Ekim 2016
Yeniden
SEBÎLURRESAD SEBILURRESAD MUHARREM 1438
ALTI LİRA
EKİM 2016
SAYI: 1010
CİLT: XLI
“Sekülarizmin kalesi haline gelen Batı, kendi geleneklerini yıkmakla kalmayıp Doğu halklarını da tahrip etmiştir.” Ali Al’amin Mazrui (1933 - 2014)
Afrika’nın bilge adamı
Hikmet ve Hakikat arayışında bir Afrikalı Müslüman; Ali Mazrui MÜNDERECAT: Muharrem hürmetine; savaşlar durmalı, FATİH BAYHAN - Koklayarak sevdim o gençleri, SELMA ERSOY - İslâm davasını mıncıkladılar, M.ŞEVKET EYGİ - Afrika’nın bilge adamı; Mazrui, Wise man of Africa; Mazrui, FATİH BAYHAN - İslami ve Batılı değerler, ALİ MAZRUİ - Allah dostları dostlarımız, ABDURRAHMAN DİLİPAK - Eşref Edip Fergan, MUHARREM COŞKUN - 15 Temmuz’un ardından sadaka dağıttı - Eşref Edip’le bir hatıra: İsim babası, M.CEMAL ÇİFTÇİGÜZELİ - İslamcılığı yeniden tartışmak, AYŞE YAŞAR UMUTLU - Feraset, MEHMET AYSOY - İzzetbegoviç’in derdi, M. HAKKI AKIN - Mehmet Görmez’e anlamlı ödül - İttihad-ı İslamın ruhunu kemiren bela, SADIK GÜNEŞ - Mehmet Akif, İHSAN ŞENOCAK - Sebîlürreşad Mülâkatı: Ahmet Turgut - Aşere, Aşura, FATIMA ZEHRA - Düzen, SERVET AYDEMİR - Eğitimin insanileşmesi, EROL ERDOĞAN - Eşref Edip’in kaleminden Akif’in Kur’an tercemesi - Kudüs bir son değil, yeni bir başlangıç, MAHMUT DOĞAN - Başvekile Konya’dan 7 bin imzalı telgraf - Kamboçya Müslümanları, EMRE YILDIRIM - Sünnete karşı medeniyet, BEDRİ GENCER - Müslümanların yazıya hizmetleri, MESUT DİKEL - Tuvalet kültürünün tarihi, M. AKİF IŞIK - Ben doğuyum, HALİT ÖZDÜZEN - Biraz mizah iyi gelir, DURDU GÜNEŞ - Miyasoğlu yada idealizmin romanı, RECEP GARİP - Safahat’ın bölümleri, MUSTAFA ÖZÇELİK - Tefrikanın ilacı; Tevhid, RAMAZAN ALTINTAŞ - Müslüman dünyanın yönetişimi ve liderliği, SERKAN YORGANCILAR - Muharrem ayının fazileti - Sebîlürreşad TBMM gizli celse tutanaklarında Lozan’ı araştırdı, AHMET AKGÜL - Batının vahşi sanayileşmesinin bedeli iklim değişikliği, AYDIN YILDIRIM - Sebîlürreşad okuyucusuyla hasbihal - Hicret’in üç hâli, TALİP IŞIK - ﻋﻣﻠﻳﺔ ﺩﺭﻉ ﺍﻟﻔﺭﺍﺕ ﻭﺍﻟﺷﻣﺎﻝ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ
iki
Başyazı Mehmet Âkif’in Kürsüsü...
Muharrem Hürmetine;
Savaşlar Durmalı! Modern dünyanın ölçüyü kaybettiği doğrudur. Mekkeli müşrikler, haram aylarda kan akıtmaz, can’a kasdetmezdi. Müşriklerin torunları dedelerini geçti, haram aylarda dahi kan akıtmaya devam ediyor. Halep, Şam, Cerablus, Cenin kan gölü. Filistin, Yemen, Libya sancılı, tedirgin. Sudan, Pakistan, Kosova gergin. Kamboçya, Uganda güvensiz… Aliya’ya söylenenleri hatırlıyoruz böyle olunca. Avrupa’nın ortasında soykırıma uğratılan Müslüman Boşnak halka; “Sizin ölülerinizi seviyoruz” demişlerdi ya… Ölülerimizi sevdiler, ağıtlarımızı izlediler, gözyaşlarımız üzerinde bir medeniyet inşaa ettiler, nasıl medeniyetse? *** Muharrem ayındayız. Rasulullah’ın hicretini esas alan başlangıç ayında…Kutlu iz’in yolcuları olmanın verdiği istikamet üzre olma azmiyle başlangıcımızı; saatimizi, hayatımızı buradan başlatıyoruz. O kutlu Nebi (sav) çok sevdiği Mekke’yi terketmiş, Medine’ye vasıl olmuştu. Hicret bize bu vasıl olmanın, yeri geldiğinde en çok sevdiklerimizden vazgeçebilmenin bilincidir. Terk etmek, eşi, dostu, arkadaşı, can’ı, cananı. Sevda böyle olursa; hicret kutsal bir yolculuktur… Muharrem ayı, hürmet ayıdır bu yüzden. Hürmet edilen ay… Noel’e alternatif kılma eylemi olamaz. Çünkü Muharrem bir muhasebedir. Yeni bir yıl’a başlamanın, yeni bir döneme geçiş yapmanın muhasebesidir… Ve Muharrem Ehl-i Beyt’in acısını hissetme ayıdır. Hz. Hüsey’nin, Hz. Hasan’ın acısıyla hüzün çemberine girmektir. Dram’dır bir nevi, islam ümmetine düşen fitnenin geldiği noktaya üzülmektir. Bu yüzden idraktir Muharrem. Müslüman olma idraki, kardeşliğin idraki, ümmet olmanın idraki… Bu yüzden mezheplerinizi, meşreplerinizi, tarikatlarınızı İslam’ın üstünde görmeme idrakine çizilmiş bir kalın çizgidir… Hicri başlangıç, modern hayatın dayattığı İsa’dan (as) önce ve İsa’dan (sa) sonra dünyaya ait ne varsa bir başlangıcı esas kılan eyleme vahyi bir cevaptır. O, (sav) son’un başlangıcını müjdeleyendir. O, yeni bir başlangıçtır. O, yeni bir hükmü inşaa için gelendir. Biz “Muhammedün Rasulullah” diyenlerdeniz. Ve buna sadakat göstereceğiz. O yüzden bizim için başlangıç Rasulullah’ın, yani son Peygamber’in kutlu adımıyla yaptığı başlangıçtır. Sebîlürreşad, kendi medeniyetinin inşaacısıdır. Bu yüzden Afrika’nın aydınlık yüzlü Bilge Adamını Türkiye Müslümanlarına anlatıyoruz. Vefat günü olan 12 Ekim’de onu yeniden anıyor, Cenabı hak’tan ona rahmet diliyoruz. Afrikalı Müslümanlara selam olsun. Selam olsun Ali Mazrui’nin çocuklarına… Ve selam; Hicreti başlangıç sayan ümmet coğrafyasına olsun… Hicri yeni yılınızı tebrik ediyorum.
KURUCUSU: EŞREF EDİP - MEHMET AKİF ERSOY Kuruluş: 1908 - İSTANBUL CİLT: 41 YIL: 1 SAYI: 3 14 EKİM 2016 ABONE BEDELİ: 6 Aylık 70 Türk Lirası 12 Aylık 120 Türk Lirası sebilurresadabone@gmail.com Hesap no :
TR0500 2090 0000 0975 1700 0001
Kapak çizim: Hattat Mesut Dikel Musahhih: Esengül Şehitoğlu Dizgi - Tasarım İmay Yapım A.Ş.
Sosyal Medya: ZİRAAT KATILIM BANKASI ULUS ŞB. facebook.com/sebilurresaddergisi twitter.com/sebilurresad_d (Nezihe Bayhan adına) instagram.com/sebilurresad_d
Koklayarak sevdim o gençleri… torunu
SELMA ERSOY ARGON Yeni bir sayıda bizi buluşturan Allah’a hamd ediyorum. Bugünleri bize ulaştıran, bizi var kılana selam ediyorum. Bizi bir millet olma, ümmet olma bilinciyle ayakta diri tutan idraka selam ediyorum… Üzerimize serpilen ölü toprağını bir bir kaldırıp, fevç fevç birliğe, beraberliğe koşanları selamlıyorum. Bunca yaşananlara rağmen bizi nasıl yok edemediklerini bir kez daha görüyor ve diyorum ki; “Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez…” Bunca duyarlı gençleri görünce; “Adam aldırma da geç git diyemem, çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım” şuurunda bir nesil görüyor ve umutlanıyorum… Tarihin inşaası çok mühim bir söz. Bu sözü seviyorum. Bunun içinde bir rolüm olmasını da kendi hikayem adına önemsiyorum. Bu yüzden geçtiğimiz günlerde dede topraklarından kalkıp İstanbul’a gelen Kosovalı gençleri görünce duygulandım… Kosova, hey Kosova… Meşihat yurdu. Kanlı Ova’ya dönüştürülen bu ata toprağında beş yüz yıl vatan bildiğimiz bu toprakları terk etmiş olmanın acısını yaşadım… Prizrenden gelen evlatlarımı bağrıma basarken, sanki Balkan göçünde yok edilmek istenen, adeta soykırıma uğratılan kardeşlerimden geride kalanlara sarılıyormuş gibiydim… Koklayarak sevdim o gençleri… Ata toprağımızdan, geride bıraktıklarımızdan bir nefes, bir eser aradım sanki… *** Gençlik ve Spor Bakanlığı katkılarıyla Kosova’dan gençler geldi. İstanbul’a uğramadan ilk önce Çanakkale’ye gidip şehitlikleri ziyaret etmişler. Bu ne büyük bir samimiyet ve ne büyük bir vefadır… İstanbul’a geldiklerinde yanlarında bulunan bakan-
Yeniden
SEBÎLURRESAD SEBILURRESAD Siyasi, Dini, İlmi, Edebi ve Ahlaki Aylık Mecmua Neşre Bilfiil Hazırlayan İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü
FATİH BAYHAN Sebîlürreşad Ceride-i İslâmiyesi ayda bir nüsha yayınlanır ve sadece abonesine gönderilir
www.sebilurresad.com.tr sebilurresad.editor@gmail.com
lıktan görevliler beni arama zahmetinde bulundular ve programa davet ettiler… Program koordinatörü İlker bey çocukların beni tanımak ve benimle beraber dedemin kabrini ziyaret etmeyi istediklerini söyledi. Mesrur oldum…Bu davet reddedilir mi ki? Büyük bir memnuniyetle kabul ettim. 31 Ağustos ta şehitlikte buluştuk, çok güzel bir topluluktu. Aydınlık, güler yüzlü, zeki bakışlı, meraklı gençlerle beraber olmak her zaman büyük mutluluk benim için… Şehitlikte beraber dualar ettik, konuştuk resimler çektik. Sordukları soruları cevapladım … Dedemi anlattım onlara. Nasıl bir umut yüklediğini anlattım… Sonra hep beraber Sultanahmet’te yemek yedik ve arkasından Topkapı Sarayı’na geçtik. Gün boyu sarayı dolaşarak ecdadımızın bize bıraktığı emaneti, saygıyla, hürmetle yad ettik. Yanımızdaki rehberler bulunduğumuz yerle ilgili herşeyi anlatıp hepimizi bilgilendirdi. Son durak Sirkeci Garı oldu. Kosova Prizenliler Derneği bizi ağırladı. Çocuklarla birlikte sembolik bir tren gezisi yaptık. Dedeleri balkanlardan gelenlerle Balkan faciasını yeniden konuştuk, vefat edenlere rahmet diledik… Ayrılık zamanı geldiğinde hepimiz tekrar buluşabilmek ümidiyle vedalaştık. Gençleri uğurladık tekrar gelmelerini dileyerek … Yüreğimizde buruk bir sevinç vardı o gün… Şu kesin aramızdaki köprüleri sağlam tutmalıyız… Bu ziyaretler karşılıklı olarak yapılmalı, geçmiş unutulmamalı. Gençlere geçmiş öğretilmeli, aradaki bağlar sıkı olmalı diye düşünüyorum. Zamanında ne acılarla kimleri arkada bırakıp ta gelen ailelerin ne zorluklarla karşılaştıkları unutulmamalı. İşte bu yüzden bu yaşımda buradayım ve milletim için dimdik ayaktayım…
BAŞMUHARRİRİ: MEHMET AKİF ERSOY MUHARREM 1438 ISSN: 1307-3796
FATİH BAYHAN
Muharrem 1438
İDARE YERİ: SEBÎLÜRREŞAD YAZIHANESİ
Anafartalar Caddesi Sakarya Apt. No: 50/12 Altındağ/ANKARA GSM: 0 541 673 85 80
CİLT: XLI SAYI: 1010 DAĞITIM-ABONE-İLAN: İmay Yapım A.Ş. Mecideyeköy Mah. Cemal Sahir Sok. No.29/31 Şişli/İSTANBUL
BASILDIĞI YER: AFŞAR MEDYA MATBAACILIK A.Ş. Ostim Mah. 21.Cad. 1424 Sk.No:8/2 O.S.B Yenimahalle/ANKARA TEL: 0 312 394 39 22
TEMSİLCİLER: KAYSERİ: Hüseyin Türkmen ÇANKIRI: Şükrü Altın KASTAMONU: Levent Kenan
üç
Ekim 2016
Mehmet Şevket Eygi Üstadımızın kaleminden...
İslam Dâvasını Mıncıkladılar İSLAM düşmanı müşrikler, kâfirler, münâfıklar, Deccallar, Tâğutlar; Müslümanların birbirinden kopuk bin parçaya ayrılmasını, bunların bazısının birbirine düşmanlık etmesini, aralarında çekişip tepişmesini, bu suretle Ümmet birliğinin berhava edilmesini istediler.
Onlar da, bu arzu ve isteği kabul ederek, Birbirinden kopuk bir parçaya ayrıldılar, İttihad-ı İslam’a ve iman kardeşliğine aykırı işler yaptılar, Müslümanları bizden olanlar ve bizden olmayanlar diye ayırdılar, ötekileştirdiler, Meşrep farklılığı yüzünden sâlih kardeşlerini dışladılar, Böylece Müslümanlar çok iken az oldular, Güçlerini yitirdiler, Zelil ve esir duruma düştüler. ** SON kırk elli yıl içinde İslam’a hizmet etmek, hayırlı hizmetler yapmak için, yekûn olarak yüz milyarlarca dolar, hattâ belki de bir trilyon dolar toplandı. Bu muazzam para, Kur’ana Sünnete İslam bilgeliğine İslam ahlakına uygun olarak, planlı ve programlı şekilde harcanmış olsaydı ne büyük hizmetler yapılır, ne muazzam fütuhata nail olunurdu. Ne oldu bu paralar? Nerede fütuhat? ** Azılı müşrikler, kâfirler, münafıklar Müslümanları “Böl parçala hükm et” (divide et imperia) prensibi uyarınca birbirinden kopuk bin parçaya ayırdılar. İçimize casuslar, ajanlar,
provokatörler, yönlendiriciler soktular. Fitne fesat, tefrika tohumları ektiler. Mü’mini mü’mine düşman ettiler. Holiganlık, militanlık, fanatizm yangınları kundakladılar. Bir takım gafiller ve cahiller de onların bu şeytanî tuzaklarına düştüler. ** Birileri saf ve câhil Müslümanları inek gibi sağdı, kaz gibi yoldu. ** Parçayı bütünle özdeşleştirdiler. Hattâ bazısı o kadar ileri gitti ki, parçayı bütünden büyük görmeye ve göstermeye kalktı. ** Birileri zekatları, fitreleri Kur’ana, Sünnete, Şeriata, fıkha aykırı olarak topladılar. Zekâta muhtaç olan mü’minleri mağdur ettiler. ** Başlarındaki zatları uçurdukça uçurdular. ** Her devirde bir gavs olurmuş. Birileri aynı anda bin gavs türettiler. ** İslama hizmet perdesi ardında, Kur’ana Sünnete Şeriata Hikmet-i islamiyeye, İslam ahlakına aykırı bin kötülük ve çarpık-
lık sergilediler. ** Meşreb farklılığı yüzünden sâlih Müslüman kardeşlerine buğz ve düşmanlık ederken, onların tepesinden kova kova çamur dökerken; azılı kafirleri ve münafıkları dost ve velî edindiler, baş tacı yaptılar. ** Kimisi islamî hizmet paralarını zimmetine geçirdi, Karun gibi zengin oldu. ** İslam dâvasını mıncıkladılar. ** Nefs-i emmârelerine uydular. ** Benliklerini putlaştırdılar. ** İnsî ve cinnî şeytanların tuzaklarına düştüler. ** Hizmet yerine hezimet ürettiler. ** Bilerek veya bilmeyerek dinin içini boşalttılar. ** İslam yetmiyormuş gibi bin İslamcılık cereyanı türettiler. ** Ben ben ben deyip durdular, bütün Müslümanları içine alacak büyük bir biz olamadılar. ** Kendilerini Peygamberler gibi
mâsum (günahsız) gördüler. Hiç özeleştiri yapmadılar, en olumlu tenkitleri düşmanlık olarak gördüler. ** Hatâlı olduklarını kabul etmedikleri için yanlışlarını düzeltemediler. ** Gurur, kibir, enâniyet, nahvet, beşerî ihtiraslar, nefsânî şehvetler gözlerini kör etti. ** Kendilerine iman ettiler. ** Üne alkışa doymadılar bir türlü. ** Evet, bu devirde İslam’ın önündeki en büyük engel kötü Müslümanlardır. ** Kötü Müslümanların İslam’a ve Ümmet’e verdiği zararları azılı kâfirler veremez. ** Ey sâlihler, ey muttaqiler, ey zâhidler, ey mürüvvetli Müslümanlar, ey Kur’an Sünnet Şeriat hizmetkârları, ey kâmiller, ey muhlisler, ey muslihler, ey ücretini muhlukattan değil Hâlik’ten isteyenler, ey mücahid fi sebilillah olanlar!.. Zuhur ve huruç edin artık.
dört
Muharrem 1438 Kapak Dosyası
Afrika’nın Bilge Adamı; Mazrui
Fatih Bayhan Araştırma Çevirileri: İlkay Türkozan
Ali Mazrui ismi Türkiye Müslümanlarınca bilinen bir isim değil. Ancak Afrika Müslümanları için önemli bir bilge adam… İslam coğrafyasının sosyolojisini ve zihin atlasını tarumar edenler bu tabloyu hedeflemişlerdi, başarılı oldular. Mazrui’yi islam coğrafyasının entelektüel zümresi dahi az tanıyor. Mazrui: “İslami toplumlar Sosyal ve teknolojik olarak gelişmiş Batı toplumlarından ancak birkaç on yıl kadar geriden geliyor olabilirler. En sonunda soracağımız soru, istismarların önlenmesi, ve ortalama bir vatandaş için en kaliteli yaşamın sağlanabilmesi için hangi yol izlenmelidir olacaktır. Batının yolu bütün cevapları sağlamamaktadır.” Görüşünü dile getiren bir aydındır. Henüz Türkçeye çevirisi yapılmış hiçbir eseri bulunmayan Ali Mazrui, Türkiye aydınları içinde değerli bir kaynak. Yönünü Batılı aydınlara çevirmiş kendi medeniyetinin aydın ve düşünürlerine yabancılaşmış ruh halimiz bizi Mazrui’den uzak tutmuş. Bu yüzden hakkında Türkçe kaynaklarda bilgi notu dahi bulmak mümkün görünmüyor. Oysa Afrika ile alakadar olan bu kadar STK, Enstitü bulunurken Ali Mazrui’den haberdar olmamak büyük eksiklik sayılmaz mı? Onun ve ailesinin Kenya’dan başlayan hayat öyküsü, Afrika Müslümanlarıyla olan teması ve alakadarlığı Mazrui ve ailesini bizim için değerli kılıyor. Bu yüzden Sebilürreşad İslam coğrafyasına emek veren bu tarihsel ve güncel birikimle irtibatları yeniden kurmak için adım atıyor. 12 Ekim Ali Mazrui’nin vefat günü. Allah ona rahmet etsin. İslam coğrafyasına verdiği emekleri zayi etmesin. Ezilen ve hor görülen Afrika’nın vicdan elçisi olan Mazrui, Amerika’nın emperyalist yanına ciddi eleştiriler getirmiş, bu halin dünyadaki medeniyet çatışmasını beslediğini ve bu halin sürdürülebilir olmadığını ifade etmiştir. Afrika’nın “milli bilinç” sahibi olması için İslam kimliğine atıf yapan Mazrui, İslam’ın Afrika’daki halkların kimliği olduğunu ve İslamla değerlendiklerine inanan bir dava adamıydı.
Bu yüzden Filistin’e yapılanlara karşı sessiz kalmadı. Duasında ümmetin selametini istedi. Filistin için ağladı, İsrail’e tavır koydu. Bilim adamı ve entelektüel kimliğinin onu zulme ve zalime karşı tavırsız bırakmadığı bir aydındı Ali Mazrui. Uganda’da askeri darbeyle iktidara gelen ve Müslüman azınlıkla buradaki devlet yönetimini beraber yürüten Idi Amin, Ali Mazrui’ye devlet başkanı olarak danışmanı olmasını istemişti. Ancak Mazrui bu görevden kaçındı çünkü bir yandan içinde bulunduğu politik konumu korumak istiyordu bir yandan da üniversitede önemsediği bir vazifesi vardı. Idi Amin’in İslam ve Filistin konusunda yürüttüğü politik tavır Batı’dan büyük tepki alıyordu. Amin, hem İsrail karşıtıydı, hem Filistin’e açık destek veriyordu. Ancak onun devrilmesine yol açan hadise, içinde İsraillilerinde olduğu kaçırılan bir uçağa Uganda’ya iniş izni vermesiyle başladı. İsrail önce tek tek vatandaşlarını Uganda’dan kaçırdı, ardından da Amin’in devrilmesi sürecini Amin’in ordusu içinden yönetti. Amin bu süreçte önce Libya’ya, ardından Suudi Arabistan’a kaçmak zorunda kaldı. Vefat ettiğinde Ciddedeydi ve Cidde mezarlığına defnedildi. Ali Mazrui ismi Uganda’nın böyle çalkantılı dönemine rastlar. Onun İslamcı bakışı bölgedeki politik islami yaklaşımları etkilemiştir.
Afrika’lı Çocuk gözlerinde kıyamet sancısı güllerim kurudu güneş mızrak gibi saplandı yüreğime beyaz düşler ülkesinde Afrika’lı bir çocuk düşer kelimelerden aşkın esriyen yüzünde sadece ölüm okşardı saçlarını çocukların tutunmak yazılmıştı mısralara bir umuttu yaşamak Afrika’da kum gibi inerdi gökyüzü zulüm kokardı sokaklar ve Afrika ağlardı ve ağaçlar ve kuşlar Talip Işık
Babasının Kenya’da İslam Kadısı olarak görev yürütmesi, ailesinin itibarı onun Afrika’daki tesirini büyük oranda artırmıştır. Ali Mazrui, islam coğrafyasında oynanan oyunu farkeden Afrika’nın aydınlık yüzüdür. Bu farkediş onun eserlerine, gayretine ve çalışmalarına ziyadesiyle yansımıştır. Yüzlerce eser vermiş, binlerce makale yayınlamış ve Afrika’daki bilincin diri durmasına büyük katkı vermiştir. Afrika’nın aydınlık yüzlü Ailesi Ali Al’amin Mazrui (24 Şubat 1933-12 Ekim 2014). Akademik profesör, Afrikalılar, İslami konular ve Kuzey-Güney ilişkileri hakkında politik yazılar yazan bir entelektüel olarak adını duyurdu. Kenya, Mombasa’da doğdu. New York, Binghamton’daki Binghamton Üniversitesi Küresel Kültürel Çalışmalar Enstitüsünün Yöneticiliği ve Michigan Üniversitesi Afro-Amerikan ve Afrikalılar Araştırmaları Merkezi Yöneticiliği pozisyonlarında görev yaptı. Ayrıca “Afrikalılar: Üçlü Miras” isimli televizyon belgesel dizisinin yapımcılığını yaparak tanındı. Babası Al-Amin Bin Ali Mazrui Britanya Kenyası’nın Kadı mahkemelerinde Baş İslami Yargıçtı. Mazrui ailesi tarihsel olarak Kenya’nın zengin ve önemli bir ailesi idi. Babası mahkemeler dışında da tanınmış bir yazar ve konuşmacı idi. Mazrui başlangıçta bir İslamcı
olarak babasının yolundan gitmek ve Mısır’daki Al-Azhar Üniversitesinde onun çalışmalarını sürdürmek istedi. 1949’da Cambridge okul sertifikası sınavındaki düşük performansı yüzünden o zamanlar Doğu Afrika’da lise düzeyindeki tek eğitim enstitüsü olan Makerere Kolejine (bugünkü ismiyle Makerere Üniversitesi) kabul edilmedi. Daha sonra Mombasa Müslüman Eğitimi Enstitüsünde çalıştı (bugünkü adıyla Mombasa Teknik Üniversitesi). Mazrui, ilkokula Mombasa’da gitti. Yeteneğini yazarlığa yönlendirmeden önce özellikle tartışmalara katılabilmek için İngilizceyi orada öğrendi. Mazrui’ye göre gazetecilik, akademik kariyer yolunda attığı ilk adım oldu. İngilizcenin yanında Swahili dili ve Arapça da biliyordu. Kenya hükümetinden burs kazanmasından sonra 1960 yılında Büyük Britanya’daki Manchester Üniversitesini başarıyla bitirdi. 1961’de New York Columbia Üniversitesinde yüksek lisans ve 1966’da Oxford Üniversitesinde (Nuffield College) Doktora yaptı. Kwame Nkrumah’ın pan-afrikanizm ve “Vicdancılık” (Consciencism- sömürgeciliğin sona erdirilmesini savunan felsefe ve ideoloji) fikirlerinden etkilendi. Bu fikirler onun Üçlü Miras (Afrikalılık, İslam ve Hristiyanlık) konulu çalışmasının ana iskeletini oluşturdu. Devamı yan sahifede
beş
Ekim 2016 Akademik kariyerine Uganda’da çocukluğundan beri girme hayalini kurduğu Makerere Üniversitesinde başladı. Mazrui, Makerere’de Siyasal Bilimler profesörü olarak görev yaptı. Uluslararası düzeyde tanınmaya burada başladı. Burada geçirdiği yılların hayatının en önemli ve üretken yıllarından olduğunu söylemiştir. Bu süre içinde Mazrui ayrıca Siyasal Bilimler bölümünde “Dünya Düzeni Modelleri” projesini de yönetmiştir. Bu proje kapsamında dünyanın çeşitli bölgelerinden siyasal bilimciler bir araya gelerek sürekli bir barış için uluslararası düzeyde nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini tartışmışlardır. Mazrui’nin Makerere’deki son zamanlarında, o zaman Uganda Devlet Başkanı olan Idi Amin kendisi ile ilgilenmiş ve Mazrui’nin fikrine göre onu özel danışmanı yapmak istemiştir. Mazrui Uganda’daki siyasi pozisyonunu tehlikeye atmak istemediği için bu daveti geri çevirmiştir. Kendisini Makerere üniversitesinden ayrılmaya zorlayan ve Uganda’ya dönmek istemesine rağmen uzak kalmasına neden olan şeyin bu olduğunu ifade etmiştir. Hükümetle olan sorunlu ilişkisi ve Uganda halkının Kenyalı bir siyasal bilimciye karşı dostane olmayan tutumu da etkili olmuştur. 1974’de Michigan Üniversitesinde Siyasal Bilimler profesörü olarak çalışmaya başladı. Michigan’da bulunduğu sürede, Nijerya’daki Jos üniversitesinde de bir profesörlük yürüttü. Afrika’da öğretmenlik yaparak geçirdiği zaman Afrikalılık perspektifi anlayışını kaybetmemesi adına önemliydi. Mazrui, 1978 ve 1981 yılları arasında Michigan üniversitesinde Afro-Amerikan ve Afrikalılar Araştırmaları merkezi yöneticiliği yaptı. Mazrui’nin temel bakış açısı; “Afrikalı Amerikalılar ve Afrikalılar” ilişkilerinin güçlendirilmesi ve bunun için Afrikalı Amerikalıların küresel siyaset konusunda daha iyi eğitilmesi gerektiği idi. Öte yandan CAAS (Afrikalı Amerikalı öğrenciler merkezi) gibi oluşumları siyah aktivizmine ve içerdikleri siyasi sinizme tepki duyduğu için daha önce eleştirmiş ve bu tür programlarla bir şeyler elde edilebileceği konu-
sunda şüphe duyduğunu ifade etmişti. Michigan üniversitesinde 1989 yılına kadar öğretmenliğe devam etti. SUNY Binghamton’daki Albert Schweitzer profesörlük görevine kadar iki yıl ara verdi. 1991 yılında Michigan Üniversitesinden istifa ettiğini açıkladı. SUNY’de İnsanlık, Siyasal Bilimler, Afrika Araştırmaları, Felsefe, Sanat ve Kültür konularında profesörlük yaptı. Küresel Kültür Araştırmaları Enstitüsü yöneticiliği yaptı. Bunlara paralel olarak 3 ayrı fakültede görev yaptı. Bunlar: Nijerya-Jos Üniversitesi, İnsanlık ve Gelişimi Çalışmaları, New York-Ithaca Cornell üniversitesi, Afrika Araştırmaları, ve Nairobi Kenya Jomo Kenyatta, tarım ve teknoloji üniversitesi. Mazrui 1999 yılında Georgetown Guyana üniversitesinden emekli oldu. Daha birçok üniversitede yan görevlerde ve ziyaretlerde bulundu. 2005 senesinde İngiltere’deki Prospect ve ABD’deki Foreign Policy yayın organlarının hazırladığı dünyanın en entelektüel 100 kişisi listesinde 73. sırada yer aldı. Fikirleri: “Afrika’nın üçlü Mirası- Modern Afrika” üç ana etkiye dayanarak tanımlanabilir. Batının sömürgeci ve emperyalist mirası, İslam dininin ruhsal ve kültürel etkisi ve Afrika’nın kendi tarihsel yerel mirası. Afrika’nın ÇelişkileriAfrika’yı anlamak için 6 önemli çelişkiyi bilmek gerekir: 1-Afrika insan türünün doğduğu yerdir, fakat modern anlamda yaşanabilir hale getirilmesi en sona bırakılan yerdir. 2-Modern tarihte Afrikalılar en çok istismar edilenlerden olmamışlardır fakat en çok aşağılananlar onlardır. 3-Afrika Batı kültüründen en büyük farklılığı gösteren bölgedir, fakat hızla batılılaşmaktadır. 4- Afrika aşırı büyüklükte doğal zenginliğe sahiptir, fakat halkları çok fakirdir. 5- Afrika çok büyüktür, fakat çok parçalanmış durumdadır. 6- Afrika coğrafya olarak merkezi konumdadır fakat siyasi olarak marjinaldir. Yakın dönemde Mazrui İslam ve İslamcılık konusunda tanın-
mış bir yorumcu oldu. Şiddeti ve terörizmi reddetmekle birlikte modern islam köktenciliğinde önemli bir rol oynayan anti-emperyalist duygusallığı da destekledi. Ayrıca çelişkili gibi görünse de şeriat yasalarının demokrasi ile uyumsuz olmadığını savundu. Michigan üniversitesinde bulunduğu sıralarda İsrail-Filistin anlaşmazlığı hakkında ifade ettiği fikirleri çok eleştiri altında kalmasına neden olmuştur. Mazrui, Filistin’i açıkça destekledi. Ve hatta İsrail devletini de açıkça eleştirdi. Mazrui, İsrail ve Siyonist hareketin tavrının emperyalist olduğunu, kutsal kitaplarına olan inançlarını ve Nazi soykırımı olaylarını siyasi kazanç elde etmek için kullandıklarını söyledi. Daha da ileri giderek, davranışından dolayı İsrail hükümetine “Faşist” dedi. Michigan üniversitesindeki geniş Yahudi çevresi kampüs gazetesinde yoğun eleştirilerle kendisini anti-semitist olmakla suçladılar. İsrail’i Nazi Almanya’sına benzetmesinin Nefret suçu ve ırkçılık olduğunu söylediler. Filistin Dayanışma Komitesi ise buna karşılık Michigan basın organlarına gönderdikleri mektupta kendisine destek vererek, anti-semitist olarak suçlanmasına karşı çıktılar. Mazrui kendisi de Anti-Siyonist olduğunu ancak bunun anti-semitizmden çok farklı olduğunu ifade etti ve bu fikirlerinin bir etnisite olarak Yahudi halkına karşı olmakla bir alakasının olmadığını belirtti. Basından edinilen bilgilere göre, Mazrui ölümünden birkaç ay önce kendini iyi hissetmemeye başlamıştı. 12 Ekim 2014’te New York Vestal’daki evinde vefat etti. Cenazesi doğduğu yer olan Mombasa’ya getirildi. Cenaze namazı Mbaruk camiinde kılındı ve İslami geleneğe uygun şekilde aile mezarlığı olan Mazrui mezarlığına defnedildi. Cenazesine Kabine sekreteri Najib Balala, Çoğunluk lideri Aden BAre Duale, Vali Hassan Ali Joho ve senatörler katıldı. *** Afrika’da İslam’ın yeniden aydınlık günleri Mazrui’nin çabasıyla yol bulmuştu. Yeniden bir aydınlık yüzyıl bu çabalarla ayakta duracaktır. Allah Ali Mazrui’den razı olsun. Onu hayırla ve rahmetle anıyoruz...
Ali Mazrui’nin eserleri 2008- Afrika’nın İslam Tecrübesi 2008- Avrupalı Yahudiler ve Afrikalı Araplar : Büyük Tarihsel Farklılaşma 2008- Savaşın Siyaseti ve Şiddetin Kültürü 2008- Küreselleşme ve Medeniyet : İhtilafın güç odakları mı? 2006- İki Afrikanın Öyküsü: Zıt görünümleri ile Nijerya ve Güney Afrika 2006- Küreselleşme ve Kontra-Terörizm Arasında İslam 2004- Afrika Çıkmazı ve Amerikan Tecrübesi: İki Cennetin Öyküsü 2004- Irk, cinsiyet ve kültür çatışması: Mazrui ve Eleştirileri 2003- Yönetim ve Liderlik: Afrikanın Durumu Tartısması 2002- Küreselleşme Çağında Siyahlara Tazminat 2002- Tanzanyalı Titan: Julius K. Nyerere’nin Mirası 2002- Afrika ve Diger Medeniyetler: Fetih ve Karşı Fetih, Ali A. Mazrui’nin toplama makaleleri,Cilt 2 2002- Afrikalılıgın Yeniden Tanımlanması, Ali A.Mazrui’nin Toplama Makaleleri, Cilt 1 1999- Dilin Siyasi Kültürü: Swahili, Toplum ve Devlet 1999- Afrika Diasporası: Afrika Kökenliler ve Yeni Dünya Kimlikleri 1998- Babilin Gücü: Afrika’nın Dil ve Yönetim Tecrübesi 1995- Swahili, Devlet ve Toplum: Afrika Dilinin Siyasi Ekonomisi 1993- 1935’ten Bu Yana Afrika: UNESCO Afrika Genel Tarihi Cilt 8 1990- Dünya Siyasetinde Kültürel Güçler 1986- Afrikalılar: Üçlü Miras 1986- Afrikalılar: Okuyucu Bir Baş Editör 1984- 1935’ten Günümüze Afrika’da Milliyetçilik ve Yeni Devletler 1980- Afrika’nın Durumu: Siyasi Bir Teşhis 1978- Modern Afrika’da Savaşçı Geleneği 1978- Afrika’da Siyasi Değerler ve Eğitimli Sınıf 1977- Dünyanın Durumu Raporu, 1977 1977- Afrika’nın Uluslararası Iliskileri: Bağımlılık Ve Değişimin Diplomasisi 1976- Kültürlerin Dünya Federasyonu: Afrikalı Perspektifinden 1975- Uganda’da Askerler ve Irkdaşlar: Askeri Bir Etnokrasi Oluşturmak 1975- İngiliz Dilinin Siyasi Sosyolojisi: Afrikalı Perspektifinden 1973- Dünya Kültürü ve Siyah Deneyimi 1973- Dünya İlişkilerinde Afrika: Gelecek Otuz Yıl 1971- Christopher Okigbo’nun Duruşması 1971- Doğu Afrika’da Kültürel Mühendislik ve Ulus İnşa Etmek 1970- Siyah Afrika’da Karsı Çıkış Ve Güç 1969- Şiddet Ve Düsünce: Afrika’daki Toplumsal Gerilimler Üzerine makaleler 1967- Afrika Barışına Dogru: Bir Amaç ve İdeoloji Çalışması 1967- Kahramanlar ve Uhuru Sevgisi(*) : Bağımsız Afrika Hakkında Makaleler 1967- İngiliz-Afrikalı Milletler Topluluğu: Siyasi Uyuşmazlık ve Kültürel Kaynaşma ------(*) Uhuru: Swahili dilinde Özgürlük anlamındaki sözcük
altı
Muharrem 1438
İslami ve Batılı Değerler Ali Mazrui Demokrasi ve İnsani yaşam Batılılar kendi aydınlanmış, seküler demokrasilerine kıyasla, İslami toplumların gerici olduklarını, insanların din adına zulüm gördüklerini ve insanca yönetilmediklerini düşünme eğilimindedirler. Fakat Batı ve İslam arasındaki kültürel mesafeyi ölçmek zor bir girişimdir ve bu mesafe onların varsaydığından daha dardır. İslam sadece bir din değildir ve elbette sadece bir köktenci siyasi hareket de değildir. İslam bir uygarlıktır, ve bir İslam ülkesinden diğerine farklılıklar gösteren fakat çoğu Batılı toplumun sahip olduğundan çok daha insani bir ortak ruhla yaşatılan bir yaşam biçimidir. O batıdakiler kendi toplumlarının onlara ait liberal mitolojilere göre yaşama konusunda nasıl başarısız olduklarını da kabul etmezler. Dahası, Batılıların orta çağ’a ait, modası geçmiş olarak gördükleri İslam kültürü özelliklerinin kendi kültürlerinde oldukça yakın zamanlara kadar hüküm sürmüş de olabildiğini birçok durumda görebiliriz. İslami toplumlar sosyal ve teknolojik olarak, gelişmiş Batı toplumlarından ancak birkaç on yıl kadar geriden geliyor olabilirler. En sonunda soracağımız soru, istismarların önlenmesi ve ortalama bir vatandaş için en kaliteli yaşamın sağlanabilmesi için hangi yol izlenmelidir olacaktır. Batının yolu bütün cevapları sağlamamaktadır. İslami değerler ciddi biçimde dikkate alınmayı hak etmektedirler. Yakın tarihteki durum Son birkaç on yılda süregelen teknolojik ve sosyal devrimler neticesinde Batıdaki gelenekler ve değerler hızlı biçimde değişime uğradı. Bugün aynı değişimlerin birçoğunu deneyimlemekte olan İslam ülkeleri de muhtemelen aynı yollardan geçeceklerdir. Örneğin, evlilik öncesi cinsel ilişkiye İkinci Dünya Savaşının ertesine kadar Batı toplumlarında şiddetle karşı çıkılıyordu. Seyrek uygulanmakla beraber, evlilik dışı cinselliğe karşı bazıları bugün hala kitaplarda yazılı olan kanunlar mevcuttu. Bugün anne ve babanın onayıyla evlilik öncesi cinsellik yaygındır. Kültürel geri kalmışlık Batıda bile görülebilir. İdam cezasının Batı dünyasının neredeyse her tarafında yürürlükten kaldırılmış olmasına rağmen, Birleşik Devletler şu anda
Amerika’da şu anda yahudilerden daha fazla Müslüman bulunmaktadır- yaklaşık 6 milyon- Ama yine de anti-islamcı hissiyat ve seçmenin hıristiyan değerlere yakın duruşu nedeniyle, yakın gelecekte Amerikalıların bir Müslüman başkan seçmeleri olasılığı oldukça zayıf görünmektedir. idam cezası davalarının sayısını artırmakta ve önceki yıllara kıyasla çok daha fazla mahkuma idam cezası uygulamaktadır. Fakat ölüm cezası karşıtları, ki bunların içinde insan hakları örgütü ve Roma Katolik Kilisesi de bulunmaktadır, Birleşik Devletlerdeki uygulamaya karşı çıkmaktadırlar, ve bir gün Amerika’da da ölüm cezasının bir insan hakları ihlalı olduğu kesinlikle kabul edilecektir. Batılılar konu kadınların durumu olduğunda Müslümanların aydınlanmamış olduğunu düşünürler ve gerçekten de cinsiyet meselesi Müslüman ülkelerde hala bir sorun olmaya devam etmektedir. Cinsel terbiye hakkındaki İslami kurallar sıklıkla farklı cinsiyetlerin toplumsal alanlarda aşırı ölçüde birbirlerinden tecrit edilmelerine, daha genel olarak da kadınların toplumsal ilişkilerde marjinalize olma durumunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Böyle olmakla beraber, İngiliz kadınları kocalarından bağımsız olarak mülk sahibi olma hakkını 1870 gibi yakın bir tarihte elde edebilmişlerdir. Oysa Müslüman kadınlar bu hakka daima sahip olmuşlardır. Doğrusu, İslam dini karısı ile ticari ortaklığı olan bir iş adamı tarafindan kurulan tek dünya dinidir. Birçok Batı toplumlarında kız çocukları eğer ailede erkek çocuklar varsa mirastan pay alamazken, İslami yasalar her mirastan hem kız çocuklarına hem de erkek çocuklara daima pay verilmesini şart koşmuştur. Büyük evlat hakkı, ekberiyet 14 asırdır şe-
riat yasalarına aykırı görülmüştür. Batı ile İslam arasındaki, kadınlara davranış konusundaki tarihsel mesafe yüzyıllar değil onyıllar ile değerlendirilmelidir. Hatırlayalım ki, Yeni Zelanda hariç diğer bütün Batılı ülkelerde kadınlar yirminci yüzyıla kadar oy kullanma hakkını elde edememişlerdir. Büyük Britanya kadınlara oy hakkını iki aşamalı olarak 1918 ve 1928’de hayata geçirmiştir, Birleşik Devletler ise yaptığı anayasa değişikliği ile bu hakkı 1920’de onlara vermiştir. Ardından Fransa 1944 gibi yakın bir tarihte onları izlemiştir. İsviçre 1971 yılına kadar kadınlara ulusal seçimlerde oy kullanma izni vermemiştir. Bu tarihten onyıllar önce Afganistan, İran, Irak ve Pakistan’daki Müslüman kadınlar oy kullanmaktaydılar. En geniş ve etkili Batı ulusu olan Birleşik Devletlerde asla bir kadın başkan görev yapmadı. Buna karşın, en kalabalık nüfusa sahip olan iki Müslüman ülke, Pakistan ve Bangladeş’in kadın başbakanları vardı. Benazir Butto Pakistan’da iki hükümete başkanlık etti, Khaleda Zia ve Hasina Wajed Bangladeş’te ard arda görev yaptılar. Türkiye’de Tansu Çiller Başbakanlık yaptı. Müslüman ülkeler kadın liderler konusunda daha ileri olmalarına karşın, kadın özgürlüğü alanında hala geriler. Batıda Sansür Sansür meselesi de Batılılar tarafından çok geniş olduğu varsayılan İslam ve Batı arasındaki kültürel ayrımın o kadar da büyük olma-
dığının ortaya çıktığı konulardan biridir. Son yılların en tanınmış davası Salman Rüşdi’nin kitabı Şeytan Ayetleri hakkındadır. Bu kitap Britanya’da 1988’de yayınlanmış fakat çoğu Müslüman ülkede yasaklanarak Batı dünyası ile İslam dünyasını karşı karşıya getirmekle birlikte, bazı şaşırtıcı benzerliklerin ve büyük ölçekte Batı iki yüzlülüğünün ortaya çıkmasını sağlamıştır. Biraz dikkatli gözlemlendiğinde, Müslüman toplumlardakilerden farklı odaklarca empoze edilmesine karşın Batıda çok yaygın bir sansür uygulaması olduğu açığa çıkar. Hedefler, kaynaklar ve sansür yöntemleri farklılıklar gösterir, fakat sansür Batı toplumlarında tıpkı İslam dünyasında olduğu gibi bir yaşam gerçeğidir. Müslüman dünyada sansür serttir, hükümetler, mollalar ve imamlar ve yakın dönemde rastladığımız şekilde, militan İslamcı hareketler tarafından dayatılır. Öte yandan, Batıdaki sansürün ise merkezden yönetilmeyen bir yapısı vardır ve parlatılmış bir görünüme sahiptir. Uygulayıcıları kültürel faaliyet ve eğlenceyi destekleyen finans çevreleri, ticari televizyon yayıncılığında zaman satın alan reklamcılar, ulusal yayıncılık sisteminin aboneleri, etnik baskı gruplarını da içeren etkili çıkar grupları ve editörler, yayıncılar ve iletişim araçlarını kontrol eden diğer unsurlardır. Avrupa’da bazen hükümetlerin de sansürcülük işine girdikleri görülür. Batıdaki merkezi bir yönetimi olmayan sansürcülüğün, en azından kitaplar açısından düşünüldüğünde pozitif olan yanı bir yayıncı tarafından kabul edilemez olan bir eserin başka bir yayıncı tarafından kabul görebilmesidir. Amerika’da basılması neredeyse imkansız olan bir eser İngiltere ya da Hollanda’da kolaylıkla yayınlanabilir. Ulusal televizyonda tercihler daha kısıtlıdır. Farklı fikirlerin ekrandan ifade edilmesi engellenir, bu fikirleri sadece daha zayıf sinyallere sahip küçük ölçekli yerel kanallarda ifade edebilirsiniz. Batı toplumlarında, Müslüman toplumlarında olduğu gibi sadece birkaç belirli bakış açısının ulusal yayın medyası ve basılı yayın endüstrisine ve hatta üniversite ve fakülte ortamına erişim izni vardır. Her iki medeniyette de belirli bakış açıları merkezden dışlanır ve marjinalize
yedi
Ekim 2016
edilirler. Sansürün kaynağı farklı da olsa Batıda da aynen İslam dünyasında olduğu gibi bir sansür uygulaması yerleşik halde bulunmaktadır. İnanç sahiplerinin yaşamı Batılılar İslam dünyasının birçok probleminin İslam dini yüzünden ortaya çıktığını düşünürler ve kendi sözde seküler yapıları nedeniyle toplumları ve hükümetleri ile gurur duyarlar. Fakat kilise ve devlet işlerinin ayrımı meselesine gelindiğinde, iki kültür arasındaki mesafe acaba ne kadar geniştir? Temel soru bir teokrasinin demokratikleştirilebilir olup olmadığıdır. İngiliz tarihi 8.Henry’nin İngiliz Kilisesini 1531 yılında kurmasından bu yana bunun mümkün olduğunu kanıtlamıştır. İngiliz teokrasisi önce demokrasi güçlendirilerek, daha sonra teokrasi zayıflatılarak demokratikleştirilmiştir. Büyük demokratik değişimler oy kullanma hakkının yeni toplumsal sınıflara ve sonunda kadınlara da verildiği ondokuzuncu ve yirminci yüzyıla kadar beklemek zorunda kalmıştır. İran İslam Cumhuriyeti çok yeni
kurulmuş olmasına karşın, daha şimdiden zayıflayan teokrasi ve liberalizasyonun başlangıcına dair işaretler görülebilmektedir. İslam monarşilerinde de liberalizasyona yönelik atılan ilk adımları unutmamamız gerekir. Ürdün muhalif grupların yasallaştırılmasında birçok diğer ülkeden daha ileri konuma gelmiştir. Suudi Arabistan ve küçük Körfez devletleri de İslamdaki Şura kavramını demokrasi için bir rehber olarak kullanmaya başlamışlardır. Batı azınlık dinlerini sekülerizm yoluyla koruma arayışında olmuştur. Fakat bu her zaman işe yaramamıştır. Seküler Almanya’daki Soykırım olayı yaşanmış olan en kötü durumdur. Bugün bile Doğu Avrupa’daki anti-semitism ve Fransa’daki anti-İslamcılık rahatsızlık vericidir. Birleşik Devletler kilise ve devlet işlerini 200 yıldan fazla süreden beri anayasa ile ayırmaktadır, fakat Amerikan siyasetinin tamamen seküler olduğu söylenemez. Seçmen sadece bir kere prostestan olmayan, Katolik John F. Kennedy’yi çok az farkla başkan seçmiştir ve onca seçim yolsuzluğu iddiaları
nedeniyle de Amerikalıların çoğunluğunun gerçekten de oylarını onun için kullanıp kullanmadığından hiçbir zaman emin olamayacağız. Yahudiler birçok alanda kendilerini toplumun üst kademelerinde ayrıştırmış olmalarına karşın Beyaz Saray için yarışa girmekten şimdiye kadar uzak durmuşlardır. Çünkü Hristiyan köktencilerinin içindeki anti-semitism şeytanının zincirinin boşalması korkusu hala mevcuttur. Amerika’da şu anda Yahudilerden daha fazla Müslüman bulunmaktadır yaklaşık 6 milyon. Ama yine de anti-islamcı hissiyat ve seçmenin Hristiyan değerlere daha yakın duruşu nedeniyle, yakın gelecekte Amerikalıların bir Müslüman başkan seçmeleri olasılığı oldukça zayıf görünmektedir. Müslüman bir ticaret bakanı ya da Müslüman bir başsavcı atanması bile ortaya çıkması muhtemel politik sonuçları nedeniyle yöneticilerin gerçekleştirmeye cesaret edemeyeceği uzak bir konjonktürden daha fazlası değildir. İslam dini azınlıkların dinlerini birleştirici bir yaklaşım yoluyla tarih boyunca korumaya çalışmıstır. Museviler ve
Hristiyanlar kutsal kitap insanları olarak özel konuma sahiptiler tek tanrıcılar kardeşliği. Sonraları diğer dini azınlıklar da korunan azınlıkların haklarına sahip oldular. Bu yaklaşım başarılı oldu. Yahudi eğitimciler Müslüman İspanya’da yüksek pozisyonlara geldiler. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Hristiyanyanlar yüksek yönetim katında yönetici oldular. Birinci Süleyman ve Üçüncü Selim’in hükümetlerin de Hristiyan bakanlar vardı. Bütün bunlardan çıkarabileceğimiz sonuç; batılıların siyasi davranışlarının kendi sandıklarının aksine çok daha az seküler olduğudur. Bir başka sonuç Müslüman toplumların tarihsel olarak Batılı eleştirmenlerin kabul etmeye yanaşmadığı ölçüde daha evrensel ve bu nedenle de daha insani olmuş olduklarıdır. Bu makale; DIŞ İLİŞKİLER (FOREIGN AFFAIRS) DERGİSİ Eylül-Ekim 1997 sayısından iktibas edilmiştir. İngilizce’den çeviri İlkay Türkozan
WISE MAN OF AFRICA; MAZRUI The name Ali Mazrui is not known among Turkey’s Muslims. But he is an important wise man for African Muslims. Those who destroyed sociology and habit of mind of the Islamic Geography had exactly wanted to achieve this result and they were succesful. He is not well known even in the intellectual society of Islamic geography. Not a single work of Mazrui was translated into Turkish. His work is a valuable resource for Turkey’s intellectual people. We turned our eyes to Western Intellectuals and became strangers to our own civilization and its intellectuals and thinkers. This kept us away from Ali Mazrui. As a result, it’s almost impossible to find any simple knowledge about him in sources in Turkish language. When there are many NGO’s and institutes interested in Africa, being unaware of his existance is a great insufficiency. His story of life that began in Kenya and his contact and relation with African Muslims makes Mazrui and his family valuable for us. For this reason, Sebilürreşad is taking steps to reconstruct connections with his current and
historical knowledge obtained by many years of efforts on Islamic geography. October 12th, is the day of his death. Allah rest his soul. Allah keep his efforts on Islamic geography worthy. Mazrui as the representative of the opressed and humiliated Africa, criticised the imperialist side of United States seriously, and stated that it was the main reason of conflict of civilizations, and current situation was not sustainable. Mazrui referred to Islamic identity as a means for Africans to have a national consciousness. He believed that Islam was the identity of the people in Africa and they were strong with the Islamic values. This was the reason he never kept silent against what had been done against Palestine. He prayed for the salvation of the Muslim community. Cried for the Palestine and took up a position against Israel. His scientific and intellectual identity never stopped him standing against cruelty. Idi Amin who took power by a military coup in Uganda, wanted Mazrui to be his consultant. Mazrui did not accept this offer because he thought that would
be unsafe. Idi Amin’s policy on Islam and Palestine was strongly criticised by the West. Amin was against Israel and openly supported Palestine. When he gave permission to a hijacked airplane with Israil citizens in it to land on an airport in Uganda, the process to take him down started. Israel rescued its citizens one by one and directed the overthrow process through Amin’s own army. Amin had to go first to Libya and later to Saudi Arabia. He was in Cidde when he died and he was buried there. Ali Mazrui was in Uganda in such a turbulent period. His Islamic point of view influenced the political Islamic approaches in the region. This influence was more effective because of his father’s position as the chief Islamic Judge in Kenya, and of the importance of his family in that country. Ali Mazrui is the enlightened face of Africa who was fully aware of the game that had been played over Islamic geography. This awareness reflected a lot in his work, efforts and studies. He wrote many books and articles
and helped a great deal keeping the African consciousness alive. ENLIGHTENED FAMILY OF AFRICA Ali Al’amin Mazrui (24 February 1933 – 12 October 2014), was an academic professor, and intellectual political writer on African and Islamic studies and NorthSouth relations. He was born in Mombasa, Kenya. His positions included Director of the Institute of Global Cultural Studies at Binghamton University in Binghamton, New York, and Director of the Center for Afro-American and African Studies at the University of Michigan. He is also famous for producing the television documentary series The Africans: A Triple Heritage. His father Al-Amin Bin Ali Mazrui, was the Chief Islamic Judge in Kadhi courts of British Kenya Colony. The Mazrui family was a historically wealthy and important family in Kenya. Mazrui initially intended to follow the path of his father as an Islamist and pursue his study in Al-Azhar University in Egypt. Due to poor performance in the Cambridge School Certificate examination in
sekiz 1949, Mazrui was refused entry to Makerere College (now Makerere University), the only tertiary education institute in East Africa at that time. He then worked in the Mombasa Institute of Muslim Education (now Technical University of Mombasa). Mazrui attended primary school in Mombasa, where he recalled having learned English specifically to participate in formal debates, before he turned the talent to writing. Journalism, according to Mazrui, was the first step he took down the academic road. In addition to English, Mazrui also spoke Swahili and Arabic. After getting a Kenyan Government scholarship, Mazrui furthered his study and graduated with distinction from Manchester University in Great Britain in 1960, obtained his masters degree from Columbia University in New York in 1961, and his doctorate from Oxford University (Nuffield College) in 1966. He was influenced by Kwame Nkrumah’s ideas of pan-Africanism and consciencism, which formed the backbone of his discussion on Africa’s Triple Heritage (Africanity, Islam and Christianity). Mazrui began his academic career at the University of Makerere in Uganda, where he had dreamed of attending since he was a child. At Makerere, Mazrui served as a professor of political science, and began drawing his international acclaim. Mazrui felt that his years at Makerere were some of the most important and productive of his life. During his time at Makerere, Mazrui also directed the World Order Models Project in the Department of Political Science, a project which brought together a political scientists from across the world to discuss what an international route to lasting peace might be. Mazrui was later approached by Idi Amin who was the president of Uganda at the end of Mazrui’s time at Makerere. Amin, according to Mazrui, wanted Mazrui to become his special adviser. Mazrui declined this invitation, for fear that it would be unsafe, and by doing so lost his political standing in Uganda. This would be what Mazrui ultimately felt forced him to leave the University of Makerere. Mazrui often said that he would like to return to Uganda, but cited his strained relationship with the Ugandan government, as well as the unfriendliness of the Ugandan people towards a Kenyan political
Muharrem 1438
scientist as the factors keeping him away. In 1974, Mazrui was hired as a professor of political science at the University of Michigan. During his time at Michigan, Mazrui also held a professorship at the University of Jos in Nigeria. He held that spending time teaching and being part of the discourse in Africa was important to not losing his understanding of the African perspective. From 1978 until 1981 Mazrui served as the Director of the Center for Afro-American and African Studies at the University of Michigan. it was a central view of Mazrui’s that the African American and the African connection had to be strengthened and in order to achieve this purpose, African Americans had to be educated in global politics. However he also criticised the programs like CAAS (Center for African American Studies) in response to black activism and political cynicism, and he seemed to doubt the ability of such programs to accomplish anything. Mazrui taught at the University of Michigan until 1989, when he took a two-year leave of absence to accept the Albert Schweitzer professorship at SUNY Binghamton. He announced his resignation from the University of Michigan on May 29, 1991. In addition to his appointments as the Albert Schweitzer Professor in the Humanities, Professor in Political Science, African Studies, Philosophy, Interpretation and Culture and the Director of the Institute of Global Cultural Studies (IGCS), Mazrui also holds three concurrent faculty appointments as Albert Luthuli Professor-at-Large in the Humanities and Development Studies at the University of Jos in Nigeria, Andrew D. White Professor-at-Large Emeritus and
Senior Scholar in Africana Studies at Cornell University, Ithaca, New York and Chancellor of the Jomo Kenyatta University of Agriculture and Technology, Nairobi, Kenya. In 1999, Mazrui retired at the University of Guyana, Georgetown, Guyana. Mazrui had also been a visiting scholar at many Universities. In 2005, Ali Mazrui was selected as the 73rd topmost intellectual person in the world on the list of Top 100 Public Intellectuals by Prospect Magazine (UK) and Foreign Policy (United States). Central Views: Africa’s Triple HeritageModern Africa could be described by its three main influences: the colonial and imperialist legacy of the west, the spiritual and cultural influence of Islam spreading from the east, and Africa’s own indigenous legacy. The Paradoxes of AfricaMazrui believed there were six paradoxes that were central to understanding Africa: 1) Africa was the birthplace of man, but is the last to be made habitable in a modern sense. 2) Although Africans have not been the most abused group of people in modern history, they have been the most humiliated. 3) Africa is the most different from the West culturally, but is westernizing very quickly. 4) Africa possesses extreme natural wealth, but its people are very poor. 5) Africa is huge, yet very fragmented. 6) Africa is geographically central, but politically marginal. In recent years, Mazrui has also become a well known commentator on Islam and Islamism. While rejecting violence and terrorism Mazrui has praised some of the anti-imperialist sentiment that plays
an important role in modern Islamic fundamentalism. He has also argued, controversially, that sharia law is not incompatible with democracy. the most fire Mazrui came under during his tenure at the University of Michigan was in response to his views on the Israel-Palestine conflict. Mazrui was an outspoken supporter of Palestine and, more than that, an outspoken critic of the state of Israel. Mazrui made the argument that Israel and the Zionist movement behaved in an imperialist fashion and that they used their biblical beliefs and the events of the holocaust for political gain . He went so far as to call the Israeli government “fascist” in its behavior. The large Jewish population at the University of Michigan was highly critical of these remarks, accusing him of anti-Semitism. On the other hand, in a joint letter to the Michigan Daily, members of the Palestine Solidarity Committee wrote “A recent letter has accused Dr. Ali Mazrui and his supporters of anti-Semitism… we categorically reject this vicious slander.” Mazrui, in his own defense, stated that he was anti-Zionist, but that was a fundamentally different thing from anti-Semitism. He also said that he held these views independent of any views about the Jewish people as an ethnicity. According to press reports, Mazurui had not been feeling well for several months prior to his death. He died of natural causes at his home in Vestal in New York on Sunday, 12 October 2014. His body was repatriated to his hometown Mombasa and it arrived early morning on Sunday 19 October. It was taken to the family home where it was washed as per Islamic custom. The funeral prayer was held at the Mbaruk Mosque in Old Town and he was laid to rest at the family’s Mazrui Graveyard opposite Fort Jesus. His burial was attended by Cabinet Secretary Najib Balala, Majority Leader Aden Bare Duale, Governor Hassan Ali Joho; and Senators. With the efforts of Mazrui, Islam had the chance to move forwards to brighter days once again. A new enlightened century will stand strong by these efforts. May Allah be pleased with him. Allah rest his soul.
Fatih Bayhan Translation: İlkay Türkozan
dokuz
Ekim 2016
ABDURRAHMAN DİLİPAK
Allah dostları dostlarımız, Allah düşmanları düşmanlarımızdır İslam inanışı yaratanın yaratılana vahyettiği yaşama biçimidir. Bu anlamda Müslümanın davranışlarının temel dayanağı bu ilkedir. İslam kendi içinde bir eksiklik olmadığı için bir başkasının yardımına ihtiyaç duymaz. “Allah yeter” anlayışı hakimdir... Batı medeniyetinin karekteri ateştir. Çatışma, rekabet, yakıcı olma özelliklerine sahiptir. Yıldırmak, caydırmak, bastırmak ister.. Savaşçıdır. “Milli Eğitim”in meş’alesi, “Aydınlanma / İlluminati”, “Aydın olmak” “Tanrıdan çalınan ışığa sahip olmak, Tanrılaşmak / Tanrı gibi olmak (İlahlık ve Rablik taslamak), Tanrıya kafa tutmak/Güreşmek” ve tabi ki sonunda “Pandorossa’nın kutusu”nu açıp işi içinden çıkılmaz hale getirmek.. “Pandoranın kutusu” Tanrı armağanı, içinde sır taşıyan bir kavanozdur aslında. Kim bilir, belki Şeytanlaşan Lilith’in intikam duygusu ile hazırladığı bir tuzaktır.. Efsaneye göre, tanrılar tanrısı Zeus’tan ateşi / ışığı çalıp insanlara veren Premeteus’un kardeşi Epimetheus’a balçıktan yapılmış tanrısal güzellik ve zekaya sahip Pandora’yı eş olarak gönderir. Epimetheus kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora’ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış bir çömlek veya bir sandık gönderir. Ama bu kavanoz asla açılmamalıdır. Pandora, merakını yenemez ve kavanozu açar ve içindeki tüm kötülükler dünyaya yayılır. Kutunun cini Pandora’yı esir alır. Estetik, zeka, aşk ve güç bu Şeytani oyuna yenilir. Bir başka rivayete göre son anda Epimetheus sandığı kapatır. Sandığın içinden zayıf, kırılgan, nazenin bir ses duyulur.. Sandıktan gelen cılız ses: -Lütfen beni buradan kurtarın, özgür bırakın, dışardaki kötülüklerle ancak ben başedebilirim.. der, bu “herkesi kurtarmak”tan söz eden, kendini kurtaramayan sesin sahibi zavallı. Bu sefer Pandora ve eşi birlikte sandığı açarlar. Sandığın dibinde bir kelebek vardır. Sandığın içindeki kelebek “umut”tur. Batılı insan için umut zayıf, kırılgan ve ölümcüldür aslında.. Ateş, Cehennem’le ilgilidir ve Şeytani olandır aslında.. “Europe”, Güç ve estetiğin evliliğinden doğmuştur. “Tanrılar tanrısı Zeus”un, Afrodit’e aşkının
ürünüdür. Zeus göklere Mısırdan yükselir Güc’ü temsil eder. Afrodit ise Egelidir ve Aşkı-estetiği temsil eder. Europe Aşk ve estetikle, gücün evliliğinden doğar. “Paris” ise Europe’nin! Hind / Doğu / Asya toprak medeniyetidir. Mahviyeti temsil eder.. İnanılmaz bir mineral zenginliğine sahiptir.. Bitki, hayvan ve insanları sırtında taşır.. Göğü sırtında, ateşi içinde taşır. İslam medeniyeti Su medeniyetidir.. Karekteri su’dur. Ama bu sanıldığı gibi, şadırvan, çeşme ve su kemerleri, kanalları açmakla ilgili bir şey değildir. Su’yun niteliği ile ilgilidir.. Maddenin 3 şekline bürünebilir. Gaz, sıvı ve Buz/katı hal alabilir. İçinde bulunduğu şartlara göre şekil alır.. Hidrojen yanıcıdır, yakıcı olmadan yanmaz. Oksijen yakıcıdır, yanıcı olmadan yakmaz. Ama bir araya gelince su olur. Ateşi içinde barındıran söndürücü. Her ikisi tekil olarak antibiotiktir, ama bir araya gelince hayatın temel taşı olur. Yerin altı, üstü ve atmosferde bulunur. Sürekli gezer. Doğuyu da, batıyı da özünde barındırır. Hayat onun vesilesi ile kaimdir. İslam öz olarak doğuyu da batıyı da içinde barındırır. Her ikisi de nakıstır. İslam inanışı yaratanın yaratılana vahyettiği yaşama biçimidir.. Bu anlamda Müslümanın davranışlarının temel dayanağı bu ilkedir.. İslam kendi içinde bir eksiklik olmadığı için bir başkasının yardımına ihtiyaç duymaz. “Allah yeter” anlayışı hakimdir. “İyya kenağbüdü ve iyya kenastaiyn” anlayışı ya da “Hasbunallahü veniğmel vekil”
anlayışı bu durumu ifade de temel yaklaşımdır.. Diyalog bu anlamda karşıdaki anlama, tearüf etmek / bilişmek, karşıdakinin ihtiyacını, umudunu ve korkusunu anlamak içindir.. İnsan olarak birbirimizi anlamaktan, kendimizi anlatmaktan söz edebiliriz ama, farklı inanç topluluklarının “ortak anlayış zemini oluşturmak” gibi bir çabası olamaz.. Bu uygarlık temelli bir endişe değil, insani bir çaba olarak anlam kazanır.. Haşa, Allah’ı ne kıyamete, ne de iktidara / umrana / gönenç’e zorlayabiliriz. O bizi mallarımız, canlarımız ve sevdiklerimizle, kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecektir. Biz ise sabredenlerden, şükredenlerden, direnenlerden olacağız.. Tek gerçek, bu dünyada imtihan olduğumuzdur. İlahımız ve Rabbimiz olan Allah’ın rızasına ulaşmaktır. Bunun dışındaki bütün işler, boş/ malayani işlerdir.. O kadir-i mutlak ve bir olandır. Görür, duyar, bilir ve hüküm sahibidir.. Güç ve iktidar O’nundur.. “Tearüf etmek/Bilişmek” yaratılış gayesidir.. Batı rekabetçidir. Biz rekabet içinde işbirliğine açığız. Bir kavme olan düşmanlığımızın bile bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevketmemesi gerekir. Vahşi, yıkıcı, kıskanç, hegomonik, baskıcı bir güç ve iktidar anlayışı bize göre değildir. Bu anlamda Faşistlerden ve Kapitalistlerden uzağız. Komunist de değiliz tabii ki!. Zaten biri ırkını, ötekisi emeğin, bir diğeri servetin sahibini kutsamıyor mu? Biz tek başına bir vicdandan söz eden, eşitlikçi bir anlayışa da sahip
değiliz. Her insan parmak uçları gibi birbirinden farklıdır ve biz hepimiz birbirimizden üstün ve geri özellikler taşırız. Biz bu dünyada yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız herşeyin hesabını vereceğimiz bir güne iman ederiz. Bizim bilgeliğimiz yaratılışımızda, “elestü bezmi”nde gizlidir, “Galu bela zamanı”ndan. Biz Münevver oluruz, “veresetül enbiya” oluruz. “Aydın” olmaz bizden. Batılı başkalarından alarak zenginleşir, biz vererek. Allahın rızası için bir şeyi harcadığımızda, Allah bize onun karşılığını on katı, yüz katı, hatta 700 katı ile geri verecektir. Zaman harcarsak, o ömrümüzü bereketli kılacak ve bunun için zaman içinde zaman yaratacaktır. Şehid olursak, şahidlik görevimizi yerine getirirsek ölümsüz olacağız. Batılı insanın tasavvuru nefes alıp vererek yaşamak şeklindedir. Biz ise her nefes alışverişte ölürüz. Çünkü nefeslerimiz, biliriz ki sayılıdır. Batı “gerçeğin peşinde”dir, biz “hakikat”in. Batılı insan ışığında peşinden gider, biz gittiğimiz yeri aydınlatırız. Mü’min feraset sahibidir, Allahın nur’u ile bakar. Gerçek onun için hakikati anlamanın ve sorumluluklarını akletmenin aracıdır sadece. Evet, “aramızda ortak bir kelime”ye gelelim. Ama o Allah’ın “ey insanlar” çağrısında işaret edilen bir ortak noktadır. Herkesin inancı kendine olsun.. Adalet, Barış, Özgürlük üzerinde ittifak edelim.. Herkesin malları, canları, namusları, akılları, inançları ve nesilleri güvende olsun.. Yeryüzündeki bütün Müslümanlarla kardeşiz biz. Ve her yerde Müslümanlar var. Onlarla “ortak zemin” arayışında değiliz, aynı imana sahibiz. Yeryüzündeki bütün erdemli insanlar ve malumlarla ittifakımız var.. Ve bize düşman olmayan, yeryüzünde fitne ve fesat çıkartmayan , değer üreten herkesle itilafımız var. Bize düşmanlık edenler, ya da fitne ve fesat çıkartanlarla savaştayız.. Allah dostları dostlarımız, Allah düşmanları düşmanlarımızdır.
on
Muharrem 1438
Sebîlürreşad’a emek verenler Eşref Edib Fergan - 3 Muharrem Coşkun
Mehmet Şevket Eygi
Asarı İlmiye Kütüphane’sini kurar ve çoğu tercüme küçük risaleler yayınlar. MEB’in neşrettiği -yanlışlarla dolu- İslam Ansiklopedisi’ne karşı İslam-Türk Ansiklopedisi’nin neşrine başlar (1940-1948). 1948’den itibaren de Sebilürreşad’ı yeniden yayın hayatına sokar. Topladığı yazar kadrosuyla Halk Partisi’nin baskılarını, 1950 sonrasında da DP’nin Din, Laiklik, Siyaset konularındaki icraatını tenkit etmekten geri durmaz. Ahmed Emin Yalman’la yaptığı yazılı münakaşalar yüzünden Malatya hadisesi sonrasında tutuklanır (1953). Pes etmeyen Fergan, CHP’nin zulümlerini çarpıcı kanıtlarla anlatan Kara Kitap yüzünden de yargılanır(1969). Sebilürreşad’ın yaşayan yazarlarından Mehmed Şevket Eygi bu satırların yazarına Eşref Edib’i anlatırken şunları söylemişti: “Eşref Edib İstiklal Mahkemesi’nden canını zor kurtarmış bir kimse idi, pek ala Atıf Efendi (İskilipli) gibi asılabilirdi.. Buna rağmen bence Eşref Edib yazabileceği, söyleyebileceği her şeyi söylemiş)tir..” (Yoldaki Çığır Belgeseli- 2012 Eşref Edib’in damadı da olan Tarihçi Yılmaz Öztuna da, “Tevkif edildi.. Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesi’ne gönderdiler.. Fevkalade rejim mahkemesi.. Ya idam cezası vardı, ya salıveriliyordu. Hakim; ‘Seni bırakırım, ama bir şartla, dergini kapatacaksın, yok artık Sebilürreşad demiş.. Böyle yakayı kurtarabildi.. Fakat Eşref Edib hiçbir zaman fikriyatından vazgeçmedi.. Cesur adamdı..” diyor. )(Yoldaki Çığır Belgeseli-2012 Bir Yazar Olarak Eşref Edib Fergan Eşref Edib Fergan, Sebilürreşad dergisinin sadece mesul müdürü, sahibi değil aynı zamanda yazarıdır. Onun da bu dergide çok sayıda yazıları çıkmıştır. Yayımlanmış 12 kitabı bulunan Fergan’ın en büyük eseri hiç şüphesiz 58 Yıl boyunca 42 Cild, 1107 Sayı çıkardığı Sırat-ı Müstakim/ Sebilürreşad gazetesidir. 4 kız ile 1 erkek evladı dünyaya gelen Fergan, kızlarına büyük değer verirdi. Gayet tatlı, bir o kadar da nazik bir üsluba sahipti, kavga dili kullanmaz ama idealinden de taviz vermezdi.. Araba kullanmaz tramvay ya da otobüsle gitmeyi tercih ederdi. Eşref Edib’in eserleri vefatından sonra ise Fahrettin Gün tarafından yeniden yayına hazırlandı. Bunlar arasında daha önce kitap olarak yayımlanmayan “İstiklal Mahkemelerinde- Sebilürreşad’ın Romanı-(2002), Milli Mücadele Yılları(2002) Çocuklarımıza Din Kitabı (2005), İnanç Dersleri(2005),İbadet Dersleri(2005), Ahlak Dersleri(2005),Sevgili Peygamberimiz(2005) CHP ve Din (1948-1960) (2005) gibi eserler bulunmaktadır. 10 Aralık 1971’de vefat eden Eşref Edib Fergan’ın kabri Edirnekapı mezarlığındadır.. Rahmet ve minnetle anıyoruz.. Eşref Edib Fergan
ﻋﻣﻠﻳﺔ ﺩﺭﻉ ﺍﻟﻔﺭﺍﺕ ﻭﺍﻟﺷﻣﺎﻝ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ ً ﻳﻌﻳﺵ ﺍﻟﺷﻣﺎﻝ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ ﻣﻧﺫ ﺷﻬﺭ ﺗﻁﻭﺭﺍ ٍ ﻣﻬﻣﺔ ،ﻓﻔﻲ ٦ﺁﺏ ﻗﺎﻡ ﺟﻳﺵ ﺍﻟﻔﺗﺢ ﺍﻟﺫﻱ ﻳﺷﻛﻝ ﺕ ً ﻣﻅﻠﺔ ﻟﻘﻭﺍﺕ ﺍﻟﻣﻌﺎﺭﺿﺔ )ﻭﻳﺿﻡ ﻣﻥ ﺍﻟﻘﻭﻯ ﺍﻟﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻳﺔ؛ ﻟﻭﺍء ﺍﻟﻣﻌﺗﺻﻡ ﺑﺎ ،ﻭﺍﻟﺟﺑﻬﺔ ﺍﻟﺳﻭﺭﻳﺔ ﺍﻟﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻳﺔ ،ﻭﻓﺭﻗﺔ ﺍﻟﺳﻠﻁﺎﻥ ﻣﺭﺍﺩ( ﺑﻛﺳﺭ ﺍﻟﺣﺻﺎﺭ ﺍﻟﺫﻱ ﻳﻔﺭﺿﻪ ﺍﻟﻧﻅﺎﻡ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ ﻭﺣﻠﻔﺎﺅﻩ ﻋﻠﻰ ﺣﻠﺏ .ﻭﻗﺎﻣﺕ ﻗﻭﺍﺕ ﺳﻭﺭﻳﺔ ﺍﻟﺩﻳﻣﻭﻗﺭﺍﻁﻳﺔ ﺑﻘﻳﺎﺩﺓ ﺗﻧﻅﻳﻡ ﺣﺯﺏ ﺍﻻﺗﺣﺎﺩ ﺍﻹﺭﻫﺎﺑﻲ ﺑﺎﻻﺳﺗﻳﻼء ﻋﻠﻰ ﻣﻧﺑﺞ ) (YPGﻭﺣﺩﺍﺕ ﺣﻣﻳﺎﺓ ﺍﻟﺷﻌﺏ (PYD) /ﺍﻟﺩﻳﻣﻭﻗﺭﺍﻁﻲ ﺑﺩﻋﻡ ﺟﻭﻱﱟ ﻣﻥ ﻗﺑﻝ ﺍﻟﺗﺣﺎﻟﻑ ﺍﻟﺩﻭﻟﻲ .ﻭﻓﻲ ۱۷ﺗﻣﻭﺯ ﺗﻣﻛﻧﺕ ﻓﺭﻗﺔ ﺍﻟﺳﻠﻁﺎﻥ ﻣﺭﺍﺩ ﺍﻟﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻳﺔ ٍ ﺑﺎﻟﺗﻌﺎﻭﻥ ﻣﻊ ﺍﻟﺟﻳﺵ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ ﺍﻟﺣﺭ ﻣﻥ ﺍﺳﺗﻌﺎﺩﺓ ﺑﻠﺩﺓ ﺟﻭﺑﺎﻥ ﺑﻳﻠﻲ ﺍﻟﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻳﺔ ﻭﺗﺣﺭﻳﺭﻫﺎ ﻣﻥ ﺩﺍﻋﺵ .ﻭﻓﻲ ۲٤ﺁﺏ ﻗﺎﻡ ﺍﻟﺟﻳﺵ ﺍﻟﺣﺭ ﻭﺍﻟﻭﺣﺩﺍﺕ ﺍﻟﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻳﺔ ﻭﺍﻟﻘﻭﺍﺕ ﺍﻟﻌﺳﻛﺭﻳﺔ ﺍﻟﺗﺭﻛﻳﺔ ﺑﻌﻣﻠﻳﺔ ﺩﺭﻉ ﺍﻟﻔﺭﺍﺕ ﻓﻲ ﺟﺭﺍﺑﻠﺱ ،ﻭﺩﺧﻠﺕ ﺍﻟﻘﻭﺍﺕ ﺍﻟﻌﺳﻛﺭﻳﺔ ﺍﻟﺗﺭﻛﻳﺔ ﺍﻟﺑﺭﻳﺔ ﺍﻟﻣﺩﺭﻋﺔ ﻓﻲ ﺇﻁﺎﺭ ﻫﺫﻩ ﺍﻟﻌﻣﻠﻳﺔ ﻋﻧﺩ ﻛﺗﺎﺑﺔ ﻫﺫﻩ ﺍﻟﻣﻘﺎﻟﺔ ) ۳ﺃﻳﻠﻭﻝ( ﺇﻟﻰ ﺟﻭﺑﺎﻥ ﺑﻳﻠﻲ ﺩﻋﻣﺎ ً ﻟﻠﺟﻳﺵ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ .ﺍﻟﺣﺭ ﻓﻲ ﺣﺭﺑﻪ ﻣﻊ ﺩﺍﻋﺵ ﻭﺍﻟﺣﻣﻠﺔ ﺍﻟﺗﺭﻛﻳﺔ ﻋﻠﻰ ﺟﺭﺍﺑﻠﺱ ﻭﺟﻭﺑﺎﻥ ﺑﻳﻠﻲ ﺗﻬﺩﻑ ﺇﻟﻰ ﺍﻟﺣﻳﻠﻭﻟﺔ ﺩﻭﻥ ﻗﻳﺎﻡ ﺷﺭﻳﻁ ﻟﺣﺯﺏ ً ﺍﺳﺗﺭﺍﺗﻳﺟﻳﺔ ﻛﺑﻳﺭ ًﺓ ﺍﻟﻌﻣﺎﻝ ﺍﻟﻛﺭﺩﺳﺗﺎﻧﻲ ﻓﻲ ﺍﻟﺷﻣﺎﻝ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ .ﻛﻣﺎ ﺗﻣﻠﻙ ﺟﻭﺑﺎﻥ ﺑﻳﻠﻲ ﺃﻫﻣﻳﺔ ﻓﻲ ﺍﻟﻣﻧﻁﻘﺔ ﺍﻵﻣﻧﺔ ﺍﻟﻣﺯﻣﻊ ﺇﻗﺎﻣﺗﻬﺎ ﺑﻳﻥ ﺃﻋﺯﺍﺯ ﻭﺟﺭﺍﺑﻠﺱ .ﻭﻣﻥ ﺍﻟﻣﺗﻭﻗﻊ ﻓﻲ ﺍﻷﻳﺎﻡ ﺍﻟﻘﺎﺩﻣﺔ ﺃﻥ ﺗﺗﻭﺟﻪ ﺇﻟﻰ ﻣﻧﻁﻘﺔ ﺍﻟﺑﺎﺏ؛ ﺃﻧﻅﺎﺭ ﺍﻟﺟﻳﺵ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ ﺍﻟﺣﺭ ﻭﺍﻟﻘﻭﺍﺕ ﺍﻟﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻳﺔ ﻣﻥ ﺟﺎﻧﺏٍ، ﻭﺣﺯﺏ ﺍﻻﺗﺣﺎﺩ ﺍﻟﺩﻳﻣﻭﻗﺭﺍﻁﻲ /ﻭﺣﺩﺍﺕ ﺣﻣﺎﻳﺔ ﺍﻟﺷﻌﺏ – ﻗﻭﺍﺕ ﺳﻭﺭﻳﺔ ﺍﻟﺩﻳﻣﻘﺭﺍﻁﻳﺔ ﺍﻟﺫﻱ .ﻳﺳﻌﻰ ﺇﻟﻰ ﻭﺻﻝ ﻛﺎﻧﺗﻭﻧﺎﺗﻬﺎ ﺍﻟﺛﻼﺙ ﻓﻲ ﺍﻟﺷﻣﺎﻝ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ ﺑﺑﻌﺿﻬﺎ ﻣﻥ ﺟﺎﻧ ٍ ﺏ ﺁﺧﺭ ﻳﺑﺩﻱ ﺍﻟﺷﻣﺎﻝ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ ﺍﺧﺗﻼﻓﺎ ٍ ﺕ ﻛﺛﻳﺭ ًﺓ ﻋﻥ ﻋﻣﻭﻡ ﺳﻭﺭﻳﺔ )ﻛﺎﻻﺧﺗﻼﻑ ﺑﻳﻥ ﺍﻟﺷﻣﺎﻝ ﺍﻟﻌﺭﺍﻗﻲ ﻭﻋﻣﻭﻡ ﺍﻟﻌﺭﺍﻕ( .ﻭﻫﺫﻩ ﺍﻟﻣﻧﻁﻘﺔ ﻋﻠﻰ ﺻﻠ ٍﺔ ﺑﺟﻧﻭﺏ ﺷﺭﻕ ﺍﻷﻧﺎﺿﻭﻝ ﻭﺷﻣﺎﻝ ﺍﻟﻌﺭﺍﻕ ،ﻭﻳﺟﺏ ﺍﻟﻧﻅﺭ ﺇﻟﻳﻬﺎ ﻛﺫﻟﻙ .ﻭﻗﺩ ﺗﻣﺕ ﺇﺩﺍﺭﺓ ﺟﻧﻭﺏ ﺷﺭﻕ ﺍﻷﻧﺎﺿﻭﻝ ﻭﺷﻣﺎﻝ ﺳﻭﺭﻳﺔ ﻭﺷﻣﺎﻝ ﺍﻟﻌﺭﺍﻕ ﺃﻳﺎﻡ ﺍﻹﻣﺑﺭﺍﻁﻭﺭﻳﺔ ﺍﻟﺗﺭﻛﻳﺔ ﻣﻥ ﺧﻼﻝ ﻭﻻﻳﺎﺕ ﺩﻳﺎﺭﺑﻛﺭ ﻭﺣﻠﺏ ﻭﺍﻟﻣﻭﺻﻝ .ﻭﺗﺗﻭﺯﻉ ﺍﻟﻳﻭﻡ ٌ ﻣﺋﺔ ﻭﺧﻣﺳﻭﻥ ﻗﺭﻳﺔ ﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻳﺔ ﺑﻳﻥ ﺃﻋﺯﺍﺯ ﻭﺟﺭﺍﺑﻠﺱ .ﻭﻳﺳﺗﻣﺭ ﺍﻣﺗﺩﺍﺩ ﻫﺫﻩ ﺍﻟﻘﺭﻯ ﺍﻟﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻳﺔ ﺇﻟﻰ ﺷﺭﻕ ﺍﻟﻔﺭﺍﺕ ﺃﻳﺿﺎً ،ﺇﺫ ﺗﺗﻭﺯﻉ ﻓﻳﻬﺎ ﻗﺭﺍﺑﺔ ﺳﺗﻭﻥ ﻗﺭﻳﺔ ﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻳﺔ .ﻭﺗﻧﺗﺷﺭ ﺧﻣﺳﻭﻥ ﻗﺭﻳﺔً ﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻳﺔ ﺑﻳﻥ ﺃﻗﺟﻪ ﻗﻭﻳﻭﻧﻠﻭ ﻭﻣﻧﺑﺞ ،ﻭﺧﻣﺱ ﻋﺷﺭﺓ ﻗﺭﻳﺔ ﺟﻧﻭﺏ ﻣﻧﺑﺞ .ﻭﺗﻘﻊ ﻗﺭﺍﺑﺔ ﺧﻣﺳﻳﻥ ً ﻧﺎﺣﻳﺔ ﻗﺭﻳﺔ ﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻳﺔ ﺑﻳﻥ ﺟﻭﺑﺎﻥ ﺑﻳﻠﻲ ﻭﻣﺭﻛﺯ ﺍﻟﺑﺎﺏ ﻓﻲ ﺷﻣﺎﻝ ﺣﻠﺏ ،ﻭﺧﻣﺱ ﻭﻋﺷﺭﻭﻥ ً ً ﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻳﺔ )ﻣﻌﻅﻣﻬﻡ ﻣﻥ ﻋﺷﺎﺋﺭ ﺑﺭﺍﻗﻠﻲ( ﺑﻳﻥ ﺟﺭﺍﺑﻠﺱ ﻭﺍﻟﺳﺎﺟﻭﺭ ﻣﻥ ﻓﺭﻉ ﺍﻟﻔﺭﺍﺕ. ﻗﺭﻳﺔ / ً .ﻭﻋﺷﺭﻭﻥ ﻗﺭﻳﺔ ﺟﻧﻭﺏ ﺍﻟﺳﺎﺟﻭﺭ ،ﻭﺗﻣﺗﺩ ﺇﻟﻰ ﺳﺗﻳﻥ ﻗﺭﻳﺔ ﺣﺗﻰ ﺑﻠﻳﺦ ﻓﻲ ﺷﺭﻕ ﺍﻟﻔﺭﺍﺕ ً ﻣﻌﺯﻭﻟﺔ ﺇﻟﻰ ﻭﻓﻲ ﺍﻵﻭﻧﺔ ﺍﻷﺧﻳﺭﺓ ﺗﺷﻬﺩ ﺩﺍﻋﺵ ﺗﺭﺍﺟﻌﺎ ً ﺣﻘﻳﻘﻳﺎ ً ﻓﻲ ﺷﻣﺎﻝ ﺳﻭﺭﻳﺔ ،ﻭﺳﺗﺻﺑﺢ ﺣ ﱟﺩ ﻛﺑﻳﺭ ﺇﻥ ﺧﺭﺟﺕ ﺍﻟﺑﺎﺏ ﻣﻥ ﻳﺩﻫﺎ .ﻭﺳﻳﺗﺭﺗﺏ ﻋﻠﻰ ﻫﺫﺍ ﺍﻟﻭﺿﻊ ﺑﺎﻟﺗﺎﻟﻲ ﺇﻣﻛﺎﻧﻳﺔ ﻧﺷﻭﺏ ٍ ﺻﺭﺍﻉ ﺟﺎ ﱟﺩ ﺑﻳﻥ ﻗﻭﺍﺕ ﺍﻟﻣﻌﺎﺭﺿﺔ ﺍﻟﻣﺩﻋﻭﻣﺔ ﻣﻥ ﻗﺑﻝ ﺗﺭﻛﻳﺔ ﻓﻲ ﺃﻋﺯﺍﺯ ﻭﺣﻠﺏ ﻣﻥ ﺟﺎﻧ ٍ ﺏ ٍ ﻭﻧﻅﺎﻡ ﺍﻷﺳﺩ ﻭﻭﺣﺩﺍﺕ ﺣﻣﺎﻳﺔ ﺍﻟﺷﻌﺏ /ﻗﻭﺍﺕ ﺳﻭﺭﻳﺔ ﺍﻟﺩﻳﻣﻘﺭﺍﻁﻳﺔ ﻣﻥ ﺟﺎﻧ ٍ ﺏ ﺁﺧﺭ ﺣﻭﻝ .ﺍﻟﻣﻧﺎﻁﻕ ﺍﻟﺗﻲ ﻻ ﺗﺯﺍﻝ ﻓﻲ ﻳﺩ ﺩﺍﻋﺵ ﻭﻣﻌﻠﻭ ٌﻡ ﻟﺩﻯ ﺍﻟﺟﻣﻳﻊ ﺃﻥ ﻭﺣﺩﺍﺕ ﺣﻣﺎﻳﺔ ﺍﻟﺷﻌﺏ ﻫﻲ ﺍﻟﻔﺭﻉ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ ﻟﺣﺯﺏ ﺍﻟﻌﻣﺎﻝ ﺍﻟﻛﺭﺩﺳﺗﺎﻧﻲ ،ﻭﺗﺷﻛﻝ ٪۹۰ﻣﻥ ﻗﻭﺍﺕ ﺳﻭﺭﻳﺔ ﺍﻟﺩﻳﻣﻘﺭﺍﻁﻳﺔ ﻋﻠﻰ ﻭﺟﻪ ﺍﻟﺗﻘﺭﻳﺏ .ﻭﻣﻠﻔﻬﺎ ﻓﻲ ﺍﻧﺗﻬﺎﻛﺎﺕ ﺣﻘﻭﻕ ﺍﻹﻧﺳﺎﻥ ﺣﺎﺷﺩﺓٌ ﺑﻣﺎ ﻓﻳﻪ ﺍﻟﻛﻔﺎﻳﺔ .ﻭﻗﺩ ﺍﺿﻁﺭ – ﻛﻣﺎ ﻫﻭ ﻣﻌﻠﻭ ٌﻡ – ﻣﺋﺎﺕ ﺍﻷﻟﻭﻑ ﻣﻥ ﺍﻟﻣﻘﻳﻣﻳﻥ ﻓﻲ ﺗﻝ ﺃﺑﻳﺽ ﺷﻣﺎﻝ ﺍﻟﺭﻗﺔ )ﺗﺭﻛﻣﺎﻥ ،ﻭﻋﺭﺏ ﺳﻧﺔ ،ﻭﻣﻥ ﻟﻡ ﻳﺑﺎﻳﻌﻬﻡ ﻣﻥ ﺍﻷﻛﺭﺍﺩ( ﻟﻠﻧﺯﻭﺡ ﺑﺳﺑﺏ ﺍﻟﻬﺟﻣﺎﺕ ﺍﻟﻣﻧﻅﻣﺔ ﺍﻟﺗﻲ ﺷﻧﺗﻬﺎ ﻫﺫﻩ ﺍﻟﻭﺣﺩﺍﺕ .ﻭﻟﻬﺫﺍ ﺍﻟﺳﺑﺏ ﻛﺎﻥ ﻣﻥ ﺍﻟﺿﺭﻭﺭﻱ ﺟﺩﺍً ﺍﻧﺳﺣﺎﺏ ﺣﺯﺏ ﺍﻻﺗﺣﺎﺩ ﺍﻟﺩﻳﻣﻭﻗﺭﺍﻁﻲ -ﻭﺣﺩﺍﺕ ﺣﻣﺎﻳﺔ ﺍﻟﺷﻌﺏ ﺇﻟﻰ ﺷﺭﻕ ﺍﻟﻔﺭﺍﺕ ،ﻭﻋﺭﻗﻠﺔ ﺗﻣﺭﻛﺯﻫﺎ ﻓﻲ ﺷﺭﻕ ﺍﻟﻔﺭﺍﺕ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﻣﺩﻯ ﺍﻟﻁﻭﻳﻝ .ﻭﺁﻥ ﺍﻷﻭﺍﻥ ﻟﺧﺭﻭﺝ ﺍﻟﻣﺟﺗﻣﻊ ﺍﻟﺩﻭﻟﻲ ﻋﻥ ﺻﻣﺗﻪ ﺃﻣﺎﻡ ﺍﻟﺟﺭﺍﺋﻡ ﺍﻟﻣﺭﺗﻛﺑﺔ ﻣﻥ ﻗﺑﻝ ﻫﺫﻩ ﺍﻟﻭﺣﺩﺍﺕ ﻭﺍﻟﺗﻲ ﺗﺣﻣﻝ .ﻭﺻﻑ ﺍﻧﺗﻬﺎﻙ ﺣﻘﻭﻕ ﺍﻟﻣﺩﻧﻳﻳﻥ ﺍﻟﻣﻧﺩﺭﺟﺔ ﻓﻲ ﺑﻧﻭﺩ ﺍﺗﻔﺎﻗﻳﺔ ﺟﻧﻳﻑ ﻭﻣﺣﻛﻣﺔ ﺍﻟﺟﻧﺎﻳﺎﺕ ﺍﻟﺩﻭﻟﻳﺔ ﺕ ﻭﺗﻬﺩﻳﺩﺍ ٍ ﻁﻭﻳﻝ ﺗﻘﻑ ﻭﺟﻬﺎ ً ﻟﻭﺟ ٍﻪ ﺃﻣﺎﻡ ﺗﺣﺩﻳﺎ ٍ ﻭﺍﻟﺟﻣﻬﻭﺭﻳﺔ ﺍﻟﺗﺭﻛﻳﺔ ﻣﻧﺫ ﺯﻣﻥ ﺕ ﺳﻭﺭﻳﺔ ٍ ﺍﻟﻣﺭﻛﺯ .ﻭﻛﺎﻥ ﻳﻧﺑﻐﻲ ﻋﻠﻳﻬﺎ ﺃﻥ ﺗﻘﻭﻡ ﺑﺣﻣﻠ ٍﺔ ﺑﻧﺎء ًﺓ ﺿﺩ ﻫﺫﻩ ﺍﻟﺗﻬﺩﻳﺩﺍﺕ .ﻓﻘﺎﻣﺕ ﺑﺣﻣﻠﺔ ﺟﺭﺍﺑﻠﺱ ﺍﻟﺗﻲ ﺗﻔﺳﺩ ﺍﻟﻠﻌﺑﺔ ،ﻭﺗﺟﻳﺏ ﺍﻟﺗﺣﺩﻱ ﺑﻣﺛﻠﻪ .ﻭﺟﺎءﺕ ﻫﺫﻩ ﺍﻟﺣﻣﻠﺔ ﺍﻟﺗﺭﻛﻳﺔ ﺇﻟﻰ ﻣﺎ ﻭﺭﺍء ﺍﻟﺣﺩﻭﺩ ﺑﻌﺩ ﺍﻟﻣﺣﺎﻭﻟﺔ ﺍﻻﻧﻘﻼﺑﻳﺔ ﻟﺗﻧﻅﻳﻡ )ﻓﺗﻭ /ﻛﻳﺎﻥ ﺍﻟﺩﻭﻟﺔ ﺍﻟﻣﻭﺍﺯﻱ( ﺍﻹﺭﻫﺎﺑﻲ ﺍﻟﻔﺎﺷﻠﺔ؛ ﻟﺗﺛﺑﺕ ﻗﻭﺓ ﺗﺭﻛﻳﺔ ﺍﻹﻗﻠﻳﻣﻳﺔ .ﻭﻣﻥ ﺍﻟﺿﺭﻭﺭﺓ ﺑﻣﻛﺎﻥ ﺩﻋﻡ ﻫﺫﻩ ﺍﻟﺣﻣﻠﺔ ﺑﺣﻣﻠ ٍﺔ ﺃﺧﺭﻯ ﻹﻋﺎﺩﺓ ﺗﺭﺗﻳﺏ ﺍﻟﻧﻅﺎﻡ ،ﻭﻣﻥ ﺍﻟﻣﻔﻳﺩ ﺇﻗﺎﻣﺔ ﻣﻧﺎﻁﻕ ﺁﻣﻧﺔ ،ﻭﻣﻼﺫﺍ ٍ ﺕ ﺁﻣﻧﺔ ،ﻭﻣﻧﺎﻁﻕ ﺣﻅﺭ ﻁﻳﺭﺍﻥ ﻣﻥ ﺃﺟﻝ ﻭﺿﻊ ﺣ ﱟﺩ ﻟﻠﻣﺄﺳﺎﺓ ﺍﻹﻧﺳﺎﻧﻳﺔ ﺍﻟﻣﺳﺗﻣﺭﺓ ﻓﻲ ﺳﻭﺭﻳﺔ .ﻭﻗﺩ ﺗﺭﺩ ْ ﱠﺩﺕ ﻛﺛﻳﺭﺍً ﺿﺭﻭﺭﺓ ﺍﺗﺧﺎﺫ ﻣﺛﻝ ﻫﺫﻩ ﺍﻟﺗﺩﺍﺑﻳﺭ ﻋﻠﻰ ﺃﻟﺳﻧﺔ ﺍﻷﻁﺭﺍﻑ ﺍﻟﻣﺧﺗﻠﻔﺔ ﺍﻟﻔﺎﻋﻠﺔ ﻭﻓﻲ ﻣﻘﺩﻣﺗﻬﺎ ﺗﺭﻛﻳﺔ ﻭﻓﺭﻧﺳﺔ .ﻭﻣﻥ ﺍﻟﻣﻔﻳﺩ ﺟﺩﺍً ﻓﻲ ﻫﺫﺍ ﺍﻟﺑﺎﺏ؛ ﺇﻗﺎﻣﺔ ﻫﺫﻩ ﺍﻟﻣﻧﺎﻁﻕ ﺍﻵﻣﻧﺔ ﻓﻲ ﺷﻣﺎﻝ ﺣﻠﺏ )ﺑﻳﻥ ﺃﻋﺯﺍﺯ ﻭﺟﺭﺍﺑﻠﺱ(، ﺁﻣﻥ ﻟﻠﺷﻌﺏ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ ﻭﻗﺭﺏ ﺍﻟﺣﺩﻭﺩ ﺍﻟﺗﺭﻛﻳﺔ ﻓﻲ ﺷﻣﺎﻝ ﺇﺩﻟﺏ ،ﻭﻓﻲ ﺷﻣﺎﻝ ﺍﻟﻼﺫﻗﻳﺔ ﻛﻣﻼ ٍﺫ ٍ ﺍﻟﺫﻱ ﻳﻭﺍﺟﻪ ﺣﺎﻻ ٍ ﺕ ﺻﻌﺑ ٍﺔ ﺣﺭﺟﺔ .ﻭﺑﺫﻟﻙ ﻳﻣﻛﻥ ﻟﻠﻣﻌﺎﺭﺿﺔ ﺍﻟﺳﻭﺭﻳﺔ ﻭﺍﻟﻘﻭﻯ ﺍﻟﺛﻭﺭﻳﺔ ﻭﺍﻻﺋﺗﻼﻑ ﺍﻟﻭﻁﻧﻲ ﻭﺍﻟﺣﻛﻭﻣﺔ ﺍﻟﺳﻭﺭﻳﺔ ﺍﻟﻣﺅﻗﺗﺔ ﺍﻻﻧﺗﻘﺎﻝ ﺇﻟﻰ ﻫﺫﻩ ﺍﻟﻣﻧﺎﻁﻕ ،ﻭﺇﺩﺍﺭﺓ ﺍﻟﻣﻌﺎﺭﺿﺔ ﺑﺷﻛﻝ ﻓﻌﺎﻝ ﻣﻥ ﻣﺭﻛﺯ ﻭﺍﺣﺩٍ .ﻭﻫﺫﺍ ﺍﻟﻘﺭﺍﺭ ﻋﻠﻰ ﺍﻟﺭﻏﻡ ﻣﻥ ﻛﻭﻧﻪ ﻻ ﻳﺷﻛﻝ ﺣﻼً ﻧﻬﺎﺋﻳﺎً؛ ﻓﺈﻧﻬﺎ ٍ ٍ ً ﻣﻬﻣﺔ ﻋﻠﻰ ﻁﺭﻳﻕ ﺍﻟﺣﻝ .ﺗﻌﺗﺑﺭ ﺧﻁﻭ ًﺓ ﺟﻣﻳﻝ ﺩﻭﻏﺎﺝ ﺇﺑﻙ ﺍﻟﻣﺟﻠﺱ ﺍﻟﺗﺭﻛﻣﺎﻧﻲ ﺍﻟﺳﻭﺭﻱ ﻣﺳﺗﺷﺎﺭ ﺍﻟﺳﻳﺎﺳﺎﺕ ﺍﻟﺧﺎﺭﺟﻳﺔ ﺑﺎﺣﺙ ﻓﻲ ﻗﺳﻡ ﺍﻟﻌﻼﻗﺎﺕ ﺍﻟﺩﻭﻟﻳﺔ ﻓﻲ ﺟﺎﻣﻌﺔ ﺃﺗﺎﺗﻭﺭﻙ
onbir
Ekim 2016
Âdâb-ı Muâşeret İnsanlara karşı kötü zan ve töhmette bulunmamak, nefret uyandırmamak, dedikodu yapmamak. Bu sözlerin konuşulduğu yerleri terk etmek. Bu davranışlar âyet ve hadislerle yasaklanmıştır. Yüce Allah; “Ey imân edenler! Çokça zannetmekten kaçınınız. Şüphe yok ki, zannın bâzısı günahtır ve araştırmakta bulunmayınız ve bazınız bazınızı gıybet etmeyiniz. Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? (Bilakis) Onu kerih görmüş olursunuz. Artık Allah’tan korkunuz, şüphe yok ki, Allah Teâlâ tevbeleri kabul edicidir, çok esirgeyicidir” (Hucurat 49/ 12) buyurmuştur. Peygamberimiz (a.s.) ise bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Zandan sakının. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, birbirinizle benlik yarışına girmeyin etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah’ın kulları, Allah’ın emrettiği şekilde kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum bırakmaz, onu tahkîr etmez. Kişiye şer olarak, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Her müslümanın malı, kanı ve ırzı diğer müslümana haramdır.” Büyüklere hürmet ve saygı; küçüklere, düşkünlere şefkat ve merhamet; özellikle aile arasındaki fertlere iyi muamele etmek. Peygamberimiz (a.s.) büyüklere saygı, küçüklere sevgi göstermeyi istemektedir; “Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimizin hakkını tanımayan bizden değildir (bizim sünnetimizi terk etmiştir)” “İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez” Yüce Allah, özellikle ana babaya saygısızlık bir tarafa, onlara “öf “ denilmesini bile yasaklamıştır (İsra, 17/23). İnsanların karşılaşmaları veya ayrılmaları durumlarında birbirlerine güzel söz ve temennilerle mukabele etmeleri diğer bir ifadeyle “tahiyye” de bulunmalarıdır. Yüce Allah müminlerin selamlaşmasını istemektedir: “Size bir selam verildiği zaman, ondan daha iyisiyle mukabele edin veya aynıyla selam verin...” (Nisa 4/ 86) Şu hadis-i şerif de kimin kime selam vereceğinin esaslarını ortaya koymaktadır. “Binekte olan yürüyene, yürüyen oturana, az çok’a selam verir.” Selâm, müslümanlar arasında sevgi bağlarının kurulmasında önemli bir araçtır. Selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. Peygamberimiz (s.a.s.) selâmı yaymamızı, tanısak da tanımasak da her müslümana selâm vermemiz gerektiğini bununla da imanımız olgunluğa erdiği için Cennet’e gireceğimizi müjdelemiştir. Bu nedenle gençler ihtiyarlara, binek üzerinde olanlar yürüyenlere, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden gidenlere, bir kişi çok kişiye selâm vermelidir. Selâma daha güzel bir şekil de karşılık vermek gerekir Verilen selâmı alma durumunda olmayana selâm vermek mekruhtur. Yemek yiyene, namaz kılana, Kur’an okuyana, hutbe dinleyene selâm verilmemelidir.Topluma verilen selâma bir kişi karşılık verirse, diğerlerinin selâm alma sorumluluğu kalkar. Selâm getiren birinden selâmı almak, mektupta yazılı selâma ya mektupla ya da o anda sözle karşılık vermek gerekir.
Moritanyalı kadın 15 Temmuz’un ardından Mekke’de sadaka dağıttı Hac münasebetiyle bulunduğumuz Mekke’de, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mükkemmel organizasyonu için teşekkür etmek maksadıyla sayın Mehmet Görmez’i bir ekip olarak ziyaret ederek sohbet etme şansını yakaladık. Bu sohbetimizde sayın Mehmet Görmez’in anlattığı bir hadise hepimizin gözlerini yaşarttı. Medine’de kargo görevlisi olarak çalışan Moritanyalı Abduddaim’in anlattığı hadise bütün İslam aleminin ve samimi Müslümanların Türkiye ile alakalarını ve muhabbetlerini gösteren bir olay olarak tarihin altın sayfaları arasındaki yerini almalıdır. Moritanyalı Abduddaim kardeşimizin anlatımıyla bu göz yaşartıcı hadise şu şekilde cereyan etmiştir: 15 Temmuz akşamı evde annem ile beraber televizyon seyrediyorduk. Türkiye’de yaşanan darbe teşebbüsü ile birlikte bütün dikkatimiz buraya yönelmeye başladı. Annem ile birlikte namaz kılmaya ve dua etmeye başladık. Bu hal saatlerce sürdü. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşması ve ardından insanların sokağa dökülmeleri ile birlikte hâdisenin seyri değişmeye başladı. Sabaha karşı darbe teşebbüsünün başarılı olmayacağı anlaşılmaya başlandı. Annem bana seslendi: - Evde para var mı? - “Evet evde çok para var. Biz paramızı bankaya yatırmayız. Bütün paramızı evde
muhafaza etmeye çalışırız” diye cevap verdim. Annem bunun üzerine sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Mısır, Libya, Suriye, Irak ve daha birçok İslam ülkesi elimizden çıktı. İslam düşmanları buraları perişan ettiler. Elimizde bir Türkiye kalmıştı. Az kalmıştı burası da elimizden çıkacaktı. Allah Türkiye’yi bize ve İslam alemine bağışladı. Bu sana emrimdir. Şimdi bir valiz veya koli getir. Ne kadar para varsa hepsini içine yerleştir. Mescid-i Nebevi’ye git ve orada hepsini dağıt.” Ben de öyle yaptım. Tam gidecekken annem beyaz bir mendilin içinde muhafaza ettiği kefen parasını da getirdi ve bana uzattı. ‘Bunu da dağıt’ dedi. Bende anneme sordum: - Ben kimin fakir ve kimin zengin olduğunu nereden bileyim. Bunun üzerine annem: - Kimin zengin, kimin fakir olduğu hiç farketmez. Kime rastlarsan, bu paralardan avuç avuç ver. Sakın bu paralardan eve geri getirme. - Çok şükür, ben de öyle yaptım. 15 Temmuz akşamı Türkiye için FETÖ vasıtası ile yapılmak istenen işgal ve istila hareketinin, İslam alemindeki bir yansımasını ve Medine’de bir evde yaşanan muhteşem bir şeref tablosunu sayın Mehmet Görmez’in anlatımı ile aktarmaya çalıştım. Kaynak: Prof. Dr. Mehmet Görmez ve Moritanyalı Abduddaim - Abdulkadir Menek
Camiler ve Din Görevlileri Haftası, ‘Cami ve Kitap’ temasıyla çeşitli etkinliklerle yurt genelinde kutlandı Diyanet İşleri Başkanlığı, 1-7 Ekim tarihleri arasını içeren ekim ayının ilk haftasını 1986 yılında “Camiler Haftası” olarak ilan etmiş, o zamandan itibaren bu haftayı “Camiler Haftası” olarak kutlamıştır. 2003 yılından bu yana ise bu haftaya Din görevlilerini de ilave ederek “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” olarak kutlamaktadır. Hafta münasebetiyle her yıl farklı bir temayı ön plana çıkaran Diyanet İşleri Başkanlığı bu yılki temayı ise “Cami ve Kitap” olarak belirlemiştir. Camilerimizi din görevlilerimizden ayrı düşünmek mümkün değildir. Çünkü günün beş vaktinde camide bulunan, hatta zamanlarının çoğunu camide geçiren din görevlilerimiz, cami ile iç
içe olmuşlar, adeta cami ile özdeşleşmişlerdir. Sadece camiye gelen cemaatle yetinmemiş görev yaptıkları yerlerdeki hastalar, çocuklar, yetimler, öksüzler, fakirlere de yakın ilgi göstermiş onların dertleriyle yakından ilgilenmişlerdir. Bu nedenledir ki; toplumda din ve sosyal hizmet gönüllüleri olarak çalışan Din Görevlilerimize gereken önemin verilmesi, birlik ve beraberliğimizin sembolü olan camilerimizin fonksiyonlarını, ferdi ve toplumsal hayatımızdaki yeri ve önemini daha iyi ortaya koyabilmek, yeni yetişen nesillerimiz üzerinde cami ve mescitler hakkında kalıcı izler bırakabilmek amacıyla, 1-7 Ekim tarihleri “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” olarak kutlanmaktadır.
oniki
Mustafa Sagir meselesi ve SEBÎLÜRREŞAD
Eşref Edip ve arkadaşlarının Millî Mücadele dönemindeki hizmetleri sadece yayın çalışmaları ile sınırlı kalmamıştır. O uyanık zihin ve düşünce kapasitelerini başka konularda da değerlendirmişlerdir. Bunlardan birisi, Mustafa Sagir adlı aslı Hintli olan İngiliz casusunun yakalanmasıdır. Eşref Edip bu şahısla Kastamonu’da tanışmıştır. Ankara’ya geldikten sonra da görüşmeleri devam eder. Eşref Edip’e İstanbul’a elden gönderilmek üzere bir mektup verir. Gerekçesi, postada kaybolmak endişesidir. Şüphelendiği için açarak Ankara’da bulunan Amerika’da elçilik yapacak olan Münir Bey’e okutur. Mehmet Âkif, Fatih Hoca beraberce değerlendirirler. Mustafa Sagir, ilk mektubunu gönderildi sanarak ikinci üçüncü mektuplarını da Eşref Edip’e verir. Onlar da açılınca şüphe kesinleşir. Zira birinde iki büyükçe sayfaya görünen sadece iki satır yazmıştır. Mektup, kimyevi bir suya batırılınca beyaz yerlerdeki yazılar meydana çıkar. Haber dışarıya çıkmadan Eşref Edip, mektupları İçişleri Bakanlığı görevini yürüten Adnan Adıvar’a götürerek teslim eder (Karan 258/123-124). Sonuç bellidir. Mustafa Kemâl’e suikast göreviyle Ankara’ya geldiği anlaşılan bu şahıs Ankara’da idam edilir. Suikast tertibini, böylece Sebîlürreşad ekibi ortaya çıkarmıştır.
Muharrem 1438
Eşref Edip’le bir hatıra: İsim babası Mehmet Cemal Çiftçigüzeli İstanbul Karaköy’den Haydarpaşa’ya geçti. Tren ile Ankara’ya gidecekti. TCDD Haydarpaşa Gişelerine doğru yürüdü. Basın kartını da uzatarak yataklı vagondan yer istedi. 114 numaralı kompartımana zaten daha önce telefonla yer ayırtmıştı ama bir yanlışlık olmasın diye de biraz erken gelmişti. Tren biletini aldı, cüzdanının içine yerleştirdi. Heyecanlıydı bu yaşlı adam, bastonu falan yoktu ama, pembe yüzündeki kızarıklıklar heyecandan olsa gerekti. Yüzü iyice açık pembeden daha da koyulaşarak kırmızıya doğru gidiyordu. İçi içine sığmayan bir hali vardı. Kompartımanına giderek oturdu. İçeride kimse yoktu. Treninin hareket saatine de daha vardı. Cep saatine çıkarıp baktı. Saat 21. 30’du. Başkent Ekspresi 22.50’de hareket edecekti. Yanında getirdiği Bugün Gazetesini açtı. Bir şeyler aradı. Sonra Babıali’de Sabah Gazetesine göz attı. İkisinde de yazısı yayınlanıyordu. Ancak zamane gazetecileri Osmanlı Türkçesi bilmediği için her bu gazetelere uğrar cebinden çıkardığı kağıtlardan eski yazıyla kaleme aldığı makalesini okur, muhabir Mehmet Velit Öztürk de daktilo ederdi. Kara Kitap tefrika ediliyordu gazetelerde. Büyük bir de alaka vardı bu yazı dizisine. Düşüncelere dalıp gitmişti ki bitişikten kondüktörün sesi geliyordu “Bilet kontrol!” Biletini ve sarı basın kartını gösterdikten sonra Ankara Ekspresinin saat kaçta Başkent’te olacağını sordu. -Siz rahat rahat uyuyun efendim. Önemli bir şey olmazsa saat 08.00’da Ankara’da olacağız. BİR GAZETECİNİN HAYATI Öyle de oldu. Ankara’ya girerken sadece Sincan’da durdu tren. Ankara Garına vardıklarında makinist kondüktörü yalan çıkarmadı. Bu yaşlı yolcu eşyası olmadığı için küçük çantasını kaptığı gibi kompartımanından çıktı, trenin trabzanına tutunarak kapı merdivenlerinden indi, garın içinden geçip dışarı çıktı. Bu defa da pembe beyaz cildi sabah serinliğinden kızardı. Gözleri ile bir taksi arıyordu. -Baba taksi lazım mı?
Bunu bir sürücü söylemişti. Ona dönüp baktı. “Haydi evlat” dedi. “Kızılay’a gideceğiz. Adakale Sokak 12 numaraya.. herhalde biliyorsun?” -Ayıp ettin baba, biz her şeyi biliriz. Kızılay dedin mi tamamdır. Sarı taksi çalıştı. Müşterinin valizi falan da yoktu. Sürücünün bu daha da hoşuna gitmişti. Opera binasına doğru tam gidiyordu ki, müşterisi ikaz etti; -Çocuğum, tamam Kızılay’ı biliyorsun ama Adakale sokağa nasıl gireceksin böyle gidersen? Sürücü hiçbir şey anlamadı, müşteri yolu tarif etti. “Tandoğan Meydanına çık. Oradan Gazi Mustafa Kemal Paşa Bulvarına dön.” Sürücü bir subayın nefere verdiği emir gibi aynen uydu söylenenlere. Müşterinin gözünün önünden akıp gitti hayatı Murat 124’ün içinde. 15 yaşından beri Babıalinin içinde koşturup duruyordu. 19. Asrı görmüş, 20. Asrı yaşıyordu. İstiklal Savaşına iştirak etmişti. Yazılarıyla halkı galeyana getirip moral vermişti. Mehmet Akif Ersoy ile birlikte önce Sırat-ı Müstakim’i, sonra Sebilürreşat dergisini yayınlamıştı. Harp inkılabından sonra bir değişim yaşansa da dergilere olan alaka tam tersine eksilmemiş, satışını engellememişti. Bir ekol ortaya çıkmıştı. Aydınların okuduğu dergilerdi bunlar. Bir entelektüelin olmazsa olmazıydı. Ancak yazılarından ve yayınlarından dolayı cezaevine girmiş, dergisi kapatılmıştı. Milli Şef zamanında da en dikkat
çeken gazetecilerdendi. Zindanlar, mahkemeler, adliye koridorları, sürgünler, nezaret-i umumiyeler saçlarını ağartmıştı. Saçları yüreğinin rengini almıştı. Sonra 10 yıllık DP dönemi geldi. Peşinden idamlar ve 27 Mayıs Askeri Cundasının Darbesi. Peşinden koalisyon dönemleri. Adalet Partisi’nin tek başına iktidara gelişi. Yıl olmuştu 1965. Kendisi 83 yaşındaydı. Büyük umutlar bağlamıştı. Ancak tahminini gibi olmamıştı AP. Adalet Partisi 1969’da yine iktidarda. Ancak milliyetçi, muhafazakar ve dini gelişmede sıkıntılar oluyordu. İnsanlar okudukları kitaplar yüzünden tutuklanıyor, dışlanıyor, kamuda ise görevine son veriliyordu. MUSTAFA YAZGAN KARŞILIYOR Bugün 26 Ocak 1970’i gösteriyordu takvimler. -Şoför efendi oğlum, Adakale Sokak biraz ilerde.. Karamürsel Mağazasına varmadan Tüliş Mağazasını görüyorsun, hemen oradan sağa dön. Zaten tarif etmişlerdi. Şöyle yavaşla istersen numaralara bakarak gidelim. Öyle de yaptılar. 8, derken 10 numara ve nihayet 12 nolu apartmanın önünde durdular. Kaç Lira evladım? Parası bozuk değildi, eli de sıkıydı ama paranın üzerini beklemedi bile. Asansörü olmayan binanın merdivenlerine yöneldi. 9 Nolu Dairenin önü kalabalıktı. Devamı yan sahifede
onüç
Ekim 2016 Zili çalmasına gerek kalmamıştı. İnsanlar dışarıya taşmıştı. Bugün burada yeni kurulacak siyasi partinin temelleri atılacaktı. Bunu çok iyi biliyordu. Yarınki Türkiye’nin Partisi.. Basın Müşaviri Mustafa Yazgan İstanbul’dan gelen misafirini hemen tanıdı. “Üstad hoşgeldin” dedi. Elini öptü. -Toplantı başladı mı? Bu soruyu İstanbullu gazeteci sormuştu. Cevap Mustafa Yazgan’dan geldi. -Evet üstadım. Henüz başladı. Çaylarınızı da hemen söylerim. Kahvaltı yaptınız mı? Cevap gelmeyince Mustafa Yazgan devam etti; -Üstadım ben sizi toplantı odasına alayım. Hocamız da geldi. Toplantı odasında hiç boş yer yoktu. Tam sandalye isteyeceklerdi ki Ahmet Tevfik Paksu İstanbullu Gazeteciye yerini verdi. PARTİNİN ADINI KOYAN GAZETECİ DE KİM? İstanbullu konuk daha yerine oturmadan sordu; -Partinin adını koydunuz mu? Kimdi bu İstanbullu konuk?. O’nun tanıyanlar vardı, ama tanımayanlar da bulunuyordu. Gençler bu İstanbullu misafiri tanımakta zorluk çekiyorlardı. Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Maraş eski Senatörü iktisatçı ve şair Ahmet Tevfik Paksu, Avukat Ali Haydar Aksay, Adıyaman eski Milletvekili ve şair Süleyman Arif Emre, Avukat Hasan Tahsin Armutçuoğlu, Tüccar Ömer Çoktosun, Gümüşhane eski Milletvekili Ekrem Ocaklı, Emekli Bürokrat Ömer Faruk Ergin, Prof. Dr. Saffet Solak, Adana eski Milletvekili Hasan Aksay, Avukat İsmail Müftüoğlu, Tüccar Nail Süral, Kayseri eski Milletvekili Dr. Fehmi Cumalıoğlu, Müteahhit Yüksek İnşaat Mühendisi Hüsamettin Fadıloğlu, İşadamı Bahaeddin Çarhoğlu, Harita Mühendisi Mehmet Satoğlu, Makina Yüksek Mühendisi Rıfat Boynukalın dikkatle dinlemeye başladılar gelen misafiri. -Kurulacak partimizin adı Milli Nizam Partisi olacak. Amblemi de işaret parmağı yukarda, diğer parmaklar kapalı sağ el! Herkes heyecanlandı birdenbire. Bakışları düşünce şekline dönüştü. Prof. Dr. Necmettin Erbakan “Eşref Edip Bey(1882-1971) toplantımız henüz başladı. İnşallahu rahman hayırla bir karar veririz. Hep birlikte müzakereye başladılar. Partinin adı Milli Nizam, amblemi de şehadet parmağı yukarda kapalı sağ el hakkında görüşmeler geç saatlere kadar sürdü. Kurulacak parti üç kişiyle parlamentoda temsil edilecekti; Konya Milletvekili Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Isparta Milletvekili Avukat Hüsamettin Akmumcu ve öğretmen Hüseyin Abbas.
İslamcılığı yeniden tartışmak-1 Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin, Osmanlı Devleti’nin Batı’nın gerisinde kalmasıyla başlayan bir sürecin neticesi olarak açığa çıktığı kabul edilir. Özellikle 19. yüzyıl, Osmanlı ve İran dışında Batı emperyalizmi tarafından işgal edilmeyen yer kalmadığı bir dönem olarak adlandırılır. Üstelik bu işgal hem fiili hem de fikri bir işgal olarak görülüyordu. İslamcılık işte bu sorunun bir neticesi olarak modernleşmenin bir ürünü biçiminde, yanlış Batılılaşma yapıldığı gerekçesiyle, devleti kurtarmak adına bir grup İslamcı aydın tarafından ortaya çıkarılmıştır. İslamcı hareketin tarihi sürecine bakıldığında, ulusal ve uluslararası gelişmelere paralel olarak ve toplumsal dinamiklere göre ortaya çıkan fakat zamanla büyük bir değişim ve dönüşüm yaşayan bir harekettir. Özellikle Cumhuriyet dönemine baktığımızda, Osmanlı Devleti’nin çöküşü ve yıkılmasının hemen akabinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları, her ne kadar ilk zamanki söylemleri İslam temelinde olsa da devleti laiklik prensiplerine dayanarak kurduklarından, dini kamusal alandan çıkarmak istemişlerdir. Laik reformlarını gerçekleştirebilmek için İslamcıların muhalefetini önlemek üzere oldukça sert yasal tedbirler almış, bu süreçte nitelikli uygulamalarla dini yaşam biçimlerine ve sembollere yasaklar getirmişlerdir. Böylece topluma milli bir din dayatmayı hedeflediler. Buna karşılık İslamcılar olarak adlandırılan aydın kesim, bu uygulamalara bir meşru müdafaa veya ıslah çabaları olarak da tanımlayabileceğimiz karşılıklar vermiştir. Bu nedenle İslamcılık tek şekilde gerçekleşmemiş, Türkçülük, Osmanlıcılık ve Batıcılık akımları olarak farklı biçimlerde hatta kimi zaman birbirine karışarak mevcuda gelmiştir. Tıpkı milliyetçi düşüncenin Balkan savaşlarında güçlenmesi gibi İslamcı düşünce de aynı dönemlerde güçlenmiştir.İslamcı hareketin sebep-sonuç ilişkisi içinde ve toplumsal hareket yaklaşımları çerçevesinde gelişim nedenleri, neticeleri, çatışmaları ve etkileşimleri üzerinden ba-
kıldığında iki kısımda incelenir: İlki, İslamcılığın tarihsel bir süreç olarak incelenmesi, ikincisi ise bir fikir projesi olarak irdelenmesidir. Sosyolojik bir dönüşüm veya bir çeşit siyasal iktidar kavgasıdır gibi iddialara, güncel bir soru olan “İslamcılığın Dirilişi mümkün mü?” üzerinden cevap aranmıştır. 15 Temmuz 2016’da, Türkiye’de FETÖ örgütünün Batı kaynaklı bir fiili ve fikri işgale yeltenmesi, “İslamcılık öldü.” denildiği dönemde, İslamcılığın yeniden yükselişe geçmesine sebep olduğu düşünülebilir mi? Aslında FETÖ örgütü çeşitli çalışmalarda İslamcılar arasında incelenmiş olsa da bu yazıda bunun doğru tasnif olmadığı ileri sürülecektir. Tarikatlar ve cemaatler üzerinden geliştirilen hareketler İslamcılıktan ziyade gelenekçilik, bir kısmı da muhafazakârlık cephesinde incelenebilir. TARİHSEL SÜREÇ OLARAK İSLAMCILIK İlk olarak İslamcılığın kısa bir tarihine bakacak olursak birkaç dönemi dikkate almak gerekir. İlk Dönem ( 1839-1924 ) Aslında İslamcılık, modernleşmenin ilk siyasi hareketi olarak birinci Tanzimat ile gerçekleştirilen 1839-1871 yılları arasındaki düzenlemeler ve reformlarda görülür. 1876’da İkinci Abdülhamid’in tahta çıkması ve bir süre sonra Meşrutiyet’in ilanı ile devam ediyor. Fakat en genel anlamda Tanzimat’ın ilanından, 1922 Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar devam ettiği ifade edilebilir. Çünkü tüm bu dönemlerde çeşitli modernleşme hareketleri cereyan etmektedir. Öte yandan birinci dönemin 1870’lerden başlayıp 3 Mart 1924’te Halifeliğin
Ayşe Yaşar Umutlu Kaldırılması’na kadarki kısmını aktif İslamcılığın başlangıcı olarak ifade edenler de vardır. Çünkü onlara göre bir tarihsel süreç olarak yorumlandığında, ağırlıklı olarak 1870-1871’de İttihat-ı İslam risaleleri ile harekete geçtiğini kabul ettikleri görülmektedir. Fakat 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü gayrimüslimlere verilen eşitlikle müsavat prensibine itirazlar yükseliyor. Örnek olarak Tunuslu Hayrettin Paşa, Ali Suavi gibi isimlerin tartışmaları ve Namık Kemal’in “Usulü Meşveret Hakkında Mektuplar” gibi yazıları o dönemi yansıtan en önemli eserlerdendir. Bu eserlerde imtiyazlara kesinlikle tahammül etmeyeceklerini ifade eder. Hâlbuki o dönemde toplumun yarısı aslında gayrimüslimdir. Değişen ilişkilere itiraz olarak çeşitli yansımalar görülür. Bu dönemde İslamcılığın uluslararası bir hareketi ve yeni bir İslam yorumu var. Aynı zamanda bir ahlak ve yaşama biçimi olarak ortaya çıktığını da görüyoruz. Örnek olarak Sultan Abdülhamid, hilafet politikalarını yeniden inşa ettiğini ve yüksek bir düzeye çıkardığını söyleyebiliriz, bu minvalde kendisi de aynı zamanda modern bir yoruma sahiptir. Fakat meşrutiyet ve meclis isteyen, siyasi esasi isteyen İslamcılık hareketlerine karşı sıkı bir politika izlemiştir. Aksi bağlamdaki modern yorumlara şiddetle karşıdır. Dolayısıyla dönemin bütün İslamcılarıyla çatıştığı, dini yorumlamak açısından farklılıkları olmasa dahi siyasi talepleri nedeni ile özellikle Mısır menşeli İslamcılık hareketlerinin İngiliz menşeli olduğunu düşündüğü için çok sert tavır alır. İkinci Dönem 1924-1965 Arası (Bu dönemde 27 Mayıs 1960 İhtilali gerçekleşmiştir) Turancılık gibi İslamcılık da yasak düşüncelerden biridir. Bu dönemde İslamcılığın Türkiye’deki milliyetçi muhafazakâr çatının altında yer aldığı görülür. Fakat bu dönemde Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç ve belli başlı tarikat ve cemaat öncülerine de İslamcı denir ki, Devamı arka sahifede
ondört
Muharrem 1438
Bediüzzaman ve Erbakan gibi isimleri kastediyorum, çalışmanın başında da ifade ettiğimiz gibi problemli bir adlandırma olduğunu düşünüyorum. Örneğin, İslamcılık çalışmalarının önemli ismi Prof. Dr. İsmail Kara bu grubun aslında mukaddesatçı ve muhafazakârlık çerçevesi altında ele alınması gerektiğini dile getirir. Özellikle 80’den sonra muhafazakârlık ve milliyetçilik, daha ziyade Batılı bir kalıptan ele alınmaktadır. Üçüncü Dönem 1965 Sonrası 1965 sonrası Türkiye’de yeni bir İslamcılık hareketi gelişir. Fakat aynı zamanda 1960 ihtilaline bağlı bir sonuç olarak hem sol hem milliyetçilik anlayışının tekrar hareketlendiği görülür. Önce 50’li yılların sonunda Müslüman kardeşler ve cemaati İslami hareketlerden ciddi bir tercüme hareketi gerçekleşir. 1924-65 arasındaki ilk kaynaklara dönüş çağrısında, 1965 yeni bir ivme olarak ifade edilebilir. Ancak Türkiye’de yaşanmış tecrübelerle ciddi bir bağ kurulamadı. 60’lı yıllarda başlayan bu hareket, İran inkılabı ile yükselişe geçti, problemli bir hal aldı. Çünkü 1980 Şubat’ı ile birlikte bu ivme, Türkiye’nin tanımadığı bir dili, Şiilik, modernizm ve Müslüman kardeşler yolu ile çok hızlı bir biçimde Türkiye’ye geçti. Ali Şeriatı bu dilin en önemli ismi, Müslüman kardeşlerden en önemli isim Mısır’dan Seyyid Kutup, Pakistan’da Cemaati İslami’den en etkili isim de Mevdûdî’dir. İslam’ı toplumsal, siyasal ve kültürel bir bütün ola-
Mehmet Akif Ersoy
Necip Fazlı Kısakürek
Prof. Dr. Necmettin Erbakan
rak algılayıp hayatın her alanına hâkim kılmayı gaye edinen bir ideoloji olarak İslamcılık, Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar Osmanlı Devleti’ndeki en güçlü siyasal akımlardan birisi olmuştur. Bir fikir olarak İslamcılık İkinci Meşrutiyet’in hemen sonrasında “Sırat-ı Müstakîm”in yayınlanması ile tamamen etkin ve etkili bir siyaset biçimine de dönüştüğü görünüyor. Mehmet Akif, Sebilürreşad’da Muhammed Abduh’tan tercümeler yayınlıyor. Tercümeler aslında Abdülhamit döneminde yapılmış ama bunun yayınlanamadığını görüyorsunuz. Menar Mecmuası modern İslam düşüncesinin önemli kaynaklarından biri olarak Abdülhamid döneminde yasaklı olmasına rağmen İstanbul’da yaşayan âlimler tarafından rahatlıkla takip ediliyordu. İslam coğrafyasına ulaşım kolaydı. Cumhuriyet döneminde ise, laikleşen bir Türkiye’de siyasal İslamcılığın durdurulmaya yönelik engellemelerle karşılaştığını ifade ettik. Fakat 1940’lı yılların ikinci
yarısından itibaren yani çok partili siyasi hayata geçişle birlikte yeniden siyaset sahnesindeki yerini almıştır. Şöyle ki 3 Mart 1924 ve1950 arası dönemde hemen tüm dini yaşam alanları kısıtlandığından İslamcı düşünürler geri çekilmişler ve resmi olmayan yollarla özellikle dini eğitim ve kültürel alanda gizli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bu dönemde özellikle gelenekçi muhafazakâr cepheden de Nurculuk ve Süleymancılık hareketleri halk tabanında karşılık bularak cemaat oluşumu süreci başlamıştır. Türkiye’nin 1945’ten itibaren çok partili sisteme geçmesiyle oluşan nispi özgürlük ortamından yararlanan cemaatler, faaliyetlerini arttırdılar. Gazete ve dergilerle başlayan bu süreç, 1960’ların sonlarından itibaren müstakil bir İslamcı partinin kurulmasıyla siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanda yaygınlaşmıştır. İslam’ı tek hakikat bilgisi olarak gören İslamcılık, toplum inşasını buradan hedeflediği için, siyaset anlayışını da buradan des-
tekler. Bireyleri İslam dindarlığındaki farklılıklarına göre tasnif olduklarını iddia eder. Tarikat ve cemaatler olarak var olmalarını bu bağlamda zararlı bulur. Bu nedenle gelenekçi ve muhafazakâr yapıların ayrıca incelenmesi gerektiği kanaati doğru bir gerekçedendir. Fakat Cumhuriyet dönemiyle gelişen siyasal İslamcılık, demokrasiyle uyumlu bir söylemi tercih etse de bunun kendi içlerinde demokrat bir tavır olduğu söylenemez. Çünkü hak ve özgürlükler temelinde özgürlükçü bir pratik değildir, daha ziyade aşırı kuralcılık baskındır. İslamcı gruplardaki bu yaklaşımın, tarikat ve cemaatlerde de yer bulduğu söylenebilir. Bireyselciliğin karşısında, kitlesel ve toplumsal bir siyasal alanı kullanmak, bu neticeye götüren en belirgin sebeptir. Dolayısı ile dini özgürlük, bireysel bir hürriyet gerektirdiği için pratikte uygulama alanını örgütlenen yapıların yok ettiği söylenebilir. Devam edecek...
Aliya İzzetbegoviç’in derdi: İslam ile Müslümanlar Arasındaki Mesafe ve Müslümanların İslamlaşması
Doç. Dr. Mahmut Hakkı Akın On üç yıl önce, 19 Ekim 2003 tarihinde vefat eden Aliya İzzetbegoviç, Bosna-Hersek cumhurbaşkanı olarak Bosna Savaşı sırasındaki mücadelesiyle “düşmanlarının bile saygısını kazanan” lider olarak tanınmıştı. Onun en önemli özelliklerinden birisi de özgün fikirleriyle çağdaş İslam düşüncesinin önemli bir temsilcisi olmasıydı. Bu yüzden Aliya İzzetbegoviç, “bilge kral” ya da daha doğru bir nitelemeyle “bilge lider” olarak kabul edildi. Merhum İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu ve Doğu ve Batı Arasında İslam kitaplarıyla genelde insanlığın, özelde İslam dünyasının yaşadığı pek çok meseleyi ele almış ve “Müslüman-
ların İslamlaşması” hedefini her iki kitabında da bir ilke olarak ortaya koymuştur. O, İslam davasına sadece eserleriyle fikri boyutta katkı sağlamakla kalmamış, aynı zamanda gençlik yıllarından itibaren aktif bir şekilde İslamî mücadelenin içinde olmuştur. Gençlik yıllarından itibaren Genç Müslümanlar (Miladi Müslimani) teşkilatında bulunmuş, II. Dünya Savaşından sonra kurulan sosyalist rejimin İslam karşıtı uygulamalarına başkaldırdığı için ve 1983 yılında İslam Deklarasyonu kitabında savunduğu fikirleri dolayısıyla iki kez hapis cezası almıştır. Yetmiş sekiz yıllık ömrünün yaklaşık dokuz yılını hapishanelerde geçirmiştir. 1960’lı
yıllarda bir grup arkadaşıyla birlikte yoğun bir şekilde İslam temelli okumalar yapmış ve makaleler yazmıştır. Ortak okumaların ve fikri tartışmaların ürünü olan bu yazılar daha sonra İslami Yenidendoğuşun Sorunları adıyla kitaplaştırılmıştır. Aliya İzzetbegoviç, İslamcılık hareketinin başından itibaren ilgili olduğu meselelere kendi yaşadığı dönem içinden cevaplar bulmaya çalışmış bir entelektüeldir. Bilindiği gibi, Batı karşısında İslam dünyasının neden geri kaldığı ve yenilgiye uğradığı soruları ve bu sorular etrafında süre giden tartışmalar İslamcılık düşüncesinin temellerini oluşturmaktadır. Farklı dönemlerde farklı vurgu-
onbeş
Ekim 2016
lar bağlamında bu tartışmalar devam etmiştir. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren Türkiye’de gerek tercümeler gerekse telif çalışmalar etrafında özellikle de farklı fikri ve siyasi hareket temsilcileriyle “İslam terakkiye mani midir?” sorusu etrafında dinamik bir tartışma zemini oluşturulmuştur. İzzetbegoviç, farklı bir dönemde hemen hemen aynı sorular etrafında süregelen tartışmalara katkıda bulunmuştur. O, hiç de mutlu olmadığı Müslümanların mevcut durumunun sebepleri üzerine düşünürken sadece Batı medeniyetini suçlayan ya da olumsuzlayan bir kolaycılığa kaçmamış; aynı zamanda bu kötü, istenmeyen ve içinden çıkılmaya çalışılan durumun pek çok yönüyle Müslümanlardan kaynaklandığını düşünmüştür. Kendi içinde bir tezat gibi gözüken, ancak meseleyi veciz bir şekilde ifade eden “Müslümanların İslamlaşması” çağrısı, onun İslam ile Müslümanlar arasında zamanla oluşan, iç ve dış sebepler dolayısıyla var olmaya devam ettiğini düşündüğü durumu aşmak için yaptığı bir çağrıdır. İzzetbegoviç’e göre tarih boyunca insanlığa büyük katkı yapmış olmalarına rağmen Müslümanlar ile İslam arasında ciddi bir mesafe oluşmuştur. Onun düşüncesinin odaklandığı mesele tam da budur. İslam ile Müslümanlar arasında oluşan mesafe, zamanla din adına ayrıcalıklı bir yere sahip olan ruhban sınıfının ortaya çıkması, İslam’ın hayatın bütün alanlarına yayılan bir iman ve pratik (ahlak) bütünlüğünden kopması, ahlaki düşüş, insanlar arasında güvenin kaybolması, bilim, teknik ve sanat gibi konularda Müslümanların geri kalması gibi pek çok mesele üzerinden sürekli olarak yeniden üretilmektedir. Aliya İzzetbegoviç, bir İslam Rönesansının, başka bir deyişle kendi kaynaklarından dirilişin arayışında olmuştur. İslamlaşmanın dinamiğini sağlayacak olan bu Rönesans, Müslüman toplumların kendi kaynakları ve kökleri üzerinden yeni bir hamle gerçekleştirmelerine bağlıdır. Ona göre Müslümanların İslamlaşması en başta, insanı Allah’ın seçtiği, özgürlük ve sorumluluk yükleyerek ahlak alanında sadece kendisine kul olmakla muhatap kıldığı bir varlık olarak bilmekle mümkündür. İnsan kulluğunun doğrudan asıl sorumlusu ve muhatabı Allah’tır. Bu, Allah ile insan arasındaki ilk sözleşmedir. İnsanın kültürel olarak inşa ettiği her şey bu sözleşmeye bağlıdır ve bu sözleşmeden sonra gelmektedir. Bu yüzden insan, bu dünyada özgür iradesiyle sadece Allah’a kul olan ve sadece Allah’tan korkan; buna bağlı olarak da Allah’tan başka hiçbir şeye kul olmayan ve hiçbir şeyden korkmayan şuurlu bir ahlaki özne haline gelmelidir. İzzetbegoviç, Müslüman toplumlarda bu ilk sözleşmenin bozulduğuna işaret etmiş ve mevcut durumu “İslam güzel de Müslümanlar bunun neresinde?” sorusuyla ifade etmiştir. Aliya İzzetbegoviç, İslam ile Müslümanlar arasında oluşan mesafenin Müslüman toplumlarda birbirinden farklı iki kesim tarafından sürekli üretildiğine, her iki kesimin savundukları argümanların Müslümanların yükselişini sağlayamayacağına dikkat çekmiştir. Modernleşme sürecinde Müslüman toplumlarda bir taraftan Batılılaşma adına Batının taşeronu olarak görev yapan, toplumlarında geleneğe ait her şeyi reddeden, yabancılaşmış bir aydınlar ve devlet adamları grubu oluşmuştur. Bunların karşısında da bir şeyi sırf geleneğe ait olduğu için kabul eden, yeni ve farklı olan her şeyi sırf geleneğe ait olmadığı için reddeden geleneksel dini yorumlara sahip dindarlar grubu bulunmuştur. Ona göre bu iki grup da Müslümanların İslamlaşması hedefini sağlayacak bir potansiyele sahip değildir. Üstelik bu iki grup arasındaki çatışma, Müslüman toplumların yirminci yüzyıl boyunca Batılı devletlere bağımlı sömürge toplumları olmalarını sağlayan önemli bir dinamiktir. Bu durum, Müslüman toplumlar açısından arada kalmışlık halini göstermektedir. Müslümanların meselesinin en başta insan meselesi olduğuna inanan Aliya İzzetbegoviç, bu çelişkili halden kurtuluşu sağlayabilecek olan nesillerin inanmış, fedakar, cesaretle akıllarını kullanan, sorgulayan ve eleştirel bakış açısına sahip nesiller olarak yetişmeleri gerektiğini savunmuştur. Devam edecek
Şifa Niyetine
Feraset Mehmet Aysoy ‘Mü’minin ferasetinden sakınınız’ hadisi bizlere önemli bir donanımı öğretir. İman insanı külli hükmüne getirir ve belli donanımlar imanlı olmanın yansımalarıdır. Kadim gelenek feraseti, hikmet ve hakikat bağlamında anlar. Kur’ani bir kavram olan ‘hikmet’ ile felsefi bir kavram olan ‘hakikat’in anlamı oldukça yakındır. Günümüz dünyası ise tasavvurlar (algı) dünyasıdır ve böyle bir dünyada ‘hikmet’ veya ‘hakikat’ öncelik değildir. Tasavvurların dünyasında zaman ‘an’dır. An fethedilir, an tanımlanır. Böyle bir durumda ne tarihin ne de eskatolojinin bir hükmü yoktur. Siyaset tasavvurların yönetimine indirgenir ve modern tabirle ‘algı yönetimi’ siyasetin en önemli kısmını oluşturur. Karşımıza sürekli çıkarılan kamuoyu araştırmalarının anlamı da bu minvaldedir. Modernlik dine dair ontolojiyi ‘mutlak’ kavramını tahrip ederek aşmaya çalışmış ve dini ve tarihsel kavramları yerinden ederek sekülerleştirmiştir. Tasavvurun hakikatin yerine ikamesi ancak böyle imkanlı hale gelmiştir. Tasavvurların yönetilebilir olması Müslümanların sorunlarının başında geliyor. Seküler kavramlar üzerinden yapılan değerlendirmeler ve yargılar karşısında Müslümanların hikmet ve hakikatle ilişkisi zayıflatılmıştır. Halihazır siyasetlerimizin temelinin bu gayrete karşı bir cevap yetiştirme olduğunu bildiğimizde durum daha kolay anlaşılabilir. İslamcılık ilk başta Ernest Renan’a karşı verilen cevapların toplamıdır. İki yüz yıldır bu gayretle yürüyen, dinini seküler kavramlar üzerinden savunan Müslümanlarız biz. İslam günümüz anlayışından ve diğer dinlerden farklı olarak eskatolojisi güçlü olan bir dindir. ‘Ahir zaman’ Peygamberimizin sıfatıdır ve kıyamet her zamankinden yakındır. Böyle bir veri karşısında Müslümanların din içinde en fazla ilgilendikleri alanın kıyamet alametleri olması elbette anlamsız değildir. Modern dünyada mehdiyet dahil kıyamet alametleriyle ilgili olmak ‘meczub’ olmakla eşdeğerdir. Bu durumu sosyal sorunların belirlediği bir olgu olarak açıklayan yaklaşım, maalesef yönetir de. Şu an Suriye’de ‘el-Bab’ meselesi böyle bir yönetilmenin sonucudur. Müslümanlar olarak kendimize dair marifetimizi yeniden gözden geçirmemiz ve bir muhasebe yapmamız gerekiyor. Bu minvalde olmak üzere, uzun bir süredir İslam ve Batı üzerinde çalışmalar yapan İbrahim
Kalın’ın ‘Ben, Öteki ve Ötesi’ isimli yeni bir eseri yayınlandı. İbrahim Kalın yeni eserinde İslam ve Batı dünyasını ‘ben’ tasavvuru ve ‘öteki’ algısının zihni, siyasi, kültürel ve estetik yönleri üzerinde duruyor. Tarihsel olarak iki dünya görüşünün ve bunlara mensup olan milletlerin bu tasavvur ve algılar üzerinden birbirleriyle ne tür ilişkiler kurduğu; nerelerde anlaşıp nerelerde ihtilaf ettiklerini ve birbirlerinden neler alıp neler verdiklerini inceliyor. Yazara göre;”İki medeniyetin birbirleri hakkındaki algı ve tasavvurları, aynı zamanda kendilerinin de aynadaki birer yansıması. Bir ‘öteki’ olarak kurgulanan İslam algısının arkasından Batı toplumlarının farklı dönemlerde öne çıkan tasavvurları, korkuları, öncelikleri, hayalleri, hesap ve çıkarları yatıyor. Aynı şey İslam dünyası için de geçerli. Batı merkezciliğe ve sömürgeciliğe karşı çıkmak adına üretilen ben-merkezci tepkiler, ne İslam ahlak ve düşünce geleneğiyle, ne de Müslüman toplumların bugünkü gerekçeleriyle uyum içinde. Batı’yı, Müslümanları ötekileştirdiği için eleştiren kişilerin aynı hatayı işleyerek monolitik, indirgemeci ve hasmane bir Batı algısı geliştirmesi, çağımızın ironilerinden biridir.’ ‘Asıl tehlikeli olan, Batı’yı bir günah keçisi ilan edip İslam dünyasının kendi sorunlarını ötelemek ve onlarla yüzleşmekten kaçınmaktır.’‘Ben-öteki arasındaki ilişki, bir özne-nesne ilişkisine indirgendiği oranda insani ve ahlaki anlamını yitirir ve ırkçılığın ve sömürgeciliğin kaynağı haline gelir.’‘Ötekini bir nesne değil bir özne olarak gören ve bunun ahlaki, hukuki, siyasi ve ekonomik gereklerini yerine getiren bir düşünme biçimi, ‘ben’in ve ‘öteki’nin hakkını verir ve böylece daha sağlıklı ve sahici bir ilişkinin doğmasına imkan sağlar. Ben, kendi varlık alanını muhafaza ederken, başkalarının varlık alanını da kabul eder. Ne ‘öteki’ni inkar ederek ne de kendisinin yok sayılmasına izin vererek bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösterir.”Kalın’a göre halihazırda Müslüman kitleler kendilerini tarihin dışında, kültürel geri kalmışlık sendromuyla hareket eden özneler olarak görüyor. ‘Müslüman dünyanın Batı algısını gözden geçirmesi ve bir ‘öteki’ olarak Batı’yı aşması gerekiyor.’ Bu cümleler bizim dilimizde yeniden ferasete çağrıdır. Hakikatimiz nedir?, Dinden neyi nereye kadar anlıyoruz?, Tarihi ve yarını nasıl anlamalıyız? Soruları önceliğimizdir.
onaltı
Muharrem 1438
Diyanet İşleri Başkanı Görmez’e anlamlı ödül ‘Hayat kısa paylaşmaya değer’ temasıyla düzenlenen Kızılay Kısa Film Festivali Gençlik Ödülleri kapsamında Diyanet İşleri Başkanı Görmez’e “15 Temmuz Diriliş Ödülü” layık görüldü. Türk Kızılayı ve Türkiye Gençlik Kulüpleri Konfederasyonu (GENÇKONFED) tarafından “Hayat kısa paylaşmaya değer” temasıyla düzenlenen, Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü ile Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi desteğiyle Kızılay Kısa Film Festivali Gençlik Ödülleri kapsamında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e, “15 Temmuz Diriliş Ödülü” layık görüldü. GENÇKONFED Genel Başkanı Bilal Okudan, yaptığı yazılı açıklamada, Türkiye Gençlik Kulüpleri Konfederasyonu’nun “ahlak ve maneviyat” düsturunu her zaman ön planda tuttuğunu belirterek şu ifadelere yer verdi; “Milletimiz en zor anlarını yaşadığı bir süreçte Türkiye bir anda sala seslerini işiterek maneviyata sarıldı ve bu sayede 15 Temmuz gecesini atlatabildik. Bu çağrının mimarı Diyanet İşleri Başkanımıza Türkiye gençliği olarak hangi ödülü layık görsek azdır. Türkiye’nin en ücra köşelerinde dahi okunan salalarla milyonlarca vatandaşımız tankların önüne set çekmiştir.” Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in talimatı ile milli iradeye sahip çıkılması için 15 Temmuz gecesi boyunca Türkiye genelinde tüm camilerde selâ ve ezanlar okunmuştu.
Olmayan ülkeye yolculuk -Aylan bebeğe ve Suriyeli çocuklaraBeyaz bir gemiye bindiriver beni anne Mavi yunus rehberim, bulutlar şeker pembe Ellerin suya değsin usulca ve sakince Gidelim de gidelim, bilmeyeyim nereye... Beyaz balina için ayrılan mızrağımla Yıldızları ve ayı gece göğe asayım, Koşayım herkesten önce, çıplak ayağımla Esrarlı sahillere ilk defa ben basayım Yüz vermeyeyim, kıvransın tüm deniz kızları Bir ıslık tutturayım davetkâr çığlıklara Bilge su yosunları ve bataklık sazları Anlatsınlar hikâyemi sırdaş balıklara Korkma anne büyüdüm, özlemem oyunları Zaten oyuncaklarla biz çoktan vedalaştık Kurşun askerlerimiz koruyacak onları Hem kıyıya ne kaldı, neredeyse ulaştık...
Servet Aydemir
İttihad-ı İslâmın Ruhunu Kemiren Bela: Şüphe Sadık Güneş Asırlık mazisi ile en büyük davası “İttihad-ı İslâm” olan Sebilürreşad’ın tesis etmeye çalıştığı birlik ruhunun anahtar kavramlarından biri müminler arasındaki güven ve dayanışma duygusudur. Yüzyıllık dönem aynı zamanda İslâm aleminde güven ve bağlılık duygusunun zayıfladığı bir dönemdir. Diğer bir ifadeyle şüphe ve endişelerin hiç eksik olmadığı bir dönem. Ülkemiz ve milletimiz için büyük bir felaket olan 15 Temmuz darbe girişiminin sebep olduğu en büyük kayıp, işgalcilerin açtığı ateş sonucu verdiğimiz şehitlerdir. Bu aynı zamanda millet olarak tarih önündeki en büyük kazancımız olarak hak ettiği yeri bulacaktır. Verdiğimiz şehitlerin on katına yakın insanımız da bu saldırılarda yaralandı. Başta Ankara ve İstanbul olmak üzere ülke genelinde doğan ağır maddi zararı ise hiç söylemeye bile gerek yok. Milli birlik ve bütünlüğümüzü yok etmek üzere kurgulanan bu yapının ülkeyi içeriden yıkmaya dönük stratejisini oluştururken zaaflarımızı nasıl istismar ettiğini hep birlikte gördük. Milli ve manevi değerleri kullanarak büyüyen ihanet planının 15 Temmuz 2016 akşamı gerçekleştirdiği acımasız saldırının ardından toplumda bıraktığı ağır hasar sadece can ve mal kayıpları ile sınırlı kalmamış, yol açtığı derin şüphe ve endişe ile kalıcı bir tahribata yol açmıştır. Saldırı planının stratejik hedeflerinden birinin toplumda güven duygusunu parçalayarak korku, şüphe ve endişelere yol açmak olduğu açıktır. Müşterek değerlerimizi hedef alan hain plan, milletçe baş tacı ettiğimiz pek çok kavramın altını boşaltarak tıpkı bombaladıkları kamu binaları gibi kullanılamaz hale getirmiştir. Darbe girişimi, birbirimize, en yakınımızdakine’, kamu görevlilerine, politikacılara, iş arkadaşımıza duyduğumuz güvenin yerinde olup olmadığını sorgular hale getirdi. Darbenin ardından patlayan şüphe dalgası, çocuğumuzu teslim ettiğimiz öğretmene, hastamızı teslim ettiğimiz doktora, davamızı teslim ettiğimiz avukata, canımızı teslim ettiğimiz polise, askere karşı, komşumuza, kardeşimize karşı bizleri kuşkuya sevk ediyor. Tedavüldeki söylentiler, medyadaki haberler, en güvenilir bulduğumuz insanların bile birer terör örgütü üyesi olabileceğini söylüyor. Sarsılan güven duygusunu yıkıcı kılan ise şüphenin masum insanları da kapsayacak bir boyut kazanarak haksızlıklara zemin oluşturması ve böylece ülkemiz için hayati değeri olan bir mücadeleyi gölgelemesi ve sakatlamasıdır. Sahip olduğumuz medeniyet mirasının bizleri aracı kılarak yeryüzüne bir esenlik getirmesinin önündeki handikap zarar gören güven duygusudur. Çünkü şüphe sadece güven duygusunu zedelemekle kalmaz, aynı zamanda adalet, hakkaniyet ve emniyet duygusuna da zarar verir. Güven, toplum hayatı için kilit bir kavramdır. Güven duygusu yüksek bir
toplum, medeniyet çıtasını yükseltme başarısı göstermiş bir toplumdur. Güven varsa adalet ve emniyet vardır, huzur vardır. Birbirinden emin olan insanlardan oluşan bir topluluk, karşılıklı güven duygusu ile birbirine bağlı ve birbirine saygılı bir toplumdur. Böyle bir toplumda başta temel insani haklar olmak üzere bilim, ticaret ve sanat emniyet içinde ilerler. Bunun tam karşısında yer alan kavram ise şüphedir. İslâm Medeniyetinin gelişme seyrini bu kavramlar etrafında değerlendirmek mümkündür. İslâm inancının temelinde güven kavramına dayandığını söyleyebiliriz. İslâm Peygamberinin (sav) henüz kendisine bu unvan verilmeden önce “Emin” sıfatıyla anılması bunun en bariz ölçüsüdür. Çünkü iman etmek, inanmaktır, güvenmektir, emin olmaktır, şüphe duymamaktır. Medeniyet tarihimizdeki her kırılmanın ardında derin bir şüphe vardır. İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren yükselişi engelleyen her hadisenin şüphe uyandıran bir arka planı vardır. Müslüman toplulukların birbirleri ile münasebetlerinde de bunu görürüz. Karşılıklı güven ile hareket ettikleri dönemler bilimde, teknolojide, mimaride, kültürde, sanatta hızlı yükselişler kaydetmişler, birbirlerine kuşku ile baktıkları dönemlerde ise çatışma ve çöküş sürecine girmişlerdir. Osmanlı Devletinin gerileme ve çöküş süreci ‘kuşku çağına’ doğru bir gidişin tarihidir. Herkesin ötekinden kuşku duyduğu bir sosyal ve siyasal zemin içinde İmparatorluk gücünü ve bütünlüğünü kaybetmiş, kaçınılmaz olarak dağılmıştır. İslâm inancının ve İslâm Medeniyetinin özü olan güven kavramı yerini sonu gelmeyen kuşkulara bırakmıştır. Bugün geriye dönüp bakıldığında yakın tarihin kuşkularla dolu bir tarih olduğunu söylesek abartmış olmayız. Modernleşme (Batılılaşma) yolunda atılan her adım kuşkuludur, modernleşmeye öncülük edenler kuşkuludur, modernleşme ile elde edilen ilerlemeler kuşkuludur, modernleşme karşısında ileri sürülen muhafazakar tezler kuşkuludur, hilafet karşıtı veya hilafet yanlısı eylemler kuşkuludur. Çünkü artık toplum hayatına yön veren kararların arkasında bir “üçüncü el” vardır… Bu yoğun kuşku nedeniyledir ki, 19. Yüzyıl biterken ve 20. Yüzyıl başlarken toplum hayatına yön veren siyasi aktörlerin her biri için birbiriyle zıt tezler ileri sürülür. Bir kesimin kahraman saydığını bir başka kesim hain olarak görür. Tek tek isimlerini zikretmesek de pek çok padişahın, alimin, askerin, politikacı ve yazarın hala farklı kesimler tarafından farklı gözlerle okunduğunu görebiliyoruz. İçine düştüğümüz derin kuşku bugün bizi neredeyse her türlü emniyet duygusundan koparacak kadar ayyuka çıkmış durumda. Bir zamanlar güven duygusunu besleyen sebepler bugün şüpheleri ziyadesiyle arttırmaktadır. Devamı yan sahifede
onyedi
Ekim 2016
Her gelişmeden anında haberdar olduğumuz enformasyon çağında tuhaftır ki aldığımız hiçbir bilgiden veya malumattan tam olarak ‘emin’ olamıyoruz. Tarihle ilgili kafa karışıklığını bugün içinde bulunduğumuz çağ ve toplumla daha şiddetli bir şekilde yaşıyoruz. Öyle ki bir meselede ne çok bilgi sahibi olsak o kadar şüphe sahibi oluyoruz. Üstelik bireysel ve toplumsal anlamda yaşadığımız tecrübeler güvenmemekte haklı olduğumuzu gösteriyor. Komşusundan, arkadaşından, esnafından, öğretmeninden, doktorundan, avukatından, yöneticisinden, çalışanından ve hatta aynı çatı altında yaşayan aile fertlerinden emin olmayan toplum hayata hangi bağlarla bağlanabilir… Oysa Müslüman toplum emniyetlerin sağlandığı toplumdur. Herkesin yeterince güvende olduğu toplumdur. Herkesin ötekine güvenle baktığı bir toplumdur. Herkesin ötekinden emin olduğu bir toplumdur. Müslüman toplumların sahip olduğu en kıymetli yükselme dinamiği, güven duygusuyla gelişen sosyal sermayedir. Onun da en sade adı ‘cemaat’tir. Bugünlerde telaffuz etmekten imtina ettiğimiz cemaat, bir topluluğun birbirine iman bağıyla bağlı olduğunun en önemli ölçüsüdür. Bir adı olsun veya olmasın her mümin topluluğu özünde bir cemaattir. İslâm düşüncesinin yaslandığı adalet, hakkaniyet ve emniyet kavramları hiçbir gerekçe ile gözardı edilemez. İslâm medeniyetinin temel tezi adalettir. İslâm hukuk geleneğinde adil olmayanların şahitliğine itibar edilmemiştir. Haklı olarak Müslüman toplum adil olmayan birini muteber görmemiştir. Şüpheyi bertaraf edecek olan da adalettir. İster İslam hukuk geleneği içinde bakılsın ister pozitif hukuk çerçevesinde; adaletin yerini bulması haklı ile haksızın ayırt edilmesi ile mümkündür. Toplum olarak ruhumuzu kemiren şüphe ve endişelerden kurtulmanın yolu budur. Nasıl ki güven, emniyeti, huzuru, barışı, kardeşliği ve iyiliği besliyorsa şüphe de düşmanlığı ve nefreti besler. İslâm hukukunda şüphe üzerine hüküm verilmeyeceği bilinen bir ilkedir. Günümüz hukuk sistemlerinde de durum bundan farklı değildir. Müslüman toplumların kendi içlerinde ve birbirlerine karşı duydukları güvensizliğin sağlıklı ilişkiler kurmanın önündeki en büyük engel olduğunu bütün dünya görüyor. Açıkça görülen odur ki, Müslüman toplumlarda parçalanan güven duygusu ve yükselen şüphecilik, kin, nefret ve çatışmaları şiddetlendirmektedir. . Bundan da acısı günümüz Müslüman toplumlarının inanç ve düşüncede şüpheye sürüklenmesidir. Muhtevası bakımından açıklık ve netlik kazanmamış ve üzerinde uzlaşmaya varılmamış her kavram toplum muhayyilesinde birbirinden farklı anlamlara yol açarak fikir ayrılıklarını körüklediği gibi sapkınlıklara da zemin oluşturmaktadır. Düşüncede olduğu gibi hukukta da muhkem olana arkasını dönerek şüpheyle hüküm vermek adaletle birlikte medeniyete ihanettir. İslâm, birey ve toplum hayatına getirdiği ideal ilkelerle somut, nesnel, açık ve anlaşılır bir çerçeve hediye etmiştir. Müslümanlar arasında birlik ve beraberwiği tesis etmenin, güçlendirmenin ve yaşatmanın ölçüsü bu somut ilkelerdir. Şüpheden uzak, güvenilir ve muteber olan bu ilkeler fikri hareketler kadar, adalet için de temel bir çerçeve sunar. Ve son olarak; 15 Temmuz akşamı şüpheye sığınanlar para makineleri ve marketlere koşarak bir kaç günlük erzaklarını stoklamaya çalışırken, işgal girişimine karşı canlarını siper eden bu ülkenin yiğit evlatları, akıllarını karıştıracak hiç bir şüpheye kapılmadan kesin bir imanla şehadet şerbetini içtiler. Şüpheden, vesveseden uzak olmanın, imanından emin olmanın somut hali budur. Şehadeti bir diriliş iksiri kılan da budur.
İman ve fikir atlasımızın büyük muzdaribi:
İhsan Şenocak
MEHMET AKİF
3.Bölüm
Fatih’in İlhamıyla Büyüyen Çocuk Fatih Camii, Süleymaniye, mefahir, aksakallılar… Ve erdemli insanların semti Fatih… Fatih: İslâm’ın Batı’yı dize getiriş sembolü… İstanbul içindeki İstanbul… Fethin erdemlerini, Fatih’in şuurunu kuşanacak, Ecnebî okullarının tahribatına karşı “mustakîmler’in” safında yer alıp “medeniyet”i savunacak “Şair” orada (1873) dünyaya geldi. Babası İpekli Tahir Efendi, Nakşî ve mucâz bir alim… Annesi Emine Şerife Hanım ise Buharalı tacir Mehmed Efendi’nin kızı. Akif, ilk tahsilini evinde yapıyor: Çocukluğumda, evet, bahtiyar idim cidden, Harim-i ailenin farkı yoktu Cennetten. Emîr Buhârî Mahalle Mektebi, ibtidaiye, rüşdiye, mülkiye, Esad Efendi’nin ikindi sonrası cami dersleri, kubbeler, minareler, iffetli insanları ağırlayan ve tarihe tanıklık eden sokaklar… Akif, ilhamını bu bütünden aldı. Tarihi ve geleceği Mushaf’a göre okumayı, aşkının, ahlakının, sanatının temeline Kur’an-ı Kerîm’i koymayı oralarda öğrendi. Tıpkı doğum sancıları çekerken ölen bir ananın göğüslerinden beslenerek hayata tutunan çocuk gibi, Akif II. Abdülhamid’le yeniden diriliş hesapları yaparken tarihe bir ara noktası düşen büyük devletin bakiyesinden beslendi. Akif ’in çocukluğunda İstanbul iki kutuplu bir şehre dönüşmüştü. Bir tarafta sefaret binaları ve ecnebi okulları, diğer tarafta ise medrese ve onun yanında yer alanlar… Akif, medreseyi tercih ederek atalarının safında kaldı. İdeallerini İslâm’a göre belirledi. Kilise kaldırımlarına çömelenleri ibretle seyretti. Zafer tanklarımızın altından geçmeyi zül sayanların papazlar karşısında eğilmelerine hayıflandı. Öfkesini söze taşıyıp uyarılarda bulundu. Süleymaniye Kürsüsü’nde, Fatih’te konuştu, kiliseye “zangoç’’ olanları hidayete çağırdı.
Said Paşa İmamı Akif, erdemiyle, düşüncesiyle sorunlara İslâmî çözümler arayan ulemâ ile aynı saftaydı. Yanına aldığı Eşref Edip’le “Sırat-ı Mustakîm”i çıkardı ve İslâm’ın ne olduğunu, İslâm dünyasına anlatmaya çalıştı. Dinin, Batıcıların iddia ettiği gibi terakkiye mani olmadığını bizzat terakkiyi teşvik ettiğini söyledi. Krizlerin İslâm’dan değil, İslâm’ı temsil davasındaki insanların yanlış icraatlarından kaynaklandığını ifade etti. “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah da onu değiştirmez ya da bir kavim kendini değiştirirse Allah da onu değiştirir.” diyordu. Sadi’yi ve İmam Gazzâlî’yi tezinin doğruluğuna şahit yaptı. İslâm düşmanı olan “erâzîl”i hicvetti,
medreseyi metin tercüme merkezine dönüştüren hocaları da eleştirdi. Ne var ki Akif yanlış bir algı neticesinde Afganî ve Abduh’a muhabbet beslemiştir. Şiiri, davasının ifade vasıtasıydı. Hayatı olduğu gibi fotoğrafladı; ızdırabı, sefaleti ve dirilişi şiirle anlattı. İlk şiirlerinde realistti fakat realizmi Emile Zola realizminden farklıydı. “Sanat için sanat” diye bir endişesi olmadı. Sonsuza giden yolu tekrar nasıl gösterebilir ve diriliş kalelerini nasıl inşa edebilirimin derdine sahipti. Hayata küsen insanlara maziyi hatırlatıp: “Madem ki Hakk’ın bize vadettiği haktır. Şarkın ezeli fecri yakındır, doğacaktır” diye çağrıda bulundu. Tevfik Fikret gibi, “mağruriyet kulelerinde”, “Aşiyan şiirleri” yazmadı. Halkın içine girdi. Büyük mazlumların konuşan dili, gören gözü, tutan eli oldu. Millet-i İslâm’a olan merhameti, ona şahsi acılarını unutturdu. “Said Paşa İmamı”, Akif ’teki merhametin en açık fotoğraflarından biridir. Akif aşkın, sanatla etle tırnak gibi olduğu ‘Said Paşa İmamı’nda, boğazdaki bir sultan yalısında “mevlid” okumaya beklenen fakat gelirken yolda, “Azıcık dursana oğlum!” diye seslenen, sonra da “Ben bir Perişan anayım, dağ gibi evlad gömdüm bu gece, kızımın canı için bir mevlit okutmak istiyorum.” diyen kadının davetine icabet eden, bu yüzden saraya gecikmeli olarak gelen bir mevlit handan ve Valide Sultan’dan bahseder. Şiirde mevzu edilen hocanın ve Valide Sultan’ın, ‘dağ gibi evlat gömen’ yaşlı anaya duydukları merhamet, İslâm’ın büyük insanlık tablolarından biri sayılsa yeridir. Sultan, aciz bir kadına; sarayı da fakirhaneye tercih etmek; ancak mü’mince bir ruhun ameliyesi olabilir. Akif yol ayrımındaki yeni kuşaklara, o aziz ruhları anlatır, onları “Sait Paşa İmamı”nın ruhuyla bütünleşmeye çağırır. Devam edecek
onsekiz
Sebîlürreşad Mülâkatı
Muharrem 1438
‘Aşkın Şehidi’ kitabının yazarı Ahmet Turgut ile Muharrem ayının manası üzerine kıymetli bir mülâkat
Muharrem, hürmet ayıdır Muharrem nedir? Ne değildir? Hicri Yılbaşı konusunda neler söylemek istersiniz? Sözlükler kelime bilgisi itibariyle “Muharrem” kelimesinin ihtiram ile aynı kökten geldiğini bildirir. Anlarız ki; Muharrem, hürmetin ayıdır. Saygı ister, kıymetinin bilinmesini ister. Cahiliye döneminde dahi savaşılmayan 4 ay vardır. Muharrem onlardan biridir. Kur’ân eskiden gelen bu âdeti onaylayıp devam etmesini istemiştir. Düşman taarruzu karşısında savunma yapmak haricinde Muharrem ayında savaşılmaz. Hz.Ömer’in (ra) hilafeti döneminde Müslümanlar kendilerine bir takvim oluşturmak istemişlerdi. Daha doğrusu mevcuttaki Kameri takvime bir milat arıyorlardı. İstişareler yapıldı. Hz.Ali’nin (kv) teklifiyle Mekke’den Medine’ye hicretin olduğu yıl milad sayıldı. Kameri ayların ilki olduğu için de 1 Muharrem Hicrî takvimlerin ilk günü sayıldı. Peki, 1 Muharrem, Müslüman Noeli midir? Asla… Dünyanın Batı’sı yahut Doğu’su her türlü sonlanış ve başlangıcı eğlence vesilesi, coşku sebebi sayar. Batı 1 Ocak için, Çinli kendi takvimi için aynını yapar. Maalesef bizde Batı’nın alt metnini kullanarak anti-Batı’cılık yapma şeklinde bir hastalık belirdi. Bu şuur sapmasının yılbaşı konusundaki izdüşümüne bakıyoruz. Adam haklı olarak Noel eğlencelerine karşı. Ama bunun karşısına 1 Muharrem eğlencelerini, coşkusunu koyuyor. Ödün vermediği tek şey yeni yıla girmenin eğlence sebebi olduğu… Oysa Müslüman idrakler için her türlü sonlanış ve başlangıç eğlence değil muhasebe vesilesidir. “Bir önceki yıl hangi kötü-şer-çirkin işlerim oldu? Onları nasıl telafi edebilirim? Islah edebilmek için neler yapabilirim?” veya “Bir önceki yıl hangi iyi-güzel-hayırlı işlerim oldu? Onları artırarak yinelemek için neler yapabilirim?” diye muhasebeye oturmak yerine Batı inadına Noel yerine ama Batılı gibi eğlenerek yeni yıla girmek hilkat garibesi bir durum. Bir sonraki nesilde muhtemelen çam ağacı yerine hurma ağacı süsleyen dindar (!) gençlerimiz olacak. Muharrem, Hicretin ayı mıdır peki?.. Asla… Tüm tarih kitapları, hatta Molla Wikipedia dahi bilir ve yazar ki; Alemlere Rahmet Efendimiz (sav) Mekke’den Safer ayının sonlarında çıktı. Medine’ye Rebiülevvel’in ikinci haftası ulaştı. Yani Muharrem ayında hicret yaşanmadı. Muradımız Efendimizi (sav) yad etmek ise yılın herhangi bir günü hicreti konuşabiliriz. Lakin takvimsel tevafuk gözetmek gibi bir derdimiz varsa Muharrem ayında değil hemen bir sonraki ayın Safer’in sonunda hicret
konuşabiliriz. Muharrem ayında hicreti konuşan ama Safer-Rebiülevvel aylarında hicretin bahsini açmayan diller ya cahildir ya da Muharrem’in asıl gündemini gizleme derdindedir. Nedir, Muharrem’in asıl gündemi?.. Hicri yılbaşının eğlence değil muhasebe vesilesi olduğunu söylemiştik. Bu muhasebenin yolu ve içeriği Muharrem ayına vurulan Nebevi mühürlerden takip edilebilir.
AHMET TURGUT KİMDİR? Kasım 1975 doğumluyum. Malatyalıyım. İlk, orta ve liseyi Malatya’da okudum. 1998’de İTÜ İnşaat Mühendisliği bölümünü bitirdim. 4 yıl yurt dışında mühendislik yaptım. Rusya, Romanya, Türkmenistan ve Almanya’da uluslararası taahhüt projelerinde çalıştım. Sonra yazmaya gönül verdim. O güne kadar aktif bir okurken, yazarlık sürecim başladı. Daha doğrusu senaristlik sürecim… 2004 yılından itibaren Kurtlar Vadisi, Ekmek Teknesi, Ayrılık, Eşref Saati TV dizilerinde ve Kurtlar Vadisi Irak, Gladio ve Kurtlar Vadisi Filistin filmlerinin senaryo yazım ekibinde yer aldım. 2010 yılında ilk romanım “Bozkırın Sırrı-Türk Peygamber” yayınlandı. Birer yıl arayla “Aşkın Şehidi, Aşkın Elçisi, Aşkın Secdesi” romanlarından oluşan Kerbelâ Üçlemesi ile yurt dışında da okunmaya başlandık. Kerbelâ’yla ilgili bu romanlar “İmam Hüseyin Hizmetin En İyi Metin Ödülü” alınca kitaplar Arapçaya, Farsçaya, Azeri Türkçesine çevrilip basıldı. Şu an Peştunca ve Kürtçeye de çevriliyor. Dört romandan sonra yeniden TV dizilerine kısa bir dönüşümüz oldu. Diriliş-Ertuğrul dizisinin ilk altı bölümünde senaryo şefiydim. Ardından kitaplara yöneldik yine. “Allah Aşkına!..” ve “Muhammedî Şuur ve Ahlâk” adında iki deneme-makale kitabımız yayınlandı. Şu an 1917 yılının Kudüs ve Filistin’inde geçen bir romanı tamamlamaya çalışıyorum.
Bu durumda aklımıza gelen ilk sorudur. Muharrem ayında neleri hatırlamamız gerekir? Kıymetinin anlaşılması gereken hangi değerler vardır Muharrem’de?.. Muhaddislerin zayıf hadis olarak değerlendirdikleri ama pek meşhur olan Muharrem rivayetleri vardır. Bu anlatımlara göre Hz.Adem’in (as) tevbesi 10 Muharrem’e tekabül eden Aşura Günü kabul edilmiştir. Benzer şekilde Hz.Yusuf (as) aynı gün kuyudan çıkabilmiştir. Nuh Tufanı o gün bitmiş, Hz.Musa (as) kavmini Aşura Günü Firavun’un elinden kurtarmıştır. Bu rivayetlerin ortak paydası evvelki Nebiler eliyle eski ümmetlere Aşura Günü türlü ikramların lütfedildiğidir. İçerik itibariyle bizleri tevbeye, ilahi ve nebevi emirlere riayete ve kurtuluşu orada aramaya yönlendirir. Dikkat!.. Kutlamalar yapmaya değil… Buna dair kendi muhasebelerimizi yapıp “Ben düştüğüm bu kuyudan nasıl çıkarım?” misali iç sorgulamalara davet eder. Ama maalesef ki; çoğu hocalarımız dahi “Gözünüz aydın!.. Hz.Adem (as) kurtuldu…” vaazları veriyorlar. İyi de “Ben ne olacağım? Biz ne olacağız?” Asıl bunu düşünmek zorundayız. Yine bir soru geliyor aklımıza. Bir düzine Nebinin imzası bulunan Muharrem ayına dair Muhammedî Mühür var mı? Siyer-i Nebi’de rastlamıyoruz. Şunu da biliyoruz ki; Efendimiz (sav) “Oğul babanın sırrıdır” buyurmuştu. Bu hadis-i şerifin ilk elden muhatabı olan ve Efendimizin (sav) “Oğullarımdır…” buyurduğu İki Güzellikten ikincisi olan Hz.Hüseyin Efendimiz Aşura Günü şehid edildi. . Evet… Aşura Günü evvelki ümmetler nezdinde Cemal tecellilerin belirebildiği bir gündü. Oysa Ümmet-i Muhammed için Aşura, Celal demidir. Zira Âlemlere Rahmet olan Nebinin (sav) “Oğlumdur” diyerek öptüğü Hüseynî boyun, o gün gövdesinden ayrılıp cahiliyenin mızraklarının ucuna geçirildi. O gün Ehl-i Beyt-i Mustafa’nın Şehadet Günüdür. Rabbe yakinlerini en zirvesiyle arza ve semaya gergef misal nakşeden
ondokuz
Ekim 2016
Rabbe yakinlerini en zirvesiyle arza ve semaya gergef misal nakşeden Resûl Ciğerparelerinin günüdür. Nitekim hadis-i şeriflerde bildirilir. Kerbelâ olayı kendisine haber verilince o gün yaşanacak şehadet için ilk gözyaşını bizzat Efendimiz (sav) dökmüştü. Buradan da anlarız ki; Hazreti Hüseyin (ra) için ağlamak Nebi sünnetidir. Hüseyin’le ağlamak onun en sevdiklerinin sünnetidir. Bu hüzne iştirak edebilmek ise Nebevî hüzne vefanın ve şuurun alametidir. Belki de bu yüzden arifler der ki; “Seven sevdiğiyle sevinir, onunla üzülür.” Hele de bahse konu sevilen, Sevgililer Sevgilisi (sav) ise bin kez düşünüp bir kez konuşmak gerekir. Muharrem ayının son ümmet nezdindeki ihtiramı böylesi bir Nebevi Vefanın diri tutulması ve 7/24 on iki aya yayılacak bir şuurun ihya demidir. Zaten Hazreti Hüseyin Efendimiz de kendi davasını ‘ayaklar altına alınan Kur’ân hakikatlerinin ihya edilmesi’ ve ‘çirkin-yanlış-batıl işler ile bozulan ümmetin yeniden ıslah edilmesi’ olarak tariflemişti. Evet… Muharrem aylarının kalbi bu iki kavramda atar: Hayrın ihyası, şerrin ıslahı...Vurgu için yineleme gerekebilir. Muharrem, Müslüman Noeli değildir. Eski Peygamberler adına coşku-bayram ayı değildir. Muhasebenin ayıdır. Ve Muharrem Kerbelâ’dır. Hayrın ihyası, şerrin ıslahı için insanların koşturmacalarını bırakıp kendilerini sigaya, hesaba çekecekleri; bu şekilde Muharrem’e ihtiram gösterebilecekleri vefa ayıdır. Muharrem ayını aşure tarifine sıkıştıranlara ne demeliyiz? Böylesi kimselere tek cümleyle “Akletmiyor musunuz?” demek gerekir. Konunun birincil yüzünde şunlar söylenebilir. Ramazan’a “Şeker Bayramı” demek, Kurban’ı “Kavurma Şenliği” zannetmek ile Muharrem ayını “Aşure adında alternatif lezzet şöleni” saymak; aynı şuursuzluğun versiyonlarıdır. Aşureye dair ikinci nokta ise işin hikmetiyle ilgilidir. Evet… Anadolu’da bizler aşure çorbası kaynatırız. Adı üzerinde çorbadır bu, tatlı değil. Tabii, adına “turşu” dahi desek nihayetiyle lezzet itibariyle tatlıdır. Peki niye? Aşure çorbaları on iki ve on dört çeşit tahıl-meyve ile yapılır. Ve her malzeme aşurenin içerisinde kendisi olarak kalır. Nohut nohuttur, incir incirdir. Lakin hepsi birlikteyken özgün bir lezzet verirler. Buradaki temsilin aslı şudur. Bizler Türk, Kürt, Alevi, Sünni vs. olarak tek başımıza birer değer ve lezzet taşırız. Lakin bir aradayken çok daha özgün bir kıymete ulaşır ve ümmet olmanın şuurunu yaşarız. Yani aşure çorbasındaki hikmet, Sufilerin “Vahdette kesret, kesrette vahdet” dedikleri çokluk içindeki birliğin temsilidir. Kardeşliğin, paylaşımın resmidir. Üstelik nihayetiyle ağzımızda acı değil tatlı bir haz bırakır. Zira Kerbelâ’da Evlad-ı Resûl son ferdine kadar katledilmişken, Hazreti Hüseyin’in (ra) kundaktaki bebesi dahi öldürülmüşken Allah’tan bir lütufla İmam Ali Zeynelabidin Hazretleri ümmete bağışlanmıştır. Yani Muhammedî soy, ilim ve ahlâk yine o Rahmet Ailesinin son ferdi ile yeniden ümmete ulaştırılmıştır. İşte damakta kalan son tat, bu rahmetin hatırlanması ve Kevser Suresinin sonunda müjdelenen “(Ey Habibim!..) Sen ebter olmayacaksın!..” sırrına ortak olmak içindir. Keza Aşure Çorbası, Aşura Günü yani Muharrem’in Onunda kaynatılmaz. On ikisinden sonra, İmam Zey-
nelabidin Hazretlerinin kurtuluşu kesinleşince kaynatılır… Kerbela nedir? Sözlüklere başvurunca Kerbela’nın bileşik bir kelime olduğunu görüyoruz. “Kerb” ve “Bela”… Bu yüzden eskiler zaman zaman “Kerb-ü Bela” olarak zikrederler o coğrafyayı. Mana itibariyle “Gam” ve “Bela, Musibet” yurdu anlamına gelir. Nitekim Aşura Günü orada yaşanan zulüm şahittir. Kerbela’da Ehl-i Beyt özelinde tüm Peygamber Aşıkları gama düçar olmuşlar ve bu musibet ile ciğerleri dağlanmıştır. Tarihi vakıayı genel üzerinden okuyunca şunları da görüyoruz. Kerbela hak ile batılın, hayır ile şerrin, iyilik ile kötülüğün Hz.Adem’den (as) beri var olan mücadelesinin zirveleşmiş bir abidesidir. Kurân’da Firavun, Nemrud, İsrailoğulları veya Semud Kavmi olarak anlatılan tüm sembol kötü(lük)ler sanki tek potada erimişçesine Yezid ve onun işbirlikçileri olan Kûfeliler olarak belirmiştir. Yine tüm risalet tarihinin vaazı olan tüm hikmetler ise Hazreti Hüseyin’in, Seyyide Zeyneb’in veya isimleri tarihin kaydında belli olan diğer 72 şehidin şahs-i manevisinde temsil edilmektedir. Ehl-i Beyt nedir? Bu tabir doğrudan Kurân’dan alınmış bir tabirdir. Sözlük itibariyle “Ev Halkı” manasına gelir. Kabe için kullandığımız “Beytullah” kelimesinin Allah’ın evi manasına gelmesine benzer. Burada kast edilen ev sıradan bir ev değildir. Ehl-i Beyt tabirinde yer alan ev, Son Vahyin indiği, anlaşıldığı, öğretildiği ve yaşandığı evdir. Bu yüzden Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin Efendilerimiz için irfani geleneğimizde “Vahyin İndiği Evin Evlatları” tabiri sıklıkla kullanıla gelmiştir. Evet… Son Vahiy, Son Nebi (sav) ile tamamlanmıştır. Bu vahyin en iyi anlaşılıp yaşandığı ev de bizzat Efendimizin (sav) “Onlar benim Ehl-i Beyt’imdir” buyurduğu Hazreti Fatıma, Hazreti Ali, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’dir. Sonraki nesillerde Hasanî ve Hüseynî güzellikler eliyle devam ettirilmiştir. Tathir Ayeti ismiyle meşhur “Ey Ehl-i Beyt! Şüphesiz ki; Allah sizi arındırıp tertemiz kılmak diler” ilahi beyanı şahittir ki; Ehl-i Beyt zihnen ve kalben yani şuur ve ahlâk nazarında tertemiz olan Rahmet Ailesidir. Yine bu yüzden Sûfi gelenek şunu ifade eder. Hem temiz, hem de temizleyici olan iki şey vardır. Su ve Ehl-i Beyt… İlki maddi arınışın vesilesidir, ikincisi ise manevi arınışın. Hakeza Efendimizin (sav) “Kurân’ın ve Ehl-i Beyt’in buluştuğu havuz” olarak tasvir ettiği Kevser mücessem haliyle Hazreti Fatıma’ya nispet edilirken, yine madden su-deniz temsilleri üzerinden anlatılmıştır. Nihayetiyle sevginin, bereketin, temizliğin ve devamlılığın ana vesilesi Kevser nimetleridir. Böylesi bir sunun Kerbelâ’da Ehl-i Beyt’ten esirgenmiş olmasını anlatan şair Fuzuli’ye göre o gün Hazreti Hüseyin ve yarenleri suyu değil su onları aramıştır. Nitekim şöyle de diyebiliriz. Susuzluk Kerbelâ’da can verenlerin değil Kevser (yani Kurân ve Ehl-i Beyt) hakikatlerinden mahrum olan nasipsiz kalplerin illetidir. Sizin Muharreminiz nedir? İsterseniz bunu bireyin Kerbela’sı olarak okuyabiliriz. Buna göre akleden kalpler fark ede-
cektir ki; Yezid denen sembol kötü(lük) aslında hesapsızca isteyen ve her halükarda “Ben, ben” diyen nefistir. Kurân böylesi bir nefse “Nefs-i emmare” diyor. Ve açıktır ki, her birimiz nefsi emmare sahipleriyiz. Kerbela’da Hazreti Hüseyin’i terk eden ve hatta dönüp onu katleden meşhur Kufeliler ise her birimizde mevcut olan çıkarcı akıldır. O sadece kendine olanı, işine geleni akletmek ister. Öyle ki; nefsin istediği yanlışa-çirkine-zulme sadece gerekçeler bulup buluşturur. Şu da kesindir. Nefsin ve aklın şer için ittifak kurduğu bir canda bu ikiliyi durdurabilecek beşeri motivasyonun adı vicdandır. Evet, o sürekli “Hayır” der, “Yapma, yanlışa düşme! Kendini ellerinle ateşe atma!..” diye haykırır. Tarihin kaydındaki Kerbela’da apaçık vicdan Hazreti Hüseyin’dir. Yine fıtrattan biliriz. Akıl ve nefis şer için buluşmuşken vicdan insanı uyarıyorsa bu kişi ya vicdanına uyar ya da onun sesini keser, kesmeye çalışır. Miladi 680 yılındaki 10 Muharrem günü ümmetin nefsi emmaresi ve çıkarcı aklı, apaçık vicdan olan Hazreti Hüseyin’i susturabilmek için onu katletti. Aynıyla herhangi birey de çıkarcı aklın ve hesapsızca isteyen o muhteris nefsin emrine girerek vicdanını susturmaya devam ederse kendi Kerbelâ’sında imtihanını kaybeder. Ve asıl musibet de budur zaten… Yeni nesillere Muharrem nasıl anlatılmalı? Her neslin ayrı bir anlama ve anlatma dili var. Kerbelâ’ya dair maktellerin şahı olan Hadikatü’a-Süeda’yı (Saadete Ermişlerin Bahçesi) kaleme alan şair Fuzuli, aynı eserin önsöz (mukaddime) kısmında şöyle der. “Bugüne değin hep Arabî, Farisî kelam üzerinden Hazreti Hüseyin’i yad ettik. Bu kitap ile istedim ki; kardeşlerim kendi dillerinde Kerbelâ’yı anabilsinler.” Evet, Fuzulî kendi döneminde kendine göre Kerbelâ anlatım usulünü (içeriğini değil) zamanına uydurdu. Fuzuli’nin varisleri ise bugünün diliyle yani roman ve sinema yoluyla Muharrem anlatımlarını asrımıza uygun hale getirebilirler. Öyle ki; Aşkın Şehidi ile başlayan ve Aşkın Elçisi, Aşkın Secdesi romanları ile devam eden Kerbela Üçlemesini böylesi bir kaygının meyvesi sayabiliriz. Nitekim Azeri Türkçesi, Arapça ve Farsça edisyonları Ortadoğu’da da basılmış durumda. Yurt içi ve dışında yüzbinlerce okur bu romanlar vesilesiyle Muharrem’e ve Kerbela’ya dair hafıza yenilenmesi ve şuur ihyası yaşayabildi. Buradan alınan cesaretle gönlümde yatan aslan, Kerbela’yı ekrana taşıyabilmek, bu Hüseynî ve Zeynebî Destanı sinema izleyicileriyle buluşturabilmek. Nasip… Kim bilir… Son sözlerinizi alabilir miyiz? Son sözümüz Şair Fuzuli’den gelsin. “Vaktin şerefi Hüseyin’i anan dillerde ve gönüllerdedir.” Bu röportaj vesilesiyle bizleri vaktin şerefine ortak ettiğiniz için tüm Sebilürreşad ailesine teşekkür ediyoruz. Ve Üstad Mehmed Akif Ersoy ile kapatıyoruz. “Yıllar geçiyor ki; ey Nebi… Aylar bize hep Muharrem oldu. Akşam ki; ne güneşli bir geceydi. Eyvah!.. O da leyl-i matem oldu.” Allah Kitaptan ve Kitabın İndiği Evin Evlatları olan Ehl-i Beyt’ten ayırmasın bizleri
yirmi
Merhûm Mehmed Zâhid Kotku (ra) Hazretlerinin hadîs derslerinde tutulan notlardan bir derleme; ● Az ye. ● Az uyu. ● Az konuş. ● Cömert ol. ● Nefsine muhâlefet et. ● Tevâzu’lu, alçak gönüllü ol. ● Güler yüzlü ol. ● Dedikoduya karışma. ● Tefekkürü unutma. ● Mümkün olduğu kadar kimseden bir şey isteme. ● Kat’iyyen kimseyle münâkaşa etme. ● Kimsenin aybını görme ve araştırma. ● Halka fazla meyletme. ● Kim bir şey isterse vermeğe çalış. ● Tembellik etme. ● Zamanını boşa geçirme. ● Gaflet yerlerine hiç uğrama. ● Peygamber sav’in sünnetine tam sarıl. ● Kardeşlerine itirâz etme, peki demeyi öğren. ● Ruhsatlarla değil, azîmetle amel et. ● Muhakkak her gün Kur’ân-ı Kerîm’den bir bölüm oku. ● Dersini her gün muntazam yap. ● Tam edepli ol. ● Sabır dinin yarısıdır; unutma. ● Mekrûhlardan mutlaka kaç. ● Şek ve şüpheden uzak ol, sıdk ehli ol. ● Öleceğini bilsen yalan söyleme. ● İzinsiz başkasının evine veya odasına girme. ● Aceleci olma. ● Asabî olma. ● Sûizannı bırak. ● Hırsı bırak. ● Her şeyin sonunu tevekkül ile bekle, Kadere her zaman teslîm ve râzı ol. ● Müslümana karşı aman buğzetme. ● Benlik taşıma. *Eller yahşî, ben yaman;* *eller buğday ben saman* de ve öyle de ol. ● Nefsini dâimâ zemmet (kötüle). ● Duâ ederken kardeşlerini unutma. ● Uyuyan kardeşinin uykusunu hayırlı bil. ● Şeytâna fırsat verme; uyanık ol. ● Nefsine fırsat verme; kontrol et. ● Dilini zikrullahda dâim eyle. ● Evinden dışarı çıkınca nazar ber kadem eyle (ayak uçlarına bakarak yürü). ● Sadakayı unutma. ● Erken yat erken kalk. ● Akâid ve fıkıh öğren.
Muharrem 1438
ISTILLAH Aşere, Aşura Fatıma Zehra Aşere, Arapçada 10 demektir. “Aşura günü”nden kasıt Hicri takvime göre 10 Muharrem günüdür. Kerbela Savaşı’nda Hz. Hüseyin’in şehid edildiği gün bu isimle anılır. 10 Muharrem 61/10 Ekim 680’de, Kerbelâ’da, Hz.Muhammed’in torunu Hüseyin bin Ali’ye bağlı kuvvetler ile Emevi halifesi I. Yezid’in ordusu arasında gerçekleşmiştir. Hz. Hüseyin’in şehadeti, Şiilerce her sene Aşûre Günü’nde matem ve intikam günü şeklinde anılır.. Sünnî gelenekte matem geleneği olmadığı için oruç ve ibadet ile geçirir. Osmanlıda Aşure tatlısı ikram edilir. Gelibolulu Mustafa (ö.1599), Nuh tufanını anlatırken o günü Hz. Nuh’un gemisinin salimen karaya ulaşması ve o gün Hz. Nuh ve oğullarının temiz elbiseler giyerek Rabbi şükürde bulundukları ve gemide kalan son yiyeceklerden yaptıkları yemeği yediklerinden bahseder. Bu rivayet daha sonra başka ravilerce de tekrarlanmıştır. Benzer anlatımlar Katip çelebi (ö.1657)de de vardır. Aşure’de oruç tutmakla ilgili bir hadis rivayeti de vardır: Resulullah Medîne`ye hicret buyurduğunda, Yehûdîlerin Âşûrâ günü oruç tuttuklarını gördü de ‘Bu ne orucudur?’ diye sordu. Cevâben, ‘Bugün, sâlih bir gündür; bugün Allah (cc) Benî İsrâil`e, düşmanları (Firavun’un) şerrinden necat verdiği bir gündür. Hz. Mûsâ oruç tutmuştur. (Biz de tutarız)’ dediler. Resûlullah, ‘Biz, Mûsâ aleyhisselamın sünnetini ihyâyı sizden daha ziyâde arzularız’, buyurdu ve o gün oruç tuttu ve sahabelerine de tutmalarını söyledi.” (Kaynak: Kitabussavm/Aşura orucu. Ravi: Hz. Aişe ve Abdullâh b. Abbâs ) 10 Muharrem ile ilgili olarak anlatılanlar arasında şu 10 konu en çok rivayet edilenlerin başında gelir. Hz. Ademin tevbesi o gün kabul edilmiştir. Hz.Nuh’un gemisi bu gün karaya yanaşmıştır. Hz İbrahim, Âşura günü doğmuştur ve Nemrut’un ateşinden bu ayda kurtulmuştur. Hz.Yakub’un bugün oğlu Hz.Yusuf’a
kavuşmuş, atıldığı kuyudan ve atıldığı zindandan bugün kurtulmuştur. Hz. Eyyüb bu ayda hastalıklarından şifa bulmuştur. Hz. Musa, bu ayda doğmuş ve denizi bugün geçmiştir. Hz. Davud’a esenlik, Hz. Süleyman’a mülk (hükümranlık) verilmiştir. Hz Yunus balığın karnından bugün kurtulmuştur. Hz. İsa bu ayda doğmuş ve Yahudilerin şerrinden bugün kurtulmuştur. Bu bilgilerin doğruluğu kat’iyet ifade etmez. Ama halk arasında tekrarlanarak anlatılır. Bu bilgilerden yola çıkarak ona dini bir kimlik kazandırmak doğru olmamakla birlikte güzel ameller için vesile olarak kabul edilebilir. Bugün Aşure pişirilmesi, Hz. Nuh ile ilgili menakib’e dayanmaktadır. Aşurede hayvansal ürün kullanılmaz. Aşure 7-10-12 ayrı gıdadan oluşan tahıl ağırlıklı bir tatlıdır. Alevi gelenekte 12 günlük bir oruç vardır. Ayrıca Sünni gelenekte de oruç tavsiye edilir.Aşurenin benzeri tatlılar ve oruç Hristiyan ve Yahudi kültürlerinde de vardır. Mesela Ermeni kültüründe, 6 Ocak’ta “anuş-abur” yapar; Ortadoks Rumi Hristiyanlar, buğday, kuru üzüm ve bal ile yaptıkları “koliva” isimli bir tatlıyı kilise kapısında dağıtırlar. Bazı gruplar, bu tatlının ortasına mum yerleştirip mezar başlarına koymaktadırlar Yahudilerin dini bayramları Yom Kippur (kefaret/tevbe günü)nü 25 saatlik bir oruç ve ibadetle geçirirler ve Tavuk/Horoz kurban ederler. Tavuğu ya da sadaka olarak vereceği parayı başının üzerinde dolaştırır ve bunun günahlarının kefareti olduğuna inanırlar. Ayrıca kendi
aralarında helalleşirler. Yom Kipur, Musevi geleneğindeki On Pişmanlık Günü (Yamin Nora’im) ile tamamlanır. Yom Kipur, Musevi takvimindeki Tişri ayının onuncu günüdür. Günümüz Musevi inanışına göre, Tanrı Elohim, Roş Aşana’da insanların kader defterini açar ve Yom Kipur’da o yılın kaderinizi yazar ve defteri kapatır. Bugünlerde toplu günah çıkartma ayini (Vidui) de yapılır. İbranice “Yom”, Arapçadaki “Yevm”in karşılığıdır. “Gün” demektir. “Kipur” ise “Kefaret” demektir. Yom Kipur, “Kefaret Günü” anlamına gelir. O gün oruç tutarlar, deri ayakkabı giymezler, Yıkanmazlar, parfüm ve kolonya kullanmazlar ve cinslerarası ilişkilerden uzak dururlar. Hz. Adem’in cennetten çıkışı ve hazlar ve acılar dünyasına ilişkin göndermeler olarak ritüeller sözkonusudur.. Şia’daki Aşure orucu’nu, Yahudi geleneğindeki Hz. Süleyman Mabedi’nin yıkılışının yası orucuna benzetenler de vardır. 06 Ocak 2010 Denis OJALVO Köşe Yazısında bu konuyu ele almış. Yazının girişinde şu bilgiyi veriyor: “Kütüphanemde bulunan 1989 tarihli Encyclopedia Britannica’nın 15. baskısının birinci cildinin 628. sayfasındaki ASHURA (Aşure) maddesinde bu orucun, Miladi 622 yılında Hz. Muhammed tarafından Hicret’in hemen ertesinde, gün batımından ertesi gün batımına kadar sürecek şekilde ve Yahudilerin kefaret günü olan Yom Kipur temel alınarak ihdas edildiği kaydedilmiş.” Devamı yan sahifede
yirmibir
Ekim 2016
Ojalvo yazısının devamında şu bilgilere yer veriyor: “Ulaştığım birinci ilginç bulgu, geçtiğimiz 27 Aralık 2009 Pazar gününün, hem Aşure’ye yani Hicri 10 Muharrem 1431’e hem de Yahudilerin Asara be Tevet orucu’na yani Tevet ayının 10. günü tutulan oruca denk gelmesi oldu. (10 Tevet 5770). Bu oruç Kudüs’teki Hz. Süleyman Mabedi’ni yıkıp M.Ö. 586 yılında Yahudileri Babil’e sürgüne gönderecek olan Babil Kralı Nabukadnezzar’ın Kudüs’ü muhasara altına aldığı günün yasını anmak için tutuluyor. Oruçlar arasındaki isim benzerliğindeki (Onuncu gün) bu tesadüf beni heyecanlandırınca konuyu biraz daha kurcaladım ve Medine Yahudilerinin Miladi 622 yılının 10 Muharrem günü Firavun’dan kurtuluşlarının orucunu değil, ama Hz. Süleyman Mabedi’nin birinci (MÖ 586) ve ikinci (MS 70) yıkılışlarının orucunu tuttuklarını müşahede ettim. Hz. Süleyman Mabedi ilk defa Babil kralı Nabukadnezzar tarafından yıktırılmış ve Yahudilerin ileri gelenleriyle ahalinin büyük bir kısmı Babil’e sürgün edilmişti. Hz. Süleyman Mabedi’ni ikinci defa yıktırıp Yahudileri İsrail topraklarından süren ise sonradan Roma İmparatoru olacak olan Titus’tur. (…) Şimdi, bu sonuca nasıl vardığımı sizlerle paylaşayım: Önce, Hicri Takvim’i Miladi Takvim’e çevirme motorunun bulunduğu http://www.oriold.uzh.ch/static/ hegira.html sitesinde İslami takvim penceresine 10 Muharrem 0001 tarihini girdim ve Miladi tarih 25 Temmuz 622 Pazar gününe ulaştım. Sonra, bulduğum 25 Temmuz 622 tarihini (…) Miladi takvim/ İbrani takvim, çevirme motoruna girip sorguladığımda karşıma çıkan İbrani tarihi 9 Av 4382 oldu! Bu tarih yani Teş’a Be Av yukarıda izah edildiği gibi Yahudilerin Kudüs’teki Hz. Süleyman Mabedi’nin birinci (MÖ 587) ve ikinci kere (MS 70) yıkılışlarının yas ve oruç gününe denk geliyor. (…) Hicret’in Sefer ayında (Muharrem’i takip eden ay) başladığını zikreden kaynaklar temel alındığı takdirde, Hz. Muhammed’in 10 Muharrem günü oruç tutan Yahudileri, Hicret’in birinci değil ikinci yılında görmüş olduğu sonucuna varmak gerekiyor. Aynı takvim motorlarına önce 10 Muharrem 0002 ve karşılığı olan 14 Temmuz 623 tarihleri yazıldığında bulunan tarih bu sefer İbrani 8 Av 4383 oluyor (yani sadece bir gün fark ediyor). Nihayet, 622 yılındaki 10 Muharrem (birinci ay) tarihinin Yahudilerin Kefaret günü olan Yom Kipur tarihine denk düştüğünü ifade eden kaynaklar, bu tespitlerini gözden geçirmek durumundadır. Zira, aynı takvim motorları İbrani 10 Tişri 4382 girildiğinde 4 Ekim 621 tarihini gösteriyor ki, bu tarih Hicret’ten evveldir 10 Tişri 4383 girildiği zaman ise karşılık gelen tarih 11 Rebiülevvel (üçüncü ay) 0001 oluyor.” Madem Aşura tatlısı yapıp yiyoruz, o zaman bunun nereden geldiğini ve anlamını da bilmemiz gerek.. Kuşkusuz bizim için din Allah, resul ve kitaptan ibarettir. Bu gibi şeyler eğer bizi Allaha, resulüne be kitabına yaklaşmaya vesile olan şeylerse, onları da bir güzellik (Hasene) olarak görürüz.
Hikaye Düzen
1.Bölüm
Servet Aydemir 12 Eylül sabahı o devasa tankı mahalle sokaklarında gördüğünde Çocuk henüz yedisindeydi. Değil mi ki ilk defa gerçek bir tank görmüştü, gecekondularının çatlak camlı penceresinden ve biraz uzaktan görmüş olsa da hiç ziyanı yoktu. Bu kesinlikle çok büyük bir sürprizdi ve “sürpriz” gibi kelimelerin evlerinde de mahallelerinde de hemen hiç yeri olmazdı. Çocuk bu gibi kelimeleri bilir, fakat sadece kurduğu hayallerinde, tek başına oynadığı oyunlarında ya da yalnızken kendi kendine mırıldanarak kullanırdı. Kelimelere meraklıydı, en çok da “sürpriz” gibi hayatlarında pek yeri olmayanlara. Çölde yaşayan bir çocuk için “Kar” ne demekse, “sürpriz”, “albüm”, “günlük” ve “harçlık” gibi kelimeler de Çocuk için o demekti. Bunlara meraklı olmak, heves etmek ayıp mıydı? Çölde kar yağsa ve göğe bakan o çocuğun da ellerine ve yüzüne değse fena mıydı? İşte en çok da bu yüzden Çocuk kelimelere meraklıydı ve anlamını bilmediklerini iyi belleyene kadar peşlerini bırakmazdı. Ah bir de okuyup yazabilse, bu iş ne kadar da kolay ve çok daha güzel olacaktı! “Ne büyük sürpriz!” diye mırıldandı cama burnunu dayarken. O zamana kadar dantel örtülü siyah beyaz televizyonlarında izlediği resmî geçit törenlerinde ya da bazen içinde savaş geçen haberlerde veya filmlerde gördüğü o tanklardan birini canlı canlı görmek, ne de güzel bir “sürpriz” idi! Mahallelerine birkaç gün peş peşe gelen ve oturup saatlerce izlediği o kocaman sarı-turuncu kepçeleri, dozerleri ve hatta silindirleri görmekten bile daha güzeldi bu! Mesafeye rağmen motor ve palet sesleri evlerinin içindeymiş gibi duyulan koca tank, olanca azametiyle mahallenin dar ve çamurlu sokaklarında metal gıcırtılarıyla ağır ağır ilerleyip gözden kaybolana kadar, Çocuk onu pürheves izledi. Tankın topunun bulunduğu üst kısım sağa sola döndüğünde gözleri daha bir hayranlıkla açıldı. Hiç bitmesin istediği bu doyumsuz seyirliğin sona ermesiyle birlikte, anne babasının da arkasında ayakta dikilmiş halde tankı izlediklerini ancak fark edebilmişti. Yüzlerinde ondaki heves ve hayranlıktan eser olmadığı gibi, huzursuz edici bir soğukluğun, hatta garip bir ürküntünün hâkim olduğunu sezip şaşırdı. Fakat şaşkınlığı hemen geçiverdi. Zira bu durumu onların da hayatlarında ilk kez gerçek bir tank görmüş olabileceklerine vermişti. Ne de olsa büyükler hayranlıklarını ve heveslerini öyle çocuklar gibi açık açık belli etmezlerdi. Genellikle onların en dolaysız belli ettikleri his öfke olurdu, bu gibi hisler değil. Çocuk yine de onlara hak verdi: Onun gibi burunlarını cama dayayıp hevesle izleyecek halleri yoktu ya o tankı! Fakat annesi neyse de, askerliğini o doğmadan yapmış olan babası niye böyleydi ki? … Çocuk ona da hemen akıl
erdiriverdi: Belli ki babası ya askerliğini yaptığında bile tank görmemişti ya da yıllar sonra görmenin şaşkınlığı içindeydi. Evet, en çok da bu olmalıydı babasının o anki halinin sebebi… Çocuk o gün olağan dışı ve önemli bir şey olduğunu anlamış ama olan biten bu şey her neyse onu korkutmamıştı. Hatta o tank ile sevindirmişti bile! Ta ki sokağa çıkma yasağı olduğunu ve bu yüzden değil sokağa çıkmak, evlerinin kapısından -hadi en fazlası bahçesinden- dışarı adım bile atmaması gerektiği babası tarafından birkaç kez ve sıkı sıkı tembihlenene kadar. Babası bu gibi durumlarda büyüklerin çoğu kez söylediği gibi meseleye “çocukların aklının ermeyeceği” gerekçesiyle bu yasağın sebebini pek de anlatmamış, “düzenin değiştiğini” söylemekle yetinmişti. Çocuk o güne kadar babasında hiç görmediği ve açıklayamadığı o derin kaygılı halden dolayı fazlasını sormamış, soramamıştı. Beri yanda, için için bir kelimenin daha peşine düşmeden de edememişti: “Düzen”… Evet, bu kelime hayatlarına “sürpriz” kadar uzak olan bir kelime falan değildi aslında. Hatta “Düzen” iyi bir kelimeydi. Düzenli olmak iyi bir şeydi mesela; askerler düzenli yürür, evin ve dahi her şeyin düzenli olması gerekirdi. Fakat babası bu iyi kelimeyi kullanırken neden bu kez iyiymiş gibi gelmemişti? Üstelik iyi gelmek bir yana, bu yeni düzenden çekinir, hatta korkar gibi konuştuğu da besbelliydi. Peki, düzenden neden korkulsundu ki? Hem de her fırsatta çocuklara düzenli olmaları falan tembihlenirken! Bu büyükleri anlamak gerçekten de zordu! Bir yandan da Çocuk, artık bildiğinden başka anlamlar da taşıdığını sezdiği düzeni tastamam anlamak zorundaydı. Fakat bu onun için korkulacak bir şey değil, tam tersine, zevkli bir oyundu; adeta heyecanlı bir “macera” idi… Diğer yandan, Çocuğu korkutan şey sokağa çıkamamak değildi aslında, evde de türlü oyunlar oynayabilirdi. Onu asıl korkutan şey, aklı yettiğinden beri hep sabırsızlıkla beklediği, hayallerini kurup kim bilir kaç gece rüyalarını süslediği, yedi yaşına varmanın en güzel tarafı diye bellediği ve o sene havalara uçarak birinci sınıfına yazıldığı ilkokula gidemeyecek olma düşüncesiydi. O gün Çocuk epeyce bir vakit içindeki bu korkuyu unutmanın çaresini aradı: Bahçeye çıktı ama annesinin çağırıvermesiyle gerisin geri eve girdi; uyuyacak oldu, uyku tutmadı; kendi kendine oyun kurup oynayacak oldu, o da sarmadı... Okula gidemeyecek olma fikri içini kemirip durmaktan bir türlü vazgeçmiyordu. Bu çocukça korku, vesvese girdabının merkezindeki boğucu karaltıya doğru, uzak bir ihtimal olmaktan aldatıcı bir kesinliğe bürünmeye doğru hızla dönüyordu. Devam edecek
yirmiiki
Muharrem 1438
Eğitimin insanileşmesi Erol Erdoğan
30 Eylül 2016 günü vakit öğlene yaklaşırken dijital mecraların birinde şöyle bir paylaşım okudum; “Formasyon dersleri alıyorum. İlk derse bir yandan gecikirken diğer yandan danışman hocamıza şöyle bir mail attım: Günaydın hocam. Şu an otobüsteyim ve eğitime gelmeye çalışıyorum. Şoförün (trafik yoğunluğundan dolayı) kontak kapattığı şu an size yolculuk sergüzeştimi anlatmak istiyorum. 6 ve 11 yaşında iki kızım var. Ve sabah 06.50’de büyük kızım ve eşim evden çıkmış oluyorlar. Evim Ümraniye’de, normal şartlarda Medeniyet Üniversitesi’ne maksimum 40 dakika uzaklıkta. Sabahki derse yetişebilmek için evden 7.15’te çıktım ve bir belediye otobüsünün içindeyim. Geçen hafta da hemen aynı noktada bu şekilde beklemiştik (Geçen hafta metrobüs kazası olmuştu). Bu hafta derse vaktinden önce gelebileceğimi umuyordum. İlk dersimizin hocası dersin başlama saatinden itibaren en geç 15 dakika sonraya kadar derse girebileceğimizi sonrasında girmememizi söyledi. Şu an 16. dakikayı yaşıyor durumdayım. Biliyorsunuz sıkıştırılmış program yapıyoruz. Ve dersleri blok olarak görüyoruz. Yani ben bir ders değil iki dersi kaçırmış oluyorum. Eğitim programının devam konusundaki hassasiyetini göz önüne alırsak bu durum pek hoş bir durum değil benim için. Açıkçası oldukça rahatsız hissediyorum. Derse zamanında yetişebilmek için daha erken vakitte evden çıkmam gerektiğini anlamış bulunmaktayım. Benim saat 8.30’daki derse gelmekte geciktiğim ve tolerans görmediğim şu İstanbul trafiğinde 6 yaşındaki kızıma bakmak için 6.30’da kimin evime geleceğini merak etmekteyim. Derslere yetişebilmem ve blok dersimin ikisini birden kaçırmamam için sanırım ya yatılı bir bakıcı arayışında olmalı ya da kızımı o gün okula göndermeyip benimle gelmesini sağlamalıyım. Bu maili size, durumumuzdan haber vermek istediğim için yazıyorum. Formasyon programındaki bizlerin arasında pek çok küçük çocuğu olan anne var. Ve gerçekten (kendi adıma konuşmak gerekirse) size ve kurallarınıza saygı duyuyorum. Lakin böyle bir dilemma karşısında nasıl bir çözüm bulabileceğimi bilmiyorum. Muhtemelen benim gibi zorlanan ve alternatif üretmek için insan üstü çaba gösteren anneler de aramızda mevcuttur. İlk derslere gecikme hakkında bir gözden geçirme isteğim ve maceram arz-i halimdir. Yazı dilimde eğer bir üslup problemim varsa
bunun için özür dilerim. Sanırım çok endişeli ve gerginim. Baki hürmetlerimle. Yasemin Civelek.” Yasemin, bitmek bilmeyen öğrenme arzusu olan iki çocuklu bir anne. Alkışı hak edecek bir çabası var. Yukarıdaki mektubu Facebook duvarında okuyunca Yasemin Civelek’e şöyle yazdım; “Merhaba Yasemin. Bu sergüzeştin bana gelseydi ‘Yetiştiğin andan itibaren derse buyur’ derdim.” Ben öyle derdim ama Yasemin’in açıklayıcı hatta yalvarıcı mektubuna üniversite hocası böyle bir cevap vermemiş. Hocanın cevabı “Durumunuzu anlıyorum” diye başlıyor ve “Şu anda aklıma başka bir çözüm gelmiyor maalesef” diye bitiyor. “Gel” demeyen, teklif sunmayan, çözüm içermeyen, dert paylaşmayan bir cevap bu. Hemen aklınıza “Kimmiş o hoca?” diye bir soru gelmesin, çoğumuz böyleyiz. Eğitime yüklediğimiz anlam ve kendi omuzlarımızdan indirerek sisteme devrettiğimiz sorumluluklar eğitimi öyle bir aygıta dönüştürdü ki, insana yabancılaşan ve kendine çalışan bir ejderha olma yolunda ilerliyor eğitim. Eğitimin yüzlerce tarifinin ortak amacında ‘insan’ kelimesi olsa da, “Eğitim, insan içindir” tarifi modern dönemlerde ve ideolojik yapılarda “Eğitim, sistem içindir” veya “Eğitim, eğitim içindir” anlamına doğru anlam ve amaç değişimine uğradı. Yasemin’e, “Bu sergüzeştin bana gelseydi ‘Yetiştiğin andan itibaren buyur’ derdim” dedikten sonra şunu da yazdım; “Hocamıza şu mesajımı iletirsen sevinirim. Cemaatle namazda, kişi, imam selam vermeden önceki son saniyede tekbir getirerek namaza dâhil olabilirse, namaza yetişmiş sayılır.” Yasemin, bu cümlemi üniversitedeki hocasına iletti mi, bilmiyorum. İlettiyse hocası ne cevap verdi, onu da bilmiyorum. İmam selam vermeden son ana yetişerek namaza dâhil olabiliyoruz. Cuma hutbesine geç kalmışsak yetiştiğimiz yerden cemaate katılıp hutbeyi dinleyebiliyoruz. Bir yere gittiğimizde ortada sofra varsa, oradakiler, yemeğin başı mı sonu mu demeden hemen yer açarak bizi yemeğe davet ediyorlar. Seminer, konferans, vaaz, panel de öyle; yetiştiğimiz yerden dinlemeye başlıyoruz ve nasibimize düşen bilgiyi heybemize yüklüyoruz. Oyunlarda da durum aynı; bir düğünde veya şölende oyun halkasına kenardan ilişip keyfe ortak olmak mümkün. Çünkü hayat böyle bir şey; esnek, insani, katılımcı, hazmedici… Yasemin’in dediği gibi; “Eğitimin hayatın bir parçası olduğu gerçeği unutuluyor. Adeta, kurallarla kutsanmaya çalışılıyor. Hâlbuki bu, kutsamaktan ziyade katılma arzumuzu düşüren bir hale dönüşüyor.” Bilgi, eğitim, öğretim kendi başına değerli; süreçleri de değerli olmalı. Devamı yan sahifede
Cevat Rıfat
Ankara’da İslâm Kongresi Eskişehir bozgunundan önceki günlerdir. Millî Mücadele liderinin “Ankara’da bir İslâm Kongresi’nin yapılmasının faydalı olacağına aklı yatar”. Bu konuda Sebîlürreşad’ın 21 Mart 337 (1921) tarihli 476. sayısında E. Edip, İslam toplumlarının ayrılık sebeplerine kapılarak parçalanıp yaman bir azaba uğradıklarını bunun için ortak dertlere ortak çözüm aramak gerektiğini belirterek şöyle yazar: “Anadolu’da bir İslâm Kongresinin teşkili o kadar mühim bir hadisedir ki, bütün Müslüman efkârı üzerinde azîm tesirler husule getirecek, bütün meyus gönüllere yeni bir nefha-i ümit ve hayat bahşedecektir.” Sebîlürreşad’ın 21 Mayıs 337 (1921) tarihli 481. sayısında ise, İngilizlerin Mekke’de bir İslâm Kongresi toplama hazırlıklarının haberi yer alır. Aynı kongreyi Mısır’da toplamak isteyen İngilizler oradan yüz bulamayınca, Birinci Dünya Harbi’nde kendi yanlarında yer alan Mekke Emiri’ne müracaat etmişlerdir. Türkiye’ye karşı reva görülen zulümlerin İslâm âleminde meydana getirdiği galeyanı boğmak istemektedirler. Anadolu’da gelişen hareketin, Müslüman toplumların bir araya gelerek kurtuluş ve bağımsızlık çareleri görüşmelerine meydan vermemek için harekete geçmişlerdir. Eşref Edip’in yazıları doğrultusunda Matbuat Müdürü Hüseyin Ragıp Bey de Hakimiyet-i Milliye’de İslâm Kongresi fikrini savunmuştur. Bu tür gelişmeler olurken Hüseyin Ragıp, M. Kemâl’den bir emir getirir: “Paşa böyle bir kongrenin burada toplanmasını çok ehemmiyetle telâkki etti. Derhal bir büronun teşkilini emretti. Sen, Âkif Bey, Şeriyye Vekili Mustafa Fehmi Efendi, Başkatip Recep Bey, dördünüzün bu işle meşgul olmasını tensip buyurdular. Yarın derhal Recep Bey’le temas ediniz, işe başlayınız.” Eşref Edip, bu haberi zaman geçirmeden M. Âkif’e müjdeler. Ertesi gün dört görevli, İstasyon binasında bir küçük masa başında toplanırlar. Kongre esaslarını kararlaştırmaya, dünyadaki İslâm devlet ve milletlerini tespit ve kimlerin davet edileceğini kararlaştırırlar. Komisyon bir de beyanname hazırlayacak, Paşa imzalayacaktır. Beyannameyi Âkif’le Eşref Edip yazacaktır. Âkif, Eşref Edip’e, “muhtasar, müfit, güzel bir şey yapalım. Sen bir şey karala sonra ben tashih eder üzerinde biraz işlerim” der. Eşref Edip, hazırladığı yazıyı Âkif’e verir. Âkif, uzun bularak, kısaltacağını söyler. Ankara’da İslâm Kongresini toplamak üzere belirlenen heyet, bir-kaç defa daha toplanır. Haberi alan milletvekilleri ve ulema sevinip heyecanlanmıştır. Fakat bu sıra, Eskişehir bozgunu olur. “İttihad-ı İslâm”a vesile olacak “bu güzel fikir ve bu muazzam teşebbüs” geri kalır. Siyasi durumun değişmesiyle büsbütün başka şekil alır. E. Edip, kongre toplanmış olsaydı işlerin farklı gelişeceğini, düşman güçlerinin Anadolu’nun göbeğine kadar ilerleyemeyeceğini belirtir.
yirmiüç
Ekim 2016
Çünkü bilgi, eğitim, öğretimin kazandırdıklarıyla yaşıyoruz, onlarda değişiyoruz, onlarla amel ediyoruz, iş yapıyoruz. “Bir şeyin tamamı elde edilemiyor diye hepsi terk edilmez” diye meşhur bir kaide vardır. Prof. Dr. Bedri Gencer Hocamız bir sohbette bu kaideyi “Ya hep, ya hiç olmaz” diye kısaltmıştı. Hayatın birçok alanına uygulamak mümkün bu sözü… “Bir şeyin tamamı elde edilemiyor diye hepsi terk edilmez” prensibi eğitim için de geçerlidir. Ne hakla geç kaldı diye bir öğrenciyi o dersin tamamından mahrum ediyoruz? Kul hakkı, eğitim hakkı, bilgilenme hakkı ihlali değil midir bu? Hani eğitimin amacı insandı, öyleyse eğitimle ilgili kurallar belli bir aşamadan sonra neden insanı kendinden mahrum edici bir statükoya dönüşüyor? “Neden öyle yapılıyor?” diye sorduğumuzda cevap belli: Disiplin için! Disiplin niçin? Eğitim için! Peki, bu nasıl bir fasit devri-i daim ki, eğitimi sıfırlayan bir hale dönüşüyor? Hem ‘disiplin’ dediğimiz şey, ibadette bile bu denli katı, dışlayıcı ve mahrum edici değil, düşündük mü? “Efendim, sonradan gelen sınıftakilerin dikkatini dağıtır” gibi mazeretlere gerek yok. Sınıfın mimarisini ona göre düzenlersiniz, sonradan gelen o denli dikkat çekmez mesela. “İyi de gelenle gelmeyen bir mi olacak?” itirazına da cevabımız belli: Zaten sınavlar dersi dinleyen ile dinlemeyen ayırt edilsin diye yapılıyor. Dahası şu, kim dersi ne kadar dinlemiş, bunu ölçecek bir sistem geliştirilebilir. Böylece “Ya hep, ya hiç” hatasına düşülmemiş olur. Disiplin, eğitimde verimi arttırmalıdır. Oysa yoklama ile sınıfta öğrenci toplamak en başta öğretmen kalitesini olumsuz etkiliyor. Derse, dersin öneminden ve dersin hocasından dolayı gelmek verimi arttırır. Bundan dolayı öğretmen, dersi en iyi şekilde anlatmak için hazırlık yapar, sürekli kendini yeniler, sunum tekniğini geliştirir, öğrenci-hoca ilişkilerinde dikkatli olur; böylece öğrenciler o hocayı tercih eder, severek dinler, erkenden ders mekânını doldurur. Disiplin bunu sağlayıcı bir muhtevaya sahip olmalıdır. Oysa bugünkü disiplin anlayışı, daha çok şeklen iyi göstermenin peşindedir. Günümüzde eğitimdeki disiplin uygulamaları, bir yönüyle de öğretmen ve sistem başarısızlıklarını örtücü özelliğe sahiptir. Belki dersin son anına yetişen bir genç “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözündeki o harfi (bilgiyi) öğrenecekti. “Eğitimin insanileştirilmesi” gibi derinliği geniş bir konuyu bilinen bir uygulama üzerinden tartışmak daha açıklayıcı olur diye Yasemin Civelek’in mektubunu sizinle paylaştım.
Eşref Edib’in kaleminden Âkif’in Kur’an tercemesi Nasıl başladı, sonra nasıl yakıldı? (2) 91 yıldır bitmeyen Kur’an meali tartışması hâlâ güncelliğini koruyor. Eşref Edib üstadımız bu konuda Âkif üstadımızın tamama erdirdiği Kur’an mealini Mısır’a gittiğinde okuduğunu ve fikirlerini Mehmet Âkif Bey’e ilettiğini ifade etmişti. Peki sonra neler oldu, neler yaşandı? Eşref Edib üstadımız Nisan 1959 senesinde Sebîlürreşad’ın 291’inci sayısından başlayarak bir yazı dizisi kaleme aldı ve her şeyi yazdı... Şimdi o yazılanları Eşref Edib’in kaleminden yeni dönem okuyucularına arz ediyoruz...
Bu i ş için tahsis edilen mebaliga, düşünülen şeriata gelince, Âkif bunun lâkırdısını bile ettirmedi. Elmalı da bu hususta Âkif ile tamamiyle aynı fikirde idi. Binaenaleyh bu ciheti Aksekili münasib gördüğü şekil ve surette yapacak. Resmî müamelesini hazırlayacak, onları da imzaya çağıracaktı. Aksekili mukaveleyi aldığı tâlimat dairesinde Kâtibi Adil’e hazırlattı, onlar da imza ettiler. Mukaveleden anlaşıldığına göre diyanet riyaseti Kur’anın terceme ve tefsiri için maktuan 12 bin lira tahsis etmişti. Bunun – iki kişiye binerden – iki bin lirası avans olarak verilecekti. Mütebakisi de yazılıp teslim edildikçe ceste ceste tediye oluncaktı. Mukavele mucibince bin lira Âkif Beye, bin lira da Hamdi efendiye verildi. Bunun üzerine Âkif tercemeye, Elmalı Hamdi efendi de tefsire başladılar. ... Bir müddet sonra bermutat Âkif’in Mısır’a gitme zamanı geldi. Malûmya, prens Abbas Halim Paşa birkaç seneden beri Âkif’i Mısır’a götürüyordu. Pasaportunu alarak, arkadaşla-
rına veda ederek Mısıra hareket etti. Tercemeleri oradan Hamdi efendiye göndererek, oda altına tefsiri ilâve edecek, gerek terceme, gerek tefsire ait herhangi bir noktada icab ederse fikirlerini bildireceklerdi. Bir müddet sonra Âkif yaptığı tercemeyi Hamdi efendi, çok güzel, çok selis ve sâde olduğunu, ancak <Cezâlet> hususunda biraz zaif bulunduğunu yazdı, Üstad cevab verdi: -Evet, doğrudur, cezalet itibari ile böyledir. On sene evvel yazsaydım cezâlet olurdu. Fakat bu gün lisanda sâdeliğe doğru büyük tehavvül var. Onun için cezâletten ziyade sadelik cihetini iltizam ettim. … Bu suretle Âkif Mısır’da senelerce bu terceme ile uğraştı. Burada da Hamdi efendi tefsir ile meşgul oldu. Hamdi efendi her cüzün tefsirini ikmâl ettikçe tebyiz ettirerek Ankara’ya gönderiyor, Diyanet riyasetine teslim ediyordu. Âkif ise tamamen bitirmedikçe teslimi muvafık görmiyordu. Çünkü ilerledikçe tercemede bazen değişiklikler oluyordu. Bazı kelimelere, hattâ bazı edatlara daha güzel karşılık hatırına geliyordu. Sonra heyeti umumiyesi tamam olunca tekrar gözden geçirerek, tashih edecek, bazı notlar ilâve edecek, hasılı kendisince hiç bir eksik tarafı kalmadığına kanaat getirdikten sonra teslim edecekti. … İş biraz uzadı. Halbuki diyanet riyaseti bir an evvel bunu neşretmek ızdırarında idi. Bunun üzerine Mısır’da bulunan Âkif beye müracaat etti. Yazdıklarını göndermesini reca etti. Âkif bey, henüz tamam olmadığını
cihetiyle gönderemiyeceğini bildirdi. Muhabere devam etti. Nihayet, tamam olmayınca gönderemiyeceği anlaşıldı. O halde mukaveleyi fesh etmekten başka çare kalmadı. Âkif bey avans olarak bin liradan başka bir şey almadığı için yalnız onu iade edecek, bu suretle tercemeyi göndermek mükellefiyetinden azade olacaktı. Tefsiri yapmakta olan Hamdi efendi tercemeye ait tahsisatla terceme işini de kabul edecekti. Âkif bunu muvafık gördü. Evvelce aldığı bin lira avansla mukaveledeki bütün hukuk ve vazifelerini Hamdi efendiye devr etti. Bu hususta Fuad Şemsi beye(1) Vekâlet göndererek Beyoğlu dördüncü noterinde Hamdi efendinin ve Diyanet riyaseti mümessilinin huzurunda resmen devr ve teslim muamelesi yapıldı. Bu suretle gerek tefsir, gerek terceme için tahsis edilen mebaliğ tamamen Elmalıya verilmek, tefsirle beraber tercemeyi de bizzat Hamdi efendi yapmak üzere mesele neticelendi. Âkif de bu hususta serbest kalmış oldu. Terceme hususunda ne kadar zahmet çektiğini, tebyiz ettiği sırada Mahir’a (2) yazdığı şu fıkradan anlaşılır: <Terceme bitti, ama tebyiz bitmedi, bakalım, omu benden evvel bitecek, yoksa ben mi ondan evvel biteceğim!> (1)Fuad Şemsi, Âkif beyin canciğer ahbabı, Çok kıymet verdiği bir zat, eski maarif nezareti şube müdürlerinden. Âkif’e aid çok hatıraları var. (2)Mahir,Haydarpaşa lisesinde edebiyat hocası Mahir İz, Âkif’in pek sevdiği kudretli, faziletli ve imanlı bir zat. Devam edecek
yirmidört
Muharrem 1438
Kudüs bir son değil, yeni bir başlangıç Mahmut Doğan - Hukuk Platformu Başkanı Kudüs insanı yeniden bir hayatı yaşanılabilir kılma yolunda, mümin Müslüman olma yolunda , İslamı yeniden aleme nizam etme yolunda bir ahid tazeleme alanı idi. Ahdimizi ve andımızı unuttuğumuz anda yeniden mübarek Filistin beldesi bize hatırlattı , küfrün tek millet olduğunu bize açıkça gösterdi, andımızı tazeledik inşaAllah.. Dört günlük bir Kudüs günleri yaşadık, Rabb’im ayeti ile ifade ettiği gibi bir kısım ayetlerini göstermek için çevresini mübarek kıldığı topraklarında elhamdülilah bizler de bulunduk, şükrettik, hamdettik. Ellerimizi Sema’ya kaldırdık daima açık olan kapıdan girmesi için iltica ettik. Miracın yürüyüşünü biz de ifa etmeye çalıştık, Peygamber’imizin (sav) işaret ettiği gibi ziyareti yaptık. Dirilişimizi, sırrımızı, yürüyüşümüzü gerçekleştirdik, Kandil’lerine kandil olmaya çalıştık, mağfiret ve bağışlanmayı, secdeler ederek şehrin kapısın-
dan, Mescid-i Aksa’da dua ettik... Burada acıları, hüzünleri gördük, umutları da, zulmün ve esaretin altında hayata tutunan, sadece dua silahı olan müminler ile kucaklaştık, işgalci hain yahudilerin elleri tetikte silahları olsa bile korkuları ile yaşayışlarını gördük, oysa bizde umut vardı, sabır vardı, Zafer ise Allah’ın bir vaadi idi... Buna inanmışlıkları gördük. Mescid-i Aksa’da ümmet olduk, Selahaddin Eyyubi’nin evinde Derviş olduk, Ömer meydanında adil ve Muzaffer olduk,Süleyman ile Kudüs olduk. Tekbir dağından Allahüekber diye
seslendik, Hasan Bey’de naneli çay ile ikram edilenler olduk, İbrahim’in evine konuk için tel örgüleri, xreyleri geçerek girsek bile Nurettin Zengi mihrabı ile Peygamber makamlarında buluştuk. El Halil’den fethin müjdesini alarak geri döndük, Kıble Camiisi’nde topun merminin bıraktığı izleri ile ahdimizi yeniledik, burak duvarından Yahudiye işaret parmağı ile kavisler çizdik havada, dönüşümüz elhamdülillah yakındır dedik, Babul Esbat kapısının çıkışında şehitler ile buluştuğumuz anda yalnız olmadığımızı gördük... Yaşaran gözler idi kanayan gönül’ler, Filistinli bir çocuğun elinde umudun yansımasını gördük, bir annenin ikramı ile bir üzüm tanesinde, yaşlı bir amcamızın Kuran okuyuşunu duyduk, Kubbet-üs Sahra’nın secdelerinde, 124 bin Peygamber’in kokusunu aldık. Selam ile gittiğimiz mübarek beldede, selamı alan dualar ile döndük, fethin müjdesi yakın ola inşaAllah...
Başvekile Konya’dan 7 bin imzalı telgraf Demokrat Malatya gazetesi yazıyor; Başvekilimiz Adnan Menderes’in Konya’da halka irad etmiş odukları nutuklarının akisleri devam etmektedir. Gerek şuurlu Türk matbuatında ve gerekse şiar ile, iz’an ile düşünen büyük büyük kitleler, Başvekilimize bu nutkundan dolayı, uzun yıllar ihmal edilmiş bulunan bu mühim ve bir memleketin, bir milletin en başta gelen hayati davasını ele almasından dolayı kendisine bağlılıklarını ifade eden yüzlerce telgraflarla memnuniyetlerini izhar etmektedirler. Gazete bazı telgrafların suretlerini de derc ediyor. Başvekil Adnan Menderes Konya hükümet meydanında yaptığı konuşmasında din derslerinin orta okullarda da tatbik edileceğini bildirişi münasabetiyle bu konuşmayı tasvip eden 7000 imzayı havi çok uzun bir telgraf çekilmiştir. Bu telgraf Konya vilâyeti umumî meclis azası Mehmet Turgut tarafından postaya verilmiştir. Bu telgrafın son satırlarında ezcümle şöyle denilmektedir; <<Din derslerinin orta okullarda tedrisini müdafaa ve bu dini celile olan bağlılığınızı ve sevginizi izhar etmekle bütün imanlı gönülleri mestettiniz ve ecdadımızın ruhlarını şâd ettiniz.>> Sebîlürreşad, Ocak 1956, Cilt:IX, Sayı: 213
yirmibeş
Ekim 2016
Kamboçya Müslümanları Fransız hayranı Pol Pot’un gerçekleştirdiği korkunç katliamlarla yok etmeye çalıştığı Kamboçya Müslümanları varlıklarını sürdürüyor. Arkadaşımız Emre Yıldırım geçtiğimiz Kurban Bayramı’nı bu ülkede geçirdi, Kamboçya Müslümanlarından selam getirdi... Emre Yıldırım Uzakdoğu Müslümanlarının, Türkiye Müslümanları başta olmak üzere İslam coğrafyasının diğer ülkelerindeki Müslümanlarla aralarındaki en dikkate değer farklılık, azınlık olgusudur. Zira bu bölgelerde yaşayan Müslümanların Malezya ve Endonezya gibi belli başlı ülkelerin dışında kalanları her şeyden önce “azınlık” statüsündeler. Onları özellikle Türkiye Müslümanlarından ayıran bir diğer farklılık ise tarihlerinin belli dönemlerinde Batılı devletlerin sömürgeleri haline gelmiş olmaları. Kamboçya, bu ülkelerden biri olarak tıpkı benzerleri gibi çağdaş bir Firavun’un mazlum ülkesidir. Batılı devletlerin sömürge idarelerini yaşayan devletlerin önemli bir kısmı, bu ülkelerden bağımsızlıklarını elde etmelerinden sonra büyük katliam alanları haline gelmiştir. Sömürge idareleri altında, ülke halkının kalbine ekilen nefret tohumlarının acı bir meyvesi olarak zuhur eden bu katliamlar genellikle dahili unsurlar eliyle gerçekleştirilmiş; ülkeler, İngiliz filozof Thomas Hobbes’u haklı çıkartırcasına güçlü olanların zayıf olanları akla hayale gelmeyecek vahşice yöntemlerle yok edişine sahne olmuştur. Kamboçya’da 1975-1979 yılları arasında kendisini ilah yerine koyan Pol Pot adlı zalim bir diktatörün kendi halkına karşı yürüttüğü ve ülke nüfusunun yarısının yok olmasına sebebiyet verdiği katliamdır. Nüfusunun büyük çoğunluğu Budist olduğundan katliamın öncelikli mağdurları bu dine mensup olanlardan olsa da, ülke nüfusunun %5’lik bir kısmını oluşturan ve bunların tamamına yakını Sünni olan Müslümanlar da bu elim katliamın mağdurları olmuşlardı. Yüksek tahsilini Fransa’da yapan Pol Pot, dört yılı aşkın bir süre devam eden rejiminde insanlığın tüm birikimlerini hiçe sayarak tarihi “sıfır noktasına” getirmeyi
hedefleyen faaliyetler içerisinde bulunmuştur. Öncelikle eğitimli insanları hedef alan bu faaliyetleri esnasında katledilen yüz binlerce insan içerisinde Müslüman azınlığın kayıpları hakkında net bilgiler bulunmamaktadır. Ancak şehit edilen Müslüman önderlerin sayısı belirlenmiştir. 1975 yılında sayısı 113 olan cemaat liderlerinden, rejimin sona erdiği 1979 yılında ancak 20 tanesi hayatta kalmayı başarabilmiştir. Sayıları 226 olan cemaat imamı yardımcılarından ise ancak 25 tanesi sağ kalabilmiştir. Sayıları 1000’in üzerinde olan hacıların ancak 30 tanesi; 300 civarındaki Kur’an öğreticisi
olarak görev yapan öğretmenlerin ise 38 tanesi kurtulabilmiştir. Yurt dışındaki üniversitelerde İslami eğitim alarak ülkesine dönen 25 öğrencinin ise sadece ikisi hayatta kalabilmiştir. Kamboçya Merkez İslami Organizasyonu’na bağlı çok sayıdaki üyenin ise birisi dışında tamamı şehit edilmiştir. Bu çerçevede Kamboçya Baş Müftüsü İmam Hacı Res Los, 8 Ekim 1975 tarihinde önce kaynar suya atılmış, ardından kafası demir çubukla dövülerek şehit edilmiştir. Kamboçya Birinci Müftüsü Hacı Süleyman Şükrü ölesiye dövüldükten sonra bir çukura atılmıştır. İkinci müftü Hacı Mat Sles Süleyman 10 Ağustos 1975 tarihinde Battambang adlı şehirde ağır işkencelere maruz kalmış ve iç organları çıkartılarak şehit edilmiştir. Kamboçya İslam Birliği Başkanı Hacı Mat Ly Harun, Kandal’daki Anlong Sen Hapishanesi’nde 25 Eylül 1975 tarihinde açlık nedeniyle vefat etmiştir. İslam araştırmaları konusunda uzman olan Hacı Srong Yusuf, 19 Ekim 1975’te Kandal’da şehit edilmiştir. İslami Gençlik Birliği Başkanı Man Set ise söz konusu dönemde kaybolmuş ve hali hazırda dahi akıbeti hakkında bilgi alınamamıştır. Günümüzde 14 milyona yaklaşan Kamboçya nüfusunun 700 bin kadarını teşkil eden Müslümanlar, Pol Pot
rejiminin kötü günlerini geride bırakmış görünüyorlar. Ancak ülkenin en fakir kesimini onlar oluşturuyor. Bu sebeple, İHH İnsani Yardım Vakfı olarak gerek Ramazan yardımı olarak takdim ettiğimiz erzaklar gerekse verdiğimiz iftarlar onlar için çok önemli. Ancak tüm bunların üstünde bir başka husus daha var: Dünyanın bir başka ucundan gelen ve kendilerine ümmet olma şuurundan bahsederek tanımadıkları din kardeşlerinin selamlarını ileten bizlerin birkaç günlüğüne de olsa onların mazlum ve mütevazı hayatlarında yer almış olmamız. Bu teveccühü, balık kurutmak suretiyle geçimlerine katkı sağlamaya çalışan yaşlı kadınların dualarında, pirinç tarlalarında çalışmaktan yorulan bedenlerinin ifadesini aktaran çekik gözlerdeki minnet dolu bakışlarda ve ülke Müslümanlarının en üst düzey temsilcilerinin yardım ve iftar faaliyetlerimiz dolayısıyla tertip ettikleri törenlerde yüzlerce insanın huzurunda bizlere teşekkür edişlerinde görüyoruz. Bir de, bir yandan ellerindeki Türkiye bayraklı balonları şişirmeye çalışan, öte yandan kendilerine verdiğimiz kırtasiye yardımını taşımaya çalışan minik Müslümanların gülüşlerinde…
yirmialtı
Hüseyin Kaplan hoca vefat etti Süleyman Hilmi Tunahan’ın talebelerinden, Hüseyin Kaplan hocaefendi hayatını kaybetti.
Süleyman Hilmi Tunahan’ın öğrencilerinden ve son devrin kanaat önderlerinden olan eski İstanbul vaizi Hüseyin Kaplan, bir süredir rahatsızlığı sebebiyle tedavi görüyordu. Hüseyin Kaplan’ın Cenazesi 20 Eylül 2016 Salı günü Bağlarbaşı İlahiyat Camii’nde ikindi namazına müteakiben kaldırıldı ve cenazesi Karacaahmet mezarlığına defnedildi. Sebîlürreşad ailesi olarak bizde merhuma Allah’tan rahmet diliyor, yakınlarına sabır niyaz ediyoruz.
Necip Fazıl Saygı Ödülü Mustafa Kutlu’ya Star Gazetesi’nin üçüncüsünü düzenlediği Necip Fazıl Ödülleri’nde önceki yıllarda Nuri Pakdil ve Rasim Özdenören’in aldığı saygı ödülü bu yıl büyük hikaye yazarı Mustafa Kutlu’ya verildi. Türk şiiri ve düşünce dünyasının tartışmasız en büyük isimlerinden biri olan Necip Fazıl Kısakürek’in manevi ve kültürel mirasını yaşatmak için iki yıldır Star Gazetesi tarafından Kültür ve Turizm Bakanlığı işbirliği ile verilen Necip Fazıl Ödülleri’nin üçüncüsü sahiplerini buldu. 2014’te Nuri Pakdil’in, 2015’te ise Rasim Özdenören’in aldığı Necip Fazıl Saygı Ödülü, bu yıl ise Mustafa Kutlu’ya takdim edilecek. Ödül kazananlar; Necip Fazıl Saygı Ödülü: Mustafa Kutlu, Necip Fazıl Şiir Ödülü: Ebubekir Eroğlu, Necip Fazıl Hikaye-Roman Ödülü: Cihan Aktaş, Necip Fazıl Fikir ve Araştırma Ödülü: Yaşar Çağbayır, Necip Fazıl İlk Eserler Ödülü: Emel Özkan ve Mustafa Çiftçi.
Muharrem 1438
Sünnete karşı medeniyet Prof. Dr. Bedri Gencer Din köyde âdet, şehirde sünnet olarak yaşanır. “Eski köye yeni âdet” sözünün de belirttiği gibi din, köyde doğrudan âdettir. Buna karşılık Arapça şehir mânâsına gelen “medine” kelimesi “din”den gelir; “ed-Dîn fi’l-medîn” (Din, şehirdedir) sözündeki dinden kasıt, sünnettir. Sünnete bağlılığa sünniyet dediğimizde “sünnet/sünniyet”i “din/tedeyyün” ayrımına karşılık olarak alabiliriz. Medeniyet, lâfzen “şehirlilik” veya “din/ tedeyyün” ayırımında tedeyyüne karşılık olarak “şehir dindarlığı” mânâsına gelir. Dolayısıyla medeniyeti sünniyetin özel adı sayabiliriz. Ancak “din/tedeyyün” ile “sünnet/sünniyet”in tekabülünden anlaşılabileceği gibi, din olarak sünnet normatif, ancak tedeyyün olarak sünniyet=medeniyet, deskriptiftir. Abdullah İbni Ömer gibi sahâbe-i kirâm rıdvânullâhi ‘aleyhimde ancak sünnet ile sünniyet neredeyse örtüşür. Bu yüzden Nakşibendîlik gibi tarikatlar, sünnette peygambere, sünniyette sahâbeye uyarlar. Çünkü onlar, Allah Rasûlü ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın sünnetini en iyi bilen ve uygulayanlardır. Abdülhâlık Gücdüvanî hazretlerinin “Ey oğul! Rasûlullah ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın sünnetine sarıl. Sünnete uymada sahâbe efendilerimiz gibi ol” ile Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin “Yolumuz sahâbe efendilerimizin yolundan ne bir adım eksik, ne bir adım fazladır” sözünün belirttiği gibi. Sahâbe-i kirâm rıdvânullâhi ‘aleyhimden sonra din ile tedeyyün, sünnet ile sünniyet olarak medeniyet arasındaki açı büyür. Arapça “ed-Dîn fi’l-medîn” (Din -sünnet- şehirdedir) sözünün anlattığı gibi, din=sünnet ile medine arasındaki ilişki, mazruf/ zarf ilişkisine benzer; sünnet mazruf, medine zarftır. Zarfiyet, belli bir zaman ve mekânla kayıtlılık demektir. Yani “şehir dindarlığı” olarak medeniyet, aslında “Bağdat medeniyeti, Kurtuba
medeniyeti, İstanbul medeniyeti” gibi belli bir medinede temellenen, spasyo-temporal (belli bir zaman ve mekânla kayıtlı), deskriptif medeniyetler/tedeyyünler demektir. Medinenin zarfiyetinden dolayı din yerine coğrafya ve etnisite parametrelerine dayalı bir küllî medeniyetten söz edilebilir, mesela Konya, Bursa, Edirne ve İstanbul medeniyetlerinin ortak karakteristiklerinden bir “Osmanlı medeniyeti” tipolojisi çıkarılabilir. Keza medeniyetin maddî tabiatından dolayı birlikte yaşayan dinî topluluklara izafeten “Yahudi, Hristiyan, İslâm medeniyeti”nden değil, ancak coğrafî-temelli Akdeniz medeniyetinden söz edilebilir. Akdeniz medeniyeti, Yahudi, Hristiyan, Müslüman ümmetlerinden hangisine mâl edilebilir? “Endülüs medeniyeti” dediğimizde bile, müslim ve gayr-i müslim unsurlar birbirilerinden kesin olarak ayrılabilirler mi? Dolayısıyla tecrübî temeli itibariyle insanlık tarihinde İskenderiye, Kurtuba gibi şehirlerde yaşamış farklı dinî toplulukların tedeyyünlerinin ortak karakteristik yönlerinden bir Akdeniz medeniyeti örüntüsü çıkarılabilir. Gaye, bunun sünneti ikame değil, fıtrat ile özel adı hikmet ve sünneti daha iyi anlamaya vesile olmasıdır. Bu takdirde “İslâm medeniyeti” gibi normatif değil, bilim, felsefe, sanat alanlarında “dindarlık vesilesi olarak medeniyet” gibi enstrümental bir medeniyet kavramına ulaşmış oluruz. Önceki dinlerin peygamberlerinden farklı olarak Rasûlullâh ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm, “Bütün yeryüzü bana mescid kılındı” buyurduğu gibi, “dindarlık vesilesi olarak medeniyet” anlayışı uyarınca pekâlâ bir kilise de mescide çevrilmiş, ‘Asr-ı Saadet’te olduğu mescidler, Şam kiliselerinde görülen kandillerle aydınlatılmaya başlamıştır. Buna göre şekil olarak İslâm medeniyetine has bir câmiden söz edile-
mez. Bu, dinde zarftan ziyade mazrufun, medeniyetten ziyade sünnetin önemli olduğunu gösterir. Sünnet gibi zaman ve mekândan bağımsız, mutlak, normatif bir İslâm medeniyetinden söz edilemez. O takdirde tıpkı Batı’da olduğu gibi “Müslüman medeniyetleri İslâm medeniyeti, İslâmiyet’i İslâm”, yani, “olan”ı “olmalı” kılmış, deskriptifi normatifleştirmiş, tedeyyünleri dinleştirmiş olursunuz. Batı’ya benzer şekilde İslâm dünyasında da medenîleşme süreci, normatifleştirme ve özselleştirme olarak iki safhadan geçmiştir. Birinci normatifleştirme safhasında medeniyet sünnetin, yani, deskriptif normatifin, “olan” “olmalı”nın yerini almıştır. Daha ileri bir normatifleştirmeyle Almanlar tarafından alt/üst kimliklerin kaynağı olarak küllî hikmet/cüz’î sünnet ayırımına karşılık olarak “medeniyet/kültür” ayırımı yapılmıştır. İslâm’da nasıl sünnet din ise Protestanlar için de kültür dindir. Paul Tillich’in formülasyonuna göre, din kültürün aslı, kültür de dinin suretidir (“Religion is the substance of culture; culture is the form of religion”) (Re Manning, 2005: 142). Batı ve İslâm dünyasındaki medenîleşme sürecinin ikinci özselleştirme safhasında mesela “medeniyet”e karşı “Yahudi, Hristiyan, İslâm kültürü” “Hristiyan medeniyeti”ne karşı “İslâm medeniyeti” kurgulanmıştır. Medeniyetten Küreselleşmeye Max Weber’in The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism adlı eserinin başlığına da yansıyan ayrıma göre, Batı örneğinde kapitalistikleşme modernleşmenin, Protestanlaşma sekülerleşmenin özel adları olarak belirir. Bu durumda kapitalistikleşme, Türkçe’de medeniyet denen medenîleşme (civilization), medenîleşme de modernleşmenin özel adı olur. Dolayısıyla uluslararası alanda alt ve üst kimliklerin dayandığı Devamı yan sahifede
yirmiyedi
Ekim 2016
normatifleştirme/özselleştirme ilişkisinin değişim tarzı, kapitalizmin dönüşüm devirlerine bakarak daha iyi görülür. Soğuk Savaş-sonrası devirde, küreselleşme sürecinde klasik Alman “medeniyet/kültür” ayrımı, Anglo-Amerikan “(one) globalization/(many) civilizations” şeklinde bir “vahdet içinde kesret” formülüne dönüştürülmüştür. Dikkatle bakılırsa bu formülün görünüşte birbirine zıt Fukuyama’nın “tarihin sonunda hâkim olan tek küresel medeniyet” ile Huntington’ın “medeniyetler çatışması” tezlerinin terkibi olduğu görülür. Batı, bu süreçte İslâm’ı bir din olarak öcüleştirirken bir medeniyet olarak şirinleştirmeye yönelmiştir. Kuveyt’in üs olarak seçildiği “ılımlı İslâm” projesi, bu “İslâm medeniyeti” tezine dayanmaktadır. Mesela Mevlânâ, “bir İranlı şair” (a Persian poet) Rumi olarak Batı’da popülerdir. Batı, kapitalizmin bir şantiyesi haline getirerek Çin’in medeniyet iddialarını yok eder, felç ederken İslâm’ı da kapitalizmin üretiminden ziyade kültürünün tüketicisi haline getirerek benzer akıbete uğratmaya çalışmaktadır. Bu süreçte herkes fiilen tek bir kapitalist sivilizasyon olarak globalizasyona tâbi olurken, “Çin medeniyeti, İslâm medeniyeti” gibi söylemler, bu fiilî kültürel sömürüyü unutturacak bir teselli, avunma mekanizması olarak işlemektedir. Hollywood, McDonald’s, Coca-Cola, Nike gibi markalar, sözde-küresel Batılı kültürü sembolize eder. Bir taraftan ayağında bluejean, elinde McDonald’s hamburger ve Cola, Amerika ve İsrail’i protesto eden, diğer taraftan elindeki cep telefonundan Endülüs medeniyeti ile ilgili görseller paylaşan bir Arap genci, Batı’nın en sevdiği figürdür. Batı, ürettiği gıdasıyla midesini, kalbini, beynini feth etmişken bu Müslüman genç, karşı-fetih hayalleri kurmaktadır! Bugün dine=sünnete yabancılaşan toplumumuza hikmet egzotik, medeniyet romantik gelmektedir. Onlar için hikmet, bir zamanlar Beytü’l-Hikme’ye ev sahipliği yaptığı halde bugün dumanlar altında harabeye dönmüş Bağdat’ı, medeniyet ise el-Hamra Sarayı ile Endülüs veya Topkapı Sarayı ile eski İstanbul resimlerini çağrıştırmaktadır. Günümüzde bazı Müslüman aydınların, “Biz aslında medeniyet ile sünneti kasd ediyoruz; sünnete medeniyet de-
sek ne olur” türünden iddiaları, “Ben aslında kaşık derken çatalı kasd ediyorum; kaşığa çatal desek ne olur, sonuçta ikisi de ağıza götürülüyor” demek kadar abes bir şeydir. Kaşık kaşıktır, çatal da çatal. Sünneti medeniyet gibi modern çağın ürünü bir kavramla anlatmaya ne hacet, sebep vardır? Medeniyet takıntısı, sahâbe-i kirâm rıdvânullâhi ‘aleyhimin Medine-i Münevvere’ye “Dâru’s-Sünne” lakabını vermesinden anlaşılacağı gibi, Müslümanlar için asıl ideal olan sünneti gölgelemektedir. Medeniyet kavramı, yabancılara karşı kültür savaşında stratejik ve enstrümental olarak kullanılabilir. Mesela bugün Almanlara sünnet dediğinizde hiçbir şey anlamazlar; sünnet ile kasd ettiğiniz şeyi ancak kültür ve medeniyet kavramlarıyla anlayabilirler. Ancak medeniyet kavramını içselleştirerek kendi içimizde de sürekli sünnetin yerine kullanmak, sonuçta Batılılar gibi Müslümanları da kaçınılmaz olarak sünnete yabancılaştıracaktır. İslâm medeniyeti inşası projelerinin sonucu, “İslâm medeniyeti”nin “Hristiyan medeniyeti”nin değil, “sünnet-i seniyye” denen “İslâm dini”nin yerini alması olmuştur. Şu halde asıl problem, medeniyetin normatifleştirilmesidir; özselleştirme, sadece “medeniyetin normatifleştirilmesi” dediğimiz sekülerleşme sürecinin ucuz tesellisidir. Sekülerleşme, amaç/araç, mazruf/zarf gibi ilişkilerin tersyüz edilmesi, tedeyyün/medeniyetin dinleştirilmesidir. Sünnet, fıtrî inanış ve yaşayış tarzı, ölçüsü demektir. Hatta âlimler, hayatımızda uygulanacak sünnetlerin sayısını bile 4000 olarak çıkarmışlardır. Buna karşılık medeniyet, içine ne atılırsa alacak bir çuval gibidir; İslâm’a atfen yaygın olarak kullanılan “sevgi medeniyeti, vakıf medeniyeti, temizlik medeniyeti vs.” deyimlerinde görüldüğü gibi. Son zamanlarda İngiliz ve İran ajanlarının yaydığı “Kur’ân Müslümanlığı” ile “medeniyet Müslümanlığı” söylemleri birbirini beslemektedir; birincisi, hadisin reddini içermek, ikincisi sünneti gölgelemekle. O yüzden İslâm tarihindeki bütün halife-sultanların dile getirdiği gibi idealimiz, “sünnet-i seniyyenin ihyâsı” olmalıdır; mevhûm bir “medeniyet-i İslâmiyyenin ihyâsı” değil.
Hüsn-i Hat Sanatı - 2 Müslümanların yazıya hizmetleri Hattat-Ressam/Mesut Dikel
Muazzam ve ağır olduğu ka dar yüksek ve geniş bir medeniyete de tercüman olan bu yazının gelişme ve olgunlaşmasında ıstîdâd ve kabiliyetlerin büyük rolü olduğunda şüphe yoksa da, asıl feyzi Kur’ân’ın beyânında Peygamberimiz’in irşadlarında ve bunlardan aldıkları ilhamlarla coşarak san’ata rehberlik edenlerin yüksek himmetlerinde, zorlu bir fedâkârlığa katlanma zevkini kana kana tatmış olan san’atkârların engin ruhlarında, İlâhî bir erişilmezlik içinde dile gelen ellerinde, Musa’nın asası gibi canlanmış olan kalemlerinde aramalıdır. Ümmet içinden yalnız Arab’lar değil; Türk’ler, Acem’ler, Mısır’lılar, Tunus’lular, Cezâyir’liler, Fas’lılar, Endülüslüler, Afgan’lılar, Buhârâ’lı lar, Hîre’liler, Semerkant’lılar, Hind’ Iiler, Cava’lılar, Kürd’ler, Laz’lar, Pomak’lar, Boşnak’lar, Arnavut’lar, Çerkeş’ler, daha nice kavimler ve milletler içinde, köleler, cariyeler, erkekler, kadınlar, fakirler, zenginler, âlimler, feylesoflar, ressamlar, mûsikîşinaslar, bestekârlar, hanendeler, hekimler, hâkimler, şeyhler, fakîhler, kadılar, müftîler, kadıaskerler, şeyhülislâmlar, vezirler, nazırlar, paşalar, müşirler, şahlar, pâdişâhlar arasında göz nuru döken ve ömürler tüketen ve şaheserler veren nice yüksek san’atkârlar yetişmiştir. Devhatül Küttâb, Hat ve Hattâtân, Tuhfei Hattâtîn, Silsilei Hattâtîn gibi yazılmış nice kitaplar, kalemi san’atla kullananların, kalem güzeli teb’asının baş döndürücü menkabeleriyle doludur. Kılıç ve fırçanın, çekiç ve mızrabın sağlayamadığı
estetik karakterler ve tesirleri, bu hassas parmakların san’at kalemlerinde aradığını bulmuş, hat san’at ve güzelliği bunlarla Mi’râc’a mazhar olmuştur. İslâm’ın fetih seferleriyle atbaşı giden bu kuvvetli gelişme ve yayılma, birkaç kıt’ayı dolaştıktan sonra, Osmanlı’ların yükselme ve haşmet devirlerinde ve bilhassa ikinci Bâyezîd zamanında Arrvasya’lı Şeyh Hamdullah’ın büyük himmetiyle İstanbul’da başlayarak, bütün vatanda her gün artan bir feyz içinde devam edip gelen hummalı çalışmalarla, İstanbul şehri yalnız Türk’ler ve İslâm âlemi için değil, bütün bir insanlık için güzel yazı meşheri, yüksek bir estetik üniversitesi hâline gelmiştir. Bugün nazarlarımızda bir Mimar Sinan Süleymâniyesi, bir Fuzûlî Dîvânı, bir Dede Efendi bestesi, bir Mevlânâ Mesnevîsi, bir Süleyman Çelebi Mevlid, ne ise, bir Hazreti Alî Kûfîsi, bir Şeyh murakka’ı, bir Mîr Alî kıt’ası, bir imâd sâhifesi, bir Yesârî Besmelesi, bir Hafız Osman Mushaf’ı, bir Rakım Celîsi, bir Kazasker Hilyesi, bir İsmail Zühdî meşki, bir Şevkî cüz’ü, bir Sâmî kitabesi... de öyledir. San’at âleminin mukaddes âbideleri olmak vasfını ve değerini dâima muhafaza edecek olan bu kısım eserler, yalnız müslüman lar için değil, her medenî ülke ve müzenin de göğüslerini iftiharla dolduracak olan benzersiz kıymetlerdir. Her gelecek neslin zevki selîmine, geçmişin rûhâniyetini ve huzurunu, eskilerin bedîî zevklerini ve heyecanlarını aktaracak ve ruhların daki inceliği ve aşkı tanıtacak ve tattıracak olan bu eserler, gözlerde ve gönüllerde istifhamlar çizmekte devam edecek, bunlar cevaplandıkça da târih, ilimi, san’at ve medeniyet severliğin birtakım muadeleleri çözülecek, bâzı karanlıklar giderilecek, sıkılan gönülleri zevk nurlarıyla doldurmaya yararlı olmak vasfını da muhafaza edecektir. Medeniyet Aleminde Kalem Güzeli / Syf. 69-70 Cild 1 Mahmud Bedreddin Yazır
yirmisekiz
Muharrem 1438
Tuvalet kültürü’nün tarihi
Mehmet Akif Işık/Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü (e) - TBMM Bilim ve Sanat Kurulu Üyesi
Temizliğin sembolüdür tuvalet. O kadar önemlidir ki; önceki yıllarda Anadolu’da gelinlik kızları görmeye gidildiğinde erkek tarafından biri mutlaka kız evindeki tuvalete girer, çıkınca da yanındaki diğer bayanlara intibalarını iletirdi. İşte dünden bugüne tuvaletin tarihi... Tuvalet… İlk söylendiğinde basit, önemsiz bir şeymiş gibi düşünülür. Oysa insan hayatındaki önemi, özellikle Anadolu kültüründeki yeri bambaşkadır. Temizliğin sembolüdür tuvalet. O kadar önemlidir ki; önceki yıllarda Anadolu’da gelinlik kızları görmeye gidildiğinde erkek tarafından biri mutlaka kız evindeki tuvalete girer, çıkınca da yanındaki diğer bayanlara intibalarını iletirdi. “Tuvaleti temiz olan evin kızı da temiz ve düzenli olur” düşüncesiyle kız tarafına artı puan olarak geçerdi. Tuvalet kâğıdının henüz günlük yaşama girmediği dönemlerde de, geline çeyiz hazırlanırken, tuvalet sonrası kurulanma bezi olarak kullanılmak üzere, etrafı dantelli veya oyalı küçük bezler dikilir ve çeyize konulurdu. Tuvalet ihtiyacı insanın dünyada var oluşundun itibaren yeme-içme, uyuma gibi tabii bir ihtiyaç olarak insanların karşısına çıkmış, onları tuvalet yapma ve tuvalet mekânları konusunda değişik arayışlar içerisine itmiştir. Tarihin ilk dönemlerinde insanoğlunun, henüz barınma mekânını nasıl yapacağını, nerede barınacağını planlarken, tuvalet için herhangi bir mekân arayışına girmediğini düşünmekteyiz. Zira bu konuda elimizde herhangi bir veri bulunmamaktadır. İnsanoğlunun ilk konaklama mekânlarından biri mağaralardı. İlk çağlardan itibaren iskân görmüş olan Antalya yakınındaki “Karain” mağarası başta olmak üzere, yakın tarihlere kadar yerleşim amacıyla kullanılan, yüzlerce irili ufaklı mağarada tuvalet için ayrılmış herhangi bir mekân izine rastlanmadı. İnsanoğlu, utanma / ar duygusu ile donatılmış olarak yaratılmış olduğundan tuvalet yaparken gizlenme ihtiyacı da duymuştur. Temizlik de insanın yaradılışında var olan bir duygudur. Bu nedenle insanoğlu tuvalet ihtiyacını görürken güzergâh olarak kullanılmayan yerlerdeki çalı dibi veya kaya arkalarını tercih etmiş ve ihtiyacını giderdikten sonra da dışkının üzerini genellikle kum, toprak, taş parçaları veya çalı-çırpı ile örtme gereği duymuştur. Nüfusun artmaya başlamasıyla bir-
Antik Roma’da latrina denilen herkese açık umumi tuvalet likte yavaş yavaş yerleşik düzene geçilmiş ve köy medeniyetleri oluşmaya başlamıştır. Anadolu’daki en eski toplu yerleşim yerlerinden biri olarak bilinen ve M.Ö. 10.000 yıllarına tarihlenen Batman İli yakınında bulunan “Hallan Çemi” denilen yerde ve Orta Anadolu’daki ilk köy medeniyeti olarak kabul edilen Konya’nın Çumra İlçesi yakınındaki M.Ö. 7.400 - 5.200 yıllarına tarihlenen Çatalhöyük’te ve de çağdaşları olan diğer yerleşim yerlerinde yapılan kazılar sırasında tuvalet olarak ayrılmış herhangi bir bölüme rastlanmamıştır. Anadolu’da M.Ö. 1850 yıllarında tarih sahnesinde Hitit İmparatorluğunu görüyoruz. Çorum İline bağlı, Boğazkale Beldesindeki Hititlerin Başşehri olan Boğazköy’de bulunan çivi yazılı tabletlerin birinde Hitit Kralı ve Kraliçesinin dini bir tören için gittikleri fırtına tanrısının mabedinin girişindeki bir bölümde tuvaletlerini yaptıklarından bahsedilmekte oluşu, Hititler’de tuvalet için ayrı bir mekân belirlenmiş olduğunun kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu döneme ait en eski tuvalet taşına Çorum yakınındaki Alacahöyük ören yerinde rastladık. Hitit İmparatorluğu sonrası Doğu Anadolu’da hüküm sürmeye başlayan Urartu’ların başkenti Van (Tuşpa) yakınında bulunan Çavuştepe’deki Urartu Kalesinde ve Erzincan yakınındaki bir Urartu şehri olan Altıntepe harabelerinde yapılan kazılar sırasında tuvalet taşları da bulundu.. Yaptığımız in-
celemeler sırasında; Kırıkkale’nin Hasandede Beldesinde bulunan bir konutun dış avlusunda yer alan tuvalette Hitit ve Urartu döneminden beri süre gelen tuvalet taşı geleneğinin halen devam etmekte olduğunu gördüğümüzde bu bizi fazla şaşırtmadı, zira kültürler kesinlikle tamamen yok olmaz, ancak bazı değişikliklerle devam eder. Sonraki yıllarda Anadolu toprakları Romalılar tarafından işgal edildi. Bu döneme ait bazı ören yerlerinde tuvaletlere rastlıyoruz. Ancak, bu tuvaletler kadın erkek birçok kişinin topluca ihtiyaçlarını giderdiği “Latrina” denilen genel tuvaletler olarak karşımıza çıkıyor. Bu tuvaletlerde hem ihtiyaç giderildiği, hem de ihtiyaç giderilirken sohbetler yapıldığı, güncel konuların yanında memleket meselelerinin de ele alındığı ve bazen devletin önemli kararlarının da, ihtiyaç giderilmesi sırasında, alınmakta olduğu bazı kaynaklarda belirtilmektedir. Tuvalette alınan kararların ne kadar sağlıklı olacağını, insanları refaha mı yoksa felakete mi götürdüğünü iyi düşünmek gerekir. Batı Anadoluda sık rastlanan bu tuvaletlerin bir örneğini de Gaziantep’in Nizip ilçesi yakınındaki, M.Ö. 300 - M.S. 256 tarihlerinde iskân gören ve genelde zengin halk tabakasının yaşadığı Zeugma (Belkıs) harabelerinde de görüyoruz. Genel tuvaletler (Latrinalar) ahlaki çöküşün birer işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. Latrinalar her türlü cinsi sapıklığa zemin hazırlamıştır..
İtalya’nın Napoli Şehri yakınlarında bulunan ve M.S. 79 yılında Vezüv Yanardağı (İbret Dağı) nın lavları arasında kalan Pompei şehrindeki latrinalarda ve bazı yapıların duvarlarına seks sahneleri işlendiği görülmektedir. Bu ahlaki çöküntü, önceki dönemlerde Ad- Semud kavimlerinde olduğu gibi Pompei’de de hüsranla sonuçlanmış ve Pompei hâk ile yeksan olmuştur. Latrinalardan genelde üst düzey kişiler ile zenginler istifade ediyordu. Halk ise tuvalet ihtiyacını evlerinde, kap kacak içerisine yaparak gideriyor ve atıkları da sokağa döküyorlardı. Dışkıların sokaklara dökülmesi nedeniyle de sokakların yürünemez hale geldiğini, yapılan arkeolojik kazılardan elde edilen verilere dayanarak söyleyebiliyoruz. Nitekim Pompei’deki bazı caddelerde/sokaklarda bir kaldırımdan diğerine geçerken, pencerelerden dökülüp yolu kaplayan dışkıların ayaklara bulaşmaması için iki kaldırım arasına, üzerine basarak karşıya geçebilmek için, taşlar yerleştirilmiştir. Dışkının evin içerisinde bir kaba yapıldıktan sonra sokağa dökülmesi âdeti Avrupa ülkelerinde yakın tarihlere kadar devam etmiştir. İstanbul’da 17. Yüzyılda İngiliz Büyükelçiliği mensuplarının tuvalet ihtiyaçlarını giderdikten sonra dışkılarını sokağa atmakta olmaları nedeniyle, onlara, İstanbul şehir merkezine uzak, Tarabya’da bir konak tahsis edildiğini ve ancak 19. Yüzyıl başlarında tuvalette ihtiyaçlarını gidereceklerine dair kesin söz vermelerinden sonra tekrar İstanbul’a Taksim’e taşınmalarına izin verildiğini biliyoruz. Roma İmparatorluğunun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra batıda Avrupa kıtasında yer alan devletlerde temizlik konusunda büyük bir gerileme olmuş, tuvalet ve banyo zamanla unutulmuş, özellikle Ortaçağ Avrupa’sında bedensel ve çevresel temizliğe önem verilmemesi nedeniyle salgın hastalıklar baş göstermiştir. Devam edecek
yirmidokuz
Ekim 2016
Güneşin doğduğu yer, Ne güneşler doğurdum; Gökteki güneşten başka. Gökteki Güneş, Yıldız sayılır, onların parlaklığında. Ademin çocuklarına beşikler verdim, Nuh’a gemi, ormanlarımdan. Musa’ya Asa, İsa’ya Kâse Muhammed’e minber verdiğim gibi. Havva’nın ninnisi söylenir, ovalarımda. Dağlarımda Davud’un avazı, Tur’da Musa’nın sayhası, Bilâl’in çınlayan ezanı gibi, Ben Doğuyum, hem Orta Doğu, Ne medeniyetler, doğurdum, gerçek medinelerde Ne şehirler kurdum. Babil’den,Ninova’dan Kudüs’ten sonra. Ne Krallar yükseltip alçaltım, Karun,Nemrut, Firavundan başka. Yollarımda Peygamberlerin ayak izleri var, Şu İbrahim’in Mezopotamya’da, Oradaki, Nasara’lı İsa’nın Ya Muhammed’in izleri, Mekke’den Medine’ye kadar. Ben doğuyum, Güneşin doğduğu yer, Ne güneşler doğurdum, Gökteki güneşten başka, Konfüçyüs, Zerdüşt, Buda, Fikir adamıydılar, dava adamıydılar. Sonra Aristo, Platon Greec’i, Roma’yı kurdular. Farabi, İbni Rüşt, İbni Sina Doğudan aldıkları ışıkla, Batıyı aydınlatıp, Dante’yi ve Nietzsche’yi çıkardılar. Sonra soyguncular, talancılar geldi Bendeki işbirlikçilerle, Barbarlar, mülkümü yağmaladılar. Romalılar ve başka barbarlar, Ser verdim sır vermedim. Ürettiğim bütün zenginlikleri çaldılar; Altın mücevher, petrol ne varsa, Her şeyimi aldılar, ruhumdan başka. Götürüp apartman, gökdelen kurdular, Ama ruhsuz, ama taş,beton, demir yığınları, İnsanları hapsetmek için “çağdaş” zındanlar. Adına şehir dediler, şehir görmemişler. Şehir, Semerkant’tı Buharaydı, Bağdat’tı. Çevresi bağlar, bahçeler Adam gibi adamların yaşadığı yer. Ben doğuyum, Güneşin doğduğu yer, Ne güneşler doğurdum Gökteki güneşten başka, Öyle parlak öyle parlaktılar, Güneş yıldız kalırdı onların ışıklarında. Nur yüzlü Havariler. Daha binlerce veli, aziz ve azizeler Hallac,Yesevi, Arabi, Mevlana, Yunus’lar O hikayesini dinlediğiniz, Küllerinden yeniden doğan. Zümrüdü Anka kuşu benim; Kaf dağımda yaşar. Ben ölümsüzlük iksiri içtim, Bende Cebrail nefesi var. İnanmazsanız Semur’a sorun, Bilir, o nefes neye yarar. ....
Halit Özdüzen
Kara mizah
Ben doğuyum
Biraz mizah iyi gelir Durdu Güneş Peygamberimiz, “Kalplerinizi düzenli olarak ferahlatın; çünkü eğer kalpleriniz sıkılırlarsa körleşirler” hadisi şerifiyle kırıcı olmayan, yalan olmayan seviyeli bir mizahı teşvik etmiştir. Günlük hayat içinde bazen hayatın olumsuzlukları, engelleri bizi bunaltır. Bunları aşmanın bir yolu da hayata mizah eklemektir. Mizahı ya sanat ürünlerinden temin edip hayata katabiliriz ya üretebiliriz ya da hayatın içinden derleyebiliriz. Hayata gülümseyen bir eda ile baktığımız da onun içindeki mizahı yakalayabiliriz. Bu yazımda yaşanmış hayatın içinden fıkralardan bir buket sunuyorum. Yüzünüzden tebessüm eksik olmasın. Ayrıca mümin kardeşlerimize tebessüm ikram edelim. CAHİL OLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ Bir arkadaşın babası bir dostuna hem okuma alışkanlığı kazansın hem de dini bilgiler öğrensin diye ilmihal kitabı vermiş. Zaman zaman karşılaştığında kitabı okuyup okumadığını soruyormuş. Her seferinde dostu, “okuyorum” diye cevap veriyormuş. Sonunda “kitabı okudum” diyerek getirip vermiş. Arkadaşın babası kitabın sayfalarının pek açılmadığı farkedince sormuş. “Gerçekten sen bu kitabı okudun mu?” Adam, önce kem küm etmiş sonra “İşin doğrusunu söylersen kitabı tam okumadım.” demiş. “Kitaba başladım. Kitabın başında ‘Bilerek işlenen günahın bilmeyerek işlenen günahtan daha ağır olduğu’ yazıyordu. Günahı ne de olsa işliyoruz. Öğrenip de günahlarımızı ağırlaştırmanın anlamı yok diye düşündüm” demiş. DOSYA DÜŞERSE Bir tapu davasında davacı avukatı duruşmaya gelmemiş davalı yaşlı adam gelmişti. Hâkim, duruşma tutanağını yazdırmaya başladı: “Belirli gün ve saatte celse açıldı. Davacı vekilinin gelmediği, davalının geldiği görüldü. Açık olarak duruşmaya devam olundu” Sonra hâkim, yaşlı adama bakıp sordu. “Davacı vekili gelmemiş. Davayı takip edecek misin?” Yaşlı adam, “Biz buraya dava için geldik, takip edip bitirelim, tabi” dedi. Hâkim izah etti. “Amca takip etmezseniz dosyanın işlemden kaldırılmasına karar vereceğim. Davacı üç ay içinde davayı yenilemezse dava açılmamış sayılacak. Yani dava düşecek.” Yaşlı adam, “Dava nasıl düşer hâkim bey! Geldik işte buraya, davayı düşürmeden müşürmeden sapasağlam bitirsen de gitsek” dedi. Hâkim yaşlı adamın aleyhinde olan bu davayı takip etmesinin doğru olmadığını biliyor ancak sadece hukuksal durumu açıklamakla yetiniyordu. Dosyayı tekrar eline aldı “Bak amca! Bu dosyayı takip edersen, hep buraya gelip gideceksin ve masrafların olacak.
Takip etmezsen dava düşecek” dedi. Dosyayı masanın önüne doğru atınca, dosya masadan düştü. Yaşlı adam gayri ihtiyari, “dosya düştü hâkim bey” dedi. Hakim, “evet” dedi, “dosya düştü, eğer keşif parası, bilirkişi parası, tebligat parası yatırırsan o dosya masanın üstüne çıkacak yoksa düştüğü yerde kalacak” dedi. Yaşlı adam, “Ha şimdi anladım hâkim bey. O dosya düştüğü yerden kalkamaz, masa yüzü de göremez inşallah, düşen dosyayı takip etmiyorum” deyip ayrıldı. YILANA MILANA GEREK YOK Hukukun Temel Kavramları dersini veriyorum. Derste hak, hukuk ve adalet kavramlarını açıklayıp sonra adaletin kaynağını anlatırken gözleri örtülü Adalet Tanrıçası Themis’teki sembollere dikkat çektim. “Themis’in bir elinde kılıç bir elinde terazi vardır. Terazi, hakkı ve suçu hassas bir şekilde belirlemeyi, kılıç ise hakkı yerine getirmek ve suçluyu cezalandırmak için gücü temsil eder. Themis’in gözlerinin örtülü olmasının anlamı, adalet üzere karar verirken; kişisel etkilerden uzak, objektif ve tarafsız olmayı simgeler. Themis’in ayağının altında bir yılan vardır. Yılan kötülüğün sembolüdür. Kötülük her zaman her dönemde vardır ama kontrol altında tutulması gerekir. Yılan, ayakla kanun arasında yer almıştır. Bu simge, kötülüğe karşı yaptırım uygularken keyfi değil, hukuka uygun davranılmasına işaret eder” dedim. Derse ara verdim odaya geçerken, bir öğrenci yanıma yaklaştı. “Hocam, o tanrıçanın eline bir Kuran-ı Kerim vereceksin, o zaman yılana mılana hiç gerek kalmaz” dedi. YÜZÜMÜZE TÜKÜRÜRDÜ Yargıtay 13. Ceza Dairesi hâkimi ile 15 Ceza Dairesi hâkimi belediye otobüsünde yan yana oturmuş giderlerken, hal hatır sorduktan sonra “nasıl gidiyor işler?” deyince 13. Ceza Dairesi hâkimi “Ne yapalım hırsızlıkla uğraşıp duruyoruz” demiş. 15. Ceza Dairesi hâkimi de “Biz de dolandırıcılıkla uğraşıp duruyoruz” diye karşılık vermiş. Karşılarında oturan yaşlı adam bu sözleri duyunca gayri ihtiyari çıkışmış, “Ayıp ayıp şu yaşta uğraştığınız işlere bakın, yazıklar olsun size!” demiş. 15. Ceza Dairesi hâkimi bir an için, ne söylendiğinin ve nasıl anlaşıldığının farkına varmış, sonra arkadaşına “İyi ki 14. Ceza Dairesinde değiliz. Adam yüzümüze bile tükürebilirdi.” demiş. (Not: 14. Ceza Dairesi de; cinsel saldırı, cinsel taciz, çocukların cinsel istismarı gibi suçlara bakmaktadır. Uğraşmak; hem bir şeyi iş edinmek hem de bir şeyle savaşmak, mücadele etmek anlamlarında kullanılır)
otuz
Muharrem 1438
Recep Garip
Miyasoğlu ya da idealizmin romanı - 2
Vefatının üçüncü yılında bir dava ve aksiyon insanını, edebi şahsiyetiyle aksiyonu buluşturmuş bir gönül insanı olan Mustafa Miyasoğlu’nu dualarla anıyoruz... Edebiyatın her alanında verdiği eserleriyle gündemimizden düşmeyen Usta’ya selam olsun Doğrusu nedir öyleyse? Doğrusu, üzerinde yaşadığımız iklimlerin, kadim birikimlerin, kültürel mirasların, geçmiş asırların, tarihi gerçeklerin, iman ve inanç çizgisinde var olan bütün değerlerin –inanalım ya da inanmayalım- bizim değerlerimiz olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Öyleyse bu birikimler eşliğinde değerlendirmek ve tercihleri yaparken de milletin, memleketin, toplumun, devletin geleceği adına tercihlerde bulunarak, kalemleri tercih ederek, kelamımızı kullanarak katkılarda bulunmamız icap eder. Bireysel tercihimizden ziyade toplumsal hafızanın düzgün, mutedil ve tevhit içinde olması bizleri daha da güçlendirecektir. Böyle yapamadığımızdandır batı klasikleri, Rus klasikleri doğu klasikleri düşünce ekseninde tercihler değişikliğine neden olmaktadır. Tercihler taraf olunca, tahlillerde, ölçütler de, seçkiler de, tenkitler de taraf olmaktadır. Oysa tarafsızlık duruşu, en doğru duruştur ve doğrunun belirginleşmesinde, ortaya çıkmasında en önemli unsurdur. Son yüzyıldır genel itibariyle –istisnalar kaideyi bozmaz- durum değerlendirmesi, tahliller, tercihler bu doğrultuda yapılmaktadır. Miyasoğlu, “Roman Düşüncesi ve Türk Romanı” eseriyle, istikamet vaz eden romanları öne almış, edebi değerlere dikkat çekmiş, dil, kurgu ve roman yazım usulleri açısında da çağdaş romanlar zincirinde olan eserleri okuyucuyla tanıştırmak istemiştir. Bu açıdan bakıldığında Türk edebiyatının değerleri içinde belirginleşecek olan seçki niteliğindeki bu kapsamlı çalışma bir bakıma, genç edebiyat okurları ve genç roman çalışanları için el kitabı niteliğinde olduğunu arz etmiş olalım. Belki de Miyasoğlu’nun öne çıkan özelliklerinden birisi de genç yetenekleri dikkate alarak onların ardından itiyor-teşvik ediyor-öne çıkarıyor olmasıdır. İstidat gördüğü kim olursa olsun mutlaka ondan iltifat almış, yeni şeyler üretmesi için yollar göstermiş ve projeler önermiştir. Bu büyük coğrafyada asırlardır yaşıyor olmamızın bir avantajı olan, çok sesli, çok kültürlü ve çok dinli bir topluluk oluşumuzdandır ki romancılığımızın da, gazeteciliğimizin de, iddialarımızın da, kültürel birikimimiz açısından çok zengin olduğu ger-
çektir. Bu gerçekliği gören yazar kültürel mirasımızın peşinden koşmuş ve onu dert edinmiştir. Düşüncelerini aktarırken duygusallık etmeden, tarafsızlığını önde tutarak değerlerimizin bütünlüğüne katkıda bulunmayı yeğlemiştir. Bazı eserlerinin Arapça, İngilizce ve Urduca’ya çevrildiğini biliyoruz. Kahire, Ankara ve Samsun Üniversitelerinde eserleri ve sanat kişiliği üzerine tezler hazırlanmıştır. Filiz, Hisar, Türk Edebiyatı, Edebiyat, Mavera, Milli Gençlik, Yeni Sanat, Sedir gibi dergilerde yazı ve şiirlerinin yayınlandığını biliyoruz. “Zamanın Aynası” ya da “Pancur”; Türkiye’nin fotoğrafını Anadolu’dan çeken bir hikâye eseridir. Daha sonraki zamanlarda romanlarına ev sahipliği yapacaktır. Özellikle aynı dönemlerde Türk filmlerinde var olan taşı toprağı altın denilen payitahta-İstanbul’a gelişin, göçün getirdikleri ve götürdükleri üzerine kurgulanmıştır hikâyeler. Hikâyelerinin kurgusu ve işleme mantığı romanı çağrıştırır. Genel anlamıyla romanları roman mantığına uygun klasik özellikleri barındırır, yazarken yeni tavırlar geliştirme yerine normal roman mantığına bağlı kalır. Hayatına sirayet etmiş olan yerli olma bilinci, duruşu, aynıyla kelamında-sözlerinde-konuşmalarında nasılsa, yazılarında da, roman ve hikâyelerinde de vardır. En önemli belirginliği dini hassasiyetiyle milli hassasiyetinin iç içe geçmiş olması et ve kemik gibi kaynaşmış bulunmasıdır. Hayata nasıl bakıyorsa, nasıl algılıyorsa, hayatı nasıl tanımlıyorsa okuyucusuna da aynı hisleri, duyguları vermeyi uygun bulmuştur. Miyasoğlu, iyi bir gözlemci ve tahlilcidir. Asıl itibariyle tavır alış-geliştiriş şekli de yazılarındaki duruşuyla da benzerlikler gösterir. İçinde yaşadığı coğrafyanın, ülkenin, tarihin derinliklerinden ilhamlar almakla kalmaz, onları romanlarında işleyerek, kaybedilmesinin asla doğru olmadığına inandığı hususları, değerleri okuyucuya bir bakıma yedirir. Bu kaleme inanmışlığın bir bedelidir. Tarih ülküsü, vatan sevgisi, değerler manzumesi bütünüyle dinin terbiyesinden geçerek anlam kazanır. Üzerinde yaşadığımız toprakların değerini, bir medeniyet savunucusu olarak her halükarda okuyucuya-dinleyiciye
verir. Yazma-konuşma-var olma nedeni budur Miyasoğlu’nun, buna inanır ve iman eder. Bundan dolayıdır ki geçmişle gelecek arasında köprüler kurmak ister. Örneğin; Dede Korkut Kitabı, Necip Fazıl Kısakürek, Asaf Halet Çelebi, Ziya Osman Saba, Haldun Taner gibi inceleme ve biyografi çalışmaları yapar. Böylesine çok yönlü yazar ve edebiyatçı bulmak ve her alanda başarılarla alkışlanmak az kişiye özgüdür. Suffe yayınlarını kuruyor ve aynı isimle yıllıklar yayımlıyor. Yıllıkların dönemi önemli-aranan yıllıklardır. Her bir edebiyat sevdalısının kütüphanesinde mevcuttur. Şiir kitapları; Rüya Çağrısı, Devran, Hicret Destanı, Şiirler ve Bir Gülü Andıkça, Kalbimin Coğrafyası, Hikâyede ise; Geçmiş Zaman Aynası (Pancur) – (Devrim Otomobili) Romanları ise; Kaybolmuş Günler, Dönemeç, Güzel Ölüm, Bir Aşk Serüveni, Yollar ve İzler Denemeleriyse; Edebiyat Geleneği, Devlet ve Zihniyet, Muhacir, Roman Düşüncesi ve Türk Romanı, Kültür Hayatımız, Edebiyat Sohbetleri, Bir Gönül Medeniyeti Hayati Koca’nın “Mustafa Miyasoğlu’nun Romanları ve Romancılığı” eseri, Çukurova Üniversitesinde yaptığı Yüksek Lisans Tezinden oluşuyor. Kitabın giriş bölümü 2. sayfada şöyle ifade ediyor Koca; “Biz de bu çalışmada edebiyatın farklı alanlarında eserler vermiş olan Mustafa Miyasoğlu’nun romanları ve romancılığı üzerinde durduk. Sanat eserlerinin yanında estetik görüşlerini de yazıları ve konuşmalarıyla ortaya koyan Mustafa Miyasoğlu, hayatının erken dönemlerinde edebiyata ilgi duymuş, yaşamını, fikirlerini ve duygularını birleştirerek edebiyatı her yönüyle tanımaya çalışmıştır. Bu süre içinde şiir, hikâye, tiyatro, roman, deneme, eleştiri vb. türlerde eserler vermiş; antoloji, derleme, sadeleştirme, uyarlama ve yıllık çalışmalar da ortaya çıkarmıştır.” “Kaybolmuş Günler” ilk romanıdır Miyasoğlu’nun. Ana tema Anadolu şehirlerinden İstanbul’a üniversiteyi kazanıp gelmiş olan gençlerin, geçirdikleri sarsıntıları, acıları, çığlıkları, direnişlerini, büyükşehre alışmalarıyla birlikte geçirdikleri evreleri, bunalımları, çıkmazlarını konu edinmektedir. Kimlik kazanmada düşüncenin,
sanatın, kitabın kazandırdıklarına inat iç çatışmalar romanın gündemindedir. Gençliğin okuma sevdasının nelere mal olduğu üzerinde yolculuklar sürerken, siyasal atmosferin gençliğe etkisiyle gençliğin sürüklendiği ortamlar, romanın temasını da belirlemiş olur. “Dönemeç” ikinci romanıdır. Aslında bütün romanlarında klasik roman kurallarını aksatmadan-değiştirmeden kaleme almıştır. Doğduğu şehir olan Kayseri’yi mekân olarak seçmiştir yazar. Farklı bir konuyu gündemine alan yazarımız zengin ile fakirin, şehirli ile köylünün arasında arasat yaşayan birilerinin acılarını, hissettiklerini gündemine alır. Çağın getirdiği en olumsuz hastalıklardan birisi olan bireyciliğin sıkıntıları, kısa sürede evlenip ayrılan çiftlerin toplumu nasıl alabora ettiği, siyasal kutuplaşmaların-çatışmaların toplumu nasıl da ikiye, üçe ayırdığı gibi hususlar romanda ustaca işlenmiştir. Bireylerin genel yalnızlığını aileler arasındaki çözümlemelerde yansıttığını, toplumun gidişindeki aksaklıkları okuyucuya aktarır. Üçüncü roman “Güzel Ölüm”de, 1974 Kıbrıs harbini-harekâtını anlatıyor romancımız. Elbette bunu yaparken gerçek bir aşk öyküsünden yola çıkarak tarihin eşsiz sayfalarında dolaşma imkânını bulabiliyor okuyucu. O vakitler Adana İmam Hatip Lisesi son sınıftaydım ve Havaalanında Kıbrıslı Türkleri karşıladık günlerce mehter takımıyla. Romandaki savaş, tarih ve aşk, hayatın bizatihi içinde mevcuttur zaten. Devamı yan sahifede
otuzbir
Ekim 2016
Toplumumuzun farklılıklarıyla nasıl da bir bütünlük sağladığını görmek mümkündür. Toplumsal çözümlemede sosyolojik tahliller romanı zenginleştiriyor. Türkiye renkliliği içinde Kıbrıs harekâtını kavrayışları-farklı bakışları konu edinilse de bir bütünlük gözlemleniyor. Gelelim şimdi “Bir Aşk Serüveni” ne. İlk hikâye kitabının ikinci baskısını “Pancur” diye yayınlamış yazarımız. Pancur’dan yola çıkılmış bir roman ve gerçek bir aşkın romanı. Adından da belli zaten. Bir aşk yolculuğu alıp insanı nerelerden nerelere götürmüyor ki? Hayatın, yaşamın ana kaynağı olan aşk Miyasoğlu’nun dördüncü romanıdır. Aşk, anlatılmaz, yaşanır ve roman okunur. Son romanı “Yollar ve İzler” de okuyucuya, aile kurumunun, tarih şuurunun, yüzyıllar boyu bizleri besleyen değerlerimizin, inançlarımızla beslenerek bir toplum oluşturmanın, devlet olmanın bilinci üzerinde durmaktadır. Bireyin aile kurumuyla bağlantısındaki var oluş hassasiyeti aynıyla içinde yaşadığımız toplum için de geçerlidir, çünkü tarihin heybesinde var olanlar bunlardır. Bu değerler, bizi var eden değerlerdir. Aksi düşünülemez. Aksini düşünen batı dünyası bireyselleşmiş ve komaya girmiştir. Bireysellik toplumun çözülmesi, değerlerin kaybolmasıdır. Yazıyı şöyle sonlandırmak mümkündür; Mustafa Miyasoğlu, bilinçli, birikimli, tercihli, tedbirli ve tevekküllü bir romancıdır. Kadim kültür dediğimiz geçmiş asırların bize taşıdığı bütün değerlere açıktır. Kendi köklerimizde var olacağımıza bütün kalbiyle inandığı için hayatını bu alana tevdi eder. Bu alan yazın alanıdır. Yazıda, şiirde, edebiyatta, estetikte ve düşüncede, değerler üretmek ve kalıcı olabilmek için köklere bağlı kalmaktan başka yol yoktur. Geçmişimiz, inançla tarih yazmış, inançla devlet olmuş ve inançla hayata bakmış olan uygarlığımızın bize bıraktıkları-taşıdıkları, kutsal emanetler niteliğindedir. Bundan dolayıdır ki aile önemlidir, tarih, devlet, din ve dil önemlidir. Miyasoğlu’nun ömrünce verdiği mücadele budur. Hayati Koca’nın eserinin 222. Sayfasında Miyasoğlu için sonuç değerlendirmesi önemli; “Yerli olmadan milli, milli olmadan da insani değerleri yakalamanın ve estetik bir seviye tutturmanın mümkün olmayacağına inanmaktadır. Miyasoğlu’nun romanı başlı başına bir mesele olarak ele alışı ve bu meseleye çeşitli yönlerden bakış tarzı, ona, roman geleneğimizde her zaman için önemini koruyacak seçkin bir yer kazandıracaktır. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nın en verimli sanatçılarından olan Mustafa Miyasoğlu, edebiyat tarihimizin önemli bir romancısı ve araştırmacısıdır.” Vefatının üçüncü yılında Rabbimden rahmet diliyorum. Kaldığı yerden bayrağı taşımayı sürdürdüğümüzü, kalemi elimizden, davayı gönlümüzden ve dilimizden düşürmediğimizi, projeler üstüne projeler üretmeyi de bir ödev bildiğimizi ifade ediyorum. Üç ihlas ve bir Fatiha ile muhabbetimizi ikram etmiş olalım vesselam.
Safahat Dersleri - 2 Safahat’ın bölümleri Mustafa Özçelik “Safahat” denildiğinde aslında tek bir kitaptan değil bir şiir külliyatından söz ediyoruz demektir. Zira, 450-500 sayfa civarındaki bu eser, aslında yedi ayrı kitaptan oluşmaktadır ve bunlardan sadece ilki “Safahat” adını taşımaktadır. Nitekim, ilk toplu baskısının yapıldığı 1928 tarihine kadar bu kitaplar ayrı ayrı basılmışlardır. Nitekim günümüzde de toplu basımların yanı sıra bu ayrımı hassaten belirtmek için ayrı ayrı basımları yapılmaya başlanmıştır. Öyleyse önce bu kitaplar hangileridir? İlk baskı tarihleri ve yerleriyle birlikte onlardan bahsedelim. 1) Birinci kitap: Safahat (İstanbul, 1911) 2) İkinci kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (İstanbul, 1912) 3) Üçüncü kitap: Hakk’ın Sesleri (İstanbul, 1913) 4) Dördüncü kitap: Fatih Kürsüsü’nde (İstanbul, 1914) 5) Beşinci kitap: Hatıralar (İstanbul, 1917) 6) Altıncı kitap: Asım (İstanbul, 1924) 7) Yedinci kitap: Gölgeler (Kahire, 1933) Bu kitapların ilk toplu baskısı ise 1928’de İstanbul’da gerçekleşir. Akif bu sırada gönüllü sürgün yahut muhacir olarak Mısır’dadır. Dolayısıyla toplu yayın onun tarafından gerçekleştirilmez. Bu işin iki önemli mimarı vardır. Bunlardan ilki Akif’in yakın dostu Eşref Edip diğeri ise Akif’in damadı Ömer Rıza Doğrul’dur. Nitekim sonraki zamanlarda yapılacak toplu Safahat basımlarında Doğrul’un hazırladığı nüsha esas alınacaktır. Burada söylenmesi gereken ilginç bir iki husus daha bulunmaktadır. Bu toplu basımın yapıldığı yıllar basım yayın hürriyeti açısından da sıkıntılı yıllardır. Nitekim kitabın basılmasından kısa bir süre sonra Harf devrimi gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla bu nüs-
ha Osmanlı Türkçesiyle yapılan ilk ve tek nüshadır. Ayrıca 1943’e kadar da Safahat’ın yeni bir baskısı yapılmamıştır. Aradan geçen sürenin yirmi yıla yakın bir süre olduğu düşünülecek olursa bu ilk baskının önemi daha iyi anlaşılır. Eserin naşirleri bu ilk baskıyla eseri unutulmaktan, kaybolmaktan korumuş ve 1943’ten sonra yapılacak baskılar için bir ana metin ortaya koymuş olmaktadırlar. Şunu da ekleyelim: Zaman içerisinde ise Osmanlıca konusunda yayın yapmada ortaya çıkan elverişli ortamda ise Safahat’ın Latin harfli baskılarının yanı sıra Osmanlı Türkçesiyle de basımının yapıldığına tanık olmaktayız. Safahat’ın yayın süreçlerini bir yana bırakıp eserin bölümlerine dönecek olursak şunları söyleyebiliriz. Bu yedi kitap ayrı ayrı elbette önemlidir ama toplu bir şekilde basılması başka bir önemi daha ortaya çıkarmıştır. Akif, planlı yazmayı ilke edinmiş bir şairdir. Bu yüzden bu yedi kitap, aslında birbirini tamamlayıcı özellikler taşır. Başka bir ifadeyle Safahat’ı yedi katlı bir fikir ve sanat binası gibi düşünecek olursak Akif’i, düşüncelerini anlamak, şiiri, sanatı, dili hakkında eksiksiz bir malumat edinebilmek bu katların birincisinden başlayarak her birini ayrı ayrı ama birbirine bağlı olarak görmekten/okumaktan geçmektedir. Bu yüzden oku-
yucuları ister toplu basımları ister ayrı ayrı yapılan basımları okusunlar, onların bu okumaları mutlaka bir bütünlük içerisinde olmalıdır. Bu yüzden Safahat’ı okumak herhangi bir şiir kitabını okumak gibi değildir. Eserde safha safha anlatılan olaylar vardır. Yani adeta bir kronoloji söz konusudur. Sözün burasında dikkat edilmesi gereken bir hususa daha işaret edelim. Akif’in adı elbette Safahat’la özdeşleşmiştir. Bu durum bir taraftan eserin ve şairinin lehine bir durum arz ederken diğer taraftan bir olumsuzluğa da ister istemez bir kapı aralamıştır. O da Akif’in çokça öne çıkan İstiklal Marşı, Çanakkale Şehitleri gibi birkaç şiiriyle anılır olmasıdır. Burada bir art niyet olmasa bile bir eksiklik vardır. Safahat’taki her şiir, kendi içinde ayrı ayrı önemlidir. Söz yerindeyse her biri yapıyı oluşturan birer bölüm özelliğindedir. Bu yüzden parçalı okumalar, bize hem tam anlamıyla bir Akif fikriyatı sunmayacak hem de kimi yanlış değerlendirmelere kapı aralayacaktır. Safahat’ın bölümleriyle ilgili şunu da önemli görmek gerekir. Bu yedi kitaptaki şiirlerin anlaşılması, tarihi, dini, sosyal, kültürel bir alt yapıyı en azından bu konularda asgari bilgiye ihtiyaç hissetmektedir. Bu yüzden Safahat’ın zengin anlam dünyasına girmek isteyenler ya bir ön bilgilenme ile okumalıdırlar yahut konuya vakıf birinin rehberliğinde okumalar yapmalıdırlar. Bu konuda hassasiyet sahibi kişi ve çevreler, tıpkı gelenekteki Mesnevi, Bostan, Gülistan okumaları gibi Safahat okumalarını da organize etmek ve uygulamakla hem kendileri hem de millet hayatımız için çok önemli bir faaliyeti gerçekleştirmiş olacaklardır.
otuziki
Muharrem 1438
Tefrikanın ilacı; Tevhid... Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ NEÜ. İlahiyat Fakültesi Dekanı
Kur’an-ı Kerim’de açıkça İslam ümmetini bölecek tefrika kaynaklı dinde ihtilaf çıkarmak şiddetle kınanmıştır: “Dinlerini parça parça edip gruplara ayıranlar var ya, (Habibim) senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.” (En’âm 6/159) İslam Dini’nin özünü tevhid inancı oluşturur. Tevhid kelimesi kök anlamı itibariyle, “tek” anlamına gelen “ehad” ve bir anlamına gelen “vâhid” sözcüklerinden türemiş olup “birlemek, bir şeyin bir olduğuna hükmetmek” demektir. Bu anlamda tevhid Allah hakkında kullanıldığı zaman “eşi, ortağı ve benzeri olmayan bir ve tek” manasına gelir. “Sizin ilahınız bir tek ilahtır” (Bakara 2/163) âyetinde geçen “vâhid” ile “De ki: O Allah bir tektir” ( İhlâs 112/1) âyetinde geçen “ehad” sözcüğü tevhid kelimesiyle aynı köktendir. Dini ıstılahta ise tevhid; Allah Teâlâ’yı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir kabul edip; zatında, sıfatlarında ve fiillerinde O’na bir başkasını denk, emsal ve ortak tutmamaktır. Allah’ın birliği inancı olan tevhid, İslam binâsının su basmanı gibidir. İnsana gönülde, dilde ve davranışlarda istikamet kazandırır. Varlık alanında tevhid ise, her şeyin her şeyle
ve her şeyin bir Şey’le ilişkili olduğunu ortaya koyar. Bir tek Allah inancı, kişinin hem kendini hem de yaşadığı kâinatı, başlangıcı, bugünü ve sonrası açısından anlamlandırmasını sağlayan esas unsurdur. Allah inancı olmaksızın bu anlamlandırmayı yapmaya çalışanlar, insanın aklını ve de ruhunu tatmin etmeyen bir takım saçma teorilerin kıskacında bocalayıp durmuşlardır. Tevhidin zıddı, tefrikadır. Tefrika, iki varlığı birbirinden ayırmak ve parçalamaktır. Kur’an-ı Kerim’e göre; “açık hükümler karşısında ayrılığa düşmek”(Âl-i İmran 3/105); “dini ikame etmemek” (Şûrâ 42/3); “Allah ve Resulünü birbirine rakip iki güç olarak karşı karşıya getirmek”(Nisa 4/150); “peygamberler arasında ayrımcılık yapmak” (Bakara 2/136;“bireysel ve toplumsal hayatın düzenlenmesinde Kur’an’a uygun davranışlarda bulunmamak”(Âl-i İmran 3/103); “dini parçalamak” (En’am 6/159) gibi davranışların her biri
dinde tefrika çıkarmaktır. Her ne kadar, Müslümanlar arasında yorum farklılıkları, bazı sınırlar içinde doğal karşılanırsa da sosyal ayrılıkları derinleştirici yorumlar toplumsal hayatın yapısını sarsacağı, Müslüman topluluğu parçalara ayırıp onların şevket ve kudretini zaafa uğratacağı için doğru bulunmamıştır. Nitekim bu konuyla alakalı olarak Kur’an’da: “Siz kendilerine apaçık ayetler, deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın”(Âl-i İmran 3/105) buyrulmak suretiyle dini alandaki tefrikaya dikkatlerimiz çekilmiştir. Yoksa dini hükümlerin anlaşılması ve yorumlanması konusunda delillere dayanılarak farklı görüşlerin beyanı tefrika değil, rahmet olarak telakki edilir. Müslümanlar arasında ihtilaf konusu olarak ortaya çıkan ilmi bir mesele; düşmanlık, kin ve ayrılıklara yol açmadığı sürece makbuldür. Eğer herhangi bir mesele,
Müslümanlar arasında düşmanlık kin ve tefrika meydana getiriyorsa o, dini ve meşru değildir. Kur’an-ı Kerim’de açıkça İslam ümmetini bölecek tefrika kaynaklı dinde ihtilaf çıkarmak şiddetle kınanmıştır: “Dinlerini parça parça edip gruplara ayıranlar var ya, (Habibim) senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.” (En’âm 6/159) Bu ayette geçen: “Dinlerini parça parça edenler” ifadesi, dinin bazı hükümlerini kendi hevasını onaylatıcı bir tarzda okuyan işine gelmediği için bazı hükümleri tanımayan ya da manevi tahrife giderek Allah’ın ayetlerini kendi nefsani arzularına alet ederek parçalayanlar, sosyal tevhid için değil de Müslümanların bölünüp parçalanması için çaba sarf edenler anlamına gelir. Yine aynı ayetin devamında: “Gruplara ayıranlar” tabiri ise, bir sapma vesilesi olan heva duygusuna taraftarlık ederek fırka fırka olup tefrikaya düşenler manasındadır. Devam edecek
Muharrem ayının fazileti Muharrem ayı : Şehrullahi’l-Muharrem olarak meşhur olan, yani Allah’ın ayı Muharrem olarak bilinen Muharrem ayı, İlahi bereket ve feyzin, Rabbani ihsan ve keremin coştuğu ve bollaştığı bir aydır. Âşura Günü ise Muharrem’in 10. günüdür. Âşura Gününün Allah katında ayrı bir yeri vardır. Bugünde Cenâb-ı Hak on peygamberine on çeşit ikramda bulunmuş ve kudsiyetini arttırmıştır. Bugünlerde oruç tutmak çok faziletlidir. Bugünde on peygamberine on farklı ikramda bulunan Allah (cc), bizlere de af ve mağfiret için imkânlar sunuyor. Peki, bu kutlu ayı nasıldeğerlendirmeli?Asr-ı saadet döneminde sahabeden biri Peygamberimiz’in (sas) yanına gelir ve “Ramazan’dan sonra ne zaman oruç tutmamı tavsiye edersiniz?” diye sorar. Peygamberimiz, “Muharrem ayında oruç tut. Çünkü o, Allah’ın ayıdır. Bu ayın onuncu gününde tutulan orucun Allah katında, o günden önceki bir sene-
nin günahlarına kefaret olacağını kuvvetle ümit ediyorum. cevabını verir. Hicretin 1433′üncü yılına girilecek. Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicretini esas alan bugün, İslam tarihinde bir dönüm noktası. Bu mübarek gün, Hz. Ömer zamanında takvim başlangıcı kabul edildi ve 1 Muharrem hicri yılbaşı oldu. Muharrem ayı ve aşure günü, Hristiyan ve Yahudiler tarafından da kutsal sayılırdı. Nitekim Peygamberimiz Medine’ye hicret ettikten sonra orada yaşayan Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrendi. Bunun ne orucu olduğunu sordu. Yahudiler, “Bugün Allah’ın Musa’yı düşmanlarından kurtardığı, Firavun’u boğdurduğu gün. Hz. Musa, şükür olarak bugün oruç tutmuştur.” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz de, “Biz, Musa’nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz.” buyurdu. O gün oruç tuttu ve tutulmasını da emretti. Ancak ertesi sene Ramazan
orucu farz kılınınca isteyenlerin tutmasını söyledi. Peygamberimiz (sas), bugünle ilgili olarak, “Zilhiccenin son günü ve Muharrem’in birinci günü oruç tutan, o yılın tamamında oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur.” buyuruyor. Muharrem ayı Hicri takvimin birinci ayıdır. Onuncu günün de ismi, Aşure’dir. Tarihi kaynaklara göre milattan çok önce Arap, İsrail ve Fars milletleri tarafından, Muharrem ayının Aşure günü, kutsal kabul edilen ortak bir değerdir. Bugünün değerini ve kutsallığını, tarihler şöyle anlatıyor: -Adem atanın tövbesinin kabul edildiği gün. -Nuh Peygamber’in gemisinin karayı bulduğu gün. -İbrahim Peygamber’in Nemrut’un ateşinden kurtulduğu gün. -Musa Peygamber’in kavmini Firavun’un şerrinden kurtardığı gün. -Yunus Peygamber’in balığın karnından kurtulduğu gün. -Eyüp Peygamber’in dertleri-
ne şifa bulduğu gün. Saymakla bitiremeyeceğimiz bütün peygamberlerin refaha, kurtuluşa ve başarıya ulaştıkları gündür. Onun içindir ki Nuh Peygamber dahil ondan sonra gelen bütün peygamberler, Hz. Muhammed ve Hz. Ali de 10 Muharrem Aşure günü şükür ve senalarını ifade ederek, oruç tutmuşlar. Nuh Peygamber’in kurtuluş çorbasını pişirip fakir fukaraya yedirmişler, hayır ihsan yapmışlar. Bütün tarihler o güne kadar olan, Muharrem ayının kutsallığı ve özelliğini böyle anlatırlar. Bir gün ikramda bulun, bir sene kazan.. Ramazan ayından sonra en faziletli oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem ayında tutulan oruçtur. Hadis-i şerifi, bugünlerde tutulan orucun önemini ifade ediyor. Bu hadisin açıklamasını İmam-ı Gazali şöyle yapıyor: “Muharrem ayı hicri senenin başlangıcı. Böyle bir yılı oruç gibi hayırlı bir temele dayandırmak ne güzel olur.
otuzüç
Ekim 2016
Reddiye Müslüman dünyanın yönetişimi ve liderliği
ﺇﻧﻛﺎﺭ
Serkan Yorgancılar 1938 Eylül’ün son günlerinde Avrupa tarihini çok yakından ilgilendiren bir buluşma gerçekleşir. İngiltere Başbakanı Chamberlian ve Hitler İkinci Dünya Savaşı öncesinde iki ülke arasında bir saldırmazlık anlaşmasını konuşmak üzere Münih’te bir araya gelirler. İngiltere köşeye sıkışmıştır. Hitler ve Mussolini tüm Avrupa’yı kasıp kavurmaktadır. İngiltere, Fransa, Çekoslovakya ve Avrupa ya Hitler’e teslim olacaklar ya da savaşacaklardı. Böylesine karışık bir ortamda Chamberlian tarihe “Dene ve Bir Daha Dene” olarak tarihe geçecek bir hamle yapacaktı. Chamberlian, İngiltere Parlamentosunda Hitler’le anlaşmayı denediğini, bir kez daha denediğini ve bir kez daha denemek istediğini söyler. Henüz oturum kapanmamışken Mussolini ve Hitler’den buluşmanın kabul edildiğine dair bir telgraf gelir. Milletvekilleri yerinden fırlayarak, çığlıklar atmaya başlarlar, kimilerine göre bu parlamento hiçbir zaman böylesine bir sevgi gösterisine şahit olmamıştı. Daha yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğunu parçalayan üzerinde güneş batmayan ülkenin Başbakanı Chamberlian, Münih’e barışı konuşmak için değil Hitler’e dilenmeye gidiyordu. Görüşmeler başladı ve üç gün geçmesine rağmen sonuçlanmadı. Barınaklar kazılmaya devam etti, silah yığılmaya, gaz maskeleri dağıtılmaya, çocuklar Londra’dan uzaklaştırılmaya çalışıldı bu sürede. 3 günlük aradan sonra yenik olarak yurduna dönen ama büyük bir zafer kazanan bir adam gibi karşılanan Chamberlian havaalanında “peace for our time” konuşmasını yapacaktı. İngilizler bu konuşmayla yeniden bayram havasına kapıldı. Hatta sığınakların tuvalet yapılması gerektiğini çünkü Londra’da yeterince tuvalet olmadığını talep edenler olur. Chamberlian’ın anıtının dikilmesi bile önerilir. Ama iki gün sonra herşey biter ve Almanya Çekoslavakyaya girer, bir müddet sonrada Londra semalarında Alman tayyareleri görünmeye başlar. Dünya sistemi sürekli bir değişim geçirmektedir. Bu, geçmişte de böyleydi. Roma İmparatorluğu
Avrupa’yı istila etmeye başladığında önüne çıkan yerli halkı “barbarlar” olarak isimlendiriyor, kendi işgallerini de bu topraklara “medeniyet” getirme iddiasında bulunarak meşru bir zemine çekiyordu. Güçlü olan söylemi de ideolojiyi de “inşa” ediyordu. Ancak gücün inşa ettiği söylem de ideoloji de bizim penceremizden her zaman hak ve adil olmak durumunda değildir. Biz Müslümanlar varlığımızı ve meşrutiyetimizi hak ve adalet ölçüsüne ne kadar bağlı kaldığımızla ispat edebiliriz. Hak ve adalet ölçüsüne sadece “ötekiler” değil, içimizde bulunduğu iddiasında bulunanlar da aykırı davrandıklarında onlarla yollarımız ayrılır. Günümüzde birçok Müslüman başlarına gelen belaların küresel ölçekte lider yoksunluğundan olduğuna inanmaktadır. Hilafet, Müslümanların zihin dünyalarında “adil ve ahlaki liderlik” idealinin sembolüdür, halife de bu ideal sembolün şahsiyetleşmiş halidir. Hilafetin ya da Müslüman dünyanın son lider devleti Osmanlıdır. Osmanlıdan önce hilafeti Emeviler, Abbasiler, Fatimiler, Safevilerde bünyesinde taşımıştır. Müslüman toplumlarda aynı zaman diliminde birden çok halifenin var olduğu zaman dilimleri de olmuştur. Halifenin güç ve otoritesinin sınırları çoğu zaman muğlak kalmıştır. Osmanlı tecrübesi halife ve imparatoru aynı kişide birleştirmiş, halifenin boşalttığı dini otoriteyi de Şeyhülislamlık makamını ihdas ederek doldurduğunu düşünmüştür. Osmanlı’nın bu uygulaması her ne kadar eleştirel durumları da içerisinde barındırıyor olsa da bu uygulamadan küresel bir dünya devleti çıktığını düşünürsek dönemi için başarılı olduğu ama zaman içerisinde çelişkilerin önüne de geçemediği de bir vakıadır. Kaç padişah/halifeye karşı kaç Şeyhülislam. Hilafet merkezli dünya liderliğinde İslam ve İslami kültür bütün milletlerin tek çatı altında toplanmaya çalışıldığı bir düzenleyici ilke statüsündeydi. Küresel bir sistem kurma, farklı etnik yapıları içerisinde barındırma, coğrafi olarak büyük topraklarda egemenlik kurma sonuç
olarak daha esnek ve kapsayıcı bir söylemi zorunlu kılar. Müslümanların ortak paydası olan İslam bir din olarak tektir, Kur’an ve sünnet bellidir. Ancak islamı anlama ve yorumlama biçimleri çatışmanın kaynağıdır. Bazı sosyal bilimciler hilafet meselesinin karmaşıklığı nedeniyle bir daha kimse tarafından geri getirilemeyeceğini iddia ederler. Buna en büyük gerekçeleri de hilafet konusunda İslam dünyasının kafasının son derece karışık olduğunu delil gösterirler. Hilafet meselesindeki karmaşık konular ise Halife kim olacaktır, yetkileri ne olacaktır, nasıl seçilecektir, kim seçecektir, hangi ülkeden olacaktır, Müslümanlar üzerine hangi yetkilere sahip olacaktır, dünyada bulunan ve birbirlerinden neredeyse nefret eden devletlerle nasıl bir ilişkisi olacaktır, görev alanı hangi alanlara kadar uzanacaktır, görev süresi ne kadar olacaktır, görevden nasıl el çektirilecek ve görüşleri ne kadar ve nasıl bağlayıcı olacaktır. Bu soruların hiçbiri cevaplanmamış durumda. Ayrıca bu sorular meselenin sadece devlet ve hükümet etme yetkisi ilgili olan kısmı. İşin bir de dini kısmı var ki orada dindarların ortak bir akılla, ortak bir tavırla ortaya bir şeyler üretebilmesi yakın gelecekte ufukta görünmüyor. Daha işin başında hilafetin Kureyşiliği konusundaki bitmek bilmeyen tartışmalarla başlarsak (ki kesinlikle buradan başlanacak) bir adım daha ileri gidemeyiz. Cemaat, tarikat, fırka ve mezhepler işin içine girdiğinde ise iş can yakacak noktalara kadar gidebiliyor maalesef. Irak’ta, Suriye’de yaşananlar bunun göstergeleri. Her zaman söylediğim gibi Orta Doğuda yaşanan İslami olmayan dinsel şiddeti siyonizmin, emperyalizmin, şii yayılmacılığının ya da Rusçuluğun bir oyunu olarak yorumlayarak işin üzerini örtmek sadece düşmanların işine yarayacağı gibi akacak Müslüman kanının durdurulmasına da zerre fayda etmez. Sorunları doğru ve özgür bir biçimde konuşabilmeliyiz. Eleştirel aklın yolunu tıkayan her türlü dogmatizmi reddederek, tertipçi dini söylemlerin baskıcı şiddetinden uzaklaşarak işe
başlayabiliriz. Türkiye’nin yaşamakta olduğu siyasi ve sosyal pratik önemlidir. İçerisinde İslam toplumları için önemli örneklikler barındırmaktadır. Ama bizlerin de diğer islam toplumlarında neler olup-bittiği hakkında bilgi ve fikir sahibi olması gerekiyor. İslam dünyasının jeopolitiği çok hızlı ve hesaplanamayan bir biçimde değişim gösteriyor. Yeni güçler, yeni liderler, yeni söylemler, demokratikleşme, yeni fay hatları ve yeni gerilim noktaları oluşuyor. Her değişimi varlığımıza karşı bir tehdit olarak algılamak yerine kendi doğal mecrasında gelişen, islam düşmanlarına hizmet etmeyen, dünya sistemi karşısında ahlak ve adaletin imkan dahilinde olabileceğini ortaya koyan somutluklara kredi açmamız gerekiyor. Sloganik özgüven patlamaları bizi hedefimize ulaştırmaz. Bilgiyi ve bilinci yeniden kurgulamanın evrensel yöntemlerini gözden geçirerek yüz yıllık mağlubiyetten kurtuluşa doğru yol alma vakti çoktan geçiyor. Müslüman dünya kendi dinine, geleneklerine, coğrafyalarına, tarihlerine, ontolojik ve epistemolojik gerçekliklerine uygun yönetişim modelleri üzerinde düşünmeli ve hazır reçeteleri, hiçbir işimize yaramadığı gibi bizi zamanın ve yaşadığımız gerçekliklerin çok dışarısına atan ezberlerini bırakmalıdır. Sanat eserlerimiz yok, mimarimiz yok, estetik kaygılarımız sınırlı ve bütün bunlardan daha kötü olanı ise sanatı, edebiyatı, hukuku, erdemi büyütüp besleyecek adamlarımız/ alanlarımız yok. Başta Müslüman bireylerin gündelik yaşam pratiklerini düzenleyen fıkıhları olmak üzere kelamından felsefesine kadar tüm ilimler yeniden ve cesurca konuşulmalıdır. Kendi zihin dünyamızda büyütüp beslediğimiz ama bir türlü pratik yaşamda somut olarak ortaya koymayı başaramadığımız ahlaklı, adaletli, erdemli ve özgür toplumu oluşturmalıyız. Yoksa şu özdeyişteki gibi oluruz; “plus ça change plus c’est la meme chose” yani değişime rağmen gerçekte değişen bir şey yok.
otuzdört
Muharrem 1438
Sebîlürreşad, TBMM Gizli Celse tutanaklarında araştırdı
LOZAN Lozan konferansı ile ilgili esas tartışmalar, 27 Şubat- 6 Mart 1923 tarihleri arasında gerçekleşen gizli celselerde yaşanmıştı... İşte Meclis’te o tarihte yaşanan gizli oturumun tutanakları üzerinden Lozan gerçeği... Hazırlayan: Ahmet Akgül/USTAD Başkanı
Ankara antlaşmasının geçici bir mukavele gibi durması ve ardından ortaya çıkan bir takım ihtilafları çözmeye yönelik girişimler milletvekillerini bir türlü tatmin etmiyordu. Bu yüzden 1922 sonları ile 1923 yılları arasında TBMM’de birçok gizli oturum gerçekleştirilmiştir. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta hezimet diye nitelendirdiği Lozan konferansı ile ilgili esas tartışmalar özellikle 27 Şubat- 6 Mart 1923 tarihleri arasında gerçekleşen bu gizli celselerde yaşanmıştı. Bu gizli celselerden bir tanesi de 27 Şubat 1338 (1923) tarihinde Ali Fuat Paşa başkanlığında gerçekleşen 200. İnikat (oturum) 1. celseydi. Oturum tutanaklarını incelediğimizde, milletvekillerinin gelişmelerden tam anlamıyla haberdar edilmediğine, oldukça hayati bir konunun, zamanın hükümeti tarafından oldu bittiye getirilmek istendiğine dair ifadelere tutanakta sıkça rastlamak mümkün. Hükümet Başkanı Hüseyin Rauf Bey, açılışta yaptığı konuşmada: “………Heyeti Murahhasamız avdet buyurdular. Muahede metni üzerinde Heyeti Vekileniz ariz ve amik tetkikatta bulundu. Bu tetkikata esas teşkil etmek üzere vaziyeti askeriyemiz, vaziyeti iktisadiyemiz, vaziyeti maliyemiz, ahvali umumiyeyi dahiliye ve hariciyemiz tetkik edildi. Bunun neticesi olarak mukabil proje ihzar edildi. Bu mukabil projenin hudutu esasiyesini Heyeti Âliyenize Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretleri arz edecektir.” diyerek zamanın Hariciye Vekili İsmet Paşa’nın Lozan Konferansının hudutlarının tespiti ile alâkalı açıklamaları ve görüşmeleri kesilen Konferansın tekrar açılması halinde delegasyon tarafından takip edilecek strateji esas-
larının tespitine yönelik bu görüşmenin gizli yapılması önerisinde bulundu. Görüşme tutanaklarından İsmet Paşa’nın, Mesaili Maliye, Mesaili İktisadiye ve Mesaili Arziye şeklinde konuşmasını üçe ayırdığı ama birçok milletvekilinin uzmanlık sahası olmadığı için ilk iki mesele hakkında doğru dürüst bir fikir dahi beyan edemedikleri anlaşılmaktadır. Hükümet adına söz alan İsmet Paşa’nın konuşmasının mesaili arziye (topraklarımız) meselesi ise oldukça hararetli tartışmalara sahne olmuştur. “Binaenaleyh muahede heyeti umumiyesi itibariyle ret olunmak lâzım gelir.” şeklinde görüş beyan eden İsmet paşa, bu sözlerinin ardından “Heyeti Vekile böyle muhtelif esaslarda bizim ihtiyacatımızı tatmin etmeyen bir muahedenamenin ret olunmasıyle konferansın inkıta edeceğini görmüş ve bu inkıta, muallak sulh imkânını halen bertaraf eder ve hali harbi ikame edebilir.” şeklinde konuşarak ortaya çıkan şartların ihtiyacımızı karşılamazsa dahi böylesi bir antlaşmanın reddi halinde konferans görüşmelerinin kesileceği ve geçici barış durumunun ortadan kalkarak savaş pozisyonuna tekrar sokulacağına dair endişe içeren bir başlangıç yaptı. İsmet Paşa’nın konuşmasının ilk bölümüne dikkatle bakıldığında, “bizce kabul edilmeyebilir ama bir hal çaremiz var mıdır” anlamında inceden inceye bir kabule yönlendirmek gibi bir durumu sezmek mümkün. Bunun bir ajanda dâhilinde olup olmadığı hakkında bugünün şartlarında kati bir hüküm vermek mümkün değildir lakin konuşmasının satır aralarında: “Muahede heyeti umumiyesiyle ret olunmuştur ve olunmalıdır. Fakat bunun husule getireceği inkita ve harbe mahal vermeksizin, samimi
bir arzu ile yeniden sulh imkânını bulmak mutasavver midir ve böyle bir çare var mıdır?” Yine “Elbette davamızın istihsali için ehem ve esaslı olan noktalardır. Fakat bir muahedeyi... ederek mutabakatı tarafeyn ile husule gelecek bir senedi münhasıran bizim metalibimizi son haddine kadar tahsil etmek azmiyle yaptığımız mücadele bu şekilde bir manzara göstermiştir.” diyerek hazır bulunan milletvekillerine bir çaresizlik portresi çizdiğini görmekteyiz. Mesela; “Şahsen düşündük ki temin edeceğimiz herhangi bir vatanda, hududu daha büyük ve daha geniş her ne halde olursa olsun, hayatımızı müemmen bir hale koymuyor. Onun için esaslı bir mesele Türk vatanı neresi olacaksa onun dâhilinde her millet gibi yaşamaktır. Bu esas üzerinde yürüdük ve müttefiklere dedik ki mesaili arziyede misakı millî ile kabili telif bir şekli hal bularak, müttefikleri tatmin edecek; vaziyet alalım.” şeklinde (geçici bir rahatlık sağlama babında) Misakı Milli sınırları için yeni bir yol haritası belirleme çağrısı yapmıştır. Konuşmasının devamında batı sınırlarından bahseden İsmet Paşa, Meriç’in batısındaki arazinin milli menfaatimiz doğrultusunda bir talep olduğu ama Misaki Milli bağlamında ısrarla istenecek bir yer olmadığını ifade etmiştir. “Mesaili arziye metalibinizde öteden beri şiddetle ısrar ettiğimiz garp hududu da 1913 hudududur. Yapacağımız teklifte Meriç Garbindeki araziyi isteyerek 1913 hududundan başladık. Yalnız Karaağaçla dahi iktifa ettik ve ısrar ettik, mümkün olmadı. Şimdi biz, yapacağımız teklifte Meriç Garbindeki araziden feragat edelim. Bu noktayi nazara tekarrup edelim mi, düşünüyoruz. Biliyorsunuz ki Karaağaç istasyonunun ve Meriç Garbindeki arazinin bizim için
ehemmiyeti, kıymeti vardır. Onları dermeyan etmişiz ve bütün dünyaya karşı neşretmişiz. Bununla beraber bu talebimiz Misakı Millinin ahkâmı sarihasından değildir. Bu talebimizi menafii milliyemiz noktayi nazarından ısrarla istemekle beraber, misakı millî noktai nazarımdan bir mecburiyeti katiye altında bulunmuyoruz.” Sıra şark sınırı konusuna geldiğinde “Şarkta Musul vilâyeti için, Musul vilâyetinin hallini ve Türkiye’nin Irak ile olarak hududunun, yani Musul vilâyetinin hallini talik ettik. Bir sene zarfında İngiltere ile hal edilecektir. Mutabakat hasıl olamazsa Cemiyeti Akvama müracaat edilecektir tarzındaki bir şekli hal ile müttefiklerin noktayi nazarına yaklaşmak istiyoruz.” şeklinde bir öneride bulunmakla ülke gündemini o günden bu yana meşgul eden Musul meselesinin İngiliz insafına bırakılmasının günümüze yansımasını okumak mümkündür. “Bununla sizin kararınız üzerine tesir etmek istemiyorum.” şeklinde konuşmasına devam eden İsmet Paşa, “Bizim inikıtai, hali harbi davet etmezden evvel, dahil ve harice karşı sulh imkânını yeniden temin etmek için, samimi ve hakiki bir surette yeniden tecrübe etmek için düşündüğümüz hattı hareket şudur: Mesaili arziyede müzakereye girerek bu hesaptan diğerlerine tekrar başlamaktır.” sözleriyle bir takım konularda fedakarlık yapılmasının sonrası için çözüm imkanı getirebileceğine dair oldukça açık bir konuşma yapmıştır. Musul konusu gündeme bu şekilde gelir gelmez milletvekillerinin “Musul elden gidiyor” şeklinde sesli itirazları başladı. Mersin Milletvekili Yusuf Zîya Bey Güney sınırında İskenderun ve Antakya için hükümetin yeni bir vaziyet alıp almayacağına dair sorusuna İsmet Paşa, “mesaili arziyede Cenub, Suriye hududu için düşündüğümüz Ankara itilafnamesinde vardır. İs-
otuzbeş
Ekim 2016
kenderun için bir hudut vardır. Bir de İskenderun ve Türk ekseriyetiyle meskûn olan yerler için itilafname metninde veyahut protokolde bir takım ahkâm vardır. Bu ahkâmı kamilen muhafaza ediyoruz” demişse de Meclis sıralarından “Memleketin mukadderatı söz konusudur ve Fransızlar bu anlaşmayı muhafaza etmiyorlar” şeklinde kuvvetli uyarı ve itirazlar yükselmeye devam etmiştir. İsmet Paşa, bir yandan İskenderun konusunun Ankara anlaşmasına bağlı olduğunu söylerken öte yandan hassaten Musul meselesinin çözümünü sonraki yıllara ertelemek gerektiğine yoğunlaşarak milletvekillerini bu gizli celsede tarihi bir karara ortak olmaları yönünde ince bir üslupla ikna etmeye devam etmiştir. Bu esnada tartışmalar iyice alevlenmiş, Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey başta olmak üzere oturuma katılan birçok milletvekili “Heyeti Vekile’nin Meclisi hafife aldığını” dile getirerek “Gerek Heyeti Vekile ve gerek Büyük Millet Meclisi misakı milliden zerre kadar feda ederse, icabı namus ve millî için çekilip gitmeli...” (Bravo sesleri ve şiddetli alkışlar) “…………. Biz harbe atıldığımız zaman bundan daha zaif idik. Bugün elimizde ordumuz bulunduktan sonra öyle iğfalkâr bir vaziyete düşmek istemem.” (Bravo sesleri) şeklinde oldukça sert çıkışlar yapmışlardır. 27 Şubat 1338 (1923) tarih ve 200 oturum sayılı 1. gizli celsedeki konuşmalar git gide hararetlenmeye başlamış ve bütün milletvekilleri fikirlerini en açık bir şekilde dile getirmişlerdir. Bizler bundan sonrası için özüne dokunmadan yapacağımız ihtisarlarla birkaç itiraz örneği vererek konumuzu sonlandıralım. Hariciye vekili hangi zihniyete binaen bir sene sonra İngilizleri bize celb edecektir? Operatör Emin Bey (Bursa) —“Efendiler, yalnız Musul ile kalmaz, Musul’u verdiğimiz gün hudut Erzurum’dur. ……….. Yalnız şunu söylüyorum ki; Heyeti Vekile projesini iyice okumalı ve her Vekil memleketin istikbali hakkında bize her ne düşünmüyorsa, bizi ikna edecek derecede söylemeli. Menafii memleket için şu zarurete binaen şundan sarfı nazar ediyorum demeli, bizde ona göre karar vermelıyiz. Hariciye Vekili hangi zihniyete binaen bir sene sonra İngilizleri bize celbedecektir? Bunlar vahim şeylerdir, bunlar, dolaya düşmektir. “
Mustafa Bey (Tokat) — “İngilizler şimdiye kadar nereye germişte çıkmıştır? Eğer bundan fazla hazırlanamıyorlarsa, (hükümet) mevkilerini hazırlanacak adamlara terk etmelidirler Hüseyin Avni Bey (Devamla) — “Yalnız İsmet Paşa Hazretlerinden ricam şudur : Askerî sahada fikirlerini hürmetle dinlerim, iktisadî müdafaalarını dinlemem. Malî fikirlerini dinlemem. Adlî mesailde Adliye Vekili çıkmalı, mesaili ma-
Hazretlerinden şunu bekliyordum ki burada Hariciye Vekili sıfatiyle söz söylediği zaman desin ki; arkadaşlar, sizin ruhunuzu, hepinizin davasını şu şekilde isbata çalıştım. 1, 2, 3, 5, 8, 10 gün geçti, bunların hiç birisine temas edilmedi. İsmet Paşa Hazretleri güya karşısında Lort Gürzon bulunuyormuş gibi. muğlak ve umumî kelimelerle maksadı söylemek istiyorlar. (Bravo sadaları, alkışlar) Hayır kabul etmiyorum. Biz Heyeti Murahhasarmza, davamızı tamamiyle vazıh ve
Lozan’a giden Türk heyeti: ön sıra; soldan sağa Reşit Saffet, Zülfü, Rıza Nur, İsmet, Zekâi, Muhtar, Münir, arka sıra; Atıf, Yahya Kemal, Ruşen Eşref, Mustafa Şeref, Tahir, Cevat, Tevfik, Sabri, Seniyettin, Haim Nahum, Mehmet Ali, Zühtü, Şevket, Yusuf Hikmet, Süleyman Saip, Fuat, Celâl Hazım, Hüseyin Bey liyede Maliye Vekili çıkmalı, hem müşavirleriyle bizi ikna edecek ve bir karar alabilecek şekilde çıkmalıdır. Bugün bu kadar kâfi. Gitsinler, hazırlansınlar gelsinler. Eğer bundan fazla hazırlanamıyorlarsa, mevkilerini hazırlanacak adamlara terk etmelidirler.” (Bravo sesleri, alkışlar) İsmet Paşa karşısında Lort Gürzon bulunuyormuş gibi muğlak ve umumî kelimelerle maksadı söylemek istiyor. Refik Bey (Konya) — “Muhterem arkadaşlar, zan ediyorum ki mukaddes davamızın en hararetli, en basiretkâr ve en şiddetli bir gününü, bir saatini yaşıyoruz. ……………. dünyanın şeytanları içerisinde oturan heyetimiz, bize onlardan ve oradaki mühim cereyanların hakiki safhalarından gelip bize ifade edecekler zan ediyorduk. Yine zan ediyorduk ki bütün bu hakikatlar üzerine söz söyleyen İsmet Paşa Hazretleri diyecek ki, arkadaşlar İngiltere şu vaziyette, Fransızlar şu vaziyette, İtalya şu vaziyette. Binaenaleyh bu cephe karşısında şöyle bir söz söylememiz, böyle bir hakikat ifade etmemiz lâzımdır. (Bravo sesleri) Bendeniz hürmet ettiğim Millî Kahramanımız İsmet Paşa
katı şekilde ifade etmek ve onu bize söylemek için salâhiyet vermişiz. Onun için çok rica ediyorum, bu kâfi değildir. ……………… Onun için bendeniz teklif ediyorum. Meydanda konuşacağımız ne vaizdir? (Hiçbir şey yok sesleri) Hiçbir şey yoksa neye karar vereceğiz? …………… Onun için çok rica ediyorum; istirham ediyorum Heyeti Vekileden, her biri ayrı, ayrı noktai nazarlarım vazıh olarak söylemelidirler. Çünkü menafii hayatiyemizdir. Bunlar anlaşıldıktan sonra harp mi, sulh mu? Onu heyeti edileniz takdir edecektir.” Osman Bey (Lazistan) —“………. son günlerde Lozan’da heyet tarafından (Bunu imza edebiliriz) diye yapılan son bir teklif vardır. Bunların mesaili iktisadiye ve Maliye hakkında yekdiğerine karşı olan mübayenetini biz bilmedikten ve bunlar elimize verilip mukayese yapılmadıktan sonra bizden ne fikir istenebilir? Biz ne fikir verebiliriz?” Memleketin mukadderatı elimizi gözümüzü bağlayarak hal olmaz.! M.Durak Bey (Erzurum) —“Maalesef bugün burada Hariciye Vekili Beyefendi hazretlerinin ifadelerinden anladığıma göre bunların birisine temas bu-
yurmadılar. Kendilerinin mukabil olarak verecekleri proje hakkında da malûmatımız yoktur. Bizim olsa olsa gayet basit ve ufak malûmatımız vardır. Malûmatımız şudur: Musul’un bir sene sonraya taliki.” Hafız Hamdi Bey (Biga) — “Onu gazetelerde okuduk.” Mustafa Durak Bey (Devamla) — “Arkadaşımızın dediği gibi biz, bunu gazetelerden okuduğumuzdan biliyoruz. Musul’un bir sene sonraya taliki demek arkadaşlar, Türkçede bir darbı mesel vardır, sona kalan dona kalır. Musul’u gaip etmek demektir. Musul’u kayıp ettikten sonra, senin Şark’ta bir yerin kalmamıştır. Efendiler; İkincisi Karaağaç meselesidir. Efendiler Karaağaç’ı terk etmek demek. Edirne’yi terk etmek demektir. Bendeniz böyle biliyorum. …….. Boğazların açık bulunması, İstanbul’un ve Marmara’nın teminatsız kalması demektir. İstanbul bizde yok demektir. Bunun başka manası yoktur. Efendiler, İstanbul’un yok ise. Şark vilâyetlerin yok ise. Garp vilâyetlerin de tehlikededir. Neyi müzakere ediyoruz? (Esasa giriyorsunuz sesleri) Neyin üzerinde sulh ediyoruz? ……………. Bunda yazılan cümlelerin muğlakı pek çoktur. Arkadaşlarımızın dediği gibi, Lozan’dan gelen zevatın dediği gibi tercümelerde bazı hatalar vardır. Biz bu kitaptan bir şey anlamıyoruz. Hiçbir şey anlamıyoruz. ………… Yani bugün hükümetimizin tanzim ettiği mukabil proje de elimizde yoktur. Bunun için bendeniz bir şey teklif ediyorum. Efendiler, bir adamı idama götürürken deseler ki seni idama götürüyoruz. Bilir ki idama gidiyor. Fakat elini gözünü bağlar ve götürürlerse o fenadır. Şimdi memleketin mukadderatıyla uğraşıyoruz. Biz bunu tamamı ile anlamak için ihtisasımız olmayan hususatı da anlamaklığımız için, mukabil projeyi de anlamak için, biz üç buçuk senedir beklediğimiz bugünkü menafiimizin istihsali için on gün, yirmi gün, otuz gün, hatta senelerce ve aylarca fedakârlık yapabiliriz. Senelerce fedakârlık edebiliriz. Bunun için gerek bu projeyi ve gerek şimdi hükümetin bize teklif edeceği projeyi, bu bapta düşündüğünü açık kanaati ne ise onu bugün bize verirler. Bu günden sonra biz şubelerde madde madde tahlil ederiz. Her birimiz bundan bir fikir ediniriz. Ondan sonra hepimiz burada müzakereye başlarız. Eğer bunu burada müzakereye zemin olur diye müzakere açarsak efendiler, ben kendi hesabıma diyorum ki, ben bu sulhu
otuzaltı körü körüne kabul edeceğim, yahut elimi kaldıracağım kabul edeceğim yahut kaldıramayacağım, red edeceğim. Halbuki böyle yapmamalıyız.” Âleme ilân edilen misaki millî çiğnendi, heba oldu, iptal edildi. Battal edildi Sırrı Bey (İzmit) —“Arkadaşlar biliyoruz ki birkaç seneden beri misaki millî namı altında toplanan bir kül etrafında dolaşıp durmaktayız ve onun bir kelimesi için milletimiz binlerce kan dökmüştür. Bu Misaki Millînin lâyetigayyer olduğunu harfinden vazgeçemeyeceğimizi âleme ilân için mümkün olsa arşı azama yazacaktık. ………. Şimdi acaba heyeti Murahhasamız ve onun programını kabul eden Heyeti Vekilemiz bunun, misaki millinin mefhumuna sadık mı, değil mi diye onu düşünmekliğimiz lâzımdır. Ben Mudanya konferansının kabulünden sonra Mudanya konferansının şeraiti ittiba ettikten sonra o ittibâı göze alan ve o şeraiti omuzları üzerine yüklenen zevat, ki resmen kendilerine karşı söylenen sözlere aldanmışlardır. Kâğıt üzerine konan vesaikin azametini, kudretini şifahen söylenen havai sözlere feda etmişlerdir. Bu tarzda bu hamulei mesuliyetle tekrar Lozan’a gittiler ve orada dahi misaki milliden feragat ettiler. Daha evvel bize hafi celsede Hariciye Vekilimizin tebliğ ettiği projede arazı meselesinde tamamen feragat etti. Hiçbir noktası temin olunamadı ve binaenaleyh milletin senelerden beri etrafından dönüp dolaştığı ve âleme ilân edilen misaki millî çiğnendi, heba oldu, iptal edildi. Battal edildi. Bu itibarla evvel emirde düşünmekliğiniz lâzım gelir. Milletin kanaati hilâfına bir kelimesi için söz söyleyeni idam ettiğimiz bu misaki milli için heyet hakkında ne söylemek lâzımdır” Öncelik güvenoyu meselesi haline gelmiştir. Hükümete güven oylaması yapalım sonra bu konuyu konuşalım Sırrı Bey (Devamla) —“Zatı devletinize de şimdi anlatırız. Sonra bu heyeti Murahhasaya şimdiki beyanatiyle müttefikan müzaheret eden heyeti vekilenin vazifesi ne olur? Bana gelirse bu gibi mesailde (Esasa giriyor sesleri). (Devam sesleri) muvaffak olunamayınca, gayeyi temin edemeyince mevkiini terk etmesi lâzımdır. Tabii Heyeti Vekilemiz, heyeti Murahhasamız bu vücubu lüzumlu görmeyerek icabına riayetkar olmuyorlar. Bize düşen vazife onları iskat etmektir. Bu bir meselei müs-
Muharrem 1438
Lozan Antlaşması taraflar arasında imza altına alınırken tehiredir. Bu hal edilmedikçe esas meselenin müzakeresine geçmek doğru değildir. Onun için ben ümit ederim ki Heyeti Vekile, heyeti Murahhasa bizden itimat talep etsinler. Kendilerine itimadımızı beyan edelim, ondan sonra esas meseleyi müzakereye girelim.” Biçare milletin büyük emekleri mukabilinde kazanılmış bir meseleyi elimize verilen bu kâğıt parçasıyla hemen hal edebilir miyiz Salahattin Bey (Mersin) —“……….Elimize verilen mecmua ve muahede veyahut muahede projesi denilen zaten yanlıştır. Hangi noktasına el sürersek insan müteessir oluyor. Çünkü bir arkadaşımı rencide edecek diye korkuyorum. Maksadım ise bunların hiçbirisi değildir. Mesele vatan meselesidir. Buna binaen vaziyeti iyi göreceğiz. Elimize verilen bu kâğıt parçasıyle ne ecnebilerin teklifi hakikisini, ne de arkadaşlarımızın kabul ettiği şeyi görüyorum. Bununla beraber bugün mesailin bir kısmını tay edelim. Bir kısmı üzerine el kaldıralım. Bendenizce doğru bir şey değildir. Bu teklifi bendeniz Hükümetten beklemezdim. ………….Projenin haricinde başka bir şey vardır. O da Lozan’da bir ruh yaşamıştır. Lozan’daki o ruh nedir? Onun da umumi olarak izahı lâzımdır. Bendenizce mesail üç büyük fasılda arkadaşlara anlatıldıktan sonra Hâriciye Vekili Beyefendi de Avrupa devletlerinin hakiki sulh yapmak için gelip gelmediğini, yetmiş gün müzakereden sonra neden birdenbire durduğunu ve kapandığının izahını rica ederim. Ondan sonra umumî münakaşaya geçebiliriz. Efendiler bu suretle belki üç beş içtimaîmiz zayi olacaktır. Fakat bendenizce zayi değildir. (Zayi değildir sesleri) Onun için beyefendiler, bendenizin fikri budur. Bu müzakereye hazırlıksız girersek anlaşamayız. ………….Bildiğimiz malî, iktisadî, iktisadî siyasî me-
sail üzerinde hakîkiyle anlamadan karar vermeyi bendeniz anlamıyorum. Onun için gerçi bir Meclisten bir karar çıkabilir. Fakat bizden çıkan bu kararı vicdanilerimizden, dimağlarımızdan çıkacak. Çünkü biçare milletin büyük emekleri mukabilinde kazanılmış bir meseledir. Müzakerenin bu şekilde cereyan etmesini teklif eylerim.” Misakı Milliden gayri sulh yoktur. Bu konuşmaların ardından hükümet başkanı Hüseyin Rauf Bey söz alarak durumu izah etmeye çalışsa da milletvekili sıralarından sık sık konuşması kesilir. Misaki Milli’de düzeltmeler yapıldığına dair suçlamaya: “Hayır, Misakı Milliyi tadil yoktur. Misakı Millinin mahiyetini ben de arkadaşlarım kadar bilirim. Buna rağmen o kanaatlerindeki isabet, müttefiklerin bu fazla vergiyi gösterdiğimiz halde sulha yanaşmadıklarını teyit etmiştir.” şeklinde savunma yapan Rauf bey, Biga milletvekilinin “Adaları unuttuk” sözüne cevap vermeyerek “Misakı millide mevzubahis olduğunu hatırlayamadım. Kendilerine sorduk, şu halde yani Musul’u bir sene talik ve bir sene zarfında İngilizlerle başbaşa anlaşmak imkânı şimdi mümkün olmazsa Cemiyeti Akvama havale…. (Handeler), (Maşallah sesleri, alkışlar) Rasih Efendi (Antalya) — “Heyeti Vekilenin böyle düşüneceğini hiç tasavvur etmezdik.” Basri Bey (Karesi) — “Misakı milliden gayri sulh yoktur. Cemiyeti Akvam yok idi o zaman.” Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — “Rahmi Mader’de idi öyle ise. ……… Bizim için de lâzım olan bu iki esastır. Ancak harb ifade ederken düşünülecek bir nokta varsa zarar mı, kâr mı eder. Ne kadar devam eder. Netayici ne olabilir. (Allah bilir sesleri) ……..İşte efendiler hututu esasiyesini izah edebi-
leceğimi zan ettiğim Heyeti Vekilenizin düşüncesinin esası budur. Yoksa biz size Karaağaç’ı verdik. Musul’u bıraktık, bilmem kapitülasyonların şu kısmını kabul ettik, filanını bıraktık demedik. Umumî mütalaat verdik. Arzu buyurursanız gelen bu projeyi derhal tashih ederiz. Ötekini tay ederiz Meclisi Âlinize getiririz. Encümenlere gösteririz, konuşursunuz. Yine neticede konuşacağımız bunlardır.” Hulusi Bey (Karahisarısahip) — “Meçhulat üzerinde...” Refik Bey (Konya) — “Rauf Beyefendi hepsini anlattınız. Dediniz ki zan edersem, sözlerinizden hiçbir şey anlaşılmamıştır.” HÜSEYİN RAUF BEY (Devamla) — “….. Heyeti Vekilenizin kanaatini arz ediyorum. Musul’u talik Karaağaç’ı terk... (Olamaz sesleri) Müsaade buyurun Karaağaç’ı terk mesaili iktisadiyeyi talik, diğer hususatta ve herhangi bir müstakil milletin haiz olacağı şeraiti ihtiva eder. Bir sulhu imzalamak mümkün olursa ki bunda İstanbul da tahliye edilmiş bulunacaktır. Ondan sonra mesaili iktisadiyenin halline devam etmek, diğer taraftan münferiden İngilizlerle Musul meselesini Türklük; Kürtlük ve Araplık ayırarak lehimize hal etmeye çalışmak, olmazsa Cemiyeti Akvama sevk etmek ki akamete mahkûm olmaktır. Cemiyeti Akvam da karar vermeyecektir. Her zaman serbestsiniz, elinizde bulunacaktır. Bu şekilde bir çare düşündük. İşte bunu kabul ederseniz yaparız. Kabul etmezseniz irade buyurunuz, ferman buyurunuz harp ederiz. İşaret buyurunuz postekimizi kaldırır gideriz. Bunlar elinizdedir. Bunların hepsi de sizin iradenizdedir. Bir önceki celsede Musul fevkalade ehemmiyetli iken sizi şimdi kim mecbur etti?” Necmettin Bey (Siirt) — “Rauf Beyefendi; geçen celsei hafiyelerde Musul hakkındaki beyanatınızda Musul’un fevkalade ehemmiyetli olduğunu ve Musul’un terki vilâyatı şarkiyenin hepsini terk etmek olduğu kanaatinde olduğunuzu ifade buyurdunuz. Tebdili kanaat mı ettiniz? Yoksa tebdili kanaat için bir mecburiyet mi gördünüz?” Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — “Kanaatim o günkü gibidir. Ve sabit kademim.” Necmettin Bey (Siirt) — “Çünki Cemiyeti Akvama vermek İngilizlere vermek demektir. Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — “Değildir öyle.” (Gürültüler) Devam edecek
otuzyedi
Ekim 2016
Batının vahşi sanayileşmesinin bedeli iklim değişikliği Dr.Aydın Yıldırım
Yüzyılımızın en büyük problemi çevre kirliliği, günümüzde ve gelecekte de iklim değişiklidir. Uluslararası platformlarda çevre kirliliği konusundaki hassasiyetler 20. yüzyılın sonlarında birden tavan yapmış ve ortak çözüm arayışları her geçen gün ivme kazanmıştır. Batılı ülkelerde sanayileşmenin hükümetlerce teşvikine, gelişmekte olan ülkeler de kayıtsız kalmamıştır. Batı ülkelerinin çevreyi kirletici enerji, yoğun ilkel sanayileşme anlayışı üretimde çevresel değerleri göz ardı etmiş, adeta çevre kirliliği sanayileşmenin olağan bir sonucu ve katlanılması gereken bir zaruret gibi takdim edilmiştir. Bir süre sonra, duyarlı kesimlerce yanlış fark edilmiş ve çevre kirliliğini önleme çalışmaları başlatılmıştır. Hatta Avrupa’da hızla artan hava kirliliği ve Alplerde asit yağmurlarına bağlı olarak, yer yer ormanların kurumasıyla olayın vahameti medya aracılığıyla sürekli gündemde tutulmuştur. Bilim insanları, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları bu konuya yoğun ilgi göstermiştir. Bu manada 1972 yılında Stockholm’de gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler “İnsan Çevresi Konferansı”, küresel ölçekte çözüm arayışının başlangıcı kabul edilmektedir. Türkiye’ de ise, 26 Ocak 1974 tarihinde kurulan 37. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin ortağı ve Başbakan Yardımcısı Merhum Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN tarafından ilk defa hükümet programına alınan; -“Çevre sağlığı sorunları asgariye indirilecek, -Çevre sağlığı bakımından hava ve su kirlenmelerinin, vatandaşın sağlığını tehdit eden tabiat şartlarını kötüleştiren etkilerin önlenmesi için, gerek-
li tedbirler alınacak, -Bilimsel ve teknik araştırmalar özel teşvik görecektir” maddeleri konularak, Kyoto’ dan tam 25 yıl önce konu en üst uygulama programına taşınmış ve bizzat kendileri tarafından vaziyet edilmiştir. Sonraki yıllarda sanayileşmiş batı ülkelerinde, çevre kirliliği ile mücadelede bir dizi “boru sonu” çözümler geliştirilmiş, kurulan sistemlerin işletme ve özellikle enerji maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle çoğu zaman bypass edildiği görülmüştür. Bu tür konvansiyonel uygulamalar yeterince çözüm olmadığından yeni arayışlara girilmiştir. Bu defa temiz üretim (clean production) veya (best available technology) uygulamasıyla, üretim esnasında
oluşan atıkların enerji dönüşümü vd. şekilde değerlendirilmesiyle, sanayide yeni üretim anlayışında kirliliğin minimize edilmesi cihetine gidilmişse de, bu çok sınırlı bir bölgede kalmıştır. Öte yandan, bu süre zarfında batılı ülkelerdeki vahşi sanayileşme sonucu atmosferde biriken sera gazları (Karbon dioksit (CO2), Metan (CH4), Nitröz Oksit (N2O), Hidroflorür karbonlar (HFCs), Perfloro karbonlar (PFCs), Sülfürhekzaflorid (SF6) gibi gazlar) atmosferde ısı tutma özelliğinden dolayı sınırlar ötesi, hava kirliliği ve sera etkisi de oluşturarak tümüyle canlı hayatı
olumsuz etkilemeye başlamıştır. Bu arada gelişmekte olan ülkelerde yoğun fosil yakıt kullanımı, arazi kullanım kararlarının jeomorfolojik kriterlere göre alınmayışı, doğal floranın tahrip edilmesi, sanayileşmede yapılan diğer yanlışlar ve yukarıda sayılan sera gazlarının atmosferde yoğunlaşması, sanayi devrimiyle küresel ölçekte üretim ve devasa kentlerin oluşumuyla 250 yıldır artarak devam etmektedir. Bu gidiş karalarda yüzey sıcaklıklarının artmasına neden olmuş, 19. yüzyılın sonlarında başlayan ısınma, son 40 yılda daha da artmıştır. Yapılan modelleme çalışmalarına göre, yüz yılımızın sonunda yani yaklaşık 80 yıl sonra dünyamızın ortalama yüzey sıcaklıkları 1-3.5 C° arasında bir yükselmeyle, bununla doğru orantılı olarak da deniz seviyelerinde de 15-88 cm aralığında yükselişler yaşanacağı hesaplanmaktadır. Bu itibarla küresel ısınmaya bağlı bir çok olumsuzluklar beklenmektedir. Netice itibarıyla bütün bu süreçler hızla dünyamızı bir iklim değişikliğine doğru sürüklemektedir. Peki bu küresel probleme ortak bir çözüm bulma girişimleri ne durumdadır? İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Bu vahim gidişi gören bilim insanları, araştırmacılar, gönüllü kuruluşlar (NGO) ve meslek odaları, en azından insan eliyle yapılan olumsuzlukları en aza indirmek, belki de iklim değişikliğinin etkilerini bir dereceye kadar azaltabilmek için hükümetleri zorlayarak çözüm arayışına girdiler. Bu bağlamda, 3-14 Haziran 1992 tarihinde toplanan Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda (Rio Dünya Zirvesi) Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) imzaya açıldı. Sözleşmenin amacı; atmosferdeki sera gazı emisyonlarını, iklim sistemi üzerinde insan kaynaklı tehlikeli etkiyi önleyecek bir düzeyde tutmak, böyle bir düzeye ekosistemin iklim değişikliğine uyum sağlamasına, ekonomik kalkınmanın sürdürülebilir şekilde devamına izin verecek bir zaman içerisinde ulaşmak, olarak belirlenmiştir. Devam edecek
otuzsekiz
Muharrem 1438
Sebîlürreşad okuyucusuyla hasbihal
Hatıra-i Sebîlürreşad
Ey aziz kârî Fatih Bayhan Sebîlürreşad’ın yeni sayısıyla karşınızdayız. Her sayıda olduğu gibi bu sayıda da özel dosyalar ve yazılarla sizlerle buluştuk. Bu sayıda sizlere anlatmak istediğim birkaç başlık var. Bunlardan ilki Sebîlürreşad’da karşılaştığımız teknik sorunlar bir diğeriyse tashih meselesi… Öncelikle teknik sorun bahsini açalım. Malum artık her iş bilgisayar üzerinde icra ediliyor. Bu nedenle sistemi düzgün kurabilseniz dahi teknik sorunlar yaşayabiliyorsunuz. Sebîlürreşad’da karşılaştığımız sorunsa sistemin yazıları İngilizce olarak algılamasıydı. Geçtiğimiz iki sayıda bu sorun nedeniyle olabildiğince müdahale etmemize rağmen cümle kesimlerinde absürd hatalar yaşandı ve inanın çok üzüldük. Ancak bu sayıda sorun çözüldü hamdolsun. Cümle kesintileri Türkçe dilbilgisi yazım kurallarına uygun şekilde sistem kuruldu ve hamdolsun rahatladık. Cemil Meriç’in dediği gibi, “Kamus bir milletin namusudur. Kamusunu kaybedersen namusunu kaybetmiş gibi olursun”… Sebîlürreşad bu anlamda öncü rolünü teknik sisteme boğduracak bir mecmua değildir. Bu vesileyle bu durumu vuzuha kavuşturmuş olduk. Okuyucularımızdan gelen bu yöndeki eleştiri ve iyi niyetli uyarıya da kalbi teşekkürlerimizi sunuyorum. Bir diğer konuysa tashih meselesidir. Yirmi yılı bulan yayın ve gazetecilik hayatımda en titizlendiğim hadise yazım hatalarıdır. Ne kadar titizlenirseniz o
denli hatalar azalırken, hiç ummadığınız bir metinde hata baskıdan sonra yüzünüze vurur. İnanın, baskıdan sonra mecmuayı elime aldığımda içimden ılık ılık bir su akar. O an tek duam vardır; “İnşallah yazım hatası yoktur” diye. Yazıları korkarak, endişeyle okurum. Hatasız bir yazıyı sonlandırdığımda, derin bir nefes çekerim… Bu yüzden 1008. Sayıda (yeni dönemin ilk sayısında) olanca titizliğimize rağmen hatalar oluştu. 1009. Sayımızda bu sefer tashih için Esengül Şehitoğlu’na başvurduk. Tashih konusunda görevli olan Şehitoğlu, maşallah temiz bir sayı oluşmasında çok emek verdi. Ama bunca emeğe rağmen birkaç ufak hata yine var… “Bu kadar eksik Kadı kızında da olur” hesabında değiliz. Lakin eksiksiz bir mecmua oluşturma gayretimizi bilmeniz için yazıyorum. En organize dergi, gazete ve yayınlarda bile hatasız sayı neredeyse bulmanız imkansızdır. Bu bizim için bir kaçış noktası değildir. Tashih konusunda görevli kardeşimiz vazifesini gayet başarılı şekilde icra etmektedir. Dilbilgisindeki titizlik yayıncı için olmazsa olmazdır. Sebîlürreşad içinde bir vazgeçilmezdir. Bu alandaki eksikliğin yazının ruhuna kadar sirayet edeceğini, insicamı bozacağını biliyoruz. Bu nedenle içerik konusundaki hassasiyetimizle içeriği ifade etme biçimindeki hassasiyeti aynı ölçüde yürütüyoruz.
Abone Bedeli üzerine sorular Malum Sebîlürreşad şimdilik sadece abonesine ulaştırılıyor, bunun dışında Diyanet Yayınevi’nin şubesi bulunan 28 vilayetteki satış noktaları üzerinden de Anadolu’ya ve internet satışı üzerinden de şimdilik tüm dünyaya gönderiliyor. Bunun dışında Ankara, Kayseri, Kastamonu, Osmaniye ve Çankırı’da bulunan temsilcilerimiz aracılığıyla da okuyucularımız mecmuaya ulaşabiliyor. İlgiden hamdolsun memnunuz. Lakin bazı sualler geliyor; “Mecmuanın fiyatı 6TL iken neden yıllık abone olduğumuzda 120 TL ödüyoruz?” diye. Bunu izah edelim. Abone olmak bir neşriyatı hem içeriğiyle hem yüklendiği misyonuyla kabullenmek ve sahiplenmektir. Bu mecmua bir ticari faaliyet olarak yürütülmüyor. Zaten ticari bir faaliyet olsa inanın bu mecmua nasıl 50 yıl yayınlanmadıysa yine yayınlanmaz ve
unutulur giderdi. Ancak bir misyonu temsil ettiğine inandığımız için bu mecmuayı üstlendik ve reklam alamadan, sadece okuyucusunun desteğini alarak yürümesini arzu ettik. Bu nedenle abone sisteminde oluşan ek maliyetleri de maalesef abonemize yansıtmak durumunda kaldık. Bunlar elbette; PTT giderleri, paketleme ve nakliye giderleridir. Bu yüzden zihninizde bir soru işareti kalmasın diye izah ediyorum. Sebîlürreşad aboneliği hizmet bedeli iki yemek parasını bir yıl boyunca sürecek bir neşriyata göndermektir. Bu nedenle abone sayımızı ay sonuna kadar 1000 sayısına ulaştırma mecburiyetimiz vardır. Bu sayı mecmuanın rahatça yayınını sürdürmek için en azami sayıdır.
“Lâik devlette dua” başlığı ile okurlarının karşısına çıkan, Ocak 1956 tarihli, Cilt:IX Sayı: 213 numaralı Sebîlürreşad’ın kapağında ise şöyle yazıyor; “84.üncü Amerikan Kongresi’nin açılış merasimi; Meclis papazı dua ediyor, Meclis azaları da huşu ile “âmin” diyor.
Sosyal medya adreslerimiz Teknolojik iletişimin içerisinde de yer alan Sebîlürreşad’a sosyal medya üzerinden de ulaşabilirsiniz; facebook/sebilurresaddergisi twitter/sebilurresad_d instagram/sebilurresad_d
Anasır-ı İslam’ın Kaygısı Sebîlürreşad’ın ana gayesi, Anasır’ı İslam’ın içine düştüğü ahlaki, fikri ve sosyolojik açmazları ele almak, çare üretmek ve bunun eksiklerini gidermek için Allah’ın rızasını gözeterek gayret etmektir. Bu nedenle Sebîlürreşad’ın başta Türkiye’de olmak üzere, Balkanlar’a, Avrupa’ya, ABD’ye, Rusya’ya, Afrika ve Ortadoğu’ya, Kafkasya’ya ulaşması için gayret ediyoruz. İnanınız ve itimad ediniz ki, İslam coğrafyasına ait ne kadar yazı, haber varsa Sebîlürreşad’ın gündeminde önceliklidir. Bu nedenle coğrafyamıza hizmet eden tüm sivil toplum yapılanmalarımızın faaliyetlerini yakından izliyor, fikri ve sosyolojik gelişmeleri, siyasi yaklaşımları mercek altına alıyoruz. Sebîlürreşad’ın 1908’de başlattığı yayın çizgisine islam coğrafyasından yazı ve düşünceleriyle katkı veren isimlere, onların bugün hayatta olan yakınlarına ulaşarak tarihin inşaası için yeni bir adım daha atıyoruz. Bu manada hem geçmişi hem de geleceği bir arada buluşturma gayretindeyiz. İnşallah yeni çalışmalarla bu gayreti sizlerle paylaşacağız.
otuzdokuz
Ekim 2016
‘IN MUHTEREM OKUYUCULARINA Elli yıl fasıladan sonra yeniden neşredilmeye başlayan Sebîlürreşad, bir dava ve aksiyon dergisi olduğu kadar, bir ilim ve fikir mecmuası, edebi ve tarihi bir vesikadır. Sizlerin bu bilinçle Sebîlürreşad’ı takibe başladığınıza inanıyoruz. Mehmet Âkif ve Eşref Edip Bey’in 1908’de Sırat-ı Mustakim adıyla başlattıkları bu yayın çizgisi, sadece bir dergi olmanın ötesinde bir misyonu temsil etmiştir. O misyon Devlet-i Aliye’nin dağılmaması, Müslümanların bir arada, güç birliğini koruması inancını temsil ediyordu. Bugün Sebîlürreşad’ın misyonu ve inandığı ilkelerin bize ne kadar doğru istikamet çizdiği aradan geçen bunca yıl sonra yeniden kıymetli hale gelmiştir. Mehmet Âkif Bey’in, “Ehli Salip” olarak tanımladığı ve “Sözüne güvenilmez” diye not düştüğü Batı medeniyeti, bizi bir bedenin parçaları gibi gördüğü için ayırmak istemişti. Bunda başarılı olmuştur. Ancak bu ayrılış 108 yıldır ne ayrılana, ne de asıl bedene huzur, sükûnet, güç ve iktidar getirmemiştir. Hatta bu ayrım, cetvel koyarak haritalandıran Batı medeniyetini dahi huzurlu kılmamıştır. Şimdi Lozan’ın 100. Yılına giriliyor. Sevr’i fiili kılamayan Ehli Salip, yeni planını devreye soktu. Ancak bu sefer Ümmeti Muhammed daha organizeli, daha cesur, biraz daha ne istediğini bilir durumdadır. Bu yüzden işleri kolay olmayacaktır. İslam coğrafyasına “Arap Baharı” adını vererek uygulamaya soktukları “sosyal darbeler” ümmetin maddi manevi mahvına neden olurken 15 Temmuz’da bu kez ümmetin kalbine darbe indirmek istemişler, ancak muvaffak olamamışlardır. Bu tahlile neden ihtiyaç var; zira Sebîlürreşad çizgisi aradan geçen bunca karanlık yılların ye-
niden aydınlık günlere çevrilmesi için ayakta durması gereken, bayrağının dalgalanması gereken bir fikir ocağıdır. Bu ocak, manevi inkişaf için gayret gösteren samimi insanların ocağıdır. Vatan, millet, bayrak ve din için fedakarlık yapabilen, kalbi islam coğrafyası için atan sevdası büyük insanların ocağıdır. Mehmet Âkif’in, Eşref Edip’in eli vardır üzerimizde. Giriştiğimiz manevi sorumluluğun idrakindeyiz. Okuyucularımızın da bunun idrakinde olduğunu biliyoruz. Bu yüzden Sebîlürreşad’a abone olarak, dostlarınızı buna abone yaparak, uygun olursa reklam vererek, toplu alım yaparak, mecmuayı gençlere ulaştırarak sorumluluk sahibi olduğunuzu gösteriniz. Eşref Edip üstadımızın bu dergiyi 1966’da “ekonomik nedenlerle”, yani abonelerinin dergi bedellerini zamanında göndermemesi yüzünden kapattığını unutmayınız. İlk sayımızı 10 bin adet basıp başta Türkiye’mizin tüm vilayetlerine, aydın ve mütefekkirlerine, saniyen İslam coğrafyasına ulaştırdık. İnternet gibi ortak bilgi havuzunun bulunduğu bir dönemde yazılı mevkuteyi ayakta tutmak zor denilebilir. Lakin öyle değil. Sebîlürreşad’ı hediye edebilirsiniz ama, onu dijital olarak sadece tavsiye edebilirsiniz. Dokunabileceğiniz, okuyabileceğiniz bir mecmua için emek veriyoruz. Bulunduğunuz vilayette il temsilcimiz aracılığıyla abone olabileceğiniz gibi, banka hesap numarası adresine havale yaparakda abone olabilirsiniz. Dua istiyoruz. Dua ediyoruz. Allah islam coğrafyasını kültürel istiladan korusun… Abone olmak ve Sebîlürreşad’a sahip olmak için iletişim bilgileri aşağıda. Allah yardımcımız olsun.
ABONELİK İLETİŞİM BİLGİLERİ Abone ve Dağıtım İletişim: 0 541 673 85 80 Anafartalar cd. Sakarya Apt. No: 50/12 Altındağ/Ankara Abone mail: sebilürresadabone@gmail.com Abone için: Yıllık bedel: 120 TL, 6 Aylık bedel : 70 TL Nezihe Bayhan adına Hesap no : TR0500 2090 0000 0975 1700 0001 ZİRAAT KATILIM BANKASI ULUS ŞB.
Mehmet Âkif’in eseri Safahat Milli Şairimiz, Vatansever Mehmet Âkif Ersoy’un tüm eserlerini toplayarak adını verdiği eseridir. Sebilürreşad yayınevi olarak Safahat’ı onun temiz vicdanıyla hazırladığı orijinal haliyle yayına hazırladık. O, İstiklal Marşı’nı dahi eserine almamış ve, “Onu milletime armağan ettim” demiştir. YAYINEVİ
Sayfa Sayısı: 552 Baskı Yılı: 2014 Dili: Türkçe Ederi: 16 TL
Ve Fatih Bayhan’ın hazırladığı;
Gençler için Safahat
YAYINEVİ
Sayfa Sayısı: 256 Baskı Yılı: 2016 Dili: Türkçe Ederi: 12 TL
Asım
YAYINEVİ
Sayfa Sayısı: 120 Baskı Yılı: 2016 Dili: Türkçe Ederi: 10 TL
rda şla atı pılır s lu ya Top irim ind
Safahat’ı ve onun vatansever Milli Şairini yeni nesil gençlere en iyi şekilde anlatabilmek amacıyla Fatih Bayhan tarafından hazırlanan eser, Safahat’a giriş kitabı olarak da adlandırılabilir. Milli şairimizin hayat öyküsü, örnek ahlakı, şahsiyeti ve Safahat’tan şiirlerin yer aldığı eser gençlere tavsiyemizdir.
Milli Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un o çalkantılı günlerde idealize ettiği genç tipi Asım’dır. Asım, İslam coğrafyasındaki büyük ahlaki, ilmi, edebi çöküntüye son verecek, gayretli çalışkan, faziletli karakterli bir gençtir. Fatih Bayhan, o’nun Asım karakterini bir çizgi karakterle resmettirmiş, Mehmet Âkif Ersoy’un Asım şiiri ve hikayesiyle eserini oluşturmuştur. Gençlik, Asım’la tanıştığında tüm dünyaya umut vaad edecektir.
YAYINEVİ Sipariş Hattı: GSM:0 541 673 85 80 Anafartalar cd. Sakarya Apt. No: 50/12 Altındağ/Ankara
Eserlerin Telif Geliri Milli Şairimizin ailesine Fatih Bayhan tarafından bağışlanmıştır.
Acı da olsa kısaca Musul hikayemiz Yandaki karikatür Amerika Birleşik Devleri’nde dönemin etkin gazetelerinden Dayton News’de yer aldı. Gazetenin resmettiği algı çok açık. Türkler, Ermeni ve Rum katliamı yaptı. Bizde bunun kan bedeli olarak Musul’u aldık… Peki Musul’u petrol yüzünden Batı bunu Ermeni soykırımının kan bedeli olarak aldıysa biz hâlâ neden Ermeni meselesiyle uğraştırılıyoruz?
Cemiyet-i Akvam (Milletler Ce-
miyeti) Musul meselesini 20 Eylül 1924’te görüşmeye başlamıştır. Görüşmelerde Türk tarafı daha önceki görüşlerinde ısrar ederek Musul’da bir plebisit yapılmasını istediyse de İngiltere bu talebi de
“bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve sınır işlerinden anlamadığı” gerekçesiy1e kabul etmemiştir. Milletler Cemiyeti, 30 Eylül 1924’te bir soruşturma kurulu kurulmasını kararlaştırmış, komisyon başkanlığına da eski Macar başbakanlarından Kont Teleki getirilmişti. Komisyon Irak’ta incelemede bulunarak Musul halkının görüşlerine başvuracaktı. Komisyon, çalışmalarını sürdürdüğü sırada İngilizlerin saldırgan tavırları ve kuzeye doğru yeni toprakları işgal etmesi, kanlı olayların meydana gelmesine neden olmuştur. Bunun üzerine Konsey, 28 Ekim 1924’te bir sınır tanımı yaparak “Brüksel Hattı” adıyla ve geçici
mahiyette bir Türk-Irak sınırı tespit etmiştir. Soruşturma Komisyonu hazırladığı raporu 16 Temmuz I925’te Cemiyet Meclisi’ne sundu. Raporda yer alan temel görüşler ana hatlarıyla şöyledir: - Brüksel Hattı’nın coğrafi sınır olarak tespit edilmesi, - Musul vilayetinde çoğunluğun, sayıları 500 bini bulan Kürtlerden meydana geldiği, - Kürtlerin Türk ve Arap nüfustan fazla olduğu, - 1928 yılında sona erecek olan Irak’taki manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması, - Bölgedeki Kürtlere yönetim ve kültürel haklarının verilmesi kaydıyla Musul’un Irak yönetimine bırakılması, - Cemiyet-i Akvam Meclisi’nin, bölgenin iki ülke arasında taksimine karar vermesi halinde Küçük
Hicret’in üç hâli... Hicret, cennetten koptuk kopalı içimizde dinmeyen bir sızı. Bu sızı içimizde kaynayan bir mahşer, varlığı nefesiyle yakan bir ateş. Hasreti, toprağı kavuran bir şarkı, içinde aşk, içinde sevda sürgünüyle çölün sessizliğini bozan bir şiir. Yitik bir mazinin rüzgârla seraba yaslanmış silueti. Hicret, ezelden ebede çilelerle dolu bir yolculuk. İnsan, azığında aşk, azığında vuslat ile sırtında gülden dağlar, nehirler taşıyan bir seyyah. Yol hali refik ile kolay kılınır, refiki aşk olanın menzili cennet. İlk kopuş âlemi ervahtandır. En masum vakitlerin zikirle taçlandığı günahsız vakitler. Bir yanı cennettir bu bekleyişin bir yanı cehennem. Ol emriyle açılan gökler, varlığı kutsayan aşk, Âdem ile başlayan ilk dokunuş. Bir yanımız bahar bahçe bir yanımız kış. İlk hicreti cennettir Âdem’in aşka müptela. Bir kusuru bin yıl cefaya dönüşür, ilk sürgünü dünya. kayda geçtiler Adem’i soğuktu cennet geçmedi boğazından aşk çiçekler açmadı mateme durdu melekler gümüşten bir sabahla çaldı aşk kapısını Havva Âdem’e sabrı öğreten, yeniden dirilişin muştusuyla susuzluktan çat-
layan dudakları aşk iksiriyle bâki olana bağlayan hicret. İbrahim’e ateşi gül, Yusuf’u Kenan’a Sultan eyleyen hicret. Yeni bir günün yeni bir çağın kutlu habercisi, Musa’ya Kızıldeniz’i yol eyleyen hicret. Her şeyin bittiğini sandığımız anda koşulsuz teslimiyetin, bağlılığın mükâfatı olarak hicretle bizlere sunulan felahı lütfedene hamt olsun. Hamd olsun, tufan ile yeryüzü terbiye edilirken Nuh’a ve inananlarına şefkat gösterip kol kanat gerene. Çünkü dünya hayatı peygamberlerin rehberliğinde ruhlar âleminden sonra insanın ikinci hicretidir. Telafisi olmayan bir ömrün zamana, insana ve mekâna resmedilmiş halidir. Her hicret tarihe yön veren, insanın yolculuğunu kolaylaştıran bir devrimdir. Tarihin akışını değiştiren en büyük yürüyüşü ise son peygamber Hz. Muhammed (sav) 622 yılında Mekke’den Medine’ye gerçekleştirmiştir. Mekke’de umutların tükendiği, zulmün sınırları aştığı bir dönemde asla inandığı davasından vazgeçmedi. Tehditlere, baskılara, tecride rağmen terk etmediği Mekke’den ilahi bir emirle ayrılıyordu. Yüreğinde hüzün denizleri, saçlarından akan bin ırmak ile ayak bastığı her karış toprağa umut tohumları ekerek Medine’ye hicret ediyordu. Herkesin karanlığın büyüsüne kapıldığı, her şeyin
bittiğine inandığı vakitlerde Allah Resulü yeni bir doğumu müjdelercesine kavurucu çöl sıcağında yürüyordu. O yürüdüğünde tarih yürüyordu ardından. Çünkü hicret, karanlığı yırtıp güneşten oklarla menzile varmaktı. Hicret gariplik haliydi ve Allah gariplerin hamisi. Gökyüzü rahmet kanatlarıyla kuşatmıştı evreni, yeryüzü şefkatle sarmıştı Allah’a adanan yürekleri. Müminlerin hicretiyle hayat bulan Medine, Hz. Peygamberin zamanı yeniden kuran hicretiyle taçlandı, barışın, huzurun tesis edildiği bir belde haline geldi. Kabile savaşlarının sona erdiği, farklı inançların bir arada yaşadığı, müminlerin özgürce yeni bir devlet inşa ettiği Medine, Arap yarımadasının en güvenli beldesi oldu. Medine’yi güvenli kılan neydi? Tüm beldelerden insanları buraya çeken güç neydi? Elbette bu güç Hz. Peygamberin yüreğindeki evreni kuşatan sevgiydi. O el- emin sıfatıyla, hiç kimseye yan gözle bile bakmayan yürek devletini burada inşa etti. Dil, din, astronomi, tıp gibi birçok alanda âlimler yetiştiren Suffa mektebi İslam’ın ilk üniversitesi oldu. Bu okulda yetişenler gökyüzündeki yıldızlar gibi insanlığa yol gösterdi. Yüz yıllık süreçte İslam doğuda Çin seddine, batıda Endülüs’e uzandı. Hicret sadece mekân değiştirmek
Muharrem 1438
SEBÎLURRESAD SEBILURRESAD Muharrem 1438, Ekim 2016
Zap çizgisinin sınır olarak kabul edilmesi, - Milletler Cemiyeti, Irak’taki manda yönetiminin uzatılmasını ve Kürtlere imtiyazlar tanımak suretiyle bölgenin Irak’a bırakılmasını uygun görmediği takdirde, Musul’un Türkiye’ye bırakılmasının uygun olacağı, - İngiltere’nin Hakkari üzerindeki iddia ve isteklerinin kabul edilmemesi. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi büyük olmuştur. Karar Türkiye’de İngiltere’ye karşı bir savaş havası yaratmıştı. Türkiye defalarca Musul konusundaki İngiliz oyunlarını kabul etmeyeceğini açıklamasına rağmen bu tutumunda direnemeyecek ve Cemiyet Meclisi kararma uyarak 5 Haziran I926’da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul’u Irak’a terk etmeyi kabul edecektir.
Talip Işık değildi, hicret arınmaydı, yenilenmeydi. İnsanlığın günahtan, zulümden kopuşu, vahyin ışığında Allah’a yönelişiydi. İnsanın hicretle kendini yeniden kurması dünya hayatının çalkantılı iklimlerinde tevhidi bir limana sığınmasıdır. Çileli, sefer ile tahammülün bir arada insana refakat ettiği varlık içindeki yolculuğu kolaylaştıran bir değişim hali. Dünya penceresinden hicrete ikinci bakıştır bu. Burada her insanın hicreti yine nihai olarak Allah’adır. Yolda azık edinir, yolda devşiririz zamanı. Ölümle başlar insanın üçüncü hicreti. Belki de insanın en uzun yolculuğudur bu. Güller zamandan kopar, güllerin rengine meftun bakışlar. Kopar insan, dalında olgunlaşan meyveler gibi. Bu bakış maverayadır. Sidretü’l- müntehada bekleyen yüzleri cennet muştusuyla parlayan melekleredir. Zaman yok, mekân yok. Kuşların altın kafesten kurtulup özgürlüğe uçması gibi insan kendi ruhundan kopar. Her hicret en masum en günahkâr vakitlerden geçilerek büyük buluşmayla tamamlanır. Ya uçarsın kanatların seni cennete götürür ya da sürünürsün cehennemin kıyılarında. Ne varsa azığımızda aşktan yana onu taşırız göğsümüzde. Toprak ya cennettir ya cehennem. Ya ateştir her dokunuşu ya da gül.