AŞAĞILIK KOMPLEKSİ Çok yüksek bir tepenin karşısında bulunan herhangi bir kişi, o tepeye tırmanmaya kalktığı takdirde bu işi başaramayacağını düşündüğünde onun kaygılandığından söz edebiliriz. Aslında bu, olumlu bir durumdur. Bu tepeyi yaşantımız boyunca karşılaştığımız zorluklara benzetebiliriz. Bazı kişiler, hayatın sorunları karşısında, o sorunları çözme yerine oyalanmayı tercih ederler. Sık sık fikirlerini değiştirirler, sorunların çözümünü mümkün görmezler. Hatta mevcut bir tehlikeyi çok daha az bir tehlike halinde görme eğilimine girerler. Yaşantımız boyunca iş hayatımızda ve sosyal çevremizde her türlü sorun her zaman bizimle birliktedir. Örneğin gelirimizin az oluşu yüzünden çektiğimiz sıkıntı veya toplumdaki bazı kişilerin onaylamadığımız davranışları vardır ve bunlar birer gerçektir. Bu gerçekler aşılması gereken yüksek tepeler gibidir. Çoğu kişi bunları aşar. Ama hayalci Bay X, bunu yapacak durumda değilse ya bu sorunu yok edecek, yani onu yok varsayacak, ya da onu unutmak için bütün vaktini harcayacaktır. Çünkü o, bu sorunlar karşısında kendisini yetersiz bulmaktadır. Başkasının başarıları karşısında, aynı sorunlar konusunda başarısız olacağına inandığı için aşağılık duygusu hissetmektedir. Bundan böyle toplumla temas etmekten çekinir. Üstelik böyle davrandığının pek farkında da değildir. Artık tek amacı, toplumla yüz yüze geldiğinde onurunu savunmak, karşılaştığı her kişiden üstün olduğuna inanmaktır. Bay X’in kendisi hakkında iyi fikirler edinme yollarının en iyisi, çevresinde bulunan kişileri küçük görmesidir. Herkesi eleştirir, kendisi olmazsa hiçbir işin yürümeyeceğini söyler. * Kapkaranlık bir sokakta tek başına yürüyen bir kişinin biraz korkuya kapılıp ıslık çalması normal bir davranıştır. Ama aynı kişi büyük bir caddede gündüz vakti ve kalabalık içinde aynı şeyi yaparsa, derinliklerinde benimsemediği bir korkusu var demektir. Diğer taraftan bütün işi gücü herkesin karşısında onurunu korumak olan biri, eleştiri almaya karşı çok hassastır. Bir yanlışlık yapsa veya bir şeyi unutsa, bu hatasını kabul etmez. Eğer üstün birisi olmadığının farkına varırsa hemen zıt ve uç noktaya kayar, bu kez kendini aşırı şekilde basit hale koyar. * Bay X, dağın yüksekliğini tam olarak anlayınca, yani yeteneksizliğinin bilincine varınca son çareye baş vurur. Dağın yüksekliğini iki misli arttırır. Aynı zamanda kendi boyutunu da iki misli azaltır. Şimdi kendisini acındıracak hale getirmiştir. Çevresinde bulunan insanların keyifleri yerindedir, aileleri onlara ihtimam göstermiştir.Zenginlik içindedirler. Kendisi ise hep aşılamayacak problemler içinde çırpınıp duran birisidir. * Çok çalışkan, telaşla hareket eden ve zaman zaman saldırgan tutum sergileyen bazı insanlar fiziksel yönden birtakım eksiklik taşıdıklarını düşünüyorlarsa aşağılık duygusuna sahip olabilirler. Bunlardan birisinin arkadaşlar arasında yapılan toplantılardaki tutumları birtakım ipuçları verir. Örneğin kendisinin orada olduğunu belirtecek her türlü eylemi yapacaktır. Dikkatleri üzerine çekmek için pencereleri açacak, gerekli gereksiz masayı düzenleyecektir. Bu gibi kişiler, hayatı bir rekabet, ne olursa olsun yarışı kendilerinin kazanması gereken bir olay olarak görürler. Onlar için önemli olan, her şeyi daha iyi yapıyor gibi görünmektir. BELLEK VE ANIMSAMA Bellek genel olarak iki ana bölümde ele alınmaktadır.
Birincisi, bilgileri zihinde tutma, yani bilgileri depolama yeteneğidir. İkincisi ise daha önceden depolanmış bir bilgiyi zihinde yeniden bulma olarak açıkladığımız anımsamadır. Yapılan araştırmalar sonucu ortaya çıkan önemli bir sonuç vardır. Bellek, bilgi depolamada daha başarılıdır. Ancak yeterli derecede çalıştırılmamışsa anımsama konusunda daha az güvenilir konumdadır. Yapılan başka araştırmalar konuya değişik açıdan yaklaşmışlar ve hemen hemen aynı sonuca ulaşmışlardır. Buna göre, zihinlerimizde tahmin edilenden çok daha fazla bilgi depolanmaktadır. * Sinir uzmanları beyni elektrik ile uyararak yaptıkları deneylerde, insanların yaşamlarına ilişkin belirli olayların tam olarak anımsanmasının sağlanabileceğini ortaya koymuşlardır. Diğer taraftan insanların gördükleri düşler, yıllar önce unutulmuş kişilerin ve olayların aniden, üstelik bütün açıklığı ile görülmesini sağlarlar. Bundan, bilgilerin aradan geçen bütün bu süre boyunca saklandığını anlarız. Verilebilecek diğer bir örnek ise, belirli bir zamana kadar unutulmuş olan bazı olayların birdenbire anımsanmasıdır. * Belleği zaman açısından ele alırsak, kısa ve uzun süreler için farklı işlemler gözümüze çarpar. Kısa süreli bellekte etkin beyin süreci önemlidir, yani beynin bizzat kendisi etkilidir. Uzun süreli bellekte ise kimyasal değişiklikler oluşabilir. Ancak bütün bunlar kesin değildir, dolayısı ile belleğin dayandığı fiziksel temel tam olarak bu gün itibarı ile bilinmemektedir. Bu konuda çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bunlardan birisine göre beyin, çok geniş depolama kapasitesine sahiptir ve içindeki hücrelerini birbirleriyle birleştiren olağanüstü bağlantılardan oluşmuştur. Bu bağlantılar çeşitli eylemlerle uyarılara maruz kalırlar. Böylece aynı bilgiye birkaç defa başvurarak anımsamayı kolay hale getirir. Diğer bir olasılık ta, anımsamada görülen bu gelişmenin nedeni, belleğe ilişkin kimyasal bağların tekrarlanma yoluyla güçlendirilmesidir. * Birçok kişi anımsama yönünden belleğinin iyi çalışmadığından şikayetçidir. Bu durumda sorun büyük bir ihtimalle kalıtsal nedenlere dayanmaz. Asıl neden zihnin çalışma yönteminin yanlış kavranmasıdır. Anımsama olayını iki alana bölebiliriz. Birincisi, öğrenme sırasında anımsama, ikincisi ise, öğrendikten sonraki anımsamadır. Öğrenme sırasında zihin, beden gibi davranır, hem çalışma hem de dinlenme zamanına ihtiyacı vardır. Burada önemli olan birbirini izleyen çalışma ve dinlenme zamanlarını uygun biçimde ayarlamaktır. Böylece anımsama hem ayrıntılı olacak hem de hız kazanacaktır. Öğrenme işlemi bittikten sonra anımsamanın gücü, bilginin sindirildiği kısa süre içinde oldukça yüksektir. Aradan zaman geçtikçe bu güç hızla azalmaya başlar, ayrıntılar ve ayrıntıların anımsanması güçleşir. Bu durumu önlemenin yolu, bilgiyi yeniden gözden geçirmek ile belirli çalışma ve dinlenme süreleri uygulamaktır. Örneğin okuma işlemini 20 ile 40 dakika arasında değişen sürelere bölerek anımsamayı geliştirme metodu uygulanabilir. On dakikalık bir boşluğu on dakikalık bir anımsama süresi izler ve böylece anımsanan bilgilerin zihine yerleştirilip daha önceki bilgilerle karşılaştırılması sağlanır. Aynı bilginin ertesi gün iki ile dört dakikalık süreler içinde, bir hafta sonra da iki dakikalık süreler içinde yeniden gözden geçirilmesiyle bellek pekiştirilir. * Zihinde tutma işlemi için bir diğer işlem, çeşitli bilgilerden oluşmuş bir grubu özetleyen bir anahtar sözcükten veya bir deyimden yararlanmaktır. Zira beyin bu bilgileri aynı biçimde depolamıştır. Bütün bunlar belleği eğitmek için kullanılan yöntemlerdir.
Böylece düşünceleri birbirlerine çağrışım yoluyla bağlamak veya düşünceler arasında ilişki kurmak gerçekleşir. Uzun zamandan beri ‘belleği eğitme bilimi’ diyebileceğimiz bir sistem kullanılmaktadır. Bu sistemle bilgiler olabildiğince kolay depolanacak birimler halinde düzenlenir. Örneğin sayıları, tarihleri veya söylenmesi zor olan adları öğrenmek için kafiyelerden yararlanılır. Bir diğer yöntemde ise kolayca anımsanacak anahtar sözcüklerle düşsel bir resim çizilir. Bilinmeyen olaylar ve adlarla bilinenler arasında ilişki kurulur. * Öğrenmemizi sağlayan en genel yöntem okumaktır. Ancak okumayı daha etkili kılacak yöntemlerin bilinmesinde yarar vardır. Hızlı okuma ile hem zihin belli bir noktaya toplanır hem de zihinde tutma daha etkili olur. Kelimeleri tek tek izleyerek okuyan bir kişinin aklı ister istemez dağılır. Çünkü bilginin zihne giriş hızı yavaş olmaktadır. Halbuki bir bakışta birkaç sözcük birden okuyan bir kişi, bilgileri zihnine bütün halinde sokar, onları bütün halinde kavrar ve daha çok anımsar. * Unutmuş olduğumuz bilgilerin çoğu aslında öğrenmekte olduğumuz bilgiler üzerinde zihnimizi yeterince yoğunlaştırmamış olmamızdan kaynaklanır. Yani unutmanın asıl nedeni tam olarak öğrenmemiş olduğumuz bilgilerdir. Çoğumuz karşılaştığımız kişilerin adlarını hatırlamakta güçlük çekeriz. Dolayısıyla yeni kişilerle tanıştığımızda ileride onların adlarını da unutacağımızdan korkarız. Bizler korkuyla algıladığımız herşeyi unutma eğilimi taşımaktayız. Oysa insan adlarını anımsamak için, tanıştığımızda dikkat etmek, bu adları içimizden tekrar etmek ve o kişilerle başka şeyler arasında ilişki kurmak çok yararlıdır. Örneğin tanıştığımız kişinin yüzüne dikkatle bakıp yüzünün belirgin özellikleri ile adı arasında bağlantı kurmayı denemek iyi sonuç verir. Tekrarlama adın zihne sağlam olarak yerleşmesini gerçekleştirir. Bu şekilde yapılan zihinsel egzersizler her şey için uygulanabilir. İnsanlar değişmez bir bellek yapısı, sürekli zihinde tutma özelliği ve şaşmaz bir anımsama yeteneği ile doğmazlar. Diğer beceriler gibi bellek te çalışarak geliştirilmeye ve eğitilmeye muhtaçtır. BENİMSEMEKTEN KAÇIŞ Bilincimiz, kendisi için karşı konulması güç olan fikirlerle başetmek üzere iki yöntem kullanmaya eğilimlidir. Birincisi fantezi, yani hayal kurmadır. İkincisi ise yansıtma yöntemidir. Herhangi bir düşünce bizi incitiyorsa, onun varlığını kabul etmemiz, normal bir kişinin yapacağı eylemdir. Yani, incitici düşünceyi görmezden gelmek değil, onu kabullenmek sağlıklı davranıştır. Ama çoğumuzda incitici düşünceleri bir başkasına yükleyip kendimizi kurtarmak isteği vardır. Böylece kendimizin eksik olan taraflarımızı veya yanlışlarımızı ve onların kendimizle olan bağlantısını kabul etmemiş oluruz. Elbette bütün bunlar bir eğilimdir, yapılıp yapılmaması şartlara göre değişir. * Beceriksiz bir işçinin, yaptığı iş kötü olunca suçu kullandığı iş aletinde bularak başarısızlığını kendi üzerinden atmasına çok şahit olmuşuzdur. Böylece yansıtma, savunmanın ötesinde bir karşı saldırı niteliğini kazanır. İyi bir çizgi çizemeyen, sözgelişi desenini gereği gibi düzenleyemeyen birisi oradaki iş arkadaşlarının arasında hiç kimsenin iyi bir desen çizemediğini ileri sürebilir. Gerçekten de o iş yerinde kendisinden daha kabiliyetsiz bir iş arkadaşı varsa yansıtmayı gerçekleştirmiş olur. Artık kendisi o kadar da kötü desen çizen birisi değildir. * İnsanların zayıf yanları olabilir, bazılarının davranışı birçok kişiye çok aşırı gelebilir.Böyle kişileri sık sık görebiliriz. Hatta günlük yaşantımızda böyle davranan kişileri çoğu zaman hoşgörüyle de karşılarız. Ancak yansıtma uygulayan kişiler, zayıf yanlarının ve aşırı davranışlarının kendilerine ait olduğunu
kendi kendilerine açıklamak istemezler. Toplum içindeki mevkilerine sıkı sıkı sarılma eğilimi gösterebilirler. Problem, içlerinde taşıdıkları bu eğilimlerini başkalarının davranışına yansıtmak istedikleri zaman ortaya çıkar. * Kişinin içinde oluşan herhangi bir duygu veya düşünce, kendisi için endişe verici bir özellikte ise, aynı durumu başkalarında da görmeye çalışacaktır. Arkadaşının yanlış bir hareketine tepki gösteren birisi, kendisi o davranışı yapmamış bile olsa, öyle davranabilecek potansiyelde olabilir. Ama o kişi arkadaşının yaptığı yanlış hareketin kendisinin de eğilimi olacağını kabul etmedikçe tepkisi şiddetli olacaktır. Diğer insanlara garip görünen davranış, bu tip tepkilerdir. Kişi, yansıtma ile ‘Ben öyle değilim’ der. Oysa hepimiz biliriz ki öyledir. Başkasında tanıdığı ve eleştirdiği özellik, kendisinin benimsemek istemediği, atıp kurtulmak istediği kendi ‘ben’inin bir bölümüdür. BİLİNÇ VE BİLİNÇDIŞI Bilinç, zihnin mantıklı, eğitim görmüş ve eğitilebilir durumudur. Bilinçdışı, içgüdüsel,çocuksu ve eğitilemeyen yönümüzdür. Bilinç, o anda farkında olduğumuz şeylerdir. Görürüz, dokunuruz, işitiriz, yani farkederiz. Acıktığımızın, başımızın ağrıdığının rahatsız bir yerde oturduğumuzun farkında oluruz. Bunlar bilinç alanıdır, dikkatimiz buralardadır. Ama dikkatin bir noktada oluşu nedeniyle bazı şeyleri fark edemeyiz. Bilinçdışı, o anda zihnimizde olup farkında olmadığımız herşeydir. Önbilinç veya bilinçaltı ise, kendi güçlerimizle ve bir yardım görmeden bilince getirilen her şeydir. * Bazı telefon numaraları veya birisinin adı hemen aklımıza gelmez. Bilinçaltı bu telefon numarasını veya adı bizim kendi isteğimizle ortaya çıkarmaz. Bilincimizi başka yere çevirince beklenmedik bir anda o numara veya ad aklımıza geliverir. Her insan normal olarak düşünen, duyan, eğitilebilen zihinden ayrı olarak basit, ilkel ve çocuksu bir zihin düzeyi ile yaşama başlar. Bu dönemin büyük kısmı içgüdülerdir. İçgüdüler eğitilemez. İlkel zihnin tüm amacı tatmin olmak, acıdan kaçmaktır. Bunlar duyu ile yerine getirilir. Ancak içgüdülerin dış hayata ait olgulara uyma gücü yoktur. Bu nedenle elinden gelen tek şey, yerine getirilmiş bir isteğin görüntüsünü hayalinde yaratmaktır. * Aç bir bebek anne görüntüsünü zihninde canlandırarak açlığını tatmin etmek ister. Yetişkin bir aç ise mükellef bir sofra hayal eder. Bunu, değiştiremediği gerçek hayattan uzaklaşmak için yapar. Bebek, ağlayarak istediğini elde eder. Büyüdükçe, aç kaldığı zaman hayal etmenin ve ağlamakla yemek elde etmenin yerine sofraya oturur. Yani artık hayalini tatmin için içe değil, gerçek tatmin için dışa yönelir. * Çocukluktaki ilkel düzen ayrı kalır, ama süreklidir. Bir güçlükle karşılaşınca ona başvururuz. Bilinç amaçlı ve tedbirli olduğu için eğitilir niteliktedir. Bilinçdışı ise güçlü eğilimler ve ısrarlı isteklerdir. Bilinçdışı istekler gerçek dünyada tatmin olmazlar. Yöntemleri dış dünyaya uymaz. Bu isteklerden bilinç haber aldığında bunları gerçek dünyaya uyarlamaya çalışır. Zaman, mekan ve fiziksel etkenleri gözardı edince hayallere dalarak düşmanlarımızı yok edebiliriz. Hatta bilincimiz işe karışmasa kural ve kanunlar bile geçersizdir.
Ama hayallerden kurtularak bilinç işe el koyunca, bilinçdışından gelen istekleri toplumun ölçülerine uyacak şekilde düzeltir. Veya şeklini değiştirir. BİLİNÇ VE İÇGÜDÜ Bilinç, insanın dış dünyayı ve kendi kişisel varlığını anlamasına aktif olarak katılan zihinsel süreçlerin toplamıdır. Bu şekilde tarif ettiğimizde gözümüze çarpan ilk özellik, yaşamı fark edebilme yeteneğidir. İnsan çevresindeki olayları izler, onları değerlendirir, neyin ne olduğuna karar verir. Yaşamını sürdürdüğü fiziksel ortam içinde kendisinin ayırdında olur, kendisini birey olarak algılar. Ancak bilinç, herhangi bir organımız gibi doğrudan doğruya doğanın bir ürünü değildir. Onun ortaya çıkabilmesi ve görevini yapabilmesi için biyolojik temelin yanısıra toplumsal koşullar da gereklidir. Yani bilinç, diğer insanlarla birlikte yaşayarak gelişir. * Bir çocuk, ancak insan topluluğu içinde yaşarsa insan olur. İnsana insan olma özelliği veren olgu, tek başına tek bir bireye özgü ve soyut bir şey değildir. Bireyi biyolojik yapı dışında insan haline getiren toplumsal ilişkilerdir. Herhangi bir kişi, bütün insanlığın gelişmesi sonucunda oluşan bireydir. Bilinç, kendisi kadar eski olan ‘dil’in (lisan) ortaya çıkışı ile de ilintilidir. Bilincin gelişmesi ve soyut mantıksal düşüncenin oluşması üzerinde dil’in çok büyük etkisi olmuştur. İnsanlar yaşantılarının her evresinde diğerleri ile dil aracılığında sosyal ilişki kurabilirler. Onun sayesinde kendilerini kişileştirirler. Kullanılan dil terimleri içinde soyut olanlar vasıtası ile düşünebiliriz. * İçgüdü ise bilincin tam zıttıdır. İçgüdüsel davranış hayvanlara özgüdür ve çevreye uyma süreci içinde gelişen biyolojik davranıştır. Oysa bilinçli davranış, doğanın insan tarafından amaca bağlı değiştirilmesinde ortaya çıkar. Burada bahsettiğim içgüdü kavramını hayvanlara özgü bağlamıyla değerlendiriyorum. Örneğin annelik içgüdüsü gibi insanlarla ilişkilendirilen içgüdü kavramları hayvanlarınki ile aynı değildir. Aslında bu gibi olgulara içgüdü denmesi de tartışmalıdır. * İçgüdü, belirli hayvan cinslerinde doğuştan gelen davranış tipidir, kalıtımla alınmıştır. Öğrenilmez, deneme yoluyla kazanılmaz. İçgüdüsel davranışlarla öğrenilmiş davranışların gelişmesi birbiriyle ters orantılıdır. Hayvanlar öğrendikçe içgüdüleri azalır.Ancak tümüyle yok olmaz. Sirklerdeki hayvanların eğitimi, doğal içgüdülerini törpülemeyi amaçlar. * Genel olarak ele alırsak içgüdü belli bir olay karşısında belli bir davranıştır. İçgüdüler, yukarıda değindiğim gibi insanın da belirli bir özelliğidir, ancak belirleyici rol oynamazlar. Bir hayvan kendi düşmanını görünce bağırır, kaçar veya ona saldırır. Onun durum değerlendirmesi, planlı hareket etmesi gibi davranışı olamaz. Türüne özgü tepkisi ne ise onu kalıtımla geldiği gibi uygular. * Düşman karşısındaki insanın ne türlü davranacağı belli değildir. Tepki göstermesi o anda içinde bulunduğu sosyal ve entelektüel koşullara bağlıdır. Kaçması ve karşı saldırıya geçmesinin yanısıra yapabileceği pekçok şey vardır. Birdenbire olan bir patlama karşısında irkilmemiz, aniden tehlike yaratan olaylar karşısında paniklememiz farklı şeylerdir. Dolayısı ile gösterilen tepki içinde içgüdü yok denecek kadar azdır. İnsanlarda kalıtımla gelen içgüdüsel davranışlar yoktur, zeka ile ilgili davranışlar vardır BOYUN EĞME Desmond Morris,The Naked Ape (Çıplak Maymun) adlı yapıtında hayvanların kendi aralarındaki döğüşmeleri iki sebepten birisine dayandırır:
Ya toplumsal hiyerarşi içinde üstünlük kazanmak, ya da belirli bir toprak parçası üzerinde hak sahibi olmak için mücadele ederler. Bazı hayvan türleri için hiyerarşi önemli olurken toprak önemli değildir. Bazı hayvan türleri için de tersi durum söz konusudur. Üçüncü bir grup hayvan için ise sahip olduğu topraklar üzerinde hiyerarşi sorununun çözümü önem kazanır. Hayvanlar için saldırgan olmayı gerekli kılan nedenler bunlardır. * Yazara göre biz insanlar, sahip olunan topraklar üzerinde hiyerarşi sorununun çözümü için saldırgan olan gruba dahiliz. Mücadele eden hayvanlarda, taraflardan birisi üstünlük sağlamaya başladığında, mağlup olması muhtemel bireyin, karşısında bulunan bireyin saldırganlığını hafifletmesinin birkaç yolu vardır. Yani saldırganı yatıştırmaya yönelik bazı davranışlar edinilmiştir. Mağlup olmaya aday olan artık saldırganlık uyandırıcı işaretler vermez. Hareketsiz kalır. Veya pes ettiğini çeşitli şekillerde belirtir. Bütün bu eylemler,boyun eğmenin farklı boyutlarıdır. * Desmond Morris, söz konusu kitabında,kendisinin de içinde yer aldığı olayları ve bizzat denediği bazı kuramlarını anlatır. Yazara göre küçük bir trafik hatası yüzünden polisçe çevrilen çoğu şoför, ya suçsuzluğunu savunmaya ya da davranışı için mazeretler öne sürmeye başlar. Böyle davranmakla kendi topraklarını, bu olayda onun yerine geçen otomobilini savunmaktadır. Bu şekilde de kendisini mücadele eden bir kişi konumuna sokmaktadır. Ama aynı zamanda polisi de karşı saldırıya geçmeye çağırmaktadır. Oysa, bir boyun eğme tavrı gösterse işler kolaylaşır. Suçu kabullenmesi, polisi hakim duruma geçirir. Kavga eden taraflardan birisi boyun eğme davranışını benimsemişse galip tarafın saldırgan tavrı biraz yumuşar. Bu olayda bir de polisi övücü birkaç cümle işi daha da kolaylaştırır. Yazar, sözlere uygun tavır takınılmasını da öğütlüyor. Hem vücudun duruşu hem de yüz ifadesi, duyulması gereken itaat ve korkuyu yansıtmalıdır. Ama hepsinden de önemlisi, derhal arabadan çıkılmalı ve polise yaklaşılmalıdır. Zira arabanın içinde kalmak, kendi yerleşim bölgesinde kalmak anlamındadır. Arabadan uzaklaşmakla toprak üzerindeki iddiayı hafifletir. Bir anlamda kişiyi polis karşısında zayıf hale getirir. Oysa arabanın içinde kalmak, arabaya hakim olduğunu iddia etmektir. Böylece otomobilden çıkmakla yerleşim bölgesi üzerindeki haklardan vazgeçilmiş duygusu yaratır. KAYGI NEVROZU (ANGOİSSE) Kaygı, kişinin istek ve korkularının çatışmasından kaynaklanır. Duygu ve düşüncelerin sahip olduğu gücün akacağı belli bir yön yoktur. Başka bir ifade ile, duygu ve düşüncelerin sahip oldukları güç, kaygı belirtisi olarak boşa harcanır. Bu güç, uygun bir çıkış yolu bulunursa boşa harcanma olayı ortadan kalkar. Normal olan kişilerde isteklerin ve korkuların birlikte oluşması, olası bir çatışma riski taşır. Bu çatışmayı çözecek çare, uygun bir duruma karar verip gücün bu yöne akmasının sağlanmasıdır. Bahsettiğimiz çözüm yolu, istek veya korku şeklinde olabilir. Burada önemli olan, kaygının kaybolmasıdır. * Yargılanmakta olan bir kişi, hakimin kararını beklerken elbette kaygılıdır. Kararı duyunca istek veya korkusu gerçekleşmiş olur, aynı zamanda kaygısı da biter. Kararın kendi isteğine uygun olup olmaması önemli değildir. Korkusu da bitmiştir, çünkü sonuç ortaya çıkmıştır.Bu durum normaldir. Kaygı nevrozu değişiktir. Hem istek hem de ona karşı koyan korku bir aradadır, çatışma halindedir. Üstelik bunların arasındaki çatışma bilinç tarafından farkına varılmaz.
Kaygı belirtileri kişinin bedeninde fizyolojik olarak ortaya çıkar.Örneğin titreme ve terleme gibi. * Hasta kişi, kaygısını bağlayacak veya kaygısını kanıtlayacak bir neden arar. Çok önemsiz bir hata yaptığında bile bir polis gördüğünde tutuklanma korkusu duyar. Veya kendisine ulaşacak her mesaj mutlaka kötü bir haber içerecektir. Tutuklanma gerçekleşmeyince, gelen mesaj normal bir haber içeriyorsa bile kaygıları yatışmamışsa ortada bir hastalık var demektir. İşin ilginç tarafı, gelen mesaj gerçekten kötü bir haber içeriyorsa hasta haklı duruma gelecek ve korkularından kurtulmuş olacaktır. KENDİ KENDİNİN BİLİNCİNDE OLMAK İnsanın en önemli özelliği, kendi eyleminin bilincinde oluşudur.Diğer canlılar sadece eylemde bulunur, insan ise kendi eylemleri üzerinde düşünür. Buna ilave olarak her bireyin, bebeklik evresinden sonra kendi kendisinin bilincinde olması, yani kendi varlığını kavraması gibi bir yeteneği vardır. Her insanın kendi bilinci olduğuna göre, her birey, hiç kimsede olmayan bilince sahip demektir.Bir kişi bir diğeri veya bir çokları ile aynı fikirleri taşıyabilir.Belirli olaylar karşısındaki duygusal tepkileri de benzerlik gösterebilir.Ama bir kişinin kendi bilincinde olma tarzının diğerleri ile ortak olduğunu ileri süremeyiz.Zira benim dış dünyayı algılamamın ve kendim ile çevrem arasındaki ilişkiyi kurmamın bir başkası ile tıpatıp aynı olduğunu ileri sürmem olası değildir. Buna rağmen herhangi iki kişinin veya bir kişi ile birçok kişinin kendi bilincine varma eyleminin ortak noktalar içerdiğini ama ayrıntıların farklı olduğunu söyleyebiliriz.Ancak bu kadarı bile her insanın ayrı ve tek birey olması için yeterlidir. * İnsanların tek tek kendi kendinin bilincine varma gerçeği, toplumun mutlak olarak aynı düşüncenin tek tek bireylerin düşünce toplamı olmasını engeller.Başka bir ifade ile, toplum düşüncesi, tek tek bireylerin düşünce toplamını yansıtan matematiksel bir işlem değildir. Ama belli bir evreden sonra tek tek bireylerin düşüncelerinin toplumun tümü tarafından irdelendiğini biliyoruz.Bir kişinin kendiliğinden ve içinden geldiği gibi davranması, diğer insanlar tarafından yadırganmasına neden olur.Örneğin yas tutulan bir ortamda birisinin içinden gülme isteği geçse ve bunu gerçekleştirse toplumda nasıl tepki uyanacağını hepimiz biliriz.Bunun gibi, kendi bireysel çıkarları doğrultusunda davranan bir kişi başkaları tarafından suçlanacağını bilir.Ya da kendi kendine suçluluk duygusuna kapılır. Her iki durum da kendi kendinin bilincinde olmanın toplum tarafından denetlenmesi anlamına gelir.Şu halde, insanı öteki canlılardan ayıran kendini bilme özelliği, hem ahlak kurallarını hem de öteki canlılar için söz konusu olmayan suçluluk duygusunu doğurur.Buna rağmen insanın kendini tek olarak görebilme ve öteki insanlardan ayırabilme yeteneği sosyal bağlar kurmasına engel değildir.Ama bu yetenek bazen doğal olması gereken duygusallık bağlarını aşan aşırı davranışlara neden olur.Felsefenin ele aldığı konuların bir tanesi de budur. İnsanın bir zamanlar masum, suç işleme yeteneğinden yoksun ve aldatmacadan habersiz olduğu söylenir.Ayrıca insanın, gelecekte yücelmiş bir konuma erişeceğini, bilincinin bencillikten arınacağını da söyleyenler vardır. Hatta geçmişe veya geleceğe bakmaya gerek te yoktur.Çocukluğun en büyük mutluluğuna gerekçe bilgi eksikliğidir.Bu durum, henüz kendi kendinin bilincinde olmama evresiyle ilgilidir. Buna rağmen salt bilimsellik uğruna yaşamın bütün gerçeklerini görmezden gelmemeliyiz.İnsan, çevresini bilir, onu denetler.Üstelik bu bilme ve denetleme olgusu kendine özgü, kendinin ve çevresindeki dünya ile ilişkisinin bilincinde olması şeklindedir.Ayrıca konu bu kadarıyla da sınırlı değildir.En önemlisi, insan ayrıca kendi bireysel varlığının geçici olduğunun da bilincindedir, yani ölümlü olduğunu bilir. * İnsanın, kendi dışındaki dünyayı bilmesi ve onu denetlemesi, kendisi ile çevresi arasındaki ilişkinin bilincinde oluşu, diğer taraftan ölümlü olduğunu da anlaması, hem
kendi geçmişine hem de kendi geleceğine ilgi duymasına neden olur.Böyle bir tanım ilk bakışta biraz anlamsız görünür. Ama kendimizi, şimdiki zamanda yaşayan ben olarak görmenin yanı sıra en azından kendi atalarımızın devam eden bir ferdi olarak düşünürsek ister istemez geçmişle bağlantı kurmuş oluruz.Mitoloji ve tarih hep geçmişle olan ilgimizi yansıtır. Ölümlü olmamızın bilincini taşımamız, bizleri ölümümüzden sonra anımsanmamızı sağlayacak olgular üretmeye zorlar. En basit hatıra eşyasından başlayarak anıtlara, saraylara ve hatta piramitlere kadar genişleyen objeler örneği hep anımsanma isteğinden doğan olgulardır.Hem geçmişe hem de geleceğe yönelik ilgimiz ölümlülük konusunda bizleri rahatlatmaya yarayan davranışlardır. Her bir kişinin bilinci kendisine özgü olduğundan ve bu olgu başkaları ile tümüyle paylaşılamadığına göre her insanın kendisini birey olarak algılaması, ister istemez onun yalnızlık duymasına neden olur.Burada bahsedilen, kalabalıktan uzak kalma, insanlardan ayrı durmak şeklindeki yalnızlık değildir.Kendi varlığının bilincinde olan, kendisinin diğerlerinden apayrı olduğunu bilen bir insanın toplum içinde olsa bile görünmez bir zırhla çevrelendiğini hissetmesidir.Bugün için etrafımızda birçok dostumuz olabilir.Ama günün birinde, koşulların değişmesi sonucu kendimizi, onların olmadığı bir ortam içinde bulabiliriz.İşin ilginç tarafı, bir insan, kendi bireyselliğinin bilincine ne kadar çok varırsa, yalnızlığının da o kadar farkında olur. Daha eski çağlarda, hatta o kadar uzak olmayan zamanlarda toplum-birey ilişkisi bugünküne benzemiyordu.Gerçi o dönemlerin insanları içinde oldukları durumu normal kabul ederlerdi, ama içlerinden birini günümüze getirebilseydik, aradaki farkı hemen anlayabilirdi.Nitekim eğitim ve kültürün kendi kendinin bilincinde olmayı arttırdığı, buna bağlı olarak bireyselliğin geliştiği günümüz toplumu gerçekten farklıdır. Artık toplum, geçmişte olduğu gibi organik bir bünye içinde yer alan elemanların mekanik davranışları gibi değildir.Ayrı ayrı bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu günümüz toplumlarının en belirgin özelliği, iletişim olanaklarının artmasıdır. * Birçok kişi, kendi kendinin bilincinde olduğunun tümüyle farkında değildir.Daha doğrusu bilinçlerinin benliklerinin tümünü kapsamadığını bu nedenle de eylemlerinin gizemli güçler tarafından yönetildiğini düşünürler.Öyle kişiler vardır ki, bu güçlerin benlik içinde ama bilincin uzanamadığı yerde olduğunu sanırlar.Veya onlara göre, benliğinin içindeki gizemli güçler, bilinçlerince ulaşılamaz konumdadır. Söz konusu güçler, geçmiş dönemlerde kötü ruh ya da şeytan olarak biliniyordu.Günümüz ruhbilimi ise bu güçleri, bireyi içten iten, tümüyle bilemediği veya denetleyemediği güdüler olarak tanımlıyor.İster geçmişteki tanım, ister bugünkü tanım gerçeği pek değiştirmiyor.İnsanın kendi kendinin bilincinde olma süreci bireyselliğin oluşumunda bize yabancı olan olguların etkisindedir. Bu konuda verilen bir örnekte olduğu gibi insan, tam bir bilgiye ya da denetime sahip olmadığı bir atın binicisi gibidir.Bazen binici ve at uyumlu biçimde birlikte hareket edebilir.Bazen binici, atı istemediği bir yönde gitmeye zorlayabilir.Bazen de at tarafından sürüklenir.Şu halde, kendimizi kendi benliğimizle uyum içinde hissettiğimiz zamanlar olabilir.Kendi kendimizi denetlemeyi çoğunlukla başardığımız da doğrudur.Ama sürüklendiğimiz ve gerçekten yapmak istemediğimiz eylemleri de gerçekleştirdiğimiz olur. İnsan eylemlerinin yönetimine etkin olduğu düşünülen güçler, benliğin dışında algılandıkları zaman ortaya ister istemez soyut objeler çıkar.Ama bilimsel analizimizi sürdürerek insan doğasının toplumsal ve tarihsel güçler tarafından belirlendiğini söylemeliyiz.Başka bir deyimle, bu güçler insanı ve onun yaşam biçimini dışarıdan etkiler.Aslında konu burada önemli bir yol ayırımına varıyor.İnsanın kendi içindeki güçler tarafından yönetildiğini varsayarak ruhbilimsel açıklamalara mı, dış koşullar tarafından belirlendiğini varsayarak tarihsel ve toplumsal açıklamalara mı kulak vermeliyiz? KİŞİLİK BOZUKLUKLARI Kişilik bozuklukları, psikozda olduğu gibi bir hastalık sonucu ortaya çıkmazlar.
Ancak gösterdikleri anomali ve sapmalar hem başkalarını hem de kendilerini şaşırtacak derecede gariptir. Kişilerin bu gibi davranış bozuklukları akıl hastalığına benzer özelliktedir. Kendilerine psikiyatrik tedavi uygulanması gerekebilir. Kişilik bozukluğu ile psikozu birbirinden ayırmak veya bu iki durumu sınıflandırmak için şöyle bir açıklama yapabiliriz: Bedeninde herhangi bir sakatlığı olan kişi biyolojik anlamda hasta değildir. Onun bedensel olarak anormal bir yapıya sahip olduğunu belirtiriz. Kişilik bozukluğu gösteren biri ise hasta olarak değil, anormal olarak gelişmiş kişi olarak sınıflandırılır. * Genetik oluşum, çocukluk çağlarında geçirilen herhangi bir ateşli hastalık, bir kaza sonucu yaralanma veya kötü beslenme gibi nedenlere bağlı olarak beynin kusurlu gelişmesi bazı kişilik bozukluklarının nedenidir. Bazı cinsiyet kromozomu anomalileri de toplum dışı davranışlara neden olur. Örneğin cinsiyet kromozomları XXY faktörü içeren iri yapılı olan, saldırgan davranışlı ve normalin altında zekaya sahip bir erkek böyledir. Ancak kişilik bozukluklarının ortaya çıkmasında sosyal nedenleri de unutmamak gerekir. Çocukluk dönemlerinde çekilen yoksulluklar, aile içi kavgalar ve gerilimin yoğun olduğu ortamlar gibi nedenleri içeren çevresel faktörler verilebilecek örnekler arasındadır. * Kişilik bozuklukları türlerinden birisi toplum dışılıktır. Yaşantısının her alanında sürekli olarak toplum dışı ve suça yönelik davranışlar sergileyen bir kişi psikopat olarak adlandırılır. Bunların davranış bozukluklarında, bozukluğun kendini gösteriş biçimine ilişkin elde edeceğimiz somut veriler her zaman güvenilir unsurlar değildir, saptanmaları uzmanlık gerektirir. Bunlar, diyelim ki aşırı alkol alma sonucu çıkan rahatsızlıktan veya ruhsal çöküntü sonucu yapılan başvurular sırasında ruh hekimleri tarafından anlaşılır. Çoğu psikopatın aile çevresinin son derecede bozuk olduğunu söyleyebiliriz. Aile çevresinin bozuk olduğunu gösteren olgulara örnek olarak anne veya babanın alkolik olmasını, anne-babanın boşanmasını veya erken ölmeleri gibi olayları sayabiliriz. Psikopatlığın ilk belirtileri çocukluk döneminin sonunda veya ergenliğin başlangıcında görülür. Aşırı tedirginlik, disipline karşı direnme, kendisinden küçük çocuklar ile hayvanlara eziyet gibi davranışlar sık görülen örneklerdir. Okul ortamında dersleri başarısızdır.İş hayatına atıldıklarında verimli olamazlar, güvenilir kişi değillerdir. Bir işyerinde devamlı çalışamazlar.Eleştirilere katlanamazlar.Duygusal ilişkileri sürekli değildir. Dolayısı ile evlilik hayatları kısa sürer.Psikopatların birçoğu eninde sonunda bir suç işler. * Diğer bir kişilik bozukluğu gelişmemişliktir.Bunlara yetersiz kişiler de diyebiliriz. Hem beden olarak hem da zihin olarak güçleri düşüktür. Olayların gösterdiği değişiklikler karşısında gereken esnekliği gösteremezler. En ufak bir baskı görmeleri durumunda bile karşı koyma özellikleri yoktur. Daha çocukluk dönemlerinin başındayken hem sinirli hem de bağımlı davranışları vardır. İncelenince anne-babalarının ya çok koruyucu ya da çok katı ve itici oldukları anlaşılır. Yetersiz kişiler aşırı derecede utangaçdırlar. Toplumsal ve cinsel davranışları çekingendir. Bu özellikleri nedeniyle kaçınılmaz olarak bencil ve içe dönük olurlar. Zaten yaşamlarının geri kalan dönemleri yalnızlık ve kaygı dolu olur. * Paranoyalı kişiler normalin üzerinde duyarlı ve alıngandırlar. Günlük olaylara normal birisinin gösterdiği tepki gibi değil de üst seviyede bir aşağılık ve hor görülmüşlük duygusuyla tepki gösterirler. Herhangi bir şeyin kendi hakkı olduğuna inanmışsa onu korurken herkesin kabul ettiği ölçüleri aşan şekilde aşırı hassas ve aşırı alıngan davranış gösterirler. Coşku dediğimiz duygusallığı yüksek davranışlar herkeste zaman zaman görülen davranışlardır. Ancak coşkulu kişilikleri yapılarında süreklilik kazanan insanların ruhsal bozuklukları zaman
açısından oldukça uzundur. Bunları gözlediğimizde ya hüzünlü ve kötümser ya da tam tersi bir tutum içinde olduklarını görürüz ve bu davranışları devamlıdır. İsterikli kişilerde ise tam tersine duygular yüzeysel ve değişkendir. Bunlar güvenilir kişiler olmadıkları halde başkalarından sevgi ve ilgi beklerler. KİŞİLİK İnsanın diğer canlılarla olan farklarını sıralamaya başlarsak bir tanesine en yukarıda yer vermemiz gerekir. Bu da kendi eyleminin bilincinde oluşudur. Burada eylem derken fiil, edim, iş gibi hareket içeren bir kavram kullanmış oluyorum. Ancak bu kavram, günlük yaşantımızdaki yürümek,okumak, konuşmak gibi basit hareketlerin daha geniş anlamını kapsar. Yaşantımızın tümünün içinde her türlü durağan dışılığı ifade etmek istiyorum, öyle ki eylem kelimesine psikolojik davranışlar da giriyor. Diğer canlılar sadece eylemde bulunur, insan ise kendi eylemleri üzerinde düşünür. Buna ilave olarak her bireyin, bebeklik evresinden sonra kendi kendisinin bilincinde olması gibi bir yeteneği vardır. Herkesin kendi bilinci olduğuna göre, kişiler, sadece görünüş ve beden yapısı yönünden değil, hiç kimseyle paylaşılmayan bilince sahip oluyorlar demektir. Üstelik bu bilinç süreklidir de.Aslında bu konu hemen herkesin çok iyi bildiği bir olgudur. Ben sizinle aynı düşünceleri paylaşabilirim. Birtakım olaylardaki heyecanımız, zevklerimiz, üzüntülerimiz de benzerlik gösterebilir. Ama benim kendi bilincimde olma tarzımın sizinki ile ortak olduğunu ileri süremem. Buna rağmen her ikimizin de kendi bilincine varma eyleminin ortak noktalar içerdiğini ama ayrıntıların farklı olduğunu söyleyebilirim. Bu kadarı bile her ikimizin ayrı ve tek birey olması için yeterlidir. * İnsanın kendi kendinin bilincine varma gerçeği, evrim sürecinde ne zaman tam olarak olgunlaştı? Bu soruya kesin bir cevap vermek gerçekten çok zor. Ama belli bir evreden sonra bu olgunun toplumun tümü tarafından irdelendiğini biliyoruz. İnsan spontane, yani kendiliğinden,(isterseniz içinden geldiği şekilde diyelim) davrandığında diğer insanlar tarafından yadırganır. Zira böyle bir durum, o eylemi yapan kişinin diğerlerinden daha fazla haz duyma isteğini yansıtıyor demektir. Bu nedenle kendi bireysel çıkarları doğrultusunda davranan bir kişi başkaları tarafından suçlanacağını bilir. Ya da kendi kendine suçluluk duygusuna kapılır. Her iki durum da kendi kendinin bilincinde olmanın toplum tarafından denetlenmesi anlamına gelir. Şu halde, insanı öteki canlılardan ayıran kendini bilme özelliği, hem ahlak kurallarını hem de öteki canlılar için sözkonusu olmayan suçluluk duygusunu doğurur. İnsanın kendini tek olarak görebilme ve öteki insanlardan ayırabilme yeteneği sosyal bağlar kurmasına engel değildir. Ama bu yetenek bazen doğal olması gereken sevecenlik bağlarını aşan aşırı davranışlara neden olur. Dinlerin ele aldığı konuların bir tanesi de budur.Nitekim, İncil’de Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi öyküsüyle simgelenmiştir. İnsanın bir zamanlar masum, suç işleme yeteneğinden yoksun, bilinçsiz ve aldatmacadan habersiz olduğu söylenir. Ayrıca insanın, gelecekte yücelmiş bir konuma erişeceğini, bilincinin bencillikten arınacağını da söyleyenler vardır. Her iki konu genel anlamıyla felsefeyle ilgilidir. Hatta geçmişe veya geleceğe bakmaya gerek te yoktur.Çocukluğun en büyük mutluluğuna gerekçe bilgi eksikliğidir. Bu durum, henüz kendi kendinin bilincinde olmama evresiyle ilgilidir. Buna rağmen salt bilimsellik uğruna yaşamın bütün gerçeklerini görmezden gelmemeliyiz. İnsan, çevresini bilir, onu denetler.
Üstelik bu bilme ve denetleme olgusu kendine özgü, kendinin ve çevresindeki dünya ile ilişkisinin bilincinde olması şeklindedir. Ama konu bu kadarıyla sınırlı değildir. İnsan ayrıca kendi bireysel varlığının geçici olduğunun da bilincindedir, yani ölümlü olduğunu bilir. * İnsanın, kendi dışındaki dünyayı bilmesi ve onu denetlemesi, kendisi ile çevresi arasındaki ilişkinin bilincinde oluşu, diğer taraftan ölümlü olduğunu da anlaması, hem kendi geçmişine hem de kendi geleceğine ilgi duymasına neden olur. Böyle bir tanım ilk bakışta biraz anlamsız görünür. Ama kendimizi, şimdiki zamanda yaşayan ben olarak görmenin yanısıra en azından kendi atalarımızın devam eden bir ferdi olarak düşünürsek ister istemez geçmişle bağlantı kurmuş oluruz. Mitoloji ve tarih hep geçmişle olan ilgimizi yansıtır. Ölümlü olmamızın bilincini taşımamız, bizleri ölümümüzden sonra anımsanmamızı sağlayacak olgular üretmeye zorlar. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. En basit hatıra eşyasından başlayarak anıtlara saraylara ve hatta piramitlere kadar genişleyen objeler örneği hep anımsanma isteğinden doğan olgulardır .Hem geçmişe hem de geleceğe yönelik ilgimiz ölümlülük konusunda bizleri rahatlatmaya yarayan davranışlardır. * Her bir kişinin bilinci kendisine özgü olduğundan ve bu olgu başkaları ile tümüyle paylaşılamadığına göre her insanın kendisini birey olarak algılaması, ister istemez onun yalnızlık duymasına neden olur. Burada bahsedilen, kalabalıktan uzak kalma, insanlardan ayrı durmak şeklindeki yalnızlık değildir. Kendi varlığının bilincinde olan, kendisinin diğerlerinden apayrı olduğunu bilen bir insanın toplum içinde olsa bile görünmez bir zırhla çevrelendiğini hissetmesidir. Bugün için etrafımızda arkadaşlarımız olabilir. Ama günün birinde, koşulların değişmesi sonucu kendimizi, onların olmadığı bir ortam içinde bulabiliriz. Böyle bir olasılık her zaman vardır ve bunu hepimiz de biliriz. İşin ilginç tarafı, bir insan, kendi bireyselliğinin bilincine ne kadar çok varırsa, yalnızlığının da o kadar farkında olur. Belki de bu nedenle yakınlarımızla olan ilişkilerimize dikkat ediyoruzdur. Daha eski çağlarda, hatta o kadar uzak olmayan zamanlarda toplum-birey ilişkisi bugünküne benzemiyordu. Gerçi o dönemlerin insanları içinde oldukları durumu normal kabul ederlerdi, ama içlerinden birini günümüze getirebilseydik, aradaki farkı hemen anlayabilirdi. Nitekim eğitim ve kültürün kendi kendinin bilincinde olmayı arttırdığı, buna bağlı olarak bireyselliğin geliştiği günümüz toplumu gerçekten farklıdır. Artık toplum, geçmişte olduğu gibi organik bir bünye içinde yer alan elemanların mekanik davranışları gibi değildir. Bunu ben şahsen kendi geçmişim ile bugünü karşılaştırarak anlamış durumdayım. Örneğin ortaokul dönemlerimde herkes gibi ben de sınıfın bir ferdi idim. Kendime ait hiçbir özelliğim olamazdı, sadece kurallara uyması gereken ve belirtilen şartlar içinde davranması istenen bir talebeydim. Ama bugünün aynı yaşlardaki çocukları cep telefonu kullanıyor, internet ile her türlü insanla ilişkiye geçiyor. Ayrı ayrı bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu günümüz toplumlarının en belirgin özelliği, iletişim olanaklarının artmasıdır. * Şimdiye kadar anlattıklarımız, konunun saf olarak görünüş biçimidir. Tıpkı kimyasal olarak saf su gibi.Oysa kullandığımız su görünüşte saf suya benzerse de bileşim veya yapı olarak değişiktir. En azından değişik ögeleri de barındırır.Gerçek hayat ta böyledir.Herşey yukarıda söylediklerimiz gibi değildir. Nitekim birçok kişi, kendi kendinin bilincinde olmanın, benliklerinin tümünü kapsamadığını bu
nedenle de eylemlerinin gizemli güçler tarafından yönetildiğini düşünür. Hatta bu güçlerin benlik içinde ama bilincin uzanamadığı yerde olduğunu sanır. Daha doğrusu, benliğinin içindeki gizemli güçler, bilinçlerince ulaşılamaz konumdadır. Böyle bir kişinin yaşam içindeki algısı artık bu yapı içinde şekillenmiştir. Sözkonusu güçler, geçmiş dönemlerde kötü ruh ya da şeytan olarak biliniyordu. Günümüz ruhbilimi ise bu güçleri, bireyi içten iten, tümüyle bilemediği veya denetleyemediği güdüler olarak tanımlıyor. İster geçmişteki tanım, ister bugünkü tanım gerçeği pek değiştirmiyor. İnsanın kendi kendinin bilincinde olma süreci bireyselliğin oluşumunda bize yabancı olan olguların etkisindedir. Bu konuda verilen bir örnekte olduğu gibi insan, tam bir bilgiye ya da denetime sahip olmadığı bir atın binicisi gibidir. Bazen binici ve at uyumlu biçimde birlikte hareket edebilir.Bazen binici atı istemediği bir yönde gitmeye zorlayabilir. Bazen de at tarafından sürüklenir.Şu halde, kendimizi kendi benliğimizle uyum içinde hissettiğimiz zamanlar olabilir. Kendi kendimizi denetlemeyi çoğunlukla başardığımız da doğrudur. Ama sürüklendiğimiz ve gerçekten yapmak istemediğimiz eylemleri de gerçekleştirdiğimiz olur. Gene kendimden örnek vermek gerekirse, ben de kaç kere şu şartlar oluşursa şu hareketi yapmayacağım diye kendi kendime karar versem de çoğu kez başarılı olamam. * İnsan eylemlerinin yönetimine etkin olduğu düşünülen güçler, benliğin dışında algılandıkları zaman ortaya ister istemez soyut objeler çıkar. Ama bilimsel analizimizi sürdürerek insan doğasının toplumsal ve tarihsel güçler tarafından belirlendiğini söylemeliyiz. Başka bir deyimle, bu güçler insanı ve onun yaşam biçimini dışarıdan etkiler. Aslında konu burada önemli bir yol ayırımına varıyor. İnsanın kendi içindeki güçler tarafından yönetildiğini varsayarak ruhbilimsel açıklamalara mı, dış koşullar tarafından belirlendiğini varsayarak tarihsel ve toplumsal açıklamalara mı kulak vermeliyiz? KURUNTULAR Kuruntu konusunu incelemeden önce bazı olguları hatırlamakta yarar vardır. * İllüzyon:Görme, işitme, tat, koku gibi olaylardaki yanlış algıdır. Algı konusu nesne tam olarak idrak edilemez.Veya yanlış yorumlanır. Işığın az olduğu bir ortamdaki herhangi bir slüeti, sözgelimi masa olarak gören bir kişi, biraz daha dikkatli bakıp o slüetin masa olmadığını anlarsa, o kişi normal birisidir. Ama o slüeti bir masa olarak gördüğünü belirtirse ve bu görüşünde ısrar ederse o kişinin illüzyon gördüğünü söyleyebiliriz. * Halüsinasyon (Birsam):Bir uyarıcı olmadan oluşan algıdır. Geceleyin çayırdaki ay ışığını kar gibi görmek, illüzyondur. Ama geceleyin o ay ışığındaki çayırda bir fil görmek halüsinasyondur. Halüsinasyon, sadece zihinde uyanan bir resmi, nesnenin kendisi gibi görmek olduğundan derin bir zihin bozukluğunun varlığını gösterir. * Kuruntu, bir kimsenin kendisine inandığı şeyin yanlış olduğunun açıkça gösterilmesiyle bile sarsılmayan yanlış kanılarıdır. Başka bir söyleyişle, bir kişi herhangi bir konuda öyle kanıya sahiptir ki, ona o kanısının yanlış olduğu kanıtlansa bile o, kanısını değiştirmez. Veya, kuruntu, mantık yolu ile yanlışlığın gösterilmesine rağmen sarsılmayan yanlış bir inançtır. Halüsinasyon ve illüzyon algı bozukluğudur.Kuruntu ise inanç konusudur. Halüsinasyon, nesne olmaksızın bir algıyı ifade ettiğine göre, ona olan inancın da yanlış bir inanç, yani kuruntu olması gerekir. *
Bir algıyı yaşamak ile ona inanmak arasında sıkı bir bağ vardır, öyle ki yaşamak ile inanmak arasındaki sınır çok net değildir. Bir zilin çaldığını duymak demek, o zilin çaldığına inanmak demektir. Veya bir kişi canavar gördüğüne inanmıyorsa, onu görmemiş demektir. İnsanlar gördükleri şeylere inanırlar. Olmayan bir şeye inanmak, gerçeği inkar etmektir. Kendisini kötü hisseden bir hasta, geçmişinde bir suç işlediğine inanıyorsa, bunun aksini kanıtlamak ona yeterli gelmez. Kuruntular, halüsinasyon sonucu da olabilir. Tat alma birsamı olan biri, dişlerinde ve sindirim sisteminde bir bozukluk olmadığını anlarsa, suçu yiyeceğe yükler. Yediği yemekleri ve aşçıyı değiştirir.Bunlar da işe yaramayınca yemeğine birşeyler katıldığını sanır. O kişinin içine düştüğü durum, kuruntudur. Şu halde kuruntu sürecinin yanlış duygu izlenimi ile başladığını, buradan kaynaklanan varsayımlar geliştirme ile devam ettiğini söyleyebiliriz. * Normal yaşantımızda birisi ile karşılaşmak istemiyorsak birçok yola başvururuz. Aslında başvurduğumuz yöntem kaçma şeklinde gerçekleşir.Ama birçok gerçekten kaçışımız daha karmaşıktır. Bazı kişiler gerçek dünyaya gözlerini kapayarak kendilerinin yarattığı hayal dünyasına çekilir. Giderek çevrelerindeki gerçekleri kabul etmezler.İşte bu, hastalıklı bir durumdur. NEVROZLAR Nevrozlu kişilerin ruhsal yapısı ile psikozlu kişilerin ruhsal yapısı arasındaki en önemli fark, dış dünya gerçeklerinden kopuş derecesi ile ilgilidir. Psikozların aksine nevrozlar gerçeklerden tümüyle kopmuş değillerdir. Nevrozlu hastalarda görülen birtakım belirtiler zaman zaman ruhsal yapısı normal olan insanlarda da görülebilir. Ancak bu durum o kişilerin nevrozlu olacakları anlamına gelmez.Olsa olsa davranışlarının abartılı olduğu söylenebilir. Yaşantılarımızın belirli dönemlerinde karşılaştığımız birtakım olaylardan ötürü çoğumuz bunalıma girmişizdir. Zaman zaman aşırı şekilde kaygıya kapıldığımız olmuştur, normalden daha fazla korkular içinde kalmışızdır. Bütün bunların nevrozlardan farkı nitelikleri değil, nicelikleridir. * Nevroz konusu içinde incelenen hastalıklı durumların sayısı oldukça fazladır. Bunları sınıflandırmak zordur, ama belirtilere göre bazı ayırımlar yapılmaktadır. En çok rastlanan kaygı nevrozudur. Bu kişilerde ortak olan fiziksel şikayetler ağız kuruması, kalp çarpıntısı ve aşırı terleme gibi biyolojik olgulardır. Bunların, nesneler karşısında duydukları korku panik seviyesine kadar yükselebilir. Özel bir durumdan korkma olarak adlandırılan fobiler kaygı nevrozunun başlıca niteliğidir. Örneğin hafif fobili bir kişi bir böceği tutması gereken durumda biraz korkabilir. Ama fobisi aşırı derecede olan nevrozlu kişilerin korkmaları için böcek sözünü duymaları bile yeter. Dolayısı ile böceklerle karşılaşmamak için her yola başvururlar. * Takıntı nevrozunda hasta, kendisine ait olmayan yani dışarıdan gelen birtakım düşüncelerle mücadele halindedir. Hoşlanmadığı bazı hareketleri yapmaya kendisini zorunlu hisseder, bu hareketleri yapma gereğinin önünü alamaz. Böyle davranmasının nedeni içinden gelen zorlayıcı duygulardır. Ortaya çıkan davranışlar normal sınırını aşan garip özellikli davranışlardır. Herhangi bir eşyaya belirli sayıda dokunmak ihtiyaçlarının önüne geçemezler. Veya başka biri bir eşyanın pis olduğunu düşündüğü anda ondan kurtulmak için defalarca aynı eylemi tekrarlar, örneğin pis olduğunu sandığı bir halıyı tekrar tekrar süpürür. * Yakın bir arkadaş veya akrabanın ölümü, istenmeyen herhangi bir olayın gerçekleşmesi, yapılması
beklenen bir davranışın gerçekleşmemesi gibi durumlarda çöküntü nevrozu kendisini gösterir. Aslında böyle olaylar karşısında herkes belirgin şekilde sıkıntı duyar, ama çöküntü nevrozu olan kişilerde bu sıkıntılar oldukça abartılıdır ve ruhsal yapılarına kazınmıştır. Gene de manik-çöküntü yani depresyon psikozlardan farklıdırlar. * Bazı kişiler öfkelerini kontrol altına alamazlar, aynı zamanda bağırma nöbetlerine girerler. Bu bağırmalardan kasıt, sesli bağırma olabileceği gibi felç, titreme, bellek kaybı gibi hem bedensel hem de zihinsel belirtilerdir. Bütün bunların nedenleri çok çeşitlidir. Örneğin bir kişi karşısına çıkan güç bir durumla başa çıkamayacağına kesinlikle inanırsa o gerçekten kaçar. Böylece bilinçaltına sığınmış olur.Bütün bu durumlar isteri olarak adlandırılır. İsteriler de çeşit çeşittir.En fazla rastlanan türü kopuntu veya kaçış içeren durumlardır. Hasta etrafındakilere hiçbir şey belli etmeden birdenbire ortadan yok olur.Örneğin bir yolculuğa çıkar. Aslında dışarıdan bakan birisine göre bu yolculuğun hiçbir planı veya hedefi yoktur. Ama biraz inceleme yapılınca diyelim ki o kişinin ufak bir hırsızlık yaptığı anlaşılır. İşte bu hoş olmayan olayı unutmak amacıyla yola çıkmıştır. Yolculuk boyunca, yaptığı olumsuz davranışı bellek kaybı vasıtası ile yok edecektir. * Bazı hastalar kendilerini dış dünyadan ayırırlar. Bu durumun bir örneği çift kişiliktir. Hasta birbiriyle ilgisi olmayan ve tutarsız davranışlar gösterir. Her zamanki yaşamında utangaç ve çekingen olan bir kız kopuntu veya kaçış nevrozlu halinde baştan çıkarıcı kişilik sergilemeye başlar. Bu nevroz hali yerinde kalmayıp ilerleme gösterirse durum hasta için daha vahim olur. Hasta bu durumda değişik kişilikleri için tamamen farklı ve köklü davranışlar gösterir. Artık bu kişiliklerden birinin diğerinden haberi yoktur.Kullandığı isimler bile farklıdır. * Kaygı, çöküntü ve isterik nevrozlar, bu durumlara eğilimli kişilerin karşı karşıya kaldıkları çeşitli baskılara karşı gösterdikleri tepkilerdir. Ruhsal yapısı çok güçlü, davranışları çok dengeli olan sağlıklı kişiler bile yaşamlarında karşılaştıkları büyük aksilikler karşısında çöküntüye uğrayabilirler. Gördükleri baskı nedeniyle kaygı duyabilirler. Ama bir süre sonra gerçekler karşısında olduğunu kabul edip bu gerçeklerden kaçmayarak belirli çözümleri üretirler. Bu beceriyi nevrozlu kişiler gösteremezler, kişiliklerine işlemiş olan hastalıklı davranışlarından kurtulamazlar. PSİKOZLAR Çok genel bir tanımla psikoz, gerçeklikten kopuş ve ızdıraplı iç yaşantıyı kapsayan davranış bozukluğudur. En önemlisi şizofreni olup dış dünyadan kopukluğun iç dünyada ise parçalanmanın bulunduğu bütün ağır ruhsal bozuklukları anlatan bir terimdir. Diğer psikozlar arasında mani, melankoli, yaşlılık bunaması ve paranoya başlıcalarıdır. Konu oldukça geniş kapsamlıdır. Bir belirti kesinlikle ruhsal hastalık olmayabilir. Veya belirli bir ruhsal hastalık mutlaka aynı ve birbirine benzer özellikler göstermeyebilir. Onun için bu tip konular genel çerçeveler içinde yorumlanmalıdır. * Şizofreni genellikle ilk kez ergenlik çağında ortaya çıkar. Tutarsız düşünce, duygusal tepki yoksunluğu, hezeyanlar ve sanrılar en çok rastlanan belirtilerdir. Ayrıca kopuk, aralıklı düşünce ve uygun olmayan duygusal tepkiler de sayılabilir. Birtakım masum davranışları, kötü amaçlı davranış belirtilerinin işaretleri gibi algılamadan dolayı hezeyan eğilimleri belirir. Şizofrenide düşünce süreçleri karışıktır, konuşmalar tutarsız ve mantık dışı olur. Hasta heyecanlı haberleri herhangi bir duygusal tepki göstermeden karşılayabilir.
Bazen kendisine trajik bir olay anlatıldığında veya üzücü bir olayla karşılaştığında gülümseyebilir veya ilgisiz kalabilir. Elbette yolda giderken kendi kendine gülümseyen birisi mutlaka şizofren değildir. * Hezeyanlar, normal bir insana çok garip gelen davranışlardır. Hastanın herhangi bir konu karşısında varmış olduğu yargı akla uygun değildir. Üstelik yanlış olan bu yargıların inanca dayalı temeli vardır. Örneğin lokantaya giden bir şizofrene garson tarafından siparişi alınırken içki içip içmeyeceği sorulunca, bunun öteki müşterilere kendisinin bir cani olduğunu açıklamak için verilen mesaj olduğunu sanabilir. Şizofrenlerde, olmadığı halde birtakım sesler duyma şeklindeki sanrılara sıkça rastlanır. Bu gibi durumların nedeni oldukça tartışmalıdır. Zaman zaman ikizler üzerinde araştırmalar yapılmıştır. Alınan sonuçlara göre kalıtımın önemli bir paya sahip olduğu gözlenmiştir. Ancak tek başına bir neden olmadığı da anlaşılmıştır. Aile içindeki pekçok sorunlardan kaynaklanan duygusal gerilimler, ağır sonuçlar veren ateşli hastalıklar veya şiddetli fiziksel acılar şizofreniye yatkın olan kişilerde tetikleyici unsurlardır. * Paranoya, hezeyan geçiren kişinin herkese karşı güven duymadığı bir durumdur. İlgisiz ve içe dönüktür. Garip davranışlarda bulunan hastaların bir kısmı katatoni denilen belirtiler de gösterirler. Kaslar katı hale gelir. Kendisine bakamayacak hatta beslenemeyecek durumda olabilir. Çevresinde olan olayların farkına varamaz. Uzun zaman öylece oturabilir. Bütün bunlar şizofrenin çeşitli davranış örnekleridir. Bu belirtiler tek tek olabileceği gibi bunların birden fazlasının karışımı şeklinde de belirebilir. Paranoya, genel tarifi olarak bir kişinin sürekli ve sağlam olarak hezeyanlar geçirmesidir. * Bazı ruhsal bozukluklarda biraz daha az olmakla beraber düşünce, davranış ve isteklerde belirli bir düzene rastlanabilir. Ayrıca paranoya belirtileri ile başlayan, aradan bir müddet geçtikten sonra şizofrenin en belirgin özellikleri olan zihinsel ve duygusal kopukluk niteliklerini göstererek biten örnekler de vardır. Ama daha fazla rastlanan biçimiyle paranoyalar, kendilerinden kaynaklanan kuşkularını ve güvensizliklerini başka kişilere yönelten insanlardır. Yapacağımız basit bir araştırma ile onların yalnız ve aşırı utangaç kişiler olduğunu anlayabiliriz. * Manik-çöküntü bir diğer psikoz çeşididir. Bu terim karma bir tanımı içerir. Aşırı heyecan, normalin bir hayli üzerinde olan canlı davranışlar, normal bir insanın hayal gücünü aşan geleceğe ait tasarılar, çok sık görülen fikir değişikliklerinin yanısıra depresyon denilen çöküntü. Bu belirtilerin herhangi biri tek başına ele alındığında mutlaka hastalık olduğu anlamına gelmez. Ama ciddi bir ipucudur. Bunların yanısıra uykusuzluk, iştahsızlıkla birlikte oluşan zayıflama ve güçten düşme ruh doktorlarının hemen ilgisini çeker. Hele suçluluk duygusu veya intihar eğilimi sezilmişse bu durum bir çöküntünün ifadesidir. Hastalığa eğilimli kişilerde depresif dediğimiz, örneğin sevdikleri birisinin ölüm haberini aldığı zaman, veya sevgilisi kendisini terk edince oluşan durumlar tepkisel çöküntüye giden etkenlerdir. Ancak çok az sayılabilecek bir kışkırtma, hatta belirgin bir uyarı olmaksızın oluşan ruhsal bozukluklar da vardır. İşte bu durumda kalıtım veya psikoza eğilim gibi özellikler söz konusudur ve bu olaya içsel çöküntü adı verilir. Hastalık aşırı şekilde gelişmiş ise kişinin davranışları belirgin şekilde ağırdır.Veya son derecede heyecanlıdır. Bu durumda olan bir diğer kişi sürekli suçluluk duygusu içindedir. Kendisine neden böyle davrandığı sorulduğunda, korkunç bir suç işlemiş olduğunu veya
günahlarının cezasını çektiğini söyler. Sık sık duyduğumuz veya bizzat şahit olduğumuz olaylardan birisi de çöküntülü hastaların başkalarına yük oldukları inançlarıdır. Bu kişiler adeta kendi kendilerinden koptukları ve gene kendi kendilerine yabancı hale geldikleri gibi hem kendilerini hem de tanıdık ve yakınlarını rahatlatmak için intihar etmeye son derecede yatkındırlar. Daha ileri vakalarda çöküntünün şiddeti de artar. Hasta hiç kimsesinin olmadığını, hatta kendisinin bile varolmadığını söyleyebilir. * Bunama, beyin bozukluğudur ve birtakım ruhsal belirtileri ortaya çıkarır. Herşeyden önce hem zihinsel hem de duygusal gerileme vardır. Beyin fizyolojik olarak dumura uğramıştır, hücreleri artık normal işlevlerini yapamamaktadır. Bu durumda oluşan psikoz çeşitli şekillerdedir. Faaliyetlerin bir amacı yoktur. Duygular körelmiştir. Mantıklı bir denetim olmadığı için çok geniş davranış bozukluğu listesi oluşur. Kendini çok büyük görme ve çok fazla konuşma sıkça rastlanan olaylardır. Alınganlık, isterik belirtiler, hasta olma şüphesi gibi benzer unsurlar iç içe geçer. TELKİN Telkin öyle bir fikir aktarılmasıdır ki, sonunda fikrin aktarıldığı kişi ,mantıklı bir sebebi olmadan ve inançla kendisine aktarılmış olan fikri kabul eder. Hemen hemen herkes kendi içine bakınca herhangi bir mantık sonucu değil, sadece başkasının veya dış kaynaktan gelen telkinin sonucu türlü türlü inanç, fikir ve düşünce sahibi olduğunu görür. Ama çoğu zaman, örneğin kullandığı parfüm markasının en iyisi olduğu kanısının bir dost veya reklam sonucu olmayıp, kendi kararı olduğunu düşünür. Telkin altında kalma eğilimini birçok faktör etkiler. Çocuklar daha kolay telkin altında kalır. Bir kişi bir konuda ne kadar çok şey bilirse, o konuda o kadar az telkin altında kalır. Örneğin bir maliyeci bir hisse senedinin değer kazanacağına başkalarını inandırabilir, ama meslekdaşı için aynı derecede inandırıcı olamaz. Telkin edilen fikir, bireyin duygu ve inançlarına karşı ise telkin eylemi oldukça zor gerçekleşir. Telkin doğrudan, dolaylı, ikna, emir ve resim gibi muhtelif yollarla yapılır. Telkin yapan birinin, karşısında bulunan kişi üzerinde bıraktığı izlenim de önemlidir. Okulda, bizden aşağı sınıftaki bir öğrenciye kolay kolay inanmayız. Bir kulak doktorunun kadın doğum üzerindeki fikirlerini pek kabul edemeyiz. Ama herhangi bir malın reklamı ciddi bir gazetede yapılırsa onu doğru kabul etme eğilimimiz vardır. Sevinç, hoşgörü ve iyimserlik gibi duygu yolu ile yapılan telkinler de vardır. Ama bir doktor, kendisine güveni olmayan davranış gösterir ve çekingen hareketler yaparsa,ve bu şartlar altında telkinde bulunmaya kalkışırsa, hasta ona inanmaz. Zira bu durumda telkin ile davranış arasında bir uyum yoktur.Hatta ters sonuç verir. Aynı şekilde telkin sırasında yüz ifadesinin değişmesi veya yersiz bir şaka yapılması gibi durumlarda da telkin eylemi başarısız kalır. REKLAMLAR TELKİNDİR Ruhbilimde bir fikir aktarılması, telkin olarak adlandırılır.Telkin, öyle bir fikir aktarılmasıdır ki, sonunda fikrin aktarıldığı kişi, mantıklı bir sebebi olmadan ve inançla kendisine aktarılmış olan fikri kabul eder. Herbirimizin önyargılardan uzaklaşması ve gerçekten tarafsız bir gözle kendi fikirlerimizi analiz etmesi mümkün olsaydı, herhangi bir mantık sonucu değil, sadece başkasından veya dış kaynaktan gelen telkinlerin sonucu türlü türlü inanç ve düşünce sahibi olduğumuzu görürdük.Ama birçok insan, örneğin kullandığı parfüm markasının en iyisi olduğu kanısının bir dost veya reklam sonucu olmayıp, kendi kararı olduğunu düşünür. İçinde yaşadığımız toplumun ekonomik sisteminde tüketim eğilimi fazla olduğu için reklamcılar telkinin gücünü etkin bir biçimde kullanırlar. Ben de dahil olmak üzere reklamların etkisinde kalmadığını iddia eden kişiler
gerçekten de öyle midirler?Örneğin herhangi basit bir malın reklamını okuduğu ciddi bir gazetede gören kişinin söylenenleri kabul etme eğilimi yok mudur?Yapılan kampanyalarda sevinç, hoşgörü, haz, umut veya iyimserlik gibi yaşamın olumlu yönleri ile kamufle ederek tanıttıkları ve telkin yönyemlerini ustaca kullanarak mallarını sunan kişilerin etkisinde kalmamak gerçekten çok zor. YÜKSEK BİR TEPE VE YAŞAMIN SORUNLARI Şehir dışında yürüyüş yapan ve belirlediği yere ulaşmak isteyen birisinin karşısına oldukça yüksek bir tepe çıkıyor. Bundan sonra o kişinin davranışları şunlardan biridir: 1- Tepeyi aşmayı gözüne kestirir ve tırmanmaya başlar. 2- Tepeyi aşmayı gözüne kestiremediği için geri döner. 3- Yolu uzatmayı ve zaman kaybetmeyi kabullenerek tepenin etrafına dolanır. * Bu tepeyi, yaşantımız boyunca karşılaştığımız zorluklara benzetebiliriz. Veya gerçekler aşılması gereken yüksek tepeler gibidir. 1-Bazıları bu tepeyi aşar.Bu kişiler gerçekleri kabullenmiş ve onlarla mücadele etmeyi göze almışlardır. 2-Bazıları geri döner. Bunlar, ya sorunları yok varsayan, ya da gerçekleri unutmak için bütün enerji ve vakitlerini harcayan kişilerdir. 3-Bazıları tepeyi dolanır.Böyleleri hayatın sorunları karşısında, o sorunları çözme yerine oyalanmayı tercih ederler. * Birinci durum dışındaki iki şık için insanlarda değişik davranışlar göze çarpar. Örneğin sorunların çözümünü göze alamayanlar çok sayıda bahane üretirler. Veya tepeyi aşmayı göze alamayan birisinin tepenin yüksekliğini iki misli arttırma eğilimi gibi, yaşamdaki zorlukların içeriğini abartırlar. Bir sorunun olumsuz yönlerini olduğundan küçük görme isteği, mücadele yeteneklerinin alabildiğine azaldığını düşünmek, ya da sürekli fikir değiştirmek diğer kaçış şekilleridir. ZİHİN EYLEMLERİ Zihin eylemleri başlıca üç nokta altında incelenebilir: 1-Bilgisel eylemler:Bir şeyin farkına varmak ve düşünme ile ilgili eylemlerdir. Bilgisel eylemlere ulaşmak için sorulacak soru ‘Ne biliyorsun ?’ olacaktır. 2-Duygusal eylemler:Zihnin duygu ve heyecanlarını yansıtan eylemlerdir. Duygusal eylemin ne olduğunu anlamak için ‘Sende ne duygu uyandırıyor?’ sorusunu sorarız. 3-Tepkisel eylemler:Zihnin irade ve çabası ile ilgili eylemlerdir. Tepkisel eylemlerin neler olduğunu ortaya çıkarmak için ‘Ne yapacaksın ?’sorusu sorulur. Orman kenarında gezinirken kaplan gören bir kişinin zihinsel eylemlerini şu şekilde değerlendiririz: Bilgisel eylem: Ne biliyorsun ?--- Bir kaplan görüyorum. Duygusal eylem: Sende ne duygu uyandırıyor?--- Korkuyorum. Tepkisel eylem: Ne yapacaksın ?---Kaçacağım. ZİHİN VE BEDEN Bedenin ve zihnin biyolojik olarak nasıl çalıştığı konusu günümüzde oldukça ileri aşamalara varmıştır. Ancak her ikisinin karşılıklı olarak birbirlerini nasıl etkilediği ve bu etkileşimden ‘kişi’yi nasıl oluşturduğu konusunda sorulması gereken pekçok soru vardır. Her şeyden önce zihin ve bedenin ayrı ayrı ve birbirinden bağımsız olgular olmadığı besbelli bir şeydir. Bunların aralarında belirli bağlantılar olduğunun kanıtlarından biri psikosomatik hastalıklardır. Bu tip hastalıklar belirli oranda ruhsal etkenlerin yol açtığı fiziksel bozukluklardır. Diğer taraftan zihinsel davranışların, bedenin hastalığa yakalanma duyarlılığını etkilediğini pekçok olayda gözlemliyoruz. Burada bizim için problem olan nokta, beden ile zihin arasındaki ilişkinin nitelik ve nicelik olarak
hangi boyutlarda olduğu ve karmaşıklık derecesidir. Başka bir ifade ile zihin ve bedenin birbirlerini nasıl denetledikleri veya etkiledikleri konusunda bildiklerimiz henüz tam olarak açıklanamamaktadır. * Günümüzde bu konudaki bazı olguları daha iyi anlamış durumdayız. En azından beynin bedeni nasıl denetlediğini ve bedensel fonksiyonları nasıl değişikliğe uğrattığını çok daha iyi biliyoruz. Beyinden gelen denetleyici eylemler sinir yolları ile organlara taşınır. Bu denetim, örneğin soluma ve kalp atışının düzenlenmesi ile ilgilidir. Diğer bir sistem kimyasal niteliktedir ve görevini kan damarları aracılığı ile yerine getirir. Bu sistemi hipofiz bezi düzenler. Aynı zamanda sistem ile beyin arasındaki bağlantıyı sağlar. * Beyin ile zihin arasındaki ilişki ve birbirlerini etkileme konusu milattan önceki çağlarda da merak ediliyordu. Hippokrates, beynin fonksiyonu konusunda günümüze dek ulaşan görüşlere sahipti. Beynin insan bedeninin en güçlü organı olduğunu kabul etmişti. Ona göre gözler, kulaklar, dil, eller ve ayaklar beynin belirlediği biçimde çalışırlar. Bilincin beyinde oluştuğunu söylemişti. Ancak Hippokrates’in bu görüşleri ondokuzuncu yüzyıla kadar dikkate alınmadı. Arada kalan bu dönemler antik çağın ileri görüşleri ile uyuşmayan pekçok bilimdışı görüşlerle doludur. Örneğin beynin ortaya koyduğu işlev, beyin boşlukları arasında bulunan ruhun hareketi ile açıklanıyordu. Veya beynin gönderdiği mesajların beyin boşluklarından akan bir sıvı aracılığı ile sinirlerden geçerek kaslara iletildiği sanılıyordu. * Yirminci yüzyılın başlangıcında bedenin kendi işlevlerini nasıl yerine getirdiğine dair bilimsel bilgi artmaya başladı. Solunum ve beslenmenin fizyolojisi ile anatomi ve doku yapısının ayrıntıları çok daha iyi kavrandı. Beyinden gelen ve beyne giden mesajların iletim şekli ayrıntılı olarak tanımlandı. Çok küçük oluşumları görmeyi sağlayan büyütme ile ilgili aygıtların ve transistör gibi araçların da keşfiyle beyindeki hücre faaliyeti daha ayrıntılı şekilde incelendi. Biyokimya ile hücre içindeki oluşumlar iyice anlaşılmıştır. Nihayet bilgisayarlar sayesinde sinir sisteminin çalışması ve bilincin tanımında bir hayli yol alınmıştır. * Bugün için vardığımız noktada beynin, duyuların kendisine ilettiği bilgileri işlemek için oluşan bir organ olduğunu kabul ediyoruz. Beyin kendisine dış dünyadan gelen bilgilerden sonra dış dünyanın bir modelini kurar. Bu model, devamlı olarak gelen diğer bilgilerle oluşum sürecine devam eder. Burada göz önünde bulundurmamız gereken başka bir konu da beynin ne gördüğünü belirleyen özelliğin sadece duyu organlarımızın ilettikleri ile sınırlı olmadığıdır. Beynin aynı zamanda, kendisine gelen bilgileri nasıl işlemek ve kendi özel dünyasını nasıl yorumlamak istediği, ana işlevinin ayrılmaz bir parçasıdır. Hepimizin bildiği gibi insanların çoğu dış dünyaya ilişkin ortak algılara sahiptir. Ancak her bir bireyin kendisine ait kişisel gerçekleri de vardır. ZİHİNSEL BOZUKLUK Psikiyatri, ‘zihin’ ve ‘tıbbi tedavi’ anlamına gelen sözcüklerden türetilen bir kelime olup ruh hastalıklarının teşhis ve tedavisiyle ilgilidir. Aslında fizyolojik tıp ile ruh hekimliği arasında net bir ayırım yoktur. Bir ruh hekimi bedenin içinde bulunduğu fiziksel koşullar ile zihinsel durum arasındaki ilişkiyi her zaman göz önünde tutmak durumundadır. Aynı şekilde bir fizyolojik tıp doktoru ruhsal durumların bedensel bozukluklar üzerindeki etkilerini hesaba katmaktadır. Zaten ruh hastalığının bir tek nedeni yoktur.
Ancak normal hayatta içten ve dıştan gelen nedenlere göre bir ayırım yapılmaktadır. Örneğin kalıtsal etkenler içten gelen nedenlerle ilgilidir. Sakatlanma, hastalık, parasal sıkıntılar ve işten çıkarılmalar gibi sebeplerden oluşan zihinsel gerilim dıştan gelen nedenlerdir. Herhangi bir insanın temel kişiliği ile bir fiziksel ya da ruhsal gerilim arasındaki etkileşim, bunun ardından gelen zihinsel tepkinin boyutlarını etkiler. Herhangi bir kişi yoğun olan gerilime yeterince direnebilirken, bir başkası daha önemsiz bir engele yenik düşebilir. * Zihin hastalıklarının belirti veya işaretleri birçok başlık altında toplanmıştır. Algılama bozuklukları, düşünce ve konuşma bozuklukları, bellek bozuklukları ve diğerleri verilecek örnekler arasındadır. Zihin bozuklukları arasında incelenen olgulardan bir tanesi sanrılardır. Sanrılar, dış dünyada herhangi bir nesnel uyaran olmadan meydana gelen duyumsal algılamalardır. Hem ruh hastalıkları hem de beyin rahatsızlıklarında çok sık görülen algılama bozukluğunu oluştururlar. Düşüncede görülen bozukluk belirtileri birkaç şekilde kendini gösterir. Fikir uçuşması durumunda düşünce süreçleri hızlanmıştır. Direnme durumunda ise hastanın değişik tepkiler göstermesini gerektiren çevre değişikliğinden uzun bir süre sonra da aynı tepkileri göstermekte ısrar ettiği görülür. Düşünce tıkanıklığı durumunda düşünce zincirinin birdenbire durarak bütünüyle yeni bir zincire geçtiği göze çarpar. * Takıntı gibi bazı bozukluklarda hasta, bazı şeyleri aklından çıkarmak için her türlü çabayı gösterdiği halde o konuda düşünmeye zorlandığını hisseder. Hasta bu zorlamanın dıştan gelen bir eylem sonucu değil, kendi içinde oluştuğunu anlar. Düşünce yabancılaşmasında, düşüncelerin bir dış kaynağın denetiminde olduğu sanılır. Hasta kişi, düşüncesine başkalarının da katıldığına veya düşüncelerinin kendi kafasına başkalarınca sokulduğuna inanır. Gene bu bozukluğa sahip bazı hastalar kendi düşüncelerinin başkaları tarafından kafasından çıkarıldığına inanır veya başkalarının kendisiyle aynı anda aynı şeyleri düşünmekte olduğunu ve en gizli tasarılarını bildiğini sanır. Kuruntu, yanlış bir inançtır.Genellikle saçma, olanaksız ve mantığa uymayan ama aynı zamanda kesin olan inançtır. Düşünce biçimindeki bozukluklar ise, birbirini izleyen düşüncelerin halkalarında görülen kopukluk ve kavram sınırlarının saptanamaması şeklindedir. * Bellek bozuklukları,anımsanacak bilgilerin zihne kaydındaki, zihinde tutulmasındaki ve bilgilerin anımsanmasındaki bozukluklardır. Eğer patolojik bir bellek yitimi olursa zihindeki boşluk dikkatle uydurulmuş yalanlarla doldurulur. Duygusal bozukluklar, belirli bir duruma uygun olmayan duygusal tepkilerin hem şiddetini hem de süresindeki değişiklikleri içerir. Duygusal bozukluk derken, geçici olan bir duygusal tepkiden çok, depresyon veya mani gibi ruhsal durumdaki sürekli bir bozukluğu anlarız. Depersonalizasyon, kişinin kendi deneyiminde meydana gelen bir bozukluktur, bireyin kendisinin eski durumuna göre değiştiğini hissettiği zaman ortaya çıkar. Kendisini bir otomat gibi hisseder ve kendi hareketlerini sanki dışarıdan izliyormuş gibi olur. Derealizasyon durumunda ise birey dış dünyayı garip ve belirgin biçimde değişmiş olarak algılar. * Bilinç bozuklukları, temel olarak fiziksel nedenlere bağlıdır. Hem dikkati hem de zihni toplamadaki değişmeler ön plandadır. Düşüncede yavaşlama da görülür.Aynı zamanda düşünce ile eylem yönlendirilemez. Bilinç bozukluklarına genel olarak baktığımızda hastanın zihninin karışmış olduğunu,birbiriyle ilgisiz ve anlamsız davranışlarda bulunduğunu ve nihayet çılgınlık yapabileceğini gözlemleriz. ZİHNİMİZİN İŞLEVLERİ
Zihin eylemleri başlıca üç nokta altında incelenebilir: 1-Bilgisel eylemler:Bir şeyin farkına varmak ve düşünme ile ilgili eylemlerdir. Bilgisel eylemlere ulaşmak için sorulacak soru ‘Ne biliyorsun ?’ olacaktır. 2-Duygusal eylemler:Zihnin duygu ve heyecanlarını yansıtan eylemlerdir. Duygusal eylemin ne olduğunu anlamak için ‘Sende ne duygu uyandırıyor?’ sorusunu sorarız. 3-Tepkisel eylemler:Zihnin irade ve çabası ile ilgili eylemlerdir. Tepkisel eylemlerin neler olduğunu ortaya çıkarmak için ‘Ne yapacaksın ?’sorusu sorulur. * Orman kenarında gezinirken vahşi bir hayvan gören kişinin zihinsel eylemlerini şu şekilde değerlendiririz: 1-Ne biliyorsun ? sorusunun cevabı : ‘Bir vahşi hayvan görüyorum.’ Zihin, bilgisel eylem ile bir durumun farkına varmış ve düşünce geliştirmiştir. 2-Sende ne duygu uyandırıyor? sorusunun cevabı : ‘Korkuyorum.’ Zihin,duygu ve heyecanı yansıtarak duygusal eylem ortaya koymuştur. 3-Ne yapacaksın ? sorusunun cevabı : ‘Kaçıyorum.’ Zihin, irade ile tepkisel eylemini gerçekleştirmiştir. ESKİDEN RUH HASTALIKLARI NASIL TEDAVİ EDİLİRDİ ? Eski çağlarda insanlar zihinsel bozukluğu olan bir kişinin kötü ruhların, şeytanların ya da diğer doğaüstü güçlerin etkisi altında kaldığını düşünürdü. Hastalığın nedeni böyle sanıldığı için iyileştirme çabalarında hiçbir sistem yoktu. Daha çok telkin gücüne başvuruluyordu. Bu sistemsiz çabalara az da olsa bir düzen getirenler Hippokrates ve Galenos oldu. Onların ileriye sürdüğü ‘Dört Salgı’ kuramı yaklaşık ikibin yıl tıp dünyasını etki altında bırakmıştır. Bu kurama göre insan bedeninde dört tane temel unsur vardır:Kan, balgam, sarı safra ve kara safra. Birtakım hastalıklar ve birtakım değişik kişilik yapılarının nedeni, bu sıvılardan birinin ya da diğerinin üstünlüğüdür. Örneğin kara safra veya balgam normalden fazla ise bu, o kişinin melankoli olmasının nedenidir. Önerilen tedavi ise iksir, banyo, perhiz veya kusturucu ilaçlardı. * Eski yunan tıp geleneğini sürdüren araplar oldu. Sekizinci ve onüçüncü yüzyıllar arasındaki dönemde Şam, Kahire ve Bağdat’ta deliler için akıl hastahaneleri yapılmıştı. Avrupa’da akıl hastalıklarının bakım işi hristiyanlığın yayılması ile paralel olarak gelişmiştir. Manastır ve diğer dinsel merkezler ile din adamlarının yönettiği hastahaneler tedavi görevlerini üstlendiler. Ancak ortaçağ Avrupa halkları yoksulları, sakatları ve diğer toplumdışı kalmış kişileri olduğu gibi delileri de kendi yaşamları dışına itme eğilimi taşıyorlardı. Gene aynı dönemlerde halkın; büyücülük, dinsel sapkınlık, cadılık ve şeytana kapılma gibi saplantıları vardı. Birçok kişi, deli olarak nitelendirdikleri insanların şiddetli ve çarpıcı taşkınlıklarını bu gibi kötü güçlere yüklüyorlardı. Böylece deli olarak nitelenen insanlar işkence, hapis veya ölüm cezasına çarptırıldılar. Deliliğin büyücülük ve dinsel sapkınlıkla ilgili olduğu inancı birçok insanın suçsuz olarak ölümüne neden olmuştur. Örneğin Girolamo Savonarola adlı din ve siyaset reformisti olan bir kişi dinsel sapkınlığa bağlı deli olduğu gerekçesi ile yakılarak öldürülmüştü. * Ortaçağda akıl hastalığının fiziksel ve ruhsal nedenlerini az çok anlayan, aşırı akıl hastalıkları için dinlenme, yatıştırma ve müzik tedavisi öneren kişiler de vardı. Aynı şekilde delilik ile dinsel sapkınlığı birbirinden ayıranlar da olmuştu. Örneğin Johann Weyer adlı bir doktor, cadı olarak nitelenen kişilerin kötü ruhlu değil de psikozlu yaşlı kadınlar olduğunu ileri sürmüştü. Ancak o dönemlerin klise ve hukuk uzmanları böyle görüşleri reddettiler. Bir diğer inanış ise zihinsel sıkıntıya neden olan ruhun, kafatası açılarak serbest bırakılması gereği
idi. Bazı yörelerde ise akıl hastaları topluca azizlerin türbelerine götürülüyordu. * Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda tıp bilimi ile cerrahide önemli gelişmeler başladı. Ancak akıl hastalıkları ile ilgili kuramlar aynı gelişmeyi gösteremedi. Gerçi ortaçağın vahşi uygulamaları bitmişti, ama tedavi yöntemleri gene de çok ilkeldi. Müshil, kusturma ve kan alma gibi fiziksel yöntemlerin yanısıra birtakım mekanik araçlar kullanılıyordu. Hırçın ve çılgın hastaları sakinleştirmek amacıyla özel mekanizmalar geliştirildi. Deri kayışlar, çadır bezinden ceketler, özel kelepçeler devreye sokuldu. Hastalar sandalyelere çok az hareket edecek şekilde bağlanıyorlardı. Ani ve şiddetlli korku yaratmanın ruh hastalığına yararlı etkisi olacağına inanılıyordu. Bir diğer yöntem ise hastaların suya daldırılması idi. Akıl hastalıkları ve delilik; birtakım ahlak kurallarının eksik olması, dürtülerin gereği gibi denetlenememesi, kişiliklerin yozlaşması gibi nedenlere bağlanmaya başlanmıştı. * Onsekizinci yüzyıldan itibaren teorilerin ileri sürülmesi hızlandı. Benjamin Rush (1745-1813) Amerika’da ruh hekimliğinin kuruluşuna katkıkarda bulunmuştu. Ruh hastalıklarının tedavisinde kan vermenin ve mekanik aygıtlar kullanılmasının savunuculuğunu yapmıştı. Tedavide ruhsal ve fizyolojik yaklaşımların birleştirilmesini ileri sürmüştü. Franz Mesmer (1734-1815) akıl hastalığını bedendeki manyetik sıvıların birikimi ile ilişkilendirdi. Önerdiği tedavi yöntemi ise daha da ilginçti: Hastalardaki manyetik sıvıların kendisi gibi özel manyetik güçlere sahip terapistler tarafından giderileceğini öne sürmüştü. Franz Joseph Gall (1758-1828) beyinde her biri belirli zihinsel işleve sahip olan 27 tane organ olduğunu ileri sürdü. Bu organlar ne kadar iyi çalışırsa o kadar büyük olurlardı.Böylece kafatasının büyüklüğünü etkilerlerdi. Gall’in bu görüşü bir müddet etkili oldu. Kişilik ve zihinsel denge, kafatasının biçimi ve özellikleri ile yorumlandı. * Nihayet anlayışa dayalı tedavi yöntemleri ön plana çıkmaya başladı. Uzun süreden beri dağınık halde bulunan gözlem ve deneylerin birikimleri sistemli bir şekilde ele alındı. Ruh hastalıkları sınıflandırıldı. Giderek bilinç dışı keşfedildi. Fransız ruhbilimcisi Pierre Janet (1859-1947) zihinsel işlevleri bir sıra düzenine koydu. Onun teorisine göre en altta otomatik işlevsellik bulunuyordu. En üstte ise ussal, deneyimli ve bilinçli eylem bulunuyordu. Janet’in bu kuramı Jean Charcot’un hipnoz gösterilerini geliştirmesine yardımcı oldu. Sigmund Freud, bilinçdışı kuramını ileri sürerken Janet’ten yararlanmıştı.