Sosyal bilimler 3

Page 1

SOSYAL BİLİMLER-3 İÇİNDEKİLER BAZI TARİH NOTLARI BİLİM TARİHİNDEN BAZI NOTLAR ÇALIŞMA VE BOŞ ZAMAN DEVLET ÖNCESİ KABİLE TOPLUMLARI DEVLETİN KAYNAĞI ESKİ UYGARLIKLAR İLKEL TOPLUMLAR VE KÖLELİK KİŞİLİK MİTLERİN ANLAŞILMAZ OLAYLAR İÇİN YORUMLARI ÖNYARGI TARİHİ MATERYALİZM TEDAVİNİN KÖKENLERİ TOPLUMBİLİM VE İNSAN ZİHNİMİZİN İŞLEVLERİ

1 4 9 12 15 17 19 23 26 28 32 33 36 39

BAZI TARİH NOTLARI

ISLAHAT FERMANI Islahat Fermanı,Osmanlı Devleti’nin bir iç düzenlemesi olarak görülür. Rusya ve Avrupa'nın iç işlerine karışmasını önlemek amacıyla 1856 yılında ilan edilmiştir. Bu ferman Paris Konferansı'nın başlamasından hemen sonra İstanbul'da yabancı devlet temsilcilerinin huzurunda okunarak açıklandı. Fermanın getirdiği önemli hususlar şunlardı: - Din ve mezhep özgürlüğü sağlanacak, okul,kilise ve hastane gibi binaların tamiri yapılacaktır. - Müslümanlarla gayrimüslimler kanun önünde eşit sayılacaktır. - Patrikhanede yeni meclisler kurularak bu meclislerin aldığı kararlar Osmanlı Devleti tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girecektir. - Devlet hizmetlerine, okullara ve askerlik görevine bütün uyruklar eşit olarak kabul edilecektir. - Vergiler eşit alınacak iltizam usulü kaldırılacaktır. - Yabancılar da Osmanlı Devleti sınırları içinde mülk sahibi olabileceklerdir.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA TARAFLAR : İTİLAF DEVLETLERİ (ANTANT)-------------------RUSYA , FRANSA , İNGİLTERE , İTALYA. İTTİFAK DEVLETLERİ (BAĞLAŞMA)------------ALMANYA , AVUSTURYA , OSMANLI İMP.


İHTİLAL DÖNEMİNDE FRANSA MECLİSLER İhtilalden önce : Curia Regis İhtilalden sonra : Etats Generaux


SOSYAL SINIFLAR 1-) Soylular : Aristokrat ve diğer soylu sınıflar 2-) Ruhban : Din adamları ve din örgütü 3-) Thiers etat: Üçüncü sınıf : Burjuvalar,köylüler,esnaf,çalışanlar,vs.

ORDRE (ZÜMRELER) 1- İmtiyazlı sınıf : Asiller ve ruhban sınıf 2- Thiers etat

İHTİLAL MECLİSLERİ 1789 – 1791 : Millet Meclisi , Kurucu Meclis’e dönüştürüldü.Anayasa hazırlandı. Ekim 1791- Eylül 1792 : Yasama Meclisi.10 Ağustos halk ayaklanması.Kralın tutuklanması. Eylül 1792 – 1795 : Konvansiyon Meclisi.Cumhuriyetin kuruluşu.Kralın idamıYeni anayasa ve Jakoben iktidarı. 1795 sonrası : Direktuvar Meclisi.

OSMANLI DEVLETİ BEYTÜLMAL : Hazine. ÖŞR : Sahibi gayrımüslim ve biat etmemiş toprak sahibinden alınan vergi. HARAÇ : Sahibi gayrımüslim ve biat etmiş olan toprak sahibinden alınan vergi. İDARİ BİRİMLER : Sancak ( Vilayet )---- Kaza----- Nahiye MİRİ MÜLKİYET : oprakların çıplak mülkiyet olarak padişaha ait olması. REAYA : Köylüler—Tüccarlar---Esnaf-----Diğer ASKERİ :Yönetici. (Silahlı asker anlamında değil.) 1-Ulema : Kalem ehli 2-Kul : Kılıç ehli ORDU : 1- Eyalet ordusu : Dirlik sahibi tımarlı sipahiler.Cebeli yetiştirirler. 2-Kapıkulu ocakları : Devşirmeler. a-)Süvariler : Sipahi,silahtar. b-)Piyadeler : Yeniçeri , topçu , lağımcı.


BİLİM TARİHİNDEN BAZI NOTLAR Erken bir tartışma Doğabilimci Georges Cuvier,19.yüzyılın başlarında ’organların bağımlılığı’ ilkesini ileri sürmüştü. Bu ilkeye göre,hayvan vücudundaki her organın anatomik yapısı ile diğer organlar arasında fonksiyonel bir bağlantı vardır. Tüm organların işlevsel ve yapısal özellikleri,çevreyle olan etkileşimin bir sonucudur. Bir başka doğabilimci Etienne Geoffroy Saint-Hilaire,anatomik yapının her şeyden önce geldiğini ve canlıyı belirli bir yaşam biçimine zorladığını savunuyordu. Buna karşılık Cuvier ise bir hayvanın işlev ve alışkanlılıklarının anatomik yapısını belirlediğini söylüyordu.Cuvier’e göre,hayvan gruplarını birbirinden ayıran anatomik özellikler,türlerin yaratılmış olmalarından bu yana değişmemiş olduklarının kanıtıdır. Bütün türler,yapısal ve işlevsel olarak başlangıçta mükemmel şekilde tasarlanmıştır,bu nedenle önemli bir değişikliğe uğramazlar. Hatta,her organın özel bir görevi vardır.Her tür, özel bir amaç için yaratılmıştır. Sonuçta,Cuvier bu fikirleri nedeniyle evrim teorisini kabul etmemiş oluyordu. Heriki bilimadamı 1830 yılında Fransa Bilimler Akademisi’nin halka açık bir tartışmasında karşı karşıya geldiler. Geoffroy Saint Hilaire, omurgalılar ve yumuşakçalar ile birlikte bütün hayvanların ortak bir anatomik yapıyı bölüştüklerini,Cuvier ise tanımladığı dört tipin birbirinden farklı olduğunu ileri sürüyordu. Aralarında oluşan görüş ayrılığının nedeni,hayvanlar arasındaki benzerlik ve farklılıkların nasıl açıklanacağı idi.Bu konuya çözümü C.Darwin getirecekti. Yanlış yorumlar Herkes 30 haziran 1860 tarihini bekliyordu. O gün Oxford’daki İngiliz Bilim Geliştirme Derneği’nin bir toplantısı yapılacaktı.Bu tip etkinliklerde bilimsel konular ele alındığı için görüşmelerde ciddiyet ön plandadır.Bilimle ilgili kişiler fikirlerini ağırbaşlı tavırlarla anlatır,izleyenler sessizce dinlerlerdi.Ama o gün yapılacak toplantının her zamankinden farklı geçeceği tahmin ediliyordu.Zihinlerde böyle bir kanı belirmesinin iki nedeni vardı: Birincisi, Darwin’in evrim kuramı için görüşler ortaya konacaktı. İkincisi,o günlerin iki ünlü bilim adamı arasındaki kişisel çekişme en üst seviyedeydi. Richard Owen hayvan anatomisi alanında uzman bir kişidir.Fosil kemiklerini,eksiklikleri tamamlayarak tam iskelet haline getirmede dünyaca ünlü idi. Thomas Henry Huxley ise kendi alanında bir hayli başarılı olan biyologdu. Bu iki kişi birbirinden hiç hoşlanmıyordu.Meslek hayatları boyunca bu böyle devam etti.Özellikle Zooloji Derneği,Royal Society ve Doğa Tarihi Müzesi mücadele mekanları oldu.Bu kurumların idari yapısı,buralara sunulan bilimsel bilgiler ve sonuçların değerlendirilmeleri…Bunların tümü, ikisinin uzlaşamadıkları konulardan sadece birkaçıdır. En önemlisi ise R.Owen ,Darwin’den ve onun kuramından nefret ediyordu.Huxley ise Darwin’in en ateşli taraftarıydı. Toplantıya katılacak olan bir diğer kişi ise herkesin dikkatini üzerinde toplamıştı. Bu kişi Oxford Piskoposu Samuel Wilberforce idi.Tabii ki evrim kuramının tek kelimesine bile inanmıyordu.İnanmamak bir tarafa,elinden gelse bu tip görüşleri insanların zihninden silerdi. Yaygın bir söylentiye göre R.Owen bir gece önce piskoposu evinde ziyaret etmişti.Ona teori ile ilgili geniş açıklamalarda bulunmuştu. Nihayet o gün geldi.Bin kişiden fazla insan salonu olduğu gibi doldurdu.Bir o kadarı içeri girememişti. Darwin toplantıya katılmıyordu. Açılış konuşmasını New York Üniversite’sinden J.W.Draper yaptı.Konu ‘Bay Darwin’in Görüşleri Işığında Avrupa’nın Entelektüel Gelişimi’ idi. Konuşma açılış özelliğinde idi ama tam iki saat sürdü.Büyük bir ihtimalle dinleyicilerin ezici çoğunluğu uyuklamıştır. Nihayet kürsüye Piskopos S. Wilberforce çıktı.O günlerde ses kayıt cihazları olmadığı için bundan sonrası rivayet şeklindedir.Üstelik bu rivayetler konuya taraf olup olmama açısına göre yorumlanarak söylenir.İfade edilen kelimeler harfi harfine olmasa da asıl düşünce olarak bugüne ulaşmıştır.


S. Wilberforce evrim teorisinin anlamsızlığından söz ederek konuşmasına başladı.Bir müddet sonra Thomas Henry Huxley’in oturduğu bölüme döndü.Bizzat ona,maymunlarla akrabalığının büyükanne tarafından mı,yoksa büyükbaba tarafından mı geldiğini sordu. Huxley,şüphesiz Darwin’in insanların maymundan geldiğini iddia etmediğini biliyordu.Söz konusu olan insan ve maymunun ortak bir atadan türeyişi idi.Ama Piskopos S. Wilberforce’ın bu sorusu karşısında biraz sinirlendi.Orada bulunanların bazısı S. Wilberforce’in bu sözleri şaka yollu söylediğini belirtmiştir.Ama bazıları da bir meydan okuyuş olarak algıladı. Huxley ayağa kalkarak cevabını şöyle verdi: --‘Bilimsel gerçekleri baltalamak için diller döken bir adamın soyundan gelmektense,alçak gönüllü ve haddini bilen bir maymunun soyundan gelmeyi tercih ederim.’ Huxley’in sözleri kelimesi kelimesine böyle miydi?Bunu tam olarak bilemeyiz.Ama;orasının bilimsel tartışmaların yer aldığı bir mekan olduğunu, böyle bir yerde cahilce konuşan birinin akrabası olmaktansa,maymunla akrabalığı yeğleyeceği anlamında konuşmuştu. Huxley’in bu sözleri üzerine ortalık bir anda karıştı.Bağırıp çağıran insanların gürültüsü salonun her yanını kaplayıverdi. İzleyicilerin bir kısmı bu sözlerin S. Wilberforce’ın makamına hakaret olduğunu söylüyordu. İyi bir bilim takipçisi olan Lady Brewster yere düşüp bayıldı. O tarihten 25 yıl önce Darwin’in yolculuk yaptığı geminin kaptanı Robert Fitzroy da oradaydı. Elindeki Kutsal Kitap’ı havada sallayıp ‘Kitap.Kitap’ diye bağırıyordu. Piskopos S. Wilberforce ve yanındakiler salonu terk etti.Bunlardan sonra neler olduğu da çeşitli şekillerde anlatılır. Bazıları bir-iki bilimadamının kürsüye çıkarak konuştuklarını ve toplantının devam ettiğini söylerler. Newton’un az bilinen yönleri 1683 yılında üç bilimadamı Londra’da birlikte yemeğe oturmuşlardı. Birinci kişi Robert Hooke idi.Günümüzde onu hücreyi tanımlayan kişi olmasıyla hatırlarız. İkincisi Sir Christopher Wren olup hem astronom hem de mimardı. Üçüncü kişi ise bilimsel kariyeri yönünden hayli üretken olan Edmond Halley idi. İşte bu üç kişi yemekteki sohbetlerine devam ederken konu ilginç bir noktaya geldi.Gökcisimlerinin hareketlerinden bahsetmeye başladılar.O günlerde gezegenlerin elips biçiminde yörüngeleri olduğu biliniyordu.Ama nedenini henüz kimse anlamış değildi. Wren,bu konuya çözüm getirecek kişiye ödül vereceğini söyledi. Halley o sıralarda matematik profesörü olan İsaac Newton’a danışmaya karar verdi. 1684 yılının ağustos ayında onun evine gitti.Tabii ki söz dönüp dolaşıp astronomiye geldi.Güneş ile herhangi bir gezegen arasındaki ilişki ele alındı.Güneş’in çekim kuvveti,gezegene olan uzaklığının karesi ile ters orantılıydı.Halley, bu durumda gezegenin nasıl bir yörünge izleyeceğini sordu. Newton hemen cevabını verdi:Yörünge elips şeklinde olurdu. Halley,Newton’un bu hızlı ve kendinden emin cevabı karşısında şaşırmıştı.Ona nasıl bildiğini sordu. Newton sakin bir şekilde: -‘Nasıl olsun.Hesaplamıştım’ Dedi.Tabii ki Halley ,ondan yaptığı hesabın dökümanını istedi.Newton bütün kağıtlarını karıştırdı.Ama bulamadı. Halley’in şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılmıştı.O günlerde herkesin nedenini merak ettiği bir olayı çözmüş olan kişi notlarını kaybetmişti. Halley bir hayli ısrar ederek Newton’un hesapları yeniden yapmasını istedi.O da kabul etti.Hatta çok daha büyük bir iş yaptı. İki sene boyunca yoğun bir çaba harcayarak en önemli eserini ortaya çıkardı:Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri. Newton gerçekten tuhaf bir kişi idi.Yalnız yaşıyordu.Neşeli olduğunu,güldüğünü gören yoktu.Herkese şüpheyle bakıyordu. Dalgınlığı dillere destan olacak şekildeydi.Bazı sabahlar uyanınca eğer aklına bir fikir gelmişse saatlerce yataktan çıkmazdı. Üniversitede kendi laboratuvarında acaip deneyler yapıyordu.Bir keresinde sadece merak ettiği için bir çuvaldızı gözyuvasına sokmuştu.Niyeti gözle kemik arasında kalan bölgeye,yani gözün arkasına dek ulaşmaktı.Mucize eseri bir şey olmadı.Ancak gözüne eziyet etmeye kararlı gibiydi. Nitekim bir gün,görüşünü nasıl etkileyeceğini anlamak için dayanabildiğince Güneş’e baktı.Tabii ki sonra karanlık bir odada günlerce kalmak zorunda kaldı. Ama bunların yanısıra üstün bir aklı vardı.Daha öğrenci iken,o günlerin matematiğini kısıtlayıcı olarak niteliyordu.Tamamen yeni bir biçim olan diferansiyel ve integral hesaplarını buldu.


Garip huyları gençliğinde de olduğu için bu hesaplarından 27 yıl kimseye bahsetmedi.Aynı şekilde optik alanında ışığı incelemiş,spektroskopi biliminin temellerini atmıştı.Ancak bulduğu sonuçları 30 yıl açıklamadı.Nedeni,bazı kişilere olan küskünlüğü idi. Özel ilgisinin sadece bir kısmı gerçek bilimle ilgili olmuştu. Hayatı boyunca çalışmaya harcadığı zamanın yarısı simya ve dinsel uğraşlardı.Üstelik bu konuları içtenlikle ele almıştı. Ariusçuluk denilen son derece sapkın bir mezhebin gizli üyesi idi.İsa’nın ne zaman geri geleceğini,kıyametin ne zaman kopacağını inceledi. Bu konularla ilgili matematiksel ipuçları yakalamaya çalışıyordu.Hz.Süleyman’ın Kudüs’teki kayıp tapınağının zemin planını yıllarca inceledi. Orijinal metinleri daha iyi tarayabilmek için kendi kendisine İbranice öğrenmişti.Aynı coşkulu çalışmasını simyada da sürdürdü. 1936 yılında ünlü ekonomist J.M.Keynes, Newton’a ait not dolu bir sandığın sahibi oldu. Açık arttırma ile satın aldığı bu sandığı merakla açtı.Ancak notlarda optik ve gezegen hareketlerine ilişkin bilgiler yoktu.Adi metallerin kıymetli metallere çevrilmesine yönelik çalışmalar vardı.Üstelik bu yazılar kararlı bir arayış yansıtan uslupla yazılmıştı.Zaten bu durum 1970’li yıllarda kanıtlandı.Newton’un saç teli üzerinde analiz yapıldı.Üzerinde doğal seviyenin 40 misli yoğunlukta civa bulundu.Civa, simyacıların en çok incelediği bir elementtir. Dostluktan düşmanlığa Othniel Charles Marsh,1831 yılında doğdu.1866-1899 yılları arasında Yale Üniversitesi’nde ilk omurgalılar paleontolojisi profesörü olarak görev yaptı. 1870 yılında yaptığı bilimsel incelemelerde Nebraska’nın Pliyosen Bölüm’e,ve Colorado’nun Miyosen Bölüm’e ait çökelleri inceledi. 1871 yılındaki gezisinde Amerika’da ilk ‘Pterodactylus’ cinsi uçan sürüngen fosilleri bulundu.1882 yılında ABD Jeolojil Araştırma Kurumu’nda omurgalılar paleontolojisi çalışmalarının başına getirildi.1000’den fazla omurgalı fosili keşfetmiş ve bunların en az yarısını tanımlamıştır. Dişli kuşlar,boynuzlu dev memeliler ve Kuzey Amerika dinozorları konusunda önemli çalışmalar yayımladı.Utangaç bir kişi olup fazla sayıda kitap okuyan birisiydi.Şık giyinirdi ve davranışları oldukça zarifti.Aslında saha araştırmalarını pek sevmediği söylenmiştir. Bir tarihçinin yazdığına göre,Wyoming’in Como Bluff bölgesinde bulunan dinozor yataklarını ziyaret ettiğinde ortada bulunan pek çok kemiği fark edememişti.Ancak parası ile her istediğini satın alacak güçteydi.Doğa tarihi ile ilgilenmeye başlayınca,amcası onun için Yale’de bir müze yaptırmıştı. 1899 yılında öldü. Edward Drinker Cope,1840 yılında doğdu.1864-1867 yılları arasında karşılaştırmalı zooloji ve botanik profesörü olarak görev yaptıktan sonra meslek yaşamının 22 yılını keşif ve araştırmaya ayırdı.Özellikle soyu tükenmiş balık,sürüngen ve memelileri saptayıp tanımlamak amacı ile ABD’nin batı bölgelerini dolaştı.Atın ve diğer memelilerin dişlerindeki evrim süreçlerini inceledi.Zengin bir işadamının oğlu olduğu için oldukça rahat bir yaşam sürüyordu.Macerayı seven bir karakteri vardı.Biraz da vurdum-duymaz olduğu söyleniyordu. 1876 yılında Custer komutasındaki birlikler Montana’daki Little Bighorn Irmağı’nda yerliler tarafından öldürülürken,o,fosil arıyordu. Yerlilere ait topraklarda dolaşmanın tehlikeli olduğu yolundaki uyarıları ciddiye almıyordu.Kinetogenez kuramı olarak adlandırılan görüşleri ile,hayvanların doğal hareketlerinin,hareket organlarındaki değişiklik ve gelişmeleri etkilediğini savundu.Bu düşüncesi ile Lamarc’ın kazanılmış özelliklerin kalıtımına dayanan evrim kuramını destekledi.Dinozor soyunun tükenişi ile insanın ortaya çıkışı arasına rastlayan Tersiyer (üçüncü) Dönem’de yeryüzünde ortaya çıkan omurgalıları inceledi. Çok hareketli geçen çalışma yaşantısında 1.400 bilimsel bildiride imzası vardı.1.300 tane yeni fosil tanımlamıştı.1889-1897 yılları arasında parasal güçlükler nedeni ile araştırmalarına son verdi ve Pennsylvania Üniversitesi’nde öğretim üyesi oldu. 1875 yılında kendisine miras kalan serveti gümüşe yatırmış ve herşeyini kaybetmişti.1897 yılında öldüğünde tek kişilik bir pansiyon odasında kitap ve kemikleriyle birlikteydi.Son yıllarında ilginç bir saplantısı belirmişti.Homo sapiens türünün tip örneği,yani kendi türünde tanımlanıp adlandırılan ilk örnek olmayı istemişti.Kemiklerinin insan ırkını resmen temsil etmesini arzuluyordu.Aslında bir türün tip örneği,o türde bulunan ilk kemik grubu olur.Zaten ilk bulunan Homo sapiens kemikleri diye bir şey olamaz.Buna rağmen ölümünden sonra miras bıraktığı kemikleri hazırlanıp birleştirildi.Ama frenginin başlangıç aşamasına özgü belirtiler bulgulandı. Her iki bilim adamının ortak yönleri fazlaydı.İkisi de şımartılmış,hırslı,bencil,kavgacı,kıskanç,güvensiz ve mutsuz kişilerdi.Başlangıçta birbirlerine hayranlık duyuyorlardı.Çok iyi dostluk kurmuşlardı.Öyle ki fosil örneklerine birbirlerinin adını


veriyorlardı.1868 yılında bugün bile bilinmeyen nedenlerle araları bozuldu.Aradan daha bir yıl geçmeden birbirlerine olan nefreti o kadar arttı ki sonraki 30 yıl boyunca bitmeyecekti. İlk 10 yıl karşılıklı nefretleri sessiz bir savaş gibiydi.Ama 1877 yılında olayların boyutu büyüdü.O yıl,Arthur Lakes adlı bir öğretmen, arkadaşı ile kırlarda yürüyüş yaparlarken Morrison civarında birtakım kemikler buldu.Kemiklerin dev bir ‘keler’e ait olduğunu anladı.Bu kemiklerin bir kısmını Marsh’a,bir kısmını ise Cope’a gönderdi.Çok memnun olan Cope, Arthur Lakes’e 100 dolar yolladı ve bu keşfinden özellikle Marsh’a bahsetmemesini istedi.Zor durumda kalan Arthur Lakes, Marsh’a başvurdu ve elindeki kemikleri Cope’a göndermesini rica etti. Marsh istenileni yaptı ama bu olayı hayatı boyunca unutmadı. Bu olay ikisi arasında sürmekte olan savaşı daha sert hale getirdi.Bazen emirlerindeki kazıcı ekiplerini birbirlerine taşlatıyorlardı.Bir gün Cope,Marsh’a ait sandıkları açmaya çalışırken yakalanmıştı.Her ikisi de yazmış oldukları yazılarında birbirlerine hakaret ediyorlardı.Her biri diğerinin bilimsel başarısını küçümsüyordu.Aslında bu durum çok ilginç bir sonuç veriyordu.İki araştırıcının birbirlerine olan nefreti çalışmalarını hızlandırmıştı.Onların bu rekabeti sayesinde,Amerika’da yaşadığı bilinen dinozor türlerinin sayısı 9’dan 150’ye çıkmıştı.Hemen hemen her dinozor,bu ikisinden biri tarafından bulunmuştur. Bazen hırslarına o denli kapılıyorlardı ki,zaten bilinen bir şeyi yeniden keşfediyorlardı.Artık yapmış oldukları sınıflandırma karmakarışık hale gelmişti.Bu işin düzene sokulması yıllarca sürmüştür. Araştırma mı?Macera mı? 18.yüzyılın ilk yarısında bilim dünyası Yerküre’nin yaşı,kütlesi,uzaydaki yeri ve buna benzer birçok konuyu merak ediyordu.1735 yılında Fransa Kraliyet Bilimler Akademisi Güney Amerika’ya bir grup gönderdi.Hidrolog olan Pierre Bouguer ile asker-matematikçi Charles Marie de La Condamine önderliğindeki bu grup,diğer bilimadamları ve maceraperestlerden oluşmuştu.Bu grubunun amacı bir meridyen derecesinin uzunluğunu,başka bir deyişle Yerküre’nin çevre uzunluğunun 360’ta birini ölçmekti.Bunu elde etmek için bugün Ekvador’a ait olan Quito yakınlarındaki Yarouqui’den Cuenca’nın biraz ötesine kadar uzanan hat boyunu hesaplayacaklardı.Yaklaşık 320 kilometre olan bu hat boyunun ölçümü,Yerküre çevresinin kaç kilometre olduğunu belirleyecekti.Kullanacakları yöntem,üçgenleme idi. Üçgenleme yöntemi,geometrik hesaplamayla ilgilidir.Bir üçgenin bir kenarının uzunluğunu ve iki köşesine ait açıları bilirsek,diğer boyutların hepsini hesaplayabiliriz.A ve B isimli iki kişi Ay’ın Yerküre’ye olan uzaklığını ölçmek isterlerse,ilk önce her ikisi dünyanın farklı yerlerine giderler. Örneğin,A kişisi Paris’e,B kişisi Moskova’ya giderler.Her ikisi de aynı anda Ay’a bakarlar.Bu durumda A kişisini,B kişisini ve Ay’ı birleştiren bir çizgi olduğunu varsayarsak ortaya bir üçgen çıkmış olur.A kişisi ile B kişisi arasındaki taban çizgisini ve iki köşenin açılarını ölçersek üçgenin diğer unsurlarını da hesaplayabiliriz. Yeryüzü üzerinde üçgenleme ilkesi de buna benzer.Ancak üçgenin kenarları uzaya doğru gitmez,bir harita üzerinde yanyana yer alır.Bir meridyenin derecesi ölçülürken kişilerin arazi boyunca bir çeşit üçgenler dizisi oluşturması gerekir. Fransız grubun işi rast gitmedi. Quito’da anlayamadıkları bir nedenle yerlileri kızdırdılar.Kızgın kalabalık onları şehir dışına kadar kovaladı.Bu olaydan kısa bir süre sonra keşif grubunun doktoru bir kavgaya karıştı ve öldürüldü.Botanikçinin ruh sağlığı bozuldu.Yakalandıkları ateşli hastalıklar sonucu veya çeşitli kazalar nedeniyle ölümler devam etti.Aksilikler birbirini kovalıyordu. La Condamine,izin belgelerindeki bir sorunu çözmek için Lima’ya gidince,grubun çalışması sekiz ay durdu.En sonunda La Condamine ile Bouguer kavga edip birbirleri ile küstüler ve birlikte çalışmaya son verdiler.Ekip iyice küçülmüştü.Diğer taraftan herkes onlara şüpheyle bakıyordu.Yerküre’nin çevresini ölçmek için niye oralara gelmişlerdi?Bu ölçümleri niye Fransa’da yapmıyorlardı? Bouguer ile La Condamine’nın And dağlarını seçmelerinin nedeni ekvator dairesine yakın olma istekleriydi.Ekvatorda küresellik açısından gerçek bir farklılık olup olmadığını saptamak amacında idiler.Biraz da macera ve manzara görmek istemiş olabilirlerdi.Ancak dağlar sürekli dumanlıydı.Öyle ki dumanın dağıldığı nadir zamanlarda sadece bir saat araştırma yapabilmek için haftalarca bekliyorlardı.Üstelik dağlara ulaşabilmek için hızlı akan nehirleri,balta girmemiş ormanları aşmak zorundaydılar.Kilometrelerce yol alıp o dönemde henüz haritası çıkarılmamış olan,yerleşim bölgelerinden uzakta kalmış taşlı çöllerden geçmek gerekiyordu. Daha önceki yıllarda Newton’un yasaları bir konuda tartışma yaratmıştı.Newton kuramına göre Yerküre’nin şekli tam bir küre değildir.Zira dünyamızın dönüşünden kaynaklanan merkezkaç kuvvet,kutupların hafifçe basıklaşmasına,ekvatorun ise şişkinleşmesine yol açar.Böylece gezegenimiz basık bir küre haline gelir.Bu durumda İtalya’da bir meridyen derecesinin uzunluğu,İskoçya’daki bir meridyen derecesinin uzunluğu ile aynı olmayacaktır. Kutuplardan uzaklaştıkça uzunluk kısalacaktır.Newton’un teorisi ortaya çıkmadan önce Yerküre’nin çevre uzunluğunu saptama çalışmaları Fransa’da da yapılıyordu.Astronom Jean Picard,bir sürü alet ve


saatten yararlanarak karmaşık bir üçgenleme yöntemi bulmuştu.İki yıl boyunca ülkesini gezip bu yöntemini uyguladı.1669 yılında bir derecelik meridyen yayı için ölçümünü 110,46 kilometre olarak açıkladı.Ancak bu ölçümü Yerküre’nin kusursuz bir küre şeklinde olduğu varsayımı ile yapmıştı.Daha sonra baba-oğul olan Giovanni ve Jacques Cassini, Picard’ın deneylerini daha geniş bir alanda tekrarladılar.Sonuçta Yerküre’nin şişkin bölgesinin ekvator değil,kutuplar olduğunu söylediler.Onlara göre Newton yanılıyordu. Fransa Kraliyet Bilimler Akademisi’nin Bouguer ile La Condamine’i Güney Amerika’ya yollamalarının asıl nedeni, Giovanni ve Jacques Cassini’nin bu iddiasıydı.Her iki araştırmacı on sene olumsuz koşullar altında çalıştı.Derken bir gün kendilerine bir haber geldi:Kuzey İskandinavya’da ölçüm yapan bir diğer Fransız ekibi,Newton’un öngördüğü gibi kutuplara yakın bölgelerde bir derecenin daha uzun olduğunu bulmuştu. Bu durumda Bouguer ile La Condamine çalışmalarına son verdiler.Hemen deniz kıyısına gidip ayrı gemilerde ülkelerine doğru dönüş yoluna başladıklarında hala birbirlerine küs durumundaydılar. Şansları olmayanlar 1656-1742 yılları arasında yaşamış olan Edmond Halley, bir öneride bulunmuştu:Venüs gezegeni Güneş’in önünden geçerken,Yerküre’nin seçilmiş noktalarından ölçümlenirse, üçgenleme yöntemiyle Güneş’e olan uzaklığı hesaplanabilirdi.Bu veriler değerlendirilerek Güneş Sistemi’ndeki diğer cisimlere de olan uzaklıkları belirlenirdi. Üçgenleme yöntemi,geometrik hesaplamayla ilgilidir.Bir üçgenin bir kenarının uzunluğunu ve iki köşesine ait açıları bilirsek,diğer boyutların hepsini hesaplayabiliriz.A ve B isimli iki kişi Ay’ın Yerküre’ye olan uzaklığını ölçmek isterlerse,ilk önce her ikisi dünyanın farklı yerlerine giderler. Örneğin,A kişisi Paris’e,B kişisi Moskova’ya giderler.Her ikisi de aynı anda Ay’a bakarlar.Bu durumda A kişisini,B kişisini ve Ay’ı birleştiren bir çizgi olduğunu varsayarsak ortaya bir üçgen çıkmış olur.A kişisi ile B kişisi arasındaki taban çizgisini ve iki köşenin açılarını ölçersek üçgenin diğer unsurlarını da hesaplayabiliriz. Venüs geçişleri düzenli bir sıra takip etmez.8 yıl ara ile iki geçiş gözlemlenir.Bundan sonra yaklaşık 100 yıl boyunca hiç geçiş olmaz.Nitekim 20.yüzyılda hiç geçiş olmadı.Son geçiş tarihi 8 Haziran 2004’tür.Bundan sonraki geçiş 2012 yılında olacaktır. 1761 tarihinde bilim dünyası Venüs geçişini gözlemlemeye hazırdı.Bilim adamları Sibirya’ya,Çin’e,Güney Afrika’ya,Endonezya’ya ve bunun gibi yüzü aşkın bölgeye doğru yola çıktılar.Fransa,İngiltere,İsveç,Rusya,İtalya,Almanya ve daha pek çok ülkeye mensup kişiler dünyanın dört bir tarafına gözlem için koşuyorlardı.Bu olayda dikkati çeken en önemli özellik,bilimsel bir çabanın tarihte ilk kez uluslar arası işbirliği ile yürütülmesidir.Ancak o dönemlerin şartları içinde hemen hemen her yerde pekçok sorun oluştu. Savaşlar,hastalıklar,gemi kazaları ve bunlara benzer pekçok nedenlerle bilimadamlarının büyük kısmı yollarda kaldı.Hedefledikleri noktalara ulaşmayı başaranların da sorunları bitmemişti.Gözlem yapmaya yarayacak aletleri kırılmış veya iklim değişikliği nedeniyle bozulmuştu. Jean Chappe adındaki Fransız gözlemci Sibirya’ya ulaşmak için aylarca yol gitti.Son derece kırılgan aletlerini her türlü sarsıntıdan korumak için özel bir çaba gösteriyordu.Fayton,gemi ve atlı kızaklar üzerinde geçen yolculuktan sonra nihayet Sibirya’ya ulaştı.Gözlem yapacağı noktaya varması için geçmesi gereken patika sular altında kalınca yoluna devam edemedi.Su baskınının nedeni,bahar yağmurlarının anormal oluşundan dolayı nehirlerin taşmasıydı. J.Chappe,hiç olmazsa bulunduğu yerden gözlem yapabilmesi için aletlerini gökyüzüne çevirince,yerli halk sel olayından onu sorumlu tuttu.Bu insanlara göre o garip aletler ve o garip yabancı uğursuzluk getirmişti. Jean Chappe gözlem yapamadan kaçmak zorunda kaldı. Bir diğer Fransız gözlemci Guillaume Le Gentil Venüs geçişini Hindistan’da gözlemlemek için bir yıl önce yola çıkmıştı.Ortaya çıkan birçok nedenden ötürü geçişin gerçekleşeceği gün,o hala denizdeydi.Sürekli sallanan gemi üzerinden gözlemde bulunması olanaksızdı.Ama 1769 yılında olacak diğer geçişi izlemek amacı ile yoluna devam etti.Hindistan’da bulunduğu 8 sene içinde gelişmiş bir gözlemevi kurdu.Aletlerini dikkatle hazırladı.Nihayet geçişin gerçekleşeceği gün olan 4 Haziran 1769 günü sabah uyandığında hava çok güzeldi.Ama Venüs geçişi başladığı sırada bir bulut kümesi tam da Güneş’in önünde durdu.Tam 3 saat 15 dakika boyunca yerinden kıpırdamadı. Le Gentil bir nebze olsun gözlem yapamamıştı.Buna rağmen büyük bir soğukkanlılık göstererek aletlerini topladı ve en yakın limana gitti.Bu sefer de yolda dizanteriye yakalandı.Dönüşü bir yıl gecikti.Tam 11,5 yıl sonra evine vardığında dertlerinin bitmemiş olduğunu gördü.Yokluğunda akrabaları ölümünü ilan etmiş ve malvarlığına el koymuşlardı. İngiltere’de Royal Society, Venüs geçişini izlemeleri için Charles Mason ve J.Dixon’u görevlendirmişti.Bu iki gözlemci Sumatra’ya gideceklerdi. Ama gemileri yolda bir Fransız savaş gemisinin saldırısına uğradı.Buna rağmen yollarına devam ettiler.Daha yolculukları bitmeden


Sumatra’nın Fransızların eline geçtiğini öğrendiler.Bir diğer İngiliz bilim adamı Nevil Maskelyne Saint Helena Adası’nda geçişi bulutlar nedeniyle izleyememişti.İngiltere’ye dönüp kraliyet astronomu oldu. Venüs geçişini ölçümleme başarısını 1769 yılında olayı Tahiti’de izleyen James Cook gösterdi.Bundan sonra esas görevi olan haritalama işine devam etti.Bilindiği gibi kendisi Avustrtalya’ya İngiliz tahtı adına sahip çıktı.Ülkesine döndüğünde gözlem sonuçlarını Fransız astronomu Joseph Lalande’ye verdi.O da bu verilerden yararlanarak Yerküre ile Güneş arasındaki mesafenin 150 milyon kilometrenin biraz üstünde olduğunu hesapladı.19.yüzyılda iki geçiş daha oldu.Bu kez gözlemler daha sıhhatli yapıldı ve Yerküre ile Güneş arasındaki mesafenin 149,59 milyon kilometre olduğu kesin olarak ilan edildi. Kaynaklar AnaBritannica Bill Bryson : Hemen Herşeyin Kısa Tarihi

ÇALIŞMA VE BOŞ ZAMAN ÇALIŞMA Bir toplumun olmazsa olmaz ögelerinden birisi,ekonomi ve üretimdir. Dolayısıyla çalışma konusu kendiliğinden önem kazanır. Bugün için iş yapma veya ekonomik yaşamda görev alma herkes tarafından normal karşılanan,üstelik istenen bir eylemdir. Ama geçmiş dönemlerde böyle değildi. Eski Yunanistan’da çalışmak,seçkin sınıf için ciddi bir problemdi. Bazı toplumlar ise çalışmayı yorucu bir zorunluluk olarak görüyor,ayrıca ona dinsel nitelik kazandırarak ilk günahın sonucu şeklinde algılıyorlardı. Bilimsel araştırmaların yavaş yavaş başladığı,dogmaların sorgulanması için bağnaz düşünce kapılarının aralandığı dönemlerde ekonomik ilişkiler de yeni nitelikler aşamasındaydı. Katı feodal üretim tarzında kapitalizmin ilk tomurcukları kendisini göstermeye başlamıştı. Protestanlık ve özellikle John Calvin’i izleyen Püritenler,çalışma konusuna bambaşka yorumlar getirdiler. Onlara göre çalışmak,yaşamın temelidir. Tanrı’ya tapmanın en iyi yolu,kişinin kendi mesleğini en kusursuz biçimde yapmasıydı. Konuya dinsel açıdan yüce bir konum veren bu görüşler,aksi durumu,yani çalışmamayı elbette günah olarak niteleyecekti. 19.yüzyılda ütopyacı sosyalistler bu dinsel içerikli görüşleri toplumda sürdürüyorlar ve emeğin saygınlığı,çalışmanın değeri gibi kavramları geliştiriyorlardı. K.Marx,üretimin kar için değil,kullanım için yapılması ve böylece ‘yaşamak için çalışmak’ yerine,insanların ‘çalışmak için yaşamaları’ gerektiğine inanıyor,yani,çalışma sayesinde ekonomik ödül dışında bir doyum sağlamanın mümkün olduğunu düşünüyordu. Bilimlerin gelişmesi,bilimsel konular ile felsefi konular ayırımını başlatınca,20 yüzyılın başlarında biraz bocalama oldu. Özellikle psikoloji,daha sonraki yıllarda kendini toparlayıncaya dek bu bocalamanın etkisindeydi. O dönemin ruhbilimcileri,insan davranışlarını içgüdü ve dürtülere bağlıyorlar, yaşamak için çalıştıklarını öne sürüyorlardı. Kendine özgü tezlerini geliştirirken cinselliği temel bir argüman olarak gören S.Freud’a göre çalışma ile elde edilen hazzın içeriğinde gizli cinsel doyumlar vardı. Diğer ruhbilimciler de,insanın kendini koruma veya çevresini denetim altına alma eylemini,hükmetme içgüdüsü olarak niteliyor,bu nedenle çalıştığına inanıyorlardı. * 20.yüzyılın ilerleyen yıllarında düşünürler daha gerçekçi fikirlere yöneldiler. Öne sürülen kuramlar,insanın toplumsal bir varlık olduğu temelinden yola çıkıyordu. İnsanların çalışma nedeni,bu eylemin yapılış biçimi kültürel ve toplumsal konularla birlikte irdelenmeliydi. Başka bir deyimle, insanlar ancak toplum içinde var olabildikleri için,neden ve nasıl çalıştıkları da toplumla ilgili olmalıydı,bu nedenle konuya kültürel ve toplumsal açılardan bakmak gerekirdi. Çağdaş toplumlarda çalışma konusundaki açıklamalar,içinde fazla sosyal unsur olmasına rağmen,daha dinamik ve gerçekçidir.


Yapılan yorumlara baktığımızda ekonomik ve toplumsal ögelerin yanısıra ruhsal etkenlerin de inceleme konusu olduğunu,çalışmanın karmaşık bir bileşim halinde sergilendiğini görürüz. Böyle bir açıklama tarzı toplumların evrimleri ile birlikte gelişmiştir. Nitekim,ev üretiminin yapıldığı basit toplumlarda insanlar kendilerinin yanısıra ailelerinin de ihtiyaçları için çalışırlardı. Yani amaç aile olarak ihtiyaçların giderilmesiydi. Nitekim bir birey,kendi ailesinin gereksinimini sağlayamadığı zaman bağlı bulunduğu kabileden bu aileye yardım gelirdi. Günümüzün para ekonomilerinde ise sistemin amacı,insanların kendi ihtiyaçlarını karşılamaları için çalışmalarıdır. Aslında çalışma nedeni insanların tümünde aynı amaçlar için değildir. Para kazanıp bu parayla gereksinimlerini karşılayan kişilerin yanısıra,sırf para kazanmak için çalışanlar da vardır. Bu amaçla yapılan bir araştırma olup olmadığını bilmiyorum.Ama ben şahsen böyle insanları tanıdım. Onlar için vardığım kanı oldukça basit.İnsanların büyük bir çoğunluğu için para bir araçtır. Yani ihtiyaçlarının karşılanması için çalışılır,para kazanılır,sonra harcanır. Sözünü ettiğim kişiler ise ihtiyaçları karşılanmış durumdadırlar,veya belli bir miktar fazla para yeterli olacaktır. Bu gibi kişilerin çalışmaları ihtiyaçlarını karşılamak amacı ile değil,amaç olarak belirledikleri para kazanma eyleminin kendisidir. Diğer çalışma nedenleri arasında itibar ya da güç sahibi olma isteği vardır. Toplumsal bir amaç veya sadece daha geniş bir çevre ile ilişki kurma gayesiyle eylemde bulunan bu insanlar için doyum,fiziksel olduğu ölçüde entelektüel niteliktedir. * Bizler,günümüzde çalışma eyleminin karşılığını para kazanmak şeklinde değerlendiriyoruz. Bu doğrudur. Ekonomiyi toplumla birlikte incelemek te aynı şekilde doğrudur. Aslında her çalışmanın para için olmadığını,örneğin hobilerimiz için çalışıldığını da biliriz. Ama o tip çalışmalar,boş zamanların değerlendirilmesi bahsinde ele alınır. Bu nedenle çalışma deyince de,çalışma karşılığı deyince de ortak paydanın para olduğunu peşinen kabullenmiş oluruz. Ancak toplumbilimde konular tarihle bağlantılı olarak ele alınınca bazı kavramların anlamı daha geniş tutulur. İncelediğimiz konuya da toplumların geçmişini katmak istersek paranın anlamını genişletmek gerekir. Yani çalışma ve çalışma karşılığı dediğimizde ortak payda bu kez,maddi ödül olur. Eski dönemlerde değişim aracı olarak paranın kullanılmadığını,takas sisteminin uygulandığı devirleri hatırlayalım. O zamanlarda da insanlar üretim yapıyorlardı,ürünlerinin karşılığında ihtiyaçları olan malları talep ediyorlardı. Günümüzden farklı yönleri, para olgusunu bilmedikleri için mallarını başka mallarla değiştirmeleriydi. Özellikle köylülerden toplanan vergiler ayni olarak,yani onların ürünlerinin doğrudan doğruya alınması şeklindeydi. Diğer taraftan Batı Avrupa’da,yukarıda işaret ettiğimiz Protestan çalışma ahlakı,sanayileşmeye önemli katkılar sağladı. Ancak böyle bir süreçte çalışma eyleminin dinsel gerekçeleri sürekli olamaz. Nedeni basittir. Bilim-teknoloji-üretim süreci,manevi değil maddi ilişkilerle yürür. Aynı zamanda üretilen malların ülke çapında tüketimi ekonomik açıdan önem kazandı. Bunun neden böyle olduğunu anlamak için fabrikaların ürettiği ürünlerin fazlalığını düşünün. Parasal ödülün,yani çalışma karşılığının artık sadece para olmasının yaygınlaşması kitle boyutunda tüketim ile paralel hale geldi. BOŞ ZAMAN Birisi,zamanını boşa harcadığını söylüyorsa onu anlarım. Ama boş zamandan söz ediyorsa neyin üzerinde durmak istediğini pek çıkaramam. Elbette o kişi belirli bir eyleme veya bir uğraşıya ayırdığı zamandan geriye kalan vakti belirtmek istiyordur.


Daha da somut olarak,iş hayatını kapsayan süreci dile getirme amacında olabilir. Ancak,böyle bir yaklaşım,yani çalışma için harcanandan başkasını boş zaman kabul etmek pek doğru gibi görünmüyor. Yoğun olan iş sırasında bunalan,artık üretime bir katkı sağlayamayacağını hisseden birisinin bulunduğu ortamı vaktinden önce terk ederek deniz kenarına gitmesi boş zaman mıdır? Bu nedenle,kişinin asıl eylemi ile ona ayırdığı sürenin ilişkisini ayrı ayrı ele almamalıyız. Böylece,bir kişinin yaptığı işe karşı olan bakış açısını ve harcadığı zamanın niteliğini anlayabilme yolu açılır. En önemlisi de boş zaman kavramının aslında göreceli olduğunu,birisinin yaptığı tanımın diğerininkine benzemediğini söyleyebiliriz. * Matematiksel formül tarzında değil de,belirli özellikleri kapsayan şekliyle yapacağımız tanımlar ne olursa olsun,boş zamanın hem birey hem de toplum yaşamında önemli bir yeri vardır. Çeşitli toplumsal baskılar ve çalışma ortamındaki tekdüze işler karşısında sıkılıp en azından kafasını dinlendirmek isteyen ve bu amaçla kendisini alternatif mekanlara yönelten çok sayıda kişi vardır. Biraz daha dikkatli gözlemde bulunursak, çeşitli uğraşlarda gönüllü olarak görev alan,kültürünü arttırmak için farklı kurumlara giden,hatta sıkıntı veren ruhsal etkenleri unutmak amacıyla eğlenen kişi sayısının hiç de az olmadığını anlarız. Fabrika,büyük atölye veya market gibi işyeri sahiplerinin yaptıkları bir uygulamayı oralara yolumuz düştüğünde görüyoruz. Yoğun bir çaba ve dikkat gerektiren üretim eyleminde çalışan insanların bir süre sonunda bu özelliklerinin azalmaya başlayacağı uzun zamandan beri biliniyor. Bu nedenle çalışanların üretim kapasitelerini düşürmemek amacıyla işyerlerinde spor salonları ve eğlenme amaçlı özel mekanlar vardır. Bu gibi ortamlar elbette ki işveren için boş zaman geçirme yerleri değildir. Buralardaki müzik yayınları,dikkatler dağılsın diye değil,verim atışı sağlansın diyedir. * Boş zaman ve çalışmaya birbirinin tersi anlamlar yüklemek veya boş zamanı,çalışma süresinden geriye kalan vakit olarak tanımlama yanıltıcı olduğu gibi,tam tersine çoğu kez bunlar birbiriyle bağlantılıdır. İçinde yaşamış olalım veya kısa sürelerde gözlemde bulunalım ya da okuduklarımızla öğrenelim,köy yaşamında çalışma ve boş zamanın birlikte olduğunu,giderek iç içe yer aldığını biliriz. Ürünlerin tarlaya ekilmesi, bekleme süresi,vakti gelince hasat edilmesi ve pazarlama bir yıllık süreçte birbirini takip eden evrelerdir. Herbir etap arasında kalan zamanın köylülerce boş zaman şeklinde algılandığını sanmıyorum. Bir ressamın yoğun olarak çalıştığı süre ne olursa olsun bir ara tablosunun yanından uzaklaşarak başka bir eyleme başlaması,bu eylem, örneğin bir oyun bile olsa,boş zaman mıdır? Oyun sırasında,bilincinin bir yerlerinde oluşturacağı tablonun tasarımına yer vermediğini söylemek doğru olmaz. Sıkı bir şekilde ders çalışan öğrencinin kitaptan başını kaldırarak dışarıya bakması,beynini dinlendirmek,biraz sonra okuyacağı konuları daha kolay kavramak amacını taşır. * Boş zaman kavramının göreceli olduğunu kabul edersek çevremizdeki insanları daha kolay anlarız. Herbir kişinin çalışma ve çalışma dışı zaman değerlendirmesi,boş zamana verdikleri önem ile ilgilidir. Çalışmak için mi yaşamalı?Yaşamak için mi çalışmalı? önemli ögesi sayan kişiler vardır. Çoğumuz böyle kişiler için boş zaman olmadığını düşünürüz.Böyle düşünmenin kanıtını vermemiz mümkün değildir. Zira bu hamarat kişiler için boş zamanın ne anlama geldiğini bilemeyiz. Sanırım bir noktada fikir birliğine ulaşabiliriz : Yaşamlarının büyük bir kısmını çalışmaya ayıran insanlar,çalışma sürecinde, başka insanların boş zamanlarında edindikleri doyumdan daha fazlasını sağlarlar. Dikkat edilirse,en azından aynı doyumu sağlarlar demedim. Öyle olsaydı bir karşılaştırma sözkonusu olurdu. Oysa bu insanlar böyle bir kıyaslama yapmazlar,doğrudan doğruya fazla çalışmayı tercih ederler.


Bu durumun tersi de geçerlidir. Boş zamanlarını çok önemseyen kişilerin çok yoğun çalışmadıklarını,oldukça sıkıcı ortamlarda bulunmadıklarını veya istemedikleri bir işi yapmak zorunda olmadıklarını söyleyemeyiz. Söylediklerimizle çelişecek bir noktayı göz ardı edemeyiz. Boş zamanlarını çok önemseyen kişilerin bir kısmı,ek ücret karşılığında fazla mesai yaparlar,yani daha fazla para kazanmak için boş zamanlarının azalmasını kabullenirler. Ama böyle davranmalarının nedeninin ekonomik şartlar olduğunu unutmamak gerekir. * Boş zamanın nitelik,(eğlenme,hobi,vs)ve nicelik,(saat,gün,hafta) olarak değerlendirilmesi hem tarih hem de mekan açısından farklı özellikler gösterir. Büyük bir kentte işe gidip gelme fazla vakit alır.Küçük kentlerde ve kasabalarda çalışanların bu yönden daha kazançlı olduklarını söyleyebiliriz. Ancak nitelik olarak büyük kentlerin daha üstün olduğu bellidir. Sinema,tiyatro.bale,konser gibi etkinliklerin yer aldığı mekanların sayısının yanısıra güzel sanatlar veya spor gibi etkinliklerin çeşitliliğini göz önüne getirin. Tarih yönünden farklılık ise elbette teknolojik seviye ile ilgilidir. Televizyon ve bilgisayarın olmadığı dönemlerde yaşayan insanların boş zamanlarında yararlandıkları obje sayısı daha azdı. İleri seviyede teknik gerektirmeyen satranç ve tavla gibi düşünmeyi sağlayan oyunların eski tarihlerde bulunması oldukça normaldir. Diğer taraftan çalışanların yasalarla elde ettikleri çalışma süresinin geçmişe oranla daha kısa olduğunu söylemeliyiz. * İnsanların kendi boş zamanlarını değerlendirme biçimleri ile yaptıkları iş arasında bağlantı olduğunu düşünebiliriz. Bazı kimseler çalıştıkları iş kolundaki eylemlerini özel yaşamlarında devam ettirirler. Örneğin fabrikada kimyagerlik yapan bir kişi evinin bahçesinde deneylere devam edebilir. Bu durumda çalışma-boş zaman ilişkisi belirsiz hale gelmiş olur. Diğer taraftan,boş zamanlarını yaptıkları işle tam zıt hobilerle değerlendiren pekçok kişi vardır. Bu konuda ele alınması gereken en önemli bölüm,emekliliktir. Yaşamın çalışma aktivitesi ortadan kalktığı için emeklilik tümüyle bir boş zaman niteliği kazanır. İnsanların çoğu,iş hayatını bitirip emeklilik dönemine başladıklarında,bu yeniliğe uyum sağlamakta zorlanır. Bu sorunun derecesi,çalışma yaşamlarında yaptıkları iş ile ilgilidir. Eğer üretimde bulundukları konuları benimsemişlerse,yani yaptıkları işleri sevmişlerse, veya o işleri yaratıcı bulmuşlarsa,emekli olduklarında benzer etkinliklerini hobi olarak sürdürebilirler. Böylece uyum sorunu oldukça hafifler. Ama yaptıkları işe aksi gözle bakanların yeni dönemi aynı olmayacaktır. Kaynak : The Joy of Knowledge Encyclopaedia

DEVLET ÖNCESİ KABİLE TOPLUMLARI


Devlet öncesi kabile toplumları iki aşama olarak ele alınır: 1- Devlet öncesi eşitlikçi kabile toplumu 2- Devlet öncesi şeflik veya hiyerarşik toplum * 1-Devlet öncesi eşitlikçi kabile toplumu Eşitlikçi kabile toplumunda aile,soy zinciri ve klan gibi bölümler için üretim eylemlerinde uzmanlaşma yoktur. Her bölümün yetkilisi ayrıdır. Aile reisi,aile içindeki kadın ve çocukların başıdır. Aile işlerinde yaşlılar,genç üyelerden daha çok söz sahibidir. Ancak toplumsal bölümler arasındaki ilişkileri ve üretimi koordine eden herhangi bir lider veya grup yoktur. Erkeklerle kadınlar arasında bazı işbölümleri varsa da her biri kendi çalışma alanlarında aynı işlerle uğraşırlar. Böylece bütün ailelerin ekonomik faaliyetleri birbirine benzer. Başka bir ifade ile,her ailede aynı tip işbölümü bulunduğundan,bütün aileler yapı bakımından birbirine benzer. Ev,giysi ve süs biçimi hemen herkeste aynıdır. Bütün kabile üyeleri aynı çeşit araçları kullanır,aynı yiyecekleri yer,aynı dinsel töreyi uygular ve aynı tanrılara taparlar. Bu tür birkaç toplumsal bölümün aynı oluşu,benzerlik üzerine kurulu bir toplumsal birliğin ortaya çıkışına neden olur. Fakat toplumsal bölümlerin kendi kendilerine yetmeleri,gerçek anlamda birbirleriyle kaynaşmalarına engeldir. Öyle ki bir veya birkaç bölümün kaybından toplum hiçbir zarar görmez. Diğer taraftan bütün toplumlar liderden büsbütün yoksun değildir. Ancak kabile başkanının genellikle emir verme yetkisi yoktur,ya da olsa bile içinde bulunulan durum ve zamanla sınırlıdır. Örneğin bu yetkisini ancak av sırasında,savaşta veya törenlerde kullanabilir. * Eşitlikçi kabile toplumu için bir örnek verelim. Bir kabile köyü 4 klan veya yerel bölüm içersin: Kuş bölümü,Kartal klanı ve Akbaba klanı, Çiçek bölümü,Zambak klanı ve Lale klanından oluşsun. Bu durumda başlıca iki bölüm Kuş ve Çiçek bölümüdür. Bunlar birbirleriyle evlenen iki yarı şeklindedir. Zira soy zinciri gerçek bir kan bağı sistemidir.


Kartal ve Akbaba klanları üyelerinin aynı atadan gelen gelenekleri vardır ve birbirleriyle çok yakın akraba olduklarından Çiçek bölümündeki Zambak ve Lale klanlarının üyeleriyle evlenmeleri gerekmektedir. Klan,nüfusu artınca parçalanır ve bazı üyeler yeni bir köy kurarlar. Bunlar da zamanla öteki bölümlerin parçalanmış soylarıyla birleşirler. Bu şekilde klan ve ikili örgütlenme bir başka üçüncü yerleşme bölgesinde de tekrarlanır. Böylece büyüme ve parçalanmayla klan üyeleri kabile bölgesine dağılmış olurlar. Ancak evlilikler aynı ya da farklı köylerde gene iki ayrı bölüm arasında yapılır. İkili bölüm arasındaki karşılıklı evlilik ve klanlar arasındaki ilişkiler,kabileyi kaynaştıran bağlardır. Kartal klanından bir kişi,öteki köylerde de kendi klanının ve kardeş klanın üyelerini bulabilir. Gerektiğinde bu kişilerden konukseverlik, koruma ve yardım bekleyebilir. Ayrıca kendi klanından kadınlarla evli Zambak va Lale klanlarıyla da akrabadır. * Sonuçlar: Devlet öncesi eşitlikçi kabile toplumunda üretici güçler hem teknik olarak hem de üretim aracı yönünden oldukça basittir. Üretim ilişkileri,yani üretim araçlarının mülkiyeti sınırlı sayıda kişilerin yönetiminde değildir. Bu nedenle üretim güçleri ile üretim ilişkileri çelişkili bir durum yaratmıyordu. Sınıf farkı olmadığı için herhangi bir otorite sözkonusu değildi. Fazla ürün elde edilerek üretim faaliyetleri dışındaki insanların beslenmesi ve emeğin baskı altında tutulabilmesi için bu yapı yeterince dinamik değildi. Üretim ve tüketimin durağan işlevi evliliklerle aynen korunmaktaydı. Üstyapı kurumları,yani din,felsefe,sosyal yapılanma gibi pekçok olgu da ekonomik altyapı gibi durağandı. Kısacası,içinde devletin de bulunduğu yeni bir üretim tarzına geçiş için yeni bir ara örgütlenme gerekliydi. * 2-Devlet öncesi şeflik veya hiyerarşik toplum Eşitlikçi kabile toplumunda aile,soy zinciri ve klan gibi bölümlerde üretim eylemlerinde uzmanlaşma yoktur. Şeflik veya hiyerarşik toplumlarda ise uzmanlaşmış bölümler birbirlerine bağımlı olduklarından,bir ölçüde organik dayanışma sağlanmıştır. Eşitlikçi kabile toplumunda bölümler genel anlamı ile eşittir. Şeflik veya hiyerarşik toplumlarda ise bölümler birbirlerine benzemekle birlikte siyasal işlev ve ekonomik rollerde rütbe ve mevki bakımından farklılık vardır. Bazı aile ve gruplar şefler düzeyindedir,ötekiler ise halk olarak kabul edilir. Bireyler,aileler ve köy toplulukları,ekonomik uğraşlarında uzmanlaşmışlardır. Kimileri el sanatları,kimileri balıkçılık,kimileri de çiftçilikle uğraşır. Bu uzmanlaşma büyük ölçüde şeflerin yönetsel rolünden kaynaklanır. Bir şefin gücü,öteki kabile liderlerininkinden birkaç bakımdan ayrılır. Herşeyden önce şefler ekonominin yöneticileridir. Herkese ev,tarla ve otlak için yeterince toprak sağlamak veya toprak dağıtımı yapmak zorundadırlar. Bazı kaynakların mevsimlik kullanımını önlemek için tabular koymak ve ortak avlar düzenlemek te onların işidir. Şefler vergileri yeniden dağıtarak uzman zanaatçıların çalışmalarını destekler. Dinsel güçlerinin yanısıra çatışan taraflar arasında arabuluculuk yaptıkları için hukuksal görevleri vardır Şeflik veya hiyerarşik toplumlarda uzmanlaşmış bölümler birbirlerine bağımlı olduklarından ve bir ölçüde organik dayanışma sağlandığından ekonomik faaliyetler, eşitlikçi kabile toplumuna göre daha dinamiktir. * Sonuçlar: Devlet öncesi şeflik veya hiyerarşik toplumda üretim ilişkileri,yani üretim araçlarının mülkiyeti sınırlı sayıda kişilerin yönetimindedir. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri çelişkili bir durum oluşturmaya başlamıştır. Sınıf farkını oluşturan nedenler pekişmektedir. Şefler ve üst sınıfların devlet şeklinde teşkilatlanmaları için süreç hazır hale geliyordu. *


Elbette yeryüzündeki tüm topluluklar birbirlerinin aynısı değilllerdi ve aynı süreçleri yaşamamışlardı. Çok yakın zamanlara kadar hem eşitlikçi kabile toplumu hem de şeflik veya hiyerarşik toplum şeklinde varlıklarını sürdüren örnekler vardı. Birçok ilkel topluluklar tarihsel süreçte ya yok olmuşlar ya da başkaları tarafından boyunduruluk altına alınmışlardı. En basit örneği Kuzey Amerika yerlileri için verebiliriz. Bunlar kendi evrimlerini yapamadıkları için Amerikan hükümetleri tarafından kontrol altına alındılar. Bu yazımda anlatmak istediğim,devletin kurulmasına varacak olan süreç için bir toplum modeli vermektir.

DEVLETİN KAYNAĞI

Tarihsel maddecilik görüşü dışında devletin sosyal ve ekonomik yaşamı düzenleyen siyasal bir örgüt olarak ortaya çıkışındaki temel etkenlerin ne olduğunu belirlemeye çalışan birkaç tane kuram vardır. Bunlardan bir tanesi fetih kuramıdır. Buna göre bir toplum öteki toplumun topraklarını eline geçirir ve galipler egemen sınıf olarak devlet örgütünü kurar. Ancak tarihi inceleyen araştırıcılar,karmaşık toplumların fetihlerden önce de varolduğunu görmüşlerdir. Ya fetheden ya da fethedilen veya herikisi birden zaten devlet özelliği ağır basan karmaşık toplumlardı. Bu konuda göz önünde tutulması gereken nokta,fetih savaşlarının yeni topraklar,ilave insan ve ekonomik kaynaklar elde etmek için yapılmasıdır. * Bazı kuramlar, devletin oluşumunu ve gelişimini belirleyen etkenler arasında ticareti ön planda tutarlar. Eski dönemlerde ana ticaret yollarının kesiştiği belli bölgeler vardı. Buralarda değişik toplumlardan gelen tüccar toplulukları sık sık bir araya geliyorlardı. Ancak bunların arasında ortak bir kültür olmadığı gibi toplumsal kurumları da birbirlerinden farklıydı. İşte bu topluluklar işlerini yürütebilmek için bir otoriteye ihtiyaç duymuşlardı. Kendi aralarında kurdukları bu otoriter kurum zamanla gelişecek ve devlet haline gelecektir. Bu kuramın çelişkili bir temeli olduğu için kabul edilmesi olanaksızdır. Zira uzun yol ticareti, sadece devleti olan toplumlarca yapılmıştı. *


Tarımda sulama sisteminin önemini vurgulayan bilimadamları,kendine özgü bir modeli olan yönetim şekli ile ırmak vadileri arasında ilişki kurmuşlardı. Çin’de Sarı Irmak,Hindistan’da İndus,Mezopotamya’da Dicle ve Fırat,Mısır’da Nil,ve başka bölgelerdeki ırmakların kıyılarında hem sulama işleminin hem de taşkınları önleme tedbirlerinin bir örgüt tarafından yönetilmesi gerektiğinden yola çıkıyorlardı. Bu örgüt ise, kitlesel işgücü sağlayan ve denetleme işini düzenleyen devlettir. Eski uygarlıklar döneminde sulamanın yaşamsal olarak çok önemli olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Ancak sulama işleri devlet kuruluşunun nedeni değil,tam tersi devlete bağlı bir olaydır. Yani sulama işleri ancak bir devlet tarafından organize edilebilir. Nitekim büyük sulama sistemleri,kabile toplulukları tarafından yapılabilecek olan küçük sistemlerin devletçe birleştirilmesi ile ortaya çıkmıştır. Tarımda sulama sisteminin önemini vurgulayan bilimadamlarının bir örneği de Çin uygarlığıdır. Çin’de sulama yoluyla yılda birkaç kez ürün alınır. Böylece tarım dışı sınıflar için yiyecek sağlanmış olur. Bu sistemin işleyebilmesi için merkezi otorite gücüne sahip olan bir örgütün sulama işlerinin devamını sağlaması gerekir. Oluşacak sel baskınlarına karşı baraj yapımı da önemlidir. Bu hizmetleri sağlayacak işçilerin çalışması böyle bir otorite sayesinde olabileceği için devlet oluşmuştur. Ancak birtakım eski uygarlıklarda bu tip sulama tesislerinin varlığına ilişkin bir kanıt bulunamamıştır. * Devletin kökenlerini araştıran kuramlardan bir diğeri sınırlar üzerinde durur ve tarımın gelişmesi ile nüfus artışını birlikte inceler. Zengin kaynakları içeren bölgeler çöl,dağ veya deniz gibi coğrafi engellerle çevrilmiştir. Bu doğal yapıların korumasında kalan toplumlar siyasal evrime daha yatkındır. Bu kuramı önerenlere göre böyle alanlarda tarımsal üretim nüfusun artmasına neden olur. Böylece kaynaklar üzerindeki rekabet,ekonomik savaşa dönüşür. Yenilgiye uğrayanlar galiplere boyun eğer. Toplumsal evrimin bu aşamasında şeflikler belirir. Çatışmanın daha da ilerlemesi devletin kurulması ile sonuçlanır. Uygar toplumun kökenini fazladan üretimde görenler de vardır. İhtiyaçların dışında yapılan fazla üretim,toplumu besin üreticisi ve besin dışı madde üreticisi olarak ikiye ayırır. Besin dışı üretim daha çeşitli mal üretiminin hammaddesini oluşturduğu için bu tip tarımla uğraşanların gelişme süreci hızlanır. * Eski veya çağdaş olması fark etmez,siyasal anlamıyla devlet,zor kullanan bir örgüttür. Aynı zamanda bu zor kullanımın yasal hakkını kendi tekelinde tutan bir yönetim grubunu barındırır. Ancak devletle toplum arasındaki ilişki her zaman bir tartışma konusu olmuştur.Olmaya da devam edeceği bellidir. Her karmaşık ilişkide sorunların çözümü için o ilişkinin zaman süreci içindeki başlangıcına gidilerek basit olan modeli ele alınır. Bu konuda da devlet örgütünü ilk kez kurmuş olan toplumları incelemek gerekir. Kabile ortamından doğrudan doğruya devlet çıkmamıştır. Yani kabile bir gün kendi düzeninde iken ertesi gün uyandığında devlet düzenine geçmiş değildir. Genellikle babadan oğula geçen şefliğin yürürlükte olduğu bir sistemde sınıf ayırımı oluşmuştu. Şefin otoriter yönetimi altında toplumun ekonomik yaşamı merkezi bir özellikteydi. Gene de şefler,merkezi otoriteyi temsil etmelerine rağmen zor kullanma hakları yoktu ve henüz kral sayılmıyorlardı. Bu hiyerarşik toplumun evrimi ile devlet oluşmuştur.


ESKİ UYGARLIKLAR

Uygarlık kavramı çoğumuzda teknolojik gelişimi çağrıştırır. Bilimsel verilerden yararlanarak teknik bilgilerini ve üretim araçlarını geliştiren toplumları uygar olarak nitelememiz doğrudur. Ama uygarlığı sadece teknolojik yaratıcılığa bakarak değerlendirirsek ve bu gözle tarihe bakarsak yanılgıya düşebiliriz. Çoğu kişi böyle davranır ve eski toplumları yaratıcı olarak nitelendirmez,onları durgun toplumlar şeklinde görür. Gerçeği söylemek gerekirse bir zamanlar ben de öyle zannederdim. Ama okudukça,yazılı ve görsel kaynaklardan gerekli uyarıları aldıkça gerçeğin öyle olmadığını anladım. Nitekim yorumları daha dikkatle değerlendirdikçe gerçekler kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Önem sırası olarak ilk başta yer alan özellik,geçmişteki uygarlıkların siyasal devlet örgütüne dayanıyor oluşudur. Bu noktada bir parantez açmam gerekiyor. Devletin bir baskı aracı ve sömürülen sınıfları kontrol altına alan örgütlenme niteliğinde oluşu gibi açıklamalar benim de kabul ettiğim görüşlerdir. Ama tarihe kayıt düşüren toplumlar,devlet veya devlet niteliğinde örgütlenmiş olan toplumlardır. Bu nedenle yazımı,gerekçesi ne olursa olsun gerçekleşmiş olaylara bakarak sürdürmek istiyorum. Her dönemin bilgi ve deneyim düzeyini unutmamak şartıyla geçmişe bakarsak eski uygarlıkların kendilerine özgü siyasal ideolojilere,çeşitli toplumsal kurumlara ve örgütlenme biçimlerine sahip olduklarını görürüz. Bu arada demokratik ve totaliter yönetim biçimleri de dikkatimizi çeker. Sınıf ve kastlar zaten tarihten gelen konulardır. Sanılanın aksine bürokrasi son dönemlerin değil,eski zamanların da bir uygulamasıydı. Günümüzün veya yakın tarihimizin sosyal,siyasal ve ekonomik kurumlarını daha eski dönemlerde aramayı ve çağımızla karşılaştırmayı sürdürelim. Eski uygarlıklardaki kentler, günümüzdekilerden hem işlev hem de nitelik bakımından farklıydı. Hemen hemen hepsi çok küçüktü. Bunlardan bazısı kent-devlet şeklindeydi ve nüfuslarının ezici çoğunluğunu köylüler oluşturuyordu .Eski Mısır ve Orta Amerika toplumlarına ait kentlerin çoğu memur,rahip ve zanaatçıların yerleştikleri küçük törensel merkezler durumundaydı. Gerçi buraları kent olarak nitelemek bir tartışma konusudur.Ama o dönemde ana üretimin tarım olduğunu da unutmamalıyız. Bu nedenle oraların sanayi,ticaret ve mali merkezler olamayacağı belli bir şeydir. Buna rağmen bu tip kentlerin çoğu da temelde siyasal yönetim merkezleriydi.


* Eski uygarlıkların önemli kurumlarından birisi de profesyonel ordulardı .İmparatorluklarda kültürel farklılıklar ve toprak genişliği profesyonel orduları savunma ve fetih için olduğu kadar iç düzenin korunması için de gerekli kılıyordu. Roma’nın değişik bölgeler ve bağımlı krallıklardaki halkı birleştirmede uzun süre başarılı olduğunu biliyoruz. Bunun önemli bir nedeni,Roma’lı yöneticilerin askerlerine kollektif bir kişilik kazandırmalarıydı. Bu yöntemle ordular stratejik kaynakların kontrolü ve ulaşım yollarının geliştirilmesi için de kullanılmıştı.Böylesi bir akıllı politika sonucunda Roma ordusu birlik ve hareketlilik kazanmış,imparatorluğun her yanında etkili olmuştu. Nüfus sayımı da eski devletlerin önemli bir özelliğiydi.Elbette hedef devletin vergi toplamasıdır. Emek ve tarımsal ürün olarak toplanacak verginin ne olacağını belirlemek için yapılan ilk nüfus sayımı 1086 yılında İngiltere’de gerçekleşti.(İnternet arama motoruna ‘census 1086 domesday’ yazınca karşımıza birçok site çıkıyor.) Bilim adamları eski uygarlıklarda da devlet tarafından destekleniyordu.Büyük bir olasılıkla tek yol da buydu. Özellikle milattan önceki dönemlerde sayısı belki de bir elin parmakları kadar olan bilimcilerin çalışmaları,devletin planlama ve yönetim işlerine katkıda bulunuyordu. Eski Mısır’da 365 günlük güneş yılının bulunması,Sirius yıldızını ve taşkın sırasında Nil nehrini gözlemlemek sonucu gerçekleşmişti. Ülkede yaşayanların temel sorunu sel sularının yüksekliğini ölçmekti. Buradan yola çıkarak ekilecek toprak,üretilecek tahıl ve devletin sağlayacağı gelir hesap ediliyordu. Bu işlerin bilim adamları olmadan başarılması düşünülemez.Bu bakımdan onların devletçe desteklenmesi en uygun davranıştı. Vergilendirme,yazı,kanunlar(Hammurabi’yi hatırlayalım)mahkemeler,polis,para ve dinsel kurumlar eski uygarlıklarda mevcut olan olgulardı. * Yukarıda sıraladığım sosyal,siyasal ve ekonomik kurumların hepsi de eski uygarlıklarda vardı. Bu durumda insan,modern teknolojik uygarlığın,eski devletlerce üretilen kurumlara çok az yenilik getirdiğini düşünmeden edemiyor. * Sümer ve Akad gibi devletler tarihte meşhur olmalarına rağmen hem sahip oldukları nüfus hem de yerleşme alanı yönünden oldukça küçüktüler. Devletin yapısı teokratik nitelikteydi,yönetimi rahipler üstlenmişti. Din adamlarının devlet yönetimindeki rolleri eski uygarlıkların çoğunda önemliydi. Rahip kral olarak adlandırılan bu yöneticiler insanlarla tanrılar arasında aracılık yaparlardı. Bu yöntemle halk,zor kullanıma gerek kalmadan kontrol altına alınıyordu. Zamanla genişleme ihtiyacı ortaya çıkınca orduların beslenmesini ve donanımını karşılayacak kaynak sorunu başgösterdi. Böylece yönetim sivillere geçti. Hem yeni ekonomik kaynaklar elde etmek hem de düzeni sürdürmek için askeri yayılma hızlandı. Biraz daha ileriki tarihlere göz attığımızda,Asur, Hitit,Mısır ve Pers gibi ilk imparatorlukların fetih yoluyla birleştirilmiş tek tek devletler topluluğu olduğunu anlarız Ancak eski imparatorlukların en büyük zaafı,birliğin zayıf olmasıydı. Yönetim ve devlet kültürü açısından deneyim eksikliği vardı.İşgal edilen topraklardaki etnik ve bölgesel ayırımların üstesinden gelinemiyordu. Buralarda oluşturulan siyasal örgütlenmelere halk olumsuz duygular besliyordu. O dönemlerin şartları gereğince merkezi hükümet dar bir çekirdek alanda yer almak ve bağımlı bölgelerin yönetimini yerel yöneticilere bırakmak zorundaydı. Bu yöneticiler,bölgelerine ait gelirleri topladıkları için ordunun komutasını da ellerinde bulunduruyorlardı. Bu nedenle merkeze başkaldırma olanağı her zaman için vardı. Böylece imparatorluk otoritesinin devamını sağlamak olanaksız hale geliyordu. Dağılmış güç olgusu çoğu kez yerel yönetimlerin merkeze karşı bağımsızlık eylemine dönüştü. Yapılan mücadeleler sonucunda ya imparatorluktan kopmalar ya da devlet otoritesinin zayıflaması gerçekleşti. Komşu ülkelerin ve göçebe kabilelerin saldırısı karşılığında imparatorluklar dağılıp gittiler. * Zamanla bilgi ve deneyimler arttı.


Hükümdarlar merkezi bürokrasiyi geliştirdiler.Ama en çok dağılma sorununu çözmeye çalıştılar. Düşünüp gerçekleştirdikleri çareler bir hayli fazla oldu.Yerel görevlileri sık sık değiştiriyorlardı. Gerektiğinde bunlarla hükümdar ailesi arasında evlilik bağları kuruldu ki,ençok rastladığımız budur. Taşradaki görevlilerin başkaldırılarını önlemek için merkezde onların yakınlarının ve ailelerinin rehin tutulduğu bile oluyordu. Denetim örgütlerinin yanısıra casusluk sistemi devreye sokuldu. İmparatorlukların dağılmasını önlemek için başvurulan çarelerin kapsamı daha da genişledi. Siyasal destek karşılığı tüccar,kentliler veya din adamlarına ayrıcalıklar tanındı. En önemlisi de yollar,kanallar ve gemicilik geliştirildi.Amaç,yönetimsel iletişim ve ulaşımı kolaylaştırmaktı. * Eski uygarlıkların tarihini incelerken gözümüze hep krallar,din adamları,düşünürler veya sanatçılar çarpar. Oysa bu toplumların ezici bir çoğunluğunu köylü ve çiftçiler oluşturuyordu. Ne var ki onların yaşamları siyasal yaşamdan hiç etkilenmezdi. Buna karşılık yarattıkları artı ürünle tarımdışı kişilerin beslenmesini sağlıyorlardı. Gerçi sulama,sel kontrol sistemleri,savunma ve kıtlıkta yardım gibi devletten sağladıkları yararlar vardı,ama topraktan elde ettikleri ürünlerinin ve emeklerinin büyük bir bölümünü üst sınıflara vermek zorundaydılar. Kaldı ki askerlik yapma gibi yükümlülükleri de vardı. Kaynak : The Joy of Knowledge Encyclopaedia


İLKEL TOPLUMLAR VE KÖLELİK

İlkel toplumların avcılık ve toplayıcılık dönemi bütünüyle yaşamın devamına yönelik çabalardı. İnsanlık tarihinin büyük bir bölümünü kapsayan bu dönemde hiçbir sosyal kurumun oluşması söz konusu olamazdı. Hayvanların evcilleştirilmesi ve ilkel tarıma geçiş ilk yerleşim birimlerini oluşturdukça toplumsal ilişkiler filizlenmeye başlamıştır. Ancak kölelik uygulaması için bu dönem uygun olamazdı. Daha önceleri savaşı kazananlar,hiç tutsak almazlar,herkesi öldürürlerdi. Bu doğal bir davranıştı. Zira topluluğun ürettiği ürünün tamamı üyelerine ancak yeter seviyedeydi,ek bir talebe yetecek miktar olamıyordu. Evcilleştirilmiş olan hayvanların ve ilkel tarımın,topluluğun ihtiyacına yetme seviyesine gelmesi,hatta artı ürün oluşma potansiyeline ulaşması,yani ek emek gücüne ihtiyaç duyulacağı ekonomik seviye henüz olgunlaşmamıştı. * İnsanlık tarihinin bu devresi eşitlikçi kabile toplumu biçimindedir. Üretim güçleri ve üretim ilişkileri henüz çok ilkel seviyede olduğu için belirli bir üretim tarzından söz edemeyiz. Veya söz etsek bile oldukça uzun süren dönem boyunca statik bir toplum yapısı göze çarpar. Eşitlikçi kabile toplumunda aile,soy zinciri ve klan gibi bölümlerde üretim eylemlerinin hiçbirinde uzmanlaşma yoktur. Her bölümün yetkilisi ayrıdır. Aile reisi,aile içindeki kadın ve çocukların başıdır. Aile işlerinde yaşlılar,genç üyelerden daha çok söz sahibidir.


Ancak toplumsal bölümler arasındaki ilişkileri ve üretimi koordine eden herhangi bir lider veya grup yoktur. Erkeklerle kadınlar arasında bazı işbölümleri varsa da her biri kendi çalışma alanlarında aynı işlerle uğraşırlar. Böylece bütün ailelerin ekonomik faaliyetleri birbirine benzer. Başka bir ifade ile,her ailede aynı tip işbölümü bulunduğundan,bütün aileler yapı bakımından birbirine benzer. Ev,giysi ve süs biçimi hemen herkeste aynıdır. Bütün kabile üyeleri aynı çeşit araçları kullanır,aynı yiyecekleri yer,aynı dinsel töreyi uygular ve aynı tanrılara taparlar. Bu tür birkaç toplumsal bölümün aynı oluşu,benzerlik üzerine kurulu bir toplumsal birliğin ortaya çıkışına neden olur. Fakat toplumsal bölümlerin kendi kendilerine yetmeleri,gerçek anlamda birbirleriyle kaynaşmalarına engeldir. Öyle ki bir veya birkaç bölümün kaybından toplum hiçbir zarar görmez. Diğer taraftan bütün toplumlar liderden büsbütün yoksun değildir. Ancak kabile başkanının genellikle emir verme yetkisi yoktur,ya da olsa bile içinde bulunulan durum ve zamanla sınırlıdır. Örneğin bu yetkisini ancak av sırasında,savaşta veya törenlerde kullanabilir. * Eşitlikçi kabile toplumlarının bir kısmı süreç içinde şeflik veya hiyerarşik topluma doğru yönelmişlerdi. O dönemlerin teknolojik seviyesine göre üretim güçlerinde görülen gelişme üretim ilişkilerini etkilemeye başlamıştı. Bu yönde göze çarpan en önemli etken artı ürünün oluşması,veya en azından böyle bir potansiyelin varlığıydı. Zaten özel mülkiyete geçişin anahtarı da buradaydı. Nitekim zaman içinde üretim faaliyetleri ile doğrudan doğruya ilişkisi olmayan,ama toplumun diğer ihtiyaçlarını karşılamak için çalışacak meslekler doğdu. Hem ekonomik eylemleri hem de ek sosyal talepleri,yani üretim ve dağıtımı organize eden,denetleyen bir otorite kurumu gelişti. Bu otorite,şeflik veya hiyerarşik toplumların ortaya çıkışıdır. Bütün bu olayların vardığı nokta,kısaca sınıf farklılığıdır. * Eşitlikçi kabile toplumunda aile,soy zinciri ve klan gibi bölümlerde üretim eylemlerinde uzmanlaşma yoktur. Şeflik veya hiyerarşik toplumlarda ise uzmanlaşmış bölümler birbirlerine bağımlı olduklarından,bir ölçüde organik dayanışma sağlanmıştır. Eşitlikçi kabile toplumunda bölümler genel anlamı ile eşittir. Şeflik veya hiyerarşik toplumlarda ise bölümler birbirlerine benzemekle birlikte siyasal işlev ve ekonomik rollerde rütbe ve mevki bakımından farklılık vardır. Bazı aile ve gruplar şefler düzeyindedir,ötekiler ise halk olarak kabul edilir. Bireyler,aileler ve köy toplulukları,ekonomik uğraşlarında uzmanlaşmışlardır. Kimileri el sanatları,kimileri balıkçılık,kimileri de çiftçilikle uğraşır. Bu uzmanlaşma büyük ölçüde şeflerin yönetsel rolünden kaynaklanır. Bir şefin gücü,öteki kabile liderlerininkinden birkaç bakımdan ayrılır. Herşeyden önce şefler ekonominin yöneticileridir. Herkese ev,tarla ve otlak için yeterince toprak sağlamak veya toprak dağıtımı yapmak zorundadırlar. Bazı kaynakların mevsimlik kullanımını önlemek için tabular koymak ve ortak avlar düzenlemek te onların işidir. Şefler vergileri yeniden dağıtarak uzman zanaatçıların çalışmalarını destekler. Dinsel güçlerinin yanısıra çatışan taraflar arasında arabuluculuk yaptıkları için hukuksal görevleri vardır Şeflik veya hiyerarşik toplumlarda uzmanlaşmış bölümler birbirlerine bağımlı olduklarından ve bir ölçüde organik dayanışma sağlandığından ekonomik faaliyetler, eşitlikçi kabile toplumuna göre daha dinamiktir. * Toplum şimdi artı ürün oluşma potansiyeline tam olarak sahiptir.


Ancak üretimde çalışacak olan nüfus olarak ek emek gücü gerekmektedir. Bu ek emek gücü elbette düşman toplumun bireylerinden sağlanacaktı. İşte köleliğin doğuş nedeni buydu. Köleler sadece düşman toplumlarından sağlanmaz. Birçok halde toplumun kendi içinde oluşan ekonomik farklılıklardan da kölelik oluşmuştur. Özellikle tarımsal üretimde kullanılan kölelerin maliyeti oldukça düşüktür. Hiçbir hakları olmadığı için sadece hayatta kalmalarına yetecek miktarda yiyecek, üretimin emek giderini oluşturur. Ancak üretim güçlerini oluşturan aletlerin ve teknolojinin gelişmesi karşısında köle emeği artık istenilen verimlilikte olamaz. Olağanüstü zor koşullar altında sadece yaşamlarına devam etmelerini sağlayacak kadar yiyecek verilen insanların üretimi arttıracak gayretleri göstermesi beklenemez. Emek,ne kadar baskı uygulanırsa uygulansın daha fazla ürün elde etme isteği duymaz. Bu nedenle kölelik sona erdi. Aslında sona eren köleliğin sosyal sınıflar içindeki yeri idi.


KİŞİLİK

İnsanın diğer canlılarla olan farklarını sıralamaya başlarsak bir tanesine en yukarıda yer vermemiz gerekir. Bu da kendi eyleminin bilincinde oluşudur. Burada eylem derken fiil,edim,iş gibi hareket içeren bir kavram kullanmış oluyorum. Ancak bu kavram,günlük yaşantımızdaki yürümek,okumak,konuşmak gibi basit hareketlerin daha geniş anlamını kapsar. Yaşantımızın tümünün içinde her türlü durağan dışılığı ifade etmek istiyorum,öyle ki eylem kelimesine psikolojik davranışlar da giriyor. Diğer canlılar sadece eylemde bulunur,insan ise kendi eylemleri üzerinde düşünür. Buna ilave olarak her bireyin,bebeklik evresinden sonra kendi kendisinin bilincinde olması gibi bir yeteneği vardır. Herkesin kendi bilinci olduğuna göre, kişiler,sadece görünüş ve beden yapısı yönünden değil,hiç kimseyle paylaşılmayan bilince sahip oluyorlar demektir. Üstelik bu bilinç süreklidir de.Aslında bu konu hemen herkesin çok iyi bildiği bir olgudur. Ben sizinle aynı düşünceleri paylaşabilirim. Birtakım olaylardaki heyecanımız,zevklerimiz,üzüntülerimiz de benzerlik gösterebilir. Ama benim kendi bilincimde olma tarzımın sizinki ile ortak olduğunu ileri süremem. Buna rağmen her ikimizin de kendi bilincine varma eyleminin ortak noktalar içerdiğini ama ayrıntıların farklı olduğunu söyleyebilirim. Bu kadarı bile her ikimizin ayrı ve tek birey olması için yeterlidir. * İnsanın kendi kendinin bilincine varma gerçeği,evrim sürecinde ne zaman tam olarak olgunlaştı? Bu soruya kesin bir cevap vermek gerçekten çok zor. Ama belli bir evreden sonra bu olgunun toplumun tümü tarafından irdelendiğini biliyoruz. İnsan spontane,yani kendiliğinden,(isterseniz içinden geldiği şekilde diyelim) davrandığında diğer insanlar tarafından yadırganır. Zira böyle bir durum,o eylemi yapan kişinin diğerlerinden daha fazla haz duyma isteğini yansıtıyor demektir. Bu nedenle kendi bireysel çıkarları doğrultusunda davranan bir kişi başkaları tarafından suçlanacağını bilir. Ya da kendi kendine suçluluk duygusuna kapılır. Her iki durum da kendi kendinin bilincinde olmanın toplum tarafından denetlenmesi anlamına gelir. Şu halde,insanı öteki canlılardan ayıran kendini bilme özelliği,hem ahlak kurallarını hem de öteki canlılar için sözkonusu olmayan suçluluk duygusunu doğurur.


İnsanın kendini tek olarak görebilme ve öteki insanlardan ayırabilme yeteneği sosyal bağlar kurmasına engel değildir. Ama bu yetenek bazen doğal olması gereken sevecenlik bağlarını aşan aşırı davranışlara neden olur. Dinlerin ele aldığı konuların bir tanesi de budur.Nitekim,İncil’de Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi öyküsüyle simgelenmiştir. İnsanın bir zamanlar masum,suç işleme yeteneğinden yoksun,bilinçsiz ve aldatmacadan habersiz olduğu söylenir. Ayrıca insanın,gelecekte yücelmiş bir konuma erişeceğini,bilincinin bencillikten arınacağını da söyleyenler vardır. Her iki konu genel anlamıyla felsefeyle ilgilidir. Hatta geçmişe veya geleceğe bakmaya gerek te yoktur.Çocukluğun en büyük mutluluğuna gerekçe bilgi eksikliğidir. Bu durum,henüz kendi kendinin bilincinde olmama evresiyle ilgilidir. Buna rağmen salt bilimsellik uğruna yaşamın bütün gerçeklerini görmezden gelmemeliyiz. İnsan,çevresini bilir,onu denetler. Üstelik bu bilme ve denetleme olgusu kendine özgü,kendinin ve çevresindeki dünya ile ilişkisinin bilincinde olması şeklindedir. Ama konu bu kadarıyla sınırlı değildir. İnsan ayrıca kendi bireysel varlığının geçici olduğunun da bilincindedir,yani ölümlü olduğunu bilir. * İnsanın,kendi dışındaki dünyayı bilmesi ve onu denetlemesi,kendisi ile çevresi arasındaki ilişkinin bilincinde oluşu,diğer taraftan ölümlü olduğunu da anlaması,hem kendi geçmişine hem de kendi geleceğine ilgi duymasına neden olur. Böyle bir tanım ilk bakışta biraz anlamsız görünür. Ama kendimizi, şimdiki zamanda yaşayan ben olarak görmenin yanısıra en azından kendi atalarımızın devam eden bir ferdi olarak düşünürsek ister istemez geçmişle bağlantı kurmuş oluruz. Mitoloji ve tarih hep geçmişle olan ilgimizi yansıtır. Ölümlü olmamızın bilincini taşımamız,bizleri ölümümüzden sonra anımsanmamızı sağlayacak olgular üretmeye zorlar. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. En basit hatıra eşyasından başlayarak anıtlara saraylara ve hatta piramitlere kadar genişleyen objeler örneği hep anımsanma isteğinden doğan olgulardır .Hem geçmişe hem de geleceğe yönelik ilgimiz ölümlülük konusunda bizleri rahatlatmaya yarayan davranışlardır. * Her bir kişinin bilinci kendisine özgü olduğundan ve bu olgu başkaları ile tümüyle paylaşılamadığına göre her insanın kendisini birey olarak algılaması,ister istemez onun yalnızlık duymasına neden olur. Burada bahsedilen,kalabalıktan uzak kalma,insanlardan ayrı durmak şeklindeki yalnızlık değildir. Kendi varlığının bilincinde olan,kendisinin diğerlerinden apayrı olduğunu bilen bir insanın toplum içinde olsa bile görünmez bir zırhla çevrelendiğini hissetmesidir. Bugün için etrafımızda arkadaşlarımız olabilir. Ama günün birinde,koşulların değişmesi sonucu kendimizi,onların olmadığı bir ortam içinde bulabiliriz. Böyle bir olasılık her zaman vardır ve bunu hepimiz de biliriz. İşin ilginç tarafı,bir insan,kendi bireyselliğinin bilincine ne kadar çok varırsa,yalnızlığının da o kadar farkında olur. Belki de bu nedenle yakınlarımızla olan ilişkilerimize dikkat ediyoruzdur. Daha eski çağlarda,hatta o kadar uzak olmayan zamanlarda toplum-birey ilişkisi bugünküne benzemiyordu. Gerçi o dönemlerin insanları içinde oldukları durumu normal kabul ederlerdi,ama içlerinden birini günümüze getirebilseydik, aradaki farkı hemen anlayabilirdi. Nitekim eğitim ve kültürün kendi kendinin bilincinde olmayı arttırdığı,buna bağlı olarak bireyselliğin geliştiği günümüz toplumu gerçekten farklıdır. Artık toplum,geçmişte olduğu gibi organik bir bünye içinde yer alan elemanların mekanik davranışları gibi değildir. Bunu ben şahsen kendi geçmişim ile bugünü karşılaştırarak anlamış durumdayım. Örneğin ortaokul dönemlerimde herkes gibi ben de sınıfın bir ferdi idim.


Kendime ait hiçbir özelliğim olamazdı,sadece kurallara uyması gereken ve belirtilen şartlar içinde davranması istenen bir talebeydim. Ama bugünün aynı yaşlardaki çocukları cep telefonu kullanıyor,internet ile her türlü insanla ilişkiye geçiyor. Ayrı ayrı bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu günümüz toplumlarının en belirgin özelliği,iletişim olanaklarının artmasıdır. * Şimdiye kadar anlattıklarımız,konunun saf olarak görünüş biçimidir. Tıpkı kimyasal olarak saf su gibi.Oysa kullandığımız su görünüşte saf suya benzerse de bileşim veya yapı olarak değişiktir. En azından değişik ögeleri de barındırır.Gerçek hayat ta böyledir.Herşey yukarıda söylediklerimiz gibi değildir. Nitekim birçok kişi,kendi kendinin bilincinde olmanın,benliklerinin tümünü kapsamadığını bu nedenle de eylemlerinin gizemli güçler tarafından yönetildiğini düşünür. Hatta bu güçlerin benlik içinde ama bilincin uzanamadığı yerde olduğunu sanır. Daha doğrusu,benliğinin içindeki gizemli güçler,bilinçlerince ulaşılamaz konumdadır. Böyle bir kişinin yaşam içindeki algısı artık bu yapı içinde şekillenmiştir. Sözkonusu güçler,geçmiş dönemlerde kötü ruh ya da şeytan olarak biliniyordu. Günümüz ruhbilimi ise bu güçleri,bireyi içten iten,tümüyle bilemediği veya denetleyemediği güdüler olarak tanımlıyor. İster geçmişteki tanım, ister bugünkü tanım gerçeği pek değiştirmiyor. İnsanın kendi kendinin bilincinde olma süreci bireyselliğin oluşumunda bize yabancı olan olguların etkisindedir. Bu konuda verilen bir örnekte olduğu gibi insan,tam bir bilgiye ya da denetime sahip olmadığı bir atın binicisi gibidir. Bazen binici ve at uyumlu biçimde birlikte hareket edebilir.Bazen binici atı istemediği bir yönde gitmeye zorlayabilir. Bazen de at tarafından sürüklenir.Şu halde,kendimizi kendi benliğimizle uyum içinde hissettiğimiz zamanlar olabilir. Kendi kendimizi denetlemeyi çoğunlukla başardığımız da doğrudur. Ama sürüklendiğimiz ve gerçekten yapmak istemediğimiz eylemleri de gerçekleştirdiğimiz olur. Gene kendimden örnek vermek gerekirse,ben de kaç kere şu şartlar oluşursa şu hareketi yapmayacağım diye kendi kendime karar versem de çoğu kez başarılı olamam.


İnsan eylemlerinin yönetimine etkin olduğu düşünülen güçler,benliğin dışında algılandıkları zaman ortaya ister istemez soyut objeler çıkar. Ama bilimsel analizimizi sürdürerek insan doğasının toplumsal ve tarihsel güçler tarafından belirlendiğini söylemeliyiz. Başka bir deyimle,bu güçler insanı ve onun yaşam biçimini dışarıdan etkiler. Aslında konu burada önemli bir yol ayırımına varıyor. İnsanın kendi içindeki güçler tarafından yönetildiğini varsayarak ruhbilimsel açıklamalara mı,dış koşullar tarafından belirlendiğini varsayarak tarihsel ve toplumsal açıklamalara mı kulak vermeliyiz? Kaynak : The Joy of Knowledge Encyclopaedia

MİTLERİN ANLAŞILMAZ OLAYLAR İÇİN YORUMLARI

Bugün için karşılaştığımız her olguyu ille de bilimsel olarak değerlendirmeyiz. Örneğin yüksek bir yerden düşen taşın zarar vereceğini herkes bilir. Bu nedenle zarar görmemek için hemen tedbir alırız. Ama taşın düşmesi anında,yani tam o anda hiçkimse yerçekimi,kütle ve hız gibi kavramları düşünmez. Bu tip bilimsel değerlendirmeler daha sonra yapılır. Bilimin olmadığı zamanlarda birisinin hem olay anında hem de sonradan bilimsel değerlendirmeler yapma olanağı hiç yoktu. Gerçi bugün bile henüz açıklaması yapılamayan pek çok olay vardır. Hem bunlar için hem de bilimsel açıklaması yapılan olgular için bilimdışı yorum yapan insanlar vardır.Bu,her dönem için geçerli olan bir davranıştır. Gene de geçmiş dönemlerden farklı olarak başvurabileceğimiz bilimsel kaynaklar elimizin altındadır. * Bilimlerin gelişme sağlamadığı dönemlerde de insanlar evrendeki yerlerini,yaşadıkları toplumun yapısını,kendileri ile algıladıkları dünya arasındaki ilişkileri ve doğal olayların anlamını sorguluyorlardı. Büyük bir olasılıkla bu sorgulamayı yapan insan sayısı çok azdı. Ama sorgulamanın yapıldığını biliyoruz. En önemli kanıt,mitolojilerin varlığıdır. Gerçi bilinemeyene en önemli açıklama dinlerden geliyordu. Hatta mitoloji ile o dönemin dinleri arasında birçok ortak nokta mevcuttu. Ancak mitler,dinlere oranla yaşantının doğru ve etik yönüne daha az yer verirler.


Mitler ahlak ile ilgili dersler barındırırlar,ancak amaç bu ilkeleri insanlara kabul ettirmek değildir. Bu nedenle mitlerin asıl konusu,evrendeki varlıkların özelliği ve insan yaşamı ile olan ilgisidir. * O dönemlerde kendisinin ne olduğunu sorgulayan,çevresini merak eden ve doğanın neden acımasız davrandığını bilemeyen kişilerin huzursuzluklarını giderecek çareler aranmış olmalı. Belki de toplumdaki bir veya birkaç kişi birtakım öyküler hazırlamışlardı. Belki de toplumdaki insanlar esrarlı olguları birbirlerine anlatırken bu anlatım zamanla öykü haline gelmişti. Daha eski günlerde bataklıkları kurutan bir kralın doğa ile olan bu mücadelesi,Herakles’in bataklık canavarı Hydra ile savaşına dönmüştü. Olasıdır ki,yarı at,yarı insan olan kentuarlar,bir zamanların ünlü binicileriydi. Bilimlerin henüz olgunlaşmadığı zamanlarda,insanların algıladıkları dünyanın biricik dünya olmadığını bugünden geriye baktığımızda anlıyoruz. Böyle bir ortamda normal bir olgunun bile olağanüstü nitelik kazanması mümkündür. Örneğin doğum,normal bir olaydır. Bunu her insan her zaman ve her mekanda bilir. Ama bu doğum olayının bilimsel açıklaması bilinmiyorsa,insanların ona doğaüstü bir nitelik kazandırması beklenir. Artık doğum,bazı toplumlar için yeniden dünyaya dönüş şeklinde yorumlanacaktır. * İster o dönemlerin görece bilge kişilerince oluşturulsun,ister süreç içinde öykü niteliğini kazansın,tüm mitlerde olguların yer değiştirmesini görüyoruz. Herhangi bir ateş ısı ve enerji verir. Güneş te öyledir. Şu halde Güneş ve basit bir ateş aynı özelliktedir. Diğer taraftan altın hem parlaktır hem de rengi Güneş’e benzer. Hatta o da Güneş gibi paslanmaz ve eskimez. Buna benzer benzetmelerle olgular hem simgeleşir hem de birbirlerinin yerini alırlar.İşte,mitlerin nesnel varlıkları böyle ortaya çıkar. Olguların birbirleri yerine geçmesi niye gerekliydi? Nedeni çok basittir: Doğada sürüp giden anlaşılamaz olaylar,herkesin bildiği ve anlaşılması kolay olaylarla paralel hale getiriliyordu.

Mitlerin,o dönemlerdeki toplum mühendislerince oluşturulduğunu veya insanların birbirlerine naklettikleri olayların bu kişilerce öyküleştirildiğini kabul etmek için yeterli nedenlerimiz mevcuttur. İnsanlar yaşamları boyunca birçok olay karşısında umutsuz ve çaresiz kalıyorlardı.


Her türlü mücadelede galip gelmek kadar mağlup olmak ta mümkündü. Doğum,hele ölüm önlenemez olaylardı. Ama hemen hemen her ruhsal durum ve her soruyu karşılayan bir mit vardır. Böylece dış dünyaya ait gerçeklerle insanların umut,istek ve korkuları arasıda bir köprü kuruluyordu.

ÖNYARGI

Önyargı,bir grup ya da o grubun üyeleri hakkında önceden varılmış olumsuz kanılardır. Hedef alınan insanlar değişik toplumsal,etnik veya dinsel gruplara aittir. Birisinin veya birilerinin önyargılı olmalarının birbirine bağlı farklı nedenleri vardır. Ama en önemli etken,önceden varılan kanıların veya peşin hükümlerin,bir grup tarafından paylaşılmasıdır. Şu halde bir konu hakkında önyargıya sahip olan insan sayısı birden fazladır,öyle ki grup diyebileceğimiz nicelikte olmalıdır. Çoğu kişi genellikle ana-babalarının,dostlarının veya önem verdikleri insanların yargılarını doğru olarak varsayarlar,onların kararlarını hemen benimserler. Şüphesiz böyle yapmakla,başkalarının yargılarını düşünme süzgecinden geçirmeden kabullenmiş olmaktadırlar. Aslında kanıların paylaşılması insan kültürünün en önemli özelliğidir.Bu kanılar önyargı biçiminde olsa bile durum böyledir. Hemen hemen her toplumda uzun zaman değişmeyen, veya ancak uzun zaman süreci içinde değişen önyargı biçimleri vardır. Bu nedenle sosyologlar önyargının önce kültürel yönünü belirlemek isterler. Bir grubun üyeleri çoğunlukla aynı önyargıları paylaşır ve bunları konuşma ya da davranışlarına yansıtırlar. Pek çoğumuz,belli bir gruba mensup olan insanların neler konuşacağını ve nasıl bir davranış sergileyeceğini kolaylıkla tahmin eder. Bu nedenle önyargılar,insanların toplumdaki yerleri ve kişilikleriyle birlikte ele alınır. Pratik yaşamda önyargı sözcüğü duygusal veya katı bir tutumu tanımlamak için kullanılır. Zaten çoğumuz için de konu bu şekli ile bilinir. Nitekim,bir mesele hakkında önyargılı olan kimseye kendi düşüncesinin yanlış olduğunu kanıtlasak bile,bu kişi önceden varmış olduğu kanıya sarılır ve gösterdiğimiz kanıtları kendi düşüncesine uyacak biçimde çarpıtır. Diğer taraftan,önyargılı kişilerin davranışları diğer insanlardan farklıdır. Bunlar,belirli grupların bireylerine karşı tavır alırlar,özellikle onları ekonomik veya toplumsal açıdan tehdit olarak gördüklerinde bu tavır daha keskindir. Oysa insanlar aynı toplum içinde doğup büyümüşlerdir.Ancak değişik önyargılara sahiptirler.


Bu nedenle konunun kişisel yönünü belirleme gereği vardır. * Üstünlük duygusu ençok rastladığımız bir olgudur. Birçok konuya uyarlanan bu duyguyu kabaca iki bölümde ele alabiliriz. 1-Kültürel önyargı,kültürel ve toplumsal başarılardan gurur duymaya dayanan üstünlük duygusudur. 2-Irkçılık,içsel ve genetik özelliklere dayanan üstünlük duygusudur.Irkçılık,başka gruplardan insanların aşağılık sayılmasıdır. Hemen hemen her toplumda insanların genel bir eğilimi vardır. Herkes dostlarını,iş arkadaşlarını ve akrabalarını kendi cinsinden olanlar arasından seçmeye özen gösterir .Buradaki cins kelimesini sosyal anlamı ile kullanıyoruz. Örneğin yabancı bir ülkede kendi ulusumuzdan birini,veya başka bir kentte bir hemşerimizi,hatta bir toplantıda tuttuğumuz bir klübün taraftarını yanımızda görmek isteriz. Her toplumun bireylerinin büyük bir çoğunluğu,uluslar arası olayları kendi uluslarının bakış açısı ile görme eğilimindedirler. Giderek başka toplumların insanlarına ve onların göreneklerine daha az değer verirler. Bu arada bu insanların hepsinin de ırkçılık yaptığını söyleyemeyiz. Daha çok kültürel yönden üstünlük hissettiklerini düşünebiliriz. İnsanlar,uluslarını ve nesnelerini kendi kişilikleri ile özdeşleştirme eğilimindedirler. Gerçekten de bütün toplumlarda insanların çoğu,ait oldukları milletin ortak karakterinin kendi benliğinde yansıdığını hisseder. İşte,insanların kendi kişilikleriyle özdeşleştirdikleri ulusları ve nesneleri daha üstün tutma eğilimi, toplumbilimde etnosantrizm olarak tanımlanır. Bu eğilim,farklı görülen objelere karşı önyargıyı içerir.Bu konuda ilginç bir örnek vardır. 1793 yılında Çin imraratoru,diplomatik ilişki kurmak isteyen İngiliz elçisine şunları söyler: ’Elçilik heyetiniz uygarlığımızın ilkelerini öğrense bile,bizim görenek ve terbiyemizi sizin yabancı topraklarınızda geliştiremezsiniz.Biz herşeye sahibiz.’ Etnosantrizm,dünya tarihinde çok etkili olmasına rağmen,uluslararası ilişkiler,bu duyguyu git gide azaltmaktadır. Bu konuda en önemli etken,farklı gruplara ait bireylerin farklı niteliklerinden çok,ortak geçmişlerinin bilincine varılmasıdır. Üstünlük duygusunun bizce daha çok hissedilen ortamı yakın çevremizdir. Kasaba ve kentlerde,özellikleri birbirine benzeyen insanların hem arkadaşlık hem de korunma için belirli mahallelerde toplandıklarını biliyoruz. Böylece toplum içinde çeşitli üstünlük ve kuşku duygularını güçlendirmiş olurlar. * Önyargı ve ayırım geçmiş dönemlerde çoğu toplumda görülmekle birlikte daha çok etnosantrizm ve ırkçılık şeklindeydi. Örneğin Dravid’lerle istilacı Ariler arasındaki kültürel ayrımı yansıtan Hindu kast sistemi böyledir. Orta Afrika’da birtakım grupların diğerleri üzerindeki egemenlikleri fiziksel özellik ile paraleldi. Ancak eski toplumlardaki ırkçılığın bugünkü anlamıyla olmadığını söylemeliyiz. Bunun nedeni,toplumların küçük olması,gezginlerin birey sayısı az gruplar halinde veya istilacılarla birlikte dolaşmaları yüzünden,gittikleri yerlerin halklarıyla yakın ilişkiye girmemeleridir. Bu konunun tarihte incelenmesi gereken yönü köleliktir. Zira sömürgecilik ve Afrikalı köle ticareti,halklar arasında yeni tür ilişkiler yaratmış ve yepyeni bir önyargının doğmasına yol açmıştı. Amerika’daki kölelik,eski Roma ve ortaçağ Avrupa’sındaki kölelikten farklıydı. Amerika’da köleler eşya veya evcil hayvanlar gibi bir ticaret konusuydu. Öyle ki,köle sahibi ölünce toprağı paylaştırılır,köle aileleri de parçalanırdı. Kölelerle çiftlik hayvanları ve mallar arasında bir farkı olmadığı yasalarla belirlenmişti. Eski Roma ve ortaçağ Avrupa’sındaki yasalara göre köleler insan statüsüne sahiptiler,evlenme hakları vardı ve belirli ölçüde haksızlığa karşı korunurlardı. Burada yasaların böyle olduğunu,uygulamanın çoğu kez böyle olmadığının altını çizmeliyiz. Ama gene de her iki ortamın farklılık içerdiğini de ilave etmeliyiz. Kölelere tanınan haklar arasındaki farkı anlayabilmek için bu ülkelerdeki emek talebini incelemek gerekir. Amerika’daki topraklar genişti. Toprak sahipleri,yanlarında çalışan beyaz işçilerin işi bırakıp kendi çiftliklerini kurma ihtimali ile karşı karşıya idiler.


Toprak sahipleri bu nedenle yaptıkları anlaşmalara yedi yıl çalışma şartı maddesi koyma yoluna gittiler. Bu tür uygulamalar köleliğe giden yolu açmış oluyordu. Avrupa’da yaşayan insanlar yüzyıllarca zencileri ve zenciliği kötü olarak nitelemişlerdi. Ama zencilik kölelikle eş anlama gelince ve karaderililere kötü davranmaktan ileri gelen suçluluk duygusu arttıkça insanlarda yeni bir duygu oluştu. Ama bilimadamları,19.yüzyıl gibi yakın tarihlerde insanlığı çeşitli türlere ayırıyorlar,zencileri daha aşağı bir ırk olarak niteliyorlardı. Aynı yüzyılın sonlarına kadar ırklar konusunda sürdürülen bu tutum sahte bilimsel kuramların oluşmasına neden oluyordu. Böylece daha sonraki kuşaklar bu kuramları,hem insanların önyargılarını doğrulamak,hem de çıkarları için belirli insan gruplarını kendilerinden ayırıp bir alt sınıfta tutmak amacıyla kullandılar. Daha dün sayılacak bir tarihte,1920 ve 1930’lu yıllarda Amerikan filmlerinin birçoğu doğulu insanları şeytani,batılı insanları masum olarak gösteriyor, karaderili insanları aptal ve köle ruhlu,sarı insanları tehlikeli olarak canlandırıyorlardı. * Toplumlardaki önyargının hangi konularda ve nasıl olduğunu düşünmek isteyen bir kişiye göstereceğimiz ipuçlarından birisi çok yakınımızdadır. Bu da erkeklerin kadınlar konusundaki önyargılarıdır. Özellikle 20.yüzyılın ikinci yarısından sonra bu konu erkeklere karşı bir suçlama nedeni bile olmuştur. Doğrusunu söylemek gerekirse böyle bir suçlamayı tümüyle kabul kabul edemeyiz. Zira erkeklerin hepsinin hatta çoğunun,kadınların var olmalarına karşı olduklarını dile getirmek hiç te gerçekçi değildir. Buna rağmen birçok erkek,kadınların toplumsal eşitlik talebine pek sıcak bakmaz. Yani,geleneksel erkek ve kadın rollerin değiştirilmesi isteğinde önyargılıdırlar. Aslında erkeklerin kadınlar karşısında önyargılı olduğunu suçlamaya kadar vardıran kişilerin haklı olduğu bazı durumlar vardır. Birçok toplum kadınlarla ilgili bazı kavramlar geliştirmiş ve onlara güçsüz,yumuşak ve pasif gibi nitelikler yakıştırmıştır. Bu tip nitelikler kültürel içerik taşır. Ama insanlar bu yakıştırmaları doğal bir niteleme olarak algılamışlardır veya o şekilde algılamaları sağlanmıştır. * Önyargı,genellikle belirli toplumsal roller,yani toplumsal konumlar ve beklentilerle birlikte oluşur. Bu tanımın batı toplumunu ilgilendiren yönü herşeye rağmen gündemdedir,veya artık halledilmiş olduğu varsayılsa bile önemini alttan alta sürdürmektedir. Bazı beyaz tenli insanlar,zencileri toplumsal basamakların en altında tutmak isterler.Bunun nedenini hemen söyleyebiliriz. Bu istekleri,kendilerinin de altında insanlar olduğunu bilmek istemelerindan kaynaklanır. Böylece duygusal açıdan rahatlayacaklardır. Veya benim de uygun bulduğum bir açıklamayla,zencilere uygulanan baskı sayesinde onların kendileriyle ekonomik rekabete girmelerinin önlenmesini düşünürler. Nedeni ne olursa olsun,zencilerin en alt sınıf olarak görülmesi,zamanla bazı insanlar için doğal bir olgu olarak algılanmıştır. Doğaldır ki,baskı altındaki sınıfın toplumsal düzeni tehdit ettiği varsayılırsa ırksal önyargı belirir. Toplumlardaki önyargının hangi biçimde olduğunu düşünmek isteyen bir kişiye göstereceğimiz yöntem,toplumsal farklılıkların derecesini ölçmektir. Bu konudaki en uygun örnek Hindistan’dan verilebilir. Geleneksel Hindu kast sisteminde var olan toplumsal farklar,fiziksel uzaklıkla belirtilirdi.Yani birilerinin başkalarından uzak durması için saptanmış olan mesafeler vardı. Bu bağlamda,alt kasttakilerin üst kasttan olanlardan birkaç metre uzakta durmaları gerekirdi. Bu kural çiğnenirse,yüksek kasttaki kişi kirlenmiş sayılırdı.Yeniden arınabilmek için belirli bir dinsel tören gerekiyordu. Hintlilerin kendi toplumlarından olmayan uluslara karşı olan tutumları da ilginçtir. Örneğin Avrupa’lılar Hindistan’ın bağımsızlığından önce kendilerini bu ülkenin en yüksek sınıfı sayıyorlardı. Ama Brahmanlar aynı görüşü paylaşmıyorlardı. Bir Brahman bir Avrupa’lı ile görüşmek zorundaysa bu ziyareti günün erken bir saatinde yapardı.


Zira sabah kahvaltısına dinsel olarak arınmışlık içinde oturabilmek için temizlenme işlemine zaman ayırmalıydı. Kurallar bu derecede katı olmadığında bile sınıfsal farklılıklar gene de engelleyicidir. Karışık ırklardan oluşmuş toplumlarda beyazlar,bazı toplumsal ilişkilerde zencileri aralarına almamak için çaba gösterirler. Elbette direnişin,yani önyargının ençok gösterildiği yer,çok yakın bir ilişkiyi belirlediği için,evlilik kurumudur. Bu konuyu işleyen ve ülkemizde ‘Beklenmeyen Misafir’ adıyla gösterilen filmi görmüştüm. O filmde,evlenmek isteyen beyaz kız ve zenci erkek ile onların anne-babaları başarılı şekilde canlandırılmıştı. Yaşamın yoğun olarak sürdüğü ortamlarda kişilerin kuramsal olarak benimsedikleri tutumlar,yani teorik olarak beyinlerinde yer alan sosyal kalıplar,çoğu zaman gerçek davranışlarıyla çelişir. Bunu New York’ta yapılan bir araştırma sonuçlarından anlıyoruz.Z encilerin tezgahtarlık yapmalarına karşı olduğunu açıklayan her dört beyazdan biri,alış veriş ettikleri yerlerde kendisine beyaz birisinin mi,yoksa zenci birisinin mi bakmış olduğunu farkedememiştir. * İnsanların birçoğu,ait oldukları toplulukların göreneklerini, ve bunları haklı gösterecek tutumları benimseme eğilimi gösterirler. Bu yolla tutum ve görenekler karşılıklı olarak birbirini etkilerler. Ancak her sosyal olgu gibi bu da pratik yaşam içinde değerlendirilmelidir. Bu konuya yapılan bir araştırma ile açıklık getirelim. 1934 yılında Amerikalı bir toplumbilimci yanına kendi karısını ve bir Çinli çifti alıp ülkenin batısına gitmişti. Hep birlikte 184 lokanta ve 66 otele uğramışlar,sadece bir yerden geri çevrilmişlerdi. Araştırma bitip Amerikalı toplumbilimci çalıştığı üniversiteye döndükten sonra,ziyaret ettikleri bütün otel ve lokantalara birer soru kağıdı gönderdi. Çinli müşteri kabul edip etmeyeceklerini soruyordu.Verilen yanıtların yüzde 92’sinde kabul etmeyecekleri belirtilmişti. Başka bir araştırma sonucu,çocuk kamplarında öğrencilerin rakip gruplar oluşturulduğu zaman önyargının arttığını,işbirliği ilişkisi içinde bulundukları zaman içinde ise azaldığını ortaya koymuştu. İnsanların birbirlerine karşı duydukları kuşkuların savaş veya bunalım gibi ortak hedeflerin bulunduğu zamanlarda azaldığı ileri sürülmüştür. Bu nedenle,önyargının çoğunlukla toplumsal örgütlenmeden kaynaklandığı söylenebilir. * Son olarak konunun ruhsal yönüne bakalım. Önyargı,çoğu zaman psikolojik yapı ile ilgili olduğu için ifadesini mantık dışı bir davranışla gösterir. Yapılan araştırmalarla pekiştirildiği gibi,güçlü önyargıları olan kişiler,toplumsal olarak kendilerinden küçük gördükleri tüm yabancı gruplara karşı düşmanca davranırlar. Öyle ki bunlar hayali gruplara bile düşmanlık beslerler. Bu durum,ruhbilimin önemli bir tezi ile ilişkilidir,yani,bazı insanların kendi eksikliklerini kapatmak için önyargılarına sarıldıklarını ileri süren görüşlere uygundur. Diğer taraftan,önyargılar,herkeste var olan bir eğilimin aşırı biçimidir. Örneğin, çoğu kişi,eziklik duygusundan kurtulmak için,bu duyguyu başkasına yönelterek kurtulma eğilimindedir. Ancak insanların çoğu,kendi eksikliklerini yükleyecekleri kişilerle karşılaşamazlar,bu nedenle önyargıları süreklilik kazanır. Çevremizdeki gerçek dünya ile ilgisi olmayan,nesnel gerçekleri dışlayan ve içerikleri çok basit olan inançlar,gene çok basit olan yargı kalıpları içindedir. Bir ırka ait kişileri cinsel yönden güçlü gören,başka bir toplumun fertlerini para canlısı olarak yorumlayan ve bunun gibi başkalarını belli çerçeve içinde gören ve de bunlara inanan bir kişi,gerçekleri kendi düşüncesine uyacak biçimde algılama eğilimindedir. Böyle bir anlayış,o kişinin toplum içindeki davranışını etkiler. Böylece önyargının kişisel ve toplumsal yönleri,birbirlerini güçlendirme sürecini başlatırlar. Kaynak : The Joy of Knowledge Encyclopaedia


TARİHİ MATERYALİZM

Alt yapı: Toplumun ekonomik yapısını belirten genel bir kavramdır. Üretici güçler: Üretimde bulunan her türlü ögeyi kapsar. En önemli öge insandır. İnsanlar,emekleri,hizmetleri ve beyinleri ile üretim yaparlar. Her türlü makine,tüm aletler,diğer araçlar,tarım için kullanılan topraklar,kentlerdeki mal ve hizmet oluşturan her faaliyet birimi üretim güçleri içinde yer alır. Üretim ilişkileri: Üretimde bulunan tüm insanların,bu faaliyet sırasında birbirleri ile olan ilişkilerinin tümüdür. İşveren-işçi, toprak sahibi-köylü, ve buna benzer insanlar arasındaki üretime yönelik ilişkiler,üretim ilişkisidir. Bu konuda belirleyici olan nokta,üretimde kullanılan araçların mülkiyetidir. Örneğin kapitalist toplumlarda üretim araçlarının sahibi kişiler iken sosyalist toplumlarda devlettir. Üretim ilişkileri kavramını duyunca gözümüzün önüne mülkiyetin kime ait olduğu ve bu mülkiyete bağlı olan insan ilişkilerini getirmeliyiz. Üretim tarzı: Üretici güçler ve üretim ilişkilerini bir araya getiren kavramdır. Örneğin kapitalist üretim tarzı,özel mülkiyete bağlı üretim ilişkileri ile üretici güçlerin faaliyetlerini ifade eder. Üstyapı: Sosyal bir kavramdır. Siyaset,hukuk,din,kültür,felsefe ve ideoloji gibi tüm sosyal olgular üst yapının unsurlarıdır. Toplumların üst yapısını incelerken üretim tarzının etkili olduğunu göz önünde tutmalıyız.


TEDAVİNİN KÖKENLERİ

Tıp uygulamalarının geçmişi yazılı tarihten önceki zamanlara kadar uzanır. Elimizde bir belge olmadığı için insanların tedavi yöntemleri hakkında ancak varsayımlar ileri sürebiliriz. Tıp biliminin,ancak yerleşik toplumlar oluştuktan sonra uzmanlaşma kazandığı ileri sürülmektedir. Elbette bu uzmanlaşma akademik bir disiplin olarak başlamamıştı,zanaat niteliği taşıyordu. Bu bağlamda eski dönemlerdeki tedavilerin deneyimlere dayandığını,beceri ve ustalık gerektirdiğini söyleyebiliriz. Doğa ile iç içe yaşayan o dönem insanları ilk önce çeşitli bitkiler hakkında bilgiler edinmiş olmalı. Hangi bitkinin yararlı hangisinin zehirli olduğu, nesiller boyu süren bilgi birikimi ile sağlanmıştı. Şüphesiz yaygın olan birçok hastalık ve belirtileri o zaman da vardı. Gene deneyim ve bilgi birikimleri ile hangi bitkinin hangi hastalığı iyileştirdiği biliniyordu. Yazılı tarih dönemlerinden kalan belgelerden,ateş ve öksürük gibi rahatsızlıkların yaygın olduğunu anlıyoruz. Tarihçilerin incelemeye aldıkları bu belgelere dayanarak yaptıkları açıklamalara göre,din ve büyücülük ayinleri ile birlikte apselerin açılması,çıkıkların,yanıkların tedavisi,bazı tıbbi bitkilerin kullanılması ve hekimlerin sosyal durumları hakkında da bilgilere rastlanmıştır. * Balıkçıl başlı Thoth,şifa veren Mısır tanrılarından birisidir. M.Ö.2900 yıllarında Firavun Zozer’in hekimi olan İmhopet’in mezarında, veya öyle sanılan yerde, yüzlerce balıkçıl mumyası bulunmuştur. Buradan anladığımız gibi,tedavi hekimliği genellikle din ile iç içedir. İyileştirici maddeler dinsel törenler ve büyülerle birlikte veriliyordu. Sözünü ettiğimiz dönemlerde,yaşamın her tür olgusu gene o dönemlere ait dinleri ile kaynaşmış haldeydi. Tıp ile ilgili eylemlerin bir ayrıcalığı söz konusu bile olamaz. Zira sağlık ve hastalık birey yaşamının en önemli niteliğidir.


Bu nedenle insanların, dinsel törenlerin sağladığı ruhsal tedavinin,büyüsel amaçlarla seçilen ilaçlar kadar etkili olmasını düşünmeleri normaldir. Büyüleri araştırdığımızda karşımıza bazı temel ilkeler çıkar. Bunlardan bir tanesi ‘benzeşme’ dir. Bu büyüsel ilke,sanki doğa olaylarından sonuçlar çıkaran pozitif bilimler gibi bir tez ileri sürer : Birbirinden farklı şeyler arasında,özünü benzeşmeden alan bağlantılar vardır. Böyle bir tanımlama için örnek verirsek, bitkilerin insanın çeşitli organlarına benzediğini söyleyebiliriz. Aslında bu doğru bir saptamadır. Gerçekten de doğada bulunan binlerce bitki arasında organlarımıza benzeyen pekçok bitki vardır. Örneğin düz bir şekli olan yosunsu koyunotu,biçim olarak karaciğeri andırır. Ancak,bizim için normal olan böylesi bir benzeyiş,eski çağ insanı için dinsel ve büyüsel içerik taşıyordu. Bu nedenle koyunotu 18.yüzyılın sonlarına kadar karaciğer hastalıklarının tedavisi için kullanıldı. Çok bilinen bir inanışa göre,nesneler arasında herhangi bir gücün aktarımı mümkündür. Herhangi bir kişi,savaş sırasında öldürdüğü kuvvetli düşmanının yüreğini yediğinde ölüye ait gücün kendisine geçeceğine inanırdı. Güç aktarımı inancının bir zamanlar çok yaygın olduğunu biliyoruz. Öyle ki mumyalanmış insan bedeninin eti en aranan çarelerden biriydi. Böylesi bir yola başvuran insanlar,belki de ölümden sonra uzun süre dayanan bir şeyin onu yiyen kimseye de yarayacağını düşünüyorlardı. Her olguda olduğu gibi güç aktarımının karşıt özelliği de vardır. Bu durumda,hasta olan kimseden bir başkasına kötülük geçer. Fayda veya zararın bir insana doğrudan geçmesi gerekmez. Nitekim hasta olan kimseden bir başkasına kötülük geçmesi nesneler aracılığı ile de olabilir. Yani kötü özellik ilk önce bir nesneye,oradan da bir insana ulaşabilir. Günümüzden önceki tıp büyük ölçüde büyüsel inançlarla içiçe olduğundan,birçok hastalığın kötü bir ruhun saldırısı şeklinde yorumlanması o günler için normaldi. Daha önce de belirttiğim gibi,bilimsel tabanı olmayan her türlü yorum,bilimdışı olguların egemenliği altındadır. Bugün için tahmin edildiğine göre,cerrahlık,hastalığın kötü bir ruhun saldırısı sonucunda ortaya çıktığı sanılan zamanlarda başlamıştır. Bunun en önemli kanıtı olarak,tarih öncesi yerleşme alanlarında bulunan delik kafatasları gösterilir. Hemen anladığımız gibi,kafatasında delik açma,büyük bir ihtimalle hastanın başından kötü ruhu çıkarmak için yapılan bir işlemdi. Bu şekilde işleme tabi tutulan pekçok kişinin öldüğünü ileri sürebiliriz. Ama arasıra tesadüflerin olmadığını da söyleyemeyiz. Örneğin beyninde aşırı basınç hisseden birisi için cin çarpması yorumu yapılmış olsun. Bahsettiğimiz şekilde yapılan bir ameliyat işlemi sonucunda o kişi hayatta kalmış olabilir. Cin çarpması yorumu,o kadar eskilerde kalmış değildir. M.S. 1000 yıllarında bile Avrupa’nın bazı yerlerinde hastalar,içlerindeki kötülük toprağa geçsin diye boyunlarına kadar yere gömülürdü. İnançlarına göre toprak kötülüğü bağlıyordu. Daha da yakın zamanlara kadar romatizmalı hastalar genç ve sağlıklı kölelerle birarada yatıyorlardı. Amaçları,ağrıların kölelere geçmesiydi. * Uygarlık ilerledikçe büyüsel uygulamalar hemen ortadan kaybolmadı. Tam tersine, biçim değiştirseler de varlıklarını sürdürdüler. Aslında pozitif bilimlerin gelişmediği dönemlerde birçok uygulama gibi tıp konusu da felsefenin etkisini taşıyordu. Bildiğimiz gibi Yunanlılar evrenin toprak,hava,ateş ve su olmak üzere dört ögeden oluştuğunu benimsemişlerdi. Onların bu felsefi görüşleri tıp alanına da yansıdı. Onlara göre kan,balgam,sarı safra ve kara safra,salgının,aynı zamanda maddenin dört çeşidiydi. Daha sonraki tarihlerde simyacılar maddenin bu dört ögeden çok daha fazlasını kapsadığını buldular. Buna rağmen salgılar tıp uygulamalarının temelini oluşturmaya devam etti. Hastaları sağlıklarına kavuşturmak için dört tip salgı arasındaki dengeyi yeniden kuracak tedavilerin bulunması gerektiğine inanılıyordu.


Avrupa’nın çok uzağındaki Çinliler de tıbbı benzer bir denge konumuna dayandırmışlardı. Onların inandıkları ilkelere Yin ile Yang,yani,olumsuz-dişi-karanlık ile olumlu-erkek-aydınlık adı verilmişti. Orada da ilaçlar bu iki ilke arasındaki uyumun yeniden kurulması amacıyla verilmekteydi. * Eskiden uygulanan tıp sistemleri bilimsel tabanlı olmasalar da önerilen tedavilerin tümüne yararsız diyemeyiz. Elbette iyileştirici olanları vardı.Neticede binlerce yıl süren bilgi birikimi ve deneyim sözkonusudur. Belki de o dönemin bazı hekimleri herhangi bir bitkiden elde edilen bir maddenin ne zaman etkili olduğunu çok iyi gözlemişlerdi. Büyük bir olasılıkla,bugün için bile olumlu etkisi olduğu anlaşılan birçok madde,o zamanlardaki gözlemlerin sonucudur. Tarihçilerden öğrendiğimize göre bazı ilkel uygarlıklarda hekimlere karşı uyarıcı sert yasalar vardı. Örneğin 5.000 yıl önceki Babil’de,hastasını öldüren hekimin cezası,ellerinin kesilmesiydi. Kötü hekimlik için eski Mısır’da da cezalar vardı. Günümüze kadar ulaşan tıp ile ilgili papirüslerde hekimler için birçok tavsiyenin yer aldığını görüyoruz. Bunlarda yazıldığına göre,hekimlere,teşhisi ortaya çıkaracak belirtiler saptandıktan sonra hemen hastanın tedavisine geçilmemesi,hastalığın doğal gelişmesine bırakılması söyleniyordu. Bir zamanlar ilaç olarak kullanılan maddeler,bugün için hoşa giden tatları nedeniyle tıp dışı amaçlarla tüketilmektedir. Örneğin ravent,çay,kahve ve tütün böyledir. Eski dönemlerde kullanılan bazı ilaçların etkileri bilimsel olarak kanıtlanmıştır,bu nedenle kullanılmaları devam etmektedir. Banotu,kara it üzümü ve alıç gibi bitkilerde sinir sistemini etkileyen güçlü alkaloidler bulunur. Bu bitkilerin hepsi,patatesin de arasında bulunduğu solanacege familyasına aittir ve bu alkaloidleri içeren bitki özleri binlerce yıl kullanılmıştır. Daha ilginç durumlar da yaşanmıştır. And dağlarında yaşayan kızılderililer,yüzlerce yıldan beri yorgunluk gidermek için koka çalısının yapraklarını çiğniyorlardı. 1860 yılında koka yapraklarında kokain olduğu saptandı. Bu yaprakların özü bir zamanlar kokakolaya katılan maddelerden birisiydi. Ancak şaşırtıcı olan, henüz tedavi edici özellikleri saptanmamış olan birçok ilacın günümüzde de kullanılmakta oluşudur. Sözgelimi,cinsel gücü arttırdığına inanılan gergedan boynuzu bazı toplumlarda halen talep edilmektedir. Kaynak : The Joy of Knowledge Encyclopaedia


TOPLUMBİLİM VE İNSAN

Toplumbilim: En kısa tanımıyla toplumbilim,insanlar arasındaki ilişkilerin örgütlenme biçiminin incelenmesidir.Anlaşılacağı gibi insanlar bir toplum içinde yaşadıkları için her türlü ilişkileri ve toplumsal örgütlenmeleri oldukça kapsamlıdır. Sınıflar,ekonomi ve din gibi içeriği geniş konuların yanısıra edebiyat,moda,şehircilik,bürokrasi gibi özel konular da toplumbilimin alanı içindedir.Bunların yanısıra köy,kültür,uluslar arası ilişkiler gibi pekçok konuların herbiri başlıbaşına birer akademik bilimdalı olsalar da gene toplumbilimin konusu olmaktan geri kalmazlar. Toplumsal ilişkilerin örgütlenmesi,zorunlu olarak değişik toplumsal yapıların ortaya çıkmasını gerektirir.Aile gibi en eski küçük bir grup,köy topluluğu, ticari şirket veya dernek toplumsal yapılanmanın birer örneğidir.Bunları ulusal devlete kadar genişletebiliriz.Bütün toplumların yapılanmasını ele alırken dikkat etmemiz gereken nokta,üyelerin kaynaşma sistemidir.Bireyler hangi mekanizma sayesinde ilişkiye girmektedir? Toplumsal yapılar,insanları birbirlerine kaynaştırdığı gibi toplumsal bölünmeler,çıkar çelişkileri ve güç dengesizlikleri gibi olgulara da nedendir. Aslında toplumsal yapıların kendi bireylerinden bağımsız özellikleri olduğunu söyleyebiliriz.Ama gene de bunların fonksiyonu,üyelerin deneyim ve eylemlerine göre incelenir. Toplumbilimin ilkeleri: Genel bir kanıya göre toplumbilime ait kuramlar ve araştırma sonuçları karmaşık olsa da temel ilkeleri kavramak kolaydır.Konunun uzmanlarına göre, toplumun üyesi olduğunun bilincine varan herkes bir anlamda toplumbilimcidir.Nerede olursa olsun günlük yaşamını sürdürmek isteyen bir kişi,yaşadığı toplumun yapısını,toplum içindeki konumunu ve toplumsal kuralları bilmek zorundadır.Bu kadarla yetinemez.Ayrıca toplum içindeki bölünmeler, hiyerarşiler ve diğer pekçok nitelik hakkında da bilgi sahibi olmak durumundadır.Olaya bu açıdan bakınca toplumbilimin oldukça eskilere gittiğini söyleyebiliriz.Ve haklı çıkarız.Nitekim ne kadar eski olursa olsun bulunan her tarihsel belgede toplumbilime ait bilgi vardır.Buna rağmen sosyolojinin ayrı bir akademik disiplin olarak ortaya çıkması 19.yüzyıldadır.Batı Avrupa’da gelişmesinin nedeni ise,o dönemde gelişen Batı kapitalist toplumun karmaşık işbölümüdür. 1858-1917 yılları arasında yaşamış olan Fransız toplumbilimci Emile Durkheim,daha ilk çalışmalarında toplumsal davranış ile ilgili açıklamanın toplumun kendi doğasında bulunduğunu anlamıştı.Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz:Kişilerin davranışlarındaki benzerlikleri düşünelim.Bu benzer davranışları toplumlar arasındaki sayısız farklılıklarla birlikte ele alalım.Böylece kişilerin davranışlarındaki benzerliklerin,bireylerin özel niteliklerinden değil,toplumların yapılarından dolayı oluştuğunu anlarız. Bireysel davranışların en aşırı biçimlerinden birisi intihardır. Durkheim,bu konuyu inceledi ve toplumlar arasında çok farklılıklar gösteren intihar oranlarını, toplumlardaki bağların güçlülüğü ile


açıkladı.Bu kuramın açıklaması toplumbiliminin hem konusu hem de ilkeleri açısından önemlidir.Bu bağlamda,kişinin davranışını üyesi olduğu toplum,o toplum içinde bağlı bulunduğu toplumsal gruplar belirler.Dinsel inanç,siyasal görüş,ahlaki değerler yanısıra yaşadığı evin tipi bile önemlidir.Bunlara yemek yeme tarzı ve giyilen giysiler gibi özellikleri de ekleyerek hepsinin toplumsal etkinin birer ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Birey,bir zamanlar toplumbilimciler tarafından yalıtılmış halde ele alınıyordu.Onlara göre kişi,içinde yaşadığı toplum tarafından tümüyle belirlenmiş birisidir. Sözkonusu insan aile,eğitim sistemi,işyeri,giderek üyesi olduğu spor kulübü gibi çeşitli toplumsal grup ve örgütlerin baskısıyla belirli normlara uymak zorundadır.Elbette böyle bir tanım oldukça abartılıdır.Zira kişi ilişkilerinin sadece bir yönüne ağırlık vermektedir. İlk toplumbilimciler : Toplumbilimin akademik bir disiplin olarak bağımsızlık kazanmasına öncülük edenlerden üç bilimadamına kısaca bakalım. 1798-1857 yılları arasında yaşamış olan Auguste Comte,toplumbilimi,doğal bilimlerin yasalarına benzer şekilde,toplumsal davranışın yasalarını ortaya koyacak bir yaşam bilimi olarak görüyordu.Toplumbilimciler ona göre yeni bir bilimsel toplum düzeninin rahipleri olmalıydı.Böyle düşünmekle Comte, toplumbilimi mevcut düzenin bir doğrulaması olarak görmüş oluyordu.Nitekim daha sonraki toplumbilimciler kendi toplumlarını etik yönden eleştirmişler ve Comte’nin bilim yoluyla ilerlemenin gerçekleşeceği yolundaki görüşünü kabul etmemişlerdir. 1858 yılında doğan,1918 yılında ölen Georg Simmel toplumsal grupların biçimsel yapıları ile toplumsal ilişkilerin içeriği arasında bir ayırım yapmıştı. Toplumbilimi asıl olarak toplumsal grupların biçimlerini incelemek olarak görüyordu.Subay ve erler,siyasal liderler ile taraftarları gibi çeşitli gruplar arası üstünlük ve bağımlılık ilişkilerini inceledi.İki kişilik bir grup içine bir üçüncü girdiğinde grup biçiminin nasıl değiştiğini gösterdi.Üçüncü kişi,ilk iki kişi arasında bir arabulucu olabiliyor,ya da aralarındaki farklılıkları kendi yararı için kullanabiliyordu. 1885-1936 yılları arasında yaşayan Ferdinand Tönnies sanayileşme ve kentleşmenin toplumsal ilişkilerde büyük değişikliklere yol açtığını savunmuştu. Ona göre gelişme eğilimi sanayi öncesi köy toplumlarının özelliği olan kişisel ve komünal ilişkilerden kişisel olmayan biçimsel ve bürokratik ilişkilere doğru olmaktadır. Komünal ilişkileri ortak değerlere ve duygulara, bürokratik ilişkileri ise kişisel çıkarlara dayandırıyordu. Toplumsal kurallar ve roller : Toplumsal kuralları norm,toplumsal konumları rol olarak adlandırırsak,kısaca şöyle bir tanım yapabiliriz:Toplum,üyelerini normlar benimsemeleri ve önceden belirlenen rollere uygun davranmaları yoluyla etkiler ve denetler.Bu tanımı biraz daha geniş tutalım:Bir toplum,kendisini meydana getiren insanlar için bir takım kurallar oluşturmuştur,herkesin bu kuralları kabul etmesini ister,ayrıca daha önceden saptanmış toplumdaki mevkilerine uygun davranmasını bekler ve bu konularda hem etki hem de denetim işlevini sürdürür.Böyle bir tanımlamada toplumun baskıcı bir özellik kazandığını kabul etmiş oluruz. Aslında toplumların uyguladıkları baskı toplumdan topluma değişmekle birlikte insanlar,genellikle davranışlarının diğerleri tarafından ne ölçüde denetlendiğinin farkında değildir.Önemli sayıda kişi toplumsal kurallara uymak ve kendilerine verilen toplumsal rollere uygun davranmakla çoğu kez seçimlerini özgürce yaptığına inanır. Bir kişinin ait olduğu toplumda uyması zorunlu olan kurallar sadece yasalar ve yazılı örgüt kuralları değildir.Toplumsal ilişkilerin en ince ayrıntısına kadar inen çok sayıda yazısız kural vardır.Yüzlerce örnek arasından ne zaman konuşulacağı,insanlara hitap tarzı,gülme zamanı ve oturma şekli gibi davranışları verebiliriz. Toplumsallaşma süreci : Toplumsal varlık olma süreci,yani toplumsallaşma içinde insan,kendi toplumunun ve yaşantısı sırasında ilişkide bulunduğu aile,okul,işyeri,vs.gibi farklı toplumsal grupların normlarını öğrenir.İlginçtir ki toplumsallaşma süreci içinde insanlar,toplumsal kuralları kendi değer yargıları olarak benimserler.Daha doğrusu bu benimseme işini toplum sağlar.Böylece insanlar dışarıdan gelen baskılar kadar ahlak kuralları açısından da denetlenmiş olur.İnsanların suçluluk duygusuna düşmeme amacıyla davranmaları da başka bir denetimdir.Bireyleri normlara uymaya zorlayan dış baskılar gerçekten çok serttir. Yasalara uymama hapis cezasıyla sonuçlanabilir.İnsanların işlerinden olmaları,toplumsal mevkilerini kaybetmeleri veya toplumsal desteğin yok olması hemen herkesin korkusudur. Bu arada bir çelişkili duruma değinmek gerekir.İnsanlar toplum içinde doğarlar.Toplumun normları ve uyulması gereken roller kendilerinden önce belirlenmiştir.Ama toplumsal yapılar daha başlangıçlarında insanların davranışlarıyla oluşmamışlar mıydı?Üstelik zaman zaman da değiştirilmişti. Aslında bu durumun bilincinde olan insanların protesto gösterileri nedensiz


değildir.Örneğin kürtajın yasallaştırılması veya kadınların toplumdaki rollerinin artması isteği önceden konmuş olan toplumsal yapının değişmesi talebidir. Toplumsal davranışlardaki benzerlik,genellikle toplumsal normların varlığını kanıtlar.Diğer kişilerce ayıplanmadan başlayan,daha şiddetli biçimlere kadar genişleyen belirli yaptırımlar da normların varlığına kanıttır.İnsanlar normların varlığını onları çiğnediği zaman anlar. Toplumsal konum için ilginç bir noktaya değinmeden geçmeyelim.Farklı roller çoğu kez kişide çelişkili nitelikler ortaya çıkarır.Farklı rollerin etkin biçimde oynanması,bir rolü bilen başka birinin öteki rolü de gözlemlemesi durumunda tehlikeye girebilir.Örneğin birliğinde oldukça sert davranan bir subayın evinde oldukça pasif olduğu öğrenilirse etkinliği azalır. İnsanlar toplum içindeki yerlerini oynadıkları çeşitli rollerle öğrenir.Her insan günlük yaşamında,evinde,işyerinde ve diğer toplumsal eylemlerinde çok değişik roller üstlenir.Eski roller sürekli olarak bir yana atılır ve yenileri benimsenir.Toplumsal roller insanların içinde bulundukları toplumsal mevkilerle tanımlanan biçimden çok,kendilerinden beklendiği biçimde oynanır.Bu beklentiler içinde,yerine getirilmesi gereken görevler bulunsa da bunların çoğu,o rolün gerektirdiği toplumsal ilişkilerdeki davranış biçimleridir.Bazı roller,sadece bir başka kişiyle olan ilişkiyi içerir,örneğin evli bir erkek gibi.Bir garsonun veya bir toplum görevlisinin ilişkileri ise çeşitli insanları kapsar.Rol beklentileri öteki insanların öznel isteklerinden değil,toplum normlarından ortaya çıkar.Toplumların yapılarını örgütlenmiş belirli rol gruplarına dayalı olarak düşünebiliriz. Bireylerin birkaç toplumsal rol birden oynaması ve bunlardan birisinin çok değişik insanlarla ilişkileri içerdiği durumun bir örneği garsonlardır.Büyük bir lokantada çalışan garson müşterilerle,şef garsonla,ahçıyla ve öteki personelle ilişkidedir.Roller,birden fazla ilişkiyi gerektirdiğinde bir ilişkinin isteği öteki ile çelişebilir.Müşteri kendi isteklerinin hemen karşılanmasını isterken mutfak görevlisi emirlerle sıkıştırılmak istemez.Garson her ikisini de memnun etmek zorundadır.Bu tür roller kişide gerilime neden olur. Kaynak : The Joy of Knowledge Encyclopaedia


ZİHNİMİZİN İŞLEVLERİ

Zihin eylemleri başlıca üç nokta altında incelenebilir: 1-Bilgisel eylemler:Bir şeyin farkına varmak ve düşünme ile ilgili eylemlerdir. Bilgisel eylemlere ulaşmak için sorulacak soru ‘Ne biliyorsun ?’ olacaktır. 2-Duygusal eylemler:Zihnin duygu ve heyecanlarını yansıtan eylemlerdir. Duygusal eylemin ne olduğunu anlamak için ‘Sende ne duygu uyandırıyor?’ sorusunu sorarız. 3-Tepkisel eylemler:Zihnin irade ve çabası ile ilgili eylemlerdir. Tepkisel eylemlerin neler olduğunu ortaya çıkarmak için ‘Ne yapacaksın ?’sorusu sorulur. * Orman kenarında gezinirken vahşi bir hayvan gören kişinin zihinsel eylemlerini şu şekilde değerlendiririz: 1-Ne biliyorsun ? sorusunun cevabı : ‘Bir vahşi hayvan görüyorum.’ Zihin,bilgisel eylem ile bir durumun farkına varmış ve düşünce geliştirmiştir. 2-Sende ne duygu uyandırıyor? sorusunun cevabı : ‘Korkuyorum.’ Zihin,duygu ve heyecanı yansıtarak duygusal eylem ortaya koymuştur. 3-Ne yapacaksın ? sorusunun cevabı : ‘Kaçıyorum.’ Zihin, irade ile tepkisel eylemini gerçekleştirmiştir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.