22 minute read

ÜSKÜDAR’IN MECZUBLAR -I

Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey de 19-20.yy İstanbulu’nun meczublarından bahseder. İlginç isimlerden bahseder; Terlikçi Mustafa, Sallabaş Emine, Dalga Dayı, Çıplak Mustafa, Köpekçi Hasan Baba, Çifte Kumrular, Kurabiyeci Nuri, Deli Hidayet, Turşucu Şakir, Deli Sıdkı, Oturaklı Salih, Torbalı Hüseyin, Düğümlü Dede, Eğrikılıç Memiş Paşa, Pazarola Hasan Bey… Dr. Serhat ONUR

alk arasında toplumdan farklı davranış sergileyen herkese meczub (meczup), denmesi alışılagelmiştir. Acaba lugatlarda meczub nasıl açıklanmaktadır;

Advertisement

İlk durağımız, Türk Dil Kurumu (TDK) Sözlüğü;

1.isim Tanrı aşkıyla aklını yitirmiş kimse. 2.Aklını yitirmiş kimse, deli. "Bunlardan başka köyün iki meczubu, bir cücesi vardır." Y. K. Karaosmanoğlu-Kubbealtı Lugatı’nda ise;

Arapça cezb “çekmek”ten meczub. 1. Birine veya bir şeye doğru çekilmiş, cezb ve celbolunmuş, meclûp: Herkes sana müştâk / O samîmiyyete meczûb olarak toplanıyor (Tevfik Fikret).

2. Allah aşkıyle aklı başından gitmiş, dünyâya aldırmaz duruma gelmiş olan (kimse), cezbeli (Hak âşığı). 3. Deli, dîvâne. Bu meczup bir kişidir. Palangada hizmetinden istifâde olunamaz (Ömer Seyfeddin). Onun yarı meczup olduğuna hükmetmiştim (Refik H. Karay). Meczûb-ı sâlik: Önce cezbeye kapılıp sonra bir mürşit eli tutan, cezbeye düştükten sonra sülûk gören kimse.

Meczûb-ı gayr-i sâlik: Cezbeye tutulduğu halde mürşide ulaşamamış olan kimse. Meczûbin:

(ﻴﻦﺑﻭﺬﺠﻣ) i. (Ar. çoğul eki -in ile) Meczuplar,

şeklinde açıklanır. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü’nde meczub; “Cezbolunmuş, çekilmiş, yüksek mertebeye ulaşmış kişi için kullanılır. İki türlü meczûb vardır: 1. Sâlik meczûb, 2. Meczûb-ı salik.

Makbul olanı, ilki, yani, tasavvufî suluktan geçtikten sonra cezbeye ulaşmadır. Akşemseddin'in, aklını yitirmiş meczûblar için yaptığı tesbit, onların bir anda zât tecellîsine, şeyhe bağlı olmadan direkt maruz kalmaları ve bunun sonucu, akıl nurunun yanması şeklindedir. Bu tipler, aile sahibi olamaz, nefsanî bazı özellikleri kaybolmuş, bir tür sürekli tecellî sarhoşu kişilerdir. Türkçemizde "kendini meczûb gibi göstermeyi" ifade eden "âkıl-ı meczûb-numâ" sözcüğü meşhurdur. Halkın

teveccühünden kurtulmak üzere, olmadığı halde kendini meczûb gösteren kişilere, akıllı meczûb denir. “İslam Ansiklopedisi’nde ise şöyle açıklanır meczub; “ Mazhar olduğu cezbe sonucu sülûk etmeden Hakk’a eren velî anlamında tasavvuf terimi. Sözlükte “kendine çekmek, yaklaştırmak” anlamındaki cezb (cezbe) kökünden türeyen meczûb kelimesi tasavvufta, bir daha kendine gelmemek üzere Allah’ın âniden kendine çektiği, dost edindiği ve dâimî surette huzurunda bulundurduğu velîleri tanımlamak için kullanılmıştır. Dinî duygu ve heyecanlara genellikle cezbe denir ve bu anlamda her dindar kişi ve sâlik az çok cezbe sahibidir. Mutasavvıflar, bir anda Hakk’ın katına ulaşan meczupların bu yüce mertebeyi kendi gayretleriyle kazanmadıklarını, bunun kendilerine Hakk’ın bir lutfu olduğunu söylerler. Cezbe aklı baştan alan bir hal olduğundan meczublar ömür boyu kendilerinden tamamen veya kısmen geçmiş bir durumda yaşarlar. Günlük işlerini yönetip düzenleyemedikleri gibi dinî emir ve yasaklara zâhiren tam olarak riayet etmezler. Dinî yükümlülüğe temel oluşturan aklî dengeye tam anlamıyla sahip olmadıklarından dinin emir ve yasaklarıyla da yükümlü sayılmayan meczublara me’hûz (kendinden alınmış), meslûb (akıldan soyulmuş), ma‘tûh (bunak), mağlûb (yenilmiş), vâlih (çılgın), behlûl (sâf), dîvâne ve mecnun gibi unvanlar da verilir.”

Meczublara hiçbir zaman akıl hastası nazarıyla bakmayan ecdadımızın tam zıddı olarak 19. yy’a kadar Avrupa kıtasında meczublar, akıl hastası, cadı ve ruhları şeytan tarafından gasp edilmiş yaratıklar olarak görülürdü. Meczublara içindeki şeytan çıksın diye de türlü türlü işkenceler yapılır ve öldürülürdü. Dr.Kraft-Ebing şöyle yazıyor: “Hristiyanlık, akıl hastalarına ilgi göstermiyordu. Onları şeytan tarafından ele geçirilmiş yaratıklar şeklinde algılıyordu. Akıl hastalarını tedaviyi Avrupa, Türklerden öğrendi. Türkler, bizden çok önce, akıl hastalarına mahsus hastaneler kurdular." (Traité Clinique de Psychiatrie, Paris 1897, s.53)

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerindeyse bu insanlar, Hakk’ın cezbesine kapılmış özel şahsiyetler olarak görülür, toplum içinde onlara şefkatli ve müşfik bir şekilde davranılır, dışlanmaz, her dâim yardım edilir ve ağır olanlarıysa hastahânelerde mûsıkî başta olmak üzere birçok tedâvî yöntemi ile iyileştirilmeye çalışılırdı. Edirne Darüşşifası da onlardan birisiydi. Farabi’nin “Kitabü’lMusika’l-kebir”isimli eserinde, musikideki makamların insanlar üzerindeki ruhi etkileri ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Ecdadımız da, darüşşifalarda hastaların ruhi durumuna hangi makam uygunsa o makamda besteler dinletmişler ve şifa bulmalarına gayret etmişlerdir. Aşağıda bu makamlardan ve etkilerinden bazı örnekler verdik. Rast makamı: İnsana sefa(neşe-huzur) verir. Rehavi makamı: İnsana beka(sonsuzluk fikri) verir. Kuçek makamı: İnsana hüzün ve elem verir. Büzürk makamı: İnsana havf(korku) verir. Isfahan makamı: İnsana hareket kabiliyeti, güven hissi verir.

Neva makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir. Uşşak makamı: İnsana gülme hissi verir.

Zirgüle makamı: İnsana uyku verir. Saba makamı: İnsana cesaret,kuvvet verir. Buselik makamı: İnsana kuvvet verir. Hüseyni makamı: İnsana sükunet, rahatlık verir. Hicaz makamı: İnsana tevazu(alçakgönüllülük) verir. Fakire ise, “meczub” kelimesi her daim keramet ve muhabbeti çağrıştırmıştır. Hepimiz büyüdüğümüz köyde, mahallede onlarla içiçeydik . Beldemizin maddi manevi beti bereketiydi onlar. Onlara yapılan nahoş bir davranışı, kendi ana babamıza, kendi evladımıza yapılmış kabul eder ve onları korurduk. Bu topraklarda onları ötekileştirmeden, Hak’tan gelen bir lütuf gözüyle görmüş ve beraber yaşamışızdır her daim.

Dersaadet’te onlardan fazlasıyla nasibini almıştır. İstanbul’un bilinen ilk meczubu Erzurum pirlerinden “Horoz Baba” imiş. Horoz Baba; İstanbul’un fethi esnasında asker arasında horoz gibi ötüp, kanat çırpar ve sürekli olarak “Kalkın ey gafiller” diye bağırırmış. Hazretin mezarı Eminönü’ndeki Yavuz Er Sinan Camii duvarına bitişik hazirede Yavuz Er Sinan Hazretleri ile beraberdir. Önünden defalarca geçtiğimiz bu caminin haziresinde yatan Horoz Baba’dan kaçımızın haberi var acaba?

Bizim meczublarımızın sadece kendileri değil isimleri de hoştur. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde bahsi geçen İstanbul’un meşhur bazı meczublarının ilginç isimleri şöyledir; Sultan Budela Hasan Dede, Gaysudar Kapani Mehmet Efendi, Arınegaani Mehmet Efendi, Kapani Deli Sefer Dede, Yetmiş kuruş Dede, Eskici Dede, Nalıncı Hüseyin Çelebi, Keçeli Dede, Aşşum Dede, Duhan Divanesi, Geysidar Molla Mustafa, Bülbül Divanesi, Dayak Divanesi, Boynuzlu Divane Ahmed Dede, Papaz Divanesi, Durmuş Dede, Sümük Dede, Elek Divanesi Burnaz Mehmet Çelebi, Çıplak Osman…

Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey de 19-20. yy İstanbulu’nun meczublarından bahseder. İlginç isimler devam etmektedir; Terlikçi Mustafa, Sallabaş Emine, Dalga Dayı, Çıplak Mustafa, Köpekçi Hasan Baba, Çifte Kumrular, Kurabiyeci Nuri, Deli Hidayet, Turşucu Şakir, Deli Sıdkı, Oturaklı Salih, Torbalı Hüseyin, Düğümlü Dede, Eğrikılıç Memiş Paşa, Pazarola Hasan Bey…

Yukarıda isimleri zikredilen zat-ı muhteremlerin hepsi ayrı birer kıymet olup, haklarındaki malumatlar da sınırlıdır. Bazılarının da sadece kalmıştır isimleri yadigar. İstanbul’un bir çok semtinde meczubin olsa da, Üsküdar’ımız bu yönden daha şanslıdır. Kethüdâzâde Ârif’in “Ne vakit Üsküdar’a geçsem aklıma âhiret gelir” sözünü tasdik eden zâhirî ve bâtınî bir hayâtın hâkim olduğu Üsküdar’ın bâzı sâkinleri, bu atmosferden daha çok etkilenmiş ve o sâkinliklerinden eser kalmayarak “Meczub” sıfatını hak eden bir hayat sürmüşlerdir. Acaba Üsküdar mı onları bu hâle getirmişti, yoksa onlar mı Üsküdar’a gelmişti? Osmanlı İmparatorluğu’nun son elli yılındaki en meşhur akıl hastahânesinin, Üsküdar Atik Vâlide Külliyesi’nde yer alan Toptaşı Bîmarhânesi olması da bir tesâdüf müdür acaba?

GAZ LAMBASI Ay Dedeleri bilge liderleriydi… Onları koruyup kollama görevini kendine minnet sayar. Sevim KARANARLIK

nadolu… Gün bir başka biterdi bu topraklarda. Zaman çabuk ilerler gündüz yerini geceye bırakmak için rutin seyrine geçerdi, gökyüzünün maviliğinde ateş renginde güneşin gündüz bitimini ilan ettiği renk cümbüşlerini sergileyerek iletirdi. Gecede harekete geçmek için maviliklerin yerini gri ve siyahileşen bulutların arasından geçerek on iki saat sürecek gökyüzü hükmü için yola koyulurdu. Yeryüzünün güler yüzlü parıldayan sedefi hülyalara dalmış, Sevdaların en karası gecede çoktan yola çıkmış bir de Ay Dede’ye haber salmıştı…

Tamamen karanlığını gökyüzüne vermiş gecede, gün içinde görevli gündüzlerin parıldayan sedefinin görevini kısmÎ de olsa icra edecekti.

“Çocukların neşesi Ay Dede, Mutluluk verir minicik kalplere…”

Ay Dede de yıldızlara yola çıkacaklarını bildirirdi. Yol arkadaşları yıldızlarla birlikte karanlık geceyi yalnız bırakmamak adına, serçe kuşları gibi seyir halinde yine düşmüşlerdi bitmek bilmeyen yollara. Gökyüzünde şölen düzenleyen dansçılardı onlar. Hepsinin e ayrı ayrı yerleri vardı. Kimse kimsenin yerini işgal altına almaz, kendi sahip oldukları mekanı hayranlıkla korurlardı...

Ay Dedeleri bilge liderleriydi…

Onları koruyup kollama görevini kendine minnet sayar. Gece dansçılarının etrafında yeryüzünün trafik denetlemesi yapan polis amiri edasıyla, o da gökyüzünde hunharca dolaşıp dururdu… Gelelim Anadolu’ya … Belki de çok yakın zamanlarda.Beton yığınlarından uzak kerpiçli evlere,ahşap odalara, gazlı ocaklar yerini almadan yemek pişirilen bacalı ocakların bulunduğu evlerde,yere serilen minderlere, aynı sahanda kaşıklanan yemeklere, dilimlemek yerine ateşte ısıtılıp sıcakken bölüşülüp yenen ekmeklere ve gel gelelim Anadolu’da parıldayan sedefin elini eteğini çektiği karanlık gecelere….

Anadolu’nun aydınlık kalpli insanlığını, zuhur eden karanlıkta aydınlatmaya yemin etmiş gaz lambalarına….

Kırmızı, kahverengi ve daha bir çok renkli camdan yapılmış, ahşap masaya oturtulmuş veya duvara en çok ışık veren köşelere metal tutucularla sabitlenmiş, üzerine en fedakar ellerden özenle işlenmiş rengarenk desenli giysilere sarılı gaz lambaları …

Yerdeki minderlerle etraflıca sarılmış, soğuk kış gecelerinde kurulu dost meclislerinin hoş sohbetlerine, heyecanlı güruhlar halinde dinlenilen çocuk masallarına, çocukların birbirlerini korkutmak için elleriyle oynadıkları gölge maceralarına,ince işlerini yapacak olan muhteşem yürekli eli nasır tutmuş Anadolu kadınlarına, ödevlerini irşad etmek isteyen talebelere, uyumayı yazmaya tercih edip bu uğurda heyülalara dalanlara, yitik sevdalarını düşleyenlere, sevdiği adama mendil işleyen geçn kızlara ve sevdiği kadın için siyah mürekkebi saman kağıtlarına buluşturanlara…. Tüm bu saydıklarıma ve sayamadıklarıma yoldaşlık yapan şahsına münhasır bir “Gaz Lambası…” Hem de içime dokunup duran bir türkü eşliğinde. Sanki her nağmesi lambaya dokunurken nazlı bir rüzgâr gibi bir yandan da benim gönlümü titretmeye devam ediyor.

“Lambada titreyen alev üşüyor…”

BAR (KARADAĞ); BURAM BURAM TARİH, BURAM BURAM HUZUR

“Bu gece barda / Gönlüm hovarda” Bar denilince zihninizde bu olumsuz çağrışım vardır, bilirim! Benim de öyleydi çünkü. Öyle değilmiş ama; gittim gördüm Bar’ı. Hem de üç defa. Değiştirdim zihnimi. Fahri TUNA

rda bir şehir var uzakta. Gitmesek de görmesek de o şehir bizim şehrimizdir. Güzel mi güzel, tarihi mi tarihi, kadim mi kadim bir şehir. Dünyalar güzeli bir ülkenin çok zarif, çok naif, çok huzur verici bir şehri.

Diyeceksiniz ki, neresi bu ülke, neresi bu şehir? Haklısınız? Ben olsam, ben de merak ederdim sizin gibi. Altmış yıllık ömrümde yirmiyi aşkın ülkeyi görme tanıma gezme imkânım oldu. Yüz elliyi aşkın şehri de. Şükrederim rabbime. Her birinin ayrı güzelliğini yaşadım. Türkistan’da Hoca Ahmet Yesevî’nin manevi kokusunda kendimi kaybettim, Mardin’de Bin Bir Gece Masallarında kendimden geçtim, Silistre’de Tuna Nehri ile hemdert oldum, Üsküp’te Vardar’la. Trabzon’da kuymak yemeye doyamadım, Prizren’de çüfte, İzmir’de kumru. Mübarek ekmek, Konya’da etlendi çıktı karşıma, Bursa’da İskender’lendi geldi. Gümülcine’de çevirme oldu kuzu eti, Antep’te beyran. Erzurum kadayıf dolmasına başkentlik ediyor asırlardır, Adapazarı kabak tatlısına. Selanik hüzün hüzün baktı bana her görüştüğümüzde, Filibe hazin hazin, Şumnu hazan hazan. Gagauz Yeri Kafdağı’nın ardında bir masal ülkesidir benim için, Sarayevo Aliacity. Rotterdam rengârenktir, Brüksel kralın kral şehri. Hepsini ayrı yaşadım, ayrı beğendim, ayrı sevdim. İtiraf ediyorum: Bugüne kadar gördüğüm en güzel ülke Karadağ’dır, yalanım yok!

Kotor ayrı güzeldi, Budva ayrı cennet, Bar ayrı muhteşem. Doğasını öyle güzel yaratmış ki Rabbim. İnsanlar da elinden geleni yapmış: Tarihin koynunda kayboluyorsunuz adeta. Ortaçağ, şatolar, muhkem kaleler, camiler içi çe. El sürülmemiş güzellikteki bu ülkede Kotor ve Budva’nın gölgesinde kalmış, giden her kişiye inanılmaz huzur bahşeden bir güzel şehir var: Bar

Ne diyordu bir türkümüz:

Hey hey Bana derler külhanlı Tığ gibi delikanlı Üstüm başım dumanlı Hayda hayda di hayda Bu gece barda Gönlüm hovarda

Bar denilince zihninizde bu olumsuz çağrışım vardır, bilirim! Benim de öyleydi çünkü. Öyle değilmiş ama; gittim gördüm Bar’ı. Hem de üç defa. Değiştirdim zihnimi. Sırtını Karadağ’a yaslamış, ayaklarını Adriyatik Denizine uzatmış, uzun bir kış gecesinde çıtır çıtır ses çıkaran odun sobasının etrafındaki sedire toplamış torunlarına ülke ülke masallar anlatan, güngörmüş, feleğin çemberinden geçmiş, mütevekkil, nur yüzlü bir dedeyi hatırlatır her gidişimde Bar şehri bana. Bir akşam Bizans masalları, sonraki akşam Nemanyij; başka bir gece Sırp masalları, ardından Venedik; en güzelleri İstanbul’da geçen, İstanbul’dan gelen, İstanbul kokulu Türk masalları elbette. Dedem Korkut’un ‘gelimli gidimli, ölümlü galımlı dünya’sından. Ve dahi dünyasından deryasından dilinden. Stari Bar dedikleri Eski Bar. Yenisi sahilde. Limanı var. Ki Karadağ’ın en işlek ne fonksiyonel limanıymış. 1979 Depremi sonrası, ahali dört kilometre yukarıdaki tarihi şehirden sahile inmiş. (Burada sağlam zeminden kaçıp sahildeki zayıf zemine yerleşmek gibi akla ziyan bir gariplik var ama yine de karışmayalım kimsenin işine biz.) Unutmadan; Bar şehri adını Bizans döneminde Antibariumdan kısaltarak almış. Sizi tarihi bilgi girdabında boğmayalım; bizi (sizi) ilgilendirdiği kadarını söyleyelim, yeter: Osmanlı Venediklilerden alıp 1571’den 1878’e, 307 sene bir güzel yönetmiş. Meşhur 93 Harbi (1877-78 Osmanlı Rus Harbi) sonrasında Karadağ Beyliğine terk etmek zorunda kalmış. Bugünlerde elli bin nüfuslu bir şehir Bar. (Balkan şehirlerinin bizdeki şehirlere oranla beşte bir yoğunlukta olduğunu, bunun da onlara daha yaşanabilir bir özellik kattığını hatırlatmak isterim.) Nüfusunun üçte bir kadar Müslümanmış, geriye kalanı Ortodoks Hristiyan. Kalesi muhtemelen Bizans yapısı. Ama ecdadımızın elinin değdiği her hâlinden belli. Körfeze doğru oturup huzur doldurmalısınız ciğerlerinize, hoş bir muhabbet eşliğinde. Kaleden çıktığınızda tam karşıda sevecen bir yüzle ve şefkatli gözlerle size hoş geldin diyen bir Osmanlı yapısı var: Ömer Basica Camii. Ve az ileride, elinizden yüzünüzden alnınızdan öpen bir çeşme. Camide de çeşmede de aynı tarih: 1642. Stari Bar’daki (Eski Şehir) huzurun kaynağını böylece anlamış oluyoruz. Bereket şehridir Bar. Her taraf zeytinlik. Bir rivayete göre yüz bin zeytin ağacı var elli bin nüfuslu şehirde. Kişi başına ilki ağaç. Bar’da halen yaşamakta olan iki bin yıllık zeytin ağacı ise, rivayete göre yeryüzündeki en yaşlı zeytin ağacı. Bir şey daha dikkat çekici Bar’da; Yol kenarlarının neredeyse tamamı Nar ağacı ile dolu. Hani ne diyordu bir Ankara türküsü:

Nar ağacı narsız olur mı Yiğit olan yarsız olur mu Benim gönlüm sensiz olur mu Gülüm gel yarim gel salınaraktan Bir su doldur ver ırmaktan Kurtulurum belki sana yalvarmaktan

Bar, bir sevgi ve saygı şehri, sevgililer şehri aynı zamanda. Âşıklar, aşklar şehri. Kaleden aşağıya doğru bir pazarı var ki, otantizmin kitabını yazar. Şirin mi şirin, natürel mi natürel, sempatik mi sempatik. Kapitalizmi hissettirmiyor hiç insan. Karadağlı kadınlar el emeği güzel ürünlerini sunuyorlar misafirlere. Tek katlı dükkânlardan oluşan hafif engebeli, hafif kıvrık, ince uzun bir sokakta. (Alış verişle alakası olmayan benim gibi birinin bile ilgisini çektiyse, gerisini varın siz tahmin edin.)

Bar Limanı da Karadağ’ın en büyük limanıymış. En işlek, en işlevsel. Ülkenin en büyük gelir kaynağı muhtemelen. Bar’a bağlı Skadar Gölü, - söylemeden geçemeyeceğim - tam bir yeryüzü cenneti. Mükemmel. Dünya gözüyle görülmesi gereken on göl varsa yeryüzünde, hiç düşünmem, biri Skadar Gölü derim. Unutmadan; Karadağ, özellikle de Bar, bir dersaadet, bir mutluluk ülkesi demiştim ya; bunun için de güzel bir yakıştırma var Urumeli’de: ‘Balkanlar’ın en rahat, keyfine düşkün, çalışmaktan hoşlanmayan, yaşayacak kadar kazanmakla yetinen ülkesi Karadağ, şehri de Bar’dır’ diye. Doğru yanlış bilmeyiz. Ama Karadağ’ın hele de Bar’ın, kalesinden aşağıya huzur sağanağı yağdığına şahidiz; ıslanıp serinlemişliğimiz gerçektir, üç gidişimizde de.

Bar, bir zeytin şehri, narlı şehir, evet. Bir bereket şehri, evet. Bar, bir liman şehri, bir ticaret ve nakliye şehri, evet. Bar, bir güzeller güzellikler şehri. Gösterişsiz sade bir güzel, evet. Bar, bir tarih şehir, bir tarihi şehir, kalesi camileriyle, evet.

Bar, her şeyden önce bir huzur şehri, huzurun sağanak sağanak hissedildiği şehir, evet. Bar; buram buram güzellik, buram buram tarih, buram buram huzur.

YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ HALEP -I-

Evliya Çelebi, Haleb’i ziyareti sırasındaki kent nüfusunu 400.000 olarak verir. Evliya Çelebi,kenti her türlü malın bulunduğu, 61 cami, 217 Kuran Okulu, 5.700 dükkanı, 7000 bahçesi, 105 kahvehanesi ve 176 sufi dergahıyla olağanüstü hareketli bir ticaret merkezi olarak tasvir eder.Söylediğine göre konuştukları Arapça pek zarif olmasa da kent halkı sade ve Allah korkusunu bilen kimselerdi.

Hüseyin YÜRÜK

uriye’nin ikinci büyük şehri olan Halep,Kuzey Suriye’nin en önemli şehri ve kendi adını taşıyan ilin merkezi olup Anadolu’dan Mezopotamya’ya ve Akdeniz’den İran’a giden ana yolların kavşak noktasında kurulmuştur. Bu dikkat çekici coğrafî konumu dolayısıyla kervanların uğrak yeri olmuş, bunun sonucunda ticaretle zenginleşip medeniyette yükselirken sık sık aynı yollardan sefere çıkan orduların tahribatına ve yağmalarına mâruz kalmıştır.

Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın emrindeki İslâm ordusu Haleb denilen yerde yaşayan Tenûh ve diğer bazı Arap kabileleri İyâz b. Ganm’e itaat arzettiler. Şehir halkı da kısa bir müddet sonra canlarına, mallarına ve surlarla binalara dokunulmaması şartıyla aman dilediler. İyâz b. Ganm, cizye vermeye râzı olmaları üzerine isteklerini kabul etti ve kendileriyle bir antlaşmayaptı.(Yazıcı,1997:240)

Mısır Valisi Ahmed b. Tolun 878 yılında Halep’i istilâ etti, ancak Abbâsîler daha sonra şehri geri aldılar.(884) Halep Zengîler ve Eyyûbîler döneminde çok parlak bir çağ yaşadı. Nûreddin Mahmud ilme ve âlimlere çok değer verirdi. Onun Suriye’de inşa ettirdiği medreseler şeriatın öğretildiği, fıkhî tartışmaların yapıldığı birer dinî enstitü haline geldi. Halep 1014’de Fâtımîler’in eline geçti. Fâtımî Devleti’nin zayıfladığını görünce Halep camilerinde Abbâsî Halifesi Kâim-Biemrillâh ve Selçuklu Sultanı Alparslan adına hutbe okutmaya başladı. (1070). Sultan Alparslan Mısır seferi sırasında Halep’i kuşattı; kısa bir müddet sonra da Mahmûd şehrin anahtarlarını teslim ederek Selçuklular’a bağlılığını bildirdi. Melik Gâzî devrinde (1212) Halep en parlak ve müreffeh dönemini yaşadı. Ticarî hayat canlandı, birçok mimari eser yapıldı; şehir yeniden bir ilim ve kültür merkezi haline geldi. el-Melikü’nNâsır II. Yûsuf devrinde (1260) Memlükler’le başlatılan mücadele halifenin müdahalesiyle sona erdi. Hülâgû 1260’ta şehri ele geçirerek yakıp yıktı. Aynicâlût Savaşı’nda mağlûp olan Moğollar Halep’i Memlükler’e bıraktılar (1260). VIII. (XIV.) yüzyılın başında Moğol kumandanı Kazan b. Argun şehri tekrar aldıysa da üç ay sonra terketti. (Yazıcı,1997:242)

1348’deki veba salgını pek çok kişinin ölümüne sebep olmuş, 1400’de de Timur surlar ve kale dahil bütün şehri yakıp yıkmış,

üç gün süren yağmalama sırasında 20.000 kadar kişi öldürülmüştür. 1516’da başlayan Osmanlı yönetimine kadar devam eden Memlük döneminde Halep genel anlamda kalkınmışsa da açlık, kıtlık, bazan günde 500 kişinin ölümüne sebep olan veba salgını ve sık sık şehri harabeye çeviren deprem gibi felâketlerden de kurtulamamıştır. Halep’teki ticarî hayat Haçlı seferlerinden sonra daha çok canlanmıştır. Çarşılarda fildişi, demir, dokuma, sergi ve seramik eşya cinsinden aranan her şey bulunabiliyordu. Şehir, özellikle Kınnesrîn’in harap olmasından sonra doğu ve batı arasında önemli bir ticaret merkezi haline geldi. Buradaki, bazıları bugün dahi faaliyetini sürdüren hanlardan yola çıkan kafileler Suriye’nin çeşitli şehirlerine, Anadolu’ya, Irak’a, İran’a, Hicaz’a, Yemen’e, Umman’a, Hindistan’a, Çin’e, Mısır’a ve Kuzey Afrika ülkelerine kadar giderdi. Ticarî önemi sebebiyle Ortaçağ’da Avrupalılar’ın Yeni Tedmür dedikleri Halep, Portekizliler’in 1497’de Hindistan ticaret yolunu bulmalarına kadar mevkiini korudu; bugün de Kuzey Suriye’nin en önemli ticaret merkezidir.

Yavuz Sultan Selim’in Memlük Sultanı Kansu Gavri’yi mağlûp ettiği Mercidâbık Savaşı’ndan sonra (24 Ağustos 1516) Osmanlı hâkimiyeti altına giren şehir (28 Ağustos 1516), bu sırada doğu ile batı ticaretinde önemli bir merkez olarak gelişme göstermekteydi. Osmanlı hâkimiyetiyle birlikte şehrin geçmişinde rastlanmayan büyük bir gelişme devri başladı ve bu dönem Halep tarihinin birçok bakımdan en parlak dönemini teşkil etti.

Halep’in bir eyalet merkezi haline gelmesi, Kuzey Suriye’nin ekonomik ve siyasî yönden gelişmesinde önemli rol oynadı. Şehir kültür yönünden Şam, Kahire ve kutsal şehirlerin yer aldığı Hicaz bölgesiyle kuvvetli bağları dolayısıyla tam bir Arap nüfuzu altında kalırken siyasî açıdan bölgenin tarihinde hayatî bir yere sahip oldu ve güneydeki gelişmelerden çok az etkilendi. (Masters,1997:245) Doğu Arabistan’ın Osmanlı kontrolü altına girmesiyle Halep Doğu Akdeniz’in çok önemli bir ticarî merkezi oldu ve XVI. yüzyılda Avrupalılar’ın ticarî faaliyetleri Şam’dan Halep’e doğru yön değiştirdi. Fransızlar 1557’de Halep’te konsolosluk düzeyinde temsilcilik kurdular.1581’de İngiliz Levanten Şirketi I. Elizabet’ten kendisi ile Halep arasında uzun ve kazançlı bir ilişkinin başlangıcına işaret eden imtiyazını aldı. Katip Çelebi de Halep ile ilgili hatırası olan devlet ve fikir adamlarımızdan biridir. Anlatıldığına göre;1631/32 de tekrar İstanbul'a döndü ve yine Kadı-zadenin derslerine devam etti. 1043 (1634/ 35) de Veziriâzam Mehmet Paşa'nın serdarlığında, asker kışlamak üzere Haleb'e çekildiği zaman, Kâtip Çelebi Halep'ten Hicaz'a gitti. Mekke'yi ziyaretinden dönüşünde, ordunun Diyarbakır'da bulunduğu sırada, kışı bu şehirde kimi bilginlerle sohbet ve tartışma ile geçirdi. 1044 (1634/35) de IV. Sultan Murat'la Revan seferine gitti. Halep'te oturduğu sırada sahhaf dükkânlarında gördüğü kitapları inceleyerek adlarını yazmağa başlamıştı. (Kâtip Çelebi’den aktaran Gökyay,1982:1-2-3-4-5-6)

Sonraki yıllarda önemli bir ticaret merkezi olan Halep'in İngiliz ticaretindeki önemini,kentte ticari temsilci olarak faaliyet gösteren İngiliz sayısı da yansıtıyordu. Şehirdeki Levanten Şirketi sahibi Henry Maundrell, 1697’de sadece on altı Fransız tüccar ve iki Flemenk’in oturduğu Halep’te kırkın üzerinde vatandaşın ikamet ettiğini bildiriyordu. (Masters,2012:41) Bu tarihten itibaren de, gümrük mültezimi bir müslüman olmadığı sürece görev hep yahudilerin elinde kaldı. Yahudilerin konumu öylesine sağlamlaştı ki 1712 tarihinde kaydedilen bir ifadede, Yahudiler Halep Gümrüğündeki tüm görevlerin miras yoluyla kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlardı. Bu tekel, Babıali'nin Halep gümrüğünden onları uzaklaştırdığı 1830 yılına kadar sürdü. Evliya Çelebi, Haleb’i ziyareti sırasındaki kent nüfusunu 400.000 olarak verir. Evliya Çelebi,kenti her türlü malın bulunduğu, 61 cami, 217 Kuran Okulu, 5.700 dükkanı, 7000 bahçesi, 105 kahvehanesi ve 176 sufi dergahıyla olağanüstü hareketli bir ticaret merkezi olarak tasvir eder.Söylediğine göre konuştukları Arapça pek zarif olmasa da kent halkı sade ve Allah korkusunu bilen kimselerdi.

16. Yüzyıl sonlarında 80.000 civarında olan şehir nüfusu, kolera ve veba salgınlarının defalarca kırıma yol açmasına rağmen sürekli bir artış sergileyerek 17. yüzyıl ortalarında yaklaşık 120.000'e ulaşmıştı.Bu, Halep’i Osmanlı İmparatorluğu'nun, İstanbul ve Kahire’den sonra üçüncü en büyük kent merkezi yapıyordu.

Bu eyalette dinsel hoşgörü Hükümet yetkililerince açıkça dile getirilmektedir. Bu

ilkenin çiğnenmesi yönünde hiç bir yaklaşım söz konusu değildir. Hatta bu hoşgörü son zamanlarda ulema tarafından çok çarpıcı bir tarzda sergilenmiştir.Ulema sokaklarda Hiristiyanlara kötü davranan Müslümanları çeşitli kereler azarlamış ve en saygın imamların bazısı camilerde açıkça, Kuran'dan alıntılarla kanıtlayarak, Tanrı önünde insanların eşit olduğu biçiminde vaazlar vermişlerdir. (Masters,2012:86) İran Safevî Devleti’nin dağılması İran menşeli ipeğin veriminde düşüşlere yol açtı ve daha 1730’larda Avrupalı tüccarlar alternatif kaynaklar aramaya başladılar. Bu arayışlar bir ölçüde Suriye ipeğiyle karşılandı, fakat zamanla Avrupalı tüccarların faaliyetleri azaldı. Halep'te Avrupalı Katolik tüccarların varlığı, çok sayıda aktivist din adamına kentte kalmaları için uygun bir mazeret yarattı.Örneğin 1681'de şehirde yirmi sekiz Fransız papazı vardı ve bu miktarın Halep'te o sırada ikamet eden Fransız tüccarların ihtiyaç duyduğundan çok daha fazla olduğu ortaya çıktı. (Masters,2012:65) Rumen tarihçi Yorga da bu anlamda şu tesbiti yapar:14000 binasiyle Halep, çok zengin bir şehirdi. Burada Avrupalılara ait birçok ticaret evleri vardı. Bunlardan dokuzu Fransızların; üçü İngilizlerin, üçü İtalyanların ve biri Hollandalılarındı. Son zamanlarda buranın Avusturya konsolosları Yahudiler, Rus konsolosları ise sivrilmiş Rumlardı.Her derecedeki katolik rahipleri burada ticaretle meşgul oluyorlardı.Rakiplerini bertaraf etmiş olan Karmelit'ler, dünyevi kıyafetle hekimlik mesleğini de icra ediyorlardı (Yorga,1948:60-61)

Halep çarşılarının üstü kapalıydı ve yazın görece olarak serin oluyordu. Ayrıca tüm anlatımların ortaklaştığı bir nokta da çarşıların yıl boyu dikkat çekecek kadar temiz olmasıydı.Yerlerdeki çer çöp bir başka lonca tarafından toplanıyor ve kentin hamamlarının işletmecilerine satılıyordu.Çarşılar çok sayıda çeşme, hamam, cami ve halka açık geniş tuvaletlerle hizmet veriyordu. Bunların hepsinin bakımı bir başka dini vakıf tarafından sağlanıyordu. İngilizler 1718'de bir imparatorluk fermanıyla ithal ya da ev yapımı, üzümden içki yapma haklarını onaylatmışlardı. (Masters,2012:56) Halep’in talihi XVIII. yüzyılda değişmeye başladı ve çöküş dönemine girildi. Kentin Türkçe konuşan valileri o kadar sık değiştiriliyordu ki bunların bir kısmı şehre bile varamıyordu. Vilayetlerdeki komutanlardan bazıları mahalli mütegallibeden, şaibeli insanlardır. Mesela, Yakovalı Rıza İşkodra kumandanı iken daha sonra Halep'e gönderilmiştir. Esad Toptani, Yanya vilayet kumandamdır. Valiler bu zor insanlarla sorunlar içinde yaşamaya alışmışlardır.(Kırmızı,2016:193)

Yeniçerilerin tahakkümüne giren Halep'te, halk 1813 ve 1820 de ayaklandı. Birçok defalar adı geçen Vezir Hurşit Paşa, en şiddetli tedbirlere başvurarak, bu ayaklanmayı bastırmak zorunda kaldı. Osmanlı merkezî gücü, II. Mahmud dönemine kadar düzeni sağlayıp duruma yeniden hâkim olmayı başaramadı. Düzenin sağlanması ve kontrolün yeniden tesisi de kısa ömürlü oldu. 1832’de Mısırlı İbrâhim Paşa Halep’i işgal etti ve şehir 1840’a kadar Mehmed Ali Paşa’nın hâkimiyetinde kaldı. Halep'in 20. Yüzyıldaki yeni yüzü kenti büyük savaş'tan önceki yıllarda ziyaret eden Mark Sykes tarafından coşkulu bir biçimde şöyle tarif ediliyordu: Sekiz yıl önce ilk kez gittiğimde tipik bir Kuzey Suriye kentiydi. Kalabalık, harap pazarlarında pislik ve hastalık hüküm sürüyordu.Binalara bakıldığında en göze çarpan özellikleri, yıkılmaya yüz tutmuş olmaları ve zavallılıklarıydı. Ekmekçi tezgahlarına aç gözlerle bakarak sarsak sarsak dolaşan yarı aç askerler şehrin hemen kapısından öteye doğru uzanan kıraç ve ekilmemiş topraklar inşaat halinde kalmış binalar ve Müslümanların yabanıl aptalca tutuculuğu bir yokluk cehalet ve çöküntü manzarası oluşturuyordu. (Masters,2012:90)

XIX. yüzyılda Suriye bölgesinde Halep’in iktisadî ve siyasî durumu Şam ve Beyrut’un yükselişiyle sarsıldı ve çökmeye yüz tuttu. 1918 Ekiminde İngiliz ve Arap kuvvetleri Osmanlı kuvvetlerini Şam’dan Halep’e doğru geri çekilmeye zorladı. Aneze bedevîlerinden teşkil edilen Arap ordusu 23 Ekim’de şehri işgal etti. Böylece Halep Faysal el-Hâşimî idaresindeki krallığa katıldı ve 402 yıllık Osmanlı idaresi sona ermiş oldu. Halep, 1877 Osmanlı-Rus Savaşında Erzurum’da savaşan Komutan Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın asker ve erzak istediği bir eyaletimizdi. (Ahmet Muhtar Paşa,1996:263)

Halep, Osmanlı döneminde vakıflar sayesinde büyük çarşılara sahip olduğu gibi İstanbul tipi uzun ince minareli camileriyle de bu devrin özelliklerini aksettirir. Mimar Sinan’ın ilk eserlerinden Hüsrev Paşa ve Behram Paşa camileri yanında Ahmediye, Şâbâniye ve Osman Paşa medreseleri de dikkat çekici eserler arasında zikredilebilir. Bazıları Türk rokokosu üslûbunda XVII ve XVIII. yüzyıla ait konakları, olgun yapı teknikli cepheleriyle dönemin mimarisinin güzel örneklerini oluşturur.Şehirde günümüze intikal eden birçok eski medrese bulunmaktadır. Bunların en önemlisi Medresetü’l-Firdevs olup 633 (1235) yılında, Ferâfire Hankahı gibi Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’n-Nâsır Yûsuf’un karısı Safiyye Hatun tarafından yaptırılmıştır. Halep’te Yelboğa en-Nâsırî Hamamı gibi Eyyûbî ve Memlük dönemlerinden kalma hamamlar da bulunmaktadır. (Yazıcı,1997:244)

Bir başka şahitin 1892 yılın ait anlatımına göre; Haleb derûnunda (içerisinde) enbiyâ-i izâm-ı zevi'l-ihtirâmdan (muhterem peygamberlerden) Hazret-i Zekeriyyâ —aleyhi’sselam— ile Şem'ûn, Kâleb bin Lukya, Nu'mân, Bankus Hazerâtı'nın merâkıd-i şerîfeleri (hazretlerinin kabirleri) mevcut olup, ziyaretgâh-ı enâmdır (insanlarca ziyaret edilir).Âsâr-l atîkadan (eski eserlerden) Cami-i Kebîr (Ulucami) ile Osmâniye ve Âdiliye cevâmi'-i şerîfesi (camileri), şayan-ı temaşa ebniye-i mebrûkeden (görülmeye değer kutlu yapılardan) oldüğü gibi, kışla-i hümayun dahi mebânî-i cesîmedendir (büyük binalardandır). Hükümet konağı ve çarşı ve bedestanı dahi pek güzeldir. Mevcut ebniye (binalar), kâmilen (tamamen) kargir olmak üzere, yedi-sekizbin raddesinde olup, zükûr u inâs (erkek-kadm) kırkbeşbini mütecaviz (aşkın) nüfus(u) şâmildir. Nüfus-ı mevcûdenin sülüsânı (mevcut nüfusun üçte ikisi) İslâm (müslüman) ve sülüsü (üçte biri) yahudi ve hristiyan olup, lisanları umumiyetle Arabî (Arabca) ise de, Türkçe dahi kesretle müsta'mel ve mütedavildir (Özalp,2018:183) 1.Dünya savaşı sırasında Halep, başka vilayetlerden sürgün edilen bazı Ermenilerin iskan edildiği şehirlerden biri olur. İskân sırasında Türkleştirilmesi istenen ve Anadolu'da kalmasına izin verilen gayri Türk ve gayrimüslimlerin Türkler arasında % 5 oranında, Ermenilerin ise iskân bölgelerinde % 10 ve Halep bölgesinde % 2 oranında iskânları için istatistik yine vazgeçilmez bir araçtı (Dündar,2008:425) Şimdi bize çok uzaklarda bir şehir olarak gözüken Halep, bir dönem Hatay, Kahramanmaraş, Gaziantep gibi vilayetlerimizi kapsayan bir eyalet merkezi idi.1.Dünya Savaşında İstanbul tehlikeye düşünce, başkentin neresi olması gerektiği tartışılırken Alman general Golç paşadan farklı bir teklif gelmişti. İtilaf Devletlerinin ordu ve donanmasının Çanakkale Boğazı'na hücumu, Türk hükümet çevrelerine, İmparatorluğun başşehrinin kritik durumunu ve İmparatorluk için beraberinde getirdiği tehlikeyi hissettirdi. Payitahtın yerinin her türlü tehlikeden uzak merkezi bir yere nakledilmesi gereği üzerinde ateşli müzakerelerin yapılması tabii idi. General von der Goltz, Osmanlıcılık ve İslamcılık bakımından Türk-Arap yerleşim alanının sınırında bulunan Halep şehrinin Sultan ve Halife payitahtı ve idare merkezi için elverişli yer olduğunu söylüyordu. (Pomiankowski,1997:130)

Ortaylı’nın naklettiğine göre ekonomik hayatımızda da Halep’in çok özel bir yeri vardı:19. yüzyıl ortalarında Osmanlı İmparatorluğu'nun büyük kısmında demiryolu ve nitelikli, düzgün bir karayolu şebekesi yoktu. Bu Akdeniz imparatorluğunda deniz ulaşımı da büyük ölçüde yabancı kumpanyaların elindeydi.Orta Anadolu'nun bazı vilayetleri Halep'in dokumalarını alırken, Kars sancağı hiçbir Osmanlı eyaletiyle Rusya ve İran'la olduğu kadar yoğun ticari ilişki kurmamıştı (Ortaylı,2004:201).

Halep’i anlatmaya önümüzdeki sayıda da devam edeceğiz inşallah…

KAYNAKLAR • Gökyay Orhan Şaik, (1982),Katip Çelebi, Yaşamı, Kişiliği, Eserlerinden Seçmeler,İstanbul:İşBankasıYay.

• Kırmızı Abdülhamit,(2016), Abdülhamid’in Valileri/ Osmanlı Vilayet İdaresi (1895-1908), İstanbul: Klasik Yayınları-Masters Bruce,(1997),Halep, DİA, cilt: 15, sayfa: 244-24Ortaylı İlber,(2004), İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: İletişim Yay. • Özalp,Ömer Hakan, (2018) İstanbul’dan Bağdat’a Mektuplarla Bir Anadolu ve Ortadoğu Seyahati 1892,İstanbul: İşaret Yay.

• Pomiankowski Joseph,(1997),Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü, İstanbul: Kayıhan Yay. Yazıcı Tâlib,(1997),Halep, DİA, cilt: 15, sayfa: 239-244

• Yorga Nicolea, 1948, Osmanlı Tarihi,(Son Cilt),Ankara Üniversitesi Yay, Ankara,

This article is from: