Yaklaşık bir buçuk yıl boyunca devam eden yazışmalarımızı D. ‘nin önerisiyle derlemeye ve kitap gibi bir şey haline getirmeye karar verdik. İsmimiz gizli çünkü hem uygarlığın yasalarıyla uğraşmak gibi bir niyetimiz yok, hem de karakterlerimizin iyi ya da kötü anlamda bir önyargı oluşturmasını istemiyoruz. Şimdiden belirtelim ikimiz için de yazışmalarımızı bir yerlerde kullanmanızda hiçbir sıkıntı yok. Telif hakkı gibi şeyleri bilmeyiz, anamızdan babamızdan öyle bir şey öğrenmedik. Her şey diğerlerinden farklı olmayan bir günde, diğerlerinden farklı olmayan bir sohbet kutucuğunda başladı.
S. :Naber? Napıyosun? D. : İyi gibi, fena değil :) Öyle haberlere bakıyordum. Sen? S. : Ben de haberlere takıldım sabahtan beri. Ya neler oluyor sevgilim? D. : Canlılar yasalara dayandırılarak hapsediliyor, köleleştiriliyor, öldürülüyor canım. Kimyasallar ve ilaçlar yaşama saldırırken, dünya da giderek plastikleşiyor ve sıkıcılaşıyoor. Ve tüm bunları eğitildiğimiz ve eğitimli insanları dinlediğimiz için kabul ediyoruuuz. S. : Ya aslında ben de konuşmak istiyordum seninle. Hatta kafamda da birkaç konu var açmak istediğim. Ne yapıyorsun vaktin var mı şimdi? D. : Olur olur bir işim yok, aç :)
içiNDEKiLER
BiLGi
- Ya sen hangi soyutluğa aşıksın sevgilim? . . . . . . . . . . . . . . . - Yaşadığını bilen insan mıyız biz? .................... - İnsana mı soracaksın? Google’a sor boşver ............ - Bilim adamını cin mi çarpmış canım ne olmuş! CİN CİN . . . . . - Sen dinlicen mi bu adamı? Sıkıldım ben çıkıyorum . . . . . . . .
9 10 12 13 14
EĞİTİM
- Çocuğumuz okumasa olur mu canım ya? ............ - İhtiyaçlara göre davranalım aman ha ............... - Her şey var olduğu şekliyle mükemmeldir cano! . . . . . . . . . - Bunlar hep çalışma düzenine hazırlık sevgilim ......... - Öğretmenini nasıl hatırlardın? ..................... - Çocukların Öfkesi Tugayları: Her derslik otonom bir bölgedir - Sinirlerine hakim olma! .........................
16 17 18 19 20 21 23
BÜTÜNLÜK - Çiçek olacaksın canım. .......................... - Mutluluk neredeymiş? ......................... - Sen değişirsen her şey değişir! .................. - 18 derece uyku tulumu ......................... - REKLAM REKLAM REKLAM ..................... - Ama öğretmenim anneannem öyle demiyor? ....... - Birey, birey, birey. ........................ - Kıl tüy ...............................
26 27 28 29 30 31 32 33 5
BÜTÜNLÜK - Şehrimi seviyorum! ............................. - Keşfedilmemiş, muazzam güzellikte bir koy! ........... - Bugün menümüzde ne var ustam? ................. - Gelecek istasyon: Taksim, Next Station: Taksim . . . . . . . . . - Evimizde de mi oturamayacağız? ................. - Konu: FW: FW: FW: Birleşelim! ( Çok ilginç :))))) ) .......
34 38 39 39 42 43
EFENDİM? - Sevgilim bu iktidar Allah mı? ................... - Yasal olabilmek için ne yapmam lazım acaba? ........ - Şikayet kutusu kötü bir şey mi? ................... - Ya aşkım biz köle miyiz? ....................... - Değerlerimiz! ............................ - Ben böyleyim, şöyle yaptım, şuraya gittim. .......... - YOK .................................. - AMK .................................. - İnsanlar haklıdır, insan olmayanlar haksız? ............
45 46 48 50 50 51 52 53 55
BATI
- Demokrasi mi? Yok lazım değil canım. .............. - Boşver aşkım gitme bir şey yok o tarafta ........... - Kalpsiz bir mahalle ......................... - 5 Cent .................................. - Bir kölenin günlüğünden ......................... - Soylu ruhlarımız ırkçıdır. ......................... - Welcome welcome! Şşt mülteci sen gelme! ............ - Zürih Notları ..............................
58 60 60 62 63 64 65 66 6
- İnsan hakları diyoruz ya hangi insandı canım unuttum da?
69
UYGARLIK - Hayat artık çok kolay! ........................ - İsimsiz bir vahşi olalım mı? .................. - Üşüyoruz ............................... - Çok iyi verim alıyorum ....................... - Yaşamak için para lazım ........................ - Gerekli olmayan şey günahtır ................ - Kaygılanmayalım ......................... - İyiler varmış bir de kötüler varmııış. ............ - Biz-Onlar ............................. - Makyaj yapmamın bir anlamı var mı ki? .......... - Huzursuzluk her yerde galiba .................. - Biz otomatik miyiz canım? ..................... - Zorunda mıyım? ........................ - A Enerji sınıfı bir klima. ....................... - Ekoloji bizi kurtaracakmış? Neyden? ...........
73 74 75 76 77 80 83 83 85 86 86 87 87 88 89
SAVAŞ
- Derdimiz başımızdan aşkın . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 93 - Orman şehitleri ölümsüzdür! .................. 95 - Sayıların laneti . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 97 - Su akar, yatağını bulur . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 98 - Aa sen de mi illegalsin yoksa? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 99 - Aşırı uçlar? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 101 - Her şey teröristtir! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 102 - Bakteri ve haşerelerin basın açıklaması . . . . . . . . . . . . 106 - Bu bir savaş! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 107 - Korku ve ürperi ambargosu! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 109 7
BiLGi
Yeni bireyler biçimsel anlamda bir bütünlük hissinden tamamen koparılarak şekilleniyorlar. Çocuklar büyüyecekler, ülkelerini, değerlerini, doğayı bırakın, var olmayı bile savunmaları için bir neden yok. Çizgi film ve oyunlarla, yıllarca sürecek zorunlu eğitimlerle, para karşılığı açılan projelerle coğrafyalarını, sağlıklarını, ekonomilerini zar zor ayakta tutabiliyorlar. Bütün bu devranın sorumluluğu hiç kimsede değil ama kesinlikle güvenilmez bir toplum biçiminde. Ve bu toplum, kendisinden geriye kalan her şeyi veri biçiminde analiz ediyor ve dolayısıyla ancak veri biçiminde koruyabiliyor. Herkesin ayakkabılarının aynı yerde toptan imal edilmesi daha ekonomikken, kültürler koruma adı altında müzeleniyor. Herkes aynı ayakkabıyı giyerken, gerçekten orijinal olanlar oldurulup, dondurulup müzelere kaldırılıyor. Orijinal tohumlar depolanıyor ve GDO’lu tarım yayılıyor. Hayvanlar sit alanları denilen geniş hayvanat bahçelerine hapsedildiler ve ülkemizin hayvanları diye kitaplara yazılıyorlar. Bir kurt artık çizgi film, hakkında birkaç bilgiden ibaret, hangi iklimi sever ne kadar sürede doğurur, memelidir omurgalıdır. Yüz milyonlarca insan ömürlerimizde bir kez 8
bile gerçekten kurt görmeden öleceğiz. Fakat hakkında görenlerden daha çok şey biliyoruz. Bu kadar bilgiye neden ihtiyacımız oldu ki? ( Anonim )
Ya Sen Hangi Soyutluğa Aşıksın Sevgilim? İnsanlar günümüzde varlığa, gerçeğe aşık olamıyorlar; belki de ortada aşık olacak bir hakikat kalmadı. Güneşe buluta, yağmura kara, kurda kuşa, ağaca yosuna, böceğe börtüye, çoluğa çocuğa, ananeye dedeye, anaya babaya, insana hayvana aşkın bittiği bir dönemde, içimizde sürekli çağlayan aşk hangi soyutluklara akacak? Aşk; kol saatlerine, deri ceketlere, topuklu ayakkabılara, çantalara, kot pantolonlara, otomobillere akacak. Aşk; şuh bakışlara, dalgalı saçlara, zeki ve çekici gülümsemelere, beyaz dişlere, pürüssüz ciltlere, sarı saçlara, sakal tıraşlarına akacak. Aşk; koltuk takımlarına, banyo seramiklerine, halılara, mutfak eşyalarına akacak. Aşk; cafelere, barlara, galerilere, binalara akacak. Aşk; boğaza, İstanbul’a, Paris’e, Roma’ya, Beyrut’a akacak. Aşk; renklere, tasarıma, fotoğraflara, görsellere, filmlere, dizilere, dizi karakterlerine akacak. Aşk; cümlelere, kitaplara, dergilere, -izm’lere akacak. Aşk; yeni bir yerlere gitmeye, yeni insanlarla tanışmaya, yeni bir hayat kurmaya akacak. Aşk; uzaktakilere, çingenelere, amazondaki bilmem ne kabilesine, aborjinlere, kızılderililere akacak. Aşk; bir kavram ve bir ideal olarak doğaya akacak. Aşk; bir kavram ve bir ideal olarak ‘sevgililiğe’ akacak. Bizim çocuk da çok hareketli! Yürümek, zıplamak, tırmanmak, oynamak, konuşmak, bağırmak, 9
yüzmek, yıkamak, kaçmak, kovalamak, toplamak, dokunmak, dövüşmek, yaralamak, yaralanmak hayatımızın bir parçası değil artık. Bu kadar yaşam enerjisi nereye gidecek? Yaşam enerjisi; iş hayatına, gelecek kaygısına, maddi sıkıntılara gidecek. Yaşam enerjisi; ders kitaplarına, soru bankalarına, sınavlara gidecek. Yaşam enerjisi; kafelere, barlara, kahvehanelere, iddaa bayilerine gidecek. Yaşam enerjisi; bilgisayar ve akıllı telefon oyunlarına, facebook’ta kim ne yapmışa, twitter’da kime ne demişe gidecek. Yaşam enerjisi; alışverişe, hobilere, ilgi alanlarına gidecek. Yaşam enerjisi; televizyona, internet videolarına, film dizi arşivciliğine gidecek. Yaşam enerjisi; ev dekorasyonuna, moda takibine, kuaförlere gidecek. Yaşam enerjisi; sporlara, body buildinglere, bilmem ne diyetine, bilmem ne felsefesine gidecek. Sular dağlardan çığlıklarla, çılgıncana doğuyor, nehirlere katılıyor, olgunlaşıyor. Nehri huzurlu yatağında bırakmıyor ama uygarlık, önüne bir baraj kurup onun yaşam enerjisini çalıyor. İnsanın da enerjisine bir baraj kuruyor ve onunla para, kalkınma, ilerleme denilen şeyler üretiyor. Nehir kardeşlerimiz! Sizin mücadeleniz bizim mücadelemiz. Nehirlerin kurtuluşu, insanları da özgürleştirecektir! İnsanların kurtuluşu, nehirleri de özgürleştirecektir!
Yaşadığını Bilen insan Mıyız Biz?
Dünya bilgiden ibaret bir yer haline geldi. Artık hava çok sıcak demek yerine 35 derece diyorlar. Yer sallandı demek yerine kıtalar birbirine mi biniyormuş ne oluyormuş onu diyorlar. Suyun 10
içerisinde H2O diye bir şey olduğunu iddia ediyorlar. Yemek denilen şey aslında protein, karbonhidrat, kaloriymiş. Oksijen yaktığımızdan dolayı yaşıyormuşuz? Oksitosin diye bir hormon salgılandığı için seviyormuşuz? Gökyüzü maviymiş çünkü ışınların dalga boyu şey oluyormuş, kuşlar şöyle uçarmış, kurbağalar öpünce prense dönmezmiş? Yıldız kayıyor ama o yıldız değilmiş meteormuş. Meteor ne yahu, yıldız kayıyor işte yıldız! Sadece yaşasak olmuyor mu? Her şeyi kendi haliyle, kendi güzelliğiyle kabul etsek? Aklın cehenneminden; doğanın kollarına, tanrının cennetine dönsek? Bilgilerden ve sayılardan arınmış bir ruha varsak?
“ Dağdaki ağaçları herkes görebilir. Yaprakların yeşilini görebilirler; pirinç ekinini görebilirler. Yeşilin ne olduğunu anladıklarını düşünürler. Gece gündüz doğayla temas halinde olmaları nedeniyle bazen doğayı anladıklarını düşünmeye başlarlar. Oysa ne zaman ki doğayı kavramaya başladıklarını düşünürler, o zaman yanlış yolda olduklarından emin olabilirler. Doğayı anlamak neden imkansızdır? Doğa olduğu düşünülen şey yalnızca her insanın aklında ortaya çıkan doğa fikridir. Gerçek doğayı görenler çocuklardır. Onlar düşünmeden, doğrudan ve berrak şekilde görürler. Bitkilerin adları, turunçgiller ailesinden bir mandalina ağacının, çam ailesinden bir çam ağacının adları bilinse bile doğa gerçek şeklinde görülemez. Bütünden yalıtılmış olarak görülen bir nesne, gerçek bir şey değildir. “ ( Ekin Sapı Devrimi ) 11
insana mı Soracaksın? Google’a Sor Boşver. Doğu’nun geleneksel kahverengi pirince ve sebzeye dayalı beslenme düzeni, çoğu Batı toplumununkinden çok farklıydı. Batı’nın beslenme bilimi, her gün belli miktarlarda nişasta, yağ, protein, mineral ve vitamin alınmazsa, iyi dengelenmiş bir beslenmenin ve sağlığın korunamayacağına inanır. Bu inanç yavrusunun ağzına ‘ besleyici ‘ yiyecekler tıkan anneyi yaratmıştır. ( Ekin sapı devrimi ) Çocuk büyütürken, yemek yerken, sevişirken dahi nasıl yapılması gerektiğinden emin olamayan güvensiz bir toplumun içerisindeyiz. Hem içimizdeki duyguları hem de büyüklerin tecrübelerini dinlemiyoruz. Bütün dertlerimizi çözen, en yakın arkadaşımız ne zaman Google oldu? İçimize, çevremize, sevdiğimiz insanlara değil; internete, akademisyenlerin-uzmanların bilgisine güvenmek ne kötü. İhanet gibi bir şey belki. Elinden 11 çocuk geçmiş anneanne yanlış da kitaptan, tablet bilgisayardan öğrenmiş olan doktor doğru mu oldu şimdi? Annelere aslında sentetik-kimyasal yem olan mamaları ( Aptamil, Bebelac.. ) tavsiye eden, çocuğun bünyesini darmaduman edecek antibiyotikleri-aşıları rahatça veren aynı doktor değil mi? Ama anneler bunları kabul etmediği zaman eski kafalı, cahil oluyor. Kitaplardan-bilgisayarlardan öğrenmiş psikologlar çocukların sürekli ‘eğitici’ bir şeylerle meşgul olmasını ( kitap okumasını, sistematik spor yapmasını vs. ) söylemiyor mu? Ama çocukları rahat bırakan, yaşaması için alan açan anneler çocuklarıyla ilgilenmeyen, az çocuk yapması gereken anneler oluyor. Uzman görüşlerini almayalım, profesör doktor bilmem kimi din12
lemeyelim, Google’a bir şey yazmayalım, kendi kalbimizin dikine gidelim biz olur mu?
Bilim Adamını Cin mi Çarpmış Canım Ne Olmuş! CiN CiN Cin mi? Ay saçmalama, öyle bir şey olsa bilim adamları bulurdu. Ruh diye bir şey yok ki. Bak her şey kimyasal bir tepkime. Kan var, hormon var, kemik var ama ruh öyle uydurulmuş bir şey. Astrolojiye inanıyor musun yahu sen? Bence çok saçma. Sen şimdi fala da inanıyorsundur? Cin yok, ruh yok, kader yok, şeytan yok, tanrı yok e ne var peki? Bu bilime inanan, bilimden başkasını gözleri görmeyen insanlar hiç sıkılmazlar mı canım? Her şeyi açıklamak darlamıyor mu? Dinler arasındaki bağlantılar şunlarmış, falcıların kullandığı teknikler bunlarmış, psikolojideki bilmem ne durumundan dolayı böyle şeyler görülebilirmiş… Efsaneler gerçeklikten çok uzakmış, canavar diye bir şey olamazmış, bunlar halkı uyutmak için kullanılıyormuş… Sayısal-çizgisel bir şeye dayanmadan; içten-gönülden inanmanın mutluluğu, heyecanı ve huzuru nerelerde? Mayoz bölünmeye değil İsa bebeğe inanalım mı? Açıklamaları değil mucizeleri dinleyelim mi?
13
Sen Dinlicen mi Bu Adamı? Sıkıldım Ben Çıkıyorum. “ Ne zaman Batı değerlerinden söz edilse, sömürge halkı gerginleşir, kaskatı kesilir…sonunda öyle bir hal alır ki, sömürge halkı Batı kültürü üzerine her söylev işittiğinde maçetasını çeker ya da en azından elini attığında bulabileceğinden emin olur. “ ( Yeryüzünün Lanetlileri ) Cezayir hakkında konuşan Fransız, Ortadoğu hakkında konuşan Amerikalı, Çeçenistan hakkında konuşan Rus, doğu hakkında konuşan batılı, kadınlar hakkında konuşan erkek, hayvanlar hakkında konuşan uygar insan, çocuklar hakkında konuşan pedagog, alt-kültür ve varoşlar hakkında konuşan burjuva da benzer bir etki yaratıyor. Haklı bir önyargı ve açık bir öfke var. Ezilenlerin çok önemli bir bölümü artık uzlaşmak ya da ikna etmek istemiyor. Sadece gitsin, sussun belki ölsün istiyor. Çocukların, hayvanların, insanların; ormanları, mahalleleri, toprakları, gelecekleri hakkında konuşan, planlar yapan, stratejiler geliştiren, paralar yatıran adamları hatırlamak lazım. Ya da bu adamlara akıl veren, teorik altyapısını istisnasız bütün üniversitelerde kuran adamları. Acaba dinlemek istiyor muyuz gerçekten? Tartışmak istiyor muyuz bu adamlarla?
14
EĞiTiM Ağaçların doğal şekillerinden uzaklaşmaları ölçüsünde budama ve böceklerle mücadele gerekli hale gelir; insan toplumunun doğaya yakın bir yaşamdan kendini ayırması ölçüsünde resmi eğitim gerekli hale gelir. Doğada resmi eğitimin hiçbir işlevi yoktur. ( Ekin sapı devrimi )
15
Çocuğumuz Okumasa Olur mu Canım ya? Eğitim şart. Eğitime daha çok bütçe ayrılması gerek. Eğitim sistemi aslında şöyle olmalı.
Peki çocuğa bir eğitim isteyip istemediğini, bir eğitime ihtiyacı olup olmadığını sorduk mu? Soramayız çünkü çocuk reşit ( insan ) değil? Ondan dolayı da üzerinde her türlü baskı ve işkence araçlarını kullanabiliriz? Her gün belirli bir saatte kaldırıp okula göndermek, günün 8 saatini öğretmen ne diyorsa dinlemeye mecbur bırakmak, hareket etmesini ve konuşmasını engellemek, öğretmenlere ve yönetime boyun eğdirmek, zorla ders çalıştırıp - ödev yaptırtmak…Hani kimse kimseye zorla bir şey yaptıramazdı? Bunları yapmayan çocukları da tehdit etmek, bağırmak, aşağılamak, kişiliğini ezmek, küçük düşürmek, kaba işkence yöntemleri uygulamak ( sıra dayağı, tek ayak cezası, cetvelle eline vurmak, tokat atmak ), iyi polis rolünü oynayıp çocuğun iyi niyetinden yararlanmak, her hareketini takip altında - gözetim altında tutmak, aile ile bu bilgilerin paylaşımını yapmak, psikologların rehberliklerin ellerine teslim etmek… Ve bütün bunları çocuk daha insan olamadığından dolayı mı hak ediyor? Diğer hayvanları mezbahalarda tutup onları sömürebilir ve acılar içerisinde ölmesine neden olabilir ya da eve kapatıp, evcilleştirme yoluyla ruhlarını ezebiliriz çünkü onlar insan değil? İnsanların önemli bir bölümünü de mezbahalarda çalışan bir inek kadar çalıştırıp en geç 40-45 yaşında hastalıktan ölmesine neden olabiliriz, çünkü onlar da tam olarak insan değil? Dünya16
nın varoşlarındaki kadınları da köleleştirebilir ve tek direniş aracı olan ‘ şikayet ‘ etmesini dahi elinden alabiliriz, çünkü onlar da tam insan değil? İnsan kim? Kim insan olmaya hak kazanmıştır? Batı Avrupalı, zengin ve beyaz bir erkek? İşte insan! İşte muhteşem medeniyetimiz! ALKIŞ!
ihtiyaçlara Göre Davranalım Aman Ha “ Sistem, insani ihtiyaçları doyurmak için varolmaz ve varolamaz. Aksine, sistemin ihtiyaçlarına uymak üzere düzenlenmesi gereken, insan davranışıdır. Bunun sistemi yönetiyor gibi gözüken politik ya da sosyal ideolojiyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu teknolojinin suçudur çünkü sistem, ideoloji tarafından değil teknik gereklilikler tarafından yönlendirilir. Elbette sistem birçok insani ihtiyacı karşılıyor ancak genelde, bunu yapmak sistemin yararına olduğu sürece yapıyor. Asıl önemli olan insanın ihtiyaçları değil, sistemin ihtiyaçlarıdır. Örneğin, sistem insanlara gıda sağlıyor çünkü herkes açlıktan ölseydi sistem işleyemezdi; insanların psikolojik ihtiyaçlarıyla ilgilenmek, GEREKLİ olduğu zaman ilgileniyor çünkü çok sayıda melankolik ya da asi olursa sistem işleyemez. Ancak sistem, gayet iyi, somut ve pratik nedenlerden ötürü davranışlarını, sistemin ihtiyaçlarına göre düzenlemeleri için insanlara sürekli bir baskı uygulamak zorundadır. Çok fazla atık mı birikiyor? Hükümet, medya, eğitim sistemi, çevreciler, herkes bizi atıkların doğaya dönüşümü üzerine bir yığın propagandaya boğar. Daha fazla teknik personele mi ihtiyaç var? Çocuklara, koro halinde bilim üzerine eğitim görmeleri tembihlenir. Hiç kimse durup da, yetişkinleri, zamanının çoğunu genelde çoğunun nefret ettiği konularda çalışmaya zorlamanın insanlık dışı olup olmadığını sormuyor. Kalifiye işçiler, teknik ilerlemeler nedeniyle işten çıkarılıp ‘yeniden eğitim’ den geçirilince, kimse 17
böyle itilip kakılmaların onlar için aşağılayıcı olup olmadığını sormaz. Herkesin, teknik gerekliliklere boyun eğmek zorunda olduğuna kesin gözüyle bakılıyor, bunun da iyi bir nedeni var: Eğer insani ihtiyaçlar, teknik gerekliliklerden daha öncelikli bir hale getirilseydi, ekonomik sorunlar, işsizlik, kıtlık ve daha da kötüleri ortaya çıkabilirdi. Toplumumuzda ‘akıl sağlığı’ kavramı büyük oranda bireyin sistemin ihtiyaçlarına uygun olarak davranma ve bunu stres belirtileri göstermeden yapma düzeyine göre tanımlanır. “ ( Ted Kazinski )
Her şey var olduğu şekliyle mükemmeldir cano! Çok geniş kesimlerin üzerinde ortaklaştığı bir konu var: herkes eğitim görmeli. Ayrıldıkları konulardan bazıları ise nasıl bir eğitim sisteminde ve hangi dilde olduğu. Canlıların ve cansızların oldukları haliyle mükemmel şekilde yaratıldıklarını, hiçbir tarz eğitime ihtiyaç duymadıkları bu tartışmaların konusu değil. Uyarıları umursamayanların, özel mülkiyeti ciddiye almayanların, izinsiz hareket edenlerin; şehri köy, araba yolunu tarla, toplumu akraba sananların, yasalardan habersiz yasadışı duruma düşenlerin ne kadar mükemmel canlılar olduğu görülmüyor. Okumamış kadınlar, ilkokul terk adamlar, zorunlu olarak yabancı bir dilde eğitim görenler… Heyecanlı, neşeli, gizemli insanlar; uygarlık düzeninin baskısını en çıplak, en kaba şekilde hissedenler de yine onlar. Metropolün ortasında kalmış kaldırım çiçekleri, plastikten insanlara yaşam sevinci verenler. Ve bu kaldırım çiçeklerinin -egzoz dumanları arasında dahi olsa- özgürce çıkmasını istemeyenler var. Kardelen projeleri, köy okulları, anadilde eğitimler…Onları biraz rahat bıraksalar olmaz mıydı? 18
“ Bir çocuk okur-yazar hale geldiğinde, artık geriye dönüş imkânsızdır. Bir müzenin içinde gezinin. Okur-yazar yetişkinlerin, neyi göreceklerinden emin olmak için, tablolardan önce, bu tabloların altındaki tanıtıcı kartları okuduklarını göreceksiniz. Hatta, sadece kartları okuyup, tabloları tamamen es geçmelerine bile tanık olabilirsiniz… Okuma-yazma öğrenme kitaplarında da belirtildiği gibi, okuma kişinin önüne çeşitli kapıları açar. Ne var ki, bu kapılar bir kez açıldığında, bu kapılardan bakmaksızın dünyayı görmek neredeyse imkânsızdır. “ ( Gelecekteki İlkel )
Bunlar Hep Çalışma Düzenine Hazırlık Sevgilim “ Çocuğun arzusunu kırmak yeterince çok zaman alır. Katlanmaya zorlanacakları sefil ve acı dolu çalışma koşullarına hazır olmaları için çocukları arzularından, dünya deneyimlerinden koparmak o kadar kolay değildir. “ ( Anonim )
8 saat uyku diye bir şey var. Kimilerinin 6-7 saate indirdiği ama sonuçta uzman denilen kişilerin övdüğü kesintisiz bir uyku dilimi. Neden ne zaman uykumuz gelirse o zaman kestiremiyoruz? Okul ve iş düzeni bu şekilde işliyor, 8-12 saat arası kesintisiz çalışabilmek için 8 saat de kesintisiz uyumak gerekiyor. Yoksa kesintisiz çalışmanın-eğitimin arasında güzel bir uyku çekerdik. Ders sırasında tatlı tatlı uyuyan çocukları hatırlayalım, uyandırılıp bir de üzerine azarlanırdı. Halbuki uyuyan birisini rahatsız ettikleri için öğretmenlerin azarlanması gerekirdi. Üç öğün yemek diye bir şey de var. Yoksa işten önce, iş arasında 19
ve işten sonra olarak mı üç öğün? İş ya da ders sırasında yemek yemek verimi düşürür ondan mı yoksa üç öğün? Her karnımız acıktığında yemek yesek o zaman işe-eğitime konsantre olamayız. ÇOK KÖTÜ OLURDU YANİ. Tuvalet eğitimi var bir de. Çocuk aslında belli bir yaşa geldiğinde kakasını tutmayı, yattığı yemek yediği yere sıçmamayı kendi kendine öğrenir. Birçok hayvan gibi zaten bokun kokusundan anlar. Kıyafetin olmadığı zamanlarda işemek için de sıçmak için de doğru yer ve zamanda durup, oturmamız yeterdi. Hatta oturmasak bile en kötü ihtimalle bacaklarımıza biraz toprak sürsek temizlenirdi. Kıyafet zorluktur aslında. Yıkaması bir derttir, dikmesi bir derttir, giymesi-çıkarması bir derttir. Daha sonrasında ise tuvalet eğitimi daha da karmaşıklaşmış, tuvalet diye bir şey ortaya çıkmış. Çünkü şehirde yaşıyoruz ve bırakın koşmayı, avlanmayı sıçmaya yetecek kadar bile toprak yok. Niye şehirde yaşıyoruz? Çünkü ilerlemek ve gelişmek için çalışmamız lazım! İstatistikçiler şehirleşme oranlarını yayınlarken toprağa sıçanların ve sıçmayanların oranı olarak yayınlamaz. Ya da gelişmiş ülkelerde yaşayan insanları anlatırken, hayatlarında özgür bir hayvanla hiç karşılaşmamış olduklarından bahsetmez. Aman neyse, biz onlara uymayalım da.
Öğretmenini Nasıl Hatırlardın? Öğretmenlerin suç ortağı çocukları birbirini aşağılattığı-dövdürttüğü, ağızlarından ‘ kimin yaptığı’ ile ilgili bilgi almaya çalıştığı, azıcık bir direniş belirtisine dahi küçücük çocukların üzerinde yoğun baskı kurduğu zamanları düşünelim. 20
Çocukları birbirine dövdürmek - Koruculuk, paramiliter, kontrgerilla güçler İspiyoncu çocuklar - Ajan büyükler, Öğretmenin ‘ kimin yaptığını söylersen bir şey yapmıcam’ demesi - Polisin ‘itiraf edersen mahkemede lehine kullanılabilir ‘ demesi, Çocukların ders kaynatması - Büyüklerin polisle dalga geçmesi Aşkım ben benzetiyorum ama sen de benzetir misin bilmem ama. Canım seninle bir grup çocuğun yazdığı bildiriyi paylaşmak istiyorum, umarım beğenirsin:
“ Çocukların Öfkesi Tugayları: Her Derslik Otonom Bir Bölgedir Uygarlığın öğretmeni tıpkı uygarlık gibi çocuk düşmanı, hayvan düşmanı, canlılık düşmanıdır. Bütün bu saldırılar bu düşmanlığın sonucunda yaşanıyor. Dolayısıyla çocuklar, başta öğrenci halkı olmak üzere, Türkiye’deki bütün kadınlar, gençler iyi bilmeli ki bu öğretmenler batı uygarlığı tarafından özel bir ordu olarak eğitildi. Uygarlığın başlangıcından beri geliştirilen bu sistem 21. Yüzyılda doruğa ulaştırıldı, Avrupa rengiyle de boyandı ve şimdi tam bir faşist çocuk düşmanı hale geldi. Ruhuyla, bilinciyle çocuklara, canlılara düşman olmayan hiç kimse böyle saldıramaz. Bu saldırı düşmanlığı gösteriyor. O halde bu düşmanı tanıyacaksın! Herkes tanımalı bu düşmanı. Varoşlar tanımalı, kadınlar tanımalı, gençler tanımalı. Karşımızda bir düşman var. Bizi düşman olarak bilen, düşman olarak eğitilen örgütlenen ve görevi zulüm etmek, saldırmak olan bir terör örgütü var, zalim bir güç var. O halde bilincimizde bu gerçeği görüp buna göre tutum davranış 21
içerisine girmeli. İki tane öğretmen çıkıyor bir çocuğu ağlatıyor, toplumun içinde aşağılıyor! Şimdi insanın bunu aklı almıyor. Karşıda örgütsüzlükvar...Bir: düşman olarak görmeme; iki: ona karşı mücadele edecek şekilde kendini örgütlememe var. Özellikle öğrenciler ve bütün halk bu konuda tutumunu değiştirmeli. Artık kopya çekecekse, dersten kaçacaksa, bağırıp çağıracaksa da uyuyacaksa da bunun karşısında tamamen öğretmen terörünün olacağını varsayarak ona göre örgütlü bir biçimde karşılamalı. Dört öğretmen bir arada hareket ediyorsa, onun karsısına 10 tane örgütlü öğrenci çıkmalı. Öğretmenin elinde not varsa, her gencin örgütlenmesi olabilir. O tehdit ederse, öğrenci de tehdit edebilir. Nasıl olur iki öğretmen bir öğrenciye baskı kuracak! İktidar kurumu olduğu açığa çıkmış, sivildir de zaten, tutar kulağından götürürsün. Onun bir tane öğretmen odası varsa, her derslik otonom bir bölgedir. Her türlü öğretmeni tutup sorgulayabilirler. Hem de en ciddi bir biçimde. Buna öğrencinin, gençliğin hakkı da var, görevidir de. Yapmaz ise görevini yapmıyor demektir. Öz savunma, kendini savunma böyle olur. Bu kadar saldırı karşısında çaresiz aciz bir biçimde durulamaz. O saldırılar sineye çekilemez. Saldırganın gücü ile ilgili değil, onun gücü varsa yani öğrencinin gücü yok mudur?! Bu güç etkili bir biçimde gösterilebilir. Bütün bunları aşar da dayak kullanmaya kalkarsa ha o zaman iş değişir tabii. Böyle bir duruma kalkarsa bilsin ki gençlerin çakısı öğretmenlerin kaportasında, lastiğindedir! Bundan sonra da hep öyle olacak! Türkiye’de çocuklara zulüm eden o öğretmenlerin hepsini izliyoruz, hepsine ait bilgiler de topluyoruz! Onlardan nasıl hesap sorulacak, nasıl intikam alınacak önümüzdeki süreçte herkes görecek. Bunu da herkes de bilsin o öğretmenler de bilsinler. Yoksa öyle genci ezerim, çocuğu ezerim, sonrada yaptığım yanıma kalır kimse sanmasın! Hepsinin intikamı tek tek alınacak! Bunu da herkes bilsin buradan açıkça belirtiyoruz... “
22
Sinirlerine Hakim Olma! Bir zamanlar kendimizi korumak için silahlarımız vardı. Hem de gerçek silahlar, bizi gerçekten savunacak silahlar ( Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi falan değil ). Silahları elimizden aldıkları için tepkimizi başka şekilde gösterdik ama sistem bundan da rahatsızlık duydu. Eğitimi ve psikolojik terapileri icat etti ve bunlar yoluyla tepkimizi aldı, hareketsiz kaldık. O da yetmedi, en sonunda öfke duygusuna karşı saldırıya geçti. ‘ Öfke kontrolü ‘ de işte böyle bir dönemde ortaya çıktı. Derin adaletsizliklere, yaygın aşağılanmaya, ruhsal ve maddi tecavüzlere, yoğun baskı altında olmaya silahlanmayı, tepki göstermeyi bırak öfkelenmeyen bir toplum yaratma projesi. Muhteşem!
Sinirlenmek çok yanlış ama hep sakin kalmak çok mu doğru? Üzülmek çok yanlış ama gülmek-gülümsemek çok mu doğru? Tembellik çok yanlış ama haftanın altı günü işe gitmek çok mu doğru! “ Endüstriyel sistem eğitim modelinde ezilenleri evcilleştirmek için rasyonel bir yol bulmuştur, o nedenle direnişin zararlarını daha kolay telafi etmek için onu sendikal müzakere veya siyasi reformizm gibi kurumsal kanallara yönlendirir. Okullardan bulaştırılmış değerleri içselleştirmiş isyancılar baskı makinesini yok etmektense onunla yeniden temas kurmaya çalışır ve evcilleştirilmiş bir çocuk kendisini öğretmenin (devletin) ona izin verdiği ölçüde ifade eder. “ ( Anonim )
24
BÜTÜNLÜK Günümüzde kim doğup büyüdüğü yerde kalıyor ki? Kim yaşadığı yerde çalışıyor ki? Kim atalarının yaşadığı yerde yaşıyor ki? Çağımızın çocukları anne-babalarına mı yoksa televizyona mı ait? Gerçek şu ki bütün aidiyetlerimizden bütünüyle koparılmış durumdayız. Artık hiçbir yere ait değiliz. Sonuç ise, yeni bir turizm düşkünlüğünün yanı sıra inkâr edilemez bir ıstırap. Tarihimiz bir sömürüler, göçler, savaşlar, sürgünler ve her türlü kökün yok edilişi tarihi. Bizi bu dünyada bir yabancı, kendi ailemiz içinde bir konuk durumuna düşüren her şeyin hikâyesi bu. Eğitimle dillerimize, TV yarışmalarıyla şarkılarımıza, kitlesel pornografiyle 25
bedenlerimize, polis aracılığıyla şehirlerimize ve ücretli emek yoluyla arkadaşlarımıza el konuldu. ( Yaklaşan İsyan )
Çiçek Olacaksın Canım
Bu dünyaya neden gönderildiğimize dair farklı inanışlar var. Sınanmak için diyenler var, öğrenmek-gezmek için diyenler var, topluma faydalı olmak için diyenler var. Bu gibi düşüncelere rağmen insanların çoğunun varoluş amacı yaşamın kendisi. Yaşamın bütünüyle kendi yaşamı arasında bir ayrım yapmayan, kalp durduğunda yaşamın durmadığını gören, toprağın döneceği huzurlu bir anaevi olduğunu hisseden, yani birey olmayan insanlarla dolu dünya. Kim ölümünde her şeyin biteceğini sanar? Odası ayrı olanlar, başkası bakmasın diye tuş kilidi şifresi koyanlar, aynı tabaktan yiyemeyenler, hesabı ayrı ödeyenler, buzdolabında rafları ayıranlar, ailesinin nereli olduğunu - ne iş yaptığını hiç sormayanlar, telefonla konuşmak için başka bir odaya gidenler, başkasının işini yapmak için kılını kıpırdatmayanlar, sadece kendisi istediğinde bir başkasıyla iletişim kuranlar, kırmızı çizgileri olanlar ve çizgilerini hiç esnetmeyenler, yalnızlıktan dem vuranlar, birlikteliği - bütünlüğü arzulayanlar ama gerçek bir birliktelikte sarsılanlar, gerçek bir bütünlükten sürekli kaçanlar… Toprak o uygar bilinçlerini silecektir elbette, doğa kucağına kabul etmediği her şeyi parçalar. Fakat bilmezler ki toprakla bütünleşmek sonsuz bir huzur verecek, uygar bilinçlerinin acılarından kurtaracak. Bilmezler ki o hastane bu hastane koşturmaları, hakikatle en ufak bir temastan dahi kaçmaları cehennemin kendisidir. Her canlı, her insan, hatta metropol insanları dahi çiçek olacaklar. Çiçek. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? 26
Mutluluk Neredeymiş?
Mutluluk içimdeymiş, kendime dönmeliymişim, güzel bakmayı bilirsem her şey güzel olurmuş. Günde 10 saat çalışıyorum, güzel baksam ne olur? Gökyüzüne en son geçen yaz gittiğim tatilde bakmışım, betona güzel baksam ne olur? Kendi içime bakıyorum, bitiklikten ve huzursuzluktan başka bir şey göremiyorum. Kendimi düşünüyorum daha da mutsuzlaşıyorum, daha fazla düşünmek istemiyorum. Karıncaları izleyesim, çocukları dinleyesim var. Şarkı söyleyesim, birileriyle uzun uzun konuşasım var. Toprakla oynayasım, suya dokunasım var. Bir şeyleri kırasım, insanlara bağırasım var. Kendimi unutasım, dışarıya bakasım var. “ Benliğin daimi bir bozulma halinde, kronik bir çökmek-üzerelik halinde tutulması, günümüzdeki düzenin en iyi korunan sırrıdır. Zayıf, morali bozuk, kabahati kendinde arayan, sanal benlik, üretimdeki hiç bitmeyen yeniliklerin, hızla modası geçen teknolojilerin, sürekli altüst olan toplumsal normların ve genelleşmiş esnekliğin temelde gereksinim duyduğu sonsuz uyum sağlama yeteneğine sahip olan öznedir. “ ( Yaklaşan İsyan )
27
Sen Değişirsen Her Şey Değişir! Sen değişirsen herkes değişir! Sen değişirsen dünya değişir! Sen değişirsen her şey değişir! Sen değişirsen evleri yıkılan insanlar, toprakları işgal edilen hayvanlar değişir. Sen değişirsen yetiştirme havuzlarındaki bir balık, kereste için yetiştirilen bir kavak değişir. Sen değişirsen evde yalnız bir köpek, kafesten hiç çıkmamış bir muhabbet kuşu değişir. Sen değişirsen ilaçlanmış topraklar, var oluşuyla oynanmış canlılar değişir. Sen değişirsen güneş girmeyen evlerde yaşayanlar, güneş girmeyen AVM’lerde zaman geçirenler değişir. Sen değişirsen ketçapla beslenen bir çocuk, hazır çorbayla beslenen bir işçi değişir. Sen değişirsen Kahire’nin varoşlarında bir kadın, Hollanda’da kağıtsız bir göçmen değişir. Sen değişirsen bıçaklanan bir trans, öldüresiye dövülen bir tinerci değişir. Sen değişirsen okul koridorları ve hapishane hücreleri; polisin gaz bombası ve askerin kurşunu değişir. Sen değişirsen uçaklardan yağan bombalar değişir. Problem sizsiniz, siz çözülürseniz her şey çözülür. Ne kadar kolay değil mi? 19,90 TL’ye değil, bedavaya! Değişin ve değişim! 28
İnsanların başına gelenlerden yalnızca kendisinin sorumlu olduğuna, bireysel devrimin çok önemli olduğuna dair söylentiler var. İşimi kaybettim çünkü yetersizdim. Sevgilimi kaybettim çünkü bakımsızdım. Dostlarımı kaybettim çünkü özensizdim. Tamam ama savaşta annesi babası ölen bir çocuk da mı sorumlu başına gelenlerden? Mezbahalarda doğan bir civciv de mi sorumlu? Bireysel bir değişimin savaştan kaçan çocukla, civcivle alakası ne?
-18 Derece Uyku Tulumu
Bugün sistemin en eğitilmiş, en kontrol edilmiş kesimleri özgürlüğü, canlılığı çılgıncana aramaya başladı. Gerçek bir yolculuktan, göçmekten, iltica etmekten çok daha yapay, çok daha kontrollü de olsa uzun yolculuklara çıkıyorlar. Ne kadar bekleyecekleri, kiminle tanışacakları, ne yiyecekleri, nerede kalacakları kesinlikle belli olmayan, geçmişlerindeki aşırı kontrollü hayatlarının tam aksi yönde hareket ediyorlar. Aşırı güvenli, aşırı korunaklı cansız hayatlarının aksine yağmurla, soğukla, sıcakla, böcekle, susuzlukla, açlıkla, yorgunlukla, yaralanmayla yani yaşamın gerçekleriyle tanışıyor, hakikatle yüzyüze geliyorlar. Hayatı ilk defa öğreniyor, canlılığı tadıyorlar ve bütün bu zorluklardan da keyif alıyorlar. Eğer hayatın içerisindeyse ve doğalsa mücadele her canlıya mutluluk verir. Su içmek için yürümek, kurtlardan korunmak, ağaçlara çıkmaya çalışmak, çocuk yetiştirmek, anlaşmazlıklarda kavga etmek... Hatta medeniyetin içerisinde dahi olsa kendi evini tamir etmek, zeytinyağı hazırlamak, çevredeki evler için kıyafet dikmek... Bütün bunların mücadelesini veren insanlarda 29
yolculuk arzusu gibi arzular çok daha zayıf olur. Çünkü hakikatı, canlılığı zaten tatmışlardır, aramaya çıkmazlar. Evinin tavanı akan, rutubetli, penceresinden rüzgar öten bir evde yaşayan insan çadırı arzulamaz. Zaten çadır gibi bir şeyde yaşıyor, yaşam zaten onun evinin içerisindedir, yaşam onun hayatını etkiliyordur. Kaloriferli, çiftcamlı, tam kontrollü evde oturan çadırı arzular. Fakat o çadır son teknoloji olduğundan, soğuk sıcak geçirmediğinden yine de yapay bir canlılık tecrübesi olur. Hayatlarının bir parçası simit, çay ve menemen gibi yiyecek içecekler olan insanlar yemeği sevse dahi bunları arzulamaz. Yiyecekleri hep formüle edilmiş, tat değil imaj yiyen, eğitimli yemek yiyen insanlar arzular. Canlılık, simitte beden bulur, simitmenemen yiyen eğitimliler aslında canlılığı tatmaya çalışır. Fakat o menemenlerin simitlerin yendiği garip müzikli garip ışıklı kafeler, garsonların köleliği, şekilli servis edilmeler canlılığı büyük oranda öldürür. Hayatının önemli bir bölümünde yemek yapmış, turşu-zeytinyoğurt gibi yiyeceklerini kendisi hazırlamış bir insan yemek yapmayı arzulamaz hatta yapma zorunluluğu varsa tiksinebilir. Hazır yiyeceklerle beslenen, sık sık da dışarıdan yiyen, yaşamın anlamlarından birinin yemek olduğunu unutmuş birisi ilgi duyar. Fakat yoğurt makinesi alan, turşuyu hazırlamak için gramı gramına formülüne bakan, en son teknoloji tavalar kullanan hakikatle tam olarak tanışamaz.
(REKLAM REKLAM REKLAM) Uygar olmaktan, eğitimli olmaktan, vatandaş olmaktan sıkılmadınız mı? Dış görünümünüzü, iç dünyanızı, algılarınızı değiştirseniz dahi bu sıkılma halinden kurtulamıyor musunuz? Heyecanı megabaytlarda, piksellerde ve sınırlandırılmış oyunlarda mı 30
arıyorsunuz? İşte çözüm ayağınıza geldi! Hakikat, bir değişiklikle yanı başınızda! Bugün evinize yakın bir parkta kalmaya ne dersiniz? Bugün bir şey yememek ister misiniz? Bu akşam elektrikleri şalterden kapasanız? Kendinizi hafifçe yaralasanız, biraz acı hissetseniz? Ayaklarınız çıplak şehirde dolaşsanız? Sevdiklerinizle beraberken gönlünüzden geçenleri söyleseniz? Kimsenin hoşuna gitmeyecek ama gerekli konular açsanız? İşte hakikatler birer birer ortaya çıkıyor, sizinle bir oluyorlar! İşte bu muhteşem değişiklikler sayesinde dertleriniz birer birer yok olacak, varoluş mucizesinin tadına bakacaksınız! Bu kadar basit!
(REKLAM REKLAM REKLAM)
Ama Öğretmenim Anneannem Öyle Demiyor? Çekirdek aile diye bir şey var. Yani sadece anne-baba ve çocukların aynı evde yaşadığı bir aile tipi. 2+1 ya da 3+1 dairelerde oturulan, tek ya da iki çocuğun ayrı ayrı odalarda kaldığı, daha fazla çocuğa ya da başka aile bireylerine yerin olmadığı bir biçim. Bu yeni sistemde ölümün ve doğumun doğallığından, geçmişin ve geleceğin bütünlüğünden, başka insanların dertlerini benimsemekten, duygu paylaşımlarından uzaklaşılır. Aynı tabaktan yenmez, birlikte aynı odada kalınmaz; eşyalar paylaşılmaz, birbirinin yanında rahat hissedilmez. Yaşlılar bilgi aktarımı yapamaz, çünkü yaşlılar bilmem 10 saat uzaklıkta oturuyordur ya da huzurevlerine tıkılmışlardır. Diğer nesillerle bir iletişim kurulmadan geçer yıllar. Çocuklar, eğitim sisteminin şeytani kollarına terk edilir. Nadiren yapılan aile zi31
yaretlerinde yaşlılar sevilecek ama ciddiye alınmayacak, dalga geçilecek bilgilerle dolu insanlar olarak görülür. Cahildir, bilmiyordur, görmemiştir, bizim olanaklarımız onda yoktur… Sülale de gözden uzak olduğundan zamanla gönülden de uzaklaşır. Maddi manevi dayanışma zayıflar; maddi açığı bankalar ve devlet, manevi açığı da sosyalleşmek denilen ucube bir eylem kapatır. Geniş ailelerde evin işleri dışarıdan birinin yardımı olmadan kısa zamanda, rahatça halledilebilir. Çekirdek ailede ise makine satın almak, birilerini parayla tutmak mecburiyet halini alır. Tanrı bizi birbirimizden ayırmasın. Amin.
Birey, Birey, Birey.
“ Sömürge aydını efendilerinden bireyin kendisini öne çıkarması gerektiğini öğrenmiştir. Sömürge burjuvazisi sömürge halkının kafasına, herkesin kendi öznelliğine gömüldüğü ve zenginliğin düşünce zenginliği olduğu bireylerden oluşmuş bir toplum nosyonunu kazımıştır. Ama kurtuluş mücadelesi sırasında halkına dönme olanağı bulan sömürge aydını çok geçmeden bu kuramın yanlışlığını keşfeder. Mücadelenin örgütlenme biçimlerine katıldıkça farklı bir söz dağarına kavuşacaktır. ‘ Erkek kardeş ‘ , ‘ kızkardeş ‘ , ‘ yoldaş ‘ sömürge burjuvazisi tarafından yasaklanan sözcüklerdir, çünkü ona göre kardeşim cüzdanımdır, yoldaşım çevirdiğim dolaplardır. Sömürge aydını, bencillik, kibirli yakınmalar, ille de son sözü kendisi söylemek isteyenlerin çocuksu aptallığı gibi bütün putlarının bir tür engizisyon yangınında yanıp kül olduğuna tanık olur. Sömürgeci kültürün tuz buz ettiği bu sömürge aydını, köy 32
meclislerinin gücünü, halk komitelerinin kuvvetini ve mahalle ve hücre toplantılarının olağanüstü verimliliğini de keşfedecektir. Bundan böyle kişisel çıkarlar olacaktır, çünkü somut gerçekte ya herkes Fransız lejyonerler tarafından yakalanıp katledilecektir ya da herkes kurtulacaktır. Bu koşullarda, ateist kurtuluş biçimi olan ‘ herkesin kendi paçasını kurtartması ‘ kavramı yasaktır. “ ( Yeryüzünün Lanetlileri )
Kıl Tüy İnsanı diğer hayvanlardan ayıran özellikler varmış. Düşünebiliyor olması, bilinçli olması, alet yapabilmesi vs.. Fakat bu kısma değil de insanı kendinden ayıran özelliklere değinmek istiyorum. Tıraş diye bir şey var. Yani suratı, saçı, etek bölgesini, bacağı, kolu, koltuk altınını kılsız hale getirmek. İşe ve askere giden er33
kekler sürekli olarak saç-sakal tıraşı olurken; işe giden kadınlar da sürekli olarak saçını düzeltir-kestirir, yüzündeki kılları da aldırır. Hayvan olduğunu hatırlatacak hiçbir şeyi bedeninin görünen kısımlarında bırakmazlar. Kıyafet de işte insana hayvan olduğunu hatırlatacak o bedenin büyük bir bölümünü kapatmaya yarar. Yüzü kapatamaz çünkü görmesi, elleri kapatamaz çünkü çalışması gerekiyordur. Yazın açıkta kalan kısımların da acilen tüylerinin alınması, siyah nokta, sivilce vs. varsa da kapatılması gerekir. Bir de insanı insandan ayırmak için tıraş olunur. Örneğin kadınla erkeği ayırmak için. Aslında aynı coğrafyanın insanlarıysalar erkekle kadın arasında görüntü olarak pek bir fark yoktur. Özellikle uzak bir coğrafyanın insanlarına bakarken kimin kadın kimin erkek olduğunu fark etmek çok güçtür. Erkeklerle kadınların kıyafetleri, saçları birbirinden farklı olmasaydı, kadınlar kıllarını almasaydı kadınlar erkeklere, erkekler de kadınlara daha çok benzerdi. Ve daha çok kadın kadınları, daha çok erkek de erkekleri cinsel anlamda çekici bulabilirdi. Hatta daha çok insan diğer hayvanları, daha çok hayvan da insanları arzulayabilirdi. Meyve ve sebzelere bakıp da kendi varoluşundan parçalar görebilirdi. Mesela meyvelerin sapının zamanı gelince incelip meyveyi yere bırakmasını, göbek bağının incelip bebeği bırakmasına benzetebilirdi. Belki bütünlük hissine yeniden kavuşabilirdi. İdi idi idi.
34
KONTROL Anayasa tarafından garanti altına alınan bazı haklarımız olduğu için özgür bir toplumda yaşadığımız söyleniyor. Ancak, bu haklar göründükleri kadar önemli değildir. Bir toplumda varolan kişisel özgürlüğün derecesi, o toplumdaki kanunlar veya yönetim biçiminden çok, toplumun ekonomik ve teknolojik yapısına bağlıdır. New England’daki Kızılderililerin çoğu monarşiyle yönetiliyordu ve İtalyan Rönesans’ı sırasındaki şehirlerin çoğu da diktatörlerin kontrolü altındaydı. Ancak, bu toplumların tarihini okurken insan, onlarda bizim toplumumuzdakinden daha fazla kişisel özgürlüğe izin verildiği izlenimini ediniyor. Bu, kısmen yöneticinin iradesini dayatacak etkin mekanizmaların yokluğundan kaynaklanıyor: Çağdaş, iyi örgütlenmiş polis güçleri; hızlı, uzun mesafe iletişimleri, denetleme kameraları, sıradan vatandaşların yaşamları hakkında bilgi dosyaları yoktu. Bu nedenle de, kontrolden kaçmak görece daha kolaydı. ( Ted Kazinski )
Şehrimi Seviyorum!
Uygarlık neden kentsel dönüşümle, şehir planlamayla bu kadar ilgilidir? Yaşamımızı kıskananlar, bizi yok etmeye çalışanlar kentsel dönüşüm yoluyla da hayatımızı elimizden almaya çalışıyorlar. Biz kimdik ve bizi neye dönüştürmeye, uyum sağlatmaya çalışıyorlar. Barikat Bütün iktidarlar sokaklara panzerleri ve tankları rahatça sokmak 35
ister. Halen Dünya’daki sokakların büyük bir kısmı herhangi bir isyan halinde polise-askere geçit vermez. Barikatlarımız sağlam durur. Uygarlığa kalsa bütün caddeler geniş olmalı ve 90 derece birbirini kesmeli, ABD ve Batı Avrupa’nın çoğu şehri gibi. Emlak fiyatları Yıllar boyunca emekle yaptığı evi sahiplenmesiyle, evle bütünleşmesiyle; tek ilişkisinin ‘tapu’ olduğu evi sahiplenmesi aynı mı? Ev bir yaşam alanı olmaktan çıkıp, yalnızca ‘temel ihtiyaçların’ karşılandığı ve alınıp satılacak bir mala dönüştü. Artık ‘evimiz’ değil; ‘gayrimenkul’, ‘yatırım’ , ‘270 bin’. Kafasına göre herkez Taşra ve varoşlarda mahalle-köy hakkında kararı orada yaşayanlar verir. Herkes birbirini tanır, devlet de fazla karışamaz. Birisine ev yapılacaksa yapılır, birisi dövülecekse dövülür. Kim karışacak, orası onların. Tabii bu durum devletin adamlarının uykusunu kaçırır. Ellerinden gelirse kendi kural ve yöntemlerini zorla yerleştirir. Mahalle meclisleri, öz-yönetimler varoş ve köylerde insanların işlerini nasıl çözdüklerini hatırlatıyor bana. Turşu, çekirdek Bu kentsel dönüştürülmesi gereken yerlerde bahçeler olur, o bahçelerde istediklerini yetiştirebilir insanlar. Öyle işleri iyi de bilirler. Bir sebzenin-salçanın-turşunun doğalıyla-kimyasalı arasındaki farkı herkes görür. İnsanlar bahçelerinde oturup çekirdek çitler-sohbet eder, devletin parklarına, kültür merkezlerine ihtiyaç olmaz. Devletin istediği cafelerde, AVM’lerde otursunlar; hazır doğranmış domatesi kullansınlar, telefonla pizza istesinler. Bu insanların evlerini yıkmadan, onları pizzaya, cafeye muhtaç edemezsin. 36
Kaldırım çiçeği Bitkiler, hayvanlar, böcekler yaşayacak alanları bulabilir. En sıkışık, en ağaçsız mahallelerde bile en azından köpekler, kediler, fareler, kirpiler, bazı ülkelerde inekler, maymunlar, sincaplar, börtü böcek, ot hepsi özgürce yaşarlar. Zengin ülkelerin büyük şehirlerinde her şeyi sürekli düzenlerler. Düzenleyemiyorsa insan da dahil hiçbir canlıyı yaşatmazlar. İzinsiz çıkmışsa bir ot bile sıkıntı olur. Her şeyi sürekli düzenlemek için daha fazla kepçe ve dozer. Yeni nesiller Düşünüyorum da aynı aileden, aynı köyden olanları göçle-kentsel dönüşümle birbirinden ayırdıkça gelenekler de devam edemiyor, ilişkiler de soğuyor. Devlet ve şirketlere eğitilip değiştirilecek yeni insanlar-nesiller lazım değil miydi zaten? Süpermarket müziği! İnsanları fabrikalarda çalıştırmak için köylerinden sür, şehirlerde kurdukları gecekonduları yık, diğer hayvanları şehir merkezinden kov. Hayalindeki cennet şehri kur. Peki nasılmış bu cennet? Boş sokaklar. Billboardlar, AVM’ler, metrolar, kafeler var, araba gürültüsü, süpermarket müzikleri var; ağaç, kuş, çocuk sesleri yok. Yaşamın sürmediği, çocukların büyümediği, herkesin kendini kurtardığı bir dünya. İyi günler. Kimsenin birbirini tanımadığı siteler, yüzeysel, yapay ilişkiler. Çöpçü çöp alacak, kasiyer para alıp verecek, kasap et kesecek, o kadar! Teması bol bir sokağı yıkıp yerine temassız, hijyenik bir site kuruyorlar.
37
Keşfedilmemiş, Muazzam Güzellikte Bir Koy! En derin mağaralardan en yüksek tepelere, en soğuk ormanlardan en sıcak çöllere, en derin çukurlardan en uzak gezegenlere, havanın bilmem ne katmanından yerin altında kaynayan toprağa, en küçük canlılardan devasa ağaçlara hiçbir şey keşfedilmemiş kalmasın! Her şeye sahip olma isteği, her şeyi kontrol etme arzusu, her şeyi isimlendirme takıntısı, istihbarat istihbarat istihbarat…Aaa Sao Tome adasında çok ilginç bir yemek varmış onu da yiyeyim. Aaa Hint Okyanusu’nda çok ilginç bir hava olayı olmuş onu da öğreneyim. Aaa çekirge hayvanı buğdayları kemiriyormuş onu da durdurayım. Ve uygar erkeklerin arzularıdır bunlar. Bekaret ve birçok kadına sahip olma isteği ile keşfedilmemiş ( en azından kendisinin keşfetmediği ) yerlere gitme-sahip olma isteği erkek uygarlığının temelinde yatar. Dağın tepesine çıkıyorlar ama dağ acaba onları istiyor mu? Deli rüzgarları, buz gibi havası, sarp yamaçlarıyla hiç istiyor gibi durmuyor. Uzunca bir süre kutsal olarak kabul edilen, tanrıların yaşadığı düşünülen yerlere çıkmanın birkaç anlamı var bence. Tanrılarınızın seviyesine çıkabilmemiz sizi de istediğimiz zaman yerle bir edeceğimiz anlamına gelir. Yani biz sizin yeni tanrınız olduk, bize itaat edeceksiniz. Bakın kutsal diyordunuz ama çıktık burada hiçbir şey yok buzdan ve kayadan başka, aptal ve aşağılık bir toplumsunuz. Sizin kutsal kabul ettiğiniz her şey batıl, her şey hurafe. Gezegenlere çıkıyorlar ama acaba uzay onları kabul ediyor mu? Atomlarla moleküllerle oynuyorlar ama acaba onlar oynanmasından hoşnut mu? Canlılar kendilerinin incelenmesini istiyor mu? İstenmediği halde bir şeyi zorla yapana, yaptırana tacizci denir. Söz meclisten dışarı.
38
Bugün Menümüzde Ne Var Ustam?
Canım biliyorsun yemekle eskiden beri içli dışlıyım ve son zamanlarda iyice azıtan yemek programlarından bahsetmek istedim. Yemeğin formülasyonu, hassas gram hesapları, standardize edilmesi, ayrıntılı ve karmaşık yemek tarifleri, kusursuz görüntülü olması… Biz fizik problemi miyiz yahu, niye formül yiyoruz? Evde ne varsa onlarla yapılmaya çalışılsa, basit olsa, kalın doğranmış olsa, görüntüsü .jpeg gibi olmasa daha yemek gibi olur sanki. Yıllardır yemek yapan insanlar da bilmiyormuş gibi notlar alıyor, yemek yapmayı bırakıp formül uygulamaya başlıyor. Yıllardır çocuk büyüten insanlar da bilmiyormuş gibi çocuk ( formül ) yetiştirmenin püf noktalarını doktorlardan öğreniyor. Varoluşumuzdan, kendi deneyimlerimizden ve ailemizden gelen her şeyi aşağılıyor, onlar ne diyorsa kabul etmemizi bekliyorlar.
Gelecek istasyon: Taksim, Next Station: Taksim Toplu taşımanın ‘ halkın yararına ‘ yapıldığına dair bir söylenti dolaşıyor bilmiyorum sen de duydun mu. Seyahat özgürlüğüne kadar işi vardıran var. Bu konuyu bir açmak gerek gibi geldi bana. İşe götürmek-getirmek Kapalıçarşı-Eminönü çevresi İstanbul ticaretinin eskilerden beri kalbi; Karaköy ise gelişen ve değişen Osmanlı’nın yüzü, Müslüman olmayan burjuvazinin iş yerlerinin, ticarethanelerinin olduğu bir semtti. Karaköy’ün yukarısı Taksim çevresi de o dönemler39
de Müslüman olmayan burjuvazinin evi gibiydi. Evleri, okulları, kiliseleri, hastaneleri vs. hep bu bölgedeydi. Ve bu burjuvazi Taksim-Karaköy yokuşunu çıkmaktan yorulduğu için Osmanlı’nın ilk tramvayını yaptırmıştır. Hepimizin bildiği Karaköy Tünel. Yani halkın yararı falan değil, zengin arkadaşların işlerini daha hızlı yapmaları ve yokuşta yorulmamaları için yapılmıştır. Yine fotoğraflara konu olan Taksim tramvayının yapılış amacı da çalışanları Karaköy’e ulaştırmaktır. İstanbul’un ilk tramvay ve metrolarından bazılarına bakalım bir de. Zeytinburnu-Topkapı-Aksaray-Sirkeci hattı ve Yenibosna-Merter-Otogar-Bayrampaşa-Topkapı-Aksaray hattı. Bu hatların yapılmasının tek sebebi de işçi ( köle ) taşımacılığıdır. Zeytinburnu’ndan ve Cevizlibağ aktarmalı olmak üzere İstanbul’un diğer işçi semtlerinden Aksaray ve Sirkeci’ye işçi taşır. Kesinlikle insanların seyahati kolaylaşsın diye değil, işlerine zamanında gidebilsinler diye yapılmıştır. Yine Yenibosna-Şirinevler duraklarından ( ve aktarmalı olarak Bahçelievler, Güngören ve Bağcılar ilçelerinden ) Merter-Bayrampaşa-Topkapı-Aksaray semtlerine işçi taşır. Bu bölgeler İstanbul’un eski iş merkezleridir, ilk tramvay ve metroları da bu bölgelere yapılmıştır. Metrobüs de işe gidiş-gelişlerde E-5 trafiğinin tamamen kilitlendiği bir dönemde açılıyor. Metrobüsün sefer sayıları iş çıkış saatlerinde de gecenin bir yarısında da tıkabasa dolu olacak şeklinde ayarlanmıştır. Yani İstanbulluların rahatlığı için değil, kâr amacıyla açılmıştır. Varoşlara metro istiyoruz! Diğer bölgelerde ulaşım sıkıntısı yok muydu? Daha çok vardı fakat neden sonuç itibariyle daha az kar getirecek bir yere yatırım yapsınlar? Elbette bu yalnızca İstanbul’a özgü değil, Dünya’nın her yerinde metro-tramvay işe gidenler için yapılır. Hatta işe gitmeyenlere ( az gidenlere ) metro-tramvay, hatta otobüs götürmek tehlikeli olarak görülür. İşe gitmeyeceklerse ne için 40
kullanacaklar? İşe gitmeyeceklerse bu varoş gençleri-köylüler neden şehrin merkezine gelip muhteşem insanlarımızı rahatsız etsinler? Paris metrosu örnek metrolardan biri olarak tüm Dünya’da gösterilir değil mi? Her yere giden metro nedendir bilinmez göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı kuzeydoğu Paris’in birçok semtine uğramaz. Fransızlaşamamış, işsiz güçsüz, Fransız devletine bir kuruş vergi vermemiş, bir gram katkıda bulunmamış bu insanların Paris’in merkezinde ne işi var? Onlar gettolarından çıkmasınlar hiçbir gerçek Fransız yurttaşının hayatını karıştırmasınlar, muhteşem Fransız medeniyetinde bunların yeri yok. İşte metro bu gibi algılardan dolayı birçok varoş mahallesine gitmemiştir. Gecelere akamıyoruz Dünya metropolleri geceleri metro ve otobüs seferi koymakta da benzer sebeplerden ötürü çekinceli davranırlar. Gece iş mi var? Yok. Geceleri sokaklarda, evinden uzakta kimler olur? İşsiz güçsüz, serseri insanlar. Geceler gündüzler kadar denetim ve kontrol altında mı? Hayır. Öyleyse neden gece seferi koysun? Ancak denetim ve kontrol altında tutabildiği, bol ışıklı ve sokak lambalı, serserilikten ziyade eğlence mekanlarının bol olduğu semtlere gece seferi koyuyor. Gece canlıların hareket kabiliyeti artar ve denetim dışı kalmış insanlar sokaklara çıkar. Bağcılar’dan birinin gece otobüsüne binip, Nişantaşı’nda bazı dükkanlarda bir şeyler yapıp tekrar gece otobüsüyle eve döneceğini düşünüyor devlet ve haklıdır da. Varoşlardan birine giren gece otobüsünü birilerinin komple kaçırıp, satacağından korkuyor devlet ve haklıdır da. İnsanların gece evine geç dönüp sabah da işe gidemeyeceğinden korkuyor devlet ve haklıdır da. Hepsinde haklıdır ve bundan dolayı gece seferi koymadan önce on kez eğrisini doğrusunu hesaplar. 41
Otobüsü kontrol edemiyorlar! Neden otobüs yerine metroyu tercih ediyor sistem? Biliyorum basit bir soru gibi, insanları daha hızlı ve kesintisiz işe getiripgötürmek ana sebebi. Ama tek artısı bu mu? Mesela insanların camdan bakıp, dışarıda olup bitenleri izlemesi ( belki kuşları? ) ve kendi kendine düşünmesi kontrol uygarlığının pek hoşuna gitmiyor. Metroda bakacak yalnızca akıllı telefon ekranı ve metronun LCD televizyonu var. Otobüs şöförleri ya aynı hatlarda ya da yakın çevre hatlarda çalışırlar. Bu şoförlerle muhatap olmak, selam alıp selam vermek dahi tehlikeli olabilir. Şoför yalnızca araba sürmeli ve kimin ödeyip ödemediğine bakmalı. Birisinin şoförle ahbap olup hiç basmaması ihtimali dahi kontrol adamlarını çıldırtır. Yolcular da pek değişmez ve en azından yüz aşinalığı çok kısa sürede oluşur. Zaman içerisinde selam alıp vermeler, sohbetler dahi gelişebilir. Otobüste kurulacak samimiyet ve dayanışma rüzgârı da kontrol toplumunun tam tersi yönde eser, herkes yalnız ve birey olmalıdır. Memurların da sürekli tayini çıkar bilirsin. Memurun orada çevre yapması, ilişkilerinin güçlenmesi, samimileşmesi devlete alternatif bir yapılanma ortaya çıkma ihtimalini yükseltir. Devlet adamları ister ki yaşadığı küçük coğrafyalara değil ülkeye-devlete ait olsunlar. Bu ihtimale karşı sık sık yerleri değiştirilir.
Evimizde de mi Oturamayacağız? Sırf evimde oturuyorum diye aynı anda birden çok suç işliyor olabilirim. 1- Askere gitmiyorumdur 2- Zorunlu genel sağlık sigortasını yatırmıyorumdur 3- Evim; köprü, yol, baraj, kentsel dö42
nüşüm gibi sebeplerle mahkeme kararıyla yıkılacaktır fakat ben evimde oturuyorumdur. 4- Evimi kendi ellerimle yapmışımdır dolayısıyla da devletin istediği mimariden uzaktır. Ya da evimin içinde tavuklar da vardır, sabahları ötüyorlar ve kokuyorlardır. Sırf bir yerde duruyorum diye de aynı anda birden çok suç işliyor olabilirim. Lüks bir dükkânın önünde uyuyorsam, parkın birinde çadır açmış orada kalıyorsam, yolun ortasında arabaları engelliyorsam, bir bakanlığın önünde dikiliyorsam da yine suçluyum. Mesaide ve okulda uyuyorsam o da suç. Var oluşumuz bir günah, var olan herkes hapishaneyi ve cehennemi tadacak.
Spam bölümünde tesadüfen gördüğüm bu maili sana da atıyorum:
Konu: FW: FW: FW: Birleşelim! ( Çok İlginç :))) ) Orospular, kezbanlar, abazalar, ibneler, kırolar, kendini parmaklayanlar, eline verenler, gerizekalılar, kafası basmayanlar, ayılar, akıl hastaları, pislik içinde olanlar, psikopatlar, hapçılar, otçular, ayağı kokanlar, sivilceliler, duba gibiler, bıyıklılar, kıllılar, görgüsüzler, terbiyesizler, hayvanlar, ahlaksızlar, domuzlar, açık saçık giyinenler, topoşlar, sikikler, götverenler, konuşmasını bilmeyenler, lafının arkasında durmayanlar, kendisiyle çelişenler, bir dediği bir dediğini tutmayanlar, dengesizler, apaçiler, conconlar, zengin piçleri, amk fakirleri, cahiller, tinerciler, hırsızlar, itler, görmemişler, ilkokul mezunları, hüloğlar, lezbiyenler, vericiler, götten bacaklar, götünü kaldıramayanlar, asalaklar, 43
iğrençler, dün öyle bugün böyleler, karı gibiler, siki ufaklar, folloşlar, karaktersizler, sözünde durmayanlar, mantıklı hareket etmeyenler, erken boşalanlar, sevişmeyi beceremeyenler, ne biçim anneler, giyinmeyi bilmeyenler, adam olamayanlar, beceriksizler, bi boktan anlamayanlar! Kendimizi savunmayı bırakalım ve bütün eleştirileri ateşli bir samimiyetle kabul edelim! Kontrol toplumuna ve kontrol uygarlığına karşı birleşelim!
44
EFENDiM?
Sevgilim Bu iktidar Allah mı?
Her iktidar kendisinin tanrısal bir gücünün olduğu, asla yıkılamayacağı, asla hata yapmayacağı, her şeyden haberi olduğu, her şeyi kontrol ettiği, hiçbir isyanın başarılı olamayacağı, bütün isyanların eninde sonunda o iktidara yarayacağı gibi şeyler söyler. Binlerce yıllık denenmiş kanıtlanmış halkla ilişkiler çalışması ve psikolojik savaş teknikleridir aslında. İktidarların tanrısal bir gücü yoktur, her iktidarın teknik ve sosyal kapasitesi bellidir. Her iktidar belli bir oranda darbelendiği takdirde yıkılır veyahut gücü ve etki alanı ciddi anlamda azalır. Bu darbelenme ekonomik, politik, sosyal, medya yoluyla olabilir. İktidarlar daha önce binlerce kez olduğu gibi yıkılabilir, güç dengeleri değişebilir. İktidarlar hata yapabilir ve hataya zorlanabilir. Bu o iktidarın karşı karşıya olduğu güçlerle doğrudan ilgilidir. Dengelerini değiştirmek zorunda kalan bir iktidarda hata yapma oranı ciddi düzeyde artar. İktidarlar her şeyden haber almak isterler ama her şeyden haberleri yoktur. Bu yüzden istihbarat ağları, bilgiyi artırmak için üniversiteler, devasa veritabanları, medya kanalları için milyarlar harcarlar. Bütün bunlardan kurtulmak gayet mümkündür, her zehirin mutlaka bir panzehiri de vardır ama bu panzehiri geliştirmek eskisine nazaran daha karmaşık olabilir. İktidarlar her şeyi kontrol edemez, bu yüzden ordu-polis kuvvetleri, mahkemeler, hapishaneler kurup dururlar. Kontrol dışı kal45
mış diğer canlılar ( bakteri, virüs vs. ) için de tıp ve ilaç sektörü gibi şeyler oluşturmuştur. Bazı isyanlar başarılı olmuş, o iktidarın yasalarını, yöneticilerini devirmiş, bir uygarlık biçimini de yerle bir etmiştir. İsyanların çoğu o iktidarın gerçek yüzünü açığa çıkarmış, dengelerini bozmuş, zayıflatmış, hata yapma oranını artırmıştır. Yani isyanların o iktidara yaradığı falan yoktur. Tabi bu isyanlar başarılı oldu diye, başka bir gücün iktidara gelmeyeceği diye bir kaide de yoktur.
Yasal olabilmek için Ne Yapmam Lazım Acaba? Devlet örgütünün ordusu silahlanabiliyor, silah anlaşmaları yapabiliyor; devlet örgütünün polisi evleri-insanları arayabiliyor, toplumun kimlik bilgilerini toplayabiliyor, tutup karakola götürebiliyor; devlet örgütünün mahkemeleri insanların ne kadar hapis yatacağına karar verebiliyor, projelere ve anlaşmalara onay verebiliyor-reddedebiliyor. Ama devlet örgütü bütün bunları yalnızca kendisi yapmak istiyor, kendi kabul ettiği sınırlar içerisinde başka bir örgüt-grup-birey yapınca yasadışı ilan ediyor. Peki bu yasadışı örgüt-grup-bireyler hep yasadışı mı kalır? Kimi güçlenen örgütler yasaları esnetebiliyor-değiştirebiliyor, dengeleri bozabiliyor, kendisini gücüyle yasal olduğunu kabul ettirebiliyor. Bu güç ekonomik de olabilir, siyasi de olabilir, silahlı da olabilir, medya gücü de olabilir. Çok sayıda bağlantısı olan uluslararası bir örgütse, dünyanın güçlü şirketleri ve devletleri tarafından destekleniyorsa, çok güçlü bir aileyse, güçlü bir dini mezhebin ya da kimliğin temsilcisi konumuna gelmişse yasadışı olmaktan çıkar. O içinde bulunduğu devlet ile ve diğer güçlerle 46
omuz omuza mücadele eder. Cezalar; güçsüz örgüt-grup ve bireyler için konulur, güçlüler için değildir. Örnek 1: Ekonomik açıdan çok güçlü ve önemli bağlantıları olan bir insan Dünya’nın birkaç ülkesi hariç ( belki oralarda da ) hiçbir sınır kapısından geçmeden, pasaportsuz kimliksiz; o ülkenin kontrol mekanizmalarına, mahkemelerinde, polis kurumlarına temas etmeden yapmak istediği şeyleri yapabilir. Devlet içerisindeki bir güç onun orada olduğunu bir şekilde öğrense dahi diğer gücüne haber vermez, kendisi izler ya da iletişime geçer bu insanla. Fakat fakir ve hiçbir bağlantısı olmayan bir insan toplama kamplarına atılır-işkence görür, hala yaşıyorsa ilk uçakla ülkesine geri gönderilir. Örnek 2: Çin devleti, zayıf bir Afrika ülkesinde o devletin yalnızca kendisinin yapmak istediği, başkasının yapmasını yasadışı kabul ettiği birçok şeyi yapıyordur. Çin devleti; ordunun içine sızmıştır, istihbarat topluyordur, silah ticareti yapıyordur, vergiden pay alıyordur vs. vs. Fakat Çin güçlü olduğundan dolayı yaptıkları yasaldır. Çin’in yaptıkları ABD’ye göre yanlış olabilir ama denk güçlerin omuz omuza mücadelesi olduğundan ciddi bir problem çıkmaz. Ama aynı Afrika ülkesinde zayıf bir aşiret de Çin’in yaptıklarının aynısını yapmaya kalkarsa ve bu aşireti hiçbir güç odağı desteklemiyorsa yasadışıdır. Bu aşiretin üyeleri hapse tıkılır ve öldürülür. Örnek 3: Güçlü bir dini tarikat bazı küçük düşmanlarını sorguluyor, tehdit ediyor bazı durumlarda ise öldürüyordur. Bu güçlü dini tarikatın yaptıkları yasaldır, çünkü önemli bağlantıları vardır, medya yoluyla kitlelere hitap edebiliyordur ve dirençli-davasına bağlı ciddi bir kitlesi vardır. Aynısını bir mahallede silahlı ve ufak çapta ekonomik gücü olan bir grup yapsa yasadışıdır. Bu grubun üyeleri birer birer yakalanır ve ağır baskı görürler.
47
Şikayet Kutusu Kötü Bir Şey mi? ” İstanbul genelinde son 1 haftada 871 şikayet kutusu saldırıya uğradı. Terör örgütü ile bağlantılı olduğundan şüphelenilen saldırıları güvenlik güçleri aydınlatmaya çalışıyor. “ Şikayet etmek dışında elinden hiçbir şey gelmeyeceğine inanan, kendisini kurumların karşısında güçsüz hisseden o kadar çok insan var ki. Devletten, seçimden, partilerden, belediyeden, şirketlerden ve şirketlerin ürün-hizmetlerinden, hastanelerden, okullardan, fabrikalardan, iş yerlerinden, hep bir yerlerden birtakım kurumlardan bir şeyler bekleyenler. Kurumları aileden biri gibi benimseyenler; bir tanrı ve aynı zamanda şefkatli bir baba gibi gören, onun tatlı-sert koruyuculuğu dışında hiçbir şey yapılamayacağından emin olanlar. Emin olmayın! Patron parayı ödemiyor. E iş yerini dolandır, patronu tehdit et. Şu şirket doğayı kirletiyor. Git şirketin araçlarını yak, şirketin önünde yürüyüşler yap, propaganda çalışmalarını başlat. Şu parti özgürlükleri kısıtlıyor. Kabul etme aksini yap. Aksini yaparken de duyur. Erkekler öldürüyor yeter artık. Öldürtme, sen onu öldür? Belediye yollarla ilgilensin. Sokağı örgütle sen yaptır? Hastanelerde ilgilenmiyorlar. Doktoru döv. 48
Güçsüz hissedenler ya da güçsüz olup güçlenmek gibi bir niyeti olmayanlar şikayet ederler. Patron işçiden şikayet etmez, işçiyi kovar. İşçi patrondan şikayet eder ve hiçbir şey değişmez. Devlet vatandaşından şikayet etmez, hapse atar ya da öldürür. Vatandaş devletten şikayet eder ve hiçbir şey değişmez. Banka müşterisinden şikayet etmez, borçlar için dava açar, mallarına haciz koyar. Müşteri bankadan şikayet eder ve hiçbir şey değişmez. Erkek kadından şikayet etmez, kadını döver, boşar ya da öldürür. Kadın erkekten şikayet eder ve hiçbir şey değişmez. Okul öğrencisinden şikayet etmez, öğrenciyi atar ya da geçirmez. Öğrenci okuldan şikayet eder ve hiçbir şey değişmez. Sırtlarını bu kurumlara dayadığı zaman güvende olduğunu, başına hiçbir şey gelmeyeceğini zanneder birçok insan. Mesela tapusu olduğu için o evden asla atılamayacağını zannedenler: Ama yine de atılırlar. Çünkü kentsel dönüşüm olacaktır ya da oradan
yol geçecektir. Mesela düzenli bir maaş aldığı için devletine güvenenler, kendisini rahat hissedenler. Ama hep rahat olamazlar çünkü
fiyatlar aniden yükselmiş, maaşlar da düşüvermiştir.
Duygusal, kişisel bir ilişki kurmadan güvenin mümkün olduğunu zannedenler. Birtakım yazılara, imzalara, sayılara güvenirler ama bütün bunlar sevgiye, arkadaşlığa değil ekonomik büyüme-dünya dengeleri gibi beklenmedik şeylere göre her an değişir. Bu yazıyla ilgili şikayet ve önerileriniz için kolesiniz@gmail. com adresimize mail gönderebilir veya iletişim formundan bizlere ulaşabilirsiniz. 49
Ya Aşkım Biz Köle Miyiz? Ya canım klişe olacak ama biz baya bildiğin seri üretimin bir ürünüyüz. Seri no’yuz, kimlik numarasıyız. En azından devletin gözünde öyleyiz. Devletin bir ürünü olduğumuzdan, insan değil canlı değil vatandaş olduğumuzdan dolayı da hakkımızdaki bütün kararları sahibimiz verir. Doğduğumuzda kayıt olmamak, okula, askere gitmemek gibi bir şansımız olsa bile yasadışı ( efendiye biat etmemek ) olarak kabul edilir. Onun emri olmadan, kendisinden başka kimsenin bize zarar vermesini istemez. Sadece o bozuk ürünleri tedavülden kaldırabilir ( öldürebilir ). İntihar etmemiz bile onu çok rahatsız eder, nasıl olur da onun izni olmadan kendimizi tedavülden kaldırırdık? Elinden gelse canlandırır ve hapse atardı. Ondan habersiz tuvalete gitmemizi bile istemez. Onun malı olduğumuzdan sadece sahibimiz bizi yargılayabilir, başkasının yargılaması onun efendiliğine gölge düşürür. Köleleri yalnızca kendi efendileri affedebilir.
Değerlerimiz!
Emanete sahip çıkan, sevdiklerini-toprağını sonuna kadar savunan, kendi ölümünden korkmayan milyarlarca insan var şu dünyada. Fakat pratikleri nasıl oldu da bu kadar değişti? Kendisinin binde bir dahi hissesinin olmadığı iş yerini korurken; ailesinden kendisine emanet olan evi yıktırıp, rezidanstan daire almayı kabul edebiliyor. Allah’ın ve doğanın kendisine emanet ettiği nehirlere baraj yapılmasına, dağlara maden ocaklarının açılmasına onay verebiliyor. Faturalarını, vergisini düzgün bir şekilde yatırırken; arkadaşlarına, tanıdıklarına para meselelerinde ihanet etmekten çekinmiyor. Askere gitmeyi bir borç biliyor, vatanın bir 50
karış toprağını dahi savunurken; vatanın topraklarının devletin onayı ile kimyasallarla doldurulduğunu görmek istemiyor. Demek ki bizim o yüce değerlerimiz yalnızca sistemi korumak içinmiş. Bütün sevdiklerimize ihanet edebilirmişiz ama devletlere ve şirketlere asla. Şirketlerin bize emanet ettikleri hariç, bütün her şeyi satabilirmişiz. Hep güçlünün yanında oldukça, güçlü ne diyorsa onu yaptıkça çocuklarımıza bitik bir gelecek bırakmak hiç sorun değilmiş. DEĞİLMİŞ.
Ben Böyleyim, Şöyle Yaptım, Şuraya Gittim. Topluluk önünde konuşamayanlar, bilmedikleri bir şeyi yaparken utananlar-kasılanlar, bir adım atmak için on kez düşünenler, sık sık pişman olanlar, hep kendisinin yanlış yaptığını-yanlış olduğunu düşünenler, bir yere gelememişler, sesi kısık çıkanlar, önemsenmeyenler, fikri alınmayanlar, dinlenmeyenler, savunulmayanlar, kendisini dil ile ifade edemeyenler, aptal-korkak-sıradan-cahil-onursuz bulunanlar. İşte ezilenler! Yüksek sesle konuşanlar, ciddiye alınanlar, bilip bilmediği her şeye atlayanlar, girişimci ruha sahip olanlar, asla pişman olmayanlar, yaptıklarının hep arkasında olanlar, bir yere gelebilmişler, kendini ifade edebilenler, hep kendisi doğru olanlar, kendilerine güvenenler, rahat olanlar, zeki-cesur-yaratıcı-aydın-onurlu bulunanlar. İşte ezenler! İşte öldürenler, işte aşağılayanlar, işte güçsüzlere istediğini yapabilenler! Tanıyalım!
A-Kalite “ Erkek tam anlamıyla benmerkezcidir, kendi içinde hapsolmuştur, başkalarını anlama, sevme başkalarıyla özdeşleşme, arka51
daşlık kurma, duygulanma, şefkat yeteneğinden yoksundur. Tamamen izole edilmiş, başka biriyle ilişki kuramayan bir birimdir. Tamamen fiziksel duyularıyla hareket etse de, erkek damızlık olarak da uygun değildir. Mekanik becerisi olduğu varsayılsa da, ki pek az erkek buna sahiptir, her şeyden önce, lokmasını şevkle, şehvetle ısıramaz, bunun yerine suçluluk, utanç, korku ve güvensizlik duyguları, erkek doğasında kökleşmiş olan duygular onu yer bitirir ve yalnızca en ileri eğitim bu duyguları azaltabilir; ikinci olarak, sahip olduğu fiziksel duygular sıfıra yakındır; ve üçüncü olarak partneriyle duygusal yakınlık kurmamaktadır, nasıl becerdiği, nasıl a kalite bir performans sergilediği, boru döşeme işini nasıl başardığı düşünceleri ile bozmuştur. Bir erkeği hayvan olarak nitelemek, onu övmektir; o bir makinedir, yürüyen bir vibratördür. Sık sık erkeklerin kadınları kullandıkları söylenir. Kullanmak? Ne için? Tabii ki zevk için değil. Suçluluk, utanç, korku ve güvensizlik duyguları tarafında yenip bitirilen ve, şanslıysa, zar zor farkedilen bir fiziksel duygu elde eden erkek, yine de, cinsel ilişki fikrine takıntılıdır; dostcanlısı bir vajinanın onu beklediğini düşünüyorsa bir sümük nehrinde yüzebilir, bir kusmuk denizinden geçebilir. Küçümsediği bir kadını, herhangi bir fırlak dişli kocakarıyı yatağa atabilir, ve, dahası, bu fırsat için para öder. Neden? Fiziksel gerilimden kurtulmak yanıt olamaz, masturbasyon bunun için yeterlidir. Egosunun tatmin edilmesi olamaz; cesetler ve bebeklerle cinsel ilişkiyi açıklayamaz bu. “ ( Valerie Solanas )
YOK
Efendiler efendi olmaktan vazgeçmedikçe, ellerinden silahları alınmadıkça ya da öldürülmedikçe efendilik görevlerini devam ettirirler. Köleleri üzerinde baskı kurmak ve isyan halinde öldür52
mek, işkence yapmak onların doğal hakkıdır. Hâkimler yasalar ve hapishaneler, polisler sorgu ve işkence yoluyla tüm toplumu; erkekler de kadınları baskı altında tutarlar. Öğretmenler çocuklara köleliği öğretirken, medya çalışanları da köleleri yönlendirir. Nasıl hâkime ‘hapse atamazsın’, polise ‘işkence yapamazsın’, öğretmene ‘çocuklara dokunamazsın’, gazeteciye ‘insanları yönlendiremezsin’ demek bir şeyi değiştirmiyorsa erkeğe de ‘taciz edemezsin’ demek de değiştirmez. Bunlar efendilerin en asli görevleridir, hâkimin hapse atmamasının tek yolu ya hâkimin istifa etmesi, ya mahkemesinin yakılması ya da hâkimin yok edilmesidir. Erkeğin taciz etmemesinin yolu da ya erkeklikten istifası, ya maddi manevi gücünün elinden alınması ( örneğin arabasının yakılması ve sürekli olarak aşağılanması ) ya da yok edilmesidir. YOK EDİLMESİDİR.
AMK Erkeklerin ( efendilerin ) düzenli bir cinsel hayatı yokmuş, kadınsızlıktan ve abazanlıktan dolayı da tecavüz ediyorlarmış. Savaşlarda askerlerin düşman bölgelerinde tecavüze teşvik edilmesi de, işkencecilerin sorgu sürecinde ve hapishanelerde tecavüz etmesi de cinsel özgürlüğün falan olmamasından mı? ‘Sikmek’ , ‘amına koymak’ içgüdüsel olarak, kadınsızlıktan söylenen kelimeler mi? Peki o zaman neden hep erkekler birbirilerini sikmek, amlarına koymak istediklerini söylüyorlar? Binyıllardır sistematik bir baskı aracı olan tecavüz şimdi oldu duygusal, içgüdüsel, doğal, cinsel bir eylem? Erkeğe göre de erkek efendi ve kadın da köledir. Bütün efendiköle ilişkilerinde olduğu gibi bunda da köleyi aşağılamak, kişiliğini parçalamak, ruhsal ve maddi olarak zayıf bırakmak; efendisini 53
reddeden, isyan eden her köleye yaptırımlar uygulamak meşrudur ve gereklidir. Diğer kölelerin ayaklanmaması için öldürülen, tecavüze uğrayan, işkence gören isyancıların kadınlara gösterilip korku salınması şarttır. Açlık grevi yapanların, bebeklerini düşürenlerin - tuvalete atanların, askere gitmemek için 40 kilo alanların, tüm isyancıların son barikatı bedenidir. Efendiler işte bu son barikatı da yıkmaya, kölelerin elinde kalmış son şeye -kölenin kendi bedenine- sahip olmaya çalışır. Açlık grevi yapan kölenin boğazından zorla bulamaç akıtır, bir ilişkiyi reddeden köleye tecavüz eder. Sorguda ve hapiste sadece fiziksel olarak zayıf düşürmek, aklını karıştırmak, sözle ve fiziksel şiddetle aşağılamak yetmez. İşkenceciler tecavüz ederler ve isyan eden bu kölenin bedenine dahi sahip olduklarını gösterirler. Köle yalnızdır, inandıkları değersizdir, kendi bedenini dahi savunamayan birisidir ve efendileri ona ne istiyorlarsa yaparlar. Savaşta düşmanı sadece askeri olarak yenmek yetmez. Düşmanın halkına kimin efendi olduğunu göstermek, korku salmak ve onlara ruhsal darbeler de vurmak da gerekir. Askerlerin daha bir şevkle savaşması için ödül koymak, orduda ortak bir ruh yakalamak için de ortak büyük suçlar işlemek gerekir. Tecavüz edilen kadınlar yoluyla bütün düşman halkında değersizlik, aşağılanmışlık ve güçsüzlük duyguları başgösterir.
insanlar Haklıdır, insan Olmayanlar Haksız? Çocuklar haksızdır ve anne-baba-öğretmen otoritelerine boyun eğmesi gerekir. Köpek-kedi haksızdır ve sahiplerinin otoritesine boyun eğmesi gerekir. Kadın haksızdır ve kocasının-sevgilisinin-babasının otoritesine boyun eğmesi gerekir. Bu kuralları kim koymuş KİM! SEN BİLİYOR MUSUN AŞKIM? * Çocuk bir yere gitmek istemiyordur ama annesi babası ( sahipleri ) gitmek istediği için çocuk da gitmek zorundadır? Çocuk isyan eder, bir köşeye saklanır, bağırırsa da haksızdır? Babası ( sahibi ) ona vurur ve çocuk da karşılık verirse, hatta sahibinin kafasına oyuncaklarını atarsa daha da haksız olur? Çocuğun şiddet eylemleri yerine mecliste siyaset yapma yolunu tercih etmesi gerekirdi ama çok yazık bunlar hep cahillikten… * Köpek o tatsız tuzsuz sentetik mamalardan yemek istemiyordur ama sahibi mamanın sağlıklı olduğunu duyduğundan ( parasından da değil ) et almıyordur. Köpek açlık grevine gider ama sahibi ‘eninde sonunda yiyecek, mecbur, elimahkum’ olduğunu düşünerekten almaz. Ağzına günlerce tek lokma mama koymayan köpeğin durumu baktı ki kötüye gidiyor, mecburen et almak zorunda kalır veyahut kendi yediği yemeklerden verir. Açlık grevine gitmek yerine, neden demokratik yollarla hakkını aramamıştır köpek? Yoksa bazı güçlerin maşası olarak mı kullanılıyordur? * Kadın kocasından ayrılmak istiyordur ama kocası ( sahibi ) istemiyor, kadını tehdit ediyor ve kadına saldırıyordur. Polise, mahkemeye başvurur ama ciddiye alınmaz, sonuçta onlar da erkektirler ( efendi-sahip’tirler ). Ailesine sığınır ama onlar da reddeder, sonuçta bu erkeklik kurumuna karşı bir isyandır, bir 55
isyancıya nasıl yardım ve yataklık ederler? Zor koşullar altında evini, telefonunu değiştirir ama yine de bir biçimiyle sahibi onu bulur. Günlerce baskı, tehdit ve işkence görür. Bir gün yine işkence sırasında sahibini 38 yerinden bıçaklayarak öldürür. Bu terör eylemine bulaşan kadının eylem sırasında kullandığı bıçağın ABD yapımı olduğu da sonradan ortaya çıkar.
56
BATI Bugün Batı, M1 Abrams tanklarının üstünde son ses heavy metal dinleyerek Felluce’yi vuran Amerikan askeridir. O, Moğol ovalarında kaybolmuş, herkesin kafa bulduğu, kredi kartına cankurtaran halatıymışçasına sarılan bir turisttir. O, Go oyununa iman etmiş bir CEO’dur. Mutluluğu giysilerde, erkeklerde ve nemlendirici kremlerde arayan genç kızdır. Dünyadaki bütün asilerle dayanışma göstermek için -ama yenilmiş olmaları kaydıy57
la- yeryüzünün dört bir yanına seyahat eden İsveçli insan hakları aktivistidir. Cinsel özgürlüğü olduğu sürece politik özgürlüğe değer vermeyen bir İspanyol’dur. Gerçeküstücülükten Viennese Actionism’e kadar medeniyetin yüzüne en iyi kimin tükürebileceğini görmek için yarışan sanatçılar yüzyılının “modern dahisi” önünde huşu duymamızı isteyen bir sanat aşığıdır. Budizm’de gerçekçi bir bilinç teorisi bulmuş bir sibernetikçi ve Hindu metafiziğiyle amatör düzeyde uğraşmanın yeni bilimsel keşiflere ilham vereceğine inanan bir kuantum fizikçisidir. ( Yaklaşan İsyan )
Demokrasi mi? Yok Lazım Değil Canım. Demokrasi gelmeyecek bu taraflara. Çünkü her yer sokakta dolaşan efendisiz köpekler, işportacılar, kahvede oturan adamlar, merdivende oturan kadınlar, bağıran insanlar, kaldırımdan çıkan otlar, bir yerlerde biriken sular, yere düşen yapraklar, sıvası dökülen evler, tesisatı kendisi yapanlar, standartlara uydurmayanlar, okuldan kaçan çocuklar, bebeklerini kendi düşüren kadınlar, sokaktaki her olaya dahil olan insanlar, sevdiklerini yasadan üstün tutanlar, vergi kaçıran esnaflar, kuyumcu soygunları, bavul ticareti, vapur kazaları, kaporta üzerinde duran kediler, ağaç altında içenler, arabada takılanlar, çekirdek çitleyenler, piknik yapanlar, üstü başı pisler, birlikte oynamayı başaran çocuklarla dolu. Demokrasi ancak yeterince eğitilmiş ve yasalara uyum sağlamış, mekanikleşmiş ve cansızlaşmış; hakiki ve dizginsiz özgürlüğünün yerine ‘ ifade ‘ , ‘ basın ‘ , ‘ ekonomik ‘ gibi tanımlı özgürlükleri alanların sistemidir. Demokrasi; nükleer bombalara, soykırımlara, yıkımlara, hapishanelere, mezbahalara, okullara, şehir 58
planlamaya onay verebilenler için bir yönetim şeklidir. Kendisi rıza göstermeyecek, eğitilememiş, köleleştirilememiş canlılar için değildir. Mesela sivrisinek, mesela Bangladeşli. Ne mutlu ki hem bizim bu topraklarda hem de dünyanın gelişmekte olan diğer ülke ve topluluklarında insanlar halen ancak dayaktan, işkenceden, hapisten, ölümden anlıyor. Eğitimliler gibi rıza göstermiyor, kendisine sınırlar koymuyor, düzene inanmıyor. İsyan ediyor, direniyor, sınır tanımıyor, laftan anlamıyor, hukuk yetersiz kalıyor. Devlet öldürüyor, gerçek yüzünü faili meçhullerle, işkencelerle göstermek zorunda kalıyor. Kimi zaman o kadar güçsüzleşiyor ki ordusunu kendi halkı üzerine sürerek ‘ben devletim, halkın ta kendisiyim’ yalanını tanklarla paramparça ediyor. Şu an Almanya, Fransa, İsveç, İsviçre, Hollanda gibi insan haklarına saygılı, demokrasinin öncüsü olarak bilinen ülkelerin hapishanelerinde her ay onlarca insan öldürülüyor, intihar etti deniliyor. Mülteciler toplama kamplarına atılıyor ve kaderlerine terk ediliyor. Ne zaman ki sistem insan hakları oyununu daha fazla sürdüremiyor, - mesela ucuz işçi olarak çalıştırabileceklerinden çok daha fazla mülteci geliyor - öldürmeye ve işkenceye başlıyor. Sistem sadece sarsılınca dişlerini gösteriyor kısaca. İktidarlar izin almaz; köleler izin alır, talep eder. İktidarlar evleri yıkmak, yasalar çıkarmak, soykırımlar yapmak, canlıları köleleştirmek için de nükleer bombalar atmak için de izin almıyor. Yarın da almayacak hiçbir zaman almayacak. Hiçbir zaman da çocuklara, kadınlara, varoşlara, taşa toprağa, kurda kuşa sorulmayacak. Bize demokrasi değil; bize basın, ifade, seyahat özgürlüğü değil, özgürlük lazım. Canlı ve pırıl pırıl bir özgürlük.
59
Boşver Aşkım Gitme Bir Şey Yok o Tarafta Müzelerle, binalarla, markalarla, akıllı telefonlarla, kıyafetlerle, kitaplarla, megabaytlarla, Eurolarla, bankalarla, alışveriş merkezleriyle vakit geçirmek için birebirdir Batı Avrupa’nın şehirleri. Canlılık barındırmamaya çalışırlar ama varoş gençleri, göçmenler bütün bu yapaylığı bozar. Mahvettikleri ülkelerden bağıran, kavga eden, şakalaşan, koşan, sıkıntı çıkaran, temas eden, turnikeden atlayan, vergisiz iş yapan, kaçak mal satan, yere çöp atan, kırmızı ışıkta geçen, hız sınırlarını aşan, marketlerden çalan yabancılar akar durur şehirlerine. Batı Avrupa devletleri işte bu göçmenlerle ilgili bir denge sağlamaya çalışıyor. Sömüreceği kadar göçmeni ( güvenlik görevlisi, temizlikçi, garsonluk gibi işler için ) günlük olarak varoşlardan şehrin merkezine taşımak, toplama kamplarında tutmak ve ülkelerine geri göndermek, bir kısmını da varoşlarda ya kaderlerine terk etmek ya da makarna yardımı tipi kilise yardımlarına muhtaç şekilde yaşatmak istiyor. İşte bu dengeyi sağlayamadıkça gerçek yüzünü ortaya çıkarıyor. Medya ve eğitim yoluyla Batı Avrupalı olmayan bütün değerler aşağılanıyor, nefret aşılanıyor. Varoşlarda polis sık sık kara derilileri durdurup GBT yapıyor. Göçmenler için özel toplama kampları kuruyor, işkence yapıyor, hapishanelerde öldürüp ‘ kendini astı ‘ diyor. Hangi insanın haklarını savunuyorlar, hangi insana ayrımcılık yapmıyorlar, hangi insan için düşünce özgürlüğü var, hangi insan mecliste/hükümette temsil edilebilir? Yalnızca beyaz, erkek ve zengin bir Batı Avrupalı mı? Demek ki Avrupa’nın değerleri buraya kadarmış, işte bittiii.
60
Avrupa’nın Gelişmişliği! Avrupa kelimenin tam anlamıyla Üçüncü Dünya’nın yarattığı bir şeydir. Onu boğan zenginlikler, azgelişmiş ülkelerden yağmalanan zenginliklerdir. İnsan ticaretinde uzmanlaşmış olan Hollanda’nın limanları, Bordeaux ve Liverpool dokları önemlerini sürülen milyonlarca köleye borçludur. ( Yeryüzünün lanetlileri )
Kalpsiz Bir Mahalle.
Batı tipi uygarlığın tahammülsüz, acımasız, makine gibi çalışan bir yapısı vardır. Sokaklarında özgür hiçbir hayvan göremezsiniz çünkü efendisiz hayvanlara tahammülleri yoktur. Köpekleri ve kedileri toplar öldürürler, güvercinler ve diğer kuşlar için konamasınlar diye çiviler koyarlar, böcekler yaşayamasın diye nehir kenarlarında ve apartmanlarda kimyasal silah kullanırlar. Hatta kaldırım kenarlarında ot, çiçek bitmesin diye özel betonla kaplarlar. Evsizleri şehir merkezinde gördüklerinde psikolojik ve fiziksel baskı uygular, bazen de arabayla varoşlara bırakırlar. Evsizler sıcak, yağmur almayan bir yere yatamasın diye çiviler takarlar. Bankları ve otobüs duraklarını evsizler üşüsün diye metal, yatamasın diye de kolluklu yaparlar. Polisi, mahkemeleri, memurları asla halden anlamaz, sizin içinde bulunduğunuz zorlu durumu görmez. Doktorları sizin iyiliğinizi istediğinden değil, görevi iyileştirmek olduğundan size bakar. Dış dünya ile duygusal ilişkilerini, canlılıklarını kaybetmiştirler. Onlar için yalnızca veriler ve görevler vardır. “ Kalpsiz bir mahallede doğmuş, çirkin bir apartman dairesinde yaşayan, diğer çirkinliklerle, gri bir yaşamın gri çevresindeki gri 61
duvarlarla çevrelenmiş ve onlara bakmamayı tercih eden, sadece kızılması ve yasaklanması gereken şeyler olduğunda müdahale eden bir toplumla yaşayan bir genç ne umut edebilir ki? “ ( Eski Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand ) Gerçi aynı François Mitterand Ruanda’da Fransa yanlısı Hutulara ve soykırıma destek çıkmış “ O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil. “ diye de eklemiştir.
5 Cent Batı Avrupa’dakilerin kurallara ne kadar saygı gösterdiği, yasaları kesinlikle ihlal etmediği övüp durulur. Hem uygarlığa itaat etmek iyi bir şeymiş gibi hem de sanki yasaları çok sevdiğinden, çok benimsediğinden ihlal etmiyormuş gibi. “ Tanrıya sevdalanmışlığını verip vicdan rahatlığını alır karşılığında, hazzı verip hoşnutluğu, özgürlüğü verip rahatlığı, ölümcül ateşi verip tatlı sıcaklığı alır. Bu yüzdendir ki yaradılış bakımından orta sınıfa mensup biri güçsüz bir yaşam dürtüsüyle donatılmıştır, korkaktır, kendisini elden çıkarmaktan çekinir, kolay yönetilecek biridir. Dolayısıyla, gücün yerine çoğunluğu, şiddetin yerine yasayı, sorumluluğun yerine oylamayı geçirmiştir. “ ( Bozkırkurdu ) Ne mücadele edecek, ne karşı çıkacak, ne hakikatle karşı karşıya gelecek cesareti ve gücü vardır. Para ve hapis cezalarıyla, polisin tanrısal gücüyle o kadar korkutulmuştur ki sınırları bir adım aşamaz. Dükkana 10 sandalye sınırı varsa 11 sandalye koyamaz, evinin çatısını 1 cm yükseltemez, gelirini 5 cent az gösteremez, komşudan rahatsız oluyorsa kendisi söyleyemez hemen polisi arar. Birey olduğundan, kendisini bilinciyle tanımladığından ( aile62
siyle, sevdikleriyle ya da boyuyla, kilosuyla, midesiyle değil ) kendi hayatının zora girmesi ya da kendi hayatının sona ermesi olabilecek en kötü şeydir. Feda etmekten, hastalıktan, kalbinin durmasından korkması da bundandır. Sağlıklı beslenir çünkü bedenen ve ruhen zayıftır, hastalığı kaldıramayacağını bilir. Sokakta, meydanda ya da metroda gerçekleşen herhangi bir olaya karışacak, bağıracak dahi güçleri yoktur. Ayrıca onu da ilgilendirmez çünkü o bir bireydir, kendisi dışındakiler devletin ve polisin ilgilenmesi gereken konulardır. Tanrı bütün Batı Avrupalılara korkularını yenecek cesareti verir umarım. Amin.
Bir Kölenin Günlüğünden
“ Bir Kasım gününü hatırlıyorum; altı aylık bile değildi. Efendi kapkara kulübeye kızıl ay gibi girdi, çocuğun küçük kaslı kollarıyla oynuyordu, çok iyi bir efendiydi o, şişko parmaklarıyla çocuğun küçük gamzeli yüzünü okşuyordu. Mavi gözleri gülümsüyordu ve baldan tatlı sözleriyle çocuğa takılıyordu. Bana bakarak, bu oğlan çok iyi bir köle çobanı olacak, dedi ve başka güzel şeyler de söyledi, efendi, çok erken başlamak gerektiğini, iyi bir Hristiyan, iyi bir köle, iyi bir kul, güçlü kuvvetli, canlı bir adam, iyi bir komutanın keskin gözlü, güçlü kollu köle çobanı olmak için yirmi yılın fazla uzun olmadığını söyledi. Bu adam oğlumun beşiğine, bir köle çobanının beşiğine bakarak hayaller kuruyordu… ... Bir Kasım gecesiydi…Çığlıklar birden sessizliği aydınlattı, ayağa fırladık, biz köleler, biz tezekler, sabırlı toynaklarıyla hayvanlar. Deli gibi koşuyorduk; silahlar patladı…Vuruyorduk. Kan ve ter bizi serinletti. Çığlıklar arasında vuruyorduk ve çığlıklar daha da 63
yükseldi, doğuya doğru büyük bir yaygara koptu; müştemilatlar yanıyor ve alevler tatlı tatlı yanaklarımızı yalıyordu. Sonra efendinin evine saldırıldı. Pencerelerden ateş ediyorlardı. Kapıları zorladık. Efendinin yatak odası ardına kadar açıktı. Efendinin yatak odası apaydınlıktı ve efendi oradaydı, çok sakin… ve hepimiz durduk… o efendiydi… Ben içeriye girdim. Sen, dedi, çok sakince… Bendim, gerçekten de benim, ona söyledim, iyi bir köle, sadık köle, kölelerin kölesi ve birden bire gözlerim yağmurlu günde korkmuş iki hamamböceği oldu… Ben vurdum, kan fışkırdı: Bugün hatırladığım tek vaftiz töreni bu. “ ( Yeryüzünün Lanetlileri )
Soylu Ruhlarımız Irkçıdır.
‘Yurtdışına çıkıcam’ , ‘ Yurtdışında çalışmak-okumak istiyorum’ gibi cümlelerindeki ‘yurtdışı’ kelimesi ‘Almanya’ , ‘Fransa’, ‘Hollanda’, ‘ABD’, ‘İsveç’ , ‘Kanada’ gibi birkaç ülkeyi kapsar aslında. Dünyada tanınan 200’ün üzerinde ülke var halbuki? ‘ Nereye gideceksin canım, Afganistan’a mı? ‘ diye bir soru sorulduğunda afallayacak ve onun soylu ruhunun aşağılandığını hissedecektir. Onun gibi soylu bir ruh nasıl Afganistan’da yaşardı, nasıl Afganistan’ı arzulardı? O üstün ırklar gibi olmak, üstün ırklar gibi yaşamak istiyordur, kendisini üstün kültürün egemen olduğu coğrafyalara yakıştırıyordur. Reklamlarda Batı Avrupalıyı andıran birisini görünce o malı arzular ve satın almak ister. Üstün ırk kullanıyorsa kendisi de kullanmalıdır. 64
Bir fikri, bir pratiği üstün kültür olan Batı Avrupa’da görür ve hemen benimsediği gibi ardından da kendi coğrafyasına taşır. Sonrasında da ‘bizim ülkemizde şöyle’ , ‘ Avrupa’da böyle değil ‘ diyerek kendi değerlerini aşağılar, üstün kültürü yüceltir. Üstün kabul edilen kültürler gibi giyinmeyen, saçını başını onlar gibi yapmayan, onlar gibi davranmayan, onlar gibi bakmayanları çirkin bulur. Zengin, kariyerli, eğitimli olunsa dahi yetmez. İşte sömürge halklarının genel ruh hali. Sömürgeci gibi konuşanı dinleriz, sömürgeci gibi giyinene bakarız, sömürgecilere benzemeye çalışırız, sömürgecileri övüp dururuz. İşte muhteşem medeniyetimiz, tanıyalım!
Welcome welcome! Şşt mülteci sen gelme! Genellemek elbette doğru olmaz ama genellikle! kendilerinden olmayan herkese üstten bakan, bulundukları ülkedeki değerleri aşağılayan, umursamayan turistler istedikleri gibi yaşayabilir, gezebilir. Mecburiyetten göçen mülteciler ise tehdit edilir, polise verilir, evleri yakılır. Turistlere banka hesapları-tabletleri-konuşacak dilleri her şeyleri olduğu- yalnızca gezme maksadıyla geldiği bilindiği halde yardımcı olunur, hesap ödetilmez, evlerde ağırlanır. Gerçekten buraya mecburen gelen, aç, parasız, çoluk çocuk sokaklarda kalan insanlara ise yardımcı olmayı bırak ‘ nereden geldiyseniz oraya dönün ‘ diye bağırılır, zaman zaman da linç edilir. Demek ki misafirperverlik sadece üstün ırklara, parası ve gücü olanlara gösterilirmiş. Gerçekten ihtiyacı olanların evleri yakılır, geri gönderilmeye çalışılırmış. İşte yere göğe sığdıramadığımız misafirperverliğimiz! 65
Bir ara Zürih’e yolum düşmüştü bazı notlar da almıştım, seninle de paylaşayım dedim:
Zürih Notları
Kontrol Devleti - Bütün kimlikler çipli ve ev adresi var, ev değiştirince kimliğini de 3 hafta içerisinde değiştirmek zorundasın. - İnsanlar kimliklerine göre sınıflanıyor 1. sınıf: İsviçreli 2. sınıf: Sonradan İsviçre kimliği alanlar 3. sınıf: AB vatandaşları 4. sınıf: C kimlikli yani daimi oturumlu yabancılar 5. sınıf: B tipi kimlik verilip oturumu her yıl uzatılanlar. ( çalışmıyorsa 6 ay uzatılıyor, 6 aydan sonra işsizse oturumunu bitiriyor ve geri gönderilirler ) 6. sınıf: İlticası kabul edilmiş fakat şüpheli durumda olup F kimlik verilenler. Aynı B gibi hakları var ve daima F kimlik olarak kalıyor. 7. sınıf: İlticasına cevap alamamışlar ve red gelip, geri gönderilenler. 5. ve 6. sınıf kimlik sahipleri istediği gibi kanton veya şehir değiştiremez. Öncesinde iş ve ev bulmak zorundalar, sonrasında polis kimlik verirse yeni evine taşınabilir. Bu kişiler her iş buldukların66
da polisten iş izni almak zorundadırlar. Her işi de yapamazlar, yalnızca inşaat, restoran vs. gibi işlerde çalışabilirler. İsviçreliler ve C Kimlikliler vergilerini kendileri öderler, B ve F kimliklilerin vergileri ise doğrudan maaştan işveren tarafından kesilir. - 2 farklı evi kendi adına tutamazsın. Bunun sebebi de bu evlerde kimlerin yaşadığını belirlemenin zorluğu. Her evde kimin yaşadığı kesin olmalı bu devlete göre. - Çöp türlerinin atıldığı yerler ayrı ve uzak bölgelerde. Belediye çöp vergisi almak yerine 10 çöp torbasını 35 franktan sattırıyor, çöp atmak için başka bir torbayı kullanman ise yasadışı. Geri dönüşüm masraflarını kısmak temel sebep. - Pil ve ampulleri Migros gibi büyük marketlere vermek zorundasın. - Arabaların park çizgileri bellidir onun dışına çıkamazlar, bütün sokaklarda bütün çizgiler muntazamdır. - Arabalar trafikte insanı çıldırtacak derecede yavaş ve kurallara uyarak gider. Sırf yaya geçidi var diye yürüme hızından daha yavaş geçiyorlar. Oyunlarda oyuncunun haricindeki herkes arabaları çok sıkıcı derecede yavaş ve kurallara uyarak kullanır ya, aynı o şekilde. Gerçek bir şehir değil zaten, simülasyon. Her kaza simülasyonu bozacağından kazanın olmamasına çok dikkat edilir dünyanın her yerinde. Kaza canlılıktır. - Çalışırken bütün anlarında işe tam bir verimle katılmanı beklerler. Sigara ve çay molası mı, işteyken birisiyle muhabbet etmek mi? Bütün İsviçre’de insani her şey yasaktır ama çalışırken daha da yasaktır. - Viyadük, otoban ve tünellerle dolu İsviçre. O hayallerimizdeki Heidi’nin Alpleri yok. Kutsallığı, ulaşılmazlığı ve saflığı çoktan yok olmuş. 67
- Birisinin arabasına çarptıysan ve çok ufak bir çizik olduysa bütün kapıyı ya da tamponu değiştirmeni isterler, çünkü hayatlarındaki her şey mükemmel olsun ister bu insanlar. O ufak çiziği bile var oluşlarında bir leke olarak görürler, biyonik insanın ilk örnekleri aslında bu arkadaşlar. - Milyonlarca frankı çok teknolojik, kullanışsız ve cansız evlere verirler. Bu evler de zaten içerisinde insan yaşasın diye tasarlanmadı, biyonik insanlar yaşasın diye tasarlandı. - Ormanın içerisinde kaybolan bir köpeği dahi bulmuş bir MOBESE sistemi vardır Zürih’te. Yasadışı arkadaşlar dikkatli olmalı!
Polis Devleti - Zürih’teki bütün evlerin anahtarlarının bir kopyası da poliste var. Polis haberin yokken evlere, arabalara girebilir. Girdiklerini de sandalyeyi sokağın ortasına koymak gibi, arabanın camlarını açık bırakmak gibi yöntemlerle belli eder. Birileri adım adım takip eder, bazen belli eder bazen etmez. - Evinin anahtarının bir kopyasını yaptırmak mümkün olmadığından kaybedersen bürokratik işlemlerle ve para cezasıyla uğraşmak zorundasın. Bunun sebebi de ev anahtarını başkasına vermelerini istemiyorlar. Eve girip çıkanı kontrol etmek için böyle bir yola başvurmuşlar. - Yabancılar İsviçre kimliği için 5 yıl ikamet etmek zorunda. İkametgah değiştirmek yabancılar için çok zor, taşınacakları şehirde evleri ve işleri hazır olmak zorunda. İşi ve evi belli olmayan bir yabancı çok tehlikeli bir canlıdır! - İsviçre devleti korkutmak ya da bilgi almak için gözaltına almayı tercih etmez. Yıllarca hakkında bütün delilleri topladıktan sonra seni alır ve uzunca bir süre yatırmadan da bırakmaz. 68
- İsviçre’de askerlik zorunludur. Askerliğini orduda ya da kamu hizmetinde yapmayan kişilere para cezası verilir. Parayı da ödememekte diretiyorsa bu kişi para cezası hapis cezasına çevrilir. Hapse girip çıktıktan sonra hala da askerlik yapmıyorsa kimliği elinden alınır. Dolayısıyla da yasal hiçbir işte çalışamaz, hiçbir sosyal hizmeti kullanamaz, hiçbir ülkeye yasal olarak geçiş yapamaz. - Para cezası hapis cezasına çevrilebilir, hapiste ucuz işçi olarak çalışılır. - Son 6 ayda 4 kişi işkencede İsviçre karakollarında ve hapishanelerinde öldürüldü. Ayrıca çok sayıda insan dipçik darbesiyle ve plastik mermiyle gözünü kaybetti. ( Kasım 2013’te yazılmıştır) - Polisler konuşurken sadece sordukları soruların yanıtı dinlerler. Bunun dışında ne dersen de hiçbir şekilde duygusal bir tepki vermez, sadece bakarlar. Bir kişi konuşurken diğerleri elleri silahta hazır bekler. Polisler mekanize, cansızca bir eğitimden geçtikten sonra bu hale gelirler.
insan Hakları Diyoruz ya Hangi insandı Canım Unuttum da?
Batı Avrupa uygarlığı yalnızca Batı Avrupalıları insan ve Batı Avrupalı asker olmayan insanları da sivil olarak tanımlar. Asker olmayan Iraklılar ise insan olmadıklarından dolayı sivil olamaz. Dolayısıyla onların bombalanıp öldürülmesinde, işkence görmesinde bir sakınca yoktur. Fakat asker olmayan Batı Avrupalı ‘insan’ların bombalanıp öldürülmesinde, kafalarının kesilmesinde sakınca vardır. Çünkü onlar insandır, asker olmadıkları için de 69
sivildir ve sivillere saldırmak insan haklarına aykırıdır. Iraklılar zaten insan da değildir ondan dolayı hiçbir hakları yoktur. Batı Avrupa’ya göre ordunun silahlarını geliştiren mühendisler, ordunun bütçesi için toplanan vergileri verenler, ordunun malzemelerini temin edenler, ordunun bir yere saldırması için halkı hazırlayan medya çalışanları, orduyu bir yere saldırtan milletvekilleri sivildir. Sadece eli silah tutan, uçağa binen, düğmeye basanlar askerdir. Batı Avrupa uygarlığı uçaktan atılan bombalarla, füzelerle öldürmeyi savaş; kılıçla öldürmeyi, pusu kurmayı vahşet olarak tanımlar. Uçakların ve füzelerin yalnızca kendisinde olması ise kesinlikle bir ayrıntıdır. “ Ve bazıları, mücahidlerin operasyonlarda masum sivilleri hedef aldığını iddia ediyorlar. Şeriatta asker sivil ayrımı yoktur. Onun yerine, şeriat, insanları, savaşanlar ( eli silah tutan) ve savaşmayanlar ( eli silah tutmayanlar ) olarak ayırır. Ve savaşçı, savaşa bedenen, fikren veya mallarıyla dahil olan kimselerdir. Bu kıyasa göre, batının insanları savaşanlardır, çünkü onlar bizim çocuklarımızı öldüren, hazinelerimizi yağmalayan ve ülkelerimizi işgal eden politikaları belirleyen liderlerini seçerler ve bunlarla parlamentoda temsil edilirler. Bu politikaların icra edilmesi için ödedikleri vergilerle, bize saldıran orduları da desteklerler. Bizler inancımızı, çocuklarımızı ve kaynaklarımızı korumakla mükellefiz. Biz onlara hafif silahlarla mukavemet gösterirken, Amerika ve Batı, şehirlerimize 7 ton bombayla; halı bombalarıyla ve kimyasal silahlarla saldırırlar. Bu mümkün değildir. Nasıl bombalanırsak öyle bombalanacaklar. Nasıl öldürürlerse öyle öldürülecekler. Gerçek Yüce Allah’ın söylediği gibidir: ‘ Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler ( saygı gösterilmesi gereken şeyler ) kısas kuralına tabidir. O halde kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın ‘ 70
[ Bakara : 194 ] Ve tüm dünya biliyor ki, tüm teknolojik donanıma rağmen, Amerika karada zayıftır ve düşmanı vazgeçirene kadar, siviller de dahil her yeri, her şeyi bombalayarak yıkmak, Amerika’nın savaştaki değişmez temel taktiğidir. Ve onlar sanırlar mı ki biz onları kendi topraklarında vuramayız? “ ( Eymen Ez-Zevahiri )
“ ...Şimdi yığınlar, yabancılara karşı verilen savaşa aktif, hatta bağnazca katılıyorlar. Onlar, Hong-kong’daki Avrupa kolonisinin ekmeklerine serinkanlı bir hesapla bol miktarda zehir karıştırıyorlar... Çinliler silahlarını gizleyerek bindikleri ticaret gemilerini ele geçiriyorlar; mürettebatı ve Avrupalı yolcuları denize atarak boğup, gemilere el koyuyorlar. Onlar gördükleri her Avrupalıyı kaçırıp öldürüyor ve malına mülküne el koyuyorlar... bu yöntemlerle savaşan bir halk karşısında, bir ordu ne yapabilir ki?... Yangın bombalarını savunmasız bir şehrin üzerine yağdıran, buna katliamları ve tecavüzleri de ekleyen uygarlık bezirgânları, Çinlilerin yöntemlerini korkak, vahşi ve barbarca bulabilirler, ama bundan Çinlilere ne, eğer yalnızca bu yöntemler onları muvaffak ve başarılı kılıyorsa... Eğer onların gaspları, adam kaçırmaları, baskınları ve gece gerçekleştirdikleri katliamlar, bizim anlayışımıza göre korkaklık olarak tanımlanacaksa, uygarlık bezirgânları unutmamalılardır ki, Çinliler, kendilerinin de ispatladıkları gibi, Avrupalıların tahrip gücü yüksek, yıkıcı silahlarına karşı alışılmış, klasik savaş yürütme yöntemleriyle mukavemet edemezler, etkili bir direniş gösteremezler ve tutunamazlar... Basının yaptığı korkunç gaddarlıklar üzerine ahlak dersi vereceğimize, buradaki meselenin bir halk savaşı olduğunu kabul edersek iyi ederiz. Ve bir halk savaşında ayaklanan ulusun araç ve kullandığı yöntemler, ne düzenli ordunun uyguladığı genel savaş kurallarıyla değerlendirilebilir, ne de herhangi bir soyut ölçüye vurulabilir... “ ( Friedrich Engels ) 71
UYGARLIK Zaman belli belirsiz sürükleyip durdu hep insanı; Ahvâline hüküm sürdü insafsızca. Huzura, sessizliğe erişemez oldu insan; Hasret kaldı. O kadar hızlı sürüklendi ki yolunu da, izini de kaybetti. Bulamaz oldu döneceği yolu, Dönüp de kulağını vereceği sesi, Toprağı, sevgiyi, hüznü, saflığı, duruluğu. Kaybetti temizliğini dünya, içine insanı hapsetti. Bir hoş sadâsı vardı inceden duyulan, Onu da yitirdi; Ahuzar kaldı. 72
Hayat Artık Çok Kolay!
Banyo yapmak için suyu odun ateşiyle ısıtmanıza gerek yok, sizin yerinize kombi yapıyor! Evde yemek yapmanıza gerek yok, sizin yerinize lokantalar yapıyor! Çeşmeden su taşımanıza gerek yok, damacana geliyor! Turşu kurmanıza gerek yok, fabrikalar kuruyor! Ekmek pişirmenize gerek yok, her taraf ekmek! Ev yapmanıza, aynı evlerde kalmanıza gerek yok, inşaat şirketleri bol miktarda apartman dikiyor! Kıyafetinizi dikmenize gerek yok, uzakdoğudan ucuza kıyafet geliyor! Çocuk bakmanıza gerek yok, bakıcı bakıyor; çocuk yetiştirmenize gerek yok, okul yetiştiriyor! Sevdiklerinizi özlemenize, yollarda zaman kaybetmenize gerek yok, internet, telefon var yetmezse uçak var! Ya bir şey sorucam. Ne yapmamız lazım o zaman bizim? İşe-okula gidip gelelim, geri kalan zamanlarda da sıkılalım mı? Bir de bütün bu kolaylıklar bize mutluluk verecek mi? Ateşi, ağacı, suyu, dumanı, buharı görmenin; ardı ardına yıkanmanın, birlikteliğin nesi kötü? Evde tencere kaynatmanın, onun mucizesini görmenin, bir şeyler yaratmanın nesi kötü? Nesiller boyu hikayeler anlatılan kutsal dağların suyunu almak için biraz mücadele etmenin nesi kötü? Komşudan ekmek istemenin, paylaşmanın nesi kötü? Kuşun kendi yuvasını yapmasının, yuvanın kalabalık olmasının nesi kötü? Kimi insanları hiç anlamıyorum canım.
73
isimsiz Bir Vahşi Olalım mı? “ + Nereden geldin sen? - Hiçbir yerden geliyorum + Söyle bana, nesin sen? - Ben yokum. + Ne istiyorsun? - Ben istemem. + Bu bir mucize! Söyle bana, adın ne? - Bana İsimsiz Vahşilik derler. + Senin anlayışın nereye varır? - Dizginsiz bir özgürlüğe. + Söyle bana, dizginsiz özgürlük dediğin nedir? - Bir insanın geriye ve ileriye bakmaksızın ve kendisi ile Tanrı arasında herhangi bir ayrım yapmaksızın geçici heveslerine göre yaşamasıdır… İlkel insanlar mevcut an içinde yaşarlar, tıpkı bizlerin de eğlenirken mevcut anda yaşaması gibi. Benzer bir yaklaşımı Nietzsche şöyle dile getirir; ‘Tüm zevkler sonsuzluğu arzular; derin, çok derin bir sonsuzluğu. ‘ Mbutiler, ‘mevcut anın doyurucu bir şekilde yaşanmasıyla, geçmişin ve geleceğin, kendi başlarının çaresine bakacağına’ inanırlar. İlkel insanlar anılarla yaşamazlar ve genellikle doğum günleri ve yaşlarını ölçme gibi konularla ilgilenmezler. Gelecek konusunda ise, henüz var olmayanı kontrol altına almaya pek hevesli değildirler, tıpkı doğayı egemenlik altına alma niyetinde olmadıkları gibi. Onların, doğal dünyanın değişkenliğine ve akışına an be an katılışları, mevsimlerin farkında olmalarına engel değildir, ama bu, mevcut anı onlardan çalan yabancılaşmış bir zaman bilincine dönüşmez. “ ( Gelecekteki İlkel )
74
Üşüyoruz
Üşümememiz için Sibirya’dan çıkan doğalgaz geliyor. Üşümememiz için madenlerin, dağların ve ulu ağaçların huzuru bozuluyor. Üşümememiz için nükleer santraller, HES’ler, doğalgaz santralleri kuruluyor. Üşümememiz için hayvanların derileri yüzülüyor. Üşümememiz için koyunların tüyleri asker gibi tıraş ediliyor. Acaba istiyorlar mı? Üşümememiz için pamuk canlısı işlem görüyor ve hayatının geri kalanını kıyafetimizin içinde geçirmek zorunda. Üşümememiz için doğaya el konuyor, evler apartmanlar dikiliyor. Üşümememiz için dünyanın dört bir tarafındaki kumun, çimentonun, suyun, boya-pvc vs. için petrolün huzuru bozuluyor. Sıcak bir yerde yaşasak olmaz mıydı? Hiçbirinin yapılmasına gerek kalmazdı. Ne zaman banyo yapmak, çamaşırlarımızı ( varsa ) yıkamak istesek dereye girer hallederdik. Ayakkabı, kaban, kalın çorap, yorgan bilmem ne derdinden kurtulurduk. Ev olacaksa bile dışarıda bulutlarla, dağlarla, canlılarla istediğimiz kadar vakit geçirebilir, soğuktan hasta falan olmazdık. Evet üşüyoruz. NİYE ÜŞÜYORUZ? NİYE SOĞUKTA YAŞIYORUZ? SOĞUKTA YAŞAMAK ZORUNDA MIYIZ? KİM GETİRDİ BİZİ BURALARA? 75
Çok iyi Verim Alıyorum Domatesin en düzgününü, kadının en bakımlısını, kıyafetin defosuzunu, mobilyanın en muntazamını, her şeyin en iyisini, her şeyin en kusursuzunu seç. En verimlisini, en iyi çalışanını, en çok üretenini seç. Meyve vermeyen ağacı kes, çocuk doğurmayan kadını boşa, yumurta vermeyen tavuğu kes, bir yeri yırtık malı çöpe at, iyi çalışmayan işçiyi kov. Ben de sevmem “ ‘ Çalışma ‘ sözcüğünü pek sevmem. Çalışması gereken tek hayvan insandır ve sanırım bu, dünyadaki en komik şey. Diğer hayvanlar yaşamlarını yaşayarak sürdürürler, ama insan, hayatta kalmak için gerekli olduğunu düşünerek deli gibi çalışır. İş ne kadar büyükse, mücadele ne kadar fazlaysa, o kadar harika olduğunu düşünür. Bu şekilde düşünmeyi bırakıp, bolca boş zaman içeren kolay ve rahat bir yaşam sürmek ne kadar iyi olurdu. Öyle sanıyorum ki, tropik bölgelerdeki hayvanlar gibi yaşamak, sabah ve akşam dışarıya çıkıp yiyecek bir şey var mı diye bakmak ve akşamüstü uzun bir uyku çekmek harika bir yaşam olurdu. “ ( Ekin Sapı Devrimi ) Kalkınıyoruz “ Bir köyün orta yerinde bir fabrika kurmaktansa, oraya veba tohumları saçmak, su kaynaklarını zehirlemek daha iyidir. Fabrika işçiliğini başlatın, ne neşe kalır ortada, ne sağlık, ne de özgürlük. Yaşamı güzel ve yaşanmaya değer yapan ne varsa, hepsi gitti gider. Ekonomi uzmanları da, işçilere ‘toplumsal zenginliği artırmak için çalışın!’ deyip duruyorlar hep. Ama, bir başka ekonomist, Destut de Tracy, onlara şöyle yanıt veriyor: ‘Yoksul uluslarda 76
halkın rahatı yerindedir. Zengin uluslardaysa, halk, genellikle yoksuldur.’ “ ( Tembellik hakkı ) Yata yata direniyoruz canım “ Sömürge insanının tembelliği sömürge aygıtına yönelik bilinçli bir sabotajdır, biyolojik düzeyde bir öz savunma sistemidir ve hiçbir şey değilse bile işgalci güçlerin tüm ülke üzerindeki tahakkümüne karşı emin bir frendir. Tembeldirler, elbette öyledir. Ne bekliyordunuz? Bu bir sabotaj biçimidir. İçten pazarlıklı ve hırsızdırlar. Ne bekliyordunuz? Küçük hırsızlıkları henüz örgütlenmemiş bir direnişin başlangıcına işaret eder. “ ( Yeryüzünün Lanetlileri )
Yaşamak için Para Lazım
Aslında şöyle demek lazım, şehirde yaşamak için para lazım. Şehrin merkezinde yaşamak için daha da çok para lazım. Uygarlığı arayanlar için para lazım. Akrabaları, arkadaşları olmayanlar ve kopmuşlar için para lazım. Geçmişten gelen bilgilerini unutmuşlar ve uygarlığa bağımlı olmuşlar için para lazım. Şehirde neye para harcıyoruz: Kira. Köyde yaşasaydık ya da şehirde kendi ellerimizle yaptığımız gecekonduda otursaydık kira ödemezdik. Kendimiz yapmasak bile şehrin daha dış semtlerinde otursaydık çok daha az kira öderdik. Ulaşım. Köyde yaşasaydık ya da şehirde dükkanı eve yakın olan bir esnaf olsaydık ulaşıma para vermezdik. Şehrin merkezini ar77
zulamasaydık, bütün sevdiklerimiz şehirde birbirinden kopmuş durumda olmasaydı, aynı mahallede hatta aynı apartmanda yaşasaydık da buna para ayırmak durumunda kalmazdık. Yiyecek-içecek. Köyde yaşasaydık yiyecek içeceğe para vermezdik, kendimiz yapardık. Şehirde otursak bile ufak bir bahçemiz, bahçede tavuklar falan olsa; sebze kurutma, salça yapma, turşu kurma, reçel-yoğurt vs. yapmak için alanımız ve zamanımız olsa çok daha az para verirdik. Köyle ilişkimizi sürdürsek, sürdürmesek bile köylerden gelen yiyeceklerin satıldığı bakkalların yakınında yaşasak da çok daha ucuza yaşayacağımız ve varlığımızın daha az kirleneceği kesindi. Fakat şehrin merkezini istiyoruz, hatta şehrin merkezinde başkasının yaptığı yemekleri yemek istiyoruz, evde yapıp çantamıza koymak zor geliyor sonra para yetmiyor. Faturalar. Köyde yaşasaydık suya, doğalgaza ve tüpe para vermek zorunda mıydık? Su dağdan geliyor, ısınmak ve yemek pişirmek için de odun keser kullanırdık. Elektriksiz yaşamak da gayet mümkün ama illa kullanacaksak da elektrik harcayacak çok daha az şey olacağı kesindi. Şehrin varoşlarında yaşama durumunda ise elektriği kaçak bağlamamız çok daha kolay olurdu. Kıyafet. İyi bir kıyafetin rahatlıkla 15-20 sene giyildiğini düşünürsek pek bir anlamı yok. Tabii hep yenisini, hep farklısını aramıyor, kendimizi yenilemek gibi hislere kapılmıyorsak. Sağlık. İyi yaşayacağımız için çok daha az hastalıkla uğraşacaktık zaten. Bazı hastalıkları da geçmişten gelen yöntemlerle de iyileştirebilecektik. Hem kim köyde depresyona, panik atağa yakalanır ki? Kişisel bakım. Fiziksel görünümü yargılayan müdür, iş arkadaşları ve reklam panolarıyla taciz edilmeyen, çevresi tarafından kabullenilmiş bakımsızlıkla suçlanmayan, sürekli aynaya bakmayan 78
bir insan neden kişisel bakıma yüzlerce lira harcasın? Tatil. İşe gitmeyen, betonlar içerisinde yaşamayan, canlılığı tatmaya devam eden insanlar bir tatil köyü arzulamazlar. Çok isterlerse denize, dereye, vadiye giderler. İşe giden, betonlar içerisinde yaşayan ama bireyci olmayan insanlar da tatili arzuladıklarında yine tatil köyüne gitmezler, birbirlerini ziyaret ederler. Bu da hiç ya da çok az miktarda para harcatır.
Köpek Bir köpeği izleyelim ve yemeğini nasıl iştahla yediğine bakalım. Acıktığında, yiyecek kokusu alırsa, hemen oraya gider ve anında yemeği silip süpürür. Yemeği bittiğinde de oradan uzaklaşır. Bir “teşekkür ederim” söz konusu değildir. Doğal hakkını kullanmıştır, ne eksik ne de fazla ve bundan öte bir kaygısı yoktur, ne kendisi ne de çevresinde tüm dünya hakkında. O mükemmeldir. Günah fikri, ister entelektüel, ahlaksal veya ruhsal bazda olsun, varlığı üzerinde gereksiz bir leke gibidir. O doğrudan Tanrı’dan gelir. “Ben tek başıma yeryüzündeki en onurlu varlığım.” diyebilir. Ama gerçekte, böylesine ‘ego-merkezli’ bir ifadeye gereksinim duymaz. Onun için havlamak ve cennet bahçesinden yeni çıkmış olan bu masum yaratığa zarar vermeye meyilli, günahkaygılı insanlardan kaçıp uzaklaşmak yeterlidir. ( Lao Tzu )
Gerekli Olmayan Şey Günahtır Koltuk, masa? Yerde de yemek yiyebiliyoruz? Yerde de bir minderle, yastıkla oturabiliyoruz? Bazasız, yaylı yataksız bir yer yatağıyla yerde yatamıyor muyuz? Buzdolabı? Apartmanlarda yazın yiyecekleri saklamak için serin, güneş almayan kiler-mahzen gibi yerler yok. Kışın kar-yağmur almayan ama soğuk bir yer de yok. Sebze ve meyveleri günlük olarak toplamak için bahçeler yok. Süt, yumurta gibi yiyecekleri günlük almak için hayvanlar olmadığı gibi; salça-peynir vs. hazırlama, sebze-meyve kurutma gibi işler için alanlar da yok. Buzdolabının temelinde apartman ve şehir hayatı yatıyor. Apartmandan uzak durmak en doğrusu olurdu ama yapamasak dahi bakliyat, hububat, sebze, meyve, kuruyemiş ağırlıklı bir beslenme düzeni ve yemeği günlük olarak hazırlayıp yemek de buzdolabını hayatımızdan çıkarabilir! Bulaşık makinesi? Neden çok fazla tabak, bardak kirletiyoruz? Yoksa hepimiz her şeyi ayrı tabaklarda mı yiyoruz? Yoksa evdeki kişiler hep ayrı ayrı zamanlarda mı yemek yiyor? Tabaklarımızı, tencerelerimizi yerken iyice bitirsek bulaşık yıkamak zor gelir mi? Olabildiğince az yağlı, hatta hiç yağsız yesek kaplar kirlenir mi? Hatta bulaşık deterjanına-küle bile gerek kalmaz. 80
Çamaşır makinesi? Belki de en zor vazgeçilecek eşyalardan biri ama çamaşır makinesi de kolektifleştirilebilir. Yani yakın çevrede yaşayanlar çamaşır makinesi olan birisine kirlileri götürebilir. Fakat başka sorular da sormak lazım. Neden kıyafetlerimiz bu kadar çabuk kirleniyor? Yoksa şehrin pisliğinden mi? Neden biz bu kadar çok kirleniyoruz? Peki biraz kirlendikten sonra hemen neden yıkama, yıkanma gereği duyuyoruz? Yoksa hijyenin iktidarının kol gezdiği bir uygarlıkta mı yaşıyoruz. Dışarı çıkarken temiz olmak lazım, işe giderken, okula giderken temiz olmak lazım. Neden kokamıyoruz, neden lekeli kıyafetlerle dolaşamıyoruz? Kokmak da lekeli kıyafetle dolaşmak da bir direniştir! Az miktardaki kıyafetimizi evde sabunla yıkayabiliriz. Ütü? Medeniyetin pürüzsüzlük, köşelilik, simetri takıntılarından dolayı ortaya çıkmış bir alet sanki. Mutfak robotu? Yahu kendimiz doğrayamıyor muyuz, ne robotu. Yoksa zaman mı yok? Neden yok? Yoksa işe mi gideceğiz? Elektrik süpürgesi? Şehrin sokaklarının tozunun pencerelerden sürekli içeri girmesi zaten ayrı bir mevzu, neden şehirde yaşıyoruz? Fakat neden azcık tozlu olmasına bile dayanamıyoruz? Ne olacak ne zararı var? Arada bir süpürürsün, bazen de yıkarsın tamam işte. Mikser? El diye bir şey var. Ocak-fırın? 81
Apartmanlarda vazgeçilmesi belki en zor olan beyaz eşya. Kuzine ya da sobalı fırınlar kullanılabilir. Odunla pişen yemeğin tadı muazzam derecede farklı olur. Kuzineler kışın evimizi de ısıtırdı ama apartmanlarda yaşadığımız için yazın onları koyacağımız ufacık bir bahçeden bile mahrumuz. Ayrıca daha az ateş kullanarak yaşamak da mümkündür. Suyun içerisine konulduğu takdirde birçok bakliyat yenilebilir. Ayrıca sebze, meyve, otlar, kuruyemişler de oldukları haliyle yenilebilir. Bu şekilde yaşamak en doğalı olurdu. Elbette market sebzesi, market meyvesinden bahsetmiyorum. Saç kurutma makinesi? Havluyla da gayet güzel kurutuluyor, nemliyken rüzgara bir süre çıkma tamam nedir bu acele. Fakat işe yetişmemiz gerek galiba. Kombi? Bütün odaları ısıtmak istiyorum. Evi bir tuşla ısıtmak istiyorum. Bunun için ta İran’dan, Rusya’dan gelen doğalgazı kullanıyorum. O doğalgazla üretilen elektriği de kullanıyorum. Parasını verdiğimden dolayı bu benim en doğal hakkım. Parası olan her zaman haklıdır. İşe gittiğimden dolayı odunla kömürle uğraşmak istemiyorum. Ayrıca pis de bir iş. Çay makinesi? Çaydanlık? Su ısıtıcısı? Bir tencere ve altında ateş? Grill? Mangal! 82
Kaygılanmayalım
“ Bu nedenle size şunu söylüyorum: ‘Ne yiyip ne içeceğiz?’ diye canınız için, ya da ‘Ne giyeceğiz?’ diye bedeniniz için kaygılanmayın. Can yiyecekten, beden de giyecekten daha önemli değil mi? Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker, ne biçer, ne de ambarlarda yiyecek biriktirirler. Göksel Babanız yine de onları doyurur. Siz onlardan çok daha değerli değil misiniz? Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir? Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın! Ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler. Ama size şunu söyleyeyim, tüm görkemine rağmen Süleyman bile bunlardan biri gibi giyinmiş değildi. Bugün var olup yarın ocağa atılacak olan kır otunu böyle giydiren Tanrı’nın sizi de giydireceği çok daha kesin değil mi, ey imanı kıt olanlar? Öyleyse, ‘Ne yiyeceğiz?’ , ‘Ne içeceğiz?’ ya da ‘ Ne giyeceğiz?’ diyerek kaygılanmayın. Uluslar hep bu şeylerin peşinden giderler. Oysa göksel Babanız tüm bunları gereksindiğinizi bilir. Siz önce O’nun egemenliğinin ve O’ndaki doğruluğun ardından gidin, o zaman size tüm bunlar da verilecektir. O halde yarın için kaygılanmayın. Yarının kaygısı yarının olsun. Her günün derdi kendine yeter. “ ( İncil )
iyiler Varmış Bir de Kötüler Varmııış.
Kötü insan değilmiş ama subay, savcı, çevik kuvvetmiş; kötü insan değilmiş ama HES’te şantiye şefi, köprüde inşaat mühendisi, plastik şirketinde kimya mühendisiymiş; kötü insan değilmiş ama kişisel gelişimci, psikiyatrist, ilkokul öğretmeniymiş; kebapçı sahibi, mezbahada müdür, hayvan deneyi yapan bir 83
araştırmacıymış; kötü insan değilmiş ama reklamcı, pazarlamacı, ana akım medyada haberciymiş; kötü insan değilmiş ama ilaç mümessili, tekstil atölyesinde müdür, bisküvi firmasında gıda mühendisiymiş… Ben kötü bir insan değilim halkımın huzuru için insanları hapse atıyorum. Ben kötü bir insan değilim ülkem kalkınsın diye ormanları kesiyorum. Ben kötü bir insan değilim eğitimli bir nesil yetişsin diye çocukların ruhunu eziyorum. Ben kötü bir insan değilim herkes süt içebilsin diye ineklere işkence yapıyorum. Ben kötü bir insan değilim toplumsal refah artsın diye insanları reklamlarla kandırıyorum. Ben kötü bir insan değilim çocuklar daha ucuza bisküvi yiyebilsin diye kimyasallar katıyorum. Ben kötü bir insan değilim çocuğum için her şey yaparım ama nazi subayıyken emir aldım ve yüzlerce yahudi çocuğu öldürdüm. Konuşursun, onu iyice bir süzersin, iyi bir amacı olduğuna inanacak gibi olursun. Fakat nasıl olabilir? Bunca kötülüğü yapanlar nasıl iyi bir amaca ulaşırlar? İşte o an kötülüğün insanlardan ve niyetten değil, kendisinden çıktığını anlarsın. Kötülüğü yok etmek gerekiyordur ve ayarttığı insanları durdurmak.
84
Biz-Onlar İnsanlar uygarlık tarihini kendi tarihleri gibi görüp, benimsiyorlar. Yani konuşurken ‘ tarımı biz bulduk ‘ , ‘ şehirleri biz kurduk ‘ ‘ hayvanları biz evcilleştirdik ‘ , ‘ elektriği biz icat ettik ‘ , ‘ uzaya biz çıktık ‘, ‘ cumhuriyeti biz kurduk ‘… Birlikte yapıldığı konusunda ikna ve suça ortak olunması belki de uygarlığın en büyük başarısıdır. Ama yine de şu soruları sormak gerek. Şu anda dünyanın bütün hapishanelerinde işkence yapılıyor, onu da sen mi yapıyorsun? : Yok onu devletler yapıyor. Milyarlarca hayvan esaret altında, sömürülüyor bunu kim yapıyor? : Onu da et-süt çiftlikleri yapıyor insanlığın yüz karaları onlar, bizimle alakası yok. Canlıların genetik yoluyla varoluşlarıyla oynanıyor, üzerinde incelemeler ve deneyler yapılıyor? Bunu da iktidar hırsına sahip kötü insanlar yapıyor. Peki tamam, iyi bir şey olarak söylemiştin ama şimdi tersinden sorayım. Hayvanları ilk sen mi köleleştirdin? : Yanii, bilemiyorum. Uygar insan katliamın, köleleştirmenin sembolleri olan şehirlerin kalıntılarına bakıp hayran kalıyor, biz yaptık diyebiliyorlar. Peki onları maymunlar mı yıktı? Hiçbir şeyi yıkıp yok etmedi mi uygarlık? Uygar insan, kendisini öldüren, baskı altına alan iktidar ve otoriteleri övmeyi okulda mı öğrendi? Tarih dışında geleceğe de büyük bir hayranlık var. En muhalif insanın bile içine işlemiş bir teknoloji arzusu var. Trenin daha hızlısı, binanın daha büyüğü çıktığında, silikon vadisindeki yeni bir buluşta seviniyor. Kibirin, kontrol uygarlığının, hissizliğin büyümesinden sanki hoşnut. Bilmiyorum her şey nasıl tersine çevrilir ama umarım BİZ çeviririz. 85
Makyaj Yapmamın Bir Anlamı Var mı ki? Deforme olmuş insan, hep kendini güzel gösteren aynalar bulur. ( Marquis de Sade ) Çirkinliği hiçbir makyaj, hiçbir renk kapatamıyor. Kıyafetler, yüzler, binalar, makineler, mobilyalar, yemekler… var oluşu itibariyle çirkin olan bir şey nasıl güzelleştirilebilir? Nasıl ruh katılır? Beyaz insan! Kendini ne kadar değiştirmeye çalışsan da çirkinsin işte. Şehirlerinin bütün metrolarını orman görüntüsüyle boyasak, bütün apartmanlarına bulutları projektörle yansıtsak, araçlarından motor değil elektronik kuş sesleri gelse de çirkinsin. İstediğin kadar yeni kıyafet al, yeni ev al, ‘arkadaş’larını değiştir, saçını boyat, sakalını kes değişmiyorsun. Kulak kıllarını alsan da, bacaklarına epilasyon yapsan da fark etmiyor. Bir gün bilincini alıp IKEA marka okyanus mavisi şeffaf bir küpün içerine koysak da çirkinsin.
Huzursuzluk Her Yerde Galiba
Aşılanmış huzursuz portakal ağaçları, hormonlanmış huzursuz salatalıklar, fabrikalardaki huzursuz tavuklar, apartmanlarda yaşayan huzursuz böcekler, varoşlarda huzursuz bir anneanne, evde huzursuz bir kedi, kurutulmuş ve ilaçlanmış sazlıklardaki huzursuz sivrisinekler, çimentolu huzursuz topraklar, 4 yaşında kreşe gönderilen huzursuz çocuklar, huzursuz orman plantasyonları, dağların damarlarını kesip çalınan huzursuz madenler, huzursuz madenciler ve onların huzursuz aileleri, haftasonu AVM’ye gezmeye giden huzursuz aileler, anti-depresan almak zorunda olan huzursuz beyaz yakalı işçiler, çatılarda dolanan 86
huzursuz kuşlar, barajlarda zorla biriktirilen huzursuz sular…
Biz Otomatik miyiz Canım?
Duyuru yapan dijital sesler, 21. yüzyılın uğultusuyla geçen tramvaylar, dev birer kibrit çöpü gibi görünen mavimtırak sokak lambaları, tutunamamış mankenler gibi süslenmiş yayalar, güvenlik kameralarının sessiz sedasız dönüşleri, metro turnikelerinden çıkan belirgin sesler, süpermarket kasaları, işyeri puantörleri, internet kafelerin elektronik ortamı, plazma ekranların bolluğu, transit yollar ve lateks. Hiçbir dekor baştan sona bu kadar ruhsuz olmayı başaramamıştır. Hiçbir ortam daha otomatik olmamıştır. Hiçbir bağlam bu kadar duygusuz olmamış ve yaşamımızı devam ettirmenin karşılığında aynı ölçüde duygusuz olmamızı talep etmemişti. ( Yaklaşan İsyan )
Zorunda mıyım?
“ Çoğu zaman masum gözüken teknolojik bir ilerleme, sıklıkla, özgürlüğü sonradan çok ciddi olarak tehdit eder. Örneğin motorlu ulaşımı düşünün. Yürüyen bir insan daha önce istediği yere, trafik düzenlemelerine takılmadan istediği hızla gidebilirdi ve teknolojik destek sistemlerine de bağlı değildi. Motorlu araçlar ortaya çıktığında insanın özgürlüğünü arttırıyor gibi görünüyorlardı. Yürüyen insanın özgürlüğünü elinden almıyorlardı, kimse istemediği halde araba almak zorunda değildi ve araba almayı seçen bir insan, yürüyen bir insandan çok daha hızlı ve çok daha uzun mesafede yol alabiliyordu. Ancak, motorize ulaşım kısa sürede toplumu öyle bir değiştirdi ki, insanın hareket özgürlüğü büyük oradan kısıtlandı.
Araba sayısı arttıkça, kullanımını yaygın bir biçimde denetlemek gerekli oldu. Kişi, nüfusun yoğun olduğu alanlarda, arabasıyla istediği yere istediği hızda gidemiyor, hareketleri trafik akışı ve 87
çeşitli trafik kurallarına göre düzenleniyor. Kişi çeşitli zorunluluklarla bağlanmış durumda: Ehliyet için gerekli şeyler, sürücü testi, kayıt yenileme, sigorta, güvenlik için gerekli donanımlar, aylık taksitler. Üstelik, motorlu ulaşımın kullanımı artık seçime bağlı değil. Motorlu ulaşımın ortaya çıkışı, şehirlerimizin düzenini öyle değiştirdi ki, insanların büyük çoğunluğu, işyerlerine, alışveriş merkezlerine ve eğlence yerlerine yürüyebilecekleri uzaklıkta yaşamıyorlar, bu yüzden de ulaşım için arabalarına bağlı olmak ZORUNDADIRLAR. Ya da toplu taşıma araçlarını kullanmak zorundadırlar ki bu durumda da hareketlerini, araba sürerken olduğundan daha az kontrol edebiliyorlar. Günümüzde bir yayanın özgürlüğü bile büyük oranda sınırlıdır. Bir yaya, şehirde, temelde oto trafiğine hizmet eden trafik ışıklarını beklemek için sürekli durup beklemek zorundadır. Kırsal kesimde ise, motorlu araç trafiği, kara yolunda yürümeyi tehlikeli ve zevksiz bir hale getiriyor. (Motorlu ulaşım konusunda dile getirdiğimiz noktanın önemine dikkat edin: Yeni bir teknolojik araç bireyin kendi seçimine göre ister kabul edeceği, ister etmeyeceği bir seçenek olarak sunulduğunda bu, o aracın hep bir seçenek olarak KALACAĞI anlamına gelmez. Çoğu durumda, yeni teknoloji toplumu öyle bir değiştirir ki, insanlar sonunda kendilerini bu yeni aracı kullanmak ZORUNDA kalmış olarak bulurlar. ( Ted Kazinski )
A Enerji Sınıfı Bir Klima. Yeşil enerjiler, organik bilmem neler, doğal ürünler, tasarruflu şeyler, ekolojikler, dünyayı koruyalımlar, çevremi seviyorumlar… Çevrecilik, ekoloji vs. iyi niyetli midir hakikaten? Yani amacı yaşamın dengesine zarar gelmemesi midir, yoksa uygarlığın sürdürülebilir olması mıdır? Doğayla empati mi kurar, yoksa doğa hakkında daha çok bilgi sahibi olma amacı mı taşır? Doğayı kontrol 88
etme, yönlendirme amacı taşımaz mı? Peki ekoloji gerçekten yaşamın dengesini daha mı az bozar? Yeşil, ekolojik vs. olduğunu iddia eden bir apartmana baktığımızda o kadar da yeşil olmadığını görüyoruz. Yapımı için dünyanın dört bir tarafından gelen makineler, hammadde ve işçiler kullanılıyor. Bu işçiler ve malzemeler organik bir rüzgârla mı taşınmış oraya? O ekolojik ama aynı zamanda entegre, yüksek teknolojik sistemlerinin yapımı da tamiri de gayet masraflı ve zahmetli. Yedek parçasının, tamircisinin dahi dünyanın öteki ucundan gelmesi gereken sistemler. Sudan yüzde 30 tasarruf eden bulaşık makinesi ama elektriği Rusya’dan gelen doğalgaz sayesinde üretiliyor. Yakıttan yüzde 15 tasarruf eden bir araba ama kendisi Fransa’nın nükleer santrallerinden elde edilen elektrikle üretilmiş. Apartman ekolojik ama her şey yüksek teknoloji, otomatik olduğundan en ufak bir şey arızalandığında kimse tamir edemiyor. Yüzde 40’ı geri dönüştürülebilen materyallerden üretilen bir televizyon ama yedek parçası ABD’den gemiyle geldiği için bozulunca bir bölümü değiştirilemiyor, yenisi veriliyor. Ekolojik iddiası olmayan birçok sistem ise nalburdan alınan birkaç parçayla, işten azıcık anlayan biriyle tamir edilebilir. Hangisinin karbon ayak izini daha fazla artırdığı muhteşem bir sorudur!
Ekoloji Bizi Kurtaracakmış? Neyden?
İnsanlar ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, doğal büyüyen meyve ve sebzeleri geliştiremezler. Doğal olmayan bir yolla yetiştirilen ürünler, insanların değişken arzularını tatmin edebilir, ama insan bedenini zayıflatır ve beden kimyasını böyle gıdalara bağımlı hale gelecek şekilde değiştirirler. Bu olduğunda, vitamin 89
takviyesi ve ilaç kullanılması, zorunlu hale gelir. Bu durumun yarattığı tek şey, çiftçiye zorluk, tüketiciye ise ıstıraptır. ( Ekin sapı devrimi )
Doğal olmayan yollarla yetiştirilen ürünler sadece bedeni değil toprağı ve bitkiyi de zayıflatır aslında. Bitki ilaçlamaya, vitaminlere ve gübreye bağımlı hale gelir. Toprak bu süreçte daha da zayıflar, daha da hastalanır, böceğe, bite, mantara ayrı kimyasallar gerekmeye başlar. Orada ürün yetiştirmek iyice masraflı bir hale gelir. Aynı şekilde hayvanlara hormonlu-antibiyotikli yemler verirseniz o hayvanlar ve yavruları da hormon ve antibiyotiklere bağımlı hale gelirler. Sonraki nesiller ise daha da zayıf doğar, yaşatmak ve süt-yumurta vs. vermeleri için çok para harcanması gerekir. İlaçlama, kimyasal kullanmayıp direk bitki ve hayvanların genetiğini değiştirme yoluna gidilebilir. Bitkiler ve hayvanlar zararlı görülen etkenlerden ( böcek, parazit..) uzak tutulur, taşımaya ve tezgahta beklemeye dayanıklılığı artar, farklı iklimsel coğrafik koşullara zorla uyum sağlatılırsa maliyetler de mutlaka düşecektir. Bunu da yapıyor ama bunun uzun vadede yol açabileceği post-apokaliptik sonuçlar onları bile korkutuyor. Uzayda ve diğer gezegenlerde de üretim yapılırsa Dünya’nın ekolojisi korunabilir. Ama aşırı masraflılar ve teknoloji henüz yetmiyor. Acaba bu adamlar üretmeyi başardıklarında, uzayın bozuk ekolojisi onları da tehdit ettiği zaman birer uzay ekolojisti oluvermesinler? Uzayda patates yetiştirildi, tav bootis b gezegeninde su bulundu, Mars’ta koloni kuruluyor. Peki sinema ve televizyonlardaki bilim-kurgu bizi uzaya alıştırmaya yetecek mi? 90
Bir grup marjinal kravatlı sorunu çığırından çıkmış tüketicimcilikte arıyor. İyi niyetli ve bağımsız başlamış olsalar bile permakültür, yerel ekonomi, tarım kooperatifleri gibi ekolojik, olabildiğince kendi kendine yeten projeleri gördükçe kravatları zil çalıyor. Fakat bu teknikler yeterince verimsiz ve zahmetli olduğundan yaygın tarım ve hayvancılık yöntemi haline gelemiyor. İnsanlar da nesilden nesile zayıf düşüyor. Böyle bir sürdürülebilirlik olabilir mi? Bunun için de organik yiyin, sağlıklı beslenin propagandaları yapıp duruyorlar. Hepimiz güçlü olalım da onlara daha iyi çalışalım istiyorlar ama o ürünlerin kaç para olduğundan haberleri yok. Hangi efendi kölesinin zayıf düşmesini hatta ölmesini ister? Zayıf köle zayıf efendi, ölü köle eski efendi demektir. Hasta köle, hayvan, toprak, uzay demek daha az ürün demek; ölmesi demek dükkanı kapamak demek. Ekoloji bizi ölmekten kurtaracak, böylece daha çok ürün verebiliriz. Ekoloji bizi daha güçlü kılacak, böylece daha çok ürün verebiliriz.
91
SAVAŞ
Derdimiz Başımızdan Aşkın Hepimizin bu uygarlığın en az bir parçasıyla derdi vardır. Sorunun aslında bizde, genetiğimizde, karakterimizde falan olmadığını gösterecek; bizi bir araya getirebilecek şeyler de bu ve buna benzer dertlerdir belki. Hazır-ambalajlı gıdaları yiyen, her tarafında telefon-modem dalgaları olan insanın derdi kanserdir. Her gün alarmla uyanan insanın derdi uyku bozukluğudur. Hijyen takıntılı, evde-elde bakteri istemeyen insanın derdi vücut savunması zayıf düştüğünden çeşitli hastalıklardır. Bir apartman dairesinde zamanının çoğunu geçiren insanın derdi depresyondur. Megabaytlarla çok vakit geçiren insanın derdi iletişim bozukluğudur. ‘Kadınlar böyle yapar’ , ‘ Erkeğinize şöyle yapın’ yazılarını dikkate alan insanın derdi insan ilişkileridir. Sevişme önerisi yazılarını dikkate alan, filmlerdeki gibi yapmaya çalışan insanın derdi cinselliktir. 93
Çizgisel, köşeli, zaman ayarlı bir dünyada yaşayan insanın derdi takıntılardır. Planlı programlı, diyetisyen rehberliğinde yiyip içen, sistematikliğin kendi yaşam döngüsünü bozduğu insanın derdi yeme bozukluğudur. Bir sandalyede uzun süreler oturan insanın derdi bel ve boyun fıtığı-kireçlenmesidir. Pişmiş ve hazır yiyecekler yemekten dişlerini kullanmayan, ağzından çikolata eksik olmayan insanın derdi dişleridir. İşlenmiş, pişmiş yiyecekler yiyen insanın derdi mide-bağırsak problemleridir. Her gün öğle ve akşam yemeklerinde kebap yiyen insanın derdi kalp-damar rahatsızlıklarıdır. Banyo yapan, cildindeki koruyucu yağları sürekli akıtan insanın derdi üşümektir. Bir yerini sık sık tıraş eden ya da makyaj yapan insanın derdi deri hastalıklarıdır. Kahve-çay-alkol içen insanın derdi ülser-reflü-kabızdır. Saçlarını boyayan, jöle süren insanın derdi saçlarıdır. Doğanın kendi kucağına kabul etmediği apartmanlarda oturan insanın derdi depremdir. Nehir yatağına şehir kurmuş insanın derdi sel baskınıdır.
94
İtalya’da yaşayan bir arkadaşım bana bu maili atmıştı da konusu açılmışken atayım:
Orman şehitleri Ölümsüzdür!
Bazı ağaçlardan daha militan kim vardır bilemiyorum. Bunun için herhangi bir eğitime dahi ihtiyaç duymazlar. Bilakis onları sisteme faydalı ya da en azından zararsız hale getirebilmek çok masraflıdır ve bu masraf her biri için tek tek ödenmelidir. Aşıla, gübrele, yapraklarını temizle, yolları yenile, böceklerinden ayır, üstüne devrilmesin diye uğraş, buda, o da, şu da derken liste genetiğini değiştirmeye kadar uzar. Ama ulu bir ağaç asla yola gelmez. O zaman keserler ama bir bakarsın kökünden tekrar büyüyüvermiş. Tabii bütün ağaçlar için aynı durum yok. Kimisi ömrünü endüstriye adayabilir gerçekten. Daha düşük masraflarla, minimum su, toprak, gübre ve güneş karşılığında köleleşmiş ağaçlar da vardır. Ama ben genel bir halk olarak ağaçlar, ve özellikle büyük ve ulu olanlarından bahsetmek istiyorum. Yeryüzünün sahipleri ve lanetlileri Toprağın, hayvanların, bir çok başka türün ve bugünkü biçimiyle yaşamın en büyük kurucularından biridir ağaçlar. Metal, beton, taş gibi yaşamı yeniden üretmekte sıkıntılı herşey, onun ve toprağının altında kalmalıdır. Bu kesin bir bilgi ve ulvi bir amaçtır ağaç için. Ne yapar mesela? Köklerini havasız ve gıdasız bırakan gıcırgıcır asfaltı parçalar. Orda olmaması gereken ne varsa yok eder. Yok eden başkalarına ( sarmaşık, böcek, kuş...) yardım yataklıkta bulunur. Dallarını yola doğru uzatıp arabaları engeller. Düşen dal ve yapraklar, bazı beton insanlarının saçlarını bozar. Ayrıca meydandaki taşların işlemesini de örter. Mücadeleleri kesinlikle pasifist bir şey değildir. Yanlış herşeyi yok etmeye kilitlenmişler95
dir; hiçbir şekilde masaya oturtulamazlar. Bütün bunlar belediyelere, devlete ve şirketlere kabarık faturalar çıkartırlar. Ama ağaçlar almanlara ya da isveçlilere falan benzemez. Eğitim suretiyle, hayatlarını sisteme adamazlar. Ağaçlar güçlü ve dirençlidir, insanların yardımına da ihtiyaçları yoktur. Evcil bitkiler ve hayvanlar, mezbahalardaki hayvanlar, üçübirarada içen beyaz yakalılar, ucuz salam yiyen mavi yakalılar, ipadleri başındaki çocuklar, okullardaki gençler çok daha yardıma muhtaçtır. Bir baskı aracı olarak plastik, bir baskı kurumu olarak kimya Ağaçlara yeni bir işkence-eğitim yöntemi denemesine tanık oldum. Kaldırım ağaçlarını bilirsin. Çevresinde azıcık da olsa bir miktar yüzü çıplak toprak zorunlu olarak bırakılır. Bu da kaldırımın alanından çalar. O küçük toprak, böcek ve bakterilere nefes aldırır. Peki ben ne gördüm? Bu alan neredeyse 2x2 metreye kadar büyütülmüş; yani kaldırımın bir kısmı tamamen bu alandan oluşuyor. Bu toprağın yüzü de membran benzeri kalın bir polimerle kaplanmış. Yani yüzü açık bir toprak parçası yok, ayak takılacak bir şey yok, çatlayacak bir şey de yok. Ama büyük ihtimalle ağaç o plastiği ya çok kabartır da bir daha konmasına izin vermez, ya kökleri daha da büyür sağı solu daha beter çatlatır, ya da ölür diye tahmin ediyorum. Uygulama yeni, o yüzden olacakları merakla bekliyorum. Bu son anlattığın plastik muhabbeti nerde oluyor diye merak ediyorsundur. Şahsi kanımca dünyanın en plastik bölgesinde. Orada herşeyin sahtesinin en güzeli yapılır, haysiyetsiz bir yaşamın acımasız kural ve yasakları en yumuşak şekilde herkesi sarmalar: Batı Avrupa’dan bahsediyorum. Kendi tanıklığım Kuzey İtalya’dan. Gerçekten burda sebze meyvalar bile plastiğe benziyor. Evler plastik Lego oyuncaklar gibi. Her şeyin plastik poşeti, 96
kılıfı var. En sonunda gördüm ki toprağı da plastikle örtmeye başlamışlar. Bütün ulu ağaçlara saygı duruşu Büyük cesaretiniz ve aman bilmez mücadeleniz biz aciz insanların yollarını parçalıyor. Özgürlük ve onur gibi şeylerin birer yol olmadıklarını yavaş yavaş daha iyi anlıyoruz. Umarız bir gün bizler, tıpkı sizin gibi, ölümden hiç korkmaz, aksine onu, mücadelenin ve onurlu bir yaşamın doğru, gerçek ve ayrılmaz bir parçası olarak görürüz. Cesetlerimiz, yalnızca gerçek bir hayat yaşadığımız müddetçe bizi besler. Ulu ağaç, ormana besin değil de, kereste olacağı kölece bir hayatla uzlaşmaz. Bizim de ölülerimizi ceset değil, birer şehit yapacak olan şey budur. Biliyoruz ki bir ölü ağaç iki yeni ağacı besler. Sizin şehitleriniz bizim hem onurumuz, hem de varlığımızın esas sebebidir. Ölüm haberlerinizi duyduğumuzda en ufak bir karamsarlığa düşmüyor, sadece insanlığın acizliğine üzülüyoruz. Çok iyi anladık ki bize ihtiyacınız yok! Varlığınız bize yetiyor ve nasıl yaşamamız gerektiğine, en destansı örnek oluyor.
Sayıların Laneti
Sırf parası olduğu için malın en iyisine sahip olması, kendisine en iyi bir şekilde hizmet edilmesi gerektiğine inananlar var. Onlar her şeyi hak ediyorlar çünkü bankada bol sıfırlı hesapları var. Satın alırken renklerine, kusursuz ambalajına, reklamının animasyonlarına, uçuk fiyatına kanıyor ama ürün çok kötü çıkınca şikâyet ediyorlar. Satın alırken tatminkâr ama kullanırken-yaşarken gayet tatminsizler. Satın alınanın da çok kötü olması normal, çünkü malı yalnızca daha çok satın alınsın diye iyi yapmaya çalı97
şan insanlar tarafından üretiliyorlar. Bol sıfırların, kibrin lanetidir bu. Malları bozuk çıkar, kötü hizmet görürler, verdikleri paranın karşılığını alamazlar, zaman zaman da beter olurlar! En pahalısını alırlar ama kanser yapıyordur, en pahalı otele giderler ama tuvaletleri kokuyordur, en pahalı telefonu alırlar ama camı hemen çatlamıştır. Beter olsunlar!
Su Akar, Yatağını Bulur
Doğa zamanla kendisinin olanı geri alıyor, her şeyi kendi ritmine uyduruyor. Yiyecek biriktirilen ve ilaçlanmayan, hijyen için kimyasallar kullanılmayan bir evde önce yiyecekler böceklenir, yiyeceklere karıncalar üşüşür. Sonrasında kelebeklenir- kurtlanırlar, böcekleri ve karıncaları yemek için de örümcekler ağlar yapar. Örümcekleri yemek için kertenkele, akrep türü hayvanlar gelir. Fareler ve eğer açıklıklar varsa kuşlar, diğer hayvanlar da doluşur içeri. Artık ev canlı bir evdir. Evin su yalıtımını yapılmamışsa ya da dış cephesi sürekli olarak yenilenmiyorsa su beton tarafından emilir. Bu da rutubet, küf ve yosun yapar. Eğer eve bakılmamaya devam ediliyorsa su eninde sonunda betonu çatlatır, kırar, demirler paslanır ve binayı başınıza yıkar. Artık o binanın arsasında her türlü ot, ağaç özgürce çıkabilir. Yeni kıyafet, yatak, koltuk, beyaz eşya alınmıyorsa eninde sonunda o kıyafetler, mobilyalar çürür, parçalanır; beyaz eşyalar da paslanır. Kıyafetsiz, eşyasız özgür bir insan doğar. Makina - alet edevatların tamiri yapılmaz, yenileri üretilmezse 98
ne elektrik, ne yazılım ne de saat kalır. Güneş battıktan sonra çalışılamaz, sistem gelişmeye karanlıkta ara verir. Kameralar, her tür kayıt sistemleri ve ışıklar olmayacağı için; karmaşık özel mülkiyet yasaları yerine ‘olanın olmayana borcu vardır’ yasası gelir. Sistem bütün bilgilerini her an yok olabilecek, çürüyebilecek kâğıtlarda taşır. Pasaporttan, kimlik kartlarına her şeyin sahtesini yapmak kolaylaşır. Saat diye bir şey olmayacağı için sabah işe gitmek zorlaşır, disiplin kaybolur, yerine doğanın ritmi gelir.
Aa Sen de mi illegalsin Yoksa?
Bütün insanların ortak noktası: İllegalite Çimlere basıyor, ormanda ateş yakıyor, yerlere tükürüyor, sokaklara çöp atıyor, kırmızı ışıkta geçiyoruz. Kaçak sigara alıyor, kaçak kat çıkıp, korsan film indiriyor, kaçak elektrik kullanıyoruz. Vergi vermiyor, bavul ticareti yapıyor, sahte belge düzenliyoruz. Her türlü maddeyi bulunduruyor, içiyor ve dağıtıyoruz. Rüşvet veriyor, adam kayırıyoruz. Okuldan kaçıyor, tehditle sınıf geçiyor, tuvaletlerde kafa oluyoruz. İşten kaytarıyor, ofisten malzeme ve kasadan para çalıyoruz. Standartlara uydurmuyor, hiçbir şeyin bakımını yaptırmıyoruz. Ya hep beraber, ya bazılarımız. Yaşam. %100 doğal, katkısız Kolluk kuvvetlerine, kanun koyucularına, öğretmenlere, yöneticilere, müdürlere inat; , yiyor, içiyor, yürüyor, uyuyor, ağlıyor, gülüyor, oynuyor, oynaşıyoruz. Uslu durmuyor, susmuyor, tıraş olmuyor, banyo yapmıyoruz!
99
Şimdi reklamlar - Yağma. Alışverişin en keyiflisi - Marketlerden çal, değiş! - Hayalinizdeki her şey için tek bir soygun! - Kaçakçılık. Bundan daha doğal ne olabilir ki! - Naylon fatura gibisi yok! - Uygar olma, kendin ol - Sahte belge. Sen her şeyi düşünürsün! - Kaçak elektrik. Hayatın tadı! - Sahte kimlik. Başka bir arzunuz? - Arabayı yak, mutlu et kendini. Mmm, dışı çikolata kaplı içi fındık parçacıklı illegalite. Legalken sen sen değilsin! Kim hapisten kaçma, banka soyma filmlerinde heyecanlanmaz? Kim ölümlerden, patlamalardan hatta kandan gizli bir haz duymaz? Kim kıyameti arzulamaz? Bırakın gündüz onların olsun, gece her yere yayılsın. En derin arzular şimdi gün yüzüne çıkıyor, artık hiç kimse karanlığın ordusunu durduramayacak. Onu durdurmaya kalkan anti-depresanlar, sokak lambaları ve kameralar ise helak olmaktan kaçamayacaklar.
100
Aşırı uçlar? Derin adaletsizliklerin olduğu, çok büyük yalanların döndüğü, her şeyin anlamını kaybettiği, dengesiz, bitik bir çağda yaşıyoruz. Bu bitik çağda inandığımız şeyler, değerlerimiz, düşüncelerimiz hatta karakterimiz yıkılıp duruyor. Bir yandan dünyanın baştan aşağı yanlış olduğuna dair hisler içimizde filizlenirken bir yandan da hiç olmadığı kadar bir şeylere sarılma ihtiyacı duyuyoruz. İşte bu sarılmaya, bu koruma isteğine radikalizm deniyor. Ona dokunmak isteyenlere dişlerini çıkarmaya, hırlamaya, ısırmaya da terörizm. Cümleleri baştan kurarsak her şeyi kabul etmeyenler, her şeye uyum sağlamayanlar köktenci; düşmanın saldırısına karşılık verenler terörist sayılıyor. En azından medeniyetin efendileri öyle sayıyor. Yoksa maddi manevi bütün kutsallara saldıran, korumaya çalışanları medyayla, hapisle, bombalarla korkutan ( terreur: Fransızca korku ) zaten onlar. Ve yine böyle bir çağda kardeşlik, birliktelik, yoldaşlık ancak değerlerine sıkı sıkıya sarılanlar ve düşmana karşılık verenler arasında kurulabilir.
“ İstediğimiz, canlı herhangi bir varlığın istediği evrensel haktır. Bu, Allah Teala’nın tüm canlı varlıkların fıtratına koyduğu bir güdüdür. Bu güdü, başkalarının müdahalesini reddeder. Bu fıtratı Allah Teala kümes hayvanlarına bile koymuştur. Bir tavuğun kümesine silahlı bir asker girse, evine saldırsa tavuk, sadece bir tavuk olduğu halde onunla savaşır. İnsanların ve Müslümanların haklarının yanında bütün canlı varlıkların haklarının verilmesini istiyoruz. “ ( Usame Bin Ladin ) 101
Her şey Teröristtir! Yaban domuzlarını, kurtları, yılanları, sokak hayvanlarını, böcekleri, bakterileri, sokak çocuklarını, orospuları, göçebeleri, kara derilileri, başka bir dilde konuşanları terörize etmeyi başardılar. Başka şeyler neden olmasın? Her şey teröristtir!
Silahlı Kasırga Tugayları Örgütün hedefi mevcut uygarlık düzenini yıkıp yerine doğa ilkelerine dayalı bir sistem getirmektir. Denizin içerisinde uyuyan fırtına hücrelerinden oluşur. Yardım ve yataklığını doğanın yaptığı Silahlı Kasırga Tugayları’nın destekçileri arasında güneş ve deniz de mevcuttur. 102
Dünya Su Özgürlük Ordusu Özellikle dere yataklarını özgürleştirme amacı taşıyan Dünya Su Özgürlük Ordusu pratiğini insan yerleşimi alanlarını işgal etmek üzerine kurar. Eylemlerinin kaynağının büyük bir kısmını denizlerden yağmur olarak sağlamaktadır.
103
Deprem Cephesi Deprem Cephesi yerleşik hayata geçişten beri şiddet eylemlerini sürdüren bir terör örgütü olup gerilla savaşını esas alır. Şehirlere hiç kimsenin beklemediği anda darbeler indirir ve ardından da tekrar ana karargahı olan yeraltına çekilir. Yer değiştiren kıtalar en büyük destekçileridir.
104
El – Tsunami Deprem Cephesi’nin denizdeki faaliyetlerini yürüten El- Tsunami örgütü dünya çapında ses getiren dalgalı eylemleriyle bilinir. Ticaret maksadıyla deniz kenarında kurulan şehirlere, maliyetleri düşürmek için kıyı şeridinde kurulan fabrikalara ve enerji santrallerine saldırılar gerçekleştirir.
105
Bir Grup Bakteri ve Haşere Basın Açıklaması Yapmış da Bana Çok ilginç Geldi: “ Bu açıklamayı bakteri ve haşere halkları adına yapıyorum. Bütün ilaç bağımlılarının, hijyen şakşakçılarının, bilim sevicilerinin; kendilerini bir an bile güvende hissetmemeleri, yataklarında huzurlu uyuyamamaları, en tatlı anlarında, orgazm olurken bile ezilenlerin lanetinden korkmaları, hastane odalarında, bembeyaz çarşaflarında, bilmem hangi enjeksiyon odalarında kendilerini, sağlıklarını güvensiz hissetmeleri en büyük dileğimiz...ve canlıyım diyen herkesin de kainat adına bu temiz uygarlıkların, bu laboratuvarların yıkılması ve o zombilerin bu yıkıntının altında kalması için elinden geleni yapması gerektiği kanısındayız. 106
Kahrolsun uht, sterilizasyon, deterjan, şampuan, kir sökücü, sinekkovar, böcek ilaçları! Yaşasın böcekler, yaşasın bakteriler! Bakteriler halktır, halk burada! İçeride dışarıda antibiyotikleri parçala! Yaşasın hücrelerin kardeşliği! Fare, böcek, özgürlük! Hijyene karşı omuz omuza! Sivrisineğin katili faşist Raid! Katil ilaç, vücudumuzdan defol! Hastane, temizlik, ilaçlama; bu abluka dağıtılacak! “
Bu Bir Savaş!
Kökten isyancı Doğa aslında sömürgelerde çalılar, sivrisinekler, yerliler ve hastalıklarla eşanlamlıdır. Sömürgecilik ancak bu ehlileşmemiş Doğa’yı denetim altına alınca başarılı olmuştur. Çalıların arasından demiryolu geçirmek, bataklıkların kurutulması ve yerli nüfusun siyasal ve ekonomik varlığını görmezden gelmek tek ve aynı şeydir. ( Yeryüzünün lanetlileri )
Çok uzun süreden beri devam eden, bütün coğrafyalara 107
yayılmış devasa bir savaşın tam ortasındayız. Uygarlıkla dünya arasındaki bu savaşta duvarlar, kitaplar, kameralar, yazılımlar, kablolar, plastikler, böcek spreyleri, banyo temizleyicileri, koruyucu maddeler, antibiyotikler, ateşli silahlar uygarlığın safında savaşırken; bakteriler, böcekler, topraklar, rüzgarlar, güneş, yağmurlar, deprem, nehirler, hayvanlar, bitkiler ve türüne ihanet etmemiş olan insanlar da dünyanın safında savaşıyor. İlk bitkiyi köleleştiren, ilk suyun enerjisini çalan, ilk madeni huzursuz eden uygarlığın saldırılarından sonra başlayan savaş bugün bir dünya savaşına dönüştü. Canlı-cansız varlıklar uygarlık tarafından köleleştiriliyor, öldürülüyor ama varlık bütün olarak uygarlığa da karşı koyuyor, onun askerlerini paramparça ediyor. Yağmurla yollarını ve kaldırımlarını kırıyor, sellerle evlerini ve köprülerini yıkıyor, dalgalarla gemilerini batırıyor, rüzgarlarla şehirlerini yıkıyor, karla şehirlerini ve yollarını durduruyor, nemle makinelerini paslandırıyor ve evlerini tahrip ediyor, bakterilerle uygarları hasta ediyor, böceklerle doğayı zorlayarak ve ondan çalarak biriktirilmiş yiyecekleri aşırıyor, itaat etmeyen bitki ve hayvanlar ya az ürün veriyor ya da hastalık saçıyorlar. Ve böyle bir savaşın ortasında uygarlığın politikacıları, düşmana karşı koymanın terör olduğunu iddia ediyor. Psikologları düşmanın söylediğini yapmayanların sorunlu olduğunu söylüyor. Medyası düşmana gösterilen tepkilerin hak arama çerçevesinde olmasını bekliyor. İki düşman birbirlerine ‘ bana nasıl saldırırsın, hakkımı arayacağım ‘ , ‘ mahkemede hesap vereceksin ‘ gibi anlamsız şeyler söylemez. Hangi mahkeme? Kimin hukuku? İki düşmanın birbirine saldırması normal değil mi? Bütün canlıların öncelikle atalardan dedelerden kalma, kan davası misali bir savaşta olduğunu kabul etmesi ve uygarlığı düşman olarak görmesi gerekiyor. Tüm canlılar kendisini bu savaşa hazırlamalı, düşmanın nasıl yenileceğini öğrenmeli. Başka bir alternatif de ufukta gözükmüyor. 108
Korku ve Ürperti Ambargosu! Kafesinde oturmuş kahvesini yudumlarken gözü kaldırımda oturan mülteci bir aileye gözü ilişiyor. Bundan rahatsız olmakla kalmayıp, ‘ ülkenize gidin ülkenize! ‘ diye de onlara bağırıyor. Aynı kişi o mülteciler tarafından kafasının kesilmesini de istemiyor. Çünkü huzurlu bir hayat istiyor sadece :(( Üzerine bomba YAĞMAYAN güvenli evinden binlerce kilometre uzaktaki askeri operasyonlara vergi ve oy vererek maddi, onaylayarak da manevi olarak destek oluyor. Aynı kişi evine yanıcı, tatlı bir maddenin isabet etmesini ve yaşama kömür olarak devam etmek de istemiyor. Çünkü insan hayatı çok değerli :(( Arkadaşlarıyla bir et lokantasına gidiyor keyifli bir yemek yemek için. Ya da daha ‘masumca’ süpermarkete gidip biraz yoğurt, peynir, yumurta gibi bir şeyler alıyor. Aynı kişi tavuğun kemiğiyle gözlerinin oyulmasını ya da bu ürün ambalajlarıyla boğularak öldürülmek istemiyor. Çünkü özgür bir dünyada yaşıyoruz ve kimse kimsenin hayatına karışamaz :(( Bir erkek kız arkadaşıyla buluşmuş onu sözlü olarak ya da davranışlarıyla aşağılıyor. Başka bir ara da erkek arkadaşlarıyla da kadın canlısını yerden yere vuruyor. Aynı kişi penisinin kesilip ağzına konmasını istemiyor. Çünkü adamın bedeni adamın kararı HAHAH. :(( Dünya’nın bir yerlerinde arabalardan korkan tek bir kuş, hapiste tek bir canlı, ilaçlanan tek bir böcek, korku içinde tek bir kadın, yersiz yurtsuz tek bir mülteci, tek bir depresyon, tek bir yalnızlık kalana dek herkes lanetli. Ben yapmadım, bilmiyorum, anlamam, sorumlu değilim diye bir şey yok. Kafelerinde, ofislerinde, stadyumlarında, alışveriş merkezlerinde, havalimanlarında, en 109
hızlı trenlerinde, en kameralı sitelerinde huzur bulamayacaklar. Ezilenlerin laneti şah damarlarından daha yakın olacak! “ Çocuklarımıza karşılık çocuklarınız, kadınlarımıza karşılık kadınlarınız, yaşlılarımıza karşılık yaşlılarınız, evlerimize karşılık evleriniz, lokmalarımıza, yaşantımıza koyduğumuz ambargoya karşılık korku ve ürperti ambargosu. Denizde de karada da havada da olsanız sizi bu şekilde kovalayacağız. “ ( Usame bin Ladin )
110