Cumhuriyet Dönemi Din Devlet İlişkileri 03 Hasan Hüseyin Ceylan

Page 1

T

>٠١٠l. ...

EV H

A

S A

N

H Ü S E Y İN C E Y L A N

R EH B ER


r ‫ﺇﺍ‬

!‫ﻭ‬ ‫ﺍ‬٩ ‫ﺱ‬ '

REHBER YAYINLAR‫ا‬ Araştırma - Jnce!eme Dizisi

R^ak Kmpû

: OzkulEREN

D o ii

REHBEKf! Dizgi Tesisleri : Burak M a J ^ ^ ı k Tic. Lld. Şii. 346 20 33.346 646‫ ا‬ANKARA

BaJn

‫؛‬2

‫!م‬.٣

‫ ﺀ‬MıZAnpflj :

Cumhuriyet Dönemi Din - Devlet İlişkileri' adlı eserin tüm yayın haklan ..REHBER® Yayıncılık٠٠a aittir.

'١ ١ -, ‫ﺡ‬ .$‫؛‬٠ :


.1 N

r

/

H a s a n H ü s e y in CEYLAN

C u m h u riy e t D ö n e m i

DİN - DEVLET İLİŞKİLERİ III

GENEL DAĞITIM

AKÇAĞ BASIM TAYIM PAZARLAMA A.Ş. H ü k ü m e t C ad. No: 8 /C U K ıs/A N K A R A

J th 43217 9 8 .4 3 3 8 6 51


HAŞAN HÜSEYİN CEYLAN : 2 Şubat 1959 Tarihinde Beypazan'nda doğdu, ilk öğrenimini memleketi olan Beypazan'nda tamamladıktan sonra, orta öğrenimini İstanbul imam Hatip Lisesi'ndc sürdürdü. 1977'de İstanbul İmam Hatip Lisesi.nden mezun oldu. Yüksek öğrenimini A. Ü. İlahiyat Fakültesi'nde sürdüren CEYLAN. 1983 yılında aynı fakülteden mezun oldu. Haşan Hüseyin Ceylan evli ve üç çocuk babasıdır. Halen gazeteci ٠ yazar olarak uğraşını devam ettirmekte olan yazar. 1983 yılında A. Ü. ilahiyat Fakülicsi'ndcn mezun olduktan sonra, aynı yıl yayına başlayan İlâm Dergisi'nm çıkışında bu­ lundu ve aynı derginin 1987 yılı başına kadar genel yayın yöneüncnliğini yürüt­ tü. Dış Politika dizisinin Ankara Temsilciliğini yapmakta olan yazann bugüne kadar çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanmış yüzlerce maalcsi vardır. Yazann elinizdeki üç ciltlik bu ara.ştırma eseri. Suudi Arabistan'da Arapça'ya tercüme edilerek yayma ha/ır hale getirilmiştir. Yazann "Din •Devlet İlişkileri" adlı eseri "İsUzmi Hareketler Ansiklopedisi" adlı Arapça eserin sahibi Kemal Hoca tarafından Arapça’ya kazandınlmışıır. Haşan Hüseyin Ceylan m ayrıca "Türkiye'nin Düşünce Sorunları" adlı yayınlan­ mış ve Türkiye'nin Dış Politika Sorunları, Milli Mücadele Tarihi, Ezanın Anla­ tılmamış Övküsü ; Tanrı ni.idur'dm , Allahü Ekber'e Giden Yol. Ruhi Özcan Ar­ mağanı adlı yayına ha/ır araşinna eserleri mevcuttur.


iç in d e k il e r .......٠‫س‬٠٠٠٠٠| ٠٠٠٠٠٠٠•٠٠٠٠٠٠٠٠٠٠ ‫ﻭ‬

BİRİNCİ BÖLÜM ZULCM. HATIRALARLA İSTİKLÂL M AHKEM ELERİNE S I ^ R T A N ^ A 7 ٠ LERİ Kur'ân'ı postallarıyla çiğnedikten sonraı "isyan ettiniz., diye topluca öldtlrddler 131 ki‫"؛؛‬

13

Adına L^klik ............................................................................................................................... 18 D iriğ i Jandanna 18 Oy Gizli TaOTİf Açık........................................................................................................................ 22 Namustur Kadın................................................................................................................................... 22 Kanunu Şapka...................................................................................................................................26 Bdylesi Bir Zulme Dtinya Tanık OlmadıJ istiklal Mahkemesi Karanyla Mezarından Çıkartılıp idam Edilen Alim: ErzincanlI Şeyh İbrahim Hakki Hacetleri Mevlevi 31 Analar. Babalar. Kadınlar ve ‫ ؟‬ocuklar Topluca SilngUlenip, Topluca Yakıldılar Hozat'ın ^ la n tır Kdytlndc‫ ؛‬............................................................................. 35 .Di^iklcnc Dipçıklene Şehit Edilen Erzurumlu u^ydullah Hoca ve Kurşunlanan Kar deşi, ‫ ؟‬kuklan ve Yeğenleri! ................................................................................................ 39 istiklal MahkemcİCTİnc Gerek Kalmadan Dersim ve Hozat'ta işlenen Tüyler ürpertici Katliamlar 45 EdildiRize'de 15 Aralık 1925 Tarihinde Sekiz Alim Birden idam! ........................... . 49 Şehitleri Rize 49 ^ IK ^.CIBÖ LÜ .HATIRALARLA TEK PARTi DÖN EM EM ’ DÎN ADAMLAREA VE DlNDAR KARŞI YAPTIĞI ZÜLÜM VE i ş k e n c e l e r LARA 53 Aneminin Acı Hatıralan ve Yaşadığımız Belenc'iCT Cumhuriyet 59 içimizde Bclcnclcr 60 d ik lik ve t^vlctin Dini Dımeiim Allına Alması......................................................... ‫ ؛‬.... .. 60 Atatürk'le üç Ay ve ilk lik Dinsizlikten Başka Birşey Değildir....................................... - - -- 63 ٠l r v ١n ۶ m ١n r f ،Döneminde . Y n n ı Yapılan l f i n ،Sınır / \ r Tanımaz i l f i ١h Zulümlerden ı ı r ١ ‫ ؟‬. ١ı i n i r / Acı nBir Hatıra ı r T a n ı m . 1 7 7 ı ı ١ı ١ffn1٠٠r \ ٥ Cumhuriyet Daha ..Ak Sakallı 80'lik Hoca Efendiyi On Jandarma Sakalından Tutup Sürükleyerek ve Postalla• nyla Tekmeleyerek Karakola Götürmüşlerdi..................... ................................................ 60 CÇİN CÜ BÖLtrvl TEK PARTİ d ö n e m in d e EN ZOR ŞARTLARDA YETİŞEN HAHZLAR VE y_4?١ /V،<L٨NA١ K l R.AN EOM IM İ_______________________________________ . . . ٠3 ٠Eskişehir'de 1934 Yılında 40 Erkek. 53 Kız Hafız En Zor Şartlarda Yetişmiştik. Zira ٩١ Bırakm Hafızlığı Kur'ân Okunmak Bile Yasaku " Hafız Süle>‘man Hikmet Şer١ cr Efend*. v١ Jandarmanın Elinden Tüfeğini Alarak. Hocayı Serbest Bırakiıran Mücahide Kadın DÖRULNCT ÜOLLM İBRAHİM HAKKI KONYALENİN HATIRATINDAN C lM H C R lY ET DONE Mİ Z T L I MLKKİ ١t K \P .\T IL A \ CAMİLER TÜRBELER ve TEKKELER____ ‫ﻩ‬ Ibrahim Hakkı Konyalı Anlatıyor 'Tekkeler. Türbeler ve Kimi M escidi. Kapalılım:ı Yuzbınlercc Kur an ve Dini Eser Çürümeye Terkedilmişti..................................... ‫ﺀ‬١‫ﺩ‬ QI Konya'da Yıkılan Camiler. Türbeler vc Yok Edilen islim Evcrlerı ......................... Kımyalı İbrahim Hakkı: **Şerafeddin Türbesi Dmanuile Yıkılıyor. Sıütan Şerafetun'm Naşı Çöp Kamyonuyla Götürülüyor...... ............... .................. . . . . __ ١ ٠ ‫اا‬ Ahır Yapılan Halta Umumi Hcll Olarak KuUamlan T orhrlrt............................................ 99

‫ ؛‬A ir .. ۴ U


Kur'ân.ı Kcrin. Yerlerde SürtiWcniyor Çiğneniyordu............................................................... 1(15 -Italyan Prof. Rossi: "Latin Harneri ilim Yazısı Dcgilclir!" Niçin İslâm Harflerini Kaldır diniz? ....................................................................................... :................................................ 105 b e s i n c i b ö l C.m DI٠ : İŞLE" 6 ،§ lK b ö l g e l e r i n d e

HATIRALARLA TÜRKiYE.Nl ‫؛؛‬ R I^ I^ IN ١ PIG I "-İskilipli A iıf H ^a'm n idam Sehpasında Sallanırken Nur Ytlztlnc. Işık Saçan Sakallan n a Ş a ^ ı Oldum ‫؟‬.'.................................................................... ٨nkara ۶u٢a!lara Doldurulan Kur'ân.ı Kerim'ler ve ١‫ﺛﻢ‬.alisi Nevzat Tandogan'ın Yapiık

109

111

Mu? M١ı٠at Paşa Camisini Dinamitletip Bir Saat içerisinde Onu Yerle Bir Elliler .................. 117 Kur'ân Okuturken Dövülen Ayşe Hoca Hanim ‫ ؟‬....................................................................... 119 imam Yalvanyordu : "Hiç Olmazsa Bir Kişi Olsun Camiye GclsUı de Cemaatle Namaz Kılalım ' . . 121 ALTINCI BÖLÜM H ‫ ^ ؛‬K PARTİSl m i l l e t v e k i l i I B R A H İ M A R V A S ' I N T ‫ ؛‬K p a r t i d ö n e .m i n In z l l C.m v e d I n s i z l i k u y g l l â m a l a r i ....:..«:.........:.......... 125 Eski Halk Partisi Millc^ckili İbrahim A ^as AnlaUyor 'ta rih i Hakikatler" ve "Ölüm Tehditleri" .................................................................................................................................... 125 Paşa.ya Hayır Diyenler Cezalandırılıyor ismet........................................................................................... 1 Said İsyanının Bir Başka YönU Şeyh.......................................................................................... 127 Din Yoluyla Giren Kelimelerin Hepsini İhraç Edelim Mantığı!............................................... 128 imam Hatipler Skolastik Zihniyetin ifadesidir Diyorlardı‫؟‬....................................................... 130 ve Gazetecilerin Din Düşmanlığı Gazeteler.................................................................................. 133 Şükrü Saraçoğlu : .'Kur'ân Çöl Kanunudur. Ondan Kurtulmalıyız. Hiç Olmazsa Kur'ân'dakî MCdcni Ayetler‫ ؛‬Çıkartalım. Çünki Onlar Ahkâmdır" 135 y e d in c i b ö l ü m h a l i f e l i ğ i n m e c l i s t e k i TEK SAVUNUCUSU LL'.\U N k a l e m i n d e n CUMHURİYET DÖNEMİ

ZEKl KADlRBEYOGf J37

‫ ﻧﻞ‬ve II. Dönern ‫اﻻ ^ﻻ ؟‬.‫؛‬۶٩‫ ؟‬Millctyckili Zeki^Kadjrbcyoglu Anlauyor: .'Cumhuriyet ian em i Zulümlerinden Halk P ilisi Ka‫إز‬s l ’na‫؛‬ö b e k le r ve Gümüşhane Eziyctlcri'.k........... 148 s e k iz in c i b ö l ü m

ULEMAYA YAPILAN ZULÜMLER RE.IlMTARAn.NDAN z e h i r l e n e r e k S e HID EDlLEN' NAKŞi SEYHlı SEYH ESAD ERBiLl (K.S.) 159 Uydurma Menemen Hadisesinin B٠ ‫؛‬r Numaralı Hedef insani: Kclâmî Dergâhı Şeyhi (.ES'ad Erbili Hazretleri (K.S Rejim Tarafından Zehirlenerek Öldürülen Nakşi Şeyhi" " ......................................................... 161 Salma Dehşet.............................................................................................................................. 165 ve Uydurma Senetyolar Tertip............................................................................................................ 166 Agzjndan Menemen Hadisesi Savcırun....................................................................................... 169 { Şehit Konuşuyor.............^........................................................................................................ M Hedef insan Hadisesinde Bir N ı a r a l ı Menemen.............................................................. 176 ٥ik ^ u : "YOzlcrcc Müridi Olan Bu Esrarengiz Şeyh Kimd>Erımk.y'Onde Bir D^ ... ............... 177 Gct^ Şeyh E s ^ Erbili Ha٠eiİCTİ.......................................................................................... 180 ^ ce HıİCTe Hapsi Sonra Zebirlenme Senaryosu ....................................................................... 182 ‫ ئ‬Asdıyor. ..................................... 183 ^ DOKUZUNCU BOLl

ZULME UĞRAYAN BlR BAŞKA NAKŞİ ŞEYHlî ..S lL l^ R E L l SÜLEYMAN h

L m Î TUNAHAN h a z r e t l e r !" —

٤٠٠١

٠٠

Zulme U r y ve Mcfiyıhdtn Silislr BirBaşka Şeyhî Ul m ‫ ؟‬.li saicymm Hilmi Tu nıhın Huretlerinin TutukluluJt GGnlcri ve Çektlg‫ ؛‬Tarifsiz Çd.l.

187

189

r1


Mücadele Devresi..................................................................................................................... 190 Suçsuz 01üu٤u Anlaşılmakla Bcraaünc................................................................................... 191 Çile Dolu Bir Hayal ve Sürekli Rejime Jumallemclcri............................................................ 192 ONUNCU BÖLÜM HAPİSHANELERDE ÇÜRÜTÜLEN VE MEZARINA DİLE TAHAMMÜL EDİ­ LEMEYEN DİN MAZLUMU : ÜSTAD BEDİUZZAMAN SAlD-1 NURSI Rh. a........... 197 Denizli ve Devrim Düşmanlığı................................................................................................ 204 Denizli Müdafosmdan............................................................................................................... 206 Emirdağ Hayalı........................................................................................................................ 207 Afyon Hapishanesindeki Günleri.................................. ........................................................... 209 Afyon. Emirdağı ve Bcdiüzzaman’m Fikirlerinin Planlı Bir Şekilde Yaygmlaşması.............. 211 bianbul Muhakemesinin Bcroailc Nclicelcnişi........................................................................ 214 Emirdağ Günleri Beraat Sonrası............................................................................................... 215 Baglılan Yazıyor...................................................................................................................... 216 Son Durak Urfa......................................................................................................................... 218 ONBÎRlNCÎ BÖLÜM KAŞGARİ DERGAHI ŞEYHÎ ABDÜLHAKÎM ARVASİ ks. HAZRETLERİNİN UĞRADIĞI ZULÜMLER ve SÜRGÜNDE VEFATI..... ....... ........................................... 223 Hayatı....................................................................................................................................... 225 Tasavvufa Girişleri.................................................................................................................... 225 İstanbul’a Gelişi......................................................................................................................... 226 Şemaili. Ahlakı ve İrşâd Metodu.............................................................................................. 227 Son Zamanlan........................................................................................................................... 229 Bundan Sonrasını Talebesi Ostad Necip Fazıl Kısakürek.icn Dinleyelim............ ................... 229 ONİKİNCİ BÖLÜM YASAYANLARIN DİLİNDEN CUMHURİYET DÖNEMİ ZULÜMLERİ^_________ 235 Eski Diyanet işleri Başkan Vekili Yaşar Tunagör Hoca Devrimler Sonrası Dini Hayatı Anlatıyor.................................................................................... ............. ................................ 237 Mcdrcsc-i Mütehassisinden Bir Hoca: Hoca Hüsrev Efendi.................................................... 244 Günümüz Fıkıh Alimlerinden Mehmed Emin Er Hoca Anlatıyor: Türkiye’de Tedrise Olan Baskılar Dolayısıyla Tahsilimi Tamamlamak İçin Diyar Diyar Gezdim Ulemaya Yapılan Zulümler Dolayısıyla Kendimi Suriye'ye 21or Alabildim..................... ...................... 251 Erzurumlu Halis Emek Hoca: "O Dönem Zifiri Karanlık Bir Dönemdi"................................ 257 Usküp Eşrafından Islâm Varlı: "Yugoslavya'da Bulunan Müslüman Türk Azınlık Cum­ huriyet Dcvrimlcrindcn En Az Türkiye Kadar Nasiplenmişü............................ ..................... 269 ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN SINIR TANIMAZ ZULMÜNE BİR BAŞKA TANIK: MEVLEVİ TAHİR OLGL7M VE ZULMÜN HATIRALA RI_______________ 275 Polisler Evimi Arayıp Beni Nezarete Götürüyorlar....................... - ....................- ............. 279 Fötr Şapka Giyiyorum......................................................................................... - ................... 287 Dostların Hapishane Ziyaretleri......................................- ..........- .........- ....................- .......... 288 Aksaray Polis Merkezine Göiürülüşüm...... - ...........- ............................... .......... ..... ............. 289 Bakanlan Tavsiyede Bulunur musunuz?...... - ...........................- __ ________ _______ _ 295 İskilipli Aüf HocaylaTmışır mısmız?..........................- ........... - ...................................... .. 296 298 .١ ١ ıra Mahfcl MccmuasmaGeldi.............................................—.....................— .—... 298 Şı.pka Risalesini Kimler Satın Aldı?..............—


Mevlevi Tahif Dc٤iî Sadece Tahir ............................................................................................ 300 Aksar.y Pohs Merkezine CçOncü Defa G^tUr١ jlü١üm ............................................................ 303 ،!im Heyeti Topyekun SorguJamada.......................................... ............................................ 304 8 ‫ أه‬Açık Gezmek de Su‫؟‬, ? apka Risalesi Salmak da ............................................................... 3‫ؤدﺀ‬ ? cyh Süleyman Efendi ve Şeyh Ali Haydar Efendi...................................................................311 Jsiıklal Mahkemesi Heyetinin Hapishane Ziyareti.................................................................... 313 Tunıklular Ankara'da. 316 ve Eransızlar Gibi Arama Ingiliz................................................................................................ 317 Aileme ilk Telgraf Hapishaneden.................................................................................... 3 ‫ﻳﺎ‬ Adameagızı Mahfel'dc Resmi Var Diye Tutuklamışlar........................................................... 324 Kılı‫ ؟‬Ali ve Necip Ali Hapishaneyi Teftişe Geliyorlar........................................................... 327 Hapishane ،‫ ؟‬inde Bile Şapka Korkusu.................................................................................... 328 Jan d a^a Tarafından Aranması Eşyalarımızın.................................................................... 320 Kararlarımız Yeni Geliyor Tevkif............................................................................................... 322 ،Ik Defa istiklal Mahkemesine Gidiyonız............................................................. ....................333 .Mahkemesine Don Kctc GütiirUldilm istiklal..................................................................................... 33‫ﻷ‬ Din ve Imanı Bırakın da Mahkemeden Korkuyordu....................................................... 339 er Rıza Beyin ve s^dışehırli Hasan Efimdi'nin ،Muhakemesi 0.71.......................................... 340 Kez Muhakeme Edilişim ve Nihayet Bcraaiim .7 ..................................................................... 340 Şapka Risalesinden Ka‫ ؟‬Tane Saitın? ........................................................................................ 34‫د‬ .Müdüriyet Dairesindeki Koğuşa Naklim ................................................................................ 346 Dcf.İ Hacete Bile izin Yok....................................................................................................... 347 Hapishane Kumandam Bağırıyor: ''Mürteci HerifiCT.' ............................................................. 348 Bitli Koğuşlar .‫د‬................................................................................................................... . 349 -Koca Koca Zincir ve Prangalarla Aiıf Efendi ile Birlikte Mahkemeye Gctıriliyomz.............. 350 Alif Efendi Beraat Umuyordu.............................................................................................. 350 ٥nmTalebi ،damJ Idaml-Sa١. 351 Müftü Ali Rıza Efendi Beni Hemen idam Edin ................................... .................................... 353 hiddafanamcicr Yazılıyor...- “.......................................................................... 353 Şeyh Süleyman Efendi'nin Müdafaa.،‫!؛‬....................................................................................... .354 Karar Günü Gelip Çattı Müdafaa ve Hukum ....................................... . 356 Mufra Ali Rıza Efendi Çok Metin GOnlnu)ordu............................................... . 356 klüdafaamı Oku.vorum hlahkemcdc....................................................................................... 357 SankJılar Ozci Olarak Çagınlıyor......................................... ‫؛‬.................................................. 359 Çıktıktan Sonra hlahkem ^cn ...................................................................................... 360 o n d o r d Cn c l . b ö l ü m EZA N ^. ANLATILMAMIŞ ÖYKLSÜ VE TANRI LLLDLR.DAN ALLAHL EKBER.E GiDEN Y O L ......:..........-................................................................................-... 367 Eran Dclleri'nin Liderlerinden Hacı Yusuf Efendi: "Ankara H:ıcı basram Camiinde Yasak Sonrası ilk Arfl^a Ezani Ben Okudum" . . . . . ...........................................373 Akil Hastanesine Gönderilen Ezan Delileri ve ilk Ezan Su‫ ؟‬٢ u Sadık Çakırte.lu^ . .................. 385 Büyük Millet hlcclisindc ismet İnönü'nün H u z u r d a Arap١ ٠ a Ezan (Ikuyan Tanlıe isimsiz. Kahraman Hacı Muhiddın Erlujml Efendi Malolmuş ....................... 395


S U İŞ

BUNLARI GUNDERflNIZDEN I . ‫ ؟ ؟‬IKA RM A^N J... ٥٠٥ ytl Kur'ân'ın bayraktarlığım yapmıŞf sünneti hayatlarına hakim ٤ ،/-

mış bir toplumun evlatlarının zaman gelipte bayraktarlığım yaptıkları Kitabin okunmasını ve okutulmasını yasaklayacağım ve Kur'anı j a â r m a postallarının altında çiğneyeceğini, Ezan-1 Muhammediyi değiştireceğini ‘'Kabe Arab'ın olsun, bize Çankaya yeter!" diyerek Allah’ın evini ve Resulullah'ın makamını ret edeceğini ve bütün bunları yapanların OsmanlI ahfadları olacaklarım kim nerC‘ den bilebilirdi kl? Kur’ân’ı ve Sünnet’i savunma adına veya bugün halkın yüzde 99’unıın ve özellikle de okumuş kesimin yüzde lOO’ünün başlarına giymedikleri şapka adtna insanların toplu kıyıma, ٠٤^ ٥ ^ ettiler gerekçesiyle• tâbi tutulacağım kimler ne• reden bilebilirdi ki? !2 £ 1 ‫ﻻ‬1‫ﺉ‬sonrası Sıkı‫ﻻ‬önedm Mahkemeleri.nin kararı gerc٤i9 kadar kİ5İ٠ nin idam edilmesiyle sadece Türkiye'de değil, dünyada yer yerinden oynarken. 1923-1931 yılları arası Sirfislami düşünüş ve yaşayışlarından dolayı darüğaçlarında sallandırılan 10 binlerin iisiiindfi (labiki loplııca oldiirillenler ^e kur§u٠ na dizilenler hariç!) kişinin ve ulemanın hali zamanının yöneticilerince keyifle izlenirken, Islâm'ın 600 yıl karalığını yapmış bir ü o ğ r a fy â boylesine zulümler olaca٤ını kim nereden bilebilirdi ki? Hele hele basit bir şapka giyip-giymeme İçin insanların gözünü kırpmadan ölüme gölürülece٤ini kim bilebilirdi ki? Orhan Kolonin gibi lam anlamımla rc‫ ﺇ‬imin propagandisii olan biri iarajından bile 0 ‫ﻻ‬ılların haiırasına )'açılan *!İslâm'da Başlık" isimli eserde ifade edilen ria m la rı sizlerin ve bütün dü/tyanın dikkatine sunmak istiyorum: Orhan Kolonu. .'.5apka değişikliğinin isıekle değil, kan dökülerek N.ürûtüldUğUnil.. ifade İçin i s t i n Mahkemelerinin sadece şapkadan 75 gün gibi kisa bir îoman içerisine ka^ milmini idam elliğini şu rakamlarla İıoh ediyor:


‫د(ا‬

c u m h u r iy e t

D Ö ^ M I U IN ^

DEVLET -

-

c il t ١

Aralık Î925: 7S dava. 163 saa، k٠3 ida^. O c i 1926: 78 dava, 582 sanık, 41 idam. 1-15 Şubat 1926:63 sanık, ‫ ﻭﺭ‬idam. Egyptian Gazette'nin 4 Mart 1926 tarihli n iis h a s ıâ da bu râam lar IC7 .U edilerek sadece şapkadan 75 gün içerisinde 56 kişinin ida^ edildiği ve 743 kişinin de degişik .ranlarda cezalandınldıgı dün‫ﻻ‬a‫ﻻ‬a ilan edili0‫ﻻ‬r. 12 E^lül ilailali sonrası 9 k ٤ ş i (bu rakama Usielik 3 1‫ ﺍﻻ‬içerisinde ulaşılmıştır) idam edilince yer y e r U n oynatanlar ve demokrasi elden gitti diyenler sadece 2 ‫ﺩ‬ içerisinde 56 kişinin idamına o ‫ﻻ‬ı ‫ﺍ‬larda oldugu gibi bugünlerde de sessiz kalmışlardır. Çünkü idam edilenler M ü s la n la r d ır ve Isldmcı ulemadır.. Ben bir ibrei olsun ve lıiçbiriniz unutma‫ﻻ‬asınız di‫ﻻ‬e bir başka rakam daba vereceğim: Ankara istiklal Malıkemesi Başkam Ali C etinkajgve İs‫ ؟‬an Bölgesi istiklal Mabkcmesi Başkam Mazliar Müfit Kansu Istiklai Mahkcmelc. ri'nin biıamında topla,n 2 6 5 ‫ ﺓ‬kadar kişi۶i (değişik suçlardan) idam ettiklerim belirttiklerinde, kendilerine en başta itiraz istiklal Malıkcmesi cellatlarından biri olan Cellat Kara Ali tarafından gelir. Cellat Kara Ali. patronlarının ‫ﻻ‬alan söylediğini belirterek. ''Sadece benim darağacında sallandırdığım sarıklı sakalil kişi sayısı 5216.dır. Söylediğim gibi üstelik bunlar SI^alim olan kişilerdir...', der. ‫؛‬stiklal Malıkcmclerinin yüzlerce celladından sadece birisinin. Cellat Kara Ali'nin, ‫ ﺭ ﻭ ﺀﺭ‬y ı l ı â Son Posta gazetesinde yayınlanan anılarındaki hu ij^e sin in korkunçluğu meydanda. Bu ifadelerden yola çıkıldığında toplam idam edilen insanların 10 binler olduğunu rahatlıkb hesap edebilirsiniz. Bir de sessiz sedasız kurşuna dizilen, mürteci köyüdür diye köyleri yaşayanlarıyla birlikte y i ı l a n ve *'isyan ettiler" diye masum oldukları halde kurşU‘ no dizilen 10 binleri bu rakama dttiıil ederseniz. Cumhuriyet döneminde hayatinı ^ y b e d e n Isldm şehitlerinin sayısımn rahatlıkla 6 haneli rakamlarla ifade e ğ m e s i gerektiğini anlarsınız. Ben İşte böyle bir zulüm atmosferini sizlere y ş t m a k ve yapılanları ibret nazarınıza sunmak İçin dönemin o d la r ım hem rejimin kendi belgelerinden ve hem de o ^ n e m i y q a m ış ı n k ı lş ٠ dilinden sizlere aktarılmasını uygun gördüm. Zamanla zulmün bu ibret levhaları herkesçe bilinsin ve hesabi sorulsun düşüncesiyle bütün bunları gündeminizden hiç çıkartmamanız dilegiyle.


BİRİNCİ BÖLÜM

HATIRALARLA İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN SINIR TANIMAZ ZULÜMLERİ

١


KUR.AN'I POSTALLARIYLA ÇİĞNEDİKTEN SONRA. .TSYAN e t t i n i z .’ DİYE TOPLUCA ÖLDÜRDÜLER 131 KİŞİYİ

H. Hüseyin Ceyian : Elendim sizier özellikle Muş. Bitlis, Bingöl, Genç bölgelerinde Cumhuriyet Halk Partisi döneminde insan.mızjn inancjna yönelik işlenen tarifsiz ve tasvirsiz zulümleri gördünüz ve hatta yaşadj. n،z. Ayrıca 1 6 0 -57‫ ﻷ‬aras» D em .krat Parti Milletvekilliği de yapm.ş olmanjz hasebiyle yaşad ٠klar ٠»١،z bizim açjmjzdan önemli, 195ü yjljna kadar dindevlet ilişkileri açjsmdan inanan insanlarjn durumu sizce nasıldı? Gjyaseddin Emre: Tabi 0 zamanlar sadece din eğilimi yasaklanmakla kalmıy.r ve her tür din eğilimi veren mUcsseselerin dinî Icdrisaima son veriliy. or. üstüne üsılük Müslümanlann czanlan ve Kur'Sn'lan bile ellerinden alımyor. du. ?imdi sizlcrc tabi çok garip geliyor: Kur'ân okumak ve okutmak rcsmcn yasak. 1928-1946 yıllan arası. Nerede bir KuriSn okutan. Kur.ân ögrcicn hocaefendi var. yirmi yaşındaki Jandamialar hemen dipçikleriyle ve ۴ siallanyla 0 alimlerin hemen ensesindeler. ٧ c Peygam^rimiz (SAV) döneminden bugüne Müslümanların tek ortak istiklâl Marşı olan ezan da bu İnançsızlık döneminden payesini alıyorvc '.Allahu E kbcdcn. Tann Uluduri'a dönüşüyor. Aynca bizim dogu bölgesinde 1925-30 yıllan arasında hacı. hoca, molla, m üde^s gibi kısaca ilim ehli olan zevat üzerinde ^İriiıülcn katliamlar bu gün yaşlan 80'in üzerinde olan insanlann çok iyi bildigi şeyledir ki. ^ n somnuzla yeniden 0 döneme giltigim İçin şimdi titremeye başladım bile. Devletin 0 zamanlar din üzerindeki tahakkümü ve dini baskı aliına alması kelimenin t ^ anlamıyla dinsizlikten başka bir şey de^ldi. Dinsizlik Dönemi H. Hüseyin Ceylan‫ ؛‬Sizin ” dinsizlik dönemi” diye vurguladığınız 0 dönemi biraz açabilir miyiz?


1 ٤٩٠

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DlN VE DEVlEn> İLİŞKİLERİ

c il t

3

Gıyaseddin Em re : Efendim her şeyden dnce 3 Mart. 1924 ‘ İ‫ إ ا‬barcn memleketimizde kanunen her tür din cgilimi “ 1928 harf devrimi ile birlikte Araj^a ve .sm anhca ٠n ١n da kesin olarak ^iriirliiktcn kalkması hasebiyle ‫؟‬ocuklanmıza din cgitimi v c ^ c k açısından ‫ ؟‬ok zor durtimlartla kalınmıştı. Yani ^ 6 ‫ اﺛﻤﺆ‬gideree ve biz ne olurea olsun ‫؟‬ocuJrianmiza dinini, diyanetini. Ku^ân.ını öğretemezsek, şair Mehmet Akilin dedigi gibi ''...istikbalimizden pek ‫ ؟‬ok korkulur!" diyerek istikbalimizde dinin yok olacağı kokusuyla ^ k ‫؟‬ok korkmaya başlamıştık. Şöyle ki. birisi ‫ ؟‬ocuklanna Ku^ ٥n ٠ı öğretecek olsa. Elifta'yı Ogretccek olsa, bu^in ^ ^ ı ' d ^ i teröristlerin devlet kuvvetlerinden kaçarcasına saklandiki an. mağaralara gizlendikleri gibi, Ku^ân-1 ‫؟‬ocuguna öğretmek isteyenlerde mağaralara, daglara. om anlıklara kaçmak mecburiyetinde hisscdiyorlaidı kendilerini. ٧ e yine bu^in devlet, teröristleri d o ^ Irölgesindc nasıl daglaröa, magaralarda anyorsa. özellikle 1930.1946 yıllan arasında da devlet kuvvetleri, sanki birer tcröristlcmişccsinc ‫؟‬ocuklara Ku^ân ögrctcn hocaefendileri. alimleri, mollalan mağaralarda, orman içlerinde ve daglaröa anyorlaröı. İşte bu şanlarda Kuriân öğretimi gerçekleştirilmiştir 0 zamanlaröa. Bu baskılann temel s c ^ b i islam düşmanlığıydı. Dünyada hiçbir millet yoktur ki, en az Türkiye kadar ecdadına düşman olsun ve en önemlisi kendi halkımn dinine düşman olsun. İşte bu ülke Türkiye'dir. Kendi insanına, kendi kültüröne, kendi inanışına ve lopyekün ecdadına karşı öylesine husumeilik E le y e n birTUrkiye'den 0 zamanlar e l i t t e din eğiliminin yasaklanmasından, Kuriân'ın değiştirilmesi düşüncesinden ve czamn değiştirilmesinden başka bir şey ^klencmczdi. Din Düşmanlığı H. Hüseyin Ceylan : Bu k ad ar çok din düşmanlığının yürütülmesinin sizce sebepleri nelerdi? Gıyaseddin Em re : Bir çok sebebi var. En başla Osmanlı bir halifelik merkeziydi ve Makam-ı Hilafet OsmanlIda bulunuyordu. Dinî eğitime son veril­ mezse ve şeriata ait uygulamalar son bulmazsa devletin yeniden hilafete dönüşü sözkonusu olabUirdi diye düşünülmüştür. Bu sebeple de dinî duyguyu gclişürici. dolayısıyla da İslâmî geliştirici her şey devlet eliyle yasaklanır olmuştur. O dönemin tartışmalarından çok iyi haurlıyorum. Türkiye devlet olarak dirü ilişkilerde çok garip uygulamalara girmişti. Türkçe Ezan. Türkçe Kur٠،ın


KUK.ÂN 1 rO SlA njU O Y lA ÇİĞNEYİP. 131 KİŞİ OLDORDOLER

‫ﺓ‬

hatta "Islah edilmiş yeni Ku^ân" gibi saptk görtişicr gündeme geliyordu. (I92t ١٠ 1930) zamamn alimleri dinde böyle bir şey yoktur. Ku^ân.t değiştiremezsiniz. Ezanj değiştiremezsiniz dediklerinde genelde onlar kellelerinden olmuşlanlt. Yani devlet din açtstndan var olan bir şeye Wylc bir şey dinde yoktur diyebili. yordu. Çünkü devletin istediği din İslâm dcgildi. Kanunlara uygun, mevzuata uygun, ilke ve inkılaplara u y ^ n bir din araulanıyordu. Dolayısıyla bu standart, lara uygun yepyeni bir Ku^ân ortaya koymak istediler. 0 dönemi yaşayanlar ''Yeni Kur'ân veya Kemalist Kur'ân" isimli ‫ ؟‬alişmalann yürütüldüğünü pekala bilirler. Buradan şunu söylemek istiyortjm! Hrisıiyan dünyasında bile eger Papazlar Incil'de durtim böyledir derlerse devlet onu onaylar. Ama bizde hocalar, din alimleri, dinde durtim böyledir diyorlar, dinle hi‫ ؟‬alakası olmayan, hatla ömriinde namaz kılmamış olan bir devlet yetkilisi kalkıp.. ''hayır dinde durtim öyle dC" gildir'' diyerek kendi anlayışlannı zorla "din'' diye kabul ctliriyorlartlı. Bu bakımdan da 1923-1950 yıllan arasında din-devlct ilişkiler‫ ؛‬dünyada eşi ve benzeri olmayan ''alamet-i ٢arika''!ı uygulamalar olmuştur. Alamci.i farika halk nezdinde Cumhuriyet Halk Partisi.dir. Ve Örnekler H. Hüseyin Ceylan : Efendini dönemin dini baskılarım yaşadığınız ve duyduğunuz kadarıyla biraz örneklendirebilir miyiz? Gıyaseddin Em re : Bizim doğu bölgesinde Cumhuriyet döneminde köy­ lerin adı da yenilendiği için, ben köyümüzün eski adıyla bir olaydan bahsetmek isleyeceğim. Bizim köyün adı Ganiçok idi. Yıl 1927. mevsim ilkbahar. Bir jan. darma onbaşısı ve iki jandarma eri köyümüze geliyor (Yaşım müsait olduğu için çok iyi hatırlıyorum). Köy geçimini genelde hayvancılıktan temin etliği için, köyün giriş ve çıkışı hep hayvan pislikleriyle doludur. Jandarma onbaşısı çamurlu yollardan ve hayvan pisliklerine basa basa köydeki Halid Ağa denilen, aynı zamanda alim olan bir zatın evine geliyor. Posıallanm dışarda çıkartma­ dan. afedersiniz ahıra girer gibi posıallanyla Halid Ağanın evine giriyor. Sonra penceresi dışanya bakan (bizde evlerin penceresi genelde avlu içine bakar, sa­ dece bir odanın penceresi dışanya bakar. O da geleni giderü gözlemek içindir. O odada da genellikle evin en büyüğü olan erkek oturur) odaya Halid Ağa٠mn ya­ nına geçerek postallarıyla birlikte pencere kenanndaki sedire uzanıyor. Bir müddet sonra, altı hayvan tersiyle dolu olan postaliannı çıkartıp, perteerc geniş-


16

1٠ :CUMHUIOYCT DÖNEMİ DlN VE DEVI.I٠ | ‫ﺍ‬.‫ ؛ﻟﺬﺍ‬11‫ﺃﺍﺩ‬1

c٠ii ; î ٠3

ü.indc buİun;ın kiiuplann ü/.crinc koyuyor (üi/im cvlcrimi/cJo modern anlamda ku‫ ﺍ‬üphanc olmadığı i‫؛؟‬n. gcnolliklo kitaplar pcnccrc gcni‫ ؛‬li‫ ؛‬inu veya sandıklara kenur^. Tabi her zamanki gibi pencere geni‫ ؛‬li‫ ؛‬inde bulunan en Ustıeki kitap Kur'an-1 Kcrinı'dir. J ^ d a m a Onbaşısı da posıallannı Kur'ân.ın üzerine koymuştur Şeyh Halid Aga da sessizce olurdu‫ ﺝ‬u yerden kalkıp. postalın altındaki Ku^an-1 alıyor. postalı y.inc ayni yerine koyarak. Kur'an.1 yan odaya götürmek istiyor. Tam bu Sirada jandamia onbaşısı Jlalid Aga'ya: ”Nedir 0 elindeki'' diye soı^nca^ ''Kur'andır. tlcrhaldc siz postalınızı koyarken, postalın altındakinin Kur'an olduğunu larkedemedinizl'' diye cevab veriyor Şeyh Halid. Bunun üzeri, ne jandarma onbaşısı liemen uzandığı yerden ayaga fırlayarak postallannı giyi. yor ve H.ılid Aga'nın elindeki Kur'ün'ı alarak yere ‫ ؟‬açıyor ve Kur'an'1 çizmelc. riy.le ‫ ؟‬ignerken de bir iarafıan. '.Hâlâ bu Kur.ân.ı mi okuyoreunuz. hâlâ bu ‫؟‬öl kiiabını mı evinizde bulunduoayorsunuz'. diy.crek salyalarım akıta akıta Halid \ga'ya bagım aya başlıyor. Yanındaki iki Jandanna da Kur'ân-ı ‫ ؟‬ignemede on. başılarına yardımcı oluyorlar. Tabi Şeyh Halid Aga evinde en aziz bıldigi, namusu biidıgı Kur'ân ikiylesine ^ s ta l aliında ‫ ؟‬inenirken ve Kur'ân'a bOylcsine hakaret edilirken beyninden vurulmuşa dOnuyor ve hemen yan edaya geçerek yatağının altındaki silâhını ali. yor ve tekrar jandamıalann bulunduğu odaya girerek jandaıma onbaşısını ve sonra jandarma erlerini oracıkla OldUriiyor. Bu hadise 0 zaman ^luş bf١lgesinde Şeyh Halid Aga İsy.anı diye duyurulda. Oysa İsytın misyan hiçbir şey yoklu. Yüzlerce jandarma ellerinde süngü takıimı.ş silahlanyla Ganiçok köyünü sardılar n927y. Once Şeyh Halid'in evine girdiler. Kadın ٠.‫؟‬oluk. çocuk ayınmı yapmadan hepsini aldılar ١'C köydeki Halid Aga nın ne kadar yakın akrabası varsa onlan da toparlayıp götürdüler. Sonra Şeyh Halid Aga'nın komşu köylerdeki hısım akrabalan da tek tek toplanıp eski âdıyla Tıll olan İlçeye getiriyorlar. Eski adlan Ganiçok. Gıcık. Dabbi olan köylerden toplanan Şeyh Halid in akrabalan ve Şeyh flalid 131 kişi olarak Tili İlçe, sinin ..iNcvaJa Çileken.. denilen mcydanJıgına elleri baglı olarak getiriliyorlar ve yeni adi Kopko olan Till'lilcrin ‫؟‬ok iyi bildikleri gibi bu 131 kişi çoluk çceuk demeden bir anda kukuna diziliyor ve ayni zamanda sUngüleniy or. IJepsi ()IdUruldu „ ٠ Hüsevin Geylan : Hepsi Olduruldu nııı?

( ‫ ؛‬lyaseddiiı Enire: Evet hepsi öldünıldü ve nıaalc.sef Dogu'da bu Urpeni‫ا‬‫ ا‬fjiayı duynruri.ırken de "Şeyh H.ılid ayaklanması" diye duyurdular. Oysa ne


K U R '^.I POSTALLARIYLA ÇİĞNEYİP. 131 KİŞİ Ö L P O İ L E R

17

ayaklanma ٧ ardı٠ nc dc loplu ‫؛ﺓ‬٢ isyan. Ben Demokrat Pani'den millctcvckilligi de yapmj‫ ؟‬bir insanim, burada açıkça söylüyorum ki .'Dogu isyanlan.' diye larihte gösterilmek istenen isyanlann çoğu Şeyh Halid'in ki gibi olmuştur. Asil isyan jandanna onbaşısının Ku^ân'a karşı gOstcnligi. bugün bile kanunlanmıda ..dince mukaddes sayılan şeylere saldın.' diye geçen cezayı mUstclzim olaydır. Ama 0 dönem özellikle Dogu'da lam bir jandanna de٧ leii oldugu İçin ve hemen her şeye, her konuda jandarma karar verdigi İçin askerlerin dedigi şeyler gerçek٠ , ٠ '٠ "Bunun isyanla alakası yok. ne ayaklanması, milleti niçin tutukluyoreunuz?" diye itiraz eden insanlar da jandannaya ilirazlannın karçılıgını "süngü" karçısında canlannı feda ederek ödemişlerdir. H. Hüseyin Ceylan : Cıyaseddin Bey Bölge olarak bugünkü Mutki bölgesi civarında cereyan eden bu olaylar tarihe ..isyan., olarak geçmiş. 1972 yılında Cenelkurmay Harb Tarihi Başkanlığı tarafından yayınlanan ve bir askeri tarih araştırm ası olan ..Türkiye Cumhuriyeti ٠nde Ayaklan, malar.. (1924.1928) isimli eserde sOzkonusu ettiğimiz olay, tabi bu merkezde değerlendirilmediği İçin isyan, ayaklanma diye anlatılmış. Resmi adi da Mutki ayaklanması veya §eyh Halid Ayaklanması. Acaba Doğu.da, anlattığımız tarzda olaylar cere.van edip ayaklanma dedikleri ve bOylece insanları topyekUn öldürdükleri olaylar Olmuş m udur‫؟‬ Gıyaseddin Emre : Bakiniz Hüseyin Bey! Elazıg. Muş, ٧ an. Bidis. Bingöl. Siirt Bölgeleri 13 Şubat 1925-31 Mayıs. 1925 tarihli Şeyh Said isyanından başlayarak insanlann. özellikle suçsuz Müslümanlann binlcrccsinin ''vatana İha. net... ''isyan.' denilerek öldüriildügü. kukuna dizildiği veya Şeyh Said. Bağımsız KUrdisian adil bir devlet kurma teşebbüsüyle yargılanmış ve yanında da bir sürü insan idam edilmiştir. Oysa gerek Ingiliz kayıtlan ve gerekse 0 zamanın komUnisi iandanslı gazeteleri Şeyh Said.in KUrdisian diye birolayla uzaklan yakından alakası olmadığını ve Şeyh Said'in iyi bir molla ve şeriat yanlı.sı olduğunu vurulayarak, dönemin şanlan gercgi ister istemez 0 suçlamayla idam edildi dcmişlerdir. Bu kanaati scrgilcyeıücrdcn biri de Damad-I Milli Gazeteci Metin Toke^dir. Metin Toker ''Şeyh Said ve İsyanı'' isimli eserinde Şeyh Said'in keli, mc olarak söylemese bile tam bir şeriatçı ve İslâmcı olduğu İçin idam edildiğini dile gctimıckicdir. Oysa Şeyh Said. Şeyh Halid'e yapıldığı gibi Ku^ ٥n ٠a hakaret edildiği i çin. dine kufredildigi ve dini cgiıint yasaklandıgı İçin çevresiyle biriikte yanlış yoldan dönülsün'' İçin hükümeti uyarmak istemiştir. Nitekim mtanaklara resmen geçen ifadesinde dc bu şeyleri dile g e tiriştir.


18

c u m h u r iy e t d ö n e m i

DİN VE DEVLET İLlŞKlLERİ

c il t

3

Efendim o dönemin devlet açısından bir önyargısı vardı. O da §u: Din adamı mültecidir. İnicakaranc icşübbüsler bunlar eliyle yürütülür ve her tür dev­ lete karşı uyanışlan bunlar organize eder. Devlet din adamına ve dindarlara böy. leşi bir bakış açısına sahip olunca ister istemez din adamlan üzerindeki baskılar 1950 DP iktidarına kadar devam etmiştir. "Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü" derken aslında Arapçadan yüz çevir­ menin ötesinde din adamlanndan yüz çevirme olayı anlatılmak istenmiştir. Din­ den ve İslâm'dan bu kadar uzaklaşma arzusu "Kabe arabın olsun, bize Çankaya yeter" dizeleriyle en etkili bir şekilde kendini göstermiştir. Mesela 1940١lı yülarda İnönü ve Halk Partililer bir vesileyle bizim oralara gelmişlerdi. Adamlar konuşuıiccn "Elbette Kur’ân da Ezan gibi Türkçe olmalı­ dır. niçin anlamadığımız bir dille biz Kur٠ân okuyalım ki!” demişlerdi. Oysa konuştuklan bölgede hemen herkes Arapça bilir ve Künçe konuşuyorlardı. Türkçe bilense hemen hemen hiç yok denecek kadar azdı. Gerçi Kur.ân Türkçe bile olsa onlar Kur’ân okuyacak, namaz kılacak değillerdi. Onlann hedefi hem üzüm yemek ve hem de bağcıyı dövmekti. Ben şahsen, bahçelerindeki üzümleri verdikleri halde, yıllarca dövülen bağcılara benzetiyorum inanan insanlan. Devlete bu insanlar herşeylerini ver­ mişlerdir. Fakat devlet bunlara inançlannı yaşamayı bile hor görmüştür. Laiklik Adına H. Hüseyin Ceylan : .'K ayser.in hakkı Kayser'e" ..T anrı.nın hakkı Tanrı.ya.. verilmemiştir demek isliyorsunuz!

verilirken

Gıyaseddin Em re : Efendim ben o acı günleri bizzat yaşadığım için çok iyi biliyorum. Yapılanlar Laiklik adına devletin dine apaçık zulmünden başka birşey değildi. Şu kadannı söyleyeyim, o dönem yapılanlan bu gün bile ne 12 Eylül Komuumlan ve ne de Cumhurbaşkanı yapmayı düşünebilir. Neden böyle diyorum biliyor musunuz? Yapılanlar olağanüstü boyutta insanlık dışı da onun için. Hani şimdi Bulgaristan'ın Türk soydaşlanmıza zulmünü prosiesio ediyonız ya. yok camileri kapatmışlar, yok ezan okutmuyorlarmış. yok sünnet ettirmiyorlarmış.. Bizde de 1923-1950 yıllan arası bütün bunlar olmadı değil. Ku^ân'ın okunması ve okutulmasının yasaklanması, camilerin ahır, depo yapılması, ezan­ ların susturulması.. Bizim o zaman bir Müslüman, bir Türk olarak kendi devleti­ mizden gördüğümüz. Bulgar zulmünden başkası değildi.


KUR'ÂN.I POST.\LLAKJYLA ÇİĞNEYİP. 131 KİŞİ ÖLDÜRDÜLER

19

Bugün bile bu hal fazlasıyla değişmiş değil. Bakıyorsunuz gazetenin biri­ si Bulgaristan’dan gelen bir Türk soydaşımızın fotoğrafını yayınlıyor A d ı: Mehmet Ismailoğlu. Suçu: Namaz kılmak Cezası: Belene. Aynı şeyi bizim Tüılciye için şu şekilde düşünemez miyiz? Adı: Ayşe Toprak. Suçu : Başörtüsü. Cezası: Okuldan Atılmak. Bir tarafta olay Türk düşmanlığı adına yapılıyor, diğer tarafla da din düş­ manlığı adına. Her iki halde de mağdur ve mazlum olanlar Müslümanlann inanışlan. Demekki. bizim devlet olarak her gün kızdığımız Bulgaristan’dan ve Todor Jivkov’dan farklı yanımız olması lazım. O da devlet olarak dine sahip çıkmamızla mümkün olacakür. Jandarm a Dipçiği H. Hüseyin Ceylan : Gıyascttin Bey! 1928 H arf İnkılabı sonrası K ur'ân'ın okutulması ve okunması fiilen yasak gibiydi. Okuyanlar Jan d ar­ ma dipçiğini enselerinde hissediyorlardı. K ur'ân'a yapılan bu zulmu biraz açsanız? Gıyasettin Emre : Efendim biliyorsunuz Kur’ân-ı Azimmüşşan 6666 ayctiir. Ve biz inanmz ki. bu 6666 ayete inanmak ve ayetlerin buyruklannı yeri­ ne getirmek hcı. mümin için far/-ı ayn.dır. Bu kadar ayetin 500 kadan aleni ola­ rak "ahkam.’la ilgilidir. Hukuki olarak Müslümanı soaımlu tutan ayetlerdir bun­ lar. Şimdi o dönemlerde resmen ve fiilen Kur’ân’ın bu 500 kadar ahkam ayeti zaten yürürlükten kaldınlmıştır ve o hukuka bağlı olarak yaşamak isteyenlerin yaşayışlanna da pranga vurulmuştur. Gerçi bugün bile Kur’ân’ın ahkam ayetleri­ nin yaşanabilip, yaşanamadığının tartışması yapılabilir. Şimdi o zamanlar Medeni kanunun yürürlüğe girmesi ve diğer Batı mer­ kezli kanunlarla idare edilir hale gelmemizden sonra sarulmışürki, bu kanurüar. la ve ilimle biz toplumda ;ıhlakı tccs.süs ettirebiliriz. Oysa ahlak ancak Allah korkusuyla ve Kur'ân.a bağlılıkla teessüs eden bir olaydır. Eğer ahlak, bilimle ve teknolojiyle teessüs edilmiş olsaydı, bugün Ban dünyasının en ahlaklı bölge olması gerekirdi. Çünkü bu gün bilimde ve teknolo­ jide en ileri ülkeler onlar. Fakat bakıyorsunuz ki. Bau bugün ahlaksızlıkla da en ileri noktada. AIDS’inden tutun, her türlü sapık yaşam onlarda.


20

CUMHURİYET DÖNEM! DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Bizde de insanımız Kur٠ân'dan uzakJaşunlınca ister istemez ahlaksızlık da çoğalmış oldu ve 1950٠lerden sonra devlet istemese bile (Ben Demokrat Parti Millctvekiliydim, 1957 yılında DP içerisinde namaz kılan arkadaşlarımızın sayısj toplam 6 idi. Ve garipdir ki bizim din adına hazırladığımız kanunîâr en başta Cumhuriyet Halk Panisi'ndc tepki görmezden önce kendi arkadaşlanmız. DPIiIcr tepki gösteriyorlardı.) hiç olmazsa toplum ahlakını teessüs için dine yö­ nelmek mecburiyetinde kalmışü. Çünkü belli oranda Kuı"ân٠a yönelik ahlakî ya­ pılanma millet olarak da güzelleşmemizi sağlayacaktı. Aradan yıllar geçmiş ol­ masına rağmen söylüyorum. Demokrat Parti millet içinde birlik vc beraberlik ruhunu kazandmcı tek şey olarak gerçekten dini gördüğü için, dinî hayata serbesüyet tanımış ve dinden anndmlmış bir toplumun ahlaklı olamıyacağını his­ setmişti. Ben bunlan şunun için söylemiş oldum. Din olmadan milletlerin ahlak­ lı olması mümkün değildir. Ben bizzat Kazım Orbay.dan dinlemiştim. Kazım Orbay'ın şahsını tasvip etliğimden değil, İslâm ahlakının cari olduğu zamanlarda insanlann bundan ne kadar etkilendiğini göstermesi açısından örneklendiriyorum. Bir gün Cemal Paşa ile o zamanlar yaveri olan Kazım Orbay. Halife'nin emriyle Yemcn'c 3ü bin altın götünnek üzere gönderilirler. 30 bin altın bir kasaya doldurulur vc Cemal Paşayla Kazım Orbay yola koyulurlar. Bağdat’a geldiklerinde yemek, içmek için para harcamak durumunda ka­ lırlar. Kazım Orbay yanındaki 2 altın lirayı harcar, başka da parası olmadığı için Cemal Paşa'ya dönerek: "Paşam ٠ Paşam! Benim yanımda para kalmadı, daha Ycmen'c bir sürü yolumuz var. Paraya ihtiyacımız olacak" deyince Cemal Paşa. "Ben de hiç yok. yanıma da almamıştım. Parasız da yola çıkılmaz, en iyisi sen bana Sultan Abdülhamid’in hediyesi olan şu alün tabakamı sat da onun parasıyla Yemen.e kadar ulaşalım!.. Cemal Paşayla Kazım Orbay paşa arasında geçen bu dialog. o zamanlar hayau hakim olan İslâm ahlakının en güzel yansımalanndan biridir. İsteselerdi 30 bin altımn bulunduğu yanlanndaki kasayı açarlar ve istedik­ leri kadar harcama yapabilirlerdi. Demek ki İslâm ahlakı cari olursa İslâmî yaşayan da, yaşamayan da böy. leşine etkilenecektir. Ya şimdi, ahlak kalmayınca "devlet malı deniz..." deyip, herkes devlet soygunculuğuna soyunabilmektcdir. Bunlann olmaması için de toplumda İslâm ahlak ve eğiliminin olması zaruridir.


V.

kur an I I١ OSTALLAKIYLA ÇİĞNEYİP. 131 KİŞl OLDORDOLER

21

Çünkü Islâm ahlakıyla yetişen insanlar hayatı sadece bir dünyadan ibareı sanmazlar. Bunun hesabının.mizanının.haşrinin.sıraumn olacağını düşünen., kendini ona göre hazırlar. Yapılanlar resmen diktatörlük idi. Olsa olsa '.Jakoben Demokrasi', dedikleri şeydi. Velkanlı Molla Mehmed Efendi, hapisten çıktıktan sonra bir daha ölene kadar Muş çarşısına inmemiştir. Sakalından tutulup çarşıda sürüklenmCvSİ üzeri, ne ben halkın yüzüne nasıl bakanm diyerek evinden dışan çıkmamıştır. H. Hüseyin Ceylan : Peki o zam anlar bölgenizdeki Türkçe ezan uy­ gulamaları nasıl olmuştur? Bununla ilgili önemli olayları rica etsek. Gıyaseddin Emre : 3 Şubat 1932 tarihinden itibaren resmen Türkçe ola. rak "Tann Uludur" diye okunması istenen ezan, bizim Şark vilayetlerinde özel­ likle kırsal kesimde hemen hemen hiç Türkçe olarak okunmuyordu. Şehirlerde ve nahiyelerde, memurlann ve jandarmalann bulunduğu yerlerde "Tann Ulu­ dur" diye okunuyordu da. köylerde hocalar "Allahü Ekber"dcn vazgeçmiyorlar­ dı. Bizim orada Vano ilçesinde Garc Köyü diye bir köy var. Garc köyünün ho­ cası Halid Efendi diye biri. Tabi o zamanlar köylerde resmi imam. Diyane^ bağlı imam yok. Köylülerin m:٠aşmı. yiyecek ve içeceğini karşıladıklan falıri imamlar var. Genellikle de bunlar dinî yönden gerçekten çok güçlü İnsanlar. Bizim Garc Köyünün imamlığını yapan Halid Efendi de hiç Türkçe ezan oku­ muyordu. Bir gün hakkında Vano Kaymakamlığına şikayetle bulunulur, .sürekli Arapça ezan okuyor diye. Şikayet üzerine iki araba dolusu Jandarma Vano Kaymakamı. Savcısı. Jandarma Kumandanı ve CHP İlçe İdare Heyeti Garc Kö­ yüne baskına gelirler. Bu hadise ezanın Türkçeleşmesinden iki sene sonra, yani 1934 yılında gerçekleşmiştir. Vano Kaymakamı hemen köy imamını yanına çağınıyor ve İmam Halid'e: "Sen bu köyde hep Arapça ezan akoyurmuşsun öyle mi?" diye soruyor. İmam Halidde "Hayır efendim ben ezanı okunması gerekliği gibi okuyorum" diyor. "Peki öyleyse bizim istediğimiz gibi bir ezan oku da dinleyelim" diyorlar. Bu sefer de İmam Halid Efendi, "Efendim burada benim müezzinim var. bili­ yorsunuz ezanı hep müezzinler okur, bakın okusun da görelim" diyerek yanında Türkçe ezan okumasını bilen bir gence işaret ederek ezan okumasını isliyor. Genç de sanki o köyün camisinin müezziniymiş gibi Türkçe ezanı okuyuveriyor. Kaymakam peki bir de "Es salaıü hayrun minen nevm'in Türkçesini de söyle de sana inanalım deyince, asbnda hocaefendinin çok çalışkan bir talebesi olan o genç. "Efendim bu köyde ben daha hiç sabah ezam okumadım, çünkü burada sabah ezanı okunmuyor" diyerek kaçamak bir cevapla işi kurtarmış oluyorlar.


22

CUMHURÎYET DÖNEMİ DlN VE DEVLEl' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Köylüler dc gelenlere el. süt. bal hesabı bir şeyler ikram ederek Halid Hoca.yı zor durumdan kurlarmış oluyorlar. Efendim şimdi ben bunları anlatınca gülüyoruz değil mi? Maalesef bunlar yaşanmış şeyler ve Türkiye gerçeklen böylesine din düşmanlığı, ezan düşmanlı­ ğı ve Kitap düşmanlığı yapılan bir ülke olmuş. Ve bu karanlık tablolar yaklaşık 25 yıl devam elmiş. Tabi benim üzüldüğüm şu: 1950'ye kadar halka. İslâm’a düşmanlık yapan insanlara kar‫؟‬ı kin. nefret ve karşı koymalan fazlasıyla olmuş, belki bu uğurda ölmüşler, hapislerde çürümüşler ama dinlerini muhafaza için hassasiyetlerini ve gayretlerini kaybetmemişler. Ya şimdi? Şimdi 1950’den itibaren dinî hayata getirilen serbestlikle ina­ nan insanlar öyle gevşemiş ki. verilen bu serbestliğin içerisindeki dine saldınlan hiç görememişler. En yüksek mevkide bulunan bir adam kalkıyor, ”Islâm’da başörtüsü yoktur” diyor ve buna karşı ne Diyanetten, ne ilahiyat Fakültelerinden ve nede diğer din alimlerinden ve halktan bir ses seda çıkmıyor. Neden mi? Halk dini inançlan itibariyle dejenere oldu anık. Herkes “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” der duruma geldi. Oysa yılanlann zehirledikleri o kadar çoğaldı ki adam sıranın kendisine geldiğinin faikında bile değil. Seçim D iktatörlüğü: Açık Oy Gizli Tasnif! H. Hüseyin Ceylan ; Gıyasettin Bey! Yaptığımız bir konuşmada da söylemiştiniz, yanılm ıyorsam siyasete atılışınız da devlet-din ilişkilerindeki bu negatifliği gidermek için oldu. Gıyasettin E m re : Evet öyle oldu. Niyetimiz dc devletin dine karşı işledi­ ği zulümlere hiç olmazsa parlamentodan engel olmak idi. Malumunuz 1946 yı­ lında çok partili sisteme geçince Cumhuriyet Halk Partisi bir seçim kanunu çı. karmışlı. Şimdiki CHFlilcrin bile güldüğü, tüm insanlığın güldüğü bu seçim kanununun adı: ”Açık oy. gizli ta sn if” idi. Oylar açıktan kullanılıyor ve oylar CHP'li yet­ kililerce de gizli bir şekilde tasnif ediliyordu. Tabi sonuç. CHP bir tek oy alma­ dığı bir yenle bUc bu sihirbazlık usulüyle bütün oylan kendine çevirebiliyordu. Nitekim böyle bir olay da bizim köyümüzde başımızdan geçli. 1946 scçimlcrindeyiz. Köyümüzde 125 seçmen var. Açık oy kullanıldığı için köyümüz­ deki 125 kişi dc Demokrat Partiye oy verdi, ben kendim dc Demokrat Partiye oy


KUR'ÂN’I POSTALIARIYLA ÇİĞNEYİP, 131 KİŞİ ÛUDORDOLER

23

vermiştim. Akşama doğru şehirden bir yüzbaşı sayım ve tasnif için köyümüze geldi. Adını hala unutmadım, kısa boylu, esmer. Şinasi isimli bir yüzbaşıydı bu. Köyümüzün adı yeni adıyla Dokuzpınar köyü. Akşam gelen Yüzbaşı. Cumhuriyet Halk Partisi 125. Demokrat parti 0 dedi. Sinirlendim, beyefendi nasıl olur, bu köylüler açık açık DP'ye oy verdiler. Ben kendime mi inanayım, size mi inanayım, ben de Demokrat Partiye oy verdim. Her şey bir tarafa peki benim oyum nerede?', diye sorunca, bana yüzbaşı hiddetlendi ve yanındaki as­ kerlere beni dövdürtüp Dokuzpınar köyünün bağlı olduğu kaza olan Bulanık ka­ zasına götürdüler ve inanır mısınız bana bu olay dolayısıyla "Yüzbaşıya karşı gelmek.'ten denilerek 3 ay hapis cezası verdiler ve ben boşu boşuna 3 ay onların keyfi için hapiste yatmış oldum. İşle bu olay benim siyasete girmeme neden olan en büyük olay oldu. Yine başka bir olay I950'dc 14 Mayıs seçimleri öncesinde olmuştu. Nisan ayında bizim köye Muş Valisi Bekir Sıtkı Bey geldi. Bizim eve geldiler, komşu köylerin ileri gelenlerini de çağınnışlardı. Vali Bey diğer köyden gelen köy ileri gelenlerine tek tek, "Köyünüzden ve komşu köylerinizden DP'ye bir tek oy çıkmayacak, bütün oylar Cumhuriyet Halk Panisi'ne verilecek. Oylar DP'ye çıkarsa size fena halde zaranmız dokunacaktır?', diyerek herkesi tehdit etti. Babam hasta olduğu için onun yerine ben katıldığımdan sıra bana gelmişti. Vali bana dönerek; "Sen de kendi köyünüzden ve şu havaliden Sv». amlusunuz! Buralardan Demokrat Partiye bir tek oy çıkmayacak tamam mı?" diyerek beni de tehdit etti. Ben de Valiye dönerek: "Vali Bey nasıl olur, ben biliyorum ki bana çizdiğiniz alan içerisinde yer alan tüm seçmenler Demokrat Partilidir. Tam tersi CHP'ye bir tek oy bile çıkmaz buralardan" dedim. "Hem sonra şimdi oylar gizli, tasnif açık, numara da yapılamaz!" deyince bana hiddetlendi diğer gclcrüe. ri etkilemesin için beni bizim evden dışan çıkantırmışiı. Sonunda beni alarak şehre götürdüler ve seçimler bitene kadar beni emniyette nezaret alımda tuttular. Yaklışık 28 gün nezarette kalmış oldum. İşle CHP uygulamalan dine karşı olduğu kadar demokratik açıdan, de­ mokrasi açısından da böyle idi. Kanaatimce bu karanlık dönemin insanımızda sosyolojik olarak şu kötü tesirleri olmuştur. 1. Kendini ve dinini müdafaa için yalan söylemek mecburiyetinde kaldı­ lar. 2. Yine dini yaşanulannı kurtarmak veya hapse girmemek için başkalan. na iftira almak. 3. Yine aynı nedenlerden dolayı rüşvci vermek.


24

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DlN VE D E ^ C T İLİŞKİLERİ

C jL T 3

Iş٤e bu ÜÇ şey 1923-1950 arası Doğu Bölgesi ‫؛‬nsanlannda adeta ikinci labiai halini ald». Çünkü gerçekten CHP zulmünden, devlet bakısından kurtulmamn yolımu in ş a la r bu üç şeyde bulmuştu. Bunlara tevessül etmeyenler de hemencecik ya bir ^izel dövülüyor veya sorgusuz-sualsiz hapse atılıyordu. 1946 seçimlerinde 3 aylık hapis c e z ^ , 1950 seçimlerinde de hiç bir neden yokken, bu köylülerin kafasını kanştınr" düşüncesiyle 28 ^iniuk emniyet nezaretinde bulunduruluşum bunun yaşadığım, başımdan geçmiş örneklerinden biridir. Bu Örnekler dola^sıyla siyasete girmiş oldum. 1950 seçimlerinde yaşım tutmadığı İçin milletvekili olamamıştım. Ancak 1956-1960 arası DP.dcn Muş Milletvekili olarak Parlamentoda bulunmuş oldum. H. Hüseyin Ceylan : Söylediğiniz ve niyetlendiğiniz gibi hizmetler ya. pabildiniz mi? Yoksa sizi engelleyenler oluyor muydu? Gıyasettin E m re ‫ ﺓ‬Efendim ben yeri gelmişken şu hakikati hemen beyan etmek istiyomm. ^ m o k ra t Parti öyle Islaml hizmetler yapmış bir parti degildi. Aynca da samimi olarak Islâm'ın menfaatlerini gözeten bir parti degildi. Yapilanlar. A ra ^ a ezan okumanın başlaması dahil, halkın DP'ye oy kaygısıyla ve iktidar kaygısıyla mecburcn yaptırdığı şeylerdi. Yoksa DP kendiliğinden ezani A ra ^ a olarak okuttum adı. Hatta sunu söyleyeyim. Celal Bayar başta olmak U zerelK d cn fa^ la DPli Türkçe ezan devam etsin diyordu. Zaten DP içerisinde 5 vakit namaz kılan da sadece ve sadece iki elin pam aklan kadardı. 1957 yılında Demokrat Parti milletvekiUcri sayısı 410 iken namaz kılan milletvekili sayısı ten dahil toplam 11 kişi idi. H. Hüseyin Ceylan : Gıyasettin Bey! 3 M art 1924 k ararlan sonrasında, m edreselerin kapatılm ası, Çer.îye vekaleti ve Evkaf vekaletinin kapanması, hukuk sisteminde Medeni H ukuka geçişle birlikte bölgenizdeki dini ğitim ve öğretim in durum u ne oldu? Gıyasettin Em re : Biliyoreunuz bizde medrese egitimi çok yaygındır. Ancak söylediğiniz tarihte alman kararlarla medreseler kapaiılmışu. I m ı Hatib. Kur٠ân Kurau gibi yerler de kapaulmıştı. Dinf bir kuraWık b ilm iş ti memleketle. Allah'tan bizim şark illerinde henüz A ll^ korkusu. İslâm aşkı, cihad gayreti gönüllerden ve hafızalardan silinmemişti. Yoksa memleketin Bati losımlannda ve özellikle ^»hii kesimlerinde gÖriHdügü gibi bizim 0 taraflara da insanlar dikerine karçı yapıla^ar k ^ ıs ın d a duyareiz olsalardı, hafazanallah bugün Türkiye'nin durtimu apaçık bir dUlsizlikten b ^ k a bir şey olmazdı. 0 yüzden ten b ü l gayretli, fedakar alimleri burada rahmetle a n m ^ isriyorum.


KUR AN I POSTALLARIYLA ÇlĞNEYlP. 131 KJŞl ÖLDÜRDÜLER

25

Doğunun O/.elliğinden Dolayı Zulümler Genellikle Erkekler U/.erin. de Gerçekleşmiştir! H. Hüseyin Ceylan : Kadınların din eğitimi nasıldı ve kadınlara du baskı var mıydı? Gıyasettin Emre : Efendim tabi şunu söylemek lazım bizde kadına doku, nuldu mu zaten iş biter! Çünkü kadın örtüsüyle olsun, bedeniyle oısun bizim için namustur. Allah onlann korunmasını ve muhafazasını erkeklere emanet et­ miştir. Bizde hanıma bakış böyle olunca ister istemez gerek jandarma ve gerek­ se diğer memurlar kadınlann ne örtüsüne uzanabiliyordu ve ne de onu bir yere giderken üzerinde Elifba veya Kuriân taşıyor mu diyerek üzerini anyorlardı. Eğer kadın benim üzerimi şunlar aradı, benim önüme el uzattı diyerek beyine şikayetçi olsa, beyi için onlan öldürmekten başka bir seçenek olmazdı. Doğu­ nun geleneksel kanunu budur. Bu yüzden tüm zulümler erkekler üzerinde ger­ çekleşmiştir. Ben bir olay hatırlıyorum. Bizim orada Dağlık köyü diye bir köy var. Birgün komşu köy olan Molla Davut köyünden bir haberci Dağlık Köyüne gelerek köy meydanında avazının çıktığı kadar bağmyor. "Ey ahali jandarmalar geliyor, herkes KuriOn'ını saklasın. Elifba'lar saklansın!..', diye. Ve herkes başlıyor sak­ lanmaya ve evlerindeki Kur.ân'lan saklamaya. Fakat o köyün Patıma isimli bir ihtiyar kadını elinde okumakta olduğu Kur'ân'ı saklamıyor. Gelirlerse gelsinler, görürlerse görsünler işle Kur'ân diyerek okumasına devam ediyor. O sırada evin gelini, "Anne! Bak sen Kur'ân okuyorsun diye şimdi oğlunu alıp götürürler, ba­ bamızı alıp götürürler, daha olmadı ikisini dc öldürürler, sen de sakla şu Kur'ânr diyor. Nihayet ihtiyar Faüma nine Kuriân.ı göğsü üzerine, elbisesi içinde sak­ lıyor. Jandarmalar köye geliyor, tek tek evleri kontrol ediyorlar. Falıma ninenin evlerine geldiğinde Jandarma Komutanının Falıma ninenin göğsündeki kabankhk dikkat çekiyor. Ne var orada çıkar bakalım deyince, kadıncağız bir şey yok diyor. Bunun üzerine Jandarma Komutanı erlere "bakın!" emrini veriyor. İşte o zaman evin reisi "Komutan ona dokunmayın, yalvannm. ne isterseniz vereyim size. Orada zaten bir şey yok. Size ben 5 altın vereyim, aynca koyun vereyim akşama kesip yersiniz, ama hanımın üzerine el sürmeyin!" diyor. Komutan rüş­ vetçi biriymişii. 5 altını ve 1 koyunu alıyor. "Peki artık bir şey yapmayacağım. Çıkart bakalım orada ne var, merakım gitsin" deyince, ihtiyar Faüma nine göğ­ sünden Kur.ân-ı çıkartarak "İşle bu vardı" diyor. Adam 5 alum, 1 koyunu almış olmasına rağmen: "Demek siz hâlâ Kur'ân okuyorsunuz öyle mi! Ben size gös­ teririm diyerek Faüma nineyi ve o evin sahiplerini şehre götürüp emniyette ne­ zarete atıyorlar.

٠^ ----


26

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Bu ömck dc dönemin Kur'ân düşmanlığını göstermesi açısından manidar­ dır. Bir olay daha var o daha enteresan onu anlatayım: Bekçiler diye bir köyü var Muş un. Burada Hoca Mehi diye bir hoca var. O zaman köye jandarmalar bir baskın yapıyorlar (1939). Köye baskın haber verilmediği için Mehi Hoca evinde Kurbân okutmaya devam ediyor. Hemen komşu çocuğu sessizce Mehi Hocanın evine gelerek. "Hocam jandarmalar bizim eve geldi, şimdi size gelecekler, Kur'ân ve Elif cüzlerini saklayın" diyor. Hoca bir an Kur’ân.ı evin ocaklığındaki bacaya saklamayı düşünüyor. Ancak burada durmaz ve iş olur düşüncesiyle vaz­ geçiyor ve yastığının altına koyuyor. ÇocukJanna da, "benim için hasta deyin, üzerime de iki tane yorgan örtün, ben bu yatakta hiç kalkmadan yatayım" diye­ rek tembihatta bulunuyor. Hemen jandarmalar içeri girince, jandarma çavuşu "Bu evde Kur'ân okunduğunu haber aldık. Sen yatağında yatan. Kur'ân’ı sen okutuyormuşsun. kalk bakalım ayağa, bize hesap ver!" deyince. Hoca "evladım ne Kur'ân okutması, ben hasta yatağımda yatmakla meşgulüm" diyerek Çavuşa cevap veriyor. Jandarma çavuşu, "Kaldınn bu ihtiyan yoklayın yatağını, yastığı­ nı ve eğer bir Kur'ân çıkarsa yastığından hemen onun saçını sakalını tıraş edin. Çünkü bunlara en ağır gelen şey, sakallannın kesilmesidir!" diyerek erlere emir veriyor. Gerçekten yastığın alündan da Kur'ân çıkınca Mehi Hoca denilen ali­ min saçını ve sakalını hemen oracıkta kesiveriyorlar. Bir alimin sakalının toptan kesilmesinin manasının ne olduğunu herhalde idrak ediyorsunuzdur. işte boylesi acı hakikatler yaşanmıştır. Yalnız şunu söyliyeyim ki, o dö­ nemde halk tabakası ve din öğreticileri Kur٠ân٠ın ahkamına toptan inanıyorlardı ve bunun içinde hafızalardan Kur'ân ahkamını silmek için Kur’ân öğretimi ya­ saklanmıştı. Şimdi ülkemizde Kur'ân okumak ve okutmak serbest. Ancak Kuriân’ın ahkamı yine yürürlükle yok. halta Kur’ân’ın ahkamı camilerden hile kaldmimış durumda. Bir bakıyorsunuz hutbeler okunuyor, vaazlar veriliyor, ci. hada aiu ahkama ait hiç bir şey yok önada. Ben bu yüzden şimdiki din-devlel ilişkilerini de en az 1923-50 yıUan arası uygulamalan kadar zalimane buluyo­ rum. / ٠‫؛‬

Rejim Şapkayı İm anın Ş artlarından Saydırm ıştı!

H. Hüseyin Ceylan : Şark deyince, Şark İsliklâl Mahkemeleri, isyan­ lar. şapka uğruna başını verenler akla geliyor. 1925 Ka.sımından itibaren


KUR.ÂN.I roSTALlJVRTYLA ÇİĞNEYİP. 131 KİŞİ ÖLDÜRDÜLER

27

Şapka Kanunu'ylu birlikte sizin o bölgedeki uygulamalar nasıl olmuştu? Yaşadıklarınız ve şahit olduklarınız itibariyle. Gıyaseddin Emre : Efendim şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki isyan böl. gesi İstiklâl Mahkemeleri denilen Şark istiklâl Mahkemelerinde, istiklâl Mahke­ mesi Reisinin iddia ettiğinin tam tersine en az 10 binlerce insan idam edilmiş veya kurşuna dizilmişti. Ben sadece ibret olsun için İsyan bölgesi İstiklâl Mah­ kemeleri ccllallanndan. Cellat Kara Ali’nin 3 Man 1931 tarihli son Posta Gaze­ tesinde çıkan haiıralanndan bir r،ıkam vermiş olayım. Diyor ki Cellat Kara Ali; '.Ben sadece kendim olarak isyan bölgesi İstiklâl Mahkemesi’nin karanvla 5.216 sanklı, sakallı vc cübbeli insanı idam ettim. Diğcrlerininki ne kadardır onu bile­ mem.’.

T

Evet sadece bir celladın darağacında sallandırdığı alim vc fazıl kişi sayısı 5.216 adettir. Gerisini sizler düşünün. Bir de Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin koca bir yalan uğruna şapkaya muhalefetten diyerek en az binlcrccsini gerçek­ leştirdiği İskilipli Atıf Hoca'Iann idamını düşünün. Onbinlcri bulmiuıız işlen bile değildir. Aslında hukuken şimdi İstiklâl Mahkemeleri hcyciini bu sınır‫ ؟‬ızsorumsuz davranışlanndan dolayı muhakeme etmek gerekir. Ama nerede ada­ let? H. Hüseyin Ceylan : Şapkayla ilgili bildiğiniz örnekler? Gıyaseddin Emre: Muş’un Varto ilçesine bağlı bir köyden Varto’ya bir grub gidiyor, yolda jandarmalar: "ulan senin iman şanlann tamam mı?" diye so­ ruyorlar, İmanın şartlan dedikleri şey şunlar Nüfus cüzdanı, şapka. Yaşasın Cumhuriyet, Kahrolsun hilafet sözleri. Bunlar arasında bir hocaefendi var vc hocaefendinin başında sarık. Hemen Jandarmalar senin neden şapkan yok diye­ rek Haşan Goran köyü imamını alıp Muş’a götürüyorlar. Muş’la 5 gün nezaretle kaldıktan sonra 5 altın ceza keserek şapka giymek şanıyla salıveriyorlar. Bu olay 1933 yılında olmuştur. O günün 5 altını şimdinin en az 10 milyonudur. Şapkasız gezdi diye kesilen cezadır bu. Bu tür cezalarla; 1- Hem doğudaki insanlar fakirleştirilmiştir (Çünkü gerçekten ilk günler­ de. 1925.1926 yıllannda şapkaya büyük muhalefetler olmuş, böylece de insan1ar madden vc manen cczalandmlmışlardır). 2- Özellikle ulema, din adamlan idam edilerek, halkan dinî eğitimine cn büyük darbe vurulmuştur. Bir başka örnek var şapkayla ilgili olarak. Bizim orada bir Molla Halis Efendi var. Bakmış şapkayı zorla giydiriyorlar, hiç olmazsa ön serpuşunu gizle-


28

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DlN VE DEVLET lUŞKİLERj

c il t

3

mck için şapkanın üzerine sank sarmış. Görümü olarak da fes üzerine sanlan sank gibi olmuş. Bir gün şehre giderken jandarmalar bunun yolunu kesiyorlar. "Hani senin şapkan, bak hâlâ sank kullanıyorsun" dediklerinde: "İşte şapkam" diyerek sangın altındaki şapkayı gösteriyor. Jandarmalar Molla Halis'i hemen karakola götürüyorlar ve giderken de "Sen bizimle ve şapkayla dalga mı geçi­ yorsun" diyerek dövüyorlar. Karakol komutanına da aynı cevabı verince, komu­ tan. "siz hilc-i şeriye yapıyorsunuz. Şapkayı giymemek için böyle bir protestoya başvurdunuz!" diyerek Molla Halisi 1 ay hapisle ve arkasından da 10 lira para cezasıyla cezalandınyor. M üftünün Maaşı 2.5 lira, Şapka Giymemenin Cezası 10 Lira! Yıl 1926. Düşünebiliyor musunuz, bir müftünün maaşı 2.5 lira olan bir zamanda. 10 lira para cezası veriliyor şapka giymcyenlerc. Hapis cezası da yanı­ na caba. Şapka uygulamalan için Erzurum'da bir kadının bile tutuklanıp, şapkaya muhalefetten idam edildiğini söylersek olayın boyuilannı daha iyi kavramış olu­ ruz. H. Hüseyin Ceylan : Gıyaseddin Bey! Bir de ilki 1928 yılında olmak üzere, değişik zam anlarda, bazen de Diyanet İşlerinin katkısıyla Türkçe Kurbân denemeleri oluyor, Türkçe Ezan, Türkçe Namaz gibi şeyler de din inkılabı içersinde yapılm ak isteniyor. Hatta "Yeni K ur.ân" diyerek "Ke­ malist" bir K u r'ân denemesine de girilmiş. Bu konularda ne diyorsunuz? Gıyaseddin E m re : Türkçe Kur٠ân fikri Ziya Gökalp'ten bu yana hâlâ belli insanlann kafasında olan bir fikirdir. Söylediğiniz gibi bütünüyle Kufân.ı kaldırmaya gücü yetmeyince, önce ahkam âyetlerini ve sonra muamelatla ilgili münakehatla ilgili ayetleri rafa kaldırdılar ve sadece bir "dua.kitabı" imişeesine onu Müslümanlara takdim ettiler. Tabi "Yeni Kufân" denilen, "Kemalist Kufân" fikri tuünayınca ki. bu konuda CHP çok ısrarlıydı vc CHP’nin İstanbul İl Temsilcisi Diş Doktoru Osman Nuri Çerman bu konuda "Dinde Reform ve Kemalizm" diye dergi de çıkartmıştı, fakat halktan hiç ilgi görmeyince bu proje­ lerini rafa kaldırıp. Türkçe Kufân üzerine düşünmeye koyuldular. Mustafa Kemal'in hayaünda iken bu konuyla ilgili olarak yürütülen Dolraabahçe çalış­ maları çok ünlüdür. Fakat, onlar bilmiyorlar ki bu Kur'ân'ın lafzen de. subulen de muhafızı Hazreti Allah'tır vc kıyamete kadarda onu muhafaza edecek O'dur.


KUR'ÂN'I roSTALLARIYlA ÇİĞNEYİP, 131 KİŞİ OIDORDOLER

29

O zamanlar benim gördüğüm şu idi: Aydın tabaka, basın-yayın kadrosu ve okumuşlar grubu din düşmanlannın elindeydi ve dindarlar ise gerçekten kır­ sal kesimin insanlanydı ve çoğu zaman da. harf inkılabının bir ürünü olarak cahil kimselerdi: Yeni yazı ile bir şey bilmedikleri için cahil diyorum. Fakat şimdiki durum çok farklı. Çünkü aydın kesimde, basın-yayın sektö­ ründe. üniversitede alabildiğine Müslüman insan ve Müslümanca düşünen insan var. İşte bu yüzden şimdiki yöneticiler 1923.1950 yıllan arası dine karşı sürdü­ rülen akıl, mantık ve demokrasi dışı tutumlara girişemiyorlar. Girişmediklerinin nedeni yapmak islemediklerinden değil, yapmak istediklerinin geri tepeceğin­ den dolayıdır. Anık Müslümanlar hem siyasî, hem kültürel ve hem de ekono­ mik olarak şuurlarunaya doğru gitmektedirler. Bakınız bunun için de şimdi üni­ versitelerdeki binlerce başörtülü kızı görünce yetkililerin bu gelişmelerin verdiği korkuyla uykulan kaçıyor. Son olarak şunu söyleyebilirim: ^923-1950|yıllan din-devlet ilişkileri açısından gerçekten çok karanlık bir dönem idi. Bundan sonra o tür karanlıkların yaşanmayacağına emin olduğum gibi, o tür karanlıkların antidemokratikliğini de bir gün gelip, inanan insanlann aydınlatacağına inanıyorum.


BOYLESI b i r ZULME DÜNYA TANIK OLMADI: İSTİKLAL MAHKEMESİ KARARIYLA MEZARINDAN ÇIKARTILIP İDAM EDİLEN ALİM: ERZİNCANLI ŞEYH MEVLEVİ İBRAHİM HAKKI(*)

34. OsmanlI Sultanı ve İslâm Halifesi Abdülhamii Han 1876 yılında tahta çıktığında henüz o 26 yaşındaydı ve Eğin medresesinden icazetle ilmi tahsilinin o genç yaşta doruk noktasma ulaşmıştı. t

Şam. Mısır ve Hicaz bölgelerinde de İrşad ve Tedris faaliyetlerini yürüten bu zat. Er/incanlı büyük alim ve Mevleviliğin gerçek anlamda son posınişinlerinden olan Mevlevi İbrahim Hakkı hazretleri idi. İmam-ı Rabbani hazretlerinin beyan etliği sarsılmaz ölçü "ilim - amel ihlas" formülünü, "şeriat - tarikat ٠ hakikat" üçlüsüyle değerlendiren bu zat şer^î ilimlerden aldığı icazeti 1890 yılında Konya’da bulunduğu sıralarda tarikat müessesesinden da aldığı icazetle sü.slcyince. hem şer’î ilimlerde ve hem de ta. savvuf ilminde "mürşid" hale gelmiş ve her iki açıdan da insanları irşada ve ten­ vire başlamıştı. Hem şeriat ilimlerinde taviz vermeyişi ve hem de yaşadığı hayatı "Sun. net"\c süsleyerek amel bazında da "İhlas"\ her ortamda göstermeye çalışması, onun kısa zamanda Halife II. Abdülhamit Han tarafından keşfini sağlamıştı. Imum Malik’in, "hem şeriat ilmini ve hem de tarikat ilmini bilenlerin hakikat ehli olduğuna şahadet ederim!" sözlerini düşünen Sultan Halife Abdülhamiı Han. Mevlevi İbrahim Hakkı hazretlerini. 1891 yılında alelacele Konya'dan İstanbul’a davet etmişti. Mevlevi İbrahim Hakki Hazreileriyl. ılgtlı bu hadıs٠yi Emncın ‫ ﺀ ﺋ ﺎ‬Ak KOcüKır £1.001 ١ ٠ ٥MuşekreK KoyUnde Mevlevi IbraNm Hakki Hazrelermm h٠l ، h ıya la ‫د‬

dininim Aynca bkz Erzincan Tanhi. Tahi Erdoğan Şahin. 0.2. 2 ‫ﺀ‬TS. ‫ ﺳ ﺪ ﺀ‬n prm ‫ر‬٠‫ س‬١٠٠‫ﺀج‬

o، ٣ a V٠١٠Yay٠٤٠. £ r - .


‫؛؛‬ 32

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DİN ^

DEVLET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

1891 yılmdan itibaren İstanbul'a gcicn Mcvle٧ i İbrahim Hakki hazretleri, kendisine sulıanhalifcnin bir hediyesi olarak "saray vaizliğine" atanmı‫؟‬ıı. ' Saray vaizi" İbrahim Hakki hazretleri. 1909 yılında ‫؟‬ok sc٧ digi AbdUI. hamil Han lahtran indirilince fevkalade üzülmüş ve anık .sm anlım n bu son dö ٠ neminde İngiliz ve y ^ u d i işbirligiyle ve bilumum provakasyonlarla işlerin iyi gioneyccegini ve sarayda bile İslâmî yaşayışın tehlikede olduğunu düşünmeye başlamıştı. Nitekim onun tavizsiz vaazlan. şe^l şerifin cihad dolu i^adlan. 1909 ٠ 1918 yıllan arasında 35. OsmanlI Sultani olarak vazife gdren Sultan Reşat'ın dikkatini çekmiş ve saraya nUfus eden Siyonist ve İngiliz işbirlikçileri aracılıgıy. la vaaz ve irçadlanna kısıtlama getirilmişti. Bir OsmanlI Sultaninin bu tür İslâm dışı hareketleri kendisini ‫ ؟‬ok üzmüş ve "Şem sül Iryâ ilâ Sultan Reşad' adıyla sonradan basılan Arapça mektubuyla Sultani u y a n a sı ve hemen herkesin dikkatini çekmişti. Mevlevi I. Hakki. Sultan Reşat daha henüz tahtta iken, 1917 yılında saray çevresinden bilerek uzaklaştırılmış ve memleketi olan Erzincana gidip tedris hizmetine burada devam etmişti. Mevlevi İb r^im Hakki Hazreüeri Milli Mücadelede ve özellikle de Erzu. mm ve Eraincan tkllgclerindc büyük hizmet vermiş bir alimdi. Çünkü kendisi İçin en önemli şey. Islâm'ın muhafazası ve bu ugıırda bütün İslâm düşmanlarını vatandan kovmak idi. Hizmetle ^ p d o lu Milli Mücadele yıllarından hemen sonra yavaş yavaş milli mücadele rulıuna aykırı davranışlar sezmeye başladığında. Erzurum lu Kadı R aif Efendiyle buluşarak Ankara.yı yakından takibe başla, mıştı. İbrahim Hakki, daha 1921 yılının Temmuz ayında iken Ankara'nın makam-ı hilafeti İlgâ edeceğini, medreseleri kapaup, her tür din eğitimine zincir vuraca^nı etrafındakilere haber verdiğinde, dogmsu kendisine pek inanan ol* mamışu. Fakat Kadı Raif Efendinin yine 1921 yılında. Kazım Karateki^c söyledikleri nasıl dogm çıkmışsa. Eraincanlı İbrahim Hakki h^rederinin E rainc^ 'Jlemasına, yine 1921 yılında sö y le d i. A nk^a hakkındaki k^ıaadcri de öylece logm çıkmıştı. G cr^kren de 1924 ydında hem hilafet kaldırılmış ve hem de onun gözü ^ b i sevdik medreseler bir daha a ç ılm a m ı kaydıyla ^ a tık n ış tı.


üO١XESl ülK 2UIA1E DC\١'A \.\S \K OLNtVDI

33

Hele hele 25 Kasım 1925 tarihinde "şapka devrimr sö/konusu olunca da­ yanamayıp. yeniden Erzincan yöresinde irşada başlamış ve halkı İskim'a bağlı­ lıkta direnmeye çağırmıştır. Mevlevi İbrahim Hakkı hazretlerinin Ankara'ya zıt faaliyetleri Ankara'nın dikkatini çekmiş ve İstiklal Mahkemesi vasıtasıyla yargılanmasını istemişlerdir. 1926 yılının İkinci yansında Erzincan’a gelen İstiklâl M‫؛‬d١kcmcsi Anka, ra dan aldığı emirle onun idamını istemiş ve kendisini o tarihle Erzincan'da bula. madıklan için mahkeme gıyaben idamına karar vermiştir. Kendisi bu sırada Erzincan'ın Kemah İlçesine ba‫ ؛‬lı doğduğu köyü olan Müşekrek KöyıVnĞc bulunduğu için İdamı o an gcrçekJcşilriîcmcmişıir. Anlatıldığına göre Mevlevi İbrahim Hakkı hazretleri Müşekrek Köyiİ’nĞc iken İstiklâl Mahkemesinin kendisi hakkında idam karan verdiğini ve bu karan onayladığını du>'unca, hemen uzunca bir Arapça müdafânâme hazırlamış ve er­ tesi günü Erzincan'a doğru yola koyulmak niyetiyle köy evinde son kez isiiralıa. te çekilmiştir. Gece rüyasında, aynen İskilipli Atıf Efcndi’nin ٦ dam gecesinden bir gece önce RcsuluUah (s.a.s./ı gördüğü gibi, o d . Allah’ın Resulünü görmüş ve Allah’ın Resulünün İskilipli Auf Hocaya dediği gibi, kendisine de. "İbrahim Hakkı sen bizimle olmak istemiyor musun? Bak biz kucaklarımızı a<;mış seni bekliyoruz!” sözleri söylenmiştir. Bu .sadık rüya ile heyecandan uykusundan uyanan İbrahim Hakkı hazret. İCli hemen orada hazırlamış olduğu Arapça müdafânâmesini yırtmış ve çocuklanna dönerek "Den arnk Allahsın Resulüne gidiyorum. Ilakkınızj helal ediniz evlatlarını" diyerek ailesiyle son kez vcdalaşmışıır. Odasında sabah namazı için getirdiği bakır ibrikle abdcsiini alıp namaza durduktan bir müddetjonra ibadet halinde iken ruhunu tesüm etmiştir. Zaten hakkında idam fermanı olduğu için jandarmalarca aranan İbrahim Hakkı hazretleri vefat etliğinde çocuklan. ilk iş olarak onun öldüğünü Erzincandaki Şark İstiklâl Mahkemesi’ne duyurmak istemişlerdir.. İbrahim Hakkı’nm Ölüm haberini alan İstiklâl Mahkemesi, onun gerçekten ölüp-ölmedigine dair araştırma yapacak bir heyeti İbrahim Hakkı'nm çocukJanyla birlikte hemen Kemah İlçesinin Müşekrek Köyü'ne gönderir. Müşekrek Köyü’ne gelinildiğindc bir grub asker ve bir grub sivil heyet


34

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DlN VE DEVLE!' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

hemen köy mezarlığına giderler ve mezarın açılarak cesedin kendilerine gösterilmesini isterler Askerler köylülere ve Mevlevi İbrahim Hakkı hazretlerinin evlatlarına zorla mezarı açtırırlar ve bir kaç gün Önce vefat eden bu zatın kefenini açıp onun yüzüne bakarlar. Jandarmaların yanlarında gcürdiklcri o zamanın Kemah Nahiye Müdürü, yüzünden hûlâ nur fışkıran bu mevlevi şeyhinin cesedini hemen tanır, ve, '"evet bu cesed Mevlevi İbrahim Hakkı*nın cesedidir *'ûcr. Jandarmalar İstiklâl Mahkemesi heyetinden aldığı emir gereği cesedi me­ zardan çıkartarak, beyaz kefeniyle birlikle hemen oracıkta yaptıklan darağacın­ da. ''şaiben idam" fermanı yerine getirilmesi için hemen İbrahim Hakkı hazret­ lerini idam ederler. Ölmüş bir insanın idamına çok kızan, zamanın Halk Partisi Kemah Nahi­ ye Müdürü jandarmalara dönerek: "Bu yaptığınız insanlık dışı bir olaydır. Adamcağız zaten ölmüş ve ceset de onun cesedi hâlâ niye idam ediyorsunuz?" diye sorduğunda jandarmalann verdiği cevap çok ilginçtir: "Mahkeme onun şaiben idatnına; asılarak idamına karar vermiştir." Evet dünyada görülmeyen bir zulümle mahkeme karan bu şekilde yerine getirilmiş­ tir!... Dünyada eşi ve benzeri görülmeyecek bir zulümle insanlık dışı bir davra­ nışla. yani defnedildiği mezanndan alınarak mahkemenin aldığı "şaiben idam" karan uygulansın için öldükten sonra idam edilen bu yüce zatın durumu, bu gün elbet vicdan sahibi olan herkesin vicdanını sızlatmakta ve "bu kadan da olmaz" sözünün dudaklardan dökülmesine sebep olmaktadır. Evet, sadece sizin veya bizim değil, Gorbaçov'un veya Jivkov'un bile "bu kadar, da olmaz!" diyebileceği bir zulme muhatap olmuştur Mevlevi Şeyhi Er­ zincanlI İbrahim Hakkı Hazretleri. Öldükien sonra mezarından çıkartılıp, mahkeme kararı yerini bulsun için idam edilen bu dünyada tek kişidir İbrahim Hakkı Hazretleri. Zulmün bir dünya rekorudur bu ve bundan sonra da herhalde kıyatnete kadar egale edilmesi mümkün değildir bu zulüm rekonunun. Rekor Cumhuriyet Dönemi Türkiye'sinin rekorudur. İnsanlık ayıbı olarak insan olan herkese yetecek olan bİr vahşettir bu. Öyle değil mi?


ANALAR. BABALAR. KADINLAR ve ÇOCUKLAR TOPLUCA SÜNGÜLENIP. TOPLUCA YAKILDILAR HOZAT.IN DOLANTIR KÖYÜNDE

İstiklâl Mahkcmcleri'nin faaliyetlerini resmen kapanıklan 1928 tarihin­ den tam on yıl sonra, 1938 tarihinde Celal Bayat'ın Başbakanlığı ve Fevzi Çak­ madın da Genelkurmay Başkanlığı.nı yürüttüğü tarihte cereyan eden bu tüyler ürpertici olaylar Türkiye'de kapanmış olmalanna rağmen muhteva vc uygulama olarak İstiklâl Mahkemeleri'nin devlet eliyle nasıl devam ettirildiğinin de bir is­ patı olmaktadır. İç ayaklanmalar adı altında İstiklâl Mahkemeleri'nin yargılamalanna gerek kalmadan vc hatta zamandan tasarruf edilerek(!) toplu imhalarla daha çabuk cezalandırmalann yapıldığı Türkiye'de. Doğu Anadolu'da meydana gelen ''jenosicT\ "soykırım** uygulamalanndan sadece anlatacağım bir kaç örnek bile bu tüyler ürpertici facialann boyutlannı tasavvur etmerüze yardımcı olacaktır kanaatindeyiz. Yıl 1938. Askerler, en üst komutan olması hasebiyle Genelkurmay Baş­ kanı Fevzi Çakmak'tan emir almakta, memurlar ve bürokratlar da sonuçlan iti­ bariyle Başbakan Celal Bayar merkezli uygulamalar gerçekleştirmekle. 1938 yılında Hozat'ın Dolantır köyundeyiz.E\20.ı^ muallim mektebinden mezun olup, hemen öğretmenliğe başlayan Dolantırlı muallim Veli Efendi, Ela­ zığ'dan çok uzaklarda olan Tekirdağ'da Öğretmenlik yapmaktadır. Zamanın şart­ lan gereği beş yüdır memleketi olan Elazığ'a gelememiş, anne ve babasına ve kardeşlerine hasret kalmıştır. Tekirdağ'da beş yıl süren öğretmenlikten sonra yaz tatilini fırsat bilerek ve birikürdiği bir kaç kuruş parasıyla da ailesine yardımcı olmak düşüncesiyle, kansı ve üç çocuğuyla birlikte Elazığ'a geri döner muallim Veli Efendi.

Köyüne geldiğinde genç öğretmen gözlerine inanamaz. Köyü tamamen


36

CUMHURİYET DÛNEMİ DİN VE DEVLET lUŞKİLERİ

CİLT 3

yakıl/nış, evler yerle bir olmu^, etrafta nöbet tutan jandarmalardan başkaca da tanış hiçbir çehre kalmamıştır köyünde. Genç öğretmen Veli efendi jandarmalara sorar: "Bu köye ne oldu? Ne yaptılar benim Dolantır'ıma! Nerede buranın insanları? Yoksa yangın mı çıktı bizim köyde? Ne olur susmayın bana anlatın olanları!..." "Yangın çıktı senin köyde" diyemezler Jandarmalar. Deseler etrafta evle­ rinin. mal ve mülklerinin yanmasına ağlaşan köylüleri, olması gerekir Veli Efendinin. Köyün etrafında yangın kalmtılanmn çevresinde halkalaşan askerle­ rin yanında sivil bir tek kişi bile olmadığından yeniden veli öğretmen: "Nerede benim köyümün insanları? Nerede anam, babam ve kardeşle­ rim? Söyleyin bana!" diye sorar. Jandarma çavuşu cevab verir: "Seninkileri ve köylülerini evleriyle ve ahırlarıyla birlikte toptan yaktık! "Yangından kaçmasınlar ve kurtulan olmasın!" diye de emir aldığımız için kö­ yünüzün etrafını da askerlerce böylece çevreledik. Nitekim kaçmak isteyenlere, yangından kurtulmak isteyenlere de gerekli cezayı verdik! Canlı, canlı ateşte yanışlarını seyrettik onların!" Jandarma çavuşunun yapuklanndan zevk aldığını ihsas ettirircesine söy­ lediği bu sözler Veli öğretmenin beynine kan damlaur. Veli öğretmen hemen jandarma çavuşunun yakasından tutar ve onu sallıyarak. "Ne diyorsunuz siz! kö­ yümü içindekilerle beraber mi yaktınız? Kadınlar, çocuklar, analar, babalar şimdi hepsi yandı mı yani? Bu vahşeti nasıl yaparsınız?" diye gözü yaşlar içeri­ sinde ve deli divane olmuş bir vaziyetle soru sormaya başlar. "Ben öğretmenim! Bunu nasıl yaparsınız, bu tam bir vahşet ve canavar­ lıktır. Sizin hepinizi Elazığ komutanına şikayet edeceğim" diyerek askerlere çı­ kışan Veli öğretmeni de hemen orada kıskıvrak yakalayıp kansı ve üç çocuğuy­ la birlikte, "bu adam okumuş, tahsilli bir adam yarın başımıza bela olur ve bizi belli yerlere şikayet eder, durup dururken başımız ağrır" sözlerinden sonra "süngüleyin!" emriyle birlikte canlı canlı fcryad-ı figanlar arasında süngülerler. Vel öğretmen, kansı ve üç çocuğu hemen oracıkta can verirler. Jandarma çavuşu sûngülenmiş bu dört cesedi hâlâ yanmakta olan ev yı­ kıntılarının üzerine attırır, Önce elbiseleri yanar ve sonra saçlarının ve vücut kıllarının" cayır, cayır" eden sesleri arasında bedenlerinin insanı kusturan yanık kokuları duyulmaya başlar etrafta!


,

D O L İ İ R KÖYÜNDE TOPLUCA SONGOLEN!PYAWLUJLAR

37

1938 yılında Elazığ'ın Hozat Kazasının Dolantır köyünde cereyan eden bu insanlık tirajının, insanı dehşete düşüren boyudan üstat Necib Fazıl Kısakü. rek'e de 1944 yılında Eğridir'de askerliğini yaptığı sıralarda resmî şahıslann hu­ zurunda. '*yanan cesedlerin karşısında zevkle sigaramı tüttürdümrĞıyen amir­ den bir zatı dinleyenlerce anlatılmıştır(.) İstiklâl Mahkemeleri'nin dışında ve tamamen keyfi uyguîamalann bir ne- .٠ ٠ ----ticesi olarak Doğu Anadolu'da en az bu şekilde 50.000 inanan insan telef edil­ miştir. Cumhuriyet döneminin "tek parti"li yıllannda cereyan eden anlattığımız tüyler ürpertici bu vahşet, bu tür yüzlerce faciadan ve jenosit uygulamalanndan sadece ve sadece bir tanesidir. Vahşet ve Faciadan Diğer Kesitler de Şöyle : Buğday saplan üzerinde daha önce kurşunlanmış kadınli’Crkekli. goltıki lu-çocuklu yüzlerce kişinin toptun yakılması ve onlar yanarken etrafındaki go. renlerin. '.İşte bil köyü de imha ettik‫' ؟‬, diyerek yanan cesetlere karşı insanlıktan uzak davranışlar sergilemeleri... B â la r ın ı ve annelerini a r ş n ortaokul mezunu iki masum gocuğun anne ve babalarının öldürüldüğünü divanca Hozat K a y m a k lın a gelip, "bize babamızı ve annemizi bulun Kaymakam Bey!*' demeleri üzerine 1938 yılının Hozat Kavmakamtnea canlı canlı srm^ületilerek bu iki m asum socuiun anne ye babalarının yanma göârilm eleri.., Zımbık Köyünde Hamile bdınların süngüyle kârınlarının deşibnesi ve ana karnındaki gocukların bile yaşamasına tâam m iil edilmiyerek rahimdeki ‫ ؟‬ocukların bile askerlerce süngülenmesi... Mazgirt ilgesinin Tersenek köyünde ihtiyar bir kadın t a r a f l â n kagırılarak kurtarılan 20 kadar masum gocuğun Tersenek deresinde b u lu n a ri anne ve babalarının öldürülmesinden sonra, onların da hemen oracıkta hunharca katledilmeleri‫؟‬,. Ever üg-beş pargaltk bu vahşet kesitleri bizim ülkemizde ve bizim toprak• brımızda gergekleştirilrniştir. insan olan İçin tam bir yüzkarası vc tam bir canavarlık ve hatta "devlet ٠ Nedb Fazıl KısakOrsk, 0،n Mazlumlan

-


38

c u m h u r iy e t d ö n e m i d in v e d e v l e t İl iş k il e r i

c İl t

3

sadistliği.' olan bu elim olaylardan kesitler vermekteki amacımız, bu ülkede böyle bir tarihin yaşandığının bilinmesi ve tarihi değerlendirirken bunlann hiç akıldan çıkarılmaması içindir. Bugün PKK'nın Doğu'da gerçekleştirdiği ve hemen hepimizin on senedir şahit olduğu zulümler, canavarlıklar ve sadistlikler ne ise, o gün ve o tarihlerde de sistemin gerçekleştirdiği resmi zulümler ve canavarlıklar aynıdır. Bugün var olan PKK canavarlığı ve sadistizmidir. 0 gün var olan devlet canavarlığı ve sistem sadistizmidir. Ben insanım diyen bir tek fert bulamazsınız bu dünyada bu zulümleri sa­ vunacak. Ve artık kimseye de savundurtamazsınız!.. Savunamıyacaksınız da!..

s ٠٤ji:


DIPÇIKLENE. DİPÇİKLENE ŞEHİT EDİLEN ERZURUMLU UBEYDULLAH HOCA VE KURŞUNLANAN KARDEŞİ. ÇOCUKLARI VE YEĞENLERİ!..

Erzurum'un Hınıs Kazası'nda yöre halkı larafından bilinen çok büyük bir âlim vardı. Ubeydullah Hoca diye bilinen bu zai özellikle I. Dönem Erzurum Milletvekili Nusret Efendi ile de akraba oluyordu. Erzurum bölgesinde gerek halkın irşadında ve gerekse Milli Mücadele boyunca yaptığı vaazlar ile büyük yararlılık göstermiş bir âlimdi. Gerek Erzurum Kongresi'nin 1 numaralı ismi Kadı Raif Efendi ve gerekse o bölgede Nakşibendi Şeyhi olarak ün yapan meşhur ErzincanlI Şeyh Hacı Fevzi Efendi çeşitli zamanlarda bölgenin bu önemli uleması Ubeydullah Hoca hakkında çok sitayişkâr sözler sarfcdiyorlardı. Ne zaman ki. Milli Mücadelenin gerçek muhtevasından sapılmış, İslâm'ı, Kur٠ân'ı, Sünnet'i ve de Akaid-i diniyeyi korumak yerine onlara hücum başla­ mış. özellikle dc Mustafa Kemal'in de bulunduğu Erzurum kongresi ve ''Heyeti TemsUiye" kararlan ile, "Hilafet ve Sallanai.ın ve Osmanlı vatanının tamamiyc. tinin masun kılınması..." denilmesine rağmen hem saltanat kaldınimış. hem hi­ lafet yıkılmış ve Osmanlı vatanı adına da Osmanoğullan yun dışına cebren çı­ kartılmış... İşte böylesine yüzseksen derece zıt uygulamalar sebebiyle de ulemanın ve mcşayıhın Ankara’ya bakışı hiç de hoş olmayan hale dönüşmüştü. Ankara ise 3 Man 1924 tarihinden itibaren ulemaya ve meşayıha karşı alabildi­ ğine tavır gösterir olmuştu. Böylesine bir Türkiye atmosferinde ulema, şaşkınlığından köşesine çekil­ miş ve hiç olmazsa çevrelerini irşatla ve gizli de olsa verdikleri din eğitimi ve Kur*ân dersleri ile tatmin olur hale gelmişlerdi. Fakat sanki bu ulema Milli Mücadele'de kahramanbk gösteren ulema ola­ rak görülmemiş. Kurtuluş Mücadelesi'nin kıvılcımım yakan vaazların sahipleri


40

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE D EVLErr İLİŞKİLERİ

CİLT 3

olarak değerlendirilmemiş, lam icreinc dcvrimlcrlc kökü kazman medreselerin, yasaklanan din eğilimlerinin ve Kur'ân derelerinin baş hamili göriilerck şiddede aleyhlerine geçilmeye başlanmıştı. Adlan ^mürteci" ölmuŞı kitaplarına f'çöl fca• nunu" denmi§, liderlerine de nçöl bedevisi" denilerek manevi dünyalarına en ağır hakaretlerde bulunulmuştu. Kimileri üzüntüsünden ölmüŞf kimileri yıllarca "vatanin kurtuluşunda gösterdikleri eşsl^ kQhramQnlıklQr٠٠ın knrşılı٤ı olarak yıllarca hapis hayan ya. şamış ve kimileri dejandarma dipçikleri ile Kürdün öğretmelerinin cezasını ‫ ؟‬ekmıştı... Bu anlalımlann her bölgede muhataplan olmuştu e l^ t. özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgesi bu tür muhataplanmalardan fazlasıyla dereini almıştı. Bizim de şimdi naklen anlatacağımız olay Erzunım.un Hınıs'ından meşhur Cumhuriyet dönemi âlimlerinden fj^ydullah Efendi'ye ait olan yaşanmış bir hikâyedir. Ubeydullah Hoca A nkara.ya Tavır Alıyor!

‫إ؛‬

Hınıs'la oturmakta olan Ubeydullah Hocaefendi Medreselerin kapatılış ta­ rihi olan 3 Mart 1924 tarihinden itibaren, sanki 430 sayılı karan yok farzederek ’.dadaş diyan'.nda medrese tününde faaliyetlerine aralıksız devam eder. Hele hele 30 Kasım 1925 tarihli ve 676-677 sayılı kanunlarla da Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılmasıyla bütün Erzurumlu âlimler; Raif Efendi. Nusret Efendi gibi büyük zatlar ve Ubeydullah Efendi, ”yeter arlık, bu kadan da dinsizliğe gö­ türür!” diyerek Ankara'ya karşı tavır almaya başlar. 1925 yılının Kasım ayının sonunda başlayıp 6 Aralık 1925 tarihinde bilen Erzurum İsyanında Nakşibendi Şeyhi Hacı Osman Efendiyle birlikte Erzurum kıyamını hazırlayanlardan kabul edilir. Ancak Er/urum isyanında kendisinin Hınıs'ta olduğu tevsik edildiğinden ve biraz da gücünden korkularak İstiklâl Mahkemesi'ne gönderilmesi sözkonusu olmaz. Ancak yönetim kendisine bir mira koymuş ve onu izlemeye başlamıştır bile. Ubeydullah Hoca 1926 yılı ile 1930 yıllan arası yoğun tarassut sebebiyle ir‫ ؟‬ad ve tedris çalışmalarına ara verdiyse de, 1930'dan itibaren yöre halkının kendisine raüracaaüan dolayısıyla yeniden tedrise ve irşada başlar. Hınıs'ta yazkış demeden yakından ve uzaktan gelenlere Kur’ân öğretir. Arapça dereler verir ve bölgede en kurak dönemde toprağın yeşermesine katkıda bulunur.


Dlf)Ç!KLE ŞEHİT EDlLEN ERZURUMLU UBEYDULLAH HOCA

4‫ﺍ‬

Ancak hizmetleri, yeliştirdlgi talepler 0 kadar ‫؟‬.galmjşijr k٤. Erzumm ٧ ilaye،٤n٤n ٠ halta Hınıs'a yakm .imast d.layısıyJa Muş Vilayetinin gözünden kaçmaz bu dumm. Muş E ğesindeki Alay Komutam. Erzunım'dan önce davranarak, yogun şikayetleri de hrsat bilerek H١ms'a jandam ١a gönderir. 1934 yılımn Şubat aymda ‫؟‬ok zor kış şartlan içerainde jandannalar Hınıs'a ulaşırlar. Ubeydullah Efen, di'nin evini sorarlar, ''malum.' bir ev oldugu i‫؛؟‬n fazla zorlanmadan bulurlar evi. Ansızın tekmeleyerek ve dipçikleyerek kapıyı kınp İçeri girerler. Fakat ne var ki bekledikleri ve kendilerine de tarif edildikleri gibi ak sakallı, sanklı. altmış yaşlarında bulunan fj^^^dullah Hocayı evinde bulam azlar, an. Evde bulunan erkekleri hocaefendinin suç O r ta k la n diye tutuklarlar ve oradayken acımasızca döverek işkence yaparlar ve hocanın nerede olduğunu so. rarlar. Hocaefendinin iki oglu ve iki yegeni ile birlikle kendi öz kardeşini yakalayarak yola koyulurlar. "Eğer Hocaefendinin yerini sozlemezseniz sizi öldürürüz!" diye tehdit edildikleri İçin Ubeydullah Hocanın kardeşi. Hocaefendinin kendi köyleri olan Hınıs'ın Mişkan Köyü'uz gitligini ve birkaç gündür orada bulunduğunu h a ^ r verir. Jandannalaı^an hemen beş tanesi grtJbian aynlarak Mişkan Köyirnc yönelirler. Diger beş jandamia da elleri baglı olan Ubcydullah Efendinin beş yakınıyla birlikte y o ^ n kış şartlannda Muş'a dogrti yola kofturlar. Mişkan Köyü.nc varan beş jandarma Hl^îydullah Efendiyi hemen bulurlar ve 60-65 yaşlannda uzunca aksakallı. nur yüzlü âlimi evinde Ku^ân oku^cn yakalarlar. Jandama Çavuşu elinde suç aletiyle sanklı hocaefendiyi görtince ba. ğmr: "Bu â m î n her şeyi suç. Bakin sarık da sarıyor, üstelik dinde okunmasını, okutulmasını yasakladığımız "çöl kanunu" var. B i ı n hâlâ ٠ kara kitabi okuyor bu mürteci!.." Jan d a^ a çavuşunun ba^nnası ile diger jandamia erlerinin H ^ f e n d i . nin tlzerine yürilmclcri ayni anda gerçekleşir. Alırlar elinden onun Kur.ân-1 Kerim.i ve hemen yere fıriatıp. üzerinde tepinerek, "bu k i t â okuyorsun ü\le mi? Söyle de bu kitap şimdi seni kurtarsın!" derler. Bir diger taraftan da Hocac. fendiyi kıs^vrak yakalayıp, sangım tegaztna yular yaparak onu sUrilndUre sUrilndürc Htnıs yoluna dogju yol alırlar. Bir an önce diger arkadaşlanna yciişTOk


42

CUMHURİYErr d ö n e m i DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

için acclc davranırlar vc yaşlı âlim zan da kendilerine ayak uydurması için habirc dipçikJerIcr ve ona olanca işkenceyi yaparlar. Hınıs'a geldiklerinde zavallı ak sakallı nur yüzlü Ubeydullah Efendi nefes nefese kalmış ve yediği dipçik ve postallı tekme izlerinden dolayı da çok halsiz kalmış ve kalbi sıkışmaya başlamıştır. Hoca Ubeydullah Efendi, "köylülerim beni bu şekilde görmesinler... Ya Rabhi bu cefayı ve bu eziyeti daha fazla bana çektirme!" diyerek seslice Rahbına duada bulunur.

. i ! , I

Jandarma çavuşu, "artık seni ne köylülerin, ne de Allah'ın kurtarabilir! Seni ancak isterse bizim komutan kurtaracaktır!?" diyerek yeniden Ubeydullah Efendiyi dipçiklcmeyc başlar. Zaien zor kış şarüannda nefes nefese yürümenin getirdiği kalp sıkıntısı ve darp izlerinin verdiği sancı ile birlikte Ubeydullah Efendinin yüzü sararmaya başlamış ve nefes alıp vermesi de ağırlaşmıştır anık. Jandarma Çavuşu. "Ölecek galiba! Hadi bunu ölmeden götürelim" diye­ rek Ubeydullah Efendiyi sert bir şekilde dipçikleyerek çömeldiği yerden yeniden ayağa kaldırıp yola koyulmak ister. Ancak sırtına ve tam omurgasının üzerine yediği dipçikle ağzından bir avuç kan gelir ve aynı anda da kelime-i şehadetini getirerek ruhunu teslim edip, karlar üzerine yığılıp kalır. Olayın bu boyutunu Hınıs'tan Bulanıkların Musa denilen kişi evi yola yakın olduğu için evinin çardağından izleyerek olaya şahit olur. Jandarmalar gittiğinde de mahalleliye durumu anlatır ve Hınıs'ta büyük bir merasimle Ubey. dullah Efendinin şehid olmuş cesedini defnederler. Olayın ikinci kısmı ise çok daha acıdır. Ubeydullah Efendinin ölümünden sonra beş jandarma hızla Hınıs'tan uzaklaşır ve diğer arkadaşlanna yetişmek için yola revan olurlar. Nihayet bu beş jandarma diğer beş arkadaşına eski adı Kavak olan ve yeni adı Dokuzpınar olan köyde yetişirler. Jandarmalar nefes nefese yanlanna gelen arkadaşlarına, "hani ne oldu? Nerede Hoca Ubeydullah?.' diyerek soru sorarlar. Ubeydullah Hocanın Yakınları K urşuna Diziliyor! Hınıs'ıan yeni gelen heyetin başındaki jandarma çavuşu başlanndan geçen olayı bütün çıplaklığıyla arkadaşlarına anlaür ve: "Ne yapalım, adamın eceli gelmiş, yoldayken vefat etti. Allah’tan Hınıs'ta öldü de, ölüsüne köylüler sahip çıktı ve biz de eceliyle öldü dedik" diyerek Hoca Ubeydullah Efendinin ölüm haberini bildirir. Bunun üzerine Ubeydullah Efendinin kardeşi ve UbeyduUah Efendinin elleri bağlı iki oğlu ile iki yeğeni bu haberle şoka girerler ve ağlaşmaya başlarlar. Jandarma Çavuşu, "şimdi de başımıza bunlar bela olacak


DİPÇİKLE ŞEHİT EDİLEN ERZURUMLU UBEYDULLAH HOCA

43

galiba!" diyerek tutuklu beş kişiyi sert bir şekilde paylamaya ve oalara "sizi de öldürürüz ha!" diyerek tehditler savurmaya başlar. Ne var ki. Kavak Köyü girişinde (Dokuzpınar Köyü) yoğun bir tipiye tu. tulduklan için jandarmalar bir türlü yol alamamaktadır ve Muş'a giden yolların büyükçe bir kısmı da kapalıdır. Jandarma çavuşu. şartlar altında yola devam edemeyiz. Bir de üstelik kendimize bu adatnları yük etmişiz. Nasıl olsa asıl aradığımız ve komutanın istediği Hocaefendi öldü. Şimdi bunlardan da kurtulalım ve öylece kendimize hiç yük bırakmadan Muş'a varalım!" diyerek Ubeydullah Hoca Efendinin bu beş yakınını Kavak Köyü girişinde canlı canlı kurşuna dizerek öldürürler. Kurşun seslerine gelen birkaç köylüye de, "bizi arkadan bıçaklamak istediler, biz de bu asker ve vatan düşmanlarını öylece temiz­ ledik!" diyerek köyden uzaklaşırlar. Oysa jandarmalar gidip, köylüler bu beş cesedin yanma geldiklerinde be. şinin de ellerinin bağlı olduğuna ve o şekilde bıçak çekmelerinin hiç mümkün olamayacağına, jandarmalann kendilerine yalan söylediklerine gözleriyle tanık olurlar. Kavak Köylüleri bu beş meçhul şehidi hep birlikle kendi mczarlanna gö­ türerek. "nasıl olsa şehit olmuşlardır!" düşüncesiyle elbiseleriyle birlikte yan yana kazdıktan beş mezara defnederler ve "beş şehit" diye hepsinin mezanna birden yazı yazarlar. Beş-On gün sonra haber Hınıs'a ulaştığında kurşunlanarak öldürülen bu beş kişinin meşhur ulemadan Ubeydullah Efendinin iki oğlu, iki yeğeni ve bir de öz kardeşi olduğu öğrenilir. Bu tüyleri diken diken eden elîm olayın ianıklanndan ve bugün hâlâ eski adıyla Kavak, yerü adıyla Dokuzpınar köyünden olan bir kaç kişi, bu olayı elde ellikleri bilgiler ışığında 1953.1957 yıllan arası Demokrat Parii'dcn Muş Millet­ vekilliği yapmış olan değerli insan Gıyaseddin Emrc’yc 1955 yılında Muş’ta kendi köylerini ziyaretlerinde anlatmışlardır. Ben de Gıyaseddin Emrc'den 1986 yılında Ankara Meşmliyel Caddesi. Hatay Sokak 6/14 nolu ofisinde bizzat dinledim. İşte koca âlim. Milli Mücadelenin Erzurum Bölgesi kahramanlanndan Ubeydullah Hoca'run ve beş yakınının hazin sonudur bu anlatiıklanm. Suçlan mı? O dönemde insanlara Allah'ın kitabını öğretmeleri ve onun aydınlığıyla insanlan aydınlatmak istemeleri... Bugün hâlâ EKıkuzpınar köyünde bu beş şehidin mczarlan mevcunur.


is t ik l a l m a h k e m e l e r in e g e r e k k a l m a d a n

DERSİM VE HOZAT’TA İŞLENEN TÜYLER ÜRPERTİCİ KATLİAMLAR !..

En aşuğı 50.000 müslümanın kanım vc canını ihtiva etmesi b;ıkımından. kalın hailanyla bir harita gibi çizdiğimiz vc şu anda yalnız ana prensip ve mana. siyle ıcsbil etliğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez. Babalannı arayan vc yanına gitmek istediklerini söyleyen iki masum ço­ cuğun Hozat Kaymakamı tarafından süngülciilerck babalannm ytmına cöndcril. mesi... Kendisinin öğretmen ve köy halkıyle alâkasız bir şahıs olduğunu iddia ederek alevler içinden fırlamak isleyen bir gencin, kalasla ililip alc\lcr içine atılması ve karşısında sigara içilmesi... Buğday saplan üstünde yakılan. d‫؛‬ıha evvel kurşunlanmış bütün bir köy halkı... Annesinin kamından sivn uçlu âletle çıkartıldıktan sonra yaşamaya devam eden vc hâlâ topuğunda bu sivri uçlu âletin izini taşıyan çocuk... Bir dere içinde boğazlanan vc bu fiili yerine getiren cellâdın bulunması bir hayli zorluğa yol açan yirmi masum... Vc buna benzer daha neler, daha neler!.. Cesetleri değil, manalan muhakeme vc idam eden tarih, bakalım, bu 50.000. çocuk, genç, ihtiyar, kız. kadın, hasta, alim müslüman cesedine karşılık kaç ferdin manası üzerinde ebedî idam karan verecektir?

Çocuklar Canlı Canlı Sûngüleniyor! Elâzığ Ortaokulunda okuyan iki çocuk... Tatili geçirmek üzere memleket­ leri olan Hozat'a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakırüanndaki köylerine geldikleri zaman babalan Yusuf Cemil'in öldünülmüş olduğumu öğreniyorlar vc ağlamaya başlıyorlar. Onlara şu karşılık veriliyor: ٠—Sizi de onun yanına götüreceğiz!»


46

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DİN VE DEVLE!' iLlŞIClLERİ

CİLT 3

Çocuklar odadan sürtiklcıilcrck çıkanlıyor vc jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngülctiliyorlar. Böylccc babalannm yanına gönderilmişler­ dir!.. Her evi ayn ayn tutuşturulduktan sonra dön bir etrafı aynca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykmyor: «Durun ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsade edin, kendimi size isbai edeyim!» Fakat sözüne mukabele, bir kalasla itilerek alevler içine atılması oluyor. Adam, evvela göğsünün kıllan tutuşarak alev alev yanarken, çalı yığınlan geri­ sinde âmir, zevk ve istihza ile sigarasını içmekledir. (Bu vak.a, bana. 1944 yılın­ da, Eğridir’de askerliğimi yaparken, resmî şahıslar huzumnda, yanan adama karşı sigarasını zevkle içtiğini söyleyen âmirden bizzat dinleycnlcrce anlatılmış­ tır.) Yusuf Ccmil.in köyünden 200 kadın vc çocuk öldürtülmüş vc bunların ce­ setleri buğday saplan üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında. Elâzığ'da as­ kerliğini yapan vc o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu vc isterlerse hüviyet vc izin kâğıdını da gös­ terebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor vc dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla beraber, kurşunlanıyor. Hozat'ın Karaca köyünden Cafer oğlu Kasım... Bu adam, o tarihten 30 sene kadar evvel Amerika'ya gitmiş, orada 15 yıl kalmış, epeyce para kazanmış vc sonra köyüne dönmüştür. Kasım. Amerika dönüşünde. Birinci Dünya Har­ binde Kafkas cephesi Köprüköy muharebesinde şehit düşen kardeşi Yüzbaşı Şükrü'nün iki çocuklu dul karısı Şirin Hatunla evlenmiş, Hozat'a gelip yerleş­ miş. orada bir mağaza açmış vc ticarete başlamıştır. Hükümetle de bazı taahhüt işlerine girişmekledir. Dersim harekeli esnasında, işbu Cafer oğlu Kasım, taah­ hüt bedelinden alacağı olan 6.000 lirayı tahsil etmek üzere Ovacık Kaymakam­ lığına müracaat ediyor. Muamelesini tekemmül ettirip parayı kendisine veriyor­ lar. Muamele biter bitmez «Seni Hozat’tan çagmyorlar!»diycrek. onu, mahfuzen yola çıkanyorlar. Cafer oğlu Kasım kasabadan aynidıkıan bir saat sonra jandar­ malara Öldünülüyor. Koynundaki 6.000 lira da, iki alâkalı idare âmiri arasında taksim ediliyor. Zavallının zevcesi Şirin Hatun, o esnada, dört çocuguylc birlikte, komşu­ larına oturmaya gitmiştir. Kadın, evine döndüğü zaman bir de görüyor ki. kapısı kınlmış vc bütün eşyası etrafa dökülüp saçılmıştır. Haylunmaya başlıyor


İSTİKLAL MAHICEMELERİNE GEREK KALMADAN İŞLENEN KAİLİAMLAR

47

«٠٠ Yetişin, evimize eşkiya girdi!..»

Bu feryadına karşılık olarak kadın, kapısının önünde, çocuklariyle bera. ber öldürülüyor ve dolgun miktarda altını, parası ve eşyası yağma ediliyor. Bu arada, Hozat'ın Zımbık köyünde (Şekspir'in hayaline bile taş çıkarta­ cak) bir vak.a cereyan etmektedir. Erkekleri tamamiylc doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu âletle (süngü) öldürülüyor. Öldürülen ka­ dınlar arasında biri, doğurmak üzere bir gebedir. Bu kadının kamına giren sivri uçlu âlet, barsaklannı yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar, emzirtip büyütüyorlar ve ona «Besi» adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde ve hayattadır. Sivri uçlu âlet annesinin kamına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır ve kız hâlâ bu yarayı to­ puğunda taşımaktadır. Kadın, Çocuk, ihtiyar Demeden Hepsi Doğranıyor! Hozat'ın Dolanur köyünden Veli isminde bir genç, Elâzığ Muallim Mek­ tebinde okuduktan sonra öğretmen olarak Trakya’ya gönderilmiş, orada evlen­ miş. 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, kan. sı ve çocuklariyle, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gitmiştir. Genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı, doğranırken, kendisi, kansı ve çocuklan da aynı akıbete mahkûm edilmiş ve cesetleri yakılmıştır. MazgirtTcrsemck nahiyesinin halkı doğranmakla... Merhamet sahiplerin­ den biri, birle on yaş arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocuklann öldünLilmclcri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafasız masumlara silâh kullanamayacaklannı söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkınu mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde ıiu٠eşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor. Murat suyunun, kandan kıpkızıl aktıgıru görenler olmuştur. Celâl Bayar'ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak.ın Genelkurmay Baş­ kanı bulunduğu 1938 yüında cereyan eden Dereim faciası, bütünleştirilmesini

I


CUMHURlYErr DÖNEMt DlN VE DEVLE T (LKSKILEKİ

C İLT 3

okuyuculanmızın hayaline ve istikbaldeki tarihçinin k il : nine bırakiığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur! Dayandığı tek sclxp ij hinakım asayişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu y١. <..;)sayıcı olarak, o mmtıkanın bir türlü sulandınlamayan koyu İslâmî rengidir. "Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yaı‫ ؛؛‬..ıının kömüricşlirilmiş 50.000 cesedinde, kutup .şahsiyetler dışı bir yığın ola. a 1ın mazlumluğunun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz!" ^Bilyük Doğumlardan) Necip Fazıl Kısakiirek

..İ .P


RIZE.d e 15 ARALIK 1 9 2 5 TARfflINDE SEKIZ ALIM BİRDEN İDAM EDİLDİ.

HZorla şapka giymek istemiyoruz. Bizim sarığımız bize yeter'* diyerek Rize Uliicami önünde toplanan halkın üzerine jandarmanın ateş açması sonucu on• larca mü^lüman şehit düşmüş ve 143 hişidc^ sekli tanesi hetnen Riıe Ulııcami önünde idam edilmişlerdir. 15 Kanttan evvel 1341 -15 Aralık 1 5 ‫ ﻵﻭ‬tarihinde idam edilenler şanlardır: "Ulucami İmamı Hafız Şaban Hoca, M â a lle Muhtarı tarikatçı Yakup Çavttş. İslahiye imamt Hact Hasan EJendi. Belcd^e hek‫ ؟‬isi Kadir A^a ١Riıe Asli M âkem e Başkatibi Hafız Osman ve kardeşi Avukat Hulusi Bey, Merkez Cami İmamı Hafız Kamil, Pegelioğullarından Mehmet ve Ahmet Arslan Çavuş. Kamhtıro٤ltt Ha‫ ؛‬tı Mehmcd ve Nakşi 5c^١ hlerinden Şe>١ h Nnman Sahit." Rize ‫ ؟‬ehilleri 25 Kasım 1925 tarihinde "şapka kanunu.'nun yürürlü‫ ؛‬e girmesiyle birlikte, Anadolunun doa bir tarabnda şapkaya karş! muhalcfci baş göstermiş ve Ara. itk 1925 tarihinden itibaren de Sirastyla Erzumm, Kahramanmaraş. Kayseri» Sivas. Bursa vc Rize gibi illerde rejime "isyan" dedirtecek kadar güçlülükte başkaldtnlar meydana gelmişti. Medreselerin kapalılmasj. din eğiliminin her türlüsünün yasaklanması, ?cr'îye Vekaletinin ilgasj ve ‫ ؟‬criaı Mahkemelerinin kaldınimasıyla hemen her sahada dinin etkisinin müslüman halk nezdindc zaten belli oranda tepkiler meydana getirmişken, bir de 25 Kasım 1925 tarih vc 671 sayt ile "şapka kanunu" ve hemen abasından da 30 Kasım 1925 tarih vc 676-677 sayılı yasalarla Tekke. Zaviye ve T ü l l e r i n kapatılmasıyla halk mızannda hakli olarak '.din elden gidi* yor" düşüncesini gündeme gciimişti.


50

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLE!' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

İşte bu düşünce. Anadolu insanını din adına rejime karşı başkaldınlara yönciımcyc yetmişli. Özellikle hiçbir anlamı ve kcyfiycıi olmayan şapkanın mecburi kullanımı ve karşı koyanlann en azından hapisle tecziyesi, müslüman halk nazannda fev­ kalade karşı düşüncelerin dogmasına sebep olmuştur. Bir de Aralık 1925٠in ilk haftasında "şapka yüzünden" Erzurum'da 3.000 kişilik bir grubun üzerine asker­ lerce ateş açılması Maraş.ta Cami-i Kebir'c sığınan müslümanlann cami içinde kurşuna dizilmeleri hemen her bölgede inanan insanlann ayaklanmasını hızlan­ dırmıştı. Bu ayaklanmalardan bir tanesi de Aralık 1925٠in ikinci haftasında meyda­ na gelen Rize olaylan idi. Rize Ulu Cami imamlanndan ve bölgelnin en sevilen kişisi Hafız Şaban Hoca. Ulu Cami etrafında toplanan 1(XX) kadar kişiye. "Biz dinimize bağlılık is­ teriz. Akaid-i Diniye'ye hizmetkarlık isleriz, inanmayanlar inanmasın, fakat ina­ nanlara zulüm yapılmasın. Eğer bize zulmederlerse, biz de onlara zulmederiz. Tek isteğimiz sangımıza sakalımıza, cübbemize dokunulmasın. Şapkayı giyen­ ler giysin, ama giymeycnler de hapse alılmasın...” diyerek bir hitabede bulun­ muş ve o kalabalıkla birlikte hükümet konağına, oradan da jandanna karakoluna doğru yürüyüşe geçmişli. Hatta Şaban Hoca ve Merkez Cami imamı Hafız Kamil Efendi bölgede çok etkin kişiler olduklanndan bütün Rize ahalisi ve hemen hemen bütün köyler Şaban Hoca'nın istekleri doğrultusunda harekele geçmişlerdi. Rize olaylan bir haftalık bir zaman zarfında o kadar büyümüştü ve köyle­ re kadar öylesine bir geniş alanda etkisini göstermişti ki. hükümet halkı sindir­ mek için Rize Limanına dönemin en büyük savaş gemisi, Hamidiye Zırhlısını demirlemek mecburiyetinde kalmıştı. Hamidiye Zırhlısı sık sık Rize'nin Bataniyc bölgesine- ki Ulu Caminin bulunduğu bölgeye- doğru top aiışlan yaparak, halkın sindirilmesini sağlıyordu. Hatta Rize Limanında 1 AraJık-I5 Aralık 1925 tarihinde demirlemiş olan Hamidiye Zırhlısının ayaklanan müslüman halka korku vermek için zaman zaman böyle şehre müzevcccih top atışlarında bulurunası dolayısıyla Rize halkı­ nın: "Atma Hamidiye din kardeşiyiz!" demeleri resimler ve atasözleri lilcraıürümüze bile girmişti. 15 Aralık 1925 tarihli Cumhuriyet Gazetesi vc Hakimiyet i Milliye. Ri/c olaylan ile bildirdi:


RİZE'DE 15 ARALIK 1925 TARlHfNDE SEKİZ ÂLİM BİRDEN iDAM EDİLDİ

51

"Rize'nin Bataniya bölgesinde Ulu Cami İmamı Hafız Şaban Hoca ile, Muhtar Yakup ve arkadaşlan. Rize’nin merkezinden ve çevre köylerden kalaba­ lık bir halk kitlesini Ulu Cami önünde toplamıştı. Kalabalığa karşı dini bir nutuk irad eden Ulu Cami İmamı Şaban Hoca, "dinin elden gitmekte olduğunu, hükümetle din düşmanlığının başgösterdiğini. herkesin şapka giymeye zorlandı­ ğını. giymcyenlerin hapisten-idama kadar çeşitli cezalara çarpünldığını..." dile getirerek: "ayaklanma bu şartlarda vacip olur. Bütün bu yapılanlara karşı duyar­ sız kalmak dinimizce günahtır."diyerek kalabalık halk kitlesini galeyana getirip, hükümet binası ve jandarma karakoluna doğru yürüyüşe geçtiler. Hakimiyci-i Milliye'nin anlaltıklanna göre hükümet binasını cic geçiren Şaban Hoca vc tarafıarlan: "Biz sadece dinimize bağlılık istiyoruz. Din düşmanlığı affedilmez bir suçtur. Biz herkes bizim dinimize girsin demiyoruz. Ama müslümanlara vc Islâm'a zulmedilmesine de asla müsadc etmeyiz!... diyerek başkaldıran hemen herkesçe benimsenmesini sağlamışlardı. Ve nitekim öyle de oldu. 12 Aralık 1925 tarihine gclinildiğinde bürün Rize ve çevresi Şaban Hoca'nın onaya koy­ duğu espri ile bütünleşmiş vaziyetleydi.. Ankara Hükümeti olayın çevre bölgelere de sıçrayabileceğini düşünerek bölgeye çok büyük bir askeri kuvvet göndermişti. Askerlerle halk arasında üç gün süren şiddetli silahlı çatışmalar meydana geldi vc yüzlerce Rizeli bu asker kurşurüanna hedef olarak canmı kaybetti. Başkaldırı çok kanlı bir şekilde basunlmıştı. Sekiz Alim idam Ediliyor! Çatışmalar sırasında ele geçen 143 kişi de hemen bölgeye yetişen gezici Ankara İstiklal Mahkemesine intikal ettirildi. Mahkeme olayda en çok imamlann. şeyhlerin, hocalann ve özellikle de Ulu Cami İmamı Hafız Şaban Hocanın tesirinin olduğu kanaatine vararak 14 Aralık 1925 günü, bir günlük bir yargıla­ ma sonucunda 143 kişiyi çeşitli ccziüara çarpiınvcrdi. 143 sanıklan 8’i hemen idama. 14 kişi 15'er yıl hapis. 22 kişi lO'ar yıl hapis, 19 kişi de 5 yıl hapis vc diğerleri de hafif cezalara çarpiınlarak yargılama sona erdirilmiş oldu. Mahkemenin, "bunlar İslâm devleti istiyorlar, hilafet bağlılığını arzulu­ yorlar. kendi şer düşüncelerine halkı da alet ediyorlar " diyerek idamına karar verdiği Rizeli sekiz kişi şunlardı: "Ulu Cami İmamı Hafız Şaban Hoca. Mahalle Muhıan Tarikatçı Yakup Çavuş. İslahiye İmamı Hacı Haşan Efendi. Belediye Bekçisi Kadir Ağa. Rize ■


li 52

CUMHURİYEI' DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

Asli Mahkeme başkatibi Hafi/. Osman Efendi ve kardeşi Avukat Hulusi Bey, Merkez Cami İmamı Hafız Kamil. Peçcliogullanndan Mehmet ve Ahmet Ars. lan Çavuş kardeşler. Kamburoğlu Hafız Mehmet ve Nakşi Şeyhlerinden Şeyh Numan Sabit Efendi..' 14 Aralık 1925 tarihinde, bugün kanun hala yürürlükte olmasına rağmen hiçbir kimsenin giymediği; ne Cumhurbaşkanı, ne Başbakan ve ne de Milletve­ killerinin giymediği şapka yüzünden. Halide Edip Adıvarim ifadesiyle de "dünyanın en beyhude devrimi" yüzünden bu sekiz güzel insan idam edilmişti. İdam edilenlerin 30 Kanun-ı evvel 1341 tarihli (30 Aralık 1925) Cumhu­ riyet gazetesinde yayınlanan resimlerine bakmak bile sizlcri belli kanaatlere ulaşnracakıır. Nur içinde yatın şehid Şaban Hoca ve Rizeli sekiz güzel insan...

ıaCts.s:


٠

f; ıV C I

BOLUM

HATIRALARLA TEK PARTİ DÖNEMİNİN DİN ADAMLARINA VE DİNDARLARA KARŞI YAPTIĞI ZULÜM VE İŞKENCELER



HALK p a r t i l i YETKİLİLER HOCAMIZI "HACIBAYRAM CAMİİNE İMAM TAYİN ETMİŞLERDİ. FAKAT EN AZ HAFTADA ÜÇ GÜN NEZARETE ALDIRANLAR DA YİNE KENDILERIYDF. (٠ ) "Biliyorsunuz Ankara’da manevî yer denilince ilk akla gelen semi Hacı Bayram scmıi ve Ankara’nın en önemli camisi denilince de Hacı Bayram Cami akla gelir. Isıanbul SclÛlîn Camilerinin imamlığı bugün bile ne kadar önemli ise o zamanlarda da. üslelik hükümci merkezinin Ankara oluşu ve Diyanet İşleri Re­ isliğinin de Ankara da bulunuşuyla Hacı Bayram Camii imamlığı o derece önemli idi. Hele hele 1932 yılından itibaren ezanlann türkçcicşlirilmcsi. imam. lann halka. Kur'ün adına hiçbir şey öğrctcmcmcleri ve din eğiliminin özellikle camilerde yasak kılınması dolayısıyla bu tür merkezi ve büyük camiler rejim nezdinde daha sık kontrole lûbi tutuluyordu. Tabiki bu camilerin imamlan da ta­ rassut alımda bulunduniluyor ve özellikle evleri de. gizli olarak talebe okutuyor mu, okutmuyor mu? denilerek polis tarafından baskına uğruyordu. İşte ben de bu tür olaylardan birkaç tanesine şahit oldum. Tarih 1935 yılının yaz aylarıydı. Rahmetli Babam beni arkadaşı Süleyman Şener Efendinin oğlu Mehmet Şener’le birlikte Kur’ân öğrenmemiz ve Tccvidlc okuyabilmemiz için zamanın Hacı Bayram Camii İmamı Eski­ şehir'in Dadaş Köyünden olan Hafız Mehmed Cemal Efendi'ye göndermişti. Babamın arkadaşı Yargıtay’da çalışan, saygııüığı olan bir devlet memu­ ruydu. Sonradan bu şalus büyük kızım meşhur Ticanî Şeyhi Kemal Pilavoğlu'na vermişti. Dolayısıyla arkadaşım Mehmet Şener de Kemal Pilavoğlu’nun kayınbiraderi oluyordu. Fahrettin Fırat, ö z Elif Sitesi 2 Blok No; 15 Oemetevfer.Ankara SA.ustos 1987/Ankara


(M 56

CUMHURfYET DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞICİLERİ

CİLT 3

Tabi AnkaralIlar Kemal Pilavoglu'nu Arapça Ezanın yasağa rağmen okulturulmasını organize eden kişi olarak tanırlar ve bir de Ankara’da 46-50 yıllan arasında cereyan eden meşhur "heykel kırma" olaylannın yönlendiricisi diye zabıtlara geçtiğinden o şekilde de tanırlar. İşte ben bu kişinin kayınbiraderi Mehmet Şener ile birlikle 1935 yılı yaz ayında Hacı Bayram Camii İmamının evine saklı saklı Kur٠ân öğrenme ve tecvid tedrisi için gitmeye başladık. Tabi Mehmet Cemal Efendinin evi Zincirli Caminin tam yukansında Hacı Baynun Camiine giden yolun kavşak noktasında bulunuyor, dolayısıyla da Anafartalar Karakoluna çok yakın oluyordu.

(

t

h 11 ?..I1

Hacı Bayram Camii imamının evi hem polisçe ve hem de jandarmaca siirekM gözaltında tutulduğu için Hocamız bize: "Çocuklar eve gelirken biriniz yolun karşısında nöbet beklesin. Polis veya jandarma yoksa öylece eve gelin. Ben olmasam da Valide teyzeniz sizi hemen içeri alır." diyerek sürekli tembi. halta bulunurdu. Bu lembihaı bizde öyle tesirler uyandırmıştı ki. sanki hocamızın evi basılır ve o anda büyüklerle eve olumiaya bile gelen olsa yaka.paça edilerek he­ men karakola götürülürdü. Bizicr de evin alt giriş kapısında hemen polis veya jandarmanın geldiğini görünce üst katta bulunan yüklüklerin (bugünkü gardrop) içine yorganlann arasına saklanırdık. Ne zamanki Valide teyze gittiklerini haber verir, bizde öylece saklandığımız yerden çıkardık. Tabi hocamızı sorgu için ka­ rakola kadar götürdükleri için onun eve dönmesini bekler ve öylece yeniden dersimize başlardık. M ehmed Cemal Hocaefendiyi Sakalından Sürüklemişlerdi! Birkaç baskında karakola götürülüşünü ve orada kendisine nasıl davranıldığmı bize o koca adam ağlaya ağlaya anlatmıştı. Hala unutamıyorum o acıklı hâdiseleri. Hocamızı polisler: "Burada Kur'ân dersleri veriyormuşsun! Elilbû oku. tuvormuşsun öyle mi?" diyerek ona en ağır hakaretleri ediyorlar ve yaka-paça tutarak ve bazan da sakalından çekerek o mübarek insanı karakola kadar sürükleyerek götürüyorlardı. Karakolda da polis müdürünün en başta Kurân-ı Azimüşşan'a olan haka­ retleri ile hocamız yıkılıyor ve "bir daha Kuriiln öğrettiğini duyarsak!.." diyerek o n j hapisle ve dövmeyle korkuiuyorlarmış.


HOCAMIZ HATl'ADA ÜÇ GÜN NEZARE1.E ATILIYORDU

57

Birinde karakolda dövmüşler, ellerinde tahia job izleri, vücudu perişan vaziycuo Hacı Bayram İmamı Hocamız Hafız Mehmet Cemal Efendi hüngür hüngür ağlayarak bize bunlan anlaimıştı. Ve arkasından: "Çocuklar! Bak bunca eziyete ve sıkıntıya rağmen biz sîz­ lere Kur.ân öğretmekten zevk aiıyomz. Ben ne zaman bir çocuğa bu zamanda KurTın öğrctebilirscm onu dünyada hiçbir şeye değişmem. Bu uğurda da hem hapse ve hem de işkenceye katlanırım, yeler ki Allah Kelamı Hazrcii Kur'an unutulmasm" diyerek bize öğrettiği Kur'ân'm kendisine nasıl zevk verdiğini an­ latırdı. Allah kendilerinden razı olsun ve kendisine rahmet eylesin.


ACI HATIRALARI VE YAŞADIĞIMIZ "BELENE.’LER

c u m h u r iy e t d ö n e m in in

Bulgaristan’daki komünist rejim yıllardır oradaki Müslümanlara vc Türklerc akla gelmedik zulümler yapıyordu. Zaman olurdu camilerde E/.an-ı Muhammediyi okutmadılar, Kur٠ân٠ı Kerim’in ve Elifba’nın. öğrenilip öğretilmesi­ ni; onunla Türklük vc Müslümanlık değerleri diriliyor diye yasakladılar. Belli zaman sonra da Müslüman Türk’ün adını değiştirdiler, çocukların sünnet olma­ sını bile yasakladılar. Bulgar toplumu ile Türk toplumu anısında bir fark olması için Müslüman kadının çarşafına el koydular, başörtüsünü yasaklayıp, ona saç. lannı önden ve arkadan gösterecek kadar başını örten bir tülbenti cevaz gördü­ ler. Sonra namaz kılan erkekleri BELENE’ye gönderdiler.. Bütün bunlan şimdi sayılan 175 bine ulaşan soydaşlanmızın Türkiye’ye girişiyle halkımız bütün çıp­ laklığıyla yeniden öğrenmiş oldu. Vc bunlan. bu zulümleri yapanlara da en azından "Kafirler... Bulgarlar.. Canavarlar" demek suretiyle dc kinini dışan yan­ sıtıl. Oysa bizde dc. bizim ülkemizde de. yani Türkiye denilen coğrafyada 1950 yılına kadar en azından 25 yıl bu zulümlerin aynısı yapılmadı mı? Ezan-ı Muhammedi gibi bütün dünya Müslümanlannın istiklâl Marşı olan bir sembol. "Tann Uludur. Tann Uludur" diye tam 18 yıl bu gök kubbeyi çınlatmadı mı? Kur’ârii ve Elifba.yı okumak, öğrenmek vc öğretmek isteyenler sanki birer PKK lerörisücriymişçesinc dağlarda, mağaralarda vc orman içlerinde kovalanmadı mı? Kuriân okurken ve okunurken yakalanarüar Jandarma dipçikleriyle, tıpkı Filistinli mazlumlara yapıldığı gibi kemikleri kınlmadı mı? Arapça olan herşey ve isimler, bunlar Türicçc kökenli değil denilerek değiştirilmedi mi? Vc cn önemlisi bugün bütün şiddetiyle Bulgar zulmünün devam eniği vc 175 bin soy­ daşımızın zorunlu olarak Türkiye’ye gönderildiği bir zamanda hâlâ ülkemizde bir Kur٠ân٠î emir olan başörtüsü Anayasa Mahkemesiyle yasaklanmadı mı?


60

CUMHUHlYFi. DÖNEM! D!N v e

devlet

İLİŞKİLERİ

C İLT 3

Evci oras» Bulgaristan, burası Tu ٢klyc!, Beleneler içimizde! Ülkemizde din aleyhine yapılan her şey ta 1923 yılından bu yana hep dini koruma adına veya bilimsel ifadesiyle lâiklik adına yapılagelir. Medreseler ka. paülır. Kur’an kurslanna son verilir. Kur٠ân'm okunması ve okutulması yasakla­ nır. hem de jandarma dipçiğiyle ve bütün bunlar maalesef dini koruma veya lâiklik adına yapılmış olur. E/.an-ı Muhammedi Allahu Ekber'den. Tann Uludur'a değiştirilir ve mec­ buren ezanın dışında herşeye ben/eyen bu şekil tam 18 yıl minarelerden zorla okutturulur. Sebebi laikliktir. Arapça ve OsmanlIca eğilimi yasaklanır, herşey Türkçcicşiirilir. Güneş Dil Teorisi gereği uyduranların bile anlamadığı bir Türkçe gündeme getirilir... Tabii laiklik adınadıryine bu yapılanlar. 1989 Türkiye’sinde de a.slmda pek birşey değişmez. Gazetelerimiz Bulgarisum'daki soydaşlanmıza yapılan zulümlerini anlatırken. ”Adı: Mehmet İsmailoğlu. Suçu Namaz Kılmak. Cezası: BELENE” diye olayın trajik boyutunu ser­ gilemek islerler. Oysa 1989 Türkiye'sinde de Bclcnc’Ier yaşanmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli karannda da belirttiği gibi uygulamaya konu­ lacak olan başörtüsü yasağı Bclene.yi kendi içimizde yaşamak değil de nedir? Bulgaristan'da namaz kılanlar Belcne'yc sürülürken, Türkiye'de de başörtüsü ile okullannda okumak isteyen Müslüman bacılanmız ünivcn‫؛‬iiclcrdcn sürülmekte­ dir. Her iki olayda da tek farklılık olan zulümlerin yaşandığı, coğrafi bölgelerin farklı oluşudur. Orası Bulgaristan, burası Türkiye!.. Yapılan bu zulümler Cumhuriyet döneminde olduğu gibi yine hep lâiklik adına yapılagelmcktcdir. Bu öyle garib bir lâikliktir ki. devlet işine geldiği zaman başörtüsünü yasaklarken, işine geldiği için de Müslümanların kestiği kurbanın derisine zorla el koyabilmektedir. Zaten bizde lâiklik dinin devlete hiç mi hiç kanşmaması, fakat devletin dine her an müdahale ctmc.si ve onu denetim aJunda bulundurması şeklinde anlaşılmış ve uygulana gelmemiş midir? Laiklik ve Devletin Dini Denetim Altına Alması 1923 930 ‫ ﺍ‬yıllan arası Laisizm adına ortaya konan şeyler dcvlct-din İşle, rini birbirinden acım ak yerine, devletin din işlerini yok etme. in،:ıa etme ve


CUMHURİYErr DÖNEMİ HATIRALAR VE YAŞADIĞIMIZ BELENELER

61

onu sindirmeye yönelik girişimlere bürününce, ،am 600 yıl Kur'ûn ve Sünnci.in yüceleşmesi için faaliyet gösteren ecdadın ahfadlan ne yapacaklannı şaşırmışlar ve "Bunlar da olacak mıydı?" dcrcesine başlarını ellerinin arasına alarak kara kara düşünmeye başlamışlardı. Çünkü bu dönemde Kur.ân'ın okunması ve oku­ tulması bile yasaklanmış, İslâmî kisvesini değiştirmek istemeyip, şapka giyme­ yen nice onbinlerce insan darağaçlannda sallandınlmış, Kuriân'ın, Namazın ve Ezanın Türkçeleştirilmesi gündeme gelip yepyeni "Kemalist Kuriân" modelleri oluşturulmak istenmiş ve Medrese, İmam Hatip, Kur'ûn Kursu gibi din eğitimi veren müesseseler kapatılmış, bilhassa Müslüman halk aleni yürütülen bir din­ sizlik faaliyetiyle karşı karşıya kalmışu. Kemalist lâiklik anlayışı, 1930'lara gelindiğinde daha belirgin bir şekilde dini sindirme ve dini yokcimc faaliyetlerine dönüşünce ciddi bir biçimde yöne­ tim çevrelerinde de tartışılır olmuştur. Lâikliğin uygulandığı biçimine, toplumu en güçlü tutan bağından yoksun bıraküğı için yönetim içerisinde de halkta aşın din düşmanlığı meydana getirdiğinden dolayı-huzursuzluklar kendini göstermiş­ tir. Lâikliğin bu uygulanış tarzına karşı çıkanlardan biri de, "Atatürk'le Üç Ay" kitabının yazan ve rejimin o günkü iktisat müşaviri sayıkuı Atatürk'ün cn sevdiği insanlardan biri olan Ahmcd Hamdi Başar ^*١ Bey olmuştur. Ahmcd Hamdi Başar, bir yurt içi gezisinde Atatürk'ün başkanlığında ya­ pılan toplanularda lâiklikle ilgili kendi kanaatleri sorulduğunda Başar, çok açık yüreklilikle Mustafa Kemal'e karşı "Lâikliğin bizde anlaşılmaya başlanan şe­ kilde tatbiki dinsizlikten başka birşey değildir!" cevabım vermiştir. Lâiklik uygulamasıyla ilgili bu tür kanaatler, hcrşeyiylc Halk Partili ve devrim tarallısı olan kişiler içinde de azımsanmayacak oranda mevcuttur. Çünkü gerçekten Ahmcd Hamdi Başar٠ın da dediği gibi. "Lâiklik adına yapılan dinsizlik" hareketleri bütün bir halkın gözünün önünde devam etmektedir vc herkes açıkça yapılmak istenenin "Dinsizlik" olduğunu görebilmektedir. Sözü tekrar Ahmcd Hamdi Başar'ın 1930 yılUuında Atatürk'le beraber ol­ duğu üç aylık yun gezilerine getirerek, bizzat Atatürk'ün huzurunda yapılan lâiklik taruşmalanna dönmek isliyorum. 1.

Ahmed Hamdı Başar, Cumhunyet d٥nemir١١n tanınmış ikbsatçılanndan olup, 1945 yılında Halk Partisi'nden daha sonra da 1953 yılında. Halk Partisi'nden ayrılarak Demokrat Pani'den milei• vekili seçilmiştir.


62

CUMHURlYErr DÖNEMİ DlN VE DEVLE!' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

..Atutûrk.le Üç Ay.' ve Lâiklik Dinsizlik midir? "Serbest Fırka.nm kapatılmasından hemen sonra ülke içindeki gidişatı bizzat yerinde görmek isteyen Mustafa Kemal Atatürk, yirmi iki ili kapsayan bir yurt gezisine çıkmıştı. Zamanın Maarif Vekili. Dahiliye Vekili. Adalet Veki. li gibi Bakanlarla çeşitli devlet görevlileri bu geziye katılmışlardı. Geziye yuka­ rıda da belirttiğimiz gibi, önce Halk Pariisi.nden (1945). sonra Demokrat Pani'den (1953) milletvekili seçilen Cumhuriyet döneminin tanınmış ikıisalçılanndan Ahmed Hamdi Başar da katılmışlardı. Ahmed Hamdi Başar üç ay süren _ ^y u rt gezilerini bilahare. "Aiatürk'lc Üç Ay ve 193Ö’dan sonra Türkiye.' diyerek kiiaplaştırdı.(3) Gezide ekonomik gelişmeler, inkılaplann durumu, din.devlet ilişkileri, maarif problemleri, iktisadf kalkınma gibi sorunlara eğilindi. Seyahatin ilk devresinde Aı١kara ٠Sivas arasında Atatürk'ün başkanlığında yapılan bir durum değerlendirme toplantısında. Halk Fırkasının Alu Ok.u ve on­ ların vatandaşlar üzerindeki tesirleri görüşülüyordu. Görüşme sırası^llLâiklik" maddesine geldiğinde, konu ’.Lâiklik din^zlik midir, değil midir..^" tartışmasına dönmüştü. Tanışmanın bu bölümünü Ahmed Hamdi Başar'ın kitabından aynen bura­ ya alarak vermek istiyorum ki; Mustafa Kemal Atatürk'ün yıllarca yanında bu­ lundurduğu ve her şeyiyle kendilerine güvendiği kişilerden. Lâikliğin Türki­ ye'de o yıllarda hangi manalarda kullanıldığını ve devletin bu ilkeyi benimsediğini, ilk ağızlardan-öğrenmiş olalım: A tatürk’ün Arkadaşı Bağırıyor: "Lâiklik Bizde Dinsizlikten Başka Birşey Değildir!" Lâiklik bahsini. Gazi'nin isteği üzerine. Şükrü Kaya Be^ aydınlatmağa başladı. Fransız inkılabının bir çoğu olan lâiklik fikri bugün medeni dünyanın da fikridir, dedi. Bir mesele ortaya atıldı: Lâiklik dinsizlik midir? Yoksa sadece dinin dünya işlerine kanşmaması mıdır? İkincisi olduğunda ittifak edildi. Bu 2

3

22 hı kapsayan bu gezi 18 Kasım 1930 lanhındo Kaysefiye hareketle başlar 4 Mart 1931 yihr١d . Başkent Ankaraya dönülmesiyle sona erer Geziler iller sırasıyla şunlardır Kayseri. Sivas Tokat. Amasya. Samsun. Trabzon. İstanbul. Kırklarelı, Edime. Bursa. İzmir. Aydın. De. f١٠z٠., Balıkesir. Antalya. Mersin, Malatya. Adana, Konya ve Afyonkarahısar Ahmed Hamdi Başar. AiatOeklû Uç Ay. AİTİA 10. Yıl Armağanı Yayın No 15S٠Ankara 1981 tBırmo Batkı, 1945)


C U M H U J ^ ^ DÖNEMİ HATIHALAR VE YALADIĞIMIZ BELENELER

63

bahsin dc aydınlanmış, üzerinde duracak nokıası kalmamış oldugu anlaşılmakla idi.'' Gazi ^ n im dc fikrimi sordu: Dinin, dedim, dünya işlerine kanşmaması Hristiyanlık İçin bahse mevzu olur. Çünkü Hristiyanlık dünya işlerine kanşmayan bir dindi. Esasında ^ y lc oldu^i halde sonralan papazlar hakimiyeti ve idareyi ellerine aldılar. Avnjpa'da yapılan inkılaplaıla, İşte. Hristiyanlıgın bu kendi esasi dışında olarak müdahale, si kaldınlmış. Bu suretle, Hrisliyanlıgın ilk kuruluşunda 0İdu‫ ؛‬u gibi "Kayzerin hakkini kayzere. Papanın hakkini Papaya'' veren bir İş bölümü yapılmak surciiy. Ic. dünya İşleri dinin nüfuzundan kurtuldu. Dikkat buyumlıırsa iniklik. Avmpa'da d in siz lik -^ o ğ u m ü lise le r-v e -m m iy o tle din mücsncaesindon hunnet görerek yaşadı. Bugün lâik olan Avrtıpa ve Amerika halkı tamamen dindar sayı. lir. Ha‫ ﺍ‬buk‫ ﻝ‬Hristiyanlıkian sonra dogan ve esasında ‫؟‬ok mütekamil bir din olan !slâmlıkta din ile dünyânın aynlması yoktur. Daha dogrtisu İslâmlık dünyayı esas luiart akla dayanirt halk idaresini, ahkâmın zamanla dcgişceegini kabul cdcrt hiç bir dogmaya meydan vennemek, her şeyi akil hududu İçinde mülâla etmek ister. İslâmlığın ilk kuruluşundaki esas bozulmuş: aynca bir din sınıfı meydana gelmiş: onun tahakkümü ve kurdugu müesseseler cemiyete harap etmiş: bugün din Ortadan kalkmıştır. Bizce lâiWik tabirinden anlayacağı, mız mana, din ile dünyâyı ayımı ak degil, dinin ayn bir sını٢ elinde olarak dog" malaşmış esaslara büriinerck dünya işlerini tahakkümü altında bulundumasının önüne geçmektir. Lâiklik, inkılap namına ne yapıyoreak, hepsini İslâm oldugumuz halde yapabiliriz. Fakat eger. din ile dünyâyı ayıracagız dersek islâm'lıkıan uzaklaşmış, dinsizlik yapmış olurtiz. Hristiyanlık dünya işlerinden uzak olarak yaşayabilir, İslâm *ilk ise yaşıyamaz. İslâm Dünya Hayatından Uzak Kalamaz‫؟‬ - Hamdi bey. adeta yeni bir din. yahut islâm'lıkıa reform yapalım demek istiyor. İnkılabımızın maksadı tamamen bunun haricindedir lslân١'hk devrini yapmış, fayda ve zararlannı Ortaya koyarak eskimiş, ömriinü bilirmiş bir şeydir. O müesseseyi ne kortimaga. ne de yeniden bir aşı yaparak gençleştimıcgc niyetimiz yoktur. Zaten böyle bir teşebbüs, kummuş eski agaca hayal veımegc çalışmak gibi ^yhudedir. Hamdi beyin yaptığı bütün bu teviller dini yeni kalıplar altında y a şac a k o lu r buna yeni T ü ^ devlerinin ya^ım etmesini istemek olur. Bunun sonunun nereye çıkacağını hepimiz büiriz.


\

١

64

CUMHURİYETİ. DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Bu kat'i ve şiddetli beyanat, hemen hemen bütün fikirlerin hülasası gibiy­ di. İlk konuşmada meydana getirmeyi isteyen şüpheli bir adam gibi karşılandı­ ğım. hissettim. Sözlerimden bazı gizli maksatlar bile keyfolunabilirdi. Hücuma uğrayacağımı görüyordum. Bereket versin ki Gazi bu bahse şu sözlerle son verdi: - Hamdi bey yapiıklanmızı ve laiklik inkılaplanmızı. İslamlığın ilk esas­ larına aykın bulmuyor. Bu bizim için ne alû! Fakat yapılanın, yani din ile dün­ yanın aynimasının aleyhinde değildir. Şu halde mesele tavazzuh etmiştir. Geçe­ lim başka bahse.. ' !٠ ; I 1r ٠ ١

'‫؛‬i

٠ 1

Bahsin daha İncelenmeğe, üzerinde konuşulmağa hiç tahammülü kalma­ mıştı. Bu mevzuu tamamlamış olmak için şunu kaydedeyim ki. o gün Gazi.nin halta Ichdar müdahalesi ile sona eren, bu laiklik ve din bahsi üzerinde ancak merhum Reşit Galip ile anlaşmış vaziyetteydik. Merhumla bir tesadüf eseri ola­ rak Sivas.tan Tokat’a bizi götürecek otomobilde yanyana ve yalnız ikimiz seya­ hat ediyorduk. Bütün yol devamında bu bahsi konuştuk. Fikirlerimi aşağı yukan şöyle ifade etmiştim: Bugünkü Türk cemiyetini bağlıyan en büyük duygu "din" dir. Türk mille­ ti medeni bir millet halinde asırlarca yaşadı. "Kclimc-i Şehadet" getirene ve İslâm olana kardeş ve millet olarak baktı. Birçok kötülüklerimiz gibi birçok iyi­ liklerimiz de dine ve İslâmlığa bağlıdır. Halk maarif yok. okuyup yazma bilme­ yenler yüzde seksen doksan; yüzde on okuyup yazma bilenler içinde de onda dokuzu okumaz. Halbuki bütün bu cahil halka ancak din yolu ile ve din sesi ile hitap etmek imkânı var. Her cuma camide toplanır; her bayram bir araya gelir; her zaman dinin sesine ve .sözüne inanır. Kütle halinde harekele gölünnek iste­ diğimiz zaman dini öne süreriz. Onu ferden doğruluğa sevketmek istersek önüne din yolunu açarız. Yalancılıktan Allah'ın adına yeminle kunannz Hırsızlıktan, cinayetten, ahlaksızlıktan ahiret azabını haurlatarak onu alıkoyanz. Hulasa nemiz varsa, millet halinde birbirimize bağlamnış olmak, insan­ lık ve fen ve millet şuuru, hep dine ve Islâm’lığımıza bağlıdır. Şimdi bu kadar büyük bağı, bu kadar büyük kuvveti yok etmek ne büyük felaket olacak? Dini hocalar ve taassup eline almıştır ve cemiyeti harap euniştir diye ortadan kaldırmak, otomobillerle cahil şoförler ..dam eziyorlar diye otomo­ billeri kaldırmağa benzer. Madem ki ne yapmak isî.yorsak hepsini Islâm olarak yapabibriz; neden sanki ona muhalefet ediyormuşuz, gavur oluyormuşuz gibi bir tavır alabm ve memlekete ve harice karşı dinsiz bir çehre ile çıkalım?


CUMHURÎYET DÖNEMİ HATIRAİAR VE YAŞADIĞIMIZ BELENELER

65

Lûiidiğin bizde anlaşılmağa başlanan şekilde laibiki dinsizlikten başka birşey değildir. Islâm'lıkia din ile dünyanın ayniması dinsizliğin ifadesidir Bu vaziyetle bütün yaptıklarımıza din muhalefet edecek; şapka giyeceğiz, gavur ol­ dunuz diyecek. Yeni harfler, yeni kanunlar, hulasa yenilik namına her ne yapar­ sak hepsi dinin dışında olacak. Bunlan yapan adam kafir sayılacak. Eğer halk dine inanırsa, hükümete ve devlete inanmayacak. Halk ya hükümetsiz veya din­ siz kalacak. Lâikliğin bizdeki şekilde tatbiki dinsizlikten başka birşey değildir. Hem hükümeti hem dini kavrayan ve kabul eden bir cemiyet olamıyacağız. Hal­ buki Hristiyanlıkta bu oluyor. İslâm'lıkıa olamıyor. Laiklik inkılabını şimdi an­ ladığımız şekilde kabul edince ve Islâm'lığı fedaya kalkınca oraya o mahiyette koyacak hiçbir şey bulamıyacağız. ve koyamıyacağız Halk parçalanmış, hay­ vanlaşmış insan sürüleri haline gelecek. Belki maddi eserler göreceğiz; belki çok ilerlemiş olacağız; fakat hayvanca, maddece bir ilerleyiş. "Camileri Yıkarak, Halkevi Yapmakla Hedefe Uluşamayız!" Bizde dini cemiyetin dışına atmak değil, bilakis inkılabın emrine vererek yaşatmak lazımdır. Camileri yıkıp, terkedip onlann yerine Halkevleri yapmak suretiyle maksadımıza a.sla muvaffak olamıyacağız. Her zaman camide toplanan halka oradan sesimizi duyurmak; oralannı modem Halkevleri haline koyma; din sınıfını ortadan kaldırmak, herkesi din ve dünya namına konuşturmak mümkün­ dür. İslâm’lık bu bakımdan en modem en ileri bir dindir. Derin bir heyecanla anlattığım bu bahisleri Reşit Galib'in aynı heyecanla dinlediğini, sözleri ile beni tasdik ve teyid ettiğini hatırlarken, merhumun aziz hatırasını rahmetle anıyorum. Çok hassas addedildiği ve izahı malum sayıldığı için kimse tarafından ko­ nuşulmayan lâiklik bahsi artık aramızda geçmez oldu. Bana nazaran kendileri­ nin İslâm kültürüne daha yakın tanıdığım arkadaşlara, mesela Haşan Ali ve hana Memduh Şevket beylere bile bu bahisle bir şey açamıyordum. Müncci ve dindar gözükmemek için herkes elinden geleni yapıyordu. Seyahatimizin ikinci merhalesinde cenup vilayetlerimizden birini ziyan‫؛‬ümizde eski bir hoca olan mebusun, beraberce, poker oynayarak rakı içtiğimiz mecliste, lüzumsuz olarak Allah’a küfür elliğini işittiğim zaman, herşeyi unutup sakin tabiatıma muhalif olarak, bu zatı pataklamamak için çok sıkıntı çektim; ve onu daha sekiz sene evvel cüpbesi. sanğı ile. ikide bir ayet okuyarak din namına işlerimize kanşngı günleri hatırladım. O zaman bize ..Kafir, diye hücum eden bu zat şimdi-kendisini tenkit edersem bana "Lâik degüsin" diye hücum edebilir.


66

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLETİ' İLİŞKİLERİ

CİLT

di. Muhakkaktır ki. aynı adamın yarın "Komünist" diye hücumuna da uğrayaca ğtm. Seyahatin ikinci devresine ait yine bir hazin hatırayı yazmadan duramaya cağım: Konya da Alaaddin tepesinde Halk Fırkası binasının geniş salonun­ da. Konya'nın bütün ileri gelenleri toplanmıştı. Gazi halkın şikayetlerini dinli­ yordu. Konya, o sene buğday fiyatlarının müthiş sukutu ve kuraklık dolayısiylc buhran içinde kalan merkezlerden biriydi. Halk sulama ihtiyacından, şundan bundan bahsediyor ve dertlerini ortaya koyuyorlardı. Uzaktan hakim bir ses işit­ tik: .'G onya'nın Derdi K uraklık Değildir. Camilerin Parasını Niye Hal­ kevlerine Vermiyor sunuz? Başımızı çevirdik. Efendi kılığında, orta yaşlı zat ayağa kalkmış, söz için müsaade istiyordu. Kimbilir ne söyleyecekti? Belki vergilerden, belki Ziraat Bankasından şikayet edecek; belki de hükümetin bir yolsuzluğunu haber vere­ cekti. Konya'nın medrese şivesiyle ve gayınlan çatlatarak söz söylüyordu: ٠ Paşa Hazretleri. Gonya'nın derdi ne gurakJıktadır, ne de mahsûlün para

cûnemesindendir. Sayenizde guraklık gider, mahsul para eder, herşey düzelir. Emme lâkin Gonyalılan müteessir eden asıl nokta, biz lâyik bir hükümet oldu­ ğumuz halde, niçin hâlâ cevami ve mesacid umumi bütçeden tahsisat vererek onlan yaşattığımızdır. Gonya halkı bu tahsisatın halkevlerine verilmesini iste­ mektedir. - HayrcL dehşet nefret içinde kaldım. Konya'dan bir diasizin. soysuzun nasıl çıktığına şaşarak yanımdakilere bu zatın kim olduğunu sordum: Yeniden intihap edilmek isteyen eski bir mebus, eski bir hoca. Türkçe ke­ limelerin Arapçadan geldiğini ispat için eser yazmış olan bir zat olduğunu söy­ lediler. Dondum kaldım! Bu kadanna kimse yüz vermedi; ve onun halk namına yapuğı dilek umumi bir nefret uyandırdı. Fakat bu zatın sonra mebus olduğunu halta mecliste yaptığı bir konuşmada bütün Arapça kelimelerin aslının Türk­ çe'den geldiğini ispat eden konuşmalar yaptı!.. Konuyla ilgili yazılar bile yazdı­ ğım işinim. 4.

A hm ٠d Hamdi Başar. AtatOfi<fe Ûç Ay

İkir١a Baskı)

V9 1930’dsn Sonra Türk/ye. S h . 44.48 (Ankara 1981


c u m h u r iy e t

DÖNEMİ HATIRAURVEYAŞADIĞIMIZBELENELER

67

Ahmccl Hamdi Ba‫؟‬a ٢, Ankara.Sivas yolu üzerinde, herzeyi ‫؛‬Ic bağlı olduğu Gazi'slne açıkça bunlan söylemek dunımunda kalmıştı. Atatürk de٧ rim ve inkılaplannın en amansız savunuculanndan biri olmasına ragmen yeni TUrkiye'de uygulanmak istenen ''Lâikük'.in dinsizlik şeklinde tezahür ettiğini ve bunun halkta büyük çalkantılar meydana getirdiğini ٧ urgulamak İhtiyâcını duymuştu. Ahmet Hamdi Başar. 1924.de başlatılan din eğitimi yasağını, devletin dine kanşması şeklinde yorumlayan Başar: ''Dinin, dünya işlerine, devlet İşleri" nc kanşmaması Hristiyanlık İçin söz konusudur. Çünkü Hristiyanlık dünya İşlerinc kanşmayan bir dindir. Halbuki Hristiyanlıktan sonra dogan ve esasında çok mütekamil bir din olan İslâmlıkta din ile dünya işlerinin birbirinden ayi.ilma.si yoktur. Daha dognısu Islfim'lık dünyâyı esas tutar, akla dayanır, halk ikiidannı ister, hiçbir dogmaya yer venneden. ilim, fen ve akil hudutlan içerisinde meseIclcrini çözmek ister. Yok eger. Lâiklik İnkılabı adına din ile dünyâyı ayıracagız dersek, İslâmlıktan uzaklaşmış, dinsizlik yapmış olunız. Hristiyanlık dünya işlerinden uzak yaşayabilir, fakat İslâmlık asla!''(5) ''‫ ؟‬ok açık söylüyorum Lâikliğin bizde anlaşılmaya başlanan şekilde tatbiki dinsizlikten başka bir şey değildir. İslâm dininde din ile dünyânın ayniması. MUslUmanlar İçin dinsizliğin ifadcsidir'(٥) diyerek dcvlcı-din ilişkilerinde. Lâiklik adına meydana gelen sapmalara dikkat çekmişti. A. Hamdi Başar. 1953 yılında Demokrat Pani.dcn Milletvekili olduğunda 23 yıl önce 18 Kasım 193. günü Kayseri-Sivas istikametine hareket eden trenin vagonlannda Mustafa Kemal Atatürk'e karşı söylemiş olduğu sözlerinde ve sa. mimi hissiyat!annda ne kadar hakli oidugunu görmüştü. Zira bu konuşmadan 14 Mayıs 1950 Demokrat Parti iktidanna kadar geçen 20 yıllık süre içerisinde Cumhuriyet Halk Partisi rcjim adına. dine karşı tavırlanyla Başar'ın yıllaröneesinden ifade ettigi gibi tam bir dinsizlik uygulamasına geçmişti: ibadetin yasak" landıgı, inancın suç sayıldigı.din cgilim ve öğretimin itımtımcn Ortadan kaldınl. dıgı, dinî neşriyata göz açiınlmadıgı, neşr-i din faaliyetinde bulunanlann hapse atıldığı bu dönem İçin bugün herkes ..Dinsizlik dönemi'' kavramında birleşilmektedir. Üstelik A. Hamdi Başağın dedigi gibi yapılanlardan maalesef "Lâiklik 1‫ ﺛ ﻼ‬٧ ‫ ﺃ‬6‫ 'ﺍﺃ‬adına yapılmış ve uygulanmışitr‫؟‬..

5 ٠٠٠.. ٥٠.٥5. e a.٠٠e., ،.47.


68

CUMHURJYEI' DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

Ahmcd Hamdı Başar’ın dikkat çektiği hususlardan biri de dinlerini dünya karşılığı, makam, mevki ve kimilerine hoş görünme karşılığı satan .'Belam" kı­ lıklı din adamlannın davranışıdır. Konya'da kraldan fazla kıralcı kesilerek, hocalık kisvesine bakmadan dinin devletçe devlet altında bulundurulmasını isteyen hoca efendi gibilerini, bugün bile hâla din adına nice dinsizlik, soysuzluk, yaptığına hayretle, dehşetle ve nefretle şahit olmuyor muyuz?


YAPILAN SINIRTANIMAZ ZULÜMLERDEN ACI BİR HATIRA DAHA:

c u m h u r iy e t d ö n e m in d e

..AK SAKALLI 80.LİK HOCAEFENDİYİ ON JANDARMA SAKALINDAN TUTUP SÜRÜKLEYEREK ve POSTALLARIYLA TEKMELEYEREK KARAKOLA GÖTÜRMÜŞLERDİ.' (٠ ) '٠١ 936 yılı kış aylanndayız. Anka٢ a ‫؟‬ok soguk. Babam beni Hacı Bayram Camii Jmamı Mehmet Ccma‫ ﻝ‬Efendiye bir yıl gönderdikten ve hocanm evine de polisçe ‫؟‬ok bask.n yapılmasj dolay١s١yla beni bugünkü Hacettepe KüUiyclcrinin batt kjsmmda ve yine bugünkü ^ondag Belediye Saray‫ ؛‬inşaa!‫؛‬n‫؛‬n tam oldugu yerde bulunan camiye gölürtip. adt Ankaralj meşhur Molla İsmail Efendi diye bilinen 75.80 yaşlannda. uzunca ak sakallt ve kısa boylu imam efendiye teslim etmişti. Yaşlı imam efendi Molla Ismail caminin sobastnı yakmış, hemen önüne de bir minder atarak etrafında bulunan kız.erkek, 10-15 kadar ‫؟‬ocuga Kur'ün-1 Kerim öğretiyordu. Bir kısmı yeni başlıyor ve bir kısmı da Ku^an'ın yansına kadar gelmişleri. Ben de Kur'ân'ı Hacı Bayram İmamı Mehmet Cemal Efen, di'den ögrendigim İçin Kur.ân.1 lecvidli okuyanlann halkasına girip Hocaefen. di'den ders gömteyc başladım. Camiye sabahleyin babam beni bırakıyor, geç vakit yine camiden alıyordu. Hoca Efendiden ders aldığım üçüncü günde bir şikayet üzerine jandarmalar saat 1030‫ ﺫ‬civannda caminin kapısını kırarak bir baskın düzenlemişlerdi. Jandamalann elinde tüfekler, ayaklannda ‫؟‬amurlu ۴ siallan ile hemen sobanm etrafında toplanan bizlerin yanma gelerek, 0 uzunca ak sakallı 80 yaşlanna yakın Molla Ismail Efendi.nin yakasından yapışıp oturduğu yerden ayaga kaldırdılar. Biz 10.15 kızlı.emekli lalc^ kodumuzdan her birimiz caminin bir yerine kaçmıştık. Zavallı 0 ihtiyar zati gözlerimizin önünde camiden ‫؟‬ikana ka. dar jandamialar ‫؟‬amurlu ۴ sıallanyla tekmelediler, tokatladılar ve Fahrettin Fırat ٥z ‫ااع‬٠Sitesi 2 Blok No ten)

15 Demetavter-AnKan (Kıodısfyle yıptı^un -

٠


70

CUMHURlYEn^ DÖNEMİ DİN VE DEVT٠ En. lUŞI^lLERİ

CİLT 3

dipçiklcycrck. palas-pandıras camiden çıkardılar. Olayı bugün gözümün önüne gcurcbiliyomm. 10-12 jandarma bu iğrenç hareketlerle o yaşlı ak sakallı ho­ camızı acımasızca tanaklamışlardı. Hocamızı camiden şimdiki opera binasının yanındaki eski karakola kadar sürükleye sürükleye götürmüşlerdi. Camiden çıkan son jandarma da biz çocuklara dönerek ..Bir daha buraya Kur'ân öğrenmeye gelirseniz size de böyle yaparız. Çocuk diye acımayız ve bacak­ larınızı kırarız. Hadi şimdi defolun gidin evlerinize..... Diyerek bizlcri hidde­ tle paylam:stı.

-I I 1. I

i

Molla İsmail Efendiyi İşkenceyle Öldürdüler! Karakola göıürülen yaşlı hocamızdan bir daha haber alamamışük. Sonra­ dan rahmetli babam araştırmış, zavallı hocaefendi karakolda yediği dayaklar ve gördüğü manevi işkenceler sonucu, bu olaydan 3.5 gün sonra evinde üzüntüsünden vefat etmiş. Cenazesini de bize ders okuttuğu caminin bahçesine vasiyyeıi gereği sessizce gömmüşler. Yıllar sonra 1972-73 yıllan Hacettepe Üniversitesinin binalan ve Hacet­ tepe Tıp Fakültesinin inşaatlan başlarken üniversite binasının etrafındaki yolları düzenlemek için hafriyata başlamışlar ve bu sebeple de şimdiki yurdun yukansında ve yeni açılan kavşak noktasında bulunan camiyi de yıkmak iste­ mişlerdi. Ben olayı bizzat yerinde görerek yaşadım ve yüzlerce o mahalleden in­ san da şimdi anlatacağım bu olaya şahit olmuştu. Buldozerler önce cami duvarlannı yıktılar, taşıtlcnnı (tahta vs.) kamyon­ lara yükleyip gönderiyorlardı. Nihayet caminin temeline geldiklerinde ve bahçedeki mezann bulunduğu yere gelinince hiçbir buldozer çalışamaz olmuş ve hafriyat o noktada durup kalmıştı. Hatta buldozcrcilcr birbiriyle idiaya girip. '.Nasıl olur da kepçe toprak alamaz, burayı oyamaz!" diyerek her biri buldozer­ lere binip orayı kazmaya çalışmışlardı. Fakat bütün gayretler boşuna. Buldozer­ ler oraya gelince sanki "Ebrche'nin fillcri' nin Kabe'ye yönelince bir adım ileri atamadıkları ve olduklan yere çakılıp kaîmalan gibi. Buldozerlerde başka yere yöneldiklerinde normal çalışmasını yapabiliyorlardı. Bunun üzerine buldozer operatörleri işi terkederck orada hafriyat yapı­ lamayacağım" Allah korusun çarpılmak istcmiyoruz!"diycrck mütcahhiüerinc bildirmişler. Olay Haceiıcpenin o zamanki kurucusu, şimdiki YÖK başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramaa'ya da ulaşmış.


ak

SAİOU.LI 80.LİK HOCAYI DÖVEREK KARAKOLA GÖTÛRMÜŞLERDl

71

İhsan Doğramacı da konuyu hemen Diyanet İşleri Başkanlıgı.na ulaşur. mış. D.İ. Başkanlığı da olayı yerinde görmek için sonradan 1973 seçimlerinde Sivas milletvekili seçilen Vahdettin Karaçorlu'yu olayı yerinde görmek üzere kontrolör tayin etmiş. Vahdettin Bey, Ihsan Doğramacı'yla birlikte caminin yıkıldığı ve temel hafriyatının yapıldığı yere gelince olayın aynen anlatıldığı gibi olduğunu bizzat müşahede etmiş. Buldozerler normal yerde çalışabiliyorlar fakat caminin temel duvarlarında ve cami bahçesinde çalışamıyorlarmış. Vahdettin Karaçorlu Bey durumu belgelemek için tutanağını tutup. Fotoğraf makinasıyla olayı otuzaltı pozla belirlemek istemiş. Ancak ne var ki 36 pozun tamamı; bir eksik değil, banyo edilirken, banyoda yanmış. Bana bizzat Sivas Dcmiryollan Bölge Müdürlüğünde bulunmuş olmam ve kendisi de Sivas Milletvekili olması dolayısıyla Vahdettin Karaçoğlu Bey sözkonusu olayı bu çıplaklıkta anlatmıştı. Diyanet İşleri Başkanlığı da buldozerlerin çalışamadığı yere, orada bir mezar olduğu da bilindiğinden bir küçük demir parmaklı mezar türbe yaparak oradaki hafriyata son verdirmişti. Şimdiki Altındağ Belediye Sarayı'nın hemen uç köşesinde ve Abidinpaşa dolmuşlannın kavşaktaki dönüş noktasının tam ucunda halâ varlığını devam et. tiren türbe işte o türbedir. Muhtemeldir ki. ya bize Kur.ân öğreten ve gördüğü zulm ve işkence do. layısiyle 1936 yılında 8ü yaşlannda iken gördüğü işkenceler dolayısıyla ölüp cami bahçesine defh edilen cami imamı Molla İsmail Efendinin veya yaygın lakabıyla ..Küçük Aksakallı Hoca.' diye bilinen bu zaun türbesidir o türbe... Bu vesileyle üç gün de olsa kendisinden Kur.ân dersi aldığım o "Aksa. kaili Hoca.'yı hatırlamış oluyor ve onu rahmetle aruyorum. Allah şefaatine erdir­ sin. Bu acı hatıra ile cumhuriyet döneminin dine, ulemâya. Kur’ân'a ve müslümanlara kar‫؟‬ı tavnnı bir kez daha öğrenmiş oluyoruz. Hatırayı yaşayan zattan bu olayı bizzat dinlediğim zaman ne kadar duygulanmışum bilemc/siniz.


UÇUNCU BOLUM

TEK PARTİ DÖNEMİNDE EN ZOR ŞARTLARDA YETİŞEN HAFIZLAR VE YASAKLANAN KUR.AN EĞİTİMİ

‫؛‬،£‫■؛‬

١ .';..,،‫ ؛‬٠ y:a ٤ ı٠ l .•r‫؟‬ !


.'ESKIŞEfflR'DE 1 9 3 4 YILINDA 4 0 ERKEK. 5 3 KIZ HAFIZ EN ZOR ŞARTLARDA YETİŞMİŞTİK. z i r a BIRAKIN HAFIZLIĞI. KUR'AN-I OKUMAK BİLE YASAKTI!.. H. Hüseyin Ceylan : Efendim si/ler 1940-50 yıllan arasında Arapça ezan okuma olayına mührünü vurmuş bir tarikatın lideri olan Kemal Pilavoğlu'nun kayınpederi olan bir zatın evladı oluyorsunuz. Aynı zamanda o dönemin sıkı bir hafızı olarak Ezanın ve Kur'ân'ın yasaklandığı o çileli yıl­ ları bizzat yaşayanlardan birisiniz. Nasıldı o yıllar? Hafız Süleyman Hikmet Şener : Ben Eskişehirli Hafız Süleyman Hik­ met Şener. Asıl tanınmış olduğumuz cihet işaret ettiğiniz gibi 1940-50 yıllan arası Türkiye'de Arapça Ezan okuma eylemini örgütleyenlerin başında bulunan Kemal Pilavoglu’nun kayınbiraderi oluşumuzdur. Bu vesileyle de ailecek yıllar süren gözetim, nezaret ve tutukluluk dönemlerimiz olmuştur. Tabi Kemal Pilavoğlu'nun zevcesi olması cihetiyle ablamın hem CHP döneminde ve hem de DP döneminde çektiği sıkınülar anlatılamayacak kadar çirkindir ve zulümle dopdoludur. Biz tam bir fetret dönemi yaşamış nesil olarak en çok ihtiyacını duyduğu­ muz şey unutturulmak istenen Kur'ân.ı Kcrim.lc. elimizden alman Ezana yeni­ den kavuşmak hissi idi. Yasak olmasına rağmen bu iki şeyi elde etmek içm nice bin sıkıntılara katlandığımız o karanlık dönemi yaşayanlann malumudur. Biz 1930-1935 yıllan arasında -ki bu yıllar Ezanın en sıkı bir şekilde Türkçe okunmtısı için takip edildiği, camilere sık sık baskın yapılarak. Kur ân öğrenen öğrenci ve Kur'ân öğreten hocaların tutuklanıp götürüldüğü, dipçikJcn. diği yıllar idi- Eskişehir merkezde Reşadiye Camiinde meşhur Abdullah Azmi Hocadan saklı saklı Kur'ân öğreniyor ve Kurân'ı belki yüzünden okuyacak insan kalmazsa diye hocamız tarafından hafızlığa çalışonhyorduk. Hocamutn halk içindeki lakabı "Şifavermez Hocaelendi" idi.


I'

76

CUMHURİYEI^ DÖNEMİ DlN VE DEVLETİ. İLİŞI^JLEI^

CİLT 3

Abdullah Azmi efendinin muhterem hammlan. valide hanım da hafızdı. 1930-1935 yıllan arasında biiiün güçlüklere, evinin aranmasına rağmen, kah dikiş-nakış kursu diye, kah yemek öğretme adı alımda 53 kız öğrenciyi iki-üç yıl içerisinde hafız çıkardığını hiç unutmuyorum. Bu hafız kızlar, Hocaefendinin evine gelip giderken, sabahın en erken saatlerinde gelirler ve yine hiç kimse görmesin diye gecenin geç saatlerinde evlerine dönerlerdi. Sabahleyin gelirken ve akşamleyin evlerine giderken bu kız talebeler elbiselerinin içinde Kur٠0n-ı Kerim’lerini saklarlardı. E s k iş e h ir R eşad iy e C a ın ii.n d e Y ap ılan İşk e n c ele r

Biz erkekler de meşhur Reşadiye Camiinde Kur’ûn dersleri tüırdık. Sabah namazına hocadan ders alacak talebeler camiye gelirlerdi. O vakitte jandarma, polis, zabıta gibi görevliler mesaide olmadığı için rahatlıkla camiye gidiyor ve ondan sonra da akşam karanlığına kadar camide kalıyorduk. Yatsıya kadar da camiden dışan hiç çıkmıyorduk. Caminin dış avlusunda devamlı nöbet tutan cami cemaatinden talebe velileri vardı. Bir şey olacağı zaman bu nöbetçiler, haber veriyorlardı. Bir keresinde şikayet olmuştu da (1930), Jandarmalar camiyi basmışlardı. Önceden haberdar olduğumuz için 15 kadar arkadaş camiinin mi­ naresinde ve minarenin şerefeye kadar uzanan merdivenlerinde saklanmıştık. O zamanlar benimle birlikte 10 sahife ezbere giden, yani yanm hafız olan Kemal isimli arkadaşımız da caminin ortasında içinde odun yakılan varilden yapılmış koca sobanın içine saklanmıştı. Aylardan Kasım ayı idi. dışanda kar vardı. Bir kaç arkadaş ta caminin luvalcücrinde saklanmıştı. Jandarmalar geldiler, caminin içine baktılar, tabi cami bomboş. Sadece hocamız Abdullah Azmi Efendi var. Ona sormuşlar sen niye camidesin diye. Hocamızda caminin içi çok lozlanmışiı da onu temizleyecektim demek mecburiyetinde kalmış. Nihayet Jandarmalar hiç kimseyi bulamayınca çekip gitmişler. Dışandan gittiklerine dair haber gelince biz minare merdivenlerinden indik, soba içindeki Kemal kardeşimizi de çıkar­ dık. Kemal arkadaşımızın varil sobanın içindeki küller ve kurum dolayısıyla her tarafı simsiyah olmuştu. Hiç unutmam hocamız ona. "yann yevmi kıyamette bu siyahlıklar senin için nur olaciiktır vc sana şchadci edecektir cvlad . deyince Kemal kardeşimiz ne kadar gayrete gelmişti bilemezsiniz. Sevincimizden hepi­ niz ağlâşmışuk.

٠ I

I i‫؛‬

İşte bu sıralarda M enem en olayından sonra büyük ulem a vc özellikle de tarikat şeyhleri tutuklanm aya başlanm ca, zaten gizli-saklı yürütülen Kürdün derslerine de yurdun çok yerinde belli bir m üddet ara verilm iş oldu. Özellikle N akşibendi Şeyhi E sad Erbili hazretlerinin konuyla hiç alakası olm adığı halde tutuklanm ası, nice hocacfcr ١diyi gizli de o lsa yürüttükleri Kur ٠ûn tedrisine ara


ESICJŞEHİH ÜE 1934 YILINDA 40 ERKEK. 53 KIZ HAFIZ ١'E ٦1ŞMlŞl1

77

vermeye ilmişii. Bl/.Ier de Menemen olayının sonuçlanndan nasibimizi aldık ve yaklaşık 1 yıl Eskişehir Reşadiye Camiinde ders okuyamadık. Bu yüzden hafız, lığımız yanm kaldı. 1932 yılında hafızlık derslerimiz Reşadiye Camii'ndc aynı şanlarda yeniden başladı ve yaklaşık 40 kadar erkek talebe 1934 yılında hıfzını tamamlamış oldu. 40 erkek hafızın ve hocaefendinin hanımının da gerçekleştirdiği 53 kız hafızın o yıllarda (1930-1934) yetişmiş olması Türkiye’de bir rekor sayılabilirdi. Çünkü o yıllar Türkiye'de resmen hafızlık yaptıran yerler yanılmıyorsam sadece iki tane idi ve bunların ikisi de İstanbul'da bulunuyorlardı. Biri Nuriosmaniyc Camii, biri de Fatih Camii idi. Meşhur H a fız Ö m e r Ö d e m E fe n d i'n m Fatih Camiinde ve yine meşhur ha­ fızlardan H a fız H a ş a n A k k u § Hocaefendinin de Nuriosmaniyc Camii'ndc ger­ çekleştirdikleri resmi hafızlık kurslannda ancak hafız yciiştirilcbiliyordu. Ve onların o yıllardaki sayısı da toplam ancak 40-50'yi bulabiliyordu. Onun için Eskişehir'de kız-crkck toplam 93 hafızın, üstelik en zor şanlarda yetişmiş olma­ sı o yıllann bir Türkiye rekoru idi. O yüzden bizim evde gizlice yapılan hafızlık cemiyetine bu rakama ulaşmanın hürmetine meşhur alim. Esmaül Hüsna Şarihi Ali O.sman Tatlisu Efendi de bizzat katılmıştı ve bizlcrc birer Kur.un-ı Kerim hediye etmişti. 1935 yılında bizim evde ki ben o zaman 12 yaşındaydım, yapı­ lan bu güzel hafızlık cemiyetini hiç unutamıyorum. Ve o gün Büyük alim Ali Osman Taüisu Hocaefendi'nin bizlcrc "hafızlığımı ölene kadar unutmayacağım ve Kur'ûn’ı hıfzımda muhafaza edeceğim" diye yemin ettirmesi sebebiyle de. el­ hamdülillah şu ana kadar hafızlığımızı Kur.an’a layık bir tarzda getirebildik. Çok sıkı ve tehlike dolu şartlar altında bu Kurân-ı hıfzettiğimiz için onun bir âyetini bile unutmamız şimdi bizim için mümkün değildir. H. Hü.seyin Ceylan : Babanız İ.smail Şener Efendi o yıllarda Yargı. tayda çalışan bir memur ve aynı zamanda Ticani Tarikatı Şeyhi Kemal Pilavoğlu'nun da kayınpederleri. Bu ilişkinin /amanla si/iere zararı dokun­ madı mı? Hafız Süleyman Hikmet Şener: Dokunmaz olur mu? Biz ailecek 1936 yılında Ankara’ya taşınmıştık. Babam dinine çok düşkün, dindarlan çok seven salih bir zattı. Yargıtay gibi bir yerde de çalışınca herkes tarafından seviliyor ve saygı görüyordu. Babam. Kemal Pilavoğlu’nun daha gençken İslâmî yaşantısını ve ondaki cihad arzu.sunu çok takdir elliği için ona ablamızı nikahlamıştı. Malu­ munuz Kemal Pilavoğlu hazretleri de 1940 yılından itibaren kendi mürid ve arkadaşlannın korsan bir şekilde Arapça ezanlar okuması dolayusıyla çok sıkı ta-


II

78

CUMHURlYEl. DÖNEMİ DlN VE DEVLETİ' ILİŞICJLERİ

CİLT 3

kibaüar alunda bulunmuş ve çok kere de hapislere girmişti. Hatta kendisine 3-5 kez ölsün için hapishanede zehir vermişlerdi. Durum böyle olunca biz de aile­ cek muiazamr olmuştuk. Neredeyse polis ve jandarma 1941-1950 arası bizim evin tabii bir ferdi olmuştu. Bütün bu zor şartlara rağmen biz hep sabrettik ve elhamdülillah dinimizden hiç taviz vermedik. Hatta babamın bu dinî gayreti do­ layısıyla Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki Hocaefendi babamı çok severdi ve Aksekili Hocaefendi de bizlere arasıra yemeklere gelirdi. Beni de çok sevmişti. Hafız olduğumu öğrenince (1937 yılında Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'nin Vekili iken) bana kendi dünürü Hoca Galib Efendiyi tavsiye etmiş ve beni onun evine göndererek ondan saklı saklı Tefsir. Arapça. Hadis dersleri aldırmışü. Kemal Pilavoğlu ve Ezan Olayları Na zamanki eniştemiz Kemal Pilavoğlu. özellikle Ezanı Muhammedi'nin aslı ile ilam üzerine örgütlü bir çalışma başlattı ve etrafmdakilerlc birlikle bunu uygulamaya koydu, işte o zaman bizim ailenin takibi ve tarassut altında kalması da hızlandı. Tabi o yıllan hiç unutmuyorum. Türkçe okunan Tann Uludur ezanlan yerine. Allahu Ekber demek için can atan yüzlerce müridi vardı eniştem Kemal Pilavoğlunun. Hatla sık sık bu müridlerin ezan okuyup yakalanmalan ve sonra Bakırköy Akıl Hasianesi'nc yatınimalan dolayısıyla, tarikaüan olan Ticani tarikatının adını Halk Partililer .'DelilerTarikatı’'na çıkarmıştı. Ezan okuyanlann adı da "Ezan delileri" diye zikredilmeye başlandı. H. Hüseyin Ceylan : Halk Partisinin tabiriyle "deliler tarikatı" diye yaftalanan Ticani.liğin bu ezan okuma uğruna deliliği göze alan delilerin­ den hatırladıklarınız ve yaptıkları eylemlerden sorsak... Hafız Süleyman Hikmet Şener : Şimdi efendim bunlar o kadar çoktu ki hatırlamak mümkün değil. Ancak ben ölenler için rahmete, kalanlar için hayra ve duaya vesile olsun için haurladıklanmı söyliyeyim. Ezan delisi olarak başla Pehlivan Hacı Yusuf Ozcan ilk akla gelenlerden­ dir ve şimdi hâla 83 yaşında olarak hayattadır. Yine yanına vanp ezan diyecek olsanız kendinden geçer ve başlar büyük bir şevkle Ezan-ı Muhammedi yi oku­ maya. Ben sizi ona götüreyim dc asıl siz kendisinden hauralannı alınız. Yine Çubuk Guruveren Köyünden Deli İsmail. Deli Mehmet, Alacalı Deli Ahmcd. Antalya. Bursa ve Ankara ezan fatihi, yabancıların kitaplanna da konu olan meşhur deli Sadık... ve daha niceleri. Tabi bunlar aslında çok akıllı olan kişiler olup ezan uğruna deliliği göze alanlar ve bu uğurda en az üç beş kez Bakırköy Akıl Hastanesine gönderilenlerdir.


ESmŞEHİR DE 1934 YILINDA 40 ERKEK. 53 !(JZ HAFIZ YETİŞMİŞTİ

79

Bunlardan benim en ‫؟‬ok dikkalimi ‫؟‬eken ‫ ؟‬ubuk Gunj٧ crenli Jsmail ile Hüseyin efendinin 1946 y١lında başjndan ge‫؟‬cn Bursa Ulucami'deki Arapça ezen okuma o!ay١d١r. Her ikisinin de sesi gUroldugu İçin Burea Ulucami'nin mi. narclcrinc ‫؟‬.karak arapça ezan okuyorlar. Tabi hemen 0 anda aşagjdaki polis ٧ c jandamia gördü^i İçin İsmail Efendiyi de. Hüseyin Efendiyi de minarede ezan okumalan devam ederken .'cünn-ü meşhud'' halde yakaljyorlar ve şerefeden başlayarak acımasızca döverek minareden indiriliyorlar. Tabi hemen bunları yine döve döve karakola götürüyorlar. Karakolda ifadelerini aldıktan sonra Cumlıuriycl savcılığına gönderip bunlan yargılattınyorlar. Bir gün emniyet ne. zarelindc kalıp. enesi günü bunlan mahkemeye hakim önüne çıkartıyorlar. Hakim. Hüseyin'le. İsmail'e dönerek: ''Siz niçin Arapça ezan okudunuz. "Allahu Ek^r'' diyerek okumanın suç olduğunu bilmiyor musunuz?'' deyince, hemen bizim Hüseyin atılarak, ''nerede göriilmüş Allahu Ekber demenin suç olduğu, tam tersi sizler Allahın adını ve ezani dcgişiimıckIc su‫ ؟‬işliyoraunuz'' diyor. Bu Sirada yanındaki Ismail saate bakıyor ki, tam ikindi ezani vakti ve hemen hakimin huzurenda ve mahkemede ellerini kulaklarına alarak başlıyor Arapça ezan okumaya! Bunun üzerine hakim .'bunlar tam deli, bunlar kafayı ''Allahu Ekter''!e bozmuşlar. Bunlan yargılamadan önce her ikisini de tutun hemen Bakırköy Akil Hastanesine gönderin" diyor. Hüseyin'le. İsmail hemen yaka-paça ediliyor ve İstanbul Bakırköy Akil Hastanesine gönderiliyorlar. Ben kendilerinden dinlemiştim üç ay kaldıklan akil hastanesinde hiç bir ^in Ezani Muhammedi.yi asli haliyle okumayı bırakmıyorlar. Kendilerinden dinlemiştim, "Oh! Elhamdülillah tam 450 vakit, yani 90 gün "AllahU Ek^r'' diyerek Ezani Muhammedi'yi aslından okuma fırealını verdi Rabbim bizlcre!..." diyerek şükrediyorlardı. Tabi Akil Hastanesi MUdUrii de bunlar deli değildir diyerek geri göndermek mecburiyetinde kalıyor. Ve bizim Ismail Efendiyle. Hüseyin Efendi bu tarihten sonra '.^ li İsmail.’, ''^ li Hüseyin.' diye anılıyorlar. Bu tür ezan delileri 0 kadar çoktu ki anlatmakla bilmez. Allah ölenlerine rahmet, kalanlanna da şeriat-1 mübininden son nefeslerine kadar aynimamayı nasib elsin. ‫ ؟‬ok teşekkür ederim efendim.

5 Mayıs 1986 / Ankara / Ulus Not: Eskişehirli Hafız SilleymciA Hikftıet Şener hâlâ sağdır ve Ankara'da Ulus'ta kuyumculuk ve sarrafiye işleriyle meşgul o l m â t â r ı


JANDARMANIN ELİNDEN TÜFEĞİNİ ALARAK. HOCAYI SERBEST BIRAKTIRAN KADIN! Ezanlann Türkçe okutulduğu, Kur'ân'ın susturulup yasaklandığı, askerin ve jandarmanın Müslüman halk üzerindeki baskılannın ayyuka çıktığı bir dönemde Ordu Il'inin Fatsa ilçesi Bacanak Köyünde Jandaıma.Müslüman halk arasında meydan gelen ibretli bir başka hadise... ..Yıl 1984'dc. kardeşim, annem ve yengemle birlikte yakın komşumuz ve aile dostumuz olan Hacı Ali dayıyı (Çavuş) köye ziyarete gitmiştik. Ali dayı bu sefer çok hasta idi. Midesi sütten başka hiçbir nimeti kabul etmiyor, yediği içtiği bir sade süt idi. Kendisi çok güler yüzlü, ihlûslı ve sevecen bir pir-î fani idi. Bizi kapıda görünce sevincinden gözlerinin içi gülüyor ve hemen ızdırapla yatağından doğrulmaya çalışıyordu. Yatağının içine zorla oturdu ve bize .'hoş geldiniz" dedi. Ve bizi buyur etti. Biz hemen 'geçmiş olsun dede' dedik. 'Sağ olun' dedi güler yüzle... Hemencecik hiç hastalığını belli etmeden başladı bizimle sohbet etmeye. Hayli sohbet ettik. Babamın yakın arkadaşı olduğu için onunla ilgili haiıralannı anlatıyordu bize . Babam 1975 de vefat cimişü. Birden sohbet Milli Şefin dönemlerini anlatmaya dönüşmüştü. Ezanlann Türkçe okunması. Kur.ân'ın ya­ saklanması. müslümanlara özellikle hocalara yapılan zulümler vs... Kendisi dc o dönemde mektep okutmuş, hocalık yapmış. Ondan sonra da babam devam etmiş okutmaya... O dönemle ilgili bir anısını aynen şöyle anlatıyordu bize: ."Rahmetli hocanın (babamın) babası Hüseyin Ağa (Ergün) çok müslüman. Allah'tan çok korkan, Kur٠ân٠ ı okuyanı ve okutanı çok seven bir adamdı. Biz o dönemde gene Kur'ân okutuyoruz. Kış mevsimi. Köylüler dağda bir yer yaptılar. Mektep diye. Etrafı çalılarla çevrili ve onasında büyükçe bir


82

l !٠ 1 ti ■

I 1

:'^

CUMHURİYEI^ DÖNEMİ DlN VE DEVLETF İLİŞİKLERİ

C İl.T 3

ateş yanan bir yer. Ama ateşin bir laydas* olmazdı bize... Çünkü mektebin üstü açık. Bundan dolayı da kar üzerimize lapa lapa yağdığı için çok üşürdük. İşte bu zor şartlar altında sürdürüyorduk Kur'ân öğretmeyi. Yine böyle bir kış mevsimi... Hüseyin emmi evinin alı katını mektep yapu. Bizi bu zor şanalardan kurtarmak için. Bir gün mektebe gelerek bana: -.’Hoca! bundan böyle aruk benim evin alımda okutacaksın Kur.Ün-ı bu çocuklara. Onlar bu karda kışta burada Kur'ün öğrenirken, ben evde rahat ede­ miyorum" deyince ben ona hayretle vc sevinçle ama biraz da çekinerek: -"Ama Hüseyin Emmi jandarmalar gelip bizi orada kolay bulur ve yaka­ larlar." dedim. Ama o ısrarla: -"Olmaz hoca orada okutacaksın, orayı ben hazırladım" dedi. Ben de: -"Peki" dedim vc bu arada soğuktan çocuklar kurtardığı için vc Allah’ın kelamını sıcak bir yerde öğreteceğimden dolayı çok sevinçli idim. Orada okutmaya başladım. Elif Bayı çok zaman orada okuttum. Tabi, bu arada dışarıya da talebe­ lerden bir nöbetçi bırakmayı da ihmal etmiyordum. Bir gün gene böyle Kclam-ı Kadim'i okuturken 2 tane Jandarmanın kapının önüne geldiğini haber aldım vc Hüseyin Ağa onlan oyalarken, ben de derhal rahlelerin üzerinde bulunan Elif Ba cüzlerini rahlenin altına koyarak sak­ ladım. Jandarmalar kapıyı tekmeleyerek içeri girdiler vc yanıma gelip derhal bi­ risi yakamdan tuttu. -"Burada ne yapıyorsun. Kuriân’ın yasak olduğunu bilmiyor musun? diye bağırdı. Ben de: -"Efendim! ben burada bu çocuklara yeni yazıyı öğretiyorum" dedim. Bu sefer yakamı tutan asker: -"Yaz bakalım! yeni yazı ile ismini şuraya" deyince, işte o zaman olanlar oldu. Kendi dilimizle kendimizi ele vermiştik. Çocuklara nasıl öğretecektim yeni yazıyı, kendim bilmiyordum ki" diyor ve iştahla bir kahkaha atarak bizlcri de güldürüyordu. Bundan sonrasını anlatırken suratı geriliyor, gözleri doluyor vc dolan gözlerden yaşlar bir inci tanesi gibi yanaklanndan aşağıya yuvarlanıyordu.


HOCAYI SERBEST B l H

A K l'lR A N

KADIN

83

..’Öbür asker Elif-Ba cüzlerini ve Kur'ân-î Kcrim'Icri rahlenin alımdan çıkartarak ayağının altında ezdi ve bana küfretmeye başladılar ve beni hırpa­ ladılar. Sonra ellerimi bileklerimden bağladılar ve talebeleri dışan çıkararak ev­ lerine saldılar. Tabi bu arada Hüseyin Emmi (Ergün) (babam) olayı çaresiz sey­ rediyor ve jandarmalara "hocayı bırakın ne olur" diyor. Jandarmalar ona: -Sen sus ihtiyar! deyip bağınyor ve konuşturmuyorlardı. Beni kapıya çıkardılar. Hüseyin Emmi de gene bir umul vardı. Hanımına seslendi: -"Hanım! Yiyecek birşcyler hazırla. Bir de ateşe kahve koy. Asker ağalarla beraber içelim... dedi. Tabi o bu arada askerleri ikna edip, hocayı kur. lannm zannediyordu. Hanımı hemen: -"Tamam deyip bizi seyrettiği abdeshanenin küçük penceresinden aynidı. Ben. dışarıda ellerim bağlı tepemde bir asker dikilir vaziyette dururken. Allah bol bol rahmet etsin Hüseyin emmi öbür askeri beni serbest bırakması için ikna etmeye çalışıyordu. (Hüseyin emmi gözüpek. cesur, girişken ve sohbeti çekilir ihtiyar sayılacak bir yaşta adamdı.) Fakat asker inat ediyor, ikna olmuyordu. Bir ara öbür asker yanımda du­ ran askerin yanına geldi, ikisi fısıltı halinde konuşuyorlarken, ben de onlan din­ liyor. kulak misafiri oluyordum. Başımda duran asker de biraz imanlı olacak ki yanındaki asker arkadaşına "Bırakalım hocayı, bak ihtiyar yalvanyor, hem birşcyler de hazırlattı, yiyelim içelim gidelim" deyince, öbürü ona: -"Kumandana seni şikayet ederim" deyince, o da daha birşey söylemedi. Hanım ablam (Hüseyin emminin hanımı Hanife Ergün): -"Yemek hazır"dedi. Hüseyin emmi de -"Haydi! buymn! dedi Askerler gitmediler. Beni karakola götürmeye kesin kararlı idiler. Hüseyin emmi onlara yalvanyor. ama imkan mı var askerleri ikna etmeye? Biri koluma girdi, öbürü de arkamdan tüfek ateşe hazır vaziyette beni tak­ ip ederek yavaş yavaş götürmeye başladılar. Geri dönüp baktığımda Hüseyin emmi başını eğmiş, sinirli bir vaziyette düşünüyordu. Arkamdaki asker. -"Yürü" diye bağınnca. kafamı öne çevirdim ve yürümeye başladım. Daha 50 metre yürümemiştik ki başından beri bizi siniıii bir vaziyette fakat sabırla takip eden Hamm ablam dayanamamış, hemen dışan firlamışu.


84

'

I :‫؛‬

CUMHURİYET!' DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Hanım ablam çok cesur, yigiı ve aynı zamanda da aksi bir kadındı. Yüz kilo yükü kendi başına bir ata yükleyebilirdi. O kadar yiğitli, çok çalışıyordu. Benim koluma giren askerin tüfeği omzunda idi. Arkamda birden bir patını duydum. Hanım ablam arkamdaki askere arkadan yaklaşıp, şimşek gibi askerin elinden tüfeği kapıp, bir daha arkamızı döner dönmez öndeki askere tüfeği doğrultarak: -'Teslim ol! Derhal tüfeğini yere al! Yoksa vururum." dedi. Kolumdaki asker titremeye başladı. Kolumu bıraktı ve tüfeğini omzundan çıkanp yere atlı. Çünkü hi.mm abla kesin kararlı görünüyordu. Zaten onu yakından tanıyordum. Aksi bir harekette hemen vurabilrdi. Askerlere hemen: -"Yürüyün! dedi ve askerler 5-6 adım alınca öbür tüfeği de aldı. Beni de onların elinden kurtarmış oldu. Onlara: ."Gidin şimdi! Hemen çabuk gidin. Gidin bakalım hangi cehenneme gide­ ceksiniz!" dedi. Fakat askerler hiçbir tarafa gidemiyorlar, ezilip büzülüyorlardı. Beri tarafla da Hüseyin emmi (Allah ondan razı olsun), alttan alttan hanımının bu kahramanlığına gülüyordu. Bu sefer de 'hocayı bırakalım' diyen asker, 'kumandana seni derim' di­ yene: .”Hadi bakalım gidelim. Şimdi karakola ne yüzle gidiceğiz? Kumandana ne cevap vereceğiz? Tüfekleri elimizden bir kadın aldı mı diyeceğiz? Ben sana demedim mi hocayı bırakalım diye!" O zamanlar şöyle bir şey vardı oğlum! Mesela bir zabit gelip de bir kadının kocasını evinin önünde döverse kan da jandarmalardan kocasını alıp onlann önüne geçip kunanrsa. o zabitler kannın kocasını affeder, karakola götürmezlerdi. Böyle birşey vardı işte ne bi. liiti ben devletin işleri işte ey oğul!... -Ee daha sonra ne oldu dede? -Ne olacak bu sefer askerler kendileri gelip Hüseyin emmiye başladılar yalvarmaya. Yalvardılar, yakardılar. O da onlardan sÖz aldı. Bir daha bu köye gelmeyeceklerine ve karakola da ihbar etmeyeceklerine dair. Ondan sonra onları eve buyur elli. Benimle birlikte daha önce hazırlanan yemekleri ikram etmek için. Eve girdik, odaya geçtik. Sofra hazır vaziyette. He­ men:


h o c a y ! s e r b e s t b ir a k h r a n ka ٥ !n

85

-..Buyurun" dcd‫ ؛‬Hüseyin emmi. Yemekleri yedikten snnra kahveleri içerken. Han.m ablam biraz sinirleri yatışmış vaziyetle İçeri girdi. Ve: -''Bak ogul benim de sizler ^bi iki .glum var asker şu anda. Oniar da sizin yaptığınız gibi Kur٠ân .greien hocalan baglayıp. karakola götürüyorlarsa, onlan dövüyorlarsa, bu zamana kadar onlara sarfcltigim bütün emeklerimi ve hepsinden önemlisi, onlara emzirdiğim ak sütümü haram ediyorum. Haram!'' dedi ve dışan çıktı. Askerler onun bu sözüne karşılık başlannı önlerine cgdiler mahçup bir tavırda düşünmeye başladılar. Kahvelerimizi içtikten sonra askerler Hüseyin emmiden hemen mUsadc istediler. Tüfekler hanim ablamda idi. Hüseyin emmi onlan derhal dışan çıkardı. Hanımından lüfekieri aldı ve onlara dışanda teslim etlikten sonra onlan ugurladı. Ben de böylecc kurtulmuş oldum. Tabii biz ertesi gün gene devam etlik mektep okutmaya. Ondan sonra bi. zim köye daha hiç asker gelmedi. Ve bizi götüren de olmadı. 0 günden sonra..." Yukanda ^lirttigim gibi bu şahıs, zikrettiğim 0 hastalığından dolayı I986'da vefat elti. (Bu 0‫ﺍﻻﻫﺎ‬٠olayın i n a n l a r ı n d a n Hüseyin Ergiin Efendinin oglıı Ha. san Ergün.ün ilahiyatçı mahdumu Cemal Erglin'den dinledim. Nlsan.1988 EatsafORDU).


DÖRDÜNCÜ BOLUM

İBRAHİM HAKKI KONYALI NIN HATIRATINDAN CUMHURİYET DÖNEMİ ZULÜMLERİ VE KAPATILAN CAMİLER. TÜRBELER VE TEKKELER


IBRAfflM HAKKI KONYALI ANLATIYOR: TEKKELER. TÜRBELER VE KİMİ MESCİDLER KAPATILINCA YÜZBİNLERCE KUR.ÂN VE DİNİ ESER ÇÜRÜMEYE TERKEDİLMİŞTİ! 'Tekkeleri, türbe, mcscid ve namazgahtan ile beraber kapatan kanun mer٠iyetc girdiği zaman, içlerinde kıymetli Kur'ân-ı Kerimler, başka yazmalar, levhalar ve şallar bulunan bu tarih bergüzarlannın kapılanna kara kilitler asıl­ mıştı. Çok sonra içlerinde bulunan bazı eşyalar hiçbir ilmi tasnife ve incelemeye tabi tutulmadan toplanmış, çuvallara doldurulmuş. Topkapı Sarayı'nm harap Harem Daircsi'nc atılmıştı. Sarayın bu dairesinin lavanlan kalbur gibi delik de­ şikti. Yağan yağmurlar altına geçerdi. Kıymetli şallar, yazmalar, kumaşlar, padi­ şah. şahzade. sultan elbiseleri, amâmeleri. sorgüçlar senelerce akıntı altında kal­ mış. bunlan rutubet, güveler ve böcekler kemirmiş, çürütmüştü. Bir gün Topkayı Sarayı Müzesi Müdür Muâvini eski enderunlulardan İzzet Kumbaracı'lar bana Sarayı ağlayarak gezdirmiş, tarihi yadigârlann yürekler acısı hallerini göstermişti. Bazı türbelerden yazma Kur'ân-ı Kerim ler, başka kıymetli kitaplar, şal­ lar. halılar ve scccâdeler alınmamıştı. Bir gün yetmişbeş yaşındaki türbedânyla Yavuz Sultan Selim Han'ın türbesinin kapısını açmıştık. Türberün bütün camlan kınlmış. güvercinlere, baykuşlara yuva olmuştu. Büyük Pâdişâhın sandukasının üstündeki güvercin gübresinin yüksekliği bir metreyi aşıyordu. Sandukanın üs­ tünde Yavuz'un beyaz atlastan yapılmış, hareli cübbesi örtülü idi. Senelerce kubbeden sızan sulann ve güvercin pisliklerinin altında kalmış, harab olmuştu. Beraberce çıkardık, güneşlendirdik, temizledik ve tekrar yerine örttük. İran sefe­ rine girerken Kemal Paşazâde'nin atının ayağından sıçrayan zifos Padişah'ın cübbesini kirletmişti. Koşuştular. Silmek istiyorlardı. Padişah: Hakkı Konya)ı٠ nın "inkılap Mezalimr ba.lı.ı adı aitmd. yayınlanan 3-9 sayılan arasında yayınlanmıştır (Ocak ٠Mart 1976)

bt anılan ٩٠bîl Dergisinin.


90

CUMHURJYEI^ DÖNEMİ DİN VE DEVI.Er İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Dokunmayın, âlim'in atının ayağından sıçrayan çamur bile değer lasır. Gelirin bir başkasını. Bunu da öldüğümde tabutumun üstüne örtersiniz!..’, de­ mişti. Bu türbenin karşısında Mimar Sinan yapısı bir şehzâdeler türbesi vardı, orasını da gördüm. Köşede renkli bir toz yığını göze çarpıyordu. Türbedara sor­ dum: ” ٠ Bunlar nedir?” Tarihi scccüdelcr efendimi..." cevabını aldım. Türbeler senelerce kara kilit altında kaldığı için halılar, scccûdeler, şallar çürümüş, güveler tarafından kcmirilmiş, toz haline getirilmişti. Türbedar. bunla. n kürckIemiş bir köşeye toplamıştı. Bir avuç aldım bir şişeye koydum. Zamanın Maarif Vekili Haşan Ali Yücel Bey'e götürdüm. ” ٠ Gördünüz mü?” dedim. Benim pek sıklaşan bu çeşit davranışlanm kar­ şısında aldığım cevap şu olurdu: ” ٠ Başıma iş çıkarma!..” ”Bunlarla uğraşmayı bırak!” Kanûni’nin. Sultan II. Selim’in ve III. Murad'ın türbeleri de böyleydi. Şal­ lar. seccadeler, pûşidelcr hep böyle toz haline gelmişti. Sultan Ahmcdde yanlış olarak İbrahim Paşa Sarayı şeklinde adlandınimış eski Çadır Mehterhâne bina­ sının altında Düğümlü Baba Türbesi ve zâviyesi vardı. Büyük hükümdar Sultan II. Abdülhamid Han ermişliğine inandığı bu vcli’nin sandukasına sarayının en iyi şallannı. pûşidelerini ömürmüş, türbeyi çok kıymetli avizelerle, tarihi şam­ danlarla süslemiş, kütüphanesine kıymetli yazmalar koydurmuştu. İstanbul Dcfıcrhânesinin solundan meydana taşan zâviyesini büyük mâna adamına yakışır bir şekilde döşeimişii. Bu zaviye İstanbul zaviyelerinin en kıymetlisi idi. Allah’ın velisi Düğümlü Baha’nın âilc şeceresi dön seçkin halifeden Hz. Ömer’e kadar çıkar. Dedesi Sultan II. Mchmed Fatih'le İstanbul Fethine katıl­ mış, adı Peygamberin müjdelediği "iyi askerler" arasında yer almıştı. Fatih’le beraber Amasra'nın fethinde de büyük hizmetler yapmıştı. Düğümlü Dede H. 1200. M. 1785 yılında doğmuş ve H. 1283. M. 1866 yılında Sultan Abdülaziz zamanında seksen üç yaşında Allah'ın rahmetine göçmüştür. Düğümlü Dede Sultan II. Abdülhamid gibi Osmanlı Ayan azasından Kemal İsmail Paşa'nm da mânevi mürşidi idi. Paşa da öldüğünde mürşidinin ayak ucuna gömülmüştür. Kendisi çok zengindi, klâsik deyişle "Fcnâ fi Düğümlü Baba” olmuştu. Yani kendisini "Düğümlü Baba”njn içinde eritmiş ona pek sâdık bir mürid olmuştur. Kemal İsmail Paşa mürşidi için ciltler dolusu kitap yazmış, onun doğum ve ölüm yıUannı cbccd hesabiyle beyillcndirmck için binlerce mısralık tarihler dü­ şürmüştür.


YÜZBİNLERCE DİNİ ESER ÇÜRÜMEYE 11ERKEDİLDİ

91

Ben Ankara.da Vakıflar Umum Müdürlüğü Arşivinde Kemal İsmail Paşa'nın 570 numarada "Istanbul-u Evvel'’ deflerinde Türkçe bir vakfiyesini buldum ve ilim ûlemine tanıünak hi/meüni yaptım. Kemal İsmail Paşa bu vakfi­ yesiyle Düğümlü Baba Zûviye ve Türbesine büyük gelirler sağlayan çiftlikler vakfetmiştir. Düğümlü Baha'nın adı "Seyyid Hacı Musıafa'.dır. Türbesi üç bölüm ve göz halinde tonoz örtülüdür. İlahi meczuplardan Düğümlü Baba, bu tekkenin müridlerindendi. Orada yalar kalkardı. Öldüğünde de buraya gömülmüştür. Bu­ rası Sultan 11. Mahmud'un zamanında zûviye hûlinc getirilmişti. Türbede beşi kadın, sekizi erkek, ikisi çocuk olmak üzere onbeş kişi gömülüdür. Burada gö­ mülü olanlardan elli yıl önce ancak şunlann adlannı tcsbii edcbilmişdim: Dü­ ğümlü Baba. Kemal Paşa. Beykozlu Çıplak Mustafa, Nakşi Şeyhi Mahmud. Meczuplardan Hafız Mchmcd, Çıplak Mustafa'nın kızkardcşi Cemile Kemal İs­ mail Paşa’nın kansı Hasna Hatun, halayıklardan Kamer Hatun... Sultan Abdülaziz de Düğümlü Baha'nın büyük bir veli olduğuna inanırdı. Bu padişah türbede gömülü olan Çıplak Mustafa'ya on lira maaş bağlamıştı. Vaktiyle İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğünde bulunan 342 numaralı defterin 189. yaprağında bulduğum 1338 rûmi (M. 1922) tarihli bi٢ yazıda bu tekke hak­ kında geniş malûmat vardı. Kemal İsmail Paşa AnkaralI Vccihi'nin oğludur. Zûviycyi tamir eden ve burada ilahi zikir yapılmasını şart koşan Osmanlı Devleti ayanından Hacı Mchmcd Salih Vccihî Paşa'nın oğlu İsmail Sâdık Kemal Paşa vakfiyesinde "Düğümlü Baba'.yı şöyle saygılı vasıflarla anıyor. "Türbenin içinde keramet ricalinin en büyüklerinden hûfız.ı Kur'ûn-ı. Rahman olan Allah'ın cczbclilcrindcn güneş gibi parlayan cezbe sahibi Düğüm­ lü Baba diye meşhur olan Seyyid Hacı Mu.stafa Efendi Vakfiye ile Çadır Muhtarhûncsinin altındaki kemerli tonoz evin bir gözü türbe ve zaviyeye semahane olarak tahsis edilmişti. Bir de kadınlar mahfeli vardı. İsmail Sâdık Kemal Paşa, bu türbe ve zûviyeyi tamir etürirken buraya 321 arşın 17 parmak kûgir, 99 arşın 10 parmak ahşap bir bina da ilave ettirmişti. Ben burasını 35 yıl önce I941'dc incelerken türbe ve zâviyenin önünde iki katlı zûviye mcşruiahâncsi vc kü. lüphûnc önünde de Al Mcydam'na doğru taşmış bir bahçesi vardı. Bura.sı demir parmaklıkla çevrilmişti. İsmail Sâdık Kemal Paşa, vakfiyesiyle buraya çoğu eşsiz vc nâdir 437 cilt kilab. bir Lihye-i Saadet, iki sedef işi kıymetli çekmece. 211 levha vc cüz halin­ de leziıipli Kur'ûn-ı Kerim'ler vakfetmiştir. Bu kıymetli levha kolleksiyonu


92

t

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

c il t

3

geniş sınırlı Osmanlı împaratorluğu.nun içinde hiç bir yerde yoktu. Gelip geçen otorite hatlatlann kaleminden çıkan bu levhalar tonoz gözlerdeki zâviyenin ve türbenin duvarlannı süslüyordu. Ben. 55 yıl önce bu levhaları vccd ve istiğrak içinde ziyâret etmiştim. Yerli, yabancı ziyâreiçiler seriler hâlindeki bu levhalan hayranlıkla seyretmekten zevk duyarlardı. Sultan ikinci Abdülhamid de türbeye en kıymetli şallar. 3 kristal muhteşem âvize ve bir çok da levha hediye etmişti. Padişah bunları Yıldız Sarayı’ndaki husûsi hâzinesinden ayınnıştı. Türbeleri, tekkeleri, medreseleri, dârûl kurrâlan. darûl hadisleri, hankâhlan kapatan bomba kanun mcrilyyete girdikten sonra buralann kapılanna kilit vuran ve mühürleyen heyet. Düğümlü Baba Türbe ve tekkesiyle semâhânesinin ve kadınlar mahfelinin kapısını da kilitlemiş ve mühürlemişiir. Türbe ve tekkenin önüne sonradan Kemal Paşa tarafından yaptmlan şeyh meş. rulâhânesi mühürlenmemişti. Bu heyet sonradan gelip, türbe ve zaviyeyi açarak kıymetli, tarihi ve de­ ğeri yüksek eşyayı teshil edecekti. Yeni kanunun verdiği lûkaydi ve lâubalilikle bu heyet mühürlediği bu türbe, tek!،:, kütüphane ve meşruiahâncyi unutmuştur. Bir daha buraya gelen, soran arayan olmamıştır. Şeyhi de meşruiahaneden aynimak endişesiyle kimseye durumu bildirmemiştir. Meşrutahüanede olurmuş, bah­ çesinden faydalanmıştır. Ben İstanbul abidelerini incelerken burasını buldum. Kapısında kocaman ve küflenmiş koca kilit ve kırmızı mumlu bir mühür vardı. Camlan kmlmış. pencerelerinden türbe ve zaviyeyi inceledim. Durum yürekler parçalayıcı ve tüyler üprenici idi. Duvarlara asılan o büyük hattatlann hepsi birer sanat şahascri olan bütün levhalann. güveler, böcekler tarafından kemirilmiş, tonozlardan kalbur gibi sızan yağmur sulanyla çürüyen ipleri kopmuş, hepsi yerlere seril­ miş. mahvolmuştu!... Sultan Abdülhamid'in hediye ettiği zaviyenin semahanesine asılan çok muhteşem avizenin üstüne uzun yıllar sızan yağmur sulan zincirini çürütmüş, koparmış yere düşerek param parça olmuştu. Bu cinayet ve kadirbilmezlik insanı dehşete düşürüyordu. Sağlam kalan âvizclerdcn birisi, hayır sevenlerin yardımlanyla Mahmulpaşada Hacı Küçük Camii'ni tamir ettiren Akşehirli Aıâ Köseoglu tarafından bu cami.c nakledilmiş­ tir. Bunu kendisine ben haber verdim, kurtarılmasını sağladım. İstilâya uğramış bir şehrin tarihi eserlerini vc abidelerini ya‫؟‬malayan, yıkan ve yok eden bir düşman g‫؛‬bi türbelerimizi, zaviyelerimizi, hankâlı-


YÛZBiNLERCE Dll١Jİ ESER ÇÜRÜMEYE TCRKEDİLDİ

a

93

!arımızı, medreselerimizi, zaviyelerimizi, mcscidleri haydutça yıkanlar ve yağ. malıyanlar insafsız avcıya hizmetten zevk alan yardakçılar, bu türbe ve zaviyeyi mühürlemişler fakat unutup gitmişler, bir daha aramamışlardı. Eksik levha kolleksiyonu, şallar, seccadeler, Kur’ân-ı Kerim'lcr rahleler, avizeler, kitaplar mah­ volmuştu. Ben bu korkunç durumu görünce bitişiğindeki Tapu ve Kadastro Dâiresinde vazife alan züviyenin eski şeyhini buldum. ’٠- Şeyh Efendi!...” dedim. .’Sen burasının unutulduğunu, aranmadığını an­ layınca neden alâkadarlara haber vermedin?.. Meşruiadan çıkanrlar diye kork­ tun. Fakat bari niçin buradaki eserleri çalmadın, çaldırmadın!?.. Hiç olmazsa bunlan kadirbilir insanlann milletlerin ellerine geçerdi de ömürleri uzatılırdı. İslâm Medeniyeti’nin bu şahaser yadirgârlan kimin elinde, ve nerede bulunursa bulunsunlar, yapanlan, yazanlan gelecek nesillere tanıtırlardı. Yok olmaktan kurtardığın için hayırlı bir iş yapmış, sevap işlemiş olurdun!...” Şeyh Efendi ihmâliyle cinayeti kaımcrleştirmişii. Düğümlü Baba Kütaphanesi'nde Kemal Paşa'nın vakfettiği 473 yazma ki­ taptan başka daha sonra başkalan tarafından hediye edilen kıymetli yazmalar da vardı. Kemal Paşa’dan evvel de zaviyenin kıymetli Kur’ân-ı Kerim’leri cüzleri ve başka yazmalan vardı. Bunlann hepsi yağmalanmıştır. Arta kalanlar sonra bizim neşriyatımız üzerine Çarşamba'daki Murad Molla Kütüphanesi'ne nakle­ dilmiştir. Yine Murad Molla Kütüphancsi.ndc buradan götürülmüş 647 yazma bulduk. Kütüphane Müdürünün anlattığına göre kıymetli yazmalardan pek çoğu çalınmıştır. Kütüphanenin eski fihristinden öğrendiğimize göre kitap sayısı 1081 di. Kütüphanenin fihrisünin bir numarasında kayıtlı bulunan Kur.ân.1 Kerim, şahaser bir tarihten rüzgâr idi. Satırlannın üstüne güzel bir yazı ile Farsça manalan yazılmıştı. Yazısı, tezhibi, cildi bakımından çok kıymetliydi. M. 1865, H. 1282 yılında Hattat Şekercizâdc Seyyid tarafından yazılmıştı. Tekke'nin son şeyhi Selâhaddin (Eren) Efendi’nin harumı Zehra Hanım, bana demişti ki; ” ٠ Ben bu tekkenin şeyhinden ve Aükali Paşa Camii’nin Müezzinbaşısı kayınpederim İhsan Efendi'den duyduğuma göre buradaki gözlerden ikisini sul­ tan 3. Mahmud, arabacı başısı olan Arif Ağa'ya vermişti. Burada sarayın atlan ve arabalan muhafaza edilirdi!..”


II ‫؛‬

94

CUMHURİYETİ' DÖNEMİ DİN VE DEVLETİ' iLlŞKlLERJ

CİLT 3

Bu haber de doğrudur. Gerçekten burasını ilk defa zaviye hûlinc getirip vakfeden Arif Ağa olmuştur. Topkapı Sarayı Küiiiphancsi.ndc bulunan vakfiyesinde "Müminlerin Hali­ fesi" şeklinde anılıyor. Hilâfetin şartlarından birisi de şirk ve küfür alemine karşı kuvvetli olmaktır. Hilâfeti, Yavuz Sultan Selim Mısır'ın fethinden sonra almış değildir. İstanbul'u almak suretiyle Hz. Peygamber'in müjdesini hakikat yapan Sultan II. Mehmcd. devrinde İslâm devletlerinin en büyüğünün reisi idi. OsmanlI Devleti, o devir müslüman devletlerinin en kuvvetlisi idi. Hilâfetin beş şartı da buydu. İstanbul'un fethi ile yeni bir devir açan İslâm Aleminin lideri olan Fâtih, Yeni Camii için o vakte kadar gelip geçen tanınmış hattatlann yazdıklan Kuriân.ı Kcrim’lcri toplamıştı. Bunlar arasında ceylan derisi üzerine yazılanlar da vardı. Bunlar yazılan, tezhipleri, kağulan, hattatlan bakımından çok kıymetli ve bir kısmı da eşsizdi. Fâtih Camiinde yetmiş altı kadar kıymetli Kuriân.ı Kerim vardı. Tekkeler, zaviyeler, medreseler ve hankahlar kapandıktan sonra Kur’ân.ı Kerim'ler bakımsız kalmış, hırsızlar başlıklannı. tezhipli yerlerini, hat­ tatlann kctcbclcrini (imzalannı) kesmişler sonra da bunlar camiin bir deposuna atılmıştır. Pırlanta değerindeki Kur٠ân٠ ı Kerim'ler. kubbesi kalbura dönen, yağ­ murlan içine geçiren bu depoda senelerce kalmıştır. Yağan yağmurlarla havuz haline gelen bu yerde zaman zaman sular üs­ tünde yüzen, kuruyunca kurtlar, güveler tarafından birer kucak kirli pamuk hali­ ne getirilen bu Kuriân-ı Kerim lere bakmaya yürekler dayanmazdı. Bunlar kötü koku neşreden birer mikrop yuvası halindeydiler. Allah Kur'ân-ı Kerim'in iki yerinde "Kur’ân’da insanlar için şifâ ve rahmet vardır" buyunıyor. Şifa ve rah­ met kitabı Kur.ân-ı Kerim'lere kötü koku neşreden mikrop yuvası derken dehşcüer içinde kalıyorum. Türbelerde, zaviyelerde, mescidlerde kalan Kur'ân-ı Kerim’ler de aynen böyleydi. Benim ısrarlı neşriyatım üzerine Vatan Caddesinde Kanuni'nin, babası adına .Mimar Sinan'a yaptırdığı medrese aslına uygun bir şekilde rc.siorc edildi. Tavsiflerini yaptığım Kur'ân-ı Kerim’ler. levhalar, başka yazmalar buraya toplaıunldı. Ben bunlan tasnif ettim. Maalesef bunların pek çoğu kötü koku ve zehir neşrediyorlardı. Zehirleniyor ve sık sık hastalanıyordum. Doklorlann tav­ siyesi ile bu işi maske ile tamamladım. Enfarktüs geçirdim. Kötü şanlar içinde ben bu işi yaparken alâkadarlar yanıma gelmeye bile cesaret edemiyorlardı. Bir gün Alman Güzel Sanallar Akademisi’nin profesörlerinden ve talebesinden bir


yOZBiNLERCE DlNİ ESER ÇÜRÜMEYE TCRKEDİI-Dİ

95

turist grubu medreseye geldiler. Fatih Camii'nden gelmiş tezhibli büyük bir Kur.ân-ı Kerim'i inceliyordum. Yazısı, tezhibi bakımından bir şaheserdi. Misa­ firlerin duyduklan eza alın çizgilerinden apaçık okunuyordu. İslâm'ın Anayasa. sı'nın bu hali onları bile üzmüştü. Bazı sahifclcrini açtılar, sonra benden sabun istediler. Sonra buraya "Türk Yazı Müzesi" adını verdiler. Islâm yazılannı bilme­ yen, devrin Vakıflar İstanbul Başmüdürünün baldızı buraya müdür yapıldı. Zan­ nedersem Islâm yazılarını bilmeyenler burada hâlâ memurluk yapıyorlar. Bura­ sını kuranın, ağır ve korkunç şanlar içinde çalışan İbrahim Hakkı Konyalı'nın adı bile müzenin kütüğünde yoktur. Müzeye sahip çıkma yarışına girenler oldu. Eyüp'teki türbeleri, zaviyeleri inceliyordum. Büyük bir sel gelmişti. Mimar Sinan yapısı Sokullu.nun ve Siyavuş Paşa.nın türbeleri ve medreseleri gibi muhteşem bir mimari e.scr olan Ferhad Paşa.nın türbesi ve diğer türbeler de sular altında kalmıştı. Türbelerde rahleler, şallar, yazma Kur.ân-ı Kcrim.lcr birer sarnıç haline gelen türbelerin içinde kalmışlar, sulann üzerinde yüzmüşler, sular çekilince bunlar çamurlar içinde kalmışlar, kerpiç ve kütük haline gelmişlerdi. Kapılannda kara kilitler asılı idi. Ferhad Paşa türbesinin karşısındaki bir türbenin bakımsızlıktan kapısı kı­ rılmıştı. içeriye girdim. Ortada evvela taşa benzettiğim bir şey vardı. Ayağımla dokundum. Tok bir ses çıkardı. Taş değildi. Eğildim. Bunu yokladım. Bu. saiırlannın üstüne farsça mealleri yazılmış çok eski bir Kur.ân-ı Kcrim.di. Aylarca sulann üstünde yüzmüş, sular çekilince çamurlann altında kalmış, bir çok yerle­ ri çürümüştü. Ben kalan parçalannı inceledim. Harab yerleri, sure başlan, alün. la ve başka rcnklcrle işlenmişti. Türbeler, tekkeler, zaviye mc.scidlcri kapatıldık­ tan sonra buralardaki halılar, seccadeler, levhalar, şamdanlar Şehzadcbaşında Mimar Sinan tarafından Şehzade Sultan Mehmed adına yapılan imarethanenin ocaklığında toplanmıştı. Kubbelerinin kurşunlan yok olmuş, yer yer delikler açılmıştı. Kıymetli seccadelerden, halılardan ve şallardan birer avuç naftalin esirgenmişti. Senelerce buranın kapısını açan olmamıştı. Ben Türk Ya/ı Sanal­ lan Müzesi'ni kurarken burasının da açılmasını isledim. Kubbelerin sıvalan, ha. lılann, seccadelerin üstüne dökülmüş senelerce yağmur sulan akmış, güveler, böcekler, fareler didik didik etmiş, nihayet bunlar renkli toz ve çamur hâline ge. lirilmişü. Ben sedyelerle bu renkli çamurlan dışanya auırdun. Kalan parçalannı ayırdım. Buradaki yazmalann halleri de tüyler üıpcnici idi. Çamur haline gelen halılar ve seccadeler imareıhanenin duvan boyunca yüksclmişü.


٢

[ir ! I {\

96

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLEİ. İLİŞKİLERİ

CİLT 3 ‫؛‬

1930 yılında Sullan Ahmcd'de Tapu ve Kadastro Daircsi'nin bitişiğindeki iki katlı "Mâliye Hazine Evrakı" denilen yerdeki tarihi evrak "fersûdc evrak" diye Bulgarlar.a okkası üç kuruş on paraya satılmıştı. Yüz binlerce kilo bu tarihi evrak arasında yalnız Osmanlı Tarihi değil. Dünya tarihini aydınlatacak vesika­ lar vardı. Burada Orhan Gazi devrine kadar çıkan vesikalar da bulunuyordu. Islâm yazılannm her çeşidini okuyan bir Bulgar Albayı İstanbul'a gelmiş, hırsız­ larla uyuşmuş, vesikalarımızı aylarca incelemiş ve onlara şöyle bir teklif yap­ mış: Bunlan fersude evrak diyerek satışa çıkarın. Şartnamesine Türkiye sı­ nırlan dışına çıkanimasını koyunuz!..." Bu Bulgar zabitinin istediği gibi bir şartnâme hazırlanmış, kuru ot fıatından aşağı, okkası üç kuruş on paraya satılmıştır. Bulgaristan. Alman Kraliyet Enstitüsü ve Vatikan arşivi bunlan paylaş­ mışlar!. Bulgurlar bunlan tasnif ederek, iki ciltlik bir de rehber neşretmişlerdir. Türk tarihini inccliyccekler, anık Sofya'ya gidecekler!. Ben canileri yakalattım. İzmit Ağır Ceza Mahkemesi duruşmalannı yapacaktı. Ancak çıkartılan bir aftan faydalandılar ve zulmü işleyenler maalesef hiç bir cezaya çarptınimadan serbest bırakıldılar. Ben bu ibretli olaylan hepinize tarihten der alasınız diye anlattım. I N isan

> . 'f.y

' ٠

lak k ı K onyalI 1 9 7 6

-Ista n b u l


KONYA.DA YIKILAN CAMİLER. TÜRBELER VE YOKEDİLEN İSLÂM ESERLERİ

"Anadolu Selçuklulannın payitahtı Konya'nın eşsiz tarih yadigarlannm pek çoğu koricunç tahriplere uğramıştır. Bunlar Fahrettin Paşa’nın Alaaddin Tc. pesi’nden verdiği bir asa işaretiyle telef edilmişlerdir. Alaaddin Tepesi ile Hükümet Konağı arasında bir çok medrese, türbe, imarethane vardı. Son yanm asır içinde bunlann hepsi yok olmuş ve hiçbirisi bize kadar gelmemiştir. Burada yok edilenlerden bazılan şunlardır: Şerafeddin Câmii. Nalinci Baba türbeleri ve Karamanoğlu İbrahim Bey imarethanesi (Kazancı Hoca Medresesi), İplikçi-Altunbağ, Pamukçular-Pembe Firuşan. Çumralı Hoca. Karahöyüklü, Kafalı. Takva Hoca, Kara Hafız. Şerafed. din ve Bekir Sami Paşa medreseleri. Ulvî Sultan Mescidi ve Türbesidir. Bu mescid eski kaynaklarda Seyyid Yusuf Hüseyin Ulvî şeklinde geçer. Bu yıkılıp yok edilen eserlerin başında Büyük Selçuk Miman Abdul. lahoğlu Külüğ.ün pırlanta yapısı olan ve şimdiki belediye binasının hemen kıs­ men yerine rastlayan yerde bulunan Nalinci Baba Medresesi ve türbesi gelir. Devrin mimarisinin şaheser bir yadigârı bulunan bu medresesinin lâk kapısı vur idi. Burada mimannın adı da yazılı idi. Tâk kapı ve kubbeler yerlere serilmişti. Benim o vakit bir Konya gazetesindeki neşriyatım üzerine Tâk kapının parçalan ile mimannın adını taşıyan kitabe kurtanlmışiır. Şimdi bunlar müze haline geti­ rilen Selçuk Veziri Sahip Ata.nın İnce Minare Dürülhadisinde١90İ ve 906 nu­ maralarda saklanmaktadır. Sahip Ata'mn ince minare Darülhadisi'ni, mescidini ve mektebini. Larcnde Kapısındaki Hankahını. camiini ve türbesini de bu mimar Külük yapmıştır. Külük Türkçe bir addır. Bu saydığımız eserler de Selçuklu devri payitahtı Konya’nın şahaser bergüzârlandır. Nalinci Baba medrese ve türbesini yok


98

I

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C iL T 3

eünek korkunç bir cinaycui. Bundan daha büyüğü dc Konya H ü k ü m d Konagınm m eydan aşın kuzeyindeki Şerafeddin C am iinin kjblc larafı m ihrap çıkınlısına biüşik olan Şerafeddin türbesinin de kör kazm aya ha ٧ aJc edilm iş olm asıdır. A nadolu'yu M üslüm an yapan Selçukluların payitaht! K onya'da yıkm a ve yok etm e celladı ۴ ^ a s !z c a kol geziyordu.

‫ا؛‬ ،‫؛‬

Y azılan, n ak ışlan , süsleri, taçlan , serpuşlan ve şekilleri bakım ından eşsiz m ezar taşlan ve kabristanlar yok ediliyor, taşlan k ınlarak şose yapım ında kullanılıyordu. Selçukluların. K aram anogullannın ve .s m a n lıla n n çok kıymetli m ezar laşlan n d an hem en hem en hiç kalm am ıştır. K onya'nın en büyük mezarlığı G ariplere ve d cm iı^ o lu n a kad ar uzanan S aadeddin.i K onevî ve G aripler m ezar. İlgının bütün taşlan paşanın em riyle kütü r kütür kınlm ış, yol yapım ında ve başka yapılarda kullanılm ıştır. Şim di K onya'da kıym etli Selçuk m ezar taşlannın sayısı birkaç düzineyi geçm ez. B u n lan n b ir kısmı m üzelerde yer almıştır..' K onyalI İ b r a h im H a k k i: "Ç erafetlclin T ü rb e si D in am itle Y ıkılıyor, S u lta n Ç e ra fe d tlin .in N a.şı ‫ ؟‬Op K a m y o n u y la G ö tü rü lü y o r.. Y a lv a m a k . rica etm ek, hepsi ^ ş u n a ... C am iisinin de duvan yıkılan Sultan Ç erafeddin'in na.şım çöp kam yonu alıp gölüriiyor. B ir c in Şerafeddin C am ii.nin bitişiğindeki ?erafeddin T ürbesinin yıkım ı, na başlanm ıştı. Fahreddin Paşa.nın em ir ve kum andasıyla kazm alar ve kürekler faaliyete geçm işti. Bu S elçuklu devrinin m a h r u ilk ü m ^ ıli türbesi sanki yekpa. releşm iş v e kayalaşm ışu. Ben eski eser cellâdının gölgesi olm uştum . Onu takip e d iy o ru m . S elçuklu d evrinin b ir çok k ü m te tlc ri T ürklerce m uhterem tutulan çadır biçim inde ( m ^ m t î ) idi. Bu türbelerin İç içe iki k u b ^ s i vardı. A lt k atlan n d a cc. n ^ l i k denilen kısım b u lu n u y o rtu . Bu b o d nım un kapısı ayn yerden başka sem te açılım ı. C en azeler buradaki Izgaralar üzerine konurdu. B unun üstündeki k ata b ^ k a k a p ı d a girilirdi. B uraya , ‫ ﺫ‬٠ ‘ ٠٠ ٠ sayısınca sanduka yapılırdı. Bu san d u k alan n çoğu k ila te li çinilerle süslüydü. B uraya alt kattan bir ^ n c c r c a ç ı l ı k . Bu k a d a r a ^ ı zam an d a b ir m escid gibiydi. H epsinin m ihraplan vardı. B u m ih r a p la r a alçı şekillerle süslenm ekle idi. İşte bu t ü ı ^ dc öyleydi. Som adan ycıülcnen Ş erafeddin c a m ii'n d e n buray a bir dc kapı v a r ı . B ir ara kütüphane gibi kullam lm ış o lacak ki. d ış yüzünde "Fiha külübün K ayyim eh'' aycU oku. nurdu.


KONYA’DA YOK EDİLEN İSLÂM ESERLERİ

99

Korkunç yıkım işi devam ediyordu. Mahruiî kubbe erimiş, ikinci vc mc^. cid kısmı yok olmuştu. Yıkım devam ederken Selçuk türbe mimarisinin o vakte kadar bilinmeyen bir hususiyeti onaya çıkmıştır. Cenazeliğe konan cesetlerin neşredecekleri kötü kokulan dışanya atmak için mimar ta bodrum kattan itiba­ ren hamam tüfekleri tarzında hava delikleri yapmıştı. Bu delikler bütün duvar içinden kümbetin üstüne kadar devam ediyordu. Dunlan gördüm ve paşaya da gösterdim. Dinamitle devam eden yıkma işi bodrum kata gelmişti. Şcrafeddin.in tabutu göründü. İçinde na'şı vardı. Belediyeciler çöp arabasıyla bu büyük Sel­ çuklunun na'şınt alarak bir çukura götürüp attılar. Ben yıkım işi başlarken Paşadan rica etmiştim: " ٠ Paşam bu türbe Konya'nın en eski Selçuk eserlerindendir. Camiin ilk bûnisidir. Cami yıkılmayacağına göre bu türbe de yıkılmasın!" Fakat ona kimse mani olamazdı. Bu türbe camiinden kopanlarak yıkıldı yok edildi. Bu ameliye devam ederken camiin dışanya çıkık olan mihrap kısmı­ nın doğu tarafı da kısmen yıkılmıştı. Burası sonradan yapıldı. Bir gözeme gibi her göze batar. Şimdi burası geniş bir meydan halindedir. Şerafeddin Camiine bakanlar bu cinayeti camiin yenilenen duvar parçasında açıkça görürler. Bu parça bu cinayeti ebedlcre kadar haykıracaktır. Yapanlara lüncı ettirecektir. Ahır Yapılan Hatta Umumi Hela Olarak Kullanılan Türbeler Altı Selçuk Sultanının na'şını çöpçüler alıp götürdüler. Bilinmeyen yerler­ de mezbeleliklere atıverdiler. Anadolu’yu Müslüman yapan Selçukluların bütün türbeleri de abdesthanc haline geürilmişti. Ahır yapılan Seyfeddin Karasungurun türbesini ben biz:‫؟‬at ahırken gördüm. Birisi elinde kürekle hayvanlann pisliğini ccnazclik deliğinden orada bulunan mevtalann üstüne atıyordu. Hayvanlann sidikleri de burada yatan cenazelerin üzerine akıyordu. Kendileri de paüayası. çatlayası içlerini bu­ raya boşaltıyorlardı. Burası hayvanlarla bu saptınlan kişilerin hclâsı halinde idi. Mevlânâ’nın babası alimlerin sultanı Bahaeddin Muhammed Veled’in oğullanna medrese yaptırtan büyük Selçuk Veziri Gühena^.ın Karaarslan tara­ fındaki türbesinin üst kısmı tamamen yıkılmış, orası da tuvalet haline gelmişti. İşte bu şchâmcüi devirde Sultan İkinci Kılıçarslan.ın içinde alü hükümdann vc birçok preas vc prensesin sandukalan bulunan türbesine de kara kilit asılmışD. Türbe kedi, köpek, yarasa yuvası haline gelmişti.


'

100

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DlN VE DEVLET lUŞKİLERl

C İLT 3

I :

Müzeler ve Kütüphaneler Umum Müdürü rahmetli hocam Ahmcd Tevhid Beyefendiden dinlediğim tüyler ürpenen yürekler parçalıyan bir davranışı bura­ da sizlcrc aynen nakletmek istiyorum. Bunu şu anda yaşlı birçok Konyalı zevat da biliyorlardır. Onlardan da dinledim, sizler de hayatta olanlanndan dinicyebi. lirsiniz. O vakit Konya'da bulunan Fahrettin Paşa'da bir antika iştihası uyanmış. O'na demişler ki:

٠

"Selçuk hükümdarlarının parmaklarında yazılı hâlem (yüksük) bulunur­ muş. Bunlar dcğcrlcndirilemcyecck kadar kıymetli olurmuş!" Paşa emrindekilcri türbeye göndermiş, onlar cenazeleri çuvallara koyarak sırtlamışlar ve çıkar­ mışlar. Hâlem var mıydı, yok muydu! bilmiyoruz amma paşa bu fi'l-i mekruhu işledikten sonra cenazeleri yerlerine götürüp koydurmamış. Dedebahçesinin ar­ kasındaki Taçveziri Türbesi'nin içine aıtınvermiş. Üstadım bana bunu şöylccc anlatmaya devam etli:

t

II

"- Paşa bunlan çıkartmış hâlem aratmış, sonra bunlan buraya attırmıştır. Na'şlar diri denecek kadar taze idi. Etrafında köpekler toplanmış. Birisinin böğ­ ründeki süngü yarası bile belli idi. Kafası da teninden kopmamışiı. Bu (607 H. 1211 M.) yılında Alaşehir önünde BizanslIlarla savaşırken süngü ile şehit edilen altınca Selçuk hükümdan Birinci Keyhüsrev'in cesedi idi. Bazı tarihçiler onun başının gövdesinden kopanldığını yazarlar. Na’şı bu haberi yalanlıyordu. Ben bu tüyler ürperten manzarayı görünce Konya Valisi İzzet Bey'c koştum; durumu anlattım. "٠

Peki kaJdırtalım!" dedi.

İkinci gün türbeye yine gittim, cenazeler köpeklerin önünde idi. Valiye üçüncü defa gittiğimde: "Kaldırttık beyefendi!" dedi. Sordum: "Nereye kaldırıldı?" İstasyon caddesindeki Feridiyc Karakol" komseri kaldırtmışür!" dedi. Karakola gittim, komseri buldum ve şu cevabı aldım: "- Çöpçüler arabaya doldurmuşlar, bir yen. götürüp gömmüşler!" i.

Cenazelerin gömüldüğü yer bile bilinmiyordu. Altı hükümdarın na'şlan bile büinmiyordu. Aİd hükümdann na'şlan böylccc yok olup gitmişti.


KONYA’DA YOK EDİLEN İSLÂM ESERLERİ

101

?TckParlj döneminde sadece K.nya ilimizde yaşanan ink١lap zulüınlcriydi bunlar. Bugiln bile en başla dc٧ rimb^Iann bile akil erdiremediği bu y ı ^ a ٠ yakina ve yok cime İşini 0 yıllann Fahrettin Paşalan zevkle ve İştah ilC yapl^ yorlardı. u

i. Hakki Konyah Nisan I97^ ٤ stanbul


"KUR'ÂN-I K E M M Y ERLERD E S t ^ Ü K L E ^ . R . ÇİĞNENİYORDU.....(.)

Artova'nın KunduzağıUı Köyünde zulümden kan ağlayanlar anlatıyor "Malûm yıllardı evlût... Mevsim güz. Her an cendermc korkusuyla yaşadığımız, yanyana gelip derdimizi bile dökemediğimiz kara günlerden biriy­ di. Bir baykuş çıkageldi Artova'nın Kunduzağılı Köyüne. Ne kadar ahmak ve ne kadar korkakmışız; çoluk çocuk korkudan ağlaşıyor, bizlcr titreşiyoruz. Bir za­ bitle altı cendermc köyü bastılar. Hemen Ahmet Efendi'yi çağırdılar. Soyadı Duran'dır. Sonradan kanun çıkınca verdiler. Bu Ahmet Efendi alim adamdı. To­ kat ve havalisinden devlet adamlar da dahil herkes tarafından tanınırdı. Kur'ân okuturdu. İlmi üstüne civarda yoklu. O zaman şimdiki gibi İmam-Hatip mektebi nerede öyle... Kızlanmızın hamile döndüğü, fuhuş yuvası haline gelen Köy Ens­ titüleri vardı. Fakirdik. Bari ilmen fakirliğimizi telafi edelim diye Hoca Ahmet Efendi bizi okutuyordu. Ccndermeler biraz sonra kucaklannda Kur'ân-ı Kerim'lerin de bulunduğu kitaplar getirdiler. Ccndermeler hocamızı da önlerine katmışlardı, cendermeler ellerini kelepçelemişlerdi. Zabit, kitaplar yere atmalarnı emretti. Duraklamak nere? Ccndcmeler hemen attılar. Ahmet Efendi dayanamadı, zabite hitaben: -Efendi yeğen içinde Kur’ân-ı Azim'üş-Şan da mevcud. Sen AUah.ıan korkmaz mısın?... dedi. Su an. Tufhall. Racab Seyhan taralından ınlablmış ve 1976 yılındı Sebil 09 ‫ا ﻵ ﺀ‬$ ‫ ا‬0 ١‫ ا ه‬InKıiap Mazlumlan. ba٠ l٠ ٥ ı altında yayınlanmışlır.


٠

I

1Ö4

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLEİ. ILİŞKJLEI^

C İLT 3

Zabıl kızd*. hocamızın üstüne yürüdü. Olanca hıncıyla vunnaya başladı. Hocamızın yüzü sakalı kan içinde kaldı. Oluk gibi kan akıyordu elleri kelepçeli biçare ihtiyann yüzünden... .Allah'tan korkmaz imansız, bu yaptığın yanma kalmaz inşallah!., diye in­ ledi. Zabit köpürdü, bağırdı: -Kes sesini, seni boynuna ip takar köpek gibi köy köy dolaştınnm! dedi. Bu lâf. Kunduzagıllı köylüsünün hâlâ kulaklanndadır. Sonra. Hocamızı cender. meler koltukladılar. Mecalsizdi. Buna rağmen inler gibi konuşuyordu: -Köpek de Allah'ın mahlûkudur.Fakaı zalim değildir. Şu zulümleri gören ve boyun eğen insan olacağına, köpek olsam iyiydi... Zabit küplere bindi. Fakat bu defa hiç beklemediğimiz bir hareketi yaptı. Ayağının alıma alıp çiğnemeye başladı. Cendcrmclcre de çiğnemeleri için bağırdı. Dehşet verici bir gündü, evlat. Allah bir daha göstermesin. Seneler sonra bu hadisedeki ccndcrmelcrden birisine Sivas’da tesadüf ettim. Kocamışiım. Yanaştım yanma, hatırladı. Çok ağladı. Tezkereden sonra gözüne sis inmiş. Çok çok pişman olmuş. Ben asıl o zabiti merak ediyorum. Sordum. Şark'ıa feci su­ rette öldürüldü^îünü söyledi." Almr m.1/1umun ahım, çıkar aheste aheste...


ITALYAN PROF. ROSSI : ..LATİN HARFLERİ İLİM YAZISI DEĞİLDİR!.' NİÇİN İSLÂM HARFLERİNİ KALDIRDINIZ?.' Dolmabahçe Sarayında toplanan Dil ve Tarih Kongresi bitmiş, bu münasebetle açılan sergi gezilmişti. İtalyan müsteşriklerinden Prof. Rossi yanıma geldi ve: -.’Sizin Akdeniz hakkında yazdığınız yazılann hepsi İtalyancaya çevrilmiştir. Topkapı Sarayı kütüphanelerini çok iyi tanırsınız, birkaç kitap in­ celeyeceğiz. Vakümiz çok dar, bize yardım eder misiniz”? dedi. Bunu memnûniyetle kabul ettim. Yanındaki bir başka İtalyan Profesörle beraber Saraya gittik. Kütüphane memuru lâiin harfleriyle kargacık burgacık yazılmış kocaman bir fihrist defterini önümüze koydu. Bu fihriste birçok kitap ve müellif isimleri yanlış yazılmış, âdeta uydurulmuş gibiydi. Saray kütüphanelerinde bulunan Arapça. Farsça, Türkçe bir çok kitabın ve müelliflerinin adlannı doğru okutup-yazacak kimselerin Türkiye'de sa>٦ lan maalesef iki elin pannaklan kadar azdır. Araplann dilimize "Bütün cahiller ce. surdur!.." şeklinde çevirdiğimiz pırlanta bir sözleri vardır. Sarayın o zamanki memurlannın tarih ve kitabiyata müteallik bilgileri sıfınn altındaydı. Bunlar, pek çoğu yazma olan ecdat yadigân eserlerin lâtin harfleri ile fihristinî yapmışlardı. Birlikte oraya gittiğimiz bu yabancı profesör Türköl. *lar bu fihristin sa. hifclerini açtılar. Sonra birbirlerinin yüzlerine baktılar. Prof. Rossi kulağıma eğilerek; -"İbrahim Bey!..." dedi. "Siz harf inkılabı yapöruz. lâtin harflerini kabul etliniz. Eski yazmızla yazılmış fihrist defterleri varsa onları istesek bir suç işlemiş olmayalım!..." -"Hayır!...٠٠dcdim.


٠٠ 106

CUMHURİYEl^ DÖNEMİ DlN VE DEVLETİ. İLİŞKİLERİ

C İLT 3

Hafız.ı kulüben İslâm harfleriyle yazılmış fihristleri isledim. Gitli, gelir­ di. Profesörler çeyrek saat içinde aradıklan yazma kitaplan buldular. Prof. Rossi:

II ١،‫'?؛‬

1

.٠ !

I

■"٠ İİ l>

- Kuzum İbrahim Hakkı Bey! Dünya'nın en güzeli olan yazınızı niye attınız, o gayel kolay yazılan, çiçek gibi yazı alılır mıydı? Garbın seçkin otoriıcIcri. ilim adamlan kolay yazılı.r ve güzel bir yazı arıyorlar. Hendesî ve çirkin lâlin harflerini niçin kabul eltiniz. Ben lûiinim. lâtin harfleri de bizim milir harflerimizdir. Fakat onunla köklü bir ilim yazısı yazılamaz!..." Bunlan lâtin asıllı bir profesör söylüyordu... İkinci Mcşruiiyet'in ilânından hemen sonra Avusturya-Macarisian İmparatorluğu ile Osmanlı Hükümeti arasında bilhassa Taşlıca havâlisi hakkında ihtilaflar vardı. Avusturya-Macarisian Hükümeti bazı topraklan ülkesine katmak isliyordu. Bu maksatla bir basın toplantısı yapmıştı. Bu top­ lantıya dünya matbuatının belli başlı mümessilleri katılmışlardı. Türkiye basınını da Hüseyin Cahid Bey temsil ediyordu. Fransızca konuşan İmparatorun beyanatı daha ziyade Türkiye’yi ilgilendirdiği için Hüseyin Cahid Bcy.in beyanatlannın hepsini te.spit etmesini istiyordu. Konuşması bittikten sonra Hüseyin Cahid Bey’c; Söylediklerimi siz de aynen kaydedebildiniz mi? McsIckıaşlannız sahifclcr doldurduğu halde, sizin elinizde bir tek sahifccik varî..." dedi. Hüseyin Cahid Bey: ٠ ’ ٠ Evet majesteleri söylediklerinizin hepsini kaydettim. Dinlerken serî bir sûrene Türkçe’ye çevirerek yazdım. İsterseniz. Türkçe olarak yazdıklanmı Fransızca'ya çevirerek okuyayım!..." demiş. Hüseyin Cahid Bey iyi Fransızca bilirdi. Yazısını da çok ince yazardı. İmparaior’un beyanlarından tuttuğu notlan Fransız’caya çevirerek ifâde edince imparator onun elindeki bir tek varaklan ibaret kağıdı almış yazıya bakmış ve hayretle: "-Bu kadar lâf. şu kadarcık küçük kağıda nasıl sığdı! Bu ne güzel yazıymış..." demiş ve kağıda uzun uzun bakmıştır. Hüseyin Cahid. bana bu hikayeyi naklettikten sonra : ..-Biliyorum biz de lâtin harflerini terviç ediyorduk. Büyük günah işlemişiz!... Bu harflerle yazı yazamıyorum, elime kalemi alınca lâlin harfleri fikri insicamımı bozuyor.’ demiştir.


NİÇlN ISLAM HAKFLERİNI KALDIRDINIZ

107

Gerçeklen Hüseyin Cahid Bey bütün yazılannı.haiia vefalına kadar-lslâm harReriylc yazar bunlan müretlipler yeni harflere çevirirlerdi. (Kadir Mısıroglu'nun notu: Hüseyin Cahid Bcy.in ciyazısıyla ve vefalına takaddüm eden günlerde İslâm harfleriyle yazılmış birçok mekiubu hususi arşivimde mah­ fuzdur.) Refi Cevad Ulunay gibi Türk maibualınm kıdemli kalcmşörlcrindcn olup eski yazımızı bilenlerin hemen hepsinin daima bütün yazılannı Islâm harfleriyle yazdıklan bir gerçektir. Halta, o kadar ki; dinî mübûtâLsızlıgı, ve İslâmî inkân ile meşhur İçtihat Mecmuası sahibi Abdullah Cevded bile böyle yapardı. Halbu­ ki bu zat her manevî kıymete karşı çıktığı gibi Islâm yazısına da karşı çıkmış ve bu mevzuda pek çok yazı kaleme almıştır. Mecmuasında Hrisliyanlık Aleminin kullandığı rakamlan kullanırdı. Çok cimri, paracı bir bedbahttı. Yeni harfler ka­ bul edilince mccmuasımn satışı sıfıra inmişti. Zarar ediyordu. Benim çalıştığım '.Son Posta" Gazetesi O'nun matbaasının yanındaydı. Komşu idik. Sık sık çağırdı. Çay içtik. Diyordu ki; " ٠ İbrahim Bey, bu harfleri tavsiye ve müdafaa ederken büyük günah işlemişim! "Tövbeicn Nasûhâ!..." Arapça bilirdi. Nasuh tövbesiyle sık sık tövbe ederek Arap harflerini kaldırtmanın ne kadar yanlış olduğunu vurguluyordu." (KonyalI /. Hakkından)


.،d

B E Şm C I BOLUM

HATIRALARLA TÜRKİYE'NİN DEĞİŞİK BÖLGELERİNDE İŞLENEN c in a y e t l e r in iç y ü z ü

r ..6


..İSKİLİPLİ ATIF HOCANIN İDAM SEHPASINDA SALLANIRKEN NUR YÜZÜNE. IŞIK SAÇAN SAKALLARINA ŞAHİT OLDUM!..(.) ''Zannedersem 1926 veya 27 senelerinde idi. 0 sjralarda vazifem İcabı An. kara'da bulunuyordum. Gen‫ ؟‬olmama ragmen istiklâl Muhakemelerini takip i‫؛؟‬n verilen vesikalardan birini elde etmiştim. Bununla İmkân buldukça celseleri takip ediyordum. Bir defasında ittihaiçılann meşhur İaşe Nazırlan olan ve son. radan intihar etmiş bulunan Kara Kemal Bey.i evinde sakladığı İ‫؟‬in muhakeme edilen Sakallı Enver Bey nâmıyla mâ.ruf bir zâtın muhakemesini takibe git. miştim. Megcr 0 celsede İskilipli Atıf Hoca merhumun da muhakemesi vamıış. Bir tesadüf eseri olarak Atıf Hoca'nın mahkemesinde de bulundum. Muhakc. meyi Reis sıfatıyla. Kel Ali namiylc maruf Ali ‫ ؟‬etinkaya yürütüyordu. Bir ara büyük bir hışımla hocaya dönerek: ".Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun‫؟‬...'' dedi. Hoca sakin ve vakur bir tavırla: ١'٠ Evel efendim. Şapka kanunu çıkmadan iki sene c^el şapkanın bir müslüman kisvesi olmadıgına dair bir risale yazmıştım.', dedi. Kel Ali: ".‫ ؟‬imdi ne yapıyorsun?" diye sordu. Hoca: ".Kanunlara itaat cdiyoram'. cevabini verdi. Bunun üzerine Kel Ali yine hiddetle ve bağırararak: '.-Sen bilmiyor musun kii şapka da ^ z d ir. fcs de bezdir?., deyince H ^ a yine ayni sükûnetle: ".Evet biliyoram." Ancak Heyeı-İ Hakiminin abasındaki bayrak da ^zdir. Lütfen 0 bayragı kaldınnız da yerine bir In^liz Bayrağı asınız" karşılığını verdi. Kel Ali pek hiddellenmişri:


112

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

.’-Ne diyorsun!?.' diye bağırdı. Hoca: "-Şapka bir alâmettir. Adet ile alâmet arasındaki farkı düşünerek o risâleyi yazmıştım." dedi. Bunun üzerine celse tatil olundu ve müdafaasını yapması için muhakeme bir gün sonraya tehir edildi. Hakikaten İskilipli Atıf Hoca mertıum şapka Kanunu’nun kabulünden iki sene evvel "Frenk Mukallidliği" namıyle bir risale yazmış ve bunda şapkanın küfür alâmeti olduğunu beyan eunişii. Celse tehir edildikten sonra hapishanede müdafaasını yazan merhum o gece Peygamber aleyhissalât.u vesselâm Efendimiz'i rüyasında görmüş ve kendisine: ".Bana gelmek islemiyor musun ki; müdafaa hazırlıyorsun?" buyurulmuş. Bunun üzerine yazdığı müdafaayı yırtan Hoca, mahkemede hiç bir diyeceği ol­ madığını beyan etmiş. Çünkü gördüğü rüyadan mutlaka idam edileceğini an­ lamış. Ben bunlan sonradan öğrendim. Fakat garip bir tesadüfle Hoca'nm muha­ kemesinin bittiğinin ertesi günü onu asılmış bir vaziyette eski meclisin avlusun­ da darağacında görmek bedbahtlığına uğradım. Gerçekten, meclisin avlusunda iri yan gövdeleriyle ve normal ebattan daha uzun bir darağacında Hocanın sallandınldığına şahit oldum. Ben tesadüfen oradan geçiyordum. Hoca pırıl pınl parlayan sakalı ve nuranî yüzüyle sanki hiçbir şey yokmuş gibi sallanıyordu, içim burkuldu, dayanamadun ve gayri ihtiyarî ellerimi kaldırdım, onu idam edenlere ve ettirenlere bedduada bulunup. Hocaefendiye de temiz ruhu için bir Fatiha okudum. Fakat bununla tatmin olmamıştım. Yaklaşıp hocanın nuranî sakallannı öpmek istedim. O sırada tanımadığım yaşlı bir adam koluma girerek beni çekli ve: "'Eşşek. ne yapıyorsun sen!. Şimdi Hoca'yı indirirler, seni bindirirler o daragacına. Hadi düş önüme!..." dedi ve beni sürükleyip götürdü. Şimdi Sümerbank Binas.’nm bulunduğu yerde bir takım saleş kahvehaneler vardı. On­ lardan birine girip oturtturdu. Dışardan bir simit aldırttı. Fakat simidi dişlerim kesmiyordu. Boğazım kurumuştu. Hiç bir şey yiyecek halde değildim. Bana bir çay ısmarladı. Onu içtim. İki saat kadar orada onunla kaldık. Beni teselli etti. Sonra yerimi adresimi sordu. Beni alıp evime götürdü. Evdckilerc: "-Bu çocuk hasta olacaktır. Kendisini salıvermeyin" dedi. Gerçekten bu hadise sebebiyle um sekiz gün hasla yattım. Sokağa çıkamadım.


İSKİLİPLİ ATIF HOCA.NIN iDAM SEHPASINDA IŞIK SAÇAN SAKALLARI

113

O günler öyle günlerdi ki cvini/.den çıktınız mı. acaba hangi sokağa sap. sam ki; darağacında sallanan bir adamla karşılaşmasam, derdiniz. Zira adım başı asılan birine rastlanıyordu. Ve asılanlar da genellikle sakallı, cüppeli hocac. fendilcr idi. Bir defasında Hacıbayram’a giden dönyol ağzında böyle bir darağacıyla karşılaşmıştım. Anlaşılan pek dalgın yürüyormuşum ki. kendimi, birden bire yüksekçe asılmış bulunan bir sakallı adamın ayaklarının altında bul. dum. Bu zat sonradan öğrendiğime göre Hafız Halit namında meşhur bir din adamıymış. Darağacmı bekleyen jandarma bana bir dipçik vurdu. Elimdeki çantayı fırlattım ve ayakkabılanmı çıkartarak istasyona kadar koştuğumu haurlıyorum." Beni böylesine derinden etkileyen ve bizzat yaşadığım bu tarihî hadiseyi Türkiye'de bulunan her denli kardeşimin hatmnda bulunsun için sizlerc hediye ediyorum."‫؛‬.‫؛‬

Bu huınıun sıhibi Bolulu Nız٠melün ،،‫؛‬mli b r z٠Uır. Aıusı Sebiİ l>r٠iu'nin y٠)ml٠ndı٤. ük yü olın 1976 yılındı ve 5. uyıdı oklunun yazdıjı bir mckıupl■ dik gc٠ ınlmı٠ tır.

Alla. Bolu'nun Çarede Ûçeıi’nın bir köyünden oUn bu z٠l Devrynler döneminde Ankm S٠٠u rp ٠j ٠n lemundc bulunmuı ve 1974 yüındı d . Ank٠r٠*dı ve‫؛‬ı، etnufUr.

i


ÇUVALLARA DOLDURULAN KUR’AN.I KERİM LER ve ANKARA VALİSİ NEVZAT TANDOĞA’NIN YAPTIKLARI(.) "Cumhuriyetten sonraki zulüm, tedhiş ve maneviyat yıkıcılığı, millî şef dc. nilen "İnönü" devrinde olanca hızıyla devam etmiştir. Buna misal olmak üzere 1940٠larda görgü şahidi olduğum ve işittiğim iki hadiseyi nakledeceğim: Ankara'nın Çubuk kazasına bağlı "Yukan Çavundur" köyünde, köy ho­ casından. Kur'ân.ı Kerim dersi aldığımız sırada, köye gelen "Kel Vûhid . is­ miyle maruf öğretmen, köyümüzle birlikte. "Hacılar" ve "Okçular" köylcnndcn topladığı Kur’ân-ı Kcrim.lcri bir çuvala doldurup, köy meydanına getirmiş, çeşitli hakaretlerle üzerine oturup tepindikten sonra: "Bundan böyle, bu kitaplan okuyan, okutan ve evinde saklayanlar derhal hapse atılacaktır!" şeklinde bir dc tehdit savurmuş, kitaplan da alarak defolup gitmiştir Bu hadise üç yüz hanelik köy halkının gözleri önünde cereyan ettiği halde hiç kimse ses çıkaramamışur. Diğer hadise dc şu şekilde olmuştur: Yine aynı köyde Ezanın Türkçcicştirildiği sıralarda köy hocası bulunan "Bayram Hoca" isimli zat. evden camiye giderken, yavaş sesle okuduğu Arapça ezan bir yedek subay tarafından duyularak, hemen Ankara'ya bildirilmiştir. Bunun üzerine Ankara'ya çağnian bu ihtiyar ve muhterem hoca, vali Nevzat tandoğan'ın huzuruna çıkanlarak çok çirkin bir şekilde karşılanmıştır. Vali, mezkur zatın sakalından tutup aşağ) doğru çekerek ağzını açmış ve burada söylemekten hicap duyacağım çirkin bir ifade kullanmıştır. Hoca Efendi bunun üzerine valinin ağzının ortasından vurulması Anlatan Hatıd Ünal Içhi.ar MahaHati. Islak Sokak No : 12 Hısar/Ankan / Sabıl'dan


116

CUMHURİYEİ. DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

dileği ile Allah'a yalvarmışiır. Malum olduğu üzere bu vali, sonradan aynen kendisine beddua edildiği şekilde, yani ağzının ortasından vurularak öldürülmüştür. Bu hadiselerin o köyde hâlâ yüzlerce görgü şahidi vardır. O devre ait bu ve buna benzer zulüm ve tedhiş ve maneviyatı tahkir harckcücri sayılamayacak ka­ dar çoktur. Ancak, burada hafızamda kalan büyük ölçüde vicdan ve maneviyatı rencide eden bu iki hadiseyi kaydetmekle yetindim. Gelecek nesillerin bugün üslup değiştirmiş olan düşmanlannı hakkıylc ianımalanna yardımcı olur ümidiyle bu hadiseleri sizlcrc açıklamayı mukaddes bir vazife sayıyorum." Setirden (İnkılap Mazlumları)


"MUŞ MURAT PAŞA CAMİSİNİ DİNAMİTLEYİP BİR SAAT İÇERSİNDE ONU YERLE BİR ETTİLER!.;"(.) Ben 1935 yılında Muş’ta doğdum. Beş veya allı yaşımı idrak ederken bir gün memlckciin Dcllalı Murad Efendi: ”-Hey, duyduk duymadım demeyin; yanm saal sonra Murad Paşa Camii ve minaresi dincmiile yıktınlacaktır!... Herkes çoluk çocuğunu alıp uzaklara git­ sin. Sonra mes'uliyci kabul edilmez." diye bağmyordu. Bütün Murad Paşa mahallesi sakinleri yaşlı, genç kundaktaki bebek, kadın, erkek Soğurman Deresinde toplatılmış, dinamitle yıktmlan Murad Paşa Camii-i Şerifinden kopan ve başlanmızm üzerinden vınlıyarak mermi hızıyla geçen taşlardan korunmaya çalışarak bütün mahalle halkı hıçkmk. fer>٠ad, bcd. dua ve sadece buğzedecek mecal ve iman ile Murad Paşa Cami.i Şerifinin mina­ resinin ekseni etrafında son zikrini yaparcasına, daireler çizerek harabc.sinin üzerine uzanışını elemle biraz da ulanarak seyrediyorduk. Ulanarak diyorum, zira büyüklerimiz caminin içerisinde aynı cami gibi Allah’ın huzuruna çıkma şerefine (kanlı gömlekleriyle) bizleri mirasçı bıraksalardı, belki de bu mübarek vatanımızın İslâm harabelerinde bugün bolşevik baykuşları öiemezlcrdi. Evimize döndüğümüzde bir yandan kınlan pencere camlan temizleniyor, diğer yandan Cenab٠ı Zül Cclal.dcn kahhar kudretiyle Milli Şef ve zihniyetini kahretmesi niyaz ediliyor, harabe haline getirilen camiin üzerine şehitler misali uzanmış yaralı minareyi seyrediyorduk. Yıktmlan camiinin taşlan zamanın vali­ si TEVriK GÜR (bunun adını bilhassa iri harflerle yazıyorum ki; hem vesika olsun ve hem dc müslümanlar tanısınlar da, zürriyeti varsa cibilliyetini öğrensinler) tarafından taş bulamadığı için yıktırdığı camiinin taşlanyla Kültür mahallesi memur evlerine kanalizasyon ve sokak döşetmişü. Anlatan Sıddık Çaşmidil - Mu١ / Sebtl'dan.


r‫؛‬ 118

CUMHURİYET DÖNEMİ DlN VE DEVLEl' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Aynı valinin iki gözünün birden kör olduğuna büıün Muş halkı. Evliya Murad Paşa camiinin harabesi. Vali Tevfık Gür٠ün kaldıysa varisleri ve nihayet Cenab٠ ı Mevla Zülcelal şahit olmuştur. Muhterem Efendim, sizin Moskof Mezalimi isimli eserinizde ismen tesbit ettiğiniz gibi. Molla Said'Icrin. Hacı Musa'lann. Nuh Bcy.lerin, Halid. Alaaddin ve Kurad Paşa'lann Moskofla çarpışıp Murad Paşa Camii.nde Ezan-ı Mu. hammedî susmasın diye nice isimleri zikredilmeyen şehitlerin mübarek kan. lanyia haicı yapılan Muş’un Murad Paşa Mahallesindeki Murad Paşa Camii’nin dinamiilcnişini Milli Şef ve uşakJannın kurtuluş efsanelerini tarihin utanması için yazdım. Ne haçlı seferleri ne moskof sürüleri ne Yunan Mezalimi İslâm'ın elini ve de dilini bu denli bağlayabilmiş gözleri önünde bütün maddî ve manevi varlığını bu kadar talan edebilmiş midir? Ccvabı-maalcsef.asırlarca Hristiyanlar işgalinde kalan Arab müslümanlan ve diyarlan versin!... Hâlâ Murad Paşa Camii'ni harabe olarak seyretmekten ulanmayan Muşlular bütün müsmümanlardan utansınlar ve Ccnab.ı Hak hepimize İslam şuuru ihsan etsin!... Sonsuz merhametiyle hepimizi gafletten uyandırsın!

V


V,-■

.’KUR'AN OKUTURKEN DÖVÜLEN AYŞE HOCA HANIM” Yıl 1947. aylardan Man ve ben o zaman 8 yaşianndaydım. iki aydır gidip geldiğim llyas Mahallesi. Akça Sokaktaki iki katlı ahşap evinde benim gibi 15 kadar talebeye Kurbân okutmasını öğreten Ayşe Hoca.nın evinin üst katindayız. O gün. bir ders önce hocanın vermiş olduğu "Amme Cüzü.’ndcki dersime çalışmanın verdiği huzur ile sıranın bana gelmesini ve ho. camdan bir aferin kazanmak arzusunun verdiği çocuksu hislerimle başbaşayım. Birden bulunduğumuz eski evin kınk-dökük kapısının alışılmamış bir şe. kilde vuruluşu ile hepimiz irkiliyoruz. Aşağı katta oturan kiracı kapıyı açıyor fakat hepimiz pür dikkat acaba ne var diye geleni merak ediyoruz. Hoca dersi bırakmış elimizdeki kiiaplanmız yana düşmüş vaziyette geleni merak ederken, kapıdan beş polis ve bekçinin aniden içeri girişi hepimizi korkutuyor. Elli yaşlannda nur yüzlü, o müslüman kadınlığın örneği Ayşe Hoca Hanım ayağa kalkıyor ve polislerle arasında şu konuşma geçiyor: - Buyurun memur beyler, bir emriniz mi var? ٠ Siz burada çocuklara ne öğretiyorsunuz? - Allah nzası için bu çocuklara Kur'ân okumasını öğrcimcyc çalışıyorum. ٠ Kadın sen bunun yasak olduğunu bilmiyor musun? ٠ Yasak olduğunu bilmiyorum, benim bildiğim kötü şeyler yasaktır. Bu konuşmalan dinleyen bizler ise. kimimiz ağlıyor, kimimiz de korku­ dan kaçmaya çalışırken iki polis elimizdeki cüzleri topluyor, hepsmi gözümü­ zün önünde tekmelerken birisi de kibritle yakıyordu. Ayşe Hoca Hanımı bir po­ lisin saçlarından tutarak üst kanan alı kata zorla indirişi ve yapılan hakaıttlert ömrümün sonuna kadar unutamam.


c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DlN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Daha sonra bizlcri ikişer kol halinde olmak üzere, bugün anarşistlere dahi reva görülmeyen hareketlerle ite kaka karakola götürdüler. Babalanmızı. babası olmayanlann da yakınlannı karakola çağırdılar. Veli durumunda olanlann. bizleri neden hocaya gönderdiler diye ifadeleri alınıp, yeterince hakaret yapıldı. Aynca biz masum sabilerin bir daha kendi kitabımız olan Kur٠ân’ı öğrenmek için hocaya gitmemizi önleyici korkutucu tehdit ve tenbihten sonra belki de gı­ dasızlıktan solgun yüzlerimize birer tokat vurarak evlerimize gönderiyorlardı. O. nur yüzlü ve kalbi imanlı hocamızın bu hadiseden bir ay kadar sonra vefan çocuk olmamıza rağmen içimizde büyük bir iz bırakmıştı. Mekânı Cennet olsun. İsmail Karakuzu Malatya


im a m YALVARIYORDU: "HİÇ OLMAZSA BİR KIŞI OLSUN c a m iy e GELSİN DE CEMAATLE NAMAZ KILALIM"

Ben aslen îstanburiuyum. Çocukluğumda İstanbul’un Mercan semtinde otururduk. Babam, burada ahçılık yapan mütedeyyin bir zattı. Hatta. 31 Mart Vak.ası sırasında Selânikten gelen Hareket Ordusu mensuplanna karşı. Sultan Abdülhamid Han Hazrctlcri'ne fark.ı muhabbetinden silah istimal etmiş bu se­ beple de bilâhare yakalanıp Sclânik'e gönderilmiş vc orada iki yıl müddetle yol yapımında taş kmcı olarak fiilen çalıştırılmıştır. 1933.36 yıUannda ben ilk mektebe gidiyordum. Boş zamanlanmda baba­ ma yardım ederdim. Çok defa yakınımızdaki Örücüler Camii'nin imamının, mü­ ezzini göndererek babamı çağırtüğına ve camide hiç olmazsa bir tek cemaat bu­ lunsun diye ricada bulunduğuna şahit olmuşumdur. O devirde memlekette din vc iman müesseseleriyle en tabii dinî davranışlara karşı böylesine dehşetli bir terör vardı ki; kimse cami’e gidemiyordu. Bu yüzden bir çok cami boş kalıyor, namazlan imamlarla müezzinler tek başlanna kılıyorlardı. Babamın kimseden çekinmeyeceğini bilen komşu camiin imamı bu suretle adam göndererek hiç ol­ mazsa onunla bir cemaat teşkil etmek istiyordu. O tarihlerde bayram merasimleri Bayazid.de başlar. Taksim meydanına kadar marşlar söyliyerek yürünür ve Taksim.de söylenen nutuklarla nihayete ererdi. Ben Bayazıd Beşinci llkmcktcbinde okuyordum. Her bayram bizi bu şe­ kilde marşlar söyleyerek Taksim٠c kadar götürüp sonra da mektebe geri getirir­ lerdi. O yıllarda söyleyeceğimiz marşlardan birisi bestesi ve güftesiyle hâlâ haıınmdadır. Buna benzer birçok marş söylüyorduk. Fakat bu. hatıriadıkça tüylerimi ürpertecek derecede sarahaten küfrü terennüm eden bir marşu. Güftesi aynen şöylcdin


122

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Yerigöğuyaratan, TanrCyailkeşolan, Sensin ancak acunda, ilk ‫ﻻﻯ‬٠ilk güne§ olan... Sensin bize can veren Güç veren iman veren Yaşa ey Ulu Atatürk!...

BirgUn bu marşı manasım düşünmeden babamın yanında mınldanmışnm. ٠٠ asablycı-l diniye sahibi olan merhum önce ne söylediğimi anlamamış, sonra kulak kabartarak bu sözleri dinleyince bana şiddelle bir lokai vurmuş ve bana bir daha böyle şeyler .söylemememi lenbihlemişii. CHP'nin hakim.i mutlak bir suretle vatani tasarrufuna aldıgı 0 devirde yapiıklannı anlatmakla bitiremeyiz. Ben size şimdilik şahid olduğum İnkılâp Mezaliminden bu kadarcık da olsjj bahsetmiş oldum. Mehmet KÜRE Balat Mollaşki Mah. DOkmeci İbrahim Sk. No. 3 Fener/İstanbul 1‫ ﻭ‬75

‫)م‬

‫ﺍ‬

-

٠ _‫ﺓﺍ‬

‫ﻭ‬


٠^

ALTINCI BOLUM

HALK p a r t is i MİLLETVEKİLİ İBRAHİM ARVASTN KALEMİNDEN TEK PARTİ DÖNEMİNİN ZULÜM VE DİNSİZLİK UYGULAMALARI


e s k i h a l k p a r t is i m il l e t v e k il i

İBRAHİM ARVAS ANLATIYOR '.TARİHİ HAKİKATLER" ve "ÖLÜM TEHDİTLERİ" Cumhuriyetin ilk yıUanna ilişkin oiaylan. din.dcvlct ilişkilerini ve inanan halkın inançlan yüzünden devlet tarafından nasıl zulme uğradığını o günün dev­ let kademesinde bulunan ve milleti temsil makamında bulunan milletvckillerin. den de duymak mümkündür. Bunlardan bizce en önemlisi daha önce de sözünü ettiğimiz Gümüşhane Milletvekili Zeki Kadirbeyoglu merhumun ..Haiıralar'.ı ile. Van Mebusu ve TBMM'nin yılmaz din müdafisi İbrahim Arvas Bey'in. ٠Ta٠ rihi Hakikatler., adlı 1964 yılında Ankara'da yayımlanan hatıralandır. Zeki Kadirbeyoglu merhumun hatıralarını sonralan Cumhuriyet Halk Partisi iktidan ve yöneticileri yasaklamış fakat İbrahim Arvas Bey'in "haiıralar٠’ı yasak kapsamının dışında kalmıştır. Bu hatırat'tan bazı pasajlar aktarmak Cumhuriyet dönemi din.devicı iliş­ kilerini aydınlatması açısından bizlere önemli ipuçlan verecektir.

İbrahim Arvas, din.devlet ilişkileri açısından biraz daha ılımlı olan Ali Fethi Okyar kabinesinin düşürülmesi için İsmet Paşa ve hazırladığı kabincsince olmadık entrikalar çevrildiğini ve kabine değişikliğiyle iktidara daha bir hakim olabilmek için Ali Fethi Bey kabinesine mensup kişilerin kendiliklerinden kabi­ neden u/aklaşmalannı sağlamak için tehdit edildiğini ve yapılacak oylamada İsmet Paşa kabinesine oy vermeyecek olan milletvekillerinin ölümle tehdit edil­ diğini ve her türlü şanıaj'ın yapıldığını dile getirir. Van milletvekili İbrahim Arvas TBMM'deki Halk Partisine mensup arkadaşlanrun halet.i ruhiyesini ve panirün dine bakışını bakın nasıl anlaur: Halk Partisi'nin Dine Bakışaçısı ”... Ali Fethi Bey kabir١esi düşürülmek isteruyor ve İsmet Paşa kaNnesi nin kurulması arzulanıyordu. Oylama örgesi İsmet Paşa kabinesine oy vermeye­ cek olan millctvckineri de öldürülme tehdidi ile kaışt karşty. bulunuyordu.


n ıım 126________ CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLE.!. iLlŞlCİLERİ

CİLT 3

Haıtu bu yüzden bazı milletvekilleri öldürülme tehditleri karşısında "benim çoluk.çocuklanm ufaktır. Beni assalar onlar perişan kalır. Onun için kusura kal­ mayın, ben rey veremem, gideceğim" diyerek oylamaya katılmıyordu. Sonuç Ali Fethi Bey kabinesi 63’e karşı 73 oyla düşürülerek İsmet Paşa kabinesi kurul­ muş oluyordu."‫^*؛‬ İbrahim Arvas. halka karşı işlediği zulmün tahayyülün ötesinde olduğu Cumhuriyet Halk Partisi iktidannın veya tek kelimeyle İsmet Paşa ve ona katık­ sız bağlı olanlann iktidannın kendi arkadaşlarına, milletvekillerine bile, kendi­ lerini tensip etmediler diye ne tür zulüm ve işkencelere müracaat elliğini anlatır. Yukanda belirtilen mülahazalarla oylamadan kaçanlann veya İsmci Paşa ve kabinesine itimat etmeyenlerin başına gelenleri örnek gösterir hatırasında: ismet Paşa'ya Hayır Diyenler Cezalandırılıyorlaı

I L -!

‫؛؛‬il 1■

١

If

"Bu işin neticesi ve kötülüğü safha safha meydana çıkıyordu. Şark mebuslanndan İsmet Paşa'ya itimat edenlerle euncycnicr ve korkudan kaçıp da reye iştirak etmeyenler ve kaçıp ta rey vermeyenler de dahil hepsinin bütün ak­ raba ve taallukaunı kâmilcn nefyü tebid ettiler. Ve bir kısmını da İstiklfil Mah­ kemelerine şevketliler, iftira; tezvir ve tasni kampanyasının makinalan şiddetle çaJışünlıyor. dünyada görülmedik kötülükJer ve fenalıklar isnat ediliyor ve ha­ kikatmiş gibi mevkii muameleye konulup cezalandırılıyordu. Hele istiklâl Mah­ kemesinde Elâziz'de kelle müzayedesi yapılıyordu. Bu yüz altına bir kelle alıp salıyordu. Jurnali hazırlayan scricomiser ile Ali Saib'in çete arkadaşı Aşkitanlı Paşo.nun da fazla olarak elli altını vardı. Bu suretle Şark istiklâl Mahkemesi Reisliği'ndcn Ankara'ya dönen Ali Saib Bey altmış bin altınla geldi. Ve netice ola­ rak Şark vilâyetlerinde kulplu ve kulpsuz altın kökü kesildi. Şark İstiklâl Mahkemesi müddc.i umumîsi Süreyya Ozgccvrcn ise Büyükada'da merhum bir müşirin fevkalade ziynetli ve muhteşem köşkünü satın aldı­ ğında Atatürk kendini çağırttı ve Riyaseti cumhur muhasebesinden iki memur da islemiş; Süreyya Örgeevren'in gerek mebusluktan ve gerekse istiklâl Mahke­ mesi müddeimumiliğinden almış olduğu tahsisatını hesap ettirmiş; bütün aldığı tahsisat; harcırah da dahil; köşkün alım Halına tekabül etmemiştir. Ve Atatürk Süreyya'ya hitaben (siz benim şerefimle oynadınız; çaldınız, çırptınız; ulanmaz heriO diyerek kovmuş ve bir tokat da aşketmiştir. Müdde-i umumîsi'nin bir kaç ١ Ibrahkn Arvaı.

L

T â rih i H â kıkâ tie r.

s 45.48


TARİHİ HAİ^KAİLER VE ÖLÜM TEHDİTLERİ

127

cümle İle şarkılar aleyhindeki zulmü ile kin ve adavetini gösterir misaller arzcdiyim. Ne kadar baba oğul mahkumlar varsa evvela babanın gözü önünde oğlu­ nu astınr sonra babasını asardı. Bu hususda babanın feryadü fıganlan zerre kadar katı kalbine tesir etmezdi. Şark İstiklâl Mahkemesi reis ve azalan hepsi de bclalannı buldular. Ve her birisi ayn bir den ve ıztıraba müptelâ oldu."‫^^؛‬ Şeyh Said İsyanının Bir Başka Yönü İbrahim Arvas haiıraiannda Şeyh Said isyanına başvekil İsmet Paşa'nm lüzumundan fazla ehemmiyet vermesinin bir başka nedenini dile getirir. O da Halk Fırka.sına karşı TPCFyi (Terakkiperver Cumhuriyet Halk Fırkası) kurarak köklü bir muhalefete başlayan Kazım Karabekir Paşa ve onun İsmet Paşa ve ka­ binesine karşı takındığı tavırdır. İsmet Paşa'yı düşündüren dinine bağlılığı ve dindarlarla beraberliğini her fırsatta ispatlayan Kazım Karabekir Paşanın Terak­ kiperver Fırkası.na yine kendisi gibi özellikler taşıyan ordu ve kolordu kumandanlannın görevlerinden aynlarak milletvekili seçilmeleri ve Kazım Karabekir Paşa.nın yanında yer almalandır. Bu sebeple Başvekil İsmet Paşa İstanbul'da sıkıyönetim ilân ederek mu­ halefete karşı çok sen tutumlar içerisine girer. Buna rağmen muhalefeti czemcyince ve hatta bu davranışlar CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası)nda çözülmeleri anınnca ne yapıp edip Ankara İstiklâl Mahkemesi karanyla Terakkiperver Fırka.yı kapattınr. Çünkü Terakkiperver Fırka "din-i Islâmiye’yc önem veren, dindar. Allah'tan korkan, hatır ve gönülden ziyade hak ve hakikate riayetkâr mutekid" insanlardan oluşuyordu. Ve özellikle bu vasıllan üzerinde toplayan Terakkipcrvercilerin büyük çoğunluğu yüksek komutanlıklardan aynimış asker kişilerden oluşunca İsmet Paşa Şeyh Said isyanındım öte bu olaya ağırlık ver­ meye başlamıştı. Bu dummu İbrahim Ar\'as halıralannda şöyle dile getirir: "Çabakçurdaki Şeyh Said isyanına lüzumundan fazla ehemmiyet vermek­ teki mana dünkü ordu ve kolordu kumandanlannın kumandanlıklannı bırakarak mebus olmalannda aranmalıdır. Bahusus Kâzım Karabekir Paşa.nın reisliği al­ tında Terakkiperver fırkanın resmen açılışı İsmet Paşa kabinesini cidden telaşa düşürdü. Hatta Terakkiperver Fırkasını kapatan Ankara İstiklâl Mahkemesi nin karan üzerine Halk Partisi Grub içtimaında Başvekil İnönü şöyle söylüyordu (Başka memleketlerde olsaydı beş altı ordu ve kolordu kumandanlannın işini bı. 2.

İbrahim Arvas.

T an hi H a kika tle r,

s. 51


TT

128

c u m h u r iy e t d ö n e m i

DÎN v e DEVLE!' lÜŞKlLERİ

CİLT 3

rakarak siyasete atılmaları onların hepsinin idamını mucip olurdu. Yani hepsini toptan idam ederlerdi. Biz daha insaflı davranarak yalnız partilerini kapatmakla iktifa etlik.). Halk Partisi grub içtimaında Başvekil sıfatıyla böyle konuşan İsmet İnönüde paşalardan, siyasete atılmış eski komutanlardan biriydi. Ve kendisini ten­ sip eden nice eski silah arkadaşı ve komutan Halk Partisi milletvekili olarak kendisinin yanında yer almıştı. Tabi bir eski komutan olarak siyasete atıldığı için kendisinin idamını isteyecek bir konuşmacı veya bir başka İsmet Paşa yoktu o günlerde!. Biz yine Van Milletvekili İbrahim Arvas'ın yazdığı "Tarihi Hakikatler" adlı hatıralanndan konumuzu ilgilendiren bölümlerden alıntılamaya devam ede­ lim: "Din Yoluyla Giren Kelimelerin Hepsini İhraç Edelim" "Halk Partisinin 1946 Büyük Kurultayında tüzüğün 13.ncü maddesinin son fıkrası dikkatimi cclbetti ve bunu ya ıskat veya tadil ettirmek lüzumuna kani olduğum için tüzük encümenine girmeğe çalıştım. Çok aziz ve kıymetli arkadşım Nccmeddin Sahir Sıla'nın yardımı ile buna muvaffak oldum. On üçüncü maddenin son fıkrası şöyle idi (Diyanet yoluyla dilimize giren bütün yabancı kelimelerin milli menfaat bakımından ihraç edilmesi lâzımdır). Bu Kurultayda fıkra teyit edilseydi kesbi katiyet edecek ve ondan sonra fiiliyata geçilecekti. Bi­ naenaleyh bu fıkranın tevlit edeceği büyük suriş ve hercümcrci bildiğim için bu fıkranın tayyedilmesi hususunda bir takrir hazırladım ve müdafası için de on dört madde üzerine bir müdafaaname hazırladım. Diğer taraftan da encümen azalannın arasında kulis faaliyetine girişlim. Yirmi beş kişiden mürekkep encü­ men azaJanndan on dokuz zatın muvafakatim aldım. Fıkranın müzakeresi sıra­ sında söz aldım ve evvela fıkranın çok muğlak olduğunu; bunun izahının icap ettiğini sordum. Fıkrayı Parti İdare Heyeti namına müdafaa eden Tahsin Banguoglu ile Kırşehir Mebusu Sahir Kuruüuoğlu idi. Evvela onlar fıkrayı müdafaa ciLiJcr. Onlardan sonra söz aldım ve beyanallannı cerheder mahiyette konuştum. Bu fıkra mevkii tatbike konursa hem hükümet ve hem partinin halk nazanndaki mevkii tamamen tezelzüle uğrar ve muhabbet yerine kcndilerir١c karşı büyük bir gayz ve kin besleneceğine encümeni tatmin uler mahiyetle bulundum. Ve 3.

ibr٠l ٠m Afva٠.

T â r ih H â k k â tlâ f.

٠. 45.48.

٠


TAKİHÎ HAKİKATLER VE ÖLÜM TCHDlTLERİ

129

Ccnab-ı Hakk'm luiuf ve inayetiyle her İlcisini de mağlup ve mcbhuı cnim. Bak­ tılar ki iş sarpa sardı Reis saatma baktı. Yemek için celseyi tatil ediyorum dedi. Öğleden sonra saat üç buçukta encümen odasına girdiğim zaman reisin yimında Başvekil Haşan Saka ile Maarif Vekili Şemseddin Sirer Bey'in oturduğunu gör­ düm. Ben vaziyeti çaktım. Bunlar yardımcı gelmişlerdi. Celse açıldı. Banguoglu tekrar söz istedi. Bendeniz de söz istedim. Reis bana hitaben sana söz vermem dedi. Ben bütün kuvvetimle masaya bir yumruk indirdim ve haykırdım. Burası senin babanın çiftliği değil; milletin yeridir; ona söz verdinse bana da söz vere­ ceksin dedim. Reis Samsun Mebusu Hüsnü Çakır Bey senin hakkında nizamna­ meyi tatbik ederim dedi. Vay efendim vay dedim; et te göreyim seni; senden on sene evvel bu çatının altına gelmişim ben. Ve elimi de tabancamın üstüne koy­ dum. Hava çok elektriklendi. Nerede ise silahlar patlayacaktı. Tam bu esnada kuvvetli bir ses duyuldu. Reis bey; ben bu encümen azası değil miyim diyen Elaziz Mebusu Hunrem Müftügil idi. Reis, evet azasın dedi. Ben söz !.sterim dedi Buyurun Hurrcm Bey; dedi. Hunrem Bey söze başladı. Hulascien şöyle dedi. Öğleden evvel her iki tarafı da dinledik; Banguoglu ile Sahir Kurutluoğlu yerden göğe kadar haksızdırlar; onlara göre namaz tamamiyle fatihası ve zammı suresi ve ne Kur٠ûn okumak peygamber efendimizin okuduğu ve kıldığı gibi ol­ mayacak; İbrahim Bey ise bunu zıddı lammını müdafaa cni ve çok güzel bir hu­ lasa yaptı; gerek encümen azalarının ekseriyeti ve gerekse dinleyici olan delege ve mebuslann ekseriyeti azimesi onu teyit eltiler, binaenaleyh mabede giren bir adama; sen peygamberinin kıldığı gibi namaz kılmayacak.sın; ve Allah taralın­ dan indirilen Kur’ân.ı Peygamberin okuduğu gibi okumayacaksın demeğe kimin hakkı vardır? Böyle saçma şey olmaz; ben İbrahim Beyi destekliyor ve kendisi­ ne hak veriyorum dedi. Bu soğuk duş encümen reisi ve Banguoglu ile arkadaş­ larını şaşırtmıştı. Bu fırsattan bilistifade bizim tezi benimseyen bir encümen ar­ kadaş kifayeti müzakere takriri verdi. Reis bey kifayeti müzakere takriri reye koymak zorundayız; o kabul edilmezse devam edeceğiz; dedi. Esasen bu kifayeti müzakere takriri en çok reisin işine yaradı. Onu düştüğü müşkil mevki­ den kurtarıyordu. Çünkü bana söz vermeyeceğini söyicdk ben de Banguoğlu no. ylcrse behemehal ben de söylerim dedim. Aksi takdirde onu söyletmem; yaptı­ ğı tehdidin de para eunediğini de anlayınca hakikaten müşkül duruma düşmüştü. Kifayeti müzakere okundu. Ve reye konulup ekseriyetle kabul edildi. Ben derhal masaya vurarak benim tay teklifim cn evvel reye konacaktır, sonrj diğer teklifler reye konulur, nizamname maddesi sarihtir dedim. Evet dedi: kıkat birbirimizin yüzüne asla bakmıyorduk; çünkü reisden nefret ediyordum. Bari/ tarafgirlik ve haksızlık yaptığına bütün encümen azalanylc dinleyici delegeler


|l [|>

130

٠ II

CUMHURİYETİ' DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CILl

kanaat gelirdiler. Bir iki ay sonra da bu kadarcık fedakarlığına mükâfat olarak, müdafaı Milliye Vekili oldu. Benim tay teklifim reye kondu ve kahir ekseriyet olan 19 aza tarafından kabul edilerek fıkranın layyedildiği reis tarafından tebliğ olununca ben koşarak Hurrem Müfiüoğlu ile kucaklaştım. Biz ayrılınca etrafa, baktım; Başvekil Haşan Saka ve Maarif Vekili Şemseddin Sirer gitmişlerdi. ‫؛‬ Banguoğlu ile Sahir Kurutluoglu da uçmuşlardı. Bu suretle hak batıla galebe et­ mişti ve ibadet eden müslümanlar da katmerli bir beladan kunulmuş oldular. Haza min fazlı rabbi." ^.٠^ "İm am H atipler Skolastik Zihniyetin İfadesidir!"

I

I ‫؛؛؛‬ ■.1 :ı

:

i I.

٠^

'l.

3/Ocak/1948’den bir sene evvel teklif ettiğim Türk.îslâm İlahiyat Fakülte­ si Kanunu ile Imam-Haiip Ona ve Lise mekteplerinde din dersleri teklifi kanu­ nisi ve arkadaşlanmdan Konya Mcbuslanndan merhum Fatin Çöğmen ile Ordu Mebusu Hamdi Şarlan.ın teklif ettikleri Yüksek İslâm Enstitüsü Kanunu ve hep beraberce teklif ettiğimiz ilk mekteplerde din tedrisatı kanunu Maarif Encüme­ ninde Encümen Reisi Suud Kemal Yetkin ile Maarif Vekili Tahsin Banguoğlu elbirliği ederek bir seneden beri Maarif encümeninde hasır altı ettikleri ve bir türlü çıkanp ta müzakereye koymadıktan için bir şifahî sual takriri verdim ve 3/ Ocak/1948'dc Mecliste müzakere edildi. Ben böylece iki sene sonra yine Ban­ guoğlu ile karşılaştığımdan dolayı sevindim. Şifahî suallerde usulen evvelâ vekil suale cevap verir sonra sual sahibi mebus konuşur. Banguoğlu söze başladı. Hulasaten şöyle dedi. (İbrahim Bey'in bahsettiği Türk İslâm İlahiyat Fakültesiyle İmam.Haıip mektepleri skolastik zihniyetin ifadesidir, yani ona çağ zihniyetinin icabatıdır. Biz ise asri ve mo­ dem bir devlet kurduk. Artık bu gibi zihniyetlerin bizde yeri yoktur. Ve bundan dolayı biz bu mektepleri açmayız.) Ve daha bazı hczeyanlan da savurdu. Ben­ denizin verdiğim cevap hulasatan şöyle idi: (Skolastik dediğin zihniyet asıl Haham mektebidir. Mebdei bacşbin sene­ den başlar ve onun İkincisi heybeli Ada daki Rum papaz mektebidir. O da iki bin sermeden başlar. Sen bu iki mektebe de yardım ediyorsun. Maarif Vekâleti bütçesinde faslı mahsuslan vardır. Bunu inkâr edemezsin. İşte asıl skolastik zih­ niyet dediğin bu iki zihniyettir. Bizim tabi olduğumuz hars ise daha taze ve daha esaslıdır. Hem İmam Hatip mektepleri İkinci Büyük Millet Meclisi tarafınIbr٠h « n Arv ٠ f . Tsrht H skA aÜ ef. ٠ ^ * S 7


TAKİHİ HAKJKAİ^ER v e

ölüm

TCHDİTLERİ

131

(lan kanuni mahsus ile tesis edilmiştir Bu kanun tadil edilmediği gibi lağv da edilmemiştir Hâlû yaşıyor. Zatıûliniz ikinci Büyük Millet Meclisinden daha mı inkılapçısınız? Hem de sen müslümanlığa ait imam ve Hatib mektepleriyle Türk İslâm Ilahiyât Fakültesini açamazsın. Çünkü senin mensup olduğun gizli heyet bu işi sana yapürmaz. Yalnız Meclis ve Millet huzurunda sizden soruyorum: Bir taraftan üç mebusun teklifi kanunileri; diğer taraftan ilk mekteplerde din dersle­ ri okutmak için 24 mebusun verdiği layiha.ı kanuniyeyi sen Maarif Encümenin­ de bir scncdcnbcri ne selahiyeile mindcraltı etmişsin ve sen Maarif Vekili ola­ rak bu salahiyete haiz misin ve bu kuvveti nereden alıyorsun? dedim ve sordum. Fakat normal olarak değil; kemali tehevvürle ve çok yüksek sesle bağırarak haykırdım. Bir aralık coşmuşum, kuvvetli bir yumruğu masaya vurdum; önüm­ de oturan Banguoğiu.nun gözüne iki parmağımı sokarcasına uzattım; Tahsin Banguoğlu pusulayı tamamen şaşırmıştı. Böylecc çok kuvvetli ve cesaretli bir çıkış yapacağımı usla hesaba katmamıştı. Başına süt dökülmüş kediye döndü. Ve küçüldü; küçüldü; ufacık bir şey kaldı. Bön bön yüzüme baktı ve hiç cevap veremedi. Bu suretle kahhari bir şekilde mağlup oldu. Mecliste oturan Başvekil Haşan Saka'ya hitab ederek (muhterem Başvekilimden ricam budur. Bu adam bu işi yapamaz; bunu başka yere alın; bu işi yapacak bir maarif vekili inühab buyurun) dedim ve kürsüden indim. Boğazım tamamen kurumuş bir halde koridora çıktığımda arkadaşlanm etrafımı sardılar. Ve hepsi takdir ve hayranlıkJannı ifade buyurdular. Biraz sonra Tahsin Banguoğlu da gelerek beni tebrik etti ve şöyle dedi: (Aziz arkadaş cidden benden üstün konuşdun; ve candan seni tebrik ederim) diyerek büyük te­ vazu gösterdi ve ben muhakkak dediklerinizi yapacağım; dedi. Ve çok sevdiğim dedesi Fikri Paşa ile merhum babam Şeyh Hamid Paşanın dostluğundan başla­ yarak bendenizle Feridun Fikri'ye kadar uzanıp gelen dostluğun ve arkadaşlığın neticesi olarak çok samimi arkadaşını Feridun Fikri Bey ytuııma geldi ve takdir hislerini şöyle ifade etti. (Aziz arkadaşım; .sen yalnız hatib değilsin; korkunç bir hatibmişsin) diyerek iltifatta bulundu. Saraçoğlu ŞüknJ Bey de büna benzer ilü fallarda bulundu. 4/Ocak/1948.de bütün İstanbul ve Arücara Gazeteleri bu müna­ kaşamızı yazdılar ve b;ızılan Banguoğlu ile resimlerimizi yanyana koydular Hakikaten Banguoğlu ondan sonra faaliyete geçerek Üniversite camiası içinde İlahiyat Fakültesini açtı; imam Hatib mcktcblcri yerine İmam Hatib Kursbnm açü. Bugün mevcut olan İmam Hatib Orta ve Lise mekıcplcrinin esası ve temeli bu suretle 1948'dc atıldı. Bugün bile ihtiyaca kâfi değildir. Fakat imam kuvveti.


132________ CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVI.ET İLİŞI^JLERİ___________ CİLT

bir maarif vekili işbaşına geldiği zaman bu dini mekıcplcrin işi de kökünden halledilmiş olacaktır... Gazeteler ve Gazetecilerin Din Düşmanlığı 1940-1950 yıllan arası gazetelerin ve gazetecilerin dine ve mukaddesata en çok saldırdığı yıllardır. Bugünkü şiddetinden çok fazla bir hücumla dinini öğrenmek adına saklı din eğitimi yapanlann Jumallendiği. camilerde halkı Islâm’ı yaşamaya davet eden vaiz ve müftilerin. hatiplerin ”gerici’., ”mürteci” ve ”yobaz” yaftalanyla güvenlik kuvvetlerine adreslendiği o yılların baş mimarları­ dır gazeteler ve gazeteciler. Çankaya kitabının yazan. "Atatürk öldü ise haşamızda Stalin ve İnönü vardır” diyen FaJih Rıfkı Atay.dan tutun, her fırsatla dine küfretmeyi kendisi için bir gaye sayan Ahmed Emin Yalman’a ve Cumhuriyet Gazetesi sahibi Yunus Nadi'ye. Tanin sahibi Hüseyin Cahid Yalçın.a ve Hürriyet sahibi Sedat Simavi’ye kadar uzanan bir dizi gazeteci. Cumhuriyet döneminin devletin din ü/crine.dindarlar üzerine baskısını hazırlayan kişileridir bunlar. Bu aktörler ve gazetelerin ne idüğünü gelin yine İbrahim Arvas'ın halıralanndan okuyalım: "Biraz da o zamanın meşhur muharrirlerinden bahsetmek isterim. Falih Rıfkı kırk seneden beri nerede yazı yazmış ise mukaddesatımıza hücum etmiş ve ekser yazılannda şimal komşumuzu övmüş ve temposuna ayak uydurmuştur. Hana Atatürk’ün ölümünde bir makale yazarak (Ataiatürk öldü ise başımızda Stalin ve İnönü vardır) demiş. Hele Suriye Kumandanı Celal Paşa’dan bahsettik­ çe ağzının suyu akar ve bilapcr\'azanc atıp tutardı. İkinci Büyük Millet Meclisi zamanında Ankara’dan İstanbul'a giden mebuslan gazeteciler Haydarpaşa’da karşılar ve havadis sorarlardı. Merhum Erzurum mebusu Raif Dinç’e (Raif Hoca)ya muharririn biri Falih Rılkı Bey sizin aleyhinizde şiddetli bir makale yazmış; işte size takdim ediyorum dedi ve gazeteyi verdi ve siz buna ne diyor­ sunuz diye sordu. Mumaileyh Raif Dinç (Ben nc diyeceğim; o her doğruya arka çevirir) dedi. Peki böyle yazmağa müsaade eder misiniz? sualini de (evet yazı­ nız) dedi. Ve ertesi günü birçok gazetelerde bu beyanatı neşredilmiş oldu. Ben mumaileyhe (hocam bu beyanaunızla şiddetli münakaşaya hazırlanın) dedim; (Zaten istediğim budur) dedi. Falih Rıfkı ise papucun pahalıya mal olacağını bildiği için hiçbir ses ve şada çıkarmadı.

r

5.

Ibr٠ h ٠m A rv a ı. Tanht HaktkaOer, ı . 4 5 -4 8 .


XAKİHİ HAKJIO^^^ER VE ÖLÜM TEHDİTLERİ

133

Biraz da Ahmcd Emin Yalman.ı anlatacağım. Bir gün Mustafa Kemal Paşa Meclisteki Reisicumhur salonundan; çıkmak üzere iniyordu. Büyük kori­ dorda elliden fazla mebus vardı v j halen de orada hazır olanlardan bcrhayaı olanlar da vardır. Yalman kendisine tazim ve hürmetlerini arzetmek üzere mer­ divenin dip tarafında duruyordu. Yerden kandilli bir temenna ile eğildi. Kalkın­ ca kendisini tanıyan reisicumhur "Vay herif; sen beni tazim etmeğe mi geldin; Defolup git memleketten; elimi kanına bulaştınma; ben hayatta iken sen bu memlekette yazı yazamazsın" dedi ve kapıdan çıkıncaya kadar Yalman'a küfür­ ler savurarak gitti. Beş gün sonra Amerika’ya giden ilk vapura Yalman atladı ve Amerika'ya gitti. Ancak beş sene sonra Atatürk'ün ölümünde geldi. Ve sanki hiçbir şey olmamış gibi yazılanna başladı ve Atatürk'ün yerine oiuranlardiin da himaye gördü. Bendeniz bu hususta en çok Celâl Bayaria hayret ediyorum. Amerika ve Pakistan'da söylediği nutuklarda ömrünün sonuna kadar Atatürk’ün teveccühü ve arkadaşlığı medan iftihanm olacaktır diyen Bayar٠m zamanında Yalman yine bütün Türk matbuatının mümessillik ve reisliğini yaptı. Atatürk'ün sürdüğü ve yazı yazmaktan menettiği bu adama bu derece mevki vermek Ata­ türkçülük ve Atatürk sevgisi ile ne kadar kabili teliftir; bunu karilerime bırakınm. Yunus Nadi Bey'in omık olduğu bir şirketin Müdafaaı Milliyeye çürük eğer takımlariylc diğer koşum takımlan verdiği ve bunlann işe yaramadığı mec­ liste mevzubahis oldu. Ve Yunus Nadi Bey’in mahkumiyeti ve tazminatla mü­ kellef tutulması için kuvvetli bir cereyan belirdi. Binaenaleyh bir çok eşikleri öpmekle ve bin bela ile ancak yakasını kurtarabildi. Bunun üzerine Reisicumhur kendisini çağırdı (Yunus Nadi Bey. sen benim şerefimle oynuyorsun. hangi yahudi şirketini tetkik edersek kulaklann şirketin arkasında görünüyor, sen Cum­ huriyeti çıkaracak bir şahsiyet değilsin; yanndan itibaren gazeteyi çıkarmıyacaksın; aksi takdirde seni toprakaltı ederim.) dedi, ertesi gün Cumhuriyet gazetesi kapandı. Beş altı ay kapalı kalan Cumhuriyet Gazetesini açmak için Yunus Nadi bey binbireşik öptü. Ve iki sene sonra hastalanıp Avrupa'ya gittiği zaman milyonlarca lirası bankalarda idi. Alman harbi olduğu için kendisine döviz gönderilcmcdi. Ve Avrupa'da sefalet içinde öldü. Hüseyin Cahid Yalçın; Tanin Gazetesi sahibi elli senelik gazetecilik ha­ yalı boyunca müslümanlann hissiyatını daima rencide eder yazılar yazardı An­ kara istiklâl Mahkemesine Cavid Beyle beraber gctinidi. Gizli cemiyet kurmak lan mültehim idiler. Maliye Vekili Cavid Bey idama mahkûm oldu, asıldı vc bir dönme memlekcilc azaldı. Amma mason olan Hüseyin Cahid Yalçın idamdan


134

sı m

!1

s s .

pdan zulümlerin boyutunu sergilemeye yeter vaziyettedir.

^ '

Özellikle rejim-hasın ilişkisi ile İslâm’a karşı yürütülen saldırıların o gunku boyutu ile bugün rejim-basın işbirliğtyle İslâm’a ve müslümanlara karşı yürütülen düşmanca tavırların benzerliği çok dikkat çekicidir. Ha tek parti dönemi olmuş, ha çok partili dönem olmuş rejim açısında Islâm a düşmanlık hiç hir zaman değişmemiştir. ٠

6

٠b r ٠h ım A r v ... Tm ih

٠ 78.


r

ŞÜ K RÜ SA R A Ç O Ğ LU : "K U R 'Â N Ç Ö L KANUNUDUR. ONDAN K U R T U L M A L IY IZ . H İÇ O LM A ZSA K U R 'Â N ’DA Kİ M ED EN İ A Y E T L E R İ Ç IK A R T A L IM . ÇÜ NK Ü O N LA R A H K A M D IR "

"... Kürsüye gelen Şükrü Saraçoğlu Adliye Vekili sıfaiiylc meclis kürsü­ sünden kanuni medeni lehinde propaganda yaparken ve konuşurken hiç yerinde olmadığı halde büyük bir soğukkanlılıkla biz yeni kurduğumuz devletin müıc. nasib olarak bir kanunu medeni vücuda getiriyoruz; ve ağzım bozarak (Çöl Kanunu)ndan kurtulacağız demesi üzerine İkinci Meclis galeyana gelerek ve ka­ paklara vurarak sükûta ve kürsüden inmeğe düvel etmişlerdir. Meclisin sağında Vasıf Çınar, solunda Mahmul Bozkurt avazları çıktığı kadar devam devam diye bağırdıklan halde Meclisin ekseriyeti azimesi onlan da susmak zorunda bırak­ mıştır. Reis Meclisin sükûnetini temin etmekten aciz kaldığı için celseyi laül et­ miştir. Fakat celse tatilinden sonra Meclis dakikalarca aynı heyecan ve aynı şid­ det içinde bağmp çağırmış ve hiçbir kimse yerinden kalkmamıştır. Saracoğlundan sonra başvekil olan Haşan Saka doğru; dürüst, ümsali İffet ve şeref bir zattı. Zamanında teklif edilen ilk mekteplere din tedrisatı kanunu Halk Partisi grubunda müzakere edilirken Behçet Kemal Çağlar ile olan müna­ kaşa üzerine Behçet Kemal Çağlann İbrahim Arvas'a taviz veriliyor şeklindeki beyanatı üzerine söz alarak kürsüye gelen Başvekil Haşan Saka çok veciz bir nutuk söylemiş ve Behçet Kemal Çağlan susturmuşiur. Hatla hiç unutmadığım bir cümlesini nakledeceğim. Behçet Kemal Çağlaria (ben yirmi beş sene Musta­ fa Kcmal.in arkadaşlığını yaptım; senin zan ve tahmin etliğin gibi Mustafa Kemal Paşa dinsiz değildi. Ve dini kaldınnak islemiyordu. Onun yegâne arzusu taassubu kırmaku) dedi ve ilk mcktcblerde din tedrisaurun yapılması lüzumunu da ileri sürdü; daha doğrusu teklif sahibi bulunan yirmi üç mebusu destekledi ve bu suretle ilk mcktcblerde din tedrisatı esası vazedilerek kanun layihasıru ço­ ğunlukla meclise kabul ettirdi. Mevla gariki rahmet cylcyc.


136

١٠

CUMHURfYET DÖNEMİ DlN VE DE ^

١IiJŞKJLERJ

c il t

3

Onun yerine gelen Şemseddin Günalıay'm zamanında bir gün Diyanet İş­ leri bütçesi konuşulurken kürsüye gelen Afyonkarahisar mebusu Dr. Ahmet Sclgil dedi ki: Diyanet İşlerinden rica ediyorum; Kur'ân-ı Kerim'i Türkçeleştirsin namaz surelerini ve dualanda Türkçeye çevirsin; bu suretle biz ibadetimizi Türkçe olarak yapalım. Bu beyan üzerine ben kendisine çıkıştım; in aşağı; sen dinden bihaber bir adamsın; ve beş yüz milyon müslümanın kitabı ile oynamak salâhiyetinde değilsin dedim. Bunun üzerine müthiş gürültü koptu; reis inzibatı temin edemedi ve binnctice celseyi tatil etti. İkinci celsede kürsüye gelen Baş­ vekil Şemseddin Günaliay telifi beyan maksadilc söze başladı ve neticede Kur.an-ı ikiye bölerek bir kısmı Mekke ve bir kısmı Medinede nazil olmuş; biz Mckkcdckilcri alınz çünkü duadır. Medinedekıleri bırakmz; çünkü ahkâmdır ve biz Müslüman ahkâmını tatbik etmekten hariciz; dedi..’^ ‫؛‬ Düşünün bir kere medrese çılaşU. güya alim olan başbakan Şemseddin Günaltay Kur'ân'ın .'Medeni' âyetlerini Kur'ân'dan dışlamakla ne büyük bir kafırlik sergilemektedir vebu insan üstelik dindar kitlenin tepkisinin Halk Bartisi. nc kar^ı azaltılması İçin ismet İnönü t a r a f l â n hıısıısen haşhakanlıga atanmıştir. Her dönemde ٠٠belam'.lara dikkat miislüman insanin en önemli vazifesi olsa gerektir. Cıunhııriyet Dönemi uygulamalarında en çok bu tür belamı insanlar yü:iinden din ve dindarlar zarar görmüştür.

7

lbTBh٠١١Arvas. Tıriıt Hskjkatter, ، 78.


I

M

y e d in c i b o l u m

h a l if e l iğ in m e c l is t e k i t e k

SAVUNUCUSU ZEKİ KADİRBEYOĞLU'NUN KALEMİNDEN CUMHURİYET DÖNEMİ ZULÜMLERİ

- «• r.:


٢٠■ ‫ﺹ‬

I. ve II. DONEM G U ^ Ç H A N E M IL L E T ^K IL I z e k i KADIr BEYOG l U ANLATreOR: C U ^ J R ^ T DÖNEMİ Z U L Ü I E R İ I E N ..HAEK PA R TİSİ KAFASr.NA ÖRN EK LER VE G Ü ^JÇ H A N E E Z ^ T L E R İ !

.'Bilmez olurmuyum cvlai 0 günleri. ‫ ؛ ؟‬Iclcrçckrigimiz. din adna lakiba. ta ug٢ad»٤ jm،z. bazı yerierde de akla hayale gelmedik zulümler gd^ügümüy günledir 0 günler. Daha 15 yaşmdayd.m ki. hilafetin kaldjnidı‫! ؛‬. mektep, medrcselerin kapauldigi. eski yazt ile her tür eğitimin yasaklandı^ memleketin her tarafına duyumluyordu. Ben I325'li olduğuma gdre 1540.1ı yıllardı. Zaten hilafetin kaldınlı‫!؟‬. medreselerin kapatılıp. "Tevhid.i Tedrisat', kanununun ‫ ؟‬ık‫ ذ‬n ‫ ا‬l‫ اﻷا‬ve Şe^ijc ve. kaletinin İlgası 3 Mart 1 H 9 2 4 tarihidir. Ben GUmUşhaneli oldugum İçin ve 0 günlere aklim yciligi^ en ‫ ؛‬imdi çok iyi hanrlayabiliyofum: Bi^im Gümüşhane milletvekili. Kadi ‫^ ذ ه‬٠‫ دا‬gul‫ا‬an‫ ﻟ ﺔ‬an Zeki Bey. Büyük Millet Meelisi Olunımlannda Hilafeti savunduğu İçin, meklep. medreselerin kapaulmasına karşı çıktığı İçin memleketimizde çok sevilen h، r ٢: sandı. Nitekim Gumdşhaı^.lilcr. ^ r turlu seçim baskısına rağmen. Jandarm.، ve Komutan baskılanna rağmen Zeki Kadirtvyoglu.nu bağımsız milletvekıl. *alarak içm işlerdi. Zt‘kı Kadirtvyoglu 0 zamanki meelisin de tek bağımsız miU٣^ e k ١٠! idi. Cumhuriyet Halk Bartisi.nden değildi.

Zeki Bcy.in GUmUşhaneli olm^şi ve çok tanınmış bir sulıicden. KaO،;bçy oğlu su lalesı^ n gelmesi, mcdre^lenn k ap itılm asır^ . eski >‫ س‬ûç ‫ا‬، ‫ ﻟﺌﺈه‬٠‫ ه‬٠٠١ yoklanmasından sonra ‫ ئ‬ili ^ r ddnero Gümü^١aw 'ı^ medrese c٠# i ٠mîS.:،. Ku^İ d ve din Ihmlen eğiliminin ysaklanmasını, tâlube uğıaolmamaMTu ١٠٤١٠ mışiı Bu durum H 3 2 3 c r e kadar s l ü ş t ü G ûnıüşha^ v t kOy^rira^ 1924.1932 y٦llan afisi Kuj/|R V. -

٠٤٠ ٠ ٠٠

ilılc r i tednsındekj kolaylık ve y kl ® y devletuı Zeki Bey'tn nuhızuna biğb feylenli.

٠k٠ -

k


IIITT I، ، ،

I. I. 1

I

140

c u m h u r iy e t d ö n e m i

DlN VE DEVLEl' ILIŞKJLEI^

C İLT 3

1932'dcn sonra ezan Türkçe okunmaya başlayınca ve Arapça ezan okuma yasaklanıp, okuyanlar hakkında adl.i takibat yapılacağı belirtildikten sonra Gümüşhanede önceki gevşek ve yasaksız uygulamalar da son buluyordu. Çünkü Başvekil ismet Paşa ile bizim Gümüşhane milletvekili Zeki Kadirbeyoğlu ara­ sında bu dinî uygulamalardan dolayı müthiş bir düşmanlık başlamış. Başvekil ismet Paşa Cumhuriyet Halk Partisinden milletvekili olmamasını ve Halk Parti­ si aleyhine çalışmalar yapmasını fırsat bilerek, Zeki Bey üzerine ve dolayısıyla Gümüşhane üzerine şiddetli takip ve baskılar başlatmıştı. Neredeyse Gümüşhanedeki her caminin imam ve müezzini ve her mescit Kur.ân okutulup okutulma­ dığı. Türkçe ezan okunup okunmadığı hakkında takibe başlanmıştı. Evlerinde, tarlalannda. ormanda ve gizli yerlerde saklı saklı Kur'ân oku­ yan ve okutanlar hakkında takibatlar yoğunlaşmış, yakalananlara karakolda iş­ kenceler yapılmaya başlartmışü. Gümüşhane'nin ve Gümüşhanclilerin dindarlığından olsa gerek o zaman­ ların Jandarma kumandanlan. askerî erkanı ve mülkî amirleri hep Halk Partisi karaşındandı. Yani hcp.si Kur.ân okutulmasına, okunmasına karşı çıkan kişiler­ di. Hele içlerinde hem Vali vekilliği ve hem de Jandarma Kumandanlığı yapmış olan Osman Bey. takibatlardaki acımasızlığı ile meşhur olmuştur. Bizim oralar­ da Jandarma kumandanı Osman denilince, hemen akla Kur.ânlan toplatan, evle­ re ve tarlalara baskınlar yaptıran, Jandarmalanyla. saklı din eğitimi görenleri dipciklcitircn kişi akla gelirdi. 17-18 yaşlanndaydırg. hocamız Mustafa Efendiden ders okurken arkadaşlanmla beraber Jandarmalarca yakalanmış, yaka-paça karakola dipçiklenerek götürülmüştük. En çok üzüldüğüm de hocamız Mustafa efendinin o genç asker­ ler tarafından sakalından tutularak, neredeyse sürüklenerek karakola götüoilüşü idi. Bizi biraz dövdükten ve bir daha böyle yapmayın diye nasihat etlikten sonra salıvermişlerdi. Ama hocamız yapılan şikayetlerden olsa gerek 3 gün karakolda nezarette kalmıştı. Hocamız nezaretten çıkuğmda bitkin ve halsiz bir vaziycitcydi. Kendisine içerde kuru ekmek ve sudan başka birşey vermemişler. Üç günde 6.7 kilo ver­ mişti. Zavallı Mustafa Hoca o hadiseden sonra bir daha kimseye ders veremedi. Korktuğundan değildi. Çünkü çok sıkı takip ediliyordu. Evine ve camisine de­ vamlı b'.skmlar yapılıyordu. Hele hele eski yazınm bırakılıp, yeni yazıya geçil­ diği yıllarda artık Kurbân okumak ve okutmak büsbütün yasaklanmıştı. Diyebili­ rim ki en az 20 sene memleketin her yerinde Kur'ân okumak ve okuunak


CUMHURİYET DÖNEMİ ZULÜMLERİNDEN

141

mümkün olmadı. Kaçak, gizlice ne okutulduysa veya ne öğrcüldiyse o kâr kaldı. Demokrat Partisini de iktidara getiren tek şey kanaatimce bu çeşit dini baskılar dolayısıyla olmuştu. Çünkü halk artık bu dönemi "din elden gitti" "din­ sizlik dönemi" "Cenazelerimizi bile kaldıracak din adamı kalmadı" gibi adlarla adlandmyordu. Benim o yıllarda en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de "kurunun ya­ nında yaş da yanar" hesabı hocalara, hocacfcndilcre yapılan baskı sadece kendi­ leriyle kalmıyor akrabalanna hatta sülalerine kadar uzanıyordu. Hocaların, hocacfendilcrin akrabalanndan öyle pek dinle diyanetle alaka­ sı olmayanlardan bile karakolda sorguya çekilenler oluyordu. Bizim özellikle 1924-1950 arası Tek Parti dönemini ve bu dönem içersin­ de asayiş adına, memlekete huzur getirmek adına, dine yapılan, dindarlara yapı­ lan baskılan unutmamız sözkonusu değildir. Gümüşhancli 1325.1909 doğumlu Hacı Mchmcd Öztürk.ün anlaitıklan ister istemez yeniden aklımıza Gümüşhane milletvekili, aklımıza gelirdi. Zeki Kadirbeyoğlu gerek hilafetin ilgası ve gerekse Saltanatın kaldıniması konusun­ da millet ve memleketini düşünerek ve hiç kimseden korkmadan, aldığı yüzler­ ce ölüm tehdidine rağmen İslâmî ve müslümanlan her şama savunan biri ol­ muştur. Onun bu "müsecccl" özelliği tabiki başına büyük işler açtırmamış değildir. Din adına, dindarlan ve müslümanlan koruma adına uğradığı takibat ve zulümleri bizzat kendisinin kaleme aldığı "Hatırûl" isimli eserinde anlatır. Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllan ve yapılan tek pani seçimlerindeki müslüman düşüncesine yönelik baskılan gözler önüne sermesi açısından Zeki Kadirbeyoğlunun "Haiırât"ı çok önemlidir.^.^ Zeki KADİRBEYOĞLU, 1300 (rOmî) senesinde Gümüşhane'de dünyaya gelmiştir; Kadirbeyzâde ailesinden İbrahim LOtÜ Paşa'nm oğludur. Ailesi aslen AmasyalI ohıp. Yavuz Suttan Selim Han zamanında Amasya'da Uçbeyi olan Kadirbey Gümüşhane KalesTnin lettvne memur edilmiş ve fetihten sonra buraya bey olarak yerleşmiştir Zeki Bey. 1321 yılında Galatasaray Sultanisini bitirdiklen sonra o ara G٠zze١de mutasarnf bu­ lunan babasının yanırsa gitmiş, orada bir ser>e kadar kaldıktan sonra Gümüşhane'ye gederek ticaret hayatına atılmıştır. Binna Cihan Harbi sonunda yurdumuzım işgale uğraması uzenne Mılfl Mücadele bayrağını açan Erzurum Kongresi ne .murahhas ı mes'ul. otarak kaeHmş ve Gümüşhane'den mebus seçilerek IstanbuTdakı M٠cüs٠ı Mebusan'a ı٠٠r٠K e١miş٠r. 1923 da ya.


٠ J

: I

142

CUMMURİYEI' DÖNEMİ DİN VE DEVLE.!' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Şark da Millî Mücadele harckâlını başlatanlardan. Erzurum Kongresi’ne. İstanbul'daki Mcclis.i Mebusân'a ve 2. İntihab devresinde T.B.M.M.nc iştirak etmiş olan Gümüşhane meb'usu Zeki Kadirbeyoğlu yazdığı Haiırat'ıa o devrede­ ki mebus seçimini bakın nasıl anlatmaktadır:

I

O zaman intihabat vilaycilcrde ayn ayn yapılıyor ve kaza merkezlerinde bile birer ikişer gün fasıla ile müntehib-i saniler rey veriyorlardı. Bugünkü gibi bütün memleket bir anda ve bir günde mebus seçimi yapılmıyordu. İlk intihab Kelkit kazasına emir verildi. Süvari Seyyar Jandarma Taburu, kaza merkezini ihata ederek Tabur Ku­ mandanı bir müfreze ile ayrıca Belediye Dairesini çevirip kendisi de içeri girdi. Firavni Yöntemle Yapılan Seçimler! Aynı Ztimanda Jandarma kumandanı, kaymakam vekili tedbir alarak o da Belediye dairesine dahil oldu. Müntehib-i saniler de tamam olduğundan Beledi­ ye Reisi Hacı Alûcddin Bey merhum ayağa kalkarak: «Büyük misafirlerimiz biz şimdi mebus intihabına başlıyacağımızdan, sizlerin Belediye Dairesinde lütfen çıkmanızı rica ederiz. Ar/u buyrulur ise, yanımızdaki ufak odada oturunuz» de­ mesi üzerine. Süvari Binbaşısı ile Kaymakam Vekili olan jandarma kumandanı: «Biz. buraya intihabı yaptırmak için geldik, intihap bizim yaramızda yapılacak ve her müntehib-i saninin yazdığı veyahut yazdıracağı pusuialan göreceğiz. Hü­ kümetin istedikleri adamlardan başka hiç kimseye rey verilemez» dediler. Bu açık ve sarih tehdit karşısında Belediye Reisi Hacı Alûcddin Bey mer­ hum: «Efendiler, bizim elimizdeki intihap Kanununda sizlerin bulunacağına dair hiçbir kayıt yoktur ve halk da kendi vekilini kendisi seçeceğine ve buna kanşanlann ağır eczalara çarptmlacağına dair maddeler de vardır. Hükümet istedi­ ğini yapacaksa, daha bu ahtdiyi aylardan beri köylerinde niçin tedirgin edip, bu mahsul zamanı yerlerinden oynattınız? Kaza İdare Meclisi karan ile yapılır, bi­ terdi. Biz de bu eziyetlere katlanmazdık. Ben sizi, burada bırakamam. Elimdeki kanun da bunu emrediyor.» Binbaşı ve Jandarma kumandanı: Biz emir aldık. Müntehib-i saniler hü­ kümetin gösterdiği zevata reylerini verecek. Vermedikleri takdirde biz vcrdiricp٠lan 2 n . d ٠vr9 ınbhâbınds Halk Fırkası (Partisi) dışır١d ٥ müslak.l olarak namz.tlığını koymuş V. saomı kazanarak Mecliso Gümuşhar١. müstakil mebusu sıfatıyla girmiştir Kâzım Karabekır Paşa'nın kurduğu Terakkiperver Fırkaya giren Zeki Bey. İzmir Suikastı hadisesinde arkadaş* lan rfe bıdıkt. • e ^ f edıknış. muhakeme sonunda beraat ederek Meclise dönmüştür. Bundan fonra siyasî hayattan çekilip İstanbul'da yerleşmiştir, 7 Temmuz 1952 larihir>de vefat eden ye EdKnekapı Ş٠ hK l ٠٥ı٠n d . medlun bulurıan merhum Zeki Bey.in hayatta b،r oğlu (Av. Sabahattin Kedirteyoğlu - 11 devre MıMetvekdi) ve iki kızı vardır.


CUMHURİYET DÖNEMİ ZULÜMLERİNDEN

143

ccğiz. Başka münakaşa istemez.» diyerek kesip atarlar. Bunun üzerine Hac. Alâaddin Bey: «Madem ki böyle emir aldınız, böyle ar/u ediyorsunuz, bizler de Kaza namına Mebus intihabına iştirak etmiyoruz ve çıkıyoruz. Sizlerde istedi­ ğiniz gibi oturabilirsiniz.» deyip, bütün müntehib-i sanilerlc beraber Belediye Dairesini terkederek. kasaba içersine dağılırlar. Neticenin bu hâli kcsbcdeccğini hiç de ümit etmiyen kumandan ve kay­ makam vekili hayretler içerisinde şaşmrlar. binbaşı doğruca telgrafhaneye koşup, evvelce aldıklan talimat dairesinde Mustafa Kemal Paşa.yı aramağa mecbur kalır. Bir buçuk saat zarfında irtibat temin edilerek, Kelkit Belediye Reisinin ve müntehib-i sanilerin aldığı vaziyet Mustafa Kemal Paşa’ya bildirilir. (Bu muha­ bere Kelkit Telgraf ve Posta Memuru Gümüşhanc'ii Müfıüzâde. ciyevm müte­ kait ve berhayat bulunan İsmail Efendiden aynen alınmıştır.) M. Kemal Paşa, Belediye Reisini telgraf başına çağırmalannı emreder. Reis Hacı Alûadden Bey'i hanesinden çağınrlar. Milyonlarca insana nümunc olacak şekilde medenî cesaretini gösteren bu hamiyetli Koca Türk telgraf odası­ na girerken. Mustafa Kemal Paşa karşısındaymış gibi fesini düzeltmiş ve ceketi­ nin önünü iliklemekle velev gıyabında bile olsa büyüğüne karşı olan bu tazimini göstermiştir. Muhabere memuru Mustafa Kemal Paşa’ya. Belediye Reisinin hazır bu­ lunduğunu ve aldığı vaziyeti haber vermesi üzerine; Mustafa Kemal Paşa: «Reise selâmlarımı söyleyiniz» demiş. Reis de bil­ mukabele Paşanın ellerinden öptüğünü bildirmişti. Mustafa Kemal Paşa: «Hacı Bey! Benim size gösterdiğim mebuslara rey verecek olursanız, hem sizin hem de memleketiniz hakkında çok iyi olur. Ve siz de. memnun olursunuz. Zeki Bcy.i biz boş bırakmayacağız. En yakın zamanda onu en büyük memuriyetlere koyacağız. Kelkit ahâlisine de selamlarımı söyle­ yiniz. Tekrar ediyorum. Zeki Bey hakkında hiç merak etmeyiniz... Hacı Alâaddin Bey: «Paşam ellerinden Öperim. Bu benim elimde değildir. Halk and içmiştir. Zeki Bey Umumî Harbte bizim ölümüze tabut, dirimize beşik olmuştur. Bizi her türlü felâketten kurtarmış harpten sonra da açlıktan ölüm de­ recesine gelen ahalinin imdadına yetişerek bize hem yiyecek ve hem de tohum­ luk temin etmiştir. Eğer bizi istemiyorsan, birer kağnı, bir de massa.mız vardır. Yer gösterin gidelim. Biz vekil olarak Zeki Beyi isliyoruz.»


llpı 144

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLEf ILIŞKJLERİ

C İLT 3

Mustafa Kemal Paşa. «Massa nedir?» diye sual etmesi üzerine. Memur İsmail Efendi, arabaya koşulan hayvanatı sürmek için, iki metre uzunluğunda bir değneğin ucuna sokulan bir çiviye massa tabir edildiğini izah eder. Mustafa Kemal Paşa: «Binbaşı ve jandarma kumandanı orda mıdır?» suâline karşı da. muhabere memuru «Evet, buradadırlar Paşam» cevabını verir. Mustafa Kemal Paşa, onlara hitaben: «Çekiliniz! Ve intihabı serbest bıra­ kınız. Bu nisbette azimkar olan bir halka fazla tazyik yapılamaz» derler. Bunun üzerine ikindiye yakın müntchib ٠i sânilcr Belediye Dâiresinde tek­ rar içtima ederek iki rey muhalife karşı bütün reyleri bana verdiler, diğerleri, birçok kimselere dağıtıldı. Bu hâli haber alan Seyran Jandarma kumandanı ve aynı zamanda Kayma­ kam Vekili, Belediye reisine gidip yalvararak, aman beni tehlikeli bir mevkie düşürmeyiniz. Reyleri şimdiden taksim edelim. Tam ve mutlak biri Zeki Bey'e diğer reyleri de Celâl Bey'e. Haşan Fehmi Bey'e, Rıza Bey'e. Asım Bey'e bu dördüne taksim edelim. Reis Giriflinzadc Mehmed Bey’i anca bu şekilde iknâ edebilirler. Ve Seyran'da reyler açık açık yazılarak Reis Mehmed Bey'in kontro­ lünden geçtikten sonra intihap bu şekilde yapılır.

!1

Dorul kazasına gelince, iki kazanın müntehib-i sânilcrinc müsavi olan bu daire-i intihâbiyyede Gümüşhane Jandarma Kumandanı ve aynı zamanda Vali vekili olan Osman Bey, aşağıdaki telgrafı E>orul Jandarma Kumandanı ve Kay­ makam Vekiline çeker Dorul Kaymakam Vekâletine İntihap hakkında Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinden alman telgrafname kazanıza da ta.mîmen bıldiriimişli. Telgrafname münderecatı dikkat nazarınıza alarak, her neye maJ olursa Hükümet namzetlerinin kazandırılması elzemdir. Vali Vekili ve Jandarma Kumandanı Osman

Güzergâhta bulunan bu kasaba en çok nüfus kesâfciine malik olup, vürud eden müntehib٠i sânilcr Belediye dairesinde içtim , ederler. Toplanuya jandarma kumandanı müsellah kuvvetlerle girerek yukarıda yazılan telgrafı aynen reis ve münıchib-i sanilcrc tebliğ ettikten sonra mulıalif bir rey verenin canlı olarak bu­ radan çıkamıyacağınj da söyler


CUMHURİYET DÖNEMİ ZULÜMLERİNDEN

145

Gördün mü Hâkimiyyct-i Milliyeyü... Scngislan ve bütün dağ tepelerinden, orman yaylalanndan mürekkep olan bu muhil halkı silahşör ve aynı zamanda çok asabî olduklanndan o dakikada münazaa başlar. Zaten müsellah olarak gelen bu adamlara karşı Jandarma zabitinin çocuk­ ça, çılgınca, ateş emri vermesi üzerine bilmukabele her jandarmaya iki. üç lü. fenk birden takılarak ve jandarma zabitini de aralannda lüfcrtk ucuna alarak yavaş yavaş, zaten pek ufak olan kasaba haricine çıkarlar. Ve ayni /.amivnda dağlık vadilere saparlar. Bu kargaşalık arasında ancak onbeş müntehib-i sani reylerini kullanabil­ miştir. Belediye Heyeti hemen birmazbata-i lelgrafıyye ile bu ahvâli Dahiliyyc Vekili bulunan Fethi Bey'e bildirir: Dahiliye Vekâlet-i Celîlesıne Dorul, 21 Temmuz 1339 * 1924 1999 Tele cevap: Intihab Kanununun madde.i mahsûsası mucibince üvâmn muvafakatiyle kazamız müntehib-i sânileri 15 Temmuz 1339 tarihinde pazar gününe davet edil­ miş. Altmış müntehib-i sâniden ellibeşi isbat-ı vücudia intihaba mübaşeret edilece­ ği sırada. Livada mutasarrıf vekili bulunan jandarma kumandanından kazamız kaymakam vekili jandarma kumandanına vürud eden telgrafta intihabatın butun ıç yüzünü ve Millî hakimiyetin livadaki tarz-ı tefsirini müş.ir zîrdeki telgrafnâme üzeri­ ne müntehib-i sâniler. müsallah Jandarma kuvvetiyle tehdid ve tazyik edildiklerin­ den rey vermekten ‫؛‬stinkâf ederek dağıldılar. Makam-ı Devletimize vuku bulan müracaatımızla serbestî-i intihâbın icrasını müş'ır gelen telgrafname-i sânt'lenne mevcut kalan otuz müntehib-i sâniden de bu vazıyet karşısında ancak onbeş rey alınmış. Kanun mücibınce gelmeyenler için sandık uç gün ta.lik ile kendilerine adam-ı mahsûs gönderilmiş ise de gelemıyeceklerini bildirmeleri üzerine, müddet. i muayyenesinin müruru ile kanun dâiresinde san.^ık açılarak reyler tasml edilmiş­ tir. Bu ahvâle sebebiyet veren liva sabık mutasarrdı Rıza Efendi mutasarrıflık­ tan istifa ettiği halde tam ma.nâsiyle idareyi yine elinde tutarak, kabıtıyet-ı ıntıhabiyyasi olmadığı halde Hükümet kuvvetlerini halkın üzerine musallat ederek cebren rey almak arzusunda bulunmasından ilen gelmiştir. Zirdeki telgrafnameyle de tahakkuk edeceğine göre hâkımıyyet-i miNiyey• açıktan açığa taarruz eden bu gibi adamların bizi idare eden eller meyanında bu tunmayacağına Hûkûmet-i âdilemizin icraat-ı âdilesinden bekiiyerek imihabal١m٠.


f ٠' ' ‫؛‬1 ; :M

146

CUMHURlYEl' DÖNEMİ DİN VE DEVLEİ. İLİŞl^İLERl

CİLT 3

٠ I

II!İl.

zın Hükümet tazyikinden başka her gûnâ ifsâdattan ârî olarak cereyan ettiğini mübeyyin mazbata'! telgrafiyedir. Dorul Kazası Belediye Heyeti

'٠ i'

I

I I I

Telgrafta da bildirildiği üzere sandık üç gün kadar açık olduğu halde, hiç­ bir müntehib-i sâni cclbcdilcmez. O da bu suretle hitam bulur. Son ihtihap. Vilâyet merkezine kaldı. Bu sırada defterdarlık şifresiyle Maliye Vekili Hasan Fehmi Bcy'den amcama gelen üç telgraf vardır ki. suretle­ ri bende mevcuttur. Amca. Hasan Bcy.e yaz. Mevkii familyamız için şereftir. Hasan Bey. hiçbir vakit düşmez. Böyle bir şeyi düşünmesi bile bize hakarettir. Yalnız buradaki ağabeyine nasihat vermesini isteriz.

٠ ٠

Vilâyet Jandarma Kumandanı ve Vali Vekili bulunan Osman Bey. bu işin zorla olamıyacagını kestirdiğinden, işi hileye döktü. Bu zamana kadar en çok rey alan ben. Dorul'dan Celâl Bey. Gümüşha­ ne’den yedi rey alacak olursa Rıza Bey buna kavuşamıyacaku. Müntehib-i sâniicr davet edilmiş cümlesi de gelmişlerdi. Ertesi gün öğle­ den evvel intihap yapılacaktı. Piyade taburu yine merkezde ise de, eskisi gibi nümayiş yapmıyorlardı. Ben ikindi vakti mağazayı kapattırarak Eskişehir'deki haneme çıkar çık­ maz. Vali Vekili müntehib-i sânileri kâmilen toplayarak Daltaban’daki tevkifha­ neye sevkeder. Bu zavallı adamlar neye uğradıklannı bilmezler. Ben de orada yokum. Yarım saat sonra, amcam Defterdar Bekir Bey. Tevkifhanenin önünden geçip Eskişehir’de hanesine gidiyorken. bu köylü müniehib-i sâniicr hep birden bağırmağa başlarlar. ٠<—Bey. biz ne yaptık da bizi tevkif ettiler?.» Bunun üzerine amcam bun-

lann yanına giderek, asık bir şurada «Ben sîzlerden bu halleri hiç de ümit et­ mezdim. Siz benim yeğenim Zeki Beye rey vermiyecckmiş.siniz. Tabif bu hal başınıza gelecekti» der demez; müntehib-i sâniicr. «Bey. ne diyorsun, sanki biz Zeki Bey'e rey vereceğiz diye hapsolunuyoruz.» Konuşuldu, danışıldı bu pazar­ lık sırd٠sında Jandarma Kumandanı gelerek amcama hitaben: «Beyefendi, bunla­ ra sakın aldanma, bunlar Zeki Bey'e rey vcrmiyccckIcrdi. Ben haber aldım, onun için tevkif ettim» der. Zavallı, saf halkımız bu düzenbaz oyunun karşısında ne yapacağını şaşı­ rıp kalırlar. Yine Vali Vekili Osman Bey; «Siz öyle mİ iddia ediyorsunuz. Peki ben sizi iki şartla tahliye edeyim. Birincisi bu harekeli yann katiyyen Zeki


CUMHURİYET DÖNEM! ZULÜMLERİNDEN

147

Bcy'c bildirmeyeceğinize. İkincisi de Zeki Bey'in amcası ve hem de kayınpederi olan Defterdar Bekir Bey'le Zeki Bey'in büyük amcasıoğlu Belediye Reisi olan Osman Bey'e reyleri yazdıracağınıza yemin eder iseniz, buyurun çıkın» diyerek bu münichib-i sânilcri yegân tahlîf ederler. Hiçbir şeyden haberim yok. Ertesi gün daire-i hükümetin büyük salonun­ da içtima eden müntehib-i sânilerin içerisine girerek oturdum. Belediye Reisi ta­ rafından münıehib-i sânilerin lamam olduğu bildirilmesi üzerine. Vali Vekili ve Jandarma Kumandanının orada bulunmasını muvafık gömıediğimdcn çıkmasını talep ettim. Osman Bey de salonu terk etti ve intihap başladı. Baktım ki. okuyup yazma bilen, bilmeyen bütün mühtehib-i sânilcr reyle­ rini amcamla Osman Bey'e yazdınyorlar. Evvelâ şüphelenmedim. Aklıma hiçbir fena fikir gelmedi. Altı kişi kal­ mıştı onlar da pusulalannı yazmış ve kendilerinin aiamıyacakJannı bildikleri için ayak diretiyorlardı. Bu hal dikkat nazanmı çekti. Yerimden kalkarak Hcycii Tcfiişiyyeye karşı itirazda bulundum: «Ne için pusulalan siz yazıyorsunuz? Okuyup yazma bilmeyenlerin neyse, ya okur-yazarlar? Bunda bir maksat vardır. Katiyyen kabul etmiyorum.» Köşedeki allı kişiye hitap ederek: «Siz rey verme­ diniz mi?» Cevaben: «Reyler elimizdedir, vermedik ve biz yazdık» dediler. Amcam, bana pür hiddet «Bize de mi itimadın yok» diye çıkıştı ise de. cevaben: «Size çok itimadım var. Ve benim reye de ihtiyacım yoktur. Merkez isterse bana bir rey dahi vermesin, yine bana kimse kavuşamaz. Rica ederim. Siz de başkasının kâğıüannı yazamazsınız» dedim. Ve o allı reyi yazanlar geti­ rip sandığa atular. intihap hitam buldu. Aranın tasnifinde bir de nc göreyim! Oiuzycdi münıchib-i sâniden Dorul'Iu Celâl Bey yedi rey almış. Mütebakisi muntazam sûrene bana. Haşan Fehmi Bey'e, Rıza Bey' verilerek. Rıza Bey iki rey fazlasıyla mebus olmuştu. Bu sahnenin müellifleri de: Amcam Bekir Bey. memuriyetinden korku­ yordu. Ve aynı zamanda Maliye Vekili Haşan Bey'in ısran ile büyük biraderi Belediye ve Halk Fanisi Reisi Osman Bey. Rıza Efendi hakkmdaki arzusunu yerine getirmek isliyordu. Bunlann maksadı Celâl Bey'i düşürmek, yerine Rıza Beyi koymaktı. Her üçünün müştereken kurduklan plarüar bu sur٦etlc de muvaf­ fak olmuştu.

Ben müteessir bir sûrette aynlarak ticaraihenamc geldim Halk ve münıehib٠ i sâniler beni tebrike geliyorlar. Ben ise «Beni tebrik değil lâziye etmetuz


148

CUMHURİYET DÖNEMİ DlN VE DEVLETİ. İLİŞKİLERİ

C İLT 3

daha muvafık olur, bana söz verdiğiniz halde Cci31 Bey'e rey vermediniz. Siz sözünüzde durmaz insanlarsınız. Çok kötü bir duruma düştünüz» diye bunlara serzenişte bulunmam üzerine: «Bey! Müsaade ediniz size vaziyeti bildirelim» diyerek bir gün evvel cereyan eden hâdiseyi anlattılar.

i

Bu vak.ayı duyar duymaz, Dahiliyyc Vekâletine müsta.celcn mufassal bir telgrafla Gümüşhane merkez intihabatında oynanılan oyunu anlatarak gayrı kanuni cereyan eden bu intihabın bir an evvel feshini tiüep eltim. Aradan iki gün geçmişti ki. Dahiliyyc Vekili Fethi Bey'den aşağıdaki telgrafı aldım:

‘٠ ‫؛‬٠!■

Gümüşhane Meb'usu Zeki Beyefendiye Mebusluğunuzu tebrik ederim. İntihap kanun dairesinde cereyan etmiştir. II ٠

Dahiliye Vekili Fethi

٠٠

: ^١

‫؛‬٦

■ '

Bu yüzden kayınpederime bir sene kadar dargın kaldım. Sonradan alâkadarlardan öğrendiğime göre, benim telgrafım üzerine Da­ hiliyyc Vekâleti Gümüşhane’den vaziyet isti.lâm cuniş. Liva da «Şayet intihap feshedilecek olursa, bugün için intihabına muvaffak olduğumuz elden çıkar. Bu şekle yanaşılmaması müsiccâdır» diye şifre telgrafı vermiş. Sonradan Vali Ve­ kili Osman Bey de bana bunu itiraf etmiştir. Zeki K üdirbeyoğlu.nun Tek Partili Rejim 'de Uğradığı Takipler

I'

Gümüşhane mebusu Zeki Kadirbeyoglu, kendisinin maruz kaldığı lakib ve tazyiki anlatırken Haiırat'mda şunlan yazmaktadır; Hor birimizin p>cşinc de birer sivil memur taktılar. Gittiğimiz geldiğimiz, oturduğumuz yerler, kimlerle konuştuğumu/ günü gününe, saat saatine tcsbii ediliyordu 1927 .senesi nihayetlerine doğru, yani devrenin hitamında piliyi pınıyı loplıyarak îstanbul.a döndük. Üçüncü devreyi intihabiyyede labiaiiylc bizlcri namzet gösterecek değildir. Her tarafta gösterilen namzetler, biiâ kayd u şart Mebus olarak tayın edildiler. Bari yakamızı bıraksalar, hayır o da yok. Evim Katırcıoğlu Hiinının yukansında. Ycşildirek Polis Karakoluna muttasıl bulunuyordu. Sokak kapısının tam


CUMHURİYET DÖNEMİ ZULÜMLERİNDEN

149

karşısındaki hanın kapısı içinde daima iki sivil memur kapımızı kontrol altında bulundurmakta, ben sokağa çıktığım vakit biri beni takip eder, diğeri haneye girip çıkanlara nezâret ederdi. Hal bu minval üzere devam etmekte iken, yeni­ den iş hayatına katılmak mecburiyeti hasıl oldu. Memleketim olan Gümüşha­ ne'ye gitmek üzere vapura bindim. Telgraflar benden evvel bütün iskelelere ve Trabzon'a yetiştirilmişti. Vapur Samsun'a demirlediği vakit, vapura çıkan bir muavin komiser yanıma yaklaşarak; «Efendi! Affedersin, bu İnen yolcular, ge­ ziciler içerisinde sabık Gümüşhane Mebusu var mıdır?» diye sormasın mı? «Hayır, vapurdadır, ama çıkmadı» dedim. Trabzon’da aldığım malumat da bunu teyid ediyordu. Memleketimde bir hafta kaldıktan sonra bir miktar yağ tedarik edip. İstanbul'a sevketmek üzere Kars'a gitmeğe karar verdim. Erzurum'a muvasalatımda otele iner inmez Vali Feyzi Daldal'ın bir polis göndererek, beni akşam yemeğine davet etmesi hayretimi mucip oldu. Eskiden kendisiyle huku­ kumuz vardı. Gittim, görüştük. «Bak nasıl geldiğinizi haber aldık» diyerek. Gümüşhiine valisinin iki şifre mahlûlünü bana irâc etli. «Memnun oldum, demek, her an ve her vakit yanımızda bizi muhafaza edecek bir devlet memuru buluna­ cak. Ben iki gün sonra Kars'a gidcc^^ğim. Siz de oraya malumat verirsi­ niz» diyerek güldüm. Cevaben: «Merak etme, o vazifeyi ihmal etmeyiz» diye­ rek, o akşam iyi bir vakit geçirdik. Kars'ta aynı muameleye maruz kaldım. Yalnız, orada hakkiylc vazifesinin sahibi olan Bahri Bey isminde bir Emniyet Müdürü ile görüştüm. Yaptığım ufak bir tcdkikat neticesi hakikaten namusu mücessem, merd bir polis müdürüdür. Trabzon'da dahi bulunduğu için Trabzon’lular kendisini çok severler. Kars'tan 2500 kilo kadar tuzsuz paket yağı alarak, ambalajlannı da yaptırıp, bıraktım. Sı­ caktan erimesin diye üç ay sonra sevkcdccckJcrdi. Bir müddeti memleketimde geçirerek, mallann yola verilmesini istedim. Bir kamyonla gelen yağlan da beraber alarak deniz yolu ile İstanbul'a avdet ettim. Gelir gelmez memurlar yine peşimize takıldılar. Numuneyi bazı yağcılara irâc ederek, üçer, beşer yüz kilo üzerinden fıaıça mutabık kaldıktan bir yanm saat sonra bu adamlar, nakliyat ambarına gelerek yağlan alamıyacaklannı bil­ dirdiler. Hayret ettim. «Ben size piyasadan daha ucuz veriyorum. Niçin almı­ yorsunuz?» dedim. Biri, eskiden beri tanıdık olduğu için: «Sana açıkça söyliyeyim ki. sizden mal alamayız. Esbabı ise. siz çıkar çıkmaz, mağazaya sivil poli.s girdi. Zeki Bey, burada ne konuştu, ne yaptı diye bizi istintak cuneğe başladı. Biz de yağ sattığını söyledik. Şimdi açık konuşalım. Biz bu yağlan tanıp ıcsIim almak için, daha sonra da para vermek için üç-beş defa temas etmekliğimiz icap


F’ ;‫• ؛‬1٠‫؛‬ rI

15ü

I

I

.11

I fi i i!^

,،r

‫؛‬1

٠f.

İl

.1■

■:i! I

|i

!‫ ' ؛‬i

İM: I :

I

i

C İLT 3

cdccck. o vakit polisler bizi de mimliyecekler. Bu da. bizim işimize gelmez. Onun için sarfı nazar ellik.»

il

I

CUMHURİYET DÖNEM! DİN VE ÜEVLEİ. !ÜŞKİLERİ

Evei. neticede haklıdırlar. Ticaret, kayıt vc korku altında yürümez. Bu yağlan bizim satmamıza imkân olmadığını anlayınca komisyoncu vasıiasiylc salmağa mecbur oldum vc lâzım gelen talimatı da verdim. Ben aynlır aynimaz. komisyoncuyu takibe başlarlar. Ne konuşlu, ne söyledi, zavallı adam bir daha yanıma gelmeğe korkarak mektupla vaziyeti bana bildirdi. Vc bu işi yapamıyacağını ai'.lattı. O ana kadar Kars’tan bu suretle tuzsuz tereyağı paket halinde İs­ tanbul'a geldiği yoktu. Bir paket alarak Beyoğlunda tünel başında Mandra ma­ ğazasına götürüp gösterdim. Muayene neticesinde çok beğendiler. Yağmaların hepsi bu evsafla olduğunu muayene için yanıma bir adam verdiler. Gelip baktı. 1500 kilo alacağını bildirerek gitti. Memur yine peşimizde, ertesi günü bir arka­ daşın yazıhanesinden Mandra'ya telefon ederek, «Yağlan göndereyim mi?» dedim. «Amanî Sakın ha... Yirmi dakika biz sorguya maruz kaldık. Biz yağ i.s. içmeyiz» diye cevap verdiler. Anlaşıldı kİ. bizlcrc hakk-ı hayat yok. Vc hiçbir şey de yaptırmıyacaklar. İşte ey okuyucu! Bunlan okuduktan sonra bi/.dcki Cumhuriyet idaresinin kraldan ziyada kral taraftan olan bu küçük memurları hakkında vereceğiniz hükmü size bırakıyorum. Neticede yağlar acıdı. Bir zehir halini aldı. Bir kısmını makina yağı diye 25 kuruştan ardiyeci sattı. Fazla kısmı da denize döküldü. Yine bir gün yanan Adliycdcn içeri girdim. Asliye Hukuk Mahkemesinde avukatım tarafından istihsal edilen hükmü almak üzere gitmiştim. Arkamdaki sivil komiser, üçüncü kata kadar benimle çıktı. Kaleme giderek, başkâtibe evra­ kın harcını vererek hükmü aldım. Biraz da fazla kalmıştım. Ben çıktım, hemen içeri girerek başkatibe ne islediğimi, ne konuştuğumu sual etmesi üzerine, başkâtip, bu sefil ruhlu adamı fena halde haşlıyorkcn. ben de tekrar içeri girdim. Başkâtip, «Burası mahkemedir. Siyaset yeri değildir. Herkes evrakını serbest olarak takip eder. Ben bu hususta hesap vcmıegc mecbur değilim» diye bağın. yordu. Aruk sabredemedim. Yanına yanaştım. «Efendi! Sende hiç utanma deni­ len bir şey yok mudur? Hariçteki takibatın kâfi gelmiyor gibi, bir de resmî dai­ relerden içeri girerek, beni takip ediyorsun. Biraz utan, senden evvel de. başkalan vardı. İşte seni tahkir ediyorum. Sen vazifeni bilmez bayağı bir adamsın. Zerre kadar şerefin varsa, hemen mahkemeye müracaat et. Bu efendiler de Allah için şahid olsunlar» diye haykırdım. Arük canıma tak demişti. Bundan ötesi can sağlığı değil, rezalettir.


CUMHURÎYET DÖNEMİ ZULÜMLERİNDEN

151

Bunun üzerine iadeli laahhüüü olarak Baş Vekil İsmet Paşa'ya aşağıdaki mckiu. bu yazdım. Aynen: «Muhtârdm İsmet Paşa Hazretlerine. «Sizin kıymettar zamanınızı velev beş dakika olsun israf ettiğimden atv.ı devletinizi istirham eylerim. Paşa hazretleri! Meclisi terkettiğım günden bu dakika­ ya kadar daimî surette takip ve tarassut altındayım. Ben işittiğimin değil, görgü ve kanaatimin esiri olan bir adamım. Hiç bir fırkaya mal olamam. İstikamet ve doğru­ luk başlıca rehberimdir. İyi ve kötü kanunun hakimiyetim tanır ve ona itaati mutlak bilen bir ferdim. Meclisten çekildikten sonra memleketime gittim. Hemşehrilerim beni çok sever, zira doğana beşik, ölene tabut olurum. Halkın bana muhabbeti, muhitin ufaklığı, beni müşkil vaziyete soktu. Hükümet beni resmî polislerle takip ediyor. Köyüme ziraata gittim; oraya gönderdi. Evime girdim; kapımın onune dikti «Ticaret için nereye adım atarsam, tarassutta bulundurulmam için valilere, kazalara, iskelelere telgrafla bildirildi. Bana merhaba diyen, selâm veren, hakaret gördü. Müşteki olmadım. Bu buhran geçer dedim. Zira vicdanım tam ve alnım açıktı. Bununla beraber memleketimde duramadım. Köyümde kalamadım. Yine İstanbul'a döndüm. Burada dahi, kapımın önüne çifte siviller dikildi. Çocuklarımı mektebe verdim. Servetim harbi umumide emlâkim Ruslar ve Ermeniler tarafın­ dan mahvoldu. Elimde kalan ufak bir nakdi de inkılâbın başlangıcında kongreler­ de sarfettim. Ufak bir istikrazla, şedit ve amansız bir tarassut altında çocuklarımın iaşesinin temini için. Karslan getirdiğim yağı hangi ticarethaneye müracaat ettim­ se. arkamdan giren siviller, ne konuştuğumuzu, görüştüğümüzü sual etmeleri üze­ rine, ticaret hayatımız da bu suretle akamate uğratıldı. «Hiçbir vatandaş hakkında reva görülmeyen bir muameleye maruz kaldım. Kimse korkusundan selâm vermedi. Malımı da almadı. Yağlarım acıdı, neticede denize döktüm. Şimdi de eşyamı satıp onunla geçiniyorum. Cürmüm nedir onu anlıyamadım. Zannedersem polis de anlıyamadı. Bir klişedir gidiyor. Bu bir işken­ cedir. Şayet Hükümet nazarında fena görülOyorsam terk-i diyar edeyim. Bu benim için ölümle beraberdir. Ben vatanıma merbut kalacağım. Bu bayrak altında can vereceğim, zarar yok. Doğup büyüdüğümüz hicranlı zamanında kanımızla suladı­ ğımız bu vatan bizi yabancı görmez ve göremez. Yalnız müsaadenizle arz edeyim ki. onun gezgincileri bizi muzır ve yabancı görüyor. Bize gıda verdirmiyor. Onu da hoş görmeğe mecbur olduk. «Hicrete hazırım. Üçbuçuk kuruşluk arazi ve emlâkim var. İrade ediniz de takdir-İ kıymet ederek, herkesten ucuz alsınlar. Çekilen işkence ve azab anık kâfidir. Paşam, bu teklif size pek tuhaf görünecek: «Zeki mülkünü satıp defolup gi­ decekmiş. bunlar basit şeyler, bize ne diye müracaat ediyor?. İşte, bunun izhârı da, izmârı da güç olan bir noktadır ki. ciltlerle yazı yazmak lâızımdır. İpotek yaptır­ mak istedim. Para verecek adam, hükümet kendisini muzır tanıyor diye vaz geçti. Artık buna göre lütfen hesap ediniz de. Emlâk-i Milliye tarafından emlâkimin mu­ bayaasına emir verdiriniz.


İli

152

CUMHURİYEI^ DÖNEMİ

D İN

VE DEVLETİ' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

ii I< I

'

il 'I I

«Gücenmeyiniz, memurlar terfi ve temayüzlerin, başkalarına cürüm atfeî.l mekle iş gördüklerine kani bir zihniyet taşıyorlar. Bir vatandaş sıfatiyle rica ediyo-' rum. Bir hâin, bir casus gibi, hergün tarassut altında bulunamam. Beni bu müşkil vaziyetten bir an evvel kurtarmanızı büyük vicdanınızdan beklerim Paşam...

If

İsmet Paşa Görmemezlikten ve Bilmemezlikten Geliyordu! ، I I

٠

I

M. il!

I■'. 'I

‫!؛‬ ;،I

İsmet Paşa bu mektubu aldıktan dön-beş ay sonra. İstanbul'a vücudunda Kâzım Karabekir Paşa ile kızkardeşinin Kadıköyü.ndeki hanesinde bir görüşme esnasında benim mektubumdan bahsederek, sözde acı lakırdılanmı tenkit edip, yağlan denize döktüğüme kani olmadığım Karabckir٠c söylemiş. Karabekir de. bu takip ve yağ mc.selesi de doğrudur. Benim de malumatım vardır demiş. (Bu ciheti bana Karabekir Paşa söyledi.) İsmet Paşa da «Ben takip meselesini bilmi­ yorum. Biz arkadaşlann vicdanlanndan eminiz. Bu ciheti temin ederiz.» demiş­ ler. Karabekir cevaben: «Paşam, takipten nasıl malumatınız olmaz? Biz hepimiz hafi bir tarassut ve takip altındayız» demiş. Aylar geçli, mektuptan müsbet veya menfi bir haber çıkmadığı gibi, vazi­ yette de hiçbir tebeddül olmadı. Ne yapalım müracaat edecek başka makam da yok «Ve İlallahi müştekâ» demekten başka (Kadı ola davacı, muhzirdahi şahid. ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?). Baktık, bu da olmadı. Çarşıdan birer metre murabbamda üç tane kalın kanon aldım. Kartona muvafık pul ve güç belâ belediye pulu da buldum. Hatları çizerek, içerisini boyayla yazarak, sokak kapısına astım: «Vatandaş kapıyı ça­ larken düşün. Ben daimî takip ve tarassut altındayım. Cürmüm nedir bilmem. Benimle görüşmek, konuşmak, belki başınız،, dert açar. Size bildirmekle vicdan borcumu yaptım: kimseye muzarratım dokunmasın. Yine, görüşmekte musîr ve medenî cesaretin varsa kapıyı çal. içeri gir.» Evime sebze almak için çarşıya indim. Mcmurlann birisi, bermutad ar­ kamdan geliyordu. Aldım, bir çocuğa taşıtarak i‫؛‬ancye geldiğim vakit, levhayı yerinde bulamadım. Evde küçük kızım «Baba, senin yaptığın levhayı iki kat ya­ parak. bir polis elinde, yukan gidiyordu gördüm» dedi. Bunun böyle olacağını bildiğim için, üç levha hazırlamıştım. Sebze getiren çocuğa sordum, «Oğlum günde kaç kuruş kazanırsın?» 40-50 kuruş dedi. «O halde, bu zahmeti çekeceği­ ne. ben sana 50 kuruş vereyim de. bu kapıda oturup yeni aslığım şu kâğıdı be: c. Bunu, buradan kimse almıyacaktır. Alacak olursa, hemen zile bas ve bı­ rakm a!. Çocuğun muvafakati üzerine, bekçi olarak bırakıldı. Yanm saat sonra zilin sedası ve çocuğun bağırması üzerine aşağıya indim. Levhayı resmî bir polisin sökmek islediğini, kendisi bağırınca bırakıp çc-


CUMHURİYET DÖNEMİ ZULÜMLERİNDEN

153

kildiğini haber aldım. Buna mukabil hane kapısında bckIiyen sivil memurlara dönerek: «Vazifeniz yalnız eni tarassut etmek değildir. Kapımın önünden, maddî kıymeti olan eşyam çalınırken, onu da muhafaza etmeğe mecbursunuz» diye bağırdım. Gece, onu da söküp aldılar. Bu sefer kapımın iç tarafındaki aralık bahçede büyük bir incir ağacı vardı ki. bir dalı da bu duvann üzerinden sokağı kaplamıştı. Onun üzer c. çıkarak, levhayı iki taraflı olarak ağaca bağladım. Bu da çok güzel olmuştu. Bu muzipli, ği haber alan, bir iki gazete foioğraflannı çektiler. Çok yüksek olan bu ağaçla, bekçi parası da vermeden, levha, o gün akşama kadar kaldı. Gece, itfaiye merdi­ venini kurarak onu da aldılar. Sabahtan doğruca ittisalimizde bulunan polis ka­ rakoluna müracaat ederek: «Efendiler! Nedir bu sirkat? Benim bildiğim polis vc jandarma, halkın malını, canım, namusunu, şerefini muhafaza ile mükelleftir. Sizicr ise az çok maddî bir kıymeti haiz olan levhalarımı çalıyorsunuz. Bu nasıl olur? Pulu mu noksan, gayri kanunî bir vaziyeti mi var? Bildirin, onu da ikmal edeyim.. Hakkınızda mahkemeye müracaat etmek mecburiyetinde kalacağımdan çok müteessirim» dedim. Muavin de. polisler de baklayı ağızlanndan çıkardı­ lar.: «A. Zeki Bey, bizim sana karşı hürmetimiz çok büyüktür. Lâkin ne yapa­ lım, siviller jurnal vermiş. Müdüriyet de Icvhalann kaldmlmasını bize emir verdi. Biz de iki cami arasında bînamaza döndük. Ne yapacağımızı biz de şaşır­ dık» dediler. «Evet oğlum! vazife icabatı bu dediğiniz de doğrudur, doğrudur amma. Türkçemizde bir darb-ı mesel vardır, sakın üzerinize almayınız. .'Adar tepişirken, arada eşekler ezilir." Bu ciheti korumanız icap eder. Âmirin gayri kanunî verdiği şifahî emir, bir kıymet ifade etmese gerektir. Şifahî emirlerin inkân da kolaydır» dedim. Yine Polisler... Yine Takibat... Eve döndüm. Bahçede çiçeklerime su vermekle meşgulken, sokak kapısı çalındı, açtılar. Gençten bir efendi yanıma gelerek. «Efendim, polis müdürü beyin selâmı vardır. Sizinle görüşmek isliyor. Vaküniz ne zaman müsaittir?' dedi. Bu davet pek nâzikâne idi. Dur bakalım, alündan ne çıkacak? ١<Efcndim benim vaktim, her vakit müsaittir. Yann kendilerini 9.30٠da makamlannda ziya­ ret ederim» dedim, gitti... Ertesi günü saat 9.30٠da şimdiki Defterdarlıkta bulunan Polis Müdüriyeti­ ne gittim. Müdürün kapıcısına ki o da sivil memurdu, hüviyeümi bildiremk müdür beyi göreceğimi söyledim. Bu zamana kadar gelmediğini ve Dolmabahçe'de olduğunu ٠ nerede ise yakında geleceğini bildirerek bize Müdünycıc ait odanın kapısını açarak, buyurun oturun dedi. (O sırada Reisicumhur hazretleri de İstanbul'un misafiri bulunuyorlardı.) Yanm saat kadar bekledim. Müdür


CUMHURfYET DÖNEMİ DİN VE DEVT.ET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

Fehmi Vural Bey (ne de güzel soyadı almış, tam yerinde) gelmediklerinden ha­ demeden bir kâğıt aldım. Ve yarın bu vakit kendilerini tasdi edeceğimi bildire­ rek Valiyi görmek üzere Vilâyete doğru yol aldım. Tam merdivenleri çıkacağım sırada, resmî bir polis gelerek. Müdür Beyin geldiğini ve bizi kabul edeceğini bildirmesi üzerine geri dönüp Müdüriyet Odasına girdim. Masanın karşısındaki sandalyede bize yer gösterdi; oturdum. Eğildi, yanında bulunan bir el çantası alarak, içerisinden benim yazdığım levhanın parçalannı masanın üzerine yan yana dizerek; Sual: - Zeki Bey. bunu sen mi yazdın, astın? Cevap : - Evet, ben yazdım ve astım. S: inkâr etmiyorsun? il ;?‫;؛؛‬،‫؛‬i

C: - Ne diye inkâr edeceğim. O sırada çağırdığı birinci Şube Müdürü de gelmiş ayakta durmakta idi. S: - Sen bunları yazmakla memleketle ihtilâl mi çıkarmak istiyorsun? C: - Bu gibi bir levhayı yazmakla memlekette ihtilâl çıkacağını bilsem, parmaklanmı kırarak günde bin tane yazarım. Levhada ne var ki ihtilâl çıkıyor? Bunlar polis zihniyetidir. S: - Biz vazifemizi sizden öğrenecek değiliz. Sizi tevkif ederim.

I' .

i.'

C: - Buraya ben kendi ayağımla geldim. Siz şalisen beni hiçbir vakit tev­ kif edemezsiniz, selâhiyetiniz yoktur. Olsa olsa. 48 saat nezaret altında bulundu­ rabilirsiniz. Ben de hukukumu aramasını çok iyi bilirim. Yok. Merkez benim tevkifim için size emir vermişse, bunu kendinize mal etmeğe lüzum yoktur. Bir polis neferi de. kanun namına beni her an ve her zam،ın tevkif edebilir. Yegâne gayem, kanuna itaattir. S: - Takip edildiğinizi nereden anlıyorsunuz? İşimiz gücümüz yok da. sizin arkanıza memur mu koyacağız?

1 ٠

J

^

C: - Bu sözlerinizden, çok müteessirim, bir idârc âmirinin hakikati bu kadar tahrif etmesi benim gibi düşünenlerin hiç de hatırına gelmez. Arzu buyu­ rursanız. sivil memurlannızı koridora çıkannız da. birer birer teşhis edip göste­ reyim. S: - Bunlara da hacet yok. ben sizi tevkif ediyorum. Birinci şube müdürüne hitaben, acele yazdığı bir pusulayı da vererek; «Alın tevkif edin. dedi. t

٠.


c u m h u r iy e t d ö n e m i

ZULÜMLERİNDEN

155

dc «Pekâlâ» diyerek, kalkıp Birinci Şube Müdürüyle beraber odadan çıktık, koridorda birçok da polis ve sivil memur bulunuyordu. Şube Müdürüne, «Efendi, bu efendilerden birini lütfen haneme kadar gönderip, aileme malumat verdirmenizi ve bir kat da yatak istemelerini rica ederim» dedim. Cevaben, «Şimdiki halde, buna lüzum yok; buyurun bizim odaya gidelim de. bu cihetleri düşünürüz.» dediler. Birinci Şube Müdürünün odasına girdik. Şube Müdürü: « Zeki Bey! Burada bazı sorgulanmız vardır, onlara cevap vermeniz icap ediyor» dedi. «Hay hay. sorunuz, ben dc cevap vereyim» dedim. Bir daktilo çağırdılar. B İZ

İlk sual: - Biz, sizi takip etmediğimiz halde, bu levhada daimî surette, takip ve tarassut altında bulunduğunuzu yazarak, halka karşı kendinizi bu surci. le göstermekte, ne fayda umuyorsunuz? Cevap: - Çok teessüf ederim ki. müdürünüz bu hakikati inkâr etliği gibi, siz dc bizzat, tahrirî olarak inkâr etmektesiniz. Müdür Bey! Herkes her zaman devlet icikibaima maruz kalabilir. Bâhusus. bizim gibi siyasetle uğraşmış şahıs­ lar. Biz bu takip ve tarassuttan müteessir değiliz. Onun müşkülünden müştekîyiz. Devlet lüzum gördüğü her şahsı takip eder, yeter ki takip ve tarassut al­ tında bulunan herhangi bir şahıs, takip ve tarassut edildiğini bilmesin ve hissetmesin. Bilip hissettikten sonra, onun hiçbir mânası kalmaz. Zira, herhangi bir meseleden zan altında kalan şahıs, bu harekâtı gördüğü vakit, o fiili işler mi? Bittabi işlemez. Memurlannız o kadar cahil, ve o kadar boş ki, her bir iki ayda değiştikçe, mahalleye davul zurnayla geliyorlar. Kapının önündeki Hanın kapı­ sına sandalye koyup, oturmaktadırlar. Bunlun ben değil, bütün mahalle halkı da bilir ve tanırlar. Müsaade ediniz dc ben dc size bir sual sorayım. Acaba, bu mc murlannız senelerden beri beni takip ettikleri halde ne gibi intiba hasıl ettiler? Gördükleri değil de. hissettikleri bir cürüm bulabildiler mi? Bulamamışlarsa bu takip neden icab ediyor? Bulmuşlarsa neden vazifelerini yapmadılar.? Bence asıl muamma buradadır. Hepsini bilemem, yalnız beni takip edenler, bu işin ehli de­ ğildir. Müdür: - Zeki Bey. dikkat ediniz, idareyi tahkir ediyorsunuz. Cevap: - Efendi, ben idareyi tahkir değil dc larsin etmek isliyorum. Benim daha başka şeylerden korkum vardır. O da şudur ki, memurlannız beni takip ettikleri sistem dahilinde, ecnebileri de takip ediyorlarsa işte o vakit yan­ dık. M: - Siz idareyi tenkil ediyorsunuz, suallere cevap veriniz?


II'،'

‫‘؛‬I 158

‫؛‬1

1

I

: 'i

CUMHURİYETİ' DÖNEMİ DlN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

önünde görmüş, hal. haiır sorduktan sonra, niçin gelmiyorsunuz, yoksa sizi de­ ğiştirdiler mi diye, sormuş, o da cevaben. Zeki Beyin dosyasını kaldırdılar. Ba­ dema takip edilmeyecektir demiş. Beni de müjdelemeye gelmiş. Bir hafta sonra da Mebus arkadaşlardan birisi Saraydaki hâdiseyi anlattı. Levha meselesi orada açılmış. Münderecatı Gazi'ye söylenmiş, bunun üzerine Gazi de kızarak: «Zeki ne casus, ne de komitecidir, şarkın harekâtını hazırlayan bir vatanperverdir. Nedir bu. bu kadar tazyik de rczâlcttir» der. Ve bunu da lâzım gelen yerlere bildirirler. Meğer ki. takip bu suretle durmuş. Bu sâyede başkalanmnki de bizim levha dolayısiyle kaldmlmışiır. Hatla bir Ramazan akşamı arkadaşlan iftara davet etmiştim. Hanın kapı­ sında lam onbir sivil toplandı. Rcfei Paşa, muzip; «Zeki! Bizden ziyâde, bizim yaverlere de bakınız, zavallılar aç kalma.sınlar» dedi. Hakikaten beş tanesinin oruçlu olduğunu haber alarak, ben de Paşaya. «Sen oruç tuünazsm. yemeğini onlara gönderiyorum» diye gülüştük ve yemek gönderdim"‫؛‬.‫؛‬

II ;1 . ٠ l

;I 1J 1' ■

/. ve //. Mecliste Islâm’ın ve miLsliinıaniarın en gür sesi olan Zeki Kaciirheyoğlu'nun kendi hatıralarında. "Tek Parti Döncmi!"ne ait zulümlerden ifade edebildikleri ve yazıya geçtikleridir sadece bunlar. Ya yazıya geçemeyen ve ifadesini bulamamış zulümler ne olacak? Onlardan da bir demet sunmuş oluyoruz "hatıralar"la Cumhuriyet Döne­ mi Din - Devlet İlişkilerini işlemeye çalıştığımız bu eserde.

,1

Y tilm n nlzı.

PWtaf٠r İz. t 317.334. Irt٠n Y٠yın٠vi l ٠t٠nb٧M975


i

s e k iz in c i bo lu m

ULEMAYA YAPILAN ZULÜMLER REJİM TARAFINDAN ZEHİRLENEREK ŞEHİD EDİLEN NAKŞİ ŞEYHİ; ŞEYH ESAD ERBİLİ HAZRETLERİ

١ ،l


UYDURMA MENEMEN HADİSESİNİN BİR NUMARALI HEDEF İNSANI: KELAMÎ DERGAHI ŞEYHİ ES'AD ERBİLİ HAZRETLERİ (K.S.) "REJİM TARAFINDAN ZEHİRLENEREK ÖLDÜRÜLEN NAKŞİ ŞEYHİ"‫؛‬.^

Esad Erbili Hazretleri.ni Hedef Tutan Uydurma Menemen Hadisesi 1930 yılının son ayındayız... Bu ayın orialanna doğru. Manisa vc civann. da bağ budama mevsiminin cn elverişli olduğu bir zamanda «Mehdî Mehmed» isimli bir serseri, etrafına birtakım vc çoğu genç, hatla çocuk, saf tipler toplaya­ rak Menemen iarallarına sürüklüyor... Ilk ikna vesilesi köylerde zengin işler ol­ duğu. husisiylc Paşaköy dolaylarında bütün bağlann budanmakla bulunduğu, kendilerinin de bu fırsatı kaçırmamalan gerektiği, oraya giderlerse çok para ka­ zanacaktan iddiasıdır. «Mehdî» ünvanmı taşıyan Mehmed. Giritlidir vc tarihin birçok devrinde şahit olunduğu gibi Mehdîlik iddiasında bir deliden başka bir şey değildir. Hiç kimse tarafından sevi'meyen bir insandır vc oturduğu mahalle Manisa’nın Arpalan semtinde hemen herkesin nefret vc istiskaline karşıdır. Esrarkeştir. Buna rağmen, dışından, ham softa vc kaba yobaz tipinin bütün ârazma maliktir. Etrafında lam beş kişi: Sütçü Mehmed; saf. aciz, kendi halinde, mahalle­ de süt satan bir esnaf... Şam'dan Mehmed; budala vc muvazenesiz bir insan vc mesleği budayıcılık... Çoban Ramazan; 1 8 - 1 9 yaşlanndaki bu keçi çobanı, öbürleri gibi cahil vc muvazenesizin biri... Nalıncı Haşan; bu da Giritli vc hâdiseye hiçbir şey bilmeden kanşanlardan... Ve Zeki Mehmed. budayıcılık yapan bu adam da para ve menfaat kargılığında her şeye müsaid bir ahlâksız... Mehdî (î) Mehmed. işte bu bîçareleri telkin altına alıp bildirdiğimiz isti­ kamete doğru sürüklüyor... Yanlarında bir de çakmaklı tüfek, hep beraber Mani­ sa'dan Paşaköy'c gidiyorlar. Yolda hangi konaklarda kaldıktan ve neler konuş-

٠

٠ ٠٠ ٠

E ud Erbili Hazıeüen hâkkında bur d . ânUulanUnn b،ly\tkçe bir Icumı N eob F x،l K ı ، Rİi*in D . M aılm l.n'ııdân lmnu|Ur.

٠


١١

٦ ‫ﺍﺍﺍﺍ‬

162

‫_ﺍ‬

١

:‫ﺍ‬

‫ ؛‬. ‫ﺍﺍ‬

CUMHURfYET DÖNEMİ DlN VE D E ^ E I . Il IŞKILEKÎ

c il t

zan'm an‫ﻝ‬a،‫ ﺍ‬g ‫ ﺍ‬na göre, yolda birka‫ ؟‬esra ٢ partisi ‫ﺍ‬crtip ‫ ﺍ‬cmi§Ic٢. halta Paşaköy.d^ı İş bulamadıkları İçin Bozaiar köyüne dümen kımıışlar. yolda yine Sizasıya esrar çe^nişlcr ve bu arada kendine gelen ‫ ؟‬oban Ramazan araianndan kaçıp Manisa.ya dönmüş... Bozalar köyünde Sütçü Mehmed'in karâcşînc misafir oluyorlar... Evde bir baba ve iki ogul olmak üzere üç kişi var... oğullanan büyüğü askerlikten yeni dönmüş... Misafirlerin üslûp, tarz ve hareketlerinden şüpheleniyor ve babasına: - Bunlar, diyor bence şüpheli adamlar... Kendilerini dehlesek fena olmazI.. Babanın cevabi:

ı.

- Canim bir gece kalıp gidecekleri.. Kaygıya deger mi?.. Sabaha karşı sen onlan arabayla Menemen'e götürürsün!.. Böyle istiyorlar!.. Sabaha karşı, askerden gelen ogulun sürdüğü araba, Menemen'e yaklaşı. r

‫ا‬

٠ ‫ﺍ‬٠

yor... Mehdî Mchmcd. arabanın kasabaya girmesini beklemeden: - Biz burada inelim, diyor; bazı işlerimiz var!.. Araba başını aldığı gibi dönüyor... Onlar da oracıkta. Menemen'e karşı yere çömelip çubukJannı çıkanyorlar ve esrarlı tütünlerini tültürmeye başlıyor­ lar. Beşi birden dalgada... Mehdî Mehmed'in bu dalga içinde sözü: - Artık Mchdîligimi ilân edebilirim! Günü geldi!.. Mehdîlik iddiasında bir sapığın ardında, esrarkeş serseriler Menemen'e giriyorlar... Şimdiki Belediye binasının bulunduğu yerde, binanın arkasına düşen camiye giriyorlar... Cami avlusunda oturup imamın gelmesini bekliyor­ lar... Namaz vakti erişmiş bulunduğu için cemaat, birer ikişer sökün etmekte... Bunlar, avludaki garip hal ve edalı adamlan görünce âdeta ürküyor ve birbirine .soruyor: - Bu yabancılarda kim? - Tanımıyoruz! Halleri gerçekten çok garip!.. Bu vaziyeti gören ve fısılülan duyan Mehdîlik kalpazanı onlara doğru ilerliyor... ٠ Bizden korkmayın, diyor, biz de sizdeniz! Camiye ibadet etmek, namaz kılmak için geldik. Namazdan sonra bir işimiz olacak! Sizde bize katılın!


REJİM TARAFINDAN ZEHİRLENEREK ÖLDOROLEN NAKŞI ŞEYHİ

1 6 3

O ccmaaiic bulunmuş olan bir zaiın yıllarca sonra.bir arkadaşına şunlan söylemiş olduğunu Manisa'da tcsbii cnim: Esrarkeşlerin Namazı «٠٠ Öyle bir namaz kıldık ki. kılan kim. kılınan ne, anlayamadık! Birden­

bire müthiş bir ürküntü hissi havada donmuştu!» Mahutlar namaz biter bitmez camideki, üzerinde Tevhid kelimesi yazılı sancağı alıyorlar ve kapıya çıkıp cemaatin gelmesini bekliyorlar. Cemaat, gözle, ri dehşetle bu garip adamlara takılmış, çabucak önlerinden geçip gidiyorlar ve caminin karşısındaki kahvehanede yer alıyorlar... Herkes büyük bir merak ve te­ cessüs içinde... Mehdi Mehmed sancağı kaldırıyor ve hem meydandan geçenler, hem de kahvcdckilcrc karşı avaz avaz bağırmaya başlıyor: - Sancağımız etrafında toplanın! Müslümanım diyenler gelsin! Durma­ yın! Küfrü tepeleyeceğiz! Yerinden emir aldık! Kuvvetler hazır!... Tam o anda Menemen'in Askerlik Şubesi Reisi oradan geçmekte değil mi? Mehdî Mehmed onu görür görmez üzerine koşuyor ve yakasına sanlıp hay­ kırıyor: - Hemen şimdi bize kuvvet gönder! Peşimize takılsınlar! Menemen'i 70 bin silâhlıyla sardık! Dediğimi yapmazsan kötü olur! Apışıp kalan Şube Reisi hiçbir şey anlayamıyor, ellerinde dinî bir sancak­ la ayaklanmış şu birkaç kişinin belirttiği mânayı ve kuvvet derecelerini kestiremiyor ve o an için başının kaygısına düşerek: - Peki, diyor, şimdi istediğinizi yapanm! Ve sıvışıvcriyor. Nümayiş ve delice haykırma ve davetler devam ederken, birdenbire bir yüzbaşı pcydahlanıvcriyor. Arkasında sekiz tane jandarma eri... Bu kuvvet, karşısındaki altı kişiyi bir anda enselemeye yeterken dehşete düşen yüzbaşı, tıpkı Şube Reisi gibi, vaziyeti bilememekten hiçbir harekette bulunamı­ yor ve Mehdî Mehmed'in: ٠ Bize yardımcı ol. yoksa canınız elden gider!

Tehdidine cevap veremiyor. Bir er koşturarak Jandarma alayından imdat istiyor. Mehdî Mehmed'in görülmemiş cüreti ve üzerine doğru koşması, yüzba­ şıyı şaşınmış, mcflûç hale geıinmişıir. Hâdise bu şekilde devam eder ve delice bir cesaret içinde Mehdî Mehmed bağınp çagmrken, o civardaki kışlada nöbetçi olarak bulunan ve olup biıcrücri


164

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLETr İLİŞKİLERİ

CİLT 3

uzaklan takip eden yedek asteğmen Kubilây, yanına bir manga asker alıp mey­ dana doğru koşuyor. Aradan hayli vakit geçtiği halde hâlâ ciddî ve anî bir hükümet davranışı yoktur. Kubilây erleri saf nizamına geçirip kumanda veriyor: ٠ Süngü tak!

Mehmetçikler hemen emre itaat ediyorlar. Kubilây önlerinde... Mehdî Mehmed ise biraz ileride aynı mecnun teraneleri sayıp dökmekte, avazı çıktığı kadar haykırmakta...

İl ¥\\

Sjiq

Arkasındaki süngülü asker safının heybetine güvenen, ilerdeki mecnunlann ihtilâç içinde nereye kadar gidebileceklerini tahmin edemeyen Kubilây. tek başına Mehdîlik şarlatanı, bilerek veya bilmeyerek gizli bir tertip ve telkine alet, bu maşa adamın üzerine yürüyor. K ubilay-Esrarkeş Mehmed Mücadelesi Kubilây. a.skcrlerini geriür bırakıp tek başına Mehdî Mehmed'in üzerine yürüyor ve hiçbir kelime sarfetmeden sol eliyle onun yakasına yapışıp sağ eliyle suratına iki tokat aşkediyor. Askerler geride ve halk etrafta merakla bakınmak­ tadır. Ortada hâlâ hükümet adına bir (otorite) ve hâkim kuvvetin göründüğü yoktur. Tokatlan yiyen Mehmed henüz kendisini toparlayamadan bir silâh sesi... Kubilây.ın yere düştüğü görülüyor. Topuğundan, bütün ayağı parçalanasıya bir tüfek kurşunu yemiştir. Müthiş an... Jandarmalar tüfeklerini bırakıp kaçışıyor ve Kubilây.ın asker­ leri. yüzgeri. dağılıyor. Delice bir cüret, başsız kalan askerlere, neyin nereden geldiğini ve ncrcyc gittiğini kestirememek şaşkınlığı içinde büyük bir dehşet vermiş ve onlara dağılmaktan başka çare bırakmamıştır. Halk da her zaman ol­ duğu gibi, çenesi bir kanş düşük, sanki bir (kovboy) filmini seyretmektedir. Or­ tada vaziyete el atacak tek irade ve hamle tezahürü yine mevcut değil... İşte Mehdî Mehmed bir hava boşluğunu hatırlatan bu ruhî hayret ve deh­ şet anını seziyor ve en büvük numarasını oynamak üzere, yerde inleyen Kubilây.ın üstüne aulıyor. Onu. kurbanlık bir koyun gibi saçlanndan kavnyor ve cebinden çıkardığı bağ budama bıçağını buynuna dayıyor. - Yapmayın, beni öldürmeyin! Ben ayağımdaki bu yarayla yaşanm! Canı­ ma kıymayın!


r e jim

TARAFINDAN ZEHİRLENEREK ÖLD١ " ROLEN NAKŞİ ŞEYHİ

165

Kubüûy. Mchdîlik taslayan esrarkeş mecnuna yalvarmakladır. - Canıma kıymayın! Mehdî Mehmcd.in ise ağzında bir nara: - Artık vakit doldu! Mehdi geldi! Ve urüllı bıçağıyle. testere kullan.r gibi, Kubilay'ın kafasını vücudundan ayınyor. Korkunç bir feryad. hırıltı, kan fıskiyesi ve halkla çığlıklar... Mehdî Mehmed, kesik başı yine saçlarından tutup cami avlusundaki mu. salla taşının üstüne koyuyor. Seyirciler bağıra çağıra kaçışmakta ve meydan bir an için Mehdî Meh­ med ile beş arkadaşına kalmış bulunmaktadır... Birden koşaradım gelenlere mahsus ayak sesleri... Alaydan, altı serserinin üzerine, miiralyö/.lü. koca bir bölük sevk edilmekte... Bölük hemen meydanı ve cami avlusunu sanyor, makineli tüfeğini kumyor ve ateş... İlk kurbanlar, ne olup bitliğini anlamak ü/cre koşup gelen iki masum bek­ çidir. Vücuüan birçok yerinden delik deşik, vurulup yere seriliyorlar. Hâdisenin müsebbiplerine gelince: Ateş çemberinden kaçmak isterken, aralarından yalnız iki kişi müstesna, hepsi birden vurulup vahşî hayvanlar gibi yere devriliyorlar. Başla Mehdî Mehmed. Şamdan Mehmed ve Sütçü Mehmed ölüyor. Zeki Mehmed ölü taklidi yaparak uzandığı yerde, başından yaralı olarak ele geçiyor. Giritli Haşan ile Nalıncı Haşan ise nasılsa kaçıp sıvışma imkânını bulabiliyorlar. İşle bütün oluşu ve bilişiyle lopyckûn vak'aî.. Sadece kaçabilen \k\ kişinin ve eğer destekçileri varsa onlann da bulunup cezalandmimasından iDu.ot kalan ve bir iki mecnunun telif eserinden ibaret bulunan hâdise birdoa. ‫؟‬re o Kaaar bîî. yütülüyor ki, önada, tâ Sankamış'ian İstanbul'a kada; ١ Uuuauıiyle masum ve alâkasız, tesir ve şahsiyet sahibi kaç müslüman varsa on a r çcvrilm . ■r tuzak­ tan. kuru bir bahaneden başka bir şey kalmıyor. Bir nevi dehşet salma devri açılmışın Menemen Nere? Sarıkamış. İstanbul. Elazığ. Yahyalı Nere? Mccnunlann bile hayal ve teşebbüs etmeyeceği hadiseden scuımlu. elle­ rinde. yaralı olarak tutulan tek kişi vandır. Zeki Mehmed,.. Kaçanlardan Giritli


‫ ا‬1' ‫ ا‬1

' ‫ﺍﺍ‬

،66

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DİN VE DEVLCT iLlÇlULERl

Hasan ile Nalıncı Hasan Manisa yolunda ele geçirilecek ٧ e onlaria beraber fiil? icşcbbUs kadrosundan ،ululaniar 3 kişiye varacaknr. ‫؛‬şıc. sonunda, cczalanna mani olainayacak bu serserder ve hususiyle Zeki Mchmed 0 türlü ifadeler ver. meye zorlanıyorlar ki. mahallelerinde oturan habersiz ve günahsız insanlardan tutun, hiç tanımadıklan. bilmedikleri ve eserlerini okumadıklan din âlimlerine kadar, şahsiyet sahibi bütün mUslümanlan avlamaya mahsus zalim bir ağ örül, mesine hizmet ediyorlar... l ertip ve Uydurma Senaryolarla Tutuklam alar

‫ﺇ؛‬ ١١

li

Evet: bütün şahsiyetli mUslümanlan. bilhassa Nakşi^ndltarikati büyük, lerini onadan kaldım ak İçin hükümetçe düzenlenen Menemen Vakasi. teniplcrin en vicdansızım teşkil eder. Sebep, tek olarak, din güdücülerinin İmhası ve halkın yıldınlması... Bu esas? s c ^ p etrafında iki tane de yardımcı s e ^ p var: Birincisi: Serbest Fırka zamanında Menemen «7'sinc kadar» tâbiriyle 0 tarafa geç. miş ve ayni günlerde kendisini ziyarete gelen Halk Partisi kodamanlanma «yuha!» çekmiştir. Hükümetçe karar: «— Mencmcn.c en tesirli bir gözdağı vennek lâzımdır!» ،kincisi: Yine 0 tarihlerde bazı Halk Partisi bü)۶üklc ٢i Burea'da Adapalas Otelinde zevk ve safaya batmış, günü birlik hayattan kâm almak cümbüşü İçinde yuvarlanırkcn. birhadisc oluyor: OicUcrinin önünde duran ti^si vc otobüslerden, t^rcli. kasketli, sakallı, din? üslûp telirtici kılıklarla bazı insanlar iniyor. Manziuayı yoromlayıunay^ı kodamanlar (Vasıf Çınar, Şükrii Kaya. Mahmud Es.ad vesaire) hayretle birbirlerine soruyorlar: — Kimdir bu softa kjlıkJı adamlari? Yoksa bizden istekleri mi v a^ Aralarından biri cevap veriyor: — Yok efendim: bizimle hiçbir alâkalan yok! Karşı oteldeki bir şeyhi ziyarcıc geliyorlar!


KEJİM TARAFINDAN ZEHİRLENEREK ÖLDÜRÜLEN NAKŞ! ŞEYHİ

167

Ta karşılannda, Hakkı Paşa Oteli diye bir yer vardır ve oraya, İstan­ bul’dan bir Nakşî şeyhi gelip inmiştir. Kodamanlar konuşmakta devam ediyor: — Kim bu şeyh?

— Erbini Şeyh Esad Efendi... Meşhur Nakşî Şeyhi.

r

— Ya. öyle mi? Ve o akşam bu kodamanlann halkalandıgı masada şu karar almıyor: —Anık bu adamlann köküne kibrit suyu dökülmesi gereken zaman gel­ miştir! Bizzat mahkum kabul ettiğimiz Mcncmen.de bir hadise çıkanılacak. ha­ diseye rejime karşı bir kıyam süsü verilecek ve ondan sonra sürek avı halinde din clcbaşlan devşirilip birer birer czilcecktir. Hadisenin şahitleri, ilk Meclis âzasından merhum Haşan Basri Çantay ile Salih Ycşil'dir. Allah’ın dek getirdiği bir fırsat ve münasebetle bu karan, toplan­ tıda hazır bulunanlardan biri mârifciiylc öğrenen ve o akşam otelde bulunan bu iki zat, vaziyeti, sağlıklannda yeminle anlatmışlardır. Bunlardım ve halta toplantıda bulunanlardan çoğu sağ olmadığına göre diyelim ki. bu iddia (romantik) ve tumturaklı bir yalan... Bahsimizin başında da kaydettiğimiz gibi, hadisenin akışındaki garabettir ki. tertibi göstermekte en canlı delildir. Şimdi iddiamızı, tertip tezine göre takip etmekte devam edelim: Bu işe gizli ajanlardan biri memur ediliyor. Adam haftalarca evvel Mene­ men’e gidip işin mekân, yani dekor ve yer tarafım tcsbil ediyor: —Jandarma karakoluna karşı meydan, cami ve avlu, hadise için en uygun yer... Sonra Manisa ve bahsettiğimiz köylere gidip mahut kadroyu tcsbil edi­ yor. bunlann sefil, esrarkeş, cahil ve ahlâksız tabakadan olmalan gizli ajanın işini büsbütün kolaylaştınyor. Hele din mevzuunda abuk sabuk görüşleri, ermiş­ lik cinneti ve Mehdîlik özentisi dikkaıirü çeken Mchmed.i bulurunaz kıymette kabul ediyor ve uzun çalışmalardan sonra onlara teklifini yapı>X)n —Menemen’e Birinci Kânun (Aralık) ayında erkenden gireceksiniz! Filân yer. falan cami... Namazdan sonra miraberdeki yeşil bayrağı çekip, cami ve n1u

٠


I,

h 168

CUMHURİYET DÖNEMİ DlN VE DEVLET Il IŞKJLERJ

ı;

c il t

3

kapısını tutacak ve «Bu bayrağın altına girmeyen, kafirdir!» diye bagıracaksıruzl Halktan veya jandarma ve askerden üzerinize gelen olursa silâhla karşı du­ racak ve mutlaka kan akıtmaya bakacaksınız. Bir kişiden olsun, kan akıtmak şart. Hadise büyür büyümez hemen kaçıp başınızı kurtarmayı düşüneceksiniz! Neticede her birinize, sana şu. sana bu. sana filân, sana da falan bankadan onar, bin (bugünkü paranın 1(X) misli kıymet) lira verilecek... Siz de çekip istediğiniz yere gideceksiniz! Gerçekten, tekliflerin bu kadar ahmak ve sahıekânna. saçma ve gülüncü­ ne inanabilmek için, vasıflannı çizdiğimiz berduşlar kadrosundan diiha uygunu bulunamazdı. Bu tiplerden hiçbirinin dinî bir harekete girişebilme vasfında ol­ maması, dinî her anlayış ve duygudan mahrum bulunması, başlarındaki sapığın da hiçbir dinî alâka ve bilgisi göstermez, eçhcl bir ruh hastasından başka bir şey ifade etmemesi, gizli tertibi, başka bir delile ihtiyaç kalmaksızın ispat eder. Eğer böyle bir sapığın her zaman bu türlü hareketlere müsait olduğu ve düşünmeden girişebileceği iddia edilecek olursa cevabı hazırdır: —Peki; o halde geriye kalanlardan hiçbiri deli olmayan, sadece serseri ve başıboş takımından 5 veya 6 kişi, ortada gizli bir teşvik, telkin ve menfaat vaadi olmadan nasıl bu adamın peşine düşebilir. ıırmarhaneliklerin bile kabul eımiyeceği bu işi nasıl benimseyebiliri Misâl: Şeyh Said isyanı, her cephesiyle rejime karşı bir harekettir vc bunu inkâra kimsede mecal yoktur. Zira Şeyh Said. din bilgini olmak iddiasında, şuurlu bir kimsedir, kendisine göre bir telâkki vc muhitinde büyük bir tesir ve kadro sahi­ bidir. Hareketinde de. yine kendisine göre bir muvaffakiyet mantığı olabilir. Fakat, hepsinin birden deli olmadığı, sadece cehalet vc hamakaiıe müşte­ rek bu 6 şahsın gülünç ve maskara davranışlannda. kendilerinden bir teşebbüse nasıl ihtimal verilebilir? Söylendiğine göre gizli ajan hadiseyi çarşallı bir kadın kılığında uzaktan takip etmiş vc muradına erer ermez, ancak bir erkeğe mahsus sen adımlarla u/.aklaşıp gitmiştir. Bu manzarayı aynen görenler vardır ve onlardan biri hâlâ sağdır. Subayları yerde kıvranırken 8 jandarmalık bir manga askerin silâhlarını b ıra k jp d a ğ ılm a la n . kendilerine bir işaret verilmeksizin, mümkün olabilecek bir t . u û d ır?


REJİM TARAFINDAN ZEHİRLENEREK ÖLDÜRÜLEN NAKŞİ ŞEYHİ

169

Ve nihayet en muazzam delil şudur ki: Evvelâ ölü taklidi yaparak yere yığılan, sonra da yakalanınca ellerine ke­ lepçe vurulmasına hayretle bakan Zeki Mchmed şöyle bağırmıştır: «— Hani bize para vereceklerdi. Bu ne iş?..» Bunu da duyanlar ve duyanlardan duyanlar arasında hâlâ hayatta bulu­ nanlar vardır. Sadece gaflet ve ihtiyatsızlığına ve önceden tertipli plâna kurban giden Kubilây. topuğundan aldığı kurşun yarasıyle yerde kıvranmaya başladığı vakit, sancak kaldırma ve Mchdîiik ilânı hâdisesinden en aşağı 20 ٠ 25 dakika geçtiği halde, hükümet (otorite) ve kuvvetlerinin meydana çıkmaması nasıl yorumlana­ bilir? Elde hiçbir vesika, hatıra ve müşahede olmasa dahi, zekâ ve irfan sahibi bir göz, hadisenin bizzat akış şeklinden gizli tertibi heceleyebilir. Neticede, belirttiğimiz vesikalar ve öne sürdüğümüz tahlil ve teşhisler ne nispette tatmin edici veya ctmcyici olursa olsun, Menemen Hadisesinin, kendi basit çapından dışarıya çıkanlarak memleket mikyasında bir din adamı avına vesile edildiği riya/î bir hakikattir. Eğer tertip yoksa bu sürek avına lüzum nedir? Savcının Ağ/.ındun Menemen Hadisesi Menemen Hâdisesinin peşinden derhal o mmukada örfî idare ilânı... Yine tertibin yeri geldi. Ne oluyoruz?.. Hâdise o anda basimldığına ve birkaç muvazenesizin eseri olduğuna göre, devletin umumî ve tabiî mevzuatı, gereken takibi yürütmeye vc suçlulan cezalandırmaya yeterli değil midir? Dcğilüirî! Zira ١.- vclâ Menemen'in peşinden de, kaydetmiş olduğumuz gibi, bütün vauını noktalayan din büyüklerinin mahvcdilmelcri lâzımdır. Bunun için dc örfî İdare gibi, dediği dedik vc normal kanun üstü bir usul. şan. Tımarhane kaçkını üç beş serserinin esasta gülünç hareketine karşı örfî idare ilânı, hükümetin ya budala, ya donuna edecek kadar ödlek, yahut da nc şu. ne bu; bahanelerin en sefili peşinden koştuğuna delâlet eder. Şimdi hâdiseyi ٠ Divan-ı Harb-i Ö rfî, isimli. Örfî idare Harp Divanı Mahkemesi Savcısının esmî ağzından vc iddianamesinden dirüersck. rcalıiclere uymayan vc önülmek istenen noktalardan gizli leniN büsbütün sczcbüırir


M

٠ ! ‫ﺍ‬

170 ١

١

CUMHUKİYEl' DÖNEM! DİN VE DEVLE7' ILİŞICİLERİ

CİLT ٩

\

Üslûp ve lisan zaafı kendisine ail olmak ii'zcrc işle Harp Divanı Savcısı Hidayet Bey'in ağzından, aynen: ٠<— Devlet kuvvetleri aleyhine suç işlemekten ve tekkelerle zaviyelerin

kapatılm aları kanunlarına karşı gelmekten sanık.»

Ij! ‫إ‬ I

«Mchdilik dedikodusu Manisa'da duyulmuştur. İşte hükümetin keyfiyet­ ten haberdar olduğu işitilince Girii.li Mehmed'in emriyle köy yakınındaki çam­ lıkta Mehmed'in kardeşi Hacı İsmail ile Hoca Mustafa tarafından bir kulübe inşa ediliyor. Bu kulübede tam bir hafta esrar içilmek suretiyle zikre devam eden sanıklar. 1930 yılı Aralık ayının 23'üncü Salı günü Menemen'e gitmek üzere yola çıkmayı kararlaştınyorlar. Salı gecesi esrarkeş Mehdî. başta (Kıtmir) adını verdikleri köpek de dahil, hop beraber yola çıkıyorlar. Evvelden haberdar edildiği için. Görece köyünün berisindeki kömür ocağında, Hacı İsmail oğlu Hüseyin (tam babasiylc birlikte asılacağı zaman, sehpanın yanından kaçıp dağa çıkan, sonra yakalanarak Mene­ men’e getirilerek hakkındaki idam cezası infaz olunan şahıs) tarafından yakılan ateşte ısındıktan ve oraya, yine evvelden haberdar olduğu için Göreceli Mustafa oğlu Abdülkcrim’in (bu sanık muhakemesi sırasında ağır hastalanıp İzmir Mem­ leket Hastahanesinde tedavi altına alınmışken eceli ile öldüğünden htıkkında ve­ rilen ölüm cezası yerine getirilememiş ve sukut etmiştir) getirdiği yemek de ye­ nildikten sonra, bunlara yol göstericiliği ile Menemen yolunu tutuyorlar. Kafile Hasanlar geçidine vannea. kayıkçı Mehmed'in kayığı ile karşı tara­ fa geçiyorlar. Sanıklar Menemen kenanna geldiklerinde. Zcyiinlik’ıc biraz durup dinlendikten sonra. Giriı'Ii Mehmcd. avanesinin hepsine çifte çifte esrarlı Mgarj dağılıyor, hepsi dumanlı vc sarhoş kafalarla Menemen’e giriyorlar ve saat altıyı yirmi gece Müftü Camii'nc gidiyorlar» Savcı, biraz sonnı göreceğimi/ gibi, (rcaliıc)lcri sade gizicyici değil, tahn f edici tarzda iddiasına devam ediyor. .B u câmidc Nalıncı Haşan, o (inna Fctehnâlcke) sûresini okuyarak mih­ raptan bayrağı alıyor. (Bu sanık ölüm cezasına çarpUnlmışsa da yaşının küçük­ lüğü sebebiyle idamdan kurtulmuş vc cezası 24 yıl ağır hapse çevrilmiştir). Hep birlikle cami içinde bekliyorlar vc camie gelenleri Mehdi ye (ylni Giritli Mchmed ١ davet ediyor vc Mehdî olduğuna dair bunun nişanc.si olan Kıtmir dcdikJen köpeğini kendilerine gösteriyor.


REJİM TARAFINDAN ZEHİRLENEREK ÖLDÜRÜLEN NAKŞİ ŞEYHİ

171

Namaz kılındıktan sonra sahte Mehdî. cemaati bayrak alıma davet etmeye başlıyor ve bu davete icabet eden, isimleri meçhul bazı şahıslar, bunlarla birlik­ le Belediye Meydanına doğru ilerliyorlar, içlerinden Abdullalı oğlu müezzin Hafız Ahmed (idama mahkum edilip asılmıştır), sanıklann camie geldiklerini görmüş vakayı hükümete haber vermeyi haimna bile getirmeyerek sanıklar ca­ miden çıktıktan sonra minareye çıkmış, minareden silah atmış ve kendi ifadesi­ ne göre, etraftan gelecek 70.000 kişiyi beklemeye başlamıştır. Müftü camiinden alınan bayrak burada Menemen lilerden Arabacı Hüse­ yin (idama mahkûm edilmiş ve asılmıştır) tarafından meydanlığa açılan bir çu­ kura dikiliyor. Sanıklar tekbirlerle bu bayrağın etrafında dönerlerken, jandarma yazıcısı Ali Efendi olaydan haberdar edildiğinden arkadaşları dön nefer jandar­ maya silâhlannı almalannı lenbih etmiş ve kendilerini beklemeden doğruca Girii.li Mehmed.in yanına giderek ne i.sıediklerini sormuş. Mehdî Ginıli Mch. med de bu jandarma yazıcısına hitaben: — Git. kumandanına haber ver de o gelsin! Bana top. kurşun işleme/! de­ miştir. Bunun ü/crinc geri dönen Ali Efendi durumdan Jandarma Bölük Kuman­ danı Fahri’yi haberdar etmiştir. Vak.adan haberdar edilen Fahri Bey. doğruca asilerin yanma giderek tam bir asker lavriyle Mehdfye hitaben: —Ne isliyorsunuz? Buradan derhal dağılın! Diyor. Buna Giririi Mchmed de: — Ben Mehdîyim. Şeriatı ilan ediyorum! Bana kimse mukavemet ede­ mez! Çekil karşımdan! Cevabını veriyor. Bu söz üzerine asiler orada toplanan scy.a.i Menemen halkı taralından el çırpmak suretiyle alkışlanıyorlar. Durumun vehamciini anlayan Jandarma Bölük Kumandanı Fahri Bc> tedbir almak ü/erc oradan hükümete gelip bu gibi hâllerde kanunun ıcaph١٥٦^"٠ uyarak alaydan asker ve kuvvet isliyor ve telefon başında, askerle yola çıkaı١ Kubilây Bey adındaki ihtiyat subay vekilinin gelmesini beklemcNC başlıyor. İhtiyat Zabit Vekili Kubilây Bey süngü lakmış askerini. Belediye mc١. danlığındaki kahve önünde bıraktıktan sonra, kendisini öne alarak, asilere dağıl malannı söylüyor ve MchdîUk taslayan Girii'll Mchnıcü'i kolurulan tutarak çeki­ yor. Buna Giritli Mchmed silâh atmak sureliyle mukabele ediyor KubîUy Beyi ağır surette yaralıyor.


:‫ ﺍ ﺍ‬٠

172

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DlN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

c il t

3

Savcı. tertibi gizlemeye hizmet edici şekilde, fakat hi‫ ؟‬bi٢ şeyden ha^ri .İm adı^ i‫ ؟‬in١ birçok yeı^e ipuçlanm meydanda btrakarak devam ede dursun: «Yaralanan KubilSy yine lam bir metin asker lavnylc oradan aynlıyor. arkasjndan ikinci defa anlan kurçun kendisine isabet emıcdcn. hük.mcün arkasınd ^ i avluya kendini anyorea da aldıgı birinci kurçun yarasından bitap düşlügü İçin uzaW aş™ ıy0r, oraya yığılıyor. Yaralı Kubilây Beyin oraya du‫ ؛‬tügünühcr nasılsa h a ^ r alan Mehdi. Giritli Mehmed. askerin kaçmasından ve halkın el ‫ ؟‬ırçmasından ve bu suretle kendisine gösterilen mUzaharetten cüret alarak Orta-

‫ا‬.

‫ﺍ‬٠

‫ﺍ؛‬ ‫ﺍﺍ‬

Î-

Ilga dehşet havası salmak İçin bu anda cinai bir rol yapmak isliyor. ٠' A li oglu Hasan'ın torbası içindeki bag bıçağını derhal aldıktan sonra Şamdan Mchmcd.le birlikle yaralı Kubilây Beyin yanma gidiyor, bıçağı ile bu vazife kurbanı Türk delikanlısını, bir koyun boğazlar gibi, l^ ^ undan keserek kellesi, ni alıyor ve Türk ordusunun genç bir subayı ve asil bir Türk evladi. lam bir ca. navaraı hisle şehit ediliyor. Bununla da kanmayan Mehdi, kesik kafayı saçlanndan tutarak orada bulunan üstUnvane şeklindeki taşa vunıyor ve cırafını elinde kesik kafa ile biraz gezdikten sonra, kesik kelleyi meydanlığa getirip dikili bayragın üzerine takıyor vc bu kanlı facia karşısında hissiz kalan Menemen halkı tarafından ikinci bir alkış lufanı başlıyor. Bu arada bayragın telsin d en yere düşen kesik başı, bayrak üzerinde dunnasını sağlamak İçin elektrik direğine bayragı bağlamak isteyen Y usuf oglu Kâmil (idam edilmiştir) tarafından koşa, rak ip getiriliyor vc kanlı sancak ihtimamla elektrik direğine bağlanıyor. Bu sıralarda alaydan yetişen diger müfrezeler ve ayni zamandâ hamiyetli

١' ‫؛‬

vc namuslu iki bekçi ile âsîler arasında başlayan çarpışmada. Mehdi Giritli Mclmıcd. Şamdan Mehmcd. ^ütçü Mchmcd vurtjlup ölüyorlar. Emrullah oglu M e ^ e d Emin ‫د‬ Bu meydanda asilerle çakışan iki ^ k ç i de şehit dü" şUyorlar. A silen e n Nalıncı Hasan ile Ali oglu Has an da halk arasından kaçıp

SI*

Vişıyoriaraa da Manisa'da yakayı ele veriyorlar.» Vakaya dair Savcının verdigi (nötr) tarafsız olması. gereken bilgilerle bizimkiler arasındaki küçük farklann hiçbir degeri yoktur. Oylc veya ^ l e . . . Esas vc ana çizgiler a b ıd ır. Şu var ki. biz sagladı^m ız bilgi unsurlannı. konferaıs İçin gittiğimiz Manisa'dan vc faciaya b i^ at şahit o ^ u ş y ^ lı - başlı insanlardan devşirmiş vc doğruluklarından emin bulunuyonjz. Amma Savcının (nötr) tarafa z olm aydı vc indi m üral^ ve k ^ d l ifade tarama kaçan iddia ve izahlannda. k er^ ia hiç hir şey bilmese dc. aldığı direktife göre, tezatlar İçinde yüzdüğünü v c irieta tertibi ^ lli edici mantıksızlıklara düştü^lnü gözden kaçımı^ortiz.


r e jim

TARAFINDAN ZEHİRLENEREK ÖLDÜRÜLEN NAKŞI ŞEYHİ

173

Şöyle ki: Savcı, hadiseyi Menemenliler tarafından benimsenmiş ve şiddetle alkış. lanmış göstermekle Menemen’in öldürücü bir gözdağı alması karanna (Bursa.daki karar) mesnet tedarik etmeye çalışmaktadır. İddia hakikate zıttır; halk cinayet sırasında dehşet ve nefretle kaçışmıştır ve zaten alkışlamış olsaydı yalancı Mehdrnin peşine düşmesi icap edeceği aşikârdır. Yine. Savcı, Hafız Ahmed'i hükümete haber vermemiş ve minareden silâh atmaya başlamış olmakla suçlandınrkcn farkında değildir ki, bu kadar tumturaklı (mizansen) sahneye k. suş içinde bizzat hükümetin nerede olduğu ve nasıl olup da haber alamadığını düşünmek borcundadır. Yani hükümet haber almak için, silâhlar patlar; tekbir sesleri yükselir ve kıyamet koparken Hafız Ahmed.e muhtaçtı? Diğer noktalardaki zaaflar ise teker teker gösterilmeye değmez. Divan.ı Harp Savcısının öz kaleminden ve ağzından çıkan iddia, iki bek­ çinin mitralyöz ateşiyle ölümünü isyancılara yükleyecek kadar tahrilli olduğu bir yana, hükümetin iş ncticelcninceyc dek seyirci kaldığını ve böylccc ne acemi bir tertip karşısında bulunulduğunu göstermeye yeter. Akıl ve insaf sahip­ lerinin başka bir vesikaya ihtiyaçlar yoktur. Şahitler Menemen Olayını Konuşuyor: Menemen Hadisesi münasebetiyle Manisa ve civarını tarayan, en küçük toz tanesine bile müsamaha göstermiyen taraf, faillere ait mahallerin muhıanm, manavını, kahvecisini, bakkalını, fırıncısını, ayakkabıcısını hasılı dünya gözüy­ le bu adamlan görmüş kim varsa hepsini birden topluyor. Manisa'da dinle alâkalı herkes hacı, hoca, müezzin, vaiz. imam, çuvalın içinde... Hatla bu hoca­ lardan ilim ve faziletiyle tanınmış Hafız Ahmed, hadiseden kısa bir müddet evvel bir rüya görüyor ve zevcc.sinc diyor ki: —Rüyamda beni eşek anlannın soktuğunu gördüm. Galiba, hem de za­ limler elinde can vermek üzere, sonumuz geldi! Keramet çapındaki bu rüya şöyle gerçekleşiyor: Hadisenin hemen arka­ sından yüzlerce emsaliyle beraber Hafız Ahmed’in de evini arıyorlar ve bula bula 99'luk. büyük bir teşbih ele geçiriyorlar. Bu alet, teşbihin her tanesine bir insan başı düşmüşçesine. Hafız Ahmed'i 99 kelle devirmiş bir insan sıfaiiyle darağacına kadar sürükleyecektir.


174

CUMH٧ RİYE٦١ DÖNEMİ DlN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

işle bu tarama esnasında tevkif edilip bir yıl hapis cc/asıyle kurtulan, o zaman 50. yaşlannda bulunan esnaftan bir şahıs Üslad Necib Fazıl Kısakürck’e kelimesi kelimesine aynen, şunlan anlatmıştır:

j

1

.٠٠

،1٠

r.

‫؛‬1 î!

I'

«~~Ben o zaman kurabiye yapar ve satardım. Geçimim bu yüzdendi. Ge­ celeri dışarı çıkmak âdetim değildi. Zaten çıkacak vakit bulamazdım. Gece yo­ ğurduğum hamuru sabaha karşı kurabiye yapar ve sonra fırına götürerek pişi­ rirdim. Menemen olayının ertesi günü, yani 24 Aralık sabahı yine fırına gitmiştim. O sırada mahalle berberi yanıma geldi ve bana, bizim mahalle diva­ nelerinin, Menemen'da büyük bir hâdise çıkardığını, bir zahit kestiğini ve asker­ le çatıştığını söyledi. Ben şaşırdım. O gün akşama doğru mahallenin bellibaşlı adamlarının, muhtarından ayakkabıcısına kadar hepsini polislerin götürdüğünü duyduk. Herkes telâş ve her an (beni de alıp götürürler) korkusu içinde... Daha bazılarını götürdüler, 25 Aralık günü sabahleyin evimin kapısı çalındı, iki polis beni alarak Malta karakoluna götürdüler. Burada kısa bir sorgudan sonra evimi aratnaları için geri döndük. Yanımdaki polisin ismi... Tıvnam, hatırladım (Ahmed Nuri)... Evi aradılar, taradılar, bir şey bulamadılar. Yalnız Ahmed Nuri, sanki bir cinayet belgesi bulmuş gibi, her mı'ıslımanın evinde var olması gereken Envâr-ül Âşıkin, adlı kitabı buldu ve (bu yeter, bu bmına her şeyi yap­ tırır!) dedi. Beni oradan alıp Balık Pazarı Karakoluna, götürdüler, orada hap­ settiler. Ertesi gün diğer arkadaşlarla beraber Divan-ı Harbin huzuruna çıktık. Reis Mustafa Muğlalı bana diğer zanlıları göstererek, (bunları tanıyor miLsun?) dedi. (Aynı mahallede oturuyoruz, bazılarını şahsen tanırım, bazılarını da karşı­ dan görmüşlüğüjn vardır. Zaten çoğu akranım değildir) dedim. Reis, birden mevzuu değiştirerek hana şu suali sordu: (Sakalı ne zaman ve neden bıraktın?).. (Ben 5 0 yi aşkın bir insanım, sakal Hz. Peygamberin Sünnet-i Seniyesidir. Hükümet zaten sakalı yasak etmemiştir) cevabını verdim. Ve bana şu anda ha­ tırlayamadığım bir çok sual daha sordu. O gün Paşaköylü İsmail ile beraber bizi üç dört defa mahkeme huzuruna çıkardılar. Bir gün hapishanede ikindi na­ mazını kılmış, toplu hâlde oturuyorduk. Bir ara gardiyan geldi: tok bir sesle (hiç kıpırdamayın, sadece ismini okuyacaklarım eşyası ile beraber dışarı çıksın! Sakın pencereden dışarı bakmayın, yoksa ateş edilir!) dedi. Bunun akabinde elindeki bir kâğıdı okumaya başladı. O gün iki üç posta hâlinde tam 33 kişiyi götürdüler. Ben askerlikte jandarmaydım, bu numaraları bilirdim, pencereden bakayım dedim. Hiç unutmam. Hacı Hilmi Efendi (Sakın ha!) dedi; (Ateş eder­ ler, bakma!..) Buna rağmen başımı pencereye doğru uzattım ve dışarısını gözle­ meye başladım. Aşağıdaki manzara şöyle İdi: Koğuşun önü bir çok arabayla


REJİM 'I.ARAF1NDAN ZEHİRLENEREK ÖL^ÜROLEN NAKŞİ

şey hî

175

dolu... Her çıkanın nc^.l varsa lıcpsinl aldılar, ellerini arkadan ‫^ﺍ‬a٤la‫ﻻ‬arak arabalara bindirdiler ve sOdirdiilcr. Ben. ‫ﺝ‬iden‫ﺍ‬erin ‫ﻻ‬ii‫ﺓ‬dc ‫ﺃﻻ‬4‫ﻝ‬OldiirUlece٤ini. anlamtş, mahzun düşünürken, koğuşun kapısı açıldı, İçeri giren gardiyan (arkaı da^larıniî başka lıapishancve naklediltli. rabaı durun‫ )؟‬dedi.» Şahit 87'Iik (8 yıl önce) nuranî ihtiyar devam ediliyor ve lâfı, bizim: —Astlanlann nerede ipe ‫؟‬ekildiklerini biliyor musunuz'? Menemen istasyonunda Gerçekleşen idam lar « - Evet! Menemen istasyonunun yantnda. şimdiki Kubil٥y Okulunun yan.nda, ktşlada... Onlart ritmazan ayında kildir gecesine iki ^in kala. omçIu olariik astılar‫ ؟‬Biz. akıbetimiz ne olacak diye düşünürken 33 kişinin idamından bir gün sonra koguşun tam karşısına 33 ip. 33 sehpa. 33 gömlek getirip orada bir hafta bıraktılar. K o^şta bu lıSdiscnin dehşetinden bayıliinliir bile oldu. Sehpalar bahçede iken İzmir'den, yolcu.su gençler oliin bir tren geldi. Ve bu gençler yummklannı bizim koguşun pcnccrc.sine dogm kilidırarak. (hepinizi asaeagız, keseceğiz) diye bagırdılar. Muhakeme sıri^ında Hacı Hilmi Efendi bir gün mahkemede şöyle haykırdı: (Ben Yunan işgalinde. Manisa'da iken. Aynalı Camiin, de Yunanlılar Kur'an-1 Kerim'i parçaladılar. Bunu görtincc üzerlerine atılmış, onlarlii mücadele etmiştim. Sonra ^ n i yakaladılar, dövdüler, zulmettiler. ٧ atana dönünce mükâfatım bu mu olacaktı. Sonra biişını hadise kahramanlanndan Nalıncı Hasan'a çevircrck: (Okuttuğum Kur'an-1 Kerim hakkına söyle: bu olayla bir ilgim var mı?) diye sordu. Nalıncı Hasitn. (yoktur!) dedi. Egcr (vardırl dese Hacı Hilmi'yi de asacaklardı belki... Onun İçin ona sadece hapis eeza.sı verdiler.» Şahide sorduk: - E s r a r içilerek girişilen hâdiseden sonraki aramalarda faillenn UsıUnde aynca esrar bulundu mu.? « - Buldular‫؟‬.. Hattâ mahkemede Savcı bunun dirhemini dahi söyledi: fakat geçmiş gün. unuttum‫»؟‬ - Bu adamlann hâdiseyi esrar içtikten sonra ‫ ؟‬ıkardıklan anlaşılınca bu İşin hacılık ve hocalıkla ilgisi olmadığı onaya çıkmıyor mu? Screcri ve ^ rd u ş takımının dinle ne ilgisi olabilir. « - Önceden alınmış bir karan bunlann esra^eş ve s e ^ r i olması değiştiremez. Suçlulann ceplerinde esrar bulunduğunu söyleyen ayni Savcı. bu noklaya hi‫ ؟‬dikkat etmeden 36 kişinin İdamını istedi‫ ؟‬Mahkeme'nin hak ve hakikat-


176

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLETİLİŞKİLERİ

CİLT 3

le rabıtasını, vann siz tayin edin! Biz bu işin önceden derlenip çatılmış olduğu, na inananJardanız!)^ — Bu işi takibe memur olanlar arasında hiçbir vicdan ve insaf şahlanması gösteren olmadı mı? Muhatabımız, gözlerinden inen iki damla yaş. cevap verdi: «— Nasıl olmaz! Fakat emre karşı gelebilmek ne mümkün!.. Bakın, size korkunç bir misal. Bir duruşma sırasında Menemen Örfî İdare Kumandanı Paşa, şöyle haykırdı: (Bunlann hepsi, kömürcü, fmncı. ayakkabıcı, kahveci çırağı... Bunlar mı inkılâbı yıkacak, devirecek?..) — Daha başka hâtıralannız? «— Meselâ: İsmini hatırlayamıyacağım bir hocayı, inanmazsınız ta Sarı­ kamış’tan getirdiler. Bu zat mahkemede şöyle bağınyordu. (Ben Sanka. mış'lıyım. Menemen’in Türkiye’nin neresinde olduğunu dahi bilmem! Bu halde olayla ne ilgim bulunabilir?) Bu hocayı lam 7 .seneye mahkûm ettiler!» — Şeyh Esad Efendi ile hiç konuştuğunuz oldu mu? «— Hayır! O devamlı hastahenede kaldı ve orada öldü. Yalnız oğluyla aynı koğuştaydık; zaman zaman konuşurduk. Faziletli bir insandı.» — Hüküm giydikten sonra cezanızı Menemen'de mi çektiniz? «— Hayır! Bizi tam Kadir gecesi, yâni 1931 yılının Şubat ayında Anka­ ra'ya gönderdiler. Cezamı orada tamamladım.» Menemen Hadisesinde Bir Numaralı Hedef İnsan Menemen Hâdisesinde hedef tutalan (1) numaralı insan Erbil’li Şeyh Esad Efendi'dir. Bu zaun verdiği ilk şüphe ve dehşet hissini de, Bursa’da karşılıklı iki otel arası (Adapalas ve Hakkı Paşa Otelleri) geçen hâdi.seyi anlatır ve onu terti­ bin başlıca vesikası diye gösterirken belirtmiştik. Menemen Hâdisesine beş ay kala cereyan eden Bursa konuşmaları ve pe­ şinden alınan kararlan âdeta ispat edici, vesika değerinde bir vâkıa vardır ki. o da. toplanımın hemen arkasından basına (dikte) edilen şeyh ve şeyhlik aleyhin­ deki yayınlardır. Eveu durup dururken, basın, birdenbire tarikatçılar, bilhassa Nakşfleraleyhinde birkampanyaya girişmiş, böylccc, Japonya'da zelzele haber­ cisi. renk değiştiren bir nevi balık gibi, anlayana ilerideki felâketi ihtar edici bir rol oynamaya başlamışu.


REJİM TARAFINDAN z e h ir l e n e r e k .L D O r OLEN NAK$٤ŞEYHİ

177

‫ ﻻﺩﻥ‬gazetelerim başımda 0 zamanlann en ‫؟‬ok salan «Vakit» gazetesi var. dır. ‫ ﻻﺓ‬rejim bağlısı gazetenin 18 Temmuz 1930 tarihli nüshasını açalım:

‘ , . ‫ ‘ ﺉ‬Bir Dedikodu: ..YUzlerce MUridi . l a n Bu Esrarengiz §eyh Kimdir?" «Son zamanlarda bUrtin Erenköy'ü ve civan halkının dilinde dikkate ‫؟‬ayan bir dedikodu dolaşmaktadır. Beyaz bir konak etrafında lemerkUz eden bu dedikodular Polis Müdüriyetine kadar aksetmiştir. Söylenenler. ErenköyUnUn ücra bir köşesinde, ‫ ؟‬amlıklar arasında sakil bir köşkte, gizli ayinler yapıldığı, gündüzleri de bu ibadethanede oturan ihtiyar bir şeyhin ‫؟‬ocuk, kadın, erkek, yüzlerce kişi tarafından ziyaret edildiği mahiyetindedir. Yine rivayetlere göre bu ^ y a z konak yalnjz civann. ‫؟‬ok daha geniş sahada oturan halk içindeki cahillerin, safdillerin nazannda ulvî bir m a ^ ı Iclftkki edilmekte, muhterem şeyh efendi, hastalan iyileştiren, kayıplan birleştiren kera. metler sahibi bir evliya, b ir e ^ iş olarak tanınmaktadır. Bu şeyh efendinin şöhreti ta Tmbzon ve Of sahillerinden. Antalya. Adana havalisine kadar yayılmış ve her mevsimde buralardan bazı biçareler, işlerini güçlerini bırakıp. türlü türlü lıediyelerlc gelerek şeyh efendiye istirtiamlarda bu. lunmaya başlamışlardır. Mesele ile biraz yakından alakadar oluı^anız duyacağınız şeyler şunlardır: Ercnköyünde. Kazasker camii civannda. (£...) efendi adında 99 yaşlannda, (yaşı bile yanlış) beyaz sakallı bir şeyh vardır. Bu zat tekkelerin ilgasından sonra meçhul bir semtten Erenköy'üne gelmiş ve bir köşkün ^ lü ^ in c kiraeı olarak yerleşmiştir. Efendi, aradan çok geçmeden muhille dedikodulu bir al aka uyandınnış ve herkes bunun kerametinden bahse başlamıştır. Biraz sonra şeyhin oturduğu evde kalabalık bir Inılrid kafilesinle anin yapıldıgt. onun ayn ayn topluluklara vaiz ve icatlarda bulundu^ ve her isleyenin bir tekke İmiş gibi burada gUnlerec yatabildiği şayi olmuş. İş büyümeğe, dallanıp budaklanmaya başlamıştır. Bu sıralarda (E...) efendinin mUridlcrindcn (٤ ٠ .) Paşanın yakını (s...) hanim, şeyhin şimdi oturduğu beyaz konağı ona satın almış, diğer bir mUnt köşkü ^yatm ış, bir başkası da başlan aşağı muşamba döşetmiş, a ıl^ perdeler,

‫؛‬


li.

I

178

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

mobilya, halta siyah bir fayton araba ile iki al alarak şeyhin istirahatını temin et­ miştir. Her gidenin mutlaka bir şey götürdüğü, uzaktan gelenlerin, kimsesi olmayanlann bir imaret gibi orada yatınldıklan. iaşe edildikleri söylenmektedir. Bunlara nazaran şeyh efendi, yeşil çamlıklar içinde gömülü beyaz köş­ künde beş para masraf etmeden bir cennet hayatı yaşamakta, tenckclercc yağ, un, kahve, şeker, halta çikolata; sağdan soldan yağmaktadır.» Bu saçma - sapan (Fantoma) üslûbuyle kaleme alınan yazının garaz ve muradı üzerinde hiçbir tefsir zahmetine değmez. Ta Temmuz ayında Aralık ayının faciası hazırlanmakıadır. Basındaki şeriat ve tarikat adamlarına başlayan hücumun bir hükümet diktesi olduğu şundan bellidir ki. Menemen Muhakemesi başlar başlamaz, sav­ cılık. resmî ve şifreli telle hemen «Vakit» gaz-ctcsindcki yazıyı istemiş, bununla da kalmayarak İstanbul Polisine talimat gönderip bu yazıya karşı ne yapıldığını sormuş ve Şeyh Esad Efendi hakkında bilgi talep ctmişiir. Danışıklı döğüşü görüyor musunuz? Hükümetin daha evvel tertiplediği vesikalar, sonra yine onun telkiniyle hüccet teşkil ettiriliyor. İşte, yine kelimesi kelimesine aynen polisin Savcılığa verdiği rapor: «Vakit Gazciesi'nin 18 Temmuz 1930 tarihli nüshasında intişar eden (Erenköyde bir dedikodu) scrlcvhaiı makale üzerine o zaman yapılan tahkikatta bu şeyhin uzun müddetten beri tarassut altında bulundurulan Erbü.li Şeyh Esad Efendi olduğu ve bu zatın 331 (Miladî 1915) senesinden çok evvel memleketi olan Erbil’den İstanbul'a gelerek han. otel köşelerinde yaşamakta iken intisap et­ tiği ve vükelây-ı sabıkadan merhum Derviş Paşanın iane ve yardımı ile Şehremininde kâin ve şimdi kapalı bulunan (Kcİâmi) dergâhına şeyh tâyin edilerek birçok rical ve vükelânın teveccühünü cclbetmcsi ve az zamanda halk üzerinde büyük nüfuza sahip olması üzerine devrin padişahı Abdülhamid’in şüphesini uy­ andırdığından ErbÜ'e sürüldüğü, ve meşrutiyetin ilânından sonrada tekrar İstan­ bul'a gelen şeyhin adı geçen tekkede âyin yapmaya başladığı vc biraz sonra da Bab-ı Meşihata âza ve bilâhare Mcelis-i Meşayihde riyasete terfian tayin kılın­ dığı vc o babdaki kanun hükümlerine tevfikan tekkesinin kapatılmasından sonra Erenköyde Ziya Paşa köşküne naklederek bir müddet kira ile oturduktan sonra, iki sene evvel şimdi oturduğu Şevki Paşa köşkünü Erbildcki emlâkini salmak


u

REJİM TARAFINDAN ZEHİRLENEREK OLDOROLEN NAKŞI ŞEYHİ

179

sureliyle tedarik ettiği para ile 2000 liraya satın alarak bu köşkte bazı tamirat ve tadilât yaptırarak oturduğu ve bundan başka gerek Erbil, gerekse İstanbul'da müteaddit ev ve dükkânlan bulunduğu ve kendi malı bulunan iki eşeği satıp üzerine de bir miktar para ilâvesiyle 80 liraya bir körüklü araba ve bir at aldığı, maamaflh seksen yaşlannda bulunan mumaileyhin evine Konya’dan ve diğer mahallerden birçok zengin ziyaretçiler gelerek kendisine para yardımında bulunduklan ve hediyeler de getirdikleri dosyasında mevcut malûmattan anlaşıl­ mış ve keyfiyet 25 Ağustos 1930 günü Dahiliye Vekâlct-i Cclilesine de tafsilcn arzcdilmişii. Daima takibimiz altında bulunan Şeyh Esad'ın köşküne, Konya ve civar vilâyet halkından birçok misafirlerin geldikleri ve hediyeler getirdikleri ve cuma günleri İstanbul'dan birçok misafirler gelerek şeyhi ziyaret ettikleri ciheti de ay­ rıca Vckâlct-i Cclilcyc bildirilmişti. Fakat âyin ve zikirler yapılmadığı gerek haricî tarassutlanmızm verdikleri raporlar ve gerekse dahile nüfuz çareleri düşünülerek, eskiden şeyhi uınıyan ve bu sebeple şeyhin evine hizmetkâr sureliyle sokulan teşkilatımıza mensup bir memurun validesinden alınan malûmattan anlaşılmakta idi. Nakşî tarikatını ihya ve inkişafına hadim olmak üzere ve kanunen müda­ haleyi davet ettirecek bir şekil ihdas edebilmek gayesiyle Konya vilâyetinde hâdis olan bir meseleden dolayı mezkûr velâyete yazdığımız tahriratla Şeyh Esad Efendi'nin ıcvsi-i tarikat için Konya'da şebeke teşkil etliği hakkında evrak1 tahkikiyc tanzimine kifayet edebilecek derecede bir malûmat mevcutsa, i İade­ lerin zaptcdilcrek gönderilmesi yazılmış ve tevessül kılınan kanunî yollar ile de bu noktanın ihzanna medar olacak müsbcı bir cevap alınamamıştı. Binaenaleyh Şeyh Esad'ın dikkati calip halleri dolayısiylc tekkelerin daha kapatılmalanndan evvel nazar-ı dikkati celbederek tarassut alıma alınmış ve hakkında malûmat istihsal olundukça Dahiliye Vckâlcl-i Celilcsiylc muhabere­ ler cereyan eylemiş olduğu maruziylc İstanbul Cumhuriyet Müdde-i Umumîliği cânib-i âlisine takdim kılınır. 9 Şubat 1931 Polis Müdürü Bu rapor namuslucadır ve Polisçe, Efendinin kanun dışı bir harekette bu­ lunmadığı. köşkünü de öz parasiyle aldığı itiraf edilmektedir. Hattâ Şeyhi suçlu çıkarmak için ıkınıp sıkınan Polis hiç bir şey bulamadığını açığa vurmaktadır.


I

180

‫؛‬i

CUMHURİYETT DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞI^İLERİ

CİLT

Gerçek Şeyh Esad Erbili Hazretleri Menemen Divan-ı Harbinin isteğiyle İstanbul Polis Müdürlüğü tarafından gönderilen raporda, hayatının bazı noktalan do‫ ؛‬m haber verilen .^eyh Esad Efendi, gerçek biyografya çerçevesi içinde aşağıdaki hayat çİ7gilerini arzeder:

I

٠

‫؛‬ili ‫؟‬1 <11 "I

،I

٠' i I

19. Asnn ortalanna doğru Musul.a 50.60 kilometre mesafede Erbil kaza­ sında dünyaya geliyor. Orada ve daha ziyade din sahasında tahsil gördükten sonra. Nakşı Şeyhi Tâhâ Harin٠٠ye intisap ediyor ve kendisinden 24 yaşında i azet alıyor. Zâhir ve bâtın ilimlerinde devamlı bir gayret gösteriyor ve zengin bir bilgi hamulesi kazanıyor. Aynı zamanda Şeyh Adbülmecid Refkânî isimli bir şeyhten de Kadiri, icazeti almışur. 1340 (883)’da. aşağı yukan 40 yaşlannda, İstanbul... Aldığı icazetler. İstanbul'da, Meşihat (Şeyhülislâmlık makamı) tarafından tasdik ediliyor. O da irşat işiyle meşgul olmak üzere bir mekân istiyor İsteğini kabul ediyorlar vc kendisine, Kocamustafapaşa tarallannda, <٠Kclâmî Dergâhı» isimli binalı veriyorlar. Kısa zamanda İstanbul’u saran vc havada alâka pırıltılan ‫ ؟‬i/en bir isim: — ErbiUi Şeyh Esad Efendi Hazreıleıı... Etrafında geniş bir mensuplar halkası kuruluyor ve bunlar Şeyh Efendinin kemâline tam inanmış olarak ona baş eğiyorlar.

I',

İstanbul'dan memleketi Erbil’c geliş

‘i

Şeyh Esad Efendi, memleketinde 10 yıl kadar kaldıktan sonra 1316 (1900)'da tekrar İstanbul'a dönüyor. Şeyh Esad Efendi, '.ine Kclamî Dergâhında vc aynı irşat davasında... Şeyh Esad E^.ndi. yaşı altmışa dayanırken Meşrutiyet İnkılâbı... Bu defa yeni Padişah Sultan Reşad ile arası çok iyi... İstanbul'da mevcut bütün larikaı şeyhlerin, toplayan bir heyet kuruluyor vc Esad Efendi bu heyete .Rcis-ül-.Mcşayih: Şeyhler Heyetinin Reisi, seçiliyor. Sultan Reş ıJ. Şeyh Esad Efendi’ye her alâkayı göstermekte devam ediyor vc ona, Üsküdar'da Karacaahmed Çiçekçi durağındaki mescit ve zaviyeyi bağış­ lıyor. t

f

Bu devrede Şeyh ٢ ad Efendi müridlcrini yetiştirmek vc eser telifiyle meşguldür.:


r e j im

TARAFINDAN ZEHIRI.ENEREK ÖLDÜRÜLEN NAKŞ! ŞEYHİ

181

Mcklubat (Yazdığı mektuplar) Divan.ı Esad (Manzumeler) Kenz.ül.Irfan (Hadisler) Risale.i Es'adiye (Tasavvuf - Şeriat) Risale-i Tevhid (Tasaavvuf ٠ Şeriat) r

Nihayet Millî Mücadele... Bütün İstanbul. Türkün bu ölmemek iradesi karşısında vecd ve heyecanlann en derin ve keskinini yaşıyor. Bütün mü’min eller semalara açılmış, dua ve niyaz halinde... Şeyh Esad Efendi'nin elleri de onlann arasında... O sıralarda ٠ Millî Mücadeleye katılmak üzere bulunduğu günlerde. Fevzi Paşa (Mareş:.' Fevzi Çakmak). Esad Efendi'yi ziyarete geliyor. Yetmişini bir hayli geçmiş bulunan Esad Efendi, daha evvel ziyaretine şahit olduğu Paşayı birdenbire tanıyamıyor ve elini Öpmek üzere ilerleyen Paşaya: — SİZİ tanıyamadım! Diyor. Fevzi Paşa'nın mukabelesi sadccı‫ ؛‬şudur: — Fevzi kulunuz! Esad Efendi, onun Anadolu'ya geçmek üzere bulunduğunu öğrenince dua ediyor: — İnşallah muvaffak olursunuz! Allah sizinledir. Cumhuriyetten .sonra 'ckke ve zaviyeler kapatılınca bir kenara çekiliyor, zikir ve ayini terk ediyor ve yalnız İlmî telkin ve sohbet ile yetiniyor. Erenköy'deki beyaz köşkün nasıl satın alındığı. «Vakit» ga/ctcsinın iftira­ sına rağmen İstanbul Poli١‫ ؛‬Müdüriyetinin raporundan bellidir. Erb.l'dcki mülk­ lerinin saülması suretiyle kendi öz kesesinden... Menemen hadisesine rağmen, içinde her an 30 ٠ 40 misafir bulun ٠j ٦ bu köşkte, kanuna lam bir riayet halinde, zikirsiz ve merasimsiz, yalnız sohbet ve ilim hayatı... Etrafındaki kalabalık ise. onun sohbetlerine mel\\ın olmaktan başka bir tavır sahibi değil... Menemen Hâdisesine kadar (1930 sonu) gidiş bundan ibaret... Bir aralık Bursa'ya yaptığı seyahatin, başına neler getirdiği malûm... Eırafinı .١aran baghlann kaynaşma halini gören Halk Fanili kodamanların karan:


rrrı' 1I 182________ CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

— Başta bu adam, bütün dinî hüviyetler ve Menemen ve civan ezilmelidir! Sonımlulan: İnönü, Şükrü Kaya, Vasıf Çınar... Ve hemen arkasından, başla «Vakit» gazetesi, basın kuklasının yaylım ateşi... Önada ne fol, ne yumuna!... O günlerde Esad Efendi'nin oğlu, babası gibi Şeyh, Ali Efendi, ona yalva. nyor:

ii

— Babacığım! Ben havayı beğenmiyorum! Etrafımızda uğursuz gölgeler dolaşıyor! Evimiz ve sokağımız devamlı tarassut alımda... bir tedbir alalım!.. Meselâ, köşkteki kalabalığı dağıtalım, onlan memleketlerine gönderelim! Biz de göz önünden silinelim! Şeyh Esad Efendi, mahzun bir tebessümle diyor ki:

،1‫؛‬ ٠ I

— Allah'ın takdiri neyse o olacaktır! Bana öyle geliyor ki. ok yaydan çık­ mış ve hakkımızda karar alınmıştır. Yani tedbir zamanı geçmiştir! Misafirlerden bir kısmını geldikleri yerlere gönderip tevekkülle bekliyor­

;1

lar... Menemen hadisesi... Tırpan harekete geçiyor ve vunjşunu Şeyh Esad Efendi'nin 80 küsür yıllık başına yöneliyor. Menemen hâdisesinin olduğu gün... Akşamüstü Erenköy'deki beyaz köş. kün etrafı kordon altında... O güne kadar larassuta memur sivil polisler tckiük ve .seyrek şekilde boy gösterirken şimdi: — Tcrıipçi sensinî Der gibi. E.sad Efendi'yi halkalamışiar... Her şeyin hükümet tertibi olduğu ne kadar belli!.. Kurduklan tuzağın avını peşinen enselemek gayretindeler... Nitekim, bir gece sonra sabaha karşı beyaz köşkün kapısı acı acı vurulu­ yor ve Şeyh Esad Efendi bohçasını almaya bile imkân bulamadan apar topar Menemen'e aktanJıyor... Önce H ücre Hapsi Sonra Zehirlem e Senaryosu Şeyh Esad Efendi, Menemen’de ve hususî bir hücrede kısa bir müddet hapsedildikten sonra, muhafaza altında. Askerî Hasiahaneye kaldınldı.


REJİM TARAFINDAN ZEHiRI.ENEREK ÖLDÜRÜLEN NAKŞI ŞEYHİ

1 8 3

Bu nc şefkat vc adalet eseri, öyle mi? Tamamiylc aksi!..

r

Yaşlan doksana yaklaşan bu yatalak insanın hastalığı aşikür olsa da, ona kanca atan kötü niyet, eğer onu öldürmeye kadar gitmeyecek olsaydı asla hastahaneye kaldırmaz, zindanda inletir ve orda da ne olursa olsun der. kendi haline bırakırdı. Halbuki onun öldürülmesi, tertip plûnmın ilk maddesiydi ve bu işin yapılacağı en müsait yer de hasiahancydi. Zira yaşı doksana yaklaşan bir ada­ mın idamı kanun bakımından mümkün değildir. Halk tepkisi ihtimali de ayn... Sırf şu hadise. Şeyh Efendi’yi kanunun her ihtiyara mahsus müsamahasın­ dan kaçırıp zehirlemek suretinde tecelli eden kastı, bütün dehşetiyle göstermeye yeter. Şeyh Esad Efendi'yi zindanda bırakmış olsalardı kurtarmış olurlardı. Nitekim onu. yemeklerine kaltıklan hafif zehirlerle birkaç kere öldürme­ ye kalkışıp sadece hastalığını artırmaktan başka bir netice elde edemeyince, bir gece, damar içi bir (enjeksiyon) şmnga ile işini bilirdiler ve murailanna erdiler. Böylecc Şeyh Esad Efendi, Divan huzuruna çıkartılmadan vc tek kelime konuşturulmadan katıl ve katillerin en denî şekli vc eliyle öldürülmüş oldu. — Bu iddianızı ispat edebilecek vesikanız nedir? Sualine şu cevabı verebiliriz: — Söylentilerden başka hiçbir vesikamız yoktur. Fakat işin mantıkî akışı, başka bir manaya yer bırakmamaktadır. Hakkındaki idam karannın infaz edile­ meyeceği muhakkak olan ihtiyann hasiahancde birdenbire ölmesi, öldürülmüş olmaktan başka hiçbir ihtimale bağlanamaz. Böyle bir iş de kaatillcrlc Allah arasında kalacağına göre, hiçbir türlü vesikalandınlamaz. Yirmi Sekiz Alim Zat Asılıyor Muhakemeler şimşek hızıyla geçmişti. Zira alman talimat şudur. — Mahkûmlar söyletmeyin! Sizi müşkül mevkiye sokabilirler. Derhal idam kararlanm verin vc hemen infaz edin! İleride delirerek bağıra bağıra ölecek olan Muğlalı Mustafa Paşa.nın ver­ diği idam kararlan tam 37'dir 1— Çıtaklı Molla Hüseyin. 2— Kahveci çırağı Mustafa. 3— Topçu Hüseyin.


1 ||l١'

184

İl

Ü n

10— 11— 12— 13— 14—

1

CİLT 3

4— Tatlıcı Mutaf Hüseyin. 5— Eskici Hüseyin Ali. 6— 7— 8— 9—

İli

CUMHURİYET DÖNEMİ DlN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

Kcçilli Himmet oğlu Süleyman. Emrullah oğlu Mctuncd Emin. Mutaf Süleyman. Manifaturacı Osman. Habit Hafız Cemal. Tabur imamı Ilyas Hoca. Ali Paşa oğlu Ragıp. Şeyh Hafız Ahmcd. İbrahim oğlu İsmail.

15— Lâz İbrahim Hoca. 16— Şeyh Ahmcd Muhtar. 17— Koca Mustafa. 18— Hacı İsmail. 19— Hacı İsmail oğlu Hüseyin. 20— Cumabülâlı Ramiz. 21— Yahya oğlu Hüseyin. 22— Çingene Mehmed oğlu Ali. 23— Hayim oğlu Jozef. 24— Ali Osman oğlu Mehmed. 25— Yusuf oğlu Kâmil. 26— Kerim oğlu İbrahim. 27— Salih oğlu Boşnak Abbas. 28— ErbiUi Şeyh Esad. 29— Şeyh Esad oğlu Mehmed Alı, 30— Mustafa oğlu Abdülkerim. 31— Nalıncı Hasan. 32— Küçük Hasan. 33— Kâhya Ahmcd oğlu İsmail.

34— Ter/i Talât. 35— İzmirli Hacı Mehmed Ali.

l٠.

٠


REJİM *^VJt^FINDAN ZEHİRLEiVEREK ÛLDOROLEN NAKŞ! ŞEYHİ

185

36— Harpullu Mehmcd. 37— ManisalI Hüseyin Çakır oğlu Ramazan../‫^؛‬ İdam cezasına mahkûm edilen 37 kişiden yalnız 28٠i asılıyor ve geriye ka­ lanı yaş haddi vesair sebepdcn ku.ıuluyor. Aralannda Hayim oğlu Jozef isimli yahudi ise mâhut serserilere parası mukabilinde ip sattığı için kellesini vermiştir. Hiçbir şeyden habersiz, basit bir dükkâncı olan bu yahudiye tatbik ettikleri muamele, olanca zulüm ve gözü dön­ müş habaseti göstermeye tek başına kâfidir. Hâdisenin fiil çerçevesi içinde bulunanlardan başka (kı bunlardan üç kişi kalmıştır) hemen hepsi, bir baştan öbür başa masumdu.. Yani hadisenin 105 sa­ nığından hemen hepsi masum... Fiil çerçevesi içinde olan 6 kişinin 3'ü vak’a sı­ rasında ölmüş, biri yaralı ..!arak ele geçmiş ve tazyik altında ihbar ve iftira et­ mediği kimse bırakmamış, kaçanlar ise Manisa yolunda tutulup yaşlarinın küçüklüğü sebebiyle darağacından kurtulmuştur. Şu halde, fiil çerçevesinde bu­ lunanlardan tek insan kalıyor: Zeki Mchmed. Gerisi yahudi Hayim oğlu Jozef kadar topyekûn suçsuz... Asılanlar arasında, bütün suçu Şeyh Esad Efendi'nin oğlu olmaktan ibaret bulunan Ali Efendi, dinî ve umumî bilgisi kuvvetli bir insandır vc «Tetkikat ve Tclifat-ı îslâmiyc Heyeti» İkinci Reisliğini etmiş bir şahsiyettir. Asılırken: ٠ Son sözün nedir?

Sualine: — Tevhid kclimesidii! Mukabelesinde bulunmuştur. Böylecc Menemen hâdisesi, aslî gayesi olan dinî şahsiyetleri ortadan kal­ dırmak gayesini, başta Şeyh Esad Efendi bulunmak üzere birçok mübarek hüvi­ yeti hayal defterinden kazımak veya hapislerde süründürmek sureliyle meydana getirmiş oluyor."‫؛^؛‬ 1. 2.

Yahyalılt Hacı Hasan Etendı'den Menemen olayında idam edüenlenn ne büyük ve r>e lazıl ١rv sanlar olduğunu hatıralarıyla, dinlemiştim (HHC) Şeyh Esad Erbili Hazretleri tie HgiH malumatlardan büyükçe b. kısmını Kelam? Oef9 ٠n٠*nm büyük şeyhlerinden (Erenköy Şeyhi) Ramazan oğkı Mahmud Sami IHazrellerinden (Rl١ ■) ha­ yatta iken ve yine Yahyalılı büyük alim ve mOcahid insan Hacı Hasan Etendı'den (Rh a) drVemişlim. Yahyelılı Hacı Haşan Eteneknin muhterem babaları Şeyh Mv&tala Gfendi'de bu olay­ dan dolayı ta YahyalIdan alınıp hapse atılanlardandır. (H.H 0.)


-a J1> .٩ -j S

y

DOKUZUNCU BÖLÜM

ZULME UĞRAYAN BİR BAŞKA NAKŞI ŞEYHİ: '.SILISTRELI SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN HAZRETLERİ”

i2lii٤İS^

٠

-


Z U L İ UGRAYAN BIR BAŞKA ŞEYH! U L E R ^ A ^ ^ Ş A - A ^ SİLİSTRELİ SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN h a z r e t l e r i n i n TUTUKLIH.u k GUNLERÎ v e ÇEKTİĞİ TARİFSİZ ÇİLELER 51303 ‫ ﺍ ﺓ ﺍ ﺍ ﺍ‬٢ ٠ ‫ ' ﺍ ﺍ‬٤‫ﺍﻝ‬٢٠ (I888)٠dc dünyaya geliyor Babalan Faıih Sulıan Mehmed tarafından «Tuna flanı. ünvaniyle şereflendirilmiş, oylu bir aile köküne baglı... Baba.‫؟‬ı٠ Hocu/adc Osman Efendi ve ilmiye çerçevesinden... Tal١.١‫؛‬lini ‫؛‬s. ianbul'da tamamlamış ve Silisire'ı in Satirli Medresesinde yıllarea müdemslik ctmışiij. Oranın manii'd .١ i٥mlanndan... Osman Efendi, gençlik çağında İstanbul'da tahsildeyken bir rtlia guiUyor: Vücudundan bir parça kopup göge yükselmiş, ‫ ﺍﻥ‬adan ‫ ﺍ‬١‫ ﺍ‬. ١açmak‫؛‬a... Osman Elendi bu rtiyayı kendi .ulbUndcn dünyaya gelecek hayı٠٠'i bir evlili manasına yomyor ve Silisirc'yc dönüşünde evleniyor. Dunyaya gelecek çoeuklai'dan da h In.;٠‫؛‬.١٠n‫؛‬n rtiyada gördüğü ışık saçan evlada uygun duşeeegini la k i^ .'٠a/.ı l.anı y<٠٣. Süleyman Efendi dünyaya gelip de yetişme başlar b ‫ﺩ‬ş ‫ ﺍ‬ama‫ ﺭ‬tespit cLtig t٤...me‫؛‬lcfe göre bütün ümidini ona bagl... or. O kadar k . küçük Sülcym:tn. Silisirc'de Satirli Medresesinin hend^ i ‫ ﺇ‬k ١٠ nî ٩ ;:٢،njayken, babasının huzuntna her çıkışn١da onun ihtiramla ayaga k.٠٠٠ktıgı navc. Buyuranuz. Sü!e۶ an Efendi oğlumî Oiye aşıii bir saygı gösterdiğine şahit oluyor. Süleyman Efendi bu halden öylesine mah،:i.ıp ١١٤m ٠tya b٧ şlenr٠.٠.ş k ٠. 0، : nın huzuruna gimtek İçin. onur, başını eğerek ^tap okuduğa, mangala surdü٤ ü veya geleni jxçelcyici bir İşle meşgul bulunduğu anlan seçer o lm u j. stdcyman Efendi'nin ç٠cuklu، ٠una ait bu m cnkı^leri şüphesiz ke٦ j

nakli olarak damadı Kemal Kaç.٦٢'d ١،٦ dinlemiş bulanuyorem.


190

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLETF İLİŞKİLERİ

c il t

3

Süleyman Efendi Silisirc Rüşdiyesindc — ve bir müddet Satirli Medrese­ sinde— okuduktan sonra, babası gibi, dersiam yetişmek ü7xrc. İstanbul'a gönde­ riliyor. Süleyman Efendi, İstanbul'da Fatih Camii dersiâmlanndan meşhur Bafra’lı Ahmed Hamdi Efendi'nin ders halkasına girerek, ondan din ilimlerini ve Arapçayı öğrendi ve birincilikle icazet aldı. Babası dersiâm Osman Efendi'nin. kendisini İstanbul'a gönderirken tavsi­ yesi: «— Oğlum, usul ilmine iyi çalış, dininde kuvvetli olursun; manuğa da iyi çalış, fikrinde kuvvetli olursun!» Bu baba öğüdünü ruhunda muhafaza eden Süleyman Efendi, bilhassa usul ve mantığa öbür derslerden fazla ehemmiyet vermiş ve hayatı boyunca bu ilimdeki ihtisasına dikkat çekmiştir.

1

Derken Süleymaniye Medresesi ve peşinden en yüksek dereceli dinî tah­ sil ocağı olan «Medrcsc-tül Kuzat-Kadı yetiştirici mektep»... Bugünkü Hukuk Fakültesinin İslâmî şekli demek olan «Medrcsc-tül Ku/.at»ın giriş imıiharüannı birincilikle kazanıp bunu mektupla babasına bildirince ondan hemen bir telgraf alıyor: «— Süleyman; ben seni cehenneme göndermek için İstanbul’a gönderme­ dim!» Maksat, üç kadıdan ikisinin cehennemde ve birinin cennette olduğuna dair hadis hikmctince. bu mesleğin belirttiği tehlikedir. «Medrese-tül Kuzai» safhasından sonra. Süleyman Efendi, ayrıca devam ettirdiği şahsî ictebbûlariylc zahir ilimlerinde (şeriat) derinleşiyor. Bâtın ilmine gelince.. O da ehline malumdur diyerek bizce önemli olan onun "Tek Paai’' döneminde çektiği sıkıntılan ve mücadelelerini Üstat Necib Fazıl'ın "Din Mazlumlan .ndan dinleyelim: Mücadele Devresi Süleyman Efendi'nin mücadele hayatına ait saihalannı yine damadı ve bağlısı Kemal Kaçar٠dan dinlemeliyiz. Kendisiyle 1936 yılı yaz mevsiminde ta­ nıştığını söyleyen Kemal Kaçar, bu tarihten öteye olanlan fiilen bildiği ve yaşa­ dığım. öncelikleri Süleyman Efendi den dinlediğini kaydetmekte...


٢

SOLEYMAN HİLMİ l^NAHAN HAZRETLERİNİN Ç E ^ ٦C1 ‫ ؟‬İLELER

191

Damadının anlaıiıklanna göre Süleyman Efendi'nin mücadele devresi; küfrün lam ıcaddi ve taarruza geçtiği malûm zamanlardan evvel güya dinin ili. barda kabul edildiği demlerde başlar; fakat asıl küfür şahlanışı hengâmesinde te. kerrür eder. Dinin itibarda kabul edildiği demlerde de Süleyman Efendi zahir ehli alim geçinenlerle, şeriat anlayışı ve mukaddes ölçülerden taviz vermemek hususunda çarpışma halindedir. Ayrıca, birçoğu tereddi ve lefessuha giden tari­ kat yollannın sahte şeyh ve müridlcrine karşı hususiyle «vahdci-i vücut». Alevîlik ve Melâmilik gibi davalarda tam bir mukavemet cephesi kurmuş ve onun mücadelesine girişmiş bulunmakta... Yani ilk mücadelesi, dini içinden bozan ve böylece küfre (endirckı - dolayısiyle) kuvvet verenlere karşı... Ondan sonra Süleyman Efendi'nin mücadelesi doğrudan doğruya din dai­ resine dışardan gelen hücum ve tazyiklere karşı başlıyor ve hayatının sonuna kadar devam ediyor. Damadı şöyle anlatıyor: «—Ben kendisiyle şeref ve akrabalık kazandıktan sonra, eve. sayısız ve hesapsız defalar polis gelmiş, kendisi Emniyet Müdürlüğüne götürülüp tazyik altına alınmış, kiiaplan ve husuî eşyası didik didik edilmiştir.» Defalarca, mcvkurıyci olmaksızın mahkemeye veriliyor, fakat bunlardan hiçbir şey çıkmıyor. Evi. etrafı, muhiti ve faaliyet sahalan sürekli bir tarassut al­ tında... Dcrsiamlık vazifesi olarak İstanbul camilerinde verdiği vaazlannı dirüeyicileri arasında sivil polisler ve hususî ajanlar daima hazır... Kendisi kanuna kol kaptırmamak için islediği kadar gayret ve dikkat sarfetsin; madem ki «Allah!» demenin bile hoş görülmediği ve tehlike belirttiği bir iklim içindedir, nasıl olsa, sadece kolunu değil, bütün gövdesini zulme kaptırmaya mahkûm, veya memurdur. İlk tevkif ve çilesi 1939 yılında... Kendisini evinden alıp meşhur Birinci Ağır Ceza Mahkemesi mevkuf olmayarak muhakemesine karar veriyor vc Sü­ leyman Efendi hemen salıveriliyor... Ayrıca süren muhakeme neticesinde hüküm; SUÇSUZ OLDUĞU ANLAŞILMAKLA B ER A A TİN EYine İnönü şekavet devrimle ve ilkinden 4-5 yıl sonra ikinci bir takip vc tevkif... Bu defa Şube labutluklannda misafirliği 8 gün devam etmiştir. Polis, bilmem kaç biner mumluk ampullerinden türlü uyumama te rtip le rin e kadar elinden gelen işkenceyi ihmal emiyor... Sulh Ceza Mahkemesi kendisini tevkil


192

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DlN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT

ve dostlannı tahliye ettikten sonra Asliye Ceza Mahkemesi karariyle ve kefalet le salıverilmiş ve neticede yine beraat... ÇİLE DOLU BİR HAYAT

(1‫؛‬ ‫ ا‬٠٠ I

h] ‫ا‬.‫ا‬

‫إ؛‬

٠٠

Süleyman Efendi.nin üçüncü takip ve tevkifi ise Demokrat Parti devrine rasLİar ve 0 devrin siyah ve l^yaz renklerinden siyaha bağlı dcvlcı adamlarınca‫؛‬ tertiplenmiş bir (komplo) neticesinde r ٦eydana gelir. İşte Süleyman Efendi‫ﺍ‬nin ‫ﺍ‬ ‫ااذ‬,»1 ‫ ؟‬ile ve mazlumluk devri vefatında tabutuna istikimet dcgişiinncyc kadari varan bir zulümle. Demokrat Parti iktidannın bir türlü sabit istikametini bula, madiği ve ٠‫ﺫﺩ‬r ‫ﺓ‬irine aykın ellerde tezada boğulduğu 950-60 çığındır. ^ m o k ra l Parti Iktidannın dine aykınlıkta Halk Partisini mumla aratacak kadar siyah kanadı. başta 0 zamanın Dahiliye ٧ ekili N^nık Gedik bulunmak üzc^c. Menemen hadisesine ^ n z e r bir tertip hazırlıyor. Bu adamlar, Başb‫؛‬ütanilk odası tabanının budak deliğinden aşağı katlardaki kavgalan seyretmeye bayilan. herkesi başıboş bırakan, gizli tahakkümlere karşı dumayan ve başına ne gelmişse bu yüzden gelen Adnah Menderes’i «0İdu-bitıi»ye getirmekte mahiroirler. O zamanlar Süleyman Efendi, damadı vasıtasiyle Kütahya ve civanndaki yak.olannı Cumhuriyetçi Millet Partisi çevresinde Demokrat Pani’nin bu tezatlı cephesine karşı muhalefete sürdüğü için menfurlardır. Fakat asıl nefret, siyah kanadın, arada bir çamurunu Adnm Menderes’in idamına kadar sıçratan din düşmanlığından gelmekte.. Evet; tıpkı Menemen tertibi denilebilecek bir oyun hazırlıyorlar: 1957'de Bursa nın Ulu Camiindeki mahut Mehdîlik komedyası... Eskişe­ hir’de DemiryoUan İdaresinde bulunmuş, sözde Nakşî, Akif Efendi isimli bir şahsın TavşanlTdaki müridleri. Bursa'nın Ulu Camiinde, ellerinde kılıç, malûm mehdîlik nârasını basıyor ve gülünç nümayişe girişiyor. Maksat meseleyi Tav­ SanlI'ya oradan da vilâyet merkezî Kütahya’ya intikal ettirip Süleyman Efendi'nin ruhî ve siyasî nüfuz mıntıkasını sindirmek ve eğer hâdise kanlı bir safha­ ya girecek olursa onu darağacına kadar götürmektir. Bereket ki. hâdise kansız bastınlıyor, yani tcrtipçilcr kuklalannı adam öldümıcyc kadar sevkedemiyor vc ortada: — Vay şeriatçiler. vay (teokratik) idare özlemcileri! Homurtusundan başka bir ses duyulmuyor.


SÛLEVMAN HİLMİ TUNAHAN HAZRETLERİNİN ÇEKTİĞİ ÇİLELER

193

Külahya'nın Alunıaş kazasında Süleyman Efendiye bağlı bir müftü de topun ağzındadr. Bursa hâdisesi, sözde Nakşi Akif Efendi müridlcrinin merkezi olmak ba. kımından Tavşanlı ve dolayısiyle Kütahya’ya intikal ettiriliyor ve Nakşî değil de Âkifi (!) diye adlandırılan bir şaşkın zümrenin Süleyman Efendi sevk ve idare­ sinde bulunduğu hayaliyle, birdenbire takibat Süleyman Efendi’ye yöneliyor. Bunun için de. ilk iş olarak Süleyman Efendi bağlısı Altıntaş Müftüsü tu­ tuluyor; adamcağız polis karakolunda günlerce ve sabahlara kadar dövülerek Süleyman Efendi aleyhinde ifade vermeye zorlanıyor. Müftü, sopa altında o türlü tazyik ediliyor ki. nihayet polisin istediği ifadeye benzer bir şeyler gevele­ mek zorunda kalıyor. İstanbul’da Süleyman Efendi’nin evine ve damadının yazıhanesine baskın. ... Doğru Müdüriyet ve oradan muhafazalı olarak Kütahya... Süleyman Efendi. Kütahya Emniyet Müdürlüğünde...Bütün bir gün ve gece orada bekletiliyor. Sabaha kadar, bu yetmişine merdiven dayamış ihtiyara, sille, tokat, edilmedik cefa bırakılmıyor.Ana-avrai küfürler de cabası... Öyle bir an geliyor ki, Süleyman Efendi zulmün bu derecesine dayanamıyarak bayılıyor. Polis, bayıltmakta olduğu kadar ayıltmakta da ustadır. Yüzüne su serpiyor, kol­ larını sunî teneffüs şeklinde açıp kapıyor ve Süleyman Efendi'yi kendine getiri­ yorlar. İhtiyar din adamı kendine gelir gelmez yine ve yeni küfürler... Bir bayan hâkim. Süleyman Elendi hakkında verilmiş gıyabi tevkif kara­ rını vicahiye çeviriyor ve buyurun hapishaneye!.. Kütahya hapishanesinde. Sü­ leyman Efendi ve damadından başka, hâdisenin alâkalılanylc beraber Kütahyalı yakınlanndan bazılan... Bunlar, birbirleriylc düşüp kalkmamalan için ayn ko­ ğuşlarda ve tek tek hırsızlar, kaaıiller. ırz düşmanlan arasında... Fakat sürpriz ve İlâhî hikmet tecellisi!., ilk safhada teker teker ve çifter çifter kelepçelenerek en korkunç canilere mahsus bir muameleye tâbi tutulup adaletten de aynı hükmü alacaklan emniyeti içinde Ağır Ceza Mahkemesi huzu­ runa sürülen bu Allah âşıklan, daha ilk celsede, savcının .‫؛‬bihakkın» tahliye is­ teğiyle ve adam başına iki yüzer lira gibi (sembolik) bir kefaletle tahliye edili­ yorlar. Bir ay sonraki celsede de. yeni savcının evvelkine katılması üzerine itti­ fakla beraat karan...


' I

194

I ١ l.

i ‫■؛‬ı il!lî ' ; 1٠

j

٠

1

i. ) :

I

t . ,

CUMHURfYEn^ DÖNEMİ D!N VE DEVLEl' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Hükûmeic zu olarak leccUi eden bu adalet lavn önünde. Süleyman Efendi'nin etrafındaki çember büsbütün daraltılıyor ve adlî ölçünün serbest bıraktığı­ nı. İdarî kıskaç, ezmeye bakıyor. Demokrat Parti İkiidannm başla Büyük Doğu bulunmak üzere, İslâmî sahada verdiği ilk ümitler herkeste boşa çıkmış ve derin bir kırgınlığa dönmüştür. Süleyman Efendi de. o tarihte hapiste, bir yıl sonra 100 yıla yakın hapis talebleriylc mahkeme huzurunda bulunan meşhur «1960 Son Vâde» yazısını yazacak ve buna «Ya Ol. Ya Öl!» hitabını ekleyecek olan Necip Fazıl ile aynı hava içindedir. Bu çileler içinde Süleyman Efendi, bütün gücünü Kur٠ân Kurslanna ver­ miş. didine dursun; ani bir şeker hastalığı infilâkına uğruyor, görülmemiş şekil­ de terakki edip kanda (6) grama kadar çıkan şeker, bütün ihtimamlara rağmen düşürülemiyor ve Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan. 959 yılı 16 Eylülünde 71 yaşında, ebedî mîzan âlemine göçüyor. Hastalığın ağırlaştığı son günlerde, beklenen akıbete karşı. Efcndi.nin Fatih Camii Haziresine defnedilmesi için hükümetten müsaade alınmıştır. Fakat... Tezatlar hükümetinin siyah kanadı, vefattan sonra buna hemen mâni oluyor. O sırada İstanbul'da bulunan Dahiliye Vekili Namık Gedik, bir ölüyü bile esir etmek gibi, misli görülmemiş bir tasarrufa kalkıyor: Polise emri: — Karaca Ahmed Mezarlığında bir çukur açtırınız ve oraya gömdürünüz! Ve ilâve ediyor: — Polisin açtığı çukura gömülecektir! Cenaze, büyük bir alayla. Üsküdar'ın Altunîzade .semtinden aşağıya doğru inmekte... Karşılanna bir polis müfrezesi çıkıyor. Başlannda bir komiser bulu­ nan polis ekibi cenazeyi önlüyor: — Durunuz! Eller üstünde birdenbire durdurulan tabut... Cenaze sahipleriyle komiser arasında konuşma: — Ne var. niçin durdurdunuz cenazeyi? __İstanbul Emniyet Müdürü'nün emri var: Cenazeyi Karaca Ahmet Mc. zarügında hazıriauıgımız yere defnedeceksiniz! Karşıya geçilmeyecek!


SÜLEYMAN HlLMl TUNAHAN HA2RE1.LERİNİN ÇEKTİĞİ ÇiLELER

195

— O da nc demek? Biz saliibi olduğumuz cenaze mevzuunda hükûmeitcn emir almaya mecbur muyuz? Onu dilediğimiz yere gömemez miyiz, hür değil miyiz? Bu mu demokrasi? Komiser sorunun cevabını veriyor: — Ben bu itirazlara muhatap değilim! Aldığım emri bildiriyorum. Cena­ zeyi Karaca Ahmed'c scvkctmckic mükellefim!.. Öbür taraftan İstanbul Emniyet Müdürü bizzat Üsküdar’a kadar gelerek nhtımda cenazeyi almak üzere bekleyen istimbotun halatlannı öz eliyle gevşeti­ yor. söküyor, istimbota başını alıp gitmesini emrediyor ve nhtımda tener tepini­ yor: — Polisin açtığı çukura gömülecek! Başka tarafa götürülemez. Ve cenaze sahipleri belki de böyle bir acı gününde hûdisc çıkaramamak gibi bir his altında bu zulme baş eğiyorlar ve Silistreli Süleyman Hilmi Tuna. han’ın tabutunu Karaca Ahmet istikametine çevirip, orada, polisin açtığı çukura indiriyorlar. Böyle bir zulüm mahiyeti bakımından küçük görünse de manasındaki dehşet ve bir din adamının Ölüsüne bile tahakküm etmeye kalkmaktaki manevî şekavet bakımından, hele demokratik iddiasındaki bir rejim hesabına, emsali görülmüş şeylerden değildir... Üstat Nccib Fazıl Kısakürck’in kaleminden aktanlan çileli bir ömrün Öze­ tidir bunlar. Tâki onun Istanbulda iken onlarca kere çağınidığı karakol ve emniyet müdürlüğü sal٠halan ve buralarda gördüğü en ağır hakarcüerle. işkence dolu günler ve sayfalara hacim çokluğu iübariylc alınamamıştır. Onlarca kez çağınidığı bu tür soruşturma muhakemelerinden sadece bir belgeyi buraya aktararak Silistreli büyük alim, mcşayıhian Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretlerini bir kez daha rahmetle yadetmiş oluyoruz.

Necip Fazıl Kısakürek, Din Mazkımtan, 274-264, Büyük ٠ o ٠u Yayınlan. Is١anbut-19?B


I Uü'

196

c u m h u r iy e t d ö n e m i

DlN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

c il t

3

'I

DİYANET İŞLERİ REİSLİĞİ Zat İşleri Müdürlümü Sayı: 3254

İstanbul Müftülüğüne

il

Bazı Kur'ân Öğreticilerinin ilk tahsil çağındaki çocukları kursa devam et­ tirdikleri istihbar olunmuştur. Bu gibi usulsüz hareketlere meydan verdirilmemesi lüzumu ehemmiyetle beyan olunur.

II

٠i ٠

19181942

I

I

Diyanet İşleri Reisi :i İSTANBUL Dördüncü Asli Ceza Mahkemesi Büyük Postahane

1، I ' i

ı:

957/58 Dini siyasete alet olarak propaganda yapmaktan maznun Osman oğlu, Haticeden doğma, Silistirede 304 de doğma. Çamlıca nüfusuna kayıtlı, dersiamlik yapar. Üsküdar kısıklı Avcı Kâzım S. No: I7 d e sakin Sultanahmet Camiinde vazife görür Süleyman Hilmi Tunahan'ın memuriyetinin ve maaşının ne oldu­ ğunun ve bareme tabi bulunup bulunmadığının ve T.C. Kanunu bakımından Memur sayılıp sayılamtyacağının mahkememize 23151957 S: 11-30dan evvel bildirilmesi rica olunur. 23/3/957

Su٠٠yman H٠ıv Tunahan ٧٠ b٠o2٠n İstanbul ulemaaının çocuklara bOrstmok Istedıkl.n daralan do٠ay،٠ıyl. taidb. v. hana çözalbn. .l.ndıOının b٠٠٠٠l٠ndr bu belgeler

Kur٠ân


‫؟‬٠ ■١ 1

'T

٠/ :

i

ONUNCU BOLUM

h a p is h a n e l e r d e ç ü r ü t ü l e n v e

MEZARINA BİLE TAHAMMÜL EDİLMEYEN DİN MAZLUMU: ÜSTAD BEDİUZZAMAN SAİD-İ NURSî R h.a.

:‫ ؛‬T .'، ‫ ؛‬٦ * ‫ ' ' ؛ ' ' ؛‬. ' ' . ^


MAZLUMLARINDAN USTAD BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSÎ (Rh. a) d in

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ.NİN İLK MUHAKEMESİ VE ESKİŞEHİR HAPİSHANESİNE GÖNDERİLİŞİ

Onu. 1934 yılında, gizli ve dine dayalı cemiyel kurmak, rejime karşı çık­ mak vc Cumhuriyetin temel ölçülerini yıkmaya davranmakla suçlandırdılar ve tevkif ederek Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine verdiler. 120 Nur talebesi de yanında. Said Nursryi tevkif vc Eskişehir'e scvkcdişleri görülecek manzara: Sanki bir tümen ihtilâlciyi yakalamışlardır vc bu bir tümenin yolda ordu. !aşmaması için tedbir almaktadırlar. Zamanın Dahiliye Vekili. Jandarma Umum Kumandaniylc beraber bizzat İsparta'ya geliyor. I.spana.Afyon yolu üzerine askerî karakollar serpiliyor, ve Said.i NursF Hazretleri, talebeleriyle birlikte elleri kelepçeli, bir kamyon kolu, nun başında Eskişehir'e götürülüyor. A.skcrî müfrezenin kumandanı. Müslüman anne sütü emmiş, vicdan vc insaf sahibi bir iasandır. Namaz, vakitleri girdikçe esirler kortejindeki müminle­ rin kelepçelerini çözdürmekie vc ibâdetlerine imkân vermekledir. Halbuki bu masumların yaptığı, aynı il^ideLin fikir vecdini yaşamaktan başka nedir ki?.. Eskişehir zindanında Bcdiüz/iunan'ı ayn bir hücrede icerid ediyorlar \c kendisine vermedik sıkıntı, etmedik hakaret bırakmıyorlar... Talebeler bir arada vc her an cemaat hâlinde dua vc ibadetle... Bcdiüzzaman. bu ağır şanlar altında bile «Nur Risalesî.nc devamı sekte yc uğratmıyor. .Otuzuncu Lcm'a>. vc .Birinci vc İkinci Şualar.ı kaleme alıyor Kendisine yöneltilen suçun cc/ası idamlık çapla . Bir dc bütün Eskişehir çevresinde, yıldına vc gözdağı verici bir propagarula:


.1

200

c u m h u r iy e t d ö n e m i

DİN VE DEVLEİ. İLİŞKİLERİ

c il t

3

— Bcdiüzzaman.ı idam edecekler!.. Bununla da kalmıyorlar ve böyle toplu bir Müslüman avının doğurabile­ ceği tepkiyi düşünerek, bu mevzuda memleketin en hassas bölgesi olan Doğu vilâyetlerinde bir nümayiş seyahati yapmayı düşünüyorlar. Zamanenin Başveki­ li İsmet İnönü. Şark vilâyetlerinde bir tetkik ve teftiş seyahatine çıkıyor. Baskında Bcdiüzzaman ve talebelerine ait her şey ele geçtiği hâlde, orta­ da itham medan olabilecek hiçbir şey yoktur. Böyleyken kendisini beraat eniremiyorlar da idamlık bir ithamın teselli mükâfatı halinde. 15 talebesiyle beraber altışar ay hapse mahkûm kılıyorlar... V05 talebe de beraat karan alıyor. Eskişehir müdafaasından parçalar: «— İrtica fikriyle dini âlet edip, emniyet.i umumlyeyi ihlâl edecek bir te­ şebbüs niyeti olduğu ihbar edilmiş... Elcevab: Evvelâ, imkânat başka, vukuat başkadır. Her bir ferdin çok adamlan öldürcbilmesi mümkündür. Bu imkân, katil cihetiyle mahkemeye verilir mi? Her bir kibrit, bir hâneyi yakması mümkündür. Bu yangın imkâniyle kibritler imha edilir mi?

ftî!

i i 1‫؛‬ ١ti ٠. ' I

Saniyen: Yüzbin defa hâşâ iştigal ettiğimiz ulûm-u imaniye. nza.yı ilâhiyyeden (Hep lisan yanlışlan) başka hiçbir şeye âlet olamaz. Güneş kamere peyk ve tâbi olmadığı gibi, saadet-i ebediyenin nuranî ve kudsî anahtan ve hayaı-ı uhreviyenin bir güneşi olan iman dahi, hayaı-ı içtîmaiyenin âleti ola­ maz.>. Yüz Başım olsa Hergûn Bu Uğurda Biri Kesilse, Bu Devadan Asla Vazgeçme.yiceğîm

1 4

«— Ey Heyet-i Hâkime! Eğer bu işkenccli tevkifim, yalnız hayal-ı dün. yeviyeme ve şahsıma ait olsa idi; emin olunuz ki. on seneden beri .sükût ettiğim gibi yine sükût edecektim. Fakat tevkifim, çoklann hayat-ı ebediyelerine ve mu­ azzam ıılsım-ı kâinatın keşfini tefsir eden Risale-i Nufa alt olduğundan, yüz başım olsa ve her gün biri kesilse, bu sırr-ı azimden vazgcçmiycccğim; ve sizin elinizden kurtulsam. elbette ecel pençesinden kurtulamıyacağım. Ben ihtiyanm. kabir kapısındayım. İşte o müdhiş ulsım-ı kâinat keşşafı olan Kufün-ı Hâkimin o muazzam keşfini göze gösterir bir surette tefsir eden Risale-i Nur onu tılsıma ait yüzer mcs'clelerindcn. bu herkesin başına gelecek olan cccl'c ve kabre ait yaimz bu sırr-ı imana bakınız kJ: Acaba; bu dünyanın bütün muazzam mc.sail-i siyasiy٠esi. ölüme, ecel.e inanan bir adama daha büyük olabilir mı ki; bunu, ona âlet etsin. Çünkü vakit muayyen olmadığından, her vakit baş kcscbilc ٠ ecel, ya


DlN MAZLUMLAJ^NDAN BEDİOZZAMAN SAİD.I NURSİ

201

i d ı .1 ebedidir veyahut daha gü /iC İ bir âleme giu^eye terhis tezkeresidir. Hiçbir vakit kapanmayan kabin ya hiçlik ve zuldmat.j e^d iy e kuyusunun kap.s.d.r veyahut daha daimî ve daha nuranî bâkî bir dünyânın kapısıdır. !‫؟‬te‫ ؛‬Risale-i Nur, kc^Oyat-1 kudsiye.i Kur.Sniyenin feyziyle, iki kere iki dört eder derecesinde kai.iyycılc gösterir ki. eceli, idam-1 etediden terhis vesika. Sin a: ve kabri, dipsiz hiçlik kuyusundan müzeyyen bir bahçe kapışına çevinneleri şüphesiz, kat'î bir çaresi var. İşte bu çareyi bulmak İçin, bütün dünya saltanatı ^n im olsa bila-tereddüt feda ederim. Evet, hakikî akil başında olan feda eder.

‫ﻑ‬

İşte efendiler, bu mcs.cle gibi yüzer mesail-i imaniyeyi keşif ve izah eden Risale-i Nur'a, evrak-ı muzırra gibi, (haşâ yUzbin defa hâşâ) siya.‫؟‬ci ccrcyanlanna âlet edilmiş garazkâr kiıablar nazariyle bakmak... Hangi insaf müsaade eder, hangi akil kabul eder, hangi kiinun iktiza eder? Acaba istikbal âhiretin ehli ve Hâkim-İ Zülcclâli, bu suali, müscbbiblcrindcn somayacaklar mı? Hem. bu mübarek vatanda bu fıtraicn dindar millete hükmedenler e li tt e dindarlığa iarafdar olması ve teşvik etmesi, vazifc.i hfıkimiyci cihetiyle lâzımdır. Hem madem, lâik cumhuriyet prensibiyle biıarafane kalır: ve 0 prensibiyle dinsizlere ilişmez‫ ؛‬el^ tte dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerekir.» Bu çok güzel lâiklik anlayışından sonra şapka giymentck ilbamına verdi, ği cevap bir şaheserdir‫؛‬ «Diyorlar ki‫ ؛‬sen. şapkayı başına koymuyorsun‫ ؛‬mahkeme gibi çok resmî yerlcrtlc başını açmıyorsun. Demek. 0 kanunlan reddediyorsun0 ‫ ؛‬kanunlan rcddedmenincczası şiddetlidir! Elccvap‫ ؛‬Bir kanunu reddetmek başkadır ve 0 kanunla amel etmemek bütün bütün başkadır. Evvelkinin cczası idam ise. bunun cezası ya bir gün liapis ve bir lira ccza-yı r١akdî٠ veya bir tekdir, veya bir ihtardır. Ben 0 kanunlarla amel cuniyoram‫ ؛‬hem amel etmekle dahi mükellef 0lam ‫ ﺍ‬y0rt‫ﻝ‬z^ Çünkü münzevi yaşıyoram. bu kanunlar hususî menzillere giremez.» Kastamonuda (‫؛‬Ozaltında Geçen Sekiz Yıllık Sıkıntılı Bir Hayat Bcdiüzzaman.ı Eskişehir hapsinden çıkınca Kastamonu'ya sürdüler. Bir müddet ^ l i s karakolunda alıkoyup karakolun ta kakışında ve karakol nezaret, hanesi kaditr g٥ z altında, iki katil bir ahşap eve yerleştirdiler. Baria hayatinin 8 . 9 yılından sonra Kastamonu'da 8 yıl... Ve her an polis. Ic g٥ z göze...


202

CUMHURİYET DÖNEMİ DlN VE DEVLEİ. İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Ama bu icdbir. «Nur Risalesi» faaliyetine ve o civardan, hususiyle İnebo­ lu'dan yeni Nur talebeleri kaydedilmesine engel olamıyor. Gö/.önündc ve açıkça gelip gidenleri yollarından çeviremiyorlar ve Nur talebeleri halkası gittikçe ge­ nişliyor. Ispanadakiler de üstadlanna ait alâkayı hiç gölgelendirmeden devam ettiriyorlar.

ıl

Kastamonu devresi, artık sayılan çoğalan Nur talebelerine, üstadlannm mektupla yol gösterdiği genişleme çığın... Daha sonra çığ gibi büyüyecek olan genişleme, ilk hızını Kastamonu'da kaydeder ve şakirdlcriyle. muallimleri ara­ sındaki teması, mektuplaşma yoluylc sağlar. Mekcuplann baş hususiyeti, tepelerindeki. Besmele yerine kullanılan ve asir harllcriyle yazılan «Bismil Sübhânchu» tâbiri..

•I

Mektuplardan örnekler: «Aziz SıddFk Kardeşlerim: Risalc-i Nurun hizmetindeki ekser şakirdleri birer nevi keramet ve ikramI İlâhî hissettikleri gibi, bu aciz kardeşiniz çok muhtaç olduğu için nevilerini ve çcşidlcrini hissediyor. Ve bu sıralarda bu havalideki şakirdlcr. yeminle itiraf ediyorlar ki: (Biz Nurun hizmetinde çalıştıkça hem maişetçe, hem Istirahat-ı kaJbçc bir genişlik, bir ferah, zâhir bir .surette hissediyoruz.) Ben kendimce o kadar hissediyorum kı. nefs ve şeytanım, o bedahete karşı hayret ederek sustu­ lar.» Bir başka örnek:

■ t

«Ahiret kardeşlerime mühim bir ihtar: İki maddedir.

.1

Birincisi: Risale.i Nura intisab eden kimsenin en ehemmiyetli vazifesi onu yazmak ve yazdırmaktır ve inüşanna yardım etmektir. Onu yazan ve yaz­ dıran ve okuyan. (Risale.i Nur Talebesi) unvanını alın ve o unvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualanmda ve manevî kazançlanmızda hissedar olmakla beraber, benim gibi dua eden kjymcıdar binler kardeşlerim ve Risalc-i Nur Talebelerinin dualanna ve kazançlarına dahi hissedar olur. Hem dön vccihlc dön nevi ibâdet-i makbule hükmünde bulunan kitabetinde, hem imanını kuvvetlendirmek, hem Hadîsin hükmüyle (bir saat tefekkür bazan bir sene kadar bir ibadet hükmüne geçer) te. fekkür-ü imaniyi elde etmek ve ettirmek. hü.sn-ü hatu olmayan ve vaziyeti çok ağır bulunan üstadına yardım etmekle ha.scnaıma iştirak etmek gibi çok faidcIcri


DİN MAZLUMIUNDAN BEDltlZZAMAN SAİD İ NURS!

2 .3

cidc edebilir. Ben kasemle icmin ederim ki, bir kü‫ ؟‬ük risaleyi kendini bilerek ya^an adam, bana büyük bir hediye vermiş hükmüne geçer. Belki her bir sahifesi bir .kka şeker kadar ^ n i memnun eder. ikinei Madde: Maancessüf Risalc-i N u^n٠ imansJZ ve cmansız cinnî ve İnsî düşmanlan, onun çelik gibi me‫ ا‬in kalmalarına elmas kılıncı gibi kuvveıli hüccetlerine mukabele edemediklerinden, çok gizli desiseler ve hafi vasıtalarla, ha^rlcri olmadan yazanlann zevklerini kım ak ve fütur vermek ve yazıdan vazgeçilmek cihetinde şeytancasına hücum edip darbe vuntyorlar. Hususan buriida ihtiyaç pek çok ve yazıcılar pek az, düşmanlan pek kuvvetli, kısmcn talebeleri mukavemetsiz olduğundan, bu memleketi 0 nurlardan bir derece mahntm cdi. yorlar. Benim ile lıakikai meşrebinde solıbet etmek ve gOriişmek isteyen adam hangi risaleyi açsa, benim ile degil, hadim-i Kur.ân olan üsiadıylc gdrüşür ve hakaik-i imaniyeden zevkle bir ders alabilir.» Aşağıdaki mektup Said Nursi Hazretlerinin, bizzat nefsi hakkında taie^ . icrine verdiği ders olarak gayet manalı ve gerçek birkemai eseridir: «Risale.i Nur Talebelerinden bir kısım kardeşlerimin, benim haddimin çok fevkinde hüsn-ü zanlannı tSdil etmek İçin ihtar edilen bir muhavercdir: Bundan kırk sene evvel büyük kardeşim molla Abdullah (Rahmctullaiıi Aleyh) ile bir muhaveremi hikaye ediyorum: O merhum kardeşim, evliya-l azfmeden Hitzrct-i Ziyacddinin (Kuddisc Sım ‫ل‬hu) has müridi idi. Ehl-İ tarikatça, mürşidinin hakkında müfritane muhab. bet ve hüsn-ü zan etse de, makbul gördükleri İçin, 0 merhum kardeşim dedi ki: (Hazreti Ziyacddin. bütün ulümu biliyor: kainatta kutbu azam gibi, herşeyc ıııı. laı var)... Beni, onunla rablcimek İçin harika makamlannı ^ y a n etti. Ben de 0 kardeşime dedim ki: (Sen mübalüğa ediyorsun. Ben onu göRcm. çok meseleler, de onu ilzam edebilirim. Hem sen. benim kadar hakikî onu .sevmiyorsun. Çünkü, kainattaki ulUmlan bilir bu kutb"U fızam suretine tahayyül ettigin bir Ziyaeddin seversin‫ ؛‬y٥ni 0 Unvan ile bağlısın, muhab^t edersin. Eger perdc.i gayb açılsa, hakikati göriilse, senin muhab^tin ya zâil olur veyahut dörtte biri, sine iner. Fakat ^ n 0 zât.ı mUbareki. senin gibi pek ciddi severim, takdir ede. rim. Çünkü Sünnci-İ Seniyc dairesinde, hakikat mesleğinde, chl.i imana h^lis ve tesirli ve ehemmiyetli bir reh^rdir. Şahsî makamı göriilse. degil geri çekilmek, vazgeçmek, muhab^lde noksan olmak, bilakis daha ziyade hüm١ci ve takdirie baglanaca^m. I^m ek ben hakiki bir Ziyacddini. sen de hayalî Ziyaeddini sc.


204

CUMHURİYETİ' DÖNEMİ DİN VE DEVLEl İLİŞKİLERİ

c il t

3

versin). Benim o kardeşim, insaflı ve müdakkik bir âlim olduğu için, benim nokta-i nazanmı kabul edip takdir etti.

II M .

Ey Risale-i Nurun kıymetli talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim! Şahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannmız, belki size zarar vermez: fakat sizin gibi hakikal.bîn zâtlar, vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısın. Perde açılsa, benim başdan aşağıya kadar küsuratla âlûdc (kusurlar, la bulaşık, kusuraı kelimesi yanlış) mahiyetim görünse, bana acıyacaksınız. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak için, küsuratımı gizliyorum.» Yukanda benlik kokan satırlardan sonra gerçekten kemâl ve hikmet belir­ tici bu sözlerden alınacak ders, aynen Üstadın emriyle, hdyalî Said Nursryi değil, hakikîsini seçmek, mübalâğalardan kaçınmaktır.

‫؛‬٩

M:،

‫؛‬٠

Bediüzzaman'ın Kastamonu mektupları. Nur ve Nurculuk dâvasını ve onun bütün metod ve şahsiyetini izah eder mahiyettedir. Şimdilik onları, bu ba­ hisler üzerindeki kıymet hükmünü vereceğimiz son safhaya erteleyerek hâdiseleri takip edelim. Denizli ve Devrim Düşmanlığı

LI ‫؟‬

Bediüzzaman.ın Kastamonu çevresinde gittikçe genişleyen kıvılcım saha­ sı tekrar rejimi telâşlandınyor ve kendisine, ikinci bir tevkif, muhakeme ağı atıl­ masına sebep oluyor. İtham, her zaman olduğu gibi şudur:

‫'!؛‬

— Gizli cemiyet... Halkı rejim aleyh ٠،ıc tahrik... İnkılâplan kökünden yıkma teşebbüsü... Mustafa Kemal hakkında «Dcccal» vc «Din yıkıcısı» gibi tabirler... 1934 yılında, 126 talebesiyle beraber, onu. Denizli Ağır Ceza Mahkcmesi.nc scvkediyorlar. Nur Risaleleri toplatılıyor ve hiçbir şeyden anlamaz, derme çatma bir vukuf ehline inceletiliyor. Bediüzzaman'ın itirazı; ٠— Bu vukufsuz vukuf ehli. Nur Risalesin tetkik ehliyetinde değildir.

Büyük şehirlerden. İlmî yetkisi olan bir vukuf ehli teşkil ettirilsin! Gerekirse Avrupa'dan mütehassıslar getirilsin! Eğer onlar bir suç bulurlarsa en ağır eczaya raz١yım!»


DlN MAZLUMLARINDAN BEDIÜZZAİVIAN SAİD.I NURSİ

205

Arkara'da profesörler ve din âlimlerinden, mürekkep vukuf heycıinin hükmü: «— Bcdiüzzaman'ın siyasî bir faaliyeti yoktur! Onun mesleğinde cemiyet. çilik ve iarikatçilik mevcut değildir! Eserleri ilim ve iman mevzuundadır ve Kur.ân.m bir tefsiridir.» Hususiyle Bediüzzaman'm. kendisini Mehdi ilân ettiği isnadı üzerinde du. ruluyor. Bu ithama karşı verilen cevabı «Said Nursî» isimli eserden aynen ikü. bas edelim: «Bil'akis. Bediüzzaman'm hiçbir mânevî makam dava etmediği, kendisi­ nin bir hiç olduğunu iddia ettiği, başkalan tarafından verilen mânevi rütbe ve makamlan da kabul etmediği ve ehl.i ilim olan zûllann. onun Mehdi olduğuna dair yazdıklan İlmî mektupları aldığı vakit şiddetle hiddet ederek, onlan redde­ dip haiırlannı kırdığı tahakkuk ediyor. Aramalarda ele geçirilen mektuplarda bu vaziyet meydana çıkıyor. Nihayet, mahkeme ittifakla 16.6.1944 tarih ve 199 136 sayılı beraat kararını veriyor. Yüz otuz parça Risalc-i Nur külliyatının hep­ sine serbestiyet verip, sahiplerine tamamen iade ediyor. Beraat kararını. Temyiz Birinci Dairesi, 30.12.1944 tarihli ilamla ittifakla tasdik edip, Risalc-i Nur dava­ sının hakkaniyeti kaziyye-i muhkeme hâlini alıyor. Bcdiüzzaman Said Nursî ve talebelerinden bir kısmı, hapiste dokuz ay kaldıktan sonra beraat karan üzerine tahliye ediliyor. Fakat Said Nursî Hazretlerini, hapishanede zehirliyorlar, ölüm tehlikesi geçiriyor! Ccnab-ı Hakk'ın inayetiyle kurtuluyorsa da, tarihte hiçbir kimseye yapılmayan zulüm, işkence ve ihanetlere mâruz bınıkılıyor. Bcdiüzz.a. man, gizli dinsiz münafıklann tahrikâiiylc girdiği bütün mahkemelerde olduğu gibi, bu idam plâniyle verildiği mahkemede de hak ve hakikati, pervasızca ve ölümü hiçe sayarak haykınyor. üstat Bcdiüzzaman. Denizli hapsinde (Meyve Risalesi)'ni telif euniştir. Bu risale, bilâhare (Asâ.yı Musa) mecmuasının başında neşredilmiştir. Meyve Risalesini, iki Cuma gününde telif etmiştir. Hapishanede bulunan bütün Nur Ta­ lebeleri ve diğer mahpuslar. Meyve Risalesini yazmışlar, o risalenin hakikatle­ riyle iştigal etmişlerdir. Hapishaneye kâğıt sokulmuyordu. O eser gizlice yazıl­ mıştır. Hattâ kibrit kutusuna yazmışlar ve bu gibi şartlar altında çalışmışlardır.» Said Nursfnin çeküği, eski Roma katakomplanndaki müminlerin hayaündan farksızdır.


c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DİN ^

D E ^ ^ l . İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Deni/li M üdafaasından ٠— Evci; biz bir cemiyetiz ve öyle bir ccmiyclimiz var ki. her asırda, üç

٠jfI! !

٥

‫ﺍﺀﺃ‬

.‫ﻧﻞ‬

‫ز‬٠‫ذل‬

‫ﺍﺍﺍ؛ﺇ‬

‫ﺏ؛‬

yüz elli milyon dahil, mensuplan var ve her gün beş defa namazla, o mukaddes cemiyetin prensiplerine kcmâl-i hürmetle alûkalannı ve hizmetlerini gösteriyor­ lar. (Mü.minler kardeştir!) kudsî programıyle birbirinin yardımına, dualarıyla ve manevî kazançlariyle koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes cemiyetin cfradındanız ve hususî vazifemiz de, Kur.ân'ın imanî hakikailannı tahkikîbir suretle ehl.i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî, ber/ahî haps-i münferidden kunarnıaktır. Sûir dünyevî ve siyasî ve cnirikalı cemiyet ve komi­ telerle ve bizim medar-ı itlihamımız olan cemiyeiçilik gibi asılsız ve manasız gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.» «— Dünyaya kanşmak arzusu bizde bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti. Divan-ı Harb-i Örlîdc ve Mustafa Kemal'in hiddetine karşı divan-ı riyasetle şiddetli ve dokunaklı müdafaa eden bir adam, on sekiz sene zarfında kimseye sezdirmeden dünya cnırikalarmı çevi­ riyor. diye onu ittiham eden, elbette bir garazla eder. Bu meselede, benim şahsı­ mın veya bazı kardeşlerimin kusuruyla Risalc.i Nura hücum edilemez! O. doğ­ rudan doğruya Kur'ân’a bağlanmış ve Kur’ân dahi Arş-ı Azam ile bağlıdır. Kimin haddi var. elini oraya uzaksın, o kuvvetli ipleri çözsün.

‫ﺩ‬٠

‫ﺍ‬,

‫ﺍ‬

١

،٠ ٠‫ا‬

'‫ﺇﺍ‬

Hem. bu memlekette maddî ve manevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuz üç Âyât-ı Kur'âniyc'nin işârâtı ile ve İmam-ı Ali Radiyallahu Anhın üç keramat-ı gaybiycsiylc ve Gavs-ı Âzamin kat.î ihbariylc tahakkuk cuniş olan Risa. Ic-i N٣ur (Said Nursrnin kendi şahsî eserine Kur.ân.dan hüküm ve haber çıkar­ ması, o kadar sevdiği ve bağlı olduğu şeriate aykırıdır) bizim âdi ve şahsî ku،‫؛‬٠urumuzdan mesul olmaz ve olamaz ve olmamalı! Yoksa bu memlekete hem maddî hem mânevi, telâfi edilmeyecek derecede zarar olacak. Bazı zındıklann şcyianiycliylc Risalc-i Nura karşı çevrilen plânlar ve hücumlar, inşaallah bozu­ lacaktır. Onun şakirdlcri başkalanyla kıyas edilmez; dağıttmlmaz, vazgcçirilmez!... Eğer maddî müdafaadan Kufân meneimcsiydi. bu milleti can daman hükmünde, umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirdlcr. Şeyh Said ve Menemen Hâdiseleri gibi cüz.î neticesiz hâdiselere bulaşmazlar. Allah etmesin eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmcdilsc ve Risalc-i Nura hücum edilse, elbette hükümeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bir derece pişman olacaklar!


DİN MAZLUMLARINDAN BEDlÜZZAMAN SAİD.I NURSi

207

Elhâsıl; madem bİ7. chl-i dünyanın dünyalanna ilişmiyoruz, onlar da bizim âhirclimizc. imanî hizmetlerimize kanşmasmlar!» Lâiklik bahsinde sözle, ri anlayışlı ve meydan okuyuşu çok güzel: «— Işic ey müddelumumî ve mahkeme âzâlan! Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni iııiham ediyorsunuz! Eğer lâik cumhuriyeti soru, yorsanız; ben biliyorum ki. lâik mânâsı, bitaraf kalmak, yâni hüriyei.i vicdan düsturiylc dinsizlere ve sefahctçilcre ilişmediği gibi, dindarlara ve lakvâcılara da ilişmez bir hükümet telâkki ederim. On senedir—şimdi yirmi sene oluyor— ki. hayal-ı siyasîye ve içiimaîyeden çekilmişim. Hükûmet.i cumhuriyenin ne hâl kesbctliğini bilmiyorum. El'iyazubillâh. eğer dinsizlik hesabına, imânına ve ûhiretine çalışanlan mes.ul edecek kanunlan yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise. bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve âhireiime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız!» Aynen eserden okumaya devam edelim: «Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin beraat karan neticesi olarak, Risalc-i Nur. ekser vilâyet, kasaba ve köylerde yayılmış ve Nur talebeleri kısa bir za­ manda yüzbinlerin fevkinde çoğalmıştır. Risaleler teksir ile neşre başlanmış ve bir müddet içinde 947 .senesi sonlannda. Usıad ve talebeleri üçüncü defa olarak tekrar hapse alınmıştır.» Emirdağ Hayatı «Emirdağı.ndaki hayatı, evvelki hayatına nisbeten çok daha şiişaalıdır. Hem musibet ve ilhamlara daha ziyade hedef olmuş, daimî iaras.suia. hatta im­ haya maruz kalmıştır. Bununla beraber. Risalc-i Nur geniş dairede yayılmış. Üniversite, memurlar ve hele siyaset muhitinde okunmağa başlanmıştır.» Hep o eserden: «Said Nursî Dcnizli.de iki ay kaldıktan sonra, Afyon Vilâyetinin Emirdağ kazasında ikamete mecbur edilir. Emirdağ'ına 1944 senesi Ağustos ayında nefyedilir. İlk önce onbeş gün kadar bir otelde kalır, sonra kira ile bir eve yerleşir, ev kirasını da kendisi verir. Emirdağ'ındaki hayatı şöyle hülâsa olunabilir: Dâimi tarassut altındadır. Mahkemeden beraat kazanması ve eserlerinin iade edilmesine rağmen, serbest bırakılmış değildir. Eskisinden daha ziyade kontrol ve mütemadiyen pencere ve kapısından nezarete maruzdur. Mektupla-


208

٠II

c u m h u r iy e t d ö n e m i d in v e

DEVLE!' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

nnda da beyan ettiği gibi; Denizli hapsinin bir aylık sıkıntısını bazan bir günde Emirdağ’ında çekiyordu. Ustada yapılan bed muameleler ve takınılan tavır Emirdağ ahalisince yakından bilinmekledir. Denizli Mahkemesinin .beraau üze­ rine. mahkeme eliyle Nurlann intişarına ve Said Nursrnin hizmeti imaniyyesine sel çekemiyen gizli dinsizlik komiteleri bu defa başka yollardan, İdarî makamlan evhamlandırıp aleyhe geçirecek hana imhasına kadar çalışıyor­ lardı. Bu plân kat'î idi.

iı: ::sil

Bir bekçi, kapısı önünden aynimazdı. Ustad ile görüşebilmek pek müş­ küldü. Emirdağ'ında ilk defa üstatla yakından alâkadar olan Çalışkanlar hânedanı. kasabalalanna ncfycdilcn bu âlim ve fâzıl ihtiyar zâta yakınlık, dost­ luk göstermişler, hizmetine koşmuşlar, sırf lillâh için olan bu inibaılannı sû-i tefsir edenlerin yalan ve tczviraıına aldırmayarak alâkalannı gcvşctmcmişlcrdi.»

I ' ı:

Bediüzzaman.ın Yemeğine Zehir K atıyorlar

)١ ;!٠

«Bir siyasî memurun (iğfali ve imhası için yukandan emir aldık!) demesi­ ne aldanan bir bckçibaşı. üstadın penceresinde geceleyin merdivenle çıkarak ye­ meğine zehir atmış, ertesi gün üstat zehirlenerek kıvranmağa başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu hâlde, kendisi (Ccvşcn-ül.Kcbir gibi cvrad-ı kulsiyclcrin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ı/dırap çok şiddetlidir) derdi. Bir hafta kadar aç. susuz, denecek bir hâlde perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillâh şifa bulup, tekrar la.shihad gibi Risale-i Nur va/iycfelcriylc iştigale başlamıştı. Bu şiddetli hastalık zamanlannda asla na. ma/lannı lerkctmcdi. Yalnız ikinci ve üçüncü zehirlenmesi zamanında talıammülü gaynkabil bir hastalıkta iki üç gün farzını yatağında ancak kılabildi. Ölüm tehlikesi geçirdiği günlerde, bir gece sabaha kadar yanında nöbet bekleyip göz yaşlan içinde üstada dikkat eden iki lalcbc.si diyor: (Sabaha yakın, gözleri kapalı olduğu hâlde doğruldu, ellerini dcrgâh-ı llâhiycyc açıp yavaş bir sesle birkaç kelime ile Risale-i Nur hizmetinin inkişafına ve talebelerinin selâmetine dua etli. Sonra bayılmış vaziyette yatağa düştü.) Hizmetini, sıra ile iki üç genç talebesi ifa ederdi. Bir müddet onlar da mcnedilmişsc de. çalışkan talebeleri, hizmetinden asla vazgeçmiyerek yüksek bir fedakârlık gösterdiler. Emirdag.ınm resmî büyük bir memuru, bilâhare Nurun kahraman bir tale­ besi olan arkadaşına: (Gizlice Said Nursfnin imhas. için, gizli bir plân ve emir varî) demiştir İşte üstada yapılan bütün muameleler, böyle bir plânın neticesi olarak cereyan etmiştir. Bir iki defaya münhasır değil, uzun seneler müddciincc dâimi olduğu için, yapılan zulüm, tarassut ve mânevî baskı çok clîm ve acı idi.


F DİN MAZLUMLARINDAN BEDİOZZAMAN SAİD.I NURSi

209

Üsiaı. İlk İki sene çarşı Camiine gider, cemaate işiirâk ederdi. Ekseri gün­ ler ikindi namazını camide kılar ve yatsıya kadar orada kalır, sonra evine gelir­ di. İki sene böyle devam etti.; sonra Kaymakam, insanlarla görüşüyor diye câmiden menetti. Emirdağ'ında ikameti zamanında başta İsparta olarak çok yer­ lerde Nur risaleleri el yazısıyla çoğaltılıyordu. Risaleleri okuyup müstefit olan­ lardan üstadı görmeye gelenler pek çoktu. Fakat ziyarete gelenlerden az bir kısmı görüşebilmeye muvaffak olurdu. Daima ziyade Risale-i Nura kemül-i sa­ dakada ve ihlâsla hizmet etmeye kabiliyetli olanlar ve sırf LiUâh için muhabbet ve uhuvvet taşıyanlar görüşebiliyordu.» Görülüyor ki Said Nursî Hazretlerine tatbik edilen zulüm, idam veya de­ vamlı hapis gibi bir defaya mahsus bir iş değil Çin işkencesine benzer bir şey... Çin işkencesinde, kafasına tek tek ve ağır ağır su damlalan indirilerek çıldırtılan mazlumlar gibi. Üstada, maddesini ve ruhunu lif lif yolucu ve koparucı bir mua­ mele tatbik edilmektedir. Onun mazlumluğundaki başlıca hususiyet de budur. Güya demokrasi tecrübesi yıllanndayız. Halk Partisi henüz ikıidarda ol­ masına rağmen birçok yeni parti kurulmuş ve Amerika tazyikiyle, yani cebir yo­ luyla memlekette zoraki bir hürriyet havası estirilmeye başlanmıştır. Fakat bun. dan din sahasının ve Said Nursfnin hissesi yoktur. Onu. üçüncü tevkif ve muhakemeye çarptmyorlar. Afyon Hapishanesindeki Günleri Bu defa hesap sorma yeri Afyon... «Said Nur‫؟‬î . eserinden aynen takip edelim: «1947 senesinde son aylannda. Afyon’dan üç sivil p<،)lis memuru, güya memleket çapında gizli bir dinî cemiyetin faaliyetine aşina olmak için Emir­ dağ'ına gelmişlerdi. Başta Said Nursî olarak NurTabcbclerini tesbit etmeğe ça­ lışıyorlardı. Sudan bahaneler icat etmeye tevessül ettiler. Birnümunesi şudur. Bir sivil memur, bir kâğıda yazıyor: (Said'in hizmetçisi buradan Saide rakı aldı) ve rakıcı dükkânında sarhoş ve aklı yerinde olmayan bir adama bu kâğıdın altına imza atmasını laklif ediyor. O adam diyor ki: —Tövbeler olsun, bu yalanı kim imza eder Sonra o kâğıdı imzalatmaya çalışan, fakat muvaffak olamayan memur, ^ y ru gece acaip bir hâdisede, işlediği halasının tokadını yi\x>r:


210

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLE!' lUŞICİLERl

CİLT 3

Beraber rakı içtiği adamlarla dere kenarında gezerken aralarında bir kavga cereyan eder. O bedbaht adama orada bir güzel dayak alıyorlar ve taban­ casını da alıyorlar. Üstat, faytonla kıra çıktığı zaman dört beş gün müddctince beş tayyare (yersiz mübalâğa) üstadı lâkip ediyor. Üstad, evine girdiği zaman onlar da Emitdağından çekiliyorlar. Üstadın sırf imanî. uhrevî hizmei-i Kur'âniycsine yanlış manalar verdirerek alcyhde propaganda yapılıyor ve yukan makamlara yanlış aksettiriliyor. ٠'

l!

Em ; I

nk

Risale.i Nurun teksir makinesiyle intişar ve Anadolu’da Nurlann gittikçe inkişafı karşısında bu imanî hizmeti durdurmak maksadiyle harekete geçen gizli dinsiz komiteler, hükümete evham verdirerek, aleyhle tahrikat yapıyorlar. Emir­ dağ!. İsparta. Kastamonu. Konya. İnebolu. Safranbolu. Aydın gibi daha bir çok vilâyet, kasaba ve köylerdeki Nurculann evlerinin aranmasına emir veriliyor. Nihayet 1947 senesinin son ayında Üstat Said Nursî ve onbeş kadar Nur Talebe­ si Emirdagından alınarak Afyon'a getiriliyor ve sorgulannı müteakip tevkif edi­ liyorlar. Ve diğer vilâyetlerdeki Nur Talebeleri de tevkif edilerek Afyon'a celbcdiliyor. Böylcce Üçüncü Mcdrcsc-i Yûsufiyyc hayalı başlıyor.» Bu defa adalete politikayı eli boş döndürmemesi için her temkin yapılıyor ve ortada tek delil bulunmadığı hâlde, kanaate dayanılarak hüküm veriliyor: — Said Nursî 20 ay'a. Nur talebelerinden 22 kişi de 6'şar aya mahkûm!.. Hep o eserden: «Tabiî, mahkûmiyet karan hemen temyiz ediliyor. Temyiz Mahkemesi kısa bir zamanda ictkikatmı bitirerek. (Mâdem, Bediüzzaman Said Nursî Deniz­ li Mahkemesinde aynı suçlan beraat etmiş. Denizli Mahkemesinin karan hatalı da olsa, Temyizin tasdikinden geçen bir dâva tekrar lahı.ı mahkemeye alına­ maz!) diye, verilen mahkûmiyet karannı esasdan bozuyor. Bunun üzerine yeni­ den muhakeme başlıyor. Suçlulardan, ne istedikleri soruluyor. O. tamamen raâsum olan Nur Talebeleri. Temyiz Mahkemesi. Temyizin karanna uyulup uyulmayacağını uzun uzadıya düşünüyor. Nihayet uyulmasına karar veriyor. Sonra da. noksanlann ikmali için çalışmaya başlıyor. Fakat, bu çalışma bir türlü lamanı]anmıyor vc mahkeme mütemadiyen tâlik ediliyor. Bediüzzaman ve tale­ beleri. hüküm kat.iyyci kcsbctmcdcn verilen ceza müddetini hapishanede geçir­ dikten sonra tahliye ediliyorlar..


DlN MAZLUMLARINDAN BEDlÜZZAMAN SAJD.I NURSI

211

«Bcdiüzzaman Hazretleri Afyon’da bir müddet ikamet etmiştir. Bu esna­ da. cezasını çektiği ve Temyiz Mahkemesi mahkûmiyet karannı tamamen lehi­ ne bozduğu halde, üç polise, kapısı önünde geceli gündüzlü nöbet bcklcttirilmiştir. Hapisten çıktığına pişman etmişler ve zulüm ve tazyikat devam ciiirilmişiir. İki senelik ezici ve eritici bir hapisten çıktığı hâlde, hastalığını sormak için ge­ lenler dahi yanına bırakılmamıştır. Tarihçe-i hayatında görüldüğü gibi. Rusya’da Rus kumandanı ona serbestiyet verdiği hâlde, öz vatanında ve bu mübarek ve muazzez Millct-i İslâm için her şeyini feda eden Bcdiüzzan١an'm bayram ziyare­ tine gelenler dahi, resmî memurlar tarafından ziyaretten mencdilmiştir. Hatla hizmetçisiyle konuşanlar görülünce. (Sen. Bcdiüzzaman’ın hizmetçisiyle konuş­ tun!) diye tazyikat yapılarak hüviyetleri tesbit edilmiştir. Bütün böyle kanunsuz­ luklar halkı Bcdiüzzaman'a bir kat daha yaklaştırmış, eserlerini arayıp bulmak hususunda âdeta bir kamçı tesiri husule getirmiştir. Bcdiüzzaman aleyhinde pro­ paganda yapan ve yaptıranlardan ise fcrsahlarca uzaklaşıırmıştır. Bcdiüzzamaria olan tcvcccüh-ü âmme kınimağa çalışıldıkça, millet ve gençlik, hususan yüksek tahsil gençliğinin hürmet ve bağlılığı artmıştır.» Said Nursî. Afyon Hapishanesinden 1949 Eylülünün birinci gününde çıktı. Onu. iki sivil memur arasında bir faytona bindirip bir eve götürdüler. Ha­ pisten kurtulduğu ve mahkûmluğunu tamamladığı hâlde hapishane kapısında kollannı gerip: «Oh. serbestliğe kavuştum» demesine imkân vcnimcycn insan, hapishane içi mahkûmluğundan hapishane dışı mahkûmluğa... Bcdiüzzaman’ın Afyon Hapishanesinden çıkışını takip eden devre , anık Nur talebelerinin büyük mikyasta genişlemeye başladığı ve bu davanın hcyclânlaştığı mevsimdir. Afyon hapsine kadar geceleri evine kimseyi kabul etmeyen Bcdiüzzaman. ondan sonra yakın talebelerinden, hizmetine bakan bir çevrenin içine girmiştir. Bu vaziyet anık onun, mânevî bir kardeşliğe doğru gittiği ve yüksek tahsil genç­ liğine doğm sirayet yollan bulduğu manasına gelebilir. Bu vaziyetin meydana gelmesinde belki en büyük âmil, ona edilen zulümler ve reva görülen hapislerdi. Allah, onun tabiriyle «zahmeti rahmete çeviriyordu.» Afyon. Emirdağı ve Bediü/zam an.ın Fikirlerinin Planlı Bir Şekilde Yaygınlaşması Bcdiüzzaman. Afyon'daki evinde iki ay kadar hayal sürdükten sonra Emirdağına döndü. Oranın Nur talebeleri hemen etrafım aldılar vc hizmetini görmeye başladılar.


M ٠

r

212

CUM HURtYETDÛNEM lDlNVEDEVlETİllŞlCİlERl

CİLT 3

Dava plânlanmaya başlamış ve faaliyet csaslan (5) madde hâlinde tespit edilmişti. «1— Muhtelif vilâyet, kasaba ve köylerdeki Nur Talebeleri, bulunduklan muhitlerinde Nurlan okumak, okutmak ve neşrine çalışmak...

2— Ispana ve İnebolu'da teksir makinesiyle Nur Risalelerinin mecmua hâlinde teksiri ve etrafa neşri... ‫ إ إ ا إ‬. ' ٠‫ا‬

، ٠. ١

3— Ankara ve İstanbul'da, muhtelif halk tabakalan arasında, hususen ü versite ve diğer mektep talebeleri gençler, memurlar ve hanımlar arasında Nur. lann yayılması, okunması, Risale-i Nur davasına çoklann yakın manevî alâkalan... Bunlardan halis fedakârlıklar ve imânın merkezde hararetle inkişa­ fı... 4— Kitablann iadesi ve yeniden bazı yerlerde Nurlara ve talebelerine iliş­ mek. dolayısiylc resmî makamlarla-münasebei... Risale-i Nurun, vatan ve mille­ tin. nesl-i âletinin saadetine vesile cihetinin duyurulması... yeni Türk Hükümetinin. Kur.ân'ın bu yeni ve ckmci Nuruna takdirle bakması... En modem neşir vasıtasıyle hem Anadolu'da, hem Alem-i İslama ve insaniyete duyurulma­ sının temini... 5— Başla Diyarbakır olarak. Şark Vilâyetlerinde Risale-i Nurun intişan... İşte. Said Nursî Afyon hapsinden tahliye edilip Emirdağ’ına geldiği zaman, nazanndaki hizmet safhalan bu surette idi; ve merkez-i hükümetle de hizmet itibariyle alâkadardı. Bu zamana kadar Nur hizmeti, ancak risalelerin ya­ zılıp çoğaltılmasına münhasırdı. Üstat da. Barla'dan beri daima has talebeleriy­ le. Nurların neşrine çalışanlara görüşmüş, onlan hizmetlerinden dolayı tebrik ve leşçi etmişti. Bu tarihten sonra mektepliler ve memurlar Nurlara müteveccih ol­ dular. Nur hizmetini hayatlarının gayesi addeden ve bu hizmetle vatan, rıii’.et ve İslâmiyeic en büyük faydayı temin eden talebeler meydana çıkarak hizmete baş­ ladılar.» B c d iü z z ıa n Hazretleri Emirdağı, Eskişehir ve Ispartil arası dolaştırılır ve «Nur Risalesi, çevresi her an biraz daha genişlerken İnönü şekavet devri son demleri yaşamaktadır. Nihayet M a^s 1950 ve ^ m o k ra l Parti zaferi... Bu z^aferveya Halk Parti, si hezimetiyle, vatani saran karanlıklarda hafif bir çatlak ve ışık Sizıniılan göriin ü ^ e . BediUzzaman Hazretleri Adnan Menderes'e bir mektup gd^criyor. Bu mektupta, bir suçlu ^Izünden bin mâ^tmu yakmanın hiçbir kanuna uymayacağı


DlN MAZLUMLARINDAN BEDlOZZAMAN SAİD-I NURSİ

213

ve Islâm kardeşliği dururken ırk vc kavim birliğinin hiçbir kıymeti olmayacağı ihtanndan başka bir şey yok. hususiyle iktidara gelişi bir inkilâp belirten Men­ deres'in takip etmesi lâzım. Islâm prensip ve esaslanna ait bazı tavsiyeler mev­ cuttur. Bir çoklannda olduğu gibi, onda da. Menderes’in meşhur İzmir konuş­ masında söylediği: «— Bu memleket müslümandır vc müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icaplan yerine getirilecektir!» Sözleri büyük bir ümide yol vermiş ve yeni rejimin Hükümet Reisine baş vunnaya kapı açmıştır, işte mektuptan birkaç satır: «—Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde. Adnan Menderes gibi bir Islâm Kahramanı ile bir sohbet eimck isterdim. Hâl vc vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o sûrî konuşmak yerine, bu mek­ tup benim bedelime konuşsun diye yazdım. Gayet kısa bir kaç esası. Islâmiyctin kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum. Birinci: İslâmiycıin pek çok kanun-u esasîsinden birisi (...) âyet-i kerîmesinin hakikatidir ki. birisinin cinayetiyle, başkalan. akraba vc dostlan mcs’ul olamaz. Halbuki, şimdiki siyaset-i hazırada particilik taraftarlığı ile. bir caninin yüzünden pek çok mâsumlann zaranna gösteriliyor. Bu caninin cinayeti yüzünden taraftarlan veyahud akrabalan dahi şenî gıybetler vc tezyiRer edilip bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden gayet dehşetli bir kin vc adaveti da­ marlara dokundurup, kin vc garaza ve mukabele-i bilmişle mecbur ediliyor. Bu ise. hayat-ı içümaiyeyi tamamen zirüzeber eden bir zehirdir vc hariçteki düşmanlann parmak kanştırmalanna lam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır'daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu csasdan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat, onlar burası değil; bize nisbeıcn pek hafif, yüzde bir nisbeıindcdir. Allah cunesin. bu hâl bizde olsa, pek dehşetli olur. Bu tehlikeye karşı çarc-i yegâne: Uhuvvet-i İslâmiyeyi vc esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumlann himayesi için, cânilcrin cinayetlerini kendilerine münhasır bırak­ mak lâzımdır.» Fakat! Tezatlı bir muhil ve bünyenin adamı olan Adnan Menderes. İslâm dâvasını apaçık ve tepeden inme bir davranışla koruyabilecek ruha sahip değUdir ve elinden Said Nursfye eski zulümleri göstermekten başka bir şey gelmeye­ cektir.


UV

'

214________ CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Nitekim. Demokrat Parti iktidannm ikinci yılında bu defa tevkifsiz ola­ rak. Said Nursf hakkında yine takip başlıyor ve bu defa muhakeme İslanbul.a in­ tikal etmiş bulunuyor. İstanbul Muhakemesinin Beraatle Neticelenişi Said Nursfyi İstanbul Birinci Ağır Ceza Mahkemesine verdiler. Sebep, İstanbul’daki Nurcu Üniversitelilerin «Gençlik Rehberi» isimli risaleyi bastırmış olmalan... Mâhut 163.ncü madde harekete geçirilmiştir. M I

‫ ؟‬.r ٠

22 Ocak 1952 günü Bcdiüzzaman, İstanbul Birinci Ağır Ceza Mahkemesi huzurundadır. Sırtında bir cübbe ve başında sangı olduğu hûlde talebeleri ve uzaklan alûkalılan salonu doldurmuşlardır. Koridorlarda tıklım tıklım... İddianame ve vukuf ehli raporu... Raporda şu ilhamlar var: «Gençlik Rehberi kitabı bir din propagandasıdır. Gençliğe rehber olarak dinî esaslar aşılanmak isteniyor. Muharrir, kadınların ör­ tünmesi tezini ileri sürmekte ve bugünkü giyiniş şeklini İslfım usûl ve ahlâkına aykın görmektedir. Onca kadının güzelliği Kur'ân edebine uymaktır. Aynı za­ manda din öğretimi istemekte, böylecc devletin temel nizamlanm dinî ölçülere bağlamak fikrini müdafaa etmektedir.» Said Nursî, bu indî olduğu kadar âdi ve beylik ithamlara hemen her mu­ hakemede verdiği cevapla mukabele ediyor, ve gayesinin kalplerde imanı kur­ tarmaktan başka bir şey olmadığını ve zaten 30 küsur yıldır politikaya sırt çevir­ diğini ve dünya işleriyle uğraşmadığını, dünya dâvası gülmediğini söylüyor. İşte müdafaasından en canlı iki parça: «a— Hazrci-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir hristiyan ile mahkemede birlikle muhakeme olundular. Halbuki o hristiyan, İslâm hükümetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlanna muhalif iken, mahkemede, onun o hâli nazara alınmaması açıkça gösterir ki. adalet müessesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki. komü­ nist olmayan Şarkla, Garbda. bütün dünya adalet müessesclcrinde câri ve hâkimdir. Ben de. din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek yüz­ lerce AyâM Kufâniyeyc istinaden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında din ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhalefet etmiş isem kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa. Anayasa'nm hakikî ve samimî müdafaasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet hiç bir hükümette suç sayılmaz, bilâkis muhalefet meşru ve samimî bir muvazene-i adalet unsurudur.»

t

I.

I


"n

DİN MAZLUMLARINDAN BEDİOZZAMAN SAİD.I NURSİ

215

«Bütün dünyasını. hatıA icab ederse hayatını, hattâ âhiretini dinine feda ettiği, bütün hayatı şahadet eden, otuz beş seneden beri siyaseti terkeden. müte. addit mahkemelerin o kadar incelemelerine rağmen bu yolda bir delil bulunamıyan. sekseni aşmış, kabir kapısına gelmiş, dünya metaından hiç bir nesneye mâlik olmamış ve ehemmiyet vermemiş bir adam hakkında «Dini, siyasete âlet ediyor» diyen, yerden göğe kadar, gökten yere kadar haksız, ve insafsızdır.» VE BERAAT KARARI... — Emirdağ Günleri Beraat Sonrası Bediü/zaman. İstanbul’da aldığı beraat karanndan sonra Emirdağı'na çe­ kiliyor ve her zamanki içine kapanık hayatını orada sürdürmeyi uygun görüyor. Bir Ramazan günü... Bcdiüzzaman kırlarda ve içiyle konuşmakta... Yanma bir jandarma başçavuşu geliyor. Başçavuşun arkiLsmda. aynca. si­ lahlı. üç jandarma eri... Çavuşun Said Nursryc hitabı: — Sen şapkasız geziyorsun! Şapka giymen lâzım! Gel bizimle karakola! Zulmün bu kadan olur. Dağlarda, iç hayatına dalmış, yalnız nefsini mu­ hatap tutan bir şehir veya kasaba, sokak ve meydan dedikleri yerlerde boy gös­ termeyen bir insana bu teklif. (Giyyom - Tel)in selâmlumaya mecbur tutulduğu şapka misalinden daha büyük bir cinayet ve sefalet arzetmektedir. Bediüzzaman. hâdiseyi bazı makamlara ve talebelerine bildiriyor ve taz­ yikin bu denî şekline mâni olmalarını istiyor. Ankara’daki Nur talebeleri bu şikâyet yazısının bir kopyasını Samsun’da çıkan ga/cicmsi bir dergiye gönderi­ yorlar. dergi onu ve onun etrafında birkaç yazıyı neşrediyor ve hemen takibe uğruyor. O sıralarda Malatya hâdisesi olmuş, bugün anık posası bile (cesedi de) çürümüş bulunan, muharrirlik iddiasında bir dönmeye, din gayrcüisi. fakat ince­ liklerden habersiz birkaç çocuk güya bir suikast plânı teniplcmiş; ve dönmeden akan bir fincan kana mukabil, yekûnu 200 yıl hapsi geçen bir ecza isteğiyle 15 ٠ 20 kişi zindanı boylamışıır. Bu hapsedilcnleri fikirde kışkırtmış olmak iıhamiyle de tevkif edilenler arasında Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel. Samsun’daki derginin sahibi ve aynca bir muharrir vardır. Vaziyet açıktır. Adnan Menderes'ten en cömert mikyasla himaye bekleni­ len bir anda. Malatya hâdisesi dolayısiyle lopyckûn dinî cereyan durdurulmakta.


216

C m U R fY E T D O N E M ! DlN ^

D E V Itrr İLİŞKİLERİ

CİLT 3

vicdanlar lalan edilmekle ve «Büyük Dngu.lan a r ^ a k vesilesiyle müslüman kad.nlann başörtülerine kadar ‫؛‬slâmî mabrcmiyei didik didik edilmekledir. Bu hâl Said Nursî ve Nur !alemlerine de sirayet ciliriliy.r ve Samsun'da çıkan dergi ve ya^^lar rnUnascmtiyle birNurıalctrcsi Icvkif olunuyor. Bir de b ^ ta «Büyük Doğu» bulunmak üzere dini mana taşıyan eserlere malüm basında müthiş bir hücum... Nur Risalesi de ayni hücuma hedef... Nurculann evleri basılıyor ve sandıklariyle m rater dillerinin alıına kadar her şeyle, ri aranıyor. S ıs u n 'd a muhakeme‫ ؛‬ve istinam yoluyla verilen ifade sonunda mraaL.. İşte ifadesinden bir parça: !!.،

«— Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının şu cşcdd"i zulm.ü nemrtjdânclcrinc karşı mânevi pek ‫ ؟‬ok kuvveti bulunan bu fedakânn tahammülü ve maddi kuvvetle ve menfî cihetle mukabele etmemesinin lıikmcli nedi^ İşte bunu, size ve umum ehl.i vicdana İlân cdiyortjm ki. yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan mâsuma zarar gelmemek İçin, bütün kuvvetiyle dahilindeki emniyet ve asayişi muhafaza etmek İçin. Nur dersleriyle herkesin kalbine birya. sakcı bırakmak İçin. Ku^ân-I Hakfm ona 0 dersi v c ^ iş... yoksa bir günde yirnıi sekiz senelik zalim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim. Onun içindir ki‫ ؛‬asa. yişi mâsumlann haiın İçin muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenle, re karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: Ben. değil dünyevî hayati, lüzum olsa âhircı hayatimi da m illeti islâmiye hesabına feda edeceğim.» Bu sözler. Said Nure٢ nin nefs güveni ve ۴ ^as!zca ileriye atılışı baki, mından pek mânidanlır. Yalnız. kendi kuvvetini bu kadar medh ve mübalâğa etmcsc... Bağlıları Yazıyor Ondan sonra Bcdiüzzaman I^arta'da... 1953 senesi yaz aylannda üstad Emirdagı'ndan İsparta'ya geldi. Ispar. îa'da pek çok sâdık talebeleri vardı. Daha evvel gönderdiği mektuplardan IsparLi'yı raşıyla. toprağıyla mübarek olarak tavsif ediyor ve Risalc-i Nu^un zuhura ve intişanyla vücud bulan mânevî hayatinin idamesine en kuvvetli medar Isparta oldugmlu beyan bu^rayordu. Filhakika Isparta üstadın bu iltifatına lâyık oldugunu uzun senelerdeki hâdiselerin ş^adcüylc isbat e ^ i ş ve gdstcmıişlir: Çürvkü Risale-i Nu^tm birn ^iy esid ir. Risalc-i Nu^un büyük mecmualan burada telif edilmiştir.»


DİN MAZLUMLARINDAN BEDİOZZAMAN SAİD.I NURSİ

217

Yine Nurculann kalemiyle; «Nurculann aleyhine umumî bir dâva açılması için İsparta Müddeimumi. liği harekete geçti. Sekseni mütecaviz Nur Talebesi hakkında iddianame hazır­ landı ve dosya sorgu hâkimliğine tevdi edildi. Emniyetin pek çok gizli mensuplan. Nur Talebeleri arasında dolaşmaya, her hareketini kontrola başladılar. Ankara. İstanbul. Adapazan. Safranbolu. Ka­ rabük. Dinar. İnebolu. Van gibi yerlerde araştırmalar, sorgular yapıldı. Yapılan bütün letkikat ve taharriler neticesi: Vatan, millet aleyhinde zerre kadar bir hare­ ket bulunmayıp, bilâkis her vatandaşın göğsünü iftiharla kabartacak ilmi, imanî. vatanî hizmetler, okutmak ve neşrine çalışmaktan başka bir gaye ve maksatları bulunmadığı anlaşılmasıyla. (Nurcularda suç bulamıyoruz, medar-ı mesuliyet bir hareket ve faaliyetleri görülmemiştir) diye umumen kanaat getirildi. Bu so­ ruşturmalar. Risalc.i Nurun hakkaniyetinin anlaşılmasına vesile oldu. Neticede Nurlann beraatına karar verildi. Urfa ve Diyarbakır faul Nur Talebeleri birer mcdrcsc-i .Nuriyyc kurdular. Risale-i Nuru her sınıf halktan, bilhassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate okumak suretiyle İlmî derslere başladılar. Bu zamanda pek ehemmiyetli olan lalebe-i ulûmun şerefini ihya elliler. Şark havalisinde büyük hizmet-i imaniyyc ifa olundu. Bir aralık Diyarbakır’da orada Nurlarla imâna ve Kuriâna hizmet eden faal bir nur talebesi aleyhine dâva açıldı, beraatla neücelendi, mü'minlcrin sürür ve minneiıarlıgma vesile oldu. Afyon'da da devam eden mahkeme neticelendi. 956 tarihinde, Risalc-i Nuru inceleyen Diyanet işleri Müşavere Kurulu verdiği bir raporla. Risalc-i Nurun imân ve ahlâkî lekcmmülâıa hizmet hususundaki vasfını ilân etli. Afyon mahkemesi de bu rapora istinaden, Risalc-i Nur eserlerinin beraatı­ na ve scrbcstiyeıine karar verdi; hüküm katileşti. Afyon Mahkemesi’nin beraat karanndan onra. İsparta Sorgu Hâkimliği de men-i muhakeme karan verdi. Böylcce. Risalc.i Nur. birçok adlî süzgeçler­ den geçerek umumî ve küUî bir serbestiyet ve hüsnü kabule mazhar oldu.» Daha sonra, eski göz ağnsı Barla; ve anık memleket dışı İslâm ülkelerin­ de de akisler toplamaya başlayan «Nur Risalesi» faaliyetine devam... Artık Demokrat Pani devrinin son günlerine ve onunla beraber Said Nursî Hazreüerinin de son demlerine yaklaşmaktayız.


218________ CUMHURtYET DONEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

ÇİLT 3

!' Son D urak Urfa Sene 1960... Büyük sürprizler yılı... Bediüzzaman, 90.ncı yaşından bir kaç yıl eksik bir ömrün son mevsiminde... Hizmetindeki talebelerine, bir gün. bir emir veriyor: — Arabayı hazırlatınız! Gidiyoruz!.. İstikamet Urfa... Şoförle beraber üç südık talebesi, rcfaketindc... Maddesi son dercce yorgun ve bitkin... Fakat ruhu ayakta... Öyle ki. sondemine kadar namazlannı daima vaktinde ve ayakta cdû edecektir.

fl.

İl

Konya’ya geldikleri zaman bitkinliği artıyor ve orada sabah namazını araba içinde ve oturarak kılıyor. O sırada ve o vaziyette kendisini bulan Rama­ zanın da hakkını tam cdû ediyor, hiçbir özre sığınmıyor ve hiçbir gün orucunu feda etmiyor. Urfa’da bir otelin üst katında ve ölüm döşeğine uzanmış durumda... Emni­ yet teşkilâtı i.se. onun İsparta’dan aynlışından biraz geç bilgi sahibi oluyor ve nereye gittiğini bilmedikleri için bütün memlekete telsizle (alarm) işareti verme­ ye başlıyor. Urfa'da bir düzine polis oteli içinden ve dışından ianyor. Yanındaki üç talebesi de Emniyete götürülüp hesaba çekiliyor: — Üstadınızı buraya niçin getirdiniz? Kimden izin aldınız? — Hiçbir şeyden haberimiz yok! Biz üstadımızın emrine tabiyiz! Talebelere. İçişleri Bakanlığından emir geliyor ve Said Nursryl aldıklan gibi hemen İsparta’ya dönmeleri ihtar ediliyor. — Ağır hastadır, diyorlar, yerinden kıpırdıyamazî Hiçbir tarafa götüre­ meyiz! Polisler soruyor — Ya nasü gelebildiniz? Ancak gelebildik. Hastalık da yolda şiddetlendi! Cevabımız katidir. Ye­ rinden kaldıramayız! Hakiundaki bir eserden aynen: .Üstadın hizmeünde bulunan talebeler böyle deyince. Emniyet Müdürü kızıyor, onları çıkışıyor

i


!1 'II

DlN MA2LUMLAR1ÎVİDAN BEDlOZZAMAN SAJD.I NURSI

219

— Siz. Üstadımza böyle bağlı iseniz, ben de âmirime öyle bağlıyım. Em­ rediyorum; Derhal iki saat zarfında burasını tcrkcdcccksiniz. Doğru geldiğiniz yere gideceksiniz. O sırada üstadın avdete hazırlandığını haber alan halk, galeyana geliyor, tazyik olunmaması için şuraya buraya müracaatlar başlıyor. Vaziyetten haberdar olan D.P. Urfa Şubesi Reisi koşa koşa Emniyete geliyor. Emniyet Müdürünü teskine çalışıyor: — Ne oluyor? Neye bu derece tazyik ediyorsunuz? Câni mi bu adam? — Efendim, bizzat Vekil beyden emir var... Derhal geldiği yere dönecek. — Canım, adamcağız, şiddetli hasta, kıpırdanacak halde değil. Yolda ölür, çok muhterem bir zattır bu! Misafir olarak buraya gelmiş... Bu kadar tazyi­ ke lüzum yok... Meseleyi anlayalım, dinleyelim. — Efendim. Ankara'dan gelen emir çok şiddetli ve katî... Derhal dönmesi icabeder. Emniyetin bu katî hareketi karşısında üstadın hizmetindeki talebeler, ko­ şuyorlar, hastahanc baştabipliğine bir dilekçe götürüyorlar. Yola devam edemiyecek hâlde olduğunu arz ile muayenesini isliyorlar. Fakat yetişemiyorlar. «Yann geliniz» diyorlar. Talebeler otele gelince polislerle karşılaşıyorlar. Raporu almak için hasiaheneye gittiklerini söylüyorlar. Polisler, üstadın arabasını, arabanın anahtannı alıyorlar. Akşam üzeri polisler tekrar geliyor. Diyorlar ki: — Emir katidir. Dahiliye Vekilinin emrini yerine getirmeye mecburuz. Biz içeri girmiyelim. siz üstada söyleyiniz!! Talebeler diyor ki: — Biz söyliyemeyiz. Siz kendiniz söyleyiniz! Üstada haber veriyorlar. Emniyet Âmiri sizi ziyaret etmek istiyor. Üstad: — Gelsinler! Diyor. Emniyet Âmiri üstadın yanına giriyor. Emrin katî olduğunu söylüyor Usıad:

I;:

i;


220

CUMHURİYETDÖNEMlDlNVEDEVlET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

- Ben §‫؛‬mdi hayatimin s.n daklkaJannı geçiriyonım. sizin ٧ ^ifcnlz ٠ ‫؟‬imdi su bulup gedmektir. Ben gidemiyecegim. Amirinize öylece bildirinizi Emniyet Amiri ve ۴ lisler müteessir .luyorla^ Israr etmiyorlar, gidiyorlar. Vaziyeti, tabif Dahiliye Vekiline araediyorlar. Ertesi gece Ustadın hizmetinde bulunan ü‫ ؟‬lalelisi üstadın yattığı odada kalıyorlar. Herhangi birtaam ıza kar‫ !؟‬gelebilmek İçin kapıyı İçten kilidiyorlar.» Bcdiüzzaman hazretleri 0 akşam vefat ediyor. Bu defa p lis in tazyiki: -

Hemen de^edi^inl

Vali BcdiUzzaman'in kabrini «Halilümhman» gibi muazzam bir makamda hazırlatıyor. 24 Mart 1960... Bütün Urfa ayakta... Ayni eserden: «Büyük bir cemaatle cenazesi Ulu Camide Halilü^ahmanda hazırlanan kabre götürülüyor, dualarla defnediliyor. Merhum üstadın Halilüreahmanda iki k u b ^ li lâhdi hakkında halk arasında rivayetlere göre Urfa'da Çcyh Müslim Efendi nâmında bir zât altı sene kadar evvel HalilUrrahmanı tamir enirdigi Sirada aynca kendisi İçin iki kub^li geni‫؟‬ bir yer yaptınyor. Sonra riiyasında ona ‫؟‬öyle deniliyor -

Sen kendine başka bir yer yapıır0 ‫ ؛‬yerin sahibi var? Buraya 0 gele.

cek! Rüyada iki defa bu emir kendisine leblig ediliyor. Bunun üzerine Şeyh Müslim Efendi burasını oldugu gibi bırakıyor. kendisine umumî mezarlıkta bir kabir hazırlatıyor. - ،‫؟‬te. diyor halk: merhum üstad Said Nursfnin. defnedildiği kubbeli ycr.bum ahaldir. Ustad dcfrıedildiktcn sonra hizmetindeki taleplerle Urfa'daki talepler kabrinde n ö P t Pkliyoriar..

«Talepleri orada ikamet enikleri Sirada 27 Mayıscılar hükOmete el k o ^ . yor. Askeri inzibat memurian geliyor. Nur taleplerinin M I kitaplarım mck.


DlN MAZLUMLARINDAN BEDİOZZAMAN SAİD.I NURSi

221

luplannı. evrakım alıyorlar. Kendilerini de tevkif ederek ancak mazgal gibi bir deliği olan bir yere tıkıyorlar. Dar ufunetli bir mahzen. Oniki kişi kadar mevkuf, orada üstüste. Ihtilâtian menedilmişler. O mazgal deliğinden başka nefes alacak. lan yer yok. Hava yok. Işık yok. Yatacak yer yok.» 27 Mayıs gece baskını, imân fedaileri olan bu Nurcular hakkında her de­ virden daha zâlimdir. Hâllerini «Nurculuk» adlı eserden takip etmekte devam edebiliriz: «OturdukJan zaman zor sığınıyorlar deliklerine... Jandarmalar mevkuflara diyor — İçerden gelen ufunetten biz burnumuzu bu deliğe yanaştı ramıyoruz. Siz nasıl tahammül ediyorsunuz? Günde ancak bir defa süngülerle abdesıc çıkanlıyorlar. Hiçbir suçlan ol­ mayan masum talebeler, bcş-aliı gün bu tccrithânedc, bu askerî nezarathânede kalıyorlar. Aynı zamanda polisler merhum Üstadın kabrine dc gidiyorlar. Oradaki Kur'ân'lan. Nur Risalelerini topluyorlar. Bir hafta sonra. Bayram günü Üstadın lalcbclcrini garnizon dahilindeki daireye çağınyorlar: Sizin, diyorlar, hepinizi şöyle yapacağız, böyle yapacağız! Talebeler: — Bizim cezaya müstahak bir suçumuz yoktur. Fakat siz. şunu, bunu yapmak istediğiniz takdirde, biz. sizin yapmak istediğiniz şeye hazmz! Çünkü silâhlar, süngüler sizin elinizde. Binbaşı Üstadın hizmetini gören Zübeyr٠c hitap ediyor: — Siz Nur Talebesi değil misiniz? — Elhamdülillah NurTalebesiyiz ve bununla iftihar ederiz! — Siz Risalc-i Nur okuyor musunuz? — Evet, okuyoruz. — Bu Risalc-i Nur nedir? — Kur.ân-1 Kerîm.in güzel bir tefsiridir. —Başka okuyacak kitap yok mu?


[II11.^

222

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLE!' İLİŞKİLERİ

c il t

3

— Vardır. Fakat bu eserler imân ve İslâmiyet! tahkika müstenit bir surette tâlim ediyor. İmânın erkânını. İslâmın csaslannı aklen, mantıken en güzel şekil­ de tedris ediyor. İmanımızı kuvvetlendiriyor. Ruhumuzu nurlandınyor. Bu iti­ barla bunları okuyoruz ve okumakta devam edeceğiz, okumaktan vazgeçmiyeceğiz. — Siz maddî menfaat için çalışıyorsunuz! — Hayır! Üstat bu dünyada menfaat için çalışmadığı gibi, ona iitibaen biz de menfaat için çalışmıyoruz. Bütün hayatımız, efal ve harekâtımız bunun şâhididir. Diğer talebeleri de isticabdan birkaç saat sonra vilâyet dairesindeki askerî hâkimin huzuruna getiriyorlar. Hâkim bunlara diyor: — Bütün kitapiannızı. her şeyinizi geri vereceğiz! Cezayı mucip bir şey yoktur!» Bir müddet sonra bu cesur Nur Talebelerini Urfa'dan uzaklaştmyorlar. Derken, Said Nursî Hazretlerinin 35 yıl süren mazlumluk hayatı yetmiyormuş ٠gibi, zulüm sırası mübarek naaşına geliyor. Lâhdi açıp naaşım bir uçak içinde meçhul bir semte kaçmyorlar ve böylccc izini siliyorlar. 1960 Temmuz ayının ortasında Bediüzzüman Hazretlerinin kardeşi Abdülmccid Efendi’yi Konya'da Vilâyet makamına çağmyorlar ve mezann naklini istemiş gibi zorla bir kâğıt imzalatıyorlar. Kabir açılıyor. Tabut askerî bir uçakla Eğridir taraflan sanılan bir yere götürülüp gömü­ lüyor. Hâlâ meçhul... Mezarın yerini buğûn bilenler var mı diye sorarsanız. Milli Birlik Kurulu­ nun hayatta kalan üyeleri bunu çok iyi biliyorlardır demek durumundayız. Milli Birlik Kurulundan bugün hayatta olanlar ise hala kimi mahfillere verdikleri karanlık sözlerden dolayı Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin naaşının helikopterden atıldığı yeri hala -m aalesef söylemek istemiyorlar.

'-J


1‫؛‬ w

٠!٠ \i\

8 ONBIRINCI BOLUM

KAŞGARI DERGAHI ŞEYHİ ABDULHAKIM ARYASI ks HAZRETLERİNİN UĞRADIĞI ZULÜMLER VE SÜRGÜNDE VEFAT


KAŞGARÎ DERGAHI ŞEYHİ ABDÜLHAKİM ARVASİ (K.S.) HAZRETLERİ NİN POLİSLERCE GÖTÜRÜLÜŞÜ. SÜRGÜN HAYATI VE SÜRGÜNDE İKEN VEFATI

Hayatı Hicri 1281 (1864/65) yılında vaktiyle Hakkari’ye —şimdi Van'a bağlı. 2800 metre yükseklikle hava ve suyunun güzelliğiyle tanınan Başkale kasaba­ sında doğdu. Babası sünni ulemasından, clıl.l tarikten, Seyyid Mustafa Efendi'dir. Nesepleri şehitlerin efendisi Hz. Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla Peygamberimiz’c (s.a.v.) ulaşır. Çocukluk yıllannda Başkale kasabasında Ibtidaî ve Rüşdiyc mekteplerin, deki tahsillerini tamamladılar. Daha sonra, o zamanlar ilim ve irfan merkezi olan Irak'ın muhtelif yarlerinde yüksek alimlerden sarf ve nahiv, lügat, mantık, münâzara. beyân, mcânî. kelam. İlâhî ve tabî hikmetler, riyaziye, hendese, hesap, heyet, tefsir, hadis. Şafii ve Hanefi fıkıhı, fıkıh usulü, tasavvuf gibi ders­ ler aldı. 1300 hicri yılı başlannda da memleketlerine döndüler. Dönüşlerinde kendilerine miras kalan mallardan bir medrese yaptırarak ve kiıaplanndan da bir kütüphane kurarak 20 yıl boyunca o medresede ders okullular, bir çok talebe yetiştirdiler. Tasavvufa Girişleri 1295 Eylül ayında. Halid.i Bağdadî kolundan gelen Seyit Tâha Hazretle­ rinin üstün halifesi Seyit Fehim Hazretlerine intisap etmek ve nurlanyla şeref­ lenmek gibi bir mazhariyete erdi. Yaşça küçük ve ruhça olgunlaşmamış olduğu halde, halim ve teveccüh halkasına girmeye mezun oldu. Aldığı ilk emir, levbc. ve istihare oldu. İstiharede, u b ir ve tefsire muhtaç olmayan açık bir rüsamn şevkiyle ve bütün bir aşkla ilim tahsil ederek baiınıru nuriandırmaya çalıştı


r

i

‫ﺍﺍﺍﺍ‬٠

226

CUMUUKJYFr DÖNEMİ DlN VE UEVlErr IÜŞKJLEKİ

C lir 3

Zahir ilimlerde 13()() yılında aldıgı gibi 1304 yılının Ha/.ı٢aıı ayıııda da. Ni^^bendiyye. Kdbreviyyc. Sdhreverdiyy^. Kadiriyyc ve la ıık a d a : dan hilafede , 1325 haccında mUrçldlcrin baliic b ^ ı .lan ?eyh ziya Masunı'un yüksek ildfadanna mazhar olarak mUrçidi (aralındiuı beş ‫ ﺍ‬arikat‫ﺍ‬a bir kerc daha mezun kıhndı ve h ak k ın d ^‫ ؛‬lütlun çoğaldığına İşaret olarak ü ٧ cys‫؛‬yye larikaiında da izin ve hilalcilc nimcLlendirildi. ‫؛‬sJanbul'a Gelişi Birinci Dünya Savaşında doguda Rus İstilâm ın başliimasıyla bitlikte Ermcnilcr de silahlandılar ve mUslUmanlann mallanın yagma etmeye koyuldular. Bu istilada kitaplan düşman tarafından yakıldı. medreseleri de yıkılarak harap edildi. Bu arada İşgale karşı bütün halk ayaklandı, ilim ve irfan sahibi. z٠al١irî ve batını’ ilimlerde derin vukuriyei kazanmı‫ ؟‬idimlcr. halkın başına geçerek istilacı düşmana karşı ciliada girdiler.

Ocak I915'tc Mu.١ ul'd٠ı bulunduklan Sirada Soson kazasına müllü olarak tilkin edildi, ^icmuriyct. kaynayan ve elden çıkmakla olan memleketin perişan hali karşısında pa.‫؟‬if bir hareketti, flemen İran'daki şia Sizmalanna engel olmak, sag ehl-i sünnet İnancını ayakla tutmak ve bizzat savaşa katılmak İçin mül'lülük. lenaynldı. ٠ Ruslaun. ilıiilal set^biyle dogudan çekilmeleri üzerine Zeynel 'fekkesi ptKinişınliğinı bırakarak İstanbul'a geldi. 1919 yılı Ekim ayında Eyüt٠١sulian yakınlarında bulunan Gümü.ş.suyu lemsindeki Kaşgari Dergahı.nın şeyhligi. imam. Jıgı ve vaızligi kendilerine venidi. Aynea ^-ledrcse.ı MUielıassisın'de, bir nevi isiam üniversitesi makamındaki mekteple de lasavvul. müderrisliğine gelinidi. Buylcce bir yandan tarikat yolunda kemale dogm ilerlerken, digercilıci. ten de medreselerin kapanmasına kadar ilim tedrisinde lıulıındu.

0 ٠١،Uanla ‘ kapanmış, ardından da tekkelerin kapışına kilit V U " relmuş: inançlara, fikirlere ka^ı müthiş bir batıcı liliissup kasırgicsı esmeye başlamıştı. Bu Siralaaia AWulhakim A^asfnin tekkelerin kapatılması konusunda ‫ﺭ‬ ‘ söyledikleri umunıfkıymeı lîükmü şuydu: .Hükümet tekkeleri dcgil. boş mckânlan kapattı. Onlar kendi kendilerini

çoktan kıpaunışlardı>


IC A S G A Jd D E R G A H I Ş E Y H İ

ABÜÜLHAKiM ARVASl.NİN SÜRGÜN

H A Y A 'H

227

Anık Eyüpsullan Gümüşsuyu'ndaki Haliç'i bir tabak gibi seyreden, önü kabuklu mezar laşlanyla çevrilmiş eski Kaşgarî Dergâhı binası bir ev haline gelir ve her türlü tarikat tatbikatı dışında bir sohbet çausından ibaret kalır. Şemûili-Ahlâkı ve Irşâd Metodu İlk bakışta esmer, sünnete uygun şekilde fazlaca kırkık bir bıyık, beyaza yakın kır ve uzun, çok uzun bir sakal. Birer hilal kavsiyle çatılmış, kabank, ince, vezinli kaşlar, irice ve ahenkli bir burun ve yine ince dudaklar, fevkalâde zarif, esmer, ince ve uzun parmaklar. Uzaktan gayet dalgın ve içine kapanık kestane rcngiylc clâ kanşığı gözler. Kendisinden insana çarpan ilk duygu, müüıiş bir vakar ve heybet. Küçük bir esneme, sağa sola bakınma, şu veya bu noktaya takılma diye bclinilcbilecck bütün inceliklerden lopyckûn mahfuzluk içinde... Kısık, donuk, birden bire ahengi anlaşılamayan peçeli, zarllı bir ses. Fakat son derece tesirli. Tane tane Şark ..\nadolu şivesiyle konuşuyor. Nurun musluk musluk dağıtılmasında biricik vasıta olan sohbetlerine, her kesimden insanlar katılırdı. En küçük telaş ve lekellüficn uzak, bir konuşma edebi içerisinde ne sorulursa onun cevabını, sayfalan sonsuz ilahi bir kamus gibi bildirmesi gerektiği kadanyla cevap verirlerdi. Evlerinde semaver gece gündüz kaynar ve ziyaretçilere üsiüsie çay verilir «Arlık içemem. af buyurun.» deninceye kadar bu ikram devam ederdi. «Bizim meclislerimizde bulunanlar, sükût içinde olursalar ve sükûıian başka birşey görmeseler bile, din bahsinde âlım geçinenlerin haialannı keşfeder­ ler. bir bir çıkanrlar,» diyerek Allah (e.e.) nzası için bir araya gelmenin önemini vurgularlardı. Sohbcücrindeki sözlerinden birkaç örnek: «— Allah sırrını eminine verir, bilen söylemez, söyleyen de bilmez.» «Kur’âtı şifadır, fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbi. Pis borudan şifa gel­ m ez.. ٠،— Edep, hadlere riayet eiınekıir, en büyük edep ıc İlâhî hududu muhafa­

za etmektir.» ٠— Cemiyetteki ruh hasialıklan iman eksikliğinden doğuyor.» ٠ — İstidat birdir, iyiliğe veya kötülüğe istidat. İstidat birdir, ve dava, kö­

tüyü iyiye çevirmekle..


I l H

ıh

228

CUMHURİYET DÛNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

«— Hamd. o nimet vericiyi ibadetle bilmektir. Hamd ilahi zatı vasıflandırmakur. Şükür. Hakkın kuluna verdiğini onun yolunda kullanmakür.» «— Haramlardan korkan zâhîddir. şüpheliden korkan ise velî»

N i

«— Allah bize adliyle tecelli etsin.» diyen birine «— Allah bize fazlıyla tecelli etsin, bizi fazlıyla korusun. Adliyle tecelli ederse yananz.» cevabını ver­ mişti. Süleymaniye Medrescsi'nde Tasavvuf hocalığında bulunduğu sırada kale­ me aldığı «cr-Rıyazü't-Tasavvufiyye» adlı kitabını sohbetlerine gelenlere hedi­ ye ederdi. Bu kitabında tasavvufun doğuşu, gelişmesi ve ıstılahları ana kaynak­ lara inilerek açıklanmaktaydı. Böylece tasavvuf hakkında zihinlerde oluşan yanlış kanaaüan ortadan kaldırmaya çalışırdı. Terbiyesine aldıklan insanı bir daha bırakmazlardı. Bağlılanna. kendi kendilerini tanımalannı sağlayan bir terbiye metodu uygularlardı. Manevi deftere kaydedilenler için yazdığı «Rabıta-i Şerife» adlı risalesi­ nin tekrar tekrar okunmasını isterdi. Çünkü bu risalede, akıl ölesi alemin anahian «rabıta», çok güzel, açık ve berrak olarak gözler önüne seriliyordu. Rabıtanın gayesi, insanda kendinden geçme halini sağlamak. Bu hal doğuncaya kadar, bil­ hassa zikirde, rabıtaya devam edilecek. Huzur meydana gelince rabıta bırakıla­ cak ve o hal üzerinde kalınacak. Yoksa, gaye dururken vasıtaya bağlı kalmak gibi bir tehlike doğuyor ki. huzurun kaybolmasına yol açıyor. İşte, vasıtanın yeri bu noktaya kadar. Ve bu noktaya kadar vasıtasız da hiçbir şey olmaz. Bir hadis gereğince, fazla tclincrden kaçındı ve mektuplara cevap ver­ mekle yelindi.

Mcktuplanndan bir örnek;

٠ I

«İbadette tc.sirsizligi doğuran hata, aynca çalışmamak ve zikir ile uğraş­ mamak tır. Sizin ve çocuğunuzun zikri «lebcrrük-vazifc ve usul dışı benimseme» kabilindcndir. Hedefine yöneltilmiş değildir. Yoksa kabil midir ki. Kerim olanın kapısı çalınsın da açılmasın? Usulü vc hakkıyla vurulmazsa kapı elbette açıl­ maz. Kapının nasıl vurulacağı bilinince de hemen açıldığı görülür. Sünnet vc cemaat ehli mezhebine aykjn bir tutum, kannea başı kadar bile olsa insanı yol­ dan aiıkoyar vc bu mevzuda en küçük itikat hatası bin yıllık gayreti bile hiçe çe­ virir.


KAŞCARİ DERGAHI ŞEYHİ ABDOLHAKJM ARVASI.NIN SORCON HAYA^

229

Zamane dervişlerinin muazzez sahabller mevzuundaki bazı ‫؛‬iika^ızI٠Wan gerçek feyz ve nistete engeldir. Baglı olduğumuz pirlere ve onlann yollanna ze^cc karşı dumak la her şeyi kaybeiiiricidir. Günah. cUriim, kusur da terakki, ye manidir.» Son Zamanlar،

Gydumia Menemen hâdisesi münasebetiyle şeyh ve şeyh tozuntusu kim varsa toylayıp Menemen'e gönderdikleri zaman Atoulhakîm A^âsî hazretlerini de evinde yalnız kaldığı bir sırada arka kapıdan giren polisler evini arayarak onu da ^lis karakoluna götürüşlerdi. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ve toyle bir faaliyetinin tutukluluk süresince olmamasına rağmen niçin evinden alınıp müdüriyete götüriilmüştü. Binbir çile İçinde dimdik, tevekkülle İlâhî İra. deyi tokledi ve «Divan-I Harb» huzunında büyük birvecd ve nıh hali İçinde: « - Sen şeyh mis‫؛‬n? ٠>sualine:

- Ben şeyh değilim, ve 0 yüce mertebeye lâyık olmaktan uzağım‫ ؛‬yok eğer şeyhlik devrimizde gördüklerimizin ha‫؛‬i demekse, ona da tenezzül etmek, ten münezzehim.» cevabini v e riş ve ardından da beraat ederek tahliye edilmiş, tl. Beraatı üzerine tekrar EyUpsultan Sinlanndaki Kaşgârî dergâhında. Bey. oğlu'nun Ağa Camii'ndc ve Beyazıt Camii'ndc din ilmine baglı dersler vererek ٧ c ateş dolu batınlanndan dışanya hiçbir ızdırap sızdırmayarak ‫؛‬kinci Dünya Harbi günlerine kadar eski hal üzere ömür sürüştü. Dünyâyı ^azi İşgali ve saldınsı inim inim inletirken. İçte de tonzer icraatlar Müslümanlar üzenne tatbik ediliyortu. Nitekim 1943 yılının Eylül ayında. Ramazan.ın birinci günü evinden alınıp İstanbul Polis MUdüriyeti'ne göiüriHür. Emir kesindir. İstanbul'dan uzaklaştınlacakiır. ‫ﺍ‬١

Bundan Sonrasın، Talebesi, Dstad Necib Fazıl KısakUrek'ten Dinleyelim: .1943 yılında ilk "Büyük t ^ ^ 'l a n hazırlamanın buhran، içersinde. Usladım AMUlhakim A ^asi hazretlerini uzun müddet görememiştim. Nihayet Büyük Doğü.nun ilk sayısı çıkınca onu elime aidim bir arabaya atladığım gibi dogm Eyüto... Eyllb Camiinin kenanndan saga sapıp K âğıiha^’yc giden caddeye çıkar çıkmaz, bir kaç adim ileride. Gümüşsüyü tepesine u r anan mczartık


Hİ i IJ

230

٠٠

1

CUMHURİYET DÖNEM! DİN VE DEVI^ETP İLİŞKİLERİ

CİLT 3

yolu... Efendi Hazretleri bu dik yoldan bağlılannın kollarında yavaş yavaş çı­ karlar ve hallerini «ihtiyarlık» diye tarif ederlerdi. Yoldan koşarak çıktım ve derglihın her zaman yan açık kapısından içeri daldım. Ne o?..

1 ‫؛‬

Dcrgâlıta kimsecikler yok... Şadırvan boş, camekünlı kısım, zaten her zaman olduğu gibi bomboş... Mcscid boş ve harem tarafı kapalı... — Kim.se yok mu?

،

Harem tarafından ve uzaklardan bir kadın sesi cevap verdi: ^،

— Kimi istiyorsunuz? — Efendi Hazretlerini!

f

— Götürdüler! — Kim götürdü, nereye götürdü? — Püli.sler alıp götürdü?

i ■i

Yıldmm hı/iylc Eyübe indim ve oradaki alakalılardan öğrendim ki. Elen­ di Hazretlerini, o sabah. Örfi İdare emriyle polis Birinci Şube memurları alıp Müdüriyete götürmüşlerdir, belki de Anadolu'nun herhangi bir köşesine sürgün edecekler... Soluğu hemen Polis Müdüriyetinde aldım. Hüviyetimi belirttim ve Efendi Hazretlerini görmek istediğimi söyledim. Akşam vakti olmasına rağmen Birinci Şubeden dileğimi kabul etliler; fakat Efendi Hazretleri yerine, onunla beraber sürülen nedimi Şakir Üçışık'la görüşmeme müsaade ettiler. Çocukluğundan beri Efendi Hazretlerinin yanından bir lahza aynlmamış ve hususî hizmetlerine bakmış olan Şakir. o benim canım kadar .sevdiğim insan, mahzun bir yüzle geldi. Öpüştük. Fakat böyle anlann manevî baskısı yüzünden midir, nedir, hiç bir şey konuşamadık. Ö ıiî İdare emriyle İsianbul dan çıkanlıyoriar; Efendi Hazrcüeri İzmir'e. Şakirde Mersin'e sürülüyor bütün bildiğimiz bu kadar. Şakiric aptal aptal: — Bir şeye ihtiyacınız var mı? Diye sordum.


KAŞGAJy UERGAHI ŞEYHİ ABDÜLMAKIM ,\RVASl NİN SOKGÛN HAYATI

231

O da gayci tabiî; -.Y o k ! Diye cevap verdi. Halbuki her şeyi bir tarafa bırakmalı, geceyi müdüriyetle veya Müdüriye­ tin kapısı önünde geçirmeli. Efendi Ha/.reilerinc vapura kadar refakat cuneli. oradan zıplayıp Ankara.ya gitmeli. Efendi’nin İstanbul’a döndürülmesi için çırpınmalı. olmazsa İzmir’e gitmeli, yanından aynimamah, son nefesine kadar be­ raberinde kalmalıydım. Bütün bunlar, vaktiyle yapamamış olmaktan döğündüğüm şeyler... Zaten ondan ayrı olduğum her dakika için düğünsem yeri değil mi?... Abdülhakîm Efendi Hazretlerini, çoğu hırsız, katil, eroinci tiplerle barober İstanbul'da barmdmlması caiz görülmeyen 24 kişiyle beraber Anadolu’ya sürme karan, o zamanın İstanbul emniyet Müdürü meşhur Demir in eseridir, ve Menemen hâdisesinden sonra gelmiş bütün emniyet müdürleri boyunca polisin dm adamlanm takibi, birkaç günde bir tekkeyi basmak ve kitap, mektup, ya/ı adına ne varsa didik didik etmek suretiyle Efendi Hazretlerinde kümelenmiştir Fakat şeriat emri icabı son derece ihtiyatlı olan ve nezdmdc el yazılı hiç bir şey bulundumiamaya dikkat eden Efendi Hazretleri kendilerine takip vesilesi olabi­ lecek hiç bir şey vemtiyor. Nihayet sahte reklâmlar ve şaiafaLİı propagandalar dışı, kemiyette dar. fakat kcynyctic hudutsuz derin tesir. Abdülhakîm \p ٠٠asr te. .sili sabırlannı tüketiyor ve kım.scye hesap vermekle mukcllcl bulunmayan Örfî İdare karariylc onun İzmir’e .sürülmesine yola çıyor. Şakir’e Mersin yolunu luiiuradursuıüar. Efendi Ha/rcüerim bir gece neza­ ret alımda bulundurduktan sonra ertesi sabah vapura bindiriyorlar ve Marmara açıklanna doğru, o çok sevdiği Isianbul’dıın aymyorlar. Ist;ınbul hakkında derlerdi ki. «— İyiliğin de kötülüğün de en ileri şekli İstanbul’dadır. İyi veya kötü, kim ne olmak dilerse İstanbul’a gclsin !١١ Efendi Hazretleri İzmir'de bir otelde, uzaktan polı١ nezareunde . kalâdc sıkılmakial;ır... Aradan bir müddet geçtikten .sonra, yakınlan, kendileri­ nin Bursa’ya nakli veya İstanbul’a iadesi için teşebbüse geçiyor Her defa n،١d ve «bakalım..... cevabı.. Nihayet Ankara’ya nakline müsaade çıkıyor. Bunun v١٠m uğnşanlann başında, yeğeni ve damadı. Van mebusu meritum İbrahim Ar١ as vardır.

٠‫ ؟ ؟‬٠


232_______ CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

I

'

CİLT 3

Ankara'ya geliyorlar ve yakın akrabasından «Divan-ı Muhasebat» mura­ kıbı (daha sonra âza. d،.ire başkanı ve İhtilâl ötesinde Van Senatörü) Faruk Beyin Hacıbayram civanndaki ahşao ve mütevazi kira evine iniyorlar. Ve Hastalanıyorlar.

I I

I

A nkara.da Sürgünde Vefat

I

!

Ankara hiç sevmedikleri bir yerdir, ve bir gün o civarda gömülecekleri hayallerine bile uğramamış bir keyfiyet... Hattâ İstanbul'da Baglarbaşı'nda. Şey­ hülislam Hikmet Efendi'nin kabri yanında kendilerine bir mezar hazırlatmışlar, birde tabut yaptırmışlardı. Bir gece, sessiz sedasız, dalgın, mübarek dudakları Tevhid kelimesinden başka her şeye kapalı olarak beka âlemine geçiveriyorlar. Tam da Bolu zelzelesinin Ankara ve İstanbul arasını eteğinden çektiği ve «dikkat!» işaretini verdiği anda... Gurbet ellerinde mazlum ölen şehit... Şimdi bir mesele: İstanbul.a nakli için resmî makamlara baş vuruyorlar. Tahnit (ilaçlama) mecburiyeti olduğu cevabı veriliyor, imkânsız!. O halde?. Şehrin belediye sınır­ lan içinde ölenlerin Asrî Mezarlığa gömülmesi şanı da var... Daha imkânsız!.. O halde?.. Kırşehir'e kaldırmayı ve orada bazı yakınlan arasında toprağa verme­ yi düşünüyorlar. Bu da rc.smî şarta uygun değil...

i•

O sırada ahşap evin kapısı çalınıyor ve kim olduğu, nereden geldiği, ne islediği belli olmayan ak sakallı bir adam: — Ankara civannda Bağlum isimli bir köy vardır, diyor. Orada Nakşî şeyhlerinden bir zat da medfun... Oraya götürünüz, kendilerine uygun yer orası­ dır!.. Ve çıkıp gidiyor. Meçhul adamın arkasından koşuyorlarsa da ele geçire­ miyorlar. Bağlum- Ankara'mn Belediye sınırian dışında olduğu halde, cenazeyi baıianiycyc sanp bir taksiye yerleştiriyorlar v en yakınlanndan bir kaç kişi. Bağlum nahiyesine götürüyorlar. Yolda İbrahim Arvas'ın Keçiören'deki köşkü­ ne uğruyorlar vc ıcchiz - tekfin işini orada yapıyorlar. Bir de bakıyorlar ki 12 ki­ şiden ibaret olan yakınlarının cenaze etrafındaki dairesi 500 kişiye çıkmıştır, bunlar kimdir, nerelerden gelmişlerdir, ne demek isterler, hep meçhul...


-

KAŞGARİ DERGAHI ŞEYHİ ABDOLHAKİM ARVASI.NİN SORGON HAYATİ

233

Efendi Hazretlerini, yalçın ve çıniçıplak Bağlum ٠١٠١ezarlığının okula biti­ şik köşesine, namsız. nişansız, ilânsiz. işarctsiz şekilde defediyorlar. Mübarek mezar, bugün, üzerinde yazısız bir taş olarak, her şatafattan uzak, semalara tebessüm etmektedir (Son zamanlarda etrafına yeşile boyalı bir parmaklık çekilmiş...). Hayatlannda eteklerine yapışıp bir daha kendilerinden aynimamak cehdini gösteremeyen ben. bu mezara kaç kere taşındım ve ruhaniyetleri huzurunda ne türlü yalvardım ve ağladım, Allah bilir. O mezardan şişeler içinde topladığım topraklar, evimin mis saçan buhurdanıdır. Bir zamanlar Haşan Ali maarifinin köy enstitüsü yapmak bahanesiyle is­ timlâkine kalkıştığı ve Demokrat Parti devrinde istimlâk işinin durdurulduğu bu mezarlıkta o mezar, Bağlum köylülerinin de hissetmeye başladığı şekilde, dün­ yanın, üzerine nur yağan belli başlı noktalarından biridir."‫؛‬.‫؛‬


۴

٠. t

‫;؛‬

‫؛‬.‫؛‬

1■

ONİKİNCİBÖLÜM

YAŞAYANLARIN DİLİNDEN CUMITORİYET DOn EMI ZULÜMLERİ


e s k i d iy a n e t i ş l e r i b a ş k a n v e k i l i y a ş a r

TUNAGÜR HOCA DEVRİMLER SONRASI DİNİ HAYATI ANLATIYOR: H. Hüseyin Ceylan : Hocam sîzler Diyanet işleri Başkaı،٠٠٠ına kadar yükselmiş ve özellikle de öüyük Ulemadan Hacı Hüsrev Efendinin ç^k seç­ kin talebelerinden birisisiniz. Size ilk sorum 3 M art 1924 tarihinde 430 sa­ yılı yasa ile kabul edilen "Tevhidi Tedrisat Kanunu" ile Osmanlı devletinin din eğitiminde temel direği olan Medreselerin kapitılm ası sözkonusu ol­ muştu. Bu tarihten sonraki din eğitimi nasıl sürdürüldü? Devletin dine ba­ kışı nasıldı? Yaşar Tunagör: Söylediğiniz gibi 3 Mart 1924 tarihinde medreseler k.a. paulınca Selçuklu ve Osmanlı dönemiyle birlikle tam 856 yıldır hizmete devam eden ilmi ve dinî müesseseler de ömürlerini tamamlamış oluyordu. Bu konuda özellikle "Daru'l Hilafetil \liyye*. adında tamamen Şeyhülis­ lamlığa bağlı bulunan ve bugünün doktora ve doçentlik düzeyinde ihtisas eğiti­ mi yaptıran medreseler ile. asnn dinî ihtiyaçlanna İlmî ve akademik cevaplar arayan '.Darul Hikmeli.l İsiamiyc.. adındaki akademinin kapatılmış olması dünya çapında ilim ve din adamı yetiştiren özellikle din eğilimi kurumlan da kapatılmış oluyordu. Devlet nasıl dine aiı olan her şeyi yıkıp, yok edip sonunda da dini işleri yürütecek bir Diyanet İşleri Başkanlığı kurdunuysa, Rejimin anlayışına uygun bir İlahiyat Fakültesi projeside güya medreselerin yerini, tutsun için böylcce gündeme getirilmiş oldu. (Biz Din.Dcvlel İlişkileri adlı kitabımızın 11. cildinde bu projeye ve bunun gibilere geniş yer vermiş ve 115-155 sayfalan arasında bdgelerie bu durumu onaya koymuştuk. HHC) Ancak bilebildiğim kadarıyla zaten göz boyamak için acılan Ni faküUevv medrese eğilimlerini yanda bırakmış, gerçekten dine vc ilme gönül vermiş Sa­ mimi talebeler gelince işler değişmişti. Bana göre işte o zaman devletin evdeki hesabı Fakültedeki hesaba uymamıştı.


2 3 8

C U iU R fY E T DÖNEMİ DlN ١^ DEVLCT -

-

c il t

3

Y an ılm ıy o rsı 28 iane talebesi vardı. Danj.1 Fiinun ilahiyat Fakültesinin. Talel^;lcrdcn ilk haııriadtgım İbrahim Elmalı. Abduırahman ‫ ﻡ‬-.‫ﺱ‬ GOncnli Mehmed Efendi gibi isimler bu fakültenin ilk talebeleri . ‫' ﺯ‬ Talebeler b‫ ﺍﺍ‬yIc samimi insanlardanoluuy.rdu. ٧ c gerçekten din ilmini, ‫؟‬criai ilmini tedristen başka birçey düşünmedikleri İçin olsa gerek, ilahiyat Fakültesini devlet 1933 y.hnda kapatmak mecburiyetinde kalmışı». Devlet gerekçe olarak' talebe azlığını ileri sürmüştü‫ ؟‬Benim kanaatimce bu talebelerin ileride din açı. Sindan devlete nice büyük güçlükler çıkarabileceğinden korkulduğu İçin bu fakülte kapatılmıştı. Nitekim İbrahim ElmalI olsun. Abdu^ahman ‫ ؟‬ercf floca olsun. Gönenli Mehmed Efendi olsun sonradan gerçekten ilimde nısUh sahibi olmuşlar ve hatta 0 günkü talebelerden bir kısmı da mcşayıhtan dncmli zdtlar olmuşlardı. Rejim nasıl '.danışıklı'' Diyanet İşleri Reisliği kurdunluysa, yine ayni devlet, medreselerin kapatılmasından sonra da ''danışıklı'' bir din eğilimi kuru, mu: Danı'1 FUnun ilahiyat Fakültesi gcrçckIcşiiimişii‫ ؟‬Fakat talebelerin şuuru bu rcfoımisl fakültenin dcvamını Onledi. Oysa ilahiyat Fakültesinin 1926 yılında İstanbul'da açılmasıyla birlikle ' halkta ve ulema nezdindc din eğiliminin yeniden canlanacağı hissi uyanmışı،. Ancak ne varki halifeliğin kaldırılmasından en bUyıik rolü üstlenen kişi bu Fa. kültenin dekanlığına atanınca umutlar da boşa çıkmıştı. 3 Mart 1924 tarihinde mecliste yaptığı ''halifelik mutlaka kaldınimalıdır‫؟‬.. başlıklı uzun süren konuşmasındaz sonra bir "ihsan" olarak ilahiyat Fakültesinin Dekanlığına atanan bu zatin adi hepinizin bildiği gibi İzmirli Prof. Dr. Seyyid Bey idi. Isianbulda açılan ilk yüksek din eğilimi vcRİn İçin kumlan ilahiyat Fa. kültesinin refomıisl liocidanndan aklimda kalan bir kaç hocanın adını zikredeyim. Prof. Röprülüz،tde Fuat. Prof. İzmirli İsmail H a ^ ı. Prof. BalUieı oglu. ?emscddın Cunaliay ki bu zfu ismet Paşa taralından üaşbaki^ığa bile atanmışBu hocalanncn belirgin tarallan ilaliiyaı Fakültesi hocalan olmasına rağ* men din adına aşın bir şekilde din düşmanlığı yapmış olmtdiuıydı. Hatla dinde relOm.. adi ainnda "isl^jıiyeti Islah" projesi diyerek bir nevi dinsizlik projesini hazırlayanlar da maalesef bu ilahiyat Fakültesi hocalar olmuşlanlı. Abdurrah. man Şeref Guzciyaztcı vc Gdncnli Mchmcd Elcndiıtin n laıu k lan buıdara örnckiir. fBu röportajı yaptığımız zaman Gönenii Mehmed Efendi vefai eimcmişii H H C ).


YAŞAR TUN.AGÛR HOCA DEVRİMLER SONRASI DİNİ HAYA'H .ANLATIYOR

239

Daru.l Fünun İlahiyat Fakültesi 1928 yılında kapanınca dcvlci başka bir dm lakülic.si açılacağını ve adının da "Yüksek İslâm Fakültesi" olacağını müjde­ lemiş olsa da. bu müjde 1949 yılı Eylül a>ına kadar gerçekleşmedi/ gerçekleştirilmedi. Malumunuz İkinci kez İlahiyat Fakültesi Ankara Üniversitesine bağlı ola­ rak ancak 1949 yılında Ankara'da açılabilmişti. Tabi bu lakültcde yine aynı dü­ şüncelerle açılmış oldu. H. Hüseyin Ceylan: Hocam İlahiyat Fakültesinin 1926-1928 yıllan arası görünümüne benzer bir de M aarif vekaletine bağlı olarak 1924 yılı Eylül ayında açılan 4 yıllık İmam Hatip Okulları var. ilk dönem imam H a­ tiplerin durumu nasıldı? Yaşar Tunagür: Devrim kanunlanndan medreseleri lağveden 430 sa>ılı kanunun 4. maddesinin amir hükmü gereğince Türkiye’de 29 yerde 4 yıllık imam Hatip Okullun açılmıştı. Bu yerlerin neresi olduğunu bir hatıradır diye hiç unuiınuyomm. Şunlardı İmam Hatip Okullannm bulunduğu yerler. 1- İstan­ bul, 2- Er/.urum. 3. İsparta, 4- Edimie. 5. Eskişehir. 6. Ödemiş. 7- Urla. 8Afyon. 9- Amasya. 10. Ankara. 11- Antalya. 12- Balıkesir. 13- Bursa. 14. Bolu. 15- İ/mir-Tire, 16■ Bo/ok/Yozgat. 17. Harpul/Elazıg. 18- Sivas. 19- Hopa/ Artvin. 20- Şavşai/Arıvın, 21. Gaziantep. 22- Uşak, 23. Konya. 24- Kastamonu. 25. Kayseri. 26- Kütiihya. 27- Maraş, 28. Niğde. 29- Manisa. İşte bu 29 İmam Hatip Okulunun hoca ve talebe görüntüsü muhteva açı­ sından İlahiyat Fakültesindeki gö;٠untudcn pek farklı değildi. Yine burada da ho­ calar yeni gcrçeklcştinlcn dcvrimlerin hızıyla dinde dcvnm-rcl'orm isleyen tip­ lerdi. Talebeler ise bunun tiun zıddına Anadolunun samimi ailelerinin hal.smuhlis dine, şeriata bağlı çocuklun idi. Ve veliler çocuklannı bu mekteplere gönderirken dinini öğrensinler için gönderiyorlardı. Bu maksatla ve bu niyetle 29 İmam Hatip Okuluna 1924 yılı sonuna doğru ikibini aşkın talebe )azılmıştı. Maarif Vekili ve korkunç derecede medrese düşmanı olan Va.sıf Çm.ır. ra mekteplerde de İlahiyat Fakültesinde oynanan oyunlann aynısını oynam;ık isle­ yince ve üstüne üstlük bütçeden bu adamlara aynlan lalısısau bile İmam HaüpIcre vermeyince İmam Hatip Okullun da bir bir kapanmaya yüz tunu. Bugün din eğilimiyle ilgili istatistiklerden öğrcnıyomz kı 192-. yıhnüa 2‫'؛‬ İmam Hatip Okulu ve 2258 talebesi varken, bu uygulamalar nedeniyle I..C5 \ı lında İmam Hatip Okulu sayısı 26'ya 1926 yılında 2ü٠yc. 192S yılında 2şc irvJı ve 1930 yılında da son ikisinin kapanışıyla birlikte İmam Hatip Okullan lama. men kapanmış oldu.


240

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

.erek çe yine ayniydi: T aJe^ azlıgı! Son olarak kapanan İstanbul ve KÜtabya imam H.atip .kullannda toplam olarak 50 kadar ögrcnci kalmıştı. Oysa sadece bu iki imam Hatip Okulunda ilk açıldığı vakit resmi olarak 270 laleli bulunuyo^u. İ n a n ı n Maarif Vekili imam Hatiplerin kapatılmasıyla birlikle haklan yogun tepki gdrilnce ''en yakın zamanda yeniden ve üstelik yüzlerce imam Hatip Okulu açaca^z !١٠ demişti. Fakat bu sözün üzerinde devlet 1949 yılına kadar hiç dumıadı ve hatırlatmalan da hep kulak arkası yaptı. Ta 1949 yılına kadar. Cenazeleri Yıkayacak im am lar Bile .،alm am ıştı

٦

1949 yılında Halk Partisinden Van mebusu olan sonra da Demokrat Partiden milletvekili seçilen AMülhakim A ^asi hazretlerinin sülalesinden olan ibrahim Aı^as Efendi, "artik bu milletin cenazelerini bile yıkayacak imamlan kalmadıl Cuma kıldıracak imamlar yok ço^i şehir ve kasabalarda!..." diyerek mecliste çok ateşli bir konuşma yapmış ve devletin bir an önce yeniden imam Hatip Okullannı açması gerektiğini dile getirmişti. Hemen arkasıridan da ibrahim A ^a.‫؟‬. F. Gökmen ve Tahsin Banguoglundan kurtjlu bir heyet imam Hatiplerin açılması İçin meclise bir kanun tasan-،! verdiler. Bu tasan mecliste çok hararctli tartışmalara, hana Halk Partisi millevckilleri arasında "irticaya yeniden geri mi dönüyortiz!" denilerek sert kamgalara neden oldu. Uzun mücadelelerden sonra yanılmıyoraam 1949 yılı ba^lannda Türkiye Cumhuriyeti devleti sadece iki yerde. 0 da ..irticaya meydan vemıcmck İçin yoğun gözetim ve denetimde kalmak'' şartıyla İstanbul ve Ankara'da imam Hatip Kurslannın açılmasına karar vermişti. imam Hatip Kurslan her ne kadar kanun teklifini hazırlayanlann iyi niye, ti var olsa da devletin ve Halk Partisinin diger üst düzey yöneticileri açısından art niyetle ele alınmıştı. Bu yüzden de okul olarak degil, kurs olarak açılmış ve 4 yıllık egitim yerine 10 aylık kure hedcfienmişti. İstanbul ve Ankara'da açılan 10 aylık bu iki imam Hatip Kursu'na !sianbulda 15. h a r a d a 149 0İm٠ak dzere toplam 264 la lc ^ kaydolmuştu. Istanbul'da Langa semtinde eski bir medrese binasında a ç ıl^ kursa meşhur Celal Oktem Hoca müdüriük yapıyor ve Kilisli Rıfat Bilge Hoca da egitimi üsüeniyortu. Ankara'da açılan kurea ise Yusuf Ziya Y ö rü k ^ ile H^‫;؟‬m Hüsnü Erdem H c ^ f e ır ti nezaret ediyorlartı. Halk Partisi ikiidan halktan gelen yo^ın istekler ü z e . e ve en önemlisi de ^ m o k ra t P art'nin seçmen kitlesini bütünüyle diı^ar kesim oluşturtugu'. İçia seçmen kitlesini kendi tarafına çekmek adına 1949 yılı sonlanna dogra 8 adet daha imam Hatip Kursu açılmasma karar vem işti.


YAŞAR TUNAGÜR HOCA DEVRİMLER SONRASI DİNİ HAYATI ANLATIYOR

241

Bu kurslar da yanılmıyorsam Ankara vc İstanbul'a ilaveten Konya. Adana. İsparta. Kayseri. Maraş gibi yerlere açılmıştı. Buralardaki kurslardan toplam olarak 50 talebe diploma almıştı. Fakat iktidar sahipleri bu kadarcık bile olsa din eğitimine razı olmamış, lardı. Hatta hiç unutmam meşhur "Çankaya" yazan Fatih Rıfkı Atay Bize Ata­ türkçü hoca lazım. Şeriat uleması değil!" diyerek imam Hatip Kurslannı açtıran din kökenli Halk Partisi Başbakanı Şemseddin Günaltay'a açık mektup yazmıştı. Zamanın Başbakanı, eski medreseli, tefsir ve hadis ilminde ve özellikle de İslâm Tarihinde yazdığı Arapça ve Türkçe eserlerle tanınan Şemseddin Günaltay. Falih Rıfkı'nın bu serzenişine Falih Rıfkı’yı yanına çağırarak bizzat cevap vermişti. Falih Rıfkı. Başbakan Günaltay'la olan bu görüşmesini 1963 yı­ lında Dünya gazetesinde yayınlamıştı. Şemseddin Günaliay, Halk Partisi Iklidannm açtığı ilahiyat Fakültesi ile İmam Hatip Kurslanndan korkulmaması gerektiğini söyliyerek "Biz Atatürkçü aydın din adamı yetiştireceğiz" Bunun için de buralara Fıkıh dersi koydurtmadım. Çünkü Fıkıh ahkam.ı şeriat demektir, bunlar muâmclcta ait hususlardır. Oysa muâmelet ayetlerinin hepsi "mensuhturlar," yani hükürnsü/dur. lerl..."demişti, işte rejimin ve iktidann halka din eğitimi verelim derken gerçek niyeti bu idi. Fakat bu sefer de onlann planı hiç tutmadı. Çünkü Celal Ökıcm gibi. Haşan Hüsnü Erdem gibi hocacfcndilcrle sayısı 50'yi.bilc bulsa çok kaliteli talebeler yetiştirilmiş oldu. Yani Şemseddin Günaltay'ın asıl korktuğu başına gelmiş oldu. Rejime Sulandırılmış İmam Hatip Mektepleri (Falih Rıfkı Atay.ın İlahiyat Fakültesi vc İmam Hatip Okullan hakkındaki kanaatleri sonradan Dünya gazetesinde "hatıralanm" başlığıyla yayınlanmıştır. Bkz: Dünya. 23 Ağustos 1963. aynca Man 1963. Hatta F. Rılkı Alay. "Atatürk­ çü din adamlan yetiştirecek okullar malcscf söylenildiğinin vc beklenildiğinin aksine kara milliyetçiler yüzünden şerialçi üretmektedirler!" diyerek korkusunu dile getirmişti. H.H.C.) İmam Hatip Kurslanndan sonra zaten 1950 yılına girilmiş ve Türki>٠c lam anlamıyla bir seçim saih.ı mâilinc bürünmüştü. Halk Partisi 1923 yılından bu yana dine, dindarlara karşı yaptığı sayısız vc tarifsiz zulümleri dolayısıyla seç­ menden gereken dersini aldı ve halktan yediği çok sert tokatla iktidarı 14 Mayıs 1950 larihinue Demokrat Partiye devretmiş oldu. Demokrat Partinin iktidara geldiği ikinci ayda. 16 Haziran 1950 tarihinde 18 yıl süren Ezan-ı Muhammedi zulmüne son verildi. 18 yıl süren "Tann Ulu.


242

I

C U M H U R İY E T T D Ö N E M İ D İN V E D E V L E T İL İŞ K İL E R İ

c il t

3

durTann Uludur" ezanlarının yerini bu tarihten itibaren "Allahu Ekber, Allahu Ekber" diye okunan gerçek ezan aldı. Demokrat Parti iktidan daha sonra din eğitiminin temelini teşkil eden 7 yıllık imam Hatip Okullanndan ilk yedi tanesini. 4 yılı ortaokul. 3 yılı da Lise olmak üzere 17 Ekim 1951 tarihinde açmış oldu. Bu yedi İmam Hatip Okulu Ankara, İstanbul. Adana. Konya. İsparta. Maraş ve Kayseri vilayetlerinde açılmıştır. H.Hüseyin Ceylan: Hocam yeniden medreselerin kapatılmasından sonraki donemin din eğitimi ve öğretimine dönelim ve sîzlerden özellikle ..saklı din eğitim i'’ denilen eğilim ve öğretim faaliyetlerinin hatıralarını dinleyelim. Yaşar T unagür; Efendim ben şahsen 1924.1950 yıllan arasını din eğiti, mi açısından "fetret dönemi" olarak telakki ediyorum. Nasıl her fetret dönemin­ de ferdî arayışlar olmuş aile reisi çoluk.çocuğunu din eğitiminden ve özellikle dc Kur.ân eğitiminden mahrum kalmasın için medreseler döneminden kalma kudretli hocacfcndilcrc gönderiyorlardı. Tabi bu eğilim sizin dc söylediğiniz gibi gizli.saklı yürütülüyor ve bu yüzden dc "gizli din eğitimi" diye adlandırıy­ ordu. Şu kadannı söyliyeyim ki bu konuda Türkiye'de en ileri bölge Doğu Ka­ radeniz bölgesi ile Doğu Anadolu bölgesi idi. Trabzon ve Rize dolaylarında başta hafızlık ve Kur.ân tedrisi yürütülüyor. Doğuda da Arapça. Tefsir, Hadis, gibi şeriat ilimleri tedris ediliyordu. Tabi bunlann hepsi dc jandarma baskınla. nndan korunmak için saklı saklı yürütülüyor. Doğuda mağaralarda. Karadenizdc dc orman içlerinde bu iş gerçekleştiriliyordu. Trabzon'un Of ilçesi bu en ka­ ranlık dönemde yüzlerce hafız yetiştirerek Anadoluya salıvermişti. "Of Uleması" tabiri dc o zamandan kalmadır. H. Hüseyin Ceylan: Hocam ya.sak O fu . .Anadoluyu görmüyor muydu? Jan d arm aların baskınları olmuyor muydu bu yörelerde? Yaşar T unagür: Elbette oluyordu. Binbir sıkıntılarla bu iş gcrçcklcşlirili-yordu ve nice âlim insan bu yüzden dövülüyor, tartaklanıyor, binbir çeşit zulme uğruyor ve hatla hapse kadar gönderiliyorlardı. Özellikle Karadeniz böl­ gesinden Trabzon ve Rize dolaylarından duyduğum, halkın başına gelen Jandar­ maya "sus payı, için koyun-kuzu kestikleri ve ceplerine dc her gelişlerinde önemli miktarlarda *harçlık" bırakiıkJandır. "Darbı Mesel olmuştur, Trabzon/ Of tarafında kurbanlık koyun da kalmadı!" tabiri jandarmalara kesilen "sus payı ٠run çokluğuna işaret olarak kuHaruüır.


YAŞAJ^ TUNAGÜR HOCA DEVRİMLER SONRASI DİNİ HAYA'H ANLAİTYOR

243

Er/urum. Van, Elazığ. Bitlis. Bingöl. Muş, Urfa. Diyarbakır gibi medre­ seleriyle ünlü bölgelerde eski', kadîm usul"le güçlük içersinde şen ilimlerin her çeşidinin tedrisi 1950'ye kadar aralıksız devam etmiştir. Bugün hâlâ bir elin par­ makları kadar az olan "vukuf sahibi" ."ilimde rusuh sahibi" ulemanın yüzde doksanı işte bu şartlarda yetişen ulemadır. Doğu'da Gizli Medrese Eğitimleri Nurşin, Tillo. Mutki gibi yerlerde ıssız tepelerde kurulan mcdrcsc-cvlcr bu dönemin karanlığını gidermede en önemli din eğilimi mekanlannı oluştur­ muşlardır. Üstelik buralarda verilen eğilimin ben kendi dönemlerine göre dünya çapında bir din eğitimi olduğunu ifade etmek islerim. Doğudaki gizli medrese eğilimine denk kalitede, belki akiualilcyi takip açısından onlardan da üstün olarak yürütülen İstanbul'da eski medrese hocaları­ nın yürüttüğü "saklı din eğilimi" vardı. Bu hücaefendiler eski daru'l hilafcli'l âüyyc' gibi gerçekten alı medrese­ lerden icazaili dersiam hocaefendiler idi. Bunlar Hacı Hüsrev Elendi. Erbilli Abdullah Efendi. Siirtli İbrahim Efendi. Ermenekli SalTci Elendi gibi gerçeklen "mütehassıs" büyük hocaefendiler idi. Bunlann herbirinin halkasında sayılan 20-430 arası değişen seçkin talebeleri mevcutlu. Ben de hem Hacı Hüsrev Efen­ diden ve hem de Ermenekli Saffet Efendi'den uzun yıllar dersler aldım. H. Hüseyin Ceylan: Hocam! Peki sizlere eğitim anında hiç baskın ol­ muyor muydu? Yaşar Tunagür: Oluyordu tabi. Ancak. İstanbul eğitim seviyesi bira/, yüksek olan bir yer olduğu için ve özellikle de bu hocaefendiler hep mütedeyyin .semtlerde ders verdikleri için şikayet eden de fazlaca bulunmadığından dolayı çok az baskınlar oluyordu. Tâki baskınlarda hoca efendileri alıp karakola götü­ rüyorlar, biraz hırpalayıp, biraz da ichdılvari uyardıktan sonra serbest bırakıyor­ lardı. Derslerin sarf nahiv gibi olanları ile usule ait olanlar hocaefendilerin kendi evlerinde gizlice okutulur, asıl büyük metinlerde camilerde okutulur vç öğretilirdi. Camilerde okutuhın metinler Buhari. Müslim. Tae. Şila.ı Şeni. Şc mail-i Şerif gibi metinlerdi. Hatta her hoca ayn bir metin takip elliği için bi/lcr bazen Buhari halkası­ na. bazen Şifâ halkasına, bazen de Tae halkasına girer ayn hocalardan bu tur farklı metinleri okuyup takip ederek bilgilerimizi /cnginicşümıcyc çalışırdık Ne zamanki T.C. Diyanet İşleri Reisliğinin 20 Kasım W26 >١lında ve 3539/9515 sayılı tamimi ile ..camilerde ihyası şan olan vazifeler.den: 'B «h ٠ıi.


I f

i'

244

CUMHUJ^İYET DÖNEMİ DİN VE DEVLETİ' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

han, Müslimhan. Şifâhan. Şemûilhan..." gibi önemli hizmetler kaldınimı‫ ؟‬oldu, işte o zaman selatin camilerinde resmen okutufan bu güzelim Buhari dersleri. Müslim dersleri. Şifa-ı Şerif dersleri. Şemail.i Şerif vb. dersler de son bulmuş oldu. Şahsen Yeni Tür' iyc.dc beni en çok üzen kararlardan birisi bu olmuştur. Düşünebiliyor musunuz? Yıllarca, asırlarca bizim camilerimizde sürüp gelen bir medeniyet sona cmıiş oldu. Kısaca Buharihanlar. Müslimhanlar. Şifâhanlar. Şem^ilhanlar gibi bir medeniyetin 1926 yılına kadar taşıyagcldiği cami içi İlmî hayatın sönmeyen yıldızlan 1926 dan itibaren Camileri aydınlaiamaz oldular. Üstelik bu karan veren mekanizma da maalesef Diyanet İşleri Reisliği ol­ muştu. Diyanetin bu karanndan sonra genellikle hocacfcndilcr bu güzelim ders­ leri, Buharilcri. Müslimleri. Şifûlan ve Şemailleri hep evlerinde okullular ve ev­ lerinden mezun olanlara o dersin icazetini vermiş oldular. 1930.1u yıllarda ders veren hocalardan Hafız Ömer Ödem Efendiyle, Fatih Camii baş imamı Halil Efendiyi ve çok derin bir alim olan Yeşil sankJı Mustafa Efendiyi tedris halkasına dahil etmek gerekir. Mesela A.Ü. İlahiyat Fa­ kültesi eski dekanlanndan Prof. Dr. Hüseyin Atay bu Yeşil Sanklı Mustafa Efendinin talebesi idi. Bu zat hiç unutmam yürüyerek ders takrir etliğinden do­ layı, talebelerde onunla birlikte Fatih Cami avlusunda yüriir, hatla ring yapar ve öylece gezerek, ayakla ders takrir etmiş olurlardı. Medrese-i M ütehassisinden Bir Hoca: Hacı Hüsrev Efendi Bu hocaefcndilerin içinde elbette biniz da kendi hocam olduğu için söyliycceğim. Hacı Hüsrev Efendi'nin yeri çok başkaydı. Ben onun halkasına girdi­ ğim de bize dönerek, .’siz 41. dönem talcbclerimsiniz? Allah inşaallah bundan sonraki ders halkasını da bana lütfeder!" diyerek bir duayla başlamıştı. Bu sözü­ nü her dönemde tekrarlardı. Hocamız Hüsrev Efendi öldüğünde arkasından lOO’den fazla ders halkası gerçekleştirmiş biri olarak bu dünyadan aynlmıştı. Hacı Hüsrev Efendi öldüğünde İstanbul'un ilim merkezi Saffet Efendi ol­ muştu. Saffet Efendi bugünkü Hilton Otelinin karşısında bulunan bir sokakla ve bir Ermeni kilisesi vakfının evinde kalıyordu ve orada talebelerini okutuyordu. Haua hiç unutmam Saffet Efendiyi oturduğu ev bir vakıf evi olduğu için. Vakıf-


Y A Ş A R T U N A G Ü R H O C A D E V R İ M L E R S O N R A S I D lN l H A Y A T I A N L A T IY O R

245

1ar Isianbul Bölge Müdürlüğü larafmdan evinden dışan çıkartılmak istenmişti. Bunun üzerine Ermeni kilisesi Vakfının mütevelli heyeti imza lophyarak Vakıf. 1ar Bölge Müdürlüğüne müracaat edip. Saffet Efendinin evden çıkanılmiLsını engellemişlerdi. Ermeni Vakfının bir büyük âlime gösterdiği bu âlicenaplığı bizim kendi vakıflanmızın gösterememesi ne kadar garib değil mi? Hatta biz bu olayın üze. rine o vakfın ermeni yöneticilerine sormuştuk, "niçin Saffet Efendinin buradan çıkamlışına engel oldunuz?" diye. Aldığımız cevab şaşırtıcıydı: "Bu güzel insandan, bu nuranî alimden insanlığa hayırdan ve gü/clliktcn başka birşey gelmez." Evet böylesine etrafındaki insanlan etkileyebilen bu büyük alimi. Aliındağ/Taksim bölgesindeki nice Türk çekemeyip, "bu evde Arapça ders okutulu­ yor ve Kur٠ân dersleri veriliyor" diyerek Beyoğlu Karakoluna şikayet etmişti. Zavallı Saffet Hoca Beyoğlu Karakoluna götürülmekten bıkmıştı. Polisler Hacı Hüsrev Efendi.nin Evini Basıyorlar! Hiç unutmam bir keresinde (1945) hocam Hüsrev Efendinin (Aydınlar) Fatih Sangüzel caddesindeki evinde Tirmizi okuyorduk ve Tinmi/.i'dcn bir tale­ be Peygamber s.a.s. Efendimize ait Şcmail.i Şerifeden 40 hadis ezberliyordu. Ansızın bir keresinde eve baskın oldu. (1946 Mayıs) Polisler ayakkabılanyla eve girdiler ve hocaefendiyi palas-pandıras alıp Fatih Karakoluna götürdüler. O zamanlar İstanbul Emniyet Müdürü, zulüm ve şiddetiyle ünlü Ahmed Demir isimli bir kişiydi. Demir gibi sert oluşundan dolayı "Demir Ahmet.' de derlerdi. ‫؛‬٠‫ ؛‬Fatih karakoluyla aynı binada bulunması hasebiyle Hüsrev Hocaefendiyi Demir Ahmet bizzat kendisi sorguya çekmişti. Demir Ahmet Karakolda Hocaefendiye bir tabure göstererek "otur baka­ lım şu tabureye?" diye seslendiğinde. Hüsrev Efendi: "Beni evde ttücbclcnm bekliyor! Benim oturacak zamamm yok. Hesaba çekeceksen hemen çek. Ne cezam varsa çekmeye hazınm. Yeter ki beni oyalama ve dersimden ;üıkoy'maî " diyerek Emniyet Müdürüne cevab vermiş. Emniyet Müdürü Ahmed Demir bu cevab karşısında şaşırmış ve "Bak hoca! Kendin itiraf ediyorsun tiüebelcrim beni evde bekliyor diyerek. Sen ne de­ diğini biliyor musun?" diyerek hocayı ikaz etmek istemiş. İstanbul Emniyet MûdürO olan Ahmet Demir veya ’ Demtr Ahm٠<f aym zamanda ulema ve mesayıh-i Kiramdan AbdiHhakım Arvasi (rh ٠ .) hazretfenni de tutuktsy.p ٤4 iai٠bes‫؛‬y l. bıdıKJ. önce Izmıre, sonra AnkaraVa sürgüne gönderen K٩ ıdır. (Necip Fazıl K.saKOreK. Dm Mazlum­ lan, s 333. Büyük Do٠uYay. İstanbul. 1978).


T V

246

CUMHURfYET DÖNEM! DlN VE DEVLE٠ r İLİŞİKLERİ

CİLT 3

Hüsrcv Efendi: '.Ne söylediğimi ben gayet iyi biliyorum" deyince, Emni. yel Müdürü, .'anlaşıldı sen hâlâ kafayı bu Arapça derslere taktın. Bizim bu Arapçayı yasakladığımızı ve ortadan kaldırdığımızı bilmiyor musun?" diyerek mukabelede bulunmuş. Bunun üzerine Hüsrcv Efendi Emniyet Müdürü’nün tam başının arka hizasında bulunan kitaplara gözü takılarak; "Hayır Müdür Bey! Siz Arapça'yı ortadan kaldıramazsınız. Bakın başınızın tam arkasında bir Arapça kitap var. O zaman sizde bu kitabı bulundurmakla suç işlemiş oluyorsunuz" di­ yerek Emniyet Müdürü Ahmed Demiri cevaplamış. Demir Ahmet arkasını dönüp, kendi bürosundaki raflara bakınca gerçekten orada Arapça Şcmseüdin Sâmtnin Kamu.sünu görmüş ve mahçup bir şekilde: "Tamam Hüsrcv Efendi! Bu sefer sen kazandın" diyerek hocamızı iki gün boşu boşuna nezarette beklet­ tikten sonra serbest bırakmış. H. Hüseyin Ceylan : Hocam İstanburda bulunduğunuz 1924-1950 yıllan arasında ulem adan veya din görevlilerinden tutuklanan başka meş­ h u r zatlardan hatırınıza geliyor mu? Yaşar Tunagür: Evet! Baya/ıt Camii vaizi Urfalı Abdülbaki Elendi ile, Fatih Cami vai/i Hafız Fcyzullah Bayar Efendi'nin vaazlarından dolayı uzun yıllar hapis yattığını haiırlıyomm. Bayazıt Camii vaizi Urfalı Abdülbaki Efendi 1936.1940 yıllan arası İs­ tanbul'un en hararetli ve kendine has vaaz cemaati bulunan tavizsiz ve çok mücahid bir genç hocaydı. "Allah'ın şcriaunı kınayanın kınamasına aldmş etmeden" her fırsatta dile getiren bu zat 1933 yılında Baya/ıi Camiinde. "Allah'ın şcriaima şanjmanın bi­ rinci şartı Allah ve Resulünün düşmanlarına sınırsız buğz etmektir. Senin Kuran’mı yasaklayanlar ve senin dinine ambargo koyan dinsizler bu grubiandır. 1ar..." diyerek çok hararcüi bir vaaz da bulununca, o sırada cenazesi dolayısıyla camide bulunan bir askeri yetkilinin şikayetiyle hemen vaaz sonrasında Bayazıt Karakoluna götürülür. İfadesi alınırken de "evet ben bunlan söyledim ve her yerde de her fırsatta söylerim. Bunu suç olarak görüyorsanız en başla benim varlığım suçtur. Çünkü biz kuluz ve kullara Allah'ın yüklediği emanete budur..." diyerek tavizsiz bir ifadede bulununca hemen yargılanmak üzere mah­ kemeye scvkcdcrlcr. İstanbul Sultanahmet semtinde bulunan Adliye de Bayazıt Cami vaizi "ir­ ticai faaJiycucn" yargılanır ve "halkı devlet ve millet aleyhine camilerde kışkırüyor ve Halk Partisi İküdanna buğz ettiriyor....' suçlamasıyla da Cumhuriyet


YAŞAR 'lUNACOR HOCA DEVR‫ﻝ‬ MLER SONRASI DlNl HAYA٦٦ AN^AW OR

247

Sa\ cısının İsıcgi dogruliusunda zamanın cn ‫؟‬iddcdi karanyla 7 yıl agır hapis cczaM‫؛‬..i(r٠arpimlır. Urfalı Abdiilbaki Hocanın Kaşına Gelenler ZavalIı Abdiilbaki Hoca mahkeme ka٢annı "Allah yolunda ‫ ؟‬alışiıgımın bir vesikasıdır bu karar, !nşaallah Huzur.u mahşerde ^ r a i.1 necatıma vesile olur‫؟‬.' diyerek büyük bir kcmal۵lla karşılar. AMiilbaki Efendi cezasının 3 yılını Jstanbul'da 4 yılını da Bursa hapishanelerinde çekmiş ve tam 7 yıl hapis hayatından sonra ancak 1940 yılı sonlanna dogru dışan çıkabilmişti. Hapisten çıktığı zaman ben de kendisini ziyarete gidenlerdendim. Ya Rabbi ne kadar metin ve ne kadar miicahid insandı 0. Sanki 0 hapiste yatmamış yedi yıldır dışarıda olan birisi gibi konuşuyordu. AbdUlbaki Efendinin hapis hayati dolayısıyla Halk Partisi ikiidan ve Di. yanet İşleri Reisliği onun elinden İstanbul vaizliği görevini almıştı. AMUlbaki Efendi 194()-1950 yıllan anısını Arapçayı ve şer'î ilimleri çok iyi bildiği İçin evine gelen talebelere ders okutmakla geçirdi. 1950 Demokrat Parti ikiidanyla birlikle İstanbul vaizliğine yeniden döndürüldü. Yine haiırlıyortim Fatih Camii'nin vaizlerinden ve meşhur kurra hafız Feyzullah Boyar Efendi de bir vaazında dini ilimlerin tahsiline getirilen zorluklara değinerek, Kur'fın'1 yasaklamanın ancak Kur'ân düşmanlığıyla mümkün ola. cağını, bunun ise apaçık bir dinsizlik faa‫ﻝ‬iycti olacağını dile gciimiişti. Onun başına gelenler de AMUlbaki Efendinin başına gelenlerden farklı olmadı. Hatta kendisine avukatlarda tutulmuş olmasına rağmen mahkeme Hafız Feyzullah Boyar Efendiye tam 5 yıl ağır hapis cczası vemiişii Feyzullah Efendi yatırıldığı İstanbul hapishanesinde boş dumayıp. orada bulunan mahkumlara başta E li^â ve Kur'ân öğretince Adli makamlar onu Istanbuldan alarak ta Isparıa'nın Barla kazasına sürmüşler ve kalan 4 yılını .Barlahapishancsindc tamamlamasını sağlamışlardı. Barla'da da ayni faaliyeti devam Citirtniş hocaefendi ve hapish^ıe şartlannda, cezaevi müdürünü de soh^dcriylc telli bir noktaya gcurdigi İçin, aleni tedris faaliyetlerini deam ciıimıiş hapishane şartlannda. Ben kendisinden dinlemiştim 4 yıl süren hapishanesinde mahkumlanan Kuran ögretmedigi insan kalmamış ve hatla bu zaman zarfında lau n üzerinde hafız yetişlimiş. Bugün yaşlı sıkı hafızJaronun hapish^c Uriinlerindcn başkası değildir.


248

C U M H U R A DÖNEMİ DlN ^

DEVLET -

-

c il t

3

‫!ﺍ‬

H. Hüseyin Ceylan : Hocam bir de 5‫ ﻻ‬meşhur Türkçe Ezan olayına, »Tanrı Uludur, Tanrı W udur" diye okunan "ne idüğü belirsiz ezanlara gelelim. Onunla ilgili halıralarınızda ve hafızalarınızda kalanlar nelerdir? Yaşar TunagUr: Ben şabsen 1932 yılı ile 1950 yılı a٢ası aralıksız 18 yıl okutulan ve gerçekten sizin de ifade elliğiniz gibi "ne idü^i ^lireiz'( bir uluma çeşidi olan bu ezani bir tek mîisUimanm kabul elliğine inanmıyorum. Ezan bizim‫ ؛‬Ümmei-İ Muhammedin ‫؛‬Slikiai Marçıdır. Bütün dünya müsIUmanlan onu "Allahu Ekber, Allahu E k ^ r'. formülüyle tanırlar ve ancak bu foımülc ezan derler. Ezanin esprisi buradadır İşte. Bu yüzden olsa gerek Tann Uludur ezani bu milletin gönlünde hi‫ ؟‬tutma, mışiır. Dipçikle, silah ve kanun zomyla okutulmaktan öle gitmemiştir. Buna rağmen ben İstanbul Camilerini hatırlıyomm. ne zaman müezzin efendi minarcde namaz İçin ''Tann Uludur. Tann Uludur'' diye ezan okusa, ayni anda cami İçinde cemaatten bir kişi ayaga kallkar. elini kulagına atıp. ''Allahu EkterA lla. hu Ekter" diyerek gerçek ezani okurdu. Dolayısıyla dış ezan başka. İç ezan başka idi. Hiç bir jandarma, emniyet görevlisi veya zâbıta namaz anında cami İçinde bulunmadığından doIayı da bu uygulama genellikle şikayetsiz atlatılırdı. Hatla bu uygulamaya bizicr ''ezan takıyycsi.. adını takmıştık. Hükümet ezani başka. mUslüman ezani başka... Ben şahsen ezanla ilgili en önemli ve en canlı hatırayı 1950 iktidarında 16 Haziran günü .'Ezan yeniden Arapça olarak okunacaktır'' kanununun çıktıgi gUnyaşamışum.

16 H aziran 1950 Allahu E kber CUnU Ben Sultanahmet Tapu Dairesinde çalışıyordum. Cuma namazı İçin Sultanahmet Camiine gitmiştim. Cami lebâleb doluydu. Cemaat ezanin yeniden Arapça olarak okutulacağı kanununun çıktığından haberi yoklu. 0 gün Meclisin Ogleden önceki celsesinde kanunun çıkiigını Ankara'dan h a ^ r alan İstanbul Müftüsü, hemen özel ٧ 1‫ ﻻﻙ‬arla bütün selatin camilerine Cuma czanlannın ArapÇü olarak okutulmasının h a c rin i gönderir. Haber Sulianahmci Camii'ne gelince müezzin m ^fclindc büyük bir scvinç çjğlığı ve Allahu Ekber sadalan koptu. Biliyoreunuz Sultanahmet canisi, nin 6 m in a r a ve 18 şerefesi vardır. Hemen sesi güzel müezzinlerden vc C i i c e m a ^ a n 18 kişi minarelere yöneldi vc ۴ rcfelcrc Çikü. Hiç unuimuyoram. 18 TTjezzin 6 minarenin 18 şerefesinde her biri diğerinden bir dakika sonra baş-


YAŞAR TUNAOOR HOCA DEVRİMLER SONRASI DİNİ HAYATI ANLATIYOR

249

lamak üzere öyle bir ezan okumaya başladılar ki. o manzara görülmeye değer. Sultanahmet Camiinin içersindeki 10 bin kişiye yakın cemaat "AUahu Ekbcr. Allahu Ekbcr" ezanlanm işitince hep birlikte camiyi boşaltıp, "ne oluyor?" diye­ rek Cami avlusuna fırladılar. O manzarayı bir görecektiniz 18 müezzin 18 şerefede, her biri ayn bir başlangıçta tarifi imkansız bir görüntüde ve en güzel seslerle czan.ı muhammediyi okuyorlar. Cemaat avluda hc.; candan ve ezan sevincinden ağlaşıyor, herkes birbirini "Allahu Ekbcr" diyerek kucaklıyor, kimileri de gayri ihtiyari müezzin­ lere eşlik ederek ezanı mınldanıyorlar. Ben yaşadığım bu hatırayı hiç unutamıyorum. Sevincimden ellerimi ha­ vaya kaldırıp, yumruklanmı sıkarak Sultanahmet camisinin avlusunda nasıl he­ yecanla müezzinlere eşlik ettiğim hâlâ gözlerimin önüne geliyor. (Yaşar Tunagör hoca, konuşmamızın bu bölümünde yeniden o günleri, o anı yaşarcasma hüngür hüngür ağlamıştı. Teyp kasetinde hâlâ bu ağlayışın sesini muhafaza edi­ yorum: HHC) Ve bizicr o zaman sanki Bilal-ı Habeşi gelmiş de ezan okuyor sanmıştık. NOT:

Esk، Diyanet İşleri Reis Vekillerinden muhterem Yaşar lunagUr Hoca ile bu hat», ralarla dopdolu mülakatımı 1987 yılında Ankara Farabi S o k a k /Ç â a y a 'd a k i evinde gerçekleştirmiştim. Kendisiyle mülakatım çok uzun sürm üştü ve gün ٧ ‫ ؟‬akla Istanbula mahdumlarının yanm a dO n^eklerti, kendisinden gelen teklifle Öze! arabamızla h a v a â n ın a kadar yarim saatlik yolda da ‫ ﻻه‬sohbetimize devam etmiştik. Dlemadan AbdUlbaki Efendi. Hafız Eeyzullah Efendi ve Ezanla ilgili hatıralar, yol‫ ^ﻻرﻻﺀ‬anında yaptığım mülakatta elde etmiştim. Ankara/1987

٠


GUNUMUZ FIKIH ALİMLERİNDEN MEHMED EMİN ER HOCA ANLATIYOR: TÜRKİYE'DE TEDRİSE OLAN BASKILAR DOLAYISIYLA TAHSİLİMİ TAMAMLAMAK İÇİN DİYAR D İY A R GEZDİM VE SONUNDA ULEMAYA YAPILAN ZULÜMLER DOLAYISIYLA KENDİMİ SUIÜYE’YE ZOR ATABİLDİM H. Hüseyin Ceylan : Hocam sizler bugünkü Türkiye'nin tanıdığı en meşhur fıkıh alimlerinden birisiniz. Hatta Türk okuyucusu sizi Hindi, stan'da toplanan "ulema meclisi.'nde dünyadaki "ilk on büyük alim" içersinde yer almış biri olarak tamdı. Şüphesiz bu seviyeyi kazanana kadar nice meşakkatli ve çileli bir tahsil hayatı geçirmişsinizdir. Özellikle kendinizi yetiştirdiğiniz dönem, tam devrimler sonrası döneme ve medreselerin kapatılmasıyla birlikte de her tur din eğitiminin yasaklandığı bir döneme rastlıyor. Bu zor dönem içersinde tahsilinizi nasıl tamamlamıştınız? IVIehmed Emin Er: 1914 yılında Diyarb;\kır٠ın Çermik kazasında dünyaya geldim. 1921 yılında ben 7 yaşında iken babam benim dinî tahsilim için Diyarbakır'dan özel hoca gelinip köye yerleştirdi vc ona büşaikçe bir bağbahçe bağışlıyarak beni o hoc‫؛‬ının nıhlc-i tedrisine verdi. Bugün hala hatırlıyorum ben tam 10 yaşım bitirip 11 yaşına girmişken Halifelik kaldınidı. Arkasından da medrc.sclcr kapatılıp. Şcr'îyc vekaleti gibi önemli vekillikler sona erdirilince vc hatta Tekkeler. Zaviye vc Türbeler de kapatılmaya başlanınca, babamı çok derin bir üzümü aldı. Zavallı babam benim medreselerde laJisilimi tamamlayıp büyük alim olmamı isterdi. Medreseler kapaülınca bu en büyük ٠u٠. zusunu yerine gcıirilcmiycccginin derin üzüntüsüyle adamcağız yataklara düştü vc bana son zamanlarında, .'arüadım bu Türkiye'nin istikbali çok karanlık. Bak. sana makam-ı hilafeti bile kaldırdılar, medreseleri kapattılar. Türkiye anık din­ sizliğe doğru yol alır!" diyca ٠k gelecekle ilgili üzüntülerini bclinmişti. Hatta: "Ben o günleri görmesem daha iyi olur, çünkü dayanamam, diyerek ölmeyi candan arzuluyordu.


:1

252

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLEr İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Nitekim 25 Kasım 1925 tarihinde gerçekleştirilen şapka devriminden önce, şapka giymeden babam dünyasını değiştirdi. Ben o zaman bağ evinde hocamdan ders almaya devam etmiştim. Sonra kendime fıkıh sahasını seçerek ona ağırlık vennek istedim. O zamanlar Diyar­ bakır Çennik'e bağlı bir köyde hala saklı medrese egiümi veren Molla Haşan etTahvili adında büyük bir âlim zat vardı. Köyü dağın tepesinde olduğu için pek jandarmalar oraya çıkamıyordu. Buna rağmen evinin altına sığınak gibi bir yer yapmış ve minderlerle döşeyerek orayı sade bir medreseye dönüştürmüştü. Ben Molla Haşan ei-Tahvili rh.a. hazretlerinden Arapça dersler aldım. Ondan fıkıh dersleri okudum ve Ulum-u Şcr'îyye.nin usul derslerini tamamlamış oldum. 1935 yılından itibaren Siiıt.e gittim. Çünkü Siirt’te hala çok büyük din alimleri ve gizli medrese eğitimi vardı. Biz Fakirullah Tekkesinde gizli medrese eğitimi alırken zamanın Siirt valisi ile birlikte 10-15 jandarma gelerek bizim medreseyi basmıştı. Medresedeki 20'ye yakın arkadaşın hepsi de belli bir .sevi­ yede olan seçkin talebe arkadaşlardı. Bunlardan biri de Molla Sadrcitin (Sadret. tin Yüksel) idi. Sonra ben Siirtteki çok sık gerçekleşen jandanna baskınlan dolayı.sıyla Siirt’ten aynldım ve Diyarbakır merkezine geldim. Burada Abdüssamed en-Nurî adında o bölgede şöhret bulmuş büyük alimden özel dersler aldım. Bir defasında hocam Abdüssamci Efendi'nin evi süngülü askerlerce basıl­ dı. Biz evin ahırında 5-6 kadar özel talebe okuyorduk. (1936 yılı). Hocamızı evinden zorla alarak dışan çıkardılar. Jandarmalardan bir kısmı da evi ve ahin didik didik aradılar. Samarüıklann arkasına gizlenmiş olan biz talebeleri de bul­ dular. Sonra bizi karakola götürdüler. Diyarbakırda lakabı "yiğil”e çıkmış ger­ çeklen hem zengin ve hem de yiğit bir insan vardı. Bu kişi Molla Abdüssamcı ve talebelerinin jandarmalar tarafından basılıp karakola götürüldüklerini işitince hemen korakola gelmiş. Çok etkin bir kişiydi. Sırf hocayı ve biz talebeleri mah­ kemeye sevkedilmcden kurtarmak için karakol amirine veya omdaki yetkililere 1936 yılının parasıyla 100 lira para vermiş ve bizim öylece salıverilmemizi sağlamıştı. O günün yüz lirası bu günün en az 10 milyon lirasıdır. Daha sonra Diyarbakır. Siirt. Elazığ ve Van bölgelerinde çeşitli alimler­ den ders almış olmama rağmen kendimi yeterli bulmayarak ve en önemlisi de sık sık gerçekleşen jandanna baskmlannın getirdiği psikolojik etkilerle Su­ riye’ye kaçmaya karar verdim. Sene 1943-44 ikinci cihan harbi devam ederken ben kaçak olartk pasaportsuz, bir sımr köyünün oradan Suriye’ye sırf din tahsili­ mi taır unlamak için kaçmış oldum.


TÜRKÎYE.DE DİNİ TEDRİSE OLAN BASKILAR

253

H. Hüseyin Ceylan : Pasaportsuz zor olmadı mı? Mehmed Emin Er:Kısııtcpe denilen sınıra sıfir kilometrede bir mtvki vardı. Burada bir Nakşibendi Şeyhi Şeyh Muhammed Hadî hazretleri bulunu­ yordu. Bu Şeyh Efendiyi Suriye'nin sımr köyleri de tanıyordu. Tabi o zamanlar sınırda tel filan yoktu. Hatta çok yerde mayın da yoktu. Ben sınır nöbetçi asker­ lerinin uykuda olduğu bir zamanda, yani tam sabah namazı vaktinde sının geçerek Suriye hudutlanna girmiş oldum. Suriye'de ilk gittiğim yer. tabi yayan gidiyorum. Darbeşe denilen yerleşim bölgesiydi. Burada büyük alim ve muhaddis şeyh Ahmcd Ziyacddin Gümüşhanevi hazretlerinin hulefasmın hulefasından bir meşayıh bulunuyordu. Şeyh Mahmud isimli 70.75.yaşlannda ak sakallı, nur yüzlü bu muhterem ze­ vatın huzuruna girdim, bu zat benim şeyhim Seydâ hazretlerinin (Seyyid Abdülhakim Hüseynî)halvet arkadaşı oluyordu. Kendisinden ders tahsili iste­ dim. Biraz üç-beş ay ders okuyunca, "evladım sana daha iyi hocalar lazım" di­ yerek beni Dimaşk kentine gönderdi. Şafi fıkhını bitirdiğim için Hanefi fıkhına ait dersler almak isliyordum. Dimaşk'ta şimdiki Suriye ulemasından Said Rama­ zan cl-Buli'nin babası Hanefi fıkhının büyük alimi Said Buti bulunuyordu ve hatta Suriye rejimince yeni sürgünden gelmişti. Oradan Hanefi fıkıhlarına ait dersler aldım. Said Ramazan el.Buü benim bu dersler anındaki ders arka­ daşımdır. Allah babasına rehmet eylesin. Burdan Âmüde kentine geldim. Hem fıkıh ve hem de tefsir-hadis ve ke­ lam dersleri almaya başladım. 1946 yılı idi ve İkinci Cihan Harbi artık bitmişti. Âmüde kentinde 18 gün aç-susuz bir vaziyette sadece hurma ile idare ederek günler geçirdim. Sık sık orada da ulemaya baskınlar yapılıyor ve büyük âlimler hapse altmlıyordu. Suriye'de Fransızlardim kalma etkiyle özellikle "İhvanı Müslimin'.e karşı yönetim büyük kin duyuyor ve onlan destekleyen Şam. Hu­ mus, Lazkiyc, Hama ulemasına büyük tutuklamalar yapılıyordu. İşte böyle bir zamanda Âmüde'ye de askerlerce toplu ev baskırüan oldu ve ben misafir kaldığım hocaefendinin evinde pasaportsuz bir vaziyette yaka­ lanmış oldum. Beni casus diyerek Suriye gizli servisine götürüp onların müsteşarlarınca üç gün üç gece sorguya çektiler. Sonunda ilim tedrisi için bu ülkeye geldiğimi anlayınca da kendilerince maruf olan Suriyede büyük âlimlerden birkaçına beni imtihan ettirdiler, bakalım doğru söylüyor mu diyerek.


‫ا‬

254

CUMHURJYFF DÖNEMİ DİN VE DEVLEl' İLlŞIdLERj

C İLT 3

Sonunda beni imıihiina sokan Suriyeli âlim, 0 müsteşara, "bu dini mesaili bizden de iyi biliyor" diyerek benim sa‫ﻝ‬ıvcriimemi istemişti. 0 alim zat bana, "Eger casus olsaydm seni hemen burada öldürürlerdi’, diyerek ‫؟‬ekip gitmişti. Sonunda pasaportsuz dolaşmaktan dolay» bana Âmüde kentinde 6 ay hapis ceZİ^i verdiler ve ben 1946 yılında yaz aylan idi tam 6 ay Suriye hapishanelerinde kaldım. Hatta 1946 y»l»n»n ramazan aym» Suriye hapishanelerinde geçirmiştim. ٨ müde'dc kaldigjm hapishane ‫؟‬ok dar4 zr\2 civannda bir oda idi. Burada askerIcr hem zulüm yapjyor ve hem de Türkiye ile problemleri olduğu İçin benim üzerime daha fazla geliyorlardı. Nihayet dön ay Âmüde'de yattıktan sonra beni Hasican denilen şehre götürdüler. Kalan hapis günlerimi de burada geçirdim. Hasican hapishanesinde ihvan» MUslimindcn yalanlar vardı. Onlar bana oritda ‫ ؟‬ok hürmet ve hizmet elliler. Hatta hapishanenin müdüriiylc yaptığımız sohbet, ler sonunda 0 da beş vakit namaza başlamış ve bizimle birlikle cemaatle namaz kılar olmuştu.

٠;

Hiç unutmam 0 tariillerde Şükrii Kuvvetli diye bir zat Suriye Devlet Biişkanı olmuştu ve hemen bir genel al' ilan edince de biz lıapisten çıkmış idik. Hapisten çıktığımız gün Ramazan Bayramının arefesiydi ve enesi günü bayramı biz dışanda yaplık. Benden 0 zaman Suriye'de kalabilmem İçin bir kefil istedi, ler, '.yoksa Türk makamlarına sizi teslim edeceğiz', dediler. Bense biraz daha Suriye'de kalarak tahsilimi geliştirmek isliyordum. 0 zamanlar Suriye Parle. mantosunda aslen Türk olan Salih Hacıoglu adında bir mebus vardı. Onun adını vertlim emniyet yetkililerine. Beni onun yanma götürdüler, duramumu kendisine anlatınca, "ben sana kefilim ve sana her türlü yardımı yapacağım, yetcrkı sen tedrisine devam eıî" demişti. Ben serbest birazlınca tekrar Âmüde'ye döndüm, hocam şaşımıştı: "Biz seni idam elliler biliyorduk..'' Çünkü askerler bize senin casus olduğunu ve öldüriilecegini söylemişlerdi'' diyerek beni yaşar görünce sevincinden ağlamıştı Hasan HUseyin Ceylan: G örüyor musunuz hocam TUrkiye.deki dini tedris ve tahsil yasağı sizin başınıza neler açmış;. Suriye zindanlarında kalmışsınız, neredeyse TUrk casusu diyerek az kalsın kurşunlanacaklınızl Peki başınıza gelen bunca m aceradan TUrkiye.deki yakınlarınızın haberi olmuş m uydu‫؟‬ M enmet Emin E r: Hayır. Ailemle bir m u h arrem yoklu. Dolayısıyla ne olup, ne kaldığımı bilmiyorlardı. Ben de zaten 194« yılında Türkiye'de yavaş yavaş dini scrt^slligin baş gdstcnnesini de fırsal bilerek Türkiye'ye dönüş yapum. T ü ^ y e 'y e ilk girdiğimde M artinin şimdi kaza yapılan A ^ in isimli na-


T0RK1YE.d e DİNİ TCDRİSE OLAN BASKILAR

255

hiycyc yeldim. Burada Molla Muhammcd Abdullah Avvini denilen alim zaılan manuk, kelam dersleri aldım. 1948 yılı olmasına rağmen hâlâ Türkiye'de şikayetler olduğunda baskınlar devam ediyordu. 1950 sonrasında malumunuz biraz rahatladı dinî eğitim. Haşan Hüseyin CeylanrHocam siz Şeyh Said isyanında 13 yaşlan ci­ varında idiniz. Bölgenizde duyduklarınız ve hatırınızda kalan kadarıyla 15 Şubat 1926 yılında Genç.te başlayan bu hereketi nasıl yorumluyorsunuz? Devletin bu olay karşısında takındığı tavır yörenizde nasıl olmuştu. Mehmed Emin ErtÖnce hemen şunu beliaelim ki Şeyh Said Efendi hem büyük bir Nakşi mürşidi ve hem de büyük bir şeriat alimi idi. O başlangıcından sonuna kadar ifadelerinde gözüktüğü gibi îslâma gönül vermekten başka bir şey yapmamıştı. O bence İslâmm en büyük şehitlerinden biridir. O zaten kendi içindeki insanlann ihanetine kurban gitmiş ve zaten hanımının öz kardeşi, yani kayınbiraderi Kasım Bey'in ihanetiyle yakalanmıştır. Fakat benim bildiğim ve yöre halkından ve hocalanmdan belgeli olarak duyduğum Şeyh Said.in ele geçirdiği veya ona bağlı olan yörelerde korkunç bir şekilde kitle kıyımının gerçekleştirildiğidir. 1926 yılının Mart ayından itibaren 1927 yılı başlangıcına kadar en az bu yörelerde 30.000 masum insan katledil­ miştir. Şeyh Said'in katibi Fehmi Efendi bu sayının 80.000.lcr civannda olduğunu söylemiştir. Bunlardan daha üzücü ve daha vahşet verici olanı Palu. Hazo, Silvan. Varto. Lice ve Maden gibi Şeyh Said'e merkezlik elmiş kazalarda meydanlarda her gün yüzlerce insan canlı canlı kurşuna dizilmiş ve bu kazalara bağlı 25-30 kadar köy etraflarına tel örgüler çekilcrck-kimsc kaçmasın için de yaşaşanlanyla birlikte kadın, çoluk-çocuk ve ihtiyar-genç demeden canlı canlı evleriyle birlikte nasıl yakıldığını Palu. Hazo. Varto. Maden vc Silvan gibi ka­ zalarda hala hayatla olan ve yaşlan sekseni geçmiş yaşlı ihtiyarlardan dinleyebi­ lirsiniz. Ben Silvan'da ders okuduğum için biliyorum. Temmuz ayında 1926 yılında tabi ben küçüktüm vc 13 yaşındaydım, bana hocam gözleriyle olaya şahit olduğunu anlatmıştı. Silvan ayaklanmasının başı denilerek SilvanlI meşhur alim ve Nakşibendi Şeyhi Seyyid Pir Ahmed ile 100 kadar müridi ve yakın çevresi Silvan meydanında Şark istiklal Mahkemesinin kararıyla idam edilmişti. (M.Emin Er Hocaefendinin anlattığı bu vahim olayı E>in-Devlct İlişkileri adlı kitabımızın birinci cildinde son bölümde yer alan Şeyh Said ve idamlar kısmındaki resmi IstikJal Mahkemeleri vesayiki de doğrulamaktadır.)


CUMHURİYET DÛNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

Silvan için Mz.TBMM Arşivi. Silvan Ayaklanması. T-12, Dosya: 9914 Palu idamları için bkz: Hakimiyei-i Milliye. 30 Aralık 1925 (140 kişi aynı anda Palu meydanında idam edildi.) Hazo İdamları için bkz: Hakimiyci-i Milliye 11-25 Mart 1926 (Toplam 217 kişi idam edildi. Bunlann başında da Hazo'lu büyük alim Cundullah Efendi ile ZafT oğlu Molla Yusuf Efendi var idi.) Hele Lice'de suçsuz yere 40 temiz dindar insanın kurşuna dizildiğini bir başçavuş bana anlaimışn ve "vicdan azabı çekiyorum!" yaptıklarımızdan demişti. İşte bizler bu sıkıntılı, zulüm ve vahşet dolu günlerde ilme sanidığımız için, elde ettiklerimizin ne kadar kıymeüi şeyler olduğuna müdrikiz. Şimdikiler bir sıkıntı çekmediği için ilmin de kıymetini bilmiyorlar, dini mübini Islâmın siyasetiyle de şuurianamıyorlar. Haşan Hüseyin Ceylan: Çok teşekkür ederim m uhterem hocam. (Not: Bu konuşmayı M .Emin Er hocamızla Afganistan dönüşü 1987 yılında Ankara/Demetevler semtinde bulunan öz E lif Sitesinde gerçekleştirdim. H.H.C,)


ERZURUMLU HALİS EMEK HOCA: '.O DÖNEM ZİFİRİ KARANLIK BİR DÖNEMDİ!" H. Hüseyin Ceylan : Saltanatın ve hemen arkasından hilafetin kaldırılması, aynı gün içerisinde de medreselerin ve din eğitim veren her tür okulun kapatılması ile 3 M art 1924 tarinden itibaren Türkiye'de Din Eğitimi ve Öğretimi açısından karanlık bir dönem başladı. Öyle ki dinde reformlarla din değiştirilmek istendi ve yer yer yapıldı da. Ezanlar yıllarca "Tanrı Uludur" diye okutuldu, K ur'ân.ı Kerim okuma ve okutma yasak­ landı. Camiler depo oldu ve hatta satıldı... Devlet-Din ilişkilerinde müslümanlar açısından en zor dönem olan bu dönemlerin sîzler canlı şahitlerisiniz. Zamanınıza kadar uzanan seçkin âlimlerimizden birisiniz. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki o baskılı dönemde dini eğitim hayatınızı nasıl tamamlamıştınız? Halis Emek : Maalesef o karanlık, hem dc zifiri karanlık dönemi yaşadık. Bü>٦ik acılarla, ıstıraplarla yaşadık. Hilafet yeni kaldınlmışu. İslâmiyciin vc müslümanlann ruhani merkezi vc otorite gücü düşüncesiyle kaldırmışlardı hilafeti. Fakat müslümanlann kalbindeki islâmiyete henüz pranga vurulmamıştı. Bütün bunlara rağmen, şahsen bizden buralarda millet zerre kadar olsun dininden ve dinî yaşamından feragat etmez idi. Memleketimiz Erzurum olduğu için dini hayattan taviz almak çok zor oluyordu devlet için. Bu yüzden Erzuruma gelince hükümet adamlan da dindar gözükmek mecburiyetinde kalıyordu. Dinî eğilime gelince, medreselerin ve din eğitimi veren diğer müesse. sclerin kapatılmasıyla din eğitiminde gözle görülür bir kısırlaşma başlamıştı Dinin yok olmaması, en başta Allah'ın kitabı olan Kur’ân-ı Azimüşşan.ın unutul­ maması için din eğilimi genellikle yer altına inmişü. Yani Kur.ân okumalar. Arapça öğrenmeler ve diğer dini tedrisatlar hep gizliden gizliye yürütülüyordu.


258

mI

c ٧MH ٧RjYE٠ r D ö n e m ! d !n

v e d e v l e i . İl iş k il e r !

C İLT 3

Mesela biz Çal kazasının Babaderesi Köyünde okumak mecburiyetinde kalmıştık. Çünkü köyle‫ ؟‬dinî eğitim için daha elverişli oluyor ve jandarma baskınlarından daha az nasiplenmiş oluyordu. Biz Babaderesi Köyünde merhum hocamız Hacı Ahmed Efendi'den okuyorduk. Köyde bir evde adeta bir medrese şeklinde medrese eğitimi görüyor idik. Köylü hep beraber bizim için, yani ho­ camız Hacı Ahmed Efendiyi devlet ve hükümet baskısından korumak için bir bekçi tutmuştu. Bekçi şehirden köye gelen yolu gözetler ve her gün sabahtan akşama kadar yüksekçe bir tepeden kendisine özel olarak yapılmış yerden dürbünle şehirden gelen yolu gözeüiyordu. 15 dakikalık veya yarım saatlik me­ safeden Jandarma veya memur gördüğünde hemen bizim medreseye koşar ve hocamız Hacı Ahmed Efendiyi durumdan haberdar eder idi. Biz 20 kadar arka­ daş okuyor idik. Jandarma geldiği zaman hepimiz komşu köylere dağılır idik. Jandarma köyde özellikle hoca efendinin üzerinde durur ve onun talebe okutup okutmadığını sorarlardı. Bazen jandarmalar bir gece kalır ve köyde Kur'an okunmadığı ve okutulmadığına kanaat getirerek tekrar şehre dönerlerdi. Biz 20 kadar talebe arkadaş da hangi köylere dağılıp saklandığımız bilindiği için Ba­ baderesi Köyü'nden gelip bi/i toplarlar ve tekrar köye dönüp ders okumaya. Arapça ve Kur.ân tedrisine başlardık. Hemen her 15 günde bir veya engeç ay.da bir yapılan bu baskınlar sonrasında en az köylere dağılıp tekrar toparlanma vak­ ti olarak 3 günlük bir kaybımız olur ve öylece derslerimize başlamış olurduk. Babaderesi Köyü ve Hacı Ahmed Efendi

i

Bu meyanda belki köyün içinden, belki de başka köylerden ihbarlar da olur idi. İhbarlı baskınlarda jandarmanın nereden geleceği pek bilinmediği için, bazan da tam Kur'ân ve Arapça okurken yakalanır ve hocamızla birlikte karako­ la götürülür idik. Karakolda genellikle bizlcre tekme tokat girişirler, hocamıza da çok ağır hakaretlerde bulunurlar idi. Jtmdarmalar hocamıza hakaretle o kadar ileri giderlerdi ki. bazan hocamız Hacı Ahmed Efendi.nin sakalından tutarlar ..Bir daha bu çocuklara Kur'an ve Arapça öğretir isen sakallanm tek tek yol­ larız!'. diyerek tehditlerde bulunurlardı. Tabi ne bu tehditler ve ne de bizim yediğimiz dayaklar ve gördüğümüz işkenceler bizi Kur’ân okumak ve Arapıça öğrenmek aşkından geri bırakurmazdı. Özellikle de hocamızın gördüğü onca hakaret ve tehditlerden sonra bize yaptığı şu lelkinat bizi çok etkiler idi: Merhum hocamız Hacı Ahmed Efendi şöyle derdi: Evlaüanm bakın bir fetret devri yaşıyonız. İlim bir manevî güneştir. Ka­ ranlıklan aydınlatan bir güneş. Şimdi yaşadığımız bu karanlık günler bu


EMEK HOCA: "O DÖNEM ZlFlRİ KARANLIK BİR DÖNEMDİ'

259

güneşin dogmasını hiç istemiyorlar. Bunun için de durmadan zulmediyorlar. Unutmayınız küfür devam eder ama zulüm devam etmez. Zulüm ile ûbad olun­ maz. Zira mazlumun duası ile Allah arasında perde bulunmaz. Biz bu şerli dönemin, bu karanlık dönemin bilmesi için çok dua ediyoruz. Allah bu ka­ ranlığa bir gün elbette son verecektir. Ancak işte o zaman güneşe ihtiyaç ola­ caktır. Dünyayı, vatanımızı aydınlatacak güneşlere ihtiyaç olacaktır. Güneş, alimdir, âlimlerdir. Sizicr bu zorlu günleri iyi değerlendirip kendinizi iyi yetiştirirseniz yani ’.yeryüzünün kandileri olacak birer yıldız"olursanız. işte o zaman toplumun size olan ihtiyacını giderirsiniz..." Hocamızın bu sözleri bizde çok tesir uyandınrdı. Büyük bir aşkla şevkle hiçbir şey olmamış gibi yeniden Kur٠ân ve Arapça eğitimine başlar idik. H. Hüseyin Ceylan : K ur'ân okutulmasının bile yasaklandığı bu dönemlerle ilgili olarak tabi çok ilginç ve ibret dolu anılarınız da var elbet. Jandarm anın küçük-büyük ayırımı yapmadan, suçu sadece Kur.ân oku­ mak ve okutmak olan kişilerin dipçiklendiği günlere ait anılarını/.... Halis Emek : Elbette anılarımız var. O kadar çok ki, anlatmaya bile çekindiğimiz anılar. Benim babam imam idi. Çeşitli köylerde imamlık yapar idi. Dolayısıyla da talebelere yaz-kış demeden değişik zamarüarda Kur.an öğretir vc onlann "hatim" etmelerini sağlar idi. Fakat çok iyi biliyorum ki, senede cn az üç-dön kez karakola gider hakaret vc tehditlere maruz kalır idi. Bir karakol çavuşu bölgede bulunan tüm köylerin tek hakimi idi. Kısaca devlet de, hükümet de köylerimizde vc nahiyelerde jandarma çavuşu veya onbaşısı idi. Babam karakola götürüldüğünde bazan da tutuklanır vc hemen ne­ zarete atılır idi. Babamın köye geri gelmediğini göa١n köylüler hep bıraraya ge­ lir jandarma karakoluna giderek babamı isterlerdi. Tabi köy imamı olma.sı ha­ sebiyle kendisi çok sevilir vc sayılır idi. Köylülerin babamı bıraktırmak için veya diğer hoca efendileri bırakiımıak için başvurduklan metot genellikle jan­ darma başçavuşu veya onbaşısına tereyağı, bal. pekmez, süt gibi şeylen e\lcrine götürürlerdi. Zaten hafif meşreb oldukJan için ve genellikle de bu tür erzak bek­ ledikleri için karakollarda hocaefendileri koyarlardı. Babamın bir keresinde sank vc sakalına olmadık hakaretlerde bulunmuşlar ve sangını da >mıp yakmışlardı. Her hocaefendinin oğlu yaşındaki jandarmalardan gördüğü cn iyi muamele hakaretsiz dayak atma, sille tokat girişme muamelc.si idi. Önceki sualinizde verdiğim cevapda anlaiüğım gibi millet öyle bir imana sahip idi ki. tokatlar, tekmeler ve hakaretler İslâm'ı öğrenme vc yaşama aşkını


I I

'

260

M

٧ ٧١

c MH ı iiYEi' D ö n e m i

d in v e devleti , il iş k il e r i

c il t

3

amrmakian başka bir işe yaramıyordu. Baskı anlıkça iman kuvvetlendi. Millet devleti ve hükümeti anlamaya başladı. Devletin dini yıkma ve yok etme girişimiyle dini ayakta tutmanın mücadelesini vermeye çalıştı. Tabi bu söylediklerim daha çok bizim bu doğu tarafında ve Karadeniz taraflarında olu­ yor idi. Batı tarafında büyük şehirlerde ise bu baskılarla halk yıldmimış, hoca­ lar genelde sineye çekilmiş ve dolayısıyla da belli bir zaman sonra nesiller Kur'ân’dan habersiz, dinden habersiz yetişmeye başlamıştı.

t‫! ؛‬1

Doğu bölgelerindeki bu imanî ve İslâmî aşk canlandıkça da devlet ve hükümet kuvvetli baskı ve tedhişi daha da anmyor idi. Anık 1926-30 arası, yani isyanlar denilen o zamanlarda, bazan şapkaya muhalefetten, bazan .'Takrir. i Sükun', kanununa muhalefetten ve bazan da "Hıyanet-i Vaianıyye" kanununa muhalefetten yüzlerce hoca da idam edilmiş oldu. Hoca eğer memleketinde ateşli vaazlar veriyorsa ve eğer talebe okutuyor ve halkı etrafında toplayabiliyor ise hoca hemen hükümet tarafından kara listeye alınıyor, ya zindanlarda çüriimeye ıcrkediliyor veya işkencelere tabi tutuluyordu.

1

H. Hüseyin Ceylan : M uhterem hocam, o günleri görmüş, sarıklı sa­ kallı yüzlerce insanın darağacında butun bir vatan sathında sal. landınidığına şahit olmuş biri olarak şahsınızla ilgili anılarınızı da alsak...

٠; ‫؛‬

Halis Emek : Ben Erzurum'un Çat kiizasınm Kı/ılhasan Köyünde imam idim. Bir keresinde iki jandarma aasızın köye baskın yapmış, çocuklar okut­ makta olduğum camiye silahlanyla birlikte girmişlerdi. Camide 83 talebem var idi. Ayaklannda postal ve ellerinde tüfeklerle camiye dalan jandarmalar çocuklarda büyük bir korku meydana getirmişlerdi. Jandarmalar hani şimdi eşkiya yakalıyorlar ya (PKK.lı). işte öyle bizi bir eşkiya, bir anarşist gibi silalılan üzerimize çevirerek yaktüadılar. Benim suçum ne? Benden ne isliyorsunuz diye sordum: Sen talebe okut­ manın. Kuran öğretmenin. Arapça öğretmenin yasak olduğunu bilmiyor musun, şimdi seni devlete karşı gelmekten, bu 83 talebeyle birlikte karakola götüreceğiz dediler. Dedim ki. "jandarma efendiler, bakın şimdi kıştır. Mevsim buralarda çok sert olur. Buradan şehire ve karakola yanm saai-bir saat mesafe vardır. Bu Jüş kıyamette çocukları yolda dondururuz. Allah muhafaza. Gelin çocukları af­ fedin. Onları serbest bırakın, beni ne yaparsanız ve nereye götürürseniz götürün................. " Jandarma benim yakamdan tutarak: "Bak hocaefendi seni 83 talebeyle bu kışta şehre indireceğim ve şehirde sizi böyle tek sıra gezdireceğim ve öylece karakola götüreceğim ki. millet anık sizin ne mal olduğunuzu anlasın! dedi.


EMEK HOCA: "O DÖNEM ZİFİRİ I^ARANLIK BİR DÖNEMDİ.

2 6 1

Bunun üzerine ben: Bak jandarma efendi, sen beni dediğin şekilde götürür ve beni çarşıda-pazarda bir dolaşiınrsan halk galeyana gelir ve size bir şey yapmalanndan korkanm. Hem sonra benimle beraber bu 83 talebemi böyle götürürsen beni halkın gözünde daha da büyütmüş olursun. Halk o zaman bana .'Ya Halis Hocaya helal olsun, bu zorlukla ve baskıda bak tclcbclcrin sayısını 83'c çıkarmış" derler ve bana manevi madalyalar venneye kalkarlar. Gelin siz benim dediğimi yapın ve bu işi sessizce halledin. Yok eğer illa götüreceğiz di. yorsanız, bakın bu 83 talebeden 16 tanesi 14-16 ya.ş arasıdır. Gelin bunlan götürün.Eğer suçlu isek 16 kişiden de belli olur. 83 kişiyi ve çoğunluğu daha çocuk yaşta olan kişileri gölünmeye gerek yoktur" dedim. Seksen Talebeye Karakola Götürüyorlar Ve beni Jandarmalar sonunda 83 talebemle birlikle camiden alarak kar. kış demeden yanm saatten fazla süren şehirdeki karakola götürdüler. Millet bizi Jandarmanın silahı tutmuş haliyle ve içlerinde çoğunluğu 10-12 yaşlannda olan çocuklarla beraber karakola götürüldüğümüzü görünce büyük bir infiale gel­ mişti. Halktan bizi tanıyan bir grup ve köyümüzden bir grup muhtarla birlikte karakola gelmişlerdi. Konuşuldu, görüşüldü. Kar;ıkol komutanı 1 teneke bal. l teneke yağ istemiş onu verdiler ve bizi de "bir daha olmasın o zaman sizi eli­ mizden kimse kurtaramaz" diyerek salıvermişlerdi. Yine bir başka anım. Çal kazasının merkez köylerinden olan Uygun köyünde idi. Orada da köy imamlığı ve hocalığı yapıyordum. Eskiden köy ho­ cası demek sadece namaz kıldıran insan demek değildi. Köyün her türlü dinî meselesiyle ilgilenir, talebeler okutur, hafızlar yeiiştinr ve Arapça'ya kadar çocuklara öğretirdi. Akşamlan da köy odasında halka dersler yapar ve sohbet eder idi. Bu yüzden köy hocasının halkın gözünde çok saygın bir yeri var idi. Uygun Köyünde imamlık yaparken, orada da hemen ders yapmaya ve ta­ lebe okutmaya başlamış idik. Camide bir gün talebelere ders okuturken ve KurTın.ı Kerim'i öğretirken ansızın caminin kapısı açıldı ve bir Jandarma onbaşısı ile iki Jandarma postallanyla içeri girmişti. Hiç unutmuyorum, o Jan­ darma onbaşısı benim yanıma geldi ve biina "utanmıyor musun devlete kar‫؟‬ı gelmeye, sakalından utan. Bak halâ yasak olduğu halde talebelere Kufân öğretiyorsun!” diyerek öyle bir tokat almaya başladı ki. bizim buralarda "ada­ makıllı tokat" derler, işte o cinsten bana 5,10 tane tokat attı. Canım çok yanmıştı. Hemen orada saldırmak isledim vcölümü göze almıştım. Ancak ben­ den sonra çocuklar ya Kur’ân okuyamazlar vc İslam'dan habersiz kalırlarsa o za­ man ben vebalden nasıl kurtulabilirim diyerek, sessiz kalmayı ve sabırlı davran


1,1, fliı ‫ﺍﺍ‬

I

|||

I

‫ﺽ‬ 62

! i.٠

،،

I

1 11■

‫ﺍ‬:

١

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DlN ^

DE ١^ E T İLİŞKİLERİ

CİLT 3

mayi Icrcih etlim. Tabi ka٢akoIa götürüldük .rada da hakaretler, tehditler, halta posıallanyla hoea olduğumuza bakılmaksızın arkamızda tekleler vumluyor. du. Tabi bir örnek İçin bunu anlalıyomm. Böylesi dmeklcrlc her bir hocaefendi 1926-1946 yıIlan arası en az 50-1.0 kez karşı karşıya kalmış, öldürtilmüş. söğülmüş ve hakaretlere uğramıştır. H. Hüseyin Ceylan ‫ ؛‬Söylediğiniz gibi biz de 0 dönemi yansıtması açısından bir kesit olmasını istediğimiz anıları almak istiyoruz, ‫ ؟‬imdi 0 dönemin, daha doğrusu devletin dine olan baskılarında tUm IS .Vil boyunca yaşadığımız bir Türkçe ezan mecburiyeti olayı var. ‫ ﻭ‬Şubat 1932 tarihinden 16 Haziran 1950 tarihine kadar TUrkiye.de sizler hep ..Tanrı Hludur. Tanrı Cludur", "Bilirim ve Bildiririm ki Muhammed Tanrının Elçisidir., ezanlarıyla namazlara ve camiye davet edildiniz. Arapça ezan okumanın yasak olduğu bu dönemlerde sosyal tabakada ve içtimai hayatta görüntüler nasıl idi? Halis Emek : Söylediğiniz gibi bizicr maalesef 0 ''Tanrı Uludur'' ezanlarıyla 18 yıl boyunca namaz kılmak mecburiyetinde kaldık. Halkımız ve bizicr çok net olarak bunun bir ezan olmadığını ve aslında söylenen cümlelerin ezan niyetine de geçmeyeceğini biliyorduk. Çünkü Peygamber( S.A.٧ .) Efendimizden bu güne en büyük, en güzel ve en anlamlı sünnet olarak gelmişti ezan. Sünnet oluş şekli de yalnızca "Allahu Ekbcr" diyerek ezana başlamak ve bilindiği gibi okumak idi. Genelde şöyle bir kural alınmış idi: Bütün hocacfcndilcr Arapça ezan okuyorlar ve bizim ders okuturken nöbetçi bıraktığımız gibi cztın vakitleri jandarmanın gelebileceği yerlere nöbetçiler bırakılıyor idi. Eğer ezan / okunurkcn-özcIlikJc jandanualar Cuma namazı vakti kontrole gelirler idi. nöbetçi jandam anın geldiğini ezanin geri kalan tarafı da Türkçe olarak okunur idi.

— Yani böylesine gülünç olacak şekilde -tabi gülünç derken devletin halini kastediyorum- görüntüler oluyordu. Maalesef böyle. Dini yaşatmak adına herkes her çareye başvuruyordu. Bir keresinde Gaziantep'teyim. Yanılmıyorsam yıl 1942. orada bir Hacı Nasır Ca­ mii var. Bu camide öğle namazı kılıyorduk. Bunu şunun için anlatıyorum: Büyük şehirler köyler gibi değil, arlık bozulmaya yüz tutmuş yerler idi. Çünkü buralarda halka hiç gözaçimlmıyordu ve halk da artık korkmuş, pişmiş ve olayı kabullenmiş idi. İşte bu anlatacağım hadise buna bir örnektir. Biz Gazianicp'in Hacı Nasır Camisinde öğle namazını kılarken, ilk sünnet bilmiş vc farza başlayacağımız bir sırada cemaatın içinden bir adam ayağa kalkarak Arapça


EMEK HOCA: . . . O .N EM ZİFİRİ KARANLIK elR D O lM D l..

263

k ı c l getirmeye başlamıştı. Hi‫ ؟‬unuımuyomm. 1942 ytlı ariık Cumhuriyet Halk Paitisinin ve Milli Şeflik döneminin en baskjlj ve en acımasjz dönemi idi. Camide 5 ^ kişiden fazla cemaat vardı. Ayaga kalkjp "Allahu E k ^ ٢, Allah Ekber'' diyerck kamete başlayınca 0 kişi herkes heyeccnianmış kim ٠ diyerek adamm suratjna bakmaya başlaraişlardı. Kamet getiren kişi ''Hayyaalesselah'.a gelince cami imamt Tevfik Efendi, "kardeşim sen kim oluy.rsun. Buramn bir müezzini var. Sonra arapça ezan ve kametin yasak olduğunu bilmiyor musun? deyince adam istifini hi‫ ؟‬bozmadan kamete devam elli. Hayyalclfcleh''a gelince müezzin yetişti ve adamm başına bir ka‫ ؟‬tane yumruk vurarak adam, oraya çökertti. Müezzin, müezzin mahfelinc gidip Türkçe kamete başlıyaeakkcn 0 adam tekrar kalklı ve kamete kaldtgj yerden devam edip, .'Lailahe illallah" sözü ile kametini bitim iş oldu. Bu adamt palas pandıras toparlayıp karakola götürdüler ve sonradan öğrenmiştim ki ''bu mecnun biridir'' diyerek adamtn serbest btraktlmasınt sağlamışlardı. Burada iki şeye dikkat çekiyoram. Büyük şehirlerde cami cemaati, halta Ciimilerin imam müezzinleri bile, İşte böyle dejenere olmuşlardı. Allah adına, dini yaşatmak adına mücadele verenlerin adına Mccnun.'a (deliye) çıkıyordu, ifade ve benzetme aslında doğrudur. Allah'ın davasını yaşatmak İçin Allah'ın davasının delisi olmak gerekiyortu 0 zamanlar. Ezani Korkudan Y anda Kesip Namaza .u r d u m Ezanla ilgili anılanmdan biri de şudur: Bu günkü ‫ ؟‬at merkezinde idim. Doğnısu bana ''Tann Uludur'' diye ezan okumak çok ağır gcliyortlu. Onun İçin sakil olarak hep Arapça ezan okurdum. Yine bir gün caminin önünde yüksekçe bir yere çıkıp Arapça ezan okumaya başladım. ''Hayyaalcssahih'. derken haklim jandam alar camiye dogrti geliyor. Ezani yanda keserek camiye girdim ve he. men namaza başladım. 16-17 yaşlannda idim. Jandarmidar kapıya kadar geldiler ve içlerinde galiba biri insaflı ve iman sahibi idi. landaimalann camiye girmesini engelleyerek, .'Bırakın zaten hoca ne kadar korktu gömmediniz mi? Ezani yanda kesip gitti', diyerck jandaımalann camiye girip, bizi namazdan alma, lanna engel oldu. Ezan yüzünden de karakollara götürülen ve A ra ^ a ezan okuduğu İçin kendisine dayak aiılan çok meslektaşımız var idi. Ezan sOylcdiginiz ^ b i 18 yıl Türkçe okunup sbnra 16 Haziran 1950 iarihinde ^ m o k ra t Parti iktldan tarafından yeniden asli haline. A ra^ a şeklim dönüşünce bütün bir ^ ım a bayram sevinci d o lu ş tu . Bizim Çaı'da ve Erau.


CUMHURİYET]^ DÖNEM( DİN VE DEVLEl' İLİŞİKLERİ

CİLT 3

rum.da yüzlerce küçükbaş hayvan kesilmişti. Er/umm ve havalisinde öyle büyük şenlik oldu ki. Erzurum’un Rus işgalinden kurtuluşunun bayram sevincini yaşıyordu millet.

'٠ I .

i

Bizim bu bölgede o zamalann meşhur alimi Ali Rıza Efendi vardı. Ali Rıza Efendi Türkçe ezanın, ”Şüphesiz bilirim ve bildiririm ki. Tanndan başka yoktur tapacak" cümicsindci "tapacak” kelimesinin küfür olduğunu ve kelime­ nin ismi fail manasına olduğunu ve böylecc mananın "sanki Tann başka birisine tapacak” şekline dönüştüğünü söyliyerek mananın insanı şirke götüreceğini söyemişti. Tapacak yerine ismi meful sigasmdan tapılacak kelimesinin ancak manayı kurtarabileceğini söylemişti. Ali Rıza Efendi bu yüzden Arapça ezan okumak yerine bu manada Türkçe ezan okumanın küfür olduğunu söylerdi. Bi­ zim bu yörelerde Türkçe ezan okunurken, hiç çaktınimadan Ali Rıza Efcndi.nin dediği gibi cz;ında ”tapılacak” ifadesini kullanırdık. Ezanı Türkçe okurken, içim bir hoş olur, onun verdiği ızdırapla hasta olurduk. Zaten 18 sene boyunca bu Türkçe ezan işi bir gün içimize sinmemişti. Devlet ve hükümet te bunu çok iyi biliyordu. Ama onlann bir hedcIl vardı. Biz Müslümanlan inandıklan gibi yaşatmaAsak. onlar bizim yaşattıklarımıza Islâm diye inanmaya .başlarlar, di­ yorlardı. Ve millete din diye yeni bir İslâm anlayışı. İslâmla alakası olmayan bir İslâm anlayışı vermeye çalışıyorlardı. H. Hü.seyin Ceylan : Hocam bu karanlık dönemde özellikle K ur'ân eğitimi yapılırken gerçekleştirilen jan d arm a baskınları, hükümet tazyikleri üzerine de biraz anlatsam /. Efendim tek parti döneminde, yani Halk Partisi döneminde Jandarmada öyle büyük .s.alahiycdcr vadi ki. jandarma köye geldiğinde başta muhtar olmak üzere, halktan istediğini döver, istediğine söver ve hakaret eder idi. Üstelik dövdüklerine ve sövdüklerine de kendilerine hizmet ettirir, köy odalannda yemekler hazırlaıtınrlardı. Jandarma istediği kişinin evine baskın ya­ pabilir ve islediği kişiyi de karakola göıülebilirdi. Yani jandarma bizim için komutan idi. Bölgenin keyfi sanki en üst amiri o idi. Hatta bazan köylere keyfi dayak atmaya da giderler idi. Çünkü yetkileri o kadar yüksek idi ki kimse onlara ne dokunabilir ne de bir çift söz söyleyebilirdi. Bunun örnekleri çoktur. Dayım Hüseyin Efendi köyümüzün muhtan id. Halis onbaşı i.smindc de jandarma karakol komutanı var idi. Bütün rütbesi onbaşılık olan genç, delikanlı biri. Bir gün muhtar olan dayım köyümüze öyle gelişigüzel baskın yapmasınlar ve öyle önüne geleni dövmesinler diye bir koyun keserek Halis onbaş. ve 3-5


EMEK HOCA: "O DÖNEM ZlFİRİ KARANLIK BiR DÖNEMDİ .

265

jandarmaya ziyafet vermiş idi. Ertesi günü ac. Bcsim.Çavuş diye maruf olan or­ tanca dayım jandarma karakol komutam Halis Onbaşıyı ziyafete davet etmişti. O da bir koyun kesmişü. Üçüncü gün de Sofu Muhammed diye bilinen küçük dayım bir koyun keserek jandarmalara ziyafet vermişlerdi. Gaye köylüye jan­ darmanın istediği zaman sopa atmasını yumuşatmak idi. Hiç unutmuyorum bu olaydan bir hafta sonra köyün hemen yanından geçmekte olan iki jandarma Sofu Muhammed adlı küçük dayımı görürler ve derler ki: Bizi köyünüzden şu adamın evine götür. Dayım da. "Sırtımda birküfc(sepet) var." der. O iki jandar­ madan bir tanesi. "Ulan senin ananı avradını..." diyerek sinkaf küfreder. "Çabuk beni o adamın evine götüreceksin. Sırlıdaki küfeyi de hemen buraya bırakacaksın'.dcr. O sırada dayımın kansı kapı arkasında jandarmanın küfrettiğini duymuş ve dayıma: "Sen ne biçim erkeksin gözünün önünde bana küfrediyorlar da sen duruyorsun. Tu sana..." diye dayımın kansı dayımın yüzüne tükürüyor. Bunun üzerine Sofu Mehmet isimli küçük dayım: "Utanmıyor musun benim yüzüme küfrediyordun? diyerek kendisine küfreden jandarmanın üzerine yürüyor. Jandarmanın tüfeği yere düşüyor ve jandarma kaçmaya başlıyor. Diğer jandarma da arkadaşının tüfeğini alarak onun ar­ kasından gidiyor. Ertesi günü köyümüze kalabalık bir jandarma grubu geldi ve hemen küçük dayımın evine girdiler. Her türlü hakaret ve darbelerle dayımı ve iki oğlunu evden alarak karakola doğru yöneldiler. Hiç kimse de çıt çıkmıyordu. Solü Muhammed adlı dayım sonradan anlatmıştı. Bir gün sabahtan akşama ka­ dar. çocuklanyla beraber kendilerine öyle sopa atıyorlar ve öyle işkence ediyor­ lar ki. her taraf kan revan içerisinde kalıyor. Hatla karakolun yakınındtıki evler çığlıklardan ve işkence seslerinden öyle ralıatsız oluyor ki. "Bugün burada kim varsa onlan öldürecekler galiba" diyorlar. Dayım ve çocuklun salıverildiğindc 10-15 günde kendilerine gelememişlerdi. Düşünün bir kere bu adamlar daha bir hafta önce ölesiye dövdükleri adamın evinde koyunlar yiyorlardı... işte böylesine vicdansız ve acımasız olduklan için herkes jandarmadan çok çekinir idi. Jandarma denince de hep dinsizlik ve vicdansızlık akla gelirdi. Aslında Demokrat Partiyi iktidara geürcn zinhiycı de bu zulüm zihniyeti idi. Yoksa Demokrat Parti aliyyül âla olduğu için iktidar olmamıştı. Millet Halk Partisi ikiidanndan artık iğrenir olmuştu. H. Hüseyin Ceylan : Peki hocam Parti ve hükümet bir tarafa. Jan­ darma dediğimiz gençler de bir ananın babanın çocuğu. Bu kadar zulüm duygusu nereden kaynaklanıyordu?


‫ﺍﺍﺍ‬

ili. ١

266

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DlN VE DEVLEl. İLİŞKİLERİ

C İLT 3

Hy!‫؛‬s Emek : Söylediğiniz gibi 0 dönemler tam bir Firavun ve ?iddei dönemleri idi. Jandamiaya lıep tembih ediliyordu. Halkm gözünü öyle korkutacaksımz ki, size karşı gelmeye bir daha mecali kalmasın. Jandarma da kendisine emredileni yapıyordu. Halta fazlasıyla yapıyordu ki. üstlerinin gözüne girebilsin.

||

H. Hüseyin Ce}lan : Peki hocam 0 dönemlerde özellikle Erzurum 'da kadınlarjn dini eğitim ihtiyaçlar، nas،l gideriliyordu‫؟‬

I fi k ١١

:

Halis emek ; Tabi 0 zamanlar ari،k Türkiye'de bir tane bile K،z Kur'^n Kursu kalmamjşi،. Bunun manas،n، şöyle bir düşünmenizi rica ederim. Kadjnlaun ve kızlann egitimi paral، olarak eskiden kalma özel kad،n hocalar lu. tulur ve 0 kad،n gizli bir evde biçki-dikîş kursu vcriyonnuşca.s،na Kur'i٠m-، Kc. rim ögretir idi. K،z. ‫ ؟‬ocuklan da sabahın erken saa ‫ ﺍ‬Icrindc hiç kimsenin göremediği bir zamanda kadın hocanm bulunduğu eve gider, akşamm ka. ranljgmda da evlerine dönerlerdi. Giderken ve gelirken Ku^ün'!ann، vücutlarında Silklarlar idi. Kur'ün öğrenmeye giden kızliirdan ve kadınlardan da özellikle 1938.1946 yıllan arası çok zulme uğrayan olmuştur. Gördüğüm olmadı ama İşittiğim ve duyduklanm "Elif ba'.lan ile yakalitnan kız çocuklannın karakolii götüriildüğü, kadınların örtülerine müdahale edilişi ve kadın hocalann dil sürekli tarassut altında kalması şeklinde kadınlann da zulme ugradıklan idi. H. Hüseyin Ceylan : Hocam son olarak da kısa bir biyografinizi rica etsek. Halis Emek : Hoca: 1337 yılında (1921). Erzurum'un ‫ ؟‬al kazasının bir köyünde doğdum. 10 yaşında babamın yanında hafızlığımı tamamladım. 1936 yılmda köyümüzde İmamlığa başliidım. AMuırahman Elendi. iSimli bir hoca gelmişti bizlcre. Dedi ki: ..Halis oğlum! Böyle kupkum haftzlık ile imamlık olm az. Biraz da ilim tahsil eyle'' deyince ben köydekj İmamlığı .öirakip tahsil yapmaya. Arapça okumaya başladım. 3 sene yaz-k،ş demeden nerede hoca varsa o ^ ^ a n ders ^dım ve AJlah.ın İÜIİ.U ile çok büy٩ik merhaleler kaictıim. 1940 yılından itibaren 4 .sene askerlik yaplım. Askerlik sonrası hocam Hacı Ahmcd Efendinin yanma dönerek yeniden derelerimi tamamlamaya çalışum. 1945 sene, sinden itibaren de 50 jnlına kadar gizli sonra açık medrese usulü ulebe okutup, talebeler ycüşürdim. ‫ ؟‬at Müftülüğü 27 Mayıs 1960 tarihine kadar sürdü. 1960 ihtilalinde genelde b o a la ra cephe alındığı İçin ‫ ؟‬at Müftüsü olarak bizicr de m ^ d u r edddik. Bugün dedikleri gibi irticai faahyederde b^w ıuyor ve halkı


EMEK HOCA: ..O DÖNEM ZlFlRl KARANLIK BİR DÖNEMDİ.

267

vaazlanyla gericiliğe sürüklüyor denilerek ihtilal sonrasında hapse atıldım. Tam sekiz ay hapiste yattım. Tabii oradaki günlerimiz de ayn bir sıkıntı. Daha sonra suçsuzluğum tescil edilerek beraat etlim. Sonra Erzurum merkez vaizliğine atandım. Burada vaizlik, müftü yardımcılığı ve müftülükde bulunduktan sonra en son İspir Müftülüğünden emekliye ayrıldım. Tam 25 sene de vaizlik ve müftülük hizmetim devam etti. Erzurum 1987 Halis Emek Hocanın Evi

>1


USKUP EŞRAFINDAN İSLAM VARLI; YUGOSLAVYA’DA BULUNAN MÜSLÜMAN TÜRK AZINLIK CUMHURİYET DEVRİMLERİNDEN EN AZ TÜRKİYE KADAR NASİPLENMİŞTİ H. Hüseyin Ceylan : Efendim yanılmıyorsam si/ Yugoslavya Usküp doğumlusunuz. Siz Yugoslavya'da iken Cumhuriyet döneminin ilk yılların­ da Türkiye'de çok önemli uygulamalar oldu. Medreseler kapatıldı, Kur'ûn Kurslarına son verildi, kılık-kıyafetle batıya yönelişin devrimler! gerçekleş­ tirildi ve en son harf devrimiyle birlikte İslâm harflerine son verilerek, latin harnerine geçilmiş oldu. Siz devrimlerin yaşandığı bu dönemi Yugoslavya'da yaşamıştınız. O zam anlar devrimlerin si/ler üzerindeki etkisi nasıl olmuştu? İslam Varlı: Söylediğiniz gibi ben o dönemi Yugoslavya'da geçirdim. Biz Cumhuriyet kurulduğunda henüz çok küçük yaşlarda sayılırdık. Üsküp Os­ manlI döneminde çok büyük âlimler ycUştirmiş bir diyardır. Üsküp medreseleri ve tekke eğilimleri meşhurdur. Ancak. Türkiye'de ne zaman medreseler kapatıl­ dı ve ne zaman tekkelerin faaliyetlerine son verildi, aynı anda Yugoslavya'da da devlet medreseleri ve tekkeleri kapatmıştı. Gerekçe olarak Türkiye Cumhuriye­ tini örnek gösteriyorlar ve "biz Türk azınlığın eğitiminde Türkiye'ye bağlıyız. Onlar ne yaparlarsa, biz de onu yapanz!" diyerek bizlcre kendilerince Yugosla. vyadaki Osmanlı medreselerini ve tarikat tekkelerini kapatmalannın gcrekçe.sini ifade ediyorlardı. Tâki böyle bir gerekçeyi Yugoslav yöneticileri söyleyince ister, istemez biz müslüman azınlıklar olarak Yugo.slavyadan kendi memleketimiz Türkiye'ye ateş püskürmüş oluyorduk. Hana bizim kızdığımızı gören Yugoslav İlkmekicp hocası, "ne yapalım bizim suçumuz yok. Türkler medreselerini kapatma karan almasaydı, bizlcr de buradaki medreseleri kapatmaz vc sizicr dc dini eğitimleri­ nizi tamamlamış olurdunuz." diyerek bizi teskin etmeye çalışmıştı.


r٢ ’

270

!

CUMHURİYET DÖNEMİ DlN VE DEVLEF İLİŞİKLERİ

CİLT 3

Hele hele harf devrimi yapıldığı günlerde biz okulda ders görüyorduk ve dersimizin adı da "İslâm dini ve akaidi" idi. Hocamız hiç umulmam elinde tebe­ şirle karaiahlaya Arapça besmele yazmış ve öylece yine Arapça olarak dersi takrir ediyordu. Cuma günü idi. Öğleden önce (Cuma namazından önce) dersi Arap)ça olarak işlemiş ve defterlerimize de Osmanlıca olarak yazmış idik. Cuma'dan sonra Üsküpie Türkiye'de harf inkılabı yapıldığı ve Arap harf­ lerinin atılarak, laiin harflerinin kabul edildiği haberi duyulmuştu. Öğleden sonra derse girdiğimizde hoca Arap harfleriyle yazdığı besmele­ yi sildi ve o günden sonra laiin harllcriylc ders yapmaya başladı. Yugoslavya'da diğer derslerimizi zaten latin alfabesiyle gördüğümüz için bir anda dini dersleri­ mizin de tamamı lalincelcşmiş oldu. Hatta Üsküp Mili Eğitim Müdürlüğüne Bclgrad kanalıyla Türkiye'den ve Türk Maarif Vekilliğinden tebrik telgrafı gelmiş ve "müslüman Türk azınlığın arap harflerinden latin harflerine geçmesinde gösterdiğiniz gayretler için teşek­ kür ederiz!" denilmişti. H. Hüseyin Ceylan : inkılaplar tesirini yurt dışında olmanıza rağmen hemence kendini böylesine gösterebiliyor muydu? İslâm Varlı; Evet bu olay sadece harf inkılabında olmadı. Şapka devriminde de aynı şey oldu. Aralık 1925 tarihinden itibaren Yugoslav müslümanlanna da sanklan ve fesleri çıkammlarak zorla şapka giydirilmişti. Biz henüz ilk. mektep çağında olmamıza rağmen, biz çocukJann da başındaki fesler çıkamlıp. herkese şapka dağıtılmış ve öğrencilerin tamamı şapka giymeye başlamıştı. Bu anı da hiç unutamıyorum. H. Hüseyin Ceylan : T ürkiye’de olduğu gibi inkılapların uygulanma­ sında yoğun tazyik ve takip ve hatta cebir kullanılıyor muydu? İslâm Varlı: Elbette. Türkiye'de ne oluyorsa, aynısı Üsküpte de cereyan ediyordu. Kazıl askerler vc bölgenin jandarmalan kapanan tekke ve medreseleri takibe alıyor ve ders yapılıp yapılmadığı kontrol ediliyordu. Din dersinin yapıl­ dığı saatlerde resmî Yugoslav görevlileri dcrsanclerc baskın yapıyor vc Arap harflerinin kullanılıp kullınılmadığını kontrol ediyorlardı. Sokakta bir müslüman Türk fesiyle veya sangıyla dolaştmimıyor vc der­ hal Yugoslav polisince duruma müdahale edilerek, şapkayla dolaşması tembih ediliyordu. Tabi söyledikleri tek gerekçeleri vardı: "Ne yapalım Türkiye Cumburiyeıi size bizden böyle davranmamızı istiyor!"


271

O S K Û P E Ş R A F I N D A N İS L Â M V A R L I

Sadece ve sadece Türk inkılaplanndan ezanın dcğişıirilmcsi uygulanama­ mıştı Yugoslavya’da. Onun da sebebi, Türk olmayan müslümanlann varlığı ve onlann Arapça ezanı "Ümmci-i Muhammed'in özel işareti" diyerek, ezanın Türklerc has değil, bütün müslümanlara ait bir mesele olduğunu söylemeleriydi. Bu sebeple Ezan.ı Muhammedi'yi "Tann Uludur'.a dönüştürememişlerdi. Biz ailecek Yugoslavya’dan aynidığımız 1938 yılına kadar, yani Ata­ türk'ün ölümüne kadar Yugoslavya’da Türk dcvrimlcri anlattığım ölçülerde uy­ gulamaya konuldu ve Yugoslavya Müslüman Türk azınlığı da böylece Cumhu­ riyet sonrası dcvrimlerinden nasibini almış oldu. Cumhuriyet sonrası devrimlerde nasibini alan sadece Yugoslavya'da bu­ lunan Türk azınlık değildi. Bulgaristan ve Yunanistan'da bulunan Türk azınlık. lan da devrimlcrdcn fazlasıyla nasibini almıştı. Meşhur Deliorman medreseleri Türkiye Cumhuriyeti örnek gösterilerek Bulgarlarca kapatılmış, aknıbı. lanmızdan ve göç eden dostlarımızdan dinlediğim kadanyla Batı Trakya’daki medreseler ve Kur’an Kursları da Türk dcvrimlerinden nasibini almıştı. Özellikle Arap harllcrinin terki ve latin harflerinin kabulüyle tüm Bulga­ ristan ve Trakya’da Yugoslavya benzeri uygulamalar kendini göstermiş ve An kara'dan Maarif Vekaletinden gelen ricalarla Türk azınlığa Arap harfleriyle eği tim yaptırmak yasaklanmış ve bu yerlerde de 1928 yılını takiben zorunlu olarak Türklcr Latin harflerine geçmişti. Ankara’dan. Maarif Vekaletinden Yugoslovya. Bulgaristan ve Ban Trak­ ya Türklcri için gönderilen Arapça eğitimini ve Arap harllcrini yasaklayıp. Latin harflerini zorunlu kılan tamim şöyle idi: ''Arapça Yasaktır! Bu seneden itibaren ülkemizde bulunan bütün Türk mekteplerinde arapça eğitimi yasaklanmış olup, yeni Türk harfleri olarak kabul edilen latin alfabesiy’ Ic tedriste bulumnak MECBURİDİR. Arap harfleri ile ders gören mektepler derhal KAPATILACAKTIR " 10 Eylül 1929 Üsküp

Resmi yazıda da görüldüğü gibi "mecburidir" ifadesi ile "kapaıılacakur. ifadesi büyük harflerle yazılarak Türk devrimine uymanın chcmmi\cii hassaten bclinilmişii.


272

CUMHUP<JYE1١DÖNEMİ DlN ^

DE ١^ C T iLlŞI^LERl

CİL ٦١3

Uskiip eşrafından .lup, 1938 yıJından bu yana Samsun'da ‫؛‬kamcı cimckıc olan ‫؛‬sliun ٧ ar(ı'nın anlaınklannı aslında rcsm‫ ؛‬belgelerde de göm ek mümkündür. Yazı dcvrimJnin 50. yılı üzerine Türk Tarih Kunjmunca 1978 yılında dü ٠ zcnicncn "Yazı Devrimi Sergisi.'ndc gördüğüm bir belge de bana bu anlaiılanla. n aynen yaşatmış oldu. Türk Maarif Vekaletinden Bulgaristan'a ve oradan da Dcliomıan şehrinde bulunan Türk okullanna ulaştınlan tamimi önemine binaen buraya aynen aliyorum. .'TÜRK MEKTEPLERİNDE LATİNCE Bu okum a senesinden (ders yılından) itibaren bütün Türk mekteplerinde yalnızca yeni Türk harfleri okutulacaktır. M aarif ministirii^i Arap harfleri ile olan ders kitaplarına miisadc etıniyecektir. Okutmanın ya ln tea fittin har^ ٠ri ile olabilccc‫ ؛‬i Çarlık dahilindeki biitiin Tiirk mekteplerine bildirilmiştir. Bunun aksine e‫ ؛‬itim görenlgöstercn mektepler derhal kapatılacaktır.** l0 E y lü ll9 3 0 ٠ ‫ ﻭﺭﻭ ﻩ‬sayılı Utrıı gazetesinden

Türk Hükümetinin Maarif Vekaleti ile Bulgaristan Maarif Vekaletine gönderdiği bu tamime Bulgaristan'da 0 ana kadar Arap harllcriylc eğitim yapan tüm Türk okullanntn uymast hemcneeeik sağlanmış ve Bulgaristan Maaril Vekaleliyle durum bilm uka^lc bildirilmiştir. Bulgaristan Hükümetinin. TUrk Hükümeti arzusuna u y a r^ gerçekleştirdi, gi bu olaya Türk Maarif Vekaleti de aeilen yeni harOcrlc bir teşekkür telgrafı ‫ ؟‬ekmiştir.(.) B ulgarisin Maarif nazın (bakam) Vladcmir Sankov'a. "Mösyö Sankov" başlığıyla "çekilen tc lg ra fıı. ..... en değerli Bulgar ricali si.va.siyesindcn olan Eğitim Bakam Mösyö Sankov'un zam anı idaresinde vukua gelmekte olan bu aziz inkılap. Bulgaristan TUrkUnu k ultur kemaline dogru fersahlarla ilerletm ek ve ietimai hayalım ızda yeni bir saBıa açılmış olacaktır.

T | H H y i n ç w i b k z ٥٠٠٠٠٠٠١٠١. ١، ‫ﺀع‬٠‫ ا ان‬. ٠١m٠ ٠tif،y٠yın 30 lanNı g٠z٠٠٠d ٠


٢

‫ﺳﺎﺝ‬VARLI

OSKOP EŞRAFINDAN 1

273

Bunun içindir ki. umum Bulgaristan Türkünün tercümanı hissiyatı olarak Eğilim Bakanı mösyö VladcmirSankov Ccnaplanna alenen teşekkürü borç bili­ riz." denilerek Türk Hükümeti adına Bulgar Sankov’a teşekkür edilmiştir. Samsun-1987 İslâm Varlı.nın Evi


ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN SINIRTANIMAZ ZULMÜNE BİR BAŞKA TANIK: MEVLEVİ TAHIR OLGUN

9

v' 5■

٠٤


is t ik l a l m a h k e m e l e r in in

SINIRTANIMAZ ZULMÜNE BİR BAŞKA TANIK: TAHİR.UL MEVLEVİ

"14 Kanunuevvel 1341 ٠ 14 Aralık 1925 tarihinde ikinci kez Aksaray Polis Merkezine (Emniyet Müdürlüğü) götürüldüğünde Tahiru.l Mevlevi, niçin günlerdir nezarette tutulduğunu anlamıştı. Zira Polis Müdürünün ısrarlı sorulan hep şapka üzerine düğümleniyor, şapka hakkında kanaati soruluyor ve özelliklcde "şapka risalesi" yazmış olan İskilipli Atıf Efendi ile tanışıklığının derecesi sual ediliyordu. Tahiru'l Mevlevi kendisini Ankara İstiklal Mahkemesi'ne götürecek olan konunun şapka olduğunu öğrenir öğrenmez daha polis gözetiminde iken fesini çıkartıp, sivil polislere parasını vererek dışandan bir güzel fötr şapka getirtmişti, işte ikinci kez çıkanidığı Aksaray Polis Müdürlüğüne başındaki fötr şapka ile gelmiş ve kendisine şapkadan sual edilince de: "Bir tür baş kisvesidir. Başkaca bir şey değildir!" diyerek şapkaya bakışaçısını dile getirmişti. Polisin daha açık söyleyiniz? diye hiddetle tekrar kendisine şapkadan sual etmesiyle Tahiru'l Mevlevi şu cevabı vermek durumunda kalmıştı: "... Efendim! Şapka bir tür başlıktır. İşin hakikati da budur. Baş kisvesi olmasının dışında da bir arüamı yoktur. Müslümanlık ise kisveden ibaret değil, dir. Asr.ı Saadette müslümanlarla müşriklerin kisvesi bir idi. Kıyafet olarak hiç kimse müslüman kisvesi ile müşrik kisvesini birbirinden ayırdedemezdi. Hem de o kadar ayırt edilemezdi ki. muharebelerde dost-düşman belli olsun diye Pey­ gamber s.a.s. Efendimiz ashabına parola talim edertli. Uhud muhaberesinde te­ laşla parola unutulduğu için müslüman kılıcı ile şehid olmuş sahabeler vardı. Bu tarihen sabit bir vak'adır. Bu olay müslümanlarla müşrikler arası o zamanda bîr kisve (kıyafet) farkı olmadığıru teyit eder. Eğer bir fark olsaydı arz ettiğim yan­ lışlık meydana gelmezdi.


278

îl‫'؛‬

■.L

İJİI h\

'iii

CUMHURiYErr DÖNEM! DlN VE DEVI.ETT İLİŞKİLERİ

C İLT 3

Dön Halife döneminde de bu böyle idi. Suriye'nin fcihindc bulunan ashab-ı kiram, rum libasları giymek mecburiyetinde kalmışlardı. Mezhep mücichidlerindcn de şapkaya dair bir rivayet yoktur. Sonradan gelen ulemâ, teşbihi mahzurine binâ.i mütalaa etmiş, fakat şimdi bu mahzur kal­ mamıştır. Çünkü artık şapka Türkiye Cumhuriyeii'nİn Umumi serpuşu olmuş ve bu durum kanunla da müeyyed olmuştur. Binaenaleyh ben giydiğim vakit size benziyorum, siz giydiğinizde de bana benziyorsunuz. O halde sözkonusu "teşebbüh" hadisini: .'Men teşebbehe bi.müslimin, fe huve müslim." Tahiru'l Mevlevi’nin işte şapka hakkındaki bu kanaati tüm taharri ekibinin (sorgulama ekibinin) vc üst düzey emniyet yetkililerinin o kadar çok hoşuna git­ mişti ki. şapkaya cevazın en ilmi delilidir diyerek bu konuşmanın derhal kayda geçirilmesini ve bir nüshasının da Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi'ye ulaştırıl­ masını emrettiler. Şapkayla ilgili kanaatlerinin yazıya geçmesi ile Tahiru.l Mevlevi’den söz­ lerinin alıma bir de imza i.sienir Aksaray Polis merkezince. Tahiru’l Mevlevi, iarikailann. tekke vc zaviyelerin ilga edildiğini ve tari­ kat ünvanlannın da kullanılamıyacağını bildiğinden. "Tahir mi diyeyim. Tahir’ul Mevlevi mi? Nasıl emrederseniz öylece imzalarım dediğinde, çok net bir şekilde cevab alır: "Tahir diye imzala. Tahirü’l Mevlevi artık geride kaldı!..." 1925 yılının Aralık ayında polisçe nezarete alman vc 3 Şubat 1926 tari­ hinde Ankara îsükJal Mahkemesince beraat eden vc belki de beraatını şapka için izhar ettiği yukandaki kanaatlerine borçlu olan Mesnevi Şarihi Tahiru'l Mevlevi’nin, altmış gün süren İstanbul vc Ankara tutukluluk günleri için hatıra­ larında dile getirdiği çile. ızdırap vc manevi işkencelerle dolu günleri duyunca İskilipli A üf Efendi. Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi gibi tavizsiz ulemanın İstiklal Mahkemelerinde vc tutukluluk günlerinde neler çektiğini anlamak daha kolay olacaktır sarunm. Öyle ya şapkanın bir yerde cevazını veren Tahiru'l Mevlevi haiınüannda bu kadar eziyet gördüğünü ifade ederse, hapishane hayatında bile sarıklarını vc cübbelerini lerkctmeycn ulemanın neler çektiğini anık sizicr düşünün. Zaten Ankara hapishanesinde başgardiyan "siz sanklılar şu tarafa vc siz şapkablar da bu tarafa..." diyerek aymm yapıyor vc adeta başgardiyanın ayınmma göre de Ankara İstiklal Mahkemesi kanunlan uyguluyordu.


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

279

Hapishanede bile sanğmı tcrkcımcyen İskilipli Atıf Efendi ile Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi idam edilenlerden sadece iki büyük âlimimi7xli. Bundan evvel adeta "kurtla kuzu hikaycsi'.ni andıran İskilipli Atıf Efendi­ nin yargılamasını okumuş ve nasıl, "bu kadar zulüm ve bu kadar haksızlık dün­ yada görülemez!" demişseniz, şimdi de Tahiru.l Mevlevi’nin altmış gün süren İstanbul ve Ankara tutukluluk ve gözaltı günlerine ait canlı hatıratını okuyunca da aynı kanaate varacak ve İstiklal Mahkemelerinin zulüm mahkemelerinden başkaca birşey olmadığına yeniden tanıklık etmiş olacaksınız. İşte Tahiru.l Mevlevi’nin gözaltı ve tutukluluk süresinde çektiği sıkıntı ve meşakkatleri kendi kaleminden ortaya koyan hatıratı: Polisler Evimi Arayıp Beni Nezarete Götürüyorlar

üi

"1341 (1925) Kanunievvcl'i (Aralık) başlarında idi ki içimde sebepsiz bir sıkıntı peyda olmuştu. Ust üsle gördüğüm rüyalar da bu manevî sıkıntıyı ammyordu. Canım; okumak, yazmak halta hiç bir şeyle meşgul olmak islemiyordu. Her Arabî ayın 15'indc Mahfcl.in müsveddelerini matbaaya vermek mutadım iken çıkacak 68. forma için nedense teennî ediyordum. Yine her nüshanın kağı­ dını evvelce alıp matbaaya gönderirken o nüshanın kağıdını iştira hususunu sav­ saklıyordum. Aralık ayının 6. pazartesi günü idi ki idarehanede akşama kadar yalnız oturmuştum. Kimse uğramadığı gibi Suûd Bey de o gün gelmemişti. Bazan rahatsızlığı, yahut evce meşguliyeti dolayısıyla gelmediği olduğu için o günkü gcimeyişini de öyle bir şeye hamlediyordum. 68. sayıya konacak yazılan tertib eniklen sonra idarehaneden çıktım. Saat 5.İ geçmiş, tabiî ortalık kararmıştı. Hava soğuk olduğu gibi hafif bir yağmur da çiseliyordu. Eminönü'nden Topkayı tramvayını beklemek, ayakla durmak üzere içine girebilmek ve eve gelmek için bir saat kadar geçti. Kapıyı çaldım. Süratle açan ve telaşla karşıma çıkan hemşirezadem evde polisler olduğunu, arama-ıarama icrası için beni beklediklerini söyledi. Şu garip haber canımı sıktı. Gündüzün ve akşam üstü bir kaç defa gelen, her birinde beni bulamadıklanndan dolayı imamı, muhıan alıp eve giren me­ murlar. validemin odasında oturuyorlannış, Yanlanna gitüm. Selam verdim ve ziyaret sebeplerini sordum. Oturanlar üç sivil memur ile bir polisten bir de


280

CUMHURIYEI^ DÖNEMİ DlN VE DEVÎ.ET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

İmam Hamdî Efendi ile muhiar Ahmet Efendi'den ibaret idi. Memurlar, korka­ cak bir şey olmadığım, hasbcl-lüzum odamı laharrî için emir aldıklanm söyledi­ ler.

‫؛‬٩

— Korkacak bir şeyim yok. buyurun arayın! diyerek oturduğum, çalışüğım ve yattığım karşıki odaya götürdüm. — Kahve pişirin, diye seslendiğim sırada validemi teselli etmek istedim. Zavallı anacığım yetmiş yaşını geçinceye kadar böyle bir şey görmediği için fena halde müteessir olmuştu. Heyecanından adeta baygınlıklar geçiriyordu. — Anne ! Korkacak bir şey yok. Yanlış bir ihbar olmalı. Telaş etme! di­ yerek oturduğu odanın kapısı önünden teselli verdim. Fakat mcmurlardiuı biri, benim yanlanna gelmemi ihtar ediyordu. Serbest olmadığımı anladım. Sivil Polis heyeti kahve içerken odayı gözden geçiriyorlardı. Yangından sonra tedarik edebildiğim kiıaplann duvardaki raflar üstünde dizili durması, pek çoğunun da Arapça. Acemce olması galiba kendilerini yoracaktı. Memurlar, vazifelerinin müsaadesi nisbetinde nezaket gösteriyorlar ve ha.sbcl-cmr gelmiş olduklan için özür diliyorlardı. İçlerinden bin: — Hususî evrakınız nerede? diye sordu. — Hususî evraktan ne kast ediyorsunuz? dedim. — Muhabere evrakınız? cevabım verdi. — Kimse ile özel muhaberem yoktur. Mecmuaya ait olan mektuplar da idarehanededir. Maamafîh burada her şeyi arayabilirsiniz, diyerek yazı masamın gözlerini çektim. Vaktiyle medresede ve mekteplerde yazdırdığım edebî ve tarihî ders notlannı meydana döktüm. Masanın üstündeki sürmenin içinde bulunan perakende evrakı ortaya yığdım. Onlar arasında bir kaç mektup ile bir iki kart vardı ki vic­ dan kardeşim merhum Ahmet Rebiî ile. Darüşşafakadaki talebemden yine mer­ hum kütahyalı Ahmet Faik.in yazılan vardır. Bunlan gözden geçirdiler, tarihleri eski olduğu için olmalı ki bıraktılar. Perakende evrak arasından üç kağıt, taharri memurunun nazan dikkatini çekmiş olacak ki bir tarafa ayırdı. Başka bir şey de olmadığı için onlara dair bilgi almak istedi. Bu kagıüardan biri bir tezkere idi ki ilga edilen Medresctü'l.Vaizîn eski müdürü Mirliva Davut Paşa tarafından yazıl­ mıştı. Hemşirezadesi bulunan ve Harb-i Umumîde Erzurum cephesi kumandanı iken tifüsten vefat eden Hafız İsmail Hakkı Paşa'nın mezar taşına nakş olunmak üzere bir tarih tanzîm ve irsaline dairdi.


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

281

Davul Paşa.yı Mcdrcsctü'l.Vaizîn iken tanımış. Farisî mümeyyizliği ile oraya gönderildiğim sırada görmüştüm. O vakitle yaşlıca ve emekli bir askerdi. Şimdi sağ olup olmadığını bilmediğim bu zat. bana yazdığı o teskerede Hakkı Paşa için bir tarih istemişti. Aksi olacak ya tarih koymasını unutmuştu. ’.Mirliva Davul” imzasını gören memur, bunu yeni yazılmış bir kûğıi sandığı için ehem­ miyet veriyor, yazılış zamanını benden soruyordu. — Hakkı Paşa Harb-i Umumrde öldü. Ona vefat tarihi tanzimini rica eden bu mektup da tabiî o vakit yazılmıştır, dedim. İfadem kanaat vermemiş olacak ki onu bırakmadı. Diğeri, hakkımda bir hüsnü hizmet şchadcınamcsi idi. On bir sene kadar eskimiş olan o kağıt da kıymetini kaybetmemiş. Üçüncüsü de Teâli İslâm Cemiyeti'nden çekildiğim sırada yazdığım istifa­ namenin müsveddesi idi ki istifamın sebebiyle zamanını yukanlarda söylemiş­ tim. A*

Memur Efcndi.nin kağıtları lehimde mi. aleyhimde mi vesika saydığını tabiî bilemem. Fakat bence lehimde ibraz olunabilecek bir delil idi. Biz, bunlarla uğraşırken içeriki odada yemek sofrası kurulu duruyor, acı acı göz yaşı döken anacığım ile hemşirezadem ve bizde oturan Safiye Hanım adında bir kadın heyecanlar içinde neticeyi bekliyordu. Sivil Polisler tarafından bizim evde araştırma yapıldığına ve ait olduğu makama takdim edilmek üzere üç kağıt alındığına dair bir zabıtname yazıldı. Evvela bana imza ettirdiler. Sonra memurlar ile imam ve muhtar da imzaladılar ve mühürlediler. Meselenin en müşkil noktası bundan sonra idi. Ben. iş bu ka­ darla bilecek mi, yoksa "Beraber gideceğiz" denilecek mi? diye bekliyordum. Memurlarda vazifelerini bitirmek için münasebet getirmek istiyorlardı. Nihayet içlerinden biri. — Zabıtnameyi tasdik ettirmek için sizin de merkeze kadar gelmeniz lazım, dedi. işi anladım. Tevkif ediliyor. yal١ut özel tabiri ile polisçe nezaret lüıına alı­ nıyordum. Durumun tamamiyle açıklığa kavuşması için: — Orada kalacak mıyım, dönecek miyim? Kalacaksam haber verin de ya­ nıma fazlaca enfiye alayım, dedim. — İhıiyaüı bulunsanız fena olmaz, cevabını verdi. O vakit sanklı bulunduğumdan arkama pamuklu hırkamı, içi siyah kuzu kaplı kollu haydanmı. daha üstüne de aba cübbemi giydim. Ceplerime bir paket


II.

282

CUMHURİYET DÛNEMf DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

enfiye ile bir kaç mendil iıkışiırdım. Boyun atkısını omuzuma attıktan, şemsi­ yeyi de ele aldıktan sonra validemin ağlamakta olduğu arka odanın kapısından: — Ben azıcık merkeze kadar gidiyorum, merak etmeyin, dedim. Ve sokak kapısından fırladım. Gece vakit polislerle karakola gidişin iyi bir şey olmayacağını tabiî bizim evdeki kadınlar da anlamışlar ve ben kapıdan çıkarken yüksek sesle ağlamaya başlamışlardı. Evden süratle uzaklaştığım için orada kopan feryadı kulağım duymiUTiakla beraber arasından geçtiğimiz yangın yerlerinin zulmet ve sükûnu içinde perişan evimin hazin miinzarası güzümün önünde şekilleniyordu. Geçtiğimiz sokaklar ve götürülmekte olduğum At Meydanı, her vakit gidip geldiğim yerlerdi. Fakat bu gece yabancı geliyordu. Çünkü, gitmiyordum, götürülüyordum. At Meydanı çarşısının başlangıcında bulunan bir binanın önüne geldik. Kapısının üstünde ..Ahmediyc Polis Mevkiî“ ibarc.sini havi bir levha vardı. Ma­ hallenin polis merkezi olan bu bina içine ilk defa olarak girecektim. Açık olan kapısından girdik. Alt katta kimse yoktu. Merdivenden bir sofaya çıktık. Sol tarafuıki odaya girdik. Orası kalem odası imiş kenarda bir yazı masası vardı ki ar­ kasında yaşlıca bir polis oturuyordu. Önünde de iki kişilik tahta bir kanapc vardı. Bana: — Buyurun, dediler. O kanepeye oturdum, içi ateş dolu saç mangala elle­ rimi uzatıp ısınmaya başladım. Beni getiren Sivil Polis memuru -çünkü diğeri ayrılmış gitmişti- benim misafir olduğumu, müdüriyetten bir emir gelinceye kadar orada kalacağımı tebliğ etti. Doğruca müdüriyete gideceğini, alacağı emri de telefonla bildireceğini ilave etti. Benim mevkufen yahut talıt-ı nezarette kal­ mak üzere oraya getirileceğim merkezce malum imiş. Halta polis Ali Efendi ile sivil polis Hacı Haşan Efendi oradan gönderilmiş. Lâkin tevkif sebebim oraca da malum değilmiş. Sivil Polislerin alıp götürdüğü kağıtlann hiç bir önemi olmadığı merkezce anlaşıldığından: — Şimdi müdüriyetçe telefonla emir verilir de eve gidersiniz, diyorlardı. Benim yemek yemeden gelişim bir aralık Hacı Haşan Efendinin haimna gelmiş: — Sizin kamınız aç. Çarşıdan bir şey tedarik edelim, dedi.


İSTÜOAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

283

— Teşekkür ederim, isıek yok. dedim. Hakikaten öğleden beri bir şey ye. memişlim. Lâkin hal ve mevki dolayısıyla acıkmak hissi zail olmuştu. — 0 halde bir kahve pişirelim, dedi. — Sade bir kahve lütfederseniz memnun olurum, cevabını verdim. Kö­ püklü bir kahve, oldukça bir neşve verdi. Kalktım abdesl aldım. Hacı Haşan Efendi'nin getirdiği bir battaniye üstünde yatsı namazımı kıldım. Ondan sonra oturup orada bulunanlarla sohbet ve muhabbet ettim. Oniki Gün Nezarette Kalıyorum O gece gidebileceğimi hiç de ummuyordum. Çünkü tevkif emrini veren amirin gece yansına doğru dairede bulunup da alman kağıtlan tetkik edeceğine ve muzır bir şey olmadığından dolayı salıverilmemi telefonla söyleyeceğine ih­ timal vermiyordum. Bir kaç defa telefon çaldı. Her defasında yüreğim oynadıysa da tebligat bana ait değildi. Nihayet gece yansına doğm yine üttü. Polis Eıhem Efendi, merkezin emrini dinliyor, ben de o emrin mazmununun tebliğini bekliyordum. Tabiî gözlerim memurun yüzüne dikilmişti. Dinlerken yüzünün aldığı tavırdan mana çıkarmaya çalışıyordum. Bir dakika sonra. Ethem Efen. di’nin; — Ya!... Peki Efendim, demesinden emrin manasım anladım. — Galiba kalacağız, diye sordum. "Evet, ikinci bir emre kadar burada kalacaksınız!’' "Ye's. iki nıhattan biridir." diye bir söz vardır. Hakikat doğru imiş. Şu cevap, namuvafık olmakla beraber beni akşamdan beri huzursuz eden, inıi/ar endişesinden kurtardı. Emr-i alürc kadar orada kalacakmışız, yani bilamüddei mevkuf bulunuyoruz. Gece yansı olmakla beraber sabaha epeyce vakit vardı. Bcflsc yorgun­ dum. dinlenmeye, daha doğrusu yalnız kalıp düşünmeye muhtaçtım. Uyku ihti­ yacımı düşünen Hacı Haşan Efendi: — Buyurun, biraz uzanın, diye beni karşıki odaya götürdü. Oradaki kar­ yoladan birini gösterdi. Soyunmaksızın uztındım. Tevkifime sebep olabilecek şeyi bulmak için zihnimi yoruşum. aksine bir hararet veriyordu. Kendi kendime diyordum ki: Muvafık muhalif hiç bir fırkaya mensup değilim. Siyasetle meşgul olma­ dım ve aklım ermediği için olmak da islemem Dersle sadcd dışı söz söyleme.


CUMHURÎYHrr d ö n e m i DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

dim. Mahfci'dc Takrîr-i Sükûn Kanunu’na muhalif bir şey ne yazdım, ne de ya­ zılmışını mecmuaya koydum. O halde, tevkifimin iki sebebi olabilir Biri, imam ve Hatip Mektebindeki mahud mazbatayı yazmanın bana isnadı; diğeri, evvelce fesli iken sank sarmış olmam. Eğer bunlar ise hakikat pek çabuk ve pek kolay anlaşılacaktır. Malbatayı benim yazmadığımı mektebin katibi bilir. Tabiî şahit­ likten geri li/p. gen durmaz. Sank meselesi ise. ise, Divanet Diyanet İsleri İşleri Rivasetinin Riyasetinin musanrip.‫!؟‬ müsaadesi üze­ rine verilmiş vesika cebimde!.. işi bu suretle neticelendirdikten sonra daha doğmsu hiç bir netice veremiyerek uğraşırken dalmışım. Gözümü açtığım vakit sabah olmuştu. Yataktan fır­ ladım. abdest ahflCSl alın k٠ iM im rDüşüncelerime ١M٠cnnrr٠l،١rlm/١ vâkıf v^l٠ıf olan rtlnn Allahıma All٠ ٠ h ım ٠ ı iltica îl٠îr١ ٠ ı alıp namazı kıldım. ettim. Gözümden dökülen bir kaç damla yaş. gönlümdeki kasavet yaşını izale elli. O sırada Hacı Haşan Efendi geldi:

: i.

I ١.

— İçerisi sıcak, isterseniz oraya buyurun, dedi. Kalktım gittim. Merkezin bitişiğindeki kahvehaneden getirilen sıcak bir çayı da içtim. O sırada civar mahalle bekçileri geliyor, gece gezdiklerini ellerindeki def­ lere işaret ediyorlardı. Bunlar tabiî beni de tanıyor ve sabahleyin bir iş için oraya gelmiş sanıyordu. Sonra meseleyi öğrendiler de her gelişte hal, hatır som. yor ve: — Allah halâs etsin! duasını ediyorlardı. I

Kalem odası, dolmuş mangalla ısınmıştı. Şunsını da unutmadan kayd edeyim ki merkezin ateşi sabahleyin civanndaki susam yağı fabrikasından, akşam üstü de yine idare dahilindeki Sofular Hamamı'ndan geliyordu. Vakıa odun ateşi olduğu için çabuk geçiyordu. Ama fazla gelir de epeyce örtülürse külü olsun sıcak dumyordu. Odada otumrken gazeteci sesi işitlimse de aldıralım demeye cc.sarci edemedim. Çünkü ihtilattan ve gazete mütalâasından memnu, olup olmadığımı bilmiyordum. Meğer müvezzi. her sabah bir gazete bırakıyor, ertesi gün de alıyormuş. O günkü gazeteyi getirip masamın üstüne bıraktılar. Yan gözle bakum. Bazı kimselerin polisçe nezaret aluna alınmış olduğu yazılıyor, lâkin hüviyetleri ile sebeb-i mevkufiyetlcri bildirilmiyordu. Polis Eıhcm Efendi, evrak muamcIâü ile meşgul olurken ben de oturdu­ ğum yerden dışanya bakıyor, yangın yerlerinden görülmesine mani olmadığı bizim evi ve önündeki arsayı görüyordum. Bir gü.٠١ evvel bir vakitler odamdaki soba yanıyordu. Bugün ise sönmüş bir ocak gibi borusu tütmüyordu. Haricî manzarası bana böyle hü،ün verici


İSTİKLAL MAHICEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

285

gelen o evin kim bilir içi nasıldı, beni pek seven anacığım bu geceyi ne gibi ı/. dırap içinde geçirmişti? Ben böyle üzüntülü tahayyüller içinde iken telefon çaldı. Eıhcm Efendi, ahizeyi alıp dinledikten sonra: — Burada oturuyor, iyidir, dedi. Sonra bana dönüp. Aksaray Merkezin­ den sizi soruyorlar, haberini verdi. Yine telefondan aldığı: — Enfiyesi var mı. sorusuna, — Var, cevabını da merkeze tebliğ etti. Biraz sonra dışanda iclûşla merdivenden çıkan ayak sesleri işitildi ve kapı açılıp hemşirezadem ile bizim evde büyümüş olan Scniyyc odaya girdi. Her ikisi de hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Onlann halinden ben de mücessir oldumsa da her şeyden evvel kendilerinin ıcskîni lazımdı. — Telaş edecek, ağlayacak bir şey yok. Görüyorsunuz ki burada oturuyo­ rum. Oda sıcak, mangal önümde, memur efendiler hürmetle kusur etmiyorlar. Gece yanım, uyudum, dedim. Bir de validemi sordum. — Sabaha kadar gözünün yaşı dinmedi, dediler. — Mahsus ellerinden öperim, merak etmesin, elbet iş anlaşılır, yakında tahliye olurum, haberini gönderdim. Anlaşıldı ki çocuklar sabahleyin Aksaray merkezine giünişlcr. beni sormuşlar, Ahmediye Merkezinde olduğumu öğrenin­ ce oraya gelmişler. Merkezin biraz önceki araması da bunlann araştırması üzeri­ ne imiş. Çocuklun daha fazla üzmemek için: — Haydi artık siz gidin de annemi teselli edin, dedim. Bir şeye ihtiyacım olmadığını da söyledim. Onlar boyunlun bükük bir halde çıktılar. Öğle vakti yemek gelirdiler. Yatak isteyip istemediğimi sordular. — Lüzûmu olursa haber gönderirim, dedim. Çocuklann vürtidu sırasında muavin Hulusi Bey de gelmişti. Kendisi ile göz aşinalığı var‫ ؟‬a da o vakte kadar konuşmamışük. Meğer cidden insaniyeıpcrver ve nezaketli bir memurmuş. İlk mülâkaiımızda beni de. ağlayan hemşirezâdemide tescili etti. Çocuğa ümit verici sözler söyledi. Ve gönlü hoş olarak gönderdi. Gözal­ tında kaldığım 12 gün zarfında da hal ve mevkiin mü.saadesi nisbcündc isıiraha-


286

CUMHURİYIİTI' DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞlUl.ERj

CİLT 3

uma çalışü. Kaiiyycn rencide olmama meydan vermedi. Binaenaleyh kendisine samimi kalbıen teşekkür ederim. Öğleden sonra akşamki yanığım odaya çekildim. Düşünmekten başka meşguliyetim olmadığı için biraz kafamı dinlendirmek üzere karyolaya uzan­ dım. Ethem Efendi seslendi. — İdarehanenizde arama yapacaklannış. anahtarı istiyorlar, dedi. >I

Anahtarı ona verdim, kendim de yatağa uzandım — Ne yaptım ki bu kadar suizan alımda bulunuyorum, diye düşünmeye başladım. Fakat bir cürüm işlemiş olduğum, bir türlü hatınma gelmiyordu. Biraz sonra Hacı Haşan Efendi geldi: — Sizi Aksaray merkezinden istiyorlar, inşaallah hayırdır, dedi. Kalktım. Birlikte sokağa çıktık. At Meydanı, Horhor yoluyla Aksaray Merkezine geldik. Muavin Recep Bey'in karşısına götürüldüm. Hüsnü muamelede bulundu. — Yukanda fotoğrafçı var. rc.smini/i alacak, dedi. Kendi kendime: — Galiba gazetelerde teşhir edileceğim, dedim. Fakat itaatten başka çare yoklu. Yukanya çıkıp makinenin önünde arz.ı endam ellim. Resim alındıkituı sonra yine Ahmediye Merkezine gitmem emrolundu. Döndük geldik. Akşam üstü hemşirezade. Kâfiye Hanım yemek gcıimıişlcrdi. Resim meselesini kı.saca anlattım. — Belki biraz daha kalınm, bana yatak gönderin, dedim. Yatak geldi, kalem odasının bitişiğinde ve caddeye bakan odadaki Hacı Haşan Efendi'nin karyolasına serildi. O gece kendi evimde olmaksızın kendi yatağımda yattım. Akşamdan sonra kalem odasında muavin beyle oturup musahabede bu­ lunduk. Sonra yatacağım odaya çekildim. Namazı müteakip lambayı söndür­ düm. Pencereden dışarıya, zulmet arasında sönük sönük parlayan ışıklara bak­ maya. onlar arasında bizim evin aydınlığım aramaya başladım. Sabahleyin eıiccn uyandım. Namazdan sonra yatağımın üstünde olurdum. O gün gazeteye baktım. Vakit gazetesi yazarlarından Ömer Rıza ve Mahfcl Mecmuası sahibi Tahiru.l-Mcvlcvî Bcy.lc. Atıf Hoca’nın "Frenk Mukallidliği ve Şapka** risalesini basan kitapçı Mihran Efendi'nin sabık Evkaf Nezareti müsleşan Şevkî Bey'in ve sairenin nezaret altında ve polis merkezinde bulunduklan. nı yazıyordu.


İS1.İKIJVL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

287

Tcvkîf sebebim hâla müphem bir durumda olmakla beraber biraz aydınla­ nır gibi olmuştu. Her halde işin içinde bir şapka meselesi vardı. Gazete havadisi Eıhcm Efendi'nin nazar-ı dikkatini çektiği cihetle: — Sizin sank vesikanız yok muydu? diye sordu. — İşte, diyerek cüzdanımdaki vesikayı gösterdim. Bir tane şapka aldırıp giymek için kendimce karar verdim. Hemşirem ve hemşirezadem ile Kûfıyc Hanım yemekle beraber epeyce havadis gelirdiler. Dün gece Sadî ve Muammer Beyler eve uğramışlar. Suûd Bey'in de Şehremini Merkezinde mevkuf bulundu­ ğunu. idarehanenin araştınlmasında bizim yazıhaneden bir şey alınmadığını, ak­ sine Suûd Bcy.in evrakından büyük bir kısmının götürülmüş olduğunu söyledi. 1er. — Suûd Bey'in epeyce vakittir başı açık gezmesi nazar-t dikkati çekmiş olmalı. Gerek evde, gerek yazıhanede bir şey çıkmaması da benim içni hayırlı hal. Merak etmeyin, yalnız bana bir kasket aidinin dedim. Fötr Şapka (‫ ؛‬i.viyorumî İki gün sonra koca bir fötr şapka geldi. Hemşirezade: — Kasket için Sadî Bey'e söylemiştik. Bunu getirmiş, giymenizi rica edi­ yor. dedi. Şapka ile sivil elbisemi de getirmişlerdi. Binacniüeyh mintanı çıkardım, gömlek ve yelek giydim. Sankh fesimi bırakıp fötr şapkayı başıma koydum. Ben müslümanlığın surette değil, niyette olduğunu, Cenab.ı Hakkın sure­ te ve â'mâlc değil, kulûb ve niyete bakıığını bilmeyecek ve fes ile sangı kendi­ me post ittihaz cyliyecek derecede bir ham-cr\٠ah değildim. Hatta şeyh Sa.drnin: "Hacet be gülâh bericî dâştcni nîst Derviş sıfat baş ve külâh-ı titrî dâr'.nin "meşrık serpuşu" demek olduğunu pek alâ öğrenmiştim. Öyle iken itiyat neticesi midir, nedir, bidayei-i iktisâda ka­ fama geçen şapkanın altında vücudumun litıediğini hissettim. Ale'l-husus Avrupa medeniyetinin yabancısı ve onun mümessili bulunan şapkanın pek acemisi bulunuyordum. Avrupaî serpuş merasimine vakıf olmadı­ ğım için onu da fes gib kulaklanma kadar çektim. Oradaki bir ayna parçasına bakınca yüzüm bana gayet çirkin göründü.

Ayineye bcikttm, orada aksimi gördüm. Allah biliyor kalbimi kendimden ürksüm


٠ I

288

CUMHURİYET DÖNEMİ DÎN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C İL T 3

beyti bilaihıiyar dudaklarımdan döküldü. Lâkin yanlış anlaşılmasın, yakışıksız­ lık şapkada değil, benim surelimde idi. Hemşirezadem. Darüşşafaka'dan gönderilen Teşrinisanî 1341 (Kasım 1925) aylığım ile bilahare taksit taksit olarak tahsil olunmak üzere bütün mual­ limlere şapka bedeli namı ile verilen 800 kumşu da getirmiş, mektep müdürü Kânî Bey'in selamını, derslerime vekil tayini ile idarc-i maslahat edeceğini de tebliğ eylemişti. Gerek Kûnî Bey'in gerek derslerimi fahriyyen deruhte eylemiş olan Galip ve Suat Beylerin şu mürüvvetleri beni pek çok mütehassis ve müte­ şekkir bıraktı.

\m

Dost ân haşet ki gired dest-i dost Der perişan halı ve der mandegî Dostların Hapishane Ziyaretleri R‫؛‬

Ahmediye Merkezinde mevkuf bulunduğum sırada dostlardan birkaç kişi benimle görüşmüştü. Tabiî bu mülakat memurlann huzuruyla vaki oluyordu. Bunlardan biri Valide Camii baş imamı Hafız Kamil Efendi’nin oğlu Şakir Bey idi ki İmam ve Hatip Mektebinde talebem bulunuyordu. Diğerleri de mahallemizin muhtan ve Adliye kaiiblcrindcn Asım Beyle Tevkifhane baş kati­ bi olup komşumuz bulunan Zahid Bey idi. Sabık Kadirî meşayihinden Erzurum­ lu Fazıl Efendi de gelmiş ise de muavin beyin orada bulunmamasından dolayı görüşülmemişti. Kendilerini pek çok sevdiğim ve karşılıklı olarak hürmetlerini gördüğüm Sa'dî ve Muammer Beylerin de ziyaret için geldiklerini pencereden görmüştüm. Lâkin muavin beyin orada olmaması dolayısıyla gömşemediğimizi de biliyordum. Binaenaleyh onlar kalem odasına girdikleri gibi ben de kahve pi­ şirmek bahanesiyle ve cezve elimde olduğu halde oraya gittim, ikisi de mütees­ sir ve müteheyyie bir halde idiler. — Bana mı gelmiştiniz? Elhamdülillah rahatım. Lülfunuza teşekkür ede­ rim. Eve uğrarsanız selâmımı ve muhabbetimi söyleyiniz, dedim. Heyecanımı belli etmemeye çalışarak dışanya çıktım. Eviddâdan geçinen pek çok zeval ara­ sında şu bir kaç kişinin ibraz eylediği insaniyet hatta bazı telâkkiye göre fedâkârlık bende şükran ile malî ve unutulmaz bir hatıra bıraktı. Aralık 1925١in 7. Salı gecesinden 13. Pazar ‫ ؟‬ününe kadar Ahmediye mev­ kiinde yeknesak bir hayat geçirmiştim. Sabah ve akşam vakitleri olan meşgalem pencerede oturup hemşirezadem ile Kâfiye Hanımın evin kapısından çıktıklarını


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

2H9

ve yolu takip ederek merkezin kapısına geldiklerini seyretmek, yemek getirdik­ leri sırada bir parça konuşup validem، dair malumat almak, kendisine selam gönderip duasını istemek, bir de meraklanmaması için bulunduğum yere gelme­ mesini haber göndermek idi. Gündüzleri Darüşşafaka.da okutmak için yazdığım 'Türk Edebiyatı Tarihi٠'ni yazmaya devam etmek. Hacı Haşan Efendi'nin Mushaf-ı Şerifinden hatim sürmekle meşgul oluyordum. Mütalâyı canım istemediği için evden kitap getirtmemiştim. Hatta yazdı* ğım defter ile kaynağım olan kitaplan da eve gönderdim. Zuyur.i zeban ve enîsi vicdanım olarak yalnız bir Kur'ân kalmıştı. Geceleri de gah muavin beyle, gah polis efendilerle sohbette bulunarak dem-güzar oluyordum. Hepsi de samimî olarak tahliyemi temenni ediyorlar ve: — Şimdiye kadar çağınlmamanız, aleyhinizdeki isnadın sübûı bulmadığı­ na alûmcttir. Yoksa çoktan cclb ederlerdi, diye bana tesliyct veriyorlardı. Gazeteler ise Giresun'da, Rize'de ve daha bazı yerlerde şapka dolayısıyla isyanlar çıktığından, bu isyanlann ise bir merkezden idare edildiğine dair hükü­ metçe bir zan hasıl olduğundan, İsiiklfıl Mahkemesi Hcy'eii'nin taraf laral dola­ şıp İstanbul'a da geleceğinden bahsediyorlardı. Fakat bunlardan hiç birinin bana şümulü yoklu. Binaenaleyh tcvkîf sebe­ bimi bir türlü anlıyamıyor, hele 7 günden beri metruk ve münsî kalışımdaki hik­ meti bir türlü hal edemiyordum. Aksaray Polis Merkezine Goturüliışüm Kanunievvcl'in ،3. Pazar günü öğleden sonra Aksaray Merke/inden iste­ nildiğim bana tebliğ edildi. Polis efendilerden biri ile merkezden çıktım ki. Yedi gün içinde bu ikinci sokağa çıkışım idi. Muavinlerden ... bey. polis müdürlüğün­ den davet edildiğimi haber verdi. Muzaffer Efendi adındaki genç ve sivil bir memura arkadaş kılarak beni oraya gönderdi. Beni tanıyanların görür görme/, görmez gibi davranması, yahut başını çevirip kaldınmı değiştirmesi oldukça garib-tunîz e ahbab-amûz hallerden idi. Aksaray'dan bindiğimiz tramvaydan. Sultan Mahmut Türbesinde indik. Mahmudiye caddesini takiben eski Bab-ı Alî'nin önüne geldik. O gün nczarcı al­ tında yürüdüğüm bu yolda bir hafta evvel tam bir şerbetlik ile dolaşıp duruyor­ dum. İstanbul vilayetinin önünden saptık. Eskiden "Tomruk" dairesi denilen, daha sonra polis müdürlüğü ittihaz edilen dairenin kemer kapısından girdik.


290

CUMHUR]YErr üONEM] DİN VE DEVLE1١İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Kapıdan girilince sağ iarafıa vaktiyle Saadet Matbaası vardı. Bilmem ne münascbcüe idi ki bir defa oraya gitmiştim. Karşıki bina da Bab-ı Alî yangının­ dan sonra Ş٥ ra-i Devlet dairesi ittihaz edilmişti. Oraya da bİr madene ait mazba­ ta hakkında malumat almak üzere memuren gelmiştim. Bugün de tutuklu ola­ rak. yahut polis labirince ..mcvcudcn" i.zam edilmiştim. Muzaffer Efendi beni bir kalem odasına götürdü. Hüviyetimi ve geliş se­ bebimi söyledi. Büyük makamların küçük memurlannda bile mevkiin gereği olacak bir a/amet bulunuyor. Muzaffer Efendi'yi tazimle dinleyen o zat da neden sonra anlayamadığım bir emir verdi. Dışanda diğer bir memura teslim edildim ve merdivenin altına doğm sevk olundum. Merdivenle sağ taraftaki duvar arasında teşkil ettiği koridorun sonunda camlı bir kapı vardı. Oraya doğru yürüdük. Kapının önüne gelince içeride epeyce kalabalık olduğunu gördüm. Kapı açıldı.

|l i ' '٠;

٠٠

T

i ‫'؛‬

— Al bir daha!., tavsiyesi ile ben de içcrdckilcr arasına .sokuldum. İçeride oradakilcrc Seyfi Bey nezaret ediyordu. Scyfı Bey. Çarşamba semtinde bulunan Molla Murad Dergûhı şeyhinin oğlu idi. Kendisiyle ülfet yoksa da göz aşinalığı vardı. O sırada onaya hitaben bilmem nerede ihtiyat zabiti iken Divan-ı Harb'le bulunduğunu ve yine bilmem kimin idamına hüküm verdiğini anlatıyordu. Bana özel bir iltifat olmak üzere: — Tahir Bey!... Sen de mi geldin? dedi. Ben de: — Çağırmışsınız! cevabım verdim. Orada bulunanlar; sankJı. kasket ile külah arası serpuşlu kasketli ve şap­ kalı olmak üzere 15-20 kişiyi buluyordu. İçlerinden bazılannı. cz-cümle Fatih Dersiamlanndan Dağistanlı Abdülfettah ve Konyalı Tahir Efendileri, bir de Köprülü Camii civannda müderris Musa Kazım Efendi'yi vaktiyle medresede bulunuşum dolayısıyla tanıyordum. Herkes endişe-İ hal ile sessiz ve düşünceli duruyor, ara sıra mevcutlan birinin çağrılması, yahut kapı dibindeki muhafaza memurunun değişmesi, yahut kahvecinin: — Çay. kahve!., diye kapıdan girip ortada dolaşması veyahut içerdekilcrden birinin def-i hacet için memura müracaat etmesi ve nezaret altında gidip gelmesi sessizliği bozuyordu. Bense endişeden azade idim. Hayret ve merak içinde bulunuyordum. Bu­ raya getirilişime şaşıyor, neticesinin ne olacağım anlamak istiyordum.


ISI İKLAL m a h k e m e l e r in in

z u l ü m l e r in e

TANIK TAHİRUL MEVLEVİ

291

Tek tük edilen lak١rdıdan ‫؟‬unu anlad.m ki .radakilcrin bir kısmı müdüri. yel dairesine nezaret altında imi‫؟‬. Gündüzleri burada, geceleri yukanda kalem odasında gcçiriyorlamıı‫؟‬. Bir kısmı da ^ n im gibi polis merkezinde mihman bu. lunuyorlamı‫؟‬. Kalem odasındaki masa, yahut sandalye üstünde lüncmckIe gc. ceyi geçirmek, pek de rahat olmıyacagı İçin Ahmediyc Merkezindeki ^nim yalak, nazanmda kjymcı kazandı. Bir aralık ismimin telaffuz edildiğini İşinim. Sivil bir memur kapınm önünde beni çagınyordu. Dişai.ya gittim. Koridorun medhaline do‫ ؛‬ru ^ n i gö٠ türdü. Elindeki bir kâğıdı gösterip: - Şu İmzayı tanıyor musunuz‫ ؟‬dedi. Bakiım. Odemi‫ ؟‬sabık Müftüsü Hacı Hüseyin Fehmî Efcndi.nin bana gön. d em i‫ ؟‬oldugu bir mektup. Anladım ki idarehaneden alınmı‫؟‬ - Odemi‫ ؟‬sabık müftüsü Hüseyin Fehminin mektubu ve İmzası, dedim. - Hasan Fehmi mi. Hüseyin Fehmî mi? diye sordu. -

Hüseyin Fehmî. diye tekil ellim.

- Peki, oturan, diyerek beni Eklem e salonuna iade etli. Yanıma tesadüf edenler, çagınlişımın sebebini tabiatıyla yavaşça sordular. Ben de ayni edâ ile: —Bir imza I^kîld. dedim. Oturduğum yerde kendi kendime düşünüyor, hakkımda tahkikat icra edilmckıc oldu^jnu zan ediyordum. Bir taraftan da: - Allah vere Hacı Hüseyin Efendi de ^ n im yüzümden rahatsız edilme, sc. dileğinde bulunuyordum. Bu mütalâa esnasında kapı açıldı. Evkaf sabık müsteşarı Şevkî Bey İçeri, ye girdi. Kendisinin isticab İçin yukanya ça ‫اج‬n ‫ ا‬d ‫ ا ة ا‬n ‫ ا‬orada işitmişiim. Anlaşı. lan fazla sıkılmış olacak ki beti benzi kül gibi olıhuştu. - G e ç m iş olsun! dedik. Fakat çok heyecanlı bulunuyordu. Ozeili, faydalı bir konuşma ile onun da. diğer iki üç zatin da Şchzadcbaşında bultman Bayczıi Polis merkezinde mihman olduklannı öğrendim. Vakit geçmiş. Ortalık karannı‫؟‬. nezarethanemizin elektriği yanmıştı. Namaz kılanlanmız. salâl-1 magrib (akşam) nam azını edâ cni. Gece kalıp kal. mayacagımız telli olmadığı İçin biraz ۴ ynir٠ ekmek, telva aldırdık. Kemal.i lezzetle yiyip Cenab-I Hakka ‫؟‬ükr ettik. Yatsı vaktinden sonra idi ki dairede kalan misafirler yukanya çıkanidı. Polis m e le z i mihmanı olan bizlcr de müie٠

I


292

c u m h u r iy e t

DÖNEMİ DİN VE ÜEVLEl' lUŞJClLERl

CİLT 3

fcrrika komiserliğine teslim edildik. Bir yere gönderiliyorduk ama neresi oldu­ ğunu bilmiyorduk. Yalnız deniz aşın, daha dogmsu İstanbul harici olmamasını kalben temenni ediyorduk. Hangi merkezlerden geldiğimizi sordular. Bayazıt'lan gelenleri doğruca oraya. Aksaray a bağlı bulunan Ahmedİye mevkiinden geldiğim için beni de Aksaray'a gönderilmek üzere Ayasofya Merkezine sevk ettiler. Sokağa çıktık. Yağmur yağıyordu. Ben şemsiyemi açtım. Yanımdaki ،X)lis muşambası olmadığı için ıslanıyordu. — Birader! Benim yüzümden ıslanıyorsunuz ama ben isleyerek gelme­ miştim. dedim. — Ziyanı yok. vazife icabı, mukabelesinde bulundu. Ayasofya merkezine geldik. Buraya evvelce iki defa daha gelmiştim. Fakat şimdiki gibi getirilmemiş, kendim gelmiştim. Biri tevkilhane olduğu sıra­ da idi ki komşulanmızdan mevkuf bulunan birini ziyaret içindi. Diğeri polis müdüriyetinin bilmem kaçıncı şubesi olduğu esnada idi ki dahilinde müterakim fazla eşyanın müzayedesine memuren satış komisyonundan gönderilmiştim. Ayasofya merkezinden bir poli.se icrfikan Aksaray merkezine, oradan da Ahmedİye mevkiine, yani bizim mihmanhaneye yolladılar. Gelmem oradakilerini sevindirdi. Ne olduğunu sordular. Gidip, oturup geldiğimi söyledim. — İhtimal sorguya çekmek için nöbet gelmemiş, yahut sorgu lüzum gö­ rülmemiştir. İnşallah yann, öbürgün tahliye edilirsiniz, tesellisini verdiler. İçlerinden biri ki galiba polis efendi olacak: — Sizinkiler akşam yemek getirmişlerdi. Polis müdürlüğüne çağmldığı. nızı anlayınca ağlaya ağlaya gittiler. Ben gideyim de avdetinizi haber vereyim, dedi. Bu mert adamlann iasaniyeikârane ve merdunşiarane hareketlerine medyun-i şükran kalmaktan ve mükafatını Ccnab.ı Hakkın lütuf ve keremine havale etmekten başka elimden bir şey gelmiyordu. Emin Efendi, yağmura, çamura ehemmiyet vermeyerek bizim eve kadar koştu ve cvdekilcrin iyilik haberiyle sclâmlannı gelirdi. Yeniden Sorgulama Başlıyor 14 Aralık 1925 Pazartesi sabahı evden yemek getirenlere, dünkü cclb ve iade edilişimi anlattım.


İSTİKLÂL MALIKEMELERlNlN ZULOM LERİ^ TANIK TAHİR'UL MEVLEVÎ

2 3 ‫ﺭﺀ‬

- Bcik‫ ؛‬hanrbir sorgulama ile b١rakacaWar. Merak cimcyin. debim, öğIcdcn sonra Icicfonla emir verilmiş. Yine Aksaray merkezine, oradan da Polis MUdUriyeiinc gölUriildUm. Mabud inıizar salonunda daba başka kimseler de vardı. Ez cUmlc Yakil Gazcicsi muharrirlerinden Ömer Rjza Bey ile imam ve Haiip meklcbi k‫؛ﺍﺓ‬bi Hahz Aziz Mahmud Efendi de orada idi. Ömer R‫ ﺍ‬za Bey yazdıg، bazi makaleler dolayjsıyla sorgulanmış. Hahz Mahmud Efendi de Tealii !siam Cemiydi kaiib-i umumîsi oldugu ihbar edildiğinden oraya getirilmiş. Bu ihban. daha dognjsu isnad» eden de talerden Ispartal» Zeynelabidin Efendi isminde biri İmiş. Zavallı Hafız Mahmut Efendi, pek telâşlı idi. - Oğlum ne merak ediyoreun? Tcaii-i isiam Cemiyeti'nin kaıib.i umumi" si yoktu ki. sen olasın! Ben oramn hey'et.i idaresinde idim, icap ede^e bana sorsunlar, dedim. Biçare gen‫ ؟‬biraz müsterih oldu. Sorgulama sırası bana gelmiş olacak ki kapıdan ‫؟‬ağırdılar. Merdivenden ‫ ؟‬ıkınca sol tarafa gelen bir odaya girdik. Orada bir ka‫ ؟‬kişi vardı. Kapı dibinde oturan kâtibin masası yanındaki .sandalyeyi gösterdiler ve: - Oturun, dediler. HUviyetimin sualinden başlayan sorgulama bir iki saat sUrdU. Tabiî bir sene ‫ﺫ‬٧٧ 0‫ ﺃ‬cereyan etmiş olan sual ve cevap ayniyle ^ n im mazbutum değildir. Halınmda kalabilenleri takriri olarak naki edeceğim: - En ziyade hangi gazeteleri okursunuz? -

Hangisi elime geçerse onu...

-

Kimlerle çok göriişüreünüz?

- Gündüzleri mektep ve idarch‫ﺍ‬tncdc meşgulum. Geceleri ise okuiacağım dersleri hazırlamak İçin evden dışanya çıkmam. Binaenaleyh kimse ile öyle çok ve sıkı göriişmem. -

Mutlaka sıkça göriiştUklcriniz vanlır.

Bu somya maruz kalınca iradındaki maksadı anladım. Mutlaka benim gO" riiştugum bir kimsenin ismini öğrenmek lâzımdı. Binaenaleyh dedim ki: - Efendim, İstanbul ahalisinin belki yansı ^ n i lanır. ben de hi‫ ؟‬olmazsa dörtte bir yahut beşte biri ile sclamlaşınm. Fakat bu aşinalık gemi muhab^^tî kabilindendir. Sclamlaşlı^m. hal hatır sortiştugum ‫؟‬ok kimse vardır ki hüviyetlerini. hatla isimlerini bilmem. Kimse ile sıkı fıkı görilşmedigimi de söylemiş, tim. mutlaka bir isim lazımsa haber vereyim. Haftada bir iki defa görüştüğüm Ahmed Naim Beydir.


٠294

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLETİ' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

— Babanzâdc mi? Mütchalikanc irad edilen ve somya kemal.i lakaydi ile: — Evet, dedikten sonra ilave etlim ki: — Evet.... Ama o da resmi bir vazife dolayısıyladır. Diyanet İşleri Riya­ seti Naim Bcy.i Buhari.i Şerif Muhtasan "ei-Tecrîd" kitabının lercemesine. beni de müsveddelerinin temize çekilmesi ile matbaa düzeninin tashihine memur et­ miştir. Mütercim ile mübeyyiz ve musahhihin müdavele.i efkâr için görüşüp ko­ nuşması İse zamrîdir. — Yazdıklarını/, bunlar mı? Memur bey. bunu sorarken forma şeklinde yazılmış ve dikilmiş bir cüz gösterdi. Baktım ki benim ya/dıklanmdan. Anladım ki idarehanenin araşimima. sı esnasında alınmış. — Evet, dedim. — Ödemişte mektuplaştığınız kimler vardır? — Müfli.i sabık Hacı Hüseyin Fehmî Efendi vardır ki. Mahfcl Mecmua­ sının oralarda iniişanna himmet etmiştir. — Bunun size yazılmış bir mektubu vardır. ..Muammer Efendi elimi öptü. Tahir Bey *in size selamı var. Bir şey gönderecekti ama ben getiremedim, dedi... diyor. Muammer Efendi kimdir, göndereceğiniz şey ne idi? — Muammer efendi Darü'l-Fünûn talebesinden Odcmişli bir gençtir. Hacı Hüseyin Efendi, ora mahsulünden olmak üzere bana incir göndermişti. Ben de bil-mukabclc Muammer Efendi ile biraz şeker yollayacaktım. Fakat Mu­ ammer Efendi itizar etmişti. — Bu manidar bir muhabereye benziyor. — Hüseyin Efendi Ödemiş'te. Muammer Efendi de İ.stanbul.dadır. Keyfi­ yet kendilerinden tahkîk olunabilir. — B irde idarehanenize gelmiş lütlî imzalı şu tclgrafname var. Uzatılan lelgrafnamcyi okudum. Muammer Efcndi.nin pederi müderris Lütfî Efendi tarafından çekilmiş, tevkifimden sonra idarehaneye geldiği için alı­ nıp polis idaresine getirilmiş. Lüıfi Efendi oğlunun sıhhatini soruyordu. — Lütfî Efendi Ödemiş.te müderristir. Kendisi ile görüşmedim. Oğlu Muammer Efendi vasıtasıyla selâmlaşırız. Anlaşılan Muammer Efendi mektup yazmamış olacak ki pederi merak cuniş. sıhhatinden soruyor.


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

295

— Siz. Muammer Efcndi’nin velisi misiniz? — Velisi olup olmadığımı bilmem. Bu genç bizim idarehaneye gelir, öte beri müzakere ederiz. Mecmuaya bazan yazı yazar. Mekiuplan idarehane maka­ mına vürüd eder. Parası geldiği vakit posta ile haberini ben mühürlerim. — Demin de arz ettim ya... Telgrafı çeken Ödemişte, kendisinden bahs edilen de İstanbul’da. Şimdi gördüğüm bu tclgrafnamenin niçin çekildiğini on­ lardan sorarsınız. Bakanlara Tavsiyede Bulunur musunuz? Başka bir soru soruldu: — Rical.i hükümetten kimse ile muhabere eder misiniz? — Hayır, hiç biri ile teşerrüf edememiştim. — Vekiller Heyetine nasihat verici mektuplar gönderdiğiniz oldu mu? — Herkesten evvel kendimin nasihata muhtaç olduğumu bilirim. Husu­ siyle siyasete ve hükümet işlerine aklım ermez. Bunun için öyle bir şeye teşeb­ büs etmedim. — Şu yazıyı tanır mısınız? Uzatılan bir mektuba uzaklan göz gezdirdim. İçinde beddualan havi iba­ reler vardı ve eski temessük yazılan gibi tahrîr edilmiş olduğu için her halde yaşlı bir adamın kaleminden çıkmış olacağı anlaşılıyordu. Kimin hatu olduğunu tabiî kestircmedim ve: — Hayır, dedim. Mektup dosya içine konuldu ve suale devam edildi: — Suûdu'l-Mevlcvî Bey’le görüşür müsünüz? — Hergün idarehanede beraberiz. — Elbette onun yazısını bilirsiniz. — Tabiî.. — Deminki mektup Suûd Bey tarafından yazılmış olmak ihtimali var mıdır? — Kaiiyyen yoktur. Çünkü ne yazı onundur. ne de ifade. Ondan başka Suûd Bey'in haiınna böyle bir fikir gelmesine de ihtimal vermem. — Peki, bu yazıyı tanır mısınız?


296

، ■ rıı

tıır

CUMHURİYET DÖNEMİ DlN ١٠^ DEVIET lUŞKlLERj

CİLT 3

Bunu sormakla beraber, bir risaleyi kenanndan lulmak sureliyle haşiye olarak tahrîr edilmiş iki üç satırlık bir yazı gösterdi. Risale. İskilipli Atıf Efendi'nin "Frenk Mukallidliği ve Şapka" risalesi idi. Şapka’nın cevaz-ı iktizası hakkında naki edilen sözlerin kenarına; "Ziimanımızda şapka giymek mecburiyeti müstekrehesinde kalanlar anciik bu söz ile kurtulurlar ve illâ fc lâ!" ibaresi yazılmış, altına tarih çekilip galiba imza da konulmuştu ki imza, memur beyin parmağının altında saklanı­ yordu. Yazı Suûd Bey'in ham idi. Anlaşılan risaleyi mütalâ ederken o satırlan oraya kondurmuş. Birde tarih ve imza koymuştu. — Evet... Suûd Bey'in ytızısı, dedim.

‫ﺍ‬1

— O halde mektubun yazısı da onun olacak? — Hayır... İki yazı arasında kai'iyycn benzerlik yok? — İnkar etmeyiniz. — Yalandan iftira mı edeyim? Bence o mektubtaki hat, Suûd Bey'in yazı­ sı değildir. İtimat göstermediğiniz takdirde chl-i hibrenin reyini alırsınız. Zaten bu gibi husu.slarda ihtisas sahiplerinin reyine müracaat olunur. (Sonra haber aldık ki celb edilen beş altı hattattan yalnız biri, her iki yazı arasında bir:١\ benzerlik vardır, demiş, diğerleri ise mektubun hatlının Suûd Bey'in yazısı olmadığını söylemiş.) Daha sonra, bir cemiyete veya fırkaya mensup olup olmadığım soruldu. — Darüşşafaka'yı idare eden Ccmiyei.i Tedrisiye'den başka.sına mensup değilim, dedim. — Evvelce girmemiş mi idiniz? soru.su varid oldu. — İttihat ve Temkki'ye girmiş. 1325 (19ü9)٠de çekilmiştim. B irdeTeûli.î İslam cemiyetine dahil olmuş, .sonra istifa eylemiş, istifamı da Mahfel Mecmua­ sı ile ilan eimişıim. cevabını verdim. — AufEfendi'yi oradan mı tanırsınız? diye soruldu. İskilipli Atıf Hocayla Tanışır mısınız? Hoca ile nasıl lanışiığımı. Tcâli.î İslâm'a onun teşvikiyle nasıl girdiğimi, mahud beyanname meselesini, kabulüne itirazımı, memuriyetimden azlimi, bila­ hare o cemiyetten çekilişimi yukarıda mufassalan yazdığım gibi hikâye etum.


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

297

Bizim hikaye bitti. Fakat sual ve cevap devam eıü. — O beyannamenin mühürlenmesine taraftar olanlar kimlerdi? — O vakit ben, Zeki Efendi ile münakaşa etliğim için gayet heyecanlı idim. Kabulü ve reddi hakkındd el kaldıranlar oluyordu. Ama aradan epeyce zaman geçti. Bugün isimlerini tayin edemem. — Seydişehirli Haşan Efendi’yi tanır mısınız? — Bilirim. Teüli-Î Islâm Cemiyetinde idare heyeti azasındandı. — O gün o da bulundu mu? — Evet! — Beyannamenin kabulüne mi rey verdi, reddine mi? — Bidayeten iki tarafı idare edecek sözler söylüyordu. Ama sonradan ne rey verdiğini kestiremiyorum. 1‫؛‬

— Ispanalı Zcynclabidin Efendi isminde biri var. bilir misiniz? — Evet. mcdresctü.l-Irşad'da talebemden idi. — Bu adam Haşan Efcndi.nin beyannameyi mühürletmek istediğini, hatta bunu sizden ve dershanede işittiğini söylüyor. — Zcynclabidin Efendi böyle bir iddiada bulunabilir. Lâkin bu suale cevap vermeden evvel bir şey arz edeyim: Bendeniz 20 seneyi aşkın bir zaman­ dan beri muallimlik ediyorum. Aklı başında ve tecrübeli bir muallimin dersha­ nede vazifesini bırakıp da böyle şeylerden bahs etmesine siz ihtimal verir misi­ niz? — Verilmez ama. sizden işittiğini söylüyor. — Ben belki başka bir yerde Teâli-î İslâm’dan bahs etmiş, niçin istifa ey­ lemiş olduğum da söylemişimdir. Fakat Haşan Efcndi.nin. yahut Hüseyin Efen. di.nin kabulüne taraftar olduğundan bahs ettiğim hatınma gelmiyor. — Zcynclabidin Efendi’nin ifadesi sizin lehinizde. Sizin iürazımzı. Haşan Efcndi.nin de ilk defa vc besmele ile beyannameyi imza ettiğini haber veriyor. — Kısmen doğru, kısmen yanlış söylemiş. Beyanname matbu idi. istem. Icn de imza değil, o matbu risalenin mühürlenmesi idi. — Besmele ile imza ettiğini Haşan Efendi.nin kendisi de Şchzadebaşınd. söylemiş.

i.


-.1

298_________ CUMHURJYEI' DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞI<İLERİ

CİLT 3

— O halde kendisinden ve başka işitenlerden sorun. Sıra Mahfel Mecmuasına Geldi Bahis değiştirildi: — Siz. bir mecmua neşr ediyorsunuz?

, I

I

— Evet, her nüshasından da iki üç tane polis müdüriyetine gönderiyorum. — Ortağınız var mı? Bir yerden para yardımı gördünüz mü?

i ‫;؛‬ ;ı ■II >

. I

— Ortağım falan yoktur. Mecmuanın müdürü de. yazan da, halta müvezzii de benim. Lchul.hamd şimdiye kadar kimseden muavenci-i nakdiye görme­ dim. kimsenin minnet yükü alıma da girmedim. Şapka Risale.sini Kimler Satın Aldı?

' ٠'

— Şapka ri.salcsindcn si/in idarehaneye bırakılmış mıydı? — Atıf Efendi 50 tane bıraktığını söylüyor. — Demek ifadeler tetabuk ediyor. 45 tanesini sonra kendisine iade ettim. — Beş tanesi ne oldu? — Satılmış demek... — Anadoluya gönderdiniz mi? — Defter yanımda değil ki katf bir he.sap vereyim. Belki bir iki tane yollamışımdır. — Milâs ulemasından Sünnetçizadeyi tanır mısınız? — Tanımam. Fakat Mahfel abonclcrindcndir. — Ona Şapka Risalesi göndermişsiniz. — Evet, bir mektupla istemişti. — O mektupta size karşı gayet tcvcccühkâr bir lisan kullanıyor, siz ise ta­ nımadığınızdan bahs ediyorsunuz. — Bendeniz tanımadığımı hakikat olarak söylüyorum. Zannederim ki hiç bir gazele idarehanesi okuyucularının hepsini tanımaz. Tanımadığı halde onlarla muhabere eder. Sünneiçizâdc'nin hakkımda tcvcccühkâr lisan kullanması neza­ keti iktizası olacak.


İSTİKLÂL m a h k e m e l e r in in ^ L O M L E R İ^ TANIK TAHİR.UL M E ^ E ^

299

T ( i î k heyeti arasında bulunup de köşede oturan komiser Şinasî Bey de söze kanşn: - Tahir Bey. siz memuriyet İçin Kadastro müdürlüğüne müracaat ettiniz mi? - E ٧ etJ - Şimdiye kadar niçin memuriyete talip olmamıştınız? - Mazuliyet maaşım ٧ ardı٠ imam ve Hatip Mektebi'nde muallim idim. Ahiren azl edildim. Daha evvel de mazuliyet maaşım kesilmişti. -

Azlinize s c ^ p ne idi?

Bu sual üzerine de yukanda yazdığım vcch ile azl sebebimi anlattım. Bunun üzerine: -

Kadastro müdüriyetinden sizin hüviyetinizi sonıyorliirdı da. dedi. Ben

-

Maalesef pek fena zamana tcsittlüfctıi, dedim.

de: Bu müracaat meselesi şu suretle olmuştu: Mektepten azlim üzerine Kadastro Dairesinde bana bir vazife verilmesine dair temenniyi havi olmak üzerc 8. Asliye Mahkemesi reisi Kemal Bey tarafından Tapu Dmum Müdürü Salahad. din Bey.e bir mektup yazılmış. Sclahaddin Bey Mevlevi olduğu, fc^ni de 30 sc. neden ^ r i tanıdığı cihetle aldığı mektubu Kadastro umum müdüriinc vermiş: Umum müdür, hüsnü halim tebeyyun ettiği takdinle münasip bir vazifede istih" damımı İstanbul kadastro müdüriinc yazmış, isliinbul mUdUrii de tahklk.i ahva. lim İçin polis müdüriyetine bir müzekkere çekmiş. Bunu tevkirimden bir iki gün evvel almıştım. Mevzu yine değişti: Şapka İçin ne dereiniz? Bu soru karçıstnda Tahiru.l Mevlevi'nin cevabini ister güç şardar altında verilmiş bir cevap olarak kabul ediniz. istCRcniz gerçekten inanarak söylediği sözler kabul ediniz. Kanaatimiz ikinci şeklin daha doğru o l d u r u r . Fakat ^m a rağmen fötr şapkayı Mevlevi Tahir Efendi bir türlü vicdanına da kabul eiiircmcmiştir(HHC). -

Bir tür baş kesvesidir. derim.

-

Fikrinizi açık söyleyiniz?


II:

300

CUMHURİYET DÖNEMİ DlN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

— Anlaşıldı efendim. Şapka için, bir tür baş kisvesidir, dedim. Hakikat da budun Müslümanlık ise kisveden ibaret değildir. Asr-ı Saadette Müslim ile müşrik kisvesi bir idi. Kıyafet itibariyle müslim ile müşrik ayırt edilemezdi. Hem de o kadar ayırt edilemezdi ki muharebelerde dost, düşman belli olsun diye. Alcyhissclatü Ve's-Selüm Efendimiz, ashabına parola talim ederdi. Uhud muharebesinde telaşla parola unutulduğu için müslüman kılıcı ile vurulmuş müslüman şehitler vardı. Bu. tarihen sabittir. O vakit kisve farkı olmadığı da bunu müeyyeddin Eğer bir fark olsaydı, arz etliğim yanlışlık vukua gelmezdi. Hulefa-i Raşidîn devrinde böyle idi. Suriye fütuhatında bulunan ashab.ı kiram, i'tinam ettikleri Rum libaslannı sırtlanna giymişlerdi. Mezhep müctchiılcrindcn şapkaya dair rivayet yok. Sonradan gelen ulemâ, teşbihi mah/urinc bina.i mütalâa etmiş. Fakat şimdi bu mahzur kalma­ mış. Çünkü, şapka Türkiye’nin umumî scıpuşu oldu. Binaenaleyh ben giydiğim vakit size benziyorum. Siz de giyince bana benziyorsunuz. O halde "Men teşebbehe bi-müslimin fchuvc müslim." Oldukça makul bulunan şu müialaâ-ki daha sonra Diyanet İşleri Reisi Rifal Efendi ile görüştüğüm ve kendisine bahs elliğim vakit tasvip etmişti ٠ sorgu heyetinin hoşuna gitmiş olmalı ki: — Şu sözleri kâtibe imlâ ediniz de aynen ifadenize geçsin, dediler. Şapka hakkında söylediklerimi yazdırdım. Tabiî o yazdmşım. söylediğimin aynı olma­ dığı gibi buraya yazışım da harfiyyen değildir. Öyle zannederim ki ezberleme olmayan sözler hiç bir vakit aynen ve harfiyyen tekrar olunamaz. Nitekim sor­ gulamam esnasındaki sual ve cevaplann tıpkı tıpkısına şuraya nakledilmiş oldu­ ğunu iddia edemem. I.... ٠nmda kalabilen bahisler, lakrîbi olarak yazılmıştır, di­ yebilirim. Bizim sorgulama iki saat kadar sürmüş. Zabit kâtibi de epeyce cscr.i cedîd kâğıdı karalamıştı. Vakıa müsterih olmak tavsiyesi ve bidayeten sigara verilip içilmesi teklifi gibi nezaket gösterildiyse de ilk defa bulunduğum böyle bir mevkide epeyce sıkıldım. Arkamdaki paltoyu çıkarıp ceket ile oturmaya, arada sırada kutuyu çıkanp enfiye çekmeye mecbur oldum.

Mevlevi T ah ir Değil, Sadece Tahir! Nihayet zabıtnamenin imzasına sıra geldi. Laıîfe olarak:

١

‫؛‬١

— Benim şöhretim Tahiru’l-Mcvlcvfdir. Yakın vakte kadar öyle imza aurdım . Tari::٦ücric beraber tarikat ünvanlan da m ü lg i Nasıl emredersiniz? Tahinıl-M cvlcvf diyem i imza atayım, yalnız Taliir mi yazayım?


İSTİKLAL MAHICEMELERJNlN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

301

Şu lâtife ciddî bir mübahese zemini açtı. Sorgulama heyetince epeyce bir münakaşadan sonra sadece Tahir yazmam karargîr oldu. Öylece yazdım ve bir memur refakatiyle intizar salonuna geldim. Ömer Rıza Bey'in yamndaki boş yere oturdum. — Geçmiş olsun! Ne oldu? sualine, sualleri ve cevaplan kısaca ve tabiî nazar-ı dikkati celb etmemek üzere fasılalı olarak anlattım. Bilhassa şapka hak. kındaki mütalâayı takdir etti. Akşam olmuş, elektrik lambası yanmıştı. Yatsı vaktine doğru: — Burada misafir olanlar gelsinler, emri verildi. Epeyce bir cemaat ayağa kaltı ki Ömer Rıza Bey de onlann içinde idi. O cemaat gittikten sonra bize: ٠ ٠ Siz de gelin, denildi. Kalkük. müteferrika komiserliğine götürüldük.

Oradan Ayasofya Merkezine gönderildik. Merkezlerimize sevk olunmak için polis memuru terfik edilineeye kadar biraz beklemek lazım geldi. Külem odası­ na girdik. Evkaf sabık müsıcşan Şevkî Bcy’le iki üç dava vekilinin tahliyelerine emir verilmiş olduğunu işittik. Keza orada misafir olan mülga Meşihat Evrak sabık müdürü Ma'sum Bey’in ve Hoca Musa Kazım Efendi ile diğer hoca efen­ dilerin tahliye edilmek üzere muamelelerinin ifa edilmekte olduğunu öğrendik. Bunlardan Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, kurtuluşumuza dua ediyor. Masum Bey ise: — Ben dün sorgulandım. Bugün tahliye olunuyorum. İnşaallah siz de ya. nna, dileğinde bulunuyordu. Ccmaaün. benden başkası Şchzadcbaşında bulunan Beyazıt Merkezine gidecek olduğu için beni de oraya ve oradan Aksaray Mer­ kezine. nihayet Ahmediye mevkiine yolladılar. İnsanda alışmak ve alıştığından aynimaya müteessir olmak, sonra aynidı. ğına kavuşunca da hoşlanmak istidadı var. Ben de Ahmediye mevkiine benim için adeta bir tevkifhane olduğu halde alışmaya başlamıştım. O itiyat şevkiyle oraya iade edilişime de seviniyordum. Vüruduma belki de benim kadar sevinen ve tahliyemi can ve dilden (gö­ nülden) arzu eden polis efendilerden biri eve koştu, mevkie geldiğimi aileme müjdeledi. Aksaray merkezinde nezaret altına alınmışken tahliye edilmiş olan dava vekili ... Bey gösterdiği kefaletin tasdîki için mevkie geldi. Kalem odasın­ da bir iki saat oturup görüştük. Vaki sorusu üzerine bizim sorgulanma durumu­ nu aynniılan ile anlattım. Büyük bir dikkatle dinledikten sonra: Sorgulamaruzda sizi itham edecek, hatta burada alıkoyacak bir sebep yok. Binaenaleyh yann. öbürgün tahliye olunacağınızı tebşir ederim, dedi. Ertesi Salı


I

‫؛‬

I

p I

302

u ! ' • ;٠ ٠ ١٠ I

٠ İÜ )‫ ؛‬j 1

i

Ki ٠

I ٠

CUMHURİYET DÖNEMİ DlN VE DEVLET İLİŞICjLERj

CİLT 3

sabahı evden gelenlere dünkü sorgulamayı anlattım. Avukatın mütalaasını iIOvc ederek hoşnut olarak gönderdim ve: — Belki çağırırlar da sorgulamanın neticesini tebliğ ederler, diye bekle­ dim. Halbuki o gün ses seda çıkmadığı gibi 19 Kanuni evvel 1341 tarihine kadar geçen döngün zarfında da intizar ve ızdırar devam etti. Bu günlerden bi­ rinde Kur.an-1 Kerim'den bir ıcfc’ul de bulundum. Lalettayin açılacak sağ sahifedeki birinci ûyetin mealinden kendi halime münasip mana çıkarmak istedim. Çıkan ayci-i kerîme şu idi: (Ve Ickad evhayna ila Musa...) Bu âyei-i edile. Benî İsraiIİ Mısır'dan çıkarması, denizden yol açıp onları geçirmesi ve havf ü haşyete düşmemesi hakkında Hz. Musa'ya vahy buyurulduğunu hikaye ediyordu. Kelam-i Ilahfnin meali; nihayetinde Ricat mı? fakat bidayetinde birseler gösteriyordu. Fakat "cIhükmü lillah" demekten başka çare yoktu. O günlerde gazeteler ise Erzurum'da, Rize'de, Giresun'da Kay.scri'de şapka giymek yüzünden çıkan ihtihıllcri tahkik ve mütcasirlcrini tccrîm için İs­ tiklal Mahkemesi Heyeti'nin oralarda dolaştığını, hatla İstanbul'a uğrayıp tetkîkalta bulunması muhtemel olduğunu yazıyordu. Polislerden biri de İstan­ bul'da nezaret altında bulunanlardan bazılannın İstanbul'a geldiği vakit Istiklfıl Mahkemesi emrine tevdi edilmek istenildiğini ağzından kaçırmıştı. Ben bu ha­ bere adeta sevinmiştim. Çünkü İstiklal Mahkemesi bir işi hem arîz ve amîk tctkîk ediyor, hem de çabucak hal ve fasi eyliyordu. Benim ise mahkeme karşı­ sına çıkmaktan çekinecek hiç bir işim yoklu. En fazla düşündüğüm cihet. Anka­ ra'ya sevk olunmak ve orada uzun boylu kalmak meselesi idi ki gidip gelinceye kadar zavallı anacığımın ne kadar endişeli dakikalar geçireceği beni tcdhîş edi­ yordu. Mahkeme İstanbul’a gelip de işimize burada baktıktan sonra halâsım emr-i muhakkak diyor ve binaenaleyh İstiklâl Mahkemesi heyetinin gelişini dört gözle bekliyordum. A ksaray Polis M erkezine Üçüncü Defa Götûrülüşüm 1341 Kânunievvclinin 19. Cumartesi günü öğleden sonra idi ki Aksaray Merkezine çağırıldığım telefonla bildirilmiş. Müdüriyete her defa giderken yap­ tığım gibi iki paket enfiye ile orada mevcut mendilleri ccblcrimc doldurduktan sonra koca fötr şapkayı başıma geçirdim, şemsiyemi de elime alıp bir polis refa-


I.

İst ik l a l

m a h k e m e l e r in in z u l ü m l e r in e t a n ik t a h Ir .u l m e v l e v i

303

katıyla merkeze gittim. Yine "mevcuden". yani bir polis nezareti altında olarak tramvaya bindim. Yolda tesadüf edilen chibba.i kiram ve eviddû-i ihlâsı iitisamın vaz ve tavn Allah kimseye göstermesin görülecek, belki de gülünecek dere­ cede idi. Pek çoğu göz göze gelmemek için ya başını çeviriyor, ya dalgın bulu­ nuyor. yahut şapkasının siperini kendisine dükkân tentesi ittihaz ediyordu. Kim bilir, belki içlerinde ve içlerinden: — Allah kurlarsın, duasını edenler olduğu gibi kalabalıkta ve sırf beni na­ sılsa tanımış olmasından teberri için aleyhimde bulunanlar da vardı. Ne ise polis müdüriyetine üçüncü defa olarak götürüldüm. Ve mahud ne­ zarethanenin içine salıverildim. Bu gün nisbeten tenhalık vardı. Akşama kadar bekledik. Enfiyesi bilmiş olan bazı hoca efendiler bizim kutudan zckIcndilcr ve dua ettiler. Hatta orada hademelik eden biri de enfiye tiryakisi imiş. Adamcağızın tiryakiliğinden de ben müstefit oldum. Çünkü, bir kahve söyleyiver deyip de kulu uzatılınca edilen talep, estcğIürullah. rica ve temenni, derhal is’af ediliyor, ekmek, peynir, helva alır mısın, istirhamı da red olunmuyordu. Akşam namazını kıldıktan sonra her­ kes tedarik elliği nevalesini çıkanp sindirmeye çalışıyordu. Ben orada çoplendi. gim vakitler iki tane francala aldınyor, birini kendim göçürüp. diğerini yiyeceği olmayan bazılanna veriyordum. Diğerleri de böyle yardımda bulundukları için oradaki muhtaçlar yaşayabiliyordu. Vakıa öylelerinin iaşesi hakkında idarece te­ şebbüste bulunulmuş ise de muamcic.i kalemiye ve hesabiyenin itmamına kadar yiyeceği ve alacağı olmayanlann cenazesi çıkacak ve iaşe bedeli bilmem sarfı caizse tekfin ve tedfin masrafı olacaktı. Yatsı vakti idi ki tahkik heyetinin merdivenlerden inip gittiği nezarethanenin camlı kapısından görüldü. — Galiba yine mevkie gönderileceğim, dediğim sırada bir memur geldi; — Haydin bakalım yukanya. dedi. — Hepimiz mi? Merkezlerden gelenler gönderilecek mi. diye sordum. — Hepiniz, kalî cevabını verdi. Artık ben de müdüriyet misafirlcnnc ilti­ hak eylemiştim. Oranın gedikli misafirleri, alışıldığın verdiği bir hamaratlıkla nezaretha­ nede bulunan cşyalannı topladılar. Ve öne düştüler. Merdiveni çıkarak birinci kattaki sofanın sağ tarafındaki bir dehlize ve onun sonundaki bir odaya girdik. Burası bilmem hangi şubenin hangi kalemi olup büyücek bir oda idi. Bir köşesi camekanla aynlmışu ki içerisinde gayet büyük bir masa ile bir kolluk, bir


‫إا‬

I‫;؛‬i l

304

CUMHURİYFr DÖNEMİ DlN VE DEVlEn' İLİŞKİLERİ

C İL T 3

dc kanepe vardı. O cesfm masa mülgâ Şûra-i Devlet umumî heyetine ait olup bir parçası daha varmış ki bilmem nereye götürülmüş, îtim Heyeti Topyekün Sorgulamada

٩١,

Odaya girenlerden bir kısmı, camekâna koşup yataklannı çıkardılar ve yattılar. Bunlar oranın kıdemli misafirleri imiş ki evlerinden yatacak ve örtüne­ cek şeyler getirmişler. Bir kısmı da benim gibi yanan sobanın etrafına çöreklen­ diler. Mevcut cemaat içinde tanıdığım da tanımadığım da vardı. İsimleri haıınmda kalabilenleri şuraya yazıyorum: Vakit Gazetesi muharrirlerinden Ömer Rıza Bey. Fetvahane Ccvab-ı şifahî memuru Seydişehirli Haşan Efendi. Mülgû Mcdrcsctü'l-Mülchassisîn müdürü Konyalı Tahir Efendi, Mcdrcsetü'lmütehassisîn müdcrrislcrindcı Dağıstanlı Abdülfetlah Efendi, Tüccardan Arnavut Haşan Efendi, ki biraderi. Babae.skili Müftü Ali Rıza Efendi.

III

Fatihle vaiz sofî Süleyman Efendi. O'nun cemaatinden Fatih'te berber Mustafa Efendi, Bir Erzurumlu ticarethanesinde katip, ismini bilmediğim genç bir efendi. Bedestende saatçi Hafız Nafiz Efendi. Fatih Türbedûrlanndan Haşan fendi. Bir camide müezzin Giresunlu Muhammed Efendi. n

Birde abd-i aciz! Yatsı namazını kocaman masanın üstünde cemaatle kıldıktan sonra soba başında olurdum. Hafız Nûfiz yanıma geldi: — Sorgulama esnasında sizi bana sordular. Tanımadığımı söyledim. Halta ilk defa nezarathaneye geldiğinizde mevkufen değil, memuren gelmiş zannettim. Şimdi isminizi ve şahsınızı öğrendim, dedi. Ben dc kendisini tanımı­ yordum. Orada anladım kİ, Topkapı dışında Maltepe caddesinde oturuyormuş. mülgâ Ticaret ve Ziraat muavini kaleminde mümeyyiz bulunan Müslim Bey'in komşusu imiş. Giresun'da isyan çıkarmış olan "Muhanrcm’’in yazdığı bir mek­ tupla buna da selam yazması dolayısıyla nezaret altına alınmış. Muharrem deni­ len ve Giresun'da idam edilen o adam. Arnavut Kasan Efendi'nin damadı ve Ba­ baeski Müftüsü Ali Rıza Efendinin eniştesi imiş. Sofi. Süleyman Efendi nin mckiebiruic dc vaktiyle muallimlik etmiş. Tahir ve Abdülfetlah Efendiler. Ama-


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR'UL MEVLEVİ

305

vul Haşan Efendi ile görüşürlermiş. Keza Muharrem'in mektubunda onlara da selâm varmış. Müezzin Muhammed Efendi Giresunlu imiş. Müftü Ali Rıza Efendi, Muharremle mektublaşır, Muharremin mektuplan türbedar Haşan Efen­ di namına gelirmiş. O da bana burada bulunuşumun sebebini sordu: — Ben de bilmiyorum, bir müddet sanklı gezdim. Fakat vesikam vardı. Her kitapçı gibi şapka risalesinden ben de 5 tane satmıştım. Lâkin Şapka Kanu. nu.nun neşrinden çok önceydi, cevabını verdim. Biz bunlan kısaca konuşurken, müezzin Muhammed Efendi. Acem takli­ di yapıyor, bazıları ile beraber bizi nezaret eden memum da ağzına baktmyordu. Hafız Nafiz Efendi ile konuştuktan ve yek-diğerimize: — Allah hiüâs etsin, duasını eyledikten sonra geceyi geçirecek yer ara­ dım. Camekân içindeki koltuğu yahut kanapeyi gözüme kestirmiştim. Meğer onlann kıdemli sahihleri varmış. Binaenaleyh bir hasır sandalye üstünde pinek­ lemekten başka çare yoktu. Dolaşırken camekan masanın üstüne abasını seren türbedar Haşan Efendi: — İsterseniz siz de şu abanın bir tarafına u/anıvcrin, dedi. Sandalye ü.stünde pineklemekten masa üstünde tüneklcmek ehven olacaktı. — Teşükkür ederim, dedim. 1313-1316 hicri seneleri zarfında Ycnikapı Mcvlevîhancsinde lOOl (Binbir) gün çile çıkanmış, bu müddet içinde usul-i tarîk icabı pösleki üstünde yat­ mış kalkmıştım. Vakıa o vakit genç, şimdi ihtiyar bulunuyorsam da sıcak bir oda içinde tahta ve aba üstünde yatamıyacak kadar nâ/perver değildim. Ceketin üstünde ve paltonun içine giymiş olduğum kü ٠٠kü yastık. k;üınca olan paltomu da yorgan yaptım. Uyumak ve dinlenmek için değil, yatmak ve kendimi dinle­ mek için uzandım. Bu odanın en rahat olan bir ciheti vardı kİ o da def-i hacet için memura müracaata lüzum kalmaması idi. Sofada nöbetçiler bulunduğu, içerdckilcrin ka­ çamaması o suretle temin olunduğu cihetle dehliz dahilindeki abdesihancyc ser­ bestçe çıkılıyor ve tecdîl.i vuzû ediliyordu. Uyudum mu uyumadım mı. bilmiyomm. sabah olmuştu. Herkes gibi ben de davrandım. Abdest alıp yine cemaat­ le namaz kıldık. Odun aunakia neşvesini anıırdığımız sobanın etrafına halkalandığımız sırada odacı geldi. Etrafı temizlemek için ilk önce bi/J süpürdü. Bir memurun refakatinde olarak oradan çıkıp ve tenczzülcn bodrumhane yi amireye teşrîf ettik. Hademenin lütfen söyleyip gönderdiği çaylan içtik.


306

CUMHURİYET DÖNEM( DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Kanunicvvci'in 26. Pazar günü böyle başladı. "Görelim ayinc-i devran ne gösterir?" Zuhurata intizar ediyordum. Öğleden sonra mevcut cemaat çoğaldı. Çünkü peydcıpcy merkezden adam geliyordu. Evvelce tanımadım ve burada görmediğim kimseler de getiriliyordu. Derken Suûd Bey de getirildi. Kendisin­ de görme zafı olduğu için kapının önünde durdu. Etrafa dikkatli dikkatli bakı­ yor ve oturacak yer anyordu. Seslendim. Yanıma geldi. Başına ufak bir kasket geçirmişti ki bir müddet başı açık dolaştığı için kendisini o halde ilk defa görü­ yordum. — Geçmiş olsun. Allah cümlemizi halas elsin, dedim. Teşekkürden sonra merkezde pek müsterihane hayat geçirmiş olduğunu, geçen defa buraya gelişin­ de kasketinin yanlışlıkla bir memur tarafından giyilip sırsıklam bir halde getiril­ diğini. isticabı esnasında pek büyük iltifat gördüğünü, müteaddit sigaralar veril­ diğini; çaylar, kahveler ikram edildiğini anlatmaya başladı.

I.t

Kapının dibinde oturup bi/c nezaretle mükellef, yani gardiyanımız demek olan. Murad Molla Tekkesi Şcyhîzadc-Seyfî Bey. Suûd Bey’in şu uzun boylu anlatmasına karşı ihtilaitan memnu olduğumuzu söyledi. Bu söz üzerine nasılsa bir tahammülsüzlük geldi: — Böyle 20.30 kişi arasında ihlilattan memnuniyet olamaz, sanınm. Hem ondan maksat; mcvkuflann birbiri ile konuşup da birbirine akıl öğretmemesidir. Böyle alakf hatta lüzumsuz sözler her yerde serbestçe söylenir ve dinlenir. Nasıl ki biz geldiğimiz vakit sizin hikayelerinizi dinleyip duruyoruz, dedim. işi lâtifeye bozdu: — Suûd Bey'i kızdırmak için söyledim. Hiddetlenince tuhaf tuhaf atıp tu­ tuyor. dedi.

il

٠ ١

Bugünkü getirilenler arasında kitapçı Azîz ve kitapçı Mihran Efendilerle İmam.Haiip Mektebi kâtibi Aziz Mahmut Efendi, bir aralık memuren Çin’e gönderilen Dağıstanlı Seyyid Tahir Efendi de vardı. Tanımadığım iki zat daha gelmişti ki bunlann Yağlıkçı IspartaJı Hüseyin ve Mustafa Efendiler olduklannı sonradan öğrendim. Akşama doğru kapı memuru Seylî Bcy.dcn tercşşuh eden malumata göre bir iki güne kadar İsüklâl Mahkemesi.nin İstanbul’a geleceği. FındıkJı'da kâim Mcelis.i Mebusan binasmda muhakeme yapacağı, buradakilerin fczickci tahkikau, neticeye kadar kendilerinin Galata Polis Merkezine gönderileceği anlaşıldı.


İSTİIOAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR’UL MEVLEVİ

307

Oranın scbcb-i illihazı, mahkeme ittihaz edilecek binaya yakınlığı diye izah edildi. Seyfî Bey. bu havadisi bana bir hürmet yahut teveccüh eseri olmak üzere haber verdiği gibi aynı tevecühe mazhar kıldığı Suûd Bey'c de söylemiş ve belki diğerlerini de malûmatlar kılmış. Nakl-i mekan edeceğimizi öğrendiğim sırada aynı mcnba.dan bir şey daha duydum ki o da dün akşam benim bulunduğum merkeze iadem lazım gelir, ken sehven burada alıkonuluşum. Akşam üstü grubtan evvel eli kağıtlı bir memur geldi: isimleri okunanlar eşyalannı alıp çıksınlar, dedikten sonra kâğıdı okuma­ ya başladı. Cemaatın bir kısmı dışarıya açıklı. Biraz sonra yine o memur ayn bir kagıiıan kalanlann isimlerini okuyup yoklama yaptı ve -Geliniz, dedi. Nezarathanenizden. hatta müdüriyet dairesinden avluya çıktık. Fakat kapıya doğru giderken sol tarafa yöneldik. Vaktiyle .’Saadet Mat­ baası.. olan binaya geldik.Buranın alt katı sevkiyat komiserliği imiş. Taş bir merdivenden çıktık. Kapıdan girince istihbarat memurluğu odasının önündeki aralığı geçtik. Diğer bir kapıdan büyücek ve uzanan bir odaya girdik. Burada müteaddit pencereli ve iki sıra 15.20 kadar karyolalı bir yerdi. Sobası yoktu. Kar)'olalardan bazılannın üstünde yalnız birer ot minder vardı. Getiren memur isimlerimizi okuyup bizden cevap aldıktan sonra: — Emr-i ahire kadar burada kalacaksınız. Evlerinizden bir şey gelinmek islerseniz ytızdınn. telefonla merkezlere söyleyelim, dedi. Herkes yatak, yorgan gibi levazımın gönderilmesi temennisinde bulundu Memur Efendi isteklerimizi isimleri ile yazdıktan ve bizi orada kalacak bir ta­ harri memuru polise teslim ettikten sonra gitti. Ben, o gece yatağın gönderilebi­ leceğine ihtimal vermiyordum. Maamafıh bir gece evvel tahta bir masa ve aba eteği üstünde sabahlık suretiyle idman etmiş olan kalbe, ot minderin sathı, kuş tüyü bir şiltenin nermîn-i ağuşu gibi gelecekli. KaryoUüan şu suretle benimse­ miştik: Kapıdan girince sağdan birinci karyolada. Dağıstanlı Seyid Tahir Efendi, ikinci karyolada katip Aziz Mahmut Efendi, üçünü karyolada kitapçı Azîz Efen­ di. dördüncü karyolada Ömer Rıza Bey, beşinci karyolada abd-i aciz, altıncı karyolada Suûd Bey. yedinci karyolada her akşam orada yatan bir memur. Sol­ dan birinci ve ikinci minderde Yağlıkçı Haşan ve Mustafa Efendiler, soldan bi.

h


308

C U M H U R İY E T İ' D Ö N E M İ D lN V E DEVT^ETİ' İL İŞ K İL E R İ

CİLT 3

rinci karyolada Dersiam ve Çarşamba'daki İsmet Efendi Tekkesi Şeyhi Ahiskalı Ali Haydar Efendi bir de onlara mücavir Şcydişchirli Haşan Efendi, ikinci kary­ olada Vaiz Sofi Süleyman Efendi. Kitapçı Mihran Efendi de tam ona yerdeki bir karyolayı inrihap etmişti. Ali Haydar ve Süleyman Efendilerin galiba birer zenbili. bir de pöstekisi vardı. Postckİlcri ot minderin üstüne serdiler. Ben vaziyetten memnundum. Geniş ve nisbeten serbest bir sahada bulu­ nuyordum. Karyolam pencere önünde idi. Fıskiyesi daima akan bir havuza ne­ zareti vardı. Keza evvelce tıkıldığımız bodrum nezarethanesini görüyor ve gayet sıkıntılı gösteriyordu. Sonra hasbihal edebilecek bazı kimseler arasında idim. Dairenin kahvecisi ise kapımızın karşısında idi ki bir kahve, bir çay, der demez ve sıcak sıcak getiriyordu. Yalnız bazı cihetler o memuriyetin kcmal.i husulune mani idi. Evvela, odada .soba yoklu. Nefesle ısınması Temmuz güneşinin ısıtma lüiufuna kalmıştı. İkinci olarak hacei-i zarııriye için kapıdan çıkmak merdiven­ den inmek, beş on adım yünümek. tavanı olmayan bir gezinti yerindeki mu.sluk. lan el yıkayıp abdcsi almak, nezaret alıma gidileceği için de her defasında me­ murlardan birini götürmek ve bekletmek icap ediyordu. Soba olmayınca mangal tedariki mc.sclcsini düşündüm. Oradaki memur­ lardan birine bir mangal bulunup bulunmayacağını sordum. Burada misafir olunca mangal yakılır. Fakat kömürlüğe memur hademe evine gitmiş. Anahtar kendisinde olduğu için yakılamadı. cevabını verdi. — Acaba parasını versek dışardan kömür alınamaz mı, dedim. — Olabilir, dedi.

i:

— O halde arkadîişlar! Beşer onar kumş verin de kömür aldıralım, tekli­ finde bulundum. Bu teklife en evvela SofT Hoca itiraz elti. Galiba beş kuruş kömür parası vermek israf olacağından, i.sralm ise haram bulunduğundan korkuyordu. Binae­ naleyh onu daraya çıkardık. Toplanılan bir kaç kuruşu memura verdim. Allah razı olsun, adamcağız, akşamdan sonra ta Sirkeciden kömür buldurup gclinii. Kapının arkasına boşaltılan o siyah elması yakurdı. Mangala koydump önümü­ ze vaz cni. İlk defa çaydanlığına su doldurup mangala oturtan ise biraz evvel kömür alınmasına itiraz eden Süleyman Efendi idi. Mangal başında muhabbete başlayacağımız sırada kapı açıldı. Sülüklü Mahallesi bekçisinin aılcasında bizim yalak göründü.


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR'UL MEVLEVİ

309

— Suûd Bey müjde! Benim yalak geldi, ikimize de yeter, dedim. Bekçi, yükünü karyolanın üstüne indirdi. Telefonu alan muavin beyin derhal kendisini çağırtıp yolladığını söyledi. Tabiî pek samimî olarak: — Allah cümlenizden razı olsun. Muavin Bey.e çok çok samimi ve leşck. kür ederim. Mevkideki efendilere de keza! Bir de sevabına bizim eve uğra da hem selam söyle, hem burada gayet rahat olduğumu gördüğün gibi haber ver. dedim. Hamallığını da verdim. —Baş üstüne beyim, gider haber veririm. İnşallah yakında kunulur. çı­ karsın. demekle beraber başka bir şey isteyip istemediğimi sordu.

!I

1‫؛‬

—Hayır, bir şey lâzım değil, cevabını alıp gitti. Yatağını yaptım, batt; üyemi üstüne örttüm, daha üstüne de çıkıp otur­ ١

dum. Derken birer ikişer diğer yataklar da gelmeye başladı. Hafız Mahmul Efendi ile Seydişehirli Haşan Efendi.nin yalaklan gelmediği için biri Kitapçı Azîz Efendi.nin. diğeri de Yağlıkçı biraderlerin yanlanna sığınacaklardı. Zaten Seydişehirli bütün mevkufiyeı günlerini böyle geçirdi.

i

Baş Açık Gezmek de Suç. Şapka Risalesi Satmak da! Koğuşa geldiğimiz gece hemen pek az uyuduk. Çünkü herkes derdini söylemek ve başkasınınkini anlamak isliyordu. Muayyen saatlerde değişen vc bizi çiftlik hayvanlan gibi sayılı olarak teslim eden çift nöbetçi memurlann mü­ samahasına. daha doğrusu bir oda içindeki 12 adamın konuşmaması gayr-i mümkün bulunmasına mebni serbestçe ihtilâl ediyor. Hatla aldırdığımız yiyinti­ leri sardırmak suretiyle gazete bile geliniyorduk. Zaten ve pek tabiî olarak orada bulunanlann hiç biri, kendisini bir fiil ile mücrim adJcuniyordu. Meselâ Dağıslarüı Tahir Efendi, tevkifi için baş açık gezdiğinden başka bir sebep bilmi­ yordu. Kitapçı Azîz Efendi. Şapka Risalesinden bir tane satmış, onun bedeli ile beraber 9 tanesini Atıf Efcndi.ye iade etmişti. Azîz Mahmut Efendi, mahud Zeynclabidin.in Medrese eşyasından ba/.ılannı benimsemek istediği, kendisinin dc onun ifadesini ıcsdik etmediği için "Teâli-i İslâm Cemiyetinin umumî kâtibi idi!” diye o mahud tarafından ihbar olunmuştu. Ömer Rıza Bey. Mısır'a karşı hükümet tarafından nasıl muamele yapılması lazım geldiğine dair bir makale yazmıştı. Benim niçin getirildiğim malum. En doğrusu bcncc de halâ nâmalum! Suûd Bey, crkân-ı hükümete lehdil-nâmc göndermiş dcniliy٩ordu. Sofi Sülcymen Efendi, vaktiyle ccmaatırun çocuklan için bir mektep açmış, idam edilen Muharrem dc orada hocalık etmiş vc Sofi nin cemaaü efradından imiş

İl '

-


il I

I

T 310

CUMHURİYEn^ DONEMİ DİN VE OEVI.En' İLİŞİKLERİ

ÇİLT 3

Şeyh Ali Haydar Efendi. Aiıf Efendi'nin ders şerîki olduğu için, Hoca ona 40 tane Şapka Risalesi verip Çanakkalc.dcki damadına göndermesini ve vasıla ile sattırmasını rica etmiş, o da Şapka Kanunu'nun neşrinden bir sene evvel yolla­ mış. 20 tanesi satılmış. Onların bedeli ile üst tarafını Hoca'ya vermiş. Yağlıkçı Hüseyin Efendi ile biraderi Mustafa Efendi de yine Şapka Risalesi dolayısıyla nezaret altına alınmışlar. Atıf Efendi. Seydişehirli Haşan Efendi ile birlikte çar­ şıdan geçerken bunların Mcrciin.da Örücüler Hamamı bitişiğindeki dükkanına uğramışlar. Haşan Efendi. Hoca.yı dükkan sahiplerine, onlan da Hoca'ya tanıt­ mış. Hüseyin Efendi'nin hayırhah, maarifpcrver bir zat olduğunu, hatta İspar­ ta'nın fakir çocuklan için buradan kitap alıp yolladığını söylemiş, Atıf Efendi de:

،t *I r. ،1 I

I

— Öyle ise benim risaleden de bir kaç tane alın ve gönderin, demiş. Sonra Hü،seyin Efendi'nin dükkanda bulunmadığı bir zamanda gelmiş, bilmem ne kadar risale bırakmış. Risaleler bir tarafa konulmuş ve unutulmuş. Sonra Hüse­ yin Efendi, bunlan sahibine iade için Zcynclabidin Efendiye vermiş. Çünkü, mahud. Ispartalı ve fakir olmak dolayısıyla her vakit dükkana uğrar ve Hüseyin Efendi'nin hayırkârlığından istifade edermiş. Şükran-ı nimet olmak üzere de şu sufi adamlan ihbar etmiş ve: — Bu. tehlikeli bir kitabtır. Almayın ve bir yere yolhunayın. diye nasihat vermesi üzerine risalelerin iade olunduğunu da ilûve etmiş. Haşan Efendi ise Atıf Efendi'yi dükkanlarına götürüp Hüseyin ve Musta­ fa Efendilere tanıtmış, risalelerin oraya bırakılmasına delalette bulunmuş, bir de vaktiyle o muzevvir beyannamenin kabulü reyinde bulunmuş, halta ilk imzayı atmış olmak töhmeti altında idi. Son mesele hakkında sorgulama isticvap olunurken verdiğim cevabı hika­ ye ederek kendisini tatmin eyledim. Mihran Efendi de Şapka RisaJesi'ni ikinci defa olarak lab etmiş, diye geti­ rilmişti. Halbuki herkes gibi ben de biliyorum ki risale bir defa basılmıştı. Matbu nüshaların kısm-ı küllisi de Polis Müdüriyeiince makbuz ilmühaberi mu­ kabilinde Atıf Efendi'den alınmışu. Tabiî şu anlaşma ve dcnicşmcicr yüksek sesle oluyor. Bazan da biri diğe­ rinin lakırdısını kesiyor, yahut beraber söylüyordu. Sigaralar, enfiyeler, çaylar, kahveler de musahabeye sıcaklık veriyordu. Şu hal Son Süleyman Efendi'yi hiddetlendirmiş olacak ki birden bire karyoladan fırlayıp yanımıza geldi, malâyani söylemenin haram olduğunu tebliğ ederek emr-i raa'nıha bulundu.


ISri'lKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

311

—Evci. Hoca Efendi, hakkınız var. dedim. "Her ki zahmî hord/Elbet figanî dârcd" mısraı dilimin ucuna geldi. Bilmünascbci şurada arz edeyim ki derme çatma biliş ve kendi kendine gidiş ile başkalarını değil, insanın kendisini bile kurtarması mümkün olamaz. İman etmiş olduğum şu kanaat bu koğuşta bir iki gece birlikte geçirdiğim iki zat karşısında apaçık onaya çıktı. Şeyh Süleyman Efendi ve Şeyh Ali Haydar Efendi Bunlardan biri Sofi Süleyman Efendi, diğeri Şeyh Ali Haydar Efendi idi. Vakıa ikisi de okumaktan ve namaz kılmaktan hemen halî kalmıyordu. Fakat biri ihtiyat olarak, diğeri zevk olarak yapıyordu. Biri çalıp alma suretiyle kavrayabildiğini bir takım indiyüt ilavesi ile tatbik etmeye ve ettirmeye uğraşıyor, di­ ğeri ehlinden okuyup okuttuğunu ve öğrenip zevkine vardığım tahkik mcncbc. sine çıkarmaya çalışıyordu. Hülasa. Şeyh ve müderris Ali Haydar Efendi sabahlara kadar uyumuş da olsaydı yine uykusu. Süleyman efendi gibilerin uya­ nıklığından meşhur hadîsin delalet ettiği üzcre.cfdal bulunacaktı. Ertesi gün mü daha ertesi gün mü haurlamıyorum. Sofi'yi aramızdan aldı­ lar. Hamal arkasında bir sandığı takiben geçliğini pencereden gördük. Cemaa­ tinden bazılannın parası emanet olmak üzere yanında bulunuyormuş. Sahipleri müracaat etmişler. Sofi onlan teslim etmek üzere çağınimış. Sonra trende bir. Icşük. Gündüzleri yiyecek ve gazete tedarik edebilmek, pencere müşahcdatından mana çıkarmaya çalışmak, aileden gelen ve gidenleri ancak kapalı cam ar­ kasından. yahut kapı aralığından görebilmek, bir şey lâ/.ım ise kâğıda yazıp memur vasıtasıyla bildirmek, bir şey getirmişlerse açıp bakmadan evvel memu­ ra göstermek gibi epeyce müessir meşguliyellerle geçiyordu. Buraya naklimizin ikinci günü hemşire ile hemşirezade müdrüriyet daire­ sine müracaat etmişler, araya sora kapının önüne kadar gelmişler, görüşülemiyeceğini haber alınca gcürdikleri enfiye paketlerini memura vermişler, bir şey isleyip istemediğimi sormuşlar. Memur bey paketleri verdi ve ne olduğunu sordu. — Üstündeki bandrol enfiye olduğunu gösteriyor. İsterseniz uhlîlhancyc gönderin. Müsaade ederseniz açayım ve çekeyim de görün, dedim. Bu kadar lakayyudun fazla olduğunu o da anlamış olmalı ki gülmeye baş­ ladı. Derhal birini açtım ve bir şemroe alıp karşısında kokladım.


iti 312

CUMHURİYE'r DÖNEMİ DİN VE DEVLETT İLİŞKİLEP^

ÇİLT 3

—Merak etmeyin, intihara hevesim yok. cümlesini ilave etlim. î

— Valideme selam götürsünler, ariyette ve rahatta olduğumu söylesinler. Param var. bir şey de istemiyorum. Lütfen tebliğ buyurun, dedim. Memur bunlan kapıdan söylerken ben pencerenin önünde durdum. Hem­ şire ve kerîmesi ağlaya ağlaya gidiyorlardı. Pencereye doğru baktılar, ve tabiî beni gördüler.

:■١I

— İyiyim, müsterih olun ve gidin, diye işaret etlim. Onlar nazardan kayboluncaya kadar kendimi tuttum, ama sonrası için göz yaşlarımı tutmaya imkan bulamadım. Halbuki bir gün evvel gelen ailesiyle görüşmek için karşıki daireye çağrı­ lan Ömer Rıza Bey. avdetinde: — Dön. beş yaşındaki çocuğumu kucaklamaya müsaade etmediler, diye ağlarken kendisini te.sclliye çalışmıştım. 24 saat sonra ve daha mahrum bir halde ben de ağlıyordum. Kendimi avutmak için Rıza Bey’in çantasındaki kiiablardan birini i.siedim. *Türk Teceddüt Edcbiyalı'' ünvanlı hacmen büyük bircild uzattı. Sayfalannı kanşıınrken bir yer nazar-ı dikkatimi çekti. Dikkatle okudum. Müellif, Sultan Mahmut Zamanındaki '.Pertev Paşa” ile Sultan Abdülaziz dev­ rindeki "Edhem Pertev Paşa”yı birleştirmiş, yani bu iki zatı, tek adam vehmiyle mütalâa yürütmüş. Teceddüt edebiyatının böyle yazılması ve maarif tarafından bastınlması. zaten müıcheyyiç bulunan asabıma dokundu. Uzunca süren gülü­ şüm üzerine, bazılan: Ne oluyorsun, diye meraklı meraklı sordular. Sualdeki icvchhümü anla­ dım. Korkmayın, çıldırmak için insanda kcmal.i akıl olmalı. Tamu’ş-Ş٧ tır ol­ saydık şimdiye kadar zivanadan çıkardık. Kitapta yarüış bir şey gördüm de ona gülüyorum, dedim ve meseleyi anlattım. Zevkine varabilenlerde gülmeye baş­ ladılar. Koğuşla münzevi bulunduğumuz günlerden birinde elime bir gazete geçti. Atfı Hocanın Şapka hakkmdaki mutaassıbanc hczcyanlanna cevap. olmak üzere Süleyman Nazif Bey’in "İmana Tasallut" ünvanlı bir risalesinin o gün intişar etmiş olduğu ilânlar kısmında haber veriliyordu. Ahlak ve mürüvvet namına son derece müteessir oldum. Hiss ve rikkat ne demek olduğunu anlaması lâzım gelen bir kalbin bu kadar zebun-keşane bir inti­ kam almaya kalkmış olması hafızama sığmadı.


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

313

İstiklal Mahkemesi Heyetinin Hapishane Ziyareti İstiklal Mahkemesi Heycii’nin İstanbul’a geleceğini gazetede okumuş, müdüriyet erkânının da müteaddit otomobil ile istikbale gittiklerini pencereden görmüşlük. Akşama doğru Atıf vc Nuruosmaniyc İmamı Hafız Osman Efendilerin getirildiklerini ve müdüriyet dairesine götürüldüklerini yine pencereden gördük. Her ikisinde yol hali olmak üzere ta.b vc sa’f vardı. 1341 (1925) Kanunievvel (Aralık)inin 23. (çarşamba) günü koğuşa gelen bir zat. Ömer Rıza Bey'i bir köşeye çekerek bazı şeyler sordu. Aldığı cevaplan bir kağıt üstüne geçirdikten sonra kalkıp gitti. Meğer bu sual vc cevap hafif imiş. Ha... Şurasını da unutmayalım ki mahkeme reisi Ali Bey. İsanbul.da isyan vc ihtilâle delalet eder bir şey bulunmadığını gazetelere söylemiş, bundan dola­ yı da İstanbul halkına teşekkür etmişti. Demek ki bizim hcyct.i fesadiye diye tevkifimiz, yahut resmî tabirle nezaret alımda bulunmamız vehm eseri idi. Doğ­ rusu ya, Reis Bey’in şu hak.güyânc beyanatına sevinmiş vc tahliye edileceğimi. zi ummaya başlamıştık. Çarşamba günü akşam üstü memurlardan biri beni çağırdı. —Azıcık bir yere gideceğiz, dedi. Doğruca eski Bâb-ı Ali'ye eski Sadaret dairesine gittik k şimdi orası İstanbul valisinin makamı, Vilayet da resinde bir odanın kapısı önünde durduk. Memur ismini söylcyip içeri, yani İst klâl Mahkemesi heyetine haber gönderdi. —Lüzumu kalmadı, götürsünler, denilmiş. Yine o memur ile koğuşa dön. dük. Arkadaşlar gidip gelişimin sebebini anlamak için başıma üşüştüler. Bir iki kelime ile meseleyi anlattığım gibi de iyiden tahliye ümidine düştüler. Oysa memurlar bizim için çoklan karar vermişlerdi. Biz boşu boşuna ümitleniyorduk. Ankara İstiklal Mahkemesine Götürülüyoruz. Meğer Ankara'ya götürüleceğimizi İstanbul ahalisi bizden evvel duymuş, yani o sabah çıkan gazetelerde okumuşlar. Seferimizin tebliğinden bir saat kadar geçer geçmez hemşire ile hemşire­ zademin geldiğini pencereden gördüm. İkisi de ağlıyordu. Hcmc٦ camı sürdüm


r

٥٠ 314

illi

‫أا؛‬,‫اإ‬

‫ﺍﺃ‬

ii

. ‫ ؟ ا ا ا‬1‫ا ن‬£ ^ ‫ل‬

CİLT 3

Mütccss ‫ ؛‬٢ o lm ia la n m . hemen c٧c gidip bana çamaşır gelinmelerini söyledim. Isliklai Mahkemesine gönderilecek bir mcvkdfun şu kadarcık bir İhıiiaı Cimckicn anık ihlirazj olamazdı. Giliilcr ve yeni bir bavul ile geldiler. Usul Uzcrc bavu! açıldı, içindeki çamaşırlar gözden geçirildi. Bcrekci versin ki kirli dcgildiIcr. Uç -Dört pakcl de enfiye vardı. Bu defa onlann tetkikine lUzum görülmedi. Daha doğusu hakkımızdaki lakayyul eskisi kadar degildi. Arkadaşlara gelip de öte ^ r i getirenler, koğuşa kadar giriyorlar ve memurlann huzumnda muhtasar.

'‫ ؛؛‬.1

!‫؛‬

CUMHURlYFI^ DÖNEMİ DİN VE DE^

‫إ‬

'•il

■'‫ﺍﺍﺍ‬ ‫ﺍ‬١ ‫; ﺍ‬

‫ '؛‬, ‫؛‬

,1 .‫ا‬

‫ا؛‬ ‫إ‬

‫ﺍﺍ‬

mUfid konuşabiliyorlardı. Ben de hemşire ve hemşirezadeye merdiven başında bir kaç kelime söyledim. Metin göriinmeyc gayret ederek hal ve lıarekeıimde korkacak bir şey olmadığını, inşallah ^ m a ı ederek döneceğimi, halta imam ve Hatip Mektebinden azlim hususunuda düzelteceğimi, kısaca anlattım. Valide, min ellerinden ö۴ rim. Merak etmesin, dua etsin. Haydi artik siz de gidin. Ankanı'ya vanşımızı iclgralla bildinmeye çalışınm, dedim. Çünkü onların hüngür hüngür aglaması karşısında ^ n im melanetim de sallanmaya başlamıştı. Boyun, lan bükük bir halde çekilip gittiler. Ka^olanın üstüne olurtlum. Hem İş gömıüş, hem kendimi oyalamış olmak İçin çamaşırları bavula yerleştirdim, üstündeki kayışlardan biri çekerken koptu. Yanımdaki igne iplik ile kopan yerden iliştirdim hademeden biri geldi. Bir şey isteniliyorsa, alacağını söyledi. Hem koğuşta, hem trende yemek üzere bir kaç françala ile peynir ve helva sipariş ettim Yatağımı bağlamak İçin bir ip, su ve abdest İçin de bir teneke ısmarladım. Bazılan da diğer siparişlerde bulundular. Hademe gitti. Ismarlanan şeyleri getirdi. Tene, kc ibrik yerine iki üç okkalık bir süt güğümü almıştı.

‫!ﺍ‬.

— N ısip bu İmiş, dedim. Fakat Ankara hapishanesinde işimize yaradı ki İçinde çay suyu kaynattık. Herkesin geleni gideni arasında SuUd Bey'in biraderi NursF Bey gelmiş ve bazı şeyler getirmişti. Ayak üstünde bir parça göriişebildi. Gece haber aldık ki hükümetçe gönderilecek mevkutlar İçin yalnız üçüncü mevki tren ücreti verilir, bilet farkı iklendiği takdirde ikinci mevkide gidilmesİne de müsaade edilirmiş. Bir de buradan istiLsyona kadar araba, hamal Ucre-

;‫؛‬

‫ﺓ‬ W

‫؛‬,

ti gibi şeyler yolculara aitmiş. Arkadaşlanian bazılan bilet farkını verip ikinci mevki ile g i ş e y e karar verdiler. Ben de 0 karara uydum. S a b ^ lcy in erkenden kalktım. Namazdan ve Sicak Sicak bir çaydan sonra yatağımı baiiimiycyc sardım. Aldırdığım iple de bağladım. Ol minder üstüne oturup E k lem eye başladım. Seferde hafif yükün olmasıra sevdiğim halde yatak, bavul, nevale çıkını, teneke gügüm ve şemsiye gibi göıürcmcycccğim deremde eşya toplanmıştı. Herkesin de eşyası böyle idi.


IS^rlKLAL MAHIİEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

315

Binaenaleyh ücreti tarafımızdan verilmek üzere bizim ve eşyamızın otomobil­ lerle nakli gerçekleştirilmişti. —Eşyamızı meydana indirin, denildi. Pılı.pırtımızı birer ikişer taşıdık. Müdüriyet avlusunun orta yerine koyduk. Otomobiller geldi. Bunlar bizi Hay­ darpaşa vapur iskelesine kadar götürecekmiş. Eşyamızı yüklettik, kendimiz de üçer, dörder bindik. Allah’a Mütevekkilen, polis müdüriyeti dairesinden çıktık. Vakit erken olduğu için sokaklar kalabalık değildi. Maamafih gelenler geçenler bizim katan görünce durup bakıyor, yanımızdaki muhafaza memurlun dolayısı­ yla da bu mevkibin gelin alayı olmadığım anlıyordu. Bfıb-ı Ali yokuşundan inerken bilâ-ihtiyar eğildim. Aşir Efendi sokağında ve Yeni Türkiye .Maibası üs­ tünde bulunan bizim idarehaneye baktım. (Mahfcl Mecmuası idarehanesi) orada duruyor, lâkin benim bakışıma göre vaz’ ve tavnnda hüzün alametleri görünüy­ ordu. Eminönüne geldik. Köprü henüz kapanmamış olduğu için vapura kayıkla gitmek lâzım geldi. Yanımızda birer polis olmak üzere eşyamızla bcral٠>cr kayık­ lara doldurulduk ve Haydarpaşa iskelesi dubalanndan birine yanaştık. Kayıkçı ile eşyamızı kayıktcın çıkanp vapura götüren hamallann ücretlerini verdik. Ken­ dimizin ve eşyamızın biletlerini aldık. Bir de gazete tedarik ettikten sonra vapu­ run ikinci mevkiine girdik. Birinci safhada hepimizin ismi yazılıyor ve gazeteci lisanıyla mufassal malumat veriliyordu. Galiba Atıf Efendi'nin resmi de mündcriç bulunuyordu. Haydarpaşa’ya çıkanidık. İstasyondaki polis idaresine getirildik. Cemaatı­ mız epeyce kalabalık imiş. Orada ikinci mevki ile gitmek isteyenlerin isimlerini yazdılar. Fakat bir mesele ortaya çıktı. Muhafız polisin de ikinci mevki ile git­ mesi . binaenaleyh onun bilet farkı da verilmesi lazım geliyormuş. — Pekiyi, dedik ve adaın başına 5'cr lira verip vagona girdik. Bizim kom­ partımanda mahkeme davetlilerinden üç kişi vardı ki biri ben idim. Diğeri Suûd Bey. üçüncüsü de Kars maltkemcsi sabık sulh hakimi Erzurumlu Zühiü Bey idi. Yanımızda bir de polis bulunuyordu. Galiba lO’dan fazla bulunan polislerin amiri ve bizim şevkimize memur olmak üzere iki de komiser vardı ki biri Kâzım Bey. diğeri Çerkez İsmail Hakkı Efendi idi. Kâzım Bey. götürülenler içinde en hafif cürümlü ben olduğumu söylemiş. İsmail Haki Efendi de yasak olmasından dolayı olacak ki-yolda benim elimde gördüğü küçük bir çakıyı. Suûd Bey.in de tırnak maka.smı almıştı. Tren hareket elti. Aralık ayı içinde güneşli ve mutedil bir hava ile se> ahaic başladık.. İki larat'la iki polis durduğu, bir tane de yanımızda oturduğu ıçm


316

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLE!' İLİŞKİLERİ

C İL T 3

vagon içinde serbest idik. Koridora çıkmamıza, pencereden bakmamıza, gidip elimizi, yüzümüzü yıkamamıza mümaneal edilmiyordu. Zühtü Bey.le konuştuk ve tanıştık. Kendisi hakimlikten istifa etmiş, memleketi bulunan Erzurum’da ticarate başlamış, birkaç aydan beri İstanbul'da imiş. Tevkif sebebini bilmediği gibi polis müdüriyetinde sorgulanmamış henüz. Tabiî biz de bildiğimizi, yahut halâ bilmediğimizi anlattık. T utuklular A nkara'da Nihayet vagonlardan Ankara’ya geldik sesleri duyulmaya başladı. Ankara gözüküyor, dediler. Herkes gibi ben de pencereden baktım Ger­ çekte posta pullan üstünde gördüğüm heybetli bir manzara ufukta teressüm edi­ yor. yaklaştıkça daha ziyade meydana çıkıyordu. Nihayet istasyon önünde dur­ duk. Vagonlardan indirildik. Üçer dörder kişi olarak arabalara bindirildik. Araba ücreti ile eşyamızın nakli masrafı yine tarafımızdan ödenmişti. Araba, is­ tasyondan şehre doğru ilerlerken etra.'a bakındım. Ankara bana sıkıntılı gelme­ di. Aksine işittiklerimin hilafı olarak sevimli göründü. Doğruca polis müdüriyetine götürüldük. Arabalardan inmeden istiklal Mahkemesi'ne sevk edildik. Ve kapısı önünde inip merdivenlerden çıktık. Girdiğimiz bina iki katlı idi. Ortada sofa, yahut bir koridor, sağında komi­ ser odası. solunda da mahkeme ittihaz olunan salon vardı. Bizi getirenler ٠ isimlerle teslim ettiler. Artık mahkemenin malı oitnuştuk. Hep birden bahçeye ٧ ıkanldık. Jandarmalar etrafımızı kuşattı. Tüfeklere süngü takıldı. İçimizde bulunan iki Musevfden biri süngülerin panllısını görünce bilâihıiyar: — Ay ay ay! dedi. Meğer tahtel-hıfz hapishaneye gönderilecek imişiz; bazılanmız jandarma kumandanına: İmkan varsa otomobil ile gitsek, dediler. Kumandan müsaade etti. Şehir içinde yolcu taşıyan geniş otomobillerden iki üç tane getirildi. Biz doldunılduk. Yanımıza ikişer de tüfekli Jandanna bindi. Hapishane yolunu tuttuk. A üf Efendi ile bir otomobile tesadüf etmiştik. —Geçmiş olsun, dedim. — Eveu kefeni yırtük Bereket versin ki Muharrem ile tanışmıyordum, ccvabuu vcrrli. —Şapka Risalcsi’ndcn 45.ini iade etmiştim ya. dedim. Tasdik elti.


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

317

Ankara Hapishanesine geldik. Önünde süngülü jandarma bekleyen cümle kapısının önünde otomobilden indik, İkişer ikişer içeriye girip geniş bir meyda­ na dizildik. Bavullanmız. çıkınlanmız muayene edilecekmiş. Bavullann anahtarlannı mührümün zincirine takmıştım. Çıkanp bavulu açtıktan sonra zcnciri yeleğimin cebine atüm. Meğer telâşla dışanya bırakmışım. Her ikisinin düşüp kaybolduğunu sonradan anladım. Muayenede çamaşırlar alt üst oldu. Enfiye pa­ ketleri istizah ve izahı icap etti. Jandarma herşeyi tekrar kanştırmaya başladı. Oğlum, esrar anyorsan buraya getirilişimiz de... demek hatırıma geldi ama iki taraf için söylemek ve anlamak mümkün değildi. Bir de üstümüzü başı­ mızı yoklama ettiler. Bu sefer dayanamadım: —Bir tırnak çakısı vardı, yolda aldılar, dedim. İngiliz ve Fransızlar Gibi Arama! Bir defa böyle bir muayene de İstanbul işgali zamanında gcçinmişiim. O menhus demlerde bir gece sokağa çıkmıştım. Karşımda işgal zabıtasından bir kaç tanesi peyda oldu. Yanlannda bizim polisten, yahut Rum, Ermenî tercüman­ lardan biri vardı. O: — Eller yukan!.. Emrini verdi. Tabiî kaldırdım, Fransız yahut İngiliz veyahut hangisi ise biri ceketimi yoklarken yumru ve sert bir şeye temas etti. Bunun üzerine büyük bir ihtiyatla elini cebime soktu. Ben işi bildiğim için lûkayıça duruyordum. O kadar telaş ve ihtiyat ile çıkardığı cismin enfiye kutusu olduğunu görünce benimle beraber güldü ve: — Pardon! deyip geçliydi. 0 ١ağyar tekmesi şimdikisi ise yar değmesi idi. Gariptir ki bu değme, o tekmeden fazla beni müteessir bırakmıştı. Muayenemiz bitli. Cümle kapısının sağ tarafındaki müdüriyet dairesine götürüldük. Burası iki katlı bir bina idi. Bir ciheti önündeki odaya, bir ciheti de dahildeki meydana ve karşıdaki koğuşlara nazır bulunuyordu. İnşaâiı henüz tamam olmadığı için korkuluğu olmayan bir merdivenden çıktık. Sağ taraftaki müdüriyet odasına girdik. Kâtip Efendi kün­ yelerimizi kaydetti. O vakte kadar da istasyondan yataklanmız gelmiş, dışariki koridora yığıl­ mıştı. Yatağımı omuzladım, sol cihete, yarü hapishane meydanına nazır koğuşa götürdüm. Burası iki pencereli, oldukça büyük bir oda idi. Zemini çimento oldu, ğu gibi içinde demir bir sobadan, duvarlardaki bazı yadigar yazılardan vc resim-


318

CUMHURİYET DÖNEMİ DlN VE DEVLE.!' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

J . . .

11‫؛‬

1

'

Icrdcn başka bir şey yoktu. Yalağımızı çimentonun üstüne yayacak, daha üstüne de kendimiz uzanacaktık. Suûd ve Ömer Rıza Beyler de oraya gelmişlerdi. Bir aralık gardiyanlardan biri: — Yalağımızın alıma hasır isterseniz aldıralım. Beheri 15 kuruştur, dedi. Bir de numune gösterdi ki ancak üç tanesi bir yalak kadar olabilecekti. Yarımşar lira verdik, üçer tane getirilmesini rica ettik. Eşyamızı istasyondan getirmiş olan polis -ki galiba ismi Hakkı Efendi idi- her üçümüze: — Arkadaşlannızdan bir kısmı karşıki 8. koğuşa gidecek. Orası nisbeten rahat ve serbesttir. Siz de oraya gitseniz, fena olmaz, dedi. Hemen yataklarımızı omuzlayarak dışanya çıktık. Merdiven başında bir jandarma neferi, yalağa sanlmış olan ipi yakaladı. Ve çözmeye başladı. İşi anla­ dım. Şu hareketle iniihanma mani olmak isliyordu. —Arkadaş! Ben buna kendimi değil, yıkayacağım çamaşırını asacaktım, dedimse de dinleiiiremedim. Neyse merdivenden indik. Meydanda toplandık. Gardiyanbaşı. Şahin Bey olduğunu .sonradan anladığımız bir zai geldi. Karşımızda yüksek duvara takıl­ mış demir kapısının yine demirden iki tane kol demirine asılı kilitlerini büyük bir icrrakc ile açtı. İçeriye doğru: —Büyük odanın yanına! diye haykırdıktan, bizi de birer birer içeriye tıktıktan sonra aynı gürültü ile kapı­ yı çekip kilitledi. 1341 Kanunievvel'inin 26. Cumartesi günü girdiğimiz şu mahpes, 150200 metre kare bir alanın sağ köşesine yapılmıştı, iki üç ayak merdivenle çıkı­ lan kapısının henüz k:ınaılan takılmamıştı. Böyle kalması da içindekiler için lam bir hayr olmuştu. Çünkü içeride teessürle bunalmış olanlar akşam ve gece kapı dahilindeki genişliğe çıkıp dolaşabiliyor ve nefes alıyordu. Bizim menzilimiz kapının karşısındaki orta koğuş idi. İçeri girdik. Oturan bir kaç kişiye verdik. Bunlar 5 Kayserili, bir Mckkcli. diğeri Mcdincli olmak üzere 7 kişi idi. Bizi de banndırmak için biraz toplandılar. Ona koğuşa yerleşlile

Odada soba yoktu. Kayserililer. aJdırdıklan mangal ve kömürle hem ısını­ yorlar. hem de yemeklerini pişiriyorlardı. Hacı Şeyh ve Hacı Abdullah Efendi­ ler gerek beni, gerek Ömer Rıza Bey'i ismen lanıyorlarmış. O isimlerin müsemması olduğumuzu anlayınca hürmci vc riayette bulundular. Hocaların riayetini görünce diğerlen de ihtiramdan geri durmadılar.

I


İS1.İKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHiR.UL MEVLEVİ

319

Bir kaç kelime anlaşıldı ki orüarda bizim gibi şapka meselesinden dolayı gcıirilmişler. Demek ki bu koğuşta bulunan 19 kişiden 17’si şapka müıichemi idi. Refael Efendiler ise de Bursa’da fiyatlann lezyîd veya lenkîsi ile alâkadar bulunuyorlardı. Hapishaneden Aileme İlk Telgraf Şunu da kayd etmeliyim ki bizi götünen zabıta mcmurlanndan olup 8. ko­ ğuşu tavsiye eden polis Hakkı Efendi bizimle beraber koğuşumuza kadar gel­ miş. Allah'a ısmarladık derken, evlere mektup ve haber gönderecek isek, bizzat götüreceğini vadctmişli. Mektup yazacak kadar vakit olmadığı için birer telgraf yazdık. Keşîde ücreti ve teşekkürümüzle berabar Hakkı Efendi'ye verdik. Vakıa çekilecek telgraflar müjde halinde değildi. Lâkin saadetimizi müşîr olmamakla beraber selamet ve istirahatımızı muhbir idi. Ben "Ankara icvkilhanesinde ve allyeiieyim." diye yazmıştım. Hapishane yerine "tcvkilhane" kelime­ sini kullanışım da ailemi mümkün menobc te.sliyei etmek içindir. Yoksa hakkı­ mızda henüz tevkîf müzekkeresi olmadığı halde Ankara'nın Ccccci’dcki hapishanesinde ve onun 8. koğuşunda bulunuyorduk. Buranın bizden kıdemlisi bulunan Kayserililerden öğrendik ki yanı başı­ mızdaki koğuşla bulunan 30-40 misafir, Maraş'ın eşrafı ve mccalis azası imiş ki içlerinde Halk Fırkası mutemedi ile sabık mebusu da bulunuyomıuş. Bunlar şapka giymek hususunda ağır davrandılar diye Vali taralından gönderilmişler. Kendileri eşraf ve a'yiindan olduklan için burada akşam ve sabah lokantadan yemek gciiriyomıuş Maiyetlerinde mulıkûmlardan iki tane hizmetçi varmış. Biz de islersek ücretle öyle bir adam istihdam edebilirmişiz... Buranın mıhmanlanna akşamdan akşama ancak birer okka ekmek verilir. Yiyemeyip satmak istenilirse jandarmalar tarafından okkası 7.5 kuruşa alınırmış. İstanbul tevki !hanesi ile ha­ pishanesindeki tutuklu ve hükümlülere yemek verildiğini biliyordum. Bir vila­ yet olan İstanbul ile Payıiahi-ı Cumhuriyet bulunan Ankara'daki şu farka hayret etlim. O vakit Ahmet Şiranî Efendi'nin beraet ve avdetinde "Ankara Hapishane­ sinde sade ekmekle epeyce riyazet çektim." demiş olduğu hatınma geldi. Maa. mafih hapishane dahilinde bakkal da varmış ki ne aranılırsa dükkanında bulu­ nurmuş. Yağlıkçı Hüseyin Efendi'nin haremi, bizim trenle Artkara.ya gelmiş. İs­ parta Mebusu Hacı Hüsnü Efendi'nin hanesinde misafir olmuştu. O münasebetle


320

c u m h u r iy e t

DÛNEMİ DİN VE DEVLE T İLİŞKİLERİ

CİLT 3

hcrgün hapishane kapısına bir adam gelecek ve Hüseyin Efendi ile biraderine lazım olan şeyleri alıp gctirccckli. Bunu öğrenmiş olduğum için arkadaşlara müşicrck maişet ıckIirındc bulundum: —Her birimiz ayn ayn masraf edeceğimize içimizden birine hesapla bir kaç para verelim. İhtiyacımızı da bir kağıda yazalım. Hüseyin Efendi'nin adamı gelince onun vasıtası ile tedarik edelim^dedim. Teklifim kabul edildi. Bunun üzerine 5٠cr lira toplanıldı. Mesarif memuru tayin olunan Zühtü Bcy.c verildi. Ki diğer koğuşlara aynimcaya kadar bu müş. terek masraf devam etmişti. Müşavere ile bir de levazım pusulası yazıldı. Akşam yemeğinde gelen sefer tası ve bakkaldan alınan öteberi ile iktifa ettik. Suûd Bey in yatak çarşafı sofra bezimizi teşkil eylemişti. Koğuşun bir duvannda beş numara bir lamba duruyordu ki gazı idareden veriliyormuş. Lîikin lambayı Kay،scrililcr almışlar. Onunla göz göze görmez bir halde kalacağımız için bakkaldan bir tane de biz aldık. Lâkin idarenin gazı erte, si gün verileceği için yine bakkaldan doldurttuk. İki duvarda iki lamba yanınca koğuşumuz vakıfsız türbe kadar aydınlandı. Akşam ve yatsı namazlarını ccmaaatlc kıldık. Zaten orada kaldığımız müddetçe ya Hacı Şeyh Efendi, yahut Seydişehirli Haşan Efendi imam oluyor, namaza isteği olanlar da onlara iktidâ ediyordu. Halta Ömer Rıza Bey. benim şapkamın içindeki astan, namaza duracağı vakit takke olarak kullanıyordu. Namazdan .sonra biraz sohbet ettik. Kayserili Mustafa Efendi lûtîf bir kimse idi. Kendisine niçin buraya getirildiğini sorduk; —Herifin biri 50 yıl geç­ tikten sonra kansma 'Avrat, seni boşayacağım", dimiş. O da Peki ama soranlara ne diyeyim?., diye.sormuş. Beni de getirdikleri bir şey değil, lûkin soranlara cevap bulamıyorum. Eğer şapka giyecek olursam kendimi Kızılırmaka atanm, demiştim. Şapka başımda, kcndim.de buradayım. Demek ki ben giymişim, hem de ırmağa atılmamışım, dedi. Mustafa Efendi en ziyade hemşehrisi ve yatak komşusu olan E. Mihran Efendi de: —Ben de bilmiyorum. Hatla ilk giydiğim gün bizim kan, beni kasa hır­ sızlarına benzetti, deyince: —Ne diye bilmiyon? Anadan babadan doğme gavur değil misin- sorusu­ nu irad ediyordu.


ist ik l a l

MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHiR.UL MEVLEVİ

321

Uyumak, yahut düşüncelerimizi biraz unutmak emeliyle yattık. Ortalık aydınlanınca kalktık, namazımızı kıldıktan sonra kıdemli arkadaş, lanmızın pişirip verdikleri kahveyi içtik. — Acaba bugün mahkemeye çağınlır mıyız? diye birbirimize soruyor, duk. Sonra anladık ki yanı başımızdaki Maraşlılar bizden evvel, koğuşumuzdaki Kayserililer ise onlardan da evvel gelmiştir. Diğer koğuşlarda da kıdemliler var. mış. Demek ki bize nöbet gelinceye kadar epeyce vakit geçecek. Çare ne? El. hükmü lillah!... Güneş doğmuştu. Rutubetten tavlanan vücudumu güneş ışığı ile ısıtmak için koğuşun bahçesine çıktım. Maraşlılardan bazıları da orada idiler. İçlerinden birine "Doktor" diye hitap ediyorlardı. Bundan istifade etmek istedim. Çünkü, sağ gözüme kan gelmişti. İçinde bir şey batıyor. Beni rahatsız ediyordu. — Doktor Bey. hezaketinize iltica ediyorum, dedim. Pek nazik bir tebes­ sümle: —Neniz var. Efendim? diye sordu. Gözümden rahatsız olduğumu gösterdim. Meğer kendisi göz mütehassısı doktor Veliyuddin Bey imiş. Muayene edince: —Azıcık durun, dedi. Gidip bir parça pamuk gelirdi. Onunla gözümü si­ lince ızdırabı derhal zail oldu. —Aman doktor, bu hezaket değil, keramet oldu, dedim. Dünkü telgraftan sonra bugün, yani hapishaneye girişimizin ikinci günü valideme bir mektup yazdım. Ankara tevkifhanesinin 8. koğuşunda misafir ol­ duğumuzu, gayet müsterih ve afiyette bulunduğumuzu bildirdim. Kendi masu­ miyetimle beraber istiklâl Mankemesi'nin hakkaniyetine emin olduğumu da ilâve ettim. Hapishaneden yazılan mektuplar açık olarak gardiyan-başıya teslim edi­ lirmiş. İstanbul'da polis müdüriyeti nezarethanesinde iken lâzım olur diye kâğıt, zarf ve posta pulu aldırmıştım. Mektubu, pulu yapışmış, zarfı yapıştırılmamış olarak başgardiyan Şahin Bey'in-bizim koğuşun karşısındaki-odasına götürdüm. Huzurunda hürmetli bir reverans yaptıktan soıu٠a: Şumu valideme gönderece­ ğim. Lütfen okusanız da mündcrccatı muvafıksa postaya yollasanız. dedim. Vc zarfı uzattım. Okudu, içinde şikayete dair mana değil, imaen bile bulunmadığı için yazı­ lışını uygun gördü.


CUMHUl^YEl' DÛNEMİ DİN VE DEVl^Err İLİŞKİLERİ

CİLT 3

t

— Dursun da postaya gönderelim, dedi. Tefekkür ederek odasından çık­ tım. Bu zatın Çerkeş olduğu ifadesinden anlaşılıyor» evvelce subay bulunduğu da söyleniyordu.. Bize karşı yüzünün güldüğü görülmüyorsa da kaşlannın gayz ile çatıldıgı da müşahede edilmiyordu. Kısaca söylenilmek lazım gelirse fena bir baş gardiyan değildi. Şeref-i mücavereli de bizim için fayadalı idi. Çünkü kendisine kolayca müracaat edebiliyorduk. O da bize hüsnü hizmet ve muave­ nette kusur etmiyordu. Hatta Suûd Bey’c 7-8 liraya doğru kullanılmış, nakli kabil bir karyola satmıştı. Latife olarak koğuşa onun adına izafe ile "Şahin Paşa Oteli" tesmiye et­ miştim. ki bu tesmiye koğuştakilerin hcpsince de kabul olunmuştu. Gündüzleri sabah namazından sonra çay içiliyor, kahvaltı ediliyor, çektiği rutubet kurusun diye yataklar alı-üsi çevriliyor, hava açık ise bahçeye çıkılıp günc.şic epeyce müddet dolaşılıyor, mahkûmlardan olup da iraş etmesine müsadc edilen ve koğuşları haftada iki del.a dolaşan berberden, yahut ara sıra başka ko­ ğuşlardan gelen gardiyanlardan havadis idmmaya uğraşılıyor, ara sıra birer ba­ hane ile Şahin Bey'in odasına girilip penceresinden müdüriyet dairesine, oranın bizim koğuşa nazır cephesinde bulunan yol arkadaşlanmızı görmek için bulundukJan odanın pencerelerine bakıyor, tesadüfen onlar da bakıyorlarsa gözle kaşla aşinalık ediliyordu. Öğle yemeğinden sonra da yürek ezintisi, onun şev­ kiyle bahçe gezintisi gibi şeyler iştigal vesilesi oluyordu. Ömer Rıza Bey. yatağına uzanıyor, çantasında bulunan İngilizce bir eseri ıcrccmc ile uğraşıyor ve kendini avutuyordu. Benim yanımda ise kitap namına bir şey yoktu. Kayserili Hacı Şeyh Efcndi.nin Mushafını alıyor. Kur’an-ı Kerim okuyordum ki o koğuş içinde iki-üç hatim indirmiştim. Hafta sonlarına doğru idi ki validemden bir mektup geldi. Benim için gece gündüz dua ve inşallah yakında beraat kazanacağımı ümiî ettiğini söylü­ yordu. Anacığımın ağlamaklı hayali gözümün önüne geldi. Göz yaşlanmı zabi etme imkânı bulamadım. Gözlerimden coşan yaşlar sakalımdan aşağı dökülme­ ye başladı. Onlann dökülmesi ile içimdeki teessür zehirleri de biraz mündcfı olmuş ki kalbimde biraz inşirah duyar gibi oluyordum. Kayserili Mustafa Efendi'nin sesini işinim. Bana hitap ediyor ve teselli etmek isliyordu da; — Ulan Hoca! Bize nasihat verecek yerde oturmuş avrat gibi ağlıyordun. Sen böyle yaparsan biz nidelim ki? diyordu.

li.


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

323

— Hakkın var. Muslafa Efendi! Validemin mektubunu alınca kendimi tu­ tamadım. dedim. — Hele gel. seninle bir kahve içelim. Biraz yârenlik edelim, diye beni ça­ ğırdı. Gittim. Konuştuk. Pişirdiği kahveleri içtik. Hakikaten adamcağızın safvcii bana bir neşve verdi. Maraşlılann ziyaretçileri, hususiyle mebuslan eksik olmuyordu. Aramız­ da bulunan ٠ Ispartalı Yağlıkçı Hüseyin ve Muslafa - Efendileri de mebuslan Hacı Hüsnü Efendi ve Mükerrem Bey sık sık ziyaret ediyor, kendilerine ıcsIiycı veriyordu. Mükerrem Bey. İstanbul'da komşumuz ve mebus olmadan evvel sık sık görüşüp konuştuğumuz bir zat iken müdüriyet dairesinden bir selâm gönderme­ ye tenezzül edememiş, yapui öyle bir yerde pek kıymetli olan şu kadarcık bir lüıûf hatırına gelmemişti. Muhtelif memleketlerden getirilen luiuklulann mebusları gelip /iyarciic bulunduklan, hiç olmazsa gönül aldıklan ve dua kazandıkla□ halde İstıınbul mebu.sları namına gelen giden olmamıştı. Maamallh böyle olması da labifbir şeydi. Bizim orüan değil, isimlerini bile bilmediğimiz gibi onlar da bizi tanımı­ yorlar ve öğreruneyc lüzum görmüyorlardı. Suûd Bey evvelden beri tanıdığı ve samimî görüştüğü Veled Çelebi ile Behiç Bey'c birer tezkere yazmak isledi; — Yazma, cevap vermezler, dedim. — Efendim, onlar hukukperver kimselerdir, dedi. — Peki, söyleyen ben değilim, dedim. Her ikisine de birer le/kcre ya/ıp gönderdi. Fakat benim zannımda mucib olduğum tahakkuk elli. Ve onlar hiç cevab vermediler. Ocak 1926'nm ikinci Cumartesi günü idi ki hava soğumuş, hazin hazin kar yağmaya başlamış, felek bizi biihçeyc çıkıp hava almaktan da mahrum ede­ rek dam altında kalmaya mecbur bırakmıştı. Akşamı koğuş içinde yatmak ızdıran hasılolduğu için tevkînmden o ana kadar geçen halleri unutmadan kaydetmek haiınma geldi. Pencerenin demir par­ maklığı arkasından: — Bakkal Efendi, diye seslendim. Neden sonra görünen çırağa lütfen bir ufak defterle bir kurşun kalem getirmesini, lâkin kalemin )*ontulmasmı da rica etlim.

■1


324

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLET ILIŞIULERİ

C İLT 3

Kalem, defler geldi. Ömer Rıza Bey'e: — Scrgüzcşınâmc yazacağım, dedim. Pek haklı olarak men eui. Ben de kabul ellim. Vakıa uğradığım şu fclûkeii alnımın kara yazısı biliyor, cilve-i ka­ derde leslimiyel gösieriyor. mağduriyetimden dolayı Zeyd'i, Amr'ı muaıcb lulmuyordum. Öyle olmakla beraber tahrîr esnasında kalemin tuğyan edebilmek ihtimali de vardı kİ her an yoklama edilmemiz pek mümkün olan böyle bir yerde o gibi tuğyanımın aynca bir suç teşkil etmesi muhakkaktı. Binaenaleyh sergüzeşt yazmaktan vaz geçtim. Yalnız tevkifimden itibaren geçen günleri tevrih ettim. Buna da çıkıncaya kadar devam ettim. O mevkufiyet tarihçesine şu kıt.a ile rubaiyi de yazmıştım: Növhct gelerek liitf ile hiz de aranılsak. Çıksak dışarı zümre-İ ahrara kantsak. Ey Mahkcmc-i Aliye-yi adile artık, Agıış-i rclürnanenı açsan da atılsak! Bî cürm ve lâ cünha ilahı, efsııs Kaldım burada esir ü hevar ü mahhus. Ey Halik bîçare nüvazım imdad. Oldum meded gayrden artık meyus!

Evcl١ şu rubaide söylediğim gibi mcdcd.i gayriden meyus olmuş, halkın yardımından ümidini kesmiş. kurlulu.şum için ancak Allah'ıma rabl-ı kalb eyle­ miştim. Böyle yaptığım için de o musebbibu'l-esbab. benim gıyabımda ve habe­ rim olmaksızın bir çok kimseyi öteye, beriye müracaata ve hakkımda hasbeten lillah şehadete sevk eylemiş! Adamcağızı Mahfel'de Resmi Var Diye Tutuklamışlar O gece yatsıyı kılar kılmaz yalıım. Her tarafım ağmyordu. Pek dalgın bir halde geceyi geçirdim. Sabahleyin gözümü açabildiğim vakit arkadaşlar çay içi­ yorlardı. Bana da bir kadeh verdiler. Çayı içerken Suûd Bey; _Ihsan Mahvı de mevkuf imiş. Bizim ıcvkıfımizdcn sonra onu da evin­ den almışlar, polis müdüriyetinde epeyce alıkondukıan sonra yukariki koğuşlar­ dan birine göndermişler. Şimdi burada imiş. dedi.

î


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİRTIL MEVLEVİ

325

Müteessir oldum ve kimden duyduğunu sordum. — O koğuştan içeriki koğuşa biri gelmiş. Bizi İhsan'dan işitmiş olduğu için sormuş. Seni uyandırmak istemedim. Ben gittim, görüştüm. Öğrendim, ce­ vabını verdi. İhsan Mahvı Bey; Mevlcvî muhibbanından idi. Benden de biraz Farisî okumuştu. Askerî hesap memurluğunda, İran'ı, Irak'ı dolaşmış, gelmiş. İstan­ bul'daki Meclis.i Mebusan'ın muhafaza bölüğü hesap memuru iken rahatsızlığı­ na binaen askerlikten çekilmiş. Sonra Maarif Vekaletine intisap ederek Orta Tedrisat mümeyyizliğine kadar yükselmişti. Merhum Abdülhalîm Çelebi Anka­ ra’da bulunduğu sırada deslar sannması için izin vermiş, o da sikkcli, destarlı çıkamıgı fotoğransinden bir nüshasını bana göndermişti ki Mahfe! idarehanesin­ de duran bu fotoğrafının taharri esnasında alınıp götürüldüğünü haber almıştım. Destar şevkiyle şeyhliğe de özenen İhsan Mahvî bir aralık Ankara Mcvlcvihanesi mcşîhatı için Çelebi'ye müracaatta bulunmuş, isteğinin tcrvîci için Yeni Kapı Mcvlevîhancsi Şeyhi Abdülbakî Efendi'ye tavsiyede bulunmamı da bana yaz­ mıştı. Bense Bakî Efendi'ye tavsiyede bulunacağıma bu fikirden vaz geçmesini, maksat neşr-i ma'rifete hizmetse bulunduğu vazifede bu liizmctin ifası mümkün olduğunu bildirmiştim. Tevkifinin sebebini anlamak ve az çok malumat almak için davrandım. Maraşlılann bulunduğu odaya gittim. Diğer koğuştan gelen zatı gösterdiler. Şal­ var üstüne palto ve kasket giyinmiş bir zattı: Bağdaş kurmuş oturuyor ve önün­ deki nargileyi guruldatıyordu. Birbirimizi tanıttıktan sonra kendisinin Maraş tüccarlanndan olduğunu, şapka meselesinden tevkif edildiğini, halbuki Maraş'la şapka aleyhine vuku bulan haraket esnasında orada bulunmadığını hikâyeden sonra İhsan Bey'in se­ lamını tebliğ eyledi. Epeyce müddet yukanki koğuşta arkadaşlık ettiklerini söy­ ledi. — Niçin tcvkîf edilmiş, diye sordum. — Sizin İstanbul'daki idarehanede resmini, Suûd Bey'in evrakı arasında da bir mektubunu bulmuşlar. Onun üzerine buraya telgraf çekmişler. Buraca da evi aranmış, tekkelerin lağvından. Mcvlevihanclerin istisnası temennisine dair Çelebi Efendi'nin Gazi Paşa.ya takdîm eylediği arz-ı halin müsveddesini bul­ muşlar. O arz-ı hali niçin yazdığını sormuşlar. Yalnızca temize çekliğini söyle­ miş. Müsveddesini kim yazmış, demişler. Bilmiyorum, belki Tahinı'l-Mcvlevî yazmıştır, cevabını vermiş. Onun üzerine polis müdüriyetine götürmüşler. Bir


٠٠

326

CUMHURİYET DONEMt DlN VE DEVlErr İLİŞKİLERİ

C İL T 3

‫ ا'ا‬1 :

kaç gün orada k‫؛‬،!diktan sonra buraya getirmişler, malumatım vermi‫؟‬... Biraz daha konuştuktan sonra teşekkür ederek kalktım. Teessürtim tabiî Ihsan gibi bir -gencin tc٧ kîf edilmesinden, hayretim de yine ihsan gibi bana hünncik٠٩rdavra nan bir kimsenin su‫ ؟‬sayılmakta olan bir hareketi ''belki'' kaydıyla olsun, ban‫؛‬، .isnat etmesinden ileri gelmişti -Zavallı ihsan, sonralan İstanbul'da Kadıköy Orta Mektebine Türkçe mu .allimi oldu. 29/30 Aralık 1926 Çarçamba gecesi vefat etti

‫؛ﺍﺍ‬

.Halta yazmadıgım şeylerin bana isnat edilmesi bununla ikinci oluyordu -Evet, yukantla izah etmiş oldugum vech ile istiinbul imam ve Hatip Mek -lebi muallimler encümeni tarafından tanzim ve takdim edilen mazbatanın müs veddesini ^ n yapmadıgım gibi, Çelebi'nin Riyaseı-İ Cumhur Makamına bir ara-1 lıal venniş olduğunu da yeni işitiyordum. Birinci isnat ile mektep mUdUrii sabıkı Mehmet Hilmi Efendi, ikinci ile de Miiiirif Orta Tedrisat mümeyyizi .ihsan Mahvî Bey. ^ni kendine siper-i kaza yapmış oluyordu -Ne diyebilirdim? Bulunduğum hal ve mevkie göre teslimiyet gO.stcımek ten ve hakikatin meydana ‫ ؟‬ıkmasını beklemekten b٤ışka çare yoklu, ihsan -iMahvî'nin şu İsnadı, vaktiyle maraz kalmış oldugum diger bir iftirayı ve 0 mü nascbeilc "ileri'' Gazetesine yazdığım bir makaleyi de ban‫؛‬، hatırlattığı İçin bur‫؛‬،.da ondan da bahse lüzum gördüm Kuva-1 Milliyc.nin Yunan'‫؛‬، gale^si ve İstanbul'dan 1'tilâf Erkânının lîrart üzerine 0 meyanda savaşan mahud kozmidi.nin bir ‫ ؟‬uval evrakı kaldığı, onun -İçinde de zcvai-ı marafenin isimlerini ihtiva eden bir defler bulunduğu Anka ra'da ‫ ؟‬-ikan ''Yeni Gün'.dcn naklen İstanbul'un bütün gazetelerinde yazılmış, def etmişti ki onlann arasında İsm-i terdeki isimleri de ncş٢ ‫؛‬،.cizanemin bulunduğu nu kcmal.i hayretle gönnüştüm. Vaki‫؛‬، bu sarili ve vazilı iftiraya elıemmiyei -verilmemek lazım gelirdi. Fakat bizim gazeteciler habteyi kubbe yapmak, yala nı dogra şekline sokmak itiyadında bulunduklanndan "MUdafaa-yi Hak ve Beyan-I Hakikat'' başlıklı bir makale yazıp '.ileri'' gazetesinin 26 Mart 1336 ( -tarihli ve 1847 numaralı nüshası ile neşrettim, ileri Gazetesi benim ma (1920 kale ile ‫ ؟‬İrihçi ‫ ‘ ﺱ‬٠ ‫ ‘ ﺫ‬temelli Adnan, Mcclis-i meşayih sabık reisi Serasker Rıza Faşa mahdumu Süreyya. Darü'l-Fünûn ,M uh.m cd cs-Sukûu٠ müdcn^slcrindcn mehami Hafız ‫ ؟‬evkcl İmzalı ickzibnamclerin baş tarafına ٠ Kozmidi.nin Çuvalı" diye bir fıkra yazmış ve 0 fıkrada çuval muhteviyatının m^evvir oldugunu söyledikten sonar "Eger bu memlekette Babanzadc Ahmet Naim Bey. Ccnab Çeha^ddin Bey. Tahira'l.McvIcvf Bey gibi cfazılın vatana


İst ik l a l

m a h k e m e l e r in in z u l ü m l e r in e t a n ik t a h İr .u l m e v l e v i

327

muhabbclslzliğini ve idare-i hazîraya husumetini dahil ve hariç duyarlarsa zan ederler ki muhabbet edilecek bir vatan ve husumet gösterilmeyecek bir idare bizde kalmamış. Kozmidi bir çok isimler arasına bu saydığımız üç ismi bilhassa koymakla halka o mcş.um zannı vermek istedi...', demişti. Bizden kıdemli komşulanmız bulunan Maraşlılar ahlaklı, hatımiyaz kim­ selerdi. Gündüzleri bahçede beraber güneşleniyor, geceleri de ya onlar bizim odaya, ya biz onlann odasına gitmek sureliyle vakit geçiriyorduk. Onlara getiri­ len, üzerine sanimış o günkü gazetelerden istifade ediyorduk. Ara sıra bakkal da okuduğu gîizetelcri parmaklık arasından uzatmak şanıyla satmak lüifunda bulunuyordu. O gazetelerin mütalaasından öğreniyorduk ki şapka meselesinden mevkuf bulunanların muhakemesine başlanılmıştı. Muhakeme edilenlerden kimi beraat kazanıyor, kimi de tabiatıyla kabil-i temyiz olmamak üzere mahkûm olunuyor­ du. Bu mesele dolayısıyla hapishane dahilinde yüzlerce adam vardı ki Türki­ ye’nin hemen her tarafından getirilmişlerdi. Erzurum'dan sevk edilmiş olanlan •k i iç le r in d e ik i f*özii a m a b ir ih tiy a r d a h ıd u n u y o r m u ^ - Zühtü Bey tanıyordu. Halta berber vasıtasıyla onlarla muha­ bere etmişti. Alel-husus ihtiyar ve geveze bir gardiyiuı vardı ki bir kahve pişiri­ lip de birde sigara ikram edilince bildiğini, bilmediğini sormadan söylüyordu. Tedbirsizliğinden, vazife nûşinaslığından dolayı bir kere de ceza görmüş, iki üç gün bizim aramızda haps edilmişti. Bunlan okuyup işittiğimiz gibi ara sıra da koğuşun bahçe kapı١‫؛‬ı açıldığı vakit, yahut baş gardiyanın odasına gittiğimiz zaman bir kaç kişinin çift çift el­ lerine kelepçe vurulup götürüldüğünü gördüm. Bizim de aynı ihtifal ile sevk edileceğimizi söylemeden anlıyorduk. Kılıç Ali ve Necip Ali Hapishaneyi Teftişe Geliyorlar 1926 Kanunisanî’sinin 14. Perşembe günü koğuşumuzun bahçesinde ve dahilinde bir nezafcl ve taharet faaliyeti başladı. Gardiyanlar. Maraşlılan ve bize hizmet eden mahkûmlan çağırdılar. Her tarafın süpürülüp temizlenmesi emrini verdiler. Bize de topluca bulunmamızı tavsiye ederek Kılıç Ali ve Necip Ali Beylerin) hapishaneyi teftişe geleceklerini, belki de koğuşa uğrayacaklannı haber verdiler. Kılıç Ali Bey'in gelmesi, bir icftişicn ziyade bir ziyaret mahiyetinde ola­ cağını biz evvelden biliyorduk. Çünkü. Maraş.la bulunduğu sırada buradaki eş.


‫؛‬1 ■ I t ■٠

jl‫؛‬l

İl lil

328

CUMHURİYETİ^ DÖNEMİ DİN VE DEVLETİ. İLİŞKİLERİ

CİLT 3

rafın hepsiyle tanışmış, gayet samimî ve teklifsiz görüşmüş olduğunu, kendileri­ ni görmek için münasip bir zaman aradığına dair haber yollamış olduğunu işitmiştik. Hapishane İçinde Bile Şapka Korkusu

: J٠ P’ I

h; ‫؛‬ I 11 ٢ı

II

i;

‫)؛‬

;

Koğuş dahilinde herkes kendisine çeki düzen verdi. Benim gibi siyah ve tepesi düz. hatla basmadan yapılmış takke ile gezenlerde onlan çıkanp sakladı­ lar. Şapkalarını, kasketlerini kafalanna geçirdiler. Sanki, hükümetin bu konuda­ ki kat’î emri başımızla beraber, demek istediler. Maraşlılardan kısaca boylu ve oldukça şişman bir zat vardaki gayet latîfeci idi. Her gün önü açık, etekleri yırtmaçlı entari ile dolaştığı halde o gün o da giyinmiş, kuşanmış, başına ufacık bir kıtskci oturtmuştu. Gelecek beyleri kasketiyle selamlamak için koğuş içinde ve bahçede rast geldiğine karşı başını açıyor, kamının müsaadesi nisbciindc eğilmeye çalışıyordu. Fakat bu .selam ve revcnıns talimi o kadar tuhaf oluyordu ki herkesle beraber kendisi de gülüyor­ du. Cümle kapısı dışında bir otomobilin bağırdığı ve soluduğu duyuldu. Bun­ dan da mahkeme azasının geldiği anlaşıldı. Baş gardiyanın odasındaki pencere­ den bakmı.ş olanlar. Kılıç Ali ve Necip Ali Beylerin geldiklerini, müdürün oda­ sında istirahat için idare binasına, gittiklerini haber verdiler. Yanm saat kadar geçmişti ki koğuşun kapısının kol demirleri mutad gü­ rültü ile kaldmldı. Mutad hilafı olarak da kanailannın ikisi birden açıldı. Hapishane kumandanı olan levazim ile on başı ve birkaç jandarma evvela içeriye girdi. Jandarmalann ellerinde tüfek, tüfeklerinde de süngü bulunuyordu. Bunların arkasından müdür ile Ali Beyler de göründüler ve doğruca Maraşlılann odasına £ittilcr. Biz. orada olmadığımız için surcı-i mülakatı tabiî göremedik. Yalnızca Kılıç Ali Bey'in pek samimice görüştüğünü ve yakında çıkacakJannı müjdeledi­ ğini sonradan işittik. Bir çeyrek kadar mülûkau yahut resmî tabir ile tcftîşi müte­ akip Maraşhlann yanından çıkan beyler, tenezzülen bizim odaya uğramak lüifunda da bulundular. Ayağa kalkük. şapkalar elimizde olarak ihüram vaziyeti aldık. Kılıç Ali Bey her birimize hüviyetimizi sorup öğrendi. Suûd Bey'e gelince, kendisinden yazı yazdığını, ona rağmen hâlâ genç bulunduğunu söyledi.


T.

IS'rİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHiR.UL MEVLEVİ

329

Necip Ali Bey de bana hitaben: — Tahir Bey. beni tanıdın mı? sorusunda bulundu. Yüzüne baktım, epeyce eski bir göz aşinalığı sezdimse de gereküği gibi teşhis edemedim: — AfVınızı temenni ederim. Zihnim perişan, tanıyamadım, dedim. — Canım. Halıcılarda bir kahve vardı. Geceleri sen dc gelirdin. Unuttun mu? izahında bulundu. — Evet, efendim. Fakat aşağı yukan 20 senelik bir vaka. Bir dc zat-ı ali­ niz o vakit pek gençtiniz, cevabını verdim. Necip Ali Bey. 1941 Eylül'ü içinde İsianbul'da Heybeliada'da aniden vefat etti. Ha... Şunu söylemeden geçmeyeyim ki Kılıç Ali Bey çıkarken jandarma kumandanına: — Maraşlılara kelepçe takmayın, emrini verdi. — Kaçmayacaklanna ben kefilim, taahhüdünü dc ilave ciü. M uraşlılann Beraatleri Kılıç Ali ve Necip Ali Bcylcfin teftişinden biri iki gün sonra Maraşhlar mahkemeye çağnidılar. Kendilerine beraat ve halâs temennisinde bulunduk. Er­ tesi gün eşyalannı almak için gelmelerine muniazır olduk. Halbuki yatsı vakti avdet ettiler. Hemen karşıladık. Niçin geldiklerini sorduk. Muhakeme bilmediği için yann yine gideceklerini söylediler. Filvaki ertesi gün tekrar gittiler. Akşa­ ma avdet etmediler. Bizim koğuşla olanlann hepsi kurtulmuş, yalnız Maraş sabık mebusu olup ikinci grup azasından bulunan Hasib Bcy.in 10 seneye mah­ kum edilmiş olduğunu haber aldık. Tabiî kurıulanlann mahkûmiyetine teessüf etlik.

bcraaiinc

sevindiğimiz

kadar

berikinin

Maraşhlar, ertesi gün gelip eşyalannı alacaklardı. Oturduklan oda da bo­ şalacaktı. Orası bizim odadan hem genişli, hem de üç penceresi olduğu için ay­ dınlıklı. FazJa olarak sobası vardı. Soba olan odalara da idare kömür veriyor, kömürü tutuşturmak için lâzım gelen odun ve yongayı ise oradakiler ıcdank cdı. yordu. Binaenaleyh baş gardiyana söyleyip büyük odaya taşınmak müsaadesini aldık. Ertesi sabah Maraşlılardan bazdan geldi. Eşyalanndan yatak yorgan gibi fazla şeyleri kendilerine hizmet edenlere ve bazı muhtarlara dağuular. Hana

İl


3 ١١٧

c u m h u r iy e t i '

DÖNEMİ DİN VE DEVLE!' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

bizim Kadri dc bu taksimde yalak yorgan sahibi olmuş, çimento döşeme üstüne serdiği çuvallar arasında kıvnlmakian kurtulmuştu. Maraşlılarla pek ziyade sevişmiştik. Bu asil ve kerîm adamlardan aynlmamız müessir oldu. Biz onlann kurtulduğuna seviniyorduk. Onlar ise bizim hâla çıkamadığımıza teessüf ve bir an evvel kurtuluşumuzu temenni ediyorlardı. İçlerinden Kuşçuzade Ahmet Hamdı Bey -ki faziletli bir zat idi- Mahfcl Mecmuasını çıkarmaya devam edeceğim takdirde kendisini abone yazmamı ve namına göndermemi tenbih eylemişti. Onların azimetinden sonra biz de eşyamızı yakaladık, çıkuklan odaya ta­ şınıp bol bol yerleştik. Eşyalarımızın Jan d arm a Tarafından Aranması Zikre şayan bir vakayı yukarıda nakleuncyi unutmuşum. Henüz küçük odada bulunduğumuz sırada idi ki. büyük odaya geçelim mi, geçmeyelim mi, diye arkadaşlar arasında müzakere geçiyordu. Ben ise hasla bulunduğum için sobası yanan büyük odaya girmiş, battaniyemin yansını lahia sedirin üstüne yaymış, yansını da kendi üzerime almıştım. Maraşlılann oraya bırakiıklan bir tarih kiuibını yanığım yerde okuyordum. Daha doğru.su uyukluyordum... arasın­ da demir kapının açılması, içeride kalçalı çizmelerle boru notası gibi sesler işiti­ yordum. Bir anlık: __Hey sakallı, kalk bakalım! diye biri seslendi. Baktım ki karşımda sün­ gülü bir jandarma duruyordu. — Ne haber? dedim. — Kumandan Bey içerde, seni isliyor, dedi. Kalktım. Kitabı aldığım yere koyacak oldum. — Yok... yok bırakma. Onunla gel. dedi. Kitapla beraber içeriki odaya gittim. Oda içi karmakanşık idi. Jandarma mülazimi ortada, arkadaşlar bir kenarda duruyor, jandarma onbaşısı ile nelerler yauklan. bohçalan. bavullan kanşunyorlar, Mushafıan başka yazılmış, basıl­ mış kâğıt ve kitaba müteallik her ne varsa alıyorlar, herkese müteallik olanlan ayn ayn sanyoriardı. Oradakiler gibi ben dc hayret içinde bakmaya başladım Kumandan bey lütfen bana hit.٦p etmek tenezzülünde bulundu. Aramızda şu muhavere geçti:

t


1

ıj is t ik l a l

MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHiR.UL MEVLEVİ

33 \

— Nerede idin? — Içcriki odada. — Orada ne yapıyordun? — Yatıyordum. — Yatağın burada değil mi? — Evet, fakat ben hastayım. Orada soba var. Odanın sıcaklığından istifa­ de etmek istedim.

. i.

— Elindeki nedir? — Tarih kitabı. — Senin mi?.. — Hayır. Maraşhlann olacak, içeride duruyordu. Yattığım yerde okumak için aldım. — Baksana sakalın da ağarmış, insan, kendinin olmayan bir şeyi alır mı? — Beyefendi! Alıp da koynuma sokmadım. Özellikle emrinize icabet etmek için gelirken yerine bırakacaktım, jandarma müsaade etmedi. Lüzumundan pek fazla sert davranan, hal ve mevki Ucasıyla da münasip cevap almaktan mahrum kalan genç kumandan bey. nezaket ve nezaketin üstüne çıktığını anlamış olmalı ki sorgulamasına devam etmedi. Yalnız: — Evrakını çıkar, emrini verdi. Bavulumu açtım, validemden gelmiş bir iki mektup vardı. Onlan u/atiım. Çamaşırlanmı yalağın üstüne döktüm. Bir kaç tabaka boş mektup kağıdı ile zarflan başka evraka müteallik bir şey yoklu. — Topla, dediler. Topladım. Şilte ile yitsiıklar da mıncıklamak suretiyle yoklama edildi. Üstümü başımı aramayı unutmuşlardı. Bakkaldan alıp da içine geçirdiğimiz günlerin .'Hapishaneye geldik." "Kar yağdı." "Hastalandım", "Kılıç Ali ve Necip Ali Beyler koğuşu teftiş ettiler." gibi olaylan yazdığım defter ce. bimde duruyordu. İstenmeksizin çıkardım: — Şurada bir defter var. isterseniz onu da alın, diye kumandan beye uzat. um. Aldı, validemin mckıuplan üstüne koydu. Ömer Rıza Bey'in çantasında bir kaç tane İngilizce kitap vardı ki bir tane sini terccme ediyordu. Onlann götürüldüğünü görünce, kaybcdilmcmclcrini nca etti. Kumandan bey de: f


332

CUMHURİYET DONEMİ DİN v e DEVlErr İLİŞKİLERİ

CİLT 3

- Merak etme! isıikliij Mahkcmcs‫'؛‬ne gidecek, ccvabtnt ٧ erdi٠ ٧ c maiyetiyle çıkıp gitti. Arkadaşlar, kendi elimle Ycrdigim deflerden ^ n i levm etmeye başladılar.

‫ﺍ‬

- Merak etmeyin!. İçinde mahkemeye hiia^n manzum bir arz-1 hal vardı. Inşaallah okurlar da çabucak mahkemeye çağırırlar, dedim. — Nasıl manzum arz.1 hal? samsuna cc٧ aben de yukanda yazmış oldugum Nöbet gelerek lUtf ile biz de araiılsak... ‫ ؟‬ıksak dışarı zUmrc-i ahrara kaiılsak. Ey Mahkcmc.i Aliyc-i adile ariık, Ağuş-i rahîmaneni açsan da atılsak, kıtasını okudum. Bu binlen bire odaya çıkan yoklamanın hikmeti bıdayctcn anlaşılmadı. Herkes kendine göre b ir s e b u lm a y a uğraşıyor, kimi: -

Su ٥ d Bcy.ın öteye beriye mektup yazmasından 0imali diyor.

Kimi de: — ZUhıU Beyin berberle gönderdiği pusulalardan ileri gelmiştir, hükmünü veriyordu. Sonradan anladık ki mahkemeden verilen emir, yalnız SuUd Bcy.in cvrakı ahnıp gönderilmekten ibaretmiş. Kumandan bey bu emrin mazmununu umumi*

Icştimiş. Suöd Bey'in cvrakı talep edilmesine gelince‫ ؛‬fJeyet-i ٧ ckflcyc gönderilmiş olan tehdit dolu mektuplann yazısı ile mukayese edilmek üzere tabii yazısını elde etmek emeli İmiş!

TevkJfKararlarım ız Yen‫ ؛‬GeliyorJ B ö y ^ odaya aşındığımızın g^iba ikinci günü idi ki hapishane kfitibi o d i u ı a geldi ve im lerim izi y ^ ıp giui. Ertesi gün de tevkif müzekkerelerimi,

zi getirip tevzi etli. Bu ^^zctocrelcrin ahında ..Türitiye Büyük Millet Meclisi Ankara Islikiat Mahkemesi R iya^ti" İmzası vardı. Î7 Ocak 1926 ürihinde doJdure duğu h^dc

‫ﺑﺮ‬


İSTİKLAL MAHICEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

333 II

-tevkifimiz tarihi bulunan. 7 Aralık 1925'den muteber olacağı tarihîn zeylinde muharrerdi. Ben hukuk-şinas olmamakla beraber müddeiumumilikten ıcvkîf müzek­ keresi verilmeyince kimsenin hapis ve tevkîf edilemeyeceğini biliyordum. Ondan dolayı müzekkeresiz nasıl mevkuf bulundurulduğumuza da akıl erdi re. miyordum. Onun için kendi kendimi: — Ankara hapishanesindeyiz. ama hâlâ nezaret altında bulunuyoruz, diye teselli oluyordum. Biraz gecikmiş olan müzekkerelerin verilmesi bizi tereddütten kurtardı. Artık bal gibi mevkuf idik. Yalnız müzekkerede cürümümüz ve o cürümün cc/a kanunundaki hangi maddeye temas ettiği yazılı değildi. Yani matbu müzekkere­ de cürmün cnvaına göre doldurulması lâzım gelen boşluklar açık kalmıştı. Ben bunu kendimce bir beşaret saydım ve hakikaten cürmüm olmadığına hükm eltim. Acı bir hatıranın acıklı bir yadigân olmak üzere sakladığım o müzekkere­ de ismim 'Tahir Efendi b’in Safvcl". ikamet mahallim .'Dersaadei.. diye gösteril­ miş. Matbu metin de şu ibareyi havi bulunmuştu.: "Evrak-ı müteferriası ve müddeimuminin iddiası nazar-ı dikkate alındık­ tan sonra balâdan isim ve şöhret ve evsafı muharrer maznunun aleyhine üinat olunan.... fı'li Ceza Kanunu'nun ......... nci maddesinde mıısarrah bulunduğu vech i l e ....... kabilinden olduğundan kendisinin tevkifi lazım gelmekle her mü­ başir silahlı kuvvetler memurunun merkumu tevkif ve Ankara Tevkifhanesine isal ve teslime ve mezkur tevkifhane müdürünün de kendisini kabul ve hıfza memur ve silahlı kuvvetler memurlarına müracaatla işbu müzekkerenin ibraz ve iradesi halinde kendilerinin bu babta iktiza eden muaveneti ifaya mecbur bıdunduklarını mübeyyin işbu muvakkat tevkif müzekkeresi bei-tahrîr imza ve temhir kılındı. 17 Kanunisani J926" "7 Kanunievvel 1341 tarihinden mıTteberdir." İlk Defa İstiklâl Mahkemesine Gidiyoruz Mecburî olanık içtiğimiz kireçli su bana fena halde dokunuyor. Hem mide, hem cm'a rahatsızlığı veriyor, yemekten, içmekten kestiği gibi şiddetli bir sancı da kıvnm kıvnm kıvrandınyordu. Hapishanenin doktoru olmakla bera­ ber hastanesi yoklu. Doktor Bey. haftada, on beş günde bir koğuşları dolaşıyor, hafif hastalıklara karşı karbonat, aspirin. İngiliz tozu gibi müstahzar ilaçlardan

٠،

-I

I I

iI I i


t:l 334

CUMHURİYEl' DÖNEMİ DlN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

tevzi edermiş. Agır hasta bulunanlan hariçten Belediye Hastanesine gönderebi­ lirmiş. Yukanki koğuşlardan bir hasta oraya götürülmüş, fakat ertesi gün ilâ rahmeıillah gitmiş. Öğleden sonra yorganı başıma çekmiş ve bir parça dalmışım ki Suûd Bey uyandırdı. Mahkemeden çağnidığımızı haber verdi. — Hastayım, gidemem, demek olamıyacagı için davrandım. Yakalığı, boyunbağını taktıktan; yüzümü, gözümü sarıp paltoyu ve şapkayı giydikten sonra davet olunan cemaata iltihak ettim. Arkadaşlar, koğuşun açık bulunan kapısı önünde duruyorlardı. Çünkü, bi­ zimle beraber gelip de müdüriyet dairesinde kalmış olanlara cümle kapısının ya­ nında kelepçe vuruyorlardı. Onlar ikişer ikişer bağlandıktan ve dışarıya çıkarıldıktan sonra bize de:

il

— Haydi! dediler. Cümle kapısının önünde; — İkişer olun, emri verildi.

T f

٠

''i ' '

'f

Suûd Bey sağ tarafıma geçti. Onun sol, benim sağ bileğimize geçirilen kelepçe, birer kolumuzu muattal bırakmıştı. Bereket versin ki ellerimizde eldi­ ven bulunduğu için demirin tazyikini pek fazla hissetmiyorduk. Yoksa kelepçe takılırken; — Aman sıkıştırma! diye edilen rica, kendini kumandanın çok üstünde vehm eden Bursalı Ahmet Onbaşı, yahut çavuşun hiddetini mucip oluyor, kele­ beği. yahut somunu birkaç defa daha çevirip kelepçenin tazyikini artınyordu. İkişir kişilik dön sıra olduğumuz halde cümle kapısından çıkanidık. Fakat bir iki adım atar atmaz yine:

١ı

i

— Dur! kumandasına maruz kaldık, üstümüz başımız pantalon ccblcrinc kadar aranıldı. Mahkemeye götürülen mcvkûllann yoklama edilmesi ve silâh aranılması usulden İmiş. Bizde ise -o da bazılarımızda olmak üzere- abdcsticn başka silaha benzer bir şey yoktu. Hemen üç haftadan beri mahdut bir sahaya bakıp duran gözlerimiz, cırafm genişliğini ve parlak bir güneş altındaki letafetini görünce adeta kamaştı. Bu­ nunla beraber içimize oldukça inşirah geldi. Mütcvekkilcn alcilah yürümeye başladık. Yağlı ve özlü bir toprak üzerinde yürüyor ve adımlanmızı zahmetle atı­ yorduk. Hapishane yapılan arazi geniş bir kabristan imiş. İnsan organlan ile


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHiR.UL MEVÎ.LVl

H5

beslenmeye alışmış olan o topraklar, bizim de yakaladığı ayaklanmızı kolayca bırakmak istemiyorlardı. Çamur ve kelepçe dolayısıyla sendeleyen olursa arka­ daşı kaldırmaya çalışıyor, yahut ikisi birden kunulmaya uğraşıyordu. Böyle bir halde sağa, sola çakılacak olursa, muhafızlanmız olan jandarmalar: — Sıraya gel! diye bağırıyorlardı. Bunlann tüfekleri omuzlarında asılı bulunuyordu ki süngüleri takılı, fişekleri de sürülü idi. Hatla götürülenleri, kaçıp kurtulmak vehmine düşürmemek maksadıyla olmalı ki fişekler kapının ve lutuklulann gözleri önünde tüfeklere sürülüyordu. Yahut süngüler kaçmak, fi­ şekler de uçmak teşebbüsünde bulunanlar için kullanılacaktı. Kayabaşı Mahalle­ si olduğunu öğrendiğimiz harapça evler arasından geçlik. Kaldmmı olmayan dikçe bir yokuştan indik. Pek güzel bir dereciğin köpürc köpürc akıp gittiğini gördük. Buna Bendderesi diyorlarmış. Ankara.mn ilerisinde Çubuk suyuna kanşan bu dere üstündeki küçük bir köprü vasıtasıyla şehre giden yola geçtik. Ve o şairane mecrayı takibe başladık. Bizden evvel hareket eden kafilenin de ileride gitmekte olduğunu uzaktan gör­ dük. Bendderesi vadisi, bulunduğum halde bile benim pek hoşuma gitti. Hatta hayalen elimi kelepçeden kuaardım ve kafileden ayrıldım. Derenin kenanndakı ağaçlardan birinin altına oturdum. Vadinin sol cihetini kaplayan dağın yüksekli­ ğini. üstündeki Selçukî eseri kalenin mehîb ve metîn duvarlannı temaşaya dal­ dım. Tahayyulat arasında jandarmanın kulağıma aks eden sesi, arkadaşlardan birini sıraya, beni de hayal aleminden hakikate gelirdi. İleride Hacı Bayram Veli Camii.nin minaresini ve Ankara'nın beyaz badanalı evlerini gördüm. Tabakhane önlerine gelmiştik ki bir kaç kadının açıkla yakmış oldukları ateşle su ısutıklarını ve taş üstünde tokaçlamak sureliyle çamaşır yıkadıklannı müşalıcde enik. Onlar da bizi görünce ellerindeki işi bıraktılar, pek aşikar bir merhamet na/an ile bize doğru baktılar. Kim bilir, belki de halâsımız için dua etmişlerdir. Debbağhane köprüsünü ve oradaki dolambaç sokaklan geçlik. Hafifçe bir yokuşu tırmanıp kalabalık bir yere geldik. Tanıdıklarımdan birine o esnada tesa­ düf vaki oldu. Zavallı beni süngülü jandarmalar arasında, eli kelepçeli olarak görünce şaşırdı. Yaşarmaya başlayan gözlerini önüne indirdi ve teessürle başım çevirdi. Ben ise hal ve mevkiimden sıkılmaya lüzum görmüyordum. Çünkü, kendimin hapishaneye, elimin de kelepçeye girmesini icap edecek bir cürmüm yoktu. Tamamiyle masum olduğumu pek alâ biliyor, hakikatin cr-geç meydana çıkacağıru. uğradığım şu hakaretin haksızlığının anlaşılacağını kuvvetle umu­ yordum. Binaenaleyh:


336

■'I ‫!؛‬ İlli‫؛‬.

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

'*Hak üzre kalış ziya-ı mifıre Cürm ise, asmân utansın! diyor ve: "Destimde duran kelepçe şayed Bir zülse, onu uran utansın!" ilâvesiyle müteselli oluyordum. Nihayet mahkemeye geldik. Binanın önündeki avlu, yahut bahçede dur­ duk. Ellerimiz çözüldü. İçeriye girdik. Yukarıda da tarif ettiğim vech ile mahke­ me ittihaz edilmiş ev, iki katlı bir bina idi. Alt katında dar bir sofa üzerine sağlı sollu iki oda vardı ki sağ taraftaki polis komiserinin makamı, soldaki de mahke­ me salonu idi. Komiser odasının İlerisinde camlı bir kapı vardı ki dahilî hem mcrdivcnlik hem de muvakkat tevkifhanelik vazifesini ifa ediyordu. Mahkeme salonunun ilerisinde de merdiven bulunuyor, onun altı da tevkifhane olarak kul­ lanılıyordu. Bizi oraya tıktılar. İçinde tahta bir kanepe varsa da ancak üç kişinin oturabileceği kadardı. Biz ise sekiz kişi idik. Binaenaleyh nöbetleşe oturup bekleyecektik. Karşıki merdiven altına ise bizden evvelki kaille kondurulmuştu. Oturduğumuz yahut ayakta durduğumuz yerin tam karşısında bir kapı vardı ki mahkeme heyeti yukandan inince oradan salona giriyormuş. Kanadı açık bulunduğu için içerisi kısmen görünüyor, tam onun karşısında müddeiumu­ milik makamı, biraz berisinde ise muhakeme edileceklerin sokulduğu parmaklık duruyordu. İki kişinin durabileceği kadar geniş bulunan bu parmaklık, orta boylu bir adamın göğsüne çıkabilecek derecede yüksekti. Muhakemeye ikide, iki buçukta başlanıyormuş. Bizim getirildiğimiz zaman ise henüz öğle vakti idi. Onun için epeyce bekleyecek ve tabiî birçok he­ yecan geçirecektik. Merdiven altında otura-kalka vakit geçirmişiz ki mahkeme heyeti birer ikişer gelmeye başladı. Bir aralık biri geldi, bizim teneffüshanenin kapısını açtı ve; — Geliniz! emrini verdi. O önde, biz arkas ٠.٠١da olarak merdiveni çıktık. Sofadaki oda kapılannın üstünde '.Riyaset.', "MüdJei Umumîlik" Icvhalannı gö­ rürce mahkemeden evvel sorgulanacağımız zannına düştüm. Meğer zannım doğru değilmiş. İkinci bir merdiveni urmandık. Çatı arası gibi tepesindeki cam-


İS1.İKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

337

lardan aydınlık alır bir yere çıktık. Anladık burası kahve ocağı imiş. Sandalye, iskemle gibi oturacak bir şey yoktu. Yalnız bir tarafta sandığa benzer bir şey du­ ruyordu. Aşağıda ayakla durup da yorulmuş olanlar onun üstüne iliştiler. Kah­ veci de merhametli bir adammış. Bir kaç tane gaz tenekesi uzattı. Ayakı،. kalan­ lardan bir iki tanesi de onlann üstüne yerleşti. Hava bulutlanmış ve soğumuştu. Sert bir rüzgar bulunduğumuz yerin yalın kat kaplamasını sarsıyor, tahta aralıklardan ve kmk camlardan içeriye giri­ yordu. Yerimiz kahve ocağı olmakla beraber ateş yoklu. Kahve lâzım olunca gaz ocağından pişiriliyordu. Binaenaleyh korkudan ziyade soğuklan titremeye başladık. Bereket versin ki eldivenlerim ve yün boyun atkım yanımdaydı. Gi­ yindim ve sanndım. Gözlerimi kapayıp koğuştaki sobanın yanmış halini düşün­ düm. Galiba o gün idi ki arkadaşlanmızdan Yağlıkçı Hüseyin Efendi ile biraderi Mustafa Efendi, muhakeme için çağrıldı. Gerek onlann. gerek onlardan evvelki­ lerin muhakemesi esnasında epeyce müddet geçti. Akşam, halta gece oldu. Kahve ocağının lambası yandı. Nihayet muhakemenin bitliği işitildi. Bize nöbet gelmediği anlaşıldı. Gariptir ki sabahleyin çıkıp kurtulmak islediğim hapishane gözümde tütü­ yordu. Bir an evvel koğuşa kavuşmak ve sobanın başına çöküp ısınmak için can atıyordum. Zan ederim ki benimle beraber bulunanlar da böyle idi. Nihayet aşa­ ğıya indirildik. Yine Suûd Bey'le birbirimize kelepçelendik. Muhafızlarımız arasında miüıkemc kapısından çıktık. Yatsı vakti olmuştu. Hacı Bayram-ı Veli Camiî minaresinden ezan sesi geliyordu. Mahkemeden Karaoğlan Çarşısı'nduki dön yol ağzına kadar mesafeyi kal'eiiik. Fakat Dcbbağhane yoluna sapmadık. Caddeyi takip ederek, isimlerini sonradan öğrendiğim. Samanpa/an, Ulucanlar yoluyla hapishaneye geldik ve cümle kapısından girip müdüriyet dairesi önünde durduk. BursalI Ahmet onbaşı neden sonra dışanya çıktı ve hepimize hitaben: Mahkûm oldunuz mu? iltifatında bulundu. Tabiî bu kadar nazik bir soruya cevap verilcmcyecği için sustuk. Jandar­ malar, bizim muhakeme edileceğimizi söylediler. Onbaşı Hazretleri de: — Götürün koğuşlanna! kumandasını verdi. Bizim kelepçeler, 8. koğu­ şun da koldemirleri açıldı. Darü١l-eman gibi oraya iltica ettik. Muhakeme edilenlerle edilmemiş olanlar ayrıldığı için Yağlıkçı Hüseyin Efendi ile biraderi müdüriyet dairesine götürülmüştü. Biraz ısınıp aklımız başı-


338

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

iil I

in ;

miza geldikte, bir parça da lokma cuiklcnsonra macerayı koğuş arkadaşlanna anlattık.

,٠١.

1 '

— O halde yann sizi muhakeme ederler ve inşallah beraat karan verirler, dediler. Mekkcli Ahmet Hamdi Efendi'nin namazdan sonra pişirip verdiği çay, şükni ifa edilemeyecek bir nimet yerine geçli. Hususiyle benim için bir devâ-ı acil oldu. Çünkü kahve ocağının soğuğu iliklerime kadar işlemişti. Ertesi gün. elimize geçen bir gazetede. Hüseyin ve Mustafa Efendilerin ifadeleri arasında fark bulunmasına binaen yeniden muhakemelerine lüzum görüldüğü gibi bir ibare okuduk ve mahkemeye çagniacağız diye beklemeye başladık. Halbuki bizim değil, başkalannm celb edilmiş olduğunu haber aldık. T arikat.ı Salahiye Davasından İçeri Düşenler Bulunduğumuz 8. koğuşun taşındığımız büyük odasında bir cephe boyun­ ca yüksek ve tahta bir sedir vardı. İki tarafa da inşaat bakiyesi eski tahtalar uza­ tılmış, ora misallrleri o vasıta ile çimento üstünde yaimakum kurtanimıştı. Biz. bu odada geniş geniş yayılmış ve serbestçe oturup yaiabilcccğimizi zannetmiştik. Meğer vehme düşmüşüz. Çünkü; gardiyanlar, başka koğuşlardan adam geleceğini, binaenaleyh onlara yer vermek için biraz toplanmamızı söyle­ diler. Filvaki biraz sonra odayı bir cemaai-ı kübra istilâ etti. Gelenler, eşyaiannı da yüklenmiş, getirmiş ve yericşinceye kadar orta yere yığılmış olduklan için odanın içi bitpazanna döndü. Bunlann arasından çekilip eski odaya gitmek hatınmıza geldiyse de orası çoktan ve Sivas’tan getirilmiş olanlar tarafından işgal olunmuştu. Çarnaçar 3040 kişi arasında müddet-i mücccclenin son bulmasını bekleyecektik. Gelenlerin arasında mevkuf da vardı, mahkûm da. Yalnız hepsinin kaba­ hati cürm-i siyasî idi. Adi bir suç ile getirilmiş, yahut bırakılmış bir kimse yoklu. Meselâ Maraş sabık mebusu Hasip Bey. şapka meselesinden. Şeyhülis­ lam Hüsnü Efendi zade Rüştü Bey'le Kamil Bey ve Salih Başo adındaki kişi de galiba- bir aralık İstiklâl Mahkemesi'ni epeyce işgal eylemiş olan- *Tarikaı-ı Salâhiyc.. meselesinden mahkum olmuşlardı. Salih Başo ile Kamil Bey. evvelce bulunduklan koğuşta yemek pişirip sauyor ve onunla geçiniyorlamuş. Koğuşu­ muza gelince de o usülü tatbik etmeye başladılar. Pişirdikleri hem iyi. hem de ucuz oluyordu. Binaenaleyh biz dc o yemeklerden istifade etmeye başladık.


İSTİICLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR'UL MEVLEVİ

339

istiklal Mahkemesine Dört Kere Götürüldüm İstiklâl Mahkemesine fasılalı olmak üzere dört defa götürüldüğüm halde muhakeme nöbeti gelmemişti. Bunlardan birinde Suûd ve Zühtü Beylerle Mihran Efendi'yi. bir de beni mahkemenin bahçesinde sıra ile durdurmuşlar, iki ta­ rafımıza süngülü iki jandarma ikame ederek resmimi almışlar, ertesi gün Anka­ ra, daha sonra İstanbul gazeteleri de o resmi teşhir eylemişlerdi ki beni öyle zayıflamış ve süngülü jandarma arasında durmuş gören ailemin pek ziyade müteessir olduğunu, hele zavallı anacığımın hüngür hüngür ağladığını sonradan öğ­ renmiştim. Din ve İman'ın Bırakmda Mahkemeden Korkuyordu Yine bu mahkemeye götürülmelerden birinde ve hapishaneye iade sıra­ sında idi ki Ihsan Mahvî Bcy.le, bir kelepçeye vurulmuş ve giderken bir parça konuşabilmiştim. Tevkif sebebini sordum. Suûd Bcy'e gönderdiği mektup oldu ğunu söyledi. — Mektupta ne vardı? dedim. — Asrileşmiş olduğumu anlatmak için ne 64. nc 102 kaldı demiş ve ebccd hesabı ile "din" ve "iman"ı kast etmiştim, cevabını verdi. — 15 sene mahkûmiyetle kurtulabilirsem çok iyi! Endişesini dc ilave etti. Pek ziyade vehme kapılmış olduğunu görünce biraz teselli verdim. Abdülhalîm Çelebi'nin yazdırdığı anza müsveddesinin benim tarafımdan kaleme alınmış olmak ihtimalini ileri sürdüğünden dc bahs etmek istemedim. Hatta Teâli-i Islâm Cemiyeti azasının isimlerini ihtiva eden defterin savuşan idare he­ yeti tarafından götürüldüğünü haber vermekle vehimesini oklukça teskin ellim. Mahlasının manasından pek ziyade korkan Mahvî Bey. bir defa benimle beraber Teâli-î Islâm Ccmiycıi'nc gitmiş, vaki talep üzerine dc galiba ismi aza defterine geçmiş, ondan sonra da bir<laha uğramamıştı. Benim bile unuttuğum bu kağıt meselesini -ki kimse farkında değildi- her nedense zihninde büyüttükçe büyütmüştü. Esami deflerinin götürülmüş olduğunu benim haber verişim ise bera-yi tesliyct söylerülmiş tahmini bir söz idi. Yoksa epeyce bir müddet evvel çekildi­ ğim o cemiyetin neticesinden malûmatım yoklu.

1 I

'T


340

CUMHURlYEl^ DÖNEMİ DİN VE DEVLEİ. İLİŞKİLERİ

Ömer Rıza Beyin ve.Seydişehirli Hasan Efendi’nin Muhakemesi 1926 Kanunisanîsinin (Ocak), 23 yahut 24. günü idi ki Ömer Rıza Bey ile Seydişehirli Haşan Efendi Muhakeme edildiler. Ve avdetinde aramızdan aynlıp müdüriyet dairesindeki odalardan birine konuldular. Ertesi günkü gazetelerde okuduğumuza göre Ömer Rıza Bey kendisinin Türk olduğunu, fakat Kahirc'dc doğduğu için Mısırlı bulunduğunu söylemiş ve bu ifade nasılsa mahkemece bir su.i tefehhüme uğramış. Bolu Mebusu Falih Rıfkı bey hasbc'I.icap yazdığı ma­ kalelerden birini de bu mev/uya hasr etmiş, cevap vermeyecek hal ve mevkide bulunan Ömer Rı/a Bey hakkında atmış, tutmuş, hatta bu gibi derbederlerin hudut haricine atılmasını tavsiye etmeye kalkışmıştır. Haşan Efendi'nin de Bakırköy Halk Fırkası mutemedi olduğunu anlatmak için Reis Bcy.c: — İtimadınıza m a/har olmuştum, dediğini ve evvelce riilâfçı, sonra Halkçı olduğundan dolayı: — Seni bana tavsiye edenin gözü kör olsun! Cevabını aldığı işiiılmişti. 7. Kez M uhakem e Edilişim ve Nihayet Beraatim Kanunisanrnin günü mutaa mutad üzere Bentderesi Kanunısanı nın 26. Sah gunu .cnıaercsı yoluyla yeniden mahkemeye götürüldük. Kelepçe arkadaşım yine Suûd Bey idi. Unutmadan şuraya kaydedeyim ki hapishaneden mahkemeye yedi defa götürülmüşüm, dördünde bila-mahkcmc. birinde bil.muhiikcmc. birinde iddia­ nameyi dinleyerek iade edilmiş, ycdincisindc ise. çok şükür, beraat karannı işitmlşüm.

t

Muhakemeye evvela kitapçı Azîz. sonra Mihran Efendiler çağnidılar ve nisbeten kısa bir zaman içinde muhakeme salonundan çıkanidılar. Üçüncü ola­ rak benim ismim çağrıldı. Bulunduğum merdiven altından lırladım. Şapka elim­ de olduğu halde salona girdim. Yapabildiğim kadar eğilmek .suretiyle resm-i la.zjmi ifa eltim. Jandarmalardan biri, ona yerde duran kafesin kapısını açtı ve ben girince kapaiu. Reisin tahkik evrakıma göz gezdirmesinden istifade ile seri bir nazarla etrafıma baküm. Bu salon büyücek bir odadan başka bir şey değildi. Kapının karşısında reis vc aza ile mebuslardan gelecek olanların oturması için yapılmış bir metre kadar yüksek bir yer vardı. Sol urafta ise aynı seviyede müd­ deiumumilik kürsüsü dunjyordu. Reisin karşısında ve benim içinde durdu.


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

341

ğum kafesin arkasına tevafuk eden bir saha da parmaklıkla bölünmüş, ekseriye­ tini Ankara Hukuk talebesinin teşkil eylediği dinleyicilere tahsis kılınmıştı ki o sahada duracak olanlann adedi nihayetu'n-nihaye 10-15 kişiyi geçmezdi. Hatta iddianameyi dinlemek için topluca çağnldıgımız gün mahkeme salonunu yalnız biz doldurmuş, dinleyiciler için içerde yer bırakmamıştık. Hüküm tebliğ edildiği gün ise.ki o gün mahkemenin hınca hınç olduğunu gazeteler yazıyorlardı, hariç­ ten gelenlerin miktan dışandan dinleyenler de dahil olduğu halde 30-40’ı geçmi­ yordu. Hcy.et-i hakime: Reis Karahisar Mebusu Ali Bey. Aza: Gazi Antep ve Rize mebuslan Kılıç Ali ve Ali Beyler. Müddeimumî Necip Ali Bey idi. İspar­ ta’nın sabık müftüsü ve mebus.ı lâhiki Hacı Hüsnü Efendi de hakimler heyetinin arkasında dinleyici olarak bulunuyordu. Muhakeme esnasındaki sual ve cevaplan takribi olarak şuraya geçiriyo­ rum. Çünkü bu satırlan karaladığım zaman ile -ki 1927 Mayıs’ının 23. Pazartesi gecesidir- o kara günler arasında 16 ay kadar bir vakit geçmiştir. Bir buçuk sene kadar evvel cereyan etmiş olan bir mucavebe tabiidir ki aynen hatırda kalma/. Onun için zihnimde iz bırakmış olanlan nakledeceğim. İsmim, doğum yerim, doğum tarihi gibi mülekaddim sorulardan sonar: — Mevlevilik mahlâsın mı. yoksa Mevlevî misin? — İdim, efendim! Bu "idim" kelimesi ile iarikaüann ilgası hakkındaki kanun çıkıncaya kadar serbestçe Mevlevî idim, demek istemiştim ki. maksadım da anlaşılmıştı. — Ne ile meşgulsün? — Tevkîfimc kadar Darüşşafaka'da muallim idim. — Ne okutuyordun? — Tarih ve edebiyat. — Ya! Bu "Ya!" hayret kelimesine karşı ben de hayrette kaldım. Acaba reis bey bunlann tedrisini bana yakışiıramamış mı idi. benim edebiyat muallimi değil dc. ancak Mızraklı İlm.i Hal hocası olacağımı mı zannetmişti, anlayamadım. — Bize hayaunıza dair malumat ver! Ben. cn ziyade şapka hakkında istizaha mecbur tutulacağımı 7anncdi>٠ordum. Galiba İstanbul Polis müdüriyetindeki mütalâa kâfi görülmüş ki ona dair


342

cuMHURiYEn^ D ö n e m i

d În v e d e v l e ' f İl İş k Jl e r j

c il t 3

ick bir kelime sorulmadı. Fakat ben '.Bize hayatına dair malumat ver’, sorusu­ nun şumulü karşısında şaşırmıştım. 20 seneyi aşkın tedris hayatımdaki tecrübe­ lerime istinaden bilirim ki talebeyi imtihanda en fazla sıkan, şaşırtan böyle genel sorulardır. Mesela bir tarih imtihanında "Bedir Gazvesini anlat!" demek hakikatia talebeye: "Şaşır da cevap verme" demek olur. Fakat o soru, parçalara taksim edilecek olurea cevaplann verilmesi de alınması da kolaylaşır. Binaena­ leyh:

‫؛‬

I

— Hayatıma dair ne gibi malumat emir buyuruyorsunuz? diye sordum.

٠ I

— Siyasî hayatınıza dair. Siyasî cemiyetlere girdiniz mi? Şimdi birine dahil misiniz? — ittihat Cemiyetine girmiş. 1325 tarihinde çekilmiş, ondan sonra siyasî bir cemiyete girmemeye azm ve cezm ve kasd eylemiştim ki hûlâ o azim­ de sabitim. — Teâli-î Islâm Cemiyetine girmişsin?

'I

— Evet, fakat dinî ve İlmî bir cemiyet diye girmiş, işin içine siyaset kanştınlmak istenilince oradan da istifa elmiş, hatta *istifamı Mahfel Mecmuası ile ilân etmiştim. Bundan sonra irad edilen sorular üzerine Atıf Efendi ile nasıl tanıştığımı. Teûli-Î İslâm Cemiyetine niçin girdiğimi ve neden dolayı çekildiğimi tafsilatlı aniauım. {

TcâJi-î İslâm Cemiyeti’ne, mahud müzevvir beyanname dolayısıyla suinazarla bakılıyordu. Bu da meselenin htıkikatının layıkıyla anlaşılmadığından ileri geliyordu. Hususiyle Seydişehirli Haşan Efendi muhakeme edilirken Mus­ tafa Sabrî Efendi'nin damadı Zeki Efendi'nin ifadesine atfen îngilizlerin Teâli-î İslâm Ccmiyeti.ne teveccühünden bahscylemişti. Reis Bey: — Siz bu cemiyetle ne yapmak istiyordunuz? sorusunda bulundu. — Ahlâka, maarife hizmet etmek, maarifin mektep açamadığı köylerde neşr-i irfana çalışmak niyetinde idik, dedik.

il

— Bu para ile olur. Nereden buldunuz. Vahidüddin'den mi aldınız? diye sordu.

— Efendim, niyet para istemez. Para meselesine gelince Cemiyet merkez idaresinin kirasını bile veremiyorduk da idare heyeti azasına yüklemeye çalışı­


İSTİIOAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR’UL MEVLEVİ

343

yorduk, dedim. Beyannameden Cemiyet'in haberi olmadığını, kabule idare he­ yeti azasından yarısının muhalif bulunduğunu, bundan dolayı o beyannameler red edilerek mühürlenmediğini tekrar söyledim. O esnadaki itirazım üzerine Zi­ raat Nezaretindeki özel kalem ve İktisat Heyeti baş katibliğinden azl edilmiş ol­ duğumu da te'yîd makamında ifade ettim. Reis Bey azlim meselesine karşı adem-i itamat gösterdi; ve: — Kim bilir, başka bir sebeple azl edilmişsinizdir. dedi. Şu söz nasılsa benim asabiyetime dokundu. O vakte kadar muhafaza ede­ bildiğim sessizliği haleldar etti: — Yoo... Bey Eendi Hazretleri afv buyurursunuz, bendeniz ne irtikap ettim, ne de rüşvet aldım. Azlimin sebebi ancak bu beyannameye itirazım mese­ lesidir. Böyle olmasaydı Nezaret encümeni, birgün sonra hakkımda ccvaz-ı izdihdam karan vennezdi. Ticaret ve Ziraat nezaretleri burada. Onlann memurlanndan pek çoğu bendenizi tanır ve meseleyi bilir. Tahkîk buyuracak olursanız, ifademin doğruluğu tahakkuk eder, diye yüksekçe bir sesle cevap verdim. Gali­ ba sesimin yükselmesinden dolayı olacak ki Reis Bey İstiklâl Mahkemesi’nde bulunduğumu bana ihtar etti. — itimat buyurunuz ki hakikat bundan ibarettir, demeye mecbur oldum. idare heyetinin kimlerden mütcşckkil-olduğu sualine: "Hepimiz her vakit topluca bir araya gelmezdik. Aradan bir çok da zaman geçti. Şimdi isimlerini toplayıp sayamıyacağım. Atıf Efcndi.yc sual buyurun... Seydişehirli Haşan Efendi.nin beyannameyi kabule taraftar olup olmadığını isti­ zahına da: "Polis müdüriyetinde verdiğim cevabı tekrar ederek "O vakit pek he­ yecan içinde bulunduğumu, kimlerin kabul için rc١y vermiş olduklannı kestirip atamayacağımı" söyledim. Mahut beyanname hakkında Mustafa Sabri Efcndi'nin "Nikâh-ı fuzulî kabilinden bir şey oldu" demesine karşı "Efendim, nikah-ı fuzulî'de iki tarafın iltihak-ı nzası şarttır." demiş olduğumu hikaye ederken Reis Bey: — Nikah-ı fuzulî de ne oluyor? diye sordu. — Meselâ bir adamın ortaya çıkıp da tarafeynin izni yokken ben filanın kızım filanın oğluna nikah ettim, diye fuzulî müdahalesidir ki sonra bu.akt iki tarafça kabul edilirse, sahih olur, izahatında bulundum. Mesele "Mahfcl" mecmuasına intikal etli. Azadan Rize mebusu Ali Bey, elir١de umugu Mahfel Mecmualarından birini Reis Bey e uzatarak; "İdarehanesi:


W

'

I

344

CUMHURlYErr DONEM! DlN VE DEVLETİ. İLİŞKİLERİ

C İLT 3

Tcâli“î Isljm Cemiyeti Mcrkez.i adresi" ibaresini gösterdi. Bu husustaki istihuza:

t'

Biraz evvel arz ve izah etmiştim ki idare merkezi olan evin kirasını idare heyeti tamamlamaya çalışıyordu. Bendeniz de verdiğim paraya mukabil Mccmua.mn müterakim nüshalarını orada muhafaza ediyordum. Cemiyetten is­ tifa edince idarehaneyi oradan naki ettim, yollu izahat verdim.

I

Bunun üzerine şu mücavebc geçti: — Oradan sonra neresini Mahfel idarehanesi yaptın?

I İl ٠

— Hasanpaşa Medresesini. Daha sonra da Beyazıt'ta. Türbe Kapısı karşı،sında bir kahvehanenin üstünü.. — Şu mahud kahvehane mi? — Evet, efendim. Lâkin hamd olsun ki Tarikat-ı Salühiyc meselesinden 6.7 ay evvel oradan çıkmış. Bab-ı Ali civannda Yeni Türkiye kütüphanesinin üstüne taşınmıştım. — En müfrit İ'tilafçılann Teâli-î İslâm azası olduğuna dair Mahfcl'dc bir fıkra varmış. — Böyle bir fıkra hatınma gelmiyor. — Olduğunu biliyoruz. Bizi ugraştınp aratma da söyle! — Bey Efendi Hazretleri. Mahfel 6 seneden beri devam ediyor. Yayınlan­ mış sayılan bin sayfayı aşkındır. Böyle bir fıkranın saklı bulunduğunu hatırla­ mıyorum. Hakikaten varsa, gösterilsin, bendeniz de anlayayım ve ona göre cevap vereyim. Yoksa ve bendenize kalırsa, yoktur. Esasen böyle bir fıkra olmadığı için Reis Bey ısrar etmedi. Fakat Rize Mebusu Ali Bey benim "yoktur" deyişime karşı -Mahfil'de yoksa. Mahfel'de vardır, zerafetini gösterdi. Lâkin bu hareket oyunuyla ne kast elliğini anlayama­ dım. Öyle alî bir nüktenin müdrikime tenezzül etmeyişine doğrusu ya müteessi­ rim. Binaenaleyh zihnimin yükselemediği bir söz karşısında boynumu bükmek­ ten başka cevap veremedim. Şapka Risalesinden K aç Tane Sattın Daha sonra Şapka Risalesinden kaç tane saltığım soruldu. Olayı hikâye ettim. Ccvaplanm kâfi görüldü. Ve salonun karşısındaki komiser odasına gölü-

l.'\


İst ik l a l

m a h k e m e l e r in in z u l ü m l e r in e t a n ik t a h Ir .u l m e v l e v İ

345

rüldüm. isticvabım bir buçuk saat kadar sürmüştü. Cismî vc ruhî yorgunlukla bitmiş bir halde idim. Ya bir çay. yahut sade bir kahveye pek ziyade ihtiyacım vardı ki o ihtiyacı temine çare yoktu. Aksi gibi Istanbul.dan götürdüğüm enfiye­ ler de tükenmişti. Gardiyan vasıtasıyla aratmış isem de rejimin o vakit çekilmez enfiyelerinden başkasını elde edememiştim. Onlar ise çekilir belâ olmadığından hapishanede koklamayıp. ara sıra içime çekmekle iktifa ediyordum. Yorgunluğa faydalı olur ümidiyle cebimde bulunan kutuyu çıkardım. Vc caiz maal.kcrahc kabilinden olarak çektim. Ben muhakemeden çıktıktan sonra Atıf Efendi çağmlmıştı. Benim bu­ lunduğum oda ile mahkeme salonu arasında iki üç arşınlık mesafe vc her iki odadan birbirine nazır pencere varsa da bulunduğum odanın kapalı camlan üstü­ ne perdesi indirilmişü. Hapishanedeki rutubet ve enfiyesizlik dolayısıyla da benim kulaklanm ağırlaşmıştı. Arasıra odaya girenlere hissciıirmcmck ü/.crc muhakemeyi dinlemeye çalışıyorsam da işitemiyordum. Bir aralık odaya bir polis girdi: — Muhakemenizi dinledim. Çok iyi cevap verdiniz. Öyle anladım ki mahkemeye kanaat geldi. Kurtulacağınızı tebşir ederim, dedi. Allah razı olsun. O adamcağızın şu müjdesi yahut tesliyeıi bana bir zindelik verdi. Adeta halâs olmuşum gibi neşvelendirdi. Bu sırada beni tekrar salona çağırdılar. Fakat bu sefer kafese koymadılar. Orta yerde ve süngülü jandarmanın yanında durdum. Bir tarafımda da jandarma zabiti vardı. Reis Bey sordu: — Kuva-yi milliye aleyhine bir beyanname tertip edildiğini Atıf Efendi sana nerede haber verdi? — Beyazıt’ta. — Neresinde? — Cami yanında. — Beyanname kaç nüsha basıldı? — 20 bin kadar olduğunu işitmiştim. Bu cevaplan evvelce vermiş olduğum için tekrar iradındaki hikmeti anla­ yamamıştım. Meğer Atıf Efendi ile ifadelerimiz arasında tezat bulunmuş, müvacehe için çağmlmışım. Hoca'ya sordu: — Nerede konuştunuz? — Beyazıt'la kahvede.


346

CUMHURÎYET DÖNEMİ DİN VE DEVLETİ. İLİŞKİLERİ

C İLT 3

I

— Beyannameler ne kadardı? — 60 bin nüsha... Reis Bey bana baktı. — Efendim, bendenize kalırsa ikimizin ifadesi arasında tezat yok. Teva­ fuk var. Bendenizin Beyazıt Camii'nin yanında konuştuğumuz hatmmda. Hoca Efendi kahvede görüştüğümüzü söylüyor. Zaten o kahve camiin yanındadır. İh­ timal ki ayakta başlanılan lâkırdı oturulan kahvede ikmal edilmiştir. Beyanna­ meye gelince maksat nuseh-i matbuasının kesretidir, yoksa kemiyet-i sahîhesi değil, dedim. Götürün! emri verildi. Ben çıkanidım ve yine komiser odasına getirildim. M üdüriyet Dairesindeki Koğuşa Naklim

٠

I

i

ii ‫؛‬I I

Muhakemeden sonra müdüriyet dairesindeki ilk girip çıktığımız koğuşa götürüldüm ki Mihran Efendi de oraya getirilmişti. Çünkü muhakeme edilenle­ rin, edilmeyenlerden ayrılması lazım geliyormuş. Bu koğuşa getirilişim hemen yatsı vakti idi. Jandarmanın biri kapalı duran kapıyı açıp bizi içeriye salıverdi. Kapıyı da yine çekip kilitledi. Tesadüfen Ömer Rıza Bey de orada bulunuyordu. Onun yatağının kenanna oturdum. — Geçmiş olsun, ne sordular, ne cevap verdin, gibi sözler her taraftan yağmaya başladı.

B 1

t

İt

— Müsaade edin, azıcık nefes alayım da anJatınm. dedim. Hem yorgun hem de açtım. Yanımda yiyecek bir şey olmadığı gibi gece vakti tedarikine de imkan yoktu. Bereket versin ki orada olanlar biraz yiyinti lulf eltiler, bir de sade kahve pişirip verdiler. Kamımızı doyurup yorgunluğumuzu aldıktan sonra olayı hikaye etlik. Muhakememizin kolay geçmiş, kendilerine ise Reis Bey.in epeyce çıkışmış olduğunu da Ömer Rıza Bcy'lc Seydişehirli Haşan Efendi anlattılar. Yani karargâhımızla; arkadaşları şöyle bir gözden geçirdim. Kapıdan giri­ lince sağ köşeden pcncercye doğru saatçi Hafız Nafiz Efendi. Hoca Abdülfeltah vc KonyalI Tahir Efendiler, pencerenin altında Sofi Süleyman Efendi, pencere­ nin hizasında türbedâr Haşan Efendi. İstanbul İmam vc Hatip Mektebi sabık kâtibi Azîz Mahmud Efendi. Halld Efendi isminde bir zat, sol tarafında Dağıs­ tanlı Seyyid Tahir Efendi, zabit mütekaidi bir zat ile oğlu. Seydişehirli Haşan


İ s t ik l a l m a h k e m e l e r in in z u l ü m l e r in e t a n ik t a h I r u l m e v l e v i

347

Efendi, kapının sol tarafına doğru Ömer Rıza Bey. Ahıskalı Şeyh Ali Haydar Efendi... Ortada bir demir soba, önünde saç bir mangal ile teneke bir leğen, leğenin etrafında yine teneke ibrikler. Hemen kapının arkasında bir parça maden kömü­ rü, bir iki avuç mangal kömürü, birkaç tane gaz tenekesi, bir iki tane de açılmış konserve kutusu duruyordu. Def.i Hacete Bile izin Yok! Lûkırdı ederken kulağıma bir şanitı geldi. O tarafa doğru döndüm. Arka­ daşlardan biri duvara doğru çömelmiş. konverve kutularından birinde def.i hacet ediyordu. Sonra onu yan açılmış gaz tenekelerinden birine boşalttı. Kutu­ yu da baş aşağı olmak üzere tenekenin üstüne bıraktı. Ben şu hale... bakarken arkadaşlardan bazdan işi anlattılar. Bu koğuşun kapısı her nedense gece gündüz kapalı dururmuş. Gündüzleri dışanya çıkmak için vumlur. jandarmaya açtmiırmış. Fakat geceleri ona da müsadc edilmediği için böyle teneke içine def-i hacet edilirmiş. Bu elîm tafsilat üzerine: — Ya ihtiyacın büyüğü olursa? diye sordum. — Lûmba kısılır, o da tenekeye def edilir, cevabı verildi. Hakikaten bir gece gözleri bürüyen karanlık, burunlan kaplayan koku arasında böyle bir halin vukuunu hissetmiştim. Yatma zamanı gelmiş, hatta geçmişse de benim yatacak yerim yoktu. Allah razı olsun ki Azîz Mahmut Efendi yatağının yansında bana yer verdi. Hemen palto ile oraya uzandım ve sabaha kadar uyumadan ziyade oyalandım. Meğer 8. koğuş için ..Şahin Paşa Oteli.' demeye hakkım vannış. Çünkü buraya nisbetlc orası şahane bir otel imiş. Biz de orda mevkuf değil, kibar misa­ firlermişiz... Sabah oldu. Erken uyananlar -henüz nöbetçi Jandarmalann gönlü olup da kapıyı açmadığı için tabiî tenekeye koştular. Koğuşun içi bir "Şarşarabûd" halini aldı. Yüzünü yıkayıp abdesi alacak olanlar da birer ibrik yakala>ıp teneke leğe­ nin etrafına dizildi. Dökülen sular leğende yükseliyor, boğaz ve burun ifrazatı da onun sathında yüzüyordu. Nihayet içerden yumruklamak ve epeyce bir müddet:


348

CUMHUR]YEl'DÖNEMİ DlN VE D E ^ E T İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Hemşehrimi Sabah oldu. Şu kapıyı a‫ ؟‬, temennisinde bulunmakla murad kapısı açıldı. Lakin iki kişi dışanya fırlayınca jandanna ٠٠ göğsüne dayandı: — Onlar gelsinler de öyle ‫ ؟‬ıkareınız. dedi. Çünkü müdüriyet dairesinin üst katinda beş alil ko^ış oldugu. içlerinde epeyce mc٧ kuf bulunduğu halde topu lopu iki iane abdcsıhanc vardı kl onlann da henüz İç kapılan takılmamıştı. Yalın kat birer çu ٧ al parçası ile önülebiliyordu. Biz. 8. koguşta müştereken yiyip İçiyo^uk. Sabahleyin çayımız, kahvemiz pişiriliyordu. Burada ise herkes başlı b ^ın a yaşamaya çalışıyordu. ٧ akıa muktesidane harekete mecbur edilir, lakin ayn ayn ettikleri masraf bir araya getirilseydi, her halde daha müreffehçe bir hayal geçirilebilirdi. Galiba bu koguşun havasından olacak ki Seydişehirli Hasan Efendi de yalnız başına yiyip İçme sevdasına düştü. Biz Ömer Rıza Bey ve Mihran Efendi eskisi gibi müştereken geçinmeye karar verdik. Verdik ama sonra vckilharçlık, aşçılık, halta bulaşıkçılık benim başıma kaldı. Bereket versin ki pişen yemekler yumuna. ^ y n ir pastırma gibi şeylere inhisar ediyordu. Çünkü mangal ona mail idi. Erken davranan onu benimsiyordu. Kömür ise lâfzı murad okkası bilahammaliyc 15 kunışa gcidigi İçin, pek kıymetli idi. Yukanki koguşta gazete vasıtasıyla biraz havadis alabiliyorduk. Burada ise ۴ ncerclcr ekser evkat açık tutulmayacak olursa hava bile alınamayacak, içindekiler mütenevvi kokulardan boğulacaktı. Sabahleyin 8. koğuştan eşyamız geldi. Yatak vc.çanialanmız ile beraber çatal, kaşık, biraz çay ve kahve gibi şeyleri de oradaki arkadaşlar sclamlanyla birlikte yollamışlardı. Biz de mukabclcıen selam ve dua gönderdik. Ben Nafiz Efendi ile AMülfettan Efendi'nin arasında yer buldum. Mihran Efendi de Azîz Mahmul ve Halil Efendilerin Ortasına sıkıştı. Biraz sonra kapı açıldı. Nöbetçi jan d am a Rcfaci Efendileri içeriye salıverip kapıyı çekü ve kilitledi. Bunlar, bizim oraya geldiğimizi haber alınca görüşmeye gelmişler. Onlann bu kadar serbesti ile bizim bu derece kayıi altında bulunuşumuza hayret ettik. H apishane K um andam B ağırıyor: MUrteci Herifler!" Buradaki hayatimiz iki kelime ile ifade edebilirdi ki meiai-efzS ve fuvimfersâ idi. Y u k ^ d a iken geziniyor, konuşuyor, hatla gülüşüyorduk. Burada ise hepimizin neşvesi kaçmıştı. Adeta çenelerimizi bıçak a ç m ^ diyebilecek bir ye'se düşmüşlük. Avunabilmek İçin oahancler bulmaya çab^ıyorduk.


İ s t ik l a l m a h k e m e l e r in in z u l ü m l e r in e t a n ik t a h İ r ٠u l m e v l e v i

349

Sabahleyin abdesi bozmak ve almak ve namaz kılmak, namazdan sonra kahve, yahut çay içmek, ondan sonra soyunup, anlaşîlıyorya- a^klanmak daimî meşguliyetlerimizi teşkil ediyordu. Çünkü, burada o mürchhcn müstevli idî. Se­ bebi de Seyyid Tahir Efendi'nin münferid konuşuna götöriilmcsi ve hastalanma­ sı üzerine -gittiği gibi değil de bitli olarak- getirilmesi idi. Anlaıiıklanna göre hapishanenin genç kumandanı bir gün oraya gelmiş, çoğu babası yerinde bulu­ nan mevkuflara lüzumu olmadan ’’Seciyesiz, mürteci herifler diye atmış, tut­ muş. Tahir Efendi dayanamamış: Bitli Koğuşlar — Tahkîr etmeye hakkın yok. biz mürteci değiliz. Sözlerinizi sana iade ederiz, gibi mukabelede bulunmuş. Maazallah bu sui-edeb ise kumandan beyi hiddetlendirmiş, derhal verdiği emir üzerine Seyyid Tahir Efendi münferid ko­ ğuşuna gönderilmiş! Allah göstermesin. Benim görmediğim bu koğuşlardan mcvkuflann ara­ sında dehşetle bahs ediliyordu. Güya bunlar havası ve ışığı gayet az. su içinde denecek derecede rutubetli birer bodrum imiş. Maamafıh ben bu işiııiklcrimi mübalağaya hami ediyor, asrî ve medenî bir hükümetin merkez hapishanesinde böyle yerler bulunacağına ihtimal vermiyordum. Yalnız şu kadanm gözümle gördüm ve kulağımla işinim ki mahkemeye göıürülüşlerimi/.dcn birinde Seyyid Tahir Efendi’yi eli kelepçeli olarak o koğuşlann bulunduğu taraftan getirmişler­ di. Adamcağızın hasta ve bîtab olduğu hal ve tavandan belli idi. İstanbul'dan gittiği gibi başı açık bulunuyordu. Kumandan bey şapkasını niçin giymediğini sordu. O da. şapkası olmadığını söyledi. Verilen emir üzerine bir kasket getirdi­ ler. Tahir Efendi'ye giydirmek istediler. Kasket kendisinin olmadığı için giycmı. yeceğini söylemesi üzerine kumandan her vakit parlamaya hazır bulunan hid­ detli haliyle gürledi. ”Geldiği yere götürün! Jandarmalar zavallıyı ite-kaka götürdüler. Müteessirane seyr etmekten ve "lâ-havlc ve lâ-kuvvctc illâ biUahi.l-aliyyi'l-azîm . de­ mekten başka bir şey yapamadık. İşte koğuşumuzdaki bit salgını bu suretle olmuştu. Arkadaşlanmızdan Sa­ atçi Nafiz Efendi yalnız gözleri ile bakmaya kanaat etmiyor, yanında kalmış sa­ atçi herde-bîni (dürbünü) ile de onların sirkelerini kan lekelerini anyondu.


350

CUMHURjYErr DÖNEMİ DİN VE DEVLE!' ILİŞKİLEI^J

CİLT 3

Koca Koca Zincir ve Prangalarla Atıf Efendi İle Birlikte Mahkemeye Getiriliyoruz

')<.1

Galiba Ocak ayının 31. Pazargünü idi ki saat 11 (onbir) raddelerinde mahkemeye götürüleceğimiz tebliğ edildi. Hapishane meydanına indik. Fakat bugünkü kafilemiz 30-40 kişiye baliğ olmuştu. Çünkü Erzurum'dan ve Uşak'tan getirilenler de bize iltihak edilmiştiler. İkişer ikişer kelepçelendik. Sonra kalan­ lara kelepçe yetişmediği için onlar da el zincirleri ile bağlandılar. Kumandan Bey. bugün bize aynca bir lütüfta bulunmak istedi. Uzunca bir zincir getinıi. Bunu en öndeki sıradan en sondakina kadar uzatmak, kelepçe­ leri o zincire ve sıralan birbirine bağlamak istedi. Vakıa yapılmış olsaydı yolda giderken sıralann sık ve seyrek yürümesindeki intizamsızlık kalkacak, sonra çarşıdan pazardan geçerken manzaramız evvelkinden mehîb olacaktı. Teessüf edilir ki zincir kısa geldi ve şu tûl-i emel husule gelmedi. Mutad üzere alay.i valâ ile mahkemeye getirildik. İki taraftaki merdiven­ lerin altına doldurulduk. İki üç saat kadar orada ayakta bekledikten sonra çıka­ rıldık. Polis müdüriyetine götürülüp dairenin altındaki bodruma tıkıldık. Sonra­ dan haber aldığımıza göre mahkeme heyeti parti (fıkra) müzakeresinde bulunmak için Meciis'e gittiği cihetle o gün müddeiumumiliğin hakkımr/daki iddianamesi okunamamtş. Atıf Efendi Beraat Umuyordu Burada Atıf Efendi ile bir parça konuşabildim. Tcâli-î Islfım Cemiyeti’nin Anadolu’ya hiç bir beyanname göndermemiş olduğuna dair Vakit Gazetesi ile yapılan ilânın para kesesinde gizlediği maktuasını mahkemeye gösterdiğini, be­ yanname cürmünden cemiyetin beri olduğuna dair heyete kanaat geldiğini, şapka risalesini Kanunun neşrinden bir buçuk sene evvel tab'ettirmiş olduğunu, ikinci bir defa basılmak şöyle dursun, ilk tab.ının tamamiylc saülmadıgmı isbat eylediğini haber verdi. — Sonunu nasıl görüyorsun? diye sordum. _Cürüm bulunmadı ki ceza verilsin. Tabiî beraat umuyomm, dedi. Bir­ kaç gün münferit koğuşuna konulmuşken oradan çıkanlıp 8. koğuşa getirilmiş olmasını da beraaünc delil saydığıru söyledi. — Benim için ne düşünüyorsun? dedim.


İSİ'İKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHlR'UL MEVLEVİ

351

٠٦

I

— Ben şapka risalesini yazmışken beraat ümidini beslersem, sen onu hakk-ı sarîbin bilmelisin, cevabını verdi. — Inşaallah öyle olur, mukabelesinde bulundum. Hoca hakikaten kuaulacağımızı ümid ediyor, bizim mahkemeye verilişi­ mizin vehimeden ileri geldiğine, biraz da o vehmi İstanbul polisi idaresinin kö­ rüklediğine kani bulunuyordu. Bodrum katının meydana nazır parmaklıklı pencereleri vardı. Onlann bi. rinden dışansını seyr ediyor, dairelerin tatil zamanı olduğu için kalemlerden, bilhassa karşıki Maliye Vekaletinden çıkan memurla□ görüyordum. İçlerinde tanıdıklanm. belki ders okuttuklanm da vardı. Bereket versin ki kapalı yerde bulunuyorduk da yüz yüze gelmekten ve sıkılmaktan ziyade onlun sıkmaktan kurtuluyorduk. Bir iki saat te bu durumda bekledikten ve ikindi ile akşam na. mazlannı yere serilen cübbe ve palto gibi şeyler üzerinde eda ettikten sonra dı­ şa□ çıkanidık. Sıraya dizilip kelepçeye vurulduk. Bu ak.şam hapishaneye iade edilişimizde bir fevkaladelik vardı. Mahke­ meye memur jandarma zabiti: — İhtiyarlara kelepçe vurmayın, rahatça giyinsinler, emrini veriyor, lükin Ömer Rıza Bey.e hitaben: — Mısırlı Bey şöyle sıraya gel! kumandasını ediyordu. O gece yahut biraz evvel ve biraz sonra Yağlıkçı Hüseyin ve Mustafa Efcndilcr٠le Nunıosmaniyc Camii İmamı Hafız Osman Efendi bizim odaya geti­ rilmişti. Osman Efendi'ye tevkif sebebini sorduk, münasebetsiz bir harekeli dola­ yısıyla döğdüğü mahud Zcynclabidin Efendi tarafından verilen jurnal üzerine yakalandığım. Rize'ye kadar götürülüp îstanbul'a. İstanbul'dan da buraya getiril­ diğini söyledi. Savcının Talebi İdam! İdam! Mcvkuflann gerek istiklâl, gerek Adliye mahkemelerine götürülüp getir­ tilmesi için bir otomobil alınacağım işitmiş ve Şubat başmda gelmiş olduğunu da su almaya giderken görmüştük. 1926 Şubatı’mn 2. Salı günü biz ve bize mül­ hak olanlar hep birden mahkemeye götürüldük ki sekizer-onar kişilik lakuniara aynlmak suretiyle otomobile doldurulup sevk edilmiştik. Şu suretle nakillerimiz şayan.ı şükran idi. Fakat garip olan bir ciheti vardı ki o da otomobil içinde bile

1


352

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLE!' İLİŞKİLERİ

C İLT 3

kelepçeli bulunuyorduk. Önünde, arkasında tüfekli jandarmalar oturan, ancak nefes alabilecek kadar delikleri için o kadar müz'iç olmasa bile yer bulamayıp ayakta kalanlara pek zahmet veriyordu. Onları, düşmesinler diye oturanlar ser­ best elleriyle tutuyorlardı. Muhafazamızda gösterilen takayyudun bu derecesi galiba fazla, belki de münascbcLsiz görülmüş olacak ki ertesi gün müdâfaaya götürülürken oiomibile kelepçesiz bindirilmiştik. Mahkeme o gün mutad hilâfına crkencc teşekkül cunişii ki sebebi de zannıma göre müddeiumumrnin iddiası ve talebi ile maznunlann epeyce uzun süre­ cek olan müdafaalannın dinlenilmesi, bir de müzakere edilip karar verilmesi için vakit bulunması idi. Hepimiz birden mahkeme salonuna doldurulduğumuz için muhakeme dinlemeye gelmiş olan birkaç kişiye yer kalmadı. Çünkü onlara mahsus olan yeri de biz işgal etmiştik. Müddeiumumi bey ayağa kalktı. Rutubet ve cnfıyesizlik tesiriyle kulaklanm ağırlaşmış olduğundan lamamiyic işitemediğim bir lakım ıcşrihaıian sonra cc/a talebine müftü Ali Rıza Efendi.nin idamından başladı. Pek de hü.snü iblidâ olmayan şu başlangıç - yanına tesadüf elliğim soba­ nın hararetinden terlerken beni de titretti. Fakat bu titreyiş kendim içni değildi. Çünkü cürmüm olmadığına, şayet var addedilse bile cezası o kadar olmadığına kani idim. Ondan sonra 10 ile 15 .sene müddet arasındaki kürek cezalan talep edildi ki bu 10 senelikler içine Atıf ve SofT Süleyman Efendiler ile Suûd Bey dahildi. Daha sonra zikr edilen bir kaç i.sim arasında benim adım da geçti ki 64. madde mucibince tccrim olunmamız talep ediliyordu. İzah edilmediği için cürmümün. maddeyi bilmediğim için de cezamın ne olduğunu ve ne olacağım anla­ yamamış, tabiî bchı ve hayret içinde kalmıştım. Bir kaç kişinin daha muhtelif maddelere göre içerimi talep edildikten sonra mütebaki maznunlann beraatı istenildi. Müddeiumumi Bey sözünü bitirip yerine oturunca Reis Bey müdafaa için ne diyeceğimizi sordu. En önde ve Rcis.in ta karşısında duran Atıf Efendi: — Reis Bey! Müsaade edin de müdafaalanmız'. yazalım. Bunun için bize iki üç gün müsaade edin, talebinde bulundu: R eis Bey:


İst ik l a l

m a h k e m e l e r in in z u l ü m l e r in e t a n ik t a h İr u l m e v l e v i

353

— içinizde beraat edecek olanlar var. Sizin için onlan fazla bcklclcmc. yiz. Bu gece yazın, yann okuyun, katî emrini verdi. Vakıa masum olanlann mevkuf, mahkum olacaklann da maznun bulundurulması adaletsizlik olacaktı. Müftü Ali Rıza Efendi: Beni Hemen İdam Edin! Bunun üzerine müftü Ali Rıza Efendi. Rcis.e hitaben hakkmdaki talebin hemen infaz edilmesini rica eyledi. Anlaşılan son derecede me'yus bulunuyor­ du. Salondan çıkanidık. Ve takım takım hapishaneye naklolunduk. Mahku­ miyetleri talep olunanlar ne kadar heyecanlı ise, beraaücri istenilenler de o dere­ cede sevinçli bulunuyorlardı. Pek haklı olarak sevinçleri gözlerinden anlaşılıyorsa da bize karşı izhar-ı sürür etmekten sıkılıyorlar, hatta müddeiumumilerin şiddetli taleplerini mahkeme hey'etlerinin daimi ta.dil etmekte olduklanndan bahsediyorlardı. Yolda mı hapishanede mi. her nerede ise öğrenmiştim ki 64. madde-i ce­ zaiye 3 senelik nefyden ibaretmiş. Ben vakıf olmuştum ki sürgün mahkumiyet­ lerinin hapishanede geçen beher günü beş gün hesap edilirmiş. Şu hesapça üç senenin bir tanesi hemen bitmiş oluyor. 6-7 ay ya Ankara yahut başka bir yer hapishanesinde kaldığım takdirde ceza müddetim son buluyordu. Hapishane ha­ yatına ise alışmaya başlamış, mahkûmlann mevkuflardan ziyade serbest bulun­ duğunu da gözümüzle görmüştük. Kendimi avutmak islediğim bu düşüncelere mukabil zavallı validemin ve perişan ailemin kızarmış gözleri ile sararmış yüz­ leri muhayyilemde dolaşıyor; ve o hazin hayaller ye's ve ümit içinde çırpınıp ağ­ laşıyordu. Onlann hayalimde ağlaması, itiraf edeyim ki beni hakikaten ağlattı. Ağla­ yışım ise kendimden ziyade onlan düşündüğümden ileri geliyoalu. Ben. zengin ve irad ve akar sahibi değildim. Hepimizin maişeti benim çalışmama dayanıyor­ du. Fatih yangını ise evi yaktıktan başka, satılınca bedelleri ile biraz vakit geçi­ nebilecek eşyayı da kül etmişti. Vakıa mütevekkil olmak lâ/.ımdı. Fakat tevek­ külden evvel esbabına tevessül etmek lazım geldiğini de biliyordum... M ûdafanâmeler Yazılıyor

Bu me'yusane isü'rakım bir müddet sürdü. Nihayet ıco.ssünLim biraz hafif­ lemişti. Yangından sonra tedarik edebildiğim kitaplar haiınma geldi. Bunlann


354

i

CUMHURİYErr DÛNEMİ DİN VE DEVLE!' İLİŞKİLERİ

C İLT 3

mecmuu satılacak olursa yine 100-150 kağıt kadar tutabilir, o kadar para da ai­ lemi bir kaç ay Sedd-i ramak (Ölmiyccck kadar yiyip içme) miktarı yaşatırdı. — Mahkûm olduğum takdirde yazacağım icsliyctnameyc bunu ilâve ede­ rim. üst tarafını da Rezzak-ı Alem'in lütf ve keremine bırakırım, dedim. İçimizden mahkumiyeti talep edilmiş olanlar, bakkaldan kağıt kalem te­ darik cunişicr, kendilerine müdafaanamc yazmaya başlamışlardı. Yazı yazmaya başlamadan haiınmabirsöz geldi. 8. koğuştaki mahkumlardan biri: — Ben. mahkeme heyetinin lütüf ve adaleline müracaat edeceğim yerde, onlan ilzama çalıştığımdan dolayı mahkûm olmuştum. İcabında siz böyle yap­ mayın, demişti. Bu söz -hakikat olup olmadığından sarfı nazar, şayan-ı laıbîk idi. Binaenaleyh hem hakkımı müdafaa edecek hem de hcy'ciin adalet ve merha­ metine ilticamı gösterecek tarzda bir kaç satır karaladım. Uzun boylu yazıların dinleyenleri e.sncımekıen başka bir şeye yaramayacağını bildiğim için temennlnâmcm gayet muhtasar oldu. Vakit bulabilirsem bir kaç kelime de şifahen söyliycccktim. Ben yazımı bitirdikten .sonra beraatı istenilenlerden Hafız Nafiz Efendi yanıma geldi. Solî Süleyman Efcndi.nin müdafaanamesıni gözden geçir­ memi. hatta lüzumu olan sözleri ilave etmemi söyledi. Şeyh Süleyman Efendinin Miidafua،sı Solfnin kâğıdını aldım, okudum. Senelerden beri Fatih Camiinde ders okuttuğunu, cemaatinin fakir kimselerden ibaret bulunduğunu, asî Muharrem i bu asırda görmediğini. Atıf Hoca gibi fitne çıkaracak kitap yazmadığını söylü­ yor. neticesinde ise tabiatıyla bcraaiini talep ediyordu. Akl-i .selim erbabına göre bu sözler makul bir müdafaa olamayacaktı. — Hoca Efendi, yanlış bir tarz tutmuşsun. Sen. Muharrem! bu asırda gör­ mediğini söylüyorsun. Halbuki senin mektebinde onun evvelce muallimlik etti­ ği mahkemece sabit. Sübûta varmış bir şeyin ifadc-i mücerrede ile aksini iddia etmek garip olur. Kitap meselesine gelince malumu ilâma hacet yoktur. Yaz­ dım. demiş isen de kimse inanmaz. Müsaade et de bunu değiştirelim, dedim.

■ )1

Sevk-i vicdanîne söylediğim şu sözler, galiba SofTnin vehm-i İlmiyesine dokundu: — Bu asırda görmedim, demek, çokun beri görmedim ve görüşmedim, manasınadır. Onu erbabı anlar. EXîğiştirmck i.sıcmez. itirazında bulundu.


— I ٢

ISa'İKLAL MAHI^EMELERİNIN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

355

— Peki Hoca Efendi! Bildiğin gibi yaz, islediğin gibi mana ver. Ben kanşmam. diyerek çekildim. Benim halisane ihtanma karşı SofTnin kibirlice cevabı üzerine Hafız Nafiz Efendi de sıkıldı. Ömer Rıza Bey, mahkeme heyetini okşayacak ve kendisini sui-nazardan kurtaracak güzel bir makale yazmıştı. .'Mahkemenin lûıf ve merhametine iltica çimekten başka söyliyccck sözüm yoktur" diye müdafaanamc tahririnde îcaz tarikine gidenlerde olmuştu. Yatsı namazından sonra herkes yattı. Ben. yatağımın içinde oturuyor, şu saatte uyanık bulunup halâsım için dualar ettiğini pek iyi bildiğim anacığımın halini düşünüyordum. Hakkımdaki sürgün isteği telgrafla İstanbul'a bildirilmiş, heyecan verici ibareler ilavesiyle gazetelere geçirilmişti. Yann bunu bütün İs­ tanbul. halta umum Türkiye halkı öğrenecekti. Şayet validem, bunu haber alırsa ne hallere girecekti? O haberin tahakkuku takdirinde tesirine nasıl tahammül edecekti? Dü.şünüyor. düşünüyor: — Aman ya Rabbi, sen bilirsin! İlıica.sından başka elimden vc dilimden bir şey gelmiyordu. Bin türlü tahayyülâi vc iccUümat içinde kıvrandıktan vc yegâne meleoim bulunan AUalVıma ruhumun sıcaklığından yalvardıktan sonra sabalıa kar‫؟‬ı bir parça dalmışım. Gördüğüm bir rüyanın neşvesi ile uyandım ki namaz vakti imiş. Rüya şöyle idi: Şeyh Ali Haydar Efendi ile ikimizin müşterek bir maaş cüzdanı varmış. Bu cüzdanla vezneye müracaat elmişim. Maaş alacakmışım. Veznedar, bir İki varaka.ı nakdiye verdikten sonra: — İstersen bir de tülın vereyim, teklifinde bulundu. — Aman lütfetmiş olursunuz, çoktandır rü'yciindcn mahrumum, Curtcıtc hemşehri görmüş gibi olurum, dedim. Veznedar, kenan kmk biralım verdi. Bunu görünce: — Aman, bir lülûflur ettiniz. Bari lamam olsun. Şunu dcğîşıirivcrin. nca. sini etlim. Onu aldı, Mevlevi Külâht şeklinde altından mamul tam bir sikke verdi. Aldım vc uyandım. Namazdan sonra bu rü'yayı Ali Haydar Efendi'ye anlattım. Hüsnü tabifcı. u:


356

CUMHURİYET DÛNEMİ DİN VE DEVLETİ. İLİŞKİLERİ

C İLT 3

İ l

- Altının değişmesi, hakkındaki hükmün değişeceğine, maaş cüzdanının müşterek olması da ikimizin beraatine işarettir, dedi. Fil-vaki bir kaç saat sonra da tabiri aynen gerçekleşti.

I

Karar Günü Gelip Çattı: Müdafaa ve Hüküm

I, il

li،

1926 Şubai'ınm 3. Çarşamba günü bizim koğuş sakinlerinin heyecanı hergünkünden fazla idi. Beraatı talep edilmiş olanlar küçük bir şüpheye düşmekle beraber bir an evvel halava kavuşmak arzusunda bulunuyorlar. Mahkumiyeti is­ tenilmiş olanlar da vclevki zayıf bir ümit ile olsun, o talebin hükmen tebdilini ve hiç olmazsa tahakkukunu bekliyorlardı. Takım takım mahkemeye götürül­ dük. mutad üzere merdiven altına tıkıldık. Hakkımızda zuhur edecek hükm-i kaderi mecburi bir teslimiyetle beklemeye başladık. O sırada Müftü Ali Rıza Efendi aramızda dolaşıyor ve her birimizle helal!aşıyordu. Beti benzi kül gibi kesilmiş, gözlerinin kızarmış olmasından anlaşılı­ yor ki bulunduğu münferit koğuşunda (hücrc.de) geceyi uykusuz geçirmişti. — Efendi! Ümidinizi kesmeyiniz. înşaailah hakimler heyeti müddeiumumînin talebini tahfif eder bir hüküm verir, dedim. — Hayır!... O talep infaz edilecek, cevabını verdi. Müftü Ali Rıza Efendi Çok Metin Görünüyordu Atıf Efendi metin görünüyordu. Suûd Bey.in söylediğine göre gece saba­ ha kadar olurmuş, 8.10 tane eser-i cedît kağıdını doldurmak suretiyle bir müdafanûmc yazmıştı. Yazılmışını görmediğim ve mealini öğrenemedigim o müdafaanamenin kıraati epeyce uzun sürmüştü ki. o, mahkemede okunurken biz merdiven altında bekliyor, mahpesimizin kapısı kapalı olduğu için de okunan şeyi işitemiyorduk. Mahkeme n'ikat elti. Mültü Ali Rıza ve Atıf Efendiler çagınldı. Ama Rıza Efendi çabucak. Atıf Efendi ise gecikerek avdet elti. Ali Rız^ Efendi müdafaaname yazmamış, verilecek hükme razı olduğunu söylemiş. Beni de çağırdılar. Bir elimde şapka, bir elimde müdafaaname olduğu halde muhakeme salonuna girdim. Hey’ci-i Hakime: Reis Ali Bey ile Rize mebusu Ali ve azadan Reşid Galib Beylerden teşekkül eunişti. Kılıç Ali Bey yoklu. İsparta mebusu Hacı

j


İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR'UL MEVLEVİ

357

Hüsnü Efendi de hakimler heyetinin arkasında oturuyordu. Müdafaanameyi almak için Reis Bey elini uzattı. Reşid Galip; sonra Maarif Vekili oldu. Üniversite teşkilatını yaptıktan sonra infısal ve 5 Mart 1934'de zatü’r-rcdcn intihal etti. — Müsaade buyurursanız, bendeniz okuyayım. Bazı yerlerini de izah edeyim, dedim. Mahkemede Müdafaamı Okuyorum Söyle! Müsaadesi verildi. Allah kimseye hissettirmesin. Öyle bir hal ve mevkide bulunmayanlann tasavvur edemiyeceği bir heyecan içinde idim. Titrek bir sesle ifadeye başladım. Fakat sonralan lerziş (titreme) zail oldu. Adeta hal.i tabiî avdet elti. Ba/.ı fıkra­ tan şifahen izah olunmak üzere müdafaanamem şu mealde idi: Reis Bey Efendi Hazrcılcriî... Uzun uzadıya maruzat ile hcy.ct-i celîlcnizin baştnı ağntmayacağım. Af ve atıfetinize sığınarak kısaca istirhamatta bulunacağım. Müddeiumumi Beyefendi 64. madde mucibince tccrimimi talep buyurdu­ lar. Bendeniz hukuka aşina olmadığım için o maddenin mazmununu ve ne gibi bircürmün failine tatbik olunduğumu bilmiyordum. Sonradan öğrendim ki icabı sürgün cezası imiş. Hakkımda tatbiki istenen cezayı anlamakla beraber cürmün ne olduğuna kcsb٠ i vukuf edemedim. Çünkü tevkif müzekkeremde cürüm nevi yazılı olmadığı gibi dünkü iddia esnasında da lasnh buyurulmadı. Yalnız cereyan eden muhakemeden anladığıma göre iki cürm ile mütlchem bulunuyorum ki anlayışım doğru ise biri vaktiyle Tcâli.î İslâm Ccmiyeti.nc girmiş, diğeri de Şapka Risalcsi'ndcn 5 nüsha satmış olmaklığımdır. Muhakeme esnasında arz ve izah etmiştim ki Tcâli.î Islâm Ccmiyeti.nc sırf İlmî bir cemiyet diye girmiş, mahud beyannameyi kabul ve lasdîkc elimden geldiği kadar mani olmaya çalışmış ve muvaffak olmuş, hana mümanaatım dolayısıyla memuriye­ timden azl edilmiştim. Yine muhakeme sırasında ifade elliğim vcch ile vaki azli Ticaret Vekaleti mcmurlan arasında bilenler pek çoktur. Daha sonra da siyasî garazlara alet edilmek istenilen Teâli-Î İslâm Ccmiycii'ndcn çekilmiş, çe­ kildiğimi de Mecmua'mda ilân etmiştim. Bendenizin mağduru bulunduğum Teâli-î İslâm Ccmiyeıi'ne ancak saf bir emel ile intisabı bir cürüm olsa bile sabık cürtîmler arasında onun da millet ve hükümet tarafından afV edilmiş oldu*


r

358

i

'î

1‫؛‬ ı٢

CUMHURİYET DÛNEMİ DİN VE DEVLEİ. İLİŞKİLERİ

CİLT 3

gunu Müddciumumî Bey Efendi dün beyan buyurdular. Kiıap meselesine gelin­ ce; Şapka Risalcsi'nin bey ve şirası memnu olmadığı ve kanunî cünn sayılmadığı bir zamanda taraf.ı kemteranemden 5 nüsha satılmışiır ki bu hususta bütün kitapçılar bendenizle hemhal bulunmuş, hana aynı sebeple, mahkcmc-i celîleye sevk edilmiş olan kitapçı Aziz ve Mihran Efendiler’in de Müddeumumîlik makam-ı alisince beraaılcri talep olunmuştur. Binaenaleyh biri -cürüm sayıldığı halde- esasen afv edilmiş olan, diğeri ise işlcnildigi vakit cürm sayılmayan iki fiil için mesul tutulmomaklılığımı. bir de o müzevvir beyannamenin reddi için hasbeten lillah gösterdiğim mümaneat yüzünden uğradığım maruziyetin mükafatı olmak üzere afv ve atıfete ma/har buyurulmaklığımı mahkeme-i celîlcnin şefkat ve rc'fctinc sığınarak istirham ederim. Müdâfaanamenin gerek sadece yaz.ılışı. gerek bidayeten müteheyyiç ve sonralan sakin ve müicv:ı/.ı bir tarz ile söylenişi, anladığıma göre hey’et-i haki­ me ve dinleyiciler üzerinde hüsnü tesir husule getirdi. Hatta mebus Hacı Hüsnü Efendi birkaç defa ifademi tasdik ve tasvib yollu başını sallamıştı. İfadem bilince durdum. Reis Bey, ilk dcla .’cem’-i muhaiab" sığası ile olmak üzere: — Müdafaanamenizi katibe veriniz dedi. Elimdeki kağıdı zabıt katibine uzattım ve dışanya çıkanidım. O gün hüküm günü olduğu cihetle .salonun için­ de ve dışında epeyce dinleyici vardı. Fakat o kadar dalgın bulunuyordum ki hiç birine dikkat edemedim. Haklannda ceza talep edilmiş oîanlann müdafaaları birer birer dinlenildi Ondan sonra o müdafaalardan edinilen fikirlere göre hüküm tertip edilmek üzere celseye nihayet verildi. Hcy.cl-i hakime yukanya çıktı. İstirahat ve müzakere müddeti de hemen iki saat sürdü. Yukankl müzakerenin devamı e.snasında aşağıdaki bizlerc de en şiddetli bir heyecan hüküm sürüyordu, "cl-intizar, eşeddü min'cn-nâr derler. Bu söz. esasen pek doğru olmakla beraber tebliğ itibariyle pek hafıl imiş. Bi/im hükme inıizaren geçirdiğimiz zamanın iras eylediği ızdırablar. eşeddin de eşeddi idi. Bu imizann çok müthiş olan elemini Usvir cdcmiycceğim. Şu kadar söy­ leyeyim ki 60 gün kadar süren mcvkufıyctim içinde elemli günlerin en can sıkı­ cısı hapishanenin müdüriyet dairesindeki mahpusiyciim, hayır... öyle değil... mahsuriycüm idi. Bu iki saaüik bekleme heyecanı ise o mahsuriyet müddetin­ den daha clîm olmuştu. Hcy'ci-i hakime yukanda oturur, dinlenir ve konuşurken aşağıdakiler oturup dinlenemiyor, o daracık merdiven altında bir kıvranmadır gidiyordu. Herkes, hatta beraatı talep edilmiş olanlar bile birbirinden mülalûa soruyor, hatta ıcsIiyci dileniyordu.


w

İSTİKLAL MAHKEMELERİNİN ZULÜMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

359

Ben bu gibilere mcdar.ı teselli olabilecek sözler söylemeye çalışmakla beraber kendim de onlardan ümit verecek kelimeler çıkmasını bekliyordum. Gö­ zümün önünde ailemin hazîn hayalleri dolaşıyor, anacığımın bûn-gâhı icabete ref eylediği hıçkmklar ve du٤üar samia.yı tahayyülümde akisler yapıyordu. İti­ rafından çekinmeyeceğim ki korkuyordum. Fakat endişem ölüm korkusu değil­ di. İdamı değil, iccrîmi bile icap edecek bir cürmüm yoklu. Öyle bir hükmün sudûr etmeyeceğine emin idim. Bil-farz vc.t-takdir etmiş olsa bile ölümün ızdırabı-tecrübe etmedim ama- her halde geçirdiğim heyecanlı saatler kadar devam etmeyecekti. Korktuğumun sebebi: Vclevki pek az bir müddet için olsun hap.se veya sürgüne mahkumiyet idi. Çünkü, böyle bir hüküm, valideme pek fena bir tesir yapacak, ihtimal ki o zavallı ve beni pek seven ihtiyarı fccaî bir ölüme uğrata­ caktı. Hemen akşam ezanı vakti yaklaşmıştı ki kesilen bir çıngırak sesi hcy.ci-i hakîmenin makiunına geldiğini, bir iki dakika sonra da her birimiz için kararla­ şan hükmü tebliğ eyleyeceğini bize anlattı. Hissettiğimiz heyecanlara tabiî bir heyecan da inzimam etli. Bir jandarma, merdiven alımın camlı kapısını açu. Bütün gözler o kapıya, bütün kulaklar jandarmanın ağzından çıkan kelimelere tevcih edildi. Sarıklılar Özel Olarak Çağırılıyor Jandarma, Müftü Ali Rıza ve Atıf Efendileri çağırdıktan ve onlun dışarı­ ya çıkardıktan sonra içimizde ne kadar sanklı varsa hepsinin isimlerini saydı. Onlar çıkınca da kapıyı kapadı. Şu garip davetin manasını anlayamadık. Şaşkınca bir müddet birbirimizin yüzüne baktık durduk. 5.10 dakika sonra giden sanklılardan Ali Rıza ve Atıf Efendilerden maadası avdet etti. Toplu olarak polis müdüriyetine götürülüp iki­ sinin orada alıkonulduğu, diğerlerinin de iade edildiği anlaşıldı. Açılan kapıdan görünen jandarma bir kaç isim daha saydı ki burüann mü. semmalan. bir gün evvel beşer-onar sene müddetle makhûmiyeücri talep edilen kimselerdi. İçlerinde zavallı Suûd Beyde vardı. Müddeiumumin talepleri hcy.ct.i hakimcce ıa.svip edilmiş ve hükümlerin ona göre verilmiş olduğunu anladım. Binaenaleyh üçüncü bir nidada benim de çağrılacağımı beklemeye başladım. Bu nida gecikmedi. Jandarma yine bir takım isimler saydı. Çağnianlar dışanya çıkıyor, benim de davete intizar ederek yüre-


P | 360

c u m h u r iy e t

D Û İ M İ DİN ١^ DEVLEr İLİŞKİLERJ

CİLT 3

‫ ؟ﺃ ﺝ‬oynuyo ٢du. Fakal hayret... jandamia kap ١yı ‫؟‬ekil, içeride ise beraat! ı^ep

cdiimi‫ ؟‬oianJar kald!. Ömer R ua Bey'in yüzüne baktım. 0 da benim gibi idi.

Jandama son defa olarak kapıyı açlı ve: “ Mepiniz gelin‫ ؛‬Emrini teblig etti. Hayret ve ümit İçinde ben de çıktım. Hem mahkeme salonuna gidiyor, hem de: ‫ا؛‬

Mi

IIJ

!‫ﺍ‬ ii;

[‫! ﺍ‬ I

[‫إ‬.‫ز‬

i

‫ا‬

;i

- Acaba benim hakkımdaki hüküm de degişti mi. yoksa ismim unutuldu mu. diye düşünüyordum. Mahkemeye gi^ik. Reis Bey kisa bir nutuk iradından sonra hepimizin ^raaıinc karar verilmiş olduğunu tcbşîr etli. Onun müjdesini de dinleyicilerin alkı‫ ؟‬ve beraat edenlerin teşekkürü takip etti. Ben. tesadüfen müddeiumumilik kürsüsünün alLinda durmuştum. Hükmün tebliğini müteakip müddeiumumi Bey egildi: - Tebrik ederim Tahir Bey. dedi. ŞUkranamiz bir kaç kelime mınidan. dım. Fakat işittiklerime adeta inanamıyordum. Mahkeme salonundan dışanya çıkınca jandannalann kelepçe takarak mutad üzere hapishaneye gdtürcceklerini vehm ediyordum. 0 sırada biri boynuma, digeri elime sanidı. Baktım ki boynuma sanlan Ticaret ٧ ckülcıi kâtiblcrindcn Arif Bey. elimi öpmeye çalışan da istanbul imam ve Hatip Mektebi'ndeki talebemden biri idi. Her ikisi de: - Geçmiş olsun, diye ^n i tebrik ediyorlardı. Nihayet mahkemeden çıktık. Etrafa bakindim. Hapishane otomobili dumyordu. Lakin mahkum olanlardan kimse görtinmüyordu. Meğerse onlar komiser odasında alıkonulmuşlar da sonradan hapishaneye sevk olunmuşlar. Ben ^raalime ne kadar seviniyorsam, onlann mahkumiyetine de 0 kadar acıyortlum. Fakat... Sonradan işittiğime göre bizim bcraaıimiz onlardan bazılannın gıbtasım mucip olmuş ki, ^raai karannın ،ıJkışlanmasını İşiten biri: - Burada bu kadar mahkum varken beraat edenler a‫ﻝ‬k‫ ﺍ‬ş‫ ﺍ‬an‫ ﺍ‬r mı, diye .söylenmiş‫؛‬ Cenab-I Hak. kcmal-i sun'ini gdsıcmıck İçin olmalı ki insanlann yüzleri gibi özlerini de ayn yaratmış. Mahkemeden Çıktıktan Sonra Evet... mahkemeden çıktık. Karaoglu Çarşısı.na doğru yürümeye başla­ dık. Lâkin bu defa hem elim serbest idi, hem kendim azal bulunuyordum. Tanı.


İSTİKLÂL m a h k e m e l e r in in ZULOMLERİNE TANIKTAHİRUL M E ^ ^

36١

madiğim bir ‫؟‬ok zeval bana bakıyor, adetâ nazarlan ile tebrik etmek istiyordu. Halta bunlardan başlıca bir efendi ^raatimden husule gelen sevincini lisanen de ifade elti. Ben de muka^lc-i şükranda bulundum. Tclgraflıancye geldik. Baktım ki ^ ra a t kazanan arkadaşlanmızın hepsi orad'a... .'Beraat etlim, bir ka‫^ ؟‬in sonra gelecegim.'. mealinde bir telgraf yazdım ve imzalayıp memurlara uzattım. Memur bey de tebrik etmek nezaketinde bulunduktan sonra: - Nerede kalacaksanız, kâğıdın altına İşaret ediniz, dedi. Evet, adres gösicmıck lâzımdı. Fakat ben 0 anda garibu'd-diyar bir kimse idim. Hangi otele gideceğimi, 0 geceyi nerede geçireceğimi bilmiyordum. Bereket verein ki Arif Bey İmdâda yetişti. Telgraf varakasının altına kendi adresini yazdırdı. Ben ıcIg. rafı ‫؟‬ekmekle beraber 0 gece teblig edileceğini ummuyordum. Gazetelerin vere, cegi havadisi teyid eder mütalâası ile ‫؟‬ekmiştim. Sui-zan elmişim. Çünkü, müjde-i ^raaıım , 0 gece valideme icblig edilmiş. Zavallı kadın adetâ sevin‫ ؟‬delisi olmuş. Tclgrafnameyi aldığı gibi gece vakti "Sülüklü mahallesinde oturan Allah yolunda kardeşim- Faik Bey'in evine koşmuş. Daha kapıyı ‫ ؟‬almadan evvel: - Faik Bey müjdeî Tahir kurtulmuş, diye bağımaya başlamış. Evlâd-1 vicdanim Sa'dî ve Muammer Beyler de 0 gece orada imişler. Sabahleyin ne h a ^ r alınacağını düşünüyorlannış. ٧ alidemin sevin‫ ؟‬dolu feryadı üzerine koşmuşlar, telgrafnameyi okumuşlar ve sevinmişler. Lâkin validenin sürtJrtjndan adetâ oynayacak bir halde bulunması Faik Bcy.i düşündü^üş. Cenab-I Hakka hamd olsun ki kadıncağıza m usiki esnasında sabnnı ihsan etliği gibi sürür anlannda tahammülünü de venniş. Tclgra^ancdc Şeyh Ali Haydar Efendi'yi gördüm. - Efcndi, riiyâ tabiriniz gibi ‫ ؟‬ıkiı. dedim. ٧ c elini öptüm. Hatta telgraf kâğıdını yazdım. Ömer Rıza Bey'in ne yapacagını sordum. Ankara gazetecileri matbaaya davet etmişler. Oraya gideceğini söyledi. - Peki, şu her vakit önünden geçtiğimiz kahvede birletelim, dedim. Arif Bey ile lelgralhancdcn çıktık. - Sana bu gecelik ucuzca bir yer bulalım. Olel'e gidecek oluraan hem birçok para verirein. hem de rahat edemezsin, dedi. Sırfbir keramet olan bu teklifi kemal.i minnetle kabul etlim. Çünkü hapishanede iken param bitmişti. Neticenin ne olaca^nı kesiircm digim İçin is-


Kİ .!1

362

CUMHURİYET DÖNEMİ DlN VE DEVLE!' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

tanbul'dan da getirtmemiş. Suûd Bey'den 5 lira istikra/, etmiştim. O gece bir otelde yatacak olsaydjm mevcudun hemen yansını vermek İflzım gelecekli. Arif Bey beni, meşhur Taşhan.ın karşısında kâin olup ..Mühendisin Hanr' denilen bir yere götürdü. Burası Anadolu’nun her tarafında bulunan hanlardan biri idi. Sahi­ bi. yahut müsie.ciri boş yer olmadığını söylemekle beraber kapısının dibinde iki kişilik bir oda bulunduğunu, oraya tenezzül elliğim uıkdirdc yanm liraya geceleyebileceğimi haber verdi. Arif Bey. yalağın lemiz olup olmadığını sorarken ben içimden gülüyor­ dum: — Acaba yalaklan bana mı gelen olur, yoksa benden yattığa m ٠? diye kendi kendime .soruyordum. âm

iİ il M 1‫؛‬

M

Hancının ıcklifme muvafakatle yanm lirayı verdim. Adamcağız deftere kayd eımck için adımı .sordu ve : — Tahir ul.Mcvlevî, deyince hayretle yüzüme bakiı. Hayretini anladım. — Taze börek gibi şimdi çıktı, dedim. Hep birden gülüştük. Arif Bey mahkemeden henüz beraat etliğimi ve kendisinin benim her htüime kefil oldu­ ğunu söyledi. Han olsun, külhan olsun bu gece bannacak bir yer bulmuştum. Gece yan­ sına kadar kapının açık olduğunu öğrendikten sonra handan çıktık. Arif Bey’e; — Birader! Benim bir adağım var. Beraat kazanırsam en evvel Hacı Bay. ram-ı Velfnin ziyaretine gidip camiinde bir namaz kılacaktım. O adağın ifası için vekaletten evvel ziyarete gidelim, dedim. — Zaten vekalet bintısı da cami ile karşı karşıya, cevabını verdi. Türbe-i şerife önüne geldik. Tabii pencereleri kapalı, perdeleri inik. idi. Fakat o. surî anzalar. benim takdis ve ihtiramıma ve kcmal-i ihlasla okuduğum faıiha-i serifeyc ulani teşkil edemedi. Ziyaretten sonra akşam namazını eda etmek iste­ dim. Namaz kılınmış olduğu için camii şerif kapalı idi. Fakat kapının önündeki geniş yer temiz olduğu için bana namazgâh vazifesini ifa etti. Ondan sonra da Ticaret Vekâleti binasına ve maden kalemine girdik. Vakit gecikmiş, elektrikler yanmış olmakla beraber kalem heyeti orada idi. Hemen hepsi de bekâr bulunduklan için ekser vakitlerini dairede geçiriyorlarmış!


ISa'lKLAL MAHKEMELERİNİN ZULOMLERİNE TANIK TAHİR.UL MEVLEVİ

363

Eski arkadaşlanm. eski mümiyyizlcrini görünce sevindiler. Boynuma, el­ lerime sarıldılar. Geçmiş olsun, tebriklerinden sonra tevkif sebebimi .sormaya başladılar. — Ben öğrenemedim ki sîzlere anlatayım, dedim. Muamciüt müdürü Şevki Bey.in pişirttiği kahveyi içtim. Merkez maden memuru Arif Hikmet bey.in uzattığı enfiyeyi çektim. Kıssa-i Yusufiı "Yakup. oğlunu Ken'an'da kay­ betti. Mısır'da buldu.” tarzında nakletmek kabilinden olmak üzere iki aylık mev. kufiyet hayatımı hülaseten söyledim. Nihayet: — Ay... çocuklar! Haydi çıkalım. Siz evlerinize gidiniz, ben de kahveye gidip Rıza Bey’i bulayım, dedim. Hep birden çıktık. Memurlardan Saadeddin Boy: — Lokantaya gidelim, dedi ki o vakte kadar ben aç olduğumu unutmuş­ tum... — Peki ama Ömer Rıza Bey'i bulalım da öyle, dedim. Diğer arkadaşlar: — Daha buradasınız ya. inşallah yine görüşürüz, diye ayrıldılar. Saaded. din Bcy'le Ömer Rıza Bey'i bulduk ve temizce bir lokantaya gidip kamımızı doldurduk. Şu garip nüvaz ikramı dolayısıyla Saadeddin Bey'e teşekkür ettik. Lokan­ tada Karahisar Mcbu.su Muhammed Kâmil Efendi ile Tapu Umum Müdürü Hacı Sclahaddin ve Divan-ı Muhasebat azasından Haşan Zeki Beyler vardı. Her üçü de beraatımı tebrik ettiler. Sclahaddin Bey: — Daireye gel de görüşelim, dedi. Yemekten sonra merkez kıraathanesine gittik. İstanbul İmam ve Hatip Mektebi sabık kâtibi olup bizimle beraber hapis ve tahliye edilen Aziz Mahmut Efendi de kendisini tanıyanlar ve mihman edecek olanlarla oraya gelmişti. Hep birlikte gece yansına kadar olurduk. Ömer Rıza Bey, bizim hanın arkasında bir otelde oda kiralamış. Otelin yerini öğrendikten ve sabahleyin birleşilmesini kararlaştırdıktan sonra ben hana girdim. Ha şunu da söyleyeyim ki idam hükümleri. Karaoğlan Çarşısı ndaki dön yol ağzında infaz edilmekte olduğu için kıraathanede görüştüklerimiz: — Sabahleyin erkenden oraya çıkmayın, müteessir olursunuz. dcmişlertU. Hana geldim. Bizim oda. kapıdan girince sol iarahaki merdivenin yam başında duruyordu. Çünkü dışansına bir kapı ile bir pencere takılmış, içerisine


.‫ﺍ‬

364

I'i

C U M H U R t Y E T D Ö N E M İ D İ N V E D E V l K r !L IŞ K JL E R J

C İL T 3

de üs، üsle ‫؛‬k‫ ؛‬raf ‫ ؟‬aklim‫ ؟؛‬büyücek bir m ^ifaiura sandığı idi. Pencerenin i‫ ؟‬larafında bir idare lambası y ^ıy o r. üst kailaki rafla ise biri yatıy.rdu. öyle ya, burası iki kary.lalı bir oda oldugu İçin üsl kailaki yalak la başka birine icar edilmi‫؟‬ti.

11.‫ﺫ‬

İÜ ‫ إا‬1 ‫ ﺇﺍ‬1

.: ‫ﺍ‬ ‫ﺃ!ﺍ‬

!‫ﺍ‬ ‫'ﺍ‬

\\

١

۴ ٠ !

١ ‫ا;ا‬

Yüzünü göremediğim adamcağıza kalten icşckkür ellim. Çünkü üsl kala ‫ ﻭ ﺍ ﺩ ﺍ ؟‬oldu^j İçin beni oraya Iiımanmaklan kurtaıraışiı. Hanin yukansına çıkıp teneke ibriklerin birinden abdcsi aidim. Odadaki yatağımın üstünde kıyam ٧ e ruku' kabil olamadığından yalsı namazını Olurdugum yerde kıldım. Namazdan sonra soyunmaksızın yaiaga uzandım ve paltomu üslüme aidim. Abdest mendilimi başımın altına sermi‫ ؟‬ve S ir i üstü yalmış oldu, gum İçin yasiıgın kokusu fazlaca iz.aç çimiyordu. Yalnız üst kailaki yalaktan fevkani ve lahtani teneffüsler dolayısıyla işitilen sesler bulunduğum vaziyete göre gök güriülüsü gibi geliyordu. 0 gece sabaha kadar gözüme uyku .limcdi. Fakat uyanık olduğum halde adetâ riiya göriiyordum. Evden kaldırılışım, polis mevkiine gölüriilüşüm, orada günlerce kalışım, polis müdüriyetine mUkcrecren cclb ve iade edilişim. Müdüriyet nezarethanesinde alıkonulduktan sonra Anka, ra'ya yollanışım, hapishanedeki hayalim, istiklâl Mahkcmc.si'nin merdiven allındaki ısdıraplanre facialı bir sinema gibi gözümün önünden geçiyordu. Şu clîm lahayyulalın verdiği sıkıntı ile yerimden fırlıyor, mütehayyirane ve mUicccssisa. ne etrafıma bakmıyor, kendimi -ve lev ki bulunduğum yer gibi- bir yalakla ve s e re s i görüyor, ‫؟‬u azadlyi ihsan cimi‫ ؟‬olan Rabbimc şükrediyordum. Halta bu mUkcTCr fırlamalartan birinde ziyadece sıçramış olacagım ki başımı -tabiri mazur görülsün- tavana çak m ış idim. Şükr ve hamd ile neticelenen bu lahayyulâlın diger bir faslı da başlıyordu ki 0 da beraber gelip mahköm olanların ‫؟‬u andaki yc's ve mciaii düşüncesi idi. Kiminin hapsine, kiminin nefyine hUkm edilmiş olan 0 zavallılar, şüphe yoktu ki bu geceyi üm i^izük İçinde ve büyük bir ızdırapla geçiriyorlar. İstanbul'da avdetJerini tekleyen ‫ ؟‬oluk ve çocuklannı düşünüyorlar, belki de başlanna çeklikicri yorganın altında hazin hazin aglıyorlanii. Hele Ali ^ z a ile Atıf Efendiler son dakikaları..! gcçim ekle bulunmuş, belki de haWa^ndaki hüküm infaz olunmuşra. Evvelkinden elim olan bu düşüncelere de "Inna lillah ve inna ileyhi raciün'' demekle hatime ç e ^ e y e uğraşıyordum. Niha‫ ﺭ‬cl Ortabk aydınlandı. Kalkum ve aMcsl aidim. Sabah namazını ceraaatle ktimak hannma geldiyse de 0 civarfa cami olup olmadığını ı.cnüz bilmi-


is t ik l a l m a h k e m e l e r in in

Z t^ O M L E R l^ T A N J K T A H lR U L MEVLEVİ

365

y٠٢dum. Binaenaleyh yine yatagın üstünde ٧e oturduğum ycRic k، ٤d١m. Uykusuzlu^jn mahmurluğunu okkali bir kah٧e ile gidem ek İçin odadan dişanya ‫ ؟‬îknm. Vakıa hantn İçinde kah٧ehancye tenzer bir şey vard‫؛‬. Lâkin kah٧ccisi henüz uyanmamtş yahut uyanmjşsa da mangaljm uyandirmamjşi‫؛‬. — Sokaga çıkayım. ^ Iki İçecek Sicak bir şey bulumm, dedim. Yukan tarafa, yani Karaoglan çakısına dcgil. aşağı cihete yani. Meclis binasına dogm bir kaç adımattım. Birden bire gözüme İlişen bir manzara, beni oldugum yerde mıhladı. Evet, eski Meclis önündeki meydanın onasına iki tane sehpa dikilmiş, onlann arasına da beyazlar giydirilmiş iki ٧ücut çekilmişti. Yüzleri diger tarafta mülcveccih olan bu ccsctlcrtcn birinin A tıf Efendi oldu^i, boyunun uzunluğundan ve hâlâ görilncn metin vaziyetinden anlaşılıyor. 0 rcll vaziyetiyle merhum hayattaki halinden yüksek görünüyordu. Bilâ-ihliyar gözlerimden yaş aka^cn du. daklanmdan da meşhur bir meriiyenin malla'! olan:

ScHt hayatta da ölümde de yüce, Hakkıyla mucizelerden bir tanesin." 1‫ أﺛﻤﺪى‬döküldü. Allah onlara rahmet eylesin...(*) Mesnevi şarihl MevlevITalılr Olgun.un kendi liatıralarından anlattığı bu ibretli 60 günlük gtjzaltı vc tutukluluk günleri hile Cufâuriyee Donemi Din• Devlet ilişkileri ve özellikle de hangi seviyede olursa olsun dindar insanlara ya• pılan zulutnler ٠ donemi tanımlamada tarih önünde şüphesiz en büyük tamklığı yapacaklardır. Jskilipli Atıf Efendi ile Mevlevi Tahir Olgunım hatıraları bize istiklal Mahkemelerinin de tcun anlamıyla Ugangastet mafıkemelerr' olduğunu ispat etmiş oluyor. Burada bu önemli hatırayt gün yüzüne çıkardığı İçin değerli araştırmacı Sadık Albayrak'a teşekkür ediyorum. Zira Hatırat'ın yazıldığı ö Muharrem 1345-16 Temmuz 1926 tarihinden tam 65 yıl sonra bu hatırat ancakyayın hayatına kazandırılâilmiştir. Tahir'01 Mevlevi, MatbuatAtemindekiHayatim ve IstikJâlMahkameleri, Sadele‫ ؟‬tireo : SadıK bayrak. N ^ ir Yayınlan. Halıralarta Yafan Tanh D iils i: No:١, ٠ stenbul٠١٥^


ONDORDUNCU BOLUM

EZANIN ANLATILMAMIŞ OYKUSU VE TANRI ULUDUR’DAN ALLAHU EKBER.E GİDEN YOL

t.


‫ﺍ « ﻱ‬١

~

4 ‫ ﺓ‬50 ‫ﺀ‬

٠‫ﺩ‬،6‫ﺡ ﺳﺒﺐ‬-‫ﺐ‬ ‫؟ﻯﻧ‬,

‫ﺍﺩﻵ ﺹ‬

‫ ﺀ‬2 ‫ﺡﺀ‬٠ - ‫ﻡ ﺭ‬77 ٧ ‫^ ﺳﻪ> ﺭ‬

‫ﱂ‬ ,'

m it

TAJNRI ULUDUR'DAN ALLAH'U EKBER'E g i d e n y o l !

14 asrayakın bir zaman, bütün müminlerin ortak sesi, sembolü V،. hu manada da İslâm Dünyası'nın tam bir istiklal Marşı olan Ezan-1 Muhammedi, bizim illkcmizde. tiim İslûm Dün^t^ı ٠ mr\ ve Milslumarılarm luUiına 3 Subat 1932 tarihinden itibaren "Allaha Ekber, Allaha Ekher" yerine, "Tanrı Uludur, Tanrı Uludur" diye okunmaya başlamıştı. Hedelleri.ZivaGokalp.in: Bir idke ki camiideTiirkçe Ezan oknnar. Kovla anlar manasını namazdaki dnamn B iraikekim ek ٤ebindeTark‫ ؟‬eKnr.dn oknnar. Ey Türk oğlu, İşte senin orasıdır

V

٥‫؛‬٠/I m /

dizelerinde ifade e«i٤i gibi Arap‫ ؟‬a ezandan ve Arapça oldugu İçin de Kar.dn.dan kartalmak idi. Miizisven Hafız ‫ﺓ‬aade‫ﺍ‬ıin Kavnak. Hafız Y ş r Okar. Hafız Ali Rua. Nafiz Burhan, GalatasaraylI Nafiz Nuri, Adliyeli Nafiz Fahri, Nafiz Kemal ve Haf‫ﺍ‬z Cemil ^ibi asbnda çok ivi mevlid o k ı a k l a anla sesi güzel, müziğe v ‫ﻯ‬ ٤k ‫ﺍ‬n hafızlar topluluğu ile Arapça ezandan kurtulmanın çalışmaları bizzat Mustafa Kemal A ıatark* a n b qkanU gındaD oim Q bQ İı^âr|ndâ!irutllvordii. Mustafa Kemal, sik sik hafızlara hitaben kendi yaptığı devrirnlerı hatırla‫؛‬arak: .‘Hafız Bevle٢‫ ؛‬Asd inkılâbı sizler vapacaksınız‫ ؛‬Türkçe Kıır'an okumakla ve Ezan-1 Türkçeleştirmekle vatana en büyük hizmeti sizler y a p a c â n ız ! Bunu başarırsanız sizlere Sirmalı kaftanlar giydireceğim, sizi büyük catmlere hatip yapacağım" diyor ve Dolmabâçedeki bu faaliyetlerde sik sik müzisyenbafızlara iliifai edivordu.


370

C٧ W ٧ R ^ D ٥ NEM!D!NVEDE١^C T!L !Ş^LE^

cİLT 3

Camilerde okunacak Türkçe Kur'ân ve minarelerden seslenilecek olan Türkçe Ezan için hafızların kı^ fe tin i bizzat Mustafa Kemal tesbit etmişti. Mustafa Kemal hafızlar grubunun başı olan Saadettin Kaynak'a hitaben: ‘*Sarık sarmayacak, cübbe giymeyeceksiniz! Hutbe okurken dahi böyle olacaksı­ nız! Benim gibi başı açık ve fraklı-smokinli!“ buyruğuyla cami içi kıyafeti de be­ lirlemiş olur.

‫ا‬٠‫ا‬

‫ﺍ‬

hJcAe»

I

Artık çeşitli müzik aletleriyle meşk edilen ve Dr. Reşid Galip ile, Haşan Cemil ÇambeTiojynnetimirıde notalaştırılan Türkçe^zörTokünmavâ hazırdır. Seçilen camiler^Zçrebüîon, Süleymaniye v£.SuUanahmet'tir. Nasıl mı okunacak?

f

İşte böyle: .7— Tanrı Uludur, Tanrı Uludur (4 kez) 2 — Şüphesiz bilirim ve bildiririm ki, Tanrımdan başka yoktur tapacak. 3 — Şüphesiz yine bilirim ve bildiririm ki Tanrı*nın elçisidir Muhamrnccl. 4 — Haydi Namaza. 5 — Haydi kurtuluşa. 6 — Tanrı Uludur, Tanrı Uludur, 7 — Tanrıdan başka yoktur tapacak. *' Dunvanm Kiçbir ülkesinde ^örübncmlş ve işililmemiş olan bu garip eîan ‫ﺍ‬ devlei k٤>nserv‫ﺀﻯ‬uar ‫ﺍ‬ndan 1 ٤1‫ ؟‬. ‫ؤة؛ﺧﺎ‬. ٢‫ﺑﺸﺖ‬

٠ ‫ﻟﺔ‬٤€ ٠ ‫ﻻ‬€ en bü>'ük katkı ^upKeslz Mustafa Kemal'in idi.

Nihayet bu ezan kesin emirlerle dört bir tarafından 3 Şubat 1932 tarihinden itibaren tangur, tungur okunmaya başladı. Arapça ezani sakil sakil okuyanların b ş n a gelenler ise pişmiş tavuğun başına geltnemişti.

‫د؛‬

Türkçe Ezan İşinde devletin e n jr d ım c ts ı Diyanet ijizri B q b n ı Rıfat BöfekçrurbvygAçtTIÎeriBaskanU iı idi. Diyanet isleri Başkanlığı. Tahrirat Müdurlüğûinün 360/128 sayılı, 4 2.1933 tarihU gefulgesıyle de bu yeni ezan İçin tüm müftülüklere Mustafa Kemal'in istegi doğrultusunda b ^ tamim g ö ^ e rm ^ ıi. Gönderden tamimde Balkan Rtfoı Börekçi. Arapça ezan o k u y a n .o k u ı Sina göz yuman ve bu konuda tereddüde düşen tüm din görevlilerinin acımasızca c e za ia â n ia c a g tm belirtiyordu.

‫ ؟ ﻧ ﲌ‬. . ‘ ٠٠


TANRI ULUDUR DAN ALLAHU EKBER E CİDEN YOL

371

Rıfai Börekçi kraldan fazla kralci kesilerek, daka keniiz ٠ r‫؛‬ada Arapça ezan‫ ﻱ‬ka.‫ ﻻ‬anlarla ilgili bir ceza kanunu o l m i a s m a ü n . * T B inainai bu m im in ele geçmesiyle birlikte, bütün diyanet memurlarının, imam ve hiıaplerin ١,e ^UfıUlUklerinTUrkçe ezan ve kan١e٤٠c u‫ﺀﻻ‬naları‫ ﺍ‬aksi takdirde, buna mu. kalefei edenlerin kat*t ve şedit mucazata maruz kalacakları t ı i m b e ^ ^ a n e^lerim..:* di‫ﻻ‬erck٠ Arap^aezan okunanların ş i d d e t l e . c e z a a - r e s m e n belirtmiş olunordu. l§te bu tamimle birlikte 3 Şubat 1932 tarikinden başlanarak. 16 Haziran 1950 tarikinde Tanri Uludur.dan neniden Allaltu Ekber'e geçilen gUnc kadar aralıksız tam 18 nU bu gök kubbede .'Tanrı Uludur'' denilerek ezanlar okutuldu. Bu 18 yıllık zaman içerisinde Arapça ezan okumanın mücadelesini veren nUzlerce isimsiz kalıraman da bu ugurda zulUmler gördü, işkencelere maruz kaldı ve bir kısmı da. Arapça ezan okumanın delisi-divanesi oldu٤u İçin rejimce BakırkOn Akil Hastanesi'ne delidir dine kapatıldı. h te ben hu gündemde sizlere tarihimizin ٥ görünmeyen kahramanlarını dan sadece birisinle n.ptıgım önemli ve 0 kadar da ibretli röportajı sizlere sunmak istiyorum.

r

Ezan üzerine konulma yaptığım insan hâlâ Ankara Haskoy mevkiinde kUl liibe gibi bir gecekonduda n٩ antısını devam ettirmekte olan 80 >٠ q m ı geçmiş gönlü kaia cikad dolu bir iktinar delikanlı olarak tavsif edece٤im Sadık (Çakır, tepe) Amca'dan baskasv degil. Kim mi bu insan'‫؛‬ Şu me§hur Bursa yiucarnirnâ ezan.yasağimL.rağmcjıArapçii ezojı â ‘ nan ve bunun İçin de Bernard Lesvis.den başlanarak o dönemi nazan kim n.ûbanCI kaynaklarda ismi bulunan, ezan miirtecilerinin boği diye zikredilen S â k Amcamdan ba;fkası değil. Ben sizi, gönüllerinizden hiç çıkartamıyacağınız bir insan olarak IS yıl boyunca kendini Arapça ezan okumaya hasretmiş ve bu uğurda çekmediği Lşı kence blm am ış bir insamn sözleriyle haşhaşa b ırâyorum : Bunu da unutmamanız ve gündemlerinizden hiç çıkarmamam: dileğiyle...

٠. ! ٠ '


EZAN DELILERI.NIN LİDERLERİNDEN HACI YUSUF EFENDİ: ..ANKARA HACI BAYRAM CAMİİNDE YASAK SONRASI İLK ARAPÇA EZANI BEN OKUDUM"

H.Hüseyin Ceylan : Yusuf Amca! 80 yaşına geln.iş olmasına rağmen söylenildiği gibi gerçekten iri vücutlu, geniş omuzlu, pehlivan yapılı bedeni, nizden hiç bir şey kaybetmemişsiniz. Hele sizi göğüs hizanıza inmiş olan o sakalınızla daha bir heybetli görüyorum. 1940.50 yılları arası Ezan.ı Mu­ hammedi okuma uğruna atlattığınız badireler, hapishane hayatları, işkençeler ve en son dört kez Bakırköy Akıl Hastanesine götürülüşünüz. dönemin pehlivan yapılı siz kahramanını iz sürerek bizlere bulmaya yetti. Şimdi o dönemin mahkemeleri, emniyet tutanaklarına geçmiş bir Ezan.ı Muhammedi delisi olarak başınızdan geçenleri anlatır mısınız? Yusuf Özcan : Ben 1923-1950 yıllan arası müslümanlannı önce aldatıl­ mış sonra da kendilerine İslâm adına zulmedilmiş insanlar olarak görüyorum. Eğer bakarsanız Milli Mücadele tarihine, önce ulemanın ve meşayıhın fetvasıy­ la. sonra da sanklı ve sakallı erkanın vatanı savunmasıyla işe başlan ilmi şiir. Bizicr ve bizlcrdcn Önceki ecdadın en büyük özelliği vatanla beraber dini koru­ ma vc dinimize, kitabımıza ve kadınımıza namahrem elinin değmemesi için var gücümüzle çalışmak idi. Çanakkale'de Kanada. Avusualya. İngiltere vc Fraasızlan o yüzden boğazın dibine göndermişti vc dirümizi, kitabımızı, namusumuzu korumak için yedi düvel'e "Çanakkale Geçilmez" dedirtmişıik. Hakeza Anado­ lu'nun kurtuluşunda savaş verenler ve yunan gavurunu denize gömcrüer bu inançlar uğruna savaş vermişlerdi. Şimdi bakınız bakalım niçin savaş verdiğimi­ zin bir anlamı kalmış mı? Bakın bizim Çanakkale Boğazından geçirmediğimi' düşmanlar, bugün soframıza kadar, halta Televizyon vasıtasıyla harim-i ismetimize kadar girmiş dürümdalar. Yine Ege kıyılanmız. sahillerimiz. Yunanistan kıyılanndan ve sahillerinden b'r farkı kalmadı ki. Maraşia Fransız gavurunu dı. şan atan vc kadınunızın örtüsüne namahrem elini uzaianlara ders verişimizden


374

r ,

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

dolayı bugün Sütçü İmam'm memleketine Kahramanmaraş ünvanı verilmiş ve böylcce bir Kahramanlık madalyasıyla Cumhuriyet tarihinde ilk kc/. bir şehri­ miz madalya almış olmuştur. Ya şimdi! Fransız gavunınun bir bacımızın örtüsü­ nü başından çıkannaya gücü yetmediği ve bu yüzden de savaş verildiği o belde­ de bugün Kahramanmaraş’ta en başta bir din okulu olan İmam Hatip Okulunda başörtülü kız öğrenciler okuyamamaktadır. Bütün Türkiye'de de iffetin, hayanın sembolü olan o örtü en başta İmam Hatipler olmak üzere her yerde yasaklan­ mıştır. İşte ben bu yüzden Cumhuriyet dönemi müslümaniannı aldatılmış olarak görüyorum. Eğer şimdi Çanakkalcdc savaş verenler. Ege'de yunanı denize dö­ kenler. Maraş'ta Fransızı kovanlar mczarlanndan bir kalkabilmiş olsalardı, emin olun önce bizimle savaş verirler ve yeniden bu memleketi kurtarma mücadelesi­ ne girerlerdi. Tabi en başta da başörtüsünü kurtarmış olurlardı. Hani biz bugünlerde Bulgarlara çok kızıyoruz. Oradaki Türklcrc zulüm yapıyorlar diye. Geçen bir gazetede gördüm yazmışlar oraya Adı : Mehmed İsmailoğlu. Suçu : Namaz kılmak, C ezası: BELENE diye. Peki Bulgurlar böylcsine zulüm yapıyor diye kınıyorsun da. yıllardır bu müslüman memleketinde, en son Anayasa'nın gerekçeli kararında da olduğu gibi her ;ın inananlara ve özellik­ le de Islâm'ın örtüsüyle örtünen başörtülü kız öğrencilere yapılan zulmü kınaya­ bilecek misin? Aslında o gazetelerin Bulgaristandan verdiği bu haberin yanına. Adı : Ayşe Güzel, Suçu : Başörtüsü, Cezası : üniversiteden atılmak diye de bir haber koymalı ve "Burası Türkiye" diyebilmelidir. İşte bu yüzden de önce aldatıldığımızı ve sonra da hâla biunck tükenmek bilmeyen zulümlere muhatap olduğumuzu söylemek istiyorum. Ben bunlun niçin söyledim biliyor musunuz? Sizin sorduğunuz o zulüm dolu yıllar, biraz renk değişikliği ve ton değişikliğiyle yine devam ediyor da ondan. O zaman Ezan.ı Muhammedi ve Kur'ân'a yönelen zulüm vardı, şimdi Allah’ın kadınlanmıza emri olan başörtüsüne ve hatla bütün bir Ahkam-ı Kur'âniyc’ye karşı bir zulüm var. H . H ü se y in C e y la n : S ö y le d ik le rin iz h issiy a tım ız d ır. A n cak b iz yine y a ş a d ığ ın ız o k a r a n lık d o n e m in h a tır a la r ıy la b a ş b a ş a ol‫؛؛‬a k . H an g i ş a r tla r ­ d a K u r .â n eğ itim i g ö r ü y o r d u n u z , s ık ın tıla rın ız n e le r o lm u ştu ?

Y usuf Özcan : Ben Ankara Çubuk kazasının Guruveren köyündenim. O yıllar zaten Ankara’da dini yaşanü açıdan en dikkat çeken ilçeler başta Çubuk, sonra Beypazarı ve Kızılcahamam'dır. Çubuk ve havalisi Ticani tarikatı nede-


EZAN DELİLERİ

375

niyle çok büyük takipler görmüş ve nice insan tutuklanıp götürülmüştür. Benim Türkçcm çok iyi olduğu için okuma.yazmanın da iyi olmasıyla o zaman köyler­ de "Eğitmcn’’lik denilen bir çeşit öğretmenlik mesleği vardı. Ben de bu özellik­ lerim dolayısıyla Çubuk Kaymakamlığı tarafından Çubuğun Sığırlıhoca Köyüne 1940 yılında eğitmen olarak gönderilmiştim. Sığırlıhoca Köyü'nün tabir yerin­ deyse tek öğretmeniydim. O yıllarda hocalar sürekli takip edilirken, öğretmenler hiç takip edilmiyordu. Biz de bu durumu fırsat bilerek, asıl eğitim Kuriân eğiti­ mi ve öğretimidir diyerek okula gelen kız-crkek 250 kadar ilkokul öğrencisine her gün Elifba öğretiyor, Elifba'yı geçenlere de Kur’ân ve Amme cüzü öğretiyor­ dum. O havalide pehlivanlığım, daha doğrusu cesaretli yapım ve dine düşkünlü­ ğümden dolayı her şeyi göze alabileceğim herkes tarafından bilindiği için kimse beni jandarmalara "bu talebelere Kurian okutuyor" diye şikayet edemezdi. Daha doğrusu şikayet edenin başına neler geleceğini çok iyi bilirlerdi. Nitekim 1942 yılında hakkımda ilkokulda Alfabe yerine Elifba öğretiyor diye bir şikayet ol­ muştu. Ben her halükarda alfabeyi de öğrettiğim için jandarma vc memur teftişi­ ni ucuz atlatmıştım. Ancak sonra o şikayet eden kişiyi zorla bulup, bütün Sığırlı. hoca Köyü.nün gözleri önünde o kişiye, hani derler ya. tam anlamıyla "eşek sudan gelinceye kadar..." sopa çekmiştim, işte bundan sonra da o köyde bizi veya başkasını hiçbir zaman şikayet eden olmadı. Fakat kendi köyüm olan Guruveren Köyünde bir çok şikayetler olmuş ve köyümüzde bulunan Ali Balım Hoca nice eziyetlere düçar olmuştu. Bir keresin­ de 1945 yılı idi. Köyün değerli hocası îilim bir zat olan Ali Balım Hoca'yı akşam üstü evini basarak jandarmalar alıp götürdüler. Hakkında talebe okutuyor. Kur'ân öğretiyor diye şikayetler olmuş. Zavallı hocayı bir sürü eza vc cefadan sonra Çubuk Merkeze götürüyorlar ve türlü türlü işkencelerden sonra, cn başta sakalını traş ettikten sonra ona talebe okuttuğunu itiraf ettiriyorlar. Mahkeme edip 55 gün hapis cezası veriyorlar, üstüne üstlük 1945 yılının parasıyla da 5ü lira para cezasına çarptmyorlar. O günlerin ne demek olduğunu şöyle bir düşü­ nün. Ben size söyliyeyim 50 liraya tam beş tane öküz alınıyordu o yıllar. Yani şimdinin cn az 5 milyon Türk lirası. Ali Balım Hoca bu parayı damındaki büyükbaş hayvanlan satarak karşıla. yamadı da. köylü gerisini tamamladı. En çok hapisle 55 gün yanığına veya 50 lira para cezasına çarpünidığına üzülmedi de İslâmî hayatının bir sembolü olan sakalının kesilişine üzülmüştü.

H. Hüseyin Ceylan : Yusuf Amca! Tabi sizin o dönem resmî makam­ larca en tanımlı olduğunuz yön sürekli Arapça ezan okumanız ve her şeye


!٠٠

I

١

376

CUMHURfYET DÖNEMİ DlN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

rağmen Arapça ezan okumayı, yasak olmasına rağmen sürdürm üş olma­ nız. Bize o hatıralarınızdan da bahseder misiniz? Yusuf Özcan : Ben Ankara Hacı Bayram Camii'ndc bir Cuma vakti ilk Arapça ezanı okuyan kişiyim. Yıl 1942 idi. Benden önce Ankara.da ilk Arapça ezan Zincirli Camiinde okunmuştu vc onu okuyan da yine bizim tanışlardan Sadık Çakırtepe isimli bir kardeşimiz idi. Ben ondan bir sene sonra, fakat Hacı Bayram Camii gibi Önemli bir camide okumuştum. Vakit Cuma vaktiydi dışan. da Türkçe E/an okunmuş. Cumanın ilk sünneti kılınmış, hoca hutbe irad ediyor­ du. Tabi hocaların eline okunacak hutbeler devletçe verildiği için hep ümeraya itaat, Devlete vc vatana bağlılık konulan işleniyordu. Ben üst katta şimdiki mü­ ezzin mahfelinin bulunduğu yerdeydim. Hocanın okuduğu hutbeye çok bozul­ muştum. Çünkü hoca aleni olarak bizi Halk Partisi'nin. dolayısıyla hükümetin bu dinsiz uygulamalanna körükörünc itaate davet ediyor ve bunun için de "Ulu.l emre itaat.’ diyerek sözlerine Kur’an âyetlerinden deliller bulmaya çalışıyordu. Zaten böyle bir imamın arkasında namaz kılmanın durumu sarihli, işte bu dü­ şünceler içerisindeyken, hoca hutbeyi bitirir bitirmez ayağa kalkıp iç ezanı Arapça olarak okumaya başladım. Özellikle Cuma günleri büyük camilerde ca­ miin dışında vc içinde jandarmalar nöbet beklerdi. Sebep : Hiç kimse Arapça ezan okumasın. Ben ezana başlayınca caminin içinde bulunan jandarmalar hemen üst kata yanıma geldi. Hiç unutmam başlannda bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı ben "HayyaaIcs Salah.’a gelince ağzımı elleriyle kapatmak istedi, iki ayağımdan da jandar­ malar tutup beni götürmek istediler. Daha ezanım bitmemişti. Önce eliyle ağzı­ mı kapatan yüzbaşının paımaklannı bir güzel ısırdım. O beni bırakınca zaten güçlü bir yapıya sahiptim, hemen iki ayağımı tutan jandarmaları ayağımdan fır­ lattım vc ezanıma kaldığım yerden devam edip bitirdim. O sırada imam efendi dc minberden iniyordu ki. "yakalayın bu adamı ey cemaat!.’ diye bagınyordu. Ben dc. "Asıl ben seni yakalayacağım, seni fasık adam seni" diyerek mukabele etlim. İşte o esnada dışarıdaki jandarmalar da gelmişti beni lam 6 jandarma zor yakaladı vc başlarındaki yüzbaşıyla birlikte beni Hacıbayram Karakoluna götür­ düler. Orada en başta Yüzbaşı, sonra da kendilerini uğraştırdığım için bütün jan­ darmalar bana yoruluncaya kadar sopa atmışlardı. Onlar her vurdukça ben Allah diyor veya AUahü Ekbcr diyor, böylccc sanki dövüldüğümü hiç hissetmiyor­ dum. Jandarma ve Yüzbaşı hırsını alınca bc'ii.5 polise teslim clıüer. Vc "bunun tutanağını tutun, hemen hapse gÖndcrin"diyerek Hacıbayram Karakolunu terketliicr. Bu sefer de polisler bana vurmak istediler. Ancak polislerin vurmasına da-


EZAN DELJLEf^

377

yanamadım, ben de ٠ n‫ﻝ‬a^a mukabc!c cimcyc başladım. Hana lam b‫؛‬٢ P.1İSC ^ m n ık almışiım ki. kapı açıldı ٧ e Ka٢ak٠ ! Komiseri İçeri gi٢di. 0 esnada yumnigumun lesiriyle ^ l i s yere yıkılmışn. Hemen komiser sordu: ''Ne yapıyorsunuz bu adama?.' di^c onlarda. ''Hacıbayram Camiinde ezan okumuş bu adam? Orada Allahu Ekbcr demiş" diye cevap verince. Karakol Komiseri çok İmanlı bir âdâmmış, hemen p is le r e dönüp: ''Hiç Allah diyen adam dövülür mü? Siz de hiç mi vicdan yok. derhal serbt'si bırakın adamı'. deyince onlar da beni hiç mUzekkerc yazmadan ve savcılığa havale etmede., serbest bırakmış oldular. İşte bu hadisenin hemen akabinde bir gün riiyamda Peygamber (s.a.s.) Efendimiz'i gömüştüm. Benim sırtımı sıvazlayarak, ''Yusuf senden çok memnun oldum. Yine ezan okumaya devam CL Onlar ''Tann Uludur', dedikçe ^ n çok rahatsız oluyortim. Sizlcrin ''Allahü Ekbcr'' sesleri bizi çok sevindirdi.' diye-' rck bana iltifatlarda bulundu. Bu rtiya ^nim hayatimin dönüm noktası oldu ve bu riiyadan sonra bütün tehlikeleri göze alarak her yerde AllahU E k ^ r demeye çalıştım, !ster dışarıda, ister lıapishancde ve ister akil hastanesinde nercde bulu, nursam bulunayım hep "Allahü E k^r" diyerek ezan okumaya devam etlim: Ta 16 Haziran 1950 Demokrat Parti iktidanna ezani yeniden Ara^.a haline çevirdi, gi güne kadar. Bu zaman zarfında belki en az 80-1 w kez nezaret gördüm. 8 kez hapis hayatim oldu. 5 ayn kez olmak üzere de toplam 17 ay sürekli Arapça ezan okumam dolayısıyla Akil Hastanesine yatirtlışım sözkonusu oldu. Yine hayatimin en ^izcl anılarından olarak, ne zaman bir camide, (çok çeşitli vilaycilertlc ezan okudum) Ezan-1 Muhammedi okusam, hemen rtiyamda Peygam ^r Efendimizi teşrif buyurer ve bu hareketimden du)dugu memnun‫؛‬yeti bana izhar ederdi. Çimdi size sonıyorum riiyada ^ y lc bir nimete eren insan Ezan.1 Muhammedi delisi olmaz mı? ‫؛‬şic bu yüzden biz de bu davanın delisi olduk. H. Hüseyin Ceylan : Ezanla ilgili diger anılarınız? Yusuf 0 zc‫ ؟‬n : 1943 yılı idi. 13 arkadaş toplandık, Ankara'nın en önemli 13 camisinde Araj^a ezan okumaya karar venlik. Yine bir cuma vakti camilere dağıldık, ben yine Hacıbayram.da kalmıştım. Bu sefer Hacıbayram 0 eski imamını cemaat şikayet etmiş ve dcgiştimişlerdi. Hiç olmazsa yeni imam İslâm'a baglı kimseydi. Kur'ân okutma ve Ezan hususunda bizlcrc yardımcı da oluy.ordu. !şte bu ^acaefendi Cuma hüllesini bitirilen ben yine İç ezani A ra^ a olarak okumaya başladım. Ben cz ۴ okurken orada bulunan bir ^ l is . "susturan şu adamı.' diye alt katlan bağırdı, imam efendi de minberden .ıne^en. ..Hayır! sus.


W

P

;

'I

378

CUMHURtYETT DÖNEMİ DlN VE DEVÎ.ET İLİŞKİLERİ

C İLT 3

>^ı !'i!

I |: :1'

‫؛‬ I.

h

i

I

Pi

‫؛‬

1،٠ I.

I.

II

lurmayın onu. Allahü Ekbcr diyen ses susturulma/.!" diyerek beni desteklemiş oldu. Bu sefer de dışandan jandarma, içeriden polisler gelerek bizi palaspandıras tutup Anafarıalar Karakoluna götürdüler. Tabi o mücahid Hacıbayram Camii imamını da bizimle birlikte çalışıyor diyerek, bizi orada desteklediği için onu da Cuma namazı kıldırmasına müsaade etmeden alıp Anafartalar Karakolu­ na getirdiler. Bir müddet sonra diğer camilerde de Arapça ezan okuyan arkadaş­ ları yakalamış olarak Anafarıalar Karakoluna getirdiler. Tam 13 arkadaş cuma vakti camilerde Arapça ezan okumak suçundan karakolda toplanmış olmuştuk. En önce ben yakakmdığım için beni dönemin Ankara Valisi. Vali İzzettin ÇapaKa götürdüler. Ankara Valisi bana, "senin suçun ne?" diye sordu. Ben de "Efendim benim suçum Allahü Ekbcr" diyerek Arapça ezan okumak" dedim. "Niçin öyle okuyorsun?" di٠)incc: "Ezan-ı Muhammedi müslümanlann ortak çağasıdır. Dünyanın neresine giderseniz gidin Allahü Ekbcr diye okunur. 1300 senedir de bu böyle okunmuş; böyle okunması da kıyamete kadar müminlere emrolunmuş. Hal böyle iken bizim devletimizin bu ezanı Tann Uludur diye okutması ne kadar abestir. Bu olsa olsa ezan düşmanlığı. Peygamber düşmanlığı ve Kuran düşmanlığıdır. Ben memleketin dinsiz olmasını istemiyorum, onun için de ezanı gerçek şekliyle. Allahü Ekbcr diye okudum. Böyle okumaya da devam edeceğim, ta ki devlet bu halasından geri dönsün..." Benim Ankara Valisi î/j‫؛‬ctıin Çapar huzurunda bunlan söylemem karşı­ sında Vali bana "Aferin sana Yusuf Efendi. Eğer senin gibi cesaretli memlekette 1(X) insan oluvcrscydi din elden gitmezdi" diyerek beni taltif etti ve "diğer suçlulann gelmesine gerek yok. hepsini serbest bırakın diyerek Anafarıalar Karako­ luna haber gönderdi ve arkadaşlarımızın serbest bırakılmasına vesile oldu. Son­ radan öğrendik ki. Vali İzzettin Çapar. Çapar/adc'Icr denilen çok dindar bir ailenin evladıymış. Tabi Halk Partisi de kısa zamanda bu valiyi görevden almış oldu. Yine Ezan-ı Muhammedi ile ilgili çok önemli bir hatıram 1946 yılında Erzincan’da ezan okuyuşum idi. Bir gün yine rüyamda Peygamber s.a.s. Efendi­ mizi görmüştüm. Bana Erzincana gitmemi ve orada depremden yıkılan ve fakat minaresi göçmemiş olan bir cami olduğunu orada ezan okumamı istedi. Ben de Erzincan'dan önce Sivas. Kayseri gibi iller varken. Erzincan'ın işaret edilmesin­ de büyük hikmetler olsa gerektir diyerek hemen hazırlıklara koyuldum. Çok güzel bir gümüş kakmalı kamam var idi. Bir de gümüş zincirli çok güzel bir cep saatim vardı. İkisini dc saöp 50 lira para birikürdim. O sıralar yakın arkadaşım Kızücahamam'm Pazar Nahiyesi’nin Kınık Köyünden zengin bir ailenin evladı


EZAN DELİLERİ

379

olan Mehmet isimli kişi ile. Çubuğ'un Yukan Kareven Köyünden Ali Dede isimli arkadaşlarla 1946 yılının kış ayında Erzincan yoluna koyulduk. Kara tren­ le Erzincan'a tam bir haftada varabildik. Biz Ankara'dan üç arkadaşla hareket et­ liğimizde tarikatımızın lideri Kemal Pilavoğlu'nu sıkışıınyorlar ve nihayet bizlcrin Erzincan'a ezan okumak için hareket ettiğimizi öğreniyorlar. Hemen Ankara Valisi. Erzincan Valisi'ne bir tel çekiyor ve bizi takibat altına almasını istiyor. Söylerken de ezan okuyacağımızı bildirip 3 hoca geliyor diyor.. Nihayet biz Er­ zincan'a vardık, ortalık kış-kıyameı. Trenden indikten sonra hemen sivil polisler tarafından takip edildiğimizi anladık. Bir otele gidip 3 yataklı bir oda kiraladık. Günlerden Çarşamba idi. Cuma gününe iki gün kaldığı için otele iki günlük peşin parayı yatırdık. Geceleyin yanımızdaki odalardan gelen seslerin her haliy­ le sivil polislere ait olduğu anlaşılıyordu. Otelin sahibine poli.slcr. "bu adamlar niye geldi öğren bakalım" diyerek tembihatta bulunmuşlar. Sabahleyin otelden çıkarken Otelci bize sordu. "Arkadaşlar ne işiniz vardı Erzincan’da, yapılacak bir iş varsa yardımcı olalım" dedi. Tabi biz me.scleyi anlamıştık. O yıllar meşhur Erzincan ve Varto depremi olduğu için şehirde yüzlerce bina yıkık-viranc hal­ deydi. Bu olayı fırsat bilerek, otel sahibine "Biz Erzincana çalışmaya geldik. Depremde göçen evlerden demir çıkartıp onlan satmaya ve böylccc para kazan­ maya geldik" dedik. Söylediğimiz gibi de tam iki gün yıkıklardım demir söktük de biraz para kazandık. Fakat yine polisler bizlcri takip ediyordu. Akşamlan çay içmek için otelin yanındaki kahveye gidiyorduk. Perşembe günü akşam kahvede otururken yan taraflanmızda yine polislerin bizi takip etmekte olduğunu gördük. O sırada hemen benim aklıma bir fikir geldi ve dedim ki: "Arkadaşlar bu adam­ lar bizi ezan okuyacaklar diye takip ediyorlar. Gelin şu masada dur:m domino taşlarıyla oyun oynayalım da. bizden şüphelenmesinler." Pazar Kınık'tan Mehmed. "Fakat ben dama taşı oynamasını bilmiyorum ki" dedi. Ben de. "kolay üç noktayı üç noktaya, beş noktayı beş noktaya tutturacaksın. Yani a\Tiı sayıdaki noktalar bir birine tutturulacak dedim. Bunun üzerine başladık domino taşı oyun oynamaya. Biz oyun oynayınca yan taraftaki polislerden bir ses: "Ya bu adamlar hoca olsaydı; Ezan okumak içni Erzincan'a gelselerdi böyle kumar oynamazlar­ dı. Bunlar aradığımız adamlar değil!" diyerek hedeflediğimiz numaraya düşmüş oldular. Biz de ertesi günü Cuma vaktinden önce bana rüyamda gösterildiğinin aynısı olan Büyük Camiyi bularak ben hemen yıkılmamış olan minaresine çıkum. Önce şerefede döne döne bir güzel "sala" verdim. Böylecc Peygamberimiz Sallallahu aleyhi vescllemcdc emrini yerine gelirmiş olmanın sevinciyle selam ve tahiyyatü ihtiramımı göndermiş oldum. O sırada caminin imamı minarenin merdivenlerinden çıkarak şerefeye geldi ve: "İn oradan be adam! Başımızı bcla-


F

i l'i

380

i:

CUMHURÎYEİ. DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

CİLT 3

ya sokacaksın" deyince. Ben la Ankara'dan buraya Ezan.ı Muhammedi'yi oku­ mak için geldim. Onu burada okumadan beni hiç bir güç indiremez. İslersen ben Arapça ezanımı okuyunca, sen Tanrı Uludur diye kendi dilinden ulumaya devam et istersen" diyerek ona mukabelede bulundum. Ve elhamdülillah şerefe­ de Arapça ezanı da büyük bir şevkle okuyarak tamamladım. Dışanda muazzam bir kalabalık birikmişti. Vali geldi. Jandarma Komutanı geldi. Müftü geldi. Bizi oradan hemen alıp üçümüzü birden Erzincan Merkez Karakolu'na götürdüler. İfadelerimiz alındı ve Erzincan Valisi bizi hiç kimsenin olmadığı, aslında Alay camisinden depoya dönme, içi rutubetlen çatlamış, her taraftan soğuk alan bina­ ya yerleştinti. Jandarma Komutanı da. jandarmalara sıkı sıkıya tembihaita bulu­ nup bize çok dikkat etmeleri gerektiğini söyledi. Bizi camiden dönme altı beton, hiçbir döşemesi ve yatağı olmayan binaya götürdüler. Soğuk kış günüydü. İlk günleri soğuktan u■ kuşuz geçirdik. Sonra baktık olmuyor, etraftan talaş türü, kuru yaprak tünü şeyler toplayarak onlarla altımıza yatacak yerler yaptık. Üzeri­ mize de paltolanmızı yorgan yaparak uyumaya çalıştık. Günlük bize sadece bir tayın ve birer kap çorba veriyorlardı. Aradan üç ay bu zor şanlar alımda geçti, yavaş yavaş havalar da ısınmaya başlamıştı. Nihayet 3. ay bizi mahkemeye ça­ ğırdılar. Mahkemede de Ezan okumaktan bizi hiçbir gücün caydıramıyacağını. bizi bu göreve Resulullah’m memur etliğini söyledik. Soruşturma için mahkeme iki ay sonraya alıldı. Oysa Arapça ezan okumanın 7 günden fazla cezası yoktu. Ama gel gör ki. memlekette adalet diye, hak-hukuk diye bir şey de kalmamıştı, jki ay sonraki mahkemeye paramız bittiği için paltolarımızı ve ayakkabılarımızı gardiyana saılınp. yiyecek ve içecek için kendimize harçlık yaptığımızdan, pal­ tosuz ve ayakkabısız çıkmıştık. Hakim Bey "niye yalınayaksınız deyince, ha­ piste parasız kaldığımızı, kamımızı doyurmak için paltolarımızı ve ayakkabıla­ rımızı satmak mecburiyetinde kaldığımızı anlatınca, mahkemeye gelen Erzincan halkından bir çoğu ağlamış ve bizlcre acımıştı. Nihayet bundan sonra savcılık yattığımız yere birer ranza yaptırdı ve birer dc battaniye göndererek bize yar­ dımda bulundu. Sonradan bize üç adcı ayakkabı da gönderildi. Sonradan hapis­ ten çıkınca öğrendik ki, ranzalan. balianiyclcri ve ayakkabılan bize halk acıdı­ ğından göndermiş. Hatla bizlere 400 lira da para toplamışlar göndermişler, fakat o parayı gardiyan ve komutan işbirliği yaparak bize o parayı vermemişlerdi. Nihayet biz bu şanlar alunda Erzincan'da 9. ayımızı tamamladık, mahke­ meye yeniden çıkanidık bize 7 ay hapis cezası verdiler. 9 ayımızı yatarak geçir­ diğimiz İÇİ.: o mahkemeden sonra mecburen serbest bırakıldık. Mahkemeden dışar. çıkağımızda halk bize yardım etmek isledi. Bir lokantacı b ı‫؛‬c doyasıya


EZAN DELİLERİ

381

bedava yemek verdi, kamımızı doyurdu. Sonra bir hayırsever bizi kamyonuna sırf benzin parası karşılığı alarak. Ankaraya getirdi. O zamanlar kamyonlar şe­ hirlerarası yolculuklann vazgeçilmez vasıtalanndan biriydi. Yaklaşık 80 kişi Kamyonun kasasında Ankara'ya kadar 3 günde gelmiş olduk. İşte unutamadığım Erzincan Ezan vakası böyle olmuştu. Bir ezandan bizi tam 9 ay bilerek yatırmışlar ve bizi mağdur etmişlerdi. Hani şu sıralar televizyonda Bulgar vahşetini anlatan Belene lllminde ezanlan susturuyorlar ve dini inançlanna göre yaşamak isleyenleri Bclcnc'ye gönderiyorlar ya? Bizlere de adeta bulgar zulmü gibi yaptılar o yıllar ve bizi de çoğu zaman sırf Aparça ezan okuyorlar diye Belene'den çok daha berbat olan Akıl Hastanesine gönderdiler. Hani şu halkın tımarhane dedikleri yere... H. Hüseyin Ceylan : 9 aylık Erzincan Hapishane hayatınızı üç kişi ile nasıl geçirmiştiniz? )

Yusuf Özcan : Rabbımızm lütfuda hoştur, kahn da hoştur denz ya! Mümin için inançlarını yaşamadıktan sonra ha dışanda olmuşsun, ha içeride ol­ muşsun. Halta içerisi yaşantı yönüyle daha hoş gelir insana. Biz de bu fırsatı de­ ğerlendirerek içerdeyken yaklaşık 3 senelik kaza namazı kıldık ve elhamdülillah ömürde bir kez olsun tutulması mendup olan keffaret orucu ile, ömürde en a/, tu­ tulması sünnet olan 3 aylar orucunu Ramazanla birlikle işte bu hapis hayatımı/ anında Erzincan'da tamamlamış olduk. Daha doğrusu Ezan-ı Muhammedi saye­ sinde hiç olmazsa hapishanede kalplerimizi paslanndan anndırmaya çalıştık. Zi­ kirlerimiz, tcsbihaılanmız ve hatimlerimizle bize hapis hayatı gülistan oldu Er­ zincan'da. H. Hü.seyin Ceylan : Bakırköy Akıl Hastanesi'ne gidişiniz na.sıl ol­ muştu? Yusuf Özcan : 1945 yılı idi. Kur'ân öğrenmesinin ve öğretilmesinin ya­ saklanması. Ezan.ın Tann Uludur diye okunmaya başlaması, kadınlarda Islâm dışı kıyafetlerin revaçta olması benim canımı sıkıyor, bir türlü yerimde duramıy­ ordum. Ezanı Arapça okumak la tatmin etmez olmuştu. Nihayet bir gün. bütün bu olup bilenlerin baş sorumlusu olarak İsmet Paşaya (İnönü) çıkmaya karar veımişüm. Bir hafta uğraşarak İsmet İnönü'ye 40 soruluk 10 sahifelik bir ülti­ matom hazırladım. Hazırladığım sorularda vatanın ve milletin dinsizliğe gittiği­ ni. bu işin baş sorumlusunun da kendisinin olduğunu. İslâm'a. Kur'ân'a dönme­ dikçe hem dünyada ve hem ahircııe felah bulamayacağını anlattım, ilk parağrafıa, "İnncilahc ye'muru bil adli vcl ihsani..... âyetini yazarak İnönü'yü


382

CUMHURİYET D .N EM İ DİN VE DE ٠^ ١CT İLİŞİKLERİ

CİLT 3

adalcile hakla hukmcimcyc çağırdım. Bir gün bu düşüncdcr içersinde elimde kagjilanm ‫ ؟‬ankaya köşküne çıktım, ‫؛‬smci Paşayla görüşmek islediğimi söyledim. B ^ a izin vcmıcdilcr, ^ n de a ^ a bahçeden. 0 yüksek dcmirpamaklıklardan a ş a r^ köşke geldim. Kapjyı çaidim, bir ihliyar kadın çıktı, ismet Paşa ile görüşeceğimi söyleyince, ismet Paşa üst pencereden bana bakarak 0 meşhur tok sesiyle ''kim 0, ne istiyor'.?" diye soRinca. İslâm'a dönmeni, imana gelmeni ٧ c din z.ulmünü bırakmam isliyorum diyerek bagımaya başladım. Elimdeki kağıt, lan da kapıda ki 0 ihliyar kadına verdim. Fakat telefonla hemen kapıdaki asker ve polislere haber verildiği İçin ^ n i polisler hemen yakaladılar ve Ulus Karakoluna getirip önce iki gün dövdüler. ''Sen hangi cesaretle Paşa'nın huzumna çıkı, yor ve onu imana davet cdiyoreun.' dediler. Ben de. "0 imansız olmasaydı Kur'an okuyanlan h a p s c tti.c z ve ezanlarımızı dcgiştirımezdi.'' dedim. Taki ^ y lc dedikçe bana sopa attılar ve hiç unutmam hem dilimden ve hem de ayagımdan bana elektrik vererek işkence yaptılar. Sonra da bir tezkere yazarak beni polis nezaretinde Bakırköy Akil Hastanesine gönderdiler, önce ^ n i Bakirköy'ün diliyle "Zirdcli.'lcrinin koğuşu olan 10. koğuşa verdiler. Koğuşa bir girdim 40 kişi var. 20 tanesi çırıl çıplak azgın deli insanlar. Diğerleri de ondan aşağı kalmıyorlar. İşte burada kaldığım 15 gün bana 15 sene gibi geldi. Çünkü ranzamın üzerinde namaz kılarken hemen deliler gelip, bana yumrek vumyorlardı. Hepsi de gerçekten deli oldugu İçin bir şey yapamıyordum. Nihayet bir gün Rabbıma yalvardım ve beni bir vesileyle 10. koğuştan almalan İçin dua ettim. Elhamdülillah duam hemen 0 an kabul oldu ki ^ n i 0 aksam Paşalar koguşu denilen 6 kişilik bir koğuşa aldılar. Söylenildiği gibi gerçekten bunıda bir paşa. İzmir Valisi, üç tane de yüksek rütbeli memur var idi. Burada ben 5(1 gün kaldım, fakat koguştakilcr ^ n im namaz kılmamdim ve K u r'^ okumamdan rahatsız olduklan İçin beni bu koğuştîm attırdılar. Sonunda 3. koğuşa geçtim 10 ^ n de burada kaldım. Harckederim hep dinle ilgili, namazla ilgili olduğu İçin hep şikayet ediliyordum. Nihayet ^ n i hastane başhekimi Mazhar Osman çağı.rtlirdi ve ^ n i imtihan elti. Sorduğu her somya cevap verdiğim İçin, halta tam bir ۴ liükacı gibi konuştuğum İçin Mazhar Osman clrahndi^i görevlilere : Bu a d i bizden acilli, çabuk bunun tezkeresini yazın da Ankara'ya gönderin. Artık bu adam ser^stıir, bunda delilik Filan yok diyerek ^ n i Akil Hatimesinden Ç1karılı ve polis nezareti olmaksızın yalnız başıma teni Ankara ya gönderdi. Ben de Ankara Vîüisi'ne gelerek dummumu rapor elim. Vali şaşırdı, ..sen yalnız mi geldin?" diye. Bana Vali biraz da tavsi-yclcrdc bulundu, devlete ka٩ ı g‫ ؛‬Imc, Arapça ezan okuma, fazla dindar olma diye. Ben de kendisine, dindarlıgı‫ ؟‬f‫ ؛‬zlalığım Allah ve Resülü emrediyor. Ezani böyle okumamı iscycfücr de ve

‫ﺍﻝ‬


E2AN DELİLERİ

383

Resulüdür. Dünya bir larafa, Allah ve Resülü’nün buyruklan bir tarafa. O.nun ve Resulü'nün buyruklan için ömrümce hapse ve akıl hastanesine girmeye razıyım dedim. Vali, "galiba bu deli Yusufun hakkından gclcmiycccğiz. Ne yapalım, de. lidir ne yapsa yeridir deyip sineye çekeceğiz galiba" diyerek beni serbest bıraku. İşte ilk Bakırköy maceram da böyle oldu. H. Hüseyin Ceylan : ismet Paşa'ya mektup yazmak nereden aklınıza gelmişti? Yusuf üzcan : Türkiye'de Arapça ezan okumayı örgütleyen hocaefendinin hulcfası cesur insan, inancı uğruna herşeyi feda eden insan Abdurrahman Balcı isimli bir arkadaşımız vardı. Bunun bir hadisesi var ki Lsmei İnönü yakı. nen bilirdi ve o yıllardiiki Sovyet Büyükelçisi de çok iyi bilirdi. 1945 yılının başlarında Abdurrahman Balcı Efendi Sovyellcrin o yıllardaki Lideri Sialin'e bir mektup göndermişti. 10 sahifelik ve bütünüyle Sialini İslam'a. Kur'ân'a ve İmana dönmeye davet eden bu mektubu bana ilham kaynağı oldu ve ben de İsmet İnönü'ye 40 sorulu 10 sahifelik bir İslâm'a davet mektubu vermiş oldum. H. Hüseyin Ceylan : Si/ler A bdurrahm an Balcı Efendi ile yakın iliş­ kileriniz olmuş. Gerçi şu anda onun damadı olan ve TBİVIivrde ilk Arapça ezanı okuyan Muhiddin Ertuğrul Efendi'den bu olayı dinledim ama bir de sizden dinlesem. Abdurrahman Balcı Stalin'e gönderdiği mektupla neler yazmıştı ve gelişmeler nasıl olmuştu? Yusuf Özcan : Abdurrahman Balcı, nasıl Peygamber s.a.s. Efendimiz za­ manın meşhur İslâm düşmanlanna; Mısır Kıpti'sine, İran Kayse'rine ve Bizans Herakliyus'una davet mckiuplap gönderdiyse, öylece I945'li yıllann en büyük İslâm düşmanı olarak Veseryanoviç Stalin'e İslâm'a davet mektubu göndermişti. Ve o mektup Sovyet Büyükelçiliğinin de ifadesiyle Stalin'e gönderilen ilk ve son davet mektubu idi. Mektubun özeti, bugünkü Ayetullah Humeyni.nin yeni Sovyet Lideri Michail Gorbaçov’a gönderdiği mektubun muhtevasının aynı idi. Kısaca Stalin Kominizmi bırakıp, Islâm'a dönmeye. Islâm’dan başka kurtuluş yolu olmadığına davet ediliyordu. Tabi hemen Stalin Türkiye'deki Büyükelçiliği vasıtasıyla konuyu T.C.'nin Reisicumhum İsmet Paşa'dan sonJumyor. İsmet Paşa'ya. gönderilen mektupta isim, soy isim ve adres açık olduğu için Abdurrah. man Balcı'yı buldurtturuyor. Nihayet Abdurrahman Balcı da bizler gibi hapiste ve akıl hastanesinde yattığı için. Stalin'e, Sovyet Büyükelçisi kanalıyla, mektubu gönderenin akıl hastası, meczub bir Türk vatandaşı olduğu söylenerek bu vaka Stalin ile İsmet Paşa arası muhabereyle kapanmış oluyor.


384

C U M H U U n ^ DÖNEMİ DlN VE DEVLET İLİŞKİLERİ

c İL T 3

Ben de bu mektuplaşmadan ilham alarak tam 10 sayfalık bir İslüm’a Davet mektubunu bizzat kendi ellerimle Çankaya Köşküne. İsmet Paşa'nın gözü önünde bırakmış oldum. H. Hüseyin Seylan : Diğer hapis hayatlarınızın uzunca bir zamanını 1954 sonrası A nkara M erkez Cezaevi'nde geçirdiniz. Dysa I954'de gelince Sizin delisi olduğunuz ezan aslına Demokrat Parti tarafından döndürülm ûştü. Bu sefer İçeri girişiniz neden oldu? Yusuf Ozcan : Demokrat Parti her ne kadar müslümanlann oyu ile ikti. dara geldiyse de, dinin ahkamdan anndınlması ve geleneksel bir inan‫ ؟‬haline dönüşıürölmcsi açısından İsiamı CHP'dcn daha ‫ ؟‬ok dejenere etmişti. Bu yüzden bizicr de Pilavoglu. AMureahman Balcı ^ b i zatlann öncülüğünde DP'ye karşı mücadeleye başlamıştık. CHP 1950 öncesi bizi ve İnancımızı dinsizliğe uzanma adına horlarken, şimdi de. DP bizi horlamaya başlamıştı. DP'nin yaptığı laikliği konıma adına mUslümanlara zulmetmek olmuştu. Biz 1954 yılında 550 arkadaş toplan örgütlü bir teşekkül olarak, laikliğe aykırı davranışlar hep bunlardan ‫ ؟‬ıkıyor denilerek Kemal Pilavoglu ve Abduırahman Balcı olmak üzere hep birlikte hapse alildik. 0 zaman hiç unutmuyontm hapisteyken 1955 yılında Pilavoğlu ile AMureahman Balcı.nın kendi aralanndaki konuşmalar. 0 zaman Kemal Pilavoğlu demişti ki. ''bunlar bizi dindarlığımız yüzünden ve Allah'ın Devletini, Kur'ü'n Nizamini isteyişimiz yüzünden hapse attırdılar. Allah Azze ve Cellc .'muntekim'' olandır. Bakin göreceksiniz bizim 550 kardeşimizin suçsuz yere hapse iıkıldığı gibi Demokrat Pani'nin idarecileri de en az 550 kişi hapse tıkılacak ve suçsuz olmalarına rağmen de idam edileceklerdir.'' Gerçekten tenim bu iki kulağımla 1955 yılında Ankara Merkez Hapisha. nesinde dinlediğim olay 1960 ihtilalinde aynen gerçekleşti ve Menderes. Zorlu ve Polatkanın idamıyla birlikte. 550'den fazla kişi de yargıl^ıp liapsc mahkum oldu, ^dlahu Teala kudsi hadisinde ne diyor. ''Benim veli kullanma kim düşmanJık yaparea, ten de onlara iIan-1 harp eylerim". Nitekim istiklâl Mahkcmcleri'ni yöneten ve nice ulemaya ve meşayıha ölüm cczası veren Ankara ve ‫ ؟‬ark istiklal Mahkemcleri'nın heyetlerinin hepsinin de ölümü birer ibrat levhası hasıl etmemiş midir? Hatla cellatlan bile "danaJar gibi'' böğüre böğurc ve affcdcRiniz kendi yat‫ ؛‬odalanna pisliklerini yapa yapa ölmüşlerdir. 24 Temmuz 1987/HaskOy ٠ Ankara


AKIL h a s t a n e s i n e GÖNDERİLEN EZAN DELİLERİ VE İLK EZAN SUÇLUSU SADIK ÇAKIRTEPE

H.Hüseyin Ceylan : Sadık Anıca! Sizler 1320 doyunılu ve 1940-1950 yıllan arası özellikle Ankara, İstanbul ve Bursa bölgesinde okuduğunuz Arapça ezanlar dolayısıyla uzun yıllar hapis hayatı çekmiş ve hatta sürekli yaptığınız bu eyleminizden dolayı Bakırköy Akıl Hastanesine delidir diye defaten gönderilmiş bir insansınız. Önce si/i tamsak ve sonra niçin hapis hayatı ve Bakırköy Akıl Hasta­ nesine gönderildiğinizi öğrensek. Sadık Çakırtepe : Ah evladım ah! Dinimiz gitmişti elden. Kur’ân-ı Kerim okunmaz olmuş, okuyanlar ve okutanlar hapishanclea. tıkılmış veya bin bir türlü eza ve cefa ile karşılaşmışlardı. En önemlisi de E/an-ı Muhammediyc. miz bile elimizden alınmıştı. Tann Uludur diye ulutuyorlardı süngü /om \la. Allaaaah.... Allahu Ekberrr.... Lailehc İllalllahhh..... (Sadık Amca 80 yıllık çileli hayalın verdiği çökmüş görüntüye rağmen. Hasköy.dcki gecekondu evinde bu bölüme gelince sanki 1940-1950 yıllan arası­ na dönüp, olanca gücüyle ve kuvvetiyle ve sesinin çıktığı kadar Allahu Ekber diye bağırmaya başladı. Sürekli Allah sesleriyle 5.10 dakika evin içi inledi. Sonra gözyaşlannı tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya b:ışladı.) Evlat görüyorsun o günleri hatırlayınca duramıyorum. Ben E/an-ı Mu­ hammedi delisiyim. Tann Uludur diye okunan ezanlar bana kurşun gibi saplanı­ yordu. Ben Ankara’nın Çubuk İlçesinin Karadana Köyünde doğdum. 133(١ (Rumi) doğumlu olduğum için bizim nesil ilkokul şchadcinamdcrini (diploma! Türkiye Cumhuriyeti adına alan ilk nesildi. O yüzden 1923 vc sonrası gelişme­ lerini çok iyi hatırlıyorum. Özellikle 1940 yıllannda zir\٠cyc ulaşan dini zulüm­ leri unutmamız mümkün değil, çünkü 1940.50 yıllan arası h^lâ devlcun kayıtla'


386

CUMHURİYET DÖNEMİ DİN VE DEVLE'I. İLİŞI^İLERJ

CİLT 3

i.

nnda mcvcuılur vc halta Hukukta Ezan-ı Muhammedi suçuna ilk örnek Türk Ceza Kanunu'nda bizi göstermişlerdir. İşte kitap orada saklıyorum, bakarsınız; bizlcr bu yıllar arasında sayısını hatırlayamıyacağım kadar nczaı٦ct١ tutukluluk vc yargılama görmüşüzdür. Aynca 1932 yılında meşhur Bursa Ezan olayı ilk kez olmajc üzere, 46. 47 vc 48 yıllarında 3'cr kez aArapça ezan okumam dola­ yısıyla hapishaneden sonra delidir diye Bakırköy Akıl Hastanesin'e göndcrilmlşimdir. Yani Allahu Ekber diye ezan okuduğum için tam 10 kez hapis vc 10 kez de B a k ^ ö y A k d lt o inc^yâtmİd ım.

lİ‫؛‬

H. Hüseyin Ceylan : Nasıl başladınız Arapça Ezan okumaya? Yanıl­ mıyorsam A nkara'da 1940-50 arası çok örgütlü bir düzeyde ve özellikle de Cum a günleri korsan bir şekilde Arapça Ezanlar okunmuş. Onlardan bir tanesi de sizlersiniz. 15-20 arkadaş ve genellikle de Çubuklu olmak üzere Ezan okum a grupları oluşturm uşsunuz ve bu bir C ihad'dır diyerek yurdun dört bir yanında gayet bilinçli olarak Ezan okuma eylemi yapmışsınız. Ne­ reden aklınıza geldi böyle bir eylem? Sadık Ç akırtcpe : Biz zaten Tanrı Uludur diye yapılan ulumalardan faz­ lasıyla rahatsız idik. Ankara.ya indiğimizde Ticaniyc Tarikatı olarak bilinen ve kuruculuğunu Ahmed ct.Ticani k.s. ha/rcilcrinin yaptığı, cihadi yönü vc cylcmscl yönü zikri yönünden daha öncelikli olan Ticani tarikatına intisap etmiştik. O zamanlar Kemal Pilavoğlu rh.a. bu tarikatın liderliğini yapıyordu. Vc özellikle de dini koruma. Kur.an vc Sünneti ayakla tutma adına onun hulcfası niteliğinde­ ki büyük insan Abdurrahman Balcı Efendi bizlcrlc sohbcücr ederek zikirden, ıcsbihaitan daha önce elden giden Kur’ün.ı, Sünneti vc Ezanı kurtarmanın Allah katında en sevgili gelen amellerden olduğunu söylüyordu. Abdurrahman Balcı bana 1941 yılında, "sen Bilali Habeşi radıyallahu anh ile arkadaş olmak istemez misin, hadi bakalım minarelerden onun gibi yanık sesle Allahu Ekber diye bağıra bağıra ezan oku bakalım" deyince bana Allah o anda gönlüme öyle hisler verdi ki kendimi kuş gibi hissediyor. Tanrı Uludur diye okunan ezanların yerine Arapça Allahu Ekber diyerek ezanın gerçeğini biran önce okumak için heyecanlanıyordum. Bir gün yaz aylanydı, ilk Arapça ezanımı Ankara Ulustaki Zincirli Camiinde okudum. Cuma günüydü. Her Cuma özellikle büyük camilerde jandarmalar Arapça ezan okumasınlar diye si­ lahlarıyla nöbet tutarlardı. Hatta posıallanyla camiye girip, müezzin mahfclindc nöbet tutan jandarmalar bile vardı. Ankara Hacıbayram, Zincirli vc Aslanhanc camileri buna birer örnektir. Ben Zincirli Camiinde Cuma günü ezan okuyunca, (gizlice minareye çıkmışum) etraf bir anda polis vc jandarma ile dolmuştu. Mİ-


AKJL h a s t a n e s in e GÖNDERİLEN EZAN DELİLERİ

387

narcyc çıkan polisler beni zorla aşağıya indirmek islediler ama elhamdülillah Ezan.ı Muhammediyeyi Peygamber s.a.s. Efendimizin istediği iar/da lamamla. mıştım. Beni minareden indirirken ıckme, lokal ve dipçiklerle indirdiler, hana sırtıma indirilen dipçik acısıyla minare merdiveninde yaralandım vc kaburga ke­ miklerim kmimışiır. Beni hemen şimdi Hacı Bayram girişinde bulunan Otcl'in alı kalına (orası eskiden Anafartalar Karakolu idi) götürüp orada ölesiye dövdüler ve "bir daha olmasın, aklını başına al. seni hapse atanz" diyerek ağzım burnum kan içinde beni serbest bıraktılar. H. Hüseyin Ceylan : Niçin Arapça Ezan? Sadık Çakırtepe : Ezan, Islûm.ın günde en az beş kez tekrar büıün müslümanlara bir çağasıdır. Bir çağn olmadım, bir davet olmadan Islfım.ın yeşerme­ si de mümkün değil. Zaten o yüzden ezanın "Allahu Ekbcr'le simgelenen daveti­ ni ortadan kaldırdılar. Davet ortadan kalkınca İslam’ı ycşenccck davcıçilcr oluşmadı tabi. Bizi yönlendiren Abdurrahman Balcı da Ezanı bir yeniden çağrı­ yı diriltmek ve sonnı müslümanlann davasına sahip çıkmiLsı adına örgüılenmcle■ rine vesile olması için bu ezan eylemlerini yürürlüğe koydurtmuştu. 1942 yılın­ da Hasköy mevkiinde bir evde toplanmıştık. Bize dedi ki : "Biz Mehdinin askerleri olacağız. Bunun için önce bütün putları rcddeccğiz vc putlann put ol­ duğunu herkese duyuracağız. Sonra en büyük silahımız Allahu Ekbcr olacak vc sürekli Arapça ezan okuyacağız. Belki bunlan yapıyoruz diye Sadık Efendi gibi Yusuf Efendi gibi (beni vc Çubuk Guruveren Köyünden arkadaşımız Pehlivan Yu.suf Efendiyi işaret ederek) kardeşlerimiz işkence görecek, karakollara götü­ rülecek. belki tımarhimclcre delidir diye tıkılacağız vc hatta idam bile edilece­ ğiz. Ama bilesiniz ki biz bunlan yapmazsak bizden sonraki nesiller de Allahu Ekbcr yerine Tann Uludur sesini işitecekler. Dünyada bugün sadece Türkiye'de Türkçe ezan okunuyor. O yüzden en başta bizlcrc bu ezanı aslına döndürmek farzı ayındır. Dünyada sadece bizim ülkemizde olduğu için de, bunun kaldınlması dünyanın en büyük cihadı olacaktır. Hadi göreyim sizleri. gazanız mübarek olsun, cihadınız aziz olsun..." Abdurrahman Balcı Efendi'nin bu sözleri bizde öyle tesirler uyandırdı ki. anık herkes hapishaneyi vc halta tımarhaneyi göze almıştı. Allahın takdiri o toplantıda bulunan hemen herkes Ezan.ı Muhammedi yüzünden hapislere auldı, binbir türlü işkence, eza vc cefa gördüler vc sonunda da hemen hepimiz Abdur. rahman Balcı da başla olmak üzere. Yusuf Efendi. Osman Efendi. Muhiddin Efendi. Zeki Efendi, BursalI adaşım Sadık Efendi ve diğer hatınma gcüremedi.


388

i

CUMHURJYEI' DÖNEMİ DİN VE DEVLETİ. İLİŞKİLERİ

CİLT 3

ğim bütün arkadaşlar delidir denilerek iımarhancye. Bakırköy Akıl Hastanesine ayn ayn zamanlarda yatmlmış olduk. Böylecc 1942 yılındaki Abdurrahman Balcı Efendi'nin söyledikleri 1950 yılma kadar aynen gerçekleşmiş oldu ve el­ hamdülillah bizim bu dişe diş. başa baş ve her tür işkence ve zulümlere katlana­ rak giriştiğimiz '.Allahu Ekber" eylemi 16 Haziran 1950 yılında gerçekten T ann Uludur٠dan 'Allahu Ekber'c dönüşmüş oldu. H. Hüseyin Ceylan : Sizi neden Akıl Hastanesine gönderdiler?

،M

II ٠

Sadık Çakırtepe : Efendim önce şunu söyliyeyim ki hareketimiz 1946’ya kadar çok büyümüştü. Hatta Eskişehir başta olmak üzere (1945 yılında) asker­ den de ezan okuyanlar olmuştu. Eskişehir’de 1945 yılında 40 a.skcrin başlannda Ali Rıza Gürkanlı olmak üzere (Ali Rıza Gürkanlı Abdurrahman Balcı’nm da­ madıdır) Alaydan kaçarak önce Eskişehir içinde, sonra Kütahya ve Ankara'da ve Alay içinde ezan okumaları o yıllarda büyük olay olmuştu, işte böylesinc yaygın bir hareketin elebaşılarını başta Abdurrahman Balcı olmak üzere hep Ba­ kırköy Akıl Hastanesine göndermişlerdi. Sebep hareketi küçük düşürmek ve yapanlan da delidir diye halka takdim etmek. Onlar öyle düşünerek bi/leri, toplam 40-50 arkadaşımızı değişik zaman­ larda Bakırköy'e götürmüşlerdir. Ancak Abdurrahman Balcı Efendi ve onların bu düşüncelerinin tam tersine ”delidir" raporu alınarak, ezan gibi eylemlerin daha kolay gerçekleştirileceğini söyleyerek adeta bir gönüllüler ordusu oluştu­ rulmuştur. Bizim arkadaşlanmızm hepsi o zamanlar gönüllü olarak Allah'ın de­ liliğine talip olmuşlardı ve Allah'ın adını her yerde daha kolay haykırabilmek için "deli raporu” almışlardı. H. Hüseyin Ceyalan : Yaptığım araştırm alarda sizin de Bakırköy Akıl Hastanesine yatırıldığınızı öğrendim. Siz neden yatırılmıştınız? Sadık Ç akırtepe : Ben 1941 yılında Zincirli Camiinde Arapça ezan oku­ maya başladıktan .sonra. Ankara’nın bir çok yerinde ve Bur‫ ؟‬a. İstanbul gibi yer­ lerde de Arapça ezan okumuştum. Birisinde Antalya Murat Paşa Camisine gidip

dövüldüm, ekmek-aş vermediler. Hatta ölmemi/ için bi/x: zehir verdiler. Bir çok arkadaşımıza TBMM'de ilk Arapça ezan okuyan Hac. Muhiddin’le Osman Yaz'a ve Gurumenen'U Hacı YusuFa da fazla oranda vücullanna zehir 7x‫؛‬rkcUi1er Allah’ın takdiri bizicr ölmedik. Hepimizi de Bakırköy'e yaptığımız dolayı.sıyla delidir diye gönderdiler. Ben onlardan çok önce 1942'de 3 ay. 1945'dc 6 ay.


AKIL h a sta n e :s İn e

g ö n d e r il e n e z a n d e l il e r !

389

1946'da 5 ay, 1948'dc 3 ay olmak üzere yaklaşık 1.5 sene Bakırköy Akıl Hasta­ nesine gönderildim. Her seferinde de oranın Baştabibi tarafından "ya bunlar deli değil, süper akıllıdır" denilerek geri gönderildim. Hiç unutmam birisinde (1945) baştabib beni çağırdı, "oğlum niçin Arapça ezan okuyorsunuz, bak Türkçesi daha güzel değil mi?" diye sorunca: "Doktor Bey, size isminiz Ahmcd olduğu halde ben size Hans. Kirko (herhalde George demek istemiş) desem olur mu? Hans hiç Ahmet isminin yerini tutar mı? Biz de Allahu Ekbcr٠in yerini hiç bir ifade tutmayacağı için Tann Uludur demeyi reddediyoruz. Onun yerine Allahü Ekbcr diyoruz" diye cevab verdim. Doktor benim bu cevabımdan sonra "bu adam benden de akıllı, olsa olsa bu Allah'ın delisidir" diyerek Akıl Hastanesin­ den çıkartmıştı. Biz bu tür işkence ve cefalara sırf "Allahu Ekbcr" için katlandık evlat. Allah da bize bu gayretimiz karşılığı Tann Uludur yerine Allahu Ekbcr demeyi ve ezanı aslî şekliyle dinlemeyi yeniden bahşetti. Yoksa Demokrat Paıti’nin ken­ diliğinden yapacağı şey değildi, Arapça ezan. Tabandan gelen güçlü hamket DRyi bu hareketi yapmaya mecbur etmişti. DP.nin aslında bi/lcre 1950 sonrası yaptıklan da 1950 öncesini aratmıyordu. Liderimiz Abdurrahman Balcı ve Kemal Pilavoğlu gibi insanlar dikkat edilirse cn çok DP döneminde hapse gir­ mişler ve işkence görmüşlerdir. H. Hüseyin Ceylan : Ezanla ilgili ilginç başka hatıralarınız vardır elbet. Sadık Çakırtepe : Hiç unutmam çok partili sisteme geçiş gereği, ortada CHP'nin dışında Millet Pani.si ve Demokrat Parti gibi partiler vardı CHP’yc mu­ halefet eden bu iki partinin varlığı bizlerc biraz da cesaret veriyor, bizicr artık her hafta Cuma günleri Ankara'nın bütün camilerinde korsan bir şekilde Arapça ezanlar okuyorduk. Ankara'nın içinde ve ilçelerinde Arapça ezan okumadığımız cami kalmamıştı. Hepimiz Allah nzası için geziyor vc Arapça c/anı halka yeni­ den duyurmaya çalışıyorduk. Düşünebiliyor musunuz 40-50 arkadaş Abdurrah. man Balcı'nın Aralık 1948.de bize yaptığı bir sohbet gereği hepimiz bütün vila­ yetlere dağılmış, bazımıza da iki vilayet düşecek tarzda her vilayette Arapça ezam duyurmaya yemin etmiştik. Abdurrahman Balcı bu sizin gazanızdır. bu sizin cihadınızdır diyerek bize bulup-buluşıurdugu paralardan yardım ederek, biraz da kendimizden kalarak, bazılanmız kümesteki lavuklannı, bazımız Hacı Yusuf onlardan biridir, ahırdaki ineğini satarak, bu eylemi gerçekleştirmek için Türkiye'ye dağıldık. Şubat'ın ilk günleri yakalanmadan geriye gelebilenler Ankara^ya dönmüştü. 1 Şubat 1949 tarihinde yine Ankara'da Abdurrahman Balcı'nın başkanlığında Karapürçek Kö>٠ü yakınlannda toplandık. Hepimiz rapor verdik. Abdurrahman Balcı; "Elhamdülillah, şimdi Türkiye'nin her yerin.


390

CUMHURİYETİ' DÖNEMİ DİN VE DEVLET İLİŞI^LEI^İ

CİLT 3

dc Allah.ın ezanını duyurmuş olduk. Allah hepinizi mc’cur kılsın. Şimdi sıra ku­ rulduğundan beri kürsüsünden hiç Ezanı Muhammediyc okunmamış olan TBMM'de ezan okumaya geldi. Ezanın Tann Uludur diye okunmasına 1932.de TBMM.de karar verenler, şimdi orada bizicr vasıtasıyla .’Allahu Ekber" sesleri­ ni duymalıdırlar diyerek. TBMM'de bizleri Arapça ezan okumaya davet etti. Hemen içimizden bu işin gönüllüsü olarak yiğit yapılı uzun boylu Çubuk Guruvercn'li Osman Yaz'la Abdurrahman Balcı'nın okumuş.yazmış, ağzı iyi laf yapan Dcmiryollannda memurluk yapan damadı Muhiddin Efendi öne atılarak bizler okuyalım dediler. Ve Osman Yaz ile. Muhiddin Eriuğrul Efendi. TBMM'de hiç unutmam 4 Şubat 1949 tarihinde Cuma günü dinleyiciler locasından Arapça ezanı bütün müdahalelere rağmen okumuş oldular. TBMM'de okunan bu ezan Türkiye'de büyük tesirler uyandırdı. Gazeteler günlerce bu olayı yazdılar ve konuştular. Tabi arkadaşlanmız da hemen tutuklanıp emniyete götürüldüler. Ve orada aylar­ ca işkence gördüler, hapisle yattılar ve sonra bunlar delidir denilerek Bakırköy’e gönderildiler. Onlar hâla sağ. kendilerini bulup buluşiurursanız. bizzat kendisin­ den dc dinlersiniz maccralannı. H. Hü.seyin Ceylan : İsim olarak hatırlayabilecek mi.siniz o günler bu ezan eylemini yapanları ve en çok kimler hapse girmişti? Sadık Ç akırtepe : Bir Tarzan Hüseyin dediğimiz Ankara'nın Çubuk ka­ zasının Gökçedere köyünden Hüseyin Ercan vardı, iri yapılı, pehlivan vücutlu biriydi. 10 j ‫؛‬ındanma kendisini zor hakederdi. Şimdi rahmetlidir. En azından 30 kadar vilayeti gezerek bizzat kendisi ezan okumuş ve defalarca hap.se girip iş­ kence görmüş bir arkadaştı. Birisinde 1947 yılı idi, Abdurrahman Balcı arkada­ şımız Hüseyin Ercanı Çankm'ya ezan okumaya göndermişti. Arkadaşımız Hü­ seyin. hep ben mi okuyacağım, biraz da başkalan okusunlar diye düşünerek Çankm'ya gitmemişti. Bunun üzerine Abdurrahman Balcı. "Ezanı kadınlar mı okuyacak?" diyerek Hüseyine kızınca, bizim iar/an Hüseyin Gökçedere köyün­ den Koca Kadir isimli arkadaşını da yanına alarak Çankm'ya gitmişti. Biz o za­ manlar kendisinden dinlemiştik. Hüseyin Efendi ile Koca Kadir bir pl‫؛‬m yapar­ lar ve önce Çankm Demokrat Parti il başkanlığına uğrarlar, başımıza bir şey gelirse bize sahip çıksınlar diyerek, "Biz buraya Fevzi Çakmak Paşa ile. Celal Bayar gönderdi. Gidin Çankm dindar bir yerdir, orada Arapça ezan okuyun" diye gönderdi derler. Çankmiı DP'lilcr bize böyle bir haber gelmedi demelerine rağmen, bizim Hüseyinic. Koca Kadir kendilerine sahip çıkılması için bu yala­ nın üzerinde ısrarla dururlar. Sonra her ikisi dc ayn ayn camilere giderek Arap­ ça ezan okurlar. Hüseyin Ercan yakalanır ve Karakola götürülürler. Demokrat Partililer kendilerine hiç sahip çıkmazlar. Karakolda Hüseyin Ercan'ı iyice döv-


AKIL H A ^ A ^ İ N E GÖNDERİLEN EZAN DELİLERİ

391

dükten sonra, bir Ku^ân okuturlar. Hüseyin Ercan mahsus Ku^ûn.j okuyamaz. Karakol amiri‫" ؛‬Bakin bu daha Kur'ân okumasım bile bilmiyor. Allah'ın mcczuplan olsa gerck diyerck bunu Ankara'ya gidecek olan bir kamyona bindirip Ankara.ya gönderirler. Böyle ilgin‫ ؟‬anılan olan arkadaşlanmız olmuştur. Yine KUtahyalI Abdullah. Kayserili Mahmud. HasköylU Zeki ezanla ilgili işkence görcn, hapis hayan olan kardeşlerimizden birkaçıdır. Bir de ‫ ؟‬onım. Alacadan Deli Ahmet diye bir arkadaşımız vardı. Tabi bu da ezan okumaktan dolayı hapislere girdigi ‫؟؛‬in ve Bakırköy Akil Hastanesinde yaıiıgı İçin adi Deli Ahmed'e çıkmıştı. Ahmed Dolaşık adli Alacalı bu arkadaş ^m rugu güçlü bir arkadaştı. Ya. kalandıgı zaman polisin veya jandamianın elinden bu güçlü fiziğiyle rahatlıkla kiiçabiliyordu. 1948 yılında Ankara Cebeci HamamönU mevkiinde bir polis adi da Turan idi. Hep bizleri takip eder ve inananlam zulmederdi. özellikle Arapça ezan okuyanlara emniyette hep bu işkence ederdi. Bir gün (1948) polis Turan, Alaciilı Deli Alımcd Dolaşık'1 C e^ci HamamönU mevkiinde sıkışiınr. Deli Ahmed. Polis Turan.a ''Kardeşim Allalı diyeni ne diye takip cdiyo^un. Sen Isl۵ m düşmanı mısın'? Benim peşimi bırak. Bak şimdi burada kimse yok. sana bir yumnık vunırsam felç olureun, git başımdan" deyince. Polis Deli Ahmed'i yakalamak ister. Her nasılsa Ahmed, kendisinin bize anlattığına göre öyle bir yumnık ‫؟‬eker ki ۴ Iisc٠ polis 0 anda olduğu yere yığılır. Ertesi gün bu polisin biz ağzı kaymış, dudaklan düşmüş ve eli hareket etmez bir tarzda felç olmuş halde gönlük. Polisler her ne kadar Kemal Pilavoglu.nu ve Abdutrahman Balcı'yı sıkıştırdılarsa da, polis Tyran.a yumrtik atam bulamamış oldular. Zaten bu hadiseden sonra da Deli Ahmed memleketi olan Alaca'ya tekrar dönmüş oldu ve izini kaybettirdi. 1950 Demokrat Parti iktidan sonrası Ankara'ya geldiğinde bu olayı arkadaşlarla birlikte kendisinden dinlemiştik‫ ؛‬talise yumrtik atarken şöyle demiş‫؛‬ .'Sen Allah diyen nice ağızlara yumrtiklar atlın. Allah diyenlerin dişlerini kırdın, şimdi de Sira sende bak gör bir yumrtikıa seni nasıl edeceğim. Böylccc de bir daha MUslUmanlara zulmcdemcycccksin''. Gerçekten Polis Turan.ın felç olması Ankara'daki diger polisleri de kor. kulmuştu. En önemlisi Allah böyle bir zalimi fel‫ ؟‬olmakla cezalandımışıı. Bir başka a^adaşımız İstanbul Fatih-Dramalı meşhur turşucu AMullah Taşkesen Efendi idi. 0 da 1949 yılında bir milli maçta ^im ab ah çe stadında üç arkadaşıyla birlikte ezan okumuştu. Dramanlı lurçucu Hacı AMullah Efcndi aynca İstanbul'un en büyük sineması olan Beyoglu'ndaki bir sinemada‫ ؛‬şimdi adini unuttum, ezan okumuşra.


392

c u m h u r iy e t i ' d o n e m i

DİN

ve

DEVLEI' il İş k jl e r i

c iL T 3

Yine KonyalıMchnıcı isimi‫ ؛‬bir arkadaşımız Ankara Valiliğinde 19^9 yı. imda V 1 ‫ ؟‬İ Ncvza ‫ ﺍ‬Tandogan'ın huzurunda, kendisinin gece kondusunun yıkılmasını fırsat bilerek ٧ ali huzuruna ‫ ؟‬ıkıp Arapça ezan okumuştu. Hatta Vali Nevzat Tandogan. ''artık vilayette bile bunlar ezan okuyorlar diyerek KonyalI Mehmed kardeşimizin sakalından tutup: ''Bak ezan okuduğun 0 agzına bamt doldumıum birdalıa okuyamazsın. Yoksa Ezan okuduğun dillerinle sana tuvalet yalatiınnm.' diyerek küf.ürve hakaretlerde bulunmuştu. Caribtir. mUslUmanlann ezan okuyorlar diye agızlanna küfreden ve agızlarına kurşun Sikmak isteyen Vali Nevzat Yandogan'ın ölümü agzından kurşunlanarak olmuştu. Hem de en yakın arkadaşlan tarafından. Hani ''dinsizin hakkından imansız gelir.' derler ye. İşte öyle bir eeza ile Allah. Vali Nevzat Tandogan'ı cezalandırmıştı. l‫؛‬j

I.‫؛‬

Ankara Topraklık mevkiinde oturan KonyalI Mehmed kardeş 1986 yılında Allah'ın mhmetine kavuşmuştur. 1940-1950 yıllan arısı çileli hayatimizin mücadelelerle dolu bölümlerinden sadece hatırlayabildiklerim bunlar. 0 dönemde Ezan-1 ^Vluhammediye'nin okunmasının delisi olan bizlerin adi 0 )ıllardan bu günlere hep ''deli', diye kaldı. Biz de Allah'ın deliliğine. Ezanin deliliğine razı olduk, inşaallah Rabbim bizleri ezan İçin yaptığımız deliliklerle haşreder ve öylece mükafallandınr. (Sadık Çakıncpc amca 80 yaşına gelmiş ve fakat 0 dönemde çekligi S I kınlılarla adeta 100 yaşında gö.sicren bir haliyle yeniden 0 eski günleri hatırlatırcasına yalağından ayaga fırladı ve iki eliyle kulakiarını kapatarak Allahu Ekber. .Allahu Ekber diyerek öyle bir Ezan okumaya başladı ki. odasında bulunan herkes ve ben ağlamaktan kendimizi alamadık. Ve bana dönerek evlat 3 Şubat 1932 tarihinden itibaren başlayan ezan yasagı dolayısıyla tam 18 yıllık Ezan-1 Muhammedi mücadelemiz İşte btiyle geçli diyerek yeniden gözlerini 0 çirkin tarihe kaydırdı ve hapishane hayali ve Tımarhane hayati içeninde geçen birçey. rek asri yeniden derenunda yaşamaya başladı. Küçücük gecekondu kulübesinden çıkarken 80'lik Sadık amca bana dönerek. ..Evlat bir gün gelip benimle bu konuda konuşacağını ve bunu tarihe geçeccginizı biliyordum. Çünkü Allah'ın Resulünü 0 yıllarda rüyamda g ö rü şlü m ve bana: "Sadığım sen hiç mahzun olma, hem yeniden Ezana k av u şac^ ın ız ve hem de sizleri dünyada da ahirette de kayda geçcccklerî" demişti. Bak sen de şimdi gelip bunJan kayda geçtin. Elhamdülillah bu günleri göfîlüm; Anık ökem de g ^ yemem.” diyerek uzanmış oldu^ı yatağından biz.

‫ى‬

s a la v a llıış oldu.) 15 Haziran 1987 / Ankara - Haskoy


BUYUK m i l l e t MECLİSİNDE İSMET İNÖNÜ’NÜN HÜZÜRÜNDA ARAPÇA EZAN OKUYAN TARİHE MALOLMÜŞ İSİMSİZ KAHRAMAN HACIMÜHİDDİN ERTÜĞRÜL EFENDİ H.. Hüseyin Ceylan : Alman Prof. GoUhard Jaeschke ” Yeni T ürki­ ye'de İslâmlık" kitabında, görülmemiş olay! Arapça e/anın yasak olduğu Türkiye'de başkent A nkara'da ve üstelik TBMM'de, (Ulustaki ilk meclis binasında HHC) Türklerin Milli Şef dedikleri İsmet Paşa'nın ve Milletve­ killerinin huzurunda "Allahu Ekber" diyerek iki kişi sırayla ezan ()kodu­ lar” diyor. Türkiye'de 4 Şubat 1949 tarihine ve Cuma gününe rastlayan bu tari­ hi olayı gerçekleştirenlerden biri de sîzsiniz. Sizin biz iki yıl süren bir iz ta­ kibinden sonra adresinizi ve hayatta olduğunuzu bulduk. Siz bizim için bir tarih ve kültür antikasısınız, TBMM'de Arapça E/an okumanız cihetiyle. Nasıl olmuştu bu meclisteki ezan okuma olayı? Ve nasıl planlam ıştı­ nız o tarihte BBC'nin bile "Yine Türkiye'de Şeriat istekleri meclise kadar sıçradı ve TBMM'de yasağa rağmen halktan iki kişi Arapça ezan okudu!” diyerek verdiği bu olağanüstü olayı? Hacı Muhiddin Ertuğrul : Efendim önce sizi bu gayrcücrini/den dolayı tebrik ederim. Evet 4 Şubat 1949 tarihinde Osman az isimli arkadaşımla bir­ likte Büyük Millet Meclisi'ndc İsmet Paşa'nın huzurunda Arapça ezan okumuş ve bunu da 5 Şubat 1949 tarihli bütün gazeteler; azmıştı. Ancak bizimle bu ko­ nuda bu güne kadar mahkemelerin dışında hiç konuşan olmamışa. Sizin gelişi­ nizle birlikte bu tarihî hadiseyi yeniden bundan sonraki nesle "ezan tarihinden önemli bir sayfa" olarak aktarabileceğimiz için Allaha sonsuz şükürler ediyo­ rum. Önce kendimi tanılıyorum. Çünkü 5 Şubat 1949 tarihli Milliyet ve Cum­ huriyet gibi gazeteler bizi deli diye tanıtmıştı. O gün mecliste bütçe lasansı gö­ rüşmeleri yapıyor ve meclis başkanlığı koltuğunda da Rı٠if Karadeniz adlı bir


394

CUMHURfyiEn^ DÖNEMİ DlN VE DEVLETİ' İLİŞKİLERİ

CİLT 3

[,t. din düşmanı milletvekili bulunuyordu. Meclis Başkanı da tüm ga/.elccilcre bir delidir diye tanıtiığı için millet bizi ne yaptığını bilmeyen deliler diye tanımış­ tı. Oysa Meclis ve Reisicumhur İsmet Paşa bu olayı küçük düşürmek için bu yola tevessül etmişlerdi. Onun için ben kendimi bu fırsatı bulmuşken de gerçek yönüyle kendimi sizlcre tanıtmış olayım. 1923 yılında Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte Sinopta doğmuşum. Fakir bir aileden geliyorum. Babam ailesini geçindirmek için Sinop'tan Anka­ ra'ya gelmiş. Ben de askerlik dönüşünden itibaren Devlet Demiryolları Kayaş mevkiinde memurluk yapmaya başladım.

‫؛‬

Memuriyetim sırasında çok önemli dindar zevattan oluşan dost çevreleri edindim. Akşamlan bu dost meclislerinde en başta tasavvuf ve tefsir-hadis soh­ betleri gibi hasbi ders halkalanna katılarak kendimi yetiştirmeye çalıştım. Özel­ likle de 1944 yılından itibaren Ankara'da o zamanlar çok meşhur olan Ahmet ct-Ticanî (k.s.)’nin kurduğu Ticanî tarikatma girerek, kendimce mürid olmaya çalıştım. Evradım ve e/kanm a elimden geldiğince riayet etmeye ve özellikle de bizim tarikatta Dini Mübin-i İslam'a hizmet etmeye çalıştım. Bizim üstadımı/ Abdurrahman Balcı Efendi Hazretleri idi. Din yolunda çekmediği eza. cefa ve işkence kalmamış bir zattı. Fakat onu hiç bir şey yıldıra­ mıyor ve din yolunda cihad etmekten alıkoyamıyordu. 1949 yılı yeni girmişti ki bize üstadımız Abdurrahman Balcı: "Kardaşlar! Bu zamanda yapılacak en büyük cihad 15 asırdır Arapça olarak ve "Allahü Ekber" diye okunan ezanların yasaklanmasının karannın alındığı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yeniden "Tanrı Uludur" yerine "Allahu Ekber” diyerek Ezan-ı Muhammedi'yi okumak­ tır. Allah ve Resulü sîzlerden böyle bir görev bekliyor!" deyince sohbet halka­ sında bulunan kalabtıiık içersinden hemen ben ve Osman Yaz arkadaşım ayağa kalkarak: "Bu kutsal görevi biz ifA edelim efendim!" demiştik. Öyle bir heyecanla ayağa kalkmıştım ki. bir an gözlerimin önüne Bedir ve Uhud harplerinde mübarc/c (er dileme) anında. Resulullah Efendimizin as­ habına dönerek, "var mı içinizden bu müşrikin karşısına çıkacak?" dediğinde herkesin birbiriylc yanş edercesine öne fırlaması geldi. İşle böylesi bir aşk ve vccd içersinde ayağa kalkıp, "TBMM'de karar alınarak bütün Türkiye'de sustu­ rulan ezanı asıl hüviyetiyle ben haykıracağım!" demiştim. Aynı duygu iri yan, uzunca boylu (1.90) Osman Yaz adlı arkadaşımda da vardı.


TOMM.iNDE ARAPÇA EZAN OKUYAN ISiMSİZ KAHRAMAN

395

işte böylcsl bir başlangıçla TBMM'dc nasıl Arapça ezan okuRiz diyerek plan-proğram yapmaya başladık. Mecliste ezan okumak için önce meclise gir­ mek gerekiyordu. Meclise girmek için de en azından bir milletvekilinden karı almak ve de üst-baş çok düzgün olmak gerekiyordu. Şubat 1949'a girdiğimizde kendi düşüncemize uygun ve ailesi araştırmalanmıza göre dindar olan Kütahya Milletvekili Ihsan Şereften, .'efendim bütçe müzakerelerinde sizi dinlemek istiyoruz" diyerek bir dinleyici kum aldık. Arka­ daşım Osman Yaz da Van mebusu meşayıhı kiram'dan Abdülhakim Arvasi'nin akrabası İbrahim Arvas'tan Keçiörendeki evine giderek kan almıştı. Programın birinci kademesini tamamlamıştık. İkinci kademe kendi üstümüzc-başımıza giyecek birşeyler almaya gelmişti. Ben o zaman evimizde bulu­ nan iki danamızı satarak Osman Yaz arkadaşımla birlikte kendimize birer takım elbise ve kolalı mintan aldım. Tâki iskarpinle kıravaiı da unutmamıştık. Ancak paramız fötr şapka almaya yetmediği için Ankara/Ulus mevkiindeki bir şapka tamircisinden bir günlüğüne az kullanılmış iki tane fötr şapka kiraladık. Elbi.sclcrimizi giyip, kıravaiımızı boynumuza taktık ve hiç istemediğimiz halde fötr şapkayı, (ki biz ona lenger şapka derdik) başımıza geçirerek önce doğru fotoğrafçı dükkanının yolunu tuttuk ve "ezanı okumak ıçni nelere katlandık"ın bir vesikası olsun için arkadaşım Osman Yaz'la birer hatıra fotoğrafı çek­ tirdik. işte burada bu resimler. (Hacı Muhiddin Ertuğrul Efendi konuşmamızın bu sırasında albümünden iki fotoğraf çıkartıp bize gösterdi. Gerçekten "Lenger şapkalı", takım elbiseli ve üzerlerinde iğreti dunın kıravatlanyla ezan öncesi çekilen bu fotoğrafta Osman Yaz'la Muhiddin Enuğrul'u seyretmiş olduk.) Sonra 4 Şubat 1949 Cuma günü sabah Ulustaki Meclis binasına gittik. Kapıda duran polislere Milletvekili kartlannı göstererek içeri girdik. Hana polis­ ler bizi elbiselerimizden kıravatımızdan ve fötr şapkamızdan mebus sarunışlardı ve biz gelirken önlerini düğmeliyerek ayağa kalkmışlardı. Meclise girdiğimizde zamanın Maliye Bakanı İsmail Rüştü Aksal bütçe üzerine konuşma yapıyordu ve o gün Reisicumhur İsmet Paşa da meclise gel­ miş. bakanlarla bütçe üzerine görüşmelerde bulunmuştu. Biz meclise girdiğimizde arkadaşım Osman Yaz'la birlikle daha önce planladığımız gibi karşılıklı iki locaya gidip dinleyiciler arasında yerimizi ala­ cak ve mecliste yapılan konuşmalann en hararetli zamanında ayağa kalkıp Arapça ezan okuyacaktık. Planımızın ikinci maddesi, önce ben ezana başlıyaca.


396

cuMHURîYEn. D ö n e m i

d În v e d e v l e i . İl iş k il e r i

c İl t

3

ğım. sonra da kaldığım yerden Osman Yaz devam edecek ve Ezan-ı Muhamme­ di'yi sonuna kadar tamamlamış olacaktık. Nihayet beklediğimiz o an gelmişti ve Maliye Bakanı İsmail Rüştü Aksal ile. Milletvekili Refik Soyer hararetli, hararetli tartışırken hemen ben meclise girişe göre sol locadan ayağa kalkarak başladım ezan okumaya. Meclis bir anda kanşiı ve büyük bir şaşkınlık oldu. Panik anında hemen polisler gelememişti ve ben "Hayyales-Salah. Hayyales-Salah" da tam bitirmiş­ ken hemen üç f)Oİis gelerek ikisi kolarımdan, yakalayıp, biri de ağzımı kapata­ rak beni götürmek islediler, işte o anda ağzımı kapatan polisin elini bir güzel ısırarak ağzımın serbest kaim ١mı sağladım. Ve hemen nefes nefese "HayyaaIcl-Fclah, Hayyaalcl-Fclah" diyebildim. E/anın bundan sonrasını başıma sert bir eksimle (tahta job) vurduklan için devam cttiremedim. Planımız gereği hemen karşı locadan Osman Yaz ayağa kalkarak ezana benim kaldığım yerden devam edip. "Allalıu Ekber. Allahu Ekber". "Lailahc İl­ lallah" diyerek E/an.ı Muhammedi'yi lamamlamış oldu. Sonra polislerden bir grup karşı locaya giderek Osman Yaz’ı da yakapaça edip döverek Meclis Amirliğine getirdiler. Bizi burada, "siz mecliste misil Arapça ezan okursunuz!" diyerek acımasızca dövdüler ve bir polis arabasına atarak doğruca Anafarlalar Karakoluna götürdüler. Burada aç-suzuz ve nereye götürüldüğümüz herkesten gizlendiği için 9 gün işkence gördük. Hele arkada­ şım Osman Yaz a Anafarlalar Karakol Amiri "Kasap Celal" diye maruf ohın kişi hunharca dayak atmış ve kafasını, gözünü parçalamıştı. Zavallı arkadaşımın tahta jobtan yediği darbelerle başı yarılmış ve kafasından kan akmaya başlamış­ tı. Kasap Celal bu durumda arkadaşımı ölecek diye korktuğu için işkenceye bir müddet ara verdirdi. Hemen polisler gelip Osman Yazın başını gözünü sarıp onu tedavi etliler. Anafarlalar Karakol Amiri Kasap Celal. Osman Yıız.ı döver­ ken bı/i de unutmuyor ve biz de tahta jopdan nasibimizi diyorduk. Hiç unut­ mam ve o polislere de beddua etmiştim, iki polis ytınıma gelerek; biri elini ısır­ dığım polismiş, bana işkence yapmaya başladılar ve bütün bagırmalanma ve inlemelerime rağmen, tıpkı İsrailli vahşi askerlerin Fılisünli mücahidlcrin kol ve bacaklarım hunharca taşlarla ve sopalarla kırdıklan gibi, benimde sağ kolumu bağına bağına ،ardılar. Ve mahkemede de. "bir kaza sonucu kolu kınlan tarikat­ çı Muhiddin Ertuğml!... diye zapta geçtiler. Sonra da bizi hemen !0. günde mahkemeye çıkartıp yargıladılar ve TBMM'dc okuduğumuz ezan yüzünden cc/a kanununda hiç yeri olmadığı halde 9 ay hapse mahkum ettiler.


T B M M İ E ARAf>ÇA EZAN OKUYAN İSİMSİZ H R A M A N

397

‫ﺍﺀ‬. Hüseyin Ceylan : TBMM.de ezan okumaktan Ankara Ulucanlar Mevkiindeki hapishanede ‫ ﻭ‬ay geçirdiniz. Hükümlülük günleriniz, kjsaca

hapishane hayatmjz nasjldı? Hacj Muhiddin Ertugrul : Hapishanede de eziyetler devam etli. En çok. uygulad.klan işkence toplu id ey le pannaklanm.za etle tımak arası sokarak İşkence yapmakn. Bu bize ‫؟‬ok ızdırap verirdi. Arkad^jm Osman Yaz'1 kömür sobas١nm kahn saçtan yaptlan kömür kürcgi ile ''sen hapishanede de akıîimm ١^'or٠ sun. Burada da ezan okuyorsun‫ ''؟‬diyerek ae١masızca dövüyorlardı. Üç ay hapis yatuktan sonra beni delidir diyerek İstanbul Bakırköy Akil Hastanesine gönderdiler. Oysa hi‫ ؟‬bir şeyim yoklu ve tek deliliğim namaz vakti girdiği anda nercde olursam olayım ''Allahu Ekber'' diyerek ezan okumamdı. İşte bu deliliğimi (‫ )؛‬rcjim affetmedi ve beni akıllanmam (!) İçin Bakırköy'e gönderdi. Üç ay da Bakırköy'de kaldım. Eski adıyla ''tımarhane'' olan bu yerde, yine ''Ezan deliliği'.nden hapishanede yatuktan sonra aynen bizim gibi buraya gönderilmiş olan Eskişehir'in !Mihalıççık Kaza.sının Dilek Köyünden Haeı MevlUd isimli bir arkadaşla ve yine ayni şekilde buraya getirilmiş olan Ankara Çubuktan ^cbi Caviı adındaki arkadaşla birlikle yine topluca namazlar klimaya ve ezan vakitlerinde de Arapça eziinlar okumaya başlayınca. Bakırköy Akil Hastanesi Baştabibi ''Bu adamlar bizden akıllı insiinlar. Bunlan salıverin gitsinler!" diye, rck bizim hepimizi 1949 yılının Temmuz ayında serbest bıraktılar. H. fJuseyin Ceylan : Ezan okumakla ilgili başka hatıralarınız, oldu mu7 Veya konuyla ilgili başkaca mal١kemeleriniz7 Hact Muhiddin Ertuğrul : 1946 yılında Hact Bayram Camiinde Cuma günü. Cuma Vitaz.ı bittiğinde lam ezan Vitkti Camiinin İçinde ve balkonda Cuma ezanini okumuştum. Vaiz Efendi, ''indirin şu deliyi oradan, hepimizm başını belaya sokacak.' dediğinde, ben de vaize dönerek, "sizin pısınklıklannız. yüzünden Allah başımıza bu "Tann ٧ ludur٠'u ^ l a eti. Asil suçlu zalimlerin karşısında ١u ٠ sarak dilsiz şeytanlık yapan sîzlersiniz'' diye m uka^ledc bulundum. Beni hemen, zaten her cuma Hacı Bayram Camisinin dışında "güvenlik(‫ ")؛‬İçin bek. İcmcklc olan jandamia gelip alıp götürdü. Karakola götürdüler, yine bir suru zulüm ve işkence yaptılar ve fakat 0 zaman insaBı bir amir vardı bana dönerek: ''Bu adam Allah'ın delisi olmuş baksana nercde olsam orada ezan okuram di>e ısrar ediyor. Btrakın gitsin. İla sın ı bizden bulmasın‫ ''؟‬demişti. Bu sOzler uzeri. nc ben muhakeme edilmeden salıverilmiştim.


۶ ‫ﺍ‬ 398

CUMHURİYET Ü .N EM İ DlN VE DEVLEr İLİŞKİLERİ

CİLT 3

Yine 1948 yılında iki arkadaşla (Ankara Hasanoglani، Mehmed ile Kı/ılcahamlj ?akir) birlik ٤e Kayseriye gidip. Kayseri'nin en büyük camisi Konak Ca. misinde ezan okumuştum. Kayseri jwlisi bizi camiden alarak karakola gölümıüş vc Ankara'dan geldiğimizi ögrcnince de. ''bunlar örgütlü irtica meydana geliriyorlar!'' diyerek bizi mahkemeye sevketmişti. Mahkeme sonucu üç ay hapis cc. zas ١na ça^unldîm vc Kayseri'de üç arkadaşımla birlikte üç ay hapis yattım. Ha. piste son 24 ^inüm ü Külalıya Cezaevinde tamamliidım. Tabi 0 zamanın gazeteleri Kütahya hapsiyle ilgili olarak ''şapka kanunu'.na muhalc ٢ctlcn 24 ^ in yatan Ankariilı Muhiddin Eriugrul diye yazmışlardı. H. Hüseyin Ceylan : Efendim niye ta Kayseri.ye ezan okumaya git. miştiniz? Hacı ıVIuhiddin Ertugrul : İşin püf noktası buradaydı, üstadımız Abdurrahman Balcı bize. "Türkiye'de ne zaman Ezan-1 Muhammedi okunmayan vilayet kalmaz İşle o zaman ezan serbestleşecek. Re.sulullahı rUyamda gördüm bana boylc müjde verdi, ben de size bu müjdeyi ilan ediyorum" demişti. Bu müjdeli sözle .‫')( ؟‬den lazla arkadiiş biriktirdiğimiz paraliirla .seyahate çıktık vc her birimiz bir vilayete giderek 195ü yılının ıVIayıs ayına kadar TUrkiye'de Arapça ezan okunmayiin vilayet bırakmamıştık. Sizin de bildiğiniz gibi Ezan-1 Muhitmmedi Demokrat Parti'nin Mayıs 195ü iktidanndan hemen sonrii s e re s i bırakılmıştı. Abdurrahman Balcı Efendi'nin riiyası gerçekleşmiş oldu. Zaten riiyada Resultullah Efendimizi gördüğü İçin sadık riiya idi. Bütün ihvanatin Ezan-1 Muhammedi’yi vilayetlerde okuduğu tesbit olununca ki. üstadımız A b d u ır^ m ^ ı Balcı Efendi bir Türkiye haritası üzerinde ezan okuniin her yeri işaretliyor (kırmızı kalemle) ve bizlcre dönerek, "ha gayret az. kaldı'' diyordu. Hatta hiç unutmiim 1950 seçimlerinin daha neticesi belli değilken, hiiritada kım ızı işaretsiz yer kalmadığı İçin hocamız Abdurrahman Efendi bize dönerck. ..çok yatında Bilal-i Habcşi.yc kavuşacağız. Bayramınız vc cihâdınız rnUba. rek ola‫'؟‬, demişti. SOyledigi bir espriydi vc gerçekten TUrkiyeli mUslUmanlar Haziran 1950 l^lhindc Bilal-i H a ^ ş i’nin okuduğu gibi gerçek czanlanna kavuşmuş oldular. H. Hüseyin Ceylan ; Hacı Muhiddin Efendi, ben sîzlerden TUrkiye.nin bunca vilayetinde ezan okuyan ve adlan da .'Ezan Delilig‫ ؛‬ne çıkan bu kahraman kişilerin aklinızda kaldığı kadar isimlerini, gelecek nesillere bir tarihi hediye olsun İçin sizden alsak.


TBMM.INDE ARAPÇA EZAN OKUYAN İSİMSİZ ICAHRAMAN

399

Kimdi bu kahraman kişiler? Hacı Muhiddin Ertuğrul : En başta Hacı Yusuf. Mehmet Caviı. Nebi Cavit, Eskişehirli Mcvlûd. Kütahyalı Deli İsmail, Meşhur ulucami ezanını oku­ yan Sadık Efendi. Osman Yaz. Askeriye'de ezan okuyan Tayyare Başçavuşu Hüseyin Yarbaş. Çubuklu Hafız İzzet. Kızılcahamamlı Şakir, Hasanoğlanlı Mehmed Gökçen ve diğerleri. Şimdilik hatırladığım bunlar. Bunlan çoğu ahirci. lik oldular. İnşaallah Bilal-i Habeşi (r.a.) ile buluşmuşlardır onlar.

f

H. Hüseyin Ceylan : Efendim konuşmamız boyunca Türkiye'de ör­ gütlü bir tarzda Ezan-ı Muhammedi’yi okuma işini A bdurrahm an Balcı adlı bir /.atın üstlendiğini ve size de onun manen feyiz verdiğini ifade etti­ niz. Bize bu zatı biraz tanıtır mısınız? Hacı Muhiddin Ertuğrul : Konuşmamda yer yer geçmişti. Ben size bi­ linmeyen bir kaç yönünü anlatayım. Herkesten önce ben onunla hanımım cihe­ tiyle akraba oldum ve daha yakından tanıma fırsatını buldum. Ticanî tarikatının liderlerinden olan bu /atın en önemli özelliği devlet şuuru ve şeriat şuurunun siyasal boyutuyla kendisi tam anlamıyla temayüz euniş olmasıdır. Hakka deli oluşunun yanında cihadın da delisiydi. "Hem içimizdeki putlan. hem de dışımızdaki putlan temizlemeden kemale ulaşamayız" derdi. Nafile ibadetlerden daha çok Allah'ın dinine siyasî yönden hizmet etmeyi severdi. Bu manasıyla Abdurrahman Balcı Efendi fertten daha çok cemaate ve kitleye önem verirdi. Tam anlamıyla ümmet bilincindeydi. Bir şeyi başkasına yap demezden önce kendisi yapar ve müridanı da öyle­ ce harekele geçerdi.

s

Nitekim ezan okuma ve şapka gibi olaylarda ilk önce kendisi hapse gir­ miş ve bu uğurda 6-7 kez yargılanmıştı. Hatla İçimizde en uzun dönem o hapisle yatmış ve o ”Allah'ın şanı yeryüzünde yürüsün ve yücclsin” için yaptığı akıl almaz gayretlerden dolayı lam 4 kez ve toplam olarak 1.5 sene Bakırköy Akıl Hastanesinde yaiınlmıştı. Sistemin hedefi böylesinc uyanık ve organizatör bir zatı "delidir” damgasıyla damgalamak ve öylece de yaptıklarını hafif düşürmek idi. Abdurrahman Balcı 1946 sonrasında başta Eskişehir'de olmak üzere As­ keriye üzerinde de etki eımeye başlamış ve Eskişehir Kolordu Komutanlığında


400

CUMHURjYtn. DONEM! DİN VE DEVI^El. İLİŞKİLERİ

40 kadar askerin. Şehir içinde 40 ayn camide Arapça ezan okunması olayını gcrçckIcşiirmişli. Bugün kimsenin bilmediği bir harekeli ise onun İslâmî açıdan hangi çiz. gide olduğunu belirlemesi açısından çok önemlidir. 1945 yıhnda Abdurrahman Balcı Efendi İkinci Dünya Harbenin biliciyle birlikle Sovycilcr Birliği Lideri Stalin'c mckiup yazmışlı. Mckiubunda önce Allah’a hamd. Resulüne Salai ve Selam sonra da hidaycıc labi olanlara Selam olsun diyerek Sovyci Lideri Sialini .'yeryüzünün en adil ve en eşitlikçi sistemi" İslâm'a davet etmişti. Mektubunun sonu "Bu mektup Rcsulullahın Mısır mukavkısı'na, Bi/ans Hcrakliyusu'na. Habeş Nccaşisi’nc ve İran Kayseri'ne gönderdiği davet mckiuplan gibidir. Ben de seni Islâm'a davet ediyorum. Ki Rabbım yarın benden hesap sormasınî" diye bitiriyordu. Hiç unutmam bu mektup 1945 yılı sonlarına doğru bizim hâriciyede olay olmuş ve iki ülke arasında ciddi krizler meydana gelmişti. Sialin önce Sovycilcrin Ankara Büyükelçisinden kendisine gelen mektup olayının araşlınimasını ve bunun Türk Dışişlerinden resmen sorulmasını isliyor. Dışişleri Bakanlığı da İçişleri Bakanlığı'na konuyu takdim ediyor. Mektup P٦ T kanalıyla Ankara'dan gittiği belirlendiğinden hemen Ankara Emniyet Müdürlü­ ğü devreye giriyor ve sonunda Abdurrahman Balcı’yı evinde yakalıyorlar. Me­ sele vuzuha kavuşuncada Türk Hükümeti resmen Dışişleri Bakanlığı vasıtasıyla Sovyet Lideri Stalin’c mektup olayı hakkında bilgi veriyor ve "gönderilen mek­ tubun bir deli tarafından gönderilmiş olduğu" söylenerek "Stalin'c davet mektu­ bu" olayı kapatılmış oluyordu. Abdurrahman Balcı. Adnan Menderes’in huzuruna da iki-üç kez çıkmış ve kendisinden müslüman Türk Milicli'nin beklentilerini anlatmıştı. Efendim çok teşekkür ediyorum, bana her biri bir tarih olan bu değerli bilgileri verdiğini/ için Allah sîzlerden razı olsun. (Not : Bu tarihi konuşma ve görüşme Hacı Muhiddin Ertuğrul ile 19S8 Mayısında Ankara Hasköy semtinde Petrol Ofisinin arka sırtında merdivenler bölümündeki tek katlı, sade ve güzel gecekondusunda gerçekleştirildi H.H.Ceylan)


SÖ١niYECE٠KHAl!!5Tl!^NI(U^R٧i/y١U^İKİAlKSpRUNFES!DA5APKA N AR j ,D tGİl^ ‫ ( ؛‬f ^ ^ F ! Y i ‫ ^ ؟ ؛‬J TABİİialR ■

‫؛‬

ŞAPKAiSElBi ARTIKİSPiEYiJRİNDEClHl/VÜRİNBİRAAESELE

.‫إ‬

٥٠٥٨

٥٧

HA‫ ﻻ‬NIAlM‫ﻝ‬ŞTI^OKADARK‫ ﺍ ﺍ‬KI^ST٠‫ ^ ﺍ ﺏ‬W

٠ YllDA٨٨ ETflÖK!Ş!’ŞAYISJ5۶ !DI]ŞAPKADAN. ‫ﺅ‬

fC W IG A S m 4 1 1W6 ‫( ا‬1

‫س‬

٧ ' ^ . lWBA‫؛‬،l ‫؛‬.S U ö > I M « .ıg

‫أ‬


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.