1
AÇLIK KORKUSU Osman Nuri Koçtürk
TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası
2
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
ISBN-978-9944-89-774-7 YENİDEN YAYINA HAZIRLAYAN TMMOB ZİRAAT MÜHENDİSLERİ ODASI Karanfil Sk. 28/12 Kızılay / ANKARA TEL: (0312) 444 1 966 FAKS: (0312) 418 51 98 www.zmo.org.tr zmo@zmo.org.tr YENİDEN BASIM Özdoğan Matbaa Yayın Hed. Eşya San. Tic. Ltd. Şti. Matbaacılar Sitesi 558. Sokak No:29 İvedik OSB Yenimahalle ANKARA TEL: (0312) 395 85 00
1000 Adet Basılmıştır. Eylül 2009
3
BÖLÜMLER
Sunuş
5
Yeni Baskı İçin Önsöz
7
Önsöz
11
I.
Biopolitika
15
II.
Açlık Korkusu
23
III.
Cadı Kazanı
33
IV.
Participant
61
V.
Yabancı Uzman
71
VI.
Korkutma Aldatma ve Zulüm
85
VII.
Para ve Propaganda
99
VIII.
Bebek Buldozer ve Bomba
115
IX.
Tuzak
125
X.
Savaş Korkusu
149
XI.
Korku Toplumu Bilim ve Bilim Adamı
169
XII.
Sindirilmiş Toplum
195
XIII.
İki Korku Öyküsü
205
XIV.
Son Söz
215
4
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Sunuş
Sunuş.. 2000’li yılların ilk çeyreğinin tanığı olduğumuz bugünlerde, “ülkeleri yönetmek için petrol, insanları yönetmek için gıda kaynaklarını kontrol etmenin gerekli olduğu” tezine artık pek az insan şüpheyle bakıyor. Çünkü ‘modern insan’ın belleğinde, bu tezi kanıtlayacak bir yığın anı - veri birikti. Kitlesel saldırılar için yeter derecede kimyasal silaha sahip olduğu iddiası ile işgal edilen Irak’ta, bu iddianın ve bunun yanında Irak’a demokrasi götürme savının bir yalandan ibaret ve asıl amacın Irak petrollerini kontrol etme olduğu konusunda hemen herkes hemfikir. Aynı şekilde, gıda yardımlarının korunan pazarlara giriş ve bu bölgelerin tarım yapılarını denetleme ve yönlendirmede bir araç olduğu, Amerikan Kongresi’nde yapılan konuşmalarla çoktan açığa çıkmış durumda. Dünya Ticaret Örgütü – IMF – Dünya Bankası patentli politikaların, periferi nin tarım ve gıda sektörünü nasıl çökerttiğine ilişkin haberler, dünyanın dört bir yanından akıyor... Kısacası, milattan sonra 2 bininci yıllarını yaşayan yaşlı yerkürede, ‘küreselleşme’ sözcüğüyle üstü örtülmeye çalışılan emperyalizmin işleri, bilinmeyen olmaktan çıkmış durumda. Ancak 1960’lı yıllarda durum böyle değildi. Amerikan yardımı süttozu ve un torbalarının üzerinde görülen sıkışan eller figürü, okyanus ötesinden bize yardım eden beyaz adam etkisini uyandırıyordu. Politikacısından ilkokul çocuğuna herkes bu yardımlar için müteşekkir, karnını doyurduğuna şükreden bir sosyolojik zemin üzerinde, iktisadi ve politik anlamda giderek bağımlılaşan bir Türkiye portresini çiziyorlardı. Üstelik yürütülen sessiz savaş aracılığıyla gıda emperyalizminin nesnesi olan ve açlık korkusu yaşayan ülke, bugünün yarısından az, yalnızca 32 milyonluk bir nüfusa sahipti. İşte tam da bu dönemde, Osman N. Koçtürk adlı bir bilim insanı, tüm gücüyle bu düzeni deşifre etmeye, kamuoyunu uyarmaya çalışıyordu. Bu sunuş yazısının sahibinin ilkokulda Amerikan süttozlarından yapılmış kötü tadlı ürünleri adeta zorla tükettiği yıllarda, Osman N. Koçtürk durumu şöyle özetliyordu; “Bu yıl yabandan borçlanarak 850 bin ton buğday satın alacak ve eğer doyurabilirsek karnımızı bununla doyuracağız. Geçen yıl 350 bin ton buğdayı satın alabilmek için 40 yıl vadeli bir borç senedi imzalamıştık. Bugün yediğimiz ekmeğin parasını, torunlarımız ödeyecek ve bize hayır dua etmeyeceklerdir. İlkokullarımızdaki yavrularımızdan sonra oraokullar ve liselerdeki yavrularımız, işçilerimiz, köylülerimiz de FAO aracılığı ile Türkiye’ye verilen üretim artığı kalitesiz besinlerle beslenecekler” 18 Ekim 2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Ankara Kulisi köşesinde, sevgili dostumuz Işık KANSU Osman N. Koçtürk’ten bu alıntıyı yaptıktan sonra, 40 yıl sonra bu ülkede değişenin ne olduğunu saptamak için bizimle de bir görüşme yapmış ve aşağıdaki satırları köşesine taşımıştı; “2007’de ürettiğimiz buğday 17.3 milyon ton, 2008’de 17.8 milyon tondur. Türkiye’nin kendine yeterli olabilmesi için en az 18.5 milyon ton buğday üretmesi gerekiyor. Yalnızca bu yılki buğday ithalatı 1.5 milyon ton. 2008’de tarımsal dış ticaret açığımız 2.3 milyar dolar. En az 20 milyon insanımız günde bir doların altında parayla karnını doyurmaya çalışıyor. 1999’da 9 milyon olan tarım istihdamı bugün 5.6 milyona düştü. Bu kadar insan, şehirlerin varoşlarına yığıldı ve yoksullaştırılıp bağımlılaştırılarak her türlü istismara açık yeni bir siyaset projesinin aracı haline dönüştürüldü” Bu iki paragrafın alt alta yayımlanmasıyla, Gazete’ye ulaşan birçok okuyucunun, Osman N. Koçtürk’ün kitaplarının Ziraat Mühendisleri Odası’nca tıpkı basımının yapılması konusundaki dilekleri Sevgili Işık KANSU tarafından bizlere iletildi. Konuyu yetkili organlarımızda görüştük, Oda’mızın bugün savunduğu birçok görüşü, bağımsız tarım – bağımsız ülke idealiyle 40 yıl önce savunmuş bir yurtsever bilim insanının kitaplarını yeniden basmanın onurunu paylaşma duygusu kolayca hepimize hakim oldu. Ardından telif hakları konusunda bir sorun yaşamamak için, Sayın Koçtürk’ün varislerini araştırmaya giriştik. Kızı Sn. Tahire KOÇTÜRK’ü Stockholm’de, oğlu Sn. Cafer KOÇTÜRK’ü Madrid’de bulduk. Elektronik posta yazışmaları sonrasında, bu yılın başında Tarım Haftası’nda kendileri ile bir araya geldik. Belirtmeyi bir borç bilirim ki, KOÇTÜRK’ün çocukları, babalarının bazı kitaplarının tıpkı basımı konusunda Ziraat Mühendisleri Odası’na yetki devretmeyi büyük bir sevinçle kabul ettiler. Bu fikirlerin 40 yıl sonra yeniden dile getirilmesi en az bizler kadar onları da heyecanlandırdı. Böylece, artık çalışmaya başlayabilecek bir duruma gelmiştik.
5
6
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Kitapların tıpkı basımının amaca uygun bir nitelikte yapılabilmesi için, yeniden yazılmaları gerekti. Yapılan bu yeni yazımları bizzat kontrol etme gereği hissettim. Başlangıçta bu saygın mücadelenin gerektirdiği titizlikten taviz vermemek için başlanılan bu iş, kısa sürede benim için bugünden 40 yıl önceye uzanan bir zaman tüneli oluşturdu. O gün yaşananlarla bugün yaşananları kıyaslayarak, çoğu zaman öfkelenerek, samimi ve içten mücadeleye olan saygımı yükselterek okumaları tamamladım. Tarihin çarkları arasında yaptığımız işin bir bayrak yarışı olduğu düşüncesi beni sarmaladı. Ne kadar benzer şeyler yaşanmış, ne kadar benzer sorunlarla karşılaşılmıştı. Zeytinyağı cenneti olan Türkiye’ye margarin yağlarını sokmak için çalışan lobiler, margarin yağlarını öven sözde bilim insanları. Yerli çeşitlerimizi yok eden bir tohum hegomonyasının kurulma süreçleri. Türkiye’nin tarımda bağımlılaştırılması, insanlarının kobay yerine konulması. İyi beslenemeyen, sağlığını kaybeden bir toplum... Bütün bunları halka anlatmaya çalışanların karşılaştıkları saldırgan tutumlar... 40 yıl sonra, Türkiye’de değişen birşeyin olmadığını görmek kahredici. Yabancı bankaların ipotekli kredileriyle üretim araçlarını kaybeden, giderek artan girdi fiyatları nedeniyle üretim yapamayan, üretimden bağlantısız doğrudan desteklerle üretimden koparılan; yoksullaştırılan, bağımlılaştırılan, istismar edilen bir köylü tipolojisi. Tohumdan gübreye, ilaca kadar bağımlılaşan bir girdi yapısı. Özelleşetirmeler ve küçülmelerle kamunun tarımdan çekilişi, anadolu köylüsünün yabancı şirketlerin adeta esiri haline getirilişi. Rant uğruna biyoçeşitliliğin ve tarım topraklarının katledilmesi, genetiği değiştirilmiş tarım ürünlerinin yıllardır ülkeye kontrolsüz girişi, şimdide GDO’lu ürünlerin temiz topraklarımıza ekilme çabaları. Kır ve kent yoksulu milyonlarca yurttaşımızın yeterli ve dengeli beslenmeden uzak bir yaşam sürmesi... Bu süreç kuşkusuz, iktisadi sonuçlar yanında, sosyolojik ve politik sonuçlar da yaratıyor. Yetersiz ve dengesiz beslenme nedeniyle fiziksel ve mental gelişimlerini sağlayamayan yurttaşlarımız, yaşamı diyalektik bir sorgulama süzgecinden geçirme konusunda çoğu zaman sorunlar yaşıyorlar. Buna eklenen birçok yeni sorun alanı, koca ülkeyi tarihsel bağlarından uzaklaştırarak bağımlılaştırıyor. Ve elbette bugün de, bunları açıkça dile getirip uygun önlemler – çalışmalar gerçekleştirmeye çalışanlar, kırk yıl öncenin saldırgan tutumlarının postmodern bile olamayan yansımalarına muhatap oluyorlar... Ziraat Mühendisleri Odası, Koçtürk’ün kitaplarının tıpkı basımını yaparak, yalnızca saygın ve onurlu bir mücadeleye vefa duygusunu yerine getirmeyi amaçlamıyor. Bunun yanında, bu kitapların yeniden okunmasını sağlayarak, Türkiye’nin tarım ve gıda politikalarına yönelik bir toplu sorgulama sürecini de başlatmak istiyor. Bunlarla birlikte, yurtsever bir aydın olma yanında profesyonel olarak bir veteriner hekim olan Koçtürk’ün kitabını basarak, çoğu zaman kısır düzeyde kalan mesleki çekişmeler yerine, ortak bir tutum geliştirebilen herkesi, aynı çizgiye davet ediyor... Bu tıpkı basım sürecinin başlatıcısı olan Sevgili Işık KANSU’ya, KOÇTÜRK’ün çocukları Sayın Tahire ve Cafer KOÇTÜRK’e, 40 yıl evvelin kitaplarını kütüphanelerinden çıkararak Oda’mıza koşturan değerli üyelerimize, Proje’yi büyük bir istek ve kararlılıkla yürüten Oda’mızın Yönetim Kurulu üyelerine ve bu önemli çalışmayı titizlikle yürüten Özdoğan Matbaa çalışanlarına içten teşekkürler. Ancak kuşkusuz en büyük teşekkür, bu kitapların yazarına... Yurtsever bilim insanı Osman N. KOÇTÜRK’ün samimi ve kararlı mücadelesi ve anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Yararlı olacağı inancıyla... Dr. Gökhan GÜNAYDIN 15 Eylül 2009, İzmir
Yeni Basım İçin Önsöz
Yeni Basım İçin Önsöz “İnsan ne yerse o’dur” söylemi yüzyıllardır bilinir, ama beslenmenin başlı başına bir bilim dalı olarak kabul görmesi görece olarak yenidir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar beslenme biyoloji ve tıp bilimlerinin kapsamında kısaca ele alınan bir alt konu idi. Savaş sırasında müttefik devletlerde yiyecek üretim ve dağıtımını optimal sağlık ilkelerine uyarlama gereği ve savaş sonrası bazı batı ülkelerinde yapılan toplum beslenme araştırmalarının yer yer olumsuz sonuçları, konuya ilgiyi arttırdı. Türkiye’de de NATO tarafından 1949 dolaylarında orduda beslenme durumunu saptamak için düzenlenen bir araştırma sonuçlarına göre askere alınan gençlerimizde de bazı ciddi beslenme bozuklukları vardı. Başta protein olmak üzere, bazı vitamin ve minerallerin tüketim düzeyleri düşüktü. Osman N. KOÇTÜRK, savaş sonrası yeni yeni ilgi uyandırmaya başlayan bu genç bilim dalını Türkiye’ye getiren ve bitmez tükenmez enerjisi, güzel Türkçesi ve kolay anlaşılır anlatımıyla yazdığı kitap, makale ve konferanslar aracılığıyla geniş toplum kesimlerine tanıtan bilim adamları arasında, ilk akla gelen isimdir. KOÇTÜRK’ü diğer beslenme uzmanlarından belki ayıran bir özelliği, beslenme konusunu, yiyecek üretim ve bölüşüm koşullarından soyutlamaması olmuştur. KOÇTÜRK’e göre insanların beslenmesi kişisel tercihlerden çok, politik seçenek ve kararlara göre şekillenen bir olgu idi ve bu kapsamda gelir dağılımı ve alım gücü kadar, tarım politikaları da beslenme için hayati önem taşıyordu. Tarım politikaları dünya konjonktürü, emperyalist baskılar ve başka ekonomik hesapların ötesinde, öncelikle toplumun sağlık koşullarını ve besin gereksinimlerini karşılayacak yönde düşünülmeliydi. Tarımda dışa bağımlı kılınmaktan dikkatle kaçınmak, ulusal üretimi desteklemek ve geliştirmek gerekliydi. Osman N. KOÇTÜRK, 6 Haziran 1919 tarihinde İzmir, Karşıyaka’da Naime hanım ve Sadi Bey’in üç çocuğundan ilki olarak dünyaya geldi. İlköğrenimini Karşıyaka İlkokulu ve İzmir Erkek Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1943 yılında Ankara Üniversitesi Veteriner Hekimliği Fakültesinden askeri veteriner olarak mezun oldu. Aynı yıl Kız Teknik Yüksekokulu mezunu, Ev İdaresi ve Yemek Öğretmeni Sabire YAYLALI ile yaşamını birleştirdi. İlk görevini Mardin-Midyat hudut alayında ordu veterineri olarak yerine getirirken, mezuniyet sonrası çalışmalarına da başladı ve 1948’de biokimya dalında doktorasını aldı. Beslenme bilimine ilgisi, biokimya çalışmalarıyla başlayıp, 1949-1954 yılları arasında ABD Missouri Üniversitesi, Beslenme kürsüsünde ziyaretçi profesör olarak çalıştığı yıllarda gelişti. Türkiye’ye döndükten sonra sivil hayata geçerek Et ve Balık Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı, Tarım Bakanlığı gibi kuruluşlarda beslenme uzmanı olarak görevler aldı ve beslenme konusunu tanıtmak amacıyla halka dönük bilimsel yayınlar yapmaya ve konferanslar vermeye başladı. Beslenmenin kişisel tercihlerden çok, üst düzeyde verilen politik kararlarla şekillendiğini savunan KOÇTÜRK’ün, dikkat çeken ilk mücadelelerinden biri, 1950’li yılların ortalarına doğru ABD’nin Public Law 480 yasası çerçevesinde yurdumuza gönderilen ve “Amerikan yardımı” olarak ilkokul çocuklarına dağıtılan un ve süttozu gibi gıda maddelerini eleştirmesi olmuştur. KOÇTÜRK, PL 480’in esas amacının, Amerikan üretim artıklarının az gelişmiş ülkelere giriş ve satışının kolaylaştırılması olduğunu, bu gıda maddelerini bedavaya değil Türk parası ödeyerek satın aldığımızı, ABD’nin bize “yardım” propagandası altında ucuz fiyata sattığı bu ürünlerle piyasalarda damping yaptığını ve dolayısıyla yerli süt ve tahıl üreticiliğimizi zedelediğini savunuyordu. Buna benzer bir diğer mücadeleyi de soya yağına karşı verdi. 1960 başlarında soya fasulyesi üretiminde dünya birincisi olan ABD, ürünlerine pazar açmak kaygısı içinde Türkiye’ye çok ucuz soya yağı
7
8
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
ihracatına başlamıştı. Yağın ucuz olması yine “Amerikan yardımı” sayılıyordu ve bu yağların büyük kısmı margarin yapımına gidiyordu. Bu yıllarda margarin, tereyağı gibi doymuş yağ asidi içeren katı yağların damar sertliği yaptığı da yeni yeni anlaşılmaya başlanmıştı. KOÇTÜRK bu ilişkiye dikkat çekerek, damar sertliğini engelleyen zeytinyağı gibi bir ürün üreten bir ülke olarak Türkiye’nin, yardım adı altında ucuz yağ ithal edip margarin üretimini özendirecek yerde, yerli zeytinyağı üretimini desteklemesi gerektiğini öne sürüyordu. 1960’larda KOÇTÜRK’ün yarattığı kamuoyu ile engellemeyi başardığı bir diğer proje de Meksika’nın Sonora bölgesine özgü, kurak ortamda iyi ürün veren bir buğday türünün Türkiye’ye tanıtılması projesiydi. Projenin esas özelliği ise tohumların ionize radyasyondan geçirilmiş olmasıydı. Deneme olarak bunların Güneydoğu Anadolu’da bir yere ekilmesi öneriliyordu. Işınlanmış yiyeceklerin insan sağlığına etkilerinin doğru dürüst bilinmediği o yıllarda ülkemizin bir cins deneylik kobay kafesi olarak kullanılması ve bu buğdayın yetiştirilmesinde çalışacak tarım işçilerinin radyasyon riski altına sokulması çok güçlü bir muhalefetle durdurulabildi. Tarım politikalarının yanı sıra yetersiz beslenmenin temelindeki diğer politik ve ekonomik süreçler üzerinde de geniş inceleme ve eğitim faaliyetlerinde bulunan KOÇTÜRK, devlet memuriyetleri ve üniversitedeki çalışmalarının yanı sıra, özellikle TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) ve DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kanalıyla, çalışan emekçi kitlelerine erişmeyi başaran sayılı bilim adamları arasındadır. DİSK’teki çalışmaları sırasında özellikle asgari ücret oluşumu ve işçi sağlığı ilişkilerini irdelemiştir. Genç kuşaklar için uzak bir tarih sayılan 1960-1980 dönemi soğuk savaş rüzgarlarının yurdumuzda çok şiddetli estiği yıllardı. ABD’nin, hayatın her alanında bizleri etkileyen emperyalist hegemonyasını eleştiren ya da kapitalist sistemi sorgulayan, sendikalara girip çıkan ve çalışan insanların sağlık ve insan haklarından söz eden insanlara kuşku ile bakılır, bu tür insanların bazı “sapık ideoloji” denilen politik sistemlerin takipçisi olduğu düşünülürdü. Oysa KOÇTÜRK her zaman kendisini sade bir yurtsever olarak tanımlamıştır. 1966 yılında Senatör Tunçkanat tarafından açıklanan gizli bir CIA raporunda, Türkiye’de Amerikan çıkarlarına aykırı faaliyet gösterdikleri için “pasifleştirilmesi” istenen isimlerden biri de Osman KOÇTÜRK idi. Kendisine “susması” için bazı garip “teklif”ler yapıldığı bilinir. Nitekim üniversitelerimizden hiçbiri kendisine profesörlük unvanı vermemiştir. 12 Eylül darbesinden sonra bir süre gözaltında tutulan KOÇTÜRK, daha sonra emekliye ayrılmayı ve içedönük bir hayat yaşamayı tercih etti. 4 Nisan 1994 tarihinde aramızdan ayrıldı. KOÇTÜRK, çalışma yaşamı boyunca insanın insan tarafından ekonomik anlamda sömürülmesinin biyolojik sonuçlarını açımlamaya ve anlatmaya çalışmıştır. Hayatı ve mücadelesi ülkemizde ulusal bağımsızlık – tarımsal üretim – beslenme ilişkileri ile ilgilenen genç kuşaklara örnek olabilecek niteliktedir. Çünkü günümüz genç kuşaklarını yeni ve daha da çetin sorunlar bekliyor. 2000’li yıllarda küreselleşme olgusu ve petrol enerjisine bağımlı ekonomik gelişme, kentleşme hızını görülmemiş oranlara ulaştırdı. Tarihte ilk kez dünya nüfusunun yarıdan çoğu kentlerde yaşıyor. Bir yanda tarımsal üretimle uğraşan nüfus azalırken, diğer yanda gıda üretimi yerel gereksinimlere değil, uluslararası pazarların taleplerine uyarlanıyor. Bazı ülkelerde tarıma hemen hiç yatırım yapılmazken, ekonomisi tarıma dayalı yoksul ülkeler yiyeceklerinin en büyük kısmını ihracata ayırmak zorunda kalı-
Yeni Basım İçin Önsöz
yor. Bu eşitsiz gelişmeve küresel piyasalar ne istiyorsa onları üretme gereği geleneksel üretim sistemleri ve know-how ile birlikte yöresel ürün ve üretim teknolojilerinin yok olmasını, üreticilerin giderek çokuluslu tarım tekellerine bağımlı kılınmasını getiriyor. Türkiye yoksul bir ülke sayılmaz. Buna rağmen benzer bir gelişme bizde de bariz olarak görülüyor. Anadolu’nun geleneksel buğday ve diğer tahıl türleri hızla yok oluyor, hayvancılığımız geriliyor, dışarıdan et ithal ediyoruz, yeni ‘mucize’ tohumlar satılıyor çiftçilerimize. Petrole dayalı üretim ve enerji-yoğun kentsel yaşam tarzı ekolojik dengeleri iyiden iyiye çarpıttı. Ekolojik denge bozukluğunun iklim üzerindeki etkilerini somut olarak yaşamaya başladık. Gelişmiş ülkelerde insanlar enerji tüketimini azaltmak ve alışkanlıklarından vazgeçmek istemiyor. Yeni gelişen ülkelerde insanlar ötekilerin hayat tarzına erişmek istiyor, eskiye dönmek değil. Bu yüzden insanlığın ekolojik bozulmayı durdurmayı becerebileceğine inanan iyimserlerin sayısı son derece az. Atmosferdeki karbondioksit oranlarını azaltmak için düşünülebilen önlemlerin hepsi kısa vadeli yaptırımlar. Şimdilik bulunabilen en iyi çözüm, yakıt olarak petrol yerine alkol kullanılması! Alkol elde etmek için mısır, şeker kamışı ve sıvı yağ gibi ürünler kullanılıyor. Bir başka deyişle akaryakıt elde etmek için gıda maddeleri kullanılıyor ve bu gidişin çevre dengesini kurtarması bekleniyor! Oysa, daha şimdiden birçok ülkede destek gören alkollü yakıt kullanımının en bariz etkisi, atmosferik kirlenmeyi azaltmak yerine başta mısır unu olmak üzere yiyecek fiyatlarını artırmak oldu! 2006-2008 yılları arasında dünya tahıl fiyatları birkaç katına çıktı. Temel yiyeceği mısır ekmeği olan Meksika’da 2007’de büyük ekmek fiyatlarını protesto mitingleri oldu. Brezilya, Mısır, Hindistan gibi ülkelerde de yiyecek fiyatlarındaki artışları protesto eden büyük mitingler düzenlendi. Alkollü akaryakıt kullanıldığı sürece yiyecek fiyatlarının önümüzdeki yıllarda sürekli yükselmesi bekleniyor. Yoksul ve az gelirli insanların bu gelişmeye nasıl ayak uyduracağı belli değil. Bir yanda ekolojik dengeyi kurtaralım diye uluslararası konferans üzerine konferanslar düzenlenirken, bu dengeyi nasıl etkileyeceğini kimsenin doğru-dürüst bilemediği projelerin uygulamaya konduğunu görüyoruz. Daha çok ürün versin, daha parlak rengi olsun, hastalıklara dayanıklı olsun, kolay ambalajlansın ve benzeri gerekçelerle bazı yiyeceklerin genleri değiştiriliyor ve bu gibi ürünler sessiz sedasız piyasaya sürülüyor. 1990’lardan beri piyasalarda dolaşan ABD çıkışlı soya fasulyesi, çiçek yağı ve mısır (darı) mamullerinin çoğu geni değiştirilmiş tohumlardan imal edilmiş bulunuyor. Genlerle oynama teknolojileri sürekli geliştirilir ve bu “frankeştayn” ürünleri topluma kabul ettirmeleri için hükümetlere yoğun baskılar yapılırken, bu ürünlerin uzun vadede ekolojik ve sağlık etkilerini henüz hiç kimse tahmin bile edemiyor. 1960’larda, toprak reformlarını engellemek için ortaya atılan “yeşil devrim” senaryolarını hatırlatan geni değiştirilmiş ürün projeleri kabul görürse düşük ve orta gelirli ülkelerde tarımsal üretim tamamen ABD merkezli tarım endüstrisine bağımlı kılınacak, çiftçiler gelecek yıl ekeceği tahılın tohumunu bile saklayamayacak kadar güçsüzleşecek, bütün tarımsal girdiler endüstriyel karar ve kısıtlamalara uyarlanacak. Ziraat Mühendisleri Odası’nın, sevgili babamız Osman N. KOÇTÜRK ün üç kitabını yeniden yayımlaması, babamızın çalışma ve mücadelesinin unutulmamış olduğunu gösteriyor. Bu bizlere büyük sevinç ve kıvanç veriyor. Bu güzel inisiyatifin, sadece birkaç örnekle özetlemeye çalıştığımız yukarıdaki sorunlarla uğraşmak zorunda kalacak olan genç kuşaklara esin kaynağı olmasını diliyoruz. Kızı, Tahire O. Koçtürk - Oğlu, Cafer S. Koçtürk 3 Eylül 2009
9
10
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Önemli olan insanın gerçeğe karşı bir sevgi ve saygı duymasıdır. Bu duygunun sürekli olması ayrı bir önem taşır. Çünkü insanların yalan ve yanlışa karşı büyük bir zaafı vardır. Bu yalan ve yanlış hayranlığı, bazen tek insanı değil, kitleleri de sarabilir. Basın, üniversiteler, okullar ve ansiklopediler yalan ve yanlışı savunan tarafta yer alıp ağır basabilirler. GOETHE, 1828 Eckermsnn'la Konuşma
Önsöz
ÖNSÖZ 1950 yılında genç bir bilim adamı olarak gittiğim ABD'den 1953 yılında yurda döndüğümde, edindiğim bilgi ve iyi niyetimle Türk toplumuna değerli hizmetler yapabileceğime inanıyordum. Yeni ve önemli bir konu olan Beslenme (Nutrition) o tarihlerde Türkiye'de bilinmiyor ve yenilenle içilenin pek sözü edilmiyordu. Hevesle dolup taştığım ilk yılları konunun önemini halka ve okul çevrelerine yaymakla geçirdim. Besin ve beslenmeye ilişkin temel bilgileri basitleştirerek, konferanslar, dersler ve gazete makaleleri ile yaymaya çalışırken, bir taraftan da Et ve Balık Kurumu’nda bu işi uygulamaya sokabilecek nitelikte bir araştırma laboratuarı kuruyor, kitaplar yazıyordum. Bildiklerimi halkıma dosdoğru anlatmanın bir yararı olmayacağını ve beklenenin tam tersine bazı çıkar çevreleri ile tutucu bilim adamlarını kızdırdığını anladığım zaman 1960 İhtilali olmuş, İhtilali izleyen devrede çeşitli yurt sorunları değişik açıdan ele alınıp eleştirilmeye başlanmıştı. Anayasanın sağladığı özgürlükler ve yeni yeni öğrenmeye başladığım gerçekler karşısında, Türkiye’nin ve Türk halkının neden aç kaldığını, neden dolayı iki yakasının bir araya gelip, karnını bir türlü doyuramadığını artık anlayabiliyordum. Açlıktan korkutulmuş ve Türkiye'ye geldikten sonra gerçekleri söylediği için açlıkla tehdit edilerek susturulmaya çalışılmış, ardı ardına işinden çıkarılmış ve bugün bile baskı ve tehdit altında tutulan bir vatandaş, insanlarını seven bir teknisyen olarak çıkar çevrelerinin neden gocunduklarını, onların adamlarının bana neden saldırdıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Yüzyıllar boyu iç ve dış çıkarcıların sömüre sömüre tüketemedikleri Türkiye ile bu ülkede yaşayan masum ve mutsuz insanların, asıl güçlerinin ve güçsüz yönlerinin ne olduğunu anlayabilmek için 50 yaşın aşılması lazımmış... Bir zamanlar savaş korkusunun tutsağı haline getirilerek, insanları savaş meydanlarında kırdırıla kırdırıla tüketilmeye çalışılmış olan Türkiye, bugün açlık korkusunun kucağına atılmış, yaşayan kuşakları açlıkla yoksulluk ve Dünya'ya gelecek çocukları doğum kontrol hapları ile yok edilmeye çalışılan bir korku toplumudur. Uzun yıllar bilimsel verileri öğrencilere, aydınlara ve öğretmenlere aktarmak için harcadığım çabaları bir noktada yavaşlatarak son 5-6 yıl içinde, emperyalizmin oyunlarını ve bu oyunların yoğunlaştığı besin ve beslenmeye ilişkin kirli projeleri bütün açıklığı ile halkıma açıklamaya çalışıyorum. Gıda Emperyalizmi, Çağımızın Beslenme Sorunları, Barış ve Emperyalizm, nihayet Sessiz Savaş isimli kitaplarım bu çabaların ürünüdürler. Bu kitabımda açlık meselesine başka bir açıdan bakarak, milletlerarası kapitalizm ve onun emperyalizminin savaş korkusu yerine yerleştirmeye çalıştığı yeni bir korkuyu anlatmaya çalıştım. Her uygulamasını insanın biyolojik ve psikolojik yapısını iyi tanıyan, bilimsel bulgulara ve araştırmalara dayayarak geri ülke insanını hayâsızca sömürmeyi, varlık ve mutluluğuna dayanak yapan sözüm ona uygar ülkeler, insanlık için yüz kızartıcı sayılabilecek bir tutum ve anlayışın temsilcileri haline gelmişlerdir. Dünya nüfusunun üçte ikisini aşacak kadar kalabalık bir kitleyi önce savaş ve daha sonra açlık korkusu ile uyuşturarak, çıkarlarına tutsak eden yeni sömürgeciler, eski sömürgecilerden çok daha insafsız ve aslında korkusuz insanlardır. Bu insanlarla aynı çağda ve aynı Dünya'da yaşamak, toplum olarak varlık ve çıkarlarını koruyabilmek gerçekten zor bir iştir. Tek çare olarak gördüğümüz hızla bilinçlenme geciktiği takdirde, kendilerinden saymadıkları toplumları, açlık, doğum kontrolü ve son safhada ateşli silahlarla yok edip, kökünü kazımaya kararlı görünen emperyalistlerden kurtulmak mümkün olamayacaktır.
11
12
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Bundan dolayı kitabımızda bilinçlenmeye yardımcı olacak bazı açıklamalara önemle yer verdik. Emperyalistlerle onların Türkiye'deki uşakları bozuk düzeni korumak ve çıkarlarını sürdürmek için bilim adamlarının kendi işleriyle uğraşmalarını ve bu kabil konulara el atmamalarını arzu ediyorlar. Onlara göre bilim adamı laboratuarına çekilmeli, kırmızı gözlü fareleri ve asistanları ile morfin türevlerinin kurbağa kalbine yapacağı etkileri inceleyerek, Amerikan bilim dergilerinde yayınlamanın ötesinde başka bir iş yapmamalı ve hatta düşünmemelidir. Halkın bu kabil sorunlarını kasaba avukatlığından gelme politikacılarla, onların seçtiği suskun yöneticiler düşünmeli ve Türk halkının buğdayından pirincine, yemeklik yağından gazozuna kadar her şey yabandan ithal edilirken, kaynaklarımız, gücümüz ve enerjimiz alabildiğine sömürülmelidir. Bu sömürüye göz yumdukları için ve bildikleri halde söylemediklerinden bilim adamı olarak düzenden payını alanlara bilim adamı demek bilmem mümkün olur mu? Biz Üniversiteler Kanununun (3) ncü maddesinde de açıkladığımız gibi, bilimsel bulguların sonuçlarından ve çağın gerçeklerinden halkımızı haberdar etmeyi, sorunları onun dili ile ve onun anlayabileceği şekilde ona anlatmayı kendimize görev bildik. Sayıları 60'a yaklaşan yayınlanmış kitaplarım yayın sırasına göre incelenecek olursa, sürekli olarak bunu yapmaya çalıştığımız ve binlerce makale yazarak halkı, işçiyi, köylüyü, öğretmeni ve öğrenciyi uyarmayı amaç edindiğimiz görülecektir. Bu kitaplarda bazen aynı olayı veya ayni sorunu başka başka açılardan ele alarak ayrı ayrı değerlendirdik. Amacımız meselelerin değişik yönleri ile anlaşılması ve devrimci kadroların bizi bunaltan temel nedenleri tanımalarıdır. “Açlık Korkusu” kitabı okunup bitirildiği zaman, Türkiye'yi ve Türk halkını Türklerden çok düşünür görünenlerle, aç olmadıkları halde açlık korkusunu Dünyaya yaymak için bangır bangır bağıranların bunu neden yaptıkları daha iyi anlaşılacaktır. Sonora - 64 buğdayı ile Türkiye’yi açlıktan kurtaracağını ve Türkiye'nin buğday ihraç edeceğini söyleyen, aksini iddia edenlere Bolşevik deyip, tarlalarda davul zurnayla halay çeken eski Tarım Bakanı Bahri Dağdaş, vaat ettiğini gerçekleştirememiş ve görevinden istifa ederek bakanlıktan ayrılmıştır. Bu yıl yabandan borçlanarak 850.000 ton buğday satın alacak ve eğer doyurabilirsek karnımızı bununla doyuracağız. Geçen yıl 350.000 ton buğdayı satın alabilmek için 40 yıl vadeli bir borç senedi imzalamıştık. Bugün yediğimiz ekmeğin parasını, torunlarımız ödeyecek ve bize hayır dua etmeyeceklerdir. İlkokullardaki yavrularımızdan sonra ortaokullar ve liselerdeki yavrularımız, işçilerimiz, köylülerimiz de FAO aracılığı ile Türkiye'ye verilen üretim artığı kalitesiz besinlerle beslenecekler. Biz açlıktan korktukça açlık üzerimize gelmekte ve Türkiye gerilere gitmektedir. Açlık zemini üzerinde gelişen hastalıklar, hastalıklı toplumu Dünyanın en karlı ilaç pazarlarından biri haline getirdi. Oyun bugün de devam etmekte, savaş korkusu bizi demode zırhlılarla silahlar satın almaya zorlarken, açlık korkusu Kilise kuruluşlarının sağladığı üretim artıkları ile çocuklarımızın beslenmelerine ve zehirlenip hastalanmalarına razı etmektedir. Bu kısır çemberden kurtulmanın tek yolu, emperyalizmin akıl ermez oyunlarına akıl erdirmeye çalışmak, savaş gibi açlıktan da korkmadan kendi kaynaklarımıza dayanmaktır.
19 Ekim 1969 Ankara Osman Nuri Koçtürk
13
I BİOPOLİTİKA
14
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
15
BİOPOLİTİKA Uygarlık ilerleyip, çağlar değiştikçe, koşullar da değişmekte ve bunun sonucu olarak bazı olayların, eylem ve işlemlerin, yeni araç ve gereçlerin tanımlanması için yeni sözcükler kullanılmaktadır. Son yir mi yıl içinde daha önce pek kullanmadığımız ve hatta hiç tanımadığımız sözcükleri, diğerlerinden daha çok kullanmaya başladık. Astronot, kozmonot, komprador gibi sözcükler bize feza çağının ve sömürü düzeninin tanıttığı yeni kelimelerdir. Biopolitika sözcüğünü de çağın yenilikleri içinde böylece tanıyoruz. Geri ülkelerde ve bu arada Türkiyemiz’de birçoğumuz için tabu, belirli bir azınlık için de geçim vasıtası haline gelmiş olan politika sözcüğü, dilimize Arapçadan girmiş olan siyaset sözcüğünün karşılığı olarak çok kullanılıyor. Demokratik yönetimde politika yaparak ve halkın oylarını almak suretiyle iktidara gelen siyasi partiler ve bu partilerin aktif üyeleri olarak tanımlanan politikacılar, kendileri politika yaparak yaşantılarını sürdürdükleri halde, bazı grupların politika ile meşgul olmalarını nedense arzu etmemişler ve politikayı çok değişik şekilde tanımlayarak, bazı kimselerin politika yapmalarını yasaklamışlardır. Politika yapmak suçuyla mahkemelere sevkedilen kişiler, kapatılmak istenen dernek ve sendikalar hâkim huzurunda kendilerini savunurlarken, politika sözcüğünden anlaşılan ile anlaşılması gerekeni ayırt edebilmek için ayrıntılı tanımlamalar yaptılar. Geri ülkelerin çoğunda iktidarda bulunan siyasi grup, diş geçirebileceğini tahmin ettiği kuruluşlarla kişilerin kendisine karşıt olmasını ve karşıt olduğunu söz veya yazı ile duyurup başkalarını uyarmasını doğal olarak arzu etmemektedir. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Anayasa ve Yasaların kişilere tanıdığı
16
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
hakları kullanarak ve belirli bir gerçeği ortaya koymak için iktidarı eleştirmek suç sayılmakta ve bu eylem «Politika yapmak» şeklinde nitelenerek ceza konusu haline getirilmektedir. Oysa sosyal bir yaratık olan insanın politika yapmaması mümkün değildir. Tıpkı kişiler gibi, bun ların bir araya gelmeleri ile şekillenen dernekler, sendikalar, federasyon ve konfederasyonların da be lirli bir amacı ve bu amaca ulaşmak için izleyecekleri belirli bir politikaları olacaktır. XX nci yüzyılın ikinci yarısında Demokrasi ile yönetildiği iddia edilen toplumlarda insanları poli tika yapmakla suçlamak ve cezalandırmak çağın gerçeklerine uymayan sakat bir davranış olur. Çünkü kişileri ve kişilerin bir araya gelmesi ile kurulmuş yasal kuruluşları böyle bir faaliyetten alıkoymak mümkün değildir. İnsanlar nefes alıp verdikleri gibi, politika da yaparlar. Yaşayan her insanın belirli bir amacı ve bu amacı gerçekleştirmek için benimsediği bir yöntem vardır. Politikacı olmayı veya politika yapmayı belirli kişilerin veya grupların tekelinde bulundurma gayreti, sosyal gerçekler bir yana, doğaya aykırı bir tutum olur. En üst kademede, Devletlerin de bir politikaları olduğunu ve milli toplulukların amaçlarına varabilmek için içeride ve dışarıda belirli ilkelere uyarak ilişkilerini tanzim ettiklerini biliyoruz. Siyasi partiler iktidara aday olurlarken, seçmenin karşısına değişik politik tekliflerle gelir ve iktidara geçtikten sonra, politikalarını Devlet politikası olarak uygulamaya koyarlar. Geri kalmış ve henüz istikrara kavuşamamış toplumlarda iç ve dış politika koşullara göre sık sık değişebilirken, zengin ve teknik gelişmesini tamamlamış toplulukların oldukça sabit ve kolay kolay değiştirilemeyen bir politika izlediklerine tanık oluyoruz. Politika sözcüğünün böylece anlatılmak istenilen anlamı yanında çok değişik kullanılış yerleri, zemin ve zamana göre değişen manaları vardır. Örneğin Tarım Politikası, Beslenme Politikası, Petrol Politikası, Maden Politikası gibi deyimleri yadırgamadan kullanabiliyoruz. İnsanların şartlandırılarak politikadan ve politika sözcüğünden ürkütüldükleri geri topluluklarda ve örneğin bizim ülkemizde bir işini gördürmek için, başka birine yılışan veya yalvaran bir insan için «Politika Yapıyor» deyimi kullanılır. Doğruları açık seçik ortaya koyduğu için çıkar gruplarınca sevilmeyen ve bundan dolayı iş bulamayıp aç kalan kişilere nasihat edilirken, biraz politik olması tavsiye edilir. Geri ülkenin bilim adamları da çok zaman kendilerini politikanın dışında ve üstünde farzederek övünme yanlışlığına düşerler. Bilim adamlarından başka milyonlarca işçiyi, çalışarak hayatını kazanan ve bu arada kıyasıya sömürülen grupları politikanın dışında tutmaya çalışan politikacılar vardır. Böyle bir ortamda politikacılık tekeli bir grup profesyonel ile beylerin, ağaların, sermaye sahiplerinin, kasaba avukatları ile pratisyen hekimlerin eline geçmiş ve halk meclislerde temsil yeteneğini yitirmiş olur. Politikayı geçim aracı haline getirenler, iktidarda kalma sürelerini uzatabilmek için tabandaki kalabalığı politikadan korkutur hiç değilse tiksindirirler. Zaman zaman politikanın bir çirkef ve bilimle uğraşmanın fazilet olduğu en kıdemli politikacılar tarafından ifade edilir. Fakat politikacılar çok şikâyetçi oldukları bu ortamdan bir türlü ayrılmak ve uzaklaşmak istemez, davranışları yüzüne vurulunca da politikanın bir hastalık olduğunu ve bu hastalıktan bir türlü kurtulamadıklarını ifade ederler. Politika hastalığına tutuldukları için idam sehpasına kadar gittikleri halde, geri dönüp yeniden politika yapmaya başlayanlar vardır.
Biopolitika
Bizim kanımıza göre ileri topluluklar politika sözcüğünü bizim gibi anlamıyor ve insanların politika yapma haklarını kısıtlamak istemiyorlar. Bu ülkelerde bilim politikanın hizmetine girmiş olduğu için mücadele değişik koşullar altında veriliyor. Bilimsel verileri toplumun yararına kullanma ve vatandaşın yaşantısını etkileyerek daha olumlu bir yaşama düzeyine ulaştırma yarışı haline gelmiş olan politik mücadelenin temelinde, yalan değil gerçek yatmakta, bilim adamı ile politikacı ilişkisi gittikçe kuv vetlenmektedir. İleri ülkelerde iktidarlar üniversiteleri ve bilim adamlarını müşavir olarak istihdam etmekte ve onları aktif politikanın içinde tutabilmek için büyük çabalar harcamaktadırlar. Buna karşılık geri ülkenin cahil politikacısı bilim adamı ile üniversitelerden, aydınlardan ve işçilerden korkmakta onları kendi yanında ve ona itaat eder görmek istemektedir. Bunu sağlayamadığı zaman, mümkün olmadığı halde bu grupları politika dışında tutmaya çalışmak, kendisine iktidarını sürdürmek için tek çare gibi görünür. Bu değişik davranış, geri ülke politikacısını, ileri ülke politikacısı karşısında çok yetersiz ve hatta zavallı bir yaratık haline getiriyor. Ardında ordusu, sermayesi ve üniversiteleri, istikrara kavuşmuş poli tik planları ile geri ülke politikacısının karşısına çıkan emperyalist politikacı, ona her istediğini kolayca dikte ettirebilmekte ve bir süre sonra kendi politikasının uydusu haline getirmektedir. Bilim adamlarını ve eleştirmeleri ile kendisini uyaracak olan aydın güçleri kişisel çıkar hesapları ile baskı altına alarak politika yapmalarını yasaklayan geri ülke politikacısı, bu noktada çok zavallı ve ne yapacağını bilemeyen, bundan dolayı da muhalefette iken tenkit ettiklerini, iktidarı süresince tekrar tekrar yapmaya mecbur kalmış yenik ve ezik bir insan durumuna geliverir. Sermayesi, bilimin desteği, belirli planları ve çok zaman bağımsız bir ordusu olmadığı için borçlanma, yabancı uzman kullanma ve güçlü kabul ettiği askeri paktlarla savunmasını destekleme ihtiyacı duyar. Politikacı bu noktaya geldiği zaman kendi insanlarının gözünde sevilmeyen ve güvenilmeyen bir vatandaş haline gelmiştir. Seçimle ya da geri ülkelere has zorlama metotları ile iktidardan düşürüldüğü zaman, yapabileceği tek iş sabırlı olmak ve yeni yalanlarla yeniden iktidara gelmek için fırsat kollamak olacaktır. Bundan dolayıdır ki geri ülke politikacıları, politikayı «Çirkef» olarak nitelerler. İleri ülkelerde bir bilim ve bilimden en çok yararlanan eylem olarak politika, topluma hizmet et menin en elverişli aracıdır. Böyle olmasına rağmen ileri ülke politikacıları zaman gelince politikadan çekilmeyi ve isimsiz bir vatandaş olarak sessiz sedasız yaşamayı bilirler. Toplum içinden çıkardığı daha ehil ve daha yararlı bir gurubu iş başına getirdiği gün, önceki politikacı sürecini tamamladığını ve top lumu zorlayarak iş başında kalmaya çalışmanın toplum kadar kendisine de zarar vereceğini bilir. İleri ülke politikacıları toplumun daha ehil politikacılar ve politik gruplar doğurmasını sağlamak için politika yapmayı yasaklamaz, kendilerinden güçlü olanları ve hatta politik karşıtlarını aktif politi kanın içinde tutmak için çaba harcarlar. Son yıllarda toplum içi ve toplumlar arası ilişkiler çok değişmiş ve çok gelişmiş olduğu için politika sınırlarını genişletmek zorunda kalmıştır. Toplumun ve kişilerin yaşantısını etkileyen bütün etkenler politikacı tarafından teker teker ele alınmış ve amacı gerçekleştirme bakımından değerlendirilmiştir. Eski politikacılar yalnız sosyal bilimlerden yararlanarak, insanın sosyal yanı ile ilgilenirlerken, çağdaş politikacı biyolojik temeli de yoklamış ve insanın bu yanını etkileyen girişimlerin değerli sonuçlar verebileceğini görmüştür. Politika yapmak şöyle dursun politikanın içinde yaşayarak, bilimsel verileri
17
18
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
çağdaş politikanın aracı haline getiren bilim adamları ile üniversiteler, toplumlarına güç kazandırmakta politikacıya nazaran çok daha yararlı oldular. Geri ülke teknisyeni politika yapmaktan korkarken, ileri ülkelerde bilim adamı ile politikacının işbirliği yapmış olmaları azınlıkta olmalarına rağmen, geri ülkelerin kolayca yenemeyecekleri yeni güçlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu güçler bugünkü ortamda ileri ülkeler halkı kadar, kendi politikacılarının ihanetine uğramış geri ülkeler halklarının kaderini de elinde tutmakta, kendi seçmeninin mutluluğunu artırmak ve iktidarda kalabilmek için başka ülkelerdeki aç, yoksul ve cahil çoğunluğu kıyasıya sömürmektedir. Güçlü toplumlar eskiden de böyle yapıyor, kendilerinden olmayanları dize getirerek sömürebilmek için ordularını harekete getirerek, karşı tarafta korkuya dayalı bir baskı ve bu baskı üzerinden sürdü rülebilen bir sömürü düzeni kuruyorlardı. Daha sonra politikacılar koruyucu melekler gibi ortaya çıkıp, savaşları engelleyerek bazı sorunları müzakere yoluyla çözümleyebileceklerini iddia ettiler. Askerler bu kurnaz insanlar karşısında ikinci plana itilirken, politikacı toplumda birinci sınıf vatandaş niteliği kazandı. Toplumun bütün varlığına ve zinde güçlerine sahip çıkmaya çalışan ve onları kendisine uygun görünen bir yönteme göre yönetme eğiliminde olan politik kadrolar zaman zaman hatalara düştüler ve karşı koyamayacakları tepkilerle karşılaştılar. İktidarı bilinen yollardan giderek ele geçirmiş olan politikacıların, kendi insanına karşı yabancılar la işbirliği yaparak onun gücünü bir baskı aracı olarak kullandığı çok görülmüş bir olaydır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde bu tip yöneticilere ve politikacılara çok rastlıyoruz. Bugün de geri ülkelerde kendi halkını ezerek ve yabancı güçlere dayanarak iktidarda kalabilen politik kadrolar var. Kişilik bakımından yetersiz ve mensup olduğu topluma karşı insafsız bir azınlığın yabancı güçlere dayanarak kurdukları hegemonyanın temelinde çok zaman biopolitik uygulamalar yatmakta, fakat bu uygulamalara aracılık eden politik kadrolar bu çeşit uygulamaların toplumun kökünü kazımaya kadar gidebilecek bir ihanet olduğunu fark edememektedirler. İnsanların biyolojik temel ihtiyaçlarını ele alarak toplumu midesinden yakalayan ve güle oynaya ölüme kadar götürerek kitle halinde yok etmeyi amaç edinen bu uygulamaları anlayabilmek için Biopolitik sözcüğünün ifade ettiği manayı anlamak ve çağımızın olaylarını bu açıdan eleştirmek gerekecektir. Bilindiği gibi üstün bir yaratık olan insanın toplu halde yaşaması sonucu ortaya çıkan sosyal meseleleri ve sosyal yanları vardır. Endüstri toplumları ile endüstri ötesi toplumlarda var olan olanaklar sayesinde temel ihtiyaçlarının tümü en iyi şekilde karşılanmış olan insanın sosyal yanı ağır basmakta ve bu toplumları yöneten politi kacılar çoğunlukla sosyal bilimlere önem vermektedirler. Buna karşılık geri bırakılmış tarım ülkelerinde insanlar yaşantılarını geniş çapta etkileyen temel ihtiyaçlarını optimal seviyede karşılayamamışlardır. Aç ve yoksul insanların sosyal davranışları ile do yurulmuş ve eğitilmiş insanların sosyal davranışları arasında önemli farklar olduğundan, geri ülkelerin politikacıları emperyalist ülkelerin politikacıları gibi hareket ettiklerinde başarılı olamıyorlar. Batılı emperyalist ülkelerin çıkarlarının önemli bir kısmı geri ülkelerin kaynaklarına dayalı olduğu için, onlar kendi toplumlarının meselelerini bilimsel incelemelere konu yapıp izleyecekleri yolu öğrendikten sonra, ihtiyaçları gereğince karşılanmamış yoksul insanların sosyal davranışlarını etkileyen biyolojik faktörleri ele aldılar ve sömürü açısından değerli sayılabilecek sonuçlar elde ettiler.
Biopolitika
Biopolitik, işte bu bulgulara ve bir süredir geri ülke insanı üzerinde yapılan denemeler sonu elde edilen sonuçlara dayanmaktadır. Başta ABD olmak üzere geri ülkelerde çıkarı olan batılı emperyalist topluluklar, kendi insanlarını yönetmede sosyal politika kurallarından yararlanırlarken, geri ülkelerde biyolojik temele dayalı uygulamalardan çok daha elverişli sonuçlar alıyorlar. Doğum Kontrolü, Yiyecek Yardımları, İnsan Gücü İhracatı, Borçlandırma, Teknik Yardım, Kültür Emperyalizmi, Tarım Politikasını Yozlaştırma gibi çağdaş girişimlerin tabanında biopolitik hesaplar yatmaktadır. Bu politikanın ince hesaplarını bilemeyen ve politikayı seçim zamanında nutuk atarak ve yalan söyleyerek halkı kandırma, onların oyunu alarak iktidara geldikten sonra alabildiğine ezme, polis zoru ile sindirerek saltanatını sürdürme olarak anlayan geri ülke politikacısını sonunda hesabını veremeyeceği maceralara sürükleyen bu konudaki bilgisizliğidir. Bu bilgisizlik biopolitik kuralları iyi bilen emperyalist politikacının işine yaramakta ve bundan dolayı alabildiğine istismar edilmektedir. Bilgisizliği, beceriksizliği, samimi olmayışı dolayısıyla kendi insanlarının beslenme, barınma, ısınma, aydınlanma, giyinme, eğitim, sağlık koruma, dinlenme, eğlenme gibi temel ihtiyaçlarını sağlayamayan geri ülkeler politik örgütleri, iktidarı ellerine geçirdikleri zaman bu ihtiyaçların dışardan karşılanmasına göz yumar ve ihtiyacın karşılanışı karşılığı ülkenin bütün doğal kaynakları ile paraya değiştirilmesi mümkün olanaklarını yabancının kontrolüne terk ederler. Toplumun biyolojik ölçüler içinde yabancı kontrolü altına girmesi, o toplumun tutsak edilmesi ve bağımsızlığını yitirmesi demektir. Böyle olmasına rağmen geri ülke politikacısı bilebildiği sosyal kurallar içinde o toplumu yönettiğini ve hatta ileri götürdüğünü zanneder. Güçsüzlüğü ve bilgisizliği dolayısıyla yabancıya uyarak iktidarda kalabilmek için onun tavsiyelerine uyar. Gerçekten de bu ülkelerde yaşantısını sürdürmek hiç değilse, seçim zamanı karnını doyurmak için belirli politik kadrolara oy veren aç insan sürüleri belirir. Bunlar bir lokma ekmek için kendi kanından gelme insanı öldürebilecek kadar şartlandırılır ve ülkeyi yabancı hegemonyası ile bilinçsiz politikacının elinden kurtarmaya çabalayan güçlere karşı çıkarlar. Biyolojik ihtiyaçlar bakımından açlıkla tokluk, varlıkla yokluk sınırına kadar getirilmiş olan toplumlarda marjinal bir düzen sürdürülür. Gerçekleri söylemeye çalışanlar açlığa mahkûm edilir ve ka rınlarını doyurabilenler yalan söylemeye zorlanırlar. Bu politika endüstri toplumları ile endüstri ötesi toplumlarda geçerli olan sosyal yönü güçlü politikadan çok değişik ve biyolojik temeli esas alan değişik bir politikadır. Dünya nüfusunun üçte ikisi bugün politika bakımından bu insanlık dışı ölçüler içinde ya şamaya mahkûm edilmiştir. Türkiyemiz’de de geçerli olması bakımından biopolotikanın temel kuralla rını öğrenmeye çalışalım. Kanunlarla yasaklanmış olmamasına rağmen biyopolitikanın temel kuralları halkımız ve aydınlarımız tarafından iyi bilinmemektedir. İyi bilinmemesine rağmen bazı politik kadrolar bu çeşit politikanın ana prensiplerine uygulamalarında geniş yer ayırırlar. Örneğin bazı partilerin yoksul halk kitlelerini kandırarak, daha mutlu bir hayat vaat ederek ve bazen de korkutarak oylarını almaları biyopolitik ku rallara dayalıdır. Ekonomisi güçlü emperyalist devletlerin aç ülkelere yiyecek yardımları yapmaları ve bir grup insa nı doyurarak hizmetkârı haline getirmelerinin temelinde de biyopolitik kurallar yatar.
19
20
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
İnsanlar aslında içgüdüleri nedeniyle varlıklarını korumak ve yaşamak isterler. Bütün canlılarda rastladığımız ölümden kaçma ve yaşantıyı sürdürme içgüdüsü insanda da vardır. Bu nedenle insan savaşı sevmez. Çoluk çocuğu ile birlikte mutlu bir hayat sürmek ve nefsinden başka neslini de sürdürmek ister. İnsanı savaş tehdidi ile korkutur veya ürkütürseniz, ondan pek çok taviz koparabilirsiniz. Klasik politikacı bunu bildiği için «Savaş Korkusu» nu hem iç ve hem de dış politikada çok kullandı. Toplumlarda iç ortam karıştığı zaman, bir savaş tehlikesinden söz ederek karşıtlarını susturmak ve gerekirse örfi idare ilan ederek koşulları sıkıştırmak alaturka politikacının rahat etmek için sık sık başvurduğu çarelerden biri olmuştur. Milletlerarası siyaset alanında zaman zaman savaş korkusunun yayılması, silah imal eden ve silah ticareti ile geçinenler için pazar bulmanın en kolay çaresiydi. Bu amaçla geri ülkelerde savaşlar çıkarmak ve iki tarafı ayrı ayrı tahrik ederek, savaş dışı toplumları korkuturken savaşanlarla alışveriş yapmak emperyalistlerin yüzyıllar boyu uyguladıkları bir düzen olmuştur. Son 20 yıl içinde insanın verimli olarak istismara elverişli yeni bir yanı keşfedildi. İnsan hem yaşamak ve hem de karnını doyurmak istiyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında aç kalan uygar toplumların bile bir lokma ekmek için rezil oldukları iyice görülmüş ve değerlendirilmişti. Aç kaldıkları zaman sokaklarda kedi köpek avına çıkan insanları, bu denemeden sonra açlıkla tehdit etmek, propagandaya bir silah gibi kullanarak açlık korkusu yaratmak, batının sessiz savaşta kullandığı en etkili silahlarından biri haline geldi. Şu günlerde üçte ikisi gizli açlığın elinde kıvranan Dünya milletleri, hem savaş ve hem de açlık korkusunun tehdidi altındadırlar. Nijerya ile Biafra arasındaki savaşlarda bu iki korkunun birlikte kullanıldığına tanık olduk. İç politikada, geri ülke politikacısının kullandığı etkin silahlardan biri gene açlık korkusudur. İktidara boyun eğmeyen ve onu eleştirmekte, halkı uyarmakta ısrar eden öğretmeni ve aydını açlık beklemektedir. Bir gürültüye getirilip lekelenerek işinden atılan memur kendi ülkesinde yiyecek bir lokma ekmek bulamayınca, yabancı teknolojilerin emrinde işçi olarak çalışmayı göze alıp toprağından kopmaktan başka çare bulamıyor. Bunun ötesinde ölüm korkusu da zaman za man halk arasında yayılmakta ve bazı reaksiyoner gençlerin meçhul şahıslar tarafından öldürülmesi ve katilin hiçbir zaman bulunamaması muhalefeti sindirmektedir. Korku ortamında insanları elde edebileceklerinden daha az ihtiyaç maddesi ile geçinmeye razı etmek kolaydır. Ölüm korkusuna kapılanlar yoksul yaşamaya razı olurlar. Açlık korkusuna kapılanları da bir lokma ekmeğe razı edebilir ve normal koşullar içinde yemeye razı olmayacakları bazı yiyecekleri onlara satabilirsiniz. Biz Sessiz Savaş isimli kitabımızda bu uygulamalara değinmeye çalışmıştık. Bundan önce Ararat Yayınevi tarafından yayınlanmış olan bu kitapta ele alamadığımız ve ele aldığımız halde yeterince açıklayamadığımız bazı konuları bu kitapta daha etraflı bir şekilde anlatmaya ve politikacıların halkı savaş ve açlık tehdidi ile korkutmalarının tabanında yatan nedenleri açıklamaya çalışacağız. Her ülkeden daha güçlü ve bütün toplumlardan daha tok bir topluluk olmalarına rağmen Amerikalıların Barış ve Savaş sözcüklerini neden dolayı çok kullandıklarını, aç olmadıkları halde neden dolayı açlıktan söz ettiklerini bu suretle daha iyi anlayacak ve toplumumuzdaki uygulamaları daha iyi değerlendirebileceğiz. Bu açıklamalar kapsamı çok geniş olan ve her geçen gün biraz daha genişleyen biyopolitik uygula maların küçük bir kısmını teşkil edecek ve çoğunlukla «Açlık Korkusu» üzerinde durulacaktır.
21
II AÇLIK KORKUSU
22
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
23
AÇLIK KORKUSU Korku kapsamı çok geniş bir duygudur. İnsanlar bu duyguyu iyi tanır ve erken öğrenirler. Kendini, kendi ölçülerine göre, emniyet içinde hissetmeyen her yaratık korku duyar. Kundaktaki çocuk ve 70 yıl yaşamış insan, değişik olaylar karşısında değişik tepkiler göstermelerine rağmen, her ikisinin de korktukları bazı şeyler vardır. Toplumları yönetenlerle sömürenler yüzyıllar boyu korkudan çok yararlandılar. Korkutulan insan, sinmekte ve karşıt güçlere kolayca boyun eğmektedir. Dünyadan korku silinebilseydi, çoğunluğun şikâyetçi olduğu sömürü düzeni de kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktı... Korkular Dünyamızdan hiçbir zaman kaldırılamadı. İnsanın bilmedikleri ile kendisinden güçlü olana karşı duyduğu korku hissi, her çağda şekil değiştirerek egemen grupların elinde bir baskı aracı ve bir silah gibi kullanıldı. Korkutulan milyonlar köleleştirilip çalıştırıldılar. Emeklerinden başka, sahip oldukları kaynaklar alabildiğine sömürüldü. Din korkusu, Tanrı korkusu, kral ve imparator korkusu, ağa ve bey korkusu bugünkü Dünyada bile geçerli korkulardır. Korku yerine sevgiyi yerleştirerek toplumları yönetmek her zaman mümkündür. Zor olan bu şekil zaman zaman denendi. Fakat bu tarz yönetimde, yalnız güçlü liderler başarıya ulaştılar. Tembel ve bencil yöneticiler ile yönetimler çok zaman korku üzerine kurulmuş yöntemler buldular. Engizisyon mahkemeleri kuruldu. İnsanlar arenalarda hayvanlara parçalatıldılar. Silahlı ordular masum ve silahsız insanları parçaladı. Uygar ülkeler bu vahşi saldırıları atom bombalarına kadar götürerek yüz kızartıcı örnekler verdiler. Korku, Dünyayı yönetmek ve sömürmek için bugün de en etkin araç olarak kullanılıyor. Çağımızda ABD'ne başkanlık eden kişiden tutun da, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ndeki ilerici öğrenciye kadar herkes bir çeşit korku içinde yaşamaktadır. Bu korku düzeni, şirazesinden iyice çıkmış
24
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
ve sosyal dengesi alabildiğine bozulmuş Dünyamızı, dengede tutmak için tek çare gibi görülmüştür. Bilim adamları bildikleri bazı gerçekleri korku dolayısıyla söyleyememekte, haksızlığa uğrayanlar bu yüzden haklarını arayamamaktadırlar. Korkutulmuş yüzbinler, politikacıların vaat ve kandırmacalarını korkular yüzünden doğru sözlermiş gibi dinlemekte ve oylarını bunların en baskın olanları için kullanmaktadırlar.
.
Köylerde ağaya esir ve köle olmuş topraksız köylü, bir taraftan can korkusu ve bir taraftan da açlık korkusunun etkisi altında, yaşantısını kadere bağlayarak sürdürmeye çalışıyor. Üniversiteyi bitirdikten sonra olup bitenlere aklı erdiği halde, sesini soluğunu çıkarmadan, olaylara göz yumarak görevine gi den, etliye sütlüye karışmadan, bir derece terfi edebilmek için yıllarca bekleyen memur, bir çeşit kor kunun baskısı altındadır. Köye Atatürk ilkelerini getirmeye çalışan öğretmen, sömürü düzeninin işleyiş tarzını çok iyi bildiği halde, ekmeğinden ve hakkını alamayacağından korktuğu için sinmiştir. Karıncalar kış aylarında aç kalmaktan korktukları için, bütün yaz yuvalarına tane taşıyorlar. Kızılay'da elindeki lastik copu sallayarak dolaşan toplum polisi, korkunun temsilcisi olarak aramızda dolaşıyor. Nihayet ABD Kültür Merkezinin vitrinlerindeki resimler korkunun çığırtkanlığını yapmak için buraya asılmaktadır. Korku XX nci yüzyıl insanının ruhuna, iliğine kemiğine sinmiş ve özellikle geri ülkelerde sömürünün desteği olmuştur. İnsanlar korkusuz kişiler gibi davransalar ve hiçbir şeyden korkmadıklarını söyleseler de, aslında korkularının tutsağı olarak yaşamaktadırlar. Sevgiyi ve sevmeyi çoktan unutmuş, paradan başka hiçbir değer tanımayan belli bir azınlık emperyalist ve kapitalist ülkelerden başlayarak Dünyanın her yanına korku yaymakta, kendi korkularından bu suretle kurtulmaya çalışmaktadırlar. Sahip olduklarını yitirme korkusu varlıklı insan örgütlerini vahşi yaratıklar gibi, yoksulları korkutmaya itekliyor. Onlar herkesin korku içinde olmasını, karnı aç olsa da hayatından memnun olduğunu ifade edecek kadar korkutulmasını arzuluyorlar. Kuzu postuna sarılıp geri ülkeye dost olarak giren sömürgeci, yoksul insanlara yiyecek ve giyecek dağıtırken sırıtmakta bir taraftan da bu ülkelere çeşitli korkuların tohumlarını serpiştirmektedir. Uygar toplumda ölümden ve ölümden sonra çocuklarının sürünmesinden korkanlar sigorta şirketlerine müş teri oluyorlar. Hastalıktan korkanlar ilaç şirketlerinin sömürü konusudur. Güçlü toplumların kendilerine saldırmasından korkanlar ordularını donatmak için silah endüstrisine milyonlar ödüyorlar. Halkının yabancı tarafından soyulmasına göz yuman ve hatta yabancıyla iş birliği yapan geri ülke yöneticisi, düzen değiştiği gün ülkesinden kaçmak için uçak satın alıyor. Papazdan ya da öldükten sonra cehenneme gidip yanmaktan korkanlar, İncil satın alıyor ve sokaklarda gösteri yürüyüşü yapacak kiliselere mabetlere dolarak uslu uslu ibadet ediyorlar. İşinden atılmaktan korkan işçi sekiz saat aralıksız çalışıyor. Sonuç olarak korkunun çeşidi arttıkça ve etkisi çoğaldıkça düzen garantilenmekte, sermayeyi elinde tutanlarla, bugünkü düzenden memnun olanların korkuları azalmaktadır. Bundan dolayı, XX nci yüzyılı korku yüzyılı olarak isimlendirmek yanlış olmaz. Çağımızda biri bir diğerinden daha etkin binlerce korku içinde yaşıyoruz. Biz bu kitabımızda bugü ne kadar çeşitli açılardan incelemeye çalıştığımız açlık ve beslenme konusunu; bir de korku açısından incelemeye çalışacak ve emperyalizmin elinde açlık korkusunun ne şekilde değerlendirildiğini açıklayacağız. İnsanla Doğa, diğer yaratıklar ve hatta insanla insan arasında çağlar boyu sürüp giden, ferdin varlığını ve neslini korumaya yönelmiş bir kavga vardır.
Açlık Korkusu
İnsanın akıllı, bilinçli ve eğitilmiş bir yaratık olarak gerçekleştirdiği bu mücadele, hayvanlar ve bitkiler Dünya'sında değişik içgüdülerin ve mekanizmaların etkileri ile mümkün olmaktadır. Bir ferdin, bir türün veya bir toplumun karnını doyurmak ve neslini sürdürmek için giriştiği mücadele, doğal kaynaklardan kendine ayırmak istediği pay, aynı mücadele içinde olan diğer fertleri, türleri ve toplumları etkilemekte, bu suretle kişiler, türler ve toplumlar arası çatışmalar doğmaktadır. Yüzeydeki neden, ne olursa olsun, kişiler, türler ve toplumlar arasındaki çatışmaların yiyeceğin paylaşılması ve neslin sürdürülmesi temeline dayalı olduğunu kolayca görebiliriz. Dünya'yı ateşe veren ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın bir sıra politik nedene bağlanması arzu edilmekte ve tarih kitapları bunu bu şekilde izah için çalışmakta iseler de, her iki savaşın Avrupa'nın ortasına hapsedilmiş ve patates yemeğe mahkûm bırakılmış çalışkan bir toplum olarak tanımlanan, Alman toplumunun, sınırlarını aşarak, yaşayan kuşaklara yiyecek tedarik etmek için harekete geçtiği ve doğacak kuşaklara yaşama olanağı hazırlamaya çalıştığı bilinmektedir. Her iki savaş da, oturduğu küçücük adadan Dünya'ya hükmeden ve Dünya'nın bütün doğal kaynaklarını kendi çıkarı için istismar eden Anglo Sakson topluluklara karşı verilmiş, bu toplumlar da ellerindeki olanağı muhafaza edebilmek için Almanya ile onun yanında yer almış olan topluluklarla çatışmışlardır. Savaşların sonuçları ne olursa olsun, yenen ve yenilen toplumu çatışmaya ve hayatını tehlikeye koyarak savaşmaya itekleyen neden açlık korkusudur. Bunlardan biri aç karnını doyurmak ve diğeri de doyurmak için sömürdüğü kaynakları muhafaza etmek için savaşa girmekte, açlık korkusu toplumları, türleri ve kişileri bütün güçlerini ortaya koyarak dövüşmeye mecbur bırakmaktadır. Açlık gerçekten de korkulması gereken bir durumdur. Açlık çekenler ile açlığı yakından tanıyanlar bunu gayet iyi bilirler. Hayvanlar aç kalınca yavrularını yemekte, insanlar hayvanlaşıp, hayvan gibi davranmaktadırlar. Türkçemizde halk diliyle «Açlık sofuluğu bozar», «Aç köpek fırın deler» gibi sözcüklerle ifade edilmeye çalışılmış olan, aç yaratığın davranış bozuklukları, tarihlerde insan toplulukları üzerinde de izlenmiştir. İnsanlar aç kalınca yaşadıkları toprakları, köylerini, analarını, babalarını, kanlarını ve çocuklarını geride bırakarak başka ülkelere göç edebilmektedirler. Şu günlerde yüz binlerce Türk işçisinin bunu yaptığına ve ekmeğini aramak için yabancı ülkelere göç ettiğine tanık oluyoruz. Batı Almanya'dan, Avustralya’ya kadar çil yavrusu gibi dağılan işçilerimiz karınlarını doyurma olanağı aramaktadırlar. Bütün Dünya'da köylerden kentlere akın, açlık korkusunun etkilediği bir akımdır, köylerini, çoluk çocuğunu, hısım akrabasını, çiftini çubuğunu geride bırakarak, kentin gecekondusuna yerleşen ve kentliye hizmet etmeye razı olan köylü vatandaş, açlık korkusunun etkisi altındadır. Bankadaki ve kasasındaki para ile sahibi olduğu mülkün değeri milyarları aşan iş adamını, sosyal adalet deyiminden korkutan ve uykusunu kaçırarak, onu kendi insanlarına karşı yabancı sermayedarlarla ortak eyleme yönelten duygunun, açlık korkusu olduğunu bilmeliyiz. Çünkü bu insan da bir düzen değişikliğinin kendini aç bırakabileceğini, hiç değilse karnını eskisi gibi doyuramayacağı bir ortama itekleyebileceğini sezmekte ve bu sezinin etkisi altında bazen ihanete kadar uzayabilen eylemlere giriş mektedir. Dünya kapitalistleri açlık korkusu ve neslini sürdürme içgüdüsünün etkisi altında birleşip, millet lerarası bir ittifaka yönelirlerken, aç topluluklarda ayrı bir düzeyde birleşmekte ve karınlarını doyura bilecekleri bir ortam yaratmaya çalışmaktadırlar.
25
26
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Aç toplulukların hızla üremeleri ve tükettikleri yiyecek miktarının logaritmik kalıplara göre artmak ta oluşu, Malthus'dan bu tarafa tok olanları ürkütmüş ve bu insanların gün gelip ekmeklerine ortak olabilecekleri korkusuyla hareket edenler, çoğalan toplulukları kısırlaştırmak için haplar, helezonlar kat etmişlerdir. Hindistan, Türkiye, Pakistan ve bazı Afrika ülkelerinde uygulanan ve Amerika tarafından finanse edilen doğum kontrol projeleri bu amaca yönelmiştir. Rusya hegemonyası altına aldığı Macaristan'da bundan dolayı doğum kontrolü yapıyor. Tek olanlar aç olanlardan korkmakta, aç olanlar da aç kalmala rının nedenlerini öğrendikçe enselerine vurup, lokmalarına ortak olanlara kızmaktadırlar. Bu korku ve kızgınlık XX nci yüzyılın ikinci yarısında aç ve tok milyonların geleceğe güvenini yitiren nedendir. Birinin yiyip, bir başkasının onu seyretmeye ve alkışlamaya mahkûm edilmesinin nelere sebep olabileceğini bilenler, Dünya'nın yeni mücadelelere sürüklenmesinden korktukları için, sömürgeci ülkeler ile sömürülen ülkeler arasındaki uçurumu derinleştiren olayları eleştirmeye ve etkilerini azaltmaya çalışıyorlar. Bu amaçla milletlerarası konferanslar toplanıyor. Gündemi ne olursa olsun, bu konferanslara hâkim olan duygu, açlık korkusudur. Zengin ülkeler elindekini kaybetmemek ve aç ülkeler de karınlarını doyurmak için çareler aramaya ve teklifler getirmeye başlayınca anlaşma mümkün olamamakta ve bilim adamı olmaktan çok, politikacı hüviyetine bürünmüş olan delegeler, ezeli korkunun etkisi altında parlak sözler, kuyruklu yalanlar söyledikten sonra dağılmaktadırlar. Aç ve yoksul insanın hayatına son vererek, tüketime ortak olmasını engellemek ve bu suretle tok olanları aç kalma korkusundan azade yaşatmak için, çeşitli girişimler yapılmıştır. Eski savaşlar ve niha yet son savaşlarda, uygar olduğunu iddia eden toplumların insafsızca denedikleri atom silahları, hareket noktası açlık korkusu olan girişimlerdir. Bugün savaş koşulları değişmiş ve barış olarak tanımlanan ortamda gelecek kuşakları imha etmek için yeni çareler bulunmuştur. Geri ülkelerin kadınlarına takılan her helezon ve yutturulan gebeliği önleyici hap, bir atom silahı gibi vazife görmekte, karnı tok olanların rahatça uyuyabilecekleri bir Dünya yaratmak için etkili olmaktadır. Hindistan'da doğan bir milyon çocuk, Pakistan'da, Türkiye'de, Uzak Doğu ve Afrika ile Güney Amerika'da doğarak bunlara katılanlar, New York gökdelenlerinin çatı katlarında viski içerek ve havyar yiyerek karın doyurmakta olanları korkutmaktadır. Sosyal adalet kavramının fertler arasında değil, toplumlar arasında da anlaşılmaya ve benimsenmeye başlamış olması, yarattığı dengesiz Dünya'nın kaymağını çalarak yaşamaya alışkan olanları, açlık korkusunun bunalımına itekliyor. Birleşik Amerika, Kanada, İngiltere, Batı Almanya, Fransa gibi tok toplulukların; açlıktan geri toplumlara nazaran daha çok korkmalarının ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO), Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO), Açlıktan Kurtulma Kampanyası (FFH) gibi kuruluşlar içinde, geri ülkelere nazaran daha aktif olmalarının asıl nedeni budur. Dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunu yoksulluk, cehalet, sefalet ve açlık içinde yaşamaya mahkûm ettikten sonra, kasalarını doldurup, göbeklerini şişirenler, kendilerini açlık korkusundan kurtaramıyorlar. Bunlar çevresi 99 aç kedi ile çevrilmiş ve ağzına aldığı ciğer parçasını başkalarına kaptırmamak için hırlayan kedilerin kızgınlık, korku ve hiddeti içinde lokmalarını rahat yutamamakta ve yuttukları her lokmanın sayıldığını bilmektedirler. Geri ve sömürülen insanın korkusuna gelince, bu doğal sınırları aşmamakta ve bu insan çok zaman aç kalmasına sebep olan nedenleri iyi tanımadığı için, Tanrı'yı, yahut kendini suçlamaktadır. Geri ülkelerde yerleşmiş olan Tanrı korkusu, Tanrı'yı suçlamaya pek elverişli olmadığı için, örneğin ülkemizde aç kalan köylüler Allah'ı değil, Feleği suçlarlar.
Açlık Korkusu
Genel olarak hükümetleri ve iktidarlar ile aydınları, kendilerini sömüren ve kaynakları başkalarına peşkeş çeken kadroları suçlamak kimsenin aklına gelmez. Çünkü bu bilinçli kadrolar halkı kandırmak ve aç kalmalarının nedenlerini, onlara işlerine geldiği gibi kabul ettirmek için, bazen yağmurun yağmadığını ve bazen de yağmurların çok yağdığını söylemektedirler. İthalat ve ihracat dalaverelerine, yabancıyla ortaklıklar kurularak gerçekleştirilmiş olan haince sömürü projelerine geri ülke insanının aklını erdirmek zor bir iştir. Eğitim uygulamaları, halk tabakalarının açlıklarının nedenlerini öğrenmelerine engeldir. Bundan dolayı geri ülke insanı aç kalmasından çok zaman ya toprağını, ya kendisini sorumlu tutar, yöneticiye bağlanır ve inanır. İnsan, yarasa kuşundan çok daha üstün bir yaratık olmasına rağmen, geceleri yarasa kuşu kadar iyi göremez. Maymun bir ağaca tırmanırken insandan daha yeterlidir. Kedilerle köpekler yer sarsıntılarını bizden önce haber alırlar. Tıpkı bu örneklerde olduğu gibi, geri ülke insanı da açlığın nedenini anlamakta ve ona karşı savaşmakta insan olmasına rağmen yetersizdir. O yalnız evindeki bir kilo buğdaya sahip çıkmayı ve onu komşularına çaldırmamayı veya kaptırma mayı bilir. Bütün korkusu da budur. Toprağın ağaların elinde toplanmış olması ve kendisinin yarıcı olarak aç karnına çalışmaya mahkûm edilmesi, kendi aklınca Feleğin cilvesidir. Beş parmak bir değildir. Tanrı, istediğini aç istediğini tok koyar. Geri ülkelere has mistik felsefe, bir yönü ile herkes için yararlı olmaktadır. Bu inancın sömürgeci ülkeler tarafından takviye edilmesinin bir nedeni de budur. Karnı tok olanlar, korkularını azaltmak ve geri ülke insanının ensesine vurup ağzından aldıkları lokmaları saymalarına ve zamanı gelince hesap sormalarına engel olmak için, tevekkül felsefesinin güçlenmesini ve onların yerine Tanrı'nın suçlanmasını arzu ederler. Din örgütleri bundan dolayı el altından desteklenir. Yobazlık himaye görür, gericilik okşanır. Gerçeği söyleyenler maddecilik, komünistlik, bolşeviklikle suçlanırlar. Oysa bütün dinlerin tarif ettiği Tanrı cömert ve kullarına karşı eşit davranan, adil bir varlıktır. Tanrı, iyiden, çalışkandan, doğrudan ve güzelden yanadır. Tanrı böyle tanımlanınca, çok zaman kötülüğü tanımayan, iyiden, doğru ve güzelden yana olan geri ülke insanının aç kalmaması lazımdır. Oysa ki, durum incelenince, tembel, çalışmadan para kazanan, dalavereci, yalancı ve kötüden yana olan toplulukların rahat ve huzur içinde yaşadıkları, karınlarını kolayca doyurdukları, başka ülkelerin çalışkan insanlarını istismar ederek, kıyasıya çalıştırarak yarattıkları değere el koydukları görülür. O halde geri ülkelerdeki açlığın nedeni Tanrı'nın bu insanlara kızgınlığı değil, kötüden yana toplumlar ile bu toplumların geri ülkelerdeki çıkarcı ve satılmış kadrolarının doymak bilmez çıkar düşkünlüğü ve açlık korkusudur. Kısaca ifade edilmek gerekirse, bugün tok olanların, açlıktan daha fazla korktuklarını ve ellerindeki olanağı yitirmemek için akla gelen bütün kötülük ve şeytanlıklara başvurduklarını söyleyebiliriz. Geri ülkenin masum ve aç insanı açlıktan daha az korkar. Oysa bugünkü Dünya’nın kaderini elinde tutan emperyalist ülkelerin ve bu ülkelerin davranışına yön veren kapitalist grupların çıkarları geri ülke insanlarının açlıktan daha çok korkmalarındadır. Çünkü açlık korkusuna kapılan toplumlar, daha çok üretme çabasına girer ve bu yoldan ileri ülkelerin tutsağı olurlar. Üretimi artırmak için gübre almak, tarım ilacı almak, traktör almak ve yabancı ülkelerden üstün verimli damızlık hayvan ile tohumluk ithal etmek gerekecektir. Bütün bunların gereğince kullanılıp değerlendirilmesi için teknik yardım, başka deyimle yabancı uzmanlara ihtiyaç duyulacaktır. Sessiz Savaşın kurmayları olan uzmanlarla, yabancı sermaye, ithalat ve ihracat oyunları geri ülkeye bir girdi mi, bunun arkası gelecek, askeri anlaşmalar, paktlar, ikili anlaşmalar, gidip gelmeler ve nihayet
27
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
28
toplumun yozlaşması ile doğal kaynakların kontrolü bunun ardından gelecek ve kendini açlık korkusuna kaptırmış olan ülke, bu defa savaş korkusunun kapısını çaldığını anlayacaktır. Açlık korkusuna kendini kaptırmış ülkelerde çocukların Dünyaya gelmesini önleyebilir ve eğer Do ğum Kontrol kanunlarını parlamentolarından çıkarıp uygulamaya koymazlarsa onlara Dünya Bankasın dan kredi vermemek suretiyle gene açlıkla tehdit edebilirsiniz Eski Amerika Birleşik Devletleri Savun ma Bakanı ve bugünkü Dünya Bankası Genel Müdürü McNamara Dünya Bankası’nın son genel kurulunda Doğum Kontrol Kanununu benimsemeyen ülkeleri Dünya Bankası kredilerinden yararlandırmamakla tehdit etmişti. Kendilerini açlık korkusuna kaptırmış geri ülkelerden hiçbiri bugüne kadar açlıktan kurtulamamış lardır. Korkunun ecele faydası olmadığı gibi aç kalmayı önleme bakımından da hiçbir faydası olmadığı denenerek öğrenilmiştir. Açlık korkusuna düşürülmüş olan Türkiye bu korkuyu tanımadığı devrede buğday ihraç ederken bugün Sonora-64 buğdayını denemiş, verimi artırmak için tohumluk, gübre, ilaç, araç ve gereç için yabana milyonlarca dolar ödedikten sonra 1969 yılında 850.000 ton buğday ithaline mecbur kalmıştır. Korkunun ürünü olarak Dünya Bankası’ndan alınacak olan 3.5 milyarlık ve % 6.5 faizli kredi ile Türkiye'ye sokulacak olan yüksek verimli inekler, Sonora denemesinden daha iyi sonuç vermeyecek ve Türkiye'nin borçları daha da artacaktır. Türkiye kendini açlık korkusuna kaptırmamış olsaydı, bütün bunların ve Amerika'nın üretim artığı bozuk yiyeceklerle buğday stoklarının Türkiye'ye satılması bu kadar kolay olmayacaktır. Türkiye gibi yaşadığı ortamda mutlu ve kendi kendine yeterli olan Pakistan ve Hindistanda önce ikiye bölünerek birbirinin korkusuna düşürülmüş ve ordularını silahlandırma ihtiyacı duyan bu kala balık ülkelere bir hayli silah satılmıştı. Bununla yetinmeyen emperyalistler sözde insancıl amaçlarla bu ülkelere girdiler ve savaş korkusundan sonra, açlık korkusunun çığırtkanlığını yaptılar. Bugün hem Hindistan ve hem de Pakistan, eskisinden daha aç ve Amerika'ya daha muhtaç durumdadırlar. İki günde bir birbiriyle çarpıştırılan Güney Amerika ülkeleri ile Afrika ülkeleri benzer durumdadır lar. Savaş korkusu ile açlık korkusu, üçte ikisi zaten aç olan Dünyamızı her gün biraz daha yoksul ve her gün biraz daha mutsuz bir Dünya haline getirirken, Wall Street Bankalarındaki hesaplar kabarmakta, emperyalist ülkelerin gelirleri artmaktadır. Bu durumda açlık nedir bilmeyen ileri ülkeler, çeşitli yollardan savaş korkusu ile açlık korkusunu Dünyaya daha çok yaymak ve bu yoldan pazarlarını genişletmek için elden gelen her şeyi yapıyorlar. Çünkü korkunun tutsağı haline gelen toplumların, zaman içinde emperyalizmin tutsağı olacağı ve sessiz savaşın bilinen usulleri ile kolayca yere serilebileceği gayet iyi bilinmektedir.
... Vietnam Savaşı’ndan alınan sonuçlar, bir ordu ateşli silahlar ve modern araçlarla donatılmış olsa
bile, haklı ve inançlı toplumların kolayca yenilemeyeceğini ve silah zoru ile istenilen kalıba sokulama yacaklarını açık olarak göstermiştir. Buna karşılık açlık ve korku ortamında verilen gizli savaşla, birçok toplumların yapılarını ve inançlarını değiştirerek onları sömürgeleştirmek ve kaynaklarına el koymak mümkün olmuştur. Bugün uygar Avrupa bile, ABD'nin ekonomik baskısı altına girmiş, kültürel yapısı değişikliğe uğramıştır. Bu durumdan cesaret alan emperyalist ülkeler son günlerde açlık korkusunu yayma gayretlerine biraz daha hız verdiler.
Açlık Korkusu
ABD Savunma Bakanı McNamara, bu görevinden ayrılarak Dünya Bankası Genel Müdürlüğüne getirildi. Çünkü Amerikan dolarları ile makineli tüfek mermileri ve Napalm bombalarından daha çok tahribat yapmak ve geri ülkeleri daha çabuk yere sermek mümkün olacak, silah zoru ile yola getirilmesi güç olan ülkeler, ekonomik yapıları bozularak köleleştirileceklerdi. Eski Savunma Bakanı, şimdi Dünya Bankası’nın Genel Müdürü olarak gene aynı şeyle meşgul olmaktadır. Beri taraftan ABD Tarım Bakanlığı sessiz savaşın genelkurmayı gibi çalışıyor. AID kuruluşları geri ülkelere çıkarılmış bir ileri karakol ve bu ülkelerin tarımsal üretim olanağını törpülemek için çalışan bir kurmaylar örgütüdür. Bunlar girdikleri ülkelere öncelikle Amerikan üretim artıkları ile yardımlarda bulunuyorlar. UNICEF, FAO, WHO, ILO gibi, ABD'nin etkilerine açık milletlerarası kuruluşlar, çeşitli projelerde AID ile işbirliği yaparak mahalli üretim kaynaklarını iyiden iyiye törpülüyor ve açlık korkusunu tavandan başlayarak tabana doğru yayıyorlar. Bir taraftan ABD Tarım Bakanının Chicago'nun lüks otellerinde, doyurucu bir yemekten sonra attığı açlık nutukları, birkaç gün sonra Türkçeye tercüme edilerek Tarım Bakanlığı’mızdaki memurların masalarına dağıtılırken, bir taraftan da kokteyllerde; konferans ve açık oturumlarda, açlık korkusunu yaymak için propaganda yapılıyor. İlkokul, Ortaokul ve Lise sıralarındaki çocuklarımız bir Kilise kuruluşunun hibe ettiği bayat süttozu ile artık undan yapılmış çöreği tüketirken, açlık korkusunu ruhunda duymakta ve daha genç yaşta bu korkuyla şartlanmaktadır. Bazı üniversitelerimizde Rockefeller, Ford bağışları ve AID fonları ile kurulup faaliyet gösteren Doğum Kontrol üniteleri, fırsat buldukça açlığın Dünyayı tehdit ettiğini ve bunu önlemek için işçi ve köylülerin anaları, bacıları ve karılarını kısırlaştırmaları gerektiği haberlerini yayıyorlar. Hayvanı aç, toprağı aç ve insanı aç Türkiye'de, olay günlük basının baş konusu haline getiriliyor. Fiyatlar hızla artarken gelirin ve ücretlerin düşük kalışı, korkuyu daha da yaygın ve etkin bir korku haline getiriyor. Toplum bu çizgiye kadar getirildi mi artık onu masaya yatırmak ve bayıltılmış bir hasta gibi, üzerinde tüm operasyonları uygulamak zor bir iş değildir. Miadı geçmiş üretim artığı ürünlerinizi, kendi ülkenizde kullanamadığınız gübre ve tarım ilaçlarını, demode tarım araçlarını bu ülkeye satarak para kazanabilir ve bunlara karşılık onun ürünlerini, emeğini, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yok pahasına sömürürsünüz. Açlık korkusunun yarattığı ortamda gerçekleşen ikili anlaşmalarla, bu ülkede askeri üsler tesis etmek, ülkeye askeri anlaşmalar imzalatmak ve modası geçmiş savaş araçlarını satmak mümkün olur. Ekmeği için size muhtaç, açlık korkusundan dona kalmış insanları, istediğiniz yönde yozlaştırmak için kültür emperyalizminin bilinen usullerini kullanır ve İngilizce öğretim yapan üniversiteler kurarak toplumu kendine yabancılaştırırsınız. Sattıklarınız karşılığı ele geçen para ile bu ülkede ortaklıklar kurmak ve büyük karlar transfer etmek mümkündür. Mahalli parayı kullanarak kardeşi kardeşe düşman eder. Seçimleri çıkarınıza uygun sonuçlara yöneltirsiniz. Tıpkı kişiler gibi, kendini korkulara kaptıran toplum artık toparlanamaz. Biz Türkler yalın savaştan pek korkmayız. En ilkel savaş araçları ile iyi donatılmış orduları yurdumuzdan kovduğumuz bilinir. Fakat korkulara ve aklın kolayca almayacağı hile ve oyunlara dayalı olan sessiz savaşı, aynı beceri ile başarıp başaramayacağımız henüz belli değildir. Türkiye'ye silahla ve zorla giremeyenler şimdi bunu deniyorlar. Bu savaşta da yalın savaş gibi kesin başarılar kazanabilmemiz için
29
30
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
halkın bilinçlenmesi ve bu savaşın cereyan tarzını öğrenmesi gerekiyor. “Sessiz Savaş” isimli kitabımızı bu amaçla yazmıştık. Bu kitabı da aynı amaçla yazıyor ve “Sessiz Savaş” kitabında değindiğimiz bazı noktalara açıklık kazandırırken, bir taraftan da açlık meselesini korku açısından inceliyoruz. Kitap tümü ile okununca karşı tarafın izlediği strateji ile bizim amacımız daha iyi anlaşılacaktır.
31
III CADI KAZANI
32
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
33
CADI KAZANI Üçte ikisi açlık ve yoksulluk içinde yaşayan ve belirli bir azınlığın mutluluğu için köle gibi çalışan çağımız insanlarının çoğunluğu, Dünya'yı bir cadı kazanı haline getirip, bu kazanı kaynatanların kim olduğunu bilememektedirler. Sosyalistler, kapitalistleri ve kapitalistler ise sosyalistleri barışı tehlikeye sokan toplumlar olarak itham etmekte, bununla da yetinmeyerek açlık, sefalet, yoksulluk ve cehaletin müsebbibi olarak göster meye çalışmaktadırlar. Bu iki temel görüşün ikisine de inanmayan, yalnız gerçeği öğrenmek için çabalayan bir insanın, cadı kazanına dönmüş olan Dünya'da insanların mutsuzluğuna çare olabilecek bir formül bulması ve bu formülünü uygulamaya koyması mümkün değildir. Ömrünü hakikati aramakla geçirmiş ve doğa sırlarını, insan yararı için çözümlemeye çalışmış bilginlerin bulguları bile, bugün aşağılık amaçlarla kullanıl makta ve örneğin güçlü toplumların masum milletleri ezip yok etmesi için uygulamaya sokulmaktadır. Demokrasinin, insan haklarının, sosyal adaletin, insan sevgisinin vatanı olduğunu iddia eden ülkeler, çıkarları çatışınca yoksul toplumları karınca ezer gibi ezmekte, köklerini kazıma amacı ile uygar bir topluma değil, bir hayvan sürüsüne bile yakıştırılamayacak eylemlere girişmektedirler. Manevi değerlerin etkinliğini tüm olarak yitirdiği ve maddi çıkarlar için bir araç gibi kullanıldığı bir çağda, insanlar arasındaki ilişkiler çıkar hesaplarına oturtulmuş, böyle olunca karın doyurma içgüdüsü bilinen bütün etkenlerden daha etkin bir sorun haline gelmiştir.
34
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Ortaçağ'da, özellikle doğu ve uzak doğu ülkelerinde dinin, insan nefsini kontrol altına almaya yö nelmiş çabaları, XX nci yüzyılın ikinci yarısında gülünç adetler olarak nitelenmekte ve özellikle batılı ları güldürmektedir. Batılı henüz inançlarını yitirmemiş, manevi değerlere bağlı kalmış toplumları, inançları üzerinden sömürerek, daha canlı ve daha renkli bir hayat yaşamak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Me selenin bu yönünün incelenmesi, kimin doğru kimin yanlış yolda olduğunun ortaya çıkarılması bizim işimiz değildir. Bundan dolayıdır ki, biz yaşadığımız çağın ölçüleri ve değer anlayışı içinde, açlık korkusunun sebep olduğu olayları inceleyecek ve toplumlarla fertlerin karınlarını doyurmak için giriştikleri karanlık oyunları bazı örnekler üzerinden açıklamaya çalışacağız. Çok eski çağlarda ve paranın henüz icat edilmediği devirlerde insanlar arasındaki alışverişlerin ihtiyaç maddelerini değişmek suretiyle mümkün olduğunu biliyoruz. Bugün bile bazı ilkel topluluklarda ve hatta Anadolu köylerinde uyulan bu adet gereğince, pazarlarda yumurta ile buğday, basma ile tereyağı değişilmekte, evlenmelerde başlık olarak, para yerine büyük veya küçükbaş hayvan kullanılmaktadır. Bu değiş tokuşta bütün ihtiyaç maddeleri kullanılmakla beraber, gıda maddeleri önemli bir yer tutar. Çünkü besin ihtiyacı, bütün diğer ihtiyaçların başında gelmekte ve hayati bir değer taşımaktadır. Para icat edildikten, bankalar kurulduktan, döviz alışverişi başladıktan sonra, gayet karmaşık bir hal alan milletlerarası ticarette de, ilk çağda uyulan değişme usulünün hala kullanıldığını görüyoruz. Özellikle endüstri toplumları, geri ülkelerden satın aldıkları hammaddeleri işleyerek mamullerini yüksek fiyatla, aynı topluma satarak geçinirler. Besin maddesi üretimine elverişli toprakları olmayan kalabalık endüstri topluluklarında yiyecek tedariki çok zaman bir ithal konusudur. Teknikte ileri ülkeler endüstri kesiminin, tarım kesimine nazaran gelir sağlama bakımından üstünlüğünü fark ettikten sonra, endüstriye yönelmişler ve gıda maddesi tedariki ile hammadde temini için geri ülkeleri bir çiftlik gibi kullanmış lardı. Daha sonra, savaşlar ve politik ilişkilerin düzensizliği dolayısıyla sıkıntılı duruma düşen endüstri ülkeleri, hayati önemi olan besin maddelerini garanti altına alabilmek için yeni yöntemler araştırdılar, mevcut imkânlarını kullanarak sıkışık hallerde beslenmelerini sağlayacak miktarda yiyecek üretimini sağlamayı denediler. Tarım usullerinin modernleştirilmesi ve bir birim toprak ile bir baş hayvandan daha çok verim sağlanması istikametinde yapılan teknik tarım çalışmaları başarıya ulaştıktan sonra, endüstride ileri olan ülkelerin çoğunun kendilerine yetecek miktarda yiyecek maddesi üretebildikleri ve hatta üretilen maddelerden bir kısmı artık madde haline geldiği için ihracının gerektiği görüldü. Bir kısım maceraperest Avrupalının gidip yerleştikleri Amerika kıtası, hem endüstrinin ve hem de tarımsal üretimin ağır bastığı zengin bir ülke haline gelince, milletlerarası ilişkiler daha da zorlaştı ve önemli me selelerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Besin ve hammadde üreten geri ülkeler artık tarımsal ürünlerini satamıyor ve tarımsal ürünlerini satamadıkları için, endüstri ülkelerinin mamullerini satın alacak maddi güce de sahip bulunmuyorlardı. Büyük mücadelelerin başlamasına ve savaşlarda milyonlarca insanın birbirini öldürmesine sebep olan bu dengesizlik, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün Dünya'yı saran açlığa ortam hazırlamış eskiden yiyecek ve hammadde ihraç eden ülkelerin pek çoğu gıda maddesi ithal eden ülkeler haline getirilerek, Amerikan üretim artıkları için pazar gibi kullanılmak istenilmiştir. Amerika ve aynı paralelde çalışan bazı yeni sömürgeciler, bu yanlış ve tehlikeli tutumlarını terk edecek değillerdir. Son derece bencil ve tehlikeli bir Dünya görüşünün sahibi olan Anglo Sakson topluluğu yüzyıllardır başka toplumları ezerek ve sömürerek varlığını koruduğu için, bu davranış onlarda alışkanlık haline gelmiştir.
Cadı Kazanı
Uyguladıkları yaşama düzeni dolayısıyla ihtiyaçları hayli yüksek olan bu mutlu insan toplulukları, mevcut düzeni sürdürmek için kendilerinden olmayanların kitle halinde ölmelerine veya öldürülmele rine razı olacak kadar egoisttirler. Üretimde ve savaşta, başarıyı sağlama bakımından önemli faktörler olduğu bilinen, teknik, serma ye ve üretim araçları ellerinde olduğu için Dünya'nın geleceğini tayin gücüne de sahip bulunan bu insafsız insanlar, günlerde çoğunluğu teşkil eden aç ve yoksul hem cinslerine karşı hunharca davranıyorlar. Çağımızın egemen topluluklarını yöneten kişiler, esirlerini kamçılayarak onlara ehramları inşa ettiren Firavunlardan çok daha gaddar ve çok daha bencildirler. Bu davranışa karşı bir tepki düzeni olarak ortaya çıkan halk idarelerinin ve sosyalist yöntemin de, peyki haline getirdiği topluluklarda başka türlü davranmadığını görüyoruz. Rusya'nın Çekoslovakya ve Macaristan'da giriştiği eylemler bunu açık bir şekilde göstermektedir. Artık bir Cadı Kazanı haline gelmiş olan Dünya'da rejimler ve sistemlerden çok insan ruhunun bencil yanı, içgüdüleri, korkuları ve evhamları iş görmekte, güçlü olan zayıfı eskiye nazaran çok daha korkunç bir şekilde ezmektedir. Bir grup insanın, çoğunluğu kahrederek gerçekleştirdiği mutlu yaşama düzeni, hakkaniyete, bilime, mantığa ve iyi niyete uymadığı için, zaman içinde nasıl olsa çökecek ve sömürülen masum insanlar, kendilerini kahredenlerden hesap sorma imkânını bulacaklardır. Fakat bunun kendi kendine olmasını bekleyemeyiz. Mutsuz toplumlar ilişki kurdukları ileri toplumların kendilerini nasıl istismar ettiklerini ve içgüdüleri ile evham ve korkularına tutsak olan marazi bir azınlığın zevk ve sefaları için, masum insanları nasıl aç bıraktıklarını en kısa zamanda öğrenmeleri ve bu sömürüye karşı tedbirler araştırmaları gerekmektedir. Kötülüğün daha uzun süre payidar olmasını engelleyecek ve bir Cadı Kazanı haline getirilmiş olan Dünya'mızı mutlu bir yaşama düzenine kavuşturacak olan bilinçlenme hızlanmalı ve genişlemelidir. XX nci yüzyılın ikinci yarısında başarı ile uygulanan bir politikaya göre, herkes yaptığının ve inandığının tersini söyleyerek çıkarını bu yoldan korumaya çalışmaktadır. Türk halkı arasında çok kullanılan bir örnekte belirtildiği gibi, fahişeler; namuslu olmanın yararından çok söz ederler. Tıpkı bunun gibi hırsız olanlar, çalmamaktan, vatan haini olanlar vatanseverlikten, milletini satan lar, milliyetperverlikten söz ederek öz çıkarlarını korumaya ve karınlarını doyurmaya çalışıyorlar. Savaşları körükleyenler, barışı korumak istediklerini ve masum toplumlara en modern öldürücü silahlarla saldırıp, insanların kafalarını koparanlar, fakir fukaranın evlerini yakanlar, uygarlığa hizmet ettiklerini iddia ediyorlar. Konferans salonlarında söylenen, kitaplara yazılanlarla, uygulamalar karşılaştırılınca, fertler gibi toplumların da bu kötü usulü benimsediklerini ve yalan söyleyerek yaşadıklarını görüyoruz. Dünyamızı bir Cadı Kazanı haline getiren bu tutum, insanların lokmalarını ağzından kaparak, mide lerine indirenlerin açlıkla mücadele ettiklerini söylemelerine de elverişlidir. Bundan dolayı, üretim artıkları ile yoksul milletleri beslemek ve onların ilkokul çağındaki çocuklarına, annelerle babalarının sağlayamadıkları sütü sağlamak gibi faziletli davranışlar içinde bulunanların amaçlarının ne olduğunu keşfetmek lazımdır.
35
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
36
Geri ülkeler bunu birdenbire fark edecek bir ortamda değildirler. Çünkü yeni sömürgeciler el attık ları toplumu daha önce incelemekte, onun neyi bildiğini ve neyi bilmediğini iyice araştırarak projelerini uygulamaya başlamaktadır. Çok zaman geri toplum bilinçlenip meseleyi anladığı zaman, sömürgeci o ülkenin bütün kaynaklarını ve hatta yönetimini, bizzat yahut kendine yakın kişiler aracılığı ile ele geçirmiş ve onu kendini kurtaramaz bir duruma iteklemiş bulunur. Biz sosyalist bloğa hâkim olan Rusya'nın bu amaçla ne yaptığını ve nasıl hareket ettiğini bilemiyoruz. Bütün bildiklerimiz sansür süzgeçlerinden sızabildiği kadarı ile gazetelerden okuduklarımızdan ibarettir. Ancak son 20 yıl içinde sıkı ilişkiler kurduğumuz ve yurdumuzda da bazı uygulamalarına şahit olduğu kapitalist bloğun baş sömürgecisi A.B.D. nin yoksul ülkeleri, daha yoksul bir hale getirmek ve güle oynaya açlığın kucağına atmak için kullandığı metotlar bir yönüyle malumumuzdur. A.B.D. açlık ve yoksulluk ile cehaleti Dünya yüzünden kaldırmak için kolları sıvamış bütün güçleri ile çalışan idealistler gibi göründükleri halde, aslında bütün bu ters gelişmelerin gerçek yaratıcılarıdırlar. Amerika ile temasa gelen ve onlarla ilişki kuran herhangi bir ülkenin açlıktan kendini kurtardığı bugüne kadar görülmediği gibi, bu topluma elini kaptıranın kolunu ve daha sonra gövdesini yeni sömürgeciliğin ezici çarkının içinde hissedeceğini gösteren sayısız örnekler vardır. Daha önce belirtilen gerçeğe aykırı tutum içinde, düşman olduğu toplumlara dost gibi görünerek yaklaşan ABD idarecileri, açlık yaratmak istedikleri bölgelere önce üretim artıklarını parasız, daha sonra mahalli para karşılığı ve ucuz fiyatla yollamakta, bu suretle mahalli üretim olanağını yok ederek bu ülkeyi kendisine muhtaç duruma düşürmektedir. Gıda yardımlarının yapıldığı süre içinde, yan çıkarlar ile kendine yakın olan zayıf iradeli kişileri zengin eden ABD daha sonra bu insanları kendi toplumuna karşı bir komprador gurubu olarak kul lanmakta ve bıçak kemiğe dayanınca, o ülkeye satacağı gıda maddesi için peşin para ve dolar talep ederek, nesi var nesi yoksa kendi kasalarına aktarabilmektedir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşın bitmesine sevinenlerin ellerini böğründe bırakan bu Amerikan davranışı, bugün Dünya'nın birçok yerle rinde milyonlarca insanın açlık yüzünden ölmelerine ve ölümlerinden beş dakika öncesine kadar Ame rikan çıkarları için çalışmalarına sebep olmaktadır. Demokrasinin, insan haklarının, fazilet ve dürüstlü ğün vatanı olduğunu iddia ve bunu New York limanına diktiği hürriyet heykeli ile Dünya'ya ilan eden dostumuz maalesef tamamen ters bir tutum içindedir. Son günlerde Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO), Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Teşkilatı (UNICEF), Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) gibi teşekkülleri de araç gibi kullanarak geliştirilen Dünya Açlıkla Mücadele Kampanyası (FFHC) aslında, Dünyanın geri ülkelerini aç bırakmak için girişilmiş ve Amerika’nın çıkarlarına dönük bir oyundan ibarettir. Koordinatörlüğünü bir Amerikalı’nın yaptığı bu kampanya, yüzeyde parlak sözler ve açlığı yok edeceği zannedilen davranışlarla süslenmiştir. Fakat zaman geçtikçe ve tecrübelerimiz art tıkça, oynanan oyunun ardında yatan gerçeği daha iyi görebiliyor ve bunun ters etkilerini sofralarımız da lokmalarımızın eksilişinden, somunlar küçülürken ekmek fiyatlarının artışından ve halkımızın ben zinin soluşundan anlıyoruz. Amerikan emperyalizmi çok yönlü çalışmaları ile sağlıklı olanları besinleri ve yatağa düşenleri de ilaçları üzerinden sömürmekte ve ana rahmine düştüğü günden, ruhunu Tanrı'ya teslim edeceği güne kadar, açlık, sefalet, cehalet ve yoksullukla karşı karşıya bırakmaktadır.
Cadı Kazanı
Açlık korkusunu istismar ederek, bir yönüyle bu korkuyu bir sömürme aracı haline getirmek suretiyle, hem kendi toplumunu ve hem de açlığın içinde yaşayan toplumları paniğe düşürüp sermaye çevrelerine yeni çıkarlar hazırlama davranışı içinde olan ABD yöneticileri ile onların geri ülkelerdeki ortakları, aslında kendi çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünemeyecek kadar yozlaşmış bir Dünya görüşünün temsilcisidirler. Boğazına kadar tok insanların kaygısız bir hayat yaşadıkları Amerika'da, dergiler; geri ülkelerde açlıktan avurdu çökmüş ve derisi ile kemiği birbirine karışmış insanların re simlerini yayınlayarak ve aç ülkelerde ise yardım teraneleri ile açlığa karşı savaş ortamı hazırlamakta ve bu ortamda kardeşi kardeşe vurdurarak çatıştırmak suretiyle, kendi çıkarlarını korumaktadır. Bu maksatla insanı hayrete düşürecek kadar girift ve anlaşılması güç oyunlar sahneye konur. Bilim adam ları, Devlet adamları birer araç gibi kullanılarak klişe haline gelmiş ve amacın tam aksini yansıtan sözlerle ortaya konan açlığa karşı savaş hikâyesi, yoksul insanları daha yoksul ve Amerika'ya muhtaç insan sürüleri haline getirmektedir. Bunu anlamak için bu klişe söylevlerden birini ele almak ve eleştirmek yerinde olacaktır. Tok ve tok olduktan başka aç ülkelere üretim artığı yiyecek maddesi satabilen Birleşik Amerika Tarım Bakanı her fırsatı değerlendirerek açlıktan ve hem kendi halkının hem de Dünya milletlerinin beslenmesinden söz eder. 29 Mayıs 1968 günü, Chicago Dış Münasebetler Konseyi'nin, Chicago, Sheraton - Blackstone otelinde verdiği bir öğle yemeği sırasında karnını tıka basa doyurma olanağı olan Amerikan Tarım Bakanı Orville L. Freeman enteresan bir konuşma yapmış ve bu konuşmanın Türkçeleştirilmiş ve çoğaltılmış bir kopyası birkaç ay sonra Türkiye Tarım Bakanlığı’xxxxxnda eski bir milletvekili tarafından yüksek rütbeli memurlarına dağıtılmıştır. Bizim de elimize geçen Türkçe metinden, önemli pasajları buraya aynen aktarıyoruz: (**) Geçen gün bir akşam yemeği ziyafetinde, yanımda oturan bayan yere bir şey düşürünce, toplamak üzere eğildiğinde, ev sahibimiz şöyle bir söz sarfetti. «Aldırmayınız, sadece bir ekmek parçası.» Üç sene önce, mecmuanın birinde rastladığım bir yazı da aynı ibare ile kapanmaktaydı: «Sadece bir ekmek parçası» Bu kelimeler dikkate şayandır. Zira tam o sıralarda Dünya, gitgide ciddileşmekte olan bir gıda maddesi sıkıntısı ile karşı karşıya bulunuyordu. Öyle bir buhran ki, birçok kimseler, gelecek yıllarda insanlığın geniş mikyasta bir açlık tehlikesine maruz kalacağını söylemekte, birçokları da böyle bir kıtlığı önlemek için elden ne gelirse, şimdiden yapılması hususu üzerinde durmaktaydılar . Yemekteki konuşmasına böylece başlayan ABDTarım Bakanı Orville L. Freeman sözlerine şöylece devam etmiştir: (**) Beş sene gibi bir müddetle en büyük endişem, Amerika çiftçisinin boynunda demirden bir halka teşkil eden, ürün fazlası - özellikle hububat fazlası – problemine ne gibi bir çare ve çözüm yolu bulabileceğim hususu olmuştu. Amerika'da yaşayan bizler için bir dilim ekmek bir penny'den de ucuz olduğundan, pek büyük bir değer taşımıyordu. Şu kadar var ki, Dünya'nın diğer yerlerindeki milyonlarca insan için, bir somun ekmek, - ya da bunun pirinç olarak muadilini - bulabilmek başlıca bir meşgale haline gelmiş bulunuyordu. Bunun, beşeri ilerleme bakımından, ne gibi bir anlamı, ne gibi bir değeri olacaktı?
37
38
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Dünya'ya hakim olan gerginliği gidermek bakımından ne gibi bir yararı, Dünya barışı üzerinde ne çeşit bir etkisi olacaktı? (**) Dünya barışı... Yukarıdaki bahsettiğim makaleyi ben üç sene önce okudum. Hakikatte barış kelimesi ile neyi kastediyoruz. Savaş halinin yokluğu… Bu olumsuz bir durumu mu temsil etmektedir? Şayet böyle kabul edersek, barış durumunu daima çok nazik, herhangi bir baskı altında bozulmaya mütemayil bir vaziyet olarak kabul etmek gerekecektir. Birleşmiş Milletlerin Güvenlik Konseyinde ifade edilen barış mefhumu budur. Amacı barışı idame ettirmek, hedefi değişik Devletler arasında ortaya çıkacak davalara birer hal çaresi bulmak ve böylece savaş patlak vermesine mani olmak; Benim için barış kelimesi yukarıdaki mefhumdan çok daha fazla şeyler ifade etmektedir. Barış durumu, aynı zamanda, gelişen dinamik bir durum olmalıdır. Menfi ve gelişmeyen bir barış halinin bünyesinde... Fakirlik, Açlık, Adaletsizlik ve baskı gibi... eninde sonunda bu durumu imha edecek olan birçok iltihaplı yaralar mevcuttur. Ancak ümit dediğimiz şeyi canlı tutmak suretiyle ve Dünya'nın her tarafındaki insanların daha üstün hayat şartları için besledikleri hayalleri tahakkuk ettirmek üzere tedbir almak suretiyle, bozulabilir bir barış yerine sağlam bir barış sağlayabiliriz. Görüldüğü gibi Yeni Sömürgeciliğin güçlü temsilcisi olarak tanıdığımız Birleşik Amerika'nın Tarım Bakanı, Chicago'da bir ziyafet sofrasında içkisini yudumlayıp, havyarını yerken pek rahat değildir. Amerika'da tahıl stokları Devletin başına dert olurken, Dünya'nın başka yerlerinde yüz milyonlarca insanın bir lokma ekmeğin özlemini çektiğini ve aç olmanın kızgınlığını duyduğunu bilmekte ve bundan korkmaktadır. Fakat bazıları bunu bilmez ve bilmedikleri için korkmazlar. Onlar için karınlarının şişmesi ve tok olmanın hazının duyulması mutlu ve korkusuz olmak için yeterlidir. Geri ülkelerde Ta rım Bakanlığı görevini üzerine almış ve sorumluluk altına girmiş bulunan bazı kimselerin bu korkuyu hiçbir zaman duymadıklarını daha sonra kanıtları ile açıklayacağız. Bir grup geri ülke bu durumda iken Hindistan gibi açlığın yüzyıllardır yuvarlandığı ülkelerin aydın idarecileri, Amerikan Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ı da etkileyebilen olumlu uyarmalarda bulunmaktadırlar. Hindistan'ın eski Cum hurbaşkanı Dr. Sarvepalli Radhakrishnan açlık konusunda şöyle konuşmuş ve Freeman söylevinde bu söze yer vermek lüzumunu duymuştur. Dr. Radhakrishnan'a göre: (**) Yokluk içinde bulunanlar, artık bugün kurulu nizamı “ümitsizlikten doğan bir cesaretle” ve ellerinde ölmeye razı olmaktan başka hiçbir silahları bulunmadan, yıkmaya hazır durumdadırlar...... 500 milyonluk bir topluma Cumhurbaşkanlığı yapmış ve isminin başında akademik titr bulunan bir insanın bu uyarması, gerçekten de zengin ve zenginliğini geri ülkelerin üzerinde uyguladığı sessiz savaş usullerinin ganimetlerine dayamış A.B.D. nin Tarım Bakanı'nı korkutacak kadar anlamlıdır. Çünkü hem bu sözü söyleyen ve hem de Chicago'nun lüks otellerinin birinde açlık üzerine nutuk çeken kişiler açlığın ne demek olduğunu ve yüz milyonlarca insanın aç olmasının barışı hangi yönde etkileyebileceğini bilmekte ve sonuçtan samimi olarak korkmaktadırlar. Tarım Bakanı Freeman eski Hindistan Cumhurbaşkanının uyarması hakkında şöyle konuşmaktadır. (**) Zaman bir hayli gecikmiş olmakla beraber, bu ibarenin taşıdığı manayı, gerek kendi milletimiz gerekse diğer memleketler halkının açısından anlamış bulunuyoruz.
Cadı Kazanı
Freeman'ın geç olarak anladığını bugün bile anlayamamış olan çok tarım bakanı vardır. Bunlar hem kendi halkları için ve hem de Dünya'nın diğer toplumları açısından bu anlayışsızlıkları ile alabildiğine zararlı olmakta, bu durumlarını sürdürmekte inatçı davranmaktadırlar. Bu korkusuz Tarım Bakanları ile hizmet ettikleri kabinelerin başbakanlıkları ne açlıktan ne de sorumluluktan korkmamakta ve bilinçsizliğin verdiği cesaretle açlığın üzerine üzerine gitmektedirler. Kendilerini iktidara getiren kad roların banka hesaplarını kabartma pahasına, ekmek somunlarının küçülmesine ve yiyecek fiyatlarının artmasına, kısacası çalışan grupların, köylülerin ve dar gelirli halk tabakalarının aç kalmasına göz yu mup, parlak nutuklar atarak açlığı önleyebileceklerine inanan bu kişiler, gittikçe artan açlık tehlikesinin çabuklaşmasına ve etkinleşmesine sebep oluyorlar. İktidara seçim meydanlarından gelen ve teknik bilgileri kıt olan bu insanlar, geri ülkeler yöneticilerine has bir davranış içinde her şeyi bildiklerini zannetmekte, örneğin Amerika Tarım Bakanı gibi, eski Hindistan Cumhurbaşkanının söylediklerini değerlendirmek şöyle dursun, kendi insanlarının uyarmalarına bile kulak asmamaktadırlar. Bu tutum onların suçlarını büyütmekte ve sorumlulukları artmaktadır. Bu sorumluluk yalnız kendi toplumlarına karşı değil, bütün Dünya insanlarına karşıdır. Çünkü bir ülkenin yiyecek üretim kaynaklarının atıl kalması, başka bir ülkede başka bir insanın aç kalmasına da sebep olabiliyor. Nitekim Freeman, kendi ülkesinde tarımsal üretimi, üretim fazlası stoklar meydana getirecek kadar artırabilmiş bir bakan olarak, geri ülkelerin sorumsuz tarım bakanları ile tutarsız yönetici kadrolarından şikâyet ediyor ve diyor ki: (**) İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, bir barış tedbiri olarak, zirai kalkınma hareketine yapılan milli katkıların pek düşük bir oranda olduğunu kayıtlarımız göstermektedir. Çok parlak bir buluşu ifade eden, başarılı iktisadi kalkınma programlarının uygulanmasına yol açan Marshall Planı, özellikle savaş sonucunda tahrip edilen gelişmiş memleket lerin, rehabilitasyonuna yöneltilmiş bulunuyordu. Kaybedilecek çok bir şeyleri olmayan memleketlerin ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş bir programı temsil etmemekteydi. Gıda ve Tarım konusu, gerek büyük kuvvetlerce ve gerekse gelişme halinde olan ülkelerce tamamen ihmal edilmiş durumdaydı. Kendi ülkemizde, Amerikan çiftçisinin olağanüstü üretim kapasitesi «kaliteli üretim fazlası» dediğimiz sonucu doğurmuş bulunuyordu. Bu üre tim fazlalarına Dünya pazarlarında bir mahreç bulmak yolunda sarfedilen çabalarımız ise, büyümekte olan Dünya gıda maddesi sıkıntısını ancak maskelemeye yaramıştı. Şu kadar var ki, bu arada bir takım sinyaller belirdi. 1950 sonlarında, bazı iktisatçılar, İkinci Dünya Savaşından itibaren, Dünya ticaretindeki hububat akımının değişik bir istikamet aldığına işaret ettiler. Gıda maddesi ihracatçısı olan Güneydoğu Asya ve Latin Amerika memleketleri, artık bu maddeleri ithal eden ülkeler haline gelmişlerdi. ABD Tarım Bakam Freeman görüldüğü gibi çok ustaca konuşmakta ve bir taraftan Güneydoğu Asya ve Latin Amerika ülkelerini tarım bakanlarını itham ederken, kendisinin planlı başarısını bir te sadüf gibi gösteren gayreti sarfetmektedir. Oysaki İkinci Dünya Savaşı’ndan askeri bir zafer sağlayarak çıkan Birleşik Amerika, klasik savaşı, sessiz savaş halinde sürdürmeye ve Amerikan emperyalizmini gerçekleştirmeye karar vermiş bulunuyordu. Bu savaşın bitiminden sonra, Dünya milletleri, yeknazarda insanca amaçlarla yapılmış gibi görünen dolaylı pazarlama taarruzlarına maruz kaldılar. 1950 - 1960 yılları arasında oynanan karışık oyunların sonuçlarını 1960 yılından sonra öğrenebildiler. Bundan sonradır ki, sevilen Amerika,
39
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
40
sevilmeyen ve nefret edilen bir toplum haline geldi. Aslında gıda maddesi ihracatçısı iken, ekmeklik buğdayını bile ithal etmeye mecbur kalan aç ülkeler arasında Türkiyemiz ve bazı Ortadoğu ülkeleri de vardır. Karnını iyi kötü doyurabilirken korkunç bir açlığın sınırına kadar getirilmiş olan Türk toplumu yeni yeni uyanmakta ve başına gelenlerin nedenlerini öğrenmeye çalışmaktadır. Henüz açlığın ne demek olduğunu - aslında aç olduğumuz halde - bilemediğimiz için, bizi kimlerin ve hangi metotlarla aç bıraktıklarını da bilemiyoruz. Bu bölümün sonunda açlığın bilimsel tarifi yapıldıktan sonra, bizi aç bırakanların kimler olduğunu ve hangi usullerle çalıştıklarını tanımlamak daha kolay olacaktır. Şimdilik Türkiye'nin özel sorunlarına girmeksizin ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ın anlatımına uyarak sorunu genellikle inceleyerek olursak, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika ülkelerinin savaştan önce gıda maddesi ihraç eden ülkeler olmalarına karşılık, savaştan sonra, yiyecek ithal etmeye başlamalarının baş sorumlusu Amerika Birleşik Devletleri ve onun izlediği emperyalist politikadır diyebiliriz. Orville L. Freeman'ın konuşmasında daha önce açıkladığı gibi, savaş sonu Birleşik Amerika'da üretkenliğin (prodüktivite) artması sonucu bilhassa boş kalori kaynaklarında (tahıl, yağ, şeker, mısır vb.) bir üretim fazlası ortaya çıkmış ve bunlar için pazar bulmak gerekmiştir. Amerikan çiftçisinin mallarını değerlendirmek ve üretimi ayakta tutmak için, Amerikan uzmanları Güneydoğu, Latin Amerika, Ortadoğu ve Afrika ülkelerine yardım misyonları halinde gönderilmiş ve onların tarım politikalarını inceleyerek, sabote etmek için planlar hazırlamışlardır. Tembelliğe, hazır yemeğe, çalışmadan kazanmaya eğilimi olan geri ülkelerin ağa ve komprador kadroları, Amerikalılar tarafından menfaat sağlanarak kandırılmış ve kendi toplumlarına karşıt bir tutum içine sokulmuşlardır. Bu ülkelere önce parasız ve daha sonra mahalli para karşılığı gönderilen üretim artığı tahıl, yağ, süttozu stokları, kısacası boş kalori kaynakları piyasada çok ucuza satılmış ve Amerika'dan yana aracılar zengin edilerek, bu ülkelerin üretim güçleri hırpalanmış veya yok edilmiştir. Bu ülkeler muhtaç hale gelip hazır yemeye alıştıktan sonra ise, Amerika daha önce parasız veya mahalli para karşılığı verdiği gıda maddeleri için dolar istemiş ve ülkelerin politikalarına ve iç işlerine bu yoldan müdahale ederek, kapitalist Amerikan İmparatorluğunu bu yoldan gerçekleştirmiştir. Bugün vaktiyle tahıl ihraç eden Türkiye, halkını doyurmak için Amerika'dan gelecek buğday yüklü gemileri gözlemeye mecbur durumda, Latin Amerika, Güneydoğu Asya, Ortadoğu ve Afrika aç ise, bunun baş sorumlusu elbette Amerika ve Amerika'nın bu ülkelerdeki komprador kadrolarıdır. Tabii olarak Orville L. Freeman'ın bütün bunları açık olarak söyleyecek şekilde gerçekçi davranmasını bekleyemeyiz. Fakat açlık korkusunun ne demek olduğunu iyi bilen ve aç insanların neler yapabileceğini isabetle tayin ve takdir gücüne sahip bir Amerikalı’nın kendini ve toplumunu bu ağır töhmetten kurtarmak ve savunmak için böyle konuşması gerekmektedir. Bu noktada Freeman ABD hatalarını kapalı şekilde ifade etmekten de kaçınmamış ve şöyle demiş tir. (**) Biz bu durumu, Amerika tarımcılığı için genişleyen bir pazar şeklinde kabul ederek, az gelişmiş ülkelere gıda maddesi sevketmeye devam ettik. Şu kadar var ki, bugünün açını doyururken, yarınlarını kâfi derecede düşünmüyorduk. Adeta kendi ürün fazlamızın cezbesine tutulmuş, dikkatimizi gelecekteki bilumum ülkelerin gıdasız kalmalarını temin edecek başlıca amil olarak Tarım ve Gıda üzerine teksif edeceğimiz yerde, günün gıda ihtiyacını karşılamak işi üzerine eğilmiş bulunuyorduk. Hâlbuki bu sırada açların teşkil ettiği saflar büyümekteydi. Bu konuşmayı açarken bahis konusu ettiğim tezat durumu, yani atıl kapasite ile dolu bir Dünya'daki açlık hali, evvela 1961 yılı yaz aylarında, Tarım Bakanlığı’na getirilmemin hemen akabinde yaptığım Dünya turu sırasında gözüme şiddetle çarptı.
Cadı Kazanı
Politikacı, Dünya'nın her yerinde politikacıdır. Freeman bugün bütün Dünya'yı korkutmakta olan açlığın yaygın bir hal almasında ABD’nin çıkarcı ve bencil tutumunun rolü olduğunu kabul etmekte, fakat bunda kendisinin suçu olmadığını ortaya koymak için iş başına geldiği 1961 yılında Dünya'da açlığın yaygın bir hal aldığını müşahede ettiğini de söylemektedir. İşin bu hale gelmesinde Freeman'ın veya ondan önceki bakanla, yönetimin suçlu olması sonucu değiştirmez. Bilinen şey, üretim fazlalarına pazar bulma cezbesine kapılmış olan Amerika'nın, biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, bu gıda maddelerini sessiz savaşın bir silahı gibi kullanarak, geri ülkelerin üretim olanağını sabote etmiş ve onları kendine muhtaç duruma sokmuş olduğudur. Bu ülkelerde şimdi açlık meyvelerini vermeye başlamış, ahlaksızlık, iç karışıklıklar ve istikrarsızlık, ekseriya Amerika'ya karşı bir politika ortama hâkim olmuştur. Açların nefreti, karnı tok olanların uykusunu kaçırmakta, Chicago otellerinde yemek yerken lokmalar boğazlarında düğümlendiği için böyle konuşmaktadırlar. Orville L. Freeman'ın iş başına getirildiği 1961 yılı sıralarında üretim fazlalarına pazar hazırlayayım derken büyük insan gruplarını açlığa mahkum etmiş olan Amerika Birleşik Devletleri sorumluluğunun bilincine varmaya başlamış ve bir dev gibi gelişen Dünya açlığının, bir gün kendi mutluluğunu da tehdidi altına alacağını öğrenmişti. İhtiyaç fazlalarının ihraç edildiği ülkeler, her yıl artan miktarda ta lepte bulunuyor ve bunu karşılamak Amerika için bir problem olmaya başlıyordu. Freeman bu safhayı konuşmasında şöylece anlatıyor : (**) Vardığım sonuç şu oldu: Açlığa karşı etkili bir savaş açmadan önce, ne gibi meselelere çözüm yolu bulmak durumunda olduğumuzu tayin etmek lazımdı. Tarım Bakanlığı da kolları sıvayarak, Dünya Gıda Maddesi ihtiyacını; bu ihtiyacın ne şekilde ölçülebileceğini, bu münasebetin neler vaat ettiğini, yardım gören ülkelerin kendi kendine kalkınma yolunda ne gibi tedbirler almakta olduklarını, açlık tehlikesini kökünden kazımak için hangi çeşit programların daha müessir olacaklarını tespite çalıştık. Bunlar ve bunlara benzer sorular, acilen cevaplandırılmak isteniyordu. Etütlerimiz sonucunda, bir Dünya Gıda Maddeleri Bütçesi tanzim ettik. Bu bütçe, cari Dünya gıda maddeleri durumunun detaylı bir özetiyle, atide karşılanması lazım gelecek olan gıda ihtiyacının bir tahminini kapsamaktaydı. Elimizde nihayet karşılaştığımız problemin şümulünü realist bir şekilde yansıtan bir tablo vardı. İncelemeler sırasında davanın azameti daha belirli ve daha da dehşet verici bir şekilde ortaya çıkmıştı. Dünya nüfusunun üçte ikisinin ortalama milli gıda rejimleri; yeterli bir beslenmeyi sağlayacak vaziyette değildi. Bu yetersiz beslenme alanları, Japonya ve İsrail hariç, bütün Asya, kitlesini; güney ucu hariç bütün Afrika kitlesini; Güney Amerika'nın Kuzey kısmını, orta Amerika'nın hemen bütün eyaletlerini ve Karaipleri kapsamaktaydı. Üstelik en hızlı nüfus artışı da bu yetersiz beslenme sahalarında vaki oluyordu. İşte böylece Birleşik Amerika, üretim fazlalarını ihraç ederek bir pazar gibi kullanmakta ve sağladığı gelirle, iç işlerine ve yaşantılarına müdahale ederek bir sömürge gibi kullanmak istediği geri ülkeler de geliştirdiği açlığın, hızlı inkişafı karşısında dehşete düşmüş ve önceden pek tahmin edemediği nüfus artışı, aç insanların hızla çoğalmasına ve açlık ortamında güç kazanan tehlikeli görüşlerin Dünya'ya yayılmasına sebep olmuştur. Kendi eliyle besleyip büyüttüğü yoksulluk, sefalet, cehalet ve açlık bu noktada Amerika için önemli bir tehlike haline geldiği için Dünya'nın dört tarafında asker, uzman ve casus bulundurarak, Dünya jan-
41
42
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
darmalığını yapan toplum, bir de açlıkla savaşmaya mecbur kalmış bir kayınpeder psikozu içine girerek diğer toplumların yiyecek ihtiyaçlarını hesaplamaya ve bu ihtiyaçların nasıl karşılanabileceğini düşünmeye başlamıştır. Kayınpeder bu ihtiyacı karşılarken, üretimin hızla artmasına rağmen kendi takatinin buna yetmeyeceğini anladığı için 1961 den sonra, geri ülkelerin çoğalmalarına da karışmaya başlamış ve elini yoksul insanların yorganı altına sokarak, yapacakları çocuk sayısını kontrol altına almayı denemiştir. Aç ve yoksul toplumlara kalkınmanın bir gereği gibi gösterilmeye çalışan ve Amerika'nın çeşitli vakıflarının para yardımları ile gerçekleştirilen doğum kontrolü, aslında geri toplumların köklerini kazımak ve hiç değilse Amerika'ya elini açmış ümitsizlik içinde bekleyen, aç ve tembel insan sayısını azaltmak için girişilmiş bir imha programıdır. Amerika bu suretle Dünya görüşü kendine benzemeyen, ırkları, dinleri ve derilerinin rengi farklı insanları yok etmek ve onların toprakları ile kaynaklarını ele geçirerek kendi insanlarının karnını doyurmak istemektedir. Pek insancıl ve masum açıklamalar yapan ABD Tarım Bakanı Freeman, aç ülkelere gıda yardımı yaparken boş kalori kaynaklarını ve yenmeyecek hale gelmiş üretim artıklarını geri ülkelere yollayarak paraya tahvil etmeye bilhassa dikkat eder. Et, süt, yumurta, balık, soya küspesi gibi değerli protein kaynakları Birleşik Amerika'da alıkonurken, tahıl, yağ gibi boş kalori kaynakları, yoksul ve ne bulursa onunla yetinmeye amade, geri ülkelere yollanmakta ve bu ülkelerde politik güç veya paraya çevrilmektedir. İlkokul çağında geri ülke çocuklarının akıllarını çelmek ve onları kendi ana ve babalarından soğuta rak, A.B.D. ne bir süt bağı kurmak suretiyle bağlamak için kullanılan ve bir Kilise teşkilatı tarafından dağıtılan yavan süt tozlarının Türkiye'de yüzlerce ilkokul çocuğunu zehirleyecek kadar bayat ve kalitesiz olduğu, işçilerimizin et konservelerinden zehirlendikleri ve çocuklara verilen unların kurtlanmış olduğu hatırlardadır. Tarım Bakanı Freeman Chicago'da yaptığı konuşmada vicdanlı bir kayınpeder havasını korumaya bilhassa dikkat ederken, bu gerçeklerin geri ülkelerde bilindiğini hatırlayamamakta, bu noktada bir daha yanılmaktadır. Amerika'nın yiyecek yardımı yaptığı ülkelerin kalkınacak yerde geriledikleri ve zamanla kendi kaynaklarını kullanamaz hale geldikleri için aç kaldıkları dikkati çekmekteydi. Freeman'ın da belirttiği gibi bu ülkelerde nüfus hızla artmaya başlamış ve açlıktan ölen insanların yerini doldurup toplumu korumak için seksüel güç kuvvetlenmiş zekâ ve hayatiyet zayıflarken insan kalabalığının artması Amerika'yı biraz daha korkutmuştu. Amerika açlığa mahkûm ederek yok etmek istediği toplumların daha kalabalık toplumlar halinde karşısına çıktığına ve gıda maddesi yardımı yaptığı ülkelerde ilk zamanlar Amerika lehine beliren duyguların, bir nefrete dönüştüğüne şahit oluyordu. Aç kalabalıklarla karşı karşıya kalan tok bir insanın veya toplumun akıbeti ekseriya aç kalanların akıbetinden çok daha kötü olabileceği için Dünya jandarması telaşa kapıldı ve Freeman'ın da belirttiği gibi Dünya gıda ihtiyacını hesaplama, bunu nasıl karşılayacağını düşünmeye başladı. Bu hesaplamalar sonunda da gene Amerikan çıkarını ön plana alan bazı oyunlar düzenlendi ve aç ülkeler üzerinde maharetle uygulandı. Freeman işin bu kısmını şöyle anlatıyor: (**) Bu memleketlerde gıda maddesi üretimi nüfus artışına ayak uyduramaz hale gelmiş ve gelecek için de vaatkar emareler mevcut değildi. Dünya gıda maddeleri durumunun bozulmakta olduğu açıkça belirlenmiştir. Örneğin Hindistan 1960 yılında Amerika Birleşik Devletleri ile P. L. 480 adlı kanunun 1. nci kısmı hükümlerine göre bir anlaşma akdetmiş bulunuyordu. Bu anlaşmaya göre, dört sene süreyle Amerika Hindistan'a yılda 16 milyon ton buğday sevkedecekti. Yani Hindistan devlet adamları, gıda maddesi açığının uzun süre devam edeceği ve bu gıda maddelerini mutad ticari kanallardan temin edemeyeceklerini kabul etmiş bulunuyorlardı.
Cadı Kazanı
İşte bu acıklı sonuç, Birleşik Amerika'nın Hindistan'da daha önce pazar hazırlamak için giriştiği iyi niyete dayalı olmayan çabaların sonucudur. Amerika'dan yiyecek ithaline başlamadan önce Hintliler kendi kaynaklarından sağladıkları yiyecekle yetinmekte ve yağları ile kavrulmaktaydılar. Fakat Ameri ka Hindistan'a el atıp mahalli kaynakları kendine pazar hazırlamak amacı ile kurutmaya başlayınca Hint hükümeti idarecileri, Amerika'ya boyun eğmek ve el açmaktan başka çare kalmadığını anlamışlar bu suretle Amerika'nın hegemonyasını da kabul etmişlerdir. Kaz gelmeyen yer tavuk hediye etmez Dünya görüşünü uyarlı bulmayan Amerikalılar, Hint halkına tahıl yağ gibi boş kalori kaynaklarını bazen parasız ve bazen de mahalli para karşılığı verirken çeşitli art niyetler besliyordu. Bunlar şöylece sıralanabilir. 1. Hindistan’ın ve özellikle hükümet adamlarının Amerika'ya midesinden bağlanmasını sağlayarak sola kaymasını engellemek. 2. Bu kalabalık toplumu dengesiz bir düzende boş kalori kaynakları ile besleyerek entellektüel gücü kırmak, hastalıkları artırarak çocuk ölümünü yüksek tutarak hem üretimi ve hem de savunma gücünü kırarken, bir taraftan da ilaç endüstrisi için bir pazar hazırlamak. 3. Amerikan üretim artıkları için sürekli bir pazar olarak kullanmak. Şu günlerde evdeki pazarın çarşıya pek uymadığı görülmektedir. Açlık bu ülkede nüfus artışını kam çılamış, önceleri sağlam bir şekilde tesis edildiği zannedilen Amerikan hegemonyası sarsılmaya ve bu topluma karşı duyulan sevgi nefrete dönüşmeye başlamıştır. Durum Türkiye'de de aynen Hindistan'da olduğu gibi cereyan etmiştir. İçinde bulundukları koşullar bakımından Hindistan ile Türkiye arasında büyük benzerlikler olduğunu fark eden Amerikalı yöneticiler bizim toplumumuz üzerinde de Hindistan’da uyguladıkları sessiz savaş formüllerini aynen uygulamışlardır. Freeman Hindistan'dan sonra Türkiye'den ve Türkiye'deki durumdan şu şekilde söz ediyor: (**) 1950 yılının başlangıcında ise Türkiye, Marshall Planı yardımı ile hem kendi halkını doyurabilecek miktarda buğday yetiştirebiliyor ve hem de Avrupa'ya buğday ihraç edebiliyordu. Ancak 1957 yılına gelince, Türkiye P. L-480 mevzuatı gereğince ABD’den buğday ithal etmekle kalmayıp bu ithalat her sene artış kaydederek devam edegeldi. Türkiye ve Hindistan'daki gelişmeler, Amerikan yiyecek yardımlarının bir ülkeyi ne hale getirdiğinin en güzel örnekleridir. Bu insanların el attıkları ülkelerde, bir avuç mutlu azınlık semirip kasalarındaki para miktarını alabildiğine artırırken, çoğunluk açlığın kucağına düşmekte ve Amerika'ya yakın komprador sınıfının baskısı altında zorla Amerika'yı sevmeye zorlanmaktadır. Amerika, kendini ve tutumunu beğenmeyenleri ve sevmeyenleri aç kalmakla tehdit ederek yola getirmeyi en iyi çare olarak bildiğinden, geri ülkenin duygusal insanı, yardım ismi altına gizlenmiş olan iğrenç gerçekleri öğrenince Amerikan Emperyalizminin çalışma tarzını ve kendini aç bırakan nedenleri anlayınca; hem Amerika'dan ve hem de onun uşağı haline gelmiş ve Amerika'ya çıkarları ile bağlanmış kendi yöneticilerinden tiksinmekte, bu duygu aç ülkelerde pek çok sol gelişmeye sebep olmaktadır. Karnı tok, işi tıkırında olan Birleşik Amerika'yı korkutan da budur. Açlık ve açlığı, geri ülke insanını baskı altına almak için bir silah gibi kullanmak isteyenlerin kötü ihtirasları, kapitalist ülkeler ve yeni sömürgecilerin uygulayıcıları için tehlikeli bir hal almıştır. Bu tehlikeyi önlemek ve etkisiz hale getirmek kolay olmayacaktır.
43
44
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Freeman Türkiye'nin 1950 yılı öncesinde buğday ihraç eden bir ülke olduğunu bilmekte ve söy lemektedir. Fakat bu ihracatın Marshall planı sayesinde mümkün olduğunu ifade etmek bir Devlet ada mına yakıştırılamayacak, gerçek dışı bir davranıştır. Türk halkı Marshall Planı'nın henüz uygulanma dığı tarihlerde, Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış olmasına rağmen de kendi gücüyle buğday ihraç edebiliyordu. Toplumda büyük yıkıntılara sebep olan Kurtuluş Savaşı’nı izleyen birkaç yıl istisna edilecek olursa, Atatürk yönetiminde ve Amerika ile alışverişi olmayan mutlu Türkiye'nin, kendi kendine yeterli olduğunu ve başka ülkelere buğday satabildiğini görüyoruz. Türkiye'nin 1930 - 1937 Yılları Arasında Buğday İhracından Sağladığı Gelir (TL. olarak) Yıllar 1930
Buğday İhracından Sağladığı Gelir 557.000
1931
856.000
1932
1.558.000
1933
1.095.000
1934
4.081.000
1935
2.831.000
1936
1.927.000
1937
7.885.000
Ankara'da Buğday – Un - Ekmek İşleri, Ekonomik Ankara 1, Ankara Belediyesi, İktisat İşleri Direktörlüğü, 1968 ve Koçtürk, Osman N., İşçinin Beslenmesi ve Milli Prodüktivite, 1968 Ankara'dan alınmıştır.
O tarihlerde Türk Lirası'nın değeri hayli yüksek olduğu için buğday ihracatından sağlanan gelir, bütçemizde önemli bir yer tutmaktaydı. Atatürk'ün vefatı ve İkinci Dünya Savaşı'nın başlaması ile Türkiye, üretimde çalışan insanlarının önemli bir kısmını silah altına almaya mecbur kalmış ve durum değişmiştir. Savaş sonrası yeni sömürgeciliğin sistemli saldırılarına mukavemet edemeyecek kadar bilinçsiz ve zayıf olan idarecilerimiz ise, önce Marshall Planı ve daha sonra P. L-480 uygulamalarını kabul ederek, Türk halkını açlığın ve Amerika'nın kucağına atmışlardır. Türkiye'ye gerçek açlık Amerikan Dostluğu ile birlikte girmiştir. 1953–1962 yılları arasında Türkiye hem buğday ihraç etmiş ve hem de Amerika'dan geniş çapta buğday ve yağ ithalatına başlamıştır. O tarihlerde Türkiye'yi yönetenlere, Amerika'dan mahalli para karşılığı buğday satın alarak, kendi buğdaylarımızı döviz karşılığı ihraç etmek, siyasi dehalarının bir gereği olarak görünüyor ve para basarak Amerika'ya ödeme yapanlar, buğday satarak sağladıkları dövizi hovardaca kullanıyorlardı. Nurlu ufuklar vaadi ile Türk milletinin alabildiğine kandırıldığı ve açlıkla Amerika'nın kucağına iteklendiği bu devir 1960 yılına kadar devam etmiştir. 1960 ihtilali bu devrin suçlularını mahkûm et miş, fakat sebep olduğu yıkıntıları tamir edememiştir. Bugün de henüz kendimizi kurtaramamış ve Amerika'ya lüzumundan fazla yakın bir yönetim altında koşulların daha kötüye gitmesine razı olmak durumuna gelmiş bulunuyoruz. Amerikalı dostlarımız bizim buna açıkgözce davranışlarımıza önce göz yumdular, Türkiye'ye Türk Lirası karşılığı sattıkları buğday ve yağ gibi üretim artıklarının karşılıklarını Merkez Bankası'na yatı rarak bu paralarla Türkiye'deki sermayelerini güçlendirdiler, yerli ortakları ile müşterek hareketlere giriştiler ve adam satın aldılar. Göstermelik bazı bağışlarda bulunarak, kamuoyunu yanılttılar ve bize dost
Cadı Kazanı
oldukları fikrini yerleştirmeye çalıştılar. 1950-1960 arasında yenilen hurmalar bugün bizi tırmalamakta ve ekonomimiz yabancıların kontrolü altına girmiş bulunmaktadır, Buğdayı ithal ve ihraç ederken aldıkları komisyonlarla zengin olanlar, bir ağa ve komprador örgütü olarak Türkiye'de Amerika’dan yana bir yönetimin bekçiliğini yapmakta, Amerikan çıkarlarına karşı olanları suçlayarak çeşitli baskılara ve iftiralara maruz bırakmaktadırlar. Freeman, Chicago'da yaptığı konuşmada bunlara hiç değinmemekte ve sadece Türkiye'nin de bir zamanlar buğday ihraç ederken, tıpkı Hindistan'da olduğu gibi artan miktarda buğday ithal eden bir ülke haline geldiğini söylemekle yetinmektedir. Bu sonuçta Türk halkının hiçbir suçu yoktur. İşi bu hale getirenler maksatlı hareket eden Amerikalı dostlarımız ile onlara yakın yöneticilerdir. 1950 -1960 yılları arasında bir taraftan buğday ihraç ederken, bir taraftan da P. L-480 kanalı ile Amerikan üretim artıklarını ithal eden Türkiye'nin acıklı hatta gülünç durumu aşağıdaki tabloda özetlenmiştir. 1953 – 1962 Yılları Arasında Türkiye’nin Tahıl İthal ve İhraç Durumu (Yıl/Ton olarak) Yıllar
Tahıl İthalatı
Tahıl İhracatı
1953
1000
896.000
1954
-
1.063.000
1955
389.000
266.000
1956
198.000
362.000
1957
445.000
12.000
1958
60.000
221.000
1959
6.000
664.000
1960
99.000
73.000
1961
376.000
88.000
1962
690.000
10.000
Bagana, Mehmet Ali, Mediterranea, Sayı 6, 1965 ve Koçtürk, Osman N., İşçinin Beslenmesi ve Milli Prodüktivite, 1966 Ankara'dan alınmıştır.
Bu tablo 1953 – 1962 yılları arasında, buğday ihracatçısı bir ülkenin yavaş yavaş açlığın kucağına nasıl düşürüldüğünü açık bir şekilde göstermektedir. 1968 yılında Tarım Bakanı Dağdaş yönetiminde ve Amerika'nın Sonora-64 buğdayı baskısı altında bulunan Türk Tarımı, aç ve yoksul Türk halkı, çok daha güç koşullar altındadır. Bu yıl buğday verimi % 10 – 30 oranına göre eksik zuhur ettiğinden, hükümet buğday açığını kapamak için Batı Almanya, Pakistan, İran gibi ülkelerden buğday talebinde bulunmuş, fakat bu taleplerine olumlu bir karşılık alamamıştır. Olayın müsebbibi olan Birleşik Amerika ise, Türkiye’ye peşin para ve dolar ödenecek olursa buğday satabileceğini bildirmiştir. Zaten amaç da buydu. İnsanları aç bırakarak, Amerikan sultasına sokmak ve onlardan dolar isteyerek baskıyı artırmak, Amerika'nın yalnız Türkiye'de değil bütün geri ülkelerde uyguladığı bir metottur. İnsan sevgisinden yoksun olan maddeci Amerikan yöneticileri başka ülkeler insanlarını, insan olarak kabul etmemekte ve onları bir koyun gibi güdüp, çalıştırarak yarattıkları değere ortak olmak istemektedirler. Buna razı olmayan ülkelerin sonuçları ise bellidir. Hindistan ve Türkiye'de olup bitenler, yavaş yavaş bu ülkelerden diğer ülkelere sıçrayacak olan huzursuzluk ve karışıklıklar hep Amerika'nın planlı uygulamaları ile gerçekleştirilmiş, tabanında açlık korkusu yatan sosyal gelişmelerdir.
45
46
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Artık Dünya'nın hiçbir ülkesinde sevilmeyen, Çirkin Amerikalı şimdi de kendisini açlık korkusuna kaptırmış bulunuyor. Bu sevgisizlik ve karşı oluş, milyonların Amerika'ya duyduğu nefret, Amerikan yöneticilerini korkutmaktadır. İşte Freeman'ı Chicago'nun Sheraton-Blackstone otelinde, mükemmel bir öğle yemeği yedikten sonra açlıktan bahsetmeye ve bir konuşma yapmaya zorlayan sebep budur. Bu konuşmanın Türkçeye tercüme edilerek, kendilerine yakın bir Türk tarafından Tarım Bakanlığı memurlarının masalarına dağıtılması ise, Türkiye'deki aydını, Chicago'da yapılan bir konuşmayla aldatmak ve uyutmak amacına yönelmiştir. Fakat Türkiye'nin uyanık güçleri, bu konuşmanın altında yatan korkuyu ve ustaca taktiği sezecek kadar bilinçlenmişlerdir. Bir zamanlar bağımsızlığın ve insan haklarının savunucusu olarak tanıdığımız Amerika'nın Vietnam'daki uygulamaları ile Rusya'nın Çekoslovakya'da giriştiği eylem Türk milliyetçilerini uyarmıştır. Artık bütün insanlar, lokmalarının kimler tarafından çalındığını iyi biliyorlar. Freeman konuşmasını şöylece sürdürüyor: (**) Şurası muhakkak ki biz Amerikalılar aç ülkeleri doyuruyor, ancak bu ülkelerin kendi kendilerini doyuracak hale gelmelerine pek büyük bir yardımda bulunmuyorduk. Şunu da keşfetmiş olduk ki, 100 ü aşkın memlekette milyonlarca insanı layıkıyla doyurmak suretiyle, ızdıraplarını azaltmış olmakla beraber, Dünya gıda problemine henüz bir çözüm yolu bulmuş değildik. Temel amiller gitgide serahat kespettikçe şunu anladık ki çözüm yolları ancak aç ülkelerin kendisinde bulunabilecekti. Bu ülkelerin kendi tarımları, kendi ekonomileri kendi açığını kapatacak olan kilit mevkiinde idiler. Açlığa karşı açılan savaşın meydana çıkardığı hakikat şudur ki: Açlık kendi kendine çözümlenebilecek bir problem değildir. Daha ziyade fakirliğin belirtilerinden biridir. Açlığı ortadan kaldırmak istiyorsak, önce fakirliğin giderilmesi için çareler bulmak lazımdır. Dava meydandaydı: Mümkün olan yerlerde aç insanlığı doyurmak, fakat aynı zamanda bu insanları iktisadi merdivenin basamakları üzerinde tırmanmaya alıştırmak. Hemen hemen her tarafta, ekonomik kalkınma temel amilinin tarımcılığı ilerletmek olduğunu görüyorduk. Zirai kalkınma tahakkuk etmedikçe, milli ekonomide önemli bir ilerleme yaratmak imkânsızlaşıyordu. Her ne kadar böyle bir kesin ifadede bulunmak, biraz «Dogmatik» bir davranış gibi gözükebilirse de, eldeki kayıtları; 1950’lerde ve 1960’larda denediğimiz endüstrileşmeye yöneltilen projelerin iyi sonuçlar vermediğini göstermektedir. Yeni tesisler, yeni çelik fabrikaları dramatik bir görünüşe sahip olmakla beraber; sadece geçimi temin için yapılan bir tarımcılık, şayet endüstriyi gelişmesi için lüzumlu işgücü, kapital ve pazarlardan mahrum ediyorsa, bu tesisler bir milleti pek başarılı bir sonuca götürmeyecektir. ABD Tarım Bakanı Freeman'ın bu söylediklerini Türkiye'de rahatça söylemek mümkün değildir. Amerika'nın bize besin yardımları yaparken tarımımızı baltalamış olduğunu iddia etmek, Bolşeviklikle suçlanmak için bir sebep olabilir. Fakat Tarım Bakanı Freeman, bunu bizzat söylemekte ve Amerika'nın üretim artıklan için pazar olarak kullandığı ülkelerin, kendi tarımlarını kalkındırmadıkça, Amerikan sermayesi ile ortaklıklar kurarak gerçekleştirilmiş montaj endüstrisinin bir milli ekonomiyi canlandı ramayacağı ifade edilmektedir.
Cadı Kazanı
Çıkarcı bir toplum olan Amerika, bu gerçeği daha önce göremiyor ve görenlerin bunu açıkça ifade etmelerine de pek müsaade etmiyordu. Çünkü o tarihlerde geri ülkelerde ucuz olan insan gücünü ve doğal kaynakları kullanarak endüstriler kurmak ve milyonlarca insanı üretim artıkları ile besleyerek Amerika’nın çıkarı ve savunması için köle gibi kullanmak gerekiyordu. Bu eylemin heyecanı içinde bulunan Amerikalı yöneticiler, Freeman'ın açıkladığı gerçekleri çok geç görebildiler. Bu esnada açlık bütün Dünya'yı sardı. Bize kalırsa teknikte ve yeni sömürgeciliğin bilimsel kurallarını uygulamada hayli usta oldukları bilinen Amerikalı dostlarımız, üretim artıklarını geri ülkelere gönderip, bu ülkelerin mahalli üretim olanağını baltalarken ne yaptıklarını iyi biliyorlardı. Ekonomik baskı gücüne dayalı Amerikan emperyalizmini kurmak ve Dünya'yı bir merkezden idare edebilmek için böyle hareket etmek, bu yoldan kapitalist düzeni korumak gerekiyordu. Bundan dolayı Amerikan hükümetlerinin tutumu Dünya'nın her tarafında, sermayeyi elinde tutan gruplar tarafından tasvip gördü ve sermaye sahipleri Amerikan projelerinin tam olarak uygulanması için kendi toplumlarının işçilerine, köylülerine ve fakir halk tabakalarına yer yer ihanet ettiler. Bugün bile birçok geri ülkede bu Amerikan taraftarı kadrolar iş başında ve aç çoğunluğa eziyet ederek, onların açlık, cehalet ve yoksulluk içinde kıvranmalarına sebep olan gruplar halinde çalışmaktadırlar. Marshall Planı ve P. L-480 kanunu gereğince yapılan yardımların altında yatan dalavere geri ülkelerde zamanla anlaşılmış ve Amerikalılar ile Amerikalılar’ın geri ülkelerdeki ortaklarının asıl amaçları 1960 yılından sonra Dünya'nın her tarafından öğrenilmiştir. Emeğinin, gücünün ve sahip oldukları kaynakların; Dünya'nın jandarması, sermayenin bekçisi ve uygarlığın savunucusu rolü oynamakta olan Amerikanın çalışma usulü ve asıl amaçları anlaşıldıktan sonra Dünya emekçileri ve aç milyonlar, ellerinde ölmeye razı olmaktan başka hiçbir silah bulunmaksızın mevcut düzeni değiştirmeye yönelen eylemlere giriştiler. Aç insanların kızgın bakışları altında ezilen Amerikalılar ile ortakları, bundan dolayı kullanılan usullerle taktiğin değiştirilmesi gerektiğine inandılar. Yeni masalların uydurulması ve sömürülen toplumların başka yöntemler içinde sömürülmesi gerekiyordu. Freeman bunu şöyle anlatıyor: (**) Bu dersi aldıktan (şurası muhakkak ki, açlık savaşı bizler için devamlı bir öğrenim ameliyesi olmuştur) ve hakiki bir kalkınmanın esasını zirai kalkınma teşkil ettiğini kavradıktan sonra, Milletlerarası Kalkınma Teşkilatında ve P. L. 480 numaralı mevzuat ile güdülen gayelerde yeni bir ayarlama yaptık. Bundan böyle «Barış İçin Gıda Programı»nın temelini, kendi kedine yardım (Self Help) teşkil edecekti. Yukarıda da açıklandığı gibi, P. L-480 kanalı ile yapılan yiyecek satışlarının «Barış İçin Gıda Programı» ismi altında başka toplumlara empoze edilmeye devam edilmesi, P. L. 480 yardımları ile sürdürülen oyunların geri ülke aydınları tarafından anlaşılmış olmasına bağlıdır. Aslında açlığın, yoksulluğun, savaşın ve cehaletin tahrikçisi ve pompalayıcısı olan Birleşik Amerika, bundan sonra bir barış havarisi gibi görünmek istemekte ve açlıktan dizleri titreyen insanları kendi kendilerine (aslında Amerika'ya) yardım etmek için işe koşmanın ve onların yaratacakları değerlerden aslan payı almanın peşinden koşmaktadır. Marshall Planı ve P. L-480 yardımları ile bağımsızlıkları baltalanmış ve Amerika'nın ekonomik sömürgeleri haline getirilmiş olan geri ve aç topluluklar, ileri ve tok Amerika'nın böylesine kötü niyetli olabileceğini tahmin etmemişler ve fırıldağın ne tarafa döndüğünü uzun süre anlayamamışlardı.
47
48
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Fakat bu defa «Barış İçin Gıda Yardımı Programı» ismi altında, gene Amerikan çıkarlarını ayakta tutmak için geliştirilen programlar artık eskisi kadar muvaffak olamamakta ve birçok toplum aç kalmayı da göze alarak ve Ne Şam'ın şekeri ne Arap'ın yüzü diyerek Amerika'yı ve Amerika yönünden gelen her çeşit yardımı protesto etmektedir. Bunu yapamayan toplumlar, yönetimde kendilerini temsil etmeyen, Amerika’dan yana kadroları demokratik usullerle tasfiye edememiş ve bu çabaya yeni girmiş ülkelerin kasten cahil bırakılmış büyük çoğunluğu ile, çıkarları üzerinden Amerika'ya bağlanmış rahat düşkünü aydınlarını uyarmak ve açlığın yiyecek yardımları ile geliştirildiğine çoğunluğu inandırarak, Amerika’dan yana politikacıları demokratik usullerle yönetimden uzaklaştırmak hayli güç olmaktadır. Geri toplumların uyanmaları ve gerçeği görmeye başlamalarının kendileri için tehlikeli olabileceğini bilen Amerikalılar ile onların geri ülkelerdeki komprador kadroları, bundan dolayı cehalet ve irticanın teşvikçiliğini yapmakta, eğitimi yozlaştırmayı, işçi ve gençlik kuruluşlarını sağ ve sol çatışma içine sokarak çatıştırmayı, kamuoyunu bunlarla meşgul ederek, gerçekleri gizlemeyi kendilerine görev bilmişlerdir. İşte Freeman'ın Chicago'da yaptığı konuşma, bunun için Türkçe’ye tercüme edilerek Tarım Bakanlığı’ndaki memurların masalarına dağıtılmakta ve yurt aydınlarının afyonlanarak uyumaya devam etmeleri bundan dolayı istenmektedir. Aç ülkeler kendi kendilerine yardım edip kalkınmak için, insanlarını gündüzden başka geceleri de çalıştırsalar, artık kalkınamaz ve karınlarını doyuramazlar. Son barış gönüllüsü, bakanlıklara yerleştirilmiş Amerikalı uzman, bu ülkelerde üslenmiş Amerikan askeri o ülkeyi terk edip, kendi toprağına dönmedikçe açlıktan kurtulmaya imkan yoktur. Bunu pek çok geri ülke aydını artık bilmekte, fakat bildiklerini başkalarına öğretmemeleri için çetin tedbirler alınmaktadır. Türkiye’de ele geçen ve Senato'da açıklanan Tunçkanat listesinde bu fırıldağın dönüş şeklini sezen bazı aydınların isimleri vardır. Bu listede ismi olmayan ve Türkiye'yi savunmak, halkımızı açlıktan kurtarmak isteyen bir sıra aydın da komünistlik ve bolşeviklikle suçlanarak, halkını uyarma olanağı elinden alınmak istenmiştir. Çok yanlış çalışma projeleri uygulayan Amerika, aç bırakarak, kısırlaştırarak Dünya yüzünden silmeye çalıştığı ülkelerde, barışın koruyucusu ve iyi yürekli dost ülke pozisyonunu muhafaza edebilmek için akla gelen her baskıyı denemekte ve gerekirse maddi fedakârlıkları göze almaktadır. Dünya açlığının müsebbibi olduğu kendi Tarım Bakanı'nın dolaylı açıklamaları ile gayet iyi anlaşıl masına rağmen, bayatlamış yavan süttozlarının masum ilkokul öğrencilerine, bozuk konserveleri aç lıktan imanı gevremiş işçilere, sağlık için zararlı margarinleri fakir halk tabakalarına yedirerek ve bir zeytin yedirip gerisinden bir varil zeytinyağı çıkarmaya çalışmak suretiyle durumunu muhafaza ede bileceğini zanneden Amerikalı yöneticiler gerçekte çok yanılmaktadırlar. Çünkü çekirgeler üç defa sıçrayamazlar. Artık Amerika'nın ne ve Amerikalı’nın kim olduğunu, ortakları ve çıkarcıları istisna edilecek olursa herkes bilmekte; birbirine anlatmaktadır. Açlığa karşı açılan Dünya savaşının baş komutanı gibi görün meye çalışan Amerikalı bilim ve idare adamları aslında bu açlığın yaratıcısı ve bekçisidirler. İsmi ister Marshall Planı, ister P. L-480 Yardım Programı, isterse Barış İçin Gıda Programı olsun, Amerika'dan gelen yiyeceğin kime yaradığı bilinmektedir. Bundan dolayı Türkiye'de ilkokul çocuklarına verilen yavan süt tozuna karşı velilerden başlayıp öğretmen kuruluşlarına kadar gelişen bir tepki, bir iğrenme duygusu hâkimdir. Bakanlığın baskıları aldatmacanın sürdürülmesi için yeterli olamıyor. 1967–1968 ders yılında, Ege'de yüzlerce çocuğun zehirlenmesine ve hastanelere kaldırılmalarına sebep olan süt tozu zehirlenmeleri, kamuoyunu Amerikan kilise teşkilatı olarak tanımlanan CARE teş
Cadı Kazanı
kilatından soğutmuş, hükümet okullarda yavan süttozu dağıtımını durdurmak zorunda kalmıştı. Daha sonra Bayındır ilçesinde, aynı kuruluşun verdiği unların kurt kaynadığı tespit edildi. Gazeteler bunları birer birer yazarak halka duyurdular. Daha önce işçilerin de, Amerika'nın Dünya Sağlık Teşkilatı aracılığı ile Türkiye'ye verdiği konservelerden zehirlenmiş olması, bu ülkenin parlak isimler altında (Barış İçin Gıda Programı, Marshall Planı, P. L-480 yardımları) işe yaramaz hale gelmiş ve halkına yediremediği, bayat gıda stoklarını geri ülkeler insanına yedirdiği, yedirdikten sonra da «Ben Sana Yardım Ediyorum» havası yaratarak böbürlendiğini, bu yiyecekleri Amerikan gemilerine taşıtarak, ticaret filosuna para kazandırdığı ve temin ettiği mahalli para ile geri ülkenin iç işlerini karıştırdığı kanısını iyice kuvvetlendirdi. Geri ülkelerdeki uyanış (bizdeki öğretmen kuruluşlarının uyanıp, yavan süt tozuna karşı koymaları gibi) geri ülkelerin yıllarca fark edemedikleri yalanın daha da sürdürülemeyeceğini gösteriyordu. İşte «Barış İçin Gıda Yardımı» programı bu ihtiyaçtan doğdu. Amerika yöneticileri sağda solda, açlığın savaşlara yol açtığını ve Dünya barışını tehdit etmeye başladığını söylediler. 1963 yılında Washington'da tertiplenen ve bizim de davet edilerek katıldığımız, «Dünya Gıda Kongresi»nde bu slogan iyice işlendi, geri ülke delegelerinin beyni yıkandı, ileri ülkelerden gelen delegelere de kapitalizmi ve yeni sömürgeciliği korumak ve sürdürmek için yeni yöntemler öğretildi. Amerika artık geri ülkelere direkt yiyecek yardımları yapmayacak veya bu yardımları azaltacaktı. Bu yardımlar yerine geri ülkelere, gübre, tarım ilacı, tarım araç ve gereçleri satmak ve geri toplumlarda insan gücünü de hizmete sokarak, yaratılan değerleri dolar olarak kapitalist ülkelere aktarmak daha uygun düşecekti. Bu takdirde, tiksinildiği için geri ülkelere sokulmayan gıda maddeleri yerine bunların ilkel maddeleri (gübre, ilaç, tarım araçları) sokulacak ve bu ülke insanı kendi ürününle besleniyorum zannederken, emeğinin karşılığını kendi almaksızın Amerika'ya veya diğer kapitalist ülkelere ödeyecekti. Nüfus artmış ve açlık çok yaygın bir hal almış olduğundan, Amerika, Kanada ve İngiltere'nin üretim artıkları için dolar ödeyecek müşteri bulmak zor olmayacak, aç kalanlar denize düşmüş insanların yılana sarıldığı gibi Amerika'nın üretim artıklarına sarılacaklar ve bunları bozuk olsa da, yemeye razı olacaklardı. Amerikan üretim artıklarını satın almamakta siyasi nedenlerle inat ve ısrar gösterenleri aldatmak, örneğin bu üretim artıklarını Amerika'nın etkisi altında bir Avrupa ülkesine ihraç ettikten sonra, bu ülkeden geri ülkeye aktarmak ve aracılık yapan ülkenin aracılarına komisyon ödemek de mümkün oluyordu. Geri ülkede biriken Amerikan sermayesi, Amerika'ya yakın sermayedarların paraları ile birleştirilerek, tarım ilaçlan tesisleri, gübre tesisleri, traktör fabrikaları kurulabilir ve bunlar bir montaj müessesesi olarak çalıştırılıp, üreticiler bir de bu yoldan soyulabilirlerdi. Freeman bu yeni görüşü Chicago söylevinde, üstü kapalı olarak şöylece anlatıyor. (**) Gitgide, deniz aşırı gıda ve teknik asistan programlarımızı, zirai üretimi köstekleyen dahili meselelerin çözümü üzerine bina ederek, yardım gören ülkelerden, kendi tarım sektörlerini kuvvetlendirmek istikametinde hakiki bir çaba sarf etmelerini takip etmeye başladık. Mamafih ağırlık noktasının değiştirilmesi, karşılaştığı davayı otomatik olarak halletmekten uzak kaldı. İktisaden gelişmekte olan birçok memleketlerin Maliye Bakanları, gönüllerini sanayileşme hareketine kaptırmış bulunuyorlar, Tarım Bakanları ise, bütçeden en az faydalanan unsurlar haline getirilmiş bulunuyorlardı. Pek az memlekette kamuoyu, zirai kalkınma hareketini desteklemekteydi. Böylece mücadelemiz devam etti durdu. ABD Tarım Bakanlığı mensupları olan bizler, «Tarih bir tekerrürden ibarettir» ibaresini sık sık kullanarak şu hususu sık sık tekrarlamak zorunluluğunda kaldık: Şayet «Açlığa Karşı Savaş Kampanyası»nı Amerika ilânihaye kendi başına yürütmek durumunda kalacak olursa, bir gün gelip bizim kaynaklarımız da tüke-
49
50
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
necek ve Dünya ülkeleri kitle halinde kıtlık durumuyla karşı karşıya kalacaklardı. Durumun bu şekilde tecelli etmemesini sağlamak bizim elimizdeydi. Bu sebeple davamıza, gelişmiş memleketlerden ne kadar çoğunun katkıda bulunmasını sağlayabilirsek, o kadarını temine çalışarak, ayrıca gelişme halinde olan ülkeleri de tarım kesiminde kendi kendilerine ayakta durabilmenin kalkınmanın ilk basamağını teşkil ettiği ve gelecekte açlığı önlemenin yegâne çaresi olduğuna inandırmağa çalıştık. Kanaatimce, Dünya memleketlerinin dikkatini, Dünya gıda problemi üzerine ve Açlık Savaşı’nın ne şekilde kazanılabileceği hususi üzerine celbetmeyi başarabildik. Yardım gören ülkelerin Tarımsal Kalkınmaya atfettikleri bu yeni önem, Amerikan Kongresi «Kendi Kendine Yardım» kıstaslarını 1966 yılı «Barış İçin Gıda Mevzuatı» kapsamına dâhil ettiği zaman, Amerika'da inikâsını bulmuş oldu. Hâlihazırda Amerika deniz aşırı memleketlere yapacağı zirai malzeme yardımlarını, ancak bu gibi memleketler hükümetleriyle açlığı bertaraf edecek ve iktisadi kalkınmayı teşvik edecek nitelikte Tarım Programları uygulayacaklarına mütedair anlaşmalar akdettikten sonra yapmaktadır. Bunun neticesi olarak, bugün Asya memleketlerinden çoğunun hükümetleri, tarımsal kalkınma programları uygulamayı kesinlikle taahhüt etmiş bulunuyorlar. Bu Devletler, prioriteyi haiz tarımsal ihtiyaçlarını ivedilikle karşılamayı, sulama imkanlarını ve zirai kredi miktarını artırmayı, çiftçiler için köy yolları inşa etmeyi ve ürün fiyatlarını yeterli oranda desteklemeyi kati surette kabul etmiş bulunuyorlar. Bahis konusu hükümetler, eninde sonunda fiyatlandırma politikasının önemini anlamış bulunuyorlar. Ürün fiyatları öyle bir faktördür ki, bu faktör nazarı itibara alınmazsa, ne kimyevi gübrenin, ne sulamanın ve ne de çiftlikten pazara kadar uzanan yolların herhangi bir faydası olacağı tahmin edilemez. Dünya çiftçileri arasında okuma yazma bilmeyenlere çok rastladım, ama saymak bilmeyenini hiç görmedim. Herhangi bir çiftçi, şayet ürettiği mahsulü değer fiyatına satamaz ve karını artıracak olan yeni tekniklere yatırım yapamaz durumda kalırsa, tabiatıyla bu gibi yatırımları yapamayacaktır. Hem neden yapsın? Bu kaide Dünya'nın diğer taraflarında ne kadar varitse, Amerika'da dahi aynı oranda varittir. Bugün Asya'da zirai ürün fiyatları gelişme göstermiştir. Bu durum, kısmen gıda maddeleri noksanlığının tabii bir neticesi olarak, kısmen de - çiftlik ürünleri randımanını düşük seviyede tutan - ucuz fiyat politikasının birçok memleketlerce ardı ardına terkedilmiş olması sonucunda hâsıl olmuştur. Fiyatlandırma sisteminin tadil edilmiş olması; tarımın bir memleketin iktisadi kalkınmasında oynadığı hayati rolün tanınmış olması; açlık savaşının kazanılacağına dair vaitkar işaretlerdendir. Fakat son senelerde bir zafer daha kazanılmıştır ki, bu zafer ümitlerimizi realite haline getirebilir. O da şudur: Buğday, Pirinç, Mısır ve Sorgum gibi ürünlerin yüksek verimli çeşitlerinin geliştirilmesini mümkün kılan yeni teknoloji - ki bu teknoloji tropikal tarımcılıkta hakiki bir zafer - teşkil etmektedir. Meksika'da Rockfeller Vakfının yardımıyla geliştirilen yüksek verimli buğday çeşitleri; Asya kitlesinin kuzey kısmında Türkiye'yi de kapsayan, güney kısmında ise bütün Hindistan'ı kapsayan bir alan dâhilinde yüksek bir adaptasyon kabiliyeti göstermişlerdir. Bu çeşitlerin şimdi Güney Afrika'da da kültivasyonuna geçilmiştir. İşte yeni oyun bu noktada aydınlığa çıkmaktadır. Daha önce de anlatmaya çalıştığımız gibi, önce Amerikan üretim artıkları satılarak, mahalli üretim olanağı törpülenmiş ve açlığın kucağına düşürülmüş
Cadı Kazanı
olan ülkelerde, şimdi de kapitalist ülkelerin ürettiği gübre, tarım ilaçları, tohumluk ve tarım araçları satılacak ve bunların karşılığı ödenecektir. Ödenecek olan karşılığın yüksek olması için bu ürünlerin alım fiyatlarının yüksek olması ve hükümetler tarafından desteklenmesi gereklidir. Buna karşılık halk tarlada çalışacak ve geri ülkenin toprağı değerlendirilecek, gelirin önemli bir kısmı ise, başta Amerika olmak üzere diğer kapitalist ülkelere aktarılacaktır. Bu oyun Türkiye'de de Sonora-64 buğdayı üzerinden sahneye konmuş bulunuyor. Bir fiyasko ile son bulan Sonora-64 projesi Türk halkının başına daha çok işler açacaktır. Çünkü bu buğdayın yetiştirilmesi için, ülkenin en verimli bölgeleri olarak tanımlanan ve genellikle pamuk tarımına tahsis edilen Çukurova ve Ege topraklarının, Sonora buğdayına tahsis edilmesi,. Amerika ve diğer ülkelerden geniş çapta tohumluk buğday, gübre ve tarım ilacı ile özel araç ve gereçlerin ithali gerekmektedir. Bunlar için yapılacak masraf ve yabancı ülkelere ödenecek döviz hesap edilir de, tahsis edilen toprakların pamuğa tahsisi halinde sağlanacak gelirle mukayese edilecek olursa, Sonora ekiminin bizden çok Amerika'ya çıkar sağlayacağı kolayca görülebilmektedir. Amerika, bu sayede Dünya pazarlarında kendi pamuğu ile rekabet etme olanağına kavuşmuş olan Türk pamuğunu pazardan çıkaracak ve pamukçulukta daha özgür hareket edebilecektir. Hükümetleri Sonora buğdayı için ayrı ve üstün bir fiyat politikası uygulamaya, kredi oyunları ile halkı Sonora ek meye zorlayan Amerikalı dostlarımızın Türkiye'de çok tahıla dayalı olumsuz bir beslenme ortamı yara tarak açlığa daha etkin bir hale getirme amacı güttüklerini iddia etmek mümkündür. Esasen bu ülke ile olan ilişkilerimizi yalnız yiyecek maddeleri üzerinden değerlendirmek yanlış olur. Bir taraftan da Rockfeller fonları yardımıyla Türk analarını kısırlaştırarak, doğum kontrolü uygulamalarını teşvik eden, bunun için Türkiye'de teşkilat kurulmasına yardımcı olan Amerika'nın gerçekten dostça hareket edip etmediği artık şüpheyle izlenmekte ve geniş kitleler bu dostluğa inanmamaktadırlar. Çıkan olmadığı takdirde, başka bir ülkeye bir buğday tanesi bile vermeyeceği iyi bilinen bir toplumun, parlak isimler ve sloganlarla yürütmeye çalıştığı çıkar projeleri, Dünya'nın her tarafında fiyasko ile son bulmakta ve bu projelerin uygulandığı ülkeler, kısa süre sonra açlığın kucağına düşmekte veya iç karışıklıklar, çatış malar ve mutsuzluklara maruz kalmaktadırlar. Yeni sömürgeciliğin en güçlü temsilcisi olan Amerika, sömürdüğü ülkelere kendi uzmanlarını, barış gönüllülerini, yardım misyonlarını sokarak, hükümetleri amacına hizmet edecek kişilere kurdur makta ve bu suretle o ülkelerin bağımsızlığını yok ederek, uzaktan idare edilen bir sömürge haline ge tirmektedir. Silah korkusu yerine, aç kalma korkusunu yerleştirerek verilen bu savaşta, bir avuç insan, milyonlarca aç insanı baskı altına almakta ve amaçları içinde çalıştırabilmektedir. Amerika yardım ettiği ve yatırım yaptığı her ülkede, sermayesinin bekçiliğini yapmak üzere, sivil veya asker bekçiler bulundurur. Bu maksatla uzmanlar bu ülkelerin planlama dairelerine, askeri şahıs lar genelkurmaylarına yerleştirilirler, bir taraftan da eğitim kuruluşları Amerikan çıkarlarını uyarlı bir tertip ve tutum içine sokulur. Önümüzdeki yıllarda uzmanlar, askerler ve barış gönüllülerinden değişik vasıfta Amerikalı personelin geri ülkelere akın ederek burunlarını tarımsal çalışmalara soktuklarına şahit olacağız. Freeman, Schicago konuşmasında bu haberi şöylece veriyor: (**) İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, önümüzdeki günlerde yayınlanacak olan “World Without Hunger” Açlığın Yeri Olmayan Dünya adlı kitabımda, şöyle bir teklif yapıyorum. ABD'nin 10 sene müddetle, her yıl milli gelirin % 1.5 (yüzde bir buçuğunu) tahsis etmesi; bu program altında başlıca önemin teknik yardım ve gıda maddeleri üretimine atfedilmesi; bu programa bağlı özel
51
52
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
bir proje altında da seçkin bir gençler gurubunun profesyonel ziraatçı olarak eğitim görerek gelişme halinde olan memleketlerde istihdam edilmeleri... Ben şuna kaniyim ki, yerine göre para sarfiyatı, etkili icraat ve kanunların harfiyen yerine getirilmesi ancak kendilerini görevlerine adamış, eğitim görmüş insanlar tarafından layıkıyla yapılabilir. ABD Freeman bu açıklamasında ve kanaatinde tamamen haklıdır. Çünkü geri ülkelere açlıkla savaş amacıyla gelmiş gibi görünerek, o ülkelerde Amerika çıkarlarını korumak ve harcanarak her kuruşun Amerika’nın çıkarlarını sağlanmasını sağlayacak şekilde kullanmak, içi başka, dış görüntüsü başka bir insan olarak yaşamak özel bir eğitimi gerektirmektedir. Nitekim barış gönüllüleri de geri ülkelere gön derilmeden önce böyle bir eğitime tabi tutulmakta ve dış görüntüleri ile bir barış gönüllüsü gibi hareket ederken casusluk yapmayı bu sayede başarabilmektedirler. Uzmanların durumları da aynıdır. Bu defa ülkelere genç Amerikalılar arasından seçilerek yollanacak profesyonel ziraatçılar da ben zer görevler yapacak ve geri ülkenin masum insanını daha sıkıntılı bir yaşantıya ve açlığın kucağına iteklemek için ne gerekiyorsa onu yaparken, Amerikalı sermayedarların çıkarlarını korumaya özellikle dikkat edeceklerdir. Geri ülkelerin Amerika'ya karşı aydınları, bu oyunları artık iyi öğrendiklerinden, barış gönüllüleri gibi, profesyonel ziraat teknisyenlerini de izlemekte ve gerçek kişilikleri ile kamuoyuna tanıtmakta elbette gecikmeyecekler ve «Barış İçin Gıda Programı» bir süre sonra Marshall Planı veya P. L. 480 Programları gibi iflas edecektir. Geri ülkeler artık, sürdürülen sömürü oyununun isminin değil, bozuk düzenin değiştirilmesini ve hiç değilse karınlarının doymasını istemektedirler. Eski Hin distan Cumhurbaşkanı'nın dediği gibi, bu insanlar ellerinde açlıktan ölmeye razı olmaktan başka hiçbir silah bulunmaksızın direnmeye ve emperyalizme hangi yönden gelirse gelsin karşı koymaya kararlı dırlar. Amerikan emperyalizmine karşı Vietnam ve Rus emperyalizmine karşı Çekoslovakya'da şahidi olduğumuz direnme, sömürülen ülkeler için ilham kaynağı olmakta ve bu düşünce her geçen gün biraz daha güç kazanmaktadır. Dünya'nın jandarması haline gelmiş olan Amerika'nın uzak denizlerde filolar gezdirerek insanları sindirmesi ve yapacakları çocuk sayısından, yiyecekleri besine kadar her işlerine karışması, bunları yaparken de Amerikan çıkarlarını ön plana alarak yoksul toplumları alabildiğine sömürmesi, ayrıntıları ile anlaşılmış bir oyun haline gelmiştir. Freeman söylevine şöyle devam ediyor: (**) Kendini açlık savaşına adamış ve bu iş için mücehhez bir gençlik: Dünya gıda maddeleri üretim oranını artırma davasına pek büyük bir katkıda bulunabilir. Dolayısıyla - en azından iki sene müddetle deniz aşırı memleketlerin zirai kalkınma hamlelerine yardım etmek amacıyla - kalifiye Amerikalı gönüllü gençlerin bu yolda eğitimini ABD hükümetinin finanse etmesini teklif ediyorum. Freeman bu teklifinde yerden göğe kadar haklıdır ve teklif yerindedir. Çünkü Amerika'nın çıkarlarını korumak için denizaşırı ülkelerde savaşan Amerikan askerlerini de Amerikan hükümeti eğitmekte ve bu eğitimin masraflarını karşılamaktadır. Bu defa genç insanlar gizli cereyan edecek bir sessiz savaşın (Osman Koçtürk'ün Sessiz Savaş isimli kitabına bakınız) amaçlarına göre eğitilecek ve denizaşırı ülke lerin masum insanlarını silahlı değil açlıktan öldürmek üzere, en az iki yıl süre ile vazifelendirilecekler dir. Bu insanlar üniforma giymeyecek, askerler gibi hoyrat hareket etmeyecek, kendilerini açlığın yok edilmesine adamış idealist kişiler gibi takdim ederek, çıkar projelerinin küçük üniteleri olarak görev yapacaklardır. Bu zor görevi başarabilmek için, klasik savaşta vazife gören askerlere nazaran daha kök lü ve daha ayrıntılı bir eğitime ihtiyaç vardır. Amerikan hükümeti, sermayesinin bekçiliğini yapacak ve uzak ülkelerde Amerikanın çıkarlarını koruyacak olan bu genç militanların eğitimi için gereken fedakârlığı elbette yapacaktır.
Cadı Kazanı
Chicago'da, lüks bir otelin yemek salonunda yapılan ve daha sonra da Türkiye'de olduğu gibi, bütün geri ülkelerde tercüme edilerek Tarım Bakanlığı memurlarının masalarına bırakılan maksatlı söylev metninde yoksul ve aç ülkeleri daha da yoksullaştıracak olan bu yeni proje için Amerikan hükümet ve sermaye çevrelerinin yapacakları fedakârlıklar işaret edilmiştir. (**) Bu davanın tahakkukuna çalışırken ilk hedefimiz şu olmalıdır. Özel sektör ve resmi sektör kaynakları dahil, milli gelirimizin % l'inin bu projeye akıtılması. Bu finansman oranı, bugünkü yardım oranına kıyasla yılda 2 milyar dolarlık bir artışı ifade eder. Bu ilk hedef tahakkuk eder etmez, yardım alan ülkelerin kendi kendine kalkınmalarını destekleyecek nitelikteki planlar hazırlanır hazırlanmaz bu finansman oranları % 1'i resmi sektör kaynaklarından % 0.5’i (yardımı) da özel kaynaklardan gelmek üzere - % 1.5 oranına yükseltilmelidir. Fikrime önümüzdeki yıllar zarfında insanlığın kaderinin, gelişmiş memleketlerdeki özel teşebbüslerin Dünya'nın gelişme halindeki bölgelerine yapacakları yardımlarla orantılı olarak tayin edildiği ifade etmek, mübalaalı bir ifade değildir. Açlığı Yenme Kampanyasında ticaret ve endüstrimizin oynayacakları ehemmiyetli rolün üzerinde ne kadar durulsa azdır. Yukarıda da söylediğim gibi, artık kapı ardına kadar açılmıştır ve neler yapabileceğimizi göstermiş bulunuyoruz. Günün kalkınma lojistiği, binlerce kimyevi gübre ve mücadele ilacı fabrikalarının depolama yerlerinin, ürün işleme tesislerinin, süpermarketlerin kurulmasını ve özel bir tasarruf altında bulundurulmasını mecburiyet haline getirmiştir. Özel endüstrimiz, portresi bu kadar geniş olan bir projeyi tatbik sahasına koyabilmek için gerekli teknik ve idari kabiliyetlerle mücehhez bulunuyor. Ancak, özel endüstrinin yöneticileri kendilerine şu soruyu sorabilirler: «Şirketlerimizin esaslı bir siyaset değişikliği yaparak, kaynaklarımızın önemli bir kısmını fakir ülkelerin kalkınmasına tahsis etmek ne dereceye kadar karlı olur.» Görüldüğü gibi ABD Tarım Bakanı özel kesimi açlıkla mücadeleye davet ederken gene kardan söz etmektedir. Çünkü özel kesim ve özel kesimin baskın olduğu Birleşik Amerika, çıkarı olmadan hiç bir işe el atmaz. Dünya'nın başka ülkelerinde insanların açlıktan ölmeleri Amerikan sermaye çevrelerini gerçekten etkilemez. Hatta gerekiyorsa çıkar için bu ölümler yoğunlaştırılır, kadınlar çocuk doğurma sınlar diye helezonlanırlar. Açlıkla Savaş ismi altında geri ülkelerde sürdürülecek olan yeni sömürü düzeni, gübre, tarım ilacı ve tarım araçları imal eden endüstriye yeni çıkarlar sağlayacak ve bu ülke insanları daha da yoksullaşacaklardır. Gerçek budur. Gerçeğin bu olduğunu anlamak için fazla zeki olmaya da lüzum yoktur. Amerikan sermaye çevreleri bunu gayet iyi bilirler. Esasen kapitalist bir yönetimle, yönetilen ABD’de, Devlet adamları yeni fikirleri ortaya atarken, özel kesimin çıkarlarını dikkate alma durumundadırlar. Özel kesimin «evet» demeyeceği teklifler uygulamaya sokulamayacağı için, hükümetler incelemelerini yaparlarken meseleleri bu açıdan eleştirirler. Freeman bu teklifi yaparken, özel kesimin buna evet diyeceğini daha önceden bildiği için, kendisi de sorusuna «evet» ile cevap vermektedir. (**) Benim yukarıdaki soruya vereceğim cevap «evet» dir. Şayet «Yeşil İnkılap», nüfusları birdenbire artan memleketlere de aktarılabilirse, Dünya'mız buna orantılı bir pazar artışı ile karşı karşıya kalacak, İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip batı Dünya'sının geçirmiş olduğu tecrübeler, bu piyasa bolluğu karşısında, son derece yersiz birer tecrübe gibi gözükecektir. Bugünün iş adamı - Tarihte ilk defa olmak üzere – iyilik yapmak suretiyle karlı çıkmak hususunda görülmemiş bir fırsata sahiptir.
53
54
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Tarım Bakanı Freeman, bu fırsatı kullandıkları takdirde iş adamlarının tarihte ilk defa iyilik yaparak kar sağlayabileceklerini açık olarak ifade ederken, daha önce iyilik yapmadan, bazen de kötülük ederek para kazanmayı adet haline getirdiklerini ve bunun böylece bilindiğini de ifade etmiş olmaktadır. Çünkü Amerikan iş adamları daha önce Marshall Planı ismi altında İkinci Dünya Savaşı’ndan geri kalan malzeme stoklarını ileri ve geri ülkelere yutturarak, harp sonrası ortaya çıkan değersiz tarımsız üretim artıklarını da geri ülke insanını açlığa mahkûm ederek satmayı becermiş ve bundan büyük karlar sağlamışlardı. Bu defa bu çevrelerden hem iyilik yapmaları ve hem de kar sağlamaları istenirken, bu maceranın nasıl sonuçlanacağı iyi bilinmemekte ve açlıktan çok, sağlanacak kardan ve pazarların genişletilmesinden söz edilmektedir. Amerikalı için meselenin düğüm noktası da zaten budur. Freeman söylevine şöyle devam ediyor: (**) Dünya barışını inşa edebilmek için; hem yardım hem de ticaret (bizdeki hem ziyaret hem de ticaret sözüne çok benziyor), dış kaynaklardan gelen özel yatırımlara, kendi kendimize yardım çabalarına, her şeyden önce her çalışana - köylü kültivatörden tutun da milletlerarası korporasyonlara kadar hakkaniyete dayanan bir kar haddi sağlayacak bir fiyatlandırma sisteminin uygulanmasına ihtiyaç vardır. Bütün diğer memleketler fevkinde bir çaba sarfederek biz Amerikalılar, bugünün Dünya'sında «Uyanan ümitler Devriminin kıvılcımını yakmış bulunuyoruz. Bu devrimin geleceğini açacak olan anahtar da gene bizim ellerimizde. Gıda maddeleri fazlalarımızla ve sahip olduğumuz teknik kabiliyetlerle göreceğimiz işler, yeşeren bu utileuitrin tahakkuk edip etmeyeceği, ya da aksine olarak, atıl kolay bozulabilir bir barış halinin ufunetlenen yaraları şeklinde kalıp kalmayacağını tayinde mühim bir rol oynayacaktır. Sözlerime son vermeden önce, şurasını da belirteyim ki, hakiki bir barış durumuna ulaşabilmemiz için bütün insanlığın uyanmakta olan ümitlerini karşılamak zorunluluğu vardır. Demek oluyor ki dikkatimizi hem kendi dar gelirli tabakamız üzerinde ve hem de denizaşırı ülkelerin fakir halkı üzerinde teksif etmek durumundayız. Kendi ülkemiz açlarının ve dar gelirlilerinin durumunu düzeltmek üzere derhal harekete geçmek mecburiyeti karşısındayız. Yanı, sair ülkeler yanı sıra, kendi vatandaşlarımızın da iktisadi kalkınma merdivenleri üzerinde yürümelerini sağlamak durumundayız. Belki hepinizden fazla olarak ben, bu sınıfın problemlerini bilmekteyim. Fakir Halk Kampanyasının liderleri ile ve bu halktan bazılarıyla şahsen tanışmış bulunuyorum. Bu insanlar, bugün benim büromdan yarım mil uzaktaki bir mahallede kamp kurmuş vaziyetteler. Bu halk kitlesini de milli ekonominin nimetlerinden faydalandırabilmek için ne muazzam bir çaba sarf etmemiz gerektiği ve bunun ne kadar pahalıya mal olacağını bilmiyor değilim. Ancak milletimizin inandığı insanlık vakarı prensiplerinden yararlanmaya ve bu kitlenin de siz ve ben kadar yararlandırmaya hakları olduğuna ayrıca kaniim. Yalnız denizaşırı memleketlerdeki açlığı bırakılım da kendi memleketimizdeki açların durumunu düzeltelim diyenlerle hemfikir değilim. Bence bu dava bölünmez bir davadır. Tek saf halinde çarpışmaya ihtiyaç vardır. Tropikal ziraatta son senelerde kazanılan zaferler, gelecek için son derece vaatkardır. Bu vaatlerin tahakkukuna doğru çalışmalıyız. Amerika'nın refahı, Amerikan demokrasisi, dahilde yokluk ve açlık hüküm sürdüğü vakit bu durumdan ne derece mutazarrır olursa, Dünya'nın geri kalan kısımlarında geniş açlık
Cadı Kazanı
sahaları bulunduğu takdirde bir o kadar mutazarrır olacaktır. Tek taraflı olmayan bu savaşta dövüşebilmek için gereken paraya sahip olmadığımızı bana söylemeyin. Chicago limanında ve Potomac nehri üzerinde yatan özel mülkiyet altındaki gemi ve yatları hepimiz gördük. Kendi eyaletim olan Minnesota'da ben hafta sonlarında evime dönerken arabaların 200 mil boyunca ön tampon arka tampona değer durumda ve hele sandalla yüklü treylerin nasıl bir trafik mücadelesine giriştiklerini kendi gözlerimle müşahede etmiş bulunuyorum. Varoşlarda evi olanların garajlarında sadece bir tek otomobil bulunduğu zaman, bunlara Amerika'da ilkel adam nazariyle bakıldığına da ayrıca vakıfım. Bu bakımdan fert olarak ve millet olarak açlık diye birşey tanımayan sulh ve huzur içinde bulunan bir Dünya yaratmaya muktedir olduğumuzu biliyorum. Demek oluyor ki gerekli kaynaklara sahibiz. Öyleyse neden bunları kullanamıyoruz? Tarihte ilk defa olmak üzere, açlığı tamamen bertaraf edebileceğini bir millet öne sürüyor. Tropikal ziraat ve araştırma laboratuvarlarında elde edilen veriler, gerekli deneme ve yanılma uygulamaları sonucunda düzenlenen planlar, ozalit kopya halinde elimizde mevcut ve bu hareketin hızı gitgide büyümektedir. Geçen nisan ayında, kendi gözümle Kore'de uygulanan Toplum Kalkınma hamleleri ile Taiwan'ın pirinç tarlalarında bu hamlelerin belirtilerini izlemiş bulunuyorum. Bizim neslimize, bundan önceki nesillere müyesser olmayan bir fırsat - Dünya'mızı yokluktan kurtarmak, insanların açlığına son vermek - fırsatı bahşedilmiş bulunuyor. Benim duam şudur ki, bizler, bu fırsatı yakalamak, azmini ve cesaretini gösterebilelim. Şayet bunu yapamazsak, yeni bir fırsat karşımıza çıkmayabilir. ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ın Chicago söylevi burada bitmektedir. Söylenen parlak sözlerin altında nelerin yattığını ve bu konuşmanın neden dolayı Türkçeye tercüme edilerek Ankara'da Türk Tarım Bakanlığı memurlarının masalarına dağıtıldığını artık anlayabilmeliyiz. Tarım Bakanı Free man konuşmasının bir yerinde açlıkla mücadele etmekten söz ederken, bir yerinde de iş adamlarına yeni iş alanları açılacağını söyleyerek asıl amacı ortaya koymaktadır. Chicago'da söylenen bu sözler, Dünya'da kaynatılan cadı kazanının altına atılmış yeni odun parçaları gibi iş görecektir. Çünkü Marshall Planı'ndan, P. L-480 yardımlarına ve oradan Barış İçin Gıda Programı oyununa atlamış olan ABD yeni bir uygulamanın eşiğindedir. Barış havarisi ve insanlığın düşmanı açlıkla savaşın kahraman ve cömert öncüsü gibi görünüp, yoksul insanları bir daha aldatmak ve Amerika'nın ekonomik gücü ile savaş gücünü yükseltmek için yeni planlar hazırlanmıştır. Bu yeni planların uygulanması için yeni yalanların söylenmesi ve geri ülke insanının yeniden aldatılması lazımdır. Feerman'ın buraya aktardığımız konuşması bu yalanların tümüdür. Gerçekte ise: 1) Amerika üretim fazlası tahılları ile boş kalori kaynağı olarak tanımlanan ve sağlık için yararlı olmadığı anlaşılan soya yağı, pamuk yağı, don yağı gibi tarımsal ürünler için geri ülkelerde pazar kurma sevdasına düşmüş ve P. L-480 sayılı kanunu meclislerinden bu gerekçe ile geçirdikten sonra geri ülkeleri kandırmaya muvaffak olmuştu. 2) Üretim artıkları, geri ülkelere önce parasız, daha sonra mahalli para karşılığı verilmiş ve daima yerli ürünlerden ucuza satılmıştır. Toprak ürünlerinin değerini düşüren
55
56
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
bu uygulama bu ülkelerdeki tarımı hırpalamış ve üretim gücünü düşürmüştür. Bunların çoğu endüstrileşme hevesine düşürülerek tarımı büsbütün ihmal etmişler ve karınlarını doyuramaz hale gelmişlerdir. Ülke bu duruma gelince Amerika dolar istemekte ve dolar ödenmedikçe mahsullerini satmamaktadır. Bu oyun Türkiye'de yağ ve buğday üzerinden oynanmıştır. Zeytinyağı gibi mükemmel ve besleyici bir yağ vatanı olan Türkiye'ye yavan soya yağı ile pamuk yağı ve domuz iç yağından ibaret olan don yağlarını satmak aslında güç bir işti. Fakat Amerika bunları Türk Lirası karşılığı ve bedava denilecek kadar ucuz fiyatla verince, hükümet parasız sirkenin baldan tatlı olacağına inanarak, bu yağları ithal etmiş ve ürettiği zeytinyağını ihraç ederek döviz kazanmıştı. Olay böylece devam etmedi. Soya ve pamuk yağları hidrojenlenerek halka margarin halinde yedirildi ve domuz iç yağları da sabun imalinde kullanıldı. Bu durum zeytin üreticisini, zeytinyağı tüccarını, ithalatçı ve ihracatçıyı memnun ettiği için Ankara kurulan Amerikan Soya Birliğinin aldatmacasına kimse ses çıkarmadı. Bakanlar bu kuruluşun tertiplediği partilerde güzel hanımların kendilerine sunduğu zeytinyağlı dolmaları viski ve rakı ile birlikte yudumlayıp, Soya anlaşmasının altına imza koydular. Halk radyo ve gazete reklâmları, fiyat oyunları ile margarinlere alıştırıldı. Oysa aynı tarihlerde Amerika'da çıkan bilim kitapları ile dergiler margarinlerin kalp ve damar hastalıklarına sebep olduğunu yazıyorlardı. Aynı şeyleri Türkiye'de yazanlar margarin firmalarının adamları tarafından tehdit edildiler, bunlara öldürülecekleri söylendi. Para ile tutulmuş bazı adamlar aksi tezi savundular. Netice de margarin Türk mutfağına yerleşti. Bu margarinler Amerika'dan Türk lirası karşılığı ithal edilen soya ve pamuk yağlarından imal edildiği için, Amerika yeni bir pazar kurmuş ve ve zeytinciliğimizi de iyice baltalamıştı. Yağlarını artık ihraç edemeyen iç piyasada da satamayan zeytinciler feryat etmeye, yer yer sessiz yürüyüşler düzenlemeye başladılar. Zeytin ağaçları kesiliyor ve yerine yeniden tütün dikiliyordu. Kesilen bir zeytin ağacı yerine, başka birini yetiştirmek için 100 yıl gerekli olduğundan, yağ ülkesi olarak tanımlanan Türkiye 100 yıl için Amerikan üretim artıklarına pazar olacaktı. İşte bu noktada Amerikalılar, Türk lirası karşılığı, soya ve pamuk yağı veremeyeceklerini bildirdiler ve bizden dolar istediler. Çünkü Türkiye'nin yağ kaynakları iyice hırpalanmış ve kendi ürettiği yağla yetinemez olmuştuk. Aynı oyun buğdayda da oynanmıştır. Bir zamanlar buğday ihraç eden Türkiye'ye büyük bir cömertlik ve hayırhahlık ile verilen Amerikan buğdayı, Türkiye'de buğday açıkları yaratmış ve sonunda Türkiye'nin yeniden ihracatçı olması için Tarım Bakanı Dağdaş'm himmeti ile yurda sokulan Sonora–64 buğday projesi skandalla son bulunca 1968 yılında mahsul % 10-30 noksan olduğu için yabandan buğday ithali gerekmiştir. Bu amaçla İran, Batı Almanya, Pakistan ve Fransa'ya başvurulmuş, Amerika ise tıpkı yağ meselesinde olduğu gibi artık açlığın sınırına getirdiği dostuna peşin para ve dolar ödediği takdirde buğday satabileceğini bildirmiştir. Görüldüğü gibi oyun hep aynı oyundur. İnsanlığın dostu ve açlığın düşmanı Amerika, artık madde lerini kendine yabancı ülkelere önce kendi paraları karşılığı ve ucuz fiyatla vermekte, bu esnada uz manlarını o ülkeye sokarak tarım politikalarına el koymaktadır. Yardım olarak verdiği maddenin üretim
Cadı Kazanı
imkânlarını baltaladıktan sonra ise bu ülkeden dolar istemekte ve bunu ödeyemeyenleri kendi yarattığı açlıkla baş başa bırakmaktadır. Bu oyun örneğin Türkiye'de iyiden iyiye anlaşılmıştır, (Koçtürk, Osman N. Yeni Sömürgecilik Açısından, Gıda Emperyalizmi, Toplum Yayınevi, 1966 Ankara) ya bakınız. Türkiye'de olduğu gibi Seylan'da, Hindistan'da, Vietnam'da Amerika'nın ne, Amerikalı'nın kim olduğu öğrenilmiştir. Bundan dolayı P. L. 480 kanalı artık iyi çalışmıyor. ABD şimdi bunun telaşı içindedir ve Freeman'ın Chicago'da yaptığı konuşma bundan dolayı Türkçeleştirilerek, Tarım Bakanlığı’ndaki memurların masalarına dağıtılmış ve bizim elimize de bundan sonra geçmiştir. “Barış İçin Gıda Programı” yahut “Kendi Kendine Yardım Programı” ismi altında geri ülkelere yutturulmak istenen yeni dolmanın içinde şunlar vardır. 1) Türkiye ve Türkiye'ye benzer durumda olan bazı ülkelere hem üretim artığı gönderilecek ve hem de tarım kesimini kalkındırma gerekçesi ile gübre, tarım ilacı, tohumluk, tarım araçları ve gereçleri satılacaktır. 2) Yardımın tümünü yiyecek olarak gönderme yerine tohumluk, gübre, ilaç, araç, gereç göndermenin çıkarları daha büyük olacak, bu sayede endüstriye yeni bir pazar bulunmuş olacaktır. Bu arada Türk halkının emeği, toprakları Amerikan çıkarları için hizmete girecektir. Fazla üretim ekonomisine hâkim olduklarından Amerikalılar tarafından, Türk halkından ucuza alınıp, örneğin Hindistan'a pahalıya satılabilecektir. 3) Türk tarımı, tohumluk, gübre, ilaç, araç ve gereç bakımından Amerikan kontrolüne girince, NATO'ya girmiş bir Devletin ordusu gibi uzaktan kontrol edilmiş olacak ve Amerika'nın çıkarına uymayan eylem ve girişimler önlenecektir. Örneğin Türkiye ürettiği pamukla milletlerarası pazarda Amerika’ya rakip olmaktadır. Türkiye'de pamuk üretimini kısıtlamak için, pamuğun ekildiği topraklara ekilebilecek Sonora-64 gibi bir buğday çeşidi ülkeye sokulacak, hükümetin baskısı ve kredi oyunları ile Ege ve Çukurova'ya ektirilecek olursa, o zaman bu ülkeyi pamuk piyasasından uzaklaştırmak mümkün olacaktır. Tohumu, gübresi, ilacı, araç ve gereci başka ülkeden gelince, Türkiye o ülkenin çiftliği olur. Nitekim bugün, durum böyledir. Amerika kendi ülkesinde yılda 18 milyon ton ürettiği soya fasulyesinin Türkiye'de üretilmesine müsaade etmemekte ve onun yerine buğday ektirmektedir. Kaldı ki bu buğdayı ekmek için Amerika'ya milyonlarca dolar, tohumluk gübre, ilaç, araç ve gereç parası ödemiş olan Türk halkı bu yüzden bu yıl aç kalacak ve Amerika’dan buğday ithal etmek için yeni baştan dolar ödeyecektir. Freeman'ın Chicago'da attığı nutuk ile, bu gerçekler karşılaştırılınca cadı kazanının nasıl kaynatıldığı daha iyi anlaşılmaktadır. Büyük sözler iki otomobilinden birini satarak Dünya'nın aç insanlarına yardım, bunlar hep bizleri kandırmak için uydurulmuş masallardır. Freeman ve vatandaşları, bizim sırtımızdan ve bizim açlığımız pahasına iki otomobillerini nasıl üç yapacaklarını düşünmekte ve bunun savaşını vermektedirler. Böyle olmasına rağmen açlar Freeman'ın ofisine yarım mil mesafeye kadar sokulmuşlardır.
57
58
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
59
IV PARTICIPANT
60
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
61
PARTICIPANT ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman Chicago Dış Münasebetler Konseyi’nin Sheraton Blaclçstone otelinde düzenlediği öğle yemeğinde, önceki bölümde tümünü eleştirdiğimiz konuşmayı yapmadan çok önce, Ankara'daki Amerikan Haberler Merkezi'nin yılda dört defa yayınladığı «Participant» isimli İngilizce dergi, Vol. 6 - No. 27 Temmuz 1967 günlü sayısını, Türkiye'ye Amerika'dan ithal edilecek yeni bir tohumluk buğdayın propagandasına tahsis etmiş ve Türkiye Tarım Bakanı Bahri Dağdaş, bu dergiye “Yenilgiye Uğramayacak olan Yeni Bir Devrim” başlığı altında Türkçe ve İngilizce basılmış bir makale yayınlamıştı. Participant dergisi, arka kapağında da belirtildiği gibi «United States Agency for International Development ile Türkiye'deki Amerikan Haberler Merkezi tarafından yayınlanan, çoğunlukla AlD aracılığı ile Amerika'yı ziyaret etmiş ve orada bir süre kalmış kişilere dağıtılan bir dergidir. Participant kelimesi, lugat anlamı ile kısaca, «Ortak» veya «Hissedar» anlamına gelmekte ve K. M. Vasıf Okçugil'in 1958 yılında Kanaat Kitabevi tarafından yayınlanmış olan İngilizce - Türkçe lügatının 533 ncü sahifesinde kelimenin karşısına Türkçe olarak bu kelimeler yerleştirilmiş bulunmaktadır. Anlamlı bir isim taşıyan bu dergi tetkik edilecek olursa, çoğunlukla ABD'nin Türkiye'deki uygula malarından bahseder ve ortaklarla hissedarları birbirine tanıştırma amacı güder. Bu derginin sözü edilen sayısının kapağında, Sonora - 64 buğdayının dolgun başaklarının resmi ve iç sahifelerinde ise bir giriş yazısından sonra, Tarım Bakanı Dağdaş'ın, Çukurova'da bizzat Meksika buğdayını hasat ederken alınmış bir fotoğrafı vardır.
62
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Bakanın makalesinin başı, Bahri Dağdaş ile USAID Türkiye Misyonu Başkanı James P. Grant'ın pek samimi bir şekilde el sıkışırken çekilmiş bir resmi ile süslenmiştir. Makale önemli olduğu için aşağıya aynen aktarılmıştır. Okuyucularımız tıpkı ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman'm Chicago konuşması gibi tümüyle ele alıp, kısım kısım eleştiriceğimiz bu maka lenin amacını kolayca kavrayacaklar ve önceki söylev ile bu makale arasında dikkati çeker benzerlikler tespit edeceklerdir. (**) Bugünü yaşamakta olan bizler için; artık geçmişi bırakıp, geleceğin yaşantısına girdiğimizi kavramak hayli güç bir iştir. Keza 101 Türk çiftçisinin kendisine akdemik ve teknik yolla sağlanan imkan sayesinde, siyaset adamlarımızın ve gelmiş geçmiş önderlerimizin nesiller boyunca arzu ettikleri reformu kısa bir zaman içinde başarı ile tahakkuk yoluna koymuş olmalarını anlamak bir hayli zordur. Bu misal bize Türk çiftçisinin yaratıcılık gücünün ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir. Çiftçimize iyi yol gösterildiği takdirde başaramayacağı bir zorluk tasavvur edilemez. Hatta zaman zaman Türk çiftçisinin yanımızda ve ilerimizde olduğunu her an müşahede etmek mümkündür. Görüldüğü gibi sayın bakan, konuşmasının bu kısmında Türk çiftçisini methederek, politika yapmanın ötesinde müspet bir şey söylememekte ve şöylece devam etmektedir. (**) Filhakika Çukurova'da geçen seneden beri cereyan etmekte olan ve diğer bölgelere de intikal etmiş bir olay, sessiz zirai bir devrim karakterini göstermektedir. Bu devrimin gayesi aç olan insanları doyurmak suretiyle ıztıraplarını gidermekten ibarettir. Bakan konuşmasının bu bölümünde, tıpkı ABD Tarım Bakanı Freeman'ın ağzı ile ifadei meram etmekte ve gayesinin aç olan insanları doyurmak suretiyle ızdıraplarına son vermek gibi asil bir amaç olduğunu belirtirken, sessiz bir devrimden de söz etmektedir. (**) Bir başlangıç olarak gözüken bu devrim, gelecek nesillere olaylar serin kanlılıkla gözden geçirildiği takdirde önemli bir mana taşımakta olduğu anlaşılacaktır. Bizim neslimiz ise bugün gelişmekte olan bu devrimin sadece yenilgiye uğramaması ve mutlaka kazanılması hakikatini savunan bir kuşaktır. Esasen inancımız odur ki bu devrim mutlaka başarı ile sonuçlanacaktır. Çukurova çiftçisi ne yapmıştır. Bir yıl önce başka bir yerden tedarik edilmiş bulunan az miktarda Sonora-64 ve Lerma Roja adlı buğday çeşidini ekmiş ve bundan 500 kilo kadar mahsul alınabileceğini ilgi ve hayretle müşahade etmiştir. Bu müşahede Çukurova çiftçisini kamçılamış ve Tarım Bakanlığı’nın uzağı gören teşebbüsü ile bu çeşit buğdaydan 60 ton tohumluk temin olunarak 101 çiftçi tarlasına geniş olarak ekilmiş ve bununla dönüme verimin ortalama olarak 400 kiloya kadar çıkarılma imkânının mevcut olduğu görülmüştür. Bu bölge çiftçileri tarafından öteden beri ekilmekte bulunan Floransa buğday çeşidinden dekara ortalama 140 kg. verim alınabilmektedir. Yapılan iş yalnız bir çeşit getirme meselesi değildir. Aynı çiftçiler (Sonora 64) buğday çeşidini ektikleri tarlaların beher dekarına 12 kilo saf azot (60 kilo amonyum sülfat karşılığı) kullanmışlardır. Bu suretle buğday ziraatinde gübre kullanmayı adet edinmişlerdir. Yerli buğday çeşitlerinde bu miktar gübrenin kullanılması halinde ekin yatmakta ve Sonora 64 ise sapları sağlam olduğundan yatmamakta ve bunun sonucu olarak da 2–3 misli fazla mahsul vermektedir.
Participant
Bununla da yetinilmeyip tarlalar tesviye edilmiş; iyi bir tohum yatağı hazırlanmış ve tohum mibzerle ekilmek suretiyle, tohumdan yüzde 100 tasarruf sağlanmıştır. Meksika'dan getirilmiş bulunan Sonora-64 ve benzeri çeşitler, Rockefeller Vakfiyesi tarafından 1944 yılında kurularak, 1962 de sonuçlarını vermeye başlamış bulunan Meksika Milli Hububat Araştırma Enstitüsü tarafından ıslah edilmişlerdir. Bu çeşitler Meksika’nın kuru ikliminde sulu ve gübreli şartlarında başarı ile yetiştirildikleri halde, Türkiye’nin 600 mm. yıllık yağışı olan Akdeniz, Ege ve Marmara bölgelerinde başarı ile yetiştirilmiş ve aynı verim sağlanmıştır. Bu da gösteriyor ki Yakın Doğuda yapılacak olan buğday araştırma merkezi için her türlü ideolojiyi bünyesinde bulunduran Türkiye’nin en ideal namzet olması tabidir. Diğer önemli nokta Çukurova'da yapılan bu çalışmalar sayesinde, Türkiye'nin ve hatta insanlığın başlıca gıda maddesini teşkil eden buğday üretiminde alınan bu tedbirler sayesinde tarihi bir değişiklik yaratılmıştır. Bu değişiklik Türkiye'nin geleceğini emniyet altına almayı sağlayacağından, bu devrim anıldığı zaman tarım uzmanları ile beraber Çukurova çiftçisi daima haklı olarak yâd edeceklerdir. Bu çalışmaların ışığı altında ve 1966 yılında ekimi yapılan 60 ton buğday tohumluğunun gerek çiftçi tarlalarında ve gerekse müesseselerdeki benzer çeşitlerle yapılan müşahedeler sonunda bu tip buğdayların, memleketimizin Akdeniz, Ege ve Marmara bölgelerinde iyi bir verim sağlayacakları anlaşılmış bulunmakta ve bu bölgelerin tohumluk ihtiyacını karşılamak maksadıyla 20 bin ton tohumluğun ithal olunarak ektirilmesi planlanmıştır. Tarım Bakanlığı uzmanlarınca bölgelerde tertiplenmiş bulunan tarla günleri ve eğitimler, çiftçinin yakın ilgisini sağlamış ve tohumluk talebini artırmıştır. Türk çiftçisinin çoğunun toprağı fakir ve kıraç araziden ibarettir. Bu kabil toprakları süren ve işleyen çiftçi ancak geçimini sağlayabilmekte, geçmişin yarattığı tahribatla ayakta durabilmek için büyük bir çaba içerisinde boğulmuş bir vaziyettedir. Birçokları potansiyel kelimesini belki de ömürleri boyunca duymamışlardır. Ekserisi suni gübrenin kendilerine ne şekilde faydalı olabileceğinden habersiz olmakla beraber böyle birşeyin mevcut olduğundan dahi malumatları yoktur. Ancak suni gübrenin faydasını anlamış ve ve öğrenmiş olanlar dahi bunu temin edememek sıkıntısı içindedir. Türk çiftçisinin sahip olduğu toprak birçok medeniyetlerin doğup üzerinde geliştiği ve ziraat yaptığı bir toprak olması dolayısıyla yorgun düşmüştür. Hemen hemen insanlığın tarihi ile beraber sömürülmüş ve karşılığında hiç bir şey verilmemiştir. Bir kısım Türk çiftçisi bu toprağın gözleri önünde ölmekte olduğunu idrak edememekte, bir kısmı ise çaresizlik içinde ne yapacağını bilememektedir. Türk çiftçisinin çehresi tetkik edildiği zaman diğer memleket çiftçilerinde olduğu gibi içine kapanık, kuşkulu bir ruh haleti içinde olduğunu sezmek mümkündür. Bütün bunlar acı olmakla beraber birer gerçektir. Bir ameliyat acıtmakla beraber yarayı aynı zamanda iyi eder. Geçmişte olanları düzeltmek elbette mümkün değildir. Fakat geleceği değiştirmek ve yön vermek pekâlâ mümkündür. İlerlemenin birinci düşmanı sefalettir. O halde ilerlemek için her şeyden önce sefaletin yok edilmesi gerekmektedir. Modernleşmek için, modernleşmeye karşı dikilen sosyal, psikolojik ve fizik nitelikteki tüm dirençleri gidermek zorunluğu vardır. Fakir çiftçinin acil ihtiyaçlarının karşılanması
63
64
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
zamanı gelmiştir. Çiftçinin başlıca ihtiyaçları üretim araçları, tohumluk, damızlık, gübre ve kredi gibi imkânların çiftçinin emrine amade kılınması ve bunların kullanılması ve elde olunan ürünün değerlendirilmesi zarureti vardır. Çiftçinin eski itiyatlarının zincirinden çıkıp kurtarmak ve üretme imkânlarını sağlamak bugün için bize düşmektedir. Çiftçinin sahip olduğu kıraç topraklar sulama ve muhafaza tedbirleri ile mümbit hale getirilmelidir. Çiftçilikten sağlanan gelir ancak şahsi geçim seviyesinden kurtarılarak, ticari bir seviyeye getirilmelidir. Çiftçi toplumunun insan gibi yaşaması sağlanmalı, unutulmuş bir kitle halinden daima hatırlarda tutulan bir toplum haline getirilmek ve bu suretle kendi kendine yeter hale gelmelerine en kısa zamanda bütün imkânlarla yardım edilmelidir. Bugünün Türk çiftçisi babalarından ve dedelerinden çok daha ümit verici durumdadır. Bugünün çiftçisinin elinde hür Dünya'nın kınamadan arz edebileceği bir teknoloji mevcuttur. Ancak şu husus unutulmamalıdır ki, nüfus artışını karşılayabilecek oranda devamlı bir gelişme sağlanıncaya kadar eğitim görmüş tarımcı elemanlarımızın ve sahip olduğumuz modern müesseselerin bir hayli artırılmasına ihtiyaç olacaktır. Bugün fakirlik ve açlığa karşı bir zafer kazanabilmemiz için davranışlarımızda bir değişiklik yapmamız ve Çukurova'da tarım uzmanlarının rehberliğinde ve çiftçilerin yardımı ile sağlanan başarının Türkiye'nin diğer bölgelerinde de sağlanması gerekmektedir. Ancak bundan sonra beklenilen büyük değişiklikler yaratılmış ve hedefe yaklaşılmış olacaktır. Bu olağanüstü oranda artmış olan buğday verimi Türkiye’nin bütün manzarasını değiştirecek ve memleketin iktisadi durumu Dünya'nın iktisaden gelişmiş memleketleri ile aynı seviyeye gelmiş olacaktır. Bugün bizlere lazım olan şey özlenen bu değişikliğin vüsatinin millet çapında anlaşılmasıdır. Yarın bizlere lazım olacak şey, düne dönmenin artık imkansız olduğu hakikatinin milletçe idrak edilmesi hususudur. Tarım Bakanı Dağdaş'ın Participant dergisinin Temmuz 1961, nüshasına yazdığı veciz yazı burada bitmektedir. Aynı yazı aynı dergide İngilizce olarak da verilmiştir. Bu yazının mı İngilizceden, yoksa İngilizce metnin mi bu yazıdan çevrildiğini anlayamadık. Yılda dört defa yayınlanan Participant Dergisi’nde Türkiye Tarım Bakanı Bahri Dağdaş'ın yazısından sonra, USAID Türkiye Misyonu Direktörü James P , Grant'ın, Maliye Bakanı Cihat Bilgehan ve Maliye Bakanlığı Genel Sekreteri Yardımcısı Sermet Pasin ile Sonora başaklarını tetkik ederken alınmış bir resmi ve Break With The Past başlıklı bir yazısı vardır. Sahifenin yan tarafı Nitsche, Henry R. Luce ve Lyndon B. Johnson'dan alınmış güzel sözlerle süslenmiştir. Nietsche'nin sözü Bağımsız olmanın insanın kendini bir davaya adayıp korkmadan ve mükafat beklemeksizin çalışmaya bağlı olduğu'nu ifade eden bir sözdür. Lyndon B. Johnson ise, artık insanın fakirlik, bilgisizlik ve hastalıklara maruz kalma durumunda olmadıklarını ve modern bilimin ışığı altında bu eski düşmanların yenilebileceğini ima ediyor. Bilinçli bir propaganda çalışmasının güzel örneklerinden biri olan, Participant Dergisi’nin Temmuz 1967 sayısı, Türk tarımının eski yöntemini haklı olarak kınayan ve modernleşmenin yararlarını açıklayıcı resim, deyiş ve yazılarla dolup, taşımakta, Dünya Gıda Krizinden söz eden başka bir yazıda 7 çocuklu bir köylü ailenin resmi, Açlığa karşı açılan savaşta başarıya ulaşabilmek için doğum kontrolünün gerekli olduğu, Açlık, Meksika'nın buğday konusunda yaptıkları, Grant'ın Atatürk'ün resmini fon
Participant
olarak kullanmak suretiyle alınmış bir resmi (Bu resimde Atatürk'ün resmi yanında bir de ABD bay rağı vardır.), Pakistan'ın buğday konusundaki çalışmaları, Buğdayın tarihçesi, Sonora-64'ün yalın pro pagandasını yapan yazılar, ondan sonra Amerikan inceleme gurubunun tavsiyeleri, Türkiye'nin realite lerini Amerikalı’ların çıkarlarına göre yansıtan bir bölüm, Gübrenin propagandası (çünkü Türkiye'ye bu münasebetle gübre satılacaktır), bir Türkiye haritası, Tarım ilaçlarının propagandasını yapan bir bölüm (çünkü Türkiye'ye tarım ilacı da satılacaktır), Pakistan ve Meksika'daki çalışmaları ve özellikle Meksika'ya bu münasebetle giden Türk teknisyenlerinin çalışma yönetimini gösteren resimler ve yazılar vardır. Dergi o tarihlerde Türkiye'den ayrılmakta olan USAID Misyonu Başkanı Bay James P. Grant'ın ailesi ile birlikte uçağa binerek alınmış bir resimi ile bitmektedir. Resmin üstünde Tarım Bakanımız Bahri Dağdaş tarafından verilen yemekte, Grant’a Çukurova'da hasat edilmiş buğdaydan imal edilmiş üç somun ekmeğin takdim edildiği, Grant'ın Türkiye'yi terkederken bu sonuca ulaşılmış olmasından pek memnun olduğu... ifade edilmektedir. Participant Dergisi, bir yıl önce Vol. 5 - No. 23, Temmuz 1966 sayısında da, James P. Grant'ın «Üretim ve Nüfus» başlıklı bir yazısı ile başlamakta, bunu Bahri Dağdaş'ın «Dünya Gıda İstihsali ve Nüfus Artışında Buhran» başlıklı bir yazısı izlemektedir. Gübre, tarım ilacı, tarım araç ve gereçleri, velhasıl Amerika'dan ne satın alacaksak onların tümünün propagan dasını yapan bu önceki yayında da bir yıl sonraki yayın gibi geniş hazırlayıcı propaganda yapılmış ve protokol kuralları çiğnenerek Grant'ın yazısı Bahri Dağdaş'ın yazısından daha evvel basılmıştır. Temmuz 1966'da yayınlanan Participant Dergisi’nin arka kapağında Atatürk'ün “Köylü Milletin Efendisidir” sözü yazılıdır. Benimsenen tutum ve o günün koşulları içinde dikkati çekmeyen bu çalışmalar, çağın en büyük silahı olan propaganda silahını kullanarak, Türk aydın çevrelerinde «Açlık Korkusu» yaratmayı amaç edinmiş bulunuyordu. Nitekim yalnız Participant Dergisi ile değil, bütün araçlarla geliştirilen propaganda başarıya ulaşmış ve Türkiye'yi yönetenler ile aydın çevrelere, Açlığın korkunç birşey olduğu, bundan kurtulmanın tek çaresinin de ABD aracılığı ile Meksika’dan tohumluk Sonora-64 buğday tohumu ithal ederek ve gübre, tarım ilacı, araç ve gereç satın alarak değerli toprakları buğdaya tahsis olacağı beyinleri yıkanarak kabul ettirilmiştir. Amerika'da Orville L. Freeman ve Türkiye'de ise Bahri Dağdaş ile James P. Grant'ın yaptığı pa ralel çalışmalar, daha sonra halkımız için bir felaket haline gelecek olan projenin benimsenmesi için yeterli olmuştu. Geri ülkelerde toplum psikolojisinin akılla değil, duygularla şekillendiği bilinmektedir. Bu toplumlara emperyalist ülkelere çıkar sağlayacak bir tasarıyı kabul ettirmek için, önce bir korku yaratmak ve daha sonra da uygulanacak projeyi bu felaketin tek çaresiymiş gibi göstermek yeterlidir. Köylerimize kadar sokulan Amerikan barış gönüllüleri, köylerdeki cinci hocaların ve muskacıların da böyle çalıştıklarını bilmekte ve daha önce bağlı oldukları istihbarat makamlarına rapor etmiş bulun maktaydılar. Köylerimizdeki cinci hocalar, halkı önce cinlerin, şeytanların ve perilerin şerrinden korkutur ve daha sonra da bundan kurtulmayı sağlayacak pahalı muskalar yazarlar. Amerika Sonora - 64 projesini Türkiye'de gerçekleştirirken aynı usulle çalışmış, önce Açlık Korkusu yaratmak için nutuklar çekilmiş, yazılar yazılmış, Ankara'daki Amerikan Haberler Bürosunun vitrinlerine aç insanların resimleri asılmış ve basında açlık konusuna sık sık yer verilmiştir. Tarım Bakanı Dağdaş'da çeşitli vesilelerle bu mevzularda konuşturulduktan sonra, bize sunulan iki türlü tedbir (aslında muska) hem yöneticiler ve hem de halk tarafından büyük bir tevekkülle kabul edilmiştir. Bunlar :
65
66
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
— Doğum Kontrolü — Sonora 64 Tarım Projesi dir. Her ikisi de, iki ayrı açıdan Türk toplumunun zararına, fakat Amerikan Emperyalizminin yararına çalışacak olan projeler, şu günlerde uyanan Türk kamuoyunun tartıştığı en hayati meselelerdir. Orville L. Freeman'ın Chicago'da, Dağdaş ile Grant'ın Ankara'da söyleyip yazdıkları arasındaki benzerlik ve paralellik, bütün çalışmaların bir merkezden yönetildiğini ve bizim iyi niyetli bakanımız ile idarecilerimizin de bilerek veya bilmeyerek bu tutuma uyduklarını göstermektedir. Oysaki zaman içinde açlıktan kurtulmak için yapılan bu girişim, Türk halkını daha korkunç bir açlığın kucağına atacak ve bize aile planlaması ismi altında, kalkınmanın gereği gibi gösterilerek yutturulmuş olan Doğum Kontrolü ile Türk anası kısırlaştırılacak ve Hıristiyanların Haçlı Seferleri ile gerçekleştiremedikleri bir sonuç bu yoldan gerçekleştirilecektir. (Yazarın Sessiz Savaş isimli kitabına bakınız). Bir ülkenin insanını kısırlaştırmak ve yiyeceğini kıtlaştırarak, tarımını başka bir toplumun denetimi altına sokmak, onu güçsüz ve esir bir toplum haline getirmek için yeterli olduğundan, Yeni sömürgeciler geri ülkelerde bu iki uygulamayı benimsemişlerdir. Hindistan, Pakistan, Afrika ve Latin Amerika'da sömürgecilerin etkisi altına girmiş bütün geri toplumlar, bu yoldan etkilenmeye çalışılmakta ve emperyalistler bu usullerle, yalın savaşla ulaşamadıkları sonuçlara ulaşmış bulunmaktadırlar. Çağımızda bir toplumun bağımsız olabilmesi için, resmi binalarının önüne dikilen direklerde bay rağının sallanması yeterli değildir. Atatürk'ün deyimi ile iktisadi bakımdan da hür ve korkusuz olmak, başka toplumların etki ve baskılarından arınmak lazımdır. Bunu sağlayamamış olan topluluklar, bağım sız olduklarını savunurken, yalnız kendilerini aldatırlar. Geri ülkelerde ekonominin en etkili kesimi tarımdır. Bu ülkelerin insanları çağımızın en düşük standartlarına göre yaşamayı bile mutluluk telakki ettiklerinden, önce karınlarını doyurmak ve yiyecek ihtiyacını karşılamak durumundadırlar. Yalnız yiyecek ihtiyacı gerektiği gibi karşılandığı takdirde, direnmeyi bilen pek çok haysiyetli toplum vardır. Bunu iyi bilen emperyalistler hem ekonomiyi etkilemek ve kontrolleri altına almak ve hem de halkın karnının doymasını engellemek ve direnci kırmak için tarım kesimine el atar, bir açlık korkusu yaratarak, insanları yavrularının ana rahmine düşmeden helezonlanıp öldürülmesine razı olabilecekleri bir açlık ortamı hazırlarlar. . Bu genel prensip, bugün ülkemize de uygulanmaktadır. Türk tarımı tohumu, gübresi, ilacı, araç ve gereçleri yabandan sağlanan bir buğday macerasına sürüklenmiş ve doğum kontrolü uygulamaları tutumu ortada bir üniversite tarafından benimsenerek, bu Üniversite de yuvalanmış kişiler tarafından kanunlaştırılarak, uygulamaya sokulmuştur. İnsanları geriye dönüp bakılınca şaşkınlığa sevkeden bu gelişmeler, bir tek temele oturtulabilir: AÇLIK KORKUSU… Oysa ki Buda bile insanın iki içgüdü tarafından yönetildiğini, açlık korkusu ile neslini sürdürme içgüdüsünün yaşantımızın nedeni olduğunu belirtmişti. Bütün insanlar kendileri ile sevdiklerinin ve yakınlarının kanlarını doyurmak, anne ve babalarına benzeyen çocuklar yaparak nesillerini sürdürmek için yaşar, çalışır ve hatta savaşırlar. Karnını doyurma olanağını kaybetmiş ve yapacağı çocuğun sayısı bile yabancının kontrollü altına girmiş olan bir toplumu bağımsız ve egemen kabul etmek yanlış olur. Fakat korku bir defa yaratılmaya görsün. Kendini korkuya kaptırmış olan kimseler ve toplumlar, karanlıkta şarkı söylercesine bağımsız olduklarını iddia eder ve karşıt iddiaları benimsemezler. Bugün Dünya'mızda bu tutumu benimsemiş yüzlerce toplum vardır.
Participant
Türkiye'nin Amerika olmadan ayakta durmayacağını iddia eden bir grup satılmış ile toplumu Amerikan hegemonyasından kurtardıktan sonra Doğu Emperyalizminin esiri haline getirmek için planlı ve bilinçli çaba sarfedenler, kendilerini bu korkuya kaptırmış ve bu korkunun aleti haline gelmiş kişiler dir. Atatürk yıllarca önce bağımsız olmanın koşullarını bize tanıtmış ve tanıtmakla da kalmayarak kendi yaşantısı ve millet yaşantısı ile bunun örneklerini vermişti. Tüm Dünya'yı sömürge haline getirmekte başarı gösteren ülkelerin krallarının ayağına kadar getirmeyi bilen bu güçlü adamın yalnız söylediklerinden değil, davranışlarından öğreneceğimiz çok şey vardır. Emperyalist güçlerin Atatürk gerçeğini yıkmak ve onu küçültmek için cahil grupları bir baskı unsuru olarak kullanmaya çalışmalarının asıl nedeni de budur. XX nci yüzyılda bağımsız olmak, Dünya nimetlerinden gereğince yararlanarak mutlu bir hayat sürmek için önce Atatürk gibi korkusuz olmak lazımdır. Korkusuz insanlar yaşantıları ile topluma örnek olur ve korkusuz bir toplum yaratırlar. Korkusuz toplumlar bağımsız toplumlardır. Geri ülkelerin kontrolleri altına girmesi için lüzumlu ortamı yaratmak isteyen emperyalistler önce korkular yaratırlar. Cinci ve muskacı hocaların köylerde yaptıkları gibi... Bu korkulara karşı yazılan muskalar da, yabancı uzmanların bilimsel raporu olarak ülkeye sokulur ve muskalar cinci hocanın muskasından hem daha pahalı ve hem de tehlikelidir. Biz yabancıların yarattığı yapmacık korkulardan kurtulmanın tek çaresini, milli güç ve kaynak larımıza dayanmakta, kendi uzmanlarımızın önerilerine, yabancı uzmanların yazdıkları muskalardan daha çok güvenmekte görüyoruz. Geri ve de bağımsız ülkelerin sorumlu kişileri yabancıların etkileri altına girmemeli ve kendi toplumunun sesini dinlemelidir. Ulusal gerçeklere gözlerini, önerilere ku laklarını tıkayarak, yabancının yarattığı korkuların etkisi altına girenler, isabetli kararlar alamaz, hayırlı işler yapamazlar. Participant Dergisi’nde, Türkçe ve İngilizce makaleler yazarak, Chicago'da Amerikan Tarım Bakanı Freeman'ın söylediklerine benzer sözleri tekrarlayan Türk Tarım Bakanı, maalesef açlık korkusunun et kisi altına sokulmuş, sonraki günlerde Türkiye'yi 2000 yılında açlıktan kurtaracak makro planlardan söz etmeye, yabancı çıkarlardan başka hiçbir çıkarımıza yardımcı olmayacak projelerin altına imza koymaya ve bunların savunuculuğunu yapmaya başlamıştır. Oysa Türkiye'nin kurtuluşu, korkulardan arınmış bir ortamda, kendi kaynaklarımızı kendi gücü müzle harekete getirecek yöntemi arayıp bulmamızdaydı. Fakat korkutulan insanlar bunu çok zaman yapamazlar. Korkularının etkileri altında, yanlış kararlar alır, sorumlu mevkilerdeyseler, yalnız kendile rine değil, temsilcisi oldukları topluma da zararlı olurlar. Korkak liderler, korkularından kurtulmanın çaresini, güçlü bir devlete yanaşmakta ve onların dü men suyunu izlemekte buluyorlar. Doğulu ve Batılı emperyalistlerin korku çemberine sokulduktan son ra, onların emri altına giren ülkeler, bu davranışın yanlışlığını acı denemelerle öğrendiler. Doğu emper yalizminin korku çemberine giren Macaristan ile Çekoslovakya, bir süre önce yaşantısını Amerikan yar dımına bağlamış olan Vietnam, gözlerimizin önündedir. Bu çeşit dostlukları ve yardımları reddererek, ya da ölçülü bir şekilde kullanarak, biraz sıkıntılı bir hayatı kendi gücüyle mükemmelleştirmeye çalışan haysiyetli toplumlar ise, örf, adet, görenek ve tutumlarını değiştirmeden varlıklarını koruyorlar. Aslında başka toplumları korkular yaratarak baskı altına almak ve onların sırtından geçinmek be ğenilen bir davranış değildir. Atalarımız, kancıkça oyunlarla değil, bileklerinin ve kılıçlarının gücüne
67
68
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
dayanarak, sınırlarını genişlettikleri ve başka toplumları yönetimleri altına aldıkları sıralarda, geri kalmış batı onlara barbar demeyi uyarlı bulmuştu. Bugün bile Türklere barbar diyen bazı toplumlar vardır. Oysa ki, insanları açlık ve savaş korkusunun baskısı altına sokarak, açlıktan öldürmek, atom bomba ları ile yoketmek, bu yetmiyormuş gibi, doğacak çocukları ana rahmine düşmeden doğum kontrol hapları ve helezonlarla yok etmeye çalışmak, tarihte benzeri görülmemiş bir barbarlıktır. Gittiği yere uygarlık götüren Barbaros Hayrettin Paşa, dost olarak sızdıkları ülkelerde açlık, yoksulluk, cehalet ve irticanın körükleyicisi olan bugünki barbarların yanında çok masum ve insancıl bir kumandan haline geliyor. Çağdaş barbarların, gemiler yerine dergiler kullandıkları ve korku tohumlarını geri toplumlara bu dergilerle serpiştirerek zamanla geliştirdikleri unutulmamalıdır. Geri ülkelerin bakanları bu dergilerde yazı yazıp, açlık ve savaş korkusunu dergilerin sahipleriyle birlikte üflemeye ve şişirmeye başladıkları zaman, saldırı daha kolay ve daha etkin olacaktır. Bundan dolayı biz Tarım Bakanı Dağdaş'ın Partici pant Dergisi’nde yazdığı ve tamamını buraya aktardığımız, Türkçe ve İngilizce basılmış yazısını hiç beğenmedik ve tasvip etmiyoruz. Türkiye'de açlık vardır. İhmal ve bilgisizliğimiz yüzünden var olan bu açlığı, biz kendi gücümüzle yok edebiliriz. Korkunun ecele faydası olmadığı gibi açlık korkusuna düşmenin açlığı ortadan kaldırma yacağını bilmeli ve ona göre davranmalıydık. Korkusuz liderler, Türkiye'nin yönetimine el koydukları zaman, örneğin Kurtuluş Savaşı’nda koşullar bugünkünden daha iyi değildi. Fakat ne savaşta ve ne de açlıktan yılmayan insanlar, güçlerini ve inançlarını ortaya koyarak, hem savaşı kazandılar ve hem de açlığı yendiler. Güçlüklere göğüs germeyi bilmek, gerçekleri yabancının gözüyle değil, kendi gözümüzle görmek, sorunlarımıza bu ülkede doğmuş ve kaderini Türkiye'nin geleceğine bağlamış teknisyenlerin önerilerine uyarlı çareler getirmek, Participant Dergisi’nde İngilizce makale yazmaktan çok daha etkili olabilir. Yaşanmış olaylar, bunun böyle olduğunu göstermiştir de...
69
V YABANCI UZMAN
70
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
71
YABANCI UZMAN Köydeki cinci hocanın önüne oturup, kendini nefesletmeye, kurşun döktürmeye ve onun yazacağı muskayı muşambaya sarıp koynuna koyduktan sonra, korku ve evhamları içinde şifa ümit etmeye razı olmuş, cahil bir insanın psikolojisi ile emperyalist bir toplumun önüne diz çökmüş ve yabancı uzmanların yazdığı raporu çelik dolaplarına koyduktan sonra, uygulamaya girmiş geri toplumun psikolojisi ve karşı karşıya kalacağı olay ve sonuçların pek farkı yoktur. Emperyalistlerin geri toplumlarda korku yaratmak için giriştikleri propaganda faaliyetini uyanık aydınlar, bir cinci hocanın kokan nefesi gibi yüzlerinde hisseder ve tiksinirler. Ne yazık ki bu nefes etkilidir ve toplumu korkutur. Çağın cinci hocaları toplumları çok uzaklardan nefeslemekte ve şartlandırmaktadırlar. Radyo, basın, televizyon buna aracılık eder. Ankara radyosunun veya televizyonunun tertiplediği bir açlık programını, yıkık köy evinde, eline tutuşturulmuş transistörlü radyodan dinleyen bir köylü vatandaş, cinci hocanın telkini altına girmiş ve samimi kalbinin bir köşesinde Açlık Korkusu yaratılmıştır. Radyo ve benzeri yayın araçları herzaman iyi niyetle kullanılmazlar. Emperyalist bunlara sızabildiyse korku yaratmak için en iyi şekilde kullanır. Korku yaratıldıktan sonra muskalar yazılacak ve ücreti alınacaktır. Ancak bu muskalar öteki muskalar gibi şikâyet edilen hastalığın gelişmesine engel olmaz, hastalık daha korkunç bir şekilde ilerleyerek tahribatını tamamlar. Bütün geri ülkeler gibi Türkiye ve Türkiye'nin dertleri ve hastalıkları için yazılmış pek çok muska vardır. Bu muskalar rapor, makale, demeç veya kitap olarak Devletin veya kurumların çelik dolaplarında saklı veya uygulamadadırlar.
72
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Geri ülkeler kendi evlatları tarafından yazılan bilimsel reçetelerin hastalıklarını tedavi edeceğine inanmak istemezler. Köydeki cahil insan psikolojisi içinde bulunduklarından, cinci hocaların, yabancı uzmanların raporlarından ve muskalarından keramet umar ve kendi evlatlarına ekseriya hakareti reva görürler. Bu toplumlar zamanla uyanmakta ve meraklanarak koyunlarındaki muskayı açıp tetkik etmeyi akıl edebilecek bir bilince ulaşmaktadırlar. Çağımızda böyle toplumlar da vardır. İşte o zaman bu mus kaların (yabancı uzman raporları) kargacık burgacık yazılarla yazılmış bir karınca duasından ibaret olduğunu farkederler. Bu bilince ulaşma, gerçek kalkınmanın başlangıcı olur. Türkiye'de de 1961 Ana yasa'sının getirdiği ortamda muskalar tetkik edilmeye ve muşamba kapları yırtılarak kamuoyu önünde eleştirilmeye başlanmıştır. Bundan dolayı bu muskaları yazan cinci hocalar kritik günler yaşıyorlar. Muskalar Dünya'nın her tarafında yırtılıyor. Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, Çekoslovakya, Macaristan cinci hocaların yazdığı muskaları yırtan ve ondan sonra aldatıldıklarını anlayarak öfkelenen toplumlar olarak XX nci yüzyılın ikinci yarısını süslediler. Atatürk'le başlayan bir devrim, koskoca Osmanlı İmparatorluğu için yüzyıllar boyu yazılan muskaların yırtılmasına vesile olmuştu. Fakat bundan 40- 45 yıl sonra, değişik üfürükçüler, Türkiye için değişik muskalar yazmaya başladılar ve toplum yeni baştan uyutulma, cinlere, perilere, hurafelere inandırılma çizgisine kadar getirildi. Tanrı'yı ve tüm üstün Doğa güçlerini tanıyanlar bu uyutma çabalarının başarıya ulaşmasına müsaade etmeyecek ve yeni bir yöntem içinde yazılan muskaları da parçalayarak, karınca dualarını halkın gözü önüne serecektir. O zaman yaratılan Açlık Korkusu, Nüfus artışı korkusu ve bunun için yazılan muskaların asıl amacının ne olduğunu daha iyi görebileceğiz. Kitabımızın önceki kısımlarında ve özellikle «Cadı Kazanı» bölümünde bu muskalardan birini eleştirmiş bulunuyoruz. Fakat meseleyi daha iyi anlayabilmek için başka muskalardan da söz etmek ve örnekler vermek gerekecektir. Elimizde Amerikan Tarımsal Etüd Gurubunun, Türkiye Cumhuriyeti Tarım Bakanı Bahri Dağdaş'a sunulmuş. «Türkiye Tarımında Gelişme İmkânları» başlıklı ve Tarım Bakanlığı Planlama ve Ekonomik Araştırmalar Dairesi Başkanlığı tarafından yayınlanmış (28 sayılı tercüme) bir raporu vardır. Tarım Bakanlığı'nın talebi üzerine, Grup başkanı Charles R. EIkinton; Clyde S. Adams, Frank H.Baker, Omer Kelly, Francis Kutish, Orville A. Vogal isimli Amerikalı uzmanlar tarafından hazırlan mış olan bu rapor, Tarım, Ticaret, Enerji ve Tabii Kaynaklar, Köyişleri Bakanlıklarının ilgili daireleri, gruplar ve fertler ile temas edilerek 14 Kasım - 16 Aralık 1966 tarihleri arasında gerçekleştirilen (Bir aylık bir zaman) tetkiklerden sonra hazırlanmış ve 10 Şubat 1967 tarihinde Tarım Bakanı Dağdaş'a sunulmuştur. Bakan çok faydalı gördüğü bu raporu Tarım Bakanlığı mensuplarına ve diğer ilgililere yararlı olması için, yukarıda sözü edilen daireye tercüme ettirerek yeniden bastırmış ve kitap halinde dağıtmıştır. Türk tarımı için yazılmış son muska örneklerinden biri olan rapor, Giriş ve başlıca tavsiyelerin özeti, Tarım Ekonomisi, Buğday, Su devlopmanı, Hayvancılığın geliştirilmesi, Orman Kaynaklarının Geliştirilmesi, Tarım Bakanlığı Teşkilatı, Zirai Kredi, Gübre ve Çiftlik Ekipmanı bölümlerini kapsamakta ve incelenince Açlık Korkusu yaratılmış olan Türkiye'de ABD çıkarlarını korumak ve Türk tarımını saptırarak Türkiye'yi bir Amerikan çiftliği haline getirme amacının rapora hakim olduğu görülmektedir.
Yabancı Uzman
Tarım Bakanı Dağdaş böyle bir raporu Türk teknisyenlere hazırlatmayı uygun görmemiş ve belki de akıl edememiştir. 14 Kasım 1966 günü bir dev uçakla Esenboğa hava meydanına inen ve ondan sonra lüks bir otele yerleştirilen bu uzmanlar, hiç tanımadıkları, sorunlarını bilmedikleri, dilini konuşmadık ları bir toplumun yüzyıllar boyu çözümlenmemiş tarımsal sorunlarına 32 - 33 gün içinde nüfuz etmiş ler, toplantılar ve partilerde bulunmuşlar, resmi şahısları ziyaret etmişler ve görülmedik bir ustalıkla raporlarına yazarak sayın bakana sunmuşlardır. Yapılan kısa ziyaretin bir gereği yerine getirmek için yapılmış turistik bir gezi ve doküman toplamadan ibaret olduğu ve raporun yazılması için geçen bir yıla yaklaşık süre içinde de ABD’nin Türkiye'deki çıkarlarının nasıl korunabileceğinin uzun uzun dü şünülerek Türk tarımı için bir muska hazırlandığı muhakkaktır. Meseleyi ayrıntılı bir şekilde öğrenmek isteyenler, bu raporun kendini ve tümünü okumalıdırlar. Fakat biz, başka konulara ve başka muskalara da değinmek istediğimizden bir raporun bazı kısımlarını ele alacak ve daha önceki açıklamalarımızla ilişki kuracağız. Raporda III ncü bölüm olarak, 29 – 38 sahifelerde Buğday konusu ele alınmış, Türk makamlarının talebi üzerine Amerika Birleşik Devletleri, Kuzey Batı Pasifik eyaletleri ve Meksika'nın son yıllarda gösterdiği buğday veriminde yükseliş seyrinin izahı ve aynı sonuçları Türkiye'de de gerçekleştirecek tavsiyelerin yapılması istendiğinden, bu tavsiye ler de yapılmıştır. Bunlar raporda çok ayrıntılı bir şekilde ve anlaşılması hayli güç tarzda (tıpkı muska gibi) izah edilmiş olmakla beraber, sonuç üç noktada toplanabilir. (1) – Hakiki yüksek verimli buğday tohumluk çeşitleri, (2) - Türk çiftçisine geniş çapta yeni buğday çeşitlerinin kullanılması yollarını ve araçlarını gösterecek ve öğretecek bir sistem, (3) - Yeni makine çeşitleri, gübre, ilaç v.b. Raporda ayrıca politik amaçlarla istismara çok elverişli bir kredi sistemi ve bugün Sonora - 64 skandalının ortaya çıkmasını hazırlayan bütün tavsiyeler bir muska diliyle ifade edilmiş bulunmaktadır. Çünki ABD bu rapordan sonra Türkiye'ye pahalı fiyatla tohumluk buğday, gübre, tarım ilacı ve tarım makineleri satacak, bu yoldan Türk tarımını kontrolü altına almış olacaktır. Charles M. Elkinton başkanlığındaki heyetin 10 Şubat. 1967 tarihinde Ekselans Bahri Dağdaş'a sunduğu, “Türkiye Tarımında Gelişme İmkânları” isimli rapor, bakan tarafından tercüme ettirilerek teşkilatına yayılmakla kalmamış, bu raporun bir özeti ve bilhassa tavsiyeler 27 Temmuz 1967 günlü Participant Dergisi’nde de yayınlanmıştır. Participant Dergisi İnceleme Heyeti'nin raporunu ana hatları ile şöyle takdim ediyor: (**) Türkiye'de yüzyıllar boyu geliştirilmiş olan ziraat tarzı, bölgedeki su, toprak ve iklim değişikliklerine uyarlı bir durum göstermektedir. Ormancılık ve hayvancılık daha ziyade dağlık bölgelerle yamaçlarda yapılmaktadır. Yağışların oldukça kıt olduğu Orta Anadolu bölgesinde, buğday belli başlı tarımsal ürünü teşkil ederken, su kaynakları daha zengin olan sahil bölgelerinde çeşitli tahılların tarımı ile meyvecilik ve sebzecilik, lif bitkileri ve hayvancılık ile iştigal edilir. İnceleme heyeti, Türkiye'nin tarımsal kaynaklarının potensiyeli ile etkilenmiştir. Şimdilik Türkiye'nin çok üstün insan, toprak, su ve iklim koşulları altında elde edilmesi mümkün olanın çok küçük bir parçası ile yetinilmektedir. Bundan dolayı inceleme ekibi Türkiye'nin tarımsal potansiyelini harekete getirmek için girişilecek eylemlerin tavsiye edilmesini asıl hedef olarak kabul etmiştir.
73
74
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Bu raporda zikredilen belli başlı tavsiyeler gerçekleştirildiği takdirde heyetimiz 19691970 yıllarında Türkiye'nin: — Buğday bakımından kendi kendine yeterli bir hale geleceğine, — Et üretimini belirgin şekilde artıracağına, — Sebze, meyve ve elyaf ihracatını artıracağına emin bulunmaktadır. Tavsiyelerimizin toplandığı noktalar, şöylece özetlenebilir: — Üreticinin ekonomik insiyatifinin takviyesi, — Yüksek verimli tohumluklarla, bunların tarımına ilişkin tekniğin Türkiye'ye sokulması, — Toprak koruma, rutubeti muhafaza ve sulama çalışmalarının ıslahı, —Pazarlama araçlarının ve metotlarının modernleştirilmesi Eğer bu tavsiyeler gerçekleştirilecek olursa; Türk tarımı devrim olarak nitelenebilecek bir değişme gösterecektir. Rapor özeti böylece devam etmekte ve arada özellikle yabancı ülkelerden yüksek verimli tohum luk ithali ile sulama ve gübreleme konuları üzerinde ısrarla durulmaktadır. Tavsiyeler 13 madde ha linde toplanmış ve raporun Türkçe aslının Tarım Bakanlığından tedarik edilebileceği de zikredilerek son bulmuştur. Elkinton heyeti ile bu heyetin Tarım Bakanlığı ileri gelenleriyle yaptığı bir toplantının resimlerini de veren Participant, diğer sahifelerini daha önce açıkladığımız konuşmalara, Tarım Bakanı Dağdaş ile USAID Türkiye Misyonu Direktörü James P. Grant'ın yazılarına tahsis etmiştir. Bu hali ile bir kopyesi Türkçe ve bir kopyası de İngilizce olarak yazılmış olan «Açlıktan Korunma Muskası» daha sonra Dağdaş'ın konuşmalarında ve basına yaptığı açıklamalarda, Sonora - 64 buğdayını överken kullandığı çeşitli pasajları ve tekerlemeleri ihtiva etmektedir. Tarafsız ve bir bakıma meseleleri Türkiye'nin ve Türk halkının çıkarları açısından inceleyebilen bir göz, bütün bu yayınları inceledikten sonra, Dünya durumunu da dikkate alarak değerlendirecek olursa şu sonuçları çıkarabilir. (**) ABD İkinci Dünya Savaşı’nı başka toplumların toprakları üzerinde verip sonuçlandırdıktan sonra felaketlerden uzak kalmış olan ülkesinde tarımsal tekniği ve üretkenliği geliştirmek suretiyle geniş stoklara gitme imkânını sağlamış bulunuyordu. Savaş dolayısıyla yapılan malzeme stoku, Marshall Planı ile muhtaç ülkelere satılmış ve bazılarına ucuz hatta parasız olarak verilerek, bu toplumlarda hırpalanmış olan Amerikan sempatisi ve çirkin Amerikalı duygusu yumuşatılmaya çalışılmıştır. Bundan sonra tarımsal stokları eritmek ve Yeni Sömürgeciliğin ustaca uygulamalarını gerçekleştirerek geri ülkelerde hegemonya ve pazar kurmak için P. L 480 kanunu çıkarılmış ve savaşın ezikliği içinde bulunan aç insanlar arasında açlık korkusu yayılarak bu ülkelere uzman kadroları ile sızmak denenmişti. Bu uygulama da on yıl kadar başarı ile sürdürülmüştür. Fakat Amerika’nın elini attığı ve burnunu soktuğu her işin, bir daha düzelmemek üzere bozulduğunu gören geri toplumların milliyetçi kadroları ile zinde güçleri P. L. 480 kanunu gereğince yapılan sözde yardımların ardında yatan amacı sezmeye ve buna karşı
Yabancı Uzman
tepki göstermeye başladılar. Hindistan 4 milyon tonla başladığı tahıl ihtiyacını 12–14–16 milyon tona kadar yükseltmiş ve bunun tümünü bu yoldan sağlamaya kalkmıştır. P. L. 480 pazar hazırlamak için girişilmiş bir operasyon olduğu halde, kısa süre içinde dev gibi gelişen talepleri karşılamak güçleşmiş ve Amerika politik nedenlerle besleyip büyüttüğü bu devi, daha da besleme zorunluluğu duymuştur. Hazır yemeye alışan ülkelerde ayrık otu gibi üremeye başlayan komprador, fırsatçı ve aracı kadroların bu yardımlardan sağladıkları yan çıkarlar, iktidarların kendi ürünlerini başka ülkelere ihraç ederek, Amerika'nın sırtından geçinme çabaları işi günden güne büyütmüş ve ABD takatını zorlamaya başlamıştı. Bu devrede Amerika'nın emniyeti için bazı geri ülkelerde üsler kurmak ve halkla ilişkilerini uygun bir ortamda bulundurmak zorunda olan Amerika, yardımları sırıtarak yapmış, fakat kimseye belli etmeden dişlerini gıcırdatmayı da ihmal etmemiştir. Hindistan'ın sola kayması ihtimali Amerika'da birçok yönetici ile iş adamının uykusunu kaçıran bir tehlike haline geldiği için, iş başına geçen Bn. Nehru'nun dileklerini yerine getirmek ve buğday için Rusya ve diğer sosyalist ülkelere başvurmasını engellemek gerekiyordu. Bu durumda Amerikalı plancılar meseleyi tatlıya bağlayarak çözümlemek için yeni bir şekil düşündüler. İnsanlar açlık kadar savaştan da korkuyorlardı. Açlık korkusu yanında savaş korkusu da bir cin hikâyesi ile önce Dünya'ya yayılabilir ve daha sonra da artık amacı anlaşılmış olan P. L. 480 yardımları, değişik bir plan ve tutum altında örneğin «Barış İçin Gıda Programı» ismiyle hazır yemeye alışmış olan ülkelere aktarılabilirdi. Dostlarımız bunu yaptılar. Bir taraftan da aç Hindistan'ı doyurmak için, Türkiye ve benzeri ülkeleri bir çiftlik gibi kullanmak ve bu ülkelerdeki insan gücü, toprak ve su kaynaklarını Amerika'nın hizmetine sokmak mümkün görülüyordu. İşte bu tarihlerde Türkiye'nin endüstrileşerek kalkınabileceğini savunan Planlama dairesinin ünlü yabancı danışmanı Tinbergen ve Rennis isimli bir Amerikalı profesör Türkiye'ye gelerek, bizim endüstri ile değil tarımla kalkınabileceğimizi söylediler ve Türk basını bunun hoparlörlüğünü sadakatle yaptı. O tarihe kadar lastik, plastik, ilaç ve margarin sanayii ile montaj sanayii Türkiye'de gerçekleştirilmiş ve Türkiye ham maddesi ile parçaları yabandan gelen sakat bir tüketim endüstrisine yatak haline getirilmişti. Bunun yanında Ege ve Çukurova gibi verimli alanlara buğday dikilmesi ve bu buğdayların hemen İskenderun'da kurulmuş olan bir tesiste böceklerden temizlenerek gemilere yüklenmesi çok uygun olacak ve Amerika'nın Hindistan’ı beslemek için uğradığı güçlüğü hafifletecekti. Pamuk ekim alanlarına, pamuk yerine Sonora-64 ekilmesi, bu toprak ürününü üretmede Dünya dokuzunculuğuna kadar yükselmiş olan Türkiye'yi milletlerarası pazardan çekmek ve Amerikan pamuk ürününü daha rahat satmak için de yararlı olacaktı. Türkiye üreteceği Sonora - 64 buğdayı için lüzumlu olan tohumluk buğdayı, gübreyi, tarım ilaçları ile araç ve gereçleri kredilerle Amerika'dan almaya mecbur olacağı için, Türkiye'den Amerika'ya aktarılması gereken para nasıl olsa aktarılacak ve buna karşılık bütün yıl harcanacak olan insan emeği, toprak unsuru ve diğer faktörlerin maliyeti çok düşük kalacaktı. Türkiye'yi Amerika'nın bir çiftliği gibi kullanmak ve halkımızı da yarıcı gibi çalıştırmak için hazırlanan bu proje, bütün propagandalara, yazılan muskalara ve
75
76
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
hatta baskı ve tehditlere rağmen bir skandalla son bulmuştur. Önce İskenderun'daki atom tesisi, sakıncalı ve denenmemiş bir usul olduğu için muhalefetle karşılanmış ve sökülerek atom kaynağı bir Amerikan gemisi ile geldiği yere gönderilmiştir. Sonora buğdayının Amerika İnceleme Heyetinin raporunda zikredildiği gibi bir devrim yapacağı ve bu devrimin yenilemeyeceğini söyleyen Tarım Bakanı Dağdaş, buğday tarlalarında davul zurna çaldırmış, halay çekmiş, heykelinin dikileceğinden söz etmiş, fakat bu yıl mahsul % 10–30 eksik olduğu için, iktidar başka ülkelerden buğday ithaline mecbur kalmıştır. Stokları, yarattığı aç pazarların ihtiyacına yetmediği için Amerika açlığa maruz Türkiye'ye artık Türk parası karşılığı buğday veremeyeceğini bildirmiş ve dolar istemiştir. Sonora buğdayından beklenen sonucun alınamaması, iktidarı ve üreticileri maddi ve manevi kayıplara uğratmış olmasına rağmen, Amerika bu uygulamadan bir şey kaybetmiş değildir. Çünkü 20.000 ton tohumluk, bol miktarda gübre, tarım ilacı ve tarım makineleri satmak suretiyle, Türkiye'den alması gereken haracı döviz olarak zaten tahsil etmiş olduğundan, bu olay Amerikan ekonomisinde hiçbir kötü tesir yapmayacaktır. Şimdiye kadar Türkiye'ye Türk Lirası karşılılığı buğday ve yağ satarak bir miktar para alan ve bu parayla Türkiye'deki Amerikan Tüketim ortaklıklarının sermayesini geliştiren Amerika, mukannen kar transferleri de almakta ve 32 milyonluk fakir bir toplum ne kadar sömürülebilirse o kadar sömürmektedir. Fazla olarak bu yılki tahsilât dolar olarak yapılmış ve buğday ihracı yerine, tarım ilaçları, gübre ve tohumlukla araç ve gereçler satıldığı için işlem dolar üzerinden yapılmıştır. ABD bu yılki sonuçların elverişli olmamasına rağmen sırf bu dolar kazancını sürdürmek ve tohumluk ile gübre ve ilaçlarına pazar bulmak için bu yıl Türkiye'de yeni baştan Sonora dikilmesini arzu etmektedir. Bu denemenin de önceki yıl alınan sonuçları vermekten öteye bir yararı olacağını tahmin etmiyoruz. İşte Dr. Elkinton başkanlığındaki Amerikan İnceleme heyetinin yazdığı muska (rapor) bu amacı gerçekleştirmek için yazılmış ve girişim bunun için yapılmıştır. Türkiye'deki ve bütün geri kalmış ülkelerdeki üretici ve tüketicilerle, topraklarına sahip çıkmak isteyen aydın ve ilerici güçlerin bu olaydan öğrenecekleri çok şey vardır. Çıkarı olmadığı takdirde başka bir topluma bir kuruş bile vermeyeceği muhtelif vesilelerle çok iyi anlaşılmış ve bazı toplumları zaman içinde ortadan kaldırmak için nüfus planlaması ismi altında Doğum Kontrol çalışmalarına girişmiş olan Birleşik Amerika'nın, Tarım Bakanı Ekselans Bahri Dağdaş'ın iste ği üzerine Türkiye'ye bir heyet göndererek Türk tarımını inceleteceği ve bunun külfetini benimseyeceği tahmin edilemez. Bu heyet Türkiye'ye gelerek P. L. 480 programı uygulamasından sonraki durumu incelemiş ve kendisine verilen talimata uyarak, Türkiye'yi Amerika'nın tohumluk, gübre, tarım ilacı ve tarım araçları ile gereçleri için bir pazar haline getirmek, pamuk piyasasından geri çekmek ve Hindis tan'ı beslemede kullanılabilecek ucuz buğday üretimini gerçekleştirmek için ne gerekiyorsa onu bir kâğıda yazarak, cinci hocanın muskası gibi koynumuza koyarak gitmiştir. Mesele gerçek yüzüyle bilin memekte ve Tarım Bakanı Dağdaş da kendisini uyarmak isteyenlere hakaretle cevap verdiği için, buğ day ve tarım politikamızı olumlu bir yön vermek mümkün olamamaktadır. Sözünü ettiğimiz muska, Türkiye için yazılan muskaların ne ilki ne de sonuncusudur.
Yabancı Uzman
Artık okunup üflenmeden, zaman zaman nefeslenmeden yaşayamayacağımıza ve bizi cinlerin yahut perilerin çarpacağına inandığımız ve bazı korkularla şartlandırıldığımız için, yöneticiler ve bazı gruplar bazen bir hocaya ve bazen de başka bir hocaya muska yazdırma ihtiyacını duymaktadırlar. Amerikasız yaşayamayız diyenlerin karşısında, azınlıkta olmalarına rağmen başka bir cinci hocanın nefesinin daha etkili olacağına inananlar vardır. Oysa ki hem açlık korkusu ve hem de savaş korkusu Türkiye' de bilhassa yaratılmakta ve bu korku güçlendikçe muska yazdıranlar artmaktadır. Açlık tarih boyunca insanları tehdidi altında tutmuş ve hatta bazen etkisi altına almış korkunç bir felakettir. Fakat 32 milyon nüfusla, zamanında yüz milyon ları doyurmuş Anadolu toprakları üzerinde aç kalıyor veya açlıkla tehdit ediliyorsak, bunun nedenini daha çok tutumumuzda aramaya mecburuz. Bir toplum, başkaları tarafından arzulandığı için, 32 milyonla doğum kontrolüne boyun eğer ve anaları ile bacılarının yabancı parası ve kendi evlatlarının eliyle helezonlanmasına razı olursa elbette korkutulacak elbette kökü kazınmaya çalışılacaktır. Yabancının yazdığı her muskada keramet umup da kendi çocuklarının tavsiyelerine, hakaret gördük leri halde direnerek savundukları gerçeklere (çeşitli başarılara rağmen) sırt çevirecek olursa, o toplum sömürge olmaktan kurtulamaz. Sonora - 64 buğdayı ve bu yabancı tohumu Türkiye'ye getirerek Timurlenk'in fili gibi yabancı gübre si ile gübreleyip, yabancı ülkeden satın alınacak tarım ilacı ile ilaçlamak isteyenler toplumun başına bir felaket hazırlamaktadırlar. Bu arada birkaç kişiyi milyoner etmek, kredi müessesesini istismar ederek yeni zenginler yaratmak mümkün olabilir. Fakat bir girişimin sonunda halkın somunları küçülmeye, üre ticinin karı olmadığı halde ekmek fiyatları ile un ve buğday fiyatları artmaya başladı mı tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Geri ülkelerde halk yığınları, yönetim kadrolarının başarısını, yönetimin yaşantısına yaptığı yansımalarla değerlendirir. Mutsuz milyonların ekmeği de tehlikeye girecek olursa, o insanların oylarını almak ve iktidarda kalmak zorlaşabilir. Bu takdirde sömürgeciler kendi amaçlarına hizmet edecek yeni politik kadrolar ve yeni sömürme yöntemleri araştırmaya başlarlar. Savaş ve açlık korkusunun etkisi altına sokulmuş toplulukları bu korkudan bilimsel verilere dayanılarak yapılan açıklamalarla sıyırıp kurtarmak mümkün olamamaktadır. Netekim Sonora - 64 buğdayının Türkiye'ye sokulması sırasında Türk bilim çevreleri Atatürk ilkelerine uyarlı bir tutum içinde girişimi çeşitli yönleri ile eleştirmişler işin sakat yönünü ortaya koymuşlardı. Fakat korku ve evhamlarla şartlandırılmış ve yabancıların yazacakları muskaların Türk toplumunun dertlerine şifa olacağına kayıtsız şartsız inandırılmış olan, söz dinlemez, laf anlamaz yöneticiler bu uyarmalara kulak asmadılar. Elkinton başkanlığındaki Amerikan uzmanlar heyetinin yazdığı muska bugün de uygulamadadır. Yazılan muskayı etkili gibi göstermek için Amerikan Yardım Kuruluşları çeşitli mali külfetleri göze almakta ve yardım ediyormuş gibi görünürlerken, Türkiye'yi ödenmesi güç ağır borçların yükü altına sokmaktadırlar. Geçen yıl Türkiye'de ekilen 20.000 ton Meksika tipi buğday tohumluğunun satın alınabilmesi için USAID Teşkilatı 3.400.000 dolar sağlamıştır. Ancak bu para sağlanırken, ABD hükümetinin neler düşündüğü daha önce açıklanmış bulunuyor. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyen Amerikalı sömürgeciler, bu tohum toprağa düştükten sonra, gübre isteyeceğini, ilaç isteyeceğini ve bunun ekimi ile hasadı için Amerika'dan milyonlarca dolarlık mübayaa yapılacağını bilmektedirler. Satın alınan bu
77
78
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
ihtiyaç maddeleri yüksek navlun karşılığı Amerikan gemileri ile taşınacak ve bir takım casus uzmanlar bu bahane ile Türkiye'ye sokularak kilit noktalarına yerleştirilecekler ve başka bir ekonomik saldırıyı planlamak için lüzumlu bilgiyi derlemeye başlayacaklardır. İşin bu yönü ile meşgul olmak ve bazı hatırlatmalarda bulunmak, her nedense Türkiye'yi yönetenler tarafından hoş karşılanmamakta ve onları karşılarındakilere küfrettirecek kadar asabileştirmektedir. Koyunlarına sokulmuş olan muskanın cezbesine kapılmış olanlar, hem toplumun ve hem de kendilerinin bütün dertlerinin bu muskayı taşımak ve gereğini yerine getirmekle giderilebileceğine inanmaktadırlar. Yozlaşmış bir yobazın, sapıtmış inançlarına benzettiğimiz bu israrlı inanış hem Türkiye'yi ve hem de yönetici kadroları telafisi imkânsız kayıplara sokmaktadır. Bu kayıpların neler olduğu, Türk toplumunun son yirmi yıllık yaşantısında ayrıntılı olarak görülebilmektedir. Oysa ki, nefes ve muska ile iş görülecek zamanlar çok gerilerde kalmıştır. Toplumların sorunlarını gerçekten çözümlemek isteyenler, cinci hocaların muskalarına benzeyen yabancı uzman raporlarından çok, bilimin şaşmaz verilerine dayanarak eyleme girmekte ve bundan olumlu sonuçlar alarak, insanları, açlıktan, savaştan, yoksulluk ve sefaletten kurtarmaktadırlar. Nitekim bizim sözünü ettiğimiz «Türkiye Tarımında Gelişme İmkânları» isimli muskanın bir bölü münü teşkil eden Sonora - 64 projesi Türkiye'de gerekli denemeler değerlendirmeler yapılmadan uygu lamaya sokulacağı sırada “Hidro - Meteroloj Dergisi, Sayı S, Kasım - Aralık 1967’de konuyu meteroloji ve iklim koşulları açısından inceleyen bilimsel bir yazının yayınlandığını gördük. Türk halkını, Amerikan inceleme heyetinin başkan ve üyelerinden daha çok sevdikleri ve çıkarlarını korumak için ellerinden gelen her şeyi yapacakları muhakkak olan Türk teknisyenleri girişimi şöylece eleştiriyorlardı : (**) Gerekli denemeler ve yeterli incelemeler yapılmadan Türkiye'ye sokulmuş ve köylüye dağıtılarak ekimine geçilmiş olan Sonara. 64 ve benzeri buğdayların, dağıtıldıkları bölgelerin iklim şartlarına uymayacağı belliydi. Tarım Bakanlığı tarafından daha önce yayınlanmış olan «Buğday Bülteni No. 2», uygulamalarla tam bir çelişme halinde bulunuyordu. Çünkü bu bültende; sulanabilen veya senelik yağışı 600 mm. veya daha fazla olan bölgelerde yeteri kadar azotlu ve fosforlu gübre kullanılarak üretilebileceği açıklanan bu yeni tip buğdayların, suhuneti kışın - 5 C. derecesine kadar düşen bölgelerde iyi netice vermeyeceği yazılıydı. Aynca Hidro-Meteroloji dergisi ilgilileri, USAID teşkilatının Ankara'daki Tarım Dairesi uzmanı Leonard H. Rhodes'le de temas etmişler ve bu buğdayların - 5 C. derecesine kadar düşen bölgelerde iyi sonuç verdiğini, suhunet -10 C. derecesine düşünce ekilen tohumlukların donduğunu öğrenmişlerdi. Bu müspet verilere dayanarak dergi ilgilileri Meksika tipi buğdayların dağıtıldığı Sakarya, Kocaeli, İstanbul, Bursa, Balıkesir, Çanakkale, İzmir, Muğla, Manisa, Aydın, Tekirdağ, Denizli, Antalya, İçel, Adana, Hatay, Gaziantep, Maraş, Urfa, Mardin, Adıyaman, Diyarbakır, Burdur, Kars, Ankara, Konya ve İç Anadolu'daki diğer illerin en düşük kış suhunetlerini ve yıllık yağış ortalamala rını gösteren bir cetvel düzenlendiler. Bu cetvelde gösterilen ortalama rakamlar, bu çeşit tohumlukların Türkiye iklim koşullarına uymayacağını açık olarak gösteriyordu. Hurafelere, şans ve kaderle, cin ve perilere ve kerametlere inanılarak bir toplumun ekmeği ve ekmeklik buğdayı ile oynamak caiz olmayacağı için, Hidro - Meteoroloji dergisine mensup ilim adamları bu müspet bilginin ve Tarım Bakanlığı'nın yayınladığı bir dergide verilmiş olan malumat ile Amerikalı Uzman Mr. Leonard H. Rhodes'in açıklamalarına dayanarak yetkililere şu tavsiyelerde bulundular:
Yabancı Uzman
(**) Tarım Bakanlığı, ithal edilecek tohumluğun miktarı için, iklim ve ekim etüdleri yaptırmamıştır. Bu sebepten ithal edilen tohumluk buğday, gerçek ihtiyaçtan çok fazla olmuştur. Böyle bir etüt yapılmış olsaydı, bu buğdayların bakanlık yayınında ısrarla emir ve tavsiye olunan iklim özellikleri tarlasından, ne ekerse eksin daima buğdaydan daha karlı bir mahsül elde edebilir. İşte bu gerçeği bilen çiftçilerimiz, haklı bu olarak bu tohumluklara karşı, bakanlığın beklediği ilgi ve itibarı göstermemişlerdir. Hiçbir etüde dayanmadan ithal edilen tohumluk bu sebepten de ayrı bir fazlalık göstermiştir. (**) Böylece elde kalan tohumluk buğdaylar, Tarım Bakanhğını yurt çapında bir denemeye zorlamıştır. Öğrendiğimize göre, Pakistanlılar Meksika'dan tohumluk buğday ithal etmişler, fakat topu topu 350 ton aldıkları bu tohumları yerli buğdaylar ile melezlemişler ve ayrıca iklimlerine uymayanları ayırıp, geri kalan ile genişçe ekime geçmişlerdir. Bizde ise bu incelemeler yapılmadığı gibi, ihtiyaç miktarı için de bir etüd yapılmadan, Meksika'dan bir kalemde 22.100 ton sertifikasız tohumluk buğdayı, tohumluk olarak ithal edilmiştir. (**) Tarım Bakanlığı, Meksika buğdayının memleketimiz iklim şartlarına, haşere ve hastalıklara karşı mukavemet derecesinin ve mücadele masraflarının neler olacağını tespit eden bir inceleme de yaptırmamıştır. Bu husus Amerika'ya giden heyete, bitki hastalıkları ile ilgili bir uzmanın katılmamış olması ve gelen buğdayların da kurtlu çıkması ile sabit olmuştur. Bundan başka bu buğdayların besleme değerleri üzerinde de durulmamıştır. (**) Yapılan eksik işlem ve hataların farkına varan Tarım Bakanlığı, Akdeniz sahil şeridindeki sulanan mümbit topraklarımızın, buğday ziraatine ayrılmasının doğru bir hareket olmayacağını, birçok uyarmalardan sonra, kısmen de olsa benimsemeyi kabullenmiştir. Çünkü bu buğdaylar sahil şeridindeki tarlalara ekilecektir. Bunda fazla bir ısrar gösterilmeyerek, tohumluk bile bile iklimine uymayacağı aşikar olan illerimize dağıtılmaya başlanılmıştır. Netice: Geri kalmış memleketimizin, şansa kaçan davranışlara tahammülü yoktur. En emin yol bilim yoludur... Böylesine mühim memleket işleri, «Türkiye’nin ve hatta insanlığın başlıca gıda maddesini teşkil eden buğday - Yenilgiye uğramayacak yeni bir devrim – Bir çokları potansiyel kelimesini belki de ömürleri boyunca duymamışlardır - Kim ne derse desin, bu iş yürüyecektir» gibi, yerine göre parlak ve yerine göre etrafı küçük gören sözlerle halledilmiş olmaz. Aç insanı da sadece buğday doyurmaz. Tarım Bakanlığı'nın Meksika buğdaylarının ekim ve yetiştirilmesi için ısrarlı tavsiye ve emrettiği iklim özelliklerinin hatalı olacağını kabul etmek güç olacağına göre, bu yıl kışın yurdumuzda hem de yağışlı geçmesi için duaya çıkalım da, memleket zararları büyük olmasın... Hidro - Meteroloji Dergisi'nin Kasım - Aralık, 1967 sayısında yayınlanan bu tavsiyeler ile bilimsel gerekçeler Tarım Bakanı Dağdaş tarafından dikkate alınmamıştır.
79
80
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Ülkenin bilim kadrolarından çok, mukadderatını yabancı uzmanların hazırladıkları rapora bağla yan bakan, XX nci yüzyılın ikinci yarısında muskalarla iş görülemeyeceğini bugün de anlayamamakta ve yeni muskalar yazdırarak yeni uygulamalara girmektedir. Bu durumda meteorologların dediği gibi, yerine göre yağmur duasına çıkmak ve yerine göre de kumar oynarcasına, şansın gün gelip bize yar olacağına inanmak lazımdır. İşte sömürgeciler yarattıkları korku ortamında yalnız halkı değil mürekkep yalamış yönetici aydın ları dahi böylesine olumsuz bir kader kısmet ortamına iteklemekte ve yazdıkları muskayı koyunlarına koyduktan sonra «Tanrı Yardımcın Olsun» deyip onları kötü talihleri ile baş başa bırakmaktadırlar. Bu işin sonu alınmış ve Türk halkı, bilimin kuralları yerine muska ile iş görenlerin acıklı sonuçla rını ibret verici bir tarzda izlemiştir. Bu yıl Türkiye'nin % 10 – 30 eksik olan buğday rekoltesi, hasadın hemen arkasından bir buğday açığına sebep olmuş ve hükümet Anayasanın (52) nci maddesi gereğince halkın yiyecek ihtiyacını sağlamakla sorumlu olduğu için telaşa kapılmıştır. İktidarın İran, Batı Almanya, Fransa, Pakistan gibi ülkeler nezdinde buğday satın almak için yaptığı teşebbüslerden bu kitabın yazıldığı güne kadar olumlu bir sonuç almak mümkün olamamıştı. Uzmanları aracılığı ile muska yazarak Tarım Bakanı'nın koynuna koyan ABD ise Türkiye'ye mahalli para karşılığı olarak buğday vermemekte ve dolar istemektedir. Bütün bunlar muska ile iş görülecek devirlerin çok geride kaldığını göstermektedir. 6. Filo'nun İstanbul’u 10 Şubat 1969 tarihinde, bilmem kaçıncı defa ziyareti sırasında ortaya çıkan kanlı olaylar, kardeşin kardeşi hunharca bıçaklayıp öldürmesi, daha önce Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ni ziyaret eden ABD Elçisi Komer'in arabasının öğrenciler tarafından yakılması, Dünya kamuoyunda geniş tepkiler yapmış, Türkiye'de de kırıcı tartışmalara sebep olmuştur. Bir Amerikan gazetesinin «kendisini besleyen efendisinin ona muhtaç köpek tarafından ısırılmasına» benzettiği Amerikan aleyhtarı gösterilerden bir hafta önce, dostlarımız bize 300 bin ton buğdayla, 25 bin ton don yağı sattılar.
.
Bu suretle Amerika’ya borçlandığımız 200 milyonu aşkın miktarın yarısı Türk parası karşılığı ödenecek ve hemen Merkez Bankasına yatırılacaktı. Yarısını da 40 yıllık bir süre içinde dolar olarak taksitle ödeyecek, gerekirse torunlarımıza bırakacaktık. Borçlandığımız miktar için % 2 – 3 oranında faiz öngörülmüştü. Yabancıların yazdığı muskalara göre hareket etiğimiz için buğdaya gerçekten muhtaçtık. Yardım şurasından burasından tuhaf haberler geliyor ve Doğu'da halkın buğday bulamadığından hayvan yemi olarak kullandığı arpadan ekmek yaparak tükettiği haber veriliyordu. (**) Ardahan'ın, Tunçoluk köyünde öğretmenlik yapan Yüksel Feyzioğlu isimli bir öğretmen, Ankara'da Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu Genel Merkezinde 25 Şubat 1969 günü bir basın toplantısı yapmış ve köylülerinin yediği çamur gibi, küflü arpa ekmeğini gazetecilere göstererek «Halk bunalım içindedir, Ardahan bölgesinde yaşayanlar, bayrama böyle giriyorlar demişti. (Yeni İstanbul ve Ulus Gazeteleri, 26.2.1969) Köylerimizde nedeni bilinmeyen hastalıklar, aç oldukları için direncini yitirmiş çocuklarımızı öldürüyor, vatandaşların çarelerine bakmak her gün biraz daha güçleşiyordu.
Yabancı Uzman
(**) Elbistan'ın Balkış köyünde sebebi bilinmeyen bir hastalıktan 40 gün içinde 24 çocuk ölmüş ve diğer çocukların aynı akıbete maruz kalmamaları için lüzumlu tedbirler alınamamıştı. Beytüşşebab'ın Doğanyol köyünde kızamığa benzer bir hastalıktan 20 çocuğun öldüğü bildiriliyordu. (Yeni İstanbul Gazetesi, 26.2.1969) Bir koyunun 1300 liraya satın alınabildiği, etsiz kurban bayramına doğulu vatandaşlar bu koşullar altında girdiler. Yabancı uzmanların yazdıkları muskalar, Türkiye'yi açlıktan kurtarmak için yeterli olamıyor, yapılan yiyecek yardımları halka ulaşmıyordu. Ankara'da yayınlanan 28.2.1969 günlü Bayram gazetesinde şu haberi okuduk. (**) Dünya Gıda Teşkilatı tarafından Pülmür deprem felaketzedelerine dağıtılmak üzere gönderilen 115 ton hayvan yemi el altından müteahhitlere satılmış... Bu hayvan yemlerinin daha sonra müteahhitler tarafından Ardahan köylülerine satılıp satılmadığını bilemiyoruz. Fakat Doğu Anadolu'da pek çok vatandaşın yiyecek buğday bulamadığı için arpa ekmeği yediği ve bunu da bulamayanların bayram günlerini aç geçirdikleri muhakkaktır. Bozuk bir düzende, halkın milyonlarca lirasını yabancı ülkelerden tohumluk, gübre, tarım ilacı, araç ve gereç almak için yabancı kasalara transfer edenler, yabancı uzmanlara rapor yazdırıp, yabancı dergilerde makaleler yazanlar, Anayasa'nın (52) nci maddesi ile kendilerine verilen görevi yapamamış ve halkımızın karnını doyuramamışlardır. Önümüzdeki günlerde de bunun mümkün olacağını tahmin etmiyoruz. Çünkü bütün mesele kendi gücümüze güvenmekte ve yabancı etkisiyle onun yarattığı korkulardan arınmaktadır. Açlığın kasıp kavurduğu Anadolu halkı, şu sıralarda limanlarını sık sık ziyaret eden 6. Filo as kerlerinin, İstanbul otellerine ödediği parayı da, ekmeği üzerinden karşılıyor. Çünkü ithal edilen buğday karşılığı Merkez Bankası’na yatırdığımız Türk liraları Amerikalıların Türkiye'deki harcamaları için değerlendirilmekte ve bu harcamalar arasında herhalde, deniz piyadelerinin rahatlamaları ve boşalmaları için harcayacakları para da bulunmaktadır. Hiç ihtiyacımız olmadığı halde, buğdayla birlikte bize satılan üretim artığı don yağları önce sabun yapılmak üzere sabun endüstrisine dağıtılacak ve daha sonra Pülmür'deki hayvan yemi gibi gizli elle rin yardımı ile yağ piyasasına intikal ettirilerek yemeklik yağlarımıza karıştırılacaktır. Kendi ülkesinde üretilen zeytinyağına, makine yağı karıştıranları bulup cezalandıramamış bir toplumun, yemeklik yağ larına, sabunluk don yağı karıştıranları da bulamayacağı ve bu suretle birkaç milyoner daha yaratılacağı muhakkaktır. Korku toplumlarında mutlu azınlık bu yoldan yaratılır.
81
82
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
83
VI KORKUTMA, ALDATMA ve ZULÜM
84
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
85
KORKUTMA, ALDATMA ve ZULÜM Kişiler ve toplumlar, hatta hayvanlar ile hayvan toplulukları, korkutma aldatma ve zulme karşı çeşitli tepkilerle cevap verirler. İşbu biyolojik ve içgüdüsel yanını izah etmiş olmak için, hayvanların davranışından örnekler verelim. Bir serçe yavrusunu kapanla aldatarak yakalar, avucunuza alıp sevmek ve sıkıştırmak isterseniz, bu küçücük yaratığın keskin gagasının parmağınızı kanattığını görürsünüz. Serçenin bu ümitsiz savunma sı, kendisinden bin defa daha büyük insanın canının acımasına ve avucunu açıp serçeyi serbest bırakma sına sebep olabilir. Bir kediyi bir odaya kapatıp, kaçacak bütün delikleri tıkadıktan sonra tekmelemeye başlarsanız, ön ce kedi bu zülme karşı pasif korunmaya geçmekte, tekmelerden masun, bir iskemle veya masa altı bul maya çalışmaktadır. Fakat siz onu kaçıp saklandığı her köşeden çıkarır tekrar tekmelemeye ve zulmet meye devam ederseniz, belirli bir noktada kedinin, sizden çok küçük olmasına rağmen açık savunmaya geçtiğini ve tırnaklarını çıkararak parçalamak üzere yüzünüze sıçradığını görürsünüz. Hayvanlarda izlediğimiz bu ilkel tepkiler, uygar toplumlarda ve ezilen kişilerde aynen görülür. İnsan zeki bir yaratık olduğundan ve eğitim gördüğü için korkutma, aldatma ve zulme karşı deği şik şekilde tepki göstermekte, inançları, din ve Dünya görüşü ile çevre koşulları tepkinin çeşidini ve şiddetini tayin etmektedir. Korkutulan, aldatılan veya zulme uğrayan bazı topluluklar, pasif direnmeye geçer, oruca başlar ve tepkilerini bu suretle izhar ederler. Bunlar bazen kendi kendilerini yakıp yok edecek kadar ileri gitmekte ve tepkilerini bu suretle izhar etmektedirler. Amerikalıların Vietnam'da ki korkutma, aldatma ve zulümlerine bir grup Budist rahibi bu şekilde tepki göstermiştir. Ünlü Hint lideri Gandi'nin, İngilizlerin zulüm, baskı ve aldatmacalarına oruç tutarak cevap verdiğini ve bu suretle top lumu geniş çapta etkilediğini biliriz.
86
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Bazıları, pasif direnme safhasını çabucak atlatır ve kendilerini korkutanlar ile aldatanlara ve zulmedenlere aktif olarak saldırırlar. Bu davranışlar, kişinin ve toplumun inançları, yaradılışı ve biyolojik yapısı kadar çevre koşulları ve çağın getirdiği görüşler ve anlayış ile de ilişkilidir. Nitekim yüzyıllar boyu, kendilerini yöneten yaşlı kuşaklara itaat etmiş ve onların en iyi şekilde düşünüp çalıştıklarına inanmış olan gençlik, Dünya'nın hemen her tarafında, yaşlı kuşağa karşı önce işi Beatnik ve Hippi olmak suretiyle pasif direnmeye dökmüş ve bu yöntemin etkili olmadığını anladıktan sonra ise, aktif saldırıya geçerek çevresinde ne varsa tahrip etmeye, yakıp yıkmaya başlamıştır. Yeni fikirler, çevre koşulları ve baskının derecesi, toplumun tepki şeklini değiştirmekte ve şiddetini de geniş çapta etkilemektedir. Öğrencilerinin karşısına bir ilah gibi dikilen ve Üniversiteleri «Fil Dişi Kuleler» haline getirmiş bulunan profesörler, bugün gençlerle ayın masaya oturup, yapılacak reformların ilke lerini tespite uğraşmakta ve zayıf karakterli olanları korkulu günler yaşamaktadırlar. Boykotlar ve boy kotları izleyen işgaller, aldatılan, korkutulan ve zulüm gören genç insanların, kanun sınırları içinde gerçekleştirdikleri demokratik tepkiler olduğu için ve daha çok yöneticileri de düşündürdüğünden önle nememekte ve bunları önlemenin tek yolunun onları korkutmak, aldatmak ve zulmetmekten vazgeçmek olduğu her gün biraz daha anlaşılmaktadır. Klasik sömürgeciler yüzyıllar boyu korkutarak, aldatarak ve zulmederek sömürdükleri topluluklara artık güler yüz göstermeye ve onların şekli bağımsızlığını tanıyarak, sömürüyü güler yüzle sürdürmek için yeni yöntemler araştırmaya mecbur kalmışlardır. Bu suretle gerçekleştirilen korku ortamında, in sanları aldatarak zulmetme tekniği de artık anlaşılmış olduğundan XX nci yüzyılın ikinci yarısında bu tutumun tepkilerine şahit oluyoruz. Çağdaş sömürgeci, korkutacağı, aldatacağı ve zulmedip ve varlığını sömüreceği topluma yaklaşır ken, kuzu postuna sarılmış bir kurt gibi, iğrenç yüzünü sahte bir tebessüm ile gizlemekte ve kapan kurup avucuna düşürdüğü serçeyi daha sonra sıkabildiği kadar sıkmaktadır. Bir toplum, başka bir toplum karşısında serçe kadar zayıf ve çaresiz olsa bile, onun parmağını dişleyip aktif savunmaya geçebildiği gün kurtuluşun kapısını açmış bulunuyor. Yakın geçmişte, Türk toplumunun Kurtuluş Savaşı ile verdiği örnek bu kanımızın yanlış olmadığını göstermektedir. Yaşadığımız çağın konuya ilgili en güzel örneklerini, Vietnam Amerikan emperyalizmine ve Çekos lovakya Doğu emperyalizmine karşı vermiş bulunuyorlar. Toplumların tarihleri, yaradılışları, inançları ve koşulları bu tepkiyi etkilemekle beraber, bütün can lıların birleştikleri bir müşterek çizginin mevcudiyetini kabul etmek ve savaş korkusu ile açlık korkusu yaratarak ve insanları savaştan ve açlıktan korumayı vaadetmek suretiyle onları kandırıp zulmedenlerin, maruz kaldıkları ve kalacakları tepkinin çeşit ve şiddetini tayin ederken, bu ortak çizgide durmak ve çizgi üzerinde konuşmak gerekiyor. Artık insanlar, savaşları kimlerin çıkardığını ve Dünya'nın üçte ikisini kimlerin aç bıraktığını iyi biliyorlar. Müsebbibi oldukları savaşlarda, kendi elleri ile gerçekleştirdikleri zulümleri ve aç bıraktık ları ülkelerde, avurdu çökmüş insanların korkunç resimlerini dergilerine basarak ve yazarak korkulu bir ortam yaratanlar, yaşayan toplumları aldatmakta ve bu suretle zulmetmektedirler. Kendi çıkarları için kendi insanlarını ve hatta eşleri ile evlatlarını bile kandırmayı göze almış olan yozlaşmış bir azınlık, bugün kapitalist ve emperyalist yöntemlerin kilit noktalarını ele geçirmiş ve dedelerinin silahla ger
Korkutma, Aldatma ve Zulum
çekleştirdikleri imparatorluklarını, yalanla ve sessiz savaşın kötü usulleri ile ayakta tutmak için yeni usuller geliştirmişlerdir (Koçtürk, Osman N. Sessiz Savaş, Ararat Yayınevi, 1969'a bakınız). Eskiden olduğu gibi, bugün de korku, yalan ve zulüm tabanına oturtulmuş olan güçlü imparatorluklar, artık temelden sarsılmakta ve ölümü göze almış milyonlar, bu yeni düzene karşı tepki göstermektedirler. Etkinin şekli ve şiddeti, tepkinin biçimi ile gücünü tayin ettiği içindir ki, korku, aldatmaca ve zulüm ile iş görenler, korkuya meydan okuyan sorumsuz davranışlar, kendi yalanlarından daha korkunç ya lanlar, tertipler, aldatmacalar ve eğer mümkün olursa zulüm ve hunharca davranışlarla mukabele görü yorlar. Kullanılan silah, karşıt silahın biçimini etkiler. Savaş korkusunu, açlık korkusunu bir silah gibi kullananlar ve toplumları bu ortamda aldatarak sömürenler, aynı silahlarla tehdit edilecek, korkutulacak ve yıldırılacaklardır. Nitekim, kendi söylediği yalana sonradan inanıp, karanlıkta ıslık çalarak korku larını gidermeye çalışan insanlar gibi, geri toplumları açlık ve savaş tehditleri ile yıldırmaya savaşanlar, aynı nedenlerle uykularını kaybetmiş bulunuyorlar. Bu korku, onları yeni yalanlar uydurmaya ve hatta cinayetlere iteklemektedir. Geri toplumların kadınları bundan helezonlanıyor, çocuklar ana rahmine düşmeden bu yüzden öldürülüyorlar. Rüyasında binlerce aç insanın ülkesine saldırdığını ve yiyeceğini paylaştığını gören, mutlu ülke insanı soğuk terler dökerek uyanmakta ve bu insanları yok etmek için atom bombasından daha tahripkâr silahın ne olabileceğini düşünmeye başlamaktadır. Bu korku onları milyonlarını harcamaya ve binlerce mil uzaklarda açık denizlerde donanmalar bulundurmaya, halkın deyimi ile diken üzerinde yaşamaya mecbur ediyor. Onlar milyonlarca insanı açlıkla korkutup, kandırmaya ve zulmetmeye çalışırlarken, geri ülkeler deki komprador grubu, hem kendi toplumunu ve hem de sömürgeciyi kandırarak en mutlu hayatı ya şamakta, bir eliyle sömürgeciyi bir eliyle de kendi insanını soyup iki tarafa da yalan söylemektedir. Milyonları aldattıklarını zannedenler, bazen kendi toplumu gibi patronuna da ihanet etmiş olan bir komprador grubu tarafından kıyasıya korkutuluyor, huzursuzluğa iteklenerek zulme maruz bırakılıyor. Kimin kimi aldattığı, eskiden olduğu gibi bugün de belli değildir. Kötü usullerle gerçekleştirilen saldırılara kötü usullerle mukabele edileceği bilinmekte ve insanlık XX nci yüzyıl sonunda böyle bir ortamda yaklaşmaktadır. Korkuyu bir silah gibi kullanarak geri topluluğu sindirme ve bu ortamda sömürme metoduna karşı cesur davranarak karşı koyabiliriz. Açlık, savaş, yoksulluk, cehalet, hastalık, irtica gerçekten korkunç şeylerdir. Bunlarla savaşılması ve nerede görülürse yok edilmesi için Anayasamızda hükümler vardır. Hükümetlerden başka vatandaşlar da kişi olarak bu düşmanlarla savaşmak zorundadırlar. Fakat açlıktan, savaştan, cehalet ve irticadan korkmanın, bunları yok etme bakımından bir yararı olacağı söylenemez. Halk korkunun ecele faydası olmadığını söyler. Ne kadar korkarsak korkalım, ölüm bir gerçek ve her canlıyı bekleyen bir sondur. Bundan dolayı yaşantısını ölüm korkusu içinde ge çiren bir insan da kendini ölümden kurtaramayacaktır. Geri topluluklar bu gerçeği anlayabildikleri ve açlıkla, savaştan, cehaletle, irticadan korkmanın bir yararı olmadığını kavrayabildikleri gün, kendilerini bunların yaratıcısı olan zalim sömürgecilerin
87
88
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
ellerinden kurtarmış olacaklardır. Fazla olarak ölümün çaresi olmamasına karşılık, açlığın, cehalet ve sefaletin çaresi vardır. Bu çare bilmek, öğrenmek, çalışmak olabilir. Yaşamak için ölmeyi göze almak, açlık ve sefaletten kurtulmak için de çalışmak lazımdır. Japon milleti cesaret ve çalışkanlığın bir toplumu yüceltmek için ne denli etkin olduğunu pek çok münase betle göstermişti. Bugün yeni korkular yaratılarak yeni bir istismar ortamına iteklenmiş olan bu insan lar, yakında yeni bir anlayış içinde bu korkuları da yenerek yeni cesaret örnekleri vereceklerdir. Aynı şeyleri Türk toplumu için de söyleyebiliriz. Bir Padişah korkusu, yozlaştırılmış bir din korkusu ve nihayet Düveli Muazzama Korkusu ile yıldırılmış olan Anadolu insanı, bütün bu korkuları Atatürk öncülüğünde yıktıktan sonra, yüzyıllar boyu sömürülmesine sebep olan korkularının bir hiç olduğunu; onlara parmakları ile dokunarak anlamış ve Düveli Muazzamayı taş ve sopa ile ülkesinden kovmuştur. Bütün mesele korkuları yıkmakta ve karanlıktan kurtulmaktadır. Biz konu olarak «Açlık Korkusu» nu ele aldığımız için, halkımızın sömürülmesinde etkin bir baskı aracı ve korkunç bir silah olarak hizmete sokulmuş olan bu korkuyu nasıl yenebileceğimizi anlatmaya çalışacağız. Türk halkının aç olduğu bir gerçektir. Gerçekleri inkâr etmek doğru olmaz. Dünya nüfusunun üçte ikisinin kötü beslendiğini ve açlığın mevcut, huzursuzluğun hatta savaşların baş nedeni olduğunu da biliyoruz. (Koçtürk, Osman N. Barış ve Emperyalizm, Ararat Yayınevi, 1968 Koçtürk, Osman N., Gıda Emperyalizmi, Toplum Yayınevi, 1966) ya bakınız. Bu gerçeği bilenler, Türkiye'nin uzak dağ köylerinin durumunu inceleyecek veya Amerikalıların kuşe kâğıda basıp, Dünya'ya dağıttıkları «Açlıkla Mücadele Kampanyası» broşürlerinde Uzak Doğulu çocukların resimlerine bakacak olursa, kendini bir korkuya kaptırıp uykularının kaçması ve insanlığın dan utarıması doğaldır. Fakat ne korkmak ve ne de utanmak, bu insanları doyurmayacak ve açlığı Dünya'dan kaldırmayacaktır. İnsan toplumuna ve çağına karşı bir sorumluluk duymakta ise, o zaman bütün bunlara sebep olan nedenleri araştırmak bulmak ve onlarla savaşmak durumundadır. Milletlerarası açlığın yaratıcısı olan sömürgeci topluluklar ile ülkeler için açlığın hazırlayıcısı kay mak çalanlar ve her şeyin kaymağını alarak yavan tarafını güçsüz, iyi niyetli ve masum çoğunluğa bırakanlar, mücadele edilmesi gereken ilk hedefler olacaktır. Bunlar mücadele edilemeyecek ve yere serilemeyecek kadar güçlü değillerdir. Biz onları korkularımız dolayısıyla güçlü görmekte, yalancı, riyakâr ve zalim oldukları için onlardan korkmaktayız. Onlarla mücadele edeceksek önce korkularımızı yenmek ve gücümüzü tanımak zorundayız. Demokrasilerde her insan bir diğeri kadar güçlü ve etkilidir. Paralarından başka, öğünülecek ve güvenilecek yanları olmayan sermaye çevreleri paranın her işi görebileceğini söylemektedirler. Napolyon'dan bu tarafa savaşın bile para ile kazanılabileceği kanısı yayılmış ve fakir toplumlarla, fakir insanlar böylece korkutulmuşlardır. Fakat imanlı toplulukların fakir olsalar da korkularını yenebilecekleri, Kurtuluş Savaşıyla biz Türkler, son olarak Çekoslovakya ile Vi etnam’ı kanıtlamış bulunuyoruz. Korkusunu yenen toplum, korkunç olur. Biz de beynimizi yıkayarak bize kabul ettirilen açlık korku sunu yenebilirsek, açlığı yenmek için muhtaç olduğumuz gücün damarlarımızda mevcut olduğunu his sedeceğiz.
Korkutma, Aldatma ve Zulum
Tanrı'yı ve Tanrı Korkusu'nu mukaddes kitaplarla, softalardan ve müteassıp papazların ağzından öğrenmek nasıl farklı sonuçlar yaratıyorsa, Açlık ve Açlık Korkusu'nu bilim kitaplarından yahut yaban cı ülkenin maksatlı propaganda broşürlerinden öğrenmeye kalkışmak öylesine farklı sonuçlar yaratı yor. Belli başlı dinlerin mukaddes kitapları, her iman edenin kendi başına okuması, anlaması ve inanması için yazılmıştır. İleri dinler Tanrı ile kişi arasında anlaşmayı sağlayacak aracıları reddederler. Açlığın da ne olup ne olmadığı bilim kitaplarından okunmalı ve bunu yaşayan toplumlar nedenleri ile çarelerini kendileri bulup yaşantılarına mal etmelidirler. Açlığı tanımak için, Dünya milletlerini açlığa mahkûm edip, sonra da bir Havari edası ile ondan kurtulmak için yol göstermeye çabalayan, bu yolu gösteriyormuş gibi davranırken, kendi çıkarlarını kollayarak açlığı daha etkin hale getiren toplumların temsilcilerini veya bu toplumların etkisi altına girmiş olan kuruluşların maksatlı propagandalarını kaynak kabul etmek, kişileri ve toplumları sonradan tashihi mümkün olmayacak yanılmalara düşürür. Türk toplumu açlığı tanırken, Türkiye'deki Amerikan Yardım Teşkilatı (USAID) başkanının çektiği nutukları veya bu nutuklarla etkilenmiş yöneticilerin aynı paraleldeki açıklamalarını esas kabul etme meli ve kendi gerçeklerini ele almalıdır. Çoğunluğu açlığı bizzat yaşamış ve tatmış olan insanlar bunun ne olup ne olmadığını anlayabilmek için, karnını tıkabasa doldurmanın yolunu bulmuş bir toplumun Türkiye temsilcisinden fikir alma ve akıl öğrenme durumunda değildir. Böyle olmasına rağmen, ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ın Chicago'da çektiği nutuk, Türkçe'ye tercüme edilerek Tarım Bakanlığı memurlarının masalarına kadar ulaştırılıyor ve USAID Ankara Temsilcisi Grant'ın yazıları Türkiye'de yayınlanan dergilerde baş köşeyi alarak açlığı bize tanıtmaya yelteniyorsa, bunda bir bit yeniği olabileceğinden şüphe etmek gerekecektir. Dünya'yı korkutmak için Milletlerarası teşekküller tarafından tertiplenen «Açlıkla Mücadele Hafta ları»nı da bir beyin yıkama ve korkutma faaliyeti olarak kabul etmeliyiz. Böyle olmasına rağmen, bilinçsiz kişilerin davranışı içine girmemek ve korkulması gereken şeyden, gerektiği kadar korkmak lazımdır. Okuyucularımızın kitabın önceki bölümündeki açıklamalarımızla bu bölümde benimsemiş olduğumuz görüşü karşılaştırıp, bir çelişmeye düştüğümüz kanısına varmamaları için, açlığın bir noktada ABD Tarım Bakanı'nı da korkutacak kadar güçlü ve etkili bir durum veya olay olduğunu ifade etmek lazımdır. İnsanlar bildikleri şeylerden ve bilmedikleri şeylerden korkarlar: Bilinmeyenden korkmak, ilkel in sana has bir davranıştır. Cinlerin, şeytanın ne olduğunu bilmez, fakat çok zaman onlardan korkarız. Bu bilinçsiz bir korkudur ve yenilmesi hayli güçtür. Biz ateşten de korkarız. Ateşin bizi yakacağını bilir ve bilerek korkarız. Ateşi zararsız hale getir mek ve onun kötü etkilerinden sakınmak bundan dolayı mümkündür. Hatta ateşi kontrol altına alarak, ondan yararlanmak da mümkün olmuştur. İlk insanların korktukları, ne olduğunu bilmeden taptıkları ateş, bugün insanın hizmetine girmiştir. Fakat cinlerden, perilerden ve şeytandan Dünya'nın her yerinde korkulmaktadır. Bilinmeyene karşı duyulan bu korku, her yerde herkes için zararlı olmuştur.
89
90
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Açlığı da böylece bilmeli ve korkmak gerekiyorsa bilerek korkmalıyız. ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman açlığı bilmekte ve ondan bilerek korkmaktadır. Bu ülke yöneticilerinin bilerek korktukları açlık, tıpkı ateş gibi onların hizmetine girmiş ve karşılarına aldıkları toplumlara açlıkla yok etmek için silah gibi kullanılmaya başlanmıştır. Fakat bu bilinçli ve iyi niyetli olmayan insanlar, açlığı bize tanıtırken, cinci hocanın davranışı içine girip, ne olduğunu ve ne olmadığını açıklamadan, korkutmaya ve bu korkunun yenilmesi için bazı muskalar yazmaya yelteniyorlar. Yazdıkları muskalar ve karınca duaları (raporlar) incelenince her satırında emperyalist amaçlarının sırıttığını görmemek için çok cahil olmak lazımdır. Bundan dolayı açlığı tanırken ve eğer gerekiyorsa açlık korkusunu toplumumuza mal ederken, Amerikalı'nın istediği şekilde değil, kendi gerçeklerimizin gerektirdiği şekilde hareket durumundayız. Dikkatle incelenecek, değerlendirilip eleştirilecek olursa, bilim kitaplarının bize tanıttığı açlık ile açlık korkusu, ABD Tarım Bakanı Freeman ile USAID Türkiye Misyonu Başkanı Grant'ın empoze etmeye çabaladıkları açlık ve açlık korkusu anlamından farklıdır. Önceki bölümlerde yapılan açıklamalardan anlaşılacağı veçhile, insan karnı şişirici bir besinle (boş kalori kaynağı) şişirilmiş olduğu halde de aç olabilmektedir. Fizyolojik yapısı ve yaradılışı icabı hem bitkisel (pirinç, buğday, mısır, meyveler, sebzeler v.b.) hem de hayvansal (et, balık, süt, yumurta v.b.) yiyeceklerle dengeli ve yeterli bir şekilde beslenmesi gereken insan, emperyalist ülkeler halkının bol bol tükettikleri, hayvansal yiyeceklerden yoksul bırakılacak, Türkiye, Hindistan, Pakistan halkları gibi tahılla yetinmeye mecbur bırakılacak olursa, bu insanların karınları şiş ve görüntüleri ile şişman olsalar da, aç kabul edilmektedirler. Bu gibi ülkelerde kötü beslenme sonucu olarak: — Hastalıklar yaygın, — Çocuk ölümleri yüksek, — Çalışma gücü düşük, — Eğitim yetersiz, — Savunma kifayetsiz, — Üretim noksan, — Endüstri geridir. Böylece sıralanabilecek olan kötü gelişmeler, çok miktarda et, süt, balık ve yumurta tüketen, yeteri kadar tahıl yiyen ülkelerde ise elverişli sonuçlara dönüşürler. İşleri tıkırında olan bu topluluklar, bu önemli noktayı geri ülkeler aydınlarının gözünden dikkatle gizlemeye çalışmakta ve açlığı tarif ederken bu noktaya hiç değinmemektedirler. Tahıl üretimini veya ithalatını artırmak suretiyle açlıkla savaşılabileceğini geri ülkeler yöneticilerinin aklına yerleştirmeye muvaffak olmuş bulunan, ileri ülke demogogları bu sayede üretim artığı tahılları, yağları kısacası kendi insanlarına yedirmedikleri ve yediremedikleri boş kalori kaynaklarını geri ülkelere satmakta ve paraya tahvil edebilmektedirler. Açlıktan kurtulayım derken, daha korkunç bir gizli açlığın eline düşen bu toplumların çoğu, köklerinin kazınmak üzere olduğunun farkında değillerdir.
.
Meseleyi doğru koymak ve yanılmayı önlemek için, bu önemli noktayı bazı örnekler yardımı ile aydınlatmak lazımdır.
Korkutma, Aldatma ve Zulum
Örneğin Birleşik Amerika' da bir insan ortalama olarak yılda 67 kilo tahıl ve 90 kiloyu aşkın miktar da et tüketerek karın doyurur. Buna karşılık bizler Türkiye'de yılda 268 kilo tahıl ve 12 – 13 kilo et tüke terek besleniriz. Bu miktar eti bulamayan ve ayda bir defa bile et yiyemeyen köylü ve işçi vatandaşlar çoğunluktadır. Durum böyle olunca her iki toplumun da beslenme koşulları bakımından aynı durumda olduklarını iddia edemeyiz. Kısaca söylemek gerekirse Amerikan vatandaşları çok miktarda et, süt, yumurta ve balık ile az miktarda ekmek yiyerek beslenmekte, Türkiye'de ise bunun tam tersi bir tutum uygulanmaktadır. Türkler, Amerikalılar’a nazaran dört kat fazla tahıl yemekte, buna karşılık tükettikleri et miktarı, Amerikalı'nın tükettiğinin sekizde biri kadar olmaktadır. Bundan dolayı Türk halkı açtır. Dünya'nın aç ülkelerini gösteren ve FAO tarafından yayınlanmış olan «Dünya Açlık Haritası»na bakacak olursanız Türkiye'nin de Hindistan gibi siyaha boyanmış olduğunu görürsünüz. Türk halkını doyurmak ve Türkiye'de açlıkla mücadele etmek gerekiyorsa, yapılacak iş bellidir. Hayvansal yiyeceklerle, bitkisel yiyecekler arasında insanın fizyolojik ihtiyaçlarının gerektirdiği bir denge kurmak, tahıl tüketimini kısıtlayarak, et, süt, yumurta ve balık gibi hayvansal yiyeceklerin üretimini artırmak, fiyatlarını ucuzlatmak lazımdır. Fakat yurdumuzda bir Havari edası ile açlığa karşı savaş açılması gerektiğini yazmakta ve söylemekte olan USAID Misyonu Başkanı Grant, bize bunu söylemiyor ve bunu tavsiye etmiyor. Tam aksine bir tutumu benimseyerek Dünya'nın en çok tahıl tüketen ülkesine, tahıl ihraç ediyor, boş kalori kaynağı olarak bilinen soya ve pamuk yağlarını satıyor ve onun satacağı tohumluk, gübre, ilaç ve makine ile üretilecek Sonora - 64 buğdayının tarımını geliştirmeye çalışıyor. Bu açlıkla mücadele etmek değil, Türkiye'deki gizli açlığı daha etkin bir hale getirmek, çocuk ölümlerini yükseltmeye, hastalıkları yaymaya, çalışma ve savunma gücünü yitirmeye ve kısaca Türkiye'yi yok etmeye çalışmak demektir. Bunu anlayamayan Tarım Bakanı Dağdaş da, Grant gibi konuşup Türkiye'yi bir buğday tarlası haline getirmeye çabalarken büyük bir hata yapmakta, bunun bilincine varamamış bulunmaktadır. Düşmanı tanımayanlar, onunla savaşamazlar. Bundan dolayı açlığı bilimsel anlamı ile tanımayan yöneticilerin, açlıkla savaşmalarına ve bu savaştan toplumları için yararlı olabilecek sonuçlarla çıkma larına imkân kalmaz. Emperyalistler, bu bilgisizlikten yararlanmakta ve geri topluluklarda açlığın bilimsel anlamı ile tanımlanmasını bundan dolayı engellemektedirler. Tıp Fakültelerinde, Veteriner ve Ziraat Fakülteleri ile Eğitim Kuruluşlarında olmadık dersler müfredat programlarına eklendiği halde, besin ve beslenmeye ilişkin derslerin okutulmaması ve bu konu ile ilgili bahislerin gayet sathi bir şekilde ele alınmasının ne deni budur. Geri toplumlar tıpkı balıkların suyun içinde olmalarına rağmen, suyu tanımamaları gibi, açlığın içinde oldukları halde, açlığı tanımazlar. Bu bilinçsizlikten yararlanan sömürgeci de, onu savaşa sokarken, yanlış hedefler gösterir ve bazen kendi insanını kendine kırdırır. Netekim Sonora - 64 buğdayının baş savunucusu haline gelmiş olan Tarım Bakanı Dağdaş, bu tutumu ile Türk toplumuna zarar verdiğinin farkında bile değildir. İzlediği tarım politikası, halkımızın tükettiği tahıl miktarını daha da artıracak ve hayvansal besin tüketimi kıtlaşıp azalacak olursa, tam anlamı ile iflas edecek ve kendisi ile partisi zor cevaplandırılabilecek bir sorumluluk altına girmiş olacaktır. Çünkü Anayasa'nın (52) nci maddesi iktidarları halkın gereği gibi beslenmesinden sorumlu tutmaktadır. Bugünkü tutum ise, bize yanlış tanıtılan hedeflere yönelmiş ve gereken şekil olmaktan ziyade, gereksiz şekil haline gelmiştir. Uyarmaların dikkate alınmamış ve yabancıların hazırladıkları raporlar ile telkinlerine uyulmuş olması durumu daha da ağırlaştırmaktadır.
91
92
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
Günde üç defa bulgur veya bazlama yiyerek beslenen Türk köylüsünün ve ayakta duracak takati kalmamış olan işçilerimizin durumu ortadadır. Canlı doğan 1000 çocuktan 176'sının daha ilk yaşta ölmeleri ve yaşayanların da hastalıklı ve maraz insanlar olarak gelişmeleri, yanlış tarım politikamızın ve açlığın gerektiği şekilde tanımlanmamış olmasının bir sonucudur. Sonora - 64 skandalından sonra, buğday ve ekmek fiyatlarının artmaya başlamış olması, ekmeği de tehlikeye soktuğu için durum gerçekten ciddidir. Fakat Mr. Grant bütün bu gelişmeleri, açlığa karşı açılmış bir savaş gibi göstermeye çalışmakta ve bunun gerektirdiği şekilde konuşmaktadır. Bu davranışından dolayı Tarım Bakanı Dağdaş'ı kınamak mümkün değildir. Çünki tıpkı Dağdaş gibi, bütün vatandaşlar, hatta aydınlar bile açlığın ne olup ne olmadığını bilmezler. Yüzyıllar boyu, geri ülkeleri tahılla besleyip uyuşturmayı dış politikalarının bir parçası haline ge tirmiş olan emperyalistler, cahil kişileri ve kontrol edebildikleri güçleri kullanarak toplumu şartlandır mışlardır. Müslüman ülkelerde bu arada Türkiye'de «Ekmeğin Tanrının nimeti olduğuna» inanılmakta dır. Çocukluğumuzda yemek yerken yere düşürdüğümüz bir ekmek parçasını, üç defa öpüp başımıza koyduktan sonra yemeye zorlanırdık. Tahıla ve tahıldan yapılmış yiyeceklere üstünlük kazandıran bu davranış, yere düşen bir et parçası için uygulanmaz. Oysa ki et de, ekmek de Tanrı'nın nimetidir ve saygılı olmak gerekiyorsa ikisine de aynı saygıyı göstermek gerekecektir. Birisi, birini haksız olarak işten attığı zaman, ona «Başkasının ekmeği ile oynama» deriz. Bunun yerine “başkasının yiyecek parası ile oynama” demek kimsenin aklına gelmez. Biz Türkler ekmekle, Hintliler ve Çinliler pirinçle şartlandırılmışızdır. Pirinç ile beslenmenin Hintlileri ve çok tahıl ile beslenmenin Türkiye'yi hangi noktaya kadar getirdiği meydanda olmasına rağmen Türkiye'deki açlık savaşının «Sonora - 64» seferberliği şeklinde anlaşılmış ve bize böylece kabul ettirilmiş olmasına şaşmamak lazımdır. Bundan dolayı Tarım Bakanı Dağdaş'ı izleyecek olan Tarım Bakanı'nın da bu meseleyi, gerektiği gibi anlaması ihtimali pek azdır. İneği mukaddes bir yaratık olarak kabul edip, kendisi açlıktan öldüğü halde, ineği kesip etini yiyemeyen Hintli nasıl şartlandırılmış ve aldatılmış ise, biz de açlığın yalnız tahıl tarımını geliştirmekle önlenebileceğine, toplum olarak inandırılmış ve şartlandırılmış bulunuyoruz. Bu şartlandırmanın kimin işine yaradığını tekrar söyleyeceğiz. Bu sayede üretim artığı buğday stoklarını satacak toplum bulamayan ABD çok paramızı almıştır. Gene bu sayede Sonora - 64 buğdayı tarımına girişerek, tohumluk buğday, gübre, ilaç ve makine için ABD ne avuç dolusu para ödemiş bulunuyoruz. Bundan sonra da ödeyeceğiz. Türk halkının gözü önüne açlık ve açlık korkusunu dikerek, onun ne olup ne olmadığını bilimsel anlamı ile anlatmadan, tıpkı cin ve perilerle şeytana karşı duyulan korku gibi aslı esası olmayan bir korku yaratmak, onu aldatıp kandırarak, zulmetmek, kötü beslendiği için yüz binlerce insanın, masum çocukların hastalanıp ölmelerine sebep olmak, üretim ve savunma gücünü baltalamak dostluk olarak nitelenemez. Gerçek dostlar, eğer mutlu iseler, dost edindikleri ülkelerin kendi olanaklarına sahip olmalarını arzu ederler. Türkiye'de balıkçılığı, hayvancılığı geliştirecek ve Türk çocuklarını 15 yıldır bir kilise teşkilatının sağladığı yavan süttozu ile beslenmeye ve bu yüzden zehirlenseler de bunu dönüp kullanmaya mecbur olmaktan kurtaracak bir tarım politikası izlenmiş ve dostumuz ABD bunun gerçekleştirilmesi için bize omuz vermiş olsaydı o zaman biz bunları yazamayacaktık. Korkutma, aldatma ve zulmetme eylemi, elbette tepki görecektir. Bugün olmasa bile, yarın iş ba şına gelecek genç kuşaklar, açlığın ne olup ne olmadığını öğrenecekler ve ondan korkmayacaklar, tarım bakanları korkutulamayacaktır. Korkmayanlar aldanmazlar. Aldanmayanlara zulmedemezsiniz.
Korkutma, Aldatma ve Zulum
Türkiye geriliğinin nedenlerini anlayabildiği ve bu gerilikte açlığın yeri ile açlığı yaratanların kim ler olduğunu saptayabildiği gün, gereken tepkiyi gösterecektir. Kurtuluş Savaşı’ndan önce de bizi istis mar edenlerin ve gerçek düşmanlarımızın kim olduğunu, koca bir İmparatorluğu, hasta adam durumuna getiren nedenleri tanımıyorduk. Fakat bunlar tanımlandıktan sonra, lüzumlu tepkinin yaratılması ve gerilemeye sebep olan nedenlerin tasfiyesi kolay olmuş, Üniformalı düşman İzmir'den denize dökülür ken, Üniformasız düşmanlar da ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardı. Tıpkı bunun gibi açlık ve açlığa ortam hazırlayanlar, zamanla tanımlanacaktır. Bu mümkün olduktan sonra açlığı da, açlığa sebep olanları da Türkiye’den çıkarmak güç olmayacaktır. Korku, aldatmaca ve zulüm karşılığını muhakkak görür. Tarih tetkik edilecek olursa bunun doğru olduğu görülecektir. Kendi halkımızın beslenme tarzını örnek vermek suretiyle anlatmaya çalıştığımız, kötü beslenme ve gizli açlık koşulları, yalnız Türkiye'de değil, Dünya'nın bütün geri ülkelerinde bu yoldan yaratılmış, Dünya nüfusunun üçte ikisi bu yoldan zulme maruz bırakılmıştır. Küçük bir azınlığın mutluluğunu sür dürmek için yaratılan olumsuz ortamda milyonlarca insan, savaş ve açlık korkusunun etkisi ve baskısı altında yaşarken, Dünya'nın belirli bölgelerine yerleşmiş profesyonel sömürgeciler, Dünya nimetlerini israf ederek tüketebiliyorlar. Aşağıdaki tablo, kıtaların ve bölgelerin beslenme durumunu göstermekte, çok tahıl az hayvansal yiyecekle beslenerek gizli açlığa maruz bırakılan bölgelerin tanımlanmasına yardımcı olmaktadır. Çeşitli Bölge Diyetlerinde Hayvansal Yiyeceklerden ve Boş Kalori Kaynaklarından Sağlanan Kalori Miktarları* Bölgeler Kuzey Amerika
Hayvansal yiyecekler % Kalori
Boş Kalori kaynakları % Kalori
Diğerleri % Kalori
35
40
25
Avrupa
20
63
17
Latin Amerika
16
64
20
Yakın Doğu
8
72
20
Afrika
7
74
19
Uzak Doğu
6
80
14
*Siz Billions To Feed, FAO, World Food Problems, No.4, Rome 1962 den alınmıştır.
Görüldüğü gibi Kuzey Amerika ve bu bölgede yerleşmiş olan A.B.D. ile Kanada, günlük kalori ihti yacının % 35'ini et, süt, yumurta, balık gibi hayvansal kaynaklardan sağlayabilen ve bundan dolayı en iyi beslenen toplumlardır. Bu iki ülke aynı zamanda geri ülkelere tahıl ihraç eden en büyük ihracatçılar dırda... Boş kalori kaynaklarını, tahıl ve yağ gibi proteinden yoksun yiyecekleri, açlık ve açlık korkusu yaratarak geri ülke halkına yediren, bu değersiz yiyecekleri zulmettiği ülkelerde para ve para üzerinden sağlanan nüfusa dönüştüren emperyalistler, kendi halklarına etin iyisini yediriyorlar. Avrupa'da yerleşen klasik sömürgeciler, Kuzey Amerika'ya yerleşmiş olan yeni sömürgeciler kadar başarılı değillerdir. Bunlar günlük kalorilerinin ancak % 20'sini hayvansal yiyeceklerden sağlayabiliyorlar. Bu miktar Yakın Doğu’da % 8'e, Afrika'da % 7'ye, Uzak Doğu'da % 6'ya düşmektedir. Geri ülkelerde hayvansal yiyeceklerden sağlanan kalori yüzdesi hızla düşerken, tahıl, kök yumrular, şeker ve yağ gibi boş kalori kaynaklarından sağlanan kalori yüzdesi dikkati çekecek şekilde artmaktadır. ABD halkı günlük kalori ihtiyacının % 40'ını boş kalori kaynaklarından sağlarken, bu miktar Yakın Doğu'da % 72’ye, Afrika'da
93
94
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
% 74'e ve Uzak Doğu'da % 80'e varıyor. Zulüm, korku ve baskı altında yaşatılan geri ülkelerde insanlar, sığırlar ve koyunlar gibi, et ve tahılla beslenmeye zorlanmakta, bu yoldan uyuşturularak, kendi sorunlarına çare bulamaz sürüler haline getirilmektedirler. Fransızlar XVIII nci yüzyılda, çağımızın geri ülkelerine benzer bir beslenme tarzına uyuyor ve bir insan bir yılda 271 kilo tahıl, 234 kilo nişastadan zengin kök yumru, 20 kilo et yiyerek besleniyordu. 1840 yılında saptanan bu beslenme kalıbı ile uygarlığını geliştiremeyeceğini anlayan toplum, beslenme politikasını değiştirmiş, sömürgelerini istismar ederek 1957 yılında, bir insanın bir yılda, 111 kilo tahıl, 129 kilo nişastalı kök yumrular, 69 kilo et, 10 kilo yumurta, 89 kilo süt tüketebileceği bir ortam yaratmıştır. İngilizler 1880 yılında bir insana bir yılda, 137 kilo tahıl, 134 kilo nişastalı kök yumrular, 41 kilo et, 5 kilo yumurta 97 kilo süt sağlayabiliyorlardı. Bu miktarlar 1957 yılında 88 kilo tahıl, 98 kilo nişastalı kökyumrular, 68 kilo et, 12 kilo yumurta, 149 kilo süte çevrilmiştir. Zavallı Hint halkı 1957 yılında, bir insana bir yılda 130 kilo tahıl 11 kilo kök yumrular, 2 kilo et ve yumurta, 40 kilo süt sağlayabiliyordu. Türkiyemiz’in durumu Hindistan'dan biraz daha iyi, fakat 1840 Fransası ile 1880 İngilteresinden daha kötüdür. 1969 yılında, Doğu köylerimizde, buğday bulamadığı için arpadan ekmek yapıp yiyen vatandaşlar yaşıyor. Çocuklarımız nedeni bilinmeyen hastalıklardan dizi dizi ölmekte ve kurban bayramında bir kurbanlık koç satın alabilmek için 1000 – 1300 TL. ödemek gerekmektedir. Oysa ki şu günlerde bir işçi, bütün gün çalıştıktan sonra 15 – 20 TL. ücret alabiliyor. Bu miktar para ile aile geçindirmeye mecbur bir insanın kuru ekmeğini de satın alıp alamayacağı şüphelidir. Fransa beslenme koşullarını düzenleme gayretlerinin sonucu olarak 1900 yılında 47 yıl olan orta lama ömür süresini, 1950 yılında 66 yıla kadar uzatabilmiştir. İngiltere'de bu süre 1900 yılında 54 iken 1950 yılında 70 yıla çıkmıştır. Aynı süre içinde Hindistan'da yapılan bütün çalışmalar ortalama ömrü 38 yılın üzerine çıkaramamıştır. Türkiye'ye gelince ortalama ömrün ne olduğunu bilemiyoruz. Bu belki de kasten saklanmakta, iyimser çevreler ülkemiz insanlarının ortalama yaşama süresinin 54 olduğunu ilan ederken, kötümserler, bunun 33 yıl olduğunda ısrar etmektedirler. İngiltere ve Fransa'da canlı doğan 1000 çocuktan 23'ü bir yıl içinde ve 0–1 yaş arasında ölürlerken, bu miktar Hindistan'da 100, Türkiye'de 176'dır. Korkunç koşullar altında yaşatılıyor, zulüm, baskı ve açlık korkusunu yaşantımızın gereği zannediyoruz. Oysa Türk halkını ve çiftçisini piposu için tütün yetiştirmekle görevlendirmiş ve halkımız için et, süt, yumurta ve balık üretmemiz olanağını, Tarım Politikamızı uzmanlarıyla baskısı altına almış olan emperyalist güçler, etkisiz hale getirilebilse, Türk halkının da, Fransızlar ve İngilizler gibi beslenmelerini kolayca sağlayabiliriz. Türkiye'de 100 milyon insanı en iyi şekilde beslemeye yetecek üretim kapasitesi yatmakta, fakat tarım politikamızı buna göre ayarlamak mümkün olamamaktadır. Yalnız Türkiye değil, bugün açlıkla boğuşmakta olan 100 kadar geri ülke, halkını doyuracak ve bu ülkelerden açlık korkusunu kovmak için yeterli olabilecek miktarda yiyecek üretebilir, hatta endüstri ülkelerine yiyecek satabilirler. Fakat tahıl ve yağ stoklarını tüketmek, ileri ülkeler halkına yedirile meyen boş kalori kaynaklarına pazar bulup, bunları paraya çevirebilmek için, geri ülkelerin, açlık kor kusunun baskısı altında kalması lazımdır. Bu korku var oldukça, geri ülke insanını aldatmak ve onlara zulmederek, kardeşi kardeşe kırdırmak zor olmayacaktır.
Korkutma, Aldatma ve Zulum
Emperyalistin istediği de budur. Malthus'tan bu tarafa açlık ve nüfus artışı ilişkilerini istismar ederek, çok ülke aç bırakılmış ve daha sonra da bu aç ülkelere çok üretim artığı satılmıştır. Yoksul ülkeler açlık korkusunun etkisi altına sokulduktan sonra, hayali bazı tehlikelerden söz edilerek onlara doğum kontrol uygulamalarını kabul ettirmek ve parlamentolardan geçirerek kanunlaştırmak bile mümkün olmuştur. Açlığın ne demek olduğunu bilenler ve görenler, sömürgecilerin artık maddelerine para ödeyip satın almaya ve onların hegemonyaları altında yaşamaya razı oldular. Türkiye'de gençliğin Amerikan aleyhtarı gösteriler yapması ve 6. Filo'ya karşı direnmesinin, bir köpeğin, efendisinin elini ısırmasına benzetilmesinin nedeni de budur. Bunu yazan gazeteci ile pek çok saf Amerikan vatandaşı, hatta Amerikan taraftarı Türk, halkımızı Amerika'nın beslediğini zannetmektedir. Aklı bu işlere erenler ise, Türk halkını gizli açlığın kucağına itenlerin Amerikalılar olduğunu gayet iyi biliyorlar. Türkiye'nin bağımlı kalması için açlık ve savaş korkusunun etkisi altında tutulması gerekmektedir. Limanlarımızın sık sık yabancı Filolar tarafından ziyaret edilmesi, Kıbrıs sorununun bir türlü çözümlenmemesi ve İsrail ile Arap Ülkeleri arasındaki çekişmenin işleyen bir yara gibi Orta Doğu'da sürüp gitmesi buna bağlıdır. Bundan dolayı Tarım politikamıza yön veremiyor ve yiyecek maddelerini ithal ve ihraç ederken, gerçek ihtiyaçlarımızın gereğine uyamıyoruz. Ete muhtaç olan Türkiye'nin canlı hayvan ihraç edip, hiç muhtaç olmadığı tahıl ile don yağını Amerika'dan satın alması, topraklarının büyük bir kısmını bir boş kalori kaynağı olarak bilinen şeker pancarına tahsis etmesi bundandır. Açlık ve savaş korkusu altına sokulan toplumlar çıkarlarını düşünemez, göremez ve görseler bile gereğini uygulamaya koyamazlar. Emperyalistler korkutulmuş olan bu toplumların elinde ve avucundaki her şeyi alır, bütün artıklarını onlara kolayca satarlar. Bunu sağlamak için gerekirse limanlarına savaş filoları gönderilir.
95
96
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
97
VII PARA VE PROPAGANDA
98
Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
99
PARA VE PROPAGANDA Tok ülkeler ve bu ülkelerin çoğuna hakim olan kapitalist gruplar, kendi insanlarını tatmin etmek, onların yönetime ve yönteme karşı olmalarını engellemek için çeşitli usuller bulmuşlardır. ABD’de nereye giderseniz gidiniz, bütün vatandaşların yaşantılarından çok memnun olduklarını ve daha fazla birşey istemediklerini görürsünüz. Onlara göre Amerika hürriyetlerin vatanıdır. Orada yaşayanlar en mutlu ve en bağımsız kişilerdir. Gelecekleri garanti altındadır ve Amerika'yı yenecek bir güç düşünülemez. İçeride kendi vatandaşlarına böyle görünen Amerika, dışarda da aynı kanıyı yaratmıştır. Geri ülkelerin çoğunda, özellikle Amerika ile ilişki kurmuş topluluklarda, Amerika'sız yaşanamayacağına ve o ülkenin savunulamayacağına inanılır. Rusya'nın da benzer havayı Rusya içinde ve Rusya ile ilişki kurmuş diğer sosyalist ülkelerde yarattığını tahmin ediyoruz. Propaganda denilen silahın hizmete sokulması ile gerçekleştirilmiş olan bu ortam, yönetimde bulunan ve ülkelerin içindeki ve dışındaki güçler ile kaynakları, insan ihtirasının sınırını zorlayan bir bencillikle alabildiğine sömüren azınlığın emniyet ve huzuru bakımından çok lüzumludur. Aldous Huxley'in «The New Brave World» isimli eserinde, insanları analarından doğacak yerde, erkek ve dişi tohumcukları bir domuz plasentasına sararak Dünya'ya getiren, insan endüstri kurumların da böyle bir Dünya yaratmaya çalışmaktadırlar. Huxley kitabında, erkek ve dişi tohumcuklarını (Spermatozoit ve Ovum) bir domuz plasentasında birleştirmekte, suhuneti 36.5 C. derdesi olan bir tünelde 9 ay 10 gün bulundurarak ve yaratmak istediği insanın sınıfına göre işleme tabi tutmak suretiyle, hayatından ve işinden memnun insanlardan kurulu bir Dünya yaratmaya çalışır. Bu Dünya'da en mutlu insanların işçiler olduğuna inanmakta, yönetici
100 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu olarak imal edilmiş olanlar da bir işçi gibi görevlerini yaparlarken işçi kadar mutluluk duymaktadırlar. Bunu sağlamak için bebeklerin yastıkları altına hoparlörler yerleştirilir ve kreşlerde sürekli telkin ve propaganda yapılarak herkes sınıfının en üstün ve en mutlu sınıf olduğuna inandırılır. Huxley'in dehası ile bir sanat eseri olarak ortaya çıkmış olan fikir, bugünkü Dünya'da insanlar henüz analarından doğmakta ve böylesine kontrol altına sokulmamış olmalarına rağmen, geniş çapta gerçekleştirilmiştir. Sosyalist ülkelerin çoğunda, sıkıntılı bir hayat yaşayan milyonların, işçilerin ve halkın en uyarlı rejimin sosyalizm ve Dünya'nın en mutlu insanları ise kendileri olduklarına inandırıldıklarını duyuyoruz. Tıpkı bunun gibi kapitalist ülkeler de, propagandayı etkin bir şekilde kullanarak, kendi insanlarını ve etkileyebildikleri diğer toplumları en uygun düzenin kapitalist düzen olduğuna inandırmaya çalış makta ve bunda başarıya ulaşmış bulunmaktadırlar. Biz bu iki düzenden hangisinin daha iyi olduğunu araştırıp tespit edecek durumda değiliz. Konu muz da bu değildir. Fakat propagandanın çok etkili bir araç olduğunu ve bu sayede aç insanların açlık larından memnun kişiler haline getirilebileceğini gayet iyi biliyoruz. Dünya'yı sömüren ve bütün Dünya nimetlerini kendi çıkarları için kullanan gruplar, ister sosyalist ve isterse kapitalist düzen içinde ya şasınlar, yaptıkları haksızlığı bilmekte, bunun vebalinden ve davranışlarından zarar gören çoğunluğun tepkisinden korkmakta, onları propaganda ile uyuşturmaya çalışmaktadırlar. Radyomuzu kurcaladığı mız zaman çeşitli yöntemlere göre yönetilen toplumların başarılarını bozuk bir Türkçe ile anlatmaya çalışan spikerlerin yırtınırcasına konuştuklarını duyarız. Anlatılanların çoğunun gerçek olmadığı, çok zaman spikerin titreyen sesinden belli olur. Bu ülkeleri ziyaret imkânı bulursanız bunu daha iyi anlarsınız. Avrupa ve diğer ülkelerin insanları New York limanına gemileri ile yanaştıkları zaman, hürriyetlerin en adil şekilde dağıtıldığı ve sokaklarında altın akan bir diyara geldiklerini zanneder ve bunun ferahlığını duyarlar. Fakat pasaportlarının kontrolü ile başlayan olaylar, bir iki ay sonra onları «Sıla Hastalığı» na müptela kişiler haline getirir ve bu ülkeyi terkederken bir daha arkalarına bakmazlar. Sosyalist ülkelerdeki durum da Çekoslavakya olayları ve Macaristan hadiseleri ile Dünya kamuoyunun malumu olmuştur. Fakat iki tarafın radyoları susmaz ve dergileri de aynı çizgideki yayınlarına bir türlü aralık vermezler. Bir yumurta bir bardak suyun içine konur da 20.000 kişi yumurtaya «Kayna» diye bağıracak olur sa, yumurta kaynar ve pişermiş. Propaganda da böyledir. Bir şey binlerce defa tekrar tekrar söylenir ve ısrarla söylenirse, insanları en inanılmayacak şeylere inandırmak mümkün oluyor. Son yıllarda bir Devlet radyosu olmaktan çok, reklâm ile geçinen bir özel kesim radyosu haline gelmiş olan Ankara Radyosundan tekrar tekrar anonsu yapılan yiyecek ve içecekleri, hiç alışık olmadığı halde Türk toplumunun mutfağına sokmak ve hatta sevdirmek mümkün olmuştur. Firmalar bunu bildikleri için reklâm şirketlerine binlerce lirayı severek ödüyorlar. Gazeteler aynı hizmeti hayli pahalı bir tarifeyle yapmakta ve bu suretle para kazanmaktadırlar. XX nci yüzyılın ikinci yarısında etkili bir silah haline gelmiş olan propaganda, mutlu azınlığın huzurunu sağlamak, mutsuz çoğunluğun onlar aleyhine düşünmeden ve eyleme geçmeden hayatından memnun kişiler olarak yaşantılarını sürdürmelerine yardımcı olmak için de kullanılıyor. Bu sayede örneğin Amerika'da doğmuş ve başka bir ülke görmemiş
Para ve Propoganda
101
olan çoğunluk, Dünya'nın en iyi beslenen, en uygar ve hür insanı olduğuna inandırılmıştır. Binbir çeşit moda reklâmı yapan bir derginin son sahifelerinde, gözleri çukura batmış ve açlıktan bir deri bir kemikten ibaret kalmış bir geri ülke çocuğunun resmini görürsünüz. Bu resmin altında da «Bunların da çocuk olduğunu unutmayınız. Onlara yardım ediniz» gibi insancıl bir ibare vardır. Moda resimlerini incelemekte olan Amerikalı kadın bu resmi görünce içi sızlar, kendi çocuğunun olanaklarını düşünür, ısıtılmış ve iyi havalandırılmış odasındaki eşyalarına göz gezdirir, üstüne başına bakar ve önce Tanrı'ya ve daha sonra da kendini yöneten düzene dua eder. İstenen de zaten budur. Aynı şeyin bir sosyalist ülkede, değişik bir şekilde fakat aynı amaçla yapılmakta olduğundan hiç şüphe etmiyoruz. İnsanlar böylece yönetilmektedirler. Yalnız kendi ülkelerini yönetmekle yetinmeyip, Dünya'ya hükmetmek ve bütün Dünya nimetlerini kendi çıkarlarının hizmetine sokmak isteyen iddialı yöneticiler, iki milyarı aşkın aç insanı açlıktan kor kan, fakat aç olduğunu fark edemeyip, yiyecek bir lokma ekmek bulduğu için Tanrı'ya ve daha sonra da kendilerine şükreden bir insan sürüsü haline getirmek için önce propagandayı ve daha sonra da yardım kuruluşlarını kullanmaktadırlar. Her fikri en basit sözcüklerle en veciz şekilde ifade etme yolunu bulmuş olan Türk halkı bu dav ranışı “Tanrı Fakir Kulunu Sevindireceği Zaman Önce Eşeğini Kaybettirir Sonra Buldururmuş” deyimi ile dile getirmiştir. Egemen topluluklar geri ülkelerde önce planlı bir açlık yaratarak ve daha sonra da artıklarını on lara satarak, bu insanlara eşeğini kaybetmiş bir kimsenin, eşeği bulunca duyduğu mutluluğu sık sık tattırıyorlar. Bu ülkelerin aç bırakılmasında, açlıktan korkutulması ve sonra da ileri ülkelerde tüketilmeyen boş kalori kaynakları (tahıl ve yağ gibi...) ile yalan yanlış doyurulmasında Milletlerarası yardım kuruluşları ve insancıl amaçlarla kurulmuş gibi görünen milli kuruluşlar önemli vazifeler yaptıkları için egemen toplumlar ve bu toplumlarda yönetime hakim gruplarca finanse edilmekte, bu suretle propaganda çalışmaları yavanlıktan kurtarılmaktadır. Yakın zamana kadar, bütün vatandaşlar gibi, iyi niyetle kurulup çalıştırıldıklarına inandığımız bu kuruluşların çoğu hakkındaki görüşlerimizi, Türkiye'de ve yurt dışında gözümüze ilişen olaylar dolayısıyla değiştirmiş bulunuyoruz. Bu kuruluşların çoğunun açlıkla savaşmak şöyle dursun, açlığın yaratılması ve daha sonra da ileri ülkelerin bayat yiyecek stoklarının bu ülkeler halkına yedirilmesi için bir aracı ve bir komisyoncu gibi çalıştıklarına inanmak için pek çok sebep mevcuttur. Milletlerarası Yardım Kuruluşlarının çoğunda emperyalistler yönetimi ellerinde tutmaktadırlar. Kuruluş içinde çoğunluğu sağlayarak ve yardım gören geri ülkeleri azınlıkta bırakmak suretiyle sağlanan bu egemenlik, daha sonra geri ülkelerin korkutulması, kandırılması ve sömürülmesi için en etkili araç olarak kullanılır. Filhakika bu kurumların bazılarında tek tük, Hintli, birkaç Afrikalı ve koridorların dibine yerleştirilmiş bir odada sessiz sedasız çalışan üç beş Güney Amerikalı’ya rastlanmaktadır. Bunlar çoğunlukla emperyalistin baskısını ve nefesini yüzlerinde hissederler. Tutumu ve ortamı değiştirecek çabalara giremezler. Ülkelerinde aldıkları ücretin 15–20 misli fazla ücretle istihdam edilen bu göstermelik geri ülke personeli, kurulu düzene karşı çıkacak olursa soluğu memleketinde alacak ve diğer teknisyenler gibi, geçim sıkıntısı içinde yaşamaya mecbur kalacaktır.
102 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Roma, Cenova, Cenevre gibi büyük şehirlere yerleştirilmiş olan bu kuruluşlarda çalışan teknisyenler, ceplerinde taşıdıkları bir diplomatik kartı gösterince vergiden de muaf tutulmakta ve paraları daha da çoğalmaktadır. Bundan dolayı bu insanlar, bu kuruluşların en üst kademelerine getirilseler bile geri ülkelerin ve kendi toplumlarının çıkarlarını savunmaz ve dile getiremezler. Orada kalmanın tek yolu ve biricik ça resi, sömürgecinin korkutma, kandırma ve istismar projelerine alet olmak, kuruluşa yüzeyde bir meşru luk kazandırmış olmak için ortada dolaşmaktır. Bu inceliği kavrayıp, bu yolda başarılı örnekler verenler, Milletlerarası kuruluşların sürekli eleman ları haline gelirlerken, bunu yapamayanlar soluğu kendi memleketlerinde alır ve iktidar tarafından da hırpalanarak olmadık bir görevde ömürlerini tamamlamaya mahkûm edilirler. Böyle hareket edecekleri önceden belli olanlar bir gerçek ile vazifeye hiç alınmazlar. Emperyalist ülke bu kuruluşları çıkarı için bir araç gibi kullandığından, oradaki otoritesinin sarsılmaması için akla gelen herşeyi yapar. Zaman, zaman kongreler, seminerler, genel kurullar, sempozyumlar düzenlenir, yayınlar yapılır, avuç dolusu para çarçur edilir. Fakat sonuç hep aynı ve emperyalistin çıkarına uygun olur. Cemiyeti Akvam'dan bu tarafa kalıp, isim ve tutum değiştirerek hizmete sokulan milletlerarası yar dım kuruluşlarının amaçları hep aynı olmuş ve bunların başkanlık mevkiinde bir Hintli, bir İngiliz veya bir Amerikalı'nın bulunması politikasını engellememiştir. Çünkü Hintlilerin sömürülmesinde emperya listlere bir Amerikalı'dan daha iyi hizmet edecek Hintliler veya İngilizler’i aratmayacak Afrikalılar her zaman vardır. Tarih ve içinde yaşadığımız olaylar, bunlardan pek çoğunu kamuoyuna tanıtmış bulu nuyor. Bu kuruluşlar, sözünü ettiğimiz savaş ve açlık korkusunu bütün Dünya'ya yayar, önce savaşları çı karır ve daha sonra da araya girerek barışı sağlarlar. Bir kısmı ihtisas kuruluşları olarak öncelikle geri ülkelerde açlığa sebep olmakta ve daha sonra, ileri ülkeler ile aç kalan ülkenin arasına girip, açlığa karşı çare arar bir tutumla, emperyalistlerin artık ürünlerini bu ülkenin zavallı halkına satmakta veya yedirmektedir. Bir zamanlar, biz de bu kuruluşlara, insanlığın yüksek inançlarına hizmet etmek için düşünülmüş ve olumlu çalışmalar yapan teşekküller gözüyle bakar ve bakmakla da kalmayıp konuyu anlatırken ve yazarken bu ana fikir ve görüşü odak haline getirirdik. Bugün yanıldığımı ve açlığı yaratanların çoğunlukla bu kuruluşlar olduğunu açıklarken daha önce yanıldığımızı da söylemek durumundayız. Merkezi Roma'da olan Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı'nın başında uzun süre bir Hintli, genel müdür olarak bulunmuş, fakat bu kuruluşta Amerikalılar’ın, İngilizler’in, Fransızlar’ın hegemonyası devam etmiştir. Bu kuruluşa bağlı olarak 1960 yılından beri işbaşında olan «Dünya Açlık Mücadele Kampanyası» teşkilatının koordinatörü, sömürü egzersizlerini Türkiye'de tamamlayarak, profesyonelleşmiş bir Amerikalı'dır. FAO'da İngilizler, Amerikalılar, Fransızlar ve Hollandalılar yönetimi ele geçirip, bunun avantajlarından yararlanmak için kendi aralarında sürekli olarak mücadele ederler. Neticede anlaşma olmazsa, bunların tümünün çıkarını koruyacak bir koalisyon kurulur, yahut da tümüne hizmet edecek bir geri ülke temsilcisi gölge iktidarı temsilen iş başına getirilir. Fransızların hakim olduğu Milletlerarası kuruluşlar teşkilatına, Fransız otomobillerini satarlar. İngilizler yönetimi ele geçirdikleri zaman kuruluş İngiliz çıkarlarının ve sömürgelerdeki uygulamaların aracı haline gelir. İşi Amerikalılar’ın ele geçirmesi demek, P. L-480 veya «Barış İçin Gıda Programı» uygulamalarının başlaması ve geri toplumların Amerikan üretim
Para ve Propoganda
103
artıklarına pazar olması demektir. Tarafsız gibi görünen Milletlerarası Yardım Kuruluşları gerçekte, taraf tutan ve sömürgecilerin sömürü projelerini rahatça uygulamalarına aracılık eden kuruluşlar gibi görünmektedirler. Bu kanı geri toplumlarda her geçen gün biraz daha iyi anlaşılmakta ve yer bulmaktadır. Varlıklarının tehlikeye düştüğünü ve böyle giderse çoğunlukta olan geri kalmış ülkeler oyları ile yüksek ücretli kadrolarının budanacağını ve fonksiyonlarının zayıflayacağını hisseden Milletlerarası Yardım Kuruluşları, bundan dolayı son günlerde çabalarını yoğunlaştırmışlardır. Bunların savaşı önlemekle görevli olanları, el altında tahrikler yaparak yeni savaşlar çıkarmak ve açlıkla ilgili olanları, açlığı daha etkin hale getirmek için geri ülke insanını daha da korkutmak çabasındadırlar. Önce yokluk, sefalet ve açlık yaratarak (eşeği kaybederek) daha sonra buna artık ürünlerle çareler bulmak (eşeği tekrar bulmak) geri ülke insanını Dünya'ya geldiğine pişman etmek için yeterli olabilmektedir. Bu kuruluşların bilim adamı olmaktan çok, politikacı tutumunu benimsemiş olan yöneticileri, hav yar ve viskinin bol bol tüketildiği ziyafet masalarında gizli kumpaslar kurarak ve daha sonra, alınan ön kararları meşru genel kurullarda, resmi kararlar haline getirerek açlıkla mücadele ederler. Bu çabalar yıllarca sürdürülmüş olmasına rağmen, sonuç değişmemiş ve açlık Dünya'nın her yanında daha etkin bir hal almış olduğuna göre, bu kuruluşların ne yaptıklarını geri ülke insanının anlaması gerektiği halde bu da mümkün olamamıştır. Çünkü bu ülkelerin çoğunda iş başında bulunan iktidarlar da emperyalist ten yana tutumu benimsemiş ve kendi toplumuna ihanet etmiş kişilerdir. Macaristan'da Kadar ve Viet nam' da Kao-ki toplumuna sırt çevirmiş emperyalistten yana yönetici olarak iş başındadırlar. Kadı suçludan yana olunca, davacı olmanın bir yararı olmayacağı için, şimdilik yapılacak bir iş yok gibidir. Sömürülen ülkenin insanı için bu çarkın nasıl ve kimlerin hesabına çalıştığını öğrenmek önemlidir. Geri ülkeler ve aç insanlar birleşip ağırlıklarını demokratik kurallara göre ortaya koydukları zaman, mesele kendiliğinden çözümlenecek ve bu sömürü örgütü kırılmaz bardak kırıldığı zaman nasıl tuzbuz oluyorsa o şekilde parçalanacaktır. Sömürüye karşı olan ve aç bırakılan milyarlarca insanın birleşmesi ve güçlerini ortaya koymaları için tek çare sömürüldükleri yöntemi öğrenmek ve buna karşıt bir noktada birleşmek olabilir. Üçüncü Dünya bunun için hazırlanmaktadır. Savaş öncüsü ile açlık kâbusunun etkisi altına sokularak korkutulmuş, yalanlarla ve düzenlerle kandırılmış ve bu yoldan iş kence altına sokulmuş çoğunluk, değişmez bir kural olan «Etki-Tepki» mekanizmasının işlemesi ile do ğal dengenin yeni baştan kurulmasına yönelecek eylemlere nasıl olsa girecek ve sömürgecilik gücünü biraz daha yitirecektir. Korkuları yenmek için, korktuğumuz şeylerin ne olduğunu bilmemiz kâfidir. Çocukluk günlerimde, sap tarafına bir değnek bağlanmış ve kız kardeşimin entarisi giydirilmiş bir süpürgenin yaramazlık ettiğim, yemek yemediğim veya uyumak istemediğim zaman oturma odamızın köşesine yerleştirilip, Keşkek'in beni yutacağı tehdidi ile isteneni yapmaya zorlandığımı hatırlıyorum. Bu korku ve bir süpürgeden ibaret olan Keşkek'in emirlerine karşı duyduğum ubudiyet, biraz daha büyüyüp, kız kardeşimin entarisini kaldırmam ve altında süpürge çöplerini görmem ile son buldu. İleri ülkelerle, onların dümen suyundaki milletlerarası kuruluşların, bugün karşımıza dikip bizi korkutmaya çalıştıkları, savaş tehditleri, açlık masalları birer keşkekten ibarettirler. Geri ülke insanları ve ileri ülke lerin kandırılan masum halk çoğunluğu, bunların entarilerini kaldırıp altında ne olduklarını araştır dıkları gün süpürge çöplerini görecek ve oyunu anlayacaklardır. Korkularımızdan kurtulmanın yolunu elbirliği ile aramalı ve muhakkak bulmalıyız. Korkularından sıyrılmış insanlar kendileri ile birlikte top lumlarını da kurtarabilmektedirler. Bu davranışın ve eylemin en güzel örneğini Atatürk vermiştir. Savaş
104 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu korkusu gibi, açlık korkusundan da kendimizi kurtarmalı ve iki elimizle kafamızı çalıştırdığımız zaman, Amerika'nın artık maddeleri olmaksızın azığımızı üretebileceğimize bütün kalbimizle inanmalıyız. İyi Müslümanlar Tanrı'nın yarattığı her canlıyı rızkı ile birlikte yarattığına ve karışmamış, bozulmamış Türkler, Türkün başkalarının üretim artığı ile beslenmeyi benimsemeyecek kadar üstün bir toplum olduğuna inanırlar. Aslında bütün insanlar karınlarını doyurmayı mümkün kılacak bir zeka ve fizik güçle donatılmışlardır. Bu insanların büyük bir çoğunluğu bugün aç ve yoksul ise, bunun nedenlerini doymak bilmeyen bir azınlığın israf ve sefahat içinde yaşamak için, aç kalanları baskı altına almasında ve korkuya düşürmesinde aramalıyız. İyi niyetli insanlar tarih boyunca, savaştan, açlıktan, yoksulluk, sefalet ve cehaletten hep korkutuldular. Fakat bu korku onların açlıktan, sefaletten, yoksulluktan, savaşlardan kurtarılmaları için işe yaramadı. Tam tersine bu korku dolayısıyla kendilerini açlığın ortasında ve savaşın ön saflarında buldular. Kendi çıkarları için değil, sömürgecilerin çıkarları için aç kaldılar, savaştılar ve öldüler. Fakat kendilerini bu olumsuz ortama sürükleyenlerin sömürgeciler olduğunu hiçbir zaman anlayamadılar ve daima Tanrı'yı suçladılar. Politikacılar, milletler aç kaldıkları zaman yağmur yağmadığı için böyle olduğunu söylediler, suçlu yağmuru yağdırmayan Tanrı oldu. Fakat kendi çıkarlarını korumak için giriştikleri, yanlış uygulamalardan, bilgisizlik ve ilgisizliklerinden hiç söz etmediler. Uzak Doğu'da çok kullanılan bir deyişle «Beş parmağın suçladığı kişi, hasta olmasa bile ölür» fikri halk arasına yayılmıştır. İşte bu bin parmak aynı hedefi gösterecek şekilde bilinçlenmeli ve aynı inançla suçluyu işaret etmelidirler. Fakat geri ülkenin şartlandırılmış insanı bunu çok zaman yapamaz ve bazen milyonlarca parmağın işaret edip, şikâyetçi olduğu tek varlık Tanrı olur. Bu ülkelerde hayır ve yardım emperyalistten ve felaket ise tanrıdan gelmekte, ekseriya Tanrı suçlanmaktadır. Yüzyıllardır ezilen Uzak Doğu halkı bu yanlış davranışı kavradıktan sonra durumu şu deyişle orta ya koyar: «O anda suçlu bıçağı bırakan Budha olur.» Uzak Doğu'nun sömürülen insanları, başlarına gelen bütün felaketlerden Tanrı'ları Budha'yı sorum lu tutmakla hiçbir şey kazanmamışlardır. Kaybettikleri ise, kendilerini sömüren güçleri tanıyamamaları ve onları etkisiz hale getirerek yakalarını kurtaramamaları olmuştu. Korku içine düşürülen ve yalanlarla aldatılıp, zulme yoksulluğa, açlığa ve felakete sürüklenen geri ülke insanının emperyalistler tarafından nasıl istismar edildiğini daha iyi anlatabilmek için, Sosyalist yazar Ali Faik Cihan'ın 1965 yılında yayınladığı ve İstanbul 2. Sulh Ceza yargıcınca verilen kararla toplatılan, yazarının 7.5 ağır hapis ve 5 yıl sürgün cezasına çarptırılmasına sebep olan «Sosyalist Türkiye» kitabından, nüfus artışına ve doğum kontrolüne ilişkin bazı pasajlar alalım. Çünkü bu kitap birçok yalın gerçeği Türk toplumunun çıkarlarına uyarlı bir şekilde ortaya koymakta ve 1961 Anayasa rejimini savunduğu Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nin 17 Eylül 1968 günlü kararı ile anlaşılmış bulunmaktadır. Gerçeğin bilinmesini arzulamayan ve ülkemizin korku ve evhamları içinde, uyuşuk yaşayan insanlar topluluğu halinde yaşamasını çıkarına daha uyarlı bulan, iç ve dış çıkar grupları meselelerin bu kitapta anlatıldığı şekilde ortaya konmasından ve aydınlatılmasından korkmaktadırlar. İşte bu noktada başkalarını korkutarak ve yalanla aldatarak sömürüyü sürdürmek isteyenler kendi ruh çöküntülerinin yarattığı korku içine düşüp, uykularını kaybetmekte ve bazen bu korkunun etkisi altında vahşi bir yaratığın bile yapmayacağı eylemleri benimsemektedirler.
Para ve Propoganda
105
Ali Faik Cihan, nüfus artışına ilişkin görüşlerini şu şekilde anlatmaktadır: (Cihan, Ali Faik, Sosyalist Türkiye, Toplum Yayınevi, Ankara, 1968) (**) Nüfus artışı hızına gelince: bu artış, Türk Halkı'nın var olma iradesinin bir kanıtı olmuştur. Yüzyıllardır, sonu gelmeyen savaşların, hastalıkların, göçlerin ve açlığın kemirip yediği halkı, yok olmaktan kurtaran bu çoğalma iradesidir. Anadolu insanının bu doğurma ve çoğalma iradesidir ki, ölümün hızını geçmiş ve ona yenilmez özelliğini kazandırmıştır. Bunca silahlı ve ekonomik savaşlarla bu halkı yok edemeyen enternasyonal sömürgecilik, bugün doğum kontrolü adı verilen kibar ve masum görünüşlü bir düzenbazlıkla halkın karşısına çıkmaktadır. Doğum kontrolü nedir? Doğan yavrularla anaları sağlık kontrolü altına alıp, sağlam ve gürbüz bir kuşak yetiştirmek midir? Hayır. Doğum Kontrolü dedikleri şey, ana ve babaları nüfus artışının zararlı olduğuna inandırmak ve insanları daha doğmadan öldürmektir. Çünkü gebeliği önleyip doğuma engel olmak, yetiştirileni öldürmekten çok daha kolaydır. Gerçekten doğum kontrolü, Türkiye'ye dışardan gelen bir tavsiyedir. Tavsiyenin amacı, Türk halkının yaşama iradesinin sembolü olan çoğalma gücünü içerden engelleyerek, onu kısa bir süre içinde yok etmektir. İçte doğum kontrolü tavsiyesini hoş görenler de, sadece dış kapitalizmin içteki ortaklarıdır. Yılda 700 bin artarak, tasarlanan yüzde 7 kalkınma hızını yüzde 4’e düşüren bu halkın çoğalma hızını kesmek ve kalkınma hızını yükseltmek yollarının arandığı bir gerçektir. Ancak Türkiye'de gelir dağılımı hesaplarına göre, yüksek artış hızına sahip olan nüfus gruplarının az tüketip, çok üreten gruplar olduğu anlaşılır. Bu suretle doğum kontrolünü getiren dış kapitalizmin yerli ortaklarının kaba bir çelişkiye düştükleri ve bindikleri dalı kestikleri sonucuna varılır. Doğum kontrolünün getirilmesinde etken olan bu temel amaç ve düşünceler yanında, kimi küçük hesapların da bu işte rol oynadığı kabul edilmelidir. Kadınlara verilecek doğum kontrol hapları ile uygulanacak münasebetsiz araçların kimi yan etkilerinin, adı duyulmamış yeni hastalıklara yol açması beklenir. Bu hastalıklar, yabancı ve yerli ilaç firmalarına doğum kontrol araç ve gereçleri dışında antibiyotik v.s. ilaçlar için yüz milyonlar tutarında tüketim pazarları hazırlayacaktır. Öbür yandan, gebelik riskini ortadan kaldıran doğum kontrolü, mutlu sınıf kadınlarının özgürlüğüne gölge düşüren büyük bir engeli de ortadan kaldırmaktadır. Artık, gebeliği serbestliğe engel ve birden fazla çocuk doğurmayı ayak takımına özgü ayıptan sayanlar rahatlıkla yaşayabilirler. Doğum kontrolü, emperyalizmin gelişmemiş bir toplumda nerelere kadar sokulabileceğini açıkça göstermiştir. Denilebilir ki, doğum kontrolü helezonlarının ulaştığı yerin ötesinde, ulaşılabilecek daha gizli ve daha uzak bir yer kalmamıştır. Nüfus artış hızını durdurma gibi olumsuz amacı saklayamayan doğum kontrolü ilkesinin altında daha birçok kişisel kaprisler, toplumsal cinayetler ve sınıf çıkarları yatmaktadır. doğum kontrolü, halkın dışında ve üstünde bulunan asalakların, kendi sorunlarını topluma empoze etme alışkanlıklarından bir örnektir. Oysa ki bugünkü sayısının kat kat fazlasını barındıracak geniş alanlara sahip olan Türk Halkı, yaşama alanlarına göz dik miş bulunan emperyalist çevre karşısında çoğalmak zorundadır. Nüfus yoğunluğu, nüfus
106 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu artış hızıyla yakından ilgilidir. Onun için, yüksek nüfus yoğunluğunun olumlu sonuçları da nüfus artış hızına bağlıdır. Köylü nüfusu da içine alan istatistiklerle belirtilmiş çocuk ölüm oranlarına ait kesin sayılar elde bulunmamakla birlikte, doğan çocukların yarısının ölüp, yarısının kaldığı, kaba bir gözlemle anlaşılabilir. Onun içindir ki, kontrol altına alınması gereken şey, gebelik öncesi durumlar değil, doğan çocuklarla doğuran analardır. Ali Faik Cihan'ın büyük bir ustalıkla ve gayet anlamlı bir şekilde anlattığı Doğum Kontrol uygula ması Türkiye'ye nasıl girmiş ve kanun yapıcılar tarafından nasıl benimsenmiştir? Bunun hikayesini ayrıntıları ile öğrenmek isteyenler, (Koçtürk, Osman N. Gıda Emperyalizmi, Toplum Yayınevi, Ankara 1966 ve Koçtürk, Osman N., Sessiz Savaş, Ararat Yayınevi, İstanbul, 1969) isimli kitapların ilgili bölümlerini inceleyebilirler. Fakat biz toplumun çıkarlarına tamamen ters düşen ve sayın Cihan tarafından açıklandığı gibi, Türk toplumunun kökünü kazımayı amaç edinen bu uygulamanın, açlık korkusu yaratarak, yalanla ve işbirlikçilerin gayretleri ile Türkiye'ye sokulmuş, propaganda ile halka kabul ettirilmiş olduğunu anlatmadan geçemeyeceğiz. Yaratılan korku ortamında, çağımızın en coşkun sömürgecisi olan ABD’nin milli ve Milletlerarası kuruluşları da zorlayarak Türk halkını gelecek kuşakların yok edilmesine razı etmesinde propagandanın önemli bir yeri olmuş ve propaganda yalanlar üzerine oturtulmuştur. Bu çalışmalar üç bölümde incelenebilirler: 1) Öncelikle UNICEF, FAO ve CARE gibi kuruluşlar Türkiye'de bir açlık korkusu yaratmışlar ve okullara kadar sokularak, bu korkuyu yaymış ve körüklemişlerdir. 2) Daha sonra halka, yöneticilere ve kanun yapıcı gruplara benimsetilen bu korkunun yarattığı elverişli ortamda, çare gibi gösterilerek, doğum kontrolü, ABD üretim artıklarının satın alınması, Türk tarım politikasının yabancı uzmanlar eliyle yozlaştırılması v.b. teklifler çeşitli yalanlar ve yabancı uzmanların yazıp yöneticilerin koyunlarına sıkıştırdıkları muskalar (sözüm ona bilimsel raporlar) ile bize benimsetilmiş ve işbirlikçilerin gayreti ile de kanunlaştırılmıştır. 3) İktidarlar tarafından benimsenen ve parlemontada çoğunluk oyları ile kabul edilerek kanunlaşan bu olumsuz uygulamalar, meşruluk kazanmış zulüm projeleri halinde Türk toplumu üzerinde uygulanmakta ve halka zarar vermektedirler. Ali Faik Cihan'ın, bir düzüne ülkücü yazarın gerçekleri yazıp söylemesi, Doğum kontrolünün meddahı haline getirilmiş olan Radyo ve yüksek ücretle istihdam edilen kişilerin kopardığı yaygarayı bastırıp, halkı uyandırmak için yeterli olamamaktadır. İnsanlar yaratılan korku ortamında, doğuracakları çocukların aç kalmasından korkmakta ve yalanlara inanarak apış aralarına helezon takılmasına razı olmaktadırlar. Bir kısım mutlu kadın, kanun dışı davranışlarının maskelenmesinde kendisine yardımcı olduğu için Doğum Kontrolünden yanadır. Bunlar bu taraftar oluşu etkileyen asıl nedenin ahlak dışı kaprisleri olduğunu bir türlü ifade etmemekte, emperyalistlerin kulaklarına fısıldadıkları ve geri ülke insanını kandırmada yararlı olan bazı tekerlemeleri bir ajan sadakati ile halk kitlelerine yaymakta, köy deki ve kentin fakir semtlerinde yaşayan cahil kadınları kandırmaktadırlar. Korkutma, kandırma ve zulüm olarak üç safhada eleştirebileceğimiz Doğum kontrol uygulamaları, açlık korkusu zemininde yeşertilmiş ve geliştirilmiş, amacı zulüm ve imha olan bir emperyalist eylemi dir. Toplumu etkileyen bu uygulama elbette bazı tepkiler yaratacak ve asıl amaç anlaşılınca doğacak olan tepkiler, etkiyi gölgede bırakacak kadar köklü olacaktır.
Para ve Propoganda
107
Açlık korkusunun yaratılması, tıpkı savaş korkusunun yaratılması gibi istismarcı grupların çok işine yaramaktadır. Hem iç ve hem de dış politikada, insanları hizaya getirmek ve hak arayanları susturmak için bundan 20 yıl önce, savaş tehlikesi yöneticilerin çok başvurdukları bir tehdit vasıtasıydı. Karşıtları güçlenince, iç politikaya hâkim olamayanlar, ortaya bir savaş tehlikesi sözü atarak, muhaliflerini kendileri ile birleşmeye ve ortak harekete zorlarlar. Bu düzeyde Milli Birliğin lüzumlu olduğu bilindiğinden, dış tehlikeye karşı birleşmek zorunlu olur. Emperyalistler şimdi Açlık Korkusu'nu aynı amaçla kullanıyorlar. Gerçekleştirmeye çalıştıkları her çıkar projesinin gerekçe bölümünde. «İnsanlığı tümüyle tehdidi altına almaya başlamış olan açlığı yenebilmek.. » diye başlayıp böylece devam eden bir başlangıç vardır. Doğum Kontrolü gelecekteki açlığı önlemek için uygulanır, ABD boş kalori kaynaklarını, tahıl veya diğer üretim artıklarını geri ülkelere açlığı önlemek için ihraç eder ve parasını tahsil ederek, bu ülkeler de çevirdiği fırıldakları bu para ile döndürür, aslında birer teknolojik casus olan yabancı uzmanlar geri ülkeye açlığı önleme gerekçesi ile sokulurlar, geri ülkenin tarım ve ekonomi uygulamaları açlığı önleme gerekçesi ile altüst edilir. Açlık korkusunun ortama hâkim olması, çok işe yaramakta ve böylece her saldırı bir yardım gibi gösterilmektedir. İnsan hakları diye diye insan haklarının, kanun diye diye kanun ve Anayasa diye diye Anayasaların çiğnendiği, düzen ve nizamın tahrip edilerek dengesizliklere dayalı bir dengenin kurulmaya çalışıldığı XX nci yüzyılın ikinci yarısında, geri ülkelerin masum insanları açlık diye diye aç bırakılmakta ve daha sonra da propaganda ve telkin ile aç olmadıklarına inandırılmaktadırlar. Balıklar içinde yaşadıkları suyu nasıl tanımazlarsa, aç ülkelerin insanları da açlığı tanımaz ve aşırı hallerde suçu Tanrı'ya yük lerler. Buna karşılık emperyalistlerin artık maddelerini ülkelerine taşıyan gemiler ufukta göründü mü hudutsuz bir sevinç ve bu yardımı yapan ülkeye karşı, kendi ülkelerine duydukları sevgi ve saygıyı da aşan bir yakınlık ve bazen minnettarlık hissi duyarlar. Huxley'in kitabındaki işçiler gibi, Dünya'nın en mutlu insanları olduklarına inandırılmış olan geri ülkenin aç insanı, bir tabak bulgur pilavı veya bir bazlama buldu mu günün başladığı saat başlayıp, güneş batana kadar sabır ve tevekkülle çalışmaya razı olur. Emperyalist bu insanların yarattığı değerleri istismar etmeyi geri ülkelerin doğal kaynaklarını alabildiğine sömürdükten başka, insanlarını da açlık ve tokluk sınırında yaşatarak köle gibi kullanmayı çok iyi bilmekte, bunu mümkün kılmak için uzmanlarını yetiştirmiş, yardım kurumlarını kurmuş, örgütlerini tamamlamış olarak savaşını sürdürmektedir. Kendi ülkesinde, geri ülkelerde çekilmiş, sefil çocukların resimlerini teşhir ederek yönetime karşı minnettarlık duygusu yaratanlar, geri ülkelerde bunu bir lokma ekmek karşılığı kolayca sağlarlar. Bu bir lokma ekmek de bu ülkelere çok zaman verilmemekte ve para karşılığı satılmaktadır. Pazar ekseriya Milletlerarası kuruluşlar tarafından hazırlanır ve propaganda en etkin silah olarak kullanılır. Bu saldırıların her çeşidine karşı koyabilmek için, bilmek tek çaredir. Emperyalist ülkeler, geri ülkelerdeki propaganda çalışmalarını, yalnız milletlerarası kuruluşlarla yürütmüyorlar. Sermayenin desteklediği, sözüm ona hayır kuruluşları, vakıflar ve kiliseler de bu faaliyete aktif bir şekilde katılmaktadırlar. Örneğin, ABD’nin Ford Vakfı ile Rockfeller Kuruluşu ve bir Kilise kurumu olan CARE geri ülkelerde geniş faaliyetler gösteriyorlar. Ayrıca Amerikan Üniversitelerinin geri ülkeler Üniversitelerine etki yapıp, açlık ve savaş korkusunu bilim adamları arasında yaymak için çaba harcadıklarına şahit
108 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu oluyoruz. Geri ülkelerde kurulmuş bazı cemiyetler, vakıflar ve teşekküller de bu propagandaya alet edilebiliyorlar. Geri ülkeler üniversitelerinden bir kısmı yabancı ülkelerden para yardımı aldıkları için, doğal olarak onların propaganda çalışmalarına açıktırlar ve bir üs gibi kullanılırlar. Basın, sinema ve iyi kontrol edilmeyen yayınlarla, kültür merkezleri bu propagandanın odağı olur. Türkiye'de bu çeşit faaliyetin bütün çeşitlerini canlı örnekler üzerinden görmek ve incelemek kabil dir. Ancak kitabın hacmi bu çalışmaların tümünün eleştirilmesine elverişli olmadığından biz bir tek örnekle yetinmek ve bu örneğin yardımıyla durumun tümü hakkında fikir vermek istiyoruz. «The Rockefeller Foundation» ismi altında faaliyet gösteren Amerikan özel yardım kuruluşu 1967 yılı içinde Dünya'nın çeşitli ülkelerinde yaptığı çalışmaları, Başkanı J. George Harrar'ın hazırladığı faaliyet raporunda özetlemiştir. Bu çalışmalar arasında Doğum Kontrolü çalışmaları ile Açlığın yok edilmesi çalışmaları önemli bir yer tutuyor. (The Rockefeller Foundation, The Presidents Reviewand Annual Report, 1967) Rockefeller Kuruluşunun doğum kontrolüne ilişkin çalışmaları, Amerika içinde, Negro'ların kökünün kazınmasına ve geri ülkelerde ise istenmeyen toplumların seyreltilmesine yöneltildiği halde, sosyal ve ekonomik kalkınmanın bir gereği gibi gösterilmekte, raporda asıl amacın gizlenmesi için, ustaca bir anlatışa girilmektedir. Bu arada raporun (16) ncı sahifesinde Türkiye'de 1965 yılında, kanun yapıcı meclislerin tasvibinden geçen, Doğum Kontrol Kanunu’ndan da söz edilmekte ve Rockefeller Kuruluşu’nun bu çalışmaları Hacettepe Üniversitesi, Bilim Merkezi aracılığı ile desteklediği anlatılmaktadır. Ayrıca Hacettepe Üniversitesi paralelinde faaliyet gösteren Atatürk Üniversitesi’nin Doğu Anadolu'da benzeri çabalara girdiğini haber veren rapor, doğum kontrolü çalışmalarının öğretilmesi, lüzumlu araştırmaların yapılması, gösterilerin düzenlenmesi için bu kuruluşa 250.000 dolar bağışta bulunulduğunu açıklıyor. Hacettepe Üniversitesi bu yardımla kalmamış, ayrıca 1968 yılında Ford vakfından 375.000 dolarlık ve AID Amerikan yardım kuruluşundan 4,5 milyon dolar para yardımı almıştır. Bu paraların önemli bir kısmı propaganda amaçları ile kullanılmaktadır. (Son Havadis, 24.5.1968) Resmi üniversiteler, yabancı kaynaklardan sağladıkları kucak dolusu parayla propaganda çalışmalarına girişince, birkaç kişinin gerçekleri halka duyurmak için çaba sarf etmiş olması, etkisiz bir çaba olarak kalıyor. Kaldı ki Türkiye'de nereden ve kimin tarafından beslendiği belli olmayan ve doğum kontrolü propagandası yapan dernekler, bazı firmalar ve resmi kuruluşlar da vardır. Türkiye'nin en ünlü ilaç firmalarından biri olan Eczacıbaşı firması 9 Kasım 1967 günlü ve yılda bir kaç defa çıkarılan «Tıpta Yenilikler» isimli dergisini nüfus planlamasına tahsis etmiştir. Renkli resimler, grafikler ve ünlü imzaların, ön yargı ile kaleme alınmış yazılarıyla süslenmiş olan bu dergide, nüfus planlamasının üst seviyede propagandası yapılmaktadır. Derginin editörü Şakir Ecza cıbaşı, dergi Türk aydınlarına ve hekimlerine dağıtılmadan önce, ilgililere gönderdiği mektubunda ay nen şöyle diyor: (**) İşte bir yıllık sürekli araştırmadan, iki yıllık hazırlıktan sonra, büyük masraflarla yayınlanan Tıpta Yenilikler'in 9 uncu sayısını, Dünyamızın bu önemli sorununa ayırmış bulunuyoruz. Bundan önceki sayılara oranla daha büyük boyda, beş renkte basılmış olan, Nüfus planlaması sayısının hazırlanmasında 16 Türk ve batılı bilgin, 12 sanatçı katılmış, ayrıca Birleşmiş Milletler, Ekonomik ve Sosyal İşler Bölümü, Dünya Sağlık
Para ve Propoganda
109
Teşkilatı, Avrupa Konseyi İktisadi ve Sosyal işler Bölümü, Uluslararası Aile Planlaması Federasyonu, Aile Planlaması ve Dünya Nüfusu Federasyonu, Nüfus Kurulu, Ford Vakfı Nüfus Planlama Programı Bölümü, T.C. Devlet Planlama Teşkilatı, gibi kurumlarla işbirliği yapılmıştır. Dergide Julian Huxley, Frederick Osborn, Oscar Harkavy, Fritz Baade, Ord. Prof. Dr. Ömer Celal Saro, Prof.Dr. Nusret Fişek, Prof. Dr. Kenan Gürtan, Prof. Dr. Abram Blan, Prof. Lee Rainwater, Bernard Berelson, Prof. Dr. Alan F. Guttamacher, Doç. Dr. Celso - Roman Garcia, Prof. Dr. Gregory Pincus, Dr. Gordon W. Perkin, Prof. Dr. Richard L. Day, Doç. Dr. R. Garcia Bunuel, Eduart Roditi gibi yazarların ve bilim adamlarının imzaları vardır. Görüldüğü gibi yabancı imzalar çoğunlukta, Türk yazarlar ise azınlıktadır. Kaldı ki bu imzaların da doğum kontrolünün Türkiye'de gerçekleşmesi için büyük çabalar harcayan ve kontrolden yana kişiler oldukları bilinmektedir. Dergi incelenince başından sonuna kadar propaganda amacı güdüldüğü aşikâr olarak görülmektedir. Nitekim dergiye ilk yazı olarak yerleştirilmiş olan Julian Huxley'in yazısından, Şakir Eczacıbaşı’nın mektubuna aktarılmış bir pasaj da şunları okuyoruz. (**) Dünya nüfusu bugünkü ölçüde yükselmeye devam edecek olursa, her 35 yılda iki kat artarak, 2000 yılında 7 milyara, 2035 yılında 14 milyara varabilirmiş... Yalnız Hindistan'da nüfus 920 milyonu bulabilir, sadece Kalkuta şehrinin nüfusu 64 milyona çıkabilirmiş... Türkiye nüfusu bile, 2000 yılında 80 milyonu aşabilirmiş... Bu artış durdurulmazsa, çok yakın bir gelecekte dünyamızın kaynakları tükenecek, insanlar beslenemeyecek, ekonomik ve kültürel gelişme duracak, endüstri çökecek, halk açlığa kıtlığa sürüklenecek, çocuklar bakımsız ve barınaksız kalacakmış... Zaten o günlere varmadan Dünya'da güven kalmayacak, ortalık büsbütün karışacak, çatışmanın, çekişmenin, savaşların sonu gelmeyecektir. «Üreme ve üretim arasındaki dengeyi sağlayacak tedbirleri bugünden alamazsak, torunlarımız ve onlardan sonra gelecek binlerce ve binlerce kuşağı, yeterinden fazla çalıştıkları halde yeteri kadar beslenemedikleri, mutsuz, tatsız, kalabalık bir Dünya’da yaşamaya mahkum etmiş olacağız... İnsanın üremesinde rol oynayan etkenleri kontrol etmesini öğrenmezsek, insanlık yaşamak için savaşan yığınların altına gömülecek, ortadan kalkacaktır. Bugün, insan ırkının temsilcileri olan bizler, insanlığın gelecekteki felaketini hazırlamanın sorumluluğunu yüklenmiş olacağız… Şakir Eczacıbaşı Huxley'in yazısından en çok bu paragrafı beğenmiş ve mektubuna aktarmıştır. Mektubun bundan sonraki bölümünde de çok büyük sözler ediliyor. Bilginlerin, aydınların, Devletlerin, Uluslararası Kuruluşların, hekimlerin, iktisatçıların, toplum bilimcilerin, ruh bilimcilerin, tarımcıların, endüstricilerin, Doğuluların, Batılıların Müslümanların, Hıristiyanların bu sorun ile meşgul ve doğum kontrolünden yana oldukları kanısı uyandırılmaya çalışılıyor. Okuyucularımız ilaç firmalarının bu gibi girişimleri neden yaptıklarını gayet iyi bilirler. Derginin içinde yer yer ilaç reklâmlarına da rastlanmakta, bir yanı ile firmanın komisyonculuğunu yaptığı ilaçların propagandası yapılmaktadır. Ancak derginin tümü ile doğum kontrolüne ayrılmış ve yayınlanan bütün yazıların Dünya'da ve Türkiye'de, bu konuda taraflılığı ile tanınmış kişiler arasından seçilmiş olması, amacın doğum kontrolünün propagandasını yapmak olabileceği ihtimalini akla getiriyor. Nitekim İrfan Derman, 31 Ocak 1968 günlü Akşam Gazetesi’nin kitap sütununda «Tıpta Yenilikler» dergisinin bu nüshası hakkında şunları yazmaktadır.
110 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu (**) Nüfus Planlaması Özel Sayısı, Eczacıbaşı Yayını, 1968, 104 Sahife, Tıpta Yenilikler, Türkiye'nin en büyük ilaç fabrikalarından Eczacıbaşı'nın tıp âlemine hizmet için çıkardığı bir dergi, nefis resimler, nefis baskı. Ancak ne yazık ki son sayısını nüfus planlaması gibi olumsuz bir konuya ayırılmış... Görüldüğü gibi herkes Ferit Eczacıbaşı, ya da Huxley gibi düşünmemektedir. Aydınlar arasında bu uygulamaya karşı pek çok insan vardır. Katoliklerin lideri olan Papa ve Ortodoks Patriği Athenogoras, doğum kontrolüne karşı olduklarını açıkça ilan etmiş ve kamuoyuna duyurmuşlardır. Huxley'in yazdıklarının pek şişirilmiş ve tek yanlı görüşler olduğu kolayca anlaşılabiliyor. Rockefeller ve AIM ile Ford yetmiyormuş gibi, bir de ilaç firmaları çeşitli dernekler, bunların federasyonları, ne olduğunu iyi bilemediğimiz bazı milletlerarası kuruluşlar, doğum kontrolünü desteklemekte, propagandasını yapmaktadırlar. Türkiye'de bu çalışmalara Sağlık Bakanlığı ile bazı resmi klinikler de katılıyor. 5 Ocak 1968 günlü Milliyet Gazetesi’nin kadınlar için yayınlanan ilavesinde, hayli enteresan bir ilan yayınlanmıştır. Bakın ilanda neler deniyor: (**) Hamile kalmak istemiyorsanız... Nüfus planlaması konusunda bilgi almak için, Salı ve Cuma günleri saat 11.00-13.00 arasında kliniğimize başvurunuz. Cerrahpaşa Hastahanesi, Kadın - Doğum Kliniği. Türkiye'de vatandaş, hastahanelerde bakım ve tedavisini sağlamak için büyük güçlükler çekmekte ve para ödemek zorunda kalmaktadır. Oysa çocuk doğurmamak için başvurulduğunda hekimler sizinle uzun uzun meşgul oluyor, parasız helezon takıyor, ilaç veriyor ve bir de bu hizmetleri duyurmak için, yüksek tirajlı gazetelerin kadın ilavelerine ilan veriyorlar. Bütün bu paraların nereden geldiği, neden dolayı böyle hovardaca harcandığı bilinmemektedir. Beri taraftan vatandaş bir tavuktan daha fazla yumurta, bir inekten daha çok süt almak için başvuracak makam bulamıyor, bunun için yayınlanmış gazete ilanlarına da pek rastlamıyoruz. Nerede basıldığı kim tarafından yayınlandığı belli olmayan birtakım kitaplar, doğum kontrolünü köylüye kabul ettirmek için düzülmüş cin ve peri hikâyeleri, gizli eller tarafından köylere kadar yayılmakta ve ilgililere bunlar gösterilince, girişimi kimse benimsememekte ve üzerine almamaktadır. Fakat bunlar yapılıyor. Lüks otellerde seminerler düzenleniyor. Uzak ülkelere geziler tertipleniyor. Milletvekilleri ve ilim adamları uzak ülkelere paraları ödenerek seyahat ettiriliyorlar. Bütün bunlar tümü ile propaganda çalışmalarıdır. Bu çalışmalar Rockefeller dâhil bazı Amerikan kaynaklarından destekleniyor. Amaç ortadadır. Açlık ve savaş korkusuyla tehdit edilen bazı insanların kökleri kazınmak isteniyor. Bunu Huxley'den önce Ferit Eczacıbaşı'nın mektubuna ve bizim de kitabımıza aktardığımız pasajı inceleyince kolayca anlayabiliyoruz. Emperyalistler insanları önce korkutuyor ve daha sonra kısırlaştırıyorlar. Bu korkunun temelinde açlık korkusu ile savaş korkusu yatmaktadır. İsim yapmış batılı bilginler: (**) İnsanların çok fazla üreyip aç kalmalarından ve Kalkuta şehrinin 64 milyon olmasından korkuyorlar, (**) Haddinden fazla üreyen insanların ideolojik görüş farklarının hazırladığı bir ortamda savaşmaları ve atom bombasına varıncaya kadar bütün yok edici silahların kullanılmaya kalkılması batılıyı korkutmaktadır.
Para ve Propoganda
111
(**) Sınırlı olan Dünya kaynaklarının, özellikle yiyecek maddelerinin artan kalabalıklara yetişmemesi açlık ve kıtlığın başlaması ihtimali bilginleri korkutmaktadır. Batılı bilgin, çok zaman toplumunun ve inançlarının baskısı altında gerçek korkularını gizleyip, aç lık ve savaş korkusunu, onu korkutan geri toplumlara aktarmayı bilmiş ve bu korkunun yarattığı ortamda geri topluluğu doğum kontrolü ile seyrelterek, zaman içinde ortadan kaldırmayı amaç edinmiştir. İşte Rockefeller dâhil, Doğum kontrol çalışmalarını, keselerinin ağzını açarak, cömertçe destekleyen yar dım kuruluşlarının ve vakıfların asıl amacı da budur. Onlar Dünya'yı değil, bencil bir davranışla kendi toplumlarının geleceğini kurtarmak istiyor ve para gücüyle, geri ülkelerin, bazı kuruluşlarını da yan larına alarak, büyük isimleri, bir propaganda aracı gibi kullanıyorlar. Geri ülkenin iyi niyetli insanı, büyük batılı bilginlerin, batıyı korumak ve doğuyu çökertmek için, tutucu bir davranışla söyleyip yazdıklarına inanırken, büyük bir hata işlemektedir. Geri ülkelerde yabancılara karşı duyulan hayranlık ve inanç, emperyalistin bu toplumları yabancılaştırmak için, yüzyıllar boyu harcadığı çabanın ürünü olup, şimdi de kendi kendilerini yok etmelerini sağlamak için kullanılıyor. Propaganda bu korkunç girişimi, çağın getirdiği ekonomik ve sosyal bir zorunluluk gibi göstermede en etkili silah haline gelmiştir. İyi cins kâğıtlara basılmış, ünlü isimler ve renkli resimlerle süslenmiş yayınlarla aydınlar, cin ve peri hikâyeleriyle köylüler ve daha rahat bir hayat yaşama vaadi ile kadınlar kandırılıyorlar. Rockefeller Foundation'un 1967 yılı çalışma raporunda, bu kuruluşun geri ülkelerde açlığı yok etmek için harcadığı çabalardan da söz ediliyor. Bu çalışmalar boş kalori kaynakları olarak bilinen buğ day ve mısır üzerinde yoğunlaşmakta, buğday çalışmalarının Türkiye, Hindistan ve Pakistan'da, Rocke feller Foundation'ın yüzünü güldürecek şekilde geliştiği görülmektedir. Sonora - 64, Lerma-Rojo-64 gibi Meksika hükümeti ile Rockefeller Foundation'ın birlikte geliştirdikleri tohumluklar, zaten çok tahıl tüketen ve tahıldan çok et, süt, yumurta ve balığa muhtaç olan bu üç ülkede geniş çapta ekilmeye başlanılmış ve Türkiyemiz’de, Sonora - 64 ile, artık herkesin bildiği acıklı sonuçlar alınmıştır. Buğday ve mısır çalışmalarında Rockefeller kuruluşu, Ford Vakfı ile de işbirliği yapıyor. Afrika ülkelerine yöneltilmiş olan mısır çalışmaları amaç itibariyle farklı değildir. Bütün mesele bu ülkelerde halkın boş kalori kaynakları ile beslenerek, gizli açlığın ve dengesiz beslenmenin kucağına düşürülmesi ve geri ülkelerin uyanışlarının biyolojik olarak engellenmesidir. Bu ülkeleri bu çeşit besinlerle beslenmeye ve yetinmeye mecbur edebilmek için öncelikle bir açlık korkusunun yaratılması, daha sonra da emperyalist ülkeler uzmanlarının geri ülkeye sızdırılması kâfi geliyor. Milletlerarası kuruluşlar, bu çabalarında, çok zaman batılı emperyalist ülkelere yardımcı oluyor, uygulamalara zemin hazırlıyorlar. Doğum kontrolüne razı olmak, buğday veya mısırla yarım yamalak karın doyurup, önce Tanrı'ya daha sonra da emperyalist ülkelere dua etmek için açlık korkusu yetmek tedir. Para ve parayla gerçekleştirilen propaganda, Dünya'nın her yerinde geri toplumların baskı ve kor ku altında yaşatılmasına, emperyalistin bu ülkelerin iç işlerine karışarak, kaynaklarını ve insanlarının emeğini sömürmesine yetmektedir. Eski çağlarda bu iş kılıçla yapılıyordu. Bugün para ve propaganda aynı şeyi yapmaktadır. Bundan dolayı çağdaş barbarlar, önce açlığı yaratıyor ve daha da bu korkunun sürekli bir hal alması için propaganda silahını para yardımı ile harekete geçiriyorlar. Ünlü bilginler bile bazı hesaplar yaparken,
112 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu nüfus artışı önlenmezse insanların açlıktan kırılacağı ve savaşan milyonların birbirlerini yok edeceğini yazıyor ve bu yazılar geri ülkelerde sirküle ediliyorlar. Kuşe kâğıtlara basılmış nefis dergiler bunlardan söz ediyor, lüks otellerde düzenlenen seminerlerde yabancı profesörler, güdümlü koşullar altında amaçlarının propagandasını yapıyorlar. Avuç dolusu para harcanıyor, fakat bu parayı emperyalist harcamamaktadır. O harcadığı paradan daha çoğunu, geri ülkenin mutsuz insanını zorlayarak, onun emeğinden ve kaynaklarından sızdırıyor. Amerika Birleşik Devletleri'nin Savunma Bakam Mc Namara'nın, Savunma Bakanlığından ayrıla rak, Dünya Bankası'nın başına geçmesini belki yadırgayanlar olmuştur. Aslında Mc Namara şimdiki işinde de eski yaptıklarını yapmaktadır. Savunma Bakanı iken elinde atom füzelerinin tetiğini tutan bu adam, şimdi benzer amaçlarla parayı kullanıyor. Ford Vakfının, Rockefeller vakfının kasalarında biriken paralar, buradan Dünya Üniversitelerine aktarılıyor. Geri ülkelerde açlık korkusu yaratarak halkı mısır ve buğdayla beslenmeye, doğum kontrolü uygulamalarına göz yumarak kökünün kazınmasına razı olmaya zorlamak için değerlendiriliyor. Amaç artık bellidir. İleri ülkeler, nüfus artışının sebep olacağı bir açlıktan ve kendilerinin rahat yaşantılarına zarar verebilecek savaşlardan korkuyorlar. Bu korkularını belli etmeksizin para ve propaganda yardımı ile açlık korkusuyla, savaş korkusunu geri ülkelere aktarıyor, daha sonra da onları boş kalori kaynakları ile beslenmeye razı ediyorlar. Boş kalori kaynakları ile dengesiz bir şekilde beslen me, yaşayanları kırıp geçirirken, doğacak olanların doğum kontrolü ile seyrekleştirilmesi, açlıktan korkan insanların karıları ile çocuklarına helezon takılıp, çocuk yapmamaya razı edilmeleri için yetiyor. Geri ülkelerde, para için bu olumsuz girişimlere omuz veren ve para karşılığı propaganda yapan para düşkünü bilim adamları, siyasiler ve teknisyenler de bulunabiliyor. Milletlerarası kuruluşlar ve bu kuruluşlara çöreklenmiş olan emperyalist ülkelerin amaçlı teknisyen leri, aldıkları bol ücret karşılığı propaganda faaliyetine katılıyorlar. Raporlarıyla, telkinleriyle emper yalistin amaçlarını gerçekleştirmesine yardım ediyorlar. Bunun sonucu ise ortadadır. Geri ülkelerle, tek nolojik bakımdan ileri ülkeler arasındaki uçurum, her gün biraz daha derinleşiyor. Bir tarafta açlık ve yoksulluktan bezmiş milyonlar, insana yakıştırılması mümkün olmayan yaşama koşulları içinde, çocuk yapmamaya da razı olarak eriyip giderlerken, bir taraftan Kennedy'lerin on çocukları oluyor. Dünya'ya Doğum Kontrol fikrine empoze edip yaymak için avuç dolusu para harcayan ABD kendi ülkesinde, çok çocuk yapan ailelere saygı gösteriyor. Orada doğum kontrolü yalnız istenilmeyen Negro gruplarını hedef almıştır. Artık haklarını aradığı için beyazları rahatsız etmeye başlayan Negro'lar, tıpkı Hintliler, Pakistanlılar ve Türkler gibi istenilmiyor ve çoğalmalarını engellemek için akla gelen her şey yapılıyor. Hıristiyanların dini lideri Papa, katolikleri doğum kontrolüne uymamaları için uyarırken, İstan bul’dan Athenogoras'ın sesini duyuyoruz. O da Ortodoksları uyarıyor. Fakat Müslüman dünyasından en ufak bir ses gelmiyor. Bazı yerde propaganda ve bazı yerde para, Müslüman liderlerin ağzını kapamış ve hatta Fetvaların yazılmasına yardımcı olmuştur. Açlık ve savaş korkusu bu noktada yeni bir “Haçlı Seferi” haline geliyor. Türkleri, Hintlileri ve Pakistanlıları Barbar deyip çoğalmalarına razı olmayanlar, XX nci yüzyılın ikinci yarısında barbarlığın en korkunç örneklerini veriyor, çocukları ana rahmine düşmeden boğazlı yorlar. Kılıç ve kalkanla değil, para ve propaganda ile yapılan bu girişimler, yüz kızartıcı bir hal alıyor…
113
VIII BEBEK, BULDOZER VE BOMBA
114 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
115
BEBEK, BULDOZER VE BOMBA Veteriner Fakültesi, Öğretim üyelerinden Prof. Dr. Sabri Dilmen, Türk Veteriner Hekimleri Derneği Dergisinin Ocak 1968 sayısında yayınladığı değerli yazısına Konfüçyüs'ün bir deyişi ile başlamaktadır. Konfüçyüs şöyle demektedir: (**) İnsan üç yoldan akıllanır. Birincisi düşünmekle, Bu en değerlisidir. İkincisi taklit etmekle, bu en kolayıdır. Üçüncüsü denemekle, bu en acısıdır. Yazar, çağımızda birçok ülkenin içine itildiği sosyal, ekonomik ve politik bunalımların nedenleri ni araştırırken, gıda maddeleri üretimindeki yetersizliğin bu bunalımları yoğunlaştırdığına inandığını açıklamakta, açlık korkusunu yoğunlaştıran ve insanları meşgul etmeye başlayan üç önemli etken ola rak, bir zamanlar Birleşmiş Milletler Teşkilatının, ABD temsilcisi olan Adlai E. Stevenson'un ağzından çağın ana sorunları şöylece ifade etmektedir. (**) Bebek, (**) Buldozer, (**) Bomba (B) harfi ile başlayan bu üç sözcük, çağdaş yöneticileri en çok oyalayan ve düşünmeye zorlayan konular haline gelmişlerdir. Problemleri düşünerek çözümlemeye ve akıllıca hareket etmeye çalışan bilim adamları ile işi bomba kullanarak kökünden çözümlemeye çalışan maceraperest politikacılar, buldozer kullanarak, uygarlığı bütün Dünya'nın malı haline getirmeye uğraşan iyi niyetli yöneticiler ve nihayet denemekle öğrenmekten öteye olanağı olmayan geri ülkelerin, toplumuna ihanet etmiş işbirlikçi politikacıları tam bir anlaşmazlık ve çatışma içindedirler.
116 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Bazıları açlık korkusunun yenilmesi için, atom bombası kullanarak milyonlarca insanı bir anda yok etmeyi, bazıları Dünya'nın bugün kullanılmayan topraklarını da ekilir hale getirerek, daha çok üretmeyi, Buldozer kullanarak işlenemeyen arazi parçalarını ekilebilen tarlalar haline getirmeyi teklif ederken, bir grup insan kasabı, geri ülkelerde doğacak çocukların doğum kontrol hapları veya helezonlarla sınırlandırılmasının çare olacağını söylemekte, savunmakta ve fırsat buldukça kendi açılarından uygulamalara girmektedirler. Elinde Buldozer'i olan insanlık, bir yönüyle bombaların tehdidi altında, açlık korkusundan çocuk yapmaktan bile vazgeçebilecek kadar insanlığını unutmuş bir hayat yaşamaktadır. Açlık korkusuyla şartlandırılmış geri ülkeler, karnını doyurabilen ülkelerden çok daha kalabalık ve yiyecek üretme olanağı bakımından daha elverişli koşullar altında olmalarına rağmen, içine düşürüldükleri bunalım dolayısıyla ipnotize olmuş ve yılmış durumdadırlar. Bir robot gibi, ikiye ayrılmış olan Dünya'nın, başşehirlerinden çıkan emirlere uyuyor ve mutluluklarını kendi iradelerinden çok, başkalarının verecekleri emirlere bağlamış bulunuyorlar. Çağımızın baskıları Orta Çağ'ın baskılarından farksız belki de çok daha güçlüdürler. Orta Çağ'a hâkim olmuş bulunan Kilise baskısı, bugün yerini müteassıp iktisatçıların zaman zaman ortaya attıkları sayılardan ibaret, bir baskıya terk etmiştir. Bir zamanlar davranışlarına ayetler ve surelerle yön veren insanlar, bugün iktisatçıların işaretleriyle hareket ediyorlar. İnsanla madde arasındaki ilişki, gün geç tikçe güçlenmekte, manevi değerler ise geçerliğini yitirmektedirler. Yüzyıllardır, cennet vaadi ile uyutul muş olan milyonlar, artık uyanmakta ve yaşadıkları Dünya'da mutlu olma çarelerini araştırmaktadırlar. Mutlu olmayan bu insanların başına şimdi de açlık korkusu bela edilmiş ve bu korkunun etkisi altında bunaltılarak şaşkına çevrilmişlerdir. Hindistan, Pakistan, Türkiye, Afrika, Uzak Doğu ve Güney Amerika ülkelerinde yaşayanlar aç kalmamak için anaları ile bacılarına helezon takılıp kısırlaştırılmalarına razı oluyorlar. Eski çağların güçlü din liderlerinin uyarmalarına, bugün kulak bile aşılmamakta, iktisaden kuvvetli olan ülkeler, geri ülkenin açlık korkusu ile şaşkına çevrilmiş olan insanı üzerinde, para gücüyle bütün girişimlerini yapabilmektedir. Bir zamanlar kralları yaya olarak ayağına kadar getirebilen Papa, Doğum kontrolüne karşı çıktığı için kınanmıştır. Ortodoks Patriği Athencgoras, Doğum kontrolüne karşı olduğunu açıklamış, fakat bu açıklama korkunç uygulamayı etkilememiştir. Müslüman liderler, bu konuda ağızlarını bile açamıyorlar. Doğum kontrolü, din kurallarından başka, aklıselime, ahlaka ve geleneklere aykırı olmasına rağmen, parayla tutulmuş ekipler, açlık korkusuyla korkutulmuş ve parayla kandırılmış insanları kısırlaştırmak için, köy köy dolaşmakta, işçi semtlerinde kol gezmektedirler. XX nci yüzyılın ikinci yarısında, fetvaları din adamları değil, iktisatçılar vermekte ve bu iktisatçı lar, geri ülkelerin masum insanlarına yaşama hakkı tanımamaktadırlar. İleri ülkeler ellerine geçirdikleri teknolojik üstünlüğü, insana yakışmayan bir davranışla, geri ülke insanını korkutmak ve açlık korkusunun etkisi altına sokarak sömürmek için kullanıyorlar. Sosyalist ve Kapitalist bloklar arasındaki çatışma maddenin paylaşılması için yoğunlaştırılmaktadır. Böyle bir Dünya'da geri ülkeler ile ileri ülkeler arasındaki farklar her gün biraz daha farklılaşıyor. Elinde atom bombası ile buldozer gücünü tutanlar, Dünya'ya bebek getirmekten başka gücü olmayan geri ülkelere kızmakta, atom gücü ile cinsel güç (seksüel güç) ayrı bir düzeyde çatışmaktadır. Bilimi ve teknolojik gelişmeyi kötü amaçlarının aracı haline getirmiş olanların karşısına kalabalık larla çıkmak ve onlarla savaşmak zor bir iştir. Böyle olmasına rağmen savaşı araç ve gereçlerin değil,
Bebek, Buldozer ve Bomba
117
insanın kazanacağını gösteren belirtiler vardır. Vietnam'da, çağın güçlü Devleti olarak bilinen Amerika' nın Gerilla savaşları ile güç duruma düşürülmüş olması, insanın da hesaba katılması gereken bir güç olduğunu yeniden ortaya koydu. İnanmış insanlar hangi türden olursa olsun, baskıları yenmeyi, ateşli silahlara ve ekonomik baskılara karşı koymayı biliyor ve başarıyorlar. Maddeden başka değer tanıma yan uygar insan ise, inançların baskısı karşısında bazen bir hayvan sürüsü gibi dağılıyor. Bombası ile Buldozer'ine güvenip Dünya'ya meydan okuyan Amerika'nın karşısında kalabalık ve karşıt bir toplum olarak Çin, çağın tehlikesi olarak büyümektedir. İyi tanımadığımız Kızıl Çin hakkında, Cumhuriyet Gazetesi’nde, Yılmaz Çetiner'in yayınladığı Mao'ya Tapanlar başlıklı yazı dizisinden çok şey öğreniyoruz. Çetiner Çin' de bir yemek listesinde, Mao'nun şu açıklamasını okuyor: (**) Silah savaşta elbette önemlidir. Fakat sonucu tayin eden bir amil değildir. Sonuç maddeye değil, insana bağlıdır. Kuvvet dengesi yalnız ordu ve ekonomi ile değil; insan gücü ve moral ile sağlanır. Askeri ve iktisadi kuvvetler insanlar tarafından hazırlanır ve kullanılır. Bu sözü de Adlai E.Stevenson'un sözü kadar önemle ele almak gerekir. Bomba ile Buldozer'in Dünya'ya hükmetmek için yeterli olmayacağını savunan Mao, kendine inanmış milyonlara güvenmekte ve onlarda moral kurmaya çalışmaktadır. Bu açıklama doğru ise, bebek meselesi geri ülkelerin üzerinde önemle durmaları gereken bir çağdaş sorundur. Savaşı inançlı insanlar kazanıyorlarsa, imanlı genç kuşaklar yetiştirmek ve anaları, yabancının yolladığı haplar ve helezonlar ile kısırlaştırmaktan vazgeçmek gerekecektir. İnsanların moralini bozan ve onları başkalarının esiri haline getiren açlık korkusunu yenmek için bütün girişimler yapılmalı, bütün kaynaklar zorlanmalıdır. Beyinleri yeni bir Dünya görüşü ile her gün yıkanmakta olan milyonlarca insan, Uzak Doğu'da bir zemberek gibi kurulmakta ve inançları ile başarıya ulaşacaklarına inanmaktadırlar. Bunun karşısında küçümsenmesi mümkün olmayan bir askeri ve ekonomik güç, başka bir felsefi temele dayanarak çağdaş sorunları çözümlemek üzere hazırlanıyor. Bu iki gücün ortasında ve hem inançtan hemde ekonomik ve teknolojik olanaktan yoksun, korkutulmuş ve sindirilmiş milyonlar vardır. Geri ülkelerde yaşayan insanların çoğu, başta aç kalma korkusu olmak üzere korkularının evhamı içinde ve kendilerinden güçlü toplumların gölgesinde yaşamaya çalışıyorlar. Sosyalist ve kapitalist bloklardan birinin uydusu haline gelmiş, kendi insiyatifIerini kaybetmiş olan bu insanların, düşünerek ve deneyerek sorunlarına çare bulma güçleri kalmadığı için, kolay olan taklitçiliği benimsemeleri gerekmiştir. Doğuyu veya batıyı taklit ederek, onlar gibi yaşama özentisi içinde oldukları halde, korkularından sıyrılamıyorlar. Korkuya ve paniğe düşürülmüş insanlara, arzularınızın tümünü kolayca yaptırabilirsiniz. Aile re isleri bu kuralı aileleri içinde ve çocukları üzerinde sık sık uygulamaya korlar. Baba kaşlarını çatarak ve vestiyerde asılı duran bastonunu göstererek, kendinden zayıf ve eline bakma durumunda olan çocuğuna bildiklerini telkin etmeye, çocuğu istediği gibi davranmaya zorlar. Bizim çocukluğumuzda sınıfta bir cetvel tahtası ile dolaşan öğretmenin bütün otoritesi, bu cetvel tahtasının kafamıza inmesi ihtimalinin yarattığı korkuya dayanıyordu. Tanrı sevgisini bile, Tanrı korkusu haline getirerek, toplumlara yön vermek isteyen sapıklar olmuştur. Oysa Tanrı korkulacak değil sevilecek bir üstün güçtür. Kendini sevdirmekten yoksun ve bu niteliklerle donatılmamış olan güçlü toplumlar, artık sevilmekten ümidi kestikleri için, cahil ve hırslı babalar ile çıkarcı softalar gibi, sevgiye değil korkuya dayalı bir otorite kurmaya çalışıyorlar. Amerika'nın ekonomik sömürgeleri ve Rusya'nın peykleri üzerinde yaratmaya çalıştığı hava, korku havasıdır ve bu korkular arasında açlık korkusu önemli bir yer tutmaktadır.
118 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Üretim artıkları ile sınırlı bir şekilde besleyip, tembelliğe alıştırdıkları ve kaynaklarını insafsızca sömürdükleri topluluklarda açlık korkusunu hâkim kıldılar mı, hem Doğu'lu ve hem de batılı patronlar, meselelerinin büyük çapta çözümlendiğine inanıyorlar. Çünkü bu korkunun etkisi altına girmiş olan kalabalıklar, artık her söyleneni ve her isteneni ayrıntıları ile yapmaya hazır haldedirler. Onları açlıkla korkutarak, karılarından çocuk yapmaktan bile vazgeçirebilir, kaynaklarına el koyup sömürürken, kendi artıklarınızla beslenmeye mecbur edilebilirsiniz. Bomba korkusunun yerine açlık korkusu yerleştirilmiş ve insanları açlıkla korkutmanın ve terbiye etmenin daha kolay olduğu anlaşılmıştır. Bir toplum, iktisatçıların yörüngesine girip, olayları sayılar ve rakamlar üzerinden izlemeye başladı mı, onu kandırmak daha kolay olmaktadır. İstatistik çalışmalardan yoksun olan geri ülkelerin çoğunda, bu rakamlar insanları ferahlatmak için değil, korkutmak için kullanılıyor. İnsana korku veren ve ümitlerini yitirmesine sebep olan bu rakamlara her yerde rastlıyoruz. Veteriner Fakültesinin değerli öğretim üyelerinden Prof. Dr. Sabri Dilmen'in yukarda açıklanan yazısından bazı rakamları buraya ak taralım ve bu rakamlara başka kaynaklardan kriterler ekleyelim. (**) Dört nüfustan ibaret bir işçi ailesinin yiyecek ihtiyacını yeterli bir şekilde karşılamak için Amerikalı bir işçi bir saat, İngiliz işçileri iki saat, Batı Almanya'daki işçiler iki saat, Avusturyalı bir işçi dört saat, Fransız işçileri dört buçuk saat, İtalyan işçileri beş saat çalışma durumundadırlar. Türkiye, Hindistan, Pakistan gibi ülkelerde ise, işçiler bütün gün çalıştıkları halde kendi karınlarını bile gereğince doyuramamaktadırlar. Ankara Tıp Fakültesi Biokimya Enstitüsünce yapılan etütlere göre bir işçinin, beş nüfuslu bir aileyi doyurabilmek için günde 25.50 TL. harcaması gerektiği sonucuna varılmış ve bu sonuç Türk-İş Konfederasyonuna bir raporla bildirilmiştir. Oysa ki Türkiye' de bir işçinin ortalama ücreti 12–13 TL civarındadır. Çukurova’nın pamuk tarlalarında günde 5 -7 TL karşılığı şafakla işe başlayıp, ortalık kararıncaya kadar çalıştırılan insanlar vardır. Bu insanların çoğunluğu karınlarını kuru ekmekle doyurur, bazen onu da bulamazlar. Dilmen yazısında bize başka rakamlar da tanıtıyor. (**) Bir Amerikalı işçi bir iş saati karşılığında aldığı ücretle 1150 gram, bir İngiliz 560 gram, bir Fransız 220 gram et satın alabilmektedir. Türkiye'de bir endüstri işçisi bütün gün çalışarak ortalama bir kilo et satın alabildiğine göre, bizdeki durum Fransa'daki durumdan da çok daha fenadır. Tarım kesiminde çalışan işçiler ise çok zaman bütün gün çalışarak kazandıkları para ile yarım kilo et satın alamazlar. İşte bu gerçekler insanda kötü korkular yaratmaktadır. Bu biçim istatistiklerin daima başında yer alan Amerika Birleşik Devletleri, Dünya'nın en mutlu toplumu gibi görünmektedir. Böyle olmasına rağmen açlıktan en çok söz eden de Ameri ka Birleşik Devletleridir. Bundan önceki bölümde uzun uzun eleştirdiğimiz Amerika Tarım Bakanı Freeman, konuşmasında, açlık korkusunu bir kâbus gibi karşımıza dikmekte ve onun Chicago'nun lüks otellerinde karnını tıka basa doyurduktan sonra yaptığı bu konuşmanın Türkçesi birkaç ay içinde, iyi cins kağıtlara basılarak, Türk Tarım Bakanlığı memurlarının masalarına kadar dağıtılabilmektedir. İşte bu noktada insanın aklına bir ihtimal gelmektedir. Acaba varlığı ile her vesileden yararlanarak öğünen, açlığın sözünü gerçekten aç olanlardan daha çok kullanıp, adeta bunun spekülasyonunu yapan Ameri ka Birleşik Devletleri, geri ülkelerde açlık korkusunu yaymak suretiyle bir amacı gerçekleştirmek mi istemektedir?
Bebek, Buldozer ve Bomba
119
Geri ülkeler insanları yoksulluk, sefalet ve cehaletleri içinde yakın zamana kadar, Dünya'ya gözünü açan her insanın kısmeti ile birlikte doğduğuna inanmışlar ve aç kalmayacağına iman etmişlerdi. Türki ye' de halk arasında yemek içmekten çok söz etmek bugün de ayıptır. (**) Aç mezarı yoktur. Sözcüğü ile bir şeyler anlatmak isteyen, Müslüman Türk halkı, bulduğu ile yetinmeyi bilir, açlıktan, bombadan, buldozer ve bebekten korkmazdı. En yoksul insan bile bir çocuğu doğduğu zaman gözleri parlar, ana veya baba olmanın mutluluğunu duyardı. Bugün ise aç kalma korkusu, Buldozer, traktör ve dev makinelerin yarattığı korku ile üslere yerleştirilmiş olan füzeler, tanımadığımız korkuların halkı mızın kafasına yerleşmesine sebep olmuştur. Aç kalmamak için Amerika'dan gübre satın alıyoruz, tarım ilacı satın alıyoruz, buldozer satın alıyoruz, traktör satın alıyoruz. Bomba korkusu, bizim de bombalar satın almamıza ve kalabalık bir orduyu silah altında tutmamıza sebep olmuştur. Bir zamanlar sevinçle karşıladığımız çocuklarımızdan doğdukları gün ekmeğimize ortak olacakları için korkuyor karılarımı za, bacılarımıza hap yutturulması ve mahrem yerlerine helezon yerleştirilmesine razı oluyoruz. Amerika'ya karşı çıktınız mı, muhalifiniz sizi açmı kalalım, Rusya'nın kucağına mı düşelim diyerek susturuyor. Korkularla şartlandırılmış olan milyonlar ne Amerika'nın ve ne de Rusya'nın hegemonyasına girmeden karnımızı doyurup, yurdumuzu savunabileceğimizi düşünemez hale gelmişlerdir. Atatürk'ün gücü ve gayretleri ile kendini cin ve peri korkusundan sıyırmış, çalışkan ve köklü bir toplum, bugün başka korkuların esiri haline getirilmiştir. Artık düşünemiyor ve çıkar yolu düşünerek araştıramıyoruz. Bize karnınızı doyurabilmeniz için, Meksika buğdayı ekmeniz gerekir diyorlar. Ekiyoruz. Arkasından gübre satıyorlar, ilaç satıyorlar, traktör satıyorlar, tohum satıyorlar. Bir başka zaman, karnınızı doyurmanız için endüstrileşmeniz gerekir diyorlar. Kendi ülkelerinde kullanamadıkları modası geçmiş tesisleri getirip ülkemize kuruyorlar. Onların çıkarına çalışan kar dolapları dönmeye başlıyor. Montaj endüstrisi, margarin, lastik, plastik endüstrisi geliştikçe gelişiyor. Bu tesisleri kuruyor, Meksika buğdayını ekiyor, borç verdikleri yüksek faizli paraları alıyor ve harcıyorsunuz, fakat açlık durumunu koruyor. Açlıktan daha çok korkuyor ve korktukça batıyorsunuz. Eğitiminize el koyarlar. Çocuklarınızı böyle eğitirseniz açlıktan kurtulursunuz diyorlar. Burunlarını sokmadıkları iş kalmıyor. Sizin çocuklarınızın sayısını onlar hesaplıyor ve size yol gösteriyorlar. Kirli ellerini yemek odalarımıza, yatak odalarımıza kadar sokuyorlar. Açlıktan kurtulamıyorsunuz. Korkularınız büyüdükçe büyüyor. Açlık korkusunu körükleyerek, yenilmesi güç bir dev haline getiren aç topluluklar değil, çıkarları onları korkutmakta olan boğazına kadar doymuş topluluklardır. Geri kalmış ülkeler 1930 yılında, ileri ülkelere yılda 11 milyon ton tahıl ihraç ediyorlardı. Başka deyimle açlık korkusunu henüz tanımadıkları dönemde, bu insanlar kendi kendilerine yetecek kadar tahıl üretmekte, fazlasını da ileri ülkelere satmaktaydılar. 1940 yılında, geri ülkeler açlık korkusunun eline düşmüş ve ileri ülkelerden 4 milyon ton tahıl ithal etmişlerdir. Korkunun ecele yararı olmadığı gi bi, açlığı önlemeye de yararlı olmayacağını gösteren bu ters gelişme, etkisini artırarak 1960 yılında geri ülkelerin, ileri ülkelerden 13 milyon ton tahıl ithal etmelerine ve 1964 yılında bu miktarın 25 milyon tona çıkmasına sebep olmuştur. Kendilerini korkuya kaptırmış olan milyonlar, artık yedikleri ekmeği, insana çok zaman yararı olmayan boş kalori kaynaklarını da üretmiyorlar. Onlar artık yalnız korkularının de ğil, tahıl stoklarını elinde tutan toplumların da tutsağı olmuşlardır. Açlık korkusunu yenmek için Tarım Bakanı’nın gürültülü açıklamaları ile Sonora – 64 buğdayını yurda sokup, en verimli topraklarına eken,
120 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Türkiye bu yıl da yabancı ülkelerden 300 bin ton buğday ithal edecektir. Oysa ki Sonora tohumluğu için 2 milyon doları aşkın bir para ödenmiş, kapitalist ülkelerden ilaç, gübre araç, gereç ithal edilmiş ve bunların karşılıkları ödenmiştir. Buğday tarlalarında davul zurna çaldırarak, karanlıkta kendini korkuya kaptıran bir insanın ıslık çalması gibi, korkusunu yenmeye çalışan Tarım Bakanı, bir yıl öncesine nazaran daha büyük korkularla karşı karşıya ve eğer sorumluluğunu duyabiliyorsa, belki de uykusuzdur. Rockfeller Fonu ile yürütülen doğum kontrol çalışmaları bütün hızı ile geliştirilip, Anadolu'nun her yanında kadınlarımızın helezonlanmasına, her bakanlığa bir Amerikalı uzman yerleştirilmiş olmasına rağmen, açlıktan kurtulamıyoruz. Çünkü korku, meselelerin çözümü için uyarlı bir ortam yaratmaz. Konfüçyüs'ün dediği gibi yapılması gerekenin en iyisini yapmak, düşünmek lazımdır. Korkan insanlar düşünemezler. Sorunları düşünerek ve bilimin verilerine dayanarak çözümlemek en akıllıca davranış olmasına rağmen, korku kompleksi içine girenler, taklit etmeyi tercih ederler. Çünkü bu en kolaydır. Yabancı uzmanla, yabancı devletin empoze ettiklerini aynen kabul ederek taklitçiliğe yönelmenin ise, bir topluma neler kazandırıp, neler kaybettireceğini kendi yaşantılarımızda görebiliyoruz. Düşünerek, hatta kolay bir usul olmasına rağmen taklit ederek başarıya ulaşamayanlar için, iz lenmesi zorunlu bir tek yol kalmaktadır. O da denemekle başarıya ulaşmak. Bu Konfüçyüs'ün de be lirttiği gibi en acısıdır. Biz artık en acısını deneyerek akıllanacak ve ondan sonra sorunlarımıza çözüm bulabileceğiz. Bombaları, Buldozerleri, çok karışık sömürme ve korkutma projeleri ile geri ülkeleri korkutmuş ve düşünemez hale getirmiş olan baskın topluluklar, Dünya'nın bütün kaynaklarını, kendi çıkarlarına uyarlı bir şekilde tüketme yarışı içindedirler. Bebek meselesini de çıkarlarına uyarlı bir şekilde çözümlenerek için binbir fırıldak çeviriyorlar. Hizmete sokulan her buldozer yüzlerce insanı aç bırakırken, köye giren her traktör, en az dört insanı köyü terketmeye ve büyük şehirlerin çevresindeki gecekondularda sürünmeye zorluyor. Açlık ve bomba korkusundan titreyen insanları, kalabalık merkezlere toplayarak, güç yaşama koşulları içinde ezmek ve yok etmek, çok daha kolaydır. Bu insanlar açlık korkusuyla doğdukları toprakları terkedip, binlerce mil uzaklarda yabancı endüstrilerin emrine giriyor, benimsemedikleri düşüncelerin ve yabancı ekonomilerin tutsağı oluyorlar. Yalnız aç kalanlar değil, aç kalmaktan korkanlar da bu korku akımının dışında kalamıyorlar. Kişiliklerini yitirip birer robot gibi, kendilerini korkutanlara teslim oluyorlar. Açlık Korkusu XX nci yüzyılın en köklü korkusu haline getirilmiştir. Korkmanın açlığa çare bul mak için bir yararı olacağını hiç tahmin etmiyoruz. Düşünmek ve düşünerek çözüm aramak varken kendimizi taklitçilikten kurtaramıyoruz. Tarım Bakanı bundan dolayı davul ve zurna çaldırıp, buğday tarlalarında halay çekiyor. Yurda yabancı bir tohumluğu sokarken, halkı ve seçmenleri açlıkla korkutuyor ve en çok açlık temasını işliyor. Dünya haritasında açlık korkusunun tutsağı haline getirilen ülkeleri siyah mürekkeple boyayıp, Avrupa ile Kuzey Amerika'yı başka bir renge boyayanlar, açlıktan korkmuyorlar. Fakat korkar gibi hareket ederek, bizim korkumuzu daha da artırıyorlar. Biz de öyle yapmaz mıyız? Çocuklarımızı korkutmak ve yıldırmak istediğimiz zaman, inanmadığı mız birşeyden sanki bizler de korkuyormuş gibi hareket eder, önce murat ettiğimiz şeyden korktuğu muza çocuklarımızı biz inandırırız.
Bebek, Buldozer ve Bomba
121
Boğazına kadar tok bir toplumun Tarım Bakanı, bundan dolayı her yerde açlıktan söz ediyor. Çün kü Amerikalıların doyması için, Dünya'nın büyük bir çoğunluğunun açlıktan korkması gerekiyor. Artık hepimiz açlıktan korkuyoruz. Veteriner Fakültesinin öğretim üyeleri gibi, bizler de halk da işçi de açlık korkusunun tutsağı olmuştur. Yazdık mı açlıktan, konuştuk mu gene açlıktan söz ediyoruz. Fakat biz korktukça, yazıp çizdikçe açlık etkinliğini daha da artırıyor. Amerika'nın Birleşmiş Milletler Temsilcisi Steveson da bu arada kürsüye çıkıp birşeyler söylüyor. Çözümlememiz gereken üç önemli sorun var, Bomba, Buldozer ve Bebek... Geri ülkelerde doğacak bebekleri yok etmek, kendilerinden doğacak bebeklere daha rahat sömürebilecekleri bir ortam hazırlamak için emperyalistler, bomba ve buldozerden sonra, en etkili silah olarak açlık korkusunu kullanacaklardır. Bugün kullanıyorlar da...
122 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
123
IX TUZAK
124 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
125
TUZAK Yeni sömürgecilik, savaş korkusunu, açlık korkusuyla pekiştirerek geri ülkeleri dize getirmede ye ni bir çığır açmış ve bu suretle sömürdüğü toplumun doğal ve beşeri kaynaklarını büyük bir tepki ile karşılaşmadan çıkarlarına uygun olarak kullanma olanağını hazırlamıştır. Açlık, tek başına bir insanın sağlığının bozulması, üretim ve savunma gücünün kısıtlanması, yakın çevresinde olup bitenlere karşı ilgisiz kalıp, sahibi olduklarına sahip çıkmaması için yeterlidir. Kişiler üzerindeki fizyolojik ve psikolojik yıkıntıyı, toplumlar üzerinde aynen gerçekleştirmek için, sömürü bölgelerinde açlık psikozu yaratmayı, sonuçları bakımından savaşlardan daha etkin girişimler olarak niteleyen emperyalistler, şu günlerde açlık korkusunu sömürü bölgelerine yaymayı, savaş korkusu yaymaktan çok daha etkin ve yararlı görüyorlar. Bir toplumu aç bırakmak, ya da açlık korkusunun etkisi altına sokarak sömürüye tepki gösteremez hale sokmak için, o toplumun her ferdi ile teker teker ilgilenmeye ekseriya lüzum yoktur. Toplumu etkileyen şahıslar olarak, aydınlar, bilginler, sanatkârlar, yöneticiler ve basın mensupları bu korkunun etkisi altına sokulabilirse, kişiler ve sosyal sınıflar birbirlerini karşılıklı olarak etkiler ve korkuyu kısa zamanda yaygın bir hale getirirler. ABD hem açlık ve hem de savaş korkusunu istismar ederek, sömürüye dayanan Dünya imparatorluğunu gerçekleştirmeye kararlı bir toplum olduğundan, açlık kadar açlık korkusunun da yayılması için büyük propaganda çabaları harcamaktadır. 4 – 18 Haziran 1963 tarihleri arasında FAO ve benzeri kuruluşların destek ve iştiraki ile Washington'da tertiplenen «Dünya Gıda Kongresi» bu açıdan değerlendirildiğinde, çağımızın en büyük korku tuzağı olarak incelenebilir. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için, açlık ve açlık korkusunun insan ve toplum üzerindeki etkilerini daha iyi tanımak gerekiyor.
126 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Açlık korkusunun etkisi altına sokulmuş bir toplumda, kişiler alışkanlıklarını, göreneklerini, örf ve adetleri ile çıkarlarının gereğini unutarak, her türlü baskı ve istismar elverişli bir davranış içine girerler. Bu duruma sokulmuş olan bir toplumu rastgele yiyeceklerle beslenmeye razı etmek ve gizli açlık ortamına itekleyerek zayıf düşürmek kolaydır. Gizli açlık veya yarı açlık dediğimiz bu kötü koşullar altında insanın davranışları değişmekte ve yetersiz bir hale gelmektedir. Ünlü Amerikalı bilgin A. Keys, 1950 yılında, Minnesota Üniversitesi tarafından yayınlanan - The Biology of Human Starvation - isimli eserinde, uzun süre kötü beslenme koşulları altında kalan bir insanın durumunu şöyle anlatıyor: (**) Çalışma gücü azalmaktadır, (**) Kaslarda ağrılar başlar, bu durum beden hareketlerinin yavaşlaması ile devam eder. (**) Konuşmalar yetersiz bir hal alır, (**) Akli faaliyet geriler, (**) Kan basıncı düşer ve nabız sayısı azalır. İkinci Dünya Savaşı sırasında, toplama kamplarında kötü beslenme koşulları altında kalmış şahıslar üzerinde yapılan geniş incelemeler ve savaştan sonra geri ülkeler insanları üzerinde yapılan araş tırmalar sonunda, açlık korkusunun etkisi ve baskısı altına sokulmuş yarı aç insanların yeteneklerini kaybettikleri ve kendilerine verilen her emri itiraz etmeden yerine getiren robot insanlar olarak rahatça kullanılabilecekleri görülmüştür. Bu durum, daha önce Hindistan halkı üzerinde İngilizlerin uyguladıkları insafsız açlık projeleri dolayısıyla de gayet iyi biliniyordu. Keys ve arkadaşları savaştan sonra, denemeye alınmadan önceki ağırlıklarının dörtte birini kötü beslenerek kaybetmeye razı olan gönüllüler üzerinde yaptığı denemelerde, entellektüel faaliyetin bariz bir şekilde gerilediğini, aklı melekelerinin zayıfladığını ve denemeye alınan şahıs yeni baştan iyi beslenmeye başlayınca da denemeden önceki normal duruma erişmenin hayli güç ve zaman alıcı olduğunu görmüştür. Kolej öğrencileri üzerinde yapılan incelemelerde çok daha enteresan sonuçlar alınmış ve bu öğrencilerin basit bir toplamayı güçlükle yaptıkları, elektrikle yapılan sümülasyonlara verilen cevapların zayıfladığı, el ve göz hareketlerini aksadığı tespit edilmiştir. Bu konuda yek diğerini doğrulayan pek çok açıklama vardır. Yarı açlık insanın akli ve fizik yaşan tısında gerilemelere sebep olmaktadır. Korkunun da insanı aptallaştırdığı ve şiddetine göre ters yönde etkilediği bilinmektedir. Bu durumda hem savaş ve açlık korkularının baskısı altına sokulmuş ve hem de tarım politikala rına el konarak ve uzaktan beslenme suretiyle gizli açlığa mahkûm edilmiş bir toplumun sömürgecinin bilinçli saldırıları karşısında yeraltı ve yerüstü varlıklarına sahip çıkamayacağı, şaşkınlığa düşeceği kolayca kestirilebilir. Gizli açlığın yaratılmasında insanların karınlarının tahılla şişirilerek, onlarda tok olduklarına dair bir inanç yaratılmasının ve bu tahılı da dış ülkelerden ithal yoluyla sağlamanın uygun bir politika olduğu anlaşılmıştır. Bu ülke tahılını kendi üretiyorsa, bu takdirde mahalli tohumluğu sabote ederek, yabancıdan ithali zaruri gübre, ilaç, araç ve gereçle ekilip biçilebilecek ve tohumu da yabandan gelecek bir tahıl çeşidinin ikamesi cihetine gidilmektedir. Her iki halde de toplum, açlığı Demokles'in kılıcı gibi
Tuzak
127
başucunda hisseder ve bu korku ile açlığın yarattığı şaşkınlık kalabalık grupların bilinçlerini yitirmeleri için ekseriya yeterli olur. Uzak Doğu, Orta Doğu, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin büyük bir çoğunluğu bugün bu durumdadırlar. Aç insanların açlıktan böylesine korkmaları şaşılacak bir şeydir. Su içinde yaşayan balıkların sudan korkmaları gibi düz açlık içinde olanların da açlıktan korkmaları insana garip geliyor. Böyle olmasına rağmen, karşı taraf bu korkuyu yaratmayı bilmiştir. Açlık ve yarı açlık zaten korkular, evhamlara elverişli bir fizyolojik ortam yaratmaktadır. Bu duruma getirilen toplumlar istenilen herhangi birşeyden kolayca ürkütülebilirler. Birleşik Amerika'nın İndiana eyaletindeki Purdue Üniversitesi, Besin Teknolojisi Profesörü Dr. Norman W. Desrosier 1961 yılında yayınladığı «Açlığa Hücum» isimli kitabının 11 nci sahifesinde, «Stagnation of Nations» başlığı altında durumu şöyle anlatıyor. Stagnation sözcüğü İngilizcedir. K. M. Vasıf Okçugil'in teleffuzlu İngilizce Okul Lügatı'nın 710'nun cu sahifesinde bu kelimenin karşısında, durgunlaştırmak, sakinleştirmek, tembelleştirme gibi karşı lıklar açıklanmıştır. Kelime daha geniş anlamı ile sersemletmek, kafasına birş eyle vurup hissedemez hale getirmek gibi anlamlarla da kullanılabilir. «Stagnation of Nations» başlığı da zaten bu anlamda atılmış ve toplumların yarı açlık halinde tutularak tembelleştirilmelerinin sersemleştirilmelerinin mümkün olup olmayacağı hakkında yazar görüşünü kısaca açıklamıştır. Yazarın kanısına ve eldeki kanıtlara göre geniş kültürlerin ve insan topluluklarının beslenme tarzını tanzim suretiyle tembelleştirilip, sakinleştirilebileceğine inanmak gerekir ve olaylar böylece izah edilebilirler. Bu konuda E. Huntington'un 1945 yılında yazdığı John Wiley and Sons firması tarafından yayınlanmış, «Mainsprings of Civilization» isimli eserinde daha geniş açıklamalar bulmak kabildir. Bugün bir avuç ileri ülke insanının bir milyarı aşan geri ülke insanları üzerinde uygulamakta oldukları beslenme tarzı da budur. Gizli açlık ortamına iteklenmiş ve böylece sersemleştirilmiş olan topluluklar, Savaş Korkusu, Açlık Korkusu, Hastalık Korkusu, kısacası Ölüm Korkusu ile karşı karşıya mutsuz bir hayat yaşar ve bundan dolayı varlıklarına sahip çıkamazlar. Sömürüye çok elverişli bir ortam olan bu koşullar altında bu zavallı insanlar alabildiğine sömürülmekte, korku sonucu değiştirmediği için, gene de açlıktan, sefaletten, hastalıktan ölmekte ve savaşlarda öne sürülerek birbirlerini boğazlamaktadırlar. Korku psikolojisi, her türlü cinayeti başkaları hesabına da olsa, işlemeye elverişli bir ruhi ortam yaratır. Dünya Barışı'nı koruduklarını iddia edenler, kendi ellerini hiç kana sürmeden Savaş Korkusu'na dü şürülmüş aç ve bilgisiz toplumları kendi hesabına çatıştırır ve birbirlerine kırdırırlar. Tıpkı bunun gibi Dünya'yı Açlıktan koruduklarını söyleyenler de ellerini sürmeden aç bir ülkeyi, başka bir aç ülkenin açlıktan kırdırılmasında aracı ve uygulayıcı olarak kullanabiliyorlar. Biefra'nın Nijerya tarafından aç bırakılması ve savaşlarda ölen insan sayısından daha çok insanın Biefra' da açlıktan ölüme sürüklenmiş bulunması, lüks otellerde açlığı önlemek için parlak nutuklar atanların eseridir ve olayların arkasında onların ellerini görmek mümkündür. Bundan dolayı toplulukların önce korkularından sıyrılmaları ve gerçeklerle temas kurmaları gere kiyor. Korkulardan kurtulmak için korktuğumuz şeylere ellerimiz ve parmaklarımızın ucuyla temas etmemiz, onların ne olduklarını anlamamız çok zaman yeterlidir.
128 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Oysa geri ülke insanı kendine empoze edilen eğitim ve kültür çalışması içinde, bu gerçeklerle tema sa gelme olanağından yoksundur. Gerçeklerinden uzak ve sorunlarından kopuk bir hayat yaşar. Örnek olarak Türkiye'yi ele alacak olursak meseleyi daha iyi anlayacağız. Dünya Açlık Haritasında, Türkiye aç ülkelerden biri olarak gösterilmektedir. Gerçekten de Türkiye'nin yabancı ülkelerden tahıl ve yağ gibi yiyecekler satın alması ve hükümetin döviz açığını kapamak için Arap ülkeleri ile Rusya'ya Doğu ve Güney hudutlarımızdan canlı hayvan satması, bir işçinin bir günlük ortalama gelirinin 12 TL olmasına karşılık kemikli koyun etinin de 12.00 TL. sına satılması, kış aylarında bir yumurtanın 60–70 kuruşa tedarik edilebilmesi, ekmeğin kilosunun bir lirayı çoktan aşmış bulunması, çocuk ölümlerinin ve hastalıkların ülkemizde başka ülkelere nazaran 8-15 kat fazla olması v.b. kriterler aç olduğumuzu şüpheye yer bırakmayacak biçimde ortaya koymaktadır. Açlık, Amerikan Tarım Bakanı Freeman'ın Chicago'da söylediği nutuktaki kadar tehlikeli bir şeyse Türkiye'deki bütün güçlerin seferber edilmesi, açlığın ne olduğunun genç kuşaklara anlatılması ve çarelerinin öğretilmesi gerekir. Oysaki Türkiye'de böyle bir çaba yoktur. İnsanlar, ekseriya olduğu gibi, korkar ve karanlıkta korkularıyla başbaşa kalanların yaptıkları gibi korkularını gidermek için şarkı söylerler. Türkiye'de, özellikle kalabalık şehirlerde geceleri eğlenmek ve hoş vakit geçirmek için gece kulüpleri, her köşe başında bir sinema, Devlet eliyle yapılmış spor sahaları, stadyumlar, hipodromlar vardır. Tiyatrolar, operalar faaliyet halindedirler. Açlıktan benzi solmuş köylü ve kentli vatandaşlar karınlarının doymasını çalışma ve üretme ile değil de talihleri ile ilgili gördüklerinden, Milli Piyango biletleri ve Spor Toto kuponları alırlar. Türkiye'yi bir açık pazarı haline getiren yabancı gazoz şirketlerinin pazara sürdükleri gazoz kapaklarının içinden çıkan sayıların kendilerine bir otomobil veya 1000 lira kazandırmasını boş yere ümit eder ve bu ümitler içinde korkularını unutarak tekrar tekrar soyulurlar. Bu insanlara açlıktan nasıl kurtulacakları ve karınlarını nasıl doyuracakları öğretilmemektedir. Üniversitelerimizde Besin ve Beslenme ile iştigal eden kürsüler ve enstitüler yoktur. Olanlar, şaşırtılmış ve ne ile meşgul oldukları bilinemeyen içine kapalı etkisiz kuruluşlardır. Buna karşılık Hititoloji, Çinoloji ve Sümeroloji gibi karın doyurmayan kürsüler, enstitüler yüzlerce gencin kafasını karın doyurmayacak bilgilerle doldurmaya çalışır. Edebiyat Fakülteleri gece öğretimi yaparak iki vardiya halinde iş görürler. İlkokullardaki çocuklar, üretici değil tüketici olarak yetiştirilirler. Köy çocuklarına New York'un nüfusu, Amerika'nın önemli şehirleri ile nehirlerinin isimleri ezberletilir. Şehirdeki gençlik, diskoteklerde çağının uyuşukluğuna terkedilmiştir. Basında futbol maçları ve spor hareketleri için gazetelerin koca bir sahife ayırdıklarını görürsünüz, İneğin nasıl besleneceğinden, tavuğun nasıl yemleneceğinden kimse söz etmez. Bu konuda birşeyler öğrenmek isteyenler, doğru bilgi vermeyen pahalı kitaplar satın alırlar. Bu kitaplarda yazılanlar uygulamaya sokulduğu zaman beklenen sonuç alınmaz. Çünkü kitap basitçe tercüme edilmiştir. O kitapta yazılı olanlarla Türkiye'nin gerçekleri birbirine uymamakta ve hatta çelişmektedir. Böylece gerçekleri ile temasa gelemeyenler, korkularına teslim olur ve karanlıkta şarkı söylercesine, korkularını duymamak için, kendilerini eğlenceye verirler. Vur patlasın, çal oynasın ortamı yaratılır. Bir tarafta yokluk ve sefalet hüküm sürerken, bir tarafta lüks otellere yerleşmiş yabancı sermaye temsilcileri ile ortakları sefa sürer, insanları alabildiğine sömürürler. Açlık sözcüğünden yalnız korku yaratmak için bahsedilir. Arkasından bu tehlikeyi önlemek için o ülkeye, gübre satılır, tohumluk satılır, ilaç satılır, traktör satılır, büyük kampanyalara girişilir. Bakan lar tarlalarda davullar ve zurnalar ile halay çeker, basın toplantıları yaparak ümit verici vaatlerde bu lunurlar.
Tuzak
129
Gelecek yıl buğday ihraç edeceğimizi ve artık ithalatçı bir toplum olmaktan kurtulup ihracatçı olacağımızı açıklarlar. Sonuç hep aynıdır. Satın alınanlar için milyonlarca dolar ödenir ve sonunda halk gene açtır. Ekmek sıkıntısını karşılamak için buğday satın alınır. Muhalefet bunu tenkit eder. Acı gerçekleri teker teker ortaya döker, konferanslar verilir, açık oturumlar yapılır, makaleler, kitaplar yazılır... İnsanlar daima açtırlar, daima korkularının içinde yaşar ve bu korkudan kurtulmak için de en kolay usule başvururlar. İçerler, eğlenirler, şarkı söylerler, gazeteleri ellerine alınca toplum sorunlarını de ğil, maç sonuçlarını ve Milli Piyango listelerini incelerler. Açlıktan kurtulmak için ne yapılacağını bilmeyen bu insanlar tek kurtuluşu, Spor Toto'ya veya Milli Piyango’ya bağlamışlardır. Bunu da yapamayanlar Tanrı'yı suçlar ve Dünya'da aç kalanların Cennette nehirlerinden bal akan bir ülkede yaşayacaklarına inanırlar. İbadet yerlerinde kendilerine bu anlatılır. Dünya'da sefalet çekenler, Tanrı'nın en muteber kullarıdır. Ahrette rahat edecekler denir. Bu kısır çemberi yırtmak ve gerçekleri anlatmak isteyenler, lekelenir, nötralize edilir yahut pasifikasyonun kurbanı olurlar. Öğretmenler sürülür, aç bırakılır, hırpalanır. Üniversitelerde yurt sorunlarına ilişkin çalışma yapanlar, baskı altına alınırlar. Bunlar savunma yazmaktan, bilimsel yazı veya kitap yazmaya vakit bulamaz, mahkeme mahkeme süründürülürler. İşte yarı açlık içindeki bir toplumda, yaratılan açlık korkusu bu ortamı yaratmaktadır. Bu ortamda yabancı sermaye ile işbirlikçiler, aklın almayacağı çıkarlar sağlar, insanları bir sülük gibi sömürürler. Bir geri ülkede veya bölgede uyanma, açlığa ve savaşa karşı bilinçlenip kurtulma belirtisi başladı mı, burada maksatlı huzursuzluklar çıkarılır. Tehlikeli ve patlamaya elverişli olaylar yaratılır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. İnsanlar korktukları şeyi iyi tanımalı ona elleri ile dokunmaya çalışmalıdırlar. Bu bilmek ve incelemekle mümkün olur. Bilme ve inceleme, korkulan şeye parmaklarımızın ucu ile dokunma olanağı ortadan kaldırılacak olursa, insanlar korkuları ile baş başa kalır ve sıkıntılı durumdan kurtulmak için, bizim toplum olarak uyguladığımız gibi, karanlıkta şarkı söylemeye, olmadık şeylerle meşgul olup zamanı böylece geçirmeye mecbur kalırlar. Gizli açlığın geniş ölçüde etkilediği Türkiye ve benzeri geri ülkelerde, açlık ve savaştan korkmanın ötesinde yapılacak çok iş vardır. Tarım Bakanının resmi açıklamalarına göre 100 milyon insanı rahatça besleyebilecek olan Anadolu toprakları üzerinde 32 milyonun bilgisizlik yüzünden açlıkla karşı karşıya kalmış bulunması gerçekten üzüntü vericidir. Korkularımız düzeni değiştirmeyişimize etkili oluyor. Düzenin değiştirilmemesi ise, Türkiye'yi başka ülkelerin üretim artıkları için mükemmel bir pazar haline getirmiştir. Korkularının zebunu olanlara ve gerçeklerini göremeyenlere her şeyi kolayca yaptırabilir, onları karılarının ve bacılarının helezonlanıp çocuk doğurmayan kısır kişiler haline getirilmesine bile razı edebilirsiniz. Bütün mesele gerçekleri bilmekte ve değiştirilmesi gereken aksaklıkları saptamaktadır. Bundan dolayı biz Anadolu'nun yalın gerçeğini İmece Dergisinin Aralık 1968 tarihli ve 92 sayısın da «Duyan Yok Döne» başlıklı bir yazı yazan «Ali Kemal Gözükara»nın gördüğü gibi yansıtmaya ve buraya aktarmaya çalışalım. (**) Kaderin kızı, fiyatları fink atan şeylerle işimiz ne bizim Altı ayda bir et ya alır ya almak, şeker keyif oldu. Zeytin denesi tuzlu olur. Kuru fasulyeyi asker ocağında çok yedim. Nohut cinsleri olsa da hoş olmasa da, pirinç beyler yiyeceği, Rabbim bulgurdan geri komasın. Bilmediğimiz şeylerden de ne söz idek.
130 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Çirişi ayağına getirir dağlılar. Sık dişini. Bir-iki ölçek bulgura yok didin mi, temam. Niden ıspanağı, Marul acı olur. Enginarın aşını sevmem. Pırasayı bişirmek için moda bir avrat gerek. Zeytinyağlı dolmalar, sepze kızartmaları, patates püresinin adlarını burada duydum. Kul ölmeyince rızık kesilmez, demez miydi Fakı Emmi. Herkes kısmetini yer diyen bibindi senin. Rabbim deldiyi buvazı boş komaz diyen de sendin. Buralarda, senin hayatından söz idenneri kılıç kimi kesiyler ballaa. Nidicen ucuzluğu pahalılığı, senede bir tarhananı yap, eline geçerse bulgurunu kaynak, yabantezeği, tandırda yakmaklaa ayrık, anızını topla. Balı yağa katannar, İngiliz keteninden yelek giyenner ölmez mi yani? Bu Dünya'ya boş vir. Ötekine bak, Acı acı meleyip de, şu kıç atmış Dünyanı inil zırıl geçirme, Zaten duyan yok. Gözlerinden öper, döllerin sağlık haberini beklerim. Sıladaki bir Anadolu erkeğinin köye yazdığı mektuptan alınmış olan bu gerçekler, Türkiye'nin gerçeklerine Chicago Otellerinin lüks salonlarında değinmeye çalışan Amerika Birleşik Devletleri Ta rım Bakanı Freeman'dan çok güvenebileceğimiz verilerdir. Anadolu insanı tarhanasını yapar, bulgurunu kaynatır, Tanrı'nın deldiği boğazı aç komayacağına inanır. Amma şimdi bu insanlar tüm olarak açlık korkusunun içine itilmişlerdir. Hem açtırlar, hem de açlık korkusu çekerler. İlkokullarında çocuklarına yabanın verdiği yavan süttozu verilir. Köylerine üzerinde sıkışan iki el resmi bulunan peynir tenekeleri gelir, el altından hatırlı kişilere dağıtılır. Kentte yaşayanların işi çok daha güçtür. Bunlar pahalılığın elinde ezilirde ezilirler. Bir toplum kendini açlık korkusuna kaptırmaya görsün. Artık gerçeklerini göremez olur. Babası da margarinle besleniyormuş gibi, yabancı şirketler numara yapıp margarinleri bir süre piyasadan çektiler mi, evine bir teneke yağ atmak için komşularıyla yarışa çıkar. Kazıklandıkça kazıklanır. İnsanı kazıklanır, aile kazıklanır, Devlet kazıklanır... Gerçeklerden söz edenler, ne okunur ne dinlenir. Fırsat ele geçti mi bunlar da susturulur. Böylece bir toplum gerçeklerinden sıyrılır ve korkularıyla çevrilmiş mutsuz bir Dünya'da yaşamaya başlar. Korkularını yenip, gerçeklerini görebilenler ve bu gerçeklere parmaklarının uçları ile dokunabilenler kurtulurlar. Kendi gerçeklerini Chicago otellerinde söylenen nutuklardan öğrenip, açlık korkusunu onların tavsiyelerine uyarlı olarak yenmeye çalışanlar ise, bataklığa düştükten sonra debelenen kişiler gibi battıkça batarlar. Korku yaratmanın gerçek amacı da budur. Korkutarak aç bırakmak ve aç insanları açlıkla korkutmak çağdaş sömürgecinin atom bombasından çok daha etkili bir silahı ve bir sömürgecilik aracı olmuştur. Geri ülke insanını ve özellikle geri ülke yöneticileri ile bilim adamlarının davranışlarını çok iyi incelemiş ve bunu genel kurallara bağlama olanağı bulmuş olan sömürgeci Amerika'nın yöneticileri, 1963 yılında tüm geri ülkeleri bu açıdan etkileri altına almak ve açlık korkusunu geri ülkelere yayarak pazarlarını genişletmek için Washington'da bir «Dünya Gıda Kongresi» düzenlediler. Sömürgeci ülkelerin birbiriyle iyi anlaşan uzmanları ile idarecilerinin perde arkasından yönettikleri bu kongreye, geri ülkelerde kamuoyunu etkileyebilen kişilerle, teknisyen bilim ve idare adamları da çağrıldı. Besin ve beslenmeye ilişkin konularla uzun süredir ilgilenen bir teknisyen olarak, bu kongreye, biz de davet edildik. 4–18 Haziran 1963 günleri arasında izlediğimiz bu büyük kongreyi iddia edildiği gibi,
Tuzak
131
Dünya'yı açlıktan kurtulmak için değil, açlık korkusunu daha yaygın ve daha etkin bir hale getirmek için planlayan sömürgecilerin en büyük başarısı ve en büyük tuzağı olarak niteliyoruz. Büyük bir üretim olanağına sahip olmalarına rağmen ne yapacaklarını iyi bilemeyen geri ülke yöneticileri ile teknisyenleri, bu kongrede şartlandılar. Şu günlerde çok kullanılmaya başlanılan bir terim burada da kullanılmak istenirse, Dünya Gıda Kongresinde hepimizin beyinleri yıkandı ve daha sonra da uçaklarımıza bindirilerek geri gönderildik diyebiliriz. Geri ülke teknisyenleri kendi sorunlarını kendi bilgisi ile çözümlemeyi küçüklük saydığı için, Dünya Gıda Kongresine katılmış ve orada ileri ülkelerin saygı duyduğumuz bilim ve idare adamları ile tanışmış olmak hepimizi etkilemişti. O tarihte hayatta olan ve daha sonra kurşunlanarak öldürülen A.B.D.'nin genç başkanı Kennedy'nin elini sıkmak ve Tarım Bakanı Freeman'la bir süre konuşmak çoğumuzu memnun etmişti. Tebliğlerini dinlediğimiz bilim adamları ile liderler aklımıza yatkın gelen çözüm yolları gösteriyor, yapılan tartışmalar yeni gerçekleri öğrenmemize yardım ediyordu. Fakat Washington'da şartlanarak öğrenilen gerçeklerin, Türkiye ve diğer geri ülkelerde Amerikan çıkarlarına hizmet etmenin ötesinde bir yarar sağlamayacağını aradan altı yıl geçtikten sonra daha iyi anlamış bulunuyoruz. Dünya Gıda Kongresi, 1943 yılında Amerika'nın eski başkanlarından Roosevelt'in eliyle açılan Birinci Milletlerarası Gıda ve Tarım Konferansı'nın 20 nci yıl dönümüne rastlatılmıştır. 1943 yılında Hor Spring Virginia'da düzenlenen bu konferans tam iki yıl sonra 1945 yılında «Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı» (FAO) nın kurulması için bir vesile teşkil etmiştir. Bundan dolayı 4–18 Haziran 1963 tarihleri arasında Washington'da yapılan «Dünya Gıda Kongresi» hem Amerika'nın hem de onun paralelinde faaliyet gösteren, Dünya'mıza sürekli olarak açlık korkusunu yaymakta olan FAO'nun çıkarlarına uygun bir tutum içinde yönetilmiş ve propagandalarına vesile olmuştur. Filhakika uzun süreden beri FAO'da genel sekreter olarak durumunu koruyabilen Dr. B. R. Sen, Hint asıllı bir bilim ve siyaset adamıdır. Böyle olmasına rağmen emperyalist ülkelerin çıkarlarını korumada gösterdiği maharet ve başarı dolayısıyla «Doğulu Sihirbaz» olarak tanımlanan bu zat, yetiştiği ülkenin sorunlarından kopuk ve inançlarını yitirmiş bir geri ülke temsilcisidir. Dr. B. R. Sen daha 1960 yılında «Açlıkla Mücadele Kampanyası» (FFHC) açmak suretiyle açlık korkusunu Dünya'ya yaymak ve sömürgeci ülkelerin karanlık amaçlarını gerçekleştirmeleri için lüzumlu korku ortamını yaratmak için elinden geleni yapmış bir siyaset adamıdır. Dünya Gıda Kongresi ise, Amerikan üretim artıkları ile endüstri ürünlerine pazar bulmak ve yeni düzeni kavrayamayan geri ülkelerde panik yaratmak için Dr. Sen'in aracılığı ile sahneye konmuş en korkunç oyun ve en korkunç tuzak niteliğini taşımaktadır. Batılı yöneticilerin başkanlığında ve onların arzularına göre çalışmalar yapan Dünya Gıda Kongresi hazırlık komitesine B. R. Sen tarafından Hint asıllı S. Y. Krishnswamy genel sekreter olarak atandıktan sonra, Orville L. Freeman'ın davetine uyarak Washington'u kongre mahalli olarak kabul etmiş ve bu suretle Amerika'nın dümen suyuna girmiş olan komite, Amerikan propagandasının aracı olarak işini tamamlamıştır. ABD'den 585, diğer ülkelerden 607 ve Birleşmiş Milletler ihtisas organizasyonların dan 10 delegenin iştiraki ve 1343 yetkili delege ile 4 Haziran 1963 tarihinde çalışmalarına başlamış olan kongrenin her safhasında Amerika'nın baskısı ve emperyalist amaçları kendini hissettirmekteydi.
132 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Dünya Gıda Kongresi ile başta ABD olmak üzere aynı paralelde iş gören diğer emperyalist ülkeler ayak değiştirmişlerdir. O tarihe kadar ABD ve Kanada bazı yiyecek maddelerini kendi olanakları ile kendi topraklarında üretiyor, başka ülkelerdeki tarımsal üretimi dolaylı yollardan baltalayarak, bunları pazar haline getiriyor, çoğunluğu gizli açlığa mahkum ederek dengesiz bir beslenme ortamı içinde üretim ve savunma gücünü alabildiğine kırarak, hem askeri müttefiki ve hem de hizmetkarı haline getirmeye uğraşıyordu. Bütün bu işlemlerin asıl amacı ise Amerika'nın para kazanması ve Amerikan halkının daha üstün bir yaşama standardına göre yaşamasının sağlanmasıydı. İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden 1963 yılına kadar aç Avrupa'da, Güney Amerika'da, Afrika ve Uzak Doğu ile Orta Doğu'da bu strateji başarı ile yürütülmüş, kalabalık bir milletler topluluğu, mide lerinden yakalanarak Amerika'nın çıkar çizgisinde birleşmeye zorlanmıştır. Açlık Korkusu ile Savaş Korkusu'nun birleştirdiği bu insanlar, hem savaşı önleme ve hem de açlığı yok etme bakımından Amerika'nın iyi niyetli ve güçlü bir topluluk olduğuna inanıyor, sevilmesi zor olan bu insan topluluğuna karşı sevgi değilse, bile, bir yakınlaşma hissi duyuyorlardı. Fakat Amerika ile dostluk edenler, askeri ve ticari ilişkiler kuranlar, eskisinden daha güç koşullar altında kaldılar. Savaş tehdidi her gün biraz daha artıyor ve aç insan sayısı hızla çoğalıyordu. Yiyecek ihraç eden geri ülkeler 20 yıllık bir denemeden ve Amerikan üretim artıklarını yurtlarına soktuktan sonra, aç ve muhtaç durumda kaldılar. Üretim artıklarının ucuz fiyatlarla geri ülkeler pazarlarını kaplamış olması, mahalli üretimi balta lıyor ve işsiz sayısını artırıyordu. Amerika'nın üretkenliği (prodüktivite) artırarak ulaştığı bu olanak, Hindistan gibi doymak bilmeyen bir ülkenin gittikçe artan istekleri karşısında erimeye başladı. Amerika' dan yılda 4 milyon ton tahıl ithal ederek halkını beslemeye çalışan Hindistan, artık 12 milyon tonla bile doymuyor ve daha fazla istiyordu. Pakistan, Türkiye, Mısır benzer durumdaydılar. Parasız sirkenin baldan tatlı olacağına inanan muhtaç ülkeler yöneticileri, Amerika ne verdiyse aldılar ve bunları halk larına yedirerek, tasarruf ettikleri paralarla cansız yatırımlara giriştiler. Geri ülkelerde gökdelenler ya pılmaya, şoseler asfaltlanmaya, halk Amerikanlaşmaya başladı. İhtiyaçların artması Amerikan endüst risine pazar hazırlama bakımından yararlı oluyor ve her ülkede, Amerika'ya yakın çıkar grupla belirerek yönetimi ele geçiriyordu. Amerikalılar bu çıkar gruplarının Amerika'dan çok öz çıkarlarına bağlı olduklarını zamanla anla maya başladılar. Bu ülkelere verilen yiyecekler ile diğer ihtiyaç maddeleri çıkarcıların eline geçiyor, sonra da paraya çevriliyordu. Amerika'nın ve halkın sırtından geçinerek yaşamaya alışan, ahlaken zayıf komprador grubunun, çıkarları gerektirdiği zaman başka gruplarla işbirliği yapmaları her zaman beklenebilirdi. Nitekim yardım alan bazı ülkelerin yöneticileri hala ellerinde tuttukları bu olanağı bir koz gibi kullanmaya ve Amerika'ya kafa tutmaya başlamışlardı. Hindistan'ın Amerikan yardımları kesildiği takdirde, Rusya'dan yiyecek talebinde bulunması ve Kızıl Çin ile anlaşması ihtimali beliriyordu. İhtilalden bir süre önce o zamanki Başvekil Menderes'in Rusya'ya gitmek için hazırlandığı hatırlardadır. Mısır, kayma eğilimi gösteriyor, Afrika'da üçüncü Dünya Devletleri açıktan açığa Amerika'ya kafa tutuyorlardı. Güney Amerika, eskiden beri istikrarsız çalkıntılar içinde bulunduğu için, onlara güvenmek mümkün değildi. İşte bütün bu nedenlerle, içine düşürüldükleri mübalağalı açlık ve savaş korkusunun etkisine maruz bırakılmış olan mutsuz insan topluluklarının karınlarını doyurmak ve kendilerini emniyette
Tuzak
133
hissetmek için karşı tarafla anlaşmasından korkuluyordu. Bu insanları yeniden Amerika'ya bağlamak ve Amerikan çıkarlarını zedelemeden uzaktan kontrolü sağlamak için Amerikalı idareciler, Milletlerarası Organizasyonlardaki adamları ile birlikte gerçekleştirebilecekleri yeni çareler düşündüler ve asıl amaçlarını gizleyerek yeni politikayı 1963 Dünya Gıda Kongresi’nde geri ülkelerin kamuoyunu etkileyebilen şahıslara empoze ettiler. Bu operasyon, yeni stratejiden yararlanacak olan bütün kapitalist ve emperyalist ülkelerin işbirliği ile yapıldı. Dünya Gıda Kongresine çoğunluğu çeşitli Amerikan kuruluşları tarafından masrafları ödenerek davet edilen delegeler, o zaman hayatta olan Başkan Kennedy ile Hindistan Cumhurbaşkanının konuşma larını dinlemek üzere bir salonda toplandıkları zaman, bunlar arasında ben de vardım. Önce konuşan Hindistan Cumhurbaşkanı, kararlı konuşuyor, muhtaç olmasına rağmen ezilip büzülmüyordu. Yiyeceği olanın olmayana vermesi, kaçınılmaz bir lüzumdu. Kennedy de buna itiraz etmiyor, Amerika'nın cö mertçe vermeye devam edeceğini belirtiyordu. Kongrenin devamı süresince Amerika'nın vermeye devam edeceğini fakat şeklin hayli değişeceğini anladık. Teklif edilen yeni şekil o tarihte bize aykırı görünmemişti. Geri ülkelerin yeteri kadar çalışmadan, kaynaklarını ve olanaklarını değerlendirmeden hazır yemelerine biz de karşıydık. İnsan çalışmalı ve gücünce üretmeliydi. Geri ülkelerin ekilmeyen toprakları tarıma sokulur, kıraç topraklar sulanır, verimsiz arazi gübrelerinir, tohum ıslah edilir ve ilaçlanırsa bu ülkeler de iki milyar aç insanın beslenmesi için büyük bir katkıda bulunabilecek ve üretimi etkileyen bir güç haline geleceklerdi. Bu ülkelerde modern tarımsal üretim tekniğinin benimsenmesi, araç ve gereçlerin, gübre ve tarım ilaçlarının sağlanması için, başta Amerika olmak üzere, bütün ileri ülkeler ve FAO ile benzeri milletlerarası kuruluşlar elden geleni yapacaklardı. Geri ülkenin iyi niyetli teknisyenine başlangıçta çok olumlu görünen bu teklifler, bilim adamlarının önceden hazırlanmış bilimsel raporları ile genel kurula getirilip teker teker tartışıldı ve karara bağlandı. Dünya yeni ve ışıklı bir yola gidiyordu. Artık herkes kendi halkını besleyecek ve başkalarına avuç açmaya mecbur kalmadan gerçek bağımsızlığa kavuşacaktı. O tarihte ben bile Amerikalı dostlarımıza karşı derin bir minnet duygusu hissederek yurduma döndüm; Kafamda beliren şüphe odakları dağılma ya ve erimeye başladı. Açlıkla mücadelenin bu suretle mümkün olacağına ve açlık korkusunu yene ceğimize inanmaya başladık. Oysa asıl amacın ne olduğu aradan altı yıllık bir süre geçtikten sonra, bugün daha iyi anlaşılabili yor. Toplumları açlık ve savaş korkusunun baskısı altında ezmeyi politika haline getiren kapitalist ve emperyalist anlayış, görüşünü ve niyetini değiştirmemiştir. Aç olan çoğunluk ve savaştan yılmış topluluklar, bugün eskisine nazaran daha büyük baskılar ve eziklikler içinde Amerika ile onun ortaklarına bağlı kalmak, sevmeseler ve istemeseler de onlarla geçinmek, sömürmelerine rıza göstermek zorundadırlar. Büyük bir tuzak olarak gördüğümüz ve asıl amacın başarıyla gizlendiği Dünya Gıda Kongresinden sonra uygulamaya konan yeni prensipler şu şekilde özetlenebilirler. (**) Bütün geri toplumlar ile onları yöneten hükümetlerin açlık ve savaş korkusunu baskısı altında tutulması vazgeçilmez bir zorunluluktur. (**) Korku ve baskının sürdürülmesi için elden gelen her şey eskiden olduğu gibi sürdürülecek ve bunun için propaganda yapılmaya devam edilecektir. Bu iki önemli korkuyu canlı örnekleriyle ayakta tutabilmek için Dünya'nın bir veya birkaç köşesinde savaş devam etmeli ve açlık tahribatını yapmalıdır.
134 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu (**) ABD ve diğer emperyalist ülkeler aç olan bölgelere göstermelik yiyecek yardımları ve savaş bölgelerine de asker ve silah yardımı yapmaya devam edeceklerdir. Fakat aktif savaş ve dinamik açlık bölgelerinde ya da kalkınma hevesine düşmüş geri kalmış toplumlarda, Emperyalizmin iyice kontrol edemediği milli gelişmelere müsaade edilmemelidir. Savaş bölgelerinde silah, açlık bölgelerinde yiyecek veya yiyecek üretimine yardımcı olacak, gübre, tohumluk, damızlık, teknik, araç ve gereç kaynakları sürekli olarak Amerika'ya yakın sermaye çevrelerinin ve dolayasıyla Amerika'nın kontrolü altında kalmalıdır. Üretim ve savunmada insan ve makine gücünün önemli bir yeri olması dolayısıyla, insan gücünün kaynağı olan besinlerle, makine gücünün kaynağı olan petrol, kömür ve hatta atom gücünün Washington'dan kontrol edilebilmesi bir zarurettir. Washington istediği zaman besin üretimini baltalayarak insan gücünü ve petrol ikmalini kısıtlayarak makine gücünü sıfıra yaklaştırabilmeli ve direnme eğilimi gösteren toplumlarda açlık yarata bilmelidir. Makinenin tamirinde kullanılan yedek parçalar ile insanları çalışamaz hale getiren hastalıkların tedavisinde kullanılan ilaç behemehal Amerika ile ortaklarının elinde bulunmalı ve bunların fiyatları üzerinden toplumun gelişmesi kontrol edilirken, bir taraftan da kapitalistlerin arzuladıkları seviyede gelir sağlanabilmelidir. (**) Geri ülkeyi emperyalist ülkelerin bir çiftliği gibi kullanmak ve bu ülkede kapitalist çevrelerin ihtiyaç duydukları miktarda, tarımsal hammadde üretirken insanları ırgat gibi çalıştırarak güçlerinden yararlanmak mümkündür. Bu takdirde bu ülkeye gübre, tarım ilacı, araç ve gereç satılacak, paraları peşin olarak ya da uzun vadeli yüksek faizli senetlerle tahsil edilecek, daha sonra da bu ürünlerin fiyatları tekeller aracılığı ile kontrol edilerek insanlar bedavaya yakın bir ücret karşılığında çalıştırılacaklardır. Bunun için geri ülkelerde kamuoyunu etkileyebilecek bir grup insanı Amerikan taraftarı kişiler haline getirmek, mümkünse hükümetleri Amerika'nın etkisine sokmak, kalkınma isteği yaratmak ve kalkınmanın yabancı ülkelerden getirilecek yeni tohumluklar, damızlıklar, gübre, ilaç, araç ve gereçle mümkün olacağına inandırmak lazımdır. Eğitim bu esaslara göre düzenlenmelidir. Bu yolda hareket edilirse, korku yerine sevgiyi ve nefret yerine güveni yerleştirebilir, Amerikan aleyhtarı cereyanları hafifletebiliriz. İnsanların emperyalist uygulamalardan korkmaları ya da bu uygulamaları tehlikesiz farzedecek kadar uyuşuk bir hale getirilmeleri, yaklaşık sonuçlar yaratacağı için, bir defa da bu şekil değerlendirilmelidir. Tohumluk, damızlık, gübre, ilaç, araç ve gereç kaynakları bir anahtar gibi emperyalistin elinde bulundurulacak olursa, üretimi sermaye ve diğer ihtiyaçlar üzerinden kredi oyunlarıyla Washington'un isteklerine göre ayarlamak çok kolaydır. (**) Tohumluk, damızlık, gübre, ilaç, araç, gereç fiyatları ile kredi faizleri yüksek tutulacak ve geri toplum bir kalkınma psikozuna sokulacak olursa, şevk ve gayretle çalışır. Borçlarını ödemek ve bağımsız olmak isteği duyar. Fiyatlar ve ürün karşılıkları bazı yıl yüksek, bazı yıl düşük tutulacak ve üretici ile tüketici ya da ihracatçı arasına sokulacak Amerikan taraftarı aracıların çıkarları korunacak olursa, bu suretle sağlam ve istikrarlı bir pazar kurulmuş, Amerikanın bu toplum üzerindeki nüfuzu geliştirilmiş olur.
Tuzak
135
(**) Mahalli para karşılığı silah veya yiyecek verme usulü yavaş yavaş terkedilmelidir. Bunun yerine yarısı mahalli para karşılığı ve yarısı dolarla ödenecek faturalar veya yüksek faizli borç senetleri düzenlenmeli, geri ülkelerin ürettiği ürünler kalite bakımından Amerika'nın ürünleri ile rekabet olanağına sahip ise, bu çeşit ürünlerin üretimi kısmen veya tamamen kısıtlanmalıdır. Bu da milletlerarası pazarlarla geri ülkede yapılacak operasyonlarla gerçekleştirilebilir. Herbiri, bir diğerinden çok daha korkunç olan bu prensipleri geri ülkelerin yöneticileri ile teknisyenlerine eğlenceli bir hava içinde, isim yapmış bilim adamlarının yardımlarıyla yutturan emperyalistler, son altı yılda hayli ilerleme kaydettiler ve tuzaklarına pek çok masum topluluğu düşürerek iliğini kemiğini emebildikleri kadar emdiler. Geri ülkelerde iktidara getirilen Amerikan taraftarı hükümetlerle, yaratılan Amerika’dan yana sermaye ve fikir grupları, bu sömürünün sürdürülmesine yardımcı oldular ve Amerika'ya çanak tuttular. Bu uygulamalara karşı çıkan ve gerçeği anladığı için direnen azınlık polis copu, açlık ve ölüm tehdidi ile susturulmaya ve komünist olduğu ilan edilerek halkın gözünden düşürülmeye mahkûm edildi. Bir Türk dostu ve Türkiye'yi seven bir teknisyen olarak tanıdığımız milletlerarası müşavirler piyasasının canlı simalarından Baade'nin, Dünya Gıda Kongresine sunduğu raporlardan, bazı pasajlar almak ve uzun bir süre Planlama Dairesine baş müşavirlik eden Tinbergen ile AID misyonunun Türkiye'deki uygulamalarını izlemek, bize Dünya Gıda Kongresinin getirdiği yeni ilkeler ile ülkemizdeki uygulamalar arasındaki ilişkiyi açık olarak gösterecektir. Dünya Gıda Kongresinde yalnız Türkiye değil, yüzlerce geri toplum tuzağa düşürülmüş ve bilim adamları tarafından kandırılmıştır. Türkiye'de uzun süre kalmış olduğu için ülkemiz ve sorunlarımız hakkında geniş bilgisi olan Prof. Dr. Fritz Baade 1959 yılında Akdeniz Kalkınma Projesi içinde, Türkiye'nin özel raporunu hazırlayan ekibe başkanlık etmiştir. Daha önce 1934 – 1946 yılları arasında hükümetin baş müşaviri olarak hizmet almış ve içimizi dışımızı öğrenme imkanı bulmuştu. 1946’dan sonra da Türkiye'den ayağını kesmeyen Baade, özel ekonomik müşavir olarak on defa yurdumuza gelmiş, 1960 yılında Avrupa Prodüktivite Ajansı'na ülkemiz hakkında bir rapor daha vermiştir. Baade, halen Kiel'de Türkiye’nin fahri başkonsolosu olarak vazife görmektedir. Geçenlerde Türk Alman Dostluk Cemiyeti’nde yaptığı bir konuşmada «Üç büyük tanıdım. Bunlar Atatürk, İsmet İnönü ve Celal Bayar'dır.» dediği için dinleyiciler arasında bulunan Türk öğrenciler kendisine «yuh» çekmişler ve protesto etmişlerdir. (Yeni İstanbul, 20 Nisan 1969) Baade'nin Dünya Gıda Kongresine sunduğu 2 Nisan 1969 gün ve WFC/63/CP/IIA/la sayılı «Tarımın Ekonomik Kalkınmada Rolü ve Milli Planlamanın Kalkınmada Önemi» başlıklı raporu incelenip de Türkiye'nin bugünkü gerçekleri içinde değerlendirilince, 12 yıl Türk ekmeği yemiş ve Türkiye üzerinde hayli bilgisi olduğu anlaşılan bu teknisyenin amacı daha iyi ortaya çıkmakta ve öğrencilerin kendisine «Yuh» çekmekle yanlış hareket etmedikleri anlaşılmaktadır. Emperyalistler milliyeti ne olursa olsun, belirli bir ülkeyi sömürmek istediler mi kolayca birleşmek te ve iyi bir ücret teklif edildiği takdirde milletlerarası müşavir piyasasının muteber simaları, kanıları dışı rapor yazarak zavallı geri ülkeleri şaşırtmak için sömürgecilere yardımcı olmaktadırlar. Baade, sayıları 100'e ulaşan geri kalmış ülkeleri raporunda iki ana gruba ayırmaktadır. Bunlar:
136 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu (**) Yiyecek üretim ve artış oranı nüfus artışına eşit veya nüfus artışını aşan ülkeler. (**) Yiyecek üretimindeki artış oranı nüfus artışı kadar hızlı ve yüksek olmayan, böyle olmasına rağmen artışa elverişli görülen ülkeler olarak sınıflandırılıyorlar. İkinci gruba dahil ülkeler olarak mütalaa edilen Türkiye, Pakistan ve Hin distan geri kalan 100 gelişmekte olan ülke arasında yiyeceğe ilişkin meseleleri çok ciddi olan ülkeler olarak tanımlanmaktadır. Aslında bu üç ülkeye İran ve Irak'ı da katmak gerekir. Fakat gerek İran ve Irak petrolden önemli gelirler sağlayabildikleri için, yiyecek açıklarını ithal yoluyla karşılayabiliyorlar. Türkiye, Pakistan ve Hindistan sayıları 100 kadar olan geri ülkelerden yalnız üçü olmakla beraber, bunların nüfusları toplamı geri ülkeler nüfusunun yarısına yaklaşmaktadır. Bu ülkeler halkını beslemek için, ABD Hindistan'a 4 milyon ton, Pakistan'a 1,5 milyon ton ve Türkiye'ye 1 milyon ton tahıl ver mekte ve bu yardımları PL 480 kanalı ile yapmaktadır. Dünya Gıda Kongresine sunduğu rapor böylece devam eden Baade, ABD'nin bu ülkelere yalnız tahıl satmakla yetinmediğini bunun yanında yağ ve dondurulmuş tavuk eti gibi üretim artıkları da verdiğini ve 1960 yılında üç ülkeye yapılan yiyecek yardımı karşılığının 600 milyon doları aştığını belirtiyor. 600 milyon dolar, ABD'nin bütün Dünya'ya yiyecek olarak yaptığı yardımların yarısını aşmaktadır. Kaldı ki bunların karşılığı o tarihte mahalli parayla ödenmekte ve çok cömert bir toplum olan ABD bu paraların bu ülkeler halkının kalkınması için yatırımlarda kullanılmasına da müsaade etmekteydi. Amerika hesabına bir Amerikalı’dan çok daha müsait konuşan Baade, bu ülkelerdeki yiyecek ihtiyacının statik değil dinamik bir durum gösterdiğini işaret ettikten sonra, Türkiye'deki ihtiyacın gelecek 5 ila 7 yıl içinde bugünkü ihtiyacın iki, üç katı artacağına işaret etmektedir. Bu üç ülke arasında Türkiye’nin durumunu hepsinden daha ciddi olarak mütalaa eden eski hükümet baş müşaviri, şaşırtıcı birçok açıklamalar yaptıktan sonra, başta Türkiye olmak üzere bu üç aç ülkenin derdine çare olacak ve A.B.D. ile diğer emperyalist ülkelerin işlerine de uygun düşecek bazı çözüm yolları göstermektedir. (**) Suni gübre (**) Tarım İlaçları (**) Borçlanma ve kredi (**) Sulama Bu üç ülkenin verimi artırıp karınlarını doyurabilmeleri için bu gibi çarelere başvurmaları gerekmektedir. Raporda, sözü edilen ülkelerin yöneticileri ile bilim adamlarının bu tavsiyelere inanmaları için Baade elinden geleni yapıyor ve bize bazı rakamlar veriyor. Türkiye, Pakistan ve Hindistan'da hektar başına düşen nitrogenli gübre miktarının 1 Kg. dan az oluşu dolayısıyla verimin hektar başına 800-1600 Kg. arasında değiştiğine işaret ettikten sonra, bu miktarın Mısır'da 50 Kg. civarda olması dolayısıyla 5000 Kg. olduğunu açıklayan Baade, gübre fabrikalarının reklamını yapmaktadır. (**) Baade, bir ülke 20 dolara ithal edebileceğimiz miktarda gübre ile 80 dolarlık değere tekabül edebilecek tahıl üretilebilecektir, diyor. (**) Baade'ye göre 1 ton tahılı böceklerden veya diğer zararlılardan korumak için kullanılacak «Pesticide» (tarım ilacı) nın maliyeti 2 dolardır. Oysa bu yüzden kaybedilecek tahılın fiyatı 40 misli fazla, yani 80 dolardır. (**) Sulama ve diğer yan tedbirler verimi % 200–300 oranında artırabilir.
Tuzak
137
(**) Türkiye'de 40.000, Pakistan'da 100.000 ve Hindistan’da 500.000 köye ulaşmak ve köy halkını eğitmek lazımdır. Baade'nin tavsiyeleri böylece devam ediyor. Bunlar yek nazarda insana çok makul görünen ekonomileri güçlü toplumların da uydukları geçerli kurallardır. Şüphesiz bu tavsiyeler yalnız Baade tarafından yapılmakla kalmamış, planlı bir şekilde genel kurula empoze edilmiştir. Netice de geri ülke ler üretimi artırıp, karınlarını doyurabilmek için başta ABD olmak üzere ileri ülkelerden (**) Gübre (**) Tarım ilacı (**) Kredi (**) Araç ve gereç (**) Tohumluk (**) Damızlık (**) Yabancı uzman (**) Planlama uzmanı (**) Barış gönüllüsü ithal etmeye ve kalkınma ümitlerini yabancıların gösterecekleri yolda çaba sarfetmeye bağladılar. Büyük tuzağın asıl amacı da bu idi. Geri ülkelerin Kongreye katılan bilim adamları ile yöneticiler kendilerine empoze edilen yeni şekle inandırılmış olarak uçaklarına bindirilip, ülkelerine yolcu edildiler. Tam o günlerde Washington Post gazetesinde A.B.D. nin çeşitli eyaletlerinden 40 tanınmış imza ile bir bildiri yayınlandı. Amerikan vatandaşı ödediği vergilerle başka ülkelerin tembel insanlarının beslenmesinden bezmiş ve bıkmıştı. Bu ülkeler de, biraz gayret göstermeli ve üretkenliği artırarak kendi insanlarının kendi kaynaklarından beslenmelerini sağlamalıydılar. İnsanları doyurmak için geri ülke limanlarına tahıl ve yağ getiren Amerikan şileplerinin beklenmesi onur kırıcı oluyordu. Bundan dolayı geri ülke teknisyenleri ülkelerine döner dönmez makaleler yaz maya ve hükümetlerini yeni şekle inandırmak için çaba harcamaya başladılar. Bunun bir sonucu olarak geri ülkelere yüksek faizle yeni krediler açıldı. Bu krediler karşılığı tohumluk, damızlık ve gübre ile tarım ilacı verilmeye başlandı. Bütün bunları planlamak ve halka öğretmek için uzmanlar geri ülkelere akın ettiler. Köylerdeki barış gönüllüsü miktarı hızla artırıldı. Amerikalılar geri ülkelerin eğitim örgütlerine böylece sızdılar. Kalkınma planları yabancı uzmanların ve AlD misyonlarının görüşlerine göre kalıp değiştirildi. Bazı geri ülkelerde bu uygulamaları benimseyecek Amerikan taraftarı hükümetler iktidara getirildiler. Propaganda hemen her yerde şiddetlendirildi. Savaş korkusu ile açlık korkusu çağın en büyük korkusu haline getirildi. Endüstrileşerek kalkınmayı aklına koymuş olan ülkelerde, tarım kesiminde gerekli reformlar yapılmadan endüstrileşmenin mümkün olamayacağına dair bir akım yaratıldı. Montaj sanayiini kurmak için bir süre önce endüstrileşmeyi tavsiye eden yabancı uzmanlar ile misyonlar, Kongreden sonra ağız değiştirerek, tarım kesiminde yatırım yapma gereğini savunmaya başladılar. Dünya Gıda Kongresi'nin çeşitli komisyonlarına sunulan yüzlerce rapor ve kongreye hakim olan Amerikalı delegelerle yöneticiler hep aynı prensibi savunuyorlardı.
138 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu (**) Üretkenliği (prodüktivite) artırmak lazımdı (**) Kullanılmayan toprakları kullanmak, ekmek, biçmek gerekiyordu. Bunun için para lazımdı. Dünya Bankası bunun için kurulmuştu ve geri ülkelere para vermeye hazırdı. Dünya Bankası (World Bank) Teknik Komiteye sunduğu WFC/63/BP/IBRD/IIB işaretli «Dış Yardımların Görevleri ve Şekilleri» isimli raporda Dünya Bankasının bu yardımları nasıl yapacağı ve o zamana kadar bazı ülkelere ne şekilde yardım ettiği uzun uzun anlatılıyordu. Aynı bankanın yöneticileri nin idare ettiği Milletlerarası Kalkınma Birliği, geri ülke teknisyeni için, anlaşılması güç bir düzen için de çalışarak, geri ülkeler üreticilerine krediler veriyor ve daha sonra da bu kredilere karşılık yüksek faiz aldıktan başka, üye ülkelerin satmadıkları malları bu ülkelere satıyor ve mükemmel bir pazar haline getiriyordu. Fakat biz bundan altı yıl önce, kongreye katılan bütün geri ülkeler teknisyenleri gibi, tek lifleri çok olumlu karşılıyor ve gerçekten yiyecek üretimini artırarak açlığa karşı savaşmanın tek amaç olduğunu zannediyorduk. Aradan geçen altı yıllık süre, yurdumuzda ve Dünya'da olup bitenler, Amerika Savunma Bakanı McNamara'nın Savunma Bakanlığından ayrılıp Dünya Bankası'na genel müdür olması, asıl savaşın bu banka vasıtasıyla verildiğini bize öğretti. Dünya Bankasının, Dünya Gıda Kongresine sunduğu enteresan raporda Sudan Çölünün Sulanması, Konya'daki toprak çalışmaları, Uruguay'daki Hayvan Islah Projesi, Hindistan ve Pakistandaki çeşitli tarımsal projelerin desteklenmesi, Teknik Yardım Programları hakkında geniş bilgiler verilmektedir. Fakat o gün, bugün Dünya Bankasına faiz ödemeniz ve boğazına kadar borca batmış olmanın ötesinde bu ülkelerin hemen hiçbirinin açlıktan kurtulduğuna şahit olmadık. Altı yıl önceki Dünya Gıda Kongresinden, bir sıçrayışla 1969 Türkiye'sinde bu bankanın bize empoze ettiği bir projeye kadar gelebilirsek, hem Dünya Gıda Kongresinin amaçlarını ve hem de Dünya Bankası'nın sömürü örgütündeki asıl yerini daha iyi tanıyabileceğiz. Daha 1959 yılında 7 milyon dolarlık bir kredi açarak Uruguay'a 1000 damızlık sığır ve bir yabancı uzman ekibi ile girmiş olan Dünya Bankası mensupları, dolayısıyla Amerikalılar, o gün, bugün bu ülkeden önemli miktarda faiz tahsil etmiş ve verdikleri parayı çoktan geri almışlardır. Fazla olarak Uruguay hükümeti bugün de Dünya Bankası’na borçludur ve uzun yıllar borçlu kalacaktır. Aradan yıllar geçtikten sonra, 1963 yılında Dünya Gıda Kongresi’nde ekilen tohumlar bugün Türkiye'de çiçek açıyor. Dünya Bankası Türkiye'ye 350 milyon dolarlık bir kredi açmıştır. Bu kredi karşılığı Türkiye Dünya Bankasına üye ülkelerden damızlık süt ineği ithal edecek ve tahminen 10.000 inekle Türkiye hayvancılığını kalkındıracaktır. Türk veterinerlerini ve bilim adamlarını hayretlere düşüren bu proje, Devlet Planlama Dairesi’nde kalıplanmış ve bir Bakanlar Kurulu Kararı ile uygulamaya sokulmak istenmiştir. Olup bitenlerden, sorumlu meslek olarak veterinerlerin, kuruluş olarak Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü ile diğer veteriner kuruluşlarının haberi bile yoktur. Geçmişte Avrupa'dan getirilen üstün verimli damızlıkların Türkiye'de yem ve bakım koşulları dolayısıyla kısa süre içinde verimden düştükleri, bir süre sonra dejenere oldukları ve hastalanıp öldükleri çok görülmüştü. Bu defa yurda sokulacak olan 10.000 ineği de benzer akibet beklemektedir. Fazla olarak bugün bile Türkiye'de bir yem açığı vardır. Kış aylarında hayvanlarımız yemsizlik ve açlıktan ölmektedirler. İthal edilecek olan üstün verimli hayvanları Türkiye'de yemleyebilmek için yem stoklarına ve kaynaklarına ihtiyaç vardır. Bunların
Tuzak
139
hiçbiri düşünülmemiş, planlanmamış ve seçim öncesi devrede 10.000 cins ineğin yurda sokularak halka krediyle dağıtılmasının ötesinde hiçbir mesele incelenmemiştir. Fazla olarak Türkiye 3.5 milyar TL. borçlandıktan sonra bankaya yüzde 6.5 faiz ödeyecek ve bu parayı banka idarecilerinin isteklerine uygun olarak harcayacaktır. Uzun zamandan beri bankanın üyeleri olan bazı Avrupa ülkelerinde elden çıkarılamayan bir damız lık inek fazlası olduğu biliniyordu. İşte banka bu operasyonla bu inekleri Türkiye'ye aktaracak ve fa kir Türk halkının sırtından Avrupalılara para kazandıracaktır. Sonra bu hayvanlar hastalanacak ilaçları Amerika'dan, aç kalınca yemleri de Amerika'dan gelecektir. Durumu daha iyi anlayabilmek için Türk toplumuna «Hayvancılığı Geliştirme Projesi» adı altında yutturulmaya çalışılan ve aslında ABD’nin Türkiye'deki çıkarlarını geliştirme amacı güden yıkıcı proje hakkında Veteriner Fakültesi Profesörler Kurulu'nun neler düşündüğünü, bu fakülte tarafından basına açıklanan bildiriyi buraya aynen aktararak öğrenmeye çalışalım: (**) Her yıl 1.250.000 sığır ve 1.000.000 koyunun besiye alınmasını hedef tutan, bir hayvancılık geliştirme projesi hazırlanmış, bunun amaçları, uygulama esasları ve teşkilat düzeni 4 Şubat 1969 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanmış bulunmaktadır. Devlet Planlama Teşkilatı’nın, hayvancılığı ve dolayısıyla ekonomimizi önemli ölçüde etkileyecek böyle bir programı hazırlarken Üniversite ile işbirliği yapmamış olması, uygulanan esasların tespitinde, isabetsizliklere, tutarsızlıklara ve yurt gerçekleriyle çelişen hatalara yol açmıştır. Hayvancılığı geliştirmek için seçilen yolun, fayda yerine zarar getirmesinden endişe eden fakültemiz, aşağıdaki görüşlerini ilgililere ve kamuoyuna duyurmayı görev saymaktadır. (**) Raporda halen 4 milyon ton civarında olan süt üretimimizin 30 yılda 20 milyon tona yükseltilmesi öngörülmektedir. Bugün bile hayvanlarımız ihtiyaçlarının çok altında beslenirken ve yem üretimindeki artış çok yavaşken, 20 milyon süt üretiminin gerektireceği yemin sağlanması beklenmemelidir. Esasen raporda konunun bu yönüne hiç değinilmemiş olduğu dikkati çekmektedir. (**) Hazırlanan rapora göre, on yıl içinde 200.000 baş saf kan inek mevcudunu gerçekleştirmek için, damızlık ithali öngörülmektedir. Bu hedefin gerçekleştirilmesi için, on yıl içinde en az 100.000 ineğin ithal edilmesi lazımdır. Bu ithalat için lüzumlu döviz kaybı bir yana getirilecek ineklerin yetersiz beslenme şartlarında verimli bir fayda sağlamayacağı bugüne kadarki tecrübelerle bilinmektedir. Bu sebepten inek ithali sınırlı bir seviyede tutulmalıdır. (**) Buna karşılık, yerli ineklerimizin halen Türkiye'de mevcut saf kan kültür ırkı boğalarla suni tohumlama metodu ile melezlenmesi sonunda elde edilen ileri kuşak, melez inekler, hem arzu edilen yüksek verimi sağlayacaklar ve hem de yurt şartlarında yaşama güçlerini muhafaza edeceklerdir. Bu husus fakültemizce sahada yürütülen araştırmalarla belirlenmiş bulunmaktadır. (**) Raporda, 1974 yılından itibaren her yıl 1.250.000 sığır ve 1.000.000 koyunun besiye alınacağı belirtilmektedir. Bu operasyonun gerektirdiği yem dikkate alınmamıştır.
140 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Besicilikte yem yüzde 70 oranında etkiye sahip olduğuna göre, projenin besi hedefleri de, süt üretim hedefi gibi hayaldir. (**) Hayvancılığımızı tümüyle geliştirmeyi hedef tutan bu programda her yıl ithali ile 150 milyonluk döviz kaybına sebep olan Merinos yapağısı üretimi ile klasik ihraç ürünümüz olan tiftik üretimine yer verilmemiş olması önemli bir eksikliktir. (**) Yüksek Planlama Kurulu Raporu, hayvancılığın geliştirilmesi için lüzumlu hayvan ıslahı, yem üretimi ve mera ıslahı, hastalıklarla savaş, fiyat politikası, kredileme ve pazarlama hizmetlerinin yapılması tedbirlerini koordinasyonu sağlayıcı ve tutarlı bır şekilde getirmemektedir. (**) Rapor, Uygulama Esasları bölümünde hayvancılığın çeşitli hizmetlerini gören kuruluşların kendilerine teşkilat kanunları ile verilen görev ve yetkileri zedeleyici kuruluşlar arasında gereksiz sürtünmelere yol açıcı ve bu nedenlerle işleme yeteneğinden yoksun bır teşkilat düzeni getirmektedir. (**) Hayvancılığın teknik ve ekonomik hizmetleri ile ilgili bulunmayan Türkiye Şeker Fabrikaları A.O.nı, Proje İcra Kurulu’nda yetkili sorumluluk kılmanın gereğini anlamak güçtür. Bu ortaklığın ne kuruluş amacı, ne çalışma düzeni ve ne de personel yapısı, hayvancılık projelerinde sorumluluk almasını gerektirecek nitelikte değildir. Ayrıca konu ile doğrudan doğruya ilgili Veteriner İşleri Genel Müdürlüğü ve Et ve Balık Kurumu gibi besicilik konusunda programları başarı ile yürütmekte olan kuruluşlar olmasına rağmen, raporun Türkiye Şeker Fabrikaları A.O. na besicilik projelerinin hazırlanması yürütülmesi ve kontrolü görevini vermesi ve bu ortaklığın Devlet Planlama Teşkilatı Kalkınma Fonu ile desteklenmesi tedbirini getirmesi isabetsiz bir tercihtir. (**) Sonuç olarak, Yüksek Planlama Kurulu’nun Hayvancılığı Geliştirme Proje Hedefleri ve Uygulama Esasları konulu raporunun ve bununla ilgili kararnamenin yukarıda açıklanan bilimsel, teknik ve idari aksaklık ve tutarsızlıkları olduğu, ayrıca yürürlükteki teşkilat kanunları ile çelişme halinde bulunduğu kanısındayız. Fakültemiz bu mahzurlar giderilmediği takdirde, hazırlanmış olan projenin verimli bir şekilde yürütülemeyeceği, aksine gereksiz zararlara yol açacacağını belirtmeyi bir görev saymaktadır. 23 Nisan 1969 günlü Ulus Gazetesi’nde tümüyle yayınlanan bu bildiri diğer günlük gazetelerde kısa bir haber şeklinde verilmiş ve basın ile toplum, inek ithali üzerinden omuzlarına yüklenecek olan borç ve külfet miktarını hiçbir zaman anlayamamıştır. Oysa ki yüzde 6.5 faizle bu projenin finansmanı için Türk milletinin sırtına yüklenecek olan borç torunlarımıza kadar intikal edecek, bugüne kadar Avrupalılar ile Amerikalıların sömürdüğü Türk toplumunu bu defa da Avrupa menşeli süt inekleri sömürülmüş olacaklardır. Anayasaya Koruma Kanunu, TRT Kanunu, Seçim Kanunu gibi kanun tasarılarını tartışıp kamuoyunun bütün dikkatini üzerinde toplamakta çok usta olan muhalefet ve iktidar politikacıları, inek ithali meselesine gereken önemi vermediler. Aydın çevreler, inek ithali meselesiyle uğraşmaktansa, sağ ve sol tartışmayı sürdürmeyi yeğ gördüler. Böylece 1963 yılında Washington'da planlanan uygulamalar, Dünya Bankası'nın başına geçmiş ve Vietnam Savaşı süresince Amerikan Savunma Bakanlığı yapmış olan Mc Namara tarafından başarıyla uygulamaya konuyor, Türk halkı bir daha kazıklanıyordu. Daha önce Sessiz Savaş isimli kitabımızda (Koçtürk, Osman N., Sessiz Savaş, Ararat Yayınevi, 1969)
Tuzak
141
ayrıntıları ile açıklamaya çalıştığımız Sonora-64 projesi ile bu defa sahneye konan «İnek İthali» projesi karşılaştırılacak olursa her ikisinin hazırlanış ve uygulanış şekilleri arasında önemli benzerlikler tespit edilecektir. Bu çeşit çabalar, Avrupa'daki inek fazlasını Türkiye'ye aktararak, Dünya Bankası hissedarlarına milyonlar kazandırmanın ötesinde, Türkiye'de bir yabancılaştırmanın gerçekleştirilmesi için yararlı ve etkili olmaktadırlar, Tohumluk buğdayı, damızlık ineği kendine yabancı ve dışardan ikmal edilen Türkiye'de el atılmayan ve gereğince yabancılaştırılamayan bir insanlar kalmaktadır. Bu insanları da kendilerine yabancılaştırmak için kültür emperyalizminin bütün silahları seferber edilmiş ve Türkiye yozlaştırılmıştır. Artık, rakı yerine viski içen bir sosyete ve zeytinyağı yerine margarinle beslenen bir köylü, şalvar yerine mavi Amerikan pantolu giymeye başlayan bir işçi grubu, zeybek yerine ye ye müziğini tercih eden bir gençlik yaratılmaktadır. Bazı işçi kuruluşlarında cemiyetlerde ve teşekküllerle üniversitelerde Amerika ağır basmakta bu kuruluşların yöneticileri Amerikan ağzı ile konuşmaktadırlar. Ekmeklik buğday, ineği, sığırı, insanı yabancılaşmış bir Türkiye'ye ilelebet Türkiye demek zamanla zorlaşacaktır. Otomobillerin benzini, buğdayın gübresi, hayvanın yemi Amerika’dan gelecek ve hastalanıp yatağa düşen insanlar Amerikan ilaçları ile kazıklanacak olursa, Türkiye uzaktan yönetilecek demektir. Çünkü bu kaynakları kontrolü altında tutan emperyalist güçler, istedikleri zaman Türkiye'de kendilerine karşı belirecek hareketi, insanları ve inekleri ekmeksiz ve yemsiz, makineleri de petrolsüz bırakarak kontrol edebilecekler ve bu defa onları açlık ve savaş korkusunun etkisi altına sokarak yeniden sindireceklerdir. İşte 1963’de Washington'da yapılan Dünya Gıda Kongre'sinde bu hedefe ulaşmak için lüzumlu hazırlıklar yapılmış ve geri ülke yöneticileri ile bilim adamlarına yutturulmuştu. Sonora'dan sonra Avrupalı inekler Türkiye'ye böyle girmektedirler. Nisan 1969 ayı ortalarında Veteriner Fakültesi, Türk Veteriner Hekimleri Sendikası, Türk Veteriner Hekimleri Birliği ve Derneği müşterek bir toplantı yaparak bir oldubittiye getirilmek istenen projeyi uzun uzun eleştirdiler ve bu toplantıda bu projenin Amerikan Emperyalizminin yeni bir oyunu olduğunu açık seçik söyleyenler oldu. Veteriner Fakültesi Öğretim üyelerinden Prof. Dr. Afif Sevinç, Ulus Gazetesi’nde meseleyi enine boyuna açıklayan bir yazı dizisi yayınlamış ve olayı kamuoyuna duyurmuştur. (Ulus Gazetesi, 22–25 Şubat 1969). Başka gazetelerde başka yazarlar da konuya değindiler. Fakat Sonora buğdayını davul zurna ile yurda sokarak topluma büyük zararlar vermiş olan Tarım Bakanı Dağdaş, inekleri de başka bir usulle ithale kararlı görünmekte ve bütün bunlara aldırmamaktadır. Daha Dünya Gıda Kongresi sıralarında planlanmış olan bu uygulamalar Açlık Korkusu’nun yayıldığı ve bulaştırıldığı bütün ülkelerde, korku ve baskı zemini üzerinde uygulanacak ve toplumlar ödeyemeyecekleri borçlarla faizler altına sokulurlarken, emperyalist ülkelerin satamadıkları her şey için açık pazar olarak kullanılmaktan kurtulamayacaklardır. Bu örneği verdikten sonra, bu kitapta ve bu kitaptan önce yayınlanmış bulunan «Sessiz Savaş» isimli kitabımda açıklanan eski ve yeni sömürü projeleri hatırlanarak, Dünya Gıda Kongresi’nin getirdiği yeni uygulama şekli eleştirilecek olursa şu durum dikkati çekecektir. 1. Yeni sömürgeciler, geri ülkelere artık tahıl ve yağ gibi yenmeye hazır yiyecekler verme usulünden yavaş yavaş vazgeçmek istemektedir. Ya da bu çeşit yardımlar ve satışlar yanında, bir de üretimi etkileyecek olan ön maddeler (gübre, tarım ilaçları v.b.) ile araç gereç (traktör, yedek parça v.b.), ayrıca yüksek faizli ve uzun vadeli kredi verme şekline önem verilmektedir.
142 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu 2. Bundaki asıl amacı sezmek zor bir iş değildir. Açlık korkusunun ve savaş baskısının etkisi altına sokulmuş olan geri toplulukların çoğunda ülkeyi yöneten hükümetler zaten Amerika'dan yanadırlar. Bunlar yeni borçlar altına girmeye ve yeni senetler imzalamaya amade durumdadırlar. Halka gelince halk açtır ve açlıktan yıldırılmıştır. Yiyecek üretimini artırmayı hedef tutmuş gibi görünen her projeyi, cahil çoğunluğa kabul ettirmek ve yüksek faiz ile yanlış operasyonu makul gibi göstermek zor bir iş değildir. Bu çeşit girişimlerle geri ülkeye sokulan yabancı tohum, damızlık ve benzeri projeler, gübre, ilaç yem, araç, gereç, yedek parça üzerinden gene de emperyalistlerin kontrolü altındadır. Bu ana ilkel maddeleri kontrol ederek, proje kontrol edilebilir. 3. Savaştan hemen sonra çeşitli projelerle geri ülkelere ve savaştan zarar görmüş Avrupa ülkelerine satılan üretim artıkları, özellikle PL-480 kanalıyla yapılan yardımlar hiçbir ülkede ferahlık yaratmamıştı. Bunların ülkenin üretim gücünü baltaladığı ve bu çeşit yardımlar karşılığı ödenen mahalli paranın da ABD’nin o ülkelerdeki sermaye gücünün artırılmasına yatırıldığı biliniyordu. Fazla olarak Amerika bu paralarla yardım ettiği ülkelerin iç işlerine karışıyor, eğitimden tarıma kadar her kesimde parayla sağladığı bir hegemonya kurabiliyordu. Bundan dolayı geri ülkelerde PL-480 yardımlarına karşı bir tepki ve direnme başlamıştı. Biz de bu çeşit yardımlara kapımızı açtık. İthal ettiğimiz yağ zeytinciliğimizi, tahıl ise tahıl üretimini yere sermekten başka hiçbir yarar sağlamamıştı. Bunları yakından bilen emperyalist ülkeler Dünya Gıda Kongresi’nde, teklif edildiği zaman geri ülke idarecilerinin ve politikacılarının kolayca kabul edecekleri, kendi halklarını avutup kandırmak için istismar ederek kullanabilecekleri, yeni bir formül buldular. Bu yeni formül geri ülkeleri bir değil birkaç yönden sömürmeyi mümkün kılacağı için, emperyalistlerin de hoşuna gidiyordu. İşte Dünya Gıda Kongresi bu yeni formülü empoze etmek için düzenlenmiş bir tuzaktır. O zamana kadar geri ülkeler halkını üretim artıkları ile beslemekte olan ileri ülkeler, Dünya Gıda Kongresi’nde ağız değiştirdiler. O tarihten sonra geri ülkelere, muhtaç oldukları yiyecekleri kendi topraklarında kendi imkanlarıyla üretmeleri için ortam hazırlayacaklar ve bu maksatla, (**) Kredi vereceklerdi, (**) Tohumluk ve damızlık vereceklerdi, (**) Uzman ve Teknisyen yollayacaklardı, (**) Gübre, ilaç, araç, gereç vereceklerdi, (**) Gerekiyorsa ürünlere pazar bulacak ve planlama işlerine yardımcı olacaklardı. Bu kalıp değiştirmenin gerekçesi de bulunmuştu. Çünkü Dünya açlığa gidiyordu. Açlıktan kurtul mak için, geri toplumların elindeki bütün toprak kaynakları kullanılmalı ve insan gücü değerlendiril meliydi. Bu tertibe 1963 yılında bu kitabın yazarı dahil birçok geri ülke teknisyeni samimiyetle inandı ve böylece kandırılmış oldular. Oysa bu yoldan eskiye nazaran daha bağımlı bir çelik çember içine sokuluyorduk. Bu çemberi kırmak Türkiye dahil birçok geri ülke için çok daha zor olacaktı. 1963’den önce geri ülkeye yalnız üretim artığı yiyecek maddesi satan ve bunu satabilmek için bazen taviz vermeye de razı olan emperyalist, Dünya Gıda Kongresi’nden sonra, kredi için başvuran geri ülke yöneticilerini ayağına düşürebildi. Bu kredileri alanlar yüksek faize ve kredi karşılığı satın alacakları ihtiyaç maddelerinin cins ve miktarı ile alış veriş yapılacak ülkelerin, borcu veren tarafından saptarılmasına, yabancının iç işlerine burunlarını sokarak tarım politikalarını kendi çıkarlarına uyarlı
Tuzak
143
bir şekilde planlamasına rıza gösterdiler. Çünki onlar da almış oldukları kredileri veya bu krediler karşılığı satın aldıkları ihtiyaç maddelerini seçmenlerine peşkeş çekerek muhalefeti yıpratıyor ve kendi seçmenlerine güç kazandırıyorlardı. Borçlar uzun vadeli borçlar olduğu için, iş başında bulunan hükümetler bu kredilerle güç kazandılar ve borcun ödenmesi işini de torunlarına kadar uzayıp giden sonraki kuşaklara devrettiler. Bu suretle sömürgeci, bütün alacaklılar gibi, geri ülke üzerinde yıllarca sürecek, paraya ve borca dayalı bir hegemonya kurmuş ve o ülkelere girmiş oluyordu. Borçlanma ile başlayan ilişkiler, daha sonra askeri ilişkiler ve siyasi ilişkiler halinde gelişti ve serpildi. Fakat borçlanan ülkelerin hiçbirinin bugüne kadar açlıktan kurtulduklarını ya da kendi yağlarıyla kavrulma olanağına kavuştuğunu görmedik. Dünya Gıda Kongresi’nden sonra uygulanan bu kabil projeler, yoksulluğu ve açlığı daha yaygın bir hale getirmekten başka hiç birşeye yaramamış geri ülkelerde çoğunluk sürünürken, krediler, krediler karşılığı ithal edilen gübre, ilaç, tohumluk, damızlık gibi ihtiyaç maddeleri üzerinden para kazanarak refahın zirvesine tırmanmış bir komprador sınıfı türemiştir. Azınlıkta olan bu sınıf ile sürünen çoğunluk, hemen bütün geri ülkelerde boğuşma halindedir. Bize kalırsa düzeni değiştirme isteği ve bozuk düze ni koruma çabası, Dünya Gıda Kongresi’nde tohumları atılan yeni kalıbın doğal ürünüdür. Böylece her geri ülkede yaratılan açlar ve toklar sonuna kadar çatışacaklar, emperyalist ülkelerin çıkarlarının rahatça sürdürülmesi için bu boğuşma sürdürülecektir. Şu günlerde, geri ülkeler sömürgecilere her za mankinden daha çok haraç ödemenin ezgisi ve baskısı altındadırlar. Bu yeni düzen ayrıca bütün geri ülkelerin Washington'dan yönetilmesini de imkan dahiline sokmuştur. Başta ABD olmak üzere onun dümen suyundaki diğer kapitalist ve emperyalist ülkeler 1963 yılın da Dünya Gıda Kongresi ile tuzağa düşürdükleri birçok geri ülkeyi tıpkı bir çiftlik gibi kullanıyorlar. Geri ülke insanları ile kendi topraklarında ırgat veya yancı gibi çalışmakta ürettiğinin yarıdan fazlasını, haraç olarak sömürgecilere teslim etmektedirler. Biz geri ülkelerde iktidarı ele geçirmiş olan Amerika'dan yana iktidarları da, bu çiftliğin kahyalarına benzetiyoruz. Bunlar Amerika ile anlaşmaların yapmakta ve çiftliğe Amerikalı yöneticilerin istedikleri kalıbı vermektedirler. Planlama dairelerine yerleştirilmiş olan yabancı müşavirler ile Amerikalı uzman lar bunun gereği gibi yapılıp yapılmadığını yakından kontrol edebiliyorlar. Dünya Bankası, Dünya çapındaki büyük çiftliğin muhasebe bürosu gibi çalışmakta, tediye ve tahsilat bu banka aracılığı ile yapılmaktadır. Geri ülke insanına gelince, bunların durumu Çukurova'da ağalar hesabına pamuk üreten ırgatlardan pek farklı değildir. Bu zavallı insanlar, insan hakları evrensel bildirisi, demokrasi oyunu ve iyi günlerin geleceği ümidi ile avutuluyor, çok zaman karınlarını doyurmak için, şafakla işe başlayıp, gün batana kadar çalışmaya da razı oluyorlar. Amerika'nın kara, deniz ve hava kuvvetleri bütün Dünya'ya yayılarak bu çiftliğin jandarmalığını yapmakta, AID misyonları her ülkede olup biteni yakından izlemekte, CIA ise espiyonaj işlerini yürütmektedir. Bu açıklamalardan sonra Chicago'nun lüks bir otelinde Amerika Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ın neden dolayı açlığı konu olarak seçtiğini daha iyi anlayabiliyoruz. Çünki Dünya çiftliğinin baş kâhyası olan bu zat, boğazı tokluğuna çalıştırdığı milyonlarca insanı, iştahla yediği bir yemekten sonra, korkutmak ve açlık korkusu ile sindirmek zorundadır. Savaş tehdidi ile açlık korkusu, ırgatların boğaz tokluğuna çalıştırılmaları için etkili olmuş ve çiftliğin olay çıkarmadan yönetilmesi için Freeman'ın yaptığı gibi zaman zaman istismar edilmiştir.
144 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Dünya Gıda Kongresi'nin korku yayıcı etkilerini sürdürmek ve ırgatları sindirmek için, zaman zaman açıklamalar yapılacak, seminerler, sempozyumlar ve kongreler düzenlenecektir. Geri ülkelerin bu tuzaktan kurtulmaları kolay olmayacaktı. İkiye bölünmüş olan Dünya'mız iki büyük çiftlik gibi görünüyor. Bunlardan biri Washington'dan, bir diğeri Moskova'dan yönetiliyor. Kendi düzenleri ve üretim biçimi farklı olan bu iki çiftlik yarışma halindedir. Ağalar ırgatlarını alabildiğine bunaltıyor, öldüresiye çalıştırıyorlar. Böyle olmasına rağmen patronları sevmek ve onlara bağlı olmak lazımdır. Bunu yapmayanlar Vietnam, Macaristan, Çekoslovak ya örnekleri üzerinden cezalandırılıyor ve düzeni tehlikeye sokmadan çalışmaya, kaderlerine razı ol maya zorlanıyorlar. Çiftlik sahibi, istediği tarlaya (ülke) istediği ürünü ekecek ve onları hasat ederek pazarlayacak, hissesini istediği oranda tahsil edecektir. Paraya boğulmuş, varlıktan ne yapacağını şaşırmış bir azınlık, büyük bir çoğunluğun ensesinde boza pişiriyor. Açlıkla tokluk, varlıkla yokluk arasındaki uçurum her gün biraz daha derinleşirken, geri ülkelerde hızlı bir uyanış kendini hissettirmeye başlamıştır. Zaman zaman Dünya kamuoyunu açlık ve savaş teh didi ile yatıştırıp uyuşturarak işi bu noktaya kadar getirenlerin uykusunu kaçıran da budur. Önümüzdeki günlerde çiftlik düzenini korumak için uykusuz geceler geçirenlerin uykuları daha da kaçacaktır. Çünki işçiler, yüksek öğrenim gençliği, köylüler ve halk Dünya'nın her yerinde hızla uyanmakta ve birbirlerine sabahtan akşama kadar çalıştıkları halde neden dolayı karınlarını doyuramadıklarını sormaktadırlar. Bu soruları açıkça cevaplandırmayı yasaklayanlar, insanların gerçeği düşünerek bulmalarını engelleyemiyorlar. Grevler, boykotlar, işgaller çiftlikleri bir uçtan bir uca kaplamaktadır. İşin kötüsü benzer kurallara göre, benzer amaçlarla, değişik şahıslar tarafından yönetilen ve sömürülen çiftliklerin her ikisinde de bastırılması güç kıpırtılar başlamıştır. Üçüncü bir çiftlik (üçüncü Dünya) yeni koşullar içinde, yeni kurallara dayalı ileri bir Dünya yaratmaya çalışıyor. Dünya Gıda Kongresi’nde iyice uyutularak ülkelerine geri gönderilen aldatılmış teknisyenler ile yöneticiler teker teker uyanmakta, henüz uyanamayanlar ise, uyanmaya mecbur olduklarını hissetmektedirler. Çünki tabandan gelen baskı herkesi uyaracak veya tasfiye edecek kadar güçlüdür. İşte bu noktada, kongreden kongreye, başarıdan başarıya koşarak Dünya insanlarını aç ırgatlar ve sahip oldukları ülkeleri de çiftlik haline getirmiş olan şımarık emperyalistin iyi göremediği bazı gerçeklerden söz edebiliriz. İşi tıkırında bir çiftlik ağasının rahatlığı ve umursamazlığı içinde bulunan emperyalist ülkeler yöneticileri, işlerin çoğunu geri ülkelerde kendilerini temsil eden yerli kâhyalara terketmişlerdir. Kâhyalar bugünkü bozuk düzeni sürdürüp ceplerini tıka basa doldurabilmek, efendilerine her işin yolunda gittiğini rapor ediyorlar. Türkiye'den geri çekilen ABD büyükelçisi Komer, ülkemizde ağaya karşı olan insan sayısının % 3 civarında olduğunu iddia ediyordu. Eski Amerika büyükelçisi de böyle konuşmaktadır. Filo İstanbul'a geldiğinde gösteri yapanların iki yüz kişiden ibaret olduğuna inandırılanlar, aldatıldıklarının farkında değildirler. Onlar Türk halkını bir ırgat gibi görüyor, bütün geri ülkeleri de böyle görmek istiyorlar. Onlar tohumu, gübreyi, ilacı ve krediyi verecek, siz üretip ona teslim edeceksiniz. Başka bir proje ile Türkiye' ye sokulan damızlık inekler, Türk köylüsü tarafından Amerikan menşeli yemle beslenecek ve ırgatlar işin bu safhasında sığırtmaçlık yapacaklardır.
Tuzak
145
Sahillerimizi turistik otellerle donatıp, yollarımızı yapacak ve yabancıların paşa gönüllerini eğlendirmek için gelecekleri ana vatanımızda, birkaç kuruş için ellerine bakarak onlara hizmetkârlık edeceğiz. Tarihin efendi bir toplumu böylece ezilecek ve doğacak kuşaklar ana rahmine düşmeden yok edilerek, doğanlar da başka usullerle ortadan kaldırılarak, tarlalar traktörlerle sürülmeye, sığırlar makinelerle yemlenmeye başlanacak, yeraltı ve yer üstü kaynakları ekonomik operasyonlar ve ikili anlaşmalarla ele geçirilip ülkenin tapusu da ele geçirilecektir. Oysa gidiş bunun tamamen tersinedir. Maaşlarına ayda 1000 TL tazminat eklenerek sesi soluğu kesilmek istenen veterinerler, yabancı inekleri Türkiye'ye sokmak isteyen Tarım Bakanı Dağdaş'a karşı koyuyor ve Veteriner Fakültesi görevini yaparak yanlışları, aksaklıkları halka duyuruyor. Sonora-64'ü Türkiye'ye babalarının çiftliğine yerleştirir gibi yerleştireceklerini zannedenler, geçen yıllarda önemli tepkilerle karşı karşıya kaldılar. İsmi Sonora Bahri’ye çıkmış olan Tarım Bakanı, eskiden olduğu gibi tarlalarda davul zurna çaldırıp halay çekemiyor. Türkiye'ye geldiği zaman babasının çiftliğine gelmiş gibi davranıp, ziyaretlerine ordu karargahları ve üniversitelerden başlamak istemiş olan Komer geldiği yere dönmek zorunda kalmıştır. İlhami Soysal giderayak, Türk gençliğine ve aydınlarına hakaret etmeyi de denemiş olan bu şımarık siyaset adamını züccaciye dükkânına girmiş bir boğaya benzetti. Çiftliklerine yeni kâhyalar yetiştirme umudu ile kurdukları Orta Doğu Teknik Üniversitesi, antiemperyalist ve milliyetçi hareketlerin odağı oldu. Demek ki sömürgeciler bir noktada yanılıyor veya kâhyaları tarafından yanıltılıyorlar. Onları çıkarları için sever görünenlerden başka kimse sevmiyor. Çıkarı için adam sevenler ise, on lara çıkar sağladığı takdirde başka efendilere de kavuk sallayabileceklerdir. Sömürgeci çirkin yüzünü göremiyor ve sevilmediğini anlamıyor. Barbarlar, yamyamlar, vahşiler ve başkaları tarafından yönetilmesi gerekli geri toplumlar olarak bildikleri Asya, Afrika ve Güney Amerika halkları uyanıyor. Bu insanları yaradılış itibariyle kendileri nin çok gerisinde görme alışkanlığı içinde olanlar, ahlak ve anlayış bakımından içine düştükleri kısır çemberi farkedemiyorlar. Yalanla, dinden bilime kadar anılan her şeyi kötü amaçlarına araç edinerek ırgatlarını ölesiye çalıştırabileceklerini evham edenler, hilekâr kâhyaların oyuncağı oldular. Doğum Kontrol uygulamalarının kalkınmamızı hızlandıracağına, Sonora-64 buğdayının karnımızı doyuracağına, Prof Baade ile Tinbergen'in Türkiye'ye doğru yolu göstereceğine, Dünya Bankasına 3.5 milyar TL borçlanarak ithal edeceğimiz ineklerin hayvancılığımızı kalkındıracağına artık kimse inan mıyor. Bunlara inanıyor gibi görünenlerle AID yetkililerine halkın da inandığını söyleyenler, yalnız çıkarlarının peşinde koşan bir avuç insandır. Bunların Türk toplumunu temsil etmediğini, hiç değilse doğruyu söylemediklerini herkes biliyor artık. Bile bile aldananlar ve bu düzeni böylece sürdüreceklerini zannedenlerin bizim ağzımızla konuşacakları günler yakındır.
146 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
147
X SAVAÅž KORKUSU
148 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
149
SAVAŞ KORKUSU İnsanlar yiyecek bir şey bulamadıkları için, hayvanlar gibi ot yemeye razı oluyor ve bunu da bulamadıkları için açlıktan ölüyorlarsa, bu insanların savaştan veya savaşta ölmekten korkmaları beklenemez. Barışta aç kalıp ot yiyerek ölmenin mi, yoksa karnı doyurulmuş bir asker olarak ve savaşarak ölmenin mi insan için daha azap verici olduğunu bilemiyoruz. Uygar ülkelerin insanları karnı tok ve sırtları pek olmasına rağmen savaştan korkuyorlar. Vietnam'da savaşan bir Amerikan erinin arkasında onun ihtiyaçlarını karşılamak için tam 40 kişinin görev aldığı söyleniyor. Yankee'yi New York'daki konforlu apartmanından çıkarıp, Vietnam'da savaştırmak için avuç dolusu para dökmeyi göze almak lazım. Yakınlarına ve kendisine sosyal garantiler sağlanmazsa, savaşı göze alamayacak olan bu adamın ölüsü de, dirisi de topluma ve hükümete bir sürü külfet yüklüyor. Beri taraftan onun karşısında savaşan Vietnam'ın bütün bunlardan zerre kadar nasibi yoktur. O yarı çıplak ve düpedüz aç, fakat imanlı ve inançlıdır. Ne kendisi ve ne de geride bıraktığı yoksul ailesi hiçbir garanti ile donatılmamıştır. Fakat o korkmuyor, ölümün üzerine, üzerine gitmeyi biliyor. İnsanlar karşılarında ölüm ve arkalarında açlıkla yoksulluk olunca daha iyi savaşıyorlar. Şairleri, «Altı da bir üstü de birdir yerin; Arş yiğitler vatan imdadına…» diye söze başlayan toplumların, dolarla donatılmış toplumlara nazaran çok daha iyi savaştıklarını eskiden biliyoruz. 1969’da Hakkâri’de yedi ay süren kış, Çukurca ilçesinde açlığa yol açmıştır. (Selçuk, İlhan, Açlıktan Ölenlerin Ülkesinde... Cumhuriyet Gazetesi, 10 Mayıs 1969) Merkez ilçe muhtarlarından Abdullah Buğdaybayoğlu, vilayete ve bakanlıklara çektiği telgrafla şu haberi veriyor: (**) Açlıktan ot yiyen üç kişi ölmüştür. İlçede tabip veya sağlık memuru olmadığından, biz ölüm sebebini ot yemede bulduk. Bize havadan acele yardım edin.
150 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Çukurca Kaymakamı Osman Merdan aynı şekilde feryat etmektedir. (**) Yollarımız kapalıdır. Yiyecek stokumuz yoktur. Ot yiyerek ölenler var. Fakat bunların ölüm sebebi açlıktan mı, ottan mı, yoksa başka bir şeyden mi, doktor olmadığı için bilemiyoruz. Hemen hiçbir evde yiyecek kalmamıştır. Bize havadan yardım etmeleri için bu dileği iletirseniz memnun oluruz. Çukurca ilçesinde aç kalıp ot yiyenler, kendilerine yardım yapılacağından emin değildirler. Nitekim yardım yapılmadığı için XX nci yüzyılın ikinci yarısında, hayvan gibi ot yiyenler ve açlıktan ölenler olmuştur. Bu yardımı yapma ve vatandaşlarını yüz kızartıcı bir şekilde ölmekten koruma durumunda olanlar, o sırada İstanbul'da Opera açıyor ve açılış merasiminde nutuklar çekiyorlardı. Oysa Vietnam'da savaşan Amerikan eri, düşmanla burun buruna olsa bile açlıktan ölmeyeceğini, içinde sigarasından tuvalet kâğıdına kadar tüm ihtiyacını karşılayacak bir yiyecek paketinin zamanında kendine ulaştırılacağı nı bilmektedir. Buna rağmen savaştan korkar ve ölümün sözü edildi mi, ıslanmış bir tazı gibi titrer. Korkunun ecele faydası olmadığı bilinmektedir. Vakit saat gelince herkes ölecektir. İnsanların ölmeleri, doğmaları kadar doğal bir Doğa olayıdır. Böyle olmasına rağmen insan ölümden korkar. Bunu iyi bilen sömürgeciler geri ülkelerde bir zamanlar ölüm korkusunu istismar ettiler. Geri ülke insanı silahlan ma ve kendini silahlı saldırılardan koruma ihtiyacı duydu. Silah yapan ve silah satan ülkeler bundan yararlandılar. Her defasında da, geri ülkeye sattıkları silahtan çok daha güçlü silahların kendi ellerinde bulunmasına dikkat ettiler. Bir süre hastalık korkusu Dünya'ya yayıldı. Bu korku üzerinden ilaç alışverişi yapıldı. Hastalanan insan nesi var nesi yoksa satıp, kazancını ilaca yatırmaya razı oluyordu. Bu rezalet bugün de sürdürülmektedir. Böyle olmasına rağmen koşullar hemen hiç değişmedi. Bugün ileri ülkelerde ortalama ömür 70 yaş civarında iken, geri ülkelerde 40'ın üstüne çıkarılamıyor. Savaş geri ülkelerde verilmekte, silah onlara satılmaktadır. İnsanları birbirine kırdırmak ve bu arada kar sağlamak isteyen emperyalist, silah endüstrisine tüketim pazarları hazırlamak istedi mi, bir geri ülkede savaşın tohumlarını atıyor. Bazen aynı ülkenin insanlarını birbirine kırdırarak, bir taşla birkaç kuş vurmayı becerebiliyor. «Korkuların Ticareti» ni yapan sömürgeci kafası «Açlık Korkusu»nu ihmal edemezdi. Bundan dolayı sessiz savaşın temel ilkeleri açlık korkusuna iliştirilmiştir. Açlık daha çok insanı korkutarak, tepki göstermeyi denemeden boyunduruk altına almak için en iyi çare oluyor. Böyle olmasına rağmen savaş korkusu ile ölüm ve hastalık korkusu, değerini yitirmiş değildir. İnsanlar savaştan gene de korkuyorlar. Barışta ot yiyerek açlıktan ölenleri, savaş korkusuyla etkilerneye pek olanak yoktur. Çünki bunlar artık ölümden de korkmuyorlar. Onların yaşayabildikleri sürece düşünebildikleri tek şey karınlarını doyurma olanağıdır. Şu günlerde savaş korkusunun yerine açlık korkusunun ikame edilmek istenişinin tek nedeni budur. Milletlerarası organizasyonlar ile Amerika'dan yana hükümetlerin sürekli propagandaları ve geri ülkelerde tarımsal üretimi baltalayıcı girişimlerin doğal bir sonucu olarak, açlık korkusu her gün biraz daha güçlenmekte, savaş gücünü çoktan yitirmiş olan geri ülke insanının yılgın muhayyelesinde her gün biraz daha güçlenen bir heyüla haline gelmektedir. Bu korkunun ilk temellerini atanlar, insanların logaritmik bir esasa göre üreyip hızla arttıklarını, besin maddeleri üretiminin ise yavaş bir tempoyla
Savaş Korkusu
151
artırılmakta olduğunu ileri sürmüş, insanların bir süre sonra aç kalmalarının kaçınılmaz bir sonuç olduğuna herkesi inandırmışlardı. Bu inancın sahipleri bir dereceye kadar haklı çıkmışlardır. Çünki XX nci yüzyılın ikinci yarısında, Dünya nüfusunun üçte ikisi aç veya kötü beslenmektedir. Akılcı bir inceleme ile açlığın asıl nedeninin hızlı nüfus artışı ötesinde, aç gözlü emperyalist ülke lerin korkular içinde yaşamaya mahkûm ettikleri geri ülkelerin kaynaklarını sömürmeleri olduğunu görebiliyoruz. Kendini korkuya kaptıranlar, üretim olanaklarını kullanamaz hale gelmişler, ölüm korkusu onları Dünya işlerinden çok ahret işleri ile meşgul olmaya, zamanlarını tapınaklarda, kiliselerde veya camilerde ibadet ile geçirip, Dünya nimetlerini küçümsemeye iteklemiştir. Savaş korkusu birçok geri ülkelerde, üretim çağındaki genç insanların silah altına alınmasını, üretecek yerde tüketen kişiler olmalarını gerektirmiştir. Bu orduların doyurulması, giydirilip silahla donatılması hem kapitalist için yeni pazarların ortaya çıkmasına ve hem de anlaşmalarla güvenliğinin, başkaları tarafından garanti altına alınmasına yarıyor. Açlık korkusu ise, geri ülkeyi gübre, tarım ilacı, tohumluk, traktör ve diğer tarım araç ve gereçler satın almaya mecbur etmekte, silah altına alınmayanlar veya askerlik süresini bitirenler bunları tüketerek, güçlerini ortaya koymak suretiyle bir ırgat gibi çalışmaktadırlar. Bu suretle üretilen, tarımsal ürünlerin karşılığı çok zaman kapitaliste ödenmekte, açlık korkusunun etkisi ve baskısı altında bütün güçlerini ortaya koyarak çalışanlar, açlıktan kurtulamamaktadırlar. Biz geri ülke insanları, ölüm korkusunu, savaş korkusunu ve açlık korkusunu yenebilmek için akılcı olmak zorundayız. Aklımızı kullanmak suretiyle korkularımızdan, bizi baskısı altına almış bulunan kötü gelişmelerden kurtulabiliriz. Ölümü, tıpkı doğum gibi doğal bir sonuç olarak kabul edip ondan korkmamak lazımdır. Savaşa gelince, barış zannettiğimiz ortamda bile savaş içinde olduğumuzu anlamalı ve kabul etmeliyiz. (Yazarın Barış ve Emperyalizm, Ararat Yayınevi 1968 - Sessiz Savaş Ararat Yayınevi 1969 isimli eserlerine bakınız) Açlık korkusuna gelince, aç ülke insanının açlıktan korkması, balığın sudan korkmasına benzer Bir ölünün ölümden korkması ne kadar anlamsız ise açlık içinde yüzen ülke insanının açlıktan korkması da o derece anlamsız oluyor. Ölüm ve savaş yaşayan her varlığın hiçbir zaman kaçınamayacağı ve sakınamayacağı doğal olaydır. Yaşayanlar savaşır, yıpranır ve ölürler. Fakat açlık öyle değildir. Dünya'ya bir düzen verebilir, üretim ve tüketimle adalet anlamı içinde ilgilenip, insana yakışır bir davranış içinde hareket edebilirsek, yanlız kendimizi değil bütün Dünya'yı açlıktan kurtarabiliriz. Dünya açlıktan kurtarılabilirse, sessiz savaş yavaşlayacak ve yalın savaş önlenecektir. Şu halde bütün korkularımızdan kurtulmak ve Dünya'ya gelen her insana, bugünkünden daha uzun bir süre için yaşama olanağı hazırlamak istiyorsak, işe açlıkla savaşmak suretiyle başlamak, açlık korkusunu etkisiz hale getirmek gereklidir. Oysa emperyalistler sürekli olarak açlık korkusunu yaymaya ve körüklemeye çalışıyorlar. Çünkü açlık korkusu, savaş korkusunu yaratmakta, savaşlar da kar getirmektedir. Kulağımıza aralıksız olarak açlığı yenmek için çocuk doğurmamak gerektiğini fısıldayanların, bazı üniversitelerimize binlerce dolar yardımda bulunup analarımızı ve bacılarımızı helezonlarla kısırlaştırarak, onlara gebeliği önleyici haplar yutturanların uzun vadeli amaçları vardır. Çünkü kendini
152 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu açlık korkusuna kaptıranlar, kendilerinden sonra gelen kuşakları, Dünya'ya gözünü açmadan yok etmeyi bile maule mantıki kabul edebiliyorlar. Korkusuz bir insan, ölümü bir kalıp değiştirme olarak kabullenip, yaşantısının çocuklarında devam edeceğine inanır ve ölüm kapısına dayandığı zaman bunu bir nöbet değiştirme olarak kabullenip, Tanrı'sına yönelir. Geride kalan çocuklar, ölünün savaşını sürdürür, savaş içinde doğar ve savaşarak ölürler. Yaşadıkları sürece çalışır ve yiyecekleri kadarını üretirler. Fakat korkulardan arınmış, gerçekçi bir Dünya, emperyalistin amaçlarına uygun düşmemektedir. O aslında ürettiklerinin değil, yarattığı korkuların ticaretini yapar. İnsanlar ölümden, savaştan ve açlıktan korktukları sürece, daha çok satın alır ve daha çok tüketirler. Buna rağmen ölüm önlenemez, savaş durdurulamaz ve açlık gelişir, hiçbir zaman gerilemez. Geri ülkelerde ilaç satarak ölümü geciktireceklerini iddia edenler, başka yollardan müşterilerini hasta etmek için girişimler yapmaktadırlar. Akılcı olmayan toplumlar bunları göremez ve hastalandıkları zaman birkaç jelatin kapsül yutmakla bü tün meseleleri çözümleyebileceklerini zannederler. Çok zaman hastalığın temelinde yatan kötü beslen me, görülmez ve bilinmez. Savaş korkusunu körükleyerek, geri ülkeye silah satanlar, bu silahların kullanılacağı savaşları kendileri yaratır, böylelikle hem düşmanlarını birbirine kırdırır ve hem de pazarlarını canlı tutarlar. Kendileri bir ayı iştahı ile bütün Dünya nimetlerini sömürüp yutarlarken, Dünya'nın üçte ikisi açlık içinde kıvranır ve korku içinde yaşar. Korkularından arınmış bir insan veya bir toplum karnını doyuracak miktarda besin maddesini nasıl olsa üretecek, böyle olunca emperyalistten, gübre, tarım ilacı, traktör, silah ve ilaç almasına lüzum kalmayacaktır. Başka deyimle ifade edilmek istenildiği takdirde korkudan arınmış bir toplumun bütün ihtiyaçlarını kendi gücü ile karşılayabileceğini söyleyebiliriz. Korkularından kurtulmak için başkalarına muska yazdıranlar, başkasının silahı ile silahlanıp, başkasının verdiği yiyecekle beslenenlere, bu muskaların etkili olmadığını gördüklerinde, silahları ellerinden alın dığında veya nafakaları kesilip buğday getiren gemiler rota değiştirdiğinde daha büyük korkuların içine düşerler. Korkuyu yenmek için en iyi çare, toplumun kendi gücünü seferber etmek, kendi olanağı ile silahlanarak savunmasını, ürettiği ürün ile doymasını sağlamaktır. Açlıktan kurtulmanın çaresi başkalarının üretim artıklarını kullanmak değildir. Toplumlar savaş korkusunu yenmek için başkalarının silahı ile ortaya çıkamazlar. Ölüm korkusu ithal malı ilaçlarla yenilemez. Gerçekçi ve akılcı olmak, değiştiremeyeceğimiz sonuçları kabullenerek, içinde bulunduğumuz ortamı tanımak lazımdır. Korkulardan kurtulmanın ve insan gibi yaşamanın tek çaresi budur. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra piyasaya sürülen, şişirile şişirile savaş korkusundan daha etkin bir korku haline getirilen, açlık korkusunun bilim ve teknoloji alanında gerçekleştirdiği gelişmeleri ve bu gelişmelerin kapitalist toplumlara sağladığı çıkarları anlayabilmek için Philip Noel-Baker tarafından yazılan, UNESCO'nun «Le Courrier» dergisinin Ağostos - Eylül 1967 sayısında yayınlanan «Bilim ve Silahsızlanma» başlıklı yazısını inceleyelim. Bu yazı Prof. Dr. Seha L. Meray tarafından Türkçeye çevrilerek, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi’nde cilt XXIII, Sayı 2 de yayınlanmıştır. Açlık korkusunun yarattığı bilimsel ve teknolojik gelişmelerle, bu korkunun kapitalist ve saldırgan toplumlara sağladığı çıkarları anlatabilmek için, açlık korkusundan daha etkili ve daha eski bir korku olan savaş korkusunu ve bu korkunun yarattığı teknolojik gelişmeleri esas alacak Meray'ın çevirisinden uzun boylu yararlanacağız. Yararlanacağımız kaynağın yazarı Philip Noel-Baker, Dünya silahsızlanma konularında en yetkili şahıslardan biridir. 1959 yılında Nobel Barış Ödülü’nü almıştır. Silahsızlanma konusunda
Savaş Korkusu
153
sürekli inceleme ve araştırmalar yapar. Çeşitli kitaplar yayınlamış ve 1932 yılında 64 Devletin katıldığı Cenevre Konferansı'na katılmıştır. Tıpkı Philip Noel-Baker gibi, açlık konusunda yıllar boyu çalışmış bu konuda kitaplar yazmış, ödüller almış ve Milletlerarası toplantılara iştirak etmiş kişiler vardır. Bunlar açlıkla savaşayım derken, açlığı yayıp ortamı daha korkunç bir hale getirmekten başka bir şey yapmadılar. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO) nun Roma'da ve Washington'da düzenlediği Milletlerarası Konferansına Türkiye delegesi olarak katıldığımızda bu ünlü kişilerin bazıları ile tanışmak ve konuşmak bahtiyarlığına ulaştık. Bir geri ülkenin mütevazi teknisyeni olarak yalnız bu insanların fizyonomilerini ve davranışlarını inceleme ve kendimize göre sonuçlar çıkarma olanağımız vardı. Bunların hiçbiri bize bir itimat ve açlığı yenmek için samimi gayretler sarf ettiğine kanıt olabilecek bir hoşgörü telkin edemediler. Bir bilim adamı olmanın ve insanları sevmenin ötesinde, yüzlerine hırslı politikacıların çizgileri hâkim olan bu ünlü kişiler, daima mensup oldukları toplumları ile organizasyonların çıkarlarını savunmakta geri ülkenin mutsuz insanı ve onun meseleleri ile hemen hiç ilgilenmemekteydiler. Bilgi ve nüfuzlarını bir bezirgân gibi, çıkar pazarlayan bu insanların güzel sözler söyleyerek yaygınlaştırdıkları ve ciddileştirdikleri açlık meselesine çare bulacaklarını, bizleri yoksulluk ve sefaletten kurtaracaklarını ummak, geri ülke insanına has bir saflık olacaktır. Bunlar da tıpkı savaş korkusunu şişirip yayarak, emperyalist ülkelere pazar hazırlayan savaş kundakçıları gibi, aç lığı daha etkin hale getirerek, sömürgecilere tarım ve endüstri ürünleri için pazar hazırlamanın ötesinde bir iş yapmıyorlar ve yaptıkları işin ücretini de açlık korkusunun yaygınlaşmasından çıkar sağlayan kapitalistlerden alıyorlar. Milletlerarası müşavir piyasasının ünlü simaları haline gelmiş olan bu insanlara, belirli bir plan gereğince yatağa düşmüş bir hasta gibi açlık için çare arayan geri ülkeler hükümetleri emrine verilmekte, bir taraftan bu hükümetleri aldıkları yüksek ücretlerle soyup soğana çevirirlerken, bir taraftan da kendilerine komisyon veren kapitalist ülkeler için tatlı kar pazarları hazırlamaktadırlar. Bu müşavirler o ülkeyi terkettikleri zaman, ülke halkı açlıktan daha korkutulmuş ve avurtları biraz daha çökmüş bir sürü halinde korkuları ile baş başa kalır. Fritz Baade'yi, Philip Noel-Baker ile mukayese edebilir, aynı terazinin kefelerine koyup tartabiliriz. Noel-Baker yıllar boyu silahsızlanma konferanslarına katılmış, bu konuda kitaplar ve makaleler yazmış, sonunda savaş korkusunun daha da yaygınlaştığı bir Dünya'da Nobel Barış Ödülü beraatını cebine koyarak, savaş korkusunun tüccarı gibi yaşamaya razı olmuştur. Baade yurdumuzda yıllarca öğretim üyeliği, müşavir olarak yüksek ücretler aldıktan sonra, açlık korkusuna karşı almamız gereken tedbirleri rapor sahifelerine dökmüş, fakat ömrünün son yıllarında bütün bu tavsiyelere rağmen açlığın daha da etkinleştiği bir Türkiye, bir Hindistan ve bir Pakistan ile daha yüzlerce ülkenin bu korkunun ezgisi altında felce uğramış sürüler gibi, emperyalistlere teslim olduğunu görmüştür. Bize kalırsa, ölüm korkusunu, savaş korkusunu ve açlık korkusunu yaratıp, Dünya yüzüne yayanlar, bu korkulara hiçbir zaman cevap ve çare aramadılar. Onlar yalnız korkuların edebiyatını ve ticaretini yaptılar. Bu suretle bezirgânlar, örneğin bir köy bakkalı gibi önce kendi ceplerini doldurdular, ünlü kişiler haline geldiler ve onları finanse eden çıkar çevreleri ile kendi toplumlarına yararlı oldular. Meseleleri akılcı bir yoldan ele alamayan iyi niyetli geri ülke insanları, korkularının etkisi altında büzüldükçe, büzüldüler ve üzüldükçe üzüldüler. Philip Noel-Baker, Le Courrier isimli dergide yayınladığı ve Prof. Seha L. Meray tarafından dilimize çevrilen «Bilim ve Silahsızlanma» isimli makalesine Sovyetler Birliği Bilimsel Akademesi’nden V.t. Vernadsky'nin 1922 şubatında söylediği bir sözle başlıyor :
154 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu ( **) İnsanın atom enerjisini elde edeceğini, başka bir deyimle, yaşayışını dilediği gibi kurabileceği gün uzak değildir... Acaba bunu iyi bir biçimde kullanmayı bilebilecek mi; kendisini yok etmek için kullanmamayı becerebilecek mi? Bilimin insana er geç vereceği bu gücü kullanabilecek olgunluğa, insan erişmiş midir? Zaman Vernadsky'nin şüpheci olmakta haklı olduğunu göstermiştir. Çünki insanlar bu söz söylendikten bir süre sonra atom enerjisini kontrol altına almışlar, fakat bunu iyi niyetle kullanmamışlardır. Tıpkı bunun gibi, açlık tehdidinin de bir gün mesele haline geleceği Malthus tarafından yıllarca önce söylenmiş ve bilginler, insanları bu tehditten kurtarmak için bazı çareler bularak politikacılara yol göstermek istemişlerdir. Politikacılarla, emperyalistler açlık korkusunu da bir çıkar aracı olarak kullanmayı bildiler. Tıpkı savaş korkusu ve bu korkunun yarattığı atom gücü gibi, açlık korkusu, bunun çaresi gibi görünen buğday stoklarını yarattı... Artık hem atom bombalarının ve hem de buğday stoklarının aynı ellerde toplandığını görüyoruz. Bunları elinde tutanların hem savaş korkusunun ve hem de açlık korkusunun hoparlörlüğünü yapmaları doğaldır. Çünkü bu korkunun çareleri olabilecek silahlar onların elindedir ve onlar çocukları üzerine elbise geçirilmiş süpürgelerle, öcü geliyor diye korkutan ana ve babalar gibi, geri ülkeleri korkutmayı, bu korkular üzerinden çıkar ve rahatlık sağlamayı çok iyi biliyorlar. Philip Noel-Baker de makalesinde bunu maharetle yapmakta ve açıklamaları barışı gerçekleştirmek şöyle dursun, geri ülke insanı için korkutucu olmaktadır. Böyle bir yazının yayınlanması ve «Le Courrier» gibi Dünya'nın her tarafında okunan Milletlerarası bir dergide yer almış bulunması, birçok geri ülkenin savunma bütçelerinin kabarmasına ve daha çok insanın silah altına alınmasına sebep olacaktır. Savunma bütçelerinin kabarması, savaş araçları imal eden endüstrilerin daha çok müşteri bulması ve kazançlarını artırması demektir. Daha çok genç insanın tarlalardan çekilerek silah altına alınması ise, bu ülkelerde açlığın daha etkin hale gelmesine ve üretim artıkları ile tarım araçlarının alıcı bulmasına sebep olacaktır. Amerikan Tarım Bakanı da, Chicago'da açlık üzerine nutuk çekerken aynı amaçların gerçekleştirilmesine çalışıyordu. Bu nutkun Türkçe bir kopyasının Türk Tarım Bakanlığındaki memurların masaları üzerine dağıtılmasının asıl nedeni budur. Savaş korkusu yaygınlaştıkça, silah alışverişi artacak, açlık daha etkin bir hale gelecektir. Açlık etkinleştikçe, üretim artığı yiyecek maddelerine alıcı bulmak daha da kolaylaşmakta ve milyonlarca insanı silah patlatmadan öldürmek mümkün hale gelmektedir. İngiltere Başbakanı 1964 yılında, mese leleri barışçı bir açıdan ele alarak şöyle demişti: (**) Savunma (kimse saldırma deyimini kullanmaz) gerçek kaynaklarımızda, yabancı döviz değerlerinde, az bulunur işgücü kategorilerinde, en ileriye gitmiş endüstri kollarınızda çok büyük bir yer tutmaktadır. Savunmanın araştırma ve geliştirilmesinde çalışan bilim adamlarının ve teknisyenlerin beşte birini kendine çekmekte ve araştırma ile geliştirmeye ayrılan bütün giderlerin % 40'ını yutmaktadır. (**) Nükleer silahların geliştirilmesine ayrılmış para, malzeme ve bilimsel bilgi kaynakları, meteorolojik değişmelerin nedenlerinin incelenmesini ve yeni bilgileri güvenilir ön-
Savaş Korkusu
155
görü haline çevirecek ordinatörler için sağlanmış olsaydı, meteorolojide bu yoldan elde edilecek ilerleme, tarım ürünleri ile tüketime elverişli kaynakları daha çok artırmayacak mıydı? (**) Eğer silahların geliştirilmesi işiyle uğraşan bilim adamları ve teknisyenler, şimdi ellerine verilen malzeme ve olanaklarla, barışçı amaçlar güden tarımsal endüstri ve tıp araştırmaları ile görevlendirilmiş olsalardı, bu bilim adamları ve teknisyenlerin yapacakları çalışmalar, kişisel düzeyde olduğu kadar sosyal düzeyde de, insanın yaşayışına bir devrim getirmiş olurdu. Görüldüğü gibi teknolojileri ileri ülkeler, savaş korkusu ile birlikte açlık korkusunu da geliştirmek için, hem para hem de teknisyen bakımından büyük yatırımlar yapıyorlar. Bu ülkelerin yöneticileri zaman zaman ifade ettikleri gibi barış taraftarı ve cehalete, açlığa, yoksulluğa karşıt kişiler olsalardı, silahsızlanma çalışmalarına hız verir, silahların geliştirilmesi için harcanan emek ve parayı tarım kesimindeki çalışmalara aktararak daha mutlu bir Dünya yaratırlardı. Fakat bu yapılmamaktadır. Bu yapılmadıktan başka, geri ülke insanını korkutmaktan öteye hiçbir işe yaramayan ve kendi güçlerini onlara hatırlatıp korkularını derinleştiren gösterileri ihmal etmiyorlar. Bu çabalar insan sürülerinden ibaret «Korku Toplumları» yaratıyor. Korku toplumları Orta Çağ'da vardı. Bunlar o tarihlerde, kiliseden, krallardan korkuyorlardı. İlk çağlarda insanlar ateşten, sudan, güneşten, yıldızlardan korkarak, onlara taptılar ve korku toplumları olarak yaşadılar. Çağımız insanı ise, ölümden, açlıktan, savaştan korkan ve bu korkuların ezgisi halinde sürüleştirilen topluluklar halindedir. Philip Noel-Baker ünlü makalesinde, askeri araştırmalar ve bunların uygulanmasına ilişkin rakamlar verirken, herkesi korkutacak bazı gerçeklerin propagandasını yapıyor. İngiltere ve ABD'nin 1938-1965 yılları arasında bu maksatla harcadıkları para miktarlarında korkunç artışlar olmuştur. Askeri Araştırmalar İçin Harcanan Para Miktarında Artışlar Yıllar
Milyon İngiliz Lirası İngiltere
ABD Milyon dolar
1938 – 1939
5,7
-
1939 – 1940
7,9
26,4
1947 -1948
40,0
529,2
1951 – 1952
80,0
821,0
1953 – 1954
100,0
1569,2
1957 -1958
204,0
1407,9
1960 – 1961
228,0
8400,0
1964 -1965
250,0
13400,0
(*) Meray, Seha L., Bilim ve Silahsızlanma, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt XXIII, Sayı 2, 1968 den alınmıştır.
Philip Noel – Baker iki kez İngiliz kabinesinde bakan olmuştur. 1942 – 1945 yılları savaşın e çetin yıllarıydı. 1945 – 1951 yılları arasında bakanlık koltuğunu muhafaza edebilen Baker, hem savaş sırasında ve hem de savaş sonrası süresinde ortaya çıkan sömürge meselelerini çok iyi bilmektedir.
156 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Eski bir bakan ve sömürgeci İngiltere’nin bakanı olarak “Bilim ve Silahsızlanma” isimli makalesini yazarken, Philip Noel-Baker’in kullandığı ağız, bu kitabın 3 üncü bölümünde “Cadı Kazanı” başlığı altında incelenen ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman’ın Chicago nutkunda benimsediği ağza çok benzemektedir. Philip Noel-Baker bu makalesinde İngiltere ve Amerika'nın savaş gücünü ortaya koyup bizleri korkutmaya çalışırken, ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman da kendi ülkesinin tarımsal üretim gücünü ortaya koyarak, aç ülkelerde açlık korkusunu daha etkin bir hale getirmeye ve onlara traktör, tohumluk, gübre, tarım ilacı satmaya, yüksek faizle borçlandırarak para kazanmaya çalışıyor. 3 üncü bölüm tekrar incelenecek ve Freeman'ın Chicago Dış Münasebetler Konseyi'nin Sheraton Blackston otelinde düzenlediği öğle yemeğinde 29 Mayıs 1968 günü yaptığı konuşmadan aldığımız pasajlar ile Philip Noel-Baker'in UNESCO tarafından yayınlanan Courrier dergisinin Ağostos-Eylül 1967 nüshasında yayınladığı makaleden buraya aktaracağımız pasajlarla mukayese edilecek olursa, bu iki zatın birinin açlık korkusunu ve diğerinin savaş korkusunu yaymaya çalıştıkları, açık seçik görülecektir. Bu iki döküman akılcı bir tutumla değerlendirilecek olursa, geri ülke milliyetçilerinin bu açıklamalardan öğrenecekleri ve korkularını yenmek için değerlendirip kullanabilecekleri pek çok gerçeğin mevcudiyeti görülecektir. Bu gerçekler şişirebildiği kadar şişirilmiş ve bizleri korkutmak için ne yapmak gerekiyorsa o yapılmıştır. Hem savaşın ve hem de açlığın içinde yaşayan geri ülke insanı için ise korkulacak hemen hiçbir şey yok gibidir. Bunu Hindistan'ın eski Cumhurbaşkanı Dr. SarvepaIli Radhakrishnan aşağıdaki deyişi ile çok iyi açıklamıştır. (**) Yokluk içinde bulunanlar, artık bugün kurulu nizamı "ümitsizlikten doğan bir cesaretle” ve ellerinde ölmeye razı olmaktan başka hiçbir silahları bulunmadan yıkmaya hazır durumdadırlar. İnsanlar bütün korkuların başı olan ölüm korkusunu yenebilecek ve ölümden de korkmayarak onu göze alacak kadar bunaltılırlarsa savaş ve açlıktan da korkmazlar. Çünkü, savaş ve açlık son basamakta ölümü getirir. Bir kediyi bir kapalı odaya sıkıştırır ve bir tekme vurursanız, kedi korkar, odanın bir köşesine büzülerek kendini korumaya çalışır. Onu bu köşeden, saklanacağı diğer köşede tekrar sıkıştırır ve tekmelemeye devam ederseniz, o zaman üç kiloluk kedinin sizin yetmiş kiloluk ağırlığınızı dikkate almadan pençelerini çıkarıp gözünüze sıçradığına ve sizi parçalamak için bütün gücünü seferber ettiğine şahit olursunuz. Kedi usta davranırsa bu girişiminde başarıya ulaşabilir. Odanın kapısını açıp kaçmak çok zaman kediden önce, onu tekmeleyene düşer. Korku, canlıları bazen uyuşturmakta, bazen de olağanüstü bir güç kazanmalarına sebep olmaktadır. Geri ülke insanını bir kedi gibi bir köşeye sıkıştırarak korkularının baskısı altında tutmaya çalışan emperyalistler, bundan dolayı çok dikkatli davranmak, korku dozunu iyi ayarlamak durumundadırlar. Bu insanlar ölümü de göze alacak kadar korkutuldukları zaman, bütün güçlerini ortaya koyarak korkunç bir savunmaya geçebilirler. Nitekim durum Vietnam'da Çekoslovakya'da böyle olmuştur. Bir kedi kadar küçük toplumların dev toplumlara ölümü göze alarak saldırmaları, tarımsal üretim artıkları, atom bombaları, biyolojik silahları ile öğünenlerin kapıyı aralayıp mücadele sahasından kaçmalarına sebep oluyor. Paris konuşmalarında Amerikalı'ların masaya oturup gözdağı vererek uyuşturacaklarını zannettikleri Vietnam'lılarla pazarlığa girişmeleri bunun en canlı örneğini teşkil ediyor.
Savaş Korkusu
157
Giap ve Ho Şi Minh gibi akılcı ve aynı zamanda ölümü göze almış liderler yönetiminde, Amerika'nın gözüne sıçrayan bir Vietnam, dev güçleri dize getirmeye muvaffak olmuştur. İnsanları savaş korkusu ve açlık korkusu ile yola getirmeye çalışanlar, hepimizin gözü önünde cereyan eden bu tecrübeden yararlanmaları gerekiyor. Bundan dolayı Nobel Barış Ödülü almış, İngiltere'ye on yıl bakanlık etmiş olan Philip Noel-Baker ile on yıla yaklaşık bir süreden beri Amerika'nın Tarım Bakanlığını yapan Orville L. Freeman'ın çok dikkatli davranmaları, insanı ölümüde göze alacak kadar korkutup bunaltmamaları gerekiyor. Meray'ın çevirisinden öğrendiğimize göre 1932 yılında Milletler Cemiyeti'ne sunulan ve konferansta ele alınan başlıca silahsızlanma sorunları şunlardı: (**) Asker sayısının hak gözetirlik içinde azaltılması ve sınırlanması, (**) Askeri uçakların ortadan kaldırılması, (**) Büyük savaş gemileri ile denizaltıların yok edilmesi, (**) Deniz kuvvetlerinde silahsızlanmaya gidilmesi, (**) Askeri bütçelerin azaltılması ve denetlenmesi. İnsanlar İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, savaş korkusu ile geliştirmeye çalıştıkları bu ilkelere hiç bir zaman uymamışlardır. Savaşın bitiminden sonra ilim adamlarını da hizmetine alan savaşçı gruplar hem savaş korkusunu yaydılar ve hem de açlık korkusunun yaratıcısı oldular. (**) Vannear Bush isimli yetkili ABD Askeri Araştırma Teşkilatı'nın nasıl kurulduğunu anlatırken, yönetimi altında 35.000 araştırıcının çalıştığını söylüyor. İlk atom bombasının hazırlanmasına çalışan Oppenhejmer'in yönetimi altındaki Manhattan District Project'te Uluslararası şöhretlerin çalıştığını Meray'ın çevirisinden öğreniyoruz. Aynı çeviride açıklandığına göre Kennedy 1963 Ocak ayında Kongreye gönderdiği ekonomik mesajında şöyle diyordu: (**) Amerika Birleşik Devletlerinin uzay ve nükleer enerji alanlarındaki programlarında, ülkenin bilimsel ve teknik araştırmalar için elinde bulunan yetenekli uzmanların üçte ikisi çalışmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri nükleer enerji alanındaki programının küçük bir parçası, sivil amaçlara yönelmiş olduğundan, Amerikalı bilimsel araştırma uzmanlarının % 60'ının ulusal savunma için çalışmakta olduğunu söylemek gerçeğe pek aykırı olmayacaktır. Bu yüzde oranı, İngiltere'de daha düşüktür. Uzmanların % 20'si ve ulusal bütçenin % 40'ı bu işlerde kullanılmaktadır. Fakat Başkan Kennedy'nin aşağıdaki sözleri her iki ülke için de geçerlidir. «Bu yolda ödenen fiyat yüksektir. Çünkü bunun için ekonominin sivil kesimlerindeki bilimsel ve teknik alanlarda zaten yetersiz olan kaynaklardan çok büyük kısıntılar yapmak gerekmiştir.» 13 milyar 400 milyon dolarlık bir bütçenin finanse edebileceği işletmelerin alanı çok geniştir. Demokrat Parti'nin 1964’de kabul ettiği seçim programında, başkan Johnson şu sözü vermekteydi: «Askeri araştırmalar ve bunların uygulanması konusunda Dünya'nın en büyük çabasını süregötürmek zorundayız. Bu da silahlar ve donatım bakımından Amerika'nın üstünlüğü sağlamak için 1961’den bu yana 200 yeni programı yürürlüğe koymak demektir.»
158 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Batılı ülkeler, diğer toplumları ürküten bir savaş hazırlığına girerken, Rusya'nın boş durmayacağı aşikârdır. Ancak ayrı bir politika güttüğü için, bu ülkede yapılan çalışmalar ile bu çalışmalar için harcanan para miktarını bilemiyoruz. Fransa, Federal Almanya, İtalya, Birleşik Arap Cumhuriyeti, İsrail, Çin hatta Hindistan ile Pakistan bile askeri araştırma kurumlarına sahiptirler. İki karşıt Dünya görüşünün temsilcisi olan Rusya ile Birleşik Amerika'nın bu alanda ulaştığı ve gerçekleştirdiği ilerlemeler geri ülkelerden başka, bu ülkelerin halkını da etkilemiş ve insanlar kendi elleri ile yaptıkları silahlardan korkmaya başlamışlardır. Tıpkı açlığı yaratanların bugün açlıktan korkmaları gibi... ABD tarımsal üretim artıklarına sürekli pazarlar bulmak ve bunları devamlı olarak el altında bulundurmak için, Hindistan, Türkiye ve Pakistan gibi ülkelerin tarımsal üretim olanağını dolaylı yollardan geniş çapta tahrip etmiş, fakat bu ülkeler tahıl ihraç eden ülkeler olmaktan çıkıp, hazır yiyiciliğe alışınca, milyonlarca aç insanı doyuracak güçte olmadığını anlayarak, geri ülkelerde tarımsal üretimi yeniden teşvik etmeye ve bu ülkelere tahıl yerine gübre, ilaç, tohumluk, araç ve gereç satarak aynı geliri sağlamayı denemiştir. Birleşik Amerika'dan yılda 4 milyon ton buğday ithal ederek sıraya girmiş olan Hindistan'ı bugün yılda 11-12 milyon ton ithal buğdayı doyuramıyor. 1937 yılında çok miktarda buğday ihraç eden Türkiye, halkının ekmek ihtiyacını karşılamak için bu yıl 350.000 ton buğday ithal etmeye karar vermiştir. Bu 350.000 tonluk ihtiyacın zamanla daha da büyüyeceğini bugünden biliyoruz. Tıpkı savaş araçları gibi, açlıkta geri tepen bir silah gibi, bunu yaratanları korkutmaya ve yeni tedbirler düşünmeye zorlamıştır. Çağımızda savaş korkusu ile açlık korkusu başbaşa gitmekte, açlık korkunç bir felaket haline gelirken, klasik silahlarla birlikte nükleer ve biyolojik silahlarda aklın almayacağı gelişmeler olmaktadır. Philip Noel-Baker'in makalesinde bu silahlardaki gelişme şöyle anlatılıyor: (**) Klasik Silahlar: Hitler Almanya'sının teslim olduğu 1945 Mayıs’ında, nükleer enerjili silahların - Hitler'in V2 kalıntıları dışında - balistik araçların, saatte 600 kilometreden hızlı giden uçakların, inişsiz 600 kilometreden öteye uçuş yapabilen bombardıman uçaklarının, bunlardan hiçbirinin olmadığını düşünmek bile bugün için güç olmuştur. O zamanlar, nükleer enerjiyle çalışan denizaltı ya da denizüstü savaş gemileri de yoktu. Klasik torpil, deniz savaşlarının en öldürücü silahıydı. Alman kimyacıları çok güçlü yeni zehirli gazlar yapmışlardı; ancak Hitler'in yanında çalışanlar, yenilginin yaklaşmakta olduğunu sezerek bu gazların kullanılmasını önleyebilmişlerdi. Savaşan her iki tarafın da büyük biyolojik silah depoları vardı; fakat savaşan devletlerden hiçbiri bunları kullanmanın yaratacağı genel ayıplamayı ve stratejik bakımdan kestirilmez sonuçlarını göze alamamıştı. Hitler'in devrilişine kadar savaş, hemen hemen yalnız, Birinci Dünya Savaşı’dan kalma klasik silahların geliştirilmiş örnekleriyle yapılmıştır. Yirmi yıl sonra da klasik silahlarda çok büyük yenilikler yapılmıştır. Amerikan uçaklarının en yeni iki tipi B.58 ve B. 70 tipleridir. Birinci tip (B.58) 50 megatonluk (50 milyon ton TNT'ye eşit güçte) bir bombayı taşıyabilmektedir. Bu uçak New England Paris arasını, üç saati biraz aşan bir süre içinde almıştır. (B. 70) uçağına gelince, ses hızının üç katında bir hızla gidebilecek biçimde düşünülmüştür; bu uçak Amerikan ordusu için seri halinde yapılmaya başlanırsa, uçaklardan herbiri 100 milyon dolara çıkacaktır. İngiltere'de TSR 2 uçağı yapılırsa, bu uçak yeri yalarcasına sesin iki katı bir hızla uçacaktır. TSR 2 hedefine doğru otomatik yönetilebilecek ve otomatik olarak çıkış yerine döne-
Savaş Korkusu
159
bilecektir. Pilot ancak kaza söz konusu olursa, karışma durumunda kalacaktır. Havada binlerce kilometrelik uzaklığa uçabilecektir. Günümüzün denizaltısı, itiş gücü olarak nükleer enerji kullanmaktadır. Su yüzüne çıkmadan binlerce mil yol almakta, haftalarca su altında kalabilmekte, Kuzey kutbunun buz başlığı altında gidebilmekte, bu başlığı delebilmekte ve füzeler fırlatabilmektedir. Açık denizde dalmışken de füze fırlatabilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Johnson'un sözleriyle, «bizi balistik füzelerin saldırısına karşı hemen hemen anında uyaracak ufuk ötesi radarlar yerleştirilmektedir.» Havadan keşif fotoğrafçılığı öylesine gelişmiştir ki, birçok uçak birkaç saat içinde bütün Sovyetler Birliği’nin fotoğrafisini alabilmektedir. 20.000 metre yükseklikten yeryüzündeki çok küçük cisimlerin (örneğin bir golf topunun) resmi çekilebilmektedir. Benzer gelişmelerin tanklara, toplara, su üstü savaş gemilerine, özellikle uçak gemileriyle, denizde - karada gider çıkarma gemilerine hatta tüfeklere, makineli tüfeklere ve İkinci Dünya Savaşı’nın öteki bütün silahlarına ilişkin olarak da gerçekleştiğini görmekteyiz. Fakat daha çok kütlesel yok etme silahları ile uğraşılmıştır. Ve en çok para yutan da bu silahlar olmuştur. Philip Noel-Baker'in bu açıklamaları 1932’de Milletler Cemiyeti Konferansı’nda ortaya atılan ve uygulanmaya çalışan kararlara, kimsenin uymadığını göstermektedir. İnsanları kitle halinde yok etmek için kullanılan silahları böylece geliştirenler, açlığı geri ülkelere yayarak insanları bu yoldan yok etmeyi de ihmal etmediler. Geri ülke insanı silahlarda kaydedilen bu gelişmelerden bir noktada etkilenmemek te fakat açlığın sinsi tahribatı ve insanı tümüyle alçaltan yoksulluk onu perişan duruma sokmaktaydı. Bundan dolayıdır ki, silahlardaki gelişmeler, güçlü toplumların birbirlerini korkutmaları ve aç bırak ma taktiğindeki gelişmeler de geri ülkeler insanlarının korkutulmaları için bir sindirme vasıtası olarak kullanılmıştır. İleri ülkeler kendi aralarındaki korkutma ve sindirme yarışını, klasik silahlardan çok, nükleer silahlar üzerinden sürdürdüler. Bu noktada gene Philip Noel-Baker'in, Prof. Seha L. Meray tarafından türkçeleştirilmiş makalesine dönerek, nükleer silahlardaki son gelişmeleri onun dilinden öğrenmeye çalışalım: (**) Nükleer Silahlar: Nükleer silahlara ilişkin olaylar herkes tarafından bilinmektedir. Hiroşima'ya atılan bomba, İngiliz Hava Kuvvetlerinin (R.A.F) Berlin’e attığı bütün büyük çaplı bombaların bin katından daha güçlü idi. Bugün Amerika - ve şüphesiz Sovyet - bombardıman uçaklarının taşıdığı 20 megatonluk (bir megaton, bir milyon ton TNT gücüne eşittir) bombalar, Hiroşima'ya atılan bombanın bin katını aşan güçtedir. Böylece bir tek bombardıman uçağının havadan saldırısındaki verim, bir milyonla çarpılmış olmaktadır. Bir tek 20 megatonluk bomba, Müttefiklerin Almanya üzerine savaşın altı yılı boyunca attıkları bombanın ondört katına eşittir. 1945 de hemen hemen bütün Alman kentlerinin yerle bir edildiğini pek kolay unutmaktayız. Bugün pek çok sayıda 20 megatonluk bombalar vardır. Bu bombalar B. 52 (artık eskimiş sayılan B. 47 ve B. 58 uçaklarıyla, Sovyetlerin «Ayı» ve «Bizon» tipi uçaklarıyla, İngilizlerin V uçaklarıyla, Sovyetlerin kıtalar arası balistik füzeleriyle taşınabilir. Şu varki, pek çok uzman, hiçbir askeri ya da sivil hedefin böylesine güçlü bir bomba gerektirmediği kanısındadırlar.
160 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Bir geri ülke insanı için ürkütücü olan bu açıklamalar, bir lokma kuru ekmeği ve sırtına giyecek yıpranmış bir giysisi olmayan kişileri ürkütmekle kalmakta, fakat savaş ihtimalini önleyen ve dengele yen eşit ortamda açlık korkusu her zamankinden daha baskın bir etken olarak ortaya çıkmaktadır. Geri ülkelerde aydın olmayan ve okumak yazmak bilmeyen çoğunluk tehayyül sınırlarını zorlayan bu açıklamalara bir yönüyle inanmamakta, bundan dolayı da önem vermemektedir. Fakat bu insan ların yiyecek ekmekleri kalmadığı zaman yaşamak onlar için çok daha korkutucu ve ürkütücü bir hal alıyor. İşte bundan dolayı atom bombaları ile birbirine gözdağı veren ileri toplumlar, geri ülkelerde açlık korkusunu daha pratik bir sindirme aracı olarak kullanıyorlar. Öyle tahmin ediyoruz ki, Anadolu köylerinde köy ile köy mezarlığının sınırladığı çevrede yaşayan bir vatandaşımıza, ölüm ve açlık arasında bir tercih yapmasını ister ve hanginin yeğ olacağını soracak olursanız, o ölmeyi aç kalmaya tercih edecektir. Çünkü açlık ölmekten zordur onun için, insan bir defa ölür, bu herşeyin sonudur, Yaşayanlar ölümü iyi tanımazlar, analarının babalarının öldüklerini görmüşlerdir, fakat çektikleri acıyı bilmezler. Din inançlarının etkisi altında ölenin huzura kavuşacağına ve iyi bir insana cennete gideceğine inandıkları için, ölmek zor bir iş değildir onlar için... Ölümden korkmayanlar, atom bombası, zehirli gaz veya piyade tüfeği ile öldürülmek arasında da bir seçim ve tercih yapmazlar. Hatta onlara atom bombasının yüzbinlerce insanı birkaç saniye içinde öldüreceği söylenecek olursa, “oh ne ala ölüm” diyeceklerdir. Çünkü bu insanlar, yaşamaktan çoktan bezmişlerdir. Ölüm kapılarına dayandığı zaman, onları en çok üzen geride bıraktıklarıdır. Eşlerine, çocuklarına bundan sonra kimin bakacağını, onlara bir lokma kuru ekmeği kimin sağlayacağını düşünür, ölüm yatağında bile dertlenirler. Bütün yakınları ile birlikte onları da birkaç saniye içinde öldürecek, yok edecek ve hatta savaşta yok edeceği için «Şehit» payesine ulaştıracak olan bir bomba, onlar için korkunç olmanın ötesinde bir kurtuluş getirecektir. Onları köyün unutulmuşluğundan, açlıktan, sefelatten, yoksulluktan birkaç saniye içinde kurtaracak ve Tanrı'ya kadar götürecek olan bir bomba hiç de korkunç değildir. Anadolu insanı bundan dolayı savaşa, düğüne gider gibi güle oynaya gider. Geride bıraktıkları aç eşi, çoluk ve çocuğudur. O kadar. Ama açlık öyle değildir. Köylü açlığı çok iyi tanır. Onu defalarca yaşamış, mısır koçanını, süpür ge tohumunu, ekmek yapıp yemiştir. Kendisi aç iken, bebelerin ve avurtları çökmüş eşinin açlıktan mızıldandığını çok duymuştur. Yakını olan bu insanlara yiyecek birşey bulamamanın ve çaresizlik içinde kıvranmanın ne demek olduğunu yaşayarak öğrenmiştir. Köydeki insan aç iken şehirdekilerin bol bol nutuk attıklarını, onun çaresine bakmadıklarını anlamıştır. Açlıktan, bunun için ölümden daha çok korkar ve halk, ölüm temizliktir der. Ölüler ekmek istemezler. Ölüm kurtuluştur onun için. Geri ülkelerde aç kaldığı için kendini öldürenlere, tavana bir ip bağlayıp kendini asanlara çok rastlarsınız. Fakat bu ülkelerde bir lokma ekmek için ölümü göze alan ve hatta onunla alay eden pek çok insan da yaşar. Maden ocaklarında boğazı tokluğuna iyi tahkim edilmemiş tünellere girerek kömür kazan insanlar, ölümden hiç de korkmazlar. Bu insanlar tehlikeler içinde de olsa bir lokma ekmek ve karınlarını doyuracak bir iş buldukları için Tanrı'ya ve onları bu işe yerleştirenlere dua ederler. Gençler askere alındıkları zaman, hatta savaşa gönderilseler bile gam yemezler. Günde üç öğün yemekleri olduğu takdirde, onlar için ölmek veya ölüme gitmek zor bir iş değildir. Geri ülke askerlerinin üstün bir savaşçı olmasını da buna bağlayabiliriz. İleri ülkenin askeri, önce ölümden ve daha sonra açlıktan korkar. Bu insanı ölümü göze alıp, cephe ye yollamak zor bir iştir. Hanım evlatları aç kalırlarsa savaşmazlar. Çünki bunlar açlığı tanımamışlardır.
Savaş Korkusu
161
Onunla karşı karşıya kaldıkları zaman, ölümle karşı karşıya kalmış gibi ürker, silahlarını bir kenara bırakıp düşmana teslim olur, canlarını kurtarmaya ve karınlarını doyurmaya bakarlar. İşte Orville L. Freeman ile Philip Noel-Baker'de bunlardandırlar. Bu insanlar açlığı hiç tanımaz ve ölümden de alabildiğine korkarlar. Bundan dolayı açlık korkusu ile ölüm ve savaş korkusunu yaymaya çalışırlarken, bir çelişmeye düşmekte ve bu çeşit korkuların herkesi yıldıracağını zannetmektedirler. Bir noktada Orville L. Freeman daha olumlu bir çaba içindedir. Çünki geri ülkeleri açlıkla tehdit etmek, savaşla tehdit etmeye nazaran çok daha etkin olabiliyor. Yukarda açıklamaya çalıştığımız psikoloji içinde, açlık geri ülke insanını daha çok korkutmaktadır. Fakat bu insanlar açlığa dayanmayı ve yokluğa direnmeyi de bilirler... Kendi toplumları içinde bile, istemedikleri kimseyi ölümle tehdit etmek en son başvurdukları çarelerden biridir. Fakat sevmediklerini sık sık çoluk çocuğu ile birlikte açlığa mahkûm eder yahut böyle yapacaklarını söyleyerek baskı altına alırlar. İnsanlar işlerinden çıkarılır, bir lokma ekmeğe muh taç hale getirilirler. Hükümetler değişip, iktidarlar karşıt kişilere devredildiği zaman bölük bölük insan işinden çıkarılır. Bu ölümden çok daha fena bir sonuçtur geri ülkede... Aç kalanlar veya aç bırakılanlar çok ızdırap çeker, sonunda da kurtuluşu ölümde bulurlar. Kendilerini öldürür, yok ederler, çünki ölüm temizliktir. Uzun yıllar hizmet ettikleri halde emekli olduktan sonra karınlarını doyuracak kadar para alamayan emekliler arasında kendini tavana asanlar pek çoktur. Böyle olmasına rağmen ölçüleri değişik olan ileri ülkelerin korku hoparlörleri, insan öldürme güçlerini dile getirerek, sömürdükleri ve yavaş yavaş öldürdükleri geri ülkenin masum insanını daha da mutsuzlaştırmak istiyorlar. Philip Noel Baker şöyle devam ediyor: (**) İngiltere İçişleri Bakanlığının yayınladığı bir Sivil Savunma El kitabında şöyle denilmektedir. Eğer 10 megatonluk bir bomba Londra'nın göbeğine atılmış olursa; London County Council bölgesinde (aşağı yukarı 13 kilometre çapında bir tüm yerle bir etme bölgesinde) onarılmaz zararlar verecektir. Bundan başka bütün metropol bölgesinde (elli kilometre bir daire içinde) daha az zararlar verecektir. «Fakat İngiltere kentlerinin çoğunda, yakıp yıkılmış bölge, kenti aşarak kırlara taşacaktır.» Başka bir deyimle, bütün İngiltere'de tümüyle yerle bir edilmesi için 10 megatonluk bir bombanın atılmasını gerektirecek bir tek hedef vardır. Sovyetler Birliği 1961 de 57 megatonluk bir bomba patlatmış, bu gücü 100 megatona çıkarabileceğini söyleyerek, haklı olarak da övünmüştür. Amerika Birleşik Devletleri’nin 50.000–60.000 megatonluk bir güç oluşturan nükleer silahları depolamış olduğu hesaplanmıştır. Sovyetler Birliği’nin stoku en az 20.000 megatondur. İngiltere ile Fransa'nın stokları daha azdır. Amerika'nın stokları arasında «onbinlerce taktik silah» vardır. Yetkili uzmanların bazılarına göre, biyolojik silahlar bugün neredeyse nükleer silah stokları tehlike yaratacak niteliktedir. Aslında korkunç olan bu açıklamalar, Van'ın köylüklerinde yaşayan bir insana ne anlatır ki... Bu silahlar Londra yerine Hakkari ilimize atılsa kim zararlı çıkar? Bu silahlar kadar, bu silahlar üzerinden yaratılmak istenen korku da batı ve doğu bloklarının patronlarını ilgilendirir. Emperyalistlerin, aç, cahil ve yoksul bırakarak bunalttıkları ve ellerinden
162 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu var ile yoğunu çekip aldıkları milyonlar için, bütün bunlar korkulacak şeyler değildir bile... Onlar yalnız açlıktan ve çoluk çocuğu ile birlikte yiyecek bir şey bulamamaktan korkarlar. Mağaralarda yaşama, yırtık pırtık giysiler içinde gezmeye, uygarlığın nimetlerinden yararlanmadıkları halde, hallerine şükretmeye alıştıkları için, bu insanlar yaşamalarına yardımcı olan ve onları ayakta tutan kuru ekmeklerini kaybetmenin ötesinde hiçbir şeyden korkmamakta, açlığın ötesinde bir felaket düşünememektedirler. Bundan dolayı açlığı silah olarak kullananlar, atom bombalarını bir korku aracı olarak piyasaya sürenlerden daha başarılı oluyorlar. Bundan dolayı atom bombası yalnız bir defa patlatılmış, fakat insanları aç bırakarak açlık korkusu içinde dize getirme taktiği geri ülkelerde ve sömürgelerde emperyalistler için çok daha başarılı sonuçlar vermiştir. Bugün Türkiye'miz de açlıkla tehdit edilen ülkelerden biridir. Ülkemize yerleştirilen Amerikan üslerinde atom bombası olduğundan yakınıp, tehlikeyi ortaya koymaya çalışanlar bu noktada yanılıyorlar. Bu üslerdeki atom bombaları bir gün kullanılacak olursa, bu zaten Dünya'nın sonu olacaktır. Türkiye'de atom bombası kullananlar, yenik düşerler. Çünkü Hakkâri, Londra değildir. Ama Türkiye'de açlık korkusunu yayarak ve insanları aç bırakarak, daha çok Türk'ü daha ucuza öldürebilirsiniz. Hem de bu operasyonun ismi savaş olmayacak ve tepki de yaratılmayacaktır. Açlık korkusunu bir kalkan gibi kullanarak bu titiz milleti, analarının ve bacılarının apış aralarına helezon takmaya, gebeliği önleyecek haplar yutturarak çocuk doğurmamaya razı etmek mümkün olmuştur. Bize kalırsa Philip Noel-Baker'in sözünü ettiği klasik silahların hiçbiri ile Türkiye'de helezon lar ve gebeliği önleyici haplarla yaptığınız tahribat kadar tahribat yapamazsınız. Atom bombası yetiş kinleri öldürmekte ve gürültü ile patlayıp Dünya'yı ayağa kaldırmaktadır. Yıllarca önce Hiroşima ve Nagazaki’de patlatılan bombanın yankıları bugün bile sürüp gidiyor. Dünya milletleri Amerika'dan biraz da bu yüzden nefret ediyorlar. Bu bombayı atan pilot, günahının baskısı altında deli olmuştur. Fakat açlık öyle değildir. İnsan ları aç bırakarak, karınlarını tahılla şişirip, onlara münasebetsiz yiyecekler yedirip karınları şiş olduğu halde gizli bir şekilde hasta edebilir ve daha sonra da öldürebilirsiniz. Yiyecek maddeleri pahalılaşır, et ihraç edilir ve bu suretle elde edilen dövizle tahıl ve ilaç alınacak olursa, geçim bunalımına düşen milyonlar anaları ile bacılarının helezonlanmasına razı olur ve bu işi yabancı parasıyla bir sosyal hizmet gibi yapan kliniklere kadar kendi ayakları ile gelirler. Orada güler yüzlü hekimler, hemşireler, kafaları çalışmayan ve uzağı göremeyen burjuva kadınları gelenleri helezonlar ve yüzbinlerce insanı daha Dünya'ya gelmeden yok ederler. Onlara ana rahmine düşme şansı bile tanımazlar. Bundan dolayı biyolojik silahlar hem yalın savaşın ve hem de sessiz savaşın daha etkin araçları, klasik silahlara nazaran daha öldürücü vasıtaları haline gelmiştir. Fakat bu silahları geri ülkenin bilinçsiz insanına tanıtmak ve onlara korunma, savunma çarelerini öğretmek aynı şekilde zor bir iştir. Bu anlayış güçlüğünden dolayı biyolojik silahlar, barış olarak isimlendirdiğimiz, çağdaş sessiz savaş ortamında sürekli olarak kullanılıyor. Bunların başında toplumları aç bırakma ve çok tahıl az et yedirerek zaman içinde göçertme taktiği başta gelir. Philip Noel-Baker, Prof. Seha L. Meray tarafından Türkçeleştirilen makalesinde Biyolojik Silahlar'ı bize şöyle tanıtıyor: (**) Amerika Birleşik Devletleri'nde Chemical Corps’u (Kimyasal ve Biyolojik Silahlarla görevli teşkilat) 1957 yılına kadar yönetmiş olan General J. H. Rotschlld, bir kitabında (Tomorrows Weapons) biyolojik silahların küçük miktarda kullanılması yüzünden, lojistik açıdan ideal bir silah olduğunu belirtmektedir; böyle bir silah «yüzbinlerce kilometrelik alanlara» saldırıda bulunma olanağını sağlamaktadır. Elverişli bir rüzgâra
Savaş Korkusu
163
göre bırakılan ajan, «etkisinden hiçbir şey yitirmeden çok uzaklara gidebilecek, yüzlerce kilometre genişliğinde kalın bir bulut» meydana getirecektir. Bütün insan hastalıkları, özellikle en salgın ve en virüslü olan hastalıklar birer biyolojik silah olabilir. Rotschild sözlerine şunları eklemektedir. «Mikrobun antibiyotiklere karşı direnci de artırılabilir» Böylece hastalığın bakımı da güçleşmiş olacaktır. Savaş ve sindirme amacı ile bu çeşit çarelere başvurabileceklerini bir zamanlar yetkili makamlar işgal etmiş generallerin ağzından ifade edenlerin, insanları açlık veya doğum kontrol hapları ile sessiz sedasız yok etmekte hiçbir sakınca görmeyecekleri kolayca söylenebilir. Esasen bu kitabımızın önceki bölümünde ve daha önce yayınlanan «Sessiz Savaş» isimli kitabımızda bu uygulamalardan, özellikle Amerika'lıların Vietnam'daki girişimlerinden söz etmiştik. Çıkarına hizmet etmeyen, ona alet olmayan ve onun gibi düşünmeyenlere hem batılı ve hem de doğulu emperyalistler her çeşit eziyeti reva görmekte, altına imza koydukları halde, Milletlerarası anlaşmalar ile İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'ni tümüyle unutmaktadırlar. İkinci Dünya Savaşı'nda Kanada'nın Askeri Sağlık Servisi komutanı ve biyolojik silahların denenmesinden sorumlu olan, savaştan sonra Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO) genel müdürlüğüne atanan General Brook Chilson şöyle diyor: (**) Araştırmanın bu yeni alana yönelmiş olduğunu 1957 yılında açıkladıktan sonra, «şimdi kolera, tifus gibi genel hastalıkların virüs gücünü çok büyük ölçüde artırmaya çalışılmaktadır.» Böylece aşı ve öteki korunma olanaklarını etkisiz kılma sağlanacaktır. Bu araştırmalar, insanlığın geleceği için çok büyük bir tehlike olarak ortaya çıkmaktadır. General Chilson, tifus ve kolera gibi hastalıkların geri ülke insanını yok etmesine Dünya Sağlık Teşkilatı Genel Müdürü olduktan sonra da engel olamamış veya olmamıştır. Şu halde Chilson'un «İnsanlık» olarak tanımladığı gurubun kim veya kimler olduğunun bilinmesi lazımdır. Tifus ve Kolera bugün bile birçok geri ülkede tahribatını yapıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye'de tifusten çok insan ölmüş bu hastalık birkaç yıl önce sınırlarımıza kadar dayanmıştır. Fakat Kanadalı generaller ile Amerikalı generaller için, geri ülke insanı «İnsanlık içi» yaratıklar değildir. Onlar insan denilince, milletlerarası toplantılarda çektikleri nutuklarda söylediklerinin aksine yalnız kendi insanlarını ve karşılarındaki güçlü ülkelerin insanlarını anlamaktadırlar. Açlık pratik olarak tifus ve koleradan daha çok tahribat yaptığı için geri ülkelerde ayrıca etkinliği yükseltilmiş kolera ve tifus virusu kullanmaya, hiçbir zaman lüzum olmayacaktır. Bu insanlar gizli açlıktan zaten ölmektedirler. Meray tercümesine şöyle devam ediyor: (**) Biyolojik silahların kitlesel yoketme silahı olarak kullanılacağında en küçük bir şüpheye bile yer yoktur. Amerikan Chemical Society, yalnız 200 kiloluk böyle bir madde taşıyan bir bombardıman uçağının, herhangi bir hastalığı 90.000 kilometre karelik bir alana yayabileceğini hesaplamıştır. Biyolojik savaşa ilişkin araştırmalara ayrılan ödenekler son yıllarda çok artırılmıştır. Biyolojik silahların şimdiki hızlı gelişmelerine karşı çıkmak için yapımı, depolanmaları ve kullanılmalarına ilişkin başka bir kanıt da öne sürülebilir. Bu silahların teknik sorunları, bir kez çözümlendikten sonra, bu silahların üretimi çok ucuza gelecektir. Oysa bu maddelerden çok az bir miktarı böylece pek çok ülke, hemen hemen hiç denilecek bir para karşılığında, çok büyük bir yok etme gücünü elde bulundurabilecektir. Eğer silahlanma yarışı durmazsa, bu tehlike hiç şüphesiz Dünya'yı yakın bir gelecekte tehdit edecektir.
164 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Meray'ın çevirisi böylece devam ediyor. Yazar Philip Noel-Baker kimyasal silahların korkunçluğunu bütün çıplaklığı ile ortaya koyduktan sonra, bunlarla neler yapılabileceğini, radyaktif döküntülerin nelere sebep olacağını anlatıyor. Özellikle atom bombalarının patlatılması halinde, karşı karşıya kalına cak tablonun ana çizgileri ile tasvirine çalışıyor. Bütün bunlar işi tıkırında olan ve Londra ile Newyork' da yaşayan bir uygar insan için çok düşündürücü sonuçlardır. Fakat bu çeşit silahların geri ülkelerde hiçbir zaman kullanılmayacağını da takdir etmeliyiz. Her şeyin en ucuzu ile yok edilmeye çalışılan geri ülke insanı için, yalın savaşta da, sessiz savaşta da biyolojik silahlar en iyi tahrip araçlarıdır. Bu ülkeler insanı cahil olduğu için, kendini bu çeşit silahla ra karşı koruyamaz ve kolayca öldürülebilir. Bizim anladığımıza göre yapılacak iş, biyolojik savaşın, barışta ve yalın savaşta kullanılan kurallarını geri ülke halkına öğretmek ve savunma yöntemlerini tanıtmak en pratik çare olacaktır. Emperyalistler bu ihtimali ortadan kaldırmak için, geri ülkeler eğitimine de el koymuş ve halk tabakaları ile genç kuşaklara, böyle bilgilerin aktarılmasını engellemiş bulunuyorlar. Bundan dolayı şimdilik yapılabilecek en iyi şey, eskiden olduğu gibi işi kadere bırakmak ve korkunun karşısına korkusuz bir davranışla çıkmaktır. Akılcı olmak, Üniversitelerimizde, araştırma laboratuvarlarımızda biyolojik savaşın silahları inceleyerek bunlara karşı tedbir düşünmek, özellikle Türkiye için en iyi girişimlerden biri olacaktır. Fakat henüz üzerimizde uygulanmakta olan gizli açlık projesi ile doğum kontrolünün, bizi nereye kadar götürebileceğini bile anlayamamış bu konuda ciltlerle kitap yazmış olmamıza rağmen, kamuoyunu ve aydınları gereğince uyaramamış bulunuyoruz. Beri taraftan Rockfeller kuruluşu Hacettepe Üniversitesine 1967 yılında 250.000 dolar, Ford vakfı 1968 yılında 375.000 dolar bağış yapmış ve araştırma, uygulama, demostrasyonlar yapılarak uyanmanın gecikmesi için tertiplerini almıştır. AID'nin verdiği bir miktar para bu kuruluşa intikal etmiş ve doğum kontrol propagandası için harcanılmaya başlanmıştır. Bu saldırının karşısında durmak ve akılcı olmak hayli güçtür. Birtakım aydınlarımız ve vatanseverlerimiz bile, işlerini ve karınlarını doyurma olanağını kaybettiği için bu projede görev almışlardır. Aç kalma korkusu ve temel ihtiyaçları karşılamak için lüzumlu paranın kazanılması zorunluğu, insanları inanmadıkları ve sevmedikleri işlerde çalışmaya öncelikle çok korkulan açlıktan korunmaya itekliyor. Açlık korkusunun etkisi altına girenler, ülkemizde aç kalmanın ötesinde ve çok daha tehlikeli girişimlere aracılık ediyorlar. Bundan dolayı yapılacak iş kendiliğinden ortaya çıkıyor. Yalın savaş ve bu savaşta klasik silahların gelişmiş şekilleri ile kullanılması ya da biyolojik silahlara başvurulması, atom bombası ile bazı bölgelerin tümüyle ortadan kaldırılması zaten Dünya'nın sonu olacaktır. Bundan korkmamalı veya bir batılı kadar korkmalıyız. Çünkü bu hem ileri hem de geri ülkelerin sonu olacaktır. Fakat sessiz savaş ortamında aç kalmamız ve aç kaldığımız için de başkalarının gönlünce beslenmemiz, örneğin ilkokullardaki çocuklarımıza bir yabancı kuruluşun bağış olarak verdiği üretim artığı yavan süt tozlarını yedirip içirmemiz çok yanlış bir tutumdur. Türkiye kendi insanlarını besleyebilecek imkânlara sahip bir ülkedir. Böyle bir ülkede hiç değilse açlık korkusunun ortadan kaldırılması ve insanların ekmekleri ile tehdit edilmekten kurtarılması, pek çok sorunumuzun kendiliğinden çözümlenmesine yardımcı olacaktır. Yurt savunmasını planlarken, halkın besin ve beslenme ihtiyacını silah satın almadan önce düşünme gereği, bu görüşe dayanır. Akılcı bir yol izleyebilir ve korkularımız arasında bir kıyaslama yaparsak, açlık korkusunun yalın savaş korkusundan çok daha etkin olduğunu görürüz. Çünki Türkiye geri bir ül kedir ve bu ülkede yaşayanlar en öldürücü silahlardan daha çok aç ve ekmeksiz kalmaktan korkarlar.
Savaş Korkusu
165
Yabancının beynimizi yıkamak ve açlıktan korkutmak için yaptığı girişimleri, değerlendirmeli ve bugün ilkokulda olan genç kuşakları da yabancı süt tozları ile besleyerek, onları da korkutmamalıyız. Zaten içinde olduğumuz açlık, bizim için korkulacak birşey değildir. Korkularımızı yenmeli ve izlenecek akılcı yolu, yabancı uzmanlara sormadan kendimiz bulmalıyız. Korkular, kişiler gibi toplumları da olumsuz davranışlara itekler ve izlenecek yol ekseriya bulu namaz. Kendi korkularımızı kendimiz çözümlemeli ve korktuklarımıza ellerimiz ve parmaklarımızla değebilecek kadar gerçekçi olmalıyız. Bu siyasi bir mesele değil toplumsal bir sorundur ve politika dışında milli bir konu olarak kalmalıdır.
166 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
167
XI KORKU TOPLUMU, BİLİM VE BİLİM ADAMI
168 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
169
KORKU TOPLUMU, BİLİM VE BİLİM ADAMI Geri kalmış ülkelerin çok geri bölgeleri ayrı tutulacak olursa, Dünya'da, cin ve perilerle, iyi saatte olsunlardan korkan kalmamıştır. Oysa sömürüye yetkin toplumlarda, yönetim tarih boyunca saltana tını korkular üzerine kurdu. İnsanlar güneşten korktukları için güneşe taptılar. Bu korkudan yararlanan Japon İmparatorları, yüzyıllar sonra kendilerini güneşin oğlu ilan ettiler ve bir süre sonra buna kendileri de inandılar. Mısırlılar eski çağlarda kuvvetli bir yaratık olduğu için öküzden korktular ve Apis öküzüne taptılar. Ateş, su ve insanı korkutan bütün doğal olaylar, korkunç heykeller ve putlar Dünya'ya dehşet saçtılar. Sihirbazlar, rahipler, papazlar, imamlar korkuya dayanarak tapınakları birer korku merkezi haline getirdiler. İnsanlar cennet vaadi ve cehennem korkusu ile yıldırıldı. Aforozlar başladı, kilise her şeye hâkim oldu. Papazların şerrinden korkan krallar, Papa'nın ayağına kadar yürüyerek geldiler, özür dilediler ve korkularından böylece kurtulmaya çalıştılar. Derebeyleri, ağalar, çağlar boyu sömür düklerini korku ve baskı altında tuttular. Daha sonra ünlü komutanlar, imparatorlar ortama hâkim oldu. Astıkları astık, kestikleri kestik, Dünya'ya karanlık yıllar yaşattılar. Bilimin gelişmesini engellediler, bilim adamlarına zulüm ve eziyet ettiler. Korku şekil değiştirdi, fakat hiçbir zaman korkulardan arınmış bir Dünya yaratılamadı... Birinci ve İkinci Dünya savaşları ile ortaya çıkan silahlar, bundan önceki bölümlerde Philip Noel Baker'in kaleminden anlatmaya çalıştığımız gibi insanları büsbütün korkuttular. Savaş insanları yıldı ran bir olay haline geldi. Bugün bu silahlar daha da geliştirilmiş, nükleer silahlarla biyolojik silahlar, tahrip kabiliyeti ve etki alanları bakımından aklın almayacağı bir düzeye ulaşmıştır. Barut ile dinamitin bulunması ve kullanılması insanları çılgına çevirmişken, bugün güçleri binlerce ton dinamitle ölçülen atom bombalarından söz ediliyor.
170 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Açlık korkusu, karnı tok toplumların politikacıları ve bilim adamları tarafından öylesine işlendi ve bu meselenin öylesine propagandası yapıldı ki, artık geri ülkelerde açlığın tehdidi altında olmayan veya kendini bu durumda hissetmeyen insan kalmamış gibidir. Kapitalist blok insanlarının beynini alabildiğine yıkayarak, sosyalizmden korkuturken, sosyalistler de propaganda ile kapitalistleri bir öcü haline getirdiler ve kendi insanlarını bu düzenle bu düzeni benimseyenlerden korkuttular, hatta yıldırdılar. Herkesin kendi aklını beğendiği ve çıkarını korumaya çalıştığı XX nci yüzyılın ikinci yarısında insanlar birbirinin dostu değil, düşmanı olarak yaşamakta, korkularımız okullarda sınıflarımıza evlerimizde yemek ve yatak odalarımıza kadar girmiş bulunmaktadır. Oysa XIX ncu yüzyılın iyi niyetli bilginleri, korkusuz bir Dünya yaratmak için doğanın sırlarını çözmeye çalışmışlar, bilimsel verileri kullanarak insana Dünya'da korkulacak birşey olmadığını, korktuklarımızı sevebileceğimizi ve hatta onlardan yararlanacağımızı ispata çalışmışlardı. Bu çabalar boşa gitti sayılamaz. Bir zamanlar şimşek çaktığında, bunu Tanrı'nın gazaba geldiğinin bir işareti sayanlar, olayın nedenlerini anladılar, kıtlığın ve hastalıkların nedenleri öğrenildi. Bilim hiz mete girdikten sonra, ateşe tapanlar, onu esir edip daha rahat bir hayat yaşamak için hizmete soktular. Denizler aşıldı. İnsanın bilmediği, anlayamadığı çok az şey kalmıştı. Bugün, ayın etrafında peyk döndü rüyor, aya insan gönderebiliyoruz. Bu bulgular bütün putları kırdı ve dinler ile din adamları daha ger çekçi olma zorunda kaldılar. Tanrı anlamı kökünden yıkılmadı. İnsanlar bugün de yalnızlıklarını ve za vallılıklarını yürekten duyuyor, zamanı gelince üzüntülerini Tanrı'nın buyruğu ile unutmaya çalışıyorlar. Tanrı korkunç birşey olmaktan kurtuldu. Sevilen ve inanılan bir anlam kazandı. Bu gidişle korkulardan arınmış ve insanların birbirini alabildiğine sevip mutlu bir hayat yaşayabilecekleri bir Dünya yarattı ğımızı zannediyor, bununla övünüyorduk. Orta çağ Avrupa'sının zulmünden kaçanlar, yeni Dünya'da yeni bir uygarlık kurdular, korkuları içinde yıpranan ve eskiyen Avrupa, bu yeni uygarlığın taze gücünün altına girecek, bilim ortama hâkim olarak tüm Dünya'yı korkudan arındıracaktı. İnsanlar, özgür ve bağımsız olarak, insan gibi yaşayacaklardı. Oysa ki insanoğlu, tarih boyunca bir süre yapmış ve bir süreyi de yaptıklarını yıkmakla geçirmiştir. Bazen birinin yaptığını bir başkası, bir toplumun kurduğu düzeni bir başka toplum yıkmıştır. Kuşaklar arasındaki çatışma tarih kadar eskidir. Hiçbir çağda baba oğlunu, çocuk babasını beğenmedi. Belirli bir çağ aşıldıktan sonra, çocuklar anaları ile babalarına bunak muamelesi yapmaya başlarlar. Onlar ne yaptıysa yıkar ya da yıkmaya çalışırlar. Analarla, babalar çocuklarını çok zaman sevmiş fakat hiçbir zaman beğenmemişlerdir. Yazılı eserler incelenecek olursa, yaşlanıp Dünya'yı terketmeye hazırlanan kuşağın, kendinden sonra yönetimi ele alacak kuşağa karşı güvensizlik içinde olduğu görülecektir. Bugünün yaşlıları da, Üniversite kapılarına dayanıp yürürlükte olan eğitim ve öğretim düzeninin değiştirilmesi için zamanı ve kuralları zorlayan gençlerden korku duyuyor. Onların davranışlarını benimsemiyorlar. Benimserlerse de benimsemelerse de yaşadıkları ve eserleri ile süslediklerini zannettikleri Dünya'yı, kendisinden sonra gelen kuşağa bırakıp ortadan kaybolacak olan bizim kuşak, herhalde haksızlık etmektedir. Çağımızda birkaç büyük insan gerçeği görebildi ve eserlerini kendisinden sonra gelen genç kuşaklara istekle devretti. Bunlar arasında Atatürk'ün müstesna bir yeri vardır. O, eserini kendini
Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı
171
izleyecek olan köprü kuşağa değil, doğrudan doğruya gençliğin bekçiliğine terketmekle, insanüstü bir seziş ve öngörüşün sahibi olduğunu ispatladı. Onun eserlerinin kolay kolay yıkılamayışının temel nedenlerinden biri de budur. Böyle olmasına rağmen bu büyük insanın eleştirilmesi güç eserlerini ve hatta taştan heykellerini bile yıkmaya çalışan belirli güçler var. Bu güçler tarih boyunca vardı. Bugün de vardır. Yarın gene olacak ve kendilerinden önceki kuşağın yaptıklarını yıkmaya, silip yok etmeye çalışacaklardır. Dikkat edilecek olursa, ekonomik düzenlerin korkularını da birlikte getirdikleri yaratıkların kor kular içinde yıpranak göçüp gittikleri görülecektir. İlkel toplumda para olmadığı için zengin de yoktu. İnsanlar ürettikleri ihtiyaç maddelerini kendi aralarında değişerek yaşadıkları için, birikim yapılamıyor ve bir insan başka bir insana, bir toplum başka bir topluma bugün olduğu gibi korkular üzerinden baskı yapamıyordu. Daha sonra kurulan Feodal Düzen, kendine özgü korkular getirdi. Özel mülkiyetin (yalnız üretim araçlarının değil) toprakların ve bu toprakların üzerinde yaşayan insanların da sahibi olarak ortaya çıkan beyler, efendiler, ağalar hiç çalışmadığı halde üretilenden arslan payını alabilmek ve çalışanları hegemonyası altında tutmak için yeni çareler düşündüler, yeni korkular yarattılar. Zaman zaman dini liderlerle birlikte çalışarak sürdürülen korkunun zamanla etkinliğini yitirdiğini ve Feodal Senyör'ün toprak mülkiyetini elinde tutarak, köylünün işlediği tarladan alınan ürünün küçük bir kısmına sahip çıkmaya yanaştığını ve bu suretle köleciliğin son bulduğunu görüyoruz. İnsanlar yalnız korktukları için ve korkularını yenmek için çalıştırılır da, korkular zayıflamaz veya tümüyle ortadan kaldırılamazsa, o zaman üretim yavaşlamakta ve hatta tümüyle durmaktadır. Feodal Senyör baskısı altında köle gibi çalıştırdıklarının isteksizliklerini sezdi ve onlara korkularını yenebilecekleri kanısını veren yeni haklar tanıdı. Böylece başlayan çözülme, Feodalizmin yerini Kapitalizme terk etmesine sebep olmuştur. Bir gelişme aşaması olarak tanımlanan kapitalizm, köleci toplum ve feodal toplumda insanları aç karnına çalıştırmak için yaratılan korkulardan daha korkunç korkular getirmeseydi, belki bir süre tutunacak ve daha uzun ömürlü bir düzen olarak benimsenecekti. Fakat insanı gerçekten yıldıran ve sindiren kor kularla gelmiş olan bu düzen, süresini tamamlamak üzeredir. Doğal gelişmeler, toplumların sürekli tekâmülü, insanları yeni bir üretim düzenine ve korkulardan arınmış bir Dünya'da daha uygar bir hayat yaşama özlemine sürükledi. İnsan korktuğu şeyden ve kendini korkutan çevre ile düzenden, tüm olanaklarını kullanarak kaçmak ve kurtulmak ister. Bundan dolayı korkuya dayanan Feodal düzen zamanla gücünü yitirdi. Alacakaranlıkta cehaleti körükleyerek insanları yıldıran din adamları, beyler ağalar etkinliklerini kaybettiler. Avrupa'dan Amerika'ya akın başladı. İnsanlar Yeni Dünya'da korkulardan arınmış yeni bir düzen kurmak ve korktukları herşeye elleri ile dokunarak bunların ne olduğunu anlamak istiyorlardı. XX nci yüzyıldan önce bilim adamları bu akımın öncülüğünü yaptılar. XVIII nci ve XIX ncu yüzyılda papazların ilahi gazap olarak yorumladıkları birtakım hastalıkların mikrop denilen küçük canlılar tarafından yapıldığı anlaşıldı. Bilim geliştikçe korkulan şeylerin çoğunun, aslında korkulacak şeyler olmadığını anlıyorduk. Bilimsel bulgular üretimi artırıyor, kolaylaştırıyor, insanlar daha mutlu bir hayat yaşayabiliyorlardı. Korkuları istismar ederek hegemonya kuran Feodal beyler bile, bu akıma karşı duramadılar. İlk zamanlar
172 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu hürriyetçi bir ortamda Yunan Akedemyası ile başlayan ve daha sonra Kilise'nin boyunduruğu altına gi ren yüksek öğrenim kuruluşları, üniversiteler ve araştırma müesseseleri yavaş yavaş bu baskının al tından kurtularak, gerçeği arayıcı ve insana mutluluk getirici müspet çalışmalara yöneldiler. Bilim, insanların korkularından kurtulmalarına ve korkusuz yaşamalarına yardımcı olduğu için, bilim adamı da toplum içinde saygı görmeye başladı. Hastalıkların nedenleri anlaşıldıkça, ölümleri engelleyen veya geciktiren çareler bulunuyor, ilaçlar insanların ızdırabını azaltıyordu. Ulaşım kolaylaştı, haberleşme araçları, bilimsel bulgular sayesinde geliştirildi. Bütün bunlar olurken, geliştirilen araçların ve hatta ilaçların üretimini yapanlar, bir taraftan da sa vaş araçlarını geliştirmeyi ihmal etmediler. Sermaye para kazanabildiği her alanı deniyor ve hangi alan da fazla ise o alana kayıyordu. İnsanlar zamanla amaçlarından saptılar ve XX nci yüzyılın başlarında yeni düzenin, çıkar dayalı mücadelesi başladı. İnsan, yaradılışı nedeniyle bencildir. Bütün düzenler içinde önce kendi çıkarını düşünür. Bu davranış doğanın kendisinde ve insanın yapısında vardır. Bundan dolayı, XIX ncu yüzyıl bilginlerinin insanın mutluluğu için çözdüğü Doğa sırlarını XX nci yüzyıl insanları, onun eserlerini yok etmek için kullanmaya başladılar. Fizik ve kimya kurallarını, amaçlarına göre kullanarak, atom bombaları, yıkıcı ve yakıcı araçlar yaptılar. Bunları birbirinin tepesinde patlatarak yapılanı yok ettiler. Biyoloji alanındaki gelişmeler, biyolojik silahları daha korkunç hale getirdi. Bir zamanlar hastalıkları önlemek için aşı ve serum araştıran bilginler, bugün insanı hasta eden mikropların virusiyetini artıracak araştırmalar yapıyorlar. Antibiyotiklerin etkileyemeyeceği yeni çeşitler yaratmaya ve bunları düşman topluluklara bulaştırmak için yollar aramaya koyulmuşlardır. Bazı kimyasal maddelerle ekin tarlaları kurutuluyor. İnsanlarla hayvanlar, sessiz savaş koşulları içinde zehirleniyorlar. Bu günki kuşak, kendi rahatı ve mutluluğu için genç kuşakları törpülemeyi ve doğacak çocuk sayısını azaltmayı bile düşünmüş, asıl nedeni saklayarak, başka bir gerekçeye «Doğum Kontrolü»ne girişmiştir. Toplumlar, birbirlerinin maddi varlıklarını tahrip etmekle kalmayıp, kültürlerini de yok etmeye ve kendilerininkine benzetmeye çalışıyorlar. Uygarlığın ve Özgürlüğün yatağı olacağını zannettiğimiz ve boş yere ümit ettiğimiz Yeni Dünya, bugün bir korku ve baskı makinesi haline gelmiş, önceki kuşağın temsilcisi olan eski Dünya'yı yoketmek veya kendine benzetrnek için aklın almayacağı girişimleri göze almıştır. Klasik müzik, bir gürültüden ibaret olan «Ye Ye» müziği ile boğazlaşıyor. Bize aykırı gelen Amerikanvari yaşayış ve düşünüş «The American Way of Life» eski kültürü tehdidi altına almıştır. Kavga böylece devam ediyor. Benzer olaylar bilim alanında da kendini göstermiştir. Egemen gruplar, paraya çevrilemeyen bilimsel çalışmaları çoktan rafa kaldırdılar. Artık bilim insanlık için değil, bilim para içindir. Bilimi korkularımızdan kurtulmak için değil, başkalarını korkutmak, aldatmak, kandırmak, sindirmek, öldürmek ve böylece rahat yaşamak için kullanıyoruz. Korkulardan arınmak için başlatılan bir çaba, yeni ve köklü korkularla bunaltılmış bir Dünya yaratmaktan başka birşeye yaramadı. Teknikte ileri toplumlar, bildiklerini ve öğrendiklerini uygulamaya koyarak, geri toplumları alabildiğine korkutuyorlar. Bundan dolayı biz geri kalmış toplumlara «Korku Toplumları» da diyebiliriz. Başkalarını korkutmak için, kafasını alabildiğine zorlayan uygar insanın beyni, bir filin beyni kadar büyümüştür. Doğadaki düzgün beden ağırlığı Beyin Ağırlığı ilişkisini temelinden bozan bu mutsuz gelişme, Dünya'mızı da bir «Korku Dünyası» haline getirdi.
Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı
173
Bir yönü ile patolojik bir yapısı olan uygar insan beyni, kendisi için de korkulu bir ortam yarattı. Böyle beyinlerin yönettiği toplumların çatışması, doğa kurallarına aykırı birtakım oluşumlara ve gelişmelere sebep oluyor. Korkuları içinde ezilen insanlar, kuşaklarını yenilemek için üreme hızlarını artırıyorlar. Korku toplumları Dünya'nın en çok üreyen toplumlarıdır. Savaş Korkusu, Açlık Korkusu ve daha birçok çağdaş korkunun etkileri altında bunalan bu insanlar kontrol edemedikleri biyolojik bir tepki ile alabildiğine çocuk yapıyor ve mutsuzluklarını böylece unutmaya, avunmaya çalışıyorlar. İşte korku makinesi ha line gelen uygar insan topluluklarını da, bu olay korkutmakta ve uykusunu kaçırmaktadır. Türkiye'de hızla üreyen bir korku toplumu olduğu için % 3'e yaklaşık bir yıllık artış gösteriyor. Bir taraftan bir tarım ülkesi olmasına rağmen, tarımsal kaynakları dostlarınca tahrip edilerek açlık korkusuna, bir ta raftan da kuzey komşusunun tutumu dolayasıyla savaş korkusuna düşmüş veya düşürülmüş olan Türk toplumu, kendi kendini yenilemek ve yeni kuşaklar yaratarak bunalımdan kurtulmak için hızla artıyor. Türkiye'nin bu artışı Birleşik Amerika ve benzeri uygar ülkeleri iyiden iyiye korkuttuğu için, hiç gereği yokken Hacettepe Üniversitesinde bir «Nüfus Etüdleri Merkezi» kurulduğunu, Doğumu Kontrol altına almak için bir kanun çıkarıldığını, Ford vakfının 1968 yılında bu kabil hizmetler ve çalışmalar için Hacettepe'ye 375.000 dolar, Rockefeller vakfının 250.000 dolar ve AlD Teşkilatının 4.5 milyon dolar bağışta bulunduğunu görüyoruz. Açlık Korkusu'nu bir kalkan gibi kullanarak Türkiye'ye empoze edil meye çalışan bu uygulama, aslında açlığı önleyecek bir çare değildir. Uygar insan bu hızlı üreyişi dur durup kendi korkularından sıyrılmaya çalışıyor. Uygar ülkelerde yaşayan koca kafalı insan, başka toplumları korkutmak için yaratıp Dünya'ya salıverdiği devin baskısı ve korkusu altındadır. Çünkü bu dev şekil ve kıyafet değiştirmiş, onun karşısına dikilmiştir. Atom bombaları, kimyasal ve biyolojik savaş araçları ile sürdürülecek bir savaşın, kendisi için daha korkunç olacağını biliyor. Sessiz savaşın silahı olarak kullandığı açlık korkusu ise, daha büyük bir korkunun kafasını kurcalamasına sebep olmuştur. Gerilla savaşlarında sonucu en geniş çapta etkileyen insan unsuru; geri ülkelerde ve korku toplumlarında, ileri ülkelerin yakıcı ve yıkıcı silahları ile robot makinelerinden çok daha hızlı bir şekilde ürüyor. İnsanın ne demek olduğunu Vietnam, Macaristan, Çekoslovakya olayları dolayısıyla bir daha öğrenmiş olan doğulu ve batılı hegemonyacılar, insanları korku ve baskı altında yaşatmanın bazı sakıncaları olduğunu, yeni yeni öğreniyorlar. Rusların Macaristan'da Amerikalı'ların Hindistan, Pakistan ve Türkiye'de, kendileri için tek değer olan paracıklarını harcayıp, kadınları helezonlamaya ve doğumu kontrol altına almaya çalışmalarının temel nedeni budur. İnsanlar korku içinde yaşamayı sevmezler. Korku tüm mutluluğu yitiren bir durumdur. Korkutu lan ve korkutularak baskı altına alınan toplumların nesi var, nesi yoksa hepsini alabilirsiniz. Fakat bu hale getirilen ve bu olumsuz ortama sokulan toplum, belirli bir çaba sarf edilmese de bazı biyolojik mekanizmalar harekete geçecek ve varlığını korumak için korku etkisine tepki gösterecektir. Bu tepki çok zaman nüfus artışı ve bazen de Vietnam'da olduğu gibi aritmetik hesaplara göre kendinden çok güçlü gibi görünen kuvvetleri barış masasına oturtmaya mecbur edecek köklü bir direniş oluyor. Aç, yoksul ve zulüm altında ezilen insanların belirli bir sınırdan sonra göstermeye başladıkları tep ki, korku makinesi haline gelmiş uygar ülkeleri ve onları yöneten kadrolarla, onlara yardakçılık eden bilim adamlarını korkutmakta, bu korkulardan kurtulmak için yeni çalışmalar yapmak ve yeni milyon lar harcamak gerekmektedir. Bu milyonlar yeni savaş araçları bulmak için seferber edilen araştırma
174 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu laboratuvarları ile Türkiye, Pakistan ve Hindistan'da uygulanan doğum kontrol projelerinde çarçur ediliyor. Böylece yaratılan ortam iki taraf içinde yüz kızartıcıdır. Açlıkla savaşayım derken yeni açlar yaratıyor, savaş korkusunu yeneyim derken, yeni savaşların kundakçısı oluyoruz. Korku düzeni bu mutsuz sonucu yaratmıştır. Oysa ki bizden önceki çağı yaşamış ve bugünki müspet bilimin temellerini atmış, korku yerine sevgiyi ikame etmeye çalışmış insanların felsefelerini benimseyip, çocuklar gibi önceki kuşağı, bunak ve sarsak kabul etmeseydik, klasik Avrupa kültürü yerine, çağdaş kültür dediğimiz bozuk beyinler kültürü zorlanarak yerleştirilmemiş, gelişmeler aynı çizgiyi izlemiş olsaydı, belki bugün daha mutlu olacaktık. Amerika ile Rusya'nın elini başka toplumların yorganı altına kadar sokup, mah rem işlerine karışmak ve doğan çocukların çetelesini tutan enstitülere milyonlarca dolar bağışta (?) bulunmak zorunluluğu olmayacaktı. Böyle bir Dünya'da kimse aç kalmayacağı için, açlıkla savaş kampanyaları açmayacak ve bakanlar la bilim adamlarını korku makineleri haline getirip, nutuk çekmeye mecbur etmeyecektik. Korku tohumları bir defa ortaya saçıldı mı, onları teker teker toplamak ve yeşeren korkuları kökleri ile kökleyip yoketmek kolay olmaz. Korku ayrık otu, pıtrak otu gibi ürer ve ummadık yerde yeşererek yeni sorunlara sebep olur. Böylece herkesin herkesten, kardeşin kardeşten, babanın evlattan ve evladın babadan korktuğu bir Dünya yarattık. Bu Dünya'nın yaratılmasında New York limanına Hürriyet Heykeli dikip, Yeni Dünya'yı uygarlığın yatağı olarak ilan edenlerin bütün toplumlardan daha çok payı vardır. Bunu artık iyi biliyorlar. Unutmaya çalışsalar da «Çirkin Amerikalı» deyimi onlara bunu sık sık hatırlatmaktadır. Rusya'yı bir ayı gibi görmenin temelinde, bu toplumun yarattığı korku vardır. Oysa bu toplum Çekof'ları, Gorki'leri, Harp ve Sulh yazan Tolstoy'u, Turgeniefi, Dosteyevski'yi doğuran toplumdu. İki korkucu toplum şu günlerde, Akdeniz'de filoları ile hem Akdeniz halkını ve hem de birbirini korkutmaya çalışıyorlar. Korku içinde yaşayan bir Arap Dünyası, Nil'in kenarına bir hasır yayıp, «Yaleyl» çekmeyi çoktan unutmuştur. Yüzyıllar boyu, korku ve baskı altında yaşayan Yahudi toplumu, yeni korkular içindedir. Bir toprağa sahip olmanın sevincini duymadan, çevreden gelen korkuyu yenmeye çalışıyor. Korku toplumlarından sonra korku bölgeleri, savaş bölgeleri, açlık ve hastalık bölgeleri yaratıyoruz. Bu bölgelere silah yardımı, gıda yardımı, ilaç yardımı yapıyor, doğum kontrol hapları ile helezonlar yolluyoruz. Engizisyon mahkemeleri, işkenceler ve köle olarak yaşayan çoğunluğun sonu gelmez korkuları ile niteleyip damgaladığımız Feodal çağ, daha ileri bir aşama saydığımız bilim adamlarının etkilerine açık kapitalist düzenin getirdiği korku ve ızdırap yanında, bir bakıma masum bir çağ gibi kalmıştır. İlim adamının sermayenin emrine girmesi ve bilimin haysiyetini koruyamaması geri ülkelerde yaşayan iki milyara yaklaşık insanı paranın kölesi haline getirdi. Bu, çok daha utanç verici bir gelişmedir. Feodal düzen içinde hemcinsine kölelik eden insan, bugün kendi kat ettiği ve emeği ölçmek ya da değerlendirmek için kullanmayı umduğu paranın emrine girmiş, onun kölesi olmuştur. Para, ilim adamı dahil herşeyi satın alabilen tek güç haline gelmiş ve birikimini hızlandırmak için sınır tanımadan her türlü vahşeti körükleyen bir güç olarak ortama hakim olmuştur. XX nci yüzyılın ikinci yarısında paraya karşı direnip, korkuların yerine evrensel mutluluğu geti recek tek güç, ilim ve bunu gerçekleştirmek için savaşacak insanlar ilim adamları olabilirdi. Fakat bunların büyük bir çoğunluğu paranın veya politikacının elinde oyuncak olmaktan ileri gidememiş, sermayeyi ve yönetimi elinde tutanlar nasıl istiyorlarsa öyle hareket etmeyi çıkarlarına daha uygun bulmuşlardır.
Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı
175
Gerçekleri dikine söyleyebilen bilim adamlarına artık çok seyrek rastlıyoruz. Yalnız bunu yapabilenler Dünya çapında şöhret sahibi olurlarken, bir taraftan da düzeni bozan kişiler olarak ülkelerinden kovuluyor ve sonunda inanmadıkları bir Dünya görüşünün tutsağı olarak boğazı tokluğuna çalıştırıyorlar. Kapitalizm ve onun emperyalizmi tümüyle korkuların düzeni olmuştur. Sermaye üretimi sürdür mek ve yeni pazarlar bulmak için akla gelen her çareye başvuruyor. Bu çareleri bulmak da çok zaman bilim adamlarının görevi olmaktadır. Özellikle, geri kalmış korku toplumlarında, bilimsel bulgulara bir yenisini katacak niteliği olmayan bilim adamı tipi, bir korkuluk görevi yapmaktadır. Kapitalist merkezlerde yaratılan ve sonra da bir rüzgar gibi ülkesine estirilen akımların borazanlığını yapmak ve halkı ile kendi yöneticilerini korkutarak ve kandırarak kapitalizmin emperyalizmine yardakçılık eden pek çok bilim adamı tanıyoruz. UNICEF, FAO ve benzeri milletlerarası kuruluşların temsil makamlarına oturtularak paye verilen geri kalmış ülke bilginlerinin, gerçekten bilgin olduklarını zannetmek yanlış olur. Bunlar çok zaman bir korku toplumundan gelmiş olmanın, kafasına yerleştirdiği korkular ve diğer korku toplumlarında kendilerinden birinin iş başına getirilmiş olmasının yaratacağı güven dolayısıyla, sömürü düzeninin kendi çocuklarından daha çok güvendiği şartlanmış kişilerdir. Bunlar sömürülen masum çoğunluktan çok, çoğunluğu temsil etmeyen ve çoğunluğu düşünmeyen azınlığın çıkarlarını korumayı vazife bilmiş, bilim adamı niteliği taşımayan ve bilime saygı duymayan politik yapılı, bozuk insanlardır. Bu adamlar savaşları önlemekle görevli örgütlerde çalıştıkları zaman savaş korkusunun ve açlığı önlemekle görevli örgütlerde çalıştıkları zaman açlık korkusunun borazanlığını yapar, sonunda kapitalist düzenin durmadan ürettiği savaş araçlarına ve üretip satamadığı besin maddelerine pazar bulurlar. Bu tip bilim adamına yalnız milletlerarası teşekküllerde rastlamıyoruz. Bunlar doğup büyüdükleri ülkelerin üniversitelerinde, politik örgütleri içinde, hatta kapitalist bir ülkeye sığınmış olarak yabancı toplumlarda da sık sık ortaya çıkarlar. Vaktiyle kazandıkları bir unvanı kalkan gibi kullanarak korku prodüktörlüğü yapan bilim adamları, geri ülkeleri sömürmek için uygulamaya konan insanlık dışı projelerin uygulayıcısı ve propagandacısı olarak, uzman ismi altında geri ülkelere de gönderiliyorlar. Paranın hâkim olduğu ve çoğunluğun şartlandırıldığı kapitalist düzende haysiyetli bir bilim adamı olmak zor, fakat kapitalizmin sömürdüğü geri bir ülkede çok daha zordur. Çünki geri ülke bilim adamları paranın hayasız hegemonyasından başka, çok zaman kendi yoksul insanına ihanet etmenin vebalini de benimsemek ve yüklenme zorunda kalırlar. Bütün bu korkuları kimlerin yarattığı ve sonuçlardan kimlerin yararlandığı ortadadır. Korkuları ilim adamları yarattılar ve sonuçlarından da işadamları yararlanıyorlar. Bir bakıma bilim adamlarının günahı iş adamlarından büyüktür. Çünkü çağdaş bilim adamı, kendinden önce yaşamış ve ona bilimin kurallarını tanıtmış olan hocasını beğenmedi. “Boynuz kulağı aşar” dedi ve aştı... Bu boynuz öylesine büyüdü ki artık insanları dürtmeye ve Dünya'yı rahatsız etmeye başladı. Şaşkın ördekler gibi, başıyla değil de arka tarafı ile dalmaya başlayan bilim adamları, ne yaptıklarını ve neye vasıta olduklarını bilemiyorlar. Barut yapıyorlar, dina
176 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu mit yapıyorlar, atom bombası yapıyorlar, mikropları daha öldürücü hale getirip, kadınları kısırlaştırmak için hormon hapları yapıyorlar. Politikacının ve macera adamının emrine girmiş ve ona uymuş olan bilim adamı, çağın suçlusu damgasını alnında taşıdığının farkında bile değildir. Bir sihirbaz gibi, insanları korkutacak, insanları yıldıracak, insanları aç bırakacak, hasta edecek araçlar ve gereçler buluyor. Bütün bulduklarını da, bunları iyi kullanıp kullanmayacağı şüpheli olan kasaba politikacısına tes lim ediyor ve ücretini alıyor. Alıyor da ne oluyor? Korkuttuğu insanların arasında tıpkı onlardan biri, korku içinde sevgiden yoksun bir hayat yaşıyor. Suçunu unutmak için viski içiyor, sigara içiyor ve daha sonra da kanserden korkuyor, enfarktüsden korkuyor, savaştan korkuyor. Bu bilim adamı, bütün insanlar gibi akşam olunca evine gidiyor, felaketini hazırladığı çocuklarını okşayıp karısıyla yatıyor. Çocuk yapmak için herkes ne yapıyorsa onu yapıyor. Fakat laboratuvarında yaptıkları çok farklıdır. Orada insan olmaktan çok bir ilan, bir şeytan zannediyor kendini... Yapıp ortaya koydukları, bir korku aracı olarak ortaya çıktı mı, bundan kendi de korkuyor. Mutsuzlaştıkça mutsuzlaşıyor ve yıkıntısını unutup kendine gelebilmek için bilimin ve korkunun henüz girmediği bozulmamış bir ülkede, bir deniz kenarında tatile çıkıyor. Filhakika, Philip Noel-Baker askeri amaçlarla yapılan araştırmalarda görev almış olan bilim adamlarının sorumluluklarını hafifletici bazı iddialar ileri sürmektedir. Hükümetler yurt savunması için vatandaşları fizik ve entellektüel güçlerinden yararlanmak üzere askere çağırabilmektedir. Bu böyle olunca, bilim adamları da mensup oldukları toplumun savunması için hizmete çağrılabilir, hatta bu hizmeti yapmaya zorlanabilirler. Bunun için kanunlar çıkarmak ve uygulamak da mümkündür. Fakat bazı bilim adamları, mensubu olmadıkları toplumların hizmetinde, savunma veya saldırı amacı ile geliştirilen araştırma projelerine de katılmakta, hatta iyi bir ücret karşılığı kendi toplumunun çatışması muhtemel toplumlarda füze barutu araştırmalarına iştirak edebilmektedir ler. Bu takdirde bu araştırıcılara tıpkı başka orduların, hizmetinde mensubu olduğu toplumun aleyhine çalışan kişiler gibi bakılabilir. Ne olursa olsun, bugünki ortamda insanları bu yolda hareket etmeye zorlayan kanunlar henüz çıkarılmamıştır. Örneğin, Türkiyemiz de böyle bir uygulamaya rastlamıyoruz. Noel-Baker'e göre, Alfred Nobel bulgularının bir denge yaratarak savaşı önleyeceğine inanıyordu. Einstein, Szilard, Peleris, Rotbiat hepsi savaştan tiksinmekteydiler. Fakat çağımızın en tahripkâr savaş ve korku araçlarının yapımına önayak oldular. Bunlar belki bilimin sarhoşluğu ve doğanın sırlarını çözmenin bazı içinde durdurulamayan çabalar oldu. Fakat bundan sonrası için çok daha düşünceli olmak zorundayız. Noel-Baker bu münasebetle herkesin kolayca benimseyeceğini ümit ettiği bazı görüşler ortaya atıyor: (**) Demokratik bir ülkede her yurttaş, hükümetinin ulusal savunma alanında yaptıklarından bir sorun payı alır. Vergilerini ödemekte ise, yeni silahların yapımı için gerekli araştırmaları da finanse etmiş olmaktadır. (**) Bir bilim adamı askeri çalışmalarda görev almayı reddedebilir. 1939’da Uranium'un parçalanmasını ilk gerçekleştiren Otto Hahn böyle davranmış, onsekiz Alman fizikçisi de onun gibi yapmıştır. Otto Hahn 1937’de «nükleer enerjili silahlarının yapımına, denenmesine ya da kullanılmasına hiç katılmayacağına söz vermiştir.»
Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı
Bu tutum, inançları yüzünden savaşa katılmayı reddeden insanların davranışına benzemektedir. Saygıya layıktır. Fakat böyle bir tutum bilim adamlarının bir çoğuna, silah yarışının kendilerini karşı karşıya bıraktığı ikilemeden kabul edilebilir ve bir kaçış yolu olarak görümeyecektir. (**) Bir bilim adamı, eğer bir askeri araştırma kurumunda çalışmayı kabul etmişse ve bekleneceği gibi, çağdaş silahları gerçekleştirerek ülkesinin güvenliğini sağlamaya katkıda bulunmayı düşünmekte ise, bu bilim adamının ödevi, bu silahları geliştirmek ve ulusal orduyu en iyi donatılmış yabancı orduların ki kadar etkili silahlarla donatmak için elinden geleni yapmaktır. (**) Askeri araştırmalarda çalışan bir bilim adamı, genel olarak, bir generalin ya da bir bakanın buyruğu altındır. Eğer çağdaş savaş silahlarının yapımı hoş karşılanmayacak bir iş ise, bunun başlıca sorumluları bu silahların yapılması için siyasi kararlar alan bakanlar, bunun için gerekli ödenekleri onaylayan parlementodur. Eğer bilim adamları, öteki memurlar gibi, yalnız verilen buyrukları yerine getirmekte iseler, inceleyeceğimiz sorulara verilecek en iyi cevap bu olacaktır. (**) Şu varki, gerçekte askeri araştırmalarda çalışan bilim adamları yalnız verilen buyrukları yerine getiren kimseler değillerdir. Bilim adamları olan bitenden doğrudan doğruya sorumlu olmayan memurlara benzetilemezler. Tersine çağdaş bilim adamlarının çağdaş silahlar hakkındaki bilgileri ve bunları geliştirme olanakları o kadar üstündür ki, bilim adamları kararların alınışında zorunlu olarak çok büyük bir rol oynamaktadırlar. 1945 den bu yana, nükleer silahlar konusunda, Amerikan politikasına ilişkin bütün kararlar, biri dışında hep bilim adamlarınca hazırlanmıştır. Nükleer silahsızlanma konusunda, Oppenheimer-Brauch planı, Hidrojen bombası, taktik denilen nükleer silahların geliştirilmesi, Nükleer başlıklı Balestik füzeler, son olarak nükleer denemelerin yasaklanması, Kural dışı kalan tek karar John Foster Dulles'm eseri olan, «Kütlesel karşılık verme» doktrinidir. Silahların yapımı kararlarında oynadıkları rol yüzünden bilim adamları da, askeri ya da siyasi şefler kadar sorumludurlar. Fakat konuyu en iyi onlar bildikleri için, sorumlulukları belki de daha büyüktür. (**) Uzmanlığa dayanan bu bilgiler ve etkileme gücü, bilim adamlarına kaçamayacakları özel bir görev yüklemektedir. Bu ödev şudur: Ülkelerin yüksek askeri komutanlıklarına hükümetlerine ve yurttaşların tümüne, düşündükleri, gerçekleştirdikleri, geliştirdikleri yeni silahların yoketme gücünün ne olduğunu tam olarak anlatmak. Başka bir deyimle, bilim adamlarına şimdiki silahlanma yarışının yarattığı çok büyük tehlikeler konusunda, yalnız kendi ülkelerini değil, fakat bütün Dünya'yı uyarma görevi düşmektedir. (**) Fakat bu ödev yalnız çağdaş silahların niteliğini anlatmak değildir. Bu silahsızlanma yüzünden kaza ya da istemeyerek bır çatışma patlak verebilir. Bu ödev ayrıca şunu da kapsamaktadır. Bilim adamları silah yarışına son verecek bir silahsızlanma andlaşmasının teknik hükümlerinin hazırlanmasında ve silahsızlanma politikasını zafere ulaştıracak olan bir kamuoyunun oluşmasında yardım etmek zorundadırlar. Bu askeri araştırmalara katılan ya da katılmayan bütün bilim adamlarının kaçamayacakları bir ödevdir. (**) Yukarıda 4 ncü noktada görüldüğü gibi, çağdaş silahların yapımı sorumluluğu, bilim adamları ile onların bağlı oldukları askeri ve sivil şefler arasında bölüşülmektedir.
177
178 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Bundan şu çıkmaktadır. 6 ncı ve 7 inci noktalarda belirttiğimiz yükümler, bilim adamlarına olduğu kadar, askeri ya da siyasal şefler için de söz konusudur. Hepsinin ilerde açıklayacağımız hareket programlarına katılmaları gerekir. Kurumsal yönden, bu görüşün sağlamlığı söz götürmez. Fakat 1965'de uluslararası bir yaşantının bir gerçek olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Savaşa son verdirmesi umulan İkinci Dünya Savaşından 20 yıl sonra, askerler, genel olarak savaşın ve silahlanmanın ortadan kaldırılabileceğine inanmamaktadırlar. Tersine görevlerinin, bir silahsızlanmanın güçlüklerini ve doğuracağı tehlikeleri açıklamak olduğunu düşünmektedirler. Bugüne kadar silahlanma yarışına bir son verme konusunda yapıcı teklifi öne süren pek az kimse çıkmıştır. Siyasal yöneticilere gelince, bunlar, her yıl, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun, silahsızlanmayı dış politikalarının en önemli amacı yapan kararlarını kabul etmekle birlikte, temsilcilerine, bir silahsızlanma andlaşması yapılması için gerekli önergeleri vermemişlerdir. Burada en suçlu ülkenin hangisi olduğunu saptamaya çalışmak boş bir çaba olacaktır., Gerçekte siyasal yöneticiler, ancak Dünya kamuoyunun çok büyük bir çoğunluğunca desteklendiği gün, silahsızlanmanın gerekli kıldığı önemli kararları alabileceklerdir. (**) Oysa böyle bir kamuoyunu yalnız bilginler yaratabilirler. Bilim adamları sokak adamlarının, bu işlerden anlamayanların sarsamayacağı ve dikkati çekecek bir otorite ile konuşacak durumdadırlar. Fakat bilim adamları, askeri şeflerle hükümetlerden çok yardım bekleyemeyeceklerine göre, kendi başlarına harekete geçmek, insanlığı tehdit eden ölüm tehlikelerine yüce bir çaba ile karşı çıkmak zorundadırlar. Bu söylediklerimiz askeri araştırmalarla uğraşmayan ya da hiç uğraşmamış bilim adamlarına ne ölçüde uygulanabilir? A priori olarak, bu gibi bilim adamlarının sorumluluklarının ve ödevlerinin daha az olacağı düşünülebilir. Bunlar öteki meslektaşları gibi, silahlanma yarışında aynı rolü oynamamaktadırlar. Silahlar konusunda bilgileri daha az olduğu gibi, hükümetlerin kararları üzerinde bu bilim adamları daha etkisizdirler. Prof. Meray'ın, Philip Noel-Baker'den Türkçeleştirdiği bu açıklamalar bizi çok düşündürmelidir. Yalın savaş için ve savaş korkusunu önleme amacı ve bahanesiyle bir silahlanma yarışının başlamış olduğu bir gerçektir. Beri yandan ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ın açıklamalarından ve bundan önceki bölümlerde vermeye çalıştığımız bilgiden (Koçtürk, Osman N., Sessiz Savaş, Ararat Yayınevi, 1969'a bakınız) yalın savaş yanında bir de sessiz sedasız sürdürülen savaşın var olduğunu anlıyoruz. Bu savaşta açlık korkusu ve yiyecek tedariki önemli bir yer tutmakta, bu savaşı da siyasiler değil, bilim adamları yönetmektedirler. Biyolojik ve kimyasal savaşın silahlarını planlayıp geliştirenler, tıpkı taktik silahları geliştirenler gibi sorumludurlar. Sessiz Savaş'ı yönetirken yardım kalkanının ardına saklanıp, bir ülkenin tarımsal üretim gücünü törpüleyen, endüstrisini kuşa çeviren ve halkı marjinal yaşama düzeyine sürükleye rek, kendi derdinden başka birşey düşünemez hale getiren hep bilim adamlarıdır. Saldırgan ülkelerin bilim adamları bunu yaparlarken, korku toplumlarının bilim adamlarına da kendilerine düşeni yapma ları ve savunma çarelerini araştırıp bularak, hükümetlere, askeri makamlara, kamuoyuna duyurma ları gerekiyor.
Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı
179
Yürürlükte olan Üniversiteler Kanun’un (3) ncü maddesi ile bu görev üniversitelerimize ve üniversitelerde çalışan kişilere verilmiş ve bu hizmeti rahatça yapabilmeleri için, bir de özerklik tanınmıştır. Yalın savaşın muhtemel saldırılarına karşı kendimizi hazırlarken, bir de korku toplumlarında daha çok uygulanan, sinsi savaşın araçlarını tanımamız ve bunların ülkemizdeki çalışma tarzını tespit ederek korunma tedbirlerini araştırarak halka duyurmamız gerekiyor. Bunu yapmamak veya umursamazlıktan gelmek askerden kaçmak yahut topluma ihanet etmek demektir. Bu kutsal hizmeti ikinci plana itip de birkaç kuruş fazla para, bir buzdolabı, bir kürk ve bir otomobil sahibi olmak için yabancı teknolojiler emrine girip, onların yeni silahlar yapmalarına esas olacak temel bilim araştırmalarında görev almak, sorumluluğu daha büyük ve yanlış bir tutum oluyor. Gelin görün ki, korku toplumlarında bilim adamlarının çoğunluğu bu tutumu benimsemişlerdir. İnsanlar korkutuldukları zaman, korktukları şeyin üstesinden gelecek güçte değillerse ekseriya böy le yaparlar. Kedi ile karşı karşıya kalan fare, kurtuluşu kaçmakta bulur. Bunun yanında aydın ve insan olmanın gerekleri vardır. Toplumumuza karşı askerlik hizmeti yapmayı nasıl bir borç olarak tanıyorsak, bilimsel hizmette bulunmayı da aynı şekilde kaçınılmaz bir hizmet olarak benimseme durumundayız. Bundan dolayı Türkiye 1. Bilim Kongresini açarken bir konuşma yapan ve bilim adamlarımızı yabancı teknolojiler emrinde görev almaya, askerlikten muaf tutulmalarını sağlamaya çalışan Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu, Bilim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Cahit ad, yanlış ve Türk toplumunun çıkarlarına aykırı bir tutumu benimsemiştir. Aynı şekilde, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu'nun halkın ödediği vergilerle finanse edilen olanaklarının, örneğin bilim adamlarına dağıtılan ödüllerin birkaç yıldır, yabancı teknolojiler emrinde çalışan kişilere tahsis edilmesi ve bunların dış ülkelerde olanlarının yol masraflarının da aynı kaynaktan ödenmesi yanlıştır. Çünki Türk halkı bu parayı başka teknolojilerin geliştirilmesi için değil, kendi olanaklarımızın geliştirilmesi için ayırmakta ve bu kurumu yönetenlerin emrine vermektedir. Bu paralarla, tıpkı ordu için yaptığımız harcamalarda olduğu gibi kendi teknolojik gücümüzü geliştirmek ve gerçekleştirmek, ödülleri de bunu sağlayan en etkin Türk bilim adamlarına yöneltmek gerekir. Kaldı ki Türkiye bir geri kalmış ülke, başka açıdan ba kıldığı zaman, savaşla, açlıkla korkutulmuş bir korku toplumudur. Bu toplumu içine düştüğü bunalım dan kurtarmak, yalın ve sessiz savaşta ileri teknolojilerin beklenen saldırılarına karşı lüzumlu bilimsel aygıtlarla aygıtlamak, politikacılardan çok, Türk bilim adamının sorumluluğuna giren bir savunma hizmetidir. Kimseye saldırmaya ve kimsenin toprağına veya diğer kaynaklarına el koymaya niyetli görünmeyen Türkiye'nin, kendi savunmasını bir nispet içinde de olsa teminat altına almak için, bu biçim girişimler yapması vazgeçilmez bir zorunluluktur. Böyle olmasına rağmen, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu Tıp, Veterinerlik, Tarım ve Ormancılık gruplarında söz sahibi yetkililer, bir süre önce Devlet İstatistik Enstitüsü’nde düzenledikleri Besin ve Beslenme Sempozyumu’nda ilk sözü, Beyrut Amerikan Üniversitesi Tıp bölümünden bir Amerikalı uzmana tanımışlar, böylece Türk toplumunun olanağını, zaten açlıkla korkutulmuş olan halkın bu Amerikalı tarafından daha da korkutulması için tüketmişlerdir. Amerikalı uzman, kalori ve protein yetersizliği meselesini incelerken, bize açlığımızı ve çaresizliğimizi yeniden anlatmak ve kendi toplumunun olanaklarından söz ederek bizi bir daha korkutmak için bu seminerde ortam ve zaman bulmuştur. Bilim adamlarının bu sorumsuz davranışı yalnız Türkiye'de değil bütün geri bırakılmış korku toplumlarında görülen bir davranıştır.
180 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Sorumsuzluğu ve ilgisizliği bir alışkanlık haline getiren, geri ülke bilginleri ile teknisyenleri, Fil Dişi kule haline getirdikleri Üniversitelerde, toplumsal korkunun sınırında yaşarlar. Bunların en önemli meseleleri ele geçirdikleri olanakları korumak, zaman zaman yabancı ülkelerde tetkik gezisi yapmak, yurduna döndüğünde, bu ülkelerde gördüklerinden pek fazla söz etmeksizin kimseyi incitmeye cek toparlak sözlerle, yurt gerçeklerinden kopuk bir eğitim ve öğrenimi zedelemeden yaşantılarını sürdürmekten ibarettir. Bunların yurt sorunlarına ve örneğin işçi meselelerine dokunanları, Türkiye'nin savaş ve açlık tehdidinden kurtarılması için görüşlerini açıklayıp, kamuoyunu etkilemeye kalkışanları, sorumsuzluğu ve ilgisizliği benimsemiş çoğunluk ve bu çoğunluğa hareket veren yabancıdan yana klik ler tarafından demokratik usuller, kanunlar ve oy çoğunluğu ile etkisiz hale getirilirler. (Neutralizasyon veya Pasifikasyon) Korku toplumu bütün ulusal kurumları ile ya felce uğratılır veya yabancı hizmetine sokulur. Bilim adamları bildikleriyle, kendi insanlarının korkularını etkinleştirmenin ötesinde başka birşey yapmazlar veya yapamazlar. Prof. Dr. Seha L. Meray'ın Türkçeleştirdiği, Bilim ve Silahsızlanma başlıklı yazısında Philip Noel Baker bu olumsuz davranışı şöyle anlatıyor: (**) Devlet hizmetinde çalışmayan birçok bilim adamı, askeri araştırmalarda kullanılmış olan bütün bilgilerin zenginleştirilmesine katkıda bulunmuşlardır. Parçalanma veya birleşme ilkelerine dayanan atom silahlarının gerçekleşmesini sağlayan nükleer fizik biliminin oluşumunda pek çok fizikçi çalışmıştır. Bunlardan birçoğu, silahlanma yarışında yeni ve çok tehlikeli bir katkıda bulunduklarını düşünmeden, bu alanda temel bilgiler ortaya koymuşlardır. Bu açıklama, bizim Birleşik Amerika'nın füze barutu endüstrisinde çalıştığı için, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumundan yılın bilim adamı olarak ödül alan teknisyenlerimizin durumunu gayet iyi izah eder. Ödül alanların çoğunun fizik ve kuantum kimyası alanında çalışmış kişiler oluşları da ilginçtir. Bunlar silahlanma yarışına ve başka bir toplumun savunmasına katkıda bulunan kimseler olarak bu toplumlar tarafından ödüllenmeliydiler. Bazen bu çeşit davranışlara da tanık oluyoruz. Nitekim İngilizce öğretim yapan (Türkçe dururken) Orta Doğu Teknik Üniversitesinin mühendislik bölümünden, bir öğretim üyesi fakir Türk halkının dişinden tımağından artırarak kurduğu bir Üniversitede ondan maaş alarak yaptığı çalışmaların sonuçlarını, Amerikan Beton Enstitüsü'nün yayınladığı «A.C.I.» dergisinin 64 ncü sahifesinde yayınlamış ve «Takviyeli Beton» alanında yılın en etkin çalışmasını yaptığı için, bu enstitü tarafından «Wason Ödülü»ve bir madalya ile ödüllenmiştir. (21 Aralık 1968 günlü Cumhuriyet Gazetesi) Belki de bu araştırma sonuçları ile silahlanma yarışında etkili ve Türkiye'ye karşı yapılacak bir saldırı da zararlı olabilecektir. Fakat bu davranışa girildi mi kişiler iki tarafça da ödüllenmekte, geri toplumu bunalım ve korkularından arıtacak ve ona kişiliğini kazandıracak araştırmalar yaparak korku toplumunun yararına sunanlar, çok zaman dokuz köyden kovulmaktadırlar. Korku toplumlarında bu mekanizmayı işletme ajanlar ile onlara uşaklık eden, satılmış ve bilim adamı kişiliğine bürünmüş unsurlar egemendirler. Oysa bilim adamlarının (gerçek bilim adamının) görevi silahlanma yarışının, bütün insanlar için hazırladığı kötü sonucu, yalnız kendi insanlarına değil bütün Dünya kamuoyuna duyurmak ve kasaba politikacılarını da sonuçlarını düşünemeyecekleri maceralara atılmaktan vazgeçirmeye çalışmaktır.
Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı
181
Bu hizmet, bilimin haysiyetine inanan ve bilim adamı olarak geçinen her insan tarafından korkusuz ca yapılmalıdır. Korku toplumlarında bu hizmeti yapmak çok zaman zor, bilim adamı için sakıncalı ve hatta tehlikelidir. Bundan dolayı hizmet gereğince yapılmaz ve sömürgeci toplumlarla savaşçı top lumlar, bu durumdan alabildiğine yararlanırlar. Fikri tespit etmek ve anlaşılmasını kolaylaştırmak için bir örnek kullanalım. Türkiye'de muhalefette olan bir Partinin organı olan Ulus gazetesi 4 Ocak 1969 günlü yayınında şu haberi veriyor: (**) TMO depolarındaki, buğday stoku iki ay yetebilecek: Gürel Seydialioğlu, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin elinde ancak iki aylık buğday stoku kaldığı, Amerika'dan ithaline karar verilen 300 bin ton buğdayın da, Amerikalı liman işçilerinin grevi nedeniyle hemen yurdumuza getirilemeyeceği ve bu yüzden buğday fiyatlarının artma ihtimalinin doğduğu öğrenilmiştir. Ayrıca hükümet hemen tedbir almazsa, önümüzdeki ay içinde hemen bütün Türkiye'de buğday sıkıntısının baş göstereceği ve yurttaşların zor duruma düşeceği ifade edilmiştir. Öğrenildiğine göre Toprak Mahsulleri Ofisi’nin elinde 250 bin ton civarında buğday stoku kalmıştır. İlgililer Ofisin her ay 135 bin ton civarında buğday tükettiğini ifade ederek, şimdiki stokun Türkiye’yi ancak iki ay idare edebileceğini söylemişlerdir. Bu konuda kendileri ile görüştüğümüz ilgililer, buğday stokunun azalması ve muhtemel bir tehlikenin doğmasına Tarım Bakanı Bahri Dağdaş'ın tutarsız politikası ile konuşmalarının sebep olduğunu belirtmişler ve şunları söylemişlerdir. “Tarım Bakanı kabinedekl yerini sağlamlaştırmak için Meksika'dan ithal edilen Amerikan menşeli Sonora–64 buğdayı konusunda, bütün uyarılara rağmen ısrar etmiştir. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin bugünki buğday sıkıntısını çok daha önceden bildirmesine ve buğday ithalini teklif etmesine rağmen, Dağdaş, «Buğday ithaline lüzum olmadığı» yolunda demeç vermiş ve teklifi reddetmiştir. Tarım Bakanı bu arada gerek TRT'ye gerekse gazetelere verdiği demecinde, ısrarla «Sonbaharda buğday ihraç edeceğiz" demiş ve bugünkü sıkıntının doğmasını sağlamıştır. Öte yandan, Amerika'dan gelecek olan 300 bin ton buğdayın grev bittiği takdirde Mart ayından sonra Türkiye'de olabileceği öğrenilmiştir. Bu arada ilgililerin ifade ettiklerine göre un fabrikası sahipleri ellerinde bulunan buğday stokunu fazlalaştırmak için harekete geçmişlerdir. Bazı fabrika sahipleri buğday fiyatına zam yapabilmek için buğday ithalini durdurmak üzere çeşitli baskılara girişmişlerdir. Bu yüzden buğday fiyatlarının artması ihtimali doğmuştur. İlgililer «Fiyat istikrarı bakımından hükümetin derhal Avrupa ülkelerinden buğday ithal etmek için harekete geçmesini zorunlu gördüklerini» belirtmişlerdir. Bu haberde konumuz açısından öğrenilecek çok şey vardır. Çünkü Tarım Bakanı Dağdaş'a Sonora64’ün Türkiye'ye ithal ettiği takdirde, bütün bu olayların ortaya çıkacağı bir yıl önce hatırlatılmış ve kendisi bilim adamları tarafından uyarılmaya çalışılmıştı. (Varlık Yıllığı, 1968 - Türkiye'de yılın olayları - Sahife 288) Daha o tarihte ilim adamları şöyle diyordu:
182 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu (**) Bugünki Akşam'da Sonora-64 adlı Meksika Buğdayı hakkında, Prof. Dr. Kazım Aras'la, Doç. Dr. Osman N. Koçtürk'ün demeçleri var. Amerikan yardımı ile gelen bu buğdayın zararlı olduğu gazetelerde söz konusu ediliyordu. Bilim adamları bu uyarmayı yaptıkları zaman, onlara “Ülkeyi üç buçuk komüniste bırakmayacağız” deyip işin içinden çıkmaya çalışan Tarım Bakanı Dağdaş aslında masum bir vatandaştır. Çukurova'da ekilen Sonora Buğdayı daha başağa kalkmadan, tarlalarda davul zurna çaldırarak buğday verimini artırabileceğini zannedecek kadar aşırı davranışlar içinde olan bu politikacıyı, bugünkü sonuçtan dolayı tek başına suçlamak biraz haksızlık olur. Bize kalırsa, Türkiye'nin bu ortama getirilmiş olmasından baş sorumlu olanlar, Ankara, Ege ve Atatürk Üniversitelerinde, kürsülerine büzülmüş etliye ve sütlüye karışmadan aylık ücretleri ile tazminatlarını alıp gününü gün etmeye çalışan ziraat fakülteleri öğretim üyeleri ile onların yardımcıları ve mesele açık seçik ortaya çıktıktan sonra Ulus Gazetesi’nde bir yazı dizisi ile bazı eleştirmeler yapma ya kalkışan, kalemşor bir ziraat mühendisidir. Sonora-64 yurda sokulduğu sırada veya sokulmadan önce bilim adamları ve bu konuda ihtisas yaptıkları için bu girişimden doğrudan doğruya sorumlu olmayan Prof. Dr. Kazım Aras ile Dr. Osman N. Koçtürk'ü yalnız bırakmamış olsalardı ve Tarım Bakanı'nın karşısına dikilselerdi, bu yanlış uygula maya girişilmeyecek ve Türkiye bugünki hale düşürülmeyecekti. Türkiye'ye karşı sürdürülen sessiz savaşın bu bölümünde bilim adamları manen Tarım Bakanına nazaran daha suçludurlar ve bu suçluluk tarih tarafından tespit edilecektir. Bir aralık ortaya çıkıp, Tarım Bakanı Dağdaş'ı desteklemek için bilime aykırı açıklamada bulunan iki Ziraat Fakültesi Profesörü ise, kamuoyunu yanılttıkları ve yanlış uygulamayı destekledikleri için daha da sorumludurlar. Fakat şimdilik, bilim adamlarının sorumluluğu, politikacıların mübalaalı ileri çıkışları ile gölgelenmekte ve bu suretle bu insanlar hem etkisiz ve sorumsuz kişiler politik iktidarların fetvacıları olarak bol miktarda para kazanmaktadırlar. Korku toplumları, korkularından kurtulup ileri bir düzeye sıçrayabilirlerse, bilim adamlarını da çağlarının politikacıları gibi suçlayacak ve onları her halde sevgi ve saygıyla anmayacaklardır. Geri ülkelerde, bilim adamları arasında en tehlikeli gelişme, bunların bazılarının gerçeği de inkâr ederek, çıkarları peşinde koşarken bazı çevrelere alet olmalarıdır. Bunlar o zaman çıkar çevrelerinin, politik iktidarların, hatta yabancıların uydusu haline gelir, korku ve güvensizliğin toplum içinde daha da yayılmasına aracı olurlar. Çıkar çevreleri ve politik iktidarlar, suç işlemiş ve toplum için zararlı olmuş larsa, bu iktidar döneminde, iktidarın yardakçılığını yapan bilim adamları kadar, hiçbirşeye karışmadan “söz gümüş ise sukut altındır” ilkesini benimseyerek kenarda kalan suskun ilim adamlarını da suçlamak gerekecektir. Çünkü bilim adamı tıpkı sanatçı gibi, çağının ve toplumunun sorunlarından sorumludur. Toplum bilim adamlarını Üniversiteleri bir fildişi kule haline getirip, açıp okumadığı kitaplar arasında, eline kalem almadan yazıp çizmeden gününü gün etmek için yetiştirmez. Onunla çocuklarını bunun için giydirip, doyurmaz. Önümüzdeki süreçte, korku bölgeleri ve korku toplumları yaratarak, saldırgan ülkelere ve bu ülkeleri yöneten politikacılara yol gösteren bilim adamları kadar, geri ülkelerde uyarma ve korkulardan arınma bakımından görevini yapmayan, yardakçılığı veya suskunluğu tercih etmiş bilim adamları da suçlanacaklardır. Philip Noel-Baker şöyle devam ediyor:
Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı
183
(**) Uzmanlık sıfatları, kamuoyunun etkilenişinde, onlara uzman olmayanlardan daha büyük bir ağırlık vermektedir. Bu yüzden fizikçiler -Askeri araştırmalarda çalışsınlar ya da çalışmasınlar - nükleer silah yarışının tehlikelerini anlatmak bakımından daha yetkili bir durumdadırlar. Bu işlerden anlamayanlar onların sözleriyle daha çok etkilenecek lerdir. Bunun gibi hekimler biyolojik silahlar, kimyacılar da zehirli gazlarla, yangın çıkarıcı silahlar hakkında konuşabilirler. Yalın savaş ölçüsünde düşünüldüğü zaman, silahlanma yarışı konusunda konuşma ve halkı aydınlatma işi hekimler, biyologlar, kimyagerlere düşmektedir. Fakat açlığın bir silah olarak kullanıldığı gizli savaş hakkında kitleleri uyarma işi de ziraatçılara, veterinerlere, hekimlere, biyologlara ve eğer varsa diyet ve beslenme uzmanlarına düşer. İleri ülkeler bu kadroları kurup, açlık korkusunu Dünya'ya yaydıkları halde, korku toplumlarında bu kabil teknisyenlerin yetişmemesi ve yetişenlerin de kendi ülkelerine aktarılması için elden geleni yaparlar. Korku bölgelerinde insanları korkuları ile baş başa bırakmak için, direnen kişileri neutralize eder veya pasifikasyona (öğretmenler buna kıyım diyorlar) tabi tutarlar. Bu iki işleme tabi tutulmayanlar, hiçbir işe yaramayan suskun bilim adamlarıdır. Asıl suçlular da bunlardır. Bunlar yakın çıkarlarını korumanın ötesinde fazla birşey yapmaz, bildiklerini eylemleştirmezler. Fazla olarak çoğunluğu statükocu olan bu insanlar, Üniversite ve bilim kuruluşlarında ekseriyeti sağlayarak, düzenin korunması ve çıkarlarının sürdürülmesi için gerçek bilim adamlarını tasfiye eder ve korku toplumunu derin bir bunalıma iteklerler. Fikirlerini söylemekten çekinen ve toplumu etkileyemeyen kalabalık bir yiyici sürüsünün bilim adamı olarak, yüksek bir standarda uyarlı şekilde doyurulması ve ücretlerinin karşılanması işi geri ülkenin yoksul insanı için taşınması güç bir yük haline gelir. İşte bu noktada bilim adamlarının, bilimin ticaretini yapmaya kalkıştıklarını ve eğitimi bir tüketim haline getirerek, ticari amaçlarla okullar kurduklarını, bu okullarda egemen grupların istek ve çıkarlarına uygun bir şekilde eğitim yaparak toplumu soysuzlaştırdıklarını görürsünüz. Bu çizgiye kadar sürüklenmiş bir topluluk, artık kendini kurtaramaz. XVIII ve XIX ncu yüzyılın bilim adamları, ileri olma ve geri kalmışlık farkı gözetmeden güçlerince korkuları yok etmeye ve baskıdan arınmış bir Dünya yaratmaya çalıştılar. Fakat XX nci yüzyılın ikinci yarısında ileri ülkenin bilim adamının davranışı ile geri ülke bilgininin davranışı arasında önemli farklar vardır. Bunlardan birincisi korkunun yaratıcısı, ikincisi de körükleyicisi olmuş, körükleyici olmayanlar da çıkarlarını sürdürmek için susmayı tercih etmiştir. İnsanın mutluluğu ve korkular ile baskıların yokedilmesi için çalışan çok az bilgin vardır. Tüm Dünya'da parmakla sayılabilecek kadar az olan bu insanları hepimiz tanıyoruz. Sorumluluğunu duyamayanlar, yalın savaşın ve gizli savaşın sürüp gitmesinde iyi niyetle harcanan bilimsel çabaların ne denli etkili olduğunu anlayamazlar. Bilginlerin çoğunluğu, Dünya'yı kendi dar açılarından görmeye ve incelemeye alışık oldukları için, XX nci yüzyılın sentezci niteliğini bir türlü kavrayamıyor ve olaylar arasında karşılıklı ilişkiler olduğunu farkedemiyorlar. Gençliğin Üniversite kapılarını zorlayıp «Reform» diye bağırmasının temel nedenlerinin biri de budur. Onlar öğretici durumunda olanların Dünya'yı kendileri gibi gerçekçi bir gözle görmelerini istiyorlar. Eğer Üniversitelerimiz bazı tutucu çevrelerin istedikleri gibi Üniversiteler değil de, ilerici öğrenci örgütlerinin özledikleri tutumu benimsemiş üniversiteler olsalardı, Sonora–64 buğdayını yurda sokarak ülkeyi büyük zararlara sokmuş ve iki yıl üst üste avuç dolusu gübre ve ilaç parası ödedikten
184 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu sonra, açlıkla karşı karşıya bırakmış olan Tarım Bakanı Dağdaş, bugünki duruma girmeyecek ve istifaya mecbur kalmayacaktı. Hata işlediği günlerde bile Tarım Bakanı Dağdaş'ı heykelini dikecekleri için üç yönden çekilmiş resmini isteyerek, uyuşturup aldatan çıkarcı kasaba eşrafı, ne kadar suçlu ise, onun masasında yemek yiyip kendisine iltifat yağdıran bilim adamı da aynı derecede suçludur. Tarım Bakanı kendini değil de Türk toplumunun çıkarlarını düşünmekle görevli bir kişi olduğuna göre, eğer bu zat bilimsel yetersizliğinden dolayı belirli bir gerçeği göremiyorsa ona yardımcı olmak, bilenlerin ve bilim adamlarının vazgeçilmez görevleridir. Onlar bunu yapmadıkları için, geçen yıl döviz karşılığı Amerika Birleşik Devletlerinden 300 bin ton buğday ithal etmeye mecbur kalmış olan Türkiye, bu yıl 2 milyon tonluk bir buğday açığı ile karşı karşıyadır. Bunlara sebep olmuş olan politikacının bakanlıktan istifa etmiş olması, koşulları değiştirmeyecek ve onu kendi çıkarları için bu yanlış yola itekleyen Amerikalı bilim adamları ile uzmanlar ve politikacılar borçlandığımız dolarları bize hibe etmeyecekler veya bu yıl açığımızı parasız kapamayacaklardır. Yıllardır sürdürülen bilinçli ve bilimsel uygulamalarla, Türkiye'ye mahalli para karşılığı veya hibe yoluyla verilen tahıl ve besin maddeleri bugünü hazırlamak için verilmişti. Amerika'da tahıl ihraç eden bir toplumu, Amerika'nın eline bakan ve ona muhtaç bir toplum haline getirebilmek için ne yapmak gerektiğini politikacılara bilim adamları öğretiyorlar. Atom silahlarının geliştirilmesi gibi, açlık ve aç bırakma silahının geliştirilmesinde de Amerikan bilim adamının eli vardır. Bilim adamlarının geliştirdiği bu silahın kötü etkilerinden kendi bilim adamlarımızın yardımı ile korunabileceğimiz halde, bizimkiler çok zaman susmayı ve bazen de olayı ters yönden etkilemeyi tercih ediyorlar. Geri ülke bilim adamı, kanunlarla kendilerinden istenmiş olsa bile toplumun çıkarlarıyla ilgilenmek istememekte ve daha ziyade kişisel çıkarlarını ön planda tutmaktadır. Türkiye'de ışınlandırılmış buğdayın Türk halkına yedirilmesi, Sonora-64 tarımının gerekli bilimsel denemeler yapılmadan uygulamaya konması, tarım ilaçlarının kontrolsüz bir ortamda gelişigüzel kullanılması gibi gerçekte bilim adamlarını ve üniversiteleri yakından ilgilendirmesi gereken girişimler ile uygulamalara karşı bilim çevrelerinin gösterdikleri ilgi ve tepki ile, üniversite öğretim üyelerinin tazminatlarının artırması teşebbüsünün sebep olduğu olaylar ve rektörlerle dekanların istifasına kadar varan tepki kıyaslanacak olursa, geri ülkeler bilim adamlarının kafa yapıları hakkında daha doğru hükümlere varılabilir. Bilimsel konularda karar alma işini de, kasaba politikacılarına bırakan çoğunluk, kendini toplumundan ve çağından sorumlu tutmamakta ve sorumluluk sınırlarını kişisel çıkarlarının bittiği yerde bitmiş kabul etmektedir. Bundan dolayı bu yıl 2 milyon tonluk bir buğday açığı ve Doğu illerinde daha yaz aylarında ken dini göstermeye başlayan açlıktan kimse sorumlu olmayacak, politikacılar her zaman olduğu gibi işi yağmurların vaktinde yağmamış olmasına, mevsimin elverişli gitmediğine bağlayarak Tanrı'yı suçlayacaklardır. Meselenin temelinde yatan gerçek nedenler araştırıldığı zaman, önce yeteneksiz politikacıyı itham etmek lazımdır. Çünki yürürlükte olan kanunlar ve toplumun kendisine verdiği yetki, ona belirli bilimsel konularda bilim adamının bilgisinden yararlanma olanağı tanımıştır. Üniversiteler
Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı
185
Bakanlıkların kendilerine sordukları sorulara cevap vermek ve yöneticiyi karar alırken bilimin verilerinden faydalandırmak durumundadırlar. Fakat geri ülke yöneticisi bu kararları tek başına alacak kadar cesurdur. Çünkü sonunda sorumlu olmayacağını ve kendisine kimsenin hesap sormayacağını bilmekte, bunlardan bazıları soru sual işini Mahkeme-i Kübra'ya bırakmaktadırlar. Bilim adamları da sorumluluklarını kendileri duyamıyor ve Philip Noel- Baker'in özlemini duyduğu sorumluluk çizgisine hiçbir zaman yanaşamıyorlar. İleri ülkelerin bilim adamlarının görev ve sorumluluğu ile geri ülkeler bilim adamlarının görev ve sorumlulukları, elbette birbirinden farklı olacaktır. İleri ülkelerde bilim adamları atom bombası, hidro jen bombası, biyolojik ve stratejik silahlar icat etmekle meşgul olduklarından korkunun ve baskının yaratıcılarıdırlar. Buna karşılık geri ülkelerdeki bilim adamlarına daha barışçı ve korkularla baskıları kaldırıp yokedici bir tutum izlemek ve gerçekleri kendi insanlarına duyurmak düşüyor. Korku toplumlarında meseleleri halka anlatmak hayli güç bir iştir. Hatta bazen iktidarda olan kişiler ile çıkar grupları anlaşılması çok kolay olan bir şeyi ısrarla anlamak istemezler. Böyle bir ortamda iktidarları zorlamanın ve yola getirmenin tek çaresi, gene halka inmek ve meseleleri halka anlatmak olacaktır. Çünki demokrasilerde halk çoğunluğu oyları ile iktidarları değiştirme ve meselelere çözüm getirecek kadroları iş başına getirme olanağını elinde tutar. Bilim adamlarının halka inmesi çok olumlu sonuçlar vermesine rağmen, korku toplumlarındaki bilim adamları halktan kopuk bir ortamda yaşarlar. Çok zaman bu insanlar bilimi, tıpkı ileri toplumlar gibi hareket ederek, baskı yapmak ve korku yaratmak için bir araç gibi kullanır ve kendi toplumlarındaki koşullardan memnun olmadıkları için, bu toplumu terkederek yabancı ülkelere göçer ve onların projelerinde vazife alırlar. Kendi insanlarını korkuları ile başbaşa bırakıp, kendi çıkarının ve huzurunun peşinden giden bu bilim adamlarını hoşgörmek mümkün değildir. Çünkü bunlar bilerek veya bilmeyerek, korku ve baskı ile barışçı çabalar arasındaki dengeyi bozmakta, savaştan yana olan grupların sayıca az olmalarına rağmen ağır basmalarına yardım etmektedirler. Vaktiyle, Hindistan'da yaşayan ve yaşantısını halkının uyarılmasına adamış bulunan barışçı bir Gandi, Dünya barışına büyük katkılarda bulunabiliyordu. Fakat bugün Hindistan, Türkiye, Pakistan, Afrika ve Güney Amerika gibi geri kalmış ülke ve bölgeleri, insanlarıyla birlikte geri bırakıp, emperyalist toplumların savaşçı ve baskıcı bilim örgütleri ile fabrikalarında görev alan bilim adamları ile işçiler, aslında Dünya'nın bir korku Dünyası haline getirilmesine ve savaşçı çabaların daha da güçlenmesine yardım etmektedirler. Bu yetmiyormuş gibi sömürgeciler geri ülkelerin eğitimine el koyarak, İlkokuldan Üniversiteye kadar her kademede öğretim çalışmalarına sızmak suretiyle geri ülkeleri de yozlaştırmaya, bilim ve sanat adamlarının bir kısmını kendi yanlarına almaya muvaffak olmuşlardır. Bundan dolayı korku yaratmak istedikleri zaman ekseriya kendilerinin konuşmasına lüzum kalmaz. Onların nüfuzu altında olan kişiler harekete getirilir, korkular ve baskılar kolayca yaratılır. Bu bilim adamlarının fetvaları ile gerçeği söyleyen aydınlar etkisiz hale getirilirler. Ortada yalnız korku, yalan ve iftira kalır. İstenen de budur. Bir toplum bu hale geldi mi, ona artık herşeyi en kötü cinsten olsa da kolayca satabilir ve korkularına dayanarak istediğinizi empoze edebilirsiniz. Savaş korkusu geri ülkenin üretim artığı, elden çıkmış ve miadını doldurmuş savaş malzemesi için iyi pazar olmasını sağlar. Açlık korkusu da, onu tohumluk, gübre, tarım ilacı ve tarım üretim artıklarının pazarı yapar. Bu ülkelere kurtlanmış undan tutun da, acımış yağa, kokmuş konserveye kadar herşeyi önce mahalli para karşılığı ve kendi üretim olanaklarını tahrip ettikten sonra da dövizle satabilirsiniz.
186 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Ölüm ve hastalık korkusu insanların ekmek gibi ilaç tüketmelerine ve o ülkenin de ilaç firmaları nın tatlı kar pazarı olmasına ortam hazırlar. Bütün mesele bu korku ortamını yaratmakta iç veya dış etkilerle kitleyi korkutabilmektedir. Kitle bu korkuya düştükten sonra, kitlenin ürünü olan ve halkın arasından seçilerek yönetim yerlerine gelen kişilerin de bu korkudan kendilerini sıyıramayacakları, korku ve baskıyı yaratanlara uyacakları doğaldır. Korku ve baskı ile ipnotize edilen toplumları kendi çıkarınız için savaşa sokabilir, onun bağımsızlığını ve savunmasını bahane ederek, o ülkeye girip yerleşebilirsiniz. Yabancı askerlerle yabancı uzmanların ülkesine geldiğini ve üslendiklerini gören korku toplumları, bir süre sonra korkularından sıyrılarak rahat etmeye ve kendini emniyette hissetmeye başlar. Bu ortam geri bir toplumun soyulup soğana çevrilmesi için en elverişli ortamdır. Durum böylece sürdürülmeye çalışılır. Genellikle süre ne kadar uzun olursa, emperyalistin çıkarı da o kadar büyük olacaktır. Sömürgeciler bunu iyi bildiklerinden korku havasının dağılmaması için bütün gayretlerini seferber eder, basın, sinema ve diğer propaganda araçları ile bu korkuyu diri tutmaya çalışırlar. Korku toplumu korkularından sıyrılıncaya kadar kaderi değişmez. Açlık korkusu, savaş korkusu veya başka korkular belirli usuller ve bilinen vasıtalarla yaratılmaktadır. Chicago otellerinde bir öğle yemeğinde yapılan bir konuşma veya Dünya'nın bütün ajanslarına inti kal eden bir haber, korku toplumlarında beklenen etkileri kolayca uyandırır. Yeni pazarlar açılır, yeni problemler ortaya çıkar ve bütün bu problemler para ile çözümlenir. Para hareketlerinden hisselerini almak için önceden tertiplenmiş olanlar da hisselerini tahsil ederler. Gerek savaş korkusu ve gerekse açlık korkusu beyinlere yerleştirildikten sonra, Milletlerarası kuruluşlar, bazen barışı korumak ve bazen de açlığı önlemek için korku bölgelerine hücum eder, bunalıma düşmüş milyonlara yol gösterirler. Bu Milletlerarası kuruluşlarda hegemonya kurmaya muvaffak olmuş bulunan devletler genellikle en büyük payı kendilerine ayırmaktadırlar. Sonuç ekseriya olumsuzdur. Ne savaş önlenir, ne de açlıkla savaşılır. İnsanlar korkularıyla başbaşa, kendilerinden güçlü yabancıların etkisi ve baskısı altına girerler. Bu münasebetle bölgeye giren yabancı uzmanlarla yabancı askerleri çıkarmak bir mesele olur. Geri toplumları bütün bu saldırılardan koruyacak ve onlara karşı direnecek grup o ülkenin diri güçleri ve bilim adamları olacak, sorunları halka duyurarak, başkasının yardımı ve müdahalesi olma dan kalkınmak ve korkulardan kurtulmak için yol gösterecektir. Fakat bilim adamları uzak durunca, zinde güçler de etkisiz kalırlar. Böyle bir ortamda, yabancı güçler bildiklerini rahatça okur ve o ülkenin kaynaklarına el koyarlar. Sömürgeciliği sanat edinenler, başkalarının haklarına sevgi ile el konulamayacağını iyi bilmektedirler. Bundan dolayı korku sömürü için en elverişli araç olur. ABD Tarım Bakanı Freeman ile Philip Noel Baker konuşmaları ve yazıları ile bu korku ortamı nı yaratırlarken, bir taraftan da değerlendirilirse yararlı olabilecek açıklamalarda bulunuyorlar. Bilim adamı bu son dönemde, gerçekten suçlu bir tutum içindedir. İleri ülkelerin bilim adamları, savaş çı karmak ve açlığı bütün Dünya'ya yaymak için politikacıların emrinde çalışırlarken, geri ülkelerin bilim adamları da, kendi insanlarından kopmuş ve çıkarı için çalışan kişiler haline gelmişlerdir. Oysa nerede doğmuş ve nerede eğitilmiş olursa olsun, bilim adamının görevi gerçeği aramak, iyi, doğru ve güzelden yana olmaktır. Kapitalist güçlerin egemen olduğu ülkelerde Üniversiteler ve bilim adamları, şeklen özerk görünmelerine rağmen, halk için tespiti zor bazı gizli bağlarla sermayenin baskısı altındadırlar. Geri bırakılmış korku toplumlarında üniversitelerin yerli sermayeden sonra, yabancı sermaye çevrelerinin de etkilerine açık oldukları çok görülür.
Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı
187
Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler, kültür emperyalizmini rahatça geliştirebilmek için, geri ülkeler üniversitelerine sızmakta, burslar, seminerler, konferanslar ve bilim adamı değişmek sure tiyle yüksek öğrenim kuruluşlarını etkileri altına almaktadırlar. Bu usul kendilerinden yana, şartlanmış yönetici ve teknisyen yetiştirmek için başarılı bir girişim olmaktadır. Ünlü bir kapitalist eğitimci, geri ülkelerde ekonomik, sosyal ve politik ortamı istenilen yönde değiştirebilmek için kendilerinden yana 200 bilim adamının hizmete sokulmasının yeterli olacağından söz ederken, gerçeği dile getirmektedir. Bu ülkelerde bilim adamına duyulan saygı ve inanç iki yüz kişi ile çoğunluğun kanılarının değiştirilmesi ve aldatılması için çok zaman yeterli olur. Kapitalizm, bu inanç içinde bilim adamlarına para kazanmanın tadını tattırmayı gerekli görmüş ve geri ülkelerin çoğunda sermayenin kurup işleteceği özel yüksek okulların kurulması yoluna girilmiştir. Böylece özerk üniversitelerde düşük ücretlerle çalıştırılan öğretim üyeleri sermaye çevreleri ile maddi ilişkiler kurar. Patrona uymanın ve dediklerini yapmanın kendisine kazandırdıklarını bizzat görerek ve inanarak onun adamı olur. Sermaye bilim adamlarına ödediği ücreti, halk çocuklarının sırtından tahsil etmeyi ve öğrenimi bir tüketim haline getirerek bundan bir de kar sağlamayı bilmektedir. Bu suretle bu ülkelerde bilim sermayenin emri altında ve onun egemenliğini sürdürmede kullanılan bir araç haline geliyor. Bilimin bu amaçla kullanılması yüz kızartıcı bir gelişmedir. Sermaye korkuların baskısı altında sömürmeye başladığı toplumlarda bilimin gerçek hüviyetiyle gelişmesini istemez, savaş ve açlık korkusunun sürdürülmesi için çoğunluğun cahil ve bilgisiz olması lazımdır. Bundan dolayı bilim adamından fazla birşey istenilmemekte, sermayenin arzularını yerine getirmenin ötesinde, çaba sarfetmesi arzu edilmemektedir. Sermaye bunu sağlamak için gerekiyorsa yabancı sermaye ve bu sermayenin temsilcisi ülkelerin fonlarından, mali ve teknik yardımlardan da yararlanmayı bilmektedir. Hem kendi kültürünü yaymak ve hem de korku toplumlarındaki korkulan sürdürürken bir taraftan da sömürüye elverişli bir ortam hazırlamak için bilim adamlarını şartlandırmanın şart olduğunu ıyi bilen kapitalist ve emperyalist ülkeler, çeşitli kombinezonlar içinde bu girişimlere omuz verirler. Bilimi ve bilim adamını tamamen yozlaştıran bu kabil çalışmalar için, ABD’nin Rockefeller Foundation ismi altında faaliyet gösteren kuruluşunu örnek verebiliriz. Bu kuruluş Dünya'nın bütün korku toplumlarında eğitim düzenini etkilerken, açlık korkusunun ayakta tutulmasına özellikle dikkat etmekte ve bu amaçla avuç dolusu para harcamaktadır. Rockefeller Vakfı ile birlikte Ford Vakfı ve AlD Kuruluşu geri ülkelerde müşterek hareket ederler. Bunların çabaları birleşince bilim adamları kapitalist ülkenin yaymaya çalıştığı açlık korkusunun ya tağı haline gelir ve bu sayede ABD’nin üretim artıkları, bu korku toplumlarına akmaya başlar. Miadı geçmiş yavan süttozu bir Kilise kuruluşu olan CARE teşkilatı aracılığı ile geri ülkenin ilkokul çağındaki masum yavrucuklarına yedirilmeye başlanır. Çocuklar mutlu olmayı öğrenmeden toplumlarının aç ve Amerika'ya muhtaç bir toplum olduklarını öğrenirler. Bu gelecek kuşaklarda da şartlanma yaratılması ve açlık korkusunun onların kafasına yerleştirilmesi için bilhassa önemlidir. İşçiler ve fakir halk tabakaları kullanılmaz hale gelmiş olan üretim artıkları ile beslenmeye ve başkasının yardımına muhtaç kalmış bir insanın duyduğu aciz içine iteklenmeye başlanır. Üniversitelerde gerçekleştirilen korku ortamı buradan halk tabakaları arasına yayılır. Yardımların sağlanması ve üretim artıkları ile gübre, tarım ilacı, tarım araçları gibi ihtiyaç maddelerinin sağlanmasında AlD ile Birleş
188 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu miş Milletlerin iyi niyetle kurulmuş teknik organizasyonları gibi görünen FAO - UNICEF ve benzeri kuruluşlar aracılık ederler. Türk ilkokul öğrencileri 15 yıla yaklaşık bir zamandan beri, Amerikalıların üretim artığı, yavan süttozu, kurtlanmış unları ve hatta insan yiyeceği olmaktan çok, hayvan yemi olarak tanımlanan pamuk çekirdeği küspesi, soya küspesi gibi yiyeceklerle besleniyorlar. İlk zamanlar insancıl bir yardım zannettiğimiz bu girişimlerin tabanında yatan kötü niyeti sezdikten sonra, yavan süttozu yardımına milletçe karşı çıktık. Öğretmen çoğunluğunun, bilim adamlarının bu konuda söyleyip yazdıkları, iktidar ile şartlandırılmış bilim adamlarımızı etkilememiş ve Müslüman bir toplum olan Türk halkı Amerika Birleşik Devletlerinde bir Kilise teşkilatı olarak bilinen CARE'in sağladığı bozuk süt tozlarını çocuklarımıza içirmeye devam etmiştir. Bir süre önce Ege bölgesinde yüzlerce yavrumuzun bu süttozundan zehirlenmiş ve öğretmen kuruluşlarının (TÖS ve TÖDMF) ilgili bakanlıklara başvurarak uygulamanın durdurulmasını istemiş olmaları, açlıkla korkutulmuş iktidar ile şartlandırılmış bilim adamlarını gerçeği inkar etmekten geri koymamıştır. Bir bilim adamı gurubunun bölgede yaptığı incelemeden sonra, zehirlenmelerin süttozunun bozuk oluşundan değil de, çilekeş Türk öğretmeninin süttozundan süt hazırlarken yaptığı hatalardan dolayı ortaya çıktığı şeklinde bir dedikodu yayılmış ve daha sonra da yeniden uygulamaya geçilmişti. Bu arada bozuk süt tozları el altından imha edilmiş veya gizlice toplatılmıştır. Gazetelerde bunların insan yiyeceği olarak kullanılmalarının sakıncalı olduğunu gösteren haberler çıkmaktadır. Adana'dan verilen bir haberde: (**) Adana Milli Eğitim Müdürlüğü Beslenme Servisi Deposunda bulunan geçmiş yıllara ait Amerikan menşeli 27 ton un ve süt tozunun “İnsan ve Hayvan gıdasına elverişli olmadığından gübre olarak kullanılacağı” açıklanmıştır. İlgililer 27 ton un ile süt tozunun Hacı Ali Devlet Üretme Çiftliği ile Çukurova Harası'nda gübre olarak değerlendirileceğini ve dağıtımına başlandığını söylemişlerdir. (Cumhuriyet Gazetesi, 1 Ağustos 1969) Bu olay Türkiye'ye gönderilen süt tozlarının kalitesi hakkında bir fikir verebilmektedir. Masum Türk yavrularını zehirleyen bunlardan farksız süt tozları için bir devrede bazı bilim adamları bunların yenebileceğine dair rapor düzenlerken gözlerini bile kırpmadılar. Bunlardan bazıları geri ülkelerde çok rastlanan şartlandırılmış ve gerçeği söyleme niteliğini yitirmiş bilim adamlarıydı. Korku toplumların da bu nitelikte bilim adamları bulundurabilmek için üniversitelerin ve tüm bilim kuruluşlarının şartlandırılması zorunlu hale geliyor. Kapıyı kapatınca bacadan girerek bildiğini gerçekleştirmeye çalışan emperyalist geri ülkenin yöneticileri ile bilim adamları arasından yeni müttefikler bularak, korku toplumuna artıklarını ve bozuk yiyecekleri sokarak masum insanlara yedirmeyi başarıyor. Öğrencilerin zehirlenmesi, halkın ve öğrenci kuruluşlarının direnmesi ve haysiyetli bilim adamlarının açıklamalarına rağmen ülkenin bir yanında Amerikan süttozu ile unları gübre olarak değerlendirilirken, gazetelerde yeni havadisler okuyoruz. (**) Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Yardımı Teşkilatı (FAO) hükümetimizin isteği üzerine Türkiye'deki orta dereceli mesleki ve teknik okullar ile yetişme yurtlarına 8 milyon 959 bin dolar tutarında gıda yardımında bulunacaktır. Hükümetimizle FAO yetkilileri arasında imzalanan bu konudaki resmi anlaşma Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Üç yıl içinde Türkiye'ye gönderilecek olan 37.363 ton buğday, 2336 ton bulgur, 2034 ton yağsız süttozu, 2336 ton peynir, 1869 ton yağ, 1869 ton konserve et ve
Korku Toplumu, Bilim ve Bilim Adamı
189
93.5 ton çaydan bir kısmı 31 Aralık 1970 tarihinde İstanbul, İzmir, Samsun, Trabzon ve İskenderun limanlarında FAO teşkilatınca Türk hükümetine teslim edilecektir. Yardımlardan yararlanacak okullar anlaşmaya göre şunlardır. — Yatılı Bölge Okulları, yetiştirme yurtları, Körler ve Sağırlar Okulları, — Öğretmen okulları, — Orta dereceli okullar, — Erkek Teknik Öğretmen Okulları, — Kız Teknik Öğretmen Okulları, — Din okulları, — Ticaret ve Turizm Okulları. (Milliyet Gazetesi, 7 Ağustos 1969) Bu yardımlar Türkiye'ye gelince, bunların Amerikan artıkları olduğu görülecektir. Vaktiyle Birleş miş Milletler Çocuklara Yardım Fonu Teşkilatı (UNICEF)'i bir kalkan gibi kullanarak ve onun ardına bir kilise teşkilatı olan CARE teşkilatını gizleyerek ilkokul çocuklarına vadesi geçmiş bozuk yavan süt tozlarını yıllarca yediren ABD'i bu defa da Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO) nı siper ederek kimsesiz çocukların devam ettiği yetiştirme yurtlarına, kör ve sağır okullarına, öğret men okullarına, teknik okullara ve hatta din okullarına sokulmakta ve onlarda da bir aşağılık duygu su ve açlık korkusu yaratmak için olanaklarını kullanmaktadır. Bu çocuklar daha Türk olduklarını ve ülkelerinde yiyecekleri tüm besin maddelerinin yetiştirilebileceğini öğrenmeden, Amerikanın Türkiye'ye besin yardımı yaptığını öğrenecek ve böylece genç yaşta şartlanacaklardır. Kaldı ki besin yardımları arasında sözü edilen çay, ülkemizde bol bol yetiştirilmekte ve ne iç ve ne de dış piyasada değerlendirilemediğinden yakılmakta ya da denize atılmaktadır. Tıpkı çay gibi diğer besin maddelerine de aslında muhtaç değiliz. İktidar bu anlaşmayı imzalarken bazı bilim adamlarına danışmış ve şüphesiz bu yiyeceklere muhtaç olup olmadığımız hakkında onların görüşlerini almıştır. Eğer böyle bir işlem yapılmış ve bir bilim adamı Türk okullarında okuyan öğrencilerin yabancı ülkeden yardım olarak verilecek çaya muhtaç olduğunu kabullenmiş ise, bu bilim adamı ya bu alanda hiç birşey bilmemekte veya şartlandırılmış olduğu için Amerika Birleşik Devletlerinin FAO'yu araya koyarak empoze ettiği üretim artıklarını reddedemeyecek şekilde şartlandırılmış bulunmaktadır. Bilim ve bilimsel görüş bu yardımların tümünün reddini ve Türk çocuklarının Türkiye'de üreti len besin maddeleri ile beslenmelerini gerektirir. Türkiye'de bu üretim kapasitesi ve olanağı mevcut tur. Türk çocukları başkalarının artık ve bozuk yiyecekleri ile beslenmemeli ve öğretmen namzetleri ilkokulda ve öğretmen okullarında, açlık korkusunun yaratacağı aşağılık duygusuna tutsak edilme melidir. Fakat korku toplumlarında, kendini korkuya kaptıranlar karşı tarafın bütün dileklerini yerine getirmeyi bir görev sayar, bunun aksini düşünemezler. Bu ülke Müslüman bir ülke olsa da bir Kilise Teşkilatının (CARE) artıklarla kendisine yardım ve gerçekte hakaret etmesine boyun eğer. Bütün bu girişimlere karşı köyde kentte kolayca imali mümkün ve Orta Asya'ya kadar uzanan bir geçmişi olduğu için bir süre önce çocuklarımıza yedirilmesini teklif ettiğimiz ve üzerinde yaptığımız bilimsel araştırmaları Afrika'dan Avrupa'ya kadar birçok bilimsel dergilerde yayınladığımız Tarhana, bilim çevrelerimizle iktidar çevrelerinde alerji yaratmış ve o tarihte çalışmakta olduğumuz Milli Eğitim
190 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Bakanlığından usulüne göre uzaklaştırılmamıza sebep olmuştur. Şimdi benim çalıştığım mevkide Orta dereceli okullarımıza da artık maddelerle gıda yardımı yapılmasına evet diyen bilim adamlarının çalıştırıldığını üzülerek görüyorum. İki milyon yavrumuzun bir Kilise Teşkilatının sağladığı yavan süttozu ve diğer bozuk yiyecekler ile beslenmesini yöneten, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı beslenme eğitimi şubesinin başında bu işin bilimsel yönüyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir aritmetik öğretmeni bulunmakta ve bu zat görev yerinde uzun yıllardır tutulmaktadır. Başka ülkelerde bilim adamlarının ve profesörlerin yaptığı bu görevin, Türkiye'de bu işten anlamayan bir insanın sorumluluğuna terkedilmiş olmasının nedenini anlamak kolaydır. Çünki geri ülkelerde bilim değil, korku ve baskı konuşur. İktidarın her istediğine evet diyen bilim adamları ile yöneticilerin böyle yerlerde olması, açlık korkusunun yaygınlaştırılmasına yardım etmekte ve ilkokul çocukları zehirlenip, süttozu ve un gübre olarak kullanılırken, bir taraftan Türkiye'ye 80 milyon TL. tutarında artık yiyecek sürülebilmektedir. ABD'i Birleşmiş Milletlere bağlı Milletlerarası Çalışma Organizasyonu'nu (ILO) kullanarak öğrencilerden sonra, işçilerimize de bozuk gıda maddeleri ile yardımda bulunmuştur. Bu yiyeceklerden Zonguldak ve Ereğli'de zehirlenmeler olmuş, Karabük'deki işçiler sağlanan yiyecekleri yememekte direnmişlerdir. Fakat bilim adamlarımızla yöneticilerin kös dinledikleri ortamda, işçilerimizden sonra çiftçilerimize de artık yiyecek maddeleri verildiğini gördük. Seçim günlerinde veya seçimlerin yaklaştığı günlerde bu yiyecekler, açlıktan yılmış seçmenlere, tutulan partilerin adamları tarafından dağıtılmakta ve bu suretle kapitalist düzenden yana politik kadrolara oy sağlanırken bir taraftan da halk kitleleri açlık korkusu ile şartlandırılmaktadır. Emperyalist ülkeler artıklarını yedirdikleri korku toplumlarından, bu yardımlara karşılık büyük çıkarlar sağlarlar. Esasen bu çıkarları olmasa bu yardımları da yapmazlar. Nitekim Nijerya ile savaş halinde olan Biefra'da her gün 1000 çocuk açlıktan ölmekte ve bunlara ağaç kabukları, çekirgelerin kaynatılması ile elde edilen çorbalar verilmektedir. (Milliyet gazetesi, 1 Ağustos 1969) Bu yüz kızartıcı olay karşısında hamiyetli emperyalist toplumların susmalarına şaşmamak lazımdır. Çünki onların çıkarları bu çocukların ölmesindedir. Türkiye'yi açlık ve savaş korkusu içine sokarak şartlandırılmış kuşaklar yetiştirmek yerli sermaye ile onunla ortaklık halinde çalışan yabancı sermayenin çıkarlarına uygun düşmektedir.
.
Bir lokma ekmek için kişiliğini satan ve aç kalacağım korkusu ile kanun çıkararak analarının ve kız kardeşlerinin helezonlanıp kısırlaştırılmasına, evet diyen bir toplum yaratarak ülkemizin zengin kaynaklarını bölüşmek emperyalist kadar toplumsal bilinç ve milli duygudan yoksul sermayedarların amaçlarına uygun düşüyor. Bütün bu gelişmelere susarak cevap ve kendi çıkarının ötesinde birşey düşünemeyen bilim adamları, bu sonuçtan en az siyasi iktidarın sivri kişileri kadar sorumludurlar. Bilim, şahsiyetsiz bilim adamının kişiliğinde, sermayenin uşağı ve emperyalizmin maşası haline gelmiştir. Korkular içinde gerçekleri göremez hale getirilmiş olan geri ülke insanı, bunu bugün göremediğinden bilim kuruluşlarına ve üniversitelere milyonlarca lira harcanmasını olağan karşılıyor. Fakat gittikçe bilinçlenen işçiler, öğretmenler ve öğrenciler artık meselelerin farkına varmaktadırlar. Son günlerde Türkiye'de üniversitelerin boykot ve hatta işgal edilmiş olmasının tabanında bu bilinçlenme
191 yatmaktadır. Sermayeden yana iktidarların dolaylı yollardan giderek bilim kuruluşlarının başına getirdiği kişiler, gençliğin karşısında gördüğü sevilmeyen kişiler haline geldiler. Kapitalist Amerika' nın Doğu bölgelerinde yaşayan genç kuşakları şartlandırmak için Erzurum'da, Türk toplumunun saygı duyduğu Atatürk'ün isminin arkasına gizlenerek, Nebraska Üniversitesine kurdurduğu Erzurum Ata türk Üniversitesi'nin öğrencilerinden sonra öğretim üyelerinde bir bilinçlenme ve bir tepki başlamıştır. Millete milyonlarca liraya malolan bu Üniversitedeki suskun ortam, yüksek ücretlerle tatmin edil miş öğretim üyelerini sert konuşmaya mecbur etmektedir. Atatürk Üniversitesinde görevli 68 öğretim üyesi yayınladıkları bir bildiride şöyle diyorlar: (**) Atatürk Üniversitesi 65 öğretim üyesi ve yardımcısı bir bildiri yayınlayarak Üniversitedeki düzensizlik ve huzursuzlukları kamuoyuna açıklayarak Milli Eğitim Bakanı ve Rektörü, sorumluluğa davet etmişlerdir. Aralarında 5 doçent ile 14 doktorun da bulunduğu 65 imzalı bildiride 20 aydan beri Üniversite rektörlüğü deruhte etmekte olan ..... ..........'in bu müddetin 15 ayını Erzurum dışında geçirmiş olması ve tenkitlere rağmen bu tutumuna devam etmesini Üniversite için tam bir bahtsızlık saymaktayız. Yığınla problem çözüm beklerken, rektörün 150 bin lirayı aşan yolluklarla seyahatlar yapması ve görevine ilgisiz kalışı ibret verici bir olaydır.» denmektedir. (Cumhuriyet Gazetesi 27 Temmuz 1969) Bildiriyi yayınlayanlar Türkiye'deki görevlerini ihmal edip Avrupa ve Amerika'da ardı ardına gezilere çıkan ve yol masraflarını Türk toplumunun sırtına yükleyen bilim adamlarının sayılarının hayli yüksek olduğunu da bilmektedirler. Bunlar maaşlarını ve ünvanlarını Türk toplumundan ve Türk makamlarından almakta, fakat hizmetlerini başka ülkelere mal etmektedirler. Bunlar arasında Türkiye'de karılarından başka kimse tarafından tanınmadığı veya bilinmediği halde, yabancı ülkelerde «Who Is Who» kitaplarına geçecek kadar şöhret yapmış ve bununla iftihar ettiği için üniversiteye sunduğu ça lışma raporunda, bu olayı bir iftihar vesilesiymiş gibi kayda geçirmiş olanlar bile vardır. Türkiye'nin sorunlarına ve insanlarına lüks otomobilin camı arkasından bakmayı adet edinen bu adamlar içinde bir yılda sekiz defa dış ülkelerde seyahate çıkmış olanları tanıyoruz. Korku toplumunda sırtını yabancılara dayayarak gönlünce hareket etme olanağına kavuşan bu insanlar, zinde güçler ve memleketçi aydınlar tarafından dikkatle izlenmektedirler. Bozuk düzen içinde yapılan her şeyin zamanla unutulacağını ve hesabının mahkemesi kübraya ka dar sorulmayacağını zanneden bu gafil kişiler zamanı gelince yanıldıklarını anlayacak, fakat gecikmiş olacaklardır. Sırtından geçindiği toplumun nimetlerinden insafsızca yararlanıp ona borçlu olduğu hiz meti vermeyenler, bir de bu hizmeti Türkiye'den kaçırıp yabancılara mal edenler, bilim adamı olmanın sağladığı nüfuzu Türk toplumunun çıkarlarına karşıt amaçlarla yabancı toplumun ülkemizdeki çıkarları için kullananlar izlenmekte ve bilinmektedirler. Korku toplumu bugün sindirmiş ve zinde güçleri susturmuş ise bunun geçici olduğu bilinmelidir. Çünkü korku sürekli olamaz.
192 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
193
XII SİNDİRİLMİŞ TOPLUM
194 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
195
SİNDİRİLMİŞ TOPLUM Beslenme, barınma, ısınma, aydınlanma, eğitim, sağlık koruma, dinlenme ve eğlenme gibi temel ihtiyaçları gereğince karşılanan, korkularından arınmış ve yarınından emin insan mutludur. Bu insanın gözleri pırıl pırıl parlar, üretmek ve sahibi olduklarını savunmak için en elverişli durumdadır. Bunun tam aksine, temel ihtiyaçları gereğince karşılanmamış, yarınından emin olmayan, savaş ve açlık korkusu ile sindirilmiş insanlar ise, mutsuzdurlar. Bakışları donuk ve canlarından bezmiş bir durumda olur, üretmek istemezler, çok zaman sahibi oldukları şeyi savunmayı da göze alamazlar. Çevreleri ile ilgisizdirler. Çıkarcı bir tutumu benimser ve eğer aç iseler karınlarını doyurmak, çıplak iseler giyinmek için başkalarından yardım beklerler. Bu yardımlar karşılığı neleri varsa yardım gördükleri kişiye vermeye ve hatta ona uşaklık etmeye hazırdırlar. İnsanın bu değişmez davranışını uzun denemeler sonu tespit etmiş olan sermaye çevreleri sömürdükleri ve çalıştırdıkları insan topluluklarının daima bu durumda bulunmasını arzu etmiş ve düzeni buna göre kurmuşlardır. Çağlar boyu işçilere ve hizmetlilere ürettikleri değerden çok daha düşük ücret verilişinin temel nedeni budur. Üretim araçlarını elinde bulundurduğu için ürettiği ihtiyaç maddeleri için pazar hazırlaması ve alıcı gruplar yaratması gerektiği halde, kapitalist, tüketicilerin daima sıkıntı ve ihtiyaç içinde kalmalarını tercih etmiş, bu suretle onları cansız ve sindirilmiş gruplar halinde bulundurmuştur. İşçi, toplum içindeki sayısı bakımından işverenden her zaman daha kalabalık olduğu için demokratik toplumlarda yönetimi ele geçirme şansına sahiptir. Çalışanlar ihtiyaç içinde bırakılacak ve bu ihtiyaçları kısıtlı bir şekilde karşılanacak olursa, çıkarları üzerinden onu kontrol altına alabilir ve sermayenin egemenliğini böylece sürdürebilirsiniz. İşçinin geleceği tam manasıyla garanti altına alınır ve ihti yaçları da gereğince karşılanacak olursa, çok zaman işverenlerden çok daha akıllı olan işçiler, toplumu
196 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu emekten yana bir düzen içine sokabilir, çalışmadan kazanmaya ve rahat yaşamaya alışkın olanları güç duruma sokabilirler. Bu görüş toplum içi düzende olduğu gibi, toplumlar arası düzene de hakim ol muştur. Bundan dolayı emperyalist ülkeler, sömürdükleri toplumların ihtiyaçlarının tam olarak karşı lanmasını ve korkularından arınmasını istemezler. Sömürünün devamı ve emperyalist ülke yöneticisiyle sermaye sahiplerinin rahat uyuyabilmeleri için istismar edilen toplumun omuzlarının düşük, bakışları nın donuk ve korkularının etkin olması çok lüzumludur. Alkol, afyon, LSD ve LSD'den on defa daha uyuşturucu maddeler kullanarak toplumlarda uyuşukluk, korku ve dışarı dönük bir davranış yaratabilirsiniz. Bu usul eskiden olduğu gibi, bugün de kullanılmaktadır. Vaktiyle bize yaptıkları gibi, savaştan savaşa sürükleyerek ve her aileden birkaç şehit verdirmek suretiyle savaş korkusunu etkin hale getirmek mümkündür. Tarımsal çalışmaları kundaklayarak açlık korkusu yaratılabilir. Fakat bütün bunlardan daha etkin olanı, bir toplumu hımbıllaştırmak, düşünemez ve harekete geçemez duruma sokmak için en çok kullanılanı, o toplumu bilfiil aç bırakmaktır. Aç insan zaten korkar, ürkek ve güçsüz olur. Üretemez ve yurdunu savunamaz. Düşündüğü ve düşünebileceği tek şey karnını doyurmaktır. Sir Stanley Davidson ve arkadaşları tarafından 1961 yılında Londra'da yayınlanan «Human Nutriti on and Dietetics» isimli kitapta ileri derecede açlığa maruz kalmış insanın psikolojik durumu şöyle anlatılıyor: (**) İnsanın zekâsı açlık halinde berrak kalmakla beraber, kişilik büyük bir sarsıntıya uğrar. Kişi düşüncelerini açlık istisna edilecek olursa, bir mesele üzerinde teksif edemez olur. Kafasına hâkim olan ve onun için tek mesele halini alan şey açlığı ve karın doyurma arzusudur. Akli huzursuzluk, bir süre sonra, fizik güçsüzlüğe dönüşür. Aç insan bencil bir tutum içine girer ve başkalarının ızdırabı ile ilgilenmez. Hatta en yakın dostlarının ve akrabalarının sorunları bile onu alakalandırmamaya başlar. Başta gürültü olmak üzere, çevreden gelen irritasyonlara karşı çok hassastır. Kavgacıdır. Kolay kızar. Bu belirtiler aç insanın doyurulmaya başladığı ilk safhada seyrekleşecek yerde sıklaşır. Kendisine yardım edenlere minnet hissi duyacak yerde hırçın hareket eder. İnançları iyice bozulur. Örneğin bir anne yavrusunun ekmeğini çalmaya bile teşebbüs edebilir. Aç insanlarda malerya, tifus, verem ve benzeri hastalıklar görülür. Çok ileri açlık halinde görülen bu temel belirtiler, deneysel olarak aç bırakılmış insanlarda da de rece derece tespit edilmiştir. Çeşitli araştırıcılar pek az farkla aç bırakılan insanların davranışlarına anahatları itibariyle birbirine benzeyen tablolar halinde veriyorlar. R. R. Williams, Fed. Proc. 20,1961, Suppl. 7: 323 isimli kaynakta, vitamin yetersizliklerinin yaygın olduğu Asya'daki durumu şöyle anlatıyor: (**) Asya'nın yaşama savaşı içinde olan ve zahiren sağlıklı görünen milyonlarca insanı arasında beslenme yetersizlikleri canlılığı (vitaliteyi) yok eden en önemli etken halindedir. Açlığın psikolojik etkilerini inceleyen ve bunun üretim gücü ile ilişkilerini ortaya koyan Amerikalı araştırıcı Keys, bize daha ayrıntılı bilgiler vermektedir. Dikkat edilecek olursa, Keys'in açıklamaları
Sindirilmiş Toplum
197
ile Davidson'un açıklamaları arasında büyük bir benzerlik müşahede edilecektir. Modern psikolojik metotların uygulamaya konulması ile tespit edilen açlık arazi, aç bırakılarak sindirilmek istenen toplumlar üzerindeki tahribatı anlama bakımından bize gerçekten yararlı olabilir. (**) Aç bırakılan insanda ilk olarak ruhi depresyonlar görülür. Apati ve tembellik aşikârdır. Aç insan konuşmayı arzu etmez ve suskun kalır. Başkalarına karşı biraz hoyrattır. Kolay kızar ve çevresine itimat etmez. İnsiyatifini yitirir. Akli kapasite azalır. Entellektüel güç baki kalmakla beraber, uygulama aksamıştır. Bir meseleyi uzun süre düşünemez ve kendini sorunlar üzerinde teksif edemez. Çevre ile ilişki azalmış ve daralmıştır. Kısacası aptal ve ilgisiz bir insan haline gelir. Aç kalan sosyal gruplarda sosyal bağlar gevşer, komşulara karşı duyulan sevgi ve saygı azalır. Kanun dışı hareketler ve hırsızlık vakaları artar. Açlık sürekli olduğu zaman huzursuzluklar daha da artar ve daha aşikâr bir hal alır. Keys'den özetleyerek yaptığımız bu çeviri Davidson'un açıklamalarına çok benzemektedir. Keys daha da ileri giderek kötü beslenme yarı açlık (semistarvation) halinde bir toplumda sosyal davranışın, uzun süre çalışma yeteneğinin ve iş veriminin ne şekilde değiştiğini bilimsel olarak tesbit etmiştir. Yarı Açlık Halinde Toplumun Sosyal Davranışı, Uzun Süre Çalışma Kapasitesi ve İş Verimi Durumu Ağırlık Kaybı % 5
Sosyal Davranış Bozulma Derecesi Hafif
Uzun Süre Çalışma Yeteneği % ?
İş Verimi % — 10
10
Ciddi
— 10
— 20
15
Çok ciddi
— 30
— 50
20
Çok kötü
— 50
— 80
30
Ciddi
— 80
— 90
40
Hafif
— 95
— 95
50
Yok
Yok
Yok
Koçtürk, Osman N., İşçinin Beslenmesi ve Milli Prodüktivite, Türk. İş Yayınları, 1966 Ankara
Bu bulgular üzerine çok şey söylenebilir. Bu tabloyu iyi değerlendirirsek, kahraman ve savaşçı bir toplum olan Türk toplumunun nasıl uysallaştırıldığını, sindirilip kabuğuna çekilmeye mecbur edildiğini, kaynaklarına el konmasına ve birbirine düşürülmesine nasıl müsaade ettiği daha iyi anlaşılabilecektir. Bu anlaşıldıktan sonra geri ülkelerde gerçekleştirilmeye çalışılan sindirme ve canlılığı yok etme gi rişimlerini bir genelleme yoluyla daha iyi anlayabiliriz. Bilindiği gibi insan yeterli bir şekilde beslenme yecek olursa, yetersizliğin derecesine uyarlı bir şekilde zayıflar. Yeterli olarak beslenemeyen toplumlar da ve bu toplumların açlığa maruz olan grupları arasında zayıflama olayları umumidir. Türkiye'de iş adamları, yüksek dereceli memurlar ile işçiler ve köylü vatandaşların ortalama ağırlıkları üzerinde bir araştırma yapılsa bu fark açık olarak görülecektir. Hatta bir araştırma yapmaya lüzum kalmadan orta lama gelirleri yüksek olan şahısların ve ailelerin genellikle iyi semirmiş şahıslar olduklarını, buna kar şılık işçiler ve köyde yaşayanların aynı durumda bulunmadıklarını söyleyebiliriz. Ezilen ve aç karnına çalışıp üreten gruplar, üretimden kendilerine düşen payı alamadıkları için ekseriya normal ağırlık larından % 5 – 20 (duruma göre) daha düşük sıklettedirler. Bu durumda olan insanlarda tabloda verilen sayılara uygun olarak sosyal davranış ciddi veya çok ciddi şekilde bozuk olduktan başka uzun süre çalışma yetenekleri % 30'a kadar düşmüş ve iş verimi % 50 azalmış bulunacaktır.
198 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Ağır endüstrisini kuramadığı için üretimde % 65–80 oranına göre insan gücü kullanan bir toplumda, çalışanların bu durumda olması sosyal ortamı menfi yönde etkileyecektir. Yüksek öğrenim çağındaki çocuklarına 250 – 350 TL arasında burs vererek, işçilerine 12 TL ücret ödeyerek düzeni korumaya ve bazı sınıfların üstün çıkarlarını sürdürmelerine elverişli bir ortam yaratmaya çalışanlar, işçilerle öğrencilerin sinirli davranışlar içinde olmalarına şaşmamalıdırlar. Türkiye'de milli üretkenliğin düşük, ekonomik durumun bozuk oluşu da geniş çapta bu nedene bağlıdır. Böyle olmasına rağmen siyasilerimiz bu gerçeği bilmediklerinden kanunlar çıkararak ve polis tedbirleri almak suretiyle, sosyal tepkiyi hafifletebileceklerini ve insanları en üstün verim oranına göre çalıştırarak % 7 hızla kalkınacaklarını zannetmektedirler. Oysa benzinsiz bir motorla üretim yapmak nasıl mümkün değilse, aç işçilerin omuzlarına binerek kalkınma da öylece mümkün değildir. Yarı açlık halindeki insanlar, genellikle suskun olur ve az konuşurlar. Düşündüklerini açıklamaz ve ekmekleri ile oynayabilecek durumda olan şahıslara karşı şeklen itaatlı hareket ederler. Ahlak dışı hareketlere başvurarak çalışmaz ve işten kaçarlar. Bu durumda iki yönlü bir aldatmaca ilişkisi kurulur. İşçi işvereni, işveren işçiyi kazıklamaya çalışır. Sosyal uyumsuzluk kolay irrite edilebilen bu insan gruplarını müşterek hareketlere itekler, grevlerin, boykotların, işgallerin ve lokavtların ardı arkası alınamaz. Açlar toplum psikolojisinin etkisi altına girip, ortak hareketlere giriştiler mi duruma hakim olmak güçleşebilir. . Açlıkla, sarhoşluk arasında bir kıyaslama yapılacak olursa şunlar söylenebilir. (**) Sarhoşlar, sarhoşluğun ilk devresinde aşırı davranışlarda bulunurlar, normale nazaran daha aktif ve daha girişkendirler. Sona doğru ise uyuşur ve sızarlar. Açlık halinde, insan önce suskun, sakin ve sabırlıdır. Fakat sonraları aşırı hareketleri göze alabilecek bir tutum içine girer. Bundan dolayı bir toplumu uzun süre açlık halinde bırakmak bazen tehlikeli olabiliyor. Bugün Pakistan, Hindistan gibi uzun süre aç bırakılmış ülkelerde gördüğümüz ciddi tepkiler, temelde açıkla nan biyolojik nedenlere dayanmaktadır. Böyle olmasına rağmen, emperyalistler geri ülkeleri yarı açlık halinde bulundurarak toplumu sindirmeyi ve canlılığını yokederek insanları yaşayan ölüler haline getirmeyi uzun süredir kullanıyorlar. Açlığın sonuna doğru ortaya çıkması mukadder olan toplumsal tepkiyi, baskı ve polis tedbirleri ile yatıştırabileceklerini zannedenler, Dünya'nın hemen her yerinde aynı süre içinde başlayan bu tepkiyi zayıflatmak için çaba sarf ediyor, fakat muvaffak olamıyorlar. Bun dan dolayı bir takım yan tedbirlere başvurmak gerekmiştir. Alkol iptilasının yaygınlaştırılması, uyuşturucu maddeler nihayet bilinen güçlerle toplumlar üzerine baskı yapma eğilimi, dini inançların istismarı bu tedbirlerin belli başlılarıdır. Toplumları sindirmek ve canlılıklarını yokederek yozlaştırmak için, henüz hiç tanımadığımız bazı yeni usuller de kullanılıyor.
.
Açlık, yarı açlık ve kötü beslenme deyimleri ile bunların sebep olduğu davranış değişiklikleri iyi bilinecek olursa, girişilen yeni oyunlara akıl erdirmek de kolaylaşacaktır. Vitaminleri de kapsayan bir grup vital maddenin yiyeceklerimizde yeter miktarda bulunmaları, alınan yiyeceğin miktar bakımından yeterli olması kadar önemlidir. Genellikle geri ülke insanı doğanın kucağında yaşadığı için, yakın zamana kadar, kâfi yiyecek bulamasa bile tabii gıdalarla beslendiği için vitamin ve vital madde ihtiyacını gerektiği şekilde
Sindirilmiş Toplum
199
karşılayabiliyordu. Bugün bu da tehlikeye girmiş, geri ülkelerde yaşayanlar, başka toplumların üretim artıkları ile beslenmeye mecbur kaldıklarından, yalnız miktar bakımından değil, kalite bakımından da yetersiz besinlerle yetinmeye mecbur kalmışlardır. Bunların en iyi örneğini artık Türk halkının da çok kullanmaya başladığı margarinler teşkil ediyor. Tabiatta margarin cinsinden yağ yoktur. Kimyasal yapısı, doğada bulunan yağlardan çok farklı olan bu yağ bazı ülkelerin üretim artıklarına pazar bulmak ve geri ülkelerde kurulmuş olan tüketim endüstrisinin çıkarlarını sürdürmek için, geri ülkenin masum insanlarına, gerçeğe uymayan reklamlarla bol bol yediriliyor. Tereyağı, zeytinyağı gibi tabii yağlarla hiçbir zaman kıyaslanması mümkün olmayan bu çeşit besin maddeleri, geri toplumun canlılığının yokedilmesi ve bazı hastalıkların yaygın bir hal alması için bir araç gibi kullanılmaktadır. Köylümüzün eskiden bol bol içtiği bir bardak ayranla, boya, şeker ve bazı sentetik maddelerden ibaret olan bir yabancı gazozu elbette mukayese edemeyiz. Fakat bugün yol üstündeki köylerimizde artık içecek bir bardak ayran bulamıyoruz. Buna karşılık en kenar köylerimizde bile çeşit çeşit yabancı gazoz bulmak kabildir. Amerika'nın bir kilise teşkilatı olan CARE kuruluşunun ilkokul çağındaki çocuklarımıza verdiği yavan süttozu ile tarhana besleyici diğer bakımından karşılaştırılamaz. Fakat biz çocuklarımızı beslemek için yüzyıllardır kullandığımız tarhana yerine, yavan süttozu kullanmayı daha uyarlı buluyoruz. Zonguldak'daki işçilerimiz Dünya Sağlık Teşkilatı aracılığı ile işverene intikal ettirilen bayat et konservelerinden iki defa zehirlendiler. İşçilerimize taze et yerine yıllarca önce konserve edilmiş ve ne olduğunu iyi bilmediğimiz vital maddelerden yoksun konserveler vermeyi daha uygun buluyoruz. Bir aralık ekmeğimiz de büyük bir tehlike geçirdi. İskenderun'da kurulan bir ışınlandırma tesisin de ekmeklik buğdaylarımızın atom ışınları ile ışınlandırılması ve bütün vital maddelerinin tahribi planlanmıştı. Buna güçlükle karşı durduk. Kısaca ifade edilmek istenirse, Türkiye gibi bütün geri ülkelerde uzaktan beslenmenin neticesi olarak vital maddelerden zengin yiyecek bulma ve tüketme olanağı her gün biraz daha güçleşmekte ve kasıtlı olarak kısıtlanmaktadır. Bu durumun toplumun canlılığı üzerine belirli etkiler yapacağı Milletlerarası Nutrition Araştırmaları ve Vital Maddeler Cemiyeti'nin bilim kurulu üyelerine yaptığı 28 Ağostos 1967 günlü tamimden anlaşılıyor. Vital madde yetersizliği yanında çeşitli derecelerde toksik (zehirli) olan bu maddeler, geri ülkenin insanını daha da uyuşturmakta, sağlığını bozarak yetersiz hale getirmektedir. (**) Kalp ve damar hastalıklarının artması, (**) Kanser olaylarının çok artması, (**) Sindirim kanalı ve özellikle karaciğer hastalıklarının artması Bu yeni beslenme tarzı ile ilişkili görülüyor. Şüphesiz geri ülkelere yalnız besin maddeleri girmemekte, sömürgeci endüstrisine pazar hazırlamış olmak için, bütün mallarını bu toplumlara ucuz pahalı satmaktadır. Çevreyi yaşamaya hiç de elverişli olmayan koşullara itekleyen bu durum, vitaliteyi tümüyle tehdit ediyor. (Toxic Situation) Bilim dilinde «Anti Vital Maddeler» dediğimiz zehirli maddeler, kontrolden uzak geri ülkelerde yiyeceklerimizden içtiğimiz suya, hatta soluduğumuz havaya kadar her yere bulaşmıştır. Mamafi ileri ülkeler yarattıkları düzen içinde çok zaman bu maddelerin etkisinden kendi halklarını da koruyamıyorlar.
200 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu (**) Atom bombalarının ve denemelerinin radyoaktif kalıntıları, (**) Endüstri artığı olarak meydana gelen toksik maddeler, (**) Tarım ilaçları, (**) Fabrikaların bacalarından, otomobillerin egzozlarından ve nihayet isli kömür yakan şehirlerde (Ankara gibi) bacalardan tüten zehirli gazlar, (**) Deterjanlar, (**) Antibiyotikler, (**) Yiyeceklere, konservelere katılan kanserojen maddeler Yaşadığımız Dünya'yı her gün biraz daha kirletmektedir. İleri ülkelerde geniş çapta kontrol altına alınabilen bu kabil zararlar, geri ülke insanını başıboş etkiliyor. Bütün bu yan etkiler, açlığın yaptığı etkilere eklenecek olursa, geri ülkelerde yaşayanların neden dolayı yetersiz ve kadere inanmış kişiler haline geldikleri daha iyi anlaşılır. Şüphesiz bu açıklamalarımızla, bacalardan duman tütmesin, tarım ilaçları kullanılmasın, deterjanları kullanmaktan vazgeçelim demek istemiyoruz. Bunlar çağın getirdiği yeniliklerdir ve kullanılacaktır. Fakat bir toplum bir yeniliği ülkesine sokarken onu kontrol altına alabilecek araç ve organizasyonları da getirmek zorundadır. Bu yapılmayacak ve kendisine empoze edilen her teklifi incelenmeden kabullenecek olursa, o zaman Türkiye'nin bugün içine düştüğü olumsuz durumdan kendini kurtaramaz. Birçok geri ülke Türkiye'nin durumundadır. Biz Türkiye'de atom ışınları ile ışınlandırılmış buğdayların halka yedirilmesine razı olmadık. Mücadele ettik ve İskenderun'da kurulmuş olan atom tesisi sökülerek geldiği yere gönderildi. Fakat bugüne kadar ithal ettiğimiz buğdayların atom ışınları ile ışınlandırılmış olup olmadıklarını kimse kontrol etmedi. Çocuklarımıza verdiğimiz zaman, 200 yavrumuzu birden zehirleyen süt tozlarını bir süre aralık verdikten sonra, bugün de kullanıyoruz. İşçilerimiz Dünya Sağlık Teşkilatının verdiği konserve etlerden iki defa zehirlendiler ama bu etleri gene de yediler. Gazozların içinde ne olup ne olmadığını kimse araştırmıyor. Tarım ilaçları pek çok vatandaşı zehirledi. Bugün de zehirliyor. Pazardan satın aldığımız elmadan, yediğimiz ekmeğe kadar herşey şüphelidir. Margarinlerin dengesiz bir şekilde kullanılmasının sağlık için zararlı olacağını kimseye anlatamadık. Açık pazarlar böyledir. Böyle gelmiş, böyle gider. Halkımız bundan dolayı, cansız, suskun ve sinmiş durumdadır. Bu halin ne zamana kadar sürüp gideceğini de kimse bilemiyor. (**) Açlık ve açlık korkusu, (**) Savaş korkusu, zaman zaman limanlarımızı ziyaret eden savaş gemilerinin ortalama vatandaşta yaratacağı eziklik, (**) Adam kasabı olarak ün yapmış olan kişilerin Türkiye’ye elçi olarak atanmaları, (**) Alkol ve uyuşturucu maddeler, (**) Futbol maçları ve spor toto, (**) İşini kaybetme korkusu, (**) Egemen grupların mali, siyasi ve idari baskıları, (**) Hastalık korkusu,
Sindirilmiş Toplum
201
(**) Zehirlenme ortamı (Toxic Stuation) Tümüyle birlikte bir toplumu üzerine yüklenecek ve kardeşi kardeşe düşman eden bir fitne ortamı yaratılacak olursa, toplumun canlılığını kaybetmesi, sönmesi ve korkularının tutsağı haline gelmesi mukadderdir. Bütün hesaplar bu sonucu yaratmak için yapılmış ve projeler uygulamaya konmuştur. Ama çok daha güç koşullar altında imtihan vermiş olan Türk toplumunu, bütün bunların sonuna kadar etkileye ceğini pek zannetmiyoruz. Cesareti kırılmış ve sindirilmiş gibi görünen toplum, bazen ona cesaret ve ren bir tek insanın peşinde şahlanabilmekte ve korkularından arınarak silkinip kurtulabilmektedir. Açlık ve yoksulluk içinde verilen Kurtuluş Savaşı'nın sonuçları, Türk toplumunun kolayca sindirilemeyece ğini gösteriyor. Baskılar ve korkular ne denli ağır olursa olsun, sıkıntılar içinde yüzyıllar boyu var olmanın bize ve birçok geri kalmış topluma kazandırdığı gizli güç, zamanı gelince harekete gelecek, açlığa, yoksulluğa, cehalete mahkûm edilmiş olan masum milletler, mutluluğa ve bağımsızlığa kavuşacaklardır.
202 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
203
XIII İKİ KORKU ÖYKÜSÜ
204 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
205
İKİ KORKU ÖYKÜSÜ Anadolu insanı oldukça karışık sorunları bir öykü çerçevesi içinde anlayıp, çözümlemeyi çok sever. Belki de bundan dolayı binlerce Nasreddin Hoca ve İncili Çavuş öyküsü düzülmüş, kişiler, yaşadıkça edindikleri tecrübeyi bu iki kahramana izafe ederek ve bazen de “bir zamanlar başımdan şöyle bir iş geçti” demek suretiyle karşılarındakine anlatmaya, sorunlarını kısa yoldan çözümlerken, demek istediklerini öykü içinde demeye çalışırlar. Açlık ve Savaş korkusu üzerine, batılı ustaların düzdükleri ve dediklerini, bu kitaba aktarıp uzun uzun eleştirdikten sonra, hem okuyucunun yükünü biraz hafifletmek ve hem de demek istediğimizi Anadolu göreneklerine göre kısa ve kolay yoldan anlatmış olmak için biz de, bir zamanlar başımdan şöyle bir iş geçmiştir, diyerek başlayacak, çocukluğumuza rastlayan bir olayla, baba olduktan sonraki bir izlenimimizi okuyucularımıza aktarmaya çalışacağız. Galiba on üç, ya da on dört yaşındaydım. Babam bütün kış, geçimimizi bağladığımız tarla ile bir bağda çalışır, bahar gelince yeşeren yapraklarla birlikte evimize yeni korkular, yeni tasalar getirirdi. Asma yapraklarında, bugün şu, yarın da bu bitki hastalığının belirtilerini gördüğünü söyleyen babamın, sıkıntı ve yokluk içinde geçen bir kıştan sonra, cüzdanında kalan birkaç kuruşu kükürt, göztaşı ve şim di adını unuttuğum bazı tarım ilaçları satın almak için harcadığını, ondan sonra da evimizdeki hava nın büsbütün gerginleşip ağırlaştığını bugün de hatırlarım. Karısının ve çocuklarının hastalıklarından pek de korkmayan babam, bağındaki asmaların hastalığından korkar, bağ ilaçlanmadıkça kendini bu korkudan kurtaramazdı. Bağ ilaçlandıktan sonra ise, elinde eve ekmek alacak parası kalmadığı için anamla arasında sonu gelmeyen tartışmalar başlar, bu süreye rastlayan şeker ve kurban bayramları, bize yeni papuç ve eve şe ker alamadığı için, bir bayram değil, bir yas günü gibi kutlanır, anam ağzına geleni söyler, fakat babam
206 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu korkularından arınmış bir adam davranışı ile bir lahavle çekerek bağına gider, bayram gününde bile tefek almaya devam ederdi. O zaman sorunları derinliğine düşünemez ve kendi kendime, acaba babam asmalarını karısıyla evlatlarından daha çok mu sever diye uzun uzun düşünürdüm. Üzümler olgunlaştıktan sonra babamın yüzü gene kırışır yeni korkuların esiri olurdu. Üzümleri sermek, kurutmak, ovalamak ve savurmak için işçi tutmak gerekirdi. İzmir'de, serme işinin en kısa süre içinde bitirilip üzümün çuvala sokulması çok önemlidir. Güz yağmurları üzümü sergide yakalar da üzüm ıslanırsa, kararır, karaböce olur ve fiyatı düşer. Bir taraftan para bulmak, bir taraftan anamın çekilmez hal alan takazalarını çekmek, onu ikna edip birkaç bilezik satmak, dil dökmek ve bir taraftan da, gökyüzünü kollayıp, Çatalkaya'dan çıkan bir bulutun yağmur getirip getirmeyeceğini, havanın lodos mu, yoksa poyraz veya yıldızını estiğini izlemek, babamı harap eder, zavallı adam korkularının ezgisi içinde gecelerce uyuyamazdı... Babamın yanında dolaştığım ve erkek evlat olduğum için, işine yaramaya çalıştığım bu çocukluk günlerinde, neden olduğunu pek bilmeden babamla beraber ben de etkilenir iyi bilmediğim şeylerden onun gibi korkar olurdum. Anlamsız anlamsız gökyüzünü izleyip, yağmurun yağıp yağmayacağını yorumlamaya, işaret parmağımı ağzıma sokup tükürüğüm ile ıslattıktan sonra rüzgâra tutup, havanın lodos mu, yoksa poyraz mı olduğunu anlamaya çalıştığım çok günler olmuştur. Babamın çatık kaşlarını ve sirke satan yüzünü gördükçe, tazecik kişiliğimi tümüyle seferber edip, sabah karanlığından akşam karanlığına kadar, keletir çektiğimi, bandırma kazanının başında çalıştığımı, kuru üzümleri çöpün den ayırmak için ellerim kanayana kadar oğalayıp, omuzlarım tutulana kadar üzüm savurduğumu ha tırlarım. Bütün bu çabalarımın tek amacı, babamı korkularından kurtarmak ve üzümlerimizi bir gün önce çuvallayarak ıslanmaktan korumaktı. Akşam olunca, babam eve gider ve ben Osman onbaşı isimli bir işçiyle sergide yalnız kalırdım. Osman onbaşı domuz kurşunu sürülmüş bir av tüfeğini, namlusunu apışarasından arkaya doğru uzatarak, kundağını yastık gibi kullanır, az sonra da horlamaya başlardı. Hırsızdan, eşkiyadan gerçekten korkmazdım. Osman Onbaşı uyuduktan sonra gecenin serin rüzgarı bağ yaprakları ile ilerdeki çınar ağacının yapraklarını hışırdatmaya başladığı zaman, benim çocuksu korkularım başlar, o zaman babamı yalnız bırakmamak için benimsediğim tüm korkulan unutarak, biraz ilerdeki mezarlığa gözlerimi dikerdim. Bu korkuların, çok yorgun olmama rağmen beni bütün gece uykusuz bıraktığını ve bazı geceleri sabahı sabah ettiğimi hatırlarım. Korkularımdan kimseye söz edemezdim. Sergide kalıp, babamın malını beklemek de benim görevimdi. Bu işi yıllarca yaptım. Yıllarca da korktum. O çağdaki çocuklar, yaşayan insanların böylesine canavar olabileceklerini bilemiyecekleri için, dirilerden çok ölülerden korkuyorlar. Oysa ki ben şimdi diri insanların kaynaştığı bir Luna Park’da, ölülerin yattığı mezarlıkta duyduğum korkulardan çok daha baskın korkular duyarım. Çocuklar ise bizim çocukluğumuzda olduğu gibi, bugün de Luna Park'da eğlenir ve mezarlıklardan korkarlar. Osman Onbaşı’nın horlayarak Dünya değiştirircesine uyuduğu ve benim de korkularımın baskısı ve ezgisi altında sabahı gözlediğim böyle bir korku gecesini, tam otuzbeş yıl sonra bu geceymiş gibi hatırlıyorum. Komşu tarlaların birinde, kargıdan yapılmış bir sundurmanın altında, işçilerin tütün dizdiklerini erkekli, kadınlı bir işçi gurubunun ağanın mallarını ıslanmadan balyalamak için, uyumadan
İki Korku Öyküsü
207
çalıştıklarını bilirdim. Benim sergiyi beklediğim yer mezarlık arasına giren bu ışıklı yerde deşdiban Mehmet'in (kır bekçisi) zaman zaman duyulan düdüğü, bir silah sesi, rastgele bir nara, Anadolu'dan Ege'ye çalışmaya gelen işçilerden birinin tutturduğu bir uzun hava, çok zaman cesaretimi artırır, eğer uyuyabilirsem bunların verdiği emniyet içinde gözlerimi kapardım. Böylece uyuya kaldığım bir gece yarısı birbiri ardına birkaç silah sesi, feryatlar ve haykırmalarla uyandım. Silah seslerinin ve berhayların, kadın, erkek ve çocuk feryatlarının, Osman Onbaşı’yı da uyandırdığını ve bir süre sonra beklemekle görevli olduğumu sergiyi geride bırakarak, Onbaşı’yla birlikte tütün çardağına doğru yollandığımızı hatırlıyorum. Yola çıktığımızda ben kendimi bir eğlence yerine gider gibi rahat hissediyordum. Osman Onbaşı’nın domuz kurşunu sürülmüş tüfeği, kalabalık bir yere gitmekte oluşumuz beni rahatlatıyor ve hatta memnun ediyordu. Olay yerine geldiğimizde, kanım donarcasına korktuğumu hatırlıyorum. Biraz ilerdeki mezarlığın yıllanmış çitlenbik ağaçlardan yapılmış çardağa sürekli olarak taş ve tezek fırlatıyorlardı. Taşlar ve te zekler kurumuş kargı yaprakları arasından gürültü ile çardağın içine düşüyor, kadın işçiler, çocuklar ve bazı ödlek erkekler, ne dışarı çıkabiliyor, ne de içerde kalmak istiyorlardı. Böylece Osman Onbaşı ile ben de korkunun çemberi içine girmiş ve olaylara karışmış olduk. Ölüler çardağı taşlıyorlardı... Az sonra, derdiban Mehmet'in düdük sesleri duyuldu. Ses yaklaştı ve sıklaştı. Mehmet, Devleti temsilen olay yerine geldi. Gene Devleti temsilen elindeki mavzer tüfeğine bir bağ mermi sürdü ve çitlenbik ağacındaki ölülere ardı ardına ateş etmeye başladı. Ölüleri yeniden öldürmeye çalışıyor, fakat durum değişmiyordu. Kimseden emir ve kumanda almadan bildiğini yapan Mehmet, galiba bütün mermilerini kullandı. Sonra Osman Onbaşı’nın da iki domuz kurşununu ölüleri öldürmek için kullandılar. Fakat taş ve tezeklerin ardı arkası kesilmedi, ölüler ateş edildikçe kızıyor ve çardağa daha çok taş, daha çok tezek fırlatıyorlardı.
.
Korkudan bitkin bir hale gelmiş olan çardak sakinleri ile bağ komşuları, çoban yıldızının Geriş dağı üzerinde parladığı ve sabahın iyice yaklaştığı bir sırada, başka bir olaya tanık oldular. Çardağın arka tarafındaki kesikten fırlayan birkaç delikanlı, silahı boş bir kaval haline gelmiş olan deşdiban Mehmet ile Osman Onbaşı’nın çaresizliğinden yararlanarak, kadınların yumaklandığı yere saldırdılar ve onlar arasından esmer güzeli, yanık sesli B’yi ayırarak alıp dağlara doğru götürdüler. Bir gözü çitlenbik ağacının üstüne oturmuş ölülerde olan erkeklerin çoğu, bu olay karşısında kendine düşeni ve erkekliklerine yakışanı yapamadılar. Ben olayı çocuk gözlerimle, ayrıntılarına kadar izledim. B’nin fakir anasının kızının kolundan tutup çekiştirdiğini, korkudan kanı donmuş, silahında mermi bitmiş er keklerden yardım istediğini ve daha sonra da bir tekme ile yere yıkılıp, kıvrılıp kaldığını hatırlıyorum. Ortalık ışıdığı zaman çitlenbik ağaçlarının yanına kadar sokulma cesareti gösteren erkekler (?) ellerinde iki yatak çarşafı ile geri döndüler. Mesele anlaşılmıştı. . . Bu olay Soğukkuyu'da aylarca anlatıldı. Deşdiban Mehmet'in kimsenin yüzüne bakamaz hale geldiğini, Osman Onbaşı’nın babamdan, benden, hatta kendi kendinden utandığını hatırlıyorum. Sergiye döndüğümüzde bizim de yarım çuval kadar elleme kuru üzümümüzün yerinde yeller estiğini gördük. Fakat babama bunu söylemedik. Osman onbaşı benden ilk defa yalan söylememi istedi. Ben de söyledim
.
.On gün sonra B’yi Çamdağı’ndaki mağralarda perişan bir halde buldular. Bundan tam otuz beşyıl önce, bazı kanun dışı insanlar, başkalarını korkutarak, kız kaçırmayı biliyorlardı.
208 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Bizim hikâyemiz burada bitmez. Ertesi gün Çatalkaya'dan bir bulutun belirdiğini, büyüdükçe büyüyüp bütün gökyüzünü kapladığını ve babamın parmağını tükrükleyip tükrükleyip rüzgâra tuttuğunu hatırlıyorum, İkindi vakti bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayan yağmur, üzüm tahtalarını gözümüzün önünde dereye sürükledi. Bir bandırma leğenini şemsiye gibi başına almış olan babam, leğenin kenarlarından süzülen yağmur sularının kollarının yeninden girip, dirseklerinden süzüldüğünü farkedemiyor ve çocuk gibi ağlıyordu. Yağmur ve seller, yalnız serilmiş olan üzümlerimizi dereye sürüklemekle kalmadılar. Sağanak bir felaket halini aldı. Gece evimize döndüğümüzde herşeyi su altında bulduk. Bağını çocuklarıyla karısından çok seven babam, bağı yerinde bulamadı. Sular çekildiği zaman kalın bir kum tabakasının bağı örttüğünü gördük. Bağ çocukları, bu kum tabakasından yer yer çalılık gibi yeryüzüne çıkıyor, ortasındaki ayıt ağacı beline kadar gömüldüğü kum çölü içinde canlı kalmış tek yaratık gibi boy veriyordu. Babamın yemek çıkınını astığım ve karıncalar ulaşmasın diye, atın üzerinden uzanıp zorla iliştirdiğim kazık, şimdi yerden bir karış yükseklikte bir haldeydi. Bir at boyu kumla gömülmüş olan bağımız böylece battı. Ondan sonra da biz battık. Babamın Ziraat Bankasından aldığı 4000 lira borcu, ben üniversiteyi bitirene kadar ödeyemediğini, hatta üniversitede iken, karlı bir havada delik bir ayakkabı ile Ziraat Bankasına kadar giderek, babamın 200 lira taksit borcunu ertelemesi için genel müdüre yalvardığımı bugün gibi hatırlıyorum. Bir öyküde birleştirmeye çalıştığımız bu iki olay, kitabımızın kapsamı içinde bize bazı şeyler öğretebilecektir. (**) Deşdiban Mehmet ile Osman Onbaşı mermilerini boşa kullandılar. Onlar o zaman ölülerin dirilmeyeceğini, dirilseler de yeniden öldürülemeyeeğini bilebilecek yaştaydılar. Akıllarını ve silalarını kullanamadılar. (**) B’ye göz diken haydutlar, iyi bir plan hazırlamış ve bunu başarıyla uygulamışlardı. (**)B'nin anası erkeklerden umduğu yardımı göremedi. (**) Erkekler rezil, kadınlar perişan oldular. (**) Ertesi günkü yağmur ve felaket bile bu rezilliği unutturamadı. Aradan otuz beş yıl geçmiş olmasına rağmen, ben bile bunu unutmuş değilim. Deşdiban Mehmet ile saygı duyduğum Osman Onbaşı’ya bugün de acıyor, onlar hesabına biraz da utanıyorum. Babamın korkularına gelince, babam ölülerden korkmuyordu. O yalnız bağını seviyor ve bağının başına bir iş gelir diye korkuyordu. Fakat korkuları fayda vermedi. Küçük bir bulut, büyüdü, büyüdü, gökyüzünü kapladı ve babamla birlikte çok insanı mahvetti. Anam bileziklerini sattığı için, biz de bayramlarda bize pabuç almadığından babamı hayatı boyunca suçladık. Varlığını kaybedip bizim gibi bir insan haline geldiğinde, yaşlanıp bize muhtaç olduğunda, o yağmuru sanki o yağdırmış gibi takaza ettik. O da bunların tümüne katlandı. Yaşayacağı kadar yaşadı ve öldü... Biz bu hikâyeden 50 yıl yaşadıktan sonra şu sonuçları çıkarıyoruz. (**) İnsanlar korkulacak ve korkulmayacak şeyleri iyi tanımalıdırlar. (**) Yatak çarşaflarına mavzer tüfeği ve domuz kurşunları ile ardı ardına ateş etmenin anlamı yoktur. (**) Ölüler dirilmezler.
İki Korku Öyküsü
209
(**) Kurşununu korkularından arınmak için boşuna kullananlar, gerçek düşmanlarına ateş etmek için mermi bulamazlar. Babama gelince, o hayatı boyunca kontrol edemeyeceği şeylerin korkusu ve baskısı altında yaşadı. Bir tek yaprağında bir mantar görmeye razı olmadığı bağının, bir at boyu kumla gömüldüğünü, varı nı yoğunun seller tarafından sürüklenip götürüldüğünü gözleri ile izledi. Aslında o bağını değil, ço cuklarını ve karısını seviyor, onların nafakasını sağladığı geçim aracının elinden çıkmasını istemiyordu. Bunu kimse anlamadı... Korkmak başka şey, ihtiyatlı olmak başka şeydir. Korkular sonucu değiştirmiyor. O zaman bu günkü gibi hava haberleri veren ve tahminler yapabilen bir meteoroloji genel müdürlüğü olsaydı, belki babam böylesine gafil avlanmayacaktı. Bir fanusta yana söne yanan yağ kandili yerine, uzağı gös terebilen bir elektrik fenerine sahip olsaydık, çitlenbik ağaçlarının üzerinde sallanan cisimlerin ölüler değil yatak çarşafları olduğunu görebilecek ve güzel sesli B'yi pisi pisine haydutlara kaptırmayacak, anasını tekmeletmeyecektik. Korkularımızı yenmek için, bilinçlenmeye ihtiyacımız var. Bunu yapamıyorsak, deşdiban Mehmet'in, Osman onbaşının ve zavallı babamın akibetinden toplum olarak kurtulamayacağız. Bugün korktuğumuz şeylerde, çitlenbik ağacına asılmış yatak çarşaflarından, Çatalkaya üzerinde ansızın beliren küçük bir bulut parçasından başka bir şey değildir. Türk toplumu, diğer geri ülkelerin halkı gibi, tarihi boyunca korkutulmuş, korkularından arınmak için varını yoğunu yitirmiş bir toplumdur. Korktuğu şeylerin, korkulacak şeyler olmadığını hiçbir za man anlayamadı, deşdiban Mehmet'ler, Osman Onbaşılar korkularının sonuna kadar, tek mermileri kalmayana kadar ateş ettiler. Gerçek düşmanları ile karşı karşıya geldikleri zaman namlularında tek mermi bulamadılar. İşte bundan dolayı biz savaş korkusu ile açlık korkusunu, koca mezarlıktaki çitlenbik ağacına asıl mış iki yatak çarşafı gibi görüyoruz. Çarşafı asanlarla, çardağı taşlayanlar hep aynı ellerdir. Gene aynı eller, üzüm sergisinden çalıp kaçırdıkları üzüm gibi, madenlerimizi, petrolümüzü çalıp götürüyorlar. Biz milletçe gözlerimizi dikmiş çitlenbik ağacında sallanan çarşafları korku ile seyrediyoruz. Korktuklarının üzerine gidemeyen deşdiban Mehmet'ler, Osman Onbaşılar boyuna ateş ediyorlar çarşaflara, ölü lerin dirilmeyeceğini, dirilseler bile yeniden öldürülemeyeceğini hesaplamadan bütün mermilerini kullanıyorlar. Saldırganlar, çardağa hücum edip, kaçırmak istedikleri en son şeye el attıkları zaman, onlara ateş edecek mermimiz olacak mı bilemiyoruz. A.B.D. Tarım Bakanı Freeman'ın Chicago’da açlık üzerine söylediği nutuk, çitlenbik ağacına asılmış bir yatak çarşafından başka bir şey değildir. Başı sıkıya gelen, bu ağaca bir çarşaf daha asıyor ve geri ülkelerin mutsuz insanları bu çarşaflardan kanları donana dek korkuyorlar. Açlığın, savaşın ülkelerine uğramaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Silah satın alıyorlar, tank, top, tüfek satın alıyorlar. Modası geçmiş miadını doldurmuş, savaşlara girip çıkmış araçlar bu ülkelere satılıp parası alınıyor. Savaş gemilerini kiralıyor, yüksek dağların tepelerine radar istasyonlarını kuruyorlar. Korku içindeki geri ülke yöneticileri, sömürgecinin topraklarına gelip üslenmesine müsaade ediyor ve ikili anlaşmaları kolayca imzalıyor. Savaş korkusunun etkisi altına girmiş topluluklar, savaştan kaçayım derken, savaşın kucağına, açlıktan kaçayım derken açlığın ortasına düşmektedirler. Fakat korkuları içinde bunu farkedemiyorlar.
210 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Açlık ve savaş korkusunun etkisi altına girmiş bir toplumda neler olup biteceğini ve bu korkunun o topluma nelere mal olacağını daha iyi anlamak için, ülkemizde yakın geçmişte cereyan eden olayları eleştirmek ve bu açıdan değerlendirmek yeterli olacaktır. A.B.D. eski Ankara elçisi ile Tarım Bakanı Dağdaş'ın Participant dergisinde, beraber yakıp, birlikte üfledikleri açlık ateşi, bir korku olarak Türk toplumunu sardıktan sonra, korkumuzun üzerine hayli mermi patlattık. 20.000 ton Sonora tohumluk buğdayı ülkemize bu korkunun yarattığı ortamda girdi ve karşılığı borçlanarak ödendi. Bundan sonra avuç dolusu para harcayarak, ABD’den gübre, tarım ilacı, araç ve gereç satın aldık. Amerikalı buğday uzmanları yurdumuzun dört yanında fırıldak gibi dolaşıp, sorumlu kişiler gibi beyanlarda bulundular. En verimli topraklarımız bu buğdaya tahsis edildiği için pamuk üretimi zarar gördü. Nutuklar atıp, bu buğday sayesinde Türkiye'nin açlıktan kurtulacağını ve buğday ihraç edeceğini söyleyenler, bu yıl 350.000 ton buğdayın ithali için karar aldılar. Bunun için de döviz ödenecek, başka deyimle mermi yakılacaktır. Kalkınma çabasına girmiş bir ülkede, dövizin ne denli değer taşıdığım bilenler, çitlenbik ağacındaki yatak çarşaflarına ardı ardına ateş eden, deşdiban Mehmet ile Tarım Bakanı Dağdaş arasında bir ilişki kurabileceklerdir. Döviz sıkıntısı içinde kıvranan Türkiye' de, bir atımlık barutumuzu buğday tohumu, cins inek, gübre, ilaç, tarım araç ve gereçleri satın alarak, montaj endüstrisine ve tüketim yatırımlarına harcamak bizi sonunda çok güç duruma düşürecektir. Bunları çok söyledik. Fakat açlık korkusundan kanı donmuş gibi hareketsiz ve olaylara ilgisiz olan halk tabakaları, korkularından arınmak için, olup bitenleri tevekkülle karşılamakta ve bazen de yatak çarşaflarına ateş edenleri alkışlamaktadır. Bunun ötesinde müspet bir girişimine tanık olmadığımız Tarım Bakanı'nın bir kahraman gibi heykelini dikmeye kalkışanlar da olmuş... Bu gerçek midir, değil midir bilemiyoruz. Fakat korkuların esiri olanlar, bu kabil tutarsız isteklerle ortaya çıkabilirler. Şaşkın ördeğin başını bırakıp, gerisiyle suya dalışı gibi, korkutulmuş toplumlarda beklenenin tam aksine girişimler olabiliyor. İyi yürekli yöneticilerimiz ve siyasi parti liderleri, havayı izlemek için parmaklarını ağızlarına so kup çıkardıktan sonra, rüzgârın hangi yönden estiğini anlamaya çalıştılar. Bunların kimi batıdan, kimi kuzeyden, kimi güneyden esen rüzgârların yağmur ve fırtına getireceğini iddia etti. Gözlerini gökyüzüne dikip ufuklarda yağmur bulutları araştırdılar, tartıştılar, tartıştılar... Fakat küçücük bir kıbrıs ve Orta Doğudaki husursuzluk, bulutları bölgemize itmekte, kuzey ve batı rüzgârlarının etkisi ile havayı karartmakta, bunalım gün geçtikçe artmaktadır. Yıllardır savaş korkusu içinde yaşayan insanlar; bugün havanın etkisinden kurtulmak için akla gelmedik girişimler yapıyorlar. Kadercilik genel bir davranış haline gelmiştir. Halk işin neye varacağını bilemediğinden, olayları donuk bakışlarla izlemekte bu Dünya'da mutlu olmaktan ümidini kesenler, ahrette mutlu olabilmek için din adamlarının vizesini almaya çalışmaktadırlar. Ufuktaki küçücük bulut büyüdükçe büyümekte, bir sağdan bir soldan esen rüzgârlar ortalığı toz ve dumana katmaktadır. Bağdaki üzüm çuvalını çalmak, çardaktan kız kaçırmak için en elverişli ortamı böylece yaratan sömürgeciler, varımızı yoğumuzu çalıyor, ülkemizi talan ediyorlar. Gözlerini gökyüzüne dikmiş gittikçe büyüyen bulutları izlemenin ötesinde başka bir şey yapamayan çoğunluk, açlık korkusundan başka, sa vaş korkusunu da taa içinde duymakta, bunaldıkça bunalmaktadır.
İki Korku Öyküsü
211
Oysa çitlenbik ağacına doğru yürüyebilir ve bilimin ışığıyla aydınlatacağımız mezarlıkta, çitlenbik ağaçlarının üstünde oturanların ölüler değil, yatak çarşafları olduğunu görebiliriz. Çardağı taşlayanları bileklerinden yakalayıp cezalandırmak ve korkularımızdan böylece arınmak çok kolaydır. Fakat çıkarı bu durumun sürdürülmesinde olanlar, ortalığın aydınlanmasına ve korktuklarımıza parmaklarımızla dokunmamıza engel oluyorlar. Kendini korkulara kaptırmış bir toplumun, alaca karanlıkta bir çitlenbik ağacını ve bir de gökyüzünü izleyip, çalınanla çırpılanın hesabını tutamayışı onların hoşuna gidiyor. Son saldırıya girişebilmek için deşdiban Mehmet ile Osman onbaşının mermilerinin bitmesini bek liyorlar. Oysa geri ülkelerin kurtuluşu, korkuların üzerine üzerine gidebilmelerindedir. Toplum bunu tü müyle yapamaz. On korkusuz adam, bazen bir tek korkusuz adam, korkuların üzerine yürüyüp ona parmakları ile dokunabilirse, toplum onu izler. Korkulan şeye herkes parmaklarının ucu ile dokunur, korkulanın, korkulacak şey olmadığı anlaşılır. Kurtuluş Savaşında tek korkusuz adam, yüzyılların korkularını yıkmayı bilmişti. Korkuları daha da büyüterek, onlara yaklaşmadan uzaktan deşdiban Mehmet misali mavzer tüfeği ile ateş etmeye kalkışanlar meseleyi hiçbir zaman çözümleyemezler. Çitlenbik ağacının üzerindeki beyaz gölgelerin hortlaklar değil, birkaç hilekârın toplumu korkutmak için dallara astığı yatak çarşafları olduğunu ispatlayabilmek için, onlara yaklaşmak hiç değilse orayı aydınlatmak gerekiyor. Kanunlarımız aydınlatma işini üniversitelere vermiştir. Cesur aydınlar üniversiteye mensup olmasalar da bu görevi benimsemeli ve korkulan şeylerin üstünde 1000 mumluk lambalar yakmayı bilmelidirler. Alacakaranlık toplumu korku içinde yaşatmak için en elverişli ortam oluyor. Çıkarcıların cahillerle işbirliği yapmalarının bir nedeni de budur. Onlar deşdiban Mehmet gibi korkulara uzaktan ateş edenleri tutar ve toplumun ne kadar mermisi varsa yaktırmaya çalışırlar. Açlık korkusu ile savaş korkusunu yenebilmek için de aydınlığa ve konulara parmaklarının ucu ile değinebilecek kadar cesur kişilere muhtacız. Bu korkuların üzerine gidebilecek ve çevreyi aydınlatacak güçlü insanlara ihtiyacımız var. Ömürlerini sessiz savaşın ortasında yaşayıp savaş korkusuyla tüketenler, aç yaşadıkları halde aç lıktan korkanlar, meseleleri anlayamıyorlar. Geri ülkeler tümüyle gölgelerinden korkan insanların yumaklandıkları mutsuz toplumlar haline gelmiştir. Bu ülkelerde korkular dağları bekler. Savaş korkusu, açlık korkusu ve ölüm korkusunun bunalttığı milyonlar, bey korkusu, ağa korkusu, candarma korkusu ile büsbütün sindirilir, varlıkla yokluk, açlıkla tokluk sınırında sürünürler. Korkuya ilişkin ikinci öykümüzü gene aile çevremizden alacağız. Onbeş yaşındaki oğlum, on yaşındaki kızım üzerinde zaman zaman korkuya dayalı bir hegemonya ve ağabeylik otoritesi kurmaya çalışır. Çocukluğu, o saf
Dünyası içinde davranışlarını değiştirmeden duyguları ile amaçlarını
pervasızca ortaya koyan bu genç insanlardan, biz yaşlılar çok şeyler öğrenebiliriz. Bir kış gecesi, odasında yalnız yatan kızımı korkutmak için ağabeyi beyaz bir çarşaf kullanmıştı. Gece yarısına doğru sarındığı çarşafla küçük kardeşinin odasına giren oğlum, kendisi içinde korkunç olabilecek bir denemeye girdiğinin farkında bile değildi herhalde...
212 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Biz iki kardeşin birbirinden baskın korku çığlıkları ile uyandık. Önce karşısında beyazlara sarılmış, yüzü gözü seçilemeyen bir hortlak gören kızım berhayı basmış, onun berhayından korkan oğlum ise, kardeşinden daha çok bağırmaya başlamıştı. Bir zincirleme etki ve tepki mekanizması içinde gelişen korkma ve karşısındakini korkutma olayı, biz müdahele edene kadar hayli gelişmiş, odaya girip ışıkla rı yaktığımızda, kardeş oldukları halde, birbirinin yüzüne bakıp ağlayan sapsarı kesilmiş iki insanla karşılaşmıştık. Yerde gene beyaz bir yatak çarşafı vardı. Bu küçük ve basit olay, milletlerarası alanda oynanan birçok oyunu eleştirmek ve anlamak için yararlı olabilir. Yatak çarşaflarını çitlenbik ağaçlarının dal larına asarak, kız kaçırmak için korku yaratanlar ya da kardeşlerini korkutmak için beyaz bir çarşafa sarınıp odasına girenler, ummadıkları olaylar ile karşı karşıya kalınca, kendileri de korkarlar. Nitekim savaşı kundaklayanlar ile açlığı kamçılayanlar, artık savaştan ve açlıktan korkmaya başlamışlardı. Beyaz çarşafa sarınmak, çitlenbik ağacına çarşaf germek tehlikeli bir iş haline gelmeye başladı. Korkutulan milyonların çıkardığı ayarsız sesler, artık korkuyu yaratanları da korkutuyor. Plancıların ülkelerinden zaman zaman yükselen sesler bize bunu anlatmaktadır. İnsanları korkuya dayalı bir düzen içinde yaşatmaya ve yönetmeye çalışmak, çok eski bir usul olmakla beraber, çağımız da tehlikeli bir uygulama haline gelmiştir. Korkutulan milyonlar, korkutan için tehlikeli olabiliyorlar. Gerçeklerin üzerine bir şal çekerek (yatak çarşafı yerine) gerçekleri saklayan, olayları ve şeyleri bize korkunç göstererek sömürü düzenini sürdürmek için, milyonları korku ortamına itekleyenler, zaman içinde benim oğlum gibi, karşıdakinin korkusuyla etkilenecek ve onlar da korkuya düşeceklerdir. Amerikalıyı, «Çirkin Amerikalı» olarak görmemizin temel nedeni budur. Bu ülke, çitlenbik ağaçlarına yatak çarşafı gererek, korkutulan ülkelerden kız kaçırmayı çağdaş politikanın gereği zannediyor. Oysa bu metot bundan otuz beş yıl önce, bir yaz gecesi İzmir bağlarında denenmiş, şafağın sökmesi ile kepazelik ortaya çıkmıştı. Atom bombalarını, buğday stoklarını, varını yoğunu çitlenbik ağacı misali sınırlarına yığıp, maz lum toplumları korkutmaya çalışanlar, gün ağardığı ve aydınlık ortama hâkim olduğu zaman, aynı şe kilde gülünç olacaklar ve Dünya kamuoyunun onlara karşı duyduğu nefret ve güvensizlik daha belirgin bir hal alacaktır. Artık bu oyunun sona ermesi gerekiyor. Çünkü korkular üzerine oturtulan bir düzen, daha uzun ömürlü olamaz. Gülünç olmak istemiyorlarsa, korku yerine sevgiyi getirmenin çarelerini bulmalı ve eğer bulabilirlerse hemen uygulamaya koymalıdırlar. İnsan korkmak, korkutmak ve korkutulmak için yaratılmamıştır. Sevmek ve sevilmeye çalışmak, Dünya barışını kurmak için daha yararlı olabilir. Eski oyunlar tekrarlanmamalıdır. Bir demir parçasına binip ay çevresini dolaşabilecek kadar ilerle miş olan insanın, çok eski ve bir yönüyle iğrenç usulleri kullanarak birbirini sömürmeye ve kullanmaya kalkışması, çağımız için yüz karasıdır. Korkunç elçiler yerine, sevimli insanlar, tank yerine traktör, açlık yerine tokluk, korku yerine sev giyi getirmek lazımdır.
213
XIV SON SÖZ
214 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu
215
SON SÖZ “Sessiz Savaş” isimli kitabımı yayınladığım günden bu yana Türkiye'de ve Dünya'da olup bitenleri, görebildiğim kadarı ile değişik bir açıdan incelemeye ve bu kitapla okurlarıma bildiklerimi aktarmaya çalıştım. «Açlık Korkusu» ismi ile yayınlanan bu kitap, ABD Tarım Bakanı Orville L. Freeman'ın, Chicago'nun lüks otellerinden birinde karnını tıka basa doyurduktan sonra açlık üzerine çektiği bir nutuk ve Philip Noel-Baker isimli ünlü bir barışçının UNESCO tarafından yayınlanan «Le Courrier» isimli dergide yayınlanmış, barışı öven ve gerçekte savaş korkusunu bir yağ lekesi gibi Dünyaya yaymaya çalışan makalesi, nihayet çocukluk çağıma ilişkin iki korku öyküsüne dayalı üç ayaklı bir sehpa üzerine kurulmuş ayrıca üzerinde bir süredir ısrarla durduğumuz gıda yardımları ve doğum kontrolü ile geri ülkelerdeki emperyalist uygulamalara, kolayca görülemeyen ayak oyunlarına kitapta yer verilmiştir. Açlık sorununu korku açısından incelemek elbette lüzumludur. Çünkü yüzyıl önce insanlar sorunlarına bu açıdan bakamıyor ve korkularının ezgisi altında gerçekleri göremiyorlardı. Şartlandırılmış milyonları korkuları üzerinden koyun sürüleri gibi güderek, ürettiklerinden yararlanan ve varlıklarına el koyan açıkgözler, insanların gözü açılmasın diye ellerinden ne geliyorsa hepsini yaptılar. İnsanı uyuşturmak için afyon ve korkutmak için silah kullanıldı. Bugün ise açlık ve açlık korkusu ile aynı milyonlar hem uyuşturuluyor ve hem de korkutuluyorlar. Bu kitabı, bu noktaya kadar sabırlı okuyanlar daha önce, “Gıda Emperyalizmi”, “Çağımızın Beslenme Sorunları”, “Barış ve Emperyalizm”, “Sessiz Savaş” isimli kitaplarımızı da okumuşlarsa Türkiye'nin meselelerine değişik açıdan bakabilecek, hem açlık ve hem de savaş korkusunun Dünyamızda neden dolayı bu kadar yaygınlaştığını daha iyi anlayabileceklerdir.
216 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu Endüstrilerine pazar hazırlamak için savaş çıkaran toplumlar, tarımsal ürünlerine pazar bulmak için aç milyonlar yaratmanın gereğine inanıyorlar. XX nci yüzyıl insanının başında Demokles'in kılıcı gibi asılı duran bu iki korku kasıtlı olarak yayılıyor ve yoğunlaştırılıyor. Oysa Tabiat ana Dünyaya gözünü açan her insan yavrusunu besleyecek kadar cömert ve şefkatli dir. İnsanlar birbirinden nefret ederek çatışacak yerde, sevişerek ve dost olarak da yaşayabilirler. Çıkarları insanların çatışmasında ve aç kalıp onlara el açmasında olan insafsız bir azınlık, kurduğu tezgâhı işler halde tutup çıkarlarını sürdürebilrnek için çağımızı bir korku çağı haline getirmiştir. Şişirilerek toplumları etkileyen savaş ve açlık korkusu yanında, kişilerin günlük yaşantısını etkileyen yüzlerce küçük korku içinde yaşıyor ve daha doğrusu yaşadığımızın farkında bile olamıyoruz. Şehirlerarası yollarda trafik kazaları, kırlarda asayişsizlik kol gezmekte, Doğu'da yaşayanlar eşkiya korkusunun baskısı altında ezilirken, batıda geçim sıkıntısı, işini kaybetme korkusu insanları bunaltmaktadır. Elinde cop ve başında plastik mihverle dolaşan toplum polisi, bir korku kaynağıdır. Vurdu mu eziyor. İnsanların arasındaki ilişkiler sevgiye değil de, korkulara dayanıyorsa, bu hale gelmiş toplumlarda mutluluktan ve nurlu ufuklardan söz edilemez. Böyle olmasına rağmen, politikacının gerçek dışı konuşması, borcu bini aşmış ve uçan kuşa borçlanmış bir toplumu en kısa süre içinde nurlu ufuklara götüreceğinden söz etmesi insanı bir daha korkutuyor. Sözüm senettir deyip de sözünü yerine getirmeyen Devlet adamlarının yönetimi altında ve ülkeyi 850.000 ton buğday açığı ile kendi haline bıraktıktan sonra istifa eden bir tarım bakanının, bunun hemen akabinde 250 otomobil ile karşılanarak tekrar seçildiği bir ülkede korkmadan yaşamak için önce düşünme yeteneğini yitirmek lazım. Küçük ve büyük korkular birleşince insanlar uyuşuyor, kişiliğini ve amaçlarını unutmuş sindiril miş kalabalıklar ortaya çıkıyorlar. Robot gibi her sabah işine gidip akşam gecekondusuna dönen işçi nin temel korkusu gecekondusunun yıkılması, memurun korkusu müdür beyin asabiyet buyurup onu işten atması, köylünün yağmur yağmaması veya bankanın kredi vermemesi, ağanın kaşlarını çatması aç kalmak ilahdır. Günlük yaşantımızın bu küçük korkulan yanında bazen savaşçı toplumların kaşlarını çattıklarına tanık oluyoruz. Limanlarımızı savaş gemileri ziyaret ediyor, ya da kuzey komşumuz tarafından tehdit ediliyoruz. Her yıl ortaya çıkan buğday açıklarını kapamak ve halka hiç değilse kuru ekmek yedirmek mesele oluyor. Bu arada tepemizde peyklerin dolaştığını, iki karşıt bloktan astronotların fezada dolaştıklarını öğreniyoruz. Böyle bir Dünyada yaşamak çoğunluk için zevkli bir iş değildir. Fakat madem ki Dünyaya gelmişiz, yaşayacağız diyor ve yaşıyoruz. Haklarınızı aramaya başladınız mı korkular yoğunlaşıyor ve baskılar artırılıyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ile birçok Anayasaların insanlara tanıdığı hakları XX nci yüzyılın ikinci yarısında almak ve hele kullanmak zor bir iş. Açlık Korkusu çağımızın en etkin ve en baskın korkusu olarak, geri ülkeleri ve özellikle Türkiyemiz’i etkisi altına almıştır. Bu korkuyu körükleyip, korku çarklarını çalıştıranların amaçları ise gün gibi ortada... Bunu bilmenin sayısız yararı var. Halkımız ve aydınımız bunu böylece anlamalı ve korkularından arınmanın yollarını aramalıdır.
217 Toplumun özellikle topluma yön ve cesaret verecek olan aydınların gerçekçi bir davranışla korkuların üzerinde kalmaları, sorunların üzerine üzerine yürüyerek devrimi gerçekleştirmek için çaba harcamaları gerekiyor. Korkusuz liderlerin yönetiminde, korkulardan arınabilen ülkeler emperyalizmin baskısından kısmen olsun kurtuluyorlar. Biz de Atatürk'ün yönetiminde bu korkulardan sıyrılmış ve savaş korkusunun üzerine üzerine yürüyerek şişirilen balonları patlatmıştık. Şimdi karşımıza yeni korkular dikiyor ve bizi bu korkuların etkisine sokarak yozlaştırmak, kendilerine köle, boğazı tokluğuna çalışacak bir uşak haline getirmek istiyorlar. Oysa tarih boyu kimseye uşaklık etmemiş ve başkalarını uşak olarak kullanmayı hoşgörmeyecek kadar efendi bir yapısı örfü, adeti, hayat anlayışı ile bugün de dimdik ayakta olan Türk toplumu ve diğer toplumlar meseleyi ergeç anlayacaklar, korkutulduklarını farkettikleri gün korkularının üzerine yürüyeceklerdir. İşte bu olay Yeni Sömürgeciliğin sonu olacak ve Dünyamız’da insan haysiyetine saygılı yeni bir dönem başlayacaktır. Osman N. Koçtürk 19 Ekim 1969 Ankara
218 Osman Nuri KOÇTÜRKwAçlık Korkusu