Tabersî'nin mecmau'l beyan tefsirinde hz peygamber'i ikaz eden ayetlerin yorumu ramiz memmedov

Page 1

İÇINDEKİLER KISALTMALAR................................................................................................................... III ÖNSÖZ....................................................................................................................................IV GİRİŞ KAVRAMLAR 1. İsmet Kavramı ...................................................................................................................... 2 1.1. İsmetin Lugat Anlamı ................................................................................................ 2 1.2. İsmetin Mahiyeti ........................................................................................................ 3 1.3. İsmetin Kapsamı ve Sınırları ..................................................................................... 5 2. Günah .................................................................................................................................... 8 3. Hata ..................................................................................................................................... 11 4. Zelle ..................................................................................................................................... 12 5. İtab kavramı ....................................................................................................................... 13 5.1. Lügatte İtab .............................................................................................................. 13 5.2. Istılahta İtab ............................................................................................................. 14 5.3. İtabla İlgili Görüşler................................................................................................. 14 6. Hz. Peygamberin Uyarılması ............................................................................................ 17 7. Bazı Şi’a Müfessirlerin İtab Ayetlerine Bakışı ................................................................ 20 BİRİNCİ BÖLÜM TABERSÎ'NİN HAYATI VE İLMÎ KİŞİLİĞİ 1. Tabersî’nin Yaşadığı Çağda Fikri ve Siyasi Durum. ...................................................... 23 2. Tabersî’nin Hayatı ............................................................................................................. 25 2.1. İsmi ve Nisbeti ......................................................................................................... 25 2.2. Tahsil Hayatı............................................................................................................ 26 3. İlmi Şahsiyeti ...................................................................................................................... 28 3.1. Kuran Metni Konusunda Bazı Şiilerden Farklı Olması........................................... 28 3.2. Şi’a İçinde Mevkii ................................................................................................... 29 3.3. Mutezile ile Münasebeti........................................................................................... 35 4. Ailesi .................................................................................................................................... 36 5. Hocaları ............................................................................................................................... 37 6. Öğrencileri .......................................................................................................................... 37 7. Eserleri ................................................................................................................................ 38 8. Tabersî Hakkında Bazı Âlimlerin Sözleri........................................................................ 41 İKİNCİ BÖLÜM TABERSÎ'NİN İTAB AYETLERİNİ YORUMLAYIŞI 1. Tabersî’nin İkaz Ayetlerine Bakışı................................................................................... 44

I


1.1. Peygamberlere Yönelik İkaz Ayetlerine Bakışı....................................................... 44 1.2. Peygamberimize Yönelik İkaz Ayetlerine Bakışı.................................................... 56 1.2.1. Allah’a Karşı Görevleri Bakımından İtaba Muhatab Oluşu.......................... 57 1.2.1.1. İnşallah Dememesi.............................................................................. 58 1.2.1.2. Vahiyden Uzaklaşma İhtimali ............................................................ 60 1.2.1.3. Günah ve İstiğfar ................................................................................ 63 1.2.1.4. Emrolunduğu Gibi Dosdoğru Olması............................................... 68 1.2.1.5. Allah (c.c.) Hakkında Yanlış Zanda Bulunmaması ............................ 69 1.2.1.6. Müşriklerden Olmaması .................................................................... 70 1.2.1.7. Duha Suresindeki Dalâletin Manası .................................................. 71 1.2.1.8. Asıl Hidâyet Verenin Allah (c.c.) Olduğu .......................................... 74 1.2.1.9. Kafirlerin İnkar Etmelerine Üzülmemesi ........................................... 77 1.2.1.10. Müşriklere Dua Etmemesi ................................................................ 80 1. 2. 2. İnsanlarla İlişkileri Bakımından İtab Edilişi ............................................... 82 1.2.2.1. Mü’minlerle İlişkileri Bakımından İtab.............................................. 83 1.2.2.1.1. Tahrim Meselesi......................................................................... 83 1.2.2.1.2. Zeyd Zeyneb Meselesi ............................................................... 88 1.2.2.1.3. Müminlere Karşı Yüzünü Asmaması......................................... 93 1.2.2.1.4. Fakirleri Yanından Uzaklaştırmaması ....................................... 96 1.2.2.1.5. Dünyanın Süsünü İsteyerek Müminlerden Ayrılmaması........... 99 1.2.2.1.6. Müminlere Yumuşak Söz Söylemesi....................................... 102 1.2.2.1.7. İnfakta Ölçülü Olması............................................................. 103 1.2.2.2. Münâfıklarla İlişkileri Bakımından İtab ........................................... 104 1.2.2 2.1. Münâfıklara İzin Verme Meselesi............................................ 105 1.2.2.2.2. Muhâkemede Dikkatli Olması ................................................. 108 1.2.2.2.3. Münâfıkların Cenaze Namazlarını Kılmaması ........................ 112 1.2.2.2.4. Münâfıklar İçin Mağfiret Dilememesi ..................................... 114 1.2.2.3. Ehl-i Kitapla Münasebetlerinde İtab................................................. 115 1.2.2.4. Kâfirlerle Münasebetinde İtab .......................................................... 116 1.2.2.4.1. Bedr Esirleri ............................................................................. 118 1.2.2.4.2. Kafilerin Malları ve Evlatlarına İmrenmemesi ........................ 121 1.2.2.4.3. Kafirlerin İmkanlarına Gözünü dikmemesi ............................. 122 SONUÇ.................................................................................................................................. 123 KAYNAKÇA ........................................................................................................................ 125

II


KISALTMALAR a.g.e.

:

Adı geçen eser

a.g.m.

:

Adı geçen makale

a.s.

:

Aleyhisselam

bkz.

:

Bakınız

c.

:

Cilt

D.İ.B.

:

Diyanet İşleri Başkanlığı

h.

:

Hicri

Hz.

:

Hazreti

Nşr.

:

Neşriyat

Ö.

:

Ölümü

s.

:

Sayfa

s.a.v.

:

Sallallahu Aleyhi ve Sellem

trc.

:

Tercüme eden, tercüme

ts.

:

Tarihsiz.

v.b.

:

Ve benzerleri

v.s.

:

Ve saire

Yay.

:

Yayın Evi

y.y.

:

Yayınevi yok.

III


ÖNSÖZ Peygamberlere yönelik itab ayetlerini yorumlamada Şiiler farklı çizgi izlemişlerdir. Şiilerin itab ayetlerine farklı yorumlar getirdiklerine, Şi’a içinde önemli bir yere sahip olan Tabersi’nin bir örnek olabileceği düşüncesiyle onun Tefsirini inceledik. Gerçekten Şi’a camiasında Tabersi’nin önemli bir yeri olduğu gibi mezhebinin kelami, fıkhı gibi konularını savunmada önemli yeri işgal eder. Çünkü Tabersi birçok alanda; fıkıh, hadis, tarih, özelikle sarf, nahiv, belagat gibi konularda söz sahibi olmuş ve mezhebini savunmada bu ilimlerden istifade etmiştir. Tabersî’nin tefsirinde itab ayetleri incelenirken onun iyi bir ilme vakıf olmasının yanısıra güçlü bir mantığının olduğu görülmektedir. Ama bununla birlikte mezhep taassubkeşliği bazen onun bu özelliğini örtebilmektedir. İtab ayetlerini müfessirimizin nasıl yorumladığına bakmakla birlikte diğer Şi’a müfessirlerinin bu konuda farklı yorum yapıp yapmadıkları da incelenmiştir. Netice etibariyle İatab ayetlerini diğer Şi’a müfessirleri de çoğunlukla Tabersî gibi kendi mezheplerinin görüşleri doğrultusunda yorumlamışlardır. Tezimiz, giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında ismet, itab, günah, zelle gibi bazı kavramlar işlenmiştir. Birinci bölümde de, Tabersi’nin hayatı, ailesi, Şi’a içinde mevkii ve yaşadığı çağda fikri ve siyasi durum gibi konular işlendi. İkinci bölümde ise Tabersi’nin itaba konu olan ayetleri tefsirinde nasıl yorumladığını bilgilerinize sunmaya gayret ettik. Bütün bunların yanında Mut’a, imamet, imamların masumiyeti gibi konularda Tabersi’nin hangi düşünceye sahip olduğunu da vermeye çalıştık. Bu önemli konunun araştırılması esnasında yardımını esirgemeyen muhterem danışmanım Prof. Dr. Suat Yıldırım’a çok teşekkür eder, tezi hazırlama aşamasında maddîmânevî istifade ettiğim İLAM’a ve onun değerli idarecilerine minnettarlıklarımı arz ederim.

IV


Başarı Allah`tandır.

Ramiz MEMMEDOV İstanbul 2006

V


GIRIÅž KAVRAMLAR

1


Bu bölümde tezimizin daha iyi anlaşılması açısından; İsmet, Günah, Hata, Zelle ve İtab gibi bazı kavramların lügat ve istilahi manalarının üzerinde durmakla beraber, mevzumuzun esas konusunu teşkil eden İtab’la ilgili bazı görüşlere yer verilecektir. 1. İsmet Kavramı Peygamberler nübüvvetle görevlendirildikleri gibi, bunun tebliği hususunda Allah (c.c.) tarafından korunma altına alınmışlardır. Bu korunmanın alanı, indirilen ayetlerin harfi harfine değiştirilmeden tebliğ edilişinden, o ayetleri hayatlarına tatbik etmede günahlardan korunmalarına kadar olabilmektedir. Ama şunu da vurgulamak gerekir ki, peygamberler suç işlemede değil, işledikleri suçu davam etme konusunda korunma altına alınmışlardır. 1.1. İsmetin Lugat Anlamı “’A-s-m” kökü lügatte, “imsak (tutmak), tutunmak, bir şeye sıkı sıkı yapışmak, sığınmak, dayanmak, güvenmek, ip, bağ, nikah akdi, bilezik, bilek, gerdanlık, çalışıp kazanmak, kâr elde etmek, iffet, namus, dokunulacak tutamak veya kulp” gibi anlamlara gelmektedir.1 “İsmet” kelimesi ise, “a-s-m” fiilinin masdarı olup, “engel olmak, tutmak, gelmesi muhtemel olan zararları defedip korumak, men etmek” manalarını ihtiva eder.2 Kur’ân-ı Kerim’de “a-s-m” kökünden müştak olan “i’tesame-ya’tesimu” fiilleri “yapışmak, sarılmak, tutunmak” anlamında beş yerde3, “korunabilen, kurulabilen” manalarında ism-i meful/edilgen ortaç olarak “aasım” kelimesi üç yerde4, “korumak” anlamındaki “ya’simu” fiili üç yerde5, “iffetinden, masumiyetinden dolayı çekinmek”

1

İbn Fâris, Mekâyısi’l-Luga, Beyrut: nşr.y. 1991, c. 4, s. 331-334; İbn Manzur, Lisanu’l

Arab, Beyrut: Daru’s-Sadr Matbaası, h. 1300, c. 12, s. 403-408; el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l Muhît, Lübnan: Daru İhyâi’t-Turasi’l-Arabiyy, 2003. c. 4, s.152-153. 2

İbn Manzur, a.g.e., c. 12, s. 403, 404; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., c. 4 , s.152.

3

Âl-i İmrân, 3/101, 103; Nisâ, 4/146, 175; Hacc, 22/78.

4

Yunus, 10/27; Hûd, 11/43; Mü’min, 40/33.

5

Maide, 5/67; Hûd, 11/43; Ahzab, 33/17.

2


anlamında “ista’same” bir yerde6 ve “nikah bağı” anlamında “asame” kelimesi de bir yerde7 geçmektedir. 1.2. İsmetin Mahiyeti “A-s-m” harflerinden müteşekkil olan “ismet” kelimesinin kök anlamı “korumak” olduğuna göre; “korumak” iki taraflıdır. Bir tarafta “koruyan”, diğer tarafta ise “korunan” vardır. “İsmet” kelimesi sözkonusu olduğunda, “koruyan” Allah’tır, “korunan(lar)” ise peygamber(ler)dir.8 Şayet Allah’ın böyle bir koruması olmamış olsaydı, onlar da her insanın malul olduğu birtakım illetlerle ma’lul olurlardı.9 İsmet, Allah tarafından korunmuşluk anlamında peygamberler için kullanılan özelliklerden biridir. Çok çeşitli tarifleri yapılmıştır: “İsmet, peygamberlerin güçleri yetmekle beraber, günahlardan uzak kalma melekeleridir.”10 “Peygamberlerin gerek sözlerinde, gerek fiillerinde kendilerini lekeleyecek ve kadr u kıymetten düşürecek hatalardan korunmuş olmalarıdır.”11 er-Râgıb el-İsfehânî de kelimenin “hıfz” anlamını öne çıkaracak şekilde ismeti şöyle tarif etmiştir: “Allah tarafından sadece peygamberlerine tahsis edilen özel bir hususiyet olup, Allah’ın peygamberlerine cismî bir üstünlük vermesi, bizâtihî kendi yardımıyla onların

6

Yusuf, 12/32.

7

Mümtehine, 60/10.

8

Gezgin, Ali Galip, Kur’an’da Hz. Peygambere Yapılan Uyarılr, İsparta: Fakülte Kitabevi, 2003. s. 102.

9

Gezgin, a.g.e., s. 105.

10

el-Cürcânî, Ta’rîfât, Beyrut: Darü’l-Kutubi’l-İlmiyy, 1983.“el-İsme” md.

11

es-Sâbûnî, el-Bidâye, trc. Bekir Topaloğlu, Ankara: D.İ.İBN 1979. s.53.

3


ayaklarını sabit tutması, onların kalplerine sekînet (iç huzuru) indirmesi ve nihayet onları her türlü kötü meyillerden tevfîkiyle korumasıdır.”12 Ebû Mansur Mâturîdî, “ismetin, külfeti kaldırmadığını” belirtmekte ve şöyle demektedir: “Peygamberlerin günahtan korunmuş olması (ismet), onu taate zorlamadığı gibi, günah işlemekten de âciz bırakmaz. Ne var ki, ismet Allah’ın bir lütfu olup peygamberi hayır yapmaya sevkeder, kötülükten de alıkoyar. Fakat ilâhî imtihanın gerçekleşmesi için onlarda yine de irâde mevcuttur.”13 Bu iradenin peygamberlerde bulunmasının sebebi, onların beşer oluşlarının isbatıdır. Aksi halde peygamberler beşer değil, melek olurlardı.14 Mâturîdî’nin “ismet” kelimesiyle ilgili olarak yapmış olduğu bu açıklamalardan hareketle “ismet” kelimesinin kök anlamına uygun olan semantik tanımını şu şekilde yapabiliriz: “İsmet, peygamberlere mahsus bir sıfat olup, günah işleme gücü kendilerinden alınmadığı halde Allah tarafından günahlardan, halkın gözünde değerlerini düşürecek şeylerden korunmuş olmaları, ilâhî korunma altına alınmış bulunmaları hâlidir.”15 Netice itibariyle

“ismet”,

“hiç

yanılmama

veya hata

yapmama” anlamına

gelmemektedir. Zira bu özellik, Allah’ın peygamberlerini, onları hata yapma veya yapmama konusunda hür bırakıp, şayet bir hata yapmışlar ise onları uyararak (itâb ederek) bu hatalarından dönmesini sağlamaktadır.

12

er-Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, Beyrut: Daru’l-Marife, 2001. “a-s-m”,s. 570.

13

es-Sabûnî, a.g.e., s. 122-123.

14

Bulut, Ehl-Sünnet ve Şi’a’da İsmet İnancı, İstanbul: Risale Yay. 1991, s. 160; Gezgin, a.g.e., s. 102.

15

Gezgin, a.g.e., s.102-103.

4


1.3. İsmetin Kapsamı ve Sınırları Kur’ân, öncelikle peygamberlerin de diğer insanlar gibi beşer16 olduklarını kabul etmekte, kendilerinin de başkalarına tebliğ ettiklerinden sorumlu olacakları17 ancak Allah Teâlâ’nın onları hidayete erdirerek18 peygamberlik görevine seçtiğini19 belirtmektedir. Peygamberlerin “tümüyle korunmuş olmaları” onların beşer oluşlarına ters düşerken; “vahyin dışında hiçbir alanda korunmamış olmaları” iddiası da tebliğ, inandırıcılık ve takdim ettikleri dinin yaşanmasında “örnek teşkil etme” fonksiyonları açısından tutarsızdır. Öyleyse burada üzerinde düşünülmesi gereken şey ismetin, “varlığı”ndan çok “sınırları ve kapsamı”dır. 1.3.1. Nübüvvetten Önce Kur’an’da peygamberlerin nübüvvet görevi verilmeden önce korunmuş olduklarını doğrudan ifade eden kısımlara rastlanmamakla beraber, nübüvvet öncesi hallerini tasvir eden birtakım bilgiler mevcuttur. Peygamberlerin görevlerine seçilmeleri, kendilerine “hidayet-in nasib olması”20 ile ifade edilmiştir. Onlar bu görevlerine seçilmekle bir anlamda doğru yola iletilmişler, önceki hallerinden

farklı

bir

konuma

geçmişlerdir.21

Şüphe

yok

ki,

peygamberler

vazifelendirilmelerinden itibaren, önceki hallerine nispetle hidayete erdirilmişlerdir, ancak bu geçmişlerinin isyan, şirk ve sapık fikirlerle dolu olduğu anlamına gelmez. Önceki hayatlarına nisbetle daha aydınlık bir döneme girdiklerini tasvir eder. Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Musâ’nın nübüvvetten önce, kasıtsız bir adamı öldürmesi anlatılmaktadır.22 Bunun yanısıra Hz. Musa hakkında Şuayb’ın kızları da:

16

İsra, 17/94-95; Enbiyâ, 21/8; Hac 22/75; Furkan, 25/20.

17

A’raf, 7/6-7; Ahzab, 33/7-8.

18

En’am, 6/90; Meryem, 19/58.

19

Al-i İmran, 3/74; En’am, 6/88; İbrahim, 14/11; Nahl, 16/2.

20

En’am, 6/84.

21

Yusuf, 12/3; Şûrâ, 42/52.

22

Şuara, 26/18-21; Kasas, 28/15.

5


“Kızlardan biri: “Babacığım!” dedi, “bunu işçi olarak tut! Zira senin çalıştıracağın en iyi adam, böyle kuvvetli ve güvenli biri olmalıdır.”23 şeklinde kanaatlerini bildirmişlerdir. Bu da, onun insanlar nazarındaki iffet ve dürüstlüğüne işaret eder. Hz. Salih nübüvvetle vazifelendirilip, kavminin yanına gidince, onlar: “-Ey Salih! Bundan önce aramızda kendisinden iyilik beklenen bir kimseydin; şimdi babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi men mi ediyorsun?”24 demişler ve peygamberlikten önceki hayatındaki iyi hasletleri dillendirmişlerdir. Peygamberimiz de önceki hayatını, müşriklere delil olarak sunmuştur.25 Zira, Peygamber Efendimizin, çocukluğunda, gençliğinde ve kendisine vahiy gelmeden önceki dönemlerde putlara tapmadığına, onlar adına takdim edilen yiyeceklerden yemediğine dair bir çok rivayet vardır. Peygamberimizin halk arasında “emîn” lakabını nübuvvetten evvel alması da, onun daha önce de insanlar arasında ne kadar güvenilir olduğunun delilidir. Kur’an’da peygamberlerin Allah Teâlâ’nın varlığına ve birliğine iman ettikleri, hiçbir şekilde küfre ve şirke düşmedikleri bildirilmiştir.26 Kur’an’da Peygamberlerin bazı hatalarının dışında, bi’setlerinden önce de yüksek ahlak sahibi, iffetli, dürüst, topluma güven telkin eden, saygın insanlar oldukları, ileride tebliğ faaliyetlerini zora sokacak tarzda nefret uyandıracak, güvenilirliklerini zedeleyecek kötü huylarının bulunmadığı görülmektedir.

23

Kasas, 28/26.

24

Hûd, 11/62.

25

Yûnus, 10/16.

26

Zümer, 39/65; Enbiya, 21/25.

6


1.3.2. Nübüvvetten Sonra Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberler için çok sık olmasa da kasıtsız adam öldürmek27, dış görünüşüyle yalan kabul edilebilecek ifadelerde bulunmak28, Allah’ın iradesine uygun düşmeyen bazı küçük tasarruflarda bulunmak gibi hususlardan da söz edilmiştir.29 Ehl-i Sünnetin çoğunluğuna göre peygamberlerin ismeti, bi’setten itibaren başlar. Dolayısıyla onların nübüvvetten önce günah işlemeleri caizdir. Hatta bunun büyük günah olması dahî aklen muhal değildir, bu konuda naklî bir delil de yoktur.30 Öte yandan bütün âlimler peygamberin nübüvvetten sonra kasten büyük günah işlemekten korunmuş olduğu hususunda ittifak halindedir. İslam âlimlerinin çoğu, peygamberin yanılarak da olsa, bi’setten sonra büyük günah işlemelerini caiz görmemiştir. Küçük günahlara gelince, bunlar nefret edilen (bir anlamda yüz kızartıcı) ve edilmeyen günahlar olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Ehl-i Sünnet âlimleri, nübüvvetten önce ve sonra, peygamberlerin kasten veya sehven nefret uyandıran küçük günahlardan da korunmuş olduklarında görüş birliği içindedir. Zira bu tür günahlar, peygamberlerin tebliğlerini, toplum içindeki güvenilirliklerini ve saygınlıklarını zedeleyerek onların faaliyetlerini güçleştirecektir. Diğer küçük günahlara gelince, peygamberlerin bunları kasten işlemeleri caiz görülmemiş, sadece unutarak veya yanılarak işlemeleri caiz görülmüştür.31

27

Şuara, 26/18-21; Kasas, 28/15.

28

Hz. İbrahim’in Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini istemesi (Bakara, 2/260); putları kendisi kırdığı

halde onların büyük put tarafından kırıldığını söylemesi (Enbiyâ, 21/57, 62-63); bir bayram günü eğlenceye davet eden kavmine, “hastayım” diye cevap vermesi (Saffât, 37/88-90) ve hadis-i şeriflerde geçtiği üzere, şehre gittiğinde zâlim kralın azabından korkarak eşi Sare’yi, “kız kardeşim” diyerek takdim etmesi (Buhârî, el-Enbiyâ 8, Nikâh 12; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 403)… 29

Bakara, 2/35-37; Kasas, 28/15-16; Enbiya, 21/63, 87-88; Enfal, 8/67-68.

30

Sinanoğlu, Mustafa, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an-ı Kerim’de Nübüvvet, Doktora tezi, M.Ü.Sos.Bil.Ens.

1995, s. 311. 31

Sinanoğlu, a.g.e., s. 311-335.

7


Nübüvvet ve risaletin zarureti ise, peygamberin, kendisine vahy edileni tebliğde hatadan, tebdil ve tahriften korunmuş olmasını gerektirir. Peygamberlerden sâdır olduğu kabul edilen hata ve günahlar hakkında özetle şu görüşler ileri sürülmüştür: 1. Bi’setten önceki durum söz konusudur. 2. Daha uygun olanı terk (terk-i evlâ) vardır. 3. Yanılarak küçük günah işlemiştir. 4. Kerih bir şey işlemişse, ümmete bunun câiz olduğunu ve bu takdirde kendilerine Allah’ın kolaylık gösterdiğini açıklamak gayesi bulunur. O zaman bile onlar, mübah olan bir şeyi yapmışlar gibi ecir kazanırlar. 5. Günah işlemekle ilgili şartlı sîgalar, meselâ “lein eşrakte: Eğer şirk koşarsan…”32 şarta konu olanın mutlaka gerçekleşmesini gerektirmez. 6. Hitaba muhatab olan peygamber olsa da kastedilen ümmettir; yani “kızım sana söylüyorun, gelinim sen işit” nüktesi melhuzdur.33 2. Günah Aslında Farsça bir kelime olan “günâh” ve bu kelimeye Arapçada en yakın kelime olarak kullanılan34 ve Kur’an-ı Kerim’de yirmi beş yerde geçen35 “cunâh” kelimesi, Arapçada “c-n-h” kökünden türeyerek, “bir şeye eğilim göstermek, meyletmek, yönelmek” anlamlarına gelmektedir. 36

32

Zümer 39/65.

33

Sadık Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, Konya: Hibaş yay. 1984, s. 306-307.

34

Ama Arapça “cunâh” kelimesi, Farsça “günah” kelimesinin anlamını tam olarak karşılamamaktadır. (Kılıç,

a.g.e. s. 25.) 35

Bakara, 2/158, 198, 229, 230, 232, 233, 234, 235, 236, 240, 282; Nisâ, 4/23, 24, 101, 102, 128; Mâide, 5/93;

Nûr, 24/29, 58, 60, 61; Ahzâb, 33/5, 51, 55; Mümtehine, 60/10. 36

er-Râgıb el-İsfehânî, a.g.e., s. 107.

8


Râgıb el-İsfehânî, “Cunâh”ın, insanın Hak’tan başka yöne eğilimini gösteren “elism” olduğunu belirtmekte ve her “ism”in “cunâh” olarak isimlendirildiğini zikretmektedir.37 “Günah”la yakın anlamda kullanılan kelimeler: Zenb: zenb “ısm” (günah) anlamına gelir.38 Neticesi kötü olan her fiil zenbdir. Bu sebeple “zenb”, netice olarak isimlendirildi. Zenbin cemi “zünûb”dur. Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

‫ﻓﺎﺧﺬھﻢ اﷲ ﺑﺬﻧﻮﺑﮭﻢ‬

yakalayıverdi) Başka bir ayet-i kerimede,

39

(Allah onları günahları sebebiyle

‫ﻓﻜﻼ اﺧﺬﻧﺎ ﺑﺬﻧﺒﮫ‬

40

(Hepsini günahları sebebiyle

yakaladık) Başka bir ayet-i kerimede yine, ‫وﻣﻦ ﯾﻐﻔﺮ اﻟﺬﻧﻮب إﻻ اﷲ‬

41

( Allah’tan başka

günahları kim affeder?) buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi vermiş olduğumuz örneklerin hepsinde “zenb” kelimesi günah anlamında kullanılmıştır. Bunlardan başka, günah manasında Kur’an’da “zenb” kelimesi otuz altı yerde geçmektedir.42 İsm: “el-ism” sevap konusunda ağırdan almak anlamına gelip, cemi olarak

okunur.43

“Kezib”(yalan),

“günah”

kapsamına

girdiğinden

‫“ آﺛﺎم‬âsâm” “ism”

olarak

isimlendirilmiştir. Bunun gibi günahın neticesinde azap olduğu için azap da, “ism” olarak isimlendirilmiştir.44 “ism” aynı zamanda “zenb” demektir. “İsm”, “zenb” ile yakın anlamlı olarak kullanılmakla birlikte, bu iki kelime arasında da ince bir fark sözkonusudur. Zenb, bilerek veya bilmeyerek yapılan, ya da kasıtlı veya kasıtsız olarak işlenen günahları gösterirken, “ism” kelimesi, sadece bilinçli bir şekilde kasden ve taammüden işlenen günahları içine alan bir kelimedir.45 37

er-Râgıb el-İsfehânî, a.g.e., s. 107.

38

Fîruzabadi, a.g.e., s. 85.

39

Al-ı İmran, 3/11

40

Ankebut, 29/40

41

Al-i İmran, 3/135.

42

Şuara, 26/14; Ğafir, 40/3,11,21,55; Tekvir, 81/9; Yusuf, 12/29,97; Muhammed, 47/19; Feth, 48/2; Rahman,

55/39; Mülk, 67/11; Şems, 91/14; İsra, 17/17; Furkan, 25/58; Zümer, 39/53; Al-i İmran, 3/16,31,135,147,193; Maide, 5/18,49; İbrahim, 14/10; Ahzab, 33/71; Ahkaf, 46/31; Saf 61/12; Nuh, 71/4; En’am, 6/6; A’raf, 7/100; Enfal, 8/52,54; Tövbe, 9/102; Kasas, 28/78; Zariyat, 51/59. 43 44 45

er-Râgıb el-İsfahânî, a.g.e., s. 19 er-Râgıb el-İsfahânî, a.g.e., s. 19. Kılıç, a.g.e., s. 126; Gezgin, a.g.e., s, 150.

9


Bu iki kelime arasındaki bir başka farkı da Seyyid Şerif el-Cürcânî şöyle nakleder: “Zenb”, kişiyi Allah’tan perdeleyen her şeydir. “İsm” ise şer’an ve tab’an sakınılması gereken şeydir.”46 Yine “ism” Kumar, içki gibi yapılması helal olmayan şeydir.47 Kur’an-ı Kerim’de “ism” kelimesi günah anlamında kırk beş ayet-i kerimede geçmektedir. 48 Ma’siye: İtaat etmenin zıddıdır.49 Bu kelime de Kur’an-ı Kerim’de otuz iki yerde geçmektedir.50 Curm: “zenb”(günah) anlamındadır. Cemi “curûm”dur.51 Kur’an-ı Kerim’de şöyle ْ ‫ﻃﻞَ َوَﻟﻮْ َﻛ ِﺮهَ اﻟْ ُﻤ‬ ِ ‫ﺤﻖﱠ وَ ُﯾ ْﺒﻄِﻞَ ا ْﻟﺒَﺎ‬ َ ْ‫ﺤﻖﱠ اﻟ‬ ِ ‫“ ِﻟ ُﯿ‬Günahkarlar, istemeseler de hak buyrulmaktadır: َ‫ﺠﺮِﻣُﻮن‬ yerini bulacak, batıl da zail olacak”52 Yine başka bir ayet-i kerimede bu anlamda şöyle buyrulmaktadır: َ‫ﺳ َﺘ ْﻜﺒَﺮُواْ َوﻛَﺎﻧُﻮاْ ﻗَ ْﻮﻣًﺎ ﻣﱡﺠْﺮِﻣِﯿﻦ‬ ْ ‫“ ﻓَﺎ‬Onlar kibirlendiler ve günahkar bir kavim oldular.”53 Fısk: Allah (c.c.)’ ın emrini tekretmek, isyan etmek, hak yoldan çıkmak anlamlarına gelip “fücûr” anlamındadır.54 Bu anlamda Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde geçmektedir. Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: َ‫ﺳﻘِﯿﻦ‬ ِ ‫“ وَا ﱠﺗﻘُﻮا اﻟﻠّﮫَ وَاﺳْﻤَﻌُﻮاْ وَاﻟﻠّﮫُ ﻻَ َﯾ ْﮭﺪِي ا ْﻟ َﻘﻮْمَ ا ْﻟﻔَﺎ‬Ve 46

el-Cürcânî, a.g.e., s. 119.

47

Fîruzâbâdi, a.g.e., s. 1074.

48

Bakara, 2/85,173,181,182,188,203,206,219,276,283; Maide, 5/2,3,29,62,63,106,107; En’am, 6/120; A’raf,

7/33; Nur, 26/11; Şûrâ, 42/37; Hucurat, 49/12; Necm, 53/32; Mucadile, 58/8,9; Al-i İmran, 3/178; Nisa, 4/20,48,50,107,111,112; İnsan, 76/24; Furkan, 25/68; Şu’ara, 26/222; Duhan, 44/44; Casiye, 45/7; Kalem, 68/12; Mutaffifin, 83/12; Tur, 52/23; Vakia’, 56/25. 49

Fîruzâbâdi, a.g.e., 1312.

50

Tâhâ, 20/93,121; Müzzemmil, 73/16; Nâziat, 79/21; İbrâhim, 14/36; Bakara, 2/61,93; Âl-i İmrân, 3/112;

4/14,42,46; Mâide, 5/78; Hûd, 11/59,63; Hâkka, 69/10; Şuara, 26/216; Nûh, 71/21; En’âm, 6/15; Yûnus, 10/15,91; Zümer, 39/13; Kehf, 18/69; Ahzâb, 33/36; Cin, 72/23; Tahrîm, 66/6; Mümtehine, 60/12; Meryem, 19/14,44; Hucurat, 49/7; Mücâdile, 58/8,9. 51

Fîruzâbâdi, a.g.e., 1087.

52

Enfal, 8/8.

53

A’raf, 7/133

54

Fîruzâbâdi, a.g.e., s. 918.

10


Allah’tan sakının ve dinleyin. Allah yoldan çıkmış kimselere yol göstermez.”55 Yene Nur suresinde şöyle buyrulmaktadır: َ‫“ وَﻣَﻦ َﻛ َﻔﺮَ ﺑَ ْﻌﺪَ َذﻟِﻚَ ﻓَُﺄ ْوَﻟﺌِﻚَ ھُﻢُ ا ْﻟﻔَﺎﺳِﻘُﻮن‬Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar, artık yoldan çıkanlardır.”56 Örneklerden de anlaşıldığı gibi “fısk” kelimesi günah gibi hak yoldan çıkmak, Allah’a isyan etmek, Allah’a itaat etmemek, onun buyruklarına muhalif olmak anlamlarına gelmektedir. Fücur: “fecera” fiilinden gelip fısk işlemek, yalan konuşmak anlamındadır.57 Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

ُ‫“ َﺑﻞْ ُﯾﺮِﯾﺪُ ا ْﻟﺈِﻧﺴَﺎنُ ﻟِ َﯿ ْﻔﺠُﺮَ أَﻣَﺎﻣَﮫ‬Fakat insan suç

işleyip durmak için önündeki kıyameti inkar etmek isterde,…”58 Yine Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

ٍ‫ﺟﺤِﯿﻢ‬ َ ‫ ا ْﻟﻔُﺠﱠﺎرَ َﻟﻔِﻲ‬‫“ وَإن‬Yoldan sapan kafirler ise ateştedirler.”59 Bu

örneklerden de anlaşılacacağı gibi fücur, pis iş görmek, günah işlemek, inkar etmek anlamlarına gelmektedir. Kabih: ً‫ ا ْﻟﻘًﺒْﺢ‬güzelliğin zıddı olup çirkin anlamındadır.60

Kur’an-ı Kerim’de şöyle

buyrulmaktadır: َ‫“ وَ َﯾﻮْمَ ا ْﻟﻘِﯿَﺎﻣَﺔِ ھُﻢ ﻣﱢﻦَ اﻟْ َﻤ ْﻘﺒُﻮﺣِﯿﻦ‬Kıyamet’te onlar en çok nefret edilenlerden olacaklardır.” 61 Arapşa yukarıda verilen kavramlar, “günah”la yakın anlamda kullanılmaktadır.62 3. Hata “Hata”nın lügat manası, bir şeyi geçip ondan uzaklaşmaktır. Adıma da, bu sebeple ‫ﺧﻄﻮة‬ (hatve) denir. 63 Doğruluktan uzaklaşan birine “ hata ettin” denir. “hata” kelimesi, “zenb”(günah) manasına da gelmektedir.64 55

Maide, 5/108

56

Nur, 24/55

57

Fîruzâbâdi, a.g.e., s. 454.

58

Kiyame, 75/5

59

İnfitar, 82/14

60

Fîruzâbâdi, a.g.e., s. 235.

61

Kasas, 28/42

62

Gezgin, a.g.e., s. 149.

63

İbn Faris, a.g.e., c. 2, s. 198.

11


Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, her bir işte hata yapılabilir. Yani hataen yasak olan şeylerin hepsini işlemek mümkündür. Ama işlenen suç bilerek, kasıtlı olarak yapılmışsa bu hata değil, günah olur. İşte aynı iş yapıldığı halde hükmün değişik olması, hata ile günah kavramını ortaya çıkarıyor. Günahın başlıca vasfı, günah hükmü altındaki fiile beşeri istek, irade, arzu, bilgi gibi, sorumluluğa medar teşkil eden şeylerin katılmasıdır.65 Hata, günah hükmü olan bir fiili yaparken, beşeri istek ve arzu olsa bile bilgisizce yapılan iştir. İşte bu da yapılan söz konusu fiili, günah hükmünden çıkarmaktadır. Böyle yapılan bir davranış, suçlu bir davranış sayılayacak, ama olmaması daha iyi addolunacaktır. Bu, ister fili, ister kavli, isterse tefekkürü olsun, böyledir. Hataya düşen insan, istemeyerek hataya düşmüştür. Bu, yetersiz bilgiden ileri gelecektir, zira yetersiz bir seçim, yetersiz bir bilginin sonucudur.66 4. Zelle “Zelle” ayak sürçmesi, ayak kayması manasına gelir.67 Bunun içindir ki, ‫“ اﻟﺰﻟﺔ‬ezzelletu” , “kaygan yer” anlamına gelmektedir. Kasıtsız olarak işlenen günaha da, ayak sürçmesi nedeniyle zelle denir.68 “Zelle”, “efdal (en üstün) olanı terkedip, fadıl (üstün) olanı yapmaktır” şeklinde de izah edilir.69 Bunun için bazı müfessirlere göre, peygamberlerin bazen yaptıkları hataların, bir hata olmayıp, sadece olarak en iyiyi terk edip iyiyi tercih etmeleridir.

64

İbn Faris, a.g.e., c. 2, .198.

65

Kılıç, a.g.e., s. 37.

66

Kılıç, a.g.e., s. 39.

67

Fîruzâbâdî, a.g.e., “z-l-l”mad. s. 1335

68

El-Müfredat, s. 214.

69

en-NesefÎ, Medariku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, Beyrut: Daru’l-Kitabi’l-Arabiyy,

ts. c.4, s.365.

12


Peygamberler aslında günah işlemezler. Onlar “ismet” sıfatına sahiptirler. Ancak, istemeden bazı kusurlar işlemeleri de mümkündür. Şu kadar var ki, böyle bir hata işleyen peygamber, hatasına devam etmez. Allah (c.c.) onu derhal uyararak hatadan uzaklaştırır, yanlışını düzeltir.70 5. İtab kavramı Peygamberler de birer insan olmaları hasebiyle bazen hata yapmışlardır. Bu durum onların beşer olmalarının bir delilidir. Ama bununla beraber her bir peygamberin insanlara örnek olma durumları vardır. Bu sebepledir ki, hiç bir peygamber yaptıkları hata üzere israr etmemişler Allah (c.c.) tarafından uyarılarak yapmış oldukları hatadan döndürülmüşlerdir. Bu da Allah (c.c.)’ın peygamberlere özel bir lütfudur. İşte bir hata sebebiyle peygamberlerin Allah (c.c) tarafından uyarılmasına itab denilmektedir. İtab kelimesinin açıklanmasıyla peygamberlerin hata yapmaları ve onların uyarılmalarının mahiyetini daha iyi anlaşılması açısından itab kelimesinin lügat ver terim olarak hangi manalara geldiğine bakalım. 5.1. Lügatte İtab İtab kelimesi, “kapısından içeri adımını atmak”, “işaret parmağı ile orta parmak arası”, “ağırdan almak, oyalanmak”, “kapı eşiği”, “eşikten kinâye olarak kadın”, “basamak”, “zorluk”…71 manalarına gelen “a-t-b” kökünden türetilmiş bir masdar olarak “azarlamak72, gazapla hitab etmek73, incinecek yerlerinden zikretmek”74 anlamında kullanılmaktadır. “a-t-b” kökü, “alâ” harfi ceriyle kullanıldığında “bir kimseyi, bir şeyden dolayı uyarmak, sitem etmek, ayıbını yüzüne vurmak”; istif’âl bâbında (isti’tâb) ise “yapılan bir 70

en-Nedvî, Ebu’l-Hasan, Peygamberlik ve Peygamberler (Kur’an Işığında), trc. Ahmet

Lütfi Kazancı, Konya: İslam Neşriyat, 1974. s. 98. 71

Geniş bilgi için bakınız: İbn Manzur, Ebu’l-Fazl Cemaleddin Muhammed İbn Mukerrem el-Mısrî, Lisânu’l-

Arab, Daru Sadır matbaası, Beyrut, h. 1300, “a-t-b” md.; el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît, Mısır, 1371/1952, “a-t-b” md.; er-Râgıb el-İsfehânî, a.g.e., “a-t-b” md. 72

73

İbn Manzur, a.g.e., “a-t-b” mad. Ahterî, Mustafa İbn Şemsüddin Karahisârî, Ahter-i Kebîr, İstanbul: Matbaa-i Âmire, h.

1310. c. 2, s.28. 74

Ahterî, a.g.e., c.2, s.28.

13


hatayı telafi etmek, düzeltmek, o hatadan dolayı özür dilemek, kusur işleyenin bunu telafi etmek ve muhatabının rızasını kazanmak için yaptığı davranış veya işlenmiş bir kusurdan dolayı özür dilemesi yahut mazeret beyan etmesi” manalarına gelmektedir.75 İtaba, muhataba bir şeyde delâlet etmek ve var olan bir şeyi ona hatırlatmak manası da verilmiştir.76 İtabı, konumuzla ilgili olarak kısaca, bir kimseyi yaptığı bir işten dolayı kınamak diye tarif edebiliriz. 5.2. Istılahta İtab Istılahî olarak ise “itab”, Allah’ın, bir mahlûkunu, yapmış olduğu hatası sebebiyle azarlaması ve hatasını yüzüne vurmasıdır. Allah Teâlâ’nın, Peygamber Efendimize yönelik itabının manası ise; içtihatte bulunurken yapmış olduğu hatasını kendisine hatırlatması, onu murâd-ı ilâhîye en uygun olana yönlendirmesi ve Peygamberimizin gönderilişi ile matlup olan mükemmelliğe ulaştırılmasıdır.77 5.3. İtabla İlgili Görüşler Arap Dili üzerine çalışma yapan dilbilimcilerin araştırmalarına bakınca, konuşan kimsenin muhatabına bir şey ifade etmek üzere farklı yolları kullandığını görmekteyiz. Bunlar bazen bir nazım çerçevesinde farklı üsluplarla duygu ve düşünceleri beyan etmek, bazen muktezây-ı hâle ve muhatabın idrâk ve anlayışına göre sözü sarfetmektir.

75

el-Ferâhîdî, Ebû Abdurrahman Halil İbn Ahmed, Kitâbu’l-Ayn, Thk: Mehdî el-Mahzûmî, İbrahim es-

Sammârî, , Beyrut: Müessesetu’l-Âlemî li’l-Matbûât 1408/1998, c.2, s.75; el-Cevherî, İsmail İbn Hammad, esSıhah Tâcu’l-Luga ve Sıhahu’l-Arabiyye, Thk: Ahmed Abdulgafur Atar, Beyrut: Dâru’l-İlm, 4. Baskı, 1404/1984, c.1, s. 176-177; İbn Manzûr, a.g.e., c.1, s. 576-580; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., c.1, s. 104. 76

el-Mukrî, Ahmed İbn Muhammed, el-Misbâhu’l-Munîr fî Garîbi’ş-Şerhi’l-Kebîr li’r-Râfiî, Mısır, h. 1369,

“‘a-t-b” md. 77

el-Mutrafî, Uveyd İbn Ayed, Âyâtu İtabi’l-Mustafa fi Da’vi’l-İsmeti ve’l-İctihad, Kahire:

Daru’l-Fikri’l-Arabi, ts.. s. 104.

14


İlmî bir gerçeğin ifade ediliş şekliyle edebî bir mananın söylenişi bir olmadığı gibi, taabbudî hakikatleri ifade ile tergîb ve terhîbe dair ibareler de farklılık gösterir. Aynı şekilde kızgınlık ve iki şahıs arasındaki mesafe sebebiyle yapılan kınamalar da birbirinden ayrıdır. İşte bunun gibi, her makâma aid başka bir söz vardır. Bu ise belağatın gereğidir.78 Kur’ân-ı Kerîm’de de bu kâideye uyulmuş ve çeşitli makam ve mevzulara uygun farklı üsluplar benimsenmiştir. Mekkî âyetlerin muhatabları ile mevzuları farklı olduğu gibi, Medenî âyetlerin muhatab ve mevzuları da farklıdır. Ve bu fark, üsluba bile tesir etmiştir. Mekkî âyetlerde edebî zevki gelişmiş Mekkeli müşriklere yönelik, sert, kısa ve vurucu bir üslupla imânî hakîkatler işlenmişken, Medenî âyetlerde fesahat kaybedilmeden tafsîlatla şer’î, içtimâî ahkam ve âdâb vaz edilmiştir.79 Biz bu üslup farklılıklarını, ilâhî terbiye maksadını güden Peygamber Efendimize yönelik itab âyetlerinin üslubunda da görmekteyiz. Mekke döneminde nâzil olan bu tip âyetlerde, küfrün inadına, şirk ve putçuluğun saldırılarına karşı Peygamber Efendimize güç ve kuvvet veren, onu tesellî edip, ruhunu takviye eden, sert ve tavizsiz bir üslup kullanılmışken, Medenî âyetlerde lütuf ve ihsanın ağır bastığını gösteren, nisbeten daha yumuşak bir üslup tercih edilmiştir.80 O halde itab, ikab’ın aksine sevgi ve merhametten kaynaklanmaktadır. Çünkü ikâb, düşmandan zuhûr eden ve istenmeyen bir fiil üzerine, onun ayıplarını ortaya koymak, o düşman kimseye, bu yaptığından dolayı acı vermektir. Tıpkı bu dünyada yaptıklarından dolayı, kâfirlere azab olarak âhirette ebediyen cehennem ateşiyle mukâbele edilmesinde olduğu gibi. Halbuki itab “Te’dîbu’ş-Şefkat”tir. Yani sevilen kimsenin yapmış olduğu bir hatayı düzeltmek, onu eğitmek ve terbiye etmek üzere şefkatle uyarmaktır.81 İbn Fâris, “itâb” ile “hubb: sevgi” arasındaki ilgiyi göstermek üzere, ismini vermediği bir şairden şu beyti nakleder:

78

el-Mutrafî, a.g.e., s. 101.

79

el-Mutrafî, a.g.e., s. 101-102.

80

el-Mutrafî, a.g.e., s. 102-103.

81

Gezgin, a.g.e., s. 88.

15


“İzâ zehebe’l-itâbu feleyse hubbun Ve yebkâ’l-hubbu mâ bakiye’l-itabu” “Şâyet itab giderse, sevgi yoktur ve sevgi, itab devam ettiği müddetçe bâkî kalır.”82 Daha açık bir ifadeyle sevginin olduğu yerde, itab da vardır. Demek ki, itab sözkonusu olduğunda, tamamen terbiye ve eğitime dayalı, daha iyiye ve mükemmele doğru kişinin yüksek değerlerle donanmasını sağlamak amacıyla, şefkat ve sevgi gibi iki temel muharrikin sebebiyet verdiği bir davranış anlaşılmalıdır. Tıpkı ebeveynin, kendi çocuklarına hem sevgi ve şefkatle muamele etmeleri, hem de yeri geldikçe, çocuğun yapmış olduğu hatanın derecesine göre, aynı nisbette uyarmaları, neticede, çocuğun işlemiş olduğu kabahat veya suçun gerektirdiği cezayı vermelerinde olduğu gibi.83 Demek ki, itabtan maksat her ne kadar terbiye, eğitim, sevgi, şefkat gibi vasıflar olsa da, bu, ortada bir suçun olmaması anlamına gelmemelidir. Ortada bir suç, bir hata var ama, bu hatada israr edilmemesi için bir sevginin, bir merhametin gereği olarak, Allah tarafından uyarılmakta, ikaz edilmektedir. Bu durum zaman zaman yumuşak olduğu gibi, zaman zaman da sert olabilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Peygambere yapılan itablara da bu gözle bakınca bu üslubu görmek mümkündür. Meselâ Abese sûresinde mevkî açısından büyük birisine hitap eder gibi, muhatab sîgasından çok, gâib sîgası kullanılmıştır. Bu da Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimize karşı kullanmış olduğu üslubun nezâketini, yumuşaklığını ve yine ona karşı duyduğu merhamet ve şefkati gösterir. Böylelikle Hz. Peygamber, hatasını anlamış ve düzeltmiş; bundan sonra bu konuda Allah’ın murâdına uygun bir şekilde davranarak hatasında ısrar etmemiştir.84

82

İbn Fâris, Mekâyısi’l-Luga, c.4, s. 227.

83

Gezgin, a.g.e., s. 89.

84

Gezgin, a.g.e., s. 89-90; el-Mutrafî, a.g.e., s. 104.

16


Bazı âyetlerde ise yapılan hatanın neticeleri göz önünde bulundurularak, daha sert itablar da vukû bulmuştur. Peygamberimizin, Tebük savaşı için münâfıklara izin vermesi üzerine inen âyetler gibi. 6. Hz. Peygamberin Uyarılması Peygamberimizi uyarı mahiyetteki ayetlere itab ayetleri denilmektedir. İtab, lügatte bir kimseyi yaptıği bir işten dolayı kınamaktır. Istılah olarak ise, Allah’ın, bir mahlûkunu, yapmış olduğu hatası sebebiyle azarlaması ve hatasını yüzüne vurmasıdır. Kuran’da geçen itab ayetlerinin manası ise şudur: Allah (c.c.)’ın Peygamber Efendimizin yapmış olduğu içtihadında yanıldığını hatırlatması, onu murad-ı ilahiye en uygun olana yönlendirmesi ve Peygamberimizin gönderilişi ile matlub olan mükemmeliğe ulaştırmasıdır.85 Hz. Peygamber (s.a.v.) insanlık âlemi için en büyük örnektir. O’nun Allah (c.c.) tarafından itaba tabi tutulması hususunda Zerkani “Menahil” isimli eserinde şöyle diyor: Hz. Peygamber insanlık âlemi için en büyük örnektir. Onun Allah (c.c.) tarafından itaba tâbi tutulması hususunda üç esası göz önünde bulundurmak gerekir: 1. Hz. Peygamber (s.a.v)’in itaba sebep olan zellesi açık olan ilahi bir emre muhalefet etmek veya çirkin fiilerden birin işlemek gibi sefil ruhlu insanların işledikleri hatalar cinsinden değildir. O’nun işlediği zelle, açık nassın olmadığı hususlarda olmuştur. O, açık nass olmayan bazı hususlarda kendi re’yiyle karar vermiştir. İşte bu kendi düşünceciyle vardığı bazı kararlar vardır ki, isabet etmemiştir. 2. Allah (c.c.) hiçbir zaman Peygamberinin zelle üzere devam etmesini dilememiştir. Çünkü Allah,(c.c.) bütün söylediklerinde ve yaptıklarında Peygambere uymayı insanlara emretmiştir. Eğer Allah, (c.c.) Peygamberin zelle üzere devam etmesini dileseydi, o zaman hak ile batıl karışmış olurdu ki, bu durum, insanları içinden çıkılmaz bir meseleye getirip çıkrırdı. 3. Hz. Peygamber (s.a.v.) hiçbir aşağılık duygusuna kapılmadan Rabbinin kendisine

85

el-Mutrafî, a.g.e., s. 104.

17


yönelttiği itabı ihtiva eden ilahi vahyi almış ve gizlememştir.86 Aslında peygamberlerin yukarıda verilen şıklar çerçevesinde yanlış karar vermeleri normaldir. Çünkü bir peygamber her ne kadar Allah (c.c.) tarafından daima kontrol altında tutulsa da, ilahi azaba düçar olmayacak bazı yanlışlıkları yapması mümkündür. Bunu yapmasında da Allah (c.c.) tarafından bir esneklik tanınması, onun peygamberliğine bir halel getirmemelidir. Onların da bizler gibi birer insan olduklarını bildirme açısından, Peygamberlerin küçük hatalar yapmalarına müsaade edilmiştir. Bu konuda bunun gibi birçok hikmetin olduğu bilinmelidir. Eğer peygamberler hiç hata yapmamış olsalardı, onlarda hâşâ ilahlık olduğu görüşü, bazı cahil insanların akıllarına gelebilirdi. Nitekim biz bunu İslam dininde görmesek de başka dinlerde görmekteyiz. Bunun içindir ki, peygamberlerin küçük hata yapmalarını kabul etmek gerekir. Bunda şaşılacak bir durum yoktur. Asıl peygamerler hata yapmamış olslardı hayret edilirdi. Sonuçta onlar da birer insan değiller miydi? Önemli olan Peygamberlerin yüz kızartıcı bir suçu işlememeleri ve yapmış oldukları hatada israr etmemeleridir. Ama şunu tekrar söylemek gerekir ki, peygamberler tebliğde günahsız oldukları, nübüvvetten önce bile onlardan küfür nevinden bir günah sadır olmadığı bilinmektedir.87 Verdikleri

kararlarda

yanlış

yapmış

olsalar

dahi,

aynı

yanlış

üzerinde

devam

ettirilmemişlerdir. İşte bu da, peygamberlerin insanlara örnek olmalarını sağlamaktadır. Kur’an-ı Kerim’de de peygamberlerin karar vermelerinde hataya düşdüklerini görmek mümkündür.

Bir

örnekle

konuyu

kapatmak

istiyorum.

Vereceğim

örnek

meşhur Bedir savaşında esir düşmüş Kureyişlilerin fidye karşılığında serbest bırakılmaları yönünde verilen kararın neticesinde inzal buyrulan Enfal suresinin 67-69. ayet-i kerimeleridir. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Bir Peygamberin, dünyada zafer kazanıp küfrü zelil kılmadıkça, esirler edinip onları fidye karşılığında serbest bırakması uygun düşmez. 86

ez-Zerkânî, Muhammed Abdulazim, Menâhili’l-İrfan fî Ulûmi’l-Kur’an, Beyrut: Daru’l

Kitabi’l-Arabiyy, 1996.c.2, s. 392. 87

Şerafettin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelam, s. 340

18


Siz dünya metâını istiyorsunuz.88 Allah ise âhireti kazanmanızı istiyor. Allah azizdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” “Eğer Allah’ın Levh-i Mahfuzda yazdığı daha önceki bir hüküm89 olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size büyük bir azap dokunurdu.” “(Ama bundan böyle fidyeyi ve ganimeti size mübah kıldım) artık aldığınız ganimetleri helâl ve hoş olarak yeğin. Allah’a karşı gelmekten sakının! Gerçekten Allah gafurdur, rahîmdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur)”90. Bu ayetlerin tefsiri için bir kaç müfessirden örnek vermek gerekirse şunları vermek mümkündür: Zemahşerî bu ayet hakkında şöyle diyor: “Peygamberin bedir esirleriyle ilgili vermiş olduğu karar bir içtihadının neticesiydi. Bu da Allah (c.c.) tarafından hatalı bulundu.91 Nesefî bu ayeti tefsir ederken Peygambere itab edildiğin açıkça söylemese de ‫واﷲ ﻋﺰﯾﺰ‬ ‫ ﺣﻜﯿﻢ‬ayet-i kerimesini açıklarken, ince üslupla, kapalı bir şekilde bunu ifade ettiğini görmek mümkündür. Şöyleki, Nesefî, “aziz” kelimesinin Allah’ın düşmanlarını kahreden sıfatı olduğu, “hakim”in de, dostlarını itab eden bir sıfatı olduğunu söylemektedir.92 Ayet-i kerimede geçen hâdisede; müşriklerin yenildiğini, Müslümanların zafer kazanmasının yanı sıra, esirlerle ilgili yanlış bir karar vediklerini düşünürsek, bu hâdiseni 88

“Siz dünya metâını istiyorsunuz” hitabı, ashab’ı kiramadır. Bedir gazvesine kadar ganimet,

peygamberler için helal değildi. Hz. Peygamber (a.s.) ashabı ile yaptığı istişare sonucunda onların ekserisinin görüşüne uyarak ve müsamaha tarafını tercih ederek, fidye almak suretiyle esirleri salıverdi. Bu âyet-i kerime, önce içtihat’taki isabetsizliğe işaret ettikten sonra, Hz. Peygamberin yüce makamını belirtmek üzere, bundan böyle onun bu içtihadını esas kural haline getirmiştir.” (Suat Yıldırım, Kur’an-ı Kerim ve açıklamalı Mealı) 89

Levh-i Mahfuzda yazılı olan hüküm hakkında Beyzavi üç görüş ileri sürüyor: a) İçtihatta hata edene itab

edilemeyecği, b) Bir nehyin ihlali açıklanmadan önce olarsa cezalandırılmaması, c) Bedr ehline azab edilemeyeceği (Beyzavi, c. 3, s. 57); Ebu’s-Suut da aynı görüştedir. (Tefsiri Ebi’s-Suud, c. 4, s. 37) 90

Enfal, 8/67-69.

91

Zemahşerî, el-Keşşaf, Beyrut: 1947, c.2, s. 176.

92

Nesefî, a.g.e., c. 2, s. 111; Enfal, 8/67.

19


ihtiva eden ayet-i kerimenin son kelimeleri olan “aziz” ve “hakim”i, “düşmanları kahreden” ve “dostlarını itab eden” olarak tefsir etmekle Nesefî’nin ne demek istediği açıkça anlaşılır. Yani Allah, (c.c.) düşmanları yenilmekle nasıl kahrettiyse, esirler hakkında yanlış karar için de, dostlarını (bu hitap Müslümanları olduğu gibi Peygamberimizi de ihtiva etmektedir.) da itab etmiştir. Ebu’s-Suud’un tefsirinde, ‫( ﺗﺮﯾﺪون ﻋﺮض اﻟﺪﻧﯿﺎ‬Siz dünya metaını istiyorsunuz.) ayet-i, itab için bir başlangıç cümlesi olarak tefsir edilmektedir.93 Görüldüğü gibi peygamber efendimiz bir meselede içtihat etmiş ve yanılmıştır. Bunun üzerine de, Allah (c.c.) tarafından kendisi uyarılmıştır. Bu da onu gösteriyor ki, peygamberler içtihat ettikleri gibi, bu içtihatlarında yanılma ihtimalleri de vardır. Ancak onlar, vermiş oldukları hatalı karar üzerinde devam ettirilmemişlerdir. Bu da, onların ismet sıfatlarının bir gereğidir.94 7. Bazı Şi’a Müfessirlerin İtab Ayetlerine Bakışı 1. Molla Muhsin el-Kâşî (öl. 1090/1679): Bu zat, İtab ayetlerini zahire göre tefsir yapmayıp tevile gider. Mesela Abese suresinin ilk ayetleirni tefsir ederken, bu itabın Hz. Osman (r.a.)’a tevcih edildiğini iddia eder. Zira, ona göre bu gibi itablar Hz. Peygamber’in makamına layık değildir.95 2. Seyyid Abdulah el-Levî: Bu şahıs da itab ayetlerini kabul etmiyor. Hz. Peygamber’e itab olmaz diyor. Ona göre itab ayetleri Hz. Peygamber’in makamına uygun düşmemektedir. Mesela “Abese” suresinin ilk ayetlerindeki itabın Beni Ümeyye’den birine yöneltildiğini iddia eder.96

93

Ebi’s-Suud, Tefsîri Ebi’s-Suud, Beyrut: Daru İhyau’t-Turasu’l-Arabiyy, ts. c. 4, s. 35.

94

Beyzavî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil, Beyrut: Müessesetü Şa’bân, ts.

c.2, s.190. 95

Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, y.y.1976, c. 2, s. 167, Kahire, 1961.

96

Zehebî, a.g.e., c. 2, s. 161.

20


3. Sultan Muhammed el-Horasânî: Bu zaat da itabın Hz. Peygamber’e layık olmadığını söyler. Ona göre “Abese” suresindeki itab, velevki Hz. Peygamber’e de olsa, bu, tariz yoluyla başkasınadır. Yani gerçekte hitab ve itab Hz. Peygamber’e değil de başkasınadır.97 4. Muhammed Hüseyn et-Tabatabaî (1401/1981): Bu zaat da diğer âlimler gibi Peygambere itabı kabul etmediğini Abese suresini tefsir ederken görüyoruz. Abese suresinde bahis mevzusu olan ayet-i kerimeyi şöyle tefsir ediyor: “Ehl-i Sünnet müfessirlerine göre itab, Hz. Peygamberedir. Bazı Şi’a rivayetlerine göre ise, itab Ümeyye oğullarından birine tevcih edilmiştir. Keyfiyet ne olursa olsun, bu surenin gayesi, zenginleri fakirlere tercih edenleri itab etmektir.” Tabatabai bu konudaki rivayetleri aktardıktan sonra şöyle devam ediyor: “Abese suresinin ilk ayetlerinde kastedilen kişinin Hz. Peygamber olduğu hususu açık değildir. Bilakis, bu ayetlerde murad olan şahsın başkası olduğu daha açıktır. Zira yüz çevirmek, yüz ekşitmek Resulullah’ın vasıflarından değildir. İrşad olmak isteyen müminlere şöyle dursun, düşmanlarından bile yüz çevirmesi, Hz. Peygamber’in güzel ahlakına uygun düşmez. Zira Allah,(c.c.) Kalem suresinde Hz. Peygamber’in ahlakını yüceltmiştir.98 Bu sure Alak suresinden sonra nazil olmuştur. Şimdi, Allah (c.c.) bi’setinin başlangıcında Hz. Peygamberi överken, nasıl olur da sonradan bundan vaz geçer ve onu azarlar? Bunu akıl kabul eder mi?”99 Görüldüğü gibi Şi’a müfessirleri Allah (c.c.)’ın Peygamber efendimize hitab eden itab ayetlerini kesinlikle reddediyorlar.

97

Zehebî, a.g.e., c. 2, s. 227.

98

Kalem, 68/4.

99

Muhammed Hüseyn, et-Tabatabai, el-Mizan fi Tefsiri’Kur’an, trc. Vahdettin İnce,

İstanbul: Kevser Yay. 1998, c.19, s.330.

21


BİRİNCİ BÖLÜM TABERSÎ`NİN HAYATI VE İLMÎ KİŞİLİĞİ

22


1. Tabersî’nin Yaşadığı Çağda Fikrî ve Siyâsî Durum. Tabersî hicri beşinci asrın sonu, altıncı asrın evvellerinde yaşamıştır. Bu dönem Selçuklular dönemidir. H. 5. 6. asırda ilimlerin tedvin edilmesi, fırkaların çoğalması, Yunan düşüncesinin yayılma neticesinde, özelde Kelam ilminde, genelde ise bütün İslami ilimlerde yeni metotlar, yöntemler ortaya çıkmıştır. Bu durumdan elbette ki, tefsir bilimi de etkilenmiştir. Kısaca bu asır, İslami ilim faaliyetlerinin zirvede olduğu zamanlardan biridir. Bunun için bu dönemde ilmi ve kültürel durumun hangi durumda olduğunun bilinmesi gerekliliğine binaen bu konuda tarihçilerin vermiş oldukları bilgileri aktarmakta yarar görüyoruz. Selçuklular döneminde İslam dünyasında siyasi alanda mezhep ayırımcılığı ve çekişmeler etkin bir durumdadır. Bu dönemde Abbasi halifesi Kâîm İbn biemrilleh (423468/1031-1075), ruhani reis olarak kalmayı kabul etmiş, dünyevi hak ve salahiyetlerini bir anlaşma ile Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’e devretmiştir.100 Selçuklular Döneminde düzenli eğitim kurumları olan Nizamiye medreselerinin kurulmuş olması, diğer etkenlerle birlikte mezhep taassubu sonucu ortaya çıkan tartışma ortamı ve benzeri şartlar, İslami ilimler alanında daha sonraki dönemi de etkileyecek gelişmelerin yaşanmasına vesile olmuştur.101 Bu dönem Ulumu’l-Kuran ve tefsir ilimleri için Şi’a tarihinde de siyasi ve ictimai yönden en parlak devir olmuştur.102 Bir de Büveyhi’lerin desteğinin yanısıra Büyük Selçuklular döneminin ilk yıllarında Vezirin Mutezili olması103 bu dönemde, Şi’a fırkasını ister tefsirde olsun isterse de başka sahâlârda, geliştirmiş ve güçleştirmiştir. Tefsir ilmini geliştiren temel amillerden biri de, kaynak ile muhataplar arasında dil ve kültür farklılıkların olmasıdır. Fetihler sonrasında İslam toplumunun yapısının değişmesi, 100

İshak Özgel, “Büyük Selçuklular Döneminde Tefsir İlmi ve Müfessirler”, Dilbiilmleri Akademik

Araştırma Dergisi V (2005) Sayı: 2, s.33. 101

A.g.m., s. 34

102

Akîkî, Bahşeyeşi, Tabakât-ı Müfessirâni’ş-Şi’a, Kum: Defter-i Neşr-i Novid-i İslami, 1371 c. 1, s. 108-109.

103

Tuğrul Bey’in Vezir’i olan bu şahıs Amidülmülk el-Kunduridir. Daha geniş bilgi için bkz. İshak Özgel,

a.g.m., s. 33.

23


farklı coğrafyalarda yaşayan, muhtelif dilleri konuşan fertlerin ve toplumların İslam dinini benimsemeleri üzerine tefsirde lügat ağırlıklı çalışmalar özellikle belirmeye başlamıştır.104 Yukarıda da izah edildiği gibi h. 6. asırda mezheplerin bir birleriyle fazla tartıştığı, dolayısıyla mantık, felsefe, lügat, sarf, nahiv, meani gibi ilimlerden daha fazla istifade etme ihtiyacı duyulduğundan bu ilimlerin hepsi zirvede olmuştur. Bunun için bu dönemde dil ve belagat yönü ağır basan müfessirler yetişmiştir. Mesela, el-Cürcâni’nin (470-471/1078-1079) “Dürcü’d-Dürer fi Tefsiri’l-Ây ve’s-Süver” isimli tefsirini terkip ve nazmın icazını ön planda tutarak yazmıştır.105 Yine Zemahşerî (538(1144), bu dönemin edebî ve lügavî tefsir ekolünün önemli şahsiyetlerindendir. Er-Ragib el-İsfahânî (502/1109) de, bu dönemin yetiştirdiği en büyük âlimlerdendir. Onun yazmış olduğu “el-Müfredât” isimli eseri kendinden sonraki birçok müfessiri tesiri altına almıştır. Yukarıda bahsettiklerimizden başka o dönemin yetiştirdiği birkaç âlimin adlarını zikredersek şunları söylemek mümkündür: Mesela, Ebu’l-Hasan Saîd İbn Hibetullah Kutbüddîn er-Ravendî (573/1187), Sa’lebî (427/1035), Sa’lebî’nin talebesi olan Ebu Hasan Ali İbn Ahmet el-Vâhidî (468/1076), Beyhakî, Abdulkerim İbn Hevâzin el-Kuşeyrî (465/1072), Muhammed el-Gazzâlî (505/1111), Fahruddin er-Râzî (606/1209), Ebu’l-Kasım Şerif Murtaza (436/1044), Ebu Ca’fer et-Tûsî (460/1067), v.s Görüldüğü gibi bu dönem, edebî ve lügavî alanda olmakla birlikte diğer alanlarda da çok büyük gelişmelere şahit olmuştur.106 İşte bu dönemde yaşayan müfessirlerden biri de Tabersî’dir. Tabersî, bu dönemin verimliliğinden nasibini almış ki, sarf, nahiv, lügat, meani gibi ilimlerde söz sahibi olmuştur. Tefsirinde de bunu müşahede etmek mümkündür.

104

Ayrıntılı bilgi için bkz. İsmayıl Cerrahoğlu, Kur’an Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Amiller,

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1968, s. 47. 105

İshak Özel, a.g.m., S. 39.

106

Daha geniş bilgi için bkz. İshak Özgel, a.g.m.

24


2. Tabersî’nin Hayatı 2.1. İsmi ve Nisbeti İsmi, Fadl İbn Hasan İbn Fadl et-Tabersî olup, künyesi Ebu Ali’dir. Emînü’d-din, Emînü’l-İslam olarak da bilinmektedir.107 Doğduğu yer olan -bugün “Tefriş” olarak bilinenTabres’e nisbet edilmek suretiyle Tabresi108, Taberistan’a -İran’ın Mazendaran olarak bilinen ostanı (bölgesi)109- nisbet edilerek Tabersî110 denildiği gibi, defnedildiği yere nisbetle de Meşhedî isimleriyle tanınmıştır. Biraz bunun üzerinde durmak istiyoruz. Bilindiği gibi ( ‫ ) اﻟﻄﺒﺮﺳﻲ‬kelimesi, şekil itibariyle Tabresî okunabileceği gibi Tabersî olarak da okumak mümkündür. Tabresî olarak okuyanlar bugün Tefriş111 olarak bilinen Tabres’e nisbet etmişlerdir. Tabersî olarak okuyanlar ise Taberistan’a nisbet ederek görüşlerini mudafa etmişlerdir. “Tabakat” müellifi Hansârî, bu kelimenin Taberistan’a nisbeti ifade ettiğini kabul eder.112 Zehebî de aynı görüşü benimsemektedir. “Târîhu’l-ulemâ abra’lusûri’l-muhtelife”nin sahibi Hatip Şeyh Muhammed Rıza el-Hakîmî de bu görüşü savunmaktadır.113 Başka kaynaklarda da müellifimiz Tabersî olarak okunmaktadır.114 Böylelikle müellifimizi Taberistan’a nisbet ederek Tabersî olarak okumuşlardır.115 Biz de, her ne kadar müellifimizin doğduğu yer Tabres olsa da, yukarıda vermiş olduğumuz görüşleri nazari itibara alıp, aynı zamanda ilk ilim tahsilini Taberistan’da aldığını, dolayısıyla müfessirimizin büyük ihtimalle bu yere nisbet edildiğini düşünerek, müelilfimizi tezimizde

107

Sabuh Hammud eş-Şâtî, Adabu’r-Rafidin, c. XIII, s. 97-140, 1981 (Musul); Kays Âli Kays, el-İraniyyûn

ve’l-Edebu’l-Arabiyy, c. 3, s.279; Zerkani, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, ez-Zehebi, a.g.e., c. 2, s. 72 108

Kays Âli Kays, a.g.e., c. 3, s. 279;

109

İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1970, c. 11, s.598.

110

MAW SOOAT ALMAWRID c. 9, s. 158; ez-Zehebî, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, c. 2, s. 72.

111

Kays Âli Kays, a.g.e., c. 3, s. 279.

112

Ravdâtü’l-Cennât, 5. 364.

113

El-Hatip eş-Şeyh Muhammed Rıza el-Hakîmî, Târîhu’l-Ulemâ Abra’l-Usuru’l-Muhtelife, s.434, Beyrut-

Lübnan, 114

Adil Lüveyhid, Mu’cemu’l-Müfessirin, Beyrut: Müesesetu Nuveyhizi’s-Sakafiy, 1983. c.

1, s. 123. 115

Onun doğup büyüdüğü Tefriş şehri dahil İran’da müellifimiz “Tabersî” olarak ifade edilmektedir.

25


Taberistan’a

nisbetle Tabersî olarak ifade edeceğiz. Şunu da ifade etmek istiyorum ki,

müellifimiz, vatanı olan İran’da da Tabersî olarak bilinmektedir. 2.2. Tahsil Hayatı Tabersî’nin doğduğu tarih ihtilaflı olmakla birlikte h. 470 senesinde doğduğu söylenilir.116 Hayatının ilk yıllarını Taberistan’da geçirmiştir. Din, edebiyat, luğat alanındaki ilimleri orada tahsil etmiş ve bu ilimlerde derinleşmiştir. Daha sonra Horasan’a giderek uzun süre orada kalmıştır. H. 523 senesinde de Sebzevar’a giderek hayatını ilmi araştırmalar, telif ve tedrisle geçirmiştir.117 Yukarıda da izah edildiği gibi Tabersî birçok ilim dallarında söz sahibi idi.118 Özellikle dil bilimine vukufiyyeti dikkat çekicidir. Bu durum “Mecmeu’l-Beyan” isimli tefsir kitabında açıkça görülmektedir. Tabersî h. 548 senesinde Sebzevar’da vefat etmiştir.119 Oradan da cenazesi mukaddes Meşhed’e götürülüp orada defnedilmiştir. Kabri, kendi adının verildiği “Tabersî” caddesinde olup, bu gün hâlâ ziyaret edilmektedir.120 “Riyâdu’l-Ulemâ” müellifi Mirza Abdullah el-İsbahanî, Taberistan hakkında şöyle diyor: Taberistan, Mazenderan ülkesidir. “Taber” lafzı, Farsça “balta” veya odunu yaran, ona benzer herhangi bir alet adıdır. “istan” ise yer, bölge demektir. Böylece Taberistan’ın anlamı “balta yeri”, veya ona benzer “aletler bölgesi” anlamında olduğu anlaşılır.121

116

Ravdatü’l-Cennat, c.5, s.359; Sabih Hammud eş-Şati, Adabu’r-Rafidin, Musul: 1981,c. 13, s. 99,

117

eş-Şati, a.g.e., c.13, s. 99.

118

Kays Âli Kays, el-İraniyyûn ve’l-Edebu’l-Arabiyy, Tahran: Müessesetu’l-Buhûs ve’l

Tahkîkâtu’s-Sekafiyye, 1991. c. 3, s.279. 119

Allâme Şeyh Muhammed Hüseyin el-A’lamî, Dâiratu’l-Me’ârif eş-Şîatu’l-Âmme, Beyrut:

Müessesetü’l-Alemi li’l-Matbuat, 1993, c. 4, s.160; eş-Şati, a.g.e., c. 13, s. 97; Kays Âli Kays, a.g.e., c. 3, s. 282. 120

121

Kays Âli Kays, a.g.e., c. 3, s. 280; eş-Şati, a.g.e., s. 100. el-Hakimî, Muhammed Rıza, Târîhu’l-Ulemâ Abra’l-Usûli’l-Muhtelife, Beyrut: Müessesetü’l-Alemi

li’l-Matbuat, 1983, s. 435.

26


“Mu’cemu’l-Buldan” müellifi bu beldeye bu ismin verilme sebebini şöyle açıklıyor: Bu dağ cemaatının çoğu savaşta olduklarından, silahlarının da çoğu, hatta tamamı baltalardan oluştuğundan bu beldeye “Taberistan” adı verilmiştir.122 Tabers’nin başından çok garip bir olay geçtiği anlatılmaktadır. Şöyle ki: Tabersî’nin bir gün cemaat tarafından öldüğü zannediliyor. Bunun üzerine Tabersî yıkanıyor, kefenleniyor ve defnediliyor. Halk bu büyük zatı defnedip geri döndükten sonra ustat kabirde kendine geliyor. Kendine gelmesine geliyor ama kabirden çıkamıyor. Bunun için, bir şekilde bu kabirden çıkarsa bir tefsir yazacağını nezir ediyor. Bu arada gece kefen soyanlar Tabersî’nin de kefenin soymak için kabri açıyorlar. Kefen soyanlar Tabersî’nin yaşadığını görünce dehşete kapılıyorlar. Bunun üzerine Tabersî, korkmayın ben ölmedim, benim öldüğümü zannederek beni defnetmişler diyor. Tabersî böylece kabirden çıkartılarak tekrar hayata döndürülüyor. Tekrar hayata dönünce de nezir etmiş olduğu tefsiri yazıyor. İşte bu tefsir “Mecmau’l-Beyân” isimli tefsirdir. Başka bir rivayete göre ise müellif bu olaydan kurtulduktan sonra “Menheci’sSâdıkîn” isimli eseri telif etmiştir.123 Müellif, başına bu olay geldikten sonra otuz yıl civarında bir ömür daha Kuran tefsiri sancağını ayakta tutmak için kendisini bu yolda hizmete adamıştır.124 Tebersî bir müfessir olmasının yanısıra aynı zamanda da fakih, tarihçi, muhaddis, meânî, beyân, cebr, hendese ve luğat gibi ilim dallarında önemli yeri vardır.125 Yukarıda saydığımız birçok ilim dallarında bilgi sahibi olmakla birlikte onun en çok önem verdiği alan dil bilimi idi. Bu alanda da en fazla lafızların üzerinde dururdu. Bu lafızların iştikaklarını, nezâirlerini, zıdlarını, kalp olanlarını araştırırdı. Her halde dile çok meraklı olmasının sonucudur ki, Zemahşerî’nin tefsirini görünce bu esere hayran olmuş ve 122

Tabersî, Abu Fadl İbn Fadl, İ’lâmü’l-Verâ bi A’lâmi’l-Hüdâ, Beyrut: Daru’l

Mektebeti’l-Hayat, 1985. s. 7. 123

Kays Âli Kays, a.g.e., s. 281

124

el-Hakîmî, a.g.e., s. 434.

125

Kays Âli Kays, a.g.e., s. 279.

27


daha sonraki alimlerin her zaman başvurdukları126 Mecmau’l-Beyan gibi bir tefsir yazmış olduğu halde, tekrar bir tefsir yazma ihtiyacı hissetmiştir. Müellif, tefsir yazarken nasıl bir metot kullandığına bakarsak onun yine dile ne kadar önem verdiği anlaşılacaktır. Müellif tefsirinde lafızları açıklarkan metodu şu şekilde olmuştur. 1. Lafızların kökleri, türemelerı (iştikakları) ve bunlarla isimlendirilmelerinin sebepleri. 2. Dil tezahürlerini içeren lafızlar. 3. Arap lehcelerini içeren lafızlar. 4. Sâdır olan lafızlar. 5. Lafızlar ve meânî. 6. Lafızların tevsîkî127 3. İlmî Şahsiyeti 3.1. Kur’an Metni Konusunda Bazı Şiilerden Farklı Olması Bilindiği gibi bazı şiiler Kur’an’da eksikliğin olduğunu söylemektedirler. Bunun için bu konuda müfessirimizin görüşü önem arzetmektedir. Çünkü Tabersî, Şi’a içinde önemli bir mevkii sahibidir. Bu konuda kendisi tefsirinin mukaddimesinde şöyle diyor: İmamiyye’den veya Haşeviyye’den Kur’an’da eksiklik veya fazlalık olduğunu söyleyenleri kabul etmek mümkün değildir.128

126

Kays Âli Kays, a.g.e., s. 280

127

eş-Şâtî, a.g.e., s. 100

128

eş-Şâtî, a.g.e., C. 1, s. 17-19.

28


Yukarıdaki ifade câlibi dikkattir. Bu konuda Tabersî’nin görüldüğü üzere görüşü tam farklıdır. Eğer Kur’an’da eksiklik ya da fazlalık olarsa Kuran’ın batıl olacağını129 söyleyerek bunun imkânsızlığını katiyyetle dile getirmiştir. 3.2. Şi’a İçinde Mevkii Tabersî, Şi’a tarihinde önemli bir âlim olarak bilinmektedir.130 O, İmamiyye Şi’a’sının büyüklerinden olup,131 bu gün hâlâ Şi’a camiasında önemli bir mevkiye sahiptir. Tabersî’nin doğduğu Tefriş şehrini görmek aynı zamanda, O’nun hayatı, hocaları, öğrencileriyle ilgili daha geniş kaynağa ulaşmak ümidiyle İran’a gittiğimde Tabersî’nin Şi’a camiasında ne kadar önemli bir alim olduğuna yakınen şahit oldum. Tabersî sadece okumuşlar tarafından değil, neredeyse her kes tarafından tanınmaktadır. Halk arasında Tabersî’nin hâlâ bu kadar yakından tanınması, O’nun Şi’a camiasında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunun göstergesidir. Tabersî, sahabeler konusunda ağır dil kullanmamakla mutedil bir müfessir olarak bilinmektedir. Ama bunun yanında Tabersî, kendi mezhebinin birçok kelâmî ve fıkhî görüşlerini savunmak için çok çaba sarfettiği görülür. Hadis, fıkıh, dil, ve tefsir gibi ilimlerde bir derinliği olması hasebiyle onun görüşleri fıkıh, tefsir, kelam gibi konularda Şi’a tarihinde önemli bir yeri işgal eder.132 “Riyâdu’l-Ulemâ” sahibi, Tabersî’nin müctehid alimlerin büyüklerinden olduğunu ve ondan kelam ve fıkıh konularında nakiller yapıldığını söylemektedir.133 Tabersî’nin, mensubu olduğu mezhebinin kabul ettiği ve kendisinin de bu konuda deliller getirerek savunduğu birkaç önemli konuyu bilgilerinize sunmakta yarar görüyorum.

3.2.1. Hilafet meselesi 129

Tabersî, Mecm’au’l-Beyan, c. 1, s. 17-19.

130

Adil Lüveyhid, a.g.e., c. 1. s. 133; Şerafeddin, Gölcük, Kelam Tarihi, Konya: Kitap Dünyası Yay. 4. Baskı,

2000, s. 48. 131

eş-Şâtî, a.g.e., c. 13, s. 120.

132

Kays Âli Kays, a.g.e., c. 3, s. 279.

133

el-İsbahânî, Mirza Abdullah Efendi, Riyâzu’l-Ulemâ ve Hîyâzü’l-Fudelâ, Kum:

Mektebetu Ayetillahi’l-Uzma el-Maraşi en-Necefi, 1980, c. 4, s. 340.

29


Bilindiği gibi Şi’a’nın çok üzerinde durduğu konulardan birisi de hilafet konusudur. Onlara göre hilafet, çözümü halka bırakılabilecek âmme işlerinden olmayıp, oruç, zekat, hac gibi dinin rükünlerindendir. Binaenaleyh Hz. Peygamber, kendisinden sonra gelecek imamı, ismini söyleyerek veya vasıflarını anlatarak, belirtmştir. Her iki halde de bu zat Hz. Ali’dir. Ondan sonra da onun oğulları ve torunlarıdır.134 Tabersî de diğer Şiiler gibi Hz. Peygamberden sonra halifelik hakkının Hz. Ali’nin olduğunu savunuyor. Maide suresinin 67. ayetini tefsir ederken bu düşüncesini açıkça ifade etmektedir. Ayet hakkında müfessirlerin söyledikleri iki görüşe kısaca yer verdikten sonra kendisinin de savunduğu üçüncü görüşü şöyle açıklıyor: “Ayyaş tefsirinde İbn Ebi Umeyr, o da İbn Üzeyne, o da Kelbi’den, o da Ebi Salih’den, o da İbn Abbas ve Cabir İbn Abdulah’ın şöyle söylediklerini rivayet ediyor; Allah, Muhammet (s.a.v.)’e Hz. Ali’ni insanların başına geçirmesini ve kendisinin valisi olduğunu onlara haber vermesini emretti. Ancak Hz. Peygamber, insanların kendisi hakkında, tarafgirlik yapıyor deyeceklerini ve bu konuda onu kınayacaklarından korktu. Bunun üzerine Allah söz konusu ayeti vahyetti. Bundan sonra Rasulullah “Ğadiri hum” günü Hz. Alin’nin kendisinin valisi olduğunu bildirdi. Bu haberin aynısını es-Seyyid Ebi’l-Hamd, o da el-Hakim Ebi’l-Kasım el-Huskanî, “Şevâhidu’t-Tenzîl li kava’idi’t-tefdîl ve’t-Te’vil” isimli kitapta Ebi Umeyre’ye isnatla, aynı şekilde Hayyan İbn Ali el-Ulv,i o da Ebi Salih, o da İbn Abbas’tan merfu isnatla şöyle buyuruyor: Bu ayet Ali (as) hakkında inmiştir. Bunun üzerine Rasulullah Hz. Ali’nin elini tuttu ve şöyle dedi: Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allahm! Onun dostunu dost, düşmanını düşman edin! Yene bu haberin aynısını Ebu İshak Ahmet İbn Muhammed İbn İbrahim es-Sa’lebî, tefsirinde İbn Abbas’a merfu isnatla

şöyle dedi: Bu ayet Ali (as) hakkında nazil oldu.

Peygambere bu meselenin tebliğ etmesi emredildi. Peygamber de Ali (as)’ın elini tutup şöyle dedi: Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allahım, onun dostunu dost, düşmanını düşman edin!

134

Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, İstanbul: Damla Yay. 1996. s. 192.

30


Ebi Ca’fer ve Ebi Abdullah (as)’dan bu riveyet meşhur oldu. Allah, Nebisine (s.a.v.) Hz. Ali (as)’ı kendisine halef kılmasını vahyetti. Peygamber de Ashabından bir cemaatın zoruna gideceğinden korktu. Bunun üzerine Allah (c.c.) kendisini emrolunanı tebliğ etme yönünde cesaretlendirdi. Yani: Eğer Allah’ın sana indirdiğini terk eder ya da onu gizlersen Ukûbetin gerçekleşmesi konusunda Allah’ın risaletini tebliğ etmemiş olursun. İbn Abbas dedi ki: Bunun anlamı, Allah’ın sana indirdğinden bir ayeti gizlersen onun risaletini tebliğ etmemiş olursun. Yani emrin hepsini ulaştırmamış olursun demektir.”135 Görüldüğü gibi müellifimiz, bu ayeti sırf Hz. Ali’nin peygamberden sonra halife olacağına delalet ettiği yönde yorumlamaktadır. Hz. Ali’den sonra da hilafeti devralacak şahısların, onun torunları olması gerektiğini savunan müellifimiz, Nisa suresinin 58. ayet-i kerimesini şöyle tefsir etmektedir: ‫ان اﷲ ﯾﺎﻣﺮﻛﻢ ان ﺗﺆدوا اﻻﻣﻨﺖ اﻟﻰ اھﻠﮭﺎ‬

“Allah size emanetleri layık olan ehlne

136

vermenizi emreder.”

“Allah’ın ‘emanetleri ehline verin’ buyurmasının birkaç manası vardır. Birincisi, Allah (c.c.)’ın insanlara verdiği emir ve nehiy gibi emanetle, insanların mal vs. gibi şeyleri bir birlerine buraktıkları emanetlerdir ki, bu herkese ait olan emirdir. İkincisi de yönetimin devredilmesidir ki, yönetimi devreden ve devralan Hz. Ali’nin çocuklarıdır. Böylelikle onlar da halkı dinin vecibelerini yapmağa yönelteceklerdir. Ebi Ca’fer el-Bâkır ve Ebu Abdullah es-Sâdık şöyle buyurdular: ‘Allah her bir imama yönetimi kendinden sonrakine devretmesini emrettiği gibi, Halkdan da bu imamlara itaat etmelerini emretti.’ Onlardan gelen başka bir

135

‫ وروى اﻟﻌﯿﺎش ﻓﻰ ﺗﻔﺴﯿﺮه ﺑﺎﺳﻨﺎده ﻋﻦ اﺑﻦ أﺑﻰ ﻋﻤﯿﺮ ﻋﻦ اﺑﻦ أذﯾﻨﺔ ﻋﻦ اﻟﻜﺒﻰ ﻋﻦ أﺑﻰ ﺻﺎﻟﺢ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس وﺟﺎﺑﺮ ﺑﻦ‬، ‫و ﻗﯿﻞ ﻏﯿﺮ ذﻟﻚ‬ ‫ أﻣﺮ اﷲ ﻣﺤﻤﺪا ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﯿﮫ وآﻟﮫ وﺳﻠﻢ أن ﯾﻨﺼﺐ ﻋﻠﯿﺎ ﻋﻠﯿﮫ اﻟﺴﻼم ﻟﻠﻨﺎس ﻓﯿﺨﺒﺮھﻢ ﺑﻮﻻﯾﺎﺗﮫ ﻓﺘﺨﻮف رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﯿﮫ‬: ‫ﻋﺒﺪاﷲ ﻓﺎﻻ‬ ‫ وھﺬ اﻟﺨﺒﺮ ﺑﻌﯿﻨﮫ ﻗﺪ ﺣﺪﺛﻨﺎه‬، ‫ ﻓﻘﺎم ﺑﻮﻻﯾﺎﺗﮫ ﯾﻮم ﻏﺪﯾﺮﺧﻢ‬، ‫ ﻓﺄوﺣﻰ اﷲ إﻟﯿﮫ ھﺬه اﻵﯾﺔ‬، ‫ وأﯾﻄﻌﻨﻮا ﻓﻰ ذﻟﻚ ﻋﻠﯿﮫ‬، ‫ ﺣﺎﺑﻰ اﺑﻦ ﻋﻤﮫ‬:‫وﺳﻠﻢ أن ﯾﻘﻮﻟﻮا‬ ‫ )ﺷﻮاھﺪ اﻟﺘﻨﺰﯾﻞ ﻟﻘﻮاﻋﺪ اﻟﺘﻔﺼﯿﻞ واﻟﺘﺄوﯾﻞ( و ﻓﯿﮫ أﯾﻀﺎ ﺑﺎ‬:‫اﻟﺴﯿﺪ أﺑﻮ اﻟﺤﻤﺪ ﻋﻦ اﻟﺤﺎﻛﻢ أﺑﻰ اﻟﻘﺎﺳﻢ اﻟﺤﺴﻜﺎﻧﻰ ﺑﺈﺳﻨﺎده ﻋﻦ أﺑﻰ ﻋﻤﯿﺮ ﻓﻰ ﻛﺘﺎب‬ ‫ ﻧﺰﻟﺖ ھﺬه اﻵﯾﺔ ﻓﻰ ﻋﻠﻰ ﻋﻠﯿﮫ اﻟﺴﻼم ﻓﺎ ﺧﺬ رﺳﻮ ل اﷲ ﺻﻠﻰ اﷲ‬:‫ﻹﺳﻨﺎد اﻟﻤﺮﻓﻮع إﻟﻰ ﺣﯿﺎن اﺑﻦ ﻋﻠﻰ اﻟﻌﻠﻮى ﻋﻦ أﺑﻰ ﺻﺎﻟﺢ ﻋﻦ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس ﻗﺎل‬ ‫ اﻟﻠﮭﻢ وال ﻣﻦ واﻻه و ﻋﺎد ﻣﻦ ﻋﺎداه" وﻗﺪ أورد ھﺬاﻟﺨﺒﺮ ﺑﻌﯿﻨﮫ أﺑﻮ إﺳﺤﺎق‬، ‫ " ﻣﻦ ﻛﻨﺖ ﻣﻮﻻه ﻓﻌﻠﻰ ﻣﻮﻻه‬:‫ﻋﻠﯿﮫ اﻟﺴﻼم ﺑﯿﺪه ﻋﻠﯿﮫ اﻟﺴﻼم ﻓﻘﺎل‬ ‫ أﻣﺮ اﻟﻨﺒﻰ ﺻﻠﻰ اﷲ‬، ‫ ﻧﺰﻟﺖ ھﺬه اﻵﯾﺔ ﻓﻰ ﻋﻠﻰ ﻋﻠﯿﮫ اﻟﺴﻼم‬:‫أﺣﻤﺪ ﺑﻦ ﻣﺤﻤﺪ ﺑﻦ إﺑﺮاھﯿﻢ اﻟﺜﻌﻠﺒﻰ ﻓﻰ ﺗﻔﺴﯿﺮه ﺑﺈﺳﻨﺎده ﻣﺮﻓﻮﻋﺎ إﻟﻰ اﺑﻦ ﻋﺒﺎس ﻗﺎل‬ ‫ اﻟﻠﮭﻢ وال ﻣﻦ واﻻه و‬، ‫ " ﻣﻦ ﻛﻨﺖ ﻣﻮﻻه ﻓﻌﻠﻰ ﻣﻮﻻه‬:‫ ﻓﺄﺧﺬ رﺳﻮل اﷲ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﯿﮫ وﺳﻠﻢ ﺑﯿﺪه ﻋﻠﻰ ﻋﻠﯿﮫ اﻟﺴﻼم ﻓﻘﺎل‬، ‫ﻋﻠﯿﮫ وﺳﻠﻢ أن ﯾﺒﻠﻎ ﻓﯿﮫ‬ ‫ إن اﷲ أوﺣﻰ إﻟﻰ ﻧﺒﯿﮫ ﺻﻠﻰ اﷲ ﻋﻠﯿﮫ وﺳﻠﻢ أن ﯾﺴﺘﺨﻠﻒ ﻋﻠﯿﺎ‬:‫ﻋﺎد ﻣﻦ ﻋﺎداه" وﻗﺪ اﺷﺘﮭﺮت اﻟﺮواﯾﺎت ﻋﻦ أﺑﻰ ﺟﻌﻔﺮ واﺑﻰ ﻋﺒﺪ اﷲ ﻋﻠﯿﮭﻤﺎ اﻟﺴﻼم‬ :‫ واﻟﻤﻌﻨﻰ‬، ‫ ﻓﺄ ﻧﺰل اﷲ ﺗﻌﺎﻟﻰ ھﺬه اﻵﯾﺔ ﺗﺸﺠﯿﻌﺎ ﻟﮫ ﻋﻠﻰ اﻟﻘﯿﺎم ﺑﻤﺎ أﻣﺮ اﷲ ﺑﺄداﺋﮫ‬، ‫ ﻓﻜﺎن ﯾﺨﺎف أن ﯾﺸﻖ ذﻟﻚ ﻋﻠﻰ ﺟﻤﺎﻋﺔ ﻣﻦ أﺻﺤﺎﺑﮫ‬، ‫ﻋﻠﯿﮫ اﻟﺴﻼم‬ ‫ ﻣﻌﻨﺎه إن ﻛﺘﻤﺖ آﯾﺔ ﺑﻤﺎ‬:‫ وﻗﺎ ل اﺑﻦ ﻋﺒﺎس‬، ‫إن ﺗﺮﻛﺖ ﺗﺒﻠﯿﻎ ﻣﺎ أﻧﺰل اﻟﯿﻚ و ﻛﺘﻤﺘﮫ ﻛﻨﺖ ﻛﺄﻧﻚ ﻟﻢ ﺗﺒﻠﻎ ﺷﯿﺌﺎ ﻣﻦ رﺳﺎﻻت رﺑﻚ ﻓﻰ اﺳﺘﺤﻘﺎق اﻟﻌﻘﻮﺑﺔ‬ ‫ أى ﻟﻢ ﺗﻜﻦ ﻣﻤﺘﺜﻼ ﺑﺠﻤﯿﻊ اﻷﻣﺮ‬، ‫أﻧﺰل اﻟﯿﻚ ﻓﻤﺎ ﺑﻠﻐﺖ رﺳﺎﻟﺘﮫ‬ 136 Nisa 4/58.

31


rivayette de şöyle buyuruyorlar: ‘ ‫ ان اﷲ ﯾﺎﻣﺮﻛﻢ ان ﺗﺆدوا اﻻﻣﻨﺖ اﻟﻰ اھﻠﮭﺎ‬ayet-i kerimesi bize, ‫ﯾﺎ أﯾﮭﺎ‬ ‫وأﻃﯿﻌﻮ ا اﻟﺮﺳﻮل وأوﻟﻲ اﻷﻣﺮ ﻣﻨﻜﻢ‬

‫ اﻟﺬﯾﻦ آﻣﻨﻮا أﻃﯿﻊ اﷲ‬ayet-i kerimesi de size aittir.

Üçüncüsü de, Kabe’nin anahtarını Osman İbn Talha’ya vermek için peygambere hitab edilmiştir. Bununla beraber doğru olan ikinci görüştür. Üçüncü görüş sahih olsa bile, bunu hususileştirmek caiz değildir. Aksine umume şamil etmek gerekir.”137 Görüldüğü üzere müfessirimiz yukarıdaki ayetle ilgili üç görüşü verdikten sonra doğru görüşün ikincisi olduğunu vurgulamaktadır. 3.2.2. İmamların Masumiyeti Meselesi Şi’a, hilafetin imamlara devredilmesini gerekli gördükleri gibi, söz konusu imamların aynı zamanda masum, yani

onların günahsız olduklarını savunmaktadırlar.138

Onlara göre imamlar masum oldukları için yönetimin onlara verilmesi lazımdır. Masum olmayanlara da yönetimin verilmesi doğru değildir. Tabersî de kendi mezhebinin savunduğu, imamların masum olduğu görüşündedir. Tabersî bu görüşünü Nisa suresinin 59. ayet-i kerimesini tefsir ederken ifade etmektedir. Bu ayette geçen ulu’l-emr hakkında farklı görüşleri söyledikten sonra şöyle diyor: “Bizim mezhebin görüşüne gelince onlar, Bâkır ve Sâdık’tan şöyle rivayet ediyorlar; ulu’l-emr’den maksadın, Muhammed (s.a.v)’in ailesinden olan imamlardır. Allah, nasıl kendisine ve Rasulune itaatı farz kıldıysa, bunun gibi, mutlak olarak onlara da itaatı farz kılmıştır. Allah da, ismet sahibi dışında kimseye mutlak olarak itaat etmeyi farz kılmaz.”139140 Görüldüğü gibi müellif, ulu’l-emr’den maksadın Peygamber’imizin ailesi olan imamlar olduğunu söylemekle beraber, aynı zamanda onların masum olduklarını da savunuyor. Daha sonra yukarıdaki görüşünü biraz da açıklamak mahiyetinde şöyle diyor:

137

Tabersî, Mecmau’l-Beyan, Nisa, 4/59, c. 3, s. 85-86.

138

Bekir Topaloğlu, a.g.e., s. 192.

139

Tabersî, a.g.e., Nisa, 4/59, c. 3, s. 86.

140

‫ ان اوﻟﻰ اﻻﻣﺮ ھﻢ اﻻﺋﻤﺔ ﻣﻦ ال ﻣﺤﻤﺪ اوﺟﺐ اﷲ ﻃﺎﻋﺘﮭﻢ ﺑﺎ ﻻﻃﻼق ﻛﻤﺎ اوﺟﺐ‬:‫واﻣﺎ اﺻﺤﺎﺑﻨﺎ ﻓﺎﻧﮭﻢ رووا ﻋﻦ اﻟﺒﺎﻗﺮ واﻟﺼﺎدق ﻋﻠﯿﮭﻤﺎ اﻟﺴﻼم‬ ‫ﻃﺎﻋﺘﮫ و ﻃﺎﻋﺔ رﺳﻮﻟﮫ وﻻ ﯾﺠﻮز ان ﯾﻮﺟﺐ اﷲ ﻃﺎﻋﺔ اﺣﺪ ﻋﻠﻰ اﻻﻃﻼق اﻻ ﻣﻦ ﺛﺒﺖ ﻋﺼﻤﺘﮫ‬

32


“Allah, imamların içleriyle dışlarının bir olduğunu bildi ve yine onlardan hata ve kötü iş meydana gelmesinden emin oldu. Diğer emir ve imamlarda ise durum böyle değildir. O zaman Allah isyan edene, fiil ve sözü çelişki arz edene itaat etmeyi nasıl farz kılabilir? Çünkü söz ve fiildeki ihtilafı nasıl cem etmek muhalse, bunlara itaat etmek de muhaldir. Ayrıca Allah (c.c.), Resulüne itaati kendisine itaatle yan yana kullandığı gibi, resulüne itaatle de ulu’lemre itaati yan yana niye kullansın? Ona göre ki, Peygamber bütün mahlûkattan üstün kılındığı gibi, ulu’l-emr de bütün mahlûkattan üstün kılınmıştır. Bu sıfata sahip olanlar imametleri ve masumiyetleri sabit olan, Peygamberin ehlidir. Bütün ümmet de onların rütbelerinin yüksek olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.141 Görüldüğü üzere Tabersî, Peygamberimizin neslinden gelenlerin hem imam olmalarının gerekli olduğunu, hem de onların masum oldukları görüşünü savunuyor.142 Tabersî daha sonra, insanlar arasında bir problem çıkarsa, bu problemi yine imamlara götürülmesi gerektiğini şu ayeti kerimeyi tefsir ederken ifade ediyor: ‫ﻓﺎن" ﺗﻨﺎزﻋﺘﻢ ﻓﻰ ﺷﺊ ﻓﺮدوه‬ “bir işte anlaşamazsanız ona götürün” Peygamber hayattayken işlerinizde ihtilafa düştüğünüzde, nasıl o problemi halletmek için O’na götürüyorduysanız, onun ölümünden sonra da, onun yerinde olan imamlara götürülmelidir.” 143 Müellifimizin ayeti bu şekilde yorumlamasında temel etken görüldüğü gibi İmamların masum olma inancıdır. Dolayısıyla en doğru kararı yalnız imamlar verebileceği için, halledilmesi gereken bir problem varsa onlara götürülmesi en uygun olanıdır. Burada da Tabersî’nin mezhep taassubkeşliğinden kurtulamadığı görülmektedir. 3.2.3. Mut’a Mut’a nikâhı konusunda Tabersî, mensup olduğu mezhebin görüşünü, yani mut’anın caiz olduğunu kabul etmekte ve bunu tefsirinde açıkça savunmaktadır. Konuyla ilgili ayeti tefsir ederken,

“Femestemte’tum bihî minhunne fe âtûhunne ucûrahunne”da geçen

“istimta’a” kelimesi hakkında farklı görüşleri sardettikten sonra kendi görüşüne muvafık olan 141

Tabersî, a.g.e., Nisa, 4/59, c. 3, s. 87.

142

Tabersî, a.g.e., Nisâ, 4/59, c. 3, s. 86.

143

Tabersî, a.g.e., Nisâ, 4/59, c. 3, s. 87.

33


görüşü şöyle açıklıyor: “Bu kelime hakkındaki diğer bir görüş de, bu kelimenin mut’a nikâhına delalet ettiği görüşüdür. Yani belli bir mehir karşılığında muayyen bir vakte kadar olan nikâh akdi. İbn Abbas, es-Süddî ve tabiinden bir grup bu görüşü savunmaktadır. Bu görüş bize göre doğru olan görüştür.” Daha sonra Tabersî kendi mezhebinin de bu görüşü savunduğunu vurguladıktan sonra, mezkur ayet-i kerimeden kastedilenin açıkça “Mut’a” olduğunu söylemektedir. Çünkü diyor: “istemta’a ve temettu’” kelimeleri her ne kadar faydalanma manasına gelse de, şeriatla bu kelimeler muayyen akitle tahsis edilmiştir. Bunun da manası, mut’a olarak isimlenen bu özel akti yaptığınızda, o kadınlara ecirlerini verindir.144 Tabersî, bu ayetten maksadın “mut’a nikâhı” olduğunu daha da pekiştirmek için delil olarak aşağıdaki rivayetleri aktarmaktadır: “Ubey İbn Ka’b, Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Mes’ud gibi bir grup sahabe bu ayeti şöyle okumuşlardır: “‫ ” فﻣﺎ اﺳﺘﻤﺘﻌﺘﻢ ﺑﮫ ﻣﻨﮭﻦ إﻟﻰ أﺟﻞ ﻣﺴﻤﻰ ﻓﺂﺗﻮھﻦ أﺟﻮرھﻦ‬Buradan da açıkça anlaşılıyor ki, bu ayetten maksat mut’adır. İbn Abbas, bu ayetin üç defa indirildiğini söylüyor.” Daha sonra müellif, “Hz. Ali’nin, “eğer Ömer bu ayet-i yasaklamasaydı şâkiler dışında kimse zina etmezdi”.145 buyurduğunu söylemektedir. Bunun gibi birçok rivayetleri verdikten sonra ‫( اﺳﺘﻤﺘﻊ‬istemte’a) kelimesinin “yararlanma”, “cima” anlamına gelemeyeceğini şöyle açıklıyor: “Eğer bu kelime cima anlamına gelirse, o zaman kadından faydalanmadan boşanan kişi, kadına mihrden hiçbir şey vermemelidir. Ama biz biliyoruz ki, kadınla cinsi münasebette bulunmadan boşanan erkek, mihrin yarısını kadına vermesi gerekir. Ve yine bu ayetten murad edilen şey, daimi nikâh olsaydı, o zaman ayetin hükmü mucibince nikâh aktı anında, mehrin tamamı kadının olması gerekirdi. Çünkü ayette, ‫ ﻓﺂﺗﻮھﻦ أﺟﻮرھﻦ‬yani onlara mehirlerini verin buyrulmaktadır. Ama kadınlara mihrin akit anında verilmesinin vacip olmadığı bilinmektedir. Mut’a nikâhında ise, akit anında ecrin tamamı veriliyor.146

144

Tabersî, a.g.e., Nisâ, 4/24, c. 4, s. 69.

145

Tabersî, a.g.e., Nisâ, 4/24, c. 3, s. 69.

146

Tabersî, a.g.e., Nisâ, 4/24, c. 3, s. 70.

34


Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi Tabersî, mut’a konusunda mezhebinin benimsediği görüşte olmakla beraber, bu görüşün doğru olduğunu isbat etme gayretindedir. 3.3. Mutezile ile Münasebeti Tabersî’nin tefsirini incelerken birçok konuda Mutezileyle aynı görüşte olduğu görülmektedir. Bunlardan bir kaçı şunlardır: 3.3.1.Peygamberlerin Masumiyyeti Meselesi İsmet konusunda Şia’larla Mu’tezile aynı görüşü paylaşmaktadırlar. Şöyleki; her iki mezhep de akli sebeplerden dolayı peygamberlerin yüce, ilahi görevine leke düşürür düşüncesiyle küçük, büyük her türlü günahın, ister nübüvvetten önce olsun ister sonra, peygabmerlerden sadır olamayacağını kabul etmiştir. Şi’a’ya göre peygamberlerin İsmeti tam ve mükemmeldir. Bu, doğumlarından ölümlerine kadar devam eder.147 Tabersî de bu konuda katiyetle peygamberlerin küçük ve büyük günahlardan münezzeh olduğunu savunmaktadır.148 3.3.2.Fiilden Evvel İstita’atın İnsanda Var Oluşu Bu konuda da Tabersî, Mutezileyle aynı görüştedir.149 Bilindiği gibi Mu’tezile inancına göre,

insan istita’a sahibi, güç sahibidir. İnsanın istita’ası bedeni sağlamlıktır.

Bununla fiil meydana gelir. Hayat ve güç sahibi insan, fiilini yapma kudretindedir.150 Mutezile için önemli olan insanın fiillelerini kendisnin yaptığıdır. Bu fiillerin meydana gelmesini sağlayan güç, yani "istita’a", insanda fiilden önce vardır.151 Allah, (c.c.) insanın

147

Şerafettin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelam, s. 339.

148

Tabersî, a.g.e., Bakara, 2/128, c. 1, s. 308; c. 4, s. 395.

149

Tabersî, a.g.e., Bakara, 2/187, c. 2, s. 39.

150

İbn Kudame, Ebu Muhammed Abdullah İbn Ahmed, el-Mugnî, Beyrut: Daru’l-Kitabi’l

Arabiy, 1972, s. 8-9. 151

Eş’arî, Makalatu’l-İslamiyyin, Kahire: 1950, c.1, s. 299-300.

35


fiillerinin yaratıcısı değildir. İnsan kendi yaptıklarına kadirdir.152 Sonuç olarak, Mu’tezile için insanın gücü vardır ve o, bu güçle fiilerini yapar.153 Bu konuda Tabersi de Mutezileyle aynı görüştedir.154 3 3.3.Ru’yetullah Meselesi Tabersî, ru’yetullah meselesinde Allah (c.c.)’ın görülemeyeceği görüşünü öne sürüyor. A’raf suresinin 143. ayet-ini yorumlarkan şöyle diyor: “ ‫“ ﻟﻦ ﺗﺮاﻧﻰ‬beni göremeyeceksin” Bu, Allah’ın Musa (as)’a cevabıdır. Yani, sen beni hiç bir zaman görmeyeceksin. Burdaki ‫ﻟﻦ‬ “len” edatı nefyin tekididir. Allah, (c.c.) kendisinin görülmesini, dağın yerinde durup durmamasına bağlıyor. Biz de biliyoruz ki, dağ yerinde durmuyor. Böylece Allah’ın görülmesinin mümkün olmayacağını Allah (c.c.) bize bildirmektedir. Çünkü kendisinin görülmesini mümkün olmayan bir şeye bağlı kılıyor. Yani dağın yerinde durmasına ki, Allah (c.c.)’ın dağa nazar ettiğinde dağın yerinde durması imkansızdır.155 Görüldüğü gibi burda da Tabersî, Allah (c.c.)’ın kesinlikle görülmesinin caiz olmadığnı savunuyor. 156 4. Ailesi Tabersî, ilim ve adapta temeyyuz etmiş bir aileden dünyaya gelmiştir.157 Tabersî’nin kendisi büyük bir alim olduğu gibi ailesinden, torunlarından ve akrabalarından da bir çok kimse büyük alimlerden olmuşlardır. Mesela “Mekârimu’l-Ahlâk” sahibi Radiyuddîn Ebu Nasr Hasan İbn Fadl, Tabersî’nin oğlu olduğu gibi, kendisi büyük âlimlerdendir. Aynı şekilde “Mişkâtu’l-Envâr” sahibi Ebu’l-Fadl Ali İbn Hasan, büyük âlimlerden olmakla beraber

152

Bağddî, el-Fark beyne’l-fırak, Kahire: Daru’t-Turas, 1969, s. 94.

153

Süleyman Toprak, a.g.e., s. 252

154

Tabersî, a.g.e., c. 2, s. 39.

155

Tabersî, a.g.e., A’raf, 7/143, c. 4, s. 381

156

Tabersî, a.g.e., A’raf, 7/143, c. 4, s. 382.

157

el-A’lamî, Dâiratu’l-Me’ârif eş-Şîatu’l-Âmme, c. 4, s. 510, Tehran, 1378; el-Hansari,

Muhammed Bakır İbn Zeynelabidin İbn Cafer el-Musevi, Ravzâtü’l-Cennât fî Ahvâli’l Ulemâ ve’s-Sadat, thk. Esedullah İsmailiyyan, Kum: el-Matbaatü’l-Haydariyye, ts., s. 152.

36


Tabersî’nin torunudur.158 Bunun gibi Tabersî’nin kendi sulbünden olduğu gibi, yakın akrabalarından da büyük âlimler çıkmıştır.159 5. Hocaları 1. Ebu Ali İbn Tûsî, Şeyhu’t-Taife olarak bilinen Şeyh Tusi’nin oğludur. 2. Ebu’l-Vefa Abdulcabbar İbn Ali el-Mukrî er-Râzî. 3. el-Ecelu’l-Hasen İbn Hüseyin İbn Hasan İbn Bâbeveyh el-Kummî er-Râzî. 4. İmam Müveffaku’d-Din İbn El-Feth el-Vâiz el-Bekr el-Âbâdi. 5. Seyyid Ebu Tâlib Muhammed İbn Hüseyin el-Hüseynî el-Kusbî el-Cürcânî. 6. Abdurrahim İbn Ebu’l-Kasım Abdulkerim Hevâzin Ebu Nasr el-Kuşeyrî enNeysâbûrî (514/1128). 7. Ebu’l-Hasen Ubeydullah Muhammed İbn Hüseyin el-Beyhakî (565/1179) 160 6. Öğrencileri 1. Oğlu Radiyuddin Ebu Nasr Hasan İbn Fadl: “Mekârimu’l-Ahlâk isimli eserin müellifidir. 2. Raşîduddîn Muhammed İbn Ali İbn Şehrasub İbn Ebi Nasr el-Mâzendarânî (h. 588): “Meâlimi’l-Ulemâ”nın müellifidir. 3. Şeyh Muntecebüddin, Ebu’l-Hasan Ali İbn Ubeydullah İbn Bâbeveyh er-Râzî, (h.575)

158

Kays Âli Kays, a.g.e., s. 281.

159

el-Hakîmî, Târîhu’l-Ulemâ Abre’l-Usûri’l-Muhtelife, s.433-434.

160

Davudî, Tabakatu’l-Müfessirin, c. 2, s. 201-202; http://www.cihadnet.net/Alimler/tebersi.htm (25.06.2006.)

37


4. Ebu’l-Hasan Kutbüddin Saîd İbn Hîbetullâh Kutbüddin er-Râvendî (573/1177) 5. Seyyid Fadlullah Râvendî (549/1163) 6. Seyyid Ebu’l-Hamd Mehdi İbn Nezar el-Huseynî el-Gâyenî 7. Seyyid Şerefşah İbn Muhammed İbn Ziyadeti’l-Eftasî en-Neysâbûrî (ö. 573/1187) 8. Şeyh Abdullah İbn Ca’fer ed-Devristî (ö. 600/1214) 9. Şâzen İbn Cebrail el-Kummî161 7. Eserleri 1. Mecmau’l-Beyan fî Tefsîri’l-Kur’an: Tabersî’nin İtab konusunda görüşünü incelediğimiz bu eser, Tabersî’nin en meşhur eseridir. On cilttir. 2. Câmiu’l-Cevami’ veya Cavâmi’u’l-Câmi’:162 Bazı Şi’a alimleri bu eserle aşağıda verilecek olan “Kâfu’ş-Şâf”ın aynı eser olduğunu söylese de163 “Riyâdu’l-Ulemâ”nın müellifi bunun doğru olmadığını söylüyor.164 3. el-Kâfu’ş-Şâf: Bu eseri Tabersî "Mecmau’l-Beyan" isimli tefsirini yazdıktan sonra yazmıştır. Hacim bakımından "Cevâmiu’l-Câmi’" isimli eserden küçüktür. Tabersî, "Mecmau’l-Beyan" isimli büyük tefsirini bitirdikten sonra Zemahşerî’nin "Keşşâf" isimli eseriyle karşılaşır ve çok

161

162

Kays Ali Kays, a.g.e., c. 3, s. 280 et-Tahranî, Muhammed Muhsin Tahrani Aga Büzürgi, ez-Zeri’a İla Tasanifi’ş-Şi’a, Beyrut: Daru’l-Edva,

1983.s. 248. 163

Adil Lüveyhid, a.g.e., c. 1, s. 76.

164

el-İsbahânî, a.g.e., c. 4, s. 342.

38


ilgisini çekiyor. Bunun için kendi tefsiriyle Zemahşerî’nin tefsirlerinden faydalı olanları alıp tekrar bir eser yazmıştır. İşte bu "Kâfu’ş-Şâf"dır.165 4. el-Vâfî: Tabersî’nin bu eseri de tefsir hakkındadır.166 5. İ’lâmu’l-Verâ bi A’lâmi’l-Hüdâ:167 Bu kitabın nerdeyse aynı olan İbn Tavus’un (h.664) “Rabîu’ş-Şi’a” isimli eseri var. Bu durum bazı insanları kafasını karıştırmaktadır. Bu konuda el-İraniyyûn ve’l-Edeb’in sahibi şöyle diyor: "Rabîu’ş-Şi’a" isimli eser İbn Tavus’un değildir. İbn Tavus Tabersî’nin İ’lâmu’lVerâ bi A’lâmi’l-Hüdâ’sını görünce, onu okurlara Rabîu’ş-Şi’a olarak takdim etmiştir. Okurlar da bunu yanlış anlayarak İbn Tavusun “Rabîu’ş-Şi’a” isimli bir eserinin olduğunu düşünmüşlerdir.168 6. el-Vasît: Bu eser miktar ve hacim bakımından "Cevâmiu’l-Câmi’" gibi olup "Mecmau’l-Beyan" tefsirinden küçüktür. Dört cilttir.169 7. Tâcu’l-Mevâlid:170 Bu eser ensab hakkında yazılmış bir eserdir. 8. Ğunyetu’l-Âbid ve Munyetü’z-Zâhid.171 165

Kays Ali Kays, a.g.e., c.3, s. 287.

166

http://www.cihadnet.net/Alimler/tebersi.htm (25.06.2006.); el-İsbahani, a.g.e., s.348.

167

el-Kummî, Abbas, el-Küna ve’l-Elkab, 2. bs. Beyrut: Müessesetü’l-Vefa, 1983, c.

2, s. 444; el-Emin,

Muhsin, el-Hüseyin el-Amil, A’yânü’ş-Şi’a, thk. Hasan Emin, Beyrut: Daru’t-Taarif, 1983. c. 42, s. 279; Allâme Hansari, a.g.e., c. 5, s. 358 168

Kays Ali Kays, a.g.e., c. 3, s. 284.

169

Bazı alimler “el-Vesitin”, “Cevamiu’l-Cami” olduğunu söylerler. "Cevamiu’l-Cami"n de “el-Kafu’ş-Şaf”

olduğu söylenir. Daha geniş bilgi için bkz. El-İsbahani, a.g.e., c. 4, s. 341; Lüveyhid, a.g.e., c. S. 28. 170

el-Hansârî, a.g.e., c. 5, s. 358; Seyyid Muhsin Emin, A’yanu’ş-Şi’a, s. 279.

171

Seyyid Muhsin Emin, a.g.e., c. 42, s. 279; Hansari, a.g.e., c.5, s. 358;

39


9. el-Fâik.172 10. el-Cevâhir fi’n-Nahv.173 11. el-Âdâbu’d-Dîniyye li’l-Hızâneti’l-Mu’îniyye: Bazı alimler bu eseri iki ad altında ifade ederler. Birincisi “Âdabu’d-Dîniyye” ikincisi ise, “el-Hızânetu’l-Muîniyye”. Bu görüşte olanlardan biri Seyyid Muhsin Emindir.174 Allame Hansarî de aynı görüştedir.175 12. Nûru’l-Mübîn.176 13. Kunûzu’n-Nikâh.177 14. ‘İddettü’s-Sefer ‘Umdetu’l-Hadar.178 15. Me’ârici’s-Suâl.179 16. Mişkâtu’l-Envâr.180 17. Hakâiki’l-Umûr.181 18. el- Umde fî usûli’d-Dîn ve’l-Ferâiz.182

172

Allâme Hansârî, a.g.e., c. 5, s. 358.

173

Allâme Hansârî, a.g.e., c. 5, s. 361.

174

Seyyid Muhsin Emin, a.g.e., c. 42, s. 279.

175

el-Hansârî, a.g.e., c. 5, s. 358.

176

Seyyid Muhsin Emin, a.g.e., c. 2, s. 279.

177

el-İsbahânî, Riyadu’l-Ulema, s. 347.

178

el-İsbahânî, Riyadu’l-Ulema, s. 347.

179

el-Hansârî, a.g.e., C. 5, s. 361.

180

el-Hansârî, a.g.e., c. 5, s. 361.

181

El-Hansârî, a.g.e., c. 5, s. 361; “Riyâdu’l-Ulemâ” müellifi bu eserin parçasını Erdebil’de gördüğünü söylüyor.

(el-İsbahânî, a.g.e.., s.347) 182

Aga Büzürgi, ez-Zeri’a İla Tasanifi’ş-Şi’a, c. 15, s. 333.

40


19. Şevâhidi’t-Tenzîl. 20. Nesru’l-Âlâ: Bu eser Hz. Ali’nin söylediği sözlerin muhtasarıdır. 21. Fezâilu’z-Zehrâ.183 22. Sahîfetu’r-Rıdâ.184 23. Esrâru’l-Eimme:185 “Riyâdu’l-Ulemâ” müellifi İsbahânî bu eseri gördüğünü söylüyor. 8. Tabersî Hakkında Bazı Âlimlerin Sözleri Zehebî, Tabersî’nin tefsirinden yola çıkarak şöyle diyor: Gerçek şu ki, Tabersî’nin tefsirinden onun değişik ilimlere vakıf olduğu anlaşılmaktadır. Konuştuğu her bir alanda da otorite idi. Mesela Meânî konusunun incelikleri hakkında konuşursa, onu en iyi şekilde ifade eder, İcmâlî mana hakkında konuşursa da bundan muradın ne olduğunu en açık şekilde ortaya koyardı. 186 Ali İbn Zeyd el-Beyhâkî onun hakkında şöyle diyor: O Edebiyatda ve nahivde bir üstat idi.187 El-Kıftî de Tabersî’nin nahiv yönü ağır basan bir müfessir olduğunu söylüyor.188 Zerkânî de onun dilci bir müfessir olduğunu söylüyor.

183

Şeyh Abbas el-Kummi, a.g.e., c. 2, s. 445.

184

El-Hansârî, a.g.e., c. 5, s. 359.

185

el-İsbahânî, Riyadu’l-Ulema, s.348.

186

Zehebî, a.g.e., c.2, s. 100-102.

187

Mirza Abdullah Efendi el-İsbahânî, a.g.e., c. 4, s. 340.

188

el-İsbahânî, a.g.e., c. 4, s. 340.

41


“Nakdu’r-Ricâl” sahibi Seyyid el-Eclu’l-Emir Mustafa Tefrîşî, onun güvenilir, fazilet sahibi, Şi’a’nın önderi olduğunu söylüyor.189 Muhammed Bâkır el-Behbehânî de “fi te’liki’l-Allâme” isimli eserinde yukarıdaki ifadenin aynısını Tabersî hakkında söylüyor. Behbahanin talebesi Nizâmu’d-Din el-Kuraşî de aynı ifadeyle müfessirimizi övmektedir. Şeyh Müntecibuddin Ali İbn Ubeydullah İbn Bâbeveyh ise onun hakkında, meclisimizin alimi, dünya alimlerinin gözdesi, Allah (c.c.)’ın ve dinin emini ve asil biri olduğunu söylüyor.190 “Ravdâtu’l-Cennât” sahibi de şöyle diyor: O emînu’l-İslam, nadir, müfessirlerin önderi, fazilet sahiplerinin de dayanağıdır. Kadı Nûrullâh onun hakkında şöyle diyor: O, büyük müctehit âlimlerimizdendir. Kelam ve fıkıh konularında kendisinden fetvalar alınmıştır.191

189

el-İsbahânî, a.g.e., c. 4, s. 340.

190

el-İsbahânî, a.g.e., c. 4, s. 340.

191

el-İsbahânî, a.g.e., c. 4, s. 340.

42


İKİNCİ BÖLÜM TABERSî`NİN İTAB AYETLERİNİ YORUMLAYIŞI

43


Bu bölümde Tabersî’nin, itaba konu olan ayetleri nasıl yorumladığını bilgilerinize sunmaya çalışacağız. 1. Tabersî’nin İkaz Ayetlerine Bakışı Tabersî’nin itab ayetlerine bakışını, Peygamberler ve özellikle Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) hakkındaki itab ayetlerini nasıl tefsir ettiğini gördükten sonra daha iyi anlaşılacaktır. Bunun için önce Peygamberlere yönelik itab ayetlerini nasıl yorumladığına bakalım. 1.1. Peygamberlere Yönelik İkaz Ayetlerine Bakışı Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamber Efendimizden önce yaşamış olan Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. Dâvud, Hz. İbrahim, Hz. Yusuf ve Hz. Yunus (a.s.) gibi bazı peygamberler hakkında itablar bulunmaktadır. Bu bölümde Tabersî’nin tefsirinde Kur’ân-ı Kerîm’de zikri geçen bazı peygamberlerden ve onlara yönelik itab âyetlerinden örneklere bakalım: 1.1.1. Âdem (as) Hz. Âdem, ilk insan192 ve ilk peygamberdir193. Allah Teâlâ onu, topraktan yaratmış194, kendisine sûret verdikten sonra ruhundan üfürmüştür195. Âdem’e ruh üfürüleceği esnada meleklerin ona secde etmelerini emretmiş196, cinlerden olan197 İblis hâriç198 bütün melekler ona secde etmiştir199. 192

Bakara, 2/30-31; Al-i İmran, 3/59; A’raf, 7/11, 27; Hicr, 15/28-30; Meryem, 19/58.

193

Al-i İmran, 3/33.

194

Âl-i İmran,3/59; Hicr 15/26.

195

Hicr 15/29.

196

Bakara, 2/34; A’raf, 7/11; Hicr, 15/28-29.

197

Kehf, 18/50.

44


Yüce Allah, meleklerin bilmediği birtakım esmâyı, Hz. Âdem’e öğretmiş200, ona zevce olmak üzere yine onun nefsinden bir eş yaratmıştır201. Allah Teâlâ, onlara cennette yaşamalarını, ama düşmanları olan şeytana karşı dikkatli olmalarını, aksi halde yorulup sıkıntı çekeceklerini tenbih etmiştir202. Allah Teâlâ, Adem ile eşi Havva’ya cennetteki bütün meyvelerden rahatça yemelerini, ancak bir ağaca yaklaşmamalarını emretmiştir203. Şeytan, Hz. Âdem ve eşine vesvese vererek musallat olmuş204 ve onlara Allah’ın yasak ettiği meyveyi yedirerek Allah’a karşı bir suç işletmiştir.205 İşte Adem (as)’dan sadır olan hata, yasaklanmış ağacın meyvesinden yemesi hadisesidir. Tabersî konuyla ilgili ayet-i kerimeyi şöyle tefsir ediyor: ‫وﻗﻠﻨﺎ ﯾﺎ آدم اﺳﻜﻦ أﻧﺖ وزوﺟﻚ اﻟﺠﻨﺔ وﻛﻼ ﻣﻨﮭﺎ رﻏﺪا ﺣﯿﺚ ﺷﺌْﺘﻤﺎ وﻻ ﺗﻘﺮﺑﺎ ھﺬه اﻟﺸﺠﺮة ﻓﺘﻜﻮﻧﺎ ﻣﻦ اﻟﻈﺎﻟﻤﯿﻦ‬ “Ve şöyle dedik: “Ey Adem, sen ve eşin Cennet’e yerleşin. Orada istediğiniz şeyden bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”206 Müellif bu ayet-i kerimedeki bazı kelimeler hakkında “el-luga” başlığında şöyle diyor: “Zulm”’, “haddi aşmak”, “düşmanlık etmek” anlamlarına yakın bir kelimedir. Zulmün zıddı “insaf”, haddi aşmağın zıddı ise “adâlet”tir. Zulmün asıl manası “hakkı azaltmak”tır. Allah (c.c.)Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

‫“ ﻛﻠﺘﺎ اﻟﺠﻨﺘﯿﻦ اﺗﺖ اﻛﻠﮭﺎ وﻟﻢ ﺗﻈﻠﻢ ﻣﻨﮫ ﺷﯿﺎ‬Her iki bağ

da meyvesini verdi, hiçbir şeyi eksik bırakmadı.” Bir de denildi ki, “zulm”, bir şeyi yerine 198

A’raf, 7/12; Hicr, 15/31; Sâd, 38/75.

199

Hicr, 15/30.

200

Bakara, 2/31-33.

201

A’raf, 7/189.

202

Tâhâ, 20/120.

203

Bakara, 2/35; A’raf, 7/19.

204

A’raf, 7/20-21; Tâhâ, 20/120.

205

Bakara, 2/36.

206

Bakara, 2/35.

45


koymamaktır. Bu bölümde Tabersî sözünü şöyle bitiriyor: “Günah” olarak isimlenen zulmü peygamberlere atfetmek caiz değildir. Müellif daha sonra “el-mâna” bölümünde bu ayeti şöyle tefsir ediyor: “Ey Âdem ve eşi! Cenneti mesken edinin.”deki emir konusunda ihtilaf edildi. Kimilerine göre ibadet emri, kimilerine göre de orada meşakketin olmayacağı, dolayısıyla mükelleflik olamayacağı için tenzih anlamında olduğunu ifade etmişlerdir. “Şu ağaca yaklaşmayın!” dan

kastedilen,

ondan yemeyindir. Burdaki nehiy

konusunda ihtilaf edildi. Kimilerine göre haram, kimilerine göre de, birisine, “yolda oturma!” dendiği gibi, tenzih anlamında olduğunu iddia etmişlerdir. Tabersî, ikinci görüşün kendi mezhebine daha yakın olduğunu ifade etmektedir. Yani burdaki nehyin haram olmayıp tenzih anlamında olduğunu söylemektedir. Müellif, buradaki emrin tenzih olduğunu şu şekilde izah ediyor: Âdem (as)’ın ağaçtan yememesi mendub idi. Ondan yemek ise nafileyi, fazileti terketmekti. O ağaçtan yemek kötü (kabih) değildi. Çünkü peygamberlerden ister küçük olsun ister büyük, günahın sadır olması caiz değildir. Mutezile, kendi aralarında Hz. Âdem (as)’ın bu fiili bilerek yapması veya sehven yapması, ya da te’ville yapması hakkında ihtilaf etmekle beraber, Âdem (as)’dan varid olan bu fiilin küçük günah olduğunu söylemektedirler. Biz de diyoruz ki, kötülüğü işleyenin zemmedilmesi ve bunun karşılığında bir cezaya çaptırılması gerektiğini göz önünde bulundurarak, Peygamberlerin büyük günah işlemeleri caiz değildir. Çünkü bize göre isyanın hepsi büyük günahtır. Küçüklük ise diğer suçun cezasının büyüklüğüne nisbetle küçüktür. Bir de bize göre günahın düşürülmesi batıldır. Bu böyle olunca günahı işleyenin mutlaka ya zemmedilmesi, ya da cezaya çaptırılması gerekir. Zemmedilmek ve cezaya çaptırılmak da peygamberlerden uzak bir durum olduğuna göre, onlar tarafından diğer günahların da sadır olması mümkün değildir. Bir de, eğer peygamberler günah işlerse, o zaman onlarn söylediklerinden uzak durulurdu. Uzak durulmaktan maksat şudur: Nefis, günah işleyenin sözünü değil, günah işlemeyenin sözünü kabül etmeğe daha meyillidir. Peygamberlerden çirkin ahlak ve hoş olmayan durum gibi nefret edilen şeylerin sadır olması caiz değildir.

46


Zikrettiklerimiz doğru olduğuna göre Âdem (as) açık nehye muhalif olması açıkladığımız şekildedir. 207 ‫ ﻓﺘﻜﻮﻧﺎا ﻣﻦ اﻟﻈﺎﻟﻤﯿﻦ‬yani, “onu yiyerek kendilerine zulmettiler” sözünü de şöyle tefsir ediyor: “Kendi sevabını azaltan insana, “kendine zulmetti” demek caizdir. Eyyub (as)’ın, mendub olanı terkederek kendi sevabını azalttığı için, ‫“ اﻧﻰ ﻛﻨﺖ ﻣﻦ اﻟﻈﺎﻟﻤﯿﻦ‬ben zalimlerden oldum” dediği gibi. 208 Görüldüğü gibi Tabersî Âdem (as)’ın; “Ben zalimlerden oldum” sözündeki zalim kelimesini, sevabı eksiltmek anlamında olduğunu söylemektedir. Böylece Âdem (a.s.)’ın “ben zalimlerden oldum” söylemesinin sebebi, işlemiş olduğu bir suçun neticesi değil, savabını azalttığı içindir. Müellif bu görüşünü A’raf suresinin 23. ayetini tefsir ederken daha geniş şekilde açıklamaktardır. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Bizi bağışlamaz ve rahmet etmezsen husrana uğrayanlardan oluruz.”209 Tabersî yukarıdaki ayeti kerimeyi şöyle tefsir etmektedir: “Rabbimiz, biz kendimize zulmettik”ten kastedilen şudur: Mendubu terk ederek sevabımızı azalttık. Çünkü “zulm” “eksik” manasına gelmektedir. Kim onların küçük günah işlediklerini söylerse “zulm” kelimesini sevabı azaltmak anlamında yorumlamış olur. Çünkü onlara göre küçük günah, taat savabını eksiltir. Küçük

günah

işleyenenin

sevabından

hiçbirşey

eksiltmeden

bağışlandığını

söyleyenlere gelince, yukarıdaki mana burada tasavvur edilemediği gibi ayetten bir fayda da tesbit edilemez. Her ne kadar Âdem (as) ile Havva, “biz kendimize zulmettik” deseler de, onların cezaya çaptırılmamalarında bir hilaf yoktur. Çünkü dinde böyük yeri olanlar küçük zellelere bile büyük pişmançılık duyarlar. Yine denildi ki, bunun manası şöyledir: Yer yüzüne enmekle rahat ve geniş hayattan ayrılarak kendimize zulmettik.

207

Tabersî, a.g.e., Bakara ,2/35, c. 1. s. 167-168.

208

Tabersî, a.g.e., Bakara, 2/35, c. 4, s. 259.

209

Araf, 7/23.

47


“Eğer bizi bağışlamazsan” ayeti kerimesinde geçen mağfiret kelimesini de Tabersî, örtmek anlamında yorumlamaktadır. Çünkü “mağfiret” örtmek anlamındadır diyor.210 Âdem ile Havva’nın bu fiili işledikten sonra cennetten çıkarılmasının da sebebi, bir ceza niteliğinde olmadığını savunan müellif şöyle diyor:

Çünkü nebiler hiçbir zaman suç

işlemezler. Kim peygamberlere cezayı caiz görürse onlara kötülük, Allah’a da en büyük iftira atmış olur. Dediğimiz bu durum sahih olduğuna göre mesele şöyle izah edilir: Allah (c.c.) Adem (as)’i cennetten çıkardı. Zira onun ağaçtan yemesindeki maslahat değişti. Bunun neticesinde de ilahi hikmet ve tedbir, onların yere inmelerini, mükelleflikle, meşakkatle ve kendisine giydirilen cennet elbisesinin çıkarılmasıyla imtahan olunmasını gerektirdi. Çünkü ona bu nimetin verilmesi Allah (c.c.)’ın lutfü ve bağışı idi. Zenginlikten sonra fakirlik verdiği, dirilttikten sonra öldürdüğü, sihhatten sonra hastalık, rahatlıktan sonra zorluk verdiği gibi imtahan için bunu geri de alır. 211 Görüldüğü gibi Tabersî, Âdem (a.s)’ın kesinlikle suç işlemediğini savunuyor. “Mağfiret” kelimesinden akla gelebilecek şüpheyi de, kelime izahından yola çıkarak, yani mağfiretin örtmek anlamında olduğunu söylemekle, mağfiret dilemeyi gerektirecek şeyin mutlak olarak bir suçun neticesi olarak ortaya çıkmayacığını ifade etmektedir. 1.1.2. Nuh ( as) Kavmine peygamber olarak gönderilen Hz. Nuh, uzun yıllar boyunca kavminin hidâyete ermesi için gayret göstermiş, nihayet âciz kaldığını, gücünün tükendiğini düşünerek hâlini Allah’a arz etmiş ve kavmi hakkında şikâyette bulunmuştur.212 Allah Teâlâ, kendisine bir gemi yapmasını213, ailesini, kendine inanmış insanları ve her hayvandan bir çifti bu gemiye bindirmesini214 emretmişti.

210 211

Tabersî, a.g.e., A’raf, 7/23, c. 4. s. 259. Tabersî, a.g.e., Bakara, 2/36, c. 1. s. 170-171.

212

Kamer, 54/10; Nûh, 71/26-27.

213

Hûd, 11/37; Müminûn, 23/27; Kamer, 54/13-14.

214

Hûd, 11/40; Müminûn, 23/27.

48


Vakit gelip yerden ve gökten sular fışkırmaya başlayınca215, gemi dışındaki bütün insanlar suda sürüklenmeye ve helâk olmaya başlamıştı.216 Bu sırada kendi öz oğlunu suda boğulmak üzereyken görünce ona: “-Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin; kâfirlerle beraber olma!” diye seslendi.217 Oğlu ise, yüksekçe bir dağa çıkacağını, kendisini dalgalardan kurtaracağını söyleyerek babasına karşı geldi. O sırada bir dalga gelip oğlunu sürüklemeye başladı. Bunun üzerine: “(Sonra) Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: «Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin va’din ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin!»”218 diyerek Allah Teâlâ’dan oğlunu affetmesini talep etti. Bunun üzerine Allah (c.c) şöyle buyurdu: “Allah buyurdu ki: Ey Nûh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.”219 Yukarıda mealen verdiğimiz ayet-i kerimede görüldüğü gibi Nuh (as)’ın oğlu müşrik olduğu halde, onun kurtulmasını istemesi üzerine Allah (c.c.), Nuh (as)’ı bu isteğinin bilgisizce olduğunu söyleyip, O’nu bu isteğinden ötürü îkâz etmiştir. Tabersî konuyla ilgili şöyle yorum yapmaktadır: “Nûh Rabbine duâ edip dedi ki: «Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin va’din ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin!” ayeti kerimenin manası şöyledir: Ey benim mâlikim, benim hâlıkım ve rızık verenim, sen bana ailemi kurtaracağını vaat ettin. 215

Müminûn, 23/27; Kamer, 54/11-12.

216

Müminûn, 23/27.

217

Hûd, 11/42.

218

Hûd, 11/45.

219

Hûd, 11/ 46.

49


Oğlum da benim ailemdendir. Senin vadin de şüphesiz haktır. Eğer o, kurtaracağını vaad ettiğin kimselerdendirse onuı kurtar! Görüldüğü gibi müellifimiz ayet-i kerimeni yorumlarken, Nuh (as)’ın rabbinden oğlunu mutlak olarak kurtarmasını istemediğini ifade etmektedir. Nuh (as)’ın bu isteğine karşılk Allah (c.c.) “Ey Nuh! O senin ailenden değildir!” buyurdu. Müellifimiz bu ayet-i kerimeyle ilgli birkaç görüşün olduğunu şöyle izah etmektedir: Bu konuda birkaç görüş vardır. Bunlardan birincisi şudur: O Nuh (as)’ın sülbünden idi. O zaman bunun manası şöyledir: O, seninle beraber kurtaracağımı vaat ettiğim ailenden değildir. Çünkü Allah (c.c.), boğarak helak etmek istediği kimseleri kurtaracağını vaat ettiği kimselerden istisna kıldı. Bu görüş İbn Abbas, Said İbn Cübeyir, Dahhak ve İkrime’nin görüşleridir. Cübbai de bu görüştedir. İkinci görüş ise şudur: “O senin ailenden değildir” ayetinden kastedilen şudur: Ey Nuh, o senin dininden değildir. Sanki onun küfretmesi, onun Nuh (as)’ın ehli olma hükmünden çıkarmıştır. Bu bir grup müfessirin görüşüdür.

Bu, Hz. Peygamberin şu sözü gibidir:

“Selman bizim ehli beyttendir.” Hz. Peygamber bununla, Salman bizim dinimizdendir demek istedi. Ali İbn Mehziyar, Hasan İbn Ali el-Veşa’dan Rıza’nın şöyle dediğini rivayet etti: Ebu Abdullah (as) dedi ki: Allah (c.c.), Nuh (as)’a, “O senin ailenden değildir!” buyurdu. Çünkü o, Nuh (as)’a karşı çıkmıştı. Nuh (as)’a tabi olanları da onun ailesi kıldı. Bu görüşü, Allah (c.c)’ın bunun illetini açıklar mahiyette söylediği şu sözü desteklemektedir. “O ameli salih değildir.” Bunun üzerine Allah (c.c.), onun küfretmesi ve sui amel sahibi olması sebebiyle Nuh (as)’ın ailesi olma hükmünden çıktığını açıkladı. İkrime’den şöyle rivayet edildi: O, Nuh (as)’ın oğlu idi. Ancak o, amel ve niyette Nuh (as)’a karşı çıktı. Bundan dolayı denildi ki, O, senin ailenden değildir. Üçüncü görüş ise şöyledir: O, hakikatte Nuh (as)’ın oğlu değildi. Bununla beraber o, Nuh (as)’ın yatağında doğmuştu. Bunun için zahire göre Nuh (as), o benim oğlumdur dedi. Allah (c.c.) da, hakikatın zahirin tersi olduğunu bildirdi. Nuh (as)’a da karısının kendisine hiyanet ettiğini haber verdi. Tabersî, bu üçüncü görüşü verdikten sonra şöyle demektedir: Bu

50


yorum Kur’an’la bağdaşmaması sebebiyle doğru değildir. Çünkü Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “Nuh oğluna seslendi.” Ve peygamberler bu gibi durumlardan münezzehtirler. Çünkü böyle bir durum ayıplanır ve kınanır. Onların saygınlığı için ve onların kabul edilmelerinden uzaklaştıracak şeylerden yüce tutmak için bundan da küçük ayıplardan Allah (c.c.) peygamberlerini tenzih etmiştir. İbn Abbas’dan şöyle rivayet edildi: Hiçbir peygamberin eşi zina etmedi. Nuh (as)’ın karısının ona olan hiyaneti, ona delilik nisbet etmesiydi. Lut (as)’ın karısının ona olan hiyaneti de onun misafirlerinin yerini bildirmesiydi.220 Müellif yukarıdaki görüşlerle ilgili açıklama verdikten sonra netice etibariyle Nuh (as)’ın bir yanlışlık yapmadığını, Allah’ın O’nu ikaz etmesini ve O’nun da bu ikaz üzerine tövbe etmesinin Nuh (as)’ın bir suç işlediği anlamına gelmeyeceğini şöyle ifade etmektedir: “Eğer denilse ki, Allah neden? Bilgin olmadığı şeyi benden isteme! Dedi. Ve Nuh (as) nasıl? “Ya Rabbi bilgim olmadığı şeyi istemekten sana sığınırım” dedi. Bunun cavabı şöyledir: Peygamberlerin şirk koşması caiz olmadığı halde Allah’ın Peygambere, “Eğer şirk koşarsan amelin boşa geder” deyerek şirk koşmasını nehyettiği gibi, bilgisi olmadığı şeyi istemekten, -onu yapmadığı halde- de yasaklayabilir. Yine Nuh (as)’un yapmadığı halde- böyle bir şeyi yapmaktan Allah’a sığınması da mümkündür. Nuh (as), eğer uygunsa, Allah (c.c.)’tan oğlunu kurtarmasını istemişti. Değilse onun kesinlikle kurtulması gerektiğini istememişti. Allah (c.c.) onun kurtulmaması maslahat olduğunu açıkladığında onun isteği bunun dışında olmadı. “Sana tavsiye ederim” den kastedilen seni uyarıyorumdur. Çünkü “el-va’z” sevdirme ve korkutma bakımından iyiliğe davet edip kötülükten uzaklaştırmaktır. ‫ان ﺗﻜﻮن ﻣﻦ اﻟﺠﺎھﻠﯿﻦ‬ bunun da manası, onlardan olma demektir. Cübbai dedi ki, bu ayetin manası şöyledir: “Sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” Allah (c.c.)’ın tavsiyesi de hiç şüphesiz onu cahil olmaktan uzak tutar ve kötülük yapmaktan da uzaklaştırır.221

220 221

Tabersî, a.g.e., Hud, 11/45-46, c. 5, s. 316-317. Tabersî, a.g.e., Hud, 11/46, c. 5, s.317.

51


Allah (c.c.)’ın Nuh (as)’u ikaz etmesinde ve bu ikazın üzerine Nuh (as)’un tövbe etmesi, Nuh (as)’un bir suç işlediği, bir yanlışlık yaptığı manasına gelmez. Allah (c.c.)’ın Nuh (as)’ı ikaz etmesinin nedeni, O’nun suç işlemesi olmayıp,

korkutma ve sevdirme için

olmuştur.222 Tabersî

Nuh

(as)’ın,

“Beni

bağışlamaz

ve

rahmet

etmezsen

hüsrana

uğrayanlardan olurum” demesini de şöyle yorumlamaktadır: Nuh (as), kendisinden daha önce bir günah sadır olmadığı halde bunu, tevazu ve nefsini alçaltmak kabilinden söylemiştir.223 1.1.3. Yunus (as) Hz. Yunus (a.s), gönderildiği kavmi bir müddet Allah (c.c.)’a davet etmiş, iman edenlerin sayısının az olması sebebiyle kavmine kızmış, üç gün sonra azabın geleceğini söyleyerek, Allah’dan izin almadan onları terk etmiştir. Azab emmâreleri görülmeye başlayınca kavmi, Hz. Yunus’un yalan söylemediğine inanmış ve onu aramaya başlamıştır. Bir yandan da Allah’a iman edip tevbe eden kavmi Allah (c.c.) affetmiş ve üzerlerinden azabı kaldırmıştır.224 Diğer tarafta ise Hz. Yunus, bir gemiye binmiş; geminin denizin ortasında hareketsiz kalması sebebiyle yolcular arasında çekilen kura sonucunda onun denize atılmasına karar verilmişti. Denize atılan Hz. Yunus’u, Allah’ın emriyle bir balık yutarak karnında muhafaza etmiştir. Yapmış olduğu hatayı anlayan Yunus (a.s.), tevbe ve niyaza başlamıştı. Cenâb-ı Hak, bu hâdiseyi şöyle haber verir: َ‫ﻈﻠُﻤَﺎتِ أَن ﻟﱠﺎ ِإﻟَﮫَ إِﻟﱠﺎ أَﻧﺖَ ﺳُ ْﺒﺤَﺎ َﻧﻚَ ِإﻧﱢﻲ ﻛُﻨﺖُ ِﻣﻦ‬ ‫ﻋﻠَﯿْﮫِ َﻓﻨَﺎدَى ﻓِﻲ اﻟ ﱡ‬ َ َ‫ﻈﻦﱠ أَن ﻟﱠﻦ ﱠﻧﻘْ ِﺪر‬ َ ‫َوذَا اﻟﻨﱡﻮنِ إِذ ذﱠھَﺐَ ﻣُﻐَﺎﺿِﺒًﺎ َﻓ‬ َ‫اﻟﻈﱠﺎﻟِﻤِﯿﻦ‬ “Zünnûn’u da (Yunus’u da an!).. O öfkeli bir halde çekip gitmiş, bizim kendisini aslâ sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde «Senden başka hiçbir 222

Tabersî, a.g.e., Hud, 11/46, c. 5, s. 318.

223

Tabersî, a.g.e., Hud, 11/46, c. 5, s. 318

224

Yunus, 10/98.

52


ilah yoktur, Seni tenzih ederim; gerçekten ben zâlimlerden oldum.» diye niyâz etti. Bunun üzerine onun duâsını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.”225 Müfessirimiz, Ayet-i kerimede geçen ‫( ﻣﻐﺎﺿﺒﺎ‬kızgın) kelimesini şöyle açıklıyor: Ayet-i kerimede geçen Yunus peygamberin kızgınlığı İbn Abbas ve Dahhak’a göre halkına idi. Çünkü uzun müddet halkını imana davet ettiği halde onlar iman etmediler. Taki, Allah (c.c.) onları azapla tehdit etti. Bunun üzerine Yunus (as) da onlara kızdı ve Allah (c.c.) tarafından izin gelmeden önce çekip gitti.226 Daha sonra ayet-i kerimede geçen ‫ ﻟﻦ ﻧﻘﺪر‬sözünün de şöyle açıklıyor: Ata ve bir grup müfessirlerin görüşüne göre

bunun manası, ‫ﻟﻦ ﻧﻀﯿﻖ‬

yani “sıkıştıramayacağız”

anlamındadır. Bununla ilgili bir başka görüşün olduğunu da şöyle ifade ediyor: Ayet-i kerimenin manasının şöyle olduğu denildi: “O, başına getirdiğimizi getirmeyeceğimizi zannetti.” “el-kadr”, Mücâhit, Katade, Kelbî ve Cübbai’ye göre “kaza” manasındadır. Cübbâî dedi ki, Allah (c.c.)Yunus (as)’un deniz yolculuğu yapmaya sevketti. Ordan da denize atıldı ve bir balık tarafından yutuldu. Kim, Yunus (a.s.)’un Allah (c.c.)’ın kendisini yakalamada aciz olma manasında, gücünün yetmiyeceğini zannederek ona kızıp çıktı derse, Peygamberlere kötü senada bulunmuş olur. Çünkü Allah (c.c.)’a kızmak küfürdür. Ya da büyük günahtır. Ona acziyet atfek de aynı hükümdedir. Bu böyle olduğuna göre nasıl olur da Peygamberlerden birisi bunu caiz görebilir? İbn Zeyd burda istifhamın olduğunu, bunun da manasının kınanma olduğunu, takdirinin de “Allah (c.c.)’ın ona güc yetiremeyecğini zannetti” olduğunu söylese de Ali İbn İsa, bir karine olmadan istifhamın düşürülmesinin caiz olmadığını söyleyerek bunu reddetmiştir. Daha sonra müellif Yunus (as)’ın ‫“ اﻧﻲ ﻛﻨﺖ ﻣﻦ اﻟﻈﺎﻟﻤﯿﻦ‬Ben zalimlerden oldum” söylemesini de tefsir ederken, Zalimlerden demek, zülm işleyenler demek olduğunu, Yunus (as)’ın bunu huşu ve tevazu yönünden söyledğini, çünkü beşerin bu gibi durumlara düşmesine 225

Enbiyâ, 21/87-88.

226

Tabersî, a.g.e., Enbiya, 21/87, c. 7, s. 115.

53


bir manianın olmadığını söyledikten sonra Cubbâî’nin yorumunu vermekle bu ayetle ilgili tefsirini bitiriyor. Şöyle ki: Cubbâî şöyle diyor: Yunus (as)’un balığın karnında kalması Allah (c.c.) tarafından bir cezalandırma değildir. Çünkü cezalandırma ceza verilene bir düşmançılıktır. Dolayısıyla bu durum bir terbiyelendirmedir. Terbiye de mükellef olanlar için de, çocuk ve onun gibi mükellef olmayanlar için de caizdir. Ayrıca Yunus (as)’ın balığın karnında sağ kalması onun bir mucizesidir.227 Görüldüğü üzere müellifimiz konuyla ilgili Cübbâî’nin görüşünü verdikten sonra hiçbir yorum yapmamaktadır. Bu da kendisinin de aynı görüşte olduğunun göstergesidir. Değilse ya bu görüşü vermez, ya da bu görüşü verdikten sonra adeti gereği228 bunun yanlış olduğunu söyler ve yanlış oluğunu isbat etmeye çalışırdı. Böylelikle Tabersî, Yunus (a.s.)’ın balığın karnında kalmasını, işlemiş olduğu bir suçun neticesinde olmadığını ifade etmekte ve dolayısıyla ortada bir itabın söz konusu olamayacığını bildirmektedir. 1.1.4. Hz. Musa (a.s.) “Musa, ahalisinin habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada, biri kendi tarafından, diğeri düşman tarafından olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olanı, düşmana karşı ondan yardım diledi. Musa da ötekine, bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. (Bunun üzerine:) Bu şeytan işidir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman, dedi. Musa: Rabbım! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla dedi, Allah da onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olan ancak O’dur.”229 Tabersî, Hz. Musa’nın adam öldürmesini bir suç olarak kabul etmemektedir. Tabersî, Musa (a.s.)’ın girdiği şehrin Mısır olduğunu, halkının habersiz olduğu zamanın da kimi görüşe nisbetle öğle, kimi görüşe göre akşam ile yatsı arasında ve kimi görüşe göre de bir bayram gününde olduğunu söylemektedir. Müellifimiz daha sonra “Orada iki kişinin bir

227

Tabersî, a.g.e., Enbiya, 21/87-88, c. 7, s. 115-116

228

Tabersî, a.g.e., Feth, 48/2, c. 9, s. 139; Nisa, 4/159, c. 3, s. 85-86.

229

Kasas, 28/15-16.

54


biriyle savaşır buldu” ayeti kerimesini de şöyle tefsir ediyor: Cübbâî’ye göre onlar din konusunda tartışıyorlardı. Bir de denildiki, onlar dünyevi bir mesele için tartışıyorlardı.

‫ ھﺎذ ﻣﻦ ﺷﯿﻌﺘﮫ وھﺎذ ﻣﻦ ﻋﺪوه‬yani onlardan biri İsrail oğullarından, diğeri ise Firavun’un mutfağına odun götürdüğü için kendisine alay eden Kıptî idi. Muhammed İbn İshak’a göre onlardan biri müslüman diğeri ise kafir idi. ‫ ﻓﺎﺳﺘﻐﺎﺛﮫ اﻟﺬى ﻣﻦ ﺷﯿﻌﺘﮫ ﻋﻠﻰ اﻟﺬى ﻣﻦ ﻋﺪوه‬yani kendi tarafından olan, düşmanına karşı kendisine yardım etmesini istedi. ‫ ﻓﻮﻛﺰه ﻣﻮﺳﻰ‬Mucahid’e göre, Musa (a.s.) avucuyla onun göğsünden itti. Katade’ye göre ise, asasısyla ona vurdu.

‫ ﻓﻘﻀﻰ ﻋﻠﯿﮫ‬yani onu öldürdü, onun işini bitirdi. ‫ ﻗﺎل ھﺬا ﻣﻦ ﻋﻤﻞ اﻟﺸﯿﻄﺎن‬yani buna o sebep oldu. Taki Musa (a.s.) sinirlendi ve neticede onu vurdu. Bu da şeytanın kışkırtmasındandır. Hasan dedi ki, o zaman kafirin öldürülmesi helal değildi. Çünkü o zaman savaşdan uzak durulması gerekirdi. Denildiki bunun manası, bu öldürülme olayı şeytan amelindendir. Yani şeytanın vesvesesiyle oldu. Murtaza (k.r) bu konuda iki şey söylüyor: Birincisi, Musa (a.s.) bununla şunu kastetti: Şeytan o adamı öldürmemi bana güzel gösterdi. Benim için mendub olan onu öldürmeyi terk etmemi ve böylece kazanacağım sevabı kaçırmamı bana güzel gösteren şeytan ameli idi. İkincisi ise, Musa (a.s.)'ın şeytan amelinden kastettiği, öldürülenin ameli idi. Bununla açıklandıki o, Allah (c.c)’a muhalif idi ve ölümü haketmişti. Sonra şeytanı vasfederek şöyle dedi: ‫ اﻧﮫ ﻋﺪو‬Yani o, beni ademe düşmandır. Şöyle bir soru sorulabilir: Bu öldürme olayı ya haklı olmuştur ya da haksız. Eğer haksız olmuşsa bu caiz değildir. Çünkü bu durum nübüvvetten önce de sonra da peygamberlere caiz değildir. Eğer haklı olmuşsa o zaman da peygamberin pişman olup istiğfarda bulunmasının manası yoktur. Bunun cavabı şöyledir: Öldürülme olayı kendi şahsi için değil, bir müslümanı, ona zulmetmek isteyenin elinden kurtarmak, kötülüğü ondan def etmek için olmuştur. Bütün bu acı bu şekilde olmuştur. Bu da, ister katil, kendini mudafa etsin ister başkasını, bu şekilde olan bir şey kötü olmayıp iyi olmuştur. Musa: Rabbım! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla dedi, Allah da onu bağışladı. Çünkü, çok bağışlayıcı, çok esirgeyici olan ancak O’dur.

55


Musa (a.s.) Kıptî’yi öldürdüğünde buna pişman oldu ve “Rabim ben kendime zülmettim, dedi” çünkü onlar bunu bilseler beni öldürecekler. Murtaza (k.r.) dedi ki, onun bu sözü, kendini Allah (c.c.)’a vermek, ona yönelmek, nimetlerin hakkını edada eksik yaptığını itiraf etmek,

ya da mendub bir fiille hakettiği sevabı kendisine haram kılma şeklinde

olmuştur. Burada da görüldüğü üzere Tabersî, Musa (a.s.)’ın, adam öldürme hadisesinde suçsuz olduğunu savunmaktadır. Musa (a.s.)’ın “kendime zulmettim” demesini de yine, “zulm” kelimesinin “eksiklik” anlamında olduğunu, dolayısıyla Musa (a.s.), haketmiş olduğu savabı yapmamakla kendi savabını azalttığını ifade etmektedir. Tabersî’nin Peygamberler hakkında indirilen itabla ilgili ayetlerin tefsirini böylece bitirmiş olduk. Şimdi de müellifimizin Peygamberimiz hakkındaki itab ayetlerini nasıl yorumladığına bakalım. 1.2. Peygamberimize Yönelik İkaz Ayetlerine Bakışı Allah Teâlâ tarafından kavimleri içinden seçilmiş ve nübüvvetle vazifelendirilmiş olan diğer peygamberler, beşer olmaları sebebiyle nasıl hata yapmışlar ve haklarında itab vâkî olmuşsa, bütün insanlığa ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hz. Peygamber de yanılmış ve bazı küçük hatalı davranışlarda bulunmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’e göre bu, son derece tabiidir.230 Zira O, (s.a.v.) insanlara, kendisine gelen vahyi tebliğ231 dışında tebyîn vazifesine232 de sahipti. Bu vazife çerçevesinde onlara Allah’ın kitabını açıklıyor, aralarındaki ihtilâfları çözüme kavuşturuyor, sorularına cevap veriyor ve devam eden hayat ve olaylara karşı, başında bulunduğu Müslümanların rehberliğini yapıyordu. Bazen olaylar ve çeşitli sorular karşısında vahyin belirleyici olmasını beklediği gibi, bazen de bir an önce karar vermesi gerekiyordu. Bu hallerde de şahsî akıl, tecrübe ve bilgisine ilâveten, ashabıyla da istişarelerde

230

Gezgin, a.g.e., s. 108.

231

Mâide, 5/67.

232

Nahl, 16/44.

56


bulunuyor ve nihâî bir içtihadda bulunuyordu. Bu içtihadı neticesinde bazen isabet ediyor, bazen ise hata yapıyordu. Peygamber Efendimiz, herhangi bir konuda içtihad etmek durumunda kalıp, iki şey arasında tercihte bulunması serbest olursa, günah olmadıkça mutlaka ümmeti için en kolay, Allah’ın dini hakkında şüphe uyandırmaktan233 ve sert davranıştan en uzak234, ümmetine şefkat ve merhamete en elverişli235 olanı tercih ederdi. Yoksa ne önünde aykırı hareket ettiği bir nas, ne de hata ve unutma sonucu aştığı bir hudut mevcut değildi.236 Bu ilâhî ikazların bir kısmı Cebrail tarafından Peygamber Efendimize Kur’ânî bir vahiy olmaksızın bildirilirken,237 bir kısmı da âyet-i kerîme olarak inzâl olur ve kıyâmete kadar okunmak üzere Kur’ân-ı Kerîm’deki yerine yerleştirilirdi. İşte Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan itab âyetleri, Peygamber Efendimizin yapmış olduğu bu zelleler sebebiyle nâzil olmuştur. Peygamber efendimiz Allah (c.c)’la insanlar arasında bir elçi olduğunu, insanların ise umum olarak mü’min, münafık ve kâfir olarak üç kısma ayrıldığını, dolayısıyla Peygamberimizin hem Allah (c.c.)’la hem de bu üç grup insanla ilişkilerinin olduğunu varsayarak Peygamberimize yönelik itab ayetlerini iki kısımda ele aldık. Birinci kısım Allah (c.c.)’la ilişkileri bakımından, ikinci kısım ise insanlarla ilişkileri bakımından. 1.2.1. Allah’a Karşı Görevleri Bakımından İtaba Muhatab Oluşu Yukarıda da izah edildiği gibi Hz. Peygamber hem insanlarla hem de Allah'la

233

Buhârî, “Menâkıb” 23, Edeb 80, “Hudûd” 10; Müslim, “Fedâil” 77, 78; Ebû Dâvud, Süleyman İbn el-Eş’âs

es-Sicistânî, Sünenü Ebî Dâvud, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1413/1992 “Edeb” 4; Tirmîzî, Ebû İsa Muhammed İbn İsa, Sünenu’t-Tirmîzî, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1413/1992, “Menâkıb” 34; Mâlik İbn Enes, Muvatta’, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1413/1992, “Hüsnü’l-Huluk” 2; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IV, 85, 113, 114, 116, 130, 162, 182, 189, 191, 209, 223, 232, 262. 234

Muhammed Abdullah Draz, En Mühim Mesaj Kur’an (en-Nebeu’l-Azîm), trc. Suat Yıldırım, İzmir, 1994,

s. 22. 235

Dıraz, a.g.e., s.22.

236

Dıraz, a.g.e., s.22.

237

Demireşik, Ömer Faruk, İtab Ayetleri Işığında Hz. Peygamber’in Dindeki Yeri ve İsmeti,

(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Ü. Sos.Bil.Ens., 2003)s. 48.

57


ilişkisi söz konusu idi. Her iki alnda da Hz. Peygamber itaba tabi tutulduğu zamanlar olmuştur. Şimdi Hz. Peygamberin Allah (c.c.)'a karşı görevleri bakımından ikaz edilmesini inceleyelim. 1.2.1.1. İnşallah Dememesi Rivâyet edildiğine göre yahudilerin akıl vermesiyle Kureyş müşrikleri Hz. Peygamber (s.a.v)’e ruhu, Ashab-ı Kehf’i ve Zülkarneyn’i sorduklarında “İnşallah” demeksizin: “-Size yarın cevap veriririm.” buyurmuş ve bir rivâyete göre 15 gün, başka bir rivayete göre 40 gün, bir üçüncü rivayete göre de üç gün vahy gelmemiş ve Hz. Peygamber çok zor durumda kalmıştır. İşte aşağıdaki âyetler de bu hadise üzerine nazil olan âyetler cümlesindendir:238 ‫ﻲءٍ ِإﻧﱢﻲ ﻓَﺎﻋِﻞٌ َذﻟِﻚَ ﻏَﺪًا إِﻻ أَن ﯾَﺸَﺎء اﻟﱠﻠﮫُ وَا ْذﻛُﺮ ﱠرﱠﺑﻚَ إِذَا ﻧَﺴِﯿﺖَ وَﻗُﻞْ ﻋَﺴَﻰ أَن َﯾﮭْ ِﺪﯾَﻦِ َرﺑﱢﻲ ﻷَﻗْ َﺮبَ ﻣِﻦْ ھَﺬَا‬ ْ َ‫وَﻻ َﺗﻘُﻮﻟَﻦﱠ ِﻟﺸ‬ ‫رﺷﺪا‬

“Hiçbir konuda: ‘Allah’ın dilemesine bağlamaksızın, Ben yarın mutlaka şöyle şöyle yapacağım’ deme! Bunu unuttuğun takdirde Allah’ı zikret ve: ‘Umarım ki Rabbim, doğruluk yönünden beni daha isabetli davranışa muvaffak kılar’ de.”239 Rivâyetlerde de dikkat çekildiği üzere Mekkeli müşrikler, yani Peygamber Efendimizin hasımları, Yahudilerden aldıkları taktiklerle Peygamberimizi zor durumda bırakmak için can atıyorlardı. Peygamberimiz de onların sordukları sorulara doğru cevaplar vererek onları hidâyete davet etmek niyetindeydi. Fakat kendisine “nasıl olsa vahiy gelir ve bana bu konularda bir bilgi ulaşır, Allah beni kâfirler karşısında mahcup etmez” düşüncesiyle veya tamamen bir dalgınlık eseri olarak, “inşallah” demeden geleceğe dair bir vaadde bulunmuş ve bu vaadini yerine getirememiştir.

238

İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c.7, s. 145; el-Alûsî, Rûhu’l-Meânî, c. 17, s. 247.

239

Kehf, 18/23-24.

58


Ayetle ilgili müfessirimiz üç görüşün olduğunu şöyle ifade ediyor: Bu konuyla ilgili değişik manalar zikredilmiştir. Bunlardan birincisi şudur: Allah (c.c.) tarafından peygamberine, Allah (c.c.)’ın dilemesiyle takyit yapmadan, yani “inşallah” demeden “yarın herhangi bir şeyi yapacağım” diye söylemesinden nehyedildi. Ahfeş şöyle diyor: Burada mahzuf bir ‫“ ﺗﻘﻮل‬tegule” bulunmakta olup takdiri ‫ اﻻ ان ﺗﻘﻮل ان ﺷﺎءاﷲ‬cümlesidir. ‫ ﺗﻘﻮل‬sözü hazfedilince “inşallah” sözü istikbal sigasına nakledildi. Bu da Allah’ın insanlara verdiği bir edib ve eğitimdir ki, katiyyet kazanmasın diye söyledikleri sözü inşallah lafzıyla bağlasınlar. Böylelikle bir maniadan ötürü verdikleri sözü yerine yetiremedikleri zaman, yalancı çıkıp, günah kazanmış olmasınlar. İkinci görüşe göre de “inşallah” lafzı, kelamın zahiri itibariyle tealluk ettiği fiile müteallık olup bunun takdiri şöyledir: Allah (c.c.)’ın dilediği dışında, “yarın bir şeyi yapacağım” deme! Bu görüş Ferra’nın görüşüdür. Bu görüşü müfessirimiz daha uygun bulup şöyle diyor: Bu, zahirne uygun olan güzel bir görüştür. Sözü, hazfolunmuş bir kelama bina etmeye lüzum yoktur. O zaman ayetin manası şöyle olur: Allah (c.c.)’ın dilediği ve istediği şeyden başkasını yarın yapacağım deme! Allah (c.c.)’ın istediği de ancak taat olduğuna göre sanki şöyle dedi: Yarın taattan başka, bir şey yapacağım deme! Allah’ın dilemediği mübahları yapmayı haber vermeğin caiz görülmesi yukarıdaki görüşe ters değildir. Çünkü buradaki nehiy, inşallah lafzını söylemeyenin ittifakla günah kazanmadığının deliliyle tahrimen olmayıp tenzihen olan bir nehiydir. Üçüncü görüş de şudur: İnsanların, haber verdiklerin şeyin, yapmadan önce bozulması mümkün olduğu halde, şunu yarın yapacağım demeleri nehyediliyor. Böylelikle haber verdikleri şey meydana gelmeyecek ve yalancı çıkacak. Ve yene hastalık, acizlik gibi Allah (c.c.)’ın fiillerinden bir şeyin meydana gelmesiyle haber verilen şeyin meydana gelmemesinden de emin olunamaz. Yine, bu konuda bilmediği bir şeyin kendisine aydın olması sebebiyle haber verdiği şeyin meydana gelmemesinden de emin olunamaz. Böylece haber verdiği şeyin yalandan kurtulması ancak Allah (c.c.)’ın zikrettiği istisnayla mümkündür. Nitekim, yarın inşallah mescide gedeceğim derse, haber verdiği şeyin yalan olmasından emin olur. Çünkü Allah (c.c.) isterse yarın onun mescide gitmesini sağlar. Bu

59


muhal değildir. Böylelikle haberi yalan olmaz. Mescide gidemezse de haberi yalan olmaz. Çünkü bu konuda Allah (c.c.)ın isteği olmuştır. Bu görüş Cübbai’nin görüşüdür.

240

Görüldüğü gibi Müfessirmiz bu ayetle ilgili üç görüşü vermekle birlikte ikinci görüşün en uygun görüş olduğunu söylemektedir. Bu da kendisinin de aynı görüşte olduğuna işarettir. 1.2.1.2. Vahiyden Uzaklaşma İhtimali Allah (c.c.) tarafından gönderilmekle birlikte aynı zamanda yine ilâhî sıyânetle korunmuş olan vahiy, Peygamber Efendimiz tarafından bütün insanlara ulaştırılmaya çalışılmıştır. Fakat O, bu tebliğ esnasında çok çeşitli sıkıntılar çekmiş, müşriklerin binbir türlü hîle ve desiseleriyle zaman zaman zor anlar geçirmiştir. Peygamber Efendimizin anlattıklarını kabul bir tarafa, onunla âdetâ pazarlığa oturmuşlar, kendisinden olmadık tavizler koparmaya çalışmışlardır.241 Peygamber Efendimiz de onların inatlarını kırmak ve kendileri için ebedî kurtuluşa vesile olacak bu daveti kabul etmelerini temin etmek için zaman zaman onların bu tekliflerine -en azından kalben- meyletmiştir. İşte Allah Rasûlünün bunaldığı bu anlarda vahiy yardımına yetişmiş ve müşriklerin, Peygamber Efendimizin tevhid davasından koparmaya çalıştıkları tavizlere mânî olmuştur: ً‫ﺧﻠِﯿﻼ‬ َ ‫ك‬ َ ‫ﺨﺬُو‬ َ ‫ﻋﻠَﯿْﻨَﺎ ﻏَ ْﯿﺮَهُ وَإِذًا ﱠﻻ ﱠﺗ‬ َ َ‫ﻚ ﻋَﻦِ اﱠﻟﺬِي أَ ْوﺣَ ْﯿﻨَﺎ ِإَﻟﯿْﻚَ ﻟِﺘﻔْ َﺘ ِﺮي‬ َ َ‫وَإِن ﻛَﺎدُواْ ﻟَﯿَ ْﻔﺘِﻨُﻮﻧ‬ ً‫ﺷ ْﯿﺌًﺎ َﻗﻠِﯿﻼ‬ َ ْ‫َوَﻟﻮْﻻَ أَن ﺛَ ﱠﺒ ْﺘﻨَﺎكَ َﻟ َﻘﺪْ ﻛِﺪتﱠ َﺗﺮْ َﻛﻦُ ِإَﻟ ْﯿﮭِﻢ‬ ‫ﻋَﻠﯿْﻨَﺎ َﻧﺼِﯿﺮًا‬ َ ‫ﻚ‬ َ َ‫ﺠ ُﺪ ﻟ‬ ِ ‫ت ﺛُﻢﱠ ﻻَ َﺗ‬ ِ ‫ﻒ اﻟْﻤَﻤَﺎ‬ َ ْ‫ﺤﯿَﺎةِ وَﺿِﻌ‬ َ ‫ك ﺿِﻌْﻒَ ا ْﻟ‬ َ ‫إِذًا ﱠﻟَﺄ َذﻗْﻨَﺎ‬

“Az kalsın, seni bile sana vahyettiğimizden başka bir şeyi uydurup, bize mal etmen için akılları sıra kandıracak ve ancak o takdirde seni dost edineceklerdi.” “Eğer sana sebat vermeseydik nerdeyse azıcık da olsa onlara meyledecektin.”242 Rivâyetlere göre243 bir gün Hz. Peygamber, (s.a.v) Haceru’l-Esved’i istilâm ederken Kureyş müşrikleri gelip buna mâni oldular ve:

240

Tabersî, a.g.e., Kehf, 18/23, c. 6, s. 260.

241

Gezgin, a.g.e., s. 189.

242

İsrâ, 17/73-75.

60


“-Küçücük de olsa bizim tanrılarımıza ilgi göstermedikçe onu Haceru’l-Esved’i istilâm etmeye bırakmıyacağız.” dediler. Hz. Peygamber (s.a.v) de içinden geçirdi ki: “-Madem ki beni Haceru’l-Esved’i istilâm etmeye bırakacaklar, kerhen onların tanrıları ile ilgilensem ne olur? Herhalde benim bunu kerhen yaptığımı Allah bilip dururken bana bir zararı olmaz.” Ancak Allah Tealâ bunu kabul etmeyerek, yukarıdaki mezkur ayet-i kerimeyi indirdi.244 Diğer bir rivâyette ise, Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)’e: “-Bizim tanrılarımıza velev parmağının ucuyla olsa ilgi göstermedikçe sana karşı çıkmaktan vazgeçmiyeceğiz.” dediler. Hz. Peygamber: “-Allah benim hak üzere olduğumu biliyorken bunu yapıversem herhalde bana bir zararı olmaz.” diye düşünmüştü ki, Allah Tealâ bu âyet-i kerimeleri indirdi.245 Suyûtî olaya karışanları zikredip olayı daha müşahhas hale getirir ve İbn Abbâs’tan rivayetle şöyle anlatır: Ümeyye İbn Halef, Ebu Cehl İbn Hişâm ve Kureyş’ten diğer bazıları Rasûlullah (s.a.v)’a gelerek: “-Ey Muhammed, gel, bizim tanrılarımızı bir kerecik meshediver ki, biz de seninle birlikte senin dinine girelim.” dediler. Hz. Peygamber (s.a.v), kavminin İslâm’a girmelerini çok istiyordu. Onların İslâm’ına sebep olacağı için neredeyse bu isteklerine meyletmek üzereydi ki, Allah Tealâ bu âyet-i kerimeleri indirdi. Bu âyet-i kerimelerin nüzûl sebebinde

243

İsrâ sûresinin 73-75. âyetleri ile ilgili olarak biri Mekke-i Mükerreme’de, biri de Medine-i Münevvere’de

nüzûlüne işaret eden nüzûl sebebleri rivâyet edilmiştir. (Ömer Demireşik, İtab Ayetleri Işığında Hz. Peygamberin Dindeki Yeri ve İsmeti, s. 63.) 244

et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, c.17, s. 88.

245

el-Vâhidî, Ebu’l-Hasen Ali İbn Ahmed en-Nîsâbûrî, Esbâbu’n-Nüzûl, Beyrut: Dâru Mektebeti’l-Hilâl, 2.

Baskı, 1985, s. 204

61


rivayet edilenlerin en sahihi bu olup isnadı ceyyiddir ve bunu destekleyen başka rivayetler de vardır.246 Müfessirimiz yukarıdaki mezkur ayet-i kerimeleri şöyle tefsir ediyor: “Az daha onlar seni sana vahyettiğimizden saptıracaklardı” Burada ‫ ان‬harfi, ّ‫ ان‬harfinin şeddesi düşürülerek hafifletilmiştir. Manası şöyledir: Müşrikler seni zelleye düşürmek istediler ve seni, sana vahyettiğimiz Kur’an’dan, yani onun hükmünden çevirmek istediler. “ondan başkasını bize iftira etmen için”in manası ise, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi uydurman içindir. Manası,

iftiracı gibi olman içindir. Çünkü vahiyden başkasıyla

konuşmadığını haber

veriyorsun. Eğer onların isteklerine uysaydın iftiracı gibi olurdun. “O zaman onlar seni dost edinirlerdi” Eğer sen onlarn isteklerine uysaydın veya Allah (c.c.)’ın emriymiş gibi onlara meyletseydin Allah (c.c.)’a iftira atmış olurdun. Böylece, onlara muvafık olman hasebiyle seni dost edinirlerdi. Denildi ki, “hulle” “ihtiyaç” anlamındadır. Yani, onlara muhtaç olmaktır. Birinci görüş daha doğrudur. “Eğer sana sebat vermemiş olsaydık” yani, nübüvvetle, ismetle ve mucizeyle senin kalbini hak üzere sabit kılmasaydık. Denildiki burada ince bir lütuf vardır. “Neredeyse onlara azıcık yanaşacaktın” onlara itimat etmiştin ve azıcık da onlara meyletmiştin. Böylece onların isteklerinin bir kısmını onlara vermiştin. Denilir ki, ‫( ﻛﺪت اﻓﻌﻞ‬nerdeyse yapıyordum), ‫ “ ﻗﺎرﺑﺖ أن أﻓﻌﻠﮫ‬tam yapacaktım ama yapmadım” anlamındadır. Bu konuda Hz. Peygamberin şu hadisi vardır: “Ümmetim, yapmayıp konuşmadıkça, içinden geçirdiği şeylerden sorumlu olmayacaklardır.” “O takdirde de hem hayatın, hem de ölümün acısını sana kat kat tattırırdık.” ayetini tefsir ederken de şöyle diyor: Eğer bunu yapsaydın hayatın ve ölümün azabını sana kat kat verirdik. Yani, dünyada ve ahirette müşriklere verdiğimiz azabın iki katıyla. Çünkü senin günahın daha büyük olur. Denildiki, “dı’f”dan kastedilen azabın acısınıın kat kat olmasıdır. Müellif bunu dedikten sonra İbn Abbas’ın şu sözünü aktarıyor: Rasulullah (s.a.v.) masumdur. Bu ayet ümmeti korkutmak içindir. Ta ki hiçbir mümin, Allah’ın hükmü ve şeriatı olduğu bir hususta kâfirlerden herhangi birine meyletmesin.

246

es-Suyûtî, Ebü’l-Fazl Celaleddin Abdurrahman İbn Ebi Bekr, Lübabü’n-Nükûl fî

esbâbi’n-Nüzûl, Beyrut: Daru’l-Kutubi’l-İlmiyy, ts.. c. I, s. 232

62


“Sonra Bize karşı hiçbir yardımcı da bulamazdın.” yani sana yardım edecek birini bulamazdın. Bu ayet-i kerime indiğinde Hz. Peygamber şöyle dedi: Allahım! Beni hiçbir zaman bir an bile olsa nefsime burakma! 247 1.2.1.3. Günah ve İstiğfar Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber Efendimize, şeytandan bir kötü düşünce geldiğinde Allah’a sığınması248, kalplerinde hastalık olanları ve kalpleri katılaşanları imtihan etmek üzere249 şeytanın kendisine ilkâ etmeye çalışacağı şeylere karşı dikkatli olması250 emredilmektedir. Ayrıca Allah’ın şeytanın attıklarını sileceği ve kendi ayetlerini sağlamlaştıracağı bildirilmektedir.251 Yine kendisinden Allah’a istiğfarda bulunması252, günahına istiğfar ederek253 Rabbini tesbih etmesi254, kendi günahı ve mümin erkek ve kadınların günahları için de mağfiret dilemesi255 istenmektedir. Aşağıdaki ayet-i kerimeler bu konu hakkında misallerdir: “O halde, sen sabret! Çünkü Allah’ın vaadi gerçektir. Hem günahından istiğfar et, sabah akşam Rabbine hamd ederek zikir ve ibadete devam et.”256 “O halde şu gerçeği hiç unutma ki: Allah’tan başka ilah yoktur. Sen hem kendi günahından, hem mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahlarından ötürü Allah’tan af dile. Allah, (dünyada) dönüp dolaştığınız yeri de, (âhirette) varıp duracağınız yeri de pek iyi bilir.”257 247

Tabersî, a.g.e., İsra, 17/73-75, c. 6, s. 320.

248

A’râf, 7/200, Mü’minûn, 23/97-98, Fussilet, 41/36.

249

Hâc, 22/53.

250

Hâc, 22/52.

251

Hâc, 22/52.

252

Nisâ, 4/106.

253

Mü’min, 40/55.

254

Mü’min ,40/55.

255

Muhammed, 47/19.

256

Mü’min, 40/55.

257

Muhammed, 47/19.

63


“Biz sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik. Bu da Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması, sana yaptığı ihsan ve in’amı tamamlaması, seni dosdoğru yola hidâyet etmesidir.”258 Zikredilen âyetlerde geçen “günah” ve “istiğfar etme” konusunda şunlar denilmiştir: Zenb; lügatte “akabinden veya peşinden bir ceza gelen fiil” olarak tarif edilmiştir.259 Şeriatte ise, Allah’ın emir ve nehyine muhalefettir.260 Yine “zenb” ile yakın anlamlı olarak kullanılan “el-ism” kelimesi arasında da ince bir fark sözkonusudur. Zenb, bilerek veya bilmeyerek ya da kasıtlı veya kasıtsız olarak işlenen günahları gösterirken, “ism” kelimesi, sadece bilinçli bir şekilde kasden ve taammüden işlenen günahları içine alan bir kelimedir.261 “zenb” ile “ism” arasında bu ince fark dolayısıyla olacak ki, Peygamberimize yönelik Kur’ân-ı Kerîm’de “ism” kelimesi hiç kullanılmamışken262, “zenb” kelimesi üç yerde geçmektedir.263 Şimdi de yukarıdaki ayet-i kerimelerin müfessirimiz tarafından nasıl yorumlandığına bakalım: Mu’min suresinin 55. ayet-i kerimesini şöyle tefsir ediyor. “Sonra Allah (c.c.) Peygamberimize,

kavminin

ezasına

ve

yalanlamalarından

dolayı

çektiği

sıkıntıya

sabretmesini emretti”. “Allah’ın vadi” Yani dünyada sana vadetttiği yardım ve ahiretteki savabı “haktır” vade muhaliflik yoktur. “Günahına istiğfar et” ayetine de şöyle açıklık getiriyor: “Peygamberlerin küçük günah işlemelerini tecviz edenlere göre bunun manası, ‘Senden vaki olan küçük günahtan dolayı Allah’tan mağfiret dile!’ demektir. Allah (c.c.), Peygambere olan büyük nimeti sebebiyle küçük günahlardan bile tövbe etmekle onları 258

Fetih, 48/1-2.

259

er-Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, “znb” md.

260

el-Mutrafî, Âyâtu İtâbi’l-Mustafa, s. 108.

261

Kılıç, Günah Kavramı, s. 126; Gezgin, Uyarılar, s. 150.

262

Gezgin, Uyarılar, s. 180.

263

Mü’min, 40/55; Muhammed, 47/19; Fetih, 48/1-2.

64


mükellef kılmıştır. Onların küçük günah işlemelerini caiz görmeyenlere göre –ki doğru olan da budur- ise manası şudur: ‘Bundan maksat, Peygamberin derecesini yükseltmek için dua ve istiğfarla kulluğunu ortaya koymaktır. Ayrıca, kendisinden sonra gelecek olanlara da bu hususta örnek olmaktır.”264 Mefessirimiz Muhammed suresinin 19. ayet-i kerimesini de şöyle tefsir ediyor: “Günahına tövbe et!” ayeti kerimesi Hz. Peygambere hitab etse de kastedilen ümmettir. Hz. peygamberin hitaba muhatap kılınması da, ümmetin kendisinin sünnetini tatbik etmesi içindir. Denildi ki, bundan murad, kendini Allah’a vermektir. İstiğfar, kendisiyle savap kazanılan ibadettir. Huzeyfe İbn Yemandan şöyle bir sahih hadis rivayet ediliyor: Huzeyfe, “Ben aileme sert dilli idim.” diyor. Bunun üzerine “Ya Rasulellah, dilimin beni cehenneme götüreceğinden korkuyorum” deyince, “kaç defa istiğfar ediyorsun? Ben günde yüz defa istiğfar ediyorum” buyurdular. 265 Fetih suresindek ayet-i kerimelerini de şöyle tefsir ediyor: Yukarıdaki ayeti kerimede Hz. Peygamberin günahlarıyla ilgili çeşitli yorumlar yapıldı. Onların hiçbiri bizim mezhebin görüşlerine göre doğru değildir. Çünkü peygamberler nübüvvetten önce de sonra da büyük küçük günahlardan korunmuşlurdır. İreli sürülen görüşlerden bir kaçı şunlardır: Birinci görüşe göre, burada kastedilen, Hz. Peygamberden nübüvvetten önce ve sonra zuhur eden günahlarıdır. İkinci görüşe göre, Mekke’nin fethinden önce ve sonra meydana gelen günahlarıdır. Üçüncü görüşe göre, bu ve bundan sonraki zamana kadar Hz. Peygamberden zuhur eden ve edecek günahlarıdır. Dördüncü görüşe göre de, buradaki günah, Hz. Peygamberin değil de O’nun bereketiyle bağışlanmış Hz. Adem ve Hevva’nın ve yine O’nun duaları sayesinde bağışlanacak olan ümmetinin günahlarıdır. Tabersî, bu son görüşü verdikten sonra hemen 264

Tabersî, a.g.e., Mü’min, 40/55, c. 8, s. 493.

265

Tabersî, a.g.e., Muhammed, 47/19, c. 9, s. 184.

65


şunu söylemektedir: Hz. Adem (as)’in günah işlediğini söylemek, Peygamberimizin günah işlediğini söylemek gibidir. Kim bunu küçük günah olarak yorumlarsa ki, onlara göre bu düşmüştür. O zaman onların savunduğu görüş şu şekilde batıl olur. Küçük günahın cezası düşerse bağışlanmış olur. O zaman nasıl olur da Allah (c.c.), Peygamberini onu affetmekle minnet altında burakır. Çünkü zaten ortada bağışlanılacak bir şey yoktur. Nitekim minnettarlık Allahın cezalandırılması gereken bir şeyi affetmekle doğru olur. Değilse ortada cezalandırmayı gerektirecek bir şey olmadığı halde cezalandırmaya kalkarsa bu zulüm olur. Böylece onlari sözü fasid olur.266 Tabersî, bunların hiçbirinin kendi mezheplerine muvafık olmadığını, onların mezheplerine göre, Peygamberler, nübüvvetten önce de sonra da büyük küçük günahlardan masum olduklarını söylemektedir. Şia’nın önemli müfessirlerinden olan Tûsî de aynı şeyleri söylemekle beraber, bu görüşlerin caiz olmadığını vurgulayarak ayet-i kerimede geçen “zenb” kelimesi ümmete ait olduğunu ifade etmektedir.267 Tabersî, yukardaki görüşlerin doğru olmadığını söyledikten sonra kendi mezhebinin konuyla ilgili görüşlerini şöyle aktarmaktadır: Birinci görüşe göre, ayet-i kerimenin manası şöyledir: Ümmetinin işlemiş oldukları günahlarını ve şefaatinle gelecek günahlarını bağışlaması içindir. Takdim ve Te'hir kelimelerinin kullanılması da zamana nisbetledir. Bu bir adamın başkasına, senin keçmiş ve gelecek suçunu bağışladım, söylemesine benzer. Ümmetinin suçunu bir ilişki sebebiyleHz. Peygambere izafe edilmesi de güzel oldu. Tabersî, ümmetten de kastedilenin Hz. Ali’nin taraftarları olduğunu şöyle açıklıyor: Mufaddıl İbn Amr Sâdık’tan şöyle rivayet etti: Bu ayet hakkında Sâdık’a sorulduğunda o şöyle dedi: Vallahi Hz. Peygamberin günahı olmaz, ancak Allah (c.c.), Hz. Ali’nin taraftarlarının geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamasını O’na nisbet etti. Tabersî başka bir rivayet naklediyor: Amr İbn Yezid babasına bu ayet hakkında sormuş da o şöyle demiştir: Hz. Peygamber günah işlemediği gibi, ona meyil de etmedi. Lakin Allah (c.c.), Şia’nın günahlarını ona atfetti ve sonra onları bağışladı. 266

Tabersî, a.g.e., Fetih, 48/2, c. 9, s. 139.

267

Muhammed İbn Hasan et-Tusi, et-Tibyan fi Tefsiri’l-Kur’an, Daru’t-Turasi’l-Arabiyy, c. 9, s. 314.

66


Görüldüğü gibi müfessirimiz vermiş olduğu rivayetlerle ümmetten kastedilenin Şi’a olduğunu vurgulamaktadır. Bundan sonra müellif ikinci görüşü aktarmaktadır. İkinci görüş ise şudur: Murtaza (k.s), burada geçen “zenb” kelimesinin masdar olduğunu, masdarın da faile muzaf olabildiği gibi mefule de muzaf olabileceğini söylemektedir. Burada da masdar mefule muzaf olmuştur. Yani, buradaki “zenb”, Mekkelilerin Hz. Peygamberi Mekke’ye girip Kabe’yi ziyaret etmesine engel olarak işledikleri günahı ifade eder. Bu görüşe göre, mağfiretin manası; Müşriklerin Hz. Peygamber hakkında vermiş oldukları hükmün zai ve nesh olunmasıdır. Yani Allah (c.c.) Hz. Peygambere şöyle demektedir : Mekke’nin fethiyle senden bunu kaldırıp, sana olan bu lekeyi örtecek. Sen de bundan sonra oraya gireceksin. Allah (c.c.) bunu, onun cihadına, fethi istemesine ve ona yönelmesine karşılık olarak verdi. Eğer buradaki “zenb”den kastedilen Hz. Peygamberin günahı olmuş olsaydı, Allah (c.c.), ‫ إﻧﺎ ﻓﺘﺤﻨﺎ ﻟﻚ ﻓﺘﺤﺎ ﻣﺒﯿﻨﺎ ﻟﯿﻐﻔﺮ ﻟﻚ ا ﷲ‬ayeti kerimesini buyurmazdı. Çünkü günahı affetmekle, fetih arasında bir bağlantı yoktur. Tabersî, ayet hakkında kendi mezhebinin benimsediği iki görüşü verdikten sonra şöyle diyor: Bununla ilgili başka görüşler de vardır. Mesela, mezkur ayetin manası, “eğer sende eski ve yeni günah olsaydı onu affederdik.” anlamında olduğunu benimseyenler olduğu gibi, buradaki “zenb”den kastedilenin “mendubun terk edildiğini” söyleyenler de var. Bu güzel bir görüştür. Çünkü bilinmektedir ki, Hz. Peygamber vacib olan emirlere muhalefet etmez. Başka bir görüşe göre de, ‫ ﻋﻔﺎ اﷲ ﻋﻨﻚ‬buyrulduğu gibi, burada da kastedilen, tazim ve güzel hitap içindir.268 Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki, o da Şia’nın genel görüşü olan birinci yorumun, Tabersî tarafından da aynen kabul edilmesidir. Yani, “zenb” fiilini faili Müslümanların hepsi değil de sadece Hz. Ali’nin taraftarlarıdır. Ayeti kerime bunların bağışlandığını ifade etmektedir. Bu yorum, aşırı bir mezhep taassubu içermektedir. Tabersî gibi büyük bir âlimin de kendini böyle bir taassuptan kurtaramadığı ve bunu aynen kabul ettiği görülmektedir.

268

Tabersî, a.g.e., Fetih, 48/2, c. 9, s. 140.

67


Tabersî’nin bir çok alanda alim olması, ayetleri yorumlarken mantıklı irtibatlar kurarak görüşünü ifade etmesiyle beraber, mezhep taassubu işin içine girince bütün bunların bir tarafa bırakıldığı görülmektedir. 1.2.1.4. Emrolunduğu Gibi Dosdoğru Olması Tabersî’nin de tefsirinde zikredildiği gibi, rivayetlere göre Hz. Peygambere en ağır gelen ayetlerden birisi de Hud suresinde yer alan aşağıdaki ayet-i kerimedir: “Öyleyse ey Resulüm, sen beraberinde olup tövbe edenlerle birlikte, sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et! Aşırı gitmeyin! Çünkü O, yaptığınız her şeyi görmekte olup işlerinizin karşılığını da size verecektir!”269 Tabersî, Hz. Peygamberin dosdoğru olması gereken hususların şunlar olduğunu zikretmektedir: Vaz, uyarı, emre itaat ve dua. “el-istikamet”in manası ise Kur’an-ı Kerim’de emrolunduğun gibi emrolunanları yapmak ve nehyolunanlardan uzak durmaktır. ‫وﻣﻦ ﺗﺎب ﻣﻌﻚ‬ ayetini de şöyle tefsir ediyor: İbn Abbas’dan rivayetle bunun manası şöyledir: Seninle beraber şirkten tövbe edenler emrolundukları gibi dosdoğru olsun! Yine denildi ki, bunun manası şöyledir: Kim Allah’a ve Resulüne dönerse dosdoğru olsun! Yine, ayetin manasının şöyle olduğunu söylemişlerdir: “sen edada doğru ol, onlar da kabulde!” 270 “Onun için sen durma, hakka dâvet et ve sana emredildiği tarzda dosdoğru ol, sakın onların keyiflerine uyma!”271 Tabersî bu ayetle ilgili fazla tefsir yapmadan şöyle diyor: Hz. Peygamberden dosdoğru olması istenilenler, Allah (c.c.)’ın emrlerini yerine yetirmek ve onun vecibeleriyle amel etmektir. Risaleti tebliğ etmede dosdoğru olması anlamına gelebileceğini deyenler de vardır. “onların keyiflerine uyma” yani tebliği terkederek onların keyiflerine uyma!272

269

Hûd, 11/112. Tabersî, a.g.e., Hud, 11/112, c, s. 262. 271 Şura, 42/15. 272 Tabersî, a.g.e., Şura, 42/15, c. 9, s. 31. 270

68


1.2.1.5. Allah (c.c.) Hakkında Yanlış Zanda Bulunmaması Peygamber Efendimizin tebliğ esnasında karşılaştığı bazı meşakkatler sebebiyle, Allah’ın kendisine vaad ettiği bazı şeylerden şüpheye düşmeye başladığı esnada: “Sakın, Allah’ın elçilerine verdiği sözden cayar, sanma! Çünkü Allah daima üstündür, öc alandır!”273 âyetinin inzâl edildiği; zâlimlerin yaptığı bütün kötülüklere rağmen herhangi bir ilâhî azaba uğratılmamaları sebebiyle fiillerinin yanlarına kâr kalacağı düşüncesi274 üzerine: “(Ey Muhammed), zalimlerin yaptığından Allah’ı gafil sanma, O, sadece onları, gözlerin dehşetten donup kalacağı bir güne erteliyor.” 275 “İnkâr edenlerin dünyada Allah’ın hükmünden kaçıp kurtulacaklarını sakın zannetme! Onların varacakları yer ateştir. Gerçekten ne kötü bir sondur bu!”276 âyetlerinin indirildiği ve böylece hem peygamberimizin tesellî edilip, hem de düşeceği bir hatadan kurtarıldığı anlatılmaktadır. Tabersî yukarıdaki ayetlerle ilgili, tefsirinde çok az söz söylemektedir. Müellifimiz tefsirinde kısaca şöyle diyor: “Allah’ın elçilerine verdiği sözden cayacağını sanma!” ayet-i kerimesinde geçen Allah’ın elçilerine vermiş olduğu vad, Allah (c.c.)’ın Peygamberlere kafirler üzerinde zafer kazanmalarını sağlamasıdır.277 Müellifimizin yine İbrahim suresinde geçen ayet-i kerimeni tefsir ederken de fazla bir şey söylemediğini görüyoruz. Şöyle tefsir yapıyor: “Allah’ın, zalimlerin yaptıklarından gafil olduğunu zannetme” ayet-i kerimesinden kastedilenin, zalimler için bir vaîd, mazlumlar için de tesellidir. Yani, zalimleri yaptıklarından dolayı Allah (c.c.)’ın onlara ceza vermeyi

273

İbrâhim 14/47. Ömer Faruk Demireşik, İtab Ayetleri Işığında Hz. Peygamberin Dindeki Yeri ve İsmeti, s. 70-71. 275 İbrâhim, 14/42. 276 Nûr, 24/57. 277 Tabersî, a.g.e., İbrahim, 14/47, c. 6, s. 74. 274

69


unuttuğunu zannetme. Bunun takdiri şöyledir: Allah (c.c.), zalimlerin yaptıklarının cezasını ve mazlumların da onlardan haklarını almayacağını zannetme!278 1.2.1.6. Müşriklerden Olmaması “Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, sakın onlardan seni hiç kimse vazgeçirmesin. Sen insanları Rabbine ibadet etmeye dâvet et ve sakın müşriklerden olma!” “Allah ile beraber başka hiçbir ilaha yalvarma! Ondan başka ilah yoktur. O’nun vechi (zatı) hariç, her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve hepiniz O’nun huzuruna götürüleceksiniz.”279 Hz. Peygamberin nübüvvetten önce de sonra da Allah (c.c.)’a şirk koşmadığı kesindir. Hatta çocukken bile putlardan nefret ettiği280 kaynaklarda geçmektedir. Bu açıdan bakıldığında

yukarıdaki

ayet-i

kerimelerden,

Hz.

Peygamberin

şirk

koşabileceği

anlaşılmamalıdır. Allah (c.c.), bu ayet-i kerimelerle, Hz. Peygambere, dini tebliğ etmede müşriklerin kendisine çok acılar çektireceğini, davasından döndürmek için, malî, insanî, manevi yönden her türlü çareye el atacaklarını bildirip bu kadar sıkıştırmalar karşısında davasından ödün vermemesi için önceden onu uyarmıştır. Tabersî, konuyla ilgili yine fazla yorum yapmamaktadır. Müellifimiz mezkur ayet-i kerimeyi şöyle tefsir yapıyor: “Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, sakın onlardan seni hiç kimse vazgeçirmesin.” Yani, Kafirler, isminin yücelmesi ve konumunun yükselmesi için, Kur’an ve din indirildikten sonra ona tabi olmaktan seni menetmesinler. “müşriklerden olma!” yani, müşriklere meyledip onların tuttukları yola rıza gösterme ve onlardan kimseni dost edinme! Diğer ayet-i kerimeni de tefsir ederken de fazla tefsir yapmamakta, “Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarma!” ayetinden kastedilenin, Allah (c.c.)’tan başkasına ibadet etmemesi, aynı zamanda ihtiyaçlarını ondan başkasından istememesi anlamında olduğunu söylemektedir.281 Yukarıdaki ayet-i kerimelerin bir benzeri yine Hud suresinde şöyle geçmektedir: 278

Tabersî, a.g.e., İbrhahim, 14/42, c. 6, s. 68. Kasas, 28/87-88. 280 İbn-i Hişâm, es-Sîretu’n-Nebeviyye, c. 1, s. 182. 281 Tabersî, a.g.e., Kasas, 28/87, c. 8, s. 367. 279

70


“Halbuki sana da, senden önceki peygamberlere de şu gerçek vahyolunmuştur ki: İyi dikkat et! Şirke düşersen yaptığın bütün makbul işler boşa gider ve sen âhirette kaybedenlerden olursun!”282 Tabersî, şöyle tefsir yapıyor: “Şirke düşersen yaptığın bütün makbul işler boşa gider ve sen âhirette kaybedenlerden olursun!” İbn Abbas şöyle dedi: Bu ayet-i kerime, Hz. Peygamberi terbiye, ondan başkalarını da tehdid etmek anlamındadır. Çünkü Allah (c.c.), Hz. Peygamberi şirk koşmaktan ve kafirlere karşı yumuşak olmaktan korumuştur. Bu ayet-i kerimede vaîd ehlinin283 savunduğu “ihbat”ın284 doğru olduğuna delil yoktur.285 Görüldüğü gibi Tabersî burada Mutezilenin görüşünü reddetmektedir.

1.2.1.7. Duha Suresindeki Dalâletin Manası Peygamberlerin

çocukluklarından

itibaren

Allah’a

şirk

koşmadıkları,

kâfir

olmadıkları şüphe götürmez bir esastır.286 Hz. Peygamber de, peygamber olarak gönderilmeden önce puta tapmadığı gibi onlara kalben bile meyletmemiştir.287 Bununla birlikte Duha suresinde ‫“ ووﺟﺪك ﺿﺎﻻ ﻓﮭﺪى‬seni şaşırmış (dalâlette) bulup da yol göstermedi mi?” ayeti hakkında bazıları, Hz. Peygamber daha önce sapıklık içinde olduğunu söyleyerek haddi aşmışlardır. 288 Ayet-i kerimede geçen “dallen” kelimesi hakkında Ebussud Efendi şöyle diyor: Allah (c.c.)’ın “Sen kitapdan habersizdin” buyrulduğu gibi, burada da kastedilenin Hz. Peygamber’in Şeriat konusunda habersiz oluşudur.289

282

Zümer, 39/65. Mutezileyi kastediyor. 284 İhbat: Müslüman olan bir kişinin, dinden dönüp mürted olması halinde, daha önce kazandığı sevapların boşa gitmesi demektir. 285 Tabersî, a.g.e., Zümer, 39/65, c. 8, s. 320. 286 Fahreddin er-Râzî, İsmetu’l-Enbiyâ, Kahire : Mektebetü's-Sekâfeti'd-Diniyye, 1986. s. 5 287 Amcası ile Şam’a yapmış olduğu seyahat esnasında karşılaştıkları Bahira’ya söylediği sözler de bunu göstermektedir. (İbn-i Hişâm, es-Sîretu’n-Nebeviyye, c. 1, s. 182.) 288 Fahreddin er-Râzî, İsmetu’l-Enbiyâ, s. 128. 289 Ebussuud, a.g.e., c.9, s. 171. 283

71


“fehedâ” kelimesini de Ebussud Efendi şöyle yorumluyor: Seni, sana apaçık kitapta vahyettiğimiz şeriatın kaynağına ilettik.290 Tababaî, “dalal” kelimesiyle ilgili şöyle diyor: “Dalal”den murad, hidayetin olmamasıdır. Yani, Allah (c.c.)’ın hidayetini varsaymasak, Hz. Peygamberin kendi halinde şaşkın olduğu, kendisinin ve başkalarının rehberi sadece Allah (c.c.) olduğu bildirilmektedir. Tababaî “dalalet”in, “unutmak” manasına da gelebileceğini ifade etmektedir.291 Ayetle ilgili Tabersî, şu görüşleri aktarıyor: 1. Hz. Peygamber, nübüvvet ve şeriattan gafil idi. Allah (c.c.) ona nübüvveti ve şeriatı vererek doğru yola iletti. Bu Hasan, Dahhak ve Cübbaiden gelen rivayettir. Bunun bir benzeri de şu ayet-i kerimedir. “Kitabın ve imanın ne olduğunu bilmiyordun.” 292 “Bundan senin daha önce bir haberin yoktu” buna göre “dalal”ın mansı, bilginin gitmesidir, unutmaktır. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Biri unutunca diğeri hatırlatsın.293” 2. Gelir elde etmeyip de, şaşkın durumda buldu da seni gelirin kaynağına iletti. Nitekim bir adam kazanç yolunu bulamazsa, nereye gedeceği ve nerden gelir elde edebileceğini bilemedi, denir. Bu görüş Müslim’in görüşüdür. Hadisi şerifte şöyle buyrulmaktadır: Ben korkuyla yardım edildim ve rızkım da kılınç gölgesi altında kılındı. Yani cihatta. 3.Sen gerçeği bilmiyordun. Aklı tamamlamakla, deliller ve lütuflarla seni hidayete erdirdi. Taki müşrik kavminin arasında Allah (c.c.)’ı sıfatlarıyla bildin. Bu da Allah (c.c.)’ın sana olan bir nimetidir. 4.

Hz. Peygamber Mekke’de kayboldu da Allah (c.c.) onu dedesine iletti. Rivayet

290

Ebussuud, a.g.e., c. 9, s. 171. Tababaî, el-Mîzan fi Tefsîri’l-Kur’an, c. 20, s. 354. 292 Şura, 43/52. 293 Bakara, 2/282. 291

72


edildi ki, Hz. Peygamber küçükken Mekke yakınlığında kayboldu. Ebu Cehl onu görüp dedesine iletti. Bu sebeple Allah (c.c.) Hz. Peygambere böylece minnet koyuyor. Çünkü onu dedesine düşmanın eliyle iletti. Bu görüş de İbn Abbas’a aittir. 5. Halime, bir müddet Hz. Peygamberi emzirdi. Emzirme hakkı geçince onu dedesine vermek istedi. Hz. Peygamberle Mekke’nin yakınlığına kadar geldiler. Bu arada Hz. Peygamber kayboldu. O da heyecanla onu istedi. O şöyle diyordu: Eğer onu bulamzasam kendimi yüksek bir yerden atacağım. Muhammed! Diye bağırarak Mekke’ye girdi. Halime, Mekke’ye girince asasına dayanmış bir ihtiyar gördü. İhtiyar, kadının üzüntüsünün sebebini sorunca Halime durumu anlattı. O da, ağlama dedi. Onu sana geri getirecek olan birini ben sana gösterebilirim, dedi ve en büyük putları olan Hübel’i işaret etti. Sonra Kabe’ye girip Hübel’i tavaf etti ve onun başından öptü. Sonra şöyle dedi: Ey Efendim! Senin ihsanların büyüktür. Lütfen bu Sa’d kabilesinden olan bu kadına Muhammed’in yerini bildir. Bunun üzerine Muhammed’in ismi telaffuz edilince putlar düşmeye başladı ve bir ses işitildi: Bizim helakımız Muhammed’in eliyle olacaktır. Bunun üzerine adam dişleri bir birine deydiği halde dışarı çıktı. Kadın da Abdulmuttalibe gidip durumu ona bildirdi. Abdulmuttalib Kabe’ye gelip tavaf etti ve Allah’a dua etti. Bunun üzerine yine bir ses duyuldu ve Muhammed’in yeri gösterildi. Abdulmuttalib oraya doğru yöneldi. Yolda Varaka İbn Nevfel’le karşılaştı. İkisi beraber yürürken Hz. Peygamber’i bir ağacın altında durup onun dallarını kendine çekip onun yapraklarıyla oynar buldular. Abdulmuttalib şöyle dedi: Canım sana feda olsun. Ve onu alıp Mekke’ye götürdü. 6. Hz. Peygamber bir gün amcasıyla Hatice’nin hizmetçisi Meysere’nin kafilesinde yolda giderken Şeytan gelip Hz. Peygamberin devesinin yularından tutup yoldan saptırıyor. Bunun üzerine Cebrail (as) gelerek onu tekrar doğru yola iletiyor. 7. Allah (c.c.), seni, senin değerini bilmeyen bir toplum içinde şaşkın olarak buldu da, onlara seni tanıtarak senin doğruluğunu tasdik ettirdi. Yani sen, bilinip tanınmıyor olduğun halde, Allah (c.c) seni insanlara tanıttı. 294 Tabersî, ayetle ilgili söylenen sözleri yukarıdaki şekilde aktarmakla yetiniyor.

294

Tabersî, a.g.e., Duha, 93/7, c. 10, s. 776.

73


Böylece Tabersî, vermiş olduğu bu görüşlerin hepsinin doğru olabileceğini söylemek ister gibidir. Çünkü müfessirimiz bu gibi durumlarda katılmadığı bir görüş olursa onu hemen ifade eder.295

1.2.1.8. Asıl Hidâyet Verenin Allah (c.c.) Olduğu “Onları hak yola getirmek senin görevin değil, lâkin Allah’tır ki dilediğini doğru yola getirir. Hayır olarak yaptığınız her harcama sadece kendiniz içindir. Zaten siz Allah rızasını aramaktan başka bir gaye ile infak etmezsiniz. İşlediğiniz her hayrın mükâfatı size tamamen verilir ve sizin hakkınız yenmez.”296 Rivâyetlere göre, Hz. Ebu Bekr’in kızı Esmâ’ya bir gün annesi Nüfeyle ve nenesi gelip ondan, yardım olarak kendilerine bir şeyler vermesini istemişlerdi. İkisi de müşrik idiler. Bu yüzden Esmâ, onlara bir şey vermeyip: “-Allah’ın Rasûlü’ne sormadan size bir şey vermeyeceğim. Çünkü siz benim dinim üzere değilsiniz.” dedi. Gelip Hz. Peygamber (s.a.v)’e, onlara yardım olarak bir şey verip veremeyeceğini sordu da, Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi ve Hz. Peygamber (s.a.v) Esmâ’ya, onlara tasaddukta bulunmasını emretti”.297 İbn Abbâs’tan gelen başka bir rivayette ise o şöyle anlatıyor: Ensar’dan bazılarının Kurayza ve Nadîr oğullarından akrabaları vardı ve onlara sadaka vermek istemezler, onlara sadaka vermek için müslüman olmalarını isterlerdi. İşte bunun üzerine “Onları hidâyete erdirmek senin üzerine borç değil. Ancak Allah hidayet-i kime dilerse ona verir.” âyeti nâzil oldu.298 Süleyman Ateş, yukarıdaki rivayetlerin uydurma olduğunu, bu ayetten asıl kastedilenin, kim olursa olsun, ister Müslüman, ister de gayri Müslim olsun, onlara sadaka

295

Tabersî, a.g.e., Feth, 48/2, c. 9, s. 139; Nisa, 4/159, c. 3, s. 85-86. Bakara, 2/272. 297 Tabersî, a.g.e., Bakara, 2/272, c.2, s. 155; Fahruddin Razi, Tefsiru’l-Kebir, trc. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, vb., Ankara: Akçağ Yay., 1989, c. 5, s. 534. 298 Tabersî, a.g.e., c. 3, s. 63. 296

74


verilebileceğini bildirmektir.299 Tabersî de bu ayetten yola çıkarak gayri Müslimlere sadaka verilebileceğini söylemektedir. Tabersî söz konusu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir ediyor: ‫( ﻟﯿﺲ ﻋﻠﯿﻚ ھﺪاھﻢ‬Onları hak yola getirmek senin görevin değil!) Ayet-i kerimesiyle ilgili birkaç görüş söylenmiştir. İbn Abbas ve Said İbn Cübeyirden rivayetle denildi ki, bunun manası şöyledir: Onlara sadaka vermemekle onları iman etmeye çekerek hidayete getirmek senin vazifen değildir. Buna benzer başka bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Şimdi sen mi, insanlar imana gelsinler diye zorlayacaksın.”(Yunus, 10/99). Yukarıda da zikredildiği gibi müellifimiz, ayetle ilgili birinci görüşü verdikten sonra, bu görüşe göre, gayri Müslimlere sadaka vermenin mübah olduğu neticesi ortaya çıkacağını söylüyor. Daha sonra müfessirimiz ayetle ilgili ikinci görüşü aktarmaktadır: Hasan ve Ebi Ali el-Cübbai’den nakille, “Onları hak yola getirmek senin görevin değil” ayetinin manası, iyilik ve hayır yolunda onları nafaka vermeye teşvik etmek senin vazifen değildir. Müellifimiz, Hz. Peygamber’in vazifesinin sadece imana davet etmek olduğunu şöyle açıklıyor: Allah, (c.c.) Hz. Peygamber’e şöyle diyor: Senin vazifen, onlara iman etmeyin yolunu göstermendir. Tabersî, bunun Hz. Peygamber için bir teselli olduğunu söylüyor. Çünkü diyor: Hz. Peygamber, onların imanı terk etmeleri dolayısıyla çok üzülüyordu. Üçüncü görüşe göre de ayetin manası şöyledir: Sen davet ve tebliğ ettikten sonra onları hidayete erdirmen senin vazifen değildir. Senin vazifen sadece tebliğ etmektir.300 Yakınları bile olsa Hz. Peygamberin hidayete erdiremeyeceğini bildiren ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Sen dilediğin kimseyi doğru yola eriştiremezsin! Lâkin ancak Allah dilediğini doğruya hidâyet eder. O, hidâyete gelecek olanları pek iyi bilir.”301 Kur’an-ı Kerim’in, Hz. Peygamberin kendi yazmış olduğu bir eser olmadığının pek çok kanıtı vardır. Yukarıda vermiş olduğumuz ayet-i kerime de bunlardan bir tanesidir. Hz. 299

Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’nı Çağdaş Tefsiri, İstanbul: Yeni Ufuklar Nşr., t.y., c. 1, s. 474. Tabersî, a.g.e., Bakara, 2/272, c. 2, s. 156. 301 Kasas, 28/56. 300

75


Peygamber çok sevdiği amcası Ebu Talib, çocuklarının çok olmasının yanı sıra iktisadi durumu da pek iyi olmadığı halde, anadan, babadan yetim kalan Hz. Peygamberi himaye ettiği gibi, Peygamberimize Peygamberlik verildikten sonra da onun davasında yardımını esirgememiştir. Bu kadar kendisine yakın olan amcasının iman etmesini çok arzu ettiği halde bu olmamıştır. Neticede Allah’ın dilediği olmuştur. Eğer Hz. Peygamber Allah (c.c.) tarafından gönderilmemiş olsaydı, neden sevgili amcasının iman etmediğini bildirsin veya buna razı olsun? Neden durup dururken böyle bir problem çıkarsın ve sonra da bunun üzüntüsünü yaşasın? Tabersî, yukarıdaki ayet-i kerimenin tefsir ederken sebebi nüzul bölümünde bu konuda farklı yorum getirmektedir. Şöyle diyor: Denildi ki, Hz. Peygamber, amcası Ebu Talib’in Müslüman olmasını çok istiyordu. Bunun üzerine, ‫ إﻧﻚ ﻻ ﺗﮭﺪى ﻣﻦ إﺣﺒﺒﺖ‬ayet-i kerimesi indirildi. Yine amcası Hamza’nın katili olan Vahşi’nin iman etmesini arzu etmemesi üzerine, ‫ﯾﺎ ﻋﺒﺎدي‬

‫( اﻟﺬﯾﻦ إﺳﺮﻓﻮا ﻋﻠﻰ أﻧﻔﺴﮭﻢ ﻻﺗﻘﻨﻄﻮا ﻣﻦ رﺣﻤﺔ اﷲ‬Zümer, 39/53) ayet-i kerimesi inzal oldu.302 Neticede Ebu Talib iman etmeden öldüğü halde Vahşi İslam dinin kabul etti. Tabersî yukarıdaki bilgileri aktardıktan sonra yukarıdaki görüşü kabul etmeyip, Ebu Talib’in Müslüman olarak öldüğünü şu şekilde izah ediyor: “Sizin de gördüğünüz gibi burada bir problem var. Nitekim Hz. Peygamber, emir ve nehiylerde Allah (c.c.)’a karşı gelmediği gibi bu konuda da karşı çıkmayı caiz değildir. Eğer Allah (c.c.), birilerinin iddia ettiği gibi Ebu Talib’in iman etmeyip küfür üzere ölmesini istemiş olsaydı ve Hz. Peygamber de onun imanlı ölmesini isteseydi o zaman Allah (c.c.) ile Hz. Peygamber arasında bir ihtilaf olurdu. Onların görüşüne göre sanki Allah (c.c.) şöyle diyor: Ey Muhammed! Sana yardım edip, seni seven amcan Ebu Talib’in iman etmesini istemeyip, imanı onda yaratmadığım halde, sen onun iman etmesini istiyorsun. Amcan Hamza’nın katili Vahşinin kalbinde imanı yaratıp, onun iman etmesini istediğim halde, sen onun iman etmesini istemiyorsun.” 303

302

Zümer suresinin sebebi nüzulü hakkında kaynaklarda şu da geçmektedir: İbn Abbas’tan rivayete göre şirk ehlinden, bir çok kişiyi öldürmüş, çok zina yapmış bazı kimseler Muhammed (s.a.v.)’e geldiler. ve: “Senin söylediklerin ve kendisine çağırdığın şey güzel. Keşke bizim yapmış olduğumuz günahların bir kefareti olduğunu bize haber verebilsen.” Dediler de “Onlar ki Allah ile beraber başka bir tanrıya tapmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler..”(Furkan, 25/68) ve “De ki: “Ey kendi nefislerine karşı ölçüyü aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin…” ayet-i kerimeleri nazil oldu. (Buhari, Tefsiri’l-Kur’an, 39/1) 303 Tabersî, a.g.e., c. 7, s. 355.

76


Tabersî’nin yukarıdaki yorumu çok gariptir. Çünkü Hz. Peygamberin iradesiyle Allah’ın iradesi bazen bir birine ters olabilmektedir. Nitekim Bedr esirleriyle ilgili Hz. Peygamberin vermiş olduğu karar, Allah (c.c.)’ın istemediği bir karardı. Ya da Yunus (a.s.)’ın izinsiz tebliğ yerini terk etmesi, Allah (c.c.)’ın istemediği bir durumdu. Görüldüğü gibi her iki örnekte olduğu gibi, Allah (c.c.)’la göndermiş olduğu peygamberler arasında bazen irade zıddiyeti olabiliyor. Ama bu gibi durumlarda peygamberler uyarılmaktadır. Müfessirimiz sebebi nüzul bölümünde bu yorumu yaptıktan sonra “mana” bölümünde ayet-i kerimede zikredilen “hidayet” kelimesini şöyle açıklıyor: Ayet-i kerimede geçen “hidayet” iman anlamındadır. Davet ve açıklama anlamında “hidayet” de Hz. Peygambere izafe edilmiştir. Ayet-i kerimede bu manada şöyle buyrulmaktadır: ‫وإﻧﻚ ﻟﺘﮭﺪي إﻟﻰ ﺻﺮاط ﻣﺴﺘﻘﯿﻢ‬304 Tabersî, iki anlama gelen hidayetten bahsediyor. İman anlamına gelen hidayeti Allah (c.c.)’a nisbet ederken, davet ve açıklama anlamında olan hidayeti de Hz. Peygambere nisbet etmektedir. Netice olarak, mezkur ayet-i kerimede zikredilen “hidayet” ten kastedilenin “iman” olduğunu ifade etmektedir. 1.2.1.9. Kafirlerin İnkar Etmelerine Üzülmemesi Hz. Peygamber, ümmetine merhametinden dolayı, davet ettiği kimselerin kendisini kabul etmedikleri zaman onlara çok üzülüyordu. Bunun üzerine Allah (c.c.), Hz. Peygamberi bu konuda uyararak, O’nun görevinin sadece tebliğ etmek olduğunu hatırlatmıştır. İşte aşağıdaki ayet-i kerimeler buna dair misallerdir: “Eğer yüz çevirirlerse bilesin ki, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır.”305 Tabersî, yukarıda geçen ayet-i kerimeyi şöyle tefsir ediyor: Eğer kâfirler senin davetinden yüz çevirirlerse, bilmiş ol ki, çobanın, ayrılmasınlar diye sürüsünün başında durduğu gibi, senin davetini kabul etsinler diye onların üzerlerine bekçi gönderilmedin. Yani, sen onların yüz çevirmelerinden dolayı üzülme! Sen sadece onlara açıkla!306

304

Tabesî, a.g.e., c. 7, s. 354. Şura, 42/48. 306 Tabersî, a.g.e., Şura, 42/48, c. 9, s. 44. 305

77


Hz. Peygamberin davetini kabul etmemelerine göre üzüldüğünü ifade eden bir başka ayet-i kerime ise şudur: “İnkara koşanlar seni üzmesin. Onlar Allah’a hiçbir zaman zarar veremezler. Allah onlara ahirette hiçbir nasip koymamak istiyor. Onlar için büyük bir azab vardır.”307 Tabersî, bu ayetle de ilgili fazla bir şey söylememekle beraber, inkara koşanların, Mücahit ve İbn İshak’tan gelen rivayetle münafıklar olabileceği gibi, Cübbâi’nin görüşüne göre de İslam’dan dönen bir grup Araplar olabileceğini söylemektedir. Bundan sonra da müellifimiz, onların iman etmemelerinin Hz. Peygambere ağır geldiğini, bu âyetin ona teselli için indirildiğini söylüyor.308 Bu ayetle ilgili Tabesî’nin yapmış olduğu tefsir, genel olarak diğer müfessirlerden pek az farkı vardır.309 Yine iman etmeyen kavmi için Hz. Peygamberin üzüntüsünün çok şiddetli olduğunu aşağıdaki ayet-i kerimden anlamak mümkündür: “Demek ki sen, onlar bu söze inanmıyor diye üzüntüden neredeyse kendini helak edeceksin!”310 Tabersî, ayet-i kerimede geçen, ‫ ﺑﺎﺧﻊ‬kelimesini, kendini öldürmek, helak etmek anlamında olduğunu söyledikten sonra, ‫ آﺛﺎرھﻢ‬kelimesi hakkında şu iki görüşü veriyor: Denildi ki, onlar öldükten sonra, Hz. Peygamber’in onlara olan şefkatinden dolayı onların adına üzülmüştür. İkinci görüşe göre de Hz. Peygamberin üzüntüsün sebebi, onların kendisinden yüz çevirmeleri olmuştur. Bunu söyledikten sonra Tabersî, Hz. Peygamberin, onların Müslüman olmaları için kendini helak edecek seviyede çok hırslı ve iştiyaklı olmasından dolayı Allah (c.c.) tarafından itab edildiğini söylemektedir.311

307

Al-i İmran, 3/176. Tabersî, a.g.e., Al-i İmran, 3/176, c. 2, s. 348. 309 Tababai, a.g.e., c.4, s. 80. Sabuni, a.g.e., c.1, s. 244. 310 Kehf, 18/6. 311 Tabersî, a.g.e., Kehf, 18/6. 308

78


Tabersî, her ne kadar Hz. Peygambere itab edildiğini ifade etse de, bu itabın sebebinin Peygamberimizin bir suçundan dolayı olduğunu kastetmemektedir. Çünkü Tabersî, tefsirinde zaman zaman Hz. Peygamberin küçük ve büyük bütün günahlardan münezzeh olduğunu söylemektedir.312 O zaman Tabersî’nin buradan kastettiği, kendisinin de diğer ayet-i kerimeleri tefsir ederken ifade ettiği gibi, Hz. Peygamber yaptığı bir suçtan dolayı değil de, iyiyi terk veya Allah’ın istemediği mübah bir işi yaptığından dolayı itab edilmesidir. Bu ayetle ilgili Tabersî’nin yapmış olduğu yorum, diğer Şia müfessirleri ile ehli sünnet müfessirlerinin yapmış olduğu yorumdan farksızdır. Bu ayet Hz. Peygamberin kavminin küfürde inat etmelerine dayanamayıp manen azap çekmesine karşılık, teselli mahiyeti taşımaktadır.313 Yukarıdaki ayet-i kerimelerin bir benzeri de Yasin suresinde şöyle geçmektedir: “Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz.”314 Bu ayetle ilgili müfessirimiz, Peygamberimizi üzen şeyin onların Peygamberimizi yalanlamaları olduğunu söylemekle yetiniyor.315

Yine Şuara suresinde bu konuyla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Herhalde sen, inanmıyorlar diye nerdeyse kendini helak edeceksin! Dilesek onların üzerine gökten bir mu’cize indiririz de boyunları ona eğilir. (inanırlar)”316 Müfessirimiz, Hz. Peygamber, onların Müslüman olmamaları ve küfür üzere devam etmelerine üzülmesine karşılık bu ayet-i kerimenin bir teselli mahiyetinde olduğunu söylemekte ve fazla tefsir yapmamaktadır.317

312

Tabersî, a.g.e., Bakara, 2/128, c. 1, s. 308. Tababai, el-Mizan fi Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut: Müessesetü’l-Alemi, 1991, c. 13, s. 237; Sabuni, Safvetü’tTefasir, c. 2, s. 183; el-Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, c. 3, s. 151; Süleyman Ateş, a.g.e., c. 5, s. 285. 314 Yasin, 36/76. 315 Tabersî, a.g.e., Yasin, 36/76, c.8, s.222. 316 Şuara, 26/3-4. 317 Tabersî, a.g.e., Şuara, 26/3-4, c. 7, s. 254. 313

79


1.2.1.10. Müşriklere Dua Etmemesi

“Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir.”318 Bu âyet-i kerimelerin nüzûl sebebinde muhtelif rivayetler vardır: Ebu Talib’in ölüm hastalığında Peygamber Efendimiz onun yanına girdi. Ebu Talib’in yanında Ebu Cehl ve Abdullah ibn Ebî Ümeyye de vardı. Allah’ın Rasûlü: “-Ey amca, insanların benim üzerimde hakkı en büyük olanı sensin, insanların bana en çok ihsanda bulunanı sensin, senin üzerimdeki hakkın babamın üzerimdeki hakkından daha büyüktür.319 Ey amca, lâ ilâhe illallah kelimesini söyle ki, Allah katında senin için bir delile sahip olayım.” dedi. Ebu Cehl ve Abdullah ibn Ebî Ümeyye de: “-Ey Ebu Talib, Abdülmuttalib’in dininden yüz mü çevireceksin?” dediler ve böyle söylemeye devam ettiler. Nihayet Ebu Talib’in söylediği son sözü: “-Abdülmuttalib’in dini üzere.” demek oldu. Hz. Peygamber (s.a.v): “-Sana mağfiret dilemekten menolunmadığım sürece senin için mutlaka mağfiret dileyeceğim.” buyurdu ve “Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir.” âyet-i kerimesi320 ile “Muhakkak ki sen, her sevdiğini hidayete erdiremezsin...”321 âyeti nazil oldu.322 Abdullah ibn Mes’ûd’dan gelen bir rivayete göre, Peygamber Efendimizin istiğfarda bulunduğu şahıs, amcası değil; annesidir. O şöyle anlatıyor:

318

Tövbe, 9/113-114. Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI,31. 320 Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân, 9/16. 321 Kasas, 28/56. 322 Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân, 28/1; Müslim, İman, 39; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V,433. 319

80


Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v) kabristana çıktı, biz de peşinden gittik. Kabirlerden birinin başına oturdu, uzun uzun dua edip münâcatta bulundu, sonra ağladı, onun ağlamasına biz de ağladık, sonra kalktı. Ömer ibn Hattâb kalkıp ona doğru gitti. Önce onu, sonra bizi yanına çağırdı ve: “-Sizi ağlatan nedir, neden ağladınız?” diye sordu. Biz: “-Senin ağlamana ağladık.” dedik. “-Yanına oturduğum kabir (annem) Amine’nin kabriydi. Onu ziyaret için Rabbimden izin istedim, bunun için bana izin verdi. Rabbimden onun (annem) için dua etmek üzere izin istedim, bunun için bana izin vermedi ve bana “Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir.” âyetini indirdi ve işte bunun üzerine bir çocuğun annesine olan acıması beni tuttu da (onun için ağladım.) Size kabirleri ziyareti yasaklamıştım. Şimdi onları ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır.” buyurdular.323 Tirmizî’nin Hz. Ali’den rivayet ettiği ise başka insanların, müşrik yakınları için istiğfar talepleri ile ilgilidir.324 Müellifimiz, ayetin manasını şöyle açıklıyor: Akrabaları bile olsa cehennemde kalacakları belli olup da Allah (c.c.)’a şirk koşanlar için istiğfarda bulunmak Peygambere ve Müslümanlara yakışmaz. Tabersî, daha sonra Hasan’ın tefsirinden şunu aktarmaktadır. Müslümanlar Hz. Peygambere gelip, “cahiliye zamanı ölen babalarımız için istiğfarda bulunmayacak mısın?” diye talepte bulunduklarında bu ayet-i kerime inzal oldu ve ne Peygambere ne de mümine kafir için dua etmesinin gerekmeyeceği açıklandı. ‫ﻣﺎ ﻛﺎن‬

‫ﻟﻨﺒﻲ‬olarak buyrulması, ‫ ﻻ ﯾﻨﺒﻐﻰ ﻟﻨﺒﻲ‬olarak buyrulmasından daha beliğdir. Çünkü birinci ifade bu davranışın çirkinkliğine ve hikmetin onu menetmesi gerektiğine delalet eder. Eğer “la yanbaği” deseydi hikmetin onu menettiğine delalet etmez, sadece onu tercih etmemesi gerektiğine delalet ederdi. Yani, her ne kadar yakınlık duygusu, bağışlama şefkati, onların bağışlanması için dua etmeye sevketse de, onların büyük bir azaba düçar olacakları ortaya

323 324

İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c. 4, s: 159. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 9/16.

81


çıktıktan sonra Allah (c.c.), ne dininde, ne de hükmünde müminlerin, müşrikler hakkında af dilemelerini doğru bulmuştur.

325

1. 2. 2. İnsanlarla İlişkileri Bakımından İtab Edilişi Allah (c.c.), Peygamberini insanlar içinden seçmiş ve âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Onun birinci vazifesi, almış olduğu vahyi, Allah’ın emrettiği şekilde insanlara ulaştırmaktır. Bu vazifeyi taşımak üzere kendisine engin bir sabır, derin bir tevekkül ve teslimiyet yanında insanlara karşı da müşfik ve merhamet dolu bir tabiat bahşetmiştir. O, bu rahmet ve şefkat duyguları sebebiyle; kâfir ve münâfıkların küfür üzre devam etmelerinden müteessir olmuş, kendisine ne kadar zulmederlerse etsinler insanların hidâyete ermesiyle eski defterleri kapatmış ve bir mümin kardeş olarak onları bağrına basmıştır. Kur’ân, Peygamber Efendimiz ahlâkını ilmek ilmek dokumuş ve güzel ahlakla tezyin edildiğini bildirerek, Peygamberi bir üsve-i hasene olarak takdim etmiştir. Bu hususta Peygamber Efendimiz, insanlara karşı afv ve kolaylık yolunu tutmalı, iyiliği emredip, cahillere aldırış etmemelidir.326 Kötülüğü en güzel şekilde savmalı327, iyilik yapamadığı zamanlarda da en azından güzel söz söylemelidir.328 Ama insanlar, mümin de olsa zaaflara sahip varlıklardır. Eğer Allah’ın sıyanet ve muhafazası olmasa ve Peygamber Efendimiz bir çok işte insanlara329 (hatta müminlere330) tâbî olmuş olsaydı, bir çok meşakkat ve musîbetlere dûçâr olabilirdi. 331 Bunun içindir ki, bazen Peygamberimiz insanların isteğiyle hareket etmek istemiş ama bu ilahi murada uygun olmadığından Allah (c.c.) tarafından uyarılmıştır. İşte bu gibi hadiselere bahis mövzusu olan ayet-i kerimeler aşağıda başlıklar halinde verilecektir:

325 326

Tabersî, a.g.e., Tövbe, 9/113, c. 5, s. 96. A’raf, 7/199.

327

Fussilet, 41/34.

328

İsrâ, 17/28.

329

En’âm, 6/116.

330

Hucurât, 49/7.

331

Hucurât, 49/7.

82


1.2.2.1. Mü’minlerle İlişkileri Bakımından İtab Peygamber Efendimizi ilahi itaba muhatab kılan gayri muslimler olduğu gibi bazen mü’minler de olmuşlardır. 1.2.2.1.1. Tahrim Meselesi Peygamberimizin aile hayatının ilk bölümü Mekke’de ve uzun yıllar boyunca tek zevce ile devam etmişken, Hatice vâlidemizin vefatından sonra ve Medine döneminde çok evlilik yılları bulunmaktadır. Peygamber Efendimizin çok evlilik sebeb ve hikmetleri başlı başına bir mevzu olduğu ve konumuzla pek alakalı olmadığı için bu evlilik içerisinde ortaya çıkmış bir olaya ve bu hususta nâzil olan itab âyetlerine göz atmakla yetiniyoruz: “Ey Peygamber! Niçin eşlerini memnun etmek için sen kendini sıkıntıya sokup Allah’ın sana helâl kıldığı şeyleri nefsine âdeta haram kılıyor, kendini onlardan mahrum bırakıyorsun? Bilirsin ki Allah gafûrdur, rahîmdir.” “Allah gerektiğinde yeminlerinizi çözmek için keffaret yolunu göstermiştir. Allah sizin yardımcınızdır, sahibinizdir. O her şeyi mükemmelen bilen, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” “Hani bir ara Peygamber, eşlerinden birine sır olarak bir söz söylemişti. 332 Fakat o bunu kumalarından birine haber verince, Allah da bu durumu elçisine bildirdi. O da eşine söylediğinin bir kısmını bildirip, bir kısmından ise vazgeçmişti. Peygamber, o eşine bu sûretle anlatınca o hayret ederek: “Bunu sana kim bildirdi?” dedi. Peygamber de: “Her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah, bana haber verdi.” diye cevap verdi.”333

332

Gizli sözün ne olduğu ve kime söylendiği hakta ihtilaf edilmiştir. Buna rağmen bu sözün Hz. Hafsaya

söylendiği konusunda müfessirler ittifak etmişlerdir. (Suat Yıldırım, Kur’an-ı Hakim ve açıklamalı Mealı, Tahrim, 66/1.) 333

Tahrîm, 66/1-3.

83


Tahrîm olayı olarak bilinen ve aynı zamanda bir sûrenin334 de adı olan bu hâdise hakkındaki rivâyetler, şöyle hulâsa edilebilir: İbn Abbâs bu olayı şöyle anlatıyor: Ben, Hz. Ömer’e: “-Allah Tealâ’nın haklarında “Eğer her ikiniz de Allah’a tevbe ederseniz gerçekten kaymış olan kalbleriniz düzelmiş olur...” buyurduğu iki kadın kimdir?” diye sordum. “-Onlar Âişe ve Hafsa’dır.” deyip, şöyle devam etti: “Sözün başlangıcı İbrahim’in kıbtî olan annesi hakkındaydı. Hz. Peygamber (s.a.v), Hafsa’nın sırası olduğu günde onun odasında İbrahim’in annesiyle temasta bulunmuştu. Hafsa onları kendi odasında o şekilde bulunca: “-Ey Allah’ın elçisi, benim günümde, benim nöbetimde ve benim yatağımda ha? Eşlerinden hiçbirine yapmadığın bir şeyi (bir kötülüğü) bana yaptın.” dedi. Rasûlullah (s.a.v): “-İstemez misin ki ben onu kendime haram kılayım da bir daha ona hiç yaklaşmıyayım.” buyurdu. Hafsa’nın: “-Evet, isterim.” söylemesiyle de Hz. Peygamber onu (cariyesini) kendine haram kıldı ve: “-Bunu başka birisine sakın söyleme.” buyurdu. Ancak Hafsa bu sırrı saklayamayıp Hz. Âişe’ye söyledi de Allah Tealâ onun, bu sırrı açığa vurduğunu bildirdi ve: “Ey Peygamber! Niçin eşlerini memnun etmek için sen kendini sıkıntıya sokup Allah’ın sana helâl kıldığı şeyleri nefsine âdeta haram kılıyor, kendini onlardan mahrum bırakıyorsun?” âyet-i kerimesini indirdi.335 Bu hadise üzerine Hz. Peygamber (s.a.v)’in, hanımı Hafsa’yı boşadığı, daha sonra tekrar nikâhı altına aldığı da rivâyet edilmiştir.336 334

Sûrenin tamamı Medine-i Münevvere’de ve Hucurât Sûresinden sonra nazil olmuştur. İbnu’l-Cevzî medenî

olduğu konusunda icma olduğunu söyler. (İbnü’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, c.8, s.302; el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, Kahire: Daru’l-Hadis, 1996, 18, s.117.) 335

Taberî, Câmiu’l-Beyân, c.28, s. 102; İbn-i Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c.8, s. 186; İbnü’l-Cevzî,

Zâdu’l-Mesîr, c.8, s. 303.

84


İkinci rivâyetinde ise, olayın daha farklı bir şekli nakledilmiştir: Hz. Âişe’den nakledildiğine göre o şöyle anlatıyor: Bir keresinde Allah’ın Rasûlü, Zeyneb bint Cahş’ın yanında biraz fazlaca kalmış ve orada bal şerbeti içmişti. Ben ve Hafsa birbirimizi tenbihledik ki, hangimize gelirse: “-Ben sende Meşe ağacı zamkı kokusu alıyorum. Meşe ağacı zamkı mı yedin?” diyecektik. Hz. Peygamber, onlardan birisinin yanına girdiğinde böyle söylemiş de Hz. Peygamber: “-Hayır, Zeyneb bint Cahş’ın yanında bal şerbeti içtim, bir daha asla içmeyeceğim.” buyurmuş ve işte bunun üzerine “Ey Peygamber! Niçin eşlerini memnun etmek için sen kendini sıkıntıya sokup Allah’ın sana helâl kıldığı şeyleri nefsine âdeta haram kılıyor, kendini onlardan mahrum bırakıyorsun?” âyet-i kerimesi nâzil olmuştur.337 Hz. Âişe’den gelen bir rivayette Hz. Âişe şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.v) tatlıyı ve balı severdi. O ikindi namazını kıldıktan sonra hanımlarının odalarına uğrar, onları ziyaret ederdi. Bir gün ikindiden sonra Hafsa bint Ömer’in yanına girdi ve daha önceden kalmadığı kadar uzun bir süre onun odasında kaldı. Orada uzun kaldığını öğrenince kıskandım ve bunun sebebini araştırdım. Bana denildi ki: “-Kabilesinden bir kadın Hafsa’ya bir küçük tulum bal hediye getirmiş ve o da Hz. Peygamber (s.a.v)’e bir bal şerbeti yapmış, O’na içirmiş. Kendi kendime: “-Allah’a yemin ederim ki, ona bir hile düzenleyeceğim.” dedim ve Sevde bint Zem’a’ya gidip: “-Birazdan Rasûlullah sana yaklaşacak. Senin yanına girdiğinde O’na: “-Ey Allah’ın elçisi, meşe ağacının zamkından mı yedin?” diye sor. Sana:

336

Ebû Davud, “Talâk”, 38; İbn Mâce, “Talâk”, 1; Nesefî, “ Talâk”, 76; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c.3, s.

478. 337

Buhârî, “Talâk”, 8; Müslim, “Talâk”, 20.

85


“-Hafsa’nın yanında bal şerbeti içtim.” diyecektir. O’na: “-Herhalde o balı yapan arı meşe ağacından emmiş.” de. Bunun sebebini daha sonra sana söyleyeceğim.” dedim. Sonra Safiyye’ye gittim, onu da aynı şekilde tenbihledim. Sevde der ki: “-Vallahi Rasûlullah kapıda gözüktüğünde, az kaldı senin bana tenbihlediğini ona söyleyecektim, ama söylemedim.” Bana yaklaştığında da: “-Ey Allah’ın elçisi, meşe ağacının zamkından mı yedin?” dedim. Rasûlullah’ın: “-Hayır.” söylemesi üzerine de: “-O halde sende bulduğum bu koku ne?” diye sormuş. Hz. Peygamber (s.a.v): “-Hafsa bana bal şerbeti içirdi.” buyurmuş. Sevde de: “-Herhalde arısı meşe ağacından emmiş olacak.” demiş. Hz. Âişe anlatmaya şöyle devam eder: “-Benim yanıma girdiğinde ben de Sevde’nin söyledikleri gibi söyledim, Safiyye’ye gittiğinde o da aynı şeyleri söylemiş. Dolaşıp tekrar Hafsa’nın odasına geldiğinde Hafsa: “-Ey Allah’ın elçisi, ondan sana tekrar vereyim mi?” deyince : “-Hayır, ona ihtiyacımız yoktur.” buyurmuş. Sevde : “-Sübhanallah, Rasûlullah’ı ondan mahrum ettik.” dedi. Ben de ona: “-Sus.” dedim.”.338

338

Buhârî, “Talâk”, 8; Müslim, “Talâk”, 21.

86


İbn Hacer, âyet-i kerimenin bu iki sebebe binâen nâzil olmuş olabileceğini339 söylerse de Nevevî (Müslim Şerhinde) âyet-i kerimenin Mâriye el-Kıbtıyye hadisesi üzerine nazil olduğu rivâyetinin Sahîhayn’de yer almadığını, bu olayın bize sağlam bir kanaldan gelmediğini; sahih olanın bu âyet-i kerimenin Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Zeyneb bint Cahş’ın yanında bal şerbeti içmesi hadisesi üzerine nazil olduğu rivayetleri olduğunu belirtir.340 Tabersî yukarıdaki sebebi nüzulleri zikretmekle beraber üçüncü bir görüşe de yer vermektedir. Şöyle ki: Hz. Peygamber her eşi için bir gün ayırmıştı. Hz. Aişe’nin gününde İbrahim’in annesi Mariye’yle beraber olmuş Hafsa da bunu bilmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hafsa’ya bu olayı Hz. Aişe’ye söylememesini tenbihlemiştir. Sonra da Mariye’yi kendisine haram kılmıştır. Ama Hafsa olayı Aişe’ye anlatmış, Allah (c.c.) da bu olaydan Peygamberini haberdar ederek yukarıdaki ayet-i kerimeyi indirmiştir. Tabersî yukarıdaki sebebi nüzule de yer verdikten sonra söz konusu ayet-i kerimeyi şöyle tefsir ediyor: “ ‫“ ﯾَﺎ أَ ﱡﯾﮭَﺎ اﻟﻨﱠﺒِﻲﱡ‬Ey Nebi” diye başlaması, Peygamberimizi şereflendirmek ve insanlara da onunla konuşulduğunda nasıl konuşmak gerektiğini öğretmek içindir. ُ‫ﺤﺮﱢم‬ َ ُ‫ﻟِﻢَ ﺗ‬ َ‫ﺣﻞﱠ اﻟﻠﱠﮫُ ﻟَﻚَ َﺗﺒْﺘَﻐِﻲ َﻣﺮْﺿَﺎتَ َأزْوَاﺟِﻚ‬ َ ‫ﻣَﺎ َأ‬

ayet-i kerimesini de şöyle tefsir ediyor: “Eşlerin seni razı

salmalarına daha layık olduğu halde sen onların rızasını istiyorsun.” Tabersî bu ayet-i kerimeden Hz. Peygamberin günah işlediği anlamı çıkamayacağını şöyle açıklıyor: “Bu ayetkerime Peygamberin ister küçük olsun ister büyük, bir suç işlediğine delil teşkil etmez. Çünkü bir sebep olup olmaksızın kişinin kadınlardan veya bazı lezzetlerden kendini mahrum etmesi, kendine haram kılması kötü bir şey olmadığı gibi, günah çerçevesine de girmez ve bu men edilemez de. Bu söz, hanımlarının rızasını almakta ve bu zorluğa katlanmakta aşırıya gittiği için Peygamberimiz adına Allah (c.c.) tarafından üzüntü olarak kullanıldı. Eğer bir insan, kadınlardan bazılarını boşamakla bazılarını memnun ederse, her ne kadar bu kötü bir şey olmasa da, ona bunu neden yaptın denebilir. Haram kılmayı terk etmek, yasaklanmayan şeyi yapmaktan daha efdaldır. Hz. Peygamber de bu sebeple itab edildi. Çünkü nafileyi terk edene bunu neden yaptın, bundan neden vaz geçtin demek güzel olur. Çünkü kadınların kalplerini güzel tutmak aklın kötü gördüğü şey değildir.341 339

Suyûtî, Lübâbu’n-Nükûl, c. 2, s. 176.

340

el-Alûsî, Rûhu’l-Meânî, c. 28, s. 147.

341

Tabersî, a.g.e., Tahrim, 66/1-3, c. 10, s. 60.

87


Müellifimiz bu konuda da Peygamber Efendimizin yaptığı bu işte hiçbir gabahetin olmadığını, bir adamın nafileyi terk ettiğinde ona bunu neden terk ettin dendiği gibi, Allah (c.c.) tarafından da Hz. Peygambere öyle denildiğini ifade ederek, itabın söz konusu olmadığını söylemektedir. 1.2.2.1.2. Zeyd Zeyneb Meselesi Zeyd-Zeyneb meselesi olarak bilinen hâdise de anahatlarıyla şöyle özetlenebilir: Allah’ın Rasûlü, küçük bir çocukken Zeyd’i evlâtlık edinmiş ve Zeyd büyüyüp adam

oluncaya

kadar

O’nun

yanında

kalmıştı.

“Onları

babalarına

nisbet

ederek çağırın. Bu Allah katında adalete en yakın olandır. Eğer babalarını bilmiyorsanız onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır...”342 âyet-i kerimesi ininceye kadar onu “Zeyd İbn Muhammed” diye çağırırlardı.343

İşte Peygamber Efendimiz, bu kadar yakını kabul ettiği âzâtlı kölesi ve evlatlığı Zeyd İbn Hârise’yle hâlâsının kızı344 Zeyneb binti Cahş’ı nikahlamak istemiş ve bunun için Zeyneb’i Zeyd’e istemeye gitmiştir. Zeyneb, Zeyd ile evlenmeyi reddedince345, Peygamber Efendimiz ısrar etmiş ve Zeyneb, istişare etmek için izin istemiştir. Bu sırada, “Allah ve Resulü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve elçisine isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur.”346 âyeti nâzil olmuştur.347 Bundan sonra Zeyneb: “-Ey Allah’ın elçisi, benim için koca olarak ona mı razı oldun?” diye sormuş, Hz. Peygamber’in “evet” cevabı üzerine de:

342

Ahzâb, 33/5.

343

Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, Ahzâb, 33/9,

344

Zeyneb’in annesi Ümeyye, Abdülmuttalib’in kızıdır.

345

Katâde’den gelen bir rivayette de Zeyneb bint Cahş’ın önce “Hz. Peygamber (s.a.v.)’in onu, kendisi için

istediğini zannederek kabul ettiği, ancak Zeyd için istediğini anlayınca şiddetle reddettiği, âyet-i kerimenin nüzûlü üzerine de mecburen razı olduğu ayrıntılarına yer verilmiştir. (Taberî, Câmiu’l-Beyân, c.28, s. 9) 346

Ahzâb, 33/36.

347

Çetiner, Esbab-ı Nüzul, c. 2, s. 725.

88


“-O halde Allah’a ve Rasûlü’ne elbette karşı duracak değilim, onunla evlenmeye razı oldum.” demiştir.348 Bu evet cevabına çok sevinen Peygamberimiz, akrabalarından asalet, zenginlik ve güzellik sahibi bir hanım olan Zeyneb binti Cahş ile Zeyd’i nikâhlamış ve elinden geldiği kadar onların aile hayatlarında mutlu olmalarını temin etmeye çalışmıştır. Fakat Zeyneb, varlıklı ve asil bir aileden geldiğini ileri sürerek, aile içerisinde devamlı huzursuzluk çıkarmış ve Zeyd, durumdan şikâyetçi olarak bir kaç defa Allah Rasûlüne mürâcaat etmiştir. Peygamber Efendimiz ise ona eşini tutmasını tavsiye etmiş ve hep geri çevirmiştir.349 Nihâyet bu huzursuzluğa dayanamayan Zeyd, Zeyneb’i boşamıştır. Bunun üzerine şu ayet-i kerime nâzil olmuştur: “Hani hem Allah’ın nimet ve ihsanına, hem de senin iyiliğine nail olmuş olup da hanımını boşamaya karar vermiş olarak sana danışmaya gelmiş olan kişiye sen: “Eşini yanında tut Allah’tan kork!” demiştin. Allah’ın açığa çıkaracağı bir durumu içinde saklamıştın, çünkü insanlardan çekinmiştin. Halbuki asıl Allah’tan çekinmen gerekirdi. Neticede, Zeyd eşini boşayıp onunla ilişkisini kestikten sonra, Biz onu sana nikâhladık ki, bundan böyle evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestikleri, onları boşadıkları zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri her zaman gerçekleşir”350 Bu âyetin nâzil olmasıyla Allah Rasûlü, iddeti bitmiş bulunan Zeyneb’i nikâhladı.351 Bunun üzerine “evlatlığından boşanan bir kadın” ile “babalığın evlenebileceği” hükmü konmuş ve bir cahiliye âdeti de bu şekilde sona ermiştir. 348

Taberî, a.g.e., c.22, s. 9

349

Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, Ahzâb, 33/15.

350

Ahzâb, 33/37-38.

351

Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c.3, s.195-196; Müslim, “Nikâh”, 89, 93, 95.

89


Çeşitli kaynaklarda da “Allah’ın açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyordun.” âyet-i kerimesinin, Zeyneb bint Cahş ve Zeyd İbn Hârise’nin durumu hakkında nâzil olduğu tesbit edilmiştir.352 Burada Peygamber Efendimizin içinde sakladığı şeyin şu olduğu nakledilir: “Rasûlullâh kendi emriyle kurulan bir yuvanın yıkılmasını hiç istemediği halde, böyle bir ayrılık meydana gelmiştir. Bu durumda Zeyd ile evlilik sebebiyle mutsuzluk içine düşen Zeyneb ve ailesinin daha fazla yıpranmaması için, Zeyd’den boşandıktan sonra, Zeyneb’i kendi nikahı altına almayı düşünmüş; fakat o dönem toplumunda eskiden beri süregelen ve bir çok

zorluğa

neden

olan

evlatlığının

boşadığı

eşiyle

evlenmesini

toplumun

hazmedemeyeceğini tahmin ettiği için de bu fikri açığa vuramamıştır.”353 Âyet-i kerimede geçen “Allah’ın açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyordun.” ifadesine dikkat edilirse, Peygamber Efendimize yönelik bir itab olduğu rahatlıkla görülür. Zira Elmalı’lının da belirtmiş olduğu gibi, çekinilecek bir durum var ise Allah’tan çekinilmeli, ona saygı duyulmalıdır.354 Müfessirimiz yukarıdaki sebebi nüzullerden başka şunları da elave ediyor: Zeyneb dedi ki, Hz. Peygamberin beni Zeyd’le nikâhlamasının üzerine kız kardeşim Humde Binti Cahş, Rasulullaha gidip, halanın kızını kölenle evlendiriyorsun diyerek bu duruma kızmış da bunun üzerine “Allah ve Resulü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, hiçbir erkek veya kadın müminin, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve elçisine isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur.” Ayet-i kerimesi nazil olmuştur. Bundan sonra ben de hemen Hz. Peygambere giderek beni istediğinle, Zeyd’le evlendir dedim. İkinci bir görüşe göre de yukarıdaki ayet-i kerime Ümmü Gülsüm Binti Ukbe İbn Ebi Muît hakkında inmiştir. Şöyleki, Ümmü Gülsüm kendisini Hz. Peygambere hibe etmiş de Rasulullah da onu Zeyd’e nikahlamıştır. Bu duruma kızan Ümmü Gülsüm ve kız kardeşi, “Biz

352

Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân, 33/6; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, Ahzâb, 33/15,

353

Gezgin, Uyarılar, s. 238.

354

Elmalı’lı, Hak Dini Kur’an Dili, c.6, s. 3902.

90


Hz. Peygamberi istediğimiz halde, bizi kölesiyle evlendirdi.” dediler. Bunun üzerine yukarıdaki ayet-i kerime nazil oldu. 355 Tabersî yukarıdaki sebebi nüzulleri aktardıktan sonra “Hani hem Allah’ın nimet ve ihsanına, hem de senin iyiliğine nail olmuş olup da hanımını boşamaya karar vermiş olarak sana danışmaya gelmiş olan kişiye sen: “Eşini yanında tut Allah’tan kork!” demiştin.” ayetini şöyle tefsir ediyor: Allah (c.c.) Hz. Peygambere hitaben şöyle dedi: “ ‫وإذ‬

‫ﺗﻘﻮل ﻟﻠﺬي أﻧﻌﻢ اﷲ ﻋﻠﯿﮫ وأﻧﻌﻤﺖ ﻋﻠﯿﮫ‬

yani Ey Muhammed, Allah (c.c.)’ın iman hidayetiyle nimet

verdiği ve senin kendisini azat etmekle lütufta bulunduğun şahsa söylediğin sözü hatırla! Süddi ve Serviye göre Allah (c.c.), Rasulullahın sevgisiyle onu nimetlendirdi, rasulullah da evlendirmekle. O da Zeyd İbn Harise’dir.

‫أﻣﺴﻚ ﻋﻠﯿﻚ زوﺟﻚ‬

yani zevcen Zeyneb’i yanında tut! Onu boşama! Bu söz, Zeyd’le eşi

Zeyneb arasında bir munakaşanın olduğunu bildiriyor. Hz. Peygamber de Zeyd’e eşini boşamama konusunda ‫( واﺗﻖ اﷲ‬Allah’tan kork) diyerek O’na nasihatte bulunmuştur. “Allah’ın açığa çıkaracağı bir durumu içinde saklamıştın, çünkü insanlardan çekinmiştin. Halbuki asıl Allah’tan çekinmen gerekirdi.” ayet-i kerimesini de Tabersî şöyle tefsir ediyor: Peygamberin gizlediği şey, Zeyd hanımını boşadığı zaman kendisinin onu nikâhlayacağı meselesiydi. Hz. Peygamber, insanların, “Muhammed Zeyd’e, hanımını boşamasını emretti ve sonra kendisi onunla evlendi” deyerek kendisini ayıplayacaklarından korktu. Denildi ki, Hz. Peygamberin gizlediği mesele şu idi: Allah (c.c.) Hz. Peygambere Zeyneb’in O’nun eşlerinden olacağını haber vermişti. Zeyd de Zeyneb’i boşayacaktır. Bunun üzerine Zeyd Peygamberimize gelip de boşanmak istediğini söyleyince Peygamberimiz ona, “hanımını yanında tut!” dedi. Bunun üzerine Allah (c.c.) şöyle buyurdu: Neden, Zeyneb’in senin eşlerinden olacağını haber verdiğim halde ‫أﻣﺴﻚ ﻋﻠﯿﻚ زوﺟﻚ‬

(eşini yanında tut) dedin?

Müfessirimiz bu yorumun ayet-in zahirine daha uygun olduğunu söylerek tefsirine şöyle devam ediyor: Burada Allah (c.c.), onun gizlediğini açığa çııkaracağını haber verdi. Bu da evliliktir. Nitekim “Seni onunla evlendirdik” buyrulmaktadır. EğerPeygamberimizin gizlediği, Zeynebe gönül vermesi ya da onun boşanmasını arzu etmesi olsaydı Allah (c.c.), 355

Tabersî, a.g.e., Ahzab, 33/37-38, c. 8, s. 177-178.

91


bunu ortaya çıkarırdı. Bu, Zeyneb’in kendi eşi olacağını bildiği halde Zeyd’e: “eşini yanında tut” söylemesi nedeniyle kendisine itab edildiğine delalet eder. Hz. Peygamber, Zeyd’e, "Senin eşin benim zevcem olacak" demekten haya ettiği için Allah (c.c.)’ın bildirdiğini gizli tuttu. Belhi şu görüşün caiz olduğunu söylüyor: Hz. Peygamberin Zeyneb’i beyenip onun boşanmasını istemesi ve kendisinin de onunla evlenmesini istemesi, ancak bunu gizlemesi caizdir. Çünkü bunu temenni etmek beşerin tabiatında vardır. Ve kişinin gözel gördüğü şeyi temenni etmesini kimse engelleyemez. Cübbaiyi dedi ki, Hz. Peygamber, Zeyd Zeyneb’i boşadıktan sonra halasının kızı olması hasebiyle onunla evlenmek istiyordu. Böylece Hz. Peygamber onun herhangi bir zarar görmesini istemiyordu. Hz. Peygamber bu isteğini gizledi. Allah (c.c.) da Hz. Peygamberin içi ile dışı bir olsun diye bunu açığa çıkardı.356 Tabersî Hz. Peygamberin bu duruma düşmesinin sebebinin hayâ olduğunu aşağıdaki olayı anlatarak izah ediyor: Mekke fethinde Osman Abdullah İbn Sa’d İbn Ebi Serh’e eman vermesi için onunla Peygambere geliyor. Önceceden de Peygamberimiz onun öldürülme emrini vermişti. Ama Osman’ın bu isteyini reddetmekten haya ettiği için uzun süre sükut etti. Osman tekrar o şahıs adına eman dileyince eman verdi. Sonra şöyle dedi. İçinizde bir er yok muydu onu öldürsün? Bunun üzerine Abbat İbn Beşir, Ya Rasulellah gözlerimi senin gözlerine dikmiştim ki, göz hareketiyle onun öldürülemsini ima edesiniz de onu öldüreyim. Peygamberimiz de şöyle buyurdu: “Bir Peygambere bu yakışmaz!” Yani bu durum mübah bile olsa Peygamber bunu yapmaz.357 Denildi ki, Hz. Peygamber, Zeyneb boşandığı zaman onunla evlenmek istediği halde halkın dedi kodusundan korktuğu için onunla evlenmek istemedi. Bunun üzerine Allah (c.c.), insanlardan korkarak mübah olan şeyden kendisini mahrum etmemesi için şu ayeti kerimeyi indirdi: “Halbuki asıl Allah’tan çekinmen gerekirdi.” Allah’tan korkmaktan maksat takva 356 357

Tabersî, a.g.e., Ahzab, 33/37-38, c. 8, s. 179. Tabersî, a.g.e., Ahzab, 33/37-38, c. 8, s. 181.

92


korkusu idi. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Allah’tan layıkıyla korkan, korkulması vacib olan şeyden en çok korkan idi. Ancak onun korkusu haya korkusu idi. Çünkü onun hayası çok fazlaydı. Nitekim başka bir ayet-i kerimede Allah (c.c.) şöyle buyuryor: “Sizin bu durumunuz onu rahatsız ediyor ama O, sizden utanıyor” (Ahzab, 53). Denildi ki, Zeyneb asil biriydi. Rasulullah onu Zeyd’le evlendirmekle ona küçüklük getirdi. Bunun için Rasulullah Zeyneb’le evlenerek onu tekrar şereflendirmek istiyordu. Çünkü onun Zeyd’le evlenmesine sebep O olmuştu. Denildi ki, Araplar evlatklıklarını kendi çocukları gibi görürlerdi. Hz. Peygamber bu cahiliye adetininin hükmünü değiştirip kaldırmak istiyordu. Ama insanlar, “oğlıunun eşiyle evlend”i demelerinden korktuğu için Zeyneb’le evlenmek istediğini gizli tuttu. 358 Müfessirimiz yukarıda Hz. Peygamberin itab edildiğini söylese de bu itabın bir suçun neticesinde meydana geldiğini söylemek istememiştir. Çünkü Tabersî, bunu ifade ettikten sonra Hz. Peygamberin bu davranışının mübah olduğunu, aktardığı başka bir görüşte vermektedir. 1.2.2.1.3. Müminlere Karşı Yüzünü Asmaması Peygamber efendimiz bir gün müşriklerin ileri gelenlerine islamı tebliğ ediyordu. O esnada fakir, a’mâ ve akrabası359 olan Abdullah İbn Ümmi Mektum360 çıkageldi. Peygamberimizin kimlerle, ne konuştuğunu bilemediği için, kendisini müsait zannedip İslâm’la ilgili birtakım sorular sormaya başladı. Olayın bundan sonraki kısmını rivâyetlerden takip edelim: (Hz. Âişe’den şöyle rivayet edilmiştir:) “Yüzünü asıp çevirdi”361, a’mâ olan İbn Ümmi Mektûm hakkında nâzil olmuştur. Rasûlullah’a gelip: 358

Tabersî, a.g.e., Ahzab, 33/ 37, c. 8, s. 180-181.

359

Hz. Hatice’nin dayısının oğludur. (el-Alûsî, Rûhu’l-Meânî, c. 30, s. 39)

360

Katâde’den gelen rivayette, İbn Ümmü Mektûm’un adı Abdullah İbn Zâide İbn Ümmi Mektûm (Taberî,

Câmiu’l-Beyân, c.30, s. 33); Başka bir rivâyete göre ise Amr İbn Kays İbn Zâide veya Abdullah İbn Amr olduğu da söylenmiştir. (İbnü’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, c. 9, s. 27) 361

Abese, 80/1.

93


“-Ey Allah’ın elçisi beni irşad et.” demeye başlamış. Peygamber Efendimizin yanında da müşriklerin ileri gelenlerinden birisi varmış. Rasûl-i Ekrem, İbn Ümmi Mektûm’dan yüz çevirip diğerine yönelmiş. İbn Ümmi Mektûm: “-Söylediğimde bir sakınca mı var?” diye sormuş da Hz. Peygamber: “-Hayır.” buyurmuş ve işte bunun hakkında nazil olmuş.362 Bu konuyla ilgili Tabrersî, sebebi nüzul kısmında şöyle diyor: Bir gün Hz. Peygamber, Utbe İbn Rebia, Ebu Cehl İbn Hişam, Abbas İbn Muttalib ve Umeyye İbn Halef’le konuşarak onları Allah’a davet ediyordu. Onların İslama gelmelerini arzu ediyordu. Bu sırada Abdullah İbn Mektum gelerek, Hz. Peygamberin meşgul olduğunu bilmeden Ya Rasulellah, bana Allah’ın sana öğrettiklerini öğret dedi ve bunu birkaç defa tekrarladı. O kadar ki, sözünü kestiği için Hz. Peygamberin yüzünden hoşnutsuzluk izhar oldu. Kendi kendine şöyle dedi: Bunlar, Muhammed’e uyanların âmâlar, köleler olduğunu diyecekler. Sonra Hz. Peygamber yüzünü Ümmü Mektum’dan çevirerek konuştuğu adamlara döndü. Bunun üzerine de mezkur ayet-i kerime inzal oldu. Bu olaydan sonra Rasulullah, Ümmü Mektumu gördüğünde “merhaba ey Allah’ın kendisi için beni itab eden!” buyurarak ona iltifatta bulunuyor ve var mı bir isteğin diye sorardı. Hz. Peygamber onu iki defa gazvede kendi yerine bıraktı. Enes İbn Mâlik, onu Kâdisiyye savaşında üstünde zırh ve siyah bir bayrakla gördüm diyor. Tabersî yukarıdaki olayı anlattıktan sonra Hz. Ali (r.a.)’ye isnaden şu sözü aktarıyor: “Ayetin zahirinde Peygamberimize yönelik bir hitab yoktur. Aksine ismi açıklanmayan bir özel haberdir. Ayet başkasına delalet ediyor. Çünkü değil irşad isteyen Müslümanlara, hatta düşmanlara karşı bile surat asmak peygamberin sıfatlarından değildir. Peygamberimizin fakirlerden yüz çevirip zenginlerle ilgilenmesi de onun ahlakıyla bağdaşmaz. Çünkü Allah (c.c.) “Sen yüksek ahlak sahibisin” buyurararak O’nu vasfediyor.

Başka bir ayet-i

kerimede de: “Eğer sen kaba, katı kalpli olsaydın etrafından ayrılırlardı” buyrulmaktadır. O zaman “abese” (yüzünü ekşitti) ve “tevella” (yüzünü çevirdi)’ den kastedilenin başkası olduğu ortaya çıkıyor.” 362

Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, Abese, 80/1.

94


Sadık’tan363 da şöyle rivayet ediliyor: Bu ayet-i kerime, Beni Ümeyye oğullarından biri hakkında indi. O adam peygamberimizin yanındayken âmâ olan Ümmü Mektum geldi de o adam yüzünü ondan çevirdi. Ayet de bu sebeple indirildi. Tabersî Hz. Ali ve Sadık’tan bu görüşleri naklettikten sonra şöyle diyor: Eğer Peygamberimizin yüzünü ekşittiğini varsayarsak, günah olur mu olmaz mı? El-cavab: Bir âmâ için yüzü ekşitmek de güler yüzlü olmak da aynıdır. Bunun için ona ağır gelmez. Bu sebeble yüzü ekşitmek günah değildir. O zaman Allah (c.c.)’ın Peygamberimize itab etmesinin sebebi, onun güzel ahlakını artırmak, irşat isteyen mü’minin durumunun yüce olduğuna dikkat çekmek ve Peygamberimize, bir mü’minin imanında sebat etmesinin, bir müşrikin müslüman olmasından daha önemli olduğunu bildirmektir. Müellif sonra Cübbai’nin şu sözünü aktarıyor: Mezkur fiil, nehy olunmadan önce günah değildi. Bu fiilin yasak oluşu da mezkûr hadiseden sonra oldu. Denildi ki, Ümmü Mektum’un davranışı sui edeb idi. Onu terbiye etmek için Hz. Peygamber yüzünü ondan çevirdi. Bununla birlikte Hz. Peygamberin ondan yüz çevirmesinin, onun fakirliğinden, yüzünü Mekke’nin büyüklerine taraf çevirmesi de, onları tazim için olduğu, bu sebeple de Allah (c.c.) tarafından itaba muhatab kılındığı akıllara gelebilir. Sadık (as)’dan şöyle rivayet edilir: Rasulullah, (s.a.v.) Abdullah İbn Mektum’u gördüğünde, ‘merhaba, merhaba, vallahi Allah (c.c.) senin için bana hiçbir zaman itab etmez!’ Bunu Hz. Peygamber (s.a.v), Abdullah İbn Mektuma iltifat olsun diye o kadar yapardı ki, O, Hz. Peygamberden kaçınırdı.364 Tabersî, sebebi nüzul bölümünde bunları aktardıktan sonra kendi görüşü hangi doğrultuda olduğunu söylememekle beraber, bir ama için güler yüzle, asık yüzün aynı olduğunu, dolayısıyla onun kalbinin kırılamayacağını, neticede itaba sebeb olacak bir olay olmadığı için Hz. Peygamber’e itab yapılmadığı intibaını uyandırmaktadır. Son olarak da Cafer-i Sadık’tan gelen rivayeti aktarması da bizim Tabersî hakkındaki görüşümüzü desdekler mahiyettedir.

363

Tabersî, tefsirinde Sadık olarak ifade ettiği bu şahıs, Caferi Sadık’tır.

364

Tabersî, a.g.e., Abese, 80/1-4, c. 10, s. 300

95


1.2.2.1.4. Fakirleri Yanından Uzaklaştırmaması Peygamberimizin müşriklerin imanına gösterdiği itina ve gayretle alakalı olarak, ikaz edildiği diğer bir olay da, onların istek ve arzularıyla Müslüman fakirleri yanından uzaklaştırmayı düşünmesidir. Şöyle ki: “Sabah akşam Rab’lerine, sırf O’nun cemaline ve rızasına müştak olarak niyaz edenleri yanından kovma. Sen onlardan, onlar da senden sorumlu değilsiniz ki onları kovup da zalimlerden olasın.” “Biz onlardan kimini kimi ile, neticede “Allah bula bula aramızdan bunları mı lütfuna lâyık gördü?” desinler diye, işte böyle imtihan ettik. Allah kimin şükrettiğini, kimin lütfuna daha lâyık olduğunu bilmez olur mu?” “Âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman onlara: “Selam sizlere!” de! Rabbiniz merhameti kendi Zatına temel bir ilke edinmiştir. Sizden kim bilmeyerek bir günah işler de sonra ardından tövbe eder ve halini düzeltirse Onun da gafur ve rahîm (çok affedici ve merhametli) olduğunu bilmelidir.”365 İmam Ahmed’in, İbn Mes’ud’dan (r.a.) rivayetine göre o şöyle demiştir: Kureyş’in ileri gelenleri Resulullah (s.a.v.)’ın yanından geçmişlerdi. Onun yanında Habbab, Süheyb, Bilal ve Ammar vardı. Dediler ki: “Ne o, bunlara mı razı oldun?” Bunun üzerine onlar hakkında: ‫ﺷﻔِﯿﻊٌ ﻟﱠ َﻌﻠﱠﮭُﻢْ ﯾَﺘﱠﻘُﻮن‬ َ َ‫ﺸﺮُوا إِﻟَﻰ رَ ﱢﺑﮭِﻢْ َﻟﯿْﺲَ َﻟﮭُﻢ ﻣﱢﻦ دُوﻧِﮫِ َوﻟِﻲﱞ وَﻻ‬ َ ْ‫( وَأَﻧ ِﺬرْ ﺑِﮫِ اﱠﻟﺬِﯾﻦَ ﯾَﺨَﺎﻓُﻮنَ أَن ُﯾﺤ‬En’am, 6/51-54) ayet-i kerimelerinden ‫ﻋﻠَ َﻢ ﺑِﺎﻟﺸَﺎ ِﻛﺮِﯾﻦ‬ َ ‫ﺲ اﷲ ﺑِﺄ‬ َ ْ‫’َأَﻟﯿ‬e kadar olan ayet-i kerimeler endirildi.366 Taberi’nin rivayetinde ise, müşrik reisleri şöyle demişlerdi: “Ne o, kavmine bedel bunlara mı razı oldun? Allah bula bula aramızdan bunlara, bunların üzerine mi lütfunu reva görmüş? Biz onların mı peşinden geleceğiz? Onları yanından kov, belki sen bunu yaparsan

365

En’âm, 6/52-54.

366

İbn Kesir, c.3, 254; Müsned, 1, 420.

96


biz de sana tabi olabiliriz”. Bunun üzerine işbu َ‫ﻄ ُﺮدِ اﱠﻟﺬِﯾﻦ‬ ْ ‫ وَﻻَ َﺗ‬ile ٍ‫ﻀﮭُﻢ ِﺑﺒَ ْﻌﺾ‬ َ ْ‫( َو َﻛ َﺬﻟِﻚَ ﻓَﺘَﻨﱠﺎ ﺑَﻌ‬En’am, 6/53) ayetleri nazil oldu.367 Sabah akşam demekten murad: “Devamlı surette” demek olabilir. Sabah ve ikindi namazları olduğu da söylenmiştr.368 İbn Abbâs’tan gelen bir rivayette eşraftan bazıları Hz. Peygamber (s.a.v)’den, o zayıf müslümanları namazda arka saflara atmasını isteyerek: “Sana iman edelim, ama sen de biz namaz kılarken şunları geri at, bizim arkamızda namaz kılsınlar.” demişler ve âyetler bunun üzerine nazil olmuştur.369 İkrime’den gelen bir rivayette ise zayıf müslümanlardan rahatsız olan Kureyş kâfirleri Peygamber Efendimize değil, Ebu Talib’e bu isteklerini iletmişlerdir. Şöyle ki: Utbe İbn Rabîa, Şeybe İbn Rabîa, Mut’im İbn Adiyy ve el-Hâris İbn Nevfel, Abdi Menâf oğulları ileri gelenlerinin kâfirleri ile birlikte Ebu Talib’e geldiler ve: “-Kardeşin oğlu Muhammed yanındaki kölelerimizi, işçilerimizi yanından kovsa katımızda değeri daha yüce olur, bizim kendisine itaat etmemizi, kendisine tabi olmamızı ve kendisinin Peygamberliğini tasdik etmemizi daha çok te’min ederdi.” dediler. Efendimiz (s.a.v)’in amcası Ebu Talib de O’na gelerek kendisine söylenenleri nakletti. Ömer İbnu’lHattâb: “-Ey Allah’ın elçisi, bu söylediklerini yapsan da bir görsek bakalım ne yapacaklar, bir görsek ne istiyorlar?” dedi de Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi. Müşriklerin, Hz. Peygamber (s.a.v)’in yanından uzaklaştırmasını istedikleri: Bilâl, Ammâr İbn Yâsir, Ebu Huzeyfe’nin kölesi Sâlim, Üseyd’in kölesi Salih, İbn Mes’ûd, el-Mikdâd İbn Abdullah, Vâkıd İbn Abdullah el-Hanzalî ve benzer zayıf müslümanlardı. Bu âyet nazil olunca Hz. Ömer gelmiş ve o söylediklerinden dolayı özür dilemiştir.370

367

Taberî, a.g.e., c.9, 374-375; İbn Kesir, a.g.e.,c.3, 255

368

Beyzâvî, a.g.e., c.2, s.103.

369

İbnü’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, c.3, s. 45-46.

370

el-Vâhidî, a.g.e., s. 150; Suyûtî, Lübâbu’n-Nükûl, c. 1, s. 159.

97


Bu ayetin iniş sebebiyle ilgili müellifimiz yukarıda zikredilen sebebi nüzullardan elave şunu da söylüyor: Müellefe-i Kulûb’dan Akr’a İbn Hâbis et-Temîmî, ‘Uyeyne İbn Hüseyin elFezârî ve akrabalarından bir grup Hz. Peygambere geldiklerinde O’nun yanında fakir müslümanlardan Bilal, Süheyb ‘Ammâr, Habbab gibi şahısları görünce onları hakir görüp şöyle dediler: Yâ Rasulellah, bunları yanında uzaklaştır. Çünkü Arap heyetleri sana geldiklerinde bizi şu kölelerle görmelerinden utanıyoruz. Biz gittikten sonra sen istersen onları tekrar meclisine çağır. Hz. Peygamber de onlarlın bu isteklerine olumlu baktı. Onlar Hz. Peygamberden bunu yazıyla bildirmesini istediler. Bunun üzerine,

‫وﻻ ﺗﻄﺮد اﻟﺬﯾﻦ ﯾﺪﻋﻮن‬

ayet-i kerimesinden, ‫ أﻟﯿﺲ اﷲ ﺑﺄﻋﻠﻢ ﺑﺎﺷﺎﻛﺮﯾﻦ‬ayet-i kerimesi indirildi.371 Tabersî sebebi nüzulu zikrettikten sonra ayeti şöyle tefsir ediyor: Allah (c.c.), Müşriklerin, Müslümanları yanında kovma teklifini kabul etmeyi Peygamberimize şu ayet-i kerimeyle yasakladı: ‫ وﻻﺗﻄﺮد اﻟﺬﯾﻦ ﯾﺪﻋﻮن رﺑﮭﻢ ﺑﺎﻟﻐﺪات واﻟﻌﺸﻲ‬Onlar farz namazları kılarak ibadet ediyorlar. İbn Abbas, Hasan, Mücahid ve Katade’ye göre buradaki namazdan kasıt, sabah namazı ile ikindi namazıdır. Başka bir görüşe göre de duadan kastedilen zikirdir. Yani, onlar sabah akşam rablerini zikrediyorlar. Yine bundan kastedilenin beş vakit namaz olduğu da söylenmektedir.

‫ ﯾﺮﯾﺪون وﺟﮭﮫ‬Ata’ya göre onlar Allah rızası için amel ederek Allah (c.c.)’dan sevap istiyorlardı. Zeccac, Allah (c.c.) onların bu samimi niyetlerine şahit oldu diyor.

‫ ﻣﺎ ﻋﻠﯿﻚ ﻣﻦ ﺣﺴﺎﺑﮭﻢ ﻣﻦ ﺷﺊ وﻣﺎ ﻣﻦ ﺣﺴﺎﺑﻚ ﻋﻠﯿﮭﻢ ﻣﻦ ﺷﺊ‬Sen müşriklerden müşrikler de senden sorumlu değillerdir. Çünkü dostlarına savabı düşmanlarına da cezayı Allah (c.c.) verecektir. Müfessirlerin ekseriyeti zamiri rablerine dua edenlere gönderiyorlar. Bu durum karışıktır. Bu konuda iki görüş arzedildi: 1. Hasan ve İbn Abbas’a göre ayetin tefsiri şöyledir: Onların amelleri ve amellerinin

hesaplarından

sorumlu

değilsin.

Bu

anlamda

Nuh

kıssasında

şöyle

buyrulmaktadır. ‫“ إن ﺣﺴﺎﺑﮭﻢ إﻻ ﻋﻠﻰ رﺑﻲ ﻟﻮ ﺗﺸﻌﺮون‬Sizin azıcık bir şuurunuz olsaydı bilirdiniz ki onların (Müslümanların) hesabı ancak Rabbime aittir.”(Şuara, 26/113.) Müşrikler onları fakirliğinden dolayı kovdular. Onların ise dini amellere ihtiyacı vardı. Rasulullah, meclisinde müşrikleri o fakir Müslümanların önüne geçirmek istiyordu. Bunun üzerine, onların 371

Tabersî, a.g.e., En’am, 6/52-54, c. 4, s.68.

98


hesabından sorumlu değilsin, anlamında ayet nazil oldu. Yani, onlarn amelinden sana bir ayıp yoktur ki, sen onları kovasın. Sonra, “Senin hesabından da onlara bir şey yoktur.” Buyurarak kelam, te’kid ve mutabakat sağladı. Yoksa bu ikinci cümle olmasa da, birincisi kâfî gelirdi. 2. Onların rızıkların hesabından sen sorumlu değilsin ki, onlardan bıkıp yanından kovuyorsun. Yani senin rızkından onlar, onların da rızkından sen sorumlu değilsin. Senin de onlarn da rızkını Razzak olan Allah (c.c.) verecektir. Onları yanına yaklaştır ve kovma! Sonra onları kovmakla zalimlerden olursun. İbn Abbas’tan rivayetle bunun manası, Masiyet işleyerek zarar edenlerden olursun, demektir.

İbnü’l-Anbârî şöyle dedi: Bu durum Hz.

Peygambere çok ağır geldi ve zalimler zümresinden olacağından korktu. Çünkü O, mal sahibi reisleri zayıf olanların önüne almağa niyetlendi ki, onları İslama getirsin. Peygamber Efendimiz bunu iyi niyetle yapmak istiyordu. Değilse fakirleri aşağılamak için bunu yapmıyordu. Ancak Allah (c.c.) bunun caiz olmadığını Rasulullaha bildirdi.”372 Müellif burada da Hz. Peygambere, yaptığı bu işten dolayı itab edilip edilmediği hakkında bir şey söylemeden tefsirini bitiriyor. 1.2.2.1.5. Dünyanın Süsünü İsteyerek Müminlerden Ayrılmaması Müslim’in Sahih’inde, Sa’d İbn Ebî Vakkas’tan şöyle rivayet edilmiştir: “-Biz altı kişi Rasûlullah’ın yanındaydık. Müşrikler Allah’ın Rasûlüne dediler ki: “-Şu yanındakileri kov; onlar, bizim yanımızda oturma cür’etini göstermesinler.” (Sa’d der ki:) “-Ben, İbn Mes’ûd, Hüzeyl kabilesinden bir adam, Bilâl Habeşî, ayrıca adlarını unuttuğum iki kişi daha oradaydık. Rasûlullah’ın gönlünde bu konuda Allah’ın dilediğince bir şeyler oldu. Peygamber Efendimiz kendi başına kaldığında: “Rablerine, sırf O’nun rızasını ve cemaline kavuşmayı umdukları için,

372

Tabersî, a.g.e., En’am, 6/52-54, c. 4, s. 68.

99


sabah akşam yalvaranlarla beraber, sıkıntılara karşı candan sabret. Dünya hayatının süslerini arzulayarak sakın gözlerini onlardan başkasına çevirme. Kalbini Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme.”373 âyet-i kerimesini indirdi.374 Habbâb şöyle anlatıyor: Akra’ İbn Hâbis et-Temîmî ve Uyeyne İbn Hısn el-Fezârî, Hz. Peygamber (s.a.v)’e geldiler ve onu, zayıf müslümanlardan bir grup içinde Bilâl, Suheyb, Ammâr ve Habbâb’la birlikte oturur buldular. Peygamber Efendimizin çevresinde onları görünce bu zayıf müslümanları hakir görerek Hz. Peygamber (s.a.v)’e: “-Bizim için bunlardan ayrı bir oturum yapmanı, bize ayrı bir meclis tahsis etmeni isteriz. Böylece araplar bizim bunlardan üstün olduğumuzu anlasınlar. Biliyorsun bize arap kabilelerinden bir takım elçiler, hey’etler gelir. Arapların bizi, bu kölelerle birlikte görmelerinden utanırız. Dolayısıyla biz gelince onları yanından kaldırıp uzaklaştır. Bizim seninle işimiz bittikten sonra yine istersen onlarla ayrıca otur.” dediler. Hz. Peygamber: “-Olur.” buyurdu. Onlar: “-Olur demen yetmez, bizim için bunu yazılı hale getir. Bunu bize yaz..” dediler de Allah’ın Rasûlü (s.a.v) söylediklerini kabul ettiğini yazmak üzere Hz. Ali’yi çağırtıp üstüne yazılması için bir sayfa istedi. Biz, bir köşede oturuyorduk. O sırada Cebrâil geldi ve, “Sabah akşam Allah’ın rızasını dileyerek Rablerine dua edenleri sakın yanından kovma.

373 374

Kehf, 18/28. İbn-i Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c.5, s. 148. Lâfızları farklı olmakla birlikte aynı anlama gelen

rivayetler için ayrıca bkz: (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 45-46). Bu rivayette, sadece En’âm, 52 âyeti zikredilip Kehf, 27-28 âyet-i kerimelerine temas edilmemekle birlikte, başka rivâyetlerde bu âyet-i kerimelerin arası cem’edilerek üçünün de aynı hadise üzerine indiği belirtilmektedir. (el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, 10, 254)

100


Onların hesabından hiçbir şey sana, senin hesabından hiçbir şey de onlara ait değildir. Eğer onları kovarsan zalimlerden olursun.”375 âyet-i kerimesini indirdi. Sonra: “Biz onlardan kimisini kimisiyle «Allah aramızdan bunlara mı lûtfunu lâyık gördü?» desinler diye işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri en iyi bilen değil mi?”376 âyet-i kerimesini, sonra da: “Âyetlerimize iman edenler sana geldiklerinde de ki: «Selâm sizlere, Rabbınız kendine rahmeti yazdı.»”377 âyetini okudu. Allah’ın Rasûlü, elindeki sayfayı attı ve bizi yanına çağırdı. Yanına geldiğimizde: “-Selâm sizlere, Rabbınız kendine rahmeti yazdı.” diyordu. Ona yaklaştık. Hattâ o kadar yaklaştık ki, dizlerimizi onun dizleri üzerine koyduk. Bu âyetin inmesinden sonra biz eskiden olduğu gibi Peygamber Efendimizin yanında oturmaya devam ettik. O, yanımızdan kalkıp gitmek istediği zaman kalkar gider, yanımızdan ayrılırdı. Ne zaman ki bu, “Sabah akşam Rablarına, O’nun hoşnutluğunu dileyerek dua edenlerle birlikte candan sabret. Dünya hayatının süslerini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma...” âyet-i kerimesi indi, ondan sonra, Allah Rasûlü ile birlikte otururken vakit geç olup onun kalkma zamanı gelince biz onun yanından kalkar yanından ayrılırdık ki, kalkıp gidebilsin.378 İbn Cureyc’den gelen bir rivayete göre de Uyeyne İbn Hısn, müslüman olmazdan önce Hz. Peygamber (s.a.v)’e gelmiş ve: “-Selmân el-Fârisî’nin kokusu beni rahatsız ediyor; bizim için bir oturum yap da onu bizimle bir araya getirme. Onun için ayrı bir oturum yap, bizi de onunla bir araya getirme.” demiş ve bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur.379

375

En’âm, 6/52.

376

En’âm, 6/53.

377

En’âm, 6/54.

378

İbn Mâce, Sünen, I-II, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1413/1992, Zuhd, 7; Taberî, Câmiu’l-Beyân, c.7, s. 127-

128. Ancak İbn Kesîr, hadisin ğarîb olduğu bilgisine ek olarak bir de Akra’ İbn Hâbis ve Uyeyne İbn Hısn’ın hicretten daha sonra müslüman olduklarını, esas nüzûlü sadedinde zikrettiği En’âm, 6/53 âyetinin ise Mekke’de inmiş olduğunu kaydetmekte ve bu sebebi zayıf görmektedir. (İbn-i Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c.3, s.255; İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, c. 3, s. 45) 379

Taberî, a.g.e., c. 17, s. 155.

101


Ayet-i kerimede geçen ‫( ﺗﺮﯾﺪ زﯾﻨﺔ اﻟﺤﯿﺎة اﻟﺪﻧﯿﺎ‬turîdu zînete’l-hayâteddünyâ) ayet-i kerimesini müfessirimiz şöyle tefsir ediyor: Burdan kastedilen, Hz. Peygamberin zengin ve mevki sahipleriyle sosyal ilişki kurmak istemesidir. Hz.Peygamber mevki sahibi olan, sosyal konumları iyi olan müşriklerin müslüman olmalarını çok istiyordu. Değilse Hz.Peygamber ne dünyaya, ne onun süsüne ve ne de onun ehline meyletti. Bazen müşrik reislerin müslüman olmaları için onlara karşı yumuşadığında bu ayetle itab edilip fakir müslümanlara yönelmesi, gözünü müşriklerin eşrafından yana çevirmemesi emredildi.380

1.2.2.1.6. Müminlere Yumuşak Söz Söylemesi “Eğer elinin dar olması sebebiyle Rabbinden umduğun bir lütfu, bir imkanı, beklerken o hak sahiplerine şimdilik ilgi gösteremiyorsan, hiç değilse onlara gönül alıcı şeyler söyle.”381 İbn Cerîr’in rivayet-ine göre ise Peygamber Efendimizden, kendilerine (sadaka nev’inden)

bir şeyler verilmesini isteyen bazı yoksullar hakkında nazil olmuştur.382

Mukatil’den gelen rivayette bu yoksullar içinde “Habbâb, Bilâl, Ammâr ve Mihca’ gibi yoksul müslümanların isimleri de verilmektedir.383 Hz. Peygamber (s.a.v), yanında olmayan bir şey kendisinden istenildiğinde yüzünü isteyenden başka tarafa çevirir ve susar, olumlu ya da olumsuz bir cevap vermezlerdi. İşte âyet bunun üzerine nazil olmuştur.384 Yukarıdaki ayet-i kerimenin tefsirini Tabersî şöyle yapıyor: Peygamberin ilgi göstermediği kimseler, Hz. Peygambere gelip de bir şey istediklerinde, kendilerine haklarının verilmesi emrolunanlardır. ‫ اﺑﺘﻐﺎء رﺣﻤﺔ ﻣﻦ رﺑﻚ ﺗﺮﺟﻮھﺎ‬ayetinin manası, Allah (c.c.)’dan dağıtmak için geniş imkan istiyordun. ‫ ﻓﻘﻞ ﻟﮭﻢ ﻗﻮﻻ ﻣﯿﺴﻮرا‬ayet-i kerimesi ise, onlara güzel söz söyle! anlamındadır. Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber’den bir şey istenildiği zaman, yanında 380

Tabersî, a.g.e., Kehf, 18/28, c. 6, s. 388.

381

İsrâ, 17/28-29. Suyûtî, a.g.e., c. 1, s. 228. 383 İbnü’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, c.5, s. 29. 384 el-Alûsî, Rûhu’l-Meânî, c. 17, s. 63. 382

102


kendilerine verilecek bir şey bulamayınca onlara, “Allah, bizi de sizi de lütfüyle rızıklandırsın”, buyururdular.385 Tabersî, ayetle ilgili yapmış olduğu tefsir, hemen hemen ehli sünnet müfessirlerinin yapmış olduğu tefsirle aynıdır.386 Başka bir değişle, ortada ciddi bir itab olmadığı için Tabersî’nin bu konuda farklı yorum getirmesini beklememek lazımdır. 1.2.2.1.7. İnfakta Ölçülü Olması Peygamber Efendimiz, çok merhametli olmasının yanı sıra hayasından dolayı bazen kendisini zor durumda bırakacak işleri yapmak durumunda kalıyordu. Nitekim, “Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma ki, herkes tarafından ayıplanan, kaybettiklerine hasret çeken bir hale düşmeyesin.”387 âyet-i kerimesinin sebeb-i nüzulü olarak anlatılan hâdiseler de bunu göstermektedir. Abdullah ibn Mes’ûd’dan rivayet edildiğine göre: Rasûlullaha bir çocuk geldi ve: “-Annem, senden şunu şunu istiyor.” dedi. Allah’ın Rasûlü: “-Bugün yanımızda size verecek bir şey yok.” buyurdular. Çocuk: “-O halde gömleğini bana giydir.” diyor.” dedi. Peygamber Efendimiz üzerindeki gömleği çıkarıp çocuğa verdi ve kendisi de evde gömleksiz olarak oturdu da işte bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirdi.388 Müfessirimiz, ‫ وﻻ ﺗﺠﻌﻞ ﯾﺪك ﻣﻐﻠﻮﻟﺔ إﻟﻰ ﻋﻨﻘﻚ‬ayet-i kerimeyi şöyle tefsir ediyor: Eli sıkı olma ki, elleri boyunlarına bağlı olup da bir şey vermeye gücü yetmeyenler gibi olursun. Bu, cimrilik konusunda mübalağa olarak kullanılmıştır. ‫ وﻻ ﺗﺒﺴﻄﮭﺎ ﻛﻞ اﻟﺒﺴﻂ ﻓﺘﻘﻌﺪ ﻣﻠﻮﻣﺎ ﻣﺤﺴﻮرا‬ayetini de şöyle tefsir ediyor: Yine aynı şekilde elinde olanın hepsimi verme ki, sonra elinde hiçbir şey kalmaz. Bu, israftan kinaye olarak kullanılmıştır. ‫ ﻓﺘﻘﻌﺪ ﻣﻠﻮﻣﺎ‬yani kendini kınarsın ve 385

Tabersî, a.g.e., İsra, 17/28, c. 6, s. 192. Ebussuud, İsra, 17/28, c. 5, s. 168; Beydavi, a.g.e., c.3, s. 200-201; Nesefi, a.g.e., c.2, s. 312. 387 İsrâ, 17/29. 388 el-Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 202. 386

103


kınanırsın. ‫ ﻣﺤﺴﻮر‬manası ise Süddi ve İbn Abbas’a göre şöyledir; mahrum olursun, elinde hiçbir şey kalmaz. Katade’ye göre de aciz ve pişman oursun, anlamındadır. Denildi ki, bunun manası şöyledir: Eğer eli sıkı olursan kınanır ve zemmedilirsin. Eğer israf edersen mahrum ve üzüntülü olursun. Bu görüş Cübbai’nin görüşüdür. Kelbî bu konuda şöyle dedi: Yanında olan her şeyi verme ki, başkaları gelip de senden bir şey istediklerinde vermeye bir şey bulamayınca seni kınamasınlar.389 Burada Peygamber Efendimiz, Allah (c.c.) tarafından azarlanmadan ziyade, ölçülü olması konusunda uyarılmaktadır. Burada dikkat edilecek bir husus var ki, o da, “Rasulullahın levm edilmesi”dir. Tabersî, “melûmen” kelimesini

yukarıda görüldüğü üzere ya Hz.

Peygamberin kendi kendini kınaması, ya da insanlar tarafından kınanması anlamında tefsir etmektedir. Tabersî burada Hz. Peygamberin ehli sünnet müfessirlerinden farklı olarak390 Hz. Peygamberin Allah (c.c.) tarafından kınanacağını söylememektedir. Böylece Tabersî, Hz. Peygamberin yaptığı işin aslında Allah (c.c.)’la ilişkisi bakımından bir problem olmadığını, sadece olarak insanlar tarafından yanlış anlaşılarak kınana bileceğini izah etmek istemektedir. 1.2.2.2. Münâfıklarla İlişkileri Bakımından İtab Münâfık, içi başka, dışı başka olan insandır. Kalbiyle iman etmediği halde, diliyle iman ettiğini söyleyen391, insanları392 ve Allah’ı aldatmaya çalışan393 kimsedir. Kur’ân-ı Kerîm, bu insan tipinin zararlarına işaret etmiş ve onların cehennemde kâfirlerden de aşağı derecelerde cezalandırılacağın haber vermiştir. Peygamber Efendimiz de Medine devrinde ortaya çıkan bu insanlarla ilişkiler hususunda ikaz edilmiş ve onlarla münâsebet esnasında içyüzlerindeki küfür sebebiyle yapacakları hile ve desiselere karşı uyanık olmaya davet edilmiştir. Özellikle onlara aldırmaması394, sözleri yaldızlı olan bu insanların hilelerine kanmaması395, onların 389

Tabersî, a.g.e., İsra, 17/29, c. 6, s. 192-193. Nesefî, a.g.e., İsra, 17/28, c. 2, s. 313; Beyzâvî, a.g.e., c. 3, s. 201. 391 Bakara, 2/8-14. 390

392

Bakara, 2/9,13-14.

393

Bakara, 2/9

394

Nisâ, 4/63, 81.

395

Münâfikûn, 63/4.

104


söylediklerini iyice tahkik etmeden inanmaması396, ağızlarıyla inandık deyip de kalpleriyle inanmayan bu insanların, küfürde yarış etmelerine üzülmemesi397, onlara sert davranması398, namazlarını kılmaması399, kabirlerinin başında durmaması400, onların yaptırmış olduğu mescidde namaz kılmaması401, kendilerine öğüt verip402, içlerine işleyecek sözler söylemesi403 ve gerektiğinde kâfirlerin yanı sıra münâfıklarla da cihat etmesi404 emredilmektedir. Fakat münâfıklar, Medine devrine damgasını vuran pek çok desisenin altından çıkmıştır. Kur’ân-ı Kerîm ve vahyin yardımıyla onların tuzaklarından kurtulan Allah Rasûlüne, bu konuda bir çok âyet nâzil olmuştur. Biz münâfıkları ve onların iç yüzlerini ele alan âyetlerden ziyade, burada Peygamber Efendimize yönelik ilâhî itaba sebep olan münafıklarla ilişkiler konusunu işleyeceğiz. 1.2.2 2.1. Münâfıklara İzin Verme Meselesi Hicretin dokuzuncu yılı, Receb ayında vukû bulan405 Tebük gazvesi, çok zorlu bir gazveydi. Gidilecek mesafe çok uzun ve çetin, karşılaşılacak düşman çok güçlü, mevsim yaz ve ürünler olgunlaşmıştı. Allah Rasûlü, diğer gazvelerin aksine406 bu defa gidilecek yeri ashabına haber vermişti ki, herkes hazırlığını buna göre yapsın.407 Bizans İmparatorluğu ile savaş yapılacaktı. 396

Tevbe, (9) 43-48.

397

Maide, 5/41.

398

Tevbe, 9/73; Tahrîm, 66/9; Kalem, 68/8-9.

399

Tevbe, 9/84.

400

Tevbe 9/84.

401

Tevbe, 9/107-108.

402

Nisâ, 4/63.

403

Nisâ, 4/63.

404

Tevbe, 9/73.

405

el-Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 171; el-Alûsî, Rûhu’l-Meânî, c.10, s. 95.

406

Halbuki daha önce Allah’ın Rasûlü bir gazveye çıkarken çıkacağı yeri ya söylemez, ya da kinaye yollu söyler,

söylediğinden başka bir yere yönelir; gazveye çıkacağı hedefi gizlerdi. Bu sefer ise öyle yapmayıp tam tersine hedefi açıkladı. Çünkü mesafe uzaktı, sefere çıkmak için uygun olmayan bir zamandı, düşman kuvvetli ve çoktu. Savaşa çıkılacak yeri açıkladı ki, insanlar kendilerini ona göre hazırlasınlar, hazırlıklarını ona göre yapsınlar. Dolayısıyla insanlara cihadı emredip, Rum üzerine sefere çıkmakta olduklarını onlara haber verdi. İnsanlar,

105


Bir taraftan türlü dedikodular ortaya atılıyor, müminlerin sebat ve rûhî dirençleri kırılmaya çalışılıyor, bir taraftan da maddî sıkıntılar şartları zorlaştırıyordu.408 İşte bu durumda, münâfıklardan bazıları409 Peygamber Efendimize müracaat ederek, gazveye katılmamak için410 mazeret ileri sürüp izin istiyorlardı. Peygamber Efendimiz, münâfıkların dedikodu ve hilelerinin de azalacağı düşüncesiyle onlara Medine’de kalıp, Tebük’e katılmamaları hususunda kendisine herhangi bir emir gelmeden411 izin verdi. Bunun üzerine aşağıdaki âyetler nâzil oldu: “Hay Allah seni affedesice! Niçin sence doğru söyleyenler iyice belli oluncaya ve yalancılar da meydana çıkıncaya kadar beklemeyip izin isteyen o münafıklara izin verdin? Allah’ı ve âhireti tasdik edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihada katılmama hususunda senden izin istemezler. Allah, o takvâ ehlini pek iyi bilir. Senden katılmamak için izin isteyenler sadece Allah’ı ve âhireti tasdik etmeyenler, kalpleri şüphe ile çalkalanıp şüpheleri içinde bocalayıp duranlardır. Eğer onlar gerçekten sefere çıkmak isteselerdi, elbette onun için hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını hoş görmeyip kendilerini engelledi ve kendilerine: “Oturun, oturanlarla beraber!” dedi. Rumlarla savaşılacağı ve onları da kuvvetli ve kalabalık gördükleri için istemeye istemeye hazırlandılar. Rasûlullah (s.a.v) bu seferde işi sıkı tuttu, insanlara acele etmelerini emretti. (Taberî, Câmiu’l-Beyân, c. X, s. 103) 407

Taberî, a.g.e., c. 10, s. 103.

408

Taberî, a.g.e., c.10,103.

409

Bazı rivayetlerde bunların 39 kişi oldukları da kaydedilmiştir. (el-Alûsî, Rûhu’l-Meânî, c. 10, s. 110-111)

410

Mücâhid der ki: Bu âyet-i kerime, “Rasûlullah’tan (Tebük Gazvesine katılmamak için) izin isteyin. Eğer size

bu sefere katılmama izni verirse oturun, sefere katılmayın; izin vermezse yine oturun ve sefere katılmayın.” diyen kimseler hakkında inmiştir. (İbn-i Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c.4, s. 99) 411

Suyûtî, Lübâbu’n-Nükûl, c. 1, s. 191.

106


Şayet sizinle çıkmış olsalardı, bozgunculuk etmekten başka bir faydaları olmazdı. Fesat ve fenalığı artırmaktan başka bir iş yapmazlardı. Sizi fitneye düşürmek arzusuyla aranıza sokulup entrikalar çevirirlerdi. Aranızda onlara kulak verenler de vardır. Allah o zalimleri pek iyi bilir. Gerçekten bunlar daha önce de fitne çıkarmak istemişler ve işleri tersyüz ederek seni yanıltmaya çalışmışlardı. Nihayet, onlar hoşlanmasa da hakikat ortaya çıkmış ve Allah’ın emri galebe çalmıştı.”412 Müfessirimiz, ْ‫ﻋﻔَﺎ اﻟﻠّﮫُ ﻋَﻨﻚَ ﻟِﻢَ َأذِﻧﺖَ ﻟَﮭُﻢ‬ َ ayet-i kerimesini tefsir ederken söze şöyle başlıyor: Allah (c.c.) Hz. Peygambere, kendisiyle beraber Tebük’e çıkmakta geri kalıp kendisinden izin isteyen kimselere izin verme konusunda bazı itablarla şöyle hitab etti: َ‫ﻋَﻔَﺎ اﻟﻠّﮫُ ﻋَﻨﻚَ ﻟِﻢَ َأذِﻧﺖ‬ ُ‫ﻟَﮫ‬Katade ve Amr İbn Meymun Peygamber emrolunmadığı iki şey yapmıştır, diyorlar. Birincisi, munafıklara izin vermesi, ikincisi de esirlerden fidye alması. Bunların üzerine de Peygamber itaba tabi tutulmuştur. Burada yumuşak bir uyarı vardır. Çünkü itabdan evvel aff vardır. Daha sonra Tabersî tefsirini şöyle devam ettirir: “Buradaki izin kötü mü yoksa değil mi? Cübbâi, bunun küçük günah olduğunu söylemektedir. Değilse mübah bir konuda, bunu neden yaptın diye sorulmaz. Müellif Cübbai’nin bu görüşünü verdikten sonra şöyle diyor: Bu doğru değildir. Çünkü, kardeşini azarlayan birine –bunu yapması caiz olduğu halde- neden onu azarlıyorsun, ona ağır gelen sözler söylüyorsun dene bildiği gibi, başkasına yaptığı bir şey için ondan daha iyisini yapmasını istemek için de ona, niçin böyle yaptın diye sorulabilir. Bu sebeple munafıklara izin verilmesi neden kötü olsun? Allah (c.c.) başka bir ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: ‘Eğer onlar özel bazı durumları için senden izin isterlerse onlardan istediğine izin ver!(Nur, 24/62)413 Yukarıda vermiş olduğumuz Tabersi’nin görüşlerinden apaçık görüyoruz ki, kendi mezhebinin görüşünü savunmak için zorlanmaktadır. Çünkü kendi görüşünü pekiştirmek için 412

Tevbe, 9/43-48.

413

Tabersî, a.g.e., Tövbe, 9/43, c. 5, s. 44.

107


vermiş olduğu Nur suresinin 62. ayet-i kerimesiyle yukarıdaki tefsiri yapılan ayet-i kerimeler arasında hiç bir ilişki yoktur. Yani yukarıdaki ayet-i kerime munafıklarla ilgili olduğu halde Nur suresinin 62. ayet-i kerimesi müslümanlarla ilgilidir. 1.2.2.2.2. Muhâkemede Dikkatli Olması Rivâyetlere göre, Medine’de Ubeyrık oğulları denilen Bişr, Beşîr, Mübeşşir’den oluşan bir aile vardı. Bunlardan Beşîr –ki ona Ebu Tu’me de denilmektedir- münafık idi. Rasûlullah (s.a.v) ve ashabını hicveden şiirler söyler, sonra bunları araplardan bir şaire nisbet eder: “-Filân şair şöyle şöyle söyledi.” diyerek okurdu. Rasûlullah’ın ashabı onun bu türden bir şiir okuduğunu işittikleri zaman bunun aslında Beşîr tarafından söylenmiş bir şiir olduğunu anlar ve: “-Vallahi bu şiiri olsa olsa bu habis söyler.” derlerdi. Bu aile cahiliye devrinde de, islâmî devirde de yoksul bir aile idiler. Zaten Medineliler de çok zengin kimseler değillerdi. İnsanların çoğunun yiyeceği hurma ve arpa idi. Ancak zenginler Şam’dan beyaz un getiren bir kervan geldiği zaman beyaz un satın alır, bunu kendileri yer; aileleri yine hurma ve arpa yemeye devam ederlerdi. Yine bir keresinde Şam’dan bir kervan geldi ve beyaz un getirdi. Amcam Rifâa İbn Zeyd bir yük beyaz un satın aldı ve içinde silâhlarının, iki zırh, iki kılıç ve diğer savaş levâzımatının da bulunduğu bir odaya koydu. O gece odanın duvarında bir delik açılarak girilmiş, silâhlar ve un çalınmış. Sabah olunca amcam Rifâa bana geldi ve: “-Ey kardeşimin oğlu, biliyor musun bu gece evimize hırsız girmiş, kilerimizin duvarını delmiş, silâh ve yiyeceğimizi alıp götürmüş. Evde bir soruşturma yaptık, bize denildiğine göre Übeyrık oğullarının gece ışıkları yanıyormuş ve bizim yiyeceklerimizi onlarda görmüşler. Übeyrık oğulları da suçu, Medine’de doğruluğu ve güzel ahlâkı ile tanınan Lebîd İbn Sehl’in üzerine atmışlar.” dedi. Lebîd bunu duyunca kılıcını çektiği gibi Übeyrık oğullarına vardı ve: “-Ben mi hırsızlık yapmışım? Allah’a yemin ederim ki, ya bu hırsızlığı kimin yaptığını ortaya çıkarır, söylersiniz; ya da hepinizi şu kılıcımla doğrarım.” dedi.

108


“-Bizden uzak ol be adam, sen bunu yapacak kişi değilsin.” dediler. Biz evde sorduk soruşturduk ve artık bu işi Übeyrık oğullarının yaptığından hiç şüphemiz kalmadı da amcam: “-Ey kardeşimin oğlu, Allah’ın Rasûlüne gitsen de bu durumu bir de ona anlatsan.” dedi. Katâde, anlatmaya devam eder: Rasûlullâh’a geldim, ona durumu anlattım ve: “-Ey Allah’ın elçisi, bizde yaramaz bir aile var, gece amcam Rifâa’nın evine kastetmişler, kilerinin duvarını delip silâhını ve yiyeceğini almışlar. Aldıkları yiyeceğe ihtiyacımız yok, ama hiç olmazsa silâhımızı iade etsinler.” dedim. Allah’ın Rasûlü (s.a.v): “-Bu konu üzerinde duracağım, bir düşüneyim” buyurdu. Übeyrık oğulları benim Rasûlullah’a gittiğimi ve durumu anlattığımı haber alınca kendilerinden Esîr İbn Urve adındaki kişiye gitmişler, konuyu onunla konuşmuşlar, aile halkı çevresinde toplanmış, sonra da Rasûlullah (s.a.v)’a gelmişler ve: “-Ey Allah’ın elçisi, Katâde İbnu’n-Nu’mân ve amcası bizden müslüman ve doğruluk sahibi bir aileye, ellerinde bir delil ve isbat olmaksızın hırsızlık iftirasında bulunmuş.” demişler. Katâde der ki, Allah’ın Rasûlüne geldim, onunla tekrar konuştum da bana: “-Müslümanlığı ve doğruluğu bana iletilen bir aileye delilsiz, isbatsız hırsızlık ithamında bulundun.” buyurdu. Rasûlullahın yanından ayrıldım, sanki dünya başıma yıkıldı, keşke malımın bir kısmı benden çıksaydı (amcamın zararını ben karşılasaydım) da bu mes’eleyi Rasûlullah’la konuşmamış olsaydım.” diye temenni ettim. Amcam Rifâa’ya vardım: “-Ne yaptın ey kardeşim oğlu?” dedi. Rasûlullah’ın bana söylediklerini naklettim. “-Medet Sendendir Allahım!” dedi. Çok geçmedi, Kur’ân nâzil oldu: “Doğrusu Biz sana kitabı hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi

109


hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma...” âyetleri indi. Kur’ân’dan bu âyetler nâzil olunca çalınan silâhlar Peygamber Efendimize getirildi ve Efendimiz silâhı Rifâa’ya iade ettirdi. Katâde der ki: “Amcam cahiliye devrinde kocamış bir ihtiyardı. Müslüman olmuştu, ama İslâmında yine de bir şüphem vardı. Silâhı kendisine getirdiğimde: “-Ey kardeşim oğlu, bu silâhları Allah yoluna vakfediyorum.” dedi ve anladım ki, İslâmı sahih imiş. Beşîr’e gelince; hakkında Kur’ân nâzil olunca müşriklere iltihak etti ve Sa’d İbn Sehl (veya Sümeyye) kızı Sülâfe’nin yanına gitti. İşte Beşîr’in bu yaptığı hakkında da: “Kim kendisine doğru yol belli olduktan sonra peygambere karşı gelir, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü yolda bırakır ve onu cehenneme koyarız. Ne kötü dönüş yeridir orası.”414 âyeti nâzil oldu. Beşîr’in Sülâfe’ye inip orada konakladığını duyan Hassân İbn Sâbit onu bir şiirle hicvedince Sülâfe de Beşîr’e kızarak Beşîr’in yükünü başının üzerine alıp, dışarı çıkarmış; götürüp çöle atmış ve: “-Bana Hassân’ın beni hicveden şiirini hediye ettin, zaten bana hiç bir hayır da getirmedin.” demiş.415 Bu Tu’me İbn Übeyrık hadisesi, Vâhıdî’nin Esbâbu’n-Nüzûl’ünde şöyle anlatılıyor: Zafer İbnu’l-Hâris oğullarından ve Ensardan Tu’me İbn Übeyrık adında bir adam, komşusu Katâde İbnu’n-Nu’mân’ın evinden bir zırh çalmıştı. Zırh, içinde un bulunan bir çuvalda imiş, çuval da yırtık olduğundan evine kadar un dökülerek gitmiş. Sonra çaldığı zırhı yahudilerden Zeyd İbnu’s-Semîn adında bir adamın yanına saklamış. Çalınan zırh Tu’me’nin yanında aranmış ama bulunamamış ve:

414

Nisâ, 4/115.

415

Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 4/22; Taberî, a.g.e., 7, s.170-171.

110


“-Vallahi ben almadım ve onun hakkında bir bilgim de yok.” diye yemin etmiş. Zırhın sahipleri: “-Hayır, vallahi zırhı o çaldı. Gece karanlıkta bize geldiğini gördük, zırhı aldı, evine girinceye kadar da izini sürdük, zaten un izini de görmüştük.” dediler. Ancak Hz. Peygamber (hırsızlık suçlamasını reddeden) Tu’me’ye yemin teklif edip de o da zırhı kendisinin çalmadığına dair yemin edince zırhın sahipleri mecburen Tu’me’yi serbest bıraktılar. Ama un izini takip ederek nihayet yahudinin evine geldiler ve onu tutup Hz. Peygamber’e getirdiler. Yahudi: “-Zırhı bana Tu’me İbn Übeyrık verdi.” dedi. Yahudilerden bir cemaat da buna şahitlik ettiler. Tu’me’nin kabilesi olan Zafer oğulları “-Gelin, Rasûlullah’a gidelim.” dediler ve Efendimiz’e gelip Tu’me’nin durumu hakkında onunla konuştular, arkadaşlarını müdafaa sadedinde: “-Eğer bunu yapmazsan (hırsızlığı yahudinin yaptığını ilânla onu cezalandırmazsan) arkadaşımız helâk olacak, rezil rüsvay olacak, yahudi de suçsuz çıkacak.” dediler. Hz. Peygamber (s.a.v), suçun yahudiye ait olduğuna karar vermeye niyyetlendi. Arzusu onlarla aynı yönde; yahudiyi cezalandırma yönündeydi ki, Allah Tealâ bu âyetleri indirdi.416 Diğer bir rivâyete göre ise, bir hırsızlık değil, emanete hıyanet söz konusudur ve yukarda anılan Tu’me İbn Übeyrık, yahudi komşusunun kendisine bıraktığı bir zırh emanetine hıyanet etmiş, bu hıyanetine yahudinin muttali olduğunu sezince de zırhı Ensardan Ebu Müleyl’in evine atmış. Tu’me’nin ailesi Hz. Peygamber (s.a.v)’e gelerek Tu’me lehinde şehadette bulunmakla birlikte, bir de yahudiye karşı kardeşlerini müdafaa etmesini ve yahudiyi iddiasında yalanlamasını istemişlerde şu âyet-i kerimeler nâzil olmuştur:417 “İnsanlar arasında Allah’ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için Biz sana kitabı gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak indirdik. Artık hainlerin müdafaacısı (avukatı) olma. 416

el-Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 124.

417

İbnü’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, c.2, s. 190.

111


Allah’tan af dile. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur). Ve kendi öz canlarına hıyanet edenleri savunma. Çünkü Allah, hainlikte ve günahkârlıkta çok aşırı olanları asla sevmez.”418 Tabersî bu ayet-i kerimede dikkati çeken, ‫ﺧﺼِﯿﻤًﺎ‬ َ َ‫“ وَﻻَ ﺗَﻜُﻦ ﱢﻟ ْﻠﺨَﺂﺋِﻨِﯿﻦ‬Hainlerin savunucusu olma!” ayet-i kerimesini şöyle tefsir ediyor: Allah (c.c.), Hz. Peygamberi, müslümana hainlik yapanı veya haine can ve mal konusunda ona yardım edeni, onun hakkını mudafa ederek onu savunmaktan nehyetti. ِ‫“ وَاﺳْﺘَ ْﻐ ِﻔﺮِ اﻟﻠّﮫ‬Allah’a istiğfar et!” ayet-i kerimesini de şöyle tefsir ediyor: Allah (c.c.) Peygambere haini savunduğu için istiğfarda bulunmasını emrediyor. Müellif bunu söyledikten sonra şöyle diyor: Allah Müslüman kullarının günahlarını affeder ve onları hesaba çekmez. Burada hitab her ne kadar dıştan Müslüman olarak görüneni, -ama içi bunun zıddı olanmudafa etme konusunda peygambere yönelik de olsa, kastedilen ümmetidir. Bunu, bir hüküm verirken hak kendisine açıklanmadan karar vermemesi yönünde bir terbiye için zikretti. Allah’ın peygamberi bütün günahlardan ve kötülüklerden münezzehtir. Daha sonra müfessirimiz bu konu hakkında söylenen şu görüşü aktararak tefsirine son veriyor: Denildi ki, peygamber haini savunmadı. Sadece olarak bunu yapmak istedi. Bunun üzerine Allah (c.c.) tarafından ikaz edildi.419 Müfessirimiz bu ayet-i kerimeyi de tefsir ederken yine kendine has üslubuyla tefsir yapıyor. Yani Hz. Peygamber (s.a.v.)’e yönelik bir itab olsa bile bu itabın asıl muhatabının peygamber olmadığını mutlaka ifade ediyor. 1.2.2.2.3. Münâfıkların Cenaze Namazlarını Kılmaması “Ve Onlardan ölen birinin üzerine asla (cenaze) namazı kılma ve onun kabri başında durma! Çünkü onlar Allah’a ve Rasûlüne küfrettiler ve fâsıklar olarak öldüler.”420

418

Nisâ, 4/105-107.

419

Tabersî, a.g.e., Nisa, 4/105-107, c. 3, s. 211.

112


Bu âyet-i kerime, Medine’deki münafıkların lideri Abdullah İbn Ubeyy İbn Selûl’ün vefatı üzerine inzal olmuştur. Bu husustaki rivayetler şöyledir: İbn Ömer’den gelen bir rivayete göre, Abdullah ibn Ubeyy ibn Selûl öldüğünde oğlu Abdullah, Rasûlullaha gelmiş ve babasına kefen olarak kullanılmak üzere Efendimiz’in gömleğini istemiş, Hz. Peygamber de gömleğini ona vermişti. Abdullah, sonra da Allah Rasûlünden, babasının cenaze namazını bizzat O’nun kıldırmasını istemişti. Allah’ın Rasûlü, İbn Ubeyy’in namazını kıldırmak üzere kalkınca, Hz. Ömer Peygamber Efendimizin eteğinden tutarak: “-Ey Allah’ın elçisi, Allah seni onun namazını kılmaktan menetmişken sen onun namazını kıldırmak mı istiyorsun?” demiş. Allah’ın Rasûlü (s.a.v): “-Rabbım beni, onun namazını kıldırıp kıldırmamakta muhayyer bıraktı ve “İster onun için istiğfar et, ister istiğfar etme. Sen yetmiş kere istiğfar etsen de...” ayet-i kerimesini okudu ve ben de yetmişten fazla istiğfar ederim.” buyurmuş. Hz. Ömer: “-Ama o münafık!” demişse de Hz. Peygamber kalkmış ve onun cenaze namazını kıldırmış da Allah Tealâ bu âyet-i kerimeyi indirmiş421 ondan sonra Hz. Peygamber münafıkların cenaze namazını kıldırmayı terk etmiştir.422 Tabersî, ayetle ilgili şöyle diyor: Allah (c.c.) onlardan kimsenin namazını kılma buyurarak Peygamberini bundan nehyetti. Onlardan kastedilenler de münafıklardır. Rasulullah daha evvel, öldükleri zaman münafıkların namazlarını kıldırıp onları Müslümanlar gibi defnediyordu. Allah (c.c), Hz. Peygambere, onların kabirlerinin başında durup dua etmelerini de yasakladı. Hz. Peygamer bir meyyitin namazını kıldığı zaman bir müddet onun kabrinin başında durup ona dua ederdi. Bunun için Allah (c.c.), Hz. Peygambere, onların namazlarını kılmayı ve onların kabirlerinin başında durup onlara dua etmesini yasakladı. Sonar Allah (c.c.) bu iki yasağın sebebini şöyle açıklıyor: “Onlar Allah’a ve Rasulune

420

Tevbe, 9/84. Muslim, Sıfatu’l-Münâfıkîn, 3; Buhârî, Tefsîru’l-Kur’ân, 9/12. 422 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 9/13; Neseî, Cenâiz, 40. 421

113


küfrettiler ve fasıklar olarak öldüler.” Bundan sonar da Hz. Peygamber ölüncüye kadar hiç bir munafığın namazını kılmadı. 423 1.2.2.2.4. Münâfıklar İçin Mağfiret Dilememesi “Onlar için ister af dile, ister dileme, Onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez. Böyledir, çünkü onlar Allah’ı ve Elçisini tanımadılar; Allah, yoldan çıkan kavmi (doğru) yola iletmez.”424 Yukarıdaki ayet-i kerimenin sebebi nüzulü hakkında rivayet edilenler şunlardır: Bir gün Abdullah İbn Übey İbn Selül’ün oğlu Peygamberimize gelerek; babasına kefen için Peygamberimizden gömleğini, onun cenaze namazını kıldırmasını ve dua etmesini istemiş. Peygamberimiz de gömleğini verip namaz kıldırmak isteyince Ömer; Allah (c.c.) sana münafıkların namazını kılmayı nehyettiği halde nasıl olur da bunu yaparsın! dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “ister onlara istiğfarta bulun ister bulunma” ayet-ini okuyarak bu konuda muhayyer kılındığını söylemiş ve sonra da namazı kıldırmıştır. Yukarıdaki ayet-i kerime de bunun üzerine nazil olmuştur.425 İbn Veki’den gelen rivayette ise olay yukarıdakinden şu farkla anlatılmaktadır: Hz. Peygamber, Ömere, “ister onlar için tövbe et, ister etme, eğer yetmiş defa da tövbe etsen yine Allah onları bağışlamayacak” ayet-ini okuduktan sonra şöyle demiştir: Ben yetmişten fazla tövbe edeceğim. Ve sonra münafığın namazını kıldırmıştır da ayet bunun üzerine nazil olmuştur.426 Süleyman Ateş yukarıdaki rivayetlerin doğru olmadığını şöyle ifade ediyor: Yukarıda anlatılan sebebi nüzuller gerçekten gariptir. Çünkü, Hz. Ömer’in, henüz münafıklar üzerine namaz kılmayı meneden ayet inmeden önce: “Allah seni münafıklar üzerine namaz kılmaktan menetmemiş miydi?” demesi ne kadar doğru olabilir? 427

423

Tabersî, a.g.e., Tövbe, 9/84. c. 5, s. 73. Tövbe, 9/80. 425 Kurtubî, Camiu’l-Beyan an Tefsiri Âyi’l-Kur’an, Beyrut: Daru’l-Fikr, 1995, c. 6, s. 260. 426 Kurtubî, a.g.e., c. 6, s. 261. 427 Süleyman Ateş, a.g.e., c. 4, s. 122. 424

114


Ehli sünnet Müfessirlerimiz bu ayetle ilgili genellikle itab olup olmadığına dair bir şey söylememişlerdir. Tabersî’nin bu konuda nasıl bir tefsir yaptığına bakalım: Müfessirimiz

‫ اﺳﺘﻐﻔﺮﻟﮭﻢ أوﻻ ﺗﺴﺘﻐﻔﺮﻟﮭﻢ‬ayet-i kerimeyle ilgili tefsirinde şöyle diyor:

Burada ayet-i kerime, mağfiret mevzusunda ümitsizliği mübalağa için emir sığasında kullanıldı. Yani Allah (c.c.) kesinlikle onların tövbelerini kabul etmeyecek. Tabersî, ayet-i kerimede geçen “yetmiş defa” kelimesinin, “bin kere de söylesen kabul etmeyeceğim” sözünde olduğu gibi kesretten kinaye olarak kullanıldığını, buradan kastedilenin, “istediğin kadar tövbe etsen de onları Allah (c.c.) affetmeyecek” anlamında olduğunu söylemektedir. Müfessirimiz daha sonra Hz. Peygamber hakkında söylenen “Vallahi yetmiş defadan fazla istiğfarda

bulunacağım”

sözünün,

haberi

vahid

olduğunu,

güvenilir

olmadığını

söylemektedir. Sonra müellifimiz bu haberin doğru şeklinin şu şekilde olduğunu ifade ediyor: “Eğer bilsem ki, yetmiş defadan fazla onlar için istiğfarda bulunsam Allah (c.c.) onları affedecek, bunu yapardım.” Tabersî, Hz. Peygamberin gayri Müslimlerin ıslahını çok istediğinden onlar için istiğfar etmek istediğini, ayet-i kerimede onların affedilmeyeceği bildirildikten sonra da bunu terk ettiğini ifade etmektedir.428 1.2.2.3. Ehl-i Kitapla Münasebetlerinde İtab Peygamber Efendimizin ehl-i kitapla ilişkileri daha çok Medine’ye hicretten sonra meydana gelmiştir. Bu ilişkiler esnasında Peygamber Efendimizin onlara karşı nasıl davranması gerektiği ile ilgili bazı prensipler talim edilmiştir. Ehli kitab olarak bilinen hıristiyan ve yahudilere karşı peygamberimize hitaben ayetler nazil olmuştur. Onlara karşı nasıl tavır takınacağı konusunda bazı uyarılar da olmuştur. Örnek verecek olursak Maide suresinin 48. ayet-i kerimesini vermek mümkündür. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: “Sana da, daha önceki kitapları, hem tasdik edici, hem de onları denetleyici olarak bu kitabı, gerçeğin ta kendisi olarak indirdik.

428

Tabersî, a.g.e., 9/80, c. 5, s. 70-71.

115


O halde bütün Ehl-i kitabın aralarında, Allah’ın sana indirdiği ile hükmet, sana gelen bu hakikati terkedip de onların keyiflerine uyma!429 Yukarıda vermiş olduğumuz ayet-i kerimelerde de görüldüğü üzere ehli kitaba karşı nasıl davranılması gerektiği bildirildiği gibi, onların Peygamber efendimizi, Allah’ın kendisine endirdiği Kuran’ın bir bölümünü terketmesini isteyerek kendi yollarına davet etmek isteyeceklerini Allah (c.c.) ilmi ile bilmiş ve bu konuda Peygamberimizi önceden uyarmıştır. Tabersî, “Onların hevasına uyma!” ayeti kerimesini şöyle tefsir ediyor: İbn Abbas’tan gelen rivayete göre bunun manası şöyledir: Onlar tahrif yapmak ve recm emrini değiştirmek istiyorlardı. ‫ ﻋﻤﺎ ﺟﺎءك ﻣﻦ اﻟﺤﻖ‬ayeti kerimesinde geçen ‫ ﻋﻦ‬harfi ceri “onların hevasına uyma” ayetinin manasının sıla cümlesi olması caizdir. Çünkü bunun manası “ayağını kaydırma”dır. Sanki Allah (c.c.) şöyle dedi: “Onların hevasına uyarak sana gelen şeyden sapma!” Tabersî, yukarıdaki tefsirini yaptıktan sonra şöyle diyor: Peygamber masum olduğu halde onların hevasına uyması nasıl caiz olabilir? Denildiği zaman şöyle cevap verilir: Yapmayacağı bilindiği şeyden Hz. Peygamberin sakındırılması caizdir. Yine, hitap ona da olsa kastedilen hakimlerin olması da caizdir.430 Müfessirimiz bu ayette de peygamberimize itab yapılmadığını, ikaz edildiği fiilin Hz. peygamberin mutlaka yaptığı anlamına gelmeyeceği, hatta Peygamberin söz konusu fiili yapmayacağı bilindiği halde Allah (c.c.) tarafından uyarılabileceğini söylemektedir. 1.2.2.4. Kâfirlerle Münasebetinde İtab Kur’ân-ı Kerîm’de Peygamber Efendimizden ısrarla inkâr eden o topluluktan yüz çevirmesi431, onları daldıkları gaflet içinde bırakması432, onların hesabını görmeyi Allah’ın bizzat üzerine aldığı433, aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmetmesi434, bilmeyenlerin 429

Maide, 5/48.

430

Tabersî, a.g.e., Maide, 5/48-49, c. 3, s. 407.

431

En’âm, 6/106, 137; Secde, 32/30; Fâtır, 35/22; Sâffât, 37/174; Zuhrûf, 43/88; Kamer, 54/6; Kalem, 68/44.

432

Mü’minun, 23/54.

433

Meryem, 19/84; Sâffât, 37/178-179; Zuhruf, 43/88-89, Duhân, 44/59; Kalem, 68/44.

434

Mâide, 5/49.

116


keyiflerine uymaması435, onların hile ve şaşırmalarına karşı dikkatli olması436 onların inkârlarından437 ve sözlerinden438 dolayı çok üzülmemesi439, onların sözlerine karşı sabretmesi440, zâlimlerle beraber oturmaması441, onlara itaat etmemesi442, boyun eğmemesi443, kâfirlere karşı emrolunduğu gibi dosdoğru olması444, kâfirlerin rahat içinde yaşamasına imrenmemesi445, onların yaptıkları kötülükleri en güzel şekilde savması446, onlar yalan yere şâhitlik etseler de kendisinin bunu yapmaması447, kâfirlere karşı cihad etmesi448 ve onlara karşı sert davranması449, emrolunduğu şeyi açıkça söylemesi ve kâfirlerden korkmaması450, kâfirlere arka olmaması451, ölülere duyuramayacağı452, kaçanlara işittiremeyeceği453, onlara mühlet vermesi454, nankörler için acele etmemesi455 istenmiştir. Yukarıda da görüldüğü üzere Hz. Peygambere Ehl-i Kitapla ilgili olarak ayet-i kerimeler nazil olmuştur. Bunlardan bir kaçı Hz. Peygamberi uyarı mahiyeti taşımaktadır. İşte konumuzula ilgili olan söz konusu ayet-i kerimeleri belli başlıklar altında toplamaya çalıştık.

435

Mâide, 5/48, 49; En’âm, 6/56, 150; Ra’d, 13/37; Şûrâ, 42/15; Câsiye, 45/18.

436

Mâide, 5/49.

437

Fâtır, 35/8.

438

En’âm, 6/33; Yunus, 10/65; Hicr, 15/97; Yâsîn, 36/76.

439

Nahl, 16/127; Neml, 27/70; Fâtır, 35/8.

440

Tâhâ, 20/130; Rum, 30/60; Sâd, 38/17.

441

En’âm, 6/68.

442

Kehf, 18/28, Ahzâb, 33/1-2, 48; Kalem, 68/8; İnsan, 76/24.

443

Furkan, 25/52.

444

Şûrâ, 42/15.

445

Âl-i imrân, 3/196-197.

446

Müminûn, 23/96.

447

En’âm, 6/150.

448

Tevbe, 9/73, Tahrîm, 66/9.

449

Tevbe, 9/73, Tahrîm, 66/9; Kalem, 68/9.

450

Hicr, 15/94.

451

Kasas, 28/86.

452

Neml, 27/80.

453

Neml, 27/80.

454

Târık, 86/17.

455

Ahkâf, 46/35.

117


1.2.2.4.1. Bedr Esirleri “Bir Peygamberin, dünyada zafer kazanıp küfrü zelil kılmadıkça, esirler edinip onları fidye karşılığında serbest bırakması uygun düşmez. Siz dünya metâını istiyorsunuz. Allah ise âhireti kazanmanızı istiyor. Allah azizdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” “Eğer (içtihad neticesi verilen hükümlerden ötürü azap etmeyeceğine veya ganimetleri helâl kılacağına dair) Allah’ın Levh-i Mahfuzda yazdığı daha önceki bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı size büyük bir azap dokunurdu.”456 Abdullah İbn Mes’ûd tarafından, bu âyetlerin nuzûl sebebi şöyle rivayet edilmiştir: Bedr günü, esirler getirildiğinde Rasûlullah ashabı ile istişare edip: “-Bu esirleri ne yapmamızı uygun görürsünüz?” diye sordu. Hz. Ebu Bekr: “-Ey Allah’ın elçisi, onlar senin kavmin, senin akrabalarındır. Onları hayatta bırak ve onlar hakkında teennî ile davran. Kimbilir belki Allah onlara tevbe nasib eder.” diye görüş bildirirken Hz. Ömer: “-Onlar seni yalanladılar, seni memleketinden çıkardılar. Onların boyunlarını vur!” dedi. Abdullah İbn Revâha ise: “-Ey Allah’ın elçisi, bak hangi vadide daha çok odun varsa onları o vadiye topla sonra vadinin ağaçlarını ateşe ver!” diyerek Hz. Ömer’in görüşüne destek verdi. Esirler arasında bulunan amcası Abbâs: “-Akrabalarınla ilişkini koparacak mısın?” dedi. Allah’ın Rasûlü (s.a.v) hiç cevap vermeden hane-i saadetlerine girdiler. Arkasından insanlar konuşmaya başladılar. Kimi: “-Ebu Bekr’in görüşünü kabul edecek.” kimisi: 456

Enfâl, 8/67-68.

118


“-Ömer’in görüşünü kabul edecek.” Kimisi de: “-Abdullah İbn Revâha’nın görüşünü kabul edecek.” dediler. Biraz sonra Allah’ın Rasûlü (s.a.v) yanlarına çıktı ve: “-Allah Tealâ bazılarının kalblerini yumuşatır da onları sütten daha yumuşak kılar. Yine Allah Tealâ bazılarının kalblerini katılaştırır da onları taştan daha katı kılar. Senin misalin ey Ebu Bekr, Hz. İbrahim’in misali gibidir ki, “Her kim bana tabi olursa bendendir. Kim de bana karşı gelirse Rabbım hiç kuşkusuz Sen Ğafûr ve Rahîm’sin.”457 demişti. Ey Ebu Bekr yine senin misalin İsa’nın misali gibidir ki, “Eğer onlara azâb edersen hiç kuşkusuz onlar Senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan hiç şüphesiz Sen Azîz’sin, Hakîm’sin.”458 demişti. Ey Ömer senin misalin de Musa’nın misali gibidir ki, “Rabbım mallarını sil süpür, kalblerine sıkıntı ver.”459 demişti. Ey Ömer, yine senin misalin Nuh’un misali gibidir ki, “Rabbım, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!”460 demişti.” buyurup şöyle devam etti: “-Sizler bugün fakir ve yoksul durumdasınız. Onlardan hiçbiri size fidye vermeden ya da boyunları vurulmadan dönüp evlerine gitmesinler.” Hemen akabinde Allah Tealâ, üç âyetin sonuna kadar olmak üzere “Yeryüzünde küfrün belini kırıncaya kadar hiçbir peygambere esirleri olması yaraşmaz...” âyet-i kerimelerini indirdi.461 Aynı hadiseyi bizzat Hz. Ömer’den naklen İbn Abbâs da şöyle anlatıyor: Bedr Gazvesi günü iki ordu karşılaştığında Allah Teâlâ müşrikleri bozguna uğrattı, onlardan yetmişi öldürüldü, yetmiş kişi de esir edildi. Bu esir edilenler hakkında Allah’ın Rasûlü (s.a.v), Ebu Bekr, Ömer ve Ali ile istişare etti. Ebu Bekr:

457

İbrahim, 14/36.

458

Maide, 5/18.

459

Yûnus, 10/88.

460

Nûh, 71/26.

461

el-Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s. 165-166.

119


“-Ey Allah’ın elçisi, onlar senin kavmin, aşiretin ve kardeşlerin. Ben, onlardan fidye alman görüşündeyim. Onlardan alacağımız kâfirlere karşı bize güç kuvvet olur. Sonra belki Allah onlara hidayet nasib eder de bize destek olurlar.” dedi. Allah’ın Rasûlü (s.a.v): “-Sen ne dersin ey Hattab’ın oğlu?” diye bana sordu. Ben: “-Ben Ebu Bekr’in görüşünde değilim; bana müsaade et filânın (bir akrabasının ismini söyledi) boynunu ben vurayım. Ali’ye müsaade et Akîl’in boynunu o vursun, Hamza’ya müsaade et filân kardeşinin (Abbâs’ın) boynunu o vursun. Böylece Allah Tealâ bizim, müşriklere karşı hiçbir dostluk beslemediğimizi bilsin. Bu esirler müşriklerin büyükleri, ileri gelenleri, önderleri ve komutanlarıdırlar.” dedim. Allah’ın Rasûlü (s.a.v), benim söylediğime değil de Ebu Bekr’in söylediğine meyletti. Ertesi sabah Peygamber Efendimize gittim. O ve Ebu Bekr oturmuş ağlıyorlardı. Ben: “-Ey Allah’ın elçisi, bana, seni ve arkadaşını ağlatan durumu bildir ki, içimden ağlamak gelirse ben de ağlıyayım, içimden ağlamak gelmezse hiç olmazsa ağlar görüneyim.” dedim. Allah’ın Rasûlü: “-Fidye almaları sebebiyle ashabımın başına geleceklere ağlıyorum.” buyurup yakınındaki bir ağaca işaretle: “-O sebeple size verilecek azâb, bana şu ağaçtan daha yakın olarak arzedildi (gösterildi).” buyurdular ve Allah Tealâ “Yeryüzünde küfrün belini kırıncaya kadar hiçbir peygambere esirleri alması yaraşmaz...” âyet-i kerimelerini indirdi.462 Müellifimiz bu ayet-i kerimeyi şöyle açıklıyor: ‫ان ﯾﻜﻮن ﻟﮫ أﺳﺮ‬

‫ ﻣﺎ ﻛﺎن ﻟﻨﺒﻰ‬yani,

müşriklerden faydalanmak ve onlara iyilik yapmak ne onun vazifesidir ne de Allah’ın ona vermiş olduğu bir vaittir. ‫ ﺣﺘﻰ ﯾﺜﺨﻦ ﻓﻰ اﻻرض‬yani, o müşrikleri katledip onları kayhredinceye kadar. Ki, onlarla onların arkasından gelenler engellensinler. Ebu Müslim dedi ki, ‫ اﻻﺛﺨﺎن‬bir beldeye galip gelip onun halkını zelil etmektir. Ta ki, yer yüzüne yerleşip güc kazanıncaya kadar. ‫“ ﺗﺮﯾﺪون ﻋﺮض اﻟﺪﻧﯿﺎ‬dünya malını istiyorsunuz” daki hitab, Hz. Peygambere değil, ilk

462

el-Vâhidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s.166-167; Müslim, Cihâd, 58; Ahmed İbn Hanbel , Müsned, 1, 30-31, 33.

120


anda esirlerden fidye almak isteyen ve harpte ganimet isteyen müslümanlaradır. “Eğer Allah tarafından daha önce verilmiş bir karar olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir ceza dokunurdu.” Ayet-i hakkında da şu dört görüşü vermekle yetinmektedir: 1. Bri kavme sakınması gereken şeyi açıklamadan Allah (c.c.) onlara azab etmeyeceği hükmü. Allah (c.c.) size fidye almamayı açıklamadı ki, fidye almanız sebebiyle size azab etsin. Bu İbn Ceric’den gelen rivayettir. 2. Eğer Allah (c.c.) Ümmül kitap’da, yani levhi mahfuzda ganimet almayı mubah kılmasaydı, onun mübah kılınmasından evvel bu konuda ihlal olduğu için size azab dokunurdu. Nitekim sizden evvel kimseye ganimet helal kılınmadı. Bu da İbn Abbas’ın görüşüdür. 3.

Daha önce nazil olan Kitab, yani Kur’an olmasaydı ve siz de ona iman

etmekle mağfirete hak kazanmış olmasaydınız, başınıza azap gelecekti. Bu görüş elCubbai’den nakl edilmiş olup mağfiret”ten maksadın, “küçük günahlar” olduğunu söylemiştir. 4. “Allah’tan ezelde yazdığı hüküm bulunmasaydı” demekten maksat, “Sen onların içnde olduğun müddetçe Allah onlara azab etmez” hükmüdür. Yani, Peygamber sizin aranızda iken, Allah’ın sizi toptan azaba uğratmayacağı hakkında Kur’anda veya Levh-i Mahfuz’da hüküm verilmiş olmasaydı, Allah sizi helak ederdi”463 Görüldüğü üzere müellif peygambere itab olmadığını delillendirmek için farklı izahlar yapmıştır. Bu konuda nazil olan itabın Peygamberi de kapsadığı bir yana, bilakis gelecek olan azabın, O’nun Müslümanların arasında olması dolayısıyla gelmediğini söylemektedir. 1.2.2.4.2. Kafilerin Malları ve Evlatlarına İmrenmemesi ‫“ وﻻ ﺗﻌﺠﺒﻚ أﻣﻮاﻟﮭﻢ و أوﻻدھﻢ‬Onların malları da, evlatları da seni imrendirmesin!”

463

Tabersî, a.g.e., Enfal, 8/67-68, c. 4, s. 535-536

121


Ayetle ilgili müfessirimiz, hitab Hz. Peygambere olsa da kastedilenin ümmet olduğunu söylemektedir.464 1.2.2.4.3. Kafirlerin İmkanlarına Gözünü dikmemesi “Sakın o kâfirlerden bir kısmına geçici bir zevk olarak verdiğimiz dünya nimetlerine göz atma! Onların iman etmemelerinden ötürü üzülme ve müminlere kol kanat ger, onları şefkatle koru!”465 Tabersî, ayet-i kerimede geçen dünyalıkların, mal ve evlat gibi dünya süsleri olduğunu söylemektedir. Bunların da fani ve sonunda hesaba çekileceğini söylemektedir. Daha sonra müellif şöyle diyor: Hz. Peygamber dünyanın güzelliklerine bakmadığı halde dünyaya rağbet etmesini Allah (c.c.) ona yasakladı. Dolayısıyla ona bakmayı da nehyetti.466 Yukarıdaki ayetin bir benzeri de Tâhâ suresinde geçen şu ayet-i kerimedir: “Onlardan bazı zümrelere, kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme! Rabb’inin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir.”467 Tabersî, ayetin sebebi nüzulüyle ilgili şöyle diyor: Ebu Râfî şöyle anlatıyor: Bir gün Allah’ın Rasûlü (s.a.v)’ne bir misafir geldi. Beni çağırıp yiyecek satın almak üzere yahudilerden bir adama gönderdi. Ona şöyle dememi emretti: “-Allah’ın Rasûlü Muhammed sana diyor ki: «Bize bir misafir geldi ve ona ikram etmek üzere yanımızda uygun bir şey yoktu. Bana şöyle şöyle bir miktar un sat veya parasını Receb ayında vermek üzere şöyle şöyle bir miktar un ver.»” Yahudi: “-Ona, parası daha sonra ödenmek üzere ancak bir rehin verirse satarım.” dedi. Dönüp Hz. Peygamber’e durumu haber verdim, şöyle buyurdu:

464

Tabersî, a.g.e., Tövbe, 9/85. c. 5, s. 73. Hicr, 15/88. 466 Tabersî, a.g.e., Hicr, 15/88, c. 6, s. 104. 467 Tâhâ, 20/131. 465

122


“-Vallahi ben gökte de kendine güvenilenim, yeryüzünde de güvenilirim. Şayet parası daha sonra ödenmek üzere bana un satsaydı zırhımı satar parasını öderdim.” ve işte bunun üzerine yukarıdaki ayet-i kerime inzal oldu. Tabersî daha sonra ayet-i kerimede geçen ‫ وﻻ ﺗﻤﺪن ﻋﯿﻨﯿﻚ إﻟﻰ ﻣﺎ ﻣﺘﻌﻨﺎ ﺑﮫ أزواﺟﺎ ﻣﻨﮭﻢ‬ayetinin tefsirini Hicr suresinde yaptığını söyleyerek tefsirine son vermektedir.468 Yine dünyalığın geniş olmasının neticesinde kafirlerin diyar diyar dolaşmalarının geçici olduğunu Allah (c.c.) şu şekilde buyurmaktadır: “Kâfirlerin bolluk içinde diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın!”469 Tabersî

bu

ayet-i

kerimenin,

Bazı

müşriklerin

bolluk

içinde

olup

da,

Müslümanlardan bir kısmının, Allah’ın düşmanları bolluk içindeyken biz açız demeleri üzerine, ya da yer yüzünü gezip mal elde eden bir Yahudi hakkında indiğini söylemektedir. Müellifimiz ayet-i kerimeden kastedilenin Hz. Peygamberin olmadığını şöyle tefsir ediyor: ‫ ﻻ ﯾﻐﺮﻧﻚ‬burda hitap Hz. Peygambere olsa da murad edilen başkasıdır. Denildi ki bunun manası şöyledir: Ey insan, ey işiten, seni aldatmasın.470 SONUÇ Tabersi, Peygamberlere ve Peygamberimize yönelik itab hükmünde olan ayetleri tefsir ederken, mensubu olduğu mezhebinin görüşünü, diger görüşlere karşı savunmaktadır. Yani Tabersi de, Peygamberlerin kesinlikle zelle dediğimiz küçük günahları bile işlemediklerini savunmakta ve itab konusu olan ayetleri buna göre tefsir etmektedir. Tabersi, sadece itab konusunda olmayıp diğer, Mut’a, imamet, İmamların masumiyeti gibi konularda da mensubu olduğu mezheple aynı görüştedir. Bu durum tefsirinde açıkça müşahede edilmektedir. Tabersi’nin tefsirini incelerken, O’nun da Mutezi’leden etkilendiğini görüyoruz.

468

Tabersî, a.g.e., Taha, 20/131, c. 7, s. 54. Âl-i İmrân, 3/196. 470 Tabersî, a.g.e., Al-i İmran, 3/196, c. 2, s. 368. 469

123


İtikadi yönden Şi’a’nın, kendi görüşlerini savunmada akılcı olarak bilinen Mutezilenin metodunu kullanmış ve zamanla onun tesirinde kalmıştır. Tabersi’nin de, genel olarak kendi mezhebinin itikadi görüşlerini savunduğunu göz önünde bulundurursak, onun da Mutezile’nin düşüncelerini benimsemiş olduğunu görüyoruz. Mesela Kur’an’ın muhdesliği konusunda Tabersi, Allah’dan başka ebedi ve ezeli hiçbir şey olamaz diyerek Kur’an’ın yaratıldığını söylemektedir.471 Bu nümuneleri çoğaltmak mümkündür. Ama bununla birlikte Tabersi’nin zaman zaman hem kendi mezhebinin hem de Mutezile’nin düşüncelerini kabul etmediğini de görüyoruz. Mesela, Şi’a ve Mutezile inancına göre büyük günah işleyen tövbe etmeden ölürse ebedi olarak cehenneme gider.472 Bu konuda Tabersi farklı düşünmektedir. Mesela Bakara suresinin 81. ayetinde geçen “seyyie” kelimesini tefsir ederken bu kelime hakkında söylenen manaları zikrettikten sonra şöyle diyor: Birinci görüş yani, İbn Abbas, Mucahit, Katade ve başkalarının “seyyie”den maksadın şirk olduğu görüşünü benimsiyorlar ve bu görüş daha uygundur.

Çünkü bize göre şirk dışında hiçbir günah ebedi cehennemde kalmayı

gerektirmez.473 Görüldüğü gibi birçok konuda Tabersi, kendi mezhebinin savuncusu olurken bazen de kendi ilmi kişiliğini ortaya koyarak doğru bildiği görüşü de çekinmeden ifade edebilmektedir. Tabersi, aynı zamanda diğer mezheplere karşı itidallı olması, istihza ve aşağılayıcı ifadelerden uzak durmasıyla mutedil bir görüntü yansıtmaktadır. Ayrıca bazı Şiiler gibi Kur’an’da eksikliğin ve ne de fazlalığın olmadığını söylemekle de yine kendine has bir ilmi şahsiyetini ortaya koymaktadır. Netice itibariyle müellifimizin birçok konuda mezhebinin görüşüyle örtüştüğü görülmektedir. Peygamberlere ve Peygamberimize yönelik itab ayetleri mevzusunda da mensubu olduğu mezheble aynı görüşü paylaşmaktadır. İtabla ilgili ayetlerin hepsini de bu doğrultuda yorumlamaktadır.

471

Tabersî, a.g.e. c. 1, s. 362, Bakara, 2/106.

472

Kılavuz, A. Saim, Kelam Akaidi ve Kelama Giriş, İstanbul: Ensar Neşr. 1987, s.306-308.

473

Tabersî, a.g.e., c. 1, s. 294.

124


KAYNAKÇA Ahmed İbn Hanbel, Ebu Abdillah, Müsned, I-VI, Kahire 1313/İstanbul 1981. Ahteri, Mustafa İbn Şemsüddin Karahisârî, Ahter-i Kebîr, İstanbul: Matbaa-i Âmire, h. 1310. Akîkî, Bahşeyeşî, Tabakât-ı Müfessirâni’ş-Şi’a, Kum: Defter-i Neşr-i Novid-i İslami, 1371. Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, I-XI, İstanbul, 1989. Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed İbn İsmail, el-Câmiu’s-Sahîh, I-VIII, İstanbul, 1981. Bulut, Mehmet, Ehli Sünnet ve Şi’a’da İsmet İnancı, İstanbul: Risale Yay. 1991. Cerrahoğlu, İsmail, Kur’an Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Amiller, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1968. Çetiner, Bedreddin, Fâtihâ’dan Nâs’a Esbâb-ı Nüzûl, Çağrı Yayınları, İstanbul, Dâru’l-Kutubi’l-Arabî, Kahire, 1387/1967. Davudî, Hafız Şemsüddin, Muhammed İbn Ali İbn Ahmed, Tabakâtü’l-Müfessirîn, Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, ts.. Demirci, Muhsin, Vahiy Gerçeği, İFAV, İstanbul, 1996. Demireşik, Ömer Faruk, İtab Ayetleri Işığında Hz. Peygamberin Dindeki Yeri ve İsmeti, İstanbul: M.Ü.Sos.Bil.Ens. 2003. Dıraz, Muhammed Abdullah, En Mühim Mesaj Kur’an (en-Nebeu’l-Azîm), trc. Suat Yıldırım, Ankara: Akçağ Yy. 1994. Ebu Davud, Süleyman İbn Eş’as İbn İshak el-Ezdî, thk. Muhammed Avvâme,Sünen-i Ebi Davud, Cidde: Daru’l-Kable li’s-Sekafeti İslamiyye, 1998. Ebu’s-Suud, Muhammed İbn Muhammed el-Amâdî, Tefsiru Ebi’s-Suud, I-IX, Beyrut: Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabiyy, ts. el-Aclûnî, Ebu’l-Fida İsmail İbn Muhammed, Keşfu’l-Hafa ve Muzilu’l-İlbâs Amme İştehere Mine’l-Ehâdîs ala Elsineti’n-Nâs, Beyrut: Daru ihyai’t-Turasi’lArab,1932.

125


el-Alemî, Muhammed Hüseyin, eş-Şi’atu’l-Âmme, Beyrut: Müessesetü’l-Alemi li’l-Matbuat, 1993. el-Âlûsî, Ebü’s-Sena Şehabeddin Mahmud İbn Abdullah, Rûhu’l-Meânî fi Tefsîri’lKur’ani’l-Azîm, thk.Muhammed Hüseyin Arab, Beyrut: Daru’l-Fikr, 1997. el-Âmilî, Muhsin Emin Hüseyin, A’yanü’ş-Şi’a, Beyrut: Darü’t-Taaruf, 1983. el-Bağdâdî, Ebu Mansur Abdülkerim İbn Tahir Abdülkahir, el-Fark Beyne’l-Fırak, Kahire: Daru’t-Turas, ts.. el-Beyzâvî, Ebî Saîd Abdullah İbn Umar İbn Muhammed eş-Şirâzî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, I-V, Beyrut: Müessesetü Şa’bân, ts.. el-Cevherî, İsmayil İbn Hammud, es-Sihah Tâcu’l-Luga ve Sıhahu’l-Arabiyye, Thk. Ahmed Abdulgafur Atar, Beyrut: Dâru’l-İlm, 1984. el-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman İbn Ali, Zâdü’l-Mesir fi İlmi’t-Tefsir, 4. Bs. Beyrut: el-Mektebetü’l-İslamiyye, ts.. el-Cürcânî, Ebü’l-Hasan Seyyid Şerif Ali İbn Muhammed İbn Ali, et-Ta’rifât, Beyrut: Darü’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1983. el-Emin, Muhsin, el-Hüseyin el-Amil, A’yânü’ş-Şi’a, thk. Hasan Emin, Beyrut: Daru’tTaaruf, 1983. el-Eşarî, Ebu’l-Hasan İbn Ebu Bişr Ali İbn İsmail İbn İshak, Makâlâtü’l-İslamiyyin ve İhtilafi’l-Musallin, Kahire: Mektebetu’n-Nahda, 1979. El-Fârâbî, Cevheri, Ebu Nasr İsmayil İbn Hammad, Thk. Ahmed Abdülgafur Atar, es-Sıhah Taci’l-Luga ve Sıhahi’l-Arabiyye, Darü’l-İlm li’l-Melayin, Beyrut 1990. el-Ferâhidî, Ebu Abdurrahman Halil İbn Ahmed İbn Amr, Kitabu’l-Ayn, thk. Mehdi Mahzûmî, İbrahim Semerrâî, Beyrut: Müessesetü’l-A’lemi li’l-Metbuat, 1998. el-Hâkimî, Muhammed Rıza, Târîhu’l-Ulemâ Abra’l-Usûli’l-Muhtelife, Beyrut: Müessesetü’l-Alemi li’l,Matbuat, 1983. el-Hamevî, Ebü’l-Abbas Ahmed İbn Muhammed İbn Ali, el-Misbâhu’l-Munîr fî Garîbi’şŞerhi’l-Kebîr li’r-Râfi, Beyrut: el-Mektebetü’l-İlmiyye, Ts.. el-Hansarî, Muhammed Bakır İbn Zeynelabidin İbn Cafer el-Mûsevî, Ravzâtü’l-Cennât fî Ahvâli’l-Ulemâ ve’s-Sadat, thk. Esedullah İsmailiyyan, Kum: el-Matbaatü’lHaydariyye, ts..

126


el-İsbahânî, Mirza Abdullah Efendi, Riyazu’l-Ulemâ ve Hîyâzü’l-Fudelâ, Kum: Mektebetu Ayetullahü’l-Uzma el-Maraşî en-Necefi, 1980. el-Kummî, Abbas, el-Künâ ve’l-Elkâb, 2. bs. Beyrut: Müessesetü’l-Vefa, 1983. el-Kurtubî, Ebu Abdullah Muhammed İbn Ahmed İbn Ebi Bekr, el-Cami’ li Ahkâmi’lKur’an, Kahire: Daru’l-Hadis, 1996. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I-X, İstanbul: Eser Nşr. 1979. el-Mevdûdî, Ebu’l-Âlâ, Tefhîmu’l-Kur’an (trc. Komisyon), I-VII, İstanbul, 1986. el-Mutrafî, Uveyd İbn Ayed, Âyâtu İtabi’l-Mustafa fi Da’vi’l-İsmeti ve’l-İctihad, Kahire: Daru’l-Fikri’l-Arabi, ts.. el-Vâhidî, Ebü’l-Hasen Ali İbn Ahmed en-Nîsâburî, Esbâbu’n-Nüzûl, 2. Baskı, Beyrut: Dâru Mektebetu’l-Hilâl, 1985. en-Nedvî, Ebu’l-Hasan, Peygamberlik ve Peygamberler (Kur’an Işığında), trc. Ahmet Lütfi Kazancı, Konya: İslam Neşriyat, 1974. en-Nesefî, Abdullah İbn Ahmed İbn Mahmud, Tefsiru’n-Nesefi, I-IV, Beyrut: Daru’lKitabi’l-Arabiyy, ts.. er-Râgıb, el-İsfehânî, Ebu’l-Kâsım Hüseyin İbn Muhammed, el-Müfredât, Beyrut: Daru’lMarife, 2001. er-Râzî, Şeyh Müntecibuddin Ali İbn Bâbeveyh, Fihrist, thk. Seyyid Abdülaziz Tabatabaî, Kum: Mecmeu’z-Zâhiri’l-İslami, 1404. es-Sâbûnî, Ebu Muhammed Nureddin Ahmed İbn Mahmud İbn ebi Bekr, el-Bidaye, trc. Bekir Topaloğlu, Ankara: D.İ.İBN 1979. eş-Şâtî, Sabuh Hammud, Âdâbu’r-Râfidîn, Musul: 1981. es-Suyûtî, Ebü’l-Fazl Celaleddin Abdurrahman İbn Ebi Bekr, Lübabü’n-Nükûl fî esbâbi’nNüzûl, Beyrut: Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, ts.. et-Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli’l-Kur’an, thk. A.Muhammed Şakir-M.Muhammed Şakir, Kahire: Daru’l-Maarif, 1969. et-Tahrânî, Muhammed Muhsin Tahranî Aga Büzürg-i, ez-Zeri’a İla Tasanifi’ş-Şi’a, Beyrut: Daru’l-Edva, 1983. ez-Zehebî, Muhammed Seyyid Hüseyin, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, yay.y. 1976.

127


ez-Zerkânî, Muhammed Abdulazim, Menâhili’l-İrfân fi Ulûmi’l-Kur’an, I-II, Beyrut: Daru’l-Kitabi’l-Arabiyy, 1996. Fîrûzâbâdî, Muhammed İbn Yakub, el-Kamûsu’l-Muhit, Lübnan: Daru İhyâi’t-Turasi’lArabiyy, 2003. Gezgin, Ali Gaip, Kur’an’da Hz. Peygambere Yapılan Uyarılar, İsparta: Fakülte Kitabevi, 2003. Gölcük, Şerafettin ve Toprak, Süleyman, Kelam , Konya: Tekvin Yay. 2001. Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, trc.Salih Tuğ, İstanbul: İrfan Yay. 1991. İbn Ahmed, Kadı Ebu’l-Hasan Abdulcabbar, Şerhu Usuli’l-Hamse, Kahire: Mektebetu Vehbe, 1988. İbn Fâris, Ebü’l-Hüseyin Ahmed İbn Fâris İbn Zekeriya, Mekâyisi’l-Lüga, Beyrut: nşr.y. 1991. İbn Kesir, Ebü’l-Fida İsmail İbn Ömer, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, Kahire: Daru İhyai’lKütübi’l-Arabiyye, ts.. İbn Kudame, Ebu Muhammed Abdullah İbn Ahmed, el-Mugni, Beyrut: Daru’l-Kitabi’lArabiy, 1972. İbn Mace, Sünen, İstanbul: Çağrı Yay. 1992. İbn Manzur, Ebu’l-Fazl Cemaleddin Muhammed İbn Mukerrem el-Mısrî, Lisanu’l-Arab, Beyrut: Daru Sadr Matbaası, h. 1300. İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâleddîn Abdurrahman İbn Ali, Zâdü’l-Mesîr fi İlmi’t-Tefsîr, Dimaşk: el-Mektebetü’l-İslamiyye, 1964. İzutsu, Toshihiko, Kur’an’da Allah ve İnsan, trc. Süleyman Ateş, İstanbul: Yeni Ufuklar, ts.. Kays, Âli Kays, el-İraniyyûn ve’l-Edebu’l-Arabiyy, Tahran: Müessesetu’l-Buhûs ve’lTahkîkâtu’s-Sekafiyye, 1991. Kılavuz, A.Saim, İslam Akaidi ve Kelama Giriş, İstanbul: Ensar Nşr. 1987. Kılıç, Sadık, Kur’an’da Günah Kavramı, Konya: Hibaş yay. 1984. Lüveyhid, Adil, Mu’cemu’l-Müfessirîn min sadri’l-İslam Hatta’l-Asri’l-Hadar, Beyrut: Müesesetu Nuveyhizi’s-Sakafiy, 1986.

128


Malik İbn Enes, Muvatta, İstanbul: Çağrı Yay. 1992. Müslim, Ebu’l-Hüseyin Müslim İbn el-Haccac, Sahîhu’l-Müslim, (I-V), nşr: M. F. Özgel, İshak, “Büyük Selçuklular Döneminde Tefsir İlmi ve Müfessirler”, Dilbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, Sayı: 2, (2005). Sinanoğlu, Mustafa, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an-ı Kerim’de Nübüvvet, Doktora tezi, M.Ü.Sos.Bil.Ens, 1995. Suat, Yıldırım, Fatiha ve En’am surelerinin Tefsiri, Nşr. Çevik Matbaacılık, İstanbul 1989. Tabatabî, Muhammed Hüseyin, el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’an, trc. Vahdettin İnce, İstanbul: Kevser Yay. 1998. Tabersî, Abu Fadl İbn Fadl, İ’lâmü’l-Verâ bi A’lâmi’l-Hüdâ, Beyrut: Daru’l-Mektebetü’lHayat, 1985. Tirmîzî, Ebû İsa Muhammed İbn isa, Sünenu’t-Tirmîzî, (I-V), Çağrı Yayınları Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmi, İstanbul: Damla Yay. 1996. Zemahşerî, Muhammed İbn Ömer, el-Keşşâf an Hakâikı Gavâmizi’t-Tenzil ve Uyûni’l-Ekâvil fi vücûhi’t-Te’vil, I-IV, Beyrut, 1366/1947. İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1970.

129


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.