884
sekr-sahv
lım anlatarak buyurmuştur ki: "Dedi ki: 'Rabb'im {kendini} bana göster, sana nazar
edeıjim. "' [Araf, 7/143] Bu babda sekr, kendisiyle neşe haline hakim olmanın ortadan kalkmasına işaret eden bir isimdir. Bu bilhassa muhibblerin {sevenlerin} makamlarındandır. Bu ma kamı fenanın hakikati kabul etmez, ilim mertebeleri de ona ulaşamaz. Sekrin üç alameti vardır: Tazim devam ettiği halde, haberle meşgul olmaktan sıkılmak, temekkün devam ettiği halde şevkin derinliğine dalmak, coşkun bir sa bırla sürur denizinde gark olmak Bunun ötesinde, sekr ismini cehalete ya da heyeman {coşkulu sevgi} ismini cevr ü cefaya çeviren hayret vardır {bunları "sekr" olarak adlandırmak doğru de ğildir} . Bunların dışında kalan hırs sekri, cehalet sekri, şehvet sekri gibi şeylerin tamamı ise bas!retlerle tenakuz eder {bunlar sekrin menfi manalarının misalleri olup tasavvufi basiretiere aykırıdır}. Allah Teala buyurmuştur ki: "Kalbierinden dehşet giderildiği zaman, {o şefaat bekle yenler şefaat edecek olanlara} 'Rabb'iniz ne buvurdu ? ' diye sorar/ar, onlar da 'Hakkı' diye ceviib verirler." [Sebe, 34/23]
Salıv, sekrin üstündedir, bast makamına münasibdir. Sahv, beklemekten müs tağn!, talebe ihtiyacı ortadan kaldıran, zorluklardan arınmış olan bir makamdır. Sekr ancak Hakk'tadır, sahv ise ancak Hakk'ladır. {Sahv gibi} hakikatin özünde bulunan hiçbir şey hayretten {şaşkınlıktan} hall olamaz. Bu hayret, şübheden doğan hayret değil, aksine izzet nurlarının müşahede edilmesindeki hayrettir. Hakk ile olan hiçbir şey sıhhatten hali değildir. Hiçbir noksanlık onu zedeleyemez, hiçbir illet de ona arız olamaz. Sahv, hayat menzille rinden, cem' vadllerinden ve vücud pırıltılarındandır. (Menfizil, 42)
* Arifler, hakikat semasına yükseldikten sonra vucudu {varlığı} sadece Vahid-i Hakk (Gerçek Bir} gördükleri hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak onlar içinde bu hale irfani ve ilm! olarak sahib olan kimseler vardır. Yine onlar içinde, bu hali bir zevk hali olarak yaşayanlar bulunur. Bunların na zarında kesret {çokluk} tamamen yok olmuş ve bunlar ferdaniyet-i mahza {mutlak tekliğe} gark olmuşlardır. Bu noktada akılları tamamen işlemez hale gelmiş, ken dileri hayrete düşmüşlerdir. Burada Allah'tan başkasını, hatta kendilerini bile ha tırlayacakları bir yer kalmamıştır. Onlara göre Allah'tan başka hiçbir şey yoktur. Onlar sekr haline düşmüşler {manen sarhoş olmuşlar}, akıllarının gücü O'ndan başkasını reddetmiştir. Onlardan biri "Ene'l-Hakk {Ben Hakk'ım}", bir diğeri "Süblıiin i mii azanıii şan! {Kendimi tesbilı ederim, benim ştinzm ne yiicedir!}", bir başkası "Ma fi ciibbetf sivallalı {Cübbenıin altında Allalı'tan başkası yoktur}" demiştir. Sekr halinde aşıkların söylediği sözler gizlenmiş, hikaye edilmemiştir. Onlar sekr halinden çıkınca ve Allah'ın yeryüzündeki ölçüsü olan aklın sultasına geri dö-
sekr-sahv
885
nünce, bunun hakiki ittihad olmadığını, bilakis ittihiida benzediğini anlamışlardır. Aşıkların, aşklarının doruk noktasında söyledikleri "Ben sevdiğim kimseyinz, sevdi ğim kimse de benim" gibi sözler böyledir. Şu örnek bundan uzak değildir: Insan an sızın bir aynayla karşılaşır, ona bakıp da sadece aynayı görür {ilk anda aynadaki kendi suretini görmez}, böylece gerçekte aynanın kendisi olan gördüğü suretin, kendisiyle birleştiğini sanır. (Mişkat, 59)
* Sekr-i tabfat {tabiatın sekri}, bedenin tabiatından doğan bir sekrdir. Bu, bazı te'vil sahibierine göre Hz. Adem'e �� yasaklanan ağaçhr. (Heyakil, 100) * Sekr, halin hakimiyetinin kişiyi istila etmesi, sahv ise fiilere ve sözlere geri dö nüştür. Muhammed b. Hafif şöyle der: "Sekr, sevgilinin zikri sırasında kalbin galeı;ana gelnıesidir." Vasıti şöyle der: "Vecd makamları dörttür: Once zuhul {dalgınlık, kendini
unutma}, sonra hayret, ardından sekr ve son olarak sahv. Bunun misali denizin sesini işi ten, sonra ona yaklaşan, ardından oraya giren ve peşinden dalgaların kendini istila ettiği kimsenin misalidir." Bu misale göre, üzerinde o haldeki akıntıctan iz kalmış olan kimsede sekr işareti bulunur. Bunların hepsinde istikrara kavuşmuş olan kimse ise kurtulmuş olur. Sekr, kalb sahiblerinin, sahv ise gayb hakikatlerini keşfedenlerin halidir. ( 'Avarif, 310)
* "Sahv {nedir?" Deriz ki: (Fütfıhrit)) "Gaybet halinden sonra güçlü bir varid/e şuur ha. line
dönüş tür. "
"Sekr {nedir?" Deriz ki: (Fütfıhrit)) "Kuvvetli ve ferahlatan bir varilde gelen ve büyük ölçüde kendisinden sahvın sridır olduğu bir gaybettir." (Istılah, 532; Fütuhrit, II, 129) * Sekr, ahval ilmidir. Bundan dolayı bu hal, sevinç ve neşe içinde olan kimse lere aittir. Sufilerin sekri tarifi şöyledir: "Sekr, güçlü bir varidle yaşanan gaybet ha.Ii dir." Sekr, sevinç, sürur ve neşeye zıt olan gaybetten başka bir şey değildir. Te menni edilen şeylerin, bu halin sahibinin aynında kaim olan suretler olarak tecelli sidir {kişinin kendini kaybetmesi ve sadece tecellileri görmesidir}. Sekr halinde ricalullah, inşaallah zikredeceğimiz mertebelerde olur. Sekr, tabiidir ve nefsin temenni varidiyle hissettiği sevinç, sürur, saadet ve ne şedir. Ona ait temenni, kişinin hayalinde kaim olan sfuetler olarak tecelli ederse o kişiye hakim olur ve tasarrufta bulunur. Böyle bir hal yaşayanlardan şair olanlar şöyle der:
"Sarayın ve köşkün salıibi benim sekr hiilindeyken" Şübhesiz o, malik olduğu şeyi taleb ettiği şeyin gayesi olarak görür. Sekr haline gelince onun için saray ve köşkün sureti mülk olarak kaim olur. Herhangi bir mertebede onunla tasarruf eder. Onun hayal edilmesi kendisini sekr haline sokar. Onun hayalinde kuvvetli bir iz oluşur. Ehlullahtan hayaliyle birlikte buna vakıf olanların bu sekri tabiidir. Onlar, hallerindeki bu durum kuvvetlenip onlara hakim
886
sekr-sahv
oluncaya kadar Allah'tan istedikleri şeyi elde etmeyi düşündükleri şeyi murakabe etmeye devam ederler. (Fütuhat, II, 534)
* Sekr-i akli { akli sekr} ariflerin sekridir. Geriye, sılillerin tamamının yaşadığı sekr kalır. İşte bu Resı1lullah'ın $ "Allah'ım, hakkındaki hayretimi artır!" [Heysemi, VII, 201] buyurduğu ilahi sekrdir. Sekrfin {sekr hali yaşayan}, haydindır (hayret hali yaşar}. Sekr-i ilfihf (ilahi sekr} ise, mükemmel seviyede sürı1r ve sevinçtir. Hakk ile sekr, suretlerdeki tecellide vaki olur. Biri şöyle demiştir: Sarhoş oldu topluluk kadehin dönüşüyle benim sarhoşluğunısa dönenden değil döndürenden Müşahedenin sarhoş kıldığı kimsenin asla sahvı {ayılması} olmaz. Gerçi her hale sevinç, neşe, ilahi sırların ifşası gibi şeyler eşlik etmeyebilir. Bu, sekr değildir, ancak gaybettir, fenadır, mahktır (yok oluştur}. Allah yolunda olan bir topluluğun sekriyle {sarhoşluğuyla}, şarab içen kişinin sekri kıyaslanamaz. Çünkü bazen şarab içenlerde keder, endişe, hatta ağlama olur. Bu, şarab içenin mizacına göre olur. Böyle bir kişi de "sekrfin {sarhoş}" diye isimlendirilmiştir. Bu gibi haller Allah yolundaki sekrde olmaz. İnsanların pek azı canlılıkla sarhoşluğu ayırd edebilir. Bize göre tabü: ilimde, şarab içen kişide keder, ağlama, endişe ve hüzün ortaya çıkarsa bu durum, tabiat ve mizacının gereğidir. Bu kişi (bizim kasd ettiğimiz manada} sekrfin değildir, sekr haline sahib de değildir. Bazı mizadar sekr kabul etmez. O mizadarcia sekrin izi bile bulunmaz. Sekrin gaybeti, hislerden (duyulardan} gelmez. Onun gaybeti, sevinç ve sürfırdan başka bir şeyden değildir. Bunların bir benzeri de, sevinç yaşamayan, tefekkür, gaybet ve fena ehli olan ve sekri gaybet türlerinden ayırabilen kişilerdir. (Fiitülıfit, II, 534-535)
* Sfıfilere göre salıv, gaybet halinden sonra güçlü bir varidle şuur haline dönmektir. Sekrin de sahvın da tarifinde "güçlü bir vfirid" ifadesini kullanırlar. Bunlar sahvın daha kuvvetli bir varidle gerçekleştiğini ve sekr ile tavsif edilen bir mahal olduğımu söylememişlerdir. Sahv, kuvvet bakımından eşit olmakla birlikte, bu varidierin her ikisiyle de tahakkuk eder {gerçekleşir}. Bunlar birbirine mani olurlar. Sekr varidi daha çok kabılle şayandır. Bu varid, mahal sahibi olup, kendisinin {başka varidlere) mam olma gücü de vardır. Fakat, bir nisbet ve istidad olmadan o mahalde yerleşmez. Bütün varidier eşit olsa bile bu mahal, sözü edilen nisbet ve istidad sayesinde kendisine münasib olan varidi ister. o mahalde başka bir varid hakim olduğu sırada diğer varid gelirse, derhal mevcfıd nisbet ve istldad, o varidi, üzerinde bulunduğu hükmü taleb eder halde bulurlar ve ondan, oradaki o varid
sekr-sahv
887
dışındaki varidin hakimiyetini giderirler. Ama bu vaziyet, {o v<'uidin} kendi kuv veti ve diğer varidin zayıflığından dolayı değil, nisbet ve istidadın kuvveti sebe biyle olur. Bil ki, bu yolda sahv sadece sekrden sonra vaki olur. Sekrden önce vaki olan {gerçek manada} sahv hali olmadığı gibi, o kimse de sahv sahibi değildir. Bununla beraber, ona "sekr sahibi" değil, "huzür" veya "beka sahibi" ya da bundan başka bir şey denir. (Fütühiit, Il, 536) * Onlara göre sekr, neşe halindeyken sahib oldukları şeylerin elden çıkmasıdır. Bu, aşıkların makamlarındandır. Bu makamda temkin sahibi olanlardan başka herkesin ayağı kaymıştır. (Ravza, 666) * Şunun bilinmesi gerekir: Sekriyyet hükümlerinden (sekr haline ait hükümler den} olan her şey velayet makamındandır. Sahv hükümlerinden olan her şey de nii
büvvet makamına bağlıdır. Salat ve selam üzerlerine olsun, peygamberlere uyma hususundaki en mükemmel velilerin, tabiiyyet yoluyla ve sahv vasıtasıyla bu ma kamdan nasibleri vardır. Bistamiler sekri sahvdan üstün tutarlar. Bu sebeble, (şataha tından birinde} Ebu Yezid Bistami�<s demiştir ki: "Benim sancağım, Muhammed'in sancağından daha yüksek
tir." {0, bu sözünde, } kendi sancağıyla velayet sancağını, Hz. Muhammed'in san cağıyla da nübüvvet sancağını kasd etmiş, sekre dönük olan velayet sancağını, sahva dönük olan nübüvvet sancağına tercih etmiştir. Bazı sufilerin, velayetin nü büvvetten üstün olduğu görüşü bu kabildendir. Bunun böyle olması, onların vela yeti Hakk'a, nübüvveti ise halka müteveccih görmelerinden dolayıdır. Hakk'a müteveccih olan bir şeyin, halka müteveccih olan bir şeyden daha üstün olduğu hususunda hiçbir şübhe yoktur. Bazı sufiler, bu sözdeki tevdhle alakah olarak demişlerdir ki: "PeıJganzberin veltiyeti niibiivvetinden daha üstündür." Bu fakire göre, buna benzer sözler doğru ol maktan uzaktır. Çünkü nübüvvetteki teveccüh sadece halka doğru değildir. Ak sine bu teveccühle beraber aynı zamanda Hakk'a doğrudur. Çünkü onların batm ları Hakk ile, zahirieri ise halk ile beraberdir. Teveccühü sadece halka doğru olan lar ise {Hakk'a} yüz çevirmekte ve sırtlarını dönmektedirler. Salat ve selam üzerle rine olsun peygamberler, bütün mevcudattan daha üstündürler. En üstün devletler onlara mahsustur. Yelayet nübüvvetin bir parçası olup, nübüvvete dahildir. Nü büvvet her bakımdan velayeti içine alır. Nübüvvetin velayetten üstün olduğu hususunda hiçbir şübhe yoktur. Bu hu susta peygamberin velayetiyle, başkasının velayeti arasında hiçbir fark yoktur. Şu halde, sahv hali sekr halinden daha çok tercihe şayandır. Sekr, sahvın muhtevasına dahildir. Bunun gibi, velayet de nübüvvet içinde yer alır. Sahv hali, aviima ait olan sekr halinden halidir. Dolayısıyla burada söz konusu olan sekrin dışında kalır ve
888
sekr-sahv
bu sebeble bunun üzerinde durulmasının bir manası da yoktur. Sekri içine alan sahv, elbette ki sekrden daha üstündür. Şu halde, kaynağı nübüvvet olan şer'! ilimierin tamamı, sahvın kemalinden neş'et ebniştir. Dolayısıyla şeriata muhiHif olan şey sekr halinden gelir. Sekr sahibi mil.zurdur ve taklid edilmeye müstehak değildir {kendisine uyulmaz}. Asıl dört elle sarılmayı gerektiren, sekr halinin ilimleri değil, sahv makamlarını ilimleridir.
(Mektitbiit, I, 101) * Fena an miisivii {masivadan fena bulmak}, çoğu sfif'ınin işaret ettiği fenadır. Bunun haklkati, Allah'tan başkasını müşil.hede ve hissebnekten fena bulmaktır. Bu da bir kişinin müşahede ettiği şeyden gaybet hil.lirıde olması, bu gaybetin de müşa hede ettiği şeyden ve kendisinden gaybet olmasıdır. Çünkü o, mabuduyla O'na ibadetten, mezkfirüyle {zikrettiği Allah ile) zikrinden, mevcuduyla varlığından, mahbubuyla {sevdiğiyle) sevgisinden ve meşhfidüyla {müşahede ettiğiyle) müşa hedesirıden gaib olmuştur. Anlamları arasında bir fark görmekle birlikte böyle bi risinirı haline "sekr", "ıstıldm", "mahv" ve "cem"' gibi isimler verilir. Kalbe, onunla gaib ve fani olana kadar sevdiği ve zikrettiğini müşahede ebne durumu hakim olur. Böylelikle onunla birleşir ve kaynaşır, hatta O'nu kendisi sanır. Şu hikaye bu durumu anlatır: Bir kimsenin sevdiği, kendisirıi suya atınca, onu seven kimse de ardından kendisini suya atmış. Bunun üzerirıe sevdiği ona "Niçin suya atladın ?" diye sorunca o: "Seninle kendimde kayboldum, bunun için seni ben san dım." cevabını vermiş. İşte bu halde olan kişi, aklı başına gelince yanıldığını anlar ve hakikatler kendi içinde ayırd edilmeye başlar. {Bu durumda anlaşılır ki,) Rabb Rabb'dır, kul ise kuldur. Yaratan yaratılanlardan farklıdır. Buna göre yaratılmışlarda O'nun Zat'ından, O'nun Zat'ında da yaratılmışlardan hiçbir şey yoktur. Ancak sekr, mahv, ıstılam ve fena halirıde bu temy!zden gaib olur {bu ayrımın farkında olmaz). Bu halde iken, bazı hal sahibieri hakkında anlatılan ve akıl başındayken söyle yenirı sapık sayılacağı şatahil.t kabilinden bazı sözler söyler. Ancak terneyyüz {ayırd edilme) ve şufirun geri gelmesiyle bu hill de ortadan kalkar, o zaman {bu sözlerden dolayı) niçin sorumlu olsun? Bu fenanın övüleni var, yerileni var, affedileni var. Allah'tan başkasını sev mekten, ondan korkmaktan, ona ümid beslemekten, ona tevekkül etmekten, ondan yardım beklemekten, kulun dininin hem zil.hir hem de biitın olarak Allah için kala cak şekilde ona yönelmekten fani olanın fenası övülür. Sahibinin, kendisiyle başkasını ayıramayacak şekilde şuur ve bilgisinin olma ması hiçbir şekilde övülmez ve kemal vasfı sayılmaz. Bu, onun için arzu edilen ve emredilen bir şey değildir. Bilakis sahibinirı gayesi, aklı, terneyyüzü {ayırd edişi) taşıyabilecek ve her mevki sahibini yerli yerine koyabilecek şekilde ilme uygun,
sekr-sahv
889
hikmet geregınce, hakikatleri olduğu gibi görmek, kadim {ezell} olanla hadis {sonradan} olanı, ibadetle mabudu ayırabilecek kadar güçlü olmadığı için mazur görülmelidir. Bu sebeble ibadeti mertebelerine indirir, mertebelerini müşahede eder ve her mertebeye kulluk hakkı neyse onu verir ve onu yerine getirdiğini mü şahede eder. (Buğı;e, 28)
* Sahv, sufmin gaybet halinden ve şuurunu kaybettikten sonra, his ve şuura geri dönmesidir. Sekr ise, silimin güçlü bir varidle gaybet haline dönmesidir. Sekr, gaybet halinden daha kuvvetli, daha tam ve mükemmeldir. Çünkü gaybet halinin sebebi, bazen rağbet ve rehbet {arzu ve endişe} ya da havf ve reca {korku ve ümid} olabilir. Sekrin sebebi ise kula keşfin sadece cemal vasfıyla açılmasıdır. Çünkü sekr, kişinin rUhunun iştiyak du yınası ve kalbinin aşka tutulmasıdır. Bu da rağbet, rehbet, havf ve reca sahibieri için değil, ancak vecd, müşahede ve vücı1d sahibieri için söz konusu olur. Sekrin sonunda ortaya çıkan şeyin, gaybet halinden daha zayıf olduğunu söyleyenler varsa da, bu kanaat doğru değildir. Çünkü bu hal "sekr" olarak adlandırılamaz. Neticede sekr, büyük gaybettir, ama zayıf gaybet sekr değildir. Bilakis zayıf gaybet, sekr halinde olmadığı halde öyle görünmektir. (Cami', 229)
* Sekr hakkında biri şöyle demiştir: "Sekr, Ju'ilin lu'ikimiyetinin kişiyi istllfi etmesi dir." Bir başkası da şöyle demiştir: "Mahbubu zikrederken kalbin galeyana gelnıesidir. " Bir başkası da "Kişinin güçlü bir varid/e gaybet Mline dönmesidir" demiştir. (Nebhani, I, 236) * Sekr, halin hakimiyetinin kişiyi isfıla etmesi, sahv ise fiilere ve sözlere geri dö nüştür. Muhammed b. Hafif şöyle der: "Sekr, sevgilinin zikri sırasında kalbin galeı;ana gelnıesidir. " Vasıti şöyle der: "Vecd makamları dörttür: Önce zulıi'ıl {dalgınlık, kendini
unutma}, sonra hayret, ardından sekr ve son olarak sahv. Bunun misali denizin sesini işi ten, sonra ona yaklaşan, ardından oraya giren ve peşinden dalgaların kendini istilii ettiği kimsenin nıisalidir." Bu misale göre, üzerinde o haldeki akıntıclan iz kalmış olan kimsede sekr işareti bulunmaktadır. Bunların hepsinde istikrara kavuşmuş olan kimse ise kurtulmuş olur. Sekr, kalb sahiblerinin, sahv ise gayb hakikatlerini keşfe denlerin hillidir. Ebu'I-Kasım Kuşeyri şöyle der: "Sahv, gaybet M/inin sona ermesinden sonra Jıis ve şıdir haline döniiştür. Sekr ise güçlü bir vfiridin {jeyzin} te'siri ile gaybet Jıiili yaşmnalctır. Sekr, bir bakıma gaybet /ı{i/inden daha ziyade bir lıiildir. Çünkü bazen sekr siilıibi sekr lıii linde tanı ve mükemmel bir mertebede olmadığı zaman bast hdlinde bulunur. Bazen selcr hillinde eşyayı hatıriama hiili kalbinden gider. Viiridin kendisini tam olarale kuşatmadığı mütesfikirin {sekre gelmiş gibi görünenin} hiili böyledir. Bu halde sılfideki şuılr lıiilinin bulunması mümkündür.
Bazen de sekr hiili, gaybet halinden daha kuvvetli olur. Nadiren de olsa sekr salıibinin sekri kuvvetli olduğunda, gaybet sahibinden daha güçlü olur. Yine gaybet salıibi de
seHimet mine'd-dünya
890
gaybetinde sekr sahıbinden daha mükemmel olabilir. Sekre gelmiş gibi göründüğü lıiilde gelmemiş olan mütesiikire nisbetle gaybet sahibinin vaziı;eti budur. Rağbet ve rehbetin {arzu ve endişenin} ve lıavf ue reciinın {korku ve ümidin} icabı olarak kalbe hakim olan hill ler sebebiyle, gaybet ibiidet sô.Jıibleri; sekr ise sadece vecd siihibleri için söz konusudur. Kula cemiii vasfı ile keşf açılınca sekr Jıasıl olur, rii./ı iştiyô.k duyar, kalb aşka tutulur, aşkın ma nasını tam olarak yerine getirir." (Nebhani, I, 385) * Sufilerden bir kısmına göre sekr bidayette {başlangıçta}, sahv ise nihayette {sonda} olur. Neşe ve sürur içinde sekr ha.li yaşayan kimseye şehvet şübhelerinin ilhamları yol bulamaz.
(Kavô.nin, 97)
selamet mine'd-dünya (
\�ı..1J1 ı:;� a�")\ ...
) ·� {Rabia şöyle dedi: } "Dünyadan selii
mette kalmak, onun içindekileri terketmektir. Sen dünyayla kirlendiğin lıiilde bu iş nasıl olacak?" Dedı kı: "{Ey dünya} sen ancak sayılı günlerden ibiiretsin. Bir gün gittiğinde bir parçan gitmiş olur. Bir parça gittiğinde neredeyse tümü gider. Sen biliyorsun, öyleyse yap!" Ona dedi ki: " imanının hakikati nedir?" O da şöyle cevab verdi: "Ben O 'nun ce henneminden korkarak ve cennetini arzulayarak ibiidet etmedim. Böyle yapsaydım, {O 'ndan başka bir şey isteyip özleyerek çalışan} kötü bir işçi gibi olıırdunı. Oysa ben O'nu severek ve özleyerek ibadet ettim." (Şehide, 137)
sem' ( C: ) {ilka'-yı sem'} * Ebu Said Harraz şöyle demiştir: "Kur'iin 'ı dinleme nin ilk şekli, onu sanki Resulula/ı ' tan dinliyormuş gibi dinlemektir. İkinci şekli, {bu Jıiili aşarak,} Kur'ô.n 'ı Cebriiii �\ Peı;gamberinıiz 'e okuyar gibi dinlemek. Çünkü Allalı Teiilii şöyle buyurmaktadır: 'Şübhesiz ki o, ii.lemlerin Rabb'inin indinnesidir. O'nu Riilııı'l-Enızn senin kalbine indirmiştir. ' [Şuara, 26/193-194] Uçüncü şekli, bu hô.li de aşıp, Kur'ii.n'ı sanki doğrudan doğnıya Cenab-ı Hakk'tan din
liyormuş gibi din/emektir. Bunun dellli de Allalı'ın şu ii.yetidir: 'Biz Kur'iin 'dan öyle şey indiriyoruz ki , o mürninler için bir şifa ve rahmettir. ' [İsra, 17/82] ve 'Bu kitiibın indiril mesi, Aziz ve Hakim olan Allah katındandır. ' [Zümer, 39/1] Sen onu sanki Allalı Teii.lii.'dan dinliyorsun." (Lunıa', 114) * Sem ', batının duymasıdır. Bunda lisan-ı halin konuşması idrak edilir. Yerde ve gökte hiçbir zerre yoktur ki, Allah'ın vahdaniyyetine şahidlik eden türleri olma sın. (Kudame, ı 17)
* Sem ' {işitme}, Hakk'ın, bilinen bir şeyi aniatma yoluyla tecelllsinden ibarettir. Allah her işittiği şeyi, işitıneden önce de, sonra da bildiğinden; işitme, bilinen bir şeyden bilinmeyen bir şeyin öğrenilmesi yoluyla, Hakk'ın ilminin tecelli etmesin den başka bir şey değildir. Bilinen, Hakk'ın kendisi ya da mahlukatı olabilir. Anla!
Senı ', Allah'ın nefsi sıfatıdır. Kendisinin kemali için bu gereklidir. Allah kendisinin ve fiilierinin kelamını, Zat'ının gereği olarak işitir. Mahlukatının kela-
sema·
891
mını da, onların konuşmaları ve halleri yönüyle işitir. Hakk'ın kendisini kendi ke lamı yönünden işitmesi anlaşılabilir. Yarattıkları cihetinden kendisine mahsus işitmesi, isim ve sıfatlarındaki itibarlada te's!r edecek şeyleri istemesi bakımından isim ve sıfatlarının gereğidir. Kendisine icabeti, bu iktiza hükmünü taşıyanların meydana çıkarılması ve eserlerinin isim ve sıfatlar için zuhilr etmesidir. Anlatılan manadan ikinci bir işitme durumu çıkar ki, o da kendi Zat'ı için seçilen kullarına, {Rahman silresi 55/1-2. ayetlerinde de belirtildiği gibi, ) Rahmi'in ismiyle Kur'an'ı öğretmesidir. Allah � bu kulları, Resillullah'ın � diliyle {" Kur'an ehli, Allah elıli ve onun has kullarıdır" şeklinde) haber vermiştir. (İnsan, I, 51)
sema' ( t le" ) {müstemi'-mütesemmi'-sami'; sema'-ı ilahi-sema'-ı rilhani; sema'-ı kelami; şürb-i kuliib mine' s-sema') * Senıiiın zahiri fitne, batını ibrettir. {Semadaki) işareti tanıyana ibretle dinleyip sema etmek helaldir. Aksi takdirde sema fitneye davetiye çıkarır ve insanı belaya götürür. (Lımw ', 342) * Semii üç türlüdür: Birincisi mürid ve bu işe yeni başlayanların semaıdır ki, onlar bu sayede kıymetli hallere ulaşmak isterler. Böylelerinin fitne ve riyaya düş melerinden korkulur. ikincisi sıddikların semaıdır ki, bunlar hallerinin artmasını bekleyerek durumlarına münasib şeyler dinlerler. Üçüncüsü ariflerden istikamet ehli olanların semaı ki, bunların sema sırasında hareket ve sükun gibi kalbierine varid olan şeyde Allah'a karşı gelmeleri söz konusu olamaz. (Luma', 349)
* Semii, vaktin getirdiği yorgunluktan uzaklaşıp hoş zaman geçirmek, hal ehli nin teneffüs yapmaları ve {dünya ile) meşgul olanların {manevi) sırları davet et meleri m aksadıyla yapılır. İnsan tabiatma rahatlık ve ferahlık veren şeyler arasında sema, nefsin kendisine sarılıp sükilnete ermesinin uzak oluşundan dolayı diğer şeylere tercih edilir. Çünkü sema, havadan gelir ve yine havaya döner. Keşf ve mü şahede sahibieri kendilerinde hasıl olan şey sebebiyle semaya ihtiyaç duymuşlar dır. Çünkü onların sırları keşf meydanlarında gezintiye çıkmıştır. (Ta'arruf 126) * Semii iki çeşittir: Bazıları söz dinler, ondan ders çıkarırlar. Bu çeşit sema, sa dece temyiz halinde {ayıkken) ve kalb huzuru ile dinlenir. Başkaları nağmeler dinler. Nağme rUhun gıdasıdır. Rilh gıdasını elde edince makamını arzular ve bu anda bedeni idare etme işinden vazgeçer. İşte o zaman sema, dinleyenlerde sal lanma ve çoşma gibi hareketler ortaya çıkarır.
Ebu Abdullah Nebiid "Semd ortaya bir fikir çıkaran ve bir ibret kazandıran şe-ıjdir,
gerisi Jitnedir" demiştir. Cüneyd ise şöyle demiştır: "Fakir üzerine Allah'ın rahmeti üç yerde iner: Yemek yerken, çiinkii fakir sadece ihtiyaç hillinde yemek yer; konuşurken, çünkü sadece ihtiyaç miktarınca konuşur ve semii esnasında, çiinkii sadece vecde geldiği zaman semii eder." (Ta'arrııf 127)
sema·
892
Sema üç şeye ihtiyaç duyar: Zaman, mekan ve ihvan. Şibll'ye semanın ne ol "Dışı fitne, içi ibrettir; işaretten anlayana ibreti dinlemek helt1ldir, aksi halde fitneye davetiye çıkarır ve belaya sebeb olur" demiştir. *
duğu sorulunca
Denmiştir ki,
"Nefsi ölü, kalbi diri olandan başkasının sema yapması doğru değildir. "
o halde sema dinleyenin, nefsini mücahede kılıcı ile boğazlaması ve kalbini muva fakat m1ru ile ihya etmesi gerekir. Ebu Yakub Nehrecorl:'ye semanın ne olduğu sorulunca
" Yanarak sırZara dön
mekle ortaya çıkan bir hdldir'' demiştir. "Sema, marifet ehli için ruhiann gıdası olan latifelerdir'' de denilmiştir. Ebu Ali Dekkak'm şöyle dediğini işitmiştirn: "Sema şeriatın cevaz verdiği türü ha riç {hayvanl} tabiatın ortaya çıkmasıdır; Hakk ile olan kısmı hariç üst baş yırtmadır; ibretle dinlenen şekli hariç fitnedir." Denilir ki, "Sema iki türlüdür: {Bunlardan ilki olan} ilim ve sa/w şartı ile olan sema dır. İlim ve sahv sahibinin Allah'ın isim ve sıfa tları hakkında bilgisi olmalıdır. Aksi halde katıksız küfre düşer. İkincisi ise hal şartı ile olan semadır. Sema yapan Jıal sahibinin, {sema sırasında} hakikat hükümlerinin zuhilr etmesi sebebiyle beşert hallerden Jan i olması, nefse ait haziara ait izlerden arınması şarttır." (Kuşeyr1, 167)
* Sema üç türdür: Tabiat ile, hal ile ve Hakk ile sema. Tabiat ile sema husu sunda aviim ve havas müşterektir. Çünkü insan, tabiatı gereği hoş sesten zevk alır. Hal ile sema eden ise, hitab, vuslat, hicran, yakınlık, uzaklık, elden çıkana üzülme, elde edilecek olana şiddetli istek, ahde vefa, vaadi tasdik, ahdi b ozma, hü zün, iştiyak {özlem), ayrılık korkusu, vuslat sevinci ve terkedilme endişesi gibi va ridatı hatıriayarak bunlar üzerinde düşünür. Hakk ile sema eden, yukarıda geçen ve beşeri hazlada karışık olan hallerle muttasıf olmazlar. Çünkü o haller illetlidir {saf değildir) . Halbuki Hakk ile sema eden, hazla değil, tevhidin safiaşması için Hakk ile sema eder. Denilmiştir ki, "Sema ehli üç tabakadır. Birincisi hakfkatin oğullarıdır. Bunlar sema ile Hakk'ın kendilerine hitab etmesi haline dönerler. İkincisi kalbieri dinledikleri semadaki manii/ar yoluyla Allah'a hitab eder. Bunlar Allah'a işaret ettikleri manalar husılsunda sa dakatle mükelleftirler. Üçüncüsü ise bütün dünyev'i alfika ve afetlerden sıyrılarak tecr'id ha linde bulunan fak'irlerdir. Bunlar gönül lıoşluğu ile senıfi ederler ve selanıete de en yakın olanlardır." (Kuşeyr1, 168; Cfinıi', 245)
"Her organın senıfidan bir nas'ibi vardır. Semfi göze isabet ederse göz ağlar; dile isabet ederse yanık yanzk bağırır; ele isiibet ederse, üstünü başını parçalar; ayağa isfibet ederse rakseder." . . . * Denilmiştir ki,
. . . Ü stad Ebu Ali Dekkak'tanrlı şöyle duydum: " İnsanlar semfi {işitme} konusunda mü tesenınıi, müstemi ve sami olmak üzere üçe ayrılır. Miitesemmi vakti duyan, müstenıi hali duyan, sami ise Hakk'ı duyandır." (Kuşeyri, 171)
sema'
893
* Şeyhler ve tahkik ehli sernil hususunda ihtilat etmiştir. Bir kısmı sernam gaybet aleti olduğunu söylemiş, delll olarak da şunu öne sürmüştür: Müşahede sırasında sema etmek imkansızdır. Çünkü dost, dostuna vuslat zamanında onu seyr ve temaşa halinde semadan müstağni olur. Çünkü sema haberdir ve ıyan {gözle görme} makamındaki bir haber uzaklıktan, perdeden ve meşguliyetten başka bir şey değildir. Sema, gafletin eseri olan dağınıklık halinden toplanma ha line gelebilmek için bir vasıtadır. Sonuç olarak sema ile toplanma haline gelen, mutlaka fark haline de gelir. Bir başka cemaat de şöyle demiştir: "Semil, huzur illetidir. Çünkü melıabbet külli yeti {bütünlüğü} gerektirir. Seven, bütün varlığı ile Sevgili'sinde yok olmadıkça ınelıabbeti tamamlanmış olmaz. Vuslat halinde kalbin nasıbi mehabbet; sırrın nasıbi müşilhede; riihım nasibi vuslat, bedenin nasibi hizmet olduğu gibi, kulağın da bir nasibi bulunması gerekir. Nitekim gözün de rü 'yetten nasibi vardır." . . . . . . Demişlerdir ki: "Sernil huzur fıletidir. Çünkü gaib olan zaten gaibdir. Gaib olan münkir olur; nıünkir olan ise ona ehil değildir. " Sema iki türlüdür: Biri vasıtalı, diğeri vasıtasızdır. İnsanın okuyucudan dinle diği şey gaybet aleti, Yaratıcı'dan dinlediği şey ise huzur aletidir. (Hücviri, 491) * Sema, Hakk'tan gelen bir variddir. Bu varid bedeni ciddiyetsizlik ve eğlence den arındırır. Mübtedinin {tasavvuf yoluna yeni giren kişinin} tabiatı hiçbir halde hak sözü kabUl edecek durumda değildir. (Hücviri, 493) * Bana göre sema, iyilik yapma hususunda, ilk önce sırla {gönülle, içdünya ile}, sonra kalble, sonra da {bedenle yapmakla} olur. (Feth, 10)
•• Bir şeyhe semilnm ne olduğu sorulunca şöyle demiştir: "Ehl-i hakikat için müstehab; ehl-i veril için mübah; ehl-i nefs için ise mekrılhtıır." Cüneyd'e sema sorulunca şöyle demiştir: "Kulun Allah'ın huzurıında topladığı her şey nıiibnhtır. Güzel sesi ve hoş nağnıeı.Jİ dinlenıeıJe gelince, bu rıl hun hazzıdır ve mübah tır. Çünkü hoş söz zntı itibiiriyle övülen bir Şetjdir."
"0, yaratmada dilediği artırmayı yapar." [Fatır, 35/1) ayetiyle alakah olarak "Bu, güzel ve hoş sestir" denilmiştir. Bazıları şöyle der: "Güzel ses kalbe hiçbir şekilde gir mez, ancak kalbde olanı harekete geçirir." Sema ehli, sema hallerinde farklı farklıdırlar. Onlar içinde sema halindeyken, korkunun, hüznün, coşkunun hakim olduğu insanlar vardır. Bu haller, sahibini ağlamaya, inlemeye, yaka-paça yırtmaya, gaybete ve sallanmaya götürür. Yine aralarında sema halinde reciinın, sevincin, müjdenin hakim olduğu insanlar vardır. Bu haller de sahibini sevince, raksa, el çırpmaya götürür. Nitekim Hz. Davud'un raksla sükı1n bulduğu nakledilir. Yine Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Ben, Zeyd ve Cafer'le birlikteyken
sema'
894
Resuluilah geldi. Cafer'e 'Sen yara tılışıma ve ahlakıma benziyorsun' dedi. Ca fer, bu söz den dolayı sevincinden sıçradı. Zeyd'e 'Sen bizim kardeşimiz ve dostumuzsun ' dedi. O da sevincinden sıçradı. Bana da 'Sen bendensin, ben de sendeninı' dedi. Ben de sevincimden sıçradını." Ebu Ubeyde şöyle der: "Hacel {sıçrama}, bir ayağı kaldırıp diğeriyle atlanıaktır. Bu, iki ayakla birlikte olur. Çünkü o, sıçranıadır, yürüme değildir." Sema halinde nıüstem'i {dinleyen}, Mezkfır'dan {zikredilenden, Allah'tan} dolayı kendisini bir şevk kapla yınca yerinden fırlar. Mahbfıb'unda bulunan şeye doğru gitmek isteyenler böyle yapar. Bu fırlamayı defalarca tekrar etmedikçe, ard arda dönmedikçe ve bu şekilde gidip gelmedikçe Mahbfıb'unda olan şeye {vecd haline} gitmenin mümkün olma dığını anlar. Sema halinde beden ve rUhun arasında bulunan şey ortaya çıkar. Çünkü süfll beden topraktan; ulvi rfıhaniyyet rfıhu ise sevinçten yaratılmıştır. Sükfın vak'i olana kadar rfıh kendi alemine yükselir; beden de kendi mahalline iner. Bu kişiler den sema halinde ferahlama, rahatlama ve hoşluk sadır olabilir. Bu, yasak değildir. Şu kadar var ki, bunlar muhakkiklerin [tahkik ehli sfıfilerin} vasıfları değildir. (Adiib2, l l ) *
Senıii, şübhe çukurunda bulunan bir şehvettir. Basiret sahibi ariften başka
kimsenin onu elde etınesi doğru değildir. Arif, semada bulunan şehveti akıllıca ortadan kaldırır. Ona şübhe dokunmaz. Cüneyd şöyle demiştir: "Gördüğüm her miirid semiiya nıeylediyor. Bil ki, onda kah
ramanlıktan bir iz vardır." Denilmiştir ki, "Senıii, yakin ve vücild ile şek ve cühild {inkar} sahibinin yöneldiği uzatılnıış bir köpriidiir. Oradan giden ya iilii-yı illiyyine yükselir ya da esfel-i safiline dü şer." Müridierden bazıları şeyhlerine "Şeljhler senıiiya nıeyletmiyor mu?" diye sorunca şeyhler şöyle cevab vermişlerdir: "Onlar gibi olduğıında sen de senıli et!" Denilmiştir ki, "Senıii bazen geçip giden bir süriir; bazen de öldürücü bir zehirdir."
(A diib2, 64) * Bir şeyhe kalblerin, rUhlarm ve nefslerin senıli şarabı [semaın insan milnevi yatı üzerindeki te'sirleri} hakkında soru sorulduğunda şöyle cevab vermiştir:
"Kalbierin şarabı hikmetler, ruhların şarabı nağmeler, nefslerin şarabı ise tabiatiarına nıu viifık olan hazları hatırlanıalarıdır. " Yine o şeyhe semada tekellüf (yapmacık davranma} sorulunca da şöyle demiş tir: "Bu iki türlü olur: Bir makanı veya dünyevi nıenfaat taleb etmek amacıyla dinieyenin
tekelliifü ki, bu aldahnaca ve hiyiinettir. Diğeri ise, kendini vecde zorlayarak vecd hillini ya şamak iste1;en gibi hakikati taleb etmek maksadıyla dinleyen kişinin tekellüfii ki bu, kendini zorlayarak ağlamaya çalışana benzer." (Adiib2, 65)
sema ·
895
* İbn AHi demiştir ki: ''{'Ey iman edenlersize hayat verecek bir davette bulundukları zaman, Allah ve Resulü'ne icabet ediniz. ' [Enfa.l 8/24] diyen isticabe ayetindekil isticabenin dört vechi bulunmuktadır: İlk tevhid isticabesi, ikincisi tahkik isticabesi, üçün cüsü teslim isticabesi, dördüncüsü ise takrib isticabesidir. Istidibe sema {dinleme} kadardır. Sema da, fehme {anlayışa} göre değişir. Fehm, ilahi keZamın kıymetinin takdir edilerek anla şıldığı kadar mümkündür. KeZamın anlaşılması da marifetin ve keZanı sahibini bilmenin gücü nisbetindedir {nıarifet salıibi olduğunuz nisbette keliimı anlayabilirsiniz}. Fehnıin ve ci/ıleri sınırlı değildir. Çünkü kelfinıın vecihleri sınırlı değildir." ( 'Aviirif, 19) * İman ehli arasında ihtilfifın vaki olmadığı hak sema, sahibini hidayete ve işin özüne götürür. Bu tür sernam sıcaklığı, yakinin soğukluğu üzerine gelince, gözler den yaşlar boşanır. Çünkü sema, bazen hüzün verir, hüzün ise yakıcıdır. Bazen de şevk verir, şevk de yakıcıdır. Bazen de pişmanlık verir ki, o da yakıcıdır. ( 'Avarif,
104) * Ruveym'e sufilerin sema halindeki veecileri hakkında soru sorulunca şöyle cevab vermiştir: "Başkalarından uzak olan maniiiarı anlar, o manfiZara işiiret ederler. Böy
lece sevinç nimetinden nasiblerini alırlar. Manevi durumlan üzerine bir perde viiki olunca sevinç ağlamaya döner. Onlardan bazıları yaka-paça yırtar, bazıları ağlar, diğer bazıları ise fenjad ederek bağırır." ('Avarif, 106) ·� Sema, Allah'ın tek olan kendi Zat'ındaki sırlarından bir sırdır. Sema edenler iki türlüdür: Nefsiyle dinleyenler ve aklıyla dinleyenler. Başka bir sema eden yok tur. Rabb'iyle sema edenlerin olduğunu söyleyenler de vardır. Rabb ile sema, akılla semanın son noktasıdır. Ancak aklın iki tür işitmesi vardır: Aklın fıtratı icabı işit mesi ve vaz' yönüyle [sonradan edindiği bilgilerle} işitınesi. (Tedbfrat, 223) * Sema-ı ilahf bi'l-esriir [sırları ilahi olarak duyma], her şeyden, her şeyde ve her şey ile duymadır. Onlara {sufilerin büyüklerine} göre vücudun [varlığın] tümü Al lah' m kelimeleridir. O'nun kelimeleri tükenmez. Onların bu kelimelerin mukabi linde tükenmeyen işitmeleri vardır. { Kelimelere ait olan} Bu isimler, onların sırla rında kelimelerin var olmalarıyla meydana gelirler . . .
. . . Sema-ı ruhiin inin { ruhani semaın] alakah olduğu saha, ilahi kalemlerin, vücfr dun Levh-i Mahffrz'undaki değişiklik ve farklılaşmalada alakah tasarruflarıdır. Vücudun {varlığın} tamamı yayılmış (üzerine yazı yazılacak) bir deri parçasıdır. İçindeki alem, satır satır yazılmış bir kitabdır. Kalemler konuşur, kulaklar işitir, kelimeler yazar ve müşahede eder. Onların bu müşahedesi, içinde ziyade olmayan anlamanın ta kendisidir. Bu semaa, sadece aynı seviyede zuhur eden akıllar nail olabilir. Sernam aslı dört açılı olunca -ki bunlar Zat, nisbet, teveccüh (yöneliş) ve sözden ibarettir- vücud ilahi sema ile zuhur eder. RUhani sernam Zat, kalemi tutan el, tasarruf eden kalem gibi asıllardan oluşması da böyledir. Netice itibariyle kalbierin levhaları üzerindeki bu kalemlerin tasarrufıınu işiten nefs-i natıkanın vü cuda gelmesi, tasarruf ve taklib [değiştirme) yoluyla olur. (Fütilhfit, II, 361)
sema·
896
* Bid'at olan semii, avuçları çırpma, def ve kamış düdük dinlemektir. Sahabe, Tabiı1n ve diğer büyük İmamlar, bunları Allah'a giden bir yol olarak kabul etme mişler, bunları kurbiyyet ve taattan saymamış, aksine mezmfun {yerilen} bid'at olarak kabul etmişlerdir. Şafii şöyle der: "Bağdad'ı terkettim. Orada zındıkların ihdas ettiği bir şey vardı. Ona 'tağbfr' diyorlardı. Bununla insanları Kur'an'dan alıkoyuyorlardı." Allah'ın arif vellleri bunu tanır, şeytanın onda bir nasibi olduğunu bilirler. Bundan dolayı böyle yapan bazı büyük kişiler ondan tevbe etmişlerdir. (Furkiin, 146)
•• Kendisiyle şarkıyı kasd ettiğimiz semii, İblis'in kalbieri fesada uğratmak için bulduğu en büyük şeydir. Avam bir yana, ulema ve zahidlerden sayılmayacak ka dar çok kimse bununla aldanmıştır. Hatta bunlar eaşturucu şarkı dinleme esna sında, kalbin Allah ile huzur bulduğunu iddia etmişlerdir. Semadan oluşan kalbi heyecan ve neşenin, ahiretle alakah bir vecd olduğunu zannetmişlerdir. (Kudame,
142) •• Semii, mutlak surette sevgiyi harekete geçirir. Bu seviyede devam ettiği sürece sevginin sebebi sayılır. Sevgi meydana geldiğinde aşıkların halleri de zayıflık ve temkin durumlarına göre farklı farklı olur. İçlerinde mı1tedil {dengeli} olanlar da, helak olanlar da bulunm aktadır. Rusılh ve temkin hasıl olduğunda, his ortadan kalkar. (Ravza, 270)
•• Bazıları sernam tilavetten kaynaklanan bir vecd ve te'sir bakımından açık bir şey olduğunu iddia etmiştir. Bunun delili de Kur'an'ın celaline beşeri kuvvetin ta hammül ederneyeceği ve yaratılmış sıfatiarın onu taşıyamayacağıdır. Kalbiere Kur' an'ın manasından bir zerre kadar keşf olsaydı, o kalbler titrer, parçalanır, hay retten dona kalırdı. N ağmeler, haziara nisbetle tabiatlara daha münasibdir. Nağ meler, şiirle alakah olsaydı, mahlukatın birbirine benzemesi sebebiyle, insanlık bakl kaldığı sürece tabiatlara hafif gelirdi. (Ravza, 271)
·• Hakk, kuluna işitme sıfatını emanet olarak verince, o kul Allah'ın kelamını Allah'ın işitmesiyle işitir. Bu makamda işitme sayıya gelmeyeceği gibi, isimlerin ve sıfatıarın Zat'la beraber ve Zat'taki halleri de bilinemez. Rahman'ın, kullarına Kur'an olarak öğrettiği ikinci manadaki sema böyle bir semadır. Çünkü bu ma kamda işitme sıfatı, kul için Zati bir haklkat olup, artık bir emanet ya da çalışınakla elde edilmiş bir sıfat değildir. Bir kul için, bu şekilde bir işitme tecellisi sahTh hale gelince, onun için
rahmaniyyet arşı kurulur. Rabb'i, ona o arş üzerinde istiva ederek tecelli eder. Bu kul, evvela ilahi işleri işitmiş olmasaydı, Deyyan olan Zat'tan gelen isim ve sıfatlar bu işitmeyi gerektirmez ve bu kulun, Rahman'ın huzurunda, Kur'an edebiyle edeblenmesi de mümkün olmazdı. Bu tür sözleri ancak üdeba, ümena ve gureba anlar. Bunlar semalarıyla tahKık ehli olan ferd vasfını almış kimselerdir {bu hu susta eşi ve benzeri olmayan insanların oluşturduğu bir topluluktur}. (İnsan, r, 52)
semra'
897
* Sema, vaktin getirdiği yorgunluktan uzaklaşıp hoş zaman geçirmek, hal ehli nin teneffüs yapmaları ve {dünya ile} meşgul olanların {manevi} sırları davet et meleri maksadıyla yapılır. Denilmiştir ki, "Semaın hakfkati, her kalbden çıkan, orada sabit kalmayan rüzgar gi
bidir." (Cami', 54) *
Sema üç kısım dır: A varnın semaı nefsiyle dinlemek, havassın semaı kalbiyle
dinlemek ve ehass-ı havassın semaı ise rUhuyla dinlemektir. Sema; av ama, nefsleri baki kaldığı için haram, havassa, kendilerinde müşahede hasıl olduğu için mübah; ehassa ise müşahedeleri tahakkuk ettiği için müstehabdır. (Ccinıi ', 62)
* Semaın hakikati, sözlükteki "semi'a yesnıe'u {işitmek}" kökünden masdardır. Is tılah bakımından ne olduğu bilinen, meşhfu bir mefhumdur. Sema hususunda ih tilaf vaki olınuştur. Malik b. Enes, İbn Cüreyc ve Hicaz ehli gibi nağmeli şiir dinieminin mübah olduğıınu söyleyenler vardır. Nağmesiz şiir dinlemek ise icmayla caizdir. Kervanbaşının nağmeler söylemesi de böyledir. Bu konuda her iki taraf da delillerini zikretmiştir. Fıkıh ve tasavvuf kitabiarında bu deliller uzun uza dıya ele alınmıştır. Fıkıh kitabiarı bunun için daha münasibdir. Çünkü hakikat ve tarikat ilmi, tartışma ve rivayetler üzerine değil, bilakis hepsini terketme üzerine bina edilıniştir. (Cami', 268)
semra' ( �I.;C"' ) * Senıra {denen} bu taifenin belli bir sayısı yoktur. Onlar ehl-i ha disten husus! bir sınıftır. Allah "İşlerinde onlara danış" [Al-i İmran, 3/159] buyuru yor. Bu sınıfın rfıhlarla birlikte olan hadisleri {sözleri} yoktur. Çünkü onların sözü Allah ile birliktedir. Onların dostu, mufassal ve müdebbir olan ilahi isimlerdendir. Onlar bu makamda şehiidet değil, gayb ehlindendirler. (Fütiihat, II, 24-25; Nebhani,
ı, 49) semseme ( :i.�-C"' ) * Semseme, ibare ile anlatılınası mümkün alınayacak kadar ince marifettir. (Istıliilı, 537; Kaşani, 104; Ciinıi', 86)
sened-i telkin ( .:,;aWı ...l.:....ı ) * Sened-i telkin ve lübs-i lıırkayı { telkinin ve hırka giy menin dayanağını}, selef, aralarında muhaddislerin yolu üzere sabit olınaksızın se leflerine hüsn-i zan ile ele alınışlardır. (Enviir, I, 30) {Ayrıca bk. hırkallübs-i hırka}
seneviyye ( ��yi ) '� Seneviyye, Allah Teaiii'ya Zat' ı yönünden ibadet edenlerdir. Çünkü Hakk Teala, bütün zıtları özünde toplar. Hem hakkiyyet mertebelerini {Hakk'a ait mertebeleri}, hem de halkiyyet mertebelerini {halka ait mertebeleri} ih tiva eder. İki hükümde iki vasıfla zuhur eden ve iki cihanda sıfatla zahir olan O'dur. Hakk'a bağlı hakikata mensub olan şey, nurlarda ortaya çıkar. Halka bağlı hakikate mensub olan şey ise zulınetten {karanlıktan) ibarettir. İşte iki vasfı {iki
898
seniyyü'l-ceberfit
zıddıl toplayan bu mını sırdan dolayı onlar, nfua ve zulmete ibadet {aydınlık ve karanlığa kulluk} etmişlerdir. ( İnsan, Il, 79)
seniyyü'l-ceberfrt ( ..::; J.J.�I
�
...
) * Seniyy, gördüğümüz ki tab nüshalarında ya
ile yazılmıştır. Açıktır ki; "senii" dan, fall vezninde yil'nın şeddesiyle türemiştir. Sen! "yüce/ıK' demektir. Sıfatın mevsufuna, yani ceberruta izafeti babındandır. Elif-i maksüreyle yazılsaydı, "aydınlık" manasma gelirdi. Ceberı1t ile murad akıllar alemidir. Bu aynı zamanda "meleki'ıt-i iilii ve iizam" olarak da isimlendirilir. Denilimştir ki, "Ceberüt olarak isimlendirilmesinin sebebi, fı trl kenıiillerine ve bu
kemalatı korumaya mecbur kalması veı;a imkiinl {münıküne, sonradan olan varlığa ait} noksanlığını {yine} mümkün bir fiille gidermesidir." (Heyfikil, 102)
sera'ir ( .Jl l..r� ) * Sertiir, salikin tam vuslat halindeyken Hakk'ta yok olmasıdır. Hz. Peygamber $ "Benim Hakk ile bir zamanım vardır" [Aclı1ni, Il, 344] diyerek buna işaret ettiği gibi, hadis-i kudside de "Evliyanı, kubbemin altındadır, onlan benden başka kimse bilemez" [k. y.] denilmiştir. (Kaşani, 103; Cami', 86)
sera'ir-i asar ( )i�l .Jli.J"" ) * Seriiir-i ii.siir, maddi alemierin biltınları olan ilahi isimlerdir. (Kaşani, 103; Cami', 86)
setii'ir ( .Ji\:..ı ) * Setii.ir, kevni {maddil sı1retlerdir. Çünkü bunlar ilahi isimlerio mazharlarıdır {zuhı1r yerleri, tecelligahlarıdır} . İlahi isimler bunların ardından bili nir. Şeyhani'nin dediği gibi: "{İ[{ihz isimler} maddi iiiemiere perdelerin arkasından tecelll etmiş, üzerlerinden perdelerin kalkmasıyla da zuhi'ır etmiştir {açığa çıkmıştır}." (Kaşani,
99; Cami', 85) setr ( r"" ) {bk. tecelli-istitarl sevab-'ikab ( y\Aı;. - yly ) * İnsanların ikab {cezal ve seviib {mü kafa tl almaları, bunları hak ettikleri için değildir. Mükafat ve ceza Allah'ın iradesinin, lütfunun ve adaletinin bir sonucudur. Çünkü belli miktardaki suçlardan dolayı insanlar daimi bir ceza veya belirli sayıdaki salih arnellere karşılık ebedi bir mükatat elde etmezler. ( Ta 'arruf, 28)
sevad-ı vech fi'd-dareyn ( .;.)ı.ıJı �
�;ı:-
Jll .)\J"" ) * Sevad-ı vech fi'd-dfireyn
{iki ci
handa yüz karasıL zahirde ve batında, dünyada ve ahirette varlığından iz kalma yacak şekilde salikin tamamıyla Allah'ta fani olmasıdır. Buna "fakr-ı hakiki /gerçek fakir/ik}" , veya "rücu ile'l-adenıi'l-asll {esas yokluğa dönüş}" de denir. Bu sebeble şöyle denilmiştir: "Fakr tamamlanınca, Allah için olur. Allah Hadi'dir {hidiiyet eder}." (Kaşani, 104; Ciimı ', 86)
seyr
899
seyr ( )':-" ) * Seyr {tasavvuf yolunda yürümek} kalbin seyridir. Kurb {yakınlık}, sırlara yakınlıktır. Amel, bedenle şeriatın sınırlarına riayet etmek ve Allah için O'nun kullarına tevazuda bulunmak suretiyle manaların amelidir. Kendi nefsine değer verenin değeri yoktur. Arnellerini halka gösterenin arneli yoktur. Arneller kalabalıkların olduğu yerlerde değil, kimsenin olmadığı yerlerde yapılır. Tabii farzlar bundan müstesnadır. Bunların mutlaka açık yapılması gerekir. (Feth, 30) {Ayrıca b k sefer; süluk}
seyyah < t.ı;:..� ) {bk 'abid/'ubbad} seyyariyyun ( 0 Y.J�;.... ) * Seyyariyı;ıln {Seyyariler}, Ebu'I-Abbas Seyyari'ye mensub olanlardır. O, bütün ilimlerde Merv şehrinin imaını idi. Ebu Bekr Vasıt!'nin arkadaşıydı. Bugün Nesa ve Merv şehirlerinde mensublarından büyük bir cemaat mevcuddur. Onunki hariç diğer tasavvuf mezhebierinin halleri değişmiştir. Merv veya Nesa şehirleri hiçbir zaman mezhebini tatbikte onun mensublarını gözeten bir önderden hall kalmamıştır. Bu durum günümüze kadar devam etmiştir. Onun mensubları olan Nesalılarla Merv halkı arasında teati edilen güzel mektublar vardır. O vakit bu şehir halkları birbiriyle mektuplaşarak konu şurlardı. Ben bu mektublardan bazılarını Merv' de görmüştüm, gayet hoştular. Ko nuşmalarının temelini cem' ve fark teşkil ediyordu. (Hücviri, 300-301)
seyyid-i es'ad ( ..\ıı...ı l ..\;.... ) * Seıjyid-i es 'ad {en mutlu efendi}, hayır v e bereket sa hibi kimsedir, yani en küçük aydınlatıcıdır. En küçük aydınlatıcı ise aydır. Bu, şeyhin yıldızlada alakah tesbihatta ayı bu gibi vasıflarla vasfettiğini gösterir.
(HeıJakil, 100)
sıddik
( J�J....:, )
* Sıddık, sıdk {doğruluk} hususunda mübalağa eden kişidir.
Batınının aydınlığı ve aralarında sıkı bir münasebet bulunması sebebiyle, Hz. Pey gamber'in batınma yakındır. Bu sebeble {sıddik}, bilgi, söz ve hareketleriyle onun her getirdiğini tasdik etme hususunda kemal mertebesindedir. Bundan dolayı Al lah'ın Kitab'ında sıddikıyyet ve nübüvvet arasına herhangi bir mertebe girmemiş tir. {Ayette belirtildiği gibi:} "Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın
kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddlklar, şehldler ve sali/ılerle beraber dir." [Nisa, 4/69] (Kaşani, 139; Cami', 88)
sıddikıyyet ( �J....:, ) * "Sıddıkıyyetin kaç kısmı vardır?" Cevabı: "Sıddıkin tasdik etmesi gereken lmanın şubelerinin sayısı gibi yetnıiş küsur kısmı vardır. Szddlkıyyet sadece ittibiidır {uymaktır}. Şerfat sahibi peygamberler, Jetret devirlerinde yaşayan ve şeriat sahibi olmayan veli peygamberlerden farklı olarak sıddiktırlar. Çünkü bu makamda peı;gamberler şeriatı, sadece kalbierine inzal alıınan ruhtan alırlar. Bu tenzil, ilmi değil, haberi tenzlldir.
sıdk
900
Bunu sadece zman nurııyla keşfederler. İşte onlar kendilerine inen ruhlardan dolayı sıddzktirler. Yine bunun gibi, Hakk'ın varlığından aldığı şeı;i, Allah'tan bu ilka ile alan herkes, onu tecellf türünden değil, ancak Imanla ve onun nurııyla alır. Tecellf, imanın verdiği şeı;i ver mez. Tecelll, nıü 'min olması yönüyle değil, ancak aklın nuruyla verir. Belirttiğimiz gibi sıddilayyetin kısımları bunlardan ibaret değildir. Çünkü o, Allah'ın haber ilettiği kimselere verdiği şeı;i bilmez. Sıddfkıyyetin anlaşılabilen kısımlan, iliihl haberlerde varid olan şeı;ler dir. Bu haberlere inanmak, bu işleri sadece Alla/ı 'a hasrederek tayin etmekle elde edilen bir yakınlıktır. Bu da, sadık ismiyle alakalıdır. Bu gereklidir, Allah'a giden yollar böyle düşü nülebilir. Şüb/ıesiz orada sadece sadık vardır. Yine orada haber veren sadece Allah'tır. Ha ber verilen şeylerin yalanlanmaması gerekir."
Dedik ki: "Sıddik, bunu sadıktan aldığında, o haberleri asla yalanlamayan kimsedir." Fakat sıddik, haber verenin sadece Allah olduğunu bildiğinden, ilmi Allah'tan alsa bile, tasdik {sıddiklik} haber verenin haber verdiği her şeyi kabUl etmesini gerekti rir. "Sıddıkıyyet nedir?" İki nur arasında yeşil bir nurdur. Bu nurla haber verenin kerem nuruyla gaybdan getirdiği şeyleri müşahede edebilmek mümkün olur. Al lah'ın ismi Kur'an'da kendini adlandırdığı şekilde Mü'min'dir. Bu iman bir nur dur, yani Kitab'dır. Allah şöyle buyurur: "O öyle bir Allalı'tır ki kendisinden başka hiçbir ila/ı yoktur. O Melik'tir, Kuddus'tür, Selam 'dır, Mü'nıin 'dir." [Haşr, 59/23) Bu rada Mü'min'in iki manası vardır. Biri "eman veren", diğeri ise, "kendi katında kulla rından sıdkı sabit olmayan kimselere nazaran sadık olan kimseleri tasdik eden" dir. (Fütfı lıiit, Il, 90) * Sıddikıyı;et altı temel üzerine kuruludur: İslam, iman, salah, ihsan, şehadet ve marifet. Marifetin üç mertebesi vardır: İlmü'l-yakin, ayne'l-yakin ve hakka'l-yakin. Her mertebenin kendi türünden yedi şartı vardır: İlki fena, ikincisi beka, üçüncüsü isimlerinin tecelli etmesi bakımından Zat'ın marifeti, dördüncüsü Zat'ın, sıfatları nın tecelli etmesi bakırnından marifeti, beşincisi Zat'ın Zat olması bakırnından ma rifeti, altıncısı isim ve sıfatıarın Zat ile marifeti, yedincisi isim ve sıfatlarla muttasıf olmaktır. (İnsan, II, 85)
sıdk ( J..�..p ) {'alamet-i sıdk; sıdk fi'l-a'mal; sıdk-ı 'azm/sıdk fi'l-'azm; sıdk fi'l-kavl/sıdk-ı lisan; sıdk fi makamati'd-din; sıdk fi'n-niyye ve'l�irade}
* Dedim kı: "Sıdk {doğruluk} ve /ıeva bir salih anıelde birieşebilir mi?" Cevab verdi: "Alla/ı, /ıevayı sıdka boyun eğdirnıeye kadirdir. Böyle olsa bile bu dımını nadir görülür. İn sanlar arasında bu nadirliği bilenler az, bilmeyenlerse çoktur. Çünkü anıelin iradesi amel den önce gelir, /ıeva ve şehvet ise sonra gelir. Niyet ve sıdk ise her ikisinin ardından gelir." (A dabı, 135)
sı dk
*
901
Sıdk ve niyet iki isimdir. Bunların temel hususiyeti sadık bir iradedir. (A.dıibı,
140)
* Sıdkın alameti, amel ve sözü sadece Allah için istemek, {yaptığı işleri} süsle meyi terketmek, yaratıkların iyiliklerini sevmek ve doğru sözlü olmaktır. (A.dabı, 147) *
"Sıdk nedir?" Sıdk, ahde vefa göstermektir . . .
. . . Bana göre sıdk, yalnızlığı sevmek ve Rabb'e � münacatta bulunm aktır. Dilin açıktan söylediği ile gönüldekinin birbirine uymasıdır. Kişinin gayreti ardından, halkı görmeden nefsiyle meşgul olmaktır. İlim öğrenip, yeme-içme, giyim-kuşam ve azık temin etme hususunu tashih ederek {doğru bir tarzda yerine getirerek} ilme {Kur' an ve Sünnet' e} uymaktır. (Luma', 288) ,. Ebu Ali Dekkak buyurmuştur ki: "İşin direği sıdktır. Her iş onunla tamam olur,
onda nizanıını bulur. Nübüvvet derecesinin hemen altında sıdk yer alır." . . . . . . Sıdkın en aşağı derecesi içle dışın bir olmasıdır. Sadık, sözlerinde doğruluk bulunan kişi demektir. Sıddik ise tüm söz, fiil ve hallerinde doğru olan insan de mektir. Ahmed b. Hadraveyh şöyle der: "Allah'ın kendisiyle beraber olmasını isteyen kimse sıdk esasına dört elle sarılsın. Çünkü Allah 'Şübhesiz ki Allah sddıklarla beraberdir' [Ba kara, 2/153]* buyurmuştur."
Sıdk, helak olunacak yerde bile hakkı {gerçeği} söylemektir. "Sıdk, özün söze uy gun olmasıdır'' denilmiştir. Kannad şöyle der: '"Sıdk haram {lokmayı} avurttan menetmek {ve uzak tu tmaktır}'
denilmiştir." Abdülvahid b. Zeyd şöyle der: "Sıdk, anıel ederek Allah'a vefa göstermektir." (Kuşeyri, 1 05)
* Sıdk, halka olduğun gibi görünmen veya onlara göründüğün gibi olmandır. Haris Muhasibi'ye sıdkın alameti sorulunca şöyle demişti: "Siidık o kimsedir ki, halk
nezdindeki Itibarının tanıanız insanların gönlünden çıksa -kalbi tanı manasıyla salah bul duğu için- buna hiç aldırnıaz; miskaller ağırlığınca güzel anıeli bulunsa insanların bunu bilmesini arzu etmez; kötü anıelinin halk tarafından bilinmesinden hoşnutsuzluk duymaz.
Gerek Kuşeyri'nin Risale'sinde ve gerekse tercümesinde [Uludağ, İstanbul 1991, 356] verilen Bakara
2/153.
ayetinin meali,
"Şübhesiz Allah, sabredenlerle beraberdir"
şeklindedir. Konuya uygun olan ayet şudur: "Ey imiin edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun!" [Tevbe, 9/119] (ed. notu)
902
sıdk
Çünkü bundan hoşnutsuzluk duymak, halk arasında ttibiirının artmasını arzu etmekte ol duğunun delllidir. Bu ise szddlklann ahldkından değildir." (Kuşeyri, 106)
* Szdk kelimesi altı manada kullanılır: Sözde sıdk, niyet ve iradede sıdk, azirnde sıdk, azimle birlikte vefada sıdk, arnelde sıdk ve dinin tüm mertebelerini tahakkuk ettirme {gerçekleştirme hususunda} sıdk. Bunların hepsinde sıdk ile vasillanan kim se sıddiktır. Çünkü sıdk hususunda çok ileri bir mertebeye ulaşmıştır . . . . . . Sıdk-ı /isan {dildeki sıdk}, haberlerde veya haberlerin muhtevasında olur. Haber, ya geçmişle ya gelecekle alakalıdır. Verdiği sözde durup durmamak gele cek haberlerle ilgilidir. Her kulun sözünü tutması gerekir. Kişi, mutlaka doğru ko nuşmalıdır. Doğruluğun en açık ve en meşhuru budur. Eşya hakkında olduğunun aksine haber vermekten dilini koruyan kimse sadıktır. (İhyci', V, 1 17)
* Sıdk-ı azm { azimde sadakati şudur: Azim bazen arnelden önce gelir. Mesela iıısan kendi kendıne "Allah bana servet verirse, tümünü veya bir kısmını tasaddıık ede rim", "Düşmanla karşılaşırsam bütün gücünıle savaşırını ve ölüme aldırış etmem", "Allah bana bir mevki nasib ederse zulme ve halka meylederek O'na isyan etmem, mutlak süretle adaletle hükmederim" gibi azimlerde bulunur. Bu azim bazen içinden doğar ki bu, kesin ve sadık bir azimdir {bunda hiçbir şübhe ve tereddüt yoktur}. Bazen de bu azimde tereddüd kokusu ve zayıflık bulunur, bu hal sadakata ay kırıdır. Buradaki sadakat hakkında tıpkı "Lifüliinin şehvetün siidzkatiin {Filan kişinin kuvvetli ve tanı bir şe/ıveti ya da iştCihı var}" denilmesi gibi, tamlık {eksiklikten salim olma} kuvvetten ibarettir. Bunun gibi, kuvvetli bir temelden gelmediği için hasta nın iştahına "yalancı" denir. (İlıya', V, 1 19) *
Szdkfi makamiit-ı din {dinin mertebelerindeki sadakati, havf, reca, tazim, zühd,
rıza, tevekkül, mehabbet ve bunun gibi diğer bühin işlerde sadakattir. Çünkü bunların her birinin bir başlangıcı vardır. Bunun ortaya çıkması sayesinde bu ismi alırlar. Sonra gaye ve hakikatleri vardır. Muhakkik { tahkik ehli} sadık bunların ha , kikatine erişendir. Bir şey hakim olup da hakikati tamamlandığı zaman, bunun sa hibine "hakikl {gerçek} siidzk" denir . . . (Ihyli', IV, 121; Kudame, 395) Tıpkı "Falan kimse savaşma hususunda siidıktır" denildığı gibi. "Işte sadıkın havfı {olan hakli<! korku} bu dur" denilmiştir. ( İhyii', V, 122)
* . . . Szdk, gizli ile aşikarın {için ve dışın} bir olmasıdır . . . (Adiibı, 20) * Cafer Huldi demiştir ki: "Ebu 'I- Kiisım CüneıJd'e sordum: 'İhliis ile sıdk arasında fark var mıdır? ' 'Evet, sıdk köktür ve ilktir. İhlas ise daldır ve szdka tiibldir. Dilimil ikincisi birincisine tiibldir' dedi ve sonra şöyle devam etti: 'Aralarında fark vardır. Çünkü ihliis an cak anıele başladıktan sonra meydana gelir. Ihliis ancak ihliisı halis kılma, bu konuda /ıiilis {niyetli} olmaktır. Tdn'f edilen ihliis nıeliinıetilerin, ihlası hiilis kılma gayreti ise sufilerin Jıalidir. İhlasz halis kılma işinde {saf ve temiz} bir ihltisa sahib olmak, ancak ilıldsın lıtilis kı lınmasının {yabancı duygulardan tenıizlenmesinin} semeresidir. Bu ise kulım Kayı;um
sı
dk
903
olan Rabb'i ile kaim olduğunu görerek her türlü şekilden Jan! olması, kendi kendine kaim olduğundan gaib olmasıdır. Bu da kulun eserleri görme konusundaki istiğrak ve (ibiidetle rini) gizleme kirinden kurtulmasıdır. Bu durum, su.fi halinin kaybolmasıdır. Meliimeti, ih liis makamında bulunan fakat, ihliisın hakikatını kavrayamayan kimsedir. İş te meliimeti ile su.fi arasındaki biiriz fark budur "'('Aviirif, 49) * Sıdk, dm hususunda tavizsizlik ve sağlamlıktır. Haller hususunda Allah yo lunda gayrettte bulunm aktır. Böyle bir fiili, gayretle yerine getirmiş olan kişinin fi ilidir. İşte bu iman kuvvetidir. (Fütulıiit, II, 219)
* Her kulun kullandığı kelimelere dikkat etınesi ve sadece doğruyu konuşması gerekir. Sıdk fi'l-kavl (dilde ve sözde doğruluk), sıdkın en meşhur ve açık çeşididir. Tarizlerden (gösterişten ya da üstü kapalı sözlü sataşmalardan} de sakınmak gere kir. Çünkü tariz yalana benzetilmiştir. Ancak maslahatın gerektirdiği bazı hallerde tarize zarfiret olabilir . . .
. . . Sıdk-ı niyet ve iriide (niyet ve iradede sadakat}, tamamen ihlasla alakalıdır. Arnele nefsin hazlarından bir şey karışırsa, sadakat niyeti b atıl olur (boşa gider} . (Kudame, 394)
* Sıdk fi'l-azm (azimde sıdk} ve vefa göstermek: İlki mesela insanın "Allah bana mal verirse tümünü tasadduk edeceğim" gibi sözler söylemesidir. Bu, azim hususunda sadakattir. Bazen bunda tereddüt bulunabilir. İkincisi ise azimde vefakihlıktır. Nefs, vaadlerde bulunma hususunda cömerttir. Çünkü vaad etınekte sıkıntı yok tur. Fakat iş tahakkuk edip tatbik sahasına kanacağı zaman şehvetin hakim olması sebebiyle azmi ortadan kaybolur. . .
. . . Sıdk fi'l-a 'miil (amellerde doğruluk), arnelin gizli ya da açık yapılmasının bir olmasıdır. Öyle ki, zahiri amellerin, batındaki huşı1 gibi halleri göstermemesi; batı nın da bunun hilafına bir hal içinde bulunmaması gerekir. (Kudame, 395)
* Sıdk işin başıdır, onunla işler tamam olur, onda işler bir nizama girer. Sıdkın en aşağı derecesi özün ve sözün bir olmasıdır. Sehl(-i Tüsteri} şöyle der: "Kendi nef
sini veya başkasının nefsinı süsleı;en kişi sıdkın kokusunu alamaz." Zünnı1n şöyle der: "Sıdk, Allah 'ın, bir şeyin üzerine mutlaka kesmek için koyduğu kılıcıdır." Yüce imam ve arif Haris Muhasibirh hazretlerinden rivayet edilmiştir ki: "Sadık o kimsedir ki, halk nezdindeki ltibiinnın tamamı insanların gönlünden çıksa -kalbi tam miiniiszyla saliih bulduğu için- buna hiç aldzrmaz; miskaller ağırlığınca güzel anıeli bul u nsa insaniann bunu bilmesini arzu etmez; kötü nınelinin halk tarafından bilinmesinden hoş nutsuzluk duymaz. Çünkü bundan hoşnutsuzluk duymak, halk arasında itibarının artma sını arzu etmekte olduğunun delilidir. Bu ise szddikların ahiakından değildir." Şöyle de denilmiştir: "Allah'tan sıdk taleb ettiğinde, Allah sana dünya ve ahiretin güzelliklerini görebileceğin bir ayna verir." Ebu'I-Kasım Cüneyd'inrh şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Sadık, günde kırk kez
sıdk
904
seyahat {hareket} eder; riyiiklir ise kırk sene olduğu gibi sabit kalır." Ben bu sözün manası hakkında şöyle derim: Sadık, nasıl ise o şekilde Hakk'la birlikte döner. Bir işte şer'an bir fazilet gördüğünde kendi adetine muhalif olsa bile onunla amel eder. Dinde ondan daha önemli bir şey söz konusu olsa da, ikisini birden yapması da mümkün olmasa, en faziletli olana yönelir. Hep bu şekilde yapar, devam eder. Ba zen bir günde yüz veya bin ya da ulaştığı marifet ve lütuflara göre daha çok hal üzere olur. Riyakara gelince o yalnızca bir hal üzeredir. Dinin bazı hallerde terelli ettiği mühim bir iş söz konusu olsa o işi yerirıe getirmez; bulunduğu hali korumaya çalı şır. Çünkü o ibadetirıde riyakardır, kendini mahh1ka arzeder {yaptığını Allah içirı değil, insanların takdir etmesi içirı yapar}. Değişrnekten ve {dünyalık şeylerirı} sev gisini kaybetmekten korkar ve onları muhafaza etmeye çalışır. Sadık ise ibadetiyle Allah'ın rızasını ister. Dinin tercih ettiği şeyi o da terelli eder. Kendirıi mahlfı.ka arzetmez. (Bustlin, 26)
* Sıdk, bir şeyin hakikatirıe dair isimdir. Onun ilk irıceliği niyet sıdkıdır. İkirıcisi hayatı sadece Hakk için istemektir. Üçüncüsü ise marifetteki sadakat hususundaki sıdktır {doğru bilgiyi aramak ve yaşamaktır} . (Ravza, 484)
* Sıdk, gizli ve açık her yerde Hakk'ın rızasına muvafakat etmektir. (Cami', 54) * Sıdk üç kısımdır: Avaının sıdkı sözlerde, havassın sıdkı fiillerde, ehass-ı ha vassın sıdkı ise hallerde olur. (Cami', 61)
* Sıdk, lugatte kizbirı {yalanın} zıddıdır. Hakikat ehlirıin ıstılahında ise tehlike anında bile hakkı söylemektir. "Sıdk, sözün ve özün bir olmasıdır" denilmiştir. Yine "Sıdk, vefa ve sefadır {saf olmaktır}" denilmiştir. Cüneyd şöyle der: "Sıdk, seni sadece yalanın kurtaracağı yerde doğruyu söylemek-
tir " Ebu Ali Dekkak şöyle der: "Halka olduğun gibi görünmen veya onlara göründüğün
gibi oImandır." Şöyle de denilmiştir: "Sadık, insanların arneline muttali olmasını istemez." Sadık, kendisirıi ölüme hazırlar; keşf sahibi olsa bile sırrından utanmaz {iç dünyasında utanmasını gerektirecek hiçbir şeyi olmaz} . Allah sıdkı medhetmiş ve emretmiştir. (C/imi', 244)
* Sıdkın aslı, velayet yolunda maksadı tashih eden {düzelten} sıdkdır. Onun bidliylittaki sureti {başlangıçtaki şekli} söz ve füllerde sıdkdır. Ebvlibdaki { girişteki) sureti niyet ve sebeblerdeki sıdktır. Mulinıellittaki sureti riayet {uyma, muvatakat etme} yoluyla murakabede ve ikisi arasında bulunan kalbi amellerdeki sıdktır. Usuldeki { asıllardakil yüksek mertebesi iyiliklerde ileri gitmek ve ruhsatlara il tifat etmemektir. Edviyedeki {devalardaki} sureti firaset ve himmetirı yıiceliğirıde
sıdk
905
sıdkdır. Alıviilde {hallerde} ilmin değil, halin hükmünün geçerli olmasıdır. Veliiyiitta {velilik makamlarmdal vaktin maddi kirlerden arındırılması ve hü kümlerin gerektirdiği yokluk durumlarına dönmektir. Hakaikteki {hakikatlerdeki} sureti mukaddesin nuruyla yok olma hususundaki sıdktır. Nihiiyiittaki {en son ma kamlardaki} sureti ise Hakk'm Zat'ında izlerinin silinip yok olması hususundaki sıdktır. (Cami', 284) * Sıdk, Cevheri'nin Sıhiih adlı lugatinde belirttiğine göre, lugatte "bir şeyi olduğu gibi haber vermek" manasma gelir, zıddı kizbdir {yalandır} . Dini manada sıdk; niyet, söz ve fiillerdeki sıdkı da içine alır. Ebu'I-Kasım Kuşeyri şöyle der: "Sıdkın en aşağı derecesi içle dışın bir olmasıdır. Sa dık, sözlerinde doğruluk bulunan kişi demektir. Sıddik ise tüm söz, fiil ve hdllerinde doğru olan insan demektir. Sıdk nübüvvetten hemen sonra gelir." Görüldüğü gibi arifler sıddikiyetin derecesini belirtip onun üstünde sadece nübüvvet makamının oldu ğunu ifade etınişlerdir. "Sıdk, tehlike anlarında bile hakkı söylemektir'' denilıniştir. Cüneyd şöyle der: "Sıd kın hakikati, seni ancak yalanın kurtaracağı yerde bile doğruyu söylemendir."
Ebu Ali Dekkak şöyle der: "Sı dk, halka olduğun gibi görünmen veya onlara göründüğün gibi olmandır."
İbrahim Havass şöyle der: "S{Idık o kimsedir ki, onu sadece bir farzı eda ederken veya bir faziletli arneli yaparken görürsün."
Abdülvahid b. Zeyd şöyle der: "Sıdk, Allah 'a anıelle vefa göstermektir." Sehl de şöyle der: "Kendi nefsini ve başkasının nefsini süsleı;en kimse sıdkın koku sunu alamaz."
Yusuf b. Esbat şöyle demiştir: "Gecenin sesizliğinde Allah'a sıdk ile davrannıanı, bana Allah yolunda kılıcınıla savaşmaktan daha sevimlidir." Muhasibi de şöyle der: "Sadık o kimsedir ki, halk nezdindeki itibiirının tamamı in sanların gönlünden çıksa -kalbi tanı manasıyla salalı bulduğu için- buna hiç aldırmaz; miskaller ağırlığınca güzel anıeli bulunsa insanların bunu bilmesini arzu etmez; kötü arne linin halk tarafından bilinmesinden hoşnutsuzluk duymaz. Çünkü bundan hoşnutsuzluk duymak, halk arasında itibarının artmasını arzu etmekte olduğunun delilidir. Bu ise sıddikların ahiakından değildir." Zünnun şöyle demiştir: "Sıdk, Allah 'ın, bir şeyin üzerine mutlaka kesnıek için koy duğu kzlıcıdır."
Feth-i Mevsıli'ye sıdkın ne olduğu sorulunca, elini demiremin körüğüne soktu, kızgın demiri çıkardı ve onu avucuna alıp "işte sıdk budur'' dedi. Bir başkası da "Sadık sözünün esiri olan kimsedir'' demiştir. (Nebhani, II, 62)
sıdk-ı nôr
906
sıdk-ı nur ( JJ:ll J..�..p ) * Sıdk-ı nur {nı1run sadakati}, sonrasında istitar {perde lenıne hali} bulunmayan keşftir. Bu keşf, ardından yağmur yağan şimşeğe benzer. Yağarsa sadık, yağınazsa kazib {yalancı} olarak isimlendirilir. Peşpeşe tecelli ve istitara maruz kalan salikin haline şübhe arız olur, ama keşf, bununla cem' makamına ulaşınca "sıdk-ı nur" adını alır. Çünkü artık ondan sonra istitar ve ihtifa {gizlenıne} söz konusu değildir. (Kaşani, 140; Cami', 88) {Ayrıca bk. keşf/küşllfat; tecelli-istitar}
sıfat/sıfat ( .:.ıl� /
u.,.,
) {sıfatullah} * Hz. Peygamber'in � sıfatlarının ma
nası, O'nun zahiri; sırrının manası ise O'nun batınıdır. (Luma', 161)
* Sıfat mevsuftan ayrılmayan şeydir. Ancak onun mevsuf olduğu da, mevsı1fundan başka bir şey olduğu da söylenemez. (Lunıa', 427)
* Sıfat, nat kabUl etmeyen şeydir. Çünkü o, kendi zatıyla kaim değildir. (Hücviri, 468)
* Sıfat, mahalline ihtiyaç duyan, fakat zatıyla vacib olmayan şeydir. Vacibü'l vücı1d, sıfatiarın mahalli değildir. Zat'ında ona ait sıfatıarın bulunması caiz değil dir. Çünkü şey, kendi zatının te'siri altında kalmaz. (HeıJiikil, 59)
* Szfa t, "alfnı" isminde olduğu gibi manayı taleb eden şeydir. (Istılrih, 540) * Zuhı1rda sıfattan sonra sadece zat vardır. O da bu itibarla ismin en yüksek mertebesidir. (İnsiin, I, 5)
* Szfat, seni mevsllfa ulaştırır. Bu, şu demektir: Sen kendinden başkasının sıfatlarıyla sıfatlanamazsın ve keyfiyeti hakkında herhangi bir bilgiye, sende bulu nan kendi anlayışınla, vehminde toplayarak, fikrinde açıklayarak, aklınla ona yaklaşmaya çalışarak ulaşamazsın. Vasfedilen şeyin aynısının sen olduğunu bil medikçe {bunu yapabilmen mümkün değildir). Böyle olursa vasfedilen şeyin ay nısı olursun. Ama yukarıda da anlatıldığı gibi sözde değil, hakikatte . . . Çünkü söz kabuktur, perdedir. Kabuğu parçalar, perdeyi aralar, öze varırsan bilenin bizzat sen olduğunu hakiki manasıyla anlarsın. İşte o zaman bilgi sana bağlanır. Bunun böyle olması zarfuidir. Daha fazla te'kide, manayı güçlendirecek delile ihtiyaç yoktur. Çünkü sıfat, o sıfatı alana bağlı, ona tabidir. Sıfat, sıfat alanın bulunduğu yerde vardır. Onun olmayışı ile de yok olur. Arab dili mütehassıslarına göre sıfat iki türlüdür: Sıfat-ı fezailiyye ve sıfat-ı faziliyye. Sıfat-ı fezailiyye, insanın zatı {esas varlığı) ile alakah sıfatlardır. Mesela hayat sıfatı gibi. Sıfat-ı faziliye ise insana bağlıdır, ama ondan ayrı da olabilir. Me sela kerem sahibi olmak, iyilik etmek türünden vasıflar gibi. (İnsiin, I, 20)
* Ey oğul, bu anlaşılması zor olan sırrı bir dinle! Hazret-i Ziit mertebesindeki çok yüce ve münezzeh olan zat! kemalat, Hazret-i Zat'ın aynıdır. Mesela, bu mer-
sıfat-ı zahir
907
tebede bulunan ilim sıfatı, Hazret-i Zat'ın aynıdır. İrade, kudret ve diğer sıfatlar da böyledir. Yine bu mertebedeki Hazret-i Zat, hem tamamıyla ilimdir, hem de ta mamıyla kudrettir. Yani Hazret-i Zat'ın bir kısmı ilim, bir kısmı kudret vs. değildir. O mertebede bölünme ve parçalanma imkansızdır. Hazret-i Zat'tan çıkarılmış bu lunan bu kemalata ilim mertebesinde tafsil arız olmuş {bu kemallerin, O'nun ilmi sayesinde ayrıntılı olarak ortaya konması söz konusu olmuş), böylece yüce ve mü nezzeh olan Hazret-i Zat'ın bekasıyla beraber {O'nun Zat'ında hiçbir artma ya da eksilme olmaksızın}, bu iki mertebe arasında temyız ortaya çıkmıştır. {İlk mertebe olan} vahdaniyyetin bu icmall { toplu, henüz ayrıntılı hEHe gelmemiş} sırflığına na zaran, bu {ikinci} mertebede, bu tafsile {ayrıntılı bilgilere} dahil olmayan ve temyiz edilmiş {ayırd edilmiş, birbirinden farklı hale gelmiş} hiçbir şey yoktur. Aksine, her biri teker teker Zat'ın aynı olan bütün kemalat, ilim mertebesine varid olmuş, bu ikinci mertebede bir zılll vücud {gölge varlık} kazanmış, "sıfatlar" diye isimlendi rilmiştir. Bu zılli vücudun var olması da, kendisinin aslı olan Hazret-i Zat ile mümkün olmuştur.
Fusus sahibine {İbn Arabi'ye} göre ayan-ı sabite, işte bu ilim mertebesinde ilmi bir vücud kazanmış olan o mufassal kemalattan ibarettir. Bu fakire göreyse, mümkünatın {sonradan var olan varlıkların} hakikati, kendilerine aksetmiş bulu nan kemalata rağmen, bütün kötülük ve noksanlığın temel dayanakları olan ademattır {yokluklardır}. Bu görüş, akıl kulağıyla dinlemeyi gerektiren tafsilatlı açıklamaları gerektirir. . . (Mektıibfit, I, 210)
* Bazıları sıfcitın {ilahi sıfatıarıni Allah'ın aynı olduğunu, bazıları gayrı oldu ğunu, bazıları da ne aynı ne de gayrı olduğımu söylerler. Sıfatıarın Allah'ın aynı olduğunu kabul edenler biz Şiizeliyye mensublarıyız. Gayrı olduğunu kabUl eden ler İbn Arabi ve takibcileridir. Ne aynı, ne de gayrı olduğımu kabUl edenlerse bü yük alimlerimizdir. {İbn Arabi}rh şöyle der: "Her sıfat zıddını gerektirir. İnsan, cemali
ya da celcilf alnıayan bir sıfatın tecelligahı olmaya güç yetiremez. O sıfa t cemiii ya da eeliii sıfatları arasında yer alır. Hüküm ise insan miziicına münasib bir şekilde hfikim olana ait tir. " (Nefe/ıat, 66)
sıfat-ı zahir-sıfat-ı batın ( ı.:ı�l:ll .;.ı\.ıi.p - .J'�II:ıli ..:..ı l li.p ) * Denilmiştir ki: "Nasıl tiiat sıfat-ı za/ıirin {za/ıire ait sıfatların} sırrı ise, vecd de sıfat-ı batının {batına ait sı fatların} sırrıdır. Sıfiit-ı zii/ıir hareket ve siikun, sıfat-ı biitın ise haller ve ahlaktır." (A diibı, 66, 'Avarif, 1 1 2)
sıgar-ı nefs ( �� .iı..P ) * Sıgar-ı nefs, nefsi hak etmediği şeye alıştırmaktır. (Mfzan, 74)
sırat/sırat-ı müstakim ( !'".la::......o J:ı\J.p / J:. IJ.p ) * Miziin {ölçü, denge}, adaletin şahsınızda yerleşmesinden, sırat {yol} ise, ahlak ve sıfatlarınızı arındırmaya teşeb büs etmenizden ibarettir. (Leta'if, 134)
908
sırr
* Sırfit-ı müstakım insanlar arasında pek meşhurdur. O, peygamberlerin hidayet yoludur. (Sofyavi, 168) * Sırfit, yürüme ve mesafeden ibarettir. Halk zahir olup da Hakk batın ise o zaman hüküm halkın vücudunda Hakk'a ait ve halk Hakk'ın hükmüne tabidir. Halk batın olup da Hakk zahir olduğunda ise hüküm halka ait ve Hakk taleb ettiği şeyler hususunda halka tabidir. Bu bakımdan kulun Hakk'tan taleb ettiği bir şey sadece Hakk'ın kendisine verdiği şeydir. İlk yönde ise Hakk'ın kulla alakah hükmü, ancak O'nun kula emrettiği şeylerdeki hükmüne tabidir. (Sofyavi, 170) /Ayrıca bk. mizan}
sırr ( :,.... ) {sırr-ı 'ilm-sırr-ı ha.l-sırr-ı hakikat } * Sır, nefsin hatırının hissetınediği {farkına varmadığı}, Hakk'ın gaib kıldığı şeydir. Sufl tolululuğu şöyle der: " İki tür sır vardır: Hakk için sır -ki bu Hakk'ın vfisıta
sız olarak muttalz kıldığı şeıJdir- ve halk için sır -ki bu da Hakk'ın bir viisılayla muttalf kıl dığı Şetjdir.- " Denir ki, "Sır sırdandır ve sır içindir. Bu da Hakk'tır, ancak Hakk ile zuhur eder. Halk ile zuhur edense sır değildir." (Lııma', 303) * Sır, ademle vücud /yoklukla varlık) arasındaki gizlilik manasındadır. . .
. . . Sır, Hakk'ın gaib kıldığı ve halkı kendisine muttali kılmadığı şeydir. Halkın sırrı Hakk'ın vasıtasız olarak muttali kıldığı şeydir. Hakk'ın sırrı ise sadece Hakk'ın muttali olduğu sırdır. Sırr-ı sır {sırrın sırrı), sırrın da hissedemediği şeydir. Eğer hissedilen bir şey olsa ona sır denmez. (Luma ', 430)
* Sır, rUhlar gibi kalbe emanet edilmiş latif bir şeydir. Ruhların asılları onların müşahede mahalli olmasını gerektirir. Nitekim rUhlar mehabbetin; kalbler mari fetlerin mahallidir. Sufller şöyle derler: "Sır, muttali olduğun şeydir. Sırrın sırrı ise Hakk'tan başkasının muttall olamadığı şeydir." Sufl cemaati vaziyetleri icabı bu tür şeyler söylemiştir. Onların usulleri gereği, sır rUhtan daha latif, rUh da kalbden daha yücedir. Sillıler şöyle der: "Sırlar, eşyanın köleliği, kalıniılan ve izlerinden kur tu/muştur." Sır lafzı, hallerle alakah olarak, kul ile Hakk arasında gizli ve saklı olan şey için kullanılır. . . Sufller derler ki: "Hür kişilerin kalbieri sırların mezarıdır." (Kuşeyri, 48; Cfimi', 271) * Sır, melpbbet halinin gizlenmesidir. (Hücviri, 497) * Alirnin, hakikat karışısındaki haline "sırr-ı ilm {ilmin sırrı}", Allah'ın muradını anlama karşısındaki haline "sırr-ı hal {halin sırrı}", vaki olan işaret karşısındaki ha line de "sırr-ı hakikat {hakzkatin sırrı}" denir. (Istılfih, 533) * Sufiler topluluğuna göre sır, üç mertebeye sahibdir: Sırr-ı ilm, sırr-ı hal ve sırr-ı
hakikat. Sırr-ı ilm {ilim sırrı), isimlerden başka biriyle değil, sadece Allah ismiyle bilen
sırr
909
iliimierin hak"ıkatidir. Allah ile bilmenin sırrı, kendisine nisbet edilen yerde, tek bir ayndaki zıt hükümlerin birleştirilmesidir. Bu aynda, kendisine zıt olan bir hüküm cinsinden zıtlıklar da bulunabilir. Bu sırrı, sadece kendinde bulanlar bilebilir. Böylece onunla vasıflanır, başka bir nisbet ve izafet olmaksızın, zıddının hükmünün olduğu :Yerde, kendi zıddıyla verdiği hükümle aynına hükmeder. Bundan dolayı Allah onu sırr-ı ilm kılmıştır. Çünkü ilim, delaletten elde edilen her türlü bilgidir. Çünkü. ilim alarnetten türemiştir. Bundan dolayı ilim, Allah'a eşyayla birlikte izafe edilir. Çünkü Allah kendisini bilir, alemi de bilir. Bu, alem için bir delil ve alamettir. Nitekim alem, bizim ilmimizde O'na bir alamettir . . . . . . Hakk, kulun kulağı, gözü, kendisine öğrettiği ilmi olduğunda, onu kendisine bir delil ve alarnet kıldığında işte bu, sırr-ı hdldir {halin sırrıdırl . Hz. Isa'nın çarnın dan inşa edilmiş suretine bundan üfürülmüş, o da sır oluvermiştir . . (FutUhtit, Il, .
468) . . . Sırr-ı hakikat {hakikat sırrıl, ilmin Alim'in Zat'ına ilave bir şey olmadığını bil mendir. O, eşyayı Zat'ına muğayyir veya ilave bir şeyle değil, Zat'ıyla bilir. (Fütii /ıfit, Il, 469) * Sır, madde alemine yönelişi sırasında Hakk'ın her şeye tahsis ettiği şeydir. Buna şöyle işaret edilmiştir: "Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz sa dece 'Ol! ' dememizdir. O, hemen oluverir. " [ Nahl. 1 6/40] Bundan dolayı "Hakk'ı Hakk'tan başkası bilemez, Hakk'ı Hakk'tan başkası sevemez, Hakk'ı Hakk'tan başkası taleb edemez" denilmiştir. Çünkü bu sır, Hakk'ı taleb eder, O'nu sever, O'nu bilir. Nite kim Hz. Peygamber � şöyle buyurmuştur: "Rabb'imi Rabb 'imle bildim" [Hz. Ebu Bekr'in sözü olarak Münavi, VI, 181] (Kaşani, 100; Cami', 86) * Sırr-ı ilm, ilmin hakikatidir. Çünkü ilim, hakikatte Hakk'ın aynı, itibari olarak gayrıdır.
Sırr-ı hiil, Allah'ın muradından bilinen şeydir. * Sırr-ı hakikat, Hakk'ın hakikatinden her şeye yayılmayan şeydir. (Kaşani, 101; cami', 86) * Sır sahibieri ahfiya olan kimselerdir. Bunların ilk inceliği, bulundukları yerde Allah'ın hazineleri olanlar olup, bu sırların sıfatiarına nazar ederler {bakarlar!. İkincisi bir menzile işaret edenlerdir. Onlar bunlardan başkadırlar. Böyle bir du rum görürler, onun için nida ederler {seslenirlerl. Bunlar kendilerini örten ilim gayretiyle kendilerini koruyup yol gösteren bir edeb arasında bulunurlar. Üçün cüsü ise Hakk'ın kendilerini kendilerinden sakladığı kimselerdir. Onlara kendile rini içinde bulundukları şeyi idrak ettiren, müşahedeye imkan veren bir levha gö rünür. A llah, niyet, sevgi ve vecd gibi makamlarının doğruluğuna dair işaretler göstermekle beraber, onların hallerini gizlemiştir. İşte bu velayet ehlinin en nazik makamlarından biridir. (Ravza, 492)
sırr-ı kader
910
* Sır üç kısımdır: Insanın sırrı; ruhtan daha latif olan bir emanettir, ruh da kalbden daha latiftir. {İkincisi} eşyanın sırrı; isimlerin mazharının vechidir. {Üçün cüsü olan} Allah'ın sırrı ise, O'nun sadece enbiya ve evliyanın büyüklerine muttali kıldığı sırdır.
(Cami', 63)
* Sır, hislerin idrakinden gizli olan manasma gelir. Bu kısımda onun hakikati, beşeri sıfatıarın şekillerinden tani olma esnasında zat] velayetin sırrıdır. Bu sırrın sahibi, kıskançlıkla halini halktan gizler, korunmak için dinin edebiyle edeb lenir, ahlak ve muamelat hususunda bir koruyucuyla süslenir. Bu kimse, kulların Allah'a karşı en sevimiisi olan muttaki ve ahfiya olan zattır. Sırrın bidayiittaki şekli, riyadan korunm ak ve tezkiyeyi elde etmek için arneli gizlemektir. Ebviibdaki şekli, sırrı takva ile taltif etmek, ihlası taleb ederek zühdü tahkik etmektir.
Mıuimeldttaki
şekli, tevekkül ve tefvizi {işleri Allah' a havale et
meyi} sağlamlaştırmak için ihlasın kemale erdirilmesi ve arnelierin ortadan kaldı rılmasıdır. Ahlaktaki şekli, batını kötülüklerden, nefsin sıfatlarından temizlemek, fazilet lerle süslenmek, ilahi ahiakla ahlaklanmaktır.
Ahliiktaki
şekli, kalbi temizlemek,
azimette ısrarlı olmaktır. Edviyedeki şekli, aklı kudsun {mukaddes şeylerin} nı1ruyla aydınlatmak, feraset ve illiarnı kabili ederek, onu vehim şaibelerinden kur tarmaktır. Ahviildeki şekli, Hakk'ın Hakk'la müşahede edilmesi yoluyla cemal aş kının saltanatıdır. Hakaikteki derecesi Hakk'ın nfuu sayesinde şeklinin gizlenmesi, halinin idrak ten perdelenmesidir. Nihaya ttaki şekli ise ezeli hüviyette yok olmaktır.
sırr-ı kader (
J..lılll '_;...
)
(Cami', 295)
* Sırr-ı kader {kaderin sırrı} kaderden başka bir şeydir.
Sır, malılukata tahakkümün ta kendisidir. Hakk, malılukatın gözü haline gelme dikçe onlara sır açılmaz. Hakk onların gözü olur, onlar da eşyaya Hakk nazarıyla bakarlarsa, o zaman bilmedikleri şeylerin bilgisi onlara açılır. Zira Hakk'ın naza rından hiçbir şey gizli kalmaz.
(Fü tfıhiit, Il, 66)
* Sırr-ı kader, Allah Teala'nın ezeldeki ayn ve bu aynın dış alemde zuhı1r edişle rinde sahib olacakları haller hakkında bildiği şeydir. Allah ayn hakkında {ezelde} ne biliyorsa, sübutu sırasında da onunla hükmeder. (Kaşani,
sırr-ı mücerred ( ��� sırr-ı rububiyyet (
�
..
) {bk.
hernın me'a müferred-sırr-ı mücerred}
��uı)l � .. )
olana, kula} bağlı bir sırdır.
İki
101; Ciinıi', 86)
* Sırr-ı rububiwet, merbuba {bir rabb'e muhtaç
müntesibi olan bir nisbettir. Bunlardan biri olan
merbub, ademdeki {yokluktaki} ayan-ı sabitedir. Madı1ma {yokta} bağlı olan şey de madı1mdur . . . (Kaşani,
102; Ciinıi', 86) Bundan dolayı Sehl{-i Tüsteri} şöyle demiştir:
"Rububiyyetin öyle bir sırrı vardır ki, bu sır açığa çıksa rububiyyet biitıl olurdu." batıl olma ona bağlıdır. (Kaşani,
102)
İşte bu
sırr-ı sırr-ı rubôbiyyet sırr-ı sırr-ı
rubôbiyyet ( :i�uı)l
911
� � ) •• Sırr-ı sırr-ı rububiyyet {rubôbiyyet sır
rının sırrı}, Rabb'in, ayanın {aynların, özlerin} suretleri üzerinde zuhur etmesidir. Ayanın suretleri, Zat'ı ile kalın ve taayyünleri ile zahir olan Rabb'in mazharları olmaları itibariyle onunla kalın ve onun vücudu ile mevcuddurlar. Bu bakımdan sözü edilen silretler kullar, Hakk da onların Rabb'idir. Çünkü rububiyyet ancak Hakk ile gerçekleşir. O halde ayan, ezeldeki halleri itibariyle madfımdurlar. Şu halde rububiyyet sır olmayıp zuhur etmiştir ve ibtal edilmemiştir. (Kaşani, 102;
Cami', 86) sırr-ı
tecelliyat (
.:..ı �ı.::l l � ... ) * Sırr-ı tecelllyat {tecellilerin sırrı}, her şeyi müşa
hede etmektir. Bu, kalbe ilk gelen tecellinin inkişruıyla olur. Böylece tüm isimleri bir araya getiren ahadiyyet-i cem'iyyet müşahede edilir. Bu müşahede, her ismin diğer isimlerle muttasıf olmaları ve zat-ı ahadiyyet mertebesinde birleşmelerinden dolayı gerçekleşir. Bunların imtiyazı, suretlerden ibaret olan maddi alemlerdeki ta ayyünlerden {zuhurlardan, belirlenimlerden} ileri gelir. (Kaşani, 101; Cami', 86)
sidre ( �J.l...ı ) {hazret} * Biz sidreyi bir makam olarak bulduk. Orada sekiz müşahede makamı vardır. Her müşahede makamında öyle yüce manzaralar vardır ki, o manzaraları çok değişik olmalarından dolayı kavramak mümkün değildir. Bu değişik manzaralar ise o müşahede makamı sahibierinin zevkleri nisbetinde olur. Yukarıda makam dediğimiz şey, Hakk'ın zuhur yerlerinde zuhuru etmesidir. Bu zuhur ise, Hakk'a has hakikatlerde ve halka ait manalarda kendisine tecellisinden ibarettir. Bu anlatılan sekiz müşahede makamını şöyle sıralayabiliriz: Birinci mertebe Yüce Hakk'ın, Zahir ismi ile tecelllsidir. Ama kulun batın cihetinden. . . İkincisi Hakk'ın Batın ismi ile tecelllsidir. Ama kulun zahir yönünden ... Üçüncüsü Hakk'ın, kulun ruh cihetinden Allah ismi ile tecelll etmesidir. Dördüncüsü Hakk'ın kulun nefsi cihetinden Rabb sıfatı ile tecelll etmesidir. Beşincisi, mertebe tecelllsi dir. Bu, kulun aklında Rahman isminin zuhurudur. Altıncısı, kulun vehmi cihetin den Hakk isminin tecelllsidir. Yedincisi hüviyyetin marifetidir. Burada Hakk kulun isminin enniyyetinde tecelll eder. Sekizincisi Zat'ın marifetidir. Ama kulun mutlak yönü itibariyle. . . Bu makamda Hakk'ın tecelllsi, kulun zahir ve batın heykelinde kemale ermesiyle olur. Durum anlatıldığı gibi olunca batınla batın, zahirle zahir, hüviyyetle hüviyyet, enniyyetle enniyyet olur. Zikredilen müşahede makamlarının en yücesi burasıdır. Bundan sonrası ise ahadiyyettir. Orada mahlukun hiç görün tüsü yoktur. Çünkü orası sırf Hakk'a hastır. Bu makam Vacibü'l-Vücud olan Zat'ın hususiyetleri arasındadır. Eğer kamil bir kişiye bu tecelliden bir şey gelirse, bunun kendisi için olan ilahi bir tecelll olduğunu söyleriz. Halkın orada bir görüntüsü yoktur. Hiçbir şekilde o
sidre-i münteha
912
tecelli halka bağlanamaz, mutlaka Hakk'ındır. İşte bundan dolayı ehlullah ahadiyyet tecellisini halka bağlamayı menetmiştir. (İnsan, II, 85)
sidre-i münteha ( 1.56;;:LI
�).L..ı
) * Hazret-i cismiyyet, zikrettiğirniz mahsusatı
{duyularla algılanabilen şeyleri} içinde toplar. Bunun em1ri hayal, haracına sahib olan da hisstir. Hisler, izafi bir ilitilafta oldukları halde, mahsusatı alıp haracın sa hibi olan hisse tesllın eder, hayalin hazınesine yükseltir. Burada kendisine yüksel tilen şeyin cinsinden bir isim elde eder. Bu durumda bunlardan "mahsusiit" ismi kalkar ve "mütehayıjilat {hayal edilebilir olan şeyler}" ismi verilir. Bundan sonra hayal, hatıriama gücü altmda mahsusat gibi harac sahibi olur, onları ezberler. Burada mütehayyiHH ismi, onlardan "mezkiirat"a {hatırlanan şey lere} ya da "mahfozat"a {ezberlenen şeylere} intikal eder. Sonra fikrin gücü altında harac sahibi olan zikir {hatırlama}, bunları ona arz eder, tecrübe ederek ayırır. Bunlar hakkında kendi idihesine bağlı bulunanlara soru sorarak bunlardaki hak ve batıl şeyleri birbirinden ayırır. Çünkü, hissin pek çok yanıltıcı tarafı vardır. Mezkuratın ismi, onlardan mütefekkerata {düşünülen şeylere} intikal eder. Onları tedkik ettiği, yanıltıcı unsurları hisse geri gönderdiği, sahih olan şeyleri alıp onları akıl hazretine {huzfuuna, mertebesine} aktardığı za man fikir, aklın gücü altında {aklın çalışma sürecinde elde edilen} bereketin de sa hibi olur. Vezir olan akıl onları alır ve Külll Kudsi Riih'a götürür. Nefs-i natıka da {natık nefs de} onun için izin ister, böylece o da oraya dahil edilir. Oraya dahil olunca, onun elindeki tüm makulatı {düşünülen şeyleri} bırakır ve ona der ki: "Seıjyid, ke
rim ve halifeye selam ! İşte bu, sana Jıazretinın {aklının} çölünden üretenlerinin eli üzerinde ulaşmıştır " Ruh onları alıp Kudsi Hazret' e götürür. Secde ederek yere kapanır. Bu secde kurb {yakınlık} secdesidir ve Hakk'ın kabul hazretinin kapısını çalrnaktır. Kapı açılır, başını kaldırır, bu tecellide ona hasıl olan dehşetten dolayı elindeki arneller düşer. "Ne getirdin ?" diye nida edilir. "Falan oğlu falanın amelleridir, sultanın
beni ona halife kıldı; hazretin çölünden bana almanız emrettiğin tüm vergi bana arzedildi" der. Hakk "Onu imiim- ı mübinle kabıli edin, onu ben yaratmadan evvel yazmıştım" der. Bir harf bile değişmez. "Onun defterini illiyyine kaldınnız" buyurur, defter de kaldı rılır. İşte bu sidre-i müntehadadır. Ancak bu arnellerde zülum ve uygun olmayan şeyler varsa, onlara gök kapıları açılrnaz. Bu durumda onların varacağı yer Jelek-i
esl'rdir, burada da hitab vaki olur. ( Tedbzriit, 188) * Sidre-i müntehii, Küll'ün seyr, amel ve ilimlerinin kendisinde son bulduğu en
büyük berzahiyyettir. O, kendisinden daha yüce bir mertebe olmayan isimler mertebesinin nihayetidir. (Kaşani, 100; Cami', 85)
* Sidre-i miintehii, mahlukun, Allah'a seyrinde ulaştığı en son yerdir. Ondan sonra, sadece Hakk Teala'ya mahsus yer vardır. Mahlukun Sidre-i Münteha' dan
si br
913
soruasma ulaşması mümkün değildir. Çünkü halk, burada mutlak yoklukla yok edilmiş, silinmiş, gömülmüş ve kazınmıştır. Sictreden soma onun varlığı söz ko nusu değildir. (İnsiin, Il, 7)
sihr ( f"'-" ) {blsımat} * Sihir, söz veya fiildeki ayfuu {özleri, hakikatleri} çevir mek veya değiştirrnektir. İnsan manaları yaratıldığı yerlerden nakledebilir. Sihir bazlar, Allah'ın kendilerinden sığınınayı emrettiği düğümlere üfürürler. (Küt, Il, 148) '' Tabiat alemindeki umur-i ganbe {garib, olağanüstü işler} üç ilkeden kaynakla nır: İlk olarak nefse ait birtakım güçler sayılabilir. İkinci olarak cisimlerin yapıla rındaki hususiyetlerden dolayı olur. Mesela mıknatısın kendine mahsus gücü se bebiyle demiri kendisine çekmesi gibi. Üçüncü olarak da semi'ıvi güçlerle, yerde bulunan birtakım cisimlerin si'ıhib oldukları husus! mevkiden veya yeryüzünde bulunan kişilerin gökteki güçlerle irtibi'ıt kurup, onları harekete geçirmelerinden dolayı birtakım hi'ırikuli'ıde {olağanüstü} hadiseler meydana gelir. Mesela sihir, hatta mucize ve kerametler, bu üçüncü ilkenin birinci kısmına girer. Göz aldatması ve el çabukluğu ise ikinci kısma girer. Tılsımlar da üçüncü kabilden olaylardır. (İşiiriit, IV, 158)
* Sihir, mutlak manada kötü bir şeydir. Evliyanın bundan payı Allah'ın onları ilm-i hurfıfa {harflerin bilgisine} muttali kıldığı kadardır. İşte bu, evliyanın ilmidir. Onlar, Allah'ın hakikat ve hayal aleminde eşyi'ıyı etkileyen harf ve isimlere koy duğu aci'ıib hususiyetleri öğrenirler. Bu, mutlak manada kötü olsa da sınıriandırıl mak suretiyle övülmeye layık bir şeydir. İşte bu, "keriimet" ve "hiirikuliide" denilen şeydir. Ancak onlardan harikuli'ıde şeyler sildır olsa da bunlar sihir olarak isimlen dirilmez. Bunlara "keriimet" denir. Bu, alimiere göre sihrin kendisidir. Hz. Musa'nın -eıa sihirbazları Hz. Musa ve Hz. Harfın'un Rabb' ine iman etmelerine, Al lah'ın dilline girmelerine ve ahireti dünyaya terelli etmelerine rağmen sihir ilmine devam etmişlerdi. Onlar sihri bilmelerine rağmen Firavun'un eliyle Allah'tan gördükleri azaba razı olmuşlardır. Bize göre ilm-i simyil "es-simetü" kelimesinden türemiş olup, o da "aliimet" mani'ısındadır. Yani tüm harflerden, isim ve kelimeler den ortaya çıkan etkilerin vermiş olduğu alametler ilmidir. (Fütuhiit, II, 132)
* S ilıirle keriimet arasındaki fark şudur: Sihir, ancak fi'ısıkta zuhur eder. Şeyh şöyle söylemiştir: "Bu husus, aklın kabul edebileceği bir şeı; değildir. Ancak icmii-yı iimmetten alınmıştır." İmam şöyle söylemiştir: "Keriimet, fiisıklığını iliin eden fiisıkta görülmezse, onun veliiyetine kesinlikle şehiidette bulunamazsın. Çünkü eğer ona şehiidette bulunsaydın, bu keriimetlerin siihibleri akıbetierden emin olurdu. Bu yüzden bu durum ve llnin kerameti konusunda ittifakla ciiiz olmaz." (Bustiin, 54) '' Sihir ancak ki'ıfirlerin, zındıkların ve fasıkiarın elinde zuhur eder. Bunlarda keriimet meydana gelmez. İmi'ımü'l-Harameyn şöyle demiştir: "Bu, aklın bir gereği değildir. Ancak iiiimierin ittifiikından elde edilmiş bir bilgidir." (Nebhani, I, 77)
914
sihriyyet
sihriyyet ( ai;,;._., ) * Sihriyyet, küçük görmek, tahkir etmek ve kendisine gülünecek ayıp ve kusurlara dikkat çekmektir. Bu, bazen söz ve fiilieri taklid yo luyla, bazen de ima ve işaretle olur. Kendisiyle alay edilen kişinin huzurunda isim verilmez. (İhyii.', III, 163)
sika ( :ıAi ) * Sika {güven} tevekkülün özüdür. Bunun ilk inceliği, hükümlerle yarışmaktan ümidini kesmektir. İkincisi, takdir olunanı kaçırmayacağından emin olmakhr. Böylece rıza rahatlığı, yakin gözü veya sabır lütfuyla zafer elde eder. Üçüncüsü, Hakk'ı sebeblerden ayrı sayarak evveliyetini {önceliğini} görmektir.
(Ravza, 483) * Sika, haberi ve kaderi kesin olarak tasdik etmek, kuvvet {kudret} sahibine gü venmek ve Hz. Peygamber'in .$ sözüne inanmaktır. (Cami', 79) simya'/'ilm-i simya' (
�\:o:ı-ll � � / � ��":"" ) *
.
. . Bize göre ilm-i slmya "es-simetii"
kelimesinden türemiş olup o da "aldnıet" manasındadır. Yani tüm harflerden, isim ve kelimelerden ortaya çıkan etkilerin vermiş olduğu alametler ilmidir. (Fiitıllıdt, Il,
132) * İlm-i sinıyii, tütsü ve kaniara değil, harf ve isimlere bağlıdır. Bu ilimle, keli melerin yüceliği, onların kuşatıcı ve ince manaları, "Kün {Ol}" kelimesinin hakikati, onun mazi ya da hal haberiyle olmayan emirle tahsis edilmesi ve -üçüncü bir harf de bulunması yanında- iki harfin bu kelimeden zuhur ettiği bilinir. Kaf ve nun ara sındaki berzaha ait üçüncü kelime niçin kaldırıldı? Bu kelime eşyanın doğuşunda m ülke ait bir eseri meydana çıkaran rUhani vav' dır. (Esfilr, 153)
sirac ( c_l;..ı ) * Gayb nurundan bir sirilc {kandil} yandı ve söndü. Kandiller ışıdı ve karardı. Aylar arasından tecelli eden bir ay; bir yıldız ki, burcu sırlar fele ğindedir. Hakk ona, kendisinde bütün himmetleri topladığı için "iimnız"; kendisine verdiği nimetierin büyüklüğünden dolayı "haremi" ve sürekli O'nun yakınlığı ma kamında bulunduğu için de "Mekki" demiştir. (Tavilsin, 191)
siva ( !..SJ"" ) * Sivil, "gayr fAllah'tan başka her şeıJJ" demektir. (Istzlilh, 538) sofesta'iyye ( �\k.-3 J"" ) {bk. hisbaniyye} sohbet ( � ) {sohbet me'a'I-ağniya'; sohbet me'a'I-cühhal; sohbet me'a'l ecanib; sohbet me'a'l-ehl; sohbet me'a'l-esagir; sohbet me'a'l-fukara'; sohbet me'a'l-gureba; sohbet me'a'l-ihvan; sohbet me'a'l-ihve; sohbet me'a rasulillah; sohbet me'a's-sultan; sohbet me'a'l-üstad} * Sohbet-i RasUiulliih'ın {Allah Resı1lü ile sohbetini hususi bir manası ve hürmeti
sohbet
915
vardır. Sahabeye bu isimden daha layık bir isim bulmak mümkün değildir. Onla rın bu isimlerinin üstünlüğü Hz. Peygamber'in $ şeref ve hürmete layık oluşun dan kaynaklanmaktadır. Sahabe; zahidlerin, abidlerin, mütevekkillerin, fukaranın, rıza, sabır ve tevazıl ehlinin imamlarıdır. Sahabe, ulaştığı her şeye Hz. Peygam ber'le $ olan sohbetinin bereketiyle ulaşabilmiştir. Sahabe, hallerin
en
yücesi olan
sahablliğe nail oldukları için, bunun dışında bir hal talebinde bulunmaları müm kün değildir ve zaten onlar için, içinde bulundukları halden daha faziletli bir hal de yoktur. Tevfik Allah'tandır. (Luma', 42)
* Sohbet mea'l-ihvfin (tarl:kat kardeşleriyle sohbet), onları kendisine tercih etmek, fütüvvet {delikanlılık, insanlık) göstermek, onları bağışlamak ve hizmet şartıyla, yani hiç kimse üzerinde hak iddia etmeden, hiç kimseden hak istemeden ve herke sin üzerinde hakkı olduğunu düşünerek onlarla bir arada bulunmaktır. Dedikleri ve yaptıkları her şeyde onlara uygun tavır göstermek, kendi aleyhine de olsa, daima onlarla birlikte bulunm ak, tarikat kardeşleriyle sohbet etmenin edeblerindendir. Onların lehinde mazeret gösterir, onları mazılr görür, onlara mu halefet etmeyi, onlardan uzaklaşmayı, onlarla mücadele etmeyi ve onlara sert dav ranınayı terk eder. Onların ayıplarını görmezlikten gelir. Eğer kardeşlerden biri, bir hususta ona karşı çıkarsa bu husus dediğinin aksi de olsa açıktan onun dediğini kabıli eder. Kardeşlerin kalbierindeki {sevgiyi) kay betmemeli ve onların istemedikleri şeyleri yapmaktan daima kaçınmalıdır. Eğer o konuda onların menfaatini görürse hiçbir kimseye kin beslememelidir. Kardeşlerinden biri ona gücenecek olsa, dargınlığının sona ermesi için ona iyi davranmalı, dargınlığı bitmediği takdirde, bu dargınlık sona erinceye kadar ona ihsanını artırmalı ve iyi davranışını devam ettirmelidir. Kalbinde kardeşlerden biri hakkında gıybet veya başka bir sebebden dolayı kırgınlık ya da keder duyarsa bunu göstermemeli ve içinden bunun tersinin olduğıırıa inanmalıdır.
Suhbet mea 'l-ecfinib {yabancılarla sohbet) şöyle olmalıdır. Mürid, söylenmemesi gereken sırları yabancılardan gizlemeli, onlara şefkat ve merhamet nazarıyla bak m alı, mallarını onlara teslim etmeli ve tarikatın hükümlerini onlardan saklamalı, onların kötü ahiaklarına sabretmeli, mümkün oldukça onlarla bir arada bulunma m alı, kendisinin onlardan daha faziletli olduğuna inanmamalı ve onların Müslü man olduklarına ve Allah'ın onları affedebileceğine inanmalıdır. Mürid, kendisinin sıkıştırılabileceğini, basit ve önemsiz şeylerden, büyük ve küçük günahlardan he saba çekileceğini, Allah'ın cahillerden affedeceği günahların benzerini alimlerden affetmeyeceğini, avama aldırış etmediğini, fakat havass olanların tehlikede oldu ğunu düşünmelidir.
Sohbet mea 'l-esfigir {küçüklerle sohbet); onlara şefkat göstermek, edeb öğretmek, onları mezhebin hükümlerine yönlendirmek ve kurtuluş yolunu göstermekle olur.
916
sohbet
Her istediklerini yerine getirmek onlara fayda getirmeyebilir. Onun için, kendile rine faydalı olmayan şeylerden sakındırılınaları da gerekir.
Sohbet mea'l-ağniyii {zenginlerle sohbet): Zenginlere tamah edilmemeli, onların elinde olana göz dikilmemeli, onların elindekiler gönülden çıkarılıp atılmalı, zen ginlere karşı dalkavukluk yapmaktan sakınılarak din korunmalıdır . . .
. . . Sohbet mea'l-fukarii {fakirlerle sohbet) şöyle olmalıdır: Mürld, fakirlerle sohbet ederken, yemekte, içmekte, giyim kuşamda, oturup kalkmada, zevk ve sefada on ları kendisine terelli etmelidir. Kendini onlardan daha aşağıda görmeli, hiçbir şeyde onlara bir üstünlüğü olmadığını bilmelidir. (Gunye, II, 169-170)
* Sohbet mea'l-üstiid {üstadla sohbet), onun emir ve yasaklarına uymakla olur. Bu sohbet, aslında bir hizmettir. (Adiib2, 37) * Sohbet mea 'l-gurebii {gariblerle sohbet) esnasında, gayet güler yüzlü, alçak gö nüllü ve edebli davranılmalıdır. Kendilerin yanında konakladıkları için onlara fa zilet balışedildiğini görmeli, onlara ikramda bulunulmalı, alaka gösterilmelidir. Onlara hizmet sunm akta azami gayrette bulunulmalı, talebleri karşılanmalı ve on ların verebileceği sıkıntılara göğüs gerilmelidir. Sohbet mea 'l-cühhiil {ciihillerle sohbet) halindeyken sabırlı ve ahlaklı hareket edilmeli, onlara yumuşak davranılmalı ve ciihilliklerine katlanılmalıdır. Onlara merhametle bakılmalı, onlar gibi cahil olmadığı nlınet olarak üzerinde görülmeli dir. Onların bir ciihilliğiyle karşılaşıldığında kendilerine cevab verilmemeli, yumu şaklıkla karşılanmahdır. Çünkü peygamberler bile, kendilerini dalalet, cehalet ve sefahetle itharn edenlere karşı gereğinden fazla bir şey söylememişlerdir. (Adab2, 38)
* Sohbet mea'l-ehl {hane halkı ve çocuklarla sohbet} hiilindeyken, onlara şefkat gösterilmeli, onlara yumuşak davranılmah, edebli yetiştirilmeli ve itaatkar olmaya teşvik edilmelidir. Sohbet mea 'l-ihve halindeyken {kardeşlerle sohbet ederken), mümkün mertebe onlara muvafakat etmeili {uyum sağlamalı), asla muhalefet edilmemelidir. Ancak, dinin meşru saydığı hususlarda hal böyle değildir. Kardeşler arasında kin ve nefret olmamalı, herkes birbirine güvenle bakmahdır.
Sohbet mea 's-sultiin {sultanla sohbet) esnasında, Allah'a ve Peygamber'e $ karşı bir hareket sergilenmediği müddetçe dinlemek ve itaat etmek gerekir. (Adab2, 39) * Ebu Mansur Mağribi'ye "Ebu Osman 'la kaç yıl sohbette bulundun?" diye soru lunca şöyle cevab vermiştir: "Ben ona hizmet ettim, sohbette bulunmadım. Sohbet, ih vimla, akranlarla ve hizmet ehli şeyhler/e olur." ('Aviirif, 239)
* Sohbet için, aralarında cinsiyet {aynı hususiyetlere sahib olma) vasfının bulun ması gerekir. İnsanları birbiriyle sohbete sevk eden bu hisler, bazen umı1mi, bazen
sohbet
917
de hususi vasıflar olur. Umfuni vasıf, birtakım insanların birbirlerini sevip, birbir lerine hususi hisler beslemeleridir. Hususi vasıf ise, belli bir dillde olan insanların birbirlerine beslediği yakınlıktır. Bundan biraz daha hususi olanı ise, itaat ehlinin birbirlerini beslemiş olduğu his ve isyan ehlinin birbirine beslediği yakınlıktır. Bu hususlar iyice incelendiği zaman görülür ki, insanları birbiriyle sohbete götüren hisler bazen hususi, bazen de umfuni olur. İnsan, biriyle sohbet ettiği zaman, o kişiyle ne sebeble sohbet ettiğine iyice bir baksın! Bu sohbetin sebebini araştırsın! Sohbete meylettiği kişiyle olan münasebe tini şeriat tartısıyla tartsın. Dostunun hallerinin iyi olduğuna kanaat getirirse, ken disine müjde versin. Çünkü Allah, onun aynasını parlatmış, dostunun güzellikleri de o aynaya yansımıştır. Dostunun hallerinin yanlış olduğuna kani olursa, nefsini kınayıp itharn ederek kendine dönsün! Çünkü ona, dostunun aynasında kendi du rumu görünmüştür. ('Avarif, 246)
* Sohbetin faydaları: Sohbet, insanın iç aleminin gözeneklerini açar. Sohbetle in san, hadiselerin hakikatini kavrar. "Bela ve musibetin ne olduğunu, o bela ve musibete
uğrayan bilir'' denmiştir. İnsanın iç dünyasının kuvvet kazanması, ilminin sağlam olmasıyla mümkün olur. Sadakatinin kuvvet kazanması ise, onun birtakım bela ve musibetlerle karşılaşması ve hadiselerden imanla çıkmasıyla mümkün olur. Bütün bunlar sohbetle, dostlukla, dayanışma ve yardımlaşma ile meydana gelir. Bunlarla gönlün orduları güç kazanır, rUhlar huzfu ve sükun bulur, Allah' a yönelmenin yolunu bulur ve O'na yönelir. Bunun örneği seslerde görülür. Sesler bir araya gelip birleşince daha gür olarak çıkar ve etraftaki manileri aşar ve yükselir, tek başına olunca meramına ulaşmaktan alıkonursun. ('Avarif, 248)
•• Mürid için en kötü şey sohbettir. Çünkü tarikat yolu, alışkanlıkları kaldırmak ve güzel saydığı şeyleri terk üzerine kurulmuştur. Sohbet ülfet ve ünsiyete götürdüğünden ve ayrılık meydana gelmesi halinde acı vermek suretiyle kalbde değişikliğe yol açtığından, biz bunu hoş görmedik. İş te bu yüzden şeyhlerin bir çoğu "Halvette ünsiyet, toplulukta yalnızlık duyan kimsenin ünsiyeti Allah ile değil de halvet/e olur'' demiştir. Şu halde müride layık olan şey, sohbetten tamamen uzak laşmaktır. Müridin hirnmeti bir şeyh bulmak olmalıdır. Eğer bir şeyh bulursa, şeyh emretmedikçe ondan başkasını düşünmemeli, şeyhin öğrencileri olan tarikat kar deşleriyle arkadaşlık etmemeli ve onlarla oturup kalkmamalıdır. Bunun için de kendi hemcinsleri olan halkla ve diğer mahlukatla vahşet halinde gibi olmalı {on larla beraber bulunmaktan huzursuzluk duymalı}, onlardan kaçıp Allah ile ünsi yeti taleb etmelidir. (Tedbirat, 234)
* Hadiste " Yolculukta bir arkadaşın olmalı" [Ebu Davlid, Cihad, 72; Tirmizi, Daavat, 41 ] denilcliğine göre sohbet, ilahi bir sıfattır. (Fütuhat, II, 283)
* Sohbetin üç faydası vardır: Birincisi, hayır ehli kişilerle sohbette bulunmak müridi, eski haline dönmekten ve tembellikten alıkoyar, onu kötülük işlernekten
918
su'al
uzaklaştırır. Kötülüklerden uzaklaşmak, onu kötülük işlernekten kurtarır, itaate yakın olmak ise, müridi nefse hakim olmaya götürür. Böylece, sohbetin bereketi ve ruhaniyyetin kuvveti, müridin işlerini kolaylaştırır. İkincisi, kalbierin anlaşılması sadece sohbetle mümkün olur. Sohbetin tadını alan ve sohbetle hallenen kimseye başkaları te' sir edemez. Huy, farkına varmadan diğer huyun te'siri altında kalır. Kişi, dostunun dini üzeredir, mü'min mü'minin aynasıdır. Aynada görülenler, o aynaya bakanların da görüntüsüdür. Bunun için, Şazeli ve Nakşibendiler sohbete çok önem verirler. Biliniz ki, iki kişi arasında sohbeti eelbeden şey, ortak hisler ve iki kişi arasın daki mensubiyettir. İnsanların bazıları, kendilerini bazı insanlara yakın hissederler. Bazı hayvanlar bile kendilerini bazı hayvaniara yakın hissederler. Böylece her var lık, diğerleri arasında kendine yakın bir varlık bulur. Aynı millete mensub olanlar kendi aralarında bir mehabbet topluluğu kurar, itaat ehli kendi aralarında bir top luluk oluşturur. Buna mukabil, masıyyet ehli de kendi aralarında belli bir topluluk oluşturur. Yani her topluluk, kendisine bir sohbet halkası kurar. Üçüncüsü, mürid, kendi nefsiyle de imtihan edilmektedir. :Kendi başına kaldığı zaman, şeytanın birtakım hayal, kuruntu ve batıl itikadlarla onu kandırması çok kolay olur. Bu kandırma yolları; bozuk düşünceler, tembellik, hile, kudret, zındık lık, istidrac türü şeyler de olabilir. Şeytan, bütün bunları müridin önüne atarak, bunları ona hak gösterebilir. Bunun içindir ki, müridin mutlaka bir şeyhi olması gereklidir. Ancak o zaman adı geçen reziliikierden kurtulup doğruyu bulabilir. (Cami', 23) * Sohbet, lugatte muaşeret manasma gelir. Hakikat ehline göre üç kısma ayrılır: Kendinden mertebe olarak üstünde bulunan birisiyle sohbet hizmettir. Kendinden mertebe olarak daha alt seviyede olan biriyle sohbet durumunda, sana tabi olana şefkat ve merhamet etmelisin ki, o da sana hürmetkar olsun ve vefa göstersin. Birbirine denk olanların sohbeti ise isar ve fütüvvete {diğerkamlık ve mertliğe} dayanır.
Bir şeyh, kendisinden daha üst mertebede olan bir şeyhle sohbet ederken, ona karşı açık ya da kapalı şekilde bir itirazda bulunmamalıdır. Ona devamlı olarak güleryüzlü olmalıdır. Bir şeyh, kendi dengi olan bir şeyhle sohbet ederken, onun kusurlarını görmemelidir. Hatta onun hoş olmayan taraflarını bile mümkün mer tebe güzele te'vil etmelidir. Eğer buna bir çıkış yolu bulamazsa, kendi nefsini suç lamalı ve kınamalıdır. (Cami', 148)
su'al ( Jı_;... ) * Sulil, hakikati taleb etmektir. (Hücviri, 469) su'al-i hazreteyn ( ı.J,:J�� Jı_;... ) * Suiil-i hazreteyn {iki mertebenin talebi), zu hur etmesi ayanın {aynların} suretleriyle mümkün olan Ralıman'ın nefesini elde
sfif
919
etme arzusundaki ililhi isimlerin lisfuuyla vücub mertebesinden v e zuhur etmesi isimler yoluyla mümkün olan ayanın lisanıyla imkan mertebesinden sadır olan talebdir. (Rahmani} nefesin ittisale yardım etmesi, bu mertebelerin taleblerine ebedi bir cevabdır. (Kaşani, 104; Cami', 86)
suf ( J J� ) * Ebu Musa şöyle der: "Hz. Peygamber $ suf {yün} giyer, merkebe bi ner ve zayıf kişilerin davetine icabet ederdi." (Ta'arruf, 7) * Suf, enbiyanın (peygamberlerin} &<§1 giyeceği, asfiyanın (saf haJe gelmiş kulla rın} süsüdür. Onların ahlakı ile ahlaklanmak istemeyen kişinin, onların giydiğini giymesi, onların süsüyle süslenmesi doğru değildir. Bu, onlarla alay etmek gibidir.
(Envar, I, 133)
suffe/ehl-i suffe ( :i.�..all �(
/ :i.��
) * Suffe ehlinin sayısı -haberde geldiği gibi-
300 küsurdu. Bunlar ne çiftçilik, ne hayvancılık ve ne de ticaretle meşgul olurlardı. Mescid-i Nebevi'de yiyip-içerler, orada yatıp- kalkarlardı. Resfılullah J'lt. onların yalnızlığını paylaşır, onlarla oturup kalkar, onlarla beraber yemek yerdi. Ashabını da onlara ikrfuna ve değerlerini bilmeye ederdi. (Luma ', 1 83) * Resfı.lullah $ zamanındaki Suffe ehli, garib, fakir ve mal ve mülklerini terke mecbur edilmiş muhacirlerden oluşan kimselerdi. Ebu Hureyre ile Fudale b. Ubeyd Suffe elinden bahsederken şöyle demişlerdi: "Açlıktan yerlerde sürünürlerdi.
Onları gören bedeviler kendilerini deli zannederdi. Elbiseleri yündendi. Bu yüzden terle diklerinde elbise/erinden, yağmurda ısianan koyun kokusuna benzer kokıı yayılırdı." Suffe ehlinden bazıları, diğerlerini böyle tasvir etmişlerdi. Hatta bir keresinde Uyeyne b. Hısn Resulullah'a $ şöyle sorma ihtiyacı duymuştu: "Bunların kokuları beni rahatsız
ediyor. Ya sizi hiç rahatsız etmiyor mu?" Yün, peygamberlerin elbisesi, evliyanın kıya fetidir. ( Ta 'arruf, 6) * Suffe, sadece Medine'de vardır. Suffe Hz. Peygamber'in $ mescidinin kuze yinde idi. Orada evi yurdu olmayan garibler kalırdı. Mü'minler Medine'ye Hz. Peygamber'in $ yanına hicret ettiklerinde ev bulabilenler evlerde; bulamayanlar ise, yerleşecekleri bir mekan yapıncaya kadar mescidde kalmıştır. Suffe ehli, her zaman Suffe'de kalan insanlardan ibaret değildi. Bazen azalır, bazen çoğalırlardı. Kişi bir zaman orada kalır, sonra başka yere yerleşirdi. Orada kalanlar başka yer lerden gelen diğer müslümanlardı. Onların da ilim ve dm konusunda herhangi bir meziyetleri yoktu. İçlerinde bilhassa dinden dönen kimseler ve Hz. Peygamber'in
J)t. öldürttüğü insanlar da vardı. Mesela, Hz. Peygamber Ureyniler gibi bir toplulu ğun öldürülmesini istemişti. Bu topluluk, Medine'nin havası iyi gelmediği için hastalanmıştı. Hz. Peygamber $ de onlara sütü bulunan develerin idrar ve sütle rini içmelerini emretmişti. Bu insanlar iyileşince çobanı öldürmüşlerdi. (Furkan, 12)
920
sôfi-mutasavvıf-mustasvif/sôfiyye
siifi-mutasavvıf-mustasvif/siifiyye (
��J� /
,jJ,..,Q.:-• -
Jj,..,Q.:•
-
ıj J� )
{ahlak-ı siifiyye; 'ilm-i diraset; kurra'; mutasavvıf-ı cahil; mutasavvıfe; ta'ife-i huliil; ta'ife-i ittihad; ta'ife-i vusiil; tarikat-ı siifiyye; tekellüf} * Sufi.yı;e {sufiler topluluğu}, Allah'ın yeryüzündeki ümenasmdır {emin adam larıdır}. O'nun sırlarının ve ilminin bekçileri, mahlukatının safveti, O'nun muhlis kulları, muttakl dostları, sadık ve salih sevgilileridir. Sabık {öne geçmiş}, ebrar, mukarreb, biidela ve hayırlı kullarıdır; Allah, onların kalbierini marifetiyle; bedenlerini de hizmetiyle siislemiştir. Dillerini zikrine düşkün hale getirmiştir. Murakabesiyle sırlarını temizlemiştir. Onlar, Allah'a {O'nun emirlerine} güzelce uymaları ve devamlı O'nun inayeti altmda bulunmaları sebebiyle, en güzel bir bi çimde ileri safta yer alırlar. {Allah} onları velayet tacıyla taçlandırmış, onlara hida yet elbiselerini giydirmiştir. Kalbierini biiyük bir sevgiyle kendisine yönlendirmiş tir. Lütfuyla onları huzurunda toplamıştır. Onlar da Allah'tan başka her şeyden müstağnl kalmışlar {O'ndan başkasına ihtiyaç duymamışlar}, O'ndan başkasını ter cm etmemişlerdir. O'na dayanmış, O'nun kapısında beklemiş, kazasına rıza gös termiş, belasına sabretmiş, O'nun için vatanlarını terketmiş, kardeşlerine hicret et mişlerdir. O'nun için bütün alakalardan sıyrılmış, halktan kaçmışlardır. Sadece O'nunla ünsiyet kurmuş, O'ndan başkasından vahşet {sıkıntı} duymuşlardır. Allah şöyle buyurur: "İşte bu Allah'ın lutfudur. Onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf siihi bidir." [Cuma, 62/4] (Luma', 19) * Farzları yerine getirmek ve haramlardan kaçınmaktan sonra sufiyyeyi zikret miş olduğum topluluklardan {fıkıhçılar ile hadis ehlinden} ayıran hususiyetlerden biri de, kendilerini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmeleri, taleb ve maksadları ara sına giren her türlü alakadan sıyrılmış olmalarıdır. Zira onların Allah Tebareke ve Teala'dan başka taleb ve maksadları yoktur.
Sufiyyenin bunlardan başka bazı adabları ve çeşitli halleri vardır. Bunların ba zıları şunlardır: Dünyanın çoğu nırnetinden vazgeçerek azıyla kanaat etmek, yal nızca çok gerekli olan azıkla yetinmek, giyecek, istirahat, yiyecek gibi dünya sıkın tılarından ancak gerekli olanla iktifa etmek, fakirliği zenginliğe terelli etmek, aza yaklaşıp çoktan uzaklaşmak, açlığı tokluğa, azı çoğa terelli etmek, üstünlük ve bii yüklüğü bırakmak, makam ve mevkle itibar etmemek, halka şefkatli davranmak, büyük küçük herkese tevazu göstermek, ihtiyaç anında bile başkasını kendisine terelli etmek, dünya {nırnetlerini} yiyeniere aldırış etmemek, Allah hakkında güzel zanda bulunmak, taate koşarken ve bütün hayırlarda yarışırken ihlas üzere olmak, her şeyden kopup Allah Teala'ya yönelmek, O'ndan gelen belaya sabretmek, O'nun kazasına razı olmak, mücahede, nefsin hevasıyla mücadele ve nefsin hazlarından sakınarak ona karşı koymaya devam etme { süreklilik sağlama} konu sunda sabır göstermek, -zira Allah Teala nefsi, "emnıiire-i bi's-su {diiimii kötülüğü emreden}" olarak tarif etmi�tir- ve ona "Senin en büyük düşmanın iki yakan arasındaki nefsindir" {hadisine göre en büyük düşman} gözüyle bakmak. (Lunıa', 29)
sôfi-mutasavvıf-mustasvif/sôfiyye *
921
Sufiyyenin adab ve şemaili arasında şunlar da yer alır: llah'l sırlara riayet, Me
ve Cebbar {olan Allah'ı} murakabe etmek, çirkin olan havatın defederek kalbieri korumak, Allah'tan � başka hiç kimsenin bilmediği güzel fikirlerle meş
lik
gul olarak hazır {uyanık} bir kalb, duru bir zihin, sağlam bir niyet ve tam bir yöne lişle Allah'a kulluk etmek. Çünkü Allah *' sadece kendi rızası için yapılmış olan arnelleri kabul eder . . .
. . . Sufiyyenin
adab ve şemaili arasında şunlar da vardır: Evliyanın yollarına süluk etmek, asfiyanın manevi menzillerinde konaklamak, rfıhu bezl, nefsi telef ederek {var gücüyle çalışarak} Allah'ın ve kullarının haklarının hakikatine sarıl mak, ölümü hayata terelli etmek, maksadiarına erişebilmek için zilleti izzete, zor luk ve şiddeti rahatlığa üstün saymak. Çünkü o, Allah'tan ve Allah'ın muradından başka bir şey murad etmez. (Luma', 30) * Yine sufiyyenin, hırs ve emeli, bunların inceliklerini, nefsi, onun izlerini ve havatırını tanıma, riyanın, gizli şehvetin ve şirk-i hafinin {gizli şirkin} ne olduğunu bilme ve bunlardan kurtuluş yolunu gösterme hususunda hususi bir yeri vardır. Allah' a � inabenin nasıl olacağını, sıdk ile iltica etmeyi, sürekli olarak iftikar {hal ve hacetini Hakk'a arzetme}, teslimiyet ve tefvizin nasıl mümkün olacağını tam olarak bilenler onlardır.
Süfiyyenin, ulema ve fakihlerin zor anlayabildiği bazı meseleleri {keşf ve ilham yardımıyla} anlama usulleri vardır. Çünkü bu usul, işaretlerdeki ince noktaları, ibarede saklı olan latlf ve ince manaları açıklar. Onların görüş beyan ettikleri ince manalı hususlar, avarız, alaik {dünya bağ ve alakası}, perdeler, gönüllerde gizlenen şeyler, ihlas makamları, marifet halleri, ubudiyyet hakikatleri, kainatın ezeldeki yokluğu, Kadim'le karşı karşıya geldiğinde hadisin {ezel'l varlık karşısında sonra dan olan varlığın} yok olması, nimeti görmenin kaybolup, geriye nimet vereni görmenin kalması (verme fiilini görmenin kaybolması), hill ve makamları atlamak, tefrika halindeki her şeyin cem'i {bütün ayrılıkların bir araya toplanması}, kasdın yok olarak Maksud'un kalması (verilen şeyleri görmekten yüz çevirmek), ltirazı terk etmek, yok olmayı sağlayacak yollara süluk etmeye yönelmek, {manevi yol culuktakil tehlikeli çölleri geçmek gibi hususlardır. (Luma', 32) *
Sufiyye, sadece bir ilirnde teferrüd etmiş, sadece bir makam ve hale bürünmüş
kimseler değildir. Aksine onlar bütün ilimierin kaynağı, övülmeye değer hallerin ve eskilerin ahlakının mahallidirler. Onlar, halden bir hale intikal etme hususunda Allah Teala ile beraber olup, daima daha fazlasına maruz kalırlar. Halleri böyle değişken olan ve devamlı ilerleyen kimselerin bu hallerden sadece birinin adıyla anılması uygun olmaz. Bu sebeble ben onlara sadece bir hal ve bir ilim izafe etme dim. Çünkü ben, onlara her vakitte yalnızca bir hal izafe etseydim, onlara verdiğim bu isim, hal, ahlak, ilim ya da amel bakımından onları tamamen ihtiva etmezdi. O zaman da, onlara her vakitte bir başka isim verınem gerekecekti.
sufi-mutasavvıf-mustasvif/sufiyye
922
Hal böyle olunca, her zaman içinde bulundukları bir hal !sürekli olarak giy dikleri elbise}, sadece zahiri bir kıyafetten ibaret kalmadığından, onlara bu hali izafe ettim
{onları "sufiyye" diye adlandırdım}. Çünkü sılf lyün}
giyrnek
peygamberlerin adeti, evliya ve asfiyanın şiarıdır. Bu konudaki rivayet ve haberler pek çoktur. Sılfileri elbiselerine izafe edince, bu onların ilim, hareket, hal ve öv güye değer olan ahiaklarına da şamil bir isim olmuştur. Görmez misin ki Allah Teala, Hz. İsa'nın ashabının havassını, giydikleri elbiseye nisbetle "Havarfler. . . " [Maide 5/1 12] diye yad etmiştir. Onlar beyaz elbise giyiyorlardı. Allah Teala, onları sahib oldukları ilim, amel ya da hale nisbet etmek yerine, giydikleri bu elbiseye nisbet etmiştir. Bana göre sılfilerin durumu da aynıdır. En doğrusunu Allah bilir. Sılfller zahiri elbiselerine nisbet edilmiş {ve böylelikle bu ismi almış}, büründükleri ilim ve hale nisbet edilmemişlerdir. Çünkü sof giyrnek peygamberlerin ve sıddikların adeti, (miskinlerin ya da) kendilerini ibadete veren kişilerin şiarıdır.
(Luma', 40) * Tasalarını akılları yoluyla çözen, onlardan kalbieriyle uzaklaşan, nefslerınin şerrinden Mevla'larına sığınanlar . . . işte bunlar suftyıJedir . . . . . . Zürınıln Mısri'ye "Sufi kimdir?" diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: "İste mekle yorulmayan, elinden zorla almakla dımlmayan kimsedir. " Bir başka seferinde şunları söylemiştir: "Onlar o kimselerdir ki, Allah'ı her şeıje tercih etmişler; Allah dıı on ları her şeye tercih etmiştir." (Luma', 45)
* Ebıl Hüseyin Ahmed b. Muhammed Nfui, "Sufi kimdir?" diye sorulduğunda demiştir ki: "Sufi, sema dinleıJen ve sebebiere sarılmayı tercih eden kişidir." Ebıl Hasan Kannad'a su.finin manası sorulduğunda şu karşılığı vermiştir: "Süfi kelimesi safa'dan alınmıştır. O da her vakitte Allah'a � vefiı şartını yerine getimzektir." (Luma', 46) * S U.finın manası bir başka sılfiye sorulduğunda şöyle demiştir: "Sufi, ubudiyyet sıfatını tahakkuk ettirerek {gerçekleştirerek} Hakk'ın dostluğuna enniş, beşeriyel bulanık lıklarından temizlenmiş, böylelikle hakzkat mertebelerine ulaşmış ve şerfat hükümlerine {bu hüküm/erin hak'ikatlerine} yaklaşmış olan kimsedir. Böyle yaparsa o kimse artık sı1fidir. Çünkü o {Hakk tarafindan} tasfiye edilmiştir {onu saflaşhran Hakk 'tzr}." . . . . . . {Dedim ki: } "Hakikatte sufiyye kimlerdir? Onların vasıflarını bize anlat!" Bana şöyle cevab verdi: "Allalı 'ı ve hükümlerini bilen, Allah Teaiii 'nın � kendilerine öğrettik
leriyle amel eden, Allah'ın � kendilerinden istediklerini tahakkuk ettiren {gerçekleştiren}, tahakkuk ettirdikleriyle vecde eren, vecd duydukları şeylerde fiini olan kişilerdir. Çünkü her vecd e/ıli, vecde erdiği şeyde fiini olur. " . . . . . . Şibli'yerh "Suftyye niçin bu adla anılır?" diye sorulunca şu karşılığı vermiştir: "Onlara, üzerlerinde bulunan nefslerinin kalıntısı sebebiyle böyle denmiştir. Eğer böyle olmasaydı, onlara layık bir isim bulunmaz ve verilmezdi." . . .
923
sôfi-mutasavvıf-mustasvif/sôfiyye . . . Yine denilmiştir ki,
"Sı1fiyye Suffe ehlinin bakiyıjesidir. " (Luma', 47)
* Şeyhlerden biri tasavvufun ne olduğu sorusuna üç cevab vermişti: "Birincisi
ilim şartına bağlıdır ki o, kalbin bulanık/ıklardan tasfiye edilmesi, mevcudata {varlıklara} karşı güzel muamele ve şer'l nıeselelerde Hz. Peygamber'e $ ııynıaktır. Ikincisi hakikat di Liyle ceviibtır ki buna göre, mülkiin yok/uğu, sıfatiara kölelik etmekten kurtulmak ve gökle rin yaratıcısıyla yetinnıektir. Üçüncü olarak Hakk diliyle verilen ceviib ise şudur: O Onları sıfatlarından tanı olarak saflaştırır {arındırır}, temizler ve böylece onlara 'sufi' denilir. " (Lunıa ', 48)
*
{Sufilerden bir kısmı şöyle demiştir:) Sırları { içleri) saf, dışları pak olduğu için
sufilere
"sufiyı;e" denilmiştir.
Bişr b. Haris,
"Sufi, Allah için kalbini saf hiile getinniş olan kişidir"
demiştir.
Siifilerden biri
"Sufi, Allah ile olan muamelesini saf hale getirdiği için Yüce Allah'ın saf ikriinıına nail olan kimsedir" demiştir. Bazı siifiler bu konuda şöyle der:
runda ilk safta bulunnıalarındandır."
"Sufilere 'sufiyye' denilmesi Yüce Allah 'ın huzu
Gerçekten de sufıler, himmetleriyle Hakk' a dön
müşler, kalbieriyle O'na yönelmişler, rfıhlarıyla O'nun huzurunda bulunm uşlar dır. Diğer bazı sufılere göre sufilerin vasıfları, ResUluilah zamanındaki Ehl-i Suffe'nin hususiyetlerine yakın olduğu için kendilerine bir sufi topluluğuna göre sufiler, giydikleri için
"süfi"
"yün"
"sufiyye"
denilmiştir. Başka
manasma gelen softan yapılan elbiseler
adını almışlardır. Sil.fileri
"suffe"
ve
"saff'
kelimelerine nisbet
edenler, zahiri hallerini dikkate alarak kendilerine bu ismi vermişlerdir. Sil.fiyye, dünyayı terkederek vatanlarmdan ayrılan; dostlarını bırakarak mem leket memleket dolaşan; karınlarını aç, bedenlerini çıplak bırakan; mahrem yerini örtme ve açlığı giderme konusunda terkedilmesi caiz olmayan miktardan fazla dünya nimetlerinden faydalanmayan bir zümredir. Sıliller vatanlarını terkettikleri için için
"seyyahin";
"gureba";
sebebiyle bazı memleket ahalisi tarafından Sufilere
memleket memleket dolaştıkları
salıralarda dolaşmaları ve zarfiret halinde mağaralara sığınmaları
şikeftiyye diyen ahalinin
"şikeftiyı;e"
diye adlandırılmışlardır.
{Horasanlılar'm) dilinde şifkeft
"nıağara"
manasma
gelir. Şamlılar sufılere cu'iyye {açlar} adını vermişlerdir. Sufilerin gıda maddelerin den sadece zarfiret miktarınca faydalanmaları bu ismi almalarına sebeb olmuş tur . . . . . . Seri Sakat!,
siifiyyeyi vasfederken şöyle demiştir: "Hasta insanlar gibi yemek yerler, suya batan kimseler gibi uyurlar ve nıahcub kimseler gibi konuşurlar. " Mülkiyetle rinde bulunan eşyayı terkettikleri için sufllere "fukarii" da denilmiştir. {Yine Seri)
924
sufi-mutasavvıf-mustasvif/sfifiyye
kendisine "Sufi kimdir?" diye sorulunca şu cevabı vermiştir: "Sufi, malik ve memlUk olmayan kişidir." Yani tamalı ona yanaşamamıştır. Başka biri de şöyle demiştir: "Sufi, bir şeı;e sahib olmayan kişidir. Eğer sahib olursa onu hemen harcar." Giyim ve kıyafetleri dikkate almarak tasavvuf ehline "sufiyye" denilmiştir. On lar nefsin hazzı için yumuşak ve güzel görünüşlü elbiseler giymezler. Sadece mah rem yerlerini örtrnek için elbise giydiklerinden dolayı sert kıldan ve kalın yünden yapılan elbise ile yetinirler. (Ta'arrufr 6) * Bündar b. Hüseyin şöyle der: "Sufi, Hakk'ın kendisi için seçerek nefsinden saflaş tzrzp arındırdığı, iddiii siihibi olarak tekellüfle {zorlamayla} amel etme hilline döndünnediği kimsedir. " " Üfiye {afiyet verildi}" vezninde "sufiye {saf hiile getirildi}" şeklinde bir izah yapmak da mümkündür. "Afiihü 'Allah fe ufiye {Allah ona afiyet verdi, o da afiyet buldu}"; "Kefiihü 'Allah fe kufiye {Allah ona kiifi oldu, o da yeterli hale geldi}"; "Ceziihü'Allah fe cuziye {Allah ona cezii verdi, o da ceziilandırıldı}" gibi deyimler buna örnek teşkil eder. Şu halde Allah'ın sufi hakkındaki fiili "sufiye" isminde zahirdir.
Sufi tek başına Allah'la bulunan zattır. Ebu Ali Ruzbari'ye "Sufi kimdir?" diye sorulduğunda şöyle demiştir: "Safii üzere suf {yün} giyen, heviisına cefiinın tadını tattıran, dünyayı arkasına atan ve Muham med Mustafii 'nın il[; yolunu tutan kişidir. " Aynı soru Sehl b. Abdullah'a {Tüsteri'ye} sorulunca, o da şu karşılığı vermişti:
"Kederi safii {bulanıklzğı berraklık} hilline gelen {bulanıklıktan durulan}, fikirle dolan, in sanları bırakarak sadece Allah'la meşgul olan, altın ile toprağı eşit gören kişidir. " (Ta 'arrufr 9) * Sufiyye Allah'ın; Vahid, Ahad, Ferd, Samed, Kadim, Alim, Kadir, Hayy, Semi, Basir, Aziz, Azim, Celil, Kebir, Cevad, Rauf, Mütekebbir, Cebbar, Baki, Evvel, İlah, Seyyid, Malik, Rabb, Rahman, Rahim, Mürid, Hakim, Mütekellim, Halık ve Razık olduğu üzerinde müttefiktirler. Onlara göre Allah, kendisini hangi sıfatlarla vasıf landırmışsa o sıfatlara, hangi isimlerle isimlendirmişse o isimlere sahibdir. O, isim ve sıfatlarıyla kadimdir, ezelldir. Hiçbir bakımdan malılukata {yaratıklara} benze mez. Zatı diğer zatlara, sıfatları öbür sıfatiara benzetilemez. MalılUkların sonradan meydana geldiklerini gösteren hiçbir işaret O'nda mevcı1d değildir. O, sonradan olan şeylerden evveldir, öncedir. O'ndan başka ezeli varlık ve O'ndan başka ilah yoktur. O, her şeyden evvel mevcud olan bir varlıktır. O, cisim, madde, şekil, şahıs, cevher, araz değildir. O'nda birleşme, ayrılma, hareket, sükı1n, fazlalık, eksiklik yoktur. Bölüm ve parçalara sahib, alet ve organ Iara malik değildir. Yön ve mekandan münezzehtir. Afet ve musibetler O'na isabet etmez. O'nu uyuklama tutmaz. Vaktin hükmüne tabi olmaz. işaretler O'nu tayin edemez. Mekan O'nu ihtiva etmez. Üzerinden zaman geçmez. Bir şeye dokunmak, bir köşeye çekilmek, bir yere hulul etmek, girmek O'nun hakkında söz konusu ola maz. O'nu fikirler ihata edemez, perdeler örtemez, gözler idrilk edemez . . .
sufi-mutasavvıf-mustasvif/sufiyye
925
. . . Süfiyye, evliyanın; su üzerinde yürümek, hayvanlarla konuşmak, az za manda uzun mesafe katetmek ve bir şeyin mahallinden ve mevsiminden başka bir yerde ve zamanda zuhur etmesi gibi -mucize türünden görülen- kerametierini ka bul etme hususunda ittifak ederler. Bu hususta sahlh rivayetler ve hadisler mevcuddur. Bunlardan Kur'an da bahsetmiştir. (Ta'arruf, 13) * Sufiyye şöyle der: "Imanın aslı kalbdeki tasdik ile birlikte dil ile ikrardır. Fer'i {dal ları} ise farzları eda etmektir." Yine onlar, "iman hem ziihirde, hem de batında bulunur, batın bir şeyden ibarettir o da kalbdir, zahir ise muhtelif şeı;lerdir" demişlerdir. (Ta'arrııf,
52) * Kelam alimlerinden biri, Ebu'I-Abbas b. Ata'ya: "Ey mutasavvzflar, neden du yan/ara garib gelen kelimeler türeterek alışılagelen dilin dışına çıktınız ? Sizin bu yaptığı nız, gizli kapaklı olarak tuttuğunuz yolun ayıbını örtme arzusundan başka bir şey değildir" deyince Ebu'I-Abbas o kimseye şöyle cevab vermiştir: "Biz bunu yalnızca bize göre şerefli olduğundan onu kıskandığımız için bizim dışımızdakilerden hiç kimse bu yola gir mesin diye yaptık. " (Ta 'arruf, 60) * .. Ebu Yakub Susl'ye göre "Sufi, sebebin rahatsız etmediği, talebin yarmadığı kişi.
dir. " . . Şibli'ye, siltilerin neden bu isimle isimlendirildikleri sorulduğunda şöyle cevab vermiştir: "Çünkü onlar, şekillerin varlığı ve sıfa tiarın isbatıyla vaszflandılar. Eğer şekillerin yok oluşu ve sıfatları isbat edenle vaszflansaydzlar, ayıncı vasıfları sıfat ve şekle sahib olmamak olurdu." Böyle demekle lŞibll}, mütehakkik {gerçek sı1fi) için şekil ya da sıfat sahibi olmayı inkar etmiştir. Ebu Yezid Bistiimi de "Sılfiler Hakk'ın kucağın daki {himayesindeki} bebeklerdir" demiştir... ( Ta'arruf, 62) .
* Bu adlandırma, sılfiyyeye lsı1filer topluluğuna) hakim olmuştur. Müfred {te kil) olana "sufi", cemaatine de "sufiyı;e" denir. Buna viisıl olan kişiye "mutasavvıf', bunlardan oluşan cemaate de "mutasavvıfe" denir. Bu ismin Arabca olduğunu gös teren bir kök ve kıyas yoktur. Bu ismin ancak lakab hükmünde olduğu ortaya çık mıştır. Bu kelimenin, kamis {gömlek) giyilmesine "takammese {gömlek giydi}" şek linde isimlendirilmesinden hareketle, suf {yün} kelimesinden tesavvefe {yü n giydi}" manasında tasavvuf olarak türetildiğini söyleyenler vardır. Bu da bir görüştür. An cak yün giyrnek bu topluluğa özgü bir şey değildir. ll
Kelimenin, Hz. Peygamber'in $ mescidine mensı1b olan S uffe'den geldiğini söyleyenler vardır. Ancak suffe kelimesinin nisbeti sufi şeklinde gelmez { suffi şek linde gelir). Kelimenin safa kökünden türetildiğini söyleyenler de vardır, ama sufi kelimesi nin lugat itibariyle safa kelimesinden türetilmesinin imkansız oluşu yüzünden bu da doğru değildir { safanın nisbeti safevi şeklinde gelir). Kelimenin sa.ff kökünden türetildiğini söyleyenler de vardır. Siltilerin {Allah'a yakınlık konusunda) ilk safta bulunmalarından dolayı bu miina doğrudur. Ancak
sôfi-mutasavvıf-mustasvif/sôfiyye
926
lugat itibariyle kelimenin sa.ff keilmesine nisbet edilmesi yanlış olur {çünkü saff ke limesinin nisbeti saffi şeklinde gelir}. Netice itibariyle sufi topluluğu, hususiyetlerinin anlaşılınasına yardımcı olacak lafzi bir kıyas ya da bir kökten türemeyi gerektirecek bir liyakate muhtaç olmaya cak kadar meşhurdur. Üstelik insanlar tasavvuf ve manası, sı1fi ve kimliği hak kında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu tarifierin hepsi de, sufi hakkında vaki olan {farklı farklı} şeyleri açıklar. (Kuşeyri, 137) * . . Hamdı1n Kassar şöyle demiştir: "Sufilerle arkadaşlık et! Çünkü onlar, arala rında {karşılaştıkları} çirkinlikleri te'vzl edecek mazeretiere yönelirler {hayata ve insanlara iyimser bir gözle bakarlar}. kendilerinde görülen güzelliklerle aliikalı olarak da kendilerini üstün gönnezler, seni yüceltirler {kendilerinde görülen iyiliği kendilerine değil, karşısın daki insanın iyiliğine bağlarlar}." .
Harraz'a ehl-i tasavvuf hakkında soru sorulduğunda şöyle demiştir: "Bunlar öyle bir topluluktur ki, onlara bol bol iliihz ihsan verilmiş, fAllah'tan başkasıyla meşgul ol maktan} miini olunacak kadar fiinz olmuşlar, sonra kendilerine, {Hakk'a} yakın olan sırlar dan {halka} 'Bize ağlayınız' demeleri için nidii edilmiştir {seslenilmiş tir}" Cüneyd demiştir ki: " Tasavvuf, barışı olmayan savaştır {sürekli müciihededir}." Yine onun bir sözü "Onlar bir evin halkıdır, aralarına onlardan başka kimse giremez." Onun bir başka sözü "Tasavvuf, derli toplu bir zihinle Allah'ı zikretmek, semii ile vecde gelmek ve {Kur'iin ve Sünnet 'e} uyarak amel etmektir. " Cüneyd'in bir başka sözü ise şudur: "Sufi yen;üzü gibidir; kötü olan her şey ona atılır, ama ondan hep iyi şeı;ler çıkar." Yine bu konuda şöyle de demiştir: "Süfi yen;üzü gibidir; iyisi de, kötüsü de üzerine ba sar. Bulut gibidir, her şeyi gölgelendirir. Yağmur gibidir, her şey sular {ayrım yapmadan insanların ağırlığını yüklenir, onlara iyilikte bulunur}." {Konuyla ilgili} bir başka sözü de şudur: "Ziihirine önem veren bir süfi görürsen, bil ki biitım hariibdır." Sehl b. Abdullah {Tüsteri} demiştir ki: "Sılfi kanını heder, malını helfiZ gören kişi dir. " {Ebu Hüseyin} Nuri demiştir ki: "Sufinin sıfatı, yoklukta sükun {ve huzılr, şikfiyette bulunmama}, varlıkta da zsiirdır {başkasını kendisine tercfh etmek, bulduğunu dağıtnıak tır}." Kettani demiştir ki: "Tasavvuf ahliiktır, ahliik bakımından senden üstün olan, safii ba kımından da üstündür." Ebu Ali Rı1zbari de demiştir ki: "Tasavvuf kovulsa da Sevgili'nin kapısından ayrıl mamaktır. " Yine onun bir sözü: "{Tasavvuf,} bu 'dun {uzaklığın} bulanıklığından sonra, kurbun safvetidir { yakınlığın saflığına ulaşmaktır}." Denilmiştir ki: "Çirkin/erin en çirkini cimri sufidir." Şöyle diyenler de olmuştur: " Tasavvuf boş el ve temiz kalbdir {zühd ve rıziidır}."
sfifi-mutasavvıf-mustasvif/sfifiyye
927
Şibli demiştir ki: " Tasavvuf, hiçbir kaygı taşımaksızın Allah 'la beraber bulunmaktır." Ebu Mansfır da şöyle demiştir: "Sufi Allah 'tan işiiret verir. Halk ise Allalı 'a işaret eder." {Sufi, Allah'a ulaşmış olduğundan, yönü Allah'tan halka doğrudur, Al lah'tan halka işaret verir. Tasavvuf yolunda ilerlememiş bulunan halk ise, Allah'a ulaşamamıştır. Onların işareti Allah'a doğrudur. Şöyle de ifade etmek mümkün dür: Sfıfinin işareti müessirden esere, halkın işaretiyse eserden müessire doğru dur. } Yine Şibli şöyle demiştir: "Sufi halktan munkatı, Hakk'a muttasıldır {halktan ayrıl mış, Hakk'la bütünleşmiştir}."
Ruveym şöyle demıştir: "Sufiler {birbirilerini irşiid ve ikaz etmekten} geri kalma dıkça hayırdadırlar. Ancak aralarında sulh vaki olduğu {avam gibi birbirlerini ikaz etmeyi bıraktıkları ) zaman, onlarda hayır kalmaz. " Ceriri de "Tasavvuf, lıiilleri muriikabe etmek, edebe sanlmaktır" demiştir. Müzeyyin "Tasavvuf Hakk'a boyun eğmektir" demiştir. Ebu Türab Nahşebi de şöyle demiştir: "Sufi o kişidir ki, hiçbir şey onu bulandır maz, her şey onunla saflaşır. " Denilmıştir ki: "Sufi talebin {istemenin} yormadığı, sebebin rahatsız etmediği kişidir. " (Kuşeyri, 138) * Mu tasavvıf-ı cahil {cahil mutasavvıf), bir şeyhin sohbetinde bulurunayan, bir büyükten edeb öğrenmeyen, {tasavvufi bir} hayat tecrübesi tatmamış olan kimse dir. Bu kimse, basiretsiz bir şekilde mavi elbiseyi giyer, kendisini sfıfilerin arasına atar, bast {genişlik ve ruhsat} yoluna sülfık eder. Aptallığı onu herkesin kendisi gibi olduğunu zannetmeye sevk eder. İşte bundan dolayı hak ve batıl yolunu seçe mez olur. (Hücviri, 23)
* Bir topluluğa göre, suf {yün elbise} giyindiği için süfiye "sufi" adı verilmiştir. Diğer bir topluluğa göre {Allah yolunda} saff-ı evvelde {ilk safta} bulundukları için sfı.filere "süfi" denilmiştir. Başka bir topluluğa göre Aslıab-ı Suffe'yi örnek aldıkları için bu ismi almışlardır. Diğerlerine göre bu isim safıldan türemiştir. (Hücviri, 39) * Safa, kederin {yani saflık ve berraklık, bulanıklığıni zıddıdır. Keder beşere ait sıfatlardandır. Hakikatte süfi, keder sahasını geçmiş olan kimsedir. Nitekim Hz. Yusuf'u �� müş.iliede ederek güzelliğindeki inceliklerde istiğrak haline eren Mı sırlı kadınlara beşeriyet hali hakim olmuş ve {ona beşeriyetlerinin farulik pencere sinden baktıkları için, yaşadıkları} galebe hali {tasavvufi manasının} tersine dön müştü. (Hücviri, 41)
* Sufi, velayeti karnil olan ve muhakkık velilere verilen bir isimdir. Nitekim meşayıhtan biri şöyle söylemiştir: "Sevginin saflaşhrdığı kimse sdfi olur, sevgilinin saf/aştırdığı kimse ise sufi olur." Bu ismin dil prensiplerine göre herhangi bir mana-
928
sfifi-mutasavvıf-mustasvif/sfifiyye
dan türemiş olması doğru olamaz. Çünkü bu isim, türeyebileceği bir kökün çok üstündedir. Dil alimleri, aynı ciristen oları kelimeleri birbirieririden türetirler. Bu lunabilecek herhangi bir kök safanın zıddıdır. Bir kelime ise zıddındarı türeyemez. Ehlirie göre bu mana güneşten daha açıktır, arılatınak içiri ibareye ihtiyacı yoktur. Çünkü sılfi, ibareden de işaretten de ötedir. Sılfiniri durumu böyle olunca tüm alem bilerek veya bilmeyerek onu anlatır. Mana ortaya çıkıyorsa ismiri ne önemi kalır? Sılfller kendileririden kemal ehli olana "sufi", onlarla irtibatlı olanlara ve talebesirie de "mutasavvıf' derler . . .
. . . Sufi, kendiriden geçen, huyların pençesiriden kurtulmuş bir şekilde Hakk ile baki oları ve hakikatleriri haklkatirie tutunmuş oları kimsedir. Mutasavvıf ise bu de receyi mücahede ile elde etıneye çalışarı ve onların davranışlarını elde etınek içiri çabalayan kimsedir. Mustasvif ise üstünlük, şan ve dünya hazzı için onlara benze rneye çalışarı kimsedir. o bu ikisiriden ve her türlü manadarı gafildir. o kadar ga fildir ki hakkında şöyle söylenmiştir: "Sufilerin nezdinde mustasvif sinek, başkalarına
göre ise kurt gibidir. " Şu halde, sılfi vusıllün {kavuşmanm}; mutasavvıf usulün {kavuşmaya götüren yolların}, mustasvif ise fuzuli işleriri sahibidir. (Hücviri, 43-44) * Zünnıln Mısri şöyle der: "Sufi o kimsedir ki, konuştuğu zaman sözü hakikatlerden açıklamalar yapar, sükut ettiği zaman da alakaları kesrnek suretiyle bedeni onun adına ko nuşur." Yani sfifmiri sözleri tamamen sağlam bir esasa dayanır. Bütün fiilieri sırf tecriddir {masivadarı tamamen sıyrılıştır} . Konuştuğunda sözleri tamamıyla hak olur, sustuğu zaman hareketleri tamamıyla fakr olur {Allah' a ihtiyaç ve niyaz hali niri ifadesi olur}. (Hücviri, 45)
'' Sufiyye, ruhlarını beşeri kederlerden uzaklaştırarı, nefsiri afetleririden koru yan, Hakk'm yanında en yüksek dereceye ve ilk saffa yerleşiriceye kadar kendile ririi hevadarı kurtaran ve {Allah' tan} başka her şeyden kaçan kimselerdir. (Hücviri, 46) '' Ebıl Muhammed Mürtaiş der ki: "Sufi, düşüncesi, hiçbir şekilde adımından önce olmayan zdttır." Yani sılfi, bütünü ile huzur haliridedir. Kalbi nerede ise bedeni orada, bedeni nerede ise kalbi orada olur. Ayağı nerede olursa sözü orada, sözü nerede ise ayağı orada olur. Gaybeti olmayan huzurun alameti işte budur. Fakat "Bu, 'Sufi nefsinden gaib ve Hakk ile hazır olan zdthr' şeklindeki ttirif aykırıdır" denilirse, deriz ki: "Hayır, {hakikatte} sufi Hakk ile de nefsiyle de hazırdır. Bu, cem'u 'l
cenı 'e işiiret eder. Çünkü, insan nefsini görmeye devam ederken, nefsinden gaib olmadıkça, gaybeti olmayan huzur hali lıdsıl olmaz. Nefse nazar etme hdl i yok olunca gaybeti olmayan huzur hdli hdsıl olur. Bu ise Şibli'nin şu sözünün aynıdır: 'Sufi iki cihanda Allalı 'la bera ber, Allah'tan � gayrı olan bir şey görmez. "' Hülasa, kulun vücudu {varlığı} gayr oları bir şeydir, ağyardır. Sılfi, gayr oları şeyi görmeyince nefsirii de görmemiş olur. Nefy ve isbat haliride kendisiriden tamamen fani olur. (Hücviri, 48-49)
sufi-mutasa vvıf-mustasvif/sufiyye
929
* Anladım ki, sufiyıJenin yolu ancak ilim ve arnelle tamamlanır. Onların ilimle rinden anlaşılan şey, nefsin geçit yollarını kesmek, onu kötü ahlak ve çirkin sıfatla rından temizlemektir. Bu şekilde kalb, Allah'tan � başka her şeyden ayrılarak zikrullahla hallenmeye ulaşmış olur. (Munkız, 130) * S ufiyyenın büyüklerinin ulaşmak istedikleri mertebenin öğrenmekle değil, tatmakla, halle ve sıfatları değiştirmekle elde edildiği ortaya çıktı. Sıhhatin ve tok luğun tariflerini, sebeb ve şartlarını bilmekle, gerçekten sağlam ve tok olmak ara sında ne kadar büyük bir fark vardır! (Munkız, 132)
'' Sufiyye, haklkaten Allah yolunu tutan ve bulan kirnselerdir. Gidişleri en güzel gidiş, yolları en doğru yol, ahlakları en temiz ahlaktır. Dünyadaki bütün akıllı in sanların aklı, hikmet sahibierinin hikmetleri, şer1at sırlarına vakıf olan alimierin ilmi, bunun yerine daha faydalı bir şeye ulaşmak üzere bir araya gelseler, buna imkan bulamazlar. Onların iç ve dış yaşayışlarındaki bütün hal ve hareketler hep peygamberlik nurundan feyiz almıştır. Peygamberlik nurunun ötesinde yeryü zünü aydınlatacak başka bir nur yoktur . . . . . . Netice 'itibariyle bu sufiyye mesleğine ne denilebilir ki! Birinci şartı olan te mizlik tamamen masivaullahı {Allah'tan başka her şeyi) kalbden çıkarmaktır. Na mazın iftitah tekbiri mesabesinde olan anahtarı, kalbin zikrullah ile tamamıyla Al lah' ın varlığında istiğrakı {yok olması), bunun sonunda tam olarak fan'i olmasıdır. Fenafillahın son mertebe sayılması, başlangıçta, insanın kendi ihtiyar ve iradesi ile yapabildiği bir şey gibi görünebilir. Haklkatteyse bu, tarikatın başlangıcıdır. Bun dan evvelki haller ise bu yola girenler için {eve girmeden önce geçilen) bir avlu mesabesindedir. Tarikatın başından 'itibaren keşf ve müşahedeler başlar. Hatta bu yolun yolcu ları, uyanıklık hallerinde melekleri, peygamberlerin rUhlarını görür, sözlerini işitir, onlardan bir çok fayda elde ederler. Sonra hal onların şekillerini, misallerini gör mekten öyle derecelere yükselir ki, bunu sözle anlatmak imkansızdır. Bunu kim anlatmaya kalkışırsa, söylediklerinde kaçınılması mümkün olmayan açık hatalara düşer. Hulasa iş, Allah'a o kadar yaklaşmak derecesine varır ki, bunlardan bir kısmı Allah'ın kendisine hulfıl ettiğini, bir zümre Allah ile birleştiğini, diğer bir zümre de Allah'a vasıl olduğunu tahayyül eder. Bunların hepsi hatadır. (Mıınkız,
139) * Sufiyyenin yolu, devamlı ibadet yapmak ve Allah'tan başkasıyla alakayı kes mektir. Kesb'i ilimlerin, nefste sabit bir meleke elde etmekten söz etmesi zordur. Bu, sadece örnrün başlarında kolay olabilir. (Mfzfin, 38)
'' Mutasavvif, sufi olmaya çabalayan ve bu konuda çabasını sürdüren kimsedir. Çabaladığında ve sufilerin yoluna girerek yolu aldığında "mutasavvıf' adını alır. Nitekim gömlek giyene "tekammese {gömlek giydi}", zırh giyene de "tederre'e {zırh giydi}" demeleri gibi zühd yolunu tutana "mütezehhid {zfihidleşen}" derler. Züh-
930
süfi-mutasavvıf-mustasvif/siifiyye
dünde nihayete ulaşıp eren, eşyadan nefret eder hale gelerek eşyadan fena bulan ve her şeyi terk edene "zahid" denilir. Bu halden sonra zahide eşya gelir fakat o onları istemez, onlardan nefret de etmez; aksine Allah'ın emrine uyar ve onun fii lini beklerse bu kimseye "mutasavvıf' denir. Sufi, bu mana ile vasıflanırsa o zaman bu kelimenin manası -sufi kelimesi aslında "musafat {saflaş tırma}" kökünden alın mış "saflaştzrılmış" manasındadır- Allah Teala'nm saflaştırdığı kul demektir. Bu iti barla, nefsin afetlerinden temizlenen, yerilecek şeylerden uzak kalan, tuttuğu yo lun övülecek hallerine süluk eden ve kalbiyle halkın hiçbirinde sükUnet bulmaya rak hakikatiere bağlı kalan kimseye "sufi" denilmiştir.
" Tasavvuf Hakk ile sıdk {doğruluk}, halk ile güzel ahlaklı olmaktır" denilmiştir. Mu tasavvıf ile sufi arasındaki fark ise şudur: Mutasavvıf işin başmda olan, sufi ise yo lun sonuna gelmiş olan kimsedir. Mutasavvıf, vasl yoluna yeni girmiş olan, silfi ise yolu kat' etmiş ve varılacak kimseye varmış olan kişidir. Mutasavvıf yüklenen, sılfi ise yüklenilen kimsedir. Mutasavvıf ağır-hafif ne varsa yüklenir de yüklenir, so nunda nefsi erir, hevası yok olur, irade ve emaneti kaybolur, neticede saflaşır ve "sufi" adını alır. O zaman sllfi kaderin mahrnulü, rneşietin küresi, kudsün terbiye cisi, ilim ve hikmetlerin kaynağı, emniyet ve kurtuluşun yurdu, evliya ve abdalın sığınağı, huzur kaynağı, onların rahatlahcısı olur. ( Gunye, II, 160) * Tasavvuf, süf {yünl giyrnekten değil, safadan türemiştir. Tasavvuf konusunda sadık olan bir sufi, kalbini Mevla'sı olan Allah � dışındaki her şeyden tasfiye eder. Bu {tasfiye işil, keramet izhar etmekle, başkalarını küçük görmekle, kitablar telif etmekle, salihlerin hikayelerini anlatmakla, parmakları tesbill ve tehlil ile hareket ettirrnekle gerçekleşmez. Ancak Hakk' ı � taleb etme hususunda sadakat, dünya hususunda zühd, kalbi halktan ayırmak ve Mevla'nm dışındaki her şeyden sıyrıl makla gerçekleşir. (Feth, 90) * Sufi, melametiden başkadır. MeHl.meti iyiliğini açığa çıkarmayan, kötülüğünü de gizlemeyen kimsedir, sufi ise halkla meşgul olmaz, halkın {kendisini) kabUl et melerine, reddetmelerine de aldırmaz. (A. dabı, 7) * Bundan başka sufiyye, yüce ilimlerle ve şerefli hallerin kendilerine has kılın dığı mümtaz zatlardır. Onlar muarnelet ilimleri, hal ve hareketlerin kusurları ve yüce makarnlar hakkında konuşmuşlardır. Bu yüce makamlar şunlardır: Tevbe, zühd, vera, sabır, rıza, tevekkül, mehabbet, havf, reca, müşahede, turna'nme, ya kin, kanaat, sıdk, ihlas, şükür, zikir, fikir, murakabe, itibar, vecel {korku), tazim, iclal, pişmanlık, haya, cem' ve tefrika, fena-beka, milrifet-i nefs, rnücahede-i nefs, riyanın, gizli şehvetin ve şirkin incelikleri, ihlasın keyfiyeti. Sufiyye aynı zamanda man! olan ve menedici şeyler, zikirlerin hakikatleri, tev hidin tecridi {saf tevhid}, tefrid dereceleri, sırrın cürümleri, Kadim ' le karşılaştırıldı ğında hadisin yokluğu, hallerin kusurları, fark halindeki şeylerin cem'i, karşılık ve bedellerden yüz çevirmek ve itirazı terketmek gibi fakihlere müşkil görünen
sfifi-mutasa vvıf-mustasvif/sfifiyye şeyleri
93 1
istinbat edip açıklarlar. Derece ve rnenzillerdeki bu tür hususlardaki
rnüşkillerden başka, canlarını verecek kadar mücadele etmek onlara has bir fiildir.
O kadar ki, böyle bir hali bulunduğunu iddia edenlerden delil isterler. Onlar bu hallerin doğrusu ve yanlış şekilleri hakkında görüşler beyan ederler. Onlar dillin koruyucusu ve gözde rnensublarıdır. (Adiib2, 15)
* Ahliik-ı silfiyıJe {sCıfiyyenin ahlakı} şunlardan meydana gelir: Hilrn, tevazu, sa rnirniyet, şefkat, tahammül, rnuvafakat, ihsan, yurnuşaklık, isar, hizmet, ülfet, güleryüzlülük kerem, fütüvvet, mevki ve makarnı terk, rnürüvvet, rneveddet, cud, teveddüd, af, bağışlama, seha, vefa, haya, kibar muamele, rnüjdeleyici olmak, gü zel söz, sükunet, vakar, dua, sena, hüsn-i zan, nefsi küçük görme, ihvanı güzel kar şılarna, şeyhlere saygı, küçüklere şefkat, büyüklere saygı, kendisinin verdiğini kü çük görmek, kendisine verileni büyük görmek. (Adab2, 19) * Sufiyye, ilm-i diriisetten {kesbi ilim dernek olan diraset ilrninden} de nasib al mışlardır. Diraset ilmi suflleri bildikleriyle arnel etmeye götürrnüştür. Bildikleriyle arnel ettiklerinde bu arnel onları veraset ilmine götürrnüştür. Onlar da diğer ilim erbabıyla aynı rnalCırnata sahib oldukları halde ilm-i veraseti de bildiklerinden on lardan daha üstün ve daha alim oldular.
İlm-i veriiset ise, dini en ince noktalarına kadar bilmektir. Allah Kur'an'da "Her topluluktan bir kısmının dini iyi öğrenmek ve savaştan geri döndüklerinde kavimlerini uyarmak için harbden geri kalmaları gerekli olmaz mı ?" [Tevbe, 9/122] buyurmuştur. Ayette geçen uyarrna fıkhi bilgilerle mümkün olur. Uyarmak, uyarılanın ilim ile hayata döndürülmesi demektir. İlirnle hayata döndürmek, dini rneselelerde rnüte hassis olan fakih seviyesindekilerin yapabilecekleri bir rnazhariyettir. Bu yüzden fıkıh, dindeki en yüce ve mükemmel rnertebelerden olmuştur. Burada ''fıkıh" kelimesiyle kasd edilen dünyada tam manasıyla zühd hayatı yaşayan takva sahibi alimin ilmidir. Böyleleri sahib oldukları bu ilim sebebiyle içinde bulunduğu top lumu uyarıcı rütbesine ulaşrnışlardır. İlirn ve hidayetin ilk kaynağı, Hz. Peygam ber'dir .:ıt ( 'Aviirif 13)
* Bil ki, bu kitabda, silfiyı;enin şerefli hali olarak zikrettiğirniz her şey mukarrebin halidir. Sufi m ukarrebdir. Kur'an'da "silfi" ismi geçmez. Sufı ismi yerine rnukarreb kullanılmışhr. ('Aviirif 15) * Sılfiyye, müslüman topluluklar içinde, Resulullah'a tabi olmaya tam manasıyla muvaffak olmuş kirnselerdir. Çünkü onlar Peygamber'in sözlerine ka yıtsız şartsız boyun eğdikleri gibi, onun emirlerini harfiyyen yerine getirmiş ve ya saklarından kaçınrnışlardır. Nitekim Allah "Peygamber size neıJi verirse oııu alın, size
neyi yasak/arsa, ondan kaçının" [Haşr, 59/7] buyurmuştur. Onlar da arnellerinde, rızıklarmda, ibadetlerdeki gayretlerinde, teheccüdde, namaz ve orucun nafilele rinde ve daha pek çok meselede Resulullah'ın izinden gitmişler, söz ve hareketle-
932
sôfi-mutasavvıf-mustasvif/sôfiyye
rinde
ona uyrnanın bereketiyle rızıklanınışlar; ResUlullah'ın haya, hilrn, af, müsa
maha, merhamet ve şefkat, güzel geçinme, naslhat ve tevazu gibi ahlaki hususiyetleriyle ahlaklanmışlar; onun haşyet, sekmet, heybet, tazım, rıza, sabır, zühd ve tevekkül gibi çeşitli halleriyle hallenınişlerdir. Bu suretle, ona uyrnanın her şubesine vefa göstermişler, sünneti hakiki manada ihya etmişlerdir. Abdülviliid b. Zeyd'e "Size göre sı1fiyye kimlerdir?" diye sorulduğunda şu kar şılığı vermiştir: "Sürekli olarak akzllarzyla sünneti anlamaya dikkat edenler, ona tam
miinilszyla ve ayrılmamak üzere kalbieriyle bağlananlar, nefslerinin şerrinden Efendi'lerine sığınanlar. . . İşte sufiyye bunlardır. " ( 'Avarif, 34) * Sufi, Yüce Allah'a olan ilticasındaki sadakati, O'na güzel bir şekilde bağlılığı ve kurbundan {yakınlığından} hissedar olması ve gece gündüz {ibadetleriyle} Al lah Teala'ya lafıf bir şekilde kulluk etmesinden dolayı, Allah nezdinde en güzelin ne olduğunu ayırd edebilen kimsedir. Çünkü o Rabb'ini bilir. Muhadese ve mü kalemeden {ilahi hitab ve ilhamdan} nasibi vardır. ('Avilrif, 39)
* Deriz ki: "Sufi, daimii kalb tasfiyesi ile meşgul olan kişidir. Nefsin şiiibeZerinden
kalbi tasfiye ederek her ilnını bulanıklık/ardan temizler. Onun bu tasfiyesine Mevlil'sına karşı dilimil iftıkar {ihtiyaç} hiili yardımcı olur. Neficede iftikarın devamlılığı, onu bulanık lıklardan arındırır. Nefsi harekete geçip nefsiln'i sıfatlarından biri ortaya çıkacak olsa, derin basiretiyle bunu derhill farkeder, hemen nefsten Allah'a sığınır. Tasfiyeye devam ederek cem' halini yaşar. Nefsin harekete geçmesiyle fark hiili ortaya çıkar, tefrika {fark} ve bulanıklık meydana gelir. Ancak Rabb'i kalbine hiiknıedince, o da kalbi sayesinde nefsine hakim olur." ( 'Avilrif, 40) * S ilfiyı;eye suf giydikleri için "sil.fi" denilmesi zmirlerine göre verilen bir hükümdi.ir. Onların hal ve makamlardan herhangi birini nisbet edilerek tavsif edilmesi de batınıarına göre verilen bir hükümdür. Zmirlerine göre verilen hüküm daha muvafık ve evladır. Onları elbiseleri olan sufa nisbet edip "sü.fiyye" olarak adlandıran görüş, tevazua daha layık ve daha yakındır . . . . . . {Bir görüşe göre} onlar "silfiyı;e" olarak adlandırılmıştır, çünkü onlar, gayret ve ihtimarnlarını kalbieriyle ve gönülleriyle {her an} Allah'a ve O'nun huzurunda bulunmaya yöneltmek suretiyle Allah'ın � huzurunda ilk safta yer alırlar . . .
. . . Sılfiyyeye, Hz. Peygamber � zamanında onun çevresinde ve terbiyesi altında yaşayıp fakir ve muhacirlerden oluşan Suffe'ye nisbetle bu ismin verildiği de söylenmiştir. ('Avilrif, 42)
* Sufi, {Hz. Peygamber'in $ "Onlar, Allah 'ın zikrine çok düşkün olan kişilerdir. Zi kir, üzerlerinden {günah ve dünyil işlerinden ibaret olan} ağırlıklarını kaldınmştır. Böylece onlar, kıyiinıete hafifteyerek gelmişlerdir." (Tirmizi, Dua, 128] dediği, } miifenidılnun makamındadır. Mutasavvıf ise seyrinde Allah Teala'nın zikrine kalbin karar nokta ,
sına, kalbiyle O'nun murakabesine ve Allah'ın nazarını gözlemesiyle lezzete vasıl
sfifi-mutasavvıf-mustasvif/sfifiyye
933
olmuş siiirin makamındaki kişidir. Sufı, nlhun karar kıldığı yerde, müşahede sahi bidir. Mutasavvıf ise, kalbin karar kıldığı yerde murakabe sahibidir. ('Aviirif 45) * Cafer Huldi dedi ki: "Ebu 'l-Kiisını Cüneyd'e sordum: 'lhliis ile sıdk arasında fark var mıdır? ' 'Evet, sıdk köktür ve ilktir, ihlas ise daldır ve sıdka tiibzdir. Daima ikincisi bi rincisine tabidir' dedi ve sonra şöyle devanı etti: 'Aralarında fark vardır. Çünkü ihliis ancak anıele başladıktan sonra nıeıJdana gelir. İhlas ancak ihliisı hiilis kılma, bu kanııda hiilis {ni yetli} olmakhr. Tarif edilen ihliis nıeliinıetllerin, ihliisı halis kılma gayreti ise sufilerin hali dir. İlıliisı hiilis kılma işinde {saf ve temiz} bir ihliisa siihib olmak, ancak ihliisın hiilis kılın nıasının {yabancı duygulardan temizlenmesinin} senıeresidir. Bu ise kulun Kayıjllnı olan Rabb'i ile kainı olduğunu görerek her türlü şekilden fiinf olması, kendi kendine kaim oldu ğundan giiib olmasıdır. Bu da kulun eserleri görme konusundaki istiğrak ve (ibiidetlerini) gizleme kirinden kurtulmaszdır. Bu durum, sılfi hdlinin kaybolmasıdır. Meliimet'i, ihliis makamında bulunan fakat, ihliisın hakikatını kavrayamayan kimsedir. İş te meliinıetf ile sılfi arasındaki biiriz fark budur. "'( 'Aviirıf, 49) * Sılfi.yyenin lsfrfilerin} zarfiri vazifeleri; batınlarındaki liç dünyalarındakil cem' halini m uhafaza etmek, batınlarındaki karmaşayı gidererek tefrikayı yok etmektir. Çünkü onlar, rUhlara nisbetle cem' haline ermişler, ilahi ülfet rabıtasıyla da ittifak etmişlerdir; kalbierin müşahedesi sayesinde el ele vermişler, nefsleri süslemek ve kalbieri arındırmak için ribatlarda murabıt olmuşlardır. Bunun içindir ki onlar, mutabakat içerisinde birbirleriyle ülfet eden ve birbirlerini seven kimseler olmaları gerekir. ('Aviirif, 70) * Tekellüfü lzorlanarak yapmayı} terk, alıiiik-ı sılfi.yyedendir lsfıfi ahlakındandır}. Tekellüf; yapmacık davranmak, arneli zorlanarak işlernek ve lameli işleme konu sunda} halk için nefsin arzusuna meyletmektir. Bu hal, sfrfiyyenin haline muhalefet etmektir l anlar gibi hareket etmemektir}. Tekellüfün bazısı kadere itiraz ve Hakk'ın takdirine rıza göstermernek manası taşır. Halbuki "Tasavvıif tekelliifii terk etmektir" denilmiştir. Yine "Tekelliif geri kalmaktır, yani sadıkların gayesinden uzaklaşıp geri kalmaktır" denilmiştir. ( 'Aviirif, 155)
* Sufiyyenın belirli bir sayılan yoktur; çoğalıp azalırlar. Onlar rnekarim-i ahlak lgüzel ahlak} sahibidir. Denir ki, "Alılfik bakımından senden ileride olan kimse, tasavvııf bakımından da ileridedir. " Makamları, şu üç ya'yı lnisbet ya'larını, sahib olma ifadesi olan zamirleri} ibtal ederek tek bir kalb üzerinde birleşmektir. Onlar asla "Benim", "Bana göre" ve "Benim malını" demezler. Yani kendilerine hiçbir şey izafe etmezler. Yani Allah'ın halkından başka kendilerinin sahib olduğu hiçbir şey yoktur. Halkın elinde bulunan şeylerin halka ait olduğunu ikrar etmekle beraber, kendi ellerinde bulunan her şeyin benzer bir şekilde Allah'tan uzaklaştıran şeyler olduğundan ha reketle, bu makamda mülkiyet sahibi olmayı taleb etmezler. Bu tabaka, zaruri gö rülen durumlarda, dini ve onun sıhhatini tasdikte alakah bir delilin ortaya konul ması için kendi ihtiyarları dışında kendilerinden harikulade haller izhar edilen kimselerdir. (Fütillıiit, II, 19; Nebhani, I, 46)
934
sôfi-mutasavvıf-mustasvif/sôfiyye * Bu taifenin benzerlerini filozof tartışmalarında da gördük. Aralarında {bu ha
rikulade işleri}, diğer alışılmış işler gibi yapanlar vardır. Bu durum onlar için bir harikuladelik değildir. Alışılmış olan şeyler seviyesinde bulunan avfun için hari kulade sayılır. Bizim ve her canlının yeryüzünde yürüdüğü gibi, onlar suda ve ha vada yürürler. Bu konuda uınfuni olarak, melami ve fukara {dervişler} dışında belli bir niyet ve huzura ihtiyaç duyınazlar. Çünkü melami ve fukaradan her biri niyet ve huzfu olmadan yürümez, bir adım bile atınaz ve hatta oturmaz da. Çünkü Allah'ın kullarını nerede yakalayacağı bilinmez. (Fü tUhfit, Il, 19) * Kurrfi {okuyucular}, Allah'ın ehli ve onun seçtiği, önde gelen kişilerdir. Belli bir sayıları yoktur. Hz. Peygamber $ şöyle buyurmuştur: "Kur'an ehli, Allah'ın ehli
ve onun seçtiği hususi kimselerdir." Kur'an'ın ehli olanlar Kur'an'la amel etınek sure tiyle onu muhafaza eden kimselerdir. Onlar Kur'an'ın ayetlerini ezberleyip onunla amel ederek beyan eden kimselerdir. Ebu Yezid Bistami onlardan birisi idi. Ebu Musa Dili onun Kur'an'ı beyan etıneden ölmediğini söylemişti. Ahlakı Kur'an olan onun ehlinden, Kur'an ehli olan da Allah'ın ehlinden olur. Çünkü Kur'an Allah'ın kelamıdır. O'nun kelfunı ilmi, ilmi ise Zat'ıdır. Sehl b. Abdullah Tüsteri altı yaşındayken bu makama erişmişti. Bu yüzden onun bu yolda başlangıcı kalbin secdesiydi. Allah'ın şam yüksek, uzun örnürlü nice velileri, onun ulaştığı kalb see ctesi halini elde ederneden ölmüştür. Hem de velayet makamını tahakkuk ettirdiği ve o rnakarnda sabit-kadem olduğu halde, kalbin secde eder olduğunu asla bilme den. Kalb secde eder hale geldiğinde, başını asla secdeden kaldırmaz. Kalbin secde etınesi, onların üzerinde bulunan ve pek çok kadernin kaynağı olan o tek kadern üzerinde sehat etınesidir. (Fütı1hiit, Il, 22-23) '' Onlar tüm fiilieri Allah'a ait görürler. Asla kendilerine ait bir fiil yoktur. On lardan riya bir anda kaldırılmıştır. Onlara tarikat ehlinin sakındığı bir şey hak kında soru sorarsan şöyle derler: "Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız. Doğru sözlü
iseniz {söyleyin bakalım}!" [En'arn, 6/40] Yine onlar "Allah del Sonra onları bırak, dal dıkları bataklıkta oynayadursunlar!" [En' am, 6/91 ] derler. Onlar, ciddiyet, cehd, vera, zühd, tevekkül gibi konularda ubbada {çok ibadet yapanlara} benzerler. Bununla beraber haller, makamlar, ilimler, sırlar, keşfler ve kerfunetler cinsinden kendilerinin üzerinde olanları da görürler. Onların gayretleri, nail oldukları şeye bağlıdır. Kerfunetler cinsinden böyle bir şeye nail olduklarında bunu avfuna izhar ederler. Çünkü onlar Allah'tan başkasını görmezler. Bunlar halk ve fütüvvet ehlidir. İşte bu sınıf "suftyye" olarak adlandırılır. (Fütı1hfit, III, 36) * Sılftyye, avfuna göre iddiaları, iddialarla hatırlardaki şeyleri sözle açığa vurma, dualarının kabUl olması ve kainat sofrasından yemek gibi harikulade hadi selerle temayüz ederler. İnsanları marifetullaha götürecek ve O'na yaklaştıracak harikulade hadiselerden zerre miktarı bir şeyi bile izhar etınekten çekinmezler.
sôfi-mutasavvıf-mustasvif/sôfiyye
935
Çünkü onlar avaının iddialarını değil, sadece Allah'ı müşahede ederler. Böylelikle büyük bir ilim onlardan gaib olur. İçinde bulundukları bu hal, tuzak ve istidrikdan kurtuluşun az olduğu bir haldir. (Fütühat, III, 37)
* Selef, dm ve ilim ehline "kumi" adını vermişti. Buna göre alimler ve abidler de onların içine girer. Daha sonra ise "sufiyye" ve "fukariı" isimleri ortaya çıkmıştır. Sufiyı;e ismi, sfıf {yün} giysisine nisbetle verilmiş bir addır. Doğrusu da budur. Sfıfiyyenin, fakihlerin safvetine nisbet edildiği, bundan başka ibadetleriyle tanınan Safvet b. Murr b. Edd b. Tabıha'nın kabilesi olan bir Arab kabilesine nisbetle bu adın verilmiş olduğu da söylenmiştir. Bir başka görüşe göre Suffe ehline, bir diğer görüşe göre safa ehline veya safvete ya da Allah Teala'nın katında önde gelen safa nisbetle bu adın verildiği söylenmiştir. Bu görüşlerin hepsi zayıftır. Zira bunlara nisbetle bu ad verilmiş olsaydı, "suffi", "safii'i", "safv'i", "saffi" denilecekti. Bu yüz den "savfi" de denilmemiştir. Sfıfiyye, fukaranın, yani sülfık ehlinin adı olmuştur. Bu, sonradan ortaya çık mış bir tanımdır. İnsanlar "sufi" veya 'fakir" diye adlandırılanların hangisinin daha üstün olduğu konusurıda olduğu gibi, şükreden zenginle sabreden fakirin hangisi nin daha üstün olduğu konusunda da ihtilafa düşmüşlerdir. (Furkiin, 42)
* Mutasavvıfe {mutasavvıflar} ve bunların içinde aldanmış olanlar çeşitli fırka lara ayrılmıştır. Bunların bir kısmı, giyim, konuşma ve şekle aldanmış, görünüşte sadık sfıfilere benzerneye çalışmış, ancak müciliede ve riyazetle nefslerini uğraş tırmamışlardır. Bir diğeri, marifet ilmine siliib olduğunu, Hakk'ı müşahede etti ğini, makamları ve halleri aşarak Allah'a kurb {yakınlık} makamına ulaştığını iddia etıniştir. Bunlar bütün bunlardan bildikleri yalnızca isimlerden ibarettir. Onların birinin bu isimleri sayıp durduğunu görürsün. O, bunun gelmiş geçmiş alimierin ilminden daha yüksek olduğunu sanır. Bunun için de halkın avaını bir tarafa fıkıh, hadis ve diğer ilim sahibierine de aşağılayıcı gözle bakar. Hatta avamdan bazıları uzun süre bunlarla beraber olurlar, onlardan bu sahte sözleri öğrenip sanki vahiy almış gibi tekrar ederler ve bütün alİltileri ve halkı küçük görürler. Sonra da ken dilerinin Allah tarafından korunmuş olduklarını, Hakk'a vasıl olup mukarreblerden olduklarını söylerler. Oysa onlar Allah katında facir münafıklar dan, gönül erbabına göre de ahmak ciliillerdendirler. Onlar ilimlerini muhkem kılmamışlar, ahlaklarını temizlememişler, hevalarına uymaktan ve hezeyan ezber lemekten başka bir şey yapmamış, kalb m urakabesinde bulunm amışlardır. Bir başka topluluk ise, şeriat döşeğini katlamış, hükümleri reddetiniş ve helalle hararnı bir saymıştır. Bunlardan bazıları şöyle der: "Allah'ın benim anıelinıe ihtiyacı yok ki niçin kendimi yorayını ?" Bir diğeri ise şöyle söyler: "Azalarla yapılan anıelierin
değeri yoktur. İş kalbdedir. Kalbimiz Allah Teiila'nın sevgisinden şaşkına dönmüş ve ona vasıl olmuştur. Biz dünyaya bedenimizle dalnıışız, kalbimiz ise rabbdn'i lıazrete bağlıdır. Biz şehvetler/e kalben değil, görünüşte birlikteyiz. " Bunlar kendilerinin avam derecesini aştıklarını ve bedeni arnellerle nefsi temizlerneye ihtiyaç duymadıklarını, güçlü ol-
936
sôfi-mutasa vvıf-mustasvif/sôfiyye
duldanndan şehvetlerin onları _Allah yolundan alıkoyamayacağını zannederler. Bunlar kendilerini peygamberlerin derecesinden üstün görürler. Çünkü peygam berler tek bir hata için yıllarca ağlamışlardır. İbaha ehlinin {her şeyi mübah say ınayı yol edinenlerini gurur çeşitlerinin sınırı yoktur. Şeytan bunları ilmi tam öğ renmeden, ilim ve uygun dini yaşantı sahibi bir şeyhe uymadan önce mücahede ile uğraştıklarından dolayı bütün bu safsata ve vesveselerle aldatmıştır. Bu topluluklardan bir diğeri de, bu yolları geçmiş, mücahede ile meşgul olmuş, tarikata süluk etmişlerdir. Tabii onlara da marifet kapısı açılmıştır. Bunlar ilk mari fet rüzgarını içlerine çekince hoşlarına gitmiş, onu sevip de acaibliği hoşlarına gi dince ona yönelmişler, bu yüzden de kalb ve düşünceleri, marifet kapısının onlara açılıp da başkalarına kapalı kaldığına takılıp kalmıştır. Bütün bunlar bir aldanma dan ibarettir. Çünkü Allah Teala Hazretlerinin yolunun acaibliklerinin sonu yok tur. (Kudame, 256) * Sufilerın dereceleri vardır. Once {kendini masivadan temizleyip} tecrid ettiği için sufi {adını alan kişi} gelir. Sonra vahdetin milrifetine ulaştığı için muhakkık ge lir. Ardından nıukarreb gelir. O da, hiçbir eseri kalmayıncaya kadar kendisinin aynından vazgeçip {Allah'm} aynıyla yetinen kişidir. (Ravza, 606) * Sılfiyyenin bidayeti tahalluk {başlangıcı ahlaklanmaL nihayeti tahakkuktur
{sonu ise kendilerinde Hakk'ın gerçekleşmesidir}. Sılfi, eziyete katlanmak ve ra hatlığı terketmek gibi cismam tahalluka devam ettiği müddetçe islam makamm dadır. Cisman'i zarfiretlerden sıyrılarak melek! bir ahlaka intikal ettiğinde 'iman m akamında olur. haıu sıfatlarla bezendiğinde ise ihsan makamına ermiş olur. (Ravza, 618) * Sılfinin hakikati {şudur}: O ilmiyle amel eden alimdir. Yani, ancak ihlasla
amel eden alim kimsedir. Tasavvuf ilmi, sadece ihlasla amel etmeye ulaşmanın yo luna dair marifettir {doğrudan bilgidirJ, başka bir şey değildir. Alim, ihlas üzere ilmiyle amel etmiş olsa, o da hakiki bir sfifl olmuş olur. (Envfir, I, 195) * Tasavvuf, safd'dan gelir, bu köktendir. Lafzmda kalb {harf değişmesi} vardır. Kelimenin aslının sonunda vfiv harfi vardır, ancak vfiv fa'dan önce gelmiştir. Çünkü mücerred masdarının aslı saftldır. Surmin "süfi" olarak adlandırılması, sırlarının safası {içlerinin temizliği} ve hareketlerinin saflığı, yani zahirinin {davranışlarmm} ilahi emidere muhalefetten temizlenmiş olması sebebiyledir. Şübhesiz bu da sırla rının bulanıklıklardan arınmış olmasındandır.
Suf {yün elbise} giymelerinden dolayı "sufi" şeklinde adlandırılmalarma ge lince, bu da bir görüştür. Ancak bu topluluk, tevazu sebebiyle yün elbise giymekle temayüz etmemiştir. Yalnızca yün elbise de giymemiş, pamuk gibi kumaşlardan yapılmış elbiseler de giymişlerdir. Üstelik bir kişi, insanları sufi, salik ya da zahid olduğuna inandırmak, kendisine saygı duyulmasını ve teveccüh gösterilmesini
siifi-mutasa vvıf-mustasvif/siifiyye
937
sağlamak için yün elbise giydiğinde, bu durum kınanınayı gerektirecek riya türü bir davranış olur . . . . . . Ikinci asır v e sonrasında dünyaya yönelme yayılınca ve insanlar dünyaya düşkün hale gelince, ibadete yönelenler "sufiyye" ismiyle ayırd edildiler. Bunlar zühd, halktan uzaklaşıp yalnız kalmak, ibadete yönelmek gibi arnellerle ve bunlar sonucunda idrak ettikleri vecdlerle tanınır hale geldiler. İşte insanı diğer canlılar dan ayıran yönü bu idraktır. ldrak iki kısımdır: Yakm, zan ve şekk bakımından ilim ve mariletierin idraki. Sevinç, hüzün, kabz, bast, rıza, gazab, şükür, sabır gibi kendisiyle kaim hallerin idraki. Akıl sahibi mutasavvıf kişinin rUhu, bedendeki id rakler, iradeler ve hallerden neşet eder. İşte bunlar, insanı diğer varlıklardan ayı ran şeylerdir. (Buğtje, 1 7) * Kalbierin afetleri {konusunda }, boş ve anlamsız şeyler ve gaflet çokluğu gibi kalbi öldüren şeylerden uzak durmak onun {sfıf'ınin} şanındandır. Çünkü bu türlü şeylerin kalbin ölümüne sebeb olduğu tecrübe edilıniştir. Fakirin {sfıfmin} bütün çabası, Allah'ı hatıriamasına engel olan her şeye karşı kalbini diri tutmayı sağla maktan başka bir şey değildir. Çünkü insan kalbi değirmen taşının ortasına {mer kezinde, ortasında yer alan deliğe} benzer. Kalbi bozulunca { deliğe zarar gelince değirmen taşı da} bozulur. Taşın iki deliği olursa taşın dönmesi imkansız hale gelir [Kalbi ya da kalbin dikkatini ikiye bölınemek gerekir, çünkü Allah bir kimsenin göğsünde iki kalb yaratmamıştır}. (Envtir, I, 85)
* . . . Cüneyd şöyle der: "Sufi yenJiizü gibidir; kötü olan her şey ona atılır, ama ondan lıep iyi şeyler çıkar. " . . . . . . Sehl b . Abdullah {Tüsteri} ise şöyle demiştir: "Sufi bulanıklıklardan arınmış, fi
kirler/e dolmuş, kendisini sevindirecek şeylerden vazgeçerek Allah 'a yönelmiş olan kişidir. Gözünde altınla çamur birdir." . . . (Nebhani, ll, 340)
* "Silfi" isminde ihtilaf edilmiştir. Hz. Peygamber $ zamanında yaşamış olan Muhacirlerin � fakirleri olan Suffe ehline nisbet edilmiştir. Düşünce ve hedeflerini kalbieriyle Allah'a � çevirdikleri ve bu halleriyle O'nun huzurunda oldukları için, {"ilk saf' manasında} "saff-ı evvel" e nisbet edilıniştir. Sfıfa {yün elbiseyel nisbet edil dikleri de belirtilmiştir. Çünkü selef genel olarak daha yumuşak, sevgiye, tevazfıa ve zühde daha yakın ve peygamberlerin giysisi olduğu için yün giyerlerdi. Hz. Peygamber'in merkebe bindiği, yün giydiği nakledilmiştir. Yine O'ndan $ şu rivayet edilmiştir: "Mekke ve Medine arasındaki çölde bir yerleşim bölgesi olan
Revha 'ya yetmiş kadar peygamber uğradı. Onlar çıplak ayakları ve yün elbiseleri ile Kabe'ye dönerek ibiidet ediyorlardı. " O'ndan $ şöyle bir nakil de vardır: "Allalı'ın Hz . Musii � ile konuştuğu gün, {Hz. Musii'nın �} üzerinde yiin bir cübbe, yünden bir şal var, kolu yün, diğer taraflan yün olan bir elbise vardı." Hz. Isa'nın � da yünlü ve kıllı elbise giydiği, ağaçtan yediği, karanlık çöktüğü
sfifi-mutasavvlf-mustasvif/sfifiyye
938
yerde gecelediği hikaye edilir. Hasan Basdks şöyle demiştir: "Bedir savaşına katılan yetmiş sahabi gördüm, giyecekleri yündendi." Ben de derim ki; bu son görüş lugavi iş tikak {sözün türediği kelime} ile alakalıdır. Denilmışhr ki, "Bu ismin {sufi isminin} aslı 'safii' veı;a 'musiifiit'tan türeyen 'safevı ' kelimesidir. Bunun söylenmesi dile ağır gelmiş ve kelime 'süfi' olarak ifade edilmiştir. {Doğrusunu} Allah bilir." Şeyhlerimizden birini şöyle söylerken işitmiştim: "Süfi {kelimesi başka bir şeı;den II, 343)
değil, tam anlamıyla} sufidendir." (Nebhfıni,
•• Süfi {kelimesi}, dört harften meydana gelir: Sad, vav, fe ve ye. Sad, onun sabrı ve sıdkı {doğruluğu} ve safasıdır {saflığı, berraklığıdır}. Vav, vecdi, vüddü {sevgisi} ve vefasıdır. Fe, fakdı {yok oluşu}, fakrı ve fenasıdır. Ye, nisbet yasıdır ki, bunlar tamamlandığında, O'nun hazretine izfıfe edilmektir {tamamıyla O'na ait olmak, O'nun huzfuuna kabUl edilmektir}...
. . . Tasavvuf kelimesi sülilka, mutasavvıf kelimesi de tarikattaki {yoldaki} salike delalet etmek için kullanılmıştır. Bu kelimelerin kökü hakkında ihtilfıf vardır. Süfinin Allah'la beraberken, havaya atılmış yün tozlan gibi hiçbir tedbiri olmadı ğından dolayı, "yiin" manasma gelen "süf'tan türediği söylenmiştir. Övülmeye de ğer vasıflarla güzelleşip, kınanınayı gerektirecek vasıfları terk etmelerinden dolayı, bu sıfattan geldiği de iddia edilmiştir. Hz. Peygamber'in mescidindeki Suffe As habı'ndan geldiği de söylenmiştir. Orada Suffe Ashabı'nırı bir mekanı vardır. Bu sebeble silfi onlara tabi olur. (Rihle, 1 6)
* Silfiler, ilm-i tasavvufun {tasavvuf ilminin}, fıkhın konularından olduğu ve umilmi olarak en şerefli ilim olduğu hususunda icma etmişlerdir. Çünkü onun ko nusu isim, sıfat, fiil ve hükümleriyle Allah'ın nasıl tecelll ettiğini bilmektir. Bu ise iki dünya saadeti kazandıran ilahi bir hikmettir. (Nefehiit, 21) ·• Sufi kelimesinin nereden türediği konusunda pek çok şey söylenmiştir. Silfilerden bir topluluk "safa''dan türediğini söylemiştir. Çünkü silfiler, kalbierini hayatın bulanıklıklarından temizleyen Allah'ın has kullarıdır. Başkaları şöyle demiştir: "Süfi, saff-ı evvelden türemiştir. Çünkü süfi, rühz hayatı açısından Allah'a ittisali sebebiyle ilk saftadır." Başkaları da şöyle demiştir: "0, Suffe'den tiiremiştir. Çünkü süfi, Ehl-i Suffe'ye tabı olan kimsedir. " Suffe ismı Ashab'dan � bazıları için kullanılmıştır. Silfi kelimesinin silftan {yünden} türediği söylenmiştir. Çünkü silfi, havaya atılmış yün parçası gibidir, hiçbir tedbiri yoktur. Ayrıca enbiya �� ve asfiyanın giysileri de yündendi. Yahya b. Muaz şöyle der: "Bir adamı güzel şeylerle amel ederken görürsen, bil ki
onun tarfki takvfidır. Bir adamı Allah'ın ayetleriyle konuşurken görürsen, bil ki o, abdal ta riki üzeredir. Bir adamı Allah 'ın nimetleriyle ilgili konuşurken görürsen bil ki o muhibbzn
suküt-ı i'tibiirat
939
{sevenler} tarıki üzeredir. Bir adamı Allah'ın zikrıne bağlı gorürsen bil ki o ariflerin tariki üzeredir. " Seri Sakan şöyle der: "Mutasavvıf isminin üç manası vardır: O, nılirifetinin n ii m verfiznın nilrunu söndürnıeyen, bfitın ilnıınde Kitfib ve Sünnet'in zahirine aykırı konuşma yan, keriinıetleri Allah'ın haranı kıldığı perdeleri yırtnıa iddiasını taşınıayan kimsedir. Sehl b. Abdullah Tüsteri de şöyle der: "Süfi, kalbi kederden {bulanıklıktan} arınmış mfiniisında saffidan türetilmiş tir. Böylece fikirle dolmuş, beşerle aliikayı kesmiş ve onun ya nında altın ile toprak bir olmuştur." Ebu Hüseyin Nun şöyle der: "Tasavvuf ne ilinıdir, ne de şekil. Ancak alılfiktır. Şekil olsaydı nıücfilıedeı;le elde edilebilirdi. İlinı olsaydı öğrenmekle elde edilmesi m ümkün olurdu. Lakin o Allah'ın ahlak ile ahliiklanınaktır. Senin gücün, ilahi ahlaka ilim ve şekille yönelmeye yetmez." Yine şöyle der: "Silfiler, kalbierini beşeri keder/erden, nefslerin lifetle rinden arındınnış kinıselerdir. Kendi şehvetlerinden o derece azad olmuşlardır ki, artık ne nıiilik {siihib} olurlar, ne de me�nlük {kendisine siihib olunan, kul, başkasına bağımlı kişi}." Cüneyd şöyle der: "Tasavvuf, Hakk'ın seni sende öldürüp, kendisiyle diriltmesidir." Yine şöyle der: "Tasavvuf, kulun içinde ikamet ettiği bir sıfattır. " Ona "Peki Hakk'ın sı fatı mıdır, yoksa halkın mı?" diye sorulunca da şöyle karşılık vermiştir: "Hakıkati Hakk'ın, şekli ise halkın sıfatıdır." Cüneyd ayrıca şöyle der: " Tasavvuf, kalbierin bir
daha zaaflam dönmeyinceı;e kadar tasfiyesi {temizlenmesi}, tab/attan kaynaklanan beşeri ahliik:ın terkedilmesi, beşeri sıfatları zelil kılmak, nefsin hiddetlerinden kaçınmak, rilhl sı fa tlarla bezennıek, hakikat ilinıleriyle uğraşmak ve şeriat husüsunda Resülııllah'a $ tabi olmaktır." Şibll de şöyle der: " Tasavvııf, maddi olandan korıınmaktır." Yine şöyle demiştir: " Tasavvuf, silfinin olmadan önce olduğu gibi olmasıdır." Şöyle dediği de rivayet edil miştir: "Silfi halkla alfikayı kesen, Hakk'la ittihad eden {birleşen} kimsedir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: 'Seni kendim için seçtim. ' [Taha, 20/41] {Aynı zamanda} tasavvuf, {Hakk'dan} başka her şeyle aliikayı kesnıektir. Allah 'Sen beni asla göremezsin!' [Arat, 7/143] buyurarak buna işiiret etmiştir. " Ona "Süfi neden 'ibnü 'l-vakt' olarak adiandı rıldı ?" diye sorulunca şu karşılığı vermiştir: "Çünkü o kaybettiğine üzülmez, elde olan dan da bir şeı; beklemez. " (Nefehiit, 27) {Ayrıca b k. safii'; tasavvuf}
suküt-ı i'tibiira.t (
..:.ıiJI.:=���
.1:ı Jii ... ) * Sukut-ı itibfirfit {bütün itibari şeylerin düş
mesindeki itibardan maksad}, Zat-ı ahadiyyetin itibarıdır. (Kaşani, 104; Cami', 86)
sulta.n-ı nuri ( '-i JY
ıJib.l ... ) * Sultan-ı nürı den {nura ait hftkimiyetten} maksad,
onun, (yani hayvanı ruhun) nefsten elde ettiği nura ait bir keyfiyettir. o, bunlarla, bu kuvvetleri suretleri verenden kabul etmeye hazır olur. Nefs ona taalluk ederse, latlf ve nurani bir şey olarak ondan istifade eder. (Heyfikil, 95)
sfiret-i hakk
940
suret-i hakk/suver-i hakk (
J:l-- 1 JJ� 1 J:l-- 1 öJJ�
) * Suret-i hakk [suver-i Jıakk
(Cami')], Hz. Muhammed'dir �. Çünkü o, ahadiyyet ve vahidiyyetin hakikatini kendisinde tahakkuk ettirmiştir {gerçekleştirmiştir} . Bu bakundan ona "sad" da denir. Nitekim İbn Abbas'a � sad'ın manası sorulduğunda Hz. Peygamber'i işaret ederek " Üzerinde Ralıman'ın arşı bulunan Mekke'deki bir dağ" demiştir. (Kaşani, 140; (Cami', 88) suret-i ilah/suver-i ilah (
.U�I
).J"P
1 .U�\ öJJ� ) * Silret-i ilah [suver-i ila/ı
(Cami')], ilahi isimlerin hakikatini kendisinde tahakkuk ettirdiği {gerçekleştirdiği} için insan-ı kamile verilen isimdir. (Kaşani, 141; Ciimi', 88) suret-i irade/suver-i irade (
ö�IJ�I JJ� 1 ö�IJ�' ÖJJ� ) * Silret-i irade
[veya
sııver-i irade (Cami')], nefsin, her şeyin Allah'ın iradesinden başka bir irade ile vukua geldiğini görmekten uzaklaşması ve her şeyin ilahi irade ile vaki olduğunu müşahede etmesidir. (Kaşani, 141; Cami', 88)
sübha ( A� ) * Siibha, hebadır {toz zerrecikleridir} . (Istılah, 537) * Siibha, "heyüld" diye isimlendirilen hebadır. Bunlar açık değillerdir. Onlar bizzat değil, sadece suretleriyle mevcuddurlar. (Kaşani, 99; Cami', 85) {Ayrıca b k heba'; heyula}
sübühatü'l-vech/sebehatü'l-vech ( <1�yi .::J I� ) * "Siibiihdtii 'l-veclı {ya da sebehdtit 'l-vech, yani cemtilin heı;beti} nedir?" Cevabı: "Bir şeı;in vechi, o şeyin hakikati ve zcitıdır. Bunlar da, bizimle o ilahi isimler arasındaki perdelerden ibaret olan zat! nilrlardır. Bu sebeb/e O, şöyle buyurmuştur: 'O'nun vechi dışında her şeı; yok olacaktır. ' [Kasas, 28/88] Bu veei/ı ile bu sübühdtın umüma şamil olan dildeki te'villerinden biri tenzilı nur ları olup bu da, O 'ndan, kendisine layık olmayan sıfatları kaldırmaktır. Bunlar ademiyyet {yokluk} hüküm/eridir. Adem {yokluk}, Jıak'ika tte Zat'a layık olmayan şey, burada ise lıay rettir. Vücıldi bir hdlden tenzih edilmediğinde o veei/ılerin aynıdır {özüdür}. Bu sebeb/e ilahi isimler birer nisbet olmuşlardır. Bu isimler kavranılırsa, bu Zat'tan elde edilen hdller den dolayı mümkünatın ayanı {mümkün varlıkların özleri} olarak bu nisbetlerden bahs edilir. Bir isimle telaffuz edilen her lıfil, kendisi olması bakımından, ya tenzilı ya da isbfit yoluyla, ya da her ikisiyle birlikte O'na deldlet eder. Bu isimler iki kısma ayrılır: Biri, tamamı nürlardan ibaret olan isimlerdir, ki bunlar viicildi işlere deldlet eder. Diğeri ise, tamanız zulmetlerden {karanlzklardan} ibiiret olan isimlerdir, ki bunlar da tenzilıe delalet eder. {Hz. Peygamber $} buyurmuştur ki: 'Allah 'ın, n ılrdan ve zulmetten yetmiş ya da yetmişbin perdesi vardır. Eğer onları kaldırsaydı, sübühat-ı vechi {cemalinin Jıeı;beti}, kendisini idriik eden yarattıklarının gözlerini yakar kör ederdi. ' [ky.] Eğer O, ildhi isimlerini kaldırsaydı, bu perdeler de
sübfit
94 1
ortadan kalkardı. Eğer, bu isimlerden ibaret olan perdeler ortadan kalksaydı, Ahadiyyet-i Zat zuhur ederdi de, O'nun ahadiyyetine, vücudla sıfatıanan hiçbir ayn dayanamazdı. Mümkün olan ayiinın vücudu {varlığı} yok olur gider, böylece vücud ile vasıjlanamazdı. Çünkü onlar, ancak bu isimler sayesinde vücud ile vasıflanabilirler. Aklen ya da şer'an olsun bu hükümler/e vasıflanabilmesi de ancak bu isimlerle mümkün olur. Miinıkiiniit {mümkün varlıklar}, bu perdelerin arkasında, imkii n mertebesinin ardından gelen Şe1jden zuhur eder. Işte bu, tecelli-yi ziitfdir. İşte vüci'td ile vasıflanmak, ilahi isimler perdesi ardındaki bu imkan mertebesinden sonra gelir. Allah hakkındaki ilim, nıümküniit iiyiinına bu isimler bakımından, ancak aklen ve keşfen faalluk etmiştir." (FütUhiit, II, 108) {Ayrıca bk niir-zulmet}
sübiit ( ı.::..ıJ:'ı ) * Bana kerfunetlerden, marifetten, tahklkten bahsetme. Bana göre sadece sübı? t vardır {önem taşır} (makarnların en yücesi, sabit-kadem ya da sehatkar olma manasma gelen sübiittur) . . . . . . Bana ilimlerden, IDarifetlerden bah setme. Bana göre sadece sübut vardır. (Nefehdt, 214)
sücud ( � J�'-" ) * Secde eden her varlıktan varid olan sücud {secdel, fer' olduğu zaman kendisinden gaib olduğu aslını müşahede etmektir. Asliyyetini bırakıp fer'iyyetiyle meşgul olunca ona "Senden gaib olan olan Şe1Ji iste! O, senin siidır olduğun aslındır." denmiştir. Beden, aslı olan toprağa secde etmiştir. Ruh kendisinden sadır olduğu Külll Ruh'a secde etmiştir. Sır, kendisiyle mertebeye nail olduğu Rabb'ine secde etmiştir. Asılların hepsi gaibdir. Görmüyor musun, asılları gaib olduğu halde, ağaçlarda ortaya çıkanları {görünrnedikleri halde sonradan biten meyve leri}? (FütUlıiit, II, 100) * Rabb 'imize yakarıştan gafil olunca
üstilmiize çul/andı diğer gafletler köreldi yakınlık ııfkunıuz birden akla geldi sınırlarını ız döküldü gözyaşımız Hatamıza secde emri vermişti Mevlii'nı ve yandı Şe1Jfan hasretlerle yoğrulmuş bir alçaklıkla (Leta'if, l l l ) * Siicud, kalbin Rabb'in hükümlerine boyun eğmesidir. (Cami', 54)
süciid-ı kalb ( �� �� ) * Kur'an'ın ehli olanlar, Kur'an'la arnel etmek sure tiyle onu muhafaza eden kimselerdir. Onlar Kur'an'ın ayetlerini ezberleyip onunla amel ederek beyan ederler. Ebu Yezid Bistami onlardan biriydi. Ebu Musa Dili onun Kur'an'ı beyan etmeden ölrnediğini söylemişti. Ahlakı Kur'an olan onun
942
südef
ehlinden, Kur'an ehli olan da Allah'ın ehlinden olur. Çünkü Kur'an Allah'ın kela mıdır. O'nun kelamı ilmi, ilmi ise Zat'ıdır. Sehl b. Abdullah Tüster1 altı yaşınday ken bu makama erişmişti. Bu yüzden onun bu yolda başlangıcı kalbin secdesiydi. Allah'ın şanı yüksek, uzun ömürlü nice velileri, onun ulaştığı kalb secdesi halini elde ederneden ölmüştür. Hem de velayet makarnını tahakkuk ettirdiği ve o rna karnda sabit-kadem olduğu halde, kalbin secde eder olduğunu asla bilmeden. Kalb secde eder hille geldiğinde, başını asla secdeden kaldırmaz. Kalbin secde etmesi, onların üzerinde bulunan ve pek çok kadernin kaynağı olan o tek kadern üzerinde sehat etmesidir. (Fütfthat, II, 22-23) * Sücud-z kalb {kalbin secdesi}, organlarıyla amel ederken, O'ndan başka bir şeyle meşgul olmarnası ve nazarını O'ndan ayırmaması bakımından, Hakk'ı rnü şahede esnasında sadece O'nda fan1 olmaktır. (Kaşan1, 100; Ccimi', 85) südef (
J.i..>
) * Südef {perdeler, karanlıklar}, "perde" manasındaki "siidfe"
kelimesinin çoğuludur. (Sofyav1, 180) sükftn ve sükftt ( .:.ıJ�'"" J 0 � ... ) * Sükut iki kısım dır: Zahirle sükfıt ve kalb ve
gönül ile sükut. Tevekkül edenin kalbi rızkın takdir edildiğine inanarak sükfıt eder. Arifin kalbi sükut ederken Allah'ın hükmettiğine karşı tam mutabakat ha linde bulunur. Mütevekkil Allah'ın işinin güzel olduğuna güvenir; arif ise Allah'ın her tür hükmüne kanaat eder. {Sufiler fırifin} halini anlatmak üzere şu şiiri okurlar: " Üzerinde cereyan ederken O 'nun tasarrufları rızadır içindeki düşünce" Bazı zamanlar vardır ki, an! bir hayret sükuta sebeb olabilir. Gerçekten de keşf ani olarak gelirse, o zaman ibareler susar, ne bir açıklama, ne de söz kalır. Şahidier silinir, şuur ve his yok olur. (Kuşeyri, 63) * Siikün ve siikut, zikirde sıdkın hasıl olması içindir. Bu, kalbin lafızla değil, te fekkürle "Allah, Allah" diyerek O'ndan başka hiçbir düşünce kalmayıncaya kadar O'nunla rneşgııl olmasıyla mümkün olur. Ardından "La ilfihe il/alla/ı" diyerek dil ile kalb birbirleriyle rnuvafık hale gelir. Her zikre niyetlendiğinde bu şekilde yapar. (Enviir, I, 36) sülftk ( .!.1 JL.ı )
{adab-ı sülfık; sülftk-ı fakiri's-sftfi; suret-i sülftk; sülftk
ilallah} * Açlık ehlullahın süsüdür. Bununla, açlığın adet haline gelişini kasd ediyo
rum. Bu nıevt-i ebyazdır (beyaz ölümdür}. Ehlullah seyr ü sülftklarının esaslarına dört ölüm esasını koyrnuşlardır. (Yuka rıda sayılan açlıktan başka} bunlardan birincisi mevt-i ahdardır {yeşil ölümdür}. Bu,
sülfik
943
gösterişli değil, yamalı elbise giyınektir. Hz. ümer b. Hattab'ın ..;. giydiği elbisede on üç tane yama vardı. Bunlardan biri deridendi. Oysa o, mü'minlerin emiriydi.
Mevt-i esved {siyah ölüm} eziyetlere katlanmaktır. Mevt-i ahdar {kızıl ölüm} ise nefse arzu ettiği şeylerde muha1efet etmektir. Bu, melametiyye ehlinin hususiyetidir. Tasavvuf yolunda salihler için uygun görülen açlık, {şahsi} tabiatın fazlalıkla rını azaltına ve dünyayı hareket etmeye ihtiyaç duymadan isterneyi seçmektir. Taleb yükselirse, Samediyyet sıfatını ister. Onun sınırı bize göre bir günlük oruç tur. Eğer buna uykusuzluğu da eklerse bu meşru ve ihtiyar! bir açlık olur. Bu bizim için ancak meşru sayılabilecek bir yoldur. Eğer Allah bu zaruret durumunu halkın avam kesimi için sınırlandırmış olınasaydı, hali bu mertebeye yakın olınazdı. İnsan, açlığın artırılınası halinde kula gelen faydaları Rabb'inden daha iyi bi lemez. Bu {böyle bir düşünce}, kötü edebin en son noktasıdır. Eğer geceleyin {iba deti sırasında} ve fenasında kendisini yedirip içirenden bir hal olduysa, bunun et kisini de kuvvetinde, aklının sıhhatinde ve mizacını korumada bulursa dilediğine ulaşır. O açlığa ehil değildir. Açlık konusundaki sözümüz, onu istiğrak haline sevk eden Zat'la ilgili olsa da, Ebu Ukkal gibi, açlıkla arasına güçlü bir varid girer. Eğer bundan bir fayda elde ederse, {sufiler tarafından kasd edilip} istenen de budur. Fayda elde etmezse bu bir hastalıktır, bu halin tabibe havale edilınesi gerekir. Bu durum sufilerin amaçladığı bir durum değildir. Büyüklerin açlığı ise ıztırari {irade dışı} açlıktır. Açlığa yol açan şey onlarda açlık ya da toklukta ortadan kalkınayan bir meleke haline gelir. O an cak azla yetinir. Fakat heıalden ya taatlerde dinçlik ya da hesabı hafif atıatmak için uzak dururlar. (Fütithiit, Il, 1 84) * Sufilere göre suret-i sülfık, riyazet aşamasından sonraki mübtedi {yeni başla mış} sufidir. Bu kişi, aynı zamanda nefsiyle dostluğa itibar etmesi yüzünden, ken disine ilahi cezbe ve inayet açılınamış olan kimsedir. Feyz-i Rahmanl, Zat'ın katın dan akla, nefse, alemlere, ilk heyfılaya, unsura, mevalide {unsurlardan oluşan şey lere} ve insana iner. Sonra terkib yoluyla, tenzll silsilesinden {sözü edilen sebebler zincirinden} apaçık bir şekilde lazım olan şeye geri döner ve yükselir. O da {yük seldiği şey de} Hakk'tır. O, Hakk'ı hiçbir ziyade olınaksızm sadece vehmi, muay yen bir mertebe olarak görür. Anlar ki, hissin en uzak derecesine nüzul, Zat'ın mutlak zuhuru ve O'nun husus! tecellisi olup, batınların geri dönüşü ve husus} mutlak gaybetle vasıflanmasıdır. (Ravza, 610) * Sülfık ilailah {Allah'a süluk etmek}, kalbe, nefse, ruha, sırra ve Hakk'a ait bü tün taayyünlerin kaldırılınasından ibarettir. Yine bu, neşe içinde hareket etmekten ibarettir. Bu taayyünlerin kaldırılınası mevcfıd hale değil, sadece salike nisbetle mümkün olabilir. Çünkü ayan-ı sabiteler kaldırılamaz. Çünkü onlar ezell ve ebe-
944
sülôk
didir. Bundan dolayı Hakk'ı bilmernek muhaldir. Fakat onların Hakk'ın vücu dunda hükümlerinin zuhur etmesi kaldırılabilir. Bu da ancak Hakk'a değil, onların şuuruna nisbetle olabilir. Onların hükmünün ortadan kaldırılması, onların ortadan kalkmasını gerektirmez. Çünkü ayn-ı sabite, hükmü kaldırılmış bir şeydir. Çünkü zuhurunun sebebi onun şuur olan hükmüdür. Bu hüküm, Hakk mertebesine vusfıl ile ortadan kalkmıştır. Çünkü vasıl olan fanidir, onun şuuru yoktur. (Esfiir, 262) * Bil ki adab-ı sülilk !süluk adabı}, keşf ve müşahede makamına ermek isteyen kimsenin riayet edeceği adab demektir. !Bu adabın yerine gelmesi için kul} Allah' a olan mehabbetini, masivaya olan mehabbetinden arındırmalıdır. Lezzetlerindeki maksadını keşf ve keramete değil, sadece Allah' a yöneltmelidir. Mükafat almak veya kurtulmak için değil, sırf Allah için ibadet etmelidir. Bütün arnellerini şeriatın kanunlarına, sünnet ölçüsüne uydurmalı; kalbini ilimierin !yanlış ve gereksiz bil gilerin} yanıltmasından, havatırın meşguliyetinden kurtarmalı; nefsini kuruntular dan, boş arzulardan, madde kirlerinden temizlemeli; ruhunu cismani kayıtların esaretinden, hayvan! engellerden kurtararak, birtakım maddi güç ve duyguların {rfıhtaki} bağlarını çözmeli; ahlakını her türlü reziliikierden ve kötülüklerden te mizlemeli, zihnini bedeni alakalardan ve tabii adetlerden uzak tutmalı, maddenin kayıtlarından kurtularak devamlı bir şekilde rUhani alemiere yönelmeli, beşeri va sıflardan uzaklaşarak, meleki vasıflara yaklaşmaya çalışmalı, dünyayı ve dünyalığı terk edip, dünya ehlinden uzak durmalı, malılukata yok ve fani gözüyle bakarak onlardan ilgisini kesmeli, bütün dünyevi lezzetlerden ve sahte güzelliklerden yüz çevirmeli, kendisini Allah'a itaatten alıkoyacak her şeyden kaçınmalı, O'nun birliği ile ilgili zikir ve diğer ibadet cinslerinin tamamını yerine getirmeli, her türlü şekil cilikten uzak durmaya çalışmalı, arneli karşılığında Allah'tan ahiret sevabı değil, O'nun rızasını istemelidir. Allah'a farz, vacib ve sünnetleri yerine getirerek itaat etmelidir. Bunları yerine getirdikten sonra da tevhid, tecrid ve tefridle alakası olmayan şeylerle meşgul olmamalıdır. Çünkü bu üç şey olmadan O'na vuslat mümkün değildir. Ayrıca ruh satlada amel etmemeli, b id' at, tembellik, şehvet, öfke ve düşmanlığı terk etmeli; if fet, ilim, ihsana !ve bunlar gibi ahlaki erdemlere} sıkı sıkıya bağlı kalmalı; riyazet ve mücahedeye kendini zorlamalı; mücerredatı {soyut varlıkları} tefekkür edip ruhaniyyete yönelmelidir. Az yeyip az içmeli, az uyumalı, bütün hallerinde fakir liği tercih etmeli, her durumda zühd, vera ve takvadan ayrılmamalıdır. Hatırını ak lın ve hislerin !duyu organlarının} idrak ettiği varlıklardan, nefsani hatırlardan, şeytanın aidatınalarından korumalıdır. Masivaya ait düşüncelere önem vermeme lidiL Çünkü haberde şöyle gelmiştir: "Hikmet gökten iner, fakat içinde yarın düşüncesi
bulunan kalbe girmez." Yine keşf ve müşahede makamına ermek isteyen kimse, Allah Teala'ya ka vuşma mehabbetiyle, cazibesiyle, aşkı ve özlemiyle huzur bulmalı, salih arneller işleyerek Rabb Teala'ya kavuşmayı ümid etmelidir. (Ciimi', 1 71)
sülüvv
945
* Sülılk-ı fakir-i sıifi (sufı olan fakirin süluku}, nefsin makam ve hallerde mesafe katederek, yani rUhi yükseliş derecelerini, yükselip alçalmak sfıretiyle geçerek yü rümesidir. Bu hususta, şeyhinin zaviyesinde halvet halinde olmak veya seyahat et mek yahut da ehl-i esbabdan olarak {dünyevi sebebiere sarılarak}, gündüz rızık talebiyle dünyası için çalışıp, gece evine giden biri arasında hiçbir fark yokhır. Dervişin katettiği bu mertebeler etrafında söz ve münakaşalar artmıştır. Bu mertebeler, seferde bulunan kişinin katettiği merhaleler gibidir. Bir kısım sufi, şatahın bir makam olduğunu iddia etmiştir. Başkaları ise bir topluluğa göre fenanın manasının şer'i kayıtlardan serbest kalmak ve eşyanın hakikatleri ile hükümleri arasındaki temy'izi terketmek olduğunu zannetmiştir. (Rihle, 204)
sülüvv (
J.L. ) * Sülüvv !unutma, teselll bulma}, mehabbet kandilini söndüren,
hevanın iddiasını yalanlayan bir şeydir. Gece, giindüzün ülfetidir, ihanet göğsün den beslenir. (Ravza, 691)
sünnet ( ;;.�... ) Ibk. fariza ve sünnet} sürfır ( JJJ'"" ) * Sürftr, kalbin nurlanrnasıdır. hk inceliği zevk sürurudur. Bu nunla inkıta lAHalı'tan kopma} korkusunun ve cehalet karanlığının hüznü gider; ayrılık sıkıntısı dağılır. İkinci inceliği, hakikati müşahede etme, ilim perdesinin kalkması, teklif ve ihtiyar boyunduruğundan azad edilme sürurudur. Üçüncü in celiği ise, icabeti duymanın sürurudur. (Ravza, 491)
sütfır ( JY"" ) * Süti'ır {perdeleri, gayb v e şehadet alemi arasındaki rahatlık makamında bulunan insani beden kalıblarına mahsus kılınmıştır. (Kaşani, 100; Cami', 85)
şa'ban
947
şa'ban ( ıJ� ) {bk. receb-şa'ban-ramazan) şahid ( JA\..:;ı ) * Şfihid, senden gaib olanı �ana gösteren şeydir. Yani, senin kalbini onun varlığına hazır hale getirir. Şair şöyle demiştir:
"O'nun şahidi vardır her şeyde gösterir Bir olduğunu O'nun" Şdhid, aynı zamanda "hazır {şu an burada mevcud}" manasma da gelir. (Luma', 415) * Şfihid hususunda, "Falan ilmi, filan vecdi, filan da hali müşfihede eder" denilir. Burada şahid sözü ile o anda insan kalbinde hazır ve mevcud olan şey kasd edilir. Bu da, insanın gözünden gaib bile olsa, bir şeye bakıyormuş ve onu görüyormuş gibi, o şeyin zikrinin kalbi kaplaması, ona hakim olmasıdır. O halde zikri, sahibinin kalbini kaplayan her şey o kimsenin şahididir. Eğer o kimsenin üzerinde galib olan ilim ise o kişi ilmi, üzerinde galib olan vecd ise vecdi müşahede eder. (Kuşeyri, 37) * Şdhid, müşahede eden kalbde müşahedenin bıraktığı izdir. Işte bu, kalbin zabtettiği meşhudun sfuetinden bir hakikat üzere olan şahiddir. (lstıldh, 533) * Ştihid, müşahede esnasında meşhudun {müşahede edilen varlığın} suretinin
nefste hasıl olmasıdır. Şahid, rü'yetten {görmekten} hasıl olan şeyin aksi olan şeyi ortaya koyar. Burhan! ilim rü'yetin önüne geçemez. Şuhudun önüne ise, meşhudu bilmek geçebilir. Bu da itikada linanılan şeye} isim olur. Bundan dolayı şuhudda ikrar ve inkar vakl olabilir, ama rü'yette olamaz. Bu hususta ikrar, inkar değildir. Şahidin böyle isimlendirilmesinin sebebi, kişinin gördüğü şeyin, inandığı şeyin doğruluğuna şahidlik etmesidir. Her müşahede rü'yettir, fakat her rü'yet müşa hede değildir. Bununla birlikte Hakk'ı sadece kemale ermiş insanlar rü'yet edebilir, ama O'nu herkes müş3.hede edebilir. O halde şuhud demek, rü'yet demek değildir.
(FütUhat, II, 557)
948
şatah!şatahat
* Şiihid, kalbde müşahededen dolayı hazır rnevcfıd olan izdir. Bu, meşhudun rnüşahedesindeki doğruluğa şahidlik eder. Bu ya ilm-i ledünle olur -ki onun böyle bir ilmi yoktu, {sonradan} oldu- ya da vecd, hal, tecelll veya şuhfıd {müşahede} yo luyla olur. (Kaşani, 153; Cami', 87) * Ştihid, lugatte "htizzr" demektir. Sfıfılerin ıstilahında ise, insanın kalbinde ha zır {mevcfıd} olan şeydir. Bu ise insanın gözünden gaib bile olsa, bir şeye bakıyor muş ve onu görüyormuş gibi, o şeyin zikrinin kalbi kaplaması, ona hakim olması dır. İnsanın kalbine ilim galib geliyorsa, o kişi ilmin; red galib geliyorsa recanın; vecd galib geliyorsa vecdin; Hakk galib geliyorsa Hakk'ın şahididir. O halde zikri senin kalbini kaplayan her şey o şeyin şahididir. Denilmiştir ki "Onların {sufilerın} muriidz, ştihidin kalbde olanın şiihidi olmasıdır. Sevgili, sevenin kalbinin şiihididir. " Yani onun kalbinin hazırıdır {onun kalbinde mevcfıddur} . Onu -gaib olsa bile- gözüyle görüyormuş gibi görür, kalbinde onu rnüşahede eder. Bu, mana itibariyle birinci görüş gibidir. (Ciimi', 164)
şatah/şatahat ( ..:.ı\=-c.h..!ı / �6..;. ) {sübhani; tamat} * Şatah {yalpalarnak} kelimesi, nefsin ulfıhiyyet rnertebesinin başına ulaştığı zaman hissettiği şey için kullanılır. Nefs, Allah'ın kendisi olduğunu, kendisinin Allah olduğunu idrak eder. Böylece ittihad kapısından girer. Veedin neticesi ağır olur, onu gizlerneye sahibinin gücü yetmez. Dili ondan ayrılır {söylemek istediği şeyi açıkça anlatamaz} . Bu halde, vasıl olan kul ile rnevsfıl olan {kavuşulan} Allah arasındaki cevheri hüviyyet ortaya çıkar {aslında O'ndan geldiğini kesin olarak anlar}. Hakk lisanıyla konuşmaya başlar. Çünkü o Hakk'la bir olmuştur. Buradan hitab -münad1at halinde- muhatab sigasırıdan mütekellim sigasına; -zikir halinde ise- gaib sigasına intikal eder. Ancak hitab eden kimdir, hitab edilen kim? Aslında her ikisi de tek hale gelmiştir. Bundan dolayı burada hitabın kendisine yöneldiği bir başkası tahayyül edilemez. İşte bu halde, nefste meydana gelen bu şeyin ifşası {açığa vurulması} aslında hararndır. İfşa eden, şataha {yalpalarnaya, saçmalamaya} başlar. Ama onu ifşa et memek elinde midir? İşte bu sfı.f'min buhranıdır. Veedin şiddeti onu ifşaya zorlar. İfşa edilen şey, kul ile Allah arasmda bir sırdır. Çünkü fark ortadan kalkmış ve ittihad gerçekleşmiştir. (Şataha.t, 1) * Sfıfi şatahta, kendisine ilham eden, onu konuşturan yüce bir ilham edicinin varlığını hisseder. "İstiğrak halinde huşu yaşayan nefs/e, .lJÜCe iltihz hikmet arasında bir
konuşma cereyan eder. Bu hiildeı;ken, nefsin dilinde kelimeler o vaktin hakikatiyle lıusılsi bir manaya kavuşur. Nefsin biitınında kudsi sözler işitilir. Sonra nefs, bir vakit için bu söz lere miintisib olarak lisanınz diizeltir. İttihad kapısındaki sufiyi şatah izleri yakalar. Bu da vet, {Allah ile} karşılaşmadır. Birinin devri diğerininkiyle değiştiriZrnek suretiyle iki iişığa dağıtılır. Nefste -Mahbubun maksadianndan habersiz bir şekilde- mütekellim s'igasıyla ko nuşma arzusu meydana getirilir. işte bu, nefsin tevtizuu için en çetin im tihiin ve tasfiyesi nin son aşamasıdır" (Şatahiit, 4)
şatah/şatahat
949
* Ebu Yezid dedi ki: "Sübhani, ma azanıe şani {kendimi tenzfh ederim, şanını ne yü cedir}!" Ardından şöyle dedi: "Hasbiye min nefsi hasbi {Ben kendime yeterinı, yeter!/" Abdülkadir Geylani'ye Ebu Yezid'in "Ben öyle bir bahra {denize} daldım ki, pey gamberler onun sahilinde kalmıştı" sözünün ne manaya geldiği sorulmuş, o da şöyle cevab vermiştir: "Eğer bu sözün ona ait olduğu doğru ise şu demektir: Onlar, geçmeı;e ehil olanları geçirmek, geçme ehliyetine sahib olmayanları engellemek, boğulmakta olanları kurtarmak için denizin kenarında durdular. Nitekim üstün kişiler, diğerleri cennete girer ken, onlara şefaat etmek için cennete girmede sona kalırlar. " (Şatahfit, 22)
* Şatah: Ebu Yezid dedi ki: "Beni görmen, senin için Rabb'ini bin kere görmekten daha hayırlıdır." (Şatahfit, 28) * Ebu Yezid Bistami'ye: "Mahliikatın tümü Hz. Muhammed'in $ livası {sancağı} altındadır" dediklerinde buna karşılık o, şöyle cevab vermiştir: "Vallahi benim sanca ğım Muhammed'in sancağından daha yüksektir. Benim sancağını nurdandır; altında cinler ve tümü peygamber olan insanlar vardır. " (Şatahat, lll) * Şatah, dilin, vecd halinden tercüme ettiği, iddiaya yakın olan veedin kayna ğından taşan, sahibinin icbar altında ve mahffiz olduğu {vecdin baskısı altında söylemek zorunda kaldığı, fakat mecburiyet altında bulunm asından dolayı so rumlu tutulmadığı} sözdür. Ebu Hamza {Bağdadi} şöyle demiştir: "Horasanlı bir adam bana emni fAllah'tan emin olmayı, O'na güvennıeı;i} sordu. Dedim ki: 'Sağ tarafında yırtıcı bir hayvan, sol tara fında yastık bulıman ve hangisine yaslanacağını ayırd edemeyen bir adam tanıyorum. ' Adam bana 'Bu şatahdır, bunun delilini getir' dedi." Sufilerden biri kendisine soru sorulduğunda, soruda iddia taşıyan bir ifade varsa şu cevabı verirmiş: "Dilin şathından Allah 'a sığınırını ." (L ıınıa ', 422) * Şatahın manası, veedin dile getirilmesi sırasında taşan feyzin kuvveti, yaşa nan galeyanın ve galebe halinin şiddetiyle sarfedilen garib karşılanacak ifadelerdir. Arab dilinde şatah, "hareket" demektir. Bir şey hareket ettiği zaman "şatalıa yeştahu" denilir. (Luma', 453) * Arifler, hakikat semasına yükseldikten sonra vucudu {varlığı} sadece Vahid-i Hakk {Gerçek Bir} gördükleri hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak onlar içinde bu hale irfani ve ilmi olarak sahib olan kimseler vardır. Yine onlar içinde bu hali bir zevk hali olarak yaşayanlar bulunur. Bunların na zarında kesret {çokluk} tamamen yok olmuş ve bunlar ferdaniyet-i mahza {mutlak tekliğe) gark olmuşlardır. Bu noktada akılları tamamen işlemez hale gelmiş, ken
dileri hayrete düşmüşlerdir. Burada Allah'tan başkasını, hatta kendilerini bile ha tırlayacakları bir yer kalmamıştır. Onlara göre Allah'tan başka hiçbir şey yoktur. Onlar sekr haline düşmüşler {manen sarhoş olmuşlar}, akıllarının gücü O'ndan başkasını reddetmiştir. Onlardan biri "Ene'l-Hakk {Ben Hakk'ım}", bir diğeri
950
şatah/şatabat
"Subhanz ma iizamü şiinı {Kendimi tesbih ederim, benim şiinım ne yücedir!J", bir başkası "Mii fi cübbetf sivallah {Cübbemin altında Allah'tan başkası yoktur}" demıştir. Sekr halinde aşıkların söylediği sözler gizlenmiş, hikaye edilmemiştir. Onlar sekr hiilinden çıkınca ve Allah'ın yeryüzündeki ölçüsü olan aklın sultasına geri dö nünce, bunun hakiki ittihad olmadığını, bilakis ittihada benzediğini anlamışlardır. A şıkların, aşklarının doruk noktasında söyledikleri "Ben sevdiğim kimseyim, sevdi ğim kimse de benim" gibi sözler böyledir. Şu örnek bundan uzak değildir: İnsan an sızın bir aynayla karşılaşır, ona bakıp da sadece aynayı görür {ilk anda aynadaki kendi suretini görmez}, böylece gerçekte aynanın kendisi olan gördüğü suretin, kendisiyle birleştiğini sanır. (Mişkiit, 59)
* Aşkın aslı kıdemden gelir. Arabca "yuhibbuhum {0, onları sever}" kelimesin deki "bii" harfinin noktası "ve yuhibbunehu {onlar da O'nu sever}" [Maide, 5/54] top rağına tohum olarak atılmıştır. Hayır, eğer nokta "hum {onlar}" üzerine atılmamış olsaydı, "yuhibbunehıl" ortaya çıkmazdı. Aşkın nergisi büyüyünce tohum meyve ile ve meyve de tohumla aynı renge bürünür. Eğer "Sübhiinz {kendimi tenzıh ederim}. . . " denilmişse bu yüzdendir. Bu sözler ya noktanın ya da noktanın Rabb'inin sözleridir veya bu tür iddialar meyve üzerinden yapılmaktadır; kaldı ki meyve de tohumla aynı şeydir. (Sevanilı, 93)
* Şatah, üzerinde benlik ve iddia kokusu taşıyan sözlerden ibarettir. Bunlar tahkik ehlinde nadir görülen hallerdir. (Istılah, 530) * Şatalı, Allah'ın kendisine verdiği mertebeyi açıkça ortaya koyan, hak oldu ğunu iddia eden bir kelimedir. Bu esnada {sfrfi} ilahi emrin dışında {hatta ona ay kırı} bir şey dile getirmiş olur, fakat bunu övünme kasdıyla söyler. Kendisine bu emredildiği zaman, bununla övünmek değil, ilahi emri bildirmek için açıkça dile getirir. Hz. Peygamber � "Ben Adem oğlunun efendisiyim, ama övünmek yok" [Tirmizi, Menakıb, 1; Hakim, Il, 660] buyurmuştur. Yani şunu demek istemiştir:
"Bu bilgiyle size karşı övünmeyi kasd etmiyorum. Ancak size bu konuda iyiliğiniz için ve peygamberinizin Allah katındaki derecesiyle, O 'nun size karşı iyiliğini anlamanız için bunu haber veriyorum." Kendilerine emredilmediği takdirde şatah {ortaya koyma ları}, tahkik ehlinin zellesidir {hatasıdır, ayak sürçmesidir}. (Fütfihiit, II, 381-382) * Şatah ve tiimtit, aviima eziyet veren en şiddetli şeylerdir. Çünkü bunlar
mehabbetle vuslatın zikrini ve ayrılığın acısını içine alır. Avam ise, önlerinde {za hiri} olanla alakadar olan, batınlarını şehvetlerle ve şekillerin sevgisiyle doldur muşlardır. Bundan dolayı, onların kalblerini, nefslerinde yerleşmiş olan şeylerden başka hiçbir şey harekete geçirmez. Kalbierinde şehvet ateşleri tutuşur da, bu sebeble çığlık atarlar. Bunların hepsi birer fesaddır {bozuklukhır} . Bazen şatah, Al lah'a mehabbetle alakah iddiiilar taşır. Bunda büyük zarar vardır. (Kudame, l l )
şatah/şatahat
951
* Bazı meşayıhın, zahir itibariyle şeriata aykırı gelen {ve adına "şatahiit" denen} sözlerirıe gelirıce . . . Bazı irısanlar, tevh'id-i vücfidz mertebesirıde kalırlar. Bunlara Hüseyirı b. Mansur HalHk'ın "Ene 'l-Hakk {Ben Hakk'ım}!" sözü ve Ebu Yezid Bistaml'nirı "Sübhiin'i mil iizame şiin'i {kendimi tesbzh ederim, benim şiinım ne yücedir} !" ve daha buna benzer sözler misal gösterilebilir. En çok terdhe şayan ve münasib olan yol, bunların tevhid-i şuhudiye irıdirilmesi, böylece üzerlerirıden (şeriata} muhalefetin kaldırılmasıdır. Çünkü Hakk'ın Zat'ından başka her şey onların naza rından saklı kalmış, bu halirı galib gelmesiyle bu sözleri söylemişler, Hakk'tan baş kasının varlığını sabit görmemişlerdir. (Mektilbiit, I, 56) * "Ene'l-Hakk {Ben Hakk'ım}" sözünün manası şudur: "Hakk O 'dur, ben değilim " Çünkü o kişi, nefsirıi görmediğirıden, O'nu isbat etmiştir. Yoksa, nefsirıi Hakk'dan ayrı bir varlık halirıde gördüğünden dolayı kendisirıirı Hakk olduğunu söylemiş değildir. Çünkü böyle bir söz küfürdür. İsbiitın olmamasının nef;i ı gerektirmeye ceği, bunun da tevhid-i vücudinirı ta kendisi olduğu söylenemez. Ama şöyle denilebilir:
"İsbiitın olmayışı nefı;i mutlaka gerekli kılmaz. Çünkü bu makam, hayret makamıdır. Burada hükümler tamamen düşmüştür. 'Sübhiini. . . ' cümlesinde de, söyleı;enin kendisinin değil, Hakk'ın tenz'ihi söz konusudur. Çünkü nefsi, tamamıyla nazarından düşmüştür. Orada hiçbir hüküm taalluk etmez." Bu ve benzeri sözler, ayne 'l-yak'in makamında bulunan kişilerden zuhur eder. Bu makam hayret makamıdır. Bu makamdan hakka'I-yakin mertebesirıe yüksel diği zaman, bu ve benzeri kelimelerden çekirıir ve itidal sınırını aşmazlar. (Mektfibiit, I, 57) * Şunun bilirımesi gerekir: Sekriyyet hükümlerirıden {sekr halirıe ait hükümler den} olan her şey veliiyet makamındandır. Sahv hükümlerirıden olan her şey de nü büvvet makamına bağlıdır. Salat ve selam üzerlerirıe olsun, peygamberlere uyma hususundaki en mükemmel verılerirı, tabiiyyet yoluyla ve sahv vasıtasıyla bu ma kamdan nasibleri vardır. Bistamiler sekri sahvdan üstün tutarlar. Bu sebeble, (şatahiitından birirıde} Ebu YeZıd Bistfuniks demiştir ki: "Benim sancağım, Muhammed'in sancağından daha yüksek tir." {0, bu sözünde,} kendi sancağıyla velayet sancağını, Hz. Muhammed'irı san cağıyla da nübüvvet sancağını kasd etmiş, sekre dönük olan velayet sancağını, sahva dönük olan nübüvvet sancağına tercih etmiştir. Bazı sufilerirı, velayetin nü büvvetten üstün olduğu görüşü bu kabildendir. Bunun böyle olması, onların vela yeti Hakk'a, nübüvveti ise halka müteveccih görmelerirıden dolayıdır. Hakk'a müteveccih olan bir şeyirı, halka müteveccih olan bir şeyden daha üstün olduğu hususunda hiçbir şübhe yoktur. Bazı sufiler, bu sözdeki tevcihle alakah olarak demişlerdir ki: "Peygamberin veliiyeti nübüvvetinden daha üstündür. " Bu fakire göre, buna benzer sözler doğru ol-
952
şazeliyye
maktan uzaktır. Çünkü nübüvvetteki teveccüh sadece halka doğru değildir. Ak sine bu teveccühle beraber aynı zamanda Hakk'a doğrudur. Çünkü onların batın ları Hakk ile, zahirieri ise halk ile beraberdir. Teveccühü sadece halka doğru olan lar ise (Hakk'a} yüz çevirmektc ve sırtlarını dönmektedirler. Salat ve selam üzerle rine olsun peygamberler, bütün mevcfı.dattan daha üstündürler. En üstün devletler onlara mahsfı.stur. Velayet nübüvvetin bir p;ırçası olup, nübüvvete dahildir. Nü büvvet her bakımdan velayeti içine alır . (Mektfıbfit, I, 101) .
.
* Tevh1d-i vücfıdi'yi ilk olarak açıkça ortaya koyan Muhyiddln b. Arabi'dir. Daha önce gelen meşayıhın ibarelerini, tevhfdi anlatıp ittihaddan haber vermiş ol salar bile, bunları tevhfd-i şulııldlye hami etmek mümkündür. Hakk' dan .!> başka hiçbir şey görülmediği için bazılan {şatahiit cümlesinden olmak üzere] "Mii fi ciibbeti sivallah {Ciibbenıin içide Allalı 'tan başka hiçbir şeı; yoktur}", bazılan "Siiblıiinf mii {izame şfinl {Kendimi tesbi/ı ederim, benim şiinım ne yücedir}", bazısı da "Leyse fi'd-diiri gayri {Evde benden başka hiç kimse yoktur}" demişlerdir. Bütün bunlar rü'yet-i Vahid (Vahid olan Allah'ı görmek} dalından toplanan çiçeklerdir. Bunlarda Vahid'le alil kalı olarak tevhid-i vücfı.diye delalet eden hiçbir şey yoktur. Valıdet-i vüd'td mesele sini bablara, fasıliara ve daha alt başlıklara ayıran, onu sarf ve nahiv ilimleri gibi tedvln eden Şeyh Muhyiddln b. Arab'i' dir. Hatta o, bu bahisler arasında bulunan bazı çetrefilli milrifetleri kendisine tahsis etmiş ve şöyle demiştir: "Hfitem-i nübiiv vet, bazı ilim ve nıfirifetleri lıiitem-i veliiyeiten alır." O, hatem-i velayet-i Muharnmediyye ile kendisirıi kasd etmektedir. Şarihler, bu cümlenin açıklanması sadedinde şöyle demişlerdir: "Sultan /ıaz1nediirından bir şeı; alsa ondan ne eksi/ir?" (Mektılbat, I, 287) * . Şu halde Hakk � şu anda olduğu gibidir. O, kainattaki hadiseler yoluyla ' Zat, sıfat ve isimlerinde değişikliğe uğramaktan münezzehtir. O, sürekli olarak mutlak sırflığı haliyle baki olup, vücfı.b yüceliğinden imkan alçaklığına meyl et mez. .
.
Bütün bu görüşlerin (hakiki) manası, eşyanın madfı.m olup, O'nun � mevcfı.d olmasıdır. Hüseyin b. Mansur Hallilc'ın {şatalıiit türündekil "Ene'l-Hakk {Ben Hakk'ım!" sözündeki maksadı, "Ben Hakk'ım, O'nunla ittihiid ettim" demek değildir. Çünkü bu söz küfürdür ve sahibinin katlini gerektirir. Aksine, bu sözün manası şudur: "Ben nıiidilmum {yokıını}, mevcüd {var} olan O Hakk'tır. " (Mektiibiit, II, 72) * Şatalıiit, sfı.filerden, sekr ve gaybet halinde gelen varidatla vak1 olur. Mübah bir sebeble gelen sekr, sınırları fıkıh kitabiarında çizilmiş şartlar dahilinde kalmak kaydıyla şer'! teklifi (mükellefiyeti} düşürür. Bu meslekte bulunanlar sekrden do layı mazfı.r sayılırlar. (Nebhanl, Tl, 126) şazeliyye ( �.)\.!ı ) { tarik-ı şazeliyye; tarikat-ı şazeliyye) * Şiizeliyye, "L{i ilahe illellalı" kelime-i tevh!diyle süluk ederler. Bu kelime, nefy ve isbat terklbidir. Manası "nıiibıldun ifrddı {tek kılınması}" dır.
şebabet
953
Şirk, Allah'tan başkasına dayanmaktır. Az ya da çok, O'ndan başkasına daya nan kimse müşriktir. Seyr ü sülukta, onların bu kelimeyle ilgili sınıfları dokuza ayrılır. Bunlar ara sında, fazla konuşmayı nefyederek kelimeyi dilde tek hale getirenler vardır. Bunlar kelime-i tevhidin fazla konuşmakla karışmasını dilin şirki olarak görürler. Muay yeni {belirlenmiş, yaratılmış olanı) nefyederek Halık'ı tek kılanlar vardır. Çünkü Balık'ın isbatı esas, başkasının isbatı ise şirktir. Sebebleri nefyederek Razık'ı tek kılanlar vardır. Rızık konusunda sebebiere dayanmak şirktir. Maddeleri nefyede rek Hayy'ı tek kılanlar vardır. İnsanın, hayatı hususunda yiyeceklere dayanınası şirktir. Mabudu tek kılanlar vardır. Allah'tan başka şeyle meşgul olan herkes, ki minle meşgul oluyorsa ilahı odur. O'nun dışındaki fiilieri nefyederek {haklkl} Fail'i tek kılanlar vardır. Kulun fiilierde iddiada bulunması ve onları kendine nisbet et m esi şirktir. O'nunla birlikte var olan meşhudatı {görülen her şeyi} nefyederek Meşhud'u tek kılanlar vardır. Seni, güzelliğiyle Mabud'unun murakabesinden çı karan her şey senin için bir şirktir. Kendisiyle birlikte var olan mevcudatı nefyede rek Mevcud'u tek kılanlar vardır. Allah'la birlikte kendi nefsiyle kaim bir mevcud olduğunu iddia eden Allah'a şirk koşmuş olur. Bundan sonra fena mertebesi gelir. Fenadan, ancak o mertebeden çıktıktan sonra bahsedilebilir. (Ravza, 619)
•• Tarlk-ı Şazeliyye'nin hiziblerinde {dua ve virdlerinde), tecridin tahkiki {gerçek leştirilmesi), tevhld ilimleri ve ubudiyyete sadakatin şumı1lü bulunur. ('Uküd, 13) * Tarikat-ı Şazeliyye; tarikatımız beş esas üzerine kurulmuştur: Gizli ve açık her yerde Allah'tan takva {sakınma); söz ve hareketlerde sünnete uymak; yükselme ya da gerileme olsun her konuda halktan yüz çevirmek; azda ve çokta Allah'ın rıza sını aramak; darlıkta ve genişlikte Allah' a sığınmak. ('Uküd, 29)
•• Şazeliyye usulü beş tanedir: Gizli ve açık her yerde Allah Teala'dan takva; söz ve arnellerde sünnete uymak; ikbal {yükselme) ve idbar { gerileme} gibi her hususta halktan yüz çevirmek; azda ve çokta Allah'ın rızasını aramak; darlık ve genişlikte Allah' a sığının ak; takvayı vera ve istikametle güçlendirmek; sünneti sünnetin muhafazasıyla kuvvetlendirmek; güzel ahlak; sabır ve tevekkülü tahkık etınek { gerçekleştirmek); kanaat ve tefvizle rıza yı tahkık etınek; genişlikte hamd ve şükür ile Allah'a dönmek ve O'na sığınmak. (Cami', 14)
şebabet ( '-!� ) * Şebiibet [gençlik), Resulullah $ hakkında kullanılır. Hakk'ın onda bu suretle { gençlik suretiyle) zuhur etınesidir. Kamil olması itibariyle rububiyyetten ibarettir.
Bu rububiyyet, isimleri toplayan bir rububiyyettir.
(SofyaVı, 122)
şebh ( � ) '' Şebh {hayal, siluet), mücerred nurun gölgesidir. Onda bulunan ruhani sıfatıarın tümü bu nurun içindedir. Ayrıca cisimlerin ve onların sıfatlarının, erbabının nurani gölgeleri ve sıfatları olduğunu biliyorsun. Bu nfu ve sıfatları aynı
şedi'at
954
zamanda Nurlar Nuru'nun gölgeleridir. Ona ait Zat'ının aynı {ta kendisi) olan ke mal sıfatları vardır. Bu sıfatlar Zat-ı ahadiyyette bulunm azken, tezahür sahalarında pek çok olur. Alemin tamamı, Nfuu'l-Envar'ın {Nurlar Nuru'nun} gölgesidir.
(Heyakil, 103) şeca'at ( :i�\� ) {cebn; cesaret; şeca'at-i havass; şeca'at-i salihin; tehevvür) * Ahiakın dört esası vardır: Hikmet, şecaat, iffet, adalet. Hikmetten kasdımız, bütün ihtiyari fiillerde, kendisiyle doğruyu yanlıştan ayıran nefse ait bir duygu dur. Adaletten kasdımız, nefse ait bir duygu olup, gazab {öfke) ve şehvet kuvvetle rini idare eder, hikmetin gerektirdiği istikamete sevk eder. Hikmetin gereğine göre onları harekete geçirir veya frenler. Şecaatten kasdımız, gazab kuvvetinin, harekete geçmesi ya da frenlenmesinde akla boyun eğmesidir. İffetten kasdımız, şehvet kuvvetinin akıl ve şeriat doğrultusunda terbiye edilmesidir. (İhyci', III, 67)
* Eğer sabır savaş alanında gösterdiği metanette olursa buna "şecaat", bunun zıddına "cebanet {korkaklık}" denir. Bu sabır, hiddetini yenme konusunda olursa buna "/ıilm {yumuşak/ık}", "vakar ve teenni", zıddına da " tezenzmür {saldırganlık}" de nir. (İhyci', IV, 82)
* Fezail çok da olsa, bütün dal ve çeşitleri hikmet, şecaat, iffet ve adalet olmak üzere dört sınıfta toplanabilir. Hikmet aklın; şecaat öfkenin; iffet şehvetin fazileti dir. Adalet ise bu kuvvetlerin gerektiği gibi bir araya gelmesinden ibarettir. Ada letle bütün işler tamamlanır. Bu yüzden "Gökler ve yer adaletle kainıdir" denilmiştir.
(Mızan, 64) * Şecaat, gazab {öfke} kuvvetinin fazilet tarafıdır. heri atılma, geri çekilme gibi meselelerde şecaat, hamiyyet kuvvetiyle birlikte şeriatın yönlendirdiği akla itaat eder. Şecaat, telıevvür ve cebn şeklindeki iki kötü vasfın ortasında yer alır. Tehev vür, itidalin tefrit tarafıdır. Bu, aklın geri çekilmeyi gerekli gördüğü yasak işlere insanın atılmasıdır. Cebn ise dengenin ifrat tarafıdır. Bu da gazab kuvvetinden ge rekli olan miktarı yerine getirmemek, onu noksan yapmak, ileri atılmanın gerekli olduğu yerde kendini geri çekmektir. Bu ahlak elde edildiğinde, ondan da sözü edilen fiiler ortaya çıkar. Yani şecaat ahiakından gerektiği yerde gerektiği kadar ileri atılma fiili ortaya çıkar. Bu ise övülen güzel bir ahlaktır. (Mzzan, 66)
* Cesaret, hafife almanın gerekli olmadığı yerde ölümü hafife almak. . . ... sebeblerin gerektirdiği güzel etkiye kapılmaksızın ölüm sebeblerinden fazla et kilenmemektir. (M!zan, 74)
* Şecaat, telıevvür {tedbirsizlik, aşırı kızgınlık) ile cebn {korkaklık) arasında bir ahlaktır. Bu, nefse izafe edilmesi itibariyle, ürkütücü hususlar karşısında kalbin ta vizsizliği ve korkular karşısında heyecanı tutmaktır. Fiile izafe edilirse, fırsat
şedi'at
955
anında ileri atılmak olur. Bu, gazab ve hüsn-i emelden ortaya çıkar. Onunla insan şiddetli hallere sabreder. Hatta onunla masıyyetlere karşı da sabreder. Gazab, şeh vete hakim olduğunda ona man! olur. (Mizan, 102)
* Şecaat-i salih'in {salihlerin şecaatı}, alçak nefsleriyle, tab1atlarıyla, şeytanlada ve insan şeytanları olan kötü arkadaşlarla karşılaşmakta, şeciiat-i havass {havassm şecaati} ise dünya ve ahiret hususunda zühd ve masiva-yı Hakk'tan � {Hakk'm dı şında her şeyden} uzaklaşmakta ortaya çıkar. (Feth, 25)
* . . . Eğer sabır, mide ve cinsel organlarm şehvetine karşı ise buna "iffet", kavga etmeye karşı ise "şeciiat" . . . denir. (Kudame, 286) * Ahiakın dört {esası} vardır: Hikmet, şecaat, iffet ve adalet. Hikmet, bütün ihti yar! fiillerde, kendisiyle doğruyu yanlıştan ayıran nefse ait bir duygudur. Adalet gazab {öfke} ve şehvet kuvvetlerini idare eden nefse ait bir duygudur, akıl ve şeri ata göre harekete geçirir veya frenler. Şecaat, gazab kuvvetinin, harekete geçme sinde veya frenlenrnesinde akla boyun eğmesidir. İffet, şehvet kuvvetinin akıl ve şeriat doğrultusunda terbiye edilmesidir. Bu dört ahiakın dengeli oluşundan güzel ahiakın tamamı ortaya çıkar. Akıl kuvvetinin itidalinden iyi düşünce, isabetli görüş, doğru tedbir, eşyanın inceliklerini anlamak; ifratından, hile, aldatma, mugalata {demagoji}; tefritinden ise ahmaklık, kalın kafalılık ve akıl zayıflığı doğar. Şecaatin mı1tedil [dengeli} oluşun dan heybet, tahammül, kerem, yiğitlik, cesaret, hilm, sebat ve vakar; tefritinden, al çakhk, zillet, hasislik, hafiflik meydana gelir. Iffetin mı1tedil oluşundan cömertlik, haya, sabır, kanaat, vera, müsamaha, zarafet; ifratından, hırs, şiddet, fenalık, edebsizlik, savurganlık, alaycılık, hased, zayıflık gibi kötü huylar doğar. (Ravza,
445) şecere ( ;;J:ı:r,..::.. ) * . . Bir asıldan başlamak, ruh-i fikrinin bir husı1siyetidir. Daha .
sonra, asıldan iki şubeye ayrılır. Ardından her şube de ikiye ayrılır. Bu şekilde şu beler akli taksimlerle çoğalana kadar devam eder. Sonra birtakım neticelerle bir neticeye yönelir. İşte bu onu semeresidir. Ardından bu semereler döner, emsalleri için tohum olur. Çünkü bunları birbiriyle aşılamak da mümkündür. Bunu Kitilbü 'l kıstasi'l-müstakfm adlı kitabırnızda zikrettik. Bunun alemdeki en münasib misali şe ceredir {ağaçtır} . (Mişkiit, 85)
* Şecere, insan-ı kamildir. (Istılah, 537) şecere-i ahadiyyet ( :i�J��I iiJ�.:.ı ) * Şeyhinrh şöyle dediği rivayet edilmiştir: "O'nun vahdiin iyyetıne ulaşmanın başlangıcında, cisnıi ahadi-yljetten, kanatları deymiinıiyyetten {ebediyetten} olan bir kuş oldum. Keyfiwet semtisında on yıl uçtunı. Hatta bu şekilde yüz binlerce kere senıdda uçtunı. Sonunda ezeliyet meı;danına ulaştım. Orada şecere-i ahadiyyeti {ahadi-yljet ağacını} gördüm." (Luma', 464)
şedid
956
şedid ( �.W. ) * Şedid, galib gelen ve rnağlfıb edilerneyendir. (Heyakil, 99) şedid-i mirre-i kasıme ( �lQll
ö�L I ..l�J..!ı
) * Şedid-i mirre-i kasıme, "o zulnıfini
{karanlığa ait} putları kıran" demektir. (Hetjiikil, 101) şe'f ( I..Ji"';. ) * Şeaf, rnehabbetin, rnuhibbin {sevenin) hissettiği bir lezzetle kalbi yakrnasıdır. Benzerleri "lev'a {karasevda}", "laic {şiddetli sevgi}" ve "belbfildir {endişe dir}" . Tfic sahibi şöyle der: "Şeafehu 'l-hubb, sevgi onun kalbini yaktı demektir." Ebfı Zeyd şöyle der: '"Sevgisi onu hasta etti' demektir.
Şeafe fiili, şuilf masdarındandır. Hasan el-Hasan onu 'şegajalıfi lıubben {onu çılgınca sevdi}' şeklinde oku muştur." (Ravza, 345) şef' (
�.;, ) * Şef', "yaratma" demektir. Allah şef' ve vitre yernin etmiştir [Fecr,
89/3]. Çünkü iHihi isimler ancak yaratmayla tahakkuk eder. Vahidiyyet rnertebesi nin şef'iyyeti, ahadiyyet mertebisinin vitriyyetine ilave edilrnedikçe ilahi isimler zuhfır etmez. (Kaşani, 153; Ctimi', 87) * Vitrin aksine, şef'te ayn ve isimlerin hakikatlerinin taayyün etmiştir. (Kaşani,
48; Cami', 103)
şefkat ( :i..Qıi.:;, ) {bk. tevazu') şegaf ( uiiı.!ı ) * Aşkın sarayı can eyvanıdır. "Ben sizin Rabb'iniz değil miyim ?" [Araf, 7/172] mührü rUhlara ezelde vurulrnuştur. Orada bir yük yükletilrniştir. Eğer perdeler şeffaflaşırsa aşk da örtülerin altından parlayıverir. Burada büyük bir sır vardır; yani sözü edilen bu aşk, içeriden dışarı çıkar. Ya ratıkların aşkı ise dışarıdan içeri girer; ama nereye kadar nüffız edeceği açıkça orta dadır. Onun nüffız edeceği en son nokta kalbin dış zarıdır (şegaj). Kur'an bu ko nuda Züleyha ile ilgili olarak şöyle demektedir: "{Yusuf'un güzelliği Ziileyha 'nın} bağrını yak:mış!" [Yusuf, 12/30] Şegaf, kalbin dış zarıdır. Kalb ise velayetin merkezi dir ve aşkın aydınlığı ta oraya kadar iner. Eğer tüm perdeler kalkacak olursa nefs de karışır. Ama nefsin aşk yoluna gir mesi bir ömür gerektirir. Dünya, yaratıklar, şehvetler ve arzuların faaliyet alanı kalbin dış perdeleridir. Aşk kalbe nadiren ulaşır; ama aslında hiç ulaşamaz.
(Seviinılı, 63) * "Şegafa 'l-lıubb" denir, "nihai aşka ulaştı" demektir. Kalbin şegafı, "içindeki zar' demektir. Bu, hayvan bedeninde görülene göre, kalb üzerinde bulunan örtüdür. Allah şöyle buyurur: "Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki: Azizin karısı delikanlısının nef sinden murfıd almak istiyonnuş; Yusuf'un sevdası onun kalbine işlemiş." [Yusuf, 1 2/30] Yani onun kalbinin zarına ulaşmış. İbn Abbas şöyle der: "Sevdası kalbinin zarı altına
girmiş." (Ravza, 344)
957
şehadet
şehadet ( ��� ) * Şehfi.det beş rükün üzerine bina edilmiştir: İsliim, iman, ıslah, ihsan, beşincisi ise iradedir. İradenin üç şartı vardır: Birincisi, Allah'ı sırf O'nun için sevmek; ikincisi, ara vermeden zikre devam etmek, üçüncüsü de ruhsata yö nelmeden { kolaya kaçmadan} nefsin arzularına muhalefet etmektir. (İnsan, II, 85)
* Şehadet iki türlüdür: Şehadet-i kübra ve şehadet-i sugra {küçük şehiidet ve büyük şehadet}. Şehadet-i sugriinın bazı kısımları vardır. Garib olarak, boğularak, karın hastalığına tutularak ve benzeri hallerden dolayı ölen kimsenin şehld olacağı bir hadiste geçmiştir. Şehadet-i sugriinın en üst makamı, Allah yolunda savaşmak tır. Şehadet-i kübra ise, en yüce ve en aşağı olmak üzere iki kısımdır. En yücesi di ğer mahlukat içinde yakin gözüyle Hakk'ı müşahede etmektir. {Böyle bir müşahe deye siihib olan kişi) mesela, mahlukattan bir şey gördüğünde, o şeyde hulul ve infisal {birleşme ya da içine girme ve ayrılma} olmaksızın Hakk'ı müşiihede eder . . . Kulun bu müşiihedesi salıili olduğu zaman, işte bu müşahid {müşiihede eden}, Al lah Teaiii'yı müşiihede etmektedir. Bu, şehiidet mazhararının en yücesidir. Ondan sonra sıddikıyyet ınertebelerinin başlangıcı bulunur. İşte bu vücuddur. Rabb'in vü cuduyla kendisinden fiini olur. o zaman sıddikıyyet dairesine girer. Şehadet-i kübriinın en aşağı kısmı ise hiçbir sebebe bağlı olmaksızın mehabbetullaha {Allah sevgisine} bağlanmaktır. Böylece onun Allah Teaiii'yı sevmesi, O'nun sıfatlarından ve sevilmeye layık olmasından dolayı olur. (İnsan, Il, 93)
* Alem tamamıyla O'nun hakikatleri ve tafsllatıdır. "Şehadet mışların zahiri ve suretleridir. (Sofyavi, 34)
. . .
" yani, yaratıl
{Ayrıca b k gayb-şehadet}
şehamet ( ;ı.. � ) * Şehamet, cemal sıfatının tahakkuk etmesinden dolayı, arnel lere karşı gösterilen hassasiyettir. (Mfzan, 73)
şehvet ( � JP ) * Açlık nur, tokluk nardır {ateştir). Şehvetse odun gibidir, yan gına sebeb olur. O öyle bir yangındır ki sahibini yakana kadar onu söndüremezsin. (Kuşeyri, 73)
* Lezzet, iştah duyulan ve arzu edilen şeyi idrilk etmekten ibarettir. Şehvet, tüm canlılarda ortak olması ellietiyle gerek aklen ve gerekse bedenen, bazı canlılarda ise yalnızca bedenen olmak üzere arzu ettiği şeye erişmek için nefsin şevke gelme sidir. (Mfzan, 92) * Şehvet iki türlüdür: Şehvet-i arızi; tabi olmanın yasaklandığı yalancı şehvettir. Bir gün ona faydası dokunursa da, akıllı bir kişinin adet haline getirerek, dönme rnek üzere ona tabi olması yakışık almaz. Çünkü {geri dönınediği takdirde, o şeh vette bulunan) arızlar, akıllı kişiyi te' sir altına alabilir.
958
şehvet Diğeriyse şehvet-i zatiyyedir. Buna tabi olmak gerekir. Tabiatının yumuşaklı
ğından dolayı, bu şehvette mizacının ıslahı mümkün olabilir. Mizacının ıslahında kendi kurtuluşu, dininin ıslahında ise saadeti vardır. Ancak ona Şiiri'in koyduğu iHihi mizanla tabi olur. Bu öğretilen şeriatın hükrnüdür. Şerlatta ruhsat ve azımet Ierin {kolaylık ve zorlukların} bulunması aynı seviyededir. Şeriata tabi ise aldır maz. Çünkü o, Allah'a giden meşru yoldur. Allah onu sadece saadet hükmüyle kendine ulaşılsın diye teşri etmiştir. Aynı zamanda bu vaziyette, her hal ve vakitte arzuladığı şeyin olması da şart değildir. Kişinin, bu şehvetin kendisinde meydana geldiği hali ve onu iktizii eden {gerektiren } vakti bilmesi gerekir. Bu şehvet-i arızi, taat arnelleriyle alakalıdır. Bir yer görüp de onun tabiatını be ğenen, orada namaz kılmak isteyen veya bir faziletten dolayı, o vakitte onu bir başkasına öğreten kişi gibi bir hali gerekli kılar. Şübhesiz bu vaziyet, Allah'la bir likte olan hali üzerinde kötü bir te' sir bırakır. Bu tür lezzet almanın ölçüsü, ilahi bir müşahedeyle değil, amelledir. Bu, gizli bir tuzaktır. (Fütilhat, Il, 1 87)
* Şehvet, nefsin, arzu duyulan şeyin yükselmesiyle yükselen, düşmesiyle düşeli. bir aletidir. Şehvet kendisinden lezzet almanın münasib olduğu şeyden lezzet alma iradesidir. Lezzet, rUhiini ve tabii olarak ikiye ayrılır. Cüz'i nefs, tabrattan doğar. Tabiat nefsin anası,
rUh-ı ilahi ise babasıdır. RUhiini şehvet,
asıl itibariyle tabiattan
kurtularnaz. Onunla lezzetlenen kimse baki olur. Ondan ancak münasib bir şekilde lezzet alınır. Bizimle Hakk arasında suretten başka münasebet yoktur. İnsanın kemaliyle lezzet alması, en kuvvetli lezzet almadır. Kişinin kendi sılretinde olan kirnselerle lezzet alması da en kuvvetli lezzettir. Bunun delili şudur: İnsan bütünüyle lezzet içinde hareket etmez. Bütünüyle bir şeyi müşahede ederek fiini olmaz. Mehabbet ve aşkı, sadece bir kadına veya erkeğe aşık olduğunda rUhiiniyetinin tabiatında akıp gider. Bunun sebebi, bütünüyle ona mukabil olmasıdır {karşılık gelmesidir}. Çünkü o kendi sfuetindedir. Alemdeki her şey O'ndan bir cüz'dür {parçadır}. Sadece bu münasib cüz O'na mukabil olabilir. Bundan dolayı, ancak kendisi suretinde bir şeye aşık olduğunda fani olur. ilahi tecem, Adem'in, üzerinde yaratıldığı suretin kendisine vaki oldu ğunda, mana manaya mutabık olur ve bütünüyle lezzet alabilrnek mümkün olur. Şehvet insanın zahiri ve batını tüm cüzlerinde dolaşır. İşte bu, {Hz. Peygamber'e $} varis olan ariflerin aradığı şehvettir. (Fütuhat, Il, 189)
* Miider-i bü ttür büt-i nefs ü hevii Lfk o büt miir oldu bu büt ejdehii
Ahen ü seng oldu nefs ii büt şiriir Ab içinde o şiriir eyler karar
şehvet
959
Seng ü iihen iibdan olmaz pesin Bu ikiden iidem olsun mu emin Seng ü iihende nihiindır çünki niir A b içün ol niire yok te 'slr-i kiir A teşi su söndürür bi-ihtiyar Seng ü iihenden ne mümkin mahv-ı niir (Mesneviı, I, 32) * Büt siyeh su ki'tzede itmiş kümi'tn
Çeşme ol iib- siyiiha nefs-i di'tn Ol tıraşide sanem seyl-i siyah Büt-tıriişın nefsi ayn-i iib-ı riih Büt deri'ın-i kiızede iib-ı siyeh Nefs-i şi'tmun çeşme silr-ı iib-ı reh Yüz sebi'tyı kesr ider bir piire taş Virmez iib-z çeşme1;e amma telaş Büt şikest olmak bakılsa sehldir Sehl görmek nefsi gayet cehldir İster isen sılret-i nefsi eger Di'tzenin biibı yididir kıl nazar Her nefes bir mekr ü her rnekrinde hem Oldu yüz fir' avn ü fir'avnl be hem Hillık-ı Mılsii ve Musa'dır peniih İtme Fir'avn ile imanın tebiih Din-i Alımed 'de olup alıd-i Ahad Ola gör viireste-i Bıl eelıl-i bed (Mesneviı, I, 32) * Bütün putların anası, sizin nefsinizin putudur. Hariçte görülen putlar, birer yılandır, halbuki nefs putu bir ejderhadır.
Nefs, çakmak taşı ile demirdir. Put ise, çakmak taşından sıçrayan kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner. (Mesnevl2, I, 49)
* Kıvılcım söner ama, çakmak taşı ile demir su ile söndürülebilir mi? İnsanoğlu bu ikisi kendisiyle beraber oldukça nasıl emin olabilir? Çakmak taşı ile demirin ateşi, kendi içlerinde gizlenmiştir. Onların içlerine su girmez ki ateşi söndürsün.
960
şehvet Su, ancak dışarıda bulunan ateşi söndürür. O, taşın ve demirin içine nasıl gi-
rer?
Nefsin ve şehvetin sembolü olan çakmak taşı ile demirden, küfrün ve bütün kötülüklerin kıvılcımları sıçrar. Durnanları yükselir. Kaptaki, küpteki su bitse de, nefs çeşrnesinin suyu tazedir, kesilmeden akar durur. Put, testide gizli duran kara sudur. Sen nefsi, bu gizli kara suyun kaynağını bil . . .
O yontulrnuş put, çarnurlu, kirli kara bir sele benzer. Put yontan nefs ise ana yoldaki çeşrnedir. Bir taş parçası yüz testiyi kırar. Fakat çeşrnenin suyu durup dinlenmeden akar. Put kırmak kolaydır, hem de pek kolay, fakat nefs putunu kırrnayı kolay san mak bilgisizliktir, bilgisizlik. Nefsin, her anda bir hilesi vardır ki, onun her hilesi ile isyan denizinde yüz lerce Firavun ile Firavun' a uyanlar batrnadadır. Sen, kurtulmak istiyorsan, Musa'nın Rabb'ine ve Musa'ya sığın. Benliğe kapı lıp firavunluk ederek lınanını kaybetme. Ey kardeş, Sen Allah'ın emrine ve aziz Peygamberimizin sünnetine uy da, ten Ebu Cehl'inden ve nefsani isteklerden kurtul . . (Mesneviı, 1, 50) .
* Badezan bil nar şehvet narıdır Her günahın aslıdır serdarıdır
Nar-ı silret ab ile efsürdedir Nar-ı şehvet dilzelıe reh-bürdedir Nar- şehvet su ile bulmaz sükiln Düze/ı-i-tab' oldu ol bed-kiir-ı du n Çare nar-ı şehvete envar-ı din Nur kim itfa-yı nari'l-miişrikin Nilr-i Hakk'dır bil bu nara çlire-ger Nar-ı İbrahim 'i fikr eı;le yeter A teş-i Nemrild-ı nefsinden sana Taat-z Hakk iledir mutlak reha Niir-ı şehvet niikıs olmaz sarf ile A n-ı teskin oldu habs-ı zarf ile İş tililine terakkidir sebeb A teşi söndürmez olsa yüz ha tab
şehvet
961
A teş-i b'i-h'ime oldu müntafi Bil ki takviidan olur şehvet hafi Bulmaz a teşten tagayyür riiy-i hiib Surh ider ruhsar-ı takva-yı kulilb (Mesneviı, I, 144) * Bad-ı hışm u bad-ı şehvet bad-ı az Bz-n'iyaz u bi-nemaza rahne-saz
Hakk yanında bende-i şehvet hem'in Ehl-i rıkdan oldu diin u vapesin Haceden bu bir söz ile hürr olur Ol ise helva iken ahir mürr olur Bende-i şehvet içün yokdur halas Ola Mevlii'dan meger ihsan-ı hfis Düşdüler bir çiiha ka'r u gavrı yok Kimsenin ol kara cebr ii cevri yok Kendisin bir çalıa atmıştır ki ben Hiç ana bulmam münasib bir resen (Mesneviı, I, 148) * Bütün bunlardan sonra şunu da aklında iyi tut ki bu ateş şehvet ateşidir. Su çun, günahın, kabahatİn aslı ve sebebi odur. Dışarıdaki ateş su ile söner; fakat, içerdeki şehvet ateşi insanı cehenneme kadar götürür. Şehvet ateşi su ile sönmez; çünkü kıvrandırmak, azab etmek bakımından onda cehennem huyu vardır. Şehvet ateşinin çaresi nedir? Din nı1rudur. Nasıl ki cehennem mü'mine; "Ey
m ü 'ınin çabuk geç, senin nilrun benim ateşimi söndürüyor" diyecektir. Bu ateşi ne söndürür? Allah'ın nı1ru. Nemrı1d ateşini söndüren Hz. İbnihım'in nurunu kendine üstad edin de, Nemrı1d'a benzeyen nefsinin ateşinden, şu öd ağacı gibi olan bedenin kurtul sun. Şehvet ateşi eksilip bitmez. Ona dilediğini vermemekle eksilir. Bir ateşe odun attıkça, o ateş hiç söner mi? Hiç odunu yakmaz olur mu? Fakat odun atillazsan ateş söner. Allah'tan korkmak, çekinmek şehvet ateşine su serper.
962
şems-leyl Kalblerdeki Allah korkusundan pembeleşerek güzelleşmiş olan yüzü ateş nasıl
karartır? Namaz ehli olmayan, gönül namazı kılmayanı öfke rüzgarı, şehvet rüzgarı, tarna' rüzgarı kapıp götürür. Şehvete kul olan, köle olan kimse Allah'ın indinde kölelerden, çalınıp satılan esirlerden daha değersizdir. Çünkü harb esiri yahut satın alınmış bir köle, efendi sinin bir sözü ile kölelikten çıkar, hür olur. Halbuki şehvet esiri olan kişi tatlı yaşar, fakat çok acılar çekerek ölür. Şehvete kul olan kişi, Allah'ın lütfundan, Allah'ın husus! nilnetine erişmekten başka bir şeyle {bu} kulluktan kurtıılarnaz. Şehvet öyle bir kuyudur ki, oraya düşenler dibini bularnazlar; fakat bu düşüş cebir ve zulüm değil; onun günahı, onun nefsine uyması yüzündendir. O, kendisini öyle derin bir kuyuya atmıştır ki, ben o kuyunun dibine ulaşacak ipi bularnarn. (Mesnevıı, I, 238)
* İrade, aklın ve nefsin her türlü talebiyle alakalıdır. Bu, istenen ya da istenme yen bir şey olabilir. Şehvet ise, nefsin elde ettiğinde hususi bir zevk duyduğu şey lerle aliikalıdır. Şehvetin mahalli hayvanı nefs, iradenin mahalli ise nefs-i natıkadır. (Esfar, 329) şerns-leyl ( J�l -
�)
* Güneşin parlaklıgı var karanlığı gecenin Suretierin en güzeli arasında yer alır güneşin ve gecenin birlikteliği
"Güneşin parlaklığı var karanlığı gecenin" sözü, içinde şuur, yani teşblh gibi ha disler gibi rerniz ve ihfa bulunan ilirnleridir. "Sııretlerin en güzeli arasında yer alır gü neşin ve gecenin birlikteliği" sözü, aklen tasavvur olunarnayan iki zıt şeyin bir araya gelrnesidir. İşte iki zıt bir araya geldi ki, bu hayret verici bir şeydir. Nitekim Ebu Sa'id Harraz'a "Rabb'ini neıJle tanıdın?" diye sorulunca o buna şöyle cevab vermiştir: '"0, Evvel 'dir, Ahir'dir, Ziıhir'dir, Biitzn 'dır. ' [Hadid, 57/3] iiyetiyle iki yönden değil, tek
yönden iki zıddı bir araya getirmesiyle. " Nazar ilminin sahibi, aklıyla vakıf olan ve Hakk'ı deliline hakem kılan şöyle söylemiştir: " Yazık, ııli1hiyı;et nerede, kilinat nerede? Sonradan yaratılmış olan nerede,
aynzn lıazreti nerede? Benzeri olan, benzeri olmayanı nasıl idrilk eder? Akıl akıla benzer. Hakk'ın ise benzeri yok. Hiçbir Şetje benzenıeıJen, hiçbir şeıjle kayıtlanmayan, aksine ancak aklıyla güneş dışında mümkün ve mukayıjed olan, ihtiyaç kadarıyla ona izdfe edilen bir şeyle hüküm verilebilecek iki ziitın ve iki ilahın bulunması imkansızdır. Onu tanımadı ki
şer'/şir'at
963
emrine nasıl uysun ? Allah onu aciz, fakir ve yardıma muhtaç olarak yaratmıştır. Allah Teala, idrak edenlerin idrakinden çok çok yücedir. 'İzzet sahibi olan Rabb'in onların isnad ettikleri vasiflardan münezzehtir. "' [Saffat, 37/180] "Hiçbir şeıJ ona benzemez. O, her şeyi işiten ve görendir. " [Şura, 42/1 1 ] (Tercüman, 153) {Ayrıca bk. uluhiyyet}
şer'/şir'at ( �� _r. / t.J;.. ) {bk. şeri'at-hakikat} şeref-i beden ( ı:.ı..L:l l
JJ;.. ) * Ebu Yezid
{Bistfuni} şöyle demiştir: "Şeref-i beden
{bedenin şerefiJ on şeıJdedir: Hilm, haya, ilim, vera, takva, güzel ahlii.k, tahamnıııl, insan larla iyi geçinmek, öfkeıJi yenmek ve soru sornıayı terketmek." (Şatahiit, 104) şerefat-ı melekut (
..:.ı
�lLl ..:.ı\9J ;.. ) * Şerefat-ı melekuttan murad nefsler alemi
dir. Aynı zamanda "meleküt-i ednii ve asgar {en aşağı ve en küçük meleküt}" olarak da adlandırılır.
Şeyh'in
{ Sühreverdi-yi
Maktill'ün}
Pertev-name ve diğer bazı
kitabiarında zikredilmiştir. Bununla, ilahi celal nurları olan sinn-i cebernltun;
şerefiit-ı melekut-i ukul ile de feleki nefslerin kasd edilmiş olması mümkündür. (Heyiikil, 1 02) şeri'at-hakikat (
�.A�-
-
�_r. ) {cema'at; emr-i bi'l-ma'n1f; heıal; makamat-ı
ehl-i safa; nehy-i 'ani'l-münker; salavat-ı hams; şehadetan} * Mahlılkatın anlayışları hakikatle alakah değildir. Hakikat, yaradılışa uygun değildir. Havatır {bu konuda kalbe gelen düşünceler} alakalardır. Yaratılmışların alakaları hakikate ulaşamaz. Hakikat ilmini idrak zordur. Hakikatİn hakikati nasıl idrak edilebilsin?! Hakk'ın hakkı, hakikatİn ötesindedir. Hakikat, Hakk'ın da öte sinde. (Taviisin, 194)
* Hakikat ince; yolları dardır. İçi kükreyen ateş, önü derin uçurumdur. Garib bu yola girdiğinde kırk makamdan haber verir. İşte kırk makam: Edeb, raheb {korku}, taleb {istek}, aceb (şaşkınlık), ateb (yok olma}, tarab (neşe}, şereh {doymazlık}, tarah {faydasız işlerle ilgilenmek}, safa, sıdk, rıfk, ıtk (serbest kalma, hür olma}, tervih { rahatlama}, temenni, şuhıld (müşahede}, vücıld, ıdd (sayma}, kedd {ağır iş}, redd, imtidad {açılma, yayılma}, itidad {hazırlık}, infirad (tek olma, yalnızlık}, inkıyad {boyun eğme}, murad, şuhıld, huzılr, riyazet, hıyata (koruma, himaye}, iftikad {birinin yokluğunu hissetme}, ıstılam, tedebbür, tahayyür, tefekkür, tebassur, tasabbur, taabbur (ibretle bakma}, rafz {reddetme}, nafz {silkelemek}, teyakkuz, ria yet, hidayet ve bidayet. Bunlar safa ehli ile safevlierin (saflaşmış insanların} m akamlarıdır. (Tavasin, 195)
* Hakikat hakikattir; mahlılk da mahlılk. Mahlılku bırak ki, hakikat yönünden sen O olasın, O da sen. Ben vasfediyorum. Vasıf da vasıftır. Vasfeden hakikati
964
şeri'at-hakikat
anlahr. Peki vasfeden nasıldır? Hakk ona şöyle dedi:
"Sen medlfıle {delil gösterilene}
değil, delıle sevkedeceksin ve ben ise delilin deliliyim." (Tavasln, 196) * Bu
haklkatin şekli, tiHibleri, kapılan ve sebebleridir:
ctll
Dıştaki
"ba", daireye ulaşaınadı. İkincisi de ulaşır ulaşmaz ayrılıp geri döndü.
Üçüncüsü ise hakikatİn hakikati çölünde kayboldu.
(Tavasln, 197)
* Dairenin kapısı yoktur. Dairenin ortasındaki nokta hakikatin ta kendisidir.
Haklkatin manası bir "şey" dir. Zilhir ve bahn o şeyden gizli değildir. Hakikat şekil kabUl etmez. (Tavaszn, 198) * Şeriat, imanın vasıflarını kapsayan on iki hasleti içine alır: Birincisi iki şehildettir {kelime-i şehildet}, bu fıtrathr; ikincisi, salavilt-ı hamsdır {beş vakit na mazdır}, bu da dindir; üçüncüsü zekattır, bu da temizliktir; dördüncüsü oruçtur, bu da kalkandır; beşincisi haccdır, bu kemaldir; alhncısı cihaddır, bu yardımdır {ya da zaferdir }; yedincisi emr-i bi'l-marı1ftur {iyiyi emretmektir}, bu hüccettir {delil dir}; sekizincisi, nehy-i ani'l-münkerdir {kötülüğü yasaklaınakhr}, bu vikayedir {kötülükten koruma ve korunmadır}; dokuzuncusu cemaattir, bu ilifettir {halkla ilişki içinde olmaktır}; onuncusu istikaınettir, bu isınettir {hatadan salim olmak, hata yapmaınaktır}; on birincisi helru yemektir, bu veradır; on ikincisi Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir {kızmak, kin duymaktır}, bu da vesikadır {sevgi ve nefretin en sağlam noktasıdır} .
(Küt, II, 140)
* Şeriat, ubfıdiyyete sarılmakla alakah bir emir, hakikat ise rubfıbiyyeti müşa hede etmektir. Hakikat tarafından teyid edilmeyen hiçbir şeriat makbUI değildir. Şeriatle mukayyed olmayan hiçbir hakikat de hasıl olmaınışhr. Şu halde şeriat halka mükellefiyeller getirmiştir. Hakikat ise Hakk'ın kainattaki tasarruflarına dair haberlerdir. Şeriat Allah'a kulluk etmek, hakikat O'nu müşahede etmektir. Şeriat, emri ye rine getirmek; hakikat ise, O'nun kazasını, kaderini, gizlediği ve açıkladığı şeyi müşahede etmektir. Üstad Ebu Ali Dekkak'ın şöyle dediğini işittim:
"Fatiha suresindeki 'Ancak sana
ibadet ederiz,... ' ifadesi şeriati korumak; '...ancak senden yardım dileriz' ifadesi hakikati ik rar içindir." Bil ki, Allah'ın emri ile vacib olması bakımından her şeriat aynı za manda bir hakikattir. Aynı şekilde her hakikat de Allah hakkındaki m arifetierin O'nun emriyle vacib olması sebebiyle bir şeriattir. (Kuşeyrl,
46)
şeri'at-hakikat
965
• Şeriat, emirlerin hükümleri gibi nesh ve tebdilin mümkün olduğu bir alandır. Şeriat kulun fiilidir. Hakikat ise Allah'ın hıfzı ve kulunu korumasıdır. Hakikat ol madan şeriatı, şerlah korumadan da hakikati ikame etmek imkansızdır. Mesela her bir şahıs rUhla diri olur. RUh o şahıstan ayrılınca leşe dönüşür. RUh bir rüzgar gibi kalır. Her ıkisinin değeri bir araya gelmeleriyle ortaya çıkar. (Hücvirl, 465)
• Sfifiler hakikatle, kulun Allah'a ulaşabileceği bir mahalde ikamet etmesini ve onun sırrının tenzTh makamında sona ermesini kasd ederler. (Hücviri, 466)
• Şerlatin kabili etmediği her hakikat zındıklıkbr. (Feth, 286) • Şeriat, Resiliullah'ın $, Allah'ın emri olarak getirdiği zahiri yoldur. Allah'a kurb {yakınlık} yolıma girilen yollardır. (FütUJıat, ll, 551) • Hakikat, -bilirunese bile- içinde hilafın, misiilierin ve tekabüllerin bulunduğu şeyle üzerinde vücildıın bulunmasıdu. Aksi takdirde bilinirse, şeriabn aynı haklkabn aynı; şeriat da Hakk olur. Her hakkın bir hakikati vardır. Şeriabn hakkı da ayn ve hakikatinin mertebe olarak şuhild (şehadet} aleminde vücild bulmasıdu. Babnda da artmaksızın zahirde olduğu gibi olur. O kadar ki, perde açıldığında du nun bakana karışık gelmesin. (Fütuhat, II, 552-553) "" Haki�t, vasıflarını kendinden çıkarman ve anun senle, senden ve sende tek fail olduğunu kabili etmendir. "Yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın." [Hud, 11/56] (Istıltih, 533) •
Şer' {şeriat, yol}
iki türlü yol vardır resüller yolu hakimler yolu tamamı anlayanlar için geçerlidir onlann (Divan, 158) • Şir'at, bir nehre göre şeriat konumundadır. Minhac ise yürünen yoldur. Gaye dillin hakikatidir. O da sadece Allah'a ibadet etmek, O'na şirk koşmamaktır. Bu ise İslam dillinin haklkatidir. İslam, kulun başkasına değil, alemierin Rabb'i Allah'a teslim olmasıdır. Başkasına teslim olan kimse müşriktir. (Furkiin, 67) • Hakikat, Allah'ı halkında tasarruf sahibi olarak görmektir. O, hidayete erdirir, sapbnr, aziz kılar, zelil kılar, muvaffak kılar, van yapar, azleder. Hayır, şerr, fayda, zarar, lınan, küfür, tasdik, başarı, hüsran, ziyade, noksan, taat, isyan, cehalet ve ir fan; O'nun kaza ve kaderiyle, hükmü ve dilemesiyledir. Dilediği şey olur; dileme diği olmaz. Alemdeki hiçbir şey bir an bile dilernesinden dışarı çıkamaz, O'nun rahmet ve tevfiki olmaksızın masıyyetinden kaçış yoktur, iradesi, yardunı ve sev gisi olmasızın O'na itaat etmeye kuvvet yoktur. İşte bu şekilde kaza ve kaderin da hil olduğu bu sıfatıann hakikat olduğunu anlarız. (Ctimi', 58)
• Şeriat teklif yükleyen şeydir. Hakikat ise tarü hasıl eden lmarifete ulaştıran}
şeri'at-haktkat
966
şeydir. Şeriat hakikatle te'yid edilmiştir. Hakikat şeriatle rnukayyeddir. Tüm yön lerden her şeriat hakikattir; her hakikat de şeriattır. Bir topluluğa göreyse arala rında fark vardır. Şeriat resuller vasıtasıyla gelir; hakikat vasıtasız elde edilir. Ba zen şeriatle emir, yasak gibi farzlara; sırrı keşfetmeyle de hakikate işaret edilir. Şe riat fiilierin var olması; hakikat hallerin rnüşahedesidir. Şeriat, fark'ın şartlarını yerine getirmek, hakikat ise cem'in hukukuyla oluştur. Şeriat, ilmin şartlarını yerine getirmek, hakikat ise hükrnün galebelerini ararnaktır. Şeriat, Allah'ın kullarına hitabı, onlarla konuşması, haklarında hüccet kairn olsun diye onlara emir ve yasaklarını ulaştırrnasıdır; hakikat ise O'nun halkında sevdik lerinden seçtiği kimselere mahsus ve kapısından uzaklaştırdığı kimselere gerekli tasarruf, irade ve rneşietidir { dilerne ve isternesidir}.
"Şeriat Allah'ın emir ve yasak/arı, hakıkat ise ona götüren şeylerde tasarrufudur" de nilmiştir. "Şeriat O'nun hitab ve kelamı; hakikat ise tasarruf ve hüküm/eridir" denilmiş tir. "Şeriat emir ve yasaktır; hakikat ise O'nun kazası, gizlediği ve açtığı şeydir'' denil miştir. "Şeriat O'na kulluk etmek, hakikat ise O'nu müşahede etmektir" denilmiştir. "Şe riat O'nun daveti; hakikat ise O 'nun sevgi ve mehabbetidir'' denilmiştir. "Şeriat Ki tab ve Sünnet; hakikat ise kahr ve m inneti müşa/ıede etmektir" denilmiştir. (Cami', 59) * Şeriat ubudiyyete sarılmakla ilgili bir ernirdir. Şer', lugatte beyan ve izhar et rnek demektir. "şere'alla/ıü keza {Alla/ı böyle teşri etti}" denir, yani "Alla/ı onıı gidilen bir yol kıldı." Şeriat, şer', din, millet, namus kelimelerinin hepsi aynı manaya gelir. Tarikat, çeşitli konakları aşarak ve makamlara yükselerek Allah için seyr ü süluk edenlere ait hususi bir yoldur. . . . . . Hakikat, bir şey sabit olduğunda onun hakkında kullanılır. Sondaki "ta" va sıftan isrne nakletmek içindir. Dilcilere göre bir şeyin hakikati onu o yapan şeydir. Örfte, tahakkuku itibariyle bir şeyi o yapan şey olarak kullanılır. Sözlükte hak, "in
karı m ümkün olmayan, sabit şey" demektir. Mana ehlinin ıstilahında ise hakikat vakı aya mutabık {uygun} bir hükümdür. Bütün bunları kapsarnaları itibariyle sözler, inançlar, dinler ve rnezhebler için de kullanılır. Zıddı biitıldır. Bir şeyin hakikatının manası, tamamen vakıaya mutabık olması demektir. (Cami', 258)
* Hakikat, rububiyyet sırlarını müşahede etmektir. Bunun bir yolu vardır. O da şeriatin azirnetleridir. Bu yola süluk eden kimse hakikate ulaşır. Hakikat, şeriatın azirnetlerinin sonudur. Bir şeyin sonu da kendine muhalif olamaz. Hakikat de şeri atın azirnetlerine muhalif değildir. (Nebhani, I, 154)
* Amel bedenin, kalbin ve fikrin hareketidir. Amel, şeria te muvafık olursa " taat", muhalif olursa "masıyyet" olarak isimlendirilir. Bundan dolayı şeriatın zahirleri, tarikatın batınları, hakikatİn ise sırları ıslah için gerekli olduğu husu sunda icma edilmiştir. (Ri/ıle, 132)
şerif
967
şerif ( Jı�_r. ) * Şerif kelimesi, ilk devirlerde Ehl-i Beyt'ten olan kimseler için kullanılırdı. Bu ister, Hz. Ali'nin evladından olan Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ya da Muhammed b . Hanefiyye'nin zürriyetinden Alevi, ister Hz. Cafer' e ya da Ukayll'ye nisbet edilsin farketmez. (Meşiirık, 1 74)
şerr ( � ) {bk. hayr ve şerr) şevahid-feva'id-'avaid ( ..UIJ" - JiiJ! - ..uııJ.;. ) * Şevtihid {şahidler ya da görü nen şeyler) halktır, avtiid beklenen karşılıklardır, feviiid {faydalar) ise arazlardır.
(Ta'arruf, 1 09) * Feviiid, mutlak gerekli sırrı idd\k etmektir. (Hücviri, 467)
şevahid-i esma' ( s.l..ı:-'�1 .uııJ.;. ) * Şevahid-i esmiı, Razık'a {rızık verene) "merzılk {rızık verilen}", Muhyi'ye {hayat verene) "hayy {hayat verilmiş}" ve Mürnit'e { öldürenel "meıJl;it {ölü}" denilmesi gibi, alemierin hiH, sıfat ve fiiller yoluyla farklı hale gelmeleridir. (Kaşani, 154; Cami', 87) şevahid-i hakk ( J�l .UIJ.;. ) * Şevahid-i Hakk, alemierin haklkatleridir. Çünkü onlar alemi Yaratan'a şehadet ederler. (Kaşani, 154; Cami', 87)
şevahid-i tevhid ( J-r _rll ..uııJ.;. ) * Şevahid-i tevhid, eşyanın taayyünleridir. Her bir şeyin o şeyi diğerlerinden farklı kılan husus! bir taayyünü vardır. Denilmiştir ki, "Her şeı;de, Allah'ın bir olduğuna delalet eden bir ayet vardır." (Kaşani, 154; Cami',
87) şevk ( JJ.;. ) {ehl-i şevk; eşvak; şevk evvel; şevk ila Iika'illah; şevk-i sani; tarabeti'n-nefs) * Şevk {özlem, özleme}, kulun sevdiğine kavuşmak için duyduğu aşırı istektir. Birine şevkin ne olduğu soruldu. O da şu cevabı verdi: "Şevk, sevgili anıldığında gön
lün heı;ecan duymasıdır." Bir başka zat şevki şöyle tanımlar: "Şevk, Allalı 'ın eviiyiisı nın kalbinde tutuşturduğu ateşidir. Evliyanın kalbindeki havtitzr, irade, iirız ve ihtiyaçlar o ateşle yanar." . . . . . . E/ıl-i şevk {şevk ehli} üç derecedir. Birincisi Allah'ın veli kullarına vaad etmiş olduğu sevab, keramet, lütuf ve hoşnutluğıına iştiyak duyanlar; ikincisi aşırı sev gilerinden dolayı kavuşma özlemiyle iştiyak duyanlar; üçüncüsü Efendi' sinin ya kınlığını müşahede etmek suretiyle O'nun daima yakın olduğunu, O'nun asla gaib olmayacağını bilen ve kalbi O'nun zikriyle beslenenler. Bunlara göre gaib olana iş tiyak duyulur. Halbuki O her zaman yakındır ve hiçbir zaman gaib olmayacaktır. Gerçek şevk ehli, şevk halini göremez. O şevk iddiasında bulunmadığı halde
968
şevk
şevk ehlidir. O, kendisinin şevk ehli olduğunu söylemez, onun delillerini gören şev k ehli kişiler, onun şevk ehli olduğunu söylerler. (Luma ', 94)
* Şevk, bir endişe ve sıkıntı halidir. Bu haldeki kimse, izzeti mütalaa eder ve gayb perdesi arkasındaki lütufların gizliliklerinin evsafını gözüyle görür. Bu ma kamda hüzün ve inkisar {gönül kırıklığı} vardır. Üns, huzurun, kudret latlfelerini keşfetmeye kurb {yaklaşma} halidir. Bu makamda neşelenme ve müjde vardır. Bir zat şöyle der: "Sana bir bedel arayan yaratığa şaşarım! Onun, masivayla nasıl ünsiyet ettiğine şaşarını!" Cüneyd şöyle der: "Sevginin kemalinin alanıetleri şunlardır: O'nu devamlı surette kalbde sevinçle zikretnıek, O 'na neşe ve şevk duymak, O'nunla ünsiyet peı;da etmek, O 'nu, nefsini sevmeye tercih etmek, yaptığı her şeı;e rıza göstermek. Allah 'la ünsiyet kazanmış olmanın alanıeti; halvetten zevk duymak, yaZvarıştan tad almak, dünyayı ve dünyadakileri düşünenıeı;ecek derecede kendini ünsiyete vermektir. Bu durum, halkla ünsiyete hamiedil meyecek ve makul olan sınırlar üzerinde tertib edilecektir. Mehabbet, yaratılmışları sev nıeye hanıledilmeyecektir. Öyle olursa, düşünceleri içine alır, çünkü şevk de bir düşünce halidir. Şevk, Sevgili'de huzur arama, O 'na ısınnıa, O'ndan tad alma, O'nda rahatlık his setme ve O 'nda hayat bulnıadır." (Küt, IT, 64)
•• Aşk-ı hakiki, herhangi bir zatın şu an yanında bulunduğunu tasavvur etmek ten hoşlanmaktır. Şevk ise, bu sevinmeyi tamamlamak için harekete geçmektir. Su ret bir açıdan hayalde temsil edildiği gibi temsil edilebilir; bir başka açıdan da tem sil edilemez. Bunun gibi, hissi bir işle alakah olarak hissi temsilin tamamı gerçekle şinceye kadar histe temsil edilemediğinde ittifak edilmiştir {Yani bir şey duyularla algılanmadıkça, zihinde tasavvur edilmesi mümkün değildir, bir şeyin duyularla algılanabilınesi için, bir defa da olsa, duyularla algılanmış olınası şarttır}. Her müştak {arzulayan}, bir şeye nail olur ve onu elden kaçırır. Aşkın ise başka bir manası vardır: Öncelikle aşık kendi zatına, ma'şuk da kendi-zatına aittir. Ondan başkasına aşık olunur veya olunmaz. Fakat bu O'ndan başkasına aşık olunmayacağı manasında değildir. Bilakis O, zatından dolayı zatına aşık olunandır. Eşyanın pek çoğu böyledir, başka bir şey değildir. (İşarat, IV, 41)
* Ebu Ali Dekkak'ın, şevkle iştiyakı birbirinden ayırarak şöyle dediğini duy dum: "Şevk, kavuşma ve görmeyle sükunet bulur, iştiyak ise kavuşnıayla sona ermez." . . . . . . İbn Ata'ya şevkin ne olduğu soruldu, o d a şunları söyledi: "İçierin yanması, kalbierin tutuşması, ciğerlerin parçalannıasıdır. " Daha sonra, şevkin mi yoksa mehabbetin mi üstün olduğunu sordular. Buna da şu cevabı verdi: "Mehabbet daha
üstündür. Çünkü şevk mehabbetten doğar." Bir sufı de şöyle demiştir: "Şevk, ayrılık sebebiyle gönülden çıkan bir alevdir. Vuslat {kavuşma} vakz olunca söner, gönüllere Sevgili'yi nıüşahede etme hfili galib olursa, işte o zaman şevk ona yol bulamaz." (Kuşeyri, 161)
şevk
969
* Seri'nin şöyle dediğini duydum: "Eğer firif, tahakkuk ettirebilirse, onun en üstün
makamı şevktir. Şevk makamını tahakkuk ettirdiği zaman, kendisini meşgul edecek her şeıje şevk duymaktan kurtularak, kendisini, özlemiş olduğu Sevgili'ye şevk duyar." Ebu Osman H!ri, "Allah'ın tesbit ettiği ecel mutlaka gelecektir" [Ankebı1t, 29/5] ayeti hakkında şöyle der: "Bu ayet, iştiyfik sahibieri için bir taziyedir. Manası da şudur:
'Bana olan iştiyiikınızın size galib olduğunu biliyorum. Ben sizin kavuşmanızı bir müddet erteledim. Ancak sizler, iştiyiik duyduğunuz şeıje yakında kavuşacaksınız."' (Kuşeyri, 162) •• Allah Teala buyurmuştur ki: "Kim Allah'a kavuşmayı ümid ederse, {bilsin ki} Al lah'ın {tiiyzn ettiği} ecel muhakkak gelecektir." [Ankebut, 29/5] Şevk, kalbin gaibe {şu an yanında mevcud olmayana) yönelmesidir. {Sı1f'ılerden oluşan} bu topluluğun yo lunda ancak müşahede yoluyla kaim olmuştur. Kur'an-ı Kerim'de bu ilietin ismi zikr edilmez. Şevkin üç derecesi vardır: İlk derecesi, abidin cennete olan şevkidir. Bu şevk, korkanın emin olması, hüzün duyan kişinin sevinmesi ve emeli olan kişinin eme line ulaşması içindir. Şevkin ikinci derecesi, Allah Teaiii'ya duyulan şevktir. Bu şevk, tohumu ili sanların son noktalarında büyüyen bir sevgidir. Bu sevginin büyümesiyle kalb O'nun mukaddes sıfatıarına bağlanır, cömertliğinin latifelerini, ilisanın alametle rini, faziının haberini gözüyle görmeyi özler hale gelir. Bu şevk, kendisini ilisan vadisinde kaplar, seyrinde ona yoldaşlık eder, tahammü l gücünü kuvvetlendirir. Şevkin üçüncü derecesi ise, mehabbetteki saflığın tutuşturduğu bir ateştir. Bu ateş tutuşunca, hayatı aksatacak hale gelir, teselli bulmayı ortadan kaldırır. Vuslata ermedikçe bu şevki bir karara varduacak hiçbir şey yoktur. (Meniizil, 33)
* Şevk-i evvel {ilk şevk), ahirette rü'yet, vuslat ve müşahededen sonra sona erer. Dünyada sona ermesi tasavvur bile olunamaz. İbrahim b. Edhem müştaklardandı {şevk ehlindendi} ve şöyle derdi: "Bir gün kendi kendime 'Allah'ım, eğer seni sevenler
den birine, sana ulaşmazdan önce, kalbi huzura erdirecek bir şeıJ vereceksen, onu bana da ver. Çünkü kalbim dayanmıyor' dedim. O gece rüyamda ne göreıJim! Beni huzurunda dur durmuş 'Ey İbriihzm, bana ulaşmadan önce kalbinin sükunete ereceği bir şeyi sana vermemi istemeıJe u tanmıyor musun ? Özleıjen, Sevgili'sine kavuşmadan sükunet bulabilir mi?' Bu nun üzerine dedim ki: 'Allah 'ım, senin sevginle sarhoşum, ne dediğimin farkında değilim, beni bağışla ve bana ne diyeceğimi öğret!' Bana şunu söyledi: 'Allah'ım, beni kaderine riizı olan, belana sabreden, devamlı olarak senin nimetlerine şükreden kullardan kıl!"' İşte bu şevk, ancak ahirette diner.
Şevk-i siinf {ikinci şevk} şuna benzer: Ne dünyada sonu vardır, ne de ahirette. Çünkü onun sonu, ahirette Allah'ın celalinin, sıfatlarının, hikmetinin ve fiilierinin kula açılmasından sonra gelir. Bunlar Allah Teala tarafından bilinir, bilinmemesi
şevk
970
muh�Hdır. Çünkü bunun sonu yoktur. Kul, cem�Hin ve cehUin baki olduğunu ve kendisine hiçbir şeyin açıklanmadığını bilir ve asla şevki dinmez. Bilhassa kendi derecesi üzerinde dereceler gören kimselerin şevki {hiç dinmez} . Ancak bu kimse ler, vuslatın {kavuşmanınl aslına ulaşmak için vuslatlarını tamamlamaya iştiyak duyarlar. (İhyd', V, 38-39)
* {Hallerdenl şevk, sevileni andığı zaman kalbin kendinden geçmesi, coşması dır. (A dıibı, 21) '' (Nefs) rı.ihi olarak öyle neşelendi ki, {bu neşeninl ilk hali ihvanın "bast" ile
"tecrid" dedikleri ilahi parlak variddir. (Heyakil, 95) " Antaki'ye şevkin ne olduğu soruldu. O da şu cevabı verdi: "Sadece gaibe şevk duyulur. O'nu bulduğunıdan beri, hiç O 'ndan gaib olmadım. Şevki inkar edecek hiçbir sebeb görenıiyorunı. Çünkü, bahşiş ve ihsanların mertebeleri, kurbun {yakınlığın} nasiblerindendir, bunların da sonu yoktur. Böyle olunca, seven kimse şevki nasıl inkô.r ede bilir? O gaib değildir, bulduğıma nisbet/e şevk duyan da değildir. Sadece, kurbun nasiblerinden elde edemediklerinin iştiyakı içindedir. Durum böyledir de neden hala şevk lıô.line karşı çıkılır?
Bunun diğer bir yönü de şöyledir: İnsanın bazı gerekli işleri vardır. Bunlar, insanın beşeriyyeti {insanlığı} ve tabfatı gereği ve halin hükmünün gerektirdiği bilginin sınırlarına vakıf olanıanıası sebebiyle, halin hükmü tarafından varid olur. Bu işlerin mevcfidiyeti, bizde şevk ateşini tutuşturur. Şevkten kasdımız, içten gelen ve kurb makam ının en yüce nasfblerinin taleb edilmesidir. Bu taleb sevenlerde mevcılddur, öyleljSe şevkin inkan müm kün değildir. " ( 'Avfirif, 299) •• Şevkler onu kuşattı okçular göz/ediler geçerek sipere onu korı11nak için Şair diyor ki: Şevkler {özlemleri bu aşığı çepeçevre kuşattığı, o da bu' d ve kurb hali ile hallendiği ve bazı hallerinde misal alemindeki güzel suretler tecelll ettiği için şevk olarak nitelenmiştir. (Tercüman, 26)
* Şevk Necid'e vardı sabırsa Tihame'ye Bense kaldım Necid'le Tihô.nıe arasında Bu şiirde, aşağı ile yukarının bir araya gelemeyeceği gibi, şevk ile sabrın da bir araya gelemeyeceğine işaret edilmiştir. Ben bu ikisi arasında sıkıntılar berzahında yım. Bazen sabır noktasında bulunuyorum ve sabretmem gerekiyor. Çünkü vus lata yol yok.
Şevk ise terkibi terk etmeınİ istiyor. Terk!b, şu görünmekte olan tabii bedendir. Bu beden, ulv1 alemden gelen latlfeyi almaya man! oluyor. Çünkü, takdir edilen zamana {kıyamete} kadar öyle tedb!r edilmiştir. (Tercüman, 28)
şevk
971
* Şevk, vuslat (kavuşma) ile diner. O, kalbin gaibe doğru esmesidir, ulaşınca diner. İştiyak, sevenin sevdiğini bulduğu anda ulaştığı neşeyi bulmak için harekete geçmesidir. O esnada vecdinin tam netleesine ulaşamaz. Ulaşırsa iştiyakı söner, çünkü sevdiğine doyamamıştır. His, sevgiliye olan tutkusunu nefste eda edemez. Seven kimse, deniz suyu içen kimse gibidir. Her içtiğinde harareti artar. (Fiitu!ıat,
II, 358) * Şevk, ancak bir yönüyle idrak edilebilen, diğer yönüyle de idrak edilemeyen bir şey için tasavvur edilebilir. Hiç tasavvur edilemeyen şey, hiçbir zaman özlen mez. Tam manasıyla idrak etmek ise görmekle olur, bu da ancak ahirettedir. (Kudame, 371)
* Şevk, nefsin, Sevgili'sinin huzurunda neşesini tamamlamak için harekete geçmesidir. Bu durum, sevginin gereği ve ta kendisidir. Çünkü nefs, sevdiğine mutlaka iştiyak duyar. Şevk, ancak bir tarafı bilinen, diğer tarafı bilinmeyen şeyler için mümkün olabilir. Bu zevk idrilk edilince, seveni harekete geçirir ve idrak ede mediği şeyi de isterneyi başlar. Şevk, dünyada ve ahirette Allah'la tamamlanma dıkça yok olmaz. (Ravza, 639)
* Şevk ila likaiZlah (Allah'a kavuşma özlemi}, ölümü istemekle olur. Bu durum (benzeri durumlari dünyada genellikle zarar getirecek bir sıkıntı korkusu anında ya da dinden saptırılına fitnesi anında olur. Bunlar olmadığı zaman, Allah'a � ka vuşma şevki olur. (Receb, 309)
* Şevk, kalbde tutuşan bir ateştir ve kalbin halleri kalbe yönelir. (Cami', 54)
•• Şevk üç kısırndır: Avamın şevki dünyayla, havassın şevki ahiretle, ehass-ı ha vassın şevki ise Mevla'yla alakahdır. Dünyayı özleyeni cehennem özler. Ahireti özleyeni cennet özler. Mevla'yı özleyeni ise Mevla özler. (Cami', 62)
•• Şevkin lugat manası, kalbin Sevgili'ye kavuşmaya ihtiyaç duymasıdır. Hakı kat ehline göre de böyledir. Hatta bazıları şevki "iç dünyanın yanıp tııtuşnıası, kalbin ateş alması ve ciğerlerin parçalanması" diye tarif ederler. Denilmiştir ki: "Şevkin alanıeti; bedeni arzuları terk etmektir." Yine denilmiştir ki: "Rahat ve hıızılr içerisinde bile ölümü arzulaınaktır." (Cami', 271)
* Şevk için bazıları şu tarifi yapar: "Şevk gönlün yanıp tutuşnıası, kalbin ateş alnıası ve ciğerlerin parçalanmasıdır." Bir başkası ise şevki; "Kalblerin vecd ile huzura ermesi ve kurba vııslattan {yakınlığa ulaşmaktan bile} zevk duyması" diye tarif eder. (Nebhani, I, 237) * Şevk; "iç dünyanın yanıp tııtuşması, kalbin a teş alması ve ciğerlerin parçalanması
dır." . Ebu Abdullah b. Hafif şöyle demiştir: "Şevk; kalbierin vııslatla huzur bulması,
kurb ile de vuslat istemesidir."
şey'
972
Ebu'I-Abbas Ahmed b. Ebi'l-Hayr Sayyad ise şunu söyler: "Şevk; mehabbet ağa cının bir dalıdır, kendi başına kaim değildir. Sevgi ateşinin hamretinin çokluğundan gönül galeyô.na gelir. İşte o anda kul heyecana kapılır. İşte bunun adı şevktir." O şöyle de de mıştİr: "Veli, yeryüzünde, kokuları müridierin gönüllerine doğru esen bir reyluin çiçeği gi bidir. Müridler, bu kokular sayesinde Allah'ı öz/erler." Bir sfıfi şunu ilave eder: "Şevk, ayrılık sebebiyle gönülden çıkan bir alevdir. Vuslat {kavuşma} tahakkuk edince söner; gönüllere Sevgili'yi müşô.hede etme hô.li galib olursa, işte o zaman şevk ona yol bulamaz." Bazıları şevk ile iştiyakı birbirinden ayırır ve şöyle der: "Şevk; vuslata erme ve görmeyle sükunet bulur, iştiyiik ise, vuslatla son bulmaz. " (Nebharu, I, 365)
şey' ( �'..1� ) * Şey cem'i {toplanmayı}, enmilzec izzeti, raklm ise zilleti gerektirir. Bunlardan her biri kendi aleminde müstakil olup, kendi feleğinde yüzer. Raklmin sıfahndan bir şeyi enmfizece giydirirsen, üstünden enmuzec kanfinu kalkar. Enmfizecin sıfatlarından birini rakime giydirirsen, giydirdiğin sıfatın kendisine uygun olmayan şeyin zuhfu etmesinden dolayı rakimi onda göremezsin. Zah, ne zaman bu ikisinden birine nisbet eder, ötekine nisbet etmezsen ikinci bir zata muhtaç olmuş olur, böylece şirke düşersin. Enmfizece ait olan bir şeyde zat, rakim kuvvetiyle tasarruf ederse buna "zô.t-ı urilc" dersin. Zat, rakimden bir şeyde enmuzec kudretiyle tasarruf ederse buna "zat-ı tenezzül" dersin. Rakimin kuvvetiyle bir kısım için zat tasarruf ederse "raklm" dersin. Zat, enmuzec için enmfizec kudretiyle tasarruf ederse buna da "enmilzec" dersin. Zat, sırf Zat üzerine olursa orada ne isim, ne de resim vardır. Bu ifadeler deki "raklm" ile kulu; "enmilzec" ile Kutbü 'l-'aciiib felekü 'l-gariiib adlı kitabımızı; "ziit" ile de ezel ve ebeddeki şeylerin bilgisi hakkındaki İnsan-ı Kılmil adlı kitabı mızı kasd ediyoruz. (İnsan, I, l l )
şey'an ( 01!,:� ) * Şetj'iin {iki şey}, birinin diğeri sayesinde var olabildiği şeydir. (Hücviri, 468)
şey' et-i hakk-şey'et-i halk ( Jl:ıô- :i.!,:� - J� a�=� ) * Şey'et-i Hakk ve şetj 'et-i Halk: Muhtaç olma bakımından yaratıkların benzeri yoktur. Çünkü sadece Hakk var, gerisi yoktur. Hakk muhtaç olarak vasfedilemez. O, halk {yarahlmışlar} gibi değildir. Muhtaç olma bakımından halka benzemediği gibi, zenginlik bakımından da Hakk gibisi yoktur. Bundan dolayıdır ki, sadece Hakk vardır, başkası yoktur. Halk zenginlikle vasfedilemez, Hakk gibi olamaz. Hakk'ın benzeri hiçbir şeyde olamaz. Daha önce söylediğimiz gibi, {hakikatte} cevher olarak kesrette tek Zat olan halk ve Hakk'tan başka hiçbir şey yoktur. Hakk, cevher Itibariyle birçok isim ve nisbetleri olan tek Zat'tır. (Fütilhô.t, III, 518)
şeyh
973
şeyh ( � ) {şeyh-i metbu'; şeyh-i mürşid; veled} * Mürldlerin ve irşil.d edilmek isteyenlerin nefsini tedavi eden şeyh-i metbii {kendisine uyulacak olan şeyh}, müridlere, onların ahlakını tanımadan riyazet ve husus! mükellefiyetler yüklememelidir. Şeyh, müride hakim olan kötü ahlakını ta nır, müridinin değerinin ne kadar olduğıınu, halini ve yaşını bilir ve ne miktarda tedaviyi kaldırabileceğini anlarsa, ona yolunu tay'in eder. Bu sebeblerden dolayı şeyh, bazı müridierine pazara dilencilik yapmaya çıkmasını işaret eder. Bu şöyle olur. Eğer şeyh mür'idde bir nevi riyaset {başkanlık} ve büyüklenme duygusu bulunduğıınu görürse, kibrinin kırılması için, onu ahlakının tersine münasib gör düğü bir zillet haliyle tedavi eder. Şeyh mür'idde temizlikte münasebetsizliğe va ran ve itidal {denge} sınırını aşan bir hal görürse, ona tuvalet hizmetleriyle alaka dar olmasını ve taharet suyunu hazırlamasını emreder. Şeyh, midesine ve cinsi ar zulara düşkün olan, şehveti güçlü genç müridine oruç tutmasını ve bunu, yasak sınırına varmayacak derecede peşpeşe yapmasını işaret eder. Bu şekilde, şeyh mürldlerine bu tür ahlaki temizlenme yollarını gösterir.
(Miziin, 61)
* ŞeıJhin müridi terbiye etmesi hususunda yapması gereken, onu nefsi için de ,
ğil, Allah için kablll etmektir. Bu sebeble müride "D'in nasihatti1-" hükmüyle dav ranmalı, ona şefkat nazarıyla bakmalı ve riyazete katıanma konusunda acizlik içerisinde bulunduğırnda ona yumuşak muamelede bulunm alıdır. Müridi bir an nenin çocuğıınu terbiye ettiği gibi terbiye etmeli, bilge ve akıllı bir babanın çocu ğıına ve hizmetçisine yaklaştığı gibi yaklaşmalıdır. Bunun için de müridine önce daha kolay gelenle başlamalı, katlanamayacağı şeyi ona yüklememeli, azar azar ağırlaştırmalıdır. Şeyh müride önce bütün işlerinde tabiatma uymayı ve dillin ruh satlarıyla amel etmeyi bırakmasını emretmelidir ki, bununla tabiatının bağından ve sultasından çıkabilsin, dillin bağına bağlanabilsin. Bundan sonra şeyh müridi ya vaş yavaş ruhsattan azimete yönlendirmeli ve ruhsat hasJetinin birini kaldırıp ye rine azırnet ruhsatını koymalıdır. Eğer şeyh, tarikat yolunun başlangıcında müridde müciihede ve azlınet nokta sında sadık olduğunu anlar, Allah'ın nfuuyla bunu keşfeder veya Allah'ın geç mişte mü'min veli kulları ve sevdiği emin ve iilim kimselere adetinin cereyan ettiği gibi bir ilirole bunu sezerse, ona hiçbir şekilde müsamaha etmez. Aksine kuvvetli iradesiyle, kusur etmeyeceğini bildiği en ağır riyazetleri ona emreder. Çünkü şeyh, müridin bunun için yaratılmış olduğıınu ve buna layık olduğunu bilir. Bu müridin yapacağı bir şey olduğıında, kolay olanı emretmekle ona hainlik etmemelidir. Her ne şekilde olursa olsun şeyhin, müddin gerek malından ve gerekse hizmetinden yararlanması yakışık almaz. Şeyh,
müridi terbiye
etmesi
karşılığında
Allah Teaiii'dan
bir
karşılık
beklememelidir. Bilakis müridi Allah Teala'nın emrine uymak ve emrini yerine getirmek için ve onun bir hediyesi olarak terbiye etmelidir. Çünkü şeyhin tercihi
974
şeyh
ve arzusu olmadan sadece Allah'ın irşadı, hidayeti ve yönlendirmesi sonucu ken disine gelen mürld, Allah'ın kendisine bir hediyesidir. Öyleyse şeyhe düşen o mü ridi kabul etmek, güzelce terbiye ederek ona ihsanda bulunmaktır. (Gunye, II, 167)
* Pir ile ister reftikat bu sefer Çokdur anda iifet ii havf u h atar Nice kerre bir yolda gitsen eger Zahmetin vardır yine bi-riih-ber Nice yol var gitmedin andan yana Imdi siilik olma bl-rehber ana Ger o yolda rehber itmezsen kabul Bil seni ser-geşte eyler nıekr-i giil Giil idiip yoldan cüdii eyler gezend Senden iikallar bu yolda miist-emend Anları Kur'iin ki tebyin eı;ledi Gör ki lblls anlar içün neyiedi Diir idiip şehriilıdan yüzbin kadem Anları itdi giriftiir-ı nedem (Mesnevıı, I, 1 1 6) * Ey hakikat yolcusu, kendine bir pir seç; çünkü bu yolculukta pirsiz olursan, pek büyük afetler, korkular, tehlikeler vardrr. Çok defa geçtiğin bu yolda bile kılavuzsuz gidersen şaşırır kalrrsın. Ya hiç görmediğin bir yolda ne olursun? Aklını başına al da, kılavuzsuz olarak yola düşme. Ey ahmak, eğer başında mürşidin gölgesi olmazsa, gulyabanl sesleri seni şaşırtır, yolunu saptırrr. (Not: Gulyabanlden maksad, insan şeklinde karşımıza çıkan şeytandır. Bunlara "şeytan-ı ins {insan şeytan/an}" adı verilmiştir. Şefik Can) Gulyabani sesleri, seni yoldan çıkaru ve tehlikeye düşürür. Bu yola düşmüş, senden daha akıllı kişiler vardrr ki, hepsi pirsiz sapıttılar. Yalnız, yanlış gidenlerin nasıl yollarını şaşırdıklarını Kur'an'dan dinle; kötü rı1hlu şeytanın, onları ne hale getirdiklerini anla. Şeytan onları doğruluk yolundan, insanlık yolundan yüzbinlerce yıl uzaklara düşürdü, felaketiere uğrattı, çuılçıplak bıraktı . (Mesnevfı, I, 1 87) * Şeı;hdir b'i-vizr olanlar ey cüviin Avn-i Hakk'da kefde nıiinend-i kemiin
Şeı;h kimdir yani pir-i nıü-sefid Milni-i müyu bilüp ol nıüstefid
şeyh
975
Oldu ol mfıy-ı siyelı anda vücud Kalmasın yek mu vücudu e/ıl-i ald Çünki varlık kalmaya ol pirdir Ger iye/ı m ıl ger dü müy-ı sirdir Oldu ol muy-ı siyeh vasf-ı beşer Sanma müy-ı riş ola ya mı/y-ı ser (Mesneviı, III, 68) * Gör didi mehd içre fsii kim ayan
Şeı;h ü pirinı olmadını gerçi ciiviin Bazı evsiif-ı beşerden geçse ger Kehl olur şeyh olmaz ey siihib-hüner Vasfınıızdır çünki bir m üy-ı siyah A na dinnıez şeı;h-i makbül-ı İlii/ı Mü-sefid olsa eger siihib-vücud Ol ne pir oldu ne hod lıiis-ı Vedfıd Kıl kadar baki ise vasfı eger Oldu iifiikl degil arşi nazar (Mesneviı, III, 69) '' Ey genç! Günah yükü olmayan kişi şeyhtir. Yay gibi, Hakk onu eline almıştır! Ondan gelen her şeyi kabUl etmiştir.
Şeı;h kimdir? Şeyh; "pir", "ihtiyar", yani "saçı sakalı ağarmış kişi" demektir. Fakat ey yanlış düşüncelere kapılan; bu beyaz kılın manasını bil! (Not: Üç çeşit şeyh var dır: ı . Bilgi bakırnından şeyh olanlar; İslam alimleridir. 2. İbactet ve kulluk yönün den şeyh olanlar; tekkelerin şeyhleri, mutasavvıf ihtiyarlardır. 3. Mevki bakırnın dan şeyh olanlar; Arablar arasındaki kabllenin başında bulunan şeyhtir. Bir evvelki beyitte geçen mecaz! olarak "yay gibi Hakk'ın eline aldığı şeyh"; bir kudsi hadise göre; çok nafile namaz kılarak Hakk'a yakın olan şeyhler "Hakk aleti olurlar. " Onlar, atmaz, Hakk atar. Halbuki "farzlarla yetinerek" Hakk'a yakın olanlar "Hakk'ın eli" olurlar. Şefik Can) {Mesnevz müterciminin "Ben bu kulımıun tutan eli, yürüyen ayağı olurum" [Buhari, Tevhid, 15; Müslim, Tevbe, 1 ] hadisine işaret ettiği anlaşılmakta dır.) Siyah saç, onun benliğinin sembolüdür. Saçların ağarması, şeyhin benliğinden, varlığından kurtulmasını gösterir. Saçı sakalı bembeyaz olunca, onun varlığından, benliğinden bir kıl bile kalmamıştır, demektir. Bu yüzdendir ki, herhangi bir kişinin varlığı, benliği kalmayınca, o, pir olmuş, şeyh olmuş demektir. Onun ister saçı siyah olsun, ister kır, önemi yoktur.
şeyh
976
O siyah saç, insanın vasfıdır, insanın sıfahdır. Nefsani arzulara bağlılığı göste rir. Söylediğimiz kıl, sakal bıyık kılları; söylediğimiz saç, baştaki saç değildir. Hz. Isa beşikte iken daha genç yaşına gelmeden: "Biz Şeljhiz, biz pfriz" diye ba ğırdı. {Burada "Dedi ki: 'Ben Allah 'ın kuluyum. O bana kitab verdi, beni pe1;gamber
yaptı. Beni bulunduğum her yerde insanlara m übarek kıldı. Sağ olduğum sürece bana na maz /almayı ve zekat verme1;i, annerne iyilik yapmamı emretti. Beni başkaldıran bir zorba yapmadı. Doğduğum, öleceğim ve diriltileceğinı günde bana selam ! "' [Meryem, 19/27-33] ayetlerine işaret vardır. ı Oğul! Eğer bir kişi bazı beşeri vasıflarından, nefsani duygularından kurtulur da bazıları kalırsa, o kamil bir şeyh olmaz; sadece seneleri saymış, yaşlı bir insan olur. Bizim bedene ait vasıflarımızdan, beşeri duygularımızdan, siyah bir kıl (yani bizim nefsani isteklerimizden biri dahi) kalmamış ise, işte o kişi Allah'ın makbulü bir şeyhtir. Fakat; bir kimse sadece yaşlansa, ihtiyarlasa, saçı sakalı ağarsa, bembeyaz olsa, o ne şeyhtir, ne de Allah'ın has ve makbill bir kuludur. (Mesneviı, III, 159)
* Bir kimsede beşeriyyet sıfatlarından bir tek kıl bile kalsa, o kişi arşa, göklere mensub değildir. Yani, Allah'ın has kullarından değildir; rastgele bir insandır. (Mesnevfı, III, 1 60) * Şe1;h ile görse seni nefsin müdilm
Ol sana naçar olur elbette ranı Akl olur galib denı-i sayd ıı şikar Kelb nefse ger ola Şeljh ile yar Mekr ü fende oldu nefsin ejdeha Riiy-ı şeı;h amma zünıürrüd-tab ana
Mazhan çünkim veliyyııllah olur Yüz zira olsa dili kutalı olur Yüz dil amma her dilinde yüz lugat Dastan ıı zerki pejmurde-sıfat Nefs elinde subha vii Mushaf ayan Hançer ü seyf astfninde nihan İtnıe anda vaz 'ı salUsa nazar Hem-ser ii hem-sımn itme el-lıazer
şeyh
977
canıb -i havza vüzu içün çeker Kasdı itmekdir sana ka'n n maktır Akl himmet-pişe nunini iken Giilib olmak nefs-i zulmnnl neden Bdis o/dur htinede aklın garfb Dergehinde kelb ise şir-i mehib (Mesnevi:ı, III, 97) * Nefs, şeyhe uyduğunu, şeyhle beraber adım attığını görünce, ister istemez se nin buyruğun altına girer. Şeyh senin dostun olunca, akıl o vakit köpek nefsini yener. (Mesnevlı, III, 201 )
* Nefs, yüzlerce gücü, kuvveti ile, yüzlerce hüneri ile, marifeti ile bir ejderha dır. Şeyhin yüzü, ona karşı göz çıkaran zümrüddür. (Not: Zümrüd taşının, yılan gözünü kamaştırıp görmez hale getirdiği söylenir. Şefik Can) Nefs, Allah velisinin huzurunda bulunursa, onun yüz arşın uzunluğundakı dili kısalır, yani kötülüğe cüreti kalmaz. Nefsin yüz dili vardır, her birinde yüz çeşit lugatı vardır. Onun hllesi, masalı anlatılmaz ki . . . (Not: Nefsin çeşitli dil bilmesi ve birçok lugat sahibi oluşu; çeşitli renklerde, çeşitli diller konuşan dünya milletlerinin her birisinin dilini anlamasını ifade etmektedir. Şefik Can) Nefsin sağ elinde tesbill ve Kur'an vardır. Ama yeninde ise hançer ve kılıç sak lıdır. (Not: Bir taraftan kendisini sı1fi, imanlı gösteren nefs, fırsat bulunca türlü gü nahlar, cinayetler işler. Şefik Can) Onun mushafına, onun gösterişine bakma, kendini onunla sırdaş ve dost yapma. Nefs, seni abdest almak için havuza götürür, sonra seni iter, havuzun dibine atar. Akıl; nı1rlu ve iyilik isteyen Allah'ın bir armağanı iken, karanlıklar diyarındaki nefs ona nasıl galib gelir? Çünkü senin aklın bedende garibdir. Nefs ise kendi evindedir, köpekler de kendi kapılarında heybetli birer arslan kesilirler. (Not: Mevlana Di:van-ı Kebir inde bir gazelinde "Bu aşk ruh gibi, bıı balçıktan yaratılmış bedende gari:bdir" diye buyurdu. Aşk, akıl, rı1h, bütün bunlar, manevi ve ulvi varlıklar oldukları için, süill olan, top raktan yaratılmış bulunan bedende garib ve yabancı gibidirler. Nitekim (Mev lan�i'nın ilk mürşidi ve hocasıl Burhaneddin Tirmizi Hazretleri de . . "Ruh gurbette '
.
dir, beden ise kendi vatanındadır. Allah'ım, garlb, mahzun ve vatandan ayn düşmüş olan rılha acı, merhamet et" diye yalvarır. Şefik Can) (Mesnevlı, III, 202)
978
şeyh
* Şeyh; şeriat, tarikat, hakikat ilimlerinde derin bilgiye sahib olan, nefs hastalıklarını, afetlerini, bela ve sıkıntılarını bilen, bunların deva ve şifiHarından haberdar olan ve bu hastalıklara yakalananları tedavi edip şifaya kavuşturabilecek gücü olan insan-ı kamildir. (Kaşani, 154; Cami', 87) * Şeyh-i nıürşid: Müddin gazab ve şehvete meylettiğini gördüğünde, mürşidin onu orta yola döndürebilmek için umumi manada bu iki kötü vasfı mübalağalı bir şekilde kötülernesi güzel bir şeydir. Riyazetten muradın itidal olduğunun dellli, sehanın {cömertliğin) şer'an arzu edilir bir vasıf olmasıdır. Seha, cimrilik ve müs riflik arasında orta bir yerdedir. Allah bu hali övmüştür: "İnflik ettiklerinde isrlif da cimrilik de etmezler. Bu ikisinin arasında itidiili muhafaza ederler. " [Furkan, 25/67]
Bil ki itidal, bazen fıtratın kemaliyle hasıl olur. Bu Allah'ın bir armağanıdır. Nice çocuk vardır ki, doğru sözlü, cömert ve yumuşak huylu olarak yaratılır. Ba zen de iktisabla, riyazetle çalışarak elde edilir. Bu ise nefse istenilen ahlakı eelbe den arnelleri yüklemekle olur. Cömertlik ahlakını elde etmek isteyen, bu ahlak onun tabiatı olana kadar cömertlik fiillerini yüklenerek yapmaya çalışsın! (Kudfune, 157) •• Seyyidim Ali Mürsafi'yi şöyle derken işitmiştim: "Şeı;hin miirıde telkininin
hükmü, kuru bir yere dikilip de yağnıura doynıayz bekleı;en çekirdeğin hükmü gibidir. " {Yani) onun muradı, istimdadı, beslenmesi ve yapraklarının çıkması, suyu iyice emmesine bağlıdır. Dolayısıyla bereket, şeyhin çekirdeği dikmesine değil, suya kanma derecesine bağlıdır. Şeı;Jı gayret eder, Allah da nebatatı bitirir. Bazen bir şeyh, müridi için bir ağaç diker ve ölür. Ondan sonra meyve başka bir şeyhin elinde çıkar. Bu da ya müddin himmetinin zayıflığından ya da zikir manalarının kalbe ve lisana ardı ardına gel memesinden dolayıdır. Onlar şöyle demişlerdir: "Telkinden sonra zikrin ardı ardına gelmesi, diktikten sonra yağmurun çekirdek üzerine peşpeşe gelmesi gibidir. Çünkü bu, açılmayı ve neticeyi hızlandırır." Bilinmektedir ki, telkinden sonra mürid, sadece sabah akşam fak:irlerle zikir meclislerine gelmekle yetinmez. Nitekim zamanımızda müridierin çoğu böyledir {eldekiyle yetinmektedirler) . Bu zikrin meyvesi hüküm bakımından, çekirdeğe sa bah bir damla, akşam da bir damla su damlatan kimse gibidir. Oysa sabahla akşa mın aralarına güneş ve rüzgar girmektedir. Bu şekilde çekirdeğin toprağı suya kanmaz. Hatta bazen çekirdeğe bir damla bile ulaşmaz. O zaman açılma zamanı uzar. Bazen ölür de asla hiçbir şey açılmaz. Bazen bu mürid, şeyhi telkininden do layı kınar. Içinden de olsa şöyle der: "Bu telkine benim ne ihtiyacını var? Çiinkü bana hiçbir faydası olmamıştır. " Şeyhin vazifesinin ancak çekirdek dikmek olduğunu unutur. Bunun için mür:idin çokça zikretmesi ve razı olunacak arneller yapması ge rekir. (Envar, I, 40) * Sı1fi ıstilahında şeı;h, sırrın babasıdır. Onun için çocuğun {veledin), babasına is-
şeyh
979
yan edip karşı gelmemesi gerekir. İsyan hiçbir şekilde mümkün değildir, bu hü küm umfunidir (müridin bütün halleriyle alakalıdır} . Çocuğun {müridin} şeyh elindeki durumu, meyyitin gassal {ölü yıkayıcı} elindeki durumu gibidir. (Enviir,
I,
189) * Şe-ı;h; müridin bütün hal ve haraketlerinde yöneldiği Kabe'sidir. (Enviir, Il, 82) * Ehl-i tarikat; insanların, kendilerini iyiye götürecek, kötülüklerden vaz geçire cek bir şe-ı;h bulmalarının gerekli olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu şeyh, insanları, kalbiyle Allah Teala'nın huzfuuna çıkmaya man! olacak kötü sıfatıarın giderilmesi için uyaracak ve irşad edecektir ki, kıldığı namaz sahlh olsun. Namazın sıhhati için ne gerekiyorsa onun yapılması da vacibdir. Çünkü farzın yerine getirilebilmesi için gerekli işlerin yapılması da farzdrr. Hadiste belirtildiği gibi, hiç şübhe yoktur ki, dünya sevgisi, kibir, gurur, riya, kin, haset, kıskançlık, nifak gibi batını hastalıkların tedavi edilmesi şarttır. Bu has talıklara yakalanan kimseler, ceza görmekle de tehdid edilmişlerdir. Bilinmelidir ki, her kim bu hastalıkları tedavi edecek bir şeyh edinmezse, işte o kimse Allah Teala ve O'nun Resulü'ne asi olmuştur. Çünkü hiç kimse, şeyh olmadan hastalığı nın ilacını bulamaz. İlirolere dair bin tane kitab ezberlese bile böyledir. Tıpkı, tıb kitabiarını ezberleyip de, ilacın hastalığı nasıl yok edeceğini bilmeyen kişi gibi. Adını duyan herkes, kendisinin büyük bir tabib olduğunu söyler. Fakat onu görüp de bir hastalığın ilacını sorup çaresini arayansa, ne kadar cahil biri olduğunu anlar.
(Buğı;e, 14) * Mür1din, kendisini tesfrm edeceği şeyhte beş şartın bulunması gerekir: Zevk-i sarili (açık bir zevk}, ilm-i sahlh {sağlam ilim}, himmet-i aliye {yüce himmet}, halet i merziyye {razı olunacak haller} ve basiret-i nafize {derin bir basiret} . Ş u beş durum kimde bulunursa, onun da şeyh olması sahlh olmaz: Dm husu sunda cehalet, müslümanların haramlarını mübah sayma, lüzumsuz işlere müda hale etme, her işte heva ve hevesi peşinde olma ve her türlü ahlak dışı işle alakadar olma. (Cami', 15)
* Fakirler (dervişler}, Allah'ın � huzurunda {hakkı} aranacak, Rahman'ın arşı altında tavaf edecek olan sadıklardrr. Şe-ı;h onlardan sorumludur. Bir an bile olsa, Allah'ın zikrini terk etmelerinden dolayı sorumlu olurlar. (NefehCit, 101)
* Müridden kabiliyet, şe-ı;hten yardım. (Nefehiit, 130)
'' Fakir {derviş} için yalnızca şeyhi vardır. Onu gözünün önüne koyar, oradan bakar. Çünkü dünya ve ahiret hareketi onda toplanmıştır. Sadık {gerçekten bağlı} olan şaşılacak (halleri} görür. (Nefehiit, 131)
* Şe-ı;him kalbim, zaviyem başrmdrr. Her nereye gitsem bu ikisi benimledir.
(Nefehiit, 133)
980
şeytan
şeytan ( ıJIL:ı:� ) * Şeytanın yaratılış hikmetinin sırrı; isyanın, küfrün, gafletin ve nisyanın {Allah'ı unuhnanın} sebeblerinin ona nisbet edildiği bir mazhar olma sıdır. (Tenvfr, 23)
şiddet ( a::U. ) * Şiddet, ilaru ve kiyani {hem Allah'a, hem kullara ait} bir sıfattır. Hz. Musa Wl şöyle demiştir: "Gücümü O'nunla şiddetlendir!" Ebu Yezid, "Şübhesiz Rabb'inin yakalaması çok şiddetlidir'' [Bürfı.c, 85/12] ayetini okumuş, "Benim yakalayı şım daha şiddetlidir'' demiştir. Bunun sebebi, kulun gücünde kevniyyete {yaratıl mışlara} merhamet bulunm amasıdır. Allah'ın gücü ise böyle değildir. Çünkü ilahi rahmet Allah ile beraberdir ve Allah bunu bilir. Kulun gücünde de böyle bir şey vardır, ancak kul, bunu müşahede edemez. Kendine bu güçle merhamet ehniş olsa bile, nefsinde bununla alakah olarak hiçbir iz bulamaz. Fakat kul bilmezse de Allah her şeyi bilir. Çünkü O, rahmetinin her şeyi kapladığını, dolayısıyla kendi gücünü ve kevnin gücünü de kapladığını bilir. Ancak her gücü olan bunu bilemez. Kulun kendiyle edindiği gücünün yanında Rabb'iyle edindiği bir gücü de var dır. Haklkatte Rabb'in kul ile edindiği bir gücü yoktur. Ebu Yezid, Rabb'inin gü cünü kendi gücüne izafe ehniş ve "Benim yakalaıjışım daha şiddetlidir'' demiştir. Çünkü bu ifadede Rabb'imin gücü vardır. Rabb'imin kullarına karşı gücünde de benim gücüm vardır. Hakk, kendini şedid {şiddetli} olmakla vasfettiğinde, bu, alemde var olan sebebierin eşyada bulunmasıdır. O, kullarına ateşle azab eder. Ateşte azaba dair bir hüküm vardır. Bu, Allah'ın azab görene hissettirdiği şeye izafe edilmiştir. Burada Allah' ı gizleyen bir perde vardır. Azab gören, sebeblerden başka bir şey göremez. O'nun kulu yakalaması, azab edici oluşundan değil, şedid oluşundan dolayı {kulun} sebebleri müşahede ehnesidir. Şiddet, kesin olarak O'ndan başka bir şeyi gerekli kılar. İşte bu, kimsenin inkar ederneyeceği bir şeydir. Çünkü eleme sebeb olan şeyleri müşahede ehnek,. bu azab hususunda, bilhassa elemi getiren sebebi giderebileceğini bildiği halde, elemi hisseden, fakat sebebini göremeyen kimsenin yaşadığı şeyden daha büyüktür. (Fütfihlit, III, 215)
şikeftiyye ( A::;�� ) {bk. sufl-mutasavvıf-mustasvif/sufiyye} şirk-i eeli-şirk-i hafi ( �Q.:;;. !1J �
-
�b; !1J � ) * Şirk-i celi
{açık şirk), yapanın
aletle {bir vasıtaya başvurarak} yaptığı bir ameldir. Şirk-i hafi {gizli şirk} ise aletle yapılmayacak bir işte alete başvurmaktır. Bu da müşrikten başka bir şey değildir. Çünkü o, ancak ve ancak ilim {bilgi} sahibidir. Her şirk, bir ilmi {bilgiyi} gerektirir. Hakk, o ilmi hak olarak taleb eder {bilginin inkarını değil, kabili edilmesini ister}. Maksad ilimden başka bir şey değildir. Onların çoğu Allah'a inanmaz, onlar müş riktirler. Ulema-yı billah {Allah'ı bilen insanlar} çoğalmış, geriye mü'minlerden kalabalık bir taife kalmıştır. Onlar şirk içindedir, {ama} şirk içinde olduklarını bil mezler. Bundan dolayı, içinde bulundukları şirki bilmedikleri için, onları şirke nisbet ehnemiştir. Ama onlar bunun farkında değildirler. (Fütfihlit, IV, 433)
şu'ab-ı sada'
şu'ab-ı sada' ( t .i..al l
�..:-" " .;.
981
) * Şuab-ı sadti, vahidiyyet mertebesinden ahadiyyet
mertebesine yükselmekle tahakkuk eden farkın cem'idir. Bunun mukabili sadii-yı
şuabdır. Bu da ahadiyyet mertebesinden vahidiyyet mertebesine iniştir. Davet ve tekmll {kemale ermek} için gerekli olan fenadan sonraki beka halidir. (Kaşani, 153;
Cami', 87) şuhud ( �Jfo!ı ) {şuhud-ı mufassal fi'l-mücmel; şuhud-ı mücmel fi'l-mufassal} * Şuhiid, Hakk'ı Hakk ile görmektir.
Şuhud-ı mufassal fi'l-mücmel {tafsili/ayrıntılı olanı toplu olanda müşahede et mek}, Zat-ı ahadiyyette kesreti görmektir.
Şııhiid-ı m ücmel fi'l-mufassal {toplu olanı tafsili/ayrıntılı olanda müşahede et mek}, kesrette ahadiyyeti görmektir. (Kaşani, 154; Cami', 87)
* "Şuhud, Hakk'ı Hakk ile görmektir." Beyrut müftüsü Mustafa Neca, Seyyid Cürcani'nin Kitiibu 'l-esrfir'ındaki sözünü şerhederken şöyle demiştir: "Çünkü O,
tecellilerini sana diğer mahliikatıyla beraber gösterir. Ancak burada huliil ve temas; tecslm {Allah'ı cisimleştirme} ve teşblhin {Allah'ı yaratılmış/ara benzetmenin} hiçbir türü yoktur. Bilakis O, olduğu gibidir ve kendisine layık olmayan her şeyden münezzehtir. Nitekim {Hakk} �' Efendi'miz Hz. Miisfi �ı için ateşte tecellf etmiştir. Hz. Miisfi $;§1 ateşi ağacın yanında görmüş ve oradan bir ses işitmişti." (Rihle, 210) {Ayrıca bk. gaybet-huzur}
şu'un/şu'un-ı zatiyye (
a::ıı� ıJJJ.!ı 1 ıJJJ.;.
)
* Şuiin, {ilahi} fiillerdir Şuün-ı o
zfitiyye {zati fiiller} ise, ayan ve hakikatierin Zat-ı ahadiyyetteki nefsleridir [nakışla rıdır {resimleridir} (Cami')]. Bu ayan ve haklkatler, ağacın dallarının, yaprakları nın[, çiçeklerinin (Cami')] ve meyvelerinin çekirdekte kuvve halinde {potansiyel olarak} bulunması gibidir. Bunlar vahidiyyette [vahidiyyet mertebesinde (Cami')] zuhur eder, ilimle [kalemle (Cami')] tafsili {ayrıntılı} hrue gelir. (Kaşani, 154; Cami', 87) şükr ( Jı:,.;, ) {'atarnet-i şakir; 'alamet-i şükr; derecat-ı şükr; şakir; şekur; şükr-i nimet} * Şiikür, imtihanın farkında olmaktır. Her ılımetin sadece Allah'tan geldiği an laşıldığı ve belanın kul için ancak bir imtihan olduğu anlaşıldığı zaman, kul ya şükreder ya da nankörlük eder. Allah, kulunu şükür ya da nankörlük edip etmeye ceği hususunda imtihan ederek, kulu, onun uzaklaşmak istediği her kötü durum dan koruyabilir. İşte bu da şükrü gerektirir. (A.dabı, 79) * Bütün dünya; azıyla çoğuyla, acısıyla tatlısıyla, başıyla sonuyla, her şey, ama her şey, Allah'ın kulu imtihan etmesi ve denemesi içindir. Bütün bu deneme ve
982
şükr
imtihan vesileleri iki noktada toplanır. Sabır ve şükür. Kul, ya nimete şükreder ya da musibete sabreder. (Adfibı, 82)
* Altimet-i şükr { şükrün alameti}, kalben nimetin başkasından değil, Allah'tan olduğunu bilmektir. Nimete karşı hamd dille yapılır. Nimet verenin çirkin gör düğü bir şeye karşı ondan yardım istenir. (A d&bı, 146) * Dedi ki: "Şükr-i nımet {nımetin şükrü} onu bilmektir. " {Yine} dedi ki: "Nfmetin şükrü, nimeti ve nimet verenin ihsıinını büyük görmek suretiyle, {nimetin ve nimeti vere nin} kalbdeki kıymeti kadardır. Ona rağbet etmeden, onu büyük görmek mümkün değildir. Ona olan ihtiyacı anlamadan da, ona rağbet etmek mümkün olmaz. Ona ihtiyaç da, ancak işlerin sonunu düşünerek ve sür'atle ona dönerek anlaşılabilir. Kula ait ihtiyacın şiddeti, kendisine gelen şeyedir. " (Adfibı, 170) * Alanıet-i şiikir {şükreden kişinin alameti}, bütün gayretiyle sürekli şükretmesi ve Allah'tan yalnızca şükretmeyi istemesidir. Böyle olduğunda, dünya nimetleri konusunda aza razı olur; sürekli olarak çokça şükredememekten korkar. Düşün cesi şükür olmayan ve Allah'tan şükretmeyi istemeyen kişi kanaat etmez. İşte bu kişi, ebedi hasret çekecek ve ebedi susuzluk yaşayacakhr. (Bed', 38) * Şükür, haramla değil, sadece helalle alakahdır. Çünkü sen haramın helal olduğuna inanırsan, onu tazim etmiş olursun. Çünkü hararnı nimet mevkiine koymuş olursun. Haramın heıal olmasını istemekle de asi, küçültülen şeyi büyüt müş ve Allah'ın ;\\)\$ kerih kıldığı bir şeyin artmasını taleb etmiş olursun. Helal hususunda şükredene gelince o, helal olan bir şeyden çok istemeyi, ço ğun şükrünü yerine getirernernek korkusuyla terkeder. Şükrün büyük olması için çoğa karşı sabreder. Aza karşı da sabreder. Çoğun şükrünü yerine getirememe korkusuyla, ehemmiyet verdiği şeyi şükür yoluyla aşmaz. Allah � Kur'an'da "S&birin {sabredenler} ve şıikirin {şükredenler}" ifadesini kullanmıştır. Çünkü onun ehemmiyet verdiği şey şükürdür, çoğu terketmektir. Bunun sebebi, şükrün bü yüklüğüne verilen ehemmiyettir. Dünyalığın çoğuna da, azına da sabreder. İşte bu şakir ve sabirdir. Sabır acziyetten olmaz. Ancak güçlüyken sabırlı olunur. (Bed', 39)
* Şükür, Allah'ın şükredenlere lütfudur. Bunun manası şudur: Kul şükretti ğinde Allah onun tevfikini artırır; kulun da böylece şükrü artar. Ebfı Said Harraz şöyle der: "Şiikür, nimet vereni itiraf; rubılbiyyeti ikrar etmektir." . . .
. . . Şükiir, nimet vereni görerek, şükürden gaib olmaktır {şükrettiğinin farkmda olmamaktır} . Yahya b. Muaz {Razi} bu hususta şöyle demiştir: "Sen, {Allalı'tan başkasına} teşekkür ettiğin sürece şiikir olamazsın. Şiikriin nihayeti tahayyürdiir {hayret tir}. Bu sebeble şiikür Allah 'tan gelen bir nimettir, bu nimete de şükretmek gerekir. Bunun sonu yoktur. " (Ta 'arruf, 71) * Şiikrün lugat manası, "keşf ve izhar {açmak ve açığa çıkarmak}"dır. Kişinin ağzı açılıp da dili dışarı çıktığında, bu manayı ifade etmek için "keşera ve şekera {giilerken
şükr
983
dişleri gözüktü ve şükretti}" denir. Böylece şükrün izharı ve onun açılması da dille yapılmış olur. (Küt, I, 205) * Şükür, kulun kendinden aşağısındakilere bakınasıdır. Kul, dünya ve ahiret işlerinde kendinden aşağıda bulunanlara üstün kılınmıştır. Başkalarının imtihan olduğu şeylerden kendisinin kalbi, dini ve afiyeti selamette olduğu için Allah Teala'nın nimetini büyük görür. Allah Teala'nın kendisine verdiği dünya nimetin den dolayı da dünya nimetini büyük görür. Başkasının ihtiyaç duyduğu şeyde Al lah ona kifayet etmiş, o da Allah'a sığırımış, bu duruma şükretmiştir. Ardından kul, dinde kendinden yüksektekilere bakar. Onlar iman ve yakin bilgisiyle kendi sine üstün kılınmıştır. Nefsine kızar, onu kınar, üstünde gördüğü hallere ulaşınaya çalışır, onları arzular. Böyle yaparsa, şükredenlerden olur, memdfıhin lövülenler} sınıfına girer. (Küt, 1, 206)
* Az şükretmenin sebebi, nimete karşı cehalettir. Nimete karşı cehaletin sebebi de, Allah' ı bilme konusundaki kusur, nimet verene karşı gaflet ve nimetin tefekkür edilmesini terk etmektir. (Küt, I, 208) ,. Sabır tevekkül hususunda ilk makamdır. Sabır kazayı imtihan olarak gör mektir. Şükür bundan daha üstündür. Bu da belayı nimet olarak görmektir. Rıza da bunların hepsinden üstün olup, tevekkülün zirvesidir. Rıza, tevekkül sahibieri ara sında bulunan muhiblerin makamıdır. (Küt, Il, 35) * Şükiir kısırnlara ayrılır: Dille şükür, boyun eğerek nimeti itiraf etmektir. Be denle şükür, Allah'ın emrettikleriyle muvafakat içinde olmak, O'na hizmet etmek tir. Kalble şükür, hürmeti korumaya devam etmekle birlikte kendini müşahedeye adamaktır. Denilmiştir ki: "A lim/erin şükrü sözle, iibidlerin şükrü fiille, iiriflerin şükrü ise tüm hilllerinde istikametle olur." Ebu Bekr Varrak şöyle der: "Nimetin şükrü, minneti görmek ve hürmeti muhiifaza
etmektir." Hamdıln Kassar şöyle der: "Nimetin şükrü, kendini asalak olarak görnıendir." Cüneyd şöyle der: "Şiikürde {aviinıın şükründe} bir illet vardır. Çünkü şiikreden faz lasını taleb etmekte; Allah ile beraber bulunurken nefsin hazzı üzerine bulunmaktadır." Ebu Osman {Mağribi} şöyle der: "Şükür, şükiirden iiciz oldugunu bilmektir." Denir ki, "Şükre şükretnıek, şükürden daha mükemmeldir. Bu, şükriinü Allah'ın
tevfikiyle görnıendir. Sana bu tevfik nimet yönünden olur, ona şiikredersin, sonra bu şiik riine şükredersin ve bu böyle ilii nihiiye devam eder." Denilmıştir ki, "Şükiir, boıJUn eğerek nimeti siihibine nisbet etmektir. " Cüneyd şöyle der: "Şiikür, kendini nimete ehil görmemendir."
984
şükr Ruveym şöyle der: "Şükür bütün takati harcamakhr."
Denilmiştir ki, "Ştikir mevcuda; şekur mefkuda {olmayana) şükredendir." Şöyle de denilmiştir: "Ştikir verilene; şekur verilmeı1ene şükredendir." Şöyle diyenler de olmuş tur: "Ştikir faydalı olana; şekur, menedilene şükredendir. " Şöyle de denilmiştir: "Ştikir hediyeıje; şekur belaya şükredendir." Şöyle denildiği de vakidir: "Ştikir, ihstin edildiği zaman; şekur ise ihsan ertelendiğinde şükredendir." . . . Şibli şöyle der: "Şükür, nimeti değil, nimet vereni görmektir." Denilmiştir ki, "Şü kür, mevcudu {şükür yoluyla) bağlamak ve {böylelikle) elde olmayanı da avlamaktır {çünkü şükretmek nimeti artırır)." (Kuşeyri, 88; Gunye, 194)
* Hakk � için olan şükür iki türlüdür: İlki, taate nimetlerle yardım isternek ve ondan fakire ilisan etmektir. İkincisi onunla nimetleri vereni itiraf etmektir. Şükür nimetierin derecesine göredir. O {nimetleri veren de} Hakk'tır �- (Feth, 78) * Şükür, dil, kalb ve bedenle olur. Dille şükür, nimetin Allah'tan olduğunu iti raf etmek; nimeti halka, kendine, güç ve kuvvetine, senin dışında gücü olan kim selere nisbet etmeyi terk etmektir. O halde sen, paylaşsa da, icra da etse, icad da etse, meşgul de olsa sebeb, alet ve vasıtaları asıl olarak görmekten sakın! Onların müsebbibi Allah'tır; paylaştıran Allah'tır; icra eden Allah'tır, icad eden Allah'tır. Allah, başkasına nazaran şükre daha layıktır . . . Kalble şükür, zahir ve batında, hareket ve sükCında elindeki tüm nimetlerin, fayda ve lezzetlerin tamamının Allah'tan olduğuna sağlam ve daimi bir imanla inanmaktır. Dilinle şükrün de, kalbindeki şükrün bir ifadesidir . . . Bedenle şükür, organlarını, başkasına değil, Allah'a � itaatte kullanmaktır. Al lah'tan yüz çevirerek herhangi bir insana icabet edilmez. Bu {yasak), nefsi, hevayı, iradeyi, kuruntuları ve diğer mahlı1katı içine alır. Allah'a itaatin asıl ve metbı1 {uyulması gereken), onun dışındakilere itaatin ise fer' ve tabi {Allah'a itaate tabi olan) kılınması böyledir. Bundan başka türlü hareket edersen, haddi aşmış, zalim, Allah'ın mü'min kulları için koyduğu hükmün dışında hüküm vermiş ve salihlerin yolundan başka yol tutmuş olursun. (Fütfth, 129) ·� Sı1filerden biri demiştir ki: "Şükür, nimet vereni görerek nimetten gaib olmaktır " ( 'Avtirif, 289; Ctimi', 54)
* Şükür lugatte "keşf ve izhô.r {açmak ve açığa çıkarmak}" manasma gelir. Biri ağ zını açıp şükrü açığa çıkarınca, "Şekera ve keşera {şükretti ve ağzını açarak giildü, gü /erken dişleri gözüktü)" denir. Nimetierin dil ile sayılıp zikredilınesi ve yayılması şü kürdendir. Şükrün batını manası ise nimetleri günah ve masıyyetlerde değil, ibadet ve tilatıarda kullanmaktır. Bu da şükrün nimetidir. ('Avô.rif, 289)
* Şiikrün hakikati, kulun dinine zarar verenler dışında, kendisi hakkında takdir
şükr
985
edilen her şeyi nlınet olarak görmesidir. Çünkü Allah Teala mü'min kulu için an cak onun hakkında nlınet olan şeyi takdir eder. Bu mmet kulun bilip anlayabile ceği dünyevi bir nlınet; gelebilecek kötülükleri tehir edecek bir nlınet veya derece sini yükseltecek, günahlarını azaltarak yok edecek bir ılırnet olabilir. Kul, MevHi'sının kendisini kendinden daha çok sevdiğini, menfaatine olan şeyleri daha iyi bildiğini, Allah'tan gelen her şeyin nlınet olduğunu idrak edince şükretmiş olur. ('Avririf 290)
* Şekur kelimesiyle şükürde mübiilağa kasd edilir. Bu da Allah'a hakkıyla şükretmektir. Bu da nlıneti O'ndan görmekle olur. (Fütiihat, IV, 242) *Yakin makamları dokuz tanedir: Onlar, tevbe, ziihd, sabır, şükür, havf, rıza, reca, tevekkül ve mehabbettir. Bu makamlardan hiçbirinin, Allah ile tedbir ya da tercihin ortadan kalkmasıyla !düşünülmesi} doğru olmaz. (Tenvir, 8) * Sabır da şükür de ancak tedbiri terk etmekle sanıh olur. Çünkü sabreden kimse, Allah'ın sevmediklerine karşı sabretmektedir. Allah'ın � sevmediği şeyler ise, O'na karşı tedbir ve terdhte bulunmaktır. Çünkü sabır çeşitlere ayrılır: Hararn Iara karşı sabır, emirleri yerine getirme hususunda sabır, tedbir ve tercıhe karşı sa bır... gibi. İstersen şöyle de diyebilirsin: Beşeri haziara karşı sabır, kulluğıın gerektirdiği hususlara sabır ve Allah'ın takdirine karşı tedbir almayı bırakarak kulluğıın icablarını yerine getirme hususunda sabır. Bunun gibi şükür de, Allah'ın takdirine karşı tedbiri terk eden bir kul için sa hill olabilir. Cüneyd'inrh dediği gibi: "Şükür, bunca nimetlerine rağmen Allah'a iisi
olmamandır. Allah'ın seni benzerlerinden ayırd ettiği akıl olmasaydı ve onu senin kemiiline sebeb kılmasaydı, Allah'ın kaderine karşı tedblr alamazdın. Çünkü cemadii t {cansız varlık lar} ve hayvanların, akıbetierini görecek ve buna dikkat edecek akılları olmadığı için, Al lah'ın kaderine karşı tedbirleri de yoktur." (Tenvlr, 9) * Şükür, kalb, dil ve bedenle olur. Kalble şükür, kişinin hayra yönelmesi ve hayrı tüm mahlukattan gizlemesidir. Dille şükür, şükrü Allah'a hamd ederek izhar etmektir laçığa vurmaktır}. Bedenle şükür, Allah'ın nlınetlerini O'na itaat yolunda kullanmak ve masıyyete karşı nlınetlerle yardım isteyerek korunm aktır. Gözlerine şükreden kimse müslümandan gördüğü ayıbı örter. Kulaklarını ör ten kimse, işittiği her ayıbı gizler. İşte bunlar bedenin şükrü cümlesindendir. Dille şükür, Allah Teala'dan razı olmanın izhar edilmesidir. Kendisine bu da emredil miştir. (Kudame, 295) * Sabır elemi, şükür ferahlığı davet eder. Bunların ikisi birbirine zıddır. Bil ki, nlınet mevcud olduğıı gibi bela da mevcuddur. Her belaya sabretmek emredilme miştir. Küfür gibi. Bu bir beladır, buna karşı sabretmenin manası yoktur. Masıyyetler de böyledir. Şu kadar var ki, kafir küfrünün bela olduğunu bilmez. O,
986
şükr
küfür sayesinde bir hastalık sahibi gibidir. Kendisini istila ettiği için, onun yüzün den bir elem duymaz. Asi ise isyanının farkındadır. Bu kişinin masıyyeti terk et mesi gerekir. İnsanın her belayı defetme gücü vardır. Her belayı sabırla karşılaması emre dilmemiştir. Hiç kimse, susayıp elemi artsın diye su içmeme emri almış değildir. Aksine elemi gidermesi emredilmiştir. Kul için sadece giderilemez olan bir eleme karşı sabır söz konusu olabilir. Öyleyse dünyada sabır, mutlak olmayan belaya karşı olur. Bela gibi görülen şeyin bir yönüyle nimet olması da mümkündür. Bun dan dolayı şükür ve sabır vazifesinin aynı noktada birleşmesi düşünülebilir. Me sela zenginlik, insanın helak sebebi olabilir, çünkü malı sebebiyle öldürülebilir. Sıhhat de böyledir. Dünyanın hiçbir nimeti yoktur ki, bir başka yönüyle bela ol ması imkanı bulunm asın. Kula bazı durumlarda, içerisinde nimet bulunan bir bela da isabet edebilir. (Kudame, 310)
* Dereelit-ı şükr {şükrün dereceleri} çoktur. Kulun Allah'ın kendine olan nimetlerini saymaktan haya etmesi şükürdür. Şükrünü eksik yaptığını bilmesi şü kürdür. Allah'ın hilminin ve hataları örtmesinin büyüklüğünü bilmek şükürdür. Nimetlerin, hak kazanmaksızın başından itibaren Allah'tan olduğunu bilmek şü kürdür. Şükrün Allah'ın nimetlerinden biri olduğunu bilmek şükürdür. Nimetler konusunda güzel tevazu ve nimetler konusunda boyun bükmek şükürdür. Yesile lere teşekkür etmek de şükürdür. (Kudame, 314)
* Şiikir ve Şekılr, "az ttiata çok derece veren" demektir. O'na yaklaşan, tevekküle sarılarak sebebleri terkeder. (Ravza, 322) * Şükür, nimetiere sevinmek, onları güzel kullanmak, onları vereni övmektir. Havassın şükrü, nimet vereni görmek, Mahbub'un {sevilen Allah'ıni hakkı husu sunda aczini itiraf etmek, Vahib'i {vereni} bırakıp mevhubla {verilenle} meşgul ol mamaktır. Çünkü şükür, şükrü gerektiren bir nimettir. (Ravza, 413) •• Şükür üç kısımdır: Avaının şükrü sözle yapılan hamddir. Havassın şükrü fi ille yapılan {elindekini} vermektir. Ehass-ı havassın şükrü ise ılırnetleri nimet ve renden bilmektir. (Ciinıi', 61)
* Şükür, tahkik ehline göre, nimet verenin nimetini O'na boyun eğerek itiraf et mektir. Buna göre, daha geniş manada Allah Teala "Şekıir" olarak vasıflanmıştır. Bunun manası, kullar için şükre mecaz olmuştur. Zulmün karşılığının zulüm, kö tülüğün karşılığının da kötülük olarak isimlendirildiği gibi, şükrün karşılığı şükür olarak isimlendirilmiştir. Denilmiştir ki, "Allah'ın şükrü, az anıele çok sevab vermesidir. Mesela hayvandan, ona verilen gıdanın üzerinde yağ alındığında, o hayvana 'lıayviiniin şekılrıın ' denir. " Yine denilmiştir ki "Şiikriin hakikati, verenin İlısanını zikrederek onu övmektir. " Bunda herhangi bir müşkil yoktur. Dolayısıyla Allah Teala "Şekılr" olarak
şükr
987
isimlendirilmiştir, çünkü O, kullarının, (hakikatte} birer ilisan olan taatlarını zikre derek onları övmüştür. Kul
"şekılr"
olarak isimlendirilmiştir, çünkü o da, ilisan
türlerinin en büyüğü olan Allah'ın nimetini zikrederek O'nu övmüştür.
(Cami',
197) * Şükür iki türlüdür: Dille şükür. Bu bilinmektedir. Kalble şükür ise, hürmeti muhafazaya devam etmekle birlikte, kendini müşahedeye adamaktır. Denilmiştir ki,
"Şükür üç türlüdür: Dil, kalb ve bedenle şükür." (Cami', 198) * Bil ki, yakin ehline ait hallerin turUlarının ulaştığı yakin makamlarının asılları
yedi tanedir: Tevbe, sabır,
şükür,
reca, havf, zühd, tevekkül, mehabbet ve rıza.
(Cılmi', 218) * Biri şöyle demiştir: "Dille şükür, boyun eğerek nimeti itiraf etmektir. Bedenle şü kür, Allah'ın emrettikleriyle muvdfakat içinde olmak, O'na hizmet etmektir. Kalble şükiir, hiirmeti korumaya devam etmekle birlikte kendini miişdhedeı;e adamaktır. " Bir b aşkası da şöyle demiştir:
"Şükür, nimet vereni görerek şiikiirden gaib olmak-
tır." Şiblirlı şöyle demiştir:
"Şiikür nimeti değil, nimet vereni görmektir."
Ebu'I-Kasım Cüneydrlı şöyle buyurur:
"Şükür, Allah'ın nimetlerinden herhangi bi
riyle masıyyetlere dalmamandır." Ebu'I-Kasım SaykaH ise şöyle buyurmuştur: "Şükrün haklkati, nimeti masıyyette harcamamak, nimeti sadece nimet verenden bilerek O'na tdat etmeı;i bırakıp mal biriktir meye kalkışmamaktır." Yine o şöyle demiştir: "Nimetlerle ilgili şükrün farzı hamd etmek ve övmektir. Beldlarla ilgili sabrın farzı şikayeti terketmektir. Şükrün hakikati, memnuni yetsizliğin ortadan kalkmasıdır. Sabrın acılığına ancak stidık olanlar sabredebilir. Şükrün tatlılığına da ancak sıddik olanlar sabredebilir." Derim ki: "Bundan dolayı Salıabc'den bazıları şm;le demişlerdir: 'Darlıkla im tıhdn edildik, sabrettik; bollukla imtihtin edildik, sabredemedik. "'
"İmti/uin maksadıyla Allah'ın nimetlerinin kendine geldi ğini anlamayan kimse, nimetierin peşpeşe gelmesindeki intikam hücumlarını da anlaya maz." Yine o şöyle buyurmuştur: "Siz, yarınki {tihiretteki} nimetierin asfiydsı {saf ve temiz insanları} olabilmeniz için, {bugün dünytida} belılların rehineleri kılındınız." Yine o (Saykali} şöyle der:
Ebu Osman (Mağribi} şöyle der: "Avtimın şükrü, yiyecek ve giyecek/e; havassın şükrü ise, kalbierine gelen mdntilarla aliikalıdır." Denilmiştir ki, "Tahkfk ehline göre şükrün haklkati, nimet verenin nimetini boyun eğerek itiraf etmektir." Denilm iştir ki, " Şiikriin lıakfkati, kulun dinine zarar verenler dışında, kendisi hak kında takdir edilen her şeyi nimet olarak görnıesidir."
988
şürb-şıirib Denilmiştır ki, "Nimet verenın nimetlerinı: O'nu överek itiraf etmektir. "
Derim ki: "Şükür kalble itiraf, dille sena {övgü} ve bedenle amel cinsinden yapılan bir şeı;dir." (Nebhani, I, 313)
şürb-şarib ( y;l.!ı şüriid (
.:ı Jr
-
yJ ;;. ) {bk. zevk-şürb-reyy}
) * Şürfid, sıfatıarın hakikatlerle karşılaşmaktan ve haklara
sarılmaktan çekinmesidir. (Luma', 446)
* Şürudun manası; afetlerden, hicablardan, hicablar hususundaki istikrarsız lıktan kurtularak Hakk'ı taleb etmektir. Çünkü, talibe isabet eden belaların ta mamı, hicablardan gelir. Bu sebeble sufiler, perdeleri açma hususunda taliblerin başvurdukları çarelere, yaptıkları seferlere ve bütün alakalarına "şüriid" derler. Bir kimse talebin bidayetinde {başlangıcında} ne kadar çok endişeliyse, nihayetinde de o kadar fazla vusill ve temkin sahibi olur. (Hücvirl, 472)
şüriir ( JJr ) * Şüriir (şerler} iki türlüdür: Asil şer, masıyyetin ta kendisi olan şeyler gibi Allah'ın haram kıldığı şeydir. Asil olmayan şer ise, Allah'ın haram kıla rak değil de, te'diben (terbiye etmek için} yasakladığı şeylerdir. Şehvetle {arzu edilerek} yapılan mübahlar böyledir. Birincisi, terkiyle azabı gerektiren farzı kuv vetlendirir. İkincisi ise, terkiyle man! olunma, hesaba çekilme, ayıplanına ve kı nanmayı gerektiren hayır ve edebdir. (Minhiic, 27)
* Şüriir üç kısımdır: Zarar veren, çirkin olan ve elem veren. Her birinin de iki türü vardır. Bu iki türden biri mutlaktır, hikmet gibi, bu üç vasfı da hayırda topla mıştır. Bunlar, faydalı, güzel ve tatlıdır. Cehalet gibi üç vasfı da şerde toplamıştır. Bunlar da zararlı, çirkin ve elem vericidir. İkincisi ise mukayyeddir, mezkur vasıfların hepsini değil, bazısını toplamıştır. Bazen fazla parmağı ve vücudun dışındaki kisti kesip almak gibi faydalı ve fakat elem vericidir. Bazen saflık, ahmaklık gibi faydalı, fakat çirkin olur. Çünkü böyle biri aklının olmaması dolayısıyla rahatlık içindedir. Bazen batma korkusuyla (ge mideki} malı denize atmak gibi bir yönüyle faydalı, bir yönüyle zararlı olur. Çünkü bu mal için zararlı, nefsin kurutııluşu için faydalı bir şeydir. Faydalı olan da iki kısımdır: Nefs1 fazlletler ve ahiret saadetine ulaşmak gibi zarfiri olan kısım ve safrayı teskin etmek için serkencebm {ya da sirkeli bal şerbeti} gibi, kendisi zarfiri olmayan, fakat zarfiri olan başka bir şeyin yerine geçmiş bulu nan kısım. (Mizan, 92)
ta'
ta' ( �u
)
989
* Ta, taayyün ve taaddüdler {belirlenim ve çoğalmalari itibariyle
Zat'tan kinayedir. (Kaşani, 155, Cami', 79)
ta'allüm-i rabbani ( iJiu ta'at/ta'at (
.
�� ) (bk. 'ilham)
�\P\l::o 1 ;ıp\l::o ) {kusur; ta'at-ı rehbet-ta'at-ı mehabbet; taksir; teka-
lif} * Taat; kurtuluşun yolu, ilim ise bu yolun rehberidir. Taatın aslı {temeli} vera, verarn aslı takva, takvanın aslı nefs muhasebesi, nefs muhasebesinin temeli ise, havf ve recadır. Nefs muhasebesinin rehberi de ilimdir. (Ri'aye, 1 2)
* {Kişiye sorulacak şeylerden ilk olan ve "günahlar" demek olan metisiden başka) ikinci olarak Matlar gelir. Önce bakılır, kendisine farz olan şeyleri nasıl eda etmiştir? Farzları noksanlıktan ve kusurdan nasıl korumuıt>tur? Farzların noksanla rını fazladan nafile yapmakla nasıl takviye etmiştir? Sonra teker teker organlara döner ve her biriyle alakah olan Allah'ın sevdiği fiilieri düşünür. (İhya', V, 1 68)
* "Niyetin anahtarı nedir?" diye sordular, ben de "Yakindir" dedim. Yakinin anahtarının ne olduğunu soranlara ise, "Tevekküldür" dedim. Bu sefer de tevekkü lün anahtarının ne olduğunu sordular, buna da "Havf' cevabını verdim. Havfın anahtarını soranlara "Sabır", sabrın anahtarını soranlara ise "Rıza" diye cevab ver dim. Bunun üzerine, rızanın anahtarının ne olduğunu sordular, buna da "Tiiat" dedim. Taatın anahtarını soranlara "itiraf', itirafın anahtarını soranlara da "Vahdii niyet ve rububiyyeti itiraf' diye cevab verdim. Bütün bu bilgileri nasıl elde ettiğimi sordular, "Ilim/e" dedim . . . (Gunye, Il, 125) * külfetlerden doğar aslı teklifierin meşakkatlerdir onlar bak ve tanı verdi Rabb 'in her mah/Uka işini
ta'atlta'at
990
sonsuza dek işte en büyüğü budur külfetlerin (Letii 'if, 43) ·� Tekillif {ilahi emir ve yasaklar} insanlara ağır ve zor gelir. Bunun içine emir Iere sıkı sıkıya uymak, yasaklardan kaçınmak ilahi hükümler karşısında sabır gös terrnek ve nimetierin bulunduğu anda da şükretmek girer. Bunlar dörttür: itaat, nıiisıyı;et {isyan}, nimet ve beliyye {imtihan ve bela}. Bunların beşincisi yoktur. Bu dördünden her birinde Allah'ın senin üzerinde, rububiyyet hükmüyle hak kını alacağı ubudiyyet hakkı vardır. itaatte sendeki hakkı, ondan sana gelen iyiliği müşahede etmendir. Masıyyet konusundaki hakkı, işlediğin günahlardan tevbe etmendir. Beliyye konusundaki hakkı, musibetlere sabretmendir. Nimetteki hakkı, bu konuda şükretmendir. Bunları anlarnan tüm bu yükleri senin üzerinden kaldı rır. İtaatin sana yönelik olduğunu ve rahmet ve iyiliği gerektirdiğini anladığında, onları yaparken sabretmen gerekir. Günahta ısrar etme ve günaha girmenin öte dünyada cezayı gerektirdiğini, bu dünyada iman nurunu ortadan kaldırdığını bildiğinde, bu onu terk etmen için bir sebeb olur. Sabrın meyvesinin sana döneceğini, bereketinin sana ulaşacağını bildi ğinde ona koşar ve güvenirsin. Şükrün, "Eğer şiikrederseniz, size {nlnıetinıi) artınrını" [İbrahim, 14//7] ayeti gereğince Allah'tan bir artışın tekefilll {garanti} edilmesi ol duğunu bilirsen, bu senin devamlı şükretmene sebeb olur. (Tenvlr, 6) * Kişinin gönlüne Allah rızasından bir parça konulmuşsa, Allah ona kendisiyle olduğunu ve ona ilisanda bulunduğunu bilmesi için bunun tadını tattırır. Allah'ın rızası ancak fehm ile olur. Fehm ancak nur ile gerçekleşir. Nfu, ancak diinüvv ile {yaklaşmakla}, dünüvv de ancak inayetle gerçekleşir. Bu kul inayet sahibi olunca onun için iyilik hazinelerinden bağışlar ortaya çıkar. Allah'ın yardımiarına ve nuriarına vasıl olunca, kalbi hastalıklardan kurtulur, selim bir idrakle imanın lez zetini tadar. Kalbi Allah'tan gaflet içinde olursa bu lezzeti tadamaz. Çünkü humma hastalı ğına tutulan kişiye bazen şeker bile acı gelir, halbuki hakikatte acı değildir. Kalblerdeki hastalık ortadan kalktığında, eşyayı olduğu gibi idrak eder. Böylece imanın tadını, taatın lezzetini ve Allah'la alakayı kesmenin acılığını anlamaya başlar. Bunların idrak edilmesi, imanın tatlılığını, Allah'tan gelen iyiliğin görülme sini gerektirir. Neticede imanını koruyacak sebebler taleb etmeye başlar. Taatın lezzetinin idrak edilmesi, Hiate devam etmeyi gerektirir. Allah'tan gelen iyiliğin görülmesi nimete nankörlük ve Allah'a muhalefet etmenin acılığını idrak etmeyi, onlardan nefret etmeyi, onlara meyletmemeyi gerektirir. Bu durum günahı terketmeye ve bu konuda gayret etmeye götürür. Her gayret gösteren terkedemeyebilir. Her terkeden de, gayretleri sonucunda terk etmiş olmayabilir. Bu böyledir, çünkü basiretin nuru, Allah' a muhalefet ve O'ndan gaflet etmenin
ta'at-ı rehbet
991
kalbieri zehirleyici ve helak edici olduğunu anlamaya sevk eder. (Tenvir, 8)
* T[iat, herhangi bir işe başlamadan önce emri hüsn-i kabulle yerine getirmek tir. Taatı yerine getirenler için güzel bir vaad vardır ki o da, cehennemden kurtu luştur. (Sofyavi, 4) * Amel bedenin, kalbin ve fikrin hareketidir. Amel, şeriata muvafık olursa
" tiiat", muhalif olursa "m{iszyyet" olarak isimlendirilir. Bundan dolayı şeriatın zahirleri, tarikatın batınları, hakikatİn ise sırları ıslah için gerekli olduğu husu sunda icma edilmiştir. (Rihle, 132) {Ayrıca b k. takva/takvallah; vera'}
ta'at-ı rehbet-ta'at-ı mehabbet ( A.,$:1
:i�\l:ı - :i� )1 :i�\l:ı ) * Denilmiştir ki: " Hat-ı
mehabbet {sevgiden kaynaklanan tıiat}, taat-z rehbetten {korkudan kaynaklanan t[iattan} daha üstündür." Çünkü t[iat-z mehabbet gönülden gelir; teiat-z rehbet ise haricidir {dış kaynaklıdır}. Bu manadan dolayı sufilerle sohbet etmek te'sirlidir. Çünkü onlar birbirlerini Allah için severler ve güzel ahlakı tavsiye ederler. Aralarındaki mehabbetten dolayı birbirlerine karşı hüsn-i niyet ortaya çıkar. Bu sebeble mürid şeyhinden; tarikat içindeki kardeşler de birbirinden istifade ederler. Bunun için Al lah insanların günde beş kere mescidde toplanmasını emretmiştir. ('Avarif, 161-162)
tab' (
t:b )
* Tab', cisimlere yerleşik bir sıfat, bir hal demektir. O karanlıktır,
çünkü onun bir marifeti {bilgisi} ve idraki yoktur. Yine kendisinden ve kendisin den sadır olan şeylerden haberi de yoktur. Ayrıca onun zahiri gözle idrak etmesine yarayacak bir nuru da yoktur. (Mişka.t, 90)
* Tab ', her şahıs hakkındaki ilmin {bilginin} önceden var olmasıdır {bilinmesi dir}. (Istzlah, 538)
tabai'iyye ( 4H:l:ı ) * Taba.iiyyeye {ilahi sıfatıara tabi olan madde alemindeki sı fatlara}, Allah'a dört sıfatı sebebiyle ibadet edilmiştir. Çünkü bu dört ilahi sıfat, yani hayat, ilim, kudret ve irade; vücudun {varlığın} fenasının esasıdır. Bunların madde alemindeki mazharları {zuhur ettikleri yer}, sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluktur. Yaşlık hayatın, soğukluk ilmin; sıcaklık iradenin, kuruluk da kudretin mazharıdır. Bu mazharların hakikati, Allah'ın bu sıfatlarıyla mevsuf olan şeyin kendisidir. Bu mazharlarda mevcud olan ilahi latife, diğer tabii rUhlar üzerinde parlayınca, bu dört ilahi sıfatın izi taayyün edip de ardından vücuddaki sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kurulukla doğrudan temasa geçince, ilahi istidad bakımından bu sıfatların, mezkı1r suretierin manaları veya gölgelerin rUhları ya da mazharların zahirieri olduğu anlaşılır. Adı geçen tabiatlara bu sırdan dolayı ibadet edilmiştir.
(Insan, II, 78) tabi'at-ı hamise ( :i-A\,.:.
:i"-::b ) * Tabfat-ı htimise {beşinci tabiat}, "dört unsurun ta-
992
tabi'iyyiin
biatına muğayir {aykın} olan şeıj" demektir, yeryüzünün her tarafını kuşabmştır (maddesi esirdir). (Heı;akil, 98)
tabi'iyyftn ( wJ::A:ı:l:o ) * Tabiıyyun, en çok tabiat, hayvanlar ve nebatlar alemin den bahseden bir topluluktur. Hayvanların organlarını teşrih {yarma) ilmiyle de meşgul oldular. Orada Yüce Allah'ın eşsiz hikmetlerini, insanı hayrete bırakan sa natıru görmekle bu tür hadiselerin gaye ve maksadiarını en ince teferruatına kadar bilen bir Kadir ve Hakim'in varlığını 'itirafa mecbur kaldılar. . . {Ancak tabrattan çok bahsettikleri için hayvan! kuvvetlerin 'itidalinde {dengelenmesinde} mizacın itidale büyük bir te'siri olduğuna inandılar. Bu sebeble) insandaki akli kuvvetin de mizaca tabi olduğunu zannettiler. "Miziicm de ğişmesiyle akli kuvvet de değişir, netice ttibiiriyle de tekrar var olacağı düşünülemez" de diler. Bu sebeble bunlar "Kişi ölür bir daha geri dönmez" düşüncesine kapılarak ahireti reddettiler. Cenneti, cehennemİ, haşrı, neşri, kıyameti, hesabı inkar ettiler. Onların nazarında ibadete sevab, günaha karşı azab yoktur. Bu konuda çok ileri gittiler ve hayvanlar gibi şehvetlere daldılar. İşte bunlar da zındıktırlar. (Munlaz,
96)
tacü'l-melik (
.!.Illi
t_li ) * "Tiicü 'l-melik {sultanın tiicı} nedir? " Cevabı şudur:
"Melikin alameti, nişiinı ve sultani kitiibı {yazıyı} taçlandımıası demektir. Varlık, yazılmış bir kitiibdır. Onu mukarrabun olanlar görürler. Mukarreb olmayan kimse bunu bilmez. Bıı kitiibın taçlandırılması ancak bütün hakikatlan cem ' eden kimse ile olur. O, onun mucidi nin aliimetidir. Şu hiilde insan- ı kamil, aniden gelen ilhiimın başlangıcında ziitıyla Rabb 'ine delii/et eder. O tiicü'l-meliktir. Ve insan-ı kilmilden başkası değildir." (Füti'thiit, II, 1 02) {Ayrıca bk. insan-ı kamil)
tahakküm (
�� ) * Sufıler topluluğuna göre tahakküm, duadaki hususiyetİn
bast haliyle ortaya çıkarılabilmesi için tasarrufta bulunm aktır. Bu, şatah türlerinden olup ona yakındır. Ancak ilahi emirler cümlesinden olarak, nefsin bunda müda halesi bulunması sebebiyle {melekler) bunları yazar, ancak sahibi hesaba çekilmez. (Fütuhiit, n, so9)
tahalli-tehalli (
J� 1 J� � 1 Jıi. ) * Tahalll {başlama, boş hale gelme}, -
zahir'i olsun, batınl olsun, meşguliyete sebeb olan her şeyden yüz çevirmektir. Bu da, halveti ihtiyar etmek {seçmek), uzleti terelli etmek ve vahdete {yalnızlığa) sa rılmaktır. (Luma', 440)
* Tehalli {hallenme, süslenme), söz ve amel konusunda övülmeye değer bir top luluğa intisab etmektir. (Hücviri, 471) * Talıalli, kulun kendisini Allah'tan alıkoyan meşguliyetlerden yüz çevirmesi dir. Bunun başında dünya meşgaleleri gelir. Bu konuda tahalll, {Allah tarafından
tahalli-tehalil
993
gelen} inayetin kendisini şereflendirmesi hükmüyle, elinin dünya malından boş kalmasıdır. İkinci tahalli türü, kalbini ahireti isternekten boşaltmaktır. Üçüncü ola rak, sırrın {iç dünyanın tamamının} hevaya uymaktan boşaltılmasıdır. Dördüncü olarak da halkla sohbet etmekten yüz çevirmek ve kalbi, onları düşünmekten bo şaltmaktır. (Hücvir'i, 472)
* Tahalli, seni Hakk'dan ayıran her şeyden yüz çevirerek halveti terc'ih etmen dir. (Istılah, 534) * Tehalll, kulluk ahlakıyla bezenmektir. Doğrusu budur. Hakk � kuldan ayrı tutulduğu sürece en iyi tarif de budur. (Istıllih, 541) * Sfıfiler topluluğuna göre tehalll, fiil ve sözlerinde sadıkların hallerine benze rneye çalışmaktır. Bize göre böyle bir kişi, seyr ü sülfıkunda, Allah'ın isimleri tara fından müdahale edilmiş olmasından dolayı sadıktır. Sadıkların tehalli hallerin den, kendisiyle hallendikleri şeyin anlaşılması gerekir. Kendilerinden başkalarıyla hallendikleri zaman, kendilerinde bulunmayan vasıflarla süslenmiş olurlar. Onlar, taklid elbisesini giymişlerdir ya da kendilerine ait hallerle hallenmişlerdir, bu sebeble sadıklardandırlar. Bize göre tehalll, temyizindeki {ayırd edilmesindeki} zorluğa göre, meşru sınır lar dahilinde ilahi isimlerle süslenmektir. Belkıs, tahtıyla alakah olarak aradaki me safenin uzaklığından şübheye düştüğü için "Bu ona benziyor" demişti, fakat ilahi tasarrufa şahid olsaydı, ziyadesiz olarak tahtı olduğunu anlayacaktı. İşte onlar, kendilerinin {tehalli halini yaşayanların} Allah'ı zikrettikleri {sırada üzerlerindeki ilahi tasarruf} görüldüğü zaman da {aynı kesinliktel ayırd edilebilecek kişilerdir. İnsan bu tehalli ile bu makamı elde ettiği, bu tehallinin kendisini süslemesinde bir perdelenme vaki olmadığı, ödünç aldığı {taklid ettiği ya da hal olarak yaşadığı} şey gerçekten kendisine ait hale geldiği ve onun mülkü olduğu zaman, onun, Rabb'ine ubfıdiyyetini {kulluğunu} müşahede etmesine hiç kimse man! olamaz. Kendisiyle zahir olan {ortaya çıkan ve kulluğun göstergesi olan} nisbet, {gerçekte} Balık'ına ait bir sıfattır, yoksa (O'na} teşebbüh [benzemeye çalışmak} değildir. Bu hal ancak tezeyyün {süslenme} yoluyla olur. İşte bu halin adı tehallidir. Bu hal hakkında filozoflar, "Bu, iliiha benzenıeye çalışmak ve takati zorlanıaktır" dediler. Eğer bu söz gerçekten söylenmişse, bunu söyleyen tam bir cahildir. Çünkü teşebbüh, hakikatte kendisine ait bir sıfatın bulunduğu kimse için mümkün değil dir {bir sıfat bir kişide varsa, onun o konuda başkasına benzemesi mümkün değil dir}. O kişi, o sıfatla kaim olmaya istidadlıdır. Zatının istidadı yoluyla o sıfat ge rekli olur. Bir sıfatın, birinde bulunduğu gibi diğerinde de bulunması halinde, za ten bunlar arasında birbirine benzerneye çalışma vak1 olmaz {bunlar zaten birbi rine benzerler} . İnsanların önceki ve sonraki perdelenmeleriyle o suretin var olması birdir. Onları önce görmeleri halinde, sonra da görehilmişler ve demişlerdir ki: "Bu silret içinde sonraki de öncekine benziyor. " O suretin sonraki hakikatinin, {aynı za-
994
tahannüs
manda) önceki hakikati olduğunu {aslında o varlığın değişmediğini, aynı varlık olduğunu) bilmezler. (FütUhat, II, 473)
* Sufilere göre tahalll, kendisini Hakk' dan alıkoyan her şeyden yüz çevirmek ve halveti ihtiyar etmektir. Bize göre tahalli, müstefad vücuddan {sonradan kazanıl mış varlıktani olur. Çünkü o, !ti.kad hususunda böyle vaki olmuştur. İşin aslı, Hakk'ın vücudundan başka vücud yoktur. Vücud kazanmakla sıfatıanmış olan da imkanı {mümkün, sonradan yaratılmış varlık} olması sebebiyle aslına intikal ede memiştir. Halbuki, O'nun hükmü baki, ayn'ı sabit, Hakk da buna şahid ve meşhfrddur {hem şahid olur, hem de müşahede edilir). Allah Teala'nın, O {kendisi) olmayan bir şeye kasem { yemin) etmesi mümkün değildir. Çünkü kendisine yemin edilen, azamete layık olan O' dur. O, O {kendisi} olmayan bir şeye yemin etmez.
(Fütiihiit, II, 474) {Ayrıca b k tecelli-isti.tar)
tahannüs ( .::..,;.� ) * Tahannüs, kişinin hayasının fazlalığından dolayı, söz ve fiilieriyle bast halinden uzaklaşarak kabz haliyle utanması halidir. (Miziin, 77)
taharet (
ö Jl.�b ) {tathir; tetahhur)
* Tathır {temizleme); şerden üzerine hayrın
bina edildiği temele yönelmektir. Bina yıkılsa da temelin sağlam kalması müm kündür, ancak temel yıkılınca binanın ayakta kalması imkansızdır. Kişi arnelden önce {şerden, kötülükten) temizlenınediği takdirde, o şer, arnelindeki hayrın sağla yacağı menfaatlere mani olur. Kul için münasib olan şey, önce şerri terk etmek, on dan sonra hayrı taleb etmektir. { Kötülüklerden) temizlik nefse endişe verir. Bu sebeble o, temizliğin kendisine ağır gelmesi ve temizlenmeden yapılacak arnelierin kendisine daha kolay gözükınesi yüzünden, {temizlenmeksizin hemen) taat arnel lerine firar etmeyi tercih eder. (Adiibı, 76)
* Taharet, kalbin kin, hased, şirk ve töhmet gibi şeylerden temizlenmesidir. Safa ise illet taşımayan şeydir. Tüm beşeri vasıflardan temizlenme, değişmeden ve farklılaşmadan sürekli hale gelir. Bu ise mahlukatın vasfı değildir. Çünkü Allah Teala, illetierin bulaşmadığı varlıktır. Allah'da değişme olması da söz konusu de ğildir. Mahlukat imtihanla sınanır, illet ve değişmelerden hali değillerdir. Onlar, kulluk hükümlerine tabidirler. Böyle olduğu için de Allah' a tevbe ve istiğfarda bulunurlar. (Luma', 547)
* Tetahhur {temizlenme); zahirierin temizlenmesi pisliklerden, batınların temiz lenmesi de kötü niyet, kötü düşünce ve arzulardan arınınakla olur. ( Ta 'arrıtf, 7)
* Tahtıret iki türlüdür: Biri zahirdeki temizlik; diğeri batındaki {kalbdeki) temiz liktir. Bedendeki temizlik olmadan namaz sahTh olmadığı gibi, kalbdeki temizlik olmadan da marifet sahih olmaz. Şimdi beden temizliği için mutlak su gerekir. Ka rışık, kullanılmış, kirli su ile temizlik yapmak caiz değildir. Kalb temizliği için de
taharet
995
halis ve saf bir tevhid lazımdır. Karışık ve dağınık bir ı:tikad bu işe münasib değil dir. (Hücv1ri, 345)
* Tahciret { temizlik}, kalbi masivildan {Allah' tan başka her şeyden } temizlemek tir. Abdest, kalbi kötü ahlaktan ve çirkirı şehvetlerden temizlemektir. Namazda { taharet} kalbirı dosdoğru yönelişi ve tevhid kıblesirıe bağlanmasıdır. Zekat, kalbi gelirlerirı kazancından soyutlamak, çıkarmaktır. Oruçta {taharet}, masivildan oruç tutmak (masiva ile ilgiyi koparmak}, sonra masivil orurunu görmekten de oruç tut maktır (masivayı görmeme halirıden de haberdar olmamaktır}. Bu oruçtan tefek kür yardımıyla fıtr (fıtrat} ortaya çıkar. Haccda (taharet}, kalbirı nefsten tecrid makamına çıkması, nefsirı hevalarından çıkarılması ve (Allah'tan başka} bütün ai diyetlerirıden yok etmektir. Özetle tüm bunlarda sırrı masivildan temizlemek, himmeti Hakk'a döndürmek, O'ndan başka her sevgiliyi terketmek, orucu gör mekten oruç tutmak, müşahede alemirıe haccetmek vardır. Böylece bu üçüncü tarla ilisana bakanın bakışına ait olur. (Ravza, 196) (Ayrıca bk. safa'} tahasüs ( ..,..... \�
)
* Tahiisüs, kişirıirı kendirıden alt derecedeki bir irısana ik
ramda bulunup saygılı davranması sırasında, karşısındakirıirı derecesirıi düşürme sidir. (Mizan, 74)
tahir ( _rb\b ) (tahir-i batın; tahir-i sırr; tahir-i sırr ve 'alaniyye; tahir-i zahir} * Tahir, Allah'ın, (kendisine} muhalefet etmekten koruduğu kimsedir. Tahir-i zcihir, Allah'ın masıyyetten koruduğu kimsedir. Tahir-i btitın, Allah'ın, şeytanın vesvesesirıden ve ağyar (kendisirıden başkası} ile alakadan (ve bu alakadan doğan kötülüklerden} koruduğu kimsedir. Tahir-i sır, bir an dahi Allah'tan gafil olmayan kimsedir. Tahir-i sır ve alaniye, Hakk'ın ve halkın haklarını gücü nisbetirıde yerirıe getiren kimsedir. (Kaşani, 64; Cami', 88)
tahklk-tahakkuk ( J�
- J�Q� ) (ehl-i tahkik; tedkik; tenmik; terkik}
* Tahakkukun manası tahkiktir. Tıpkı taallümün talim olması, hakikatiri isim, hakaikirı de onun çoğulu olması gibi. Bunun manası, kalbirı irıandığı mevcfıdun huzurunda daima nasiblenerek durmasıdır. Kalbe, irıandığı konusunda, O'nun huzurunda nasiblenerek durmasını engelleyecek bir şübhe veya hayal müdahale ederse iman batıl olur. (Luma', 413) * Tahkik, kendisirlde zedeleyici hiçbir şübhe kabul edilmeyen bir makamdır. Bu sıfatın sahibi muhakkiktir. Tahkik, kendisiriden zatını istediğirı Hakk'dan olan ge-
tahkik-tahakkuk
996
rekli her şeyi bilmektir. {Hakk} bu talebi ilim bakımından karşılar. Bununla mua mele etme konusunda ittifak edilirse, hal olarak verir. Bu durumda o kişi, tahklkin gücünün kendisinde zuhur ettiği kişi haline gelmiştir. Üzerinde zuhur etmediği takdirde, bir hata yaptığını bilir, fakat bu hata onun hakikatinde bir zedelenmeye yol açmaz. Çünkü o, te'sir altında kalmaktan dolayı hata yapmıştır. Burada ilahi bir sır vardır. O da Allah'ın mutlak Hakim ve her şeyi yerli yerine koyan {Zat} olmasıdır. O, yarattıklarına her şeyi verendir. Allah'ın tertibi bakımından kainatta hiçbir hata yoktur. Rabb bu tahkik ile onu tahakkuk ettiren muhakkikin durumunun böyle olduğunu bilir. Onun hata yaptığını da bilir. Ama bu hata, Allah'ın onu oraya o şekilde koymuş olması bakımından, o kulun durumuna nisbetle değil, kulun kendi durumuna nisbetle hata olarak isimlendirilir. Tahkik sahibi olan kişi nin hatasında da ecir vardır. Bu, şu manadadır: Konunun temelinde hata etmeyen müctehid için olduğu gibi, Allah katında ona da iki sevab verilir. Onun hükmü sa bittir. Onun hatası, ancak delilinin başkasının deliline, şeriata ve hakka {doğruya} münasib olmaması açısından hatadır. Tahklk ve muhakkikin mertebesi böyledir. Bu makamın sahibine gerekli olan şartlar arasında, işitmesi, görmesi, eli, ayağı ve kullandığı bütün kuvvetlerinin Hakk olması yer alır. Böylelikle o, ancak Hakk ile, Hakk'da ve Hakk için tasarruf eder. Bu vasıf ancak mahbub { sevilen kul} için geçerli olur. Kul, {Allah' al yaklaşmadıkça mahbub olmaz. Nafile hayırlar olmadan da yaklaşabilmek mümkün olmaz. Ama nafile hayırlar da farzlar kemale erme dikçe kendisine sahih olmaz. Farzlar da, hakları yerine getirilmedikçe kemale er mez. (Fütıllıiit, Il, 264-265)
* Talıakkıık, Hakk'ı isimlerinin suretleri olan alemde müşahede etmektir. Hakk muhakkik olan halktan, halk ile ve Hakk'dan asla perdelenmez {Hakk'la meşguli yeti onu Hakk'dan, Hakk ile meşguliyeti de halktan koparmaz}. (Kaşani, 156)
* Elıl-i talıkik {tahkik ehli} üçe ayrılır: Birincisi haberle nazarı birleştirenler, ikin cisi teşbihle tenzihi birleştirenler, üçüncüsü acz ile mukaddes ittihadı birleştiren lerdir. (Ravza, 439)
* Talıkik, Hakk tarafından gelen şeylerin özünü almaktır. İlk inceliği senin ilmi nin O'nun ilmiyle yarışmaması, ikinci inceliği senin müşahedenin O'nun müşahe desiyle çatışmaması, üçüncü inceliği ise senin alarnetinin O'nun alarnetini ortadan kaldırmamasıdır. (Ravza, 496)
* Talıkzk, Hakk'ı, isimlerinin suretleri olan alemde müşahede etmektir. Muhak kik, halk ile Hakk'tan, Hakk ile de halktan perdelenmez. (Ciimi', 79)
* Meselenin deliliyle isbatı talıkzk; bir başka delille isbatı ise tedklk; te'sirli cümlelerle onu ifade etmek terkfk; bu ifadenin terkibinde bedi ve meani ilimlerini gözetmek tennızk; o hususta itiraza mahal bırakmama ise tevfiktir. (Kaviinin, 61)
tahziz
997
tahziz ( Ja�.A� ) * Kevni tahziz {var olmaya tahrik etme, zorlama}, Allah'ın avfun olan kulları arasında yaratmış olduğu bir sırdır. Salikler bu yoldadırlar. Bu sır, havass olanlardan asla vaki olmaz. Çünkü o ilahi bir sıfat değildir. Ancak o, onların O'na � değil kainata yöneldikleri hususta, Allah'tan onlara gelmiştir. Şu ayette olduğu gıbi: "Onların üzerlerine dört şô.hidle gelmeleri gerekmez miydi? . . " [Nur
24/13] Edat, ancak ilahi olduğu takdirde tahziz manasını içerir ve Allah'ın has kulları da onunla vasıflanır. (Fütuhô.t, III, 160) takıyye ( :i;Qı ) * Kabe'nin Mekke'nin haremi olması gibi, takıyye de mü'minin haremidir. Bir cemaat ise şöyle demiştir: "Takıyye, hak ve batılı ayıran kalbdeki bir
nurdur." Sehl, Cüneyd, Haris {Muhasibi} ve Ebı1 Said'e {Harraz'a} göre takıyye, kişinin içiyle dışının aynı olmasıdır. (Luma', 303)
taklid ( J�lQı ) {ehl-i taklid} * Taklid, her akli veya zarfiri ya da keşfi ilmin kendisine irca edilebileceği bir asıldır. Ancak bunların bu asıila alakah olarak çe şitli mertebeleri vardır. Bunlar içinde Rabb'ini taklid edenler bulunmaktadır. Bun lar yüce insanlar olup sahih, hakiki ilim sahibleridir. Bunlar içinde, kendi aklını taklid edenler bulunmaktadır. Bunlar zarfiri ilim sahibleridir. Bir şübheci, onları imkani {imkanla alakalı} bir hususta şübheye düşürse, o şeyin mümkün olduğunu bildikleri için onu kabul etmezler. Onlara o şey hakkında bir şey söylesen, "Zarılrf ilim ayıplanmaz, kötülenmez" derler. Bunun misalleri çokhır. (Fütılhô.t, III, 157)
* Ehl-i taklid {taklid ehli, taklidciler} atalarını taklid edenler, alimlerini taklid edenler, peygamberleri taklid edenler olmak üzere üçe ayrılır. Bunların {peygam berleri taklid edenlerin} bütün bildikleri {peygamberlerden gelen} habere dayalı dır. (Rtıvza, 438)
takrib ( Y..J Qı ) * Takrib, sadık olan salikin şartlarına uyarak halvete girmesi, zikre devarn etmesi, hiçbir arzu ya da kasdı bulunmadan nefsin sürekli tekrar ettiği hale gelene kadar da zikri bırakmarnası, {zikri} sussa ya da sustursa bile zikirden geri kalmaması ve ayrılmarnası, zikrin kendiliğinden cereyan eder hale gelmesidir. Dil susarsa ve zikir, gıdanın bedene dağılması gibi yayılırsa bu fark edilmez. Zi kirde bir kuvvet bulunur, bu kuvvet kaybolsa bile te'siri kaybolmaz. {Zikrin} akışı ve faydası bununla anlaşılır. İşte bu zikir elde edildiğinde, bu kuvvet zikri genişletir, Allah'ın meydanlarına ve O'nun sırlarının son noktalarına kadar uzatır. Böylece kişiye, vüzı1dun perdele rini aralayan Hakk nurları gözükıneye başlar. Bu da gücü nisbetinde, gayret, istidad ve ihlası miktarına göre, ister feraset ve tahlil yoluyla, ister keşf ve temsil yoluyla, ister ifade ve talim yoluyla olsun, gayb hazinelerine muttali olmayı sağlar. Çünkü o, artık bir ayna olmuştur ve vücı1dla ebedi olarak karşı karşıyadır. Bu keşften sonra, gördüğü bazı acaibliklerle meşgul olması ve bunlara kapılması se-
taktir
998
bebiyle müridin ayağı sürçer. Bu halde {Allah tarafından} kendisine vekil olunur ve sabit-kadem hale gelir. Böylece, daha {halvet} yerini terk etmeden mevcudatın suretleri ve keşfin hakikatlerine ulaştırılır. Ancak, asıl hedefin bunlar olmadığı da orada ortaya çıkar. O, her halinde, Allah Teala'nın gazabından ve kendisini kov masından korkarak, ilahi hitaba mazhar olduğu, uğradığı ve idame ettirdiği hiçbir durağın maksudu olmadığını anlar. Varlıktan sıyrılarak alemleri görmekten fani olduğunda, Mükevvin'in vücu dundan {her şey, var eden Allah'ın varlığından} başkasını görmez. Fena maka mında temkine ulaştığı zaman, hakikatlerdeki istiğrak haline döner. Tarikatın ga yesi budur. Sorıra hakikate şahid olursa, Allah ona hak olanı takdir eder. Böylece o, izleri silinmiş bir halde nuriara gömülür. Sekri sahvına, cem'i farkına, fenası bekasına, gaybeti huzuruna galib gelir. Sorıra kemale ererek sahvı artar. Bu son makamdır {nihayat makamıdır} . Kendisinde, Allah'ın hibe ettiklerinden başka keramet cinsi kalmaz. (Cami', 23)
taktir ( �ib )
*
Taktfr,
gerektiği yerde infak etmekten kaçınmaktır. Bunun sebebi,
cimril i k açgözlülük ve elisıkılıktır. Bu üç huydan her birinin de dereceleri vardır.
(Mfzfin, 77)
takvattakvallah ( �� ı.SJQ.'J / ı.SJQı ) * Sordum: "Takvii nedir?" Cevab verdi: "Al lah'ın hoşlanmadı�ı şeı;lerden uzaklaşarak sakınmaktır." Dedim ki: "Kimden sakınmaktır?" Dedi ki: "Allah'tan. " Dedim ki: "Neyle alakaZı olarak O'ndan sakınmaktır?" Dedi ki: "İki has/etle altikalı olarak. Onlar da vticib olanı yapmamak, açık ve gizli olarak yasaklandığı halde, haram olanı iş/emektir. Bu iki haslet, Allah'ın vticib kılıp ve yasak/adıklarını yerine getirmeyi kendinde toplar." (Ri'tiye, 8)
* Takvti, Allah'tan � gelen bir nfu üzere, Allah'a �, sevahım Allah'tan � bekleyerek itaat yoluyla amel etmendir. Takva, Allah'tan bir nur üzere, Allah'ın cezasından korkarak günahları terk etmendir. Takvanın bedenle {davranışlarla} alakah hakikati, hakkı {doğru olanı} yerine getirmek ve günahları terk etmektir. Kalble alakah hakikatiyse, farzlarda ihlasla Deyyan'ı {Allah'ı} irade etmek {iste rnek, Allah rızasını hedeflemek}; Allah' ın, kullarını teşvik ettiği, ancak onlara mer hametinden dolayı farz kılmadığı nafile namaz, nafile oruç gib i ibadetlerin tü münde ağlamak ve hüzünle amel etmektir. Allah'ın kullarını teşvik ettiği ibadetler, ancak kulların iradelerini O'na has kılarak takva ile amel ettiği müddetçe kabUl olunur. Vera da takva cinsindendir. Çünkü kul, Allah'tan ittika ederse {takva sahibi olursa}, veraa ulaşır. (Ri'tiye, 9)
* Taat; kurtuluşun yolu, ilim ise bu yolun rehberidir. Taatın aslı {temeli} vera,
takvaJtakvallah
999
veram aslı takvli, takvanın aslı nefs muhasebesi, nefs muhasebesinin temeli ise, havf ve recadır. Nefs muhasebesinin rehberi de ilimdir. (Ri'aye, 12)
* Kullarını yaratan, kendisine dönülecek olan, doğruluk ve güzellikler sahibi Allah'tan takva; kardeşim, O'ndan sakın! Allah'ı bilen kimsenin takvası Al lah'tandır. Takvayı ona Allah takdir etmiştir. O'nun melekfıtunu, gücünün şahidlerini, O'na delalet eden delillerin çokluğunu, rububiyyetine delalet eden ayetleri, iradesinin nüffizunu, sanatının sağlamlığını, tüm mahlukatındaki kudre tinin açıklığını ve tedb1rinin güzelliğini müşahede etmekle ortaya çıkan Allah'ın vahdaniyyetini !birliğini}, ferdaniyyetini ltekliğini}, ezeliliğini ve ebedlliğini ikrar eden kimse O'nu haklkl manada tasdik etmiştir. (Adabı, 55)
* Takviinın aslı kalbdedir. Takva; şekk, şirk, küfür, nifak ve riyadan koruyan bir kalkandır. (Beı;an, 54) * Sehll-i Tüsteri} şöyle der: "Takvii, sadece hillleri müşiihede etmektir." Bunun ma nası şudur: Allah ile sükun bulan ve bu halden hoşlanan kişinin Allah'tan başkasından sakınmaması gerekir. (Ta'arrııf, 69) * Takviinın aslı nehyedilen şeylerden uzaklaşmak ve nefs ile zıtlaşmaktır. IBu yolda yürüyenler, } nefsin hazlarından uzaklaştıkları ölçüde yakilli idrak ederler.
(Ta'arruf 70) * Takvii, kulun Allah'ın dışındaki şeylerden sakınmasıdır. Sehl l-i Tüster'i} şöyle der: "Takviisının sahfh olmasını isteı;en kimse bütün güniihlan terk etsin '" Nasrabazi de şöyle der: "Takviiya yapışan kimse dünyiiyı terk etmek ister." (Kuşeyri, 56) •• Takvii, Kur'an'da üç manada kullanılır: Birincisi haşyet ve heybet manasıdır. Allah şöyle buyurur: "Yalnız benden korkun." [Bakara, 2/4l] "Allah'a döndürüleceğiniz bir günden sakının." [Bakara, 2/281] İkinci manası taat ve ibadettir. Allah şöyle buyurur: "Ey zmiin edenler! Allah'tan hakkıyla korkun. " [Al-i İmran, 2/102] Bu ayetin tefsrrinde İbn Abbas şöyle der: "Al lah'a hakkıyla itiiat edin. " Mücahid de şöyle demiştir: "Bu, itiiat edip isyan etmemek; zikredip {hatırlayıp} unutmamak ve şükredip nankör olmamaktır." Üçüncü manası ise kalbin günahlardan temizlenmesidir. işte bu hakiki takva dır. (Minhiic, 27)
* Takviinın üç mertebesi vardır: Şirkten sakınmak, bid'atlerden sakınmak ve fer'i olan günahlardan lgünaha götüren her şeyden} sakının ak. . .
. . . Takvii, kişinin, dilline zarar vermesinden korktuğu her şeyden kaçınmasıdır. Hummaya tutulmuş bir hastaya, yemek, içmek gibi bedenine zarar verebilecek şeylerden kaçındığı zaman "İttika ediyor" denir. Dm işinde kendisinden korkulan zarar iki türlüdür: Sırf haram ve mübiihlar. Çünkü mübahlada meşgul olmak ve kendini onlara iyice kaptırmak kişiyi harama
1000
takv3/takvallah
çekebilir. Bunun sebebi, netsin hırslı olması ve aşırıya kaçması; hevfuun azgınlığı ve isyiinıdır. IYın işinde zarardan emin olmak isteyen kimse tehlikeden kaçınır ve sırf harama düşmekten korkarak mübahlardan da çekinir . . .
. . . Takvanm tam tarıfi, kalbi, henüz benzerini işlememiş olduğun şerden {kötü lüklerden} temizlemendir. Bu da terk etmeye azınetmeyi sağlayacak bir kuvvetle {mümkün} olur. Nihayetinde takvfi, seninle şerrin tamamı arasında bir kalkan olur. (Mınhac, 27) * Tevhid kalbdedir, zühd kalbdedir, takv{i kalbdedir, marifet kalbdedir, Hakk'ı bilmek kalbdedir, Hakk Teaiii'ya � mehabbet {O'nu sevmek} kalbdedir, O'na yaklaşmak kalbdedir. (Feth, 49)
'' Takvd, Allah'ın haram kıldığı şeyleri terk etmek ve farz kıldığı şeyleri yapmaktır. Bundan öte Allah'ın rızkı ne olabilir ki! İşte bu hayrın ta kendisidir . . . . . . Muhammed b . Hafifrtı şöyle der: "Takvci., seni Allah'tan uzaklaştıran her şeıjden
uzaklaşmandır." Kasım b. Kasımrtı "Takvd şeriatın edebierini muhafaza etmektir" demıştir. Süfyan Sevri de demiştir ki: "Takvd, dünya ve rifetlerinden sakınmaktır." Ebu Yezid {Bistfuni)rh de "Takvii, tüm şüblıelerden teverrudur {verii etmektir, sakın maktır}" demiştir. Yine o, "Muttaki {takvd siihibi}, konuştuğunda Allalı için konuşan, sustuğunda Allah için susan, zikrettiğinde Allalı'ı zikreden kimsedir" demiştir. Fudayl b. İyazrtı da şöyle der: "Kul, arkadaşlarının kendisinden emin olduğu gibi, düşmanı da kendisinden emin olmadıkça muttakllerden olamaz." Sehl {-i TüsterJ:)rh şöyle der: "Muttaki, {güç ve kuvveti Allah'tan bilerek} güç ve kuv
vetinden kurtulan kimsedir. " Denilmiştir ki: "Takvii, Allalı'ın seni nehyettiği şeyde görmemesi; sana emrettiği şeyi de senden eksik etmenıesidir." Yine "Takvii, Resulullah'a uymaktır'' denilmiştir. Şöyle de denilmiştir: "Takvii, kalbin/e gajletlerden, nefsin/e şehvet/erden, tabiatznla lezzetlerden ve bedenin/e {davranışların/a} kötülüklerden sakınmandır; işte o zaman yerin ve göğün Rabb'ine ulaşman ümid edilir." Ebu'I-Kasım {Cüneyd?)rh şöyle der: "Takvii, güzel ahliiktır." Şöyle diyen de olmuştur: "Bir kişinin takvii sdhibi olduğuna üç şekilde hükmolunur: Bir şeıji elde edeme
diğinde hüsn-i tevekkül {güzel bir tevekkül}; elde ettiğinde hüsn-i rızii ve kaybettiğinde hüsn-i sabır." "Muttaki, heviisına tiibi olmaktan sakınan kimsedir" de denilmiştir. (Gunye, I, 143) * Denilmiştir kı: "Takviinın çeşitli şekilleri vardır: Aviimm takviisı, Yaratıcı 'ya şirk
koşmayı, haviissın takviisı güniihları bırakarak ve diğer hallerinde nefse muhiilefet ederek heviiyı terk etmektir. Evliyilnın ehiiss-ı haviissının {seçkin/erinin} takviisı ise, eşyii husii-
takva/takvallah
1001
sunda iradeyi, nafile ibadetler hususunda ihmal, Mevlfi hfiricindeki sebebiere bağlanma fAllah 'tan başkasına dayanma} ve htillerle makamlara sarılmayı terk etmek; bütün bu hu suslarda, farz hükümler/e enıre itfiat etmektir." Enbiyanın {peygamberlerin} takvası ise, gayb içindeki gayb sınırını aşmamak tır. O, Allah'tandır {O'ndan gelir} ve Allah'adır {O'na yönelir}. Allah onlara emre der, yasaklar, onları muvaffak kılar, terbiye eder, tedavi eder, iyileştirir, onlarla konuşur, onları irşad eder, onlara hidayet verir, onlara {nlınetler} verir, onları se vindirir, {ilahi sırlara } muttali kılar ve onlara { sıradan insanlarm göremeyeceği şeyleri} gösterir. Bu hususlara aklın sınırı yetmez. Onlar beşerden, hatta meleklerin tamamından da ayrıdır. Şu kadar var ki onlar, hükmü zahire bağlı olan, ümmeti ve mü'minlerin avamını aHikadar eden açık bir emre bağlıdırlar. Onlar bu hususta {şeriatın zahiri konusunda} halkla ortaktırlar. Bunun dışında kalan hususlarda ise tamamen farklıdırlar. (Gunye, I, 145)
* Takvii, Allah'tan alıkoyacağı endişesiyle heıa.Iden bile sakınmaktır. Yakinin hakikati, kalbierin keşfiyle {açılmasıyla ya da kalbin keşfetmesiyle} gaybı müşa hede etmek ve fikirlerio hitabıyla sırları düşünmektir...
. .. Takvfi üç kısımdır: {Bunlardan} lisanla olan avarum takvası, ezell olanın zik rirıi tercih etmektir. Kemale erene kadar bu zikre devam eder. Erkan ile olan ha vassm takvası, ezell olana hizmet etmeyi tercih etmektir. Kemale erene kadar hiz mete devam eder. Kalb ile olan ehass-ı havassm takvası ise, ezeli olana mehabbeti tercih etmektir. Kemale erene kadar bu mehabbete devam eder. (CBmi', 54)
•• Veril ile takvfi, lügatte aynı manaya gelir. {Oysa hakikat ehline göre birbirin den farklıdır. } . . . (Ciinıi', 265)
* Takvfi "tüka" demektir, sözlükte "ittika {sakınnıak}" manasma gelir. Yani insa nın sakındığı şeyden aşırı bir şekilde korunması, yani {kendisini) muhafaza altına alması ve korktuğu şeyle arasına bir şey koymasıdır. Mesela cisirnlerden kalkan ve benzeri şeyler; fiillerden de doğruluk ve dostluk kişiyi korktuğu şeye karşı koru yan unsurlardır. Denilmiştir ki: "Takvfi, mutiivaiit {ortaklık, işteşlik} bildirir." Bundan dolayı "vekaltu, ve'tteka {onu korudu, o da korundu}" denilir. Takviinın şerl:attaki manası ise dünya ve ahirette zarar verecek şeylerden kaçm m aktır. Bunun muhtevası geniştir. En aşağısı şirkten kaçınmak, en yükseği ise yapmak veya terk etmek suretiyle ceza gerektiren şeylerden nefsi korumaktır. Ha kikat ehline göre takva, sırrı Hakk'tan alıkoyan şeyden arındırmak ve bütün varlı ğıyla Hakk'a tebettüldür {kendini Hakk'a vermektir} . İşte {burada) kasd edilen ha kiki takvii budur. (Ciimi', 266)
* Takviinın zahiri ve batını vardır. Zahiri, sınırları ihlal etmekten korkmak, ba tmı ise niyet ve ihUistır. Ebu Abdullah Muhammed b. Sehlrh şöyle der: "Takvfisının
sahih olmasını isteı;en kimse bütün günrihlan terketsin '" (Nebharu, t 406) {Ayrıca b k vera'}
1 002
takyid
takyid ( � ) * TakıJid, akla izafe edilen bir sıfattır. Keşf, mümkünata {müm kün varlıklara} yöneliktir. Aklın buna gücü yetmez. Mutlak ise, Hakk'a izafe edilir. Mutlakın, takyid edildiğini anlayamamıştın. Takyidin aslı ve sebebi, hakikatleri birbirine karıştırmayacak şekilde temyiz etmektir. Mutlak, aslında bir takyiddir. Çünkü mutlak, takyid edilenden temyiz edilmiş ve mutlakla da takyid edilmiştir {kayıt altına alınmış, sınırlandırılmıştır}. O {Hakk}, bilhassa "acele etmeyen" mana sında "Halim" olarak isimlendirilmiştir. O'nun hak eden kuluna mühlet vermesi, {yaptığı şeyin karşılığını} alacağı zamanda alması içindir. {Bu sebeble Hakk} kulun hak ettiği zamanda {derhal yaptığı şeyin karşılığını} almasına man! olur. Bundan dolayı O, "Sabur" olarak isimlendirilmiştir. Burada içinde takyid olmayan bir mutlak yoktur. Çünkü kevn olan mukayyed varlık, mutlaktan {mutlak varlıktani O'nun takyidiyle ayrılır. Onu ıtlak ile {mutlak ile veya isimlendirmeyle} kayıtla mıştır. O, her surette O'nun tecellisidir. O'nun, vücudun kendisi olmasından do layı, kabUl edilmesi, her mümkünün hükmüdür. Ayn-ı vücud, O'nu mümkünlerin hükümleriyle kayıtlamıştır. (FütUlıiit, III, 214) {Ayrıca bk. 'akl}
talakat ( �i')U, ) * Talakat, fuhşiyat ve iftiraya sapmaksızın edebli bir şekilde mi zah yapmaktır. Sululuk ve ciddiyet konusunda ifrat ve tefrit arasında orta yoldur.
( Miziin, 76) talib-i hayr ( �ıı.-1
"-:-'lik> ) * Talib-i lıayr {hayrı taleb eden kimse}, arneli bilmek ve
arnelin hükümlerine muhtaç olmak, bu arnelleri ihlaslı bir şekilde eda etmek, emrolunduğu gibi dosdoğru olmak, emrolunduğu vakitlerde farzları eda etmek gibi hususlardan başka beş hasletten daha müstağni kalamaz: Sıdk, savab, şükür, reca ve havf. (Adabı, 78)
talib-i visal ( J� Jll "-:-'l\b ) * Tiilib-i visal {vuslatı, yani Allah'a kavuşrnayı taleb eden}; Cemal'i müşahede etmeye iştiyak duyan, işaretleri arzulayan, Ceıaı ile örtülen {Ceıaı sıfatıyla kuşatılmış) ve obanın kaşaneleriyle harabeleri {dünyada ya şadığı iyi ve kötü tüm haller} arasında, hal lisanıyla sözünü söyleyen kimsedir. (Kaviinın, 100)
ta'lim-i rabbani ( � lu �lıü ) {bk. ilham} tama' ( �b ) {alet-i tama'} * {Dedi ki} : "Hırs ve rağbet tamalıtan dolayı ortaya çı kar. Nefs in temeli, tamah laıidesi üzerine binii edilmiştir. . . Dünya hakkında tamah, dünya malından dalıa fazlasını isteme hususundaki vesflelera yapzşmaktzr. Alıiret husüsımda ta mah ise, iilıiret arnellerine hzrs ve rağbet besleı;erek, bu hususta dalıa fazlasını taleb edecek vesilelere sarılmaktzr."
tammat
1 003
{Tamahın sebebleri ve bütün afetleri hakkında da} dedi ki: "Aşırı istek ve hırs, is
teme heı;ecanı. Tamahı bunlardan hangisini çekerse, onun gereklerini yapar, onun araçla rını bir araya getirir. Onun gerektirdiğini elde etmeı;e yönelir." (lıdabı, 65) •• . . . Tefvizin zıddı tamahtır. Tamah iki şekilde cereyan eder: Birincisi reca şeklindedir. Mesela sen tehlikesiz ya da bir istisnayla tehlikeli bir şey istersin. Bu övülen ve kınanmayan bir şeydir . . . İkincisi ise kınanan tamahtır. Bu da Hz. Pey gamber'in i't "Tamahtan sakının, çünkü o sürekli fakzrliktir" dediği tamahtır. Denil miştir ki: "Dznin helakı ve fesadı tamah, alametiyse veriidır." Şeyhimiz der ki: "Kınan ınayı gerektiren tamah iki şeydedir: Birincisi şübheli bir menfaat karşısında kalbin hareket siz kalması; ikincisi ise hüküm bakımından tehlikeli olan bir şeyi istenıektir." Şunu bil ki bu istek, tefvizden başka bir şeye tekabül etınez. (Minhiic, 51)
•• Denilmiştir ki: "Tanıahın bir aslı {kökü} bir de fer'i {dalı} vardır. Aslı gaflet, fer'i ise
riyii, gösteriş, yapmacıklık ve insanların yanında makam-mevkzden bahsetmeyi sevmektir." (Gunye, II, 1 99) {Ayrıca bk. tefviz-teslim}
Himmat ( .:.ılA\1 ) {bk. şath ve tammat} tams ( .._.....,. !:. ) {bk. b erk-hark-tamsl tarik/tarikat ( ��Jı:.
1 IY.Jı:. ) {erkan-ı tarik; keradis; tarik ilallah; tarik-i kavm;
tarik-i müridin; tarikat-ı sufiyye} * {Bilmediklerini şeyhel sorarsan, Allah'a � giden yolda kendini basiretli bulursun. Sen {onun isteklerine} icabet edersen, o da sana süluk ettiği tarikten, uzaklaştırdığı afetlerden, sabrettiği zorluktan ve ilim yoluyla Allah'a yaklaşma de recelerinden bir vasıfla icabet eder. Müridiere başlangıç yolunu, bu yolda kendi sine arız olacak şeyleri, ancak sabır ve mücahededen sonra sürur ve rahata ulaşılabileceğini gösterir. Çünkü karşılaştıkları şeylere tahammül etineleri ölçü sünde zenginlik, rahat ve sürfın ererler. (Bed', 34)
* Tarzk-i mürzdzn {müridlerin yolu}, kendilerine {iç dünyalarındaki kusurlardan arınmaya yönelik tevbe olan} inabeyi şart koşan topluluktur. Allah şöyle buyurur:
"Kendisine iniibe edenleri {yönelenleri} doğru yola iletir. " [Şura, 42/13] Bunlardan keşfe nail olmadan önce gayret göstermeleri istenmiştir. Nitekim Allah "Bizim uğru
nı uzda nıücahede edenleri elbette kendi yollarzmzza eriştireceğiz." [Ankebut, 29/69] aye tiyle, onları gece karanlıklarında uykusuzluk, en sıcak günlerde susuzluk gibi çe şitli riyazet ve mücahedelerle çeşitli gayret derecelerinde ağır ağır yürüteceğini an latmak istemiştir. Böylece gönüllerinde arzu ateşleri alevlenir, layık olmayanlara hakikat nurlarının erişmesi engellenir. İradenin kızgın çöllerinde dolaşırlar. Ken-
1004
tarikitarikat
dilerine hoş gelen bütün alışkanlıklardan vazgeçerler. İşte bütün bunlar, Allah'ın onlara şart koştuğu ve hidayete ulaşınalarma sebeb kıldığı inabedir. Daha önce de işaret edildiği gibi, birdenbire tecelli eden husus! hidayet kişiyi doğrudan doğruya Allah'a ulaştıran husı1s1 bir hidayet türü olup ilk milrifetin ge reği olarak emir ve yasaklara uyma sonucu ortaya çıkan umı1m1 hidayetten farklı dır. {Allah'ı} sevip { O'nun} yoluna sülı1k eden, O'na yönelen mürl:din hali işte böyledir. Bu sebeble inabe, neticede husı1s1 hidayetle son bulan umı1m1 hidayetin de aynısı olur. Ancak bir farkla ki, husı1s1 hidayete mazhar olanlar, inabeleri sebe biyle hidayete ulaşanlardan önce hedefe varmışlardır. Onlar, O'na çeşitli mücade lelerle yol bulmuşlar, böylelikle, güçlüklerin sıkıntılarından kurtularak kolaylıklar fezasına ulaşmışlar, cehd zorluğundan halin rahatlığına ererler. İşte bunlar önce mücil.hede eden sonra keşfe ulaşanlardır. Muriidun ise önce keşfe ulaşan, sonra mücil.hede edenlerdir. ( 'Avarif, 35-36) * {Keriidzs: Yığınlar, bölükler, topluluklar, topluca}
Aralarında olduğum gün yolunda mzriicımın en soy atiarını yükledim sabrımın bölük bölük (Tercüman, 18) * Tarik, ruhsata { kolaylıklaral yer verilmeyen, Allah'ın emrettiği merasimlerden ibarettir. (Istılah, 530) * Eğer "Vakit nedir?" dersen, deriz ki: "Vakit, geçmişe ve geleceğe bakmadan, içinde
bulunulan anı yaşamaktır. İşte ehl-i tarikin ltasavvuf ehlininl vakit anlayışı böyledir." Eğer "Sufilere göre tarik nedir?" dersen, deriz ki: "Ruhsat verilmeı;en konularda,
azimetler ve azimet mesabesindeki ruhsatlar cinsinden meşru hakları yerine getirmektir." AzJ:met mesabesindeki ruhsatları ancak azırnet sahibieri yerine getirir. Tar1k ehli nin bir çoğunun ruhsatla amel etıneye izin vermemesi ise yanlıştır. (FütUhiit, Il, 130) * Tarikat, menzilleri aşarak ve makamlarda ilerleyerek Allah'a ulaşma yoluyla sil.liklere has olan yolculuktur. (Kaşani, 65; Cami', 89) * Hasan Kazzaz şöyle der: "Tarik-i kavmi {sufi yolunu} üç şey üzerine binii ettim: İhtiyaç dışında istediğini yememek, tam uyku bastırmadan uyumamak ve şer'i bir zaruret dışında konuşnıamak." (Enviir, I, 54)
* Erkan-ı tank {tasavvuf yoluna girmenin şartları} dört tanedir: Açlık (az ye mek), uzlet, az uyumak ve az konuşmak Eğer mürid aç kalmayı {az yemeyi} başarabilirse, bunu diğer üç şart takib eder. Çünkü açlık {az yemek} az konuşmaya götürür, uyanıklığı artırır {az uyumayı sağlar} ve {bu sayede müridi insanlardan ayrı kalmaktan hoşlanır. (Enviir, I, 56)
tarikitarikat
1 005
* Allah'ı kasd {ve murad} etmeye giden yollar dört tanedir. Hepsine sahib olan muhakkik sıddiklardan, üçüne sahib olan mukarreb evliyadan, ikisine siihib olan yakin sahibi şiihidlerden, birine siihib olan ise Allah'ın salih kullarmdan olur. İlki zikirdir; yaygısı {göstergesi} salih amel, meyvesi ise nı1rdur. İkincisi tefekkürdür, yaygısı sabır, meyvesi ise ilirndir. Üçüncüsü fakrdır; yaygısı şükür, meyvesi ise şükrün artmasıdır. Dördüncüsü hubbdur {sevgidir}; yaygısı dünyaya ve dünya ehline buğz etmek, meyvesi ise Sevgili'ye kavuşmaktır. (Cami', 61)
* Tarikat-ı sufiyye {sı1fi yolu), kalbi tamamen masivallahtan boşaltmaktır. Bu ilk şarttır. Bunun anahtarı kalbi tamamen Allah'ın zikrine vermektir. Bu, namazda iftitah tekbiri mesabesindedir. Bu yolun sonu ise tamamen Allah'ta fani olmaktır. Böyle bir kimse için "kuddise sırruhu {sırrı Allah tarafından takdis edilsin}" sözü kul lanılır. Bu söz, ilimleri tahsil ettikten, sı1fiyye yoluna yöneldikten ve yakin bilgisine ulaştıktan sonra gerçekleşir ki, işte bu razı olunan yoldur. (Buğye, 20)
•• Burada tarikten m urad, Allah'a sülı1k yoludur ki, bu da sı1filerin ileri gelenle rinin yoludur. Bir zahiri, bir de batını vardır. Ziihiri organların {davranışların}, ba tını ise manevi alemierin ısliihıyla alakahdır. Bu husı1si tarikin ehli, marifetin ke maUne ve her hal ve hareketinde, her nefes ve anında Hakk'ın murakebesine ulaşmıştır. Bu sayede, Hakk'ın hakimiyeti kalbiere yerleşir. Böylece, kalbe arız olan dünya halleriyle alakah iş ve uğraşlar yok olur gider. (Rihle, 38)
* Amel bedenin, kalbin ve fikrin hareketidir. Amel, şeriata muvafık olursa " taat", muhalif olursa "masıyyet" olarak isimlendirilir. Bundan dolayı şeriatın zahirleri, tarikahn batınları, hakikatİn ise sırları ıslah için gerekli olduğu konu sunda icma edilmiştir. (Rihle, 132) * Tarik; mehabbet, sıdk ve Allah'ın sırlarını korumaktır. Tarikin onu koruya mayan kimselere verilmesi caiz değildir. Şu veya bu vakitte insanların önlerinde hakikatleri konuştukları halde, onlara tariki verenlere ne diyelim? Zahiri ilimlerde belli bir yer edinmiş olanlar hariç olmak üzere sadık fakir, hakikatleri ifade eder ken hata yapmaktan ve anlamadığı şeyi tefekkür etmekten korkarak, bunları ehlin den başkasına açmaz. Bu sebeble, tadki, koruyamayanlara verdiği için tevbe etmek gerekir. Keşke böyle yapsaydı, keşke insanların önünde hakikatleri konuşmaktan tevbe etseydi! (Rihle, 334)
* Tarikin dört rüknü vardır: Mehabbet, zikir, fikir ve teslimiyet. Bunların en mühimi iliilli mehabbettir. Çünkü o, daireterin üzerinde döndüğü bir kutubdur. Allah'ı sevdiğin zaman O'nu zikredersin; O'nu zikrettiğin zaman, fikredersin (dü şünürsün) ve kendi halini O'na teslim edersin. (Rihle, 338; Nefehfit, 1 03)
* Tarikin dört ahkamı vardır: Cem', tevhid, iman ve teslimiyet. (Nefehfit, 103)
1006
tarikitarikat
* Tarik, sandıkta gizli cevher gibidir. Anahtarı Allah'ın zikridir. Anahtarın diş leri duyuları Allah'a muhiHefet edecek şeylerden korumakhr. (Nefehat, 104) * Tarikat, sadece kıraat, tesbill ve caiz olan namazdan başka bir şey değildir. Caiz olmayan namaz ise şöyle olur: Mürid bir menzile gelir, orada gaflete dalar, oyalanır, sayıklamaya ve caiz olmayan bir namaz kılmaya başlar ya da bu namazı vaktinden çıkarır. ('Uküd, 1 8) * Zevü'l-emziceti'l-kesife {yoğun mizaca sahib olanlar}, talim {öğrenme} ve terbi yeyle {eğitimle} uğraşmanın kendilerine zor geldiği, kıt anlayışa sahib olan, talimi ancak ince konuşmalada idrak edebilen kişilerdir. Bunların tarikatı; ibadet, menasiki yerine getirmek, çok oruç tuhıp namaz kılmak, Kur' an okumak, hacca gitmek, cihad etmek ve bunun gibi diğer zahiri arnelleri işlemektir. Çünkü bu topluluk, ibadetin zorluklarına katlanabilir. lbadete karşı kendilerine herhangi bir bıkkınlık gelmez. Hatta, ibadet onlar için öyle bir alışkanlık haline gelir ki, hayatla rının bir parçası olur. Onlar durmadan marifet makarniarına yaklaşınayı gözetirler. Kendilerine Mahbub'un {Sevgili' nin} nuru açılır ve böylece gaybın harika hallerini görürler. ('Uküd, 28) * Zevü 'l-ejhami'l-levze'iyye {keskin bir zekaya sahib olan}, yedi ahlaka, ateşli bünyeye ve kibirli nefse sahib olan kişiler; öfke anında kendilerine hakim olama yan, {işin aslını araştırmadan} gördüğü sebebiere uyan mevki ve makarn sahibieri gibidir. Bunların {izlemesi gereken} yollar; mücahede, riyazet, tebdil-i ahlak {ahlakı değiştirme}, nefsleri tezkiye ve batını {iç dünyayı} imar edecek arneller işlemeye ça lışmaktır. Bunlar, nefslerine yerleşmiş olan kötü ahlakı söküp atmaya ve onun ye rine temiz fıtratı yerleştirmeye çalışırlar. İşin aslı, nefsin temayüllerine muhiHefet etmek ve arzularına karşı çıkmaktır. Bu husus, rıza ile öfkenin, rahatlıkla zorluğun, dostlukla düşmanlığın, makarn ve kazancın en alt katına inmesiyle en üst seviye sine çıkması ya da her türlü meslek ve sebebi bırakmanın, kişinin gözünde eşit se viyeye gelmesi mümkün olacak şekilde olmalıdır. Böylece nefs, ehl-i inayet ve hu sus yolunda cılız bir hale gelmiş olur.
Zevü'n-nü.JUs-i raziyye ve ukul-i zekiyye ve fıtrat-ı sıddikıyyet {razı olan nefs, saf akıl ve sıddikiyyet fıtratına sahib olan} kimselerin yolu; Allah'a yürüyerek ve O'na uçarak gidenlerin yoludur. Bu yol, mehabbet ehlinin yoludur. Bu yolda süluk et menin esası; kalb temizliği, sıdk-ı hubb {sevgide sadakat}, hem zahirde hem de ba tında tasdik yoluyla {hem kalbde imanla, hem de bedende arnellerle} mehabbeti isbiH etmektir. Öyle ki, kendi güç ve kuvvetinden çıkar, akimdan, zeka ve zihnin den, kısaca herşeyinden fani olur. {Bu yolda} bütün gücünü harcasa bile, hiçbir sı kıntı duymaz. İşte o zaman kendisine kiibu 'l-'ıyan {kabe kavseyn, Allah'la iki yay mesafesi yakınlık} rUhu üflenir. Böylece, "YenJüzünde bulunan her şey Janidir'' [Rahman, 55/26] ayetinin hakikati tahakkuk eder. Bu yol, O'nun cemaline ulaşmayı arzu edenlerin yollarına göre çok daha ko-
tarik-i Sadet-i al-i ba 'aJPvi
1 007
laydır. Belki de salik, uzun süre rnüciihede ederek yıprananları geçer ve o yola bir nefeste ulaşır. ('Uküd, 29) {Ayrıca bk. şeri'at-hakikatl
tarik-i sadet-i al-i ba 'alevi ( -?Jl� lı
JT Ö.) \-l l �J· ) * Tarık-i siidet-i iil-i Bii Alevi
{Bii Alevi ailesinin sadat-ı sufiyye tarikatıl, temeli Kitab ve Sünnet'e ittibii {uyrna}, başı fakr konusunda sadakat ve {Allah' ın kuluna olan} iyiliğin rnüşiihede edilmesi olan sufi yollarından biridir. Bu tayin edilmiş olan ittiba, husus} bir tarzda ittibiidır ve vusula yaklaşmak için asılları gözden geçirrnektir. Bunun, Kitab ve Sünnet'e ittibiinın gerektirdiği şeyin ötesinde ziyade bir fay dası vardır. İslam'ın zahiriyle alakah olan alıkarn ilmi asıldır, konusu urnilrnla ala kalıdır. Maksadı nizarnı yerleştirmek, yerneyi kısıtlamak ve avarnla alakah diğer konulardır. Şübhe yok ki, insanlar dindeki makarnları itibariyle birbirinden farklıdırlar. Her hususi olan şeye has bir ilim gerekir. Bu da takvii ve ihlasın hakikatine dair havassın rnahallidir. İşte bu kıldan ince, kılıçtan keskin olan sırat-ı müstakimdir. Bu konuda um ilmi bir terbiye yeterli olmaz. Bilakis her bir cüz için ayrı bir tarif ve tevkif gerekir. İşte bu da tasavvuf ilmidir. Bu ilimle Allah'a süluk, sufiyyenin metodudur. Bu yolun zahiri ilim ve gereğince arnel, batını ise Allah'a yönelme hu susunda sadakat, O'nun rıza gösterdiğine rıza göstermektir. Netice itibariyle bu, Allah adarnlarının fetih, fazilet ve kendilerine yapılan {ilahi} bağışlar ölçüsünde tahkik, zevk, fiil ve infialle gerçekleştirdikleri vasıflar, arneller, sırların tahkiki, makarnlar ve haller yoludur. ('Uküd, 11) * Tarık-i siidet-i iil-i Bii Alevi, bu rninval üzere tanzim edilmiştir. Zahiri din ilim leri ve ameller, batını ise makarn ve hallerin tahkiki, sırları koruma adabı ve bun ları sürekli yapmaya gayret etmektir. Bunların zahiri Gazali'nin dediği gibi, doğru bir usulle gerçekleştirilen ilim ve arneldir. Batını ise Şazeliyye'nin açıkladığı gibi hakikatİn tahkiki ve tevhidin tecrididir {geriye yalnız tevhidin kalmasıdır, sırf tevhiddir}. Onların ilimleri, kendilerinin iz ve sıfatları, izlerinin ve sıfatlarının malıvından ibaret olan bir topluluğun ilimleridir. Onlar, Allah'a her türlü yakınlaşma yoluyla yaklaşmak isterler. Ahd ve telkin almayı kabul eder, hırka giyerler. Halvet, riyazet ve müciihedeye girerler. Sohbet halkası oluştururlar. Allah'ın rızasına yönelmede sadakat gösterebilmek için Allah'ın lütfu; çok gay ret göstermek için de Allah'ın fethi gerekir. "Bizim uğrumuzda müciihede edenleri el bette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şübhe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir. " [Ankebut, 29/69]
tarikatü'l-işrak ve'l-cila'
1008
Al-i Ba Alevi'nin tartkatının temeli şeyh Ebu Medyen Şuayb Mağribi'ye daya nır. Onun kutbu ve tahkikinin mihenk taşı Muhammed b. Ali Ba Alevi Hü seynl'dir. Bu silsileyi ondan alarak devarn ettiren birçok sufi gelip geçmiştir. Onlar bu konuda herhangi bir eser yazıp ortaya koyrnamışlardır. ('Ukiid, 12) tarikatü'l-işrak ve'l-cila' (
�'-'>'d:-1
J Jı_r.�ı �)> ) * Tarfkatü 'l-işriik
ve 'l-cilii
{ay
dınlanma ve cila yolu}, insanlığa şeriat gönderilmiş olan zamanlardan önce var olacak kadar eskidir. Çünkü o ziyadesi olarak nefsin aynasını cilalarnayı amaçlar. Aynı zamanda o, zamanın geçmesiyle asla ortadan kalkmayan bir yoldur. Ancak bu tarikte, bazen halvetler ve tertlbler gibi, bazen sadece asılları korumak, bazen sadece hürrneti muhafaza etmek, bazen sadece telakkl {Hakk'tan varid olan şeyi al mak} ve ilka {Hakk'tan ilham varid olması} gibi tabirler kullanılır. Bu tür işler ebedi olarak ortadan kalkmaz. Gerçi, bu tür tabirler son zamanlarda kaybolup gitmiş, alfunetlerin gösterdiği ve incelemeler neticesi görülebildiği kadarıyla, netl eeleri de ortadan kalkmıştır. (Rihle, 41) tasavvuf (
Jj.,:2l" )
{ehl-i tasavvuf; erkan-ı tasavvuf; 'ilm-i tasavvuf; mebne-i
tasavvuf} * Ebu Yez'id {Bistfunl'ye} tasavvufun ne olduğu sorulduğunda şöyle cevab
"Yardım/aşmak; hizmete koşmak ve karşılık beklemekten vazgeçmektir." (Şatahiit, 64)
vermiştir·
* Yine Ebu Yez'id'e bir adam tasavvufun ne olduğunu sorduğunda şu cevabı aldı: "Nefsi ubudiyyete {kulluğa}, kalbi rububiyyete bağlamak, yüce olan her iideti uygula mak, tamamen Allah'a nazar etmektir. " (Şatahat, 107) * (Yine Bistfun1 dedi ki: } "Tasavvuf, kendisine yan bakan gözlerin hiçbir naszb elde edemediği, parlayan bir niirdur." (Şatahat, 146) * Tasavvıifun mahiyeti ve husfısiyetleri, Cüneyd'in şeyhi olan Muhammed b. Ali Kassab'a sorulmuş, o d a şu cevabı vermişti: "Şerefli bir kişiden, şerefli bir za manda, şerefli bir topluluk içinde zuhur eden şerefli huylardır "'
Soru Cüneyd'e sorulduğunda ise şöyle cevab vermişti: "Her türlü aliikadan uzak bir şekilde Allah ile beraber olmaktır." Ruveyrn b. Ahmed'e tasavvufun ne olduğu sorulduğunda o da şöyle demişti: "Kişinin, Allah'ın muriid ettiği şeye tam olarak boyun eğnıesidir." Sernni'ın'a tasavvufun ne olduğu sorulduğunda o da şöyle cevab vermiştir: "Hiçbir şeıje siihib olmanı an, hiçbir şeyin de sana siihib olmanıasıdır." Ebu Muhammed Ceriri'ye tasavvufun ne olduğu sorulduğunda, o da şöyle cevab vermiştır: "Her türlü yüce ahliika sarılmak, her türlü kötii huydan da sıyrzlmaktır."
tasavvuf
1 009
Amr b. Osman Mekkl: "Bir kulun her vakitte, o vakit için en uygun hal içinde
bulunmasıdır." Ali b. Abdürrahlm Kannad: "Milnevi makamı genişletmek ve bundan asla ayrılma
maktır." (Luma', 45) * Ebu'l-Hasan Kannad'a tasavvufun manası sorulduğunda şu karşılığı vermiş tir: "Tasavvuf kelimesi safa'da.n al'ınmıştır. O da her vakitte vefanın gereğini yerine getir
mektir." (Luma', 46) * Kannad dedi ki: "Tasavvuf zahiri {dış} elbiseı;e {yün manasma gelen silfal verilen bir isimdir ama, bu kelimeı;e verilen miiniilar ve silfiZerin hillleri birbirinden çok farklıdır " (Luma', 47) * Şeyhlerden biri tasavvufun ne olduğu sorusuna üç cevab vermişti: "Birincisi ilim şartına bağlıdır ki o, kalbin bulanıklıklardan tasfiye edilmesi, mevcudiita {varlıklara} karşı güzel muamele etmek ve şer'! meselelerde Hz. Peı;gamber'e $ uymaktır.
İkincisi hakikat diliyle cevabdır ki buna göre, mülkün yokluğu, sıfatiara kölelik etmek ten kurtulmak ve göklerin yaratıcısıyla yetinmektir. Üçüncü olarak Hakk diliyle verilen ceviib ise şudur: O Onları sıfatlarından tam olarak saflaştırır {arındırır}, temizler ve böylece onlara 'sufi' denilir. " (I uma', 48) * Ebu Hüseyin Nfui: "Tasavvuf nefsin hazlarını terk etmektir." Cüneyd: "Kalbi halka ve {nefse ait} tabiatın ahlakına uymaktan tasfiye etmek, nefsani çağrılardan sa/anmak, ruhani sıfatlarla sıfatlanmak, hakikat ilimleriyle alCıkadar olmak, ebedi hayat için tercfh edilmesi gerekeni tatbik etmek, ümmete güzel nasihat vermek, Al lah'a samirniyetle veftilı olmak, şer'i hususlarda ResUlullalı 'a � uymaktır." (Ta 'nrrıtj. 9) * { Ebu'l-Hasen Muhammed b. Ahmed Farisi'nin şöyle dediğini duydum: } "Er kiin-ı tasavvuf {tasavvufun rükünleri} ondur: İlki mücerred {saf} tevhzddir. Diğerleri sema' ı {işitileni} anlamak, güzel ülfet {iyi sosyal ilişkiler}, isarın isan {isar ahlakını tercfh etmek}, ihtiyarı {seçme hakkını} terk etmek, sür'atli bir vecd, havatırı keşfetmek, çokça sefer etmek, kesbi {çalışıp kazanmayı} bırakmak, biriktirmeyi haram saymaktır." Bunların açıklaması: Mücerred tevhid; hatıra gelen teşbih (Allah' ı yaratılanlara benzetıne} ve ta' til {Allah'ın sıfatıarını reddetıne} ile tevhidi lekelememektir. Semaı (işitileni} anlamak; sadece zahiren değil, hal ile de dinlemektir. Isarın isan; isarın faziletinin başkalarına ait olması için, isarda onları kendine tercih etınektir (zaman zaman isan başkasından beklemektir}. Sür'atli bir vecd; sırrın (kalbin} vecd halini ortaya çıkaran şeylerden boş kalma ması, Hakk'ın hitabını işitıneyi engelleyen şeylerle dolu olmamasıdır.
1010
tasavvuf
Hatıriarı keşfetmek; sırrından {kalbinden} gelip geçen şeyleri araştırmak, bun lardan Hakk'a ait olana uymak, O'na ait olmayanı bırakmaktır. Çokça sefer etmek; ibret almak için çokça seyahat etmektir. Allah Teala şöyle buyuruyor: " Yer yüzünde gezip de kendilerinden öncekilerinin akibetinin nasıl olduğuna
bakmıyorlar mı ?" [Rfım, 30/9] ... Kesbi bırakmak; nefsi tevekküle yönlendirmek için kazarımayı terk etmektir. Biriktirmeyi haram saymak ise, {şeriata ait} ilmin {şeriatın} farz kıldığı biriktirme konusunda değil, {kişiye uygıın düşen} hill konusundadır {yani kişinin kendi du rumuyla ilgili olarak farz olandan fazlasıyla ilgilidir} . (Ta'arruf, 61)
* Cüneyd demiştir ki: "Tasavvuf, vakitleri korumak, kulun haddi olmayan Şf!lje mut ta/1 olmaması, Rabb'inden başkasına muvdfakat etmemesi, vaktinden {vaktinin gerektirdi ğinden} başka bir şeı;e yaklaşmamasıdır." İbn Ata da "TasavvufHakk'a boyun eğmektir" demiştir. Ebu Yakub Sı1s1'ye göre "Sufi, sebebin rahatsız etmediği, talebin yarmadığı kişidir." Yine Cüneyd'e tasavvufun ne olduğu sorulduğunda şöyle cevab vermiştir:
"Ruhun kuvveti için sırrın Hakk'a ulaşmasıdır. Bu durum da nefs, sebeblerden fnn'i olma yıp, Hakk ile kaim olmadıkça mümkün olmaz." Şibll'ye, sı1filerin neden bu isimle isimlendirildikleri sorulduğunda şöyle cevab vermiştir: "Çünkü onlar, şekillerin varlığı ve sıfatıarın isbtitıyla vasıflandılar. Eğer şekille
rin yok oluşu ve sıjatlan isbat edenle vasıflansaydılar, ayıncı vasıfları sıfat ve şekle sdhib olmamak olurdu." Böyle demekle {Şibli}, mütehakkik {gerçek sfıfi} için şekil yada sı fat sahibi olmayı inkar etmiştir. Ebu Yezid Bistamt "Su.filer Hakk'ın kucağındaki {hinıayesindeki} bebeklerdir" de miştir. Ebu Abdullah Nebad ise şöyle demiştir: " Tasavvuf birsam {zatülcenb} hastalığına benzer. Başlangıcı saçmafaktır {sayıklamakhr, bedene}.yerleştiğinde insanı dilsiz hale geti rir. " Yani {kişi tasavvufa girince} önce makamından söz eder ve hali hakkında bilgi verir. Keşfi açıldığı zaman ise hayrete düşer ve suskunlaşır. (Ta'arruf, 62)
* Seri {Sakati'nin} şöyle dediği anlatılır: "Tasavvuf üç nıllnllya gelen bir isinıdir: Milrifetinin nuru verilının nurunu söndürnıeyen, biitın ilminde Kitiib ve Sünnet'in ziihi rine aykırı konuşmayı gerektirmeı;en, kerametleri Allah 'ın haram kıldığı perdeleri yı rtma iddillsını taşımayan bir isim" (Kuşeyri, l l)
* Bu adlandırma, sfıfiler topluluğuna hakim olmuştur. Müfred {tekil} olana "su.fi", cemaatine de "su.fiytje" denir. Buna vasıl olan kişiye "mutasavvıf', bunlardan oluşan cemaate de "mutasavvıfe" denir. Bu ismin Arabca olduğıınu gösteren bir kök ve kıyas yoktur. Bu ismin ancak lakab hükmünde olduğu ortaya çıkmıştır. Bu ke limenin, kamis {gömlek} giyilmesine "takammese {gömlek giydi}" şeklinde isirnlendi-
tasavvuf
101 1
rilmesinden hareketle, suf {yün} kelimesinden "tesavvefe {yün giydi}" manasında tasavvuf olarak türetildiğini söyleyenler vardır. Bu da bir görüştür. Ancak yün giy rnek bu topluluğa özgü bir şey değildir... (Kuşeyri, 137) •• Muhammed b. Ali Kassab der ki: "Tasavvuf, şerefli bir kişiden, şerefli bir za manda, şerefli bir topluluk içinde zuhur eden şerefli huylardır." Semnfın'a tasavvufun ne olduğu sorulunca o da şöyle cevab vermiştir: "Hiçbir şeye siihib olmaman, hiçbir şeyin de sana siihib olmamasıdır." Ruveym'e tasavvufun ne olduğu sorulduğunda o da şöyle demişti: "Kişinin,
Allah'ın muriid ettiği şeye tam olarak boyun eğmesidir." Cüneyd ise şöyle der: "Her türlü alakadan uzak bir şekilde Allah ile beraber olmak-
tır." Ruveym b. Ahmed Bağdildi der ki: "Tasavvuf şu hasZetler {nitelikler} üzerine kurulmuştur: Fakr ve Allah 'a muhtaç olma esasına sarılmak, bezl, lsiir ve cömertliği sıfatı haline getirmek, {Allah'a tam bir teslimiyetle} Itiraz ve ihtiyiirı terk etmek" Man1f Kerhi demiştir ki: "Tasavvuf, hakikatleri almak, halkın elinde bulunan şeyler
den ümidi kesmektir. " Hamdfın Kassar şöyle demiştir: "Sufilerle arkadaşlık et! Çünkü onlar, aralarznda {karşılaştıkları} çirkinlikleri te'vll edecek mazeretiere yönelirler {hayata ve insanlara iyimser bir gözle bakarlar}. kendilerinde görülen güzelliklerle aliikalı olarak da kendilerini üstün görmezler, seni yüceltirler {kendilerinde görülen iyiliği kendilerine değil, karşısındaki insa nın iyiliğine bağlarlar}." Harraz'a ehl-i tasavvuf hakkında soru sorulduğunda şöyle demiştir: "Bunlar
öyle bir topluluktur ki, onlara bol bol iliihz ihsiin verilmiş, fAllah'tan başkasıyla meşgul ol maktan} mfini olunacak kadar fiinl olmuşlar, sonra kendilerine, {Hakk'a} yakın olan sırlar dan {halka} 'Bize ağlayınız' demeleri için nidii edilmiştir {seslenilmiştir}" Cüneyd demiştir ki: "Tasavvuf, barışı olmayan savaştır {sürekli müciihededir}." Yine onun bir sözü "Onlar bir evin halkıdır, aralarına onlardan başka kimse giremez." Onun bir başka sözü "Tasavvuf, derli toplu bir zihinle Allah'ı zikretmek}, sema ile vecde
gelmek ve {Kur'iin ve Sünnet'e} uyarak amel etmektir. " Cüneyd'in bir başka sözü ise şudur: "Sufi yenJüzü gibidir; kötü olan her şey ona atılır, ama ondan hep iyi şeyler çıkar " Yine bu konuda şöyle de demiştir: "Sufi yenJiizü gibidir; iyisi de, kötüsü de üzerine basar. Bulut gibidir, her Şetji gölgelendirir. Yağmur gi bidir, her şeıJi sular {ayrım yapmadan insanların ağırlığını yüklenir, onlara iyilikte bulu nur}." {Konuyla ilgili} bir başka sözü de şudur: "Zahirine önem veren bir siifi görür sen, bil ki biitım hariibdır." Sehl b. Abdullah {Tüsteri} demiştir ki: "Siifi kanını heder, malını heliii gören kişi
dir."
1012
tasavvuf
{Ebu Hüseyin} Nfır1 demiştir ki: "Sufinin sıfatı, yoklukta .sükun {ve huzur, şikiiyette bulunmama}, varlıkta da isardır (başknsını k .:ndısıne tercih etmek, bulduğunu dağıtnıak tır}." Kettani demiştir ki: "Tasavvuf ahliiktır, ahlak bakımından senden üstün olan, safii ba kımından da üstündür." Ebu Ali Rfizbari de demiştir ki: "Tasavvuf kovulsa da Sevgili'nin kapısından aynl mamaktır. " Yine onun bir sözü: "(Tasavvuf,} bu 'dun {uzaklığın} bulanıklığından sonra, kurbun safvetidir { yakınlığın saflığına ulaşmaktır}" Denilmiştir ki: "Çirkinlerin en çirkini cimri sufidir." Şöyle diyenler de olmuştur: "Tasavvuf boş el ve temiz kalbdir {zühd ve n ziidır}." Şibli demiştir ki: "Tasavvuf, hiçbir kaygı taşımaksızın Allalı 'la beraber bıılıınmaktır. " Ebu Mansfır da şöyle demiştir: "Sufi Allalı'tan işiiret verir. Halk ise Allalı 'a işiiret eder. (Sufi, Allalı'a ulaşmış olduğundan, yönü Allah'tan halim doğrudur, Allah'tan lıalkn işiiret verir. Tasavvuf yolunda ilerlememiş bulunan lıalk ise, Allah'a ulaşamamıştır. Onla rın iştireti Allah'a doğrudur. Şöyle de ifiide etmek mümkündür: Sufinin iştireti müessirden esere, halkın işiiretiyse eserden müessire doğrudur.}" Yine Şibli şöyle demiştir: "Sufi halktan munkntf, Hakk'a muttasıldır {halktan ayrıl mış, Hakk'la bütünleşmiştir}." Ruveym şöyle demiştir: "Sufiler {birbirilerini irşiid ve ikaz etmekten} geri kalma dıkça lıayırdadırlar. Ancak aralarında sulh viiki olduğu (aviim gibi birbirlerini iknz etmeıji bıraktıkları } zaman, onlarda Jıayır knlmaz. " Cerirl de "Tasavvuf, Jıiilleri muriikabe etmek, edebe sanlmaktır" demiştir. Müzeyyin "TasavvuJHakk'a boyun eğmektir'' demiştir. Ebu Türab Nahşebi de şöyle demiştir: "Sufi o kişidir ki, hiçbir Şet} onu bulandır maz, her şey onunla saflaşır." Denilmiştir ki: "Sufi talebin (istemenin} yormadığı, sebebin rahatsız etmediği kişidir." (Kuşeyri, 138)
* Tasavvuf tefe'ül ve tekellüftür {yapmacık ve zorlama bir şeydir, belli bir zorianmayı ve külfeti gerektirir, zorlanmayı gerektiren şey de tabii değil, yapmacık olur}. {Tasavvufun aslı olan} safa, o {tasavvuf} ise asli olanın fer'idir {safadan türe miştir}. Aralarındaki fark, lugat ve mana hükmünden dolayı gayet açıktır. "Safii iiyeti {şerzattan delfli ya da olağanüstü aliimetleri} bulunan velô.yettir. Tasavvuf ise safiinın şikayetsiz olarak hikfıye edilmesidir. " Bu durumda safa parlayan bir manadır. Tasav vufun zahiri de bu mananın hikaye edilmesidir. (Hücviri, 44)
* İbn Cella demiştir ki: "Tasavvuf hakiknttir, onun şekli yoktur." O bir şekil değil-
tasavvuf
101 3
dir. {Şekil ve} muameleler {a.dab v e erkan} halkın nasibi olan şeylerdir. Hakikat Hakk'a mahsushır. Haklkatte tasavvuf halktan {yaratılanlardan} yüz çevirmektir. Onda hiçbir surette şekil olamaz. (Hücviri, 47) * {Hz. Ali'nin tarunu olan} Muhamme d {Bakır} b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talibrh der ki: " Tasavvuf ahlaktır. Ahlak bakımından senden önde olan, tasavvuf bakımın dan da öndedir." Güzel ahlak, biri halkla, diğeri Hakk'la olmak üzere iki çeşittir. Hakk'la olan güzel ahlak, O'nun kazasına razı olmak; halkla olan güzel ahlak ise, onlarla beraber olmanın verdiği ağırlığa Hakk'ın rızası için katlanmaktır. Bu iki şeyden gelen her şey tatibe {müride} aittir. Hakk, talibin rıza göstermesinden de kızmasından da müstağnidir. {Tillibdeki} bu iki sıfat, onun, Hakk'ın vahdaniyetine bağlıdır {kuldaki rıza ve kızgınlık da Hakk'ın vahdilniyetine aittir}. (Hücviri, 48) * Cüneydrh der ki: "Tasavvuf sekiz haslet üzerine kurulmuştur: Sehii, rıza, sabır, işa ret, gurbet {gariblik}, yün giymek, seı;ahat vefakr. {Seha Hz. İbrtihlm 'e �1, rıza Hz. İshak'a �' sabır Hz. Eyyüb'a �, işaret Hz. Zekeriyyii'ya �� gurbet Hz. Yahya'ya ;%§� yün giyrnek Hz. Musii'ya �1, seı;ahat Hz. lsii'ya �\, fakr da Hz. Muhammed'e � aittir.}" (Hücviri, 49) * Ebu Hafs Haddad NisaburJ:rh der ki: "Tasavvufun tamamı iidiibdır. Her vaktin, her makamın ve her halin bir edebi vardır. Vakit/erin iidiibinii sarılan, {kendilerine sufi de nilen ve gerçek er olan bu} adamların ulaştığı mertebelere ulaşır. Adiibı ziiyi edenlerse, ya kın olduğunu sansa bile, gerçekte {o noktadan} uzak düşerler. Böylelikle {Hakk tarafından} kabıli edildiğini sandıkları şeı; reddedilir." (Hücvirl, 51) * Ebu Hüseyin NurJ:rh der ki: "Tasavvuf hürriyyettir, fütüvvettir, tekellüfii {zorlama ve yapmacıklığı} terk etmektir, sehiidır {cömertliktir}." Hürriyet, kulun heva bağların dan kurtulmasıdır. Fütüvvet {başkalarına insaflı davranırken, diğer insanlardan insaf beklememek}, fütüvveti görmekten sıyrılmasıdır. Tekellüfü terk, nasib ve alakalar için gayret etmemesidir. Seha ise, dünyayı dünya ehline bırakmaktır. (Hücviri, 53) * Tasavvuf ehli kişiler, taliıni {okumakla elde edilen} ilimlerden ziyade, ilhami {ilham yoluyla elde edilen} ilimiere meylederler. Bu sebeble ilim tahsil etmek, yazı lan kitabiarı okumak ve zikredilen delilleri ve sözleri araştırmak istemezler. Bilakis nefsle mücilhede, kötü huyları bırakma, her şeyden alilkayı keserek bütün benlikle riyle Allah Teaiii'ya yönelmeye öncelik verirler. Bunu elde edince, kulun kalbi Al lah'ın emri altına girer, Allah da ilim nurlarıyla onu nuriandırmaya kefil olur. Al lah kulun kalbine hakim olunca, o kalbe rahmet dolar ve kalbde nfu parlamaya başlar. Göğüs genişler, melekut sırları kendine açılır. Rahmet lütfu ile, izzetin per desi kalbin yüzünden kalkar, ilahi sırların hakikatleri kalbde parlamaya başlar. Kula düşen şey, sadece Allah'ın açacağı rahmet için kalbini temizlemek, dosdoğru bir irade ile ona hazırlanmak, bu rahmete tam olarak susamış vaziyette onun gel mesini gözetlemektir. (İhyii ', lll, 23)
1014
tasavvuf
* Nübüvveti hususiyetlerinden tasavvıif yolunun süluku cınsinden olanlar, an cak zevk ile idrak edilebilir. Çünkü sen, bunu ancak sana bağışlanmış olan uyku misali ile anlayabildin. Eğer uyku olmasaydı, bunu tasdik etmeyecektin. Eğer paygamberde, sende örneği bulunmayan bir hususiyet olsaydı, onu asla anlaya mazdın. Anlayamayınca nasıl tasdik edecektin? Tasdlk, ancak anlamadan sonra gelir. Bu misal, tasavvuf yolunun başlangıcında elde edilir. Tasavvufi süluk ile de, elde edilebildiği kadarıyla zevk ve kıyas yoluyla elde edilemeyecek bir tasdik çe şidi elde edilir. Bu tek hususiyet bile, nübüvvetin aslına lınan etmen için sana ye ter. (Munkız, 147)
* Tasavvuf, suf {yün} giyrnekten değil, "safa"'dan türemiştir. Tasavvuf konu sunda sadık olan bir sufi, kalbini Mevla' sı olan Allah � dışındaki her şeyden tas fiye eder. Bu { tasfiye işi}, keramet izhar etmekle, başkalarını küçük görmekle, ki tablar telif etmekle, salihlerin hikayelerini anlatmakla, parmakları tesbill ve tehl11 ile hareket ettirmekle gerçekleşmez. Ancak Hakk'ı � taleb etme hususunda sada kat, dünya hususunda zühd, kalbi halktan ayırmak ve Mevla'nın dışındaki her şeyden sıyrılmakla gerçekleşir. (Fetlı, 90)
* Allah ondan razı olsun, tasavvufun dayandığı temel konusundaki soruya cevab olarak dedi ki: " Sana, Allalı'a laırşı gelmekten sakınnıayı, şeriatın zt!lıirine sarıl
mayı, göğüs (iman} selametini, nefs cömertliğini, gülenJüzlü olmayı, eliaçık davranarak bol bol dağıtmayı, eziyet etmekten uzak kalmayı, fakat eziyetZere de katlanmayı, fakn, şeylı/erin sırlarını korumayı, ilıvanla yakın irtibiit içinde olmayı, küçüklere ve büyük/ere nasihat et meyi, düşmanlığı terk etmeıJi, lıizmettte bulunmayı, Isiira sarılmayı, biriktirmekten kaçın mayı, kendi tabakasından (dervişlerden} olmayanlarla sohbet etmekten sakınnıayı, din ve dünyii işlerinde yardımiaşmayı tavsiye ederim. Fakrın hakzlaıti senin gibi olan birine (yara tılmış/ara} muhtaç olmamandır. Gınanın hakikati de senin gibi olan birinden miistağni ol mandır (yaratılmışlara muhtaç olmaktan kurtulmaktır}. Tasavvuf dedikodu değil, açlığı, hoşlanılan ve sevilen şeıjlerden uzak durmayı öğrenmektir. Fakirin başlangıcı ilimledir, daha sonra rıfk gelir. İlim onu vahşete düşürür, rıfk ise ünse götürür. " Tasavvuf sekiz haslet üzerine kurulmuştur: Hz. İbrahlın'in � sehası, Hz. İs hak'ın 1!iY rızası, Hz. Eyyub'un � sabrı, Hz. Zekeriyya'nın � işareti, Hz.
Yahya'nın � gurbeti {gar1bliği}, Hz. Musa'nın � yün giymesi, Hz. İsa'nın �
seyahati ve Hz. Muhammed'in $ fakrı. Bütün hepsine ve onların dostlarına saliH ve selam olsun. (Fütu/ı, 158-159)
* Tasavvufun başı ilim, ortası amel, sonu mevhibedir. İlirn, muradın anlaşıl ması, amel talebin tayin edilmesi, mevhibe ise arzu edilen hedefe ulaşmadır . . .
. . . Ehl-i tasavvuf üçe ayrılır: Talib olan mür1d, yolda olan mutavassıt ve va sıl ol muş {hedefe ulaşmış} bulunan müntehi. (Adiibı, 16)
tasavvuf
1015
* Tasawuf yolunun bir zahiri, bir d e batını vardır: Zahiri, halkla beraberken edebli davranmak, batını da Hakk'la beraberken haller ve makamlarla meşgul ol m aktır . . .
. . . Tasavvufun tamamı edebdir. Her vaktin, her makamın v e her halin bir edebi vardır. Edebe sarılan, {kendilerine sufi denilen ve gerçek er olan bu} adamların ulaştığı mertebelere ulaşır. Edebden mahrum kalan ise, yakın olduğunu sansa bile, gerçekte {o noktadan} uzak düşer. Böylelikle {Hakk tarafından} kabUl edildiğini sandığı şey reddedilir. Denilmiştir ki: "Edebden mahrum ktılan bütün hayırlardan mahrum ktılır. " Şöyle de denilmiştir: "Vaktinin edebiyle edeblenmeı;en kişinin vakti aldanmaktan
ibarettir." (Adabı, 17) '' [Ruveym demiştir ki: ('Avarif)] "Mebne-i tasavvuf {tasavvufun temeli}, [Ebu Mu hammed Ruveym'inrlı saydığı (Kaşi'ın'i ve Cami'},] Jakr ve iftiknra yapışmak, sarf ve
!sarı tahakkuk ettirmek, ıtiraz ve ihtiyarı {tercfhte bulunmayı} terk etmekten ibaret olan üç haslettir." ( 'Avarif, 37; Kaşi'ın'i, 76; Cami', 95) '' Tasavvuf fakrdan başka bir şeydir. Zühd de fakrdan başka bir şeydir. Tasav vuf da zühd {ya da zühdden ibaret} değildir. Tasavvuf, eğer kişi zahid ve fakirse, fakr ve zühd manalarma ilaveten, zahid ve faldr olsa bile, kendisinde bulunrn a sıyla "sufi" diye isimlendirilmeyi hak edeceği diğer sıfat ve izafetleri de toplayan bir isirndir. Ebu Hafs demiştir ki: "Tasavvufun tamamı adabdır. Her vaktin, her maktırnın ve her halin bir edebi vardır. Vakitlerin adabina sarılan, {kendilerine sufi denilen ve gerçek er olan bu} adamların ulaştığı mertebelere ulaşır. Adabı zayz edense, yakın olduğunu sansa bile, gerçekte {o noktadan} uzak düşer, kabfil edildiğini ümid etse de merdfiddur." ('Avarif 38)
* Denilmiştir ki: "Tasavvuf derli toplu bir zihinle Allah'ı zikretmek, sema ile vecde gelmek ve {Sünnet'e} ittibii ile amel etmektir." Yine denilmiştir ki: "Tasawuf tekellüfü {zorlamayı, yapmacıklığı} terk etmek ve rfilı cömetliğidir. " ('Avarif, 39)
'' Tasavvufun tamamı ızdırabdır. Sükun vaki olunca {ızdırab bitince} tasavvuf olmaz. Bundaki sır şudur: Rfıh, Ilahi Hazret'in cezbesi altındadır. Yani sfıfinin ruhu kurb makamlarına çekilir. Nefs için esas olan ise mevcfıd vasıflarıyla kendi {süfli} alemine inmek ve geri dönrnektir. Bu durumda sfıfinin yapması gereken şey, durmadan iftikar {Allah'a muhtaç olma}, firar {Allah'a kaçıp sığınma} ve nefsten kendisine isabet eden her daveti sıkı sıkıya inceleme gibi arneller yardımıyla sü rekli hareket halinde olmaktır. Bu manaya vakıf olabilen kişi, işaretlerde yer alan bütün dağınık manaları, tasavvufun manası içerisinde {derli toplu bir bütün ola rak} bulmuş olur. ( 'Aviirif, 40)
1016
tasavvuf
* Tasavvuf halka karşı ahlaklı, Hakk'a karşı sadık olmaktır. ( 'Avarif, 138) * Tasavvuf zahirde ve batında şeriatın edebierine devam etmektir. Bunlar da
"Mekarim-i ahlakı gerçekleştirmek, süfll ahlaktan sıyrıl makla aynı manaya gelir." (Istılah, 541) ilahi ahlaktır. Denilmiştir ki:
* Allah seni saflaştırsın! Tasavvufun durumu acaib, şam garib, sırrı latiftir. İna yet sahibierinden ve sadakat yolunda yürüyenlerden başka hiç kimseye ihsan edilmez. Onun ikrar ve inkar perdeleriyle örtülen işleri ve sırları vardır.
(Tedbfrat,
1 12) .. Tasavvuf ilahi ahiakla ahlaklanmaktır. (Kaşani,
156; Cami', 79)
* Tasavvuf kalbin Allah için tecridi, Allah'tan başka her şeyin küçük görülmesi, yani O'nun azametine izafe edilmesidir.
(Buğı;e, 15)
* Tasavvuf zahirde ve batında şeriatın edebierine devam etmektir. Bunların zahirdeki hükmü batında, batındaki hükmü de zahirde görülür. Bu
iki hükümden
de kendisinden başka hiçbir kemalin bulunamayacağı kemal hasıl olur.
(Buğı;e, 15)
* Tasavvuf, ilahi ahiakla ahlaklanmadır. Tasavvuf işi, onu bu yolla alan kişi için kolay bir iştir. Bu kişi, nefsi lehine hükümler ÇJkararak bu yolda Hakk ölçüsünün dışına taşmaz.
(Buğı;e, 1 6)
•• Tasavvııf "safa" dan gelir, bu köktendir. Lafzında kalb {harf değişm esi} vardır. Kelimenin aslının sonunda vav harfi vardır, ancak
vav fa' dan önce gelmiştir.
mücerred masdarının aslı
olarak adlandırılınası, sırlarının
safu dır. Sufinın "süfi" '
Çünkü
safası { içlerinin temizliği} ve hareketlerinin saflığı, yani zahirinin {davranışlarının] ilahi emirlere muhalefetten temizlenmiş olması sebebiyledir. Şübhesiz bu da sırla rının bulanıklıklardan arınmış olmasındandır.
Süf
{yün elbise} giymelerinden dolayı
"sufi"
şeklinde adlandırılmalarına ge
lince, bu da bir görüştür. Ancak bu topluluk, tevazu sebebiyle yün elbise giymekle temayüz etmemiştir. Yalnızca yün elbise de giymemiş, pamuk gibi kumaşlardan yapılmış elbiseler de giymişlerdir. Üstelik bir kişi, insanları sufı, salık ya da zahid olduğuna inandırmak, kendisine saygı duyulmasını ve teveccüh gösterilmesini sağlamak için yün elbise giydiğinde, bu durum kınanınayı gerektirecek riya türü bir davranış olur.
(Buğye, 1 7)
•• Hakikat ehlinin dilinde tasavvuf sufilerin ahlakıyla ahlaklanmak,
onların
süluk esaslarıyla alakah intizamlarına, onların yaptığı gibi sarılm aktır. Kuşeyri demiştir ki: "Bu ismin Arabca olduğunu gösteren bir kök ve kıyas yoktur. Bu ismin ancak lakab hükmünde olduğu ortaya çıkmıştır. Bu kelimenin, kamfs {gömlek} gi yilmesine 'takammese {gömlek giydi} ' şeklinde isimlendirilmesinden hareketle, sılf {yiin} kelimesinden 'tesavvefe {yün giydi} ' manasında tasavvuf olarak türetildiğini söyleyenler
tasavvuf
1017
vardır. B u da bir görüştür. Ancak, Arabca kaideleri bakımından müniisib görünmekle bir likte, yün elbise giydikleri için bu isimle adlandırılan tek topluluk onlar değildir. Kelimenin, Hz. Peı;gamber'in � mescidine mensiıb olan 'Suffe'den geldiğini söyle yenler vardır. 'Safn' kökünden türetildiğini söyleı;enler de vardır. Siıfilerin {Allah'a yakın lık konusunda} ilk safta bulunmalarından dolayı 'saff-ı evvel şeklinde, 'saf!' kökünden türe tildiğini söyleı;enler de vardır. Bu son üç görüş miinii bakımından yakın, ancak lafız yö nünden aliikasızdır. Suffe'nin nisbeti 'suffi', safanın nisbeti 'safiil', saff'ın nisbeti de ise 'sajfi' şeklinde gelir. İnsanlar tasavvufun miiniisı ve silfinin kimliği hakkımin çeşitli görüşler ileri sürmüş lerdir. Denilmiştir ki: 'Tasavvuf kötü ahiliktan tamamen kurtulmak, güzel ahiakın tama mına sarılmaktır. ' Bir başka görüşe göre 'Halleri munikabe etmek ve edebe sarılmaktır. ' Bir başka görüş 'Her vakitte en mühim işle uğraşmaktır. ' Cüneı;d demiştir ki: 'Her türlü alakadan kurtulup Allah'la birlikte olmaktır. ' Yine o şöyle demiştir: 'Hakk'ın seni sende öldürmesi, kendisiyle diriltınesidir. ' Onun bir başka sözü de şudur: 'Tasavvuf, barışı olmayan savaştır' Yine onun bir sözü 'Tasavvuf, derli toplu bir zihinle Allah'ı zikretmek, semii ile vecde gelmek ve {Kur'iin ve Sünnet'e} uyarak amel etmektir. ' Şibli demiştir ki: 'Tasavvuf, hiçbir kaygı taşımaksızın Allah'la beraber bulunmaktır. ' Denilmiştir ki: 'Tasavvuf ahliiktır, ahiilk bakımından senden üstün olan, safa bakımın dan da üstündür. ' Yine denilmiştir ki: 'Kovulsa da Sevgili'nin kapısından ayrılmamaktır. ' Yine 'Liizumsuz şeylerden kaçınmak, temiz kalbii olmaktır' da denilmiştir. Bir başka tilrif de şudur: 'Şiin ve şöhretin düşmesi, dünya ve ahirette yüzün karamıası dır. ' Bir başka tilrif 'Kendisiyle insani alakaların yok olduğu bir hiildir. ' Ebü Ali Dekkak demiştir ki: 'Tasavvufu şu şekilde tilrif edenlerin tiirifi en güzel tiiriftir: Tasavvuf, ancak Allah'ın nefslerini çöplüğe attığı bir topluluğu ıslah edebilecek bir yoldur. ' Denilmiştir ki: 'Sıl.fi hiçbir şeye siihib olmayan, hiçbir şeı;in de kendisine siihib olama dığı kişidir. ' Yine denilmiştir ki: 'Sıl.fi kanını heder, malını heliii gören kişidir. "' (Ciimi', 262)
,. Tasavvıifun haklkati, şehvetlerden kesilmek, dünyayı, sevilen şeyleri, arzu edilen şeylere meyletmeyi terk etmektir. Sekiz haslete dayanır: Seha, rıza, sabır, işaret, gurbet {gariblik}, yün giymek, seyahat ve fakr. Seha Hz. İbrahim' e 'flıı, rıza Hz. İshak'a �1, sabır Hz. Eyyı1b'a �1, işaret Hz. Yahya'ya �' gurbet Hz. Yusuf'a
1018
tasavvuf
yün giyrnek Hz. Musa'ya �. seyahat Hz. Isa'ya �1, fakr da Hz. Muhammed' e $ aittir. Hepsine salat ve selam olsun. (Cami', 263)
�1,
* Ebu Muhammed Ruveymrıı der ki: "Tasavvuf şu has/etler {nitelikler} üzerine ku rulmuştur: Fakr ve Allah'a muhtaç olma esasına sarılmak, tevfizu ve tezellülii {alçakgö nüllülüğü} tahakkuk ettirmek, {Allah 'a tam bir teslimiyetle} Itiraz ve ihtiyiirz terk etmek." Yine o şöyle demişti: "Kişinin, Allah'ın murad ettiği şeye tam olarak boyun eğmesidir."
Ebu'I-Kasım Cüneyd ise şöyle der: "Allah ile beraber hiçbir aliikanın kalmaması dır." Yine o şöyle demiştir: "Hakk'ın seni sende öldürmesi, kendisiyle diriltnıesidir." Yine onun bir sözü " Tasavvuf, derli toplu bir zihinle Allah'ı zikretmek, sema ile vecde gelmek ve {Kur'an ve Sünnet'e} uyarak anıel etmektir." Onun bir başka sözü de şudur: " Tasavvuf, barışı olmayan savaştır." Cüneyd'in bir başka sözü ise şudur: "Sufi yenJüzü gibidir; kötü olan her şey ona
atılır, ama ondan hep iyi şeyler çıkar." Marlif Kerhi demiştir ki: " Tasavvuf, hakikatleri almak, halkın elinde bulunan şeıjler
den ümidi kesnıektir." Sehl b . Abdullah {Tüsteri} ise şöyle demiştir: "Sufi bulanıkizk/ardan arınmış, fikir ler/e dolmuş, kendisini sevindirecek şeıjlerden vazgeçerek Allah'a yönelmiş olan kişidir. Gö zünde altınla çamur birdir." Ebu Muhammed Ceriri de "Tasavvuf, bütünüyle yüce ahlaka sanlnıaktzr" demiştir. Sufilerden birine göre "Tasavvufun başı ilim, ortası amel, sonu mevhibedir." Ebu Hafsrıı şöyle demiştir: "Tasavvufun tanıanız iidiibdır. Her vaktin, her makamın ve her hiilin bir edebi vardır. Vakit/erin iidiibinfi sarılan, {kendilerine sufi denilen ve gerçek er olan bu} adamların ulaştığı nıertebelere ulaşır. Adiibı zayi edense, yakın olduğunu sansa bile, gerçekte {o noktadan} uzak düşer, kabUl edildiğini ümid etse de nıerduddur." Ebu Ali Ruzbari de demiştir ki: " Tasavvuf, kovulsa da Sevgili'nin kapısından ayrıl
nıamaktır. " (Nebhani, II, 340) * Tasavvuf kelimesi sülO.ka, mutasavvif kelimesi de tarikattaki [yoldaki} salike delalet etmek için kullanılmıştır. Bu kelimelerin kökü hakkında ihtilaf vardır. SO.finin Allah'la beraberken, havaya atılmış yün tozlan gibi hiçbir tedbiri olmadı ğından dolayı, yün manasma gelen "sllf'tan türediği söylenmiştir. Övülmeye de ğer vasıflarla güzelleşip, kınanınayı gerektirecek vasıfları terk etmelerinden dolayı, "sıfat"tan geldiği de iddia edilmiştir. Hz. Peygamber'in mescidindeki "Suffe As hiibz "ndan geldiği de söylenmiştir. Orada Suffe Ashabı'nın bir mekanı vardır. Bu sebeble sO.fi onlara tabi olur. (Rihle, 16) * Tasavvuftan murad, Allah'ın ubO.diyyet hususundaki haklarını gözetme yo lunda her şeyini feda etmek, Muhammed! vasıflarla vasıflanmak, ibadet ve taatlarla Allah'a yaklaşmak, Allah yolundaki büyük ve küçük cihadda nefsini ve
tasavvuf
1019
kıymetli olan her şeyini feda etmek, Allah � ve Peygamber $ sevgisinde eriyip gitmektir {ya da kendini onların sevgisine adamaktır}. (Rihle, 18) * Tasavvuf ilahi milrifetler yoluyla iki cihan saadeti veren hikmettir. (Rihle, 25) * Mevlana Şeyh Zerrı1k buyurmuşlardır ki: "Tasavvufun bine ulaşan tarifi ve tas viri yapılmış, bu hususta pek çok açıklama getirilmiştir. Bunların tamamı Allah'a sadakatle yönelme noktasında toplanabilir. Bütün tarif, tasnif ve açıklamalar ancak bu {tek noktanın} değişik yönleridir." Şeyh {bir defasında da} şöyle demiştir: "Mutlak ve tek hakikat hususundaki farklı
görüşlerin çoğalması, onun bütününün idrii.k edilmesinden uzak kalındığına deltilet eder. Ancak bu farklı görüşler tek bir temel üzerinde toplanabilirse, o hususta söylenen her şeyi içine alır. İfiide, kendisinden anlaşılan miinii ltibiiriyle bu asla ait olur. Viikl olan {bu temel dışındaki diğer} sözlerin tamamı, tafsiliita {ayrıntılara} diiir olup, bunlardan her biri, {onu söyleyen kişinin} i/mine, ameline, hiiline, zevkine ya da buna benzer tecrübelerine ait misii line göre farklı farklı olabilir. İşte tasavvuf hususundaki farklı görüşler bundan ileri gelmektedir." . . . Seri Sakatı şöyle der: "Mutasavvıf isminin üç miiniisı vardır: O, miirifetinin nuru veriiının nurunu söndürmeyen, biitın ilminde Kitiib ve Sünnet'in zahirine aykırı konuşma yan, kerametleri Allah'ın haram kıldığı perdeleri yırtma iddiasını taşımayan kimsedir." Sehl b. Abdullah Tüster1 de şöyle der: "Sufi, kalbi kederden {bulanıklıktan} arınmış manasında safiidan türetilmiştir. Böı;lece fikirle dolmuş, beşer/e aliikayı kesmiş ve onun ya nında altın ile toprak bir olmuştur." Ebu Hüseyin Nuri şöyle der: "Tasavvuf ne ilimdir, ne de şekil. Ancak ahliiktır. Şekil olsaydı, müciihedeyle elde edi/ebi/irdi. İlim olsaydı, öğrenmekle elde edilmesi mümkün olurdu. Lakin o Allah'ın ahlak ile alıliiklanmaktır. Senin gücün, iliihi ahlaka ilim ve şekille yönelmeı;e yetmez." Yine şöyle der: "Sufiler, kalbierini beşeri keder/erden, nefslerin lifetle rinden arındırmış kimselerdir. Kendi şehvetlerinden o derece azad olmuşlardır ki, artık ne millik {siihib} olurlar, ne de memiUk {kendisine siihib olunan, kul, başkasına bağımlı kişi}." Cüneyd şöyle der: "Tasavvuf Hakk'ın seni sende öldürüp kendisiyle diriltmesidir." Yine şöyle der: " Tasavvuf, kulun içinde ikamet ettiği bir sıfattır." Ona "Peki Hakk'zn sı fatı mıdır, yoksa halkın mı ?" diye sorulunca da şöyle karşılık vermiştir: "Hakikati
Hakk'ın, şekli ise halkın sıfatıdır." Cüneyd ayrıca şöyle der: "Tasavvuf kalbierin bir daha zaaflam dönmeı;inceye kadar tasfiyesi {temizlenmesi}, tabiattan kaynaklanan beşeri alıiiikın terkedilmesi, beşeri sıfatları ze/fl kılmak, nefsin hiddetlerinden kaçınmak, ruhi sıfatlarla bezennıek, hakikat ilinıleriyle uğraşmak ve şeriat hususunda Resulullah'a � tiibf olmaktır." Şibll de şöyle der: "Tasavvuf maddi olandan korunmaktır." Yine şöyle demiştir: " Tasavvuf, sufinin olmadan önce olduğu gibi olmasıdır " Şöyle dediği de rivayet edil miştir: "Sufi halkla aliikayı kesen, Hakk'la ittihad eden {birleşen} kimsedir. Nitekim Allah
tasavvuf-ı hulki
1020
şöyle buyurmuştur: 'Seni kendim için seçtim. ' [Taha, 20/41] {Aynı zamanda} tasavvuf, {Hakk'dan} başka her şeyle aliikayı kesmektir. Allah 'Sen beni asla göremezsin! ' [Arat, 7/143] buyurarak buna işiiret etmiştir." Ona "Sufi neden 'ibnü 'l-vakt' olarak adlandınldı ?" diye sorulunca şu karşılığı ver miştir: "Çünkü o kaybettiğine üzülmez, elde olandan da bir Şetj beklemez." (Rihle, 27)
* Tasavvuf, bu hususta yazılmış olan kitabiarın okunmasında değil, ancak kal bin kötü hastalıklardan ıslah edilip temizlerunesinde, nefsin terbiyesi, ayıplarının denetlenmesi ve asli cevherine döndürülmesindedir. (Rihle, 38) * Sfrfiler, ilm-i tasavvufun {tasavvuf ilminin}, fıkhın konularından olduğu ve umfrmi olarak en şerefli ilim olduğu hususunda icma etmişlerdir. Çünkü onun ko nusu isim, sıfat, fiil ve hükümleriyle Allah'ın nasıl tecelli ettiğini bilmektir. Bu ise, iki dünya saadeti kazandıran ilahi bir hikmettir. (Nefehat, 21) {Ayrıca bk. safa'; sftfi-mutasavvıf-mustasvif/sftfiyye}
tasavvuf-ı hulki (
ı,.sal:o:- Jj.aj ) * Ehl-i Sünnet'in havassı, tasavvuf-ı hulki adıyla
nefes ve nefslerini Allah'la beraber denetleme, kalbierini gaflet yollarından koruma hususunda şöhrete sahib olmuşlardır. İbrahim b. Edhem, Fudayl b. İyaz, Marlif Kerhi, Seri Sakati, Bişr-i Hafi ve Haris Muhasibi bunlardandır. (Ravza, 614)
tasliye ( ��.L..::ı.1 ) * Zakir hakkında, üç mertebede rahmetİn varlığı için kullanılır. İlk mertebede ehl-i zahir, ikinci mertebedeki ehl-i batın, üçüncü mertebedeki ise veliler ve nebiler için rahmetin var olmasıdır. Onlara ait olan rahmet, yeryüzünde yaşayanlar ve hayvanlar, sonra melekler, cennet ehli, mü'minlerin ruhları, daha sonra veliler, nebiler ve {ilahi} huzur ehli için çoğalır. (Ravza, 304)
tasrif ( Jı�J.aj
)
* Tasn'fın {Allah tarafından tasarnıf etme yetkisine sahib
kılınmanıni üç mertebesi vardır: Nefsle tasrif, cemadatla {cansız varlıklarla} tasrif ve halk ile tasrif. Nefsle tasrıf, fakirin {dervişin} nefsiyle tasarrufta bulunmasıdır. Bu durumda onun katında Allah'tan başka hiçbir şey kalmaz. Cemadatla tasrif, fakirin {mesela} kilitli kapılar ardında hapsolması, kapılardan birine gelip o kapıyı çaldığında, hemen kapı açılması ve onun da dışarı çıkmasıdır. Halk {yaratma} ile tasrif ise {şöyle olur}: Bir zamanlar biz beş yaşında bir ço cuktuk. Derdik ki: "Filan hasta olacak. " Gerçekten o kişi hasta olurdu. "Filan ölecek" derdik, o ölürdü. "Filan zengin olacak" dediğimizde, o da zengin olurdu. İşte böyle dediğimiz çıkardı. {Halk ile tasrif de budur.} (Nefehılt, 74)
tatavvu'-ı mutlak bi's-salah (
�')L.all! Jl� t_jbı ) * Tatavvu-ı mutlak bi's-saliihın
{mutlak nafile namazıni en faziletiisi gece namazıdır. (Receb, 30)
tavarık-tavali'
tavank-tavali' (
� ıJb
1021
J J'Jb ) {bk. leva'ih-levami'-tavali'-tavank-şevank-
kadihl tavil ( J�� ) * TaviZ, ilahi isiınierin tecellilerinden kulun batınında ilk olarak or taya çıkan şeydir. Batınının nurlanması sebebiyle kulun ahlakı ve vasıfları gü zelleşir. (Climi', 88)
tavr (
J�
) * Tavır, iki zamanda aynı olarak kalmayan şeydir. İnsan tavırlar
toplamıdır. İnsan her an yeni bir yaratılıştadır. Bir tavır ona hayat verdiğinde, onu yeni bir yaratılışla alakah başka bir tavır izler. Nitekim insan yokluktan yaratılmış, hülani manada ve mukadder olarak yokluğa nisbet edilmiştir. Senin hakikatin {as lında} Allah'ın ilminin hakikatiyle bilmekten ibarettir. (Rihle, 336; Nefehiit, 68)
tayfuriyyôn ( ıJ i..J.# ) * TayfUriyyun, kendilerini Ebu Yezid Tayffir b. Isa el Bistami'ye nisbet ederler. Bistami, sufilerin reisierinden ve büyüklerindendir. Tasavvuftaki yolu galebe ve sekrdir. Yüce Hakk'ın � galebesi ve mehabbetinin sarhoşluğu, insanoğlunun iradesi ve çabası ile kazandığı şeyler cinsinden değildir. Kesb {kazanma, amel etme} dairesinin haricinde kalan her şeye davet etmek batıl dır. Bu hususta taklid de imkansızdır. Şübhesiz sekr, sahi {ayık} kişinin sıfatı ol maz. İnsan sekri kendine celbetme gücüne sahib değildir. Sekran {sekr halinde olan} ise kendisi mağlub olan kişidir. Halka iltifat edemez ki, tekellüf {zorlama} tü ründen sıfatlar ortaya koyabilsin. (Hücviri, 219)
* . . Bistamiler sekri sahvdan üstün tutarlar. Bu sebeble, {şatahıitmdan birinde} Ebu Yezid Bistamiks demiştir ki: "Benim sancağım, Muhammed'in sancağından daha yüksektir." {0, bu sözünde,} kendi sancağıyla velayet sancağını, Hz. Muhammed'in sancağıyla da nübüvvet sancağını kasd etmiş, sekre dönük olan velayet sancağını, sahva dönük olan nübüvvet sancağına terelli etmiştir. Bazı sufilerin, velayetin nü büvvetten üstün olduğu görüşü bu kabildendir. Bunun böyle olması, onların vela yeti Hakk'a, nübüvveti ise halka müteveccih görmelerinden dolayıdır. Hakk'a müteveccih olan bir şeyin, halka müteveccih olan bir şeyden daha üstün olduğu hususunda hiçbir şübhe yoktur . . . (Mektübat, I, 101) .
{Ayrıca bk. nakşbendiyye}
tayr ( ..,nb ) * taze dala konan kuşu gözetsin Allah bütün açıklığıyla getirdi bana haberin en doğrusunu Tayr {kuş}, dal üzerindeyken Hz. Peygamber'e davet ediyor. Benat {taze dal} onun neş'esi, doğuşudur. Tayr ise Hakk'ın dünya semasına inişini haber verdiği
ta'zim
1022
"Fecr ortaı;a çıkıncaya kadar"
zaman onun latlfesidir. Hadiste
ifadesi geçmektedir.
Kalbler o latlfeye ait olunca, Allah Teala ve nefslerle birlikte olan vakitler bulunur. Bunların nasibleri, vaktin Hakk'ın inişine ve tabii heykeller {sılretler, şekiller} gece sinde zuhılr edişine nisbet edilmesidir.
ta'zim ( �l:ııü
(Tercüman, 156)
) *Tazimin ilk inceliği, emir ve yasaklara tazim göstermektir. Bu
da, azimete karşı ruhsatın yapılmamasıdır. İkinci inceliği, {sahib olduğu} herhangi bir bilgi ya da {taşıdığı} herhangi bir amaçtan dolayı karşı çıkmaktan sakınarak {kadere ait} hükme tazirnde bulunmaktır. Üçüncüsü ise, arneli O'ndan başka hiçbir sebeble yapmamak, bilerek ve isteyerek O'nun hakkını çiğnememek ve kendisinde O'nun aleyhine hak görmemekle Hakk'ı tazim etmektir.
tebeccüh (
(Ravza, 488)
&-;; ) * Tebeccüh, nefsi, hak etmediği büyük işlere layık görmektir.
(Mzznn, 74) tebeddül (
J1.:J ) * Sehabete {çığlık atmaya}
götüren şey ve ayağın kaymasının
delili olup, televvün {renkten renge girme, sürekli değişme} ateşinin il�i ve haya bağını koparmasıdır.
tebettül (
J�:i
(Ravza, 691 )
) * Tebettül, inkıta {kesilmek, kopmak} demektir. İlk inceliği,
hakikati müşahede etmek üzere isteklerden ve hazlardan tamamen sıyrılmaktır. İkincisi, hevadan kaçınmak suretiyle nefse meyletmemek, {halkla} ünsiyet rüzga rına kapılmak ve keşfi koklamaktır. Üçüncüsü ise ilk halinin tecrid olması {sadece ilk kulluk halinin kalması} ve cem'in başlangıcına nazar etmektir.
tebzir ( Jt�:i ) * Tebzir, savurganlık demektir.
tedifi ( .J� 1 J�
(Ravza, 480)
gereksiz zamanda gereksiz yere harcamada bulunmak,
(Miznn, 77)
) * Tecnfi, daru'l-gurılr {aldanma diyarı} olan bu dünyadan
kalben ayrı durmak, daru'l-hulıld {ebedilik yurdu} olan ahirete yönelmek ve himmetin künhünü Allah'a döndürmek demektir. Bu durumun gerçekleşmesi, an cak mal ve makamdan büsbütün yüz çevirip, buna mani olan bütün meşguliyet ve engellerden sıyrılmakla tamamlanır.
tecelli-istitar (
J\:::: ..ıJ
-
�l�
1
(Munkız, 134)
J� ) {eymenü'I-eflec; fetatü'l-hayy; rabvetü'l
hamra'; tecelli-yi evvel; tecelli-yi sani} * Tecelli,
söz ve davranışlarda sadıkiara
benzemek ve sadıkların davranışlarıyla bezenmektir.
(Luma', 439)
* Sehl (-i Tüsterl} demiştir ki: "Tecelli üç halde olur: zat'ın tecelllsi mükuşefedir. Zat 'ın sıfatlannın tecellfsi nurlar nıahallidir. zat'ın hükmünün tecelllsi ise, içindekiler/e beraber ahirettir." (Ta'arruf, 90)
tecelli-istitar
1023
•• Istitiir, beşeriyyetin {beşer1 varlığın}, seninle gaybı temaşa arasında perde ol masıdır. Beşeriyet perdesinin kalkmasının manası, Allah Teala'nın seni, gaybdan sana gelen varidier {keşf ya da tecellller} altında tutmasıdır. Zira beşeriyet, gayb hallerine mukavemet edemez. Tecelllnin ardından gelen istitar ise, araya eşya gir diği için onu müşahede edememendir. (Ta 'arruf, 91)
•• Setr ve tecelli; avam perdeler içinde, havas ise daima tecelli içindedir. Allah bir şeye tecelll ettiği zaman ona huşı1 verir. Gözü {hakikatlerden} perdeli olan O'nu müşahede etmeyle, ebed1 tecelllye mazhar olan ise O'nun huşı1uyla vasıflanır. Setr avama ceza, havassa rahmettir {avama ceza gibi gelir, ama havass onun rahmet olduğunu bilir} . Çünkü eğer, onlara keşf olunan şeyler halka gizli kalmasaydı, ha klkatin gücü karşısında mutlaka yok olurlardı. Fakat o, nasıl keşf ehline zuhı1r edi yorsa, diğer insanlara da öyle örtülü kalır. (Kuşeyri, 42)
·• Tecelll, Hakk nı1rlarının, Hakk'ı kalbieriyle görmeye layık olan ikbal sahibierinin kalblerine, ikbal hükmüyle te'sir etmesidir. Bu rü'yetle {görmeyle}, gözle görme arasındaki fark, {bunda} tecelli edenin istediği zaman görünüp, iste diği zaman görünmemesi ya da bir vakit görünüp bir vakit görünmemesidir. (Hücv!ri, 462)
•• Allah'ın fiilleriyle tecelll etmesi, rıza ve tesl1miyeti saflaştırır. Sıfatlarıyla te cem etmesi ise, heybet ve üns kazandırır. ('Aviirif, 93) •• İstitiir, kalbin sıfatlarındaki gücün kemalinden dolayı, nefse ait vasıfların yok olmasının işaretidir. Tecelli ise, O'nun bazen fiilleri, bazen sıfatları, bazen de Zat'ı ile zuhur etmesi şeklinde olur. Hak Teala, istitar durumunu havasta, hem kendi leri, hem de başkaları için bir rahmet olarak devam ettirmiştir. Bu durumun onlar için rahmet olması, kendilerinin bu sayede nefslerinin ihtiyacını görmeye yönele bilmeleridir. Başkaları için rahmet olması ise, eğer istitar halleri kendilerinde olma saydı, cem'ul-cem' halinde kaybolup, Vahid ve Kahhar olan Allah huzurunda, O'nun müşahedesine kapılmaları mümkün olmazdı.
İstitiir, kalbi sıfatiarın gücünün kemaliyle, nefs! sıfatıarın yok olmasına işarettir. Tecelli de bunlardandır. Tecelli, fiiller ve sıfatlar yoluyla olur. Zat yoluyla da olur. Hakk Teala, havassa, kendilerine ve diğer insanlara rahmet olarak istitarı baki kıldı ki havas, onunla kendi işlerine dönebilsinler. Diğer insanlar için istitar olmasaydı, havassın cem'i, cem'deki istiğraklarından ve Vahid ve Kahhar olan Allah'ın zuhı1r edişlerinden fayda sağlamaları mümkün olmazdı. ('Aviirif, 309) ·•
Tecelli aklın, fikir ve mizac kayıtlarından sıyrılarak mutlak cevherle idrak et
tiği akli olmayan keşflerdendir. Nefsarn olursa, riyazet ve mücahedeler sırasında fark ve ayırd edilebilen perdelerin açılmasından sonra, mizac kayıtlarından sıyrıl mış mutlak hayali nefslerde ortaya çıkar. Rı1han1 olursa, akl! ve nefsani perdelerin
1024
tecelll-istitar
açılmasından ve Rahmam nefeslerin doğmasından sonra ortaya çıkar. Rabhani olursa, ya tenezzül ya mlrac ya da sırların nüzfılü yoluyla olur. Bu tür olanı, isim lerle alakah mertebelerin artmasıyla artar. Hakk'ın esma {isimleri mertebelerinden her birinin tecelllleri vardır. Bunların en yücesi, mükaşefenin tamamını bahş eden cem'!, ahadi, ilahi tecellldir. Bunun üzerinde, mertebeleriyle beraber Hakikatler Hakikati'nin keşfi, nefsin ve 'amil.nın haklkati, ilahi hakikat ve tablatin tüm hakikatini veren Zat! tecelll yer alır. (İnşii',
35) * Setr; seni meşgul eden şeyleri senden gizleyen her şeydir. "Setr, kevn {madde} perdesidir" denilmiştir. Buna bazen adet ve alışkanlıklarla, bazen arnelierin neticele riyle uğraşmak sebeb olur.
* Tecelli, gaybların nurlarından kalbiere açılan şeydir. (Istı/ah, 534)
* Bil ki, ilahi tecelli daima perdesizdir. Ama o, olduğu gibi bilinemez. Bu, Al lah'ın, kelamını daha yokluk halindeyken duyarak yarattığı alem için kullanılır. o "Kün {Ol}" dedi, alemin olduğuna şahid oldu, ama il.lem Hakk'ı müşil.hede ede medi. O, mümkünlerin en gözle görülür olanı üzerindeki yokluk perdesinden başka bir şey değildir. Işığın karanlığa zıt olması gibi, kendisi yok olan bir şey, mevcud olanı idrak edemez. Işığın olduğu yerde karanlık olmaz. Adem ve vücud {yokluk ve varlık! da böyledir. Aleme mümkün ve en hızlı şekilde istidadı kabUl ederek var olmasını emrettiğinde, onun orada olduğunu görürsün. Çünkü onda { alemdel vücud itibariyle değil, sübut itibariyle bilkuvve {potansiyel} olarak işitme bulunduğu gibi, aynı şekilde görme de vardır. Mümkün {sonradan olan varlık!, nurla boyanmış olarak bulunduğunda, adem {yokluk} ortadan kalkar, gözleri açılır ve vücudu, hayr-ı mahz {hayrın ta kendisi} olarak görür. O'nun ne olduğunu bil mez, O'nun {kendisine} var olmasını emrettiğini de bilmez. İşte tecelll, kendisine vücud vereni bilgi bakımından görmeyen varlığa, O'nu bilgi olarak ifade eder. Nurla boyandığında, vücuda {varlığa! iltifat eder, ademi görür, hemen onu tahakkuk ettirir {gerçekleştirir!. Gökyüzünden yayılan karanlık gibi, kendisinden {yokluk! yayıldığı zaman nurla karşılaştığında der ki: "Bu ne dir?" Sağdan gelen nur ona "Bu, O {olan} sensin. Eğer sen nur olsaydın, karanlıkta hiç bir ayn zuhur etmezdi. Ben nur'um, ben o zuhurun gittiği yol' um" der. (Fütılhiit, II, 299-
300) * Sufilere göre tecelli, kalbiere gayb nurlarından açılan şeylerdir. Bu da çeşitli makamlara ayrılır. Marifet ve sırlara dair hususlardan mücerred {soyutl manaların, nurların, aslı melekler olan rUhların, ilahi nefeslerin, tabiatin, isimlerin, mertebele rine göre var olması temel ilkelere bağlı olan mevalld {hazarat-ı hamseden doğan mevcudlarl, {bunları varlık alanına çıkaran asıllar olan} ümmehat, {bunların ortaya çıkmasını sağlayan} sebeb ve illetierin nurlarıyla alakah unsurlar, bu makamlar arasında yer alır.
tecelli-istitar
1 025
Bu nurlardan her biri bir ufuktan doğarak; körlük, perde, yara, iltihab ya da diğer göz hastalıklarından salim olarak hasiret gözüne ulaştığı zaman, kendisine yayılan nurlardan her biri sayesinde keşfolunur ve böylece manaların zatları ol dukları gibi ayan olur. Kendilerine delalet eden lafız ve kelimelerin suretleriyle ir tibatları da ayan olur. Bu sılret {ya da nurlar} göze müşahede yoluyla, hakikatıerin mahiyetini herhangi bir vehim ve aldanınaya mahal bırakmadan, hakikatte nasılsa öyle verir. Bu manaların zatlarıyla {asıllarıyla} beraber, bu zatlara doğru ve bu zatlardan hareket ederek akan nurlar, önümüzde akan nurlar, ardımızda, bize uyanlarla be raber akan nurlar, imanımızdan neş'et edip bizi te'yid eden nurlar, şemailimizden neş'et edip yakinimizi artıran nurlar, üstümüzde bize fayda sağlamak için akan nurlar, altımızda her türlü tasarrufa malik olduğumuz nurlar, bizim ta kendisi ol duğumuz nurlar bunlardandır. Bu sonuncu nurlar, müjdelerimizde müjdelediği miz, şiiderimizde dile getirdiğimiz asıl maksaddır. (Fütiıhiit, II, 475)
•• Setr, maddi perde olup, bazen alışkanlıklar, bazen arnelierin neticeleri {Allah ile kul arasında} perde olabilir. Sebebler, ilahi perdelerdir. Bu perdelerin, ancak {kendilerine sebeb olan} bu alışkanlıklar ve arnelierin neticeleri hususundaki dü şünceyle birlikte kaldırılması doğru olabilir. Bunların kaldırılması bırakılmasıdır. Bunların mahvı, hakikatte isbatıdır. Setr, avil.m hakkında kendilerine emirlere muhalefet takdir edildiği için umfırni bir ilahi rahmettir. Avil.mın onlara göre hareket etmesi lazımdır. Onlar sürekli ola rak keşf ve tecelli ile amel edemezler. Çünkü setr altında olmaları gerekir. Bundan dolayı, ilmi tecelli ehlinden mahrfırniyet {setr konusundaki kısıtlama} kaldırılmış tır. Onlar hakkında herhangi bir mahrfırniyet kalmamıştır. Bilakis onlara tasarruf larında istedikleri şeyi yapmaları mübah kılınmıştır. (Fütulıiit, Il, 543)
'' De ki abanın gençlerine Korumaktır sözümüz Necd tepelerinin eteğinde cumartesi tecellfnin başlangıcı en yücesi mertebelerin sevinç yurdundan ferdfıniyetten gelen o al renkli tepeler üzerine "Kul fetfıtü 'l-lıayıJ {De ki abanın gençlerine}" bilhassa bu rUhlara münasib ruhu kasd eder. "Mev'idene'l-hinıii {Korumaktır sözümüz}" müşahede mertebelerinden her hangi birinde izzet perdesini veya ayrılış esnasında bu bedenin tedbirini kasd eder. "tudeıjye {tecelllnin başlangıcı}" tecelli zamanının başlangıcıdır. Bu başlangıç cu martesidir. Çünkü o gün haberde varid olduğu gibi rahatlayıp dinlenme günüdür. "Rubii Necd" yüce makamı kasd eder. "ale'r-rabveti'l-/ıamrii {al renkli makama}" cemal
1026
tecelli-istitar
makamını kasd eder. Çünkü renkleri tasnif edenler kırmızı rengin en güzel oldu ğunu söylerler. "Min canibi't-dava" mertebelerin yüce alanını, "eı;meni'l-ejlec" de se vinç yerlerini kasd eder. "el-Alemu 'l1erd" ahadiyyetin altmda olan ferdaniyyet mertebesidir. (Tercüman, 189)
* Setr, maddi perde ve alışkanlıklarla, arnellere takılıp kalmak gibi seni meşgul eden şeylerden perdeleyen her şeydir. (Kaşani, 99; Cami', 85) * Tecelti, kalbde gayb nurları cmsinden zahir olan şeydir. Tecelli-yi evvel {ilk te celll}, zat! tecellldir. Bu, Zat'ın yalnızca Zat için tecelllsidir. Bu mertebe, hiçbir sıfat ve sureti bulunmayan ahadiyyet mertebesidir. Çünkü Hakk'm vücud-ı mahzı [vücud-ı sırfı (Cami')] {Zat' ın mutlak vücudu} olan Zat, O'nun ayn'ının vahdetidir. Çünkü, Hakk'ın vücud olması bakımından, vücudun dışmda olan şey, adem-i
mutlaktan {mutlak yokluktani başka bir şey değildir. Bu da eşya-yı mahzdır {şeyle rin ta kendisidir} . O, ahadiyyetinde vahdet ve taayyüne muhtaç değildir. Şey' den, bununla, yani ayn'mın vahdetiyle ayrılır. Ondan başka ayn yoktur, O'nun vahdeti de Zat'ının ayn'ıdır. Bu vahdet, ahadiyyet ve vahidiyyetin menşeidir. Çünkü o, vahdet ellietinden Zat'ın ayn'ıdır. Bununla, O'nun, hiçbir şeyin şartına bağlı olmadığını, yani kendi siyle beraber hiçbir şeyin olmaması şartıyla, (her şeyi} içine alan mutlak olmasını kasd ediyorum. Mevcudiyeti, kendisiyle beraber başka bir şeyin olması şartına bağlı olan ise ahadiyyettir. O şart ise, tıpkı çekirdekteki ağaç gibi, vahidiyyet ve Ahadiyyet-i Zat'taki haklkatlerdir. Bunlar da gaybü'l-guyı1bdur {gaybların gaybıdır}.
Tecelli-yi sani {ikinci tecelli}, sabit mümkün mevcudlarm aynlarıyla kendisine zahir olduğu tecellidir. Bu da Zat'ın, kendi Zat'ına ait işleri, yani alemiyyet ve kabiliyyet sıfatıyla taayyün-i evveldir {ilk taayyündür}. Çünkü aynlar O'na ait olan bilgilerdir [ilk bilgilerdir (Kaşam)]. Zatiyyet, şuhudi tecelll kabiliyyetidir. Bu tecelli ile Hakk, isimlere ait nisbetlerle, ahadiyyet mertebesinden va.hidiyyet mertebesine iner [Hakk' a ait olan bu tecelll, isimlere ait nisbetlerle, ahadiyyet m ertebesinden vahidiyyet mertebesine iniştir (Cami')]. (Kaşani, 155; Cami', 79) * Sizin sınırlı gözleriniz O'nu {Allah'ı}, sizden son derece uzak bir gaye üzerin deyken idrak edememiştir. O'nu ancak sizin üzerinde bulunduğunuz gayede idrak edebilmeniz mümkün olmuştur. Ancak nefsinizi (O'nun nefsmizdeki yansımala rını} idrak edebildiniz. Başlangıçtaki gaye, O'nun, nefsinizi idrak etmeniz için bir sebeb olarak tecelll etmesidir. Çünkü siz, bu tecelllden önce, Hakk'a nisbetle değil, nefsinize nisbetle zulmet-i adernde {yokluk karanlığındal idiniz. Ne zaman ki göklerin ve yerin nuru olan Allah size tecelli etti, bu karanlık hoşunuza gitmedi, böylece siz de nefslerinize, ezeli alemde bulunan mertebelerindeki mahiyetleriyle şahid oldunuz. Bu müşcihede, sizin harici vücudunuzun manası değil, ancak bu harici vücudunuzun ayn'ı olarak tecelli etmiş oldu, bundan başka bir şey değil.
tecelli-istitar
1027
Bizim "Siz O'nun ilminde mevcfıd iken Hakk size tecelli etmiştir" sözümüzü inkar edemezsiniz. Çünkü tecellinin kendisini değil, O'nu gördünüz. Rü'yet, aklen de, şer'an da, keşfen de mümkündür. Çünkü ahirette rü'yet konusunda hiçbir şübhe yoktur. Kur'an-ı Kerim, Allah'ın dağa tecelli ettiğine şahiddir. Kitab ve Sünnet'te buna aykırı bir durum asla yer almaz. (Esfar, 10) * Mükaleme {Allah'la konuşma), rabhani ve meleki hatır yoluyla kalbine ilka edilen şeydir. Bunun ne reddi mümkündür, ne de inkarı. Hakk Teala'nın kuluyla mükalemeleri ve çeşitli şeyleri kullarına haber vermesi kabUl edilmiştir. Hiçbir mahlukun bunu reddetmesi mümkün değildir.
Hakk Teala'nın kullarıyla mükalemesinin alameti, duyanın bu kelamı zarful olarak Allah'ın kelamı olduğunu bilmesi, bu kelamı işitmesinin kendisi için bir imtihan olması, imtihandan başka herhangi başka bir yönle sınırlanamaması, onu bir yönden işitse bile, başka herhangi bir yönle alakadar olmasının mümkün ola mamasıdır. Hz. Musa'nın � hitabı ağaç yönünden duyduğu halde, ağacın bir yönle sınırlı olmadığını, kabule şayan olmak bakımından melek! hatırın rabhani hatıra yakın olduğunu görmüyor musun? Fakat onda o kuvvet yoktu, ancak zarfi ret yoluyla kabUle itibar etti. Sadece Cenab-ı Hakk'tan mükaleme tarikine dair varid olan bu durum sağlam {bir delil} olmakla kalmaz, üstelik O'nun {diğer} tecelliyatı da böyledir. Hakk'ın nurlarından bir nur kula tecelli ettiği zaman, kul derhal zaruri olarak bilir ki, bu ister sıfatla, ister zat ve ilimle, ister aynla alakah olsun, Hakk'ın nuru dur. Sana bir şey tecelll ettiğinde, onun Hakk'ın nuru, sıfatı ya da Zat'ı olduğunu derhal anlarsın. Bu, o tecellidir ve anla ki bu, sahili olmayan bir denizdir. İlahi ilham ile amel etme hususunda ise mübtedinin yolu, O'nu Kitab ve Sün net' e arz etmektir. Bunlardan birinde o illiama bir şahid bul ursa, bu ilahi ilhamdır, bulamazsa, daha önce gelen {ilhamı} inkar etmeksizin bu ilhamla amel etmekten sakınmalıdır. Sakınınanın faydası şudur: Kendisinin ilahi ilham olarak anladığı şeyi şeytan kendisine ilka etmiş olabilir. Bu durumda o, bunun gerçekten {şeytan dan gelen} bu kabil bir {iğva} olmasından korkar. O zaman Allah'ın bu hatır husu sunda kendisine marifet yollarını açmaya götürecek usUle tuturımalı, buna sağlam bir teveccüh ve alakayla sarılmalıdır. (İnsan, I, 5) * Tecellf, himmet ehlinin tasarruflarıdır. Hayal alemi ve bu illernde tasavvur olunan garib ve acaib mahluklar, büyük sihir, cennet ehlinin istedikleri renge gir meleri, İbn Arabi'nin kitabında zikrettiği Adem çamurundan kalan acaib parçalar, su üzerinde yürümek, havada uçmak, azı çoğaltmak, çoğu azaltmak gibi harika cinsinden hadiseler hep bu tecelll cinsindendir. (İnsan, I, 41) * Tecelllnin Hakk'a nisbeti ilahi bir durumdur. Kula nisbeti ise bir haldir. Ancak bu tecelll, Allah Teaiii'nın isim ya da sıfatlarından birinin kulun kendisine hakim olmasından hali olamaz. Bu hakim olan şey tecellinin ismidir. Eğer bu tecellide
tecelli-yi hayali
1028
Allah'ın bildiğimiz isim ya da sıfatlarından biri bulurunaz da, isim, kendisine te celli edilen bu veliye hulul ederse, bu tecelli, Hakk'ın kendisiyle o veliye tecelli et tiği ismin ayn'ıdır. (İnsan, I, 63) * Feyiz, ezeli ve ebedi olan daimi tecell'idir. llahi rfıh olmaksızın tamamlanmış alem cilalanmamış aynaya benzer. İlah'l rfıh ile cilalanmış gibi olur. Nasıl ki ayna parlak olduğundan karşısındakinin suretini kabul eder ve onu sahibine gösterirse, alem de İlahi Ruh'u kabul etmesi sebebiyle, daimi tecelliyi kabfıl eder. Bu tecelli, mükemmel olan o mahalde, O'nun aynının kendisine zuhur etmesidir. (Sofyavi, 16) * Setr avam, tecellı ise havass içindir. Setrden murad, müşahedeye mani olan perdelerin kalkmasıdır. Tecelli sahibi, ebedi olarak huşu sıfatına sahibdir. Havass için de setr, onların tecellilerinin devamlılığının kendileriyle beraber olmasıdır. Onlar hakkında iki hal lafzen birbiriyle mütenakızdır (ilk bakışta çelişkilidir), fakat mana itibariyle mütenakız değildir. Çünkü tecelli, eelali perdelerin cemali kemal üzerinden kalkmasından ibarettir. Havass hakkında setr, onların yok olup yanmaktan korunmaları ve sebat ma kamlarındaki temkinlerinden ibarettir. Çünkü eğer üzerlerinde O'nun setri olma saydı, hakikat saltanatının zuhuru sırasında telef olacaklar diye onlara o tecelliyi göstermezdi. Çünkü, Hakk var olunca, halktan hiçbir şey kalmaz. (Cami , 257) '
(Ayrıca b k tahalll-tehalli}
tecelll-yi hayali
( Jl�,:.
�I� 1 J� ) * Tecelli-yi hayali (hayali tecelli} iki çeşittir:
İtikad edilen silretteki tecelli, mahsus (hissedilebilir, duyulada algılanabilir} olan suretteki tecelli. Bunu anla! Ancak, mutlak suri tecelli, onun menşei ve misali alemle birleşme noktasıdır. Bu tecelli, zuhuru şiddetlendiği zaman hissi ( duyularla algılanabilir } olarak başgözüyle müşahede edilebilir, ama hakikatte basiret gözüyle müşahede edilir. Görülen şey, tamamıyla ayan beyan görünür. Artık görülen za man ve mekanda göz, basiret mahalli olmuştur. Benim sözünü ettiğim, hadiste ge çen, bize verilmiş keşf cinsinden manevi olan (tecelli} ise mana olarak vakidir. Ha diste sözü edilen her şey, ilahi bir manadan ibarettir. (İnsan, II, 3)
tecelli-yi ihsani ( (? L-l
,.}� 1 J� ) * Tecelll-yi ihsanl (ihsani tecelli}, Hakk haz
retine kurb ve yakınlaşmadır. (Cami', 158)
tecelli-yi şuhudi ( ı.,ş;:;J�
J.� / J� ) * Tecelli-yi şııhudz (şuhudi tecelli}, "Nür"
diye adlandırılan vücudun (varlığın} zuhurudur. Bu zuhur, Hakk'ın, isimlerinin suretleriyle alemiere zuhur etmesidir. [Bu {zuhur}, Hakk'ın, suretlerinden olan alemlerdeki isimlerinin suretleriyle zuhur etmesidir. (Cami')] Bu isimlerin suretleri ve bu zuhur, kendisiyle küllün (bütün varlığın} bulunduğu Nefes-i Rahmani'dir. [Bu da Hakk'ın, suretlerinden olan alemlerdeki isimlerinin suretleriyle zuhur
tecelli-yi zati
1 029
etmesidir. Bu zuhfu, kendisiyle küllün bulunduğu Nefes-i Rahmani olan mededdir (Cami')] (Kaşani, 156; Cami', 79)
tecelli-yi zati/tecelli-yi sıfati ( ;;Ui""
.).� 1 J� - �ü J.� 1 J� )
.. Kendisinde İlahi Hazret'in tecelli ettiği her kalb, tecelll-yi zat! {zati tecelli} olan yakut-ı ahmer {kırmızı yakut} cihetindendir. Bu tecelli, üzerinde hiçbir tecelll bu lunmayan müşahede halindeki, mükemmel tarzda bilen kalbin tecellisidir. Bu te cellinin altmda tecelli-yi sıfat Isıfatlarm tecellisiL onun altında da tecelli-yi ef'al {fiille rin tecellisil bulunur. Fakat bu tecellilerden zuhur eden şeyler İlahi Hazret'ten {zu hur etmiş} olur. İ lahi Hazret' ten zuhur eden bu şeylerin tecellisine mazhar olma yan kişinin kalbi Allah'tan gafildir, kendisi de Allah'a kurbiyyet {yakınlık} halin den uzaklaştırılmıştır. (Fiitfthfit, I, 137) * Allah kullarından birine isimlerinden biriyle tecelli ettiği zaman, o kul bu ısınin nuru altmda mahvolur {o ismin istila ve hakimiyeti altına girer}. Hakk'a bu isimle her sesienişinde bu ismin üzerinde vaki olmasından dolayı, sana o kul cevab verir. İsimlerin tecelllsinin müşahede edildiği ilk makam, Allah' ın kuluna Mevcüd is miyle tecelli etmesidir. Böylece o isim o kula isim olur, ondan daha yüce olan te cellisi Viihid ismiyle tecelli etmesidir. Bundan daha yüce tecelllsi ise, Allah ismiyle tecelll etmesidir. Bu tecellide kul tamamıyla mahvolur ve {varlık} dağı yıkılır. Böylece Hakk ona hakikatinin üzerin den seslenir: "Ben Allah'ını!" [Taha, 20/14] Orada Allah, kulun ismini mahveder ve kulda sadece Allah ismi kalır. Dersen ki: "Ya Allah!" Sana o kul cevab verir: "Bu yur, yardımını seninledir!" ve sana yardım eder. {Kul bu yolda} ileriediği takdirde, Allah ona kuvvet verir de, fenadan sonra beka haline çıkarırsa, o kula seslenen kişiye Allah cevab verir. Mesela o kimseye " Ya Muhammed!" diye de seslensen, sana Allah "Buyur, yardımını seninledir!" diye cevab verir. Sonra kul daha da yükselip kuvvet kazanırsa, Hakk ona Rahnzan is miyle tecelli eder. Daha sonra Rabb, daha sonra Melik, daha sonra Alim, daha sonra Kadir ismiyle tecelli eder. Allah'ın, sözü edilen bu isimlerden her biriyle her tecelli edişinde, bu kul, mertebe bakımından bir öncekinden daha üstün olur. Bu, Hakk'm tafsili tecelllsi nin, icmali tecellisinden daha üstün olması sebebiyledir. O'nun, kuluna tafsili ola rak Ralıman ismiyle zuhur etmesi, Allah ismiyle zuhur etmesindeki icmalin tafsili dir. Kulun tafsili olarak Rabb ismiyle zuhur etmesi, ona bu isimle Ralıman isminde zuhur eden icmali tecellinin tafsllidir. Bunun gibi, tafsili olarak Melik ismiyle zuhur etmesi. o kula Rabb isminde zuhur eden icmali tecellinin tafsilidir. Alim ve Kadir isimleriyle tafsili olarak zuhur etmesi de Melik isminde zuhur eden icmali tecellinin tafsilidir. Bütün ilahi isimler için de böyledir {Her tafsili tecelli, kendisinden önceki icmali tecellinin tafslli olduğu gibi, bir sonraki tecelllyi de icmall olarak içinde ta şır}. (İnsan, I, 35)
1030
tecelli-yi zati
* Hakk'ın Ziit'ı kuluna sıfatlarından biriyle tecelli ettiği zaman, bu durumda kul, bu sıfatı tafsil yoluyla {bütün ayrıntılarıyla} değil, icmal yoluyla {toplu olarak} son sınırına kadar tesbih eder. Çünkü iki sıfatın tafslli yoktur, ancak icmal yoluyla tesbih edilir. Kul, bu durumda bir sıfatı tesbih ve icmal hükmüyle ikmal ettiğinde, bu sıfatın arşına istiva eder. Böylece o sıfatla muttasıf olur. O zaman başka bir sı fatla karşılaşır. Bu durum sıfatıarın tamamını ikmal edene kadar sürer. Kardeşim, bu sana müşkil değildir. Kul eğer Hakk Sübhanehıl ve Teala'nın kendisine isim yahut sıfatıyla tecelli etmesini isterse, O da kulu kendi netsinden fani kılacak ve vücudundan soyacak bir fena ile fani kılar. Abdi {kulluğa ait} nur silinip halki lyaratışa ait} rılh fani olduğunda, abdi heykelde {bedende} Hakk Teala Sübhanehıl kendi Zat'ından bir hulıll söz konusu olmaksızın, soyup çıkardığı vü cuda karşılık bir latife kaim kılar. Bu latlfe kuldan ne ayrıdır, ne de ona bitişiktir. Çünkü O'nun kullarına tecelllsi, fazl ve ikram babındandır. (İnsan, I, 37) * Tecelllyat-ı sıfat Isıfatların tecellileri}, kulun zatının Rabb'in sıfatiarını tam, ke sin, hükmi ve muhakkak surette kabıli etmesinden ibarettir. Tıpkı mevsılfun sıfatla vasıflanmayı kabıli etmesi gibi. Çünkü yukarıda geçtiği gibi ilahi latlfe, kulun abdi heykelinde {kullukla alakah sılretinde ya da bedeninde} kuldan bedel olarak kulun makamına kaim olmuştur. O ilahi latlfenin ilahi sıfatlarla vasıflanması asli, hükmi, ve kesindir. Bu sebeble Hakk ancak kendisi için, kendisiyle vasıflanır. Arada kul için hiçbir şey yoktur.
Tecelliyat-ı sıfô.t hususunda insanlar, kabiliyetleri, ilimlerinin çokluğu ve azim lerinin kuvveti ölçüsünde birbirlerinden ayrılırlar. (İnsan, I, 38) * Daimi olan tecelll-yi zatinin üç mertebesi vardır: Birinci mertebe, nübüvvetin kemalidir. Bu mertebede, kaynağı nübüvvetin kemali olan murakabe-i zat ile amel ederler. İkinci mertebe risaletin kemalidir. Burada da kaynağı risaletin kemali olan mu rakabe-i zat ile amel ederler. Bu makamın feyzi, bu makamdaki salike hasıl olan vahdaniyyet hey'etiyle {tavrıyla} varid olur. Vahdfıniyyet hey'eti, emir ve halk alemlerinin bir araya gelmesinden ibarettir. Kişi, tasfiye ve tezkiyeden sonra bu alemlerden her biri için bir başka hey' et elde eder. Mesela bir şahıs, çeşitli rahatsız Iıkiara te'sir eden bir macun terkibi elde etmek istediğinde, {terklbi oluşturacak şeylerin} her birini teker teker döverek toz haline getirir. Sonra bunların hepsini, bulamaç ve bal kıvamında bir araya toplar. Sözü edilen rahatsızlıklar için bir başka hey'et elde eder. Böylece o rahatsızlıklar için bir macun ismi neş'et eder. Bunun gibi on latlfe için ayrı bir hey' et elde edilir. Bu latifelerin bu makam ve sonrasındaki makamlarda üstünlükleri, nfuları ve genişliği itibariyle de pek çok yükseltki yönleri vardır. Fakat önceki makamlardan daha fazla levniyyeti {telvmi, değişkenliği, halden hale geçmesi} yoktur. Önceki her makamın bir öncekine nisbeti, kabuğun öze nisbeti gibidir.
tecerrüd
1 031
Ulu'I-azın {azim sahibi olan} peygamberlerin kemalatından ibaret olan üçüncü mertebeye gelince, bu makamda ilimierin kemali ve nurlarm çokluğu konusunda vahdaniyyet heyetine feyzin varid olduğu mertebedir. Bu makamda, kaynağı azim sahibi peygamberlerin kemalatı olan murakabe-i zat ile amel edilir. Bu ma kamda, Kur'an'ın mukatıaat ve teşblhlerinin sırları açılu. Bazı büyükler bu ma kamda muhible Mahbfıb arasında vaki olan sırlara sahib kılınırlar. Bu {nimet} on lara Hz. Resul' e $ uyınaları sebebiyle, bu Cenab'dan husfısi bir bağış türünden bir nasib olarak verilir. (Cami', 69)
* Tecelli-yi zati, tecelli-yi sıfatiden farklıdır. Bu sebeble, tecrid hükümlerine tabi olur. Her hakikatİn tevhid cinsinden husfısi bir yönü vardu.
Hakikat: Zat'ın vücubu fAllah'ın Zat'ının vacib, yani olmaması düşünülemeyen bir varlık olması), sıfatıarın vücubudur {Zat gibi sıfatlar da vacibdir}. Sıfatiarın çok luğu, Zat'ın diğer zatlarla bir sayılmasını gerektirmez. Evet, sıfatlar Zat'ın ne ayrıdır, ne gayrıdır. İsimler çok olsa da müsemma {isimlendirilen şey} birdir. (Kavfinin, 6)
tecerrüd ( � �� ) * Tecerrüd makamında olan bir kimse, bir vazife, rızk elde et mek, ev ücreti gibi şeylere iltifat etmemeli, kafasını bu gibi şeylere takmamalıdır. Allah'tan başkasına iltifat etmiyor olabilmek için bu yolda nefsle mücahede ve mü cadele etmelidir. Bu şekilde nefsiyle mücadele etmeyen tecrid ehli, merhale kat edemez. Zira merhale kat edebilınek için, Allah'tan başka şeylere iltifat etmemek gerekir. (Envar, I, 82)
tecrid-tefrid ( J.�JQ;
J.�J� ) {dar-ı tefrid} *
Ebu Yezid Bistamiks şöyle der:
" Tefrfd yurduna ulaşıncaya kadar tevhid meı;danında yürü ' Deymümet {ebedllik} vadisine ulaşıncaya kadar tefrid meı;danında uç! Susarsan, asla zikirden susamayan kadeh seni su lasın!" (Şatahlit, 89) * Tefrid, hudusun {yaratılınanın} ortadan kalkmasıyla, hakiki münferidin {ger çek tekliğin sahibi olan Allah'ıni ferdaniyyet {teklik} hakikatlerinin mevcudiyeti sayesinde kıdemin tek hale gelınesidir. Bazıları demişlerdir ki: "Mü 'minlerden Al
lah'ı tevhid eden çoktur, ama m uvahhidlerden O'nu tefrid eden azdır " . . . Tecrid, kalbierin beşeri bulanıklıklardan arındığında, uluhiyyet şahidleriyle başbaşa kalmasıdır. Meşayıhtan birine tecridin ne olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiştir: "Kulun kendisinden zahir olan her şeı;den kesilmesi, cereı;an eden her şeyde, ge riye sadece Hakk'ın kalmasıdır." . . . Tecrid, tefrid ve tevhid aynı manaya gelen değişik lafızlardır. Tafsilatları ise vecd sahibierine gelen hakikatler ve işaretler kadardır. Birisi şöyle demiştir: " Haktır Hakk'ın hakikatı Anlayamaz onu Gerçek manada tecrid ehli olmayan hiç kimse (I uma', 425)
1032
tecrid-tefrid
* Tecrfd, kulun zahirinin mal ve menfaatten, batınının da karşılık bekleme dü şüncesinden arınmasıdır. Bu ise, kulun dünya nimetlerinden yararlanmaması, onu terk ettiği için de dünyevi veya uhrevi herhangi bir karşılık beklernemesi demektir. O, bunları sadece Allah'a karşı yapması gereken bir hak olduğu için yapar, bunun haricinde sebebe dayandırmaz. Elde edeceği makamları ve nail olacağı halleri dü şünmez. Yani, bir halle yetinip onunla sükun bulmaz....
... Tefrid, şekillerden sıyrılmak, haller konusunda tek olmak, fiiller konusunda da tek hale gelmektir. Fiillerin yalnızca Allah için olması, bunların işlenmesinde nefsi görme, halkı gözetme, herhangi bir karşılık bekleme gibi duyguların karış mamasıdır. Bu durumda kişi hill içindeyken halden ayrılır. Böylece kendisinde herhangi bir hal görmez. Tersine kendisini halden hale çevireni görerek halinden gaib olur, şekillerden sıyrılarak tek hale gelir. Onlarla {hallerle} ünsiyet etmediği gibi onlardan sıkıntı da duymaz . . .
... Tecrfd, malik olmamak, tejrfd ise mülk olmamaktır. (Ta'arruf, 81) * Hüseyin b. Mansur Hallac demiştir ki: "Tevhıdin ilk adımı tefrzd fenasıdır." Çünkü tefrl:d, kişinin afetlerden ayrılmasını, tevhid ise tek olandan başka hiçbir şe yin kalmamasını gerektirir. Tefridde O'ndan başkasını isbat caizdir, ancak bu sı fatla vasıflandırmak caiz değildir. Hakk' dan başkası için böyle bir vasıflandırma layık değildir. Tefrid bir ortaklık ibaresi olarak gelir. Tevhid ise ortaklığı ortadan kaldırır. Tevhldde ilk adım ortaklığın ibtal edilmesi ve mizacın yoldan kaldırılma sıdır. Çünkü yolda m izikın bulunması, ışıksız yola çıkmaktan farksızdır. (Hücviri,
335) * Tecrfd, kulun yaptığı işlerde bütün maksadiardan sıyrılmasıdır. Bu durumda kul, yaptığı herhangi bir şeyi, dünyevi veya uhrevi maksadiara bakarak, bu maksadiara ulaşmak için yapmaz. Bilakis, kulluk ve itaatını, gücü yettiğince kendi sine keşfedilen Hakk'ın azametine bakarak yerine getirmeye çalışır. Tefrid ise, ku lun yaptığı işleri {ve ulaştığı noktaları} görmemesi, bilakis bunları kendine Allah'ın bir lütfu olarak görmesidir. Tecrl:d, O'ndan başkasını ibtal eder, tefrl:d ise kişinin kendi nefsini, Allah'ın kendisine verdiği nimetlerde nefsin müstağrak olmasını, bu nimetleri elde etmek için ortaya koyduğu gayretten gaib olmasıdır. ('Aviirif, 309)
* Tecrfd, kalbin ve sırrın üzerinden masivayı kaldırıp atmaktır. Tefrzdde mana inceliğinin tüm işaretleri anlaşılır. İbareyı uzatmaya ihtiyaç kal maz. N atık nefsle aynı seviyeye verilen isimdir. (Istıliih, 534)
* Tecrfdin birinci inceliği, keşfin kendisini yakin keşfinden tecrid etmektir. İkin cisi, ayn-ı cem'i ilim derecesinden tecrid etmektir. Üçüncüsü, tecridi görmekten ihHisı tecrid etmektir.
teerid-tefrid
Tefrzdın
1033
ilk inceliği Hakk'a işaret etmektir. Ikinci inceliği {işaret ettiği her şeye}
Hakk'la işaret etmektir. Üçüncü inceliği da Hakk'dan işaret etmektir.
(Ravza, 497)
* Tecrzd n ihayiitta, ihlası, tecridi görmekten tecriddir { sıyrılmaktır} . Tecridin bidayattaki şekli, muhalefetten, tabii lezzetlerden, alışılmış şeylerden, dünyanın sü sünden püsünden, hoşa giden şeylerde tecriddir. Ebvabdaki şekli, nefsi dünya şeh vetlerinden, arzuların peşine düşmekten tecrid etmektir.
Muiimelattaki
şekli, nefsi
kainatın te'sirinden ve fiileri mahlfıkata nisbet etmekten tecriddir. Ahlaktaki şekli, nefsani hey'etler { yapılar} ve şeytani melekelerden tecriddir. Usuldeki şekli, hak yolda yürürken gevşeklik göstermernek ve Allah'tan başkasına iltifatta bulunmaktan tecriddir. Edviyedeki şekli, tecrübi ilimleri, ilahi ilham ve dini ilimlerden tecrid etmektir. Ahvaldeki şekli, masİvaya mehabbetten tecrid ve niyetle beraber sabretmektir.
Velayatta bütün kainatın
isim, sıfat ve şekillerinden tecriddir. Hakaikte {hakikat
makamlarında } ise ilim derecelerinden ayn-ı cem' i tecrid etmektir.
'' Tefrid,
(Cami', 301)
nihayatta Hakk'dan işaret etmektir. Bu hat Hakk' a davet ve hidayet
konusunda Hakk' dan {bir işaret} gelmeden halka işarette bulunm amakla olur. Al lah, kendilerine dua etmeleri için halkla beraberken bu hali zahiren genişletir, ama Hakk'ın dediğinden başka bir şey söylememeleri için de batmen daraltır.
bidayattaki sureti, kulun, işaretleri Hakk'a ibadet yardımıyla arıtması Ebvabda tefrid, işaretierin akide yardımıyla arıtılmasıdır. Muamelatta işaretierin
Tefridin dır.
tesir ve tasrif {sevk ve idare} yoluyla arıtmasıdır. Ahlakta tefrid, Hakk'a Hakk ile ve elçilik yoluyla işaret etmektir. Usulde tefrid, işaretin Hakk'ı murad ederek ve O'na sülfık ederek arıtılmasıdır. Edviyede tefrid, işaretın Hakk'a mehabbet ve gayretle arıtılmasıdır.
Velayatta tefrid, işaretin
Hakk ile iftihar ve O'nun sırrı ifşa etmekten arıtılması
dır. Hakaikte tefrid ise işaretin Hakk'ı müşahede ve O'nunla ittisal konusunda arı tılmasıdır.
(Cami', 302)
* Tecrzd, sözlükte "çıkarmak", "soymak" ve "kaldırmak" demektir. "Elbiseyi çıkar
dım"
yani
"Onu üzerimden kaldırdım"
dersin. Bir kişinin {soyıınması demek olan}
tecerrüd elbisesini çıkarması demektir. Sfıfilerin ileri gelenlerine göre ise üç kısma ayrılır: Zahirin tecridi, organları Allah'tan alıkoyan her şeyi terk etmektir. Batının tecridi, kalbi Allah'tan alıkoyan her şeyi terk etmektir. Bu iki tecridden tecrid de, kalbin ve kahbın yalnız Allah' a {ait olması ve O'na} kalmasıdır.
(Rihle, 78)
* Tecrfd, kalb ve sırdan masivayı kaldırmaktır . . .
... Tecrid,
şuhfıd ve şahidierden { alem ve alemdeki her şeyden} mahrfım
kalmaktır. Üç derecesi vardır: İlk derece, keşfin aynının {kendisinin}, yakini elde etmekten tecrid edilmesidir. İkinci derece, cem'in aynının, yakin dereesinden tecrid
tedani-tedelli
1034
edilmesidir. Üçüncü derece ise ihlasın, tecridi görmekten tecrid edilmesidir. (Ri/ıle,
79) * Tecrid üç çeşittir: Bazıları Allah'tan başka her şeyden tecerrüd eder {sıyrılır), buna "mütecerrid" denir. Bazıları nefsinin ve tabiatının şehvetlerinden tecerrüd eder, buna da "mütecerrid" denir. Bazıları da sadece şeyhe hizmet etmekle sivrilir. (Ri/ıle, 81) * Nihayat {son mertebeler), marifet, fena, beka, tahklk, telbis, vücı1d, tecrid,
tefrid, cem' ve tevhiddir. (Ri/ıle, 207) {Ayrıca bk. tevhid)
tedani-tedelli (
JJJ 1 J.u
-
i)l.lı
1
0\Jı )
* Tediinf, mukarreblerin {Allah'a
yakınlaştırılmış olan meleklerin} miracıdır.
Tedellı, mukarreb meleklerin inmesidir. Tedani {mukarreb meleklerin miracı} sırasında, Hakk'ın onlara nüzı11 ettiği hizaya da bu isim verilir. (lstıliilı, 537) tedbir ( _;::ıJı ) {hüsn-i tedbir) * Hüsn-i tedbfr, istinbat konusunda, kendinle ala kah ya da başkalarına işaret ettiğin büyük hayırları ve üstün gayeleri elde edebil mek için, en iyi ve en üstün olanı ayıtabilecek düşünce mükemmelliğidir. Bu tedbir ev, şehir, düşmana karşı mukavemet ve kötülüğü giderme konusunda olabilir. Gi derek ciddileşen bütün mühim işler için böyledir. İş ciddi bir işse tedbir olarak de ğil, zeka olarak adlandırılır. (Mfziin, 71) * Şeyh Ebu'I-Hasen Şazellrh buyurmuşlardır ki: " Tedbfr mümkün ve gerekli olursa tedbir alın, tedbfrsiz davranmaktan sakının." Yine o şöyle buyurmuştur: "İşinde hiçbir Şetj seçme. Seçmeyeceğin {seçmeıJi düşünmediğin} Şetji seç. Bu seçimden de, seçimden kaç maktan da, lıiisılı lıer Şetjden Allalı'a kaç. 'Rabb'in dilediğini yaratır ve seçer. ' [Kasas, 28/68]" (Tenvfr, 3) * "Rabb 'in dilediğini yaratır ve seçer." [Kasas, 28/68] Bu yükümlülük, kulun Al lah'la beraber tedbiri terk etmesini de içine alır. Çünkü O, dilediğini yarattığı za man, yaratması ve tedbiri olmayan her istediği şeyi de tedbir etmektedir. "Yaratan yaratılan gibi midir? Hiç düşünmüyor musunuz?" [Nahl, 1 6/17] ayeti de, irade ve ihti yar konusunda O'nun mutlak hürriyet sahibi oluşunu içine alır. O'nun fiilieri yönlendirme ve zorlamayla değil, aksine irade ve ihtiyar sıfatıyla olmaktadır. Bu yükümlülükte, Allah Teala ile beraber kulun tedbir ve ihtiyarının ortadan kalkması söz konusudur. Çünkü O'na ait olan şeyin sana ait olması layık değildir. (Tenvir, 7) * Tedbir, övülen ve yerilen olmak üzere iki kısma ayrılır. Allah için hakkıyla ye rine getirilmesi dışında bir hazzının bulunmasından dolayı nefsine atfedilen her türlü tedbir yerilen tedbir sınıfına girer. İsyanı gerektiren fiilieri yapmak, hazdan kaynaklanan gafletin varlığı, taatte riya ve itibar arzusunun bulunması ve buna benzer şeyler kınanınayı gerektiren tedbirlerdir. Çünkü bunlar ya cezayı ya da
tedbir
1 035
{Hakk' dan} perdelenmeyi gerektirir. Akıl nimetini tanıyan, aklını, Allah' a yaklaş tırmayacak tedbirde kullanmaktan haya eder ve bu yakınlığı istemesinin sebebi ortadan kalkar. Akıl, Allah'ın insanlara bahşettiği en üstün nimettir. Çünkü O Sübhanehu ve Teala, mevcudatı yaratmış, icad ve yardımının devam etmesi nime tiyle onlara fazlından ilisanda bulunmuştur. Hem icad, hem de yardımın devam etmesi, mevcudun çıktığı iki nimettir. Yaratılan her şey için icad ve yardımın de vamı nimetleri gereklidir. (Tenvir, 27) * Övülecek tedbir ise, seni Allah'a yaklaştıran tedbirdir. Bu da yaratılmışların, yerine getirilecek ya da helal sayılacak haklarıyla alakah zirnınetlerden kurtuluş {hakları sahibierine iade} hususundaki tedbir gibidir. Alemierin Rabb'ine tevbenin doğru olarak yerine getirilmesi, alçak olan hevanın ve azgın şeytanın alt edilme sine yönelik fikirdeki tedbir gibi tedbirlerdir. Bunların tamamının övülmeye layık tedbirler oldukları hususunda hiçbir şübhe yoktur. Dünya için tedbir iki kısma ayrılır: Dünya için dünya tedbiri ve ahiret için dünya tedbiri. Dünya için olan dünya tedbiri, bütün dünyevi sebebler hususunda, bunlarla iftihar etme ve çoğu isteme yoluyla tedbirde bulunmak, bunlardaki zerre miktarı artışlar karşısında bile, {buna bağlı olarak} gaflet ve aldanışın artmasıdır. Bunun aliimeti, {ilahi emirlere} münasib hareket etmekten uzaklaşmak ve bu ko nuda aykırı hareketlere yönelmektir. Ahiret için dünya tedbiri ise, helal yemek, ihtiyaç sahibierine lütuf ve ilisanda bulunm ak, kazancı sayesinde insanlara karşı yüzünü {alnını, şahsiyetini} koruya bilmek için, elinin emeğiyle çalışıp kazanan, ticaret ya da çiftçilik yapan kişinin tedbiridir. Dünyayı Allah Teala için isteyen kişinin alameti ise çoğu istememek, mal de polamamak, o maldan {muhtaçlara} yardımda bulunmak ve isardır {başkalarını kendine tercih etmektir, yani malı kendi için değil, başkalan için kazanmaktır} .
( Tenvfr, 28) * Tedbzrin düşmesi demek, insanın {bu konuda} aşırıya giderek sebeblerden sıy rılması ve insanlara yük olması demek değildir. Bu durumdaki kişi, Allah'ın sebebleri isbat ve vasıtalara sarılması hususundaki hikmetinden cahildir. (Tenv'ir, 31) * Tedbir, {Allah hakkında} su-i zan suyuyla sulanan bir ağaçtır. Meyvesi d e Al lah Teala' dan uzaklaşmaktır. Çünkü kul, Rabb'i hakkında hüsn-i zan sahibi olursa, kalbindeki tedbir ağacı, gıdasının kesilmesi sebebiyle kurur. Bunun meyvesi ancak Allah Teaiii'dan uzaklaşmak olabilir. Çünkü nefsi için tedbir alan aklıyla yetinmiş, tedbirinden razı olmuş ve kendi varlığına bakarak aldanmış olur. Bunun cezası da kendisinin aldatılması, kendisine ulaşabilecek nimetierin gelmesinin engellenme sidir. (Tenvir, 70) {Ayrıca b k. tefviz-teslim; tevekkül}
1 036
tedellüh
tedellüh ( .S.u ) * Tedellüh, hevadan dolayı aklın gitmesidir. Böylelikle kişi müdellih {aklını yitirmiş} olur. Lugat sahibi demiştir ki: "Dellelıe: 'Durduk yerde kanı aktı ' yani 'kanı boş yere aktı'. Tedellülı: Heva sebebiyle aklın gitmesi. Denilmiştir ki: 'Dellelıehü 'l-hevii {hevii, aklını başından aldı}', yani onu hayret ve dehşete düşürdü. "' Ebu Zeyd ise, Kitiibü'l-ibil'de şöyle der: "ed-Dülillı: Erkeğini ve yavrusunu arama
yan dişi deve. Erkeğini ve yavrusunu {bu} özlenıeı;işi ise tedellülıtür " (Ravza, 347) te'ellüf ( ı...Gllı ) * Kurbun evveli takarrub, hubbun evveli tahabbübdür [yakınlı ğın başlangıcı yakınlaşma, sevginin başlangıcı sevmedir}. Teelliif {ülfet edilme}, te'lif {ülfet ettirme} ve tarif (tanıma, tanıtma), ebrara ait vasıflardır. (Küt, I, 241) * Mehabbet, şeyhle mürid arasında bir vasıtadır. Mehabbet, kuvvetine göre hallere sirayet eder. Çünkü mehabbet tanışmanın, tanışmak cinsiyetİn [aynı türden olmanın), cinsiyet ise şeyhin hallerinin tamamı veya bir kısmına müridi celbeder. ('Avô.rif, 241) [Ayrıca bk mehabbet}
tefahur ( J:o:-\JiJ ) * Sordum ki: "Tefahur {böbürlenerek övünme} nedir?" Dedi ki:
" Tefahur çoğu mô.niisıyla mübiihô.tla {övünmeı;le} aynıdır. Ancak, bazı sebeblerden dolayı aralarında farklılıklar vardır. Meselô. ilinıle tefiilızır olabilir. İl im le tefô.hur kişiyi kiistalzlığa götürür. Böylece karşısındakine şöyle sorar: 'Ne kadar kişiden dinledin ? ' 'Güzel amel işle yebildin mi?' 'Şu konudaki görüşün nedir? ' Bunu başkasına da anlatır. Ondan hiçbir şeı; dzıymamışsa bile 'Filan iyi iilinı değil!' der. Hiilbzıki onun dinlediği ilmi o dinlememiştir, üstelik kendisi onun {beğennıediği kişi nin} seviyesinde bile değildir. Bunun gibi dünya ile mü biihat eder {övünür}. Mesela der ki: 'Sen çok faklrsin, malın mülkiin yok. ' 'Kazancın ne kııdar? ' 'Ne kııdar malın var?' 'Ne zaman kazandın ? ' 'Benim kölelerint bile senden daha zengin!' Yine böyle, anıeliyle de tefiihur eder. Bu kanııda da şöyle der nıeselii: 'Savaşta süviiriye yakışır şekilde hareket etmedin! ' 'Döne döne savaşnıadın!' 'Korkıık davrandzn l' 'İyi savaş nıadın!' Miiniizara ve tartışmalarda da böyle davranır ve der ki: 'Ezberinde ne kadar hadis var ? ' 'Hangi şeyhlerle kıırşılaştın ? ' 'Kaç tilimle görüştün ? ' 'Bak filan seni üstün görmedi ama, beni senden üstün tuttu. ' Bunu o kişinin duymadığı yerde de iftilıar ederek söyler. Riyti onu tekebbüre {kendini büyük görmeye} ve küstahlığa yöne!tir. Tektisür {çoklukla övünme} de tefahıırla birleşir, hatta bazı bakınılardan onu da geçer." (Ri'ô.ye, 130)
tefekkür ve tezekkür
tefekkür ve tezekkür
1037
( i.h J }Jı ) {tefekkür fi'l-iliiret-tefekkür fi'd-dünya]
* Tefekkür, görüşteki sağlamlıktır. (Luma', 302) * Fikir ile tefekkür arasındaki fark şudur. Tefekkür, kalbin cevelfuu {oradan oraya gezip dolaşması}, fikir ise irfanı üzerinde durmasıdır. (Luma', 303)
* Karşılaştığın her sevimli ve sevimsiz şey ya şu anda mevcud olan, ya geç mişte meydana gelmiş olan yahut da gelecekte olacak ya da beklenmekte olan şey dir. Hatırına geçmişte mevcud olan bir şey gelirse buna "zikir'' ve "tezekkür" de nir ... (İhyii', IV, 174)
* Tezekkür, kalbde iki irfanın aynı anda bulunmasıdır. Bunun ikincisi tefekkiir dür ki, kalbdeki iki irfandan hedeflenen irfanın istenmesidir. Üçüncüsü, istenen bu iki irfanın hasıl olması ve kalbin bununla aydınlanmasıdır. Dördüncüsü, m arifet nurunun elde edilmesi sebebiyle ortaya çıkan şeylerden dolayı kalbin değişmesi dir. Beşincisi, yeni yeni hallerin geldiği nisbette bedenin {davranışların} kalbe hiz mette bulunmasıdır. (İhya', V, 1 65-166)
* . . . Rabban'i taallüm ise ikiye ayrılır: Birincisi {insanın kendisinden değil) dış tan gelir. Bu öğrenerek bilgi edinmektir. Diğeri içten gelir, bu da tefekkürle meşgul olmaktır. Batını tefekkür, öğrenmedeki konumu itibariyle dıştadır. Öğrenme, bir şahsın herhangi bir şahıstan, tefekkür ise kişinin Küll'i Nefs'ten istifade etmesidir. Küll'i Nefs, bütün alem ve akıl sahibi kişilerden daha te's'irli ve öğretme bakımın dan da daha güçlüdür. İlimler, yerin altındaki tohum gibi, bilkuvve {potansiyel] olarak nefslerin temelinde toplanmıştır. Cevher denizin dibinde ya da madenin merkezindedir. Taallüm {öğrenme}, bu şeyin kuvveden fiile {potansiyel durumdan aktif duruma} çıkarılması arzusudur. Tal'im {öğretme} ise bizatihi kuvveden fiile çıkarmaktır. Müteallimin {öğrenenin} nefsi, muallimin {öğretenin} nefsine benzer ve öğreticisine nisbeti sayesine ona yaklaşır. Bir başka ifadeyle alim {ilminden} faydalandırması sebebiyle çiftçi, müteallim ise { ilimden} İstifadesi sebebiyle yer gi bidir. Bilkuvve ilim tohum, bilfiil ilim ise bitki gibidir. Miiteallimin nefsi, kemale erince, meyve veren ağaç gibi ya da denizin dibinden çıkan cevher gibi olur. Nefse bedelli kuvvetler hakim olduğunda, müteallim uzun bir süre daha fazla taallüme ihtiyaç duyar. Güçlük ve yorgunluklara tahammül ederek faydayı ister. Akıl nuru hissi {duyularla ilgili] sıfatıara üstün geldiğinde ise, fazla miktarda öğ renmeden vazgeçer ve az miktarda tefekkürle yetinir. {Nefsi tefekkürü} kablıl eden kişinin nefsi bir saatlik tefekkürle, {nefsi tefekkürü} kabul etmekte zorlanan kişinirı nefsinin taallümle bir senede elde edemediği faydaları elde eder. (Risiile, 19)
* Tefekkiir fi'd-dünyii {dünya konusunda tefekkür}, ceza ve perdedir. Tefekkür fi'l-iihiret {ahiret konusunda tefekkür} ise ilim ve kalb için hayattır. Kula dünya ve ahiret hallerini düşünmekten başka bir tefekkiir {sahası} verilmemiştir. (Fet/ı, 26)
1038
tefekkör ve tezekkür
* Havfı sağına, redl.yı soluna, ilmi önüne ve tefekkürü de arkana al! Düşmanın {şeytan} sağından geldiğinde, askerleriyle birlikte havfı bulur ve savunma imkanı kalmaz. Diğer yönler de bunun gibidir . . . . . . Düşman sana arkandan gelince, birtakım şübheler ve filsid {bozuk} hayaller getirip seni ayartınaya çalışacaktır. İşte o zaman senin imdadına tefekkür yetişecek ve o düşmanı kovacaktır. Bütün bunlar olmasaydı ve düşünüp araştırmasaydın, hataya düşüp helak olacaktın, {Allah'ın sana emanet olarak verdiği her şey demek olan} mülkün de helak olacaktı. Senin kendi hakimiyetinde olan şehrinde, sana saidıracak olan düşmanla {şeytanla} bu dört yönün dışında mücadele edebilmeye imkan yoktur. (Tedblrat, 194)
* tefekkür ve hayal ölçüsüyle ölçme sakın şeriat nıizfinını çoğu zaman hata edersin isabet etsen de bazen kemale erince ayrılırlar nıahlftklar birbirinden ya vacibler nasıl ayrılır muMlden Rabb'inin hoş/anmadığı bir şeı; gördüğünde sen ta kendisidir halimin hoş gelir bana hdlimi gördüğünde arneller varsa da arda kınanan işte sana tavsiyem dinle yükselirsin zirvesine saf cömertliğin haram kılındı sana su-i zan hüsn-i zansa helale götürür seni
(Divan, 260) * Nazardan {görüşten} önce gelen tefekkür, iki irfanın kalbde bulunmasıdır. Bunlardan tek irfil.n filiz verir. Bu irfanlar, ya {kalbin} kendi mahsı1lüdür ve kendisi tarafından tashill edilir ya da dışarıdan taklld olarak alınır. Bunların doğru olup ol madığına dikkat etmek gerekir. Mal hususunda şöyle bir örnek verilebilir: Zeyd ve Amr iki zengindir. İkisinin de çok malı vardır. Ancak Zeyd malını Allah yolunda infak eder. Malını Allah yo lunda infak eden, elinde tutandan daha üstündür. O halde Zeyd Amr' dan daha üstündür. Bu neticelendirmeye göre, nefste iki mütekaddimin {önermenin} bu lunması "tefekkür", "Itibar", "tezekkür'', "teemmül" ve "tedebbür" diye isimlendirilir.
(Ravza, 249)
tefekkör ve tezekkür
1039
* Tefekkür malfunabn {bilinenlerin} çoğaltılmasıdır. Ancak, bilgileri elde etme arzusu, etde etmenin kendisi değildir. İrffmların {bilgilerin} husus! bir tertibe göre her eşleşmesinden üçüncü bir irfan doğar. Bu eşleşmenin sonu gelmez. Nefsin ted birinin bedene tahsis edilmesine {fiilen herhangi iki önermeyi seçip üçüncü bir önermeye varmasınal kadar devam eder. İşte tezekkür, tefekkürden sonraki ikinci gelen şeydir {bilgidir} . (Ravza, 250)
* Tefekkür, nimeti (sonucu} idrak etmek için basirete yönelmektir. Bu da tevhi din özünde, sıfatın inceliklerinde, hal ve arnelierin manalarındadır. (Ravza, 478) * Allah'ı kasd (ve murad} etmeye giden yollar dört tanedir. Bunların hepsine sahib olan muhakkik sıddıklardan, üçüne sahib olan mukarreb evliyadan, ikisine sahib olan yakin sahibi şahidlerden, birine sahib olan ise Allah'ın salih kullarından olur. İlki zikirdir; yaygısı (göstergesi} salih amel, meyvesi ise nurdur. İkincisi tefek kürdür; yaygısı sabır, meyvesi ise ilimdir. Üçüncüsü fakrdır; yaygısı şükür, mey vesi ise şükrün artmasıdır. Dördüncüsü hubbdur (sevgidir}; yaygısı dünyaya ve dünya ehline buğz etmek, meyvesi ise Sevgili'ye kavuşmaktır. (Ciimi', 61, 171)
* Tefekkür, bidiiyiitta (başlangıçta} gaybları idrak etmek için basirete yönelmek tir. Ebviibda, gayb ile kasd edileni görmeden, delille O'na ulaşmaktır. Muameliitta, arnelleri afetlerden kurtarma keyfiyetini elde etmek ve onları, sadık niyet ve saf amaçlarla (Allah' a} yaklaştıran en faziletli nafile ibadetlere hükmedecek ilimle süslemektir. Ahliikta, Hazret-i Vasi-i ata (bol nimet ve genişlik sahibi olan Allah} tarafından velayete ulaştıran ilk nimetiere ve mazhar olunan lütuflara dikkatle bakmaktır. Bunlar bela ve musibet şeklinde gelmiş olsa bile acz ve haya ile şükre sarılmak için şiddet ve belaya sabretmeli, hatta bilakis nefsin (kader gereği olan} kaza ile ceza landırılmasına razı olmalıdır. Usulde, tarikat adabmm inceliklerine başvurarak bunları şeriat hükümlerinin temeline tatbik etmek ve azimete sadık olmayı tercih ederek ruhsatı seçmeyi bı rakmaktır. Edviyede, marifet ve hikmetlere, vehim ve hayal bulaşıp bulaşmadığını hasiret nuruyla gözden geçirmek ve kehanetle teraseti sekinet nuruyla birbirinden ayırd edebilmektir. Ahviilde, Mahbub'un {Sevgili'nin) suretindeki güzelliklerin vü cudunu taleb etmek ve Mahbub'dan gelecek mevhibelere ait sıfatıarın nurlarını gözlemektir.
Veliiyiitta, telvinden {halden hale geçmekten} temkine {tek bir noktada karar kıl maya, dinginliğe} yükselmek, düşünce seviyesinden fark etme seviyesine çıkmak tır. Hakaikte, iki cihandan ayrılarak ittisale {birleşmeye}, muayeneye {bizzat gör meye} ve müşahedeye ulaşmaktır. Nihiiyiitta ise milrifetten hakikate, bekadan telebbüse { tecelli eden varlık olan Hakk'ı bir elbise gibi üzerine giymeyel geçmek tir. (Ciimi', 274)
tefrid
1040
tefrid ( J�;Qı ) {bk. tecrid-tefrid} tefrika ( �j;Qı ) {bk. cem'-fark} tefrit ( ..6�;Qı ) * Tefrit, yapılması gereken bir şeyi yapmaya man! olma ve her hangi bir vaziyet için gerekli olan miktardaki noksanlıktır. (Mfzan, 143)
tefviz-teslim (
�J
-
�JQı
) {vekil} * Ebu Ali Dekkak'ın şöyle dediğini
işitmiştim: " Tevekkülün üç derecesi vardır: Tevekkul, sonra teslim, sonra tefvzz. Tevekkül
eden, Allah'ın vaadine güvenip sükunete kavuşur. Tesilm olan O'nun {kendi halini} bilme siyle yetinir. Tefv'iz sahibi ise Allah'ın hükmüne razı olur '' . . . . . Tevekkül başlangıç, teslim orta, rıza ise son haldir. (Kuşeyri, 84) * Dört maniadan {engelden} kurtulmak için dört şeye ihtiyaç duyulur: Rızık hususunda Allah' a tevekkül, tehlike anında işleri O'na tefvlz {havale etmek}, bela ve musibet anında sabır ve kazanın ortaya çıkması sırasında rıza. (Minhtic, 4)
* Tefvlzin manası hususunda, Allah onlardan razı olsun, şeyhlerimizden biri şöyle demiştir: "O { tefv'iz}, tehlikeli hususlarda seçme hakkını, yaratılmışların işlerini
idiire eden, alemin müdebbir-i nıuhtiirı ve kendisinden başka iliih olmayana terk etmektir. " Şeyh Ebu Muhammed Siczi'ninrh tarifi de şöyledir: "Tehlikeli husüslarda seçme hakkını, senin için en hayırlısını seçmesi için Muhtar olana terk etnıendir. " Şeyh Ebu Ömerrh ise şöyle demiştir: "0, tamahı terk etmektir. Tanıalı, hüküm bakı
nızndan tehlikeli olan bir şeyi istenıektir." Bunlar şeyhlerin görüşleridir. Bizim görüşümüze gelince; tefviz, kendisinde tehlike bulunup bulunmadığın dan emin olmadığın işlerde, Allah'tan seni muhafaza etmesini istemendir. Tefvizin zıddı tamahtır. Tarnah iki şekilde cereyan eder. Birincisi red şeklindedir. Mesela sen tehlikesiz ya da bir istisnayla tehlikeli bir şey istersin. Bu övülen ve kınanma yan bir şeydir . . . İkincisi ise kınanan tarnahtır. Bu da Hz. Peygamber'in $ " Tanıahtan sakının,
çünkü o sürekli fak'irliktir" dediği tarnahtır. Denilmıştir kı: "Dinin heliikı ve fesadı ta malı, alanıetiyse veradır." Şeyhimiz der ki: "Kınanmayı gerektiren tanıalı iki şeydedir: Birincisi şiiblıeli bir menfaal karşısında kalbin hareketsiz kalması; ikincisi ise hüküm bakınızndan tehlikeli olan bir şeıji istemektir. " Şunu bil ki bu istek, tefvizden başka bir şeye tekabül etmez. (Minlıac, 51 )
* Tefozz, ancak iyiliği ya da kötülüğü şübhe götüren şeyde hasıl olur. Şeyhimize göre, Allah ondan razı olsun, bu, iki sözden tercihe şayan olanıdır. Çünkü böyle olmasaydı, tefvize gücün yetmezdi. (Min!ıtıc, 52)
tefviz-teslim
1 04 1
* Tefuzz hususunda iki temel noktayı düşün. Bunlardan birincisi şudur: Bilirsin ki işler hakkında, onların zahirini, batmını {dış görünüşü ve içyüzünü}, durumu ve sonuçlarıyla tüm yönlerini bilen kişiden başkası için ihtiyar {seçme hakkına sahib olmak} doğru olmaz. Hiç kimse de hayırlı ve iyi olan bir şey dururken, fesadı ve helakı seçmeyi istemez. Görmüyor musun, sen bir bedeviye, köylüye ya da çobana "Bu dirhemleri incele, yüksek ve düşük değerli olanları birbirinden ayır" desen, bunu ya pamayacaktır. Mesleği sarraflık olmayan sokaktaki pek çok kişiye sarsan, onlara da zor gelecektir. O halde bunları, ancak ve ancak altından, gümüşten ve bunların sır ve hususiyetlerinden haberdar olan bir sarrafa gösterdiğinden emin olmalısın. Bu da, {hayatın bütünündel işleri bütün yönleriyle kapsayıcı ilme sahib olan Al lah'tan başkası için mümkün değildir. Demek ki tedbir ve ihtiyar etmeye, tek ve or tağı bulunmayan Allah'tan başka hiç kimse hak sahibi olamaz. İkinci temel nokta ise şudur: Bir adam sana şöyle dese: "Ben senin bütün işlerini daha iyi bilir, işlerinde ihtiyaç duyduğuğn tedbirleri daha iyi derulıte ederim. Her işini bana tefuiz et {ısmarla}. Sen de sana destek olacak işinle uğraş. " Buna ne dersin? Sana göre bu adam, zamanın en çok bilgi ve hikmet sahibi, en güçlü, en merhametli, en çok takva sahibi, en sadakatli, en vefalı insanı olsun. Bunu ganimet bilmez, en bü yük mmet saymaz mısın? Onu en büyük ihsanlara boğmaz mısın? Ona bol bol te şekkür etmez, onu en güzel biçimde övmez misin? Neticesinin iyi olup olmadığını bilmediğin bir konuda, senin yerine bir tercihte bulunduğu zaman ona kızmaz, ak sine onu tasdik edersin. Onun tedbirinden dolayı için rahat olur. Bilirsin ki o, senin için hayırdan başka bir tercihte bulunmaz ve sana ancak iyi gözle bakar. Onu vekil tayin ettiğin iş nasıl neticelenirse neticelensin, işlerine nasıl kefil olursa olsun! O halde, işlerini alemierin Rabb'i olan Allah'tan başka hiç kimseye ısmarlama. Çünkü o, göklerden yere kadar her şeyi idare eder, her bilenden daha çok bilir, her güç sahibinden daha güçlüdür, en merhametli alandır, her zenginden daha zen gindir. Senin bilginin ulaşamayacağı, anlayışının yetmeyeceği latlf ilmi ve hüsn-i tedbiriyle {güzel idaresiyle} senin için en iyısini seçer. O halde sen, akıbetine yar dımcı olacak işlerinle uğraş! (Minhiic, 58)
* Tevekkülün haklkati, işleri Allah'a � tefuiz etmek {ısmarlamak}, ihtiyar (seçme} ve tedbirin karanlığından kurtulmak, ahkam ve takdiri müşahede maka mına çıkmaktır. Bu haldeki bir kul, taksirnde herhangi bir değişme olmadığını, kendisine ayrılan şeyin elinden alınamayacağını, kendisine ayrılmayan şeye ise asla kavuşamayacağını kesin olarak bilip, Mevla'sının vaadine inanır ve hissesini O'ndan alır. Tevekkülün üç derecesi vardır: Tevekkül, teslfm, tefuiz. Tevekkül eden, Allah'ın vaadine güvenip huzur bulur. Teslim olan, O'nun {halini} bilmesiyle yetinir. Tefviz sahibi ise Allah'ın hükmüne razı olur. "Tevekkül başlangıçta, teslim ortada, tefuiz ise son dadır" diyenler de vardır.
tefviz-teslim
1042 Yine
denilmiştir
ki, "Tevekkül mü'minlerin, teslim evliyanın, tefviz ise muvahhidlerin szfatzdzr." Yine "Tevekkül avtimzn, tesllm havasszn, tejvfz ise e/zass-z lzavas szn szfatzdzr" demişlerdir. Bazıları ise "Tevekkül nebllerin, teslim Hz. İbrahim 'in �1, tefviz ise Peı;gamber Efendimiz 'in .$ szfatzdzr" demişlerdir. (Gunye, II, 1 89-190) * Vekil, işlerin kendisine havil.le edildiği kişi demektir. (Ravza, 315) * Tefviz, tevekkülün üstündedir. Tefvizin ilk inceliği, mekrden {ilahi imtihan dan} emin olmaksızın ve {ilahi} yardımdan ümid kesmeksizin arnelden önce istitaati nefyetmektir {amel işleme gücünü yok etmektir} . İkinci inceliği, arneli bir kurtarıcı, günahı bir helak edici, sebebi de gerçek fail saymadan {O'na olan} ihti yacı görmektir. Üçüncüsü ise, hareket ve sükfın aleminde yalnızca Hakk'ın tek ferd olduğunu görmek, tefrika ve cem' hallerinde yalnızca O'nun tasarrufunun bulunduğunu bilmektir. (Ravza, 482) * Teslim, avaının en yüce yoludur. Bunun ilk inceliği, vehimlerin yol açtığı {şübheli} şeylerden {uzaklaşıp}, akılların itibar ettiği {sağlam} şeye teslım olmaktır. Ikinci inceliği, keşf ve hakikat için ilim, maksad ve şekiliere {keşfe sahib olmak için öncelikle Kur'an, Süı ınet, şeriat ve tarikatın zahirine, erkanınal teslım olmaktır. Üçüncü inceliği de, Hakk'ın dışında olandan Hakk'a, teslimi görmekten de sela mete teslım olmaktır. (Ravza, 483) * Tefviz ve teslim birdir. Ancak aralarında bir fark vardır. İşierini teslim ettiği kişinin yaptığından memnfın olmayan müsellim {tesrım eden kişi, tesllın sahibi) müfevvizden {tefviz sahibinden} farklıdır. Müfevviz ise, işini ısmarladığı kişinin yaptığından mernnfındur. Mana olarak hem teslım, hem de tefv1z vekalete yakın dır. Yalnız bu ifadenin vekaletten farkı, vekil kılan kişinin, vekili üzerinde mülki yet iddiası kokusu olmasıdır. Dolayısıyla tefviz ve tesrım vekaletin dışında kalır. Muhsinlerin {ihsan sahibierinini ve diğer sufilerin bütün işlerini Hakk' a tefv1z etmeleri, Allah'ın onlar için yarattığı işlerin Hakk' a irca edilmesidir {tesllın ve iade edilmesi, döndürülmesidir}. Şu halde onlar, Hakk'a ısmarladıkları her işte, mülki yet davasından arınmışlardır. İşte bu, tefvizin ta kendisidir. Şehidlerin tefvizi, kendilerini çevirdiği her halde Hakk'a güvenmeleridir. (İnsan, Il, 92) * Tefviz ve tesllm, ihtiyarı {seçmeyi} terk etmektir. Teslim, islam ve istislam, bo yun eğmektir. Bu da ubudiyyetin ortaya konmasıdır. Tefviz, kulun dünya işlerin den hiçbirini terelli etmemesi, bu konudaki tercih hakkını Mevla'sına bırakması, onun tereminin aksine bir tercThte bulunmamasıdır. Denilmiştir ki, "Tejvfz, kazanın vukilundan önce, teslim vukilundan sonra olur." Tesllın ve tefv'iz, marifet ehlinin sıfatlarındandır. Allah peygamberleri bu sıfatla rıyla övmüştür. (Cami', 199) * Teslim ve bidayattaki şekli, şer'i hükümlere itirazsız ve illetlerini aramaksızın
tehalli
1043
teslim olmaktır. Ebvabdaki sureti, şeriatın kuvvetlerine teslim olmak, tartışmadan ve hoşnutsuzluğa kapılmadan gereğille göre itaat etmektir.
Muamelattaki
aslı, akılların itibar ettiği, vehimlere götürmeyen şeylere teslim
olmaktır. Bu vehimler, {manevi] zevk yollarında sürekli olarak yürümeyi, {uhrevi] korkulardan kurtaracak şeylerden nasib almayı ve onlara uymayı engelleyen şey lerdir. Teslimin ahlaktaki derecesi, tereddüddeyken sabır, açgözlülük içindeyken !sar yardımıyla nefsin tabiatının zıddına olacak şekilde nefste sabit olan şeyi değiştir meye istekli olmak, nefse adaleti ve orta yolu yerleştirmeye çalışmak, her türlü ahlak konusunda ifrat ve tefritten uzaklaşmaktır. Usulde teslim, ürıs kuvveti yoluyla keşfi hedeflemektir.
Edviyede
teslim,
Hakk' a yönelmek için himmet, basiret ve hikmete teslim olmaktır. Alıvtilde teslim, mehabbeti güçlendirmek ve cezbeyi şiddetlendirrnek için işleri Hakk'a teslim et mektir.
Velayatta
teslim, şeklin hakikate tesrım edilmesi ve böylece yaratılmışların sı
fatlarından sıyrılıp çıkmaktır. Hakaikte teslim, gözle görmeyi Zat'ıyla görene, ha yatı da Zat'ıyla hayat sahibi olana teslim etmektir. Nilıaytitta teslim, teslimi gör mekten arınmış olarak ve yalnızca O'na teslim olduğunu görerek Hakk'ın dışında kalan her şeyi Hakk'a teslim etmektir. {Ayrıca bk.
tehalli (
tama'; tefvlz-teslim; tevekkül]
I,JI� / J� ) { bk. tahaiil-tehalli]
tehayyür ( J;;. ) * Telıayyür,
ariflerin arzu ve maksadiarına ulaşma hususunda,
ümidsizlikle hırs arasında gidip gelen kalbierinin elde ettikleri bir mertebedir. Ama vuslat anında kalbieri o maksadları arzulamaz, ancak onlara kavuşmayı da ümid ederler. İstedikleri şeylerden ümidlerini kesmezler ve rahata ererler. Bu esnada kararsız kalırlar. Birine marifetin mahiyeti sorulduğunda şöyle cevab ver miştir:
"Telıayyür, sonra ittistil, sonra iftikar ve sonra da lıayrettir." (Luma', 421)
tehlll ( ._kii ) * Tehlil, nefy ve isbattan meydana
gelir. Manası Mabud'u tek kıl
maktır. İlk inceliği açık şirkten, ikincisi gizli şirkten kurtulmaktır. Üçüncü inceliği ise isbat şirkinden kurtıılmaktır. Neticesi her vücudda Mabud'u tek kılmaktır.
(Ravza, 305) {Ayrıca bk
mahv-isbat/nefy-isbat)
tehzlb ( �..:-- �.lA ) * Tehzib,
riyazet ehlinin kalkanıdır. İlk inceliği hizmeti cehalet,
adet ve himmet hususundaki durgunluktan arındırmaktır. İkinci inceliği halin gü zelleştirilmesidir. Böylece kişi bir ilme, şekle ve hazza meyletmez. Üçüncü inceliği
1044
tehzib
ise tezhlbin zorlama ve sakinlikten arındırılınası; ilim tartışmalarında yardıma mazhar kılınmasıdır. (Ravza, 482) * Tehzibin dört rüknü vardır: Samt {susmak}, uzlet, savm {oruç} ve seher {uyku suzluk} . Her biri bir şeytanı kovar. Şeytanın silahı doymak, zindam açlıktır. Hevanın silahı konuşmak, zindam susmaktır. Dünyanın silahı halk ile karşılaşmak, zindam uzlettir. Nefsin silahı uyku, zindam ise seherdir {uykusuzluktur}. Bil ki, susmanın fazlası hikmete zarar verir. Seherin fazlası hislere {duyulara} eziyet verir. Halvetin fazlası ilitilata {zıddı olan topluma aşırı karışmaya} götürür. Lakin işlerin en hayırlısı orta yolda alanıdır. Bununla birlikte kişi, şu kötü ahlaklada mücadele etmelidir: Ucub {kendini be ğenme}, riya, kibir, hased, cimrilik, kin, küfür, bid'at, cehalet, küfran-ı nimet {ni mete karşı nankörlük}, kaygı, şikayet, Allah'ın rahmetinden ümid kesme, kalbin dünya sebeblerine bağlanması, makam, övülme ve takdir edilme arzusu, zemme dilmekten korkmak, hevaya uymak, taklid, dünya için boyıın bükme, alaycılık, korkaklık, tehevvür {aşırı öfke}, vefasızlık, vaadinden dönme, uğursuz sayma, kötü zan, mal sevgisi, dünya sevgisi, hırs, sefihlik, tembellik, acelecilik, arneli erteleme, yüzsüzlük, dünya işlerine üzülme, dünya işlerinden korkma, fitne, inad, azgınlık, küçümseme, nifak, cerbeze {aklı kötüye kullanma}, aptallık, doymazlık, hareketsiz lik, şehvetleri sevmek, günahta ısrar etmek, fakirlik korkusu, takdir edilene isyan, aldatma, hile, yüceltilme arzusu, faydalanmak için dünyada uzun yaşamayı is teme, kızına, buğzetme, büyüklenme, düşmanlık, açgözlülük, lüks içinde yaşama, küstahlık, taşkınlık, zenginlere tazirnde bulunma, fakirleri hakir görme, övünme, gurur, yarışma, rekabet, Hakk'a karşı büyüklenme, faydası olmayan işlere dalına, çok konuşmayı sevme, kasılma, halk için süslenme, yağcılık yapma, kendi ayıpla rını bırakıp başkasının ayıplarıyla meşgul olma, kalbden hüzün ve haşyetin kay bolması, nefsi için zafer kazanmaya aşırı tutku, nefsi için zafer kazandığı halde Allah için zafer kazanmaya karşı zayıflık ve gevşeklik, açık ve gizli olarak {din ya da tarikat} kardeşlerini düşman edinme, ibadete güvenme; tuzak, ihanet, hile hususunda yarışma, uzun emel, {kalbdeki} katılık, kırıcılık, dünyayla sevinme, el den kaçana üzülme, mahlukat ile ünsiyet, onlardan ayrılmaktan duyulan vahşet {yabancılık ya da yalnızlık duygusu}, cefa, döneklik, hafiflik, haya {utanma] ve merhamet azlığı. Bu ve benzeri şeyler kalbin sıfatları, kötülüklerin kalbdeki tohumları, yasak arnelierin sürgün veren filizleridir. Kişinin bunlardan kaçınması; zıtlarıyla ahlaklanması gerekir. İşte bunlar övgüye değer ahlaklardır. itaat ve kurbiyetin kaynağıdır. Bu işlerin sınırlarına, hakikatlerine, sebeblerine, meyvelerine ve çarele rine dair bilgi ahiret bilgisidir. Onlara {sufilere} göre tehzib, farz-ı ayndır. (Cami',
22) '' Tehzfbin bidılyattaki şekli, arneli ilme muvafık olarak güzelleştirmektir. Ebvabdaki şekli, nefsi Allah dışındaki şeylere meyletmekten temizlemektir. Muame-
tekbir lattaki
1045
aslı, himmeti sayesinde ceha1etin kendisini sararak adetlere sevk etmesin
den mizacını arındırmaktır. Ahlaktaki derecesi, nefsi kötülüklerden temizlemek ve fazlletlerle süslemektir. Usuldeki şekli, Allah ile beraber süh1k sırasında edebi gü zelleştirmektir. Edviyedeki şekli, aklı, kudsiyet nfıruyla aydınlatarak arındırmak; vehm ve hissin (duyuların} hükümlerinden uzaklaştırmaktır. Ahvaldeki şekli, hali ilmin hükmüne meyletmekten, şekle boyun eğmekten ve tehlikeli şeylere iltifat etmekten temizlemektir. Velayattaki şekli, vakti şeklin müdahalesinden arındırmak; safayı maddenin kederlerinden (bulanıklıklarından} temizlemek ve temekkünü ( temkin sahibi olmayı, değişmeden kalmayı, sağlarnlaşmayıl televvünden (telvin sahibi olmaktan, değişmekten} korumaktır. Hakaikteki şekli, sekri mahvdan arın dırmak, ittisali takdir edilmekten temizlemektir. Nihayattaki şekli ise (cem' ve farkı} görmeden ve arınmadan ( yaşanan} cem' ve farktan temizlenmek, hatta gaybet hali yaşayarak, cem'de cem'i görmekten arınmaktır. (Cami', 281)
tekbir (
�$.; ) •• Tekbirin manası azarnettir
(büyüklüktür}. Onun birinci dere
cede faydası, dünya ve içindekileri hakir görmektir. İkincisi, hal itibariyle Allah'tan başka her şeyi hakir görmektir. Üçüncüsü ise Allah'ı keşfen tazım etmektir. (Ravza,
305)
tekniye ( � ) * Arab dilinde tekniye (künyeleme}, hitabdaki yüceltmedir. Akıl sahibierine göre bir övünç kaynağıdır. (Tenvir, 36)
tekye/tekke ( J.$.J ) (büyfıtü'l-fukara'} * Büyiltü'l-fukara (derviş evleri} çok olup, hepsini saymak hayli güçtür. Mesela Beyt-i Şazeliyye, Beyt-i Rifaiyye, Beyt-i Sadiyye gibi. Bunlardan bugün en meşhur olanları Endülüs'te ve Meşrık (doğu} ülkelerindedir. Misal olarak Beyt-i Şazeliyye'nin sülfık faaliyetlerini takdir ediyo ruz. (Ravza, 619)
* Zaviye; namaz, oruç, teheccüd, teemmül, zikir, fikir, zikredip kendinden geçme, vird etme, zikir halkası oluşturma, masivadan kurtulup Allah'la olma, m arifet ve tahkik elde etme, müşahede ve vusfıle varma, Allah ve Resfıl'ünde fani olma gibi İslam dinine ait alametlerin ifa edildiği yerlere "ribdt", "Jıangah" ve
"tekke" denir. Bu yerlerin başka isimleri de vardır . . . . . . Tekke, üzerine yüksek bir kubbenin inşa edildiği büyük bir haremdir. Orada beş vakit namaz ve zikirler eda edilir. Oraya müezzinler, kariler, müderrisler, mu kaddemler (şeyhler} ve münşidler (ilahi okuyan kişiler} tayin edilir . . .
. . . Zaviye, ziyaretleri esnasında ziyaretçilerin ve evsiz barksız fakirierin kalması ve fakir ailelerin oturması için inşa edilmiş küçük evierden oluşan birçok mahalli bulunan yerdir. Orada yaşlı, hasta kimseler, bu fakirler arasında bulunan şeyhler, tarikata mensu.b olan miskinlere (hiçbir şeyi olmayan fakirierel ait odalar bulunur. Zaviyede bir bölüm de kadınlara ayrılmıştır. Orada şeyhin, onun ev halkı ve ço cuklarının oturduğu bir ev vardır.
1046
telakki
Zaviyenin büyüklüğü, binanın ihtişam ve görünüşüyle alakab değildir. Bu bü yüklük, şeyhin derecesinin büyüklüğüne, ilahi mertebelerdeki makamma ve Al lah'ın � ona verdiği sırların, nfuların, ilimlerin, anlayışların, sahih terbiyenin ve kamil Muhammed! edebinn ne kadar olduğuna bağlıdır. Kamil insanlardaki ke maL Muhammed! kemalin aynasıdır. Muhammed! kemal de ilahi kemalin aynası dır. Şübhesiz zaviye her zamanın tek bir kişisi olan vaktin tek sahibine nisbet edil mekle yücelik kazanır. Orası Hakk'ın halk içinde nazar ettiği bir yerdir. Orası dillin farzlarının ayakta tutulup, Resı1lullah'ın sünnetinin ihya edileceği bir mescid; şe riat ve hakikat ilimlerinin tahsil edilip Allah'ın azametinin müşahede olunacağı, teheccüd, tefekkür ve istiğraka bağlanılacak bir medrese ve mürldlerin sülı1k ede cekleri bir köşedir. (Rihle, 164)
* Şeyhim kalbim, zaviyem başımdır. Ben nereye gidersem, onlar benimle bera berdir. (Nefehat, 133)
telakki ( 'ı.S�h /
Jh ) * Telakki, Hakk'tan sana varid olan şeyi almandır. (Istzliih,
537) telb is ( ı.r:,.l:; ) * Telbzs, bir şeyin zıddı olan bir sıfata bürünmesidir. (Luma', 449) * Telbzs; "Onları düşmekte oldukları kuşkuya düşürürdük" [En'am, 6/9] ayetinden dolayı, bir şeyin hakikatinin aksine olarak mahlı1ka gösterilmesi telbistir. Bu sıfat, Hakk'tan başkası için muhaldir. Çünkü, Allah herkes hakkındaki hükmünü izhar etme vaktine kadar katiri nimetiyle zahiren mü'min; mü' mini de nimetiyle zahiren kafir olarak gösterir. Sı1fıler cemaatine mensı1b olanlardan biri, övülmeye layık olan meziyetlerini kötü huylarıyla gizlerse "Telbis yapıyor" derler. Bu tabir ancak bu mana için kulla nılır. Her ne kadar aslı Itibariyle telbis ise de, sı1fıler nifak ve riyaya "telbfs" demez ler. Çünkü telbis sadece sınırları korumak için kullanılır. (Hücviri, 474)
* Telbis, kaim bir mevcı1ddan geçici olarak alınan bir şahidle nı1rlanmaktır. İlk inceliği, Hakk'ın fark ehline kainatla telbisidir. {Bu telbis,l alerolerin sebeb, mekan ve vasıtalarla ittibatında olur. İkincisi, gayret ehlinin saklamak sı1retiyle vakitlere ve gizlemek sfuetiyle kerametiere telbis etmesidir. Üçüncüsü ise temkm ehlinin, sebebleri de içine alacak şekilde alem üzerine genişleme yoluyla telbis etmesidir.
(Ravza, 496) telef ( J.l:;
)
* Telefın manası halftır {ölümdür). Hatf ve telef meydana geldi
ğinde, helak, beklenen bir durumdur. (Luma', 444)
telkin ( �al:; ) {semere-i telkin-i 'amme; semere-i telkin-i hassal
telvin-temkin
1 047
* (UmCıml telkinin {öğrenimin, tahsllin} meyvesi) bir topluluğun silsilesine tel kinle girmektir. Böylece sanki demir silsile halkalarından bir halka gibi olur. Her hangi bir işte hareket ettiğinde, onunla birlikte diğer silsile de hareket eder. Şübhesiz her veli, onunla Resulullah'ın
$ arasındadır. Sanki o, telkin almayan
kimsenin aksine, silsilenin halkalarından biri gibidir. Ayrı bir halkanın hükmünün hikmeti şöyledir: Herhangi bir işte hareket ettiği zaman onu şaşırtır. Biri diğeriyle irtibatsız olduğu için onunla birlikte hareket etmez. Seyyidim Ali Mürsafi'yi şöyle derken işitmiştim: "Şeı;hin müride telkıninin hükmü, kuru bir yere dikilip de yağmura doymayı bekleı;en çekirdeğin hükmü gibidir. " {Yani} onun muradı, istimdadı, beslenmesi ve yapraklarının çıkması, suyu iyice emmesine bağlıdır. Dolayısıyla bereket, şeyhin çekirdeği dikmesine değil, suya kanma derecesine bağlıdır. Şeyh gayret eder, Allah da nebatatı bitirir. Bazen bir şeyh müridi için bir ağaç diker ve ölür. Ondan sonra meyve başka bir şeyhin elinde çıkar. Bu da ya müridin himmetinin zayıflığından ya da zikir manil.ların·ın kalbe ve lisana ardı ardına gelmemesinden dolayıdır. Onlar şöyle demişlerdir: "Te/kinden sonra zikrin ardı ardına gelmesi, diklikten sonra yağmurun çekirdek üzerine peşpeşe gel nıesi gibidir. Çünkü bu, açılmayı ve netfceı;i hızlandırır." Bilinmektedir ki, telkinden sonra mürid, sadece sabah akşam faklrlerle zikir meclislerine gelmekle yetinmez. Nitekim zamanımızda müridierin çoğu böyledir {eldekiyle yetinmektedirler} . Bu zikrin meyvesi hüküm bakımından, çekirdeğe sa bah bir damla, akşam da bir damla su damlatan kimse gibidir. Oysa sabahla akşa mın aralarına güneş ve rüzgar girmektedir. Bu şekilde çekirdeğin toprağı suya kanmaz. Hatta bazen çekirdeğe bir damla bile ulaşmaz. O zaman açılma zamanı uzar. Bazen ölür de asla hiçbir şey açılmaz. Bazen bu mürid, şeyhi telkininden do layı kınar. İçinden de olsa şöyle der:
hiçbir faydası olmamıştır."
"Bu telkine benim ne ihtiyacım var? Çünkü bana
Şeyhin vazifesinin ancak çekirdek dikmek olduğunu
unutur. Bunun için müridin çokça zikretmesi ve razı olunacak arneller yapması ge rekir.
(Envar, I, 40)
* Hususi telkinin meyvesi, bir cemilatin silsilesine girdikten sonra sülukun tel Kın edilmesidir. Bunun şekli şöyledir: Şeyh Allah'a yönelir, müride şeriat ilimlerini toplayan
"La ilahe illallah" kelime-i tevhidini söyletir. Bundan sonra ölünceye kadar
herhangi bir şeriat kitabını mütalaa etmeye ihtiyacı kalmaz. Ebu'I-Kasım Cüneyd rh şöyle demiştir:
"Şeı;him Seri Sakat! bana telkin verince, bildiği şeriat ilimlerinin tama nıını da bana verdi. O şöyle derdi: 'Benim kendisinde bir nasibim bulunmayan bir ilim gök ten inmemiştir. Hakk da halka böyle bir ilnıe yol vermemiştir. ' Yine şöyle derdi: 'Ahidler almaya, zikir telkin etmeı;e ve mürldleri şeriat ilminde derinleşmeı;e önderlik yapacak bir şeı;h ihtiyaçtır. Çünkü onun her hareketinde şer'i bir mizan vardır. "' (En var, I, 41) telvin-ternkin ( ı:.ı��s: - ��JlJ ) telvin}
{ ashab-ı
temkin; izn; mütemekkin; temkin
fi't
1048
telvln-temkin
* Telvin, kuldaki hiHlerin sürekli değişmesidir. Bir sufi cemaati şöyle der: "Hakı katin altimeti telvindir. Çünkü telv'in, Kadir olan Allah'ın kudretinin zuhürudur, ondan gayret kazanmaktır." Telvln., "tağıjir {değiştirmek}" manasma da gelir. (Luma ', 443) * Telvin ve temkin: Telvln. hal sahiblerinin, teml<ın ise hakikat ehlinin sıfatıdır. Kul, yolda olduğu sürece telvm sahibidir. Çünkü hillden hale yükselir, vasıftan vasıfa intikal eder, bir merhaleden başka birine çıkar. Vuslata erdiğinde maka mında yerleşip temkin sahibi olur. Sufiler bu konuda şu şüri okurlar:
öyle çok menzil aş tım ki senin aşkınla akıllar şaşar bu menziller önünde Telvin sahibi, ebedi olarak ziyadeleşme {makamının yükselmesi} halindedir. Temkin sahibi ise önce vasıl olmuş sonra ittisal etmiştir {ulaşmış ve ulaştığıyla bir leşmiştir} . ittisal halinde oluşunun alameti, kendine ait her şeyden tamamen fani olmasıdır. (Kuşeyri, 44)
* Şeyhlerden biri şöyle demiştir: "Temkin, telvinin ortadan kaldınlmasıdır " Hal ve m akam gibi, telvln. de sufilerin kullandığı ıstılahlardandır. Mana itibariyle bunlar birbirine yakındır. Sılfilerin telvmden maksadı, değişrnek ve halden hale geçmek tir. Bundan kasd edilen şudur: Teml<ın sahibi mütereddid olmaz. O, her şeyini hu zura taşımıştır. Masivil {Allah'tan başka her şey} hakkındaki düşünceyi kalbinden silmiştir. Zahirinin hükmünü değiştirmek için hiçbir muamele cereyan etmesi ge rekmez. Batınının hükmünü değiştirmek için de bir hale ihtiyacı olmaz. Nitekim Hz. Musa &;;§1 telvin sahibi idi. Hakk, tecelll Tur'unda ona nazar edince şuurunu kaybetmişti. (Hücviri, 451) * Telvin ve temkin: Telvln., kalb ehli içindir. Çünkü onlar kalbierinin perdesi altındadır. Kalbin değişik sıfatları vardır. Bu sıfatıarın da kalbin yönleri kadar isti kametleri vardır. Kalb ehlinde bu sıfatlar kadar telvln.ler zuhur olur. Kalbler ve kalb ehline ait tecelliler sıfatlar alemini aşamazlar. Temkin ehli ise hallerin felaket lerinden çıkarak kalb perdelerini yırtarlar. Ruhları Zat nurunun parıltılarına ulaşır. Böylece Zat'ta tagayyür {değişme} olmadığı için telvm ortadan kalkar. Çünkü Hakk'ın Zat'ı, hadisiere hululden {sonradan olma varlıklara girmekten} ve tagay yürden beridir. Kul, Zat tecellilerinden payını alıp kurbiyyet makamına ulaşınca üzerinden telvm kalkar. O zaman telvln. {sadece} nefslerinde meydana gelir. Çünkü nefsler temizlik ve kudsiyyetlerinin makamı sebebiyle {artık} kalb mahal lindedirler. Nefslerde meydana gelen telvln., sahibini temkm halinden çıkarmaz. Çünkü telvln.in nefste cereyan etmesi, insaniyyet şekillerinin kalmış olmasından dolayıdır. Temkln.in sürekli sabit olması ise hakikatİn hakiki manada keşfedilmesi sebebiyledir. Temkinin manası, kulda hiçbir tagayyür olmaması değildir. Neticede kul bir beşerdir. Şu halde temkln.in manası, ancak kendisine keşf olunan hakikatierin on dan asla uzaklaşmaması ve eksilmemesi, bilakis artmasıdır. Telvln. sahibinde nef-
telvin-temkin
1049
sin sıfatları zuhfir ettiği zaman, {kazandığı mevhibelerden} bazı şeyler eksilebilir. Hatta bazı h allerde hakikat ondan gizlenebilir. Bu kişinin (içinde bulunduğu halde} sabit olması {değişmemesi} imanındaki istikrara göre olur {imanı ölçüsünde gerçekleşir}, telvini de hallerinin artmasındadır. ('Avarif, 311)
* Telvzn, kulun hallerinin değişmesidir. Çoğunluğa göre bu, eksik bir makam dır. Bize göreyse makamların en kamilidir. Kulun buradaki ha.li "O her gün bir işte dir" [Rahman, 55/29] ayetinde beyan buyrulan haldir.
Temkin bize göre telvznden uzaklaşıp temekkün etmektir {makamlara yerleş mek, temkin sahibi olmaktır}. Denilmiştir ki: "Temktn, vuslat ehlinin {Allah'a kavuşanlarzni halidir." (Istılah, 535) * Telvfn çoğunluğa göre eksik bir makamdır. O, kulun hallerindeki değişmelerdir. Sfi.filer şu şiiri okurlar:
renkten renge girersin her gün bundan başka seninledir daha güzeli Biri derse ki "Hakikatin alameti, istikametin zuhılr etmesiyle telvfnin ortadan kalk masıdır." {Eğer telvin, } istikametin zuhfi.r etmesiyle artmasaydı, bazı muhakkiklerin ilmine ikaz gelirdi. Bu söz "artmadı" {şeklinde geldiği zaman), iş bozulur. Bu tarife, telvinin eksik bir makam olduğunu söyleyenler de dahil olur. (Fütılhdt, Il, 488)
* Telvfn, ahkamla veya halin izlerinin bulunduğu yüce ya da düşük bir ma kamla perdelenmektir. Onun yokluğu birbirini izler. Telvinin sonu, fenadan sonra beka halindeki isiınierin tecellileriyle gelen cem' tecellisi makamıdır. Ancak Muhyiddin b. Arabiks "Bize göre telvzn, en yüce makamdır, çoğunluğa göreyse eksik bir makamdır" demiştir. Çünkü o, telvinle cem'den sonra gelen farkı kasd etmiştir. Far kın çokluğu, cem'in birliğini perdelemezse, cem'den sonra gelen farkın ahadiyyet makamı olur. Hakikatİn keşfi "O her gün bir iştedir." [Rahrnan, 55/29] ayetinin ma nasıdır. Şübhe yoktur ki o, makamların en yücesidir. Bu cemaate göre o, temkinin de nihayetidir . . . . . . Halden hale geçişlerin en alt basamağı [nihayeti, son noktası (Cami')], cem'den sonra gelen farkın başlangıcıdır. Bu da, kesret {çokluk} izlerinin vahdet hükmünden zuhfir etmesinden dolayı, muvahhidin gözünden {bu halin} gizlen mesi sebebiyle böyledir. Orada, {telvinin} başlangıcındaki izlerden ibaret olan şey ler bulunmaz. (Kaşani, 157; Cami', 89) * Telvfn, sahibinin mütehakkik, muhakkik, ilahi ve kamil oluşunun alametidir. Bu, benim beğendiğiın ve katıldığım görüş ve tuttuğum yoldur. Kişinin kemali, telvinindeki temkini ölçüsündedir. Temkini bununla buluruz. Deriz ki; "Telvzndeki
temkin öyle bir temkindir ki, temkin sahibi olmayanlar, bu haldeyken telvzn htili yaşaya-
telvin-temkin
1050
mazlar. Bundan dolayı siifiler topluluğu, hakkında konuşulmamış olsa bile, onda bir ziya denin bulunduğunu söylemişlerdir. Çünkü bununla sınırlamanın böyle bir faydası yoktur. Bu, sözü edilen topluluğun görüşüdür. Çünkü telvinde Kildir'in {Allalı'ın} kudretini izhar etmesi vardır. Ondan kula bir gayret keşf olunur. Bu ziyade icmali {ayrıntılı değil, toplu} olup kabul ettiğimiz görüşe delalet eder. Telvfn ilahi bir sıfattır. Her ilahi sıfat bir kenıfıldir. Öyleıjse o Zat'ta herhangi bir yön ve nisbet açısından asla bir noksanlık tasavvur edilemez. Makanılar ve işler ancak iliihi sı fatlarla bezennıekle tamamlanır. Şübhesiz kemal, mutlak manada Allah'a aittir." (Esfar, 272) * Mütenıekkin, eşyaya hükrneder. Eşyayla birlikte televvünde {halden hale geç medel karar kılmakla yeni bir yaratılış suretinde olur. Çünkü o Hakk suretindedir. Hakk Teala "0, her an yaratma h/ilindedir." [Rahrnan, 55/29] Müternekkinin makam ları, halleri, vatanları, hakikatleri ve rnertebeleri karışmaz. (Esfar, 310) * . . Onlar {Melarnetiyye}, temkin fi't-telvin { telvinde temkin} ehlidirler. İşlerinde Hakk'ı vekil edinrnişlerdir, ubudiyyet derecelerinin en yücesine hak kazanmış, her şeyden gaib olmuşlardır {el etek çekmişlerdir}. Teklif ve tarif yurdu olan dünya iş lerinde kulluk ölçüsüne göre hareket ederler, ahiret işleri konusunda da böyledir ler. Ahiret yurdu için olanı dünyada gösterrnezler. Onlar ilim ve hikmet erbabı, hilm ve hirnrnetsizlik sahibidirler. Çünkü hirnrnet, ancak irfanını tarnarnlarnarnış ve Allah'ın M'izan'ını tercih etmeyen kişiler içindir. Allah kendilerinden razı olsun onlar, irfan makamlarının en yücesinde, {arnelleri} Mizan'ı en açık bir şekilde dol duranların en büyükleridirler {kıyarnette sevabiarı en çok olan kişiler bunlardır}. Her şeyi, hatta kendisini hiçbir şeyin kuşatamadığı Hakk'ı bile kuşatmıştır. (Esfiir, 311) .
* Aslıab-ı tenıklne {temkin ashabina, yani temkin makarnında bulunan velilere} hallerin te's'iri olmaz. Çünkü onlar sabit ve rnüsbit olan evtaddırlar. Kıyamet ise in sanlığın hallerinden bir hal ve Hakk'ın işlerinden bir iştir. Onlar, Allah'ın hakla rında şöyle buyurduğu kirnselerdir: "En büyük dehşet dahi onları tasalandırnıaz. " [Enbiya, 21/103] Bunlar, nebi ve resı1llerin bile gıbta ettiği kirnselerdir. Çünkü on ları o 'jezeu 'l-ekber {en büyük dehşet olan kıyamet}" tasalandırır. Ne var ki, onların tasaları kendileri için değil, ümmetieri içindir. Bu onların telvin halindeki ternekkünleri sebebiyledir, ki işte bununla nebi olmayanlardan üstün rnakarnda olmuşlardır. Şayet sözler onlara bir te's'iri olsaydı, "fezeu 'l-ekber" onları da tasalan dırırdı. (Esfar, 317) * Telvin, taleb rnakarnıdır, sırat-ı rnüstakirn olan istikarnet yolunu ararnaktır. Temkin ise istikarnet rnakarnıdır, yani bu sırat-ı rnüstak'irn üzerinde sebat etmektir. Telv'in ehli, temkin ehlinin aksine sırat-ı rnüstak'irni taleb ederken sıfatları değiştiği için böyle isirnlendirilmişlerdir. Temkin ehli ise islikarnet üzere karar kılmıştır. Telv'in hal ehlinin, temkin ise hakikat ehirnin sıfatıdır. Kul, yola devarn ettiği sü-
temekkün
1051
rece telvin sahibidir. Çünkü halden ha.le yükselir; vasıftan vasıfa geçer. Vuslata erince, yerleşir, temkin sahibi olur. Telvm sahibi ebedi olarak bir ziyade {artma, hallerde artış} içindedir. Temkin sahibi ise vuslata ermiş ve ittisal etmiştir. (Cami',
220) * Ayet-i kerirnede geçen "bi izn" de iznin Allah'a izafe edilmesi, yapılmasına izin verilen şeyin meydana gelmesine imkan vermektir. Eğer izne söz de eklenirse o zaman "emir" olur. Batını anlarnda ise kalbde bulunan bir nur olup, onunla kalb huzura kavuşur. Havass bu düşünceyle diğer insanlardan ayrılır. Isrnetin yokluğu için bir delil değildir. Bazen "izn" lafzıyla bütün varlıklar için rneşiet {irade} izni kasd edilir. Bu ise eşyanın hareket veya hareketsizliğini Allah'ın dilernesine bağ larnaktır. Yani, "Her zerre ancak onun izniyle hareket eder ve durur'' demektir. Bu iznin hükmü, şeriatın kanununa ve hakikatın adabına aykırı olduğunda hüccet olmaz. Bu hususu düşün! (Kaviinin, 84)
ternekkün (
J.i,
)
* Temekküni.m ilk inceliği müddin ternekkününün, seyrin
deki niyetinin sahlh olmasını, yüklendiği rnüşahedeyi ve rahatladığı genişliği bir araya toplarnasıdır. İkincisi, rnüridin, inkıtaın {hallerdeki kesilmenini sıhhatini, keşfin açıklığını ve halin berraklığını topladığı ternekkündür. Üçüncüsü ise arifin ternekkünüdür. (Ravza, 493)
temkin ( � ) {bk. telvin-ternkin} tenasuh ( t;:..ıl:J ) {fesh; resh} * Cisirnlerdeki tenrisuh, kendi cinsinden olursa bu rnuhaldir. Bu halde her rnizacın bir başkasına geçen nefsi olması gerekirdi. Onunla başka bir nefs birleşirse, bu dururnda da bir hayvanın iki nefsi olmuş olurdu. Bu nunla birlikte, her faoinin bir madde ile birleşmesi de, birleşen nefslerin sayısının madde sayısınca olması da bir kaide değildir. Nefslerle birleşen şeylerin sayısıyla, onlardan ayrı olan şeylerin sayısının bir olması da kaide değildir. {Bu nefslere, ) bir beden verilince ya onunla birleşir veya mukavemet göstererek ondan uzaklaşır. Sonra bu genişler. Başka mevzilerde bize ait olarak bulduğu şeyle yetinir. (Işiiriit, IV, 37) * Teniisuhun manası, nefsin bir bedenden bir başka bedene geçmesidir. Ehl-i Sünnet bunu reddetmiş, aşırı Rafıziler ise bunu kabUl etmişlerdir. Büyük felsefeci ler de bunu kabul etmemişlerdir. Tenasuhu kabUl edenler farklı görüşlerdedirler. Bunu mümkün görenler olduğu gibi, mutlak gerekli görenler de vardır. Başka ih tilaflara da düşrnüşlerdir. Bunlardan bazıları şöyle der: "Şahıs/arda türün şeklinin korunması gerekir. {Nefs}, bir insandan ancak başka bir insan bedenine intikal eder." Onlara göre intikaiin bu çeşi dine "nesh" denilir. Şahıslarda türün korunmasına gerek olmadığını, intikalin in sandan başka varlıklara ve hayvaniara olabileceğini ileri sürenler de vardır. Buna
te'nis
1052
da "mesh" derler. Bazıları hayvandan bitkiye intikali caiz görür. Buna da "fesh" adı verilir. Diğer cansız maddelere de intikali kabul edenler vardır. Buna da "resh" derler. Türün şeklinin muhafaza edilmesini zaruri görenler şöyle demişlerdir: "İn tikal
edecek olan, şayet zararlı ve cahil ise, aşağı bir bedene intikal eder." Şöyle de söylemişlerdir: "Nefsler, tüm cismanı alakalardan temizlenip olgun/aşın
eaya kadar, bir bedenden diğer bir bedene intikal eder durur/ar. Işte o zaman kuds alemine ve sabit bir temizliğe ererler." Nefsin hayvanıara intikal ettiğini kabul edenler şöyle derler: "Bu, onun için bir azabdır, çünkü nefs orada derin zulmet ve şiddet içerisindedir." Bütün bunlar büyük bir dengesizlik, delili ve dayanağı olmayan asılsız saçmalıklardır. Bilakis bu, kulları hakkında Allah'a karşı tahakküm ve Allah'ın gaybı hakkında yalan uydurmak de mektir. Bilhassa bu kesin delll isteyen gerçekleşmiş bir işi haber vermektir, ki bu konuda zan yetmez. Mükellefiyetlerle ilgili ilmi konular ise böyle değildir. Bun larda zan yeterlidir. (Ravza, 210)
te'nis
( -=..�iG-
) * Yeni müridleri, tezkiye ve tasfiyeye ulaştırmak ve bunu onlara
sevdirrnek için, Hakk'ın hissi mazharlarda ve maddi suretierde tecelli etmesidir. (Kaşani, 155; cami', 79)
tenzih-teşbih
( .ı��;;
-
.ı�.J-; ) {ehl-i tenzih; ehl-i teşbih; tenzih-i tevhid; tesbih;
teşbih-i iHihi; teşbih-i vasfi; teşbih-i zati) * Tevhidin manasının sıhhati teşblhtir. Oysa teşbih Hakk'ın sıfatıarına uygun değildir. Tevhid Hakk'a da, halka da nisbet edilmez. Çünkü {birlemek için bile olsa) saymak sınırlamaktır. Tevhidde ziyade yaparsan, o ziyade hadis olur. Hadis ise Hakk'ın sıfatı değildir. Zat, tek bir Zat' tır. O'ndan hiçbir şey ortaya çıkmaz. Hak ya da batıl manalardan hiçbir şey ondan neş'et etmez. "Tevhzd keltimdır" dersen, ke lam Zat değil, Zat'ın sıfatıdır. Eğer "0, tek olmayı irade etti" dersen, irade Zat'ın sı fatıdır, murad edilenlerse mahluktur. "Allah" dersen, tevhid Zat'tır, Zat da tevhi din ta kendisidir. "Allah zat değildir" dersen, O'nu mahluk olarak isimlendirmiş olursun. "İsim ve müsemma tektir" dersen, o zaman tevhldin manası ne olur? "Alla/ı, Alla/ı'tır" derse, evet Allah Allah'tır, ayn ayndır, O, O'dur, yani tevhid Zat'ın ta kendisidir. Dikkat et, ilk olan ezeldir, ikincisi ebed, üçüncüsü cihet, dördüncüsü de malı1mat ve mefhı1mattır. Geriye kaldı "La {yok, değil}": sıfatıarın gayrı {değil) Zat.
(Tavaszn, 214) * Tesbzh, tenzihtir. "Rabb'ini hamd ile tesb'ih et ve O'na istiğfarda bulun." [Nasr, 110/3] (FiitUhat, II, 397) * Tenzf/ı-i tev/ıfd {tevhidin tenzihi) iki türlüdür: Birincisi tevhidin Hakk'a � de ğil, tenz"ıhe yönelik olmasıdır. Diğeri ise tenzihin tevhide izafe edilmesidir. Bunun
tenzih-teşbih
1 053
manası şudur: Hakk kendisini, mahlukat içinden O'nu tevhidle tenzih edenlerin tenzihiyle değil, kendinin tevhid tenz'ihiyle tenzih eder. Mesela hamdin harndi böyledir. Şübhesiz sıfatın sıfatlananla kaim olmasında bir iddia yoktur. Buna her hangi bir ihtimal de dahil değildir. Kendisini veya başkasını herhangi bir sıfatla vasfeden kimse, iddiasının doğruluğu için bir delile ihtiyaç duymaz. Kur'an ayet lerinin delalet ettiği fasıllar bununla alakalıdır. Zaruri bilgi olmaksızın zikretme den önce bir şeyin gizlenmesinin sahih olup olmadığı meselesi de böyle bir konu dur. (FütUhat, II, 568) * Tesbihin manası tenzfhtir. Hakikati ise, ilk derecede yaratılmışlara, ikinci dere cede rUh ve nefslere, üçüncü derecede akıllara benzemekten tenzih etmektir. Tesbih, hadisi Kadim'den {yaratılmışı Yaratan'dan} ayırd etme sonucunu getirir. (Ravza, 305) * Ehl-i tenzfh {tenzih ehli} üç sınıfa ayrılır: Birincisi, Maruf'larını {Allah' ı} benzer varlıklara dahil etmekten tenzih edenler, ikincisi rUhlara dahil etmekten tenzih edenler, üçüncüsü kudsi akıllara dahil etmekten tenzih edenlerdir. (Ravza, 438) * Ehl-i teşbfh {teşbih ehli} üç sınıftır: Birincisi Allah'ı cisimlerin sıfatına benze tenlerdir. Bunlar el, ayak gibi cisme ait şeyleri O'na nisbet eden zahirilerdir. İkin cisi nefslere benzetenlerdir. Üçüncüsü de akıllara benzetenlerdir. (Ravza, 439)
* Tenzzlı, Kadim'in {ezeli varlığın}, vasıfları, isimleri ve Zat'ıyla, muhdese {son radan yaratılanlara } benzetilmesi ya da {O'nun} benzeri olmasına itibar ederek de ğil, nasıl hak ediyorsa o şekilde, asalet ve teali {asıl kabUl etme ve yüceltme, hiçbir şeye benzemeyen mutlak varlık oluşunu kabUl etme} yoluyla infiradından {tek ola rak kabUl edilmesinden} ibarettir. Zaten Hakk � bundan münezzehtir. Buna göre bizim tenzihimiz, {biz muhdes olduğumuzdan dolayı} muhdese ait tenzihtir. Ka dim'in {kendisini} tenzihi ise kendisine katılmıştır. Çünkü muhdesin tenzihi, karşı sında kendi cinsinden bir şeye nisbet edilen tenzihtir. Tenzih-i Kadim'in karşısın daysa, kendi cinsinden herhangi bir nisbet yoktur. Çünkü Hakk zıd kabUl etmez. Bunun için tenzihin keyfiyeti bilinmez. Bizim "Hakk'z tenzfh, tenzflıten tenzzlı ile olur. {Hakfkatte} tenzflı, O 'nun kendi kendisini tenzzh etmesidir" dememizin sebebi budur. Hakk'ın kendisini tenzih etmesini bir başkası bilemez. Bu hususta bilinen bir şey varsa, o da muhdesin ten.i'ıhidir. Çünkü bize göre muhdese ait tenzihin itibarı, kendisine nisbet mümkün olan bir hükümden bir şeyin çıkarılması demektir. Ten zih işte bu şekilde olur. Hakk için teşbih-i zati yok ki, ondan dolayı tenzihe müstehak olsun! Çünkü kendi Zat'ı, Kibriya'sının gerektirdiği gibi münezzehtir. Buna göre hangi itibarla olursa olsun, hangi tezahürle zuhur ederse etsin, "Ben Rabb'imi tüyleri henüz teriemiş genç olarak gördüm" gibi teşbihi olsun ya da 0 nür dur ben onu nasıl görürüm !" gibi tenzihi olsun, sıfatın vasıflananı gerektirmesi gibi tenzih-i zati için de bir hüküm lazımdır. Hakk, bu tezahürde Zat'ından Zat'ı için Kadim'in {kendisini} tenzihi ile hakkı olan kemal üzeredir. Bu tenzihi Hakk'tan "
,
1054
tenzih-teşbih
başkasına nisbet etmek caiz değildir. Onu başkası da bilemez. Dolayısıyla Hakk, isimlerinde, sıfatlarında, Zat'ında, mazharında, tecellilerinde hudusa {sonradan, yaratılmış olmaya} nisbet edilen her şeyden kıdeminin {ezeli oluşunun} hükmü ge reği münezzehtir. Buradaki hudus, herhangi bir vecihle bile olsa, yine de hüküm aynıdır. Bu izaha göre O'nun tenzihi tenzih-i halki {yaratılmışlarm O'nu tenzih et mesi} gibi; teşbihi de teşbih-i halki gibi değildir. Böyle bir tenzih ve teşbihten Hakk yücedir ve münezzehtir . . .
. . . "Tenzfh, Hakk'a değil, senin mahallini temizlerneye rCic'idir {yöneliktir}" diyen kimsenin muradı, karşısında teşbih bulunan tenzih-i halkldir Çünkü kul, Hakk'ın .
� herhangi bir sıfatıyla muttasıf olursa, mahalli temizlenir ve bu tenzih-i ilahi ile muhdesatın {sonradan yaratılmış varlıkların} noksanlıklarından kurtulmuş olur. Dolayısıyla bu tür tenzih kula raddir. Hakk ise başkasının iştirak ederneyeceği bir tenzih üzere bakidir. Bu tür tenzih hususunda, O'na O'ndan başka ortak olabilecek hiç kimse yoktur. Bununla şunu kastediyorum: Hakk'a mahsus tenzihte mahluka rad olan hiçbir şey yoktur. Bu tenz"ıh, Hakk'ın kendisini hak ettiği gibi tenzih et mesi içindir. (İnsan, I, 32) * Teşbih-i ilCihi, ilahi cemal suretinden ibarettir. Çünkü ilahi cemalin manaları vardır: Bunlar ilahi isim ve sıfatlardır. Onun suretleri vardır, bu suretler de bu ma naların mahsus {duyularla algılanabilir} ya da makul {düşünülebilir} cinsinden sözü edilen manaların tecelllleridir. Mahsus olan {Hz. Peygamber'in .ı:rt} şu hadi sindeki gibidir: "Rabb'imi, sakalı bitmemiş bir genç suretinde gördüm" [Hatlb, XI, 214; Zehebi, Il, 363] Makul suret de şu hadis-i kudsideki gibidir: "Ben kulumun hakkım daki zannı üzereyim. Hakkımda dilediği zanda bulunabilir." [Buhar!, Tevhid, 15; Müslirn Tevbe, 1, Zikr, 6] Teşbilıle kasd edilen, bu mahsus ve makul olan surettir. Hiçbir şübhe yoktur ki Allah Teala, cemal suretiyle zuhur edişinde, tenzih konusunda hak ettiği şeye göre bakidir {zuhfu etmesi O'nun münezzeh oluşunu ve bekasını zede lemez). O halde nasıl, Cenab-ı İlahi'ye tenzih konusunda hakkını veriyorsan, tıpkı bunun gibi ilahi teşbih konusunda da hakkını ver. Allah hakkında teşbih, tenzihe aykırı bir hükümdür. O'nun hakkında teşbih ayni bir durumdur. Ancak buna ehlullahtan kamil olanlardan başkası şahid ola maz. Kamiller dışındaki arifler ise, söylediğimizi ancak imani ve taklidi olarak id rak edebilir. Bu da O'nun hüsn {güzellik) ve cemalinin suretlermin gerektirdiği ka dar mümkün olur. Çünkü mevcudatm suretlerinden her biri O'nun hüsnünün su retidir. Eğer sureti teşbihi bir yönden müşahede eder de, tenzihten herhangi bir şey müşahede etmezsen, Hakk sana hüsn ve cemalini bir tek yönden müşahede ettir miştir. Eğer onu sana teşbihi sfuette müşahede ettirir de, {bu tecellidel ilahi tenzih de taalluk ederse, {işte o zaman bil ki, ) Hakk sana cemal ve celalini, teşbih ve ten zih yönünden müşahede ettirmiştir. "Nereye dönerseniz dönün, Allalı'ın veclıi orada
dır." [Bakara, 2/1 15] O zaman sen O'nu ister tenzih et, istersen teşbih, artık her halde, asla ayrılamayacağm tecellilere boğulmuş durumdasm, demektir . . .
1055
tenzlh-teşbih . . . Hakk'ın iki teşbihi vardır: Bunlardan
teşblh-i ztiti, mahsus {hissedilebilir, du
yularla algılanabilir} olan mevcfıdların suretlerinde ya da hay�ilde mahsus olanlara benzeyen şeylerde Hakk'ın tecelli ettiği surettir.
Teşblh-i vasfi ise, mahsusa benze
yen şeylerden münezzeh olan ilahi isimlere ait manaların suretlerinde tecem etme sidir. Sözü edilen suretler zihinde tasavvur edilebilen, fakat hislerde {duyular ale mindel keyfiyeti olmayan suretlerdir. Eğer keyfiyeti olursa, Zati teşbihe katılır. Çünkü keyfiyete sahib olmak teşbihin kemalidir. Kemal ise Zat'a layıktır. Geriye teşbih-i vasfi kaldı. Bu da, kendisinde türlerden herhangi biriyle keyfiyet sahibi ol ması mümkün olmayan teşbihtir. Bunu açıklayacak hiçbir misal de yoktur.
(İnsan,
I, 33) * Tenzih, ehl-i hakikate, yani isiınierin hakikatlerine muttali olanlara göre " . . . İlahi Hazret hususunda tahdid ve takyidin ta kendisidir. . . " Allah ise tahd'id ve takyidden münezzehdir. Hakikat ehli ise, {O'nu} tenzihten de tenzih etmişlerdir. Onlar asla tenzih etmezler. Bilakis onlar tenzih m akamında tenzih, teşbih maka mında da teşbih ederler. Tahdid ve takyid olmaksızın Hakk'ı tanımak da mümkün değildir.
" . . . {Sadece} tenzih eden ise . . . " ancak ve ancak " . . . ya ca!ıildir. . . " yani akılla
rınca Hakk'ın kendisinin muttasıf olduğu sıfatiardan O'nu tenzıh etmeye kalkışan filozoflar ve onları taklid etmeye çalışanlar gibi şeriatı bilmeyenlerdir. Bunlar
" . . . ya da su-i edeb sahibidir. . . " . . . Ancak onu . . . " yani Allah' ı b. tenzih
kendileri sapıtmış, başkalarını da saptırmışlardır. yani şeriatı bildikleri halde yanlış söylerler.
"
" . . . mutlak olarak söylediklerinde. . " yani Allah'ın b. ilim, sem', basar ve bu nun gibi vücı1di sıfatlarından münezzeh olduğtına itikad ettiklerinde " . . . şerıata muvafık olmayan bir görüşe sahib olmuş olurlar. . . " Bundan dolayı onlar cahil, yani etmeyi
.
kafirdirler, onların görüşlerinin batıl olduğtmu söylemeye gerek yoktur.
" . . . Şeriata kail olan . . . " yani inanan " . . . ise mü'mindir . . " {gramer bakımından} "şeriata kail olan" ifadesine atf-ı beyan olarak gelmiş. " . . . {Mü'min} tenzi!ı ettiğinde, tenzllıte karar kıldığında ve bundan başkasını kabul etmediğinde . . " yanı teşbih makamı gelince teşbih etmediğinde " . . . su-i edeb sahibi olmuş; Hakk ve elçilerini yalanlanı ış olur. O, böyle bir neticenin !ıasıl olacağını düşünüp lıesaplayanıaz. Kendisi buradadır, O ise gaibdedir. Bu Iziiliyle o . . . " şeriatın " . . . bir kısmına imiin edip, bir kısmını inkiir eden kimse gibidir. Bilhassa . " Mu tezile gibi. Onlar da Allah'ın sıfatları ve bir kısım ahiret hal .
.
.
leri gibi şeriatın bir kısmını inkar etmişlerdi. {Şeyh lbn Arabi'nin, burada geçen}
"{Mü'min} tenzilı ettiğinde, tenzlhte karar kıldığında ve bundan başkasını kabUl etmedi ğinde su-i edeb salıibi olmuş; Hakk ve elçilerini yalanlamış olur." sözüne gelince, o bu sözle onun {mü'minin kendisini} Hakk'ı ve elçilerini yalanlamaya {götürene} kadar teşbih ve tenzihi açıklamasını kasd etmiştir.
" . . . İlahi şeriat, Hakk hakkında bu diller/e konuştuğunda . . " yani tenzih ve teşbihten bahsettiğinde, " . . . evvel emirde bunun ancak umümi olarak geldiği bilinmektedir. . " Yani lafzı işiten herkes ne kasd edildiğini anlar. " . . . {sonra} havdss için gelmiştir . . . " Yani muhakkikler arasındaki havass için gelmiştir. " . . . Her akıl hangi lisanla olursa ol.
1 056
terahhus
sun . . . " ister Kur'an dili olan Arabca, ister indirilmiş olan diğer kitabların dili olsun " . . . bu dilin {tenzih ve teşbihin} söylemek istediği şeı;i anlar . " Allah kullarına gönder .
.
diği şeriatlada rnertebelerine göre nefsi hakkındaki tenzih ve teşbihi açıklamıştır. Tenzlh tarafında duran ve teşbihi kabili etmeyen kimse şeriatın bir kısmına inan mış, bir kısmını inkar etmiştir. Ancak bunu anlarnamıştır. Dolayısıyla rnazurdur. Bundan dolayı tekfir edilmez. Bilakis o zahir ve batın ehlirıe göre temelde şeriatın tamamına inandığı için rnü'rnindir. Ancak şeriatlar, bu lafızlardan ilk anlaşılan şey itibariyle irisanların urnılrnuna; kendilerinden anlaşılan her şey itibariyle de in sanların havassına gelmiştir. (Sofyavi, 67)
terahhus ( ._,a;:.j ) * Sufilerin yolunda terahhus, ilmin hakikatinden zahirine dönrnektir. Bu durum, onların hallerindeki bir noksanlık yüzündendir. Şeyhlerden birine fakirin su-i edebinin {kötü edebinin} ne olduğu sorulduğunda şöyle cevab vermiştir: "Hakikat derecesinden zdhire düşmesidir." (Adiibı, 81)
terakki (
Jj / "Jj ) * Terakki, haller, makarnlar ve rnarifetlerdeki ilerlemeler
dir. (Istılah, 537)
tesahhut ( ,k;.....r ) * Tesahhut, hased ile birirıin kötü sonuyla alay etme arasında bir tavırdır. Bu, hayırların hak etmeyen kişilere ulaşmasını ve şerlerin de hak et rneyenlerirı başına gelmesi tasasıdır. (Mizan, 77)
tesbih ( �;; ) {bk. tenzih-teşbih} teslim ( �l-j ) {bk. tefviz-teslirn} teşbih ( � ) {bk. tenzih-teşbih} tetebbül ( J �
i ) * Tetebbül, hubbun {sevginin} bir insanı hasta etmesidir.
·
Denir ki: "Racülün mebtUl {harab olmuş bir adam}", "tebelehu'l-hubb {sevgi onu hariib etti}" Yani "Onu hasta etti, {dengesini} bozdu, onun elini ayagını herşeyden kesti " Tebl {harab olma} herşeyden kesilmedir. (Ravza, 345)
teteyyürn (
1,:
•
i
) * Teteı;yüm, taabbüd {kul olma} demektir. {Denir ki: }
"Teyyemehu'l-hubb {aşk onu köle etti}" Yani kul haline getirdi, o d a müteyyim {aşkın kölesi) oldu. (Ravza, 345)
tevacüd-vecd-vücud ( .) J� J - J� J - J�ly ) {hazret; rnütevacidun; şart-ı vacid fi za'katihi; vacidftnl * Vecd bir ifadedir. Çünkü o, Allah'ın yakin sahibi rnü'rnin kulları nezdindeki sırrıdır . . .
tevacüd-veed-vücôd
1 057
. . . Vecd, " Yaptıklarını karşılarında bulmıışlardır" [Kehf, 1 8/49] ayetinin manasında olduğu gibi, müsadefe {karşılaşma, karşı karşıya gelme! manasma gelir. Ayetteki "lıfizırii {karşılarında bulurlar}" ifadesi, "siidifii {karşı karşıya geldiler}" manasma ge lir . . . . . . Kalbin karşılaştığı dert ve neşe cmsinden her şey vecddir . . .
. . . Vecd, Hakk tarafından gelen mükaşefelerdir. Bu haldeki bir kişi sakin iken birden hareketlenip, hırıltılı ses çıkarmaya ve derin bir şekilde soluk almaya başlar. Ama bazen, vecdi daha kuvvetli olan kimselerin daha sakin göründükleri de olur.
(Luma', 375) * Müteciividiin {vecd sahibi olmaya çalışanlar} da teviicüdleri {vecd haline sahib olmaya çalışmaları} konusunda üçe ayrılırlar: Birinciler kendilerini zorlayanlar, vecd ehlinin hallerini elde etmeye çalışanlar ile oyun eğlence düşkünleri ve hafif meşreb kimselerdir. İkinci sınıfa mensub olanlar, kendilerine bundan daha başka bir tevacüd türü münasib olsa da, onları meşgul eden alakalardan ve yollarını kesen sebeblerden sıyrıldıktan sonra {vecde} karşı koyarak güzel hallere sahib olmaya çalışanlardır. Bunların bu tevacüdleri güzel karşılanır. Çünkü bunlar dünyayı arkalarma atmış lardır. Onların hoşluk, teselll, sevinç ve ferahlık içerisindeki tevacüdleri, rahatlığı bir kenara atmaları ve bilinen şeyleri terk etmekle karşı karşıya kalmaları sebebiy ledir. Üçüncü kısım ise, hill sahibi ve kalb erbabı, iradelerini tahakkuk ettirmiş olan zayıf kimselerdir. Bunlar, organlarına sahib olmaktan ve içlerindekilli gizlemekten aciz kalınca tevacüd haline geçerler ve taşıyamayacakları yükü atarlar. Halbuki, onların bu hali reddetme imkanları yoktur. Bu yüzden de onların tevacüdleri ra hatlamak ve teselli bulmak içindir. İşte bunlar, hakikat ehlinden, ancak zayıf olan kimselerdir . . .
. . . Viicidün {vecd sahibi olanlar} olanlar üç sınıfa ayrılır: İlk sınıfta veedieriyle be raber bazen nefsani davetler, beşeri ahlak, tabiat ve mizacm gerektirdiği şeyler, kişinin vaktini bulanduarak halinde değişikliğe sebeb olur. İkinci kısımda bulunanlar da vecd ehlidir. Bunlar kulaklarına gelen birtakım seslerden oluşan ve vecde benzeyen şeylerin gelmesiyle keyiflenir, bu halle nimetlenerek bunu yaşar ve bununla canlanırlar. Sonra onların bu vecd halinde değişiklik meydana gelir. Üçüncü kısımda bulunanların vecdi devamlıdır. Bu vecd hali kendilerini fe naya erdirmiştir. Çünkü her vficid {vecde gelen her kişi} bulduğu şey sayesinde fe naya ermiştir. Kendilerinde, yaşadıkları vecd hususunda hiçbir fazlalık yoktur. Çünkü vecd hali yaşadıkları esnada, onlar nazarında her şey yok hükm ündedir. Artık onlar kendi veecilerinden de fani olmuşlardır. (Lunıa', 377)
1058
tevacüd-vecd-vücfid
* Ebu Said b. Arabi demiştir ki: "Vecd, rahatsız edici bir hatırlama, huzursuzluk ve
ren bir korku, günii.htan dolayı azarlanma, içten gelen latif bir hitii.b, bir faydaya işaret, ga ibe karşı iştiyak, elden kaçırılan şeı;e üzülme, geçen zamana pişmanlık, içinde bulımıılan zamanda bir şeyler elde edebilme arzusu, birfarzı yerine getirmeı;e davet veya gönülden bir m ünacat gibi {kalbde} meydana gelen bir şeı;dir. O zahire zahirle, bii.tına bdtınla, gayba gaybla ve sırra sırla mukabele etmektir. Daha önce aleı;hte sonuçlanan bir şeyden, lehte so nuç çıkarmaya çabalamaktır. Böylece vukuundan sonra senin lehinde {hüküm} yazılır, her bir adımda ve her bir zikirde daha sabit lıii.le gelirsin. Çünkü başlangıç lıii.linde bulunan kul, bir kısım nimetiere mazhar olur. O nimetler ona yardımcı olur ve şükretmesini illıii.m eder. Bunların elde edilmesini sana izafe eder. Ancak artık onlar, yeni bir derece olarak sende sa bit hii.le gelmişlerdir {artık o bunları kendisine değil, Alla!ı'a izafe eder bir konumdadır}. 'Her iş ona döndürülür. ' [Hud, 1 1/123] İşte bunlar vecd ilminin zii.Jıirinin topluca Izahı dır." Yine Ebu Said b. Arabi şöyle demiştir: "Vecd, neşeı;le yüzyüze gelmek, azına daya nılmayan, çağuna ise güç yetirilenıeı;en yüksek bir müşiihedeı;e ernıektir. Onun hayiiideki te'siri teşvik edici, harekete geçirmesi ise devanılıdır. Bundan dolayı bir Jıayiflamna peydalı olur, bazen bu hayiflanma ölümle de sonuçlanabilir. Veedin ağlama ve ses çıkarma şeklin deki tezahiirleri, veedin artacağını gösterir. Çünkü vecd, vii.rid olmadan anlaşılmaz. Başlamasıyla bitmesi bir olduğu için, bununla ünsiyet etmeye de fırsat kalmaz. Veedin başlamasıyla bitmesi bir gibidir. İşte bunun için, meı;dana gelişiyle tam bir neşe hii.sıl ol madan, kaybetmenin üzüntüsil başlar. {Vecd esnasında} titreme, bayılma, organların hare ketsiz lıfile gelmesi, veedin akla hii.kinı alnıası gibi durumlar, vii.ridin büyüklüğünden ve te 'sirinin fazlalığındandır. Alışılmanıış, endişe ve ürküntii veren her vfirid için de durımı aynıdır. Veedin çarçabuk gelip, hemencecik kaybolmasında derin bir hikmet ve açık bir ni met vardır." (Lımıa', 385)
* Dünya hakkındaki vecd bir keşf olmayıp, kalbin müşahedesi, hakikatin hayal edilmesi ve yakini {kesinliğe yakın} bir zandır. Bu durumdaki kişinin müşahedesi, uyanıklık halinde bulunduğu için, yakin rUhu ve zikrin safasından {berraklığın dan} gelir. Halinin şiddeti geçip kendine gelince vecdi kaybolur, geriye sadece bu veedin bilgisi kalır. Bundan, mükaşefeyle çoğalan yakinle beraber rUh da istifade eder. Bu durum kulun Allah'a yakınlık veya uzaklık derecesine ve Halık'ının {Ya ratıcı' sının} kendisine müşahede ettirmiş olduğu şeylere göre değişir. (Lımıa', 386)
* Vecd, kalblerin, kaybetmiş oldukları zikir safasma {berraklığına yeniden} ka vuşmasıdır. Tevii.cüd ve tesii.kür ise manaları birbirine yakın olan iki lafız olup, ku lun vecd ve sekri davet edecek gayretlerinin ve kendisini vecd ve sekr ehlinden olan sadık kişilere benzerneye zorlamasının da eşlik ettiği bir haldir. Vakt ise geç mişle gelecek arasında bulunur. (Lıınıa', 418)
* Vecd ve fakd, hisler {duyu organları} yoluyla idrak edilebilen iki şeydir. Ava mm tevhidinin manası, tek olan {Allah'ı} bütün isim ve sıfatlarıyla isbat ederek bunu dille ikrar ve kalbe yerleşmesi için orada tahkik ettirmektir. {Bu tahkik de}
teviicüd-vecd-vücud
1 059
O'nun isbat ettiğini isbiit, nefyettiğini nefyetmek ve Allah'ın kendisi için isbat etti ğini isbat, kendisinden nefyettiğini ise netyetmekle olur. (Luma', 424) * Vecd, bir korku, bir gam veyahut ahiret hallerinden bir mananın kalbe gel mesi ya da Allah'la � kulu arasındaki bir halin keşfedilmesidir. Demişlerdir ki
"Vecd, kalbierin işitme ve görmesidir. Allah Tefild '{Baştaki} gözler kör olmaz, ama {asıl) göğüsteki kalbler kör olur. ' [Hacc, 22/46] ve 'Şfihid olarak dinledi' [Kaf, 50/37] buyunnuş tur." Tevficüd, vecdi zayıf olan kimselerde görülür.] Tevacüd, müridin batınında bul duğu şeyin zahirinde ortaya çıkmasıdır. Kuvvetli olan kimse ise temkin ve sükunet sahibi olur. Nitekim Allah Teala şöyle buyurur: "Rabb'lerinden korkanların ondan
{Kur'fin 'dnn} dolayı, derileri ürperir. Daha sonra derileri ve kalbieri Allalı'ın zikrine ısı nır." [Zümer, 39/23] Ebu Hüseyin Nuri şöyle demiştir: "Vecd, şevk {özlem} sebebiyle gönüllerde tutuşan bir alevdir. Bu vfirid esnfisında kişi, sevincinden veıJa üzüntüsilnden dolayı hemen sallan nıaya başlar." Şöyle de demişlerdir: "Vecd, yok olmaya mahkumdur {bir /ıfildir, geçer gider}, mari-
fetin ise sonu yoktur, kalıcıdır." (Ta 'arruf, 82) * Bize, Cüneyd'in şu şiirini nakletmişlerdi:
raha tı vecdde olanın sığmaz içi içine Hakk'ın huzılrundaysa vecd nıa/ıkılnıdur kaybolmaya eaştururdu vecdim beni eskiden ama ayırdı beni veedin içinde vecdi görmekten o Mevcıld Şu şüri de bir başka büyük vellden nakletmişlerdi:
perde çekti araya böylece zetil oldu kudretine O'nun şekillerin üstünlüğü ve mevcıld her türlü miinfi heylıii t hiç vücfıdla anlaşılır mı O acizliğin kalıreden işaretidir teviicüd ateşi zerresi bile aniaşılamaz veedin ancak silik bir şekil
1060
tevacüd-vecd-vücud
o Meşhud belirdiğinde örter vecd O 'nu kaygılı bir coşku kaplar içimi vücud hali içinde kfih gaybet Iziiline sakardı vecd beni kfilı huzur yok etti vücudu tecellileri o Meşhıld'un yok etti vücudu ve lıer mfinfiyı akla gelen Bir başkası demiştir ki: "Vecd, Hakk'ın kuluna, kendisini m üşalıede etme makamia rına yükselmesi yoluyla verdiği bir müjdedir." Sufilerden birinin şu şiiri de nakledil mişti:
ne güzeldir ihsfinda bulunması vecdi balışeden Zfit'ın viicı/du yok edecek fazilet ve nimetler/e veedin belirdiği an /ıiçbir kuşkum kalmadı o Cömert Zfit ilısfin ederek daha güzelini lıayat verecek bana Şu şiir de Şibli'ye aittir:
bana göre inkfirdır vecd miişa/ıedeme dayanmadıkça Hakk'ın şfilıidi bence yok eder viididu görmeyi (Ta'amıf, 83) * Vecd, kasd ve zorlama olmaksızın kalbe gelen bir haldir. Bunun için şeyhler demişlerdir ki: "Vecd miisfidefedir {kalbin karşılaştığı lütuf ve ilısfinlardır}. Vecd lıfilleri,
{yapılan} virdlerin meyve/eridir. Allah, virdlerini arhran kişiye lütuflarını artırır." (Kuşeyri, 37) '' Tevficüd bidayet {başlangıç), viicı/d nihayet {son}, vecd ise bidayet ile nihayet arasında bir vasıtadır. Üstad Ebu Ali Dekkak'ın şöyle dediğini duymuştum: "Tevficiid, kulun istifibını
{onu taşıyabilecek güçte olmasını} gerektirir. Vecd, kulun istiğrfikını {mfinevı Milerde bo ğulmasını} gerektirir. Viicı/d ise, kulun istihlfikını {tamamen yok olmasını} gerektirir. Kul bu lııısiista denizi gören, sonra gemiye binen, sonra da denize dalan kimse gibidir." Bu hallerin sırası, önce kusud {niyet}, sonra vürud {geliş}, sonra şühud [görüş},
tevacüd-vecd-vücı1d
1 06 1
sonra vücud (buluş}, sonra d a humuddur (sönüştür} . Humud, vücudun miktarı kadar hasıl olur. Vücud sahibinin sahv ve mahv hali vardır. Sahv hali Hakk'la be kası, mahv hali ise Hakk'ta fenasıdır. Bu iki hal ona, daima birbirini takib ederek gelir. Kul üzerinde Hakk ile sahv hali galib gelince, kul Hakk ile hareket eder, Hakk ile söyler. Allah Rasulu bir kudsi hadiste şöyle buyurmuştur: "O benimle görür, be nimle işitir." [Buhari, Rakaik, 38; İbn Mace, Fiten, 16] (Kuşeyri, 37) * Vecd ve viicftd iki mastardır. Biri hüzün, öteki ise bulmak manasma gelir. Her ikisirlin fiili de aynı gibidir. Aralarını ancak mastarla ayırmak mümkündür. Bir kimse hüzünlü olduğu vakit "vecede, yecidii, viicftden ve vicdiınen"; zengin olduğu vakit "vecede, yecidü, cideten"; kızdığı vakitse "vecede, yecidii, mevcideten" derler. Bütün bunlar arasındaki fark, fiiller sayesinde değil, ancak mastarlar sayesinde bi linir. Sufilerin vecd ve vücudla kasd ettikleri şey, sema sırasında kendilerine zuhur eden iki halin isbat edilmesidir. Bunlardan biri hüzne yakındır, diğeri ise vecd ve muradla alakalıdır. Hüznün hakikati, sevgiliyi kaybetmek ve muraddan men edilmektir. Veedin hak"ıkati ise, muradın elde edilmesidir. Hüzünle vecd arasındaki fark şudur: Hü zün, nefsin nasibine düşen üzüntünün adıdır. Vecd ise sevilen şeye göre, başkası nın nasibi konusunda ortaya çıkan üzüntünün adıdır. Bütün bu değişiklikler tali bin (tasavvuf yoluna giren kişinin} sıfatıdır. Hakk ise değişmez, başkalaşmaz . . .
. . . Vecd, neşe veya üzüntü, ferahlık veya sıkıntı cinsinden kalbe isabet eden bir elemdir. Viidid ise gönülden gamı gidermek ve kalbin muradına ermesinin sağ lanmasıdır. (Hücvirl, 499) * Veedin mi yoksa viicıldun mu daha mükemmel (olduğu konusunda şeyhler ihtilaf etmişlerdir}. Bir topluluk şöyle demiştir: "Viicıld müridlerin, vecd ise ariflerin
vasfıdır. A riflerin derecesi, m ürid/erinkinden daha yüksek olduğuna göre, onlara ait sıfatın, bunlara ait olandan daha mükemmel olması gerekir. Çünkü idrak edilmesi imkan dalıilinde olan her şey idrak edilir. Bu, cinsin sıfatıdır. Çünkü idriik sınırlı olmayı gerektirir. Oysa Allah'ın sınırı yoktur. Şu hfilde kulun {idriik edip} bulduğu şey, kendi meşrebinden {yara tılmış ve sınırlı bir varlıktan} başka bir şey değildir. Talibin bulamadığı, mahrum kaldığı, bulanın da İstemekten aciz kaldığı şey, Hakk'ın hak'ikatidir." Bir başka topluluk da şöyle demiştir: "Vecd müridierin yanışı, vüdid ise mulıiblere {sevenlere} verilen bir hediyedir. Biri hurka {yanma}, diğeri ise tuhfedir {hediyedir}. Muhiblerin derecesi m ürldlerin derecesinden üstündür. Çünkü tulıfeıjle sükı1n bulmak, talebdeki yanıştan daha nıiikemmeldir. " Bir menkıbe anlatmadan bu hususu anlamak mümkün değildir: Şeyh Ebu Bekr Şibllrtı bir gün, galeyfm halinde iken Cüneydrtı geldi, Şibli onu mahzfın buldu ve "Ey Şey/ı, ne oldıı ? " dedi. Cüneydrtı "Men talebe vecede {arayan bıılur}" diye cevab
1062
tevacüd-vecd-vücud
verdi. Şibll buna karşılık "Bel, men vecede talebe {hayır, aksine bulan arar}" dedi. O zaman, şeyhler bunu konuşmuşlar ve şu sonuca varmışlardır "Biri vecde, diğeri ise
vücuda işaret etmiştir." Bana göre muteber olan Cüneyd'in sözüdür. Çünkü kul, Mabı1d'unun kendi cinsinden olmadığını bildiği zaman, hüznü devam eder. (Hücviri, 499-500) * Tevticüd, zorlama ile vecde gelmektir. Bu, Hakk'ın şahid !tecelli} ve nimetle rini kalbe arzetmek, ittisal !birleşme} ve temenni ! taleb etme} hususunda erierin yolunu düşünmektir. Bu konuda bir topluluk şekilcilik yolunu tutmuş, sufllerin zahiri hallerini, rakslarındaki terfibi ve işaretlerinin süslenmesini taklld etmiştir. Bu, haramın ta kendisidir. Bir topluluk da tahkık ehlidir. Çünkü onların tevacüdden maksadları, büyük mutasavvıfların şekil ve hareketlerini değil, hal ve derecelerini taleb etmektir. (Hücv1r1, 501) * Raksın ne şerl:atta, ne de tarl:katta bir temeli vardır. Bütün akıl sahibierinin itti fak ettiğine göre raks, ciddi olduğu zaman eğlence, fuzuli bir şey olduğu zaman ise gayri ciddlliktir. Hiçbir şeyh onu övmemiş, beğenmemiş ve bu hususta ileri git memiştir. Haşviyyat ehlinin bu hususta ortaya attıkları rivayetlerin tümü batıldır. Vecd esnasındaki hareketler ve tevacüd ehlinin davranışları raksa benzediği için, dünya ehli bazı kişiler bunu taklit etmişler ve aşırıya kaçarak raks hareketini ken dilerine mezheb yapmışlardır. Halktan bazı insanlar gördüm. Bu insanlar, tasavvu fun rakstan başka bir şey olmadığını zannediyorlar ve raksetmeye çalışıyorlardı. Başka bir sınıf ise raksın aslını inkar etmekteydi. İşin hulasası şudur: Raksı, insanların en cahil olanının yapması bile hem aklen, hem de dinen çirkin bir şeydir. Faziletli insanların bunu yapması ise mümkün de ğildir. Ancak, gönülde bir hafiflik meydana gelir ve bu dalgalanmalar başa musal lat olursa, bu hal vakti kuvvetlenditir ve halde de kıpırdanma meydana gelir, tertlb ve rusfrm (şekiller} irtifa kazanır. Bu kıpırdanma ne rakstır, ne ayakla usUl vurma hareketidir, ne de tabiatm terbiyesidir. Bilakis rUhun eritilmesidir. Bu harekete "raks" diyen kimse, doğrudan uzaklaşır. Bundan daha uzakta olan ise, zorla kendi sini bir hale sokan ve bunun Hakk'tan olduğunu iddia eden kişidir. Halbuki o kişi nin kendi tercihi dışmda hiçbir hali yoktur, zoraki bir htile girmeye çalışmaktadır ve buna da "Hakk'tandır" demektedir. Hakk'tan gelen halin sözle ifade edilme imkanı yoktur, "Onu tadmayan bilemez." (Hücvirl:, 502) * Allah buyurmuştur ki: "Biz onların kalbierini metin kı/dık, bu sayede onlar ayağa kalkhlar." [Kehf, 18/14) Vecd, endişe veren bir müşahedenin tutuşturduğu bir alev dir. Üç derecesi vardır: İlk derecesi, sahibirıde herhangi bir iz bıraksın ya da bı rakmasın, bir işitme, görme ya da fikir şahidinden gelen arız {gelip giden, yenile nen} vecddir.
teviicüd-vecd-vücfid
1 063
Veedin ikinci derecesi, ezell nılrun parlaması veya ezell bir hitabın işitilmesi ya da hakiki bir cezbe yoluyla nihun uyandığı vecddir. Sahibi üzerinde elbisesini bırakırsa bırakır, yoksa {en azından) nilrunu bırakır. Veedin üçüncü derecesi ise, kulu iki alemin elinden ansızın çekip alan, onun mana alemini haz kirlerinden arındıran, onu su ve toprağın köleliğinden kurtaran vecddir. Bu vecd kulu çekip alırsa, kendi ismini bile unutturur, çekip alınazsa za hiri suretini iade eder. (Meniizil, 34)
"vücud" ismini vermiş, İ mesela şöyle buyurmuştur: "{ stiğfiir eden} Allah'ı Gafiır ve Rahim olarak bulur." [Nisa, 4/1 10] "{Küfreden} yanında Allah'ı bulur. {0 da onun hesabını görür.}" [Nur, 24/39] "{Eğer istiğfiirda bulunsalardı,} Allah'ı elbette Tevviib ve Rahim olarak bulacak lardı." [Nisa, 4/64] * Allah � Kur'an-ı Kerim'de çeşitli yerlerde kendisine
Viicud, bir şeyin hakikatine ulaşmanın ismi olup, bu isim de üç manaya gelir: Birinci manası, ledünni ilmin vücududur {bulunmasıdır) . . (Meniizil, 45) .
* Bu vücud, yalnızca Hakk'ı mükaşefenin sıhhati esnasında, şevahidin {görülen şeylerin} fark edilmesinin sona ermesidir. İkinci manası, hakikatİn vücudundaki işaret ihtimalinin ortadan kalkması yö nüyle Hakk'ın vücududur. Üçüncü manası ise, kendisindeki vücud resminin {şeklinin}, ezeliyyette istiğrak yoluyla ortadan kalktığı makam olan vücuddur. (Mentizil, 46) * Karşılaştığın her sevimli ve sevimsiz şey, ya şu anda mevcud olan, ya geç
mişte meydana gelmiş olan yahut da gelecekte olacak ya da beklenmekte olan şey dir. Hatırına geçmişte mevcud olan bir şey gelirse buna "zikir" ve "tezekkür" denir. Şu anda mevcud olan bir şey aklına gelirse, buna "vecd", "zevk" ya da "idriik" denir.
Vecd denmesinin sebebi, onu kendi nefsinde bulmuş olduğun bir hal olmasıdır. (İhyii', IV, 174) * Nasıl taat zahire ait sıfatın sırrı ise, vecd de batına ait sıfatın sırrıdır. Zahirin sıfatı hareket ve sükı1n, batının sıfatı haller ve ahlaktır. (A dabı, 66, 'Avtirif, 1 12) * Teviiciid, vecdi fikir ve zikirle elde etmeye çalışmaktır. Vücüd ise, veedin vic dan boşluğuna ulaşarak ferahlığının genişlemesidir. Vicdanla birlikte vecd bulun maz. Görünen şey hakkında habere gerek yoktur. Vecd, zeval ve var olma arasın daki alanda dağlar gibi sabit durmaktadır. ( 'Aviirif, 309)
"Şart-ı vticid fi za'katihi {vecde gelen kişinin çığlık atmasında uyul ması gereken şart}, yüzüne kılıçla vurulsa bile acıyı hissetmeme sınırına u/aşmaktır. Bu durum vticidde {vecde gelen kişide} niidiren vuku bulur. Viicid, bu mertebeı;e gaybetten {sonra} ulaşmaz. Ancak onun çığlığı, mecburiyetle karışık bir taleb türünden teneffüs eder gibi çıkar." ('Avtirif, 120) * Seri demiştir ki:
1064
tevacüd-vecd-vücôd
* Vecd, Allah'tan kulun batınında varid olan, ona neşe veya hüzün veren, sıfa tını değiştirip Allah Teala'yı gözetmesini sağlayan bir haldir. Vecd, nefsin sıfatları yüzünden mağlub düşen kimsenin, kendisini bulduğunda Allah Teala'ya nazar etmesini sağlayan bir ferahlıktrr.
Teviicüd, zikir ve tefekkür yoluyla vecdi davet etmektir. Vüciid ise, vicdan makamına çıkınakla vecd yolunun iyice genişlemesidir. Vic danda {Cenab-ı Hakk'ı bulma aşamasına} vecd yoktur {çünkü o zaman vecde ihti yaç kalmaz} . Gözle gördükten sonra habere hacet yoktur. Şu halde vecd, geçici şeyler gibi yok olur, vücfıd ise, dağlar gibi yerinde sabit kalır. ('Aviirif, 309) * Galebe, peşpeşe gelen bir vecd türüdür. Vecd bir şimşek gibi gözüküp kay bolur. Galebe ise, peşpeşe gelen ve birbirinden fark edilemeyecek kadar devamlı parlayan şimşek gibidir. Vecd çabucak sönüp gider, galebe ise sırda devamlı kalır, koruyup engelleme vazifesi yapar. ( 'Avarif, 309-310) * Teviiciid, veedin davet edilmesidir. "Vecd yokken vecd hillinin izhar edilmesidir {açığa çıkarılmasıdır}" şeklinde de tarif edilmiştir.
Vecd, kalbe salikin şuhfıdunu {duyular alemini görme yeteneğini} gideren hal lerin gelmesidir.
Vüciid, vecd halinde Hakk'ı bulmaktrr. (Istılah, 532) '' "Tevaciid nedir?" Deriz ki: "Vecdin davet edilmesi, {bunun üzerine} sahibinin bul duğu iinsiyetten dolayı, vecd yokken vecd hillinin zııhiir etmesidir." "Vecd nedir?" dersen şöyle cevab veririz: "Vecd, eğer öncesinde tevaciid lıiili vakf olmuşsa, stilikin şuhiidıınıı gideren hiillerin kalbe gelnıesidir." "Viiciid nedir?" {sorusuna cevab olarak} deriz ki "Vücüd, vecd halinde Hakk'ı bul maktır." (Fütühiit, II, 130) * Tevacüd, veedin davet edilmesidir. Çünkü vecdi elde etmek için çaba sarf etmektir. Sahibinde vecd sfıretinde ortaya çıkarsa, iki yüzlü, yalancı bir münatıktır, {bu} yolda teftiş edilmelidir. Bundan dolayı sfıfıler topluluğu, onu sadece içinde vecd sahibi değil, miitevacid {tevacüd ehli} bulunan cemaati de tanıyan kimselere havale etmiştir. Bu hal ona ancak, hareketlerinde vecd ehline muvatık olduğunu gösterecek bir karineye dayalı olarak, cemaat içinde bir hükmü ve itibarı bulunan şeyhten gelecek bir işaret yoluyla ittifak edildiğinde teslim edilir. Bu şartları yerine getirmezse, değil onun mütevacid olması, üzerinde bununla alakah herhangi bir iz bile görülmesi caiz değildir. Her vecd, vecdden değil, tevacüdden meydana gelir. Kalbe ansızın bir varid gelmesi veedin hakikatindendir. İşte bu, hakikat üzerine bir hücfımdur. Vecd kes bidir, gayreti gerektirir, tevacüd ise tekessübdür {kazanmaya çalışmaktrr}. Veedin tevacüdden kazanılması, kesbin kendisi değil, kesbe yönelmektir. Bu Allah'tan
tevacüd vecd vücôd -
-
1 065
öyle bir müjdedir ki, isyanı iktisab, itaati kesb kılmıştır (isyan kesbe yönelmeyi ge rektirir, itaat ise zaten kesb ve gayretin kendisidir, yani isyan etmek, itaat etmekten daha zordur}. Allah nefsin kesb ettiğini {kazandığını} söylemiş, kesbi nefse vacib kılmıştır. İktisab {kesbe yönelme} hakkında ise şöyle buyurur: "{Lehii mii kesebet} ve aleylıii me'ktesebet {nefsin kesb edeceği kendi lehine, iktisi/b edeceği de kendi aleylıinedir}. " [Sa kara, 2/286] Allah, nefsin sadece iktisab ettiği şeyi almasını gerekli görmüştür. İktisab nefsin hakkıdır, o bunu hak etmiştir. Böylece kesbi de hak etmiş olmakta dır. Hakk, hak edilen şeyden başka bir muamelede bulunmaz. Allah'ın affı günahı işlemeye hükmeder. Ehlullaha göre olan tevacüd, vecd yokken veedin suretinin iz har edilmesidir. Bu da, o an {tevacüd gösteren} mevcud kişinin vecd sahibi olma dığını anlayarak, vecd ehline muvafakat etmekle {tevacüdden çıkıp halini gerçek vecd ehline uygun noktaya getirmekle} olur. Böyle olması ve bununla beraber {tevacüd ve vecd konusunda} sadakat gereklidir. Şu halde o, bunu {tevacüdü, terk edilmesi} evla olduğu için terketmiştir. Çünkü Allah'ın hakkını gözetmek, halkı gözetmekten önce gelir. (Füti'ılıiit, Il, 524-525) * Bu topluluğa {sufilere} göre vecd, salikin kendisini ve etrafındakileri görme sine mani olacak hallerin kalbe gelmesinden ibarettir. Bunlara göre kalbde hüznün serneresinden ibaret olarak bulunduğu da olur. Üstad bilcümle şöyle demiştir:
"Hüsn-i vecd bir lıiildir, lıiiller de kesbi değil, vehbidir. Bu sebeble müteviicidin vecdi, teviicüdii neticesinde ortaya çıktığı zaman, veedini nefsin zorlamasıyla davet etmiş olma sından dolayı, o, kesbi olmuş olur. Hiilbuki bu topluluğa {si'ıfilere} göre hiil kesb/e {çalış nıakla} elde edilemez. Bunun için nıüteviicidin vecdine itimad edilmez. Şu hiilde yine bu topluluğa göre, veedin hiillerdeki benzeri, peygamberlere vahyin gelişi gibidir. Vahiy, onlara beklemedikleri bir anda ansızın gelir." (Fiiti'ıhiit, II, 526) '� Bir topluluğa göre vüdid, vecd halinde Hakk'ı bulmaktır. Şöyle derler: "Vecd
siilıibi olduğun zaman, bu lıiilde Hakk'ı miişahede edemiyorsan, O'nu müşiihede etmek seni ve etrafında bulunanları görmekten fiini kılnııyorsa, sen vecd siihibi değilsin demektir. Çünkü sen, o hiilde Hakk'a aitbir vüci'ıd siihibi olamamışsın {demektir}." Bil ki, vecd halinde Hakk'ın vücudu bilinmez. Çünkü vecd, bir müsadefedir {karşı karşıya gelmedir}. Müsadefenin neyle vaki olacağı bilinemez. Bazen başka bir işle gelir. Hükmü sema ile meydana gelen şeyle irtibatsız olunca, onda Hakk'ın vücudu mechul bir vasıfta olur. Birinin vecdi, mukayyed ve mutlak sernam taay yün ettiği şeyin hükmü üzere kabı11 ettiğini gördüğünüz zaman, onun veedin şek linden haberi olmadığını anlayınız. O, bu yol hakkında kıyas sahibidir. Allah'ın yolu ise kıyasla bilinmez. Çünkü O, her gün yeni bir iştedir, her nefsin de bu du ruma temayülü vardır. Veedin gelişi, kendisine inineeye kadar vecd sahibi tarafından bilinmez. Hakk'ın vücudu, her vecd sahibinde vecdi oranında olur. Arifler nezdinde vecd,
1 066
tevazu'
ıstılahi manasından çıkar, umfuni bir mana kazanır. Onlara göre, sah'ih vecd sahibi kim olursa olsun, Hakk'ın bu vecdde vüclıdu olur. Arifler bunu bilirler, her vecd sahibinin, veedinde onun vücudundan getirdiklerini alırlar (kabUl ederler). Eğer vecd sahibi, bunun Hakk'a ait bir vücud olduğunu bilmiyorsa, arifler onu bilirler ve ondan, her vecd sahibinin vücuddan getirdiği kadarını alırlar. Hakk, bu vecdde, bu habereinin veedinde bulduğu vücuddan kaydettiği miktar kadar tecelli etmiştir. Bu güçlü bir zevk hali olup, herkes değil, ancak erbabı tarafından anlaşılır.
(Fütii
hdt, Il, 527) * Vüciid, Hakk'ın Zat'ını, O'nun Zat'ıyla bulmaktır. Bu sebeble Hazret-i Cem' e
"Hazret-i Vüciid" da denir.
(Kaşani, 48;
Cami', 103)
* Karşılaştığın her sevimli ve sevimsiz şey ya şu anda mevcud olan, ya geç mişte meydana gelmiş olan şeydir. Birincisine sine
"zikir" denir. . .
"vecd", "zevk"
ya da
"idriik",
ikinci
(Kudame, 316)
•• Vecd, arız olan {geçici} şuhuddan tutuşan, sıkıntı verici bir alevdir. Ebfı Ferec şöyle demiştir:
"Vecdin ürküttüğü kişiyi uyku da iirkiitür." Yine o şöyle demiştir: "A rif dünyii zikredilirken {dünyiiya önem vermemesi sebebiyle} gaybet, iihiret zikredilirken de {iihirete önem verdiği için} huzur hillinde olur. Sevgili anıldığı zaman kararsız olur, meclislerde endişe bağlarıyla bağlı olarak bulunur, hubb {sevgi} zikredildiğinde ise vecd, zincirlerini koparır." (Ravza, 640) * Vecd, gönüllerde tutuşan ve aralardaki ağyarı {Allah'tan başka her şeyi} ya kan bir ateştir.
(Ciimi', 54)
* Vecd üç kısımdır: Avaının vecdi, zikrin lezzetinden dolayı rUhun mest olma sıdır. Havassın vecdi, rUhun zikir halindeyken şevkin galebesini taşımaktan aciz kalmasıdır. Ehass-ı havassın vecdiyse, gönülden Hakk' a nazar ederken rUhun hu şfıdan aciz kalmasıdır.
(Ciimi', 62)
* Teviicüd, ihtiyarını kullanıp zorlanarak veedin çağrılmasıdır. Bu halin sahibi veedin kemaline erememiştir. Çünkü tefa'ul babı çoğunlukla teğafül {farkında de ğilmiş gibi yapma}, tecahül {bilmezlikten gelme} ve benzerleri gibi, olmayan bir sı fatı göstermek içindir. {SUfilerden} bir topluluk, içinde zorlama, yapmacıklık ve işin hakikatinden uzaklaşma bulunduğu için tevacüdu reddetmiştir. Bir başka topluluk ise, müridin vecdi elde edebilmesi için onu caiz görmüştür. {Bu görüşe göre} mürid, yanması, rikkati {inceliği} ve hüznüyle vecde hazırlık yapar.
(Ciimi', 125)
•• Ahviil de {hallerde} vecd, susuzluk ateşinden tutuşan, sıkıntı veren bir alevdir. RUh, ezell bir nurun parıltısı ve yüksek bir müşahedeyle ona döner. Bidiiyattaki {başlangıçtaki} şekli, tutuşan bir alev olup, hissin şahidi, işiterek veya görerek ona döner {bütün duyular vecde yönelir ve dünyayı algılayamaz hale gelir} . Ebviibdaki
tevazu'
1067
şekli, fikrin kendisine döndüğü geçici bir vecddir. Muı1melattaki şekli, geçici bir müşahedeyle kalbin kendisine yöneldiği alevli bir ateştir. Ahlaktaki şekli, kalbin (yeniden) doğduğu sevgi ateşinden tutuşturulmuş, ya kıcı bir alevdir. Bununla ahlaki fazilet ile ünsiyete ait kemalat istenir. Usı11deki şekli, Hakk'ın taleb edilmesinin neş'et ettiği, kalbden gelen bir ateştir. Edviyedeki şekli, Kuds aleminin kendisinden aydınlandığı nfuani bir ışıktır. Akıl, ilim ve hik met taleb etmek, sekinet nuru ve himmet yüceliğini elde etmek için ona yönelir.
Vilaydttaki derecesi, kulu iki dünyadan kapıp alan, eyn ve beyn'den (zamandan ve mekandan) kurtaran bir vecddir. Hakaikteki derecesi, (salikin) manasını sınırlar dan ve şekillerden arındıran, ismini tamamen unutturan ve şeklini değiştiren sınır sız bir vecddir. Nilıdyatta ise vecd ya yerini vücuda bırakır ya da müşahede sıra sında telvin makamının cem' ve farkıyla mücadele eder {bunların yerine geçmeye çalışır). (Cami', 293) * Bazı fakirler huzuru, yani zikir halkasını ikame ettiler. Onu bitirdikten sonra şeyh şöyle demişti: "Son halkayı kim ikame etti?" Bunun üzerine sustular. Şeyh şöyle dedi: "Onlar, bunun vecd olduğunu sanıyorlar. Hayır hayır! O vecd değil, tevdcüddür. Vecd Allah'tandır, tevdcüd ise nefstendir." (NefehiJ.t, 233)
tevazu' ( r::.� '.i ) {'alamat-ı tevazu'; 'alamet-i tevazu'; hayru'l-hayr; nefyü'l 'izz; tevazu'-ı 'ammi; tevazu'-ı hassi; za'a) * Kim nefsinden şöhretin olumsıızluğunu giderir ve tedavi eder de Allah onu buna muvaffak kılarsa, onu nefıjetmeye ulaşır. Allah sevgisi, iman sevgisi, istika met yolu ve siHihlerin basarnaklarına kolayca vam. Ve arnelinde sadakate ulaşma kolaylaşır. Nefsi tevdzu ve tezellüle yönelerek mutmain olur. Adalet yolu ona hoş gelir. Çünkü üstünlük duygusuna sahib olan kişi, kendi için istediği şeyi diğer in sanlar için istemeye güç yetiremez, öfkesine hakim olamaz, doğruyu ve ondaki üstünlüğü kabUl etmez. Takvanın şerefi ve süsü olan tevazua gücü yetmez. {Böyle bir kişi) hasedi bırakamaz, kini terk edemez, öfkeyi yenemez, bunlardaki üstünlük duygusunu ortadan kaldıramaz. Taassubu terk edemez, asabiyyeti terk etmeye gücü yetmez, bunlardaki üstünlük duygusunu yok edemez. Kalb selametine ve ondaki üstünlüğe güç yetiremez. Samimiyyete ve ondaki üstünlüğe gücü yetmez. İnsanları hor görmekten ve ondaki üstünlükten kurtulamaz. (A dabı , 109) * İçinde şer olmayan en hayırlı hayır tevazudur. Tevdzu, kişinin kendini başkalarından aşağıda görmesidir . . . Tevazuun alameti, biri seni hakka davet ettiği zaman onu kabul etmen, reddetmemen, nefsini hiçbir müslümanın üstünde gör memendir. (A dabı, 147) * Ona sordum ki: "Bana şu sözü söyleljen kişinin ne demek istediğini açıkla: 'Tevdzü şudur: Evden çıktığın zaman, rastladığın her kişinin senden üstün olduğunu görmen. ' Peki kişi, { tevdzü} şartlarını ancak nefsinden gelen hoşnutsuzlukları tahammül yoluyla zorla na-
1068
tevazu'
rak yerine getiriyorsa, böyle bir iddiada bulunduğunda ve diliyle de bunu söylediğinde {gerçekten} mütevıizi olur mu?" {Cevab olarakl dedi ki: "Eğer bu şartlar farz olan haklardan ise, onu ancak nefsinden
gelen hoşnutsuzlukla kabul eder {kabı'll etmek nefsine ağır gelir}. Şu lıdlde bıı kişi, sadıkla rın derecesine ulaşmış olmaz. Eğer sözü edilen şartlar, farz olan haklar cümlesinden değil de, kulun kabul etmeyi terk etmesinin {dznden} çıkannayacağı konularla alaka/ı olur da, bunları kabıli etmek de kişiye hoş gelirse, işte bu, miitevaz'i olanların yolu ve usılliidiir." (Adabı, ın) * . . . Sufiyyenin . . . başka bazı adabları ve çeşitli halleri arasında . . . üstünlük ve büyüklüğü bırakmak, makam ve mevkie itibar etmemek, halka şefkatli davranmak, büyük küçük herkese tevazu içinde olmak . . . {yer alır. ı (Luma', 29) * Cüneyd'e tevazuun ne olduğu sorulunca şöyle demişti: "{Halkın üzerine şefkat} kanatlarını indinnek ve onlara yumuşak davranmaktır." Ruveym "Tevazu, gaybı bilen Allalı karşısında, kalbierin boyun eğmesidir", Sehl {Tüsteril ise "Allalı'ı zikretmenin kenıali nıüşahede, teviizuım kenıfili de Allah 'tan razı ol maktır" demiştir. Bir başkası şöyle demiştir: "Teviizu, hakkın Hakk için Hakk'tan kabul edilmesidir." Başka biri de "Teviizu, azla iftihar etmek, zilleti kucaklamak ve halkın yükünü ta şınıaktır" demiştir. (Ta'arruf, 68) * Huşu, Hakk' a boyun eğmek, teviizıl ise, Hakk' a teslim olmak, hükmüne razı olup i tirazı terketmektir. .. (Kuşeyrl, 74) * Fudayl'a "Teviizıl nedir?" diye sorulunca şöyle cevab vermiştir: "Kim söylerse söylesin, hakka {doğruya} boyun eğmek ve onu kabı1l etmektir. " (Kuşeyrl, 75) * Bil ki kibir, nefsi yüceitme konusunda kalbe gelen bir hatırdır. Kendini büyük görmek, büyüklenmek de onun ardından gelir. Kendini aşağı görmek de nefsi al çaltma hususunda kalbde meydana gelen bir hatırdır. Nefsi hakir görmek ve tevazü da onun ardından gelir. Kibir ve tevazuun her biri umlimi ve husus! olmak üzere ikiye ayrılır. Umlimi tevazu giyecek, mesken ve binecek hususunda asgari olanla yetinmektir. Bunun karşısında tekebbür {büyüklenmekl vardır ki, kendini üstün görmektir. Husüsi te vazu, ister düşük seviyede ister değerli bir kimse tarafından olsun hakkı kabUl et meye nefsi alıştırmaktır. Bunun karşısında tekebbür vardır ki bu, hakkı kabUle yanaşmamaktır. Bu ise azim bir günah ve büyük hatadır. Umumi tevazüa gelince, o da, başlangıcını ve sonunu, şu anda içinde bulun duğun afet ve kirlilikleri hatırlamandır. (Minhiic, 36)
tevazu'
1069
* Teviizıi., kulun karşılaştığı insanlar arasında, üstün görmediği hiç kimsenin bulunmarnası ve "Belki Allah katmda o benden daha hayırlı ve derecesi daha yüksektir" diye düşünrnesidir. {Mütevazl kişi), kendisinden küçüğiinü gördüğü zaman şöyle düşünür: "Ben Allah'a isyanda bulundum, ama bu daha O'na isyan etmemiştir. Hiç şiibhesiz o benden daha lıayırlıdır." Kendisinden yaşça büyük biriyle karşılaştığı zaman şöyle düşünür: "Bıı kişi, Al
lah'ın benden önce yarattığı bir kulııdur." "Bu kişi, benim elde edemediğim şey ona verilmiş ve ulaşamadığım şeı;e o ulaşmıştır. Benim bilmediğimi o biliyor ve ilmiyle de anıel ediyor." {Karşılaştığı kişi} alirnse kendi kendine der
ki:
{Karşılaştığı kişi) ciihilse der ki: "Bu Allah'a {isyan ediyorsa}, cfihilliği yüzünden is yan ediyor, bense bildiğim hiilde isyan ediyorum. Üstelik, onun son nefesinde ne olacağını bilmediğim gibi, kendi son nefesimin nasıl olacağını da {Imanla göçüp göçmeı;eceğimi de} bilemiyorum." {Karşılaştığı kişi) kafirse şöyle düşünür: "O'nun iman edip de son nefesinde iyi anıellere siihib olup olmayacağını, benim de kiifir olup, son nefesimde kötü anıellerle gidip gitmeı;eceğinıi bilemem." İşte bu, şefkat ve vecel kapısıdır. Kullara eşlik edecek ilk ve kullar üzerinde kalacak son kapı budur. (Gımye, II, 189) * Cüneyd'e tevdzıiun ne olduğu sorulunca şöyle demişti: "{Halkın üzerine şefkat}
kanatlarını indimıek ve onlara yumuşak davranmaktır." Fudayl'a " Tevazft nedir?" diye sorulunca o da şöyle cevab vermiştir: "Kimin söylediğine ve kimden işittiğine bakmadan, hakka {doğruya} boyun eğmek ve onu kabıli et mektir. " Yine o şöyle demiştir: "Nefsinde bir kıyınet gören kişinin tevazftdan asla nasibi yoktur." . . . . . . Zünnfın şöyle der: "Tevazıiım üç aliimeti vardır: Ayıplarını bilerek nefsini küçük gömıek, tevhid inancına hiirnıeten insanlara tazfm {saygı göstermek}, kimden gelirse gelsin hakkı ve nasihati kabul etmek. " ( 'Avfirif, 142) * Teviizıl, kibirle za 'a {zillet) arasında itidale {dengeye) uymaktır. Buna göre ki bir, insanın kendisini olduğundan yükseğe çıkarması, zillet ise, insanın kendisini ayıplanacak ve hakkını kaybetmeye götürecek bir duruma düşürrnesidir. Meşayıhın tevazfıun açıklaması ile alakah işaretlerinin bir çoğundan onların teva zfıu zillet yerine koyacak dereceye vardırdıkları ve bunda da nefsani hislerin karı şık olduğu ifratın zirvesinden tefritin derinliğine inciirdikleri anlaşılmaktadır. Bu da itidalden sapınayı gösterir. Meşayıhın bundan rnaksadları, müridierinin ucub (kendini beğenrne) ve kibir duygularına kapılmalarından korkarak, nefslerini kırma konusunda rnübalağada bulunmuş olmalarıdır. ('Aviirif, 143)
1070
tevazu'
* Tevlizft, kulun Hakk'ın gücüne boyun eğmesidir. Birinci inceliği menkulün makul ile tezat teşkll etmemesi {aklın nakille çatışmamasıf olup ihtilil.fa yol açacak bir görüşe sahib olmamaktır. Ikincisi, Hakk'ın razı olduğu müslümandan razı ol maktır. Hak kimden gelirse gelsin reddetmernek ve mazeretleri kabul etmektir. Üçüncüsü ise hizmetini ve müşahede ile fetret {müşahedenin kesilmesi! içindeki şekli görmekten uzaklaşarak Hakk yolunda kaybolmaktır. (Ravza, 484)
* Huşu ve tevlizft sözlükte aynı manadadır. Ehl-i haklkatin ıstılahında huşu, Hakk'a boyun eğmektir. Denilmiştir ki: "Huşu, kalbde sürekli olan bir korkudur." Yine bu konuda şöyle denilmiştir: "Huşu kalbin bütünüyle Hakk'ın huzılrımda
durmaszdır." Şu da söylenmiştir: "Rabb 'e muttalı olma anında laılbe gelen kendini kaybetmişlik
halidir." Yine bu konuda "Hakk'ı müşlihededen dolayı edeben gönlün boyun eğmesidir" de nilmiştir. Huşu, haldkatin gücü anında kalbin savunulması ve {Allah'a ait} kahr1 olan {sı fatlar} karşısında geri durmasıdır. Huşu, heybetin galebe çalmasının öncüsüdür. Huşu sahibi, arzu ateşi sönen, göğsündeki arzudan haz alma alevi sükfın bulan, kalbi taz1m nurları saçan, bu sebeble şehveti ölen, fakat kalbi dirilen, onun için de organları huşu içinde bulunan kimsedir. Insanda huşu bulunmasının alameti, kız dırıldığında, arzusuna muh�Hefet edildiğinde yahut reddedilme durumunda kal dığında bu halleri kabul ile karşılamasıdır. Bir kısım sufi, huşuun mahallinin kalb olduğu hususunda ittifak etmiştir. (Cami', 213)
* Tevazu hususunda üstad Ebu'I-Kasım Cüneydrh "Şefkat kanatlarını halkın uze rıne indinııek ve onlara yumuşak davranmakhr"; İbn Atarh "Kimden gelirse gelsin lıakkı kabUl etmektir"; Ebu Abdullah Razi de "Tevazu, hizmet sırasında öne çıkmayı terketmektir" demişlerdir. Ebu Yez1d'e {Bist3ml frh "Kul ne zaman miitevazi olur?" diye sorulunca şöyle cevab verm i şti r "Nefsinde bir makam ya da hal görmediği, halk içinde kendinden daha
şer/i birini bulamadığı zaman." Malik b. Dmarrh şöyle demiştir: '"Mescidde bulunanlar içinde en şerlisi çıksın' de nilseljdi, bu konuda hiç kimse beni geçemezdi." (Neb hani, IL 91)
tevbe-inabe-evbe ( :iui - :i�\i) - J.�Ji ) {isti'dad; menazil-i tevvab'in; şurut-ı tevbe; tevbe-i inabe; tevbe-i isticabe; tevbe-i nasuh; tevbe-i ta'ib; zabıt-ı tevbef * !Bir adam} Rabia'ya "Çok günlih ve isylinda bulundum; tevbe etsem acaba kabıli olunur m u ?" diye sordu. O şöyle cevab verdi: "Hayır, bilakis tevben kabıli olıınsaydı,
tevbe ederdin!" (Şehfde, 21, 124)
tevbe-inabe-evbe
1071
* Bil ki, bu hususta {tevbe konusunda} insanlar üç seviyeye ayrılırlar. Bu sevi yelerin dördüncüsü yoktur. Bir kısmı, iyilik üzere neş'et etmiş, nefsin heva ve he vesine meyil ve arzusu kalmamıştır. Ancak, peygamberlerle sıddlklerin bile kaçı namadıkları, bilmeden yapılan zelle türü hatalar müstesnadır. Bunlar {bu tür bir hatadan) sonra, tertemiz, şehvetin arız olmadığı, zevklerin kendisini harama götü rüp de arkasından günah işletemediği, günah paslarıyla kararınanın hakim olma dığı bir kalbe döner. Böyle bir insana, Allah hakkına riayet etmek ve bu yönde de vam etmek son derece kolay, sıkıntısı hafif gelir, nefsin engelleri azalır ve zayıflar. Çünkü kalbi temizdir. Allah ona yönelmiş, onu sevmiş ve dost edinmiştir. Dost, dosta darılıp onu terk etmez, seven sevdiğini tehlikeye tesllı:n etmez . . . İkinci kısım ise nefsinin hevasına uyduktan sonra tevbe eden, cehaletinden dö nüp Allah'a yönelen, zamanında işlediği günahlara pişman olan kimsedir. Allah o kişiye, hiçbir farzı terk etmeme ve geçmişte işlediği hiçbir günaha tekrar dönmeme azim ve gayretini bahşeder. Bu arada nefs, günahtaki geçici zevki göz önüne getirerek, onu alışkanlıklarına devam etmeye ikna etmek için mücadele eder. O, nefsini gemiemek için de mücadele eder. Nefsini günahtan doğacak azabla kor kutur. Düşman {şeytan) onu, yapmadığı, dolayısıyla tezzetini kaçırdığı günahlara çağırır. O da, günahtaki çirkinliği, Allah'ın onu hoşa gitmeyen şeylerden çekip, Allah'ın rızasına kavuşturacak şeylere yöneltmesinden ötürü, büyük lütufta bu lunduğunu hatırlar. Bu mücadele sürüp giderken Allah onu tasdik ederek yardı rnma koşar, nefsinin değerini düşürecek şehvetlerden alıkoyar. Bu yardım, Allah'a itaat etmeyi kotaylaştırana kadar sürer. Nitekim Allah bunu vaad etmiştir: "Hidii
yete erenlere gelince, Allah onların hidfiyetlerini artırmış ve takviiiarını {korunma vasıtala rını} vermiştir." [Muhammed, 47/17] Üçüncü kısım ise günahında ısrarlı, isyan ve unutkanlığa devam eden, nefsin arzusu galib gelmiş ve korkunun zayıf düşürdüğü kimselerdir. Bununla birlikte Allah tarafından, ölümden sonra tekrar diriltileceğine inanır. Günahkar olması bu düşüncesini perdelemez. Dirildikten sonra sorguya çekileceğini de ikrar eder. Sevab ve günahlarının onu, ebedi cennet veya cehenneme götüreceğini, Allah'ın dilediği kişilerin dışında kalanların ebedi cehennemde kalacaklarını da ikrar eder. Bu, kalbdeki lı:nanının ikrarıdır. Bu imanla, kalbinden inkarı uzaklaştırmış ve Rabb'ini doğrulamıştır. Buna rağmen, kalbi alıkoyan şehvetler onu düşünmekten, günah pası da zikirden alıkoyar. Ancak içinde, ahireti hatırlamak suretiyle lmanın hareketlendirmesinden doğan bir fikir vardır. Fakat kalbin katılığından ve peşpeşe gelen gaflet perdelerinden dolayı, bu inanç isitikrara kavuşacak bir mevzi bula maz. Böylelikle kalbi dünya işiyle meşgul olur. Allah korkusunu hatırlayamaz, dü şünmeye vakit bulamaz ve zikrin tadını tadamaz. Zikre nasıl yer kalsın ki, dünya meşgüliyetleri orda yer tutmak için kendisini zorlamakta ve hep gaflet galib gel mektedir! Bu insan, gaflette ısrara sebeb olan alakaları koparmaya muhtaçtır. {Bu
1072
tevbe-inabe-evbe
alakaları kopardıktan sonra} günahlarından Allah'a tevbe eder, {sözü edilen ko nularda} hataya sapmadan yetişen ve tevbe ile Yaratıcısına yönelen eski arkadaşla rına katılır. (Ri'aye, 19) * İst!dfld {ölüm için hazırlık} iki türlüdür: Birincisi, vacib olan hazırhktır. Bu, ölüm anında, pişmanlık duyanların hata ve günahlardan temizleyici bir tevbeyle tevbe etmeleridir. Çünkü, şayet kendisine "Şu anda öleceksin" denilse, kendisine ait tevbeye ihtiyaç gösteren bulduğu bir tek günahtan dolayı bile fırsat isteyecektir.
Tevbe etme ihtiyacı duyduğu bir tek günahı bile varsa, demek ki, Rabb'ine ka vuşmaya hazır değildir. Çünkü rUhunu almak için kendisine danışılmayacak, ölüm ona ansızın gelecektir. Eğer ölüm ona gelirse ve o günah kendisinde bulu nursa, Allah'ın gazabından emin olamaz. Allah'ın gazabını gerektirecek şeyleri ya pıp dururken, ölümün gaflet halinde aniden bastırmayacağından emin değilken, Allah' a kavuşmaya başka nasıl hazır olur? Allah'ın huzuruna O'nun hoşlanmadığı bir şeyle çıkma kaygısıyla korku içinde bulunan kimseler, ölüm gelip rUhlarınının önüne geçerek tevbeye manı olmadan, makbul olmayan bir nedametten hemen tevbeye koşarlar. Gaflet halinde ölüm ya kalamasın diye kendilerine acıyarak günahın peşinden hemen tevbe ederler. İşte bu, Allah'ın kullarına yapmalarını vacib kıldığı ölüm hazırlığıdır. İkincisi, nafile olan hazırhktır. Kalben ve bedenen üst seviyede çaba sarf etmek, ihtiyaçtan fazlasını dağıtmak gibi davranışlardır. Bunu "Yarın öleceksin" dense, bundan fazlasını yapmasının mümkün olmadığı {kadar geniş bir çapta olacak} ka dar yapmaktır. (Ri'aye, 73) * Allah Teala'nın yoluna girenierin ilk makamı tevbedir. { Ebu Yakub} Susi'ye tevbenin ne olduğu sorulunca şöyle cevab vermiştir: "Ilmin {Kur'iin ve Sünnet'in}
yerdiği şeylerden övdüğü şeye dönmektir." Sehl b. Abdullah'a {Tüsteri'ye} tevbenin ne olduğu sorulduğunda "Tevbe, güna hını unutmamandır" demiştir. Cüneydrh ise bu soruya "Tevbe, güniiiımı unutmandır" şeklinde cevab vermiştir. Susi'nin tarif ettiği tevbe, müridierin Hakk yoluna yeni yönelmiş, bazen kendi lehinde, bazen de aleyhinde hareket eden kişilerin tevbesidir. Sehl b. Abdullah'ın tarif ettiği tevbe, müridierin tevbesidir. Cüneyd'in tarif ettiği tevbe ise, günahını hatırıamayan tahkik ehlinin tevbesidir. Çünkü ilahi azarnet ve devamlı zikir ha linde bulunmaları, kalbieri üzerinde te'sir ettiğinden onların günahlarını hatırla maları bile mümkün olmaz. Ruveyın b. Ahmed'in tevbeyle alakah olarak "Tevbe, tevbeden bile tevbe etmektir" demesi de bunun gibidir. Zünnun' arlı tevbenin ne olduğu sorulunca "Aviimm tevbesi günii/ılarda n, lıavfissm tevbesi ise gafletten olur" şeklinde karşılık vermiştir. . .
tevbe-inabe-evbe
1 073
. . . Ebu Hüseyin Nuri de şöyle demiştir: "Tevbe, Allah'ın dışında kalan her şeı;den
tevbe etmektir." (Luma', 68) * Cüneyd b. Muhammed' e tevbenin m.3.hiyeti sorulunca "Günahını unutmandır" karşılığını vermiş, Sehl'e aynı soru sorulunca, o da "Günahını unutmamandır" de mişti. Cüneyd'in sözünün manası şudur: Günah olan fiilin zevkini ve izini kalbin den öylesine çıkarmalısın ki, rUhunda bundan eser kalmasın. Böylece hayatta bu günahı asla tanımamış biri haline gelirsin.
Ruveym "Tevbe, tevbeden tevbe etmektir" demiştir. Bunun manası Rabia'nın şu sözündeki manayla aynıdır: '"Ailalz'tan af dilerim ' sözündeki sadakatimin azlığından af
dilerim!" Hüseyin Megazili'ye tevbenin ne olduğu sorulduğunda "İnabe tevbesini mi, isticabe tevbesini mi soruyorsunuz?" dedi. Soru sahibi "İnabe tevbesi nedir?" diye so runca o, "Allah'ın senin üzerindeki kudretinin büyüklüğünü hissederek O 'ndan kor/anan dır" cevabını verdi. Soran "İsticabe tevbesi nedir?" diye sorunca da "Sana yakın oldu ğunu düşünerek Allalı 'tan haya etmendir" dedi. Zünnun, "Halkın tevbesi günahtan, Jıavassın (velllerin} tevbesi gafletten, enbiyanın {peygamberlerin} tevbesi de başkalarının nail olduğu şeylere ulaşmaktan acizliklerini gör mektendir" demiştir. { Ebu Hüseyin} Nuri demiştir ki: "Tevbe, Allalı'tan başka hatırladığın herşeı;den tevbe etmektir (arif Allalı 'tan başkasını hatırladığında tevbe eder} " İbrahlın Dekkak şöyle demiştir: "Tevbe, önceden Allah'a yüzü olmayan ense oldu ğun gibi, şimdi de ensesi olmayan yüz olmandır {eskiden O 'na nasıl sırt çeviriyorsan, şimdi de O'na asla arkanı dönmeı;ecek tarzda yüzünü çevirmendir}." (Ta'arruf, 64) * Tevbe hususunda kulun on haslete sahib olması gerekir: Birincisi Allah'a is yan etmemek ona farzdır. İkincisi masıyyetle imtihan olunursa, bunda ısrarlı ol mamasıdır. Üçüncüsü, masıyyetten dolayı Allah' a tevbe etmesidir. Dördüncüsü Allah'a karşı aşırılıklarından pişmanlık duymasıdır. Beşincisi ölene kadar itaat ederek istikamet yoluna bağlanmasıdır. Altıncısı cezadan korkmasıdır. Yedincisi mağfireti ümid etmesidir. Sekizincisi günahı itiraf etmektir. Dokuzuncusu tevbeyi ona Allah'ın takdir ettiğine ve kendisini bu yoldan döndürebileceğine inanmasıdır. Onuncusu ise, daha önce yaptıklarına keffilret olması için, salih amel işlemeye yö nelmesidir. (Küt, I, 170) •• Hasan Basri'ye tevbe-i nasühun ne olduğu sorulduğunda şöyle cevab vermiş tir: "Tevbe-i nasüh, kalb/e pişman olmak, dille istiğfiir etmek, bedenen yasak Jiilleri
terketmek ve bunlara dönmemeı;e azmetmektir." Ebu Muhammed Sehlrh şöyle demiştir: "İnsanlara tevbeden daha gerekli bir şey yoktur. Yine onlar için tevbe bilgisini kaybetmekten daha şiddetli bir ceza da yoktur." Yine o şöyle demiştir: "' Tevbe farz değildir' diyen kiifir olur. Onun bu sözüne rıza gösteren de
1074
tevbe-inabe-evbe
kafir olur." Yine o, lbir başka münasebetle} şöyle demiştir: "{Gerçek} tevbekiir, her an ve her nefeste, tiiatlardaki gajletinden tevbe eden kimsedir." (Küt, I, 179) * Ebu Muhammed Sehl şöyle der: "Mübtedi {tasavvuf yolunun başında olan} mü ride emredilen ilk şeı; tevbedir. Bu, yerilen hareketleri övülen hareketlere döndürnıektir. B u kişi nefsine halvet, samt {susmak} gibi şeı;ler yükler. Bu kişinin tevbesi, ancak lıeliil yemekle sahi/ı olur. Ama o, Allalı Teiilii'nın /ıalktaki ve kendisi üzerindeki hakkını edii etmedikçe, /ıelal lokma yemeye gücü yetmez. Bu da, hareket ve sükununım ancak ve ancak Allalı ile olması ve salih arneller yüzünden istidriicdan {aldanıp sapıtmaktan} emin olmanıasıyla m ümkün olabilir. Tevbenin hakıkati, kişinin kendi aleyhinde olan salıaya girmernek için le hinde olan şeı;leri {nimetleri} bir kenara bırakmasıdır. Bunu ebedi olarak ertelememeli, an cak içinde bulunduğu vakitte kendisini tevbeyle mükellef kı/malıdır." (Küt, I, 181) * Zünm1n'a tevbenin ne olduğu sorulunca "Aviimm tevbesi günahlardan, haviisszn tevbesi ise gajletten olur'' şeklinde karşılık vermiştir. (Kuşeyri, 9) * Tevbenin birtakım sebebleri, dereceleri ve kısımları vardır. Bunlardan ilki, kalbin gaflet uykusundan uyanması ve kulun içinde bulunduğu kötü hali görmesi dir. Bunların hepsine Hakk Teala'dan kalbe gelen yasaklayıcı emirleri dikkatlice dinleyerek Allah'ın tevfikiyle lmuvaffak kılmasıyla} ulaşılır. Hadiste "Her müslüman kişinin kalbinde Allah'ın bir viiizi bulunur" [Müsned, IV, 182; Deylemi, Il, 429] buyurulmuştur. Başka bir hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Şüblıesiz ki be
dende bir et parçası vardır; o iyi olursa bütün beden iyi olur, o bozulursa bütün beden bo zulur. Dikkat edin o et parçası kalbdir." [Buhari, lman, 39; Müslim, Müsakat, 20] İnsan yaptığı şeyin boş olduğunu kalbi ile düşünür ve işiernekte olduğu çirkin fiilleri görürse, kalbinde tevbe etme ve çirkin fiillerden kurtulma arzusu doğar, o zaman Hakk Teala azmi lgayretin yönünü} düzeltmeyi, güzel bir dönüş yapmayı ve tevbe sebeblerine hazırlıklı olmayı nasib eder. Bunun ilki, kötü insanlarla arka daş olmayı terketmektir. Çünkü insanı bu maksaddan uzaklaştıran ve verilen sağ lam karar konusunda şübhelere düşüren kötü arkadaştır. Bu gayeye, ancak sürekli olarak müşahede makamiarına ulaşınaya gayret et mekle varılabilir. Kulun tevbeye olan rağbeti bu gayret neticesinde artar ve kendi sini azınettiği şeyi tamamlamaya çağıran havf ve redsını kuvvetlendirici mahi yetteki hisleri çoğalır. işte bu esnada, kalbinden, üzerinde bulunduğu çirkin füller hususundaki ısrar düğümü çözülür. Nefsini, yasaklanmış olan fiillerle meşgul ol maktan bu sayede alıkoyar ve onun dizginlerini eline alarak, onu şehvetlere uy m aktan uzaklaştırır. Böylece, içinde bulunduğu halde hata yapmaktan uzaklaşır, gelecekte de bu hataların benzerlerine dönmernek üzere azınini keskinleştirir. (Kuşeyri, 49)
* Cüneyd demiştir ki: "Tevbenin üç manası vardır: Birincisi pişmanlık, ikincisi Al lalı'ın nehyettiği şeyleri tekrar işlememeı;e azmetmek, üçüncüsü ise işlenen haksızlıkları teliifi etmek için çaba sarfetnıektir."
tevbe-inabe-evbe
1 075
Sehl b. Abdullah !Tüsteri} de şöyle der: "Tevbe 'İleride yaparım' sözünii
terketmektir {emir ve yasakların gereğini yapmayı ertelememektiri." Ebu'I-Kasım Cüneydrh şöyle de söylemiştir: "Bir gün Seri Sakati'ninr'' yanına gir dim. Yüzünde bir değişiklik gördüm. 'Sana ne oldu ? ' dedim. Şöyle dedi: 'Bana bir genç geldi ve tevbenin ne olduğunu sordu. Ona 'Günahını unutnıamandır' dedim. Bana itiraz etti ve 'Bilakis tevbe günahını unutmandır' dedi. Bunun üzerine ben de 'Bana göre de işin doğrusu gencin dediği gibidir' dedim." !Ve bundan sonra Cüneyd} şöyle dedi: "Cefii hiilindeyken, beni vefa hiiline nakletti. Safii hiilinde cefiiyı hatırlamak cefa olmaz mı?" !Bu nun üzerine Seri} sustu. Aynı şekilde, Sehl b. Abdullah da lTüsteri de}rlı Seri gibi cevab vermiştir. Ebu Nasr Serrac {Tı1si} şöyle der: "Selıl, bazen kendi lehlerinde, bazen de aleyhlerinde hareket
eden {bazen tevbe eden, bazen tevbelerini bozan} müridierin hallerine işiiret etmiştir. Ciineyd ise muhakkiklerin tevbesine işiiret etmiştir. Onlar, Allalı'ın � azametinin ve sü rekli zikrin kalbierine galib gelmesinden dolayı günahlarını hatırlamazlar." (Kuşeyri, 50) * Bı1şenci'ye "Tevbe nedir?" diye sorulunca şu cevabı vermiştir: "Günahını hatır lar da, o ha tırlama anında o günalıtan hoşlanmazsan, işte o tevbedir." . . . . . . İbn Ata demiştir ki: "Tevbe iki türlüdür: İnabe tevbesi ve isticabe tevbesi. Kulun
Allah'ın vereceği ceza korkusu ile yaptığı tevbe iniibe tevbesi; Allah'ın kereminden lıayii ederek yaptığı tevbe ise isticiibe tevbesidir." (Kuşeyri, 51) * Tevbe sözlükte "rücu {dönmek}" manasma gelir. "Tevbe etti" sözü "Döndü" de mektir. Allah'ın nehyettiği şeylerden Allah'ın güzel emirlerine dönmek tevbenin hal<ıkatidir. (Hücviri, 351) * Tevbenin üç sebebi vardır: İlk olarak, kalbi ceza görme korkusu istila eder, çirkin filler işleme üzüntüsü hakim olursa, nedamet meydana gelir. Ikinci olarak, {ilahi ve uhrevi} nimetiere rağbet kalbe galib olur. Çirkin arnellere yönelmek ve emirlere karşı gelmekle bu nimetin elde edilerneyeceği anlaşılırsa, bu nim eti elde etme ümidiyle beraber pişmanlık da duyulur. Üçüncüsü "Allah yaptıklarımı görü yor'' diye haya etmek ve {O'nun emirlerine} muhalefet etmekten pişman olınaktır. Bu üç tevbe türünden ilkini yerine getiren tiiib, ikincisini yerine getiren münib, üçüncüsünü yerine getiren evviibdır. Tevbenin üç makamı vardır. Birincisi tevbe, ikincisi inabe, üçüncüsü evbedir. Tevbe ceza korkusu, iniibe sevab taleb etmek, evbe ise emre uymaktır. Çünkü tevbe avaının makamıdır ve büyük günahlardan olur. Çünkü Hakk Teala "Ey mii'minler Allah'a tevbe-i nasulı ile tevbe ediniz" [Tahrim, 66/8] buyurmuştur. İnabe, mukarreblerin ve veli:lerin makamıdır. Onun için Allah şöyle buyurmuştur: "Kim
Ralıman olan Allah'tan gıyiiben {Allah'ı görmediği hiilde} korkar ve inabeli bir kalb ile ge lirse, . . . {onun için cennet vardır}" [Kaf, 50/33] Evbe ise peygamber ve resfıllerİn ma kamıdır. Bundan dolayı Allah Teala "{Dfivud} ne iyi bir kul idi. Daima evviib ve evbe sahibiydi" [Sad, 38/3] buyurmuştur. (Hücviri, 351-352)
tevbe-inabe-evbe
1076 *
Tevbe, büyük günahlardan taata, iniibe, küçük günahlardan mehabbet haline,
evbe ise nefsten Allah Teala'ya dönüştür. Büyük günahlardan A llah'ın emirlerine dönen kimse, şeytanm iğvalarmdan {dürtülerinden), vehimden mehabbet haline dönen kimse ve netsinden Hakk'a dönen kimse arasındaki fark açıktır. (Hücvlr!, 352) * Tevbe, rabbiini bir teyid {destek); meiis! {günahlar), ise cismfıni fiillerdir. Piş manlık kalbe girince, cesette kalbin pişmanlığını giderecek hiçbir alet kalmaz . . .
. . . Tevbe üç kısımdır: Birincisi hatadan sevaba {doğruya); ikincisi sevabclan esvebe {daha doğru olana); üçüncüsü ise nefsten Hakk'a dönmektir. (Hücviri, 354) •• Zünnun Mısrirh şöyle der: "Tevbe iki tiirlüdür: İniibe tevbesi ve isticiibe tevbesi.
Kulun Allah'ın cezasından korktuğu için yaptığı tevbe iniibe tevbesi; Allah'ın kereminden hayii ederek yaptığı tevbe ise isticiibe tevbesidir." Havf, celalin keşfinden meydana gelir. Haya, cemiilin görülmesinden ortaya çıkar. Şimdi birisi, korkusunun ateşi yüzünden celalde yanmakta; diğeri ise haya sının nurundan cemiilde parlamaktadır. Bu sebeble, biri onun sekri; diğeri ise deh şeti içinde bulunmaktadır. Haya ehli olan sekr; havf ehli olan sahv sahibidir. (Hücviri, 356-357) ·• Tevbe, masıyyetten taata, nefsten Hakk'a dönüştür. Günah işleyen tevbe eder. Kulların günahı emre, dostların cürmü ise iradeye muhalefet etmektir. Yine kulla rın günahı günah işlernek dostlarm günahı kendi mevcudiyetlerini görmektir. Hatadan sevaba {doğruya) dönene "tiiib {tevbekiir}" derler. Sevabclan esvebe {doğ rudan daha doğruya ) dönene de "iiıJib {evbe sahibi}" derler. (Hücvir!, 474)
•• Allah Teala buyuruyor ki: "Kim tevbe etmezse, işte onlar ziilimlerin ta kendileri dir." [Hucurat, 49/11 ) Şu halde tevbe eden kişiden zulüm ismi sakıt olur. Tevbe, an cak günahın marifetinden {anlaşılmasmdan) sonra sahih {mümkün) olur. Günahın marifeti de günahtaki üç şeye bakmandır: Günahı işlediğin esnada, sana masumi yet sıfatını kaybettirmesine, günah işlemeye muvaffak olduğunda hissetliğin ra hatlamaya, Hakk'm nazarı altında gölgelendiğin halde o günahta ısrar etmekten geri durmamana. Tevbenin şartları üç şeyden meydana gelir: Pişmanlık, özür dilemek ve {kötü hareketleri) terk etmek. Tevbenin hakikati de üç tanedir: İşlenen suçu büyük gör mek, tevbe sırasında nefsi itharn etmek, (hakkını çiğnemiş olduğu) mahluklardan özür dilemek Üç şey de tevbenin hakikatlerinin sırlarını oluşturur: Güvenilebilecek işleri al danışlardan ayırd edebilmek, suçunu unutmak, ebedi olarak tevbeden de tevbe etmek {bir daha tevbe etmeyi gerektirecek harekete dönmernek ve buna tevbe etti ğine bile tevbe etmek, hiç hata işlememiş gibi olmak}. Çünkü taib {tevbe eden}
tevbe-inabe-evbe
1077
bütünüyle Allah TeaJa'nın şu sözüne dahildir: "Hepiniz Allah'a tevbe ediniz, el) imiin
edenler" [Nur, 24/31] Böylece Allah Teala, tevbe edene de tevbe ebneyi emrebniştir. Tevbenin sırlarındaki incelikler de üç tanedir: Bunların ilki suçuna ve {bu suçla alakah olarak} yaşadığı hadiseye bakmaktır. Böylece, Allah Teala, tam günahı işie yeceği sırada kendisinin bundan vazgeçmesini sağlayınca, O'nun bu husustaki m uradmı anlamış olur. Şu halde Allah Teala, kulunu günah karşısında, ancak iki manadan dolayı ser best bırakır: Bunlardan birincisi kulun, O'nun kazasındaki izzetini, (günahını} ört mesindeki iyiliğini, günah işlemeye kalkıştığında, kendisine müddet vermesindeki hilmini, günahtan dolayı kulunun özrünü kabUl ebuesindeki keremini ve kulun günahı tanıması hususundaki fazlım anlaması içindir. İkinci latife; (kulun kendisine destek olacak} sadık bir destekçinin, (bütün iyiliklerini silip süpürecek ve} hiçbir iyiliğini bırakmayacak bir kötülüğün işlenme sini istemesinin imkansız olduğunu bilmesidir. Çünkü bunu yapmakla o destekçi, bir yandan nlıneti görerek hareket ederken, diğer yandan nefsin ve arnelin nok sanlığını istemiş olur (ki böyle bir şey de imkansızdır}. Üçüncü latife ise şudur: Kulun hikmetleri müşahedesi, bütün manalardan hik metler manasma yükseldiği için, iyilikleri güzel, kötülükleri de çirkin bulmaz. Avamın tevbesi taatını fazla görmekten tevbedir. Bu {hata} onu üç şeye götü rür: Günahının örtülmesi ve kendisine (tevbe ebnek için} müddet verilmesi nırne tini inkar ebnek, {sevabından dolayı} kendisinin Allah Teala üzerinde hakkı bu lunduğunu görmek, ceberutun {isyankarlığın} ta kendisi olan istiğna (Allah'a muhtaç olduğunu görmeme} ve {bu sebeble} Allah Teala'ya karşı gelme. Evsatın (tevbe hususunda vasat ya da ortadaki insanların} tevbesi, masıyyeti küçük görmekten tevbe ebnektir. Bu da cür'et ve mücadelenin ta kendisi olup, sa dece inada sarılmak ve düşmanlığı sürdürmekten ibarettir. Havassın tevbesi vaktin heba edilmesinden dolayıdır. Bu (hata}, noksanlığa götürür, murakabe nürunu söndürür, sohbet (dostluk} havuzunda bulanıklığa se bebiyet verir. Tevbe makamı, ancak neticede Hakk'ın dışındaki her şeyden tevbe etmekle, sonra bu tevbedeki illeti görmekle, daha sonra da bu illeti de görmekten tevbe et mekle tamamlanabilir. (Meniizil, 7) * Allah � buyurmuştur ki: "Rabb'inize dönün!" [Zümer, 39/54] İniibe {dönüş} üç türlüdür: {Kişi, } nasıl özür dileyerek {hatasından} dönüyorsa, ıslah yoluna girerek de Hakk'a dönmesi; nasıl O'na ahd ederek dönüyorsa, (ahdinde} vefa ederek de dönmesi; yine nasıl O'na icabet ederek dönüyorsa, hali itibariyle de O'na dönmesi dir { içiyle ve dışıyla tam olarak O'na yönelmesidir} .
1078
tevbe-inabe-evbe
{Bunlardan} ıslah yoluna girerek O'na dönrnek üç kısma ayrılır: Tabi olduğu {her türlü kötü} işten sıyrılrnak, {başına gelen} tökezlernelerden dolayı acı duymak, geçmişte kaybettiklerini telafi etmek O'na vefa ederek dönrnek de üçe ayrılır: Günahın lezzetinden ihlasla vetaya dönmek; nefsinden ürnidli olduğu halde gaflet ehli hakkında korktuğu için, onları küçümserneyi terk ederek vefaya dönmek; {Hakk uğrunda yaptığı} hizmetteki ku surları incelerne hususunda vetaya dönrnek Hal itibariyle O'na dönrnek de üçe ayrılır: Arnelinden ümidini kesrnek; {fiille rini işleme hususunda tam olarak hür olmayıp hakikatte o arnelleri işlemeye} mec bur olduğunu bizzat görmek; O'nun sana lütuf şimşeklerini beklemek. (Meniizil, 8)
'� Tevbe, sıra ile üç şeyin birleşme ve intizarnından meydana gelen bir rnanadan ibarettir. Bunlar da ilim, hal ve füldir. Önce ilim, sonra hal, sonra da fiil gelir. Bi rinci ikinciyi, ikinci de üçüncüyü gerektirir ki bu, Allah'ın mülk ve rnelekutunda değişmeyen sünnetidir. İlirn, günahın büyük zararlarını, kul ile sevdikleri arasına giren bir perde oldu ğunu bilmektir. Bunu böylece kalbden kesin olarak bildiği zaman, sevdiğini kay bettiği için içinde bir elem duyar. Çünkü sevdiğini kaybeden kalbe mutlak surette acınır. Eğer kusur kendisindeyse elerni daha da çoğalır. Sevdiğini kaybetmesine sebeb olan bu işinden dolayı duyduğu acıya "nediimet {pişmanlık}" denir. Bu acı kalbi iyice kapladığı zaman, bundan yeni bir durum meydana gelir. Buna da "lıiil {şimdi}, miizz {geçmiş} ve istikbiil {gelecek} ile aliikalı olan bir işi iriide ve kasd etmek" denir. Hal ile alakası yapmış olduğu kusuru hemen terketmektir. İstik bal ile alakası sevdiğinden kendisini ayıran bu kötü işi ebediyyen yapmamaya az rnetmektir. Mazi ile alakası ise elinden kaçırdığı şeyi, onarması mümkünse onarıp kaza etmekle telafi etmeye çalışrnaktır. İşte ilim birincisidir ve o, bu hayırlara rnuttalldir, onları bilir. Bu ilirnden rnak sadırnız da iman ve yal<ındir. Çünkü iman, günahların öldürücü bir zehir oldukla rını tasdikten, yakin de, bu tasdiki teyid, şübheyi ondan uzaklaştırarak kalbe onu yerleştirmekten ibarettir. Bu imanın nuru kalbde parladığı an orada nedarnet ate şini yaktırır. Kalb iman nfuu ile sevdiğinden uzaklaştığını anlayınca buna üzülür. Karanlıklar içerisinde kıvranan bir kimseye güneşin doğması gibi veya uzaktan sevgilisini tehlikede görür görmez heyacanından adeta helak olacak bir duruma gelen kimse gibi, bu kişinin de sevgi ateşi kalbini yakrnalı; kaybettiği şeyi bu ateşle tedarik etmelidir. Dernek ki ilim, nedarnet ve kasd; hal ve istikballe alakah şeyleri bırakıp rnaziyi telafi etmeye götüren ve birbirini takib eden üç rnefhurndur. Bunların hepsine bir den "tevbe" denir. Çoğunlukla sadece pişman olmaya "tevbe" denir de, ilim onun rnukaddirnesi, terk ise onun neticesi olarak gelir. (İhyii', IV, 4)
tevbe-inabe-evbe
1079
* Tevbe, günruu terketmektir. Bir şeyin terki ancak onu tanıdıktan sonra müm
kün olur. Tevbe vacib ise ona ancak vacib ile ulaşılır. O halde günahları tanımak da vacibdir. Günah, yapmak veya yapmamak cinsinden olsun Allah'ın emrine muha lif olan her şeydir. (İhya', IV, 20) •• MeMi { günahlar}: İnsanın her günün sabahında yedi organını inceden ineeye denetlernesi gerekir. Sonra bütünüyle bedenini denetlernesi lazımdır. O esnada günahlada kirlenmiş midir? Öyleyse onları terketmelidir. Dün günaha karışmış mıdır? O halde terketmek veya pişman olmak suretiyle onu gidermelidir. (İhya', V, 167) * Ey talib! İbadet etmen gereklidir. Allah seni tevbe yapmaya muvaffak kılsın! Bu iki şey için olur: Birincisi, taata muvaffak olabilmek için tevbe etmen gerekir. Şübhesiz günahların kötülüğü mahrUıniyet doğurur. Bunun ardından aşırılık gelir. Günahlar Allah'a taata yürümeye, O'na hizmet etmeye mani olur. Çünkü günahla rın ağırlığı hayırlara atılmaya ve taatlar hususunda istekli olmaya manidir. Gü nahlarda ısrar etmek kalbi karartır. Böylece kalbi karanlık ve kasvet içinde bulur sun. Orada bir kurtuluş, saflık, lezzet, tatlılık bulamazsın. Eğer Allah merhamet etmezse, bu kalbin sahibi küfre gidebilir. Ne tuhaftır! Böyle kötü ve kasvetli bir haldeyken, taata nasıl muvaffak olsun! Masıyyette ısrar ederken ve zalimliğe de vam ederken nasıl hizmet iddiasında bulunsun! Her türlü rezillik ve pisliğe bat mışken nasıl münacata yaklaşsın! İkincisi, ibadetinin kabUl olunması için tevbe etmen gerekir. Şübhesiz dillin Rabb'i hediye kabul etmez. İşte masıyyetlerden tevbe etmek ve hasım olduğu kim selerin rızasını kazanmak farzdır, gereklidir. Niyet edilen ibadetlerin çoğu nafile dir. Dillin herhangi bir emrini yerine getiremediğİn bir hal sende varken, {nafile olan} bağışın nasıl kabUl edilsin! Bundan dolayı sen yasak fiilde ısrar ederken, he lal ve mübah fiili nasıl terkedersin! Allah korusun! Sana kızgınken O'na nasıl dua eder, O'nu nasıl översin! İşte bu masıyyette ısrar eden isyankarların açık halidir . . .
. . . Tevbe kalb hallerinden biridir. Ulemaya göre tevbe kalbi günahtan temizle mektir. Şeyhimiz {Ebu Ali Farmedi?}rh tevbeyi şöyle tarif eder: "Tevbe, Allah'ı ttızinı den dolayı ve O'nun öfkesinden sakınarak, benzeri hiçbir sfJ.reti olmayacak derecede {tevbe etmeden önce} geçmiş olan günah işleme arzusunu terk etmektir." O halde bunun dört şartı olmalıdır. Birincisi günah arzusunu terk etmektir. Bu, terk edişin kalbe iyice yerleşmesi ve bir daha o günaha dönmemeye azın etmesidir. Nefsinde bazen ona dönme hissi bulunduğu halde veya buna azın edemeyip tereddüd içinde olduğu halde o günahı terk etmezse, o zaman ara sıra günahı iş lemek kaçınılmaz hale gelir. O zaman da, o günahtan kaçınamayan ondan tevbe etmiş olmaz. İkincisi, benzeri geçmiş bir günahtan tevbe etmesi gerekir. Çünkü daha önce bu günahın bir benzerini işlememiş olsaydı, taib {tevbe eden} değil, muttaki olması
1080
tevbe-inabe-evbe
gerekirdi. Görmüyor musun Hz. Peygamber'in �' küfürden muttakl [korunmuş} olduğuna dair görüş sahihtir, ama onun küfürden tevbe ettiğine dair görüş ise sa hih değildir. Şu halde, Hz. Peygamber $ önceki halinde de küfür işlememiştir. Hz. Ömer b. Hattab'a � gelince, o önceden küfür içinde bulunduğundan, küfürden tevbe etmiş olduğu doğrudur. Üçüncüsü, önceden yaptığı şeyin, sılret [şekil} değil, derece ve mertebe bakı mından arzulamayı terk ettiği günahın benzeri olmasıdır. Görmüyor musun, ön ceden zina ve yol kesrnek gibi fiilieri işleyen, iyice kocamış yaşlı bir adam, bunlar dan tevbe etmeyi istediğinde tevbe onda mekan tutar, çünkü başka çaresi yoktur. Tevbe kapısı ona kapanmamıştır, ama zinayı ve yol kesme arzusunu terk etme kudretine sahib olması mümkün değildir. O an bunları yapmaya gücü olmayabilir. O halde arzu ettiği şeyi terk etmeye de gücü yoktur. Bu durumda onun, fiilini terkeden ve ondan kaçınan kişi olarak vasfedilmesi doğru olmaz. Çünkü o, bu fiili yapmaktan acizdir, o fiili işlemeye gücü yetmez. Ancak, derece ve mertebe bakı mından zina ve yol kesme fiilierinin yalan, iftira, gıybet gibi benzerlerini yapmaya gücü vardır. Günahların her biri kendi miktarınca birbirinden farklı olsa bile, bunların hepsi masıyyettir. Bu fer'i masıyyetlerin tümü derece itibariyle birdir. Bunlar bid'at derecesinin altındadır. Bid'at derecesi de küfür derecesinin altında yer alır. Bundan dolayı bu kişinin, bugün şekil itibariyle benzerlerini işlernekten aciz olduğu zina, yol kesrnek ve sair günahlardan tevbe etmesi sahihtir. Dördüncüsü de, dünyevi bir arzu, insanlardan korkma, övülmeyi isteme, bir makama ulaşma, nefsteki bir zafiyet, fakirlik gibi sebeblerle değil de, sırf Allah' ı � tazirnden dolayı, O'nun kızgınlığından ve cezasının yakıcılığından korkarak gü nahı isterneyi terk etmektir. (Minhac, 9) * Tevbenin üç mukaddirnesi vardır: Birincisi, günahların çirkinliğindeki son noktayı; ikincisi Allah'ın � cezasını ve günaha karşı olan kızgınlık ve gazabının tahammül edilemeyecek kadar elem verici olduğunu; üçüncüsü ise bu konuda za yıflığını ve hayanın azlığını hatırlamandır. Güneşin sıcaklığına, polisin tokadına ve karıncanın ısırmasına tahammül edemeyen kimse cehennemin ateşinin sıcaklığına, zebanilerin kamçılarına, yılanların ısırmasına, akreblerin sok.masına nasıl taham mül edecektir?! (Minluic, 10) * Tevbe, lugatte "dönmek'' demektir. "Tdbe fülanün min keza (Falan tevbe etti}" demek "Falan, o şeyden döndü" manasındadır. Şer'i manada tevbe, dinde yerilen fiil lerden, övülen fiillere dönmek; günah ve masıyyetlerin öldürücü, Allah'tan ve cennetinden uzaklaştırıcı olduğunu bilmek; Allah'a ve cennetine yaklaşmak için onları terk etmektir. (Gımye, I, 1 16) * Tevbenin üç şartı vardır: Birincisi dine muhiHif olarak işlediği günahlara piş manlık duymaktır. Hz. Peygamber .$ "Tevbe pişmanlıktır" sözüyle bunu ifade et miştir. Sahih bir pişmanlığın alameti kalbdeki rikkat {incelik} ve gözyaşının çoklu ğudur.
tevbe-inabe-evbe
1081
İkincisi tüm hallerde ve anlarda hataları terketmektir. Üçüncüsü işlediği günah ve hataların ldeğil kendisine} bir benzerine {bile} dönınemeye azın edip karar vermektir. İşte bu, kendisine tevbe-i nasılhun ne ol duğu sorulduğunda, Ebu Bekr Vastti'nin verdiği cevabın manasıdır. Demişti ki:
"Sahibinde günahın gizli ya da aşikô.r herhangi bir izinin {ya da te'sirinin} kalnıanıasıdır." Tevbesi nasllh olan kimse, nasıl sabahiayıp akşamladığına aldırış etmez. Pişman lık, azmi ve yönelmeyi doğurur. Azim, işlediği günahlara bir daha dönınemektir. Çünkü o {tevbe eden kimse}, pişmanlık sayesinde günahların, kendisiyle Rabb'i arasında ve dünya sevgisiyle sellın ahiret akıbetieri arasında perde olduğu husu sunda elde ettiği bir bilgiye sahibdir. (Gunye, I, 122) •• Tevbe iki türlüdür: Biri kul hakkıyla, . . . ikincisi ise seninle Allah arasındaki şeylerle alakalıdır. Bu, dille istiğfar, kalble pişman olmak ve bir daha o günahı iş lememeye azın etmek suretiyle gerçekleşir.
Zulümden tevbe eden kişi, iyilikleri artırmaya kemal derecede gayret etsin ki, kıyamet günü sevablarından alınıp zulmettiklerinin terazisine konulduğunda kendisine de yeteri kadar kalsın! Kullara zulmü miktarınca iyiliklerini de artırsın! Aksi takdirde başkasının günahı sebebiyle kendisi helak olacaktır. Bu durum, ömrü zulüm yaptığı müddete göre uzun olsa da, tüm ömrünü iyilikler içinde ge çirmeye sebeb olur. Fakat nasıl olur ki? Ölüm gözetlemektedir. Bazen eceli yaklaşır da, temenn1 ettiği şeylere ulaşamadan ecel onu seçer. Denilmiştir ki: "Anıelin ilıliisı, niyetin tashihi {düzeltilmesi} ve yediği loknıanzn he liilliği . . . " İşte bunlara girişıneli ve çokça gayret göstermelidir. Bütün bunları ve zul mettiklerinin adlarını tek tek yazmalı, {helallik almak için} bulundukları memleket ve şehirlere gidip dolaşmalı, onları arayıp bularak onlarla helalleşmeli ve onların haklarını eda etmelidir. Onları bularnazsa haklarını varisierine ödemelidir. İşte böyle bir insan Allah'ın azabından korkar, rahmetini ümid eder. Mevla'sının sevmediği her şeyden tevbe eder. O'na canla başla itaat etmeyi ve O'nun rızasını arzular. Bu haldeyken ecel onu yakaladığında, !yaptıklarının} ecrini vermek Allah'a aittir. ( Gımye, I, 127-128) * Tevbe-i tiiibi ltevbe eden kişinin tevbesini ya da kişinin tevbe ettiğini] dört şey den anlarsın: Bunlardan birincisi, dilini boş şeylerden, gıybetten, laf taşımaktan ve yalandan korumasıdır.
İkincisi, kalbinde hiç kimseye karşı hased !kıskançlık} ve düşmanlık bulama masıdır. Üçüncüsü, kendisini maksadından uzaklaştıracak, azminin sağlamlığında bu lanıklıklara sebebiyet vererek kendisini maksadına ulaşmaktan alıkoyacak ilivan dan ayrılmaktır. Bu gayeye, ancak sürekli olarak müşahede makamiarına ulaş maya gayret etmekle varılabilir. Kulun tevbeye olan rağbeti bu gayret netkesinde
1082
tevbe-inabe-evbe
artar ve kendisini azınettiği şeyi tamamlamaya çağıran havf ve redsını kuvvetlen dirİcİ mfıhiyetteki hisleri çoğalır. İşte bu esnada, kalbinden, üzerinde bulunduğu çirkin fiiller hususundaki ısrar düğümü çözülür. Nefsini, yasaklanmış olan fiillerle meşgul olmaktan bu sayede alıkoyar ve onun dizginlerini eline alarak, onu şeh vetlere uymaktan uzaklaştırır. Böylece, içinde bulunduğu halde hata yapmaktan uzaklaşır, gelecekte de bu hataların benzerlerine dönmernek üzere azınini keskin leştirir. Dördüncüsü de, pişman olduğu geçmiş günahlarından mağfiret dileyerek ve Rabb'ine taat hususunda gayret ederek ölüme hazır olmasıdır. (Gunye, I, 140)
* Ebu Ali Dekkak demiştir ki: "Tevbe üç kısımdır: Başı tevbe, ortası iniibe ve sonu evbedir. Tevbe bidiiyet {başlangıç}, iniibe viisıta {ara, orta}, evbe ise nihayettir {sondur}. Ukubetten havf ederek {ceza korkusımdan dolayı} tevbe eden kimse tevbe sahibi, seviib ar zulayarak Vetja ikabdan rehbet ederek {hesaba çekilmekten korkarak} tevbe eden kimse iniibe sahibi, sevab veya ceza korkusuyla değil de, emri yerine getirmek süretiyle tevbe eden kimse ise evbe saJıibidir." (Gunye, I, 141) * Makamat, kulun ibadetler konusunda Allah Teaiii'nın huzurundaki manevi yeridir. Nitekim Allah Teala buyurmuştur: "Bizim her birimiz için bilinen bir makanı vardır." [Saffat, 37/164] İlki kulun gafletten sıyrılması demek olan in tibahtır. Sonra, hataya düştükten sonra çokça istiğfar ve nedamete devam ederek Allah'a dönrnek demek olan tevbe gelir. Tevbenin sonrası gafletten zikre !hatırlamaya} dönrnek ına nasındaki iniibedir. Denildi ki: "Tevbe korku, iniibe ise ümid ve arzudur." Yine denildi ki: "Tevbe ziihirde, iniibe ise batındadır.... " (Adab2, 21)
* Tevbe, tüm makamların temeli ve dayanağı, her halin anahtarıdır. O, ilk ma kamdır ve bina için olan arsa mesabesindedir. Arsası olmayanın binası olmaz. Tevbesi olmayanın da hali ve makamı olmaz. ('Aviirif, 277)
* İnabe, başka bir şeyden değil, Allah'tan yine Allah'a dönrnektir. Başka bir şey den Allah'a dönen kişi, inabenin iki hususiyetinden birini kaybetmiştir. Münib !inabe sahibi}, her zaman hakikat üzere olan, Allah'tan başka dönecek yeri olma yıp, Allah'tan yine Allah' a dönendir. Sonra bu dönüşünden de döner, Hakk'ın hu zurunda, davranışlarındaki eksiklikleri görme ve nefsine muhalefet halinde Hakk'ın Zat denizinde cem' haliyle müstağrak olur. Artık hiçbir vasfı kalmayan adeta bir gölge, bir hayal gibi kalır. Bu hal, mücahede, riayet ve mücadelenin ger çekleşmesinden sonra meydana gelir. ('Aviirif, 279) ,. Sabrın hakikati, nefsin itminana ermesiyle; onun itmınana ermesi, nefsin tez kiyesiyle; nefsin tezkiyesi ise, tevbe etmekle ortaya çıkar. Nefs tevbe-i nasıl/ı ile tez kiye edildiği !samim1 bir şekilde tevbe ederek temizlendiği} zaman, ondaki bütün tabi! çirkeflikler gider. Sabır azlığı, nefsin içindeki çirkefliklerden, bunlar sayesinde !doğru olan şeyden} yüz çevirmesinden ve isyan etmesinden dolayıdır.
tevbe-iniibe-evbe
1 083
Tevbe-i nasuh nefsi yumuşatır ve onu çirkef tabiatından çıkarıp yumuşamaya sevk eder. Çünkü nefs, muhasebe ve murakabe ile berraklaşır, onun tutuşan ateşi ise hevaya uymakla söner. Yine nefs, itmi'nan haliyle rıza mahal ve makamına ula şır, kaderin akışı karşısında mutmain olur. ('Avarif, 280) * Hasan Megazili'ye tevbenin ne olduğu sorulduğunda "Bana inabe tevbesini mi, isticabe tevbesini mi soruyorsunuz?" dedi. Soran kişi de "İniibe tevbesi nedir?" şeklinde sorunca o "Allah'ın senin üzerindeki kudretinin büyüklüğünü hissederek O'ndan kork mandır" cevabını verdi. Soruyu soran tekrar "İstic/:ibe tevbesi nedir?" diye sorunca bu defa da "Allah'ın sana olan yakınlığını yürekten duyarak O 'ndan utannıandır" diye kar şılık verdi. Bu sözlerde ifade edilen isticabe tevbesi, bir kulda tahakkuk ettiği {ger çekleştiği} zaman, o kul, namaz kılarken kendisini meşgul eden Allah'ın dışındaki her şeyden istiğfih eder. Bu tevbe kurb ehlinin batınianna gerekli olan bir tevbedir. ( 'Aviirif, 283) * {Ebu Yakub } Susi'ye tevbenin ne olduğu sorulunca şöyle demiştir: "Tevbe, il min {Kur'iin ve Sünnet'ini yerdiği şeıjlerden övdiiğiı şeıje dönmektir." Kendısine ilmin bütün sarahati keşf ettirilmiş kimseye göre bu vasıf, zahiri ve batını içine alan umUıni bir sıfattır. Çünkü, güneşin doğuşuyla ortada gece kalmaması gibi, ilimle birlikte cehalet de bulunmaz. Bu durum, umUıni ve husus! bütün yönleri ile tevbenin kısımlarını içine alır. Bu ilim, tevbenin umUıni ve hususi bütün vasıfla rıyla zahir ve batını temizlemesinden dolayı, zahir ve batın ilmi olur. ('Aviirif, 284) * sağlanamaz hiçbirfayda tevbeden ancak tevbeden tevbe edenin tevbesi başka insanoğlu uykudadır ulaşır arzusuna mutlaka tevbe eden insaniann tevbesinden bilmeden
(Divan, 22) * Tevbe üç kısımdır. Onun başlangıcı, ortası ve sonu vardır. Başlangıcı tevbe, ortası iniibe, sonu da evbe olarak isimlendirilir. Tevbe havf sahibierine {korkanlara}, inabe taat sahiblerine, evbe ise ilahi emri gözetenlere aittir. Bu taksirnde tevbenin bilhassa yasaklardan dönüş olmasına da işaret vardır. Zirnınetine havale edilmiş olan başkalarına ait haklara gelince, bunlar ancak sahibinin affıyla veya kısasla ya da vermeye gücü yettiği şeyi vermesiyle ortadan kalkar. (Fiitılhiit, II, 140) * Yakin makamları dokuz tanedir: Onlar, tevbe, zühd, sabr, şükr, havf, rıza, reca, tevekkül ve mehabbettir. Bu makamlardan hiçbirinin, Allah ile tedbir ya da tercihin ortadan kalkmasıyla {düşünülmesi} doğru olmaz . . .
1084
tevbe-inabe-evbe
. . . Tevbe, O'nun senin için razı olmadığı her şeyden ve senin için razı olmadığı tedblrden Allah'a rücu etmektir {dönmektir}. Çünkü o {tedblr}, rububiyyete şirk {ortak} koşrnak; akıl nimetine karşı küfretmektir {nankörlüktür}. Allah kullarının küfrüne razı olmaz. Mevla'sına karşı güzel muameleden gafil olarak dünyası hak kında tedblrde bulunmaya gayret eden kulun tevbesi nasıl sahTh olabilir?! (Tenvır, 8) * Sürekli olarak tevbe etmek vacibdir. İnsan rnasıyyetten hali değildir. Bedenle masıyyet işlernekten hali olsa, kalbiyle günahları düşünmekten hali olmaz. Bundan da hali olsa, bu defa Allah Teala'nın zikrinden alıkoyan hatıriarın gelmesiyle şey tanın vesvesinden hali olmaz. Bundan da hali olsa, gafletten, Allah' ı fiil ve sıfatları ile bilmedeki kusurdan hall olamaz. Bunların hepsi noksanlıktır. Hiç kimse bu noksanlıklardan salim değildir. Halkın kaderleri birbirinden farklı farklıdır. Bunun aslı bundan olmalıdır. (Kudame, 266) * Tevbe, azim ve niyeti ortaya çıkaran bir pişmanlıktan ibarettir. Bu pişmanlık, masıyyetlerin insan ile sevdiği arasında bir perde olduğunu bilmesini sağlar. (Kudarne, 275) * Tevbe konusunda insanlar dört tabakadır: Birinci tabaka, ömrünün sonuna kadar ettiği tevbe istikametinde yaşayan tevbekardır. Bu insan, yaptıklarındaki aşı rılıkları idrak eder, bir beşer olarak işleyebileceği hatalar hariç günaha dönmemeye azıneder. İşte bu, tevbede istikamettir. Sahibi ise sabık bi'l-hayrattır {hayırlarda öne geçmiştir} . Bu durum "tevbe-i nasüh" ve böyle bir nefs de "nefs-i m ııtnıainne" olarak isimlendirilir. Bunlar farklı farklı olur. Aralarında marifetin gücü altında şehvetleri sakinleşen ve nefslerinin çekişmeyi bıraktığı vardır. Yine aralarında, dişe diş mücahede ettiği halde, nefsin direndiği kişiler de bulunur.
İkinci tabaka, taatların esasları ve büyük günahlar hususunda istikarnet yoluna süluk eden tevbekardır. Şu kadar var ki o, günahlara bulaşmak istemediği halde, işlediği günahlardan da uzaklaşarnaz. Lakin o, bu günahları işlemeye azın etmese de, çeşitli hallerinde onlarla imtihan olunur. Her ne zaman bu günahlardan birini işlese nefsini kınar, pişman olur, sebeblerini ortadan kaldırmaya azın eder. İşte bu {nefs}, nefs-i levviim edir. Çünkü bu nefs, sahibini kötü halleri gaye edindiği için kı nar. Birinci tabakadan aşağı olmakla beraber, bu mertebe de yüce bir rnertebedir. Bu, tevbekarların başına en sık gelen bir haldir. Çünkü şer, Ademi {Hz. Adem'in �� yaratıldığı} çamurla yoğrulmuştur. Her ne zaman o günahtan uzaklaşsa, hase natı ağır basar. Zaten onun çalışmasının gayesi sadece, mizanında ağır gelene ka dar iyiliklerinin kötülüklerinden üstün gelmesini sağlamaktır. Seyyiat {kötülükler} kefesinin boş olması ise uzak ihtimaldir. Bu tür kişiler, Allah'ın � güzel vaadine eren kirnselerdir. "Onlar, ufak tefek kusurları dışında, büyük günii/ılardan ve edebsizliklerden kaçınırlar. Rabb 'inin mağfireti geniştir." [Necm, 53/32] Bu mertebeye Hz. Peygamber � "Allah, çok tevbe eden giiniihkiir mii 'nıini sever'' [Miisned, I, 80] sö züyle işaret etmiştir.
tevbe-inabe-evbe
1085
Üçüncü tabakada, tevbe eden ve bir süre istikamet üzerinde istikrarlı olan tevbekar yer alır. !Ancak tevbe ettikten) sonra, bu kişiye şehveti bazı günahlar hu süsunda galib gelir ve kişi, şehvetin gücünden kaynaklanan aczinden dolayı gü naha düşer. Ancak o, bununla birlikte taata devam, günahları da terk etmeye çalı şır. Fakat bir veya iki şehvet ona hakim olur. O ister ki, Allah kendisine hakim ol sun ve şerre karşı yardım etsin. Bu durum sona erdiğinde !günahı işlediğinde) de pişman olur. Fakat, !günahta ısrar etmez ve} kendisini bu günahtan tevbe etmeye hazırlar. Bu nefs, "nefs-i nıüsevvile" olarak adlandırılır. Sahibi, Allah'ın haklarında şöyle buyurduğu kimselerdir: "Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler; iyi anıelle kötü ameli birbirine karıştırdı/ar." [Tevbe, 9/102] Bu kişinin taatlara devam etmesi ve gü nahla meşgul olmasından hoşlanmaması sebebiyle Allah ona, layetin devamında gelen) "Belki Allah onların tevbesini kabıli eder" sözüyle ümldli olmasını emretmiştir. Bu kişinin akıbeti, tevbeyi te'hir etmesi ve başka bir zamana bırakması yüzünden tehlikededir. Bazen tevbeden önce !günahlara aldanarak} gözü kamaşır. Arneller hatimeleriyle {sonuçlarıyla) değerlendirilir. Buna göre havf {korku} hatimedir. Ölümün herkese yetişmesi mümkündür. İşte bu da hatimedir !sondur}. O halde, herkes kendisini murakebe etsin ve mahzürlu işler yapmaktan sakınsın! Dördüncü tabakada, tevbe eden, bir müddet istikamet tutturan, ancak sonra nefsi tevbeye alışmadan ve yaptığına üzülmeden hemen günahlara dalan tevbekar yer alır. Bu kişi günahta ısrar etmektedir. Bu nefs de nefs-i emmare bi s sıl 'dur !kötü '
-
lüğü emreden nefstir} . Bunun hakkında su-i hatimeden !kötü bir sonia, yani iman sızlıkla öleceğinden) korkulur. Tevhid üzere ölürse, bir süre !cennetten ve nimet lerden} uzak kalsa bile ateşten kurtulacağı ümid edilir. Anlayamadığı gizli bir sebeble affın umümuna dahil olması da laf kapsamına girmesi de} imkan dışı de ğildir. Ancak buna güvenip dayanmak doğru değildir. "Allah Teiilii Kerfm 'dir, hazi nesi geniştir, benim giinfi.Jıını O'na zarar vermez" diyen kimseyi, bir süre sonra para kazanmak için deniz yolculuğuna çıkmış görürsün. (Kudame, 278)
* Tevbe mehabbetin sebeblerinden biri kılınmıştır: "Allah tevbe edenleri ve temiz /enenieri sever." [Bakara, 2/222] Tevbe, !bu ayettel Allah'ın kulunu sevmesinin bir sebebi kılınmıştır. Allah'ın kulu için sevgi elde etmesi muhaldir !çünkü Allah'ın sevgisi hadis değildir, böyle olduğunu söylemek, O'nda bir tegayyürü, yani de ğişmeyi kabUl etmeyi gerektirir, dolayısıyla Allah'ın kamil olmadığını iddia etmek demektir} . -Bu, O'nun kuluna inayetinden, kurbu {yakınlığı) ve rahmetini ona has kılmasının önce gelişinden kirıayedir.- O, önceliği yönüyle "mııhibb {seven}" olmaz. Onun sevgisi, önceliğinin ve has kılmasının meyvesidir. Tevbenin, Allah Teala'nın mehabbetinin önceliği yönüyle fail {yapan}, zahirle irtibatı bakımından da ta mamlayıcı bir sebeb olduğu doğrudur. (Ravza, 258) * Tevbe, "rücıl {dönmek}" demektir. "Tiibe {tevbe etti}" demek, "Dinde yerilen şeı; den övülen şeye döndü" demektir. Biri şöyle demiştir: "Biddyette en nziilıim makam tevbedir. Tevbe, mıılıdlefetten nıııvafakata; tabfattan şeriata {d'ine}; ziihirden batına; halktan
1086
Hakk'a
tevbe-inabe-evbe
dönmektir." Buna, mütekaddim {mürşide uyan}, musiliib {sohbetlere katı
lan} ve tabi {mürşidin izinden giden} kişiler arasındaki yakaza, inabe ve muhasebe de dahildir. İkisi arasında büyük bir süre yoktur. Şeyh Ebu Kasım şöyle der: "Tevbe üç şeyi tertfb eden bir manfidan ibiirettir. Birin
cisi ikinciyı; ikincisi üçüncüyü gerektirir. Bunlar ilim, hiil ve fiildir. İl im, günahları ve za rarlarını bilmek, hiil pişmanlık, fiil ise azim ve {günalılardan} sıyrılmaktır." (Ravza, 259) * Tevbe önce günahtan olur, sonra çok taat yaptığını düşünmekten, sonra az masıyyet işlediğini düşünmekten, sonra vakti zayi etmekten, sonra tevbe ve diğer amellerinde, Hakk'ın dışındaki her şeyden tevbe etmektir. (Ravza, 260)
* Tevbe mehabbetten önce gelir, bazen mehabbetin ardından gelir. Çoğunlukla onun te'siri üzerinde çakan kıvılcım, reca {ümid} çerağıdır, onu perdeler. istikamet bu ümidi teyid eder. İşte bu, tevbe haliyle iç içe olmaktır. Bu durum, Allah'ın evinde, yani kalbde mehabbet nurunu aydınlatır. Çünkü nefs, perdeleri kaldır maya ve Allah'la iyi muamele yapma hususunda kendine gelmeye başlamış, {bu yeni} haliyle ünsiyet kurmuştur. (Ravza, 261 ) * Tevbeyi mehabbet sebeblerinden biri ve mehabbetten önce gelen bir { fiili ka bUl etmiştik. Bu, muhibbiyyet {sevme} ve mahbubiyyetin { sevilmenini mevcudiyeti hususunda bir illettir {sevenin ve sevilenin var olmasını gerektirir}. (Ravza, 409)
* İnabe; ıslah, özür dileme, vefa, ahd {Allah'ın ahdine vefa göstermek}, hal ve {davetine} icabet maksadıyla Allah'a dönmektir. (Ravza, 477) * Tevbe: Kişi günaha döndüğü zaman, ne murakabede bulunabilir, ne de Hakk'ın kendisine nazarına nazar edebilir. Çünkü ancak, Allah'ın kendisini gör düğünü görebilen kimsenin kuvvetleri günaha, kalbi de masıyyete boyun eğmez. Bu tevbe, muhsinin tevbesi, {yani} salihlerin, mü'minlerin ve müslimlerin ihsan makamındaki tevbesidir. Bu tevbe, günilitan tevbedir. Şehadet makamındaki kimselerin tevbesi, masıyyeti hatırlamaktan; sıddlkıyyet makamındakilerin tevbesi ise, akıldan Allah'tan başka bir şeyin geçmesindendir. Mukarreblerin tevbesi de, halin hükmü altına girmekten olur. Haller onlara sahib olamaz. Bu, ehlini tanıyarak her telvindeki temkinden dolayı, rahmam istivada ta hakkuk etmekten {gerçekleşmekten} ibarettir. . .
. . . İnabenin ihsan makamında şart olması şundan dolayıdır: Kul ilahi heybeti tefekkürle noksanlardan feragat ederek Cenab-ı Hakka inabe etmedikçe, muraka besi sah"ıh değildir. Şu halde, ihsan makamında olanlarla, bunların alt makamında bulunan salihlerın, mü'minlerin ve müslimlerin inabesi, Allah'ın yasakladıklarının tamamındandır. İlahi yasaklardan çekinenlerin, ilahi emirlerle hareket edecekleri ve ilahi hududu muhafaza edecekleri tabildir. Şühedanın inabesi, kendi nefslerinin iradesinden, ilahi iradeye dönmekle olur. Bunlar kendi nefslerinin iradesini terk etmişler, Allah'ın iradesine uymuşlardır.
tevbe-inabe-evbe
1087
Sıddiklerin inabesi, Hakk'tan Hakk'a dönmektir. Mukarreblerin inabesi, esma ve ilahi sıfatıardan Zat'a dönmeleridir. Bu, tahakkuku sıddiklere müşkül gelen bir makamdır. Sıddiklere dahil olanların hemen hepsi, Zat-ı ilahi ile beraber oldukla rını iddia ederlerse de işin hakikati böyle değildir. Onlar {Zat ile değil, hakikattel isim ve sıfatlarla beraberdirler. Vahidiyyet şarabıyla sarhoş olmaları, işin aslını görmelerine mani olmuştur. (İnsan, II, 91)
* Tevbe-i nasfth; söz, fiil ya da taleb olsun, fayda vermeyen her şeyden tevbe et mektir. Zünnıln Mısri şöyle derdi: "Dünya şehvetlerinden herhangi birine meı;lettiği hiilde tevbe iddiasında bulunan kişi yalancıdır " (Enviir, I, 36) '' Ziibıt-ı tevbe {tevbenin kaidesi) dinde yerilen şeyden övülen şeye dönmektir. Her tevbekar kendi mertebesine göre tevbe eder. Bazen bir insanın harndettiği şeyden başka bir insan istiğfar eder. İşte bu "Ebrarın haseniitı {iyilik/eri},
mukarreblnin seyyiatıdır {kötülük/eridir}" denilen şeydir. Bil ki, {Allah'a ) muhalefet eden fiilieri işlemeye, şehvetlerle iç içe olmaya ve vesveselere {uymaya) devam etmekte ısrarlı olan kişinin, kendisiyle yol {sırat-ı müstakim) arası, gök ile yer arası gibidir. Nefste yalancı iddiaların bulunmasının, onun hallerinden olduğu gizli bir husus değildir. Bazen nefs, yalancı olduğu halde, tevbede sadakat iddiasında bulunur. Tevbe hususunda her bir makamcia sadakat sahibi olup olmadığı, ancak şeyhinin, şehadet etmesiyle kabul olunabilir. Rabb'ini müşahede etmekten göz açıp kapayıncaya kadar gafil olup da, tevbe edecek bir makama ulaşıncaya kadar bu böyle devam eder. Ardından ebedi ebedi, zamanla rın dehri olan Allah' ı Hizim etme makamiarına ulaşır. Tazim hususunda ne bir ma kamda durur, ne de karar kılar {durmadan makamdan makama ilerler) . Bu, tevbeyle alakah söyledikleri şeyin nihai amacıdır. (Enviir, I, 53)
'' Tevbe, önce büyük günahlardan, soma küçük günahlardan, soma mekrıihlar dan, sonra evla olan helalden, sonra hasenatı görmekten, sonra zamanın sayılı fa klrlerinden biri olduğunu görmekten olur. (Enviir, I, 54)
'' Tevbe, her makam ve halin aslı, makamların ilkidir. O, binaya göre arsa mesa besindedir. Arsası olmayının binası da yoktur. Tevbesi olmayanın, hali de, makamı da olmaz. Tevoe {hususiyet itibariyle) iki türlüdür: İniibe ve isticiibe. İnabe, Allah'tan, se nin üzerindeki kudretinden dolayı korkmandır. İsticabe ise, sana yakın olmasın dan dolayı Allah'tan haya etmendir. Tevbe günahtan rücu etmektir. {Derece itibariyle) iki kısma ayrılır: Havassm ve av amın tevbesi. A varnın tevbesi de üç mertebedir: Birincisi kafirlerin tevbesidir. Onların tevbesi imanla, İslam'la ve tuğyanı {azgınlık, zorbalık ve isyanı) terk et mekle olur.
1088
tevbe-inabe-evbe
İkincisi Hisıkiarın tevbesidir. Onların tevbesi, geçmişe pişmanlık duyarak ve halde {içinde bulunduğu anda} günahları terk ederek büyük günahlardan uzak laşmaktır. {Bir daha o günahlara} dönmemeye azm etmek, {büyük küçük yaptığı tüm} haksızlıkları iade etmek, daha önce kaçırmış olduğu farzları eda etmek, taat hususunda nefsi terbiye etmek ve seherlerde ağlamaktır. Üçüncüsü de, mü'minlerin kendilerinden yanılma, gaflet, cehalet ve unutma sebebiyle ortaya çıkan küçük günahlardan tevbe etmeleridir. (Cami', 21)
* Tevbe, yerilen fiillerden övülen fiiliere dönmektir. İniibe ise, başka bir şeyden değil, Allah'tan yine Allah'a dönmektir... (Cami', 54) * Tevbenin mukaddimelerinden {tevbeye öncelik etmesi gereken işlerden} ilki, kalbin gaflet uykusundan uyanması; kulun, üzerinde bulunduğu kötü hale bak ması; kalb kulağıyla dillin yasakladığı şeylere kulak kesilmesidir. Bundan dolayı Hz. Peygamber � "Her mü 'minin kalbinde Allah Teiila'nın bir vciizi vardır" buyur muştur. İkinci mukaddime, kötü arkadaşları terk etmektir. Çünkü onlar sözle, fiille ve daha başka yollarla tevbeye mani olurlar. Bir veya birkaç kere bozup sonra yeni lemiş olsa bile tevbesini bozmayan kimse saidler {mutlu insanlar} içinde sayılır. Çünkü bu kişi, tevbesinde sebat etmeyi ümid etmektedir. Şübhesiz her vadenin bir kitabı (yazıldığı bir zaman} vardır (kararlı olursa, tevbesinde sebat edeceği zaman gelecektir}. (Cami', 1 86)
* Bil ki, yakin ehline ait hallerin turUlarının ulaştığı yakin makamlarının asılları yedi tanedir: Tevbe, sabır, şükür, redi, havf, zühd, tevekkül, mehabbet ve rıza. (Cami', 218)
* Tevbenin bidayattaki aslı, terk edip yüz çevirmek suretiyle masıyyetlerden dönmektir. Ebvabda, mübah olan fuzuli söz ve fiilieri terk etmek, nefsi o tür şeylere meyletmekten arındırmak ve Hakk'a yönelmekten alıkoyan şehvetleri bırakmaktır. Muiinıeleta, başkasının fiilini görmekten yüz çevirmek, Hakk'ın fiilierini göre rek nefsin iddia ve hallerinden kaçırımaktır. Ahliikta, nefsani reziliikierden ve {bunlara yönelen) kendi irade, güç ve kuvvetinden tevbe etmektir. Usulde, başkasına iltifat etmekten dönmek ve azimde sebat etmektir. Edviyede, ilmini Hakk'ın ilmiyle mahvederek kendi ilminden sıyrılmak; Hakk'ın huzurunda O'nunla beraberken kendi sıfatıarını görmekten tevbe etmektir. Ahvalde, Sevgili'yi unutmaktan, kendi nefsi bile olsa başka bir şeye yönelmekten feragat etmektir.
Ve/fiyatta, telvini hatırlamaktan ve keşfin nurundan mahrfun kalmaktan tevbe etmektir. Hakaikte, {O'ndan) başkasını müşiihede etmekten ve kendisinde enniyyet {benlik} kalmasından tevbe etmektir. Nihayiitta ise {O'ndan başka) kalan diğer şeylerin zuhur etmesinden tevbe etmektir. (Ciimi', 273)
tevbe-inabe-evbe
1 089
* İnabenin bidayattaki aslı, tevbe ettikten sonra buna sadık kalarak Hakk'a dön
mektir. Ebvabda inabe, Allah'ın emrine itirazsız uyabilmek için nefsin kuvvetlerini ltidale kavuşturarak {dengeleyerek} evbede birleştirmektir.
Muanıelatta inabe, kalbin, m1ruyla nurlanıp, huzuru esnasında sükiln bulması için nefsin kalbe yönelmesidir. Ahlakta inabe, Rabb'e doğru yükselirken kalbin itaat ve boyun eğmesi konusunda sebat göstermek, bu sonuca gönülden razı olup mutmain olmaktır. inabenin ıısılldeki aslı, azınin sağlamlığı, iradenin güçlülüğü, ünsiyet rühunun teneffüs edilmesi ve meveddet {sevgi} nurunun aydınlatmasıyla kalbin terallide uçmasıdır. Edviyedeki aslı, hikmetin hidayetiyle tevhid yoluna girmek, himmetin güçlülüğü sayesinde tecelli nurlarının pırıltılarının aydınlığı için basireti incelt mektir. Ahvaldeki aslı, basiretin gücüyle Cenab-ı ilahi'ye incizab, aşırı şevkten do layı cemalin nuruyla yanıp tutuşmaktır. Velayattaki aslı, cemalin secde yerlerinde istişrak etmek, celal perdelerini yırt mak için Allah'dan başka her şeyden alakayı kesmektir. Hakaikte inabe, sıfatıarın çokluğunun saltanat ve istilasından Zat'ın ahadiyyetinin nuruna sığınmaktır. Nihayatta inabenin aslı, {hakiki} vücudun ayn-ı cem'inde yok olmak, mutlak müşa hede ile taayyünün şekillerinden kurtulmaktır. (Cami', 274)
* Ulemaya göre tevbenin üç şartı vardır: Geçen günahlara pişmanlık duymak, halde {şu anda} günahları terk etmek ve {istikbalde, yani gelecekte de} işlediği gü nahların bir benzerine dönmernek Sonra haklarını eda etmek suretiyle hasımları razı etmek ve kendilerine yaptığı haksızlıklara karşı onların rızasını almak {onlar dan hetallik istemek} gerekir. Böyle bir şeyden aciz kalırsa, imkan nisbetinde kal biyle bundan çıkmaya azmeder. Bu haldeyken heraat-i zirnıneti {kendisini bu borçtan kurtarmasıl için yalvararak ve hasımları için dua ederek Allah'a � döner. (Nebhani, I, 249) *
Tevbe-i inabe {inabe tevbesi}, kulun Allah'ın cezasından korkarak tevbe
etmesidir.
Tevbe-i isticabe {isticabe tevbesi), Allah'ın sana olan kereminden haya ederek tevbe etmektir. Ebu Hüseyin Nurirh şöyle demiştir: "Tevbe, Allah'ın dışındaki her şey
den tevbe etmektir." Kuşeyri der ki: "Ebu'I-Kasını Cüneı;drlı de şöyle demiştir: 'Bir gün Seri Sakati'niw''
yanına girdim. Yüzünde bir değişiklik gördüm. 'Sana ne oldu ?' dedim. Şöyle dedi: 'Bana bir genç geldi ve tevbenin ne olduğunu sordu. Ona 'Günahını unııtınanıandır' dedim. Bana Itiraz etti ve 'Bilakis tevbe günahını unutnıandır' dedi. Bunun üzerine ben de 'Bana göre de işin doğrusu gencin dediği gibidir' dedim. ' {Ve bundan sonra Cüneı;dJ şöyle dedi: 'Cefa halindeyken, beni vefa haline nakletti. Safa halinde cefayı hatırlamak cefadır. ' {Bunun üze rine Ser!} sustu.
1090
tevbe-inabe-evbe
Aynı şekilde, Se/ıl b. Abdullah da {Tüster'i de}rh Seri gibi cevab vermiştir. Ebıl Nasr Serriic {Tusi} şöyle der: 'Sehl, bazen kendi lelılerinde, bazen de aleyhlerinde hareket eden müridierin hallerine işfiret etmiştir. Cüneyd ise muhakkiklerin tevbesine işiiret etmiştir. Onlar, Allah'ın � azametinin ve sürekli zikrin kalbierine galib gelmesinden dolayı giinalı larını Jıatırlaınazlar. "' .(Nebhani, I, 250) * Tevbenin rnukaddirneleri, alametleri, sernereleri !meyveleri}, sınırları ve şart ları vardır. Mukaddirnelerinin ilki, kalbi gaflet uykusundan uyandırmak ve {böy lece} kulun üzerinde bulunduğu kötü hali görmesi; Allah'ın kızgınlığından ve ce zasının elerninden kaçınrnası; azabın şiddetine tahammül etme hususunda sabrı inn zayıf olduğunu hatırlarnasıdır. Bu husus, kişiyi tevbeye sevk eder. !Tevbenin} alametleri arasında şunlar yer alır: Kötü arkadaş ve yakınları terk etmek, onlardan sıkılmak; uzleti sevmek; az konuşmak; kendini {insanlarla bir arada bulunmaya} kapturnayı bırakmak; fuzı1li işlerden kaçınrnak; bedeni kötü ha reketlerden korumak; ibadeti çoğaltmak; zikre devarn etmek; başını öne eğmek; { gözün harama takılınasını engellernek için} bakışları azaltmak; bedenin zayıfla ması; gözün yaş dökmesi; kalbin hüzünlenrnesi; geçirdiği günlere, {ilahi ernirlere} muhalefet hususundaki aşırılıklarına, örnrünün cevherlerini !en değerli zamanla rını} nefsi arzuların, {ilahi emirlere} muhalefet etmeyi gerektiren hareketlerin ve adi şehvetlerin peşinde zayi ettiğine üzülmek; devamlı ağlamak; gece gündüz ikaleyi laHedildiğini kabul ettirmeyi ya da bozduğu ahdini yenilemeyil arzulaya rak tazarru ve niyazda bulunmak. (Nebhani, I, 251) ,. { Sufiler} cemaatine göre ilhad ve bid'at ehli dışında kalan mü'minler için
tevbenin şartları icma ile kabUl edilmiştir. Bu şartlar şunlardır: Kulun, (ilahi emir Ierel muhalefet ederek işlediği şeylerden dolayı pişmanlık duyması; hiç düşünme den ve başka bir yere yönelmeden ani olarak o vakitte {o fiilden} sıyrılması, istik balde !gelecekte} de bu fiili bir daha işlernemeye azm etmesi, aldığı kıymetleri geri vermesi ve bu kıymetlerden vaki olan haklardan dolayı helallik istemesi. Avaının tevbesi hatalardan; havassın tevbesi adetlerden {alışkanlıklardan}; ahass-ı havassın tevbesi ise Allah'ın dışındaki her şeyden, makamlara ve nuriara dayanmaktan olur.
Tahzir {Sakındzrma}: KabUl edildiğine dair !kesin} bir işaret gelse bile, sadık tevbene güvenrnekten sakın! (Kavanfn, 13) * İştiyak duyarak seven kişinin tevbesiyle, havf ve işfiikla {korku ve endişeden dolayı} tevbe eden kişinin tevbesi arasında dağlar kadar fark vardır. Birincisini !ilahi tecellillerden} cemiilin müşahedesinden dolayı şevk harekete geçirir, ikinci sini ise { ilahi tecellilerden} celalin kuvvetinden dolayı korku sakındırır. (Kavanin,
14)
tevekkül
1 091
tevekkül ( JS"j ) {'alamet-i mütevekkil; hısn-ı tevekkül; iddihar; mütevekkil; tasarruf; tekessüb; tevekkül-i ehl-i husus; tevekkül-i hususu'l-husus} * Tevekkiil, takdir edilen şeyin tefvizi hususunda kalbini ikaz ederek, sadece Al lah'a � dayanmak, kendi güç ve kuvvetine güvenınemektir. (A diibı, 161) * Alimıet-i miitevekkil {mütevekkilin aliimeti}, doğru söylemesi kendisine zarar verecek ve yalan söylemesi kendisine fayda sağlayacak olsa bile, doğru söylemeyi yalan söylemeye tercih etmesidir. Çünkü Allah' a tevekkül eden kimsenin, başka bir şeyden korkması doğru değildir. Yine iyiliği emrederken ve kötülüğü yasaklar ken de Allah'tan başkasından korkmaz. Çünkü onun Allah'a olan ümidi, yaratıl mışlarm tehdidinden kaynaklanan korkudan daha fazladır. Çünkü Allah'a tevek kül eden kimse, kalbinden Allah'tan başkası için olan her türlü korku, çekinme ve hüznü çıkarmıştır. Hatta onun havf ve redisı Allah'la birleşmiştir. (A diibı, 180) * Tevekkül imanın ta kendisidir. Çünkü tevekkül etmek her kula farzdır. Tevek kül olmadan iman olmaz. Nasıl imanın artıp eksiliyorsa, tevekkül de artar ve eksi lir. Tevekkül hususunda insanlar birbirinden farklı mertebelerdedir. Yakin ise kişi nin imanı kadardır. (A dabı, 185) * Tevekkül, kulluk hususunda bedeni devreden çıkarıp, kalbi rububiyyete bağ lamak ve kifayet miktarıyla tatmin olabilmektir. {Böyle kimseler} verilince şükre der, verilmezse kaderlerine razı olarak sabretmeyi yeğlerler. Zünnun'arh tevekkülün ne olduğu sorulduğunda şu şekilde karşılık vermiştir:
"Tevekkiil, nefsin tedblrini terk edip, kendi güç ve kuvvetinden sıyrılmaktır." Ebu Bekr Verrakrh da "Tevekkiil, hayatı bir güne indirmek ve yarın endişesinden kur
tulmaktır" demiştir. Ruveym'e tevekkülün ne olduğu sorulmuş, o da "Allah'ın vaadine giivenmektir" şeklinde cevablamıştı. Sehl b. Abdullah {Tüsteri}rh, tevekkülün ne olduğunu soranlara "Kişinin kendini
Allalı Teaiii'nın inidesine teslim etmesidir'' cevabını vermışti . . . . . . Tevekkül-i ehl-i lııısüs {havassın tevekkülü}, Ebu'I-Abbas b. Ata'nm'h dediği gi bidir: "Allalı'a, Allalı'tan başka bir sebeb/e tevekkül eden kimse, bu tevekkiiliinii Allalı 'a, Allalı ile ve Allalı için yaparak, sebebiere bağlanmadan sadece Allalı 'a tevekkül etmedikçe, lıak'ikz miiniida tevekkiil etmiş olmaz." (Lııma', 78) * Tevekkül-i husiisu'l-husils {ehass-ı havassın tevekkülü}: Şibli'yerh tevekkiilün ne olduğu sorulunca şöyle cevab vermişti: "Tevekkiil, Allalı için yokmuş gibi olman, Al lah'ın da senin için hep var gibi olmasıdır {asla O'nu ıınutmamandır}."(Lııma ', 79) +
71)
Sed Sakati'ye göre tevekkül, "Kendi güç ve kuvvetinden sıyrılmaktır " (Ta 'arruf
1092
tevekkül
İbn Mesrılk, "Tevekkül, tecelli eden kazanın hükmüne teslim olmaktır" demiştir. Sehl {Tüsteri} ise "Tevekkül, Allah'ın huzurunda teslim olma hiilidir'' demiştir. Abdullah Kureşi "Tevekkül, Allah'tan başka bütün sığınakları terk etmektir" demiştir. Cüneyd "Tevekkülün haklkati, kulun Allah'a karşı var olmadığı zamanki gibi olması; Allah'ın da kulu için, kendisini yaratmadan önceki gibi olmasıdır'' demiştir. Ebu Said Harraz demiştir ki: "Padişah halkına yetecek rızkı temin etmiş, onlar da bu durumun kendileri için yeterli olmasından dolayı tevekkül makamiarına ihtiyaç duyma mışlardır. Safıi makamında olanların, kendilerine yetecek kadar rızıklarına kefil olunması karşılığında tevekkül etmeleri {tevekküle karşılık beklemeleri}, ne çirkin bir ödeşnıe şekli dir." Şibli'nin de dediği gibi: "Tevekkiil, güzel bir ödeme gibidir." {Allah rızkını ga ranti etmese bile, arif, O'na dayanıp güvenmelidir. } Sehl şöyle der: "Tevekkül hiiriç, her makamın bir yüzü {önü} ve bir de ensesi {arkası} vardır {her makanı artar, eksilir, i/erler ya da geriler}. Tevekkiilün yüzü vardır, fakat ensesi yoktur." Sehl bu sözüyle kifayet tevekkülünü değil, inayet tevekkülünü kasd et miştir. Bu da tevekkül için bir karşılık beklememek demektir. Sılfilerden biri de " Tevekkül, kul ile Allah arasında bir sırdır'' demiştir. (Ta'arruf, 72)
* Tevekkül, ihtiyaç esnasında kendi yerine bir başkasına dayanıp güvenmektir. Bil ki, tevekkül edilen kimseye güvenince, tevekkül edenin kalbi sakin, nefsi mut main olur. Eğer hiçbir kimseye güveni yoksa, ne kalbi sakin olur, ne de nefsi mut main. Kardeşim bil ki {aslında} herkes tevekkül etmektedir. Ne var ki, bu tevekkül çoğunlukla Allah'tan başkasına yönelir. Bu, tıpkı çocukların, yeme, içme, elbise ve diğer ihtiyaçları için babalarına güvenınesi türünden bir tevekküldür. (İhvan, II,
68) * Allah'a tevekkiil etmek, kulu O'na sevdirir. İşleri Allah'a havale etmek Al lah'ın hidayetindendir. Kul ancak Allah'ın hidayetine sarılmakla O'nun rızasına muvaffak olur. (Kiit, II, 2) * Tevekkül makamının başı, Vekil olan'ı {Allah'ı} tanımaktır. O, Aziz ve Ha kim'dir {üstündür, hüküm ve hikmet silhibidir} . İzzeti sayesinde dilediğine verir, hüküm ve hikmeti gereği dilediğine de vermez. Kul da O'nun izzetiyle yücelip, hükmüne razı olmalıdır. (Kiit, Il, 3)
* Firar-ı tevekkül {tevekkülden kaçmak}, tevekküldeki sükıln makamını {tevek kül yoluyla sükılnete ermeyi, tevekkül sayesinde rahatlamayıl terk etmek demek tir. Yani kul, tevekkül eder, ama tevekkülünü görmez. Çünkü O, ona yeter, afiyet verir ve kendisini korur. Tevekkülünü, tevekkülünün sebebi olarak görür. Bu da kendisini tevekkülden kaçarak Vekil'i görmeye zorlar. O'nu saf bir tevhidle tevhid
tevekkül
1093
eder, aralıksız olarak hiç durmadan şehadet getirir. Öyle ki kendisiyle Vekll ara sında, tuttuğu yol olan tevekkül de dahil olmak üzere, nazar edeceği ya da daya nıp güveneceği hiçbir şey kalmaz. (Küt, II, 5) * Tasarruf ve tekessüb {kazanç}, tevekkülü sağlam olan kimselere zarar vermez; onların makamına te' sir etmez ve hallerinde de bir noksanhğa sebeb olmaz. (Küt,
II, 15) * Tevekkülün, farz ve fazilet {nafile} olmak üzere iki yönü bulunur. Farz olan yönü lınana dayanır, bu da Kadir olan Allah tarafından gelen bütün kaderlere tes lim olmak, bunların tamamının Allah'ın kaza ve kaderi olduğuna inanmaktır. Te vekkülün fazllet yönüyse, Vekil'in {Allah'ın} müşahede edilmesinden kaynaklanır. Bu müşahede marifet makamında olur. Bu makamda olan kul ise yakin gözüyle bakar. Tıpkı {Kur' an-ı Kerlın'de bahsi geçen} salih kulun {Hz. Hud'un} şu sözünde olduğu gibi: "Haydi hepiniz bana tuzak kurıın ve sonra da bana hiç göz açtırmayzn " [Hud, 1 2/55] Bunun üzerine Allah tarafından onda muazzam bir güç meydana geldi ve Aziz olan Allah'ın izzet ve gücünü onlara bildirdi. Sanki ona "Sen de bizim gibi zayıf bir insanszn, sana bu güç nereden geliyor?" diye sorulmuştu da, şöyle cevab vermişti: "Ben, Allalı'a tevekkiil ettim." (Küt, II, 10) * Tevekkül hususunda sağlam bir makama sahib olan Ebu Yakub Susi şöyle de miştir: "Tevekkiil üç makam üzeredir: Avam, haviiss ve ehiiss-ı haviisszn tevekkiilii.
Sebebler tilemine dalıp ilmi kullanarak Allah 'a tevvekül eden, ama yak'ine ulaşamayan avamdır. Sebebleri bırakıp Allah'a tevekkül ederek yak'in i tahakkuk ettiren haviisstır. Yak'i nin varlığıyla sebeblerden hakiki miiniida sıyrılan, ardından tekrar sebebiere dahil olup baş kası için tasarrufta bulunan da ehiiss-ı lıaviisstır." (Küt, II, 16) * Sağlam bir tevekkülle yapılan iddihar {depolamak, biriktirmek} zarar vermez. Biriktiren kişi Allah için ve Allah yolunda harcamak için biriktiriyorsa, o kimsenin malı, Allah rızası için vakfedilmiş olup, nefsinin hazları ve arzuları için biriktiril miş olmaz. Bu takdirde Allah'ın üzerine yüklediği hukukunu yerine getirmek için biriktirmiş olur. Kulun malını Allah yolunda ve hukukunu yerine getirmek için harcadığını görmesi, bilmesi, kulun makamını eksiltmez, bilakis derecesini artırır.
(Küt, II, 19) * Sabır, tevekkül hususunda ilk makamdır. Sabır, kazayı imtihan olarak gör mektir. Şükür bundan daha üstündür. Bu da, belayı nimet olarak görmektir. Rıza da bunların hepsinden üstün olup, tevekkülün zirvesidir. Rıza, tevekkül sahibieri arasında bulunan muhiblerin makamıdır. (Küt, II, 35) *
Tevekkül kalbin ameli; tevhid ise sözüdür. (Kuşeyri, 7)
* Tevekkül, Ebu Türab Nahşebi'nin dediğine göre şudur: "O {tevekkül}, kulluk hususunda bedeni devreden çıkarıp, kalbi rubilbiyyete bağlamak ve kifliyet miktarıyla tat min olabilnıektir. {Böyle kimseler} verilince şükreder, verilmezse kaderlerine rfızı olarak
1094
tevekkül
sabrederler." Zünnfın'unrh dedığı gibı: "Tevekkul, nefsin tedbirini terk edip, kendi güç ve kuvvetinden sıyrılmaktır. Kul, Allah'ın :1\!i. içerisinde bulunduğu durumu bilip gördüğünü bildiği zaman, tevekkül hususunda giiçlenir." (Kuşeyl'l, 83) * Tevekkiil, huzursuz bir ıstırab, ıstırabsız bir huzı1rdur. Denilmiştir ki: "Tevek kül, bollukla azlığın gözünde bir olmasıdır." İbn Mesrı1k ise şöyle demiştir: "Tevekkiil, Allah'ın kazasına ve hükümlerinin akışına teslim olmaktır" . . . . . . Ebu Ali Dekkak'ın şöyle dediğini işitmiştim: "Tevekkülün üç derecesi vardır: Tevekkiil, sonra teslim, sonra tefuiz. Tevekkiil eden, Allah'ın vaadine güvenip siikılnete ka vuşur. Teslim olan O'nun {kendi hiilini} bilmesiyle yetinir. Tefuiz siihibi ise Allah'ın hük müne razı olur" . . .
. . . Tevekkül başlangıç, teslim orta, rıza ise son haldir. (Kuşeyri, 84) * Hamdfın'a "Tevekkiil nedir?" diye sorulunca şöyle cevab vermiştir: " Tevekkül bir derecedir. Ben henüz o dereceıje varamadını. lman lıiili doğru olmayan kimse tevekkiil den nasıl bahsedebilir?" Şöyle de denilmiştir: "Mütevekkil {tevekkiil eden} bebek gibidir, annesinin memesinden başka alacak şey bilmez. Miitevekkil de Allah'tan başka gidecek hiç kimse bilmez." . . . . . . "Tevekkül Allalı'ın elinde olana giivenip,lıalkın elinde olandan ümid kesnıektir" denmiştir. Yine denilmiştir ki: "Tevekkül, kalbin rızık arama lıusüsunda nasıl hareket
edeceği endişesinde olnıanıasıdır." Haris Muhasibi'ye tevekküle tamahın sızıp sızmayacağı sorulduğunda şöyle cevab vermişti: "Evet, tabiatı 'iciibı tamalı hatırı yol bulabilir, ancak ona hiçbir zarar vere
mez. Hatta, tamalıı giderme ve insanların elinde olandan ümid kesme hususunda ona güç verir." (Kuşeyri, 85) * Allah Teala buyurmuştur ki: "Eğer inanıyorsanız, Alla/ı'a tevekkiil edin " [Maide, 5/23] Tevekkiil, bütün işlere sahibini vekil kılmak ve onun vekaletine itim ad etmektir. Bu mertebe, avama en zor gelen mertebe olup, havassa göreyse yolların en kolayıdır. Çünkü Hakk, her işe bütünüyle kendisini vek11 kılmış, alem bu veka letin zerresine bile sahib olmaktan ümidini kesmiştir. Bu, tamamı avaının seyr ettiği yol olup üç derecedir: Birincisi taleble (rızık iste mekle} beraber olan tevekküldür. Nefsle, onu sebeblerle meşgul etmek niyetiyle uğraşmak, halka faydalı olmak ve iddiaları terk etmektir. İkinci derecesi, talebin de düşmesiyle beraber tevekkül etmektir. Bu da, tevek külü düzeltmeye çalışmak, nefsin azgınlığını hakimiyet altına almak ve kendini farzları eda etmeye adamak suretiyle sebebiere göz yummaktır. Üçüncü derecesi ise, tevekkülün illetinden kurtulmak için mücadele etmektir. Bu da Hakk Teala'nın eşyadaki hakimiyetinin bir saltanat hakimiyeti olduğunu
tevekkül
1095
bilmektir. O'nun, vekil kılmak suretiyle bu hakimiyetini paylaşacağı hiçbir ortağı yoktur. Hakk Teala'nın, eşyanın tek maliki olduğunu bilmesi, kulun ubıldiyyetinin zarfiri {olmazsa olmaz} şartlarından biridir. (Menazil, 17)
* Tevekkül, dinin mertebelerinden ve yakin sahibierinin makamlarından biridir. Hatta mukarrabılnun en yüksek derecelerindendir. Bu husus, aslında ilim bakımından çözülmesi güç bir meseledir. Sonra amel bakımından da bir hayli zor dur. Tevekkülün, anlaşılması zor olan tarafı şudur: Sebebiere sarılma düşüncesi ve bunlara güvenmek tevhid hususunda şirktir. Sebebler hususunda büsbütün ağır davranmak ise sünneti yaralamak ve şeriatı zedelemektir. Sebeblere, onları {sadece birer} sebeb olarak görmeksizin bütünüyle güvenmek, aklın ilkesini değiştirmek ve cehalet hastalığına düşmektir. Tevekkülün manasını şeriat, nakil ve tevhidin gereğine göre tahkik etmek ise son derece problemli ve zordur. Gizliliğin şiddetine rağmen bu perdeyi aralamaya ancak, Allah'ın lütfu olarak, gözleri hakikat nılrlarıyla sürmelenmiş bulunan sarraf alimierin gücü yetebilir. Bunlar görürler, hak"ıkati tahkik ederler, konuşmaları is tendiğinde de müşahede ettikleri ne ise onu ifade ederler. ( İiıya', IV, 300)
* Tevekkiil kelimesi, "vekalet" mastarından bremiştir. "Bir kfmse işine filanz vekil etti" demek "İşini ona lıavfile etti ve güvendi" demektir. Durumu kendisine havale edilen kişiye "vekll", havale edene ise, "müttekil ya da miitevekkil (tevekkiil eden ve gü venen}" denir. Havale eden kişi, havale edileni kusurlu olmakla itharn etmez ve onun aciz ve kusurlu olduğuna inanınazsa içi rahat eder ve ona güvenir. Şu halde tevekkül, kalbin sadece vekile güven duymasından ibarettir. (İiıyfi', IV, 320-321)
* Zünnıln'a tevekkülün ne demek olduğu sorulmuş, o da şöyle demişti: "Rabb'leri söküp atmak, sebebiere itimat etmemektir. Rabb'leri söküp atmak, tevhld i/mine, sebebleri terk etmek ise anıellere işarettir. Her ne kadar lafzın zımnında varsa da, aslında açık olarak hiile yönelik bir şeıJ yoktur." Soru sahibi biraz daha malılmat isteyince Zünnıln: "Yani nefsi Rabb olma durumundan çıkarıp, kul olma vaziyetine getinnektir. Bıı da güç ve kuvvetten (kendinde güç bulunduğunu velınıetnıekten} uzak kalmaya işarettir" buyurmuştu . . . . . . Ebu Abdullah Kureşi'ye tevekkiilün mahiyeti sorulmuş, o da demişti ki: "Her lıfil içinde Allah Teaiii'ya bağlannıaktır." Soruyu soran kişi, biraz daha açıklama iste yince: "Seni başka bir sebebe götüren tüm sebebiere dayanmayı bırakıp, sebebierin yaptığı işi Hakk Teaiii'dan beklenıektir. Birinci cevfib, üç makamı da içine alan ıınıfmıl bir tiiriftir. İkincisi ise husus! olarak üçüncü makama işarettir." (İhyfi', N, 327)
* Miitevekkil, kalbi güçlü, nefsi Allah'ın fazlıyla tatmin olmuş, zahiri sebebler olmadan da Allah'ın tedbirine güvenebilen kimsedir. (İhyfi', N, 343)
1096
tevekkül
* Dört arızayı (engeli} dört şeyle aşmaya ihtiyaç vardır: Rızık konusunda Allah Sübhanehu ve Teala'ya tevekkiil, tehlike anında işleri O'na � tefviz (havale etmek}, sıkıntı anında sabır ve kazanın cereyan ettiği anda rıza. (Minhii.c, 4)
* Tevekkiil üç durumda verilen bir isimdir: Birincisi kısmettir. Burada tevekkül Allah'a güvenmektir. Çünkü o, sana kısmet ettiği şeyi geri bırakmaz (kısmetin neyse seni bulacaktır, nasibin ne ise odur}. O'nun hükmü asla değişmez. Bu, nasslarla vacibdir. İkincisi yardım ve zaferdir. Burada tevekkül, çalışıp yardım istediğinde Al lah'ın � yardımına dayanıp güvenmektir. Allah Teala: "(Bir şeye) azınettiğinde Al lah'a tevekkiil et" [Al-i İmran, 2/159] buyurur . . . Üçüncüsü rızık ve ihtiyaçtır. Çünkü Allah Teala, kendi hizmeti için ve O'na ibadet etmene imkan vermek amacıyla bedenini ayakta tutmayı üstlenmiştir.
(Minhii.c, 47) * Tevekkiilün tarifi (hakkında} bazı şeyhlerimiz demişlerdir ki "Tevekkiil, kalbin, başkalarından alii.ka ve ümidi keserek Allah 'a dayanmasıdır " Bazıları ise, "Maslahata göre, kalbin başkalarından alii.kasını keserek Allah'a yönelme sidir" demişlerdir. Şeyh İmam Ebu Amr � tevekkül hususunda şöyle demiştir: "Tevekkiil, alfi.kayı
kesmektir. Aliika ise, niyelindeki desteği Allah'tan başkasına mal etnıendir." Şeyhim İmam (Ebu Ali Farmedijrtı de demişti ki: "Tevekkiil ve taalluk iki zikirdir:
Tevekkiil, niyetini destekleıjenin Allah olduğunu söylemek, taalluk ise Allah'tan başkası ol duğunu ifade etmektir." Bana göre bu sözler bir tek asla döner: Tevekkül, bedenini ayakta tutan ve ihti yaçlarını karşılayanın Allah olup, O'nun dışındaki dünya metaı veya başka her hangi bir sebeb olmadığına kalbinin inanmasıdır. Üstelik Allah dilediği takdirde, bir kulunu veya bir dünya metaını sebeb kılabilir. isterse sebebleri araya katmaksı zın kudretiyle yetebilir. Buna kalbinle inanır, bu inancı kalbine yerleştirir, yaratık lardan ve sebeblerden bir kere kalben alakayı keser de bir olan Allah Teala'ya bağlanırsan, gerçek bir tevekkül hasıl olur ki, işte bu tevekkülün tarifidir . . .
. . . Hısn-ı tevekkiil (tevekkül kalesi}, tevekküle sebeb olan şeydir. Bu da Allah'ın teminatını hatırlamaktır. O, kalelerin kalesi, Allah'ın celalini, ilminde kemalini, kudretini, tagayyürden (değişiklikten} beri olduğunu zikretmek, kendi yanılma sını, aczini ve noksanlığını düşünmektir. Kul bu tür zikirlere devam ederse bunlar onu rızık işinde Allah' a tevekkül etmeye götürecektir. (Minhii.c, 48) * Şeytanla mücadelede ve onun def edilmesinde yardımcı olan hasletlerin ba şında ihlas gelir . . . Bundan başka, istiğna billah {Allah'la yetinmek}, O'na güven mek ve tevekkiil etmek, bütün hal ve hareketlerinde O'na dönmek, şübheli şeyler-
tevekkül
1097
den ve haramlardan sakınmak konusunda verii sahibi olmak, halka minnet etmeyi terk etmek, dünya işlerinde mübah ve hel.3.lleri azaltmak, geceleyin araştırma yapmaksızın rastgele odun toplayan gibi, helal haram demeden, iştahla ve hırsla eline geçirdiğini yememek Kim yiyeceğinin ve içeceğinin nereden geldiğine al dırmazsa, Allah da onu, cehenneme hangi kapısından atacağına aldırmaz. Kula düşen, bu hususta gerekli hassasiyeti göstermektir. Bunu yapmalıdır ki, şeytan kendisinden ümidini kessin ve böylece Allah'ın rahmet ve yardımıyla kurtulsun. Eğer böyle hassas davranın azsa, şeytan onun gönlünü ve kalbini hükmü altına alır. (Gunye, I, 98-99)
* "Niyetin anahtarı nedir?" diye sordular, ben de "Yakindir" dedim. Yakinin anahtarının ne olduğunu soranlara ise, "Tevekküldür" dedim. Bu sefer de tevekkü lün anahtarının ne olduğunu sordular, buna da "Havf' cevabını verdim. (Gunye, II, 125) * Tevekkül, işleri Allah'a � tefvlz etmek {ısmarlamak), ihtiyar {seçme} ve tedbi rin karanlığından kurtulmak, ahki'ım ve takdiri müşahede makamına çıkmaktır. Bu haldeki bir kul, taksirnde herhangi bir değişme olmadığını, kendisine ayrılan şeyin elinden alınamayacağını, kendisine ayrılmayan şeye ise asla kavuşamayacağını ke sin olarak bilip, Mevla'sının vaadine inanır ve hissesini O'ndan alır. Tevekkülün üç derecesi vardır: Tevekkül, teslim, tefviz. Tevekkül eden, Al lah'ın vaadine güvenip huzur bulur. Teslim olan, O'nun {halini} bilmesiyle yetinir. Tefviz sahibi ise Allah'ın hükmüne razı olur.
"Tevekkül başlangıçta, teslim ortada, tefviz ise sondadır'' diyenler de vardır. Yine denilmiştir ki, "Tevekkül mü'minlerin, teslim evliyiinın, tefviz ise muvahhidlerin sıfatı dır." Yine "Tevekkül avamın, teslim lıavassın, tefviz ise elıiiss-ı havassın sıfatıdır" de m işlerdir. Bazıları ise " Tevekkül nebllerin, teslim Hz. İbrahim 'in �1, tefviz ise Peygam ber Efendimiz'in � sıfatıdır'' demişlerdir. (Gunye, II, 189) ·� {Makamlardan . . } . . tevekkül, Allah'a güvenip, Allah'tan başkasında olana ta mah etmemek, yalnız O'na itirnat etmektir. (A dtlbı, 20) .
.
* . kul, makamlara terfi etmeyi halleri artırarak sürdürür. Bu münasebetle, tevbeye varıncaya kadar hallerle makamların iç içe olduğu görülür. İçerisinde hal ve makam bulunmayan hiçbir fazilet yoktur. Zühdün hali ve makamı vardır, tevek külün de hali ve makamı vardır, rızanın da hali ve makamı vardır. ('Avarif 275) .
.
·� Seri Sakati'ye göre tevekkül, "Kendi güç ve kuvvetinden sıyrılnıaktır." Cüneyd "Tevekkülün lıakikati, kulun Allah'a karşı var olmadığı zamanki gibi olması; Allah'ın da kulu için, kendisini yaratmadan önceki gibi olmasıdır'' demiştir. Sehl şöyle der: "Tevekkül hariç her makamın bir yüzü {önü} ve bir de ensesi {arkası}
vardır {her makanı artar, eksilir, i/erler ya da geri/er}. Tevekküliin yüzü vardır, fakat ensesi yoktur." Bazıları Sehl'in bu sözüyle kifayet tevekkülünü değil, inayet tevekkülünü
1098
tevekkül
kasd ettiğini söylemiştir. Allah Teala tevekkülü lınanla birlikte zikretmiştir: "İnanı yorsanız sadece Allah'a tevekkül edin." [Maide, 5/23] ('Avô.rif, 291) * [Zühdden sonra tevekkül gelir ki bu yolun en büyük rükünlerinden biridir. Şeyh {Ibn Arabi}rlı şöyle demiştir (Esfô.r):] "Tevekkül, kalbin Allah'a dayanması, Al
lah'zn dünyô.da yaratmış olduğu ve nefsin meyledip hoşuna gittiği şeyleri elde edemediği için ıstırô.b duymamasıdır. Eğer üzülür, ıstırô.b duyarsa miitevekkil değildir {tevekkül et memiştir}. Tevekkül mii 'nıinlerin sıfatıdır. Ya mü'nıinlerin ô.linılerine ne dersin ? Tevekkiil, Allah Teô.lô.'nzn Kitô.b'znda ifô.de buyurduğu gibi {"Inanarak sô.lih anıel işleyenleri, altiarzndan ırmaklar akan yüksek oda/ara yerleştiririz, orada ebedi olarak kalırlar. Amel edenlerin ücreti ne güzeldir! Onlar sabrederek Rabb'lerine tevekkiil ederler" [Ankebut, 29/58-59]}, ô.lime ancak mü 'min olması sebebiyle sıfat olur. Allah'ın böyle ifô.de etmesi boşuna değildir. Tevekkül, eğer nazari ilim sô.hibi olan ô.linılerin sıfatı olsaydı, {Allah} tevekkiilii imô.nla birlikte zikretmezdi. Şu hô.lde, hangi şerzat olursa olsun, nıü'minlerin dışında kalanların te vekkülde ortaklığı bulunmaz. Bunun sebebi, hiçbir ŞelJin Allah'a aklen viicib olmanıasıdır. O bir Şelji, ancak kendisi kendisine viicib kılar. Bu da ilim sıfatıyla değil, iman sıfatıyla kabıli edilir. Çünkü O, kefil olduğu zaman, kefil olduğu hıısılsta 'Fe'ô.lün linzii yürid'dir {dilediğini yapar}' [Hud, 1 1/107; Büruc, 85/16]. Böyle haber vermiştir." (Fütılhiit, II, 196; Esfô.r, 95) * Mesela tevekkiil, kalbin Allah'a dayanması, Allah'ın dünyada yaratmış olduğu ve nefsin meyledip hoşuna gittiği şeyleri elde edemediği için ızdırab duymarnası dır. Bu dururnda kalbin meyli, tayın edici sebebe {nihai sebeb olan Allah'a} olur. Bu hususta, kendisinde Allah'a karşı bir güven bulur ki O, kendisini buna götüren diğer bütün sebeblerden daha büyüktür. Mesela aç olup, açlığını giderecek gıda türünden bir sebebi olmayanla, aç olup da açlığını giderecek gıda türünden bir se bebe siliib olan kimse gibi. Açlığını giderecek sebebe sahib olan kişi, bundan do layı kuvvetli olur {daha kuvvetli görünebilir, ama}, yanında Allah'tan başka bir şeyi olmayan diğer kişi, huzur ve sükıln bakımından onunla aynı durumdadır. (Fiitılhiit, IV, 222) '' Yakin makarnları dokuz tanedir: Onlar, tevbe, zühd, sabır, şükür, havf, rıza, reca, tevekkiil ve rnehabbettir. Bu makamlardan hiçbirinin, Allah ile tedbir ya da tercihin ortadan kalkmasıyla {düşünülmesi} doğru olmaz. (Tenvzr, 8) * Tevekkiil, Allah' a tevekkül eden kimsenin, kontrolünü Allah' a tesrım etmesi ve bütün işlerinde O'na dayanmasıdır. Bunları yapan kimse, tedbiri kaldırır, kade rin akışına teslim olur. Tedbirin ortadan kaldırılmasının tevekkül ve rıza rnaka rnıyla alakası, diğer makamlarla alakasından daha açıktır. Bu, rnehabbet rnaka rnıyla tenakuz teşkil eder {çelişir}. Çünkü seven kimse, sevgilisinin sevgisine bat rnış, sevgilisiyle irade birliği halinde olmuştur. Artık sevgili, onun bizatihi arzusu olmuştur.
tevekkül
1 099
Sevenin Allah'a karşı tedbir almaya zamanı yoktur. Çünkü onun Allah'a olan sevgisi, kendisini yeteri kadar meşgul etmektedir. Bunun içindir ki bazıları şöyle söyler: "Kim sırf Allah rıziisı için bir şeıJin lezzetini tadarsa, Allah da onu miisivadan
alıkoıJar." {Tevekkül, } rıza makamıyla da tenakuz oluşturur. Bu da açıktır, kendisinde hiçbir karışıklık yoktur. Razı olan kimse, Allah'ın ezelde kendisine takdir ettiğine razıdır ve onunla yetinir. Durum böyleyken, Allah'ın kendisi hakkında takdir etti ğine karşı nasıl tedbire yeltenebilir? Tedbire yeltenmez, çünkü Allah'ın kendisi hakkındaki takdirine boyun eğer. Rıza ışığının kalblerdeki bütün kirleri temizledi ğini bilmiyor musun? Allah'tan razı olan kimseye, Allah da kendi hükümlerinin rıza nurunu gönderir, böylece o kimse, tedbir diye bir şey düşünmez. Kula, efendisinin kendisi için seçmiş olduğu güzel şeyler yeter. (Tenvzr, 14) * Rızık hususunda sebebin bulunması, Allah'a tevekküle aykırı değildir. (Ten
vir, 53) * Tevekkül, tevhid üzerine bina edilir. Tevhid birkaç tabakadır: Birincisi, kalbin Allah'ın birliğini "Allah'tan başka iliih yoktur, O birdir ve ortağı yoktur, mülk O'nımdıır, hamd de sadece O'na mahsilstur, O her şeıje kadirdir" diyerek tasdik etmesidir. Delilini bilmeden bu sözü tasdik etmek avarom itikadıdır. İkincisi, muhtelif varlıkları görmek, ama bunların sadece bir olan Allah'tan su dur ettiğini bilmektir. Bu ise mukarrabfınun makamıdır. Üçüncüsü, insanın basireti, Allah'tan başka fail olmadığını görebileceği şekilde açılınca, O'ndan başkasına nazar etmez. Korkusu O'ndan olur, O'ndan ümid eder, sadece O'na güvenip dayanır. Çünkü, haklkatte fail sadece O' dur. O herşeyden münezzehtir, her şey O'nun emrindedir. Ekinin bitmesinde yağınura güvenınediği gibi, yağmurun yağmasında buluta, geminin hareket etmesinde de rüzgara gü veronez. Çünkü işlerin meydana gelmesinde sebebiere dayanmak cehalettir. Ken disine haklkatin kapıları açılan kimse, rüzgarın kendi kendine esemeyeceğini, onu estirecek bir gücün mutlaka olması gerektiğini bilir. Kulun, deniz yolculuğunda sağ salim karaya çıkmasını rüzgara bağlaması, boynunun vurulması için krala getirilen, sonra onun affına mazhar olan, sonra da { af emrinin yazıldığı} mürekkeb, kağıt ve kaleme teşekkür etmeye başlayan ve "Bunlar olmasaydı ben kurtulamayacakhm" diyerek kalemi görüp, kalemi tutan eli görmeyen kimsenin yaptığı işe benzer. Bu büyük bir cehalettir. Kalemin bu hu susta bir vazifesi olmadığını bilen kimse ise kaleme değil, yazana teşekkür eder. Allah'ın bütün yaratkıklarına hakimiyeti, katibin elindeki kaleme hakimiyetinden daha büyüktür. Sebebleri var eden ve istediğini yapma gücüne sahib olan Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederim. (Kudame, 354)
1100
tevekkül
.. Tevekkiil kelimesi, "vekalet" mastanndan türemiştir. "Bir kimse işine filanı vekil etti" manasında "İşini ona havtile etti ve güvendi" denilir. Şu halde tevekkül, kalbin müvekkel'e l vekil kılınan Allah' al dayanıp güvenmesinden ibarettir. Bir kimse bi rine ancak şu husfısiyetleri taşıdığı takdirde güvenip dayanır: Şefkat, kuvvet ve hidayet !doğruyu gösterme} . Bunu anladınsa, Allah'a tevekkülü ona kıyasla. Eğer sende, O'ndan başka fail olmadığı düşüncesi sabit olduysa, bunun yanında ilim, kudret ve şefkatinin de tam olduğuna, O'nun gücünün üstünde bir güç olmadığına, O'nun ilminin üstünde ilim !sahibi} olmadığına, O'ndan daha merhametiisi bulunmadığına inandınsa, kalbin kesin olarak sadece O'na güvenip, O'ndan başkasına yönelmez. Eğer ken dinde bu hali bulamıyorsan, sebebi şu iki şeyden biridir: Ya bu hasletlerden birine karşı yakmin zayıftır, ya da varlığını korkaklığın kaplaması sebebiyle, kalbin, za yıflığı ve vehimlerinin te'sirinde kalarak tereddüdde kalmasıdır. Çünkü kalb, vehmin devam etmesi ve kendisinin ona uyması sebebiyle, yak'ininde eksiklik ol masa bile bazen tereddüd geçirir. Şöyle ki bal yiyen bir kimsenin nazarında, bal pisliğe benzetilse, her halde ondan tiksinir ve artık yiyemez. (Kudame, 355)
.. Tevekkül, muhibbin !sevenin}, sıkıntısını mahbfıbun !sevgili} eliyle atması, gü venini O'na bağlamasıdır. Muhiblerin havassına göre bunda şaibe kalıntısı ve hey betİn kaybedilmesi durumu vardır. Bunun için onlar, kendilerini gerçek Mahbub'un Zat'ından başka hiçbir şeye bağlamadılar. Kullar O'na güven ve te vekküllerinde samimi olurlarsa, O, onların her şeyine yeter. (Ravza, 413) .. Tevekkülün ihsan makamında şart olmasının sebebi şudur: Bir kimse Allah Teala'nın kendisini gördüğünü görürse, o kimsenin bütün işlerini Cenab-ı Hakk' a havale etmesi şarttır. Çünkü Allah, o kimseye ait maslahatları daha iyi bilir. Bun dan dolayı mütevekkil olan kimse, elinde olmayan şey hakkında kendisini asla yormaz. Tevekkülün şartı, kölenin efendisine, istediğini yapması için teslim olma sıdır. (İnsan, II, 29) * Tevekkül üç kısım dır: Avarnın tevekkülü şefaate, havassın tevekkülü taate, ehassın tevekkülü ise inayete yöneliktir. (Cami', 61) * Bil ki, yak'in ehline ait hallerin turillarının ulaştığı yakin makamlarının asılları yedi tanedir: Tevbe, sabır, şükür, reca, havf, zühd, tevekkül, mehabbet ve rıza. (Cami', 218)
* Tevekkül, Allah'ın katında bulunana güvenmek, insanların elinde olana ümid bağlamamaktır. Denilmiştir ki "Tevekkül, insanın yanında az ile çoğun eşit olmasıdır " Yine denilmiştir ki, "Henüz gelmemiş zamanın kaygısını üzerinden almaktır."
"Tevekkül, kulun hiçbir alaka olmaksızın Allalı 'la baki olmasıdır" da denilmiştir. Yahya b. Muaz, alakanın açıklamasına dair olmak üzere "Sı1finin dükkanı olmaz. Zühd hakkında söz söylemek zanaattır, kafilelerle sohbet etmek açığa vurmaktır. Işte bunla rın hepsi aliikadır" demiştir.
tevekkül
1101
Yine denilmiştir ki "Tevekkiil, Allah'a yakinin tam olmasıdır." Çünkü Allah'a ya kin, ancak O'na hüsn-i zan beslemekle, vereceği rızık vaadine güvenmek ve kaza
sına razı olmakla tamamlanır. Allah'a yakinin tam olmasına "tevekkiil" denir.
Ayrıca şöyle de söylenmiştir: "Tevekkiil bidm;et {başlangıç} olup mii'minin, teslım vasıta {orta hal} olup evliyanın, tefviz ise nihayet {son basamak} olup ehass-ı havassın sıfa tıdır." (Cami', 242) * Tevekkül iki kısımdır. Birincisi, avamın tevekkülü olup, rızık işini Allah' a ha vale etmek, Allah'ın keremine dayanıp {rızık hususundakil vaadine güvenerek sebeblerle ilgiyi kesmektir.
İkincisi havassın tevekkülüdür. Bu da kulun her türlü işini Allah' a ısmarlayıp, O'nun kaza ve kaderinin hükmü altında, bedenini istediği tarafa evirip çevirdi ğinde iradesiz ve ihtiyarsız kalan -gassal elindeki meyyit {ölü yıkayan kişinin elin deki ölü} gibi- hareketsiz ve iradesiz kalmasıdır. Eğer kalbinde bir hareket mey dana gelirse Allah'la hareket etmiş olur, yok eğer sükun hasıl olursa yine Allah'la sükunete ermiş olur. "Tevekkül, siikiinsuz ızdırab, ızdırabsız sükiindur" diyen kimse nin sözü de bu duruma işaret eder. (Cami', 243) * Tevekkül, acizliği izhar ederek başkasına güvenmektir. Tüklan {dayanmak, te vekkül etmek} isminin lugatteki manası, din alimlerinin verdikleri manaya muva fıktır. İmam Muhasibi•" tevekkülü şöyle tarif etmiştir: "Tevekkül, sevdiği veya sevme diği, umduğu veya ummadığı her husüsta sebebsiz olarak ve Allah'tan başka hiçbir sebebe dayanmaksızın sadece O 'na güvenmektir."
Şeyhler tevekkül hususunda konuşmuşlar, yine Muhasibi şöyle demiştir: " Tevekkülün hakfkati, Allah'tan başka her husiistaki arzuyu gidemıek, gıda husunda nefsin tedbfrini terk etmek, kafi olanla yetinmek, kalbin Rabb'in muradım kabiillenmesi, ubiidiyyet {kulluk} gölgesinde oturmak, Allah Teala'ya iltica etmek, Allah � dışındakiler den bir şey beklememektir." Zünnun'a'" tevekkülün ne olduğu sorulduğunda şu şekilde karşılık vermiştir: " Tevekkiil, nefsin tedbfrini terk edip, kendi güç ve kuvvetinden sıyrılmaktır." Zünnıln'un bu soruya bir başka cevabı da şöyle olmuştur: "Rabb'leri söküp atmak, sebebiere itinzat etmemektir." Soru sahibi biraz daha malılmat isteyince Zünnıln: "Yani nefsi rubübiyı;et {Rabb'lik, Rabb olma} vaziyetinden çıkanp, ubiidiyyet {kul olma} vaziyeline ge tirmektir" buyurmuştu. İbn Mesruk ise şöyle demiştir: "Tevekkül, Allah'ın kazasına ve hükümlerinin akı şına tesilm olmaktır." Sehl {Tüsteri} � demiştir ki: "Tevekkülde ilk makam, kulun Allah � huzurunda, hareket ve tedbire sahib olmayıp kendisine yapılacak her şeyi kabül eden, gassill elindeki ölü gibi olmasıdır."
tevelli
1102
Sfıfilerden birine tevekkülün ne olduğu sorulunca şöyle cevab vermiştir: " [/im
bileğine kııdar ejderhanın ağzına sakmuş o/san bile, yine de Allalı'tan başlaısından kork mamandzr." Denmiştir ki, "Gına {gönül zenginliği ya da istiğnii} ile izzet ikisi beraber nıii'ıninin
kalbinde gezinti yaparlar, tevekkül bulunan bir yere ulaşıriarsa oraya yerleşirler." Demek ki orada tevekkül bulunan bir yer bulamazlarsa oradan uzaklaşırlar. (Nebhani, I, 326) * Tevekkiil, yaratılmışları görmeksizin Halik'a güvenip dayanmaktır. Melik ve Vehhab !olan Allah)'ı görmek, sebebiere sarılmaya mani değildir. Sırlarını anlaya m adığın bir şeyi hemen inkar etmekten sakın. Elde edemediği şeyi inkar eden, elindekinin bereketinden de mahrum kalır. (Kavanın, 86) {Ayrıca b k tedbir; tefviz-teslim}
tevelll (
Jy / :ıy- ) * Tevelll, O'ndan O'na dönmendir. (Istılalı, 537)
tevfik (
JJy )
* Sfıfi şeyhlerden bazıları, "Tevfik, kul tiiat yapmak istediğinde,
bunu yapacak gücün kendisinde bulunmaszdır" demişlerdir. O halde kul Allah'a itaat ettiği zaman, kendisine Allah tarafından daha fazlası gelir, önceden sahib olduğu güçten daha fazlasına sahib olur. Artık bundan sonraki hallerin tamamı, kulun bütün hareket ve sükfınu, Allah Teala'nın fiil ve yaratması olur. İşte kulun Allah'a itaatini sağlayan bu güç ve kuvvet, "tevfik" diye adlandırılır. ( Hücviri, 9)
* İnsanın her hal içerisinde ihtiyaç duyduğu tevfik, insanın irade ve fiilinin Al lah' ın kaza ve kaderine muvafık olmasıdır. Bu tevfik, hayra da, şerre de kullan maya müsaittir. Fakat hayır ve saadetle alakah anlaşılır hale gelmiştir. (Mizan, 88) * Rfıh iyiliğin, nefs de kötülüğün kaynağıdır. Akıl, rfıhun, heva da nefsin ordusudur. Tevfik !Allah'tan gelen iyiliğe yönelik muvaffakiyet} ruhun, hizlan da !kötülük yapmaya yönelik kuvvet de) nefsin yardırncısıdır. İki ordunun hakimiyet alanı da kalbdir. (Adiibı, 33) * Meselenin deliliyle isbatı talıkzk; bir başka delille isbatı ise tedklk; te'sirli cümlelerle onu ifade etmek terklk; bu ifadenin terkibinde bedi ve meani ilimlerini gözetmek tenmlk; o hususta itiraza mahal bırakmama ise tevfiktir. (Kaviinln, 61)
tevhid (
y ) !erkan-ı tevhid; 'ilm-i tevhid; tevhid-i 'akl'i; tevhid-i 'amme;
J�
tevhid-i hassa; tevhid-i hüviyyet; tevhid-i vücudi; tevhid-i zat; vahdaniyyet} * Ebu Yezid Bistam}ks şöyle demiştir: "Tefrzd yurduna ulaşınraya kadar tevhld mey
danında yürü! Ebediyet vadisine kavuşuncaya kadar tefrıd ıneı;danında uç! Sıısadıysan, O seni bir bardak suyla sular ve bir daha zileirden ağzın kuru kalmaz, susamazszn." (Şatalıiit, 89)
tevhid
1 1 03
* Ebu Yezid Bistfuni'ye tevhidin ne olduğu sorulunca "Yakfndir" demiştir. "Ya kin nedir?" diye sorulunca şöyle demiştir: "Halkın harekat ve sekenatının {hareket et melerinin ve durmalarının} Allah'ın � fiili olduğunu, fiilierinde O'na ortak bulunamaya cağını bilmektir. Rabb'ini tanıdığın zaman ve Rabb'in sende karar kıldığında, O'nu bul muşsun demektir." Bunun manası şudur: Sen, Allah'ın, fiillerinde hiçbir ortağı bu
lunmayan tek varlık olduğunu ve hiç kimsenin O'nun fiilierini yapamayacağını anlarsın. (Şatalıat, 129) * Tevhld bir sır, marifet de birr'dir {iyiliktirl. İman, sırrı muhafaza, birri müşa hede etmektir. İslam, birre şükretmek, kalbi sırra teslim etmektir. Çünkü tevhid bir sır olup kul o sırra ancak Allah'ın kendisine hidayet etmesi ve kendisine delil gös termesi yardımıyla ulaşır. Yoksa Allah'ın desteği ve hidayeti olmadan kendi ak liyle onu idrak edemez. Marifet, Allah'ın ona bir lütfü ve ihsanıdır. Çünkü kul onu hak etmeden, Allah bunun için ona nimet ve İhsanının kapısını açmış, ona hidayeti lütfetmiştir. Kul da bunların hepsinin Allah'tan olduğuna iman etmiştir. Ona hem nimet vermiş ve hem de o nimete şükretmeyi ihsan etmiştir. Allah'ın tevfiki olmadan kul O'na şük redemez. İşte bu da, Allah'ın kuluna yeni bir nimet ve ihsiinıdır. Böylece kul, Al lah'ın lütfunu görür ve sırrını korur. Çünkü onu buna muvaffak kılan ancak O'dur. Çünkü kul, O'nun rubı1biyyetinin keyfiyetini idrak edemez. Böylece O'nun bir ol duğunu anlar ve teşbih {O'nu başka varlıklara benzetme}, tatil {sıfatlarını inkar etme}, tekyif {O'na bir keyfiyet yükleme, nasıl olduğu üzerine yorum yapma} ve tecnif {sapık düşüncelere saplanarak O'ndan uzaklaşmal gibi {tehlikeli düşünce ve} işlerden kaçınır. İşte birri müşahede ve sırrı muhafaza eden bu imandır. (BeıJan, 39) * İslam, dinin hem esaslarını ve hem de furularını {dallarını} içine alan bir isimdir. Şübhesiz Allah bu dini furı1at ve hükümleriyle beraber olarak yirmi küsür yılda tamamlamıştır. Ancak hükürnlerin bir kısmını nesh ederek yenisiyle değiş tirmiştir. Ama iman, marifet ve tevhld hususlarında nesih caiz olmadığı gibi, bunlardan herhangi bir şey de değiştirilemez. (Beyan, 61) * Tevlıld, muvahhidin {tevhid edenin} değil, muvahhedin {tevhid edilenin, tev hide konu olanın} sıfatıdır. O "Ben" deyince, ancak senin için der, O'nun için değil. " Tevhldin riicfıu muvalıhidedir {tevhld tevlıld edene aittir)" dersen, mahlükların tevhi dini ortaya koyarsın. "Tevlıldin riicüu mııva!ılıededir {tevlıfd, tevhfd edilene aittir}" der
sen, kim tevhid ediliyor, tevhide nasıl dönüyor? "Tevhldin riicüıı mııvahhedden ınıı vahlıidedir {tevhfd, tevlıld edilenden tevhld edene döner}" dersen, O'na bir sınır nisbet etmiş olursun. (Tavasln, 21 1) * İlk daire O'nun mef'ı1latıdır {fiilleridir, yaptıklarıdır}; ikinci daire, O'nun
mevsı1matı {izleri, eserleri} ve iki alemin daireleridir. Noktalar, daireden ayrı olsa bile, tevhldin kendisi değil, manasıdır. Bu ikinci daire ürnmetlerin, kendilerine
tevhid
1104
mühlet verilmiş olanların, yaptıklarına şahidlik edilenlerin ve yok olup gitmiş olanların haberlerine dair şeylerdir. İlk daire zahir, ikinci daire batın, üçüncü daire ise işarettir . . .
. . . Tevhidin manasının sıhhati teşbihtir. Oysa teşbih, Hakk'ın sıfatıarına münasib değildir. Tevhid Hakk'a da, halka da nisbet edilmez. Çünkü {birlemek için bile olsa) saymak sınırlamaktır. Tevhidde ziyade yaparsan, o ziyade hadis olur. Hadis ise Hakk'ın sıfatı değil dir. Zat, tek bir zattır. O'ndan hiçbir şey ortaya çıkmaz. Hak ya da batıl manalar dan hiçbir şey ondan neş' et etmez.
"Tevhld keliimdır" dersen, kelam Zat değil, Zat'ın sıfatıdır. Eğer "0, tek olmayı iriide etti" dersen, irade Zat'ın sıfatıdır, murad edilenlerse mahlılktur. "Allah" der sen, tevhid Zat'tır, Zat da tevhidin ta kendisidir. "Allah Ziit değildir" dersen, O'nu mahlılk olarak isimlendirmiş olursun.
"İsim ve müsemmii tektir" dersen, o zaman tevhidin manası ne olur? "Allah, Al lah'tır" dersen, evet Allah Allah'tır, ayn ayndır, O, O'dur, yani tevhid Zat'ın ta kendisidir. Dikkat et, ilk olan ezeldir, ikincisi ebed, üçüncüsü cihet, dördüncüsü de malılmat ve mefhılmattır. Geriye kaldı "Lii {yok, değil}": sıfatiarın gayrı {değil) Zat. (Taviisln, 214) '�
Zünnıln Mısri'yerıı soruldu: "Tevhld nedir?" {Zünnıln cevab olarak) dedi ki:
" Tevhld, Allah'ın eşyayla imtiziic etmeı;en {eşyiinın içine girmeyen, onun tablatma karış mayan} kudretini, eşyii ile bütünleşmeyen yaratışını bilmek, her şeyin sebebinin Allah'ın yaratması olduğunu ve O'nun yaratmasında bir bozukluk bulunmadığını bilmendir. Yük sek olan göklerde ve alçak olan yen;üzünde Allah Teiilii'dan başka müdebbir yoktur. Senin ve/ıim ve tasavvııruna her ne gelirse gelsin, Allah ondan farklıdır." Ya da bunun benzeri başka bir şey söylemişti. Cüneyd'erh tevhidin ne olduğu sorulunca şu cevabı vermiştir: "Tev/ıld, Allalı'ın a/ıadiyyetinin kemiili ve vahdiiniyyetinin tahkiki sılretiyle Muvalıhed'in {Tev/ı'id Edilen 'in, Birlenen 'in} tek kılınmasıdır. Bu da O'nu, doğmamış, doğurmamış tek varlık, zıddı, ortağı ve benzeri olduğunu ve O'ndan başkasına ibiidet edilebileceğini reddederek, teşbi/ı {ben-
tevhid
1 1 05
zetme}, tasvir {şekil sahibi sayma}, tekı/if {mfihiyetini açıklama} ve temsile {herhangi bir şe yin dengi olduğunu kabıli etmeı;e} düşmeden, Bir olan Iliih ve Tek olan Samed {muhtaç ol mayan, fakat kendisine muhtaç olunan} olduğunu ikrar etmekle mümkün olur." {Nitekim ayette de şöyle buyrulur:} "O'nun bir benzeri yoktur, O işitendir, görendir." [Şura, 42/1 1 ] Bir başka seferinde Cüneyd'erh aynı soru sorulduğunda da şu cevabı vermiştir:
" Tevhid, içinde her türlü sılretin yok olduğu ve hakkındaki ilimierin derecelere ayrıldığı bir miinfidır. Allah ise ezelde nasılsa öyledir {O'nda bir değişiklik olmaz}." . . . . . . Cüneyd'e havassın tevhidi sorulduğu zaman şöyle cevab vermiştir: "Kulun Allah Teiilfi'nın huzürunda bir hayfil gibi olması, iliilli kudret hükümlerinin akışı altında, ona Allah 'ın tedbir ve tasarrufunun hfikinı olması, bu haldeyken O'nun tevhid den;asının dalgalarında boğulnıası, böylece Hakk'a kurb makanıında Allah'ın vahdfiniyet ve viicı/du nun hakikati içinde his ve hareketlerini kaybettiğinden dolayı, nefsinden, halkın kendisine seslenmesinden ve buna ceviib vermekten fiini olarak, Hakk'ın kuldan istediği şeı;i, bizziit kendisinin yerine getirmesidir. Yani, kulun son hillinin ilk hilline dönmesi, olmadan önce olduğu gibi olmasıdır {nasıl ki var olmadan önce iriidesi, kudreti ve hareketi yoktuysa, şimdi de öyle olmasıdır}." Yine demiştir ki: "Tevhid, zamana ait şekli kayıtların dar sınırlarından, sermediyyetin {ebediyetin} sınırsızfezfisına çıkmaktır. " (Lunıa', 49) * Tevlıld-i finıme {avarnın tevhidi}, hakiki manada tasdikin bulunrnayışından do layı kişinin rehbet {korku} ve rağbet {isteme} çatışmasıyla sükunete ermesi; her türlü şekil, benzerlik, denklik ve zıtlıkları görmekten uzaklaşarak Hakk'ı tevhid et mesidir. Çünkü gerçek tasdikin bulunduğu bir durumda kişi rehbet ve rağbet ça tışmasıyla süklınete ermez. (Luma', 50) * Tevhidin son noktası, tevhid sayesinde tevhidden başka her şeyi unutrnaktır. Bu da hakikat hükmünün gerektirdiği yerde olur. Ruveyrn demiştir ki: "Vahdiiniyyet, O'ndan başka her şeyin fiini olmasıyla, Hakk'ın baki olmasıdır." Yani demek istiyor ki: Fenayı gerektiren fena, hakikat hükmünü de gerekli kılar. Yine denilmiştir ki: "Vahdiin iyyet, Hakk'ın bfiki olması ve Hakk'ın dışındaki her şe yin fani olmasıdır." Bu da kulun, devamlı Hakk'ı zikrederek ve O'na tazirnde bulu narak nefsini ve kalbini hatırlamaktan fani olması demektir. (Lunıa 52) ',
* Ebu Said Ahmed b. İsa Harraz'a göre, tevhfd ilmini bulup da bunu tahakkuk ettirenlerin {gerçekleştirenlerin} ilk makamı, kalbdeki eşya ile alakah fikirlerin fani olup yalnız Allah'ın baki kalmasıdır. Yine ona göre tevhidin ilk alarneti, kulun her şeyden çıkarak bütün eşyayı idare eden Zat'a bırakmasıdır. Bu suretle idare edilen {kul}, eşyaya, O'nu idare eden Zat'la bakar, O'nun sayesinde eşya ile kaim olur ve yine O'nun sayesinde eşya hakkında temkin ehli olur {her hali Allah ile olunca, eş-
1 106
tevhld
yaya karşı kayıtsız hale gelir}. Böylece Allah, onları kendilerinden gizleyip yine kendilerini kendilerinde öldürerek onları sırf kendi Zat'ına has kılar. İşte bu, tev h'idin zuhfırunun ezel'i olması bakımından, tevhide girişin ilk basamağıdır. (Luma·,
53)
* Şibll demiştir ki: "Nefı;i, isbdt manası taşımayan kimsenin tevlıfdi salıflı değildir." {Şıbll'ye} "İsbdt nedir?" diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir: "{Arabca 'da benlik
ifiide eden} ya'ları ibtdl etmektir." Bunun manası -Allah � bilir ama- şu demektir: Gerçek muvahhid kendini ortaya koymayı nefyeder {ortadan kaldırır }, yani her şeyde benlik ve nefsi gönlünden çıkarır. "Ben, bana, beni, benimle, benim hakkımda, benden" gibi lafları bırakır. Her ne kadar dilinden bu tür laflar çıksa bile gönlünde bir benlik ve varlık iddiası bulunmaz . . . . . . Şiblırh şöyle der: "Tevlıid ilminden zerre miktarı bir şeye muttali olan kişi, taşıdığı bu ilmin ağırlığı yüzünden karınca kadar bile olsa bir ağırlık taşıyamayacak kadar zayıf dü şer." Bir başka seferinde şöyle demiştir: "Tevlıld ilminden zerre miktarı bir şeye muttali olan kişi, gökleri ve yeri göz kapağındaki kirpik/eriyle taşıyabilir." Allah bilir ama bu sö zün manası şudur: Bu kul, kalbiyle Allah'ın azametinin nfırları cinsinden olan tev h'idi müşahede edince, gökler ve yer ile Allah'ın yarattığı her şey gözünde küçülür.
(Luma', 54) * Tevlıid-i lıiissa {havassın tevhidi}, . . . daha önce de zikrettiğimiz gibi, . . . Allah Teala'nın vahdaniyyet {birlik} ve azametinin mevcfıd olmasıdır. O'nun yakınlığı nın hakikati ise, Allah'ın muradı olan yerde, kulun his ve hareketinin, Allah'la kaim olmasından dolayı yok olmasıdır. Anlatıldığına göre tevhidden bahsedilen bir mecliste Şiblirh birine şöyle de mişti: "Senin tevlıidin işte budur. " Adam: "Bana göre bundan başka ne olabilir ki?" de yince Şiblirh şu cevabı vermişti: "Tevlıld, Mııvalılıad'ın {tevlıid edilen Allalı'ın} tevhld edilmesidir ki, o da Allalı'ın seni o tevlıldle muvalılıid kı/ması, seni o tevlıfd hususunda tejrfd etmesi {eşsiz kı/ması}, sana bunu müşiihede ettirnıesi, gördüğün şeyden de seni o tevlıfdle gaybet Iziiline sevketmesidir. Işte bu, haviissın tevlıfdinin sıfatıdır." (Lımıa', 424)
* Tecrid, tefrid ve tevlıfd aynı manaya gelen değişik lafızlardır. Tafs'ilatları ise vecd sahibierine gelen hakikatler ve işaretler kadardır. Birisi şöyle demiştir:
"Haktır Hakk'ın hakikatı Anlayamaz onu Gerçek manada tecrld ehli olmayan hiç kimse" (Lımıa', 425) * Tevhidin rükünleri yedi tanedir: Kadim {ezelll olanı, hadis olandan {ezeli ol mayıp sonradan yaratılandan} ayırarak, Kadim olanı, sonradan olanın idrak etmesi düşüncesinden tenzlh etmek, Kadim olanla hadis olanın vasıflarını eşit tutmamak, Rubfıbiyyet'ten illeti kaldırmak, mahlfıkatın gücüyle meydana gelen fiillerin yüce
tevhid
1 107
Allah'ı etkileyemeyeceğini ve değiştiremeyeceğini bilmek, O'nu düşünmekten, temyizden !ayırd etmekten} tenzlh etmek, kıyas yapmaktan beri tutmak {yani dü şünüp taşınarak bir sonuca varıp fiilierini ortaya koyan bir varlık olarak düşün memek}. Muhammed b. Musa Vasıti şöyle demiştir: "Tevhidin özü {şudur}; tiizzm, tecrid veya tefrid husıisımda dil ile ifiide edilen, sözle işiiret olunan her şey illetlidir, hakikat bu nun ötesindedir." Bunun manası şudur: Bütün tarlflerin senin vasıf ve sıfatlarındır. Hepsi de senin gibi hem mahluk, hem de illetlidir. Doğru olan ise Hakk'ın kendini vasfetmesidir. Büyük sı1filerden birisi şöyle demiştir: "Tevhzd, O'nu tek olarak görebilmendir. Bu
da, seni sana göstermemesidir." Faris der ki: "Tecrzdle {dünya ve iihiretle aliikayı kesme gayreti} alakan bulunduğu sü rece tevhidin salıZlı olmaz. Sadece sözle tevhid eden kişinin sırrı {kalbi} yalnızca O'nu nıüşiihede etmez. Hiil ile tevlızd eden ise, hali içinde söz söıjlemekten giiib olur. Hakk'ı gör mek bir hfıldir. Hiil içinde olan kendine ait Jıer şeyi, ancak Hakk olarak nıiişiilıede eder. O'nun tevhzdine kiil ve hiil olmadan ern1enin yolu yoktur." Yine bır sufl de şöyle der: "Tevlıid, üzerine düşeni yerine getirmen kaydıyla, bütün
benliğinden kopman ve senin Hakk'a ulaşmana engel olan durımza bir daha dönnıenıendir." Yani, Allah'ın hakkını yerine getirebilmen için var gücünle çalışacaksın, ama bun dan sonra Allah'ın hakkını ödediğini düşünmekten uzak duracaksın. Tevhld sana kendi vasıflarını terk ettirecek ve bunlardan hiçb_iri sana bir daha dönmeyecek Çünkü onlar senin Hakk'a giden yolunu keserler. Şıbli: "Hakk'ın tecellllerinin zuhurımdan ötürü kul sırrıyla {içinden} kendinden tam olarak sıkılmadıkça tevhzdi gerçekleştiremez" demiştir. Bir başka sufi de: "Muvahhid, kendisi ile iki diinyii arasına Allah'ın girdiği kimsedir. Çünkü Hakk, harimini himaye eder." (Ta'arruf 103) * Ebu Ali Ruzbari demiştir ki: "Tevhid, kalbin, ta'tili fAllah'ın sifatlarını ibtiil et meyi} red, teşbihi inkiir ettiğini isbiit ederek istikanıet üzere olmasıdır. Tek bir kelimeıjle tevhid, vehimlerin, Jikirierin tasavvur ettiği şeyin tamamının, O'ndan başka bir şeıJ oldu ğunu anlamaktır." (Kuşeyri, 6) * Tevekkül kalbin ameli; tevhid ise sözüdür. (Kuşeyri, 7) * Tevlıid, Allah'ın bir olduğuna hükmetmektir. Bir şeyin bir olduğunu bilmek de tevhiddir. Denilmiştir ki: "Birini şeciiata nisbet ettiğin zaman, 'Onu teşci ettim ' de
diğin gibi, birini tek olmakla vasfettiğin zaman da 'Onu tevhid ettim' dersin." "Ferede {jerd oldu, tek hiile geldi}" fiilinden "ferdiin " "fiirid", "ferd" ve "ferid" de nildiği gibi lugat itibariyle "vahade-yahadu (bir oldu}" fiilinden "O viihiddir", "O valıddır" ve "O valıiddir" denilir.
1108
tevhid
Ahad kelimesinin aslı vahd kelimesidir. Vav hemzeye kalbedilince ahad ol muştur. Meksur {kesreli} ve mazmUın {zammeli} olan hemze gibi, meftUh {fethalı} olan vav da bazen hemzeye dönüşür. Mesela "güzel kadın" demek için "imraatiin esmiiün" denilir. Burada "esmli", "vasmii {zarif, güzel, ince}" manasını ifade eder ve "visamet" kökünden gelir. Alimierin ıstılahına göre, Allah'ın vahid oluşunun manası hakkında denilmiş tir ki: "0, senin 'tek insan ' demenin aksine, ref' {kendisinden bir şey eksiltilmesi} ve vaz' {kendisine bir şey eklenmesi} ile vasıflanması sah1h olmayan varlıktır." Çünkü sen, "bir insan" dediğin zaman, {bunu} elsiz ve ayaksız bir insan {manasında} kullanabilir sin. İnsandan el ve ayağın eksiltilmesi mümkündür. Hakk Sübhanehu ise, bu veri len mananın aksine ahadiyy-i Zat'tır {Zat bakımından bir olan, parçalanması mümkün olmayan varlıktır} . Tahkik ehlinden biri, vahid kelimesinin manasını şöyle izah etmiştir: "Viilıid, Zat hakkında, taksimi {bölünebilir olmayı}, sıfatlarında da teşbıhi nefı; etmek, Hakk'zn fiil ve eserlerinde ortağı bulunduğunu inkiir etmektir {0, ne ziitznda, ne sıfatlarznda, ne de !i illerinde başkasına benzer, Mutlak Bir'dir}." Tevhid ü ç türlüdür. Birincisi Hakk'ın Hakk için tevhididir. Bu tevhid, Allah'ın kendisinin bir olduğunu bilmesi ve kendisinin vahid olduğunu haber vermesidir. Ikincisi Hakk'ın � halk için olan tevhididir. Allah'ın $, kulunun muvahhid {tevhid ehli, Allah'ın bir olduğunu kabul eden} olduğuna hükmetmesi ve kulunun tevhidini yaratmasıdır. Üçüncüsü ise halkın Hakk � için tevhididir. Bu da kulun, Allah'ın � bir olduğunu bilmesi, buna hükmetmesi ve O'nun vahid olduğunu ha ber vermesidir. Kısaca ve öz olarak tevhldin manası budur. (Kuşeyri, 146) ·� Zünnun'a tevhidin ne olduğu sorulunca şöyle demiştir: "Tevhid, Allah'ın eş yiiyla imtizac etmeyen {eşyiinın içine girmeyen, onun tabiatma karzşmayan} kudretini, eşyii ile bütünleşmeyen yaratışını bilmek, her şeyin sebebinin Allah'ın yarahnası olduğunu ve O 'nun yaratmasında bir bozukluk bulunmadığını bilmendir. Senin vehim ve tasavvııruna her ne gelirse gelsin, Allah ondan farklıdır." Ceriri de demiştir ki: "Tevlıid ilminin tevhld dilinden başka hiçbir viisıtası yoktur {tevhidi anlatmanın yolu onu yaşamaktır}." Cüneyd'erıı tevhidin n e olduğu sorulunca ş u cevabı vermiştir: "Tevhld, Allah'ın ahadiyyetinin kenıiili ve vahdiiniyı;etinin tahkiki suretiyle Muvahhed'in {Tevlıid Edilen'in, Birlenen 'in} tek kılınmasıdır. Bu da O'nu, doğmamış, doğurmamış tek varlık, zıddı, ortağı ve benzeri olduğunu ve O'ndan başkasına ibiidet edilebileceğini reddederek, teşblh {ben zetme}, tasvir {şekil siihibi sayma}, tekyif {miihiyetini açıklama} ve temsile {herhangi bir şe yin dengi olduğunu kabul etme-ı;eJ düşmeden, Bir olan İlii/ı ve Tek olan Samed {mu/ı taç ol mayan, fakat kendisine muhtaç olunan} olduğunu ikrar ehnekle mümkün olur " {Nitekim ayette de şöyle buyrulur: } "O'nun bir benzeri yoktur, O işitendir, görendir." [Şura, 42/1 1]
1 1 09
Yine Cüneyd şöyle der: "Akıllı kişilerin akılları tevhldde son hadde vardıgı zaman, hayret mertebesine ulaşmış olurlar." Bir başka seferinde Ciineyd'erh aynı soru sorulduğunda da şu cevabı vermiştir:
"Tevlıld, içinde her türlü suretin yok olduğu ve hakkındaki ilimierin derecelere ayrıldığı bir miiniidır. Neticede Allah ise ezelde nasılsa öyle olur {O'nda bir değişiklik olmadığı anlaşı lır}." Husrl: de şöyle der: "Tevhld bahsinde beş esasımız vardır: fAllah'tan ve O'nu tevlıid etmekten} hadesi kaldırmak fAllah'tan başka her şeıjden yüz çevirmek ve her şeıJin tek se bebi olarak O'nu görmek}, kıdemi ferd hilline getirmek {sadece O'nunla meşgul olmak}, dostları terketnıek, vatandan ayrılmak, {tevhid ve Allah hakkında daha önceden} bildiği ve bilmediği her şeyi unutmak." . . . . . . Şibli demiştir ki: "Tevhid, hakikat olarak muvahhadın {Allah'ın} sıfatı, şeklen ise muvahhidin {kulun} süsüdür." Cüneyd'e havassın tevhidi sorulduğu zaman şöyle cevab vermiştir: "Kulun Al lah Teiilii'nın huzurunda bir haytil gibi olması, ilahi kudret hükümlerinin akışı altında, ona Allah'ın tedbir ve tasarrııfımım hiikinı olması, bu hiildeıJken O'nun tevhld denjasının dal galarında boğulması, böylece Hakk'a kıırb makamında Allah'ın vahdiiniyet ve vücüdıınım hakikati içinde his ve hareketlerini kaybettiğinden dolayı, nefsinden, halkın kendisine ses lenmesinden ve buna ceviib vermekten fiinl olarak, Hakk'ın kuldan istediği şeıji, bizzat ken disi yerine getirmesidir. Yani kulun son hdlinin ilk hdline dönmesi, olmadan önce olduğu gibi olmasıdır {nasıl ki var olmadan önce iradesi, kudreti ve hareketi yoktuysa, şimdi de öyle olmasıdır}." (Kuşeyri, 147) * Ebu Bekr Tamestanl'ye: "Tevhzd nedir?" diye sorulduğunda şöyle cevab vermiştir: "Tevhfd, mııvahlıid {kul} ve muvalılıad {Alla/ı} olmak üzere üç şeıjdir." Ruveym ise şöyle demiştir: "Tevlıld, beşeri izleri yok etmek ve sadece ulülıiyyeti or
taya çıkamıaktır. " (Kuşeyri, 148) * Tevlıid üç türlüdür. Birincisi Hakk'ın Hakk için tevhididir. Bu tevhid, Al lah'ın, vahdaniyyetini (kendisinin bir olduğunu} bilmesidir. İkincisi Hakk'ın � halk için tevhididir. Bu da, Allah'ın � kulunun tevhidine ' (muvahhid, tevhid ehli, Allah'ın bir olduğunu kabul eden kişi olmasına} hükmet mesi ve kalbinde tevhidi yaratmasıdır. Üçüncüsü ise halkın Hakk � için tevhididir. Bu da kulların, Allah'ın � vahdaniyyetini bilmeleridir. İşte kul, Hakk'ın marifetine erince ancak, Allah TeaJa'nın vasl ve fasl {birleşme ve ayrılma} kabul etmeyen bir olduğuna ve iki olamayacağına hükmedebilecek hiile gelir. (Hücvirl:, 332) * Cüneyd'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Tevlııd, kıdemi lıadesten ayırd etmek tir." Yani sen (tevhid ehli olunca}, Kadim olanı {ezeli varlık olan Allah'ı} hadislerin
tevhid
1110
{sonradan yaratılmış olan şeylerin}, hadisleri de Kadim'in mahalli olarak görmez sin {bu iki varlık tipini birbirinden kesin çizgilerle ayırırsın}. Allah Teala'nın ka dim, kendinin de zarfiri olarak muhdes olduğunu bilirsin. Senin cinsinden olan hiçbir şey O'nunla asla birleşemez. O'nun sıfatlarından hiçbir şey de seninle imtizac etınez. Bu, Kadim ile muhdes olanın aynı cinsten olma ihtimalinin bulun maması sebebiyle böyledir. Çünkü Kadim, hadis şeylerden önce de vardı. (Hücvirl, 334)
·• Hüseyin b. Mansur Hallac demiştir ki: "Tevhidin ilk adımı tefridin fenasıdır " Çünkü tefrid, kişinin afetlerden ayrılmasını, tevhid ise tek olandan başka hiçbir şe
yin kalm amasını gerektirir. Tefridde O'ndan başkasını isbat caizdir, ancak bu sı fatla vasıflandırmak caiz değildir. Hakk' dan başkası için böyle bir vasıflandırma layık değildir. Tefrid bir ortaklık ibaresi olarak gelir. Tevhid ise ortaklığı ortadan kaldırır. Tevhidde ilk adım ortaklığın ibtal edilmesi ve mizacın yoldan kaldırılma sıdır. Çünkü yolda mizacın bulunması, ışıksız yola çıkmaktan farksızdır. Husrirh şöyle demiştir: "Bizim tevhid hususunda usılliimüz beş şeı;dir: Hadesi orta dan kaldırmak, kıdemi isbiit etmek, vatanlan terk etmek, dostlardan ayrılmak ve bilinen ve bilinmeı;en her şeyi unutmak." Hadesi
ortadan
kaldırmak,
muhdes
olan
şeylerin
tevhidle
birlikte
bulunabileceğini reddetınek ve Yüce Allah'ın mukaddes Zat'ında hadislerin {son radan yaratılmış varlıkların} bulunmasını imkansız görmektir. Kıdemin isbatı, Allah Teala'nın varlığının devamlılığına inanrnaktır. Vatanları terk etınekten kasd edilen ise nefsin ülfet edip alıştığı her şeyden kesilmek, kalbin rahat bulduğu her yerden kopmak, insan tabiatının yerleştiği her yerden ayrılmaktır. Müridierin dünyanın her türlü şeklinden hicret etmeleri, yüce makamlarla, paha biçilmez hallerle ve yüksek kerametlerle mümkün olur. Dostlardan ayrılmaktan murad, halkın sohbetinden yüz çevirip, Hakk'ın soh betine yönelmektir. Çünkü ağyarın zikrinin uğradığı her hatır {Allah'tan başka varlıkları hatırlatan her şey}, muvahhidin kalbinde kaldığı miktarca bir perde ve afet olur. Çünkü bütün ümmetierin ittifakıyla tevhid, himmetleri toplamaktır. Ağ yada rahat bulmak, himmetin dağınık olmasının alametidir. Bilinen ve bilinmeyen her şeyi unutmaktan murad da şudur: Halkın bilgisi "Ne
zaman" ve "nasıl" veya cins ve tabiat ile olur. Halkın bilgisinin Hakk'ın tevhidi hakkında isbat ettiği her şeyi tevhid reddeder. Halkın bilgisizliğinin kabUl ve isbat ettiği her şey, onların bilgilerinin aksi olur. Çünkü cehalet tevhid değildir. {Beşeri} tasarruf reddedilmeden, tevhidin hakikatine ait bilgi sahih olmaz. Bilgide ve bilgi sizlikte olan ise tasarruftan başka bir şey değildir. Bu tasarruf ya basirete veyahut da gaflete istinad eder. (Hücviri, 335)
tevhid
1111
* Allah Teala buyurmuştur ki: "Allah, kendisinden başka hiçbir iliih olmadığına şiilıidlik ebniştir." [Al-i İmran, 3/18]
Tevhfd, Allah Teala'yı hadesten {yaratılmışlıktan) tenzih etmektir. Bu yolda, tevhidi {tevhid hususundaki anlayışları) tashill etmek maksadıyla alimler söyleye ceklerini söylemişler, muhakkikler de işaret edecekleri hususlara işaret etmişlerdir. Tevhidin üç yönü vardır: llk yönü avaının tevhidi olup, şahidlerle sahih olur. İkinci yönü havassın tevhidi olup, hakikatlerle sabit olur. Üçüncü yönü ise, kı demle kaim olan tevhiddir, bu da ehass-ı havassın tevhididir. hk tevhid, Allah'tan başka ilah olmadığına; O'nun ortağı bulunrnadığına; O'nun Ahad {Bir}, doğmamış ve doğurmamış, Samed {hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan) bir varlık olduğuna; kendisine hiçbir şeyin denk olamayacağına şehadet etmektir. Bu tevhid, en büyük şirki ortadan kaldıran, üzerine kıblenin istinad ettiği, {mü'minlerin) himaye edilerusini gerekli kılan, kan ve malın bağış landığı, İslam yurdunun küfür diyarından ayrıldığı zahir ve açık tevhiddir. A varndan olan millet, istidlal hakkına sahib olmasa bile, kalbierinin kablll etme siyle sanıh olan şehadetteki sadakat sayesinde her türlü şübhe, şaşkınlık ve şaibe den salim olduktan sonra, ancak bu tevhidle kurtuluşa erebilir. Bu tevhid, şahidlerle sahih olan avaının tevhididir. Şahidier de risalet {peygamberlik) ve ha beri işitmeyi gerekli kılan fiiller olup, bunlar da Hakk Teala'nın göstermesi {naslardaki emirleri) yoluyla elde edilebilir ve şahidierin müşahede edilmesiyle gelişebilir. İkinci tevhid türü ise, hakikatlerle sabit olan havassın tevhididir. Bu da zahiri sebebierin düşmesi ve {salikin, } akılların çekişmelerinden ve şahidiere bağlı kal maktan {kurtularak) üst seviyelere yükselmesidir. Bu tevhid, tevhid hususunda delil, tevekkül hususunda sebeb, kurtuluşta da vesile görmemektir. Böylece kişi, hükmü, ilmi ve her şeyi yerli yerine koyarak, bunların sadece O'nun tarafından belli zamanlara bağlanması ve şekiller içinde gizlenmesi gibi fiiller yoluyla, Hakk Teala'nın her şeyden önce geldiğini müşahede eder. İlietleri tanımayı tahakkuk et tirir, hadesin ortadan kaldırılması yoluna süluk eder. Bu tevhid, fena ilmiyle sahih olan, cem' ilminde saflaşan, cem' erbabının tevhidine cezb eden, havassın tevhidi dir. Üçüncü tevhid türü ise, Hakk Teala'nın sadece kendisine has ve kadrine müstehak kılmış olduğu kişilerin tevhiddir. O'nun kadri O'ndan bir panltı olarak O'nun saflığından gelen topluluğun sırlarını aydınlatmış, onları kendisinin sıfatları hususunda dilsiz hale getirmiş, o aydınlığın yayılması hususunda onları aciz bı rakmıştır. O parıltıyla O'na, kendisine işaret edenlerin diliyle işaret edilir ki bu, hadesin ortadan kalkması ve kıdemin isbiH edilmesidir.
1 1 12
tevhid
Bu tevh!ddeki remzin üzerinde bir illet vardır: Bu tevhld ancak o ilietin orta dan kalkmasıyla sahih olur. İşte bu, bu yolun alimlerinirı sözlerine göre O'na işaret etmenin merkezidir. (Menazil, 47)
•• . . . Bu tevhid sıfatlarla süslenip, kısırnlara ayrıldıkça, ibaredeki gizlilik, sıfatıar daki fazlalık ve genişletilmesindeki zorluk artar {açıklandıkça anlaşılmaz hale ge lir}. Bu tevhide ancak riyazet ehli, hill ve makam erbabı olan kişiler yükselebilir. Buna ancak tazlın ehli niyetlenebilir, ayn-ı cem' hakkında konuşabilenler bununla meşgul olabilir. Bu tevhJ:d haklanda işaretler silinir, diller konuşamaz hale gelir, hiçbir ibare ona işarette bulunamaz. Tevh!d yaratılmış olanın kendisine işaret et tiği, elde edenin meşgul olduğu ya da sebebin azalttığı şeyin ardındadır. Geçmiş zamanda bana sfifilerin tevhJ:dini soran bir kişiye şu şiirdeki üç mısra ile cevab vermiştim:
hiç kimse tevhid edememiştir vahid'i o Vfihid'den başka çünkü O'ndan başka kim tevlıid etmişse inkfir etmiştir O'nu sıfatlarından söz edenin tevhfd etmesi O'nu ibtdlden ibarettir sifatlarını O Vahid'in O'nun kendisini tevlıld ehnesidir ancak O 'nun tevlı'idi O'nu vasf edenin vasfıysa ilhfiddır ancak Allah � daha iyi bilir. (Menfizil, 48)
* Tevhidin dört mertebesi vardır. TevhJ:d, öz, özün özü, kabuk ve kabuğun ka buğu gibi kısırnlara ayrılır. Anlayışı zayıf olanların daha iyi kavrayabilmeleri için bunu misallendirelim. Çünkü cevizin bir üst kabuğu, bir alt kabuğu ve bir de özü vardır. Özün de yağı vardır ki, bu da, özün özüdür. Şu halde tevhJ:din birinci mertebesi, insanın manasından habersiz olarak veya inkar ederek diliyle "La ilfilıe illallalı" demesidir. Münafıkların tevh1di böyledir. ikinci mertebesi, kalbin, {kelime-i tevhJ:d} lafzının m anasını tasdik etmesidir. Nitekim bütün Müslümanlar bunu tasdik etmişlerdir. Bu avaının itikadıdır. Üçüncü mertebesi, Hakk'ın nı1ru vasıtasıyla, yani keşf yoluyla o manayı müşa hede etmektir. Bu da nıukarmbiinun makamıdır. Bunlar baktıklarında pek çok şey leri görürler. Ancak gördükleri bu pek çok şeyin, sadece Kahhar olan bir tek Al lah'tan sudur ettiğini de bilirler.
tevhid
1 1 13
Dördüncü mertebesi, varlıkta birden başkasını görmemektir. Bu da sıddlklerin müşahedesidir. Sufiler buna "fena fi't-tevhid {tevhidde yok olmak}" derler. Çünkü bir den başkasını görmediği için kendisini de görmez. Böyle bir kimse tevhidde müstağrak olması sebebiyle kendisini görmediği için, kendisini tevh'idinde yok etmiştir. Yani hem kendini, hem de halkı görmekten fani olmuştur. Birinci mertebecieki muvahhid, sadece diliyle muvahhiddir. Bu şekildeki tevhid, sahibini sadece dünyada şeriatın kılıç ve mızrağından korur !müslüman ol ması sebebiyle canını emniyete almış olur). İkinci mertebecieki muvahhid, dilinin söylediğine kalbiyle inanır ve kalbi de inandığını yalanlamaz. Bu, kalbin üzerine vurulan çözülmez bir düğümdür. Fakat bu kimse günahlarla bu düğümü gevşetmeden o imanla ölmüş ise, bu iman onu ahirette azabdan korur. Bu iman düğümünü gevşetip çözecek bazı çözücüler var dır ki buna "bid'at" denir. Iman düğümünü gevşetip çözen hususlar olduğu gibi, onu çözülmekten ve gevşemekten koruyan, sağlamlaştıran, onu kalbe bağlayan bir kısım çareler de vardır ki buna "kelam", kelamı bilene de "mütekellim" denir. Müte kellim mübtedinin lbidatçınınl zıddı olup maksadı, bu iman ukdesini halkın kal binden çözmesini önlemektir. Hatta buna bazen mütekellim yerine -kelamıyla hal kın kalbinden düğümü çözülmemesi için tevhldi koruması sebebiyle- "muvalıhid" de denir. Üçüncü mertebecieki muvahhid, Hakk'ın kendisine olduğu gibi keşf olması se bebiyle bir tek failden başkasını görmez. Hakikatte bir failden başkasını görmeyen kimseye, hakikat olduğu gibi açılmış demektir. Çünkü o, kalbini hakikat lafzının mefhı1muna bağlanınakla mükellef kılmıştır. Bu mertebe, avarum ve kelamcıların mertebesidir. Çünkü itikad hususunda kelamcılarla halk arasında fazla bir fark yoktur. Kelamcının halk tabakasına üstünlüğü olsa olsa, sadece bidatçilerin hilele rini yok etmeye yönelik kelam sanatını iyi bilmeleri yönünden olabilir. Dördüncü mertebecieki muvahhid, müşahedesinde sadece biri görmektedir. Gördüklerini çok olma cihetiyle değil, bir olma yönüyle görür. Işte tevhidde en üstün gaye budur. Şu halde birinci mertebe cevizin üst kabuğu, ikinci mertebe alt kabuğu, üçüncü mertebe cevizin özü, dördüncü mertebe ise özden çıkarılan yağ gibidir. (İhyii', IV, 303) * Maşuk aşıka şöyle dedi: "Gel, kendini ben kıl. Eğer ben kendimi sen kılarsanı, o zaman miişük ihtiyaç içinde olur ve eğer sen, ben olacak olursan bu durumda artış maşılkta olur. Böylece her şeı; maşük olur, aşık değil; her şeı; naz olur, niyaz değil; her şey lıiizır ve nıevdid olur, ihtiyaç değil; hep zenginlik olur, fakirlik değil; her şeı; çare olur, çaresizlik de ğil." ( Seviinih, 39) * Aşıkın kendini maşukta kaybetme süreci öyle bir noktaya gelir ki aşık, ken dini kendi gözünden ve hatta kendinden bile kıskanır . . .
1 1 14
tevhid
Senden dolayı sevıyonını seni sevgilİm Kıskançlığımdan kendi gözüın/e bile dost değilim Kederİnı Seninle birlikte olmamaktan değil Seninle aynı tende olmamak benim derdim Bu incelik zaman zaman öyle bir noktaya gelir ki eğer bir gün maşfık daha da güzelleşecek olursa aşık incinir ve gazablanır. Bu hal, bu zevki tatmayanların anla yabileceği bir durum değildir. (Sevanilı, 40)
* Aşk mahiyeti gereği beladır; ünsiyet ve rahat ona yabancı ve iğreti bir şeydir. Çünkü ayrılık aşkta aslında ikiliktir, vuslatsa mahiyeti gereği tekliktir. Bunun dı şındaki her şey gerçek vuslat değil vuslat yanılsamasıdır. Bu konuda şöyle söy lenmiştir: Beladır aşk çekinmem üstüne üstüne varının Hatta uyuyacak olursa onu ben uyarın m Kurtul şu beladan diyor dostlar bana Bela gönüldür gönülden nasıl uzak dururum Çiçeğe durmuş aşk ağacı kalbimin tam ortasında Susuz kalınca onu gözyaşınıla sularım Aşk lıoş da atısı lıoş değilse eğer Hoştur bu bana ikisini birbirine kararını (Sevanilı, 41) * Aşıklık bütünüyle o olmak, maşfıkluk ise bütünüyle Sen olmaktır. Zira ken din olman sana yaraşmaz; sana yaraşan maşfıka ait olmandır. Aşıklığa yaraşan asla kendine ait olmamaktır ve kendi başına kalmamaktır.
Heviiya bağlı kaldıkça ya altın ya kadındır yolun A şık ol bunlardan kurtulmaktadır kurtuluşun A.şıka yaraşır mı tevhid yolunda iki kıble Ya kendi heviina uy ya kazan nziisını dostunun Hiçbir değeri yok kralların kapımızda Miskin iişıktan başkası yaraşmaz şiinıınıza "Ben, ben " dedikçe efendi sırrınııza eremezsin Ki tiicımız yakışır ancak başsıziarın başına (Sevanilı, 103) * Aşk, hem aşık hem de maşfık için esrarengiz bir aynadır: Hem kendini, hem maşuku ve hem de ağyarı {bunların dışında kalan her şeyi} gösteren bir ayna. Eğer aşkın kıskançlığı duruma hakim olursa aşık başkasına bakamaz; maşukun cemali nin mükemmelliğini aşk aynası dışında asla göremez. (Seviinilı, 109)
tevhid
11ıs
* Bazen maşılkun bela v e cefası tam bir özen v e ihtimarula ve aşkın inayetiyle aşıkın arzu toprağına atılan bir tohum olur ve bu topraktan itizar (özür dileme) gülü biter, tomurcuklanır ve vuslata götürür. Ve eğer talih yaver giderse bu vuslat "birlik"e dönüşür. Yeter ki şimşek çakmasın, yıldırım düşmesin ve yoluna engel çıkmasın; talihi yaver gitsin. Bu yüzden, aşık, aşk yolunun tekin olmadığını anlar. Bunun için şöyle denmiştir:
Gönlümü sana verdiğimi sanıyarsan eğer bil ki Yüzlerce kafile geçti daha önce bu yoldan Gönlümü vuslatından şen şakrak görüyorsanı da Ayrılığın payını da görüyorum arada Ayrılığında vuslatın nasıl gizli değilse Vuslatında da ayrılığın apaçık bana (Sevfinih, lll) * Tevlıfd, insanın veya talibin nefsinde, kendini var edenin bir olduğuna, uluhiyyette ortağı bulunmadığına dair bilginin hasıl olmasına çalışmaktır. Vahdet, Hakk'ın sıfatıdır. Bunun isim şekli Ahad ile Vahid'dir. Vahdaniyyet ise, vahdetin Vahid'le kaim olmasıdır. Çünkü bu, ancak Vahid'le kaim olmasıyla düşünülebilir. Onunla olan nisbeti, sadece tenzih nisbetidir. Tevhldin bu manası, tecrl:d ve tefridin manası gibidir. Tefrid ise, infiradın {tekliğin} husılle gelmesine çalışmaktır. Bu öyle bir vasıftır ki mevsılfa nisbet edildiğinde, onunla mevsılf olan 'jerd" diye isimlendirilir. "Ferd" olarak isimlendirildiğinde ona "münferid" veya "miiteferrid" denir. Şu halde tevhid, muvahhidden bir fiilin nisbeti olup, aliının nefsinde Allah'ın bir olduğuna dair bilgi meydana getirir. (Fütulıfit, II, 285)
* Tevhid-i akll [akli: tevhld} ile, tevhl:d-i ef'ali (fiillerin tevhl:dini}, yani "Lfı faile il /allah {Allalı 'tan başka hiçbir Jfiil yoktur}" [cümlesinde ifadesini bulan} tevhl:di kasd ediyorum. Bu mertebe çok şerefli bir mertebedir. Şunu bil ki alem yokken bile Vacib-i Vücud'a şehadet ediyordu. Çünkü alem, yokken de var olması tercih edilmişti, ayn-ı sabitti o {Hakk'ın ilminde mevcılddu} ve Hakk onu yok halde iken de kendisini dinlemek ve itaat etmekle sıfatlandır mıştı. Yokken onları görmek Hakk'a muhal değildi. Bundan dolayı mümkünattan hiçbiri yokluktan varlık sahnesine çıktıklarında bunu asla inkar etmedi. Ancak alem içerisinde sadece tabıatının perdesinin hakim olduğu bu insani mevcud inkar etti ve bazı şeyleri O'na ortak koştu. Allah onu, aslında sadece kendisine şahid olan bir tek Rabb' e kulluk etmek, dinleyip itaat edecek bir yapıda yaratmıştı. Mabud {Allah} bu tabiat perdesini ona bir gayb olarak yarattı. Böylece onlardan bir kısmı, bir olan Allah yerine, (tabiat
1 1 16
tevhid
perdesinin etkisiyle} gözüyle görmeye alışık olmasından dolayı, semavi alemden {gök alemindenl yıldızlar veya süfli alemden unsurlar ya da bunlardan oluşan gö züyle görüp müşahede edebildiği birtakım maddi varlıkları kendisine rabb edindi, nefsi bununla sükful buldu. Edindiği bu ilahın, Hakk'a şahidlik ettiğini ve kendi sine O'ndan daha yakın olduğunu vehmeder. Allah'a � yaklaştırsın diye onun hizmetinde bulunup ona kulluk eder. (Fütiihiit, III, 301)
* Yaksalar bir yerde on şem 'i eger Birbirinin gayrıdır kılsan nazar
Birbirinden fark yokdur nurda Nuruna baksan şeb-i detjcilrda Ger fişürde olsa yüz slb ü eniir Yek olur ol 'add olundukda şümiir Kısmet-i tiidiid yokdur miinlde Rütbe-i addd yokdur manide İttihiid-ı yiir·ı yiiriin hubdur Miinf-i silret aceb mergübdur Mahv u ifnii eyler isen sureti Eyledin tahsil-i genc-i vahdeti Sende kudret yok iniiyiit-ı Hüdii Mahv ider eltiifına canlar fedii Cümleıje oldu iniiyet etjleyen Kul/ara fetJZ ü hidiiyet etjleyen Miinbasıt bir gevher idik ser be ser Reste-i pii vü ser idik ser be ser Nur ile rahşiin idik çiin iifitiib Saf idik ekdiirdan miinend-i iib Sı1rete geldi çiin ol nılr-i basit Oldu meşhUd-z 'aded zıll-i halit Ber-tariif olsa zıliil-i muhtelif Nur olıırdu vahdet ile mııttasıf Belki kabil idi tafsll-i saded Lik havfım lagziş-i pa-yı Jııred (Mesnevzı, I, 28) * Bir yere görünüşte, şekil ve sılret bakımından, her biri öbüründen ayrı on tane mum getirseler . . .
tevhid
1 1 17
Sen, yüzünü mumların aydınlattığı yere çevirsen, bu on mumun her birinin nurunu, öbürünün nurundan ayırd etmek imkansızdır. Eğer sen, yüz tane elma, yüz tane de ayvayı sayarak bir yere toplar, sonra bunların hepsini sıkar, sularını çıkarırsan yüz sayısı kalmaz, hepsi de bir olur. Manalarda bölüm, sayı yoktur. Manalarda ayırd ediş, tek tek sayış olamaz. Dostun dostlada buluşması hoştur. Sen de mfmayı yakala, eteğinden tut, suret, görünüş inatçıdır, serkeştir. inatçı sureti, görünüşü eziyetle, riyazetle erit ki, onun altında gizlenmiş bulu nan vahdet hazinesini görebilesin. Sen o inatçı sureti eritemez isen, kulu, kölesi olduğum Allah, inayeti ile, mer hameti ile onu eritir. (Not: Ey Hakk aşıkı, sen dini ve insani vazifelerini yap. "Gö nül göziinı açılnıadı, kesret görüşünden kurtulanıadım" diye ümidsiz olma. Esirgeyen ve acıyan Allah, hiç ummadığın bir zamanda, sfırete, şekle bağlılığı senden gidere cektir. Şefik Can) Bu baş gözü ile görünmez, ancak gönül gözü ile hissedilir. Çünkü o, hem ken dini gönüllere gösterir, hem de dervişin dünyevi hadiselerle yırtılmış olan gönül hırkasını diker de onu aşk ve irfan yoluna düşürür. (Not: Mfıtezile inancında olanlar, Allah'ı görmenin imkansız olduğuna inanırlarken, sünnet ehli, Peygambe rimizin "Ayın andördüncü gecesi, ayı semadiı gördüğünüz gibi Rabb'inizi göreceksiniz" hadisine göre Hakk'ı görmenin mümkün olduğu kanaatindedirler. Hakk, kendi aşıklarına, kendini müş.iliede etme lütfunda bulunur da, böylece Hakk' dan ayrı düşmenin verdiği ümidsizliği, kalb kırıklığını giderir, onların gönül yaralarını te davi eder. Ezell inayeti ile ona yardım eder. Şefik Can) (Mesnevzı, I, 46) Biz bütün kainata, tek bir cevher halinde yayılmıştık, orada hepimiz de başsız dık, ayaksızdık. (Not: Ezelde, bütün rUhların bir kaynaktan geldiklerini anlatmak için Hz. Mevlana'nın "Tek cevher hillinde yayılmıştık" diye buyurması Peygamber Efendimiz'in şu mealdeki bir hadisinden mülhemdir: "Allah'ın ilk yanıttığı beyaz bir inci idi." Bu beyaz inciye "Hakikat-i Muhamnıediyıje" deniliyor. "Ruhların Rithıı", "Nılrların N uru", "Akl-ı küll" "Kalem-i kiill", "Kalem-i iili/" da tabir ediliyor. Bu cev her, bileşlik olmayan bir cevher idi. Mahlfıkların hepsi bundan yaratıldı. Bütün ya ratıklar bu cevherde, elsiz ayaksız ve birbirinden farksız bir halde bulunuyordu. Şefik Can) Bu alemde görülen bölünmeler, tefrikalar, imtiyazlar o alemde yoktu. Biz o alemde Ahadiyyet Mertebesi'nde, güneş gibi her tarafa nfır saçan bir cevher idik. Su gibi berrak ve saf bir halde bulunuyorduk. (Not: Cenab- Hakk'ın, Gayb-ı Mut lak'ın meydana çıkmayan, belirmeyen ilk zuhfır mertebesine arifler, "alıadiyyet nıer tebesi" demişlerdir. Bu mertebeye "Gaybii 'l-gayb {bilinnıeı;enin bilinnıeı;eni}" ve "Kenz-i Mahfi {gizli hazine}" de denir. Allah fikrinin kalbde zuhfır ve tecell'isi olan
1 1 18
tevhid
feyz de feı;z-i akdes ve jeı;z-imukaddes diye ikiye ayrılır. Allah'ın ahadiyyet sıfatının tecellisi olan feyz-i akdes, Allah'ın kendi kendine tecelll etmesi ve ayan-ı sabiteyi var kılmasıdır. Feyz-i mukaddes ise varlıkların vücuda gelmesine sebeb olan Al lah'ın isimlerinin tecell!sidir. Şefik Can) o güzel ve latlf nur surete gelince, şekle bürününce, kal'a burçlarının gölgeleri gibi sayılar meydana geldi. Burçları mancınıklarla yıkın da, birbirinden bölünenlerin, ayrılanların arasın daki fark kalksın (Not: Kal'a burçları, insanların maddi varlığı, benliği ve gururu dur. Şefik Can) Ben bu sırrı etraflıca açıklamayı, aniatmayı çok isterdim, ama, zayıf akıllı biri sinin ayağının kaymasından, inkara düşmesinden korkuyorum. (Mesnevz2, I, 47) * Cümle şey hıiliktır illa veeh-i Hakk
Veeh-i Hakk'da hiilik olmaktır ehak Kim olursa veeh-i Baki'ye sezii "Külfü şeıfe hiilikün " olmaz eezii Geçdi "li!" dan oldu "illii"da bil Kim ki "illii"da ola fiinz değil Ol ki nzii vü men dise der-gahda Redd olur yok kadri biib-ı şii/ıda (Mesnevzı, I, 120) * Allah'ın Zat'ından başka her şey fanidir. Madem ki O'nun Zat'ında yok olma mışsın, artık varlık arama. Kim bizim Zat'ımızda, hakikatimizde yok olursa, "yok olmak"tan kurtulur, beka bulur. Çünkü o "ıllii"dadır; "lii"dan geçmiştir. Makamı "illii"da olanlar ise yok olup gitmez, yani Hakk'da faru olamaz. (Not: Tevhidi bildiren "Uz ila/ıe illallah" cümle sinde kablll ve inkar kelimeleri bir arada geçer. "Lti iliihe" dediğimiz zaman, Al lah'tan başka tanrı inkar edilir. "İllallah"da ise Allah'ın varlığı tasdik ve kabul olu nur. İşte bu tevh!d kelimelerini söyleyenlerden bir kısmı Allah'tan başka tamıyı in kar eder de, "Yalnız Allah vardır" demez. Böyle kişiler "Lıl"dan geçmiştir. "İllii"da takılıp kalmıştır. Halbuki, kurtuluş yolunu bulan mü'mirı; Allah'tan başka tanrıyı değil, kendi de dahil olmak üzere, Allah'tan başka ne varsa her şeyi inkar eder, onları yok bilir. Şefik Can) İşte bu yüzdendir ki, kim Hakk kapısında "ben" ve "biz" diyerek varlık iddia ederse, o kapıdan kovulur, "La" makamında dolaşır durur.(Mesnevh, I, 196) * "Tevhfd, kıdenıi hadesten ayırd etmektir." Bu sözle Cüneyd, tevh!dirı, Kadim
tevhid
1 1 19
olanla sonradan olan, Halık ile mahlılku birbirinden ayırmak olduğunu anlahnış tır. (Furkiin, 87) •• Tevekkül, tevhid üzerine bina edilir. Tevhid birkaç tabakadır: Birincisi, kalbin Allah'ın birliğini "Allalı'tan başka iliih yoktur, O birdir ve ortağı yoktur, mülk O'nundur, hanıd de sadece O'na nıahsüstıır, O her şeı;e kadirdir" diyerek tasdik ehnesidir. Delılini bilmeden bu sözü tasdik etmek avaının itikadıdır.
İkincisi, muhtelif varlıkları görmek, ama bunların sadece bir olan Allah'tan su dur ettiğini bilmektir. Bu ise mukanabunun makamıdır. Üçüncüsü, insanın basireti, Allah'tan başka fail olmadığını görebileceği şekilde açılınca, O'ndan başkasına nazar ehnez. Korkusu O'ndan olur, O'ndan ümid eder, sadece O'na güvenip dayanır. Çünkü, hakikatte fail sadece O'dur. O her şeyden münezzehtir, her şey O'nun emrindedir. Ekinin bihnesinde yağınura güvenınediği gibi, yağmurun yağmasında buluta, geminin hareket ehnesinde de rüzgara gü venmez. Çünkü işlerin meydana gelmesinde sebebiere dayanmak cehiHettir. Ken disine hakikatİn kapıları açılan kimse, rüzgarın kendi kendine esemeyeceğini, onu estirecek bir gücün mutlaka olması gerektiğini bilir. Kulun, deniz yolculuğunda sağ salim karaya çıkmasını rüzgara bağlaması, boynunun vurulması için krala getirilen, sonra onun affına mazhar olan, sonra da {af emrinin yazıldığı} mürekkeb, kağıt ve kaleme teşekkür ehneye başlayan ve "Bunlar olmasaydı ben kurtulanıayacaktım" diyerek kalemi görüp, kalemi tutan eli görmeyen kimsenin yaptığı işe benzer. Bu büyük bir cehalettir. Kalemin bu hu susta bir vazifesi olmadığını bilen kimse ise kaleme değil, yazana teşekkür eder. Allah'ın bütün yarattıklarına hakimiyeti, katibin elindeki kaleme hakimiyetinden daha büyüktür. Sebebleri var eden ve istediğini yapma gücüne sahib olan Allah'ı noksanlıklardan tenzıh ederim. (Kudaıne, 354) * Tevlıid, mehabbet makamlarının en hususi olanıdır. Çünkü Sevgili ancak onunla taayyün eder. O mücmeli açıklar, mühmeli tayin eder, sevgi yönünü ayırd eder, özü kabuktan temizler. (Ravza, 414) •• Tevhid, Allah'ı hudustan {yaratılmışlık belirtilerinden} tenzih ehnektir. Ilk in celiği, avaının tevhidi olup, şehadet manasma gelir. Bundan maksad da şirki orta dan kaldırmaktır. Kıble onun üzerine dikilmiştir. Onunla canlar korunmuş, onunla kanlar ve mallar muhafaza edilmiştir.
İkinci inceliği, havassın tevhidi olup, hakikatlerle sabit olan tevhiddir. Bu da zahiri sebebleri ortadan kaldırmak, akli münakaşalardan sıyrılıp şevahidie {müşa hedelerle} alakadar olmaktır. Fena ilmiyle ıslah edilir, cem ilmiyle berraklaşır. Üçüncüsü, Hakk'ın kendisini, hak ettiği şekildeki tevhididir. Allah sufilerden bir taifeye bu tevhidin sırlarından bir kısmını göstermiştir. Onları kendisini vasıflamaktan dilsiz, anlatmaktan aciz kılmıştır. işaret eden ancak şuna "işaret"
1120
tevhid
eder ki tevhld, hudusu ortadan kaldırmak ve kıdemi {Allah'ın ezeliyetini) isbat et mektir. O, zamanın ve mekanın işaret ettiği ve sebebierin sınırladığı her şeyin öte sindedir. (Ravza, 497) * Tevhid, izafetleri {her türlü mensubiyeti) düşürmektir. (Buğı;e, 6)
'' Makamiit, müddin birinden diğerine yükselerek, saadet için arzulanan gaye olan tevhid ve marifete varıncaya kadar devam eder. Müddin bu tavır içinde yük selmesi gerekir. Bütün makamların aslı itaat, ikrar ve onlardan önce de iman ve bunlarla beraber devam eder. Neticeye varma konusunda bir acizlik veya halel vaki olursa, bilsin ki, bu daha önce vakl olan {başka) bir şeyden dolayı gelmiştir. İnsanı havatırda ve varidatta da durum böyledir. Bu sebeble mürid, diğer fiilierinde nefsini muhasebe etmeye ve onların hakikatlerine nazar etmeye muhtaçtır. Çünkü, arnellerden neticelerin elde edilmesi zarud olduğu gibi, hatalardan dolayı eksikliğin olması da zaruridir. Böy lece mür1d bu {makamı) bulur. (Buğı;e, 18) * Ey şerefli oğlum ! Bu fakirin küçüklüğündeki itikadı, tevhld ehlinin meşrebi olan tevhld-i vücilddu. Faklrin babasıks da zahir yönü ilibiiriyle bu meşrebde, batın yönü itibariyle de sürekli olarak keyfiyetsiz tam bir teveccühün varlığıyla bu yolla meşgul oluyordu. "Faklhin oğlu da yan Jaklhtir" hükmüne göre, bu fakir de ilim ba kımından bu meşrebden pek çok haz almış, benim için bu meşrebden büyük bir lezzet hasıl olmuştu. {Bu hal,) Allah'ın beni halis ikramıyla, irşad madeninin hazreti, irfan ve haki katler mazharı, {Allah'ın) razı olduğu dinin destekleyicisi Şeyhimiz, Efendimiz ve Kıblemiz Muhammed Baki Billah'aks ulaştırana kadar devam etti. Allah onun sır rıyla bizi de takdis eylesin. O, bu fakire Nakşibendi tarikatını öğretti. Bu miskine bol bol mükemmel teveccüh bahşetti. Tarikat-i Aliyye ile meşgul olmaya başladık tan sonra kısa bir süre içinde bana tevhid-i vücudi kapıları açıldı. Bu keşf husu sunda bende bir aşırılık hasıl oldu ve bu makamın ilim ve mariletierinden pek çok şey zuhur etti. Hatta bu makamın inceliklerinden bana açılmayan tek bir şey bile kalmadı. Şeyh Muhyiddin b. Arabi'nin ilim ve mariletierinin incelikleri görünür hale geldi. Onun Fusils'ta açıklamış olduğu tecel11-yi zilt! ile şereflendim.
O, bu mertebenin, urucun nihayeti {yükselişin sonu) olduğuna, bu mertebeyle alakah olarak, bu mertebeden sonra adem-i mahzın {mutlak yokluğun) geldiğine inanmaktaydı. (Mektilbii t, I, 41) * Bu tecellinin, Şeyh Muhyiddin b. Arabi'nin tafsilatıyla {bütün ayrıntılarıyla) hatem-i velayete {velllerin mührüne, sonuncusunal mahsus olduğu ilim ve mari fetlerinin tamamı bende hasıl oldu. Bu tevhidde vaktin sekri ve halin galebesi son noktaya ulaştı. Ben de Hazret-i Hace, yani Şeyh Baki Billah' a {karşılaşmış bulun duğum) bazı arızları bir mektubla bildirdim. Mektuba, sekr lafızlarıyla dolu olan {aslında bir beyitten ibaret bulunan ) şu mısraları da ilave ettim:
tevhld
1 121
Eyvah bu yol kör bir milletin yolu kiifirler ve münkirler milletidir milletimiz küfür ve iman saçı ve gülyüzüdür o güzel perinin küfür ya da imfin aynı yola çıkar her ikisi de Bu hal uzun bir süre, aylarca, hatta yıllar yılı devam etti. Sonra, Hakk'ın � son suz olan inayeti gayb penceresinden zuhfır arsasına geldi. Matlfıbun yüzüne la keyfi {nasılı olmayan} ve lakeyfiyyet {keyfiyetsizlik} örtüsü inmişti. ittihad ve vah
det-i viicil ddan haber veren ilimler kesilmeye ve yok olmaya başladılar. Yazılmış
bulunan bu makamda açılan ihata {her şeyi kaplama}, sereyan {füyfızat, akış}, kurb
{yakınlık} ve maiyyet-i Zat {Zat ile beraberlik} perdelendi. Sonra, sözü edilen {vah det-i vücuda dair bu} nisbetlerde olduğu gibi Hazret-i Sanı'nin � alemle beraber sabit olmadığına dair olan yakin, yakin yoluyla bilinir hale geldi. Aksine, -Allah saylerini meşkilr etsin- hakikat ehlinin nazarında kablll edildiği gibi, O'nun ihata ve kurbu, sadece ilmi yönüyledir. O, eşyanın hiçbirisiyle birleşmiş değildir. O, Al lah'tır �' alem de alemdir. O, her türlü nasıllık ve keyfiyyetten münezzehtir. Alem ise, farktan {farklılaşan yaratışlardan} kıdeme {yaratılış öncesine} kadar keyfiyyet tertibine göre tertib edilmiştir. Dolayısıyla alemin keyfiyyetten münez zeh
olduğu,
keyfiyyetle keyfiyyet tertibini kuranın aynı
olduğu,
Viicib'in
mümkünatın ta kendisi olduğu, Kadim'in hadisle aynı olduğu gibi görüşler ileri sürmek doğru değildir.
Adem {yokluk}, mümkün olan ademin mümkün olan özünü asla ortadan kaldırmaz. Aklen ve şer' an hakikatierin değişmeye uğraması da imkansızdır. Biri nin diğerine hamledilmesinde hiçbir yönden isabet yoktur. Çünkü bu her bakım dan imkansızdır. Şeyh Muhyiddln ve takibcileri tarafından Vacib Zat hakkında söylenen şeyler acaibdir. Zii t, hiçbir hükmün altına girmemiş, mechill ve mutlak viicılddur {varlıktır}. Bununla beraber onlar, ihata, kurb ve maiyyet-i Zat'ı sabit görmüşlerdir. Bu hüküm, Zat için, O'nu yücelten ve tenzih eden bir hükümden başka bir şey değil dir. Bu hususta doğru görüş, ulemanın söylediği kurb ve ilmi yakınlıktır. Tevhid-i vücildiye aykırı olan ilim ve marifetlerin ortaya çıkması fakir için tam bir ıstıraba yol açmıştı. Bu tevhidin ötesinde daha yüce bir şey olmadığını sanıyor dum. Bu sebebden dolayı da, benden bu marifeti, yani tevhid-i vücildi milrifetini almaması ve bu halimin üzerindeki perdenin tamamıyla kalkması için Yüce Allah Teala'ya boyun eğerek, gönlü kırık bir halde dua ediyordum. Derken, haldeki hakikat ve meramdaki açıklık, makamın gerektirdiği şekilde ortaya çıktı ve şunlar malilm hale geldi: Alem her ne kadar sıfatıara ait kemalatın
1 122
tevhid
görüldüğü ve isiınierin zuhfır ettiği tecelllgahlar olsa da, tevhid-i vücfıdi ehlinin ileri sürdüğü gibi mazhar zahirin {zuhfır edilen şey zuhfır eden şeyin} aynı, gölge de aslın kendisi değildir. (Mektftbiit, I, 42)
* Bil ki bu Tarikat-i Aliyye mensfıblarına sülfık esnasında zahir olan tevhld iki kısma ayrılır: Tevhld-i şuhftdl ve tevhld-i vücftdi.
Tevhid-i şuhftdi, Vahid'in müşahedesi, yani salikin müşahede ettiği varlığın Vahid'den başka bir şey olmamasıdır. Tevhid-i vücfıdi ise, salikin, mevcfıdun bir olduğunu bilmesi ve buna itikad etmesi, O'nun dışında kalan varlıkların ise yok olduklarına inanması ve böyle sanmasıdır. O'ndan başkasının yok olduğuna inanınakla beraber, onların, bu Vahid'in tecelllgahı ve mazharları olduğuna inanır.
Tevhid-i vücftdi ilme'l-yakin, tevhld-i şuhfıdl ise ayne'l-yakin kabllindendir. Bu tevhid, bu tarikatın zarfiri usullerinden biridir. Böylece fena hali, tevhld-i şuhfıdl olmadan tahakkuk etmez, tevhid-i şuhfıdi tahakkuk etmeden de ayne'l-yakin mü yesser olmaz. Bütün istilasıyla ahadiyyet müşahedesi, O'ndan başka hiçbir şey görmemeyi gerektirir. Tevhid-i vücfıdi ise böyle değildir, yani zarfiri değildir. İlmü'l-yakin, bu marifet olmadan da elde edilebilir. Çünkü ilme'l-yakin, başlan gıçtaki gayesi itibariyle O'ndan başka her şeyi nefy etmeyi gerektirmez. Bu hal, Vahid'in, istila yoluyla bilinmesinin hakim olduğu vaktin ve O'nun dışındaki her şeyin ortadan kaldırılmasını gerekli kılar. (Mektftbiit, I, 56)
* "Ene'l-Hakk {Ben Hakk'ım}" sözünün manası şudur: "Hakk O'dur, ben değilim." Çünkü o kişi, nefsini görmediğinden, O'nu isbat etmiştir. Yoksa, nefsini Hakk'dan ayrı bir varlık halinde gördüğünden dolayı kendisinin Hakk olduğunu söylemiş değildir. Çünkü böyle bir söz küfürdür. Isbiitın olmamasının nefı;i gerektirmeye ceği, bunun da tevhid-i vücftdinin ta kendisi olduğu söylenemez. Ama şöyle denilebilir:
"İsbiitın olmayışı nefı;i mutlaka gerekli kılmaz. Çünkü bu makam, hayret makamıdır. Burada hükümler tamamen düşmüştür. 'Sübhiini. . . ' cümlesinde de, söyleı;enin kendisinin değil, Hakk'ın tenzihi söz konusudur. Çünkü nefsi, tamamıyla nazarından düşmüştür. Orada hiçbir hüküm taalluk etmez." Bu ve benzeri sözler, ayne'l-yakln makamında bulunan kişilerden zuhfır eder. Bu makam hayret makamıdır. Bu makamdan hakka'I-yakin mertebesine yüksel diği zaman, bu ve benzeri kelimelerden çekinir ve ltidal sınırını aşmazlar.
(Mektftbiit, I, 57) * Tevhid-i vücftdi'yi ilk olarak açıkça ortaya koyan Muhyiddin b. Arab!'dir. Daha önce gelen meşayıhın ibarelerini, tevhidi anlatıp ittihaddan haber vermiş ol salar bile, bunları tevhid-i şuhftdiye hami etmek mümkündür. Hakk' dan � başka hiçbir şey görülmediği için bazıları {şatahiit cümlesinden olmak üzere) "Mii fi
tevhid
1 1 23
cübbetf sivallah {Cübbemin içide Allah'tan başka hiçbir ŞelJ yoktur}", bazıları "Sübhiinf mii iizame şiinz {Kendimi tesbfh ederim, benim şOnım ne yücedir}", bazısı da "Leyse fi'd-diiri gayri {Evde benden başka hiç kimse yoktur}" demişlerdir. Bütün bunlar rü'yet-i Vahid {Vahid olan Allah'ı görmek} dalından toplanan çiçeklerdir. Bunlarda Vil.hid'le ala kah olarak tevhld-i vücı1diye delalet eden hiçbir şey yoktur. Vahdet-i vücud mesele sini bablara, fasıliara ve daha alt başlıklara ayıran, onu sarf ve nahiv ilimleri gibi tedvin eden Şeyh Muhyiddin b. Arabi'dir. Hatta o, bu bahisler arasında bulunan bazı çetrefilli milrifetleri kendisine tahsis etmiş ve şöyle demiştir: "Hiitenı-i niibüv vet, bazı ilim ve miirifetleri hiitenı-i veliiyetten alır." O, hatem-i velayet-i Muhammediyye ile kendisini kasd etmektedir. Şarihler, bu cümlenin açıklanması sadedinde şöyle demişlerdir: "Sultan hazinedanndan bir ŞelJ alsa ondan ne eksilir?" HüHisa fena ve bekanın husUle gelmesinde ve veliiyet-i sııgrii ile veliiyet-i kübriinın elde edilmesinde tevhid-i vücı1diye ihtiyaç yoktur. Aksine fenanın tahkiki sıra sında masivanın {Allah dışındaki her şeyin} unutulmasının mümkün olması için gereken şey tevhid-i şuhı1didir. Üstelik, salikin bidayetten nihayete sülı1k edip de kendisinde tevhid-i vücı1di ilim ve marifetlerinden hiçbirinin asla zuhı1r etmemesi, bilakis bu ilimleri inkar edecek noktaya gelmesi bile imkan dahilindedir. Bu faklre göre de, sülı1ku, bu milrifetler zuhı1r etmeksizin mümkün olan kişi nin yolu, bu m arifetlerin zuhı1ruyla sülı1k eden kişinin yolundan daha kısadır. Yine bu {şuhı1di} yolun çoğu salikieri matlı1ba ulaşırken, bu yolun dışında kalan yolların çoğu salikieri de yolda kalırlar. Bunlar, denizden bir damla görürler, asıl yerine gölgeyle birleşme vehmine düşerler, böylece bu vuslattan mahrı1m kalırlar. Ben de bu manayı çeşitli tecrübelerle anladım. Doğruyu ilham eden Allah'tır �- Bu fakirin de seyri her ne kadar ikinci yoldan olmuş ve tevhid-i vücı1di ilim ve m ilrifetlerinin zuhı1ra gelmelerinden bol miktarda haz almışsa da, haline Hakk'ın � inayeti şamil olduğundan ve seyri de mahbı1bi seyir olduğundan, O'nun yardım ve inayetiyle bu yolun vadi ve çöllerini geçti, gölgeler mertebelerini aştı ve yine Allah Teala'nın tevfik ve yardımıyla asla ulaştı. Ancak {kendisi irşada ehil olup da}, irşad arayanlara muamelesi vaki olunca, diğer yolun vuslata daha yakın ve elde edilmesinin daha kolay olduğunu gördü.
"Bizi bu hidiiyete ulaştıran Allalı'a lıamd olsun! Eğer O'nun hidiiyeti onıasaydı, biz bu yolu bulamazdık. Rabb'imizin resulleri hakkı getirmişlerdir." [Arat, 7/43] (Mektiibiit, I, 287) * Tenbzh: Yapılan tahkikten anlaşılmıştır ki mevcı1dat, her ne kadar müteaddid ve O'ndan başka her şey mevcı1d ise de, fena ve bekanm tahakkuk etmesi, velayet-i sugra ve velayet-i kübranın elde edilmesi mümkündür. Fena, sivanın {Allah'tan başka her şeyin} yok sayılıp, kökten ortadan kaldırıl ması değil, unutulmasıdır. Fenanın gereği, masİvanın yok olması ve bir hiç mesa-
1124
tevhid
besine indirilmesi değil, kaybolmuş görülmesidir. Bu kelam zahir olmakla beraber, havassın pek çoğundan gizli kalmıştır. Peki av ama ne demeli? Çünkü onlar, tevhid-i şuh udiyi tevhid-i vücudznin aynı sanarak, vahdet-i vücud marifetini tarikatın şartı ha line getirmişlerdir. Bunun nihayetinde, vücudun çokluğu görüşüne inananları da hem sapmış, hem de saptırıcı olarak kabul etmişlerdir. Hatta bunların büyük bir çoğunluğu, Hakk'ın * ınarifetinin, tevh'id-i vücud'iye ınünhasır olduğunu düşün müşler ve vahdeti kesret aynalarında ınüşahede etmenin, bu husustaki keınalattan geldiğini sanmışlardır. (Mektübiit, I, 288)
'' Tevhid-i vücudi {vücudi tevhid}: Zevk, şevk, varid, vüzüh-ı esrar-i maiyyet ve sıhhat {Hakk'la beraber olma sırlarının açıklığa kavuşması ve sıhhati}, gaybet, istiğrak, raks, sema, vecd ve tevacüddür. Bunların hepsi kalbin latifesinin seyrin dedir. Bunun seyri öncelikle imkan dairesindedir. Cezb, huzur, ceın'iyyet, varidat, kevni keşf, ruhları keşf, misal alemini keşf, mülk alemini seyr bu dairenin husüsi yetlerindendir. Mülk alemi feleklerin altında bulunanlardan, ınelekut alemi ise me lekler, rUhlar, cinler ve semanın üstündekilerden ibaret olup bunların hepsi imkan dairesine dahildir. Barikulade görünen bu tür şeyler imkan dairesinin alt yarısında ınüşahede edilir. Buna "iifaki seyr" derler. Asıl kemal-i huzur, ceın'iyyet, kuvvetli cezbeler, isim ve sıfatıarın gölgelerinin seyri ile, ilahi fiilierin tecellilerinin seyrinden ibaret olan ikinci dairede hasıl olur. Bunlar, velayet-i suğra {en küçük velayet} dairesinin isimleridir. Kalbin velayet-i suğra dairesine ulaşınasının alaıneti, üst seviyedeki makamlara olan teveccühünün yok olması, altı yönü ihata etmesi, yüce Allah'la benzersiz ınaiyetini {beraberliğini} benzersiz idrakle mevcudiyetinin bütün alemi kapladığını ınüşahede etmesi ve vücudi tevhidin sırlarını keşfetmesidir. Bu ınüşahede salikin çokça ibadet etmesi, ınücahedeleri, sevdiği ve alıştığı şeyleri terk etmesi, devamlı zikir ve tefekkür, ha Kık! Mahbub'una olan aşk ve ınehabbetinin galebesi sebebiyle zuhur eder. Kalbin cezbeye gelerek Cenab-ı Hakk' a yönelmesi gibi, bütün bu ınücahedeler ve nefsin arzularını terk etmesi, Hz. Peygamber'in $ sünnetine uygun olursa, sali kin batmını ınasivadan arıtır, kalbini gaflet kirlerinden öyle temizler ki onun batını artık Allah'ın vacib olan isim ve sıfatlarının gölgelerinin aksettiği ayna olur. Ama miskin bir aşık olan salik Mahbub'unu görmemiştir. O'nun aşkı ona, O'nun sıfatıa rını düşünmek ve aynadaki gölgelerini seyretmekle ulaşmıştır. Bu sebeble o şathi yat ile konuşur, Mahbub'unun suretini batınının aynasında görür, gaybet haline girerek dehşete düşer. Sırrına, vuslat hayali düşer, aşırı susuzluğu sebebiyle, asılla gölgeyi ayıraınaz hale gelir. Işte bu durumda, ittihad ve ayniyyetten söz eder ve bu iddiayla ortaya çıkar. Bu rü'yet hali öyle bir noktaya varır ki kendini göremez olur, açıktan açığa
Siiblıiini {kendimi tenzilı ederim} . . . " ve "Ene'l-Hakk {ben Hakk'ını}" demeye başlar. Kudsi hadiste şöyle varid olmuştur: "Kulum beni nasıl tanırsa, ben ona öyle muamele "
tevhid
1 1 25
ederim. " Bu ha1de olan kul, içinde bulunduğu bu halden kurtulunca artık ayıplan maz, Allah'ın meczub velllerine dahil olur. (Cami', 64) * Tevh'id, lugatte bir şeyin bir olduğuna hükmetmek ve bir olduğunu bilmektir. Birini şecaata nisbet ettiğin zaman "Onu teşci ettim" dediğin gibi, birini tek olmakla vasfettiğin zaman da "Onu tevhld ettim" dersin. Hakikat ehline göre tevhid ise, Al lah' ın Zat'ını, aklen tasavvur ve zihnen tahayyül edilebilen her şeyden tecrid et mektir. Allah'ın bir olması demek, Zat'ından inkısamı, Zat ve sıfatlarından da teş bih ve şirki kaldırmaktır {Allah'ı yaratılmışlara benzetmernek ve O'na ortak koş mamaktır) . . .
. . . Tevlıldin bir ibaresi, bir de manası vardır. ibaresi ihliis kelimesi, manası da o ibare hususunda ihlasın ta kendisidir. Bu da, ibaresinin hatırlanmasıyla, iki dün yadan ve beşeri vasıflardan sıyrılmaktır. (Ciimi', 153)
* Ebu'l-Feyz Zünnıln Mısri'yerh tevhldin ne olduğu sorulunca şu cevabı ver mişti: "Tevhld, Allah'ın eşyiiyla imtizcic etmeyen {eşyanın içine girmeı;en, onun tablatma
karışmayan} kudretini, eşya ile bütünleşmeı;en yaratışını bilmek, her şeyin sebebinin Al lalı'ın yaratması olduğunu ve O'nun yaratmasında bir bozukluk bulunmadığını bilnıendir. Yüksek olan göklerde ve alçak olan yeryüzünde Allah Teiilii'dan başka miidebbir yoktur. Senin vehinı ve tasavvuruna her ne gelirse gelsin, Allah ondan farklıdır." (Nebhani, II, 215) * Onun tevlıldi tadad {sayınak, tesbill çekmek), benim tevhidim ise ifraddır. Eğer sen ifrad denizinde gark olup, sahilde ifradla beraber olmak istiyorsan tevhi dini O'nsuz olarak O yap. Bu takdirde ara'nın ara'lığı kaybolup gider. Gaynın noktasını eıtn'siz (neredesiz, mekansızi olarak avndan kaldır. Gayb ve huzur merte besinde butftnun (b atın olmanın) karşılığı zuhilrdur.
Dakika {İncelik}: Vahid (olan Allah), senin tevhidinle bir olmaz. O her zaman birdir . . . Zaten alim de aslında hiç kimsenin kimseyi tevhid etmediğini bilir. Allah'ırn ! Seni olduğundan başka şekilde tavsif etmekten tenzih ederim. Sen'den başkası Sen'i hakiki manada tevhid edemez. Allahırn! Sen öyle muhteşem sin ki, seni, layık olduğun şekilde medh ü senada bulunamayız . . .
. . . Tevlı'id-i Zii t {Zat'ın tevhidi), ahadiyyetin ezelde müşahedesiyle olur. bunun hakikati, vahidiyyetin ebedini müşahede etmekle görülmez. Çünkü ahadiyyet-i cem' mertebesinde ilk tecelli ancak ahadiyyetledir. Vahidiyyet farkının taayyün etmesindeki ikinci tecelli ise vahidiyyetle olur. İşte bu sebeble, müşahede edilenin açığa çıkması için müşahedeler farklı farklıdır.
(Kaviinln, 6) * Tevhzd-i lıüviyı;et (hüviyyet tevhidi): Hüviyyet tevhidinin mahiyeti idrak edilemez. O kendisini O olması, O'nunla bulunması ve O'na ait olması bakırnından
te'vil
1126
tevhid eder ve bunun mahiyeti de O'nu tevhid edene gizli kalır. Hakı1<atte sınır yoktur.
Dakika: İnkardan sonra isbat etmek { "Ltl iliihe illa/lah" demek} avamın tevhi. dinde bulunduğu gibi, {tevhidde} Hu {O} işareti { "O" diyerek işarette bulunm ak} havass tevhidinde bulunur. Bunun için bu tür işaret, "muhiidara-i ıyiin mertebesi nde bulunanların tevhidi olmuştur. Bu ifade delil ve burhan makamında geçerlidir. "
Hakikat: Kainatla delil gösterme makamında kalan kimseye müşahede kapıları kapalı kalır. Akıl sahibi olsa bile öz yerine kabukla yetinir. Görmüyor musun ki, hitabın işareti, kapıda bekleyenle keramet sahibieri arasında ne kadar farklı. (Kaviinln, 8) * Nihayat {son mertebeler}, marifet, fena, beka, tahklk, telbis, vücud, tecrid, tefrid, cem' ve tevhlddir (Rihle, 207) .
* Tevhld, Allah'ın ahadiyyetinin kemali ve vahdaniyyetinin tahkiki suretiyle Muvahhed'in {Tevhid Edilen'in, Birlenen'in}, doğmamış, doğurmamış tek varlık olarak kablll edilmesi; teşblh (benzetme}, tasvir (şekil sahibi sayma}, tekyif (mahi yetini açıklama} ve temsile {herhangi bir şeyin dengi olduğunu kabul etmeye} düşmeden, O'nun zıddı, ortağı ve benzeri olduğunun ve O'ndan başkasına ibadet edilebileceğinin reddedilmesidir . . . . . . Zamanında {şeriat ve tarikat imamı} iki taifenin müftüsü Şeyh Mustafa Neca tevhid hakkında şunları söylemiştir: "Şeriatta tevhid, Ziit ve sıfatlannda Allah'ın tek
olduğuna inanmak ve nıiibud olarak sadece onu tanımaktır. Hakikat ehline göre tevhid, AL lah'ın Ziit'ını, aklen tasavvur edilen ve zihnen tahayyül edilen her şeyden tecrfd etmektir." (Rihle, 215) te'vii ( J----tJ G ) (tefsir} * Tevil, şeri kanunların şekillerini aslına ve kendine ait manalarma döndürmek ve gerçekleri bu suretierin altından keşfetmektir. (HeıJiikil,
104) * Tefslr, ayetlerin nazil olması, durumları, kıssaları ve nüzlll sebebleriyle ilgili bir ilimdir. Ehil olmayan kimselerin bu alanda görüş bildirmeleri, söz söylemeleri mahzurludur. Çünkü bu hususla ilgili haberleri bilmek gerekir.
Tevfl ise, ayetlere Kitab ve Sünnet' e uygun olarak mana vermektir. Tevıl, anla yış safiyeti, bilgi seviyesi ve Allah'a yakınlık durumuna göre farklılık gösterir. ('Aviirif, 20) teyakkuz ( J:ıi; ) {bk. gaflet-teyakkuz} te'yid ( ..�..ı.�.L____; ) (tesdid} * Tesdld, maksada çabuk ulaşabilmek için iradeyı harekete geçirmektir. Rüşd tarlfle tenbih (dikkat uyandırmak}, tesdid harekete
1 127
te'yid-i i'tisami
geçirmek için bir yardım ve destek; teı;id ise işini içeriden basiretle, dışarıdan da sımsıkı tutarak takviye etmektir. (Mizan, 90)
te'yid-i i'tisami (
ioıS•L..:::ı=�l
�L_____; ) * Teı;id-i itisami {itisfun teyidi}, sırat-ı
müstakim üzere olabilmek için Allah'ın ipine dört elle sarılmak suretiyle takviye etmektir. (Sofyavi, 207)
tezekkür
( }.i.:; ) {bk. tefekkür ve tezekkür}
tezkiye-i nefs ( �:ll "J.$'y ) * Tezkiye-i nefse {nefsin arındırılmasına} giden yol, temiz ve kamil nefslerden sadır olan fiilierin itiyad haline gelmesidir. Öyle ki bu fiiller, zaman geçtikçe tekrar edilerek alışkanlık haline geldiklerinde, nefsten sağ lam bir tavır olarak sadır olmaya başlarlar. Bu fiillerin, tabiat gibi kişide adet haline gelmesi gerekir ve istenir. Bu durumda kişiye daha önce ağır gelen iyilikler hafif gelmeye başlar. Mesela, kendisi için cömertlik ahlakını arzu eden kişinin yolu, cö mert kişinin fiiliyle meşgul olmayı üzerine almaktır. Bu da malı dağıtmaktır. Bu fiil kendisi için kolay hiHe gelinceye kadar, bu konuda gayret etmeye devam eder ve böylece kişi bizatihi cömert hiHe gelir. Bunun gibi, kendisine kibir hakim olan ve tevazı1 ahlakını elde etmek isteyen kişinin yapması gereken de, zaman geçtikçe sü rekli olarak mütevazi kişilerin fiilierini yerine getirmeye çalışmaktır. (Mizan, 55)
* Sabrın hakikati, nefsin itminana ermesiyle; onun itminana ermesi, tezkiye-i nefs ile {nefsin arındırılmasıyla}; tezkiye-i nefs ise, tevbe etmekle ortaya çıkar. Nefs tevbe-i nası1h ile tezkiye edildiği {samimi bir şekilde tevbe ederek temizlendiği} za man, ondaki bütün tabii çirkeflikler gider. Sabır azlığı, nefsin içindeki çirkeflikler den, bunlar sayesinde {doğru olan şeyden} yüz çevirmesinden ve isyan etmesin dendir. Tevbe-i nası1h nefsi yumuşatır ve onu çirkef tabiatından çıkarıp yumuşamaya sevk eder. Çünkü nefs, muhasebe ve murakabe ile berraklaşır, onun tutuşan ateşi ise hevaya uymakla söner. Yine nefs, itmi'nan haliyle rıza mahal ve makamına ula şır, kaderin akışı karşısında mutmain olur. ('Avarif, 280)
bbb-ı ruhani/tabib-i rtlhani
( iJI�)) '-:-'�:b 1
!JI�))
'-:-'b
) * Bu, kalbierin
kemalatı, afetleri, hastalıkları ve tedavisi, sağlık ve itidalini muhafaza etme ve hastalıklardan koruma ilmidir.
Tabib-i ruhani ise, tıbb-ı rUhaniyi bilen, irşada ve tekmile gücü yeten arif şeyhtir. (Kaşanı, 65; Cami', 88-89) tılsım/blsım-ı kutbi ( �l:ıi
ı-Jb 1 �ib ) * Tılsıma, {kök harfleri itibariyle} ken
disi ters çevrildiği için bu isim verilmiştir. Yani tılsım kendisini vekil kılan herkese
1 128
tılsımitılsım-ı kutbi
musaHat olur {hakimdir)'. Her hakim kılınan şey, hakim kılınmaya devam ettiği müddetçe tılsımlı demektir. Bundan dolayı tılsımda, akıllara hakim kılma husfısu yoktur. Bunun en kuvvetiisi şudur: Tılsım, kesif ilahi haberler ve nebevi ilimleri kabUl eden akılları, o akıllar bu haber ve ilimierin te'vili ve mizanı altına girmedikçe terk etmez. Tılsım bu mesabede olmadıkça, akıllar onu kabUl etmez. Bu, aleme hakim kılmanın en zor şeklidir. Bu tılsımın sahibi himaye altındadır. Allah hakkında ona pek çok ilim verilmiştir. Ona fikir hakim olmuştur. Allah, fikri ona, kendisinini dü şünüp de herhangi bir işi sadece Allah ile bilmesi için hakim kılmıştır. Aksi du rumda bu hakim kılınan şey ona "Ey akıl, bensiz Allah'ı bilemezsin!" der. Diğer bir tılsım da hayaldir. Allah, onu marralara musaHat etmiştir {hakim kıl mıştır) . Hayal, manaları; kendilerindeki manaya tam olarak yerleşmemiş, fakat kendisine mani bir durum da bulunmayan bir manayı ortaya çıkarabildiği mad delerle bezer. Üçüncü bir tılsım, adetlerin tılsımıdır. Allah onu natık nefslere musaHat etmiş tir. Bunlardan bir şey kaybolduğunda, üzerinde, taleb ettiği ve sahib bulunduğu bir saltanat ve bir tesir kuvveti cereyan eder. İnsanlar ancak bu üç tılsımın yüksel mesiyle temayüz edebilirler. (Fütfıhiit, III, 227)
* Kendisi enmfızec feleğinin merkezi ve tasarruf madenierinin kutbu olan tıl sım-ı kutbi {kutub tılsımı), tılsımiarın ilkidir. Nakış sılretleri kutub tılsımıyla kaim dir. Böyle olmasaydı hükümlerinin vuku ve sübıltuna çare olamazdı. Kutub tılsı mının tahkiki olmasaydı, menkuş heyetin zuhfuuna imkan olmazdı. O tılsım bir aynadır ki, onun dairesine mukabil bir heykel {kalıp, şekil) tasavvur etmezsen, ayna aksini veremezdi. Karşısında bir sılret olmasaydı, aynada aksin belirmesine nereden imkan olacaktı? Aynada karşılıksız bir suretin var olmasına imkan olma dığı gibi, böyle bir suretin aynadan başka bir yerde ortaya çıkması da mümkün olmaz. Ayna karşısında bir varlık bulunmaktayken bile, aynada fazladan var olan şeyin aynadan başka bir şey olmasına da imkan yoktur. Çünkü ayna ondan başka bir şeyle karşı karşıya değildir ki onda başkası bulunabilsin. Hal böykeyken, senin "O aynada başka bir şeıJ denen şeyi gördüm" demen nasıl mümkün olur? (İnsiin, I, 10)
tilmiz ( .i� ) * Tilmfz {talebe, öğrenci), bazen huzılrda bulunur ve bazen gaib olur; bazen hata ve bazen de isabet eder. Tilmiz, kendisi için {hocasına) bir mensfı biyet meydana gelen; dirayet tahkıkini elde edemese bile, kendisini rivayete ada yan kimsedir. Tilmiz kapı önünde durur, {ilim öğrenmek için) arkadaşlarının tü münden ayrı kalır. Bazen mevsim ve bayramlarda olsa bile, ilmini artırma ve sık
· Arab imlasında
"tılsım" kelimesinin tersi "musallıt (bir şeye m usallat olan, hakim kılınan)" ya
da "musallat" şeklinde okunabilmektedir (ed.
notu).
tôl-i emel
1 1 29
tekrarlamanın faziletine ermiştir. Tilmiz yazar, kaydeder {öğrendiklerini yazar}; kaydetmeye yönelir. Tilmiz zekidir; yaklaşmaya hırs gösterir. Tilmiz nukabayı aş mış, nüceba arasına girmiştir. (Kaviinin, 100)
till-i emel ( Jo�l J}' ) * Tul-i emel {emelin uzunluğu ya da uzun emel}, ahireti unutturur, dünyayı hatırlatır, onu güzel gösterir ve sana sevdirir. Bu durum hasedin, ahireti ertemelenin, hevayı kuvvetlendirmenin, arzu ve istekleri çoğalt manın ortaya çıkmasına yol açar. (Adiibı, 135)
* Tul-i emel, her hayrı ve taat fiilini erteler; her şerr ve fitneyi davet eder. Halkı çeşitli musibetlere düşüren müzmin bir hastalıktır. Şunu bil ki, tfıl-i emel sahibi ol duğun zaman sende dört şey harekete geçer: Biri taatı terketınek ve bu konuda tembellik göstermektir. Böyle hallerde "Günler geçse de zamanım var, yapacağım" dersin. Davud Tairlı ne kadar doğru söylemiştir: "Vaidden {tehdid, cehennem} korkana
baid {uzak olan} yaklaşır. Enzelini uzatanın da anıeli kötü olur." Yahya b. Muaz Razirh de şöyle der: "Emel, her hayırdan uzaklaştırır. Tanıah, hak olan her şeye miini olur. Sabır, her türlü zafere ulaştırır. Nefs, her türlü şerre götürür." İkincisi, tevbeyi terketınek ve ertelemektir. Böyle hilllerde günler geçse de,
"Daha gencim, yaşını küçük, zamanım var, tevbe edeceğim, istediğim zaman bunu yapabi lecek durumdayım" dersin. Ne zaman ki, vade dolup da, ölüm böyle bir kişiyi avlar, arnelini düzeltıneye fırsat kalmadan ecel onu zorla alır götürür. Üçüncüsü, {mal} toplama ve ahireti bırakıp dünyayla meşgul olmaya karşı hırslı olmaktır. Böyle bir durumda "İhtiyarladığımda fakir düşmekten korkuyorum" dersin. Bazen de "Giderek çalışamaz lıiile geliyorum, bana hastalığımda, yaşlılığınıda veya fakirliğimde değerlendirebileceğim biraz mal lazım" dersin. Bu düşünce dünyaya rağbetini, hırsını ve rızık elde etıneye karşı arzunu artırır . . . Dördüncüsü kalbin katılaşması ve ahiretin unutulmasıdır. Çünkü uzun yaşa mayı arzu ettiğin zaman, ölümü ve kabri hatırlayamazsın. (Minhiic, 32)
tum'anine/itmi'nan ( ıJ�) / �W, ) * Tuma'nine {itıni'nan}, yüce bir hal olup kulun aklını tercih etınesi, imanının kuvvetlenmesi, ilminin derinleşmesi, zikrinin duru ve hakikatinin sabit olmasıdır. Bunun üç türü vardır: Biri avaının itıni'nanıdır. Zikrettiklerinde zikirleriyle tahnin olurlar. Onların bundan nas'ibleri; rızıklarının genişletilmesiyle birlikte dualarına icabet edilmesi ve afetierin defedilmesidir. Nitekim Allah � şöyle buyurur: "Ey mutmain olan nefs!" [Fecr, 89/27] Yani, "Allah'tan başka bir defeden ve miini olanın bulunmadığına imiin ederek mutmain olmuş nefs" demektir. İkincisi, havassın itıni'nanıdır. Çünkü onlar Hakk'ın kazasından razı olmuşlar, belasına sabretınişler, muhlis ve muttak'i olmuşlar, sükılna ermişler ve "Allah koru nanlar ve muhsin kullarla birliktedir'' [Nahl, 16/128] ayetiyle mutınain olmuşlardır . . .
1 130
tum 'anlne/itmi 'nan
Üçüncüsü, ehass-ı havassın itmi'nanıdır. Bunlar heybet ve azametinden dolayı sırlarının, Allah'a itmi'nana ve O'nunla sekinete ermeye güç yetiremeyeceğini bi len kimselerdir. Çünkü Allah'ın idrak olunabilecek nihai bir sınırı yoktur. (Luma ',
98) * Allah Teala buyurmuştur ki: "Ey nefs-i muhnainne!" [Fecr, 89/27] Tuma'nfne, gözle görmeye benzer sağlam bir emniyet halinin kuvvetlendirdiği bir sükun hali dir. Bununla sekinet arasında iki fark vardır: Sekfnet, bazen heybetin sükı1n bulma sını beraberinde getirir. Tuma'nlne ise, kendisinde {heybetin zıddı olan} üns istirahati bulunan bir emniyet halinin verdiği sükunettir. İkinci fark ise şudur: Sekinet, peşpeşe gelen {bir gelip bir giden} bir sıfat olur. Ama tuma'nlne, sahibini asla terk etmeyen bir sıfattır. Tuma'nlnenin üç derecesi vardır: Birinci derecesi, kalbin Allah'ı zikr ederek mutmain olmasıdır. Bu, haifin {korkanın} recayla, kızgın kişinin hilmle, imtihanın sevabla itmi'nanındır. ikinci derecesi, ruhun maksad hususunda keşfle, şevk husu sunda huzurla, tefrika hususunda cem'le itmi'nanıdır. Üçüncü derecesi ise, Haz ret'i müşahede etme halinin lütufla, cem'in bekayla, makamın da ezeli nurla itmi'nanıdır. (Menazil, 31)
* . . . Tuma'nlne, kaderin cilveleri altında sükuneti korumaktır . (Adabz, 21) . .
* Tuma'nfne, gözle görmeye benzer sahih bir emniyet halidir. İlk inceliği Al lah'ın zikriyle kalbin itmi'nan bulması; ikincisi, mükaşefeye yönelme ve buna hazırlanma hususundaki iştiyakında nillun müşahedesinin itmi'nan bulmasıdır. Tefrika cem' içindir. Üçüncüsü, hazretin {huzı1rda bulunmanıni müşahede edil mesi sırasındaki itmi'nandır. Cem' bekaya; beka da ezelin nuruna götürür. (Ravza,
489) * Tuma'nfne, Allah'ın kazasına rıza, belasına sabır göstermektir. (Cami', 54) * Tuma'nfne üç kısımdır: Avarom itmi'nanı, Allah'ın zikri için, havassın itmi'nanı Allah' ı zikirle, ehass-ı havassm itmi'nanı da Allah iledir. (Cami', 61)
'ubbad
ı 131
• •
-
'ubbad < .)\� ) {b k. 'abid/ubbad} 'ubfidiyyet-'ubudet ( Ö.)J��
-
��.)Jı� ) {bk. 'ibadet-'ubudiyyet-'ubudet}
'ucb ( �� ) {'ucb bi'n-nefs; 'ucb min kıbeli'd-dünya} * {Dedim ki} "Nefsle ucub nedir?" Şöyle cevab verdi: "Kişinin güzelliği, bedeninin büyüklüğü, kuvveti, aklı, anıeli ve güzel sesi sebebiyle kendim beğennıesidir." . . . . . . {Dedim ki:} "Dünyadan kaynaklanan ucub {nedir?}" Cevab verdi: "Dünyadan kaynaklanan ucub; nefsle, malla, soyla, hiznıetçilerin, çocuk/ann, kölelerin, akrabanın ve arkadaşiann çokluğunu beğenmekle {ve bunlarla böbürlenmekle} olur." (Ri'aye, 223)
* İki büyük afet vardır: Riya {ikiyüzlülük} ve ucub {kendini beğenme}. Ucub, bazen kendi taatına insanları karıştırmak suretiyle olur. Bu şekilde olursa, ibadet ifsad edilir. Bazen de bundan kaçar, nefsini kınar, {ancak} bu şekilde nefsini be ğenmiş olur, böylece ibadeti yine boşa gider. (Minhdc, 5)
* Ucbun esası,
yapılan salih arneli büyük görmektir. Kulun, salih arnelin yüce
liğini Allah'tan başka bir şeyle, insanlarla, nefsle birlikte düşünmesidir. Alimleri miz şöyle der: "Bazen ucub, bunların üçiinü, bazen ikisini bazen da birini düşünmek su retiyle olur." Ucbun zıddı minnettir. (Minhdc, 73)
ufk-ı a'la ( I,Sl�i Jii ) * Ujk-ı ala {en yüce ufuk}, ruh makamının sonu, ahadiyyet ve iliihiyyet hazretidir {mertebesidir}. (Kaşaru, 31; Cami', 76)
ufk-ı mübln ( � ._;ii ) * Ujk-t mübfn {apaçık ufuk}, kalb makamının sonudur. (Kaşani, 31, Cami', 76)
'ukab ( yW. ) * Ukab, kalem olup, o da İlk Akıl' dır. (Istıliih, 537)
uknum
1 1 32
* Ukab {kartal takım yıldızı}, onlara göre bazen "İlk Akıl", bazen de "Külti Ta biat" olarak Wide edilir. Onlar, nefs-i niitıkayı, "verka {güvercin ya da kumrzı}" olarak adlandırmışlardır. İlk Akıl, ukab gibi, nefs-i natıkayı süfll alemden alıp ulvl alemin, kudsi fezanın zirvesine çıkarmıştır. Tabrat ise onu almış, süfll aleme götürmüştür. Çoğu kere her ikisi için de "ukab" tabiri kullanılır. Aralarındaki fark karineler yoluyla anlaşılır. (Kaşani, 131; Cami', 90) {Ayrıca bk. 'akl-ı evvel; nefs-i natıka; verkii.'}
uknum ( �!( ) * Bir iken üç oldu mahbubum Nasıl üç uknum olduysa tek uknum olan Zat Yani şair şöyle demek istiyor: Hıristiyanların "ekanim-i selase" dedikleri, {hatalı olarak} Rabb-Oğul-RCıhü'l-Kudüs üçlemesinin bir olduğunu iddia etmelerinde ol duğu gibi, aded ayn'da çokluğu doğurmaz {bütün olan Bir parçalanmazl . Bize in dirilen şefiatta O Teala'nın şu sözünde olduğu gibi: "İster Allah diye çağırın, ister Rahman, O'nu hangi isimle çağırırsanız çağırın {O da, isimleri de birdir}. . . " buyurdu, hemen ardından da şöyle ayırd etti: . . . "Bütün güzel isimler O'nundur" [İsra, 17/110]
Böylece {O'nu ve tüm isimlerini} tekleştirdi. Biz Aziz Kur'an'ı ineeledik ve gördük ki, onda geçen her şey şu üç ana isim etrafında dönüp durmakta ve bunlara izafe edilmektedir: Allah, Rabb ve Rahman. Malfundur ki bütün bunlarla kasd edilen bir tek ilahtır. Geri kalan bütün isimler bu isimlerin -bilhassa Allah isminin- sıfatları olarak geçer. (Tercüman, 46)
'ukübat ( ..:.ı\uQ._ ) * Ukubıit {cezalari dört türlüdür: Azabla, helakla, imsakla ve hicabla olan ceza. Azabla yapılan ceza, haramların işlenmesinden kaynaklanır. Helak şeklindeki azab, istenen şeyi acele isternekten kaynaklanır. Bazen bunun ye rini endişe alır, ardından helak gelir. İmsak cezası, aşın güvenli olmaktan kaynak lanır. Hicab cezası ise taat yapanlara hastır. Bu da su-i edebden kaynaklanır.
(Cami', 38) ulôhiyyet (
a�41Jl i
) * Ahadiyyet, isim ve sıfatların, hem te' siri hem de te'sir
alanlarıyla birlikte yokluğunu gerektirir. Vahidiyyet ise Hakk'ın � isim ve sıfatlarının zuhuruyla alemin fenasını, rububiyyet alemin bekasını, ulfıhiyyet beka aynında alemin fenasını, fena aynında da bekasını gerekli kılar. İzzet Hakk'la � halkın arasındaki münasebetin defini gerektirir. Kayyilmiyyet Allah'la � kulunun arasındaki nisbetin doğru şekilde tayin edilmesini ister. Çünkü kayyilm, bizatihi var olan {zatıyla kaim}, başkalarının varlığı kendi varlığına bağlı olan demek oldu ğuna göre, burada ifade edilenlerin hepsinin gereğinin yerine gelmesi kaçınılmaz olur.
ulôhiyyet
1 133
Binaenaleyh deriz ki, ahadiyyet tecellisi yönünden bakılınca ne sıfat, ne de isim görülür. Vahidiyyet tecellisi ellietinden bakılınca ise halk yoktur. Çünkü her var lığa şekil verme yönünde kudretinin zuhurunu ifade eden bir sıfattır. Rububiyyet tecellisi yönünde de Hakk ®. ve halk vardır. Hakk'ın ®. ve halkın vücudu için bu sıfat gereklidir. Uluhiyyet tecelllsi yönünde ise sadece Hakk ®. vardır. Ama onun sureti halktır ve ancak halk vardır. Onun mana ellieti ise Hakk'tır. İzzet tecelllsinde ise kulla Allah � arasındaki nisbet kalkar. Kayyı1miyyet ellietinden bakılınca Rabb sıfatının varlığı için Rabb olarak kabul edilecek bir Zat'a ihtiyaç vardır. Dolayısıyla Rabb sıfatının var olabilmesi için de kendisine Rabb'lık yapılacak varlığa ait sıfatıa rın var olması gerekir. {Deriz ki,} zahir ismi ellietinden bakılınca, O eşyanın aynı dır. Batın ismi ellietinden bakılınca ise eşya onun aynı değildir. (Insan, I, 12)
* Vücud hakikatlerinin hepsine ve o hakikatleri mertebelerinde muhafaza et meye "ulUhiyyet" denir. "Vücud hakikatleri" ifadesiyle mezahirle zahirin hükümle rini yani "Hakk" ile "halkı" kasd ediyoruz. İlahi mertebelerle kevni mertebelerin hepsinin muhtevası ve bunların her birinde vücud mertebelerinin hakkını vermek uluhiyyetin manasıdır. "Allah" o mertebe sahibinin ismidir. Bu isim, Vacibü'l Vücud ve tekaddes hazretlerinin Zat'ından başkasına verilemez. Zat'ın zuhur yer lerinin en yücesi uluhiyyet mazharıdır. Çünkü ulı1hiyyetin, her mazhar üzerine külli iliatası ve mutlak şümı1lü ve her vasıf ve isim üzerine de saltanatı vardır. Ulılhiyyet Ümmü'l-Kitab'dır. Kur'an ahadiyı;et, Furkan ise vahidiyyettir. (İnsan, I, 23) * Ulılhiyyetin eseri görülür, kendisi görülmez. Hükmü bilinir, resmi görülmez. Zat ise gözle görülür fakat vasfı bilinmez. Zat'ı açıkça görürsün, ama bunu idrak için yeterli izahı bulamazsın. Görmüyor musun? Bir adamı gördüğün vakit bilirsin ki, o adam birçok sıfatıara sahibdir. O adamda sabit bulunan vasıflar, senin ilim ve itikadınla meydana gelir. Onu müşahede edemezsin. Ama zatına gelince kendine özgü heyetiyle açıkça görürsün. Fakat o zatta, vakıf olmadığın diğer sıfatları bil mezsin. Çünkü olabilir ki o adamın belki bin tane vasfı vardır ama onlardan sana pek azı ulaşmış olabilir. Velhasıl, zat görülür, ama sıfatlar mechuldür. Sıfatıarın ancak eserini {izlerini} görebilirsin. Ama vasfın kendisini görmek elbette mümkün değildir. Bunu bir misalle anlatacak olursak, cesur bir adamın muharebe anında, sadece ikdamını {cesurca yürüyüşünü} görürsün. Bu ikdam şecaat değil, şecaatin eseridir. Kerim olan kimsenin ilisanını görürsün. Bu görülen, keremin kendisi değil, eseri dir. Çünkü sıfat, zatta gizlidir. O sıfatın ortaya çıkmasına imkan yoktur. Eğer bu mümkün olsaydı, sıfatın zattan ayrılması da mümkün olurdu. Oysa bu mümkün değildir. Bu sırrı anla. Ulı1hiyyetin bir sırrı daha vardır: "Şey" ismi kendisine verilen eşyanın her biri uluhiyyetin saltanatı altına dahil olan eşyanın her birini zatında ihtiva eder. Bu ko nuda kadlın olsun hadis olsun, mevcud olsun madı1m olsun her şey eşittir. (İnsan,
I, 24)
1 1 34
ulfihiyyet
•• Ahadiyyet, vahidiyyet ve uh1hiyyet arasındaki fark ise şudur: Ahadiyyet sıfa tında isim ve sıfatıarın zuhuru yoktur. O, zati olarak Sırf Zat'tan ibarettir. Vahidiyyet sıfatında, isiınierin ve sıfatiarın te'sir sahasına göre zuhurları vardır. Ancak bu zuhur, Zat'ın hükmüyle olur. Zat'tan ayrı bir hüküm ile değil, ancak böyle olunca diğer varlıklar birbirinin aynı olur.
Uluhiyyet sıfatında, isimler ve sıfatlar neyi gerektiriyorsa o şekilde zuhur eder. Böylece zıtlar belirir. Mesela: Mün'im, Müntakim'in, Müntakim de Mün'im'in zıddı olur. Geriye kalan diğer isim ve sıfatlar da aynı şekilde zuhur eder. Mesela, ahadiyyet, uluhiyyet sıfatında ahadiyyetin gerektirdiği hükümle zuhur eder. Vahidiyyet de aynı şekilde zuhur eder. Çünkü ulı1hiyyet hepsinin tecelli şeklini kapsar. Her tecellinin hükmü ne ise onu meydana getirir. Zira ulı1hiyyet her hak sahibinin hakkını vermenin tecelli ettiği makamdır. Ahadiyyet "Ancak Allah vardır, O'nunla beraber hiçbir şey yoktur." sözünün tecelli yeri; vahidiyyet ise "Şu anda O, nasılsa öyledir'' sözünün tecelli yeridir. "O 'nun
Zat'ından başka her şeı; yok olacaktır." [Kasas, 28/88] İşte bu hükmün kabıdır ki ahadiyyet, vahidiyyetten daha üstündür. Çünkü ahadiyyet Sırf Zat'tan ibarettir. Uluhiyyet ise ahadiyyetten üstündür. Çünkü ahadiyyetin hakkını ulı1hiyyet verir. Zira ulı1hiyyet her hak sahibinin hakkını verme makamıdır. Bu yüzden isiınierin en yücesi, en şumullüsü ve en yükseğidir. Ulı1hiyyetin ahadiyyete üstünlüğü, bütünün parçaya olan üstünlüğü gibidir. Ahadiyyet sıfatının diğer Zati tecellilere üstünlüğü, kökün dallara olan üstünlüğü gibidir. Vahidiyyet sıfatının diğer tecellilere üstünlüğü de cem'in fark'a üstünlüğü gibidir. (İnsan, I, 27)
·• Rahmdniyyet, isim ve sıfatiarın hakikatlerinin zuhurundan ibarettir. Rahmaniyyet, zati isimler gibi Zat'a mahsus şeyleri ihtiva ettiği gibi, mahlukata bakan hakikat ve sıfatları da ihtiva eder. Alim, Kadir, Semi ve vücudi hakikatiara taalluk eden sıfatlar gibi. Rahmaniyyet, Hakk'ın mertebelerinin hepsine verilen isimdir. O mertebelerde halk mertebelerinin iştiraki söz konusu değildir. Bu sebeble rahmaniyyet, uluhiyyetten daha hususi bir mana ifade eder. Çünkü rahmaniyyet, Hakk Sübhanehu ve Teala'nın tek olduğu sıfatına mahsus olarak tektir. Ulı1hiyyet ise hem Hakk'ın, hem de halkın hükümlerini içine alır. Onun için umı1miyyet uluhiyyete, hususiyet ise Rahmaniyyete aittir. Bu itibarla rahmaniyyet uluhiyyeten daha güçlüdür. Çünkü Rahmaniyyet, zatın illiyet {yücelik} mertebe sinde zuhur etmesi ve deniyyet {aşağılık} mertebesinde ise mukaddes olmasından {temiz olmasından, zuhfu etmemesinden} ibarettir. Bu yüzden Zat'ın muhteva iti bariyle yüce mertebelere mahsus zuhfuu ancak rahmaniyyettir. Rahmaniyyet mertebesinin ulı1hiyyete nisbeti, şekerin şeker karnışma nisbeti gibidir. Şeker, şeker kamışında bulunan yüksek bir mertebedir; kamış ise hem şe keri, hem de başka kimyevi maddeleri içinde bulundurduğu için, delaleti daha
ulôhiyyet
1 1 35
umfunidir. Bunu göz önünde bulundurarak "Şeker, şeker karnışma nisbetle daha üs tündür" diye düşünürsen, rahmaniyyet, uluhiyyetten üstün olur. Şayet kamışın hem şekeri, hem de başka kimyevi maddeleri içermesini düşünerek, "Kamış üstün dür" dersen, ulı1hiyyet rahmaniyyetten üstün olur. Rahmaniyyet mertebesinde zahir olan isim Rahman ismidir. Çünkü bu hem zat! isimleri, hem de nefs! sıfatları içine alır. Nefs! sıfatlar yedi tanedir: Hayat, ilim, kudret, irade, kelam, sem' ve basar. Zat! isimler ahadiyyet, vahidiyyet, samediyyet, azamet, kuddusiyyet gibi Zat'a mahsus isimlerdir. Bu zat! isimler sadece Vacibü'l Vücud, Melik-i Mabud olan Hakk'ın Zat'ına mahsustur. Rahmaniyyet mertebesi nin Rahman ismine mahsus olması, rahmetİn Hakk ve halk mertebelerine şamil olması itibariyledir. Rahmetin Hakk mertebelerinde zuhuru, halk mertebelerinde zuhuruna sebeb olmuştur. Bu yüzden, bütün mevcudata şamil olan rahmet, Rahmaniyyet Hazreti'ndendir. (İnsiin, I, 27) * Meriitib-i vücüddan biri de ulühiyyettir. Ulı1hiyyet, sırf zuhurdan ibarettir. Bu ise vücud hakikatlerine hakkını vermektir. İşte kesret, bu mertebeden ortaya çıkar. Vahidiyyette olduğu gibi o mertebenin zuhfrr yerlerinin hiçbiri diğerinin aynı de ğildir. Bilakis, her şey orada birbirinden tamamen ayrıdır. İşte buradan "vücüd kes
retinin neş 'eti", "iliihz taayyünler hazreti {mertebesi}", "cem 'ul-cem"', "esmii ve sıfiihn mecliisı {tecelll yeri}", "ekmeliyyet hazreti", "mertebe-i meriitib {mertebeler mertebesi}" diye isimlendirilmiştir. Bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi, mertebelerin tama mının orada terneyyüz hükmüyle zuhur edip ortaya çıkmasından dolayıdır {yani o mertebede isimler birbirinden ayırd edilmeye başlarlar} . İşte bu mertebe, esma, sı fat, şuı1n, itibar ve izafetlerin her birinin hakkını tam ve kamil olarak verir.
(Meriitib, 15) ·• " Ulühiyyet .. " Zat'ın, esma, sıfat ve ilillerinin hepsini içine alan mertebenin adıdır . ... "me'lühu gerektirir." Me'lı1h {ilah edinen, ilaha kulluk eden}, varlık yö nüyle aleme verilen isimdir. Me'lı1hiyyeti cihetiyle alem, sıfat ve fiilierin bütün ge rekleriyle beraber Hakk'ın Zat'ının zuhur yeridir. Çünkü alemin mevcudiyeti, hem zatı ve hem de mahiyetiyle arızdır. Dolayısıyla Hakk'ın Zat'ını sıfat ve fiilierinin gerekleriyle birlikte izhar etmiştir.
"Rubübiyyet ise. . . " rububiyyet, sadece bütün isim, sıfat ve fiilieri toplayan mertebenin adıdır . ... "merbübu gerektirir." Merbub {rabb edinen, Rabb'e kulluk eden}, meydana geldikten sonra kazandığı vasıflarla beraber alemin ismidir. Alem, merbfrbiyet sıfatı itibariyle sıfatıarın ismine mazhar {zuhur yeri} olmuştur, o isim de "Rabb" ismidir. "Eğer böyle olmasaydı. . " yani ulfrhiyyet me'lı1hu, rubfrbiyyet de merbfrbu gerektirmeseydi, ne me'luh ve ne de merbubdan herhangi birisi mevcfrd olurdu. Me'lı1h ve merbfrbdan herhangi bir şey mevcfrd değilse, ulı1hiyyet ve rububiyyetin herhangi bir yönü gerçekleşmemiş olur. .
Ulı1hiyyet ve rububiyyet, babalık ve peygamberlik gibi suyun varlığına bağlı olmak yönünden izafi olan işler cinsinden kendi varlıklarıyla tahakkuk ettikleri
'umum
1 1 36
zaman, merbı1bun ... "aynı olmaz", yani merbı1bun tahakkuku olmaz. . . . "onlara" yani ulı1hiyyet ve rubı1biyyete, .. . "ancak onunla olurdu" yani me'lı1h, merbı1b ve alem ile tahakkuk ederdi . . . "vücud ya da takdir bakımından böyledir." Demek ki alemin bilfiil var olması veya varlığının mukadder olması bir ve aynıdır. .
"Hakk, Zat'ı itibarıyle alemiere muhtaç değildir. Ama rubübiyyet böyle değildir. . . " yani rubı1biyyet için böyle bir şey söz konusu olamaz. .. . "0 bu hükme tabi değildir. . . " Yani alerolerin varlığına muhtaç olmama hükmüne tabi değildir, ulı1hiyyet de böyledir. . . "0 zaman, geriye emir {durum} kalmıştır. . " emir, yani ilahi {ilaha ait} du .
.
rum demektir. "{Bu emir de} rububiyyetin gerektirdiği ile, zahn iileme muhtaç olmaması
arasındaki iştir. Rububiyyet, hakikat ve ittisaf üzere bu Zat'ın aynından başka bir şey de ğildir." Eğer rubı1biyyet, Zat'tan sadece bir yönüyle ayrı olsaydı, Zat ahadiyyet iti bariyle alemden müstağni, rubı1biyyet itibariyle ise ona muhtaç olmaya müstehak olurdu. (Sofyavi, 207)
'umum ( �J"'" ) * Um um, sıfatlar konusunda vaki olan ortaklıktır. (Istılah, 539) umı1r-ı külliyye ( d,iS' JJ•i ) * Umur-i külliye {külli işler}, kul ile Allah arasında, birbiriyle irtibatlı olan ortak sıfatlardır. "Eğer bu sıfatların ayniarında varlıkları
yoksa . " yani kendilerinin harici bir varlıkları yoksa, . . "bunlar şüb/ıesiz zihni bakını dan malUm ve mevcftd olurlar." Zihni manada vücı1dları vardır. "Bunlar bdtzni sıfatlar dır." Makule {düşünülebilir} olmaları sebebiyle hariçte mevcı1d olmaları mümkün değildir. Fakat bunlar "ayni vücılddan gitmezler" yani ayrılmazlar. "Onların" yani külli işlerin, . . "hükmü ve eseri vardır " Çünkü bu külli işler, ilahi isirnlerin sfuetleri dir. Bu sebeble bunlar "bütün viicüd-i ayni sahibi olanların" illeti olmuştur. Zaten külli işler, harici vücı1d itibariyle . . "onun aynıdır, gayrı değildir." Birbiriyle irtibatları son derece incedir. İrtibatın kemal ve nihayeti ittihaddır. (Sofyavi, 27) .
.
.
.
.
usul ( JJ-"i ) * Yedi usıllümüz vardır: Allah'ın Kitab'ına sarılmak, Resı1lullah'a $ uymak, helal yemek, başkalarına eziyet etmemek, günahlardan sakın_mak, tevbe, hakları yerine getirmek. (Luma', 289) *
UsUlümüz yedi tanedir: Farzları eda etmek, haramlardan sakınmak,
masivayla irtibatı kesmek, fakirliğe yanaşmak, isterneyi terk etmek, elde olanı başka bir zaman için biriktirmemek, her zaman için sadece Allah' a yönelmek
(Luma', 289) * Usfil kısmı {makamları} on baba ayrılır. Bunlar; kasd, azın, irade, edeb, yakin, üns, zikir, fakr, gına ve makam-ı muraddır {murad makamıdır}. (Menazil, 24) * Usıll şunlardır: Kasd, azın, irade, edeb, yakin, üns, zikir, fakr, gına, murad. (Rihle, 206)
usill- i hükm
1 1 37
usul-i hükm ( ��� Jypi ) * Üç tanedir hüküm verme esaslan Kitab, icmti Bir de Sünnet'i Mustafa'nın (D'ivfin, 60) usul-i ketarn ( �')IS::l l JJ.Pi ) * Altı harekesi harflerin Allah izhar etti benzerlerini Ref', nasb ve cerr halleri lrfib harflerinin harekeleri Fetha, zamme ve kesreyse mebni harflerin Hazifve mevt aslı keZamın ya da sükun alır yerıni harekenın İşte fiZemin hali bak ölüm içre bulıman garib hayata (FütUhfit, I, 130) usul-i müştereke ( �S"'i".;,." JJ.Pi ) * Batın ehlinin kalbierinin meyli, müridin Sünnet-i Seniye'ye bağlılığı ile bid'atlerden kaçınması ve varlığını tümüyle terk et tiği miktardadır. Zira, bu yolun önderlerinin arasında tamamının ortak usulü, vü cudu {varlığı} nefy etmek, çokça gayret etmek, elde olana kanaat, ahitlere vefa, ye gane mabud olan Mevla'yı müşahede esnasında masivayı hatıra getirmemektir. Ben bütün bunların hepsini yerine getirmenizi, gücünüzün yettiği kadar zikr-i ha fiye ve hulasa olarak sunduğırmuz evrada devam etmenizi tavsiye ederim. Çünkü kalbi hastalıkları tedavi etme konusunda en başarılı ilaç budur. Keşf ve kalb uz manları da bunları tatbik ederler. (Buğt;e, 244)
'uşşak ( Jl::;.� ) * Bunlar, ilim diliyle değil, aşk ve sekr diliyle konuşurlar. (Envar, I, 171) 'uşşak-ı ililiiyyiln ( � �l Jl.::_ � ) * Uşşak-ı ilahiyyun {ilahi aşıklar}, "kendi imkan ları nisbetinde heyulani, maddi bağlardan tecerrüd etmiş {soyutlanmış} insanlar" de mektir. Nitekim "tecerrüd ederek kemale eren" bu insanlara "ilahiyyun" veya felek lerle benzeşen akıllar olan "uşşak li'l-envari'l-ilahiyı;e {ilahi nuriara aşık olan kimseler}" de denir. (Heı;akil, 97)
'uzlet
1 1 38
J.l
'uzlet ( j� ) {bk. halvet-'uzlet} ülfet ( J.A!i ) {'alamet-i ülfet} * Ülfetin alameti, {emirlere} muhalefetin azlığı ve iyiliğin çokluğudur. (Adabı, 147) * Ülfet, sevgi makamlarının ilkidir. Birçok sebebi vardır. Birincisi, mümazecettir {kaynaşmadır}, ki ünsü ve Sevgili'nin güzelliklerinin istikrarlılığını {bu istikrar,
Sevgili'nin kişideki etkisinin istikrarıdır} gerektirir. Bunun manası, Sevgili'yi her türlü arzu ve dostluğa tercih etmektir. (Rtıvza, 348) {Ayrıca bk hubb; mehabbet}
ümena' ( ., ..i ) * Ümena {emin kişiler}, batını hallerini asla zahirierine yansıtma yan Melamilerdir. Onların talebeleri raculiyyet [fütüvvet ehlinin (Kaşan1 ve Cami')] tavırlarında gezinirler ... (Istılah, 531; Kaşan1, 31; Cami', 5) * Ünıena, Melamiyye' den bir taifedir. Başkasından ümena olmaz. Bunlar Melametilerin en husus! ve ulularıdır. İmanın gerektirdiği malfı.rn adetler sebebiyle halkla beraber oldukları için bunların halleri hakkında bir şey bilinmez. Bunlar Al lah'ın emirlerini yerin� getiren, yasaklarından kaçınan yüksek lman sahibi kirnse lerdir. Kıyamet gününde, dünyada insanların bilmediği o yüce makam ve mevki leri ortaya çıkacaktır. Resulullah efendirniz "Allah'ın emin kullan vardır" buyur
muştur. Eğer Allah Teala Hz. Hızır'a �, kendisinde zahir olan bu tür şeyin Musa � için zahir olmasını emretmemiş olsaydı, -ümenadan olduğu için - ondan böyle bir şey suclur etmezdi {Bu sırların Hz. Musa'ya açılması emri olmasaydı, Hz. Hı zır' dan böyle olayların sadır olduğunu Hz. Musa göremezdi}. Allah Teala insana emaneti teklif ettiğinde, insan bu tekilli kabUl etti. Zaten aslı itibariyle haksızlığa ve akılsızlığa meyilliydi. Çünkü insana emaneti üstlenmesi, sadece tekrıf edildi. Kabul etmeye zorlanmadı. Eğer zorlansaydı, ümenaya yardım edildiği gibi, ona da yardım edilirdi. Oysa ümena emaneti teklifle değil, zorla üst lenmiştir. Kendilerine keşf hali gelince, bildikleri gibi hareket edemezler, halktan farklı gözükmek de istemezlerdi. Aksi takdirde kendilerine "Şunu izhô.r edin, bunu
izhar etmeyin" denmezdi. Onlar kendilerine çizilen bu sınırda bekledikleri için bunlara "ünıena" denmiştir. Bunlar sayıca diğer tabakalardan fazladırlar. Öyle ki bunlar birbirlerini hakiki manada bilrnezler. Her biri, arkadaşını her mü'min gibi, bir mü'min olarak düşünürler. Bu hususiyet, sadece ümenaya mahsus olup, baş kaları için böyle bir şey sözkonusu değildir. (Fütiihılt, II, 22) * . . . " 'Avarifü 'l-me'arif' adlı eserin sahibi Sühreverdi, Melami'yi şöyle tarif etmiş tir: "Melami, iyiliğini açıklamayan, kötülüğünü de gizlemeyen kimsedir'' Bunu şöyle izah
edebiliriz: Melamiler, ihlası ve sevgiyi damarlarına kadar sindirmiş, sıdkı ve
ümmü'l-kitab fütüvveti elde etmişlerdir.
1 1 39
Bu yüzden hiç kimsenin, kendi hill ve arnellerine
muttali olmalarını istemezler. (Cami', 5) {Ayrıca bk. melametiyye/melamiyye}
ümmü'l-kitab ( ._,.,\:...ı....S: ı �i ) * Ümmü 'l-Kitab, Akl-ı Evvel'dir {Allah'tan ilk zuhur eden şey olan İlk Akıl'dır}. (Kaşani, 32, Cami', 76) * Ummii'l-Kitab, Zat'ın künhünün mahiyetinden ibarettir. Bu mahiyete bazı yönleri itibariyle "mahiyyetü '1-hakaik" de denmiştir. Buna isim, nat, vasf, vücud, adem, Hakk ve halk gibi ifadeler kullanılmaz. Kitab, kendisinde adem {yokluk} dü şünülmeyen mutlak vücuddan ibarettir. Bu sebeble, Zat'ın künhünün mahiyeti " Ümmii'l-Kitab" olmuştur. Çünkü vücud, Zat'ın künhünün mahiyetinde, harflerin mürekkebde gizli olması gibidir. Harflerin isimlerinden hiçbiri mürekkebe isim olarak verilmez. (İnsan, I, 65)
üns-heybet ( l:�� - ._....; i ) {'alamet-i üns; ehl-i üns; mecalis-i heybet; üns billah! * Kendisine, "Mehabbet hakkında ne dersin ?" diye soruldu, o da şunları söyledi: "Seven le sevilen arasında hiçbir engel yoktur. Seven kimse şevkinden konuşur, zevkini an latır. Tadan bilir, fakat vasfeden vasfedilemez. Hazretinde gaib olduğun, varlığında hareket ettiğin, şuhudunda zahib olduğun, sahvın ile sarhoşluğuna erdiğin, onun viisıtasıyla boş luğımu doldurduğun, ondan gelen neşenle üziildüğün şeyi nasıl vasfedebilirsin ? Heıjbet, insanı dilsiz yapar ve konuşamaz, hayret, korkanın bir şeıji açığa çıkarmasına engel olur, gayret ise gözlerin ağyarı görmesine engel olur. Dehşet, akılları bağlar ve bir şey söyletmez, her zaman devamlı dehşet, ayrılmaz bir hayret, şaşkın kalbler, gizli sırlar ve hasta bedenler vardır . .. ve mehabbet, güçlü devletiyle kalbiere hakim olur. " (Şehzde, 173)
* Allah ile üns, O'na güvenmek, O'nunla sükılnet bulmak, O'ndan yardım iste mektir. Bu konuda bundan fazlasını söylemek mümkün değildir . . .
. . . Ehl-i iins {üns ehli}, iins hususunda üç derecedir: Birincisi, zikirle ünsiyet eden, gafletten vahşet duyan, itaata ünsiyet, günahlardan vahşet duyanlardır. Sehl b. Abdullah'ın {Tüsteri'nin} şöyle dediği anlatılır: "Ünsün ilk şekli kuldan
dır. Nefs ve organların iinsii akıl ile; aklın ve nefsin iinsii şerzat ilmiyle; akıl, nefs ve organların ünsii Allah'a ihliisla amel etmekledir. Kul bunu gerçekleştirince Allah 'la iinsi yete erer ve O 'nunla sükunet bulur." Ünsün ikinci hali, Allah ile ünsiyeti sonucu kulun, kalbini meşgul eden her türlü hatır ve arıziardan kurtulmasıdır. Zünnıln'a Allah ile ünsiyetin ne olduğu so rulduğunda şöyle cevab vermişti: "Allah seni halk ile ünsiyet ettiriyorsa, anla ki kendi
siyle ünsiyetten uzaklaştırıyor." Cüneyd'e Allah'la ünsiyet soruldu. O da "Heybetle beraber malıcubiyetin olmamasıdır'' dedi.
1 140
üns-heybet
İbrahim Marİstani � ise üns hakkında şöyle demiştir: "Üns, kalbin mahbfibla se
vinç duymasıdır." Üçüncüsü, ünsle birlikte heybet, kurb ve tazim halleri bulunup, üns ehlinin ünsü göremez olmasıdır. Nitekim marifet ehlinden birinin üns hakkında şöyle de dıği nakledilmiştir: "Allah'ın öyle kulları vardır ki, kendisine karşı duyduklan heı;betten dolayı, onları başkalarıyla ünsiyetten alıkoymuştur." (Luma', 96)
* Cüneyd'e ünsün ne olduğu soruldu, o da şu cevabı verdi: "Heybet hissi olmakla beraber, haşmet hissinin yok olmasıdır." "haşmet hissinin yok olması" kulun üzerinde reca {ümid} halinin havfdan {korkudan} daha ağır basması manasma gelir. Zünm1n'a " Üns nedir?" diye soruldu, şöyle cevab verdi: "Aşıkın, maşfikun ya nında serbest olması, resmiliğin ortadan kalkmasıdır." (Ta'arruf, 76)
* Şibli'ye ünsün ne olduğu sorulduğunda şöyle cevab vermiş: " Üns, kendinden
sıkılmandır." Zünnun demiş ki: " Üns makamının en alt derecesi, kulun ateşe atılması, fakat bu ha lin bile onu ünsiyet ettiğinden alıkoymamasıdır." Bazıları ise şöyle demiştir: " Üns, zikirle ünsiyetin başkalarını görmeye mani olması dır." (Ta 'arruf, 77) * Şevk, bir endişe ve sıkıntı halidir. Bu haldeki kimse, izzeti müHilaa eder ve gayb perdesi arkasındaki lütufların gizliliklerinin evsafını gözüyle görür. Bu ma kamda hüzün ve inkisar {gönül kırıklığı} vardır. Uns, huzurun, kudret latifelerini keşfetmeye kurb {yaklaşma} halidir. Bu makamda neşelenme ve müjde vardır. Bir zat şöyle der: "Sana bir bedel arm;an yaratığa şaşarım! Onun, masivayla nasıl ünsiyet ettiğine şaşanm!" Cüneyd şöyle der: "Sevginin kemalinin alametleri şunlardır: O'nu devamlı sılrette kalbde sevinçle zikretmek, O 'na neşe ve şevk duymak, O'nunla ünsiyet peı;da etmek, O 'nu, nefsini sevmeye tercih etmek, yaptığı her şeı;e rıza göstermek. Allah'la iinsiyet kazanmış olmanın alameti; halvetten zevk duymak, yaZvarıştan tad almak, dünyayı ve dünyadakileri düşünemeı;ecek derecede kendini ünsiyete vermektir. Bu durum, halkla ünsiyete hamledil meı;ecek ve makul olan sınırlar üzerinde tertfb edilecektir. Mehabbet, yaratılmışları sev meye ham/edilmeyecektir. Öyle olursa, düşünceleri kapsamına alır, çünkü şevk de bir dü şünce halidir. Şevk, Sevgili'de huzur arama ve O 'na ısınma ve O'ndan tad alma, O 'nda ra hat/ık hissetme ve O'nda hayat bulmadır. " (Küt, Il, 64)
* Heı;bet ve üns, kabz ve hastın üstünde iki haldir. Nitekim kabz havfın üstünde bir mertebe, bast ise recanın üzerinde bir derecedir. Heybet kabzdan daha yüce, üns ise kabzdan daha mükemmeldir. Heybetin hakkı gaybettir. Her heybet sahibi gaybet halindedir. Heybet sahibieri gaybetteki durumlarına göre farklılık gösterir ler. Kimisinin gaybeti uzun, kimisiniTiki ise kısa sürer.
üns-heybet
1 1 41
Ünsün hakkı ise sahvdır. Üns sahibi olan herkes sahv sahibidir. Sahv sahibieri şürb hallerindeki meşreb farklılıklarına göre farklılık gösterirler. Bunun için den miştir ki: " Ünsün en aşağı mertebesi kızgın a teşler içinde bile olsa, salikin üns halinin bo zulmaması ve bulanmamasıdır." (Kuşeyri, 36) * Üns ve hetjbet, Hakk yolunun fakirlerinin hallerinden ikisi olup şu demektir: Hakk Teala kulunun kalbine eelili şahidi ile tecelll edince kulun bundaki nasibi lıeybet, cemal şahidi ile kulun kalbine tecelll ettiğinde ise bundan nasibi üns olur. Heybet ehli olanlar, O'nun eelalinden dolayı yorgunluk içinde, üns ehli olanlar ise, O'nun cemalinden dolayı neş'e içinde olurlar. O'nun eelalinden mehabbet ateşiyle yanan bir kalb ile cemalinden müşahede nuruyla parıldayan bir kalb arasında fark vardır. Meşayıhtan bazıları, heybetin ariflerin, ünsün ise müridierin derecesi oldu ğunu söylemişlerdir. Onun için kimin ayağı Hakk'ın huzurunda ve vasıflarının tenzihinde ne kadar sabit olursa, kalbi üzerindeki heybet gücü o kadar kuvvetli olur, tab' ı da ünsten o kadar kaçar. Çünkü üns cins ile birlikte olur. Kulun Hakk ile aynı cins ve şekilden olması muhal olduğuna göre, O'nunla beraber üns hali ta savvur edilemediği gibi, Allah'ın halk ile ünsü de imkansızdır. Eğer üns mümkün alacaksa, ancak O'nun zikri ile ünsiyet mümkün olur. Onu zikretmek O dernek değildir. O başkadır, zikri başkadır. Çünkü zikretrnek kulun sıfatıdır. Mehabbet hususunda Allah'tan başkası ile üns yalancılıktır, kuru iddia ve ve himdir. Yine müşahededen hasıl olan heybet bir azamettir. Azarnet ise Allah'ın � sıfatıdır. Şu halde durumu nefsinden nefsi ile olan kul ile, durumu kendi fenasın dan Hakk'ın bekası ile olan bir kul arasında çok fark vardır. (Hücv1r1, 456) * Allah Teala buyurmuştur ki: "Kullarını beni sana sorduklarında {onlara şunu ha tırlat:} Ben {onlara çok} yakınım, bana dua edenin dualarına cevab veririm." [Bakara, 2/186] Üns, kurbun {yakınlığın} rahatlığına işaret eder. Ünsün üç derecesi olup ilk derecesi, şevahidie {şahidlerle} ünsiyettir. Bu üns, zikri güzel görmek, sema ile beslenmek ve işaretiere vakıf olmaktır. Ünsün ikinci derecesi, keşf nfıruyla ünsiyet etmektir. Bu üns de, evvelki üns mertebesini aşmak, heyernan kuvvetinin bu ünsü arındırması ve fena dalgasının bu ünse darbe vurmasıdır. Bu tür üns, bir topluluğun akıllarına hakim olur, bir başka topluluğun da sabretrne takatini ortadan kaldırır, onlardaki ilim bağlarını çözer. Bu hususta, şu dua yoluyla bir haber varid olmuştur: "Zarar verecek sıkıntı ve saptırıcı fitneden
sana sığınıyor, sana kavuşmak için şevk istiyorum."
Ünsün üçüncü derecesi ise, kendisi hakkında hiçbir şey söylenerneyen, tarifine işaret edilemeyen ve künhüne vakıf olunamayan hazretin rnüşahedesi sırasındaki izmihlal {silinip yok olma} ünsüdür. (Menazil, 26)
1142
üns-heybet
'' Ünsiyet
devam edip, ha.kim olarak yerleşirse, şevkin ızdırabı onu karıştırma
dığı, değişiklik ve hicab korkusu düzenini bozmadığı zaman bu durum, söz, iş ve Allah'a münacatta bir genişlik, bir neş'e meydana getirir. Bazen de heybetin azlığı ve cüretkarlığından dolayı kaba söz ve hareketlerde bulundurur. Bu hal ünsiyet makamında olanlarda görüldüğü gibi, bu makama ulaşmayan, ancak kendini söz ve hareketlerinde onlar gibi göstermeye çalışanlarda da görülebilir. Onların bu sözleri kendilerini küfre düşürebilir.
(İhyfı', V, 59)
* {Hallerden} .. . üns, Allah'ta sükfın bulmak ve bütün işlerde ondan yardım beklemektir . . .
*
Allah'la
(Adabı, 21) ünsiyet,
halktan uzaklaşıp, Allah'ın dostlarıyla ünsiyet etmektir.
Çünkü Allah dostlarıyla ünsiyet etmek, Allah'la ünsiyet etmek demektir.
('Avfırif,
251) * Zünnfın'a "Üns nedir?" diye soruldu, şöyle cevab verdi: "Aşıkın, mfışukun ya
nında serbest olması, resmiliğin ortadan kalkmasıdır." . . . . . . Va sıtl d e şöyle demiştir: "Kfıinfıttan bütünüyle uzak/aşmayan kimse üns mahal line varamaz. " Ebu'I-Hüseyin Verrak ise şöyle demiştir: "Allah'la ünsiyetle birlikte mu tlaka tfızim de bulunmalıdır. Çünkü Allalı'tan başka, kendisiyle ünsiyet ettiğin her şe yin tfızimi kalbinden kalkar. O'na olan heı;bet ve tazimin artmadıkça O'na ünsiyetin de artmaz." . . .
" Uns, kurb meclislerinde riıhlarzn Mahbub 'la {Allah 'Ia} sohbet etme/eridir." ('Avarif, 300) . . . Harraz şöyle demiştir:
* Allah'a itaat, O'nu zikretmek, kelamını tilavet etmek ve Hakk'a yaklaştıran diğer emidere yapışmak gibi şeylerle ünsiyet etmek de bazen ünsten meydana ge lir. Bu kadarlık bir üns de Allah'tan bir lütuf ve ihsandır. Fakat bu üns, muhiblerde olan üns hali değildir. üns, şerefli bir hal olup, batının temizlenmesi, sadık bir zühdle süpürülmesi, takviinın kemale ermesi, her çeşit sebeb ve alakalardan kopa rak bütün havatın yok etmekle gerçekleşir. Bana göre ünsün haklkati, Cenab-ı Hakk'ın azametini görmenin ağırlığı ile beşeri varlığın silinip süpürülerek bir ke nara atılması, rillı u n fetih meydanlarında serbestçe yayılmasıdır. Ünsün, kalbi tek başına etkisi altına alan bir yönü vardır. Üns beraberindeki heybetle kalbi taparlar, onun muhtelif şeylerle olan alakasını keser.
Heybet
halinde olan rillıun bütün gücünü toplayarak nefsi hakimiyeti altına
alması sözkonusudur. Buraya kadar anlatmış olduklarımız Zat ünsiyeti ile Zat heybeti olup, fena geçidini geçtikten sonra beka makamında meydana gelir. Bu ikisi fenanın varlığını gideren heybet ve ünsten başkadır. Çünkü heybet ve üns, fe nadan önce celal ve cemal sıfatlarının zuhurundan sonra ortaya çıkar. işte bu, makamıdır.
('Avarif, 301)
telvin
1 1 43
üns-heybet
* Zürınfın şöyle der: "Hayli, geçmişte Allalı'a karşı işlediğin günalıların verdiği sıkıntının te'slri ile kalbde lıeybetin bulunmasıdır." İbn Ata şöyle der: "En büyük ilim lıeybet ve hayiidır. Kişiden lıeybet ve lıayii giderse onda hayır kalmaz." ( 'Aviirif, 302)
* HeıJbet, kalbde Allah'ın celalini müşahede sayesinde beliren izdir. Bu, celalin cemali olan cemalden de kaynaklanabilir.
Üns
ise, celalin cemali, gönülde ulUhiyyet mertebesini temaşa etmekten dolayı
kulda hasıl olan eserdir.
(Istıliilı, 532)
* Tecelll etmedikçe kalbde Sevgili Safa vermez üns ona
(Dlviin, 12) * İnsanın, kabz ve bast diye adlandırılan iki halin bir araya geldiği birçok hali vardır. Bunlara ister havf ve reca, ister vahşet ve üns, istersen
lıeybet
ve
teennüs
{üns} bulma ya da daha başka şey söyle. İnsan ister arif, ister temkin, isterse telvin sahibi bir mürid olsun, herhangi bir vakitte, herhangi bir sebebe ve gereğe bağlı olmadan bu haller le vasıflanmamış olması imkansızdır.
(Ruh, 39)
* "Mecdlis-i heybetin {heybet meclislerinin} sıfatları nelerdir?" sorusuna şöyle cevab verilebilir:
"Heıjbet olduğunda vakar lıiisıl olur."
Allah'ın meclisini, yani Allah'ın hu
"Başka bir şeye iltifat etmemek, sırrın müşiilıede edilenle meşgul olması, kalbi hatan1ttan, aklı düşün celerden, azalan ise hareketten alıkoymak, güzel ile çirkini ayıramamak, kulaklarını O'na dikmiş, gözleri yere çakılmış, hasiret gözü kör olmuş bir hiilde olmak, lıimmeti toplayarak O 'nun nefsinde küçülmek, organlarını cızıltı çıkacak kadar toplamak, gözü kımıldamadan donuk bir şekilde inierneden durmak, bast hillinin ancak nazlandırması, Rabb'iyle solıbette bulundugunda misiii alemi makamından mübarek mekanda; Tur'un sağ tarafındaki ağaç tan konuştuğu gibi bir yere bağlı olarak sohbette bulunduğunda kulağının onda olmasıdır. Bir başka haklkate kulağını verirse Allah Teiilii, husus! bir yönde kendini ona bağlamışken, o O'na bağlanmamış olacağından edebsizlik etmiş olur. B u takdirde de heıjbet meclisinde bulunmamış, heıJbet meclisi ve fenii sahibi olmamış olur. Ancak o huzur ya da istilıziir siihibidir. Örselemez ve örselenmez, ölçüyü tamamen kaldımıaz, ona 'insan ' da denmez. Çünkü insan zıtlık ve değişiklikleri bünyesinde toplar." (Fiitiilıiit, II, 103) zfuunda oturduğunda O'nun meclisinin nasıl olduğunu sordu. Cevab:
* " Üns nedir?" diye soracak olursan deriz ki: " Ulılhiytjet mertebesinin cemalini
temiişa etmenin gönüldeki te'slridir. Bu ise cemiilin eeliili olup, heybet hillinde iken ol maz." . . . ... "HeıJbet nedir?" Deriz ki, "0, kalbde Allalı'ın cemalini m üşiihede etmektir. Sıifi ta bakalarının çoğu, iins ve bastın cemall sıfatiardan olduğunu iddia ederler. Oysa böyle de ğildir." (Fütuhiit, II, 130)
1 144
üns-heybet
* Bil ki heı;bet, kulun kalbine ilahl cemalin cetaliyle tezahür eden bir haldir. "Heybet, ilahi mertebe için Ziit 'a ait bir sıfattır'' diyen kimse görürsen, bil ki o doğru değildir. O, ilahi cemalin celalinin kalbe tecelli etmesiyle ancak ilahi mertebenin Zat'a ait bir izidir. Bu, kalbinde bu tecelliyi hisseden kimse için büyük bir şeydir. İfrata kaçtığında, bu halin vasfı kaybolur, ama kendisi devam eder. Rabb'in dağa tecelli ettiğinde, bu tecelli ile dağı paramparça etmiştir. Ancak O'nun yüceliği or tadan kalkmamıştır. Hz. Musa'nın bakışı, dağın yüceliği içinde kaybolmuştur. Dağa tecelli, Hz. Musa'ya yakın olmayan taraftan olmuştur. Dağ paramparça olunca Hz. Musa için tezahür etmiştir. Hz. Musa yıldırım çarpmış gibi bayıldı. Zira Musa, suretini ayakta tutan rUh sahibi biriydi. Canlılar hariç, onun rUhu başka bir şey değil, hayatının kendisiydi. Hz. Musa'nın yıldırım çarpmış gibi olması gücü nün farklı olmasından dolayı dağın paramparça olmasına benzer. Çünkü dağın sil retini ayakta tutan bir rUhu yoktur. Böylece dağa bu ismin verilmesi imkanı orta dan kalkmıştır. Ancak yıldırım çarpmış gibi olmasıyla, Hz. Musa' dan Musa ismi de, insan ismi de kalkmamıştır. Hz. Musa ayılmıştır, fakat dağ parçalandıktan sonra dağa dönüşmemiştir. Zira dağın kendini ayakta tutacak rUhu yoktur. Şübhesiz eşyadaki rUhların hükmü, onlarda bulunan hayatın hükmüdür. Ha yat her şeyde süreklidir. RUhlar, valiler gibi -ki onlar bir vakit azledilir, bir vakit idarelerine devam eder, bazen de idareleri devam etmekle birlikte kendileri kay bolurlar- zaman itibariyle sınırlıdırlar. (Fütiihdt, Il, 529) * Bir topluluğa göre üns, kula Hakk'tan gelen genişlik ve neş'edir. Bu bast hali bazen keşf ve hicab üzere olur. Üns, cemalİn tecellisinden dolayı kalbde hasıl olan bir haldir. Çoğunluğa göre bu hal, cemal tecellisinden meydana gelir. Bu ise onla rın yaptığı yanlışlardan sadece biridir. Onlar doğruyla yanlışın arasını ayırama dıkları için bu tür yanlışlıklar yapıyorlar. Ehlullahın hepsi, müşahedeleri sahih ol makla beraber temyiz ve furkan kabiliyetine mazhar değillerdir. Fakat asıl mesele, müşahedenin vaki olduğu şeyin ne olduğunu bilmektir. Biz müşahedesi hak olan, fakat, müşahede ettiği şeyi bilmeyip de, dnu yolunun dışında bir şeye haml eden bir cemaat görmüştük. . . (Fütiihat, II, 530) * Kendisine üns hali hakim olan kimse halvet ve yalnızlığı arzular. Çünkü Al lah'la ünsiyet, başkasından uzak kalmayı gerektirir. Allah'la ünsiyet eden kalbe en ağır gelen şey, halvete mani olan şeydir . . .
. . . "Ünsün alanıeti nedir?" Denildi ki: "Ünsün en belirgin alanıeti, halkın içine ka rışnıaktan sıkıntı duymak, onlarla olmaktan sıkılmaktır. Kaldı ki halka karışsa bile yine yalnız gibidir. O sadece bedenen onlarla beraberdir, kalbi yalnızdır. Bil ki ünsiyet devanı edip galebe çalmak suretiyle yerleşirse, şevkin ızdırabı onu karıştımıadığı, değişiklik ve hicab korkusu düzenini bozmadığı zaman bu durum, söz, iş ve Allalı'la nıünacat bir geniş lik bir neş'e meydana getirir. Bazen de heybetin azlığı ve cüretkarlığından dolayı kaba söz
üns-heybet
1 1 45
ve hareketlerde bulundurur. Bu hiil ünsiyet makamında olanlarda görüldüğü gibi, bu ma kama ulaşmayan ancak kendini söz ve hareketlerinde onlar gibi göstermeı;e çalışanlarda da görülebilir. Onların bu sözleri kendilerini küfre düşürebilir." (Kudfune, 377) * Heybet, kalbde tazirnin buhınmasıdır. Bu hizim, sevgiliden başkasına bak maya man! olur. O, mehabbetten ayrılmayan zatl bir makamdır. Tecelli anında ce lalin sıfatıarını kuvvetlendirir. Ancak müşiliedenin yokluğunda kesilir. (Ravza,
643) * Üns, sevgilinin cemalini müşiliede etmekten dolayı rakib hissetmeksizin kal bin neşesidir. Muhibbin uyanıklığını ve vaktinin sefasını gerektiren bir haldir. Bu halde bulunan kimse, kendisini zem edecek gailelerden korku duyar. (Ravza, 650) '� Şeyh İbn Arabi•" şöyle demiştir: "Bir topluluğa göre üns, kula Hakk'tan gelen ge nişlik ve neş 'edir. Bu bast hiili, bazen keşf ve hiciib üzere olur. Üns, cemiilin tecellisinden dolayı kalbde hiisıl olan bir hiildir. Çoğımluğa göre bu hiil cemiii tecellisinden meı;dana ge lir. Bu ise onların yaptığı yanlışlardan sadece biridir. Onlar gerçeğin arasını m;ıramadık ları için bu tür yanlışlıklar yapıyorlar. Ehlulliihın hepsi, müşiihedeleri sah'ih olmakla bera ber temyzz ve furkan kiibiliyetine mazhar değillerdir. Fakat asıl mesele müşiihedenin viikz olduğu şeı;in ne olduğunu bilmektir."
Allah Teala ile ünsiyetin, üns sahibierinde bir kısım belirtileri vardır. Burası, ehl-i tarik kimselerin yanlış yaptığı bir yerdir. Kendilerinde üns hali peydah oldu ğunda, hemen bunun üns billah olduğunu zannederler. Bu hal kaybolur olmaz, üns billah da kaybolur. Bize ve çoğunluğa göre o kimsenin ünsü aslında kendi ha liyle ilgilidir, Allah'la üns değildir. Sebebine gelince, Allah'la ünsiyet hali bir kulda hasıl olduğunda o hal onda her zaman devam eder. Bundan dolayı bir kısım sufi demiştir ki, "Kim yalnızken Allah 'la ünsiyet eder de kalabalıkta bu ünsünü kaybederse, bu
kimse halvetle ünsiyet etmiştir, Allah'la değil." Şunu da bil ki, muhakkiklere "Allah" ismiyle ünsiyet sahih değildir. Üns sadece başka bir ilahi isimle olur, ama "Allah" ismiyle değil. Aslında bütün alem Allah'la ünsiyet halindedir. Fakat üzeride bulunduğu üns halinin Allah'la ünsiyet olduğu nun farkında değildir. Çünkü ünsün farkına varabiirnek için üns ya devamlı olmalı veyahutta ünse intikal etmelidir. (Esfiir, 78)
* Haller, hal sahibierine ancak bu semadan verilir. Bunlar kabz, heybet ve havf gibi eelaliyet de olsa; bast, üns ve reca gibi cemaliyet de olsa hakikatte birdir. (Esfiir,
164) * Üns, zulmetsiz bir nur, gediksiz bir kaledir. (Ciinıi', 54) * Üns, üç kısımdır: Avaının {halkıni ünsü halk ile, havassın {aydınların! ünsü zikrullahla, ehass-ı havassın {seçkinlerinl ünsü Hakk iledir. Halk ile üns vakidir. Zikrullahla üns faydalı bir şeydir. Hakk ile üns aydınlatıcı bir nurdur. (Cami', 62)
1 146
üns-heybet
* Unsün aslı, kurb ve ünsün rahatlığıyla rahatlamaktır. Bu haldeki kul, sülukundaki terakkisini müşahede ettikçe rahatlar, huzura kavuşur. Bunun bidayattaki {başlangıçtaki} şekli, itaat ve emre muvafakat etmesi, günahlardan ve emre muhalefetten uzak durmasıdır. Ebvabdaki şekli, hayra teşvik eden şeylerden zevk almak, rezil ve kötü şeylerden tiksinmektir. Muamelattaki şekli, nefsi ona me kan yapmak ve onunla rahatlamaktır.
Ahlaktaki şekli, faziletlerden hoşlanmak, re:i'ıletlerden hoşlanmamaktır. Edviyedeki derecesi, hasiret nurunun cezb ettiği, sekinet nurunun rahatlattığı şeyle ünsiyet etmektir. Ahvılldeki şekli, keşf nüruyla ünsiyet etmek, cemalin verdiği rahatlıkla rahatlamaktır.
Velayattaki derecesi, vahidiyyet tecellisiyle ünsiyet etmektir. Hakaikteki dere cesi, sıfat perdelerinin arkasından parıldayan Zat'ın cemal nürlarıyla ünsiyet et mektir. Nihayattaki derecesi ise, ahadiyyetin zatında şekil ve görüntülerin tama men yok olmasıdır. (Cami', 287) * Sütllerden biri şöyle demiştir: "Allah 'la ünsiyet, lıeybet hissi olmakla beraber, haş met hissinin yok olmasıdır. Allah'tan başka ünsiyet edilen şeı;lere karşı kalbdeki tazim duy gusu azalır. Alla/ı'a heybet ve tazim artmadıkça, ünsiyet de artmaz." (Nebhani, I, 237) * " Üns, lıeı;bet hissi olmakla beraber, haşmet hissinin yok olmasıdır." Bu, Cüneyd'in görüşüdür. Zünnunrı. şöyle demiştir: "Üns aşıkın, maşukun yanında serbest olması, resmiliğin ortadan kalkmasıdır." Hz. İbrahim'in �: "Rabb'im! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana gös ter." demesiyle, Hz. Musa'nın �� "Bana (kendini) göster, sana bakayım." sözü üns ile açıklanmıştır. Vasıtirh ise: "Bütün kainattan kalben irtibatını kesmeyen kimse üns malıalline vara
maz." demiştir. Malik b. Dinar: "Malıliikatla sohbetten uzaklaşıp, Allah 'la sohbet etmeı;en kimsenin ilmi azalır, kalbi körelir ve ömrü zayi olur'' şeklinde açıklamıştır. Ebu Said Harrazrı. şöyle demiştir: "Üns, ruhun kıırb meclislerinde gerçek sevgili olan Allalı'la sohbet etmesidir. Allalı'a itaat, O'nu zikretmek, kelamını tilavet etmek ve Hakk'a yaklaştıran diğer emirlere yapışmak gibi şeı;lerle ünsiyet etmek de bazen üns saye sinde meı;dana gelir. Bu kadarlık bir üns de Allah'tan bir lütuf ve ihsandır. Fakat bu üns, muhiblerde olan üns hali değildir. Üns, şerefli bir Jıa.l olup, batının temizlenmesi, sadık bir zülıdle süpürülnıesi, takvanın kemale ermesi, her çeşit sebeb ve alakalardan koparak bütün havatzrı yok etmekle gerçekleşir." Bana göre ünsün hak1kati, Cenab-ı Hakk'ın azametini görmenin ağırlığı ile be şeri varlığın silinip süpürilierek bir kenara atılması, ruhun fetih meydanlarında serbestçe yayılmasıdır.
üstaz/üstad
1 1 47
Ünsün, kalbi tek başına etkisi altına alan bir yönü vardır. Üns beraberindeki heybetle kalbi toparlar, onun muhtelif şeylerle olan alakasını keser. Heybet halinde olan rılhun bütün gücünü toplayarak nefsi hakimiyeti altına alması sözkonusudur. (Nebhani, ı, 372)
üstaz/üstad ( ��;;..., ( ) * Üs tiidın temkin hususunda tasarrufu ve tebyin {açıklama/ hususunda da izah salahiyeti vardır. Üstfid, kamil dairelerden biridir. Evveller ve sonlar onun yaymasıyla dürülmüştür. Üstad, alim-i mutlaktır. Tahakkuk etmiş {gerçekten mevcud olan, uydurma olmayan} bir senedin efendisidir. Üstad, ahlak hususunda Halllik'ın (Yaratıcı olan Allah'ıni sevgilisidir. Bunun için her üstad şeyhtir, bunun aksi söz konusu değildir. Her mürid de, hiçbir şübhe götürmeyecek şekilde tilmizdir {öğrencidir}. (Kaviinin, 99)
vacib-müınkin-muhal
vacib-mümkin-muhal (
J�
1 1 49
- ,:ı�f. - ":-'�IJ ) {vacibü'l-vücôd} * Sufılere göre
muhal, sufilerden belli bir kasda bağlı olmadan, sevinç, üzüntü, kabz, bast, şevk, şevksizlik, heybet veya ihtiyaç duymadan ve gayret göstermeden kalbe gelen bir manadır. Haller, mevhibeler {bağışlanmış olan manalar}; makamlar ise mekasibdir {kazanılmış mana.Iardır}. Haller kendiliğinden gelir. Makamlar ise çaba sarfetmekle elde edilir. Makam sahibi makamında kalıcıdır. Hal sahibinin ise hali değişir. (Kuşeyr1, 36)
* Sıfat, mahalline ihtiyaç duyan, fakat zatıyla vacib olmayan şeydir. Viicibü 'l vüciid, sıfatıarın mahalli değildir. Zat'ında ona ait sıfatıarın bulunması caiz değil dir. Çünkü şey, kendi zatının te's1ri altında kalmaz. (Heyiikil, 59) * Mümkün var olduğunda, varlığını devam ettirecek bir koruyucu da olması gerekir. Varlığı ancak bu koruyucu yardımıyla devam eder. Bu koruyucu yaratıl mış varlıklardan değildir. Koruma Allah'ın yaratmasıdır, bu sebeble O'na nisbet edilir. Çünkü, kendi başına var olamayan mümkün varlıkların aksine, kendi za tıyla var olan ayn {öz}, koruma hususiyetini kabili eder. Çünkü mümkün varlık ko ruma hususiyetini kabul etmez {mümkünün devamını sağlamak, bir başka müm kün varlığın değil, ancak Vacib'in yapabileceği bir iştir}. Mümkün varlığın var olduğu zaman dışında varlığı yoktur {öncesi ve sonrası bellidir, önceden varken} sonra yok olur. Koruroayla alakah olan şey, varlığının {mümkün olanın yaratılış} zamanını takib eden ikinci zamandır. {Bu zaman} art maz. Allah Hafız, Raklb'dir. Kendi zatıyla var olan ayn murakabe ıtibariyle ko runmuştıır ve yaratılanı, varlığının zamanını korumak suretiyle korur. Hakk da kul için, kul tarafından korunması mümkün olmadan gözetilen bir varlıktır. Çünkü O {Hakk} korunınayı kabul etmez. O, hiçbir benzeri olmayan Samed'dir. (Fiitfilıfit, m, 2 1 6-217)
* Viicib {varlığı mutlak gerekli}, mümkün {varlığı gerekli olmayan} ve nıuhdlın {varlığı imkansız olanın} aynı olması doğru değildir. Muhiilin de tabii olarak müm kün varlıkla aynı olması doğru olmaz. Böyle bir şeyi, ilim kokusundan az bir nas1bi
1 150
vıkib-müınkin-muhiU
olan kimse {bile} söylemez. Ehlullah ve onun seçkinleri bunu nasıl söyleyebilir?
(Esfar, 6) * Mümkünatı {mümkün, yani var olma ve olmama ihtimali eşit olan varlıkları} önce yok iken, sonra var bulduk. Böylece, onların yokluklarının varlıklarından önce olduklarını ve Allah Sübhanehu'nun önce var olduğunu ve mümkünatın ol madığını anladık. (Esfar, 7)
* Mümkünat, hala ilmi hazrettendir. Onun sfuetleri {şekilleri} Hakk'ın vücud {varlık} aynasında zuhfu etmiştir. Bunların {bu suretlerin}, sadece {varlıkların ilahi ilimdeki suretleri olan} ayan-ı sabitenin şuurunda bizzat kendileri olarak varlıkları bulunur. Görmüyor musun ki, aynadaki suretine baktığın zaman, onda senin şek line benzeyen bir şekil bulunduğunu düşünüyorsun! Daha ince düşündüğünde anlıyorsun ki, ışık bakanın gözünden çıktığında ve parlayan aynaya ulaştığında, sertliğinden dolayı bakana döner ve kendini onun yerinde görür, kendisini aynada görmez, bilakis ayna, onun kendisini mekanında görmesine sebeb olur ve bulun duğu halde görmesine vesile olur. Bu sebeble bakan kişi aynadan uzaklaştığında, ondan uzaklaştığı kadar şeklinin de aynadan uzaklaştığını görür.
İlın! bakımdan bakan kişi mevcud, ayna da Allah Sübhanehu ve Teala hük mündedir. Gözden çıkıp aynanın kesafeti {yoğunluğu} sebebiyle kendisine geri dönen ışınlar ise sübutl idraktir. {Varlığın} Hakk'a göre değil, ama kendisine göre yokluk karanlığındayken, ilmi mevcuda {Allah'ın, onun var olacağına dair bilgi sine} yönelmesi bu idrakle mümkün olur. Hakk'a nisbetle o {var olmayan şey ger çekte} mevcuddur {çünkü Hakk onun var olacağını bilmektedir}. Bu, Şeyh'in {İbn Arabi'nın)rh "Eşynyı hiç şübhesiz Hakk icad etmiştir. EŞ)jinın kendisi, O'na ait olmayan
bir varlık değildir {her şeı;, hakiki varlık ve yaratıcı olan O'na aittir. Eşyti da O 'nun bir yansımasıdır, çünkü yokken de O 'nun ilminde mevcuddur}." sözünün manasıdır. (Esjar, 1 7) * Mümkünat namütenahi {sonsuz} olsa da madlımdur. Hakk'ın müşahedesi al tında görülebilen varlıklardır. Biz görmeyi vücud {varlık} yoluyla bir sebebe bağ layamayız, ancak eşyayı sebebe bağiayabiliriz {görmeye değil, eşyaya varlık izafe edebiliriz}. ister bizzat madlım, isterse mevcud olsun görülebilecek olan şey; görme fiiliyle alakayı kabul etmeye istidadlıdır. Mümkünat namütenahi olsa da Allah Teala tarafından görülür. Bu {görüş} ilim nisbetiyle değil, aksine "rii 'yetii
kanet ma kanet {olduğu gibi görme}" denilen başka bir {görme} nisbeti türündendir. (Esfar, 25)
va'd-va'id ( J��J -
..1$-J
) * "Havf ve recaya nasıl ulaşılır?" sorusuna "Vaad {cennet
ve nimet konusunda Allah 'ın vaadi} ve vaid {cehennem ve azab konusunda Allah 'ın vaadi} kadar, marifetin {değerini} de yüce kabUl etmekle" cevabını verdi.
vahdet-i kusôd
1 1 51
"Marifeti vaad ve vazd kadar yüce gönne sırrına nasıl varılır?" dedim, "Azabın şidde tıyle tahvif {korkutmak} ve seviibın büyüklüğünü ümid etmekle" dedi. . . (Ri'iiye, 24) * Vazd-i mutlak {mutlak ceza} kafirler için, mutlak vaad {mükafat} ise muhsinler içindir. Bazı sfıfiler, büyük günahlardan kaçınmanın, küçük günahların aifedilme sini mutlak surette vacib kılacağını söylemişlerdir. (Ta'arruf, 30)
* Haber (hadis} tarikiyle gelmiştir ki, bir şahsın şahsı hakkında vaadin sabit ol ması ve nüfUz etmesiyle vazdin durması ve nüfUz etmesi, Rahman'ın kendisinden gelmiştir (ceza ve mükafat, Rahman sıfatının gereğidir}. (Fütuhiit, Il, 464)
vahdet-i kusô.d ( � J41�ll ö�J ) * Kusildun manası (bir işe} kasd etmeye (kalkış maya} yakın olan irade ve sadık niyetlerdir. (Luma', 446)
* (Sfıfilerin} kusi'tddan maksadı maksfıdun hakikatini taleb edecek azınin sağ lam olmasıdır. Bu taifenin (sô.filerin} kasdı hareket ve sükô.na bağlı değildir. Çünkü seven sevgide sükô.n bulmuş ise kasıd (kasd eden} olur. Bu ise alışılmış du ruma aykırıdır. Zira kasd edenlerin kasdı, ya onların zahirierinde bir te'sir mey dana getirir, ya da biitmlarına (iç dünyaJarına} dair bir delil olur. Çünkü sevenler istek ve hareketlerinde sebebsiz olarak kasd ederler ve böylelikle bütün vasıfları sevgitiyi kasd etmek olur. (Hücviri, 472-473)
vahdet-i vücô.d-vahdet-i şuhô.d ( � J&-!JI
ÖJ,..J - � J:t:" Jll öJ,..J ) ('ayn-ı vahide)
* Pervane lambanın etrafında sabaha kadar uçarak şekilden şekle girer. Sonra halini en tatlı sözlerle haber verir. Sonra nazlanıp övünür de vuslat da kemale öze nerek gıırurlanır. Kandilin ışığı hakikat ilmi; sıcaklığı ise hak"ıkatin hakikatidir. Alevin içine dalmaksa hakikatİn hakkıdır. Pervane ışıkla ve sıcaklıkla doymadı. Kendini var gücüyle attı ateşe. Şekiller hala gelişini bekliyor, yetinmediği haberin şahidliğini haber versin diye. Pervane uçtu, döndü, eritti kendini ve yok oldu o dem. Resimsiz, cisimsiz, isimsiz, ünvansız kaldı. Artık şekiliere niye dönsün ki? Vuslattan sonra hangi hal var dönecek? Nazara (görüşe, ayne'l-yakine) ulaşan ha bere kulak vermez. Manzfıra (görülene, hakka'l-yakine} kavuşan nazara aldırmaz.
(Taviisin, 194) * Maşük aşıka şöyle dedi: "Gel, kendini ben kıl. Eger ben kendimi sen kılarsam, o zaman miişilk ihtiyaç içinde olur ve eğer sen, ben olacak olursan bu durumda artış miişilkta olur. Böylece her şeı; miişuk olur, iişık değil; her şeı; niiz olur, niyiiz değil; her şeı; hazır ve nıevcud olur, ihtiyaç değil; hep zenginlik olur, fakirlik değil; her şeı; çare olur, çaresizlik de ğil." (Seviinih, 39} * Aşıkın kendini maşfıkta kaybetme süreci öyle bir noktaya gelir ki aşık, ken dini kendi gözünden ve hatta kendinden bile kıskanır . . .
1 1 52
vahdet-i vücfid-vahdet-i şuhfid
Senden dolm;z seviyorum seni sevgiJim Kıskançlığzmdan kendi gözüm/e bile dost değilim Kederim Seninle birlikte olmamaktan değil Seninle aynı tende olmamak benim derdim Bu incelik zaman zaman öyle bir noktaya gelir ki eğer bir gün maşfik daha da güzelleşecek olursa aşık incinir ve gazablanır. Bu hal, bu zevki tatmayanlarm anla yabileceği bir durum değildir. (Sevanih, 40)
* Aşk mahiyeti gereği beladır; ünsiyet ve rahat ona yabancı ve iğreti bir şeydir. Çünkü ayrılık aşkta aslında ikiliktir, vuslatsa mahiyeti gereği tekliktir. Bunun dı şındaki her şey gerçek vuslat değil vuslat yanılsamasıdır. Bu konuda şöyle söy lenmiştir:
Beliidır aşk çekinmem üstüne üstüne varırım Hatta uyuyacak olursa onu ben uyarırım Kurtul şu beliidan diyor dostlar bana Belii gönüldür gönülden nasıl uzak dururum Çiçeğe durmuş aşk ağacı kalbimin tam ortasında Susuz kalınca onu gözyaşımZa sularım Aşk hoş da acısı hoş değilse eğer Hoştur bu bana ikisini birbirine kararım (Seviinih, 41) ,. Aşıklık bütünüyle o olmak, maşukluk ise bütünüyle Sen olmaktır. Zira ken din olman sana yaraşmaz; sana yaraşan maşuka ait olmandır. Aşıklığa yaraşan asla kendine ait olmamaktır ve kendi başına kalmamaktır.
Heviiya bağlı kaldıkça ya altın ya kadındır yolun Aşık ol bunlardan kurtulmaktadır kurtuluşun Aşıka yaraşır mı tevhld yolunda iki kıble Ya kendi heviina uy ya kazan nziisını dostunun Hiçbir değeri yok kralların kapımııda Miskin iişıktan başkası yaraşmaz şiinımıza "Ben, ben " dedikçe efendi sırrımıza eremezsin Ki tacımız yakışır ancak başsıziann başına (Sevilnih, 103) * Aşk, hem aşık hem de maşuk için esrarengiz bir aynadır: Hem kendini, hem maşuku ve hem de ağyarı {bunların dışında kalan her şeyi} gösteren bir ayna. Eğer aşkın kıskançlığı duruma hakim olursa aşık başkasına bakamaz; maşılkun cemali niri mükemmelliğini aşk aynası dışında asla göremez. (Sevanih, 109)
vahdet-i vücfid-vahdet-i şuhfid
1 1 53
* Bazen maşukun bela ve cefası tam bir özen ve ihtimarola ve aşkın inayetiyle aşıkın arzu toprağına atılan bir tohum olur ve bu topraktan itizar (özür dileme) gülü biter, tomurcuklanır ve vuslata götürür. Ve eğer talih yaver giderse bu vuslat "birlik"e dönüşür. Yeter ki şimşek çakmasın, yıldırım düşmesin ve yoluna engel çıkmasın; talihi yaver gitsin. Bu yüzden, aşık, aşk yolunun tekin olmadığını anlar. Bunun için şöyle derımiştir:
Gönlümü sana verdiğimi sanıyarsan eğer bil ki Yüzlerce kafile geçti daha önce bu yoldan Gönlümü vuslatından şen şakrak görüyorsam da Ayrılığın payını da görüyorum arada Ayrılığında vuslatın nasıl gizli değilse Vuslatında da ayrılığın apaçık bana (Sevdnih, lll) •• Tevhld-i aklf {akli tevhid} ile, tevhid-i ef'ali {fiillerin tevhidini}, yani "Ld fiiile iliallah fAllah'tan başka hiçbir fdil yoktur}" {cümlesinde ifadesini bulan} tevhidi kasd ediyorum. Bu mertebe çok şerefli bir mertebedir. Şunu bil ki alem, yokken bile Vacib-i Vücud'a şehadet ediyordu. Çünkü alem, yokken de var olması tercih edilmişti, ayn-ı sabitti o {Hakk'ın ilminde mevcılddu} ve Hakk onu yok halde iken de kendisini dinlemek ve itaat etmekle sıfatlandırmıştı. Yokken onları görmek Hakk'a muhal değildi. Bundan dolayı mümkünattan hiçbiri yokluktan varlık sahnesine çıktıklarında bunu asla inkar etmedi. Ancak, alem içerisinde sadece tabiatının perdesinin hakim olduğu bu insani mevcud inkar etti ve bazı şeyleri O'na ortak koştu. Allah onu, aslında sadece kendisine şahid olan bir tek Rabb'e kulluk etmek, dinleyip itaat edecek bir yapıda yaratmıştı. Mabud {Allah} bu tabiat perdesini ona bir gayb olarak yarattı. Böylece onlardan bir kısmı, bir olan Allah yerine, {tabiat perdesinin etkisiyle} gözüyle görmeye alışık olmasından dolayı, semavi alemden {gök aleminden} yıldızlar veya süfll alemden unsurlar ya da bunlardan oluşan gözüyle görüp müşahede edebildiği birtakım maddi varlıkları kendisine rabb edindi, nefsi bununla sükıln buldu. Edindiği bu ilahın, Hakk'a şahidlik ettiğini ve kendisine O'ndan daha yakın olduğunu vehmeder. Allah'a � yaklaştırsın diye onun hizmetinde bulunup ona kulluk eder. (Fiitfthdt, lll, 301)
* Yaksalar bir yerde on şem'i eger Birbirinin gaı;rıdır kılsan nazar
Birbirinden fark yokdur n urda Nuruna baksan şeb-i deı;cftrda
1 1 54
vahdet-i vüciid-vahdet-i şuhiid
Ger fişürde olsa yüz sib ü enar Yek olur ol 'add olundukda şümar Kısmet-i tadad yokdur manide Rütbe-i iiddd yokdur manide İttihad-ı yar-ı yari'ın hubdur Mani-i suret aceb mergübdur Mahv u ifnii eyler isen sureti Eyledin tahsfl-i genc-i vahdeti Sende kudret yok inayat-ı Hüda Mahv ider eltaftna canlar feda Cümleı;e oldu inayet eı;leyen Kullara feı;z ü hidayet eı;leyen Münbasıt bir gevher idik ser be ser Reste-i pa vü ser idik ser be ser Nur ile rahşiin idik çün iifitab Saf idik ckdardan manend-i ab Surete geldi çün ol nur-i basit Oldu meşhud-ı 'aded zıll-i hallt Ber-taraf olsa zılal-i muhtelif Nur olurdu vahdet ile muttasıf Belki kabil idi tafsil-i saded Uk havfım lagziş-i pa-yı hıred (Mesneviı, I, 28) •• Bir yere görünüşte, şekil ve suret baknnından, her biri öbüründen ayrı on tane mum getirseler . . . Sen, yüzünü ınınnların aydınlattığı yere çevirsen, bu on murnun her birinin nurunu, öbürünün nurundan ayırd etmek imkansızdır. Eğer sen, yüz tane elma, yüz tane de ayvayı sayarak bir yere toplar, sonra bunların hepsini sıkar, sularını çıkarırsan yüz sayısı kalmaz, hepsi de bir olur. Milnalarda bölüm, sayı yoktur. Milnalarda ayırd ediş, tek tek sayış olamaz. Dostun dostlarla buluşması hoştur. Sen de manayı yakala, eteğinden tut, suret, görünüş inatçıdır, serkeştir. inatçı sureti, görünüşü eziyetle, riyazetle erit ki, onun altında gizlenmiş bulu nan vahdet hazinesini görebilesin.
vahdet-i vücı1d-vahdet-i şuhı1d
1 155
Sen o inatçı sureti eritemez isen, kulu, kölesi olduğum Allah, inayeti ile, mer hameti ile onu eritir. (Not: Ey Hakk aşıkı, sen dini ve insani vazifelerini yap. "Gö
nül gözüm açılmadı, kesret görüşünden kurtulamadım" diye ümidsiz olma. Esirgeyen ve acıyan Allah, hiç ummadığın bir zamanda, surete, şekle bağlılığı senden gidere cektir. Şefik Can) Bu baş gözü ile görünmez, ancak gönül gözü ile hissedilir. Çünkü o, hem ken dini gönüllere gösterir, hem de dervişin dünyevi hadiselerle yırtılmış olan gönül hırkasını diker de, onu aşk ve irfan yoluna düşürür. (Not: Miltezile inancında olanlar, Allah'ı görmenin imkansız olduğuna inanırlarken, sürınet ehli, Peygambe rimizin "Ayın andördüncü gecesi, ayı semiida gördüğünüz gibi Rabb'inizi göreceksiniz" hadisine göre Hakk'ı görmenin mümkün olduğu kanaatindedirler. Hakk, kendi aşıklarına, kendini müşahede etme lütfunda bulunur da, böylece Hakk' dan ayrı düşmenin verdiği ümidsizliği, kalb kırıklığını giderir, onların gönül yaralarını te davi eder. Ezeli inayeti ile ona yardım eder. Şefik Can) (Mesnevl2, I, 46) Biz bütün kainata, tek bir cevher halinde yayılmıştık, orada hepimiz de başsız dık, ayaksızdık. (Not: Ezelde, bütün rUhların bir kaynaktan geldiklerini anlatmak için Hz. Mevlana'nın "Tek cevher hillinde yayılmıştık" diye buyurması Peygamber Efendimiz'in şu mealdeki bir hadisinden mülhemdir: "Allah'ın ilk yarattığı beyaz bir
inci idi." Bu beyaz inciye "Hakikat-i Muhammediyıje" deniliyor. "Ruhların Ruhu", "Nurların Nuru", "Akl-ı kül/" "Kalem-i kül/", "Kalem-i iilii" da tabir ediliyor. Bu cev her, bileşlik olmayan bir cevher idi. Mahlukların hepsi bundan yaratıldı. Bütün ya ratıklar bu cevherde, elsiz ayaksız ve birbirinden farksız bir halde bulunuyordu. Şefik Can) Bu alemde görülen bölünmeler, tefrikalar, imtiyazlar o alemde yoktu. Biz o alemde Ahadiyyet Mertebesi'nde, güneş gibi her tarafa nur saçan bir cevher idik. Su gibi berrak ve saf bir halde bulunuyorduk. (Not: Cenab- Hakk'ın, Gayb-ı Mut lak'ın meydana çıkmayan, belirmeyen ilk zuhur mertebesine arifler, "ahadiyyet mer
tebesi" demişlerdir. Bu mertebeye "Gaybü 'l-gayb {bilinmeyenin bilinmeıJeni}" ve "Kenz-i Mahfi {gizli hazine}" de denir. Allah fikrinin kalbde zuhur ve tecellisi olan feyz de Jeyz-i akdes ve Jeyz-i mukaddes diye ikiye ayrılır. Allah'ın ahadiyyet sıfatının tecellisi olan feyz-i akdes, Allah'ın kendi kendine tecelli etmesi ve ayan-ı sabiteyi var kılmasıdır. Feyz-i mukaddes ise varlıkların vücuda gelmesine sebeb olan Al lah'ın isimlerinin tecellisidir. Şefik Can)
o güzel ve latif nur surete gelince, şekle bürününce, kal'a burçlarının gölgeleri gibi sayılar meydana geldi. Burçları mancınıklarla yıkın da, birbirinden bölünenlerin, ayrılanların arasın daki fark kalksın (Not: Kal'a burçları, insanların maddi varlığı, benliği ve gururu dur. Şefik Can)
1 1 56
vahdet-i vücud-vahdet-i şuhud
Ben bu sırrı etraflıca açıklamayı, aniatmayı çok isterdim, ama, zayıf akıllı biri sinin ayağının kaymasından, inkara düşmesinden korkuyorum. (Mesneviı, I, 47)
* Cümle şeıJ Mliktir illii veeh-i Hakk Veeh-i Hakk'da halik olmaktır ehak Kim olursa veeh-i Baki'ye sezıi "Küllü şeıfe luJ.likün" olmaz ceza Geçdi "Iii"dan oldu "illii "da bil Kim ki "illii"da olafiini değil Ol ki mii vü men dise der-giihda Redd olur yok kadri biib-ı şiihda (Mesneviı I, 120) ,
* Allah'ın Zat'ından başka her şey fanidir. Madem ki O'nun Zat'ında yok olına mışsın, artık varlık arama. Kim bizim Zat'ımızda, hakikatimizde yok olursa, "yok olmak" tan kurtulur, beka bulur. Çünkü o "illa"dadır; "lıi"dan geçmiştir. Makamı "illii"da olanlar ise yok olup gitmez, yani Hakk'da faru olamaz. (Not: Tevhidi bildiren "La iliihe illallah" cümlesinde kabili ve inkar kelimeleri bir arada geçer. "Lii iliihe" dediğimiz zaman, Allah' tan başka tanrı inkar edilir. "İllallah" da ise Allah' ın varlığı tasdik ve kabul olunur. İşte bu tevhid kelimelerini söyleyenlerden bir kısmı Allah'tan başka tanrıyı inkar eder de, " Yalnız Allalı vardır" demez. Böyle kişiler "La"dan geçmiştir. "İllii"da takılıp kalmıştır. Halbuki, kurtuluş yolunu bulan mü'min; Allah'tan başka tamıyı değil, kendi de dahil olmak üzere, Allah'tan başka ne varsa her şeyi inkar eder, onları yok bilir. Şefik Can) İşte bu yüzdendir ki, kim Hakk kapısında "ben" ve "biz" diyerek varlık iddia ederse, o kapıdan kovulur, "La" makamında dolaşır durur.(Mesneviı, I, 196)
* Sıbgatullah oldu reng-i humm-ı Hil Anda yek yek-reng oldu kar-ı çiir-sil
Her ne kim ol Humdadır itsen suiil Hum menem davasıdır lübb-i meal Humda benlikdir ene'l-Hakk'dan nişiin Ateşem dir ahen-i ateş-feşan Mahv olur iiteşde rengi fihenin Biiis oldu liifı ateştir anın
vahdet-i viicôd-vahdet-i şuhôd
1 1 57
A teş ile humretinden bl-zebiin Pes ene'n-niir ile liif eyler hernan İtdi rengin tab'-ı ateş muhteşem Dir anınçün ateşem ben iiteşem Ateşem ben viir ise sende gürnan Tu t beni destinde eyle imtihiin Ateşem ben eı;ler ise iştibtih Bir teveccühdür tank-i intibiih Tutdu iidem tab-ı nur-ı Kibriya Oldu mescud-ı meliiik bl-riyii Hem anın meselldudur kim çün melek Ruhudur aziide-i tuğı;iin-ı şek (Mesnevlı, Il, 49) * Vahdet küpünün rengi Allah'ın boyasıdır. [bk. Bakara, 2/138] Bütün sanatlar; her şey o küpte boyanır. Bir Hakk aşıkı o küpe düşse de sen ona; "Kalk, küpten çık" desen, neşesinden der ki "Beni kınama ben küp oldum." (Not: Tevhid mertebesine eren kişiye "Bu ma kamdan ayrıl!" denilse, o oradan o kadar çok zevk duymaktadır ki, o neşe ile "Ben yabancı değilim, hatta ben küp oldum, ben küpten ibiiretim" der. Şefik Can)
"Ben küpüm" demek; "Ene'l-Hakk {Ben Hakk'ım}" demektir. Demir demirdir, ama ateş rengine girmiştir; o renge boyanmıştır. (Not: Ariflerden birisi, "Allah adamları, yani ermiş kişiler Allah olamazlar, fakat Allah'tan da ayrı değillerdir" demiştir. Gerçekten de ilahi tecelliye mazhar olan Hakk yolcusu, demir gibi olan maddi var lığını ilahi potada yakar. Kıpkırmızı ateş haline gelir. İşte o zaman Hakk aşıkının dilinden çıkan bu söz, ateşe sokulmuş ve kipkırmızı bir hal almış olan bir demir parçasının "Ben ateşim" demesine benzer. Bu halin devamı müddetince o "Ben ate şim" demekte haklıdır. Çünkü ateşin rengini ve yakıcılığını almıştır. Fakat bu hali geçince, yani ateşten çıkınca, onun demirliği belirir. Şefik Can) Demirin rengi, ateşin renginde yok olmuştur. Susmuş gibi görünür ama hal dili ile ateşlikten dem vurmaktadır. Yani "Ben ateşim" demektedir. (Mesnevlı, Il, 364)
* Madenden çıkan ateş de kipkırmızı olunca dilsiz, dudaksız "Ben a teşim" diye söylenir. O, ateşin renginden, ateşin huyundan alevlenmiş; ihtişam, ululuk peyda etmiş; bu yüzden de "Ben ateşim, ben a teşim" demeye başlamıştır.
"Ben ateşim" der, "Şübhen varsa; ateş olmadığımı sanıyorsan, bir dene; elini bana do kundur." "Ben ateşim; şübhe ediyorsan bir an için yüzünü yüzüme koı;ııver."
1 1 58
vahdet-i vücfıd-vahdet-i şuhfıd
İnsan da Allah'ın nuru ile nurlanırsa, Hakk'ın seçkini olur da melekler ona secde ederler. O yalnız meleklerin secde ettikleri kişi olmakla kalmaz. Melekler gibi şübheden, isyandan, azgınlıktan kurtulan insanlar da onun önünde saygı ile eği lirler. (Mesnevfı, Il, 365)
* Vahdet-i vücud {varlığın birliği} : Sufiler, eşyanın hariçte -nazar ehlinin iddia ettikleri gibi- tek olduğunda ittifak etmişlerdir. Ancak nazar ehlinden farklı olarak, eşyanın Vahid olan Hakk Teala'nın vücuduyla mevcud olduğunu söylemişler, fakat, Hakk Teala'nın vücuduna zaid olan bir vücudla mevcud olmadığını savunmuşlardır. Bu, kamil ve tam keşf sahibierinin görüşü değildir. Bu tür ifadeler, ancak ehlullahın sözleriyle felsefecilerin sözlerinin birbirine karıştırıp, onların düşüncelerinden güzel gördüğünü alan bir cemaatten sadır olmuştur. Eğer kalb ehliysen, Allah'ın var olduğunu ve onunla birlikte hiçbir şeyin olmadığını, bu mertebede varlıkların başka yerde değil, sadece ilmiyyet mertebesinde {Allah'ın ilminde} olduğunu bilirsin. Bu mertebe, bu yönüyle {Allah'ın bir sıfatı olarak} tamamıyla kadimdir. Çünkü cehlin Allah'a nisbeti muhaldir. Allah'ın ilminde olmayıp da, sonradan onda meydana gelen hiçbir şey yoktur. O'nun ilmi, Zat'ının da, hariçteki mallımunun da {dış dünyadaki bildiklerinin de} aynıdır. Bu üç şeyin, taakkul dışında birbirinden üstünlüğü yoktur. Hakk'ın vücuduna kim arız olabilir ki, hariçte O'nunla beraber bulunabilsin! Orada sadece Zat vardır. Onunla hariçte birleşen malılm�H ise, hariçte ona arız olmaz. Çünkü bu malılmat, O Bari'nin ilmindeki değil, bizatihi kendisindeki aynıdır. Olduğu farz edilse bile, bu sadece daimı olanlar için doğru olurdu. Çünkü Allah'ın malılmatının tamamıyla kadim olduğu kat'iyyet arz eder. Böyle olmakla birlikte, Şeyh Hazretleri {lbn Arabi}rh, bu alemin fertlerinden herhangi birinin kadim olduğunu asla söylememiştir. Orada Hakk'tan başka mevcud yoktur ki, bu zuhur!ar O'nun ilminde bulunsun. Farz-ı muhal olsaydı bile, O'nun ilminde bu zuhurların değil, sadece eşyanın, yine hariçte değil, O'nun ilminde mevcud olduğu ifade edilmiştir. Eşya, ne onun ilminde, ne de hariçte Zat'a arız olmuştur. Şu halde, başka varlıkların ilminın zuhur!ara bağlanması, vakıanın hilafınadır. Vakıaya münasib olan görüş ise, bizim bu husustaki sözümüzle Şeyh {İbn Arabil Hazretleri'nin şerefli ifadeleri yardımıyla anlatmak istediğimizdir. Şöyle ki: Kadim ve Alim olan Allah' tan başka şeylerin vücudu {hakiki varlığı) yoktur. Bunların hadis olan vücudu, ancak Allah'ın ilminde bulunduğu şekle göre, dünya ve ahirette sonsuza kadar devam edecek olan şufuuna nisbetledir. Buna göre hadis olan başka bir şey değil, sadece şufudur. Mümkünatın mahiyetierine gelince, aslında bunlar hadis değildir. Çünkü ilm-i ilahide onlar kadimdirler. Asıl Itibariyle harici vücuddan bir koku koklamamışlardır. Buradan Şeyh Hazretlerininrlı:
vahdet-i vücôd-vahdet-i şuhôd
1 1 59
"Eşyanın üzerinde bulunmayan alemi yaratmasından dolayı, Allah 'ın ne bir sıfatı, ne de bir nisbeti hadis olabilir." sözünün ne manaya geldiğini anlarsın. Şeyh Hazretleri'nin'" tahalli hakkındaki sözü de bunu destekler mahiyettedir.
Sufilere göre tahalli, Hakk ile beraber olmaya mam olan her şeyden yüz çevirip, halveti ihtiyar etmektir. Bize göre ise, müstefad {sonradan var olduğu kabul edilen} vücuddan tahalli etmektir. Çünkü o, itikadda bu şekilde vaki ol muştur. Aslında Hakk'ın vücudundan başka hiçbir şey yoktur. Vücud isnad edilen mevsuf, aslı üzeredir, imkanından intikal etmemiştir {mümkün ya da sonradan yaratılmış varlık olma durumunu kaybetmemiştir}. Hükmü baki, aynı sabittir. Hakk ise hem şahid, hem de meşhuddur. Allah Teala, kendisi olmayan bir şeye yemin etmesi doğru olmaz. Çünkü kasem edilen şey azametti olmalıdır. Kim kendisi olmayan bir şeye yemin eder? .. "Şahid ve meşhud", Allah'ın, kendisi için kasem ettiği şeylerdendir. Halbuki şahid de, meşhud da kendisidir. O'nun vücudu sonradan değildir, aksine O, ken disi vücuddur. (Esfar, 13) * Ey şerefli oğlum! Bu faklrin küçüklüğündeki itikadı, tevhid ehlinin meşrebi olan tevhld-i vü cuddu. Fakirin babasıks da zahir yönü itibariyle bu meşrebde, batın yönü itibariyle de sürekli olarak keyfiyetsiz tam bir teveccühün varlığıyla bu yolla meşgul oluyordu. "Faklhin oğlu da yan faklhtir" hükmüne göre, bu fakir de ilim ba kımından bu meşrebden pek çok haz almış, benim için bu meşrebden büyük bir lezzet hasıl olmuştu.
{Bu hal,} Allah'ın beni halis ikramıyla, irşad madeninin hazreti, irfan ve haki katler mazharı, {Allah'ın} razı olduğu dinin destekleyicisi Şeyhimiz, Efendimiz ve Kıblemiz Muhammed Baki Billah'a'" ulaştırana kadar devam etti. Allah onun sır rıyla bizi de takdis eylesin. O, bu fakire Nakşibendi tarikatını öğretti. Bu miskine bol bol mükemmel teveccüh bahşetti. Tarikat-i Aliyye ile meşgul olmaya başladık tan sonra kısa bir süre içinde bana tevhid-i vücudi kapıları açıldı. Bu keşf husu sunda bende bir aşırılık hasıl oldu ve bu makamın ilim ve mariletierinden pek çok şey zuhur etti. Hatta bu makamın inceliklerinden bana açılmayan tek bir şey bile kalmadı. Şeyh Muhyiddin b. Arabi'nin ilim ve mariletierinin incelikleri görünür hale geldi. Onun Fusus'ta açıklamış olduğu tecelli-yi zati ile şereflendim. O, bu mertebenin, urucun nihayeti {yükselişin sonu} olduğuna, bu mertebeyle alakah olarak, bu mertebeden sonra adem-i mahzın {mutlak yokluğun} geldiğine inanmaktaydı. (MektUbat, I, 41) ·• Bu tecellinin, Şeyh Muhyiddin b. Arabi'nin tafsilatıyla {bütün ayrıntılarıyla}
hatem-i velayete {velilerin mührüne, sonuncusunal mahsus olduğu ilim ve mari fetlerinin tamamı bende hasıl oldu. Bu tevhidde vaktin sekri ve halin galebesi son
1 1 60
vahdet-i vücud-vahdet-i şuhud
noktaya ulaştı. Ben de Hazret-i Hace, yani Şeyh Baki Billah'a {karşılaşmış bulun duğum} bazı arızları bir rnekhıbla bildirdim. Mektuba, sekr lafızlarıyla dolu olan { aslında bir beyitten ibaret bulunan} şu rnısraları da ilave ettim:
Eyvah bu yol kör bir milletin yolu kfiftrler ve münkirler milletidir milletimiz küfür ve iman saçı ve gülyüzüdür o güzel perinin küfür ya da imiin aynı yola çıkar her ikisi de Bu hal uzun bir süre, aylarca, hatta yıllar yılı devarn etti. Sonra, Hakk'ın � son suz olan inayeti gayb penceresinden zuhur arsasına geldi. Matlubun yüzüne la keyfi {nasılı olmayan} ve lakeyfiyyet {keyfiyetsizlik} örtüsü inrnişti. ittihad ve vah
det-i vücuddan haber veren ilimler kesilmeye ve yok olmaya başladılar. Yazılmış bulunan bu rnakarnda açılan iliata {her şeyi kaplama}, sereyan {füyı1zat, akış}, kurb {yakınlık} ve maiyyet-i Zat {Zat ile beraberlik} perdelendi. Sonra, sözü edilen {vah det-i vücuda dair bu} nisbetlerde olduğu gibi Hazret-i Sani'nin � alemle beraber sabit olmadığına dair olan yakin, yakin yoluyla bilinir hale geldi. Aksine, -Allah saylerini rneşkur etsin- hakikat ehlinin nazarında kabul edildiği gibi, O'nun ihata ve kurbu, sadece ilmi yönüyledir. O, eşyanın hiçbirisiyle birleşmiş değildir. O, Al lah'tır 5, alem de alerndir. O, her türlü nasıllık ve keyfiyyetten rnünezzehtir. Alem ise, farktan {farklılaşan yaratışlardan} kıderne {yaratılış öncesine} kadar keyfiyyet tertibine göre tertib edilmiştir. Dolayısıyla alemin keyfiyyetten rnünez zeh olduğu, keyfiyyetle keyfiyyet tertibini kuranın aynı olduğu, vacib'in mümkünatın ta kendisi olduğu, Kadim'in hadisle aynı olduğu gibi görüşler ileri sürmek doğru değildir.
Adem {yokluk}, mümkün olan adernin mümkün olan özünü asla ortadan kaldırmaz. Aklen ve şer' an hakikatierin değişmeye uğraması da imkansızdır. Biri nin diğerine hamledilmesinde hiçbir yönden isabet yoktur. Çünkü bu her bakırn dan imkansızdır. Şeyh Muhyiddin ve takibcileri tarafından Vacib Zat hakkında söylenen şeyler acaibdir. zat, hiçbir hükrnün altına girrnerniş, rnechul ve mutlak vücuddur {varlıktır}. Bununla beraber onlar, ihata, kurb ve maiyyet-i Zat'ı sabit görmüşlerdir. Bu hüküm, Zat için, O'nu yücelten ve tenzih eden bir hükümden başka bir şey değil dir. Bu hususta doğru görüş, ulernanın söylediği kurb ve ilmi yakınlıktır. Tevhid-i vücudiye aykırı olan ilim ve rnarifetlerin ortaya çıkması fakir için tam bir ıstıraba yol açmıştı. Bu tevhidin ötesinde daha yüce bir şey olmadığını sanıyor-
vahdet-i vücôd-vahdet-i şuhôd
1 161
dum. B u sebebden dolayı da, benden b u marifeti, yani tevhid-i vücudi marifetini almaması ve bu halimin üzerindeki perdenin tamamıyla kalkması için Yüce Allah Teala'ya boyun eğerek, gönlü kırık bir halde dua ediyordum. Derken, haldeki hakikat ve meramdaki açıklık, makamın gerektirdiği şekilde ortaya çıktı ve şunlar malUm hale geldi: Alem her ne kadar sıfatıara ait kemalatın görüldüğü ve isimlerin zuhfrr ettiği tecelllgahlar olsa da, tevhid-i vücfrdi ehlinin ileri sürdüğü gibi mazhar zahirin {zuhfrr edilen şey zuhur eden şeyin} aynı, gölge de aslın kendisi değildir. (MektUbtit, I, 42)
* Bil ki bu Tarikat-i Aliyye mensublarına süluk esnasında zahir olan tevhid iki kısma ayrılır: Tevhid-i şuhıldi ve tevhid-i vücıldi.
Tevhid-i şulıudi, Vahid'in müşahedesi, yani salikin müşahede ettiği varlığın Vahid' den başka bir şey olmamasıdır. Tevhid-i vücudl ise, salikin, mevcudun bir olduğunu bilmesi ve buna itikad etmesi, O'nun dışında kalan varlıkların ise yok olduklarına inanması ve böyle sanrnasıdır. O'ndan başkasının yok olduğuna inanınakla beraber, onların, bu Vahid'in tecelllgahı ve mazharları olduğuna inanır.
Tevlıid-i vücudi ilme'l-yakin, tevhid-i şuhfrdi ise ayne'l-yakin kabllindendir. Bu tevhid, bu tarikatın zaruri usUllerinden biridir. Böylece fena hali, tevhid-i şuhfrd1 olmadan tahakkuk etmez, tevhid-i şuhudi tahakkuk etmeden de ayne'l-yakin mü yesser olmaz. Bütün istilasıyla ahadiyyet müşahedesi, O'ndan başka hiçbir şey görmemeyi gerektirir. Tevhid-i vücud1 ise böyle değildir, yani zaruri değildir. İlmü'l-yakin, bu marifet olmadan da elde edilebilir. Çünkü ilrne'l-yakin, başlan gıçtaki gayesi itibariyle O'ndan başka her şeyi nefy etmeyi gerektirmez. Bu hal, Vahid'in, istlla yoluyla bilinmesinin hakim olduğu vaktin ve O'nun dışındaki her şeyin ortadan kaldırılmasını gerekli kılar. (MektUbat, I, 56)
* Tevhid-i vücudi'yi ilk olarak açıkça ortaya koyan Muhyiddin b. Arabi'dir. Daha önce gelen meşayıhın ibarelerini, tevhidi anlatıp ittihaddan haber vermiş ol salar bile, bunları tevhid-i şuhudiye hami etmek mümkündür. Hakk'dan � başka hiçbir şey görülmediği için bazıları {şatahat cümlesinden olmak üzere l "Ma fi cübbeti sivallah {Cübbemin içide Allah'tan başka hiçbir şeı; yoktur}", bazıları "Süb/ıiini ma azame şani {Kendimi tesbih ederim, benim şanını ne yücedir}", bazısı da "Leyse fi'd-diiri gayri {Evde benden başka hiç kimse yoktur}" demişlerdir. Bütün bunlar rü'yet-i Vahid {Vahid olan Allah'ı görmekl dalından toplanan çiçeklerdir. Bunlarda Vahid'le ala kah olarak tevhid-i vücfrdiye delalet eden hiçbir şey yoktıır. Vahdet-i vücud mesele sini bablara, fasıliara ve daha alt başlıklara ayıran, onu sarf ve nahiv ilimleri gibi tedvin eden Şeyh Muhyiddin b. Arabi' dir. Hatta o, bu bahisler arasında bulunan bazı çetrefilli marifetleri kendisine tahsis etmiş ve şöyle demiştir: "Hatem-i nübilv vet, bazı ilim ve milrifetleri hiitem-i velayetten alır." O, hatem-i velayet-i Muhammediyye ile kendisini kasd etmektedir. Şarihler, bu cümlenin açıklanması sadedinde şöyle demişlerdir: "Sultan hazinedanndan bir şeı; alsa ondan ne eksilir?"
1 1 62
vahdet-i vücfid-vahdet-i şuhfid
Hülasa fena ve bekanın husille gelmesinde ve ve/ayet-i sugrii ile velfiyet-i kiibriinın elde edilmesinde tevh1d-i vücı1d1ye ihtiyaç yoktur. Aksine fenanın tahkiki sıra sında masivanın {Allah dışındaki her şeyin) unutulmasının mümkün olması için gereken şey tevhid-i şuhlıdidir. Üstelik, salikin bidayetten nihayete süluk edip de kendisinde tevhld-i vücudi ilim ve marifetlerinden hiçbirinin asla zuhılr etmemesi, bilakis bu ilimleri inkar edecek noktaya gelmesi bile imkan dahilindedir. Bu fakire göre de, süluku, bu m ilrifetler zuhur etmeksizin mümkün olan kişi nin yolu, bu marifetlerin zuhCıruyla süluk eden kişinin yolundan daha kısadır. Yine bu {şuhıldi) yolun çoğu siHikleri matitiba ulaşırken, bu yolun dışında kalan yolların çoğu salikieri de yolda kalırlar. Bunlar, denizden bir damla görürler, asıl yerine gölgeyle birleşme vehmine düşerler, böylece bu vuslattan mahrılm kalırlar. Ben de bu manayı çeşitli tecrübelerle anladun. Doğruyu ilham eden Allah'tır �- Bu fak1rin de seyri her ne kadar ikinci yoldan olmuş ve tevh!d-i vücı1d1 ilim ve milrifetlerinin zuhura gelmelerinden bol miktarda haz almışsa da, haline Hakk'ın � inayeti şamil olduğundan ve seyri de mahbı1b1 seyir olduğundan, O'nun yardım ve inayetiyle bu yolun vadi ve çöllerini geçti, gölgeler mertebelerini aştı ve yine Allah Teala'nın tevfik ve yardımıyla asla ulaştı. Ancak {kendisi irşada ehil olup da), irşad arayanlara muamelesi vaki olunca, diğer yolun vuslata daha yakın ve elde edilmesinin daha kolay olduğunu gördü.
"Bizi bu hidiiyete ulaştıran Allah'a hamd olsun! Eğer O 'nun hidiiyeti omasaydı, biz bu yolu bulamazdık. Rabb'im izin resillleri hakkı getirmişlerdir. " [Araf, 7/43] (MektUbfit, I, 287) " Tenbfh: Yapılan tahkikten anlaşılmıştır ki mevcıldat, her ne kadar müteaddid ve O'ndan başka her şey mevcCıd ise de, fena ve bekanın tahakkuk etmesi, velayet-i sugra ve velayet-i kübranın elde edilmesi mümkündür. Fena, sivanın {Allah'tan başka her şeyin) yok sayılıp, kökten ortadan kaldırıl ması değil, unutulmasıdır. Fenanın gereği, masivanın yok olması ve bir hiç mesa besine indirilmesi değil, kaybolmuş görülmesidir. Bu kelam zahir olmakla beraber, havassın pek çoğundan gizli kalmıştır. Peki avama ne demeli? Çünkü onlar, tevhld i şuhudiyi tevhid-i viicıldlnin aynı sanarak, vahdet-i viicCıd milrifetini tarikatın şartı haline getirmişlerdir. Bunun nihayetinde, vücudun çokluğu görüşüne inananları da hem sapmış, hem de saptırıcı olarak kabUl etmişlerdir. Hatta bunların büyük bir çoğunluğu, Hakk'ın � marifetinin, tevh1d-i vücudiye münhasır olduğunu düşün müşler ve vahdeti kesret aynalarında müşahede etmenin, bu husılstaki kemalattan geldiğini sanmışlardır. (MektUbiit, I, 288) * Bil ki, yüce sufllerden vahdet-i vücuda inanıp da, eşyayı Hakk'ın � aynı gören ve her şeyin O olduğuna hükmeden kimsenin maksadı, eşyanın Hakk'la � ittihad ettiği {birleştiği), tenzlhin {Allah'ı yaratılmışlara benzetmeme, O'nu kendisine layık olmayan sıfatıardan uzak görme) teşblh {Allah' ı yaratılmışlara benzetme) mertebe-
1 1 63
vahdet-i vüciid-vahdet-i şuhiid
sine indiği, Vacib'in mümkün olması ve benzeri olmayanın benzeri olmaya dö nüşmesi değildir. Çünkü bunların tamamı, küfür, ilhad, sapıklık ve zındıklıktır. Bu noktada ne ittihad, ne ayniyyet { aynılık}, ne tenezzül {rnertebenin düşmesi} ve ne de teşblh vardır. Şu h alde Hakk �' şu anda olduğu gibidir. O, kainattaki hadiseler yoluyla Zat, sıfat ve isimlerinde değişikliğe uğramaktan rnünezzehtir. O, sürekli olarak mutlak sırflığı haliyle baki olup, vücub yüceliğinden imkan alçaklığına rneyl etmez. Bütün bu görüşlerin {hakiki} manası, eşyanın rnadfırn olup, O'nun � rnevcud olmasıdır. Hüseyin b. Mansur Hallac'ın {şatahiit türündekil "Ene'l-Hakk {Ben
Hakk'ım!" sözündeki rnaksadı, "Ben Hakk'ım, O'nunla ittilıiid ettim" dernek değildir. Çünkü bu söz küfürdür ve sahibinin katlini gerektirir. Aksine, bu sözün manası şudur: "Ben miidilmum {yokum}, mevcild {var} olan O Hakk'tır." Bu hususta söylenecek son söz şudur: Sufiyye, eşyayı, Hakk'ın � zul1uratının aynaları olarak görmüşler, tenezzül şaibesi, tagayyür ve tebeddül {değişme ve bo zulma} zannı olmaksızın onların, O'nun isim ve sıfatlarının tecelllgahları oldukla rını sanrnaktadırlar. Tıpkı bir şahsın gölgesinin uzayıp durduğu zaman, "Bu gölge bu şahısla ittihiid etmiştir {birleşmiştir}, onunla ayniyı;et nisbetiyle beraberdir" ya da "Bu şahıs tenezzül etmiş ve gölge silretinde zuhilr etmiştir'' denmesinin mümkün olmadığı gibi{, Hakk için de benzer şeyler söylenemez}. Aksine o şahıs, kendi asıl sırflığındadır {kendisinin gölgeye dönüşmesi imkansızdır}. Gölge de, tenezzül ve tagayyür şaibesi olmadan ondan vücud bulmuştur. Hatta bazı vakitlerde, bir top luluğun o şahsın vücuduna sevgisinin mükemmel olması sebebiyle gölgenin var lığı gizli kalır. Hatta öyle ki, bazen o şahıstan başka hiçbir şey kalmaz. Belki de o zaman, "Gölge şahsın aynıdır'' derler, yani {haklkatte} gölge yoktur, rnevcud olan yalnız o şahıstır. Bu tahkikten bize gereken şudur: Sufilere göre eşya, Hakk Teala'nın aynı değil, sadece O'nun zuhurlarının aynalarıdır. Bu halde eşya Hakk'tandır, ama Hakk � değildir. O zaman, onların tüm söylemiş oldukları sözlerin manası şu olur: "Her
şeı; O'ndandır." Büyük alimierin tercih ettiği görüş de budur. Bu hususta büyük alirnlerle, rnuhterern sufiler arasında bir ihtilaf olması mümkün değildir. Allah � onları hakikatte sabit kılarak kıyarnete kadar sayılarını çoğaltsın. Her iki görüşün de gideceği nokta birdir. Aralarındaki fark sadece, sufilerin
"Eşya Hakk'ın z ııhılrlannın ayna/andır" derken, alirnlerin, hulfıl ve ittihad vehrnin den korunabilmek maksadıyla b öyle sözler söylernekten sakınrnalarıdır. (Mektübiit, II, 72) * "Ayn-ı vahide; . . ", yani tek bir haklkatin kendisi, zatı... "İşte o . . ", yani isim ve sıfatları bakımından... " ... çokça ayndır. . . " yani Hakk'tan başka varlıklarda bulunan .
.
muhtelif haklkatlerdir. Bunun manasının şöyle olması da mümkündür: O, yani üzerindeki sfıretlerin farklılığı bakırnından rnahlukun durumu pek çok aynlardır.
1 1 64
vahid
Ancak ilk Hirıf makama daha uygundur. Çünkü onun sözünden murad "lıi'dır, hatta başkalığı hissettirecek sözü terketmektir. Bu terk de sadece vücud {varlık} bakımından Hakk'tan başkasının bulunmadığını isbatla mümkün olabilir. Bu mana ise ikincisinde değil, ilkinde vardır. (Sofyavi, 98)
vahid ( J�IJ ) * Viihid, Zat'ın, bu { bir olma" manasma gelen vahidiyyet} itiba "
riyle olan ismidir. (Kaşaru, 47; Cdmi 103) ',
* Vahid, Zat'ın kesret {çokluk} kabul etmeyen ve bölünme ihtimali olmayan ha kikatidir. Zat'a yaklaşmak, Zat ile olur. (Ravza, 309)
vahid-i
zaman
(
ıJI..ojl l J�IJ ) * Vahid-i zaman,
alemlerde ilahi sfıretlerle zuhur
eden kişidir. Bunun, nefsindeki alameti, O'nun O olduğunu bilmektir. Üstelik, hükmün tamamlanmış ya da tamamlanmamış olması hususunda muhayyerliği vardır. O'ndan başka bir şeyle beraber O'nunla zuhfır etmek de ona ait bir husus tur. Onlar içinde zahir olanlar, zahir olmayıp kul olarak kalanlar vardır. Ancak, Hakk ona zuhur etmesini emretmiştir. O da, ilahi emrin kendisinde vakl olduğu kadarıyla zuhur etmiş, daha fazlasıyla zuhur etmemiştir. Bu yol, O'na itimad edenler için yüce bir makamdır. Çünkü kul, asıl itibariyle, Rabb olması için değil, sadece Allah'a ait ve böylece daimi olarak kul olması için yaratılmıştır. Allah ken disine efendilik hil'atini {elbisesini} lutfederek, ona o makamda zuhfır etmesini emrettiğinde, o kendi nefsinde kul, ona bakanlara göreyse efendi olarak zuhur eder. Işte bu, Rabb'in zineti ve ona karşı olan hil'atidir. (FütUhat, III, 134-135)
vahidiyyet ( ��J�IJ ) * Vahidiyyet, isimlerin kendisinden yayılması bakımından Zat'ın itibarıdır. Zat'ın isimlerle olan vahidiyyeti, sıfatıarın çoğalmasıyla beraber dir. (Kaşani, 47; Cami', 103)
* Ahadiyı;et, isim ve sıfatların, hem te'siri, hem de te'sir alanlarıyla birlikte yokluğunu gerektirir. Vahidiyyet ise Hakk'ın � isim ve sıfatlarının zuhuruyla ale min fenasını, rubfıbiyyet alemin bekasını, ulfıhiyyet beka aynında alemin fenasını, fena aynında da bekasını gerekli kılar. İzzet Hakk'la � halkın arasındaki münasebetin def'ini gerektirir. Kayyumiyyet Allah'la � kulunun arasındaki nisbetin doğru şekilde tayin edilmesini ister. Çünkü Kayyfım, bizatihi var olan {Zat'ıyla kaiml, başkalarının varlığı kendi varlığına bağlı olan demek olduğuna göre, burada ifade edilenlerin hepsinin gereğinin yerine gelmesi kaçınılmaz olur. Binaenaleyh deriz ki, ahadiyyet tecellisi yönünden bakılınca ne sıfat, ne de isim görülür. Vahidiyyet tecellisi cihetinden bakılınca ise halk yoktur. Çünkü her var lığa şekil verme yönünde kudretinin zuhurunu ifade eden bir sıfattır. Rububiyyet tecellisi yönünde de Hakk � ve halk vardır. Hakk'ın � ve halkın vücudu için bu sıfat gereklidir. Uluhiyyet tecellisi yönünde ise sadece Hakk � vardır. Ama onun
vahidiyyet
1 1 65
sureti halktır ve ancak halk vardır. Onun mana ciheti ise Hakk'tır. !zzet tecellisinde ise kulla Allah 5 arasındaki nisbet kalkar. Kayyfımiyyet ellietinden bakılınca Rabb sıfatının varlığı için Rabb olarak kablll edilecek bir Zat'a ihtiyaç vardır. Dolayısıyla Rabb sıfatının var olabilmesi için de, merbuba {kendisine Rabb ittihaz edecek var lığal ait sıfatıarın var olması gerekir. {Deriz ki,l Zahir ismi ellietinden bakılınca, O eşyanın aynıdır. Batın ismi ellietinden bakılınca ise eşya onun aynı değildir. (Insan, I, 12) * Ahadiyyette Zat sıfat olarak; sıfat da Zat olarak tecelli eder. Bu itibarla sıfat ıardan her birisi birbirinin aynıdır. "Müntakim" Allah'ın aynı olduğu gibi "Mun 'im" de Müntakim'in aynıdır. Yine vahidiyyet, ılımetin ve intİkarnın kendi sinde zuhur edince, rahmetten ibaret olan nlınet, azabın kendisindan ibaret olan intikamın aynı olduğu gibi azabdan ibaret olan intikam da rahmetten ibaret olan nlınetten ibaret olur. Bunlardan her biri, Zat'ın sıfat ve eserlerinde zuhur etmesine nisbetle böyledir. Buna göre vahidiyyet hükmü ile Zat için herhangi bir şey zuhur ederse, orada her şey aynıdır. Fakat bu, tecelli-yi vahidi {Bir'in tecelli edişil itiba riyle böyledir. Yoksa her hak sahibine hakkını verme bakımından böyle değildir. Bu ikincisi tecelli-yi Zati'de {Zat'ın tecellisindel olur. (İnsan, I, 26)
* Ahadiyyet, vahidiyyet ve ulilhiyyet arasındaki fark ise şudur: Ahadiyyet sıfa tında isim ve sıfatların zuhuru yoktur. O, zati olarak Sırf Zat'tan ibarettir. Vahidiyyet sıfatında, isimlerin ve sıfatıarın te'sir sahasına göre zuhurları vardır. Ancak bu zuhur, Zat'ın hükmüyle olur. Zat'tan ayrı bir hüküm ile değil, ancak böyle olunca diğer varlıklar birbirinin aynı olur. Ulfrhiyyet sıfatında, isimler ve sı fatlar neyi gerektiriyorsa o şekilde zuhur eder. Böylece zıtlar belirir. Mesela: Mün'im, Müntakirn'in, Müntakirn de Mün'im'in zıddı olur. Geriye kalan diğer isim ve sıfatlar da aynı şekilde zuhur eder. Mesela, ahadiyyet, uluhiyyet sıfatında ahadiyyetin gerektirdiği hükümle zuhur eder. Vahidiyyet de aynı şekilde zuhur eder. Çünkü ulfrhiyyet hepsinin tecelli şeklini kapsar. Her tecellinin hükmü ne ise onu meydana getirir. Zira ulfrhiyyet, her hak sahibinin hakkını vermenin tecelli et tiği makamdır. Ahadiyyet "Ancak Allah vardır .. O'nunla beraber hiçbir Şetj yoktur." sözünün te celli yeri, vahidiyyet ise "Şu anda O, nasılsa öyledir." sözünün tecelli yeridir. "O 'nun Zat'ından başka her şeıJ yok olacaktır." [Kasas, 28/88) İşte bu hükmün icabıdır ki ahadiyyet, vahidiyyetten daha üstündür. Çünkü ahadiyyet Sırf Zat'tan ibarettir. Ulfrhiyyet ise ahadiyyetten üstündür. Çünkü ahadiyyetin hakkını ulfrhiyyet verir. Zira ulfrhiyyet her hak sahibinin hakkını verme makamıdır. Bu yüzden isimlerin en yücesi, en kapsamiısı ve en yükseğidir. Ulfrhiyyetin ahadiyyete üstünlüğü, bü tünün parçaya olan üstünlüğü gibidir. Ahadiyyet sıfatının diğer Zati tecellilere üstünlüğü, kökün dallara olan üstünlüğü gibidir. Vahidiyyet sıfatının diğer tecel lilere üstünlüğü de cem'in fark'a üstünlüğü gibidir. (İnsan, I, 27)
1 1 68
vakı'a
Sonra şeyh müridine halvet ve uzleti tercih etmesini, bu hal içinde, hiçbir şe kilde yok edilmesi mümkün olmayan dini havatın ve kalbini meşgul eden hevacisi { nefsani çağrılan} defetmek için gayret sarfetmesini emreder. Bil ki, müridliğin başlangıcında bulunan bir kimse, halvet halindeyken 1tikad konusundaki vesveselerden nadiren korunabilir. Bilhassa müridde kalb kiytiseH varsa {ince ruhiuysal durum böyledir. Mürldliğin başlangıcında bu tür vesvese lerle karşılaşmayan pek az salik vardır. Zikredilen hususlar müridierin karşılaş tıkları imtihanlardır. Bu durumda şeyhin yapması gereken şey, kendisinde kiyaset görürse, müridi akli deliilere yöneltmektir. Çünkü marifet yolunu tutan salik, ken disine arız olan vesveselerden ilim sayesinde kurtulabilir. Eğer şeyh mür1dinde tasavvuf yoluna dair bir kuvvet ve sebat bulunduğunu keşfederse, kalbinde kabul nurları ışıldayıp sırrında vuslat giineşi doğana kadar sabrı ve zikre devam etmesini emreder. {Mürid emre uyarsa} en kısa zamanda ne tice alınır. Fakat bu {terbiye şekli} ancak seçkin birkaç müridden başkasına tatbik edilemez {bu yol herkeste başarılı bir sonuç vermez}. Müridierin çoğıınun terbi yesi, delile başvurmaları ve müride lazım olacak miktarda usul ilmini tahsil etmek şartıyla ayetler üzerinde düşünmeleri suretiyle mümkün olur. (Kuşeyri, 198) * Vakfe, iki makam arasında hapis kalmaktır. (Istıliih, 534) * Vakfe, iki makam arasında kalmaktır. Bu, önceki makamın gereklerini tam olarak yapmak ve bir sonraki makama da yükselmeye hazırlanmak amacıyla, o makamın edebierini yerine getirmek içindir. (Kaşani, 54; Cami', 104)
vakı'a (
:iıJIJ ) * Viıkıa, hitab veya misal cinsinden herhangi bir yolla bu alem
den {gayb iHeminden} kalbe gelen şeydir. (Istılah, 536) * Vakıa, gayb i\.leminden herhangi bir yolla kalbe gelen şeydir. (Kaşani, 47; cami', 103)
vaki' ( e:i'J ) * Hatır {insanın içine gelen düşünce}, başlangıcı olmaksızın sırrın harekete geçirilmesidir. Bir hatır kalbe geldiğinde sabit durmaz, o gider benzeri başka bir hatır gelir. Vaki' ise sabit olan şeydir. Bir başka vaki'in gelmesiyle zahir olmaz. (Lunıa', 418) * Sufiler, vaki' ile hatırın tam aksine kalbde meydana gelip daimi olan manayı kasd ederler. Hllibin hiçbir halde onu uzaklaştıracak imkanı yoktur. Nitekim sfrfiler bu konuda "Hatara 'ala kalbi' {kalbinıe bir hatır geldi}", "vaka'a fi kalbi' {kalbinıde bir şey vakf oldu}" derler. Kalbler tamamıyla havatırın mahallidir. Fakat vaki, Hakk'ın sözüyle dolan kalbden başkasında meydana gelmez. Bu sebeble Hakk'ın yolunda müridde bir kayıt {bağ} meydana gelse, ona "kayd" ismini verirler ve "Onun bir vakıası vaki' oldu" derler. (Hücviri, 470)
vakt
1 169
* Tavank, bevadl, bddih, vaki, kadih, tavall, levami ve levaih kelimelerinin hepsi de birbirine yakın manalar taşır. Bu konuda sözü uzatmak mümkündür. Bunlann ta mamı faydasız yere sözü uzatacak aynı manayı ifade eder. Bunlarla aniatılmak is tenen şey, bu isirolerin hepsinin hallerden önce gelen ve onların başlangıcı olan şeyler olduğudur. Hal sağlam olursa bütün bu isimleri ve manalarını içine alır. ( 'Avarif, 311) {Ayrıca bk. hahr!havabr ya da hatre/hatarat}
vakt ( ci) ) * Kulun irade ve riyazeti belli bir sınıra varınca, Hakk'ın nuriarına muttali olma fırsatı elde eder ve bu ona lezzet verir. Yanıp sönen ışıklar gibi ki, onlar buna "evkat {vakitler}" derler. Her vaktin içinde iki vecd bulunur: Biri, salikin bulduğu vecd, diğeri saliki te'slri altına alan vecd. Sonra riyazeti çoğaldıkça bu tip şeyler çok olur. (İşarat, IV, 86) * Vecd, kalblerin, kaybetmiş oldukları zikir safasma {berraklığına yeniden} ka vuşmasıdır. Tevacüd ve tesakür ise mana.ları birbirine yakın olan iki lafız olup, kulun vecd ve sekri davet edecek gayretlerinin ve kendisini vecd ve sekr ehlinden olan sadık kişilere benzerneye zorlamasının da eşlik ettiği bir haldir. Vakt ise geç mişle gelecek arasında bulunur. (Luma ', 418) •• Vaktin haklkati, tahkik ehline göre şudur: Tasavvur edilen bir hadisenin bağlı olduğu, vuku bulması muhakkak olan diğer bir hadisedir. Şu halde, huslllü mu hakkak olan hadise, düşünülen diğer hadise için vakittir. Mesela "Ay başında sana geleceğim" dersin. Gelme olayı tasavvurdur. Ay başı ise, huslllü muhakkak olan bir hadisedir. Şu durumda ay başı, gelme fiilinin vaktidir. Üstad Ebu Ali Dekkak'ın şöyle söylediğini duyınuştum: "Vakt, içinde bulundu ğun hdldir. Eğer sen {zihnin, düşüncen ve meşguliyetinle} dünyada isen vaktin dünyadır, ukbdda {ahirette} isen vaktin ukbddır. Eğer süritrda {sevinçte} isen vaktin de süritr, hü zünde isen vaktin de hüzündür." Bununla üstad, vaktin insana hakim olan şey oldu ğunu söylemek istiyor. Sufiler vakitle, içinde bulunulan zamanı kasd ederler. Bu sebeble sufi toplu luğu şöyle demiştir: "Vakt, iki zaman arasındaki Şeljdir." Yani burada iki zaman geç miş ve gelecek demektir. Derler ki. "Sitfi ibnü'l-vakttir {vaktin çocuğudur}." Bununla kasd edilen şudur: O hal içinde en gerekli olan işle meşgul olur, o anın gerektirdiği işi yapar. Denilmiştir ki: "Faklrin vaktini ne geçmiş meşgul eder, ne de gelecek. O ancak, içinde bulunduğu vakt ile meşguldür." Yine denilmiştir ki: "Geçmişin vaktiyle meşgul olmak, ikinci bir vakti el
den kaçırnıaktır." Sufiler vakt ile, kendilerine iradeleri dışında isabet eden Hakk' a ait tasarrufları da kasd ederler ve derler ki: "Filan kişi vaktin hüknıüyledir." Yani "gaybdan, iradesi dı-
1 1 70
vakt
şında gelen şeı;e teslim olmuştur'' dernek isterler. Ancak bu, üzerlerinde şeriatın hak kıyla alakah Allah Teaiii'nın bir emri veya iktizası bulunm adığı takdirde böyle olur. Çünkü ernredilen hususları zayi etmek, bu hususta işi takdlre yüklernek ve işlenen kusurlar karşısında kayıtsız kalmak dinden çıkmak demektir. Sfrfilerin sözlerinden biri de "Vakt bir kılıçtır'' ifadesidir. Yani kılıcın keskin ol m ası gibi vakt de, Hakk'ın kul üzerindeki tasarrufunun te'sir ve ona hakim olarak cereyan etmesini sağlar. (Kuşeyri, 33-34) * Nefes, gaibden gelen letaif ile kalbieri ferahlandırrnaktır. Nefes sahibi kimse ler hal sahibinde daha nazik ve saftır. Vakit sahibi henüz başlamış alandır, nefes sahibi ise son rnertebededir. Hal sahibi ise ikisi arasında bulunur. Bu sebeble haller vasıta, nefesler ise yükselmenin nihayetidir. Vakitler kalb, haller rfrh, nefesler ise sır sahibi olanlar içindir... (Kuşeyri, 46) * Vakt, kulun, kendisiyle alakah olarak, geçmiş ve gelecek {düşüncesinden} ser best kaldığı şeydir. Şöyle ki Hakk'tan bir varid, onun kalbine ulaşır. Bu varid, onun gönlünü kendisinde toplar. Öyle ki onun keşfinde ne geçmiş, ne de gelecek hatı rına gelir. Şu halde bu noktaya hiç kimsenin kudreti ulaşamaz. Halk, işin öncesinin ne şekilde cereyan ettiğini, sonunun nasıl geleceğini bilemez.
Erbab-ı vakt {vakt erbabı} olanlar derler ki "Bizim ilmimiz, önce ve sonra olanı {ezeli ve ebedi} idrlik edemez. Bizim için vakit içinde Hakk ile sürıl r {neşe} vardır. Çünkü, yarınla meşgul olur veı;a kalbimizden dünle aliikalı bir fikir geçerse vakti idrlik etmekten mahcub oluruz {perdeleniriz}. Hiciib ise dağınıklıktır. Şu hiilde, elin ulaşmadığı bir husus hakkında düşünmek imkansızdır. Nitekim Ebu Said Harriiz'" der ki: 'Aziz ve kıymetli olan vaktini, en azfz ve kıymetli olan şeyden başkasıyla meşgul etme. Kulun en aziz şeı;i, geçmiş ve gelecek arasında bulunan şeyle {şimdiyle} meşgul olmasıdır. "' (Hücviri, 445) * Vakt ile aniatılmak istenen, kula hakim olan haldir. Kula hakim olan en kuv vetli şey, onun vaktidir. Vakit aynen kılıç gibidir. Hükmüyle uğrayıp geçer ve ke sip atar. Bazen de vakt ile, çalışınakla elde edilemeyen ve kula aniden gelen haller kasd edilir. Bu durumda, kulda vakit tasarruf eder ve kul vaktin hükmüyle olur. "Falan kimse vaktin hükmündedir" dendiğinde, bununla kendisine ait fiillerden alınıp, Hakk'a ait tecelliye çekilmesi kasd edilir. ('Aviirif, 310) * Denilmiştir ki "Nefes müntehiye, vakt miibtediye, hiil ise mutavassıta mahsustur." Bunun işaret ettiği şey, rnübtediye zaman zaman Allah'tan ilham gelmesidir. Mutavassıt, kendisine halinin hakim olmasından dolayı hal sahibidir. Müntehi ise, hal kendisine sağlam olarak yerleştiği için nefes sahibidir. Huzur ve gaybet halleri ise gelip geçici değildir. Vecd halleri nefesleriyle birlikte istikrar bulmuştur. Bunla rın hepsi erbiibına ait hallerdir. ('Aviirif, 311-312)
vakt
1 1 71
* Vakt, içinde bulunduğım, geçmiş ve gelecekle aHikalı olmayan halinden iba
rettir. (Ishlah, 530) * Vakt, bulunduğım hal içinde, sana gelen varidatın zamanıdır. Bu ise iki yok luk {geçmiş ve gelecek} arasında bulunan bir haldir. Şöyle denilmiştir: "Vakt, kulun, ihtiyiirı olmaksızın, Hakk'ın tasarrufu altına girmesidir. "
Yine şöyle denilmiştir: "Vakt, Hakk'ın iktizası ve bunun senin üzerinde cereyiin et mesidir." "Vakt, seni eksilten, fakat yok etmeyen bir törpüdür" denilmiştir. Şöyle de tarif edilmiştir: "Vakt, seni hükmü alhna alan her şey, her şeıJin onun hükmü ve tasarrufu altında deveran etmesidir. " Vaktin ilahiyyetteki dayanağı, Allah Teala'nın kendini "O her gün yeni bir iştedir {tecellfdedir}" [Rahman, 55/29] şeklinde vasfetmesidir. O halde vakt asıl olup, var lığı fer' üzerinde, yani kainatta zuhur eder (ortaya çıkar}. Hakk'ın şuı1nu da {fülleri de} mümkünatın ayniarında zuhfu eder. Şu halde hakiki manada vakt, içinde bu lunduğım haldir. İçinde bulunduğıın hal ise isndadının aynıdır. Hakk'ın şuı1nu sende, senin istldadın kadar zuhur eder. Demek ki şe'n {Hakk'ın fiili}, asıl olarak O'nun hükmü altındadır. Çünkü, imkanla mümkünün istidadının hükmü, Hakk'ın fiilinin onda icad edilmesine sebeb olmuştur. Muhalin onu kabul etmediğini görmüyor musun? Vaktin aslı, Hakk cihetinden değil, kevrı {yaratılmışlar} cihetindendir. Takdirın hükmü ise sadece mahlukat hakkındadır. Şu halde vaktin sahibi kevndir, hüküm de kevne mahsus olan hükmüdür. (Fütfıhtit, Il, 528) * Vakt, içinde bulunduğıın halde üzerinde zuhur eden varidattır. Hakk'ın ta sarrufuyla zuhur etmişse, rıza göstermen ve teslim olman gerekir. Böylece vaktin hükmünde olursun ve hatırına başkası gelmez. Eğer senin gayretinle alakalıysa, o zaman senin için daha mühim olana yapış. Geçmişle ya da geleceğinle alakadar olma. Çünkü geçmişi elde etmeye çalışman, içinde bulunduğım zamanı zayi et mektir. Gelecekle alakadar olmak da böyledir. Çünkü belki de onu hiç elde ede rneyecek ve vakti de elinden kaçıracaksın. Bunun için muhakkik, "Sufi ibnii'l-vakttir {vaktin oğludur, vaktin iciiblarını yerine getirir}"demiştir. (Kaşani, 53; Cami', 104) * Vakt, kainat zarfının adıdır. Birinci yaprağı, lütfun aydınlığı yoluyla üns ha line geçilebilecek sadık veedin zamanıdır. Bu an, ya reca safasıyla cezbe veya havfın sadakatiyle ismet, ya da mehabbet şulesiyle tutuşan bir şevk ateşidir. İkinci yaprağı, yola koyulup, telvin ve temkin halleri arasında yürüyen saliktir. Üçün cüsü ise, o anda O'nda, vücudun {varlığın} değil, şekillerdeki keşfin yok olmasıdır. (Ravza, 491)
* Vakt, geçmiş ve gelecekle alakah olmaksızın, içinde bulunduğıın andaki ha linden ibarettir. Bu da iki yokluk {geçmiş ve gelecek} arasındaki zamandır. Eğer vaktinle haJin aynı ise, sen ibnii 'l vakt olursun. Vaktin hükmü altına girersin.
vakt-I da'im
1 1 72
Çünkü o mevcud {var), sen ise madı1msun {yoksun). o sabit, sen ise mevhı1msun {vehimden ibaretsin}. Eğer senin her halin taat ve ubı1diyyeti {kulluğu) müşahede ise temkln ehlindensin. Eğer bunun tersi bir halde isen, telvin ehlindensin. Birinci duruma göre vaktin kurb, ikinci hale göre vaktin ise bu' d olur. Hangi halde olursan ol, vaktin sana varidatını vermesi gerekir. Vakti kurb ola nın varidatı kurb mertebesinde, vakti bu' d olanın varidatı da bu'd mertebesinden dir. Hali bırakıp geçmişe hüzünlenen mabildindendir. Çünkü o, geri gelmesi müm kiin olmayanla meşgul olmuş, halin gerektirdiği şeyi kaçırmıştır. İşte bu ademin aynıdır. Gelecekle meşgul olan kişinin hali de böyledir. (Esfdr, 324) {Ayrıca bk. hal/ahval} vakt-I da'im ( ı-JI� .:.iJ ) * Vakt-ı daim, an-ı daimdir {sürekli ve aralıksız andır).
(Kaşani, 54; C/imi', 104) vali ( JIJ
1
JIJ ) * Vali ve imam, vilayete mensı1bdur. Vall olarak isimlendiril
mesinin sebebi, velayetin gerektirdiği emri ihmal etmeksizin o makamı üstlenme sidir. Böyle yapmazsa, vall olmaz, ancak hevasının hakimi {hevasına göre karar ve ren bir hakim) olur. Ayette ona "Hevaya tabi olma, Allah yolundan seni saptırır" [Sad, 38/26] denmiştir. Vallnin nefesleri, hareketleri ve tasarrufları sayılıdır. Vali ancak devamlı olarak hayırda tasarruf eder, böyle olması gerekir, çünkü mütemadiyen bir şey yapmaktadır. Onu devamlı olarak sadece faziletli bir işte, halk içinde ve arındırmak için haddi uygularken görürsün. Arındırmak hayırdır. Şübhesiz hakl katte Vall Allah'tır. Vilayete mensı1b olan, O'nun hükmüyle, O'nun gösterdiği şeyle, yani hak olan şeyle hükmeder. (FütUhat, IV, 305) varid/varidat ( .:.ıl� JIJ
1 �JIJ ) {varid-i meleki; varid-i şeytani; varidat-ı ataya;
varidat-ı ilahi} * Badiden {bir tür tecelliden) sonra kalbiere gelen ve onları kaplayan bir haldir. Varidde insan fiilinin etkisi varsa da badide yoktur. Çünkü bevadi {badiler), varidatın {varidlerin} başlangıcıdır. Nitekim Zürını1n {Mısrijrh şöyle demiştir: "Hakk'tan gelen varid kalbieri sarsar." (Luma ', 418)
* Varid, kulun kalbine kendi kasdı olmaksızın gelen övülmeye değer havatırdır {hatırlardır}. Havatır kabilinden olmayan varidiere de "vririd" denir. Varidler, ba zen Hakk'tan, bazen ilimden gelir. Buna göre varidat, havatırdan daha umı1midir. Çünkü havatır, hitab türünden olan veya bu manaya gelen şeylere mahsustur. Varidat ise, süri'ır varidi, hüzün varidi, kabz varidi, bast varidi ve benzeri manaları da içine alır. (Kuşeyri, 47) * Vtirid, kalbe manaların hulul etmesidir {girmesidir}. (Hücviri, 467)
varid/varidat
1 1 73
* Varidat, havatırdan daha umfunidir. Çünkü hatırlar, hitab ve taleb türüne mahsustur. Varidat ise bazen hatır şeklinde tezahür eder; bazen de sevinç varidi, bazen hüzün varidi, bazen kabz varidi, bazen de bast varidi olur. ('Avarif, 271-272) * Varid, kulun kalbine düşünmediği halde gelen övülmeye değer hatırlardır. Varid, her {ilahi} isimden kalbe gelen her şey için de kullanılır. (lstılah, 533) * Vtirid, sufilere ve bize göre her ilahi isimden kalbe gelen şeydir. Bu husustaki görüşler, onun {fiil-i mazi olarak, "verede" şeklinde) değil, {ism-i fail olarak, "varid" şeklinde} varid olmasına dayanır. Böyle bir şey, sahv, sekr, kabz, bast, heybet, üns ve sayılamayacak pek çok şeyle gelebilir. Bunların hepsi varidattır. Ancak sufiler, zikrettiğimiz övülmeye değer havatır için varid ismini kullanmışlardır. Kardeşim, bil ki varid, varid olan şeyle beraber variddir. Hudı1s ya da kıdemle sınırlandırılamaz. Allah, kıdem sahibi olmakla beraber, kendisini "ityan {gelmek}" fiiliyle vasfetmiştir. Vürı1d da bir ityandır. Varidin ise ityanda farklı farklı halleri olur. Hücum ve bevadih gibi ansızın gelebilir. Mahallin istidadını {hazır olmasını} gerektiren belli bir vaziyetin vürfiduna delalet eden hallerin alarnet ve karinele riyle farkında olmadan zamanla da gelebilir. Bu noktada, ke,mi olsun veya olma sın, her ilahi varid, ancak bir faydayla gelir. Her varid için umfuni olan fayda, bu vüruddan varid sırasında hasıl olan ilim dir. Burada ondan sevinç duyması veya üzülmesi şart değildir. İşte bu, varidin hükmü olan şeydir. ke'mi olsun veya olmasın Varidin hükmü ancak hasıl olan ilimdir. Bunun ötesinde olan şey, kendisiyle değil, o ilimle varid olması açısından bir mana ifade eder. Allah, kıyamet günü insanlar arasını ayırmak ve hükmetmek için gelir. Insan lar içinde saadeti sebebiyle lehinde hükmedilecek olanlarla şekaveti sebebiyle aleyhinde hükmedilecek olanlar vardır. Bu geliş tektir, hüküm de tektir. Hükme dilen ise farklıdır. Varid, şu iki halden birinden hali olamaz: Ya vürı1du halinde sudı1rla vasıflanır, böylece O'ndan sadır olması bakımından, sadır olarak gelme yönüyle varid olur. Bu varidin Allah'tan gelen bir ilham olması gerekir. Ya da vü rı1du halinde sudurla vasıflanmaz, bu durumda kadim bir varid olur. Vürud, varid olan kul nazarında meydana gelen bir nisbettir. Vahid olan hem sadırdır, hem de variddir. Diğerleri ise sadece variddir. Bu rada ilahi isimler dışında varid olan kadim yoktur. Ayn {zatı, kendisi, özü} bakımından varid olursa, vürı1d farklılık arzetmez. Hüküm bakımından varid olursa, hükümlerin farklılığından dolayı farklı olur. Şübhesiz bunlar muhtelif ha kikatlerdir. Ancak O'nun aynına delalet eden şeyde farklılık olmaz. Varidin kadim veya hadis olması birdir. Varidin ise hadis olması gerekir. Bu, kendisine gelen varid esnasında kalan ve varidin bıraktığı şeydir. Bunun bırakılması gerekir. Bu nun sebebi hürmetin {saygının ya da haramlığıni baki kalmasıdır. Çünkü ona ge-
1 1 74
varid/varidat
len başka bir varidin olması da gerekir. Onun bu şahıs tarafından kabı.11 edilmesi de, orada bulunanlardan yüz çevirmesi de gerekir. Bu şekilde ilk varide hürmetin yerine getirilmemesi söz konusu olur. Bundan dolayı varidin gelişinden sonra göç eder. ikinci varid geldiğinde bütünüyle boşta kalmış olur ve bu yeni varide yöne lir. Burada onu kendine bağlayarak cezbeden bir hatır da yoktur. Her varid, O'nun hürmet ve haşmetiyle sadır olur. Allah'tan bir hayır olarak bu varid övülür. Böylece bu övme, o kişinin saadeti olur. Hakikatte varidat hadis olduğunda, bunlar nefeslerin aynı dışındadır. Emir ve hükümlerden varid olan şey, ehl-i tarikin varidat yoluyla tanıdığı şeydir. Nefesler bu varidatın suretlerini yüklenir. Bunlar hadis olan varidat olmayıp, kendi nefsleriyle vardırlar. Hatta on lar nefeslerin suretleridir. Bunlar ise o varidattaki ilahi isiınierin hükümlerinin farklı olmasıyla suretleri de farklılık arzeder. (FütUhat, ll, 556)
* Nefsler, viiridiitı almaya kabiliyetlidir. Varidat hallerle gelir. Bir halin umfımi olması muhiHdir. Bilakis her varidin hususi bir hali vardır. Bundan dolayı biri sekr hali yaşarken, diğeri sahv hali yaşar. Sekr de sahv da umfımi değildir. (Fiitiihiit, IV,
414) * Varid [varidat (Cami')], kulun kalbine düşünrneksizin gelen manalardır. (Kaşani, 47; Cami', 103)
* Varidiit-ı a tayii-yı sfibika minallah {Allah tarafından sana önceden bahşedilen varidat}, Allah'ın hükümlerini yüklenmende sana yardımcı olan o nimetleri hatır laman içindir. Çünkü Allah sana, senin kendisinde sevdiğin şeyle hükmeder. O halde sen de, sende bulunan O'nun sevdiği şeye, O'nun yolunda sabret! (Tenvir, 5)
* Sufilere göre vfirid, uzakta olanı haber vermek için ilahi mertebeden gelen elçidir. Bu, ya ruhaniyyet, ya da nariyyettir. Yani ya meleki ya da şeytani olur. Meleki ve şeytani varid arasındaki fark şudur: Melek! olanın ardından bir soğuk luk ve lezzet gelir. Elem vererek terk etmez, sfueti değişmez, geriye ilim bırakır. Şeytani olanın ardından hayret {şaşkınlık ya da tereddüd}, sıkıntı, darbe, elem ve ağırlık meydana gelir. Faziletli kimselerden biri şöyle demiştir: "Varid, kulun kalbine hedeflemediği hiilde gelen öviilmeı;e değer hatırlardır." Havatır ellietinden olması da böyledir. Bunlar hitab türlerine mahsustur veya hitabın manasını ihtiva ederler. Varid, sürur varidi, hüzün varidi, kabz varidi, bast varidi veya bunların dışındaki manalardan her hangi bir varid olabilir. Ariflerin tacı Ebu Medyen şöyle demiştir: "Sahibi konuşun
caya kadar varide bakılmaz." (Ravza, 515) * Varid, meleki olduğunda, onu bir soğukluk ve lezzet takib eder. Nitekim Hz. Peygamber'in � hali vahyin başlangıcında böyleydi. Hz. Peygamber �� Hira ma ğarasında ibadet halindeydi. Cebrail � ona geldiğinde onu bir soğukluk aldı. Hz.
varidlvaridat
1 1 75
Hatice'nin � evine geldi. Soğuktan titriyordu. "Beni örtün, beni örtün!" dedi. "Bunda . . . " yani varidde "bir elem hissetmezsin." Çünkü meleki varid, ancak senin rı1haniyyetine göre gelir. o rı1haniyyet de, bundan elem duymaz. Çünkü o varid, o rı1haniyyetin alemi cinsindedir, hatta ondan lezzet bile alır. Ancak varidin vürı1dundan dolayı mizac değişir. Çünkü varid nefse geldiği, alakah bulunduğu bede nin tedbiriyle meşgul olduğu ve onu bir defeda yakaladığı için mizac değişir. "{O
varid} suret Itibariyle bir değişikliğe uğramaz." Varid, misal aleminde de olsa, mücerredat aleminde de olsa, varidin sendeki bıraktığı izin sı1reti değişmez. Sen den sadır olursa, "ilim bakınızndan seni terkeder." Çünkü varid-i melek! (meleki varid}, ancak hayırla gelir. (Esfar, 1 13)
* Viirid, "şeytan! olduğunda, onu azaların ezilmesi . . . ", hers vurarak ezmek demek tir. (Et ve bulgurdan yapılan yemek ya da yağ, şeker ve undan yapılan bir çeşit pasta manasma gelen} "herzse" kelimesi de bu kökten türemiştir. "elemi, sıkıntısı, hayreti ve zilleti takib eder." Sendeki bu varidin sureti de değişmez. "{Bu viirid, sana} bir darbe indirerek seni terkeder. " Bu, şeytanın alevii ateşten yaratılmış olması sebe biyle böyledir. Kalbe varid olduğunda, kalbin sıcaklığı artar, onu hafakan basar (nabzı yükselir), kan, akışındaki tazy1k yüzünden kaynar, kanın hareket ve kay namasındaki şiddetten dolayı damarlar ve sinirler dolar. Bir defada sadır oldu ğunda, mafsallar uyuşur; damarların sıkışması sakinleşir. Bu da azaların ağrıması ve ezilmesine, kalbdeki hararet ve nefsteki tereddüdün hakim olmasından dolayı sıkıntıya götürür. Çünkü nefs, (aslında} Hakk'tan gelecek varide hazırdır (ama varid şeytandan gelmiştir}. Varid şeytani olduğunda, nefs onun ilahi olduğunu zanneder ve onu kabul et meye meyleder. Ama onun (varidin) sür'atle şekil değiştirdiğini görür. Çünkü ateşten yaratılmıştır. Bu da nefsi tereddüde sevk eder. Dolayısıyla böyle bir varid geldiğinde, bir darbe indirerek terk eder. Çünkü o, nefsi tereddüde düşürmüş, mi zacı değiştirmiştir. Ardından da onu zillet takib eder. Çünkü şeytan kovulup la netlendiğinde zelil olmuştu. Bunun izi, ancak onun (şeytanın) tabiatma muvafık olur. (Esfiir, 1 14)
* Bir halden bir başka hale yükselmek, kendisinden ayrılarak üst derecedeki bir hale geçtikten sonra, onun altındaki hale bir daha geri dönmemektir. Bununla kasd edilen, halin kendisiyle geldiği, varidiit-ı ilahi (ilahi varidat) ve marifetullah türün den olan şeydir. Bunlar (Allah'ın verdiği) kerametierden olmayıp makamlar cürn lesindendir. Haller defalarca geri dönerler. Ancak hal sahibi, hali içerisindeyken, Allah hakkında ilmi artınaclıkça medhedilemez. Bu bilgi ona gereklidir. Bu bilginin artması Hiihadır (tecelli nı1rudur) . Hal sırasında bu bilgide artma olmazsa, halin sıhhatiyle beraber laiha ortaya çıkmaz. Hal, beka ya da fena, sahv ya da sekr, cem' veya tefrika, gaybet veya huzur hallerinden biri içinde bulunmandır. (Esfiir, 161) * Havatır, Hakk'ın varidieri ve batılın yollarıdır. Viiridiit, Rabb'i tenzih ve tevhid etmekle meydana gelir. Işte bu, rabbiini variddir. Varidat, belli bir taati
1 1 76
vasf-ı zati li'l-hakk-vasf-ı zati li'l-halk
azirnle harekete geçirebilir. İşte bu, kalbi variddir. Varidat, taatm tüm çeşitlerini harekete geçirebilir. Bu da melek! variddir. Bazen varidat, kalb ve melekten kay naklanan bir varid olabilir. Daha ziyade çoğu melekten; daha az olarak kalbden meydana gelir. Çünkü kalbierin temizliği gerçekten azdır. (Kavan1n, 87) * Varid, {aksırığm) aksıran kişi {üzerindeki) galebesi gibi gelir. Varid oldu ğunda gelmez, gayret etmekle de gelmez. Varid, Kahhar isminin teziihürü olarak gelir. Bundan dolayı sıfat ve izleri yok eder. Viirid, salike evradla, ehl-i inayete ise istemeden ve murad etmeden gelir. Varid, melek ve cinlerden gelebilir. Iyiin {müşiihede) mertebesinde Hakk'tan gelir. Varid, fayda veren, kıymetli ve nadir şeylerin bilgisini elde etmeye vesile olur. Siyadet (seyyidlik, efendilik}, kemal sıfatlarıyla adamlara {sfıfilere) aittir. Maksadlarm tahakkuk etmesi için öne geçirilmiş olan kişiyle, cevherinin diğer arazlarından saf hale getirilmesi için öne geçirilen kişi arasmda dağlar kadar fark vardır. Efendi olmayı ve başkalarını kulları haline getirmeyi taleb eden kimse, hayrı kaybetmiş ve dikkafalılık etmiş olur. (Kavanln, 88) * Varidiit, varidin çoğulu olup, kulun sonradan öğrenmeksizin kalbine gelen övülmeye değer hatırlardır. Varid, hiitır yönünden değil, bilakis ilim veya Hakk yönünden gelir. Vandat, havatırdan daha umfunidir. Çünkü havatır, hitab türle rine mahsfıshır veya hitabm manasını ihtiva ederler. Varid, sürfır varidi, hüzün varidi, kabz varidi, bast varidi veya benzerlerine ait olabilir. (Cami', 1 60) {Ayrıca b k. hatırihavatır ya da hatre/hatarat; leva'ih-levami'-tavali'-tavank
şevank-kadih} vasf-ı zati li'l-hakk-vasf-ı zati li'I-halk ( J.b...l l ��� ��J
1 J,:Jl ���
ı.)...pJ )
* Vasf-ı zati li'l-Hakk {Hakk'ın zati vasfı} [vasf li'l-Hakk {Hakk'm zati vasfı) (Cami')]; cem' ahadiyyeti, vücfıb-i zat! {Ziit'm var olmasının zorunlu olması) ve alemiere muhtaç olmaktan müstağni olmasıdır.
Vasf-ı zatl li'l-halk {halkın zati vasfı} ( vasf li'l-halk {halkın zati vasfı} (Cami ')]; im kan-ı zat! (zatı itibariyle sonradan yaratılmalani ve fakr-ı zatidir (yaratılanların zatı ıtibariyle başkasına muhtaç olmalarıdır}. (Kaşani, 50; Cami', 103)
vasıta-yı feyz ve vasıta-yı meded ( � .\ll •
ab...ı iJ J Jo=ıeıill al:ı...., \J )
* Vfisıta-yı feyz ve vfisıta-yı meded (feyz vasıtası ve meded vasıtası}, birbiriyle münasebet içinde olan halk ve Hakk arasında bir bağ olan insan-ı kiimildir. Nite kim bir kudsi hadiste şöyle buyrulur: "Sen olmasaı;dın, filemleri yaratmazdım !" [Aclfıni, II, 1 64] (Kaşani, 48; Cami', 103)
vasıyyet
1 1 77
vasıyyet ( �;_.:) J) * Vasıyyet {nasihat}: Hazretrh şöyle dedi: "Sana zenginlerle kanıı şurken vakarlı, fakirlerle konuşurken mütevazı olmanı tavsiye ederim. Alçakgönüllü ve ihlaslı ol. İlılds, sürekli olarak Halık'ı görmektir. Sebebler hususunda asla Allah'ı ithanı etme. Bütün O 'na teslfm ol. Aranızdaki sevgi bağına güvenerek kardeşinin hakkını yeme. Fakfrlerle tevfizu, hüsn-i edeb ve cömertlikle sohbette bulun. Nefsin öldür ki hayata kavuşsun. İnsanların Allah'a en yakın olanı, ahlakı en güzel alandır. Amellerin en iyisi gönlü mfisivaya iltifat etmekten uzaklaştırarak gözetmektir. Sana daima hakkı ve sabrı tavsiye ederim. Dünyada sana iki şı;ı; yeter: Fak'irle sohbet, veliye {Allah dostunal hizmet. Fakir odur ki, Allah Tefila'dan başka hiçbir şı;ı;le kanmaz. Senden aşağılara hücum etmen zayıflık, senden üstün kimselere hüciirn etmen kibir, kendin gibilere hüciinı etmense huysuzluktur." (Fütiih, 159-160)
vasl ( j..PJ ) {vasl-ı fasl; fasl-ı vasl; vasl-ı vasl} * Vasl, gaibi idrak etmektir. (Istılfih, 536) * Vasl, sufiler topluluğuna göre geçip giden şeyi idrak etmektir. Yani geçmiş nefeslerine ulaşmandır. Şu ayet buna işaret eder: "Allah onların kötülüklerini iyiliğe tebdıl eder {çevirir}." [Furkan, 25/70] Bunun sebebi, her halin kendine mahsus bir ne fesi olmasıdır. Üstelik bu nefes, nefes alan kişinin aldığı nefeslerin üzerinde bulun duğu bütün hükümleri içine alır. Hepsinin ona faydası vardır. Hiçbiri diğerinden ayrılmaz. Bu görüş belli bir sınıfın görüşüdür. Eğer kişi daima Allah'a yönelir de, göz açıp kapatıncaya kadar O'ndan yüz çevirirse, bu bir anda kaybettiği, elde etti ğinden çok daha fazladır. Bu mesele, fasılasız vaslı tahakkuk ettirmenin ardından faslın {vuslattan sonra ayrılığıni gelip gelmeyeceği hususunda arifleri hayrete dü şürmüştür. İşte o, Hakk'tır. Hakk Teala'nın vaslı ise infisal (ayrılık} kabul etmez. Bir şeye önce tecelll edip sonra da ondan tecelllsini perdelemez. Çünkü Alim olan Allah, onu olduğu gibi bilir. Onun bilmesi, ilminin hükmünün hilafına olamaz. Çünkü Hakk, vasıl halinde daima kainatla beraberdir. Işte O, bu hususiyetiyle ilah ol muştur. (Fütuhat, II, 469-470)
* Vasl, butı1nla {batın olmayla} zuhur {zahir olma, ortaya çıkma} arasındaki ha kikat vahdetidir. Buna rahmetin öne geçmesinden dolayı "mehabbet {sevgi}" de de nir. "Bilinrneı;i sevdim ve nıahlılkatı yarattını" kudsi hadisinde de buna işaret edil miştir. "Kayyilnıiyyet-i Hakk li'l·eşya {eşyanın Hakk'la kaim olması}" da denir Çünkü o kesreti birbirine bağlayarak birleştirir. Fasl ile arif, Allah'ı hudustan tenzih eder. İmam Cafer b. Muhammed Sadık � buyurur ki: "Kim fasl ile vas/ı, hareket ile sit kimu birbirinden ayırır, bunların farkını an/arsa, tevhid noktasında karar kılmıştır." Bu
vatanclt
1 1 78
söz, marifet hakkında da rivayet edilmiştir. Hareketten maksad, kararın ahadiyyet-i zatın aynında kalması için sühlk etmektir. Kulun kendi vasıflarından sıyrılıp Hakk'ın vasıflarında fan'i olması da "vas/" olarak adlandırılır. Bu da Allah Teala'nın isimleriyle tahakkuk eder. Buna ''ihsti-yı Esrna-yı Hiisna {Esma-yı Hüsna'nın sayılması}" denilmiştir. Nitekim Resuluilah Efen dımiz $: "Onları {Esma-yı Hüsna'yı} sayan cennete girer." [Buharl. Tevhld, 9, 1 1 8, Daavat, 68; Müslim, Zikr, 5] buyurmuştur. (Kaşani, 50; Cami', 103)
* Vasl-ı Jasl, dağınık olanın toplanması, kırılanın onarılması, farkın cem'e dönüşmesi, vahdetin kesrette zuhur etmesidir. Çünkü vahdet, fasıliarına kesretin ittihadı {çokluğun birleşmesi} ve çeşitlilikleri toplaması yoluyla ulaşır.
Fasl-ı vasl da kesretin vahdetteki zuhurudur. Çünkü kesret, vahdetteki vaslı {birleşmeyi} fasleder {ayırır}, bir yüzün çeşitli aynalardaki şekilleri gibi muhtelif kabiliyetlerdeki vahdetin zuhurunun çeşitliliğini gerektiren taayyünlerle onu ço ğaltır.
Vasl-ı vas/, gidişten sonraki dönüş, inişten sonraki yükseliştir. Her birimiz, ezel deki mutlak vasıl olan ahadiyyet cem'inin ayn'ı olan en yüce mertebeden, zıt un surlar alemi olan düşülecek en alçak yere {madde alemine} düşmüştür. Bazılarımız inilecek en aşağı noktanın kaim olabilmesi için esfel-i safilille { aşağıların aşağısınal inmişler, bazılarıınız da Allah'a giden yoluna süluk ederek cem' makamına yönel miş ve dönmüşler, O'nun sıfatlarıyla sıfatlanıp, Zat'ında fan'i olmuşlar, böylelikle ezelde olduğu gibi ebedde de hakiki vasla {vuslata, kavuşmaya} ermişlerdir. (Kaşanl, 51; Cami', 104)
* Vasl {hakkında} biri demiştir ki: "Vas/, kulun yaratıcısından başkasını gönnenıesi, sırrının ve hatırının Sani'ınden başka hiç kimseyle ittisal etmemesidir. " Bir başkası da şöyle demiştir: "Vasl, kulun düşüncesinin Allah �� meşguliyetinin Allah � yolunda, dönüşünün de Allah'a � olmasıdır." Daha başka biri ise, kalbierin mükaşefeleri ve sırların müşahedeleri olduğunu söylemiştir. (Nebhani, I, 236)
vatanat (
..:..ı \:l:ı J )
* Vatanat, ilahi manalardan, sırda bulunan şeyi vatan {ma
kam} haline getiren şeydir. (Hücviri, 466)
vatar ( Jl:ı J ) * Vatar, temenni etmek ve beşeri sıfatlar ve nefsani arzular dışında kalan övülmeye değer bir faydalanmadır. Bununla alakah olarak "Filan kimse, vatanna yerleşmiş, arzularına kavuşmuştur" denir. (Luma', 445)
vav (
J IJ
) * Vav, kül (bütünlük} içindeki veeh-i mutlaktır (mutlak yöndür} .
(Kaşani, 47; Cami', 103)
vecd ( ""-':'J ) {bk. tevacüd-vecd-vüciid}
veeel
1 1 79
vecel ( J:ı:-J ) (bk havf-reca'; şefkat) veeh-i hakk ( J�l <�:ı:-J ) * Veeh-i Hakk (Hakk'ın yüzü, gerçek yön}, bir şeyin ken disiyle gerçek olduğu şeydir. Çünkü bir şeyin hakikat olması, ancak Allah Teala ile mümkün olur. "NereıJe dönerseniz Allah'ın vechi {yüzü} oradadır." [Bakara 2/115] ayetiyle bu hususa işaret edilir. O tüm eşyada var olan Hakk'ın aynıdır. Eşyanın kayyfı.miyyet-i Hakk'ını (Hakk ile kaim olduğunu} gören, her şeyde Hakk'ın vechini görür. [O halde sen de basiret sahibi ol (Cami')]. (Kaşani, 49; Cami', 293)
vechan-ı ıtlak ve takyid ( .ı..:::a:. lıJ J')\1:.�1 l&:ı:-J ) * Vechiin-ı ıtlak ve takıJid (mutlak ve mukayyed olmanın iki yönü}, bütün Itibarların redd ve isbat edilmesi bakı mından, Zat'ın itibarının iki yönüdür. Hakk'ın Zatı, vücudu kendinden olan bir vücuddur. O bu şekilde itibar olunursa buna "mutlak" denir. Yani, bunun mahiyeti olan hakikat, her şeye yakın değil, her şeyle beraberdir. Vücud-ı baht (saf vücud) olmayan şey adem-i mahzdır (mutlak yokluktur}. Şu halde, O'nunla mevcud, O'nsuz madfı.m (yok}, her şeyin gayrısı olan ve hiçbir şeyle irtibatı olmayan şey, nasıl olur da O'nunla bir araya gelebilir? O'nun dışında kalan şeyler, vücud olmayan, madum olan ayandır. Eğer ondan ayrılırlarsa var olamazlar. Her şey O'nunla, O da kendi Zatı sebebiyle mevcuddur. O kendisiyle beraber bir şey olmama tecerrüdü, yani kaydı ile kayıtlanırsa, o za man kendisi ile hiçbir şeyin bulunmadığı Ahad olur. Bu sebeble muhakkik (tahkik ehli olan kişi), "0, hiilii önceden olduğu gibidir'' demiştir. O'nunla beraber bir şey olması bakımından kayıt altına alınırsa, bu takdirde kendisiyle mevcud, kendisi dışındakiyle madfı.m olan kayıtlayıemın ayn'ı olur, (Hakk} onun suretinde tecelli eder ve böylece ona vücud izafe edilir. İzafet kal karsa, o kendi zatında madfı.m olur. Bu (mana, sufilerin} tevhidle alakah olarak ileri sürdükleri manadır: "{Tevhid} iziifetin kaldırılmasıdır. " (Bu söz,} şöyle diyenin sözünü de tasdik eder: "Vücild, Vncib'in hakikatinin aynı, mümkün olan her şcyitı haki katinden ayrıdır. " Çünkü O, her mahiyet ve aynın üzerinde ziyade (fazla} olan bir şeydir. Çünkü mesela siyahın siyahlığı ile, insanın insanlığı hakkında hiçbir şübhe yoktur. Şey, O'nun vücudunun gayrı, vücudsuz olarak da madfı.mdur. (Kaşani, 48;
Cami', 103)
vefa' ( �tJJ ) (vefa bi'l-ahd) * Veftl, kalbin ferdaniyyetle (Allah' ın tekliğiyle ) başbaşa kalması, O'nun ezeli nuru ile vahdaniyyetini müşahede etmekte sebat et mesi, O'nunla beraber yaşamasıdır. (Luma', 302) * Vefö. bi 'l-ahd (sözünde durmak): "{Allah:} 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim ? ' {de diğinde} onlar ceviiben: 'Elbette!' demişlerdi." [Araf, 7/172] ayetinde geçen, (Adem
vefa' bi hıfzı abdi't-tasarruf
1 1 80
oğullarının }, Allah'a verdikleri sözü, "bela {elbette}" diyerek kabUl etmeleri ve {böylece} O'nun rubfıbiyyetini {Rabb olduğunu} ikrar etmelerinden çıkar. İşte buna
"vefa bi'l-ahd" denir. Bu, avfun için, vaade {cennete} rağbet, vaidden {tehdidden, cehennemden) de rehbetle {korkarak} yaptığı ibadettir. Havass için, rağbet ve korkuya kapılmadan ve hiçbir karşılık beklemeden, emri sırf emir olduğu için yerine getirmesi ve kula öğretilen şeylere vefa göstermesi esasına göre yerine getirilen ubfıdiyyettir. Ehass-ı havass içinse, kuvvet ve kudretten yüz çevirerek sevenin kalbine Allah'tan başka sını sakmaması esasına göre yerine getirilen ubfıdettir. l Jbfıdiyyet
{kulluk} abdine vefa göstermenin gereklerinden biri de, noksanlığın
kendinden ortaya çıkıp tekrar kendine döndüğünü görmek ve Rabb'inden başka hiç kimsede kemal görmemektir. (Kaşani, 52; Cami', 104)
vefa' bi hıfzı abdi't-tasarruf ( J�.a:!l
-4�
.l::ı .U:. �'liJ ) * Vefa bi hıfzı ahdi't-tasar
ruf { tasarruf sözünü korumaya vefa göstermek}; sana {Allah tarafından maddi ve manevi} tasarruflar ve adetlerin kaldırılması türünden nimetler ihsan edildiği vakitlerde, ubfıdiyyetini {kulluğunu) ve acizliğini gözden kaçırmamandır. (Kaşani,
53; Cami', 104)
vehhab ( y\AJ ) * Vehhab; verdiğini halis olarak {herhangi bir amaç gütmeksi zini hibe edendir. Vehhab'a yaklaşmak isteyen kişinin yolu, isar {başkaların ken dine terelli etmek} ve igzadır {görmezden gelmek, aldırmamak sabretmektir}. Bu, fetih {kalbin açılması} için gereklidir. Kişiye ilimler böyle açılır. (Ravza, 315)
vehm ( �J ) * Vehim, nefsin sıfatı, aklın perdesi ve kalb güneşini örten şeydir. Vehim perdeleri kalktığı zaman, ilham mertebesinin nurları müşahede edilir. Ve him, senin inniyyetini Hakk'la birlikte gösterir; halkın {yaratılışın} vasfının sayıl masını sana çok gösterir. Vehirn, seni ümidsizliğe düşürür; insanlardan korkınana sebeb olur. Vehirn, zihin karışıklığına sebeb olur. Kemal vasfına mani olur. Vehirn, ancak tenvir {nurlanma, aydınlanma} sebeblerine sarılmakla ve takdir edilene dönmekle ortadan kaldırılır. Dilediğini yapan ve istediğine hükmeden kimse için vehirn, tevhidle ortadan kalkar. Kalb fehm ile aydınlandığında, ondan perde ve vehirn kalkar. (Kavanin, 92)
velayat ( .::.ı i��J ) * Velayat kısmı {makamları} on baba ayrılır. Bunlar {sırasıyla} lahz, vakit, safa, sürur, sırr, nefes, gurbet, gark, gaybet ve temekkündür. (Meniizil,
35) * Velayiit: Lahz, vakit, safa, sürfu, sırr, nefes, gurbet, gark, gaybet ve temekkündür. (Rihle, 207)
velayet-nübüvvet-risalet
velayet-nübüvvet-risalet ( ;ıı�...ıJ
-
ö:Jı;
1 18 1
- �"i) ) { 'adavet; nübüvvet-i teşri'-nü
büvvet-i velaye; nübüvvet-i 'amme; nübüvvet-i beşeriyye; teshir; velayet-i 'amme-velayet-i hassa; velayet-i beşeriyye; velayet-i kübra} * Nübüvvet nurları, O'nun nurundan çıkmıştır. Nfuların aydınlığı da O'nun nil mndan zuhur etmiştir. Nurlar içinde Sahibu'l-harem'in nurundan daha parlağı, daha açık olanı, daha kıdemlisi yoktur. Onun himmeti, tüm himmetlerden önde dir. Varlığı yokluktan, adı kalemden önce. Çünkü bütün ümmetierden önceydi O. Bu niteliklerin sahibinden daha merhametli, daha zarif, daha şerif, daha arif, daha insaflı, daha rauf, daha merhametli, lütufkar hiçbir yerde yoktur. Ne ufuklarda, ne ufukların üstlinde ve ne de altında . . . (Tavtisin, 192) * Velliı;et, lugatte "nusret {yardım}" manasma gelir. Viliiyet şeklinde ise "emirlik" demektir. Her ikisi de "veli" kelimesinin masdarıdır. Hill böyle olunca, bu iki keli menin, "delil" kelimesinin masdan olan "del/ilet ve diliilet" gibi olması gerekir. Yine velayet, rubıibiyyet manasma gelir. Bundan dolayı Allah Teala: "Orada velfh;et, Hakk olan Allah'a aittir." [Kehf, 18/44] buyurmuşhır. Çünkü ancak o zaman kafider ona yönelir ve { taptıkları diğer} mabudlarından uzaklaşıp, O'na dönerler. Velayet, ayrıca "mehabbet" manasma da gelir. Veli kelimesinin ise, 'je'il" vez ninde ism-i mef'ıll manasında bir kelime olması mümkündür. (Hücviri, 254) * Nübüvvet, kudsi nefsin, İlk Akl'ın cevherinden bilginin hakikatlerini kabul et mesi; ristılet ise, bu malılmat ve makulatı {bilinen ve düşünülebilen bu hakikatleri}, istifade etmek isteyen ve kabul edenlere tebliğ etmektir. (Risale, 146) * Nübüvvetin diğer husılsiyetleri, tasavvuf yoluna girmekten meydana gelen zevk ile idrak edilir. Çünkü bunu uyku misaliyle anlamıştın. Bunun misali sende olmasaydı, peygamberi tasdik edemezdin. Peygamberde sende misali bulunmayan ve {bu sebeble} asla anlayamadığın bir husılsiyet varsa, onu nasıl tasdik edebilir sin? Bir şeyi tasdik etmek, ancak onu anladıktan sonra olur. Bu misal, tasavvuf yolunun başlangıcında elde edilebilir. Sende bu misalden doğan miktar kadar bir tür zevk {tatma} ve buna kıyas yoluyla elde edilemeyecek şeyin tasdiki hasıl olur. Bu tek husılsiyet bile, nübüvvetin aslına lınan etmek için sana yeter. (Munkız, 147) * Nübiivvete iman, aklın ötesinde bir vaziyetİn var olduğunu kabul etmektir. O noktada aklın idrak ederneyeceği bazı şeyleri idrak edecek bir göz açılır. Nasıl ki, kulak renkleri, göz sesleri ve bütün hisler {duyular} makuHitı idrak edemiyorsa, göz ile idrak edilenler de akıl ile idrak edilemezler. {Filozofun} böyle bir şeyi caiz görmemesi durumunda, bunun mümkün olduğunu, hatta var olduğunu delllle isbat etmiştik. Eğer mümkün görüyorsa, burada etrafında aklın kabul etme ihti mali bile asla dolaşmayan, bilakis akıl tarafından yalanianan ve muhal olduğuna hükmedilen hususiyet olarak isimlendirilen vaziyetlerin bulunduğunu isbat etmiş olur. (Munkız, 161)
1 1 82
velayet-nübüvvet-risalet
* Velinin mertebelerinin sonu, nebinin mertebelerinin başlangıcıdır.
Nübüvvet {peygamberlik} ile veltiyet arasındaki fark şudur: Nübüvvet, Allah Tea.la'dan gelen kelam ve vahiydir. Onunla beraber Allah'tan gelen bir ravh {kalbde reddedilmesi mümkün olmayan ve sükı1n veren esintiler} bulunur. Allah vahyini ravhla tamamlar. Bunun kabUlü de Allah'tandır, peygamber vahyi bu sa yede kabul eder. Bu kelam ve vahyin tasdik edilmesi şarttır, bunları reddeden kafir olur. Çünkü Allah Teala'nın kelamını reddetmiş olur. Yelayet ise Allah Teala'nın veli olarak seçtiği kişide ilham yoluyla ortaya çıkan hadisidir. Bu da Allah'tan Hakk lisanına göre {inkar edilemez derecede doğru ola rak} gelir, bununla beraber {ravh değil,} sekinet {sükUn ve ferahlık veren, fakat ravh kadar kesinlik arz etmeyen bir rahatlık hali} vardır. Allah o sekineti meczu bun kalbine ilka eder, o da onu kabul eder ve sükı1na erer. Kelam enbiyaya, hadis ise evliyaya aittir. Kelamı reddeden kafir olur, çünkü Allah'a karşı çıkarak, O'nun kelamını ve vahyini inkar etmiştir. Hadisi inkar eden ise kafir olmaz. Ancak zarara düşer ve bu, kendisi için bir vebal olur. Kalbi {derece bakımından} geriler. (Gunye, II, 162)
* Niibüvvet ve veliiyet akıl sınırının üstündedir. Akıl bunlar hakkında ya susar ya da bunları tasdik eder. Akıl, tevhid ve şeriatın rükünlerinden birini yıkacak bir şey getirmemiştir. Onu inkar sahasında dinieyenin cürmü, tasdik etme hususun daki zayıflığından başka bir şey değildir. Bu sıfat ona aittir. Sufi ise, kendisine {bu sıfatıni nisbet edilmesinden uzaktır. (Tedbiriit, 1 17)
* Esrdr-ı guyi'ib {gaybların sırları}, ziihir ve batın olmak üzere iki kısımdır. Zahir olanları, nazar ve tahkik ettikleri takdirde ziihir ehli bilir. Batın olan sırlar ise hiçbir zaman nazarla {teorik bilgiyle} bilinmez. Onları bilmek, ancak ilahi yardıma bağlı dır. İşte bu, nübüvvet ve veliiyet tavrıdır. Bu ikisinin birbirinden ayrı olduğu apaçıktır. Çünkü nebi metbudur {kendisine uyulur}, vell ona tabi olur ve onun kandilinden aydınlık iktihas eder. (Tedbiriit, 208)
* Nübüvvette (peygamberlikte} mutlaka teklif bilgisinin bulunması gereklidir. Muhaddeslerin konuşmalarında toptan ve baştan teklif yoktur. Bu, bir şeriati temsil eden bir peygamber murad edilirse böyledir. Ancak mutlak peygamberliğe erişmiş olan peygamberler kasd edilecek olursa, muhaddesler mutlak peygamberliğin bir parçasıdır. Onun vasıtasıyla vahyedilmiş olan hususlarda şeriat sahibi olmayan peygamber, velilerin başı ve RUh-ı Emin'in {Cebrail'in �1} aracılığı ile şeriatlarını alan peygamberlerin şeriatlarında olmayan ilahi isiınierin gerektirdiği makamları bünyesinde toplayan kimsedir. Muhaddesin hadis {ilham} dışında ve bunun so nucu olarak haller, arneller ve makamlardan başka bir şeyi yoktur. Şu halde her peygamber muhaddestir, fakat her muhaddes peygamber değildir. (Füti'ilıiit, II, 78)
* "Nübüvvet nedir?" {Şudur:}, '"Arşa siihib olan yüksek dereceler'in [Mü'min,
velayet-nübüvvet-risalet
1 1 83
40/15]
kendisini desteklediği bir mertebedir. Kul o mertebetje salih bir ahliikla, lıalkça güzel görülen ve övülen anıellerle yerleşir. Bu anıelleri kalbler tanır, nefsler onları reddetmez, akıllar onları işiiret eder, bu anıeller maksadZara müniisib olur ve hastalıkları giderir. Kullar bu mertebetje varır/arsa, işte bu mertebe, 'arş sahibi yüksek dereceler'den oluşan o mertebetji elde eden herkes için ilahi ve mutlak haber mertebesidir. Eğer Hakk, bu mertebeıje ulaşan kimseıje hilafet ve niyabet nazarıyla bakarsa {onu halife ve niiib olarak görürse}, Ruh-ı Emin {Cebriill �}, Hakk'ın emriyle seçilen halifenin kalbine haberler ilka eder {bırakır}. İşte bu, nübüvvet-i teşrudir {teşru niibüvvettir}. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: 'İşte böyle, sana emrimizden bir ruh olarak vahyettik. ' [Şura, 42/52] 'Kullarından {peıjgamber olarak seçmek suretiyle} dilediğine, emrinden Rüh'la beraber melekleri indirir. ' [Nahl, 16/2] Bu ammedir {umumi niibüvvettir}, çünkü nekre olarak gelmiştir. 'Benden başka ilah olmadığı ve benden sakınmanız gerektiği hususunda sizleri uyarmaları için . ' [Nahl, 1 6/2] Niibüvvet-i hiissa ise teşri nübüvvetidir. 'Kullarından dilediğine emrinden rı'lhu ilka eder. ' [Mü'min, 40/15] '0, dereceleri yiikelten arşın sahibi {olan Allah}, kavuşma günü hususunda uyarması için, kullarından dilediğine emrinden olan Rüh'u ilka eder. Onlar o gün ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir Şet} Allah'tan gizli kalmaz. {Soru/ur:} 'Bugün mülk kimindir ? ' {diye}' Viihid ve Kahhar olan Allah'ındır. ' [Mü'min, 40/15-16] Niibiivet-i teşri {şeriat getirme husılsundaki peygamberlik} umüml bir nübüvvet değildir. 'Senin inziir et men {uyarman} için kalbine onunla beraber Ruh-ı Emin inmiştir. ' [Şuara, 26/193-194] İnziir, ayrılmaz biçimde niibiivvet-i teşri ile irtibatlıdır. Bu tür nübüvvetin, hakkında so rular sorulan ve haberlerde viirid olan ciizleri mevcılddur. Nübüvvet-i amme'nin ciizleri {unsurları, parçaları} ihiita edilemez ve sayılar onları sı n ır/ayıp zabt edemez. Onlar belirli bir vakit/e sınırlı değildir, dünya ve iil1irette diiimidirler. Bu, yolumuzda gidenlerin gafil olduğu bir meseledir. Onların maksadını bilmiyorum. Ya Allah onların bu konuda bilgi sahibi olmasını muvaffak kılmamış ya da onlara bunu lıatır latnıış da, bu bize ulaşmamış olmalıdır. Işin nasıl olduğunu en iyi bilen Allah'tır." Ebu'l-Bedr Temaşiki el-Bağdadi � Babü'l-Ezc tarafındaki üstadlarımızdan Şeyh Beşir'den, o da zamanın imilım Abdülkadir'den naklen, {Şeyh Abdülkadir Geylani'nin} şöyle dediğini anlattı: "Peygamberler topluluğu size lakab olarak verildi ve size verilmeyen bize verildi." "Lakab olarak verildi" yani, umümi nübüvvet insanların ileri gelenleri arasında yürüyor olsa da, nehi ismi bize verilmedi, bu bizden men edildi.
"Size verilmeyen bize verildi" sözüne gelince; bu söz, alimierin Hz. Musa'yı
�.
Hz. Hızır'dan üstün gördüklerini bilmekle beraber o, adaletine, ilimdeki önceliğine ve talebi sebebiyle Hz. Musa Kelimullah'ı bıktırmasına Allah'ın şahid olduğu Hı ' zır ın Wl sözünün manasıdır. Hz. Hızır Hz. Musa'ya � dedi ki: "Ben Allah'ın bana
öğretmiş olduğu, senin bilemediğİn bir bilgiye siihibim ." Bu "Onlara verilmeıJen bize ve rildi" sözünün manasıdır. Burada "enbiya" ile umümi nübüvvet sahibi velilerin ne bilerini kasd etmişse "Allah onlara vermediğini ona verdi" sözünü açıklamış olur.
1184
velayet-nübüvvet-risalet
Çünkü Allah onların bazısını üstün bazısını ise daha az üstün kılmıştır. Bunun gibi şeyler inkar edilemez. (Fütfihtit, II, 89-90)
* VelO.yet, ilahi bir sıfathr. Kul için bir tahalluk değil, bir ahlaktır. İki tarafla {hem Allah, hem de kulla} alakası umfiınidir. Allah'ın umfiıni olarak alakası fark edilmez. Onun taallukunun umfuniliği, bütün varlıklara göre kainatta daha zahir ve açıktır. Şurası bir hakikattir ki velayet, velinin yani yardım eden kişinin yardımıdır. Bu yardım, ya Allah için, ya hamiyyet için veyahut da bir asabiyyet uğruna vaki olur. Işte bu, taallukun umfiınlliğidir. Bu sıfat, ilah için olursa, o zaman taalluku umfuni olur. Bunun gibi, her ilahi sı fatın taallukunun umftmi olması şarttır. Eğer bir sıfatın taalluku umftmi değilse, o sıfat ilahi bir sıfat olamaz. Fakat, velayet sıfatı gibi bazı sıfatlar vardır ki, Allah bunları sadece kullarından mü'minlere ve salihlere mahsus olan hususi bir alaka ile kendine nisbet eder. {Mesela} O yardım eder. Ama O'nun yardımı, yardım gö ren herkes için umftmidir. "Veliiyet" diye ifade edilen ve Allah'ın kendisiyle isim lendiği bu ilahi yardım, onun "Veli" ismidir. Mukayyed olarak gelen {isimlerinin} çoğu {da böyledir}. (Fütfihiit, II, 243-244)
* Veliiyet-i beşeriyye {beşeri velayet} iki kısımdır: Yelayet-i amme ve velayet-i hassa. Birincisi, kainatta bilinen maslahatın verdiği kuvvetle insanların birbirlerini dost ve yardımcı edinmeleridir. Bunlar, bazen yüksekte olanın alçakta olana, bazen de alçakta olanın da yüksekte olana hizmet etmesi şeklinde birbirlerine musahhardırlar. Bunu, aklı olan hiç kimse inkar edemez. Çünkü vakıa böyledir. Makam ve mertebelerin en üstünü padişahın makamıdır. Padişah, reayanın {halkının} işlerine musahhar {onların işlerini yerine getirmekte}, reaya da padişa hın emrine musahhardır {boyun eğmektedir}. Padişahın reayaya musahhar olması insanların emriyle değil, masiahat gereği olur. Reaya da teba olarak ondan istifade eder. Çünkü, kendilerine ait teshlrden faydalanmanın maksadı bunlardır. Reaya nın tcshirinin iki yönü vardır: Birinci yönü şudur: Onlar teshir hususunda padi şahla müşterektirler. Çünkü onları teshire götüren sebeb, kendilerine yönelik olan ortak menfaattir. Bunu aynı şekilde padişah da yapar. Teshirin ikinci yönü ise şudur: Reayanın zorlukta, kolaylıkta, hoş veya hoş ol mayan hususlarda padişahın emrine uyma mecburiyeti bulunm ayan yönüdür. Bu sebeble padişahlara ait olan teshirden ayrılırlar ve her zaman zelll ve perl:şan olur lar. Padişahın onlara ihtiyacı olmakla beraber, onların başları hiçbir zaman yukarı kalkmaz. Bu teshirin umftmi kısmıdır. Tesh'irin husılsi kısmına gelince, bu, "bazı iliihi isimlerin hükümlerini başkaları ye rine mücerred fiilieriyle kabıil etme hususundaki yardım" manasma gelen velayettir. Kendi alemlerinde zuhılr eden ise, isiınierin te'sirlerini kabıli ettikleri için bu vela-
velayet-nübüvvet-risalet
1 1 85
yetten, ilahi hakikatierin menzillerine yerleşirler. Onlar hakkında verilecek hüküm, kendilerinde bulunan istidad sebebiyle isimlere ait olan hüküm gibidir. Hal sahibierindeki bu velayet, makam sahibierindeki zuhurundan umfimi olanlarda daha çok zahirdir. Bu velayetin, husus makamında bulunanlardaki zuhuru da, hal sahibierindeki zuhurundan daha zahirdir. (Fütılhiit, II, 246)
* Nübüvvet, Yüce Allah'ın katında Semi isminin tesbit ettiği bir ilahi sıfattır ve onun hükmünü Hakk' dan istenilen konusunda, kullarına icabet ettiği duadaki ha lin sıfatı olarak tesbit etmiştir. Yine nübüvvet, Allah'tan, kulları hakkında " Yap" veya " Yapma" tarzındaki ilahi bir sıfatla talebde bulunmaktrr. Kullar da "İşittik ve itaat ettik" derler. Hakk Sübhanehu ise "Işittim ve iciibet ettim" buyurur. Cenab-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "Bana duii ettiklerinde duii edenlerin taleblerine karşzlzk veri rim." [Bakara, 2/186] Kulun duasında emir sigası {kipi} "Beni affet", "Bana merhamet et", "Beni bağışla", "Bana yardım et", "Bana hidiiyet ver", "Beni rzzklandzr" gibi ifadelerdir. Kulun duasında nehiy sigası {yasaklama kipi} ise "Kalblerimizi saptırnıa", "Zii limler topluluğunu bize fitne yapma", "Kzyiimet gününde bizi mahzun etme" gibi ifadelerdir. (Fiitılhiit, Il, 249)
* Niibiivvet-i beşeriyye {beşeri nübüvvet} iki kısımdır: Birincisi, Allah'tan kuluna, Allah ile kulu arasında hiçbir meleki rUh olmayan beşeri nübüvvettir. {Bu nübüv vette} kul, gaibden gelen ilahi bilgileri nefsinde bulur. Bu, haram ve helal kılınayla alakah olmayan haberlere dair ilahi bir bilgilendirme, ilahi olanla ilgili fazla bilgi sahibi olma ve zahir alimlerince doğruluğu, Hz. Peygamber'den $ nakille sabit olan meşru bir hükmün tasdiki suretiyle gelen tecelliler şeklinde olur. Bu makam sahibi kimse bunun neticesinde sahili olanın doğruluğunu veya sahih olmayanın da sahili olmadığını bilir; yahut da hakkında zayıf bir nakil bulunmakla birlikte nakilcilerce doğru sayılanın yanlış, yanlış sayılanın da doğru olduğunu bilir. Yine arnelierin neticelerini, saadet {mutluluk} yollarını, zahir ve batındaki teklifierin ve bu teklifierin sınırının hükmünü haber verir. Bütün bunlar, Allah'tan açık bir delil ve kendisindeki ilahi adaletin şahididir. Şu da var ki, ona gönderilen ve uymakla emr olunduğumuz resul ve nebinin getir diğine aykırı bir şeriat üzere olmasına imkan yoktur. Bu makam sahibi kimse ona sahili bir bilgi ve Allah katında sabit kuvvetli delil üzere ona tabi olur. Sonra bu makam sahibi kimse bilgisi bulunmadığı vakitlerde gaybe muttali olur. Fakat bu nun şartı alemdeki sebebierin vaziyetlerini bilmektir. Sebebiere vakıf olan kişi, edeb gereği onun önüne geçmez, sebeblerle beraber ken, sebebiere dayanrr. Bütün bunları bu makam sahibi bilir. Onun ittiba {tabi olma} mertebeleri vardır. O tabidir {uyar}, metbu {uyulan} değildir, mahkfimdur, hakim değildir. Yolunda ilerlerken resul ve imamının {ayak} izini, kum tepesinin içinde bile kaybolması mümkün olmayacak şekilde müşahede etmelidir.
1 186
velayet-nübüvvet-risalet
Tüm bunlar geçmiş ümmetierde mevcuddu. Ancak bu ümmet-i Muhammed'in hükmü, söz konusu ettiğimizdir ve hatta daha fazlasıdır. O da onların, Hz. Muhammed'in $ şeriatının hükmüyle haram ve helal ortaya koymayan ve meşru hükümlerde temeli bulunan, ancak şeriatın hükme ve karara bağladığı iyi bir yol tutmaları ve ona meşruiyetini veren o sünneti takib etmeleridir. İkinci kısım ise, Melik'in önünde bulunan öğrenciler gibi olanlardır. Rfıh-ı Emm kendileri hakkında Allah'tan getirdikleri bir şeıiatla onlara inerler. Onunla ibadette bulunurlar. O, onlara dilediğini haram, dilediğini helal kılar. Onların pey gamberlere uymaları da gerekmez. Bunların hepsi Hz. Muhammed'in $ gelişin den önceydi. Bugün bundan hiçbir eser kalmamıştır. Ancak alimlerden müctehid olanlar bu şeriatı takrir etmekle onlar hakkında hüküm vermişlerdir. Başka bir müctehid haram görse de, helal olduğunu gösteren bir delllle bir şeyi helal kabUl etmişlerdir. Fakat bu ilahi vahiyle ve keşfle olmaz. Hz. Muhammed'in $ şeriatında ittihad hükmünü gerektiren bir şeyi tashih eden keşf sahibi kimse, bugün bu makam sahibi müctehidin mükafatını ve hüküm mertebesini elde edemez. Şeriatta emrin dayandığı ilim onları bundan men eden bir seviyedir. Keşf sahibi kimsede sabit olan husus, müctehidde gerçekleşse dahi bu hüküm batıldır ve ona yasaklanmıştır. Bundan dolayı müctehid sadece mey dana gelen hadiselere fetva verir, hadiselerin takdirine fetva veremez. Bu ancak asıl şari {Allah} için söz konusudur. Çünkü ileride ortaya çıkacak bir durum sebe biyle müctehid vermiş olduğu hadiselerin takdiriyle alakah fetvadan dönmek zo runda kalabilir. Bu sebeble alimler taklidle fetva vermeyı yasaklamışlardır. Kendi zamanıyla alakah vermiş olduğu hükümde taklid ettiği imam bugüne kadar yaşasaydı, vermiş olduğu fetvaya aykırı bir şey ortaya çıkabilir ve bu hü kümden başka bir hükme dönmesi gerekebilirdi. Allah'ın dilli konusunda müctehidden başkasının fetva vermesine geçit yoktur. {Fetva verecek olan kişi,} delilini bilmediği bir imarnın sözüyle değil, Kitab ve Sünnet'ten bir nas ile fetva ve rebilir. (Fütuhdt, II, 251-252)
* Velliyet, umfımi çerçeve ve en büyük dairedir. Velayetin hükümleri arasında; Allah' ın, kulları içerisinden dilediği birini nübüvvete seçmesi yer alır.
Nübüvvet, vetayet hükümlerinden biridir. Allah bazen nebiye risalet verir, risalet de velayet hükümlerindendir. Her resulün nebi, her nebmin de veli olması gerekir. o halde her resul de veli olmalıdır. Risalet, velayette husus} bir makamdır. Melekler arasındaki risalet, hem dün yada, hem de ahirette mümkün olabilir. Çünkü onlar, Hakk'ın dünya ve ahirette kendilerinden başka bazı sınıf ve topluluklar için insanların bir kısmına {gönder diği} elçileridir. İnsanlar arasındaki risalet ise sadece dünyaya ait olup, ahirette ge çerli değildir. Bunun gibi, ahirette cennet ya da cehenneme girildikten sonra sadece teşri nübüvveti kesilir, umfımi nübüvvet ise devam eder.
veHiyet-nübüvvet-risalet
1 1 87
RisiHetin aslı ilalll isimlerdedir. Hakikati ise, konuşanın sözünün dinleyene ulaştırılmasından ibarettir. Bu da, tebliğ sona erdikten sonra, makam ya da beka olmayan bir haldir ve {insanlar ihtiyaç duydukça zaman zaman) yenilenir. (Fütii hiit, Il, 253-254)
* Veliiyet, kulun nefsinden fan1 olduğu sırada Hakk'la kaim olmasıdır. Bu hal, Allah'ın O'nu dost edinerek, kurb ve temekkün makamının zirvesine ulaştırma sıyla mümkün olur. (Kaşani, 74; Cii.mi', 104)
•• Nübüvvet, Hakk'ın Zat'ı, isimleri, sıfatları ve hükümlerinden oluşan ilahi haklkatlerden haber vermektir. İki kısma ayrılır: Tarifi nübüvvet, teşrlı nübüvvet. İlki Zat, sıfat ve isirolerin marileti hakkında haber vermek; ikincisi ise, bütün bun larla beraber, hükümleri tebliğ etmek, ahlakı terbiye etmek, hikmeti öğretmek ve siyaseti ayakta tutmaktır. Bu {ikinci kısım nübüvvet), risıllete mahsustur. (Kaşani,
94; Cii.mi', 101) * Veliiyet, adiivetin zıddıdır. Veliiyetİn aslı mehabbet ve kurbdur {yakınlaşma dır). Adavetin aslı buğz ve uzaklaşmadır. Denilmiştir ki "Veli, taatlarla dostluğun dan, yani onlara uymasından dolayı 'veti' diye isimlendirilmiştir." İlki daha doğrudur. Vell, karib {yakın ya da yaklaşan} anlamındadır. " {Bu buna yaklaşıyor manasında} hazfi yeli hiiza" denir. Yani "{Bu ona yaklaşıyor manasında} yukarribü minh." Hz. Peygamber'in � {İbn Abbas'tan nakledileni şu sözü de böyledir: "Mzriis paylarını sahibierine veriniz. Bu paylardan geri kalan herhangi bir şey de baba tarafından en yakın olan erkek kişiye aittir" [Buhar!, Feraiz, 5]. Yani ölüye en yakın erkeğe. "Er kek" lafzı da onu te'kid eder. Bu müzekkerliğe has bir hükmü ifade eder. Bunda müzekker ve müennes {erkeklik ve dişilik} ortak değildir. Allah'ın velisi, sevdiği, razı olduğu, buğzettiği, kızdığı, emrettiği ve nehyettiği konularda O'na muvafık olduğunda, O'nun velisine düşman olan O'na da düşman olur. Nitekim Allah şöyle buyurur: "Benim de sizin de diişmanlarınız olanları kendilerine sevgi gösterdiğiniz
ve/ller edinmeyin." [Mümtehine, 60/1 ] Allah'ın velilerine düşmanlık eden, Allah'a düşmanlık etmiştir. Kim O'na düşmanlık ederse, O'na harb ilan etmiş olur. (Fur kiin, 6) * İbn Arabi, şu mea1de bir şiir nakletmiştir:
Berzahtadır makamı nübüvvetin Resul'ün ötesinde berisinde velinin (Furkiin, 74) * Ve/ayet, mukaddes mertebesine viisıl olan kuluna, Allah'ın, -peygamberine yaptığı hıfz, tevfik, temkin, istihlaf, ve tasrif gibi pek çok şeyle- yardım etmesidir. Veli, birçok hususta peygambere denktir. Bunlar arasında, kesbi yolla {öğren mekle} elde edilmeyen ilim, harikulade işler türünden olan beden ve organlada
velayet-nübüvvet-risalet
1 1 88
gayret göstermeksizin fiil ortaya koyma gibi alemdeki {sıradan} bedenierin yapa ınayacağı hususlar yer alır. (Ravza, 519)
* Kurbet yedi rükün üzerine bina edilmiştir. Bu yedi rükün şunlardır: İslam, iman, salah, ihsan, şehadet, sıddikiyyet ve yedinci rükün olarak da ve/ayet-i kiibra. Velayet-i kübranın dört hazret makamı vardır: Birinci hazret makamı, girenin emin olduğu Makam-ı İbrahlın olan hullet ınakamıdır. İkinci hazret makamı, hubb {sevgi} ınakamıdır. O ınakaında Hz. Peygamber � için "Habibııllah {Allah'zn sevgilisi}" adını taşıyan bir elbise ortaya çıkmıştır. Uçüncü hazret makamı, hitam ınakaınıdır. Orası haınd sancağının yükseldiği Makam-ı Muhammed!'dir. Dördüncü hazret makamı, ubudiyyet ınakaınıdır. O ınakamda Allah, kuluna
"kul" adı vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Kulunu gecenin bir vaktinde yürüten Rabb'in şanı ne kadar yücedir." [İsra, 17/1] Hz. Peygamber o ınakaında peygamber olmuş ve alemiere rahmet olması için ınahlukata gönderilmiştir. (İnsan, n, 85) * Ve/ayet; kul ile Rabb'i arasında husus! bir durumun adıdır. Nübiivvet-i velciyet {velayet nübüvveti}, velide, Hakk ile halk arasındaki ortak bir durumun adıdır. Niibüvvet-i teşri {teşrlı nübüvvet} ise ibadetleri hususunda kendi başına hiç kimseye ihtiyaç duymaksızın istiklal {hür ve bağımsız olma} durumunun adıdır.
Ris[i/et, kul ile diğer halk arasındaki durumun adıdır. Bundan anlaşılıyor ki, nebmin velayeti, nübüvvetinden mutlak olarak daha fazlletlidir. Onun nübüvvet-i velayeti, nübüvvet-i teşriinden daha fazlletlidir. Nübüvvet-i teşri ise, onun risaletinden daha fazlletlidir. Çünkü nübüvvet-i teşri kendisine, risalet ise kendisi dışındakilere aittir ve uınfıınidir. Kendisine ait olan ibadetler ise, başkasını başkasına ait olanlardan daha faziletlidir. (İnstin, II, 86)
* Şeyh İbn Arabi buyurmuştur ki: " . . . Teslıir {boyun eğdirnıe} iki kısma ayrılır:
Musalılıirin nıuriidı olan teslıir, emri altında olan şalısı {kendisine} ranı etme husılsunda Jı[ikinıiyet siihibi olmasıdır. İns[iniyyet salıasında bunun m is[i/i olarak, efendinin kölesine Jı[ikinıiyyeti ve sıtltanın teb[isını emir altında tutması gösterilebilir. Bu ikinci mis[//, ins[iniyyet sahasına enıs[i/ gösterilirse, sultan tebasını {aralarındaki} mertebe farkından do layı emri altında tutmaktadır . . " Yani sultan tebasını hakiıniyyeti altına almıştır. .
" . . . Diğer teshir ise Jı[i/ ile teslıirdir. Reayanın, korun up kollanması, düşmanlanyla sa vaşı/ması, can ve mallarının mu/ı[ifaza edi/nıesi işlerini yürüten hükümdar/arına hiikmet meleridir. İşte . . . " zikredilen " . . . bu {teslıir}, bütünüyle reiiy[idan kaynaklanan /ı[il yoluyla teshirılir. Onlar, bununla hükümdarlarını hükümleri alhna almış olurlar. İşte bu da . . . " yani bu teshir de, " . . hakikate göre nıertebe teslıiri olarak adlandırılır. . . " Zahire göre ise hal ile teshirdir. " . . . Mertebe ona hüknıetnıiştir . . . " Yani reayanın ınertebesi hüküm.
clara hükınetıniştir.
velayet-nübüvvet-risalet
1 1 89
" . . . Hükümdarlar arasında bunun {bu hiikmiin) yoluyla kendi nefsi için çalışanlar var dır . . . " Bunlar, mevcud halde tebalarının itaat etmesinin mertebesini anlayamamış lardır. " . . . {Hükümdarlarznın) aralarında durumu anlayanlar, tebfilannın boı; un eğdikleri mertebeı;i anlamışlar, aniann değer ve lıaklarznı da gözetmişler, böylece Allalı da onlara ecir vermiştir. . . " Yani Allah bilen ve bildiğiyle amel eden bu hükümdarlara ihsanda bulunmuştur. . . . Hangi durumda bulunuyarsa onunla alfikalı olarak alimierin ecri de buna göredir . . . " Bu, ilim ve arnele göredir. " . . . Bunun . . . " yani bu arnelin . . . misli olan ecir, Allah'ın kullannın işlerini yürütmesi hususunda Allah'a aittir. . . " Bu hüküm "
"
dar Allah'ın hallfesi gibidir ve {tebasının) ihtiyaçlarını karşılama konusunda O'nun makamında bulunur. Bu arnelin ecri Allah'a aittir.
" . . . A lim bütün gücüyle hill ile nıusalıhirdir {boyun eğdirir) . . . " burada ism-i fail ola rak kullanılmıştır " . . . {teshirin, yani boyun eğdinnenin) kendisine hamledilmesi mümkün olmayan ise nıusahhardır {boyun eğdirilendir) . . . " Şeriat ehline göre bu {musahhar) is minin Allah'a verilmesi imkansızdır. Hakikat ehline göreyse, mananın varlığı mücerreddir {soyutturl, bu manadaki ismin Allah'a verilmesi mümkündür. Bu tür bir teshirin kendisiyle kulları arasında mümkün olduğu konusunda . . . Allah buyurmuştur ki: 'O Jıer an yeni bir iştedir' [Rahman, 55/29]" {Burada kasd edilen} kullarının işleridir. (Sofyavi, 377) "
* Şunun bilinmesi gerekir: Sekriyı;et hükümlerinden {sekr haline ait hükümler den} olan her şey velayet makamındandır. Salıv hükümlerinden olan her şey de nü büvvet m akamına bağlıdır. Salat ve selam üzerlerine olsun, peygamberlere uyma hususundaki en mükemmel velilerin, tabilyyet yoluyla ve sahv vasıtasıyla bu ma kamdan nas'ibleri vardır. Bistamiler sekri sahvdan üstün tutarlar. Bu sebeble, { şatalıfitından birinde) Ebu Yezid Bistamiks demiştir ki: "Benim sancağını, Muhammed'in sancağından daha yüksek
tir." {0, bu sözünde, } kendi sancağıyla velayet sancağını, Hz. Muhammed'in san cağıyla da nübüvvet sancağını kasd etmiş, sekre dönük olan velayet sancağını, sahva dönük olan nübüvvet sancağına tercih etmiştir. Bazı sufilerin, velayetin nü büvvetten üstün olduğu görüşü bu kabildendir. Bunun böyle olması, onların vela yeti Hakk'a, nübüvveti ise halka müteveccih görmelerinden dolayıdır. Hakk'a müteveccih olan bir şeyin, halka müteveccih olan bir şeyden daha üstün olduğu hususunda hiçbir şübhe yoktur. Bazı sufiler, bu sözdeki tevclhle alakah olarak demişlerdir ki: "Peı;gamberin velfiyeti nübiivvetinden daha üstündür." Bu faklre göre, buna benzer sözler doğru ol m aktan uzaktır. Çünkü nübüvvetteki teveccüh sadece halka doğru değildir. Ak sine bu teveccühle beraber aynı zamanda Hakk'a doğrudur. Çünkü onların batın ları Hakk ile, zahirieri ise halk ile beraberdir. Teveccühü sadece halka doğru olan lar ise {Hakk'a) yüz çevirmekte ve sırtlarını dönmektedirler. Salat ve selam üzerle-
1 1 90
velayet-nübüvvet-risalet
rine olsun peygamberler, bütün mevcudattan daha üstündürler. En üstün devletler onlara mahsustur. Yelayet nübüvvetin bir parçası olup, nübüvvete dahildir. Nü büvvet her bakımdan velayeti içine alır. Nübüvvetin velayetten üstün olduğu hususunda hiçbir şübhe yoktur. Bu hu susta peygamberin velayetiyle, başkasının velayeti arasında hiçbir fark yoktur. Şu halde, sahv hali sekr halinden daha çok tercihe şayandır. Sekr, sahvın muhtevasına dahildir. Bunun gibi, velayet de nübüvvet içinde yer alır. Sahv hali, avama ait olan sekr halinden halidir. Dolayısıyla burada söz konusu olan sekrin dışında kalır ve bu sebeble bunun üzerinde durulmasının bir manası da yoktur. Sekri içine alan sahv, elbette ki sekrden daha üstündür. Şu halde, kaynağı nübüvvet olan şer'! ilimierin tamamı, sahvın kemalinden neş'et etmiştir. Dolayısıyla şeriata muhalif olan şey sekr halinden gelir. Sekr sahibi mazurdur ve taklid edilmeye müstehak değildir lkendisine uyulmaz}. Asıl dört elle sarılmayı gerektiren, sekr halinin ilimleri değil, sahv makamlarını ilimleridir. (MektUbat, I, 101) * Tevhid-i vüci'tdi'yi ilk olarak açıkça ortaya koyan Muhyiddm b. Arabi'dir. Daha önce gelen meşayıhın ibiirelerini, tevhzdi anlatıp ittihaddan haber vermiş ol salar bile, bunları tevhid-i şuhi'tdlye haml etmek mümkündür. Hakk' dan .\ılt. başka hiçbir şey görülmediği için bazıları {şatahiit cümlesinden olmak üzere} "Mii fi cübbetl sivallah {Cübbemin içide Allah'tan başka hiçbir şeı; yoktur}", bazıları "Sübhiini ınii iizame şiinf {Kendimi tesbih ederim, benim şiinım ne yücedir}", bazısı da "Leyse fi'd-diiri gayri {Evde benden başka hiç kimse yoktur}" demişlerdir. Bütün bunlar rü'yet-i Vahid {Vahid olan Allah'ı görmek} dalından toplanan çiçeklerdir. Bunlarda Viihid'le ala kah olarak tevhid-i vücudiye deıalet eden hiçbir şey yoktur. Vahdet-i vüci'td mesele sini bablara, fasıliara ve daha alt başlıklara ayıran, onu sarf ve nahiv ilimleri gibi tedvm eden Şeyh Muhyidaın b. Arabi' dir. Hatta o, bu bahisler arasında bulunan bazı çetrefilli milrifetleri kendisine tahsis etmiş ve şöyle demiştir: "Hiitem-i nübüvvet, bazı ilim ve milrifetleri hiitem-i veliiyetten alır " O, hatem-i velayet-i Muhammediyye ile kendisini kasd etmektedir. Şarihler, bu cümlenin açıklanması sadedinde şöyle demişlerdir: "Sultan hazinediirından bir şeı; alsa ondan ne eksilir?" HüHisa fenii ve bekanın husule gelmesinde ve veliiyet-i sugrii ile veliiyet-i kübriinın elde edilmesinde tevhid-i vücudiye ihtiyaç yoktur. Aksine fenanın tahkiki sıra sında masivilnın IAllah dışındaki her şeyin} unutulmasının mümkün olması için gereken şey tevhid-i şuhudidir. Üstelik, salikin bidayetten nihayete süluk edip de kendisinde tevhid-i vücudi ilim ve marifetlerinden hiçbirinin asla zuhur etmemesi, bilakis bu ilimleri irıkar edecek noktaya gelmesi bile imkan dahilindedir. Bu fakire göre de, süluku, bu milrifetler zuhur etmeksizin mümkün olan kişi nin yolu, bu marifetlerin zuhuruyla süluk eden kişinin yolundan daha kısadır. Yine bu lşuhudi} yolun çoğu salikieri matluba ulaşırken, bu yolun dışında kalan
velayet-nübüvvet-risalet
1 1 91
yolların çoğu salikieri de yolda kalırlar. Bunlar, denizden bir damla görürler, asıl yerine gölgeyle birleşme vehmine düşerler, böylece bu vuslattan mahrlım kalırlar. Ben de bu manayı çeşitli tecrübelerle anladım. Doğruyu ilham eden Allah'tır �. Bu faki:rin de seyri her ne kadar ikinci yoldan olmuş ve tevhid-i vücıldi ilim ve marifetlerinin zuhılra gelmelerinden bol miktarda haz almışsa da, haline Hakk'ın � inayeti şamil olduğundan ve seyri de mahbılbi seyir olduğundan, O'nun yardım ve infiyetiyle bu yolun vadi ve çöllerini geçti, gölgeler mertebelerini aştı ve yine Allah Teala'nın tevfik ve yardımıyla asla ulaştı. Ancak {kendisi irşada ehil olup da}, irşad arayanlara muamelesi vakl olunca, diğer yolun vuslata daha yakın ve elde edilmesinin daha kolay olduğunu gördü. "Bizi bu hidii.yete ulaştıran Allah 'a hamd olsun! Eğer O 'nun hidii.yeti omasaydı, biz bu yolu bulamazdık. Rabb'imizin resulleri hakkı getirmişlerdir." [Araf, 7/43] (MektUbii.t, I, 287) * Tenbih: Yapılan tahkıkten anlaşılmıştır ki mevcıldiH, her ne kadar müteaddid ve O'ndan başka her şey mevcıld ise de, fena ve bekanın tahakkuk etınesi, velayet-i sugra ve velayet-i kübranın elde edilmesi mümkündür.
Fena, sivanın {Allah'tan başka her şeyin} yok sayılıp, kökten ortadan kaldırıl ması değil, unutulmasıdır. Fenanın gereği, masivanm yok olması ve bir hiç mesa besine indirilmesi değil, kaybolmuş görülmesidir. Bu kelam zahir olmakla beraber, havassın pek çoğundan gizli kalmıştır. Peki aviima ne demeli? Çünkü onlar, tevhfd i şuhi'ıdzyı tevhzd-i vii cfıdfnın aynı sanarak, vahdet-i vüci'ıd marifetini tarikatın şartı haline getirmişlerdir. Bunun nihayetinde, vücudun çokluğu görüşüne inananları da hem sapmış, hem de saptırıcı olarak kabıli etınişlerdir. Hatta bunların büyük bir çoğunluğu, Hakk'ın � marifetinin, tevhid-i vücıldiye münhasır olduğunu düşün müşler ve vahdeti kesret aynalarında müşahede etınenin, bu husılstaki kemalattan geldiğini sanmışlardır. (Mekti'ıbiit, I, 288) •• Velii.yet-i amme {umılmi velayet): Allah'ın $ hukukuna riayet eden, O'nun razı olduğu şeyleri yapan, razı olmadığı şeyleri terkeden mü'min kulların velaye tidir.
Riibıt: Velayet, bid'ata sapmaksızın ittiba {uymak) ile irtibatlıdır. İktidadan {ittibadan, Resıll'e uymaktan} uzaklaşan kişinin ihtidası {hidayeti} yoktur {ne ken disi hidayete ermiştir, ne de başkasını hidayete erdirebilir} . Ziibit: İstikameti sebebiyle kendisinden keramet zuhılr eden kimse, safidir {saflaşmıştır} ve velldir. İbadeti olmadığı halde kendisinden harikulade işler zuhılr eden kimse ise, azgın bir şeytandır. Riibıt: Takva hidayetin şiarı, zikir ise velayetin menşılrudur. Zikir ve takvadan mahrılm kalan kimse, heva {nefsani arzuların peşine takılmış) ve {kuru bir} iddia siliibidir. (Kavii.nln, 49)
1 1 92
velliyet-nübüvvet-rislilet
* Ve/ayet-i hassa: Kenz tılsımının açılması : İnsani tılsımın harflerini al, ondan rfi hanl ismi çıkar. Onu tevfikinle vefk yap. Yolunda onunla hicablan. Kapıya gelip, eşikte durduğunda, manileri kaldırmaya gayret et. Yol kesenierin şerrinden {Al lah'a} sığın. Müvekkeli ancak en güzel isimleriyle zikret. Maksadına erişene kadar azminden gafil olma. Varid için tütsüne güzel kokular takdlın et. Müsait olan yar dımın gelmesi halinde, sana fırsat verirse, fethinden, lütuf ve müsamahasından, eşyaya koşup onlardan mal almasına dikkat et. Çünkü bu, hal ve meal sırasında tehlikelidir. Maksactın {mülk değil,} Melik'ten başka bir şey olmasın. Seyr esna sında mührünün sırrını verirse, her hayrı elde ettin demektir. İşte orada hizmet ar zusunun yayılması, avam ve havass arasında mümkün olur. O zaman gayretsiz ve kendini helak etmeden mülk sahibi olmak kolaylaşır.
Bilnıecedeki muammanın hal/i {çözümü}: Gizli olan sır, korunmuş velidir. O irade sa:Iıiblerini, saadet kimyasıyla zengin kılar. Kenz tılsımının açılması: Hakk'ın � velisine bahşettiği veHiyet-i hassanın haki kati; husı1Sı inayet, ezen riayet ve kendisi üzerinde ebediyyette zuhfir eden ezen mehabbettir. Süslü ve nakzşlı bir elbise üzerindeki yama gibidir Velinin üzerinde görünen indyet eserleri Bu vasıf, Süryanl ve İbrani sahifeleri içine alan rabbam sırlar hazillesinin tılsı mının anahtarıdır.
Bilmecedeki muammanın ha/li: Allah'ın sevgili veli kulu, gaybın ve sırlar hazinesinin bekçisi, faaliyette olan şerefli kadir gecesidir. Cevab, isim ve faal harf tir. Ondan keramet, harikulade işler zahir olursa sakın şaşma. Çünkü o, Allah'ta baki olmuş, fiili de Mevla'sının fiili haline gelmiştir. Hepsi adettendir bizdeki emrinin tamanız O 'nun Bize göre harikuldde hiçbir şey yoktur kdiniitta Kenz tılsımının açılması: Allah'ın seçkin velisi, Zat mertebesine girince, sıfatıarın hakikatı ona açılır, isimterin ve diğer tecelliyatın manalarını müşa:Iıede eder, orada hiçbir gözün göremediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiç kimsenin hayal bile ede rneyeceği şeyleri görür. Bilnıecedeki nıuammiinın halli: İksir, ey üstadlar; Allah'ın büyük vensidir. Bu mertebeye eren kul, O'nun yolunda gınayı {ihtiyaçsızlık durumunu} elde eder. Yorgunluk ve bıkkınlıktan kurtulur. Kenz tılsımının açılması: Bir arifi irşad postuna oturmuş, hal ya da kal diliyle in sanları davet ederken görürsen ey talib, taleblerini yerine getirmesi için zaman kaybetmeden hemen ona koş! Bilmecedeki muammiinın lıalli: Düşün heca harflerini elif şeklinde bulduğunu ve
veHiyet-nübüvvet-risalet
1 1 93
tasavvur et inkişaf etmeleri için bütün mertebelerinin umfuni olduğunu {bütün harflerin, Allah'ın isminin ilk harfi olan elif şeklinden neşet ettiğini, ondan doğdu ğunu}. İşte kamil veli de böyledir. Bütün tavırları inkişaf ettirmek için, tavırdan tavıra girer durur. (Kaviinln, 51)
* Makanı-z velayet {ve1.3.yet makamı}, Allah'tan Allah'la almaktır. Yani ey Allah'ı tanıyan kişi, veliiyet-i hii.ssa, velii.yet-i ii.nınıenin aşağısındadır. Bu hakikatler, resul lerde bulunur. Sen ehl-i tarikin sözlerindeki hakikati inceden ineeye anlamaya bak. Onların velayetin, nübüvvet ve risaletten üstün olduğuna inandıklarını zannetme. Onları bu tür itikadlardan tenzih et. Çünkü bu, hatalı bir görüştür.
Bilnıecedeki nıuanınıiinın halli: Bir arif şöyle demiştir: "Veli öyle bir nıertebeı;e varır ki, teklif külfeti üzerinden kalkar." Biz deriz ki: "Veli ilk önce yorulnıa külfetini bulur. Vuslata erdiğinde, Allah Resi'ılü 'nün $ Hz. Bilii/'e 'Ey Biliil, bizi rahatlat' dediği kabilden bir rahatlık ve neşe teklifi bulur. Si'ıfilerin nıaksadz budur." Kenz tılsımının açılması: Bir arif şöyle demiştir: "Rubi'ıbiyyetin öyle bir sırrı vardır ki, zuhiır edecek olsa, onun nıirıı şeriatın nCırunu te'slrsiz hiile getirir. " Bu sırla kasd edilen şey, yaratmak ve icad etmek fiilierinin hepsini iliata eden sırdır. Hatta her itaatkar kula ait şeriatın dayanağı olan, "kesb-i mutii {itaat edilen gayret}" manasın daki hususlar da buna dahildir. (Kavii.nln, 54)
•• Veliiıjet, Hakk'ın kulunu sevmesidir. (Ciimi', 55) * VeiCiyet üç kısırndır: Avaının velayeti adiiveti {düşmanlığı} bırakmak, havassın velayeti mehabbetle donanmak ehass-ı havassın velayeti ise velayetle ıstıfadır {velayet yoluyla tamamen saf hale gelmek ve bu hususta seçkin bir kişi olmaktır}. ( Ciimi', 62) * Velii.yet-i kübrii. {en büyük velayet}; Allah Teala'nın Zat'ının şuılnları {fiilleri} ile isim ve sıfatlarının dairesinin seyrinden ibarettir. Bil ki salike, tevhidin sırlarıyla maiyyet {Allah'la beraberlik} sırrı varid olduğunda {geldiğinde} vicdanında, Arş-ı Mecid'den hatta, onun üzerinden yere kadar kendisini ve mümkünatın {sonradan var olmuş varlıkların} bütün zerrelerini iliata eden bir nur görür. Bu nurun rengi, renk kabul etmeyen cinsten olduğu için siyah demek münasib olur. Böylece "Allah Ama'da idi" sözünün doğruluğuna delil olur. O nurun, ufuktan bir güneş gibi doğ duğunu, Allah Teala'nın Zat'ı olduğunu zannettiği bu nuru yok ettiğini ve ondan hiçbir eser bırakmadığını görmüştür. Ve yine bu siyah nurun içinde kaybolmuş ken, mümkünatın vücudunun zuhura yöneldiğini görür. Tıpkı güneşin ışığının pa rıltıları içinde yıldızların mevcud olmaları gibi Fakat, kalbi seferde mümkünün mevcudiyetiyle vacibin arasını ayırdedecek göz keskinliği olmadığı için, buna "ittihii.d" ismi veriliyordu. Peygamberlerin velayeti, sahv ve intibah makamı olan velayet-i kübra seyrinde bir inayet olarak kendilerine keskin nazar verildiğinde, mümkünatın vücudunu el bette sabit ve yerleşmiş olarak görür. Ancak eşyayı, onlar madfunken, ilahi vücu-
1 1 94
ve leh
dun {varlığın} eseri olarak ortaya çıkan, O'nun var ettiği bir gölge olarak bulur.
(Canıı 66)
* Velayet, Hz. Peygamber'in $ nurlarından bir nurdur. Yelayet nübüvvet mertebesinden aşağıda bulunduğu, ilhfunın vahyin altında
mertebesinin, olduğu husu
sunda ittifak edilmiştir. Şübhesiz ki Allah, nübüvvetten sonra vahiy kapısını kapa tıp, kullarına bir rahmet olarak ilham kapısını açmıştır. Meded-i ilahi, insanların gaflet ve şehvetlere gark olmaları sebebiyle tezkir {hatırlatma}, tecdid {yenilenme} ve te'kide {destek, tekrarlama} devamlı ihtiyaçları olduğu için, hiçbir zaman kesil meyecektir. Tezkir ve tenblh, nefsleri aslına ve cevherine döndürmek içindir. Şu halde veli, asla yeni bir şeriat getirmez. Ancak Allah'ın Kitabı'na ve Resul'ün Sünneti'ne yeni bir anlayış getirir.
$
(Rihle, 95)
* Veliiyet insanda, ateşin gizli olması gibi gizlidir. Bu kiminde dünyada zahir, ahirette gizli olur; kimindeyse dünyada gizli, ahirette zahir olur. Kiminde de hem dünyada, hem de ahirette zahir olabilir.
(Nefehat, 128)
veleh ( o�lJ ) * Veleh, veedin aşırılığıdır. (Istıliih, 534) * Veleh: Arablar, sevgilisini kaybeden aşık, aklını kaybettiğinde "Velehe'r-raciil, yelihii fehüve viilihün" derler. Sıhah' ta ise veleh, veedin şiddetinden dolayı aklın kay bedilmesi ve şaşkınlık olarak tarıf edilmiştir. (Ravza, 347)
veli-nebi-resul ( JJ"" J
-
�
-
JJ ) {'abd-i resUl; 'alamat-ı evliyaullah; 'ala
met-i veli; basitan-ı eyd/basıti eydihim; derece-i nebi; enbiya'; evliya'ullah; ev liya-yı şeytan; hilafet-i ulü'l-ıstıfa; hilafet-i nübüvvet; hilafet-i risalet; hilafet-i 'uli'l-'azm; latife-i riihaniyye; makam-ı enbiya'; makam-ı rusül; menazil-i ev liya'; mukallid; müctehid; veliyyullah} * (Evliyaullahın alametleri), kalbin nefret, aldatma, hainlik, hased, kin, kibir, hırs, açgözlülük, hilekarlık, nifak, riya ve benzer kötü hasJetlerden salim olmasıdır. Bu kötü hasJetler ancak, dünyaya rağbet eden, bağlanan ve dünya için iki büklüm olan kişilerin kalbierinde bulunur. Ayrıca şunlar da onların {evliyaullahın) sıfatla rındandır: Rahmet ve acıma, elemleri hisseden her canlıya rikkat-i kalb {kalb ince liği} . Şunlar d a onların hasletlerindendir: Naslhat, şefkat, yumuşak davranma, insanları idare etme {onların eziyetlerine katlanma}, lütufkar olma, kendisiyle teş rik-i mesai hillinde olan herkese sevgi. Evliyaullahın ve Allah'ın ihlaslı kullarını diğer insanlardan ayıran en değerli sıfatlarından biri de, meleklerin hakikatini ve onların nasıl ilham ettiklerini bilmeleridir. (İhvan, I,
362)
veli-nebi-resôl
1 1 95
. .. Şunlar da evliyaullahın alametlerinden ve salih kulların sıfatlarındandır: Hem meclislerde hem de halvet halinde Allah'tan başkasını zikretmezler, ancak O'nWl yaptıklarını tefekkür ederler, sadece O'nWl ilisanının çeşitliliğine, nimetlendirişinin büyüklüğüne, nimetlerinin güzelliğine bakarlar. Ancak Allah için amel ederler, sadece O'na hizmet ederler, ancak O'nu arzularlar, sadece O'ndan ümid ederler, ancak O'ndan isterler, O'ndan başkasından korkmazlar. Onlar, Allah'tan korktukları için endişeli olurlar. Bütün billlların tamamı, Rabb'leri hakkındaki görüşlerinin doğruluğu, itikadlarının tahakkuk etmiş olması ve hakikata Allah'tan başka hiç kimsenin kadir olamayacağına dair hasiretlerinin şiddeti sebebiyle onlara bahşedilir. Bu doğru itikad, sağlam ve güzel görüş, Rabb'leri hakkındaki marifetlerinin doğruluğu ve O'nWl hakkındaki bilgilerinin yakine ermesinin sonucudur. Onlar tüm tasarruflarında Rabb'lerini gerçek bir görüşle görür ve her halle rinde O'nu müşahede ederler. Sadece O'nu işitir, sadece O'na bakarlar. Hakikatte O'ndan başkasını görmezler. BWldan dolayı halkı bırakıp onlardan uzaklaşarak Halık ile meşgul olurlar. MerbO.b ile değil, Rabb ile; masnO. !yaratılmış} ile değil Sani !Yaratan} ile; sebeb ile değil, Müsebbib lsebeblerin Sahibi} ile ilgilenirler. On lara göre mekanlar ve zamanlar birdir. O'nWl ha.Kıkatini gördüklerinde ağyar IO'ndan başka her şey} onların gözünden silinir; şübheyi terkedip yakini elde ederler. Dine karşılık dünyayı satarlar. Yorgunluk ve sıkıntı neticesinde selarneti kazanırlar. Dünyada emin olarak yaşar, ondan salim olarak göç eder, ahirete ga nimetlerle ulaşırlar. Çünkü onlar dünyada muhsin idiler, muhsinlerin yürüdüğü yolda ilerlediler. (İhvan, I, 375)
* Rivayete göre adamın biri Ebu Yezid'e: "Beni Rabb'ime yaklaştıracak bir amel göster" diye sormuş, Ebu Yezid onun bu sorusilila şöyle cevab vermişti: "Sen Allah dostlarını sev ki onlar da seni sevsinler. Çünkü Allah Teala günde yetmiş defa dostlarının kalbine nazar eder. Bakarsın dostWlWl kalbinde senin ismine de bakar ve seni bağışlar." (Şatahat, 76) * Ebu Musa l Eş' ari} şöyle demiştir: "Hz. Peıjgamber $ yün elbise giyinir, nıerkebe biner ve zayıfların davetlerine gelirdi." (Ta'arruf, 7) * Velinin iki manası vardır: Birincisi; veli "fe'il" vezninde ve meffı.l !edilgen} m anasındadır. Veli, Allah Teala'nın işlerini görmeyi uhdesine aldığı kimsedir. Ni tekim Cenab-ı Hak: . . . çünkü salih kişilerin işlerini O deruhte etmiştir {0, onların koru yucusudur}." lArM, 7/196] buyurmuştur. O, velisini bir an bile kendi haline bırak maz. Aksine onun işlerini görmeyi ve gözetmeyi kendisi üstlenir. "
Ikincisi veli; "fe'll" vezninde ism-i failin mübiHağa sigasıdır. Veli, Allah'a ibadet
ve taat işini üstlenen kimsedir. Velinin ibadeti, araya bir isyan girmeksizin aralıksız devarn eder. Velinin !hakiki manada} veli olabilmesi için, bu iki manadaki velilik
1 1 96
veli-nebl-resili
vasfına sahib olması, son haddine varıncaya kadar ve en mükemmel bir şekilde Allah Teala'nın haklarına riayet etmesi, Allah'ın da gerek emniyette gerekse sıkın tıda sürekli olarak velisini koruması lazımdır. Velinin mahffiz {hata ve günahtan korunmuş} olması şarttır. Nitekim peygamberlerin de maslım olmaları şarttır. Şu halde, şeriata karşı çıkan kimse {veli değil ancak} aldanmış ve kanmıştır. (Kuşeyri, 127)
•• Velinin iki manasının olduğu söylenmiştir: Birincisi; alim, kadir vb. gibi ''fe'il" vezninde ism-i failin mübalağa sigasıdır. "Ara vermeksizin masıyı;etten uzak olan kimse" demektir. İkincisi; veli "fe 'il" vezninde ve ism-i mef'Ul manasındadır. "Maktıll {öldürül
müş}" manasındaki "katil" ve "mecruh {yaralı}" manasındaki "cerih" gibi. Veli, koru masını Hakk Sübhanehu ve Teala'nın devamlı olarak üstlendiği kimsedir. Onda, isyan etme kudreti olan hizlan {günah işleme hususundaki aşırılık ya da kendi ha line bırakılmal yaratılmamıştır. Çünkü onda, taat kudreti olan ilahi tevfik devam lıdır. (Kuşeyri, 173)
* Veliıyet, lugatte "nusret {yardım}" manasma gelir. Vilayet şeklinde ise "emirlik" demektir. Her ikisi de "veli" kelimesinin masdarıdır. Hal böyle olunca, bu iki keli menin, "delil" kelimesinin masdan olan "delô.let ve dilalet" gibi olması gerekir. Yine velayet, rubılbiyyet manasma gelir. Bundan dolayı Allah Teala: "Orada velayet, Hakk olan Allah'a aittir." [Kehf, 18/44) buyurmuştur. Çünkü ancak o zaman kafirler ona yönelir ve {taptıkları diğer} mabudlarından uzaklaşıp, O'na dönerler. Velayet, ayrıca "mehabbet" manasma da gelir. Veli kelimesinin ise, ''fe'il" vez ninde ism-i mef'Ul manasında bir kelime olması mümkündür. Nitekim Allah Teala: "O, salih kullarını tevelli eder {korur}." [Araf, 7/196] buyurmuştur. Çünkü Al lah Teala {kendi yaratmış olmasından dolayı sevdiği için, ) kulunu vasıfları ve fiil Ierinden dolayı terk etmez. Onu kendi katında muhafaza eder. Veli kelimesi, mübalağa ile ism-i fail manasında ''fe'il" vezninde de olabilir. Çünkü kul, O'nun taatını tevelli eder {üzerine alır}, O'nun hukukuna sürekli olarak uyar, O'ndan başka her şeyden yüz çevirir. Bu {kul} mürid, o {Rabb} da murad olur {kul Rabb'ini ister, Rabb da aranan ve istenen olur}. (Hücviri, 254)
* Cüneyd'" şöyle demiştir: "Velinin vasıflarından biri korkusuz olmaktır. Çünkii korku, istenmeyen bir şeı;in ileride başa gelmesini gözetiemek veya sevilen bir şeyin ileride elden çıkmasını beklemek demektir. Oysa veli, ibnü 'l-vakt {içinde bulunduğu zamanla meş gul} olan kişidir. Onun geleceği yoktur ki, bir şeı;den korksun. Velide korku bulunmadığı gibi, ümid de yoktur. Çünkü ümid, istenen bir şeyin elde edilmesini veı;a istenıneı;en bir şeyin giderilmesini beklemek demektir. Bu ise {içinde bulunulan vakitten} sonraki bir va kitle olan bir şeı;dir. Yine veli hüzne de kapılnıaz. Çünkü hüzün kalb sıkıntısından ileri
veli-nebi-resôl
1 1 97
gelir. Rıza aydınlığında ve muvdfakat {ilahi emir/ere uyma} bahçesinde bulunan bir kimse için, hüzün nasıl m ümkün olabilir?" (Hücv1r1, 260-261) * Rütbelerin e n yücesi, hakikatierin tümünün ya da çoğunun kendisine açıldığı nebinin derecesidir. Bu derece, çalışmadan ve zorlanmadan kazanılmıştır. Çok hızlı bir şekilde ilahi keşfle gerçekleşmiştir. İşte insanın elde edebileceği saadet budur. Bu saadet, insanı mekan ve mesafe ile değil, ama mana ve hakikat ile Allah'a yak laştırır. Bu makamda edeb gereği dilin dizgiTileri tutulmalıdır. Ancak durum, bir taifenin iddia ettiği gibi kurbun (yakınlığın} ötesinde itti hiıda varmıştır. Bazıları "Kendimi tenzih ederim, şanını ne yücedir" bir başkası "Ben Hakk'ım" diyebilmiştir. Başkaları bu durumu "hulul" kelimesiyle; Hıristiyanlar "la hiit ve nasıltım ittihadı" deyimiyle ifade etmiştir. O kadar ki, Hıristiyanlar Hz. İsa'nın &;§\ Allah'ın yarısı olduğunu söyleyebilmiştir. Allah bu zalimlerin sözlerin den beridir ve yücedir! Özetle Allah'a yürüyenierin konakları sayılamayacak kadar çoktur. Ancak her sruik, sülfikunda ulaştığı konağı da, ardından gelecek konakları da bilir. Elde ettiği şeyin hakikatini sadece toplu olarak ve gayba lınanla kuşatabilir. Nübüvvetin ha kikatini sadece neb1 bilebilir. (Miz/in, 23)
* Alanıet-i veli (velinin alameti}, halkın eziyet ve tecavüzlerine sabretmektir. Halktan gördüklerini görmezlikten, işittiklerini duymazlıktan gelirler, kıymetli varlıklarını insanlara hlbe ederler. (Feth, 1 80) * Basitan-ı eydlbiisıtl eydihim (ellerini uzatanlar}": Hakk'ın nCırlu işraklarına maz har olmuş öyle muhterem insanlar bulunmaktadır ki, onlar, yüzlerini ulfıhiyyete dönmüşler, fiil ve sıfat tecelllleri gibi, Zat'ın tecelllsini beklemektedirler . . . Onların, Hakk'a ait feyze mahsus istidadları, Hakk tarafından kemale erdirilmiştir. Böyle, istidact diliyle yapılan dua kabul edilir. (Heyakil, 103) * yalnızca resiillerin dilinden öğrenilir hükümler iiyetlerin bilgileriyse yollarda yürüyeniere açılır ancak (Diviin, 72) * bir makamdan inmesi bir velinin çı/anak daha da yükselmek demektir ancak Hakk sınırlanamaz çünkü öyleı;se
' Burada, "Görsen o zalimleri ölüm dalgalan içinde boğulurken, melekler ellerini uzatmış [basıt! eydfhim ], derler ki: 'Çıkarın canlarınızı! Bugün zillet azabıyla cezalandırılacaksmız . . . "' [En' am
6/93] ayetine gönderme yapılmaktadır.
1 1 98
veli-nebi-resUl
n iyetierin özündedir yakınlaşmanın ta kendisi her hfili seçilmiş olanın yüceliktir yücelikler içinde asla hükmedilemez ona hiçbir şey te'sir edemez onun yüceliğine (Fütuhiit, I, 296) '' Meniizil-i evliyil {velilerin dereceleri} iki çeşittir: Hiss1 ve manevi. Hissi menzil leri, cennet yüz derece olsa da Cennet'tedir. Dünyadaki hissi menzilleri harikulade neticeleri olan hallerdir. Abdallar ve benzerleri gibilerinde bu bariz olarak ortaya çıkar. Bazıları bu duruma sahib olur, fakat ondan hiçbir alarnet ortaya koymaz. Bunlar melamiyye ve ileri gelen asillerdir. Bu yol, yüz küsur menzilden fazladır. Her menzil de birçok menzil ihtiva eder. İşte bunlar, dünya ve ahirette onların hissedilen makamlarıdır. Marifet merte helerindeki manevi makamları ise iki yüz kırk sekiz bin menzildir. Bu ilinınetten önce onlara hiç kimse ulaşamamıştır. Bu nokta, bu ümmetin üstünlükleri arasmda yer alır. Onların çeşitli tatları vardır, onu tadan bilir. Bu sayı dört makamda topla mr: Ledünni ilim makamı, nur ilmi makamı, cem' ve tefrika ilmi makamı ve ilahi kitabet ilmi makamı. Sonra bu makamlar arasmda onların cinsinden başka makamlar vardır. Bunlar da yüz küsur makama kadar varır. Hepsi de velllere ait olan makamlardır. Her bir makam sayıları belli pek çok menzile ayrılır. (Fütithiit, II, 42) * Resul kavmine gönderilir. Nebl, kendisine peygamberlik vazifesi verilena ka dar kendi başına ibadet eder. Veli ise, resUlün uykusundan uyandırdığı kimsedir. ResUl imam, veli imama uyandır. Nebi ise hem imama uyan, hem de imamdır. Mahffiz olup ması1m değildir. Resul m ası1mlar smıfındandır, istenen, sevilen ve kendisine sığınılan kişidir. Mü'min onu tasdik eder ve ona yönelir. Alim, onun için burhan, delil ortaya koyar. Onun doğruluğunu ikrar ve itiraf eder. Cahil ona bakar ve inhiraf eder {uzak durur, sapıtır}. Şübheli olan, onun hakkında şaşırır ve karar sız kalır. Zarın sahibi, {onun hakkında gerçek olmayan şeyler} düşünür ve anla maz. Ona bakan ise onu anlar, yolunu gözler. Her sınıfla beraber bulunan mukallid {taklid eden}, {tabi olduğu kişiye göre} hareket eder. Tabi olduğu kimse yürürse o da yürür, durursa o da durur. Kurtuluşta olsun, helakta olsun tabi olduğu kişi ne redeyse o da oradadır. (Letii'if, 50) * Latife-i ruhfiniyye {rı1han1 latlfe} görür, rabban! hak!kat ise peygamberlik ayna sında görülür. Rabbani hakikatin ışıkları velmin kalbine akseder. Bu yüzden de veli, peygamber suretinde çıkar, fakat şer!atı geçersiz kılıp yeni bir şer!at ortaya koymaz, tfıliminden {öğrettiklerinden} dolayı ücret istemez. Bizim kitaba varis ol-
veli-nebi-resôl
1 1 99
mamız sahlhtir, çünkü kitab bize kesbirniz olmadan verilmiştir. Her viiris seçilmiş tir, varisin dışındakiler ise uçurumun kenarındadır. (Leta 'if, 52)
* Enbiya {peygamberler}, kendilerine Allah tarafından şeriat verilen ve bu şeriat üzere devam eden kimselerdir. Vahiy alan ama kendilerine ayrıca bir şeriat veril meyen peygamberler de vardır. Bunların durumu resfillerin durumu gibidir. Yani enbiya üç kısımdır: Kemal sahibi olanlar, celal sahibi olanlar, cemal sahibi olanlar. Bunların cehennemdeki mukabilleri ise bozuk hayaller taşıyan decciiller olup, dünya hayatında hak yoldan saptıkları halde, kendilerinin iyi yaptıklarını zanne derler. (Letii'if 130) *
Hatm bir tanedir. Her zamanda bulunmaz. Alemde bir tanedir. Allah onunla
Muhammed! velayeti sona erdirir. Muhammed} veliler içinde ondan daha büyüğü yoktur. Sonra başka bir hatm vardır ki, Allah onunla Hz. A dem'den !Ml son veliye ki o evliyanın sonuncusu olan Hz. Isa'dır ��- kadar olan umı1mi velayeti sona erdirir. Nitekim bu, mülkün deveranının sonudur. Kıyamet gününde Muhammed $ ümmetinin toplanacağı iki haşir olacaktır. o resul de, {diğer) resullerle birlikte toplanacaktır. (Fütılhat, Il, l l )
•• "Makam-ı enbiyaya {peygamberlerin makamına} nisbet/e resiillerin makamı nerede dir?" {sorusunun) cevabı şudur: "0, aynı hizadadır, ancak resiillerin makamı mertebele rin dördüncü makanıındadır. İnsana mutluluk veren mertebeler dörttür. O da zman, vela yet, nübüvvet ve risalettir. Peı;gamberler makamında olurlarsa, bu takdirde ya ikinci mertebedeki teşrü nübiivvete sahib {şeriat sahibi} peı;gamberlerden veya üçüncü mertebe deki peygamberlerden olurlar. İlinı velayet şartlanndandır, iman ise değildir. imanın daya nağı haberdir; haberin ise ona ihtiyacı yoktur. Ya 'Allah nerdedir? ' tarzında olduğu gibi m uhô.l olur ya da mümkün olur. O da haber verene nisbet edilen bazı gayb bilgilerini haber vermektir. Allah'ı tevhid etmeı;i bilenlerin ilk mertebesinde veliler yer alır.
Allah cahil olanları velayet makamına yükseltmez. Bu zfihir fiZimlerinin hataya düş tüğü bir meseledir. Hangi yolla olursa olsun Allah'ı tevhid eden herkes velfiyet makamının nıuhteviisı içine girer. Bu makanı ilk makamdır. Sonra nübüvvet, risiilet ve fmiin makamı gelir. Bize göre, yani bizim tertibimize göre veliiyet nıertebesi ise şöyledir: Veliiyet sonra zman, sonra nübüvvet ve sonra risalet. Rusum {ziihir} iilimlerine ve husus! yolun dışında kalan insanların geneline göre önce imiin, sonra veliiyet, nübüvvet ve risiilet nıertebesi ge lir." (Fütfıhiit, II, 53) * Hatm-ı hiiss {özel hatm), Muhammed} hatm, Allah'ın kendisiyle Muhammed! olan, yani Hz. Muhammed'e $ varis olan ve her Muhammed! velinin ondan aldığı miras miktarınca nefsinde bir alarnet bulan evliyanın velayetini sona erdirmesidir. Böylece o, her Muhammed! velinin ilmini Allah için toplar. Bunu bilmezse hatm olamaz. Çünkü Hz. Peygamber'le peygamberler sona erdirilince ona "ceviimi'u 'l kelfm" verilmiş ve tüm şeriatlar yıldız ışıklarının güneşin ışığı altına sokulması gibi onun şeriatının altına dercedilmiştir. Bundan kesinlikle anlaşılıyor ki, yıldızlar
1200
veli-nebi-resUl
ışıklarını yere göndermiş ve güneş de bunların ayırd edilmesine mani olmuştur. Böylece ışık güneşe has kılınmıştır. (Füti'lhtit, IV, 440)
Evliyaya virdi bir kudret İlii/ı Kim atılmış tfri eyler redd-i riih '�
Bağlı ebviib-ı nıeviilfde sebeb Ol peşlnıiin oldu anımil emr-i Rabb Güfteyi nii-güfte eyler bf-hitfib Tfi ki suziin olmaya sf/ı u kebfib Niikte kim diller ider güft u şinld Eyler ol güjtfirı nıahv u nfi-bedid Sana besdir hüccet-i filenı-behti Ayet-i "min fiyet-i ev nünsihfi" Mfinl-yi "ensevkünı zikrf"ye bak Kudret-i nisyfina nisbet itdi Hakk Zikr u nisyfina çü kiidir oldular Pes kulılb-ı halka kiihir oldular Çiinki nisyfm ile sırr oldu nazar Bl-anıeldir olsa da ehl-i hüner
Millik-i dih şii/ı- cisınfinl olur Sfihib-i dil şfih-ı rıllıiinz olur Fer'idir çeşmin nazar bz-reyb ü şek Pes değildir m erdiını illii merdümek Bundan efzun n ıı tka ruhsat yok bana Vfirid oldu men-'i merdiin-ı Hiidfi (Mesnevzı, I, 67) * Velilerde, Hakk tarafından ihsan edilmiş öyle bir kudret vardır ki, onlar atıl mış, yaydan çıkmış oku yoldan geri çevirirler. Bir veli, bir hadisenin meydana gelmesinden huzursuz olursa, o hadiseyi mey dana getiren sebeb kapısını veli, Hakk'ın kudret eliyle kapar. Allah'ın lüfu ile kapıyı açınca da veli, söylenmiş sözü söylenınemiş yapar da, ne şiş yanar, ne kebab.
O, gönüllerden geçen her şeyi duyup işittiği için, söylenmiş sözü de bütün gö nüllerden siler, yok eder.
veli-nebi-resfil
1201
{Sana dünya değerındeki "Ma nensah m ın ayetın ev nünsihfi {Biz bir ayeti nesh eder yahud onu unutturnrsak, ondan daha hayırlısını Vetja nzislinİ getiririz}" ayetinin delili kafidir. (Mesnevlz, I, 67)}
"Size zikrinıi unııtturdunı" [Kehf, 18/28] ayetini oku da, velllerin unutma gü cünü, gönüllere nasıl koyduklarını anla! Madem ki velilerin hem hatırlatmaya, hem unuttmmaya güçleri yetiyor, şu halde halkın gönüllerinde de buyrukları yürümektedir. Bir veli, unuttmmak suretiyle birinin nazarını, görüş yolunu kapatacak olursa, o kimse ne kadar hünerli olursa olsun hiçbir iş göremez. Köy ağası, tenlerin, bedenierin padişahıdır. Gönül sahibi ise gönüllerin sulta nıdır. Hiç şübhe yok ki, yaptığımız bütün işler, ameller, şu gözümüzün, görüşümü zün çeşitli şekillerde kendini gösteren, çeşitli dallara ayrılan eserleridir. Şu halde, insan, gözbebeğinden başka bir şey değildir. İnsan-ı kamilin, kainatın merkezi ve gözbebeği olduğu hakikatinin tamamını söylemeyeceğim. Çünkü merkezin sahibi olan peygamberler bunu men etmişler dir. (Mesnevlı, 1, 121)
* Ger olursa m il cib-i işkal-i hdl Enbiya vii evliyil içiin suiil
Enbzyii kim itdiler nefsi zebıin Pes niçiin düşmenleri oldu ftizfm Tut kulağın et) taleb-kiir-ı sevılb ftiriiz u şübheye budur ceviib Kendiye düşmen idi ol nıünkiriin Oldu anlar cehl ile adii- yı can Ciinına kasd eyletjendir bil adil Sannıa zahm-ı ciln-ı ağıjiir ola bıı Şeb-pere sanma adil-yı iifitiib Kendiiye düşmendir etjler plç ü tiib Tilb-ı nıihr ile olur enduh-glr Rencişinden bl-haber mihr-i nıünzr Düşmen olur kim gele andan azilb Ola lii'le perde-siiz-r iifitiib Kendiler oldu güru/ı-z kılfiran Perde-siiz-ı pertev-i Peygamberiin
1202
veli-nebi-resUl
Enbiyti olmaz hictib-ı bfş ü kenı Nefs-i küffiir oldu iima vü asenı Bende-i hindu ki oldu kine-ver Hileesini gayz ile ihltik ider Bamdan eı;ler nüzUI-i ser-nigfm
İtmek içün haceı;e gadr-iJüzun
Ger tabibe olsa bir haste adu Haceye şakird ola ya kine-cu Ol hakikat kendine düşmen olur Kendi akl u canına reh-zen olur Kiizer olsa ger güneşden münfail Düşmen-i tib olsa mahi muttasıl Kıl nazar andan kime vardır ziyan Akzbet kimdir siyeh-baht-ı zaman (Mesnevlı, II, 30) * Peygamberler ve veliler hakkında söylediğimiz sözler, birini şübheye düşüre cek olursa . . . Eğer bir kimse çıkıp da: "Peygamberlerle veliler nefsleri ölmüş değil mi idi? Yani nefsin temizleniş derecelerinin sonu bulunan 'riiziyye ve nıerziyye fAllah'tan razı olan, Al lah'zn da kendisinden razı olduğu}' derecesine yükselen kişiler oldukları htilde, {neden} on ların da düşmanları ve hasedefleri vardı ?" derse. . . Ey doğruyu anlamak isteyen kişi! Sen şimdi sözüme kulak ver de, şübhe ettiğin şeye vereceğim cevabı dinle. Peygamberleri ve velileri inkar edenler, kendi kendilerinin düşmanı idiler. Böylece onlar kendi kendilerini yaralıyorlardı. Düşman cana kasd edendir. Kendisi can çekişen düşman değildir. Zavallı yarasa güneşe düşman değildir. O, perde arkasında kalmıştır da, ken disinin düşmanı olmuştur. Güneşin parıltısı onu öldürür, güneş hiç onun eziyetini çeker mi? Onun rahat sızlığına ehemmiyet verir mi? Düşman ona derler ki: Ondan bir gazab, bir zahmet gelsin; güneş ışığı ile taşın lal olmasına engel olsun. Bütün kafirler, peygamberlerin manevi cevherlerinin panltısının, onların pey gamberlik nurunun kendilerini aydınlatmasına, kendileri engel olmuşlardır.
veli-nebi-resöl
1203
O tek kişinin, yani nebi ve velinin gözüne halk nasıl perde olabilir? N ebi ve ve liye düşman olduğu için halk kendi gözürlü kör etmiştir. Kendi gözünü şaşı, kendi kulağını sağır etmiştir. Halkın nebilere ve velllere düşmanlık göstermesi, Hindli bir kölenin, efendi sine kin güderek, inadından kendisini öldürmesine benzer. O köle, efendisini kölesiz bırakmak için, kendisini damdan baş aşağı atar. He lak olup gider. Hasta, kendisini tedavi eden hekime düşman olursa; çocuk kendisini terbiye edene kin güderse . . . Gerçekten de bunlar, kendi caniarına kasd etmektedirler. Kendi akıllarının, canlarının yolunu vurmaktadırlar. Bez yıkayan güneşe kızarsa; balık suya öfkelenir, düşman olursa . . . Sen dikkatle bak da gör; bu hiddetin, bu öfkenin, bu düşmanlığın zararı kime dokunur? Sonunda, bu kızgınlık yüzünden kimin bahtı kararır? (Mesnevf2, II, 318)
* "Acaba velz miisum olur mu, yoksa olmaz m ı ?" {sorusuna} cevab olarak demiştik ki: "Peygamberlerde olduğu gibi velllerin 'miisunı ' alnıasının viicib olduğu söylenemez. Velllerin 'mahfuz {korunmuş} ' oldukları, güniihlarda ısriir etmedikleri söylenebilir. Eğer, belirli vakitlerde hata yaparlar ya da ayakları sürçerse, bu onların {velllik} vasıflarını zede lemez." Cüneyd' e "A rif zinii eder mi?" diye sorulmuş, o da uzun bir süre başını eğ miş, sonra başını kaldırarak şu cevabı vermiştir: "Allalı'ın emri, takdir edilmiş bir ka derdir." (Bustiin, 58) * Vell, Allah'ın işlerini üstlendiği kimsedir. Allah onu isyandan muhafaza et miştir. Ridılin {ricalullahın} ulaşmış olduğu kemale tam olarak ulaşıncaya kadar Allah onu yalnız ve yardımsız bırakmamıştır. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "0, bütün silli/ı kullarını görüp gözetir." [Araf, 7/196) (Kaşani, 54; Ciinıi', 104)
* Evliyiiullalıın {Allah dostlarının} en üstünleri nebileri, nebilerinin en üstünleri resuller, resullerin en üstünleri ulü'l-azm olanlarıdır. Bunlar Nillı, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed'dir �- (Furkiin, 7) '' Hz. Peygamber'e i$ iman etmek şunlara iman etmek demektir: Emir ve ya saklarını, mükafat ve cezasını, helal ve haramını tebliğ etmek hususunda O'nun Allah'la kulları arasında bir vasıta olduğuna İnanmak, Allah ve Reslilü'nün helal kıldıklarının helal; haram kıldıklarının haram; Allah ve Reslilü'nün teşri ettiği {emir ve yasak olarak getirdiği} şeyleri de din olarak kabul etmek. Hz. Peygamber'e $ uymadan, bir verınin kişiyi Allah'a ulaştıracağına inanan kimse, şeytanın dostlarından bir kafirdir. Allah'ın mahllikatı yaratması, onlara rızık vermesi, dualarına icabet etmesi, kalbierine hidayet nasib etmesi, düşmanıa rına karşı kendilerine yardım etmesi, faydalı olanı vermesi, zararlı şeyleri gider-
1204
veli-nebi-resUl
mesi gibi şeyler sadece O'na mahsfistur. Bu sayılanları dilediği sebeblerle yerine getirir. Resfillerin vasıta olmaları bu hususlara dahil değildir. (Furkan, 17)
* Evliyiiullah, muttaki mü'minler olduğuna göre, kul imanı ve takvası nisbetinde Allah'ın dostudur. Kimin imanı ve takvası kamil olursa, Allah'a dost luğu kamil olur. İnsanlar Allah'ın dostluğu hususunda iman ve takviiiarına göre birbirlerinden farklı oldukları gibi, küfür ve nifaktaki farklılıklarına göre de Al lah' a düşmanlıkta birbirlerinden farklıdırlar. Nitekim Allah Teala şöyle buyurur: "Herhangi bir sfue indirildiği zaman on lardan bir kısmı der ki: 'Bu sizin hanginizin imanını artırdı?' İman edenlere gelince (bu sfire} onların imanlarının artırır ve onlar sevinirler. Kalbierinde hastalık olan lara gelince onların da inkarlarını büsbütün artırır ve onlar artık kafir olarak ölür ler." [Tevbe, 9/124-125]. " (Haram aylarını} ertelemek, sadece katirlikte ileri git mektir." [Tevbe, 2/37]. "Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırır ve sakınmalarını sağlar." [Muhammed, 47/7] . "Onların kalbierinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını çoğaltmıştır." [Bakara, 2/10] Bu ayetlerle Allah Teala, bir kişinin imanına göre Allah'a dostluktan, küfür ve nifakına göre de Allah'a düşmanlıkta bir payı olduğunu açıklamış olmaktadır.
(Furkan, 21) * Evliyiiullah, "sabikun" ve "mukarrebiin" olmak üzere iki tabakadır: Ashab-ı ye min ise "muktesid"dir. Bunları Allah � Aziz kitabının birçok yerinde zikretmiştir: Vakıa Suresi'nin hem başı, hem de sonu, İnsan, Mütaffifin ve Fatır sfireleri (buna örnek gösterilebilir}. Allah Teala, Vakıa suresinin başında kıyamet-i kübrayı, so nunda ise kıyamet-i suğrayı zikretmiştir. (Furkiin, 22)
* Abd-i resul (peygamber olan kul}, bir kimseye sadece Rabb'inin emriyle verir, istediğine verip istediğine haram kılamaz. Bilakis Rabb'inin vermesini emrettiği ki şiye verir. Ancak, Rabb'inin sırt çevirmesini emrettiği kişiye sırtını döner. Onun tüm arnelleri Allah'a ibadettir. (Furkan, 28) * Evliyiiullah, muttaki mürninler olduğuna göre, insanlar iman ve takvii da birbirinden farklı oldukları gibi, Allah'a dostlukta da aynı şekilde farklıdırlar. Yine aynı şekilde küfür ve nifaktaki farklılıkları gibi, Allah'a düşmanlıkta da birbirle rinden farklıdırlar. İmanın ve takviinın aslı Allah'ın resfillerine imandır. Bunların tamamı. resfillerin sonuncusu olan Hz. Muhammed'e .$ imandır. O'na iman etmek Allah'ın bütün kitabiarına ve resfıllerine imanı kapsar. Küfür ve nifakın aslı, resülleri ve onların Allah'tan getirdiklerini inkardır. İşte ahirette sahibini azaba müstahak kılacak olan küfür budur. (Furktin, 33) * Mübah olan işlerde evliyiiullahı diğer insanlardan zahirde farklı kılan hiçbir şey yoktur. Bunlar, mübah olduktan sonra farklı elbise giymekle, yine mübah ol duktan sonra saç tıraşıyla, kısaltmasıyla, tırnaklarını kesmesiyle diğer insanlardan
veli-nebi-resUl
1 205
ayrılmazlar. Nitekim "Kaba içinde ne sıddlkler, aba içinde ne zındıklar vardır'' şeklinde bir söz vardır. Allah dostları, açık bid'at ve fücur ehli olmamak kaydıyla, ümmeti Muhammed'in her sınıfında vardır. Bunlar Kur'an ve ilim ehli, cihad ve kılıç ehli, tacirler, sanatkarlar ve çiftçiler içinde vardır. ( Furkii n, 41)
•• Büyük günah işlemeyen, hata etmeyen masi'ım bir insan olmak, veliyyullahın şartlarından değildir. Bilakis şeriat ilminin bazı hususlarının ona gizli kalması mümkündür. Dindeki bazı işlerin, Allah'ın emrettiği ve yasakladığı hususlar üze rinde uzun uzun düşünecek kadar, ona şübheli ve kapalı gelmesi mümkündür. Bazı harikulade hadiseleri {olağanüstü olayları}, Allah'ın velilerinin kerameti zan netmesi mümkündür. Bu harikulade hadiseler, derecesinin düşürülmesi için şey tan tarafından, süslenmiş de olabilir. Ancak o, bunların şeytandan olduğunu anla yamayabilir. Böyle olmakla birlikte o kişi, Allah Teala'nın velayetinden çıkmaz. Çünkü Allah Sübhanehu ve Teala, bu ümmetin hata ile, unutarak ve istemedikleri halde başkasının zorlamasıyla yaptıkları şeyleri affetmiştir. (Furkiin, 48) * Evliyiiullah ittifak etmişlerdir ki, bir adam havada uçsa da, suyun üstünde yü rüse de, Hz.Peygambere uyup uymadığına, emrini tutup, nehyinden kaçınıp ka çındığına bakmadıkça onun bu durmuna aldanılmaz. Allah dostlarının kerametleri bu tip işlerden daha büyüktür. Bu harikulade işleri yapan kimse bazen bir Allah dostu olabileceği gibi, bazen Allah düşmanı da olabilir. Bu tür harika işlerin çoğu kafirler, müşrikler, kitab ehli ve münafıklara ait olduğu gibi, bid'at ehli kişilere şeytanlar tarafından yaphrılmış da olabilir. Bu tür harikulade işleri yapan herkesin Allah dostu olduğunu zannetmek yanlıştır. Aksine bir kimsenin Allah dostu olup olmadığını anlamak için, hususiyetlerine, hareket ve davranışlarının Kitab ve Sün net' e uygunluğuna itibar edilir. Bunlar, iman ve Kur'an nuruyla, imanın batıni, İs lam şeriatının zahiri hakikatleriyle tanınır. (Furkiin, 62) * İbn Arabi, şu mealde bir şiir nakletmiştir:
Berzahtadır makarnı nübüvvetin Resul'ün ötesinde berisinde velinin (Furkiin, 74) •• Ona {İbn Arabi'ye} göre kaynak akıl, mülk ise hayaldir. Hayal akla tabidir. Onun iddiasına göre akıl, hayalin aslından türemiştir. Resul, hayalden almıştır. Ona göre, bırndan dolayı resul nebiden üstün olmuştur. Nebinin hususiyetleri de dikleri gibi olsaydı ve üstün olması bir yana, onun {resulün} cinsinden olmasaydı, onların söyledikleri şey mü'minlerin her biri için nasıl elde edilebilirdi?! Nübüvvet bunun ötesinde bir durumdur. (Furkiin, 80) ·•
Allah'ın muttaki dostları, emirleri yerine getiren, yasaklandıkları şeylerden
kaçınan, takdire razı olan kimselerdir. Allah onları, onlar da O'nu sever. Allah on lardan, onlar da Allah'tan razıdırlar. (Furkiin, 120)
1206
veli-nebi-resi'il
* Veli, nebiden ilahi muhatablık bakımından ayrılır, usul bakımından ise birle şirler. O da makamlardır. Ancak nebi, asli nur ile mirac eder; veli ise, bu asli nur dan feyz alarak miraca çıkar. Makamlar onları birleştirse de fena ve beka, cem' ve fark makamlarının her birindeki vahdetle farklılaşırlar. Veli, nebilik rfıhaniyyeti vasıtasıyla ilahi mevhibeleri (bağışları} alır, nemlik makamından müşahede eder. Ancak Muhammed! velilerden olanların nebisi, enbiya makamlarını topladığı için, Allah onun ümmetinden olan velilere nebilik makamlarını aktarmıştır ve onlara nfırlarını, varis olunan nebinin nurundan onun vasıtasıyla ulaştırmıştır. O, rUhlar aleminde nebllerin ve resfillerin makamlarının tamamı kendisine verilen kimsedir.
(Ravza, 519) * Ebu Ali Cüzcani şöyle demiştir: "Veli, hali hususunda fiini; Hakk'ı miişiihede etme
hususunda baki olan kişidir. Allah onun miitevellisidir {idaresini üstlenm iştir}. Bu sebeble tevelli nıirlan sürekli ona yönelir. O kendinden {Allah katındaki gerçek değerinden} haber dar olmadığı gibi, Allah'la beraberken de kararı yoktur fAllah'la beraber hayret hiilinden dir}." Yahya b . Muaz Razi şöyle demiştir: "Veli, Allah'ın yen;iiziindeki güzel kokıtsııdur. Onu sıddfklar koklar da, kokusu kalbierine ulaşır. O kokuyla Mevlii'larına iştiyiik {özlem} duyarlar. Hilllerinin derecelerine göre ibiidetleri de artar." . . . . . . Masfım olmak neblnin şartlarından olduğu gibi, mahffiz olmak da velinin şartlarındandır.
"Veli veliliğini bilir mi?" konusunda ihtilaf edilmiştir. Denilmiştir ki: "{Veli} nef sine kiiçiimseyerek bakar {kendini buna liiyık gömıez}. Eğer kendisinde bir keriimet ortaya çıkarsa, bunun bir im tilıCin olmasından endişelenir ve elde ettiklerini kaybetme kaygısıyla korkudan tiiyleri diken diken olur." Yine şöyle dediler: "Veli meşhur olur {tanınır, bili nir}, ancak meftün {tııtkım, aşırı arzulu} olmaz." (Ravza, 520) * Veli, avaının uykuda idrak ettikleri şeyleri, uyanıkken idrak etme hususunda nebi ile ortaktır. Tarikat ehlimiz, bunun veliler için doğru olduğunu tesbit etmiş lerdir. Fiil himmetledir ve ilim Allah'ın dışında bir öğretici olmadan meydana gelir ki, bu da ledürıni ilimdir. Eğer Allah ona, bütün vasıtaları kaldırarak, Resfılulliih'ın � diliyle O'na ibadet edebildiği bu şeriat yoluyla ilim verirse, {bu ilim} ilm-i le dünni {ledünni ilim } olur. Meleği Resfıllullah'ın hakikati üzerine ilka ettiği esnada müşahede eden husfısi halden başka ilm-i ledünne bu ümmetin peygamberlerin den de, velilerinden de varis olabilen hiç kimse yoktur. (EsfCir, 278) ••
Veliye, nebiyi (peygamberi} takib etmek (ona uymak) suretiyle ardından hitab
edilir, nebiye ise bir takib etme olmaksızın asli hükümle önünden hitab edilir. Ve liye, nebisinin perdesi ardından hitab edilir; nebiye ise perde ve başka bir nebi va sıtası olmaksızın hitab edilir. Enbiyanın muhatab olduğu şey müşiihede, evliyanın muhatab olduğu şey ise gaybdır. (EsfCir, 284)
1207
veli-nebi-resôl *
Nebi ile veli arasındaki fark, tabi olanla metbı1 {tabi olunan} arasındaki fark
gibidir. Bu bakımdan ikisinin arasını toplayacak bir şey yoktur {ikisi birbirinden farklıdır}. "Usul bakımından birleşirlerse de, -ki onlar {usuller} makamlardır-. . . " {bu makamlar} islam, iman, ihsan, tevekkül, rıza, teslim ve benzerleri gibi {makamlar dır} . . . " . . . nebflerin miriicı nitrla olur . . " yani vehbi ilimle olur " . . . {bu ilim} aslidir. . . " .
{peygamberlerin miracı, bir başka insana} uymak sfuetiyle değil, asıl {ilahi} hükme dayalı olarak feyz alınaktır. Onlar ancak bu nı1rla mirac eden nebilerdir.
" . . . Velilerin miriicı ise, asli nitrdan olan . . . " velayet makamına hazırlanınayı gerekti rir. Bu da, bu makamda kaim olan kişinin elde edeceği bir şeydir. Asli nurdan meydana gelen velayet makamı için, kendi payından başka bir payı yoktur. Bu pay da, istidadının kendisinden başka bir şey değildir. Bu makam çalışıp kazanmakla elde edilir. Veli, ancak çalışıp asil nurdan elde ettiği kadar mirac eder. Yükselıne ancak nur ile olur. Çünkü Hakk'a mirac yolları ariflerin gözlerine nisbetle karanlıktır. Bu nur, kendisiyle nurlandıkları vehbi ilimdir. Bu ilim, nebllere bir ist'idad {hazırlık devresi} olınadan bağışlanır. Bundan dolayı nü büvvet kesbi değildir. Bu doğru görüştür. (Esfar, 286)
* Müctehid şeriatın haricinde konuşmaz. İctihad konusunda bütün sözleri şeriat dahilindedir. Nitekim Hz. Peygamber'in $ varisi olan veli ictihad konusunda şe riat dahilinde konuşmaz. Aksine onun sözü ittihad hükümleri dışındadır. O sözler, ilahi hakikatlerden haber vermektir. Peygamberler, hem velayet, hem de risalet sa hibi olduklarından her ikisinden de bahsederler. "Bir peygamberin şeriata aykırı bir
söz söylediğini duyarsan o, bir veli ve . . " ilahi hakikatleri . . . bilen bir arif olduğundan öyle konuşmuştur. . . " Yoksa hem nebi, hem de resul olduğundan değil. (Sofyavi, .
"
245) * Evliyil {veliler}, rı1haniyyetlerinin cismaniyyetlerine galib gelınesi sebebiyle, çeşitli sılretlerde gözükürler. (Buğıje, 74)
* Velinin iki tür manası vardır: İlki, velayet tasarrufunu dini masiahat üzere sa bit olan kimse; ikincisi, velayet tasarrufu bilfiil değil, bilkuvve {faal değil, potansi yel olarak velayet tasarrufuna sahib} kimsedir. Eğer "{Velayet tasarrufu olmadığı
halde} nasıl veli olur?" denilirse, cevabı {şudur}: "Kulunun tüm işlerini Allah Teiila'nın üstlendiği ve tasarrufta bulunduğu kimse' manasında veli olması mümkündür. Böyle bir veli bilkuvve velidir. Dinlediğinde Hakk ile dinler, baktığında Hakk ile bakar, konuştu ğunda Hakk ile konuşur. O mahbitbiyyet 6.Iemindedir." . . . . . . Evliyanın dört makamı vardır: Birincisi hilafet-i niibüvvet {peygamberliğe hila fet} makamı, ikincisi hilafet-i risiilet {resı1llüğe hilafet} makamı, üçüncüsü hilafet-i ulü 'l-aznı {ulü'l-azm olan Hz. Nı1h �' Hz. Musa �� gibi peygamberlere hilafet} m akamı, dördüncüsü de hilafet-i ulii'l-ıstıfii {seçilıniş olan Hz. Peygamber' e � hila fet} makamıdır.
1208
veli-nebi-resfil
Hilafet-i nübüvvet makamı alimlerin, hilafet-i risalet makamı abdalın, hilafet-i ulü'l-azm makamı evtadın, hilafet-i ulü'l-ıstıfa makamı ise kutubların makamıdır. Velllerin bir kısmı nebilerin, bir kısmı resullerin, bir kısmı ulü'l-azmın, bir kısmı da ulü'l-ıstıfanın makamında bulunur. (Cami', 5) * Hatem, nübüvvetin kendisiyle son bulduğu kimsedir. Bu da bir kişi olup Pey gamberimiz Hz. Muhammed'dir i$. Bir de hatem-i velayet {velayetin son bulması) vardır. Bu da kendisiyle dünya ve ahiret iyiliğine ve kemalin nihayetine ulaşılan kimsedir. Ölümüyle alemin düzeni bozulur. Bu ise ahir zamanda geleceği va'dedilen Mehdi'dir. (Cami', 82) * Veli {dost), lugatte adüvvün {düşmanın) zıddıdır. Hakikat ehlinin ıstilahında iki manası vardır: Birincisi "fe'll" vezninde ve ism-i mef'fıl manasındadır. "Maktül {öldürülmüş}" manasındaki "katıl" ve "mecrüh {yaralı}" manasındaki "cerih" gibi. Veli, korumasını Hakk Sübhanehu ve Teaiii'nın devamlı olarak üstlendiği kimse dir. Onda, isyan etme kudreti olan hizlan {günah işleme hususundaki aşırılık ya da kendi haline bırakılmal yaratılmamıştır. Nitekim Cenab-ı Hak: . " . . . çünkü s{ilih ki şilerin işlerini O deruhte etmiştir {0, onların kontyucusudur}." [Araf, 7/196] buyur muştur. İkincisi, kerim ve alim gibi, 'je'll" vezninde ism-i fiiilin mübalağa sigasıdır. Veli, Allah' a ibadet ve taat işini üstlenen, araya bir isyan girmeksizin aralıksız ola rak devamlı ibadet eden kimsedir. Her iki şart da velayetin şartlarındandır. Nebi nin masfım olmasının şart olduğu gibi, velinin de mahffız {hata ve günahtan ko runmuş) olması şarttır. (Cami', 227) * " Velinin mahiyeti nedir?" {sorusuna) şöyle cevab veririz: "Burada iki durum var
dır: Birincisi, alim ve kadir gibi, je'il' vezninde ism-i failin mübô.lağa sigasıdır. Bu takdirde anlamı, 'bir günah işlemeden daima itaat eden ' demektir. İkincisi, veli, 'maktal {öldürülmüş}' manasındaki 'katıl ' ve 'mecruh fyaralıJ' manasın daki 'cerih ' gibi, 'fe'il' vezninde ve ism-i mef'ül manasındadır. {Bu manada} veli, koruma sını Hakk Sübhanehil ve Te{i[a'nın devamlı olarak üstlendiği, taate muvaffak kıldığı kimse dir." (Nebhani, I, 7) •• Veli, ubudiyyetle {kullukla ya da ibadet etmekle) kaim olan abid kimsedir. Sa dık, musaddık {tasdik eden), sufilik hususunda sıddik olan kişidir.
Rabıt: Veli, fakiri emire, azı çoğa, küçüğü büyüğe tercih eder. İnsanlar katında hali dosdoğrudur. Aksi halde {mertebesi bakımından) tersine döner.
Zabit: Veli vakitleri çeşitli kurbiyyetlerle {yakınlıklarla, kendisini Allah'a yak laştıracak fiillerle) değerlendirir. Onun için zaman mübarek kılınmış, o da mekanı bereketlendirmiştir.
veli-nebi-resôl
1 209
Rabıt: Zamanını boş şeylere harcayan kişi, gayret ve istW\de bereketinden mah rfun kılınır. Bitmek tükeornek bilmeyen arzuların peşine takılır ve hayalindeki ta savvurlarla meşgul olur.
Ziibit: Veli işini istikbille {geleceğe} bırakmaz; vaktin bereketinden, halde {içinde bulunduğu anda} istifade eder. Rabb'inin gazab ve uzaklaştırmasından bu sayede kurtulur. Rabıt: Sufiler topluluğuna göre, gölgelerin şekillerini müşahede etmek müm kün değildir. Bu, ancak yok olup gitmelerinden sonra mümkün olabilir. Eserden ayna Isıfattan öze} ulaşamadığı halde, suretleri müşahede etmeye cür'et eden birini gördüğünde, anla ki o meftUn ve mağrur {kapılmış ve aldanmış} olup, nuru müşa hede etme mertebesine girememiştir. Zabit: Veli büyük günahlar hususunda masfun değildir; küçük günahları da işleyebilir. Fakat o, büyük günahlardan mahfılzdur {korunmuştur}, küçük günah ları da bağışlanır. Rtibıt: Velinin arnelleri ilmi görüşlere bağlıdır. İlınini de amel hallerinde {amel etmede} kullanır.
Zıibit: Eğer beşeri nefs unutturarak veliyi gaflete düşürmek isterse o, şeytana uymaya devam etmez. Aksine onu tevbe etmeye zorlar. Veli, bu halin meydana her gelişinde mutlaka büyük bir samirniyetle bundan döner. Rabıt: Cemal mertebesindeki veli meftUn, celal mertebesindeki veli ise aldan mıştır. Cemal ve celal mertebelerini birleştirmiş olan veli ise kemal sahibidir. Zabit: Cemal müşahedesine sahib olan kimse zayıf olup, bu kişiye tabi olan yoldan sapmıştır. Celal müşahedesine sahib olan kimse ise hidayete ermiş, hadi {hidayet ermeye vasıta olabilecek kişi} ve kuvvetli bir muhtedidir {sağlam bir hi dayete ermiştir}. Kamil kişi ise, cemiilin celalini ve celillin cemalini müşahede ede bilen kişidir. Rabıt: {Bütün bunlar} makamın elverdiği ölçüde olur. (Kaviinin, 49) * Her dem salat ve selam et Rabb'im Seçilmiş Peygamber'e Sırların kaynağı o ariflerin hazinesi başlangıç noktası nurların A lemiere rahmet olarak gönderdin onu Cehennem azabından korudım Selam onun yakin siilıibi Aslıab'ına da Onlann sevgisi yeter bana (Meviihib, 45)
1210
vera
'
* Her velf, ondan önce peygamberlerle velilerin üzerinde bulunduğunu bildiği ve vaktini bildiği vücudda zuhur eder. Hatem-i velfi.yet ise, Hz. Muhammed'in $ gittiği yol üzeredir. Çünkü o, bu cami {kapsayıcı) külll Muhammed! nfudan bir pa rıltı, Resfılullah'ın $ nurlarından bir nurdur. Geniş m.3.nadaki velayet onunla son bulur. Ondan sonra kainat, umı1m1 velayete mensub olan bir adamdan {vellden} hall kalmaz. Bu hususta hiçbir cemaate husus! bir muamele yapılmaz ve {o vell de) hepsinden gizli kalır. (Nefehô.t, 150)
vera' ( (JJ ) {ehl-i vera'; şübühat; vera'-ı sıddikin) * Dedim ki : "Verız nedir?" Dedi ki: "Allah'ın � hoşlanmadığı şeıjden uzak durmak tır. Hz. Ömer'in � Hırsızdan uzak durun, onu gözetlemeıJin' sözü, 'Onu yüklerinizin ba şından def edin, hırsızlık yapıncaya kadar onu gözetlemeyin' mcmiisına gelir. Arabca'da, Deveden sakın' miiniisında 'verri" sözünü kullanırlar.
Takva, iibidlerin ilk mertebesidir. Onunla bir üst mertebeıje ulaşır ve onunla anıellerini tezkiye ederler. Çünkü Allah Teiilii, kendisiyle rıziisı aranmayan hiçbir anıeli kabUl etmez. Allah'a yemin ederim ki, takvii sahibierinin çoğu takva ile yetinmemiş, Allah Tefilii yolunda kalb ve bedenle daha çok gayret ederek, bu uğurda mal ve canlarını harcanıışlardır. Sen bir bak bakalım, onlara nazaran nerdesin. Zamanımız iibidlerinin çoğunun bu /ııı siısta aldanmış olduklarından korkarım. Nice kimseler vardır ki, nefsinde zelfl, ziihd içeri sinde dünyayı terk etmiş görünür, ama değersiz dünyanın yularını tutarlar. Yine nice kinı seler vardır ki bunlar, filenılerin Rabb'ine karşı kalbden gelen bir sadakatten nıahrılm bir şekilde namaz kılar, oruç tutar, hacca gider, gazfiZara katılır, gözyaşı dökerek dua ederler. Onlar, bedenleriyle yapmacık bir şekilde ortaya koydukları taatlarla, dünyadan el etek çek tiklerini ve zahid olduklannı insanlara göstermek ister, {bu hususta} ihlfislı görünürler. Ancak gözleriyle Allah'ın hoş/anmadığı şeylere bakar, sinirlendiği veya birileriyle saminıi yet kurduğu zaman da diliyle kötü sözler söyler, dedikodu ederler; bedenleriyle de {Allalı'ın hoşlanmadığı} başka kötü işler yaparlar." (Ri'aye, 9) * Taat; kurtuluşun yolu, ilim ise bu yolun rehberidir. Taatın aslı {temeli} verii, verarn aslı takva, takvanın aslı nefs muhasebesi, nefs muhasebesinin temeli ise, havf ve recadır. Nefsi muhasebesinin rehberi de ilimdir. (Ri'aye, 12)
* E/ıl-i vera {vera ehli) üç tabakadır: Birinci tabaka, hela.I veya haramlığı açıkça belli olan şeyler arasında kalan ve kesin olarak helal veya haram denilemeyen şübheli şeylerden sakınanlardır. Bu hususta İbn Sirinrh şöyle demiştir: "Bana
verfidan daha kolay gelen hiçbir şey yoktur. Bir şey bana şübhe verdiğinde onu hemen terk ederim. " İkinci tabaka, daha bir şeye elini uzatırken kalbiyle duruma vakıf olup içi sıkılanlardır. Bunu ancak kalb erbabı ile muhakkikler bilebilirler. Üçüncü tabaka arifler ve vecd ehlidir. Bunlar Ebu Süleyman Darani'nin dediği gibidir: "Seni Al
la/ı'tan alıkoyan her şey lıayırsızdır. "
vera'
121 1
Sehl b. Abdullah'a "saf heltll"in ne olduğu sorulduğunda şöyle cevab vermişti:
"Heliil, kendisinde Allah 'a iS1Jiin söz konusu olmayan, saf /ıeldl ise, Allah 'ın unutıılmadığı heliildir." Allah unutulmadan gerçekleştirilen vera ise Şibli'ye sorulan veradır. O'na " Verii nedir f:IJ Ebu Bekr?" diye sorulduğunda şöyle karşılık vermişti: "Göz açıp kapa yıncaya kadar bile olsa kalbinin Allah'la � alakasını kesecek şeylerden kaçınmandır." Bi rincisi avfunın, ikincisi havassın, üçüncüsü ise ehass-ı havassın veraıdır. Vera zühdü gerektirir. (Lııma', 70)
•• Verii, şübheli şeyleri terketmektir. İbrahim b. Edhem şöyle demiştir: "Vera, şübheli olan her Şf:lji terketmek, fıızüli Şf:ljleri terk etmek demek olan malm;aniden uzak durmaktır." Hz. Ebu Bekr Sıddik �: "Biz, bir haram işleriz korkusuyla yetmiş heliili terk eder dik" demiştir. ResUluilah $, Ebu Hureyre'ye "Vera stihibi ol, insanların en çok ibadet edeni olursun" [İbn Mace, Zühd, 24] buyurmuştur. (Kuşeyri, 58) * Allah Teala buyurmuştur ki: "Elbiseni temizle" [Müddessir, 74/4] Vera; sa kınına esasına göre, bir şeyi iyice araştırma hassasiyetini korumak, tazim esasına göre günah işlernekten sakınmaktır. Bu {makam}, avfuna ait zühd makamının sonu, müride ait zühd makamının başıdır. Bunun üç derecesi vardır. İlk derecesi, nefsi muhafaza ederek çirkinliklerden yüz çevirmek, iyilikleri artırmak ve imanı korumaktır. Verarn ilk derecesine ait olan bu üç sıfat, müride ait verarn hususiyet leridir. Verarn ikinci derecesi, mahzuru olmayan hususlada karşılaşıldığında, ko runma ve takva esasına göre düşük mertebelerden {kurtulup} yükselmek, sınırları aşmaktan kurtulmak suretiyle bu sınırları muhafaza etmektir. Verarn üçüncü derecesi ise, vaktin dağılmasına götüren her te'sirden uzak durmak, cem' haline aykırı olan her türlü arızdan uzaklaşmaya gayret etmektir. (Meniizil, 13) * Verii, riya ile hütke {kötü arnellerle bezenme} arasında orta yoldur. Kemale er mesi, riyasız ve gösterişsiz bir şekilde Allah'a yakınlaşması için, nefsi faziletli salih arnellerle bezemektir. (Mfzfin, 76)
•• İbrahim b. Edhem'" şöyle buyurmuştur: "Vera iki türlüdiir. B iri farz olan verfi, diğeri ise lıazer {sakınma} veriiıdır. Farz olan verii, Allah'a isyan olan şeylerden sakınnıak tır. Hazer veriiı ise Allah Tefilii'nın haranı kılıp kılmadığı şübheli olan şeylerden sakınmak tır." Şu halde, avfunın veraı haramdan ve şübheli olan şeylerdendir. Yani kul hak kını gerektiren ve şeriatın izin vermediği her şeydendir. Havassın {seçilmişlerin) veraı, kendisinde heva ve nefsin şehvet ve lezzet duyduğu her şeydendir. Ehass-ı havassın veraı ise, irade ettikleri ve gördükleri her şeydendir. Demek ki avam
1212
vera'
dünyayı, havass cenneti, ehass-ı havass ise Allah'tan başka her şeyi terkebuelde vera sahibi olur . . . . . . Yahya b . Muaz Razirıı şöyle demiştir: "Verfiın iki şekli vardır: Birincisi zahiri verfi olup, Allah'ın rızasından başka hiçbir şeyin seni harekete geçirmemesidir. İkincisi olan biitıni veril ise, kalbine Allalı Tebareke ve Teaiii'dan başka hiçbir şeyin girmenıesidir." (Gunye, I, 131) * Zühd, bir saat; vera iki saat, marifet ise devamlı amel ehnektir. (Feth, 294) * {Makamlardan biri olan} verfi, şübheli olanı terk ehnektir . . (A. dabı, 20) .
•• Şibli'ye veraın ne demek olduğu sorulduğunda şöyle cevab vermişti: "Vera, kalbinin göz açıp kapayıncaya kadar bile Allah Tefila'dan aynimasından sakınmandır." Ebu Süleyman Darani ise "Kanaat rıziinın bir parçası olduğu gibi, verii da zülıdiin
başıdır." Yahya b. Muaz demiştir ki: "Verii, hiçbir tevile sapmaksızın ilmin {Kur'an ve Siin
net'in} sınırında durmaktır." {İbrahim} Havvas'a veranın ne olduğu sorulduğunda şöyle cevab vermişti:
"Veril, kulun rıza veı;a gazab halinde, ancak hak olan sözü söylemesi ve bütün ilıtimamının Allah Teaiii'nın razı olduğu şeı; olmasıdır." . . . . . . {İbrahim } Havvas demiştir ki: "Vera havfa {Allah korkusuna}, havf miirifete, mil rifet de kurbete {Allah'a yakınlığa} götürür." ('Aviirif, 284-285) * Verii, haramlardan kaçınmaktır. İçinde haram olma şübhesi bulunan her şey den, bu şübhe sebebiyle kaçınılır. İşte bu şübhelere "şiibühiit" denir. Bu, kendisinde Kitab, Sünnet ve İcma'dan açık bir nassın haram kıldığı hususunda bir şübhe bu lunan şeydir. (Fütil!ıat, I, 312)
•• Verii, "ictiniib {sakınmak}" demektir. Şer'i manası ise, helalden değil, haram ve şübheli şeylerden kaçınmaktır. . Hz. Peygamber -$ bu hususta şöyle buyurmuştur: "Sana şüblıe veren şeyi bırak, şübhe vermeyen şeı;e yönel." [Buhari, Büyı1, 3] Bu bizim söylemek istediğimizin aynıdır. Bu hadis, "ceviimi'i kelim vefasl-ı hitiib"dandır. Birisi şöyle demiştir: "Bana veradan daha kolay gelen bir şeı; görmedim. Bu hadi:sle amel etmek
için, nefsimde iz bırakan her şeyi terk ettim {, hepsi o kadar}." Haramlığı kesin olan şeye gelince, ondan kaçınmak emredilmiştir. Çünkü onu almak yasaklanmıştır. {Bu yasaklama,} yasaklanan kimse hakkında olup, yasakla nan şeyin bizzat kendisi hakkında değildir. Çünkü birine yasaklanan bu şeyin kendisi, sana mübah oluşu yasaklandığı ha.lde, başkası için Şiiri'in [şeriatın (Esfiir)] mübah kılması yoluyla mübah olabilir. İşte bundan dolayı dedik ki; "Yasaklanan şeı;in bizzfit kendisi yasak değildir." Çünkü hiçbir şey bizatihi tamamen haram değil dir. (Fütil!ıat, Il, 172; Esfiir, 93)
vera'
1213
* Vera dört derecedir: Birinci derecesi, hakkında haramlığına dair fetva verilen şeylerden sakınmak Bu hususta misal vermeye ihtiyaç yoktur. İkinci derecesi, bütün şübheli şeylerden kaçmmaktır. Şübühat kısmında da geçtiği gibi bu, vacib değil müstehabdır. Hz. Peygamber � bu hususta şöyle buyurmuştur: "Sana şübhe veren şe-ı;i bırak, şübhe verme-ı;en şe-ı;e yönel." [Buhar!, Büyı1, 3] Üçüncü derecesi, ha rama düşme kaygısıyla bazı helalleri terk etmektir. Dördüncü derecesi ise, Allah'ın rızası olmayan her şeyi terk etmektir. İşte bu, sıddlklerin veraıdır. Buna misal ola rak Yahya b. Nisaburl'den rivayet edilen şu hadise verilebilir: Bir ilaç içmiş. Ha mını "İlılcın te's'ir etmesi için evde biraz dolaşsaydın ?" deyince şöyle cevab vermiş:
"Ben böyle bir yürüyüş bilmiyorum. Oı;sa ben, kendimi otuz senedir hesaba çekiyorum." Bu kimse, yürüme hususunda dillle alakah bir niyet etmeden adım bile atmamıştır. İşte bu, veraın inceliklerindendir. (Kudame, 83)
* Verıl, avam için zühd makamının sonu, müridier içinse başıdır. Büyüklere gö reyse günahtan sakınmaktır. Yapraklarına gelince; birincisi, imanı korumak için çirkin işlerden kaçınıp, iyilikleri çoğaltmaktır. ikirıcisi, caiz olan şeyle caiz olmayan şey arasındaki sınırı korumak; üçüncüsü ise, farkla alakalı, yani cem' e muhalif olan her şeyi terk etmektir. (Ravza, 470)
* Verıl, gözü göz alıcı lezzetlerden; nefsi şehvetlerden; kalbi gafletlerden; ruhu sürçmelerden; sırrı masivaya iltifat etmekten alıkoymaktır. (Cılmi', 54)
* Verıl üç kısımdır: Avamm veraı, rıza yahut gazab halinde ancak Allah'ı razı edecek şekilde konuşmak; havassın veraı, bedeni Allah'ın gazabını gerektiren her şeyden korumak; ehass-ı havassın veraı ise bütün işlerinin Allah'ın rızasına münasib olmasıdır. (Cılmi', 60)
•• Verıl ile takva, lugatte aynı manaya gelir. Hakikat ehline göre vera, harama düşme korkusuyla şehvetlere uymaktan kaçmmaktır. Denilmiştir ki ''Verıl, te'vlle
sapmaksızın, şeriatın zahirine göre hareket etmektir." Şöyle diyen de olmuştur: ''Verıl, şüb/ıeli olan lıer şeyi terk etmek ve her an nefs
mulıasebesi yapmaktır." Şibli ise demiştir ki "Verıl, mılsivılyı {Allah'tan başka her şe-ı;il terk etmektir." Peygamber Efendimiz � veraa teşvik ederek şöyle buyurmuştur: "Helal belli dir, haram da bellidir. Bu ikisi arasında şüblıeli olan şeyler vardır. Öyle ise sen, şübheli olanı bırakarak, şübheli alnıayan şeylere uy." [Müslim, Müsakat, 107-108] (Ciinıi', 265)
* Verıl, lugatte bir şeyden korktuğundan dolayı uzak durmak demektir. Şeriatta da bunun gibi, Allah'ın emrine uymak için bir şeyden sakınmaktır. (Nebhfuü, I,
269) •• Verii iki çeşittir: Birincisi zahiri vera olup, Allah'ın rızasından başka hiçbir şe-
vera-yı lübs
1214
yin seni harekete geçirmemesidir. İkincisi ise beltml vera olup, kalbine Allah Teala'dan başka hiçbir şeyin girememesidir. İmam Şafll•h şöyle demiştir: "Bir kimse konuşmak istediği zaman, konuşmadan önce düşünmelidir. Eğer masiahat zalıir olursa ko nuşnıalı, bunda şübhe varsa, m aslahat ziihir olmadıkça konuşnıanıalıdır." Bişr b. Haris {Hafi)rh demiştir
ki
"Ne zaman susmak sana hoş gelirse, işte o zaman
konuş!" (Nebhani, I, 271) {Ayrıca bk. takva/takvallah)
vera-yı lübs ( ı.r�h �IJJ ) * Verii-yı lübs, [vahidiyyetten önce, (Kaşanl)] ahadiyyet mertebesinde bulunan Hakk'tır. Bu, ikinci mertebe ve sonraki mertebe lerde, isimlere ve ayniarın hakikatlerine, sonra rlıharuyyetlerin sfıretlerine, sonra misali sfıretlere, en sonra da hissi sfıretlere bürünür. (Kaşani, 50; Cami', 103)
verese ( �jJJ ) * Verese {varisler), zalim linefsihi {kendine zulmeden}, muktesid {aşırılıklardan uzak olan) ve sabık li'l-hayrat {hayırda yarışan} olmak üzere üç sı nıftır. (Fütı1hiit, II, 25; Nebhanl, I, 49)
verka' ( � liJJ ) •· Verka, Külü Nefs, o da Levh-i Mahffiz'dur. (lshliih, 537) * Ben mesanl verkayını yani nefs-i niitıka manalar bahçesidir meskenim ben görmedeki gözünı yoktur bende başka nıesiinl ey ikinci diye seslenir bana ikinci değilim ben varlığıma ulaşır oluş yönüyle her şeı; izlerinı Ziit'ı görülmekten ari olanı bir hü.knıüm vardır benim sonradan edindiğim uzaklarda anlarda benzerim yoktur benim ancak olabilir durumuma benzer durumu istersen tenkit et dilimden gelen incelikleri o kalbler ki
vers-i ilahi
1215
güzel hakikatiere dönmüş yüzünü cennet bahçelerinin güzelliklerinden işte onlar ararlar yüce olanı çınlayan tasarruflar arasından (Diviin, 37) * Verka, alemin kalbi olan Külli Nefs, b u { Külli Nefs) Levh-i Mahffiz, b u da Kitab-ı Mübin'dir. (Kaşanl:, so; Cami', 103) * Ukab {kartal takım yıldızı), onlara göre bazen "İlk Akıl", bazen de "Küll'i Ta biat" olarak ifade edilir. Onlar nefs-i natıkayı "verka {güvercin}" olarak adlandırmış lardır. İlk Akıl, ukab gibi nefs-i natıkayı süfll alemden alıp ulvi alemin, kudsi: feza nın zirvesine çıkarmıştır. Tabiat ise onu almış, süfll aleme götürmüştür. Çoğu kere her ikisi için de "ukab" tabl:ri kullanılır. Aralarındaki fark karınelerle anlaşılır. (Kaşanı, 131; Ciimi', 90) {Ayrıca bk. 'akl-ı evvel; levh-i mahfftz; nefs-i nahka; 'ukab}
vers-i ilahi ( I,S.Ll
..:.ı)J
) * Vers-i iliihi {ilah! veraset), senin zatında ilahi tecellinin
suretlerinden hasıl olan şeylerdir. Bu tecellller senin zatında tecelll ettiğinde, O'nu ancak O'nunla görürsün. Çünkü bu makamda Hakk, senin gören gözündür. Tecelll silretleri senin üzerinde tekrarlanmaz. Zatında ve mülkiinde o tecelll gider, benzeri gelir. Bu sebeble sen, ahirette bir şeyin olmasını istediğin zaman umilml: olarak söylerdin, dünyada ise husilsl: olarak "Ol" dersin, o da olur. Çünkü Hakk, dünyada sana ait olan tekvinin mahallidir. Çünkü o, senin dünyada çeşitli işler yapmanla türlü şekiliere girer. Ahirette ise, kendi türlü tecellileriyle görülecektir. Dünyada O senin silretine bürünür, ahirette ise sen O'nun silretine bürünürsün. (FütUhiit, III,
486)
vers-i ma'nevi ( ı; pı4
..:.ı)J
) * Vers-i milnevi {manevi miras), Kitab ve alemin
hareketlerinin tamamıyla anlaşılınasını sağlayan şeyin sana açılmasıdır. (FütUhiit,
III, 486)
vesa'it ( ..l::ı iL..ıJ ) * Vesiiit (vasıtalar, sebebler}; Allah Teala'yla kul arasında bulu nan dünya ve ahiret sebebleridir. Şeyhlerden birine vesaitin ne olduğu soruldu ğunda şu cevabı vermişti: "Vesiiit üç türlüdür. Birincisi muviisaliit viisıtaları {ulaştıran
viisıtalar}, ikincisi muttasıliit vasıtaları {bağlayan viisıtalar}, üçüncüsü ise nıunfasıliit vası talarıdır {ayıran viisıtalardır}. Muviisaliit Hakk'ın tecelli/eri, mu ttasıliit ibiidetler, munfasılat ise nefsin hazlandır. " Ebu Ali Ruzbar!rh şöyle demiştir: "Allah, kendisini vesiiite tercih etmeleri için vesa
iti arifler için rahmet kılmıştır." (Lımıa', 452)
vesm ve resm
1216
* Vesiiit, kendisine sarılarak m urada ulaşılan sebeblerdir. (Hücviri, 466) vesm ve resm ( � J J �J ) * Vesnı, Allah'ın ezeli ilminde, mahlukattan diledi ğini bir daha değişmernek üzere, dilediği gibi damgalamasıdır. Bundan hiç kimse haberdar olamaz. (Lunıa',
427)
* Vesnı ve resnı [resnı (Istıliih)]; ezelde cereyan ettiği gibi, ebedde de cereyan 536)
eden {iki (Lunıa')) sıfathr. (Lunıa', 441; Istılah,
* Tasavvuf ehline göre vesnı ve resm; ezelde cereyan ettiği gibi ebedde de cere yan eden iki sıfattır. Burada "ezel"den maksadları, Allah'ın ilmidir, yoksa o iki sı fatm mücerred olarak ezeldeki hali değildir. O iki sıfata bu şekilde işaret edilmiştir.
Vesnı; "iz", "işaret" demektir. Bu manasıyla o, "kulun üzerinde ya da içerisinde, onun vusfıl ve tahkik ehlinden olduğunu gösteren iliilıi bir aliinıet" manasma gelir. Resnı ise; Hakk'm, kul üzerinde açıkça görünmesidir. Bu, iddia ettiği makam daki halinden geri dönüşü esnasında olur. Üzerinde meydana gelen bu açık ala met, onun iddiasını tasdik eder. (Fütillıiit, II, 497)
* Resnı, O'nun yaratması ve sıfatlarıdır. Çünkü, rusfim {resimler, şekiller} izler dir. Allah dışmda her şey, O'nun Hillerinin izleri dir. Bundan dolayıdır ki "Resnı;
eze1de cereyan ettiği şekliyle ebedde de cereıJan eden bir sıfattır" diyenler, yaratıklarm ve bütün sıfatlarının Allah'ın kudretiyle olmasını kasd etmişlerdir. (Kaşani, 150;
Ciimi', 84)
vesvas ( ..r''J-"' J ) {bk. hatırihavatır ya da hatre/hatarat} vezir ( _;!.)J ) * Vezlr kelimesi, "vizr" veya "vezer'' kelimesinden gelir. Her iki mana da kendisinde mevcfiddur. Eğer, "yük ve ağırlıK' manasındaki "vizr" den gel mişse, ülkenin ve onun mühimmatının yük ve ağırlıklarını taşımaktadır. Eğer
"nıelce {sığınak)" manasındaki "vezer''den gelmişse, her şeyde kendisine iltica olu nan bir şeydir. Çünkü o, halifenin lisanıdır ve onun emirlerini yerine getirir.
(Tedblriit, 157)
vichet-i cemi'i'l-'abidin (
.:.ı�..tılııll
c::ı:
��J ) * Vichet-i ceml'i'1-'iibidin
{bütün
abicilerin yöneldiği yer}, ulfihiyyet mertebesidir. (Kaşani, 49, Ciinıi', 103)
vifak-şikak ( J�A.;. - Jl.iJ ) * Hevaya uyarak emrin gereğini yapmamak inaddır, şikakdır {ayrılıktır}. Hevayı bırakarak emre uymak vifiik ve infaktır {uymak ve hayır yapmaktır}. Bunu terketmekse riya ve nifaktır. (Fütiih,
92)
vird/evrad ( �IJJi / �JJ ) {erba'u dimi'at-ı muhtesirat; evrad-ı mürid}
vesvas
1217
* Dört kısa, fakat geniş man�Hı cümle vardır, ki bunlar Kur'an'da oldukları halde, Kur'an sayılmazlar: "Subhtinalldhi velhamdü lilldhi", "La ilahe illallıihü vallahü ekber'', "Estağfirulldh", "Tebarekalldh." (Küt, I, 24) * Vird, kula gece veya gündüz tekrar tekrar gelen ve onu Allah'a yakınlığa sevk eden bir vaktin adıdır. O vakitte kula, ahirette karşısına çıkacak istenilen bir şey varid !=>lunur. Karabet {yakınlık} iki manada kullanılan bir isimdir. Bu da ya üze rine farz olan bir emir ya da mendub olan bir fazilettir. Bunu gece veya gündüz ya par ve ona devam ederse bu, ertesi gün de eda edilecek bir virddir. Virdlerin en kolayı dört rekat namaz kılmak, uzun sfuelerden birini okumak, yahut bir iyilik ya da takva üzerinde yardımlaşmaktır. (Küt, I, 81)
* Müridierin en önemli virdleri zikirdir. Çünkü namaz, her ne kadar büyük bir zikir ise de, zikrin caiz olduğu bazı vakitlerde namaz caiz değildir. Zikir böyle de ğildir. Zikre mani olabilecek hiçbir durum yokhır. {Şeyh} şöyle demiştir: "Müridier için benim tercih ettiğim zikir hevdsı devam ettiği müddetçe 'Lii iliihe illalliih ' sözüdür. Heviisı yok olursa da ona tamamen yönelirim. Zikrin şerefi onun için en faydalı şeydir. " Yine şöyle buyurdu: "Bidiiyette virdi olmayanın, nihayette vdridiitı olmaz. Ey müridi M uradına ermiş olsan bile evrddını bırakma. " (Envar, I, 138) * İsm-i celal virdinin miktarı
en
az beş bindir, fazlası için bir sınır yokhır. Sil
likler için bunun en az miktarı gece gündüz yirmi beş bindir. Dilerse tek bir otu rumda tamamlar -ki en güzel olanı budur-, dilerse üç oturumda veya imkanlarına göre ayarlayarak tamamlar. Bundan soma müride nefy ve isbat {kelime-i tevhid} telkin edilir. Müride bu telkinin istiğrak ve istihlak halinden sonra yapılması gerektiğini söyleyenler ol duğu gibi, daimi hatırlarının kesilmesinden sonra; huzur-ı tam {tam huzur} halinin zuhurundan sonra; itmi'nan ve lafzi niza'dan sonra yapılması gerektiğini söyleyenler de vardır. Tevhid şöyle çekilir: Mürid, vukuf-ı tam için öncelikle bütün şuur ve idrakini, kalbinin derinliğine atar, sonra havatır ve hevacisi defetmek maksadıyla, nefesi bitene kadar bumundan nefesini şiddetle dışarı verir. Çünkü, her vakitte havatın def etmenin en iyi yolu budur. Bundan sonra nefesini tutar, bu arada kelime-i tevhidin "Iii"sını düşünür. Onu, nefy ve isbat manasını da düşünerek, göbeğinden beynine uzanan bir çizgi olarak tahayyül eder. Sonra aynı şekilde "ilalıe" lafzını mülahaza eder {düşünür}. O hayali hattı bey ninden sağ omzunun başına çeker, "liı" ile nefyi, eğer mübtedi {yeni başlamış} ise "nıabıld" olarak {"Ili mabılde illii lzft" şeklinde}; sülukta mutavassıt {yolu ortalamışi ise maksud olarak { "la maksılde illa lıtı" şeklinde}; eğer müntehi ise {sona gelmişsel mevcud olarak {"Iii mevcıide illa lıü" şeklinde} mülahaza eder.
1218
vitr
Sonra "illa" lafzını ınüliiliaza eder. Hemen o çizgiyi sağ omuzumın başından hayal ederek, leta.iften geçirip kalbin ağzına çeker. Bununla istisnayı { "illa" edatını ve bunun işaret ettiği Allah'ı) kasd ederek "Allah" der, nefesini tutar, sonra bırakır, bu arada nefesini verirken "İlahi ente maksudi ve rızake matlilbi fAllah 'ım. maksadını sensin, rızanı taleb ediyorum}" der. Sonra aynı şartlara uyarak ikinci kez yapar ve bu şekilde devam eder. Bu sayıyı bir nefeste yirmi bir kere söyleyineeye kadar artırır. Eğer bu şekilde yaptıktan sonra, kendisine Allah Teala'nın Zat'ında istihlak ve mahv eseri ortaya çıkarsa, bu hale itiroad edilebilir. Eğer böyle bir hal olmazsa, o zaman yeniden aynı şeyleri yapmaya devam eder. (Cami', 293)
vitr ( _;J ) * Vitr {tek), tevhid türlerinden biridir. Bil ki, Arab dilinde vitr, inti kam taleb etmektir. Şu halde Hakk'ın ahadiyyeti, vücuduyla {varlığıyla) ikiliği zu hur ettiren Viiliid'in ahadiyyetinden intikam almak istemesi sebebiyle "vitr" diye vasıflanmıştır. O zaman, sayılardan sonsuz olana kadar artmamıştır. Bu zuhfırla ahadiyyetin hükmü ortadan kalktığı zaman, Hakk'ın ahadiyyeti, ortadan kalkma hususiyetine siiliib olan ahadiyyetten intikam almak ister. Bu Vahid {olan Allah}, vücuduyla kesretin {çokluğun) zuhur ettiği, vahdaniyyet isteyen şeydir. Bu talebi sebebiyle de "vitr" diye isirolendirilmiştir. Böylece bu Vahid, ondan korunma hu susunda kendisini temsil eden kişiyi vekil kıldı. Arifi de Hakk diliyle vekil yaptı ve şöyle dedi: "Ey ahadiyyetin intikamını taleb eden hakim! Ahadiyyet gitmedi. Senin istedi
ğin şey, isneı;niyyetin {ikiliğin} verdiği şeı;dir. Ne üç, ne dört, ne de daha yukarısı değil." Çünkü o, hakikatinin gerektirmediği şeyi vermez. İkiliğin bize vermiş olduğu şey, ikinin ahadiyyeti, gittiği yere kadar, üçün, dördün vs. ahadiyyetidir. Bu, sayıların aynlarının, senin ahadiyyetinin üzerine, onun şu ahadiyyetine delalet etmesi sebebiyle böyledir. Sen ancak, senin hakkındakini ve senden dolayı olanı duymuşsun. Şu halde sen de bilirsin ki, kainattaki sayılar, ancak ilahi isirole rin hükümlerinden dolayı zuhur etmiştir. Onlar pek çoktur, ama çok olmakla bir likte, onların ahadiyyetleri tahakkuk eder. Bu Vahid, sayıların aynlarına, isirolerin ahadiyyetinin mechul kalmamasını diledi, ki Allah'ın Zat'ı hakkında çokluk hatıra gelmesin. Bundan dolayı, vahdet ve ahadiyyetin aynının yöneldiği kesretin vücu dundan {çokluğun varlığından) gelen bir gayretle {kıskançlıkla), her sayıya bu sa yının ahadiyyetini verdi. O da mazeretini kabul edip, bu hususta, pek çok olan isirolerin ahadiyyetini yerine getirme hususunda, Hakk'ın ahadiyyetinin ahlakıyla ahlakianmış olduğunu bildi. Gayretinden dolayı "vitr" ismi ona doğru yürüdü, Çünkü Allah tek'dir, teki sever. (Fütilhi'it, II, 287) * Vitr, bütün itibarların {kendisinde) ortadan kalkması itibariyle Hakk'ın Zat' ıdır. Çünkü, ayn ve isirolerin hakikatlerinin taayyün etmiş olduğu şef'in aksine, bu mertebede, ahadiyyetin hiçbir şeye nisbeti olmadığı gibi, hiçbir şeyin de O'na nisbeti yoktur. (Kaşani, 48; Cami', 103)
vukOf-ı sadık
1219
vuküf-ı sadık ( J � � jjJ ) * Vuküf-i sadık: Hakk'ın ınınadıyla beraber olmak demektir. (Kaşfuı.i, 54; Cami', 104)
vuruk ( JJJ ) * {vuruk; yapraklar)
Sallandı bahçelerde yapraklar figan etti bu kumrunun üzüntüsü benim üzüntümdendir "Hefet" "hareket etti, sallandı", "nahat" "mukabeleye yas tuttu", "şücft" "hüzün" . Yani demek istiyor ki: "Miirifet bahçelerindeki berzalıl ruhlar harekete geçip, kendisi bu
bedende sınırlı kaldığından dolayı, uçsuz bııcaksız göğün katmanlarına, mele-i iiliida lıiir olan ruhların yanına varamadığı için, figan etti {yas tuttu}, bendeki karnıaşık latlfeden ona müncisib olan kısım, ona yasla karşılık verdi; böylece aralarındaki şekli benzerlikten dolayı, onu hüzünfendiren şey beni de lıiizünlendirdi." (Tercümiin, 78) vusftl/vusiil ilailah ( iıı
Jl JJ� J / JJ-PJ ) (vasıl; vasıliini
* VusUI-i ilalltih 'ın {Allah'a vasıl olmanın} manası, halktan, hevadan, irade ve şahsi arzularından çıkmış olman, O'nun fiilieriyle sabit olman, O'nun yarattıkla rına göre değil, O'na göre ve O'nun hüküm, emir ve fiilieriyle hareket etmendir. İşte bu hal, fena halidir. Buna "vusıil ilalltih {Hakk'a vuslat makamı}" da derler. Şu halde vusul ilallah, yaratılanlardan herhangi biriyle vuslata benzemez. "Hiçbir şey O'nun gibi değildir. O, Semi ve Basır'dir {gören ve işitendir}" [Şfua, 42/1 1 ] O, malılu kata benzemekten münezzehtir ya da yarattıklarıyla kıyas edilemez.
Vasıl ilalliih {Allah'a kavuşan, vuslat ehli olan kişi} ise, ehl-i vuslll nazarında Allah'ın � tarifiyle bilinir. Vuslat ehlinden her birinin, başkalarının elde ederneye ceği kendine mahsus bir makamı vardır. Aynı zamanda Allah � resuller, peygam berler ve velilerden her birine tecelli ettiği farklı bir yön vardır. Hiçbiri diğerinin sırrına eremez. Hatta öyle ki, ne şeyh müridinin sırrına vakıf olabilir, ne de münd şeyhinin haline akıl erdirebilir. Müridin yolu, bazen şeyhinin halini anlamaya yaklaşır, fakat yine de (tam olarak) anlayamaz. İşte mürid şeyhinin haline ulaştığı zaman, burada şeyhinden ayrılır ve artık o müridi bundan sonra Hakk � idare eder, onun halktan alakasını tamamen keser. (Fütiıh, 39-40) * Viiszlıln (vasıl olanlar, ulaşanlari üç kısımdır: Birinci kısım en yücesi olup, bunlar {Allah'a ait olan) Zati isimlere vasıl olanlardır. İkinci kısım sıfatı (ilahi sı fatlarla alakalı} isimlere vasıl olanlardır. Üçüncü kısım ise fiill {ilahi fiillerle} alakalı isimlere vasıl olanlardır. "Dönüş O'nunladır." Yani Allah'ladır. Çünkü O'na vasıl olan, O'ndan ayrılmayan kimsedir. Çünkü Allah'ın tecelll ettiği hiçbir şeyin ondan perdelenmesi söz konusu olamaz. "{Yine dönüş} O'nun katından . . . " yani Allah'ın
vuzu'
1220
katından; "yarattıklarınadır" Bu da onların kemale erdirilmeleri, irşad edilmeleri ve O'na davet edilmeleri içindir. (Esfilr, 42) * Vasıl {ulaşan, kavuşan}, makamların hizmet ve hallerin itaat ettiği visal mer tebesindeki ittisal sahibi kimsedir . . .
. . . vasıl, geçilen mertebelerde Mahbub'unu müşahede ederek tüm hallerde kendisine ilisanda bulunulmuş olan kimsedir. Bu, kıdeme {ezellliğe} bile sahib olsa, kaçıranın pişman olacağı vuslattır {mümkün değil ama, ölümsüzlüğü elde etse bile böyle bir kavuşmayı kaçırdığına pişman olur}. (Kavanin, 100) * Vüsiil {hakkında} Yahya b. Muazrh şöyle buyurmuştur: "A limler dört türlüdiir:
Taib {tevbe eden}, zahid, müştak {şevk hali yaşayan} ve vnsıl. Taib tevbesiyle, zfihid züh düyle, nıiiştak da hiiliyle perdelenmiştir. Viisıla gelince, hiçbir şeı; onu Hakk'dan perde/e yemez." İttisal, kalbieri keşfetmek, sırları müşahede etmektir. Bu Ebu Hüseyin Nuri'nin görüşüdür. Viisı/iinun {Hakk'a vasıl olanların} üç hususiyeti vardır: Düşünceleri Allah, meşguliyetleri Allah için, dönüşleri ise Allah'adır. Bu da Ebu Yez!d {Bistaml'n}in görüşüdür. Bazılarına göreyse vusul, kulun Balık'ından başkasını görınemesi, sır rına O'ndan başka hatırın ulaşamamasıdır. (Nebhan1, I, 391 ) vuzü' (
�
.J:PJ ) * Vııziiun {abdestin} sünnetleri on tanedir: Besınele çekmek,
avuçları {elleri} yıkamak, mazmaza {burnu temizlemek}, istinşak {burnu temizle mek}, istinsar, yani burnu su çekerek temizlemek, sakalı hilallemek, kulakları meshetmek, her uzvu üç defa yıkamak, yıkamaya sağdan başlamak, ayak par maklarını hilallemek. (Küt, I, 92)
vücud ( � y:-J ) {bk. tevacüd-vecd-vücud} vücüd-'adem (
�.ı.�
-
�.J�J ) {'ayn-ı vücud; 'ayn-ı vücfıdih; eys; vücud-ı haric
'an zevatina; vücud-ı kebir; vücud-ı mutlak; vücüd-ı sagir} * Bu topluluğun, yani sufllerin dilinde adem {yokluk} ve fenadan maksad, güzel sıfatıarın elde edilebilmesi için kötü alet ve rezil sıfatıarın yok olınasıdır. Yoksa is teme aletinin bulunmasına karşılık mananın alınaması değildir {kötü sıfatları or taya çıkaran iç güçlerin tamamen ortadan kalkmasıdır, bu güçler ortadan kalk mazsa, fena hali gerçekleşmez} . (Hücv!ii, 37) * büyük viicüdıın rülıu buysa küçüğü viicüdun O olmasaydı denıezdi asla Ben 'im Kebir
vücôd-'adem
1 22 1
Ben 'im Kadlr perdelemez vücftdum seni ne yokluk ne diriliş geniş ve biiyük düşünürsem eğer ben anlarını ki Kadim 'e aittir ziitım ve yeniye doğrudur zuhur Allah'tır tek Kadim hiçbir kusuru bulunmaz O 'nun kainô.tsa bir halk-ı cedid O'nun avucunda esir bu ne demektir peki ben değersiz bir varlığım ve her vecd deveran eder viicftdum üzerinde artık ne benim geeenz gibi gece var benim nilrum gibi nur ne de (Fiituhiit, I, 1 68) * Varlığımdan yokluğuma
Yokluğıımdan varlığıma (Divan, 36) * Vücftd {varlık} v e adenı {yokluk}, bir şeyin aynını {zatını} isbat veya nefyetmekten ibarettir. Bir şeyin aynı sabit veya yok olduğunda hem adem ve hem de vücfıd ile vasıflanması mümkün olur. Bu da bir nisbet ve izafetle olur. Mesela aynında mevcfıd olan Zeyd, çarşıcia mevcfıd, evde madfım olabilir.
Adem ve vücftd, siyah ve beyaz gibi mevcfıda ait sıfatıardan olsaydı, mevcıldun beraberce bu ikisiyle vasıflanması muhal olurdu. Halbuki daha siyah olduğunda, beyaz olmadığı gibi madılm olduğunda da mevcfıd olmaz. Mevcudun aynı anda beraberce adem ve vücud ile vasıflanması mümkündür. Bu aynın sabit olmasıyla da adem olan izafi bir vücud olur. Bu mümkün olduğunda o, sadece herhangi bir şeye izafe edilemeyen makul {düşünülebilir} olarak vasıflanabilen bir şeyle değil, aynı zamanda mahsus {duyularla algılanabilir} olarak vasıflanabilen bir şeyle de kaim bir sıfat olamaz. Ancak, doğu, batı, sağ, sol, ön, arka gibi, mutlak izafet ve nisbetler bakımından sabit olur. Vücuda vücuddan önce {varlığa, var olmasından önce} bu sıfat verilemez. "Bir Şelj, herhangi bir iilenıde veya herhangi bir nisbetle vücftd ile nıuttasif iken {var olarak nitelenirken}, aynında miidum olması; herhangi bir nisbetle mildüm iken aynında
1222
vücfid-'adem
vüciid bulması nasıl mümkün olur?" denirse, buna karşılık deriz ki: "Evet, Allah'tan başka her şeı;in viiefidda {varlık olarak} dört mertebesi vardır. O'nun ise izafi viiefidda üç mertebesi vardır. Ilk mertebe, şeyin aynındaki {özündeki} vücududur {var olmasıdır}. Bu, Hakk'ın hadis olanlara dair bilgisine nazaran ikinci mertebedir. İkinci mertebe şeyin ilnıde vüciidudur. Bu, Allah'ın ilmine nazaran birinci mertebedir. Üçüncü nıertebe şeı;in lafiz lardaki {dildeki} vüciidudur. Dördüncü mertebe onun yazılardaki vüciidudur. İlim merte besi hariç olmak üzere, bizim ilmimize nazaran Allah'ın gerçek vücudu bu mertebelere gö redir. İlim nıertebesi ise şu an hazır bulduğumuz şeyi idrlik etmektir {algılamaktır}." (İnşa', 7) * Benim sözümdür sırrını Ben vücudunun aynıyım O'nun Gördüğünde aynımı Şuhildunun ' aynıyım O'nun Bununla olur şükrünı Şükredersem artırmasından Durumu varlığıma en yakın Şahdamarı olan kişi Sevgilimin murô.dıyla müridi arasındayım Kulu olsam da O'nun O'nun vücudu olmayan bir yokluğum ben Vücudunıla sabit oldu yanımda Vücudunun aynına bakan göz
(Divan, 199) * Aynına baktım vücudun
göremedİnı kadimi hadis olanı görebildinı sadece Bir beı;lin var aramızda sanırım "Keliis " diyor perdelere Hakikatimi arayanlara benzettim kendimi Gece-gündüz iştiyô.kla arzular gibi Ondan alsın diye bazen Gayba verir onu Öyle ki açılmış görünmez onu Yok olur mu Kadim dışındaki sebebler Ama biz Açıkça hadis olarak görürüz onu (Dlviin, 286) * Adem, madfımun zatı üzerine zaid {yok olan bir şeyin özüne eklenen) bir du-
vüciid-'adem
1 223
rumdur. Sıfatın sıfatıanan şeyle kaim olması gibi, o da madı1rn olan şeyle kaim olur. (Esftir, 7) * Vücud, şeyin hakikatini bilmenin bir ismidir. İlk inceliği, ledünni ilmin vücu dudur {varlığıdır}. Bu, Hakk'ı keşfetmenin sıhhati husfi.sunda müşahedeye dayalı ilimleri ortadan kaldırır {ledünni ilim gelince müşahedeye mahal kalmaz). İkincisi, vücudun aynı {ta kendisi) olarak Hakk'ın vücududur. Buna işaret ede bilecek hiçbir şey yoktur. Üçüncüsü, ezeldeki istiğrakıyla, vücudun resmini orta dan kaldıran bir makamın vücududur. (Ravza, 496) * "Bizim, ztitımızın dışında bir vücudumuz daha var mıdır?" {sorusuna cevab ola rak} denildi ki: "Hayır. Çünkü bizim haricimiz {dışımızda kalan tilem}, sırf mevhılm {ha
ytil, vehim olan} bir dlemdir. Çünkü o, eğer var olan mümküntil {sonradan yaratılanlar} cümlesinden olsaydı, onun hakkındaki söz, bizim hakkımızdaki söz gibi olurdu. Eğer o, mu hal veya mtidum olan mümküntil cümlesinden olsaydı sizin: 'Biz hiiriçteyiz' sözünüz şu mtintiya gelirdi: 'Biz adenıdeyiz. ' O halde, vticibin aynı alnıası doğru değildir." (Esftir, 7) * Mertilib-i vücuddan tecelli-yi Ztiti {Zati tecelli}, "Ahadiyyet" ve "Viicud-ı Mutlak {Mutlak Vücud}" diye ifade edilen ilk zati tenezzülattır. Biz Mutlak Vücud'un m arifetine dair bir kitab telif ettik ve bu kitaba da el-Vücudu'l-Mutlakü 'l-Mu 'arref bi'l-Vücıldi'l-Hakk { Hakk'ın Vücudu Olarak Bilinen Vücud-ı Mutlak} adını verdik Bu konuda bilgi isteyen o kitaba müracaat edebilir. Bu ahadiyyet tecellisi Sırf
Zat'ın hakikatidir. Fakat ilk mertebe değildir. Çünkü o mertebede vücud, Zat için taayyün etmiştir. Ahadiyyet tecelllsi olan ilk ama, vücudun kendisine nisbet edil mesi mertebesinden üstün {ve öndedir} . Şunu bil ki , ahadiyyet tecelllsi zahirlikle batınlık arasında bir bağdır. Yani za hirlikle batınlık arasında üçüncü bir yer olması gerekir, tıpkı gölge ile güneş ara sında farazi bir çizgi görmemiz gibi. Bu bakımdan muhakkikler ona "berzalıiyıJet-i kiibrti {en büyük berzalıiyyet}" demişlerdir. Ahadiyyet, batınlıkla zahirlik arasında bir berzahtır. Bu ise hakikat-i Muhammediye'nin hakikatinden ibaret olup, buna "felek-i veltiyet", "Fekaabe kavseyni ev ednti {O'na iki yay uzaklığı kadar, hatta daha da fazla yaklaşmıştı}" [Necm, 53/9), "ilm-i mutlak", "şe'n-i sırf' ve aşık-maşuk nisbetinden hareketle "aşk-ı miicerred makamı" diye ifade edilir. Mutlak ilim tabiri de böyledir. Bununla, alime ve malılma nisbeti olmayan ilim kasd edilir. Mutlak Vücud'dan da kıdeme ve hudusa nisbet edilmeyen vücud kasd edilir. Öyle ise bundan şunu anlamalısın ki bu mertebe, bütün itibarlar, nisbetler, izafetler, diğer isim ve sıfatıarın batınlığının sakıt olduğu ahadiyyet-i cem'den ibarettir. Bazıları ona "hüviyet mertebesi" derler. Çünkü o, Zat'a mahsus olan şe'n-i sanide {ikinci tecellidel isimler ve sıfatiarın gai bidir. (Mertitib, 14) * Adem {yokluk}, mümkün olan ademin mümkün olan özünü asla ortadan kal-
1224
vücud-'adem
dırmaz. Aklen ve şer'an hakikatierin değişmeye uğraması da imkansızdır. Birinin diğerine hamledilmesinde hiçbir yönden isabet yoktur. Çünkü bu her bakımdan imkansızdır. Şeyh Muhyiddin ve takibcileri tarafından Vacib Zat hakkında söyle nen şeyler acaibdir. Zat, hiçbir hükrnün altına girmemiş, mechUl ve mutlak vücuddur {varlıktır}. Bununla beraber onlar, ihata, kurb ve maiyyet-i Zat'ı sabit görmüşlerdir. Bu hüküm, Zat için, O'nu yücelten ve tenzili eden bir hükümden başka bir şey değil dir. Bu hususta doğru görüş, ulemanm söylediği kurb ve ilmi yakmlıktır . . . Alem her ne kadar sıfatıara ait kemalatm görüldüğü ve isimterin zuhfu ettiği tecelllgahlar olsa da, tevhid-i vücı1d1 ehlinin ileri sürdüğü gibi mazhar zfıhirin {zu hur edilen şey zuhur eden şeyin} aynı, gölge de aslm kendisi değildir. (Mektilbat, I,
42) * Bil ki bu Tarikat-i Aliyye mensublarma sülılk esnasında zfıhir olan tevhid iki kısma ayrılır: Tevhfd-i şuhudf ve tevhfd-i vücudi.
Tevhid-i şuhudf, Vfıhid'in müşfıhedesi, yani salikin müşahede ettiği varlığın Vahid'den başka bir şey olmamasıdır. Tevhid-i vücudi ise, siHikin, mevcudun bir olduğunu bilmesi ve buna itikad etmesi, O'nun dışmda kalan varlıklarm ise yok olduklarına inanması ve böyle sanrnasıdır. O'ndan başkasının yok olduğuna manrnakla beraber, onların, bu Vahid'in tecelllgahı ve mazharları olduğuna inanır.
Tevhfd-i vücudi ilme'l-yakin, tevhid-i şuhudi ise ayne'l-yakin kabilindendir. Bu tevhid, bu tarikatın zarfui usullerinden biridir. Böylece fena hali, tevhid-i şuhudi olmadan tahakkuk etmez, tevhid-i şuhudi tahakkuk etmeden de ayne'l-yakin mü yesser olmaz. Bütün isfılasıyla ahadiyyet müşfıhedesi, O'ndan başka hiçbir şey görmemeyi gerektirir. Tevhid-i vücudi ise böyle değildir, yani zarfiri değildir. llmü'l-yakin, bu marifet olmadan da elde edilebilir. Çünkü ilme'l-yakin, başlan gıçtaki gayesi itibariyle O'ndan başka her şeyi nefy etmeyi gerektirmez. Bu hal, Vahid'in, istila yoluyla bilinmesinin hakim olduğu vaktin ve O'nun dışındaki her şeyin ortadan kaldırılmasını gerekli kılar. (Mektilbat, I, 56)
* Ey oğul, bu anlaşılması zor olan sırrı bir dinle! Hazret-i Ziit mertebesindeki çok yüce ve münezzeh olan zati kemalat, Hazret-i Zat'ın aynıdır. Mesela, bu mer tebede bulunan ilim sıfatı, Hazret-i Zat'ın aynıdır. Iriide, kudret ve diğer sıfatlar da böyledir. Yine bu mertebedeki Hazret-i Zat, hem tamamıyla ilimdir, hem de ta mamıyla kudrettir. Yani Hazret-i Zat'ın bir kısmı ilim, bir kısmı kudret vs. değildir. O mertebede bölünme ve p arçalanma imkansızdır. Hazret-i Zat'tan çıkarılmış bu lunan bu kemalata ilim mertebesinde tafs11 arız olmuş {bu kemallerin, O'nun ilmi sayesinde ayrıntılı olarak ortaya konması söz konusu olmuş}, böylece yüce ve mü nezzeh olan Hazret-i Zat'ın bekasıyla beraber {O'nun Zat'ında hiçbir artma ya da eksilme olmaksızın}, bu iki mertebe arasmda temyiz ortaya çıkmıştır. {İlk mertebe olan} vahdaniyyetin bu icmali {toplu, henüz ayrıntılı hale gelmemişi sırflığına
vücôd-'adem
1225
nazaran, bu (i.kinci} mertebede, bu tafsile (ayrıntılı bilgilere} dahil olmayan ve temyiz edilmiş (ayırd edilmiş, birbirinden farklı hale gelmiş} hiçbir şey yoktur. Aksine, her biri teker teker Zat'ın aynı olan bütün kemalat, ilim mertebesine varid olmuş, bu ikinci mertebede bir zılli vücud (gölge varlık} kazanmış, "sıfatlar" diye isimlendirilmiştir. Bu zılll vücudun var olması da, kendisinin aslı olan Hazret-i Zat ile mümkün olmuştur.
Fusiis sahibine ( İbn Arabi'ye} göre ayan-ı sabite, işte bu ilim mertebesinde ilmi bir vücud kazanmış olan o mufassal kemalattan ibarettir. Bu fakire göreyse, mümkünatın (sonradan var olan varlıkların} hakikati, kendilerine aksetmiş bulu nan kemalata rağmen, bütün kötülük ve noksanlığın temel dayanakları olan ademattır (yokluklardır}. Bu görüş, akıl kulağıyla dinlemeyi gerektiren tafsilatlı açıklamaları gerektirir. Allah seni irşad etsin! Adem v ücüdun mukabilidir (karşılığıdır}, onunla tenakuz arz eder. Şu halde nasıl vücud, icmal mertebesinde bütün hayır ve kemalatın ay nıysa, adem de (yokluk da} her türlü kötülük ve noksanlığın bizatihi kaynağı, hatta bütün şer ve fesadın aynı olur. Yine nasıl bu vücudun mukabili olan adem, iştikak (türeme} yoluyla ademin mahiyetine hamledilmiş değilse, vücud da aslın aslı mertebesinde iştikak yoluyla Zat'a hamiedilemez Iademin bir mahiyetten türemiş olduğıı iddia edilerneyeceği gibi, vücudun da Zat'tan türemiş olduğıı söylenemez}. O mertebedeki o mahiyetin madfım olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Çünkü o adem-i mahzdır (mutlak yokluktur, yokluğıın ta kendisidir} . Bu ademi mahiyetle alakah ilmi tafsll mertebesinde, o mahiyetin cüzleri de (parçaları da} ademle vasf edilir ve bu takdirde, bu mertebede bulunan adem, iştikak yoluyla tasdik edilebilir. (Mektubô.t, I, 210) * Adem mefhfımu (kavramı}, icmali ademiyyet (toplu halde bulunan, henüz ay rıntılı hale gelmemiş temel yokluk} mahiyetinden çıkarılmıştır ve onun gölgesi gi bidir. Daha sonra açıklanacağı gibi bu adem, bütün mufassal ferdierine iştikak yoluyla hamledilebilir (bütün ayrıntılı yokluk türlerinin kendisinden türediği söy lenebilir}. Nasıl vücüd yönünde bulunan icmal mertebesinde Hazret-i Vücud (Vücud Hazreti}, her iyilik ve kemalin aynı ve ilmi tafsll mertebesinde de iyilik ve kemal ferdierinden her biri birbirinden ayrılmışsa, icmal mertebesindeki bu adem de, her türlü kötülük ve fesadın kaynağı olup, kötülük ve fesadın ferdierinden her biri de, Allah'ın � ilminde birbirinden ayrılmıştır.
Bu vücudi kemalatm her bir ferdi, ilim mertebesinde, kendisine karşılık gelen ademle alakah noksan olan ferdierden her birine aks eder. Böylece her birinin ilmi suretleri diğeriyle imtizac eder. Kötülük ve noksanlıklardan ibaret bulunan bu ademler de kendileri üzerine aks eden bu kemalatla beraber bulunurlar. Ancak onlar üzerinde de bu noksanlık ve kötülükler ortaya çıkmıştır. İ şte bunlar, ilmi taf silin gerekli olduğıı ilim mertebesindeki mümkün mevcudatın (varlıkların} mahi yetleridir.
1226 Bu babın gayesi, bu ademlerin, sözü edilen mahiyetierin asılları ve maddeleri; bu kemalatın da, onlardaki hallerin suretleri gibi olduğunu ortaya koymaktır. Bu hakire göre ayan-ı sabite ise, bu birbirleriyle imtizac eden ademat ve kemalaltan iba rettir. İşte Kadir-i Mutlak olan Allah �' dilediği bir vakitte "m{ihiyyet-i mümkinat {mümkün varlıkların mahiyetleri}" adı verilen ilim mertebesinde, o ademata aks et miş bulunan vücudi zılliyyetin {varlığa ait gölgelik halinin) kemalatı ve gerekli olan şeylerle beraber bu ademiyyet mahiyetini vücud-ı zılll {gölge varlık) boyasıyla boyamıştır. Böylece onları harici mevcudat olarak yaratmış ve harici eserlerin de mebdei {kaynağı, başlangıcı) kılmıştır. Şu da bilinmelidir ki, mümkün mevcudatın ayan-ı sabitesi ve bunların mahi yetlerinden ibaret bulunan ilmi suretierin vücud boyasıyla boyanmış olmaları, {hakikatte) bu ilmi suretierin ilim mertebesinden çıkmış olmaları ve harid bir vücud elde etmeleri manasında değildir. Böyle bir şey imkansızdır, çünkü böyle bir mana Allah Teala'nın � {haşa) cahil olmasını gerektirir ki, Allah Teala bundan münezzehtir. Aksine bu, mümkün mevcudatın, o kemalattan arız olduğu ve ha riçteki vücudun, ilmi vücudun ötesinde bulunan ilmi suretlerle mutabık olduğu manasındadır. Tıpkı bir marangozun, zihninde bir taht tasavvur edip, sonra onu hariçte yapması gibi. Gerçi, bu surette tahtın, marangozun ilmindeki mahiyeti me sabesinde bulunan zihindeki sureti {aynen) ortaya çıkmaz. Aksine tahtın zihindeki suretine mutabık olan harid vücudu arız olur. Bunu iyi anla! Bil ki, adem-i sırfın aksine {diğer türlerden olan) her adem, kendi karşılığı olan ve kendisine aks eden vücud'i kemalatın gölgelerinden biriyle boyandığı zaman, hariçte de kendisi üzerinde vücud ve sfuet hasıl olur. O, bu gölgelerin te'siri al tında kalmaz. Bir renk ya da boya da kabul etmez. Nasıl renk ya da boya kabul et sin ki! Çünkü o, bu gölgelerin mukabili {karşılığı) değildir. Onun bir mukabili ol saydı, o zaman bunun, Hazret-i Vücud-ı Sırf'ın � kendisi olması gerekirdi. Marifeti tam olan arif, Hazret-i Vücud-ı Sırf mertebesine yükseldikten sonra bu adem-i sırf makamına geldiği zaman, vücud mertebesine boyanma vesilesiyle bu ademi de elde eder, bununla süslenir ve güzelleşir. İşte o zaman bu arif, hakikatte hem icmali, hem de tafsili olarak zatl mertebeleri olan bütün adem mertebeleri için bir güzellik ve iyilik elde eder. Bu mertebelerde cemal de kemal de hasıl olabilir. Bütün zat! mertebelere yayılan bu hayriyyet {iyilik ilkesi), ancak bu arif gibi olan kişilere mahsustur. Ondan başka birine hayriyyet sirayet ederse bu, ya zat! ademler türünden olan tafsili mertebelerin bazılarıyla sınırlı kalır ya da farklı dere celere göre bütün tafsill mertebelere sirayet eder. Ancak bu ikinci halde nadiren tahakkuk eder. Ademin icmall mertebesinde ise -ki her türlü kötülük ve noksanlığın aynıdır-, sözü edilen ariften başka hiç kimse hayriyyet kokusu elde ederneyeceği gibi, gü-
vücôd-'adem
1 227
zellik türlerinden hiçbirini de elde edemez. Böylelikle mükemmel hayriyyetle muttasıf olan bu arifin şeytanı da islam güzelliğini elde eder. Nefs-i emmaresi, mutmeinne ve raziyye {Mevla'sından razı olan nefs} haline gelir. (Mektilbtlt, I, 21 1 ) Oğlum, malfundur ki, vücud her hayır v e kemalin başı, adem ise her noksan lık, kötülük ve zevalin kaynağıdır. Vücüd, Vacib {yokluğu düşünülemeyen Allah} için sabit olur. Adem ise mümkünün {sonradan var olan şeylerin} nasibidir. Çünkü, hayır ve kemalin tamamı O'na, her noksanlık ve kötülük de mümküne ait tir. Mümkünde vücudun sabit olduğuna kanaat getirmek, iyilik ve kemali ona tabi kılmak, hakikatte onu, Hakk Sübhanehü'nun mülkü hususunda, O'na ortak etmek olup O'nun mülkünün hakimiyeti bundan münezzehtir. ·�
Bunun gibi, mümkünün Vacib Teala ile aynı olduğuna inanmak, mümkünün sıfat ve fiilerini, O'nun sıfat ve fiilierinin aynı olduğuna hükmetmek su-i edeb ve O'nun isim ve sıfatları hakkında ilhaddır. O rtefsi kir ve noksanlıklada damgalan mış alçak süprüntü toplayıcısının, her hayır ve kemalatın kaynağı olan şan sahibi Zat'ın kudretiyle aynı kudretin kendisinde de bulunduğunu tasavvur etmeye, o çirkin sıfat ve fiillerinin, O'nun güzel sıfat ve fiilierinin aynı olduğunu vehm et meye ne haddi vardır? Zahir uleması da mümkünde bir vücüd olduğunu sabit görerek, Vacib Teala'nın vücüduyla mümkünün vücudunu mutlak vücudun ferdierinden saydı lar. Bu hususta söylenecek son söz şudur ki, onlar, bu şübheye düşürücü kaziyyeye dayanarak Vacib'in vücıld ve evveliyyetinin kadim olduğu görüşüne inandılar. Halbuki bu, Allah Teala'nın vücudundan neşet eden kemalat ve fazilet ler hususunda, mümkünü Vacib Teala'ya ortak etmek manasma gelir. Halbuki Al lah, bu tür manalardan münezzeh ve yücedir. Hatta bu hususta şu hadis-i kudsi varid olmuştur: "Kibriya ridfim, azarnet ise izfirınıdır." [Müslirn, Tahrimü'l-kibr, 10; Ebu Davüd, Ma ca' e fi'l-kibr, 4; Tayalisi, 314] Eğer ulem.3. bu manaya dikkat etmiş olsalardı, asla mümkünde vücüd sabit ol duğu görüşüne sapmaz ve onda hayır ve kemalat olduğunu söylemezlerdi. Vücu dun O'na mahsus olması itibariyle, hayır ve kemalat da sadece O'na mahsüstur. "Rabb'inıiz, eğer unutur ya da yanılırsak, bizi azarlama!" [Bakara, 2/286] (Mektılbfit, II, 4) ·� Viicud, hava içindeki heba gibidir. Çünkü o, mefkud olan {görülmeyen} mevcüddur. Güneş pencereden girince, heba oraya yerleşir. Güneş kaybolunca, onun da orada eseri kalmaz. Hazret-i Muhammediyye'nin vücüddaki durumu da işte böyledir. (Nefehfit, 50)
·• Vücud, Kitab'dır. Peygamberler bu kitabın süreleri; müslümanların ileri ge lenleriyle kafirler, onun ayetleri; bütün varlıklar onun kelamı; nakıs vücüd onun harfleri, bunların cümlesi de Allah' tır. (Nejehfit, 77)
1228
vücôd-'adem
* Vücudun hepsi ilimdir, vücU.dun hepsi sıfattır. Kendisine isim verilen her şey, vücud {varlık) mertebelerinden biri hükmündedir. Sıfat bilinir, fakat görülmez. Zat'ın kendisinden nisbet ve izafetler kaldırılmıştır. Bu yüzden ahiret yurdunda görülecektir. (Nefehdt, 80)
* İnsan, beşeriyeti yönüyle vücilddan bir parçadır. Vücud ise hakikati yönüyle insanın bir cüzüdür. (Nefehdt, 80) * Vücud, insan-ı kamilin hey'eti {sureti} üzeredir. Insan-ı kamil kaybolunca, vücud da kaybolur. (Nefehdt, 81)
vüdd ( ;)J) * Bize göre hevd, muhibbin kalbine -başka şeyin değil- sevginin ilk olarak düşmesinden ibarettir. Bu sevgiye, bunun dışında bir şey karışmazsa, sırf ona mahsus bir vasıf olursa buna "hubb" denir. Bu sevgi, kalbde yerleşirse "viidd" adını alır. Bu sevgi muhibbin bütün benliğini kaplarsa, buna da "aşk" denir. (Ter
cüman, 14) * Vüdd; bu kökten gelen ilahi bir isim vardır ki bu "Vedıld" dur. Vüdd ise, O'nun sıfatlarından biridir. Bu sıfat O'nda sabittir. Yeryüzünde sabit olduğu için onunla vüdde "vüdd" denilmiştir. (FütUhdt, Il, 318)
vülii' ve garam ( ��J� J (JlJ ) * VülU ve gariim, ikisi bir manada olup, "ağranıa bi'ş-şeıf ya da "vele'a bıhl vülit'an" şeklinde kullanılır, "sdhıbinden ayrılnıayan, ona sınısıkı bağlı şey" demektir. (Ravza, 346)
yakaza
yakaza (
�lıı 4t )
1 229
* Allah Teala buyurmuştur ki: "De ki: 'Ben size sadece bir tek şey
için nasihat ediyorum: Allah için kıyiim edin {ayağa kalkın}"' [Sebe, 34/46] Ayette geçen "kavme lillah {Allah yolunda ayağa kalkma, yükselme}" ifadesi gaflet uykusundan uyanmak (yakaza) ve ihmalkarlık çıkınazından kurhılmaktır. Yakaza, kulun kal bine hayat vererek nuriandıran şeylerin ilkidir. Yakaza üç şeyden ibarettir: Bunlar dan ilki; nimete, onu saymaktan ümid keserek bakinak {nimeti sayılamayacak ka dar çok görmek} ve kendi sınırlarını idrak etmek {nimeti sayabilecek yeterliliğe sahib olduğu düşüncesini bir kenara atmak}, nimet hususunda kusurlu olduğunu bilmek, kendini nimetin ilisan edilmesini {bundaki nimet ve hikmetleri} anlamaya hasr etmektir. İkincisi; suçlarını gözden geçirmek, bu husustaki tehlikeyi idrak etmek, bunları telafi etmek için canla başla çalışmak, hataların kölesi olmaktan kurtulmak ve bu hataları düzelterek onlardan kurtillmayı istemektir. Üçüncüsü ise, hayatının fazlalık ve noksanlıklarını kavramak için dikkatli dav ranmak, ömründen boşuna harcadığı günlerin mes'uliyetinden {sorumluluğıın dan} kurtulmak, kayıpları telafi ve kalan günlerini de imar etmeye kefil olmaya ili tirnam göstermektir. {Yukarıda geçen} marifet-inimet {nimeti tanımak ve değerini bilmek} ise üç şeyle saf hale gelir: Akıl nuruyla, {ilahi} ilisana köle olma ümidi taşımakla ve bela ehlinden ibret almakla. {Yine yukarıda geçen} suçları gözden geçirmek ise, üç şeyle sağlamlaşır: Hakk'ın tazimiyle, marifet-i nefsle {nefsini tanımakla} ve vaidi {cehennemi} tasdik etmekle. {Yine yukarıda geçen} örnründeki fazlalık ve noksanlıkları kavramak da üç şeyle istikamete kavuşur: iJmi dinlemekle, hizmete çağıran sese kulak vererek, salihlerle sohbet ederek Bunun temeli de bütünüyle adetleri ortadan kaldırma ge reğine dayanır. (Meniizil, 6)
1230
yakin
* Yakaza, Allah'tan gelen sıkıntıdan kurtaran bir anlamadır. (Istılah, 541)
* Yakaza {hakkında} denilmıştir ki "Ayağa kalkmaktır, bu da gaflet uykusımdan uyanmak ve cehiilet çıkmazından kurtulnıaktır." (Ravza, 477) {Ayrıca bk. gaflet-teyakkuz}
yakin ( �� ) { ehl-i yakin; makamat-ı yakin; hakikatü'l-yakin} * Yakin, amel ve ondaki sadakat anında sevab ve cezayı müşahede etmektir. Bu çok nafakayla veya çok fazla konuşmakla olmaz. Bu hususta dudakları hareket et tirmeye {konuşmaya) ihtiyaç yoktur. Fakat lınanla, akılla, marifetle ve kulun vazi yetinin zahir ve b atınındaki hüsn-i tedbirle olur. Bunun akabinde sıdkı {sadakati) anlar, onun zıddı olan yalanı da anlar. Hayrı anladığı gibi, bunun zıddı olan şerri de anlar. Sıdkı sabit hale getirmeye, zıddını da ortadan kaldırmaya çalışır. Aslı fer'den ayırd eder. Sıdkı aniayıp ortaya çıkarma hususundaki meşguliyeti asıl yönünden olur. Zıddını ortadan kaldırınayla da bu bakımdan meşgul olur. Asıl, fer'lerden {temel ya da kök, dallardan) önce gelir. Kul asıldan hareketle fer' ile meşgul olmaya de vam ederse, asıl devam ettikçe onun meşguliyeti sona ermez. Fer' her gittiğinde onun yerine ona bedel bir başka fer' gelir. (Adılbı, 107)
* . . . Yakın, kişinin lınanı kadardır. (A dılbı, 185) * Ebu Yezid Bistfuni'ye tevhldin ne olduğu sorulunca "Yaklndir" demiştir. "Ya kin nedir?" dıye sorulunca şöyle demıştir: "Halkın harekat ve sekenatının {hareket et me/erinin ve durmalarının} Allah'ın � fiili olduğunu, fiillerinde O'na ortak bulunamaya cağını bilmektir. Rabb'ini tanıdığın zaman ve Rabb'in sende karar kıldığında, O'nu bul muşsun demektir." Bunun manası şudur: Sen Allah'ın, fiilierinde kendisine ortak olmayan tek olduğunu ve hiç kimsenin O'nun fiilerini yapamayacağını anlarsın.
( Şatahiit, 129) * Yakin mükaşefedir. Mükaşefe üç türlüdür: Birincisi, kıyamet günü gözle görülen mükaşefe; ikincisi kalblerin, tarif ve keyfiyeti mümkün olmayacak bir şe kilde, yakin yoluyla iman hakikatlerini keşfetmesi; üçüncü durum ise, peygam berlere mucizelerle kudret izhar ettirme yoluyla, peygamber olmayanlara da ke rfunet ve icabetlerle mucizeleri keşfettirme. (Luma', 102) * Ehl-i yakin {yakin ehli) üç derecedir: Birincisi, esiiğir yani müridierin ve ava mm yakinidir. Sufilerden biri bunu şöyle anlatmıştır: "Yakin makamının ilk derecesi
Allah'ın elinde olana güvenmek, halkın elındekine göz diknıemektir." Cüneyd'erh yakin makamı sorulduğunda şu cevabı vermiştir: "Yakin, şübhenin ortadan kalkmasıdır." Ebu Yakub {Sus1)rh ise " Kul, Allah'ın kendisine taksimine rızii gösterdiğinde o lıusus
taki yakini kenuıle ermiş olur" demiştir.
yakin
1231
Ruveym b. Ahmed'erıı sorulduğunda verdiği cevab şu olmuştur: "Kalbin, üze
rinde bulunduğu manayı gerçekleştirmesidir." Yakin derecelerinin ikincisi, evsat yani havassın yakinidir. Bunların yakini İbn Ata'nın " Yakin nedir?" sorusuna verdiği cevabda ifadesini bulur: "Vakitlerin devam
etmesine göre çekişmelerin sürekli devam etmesidir {imiin konusunda nefse sürekli olarak muhô.lefet etmektir} .... " Yakinin üçüncü derecesi ekabir yani ehass-ı havassın yakinidir. Amr b . Osman MekkJrh bir cümlesinde bu yakini şöyle ifade etmiştir: "Allah'ın isbiitının bütün sıfatlarıyla gerçekleşmesidir." Yakinin son noktası, kulun ilhfuna mazhar olmasını sağlayan hareketler yardımıyla kalbiere doğan yakin ile kalbierin Allah' a � bağlı kalmasıdır. (Lunıa', 102)
* Yakin, bütün hallerin aslıdır. Hallerin tamamı onda son bulur. O, hallerin sonu, bütün hallerin batınıdır. Bütün haller de yakinin zahiridir. Yakinin nihayeti; bütün şaibe ve şübheleri hertaraf ederek gaybı tasdik etmeyi tahakkuk ettirmektir (gerçekleştirmektir}. Yakinin neticesi; sevinmek, münacatın tadını almak, illet ve töhmet taşıyan itirazların giderilerek, kalbierin yakin hakikatlerini müşahede et mesi sayesinde Allah Tea.la'ya nazar edecek saflığa ulaşmaktır. (Luma', 103)
* Cüneyd demiştir ki: "Yakin, şübhelerin ortadan kalknıasıdır." (Ebu Hüseyin} Nfui de şöyle buyurmuştur: "Yakin nıüşahededir." İbn Ata şöyle demiştir: "Yakin, asla itiraz bulunnıanıasıdır." Zünnun da şöyle demiştir: "Gözün gördüğü her şey ilim, kalbin bildiği her şey yakindir." Başka biri de şöyle demiştir: "Yakin, kalb gözüdür." Abdullah da şöyle demiştir: "Yakin, araların birleşmesi, arada bulunan şeyin {ayrı lığın} ayrılnıasıdır." Harise'nin "Rabb'imin arşına bakar gibiyim" sözü, görüşünün gaybla birleştiğini, gayb ile arasındaki perdelerin kalktığını gösterir. Sehl (-i Tüsteri} de şöyle demiştir: "Yakin nıükô.şefedir. Tıpkı bu hususta {Hz.
Ali'nin} 'Perde/erin açılması yakinimi artırnıaz' demesi gibi." (Ta'arruf, 73) * Yakin bilgisine sahib olan kimse ulema dilinde kullanılan manada ve mutlak olarak şübheye düşmez. Naslarda geçmediği için yakin terimi Allah'ın vasfı olarak kullanılmaz. İlme'l-yakin de, ayne'l-yakin de, hakka'I-yakin de yakinin ta kendisi dir . . . (Kuşeyri, 47)
* Yakinin asgarisi (en az miktarı bile} kalbe ulaştığında kalb nur ile dolar. (Ya kin} kalbden bütün şübheleri kaldırır, onun sayesinde şükürle ve Allah korkusuyla dolar. (Kuşeyri, 90) * Yakin, imanın artmasından ve onun tahkikinden ortaya çıkar. Sehl şöyle de miştir: " Yakin, imanın şubelerinden biridir, o tasdikin de ötesinde bir şeı;dir."
1232
yakin
Birisi şöyle demiştir: "YaKin, kalbiere tevdi edilen ilimdir." Bu kişi yakinin kesb'i değil, vehbi olduğuna (çalışmakla elde edilmeyip, Allah'tan geldiğine} işaret et miştir. Sehl şöyle demiştir: "Yakinın başlangıcı mükiişefedir. Bu sebeb/e seleften biri 'Perde
açılsa yine yakinim artmazdı' demiştir. Mükiişefeden sonra muiiyene, daha sonra müşalıede gelir." Abdullah b. Hafif şöyle demiştir: "Yakin, gaybın hükümleriyle alakalı sırların ta
hakkuk etmesidir {gerçekleşmesidir}." Ebu Bekr b. Tahir şöyle demiştir: "İlim şüblıelere miirftz kalabilir, yakinde ise şüblıe yoktur." Bununla, kesb'i ilimle bedilli (vehbi, ilahi kaynaklı} ilme işaret etmiştir. Sufilerin başlangıçtaki ilimleri kesbidir, ama sonunda bedih'i olur . . . Zünnun Mısri demiştir ki: "Yakin, kasr-ı emele {emelleri kısmaya}, kasr-ı emel ziihde çağırır. Zühd Jıikmeti, hikmet de işlerin iikıbeti hususunda düşünmeyi doğurur." (Kuşeyri, 90)
* Seri Sakati "Yakin nedir?" sorusuna şu cevabı vermişti: "Yakin, varidierin göğ sünde dolaştığı sırada, orada hareket etmenin sana fayda vernıeı;eceğine ve senin için takdir edileni değiştirmeı;eceğine kesin olarak inanabiimen için sükUnet içinde kalmandır. " Ebu Bekr Varrak şöyle demiştir: "Yakin üç türlüdür: Haberle aliikalı yakin, deliiietle aliikalı yakin ve müşiilıedeı;le aliikalı yakin." (Kuşeyri, 91)
* Sıhhati hakkında yakin bulunmayan ilim, (hakiki} ilim değildir. . . (Hücviri, 464) * Allah Teala buyurmuştur ki: "Yakin siihibleri için yen;üzünde iiyetler vardır." [Zariyat, 51/20] Yakin, bu yola giren kişinin bineği, avam derecelerinin sonudur. Havassın da ilk adımı olduğu söylenmiştir. Yakinin üç derecesi vardır. Birinci derecesi ilme'l-yak"ın olup Hakk'dan zuhur eden ve Hakk hakkında gaib olan her şeyi kabul etmek, Hakk ile kaim olan her şeye vakıf olmaktır. İkinci derecesi ayne'l-yakin olup, istidrak {gizli hususları açığa çıkarma} yo luyla istidlalden (fikir yürütme yoluyla açığa çıkarmaktan}, ıyan (gözle görme} yoluyla da haberden müstağni olmaktır, müşahedenin ilim perdesini yırtmasıdır. Üçüncü derecesi ise hakka'l-yak"ın olup, keşf sabahının ağarması, sonra yakinin külfetinden kurtulmak (zorlanmadan kolaylıkla yakin sahibi olmakf, sonra da hakka'I-yakinde fani olmaktır. (Meniizil, 25) * "Niyetin anahtarı nedir?" diye sordular, ben de "Yakindir" dedim. Yakinin anahtarının ne olduğunu soranlara ise, "Tevekküldür'' dedim . . (Gunye, II, 125) .
yakin
1233
* {Ha.llerden} yakin, şübheyi ortadan kaldırarak tasdik etmektir . . . (Adab2, 21) * Müşahede, yakin derecesinde hususi bir vasıftır ki, o da ayne'l-yak"ın'dir. Ayne'l-yakin derecesinde de hususi bir vasıf vardır, o da hakka'l-yakin'dir. Bu du rumda hakka'l-yak"ın derecesi müşahedenin üstünde bir durumdur. Hakka'I-yaki nin tahakkuk ettiği mahal ve vatan ahirettir. Fakat ahirette ona layık olacak olanlar, dünyada ondan birazcık tadabilirler. Hakka'l-yakin, Allah'ı bilme yollarının en üstün alanıdır. Çünkü bu, vicdani {yaşanarak anlaşılan} bir bilgidir. ('Aviirif, 30) * Yakin, en üstün ilimdir. Çünkü o, arnele davet eder. Amel işlemeye davet eden şey ubudiyyete de {kulluğa da} davet eder. U budiyyete davet eden şey, rububiyyetin hakkını da yerine getirmeye davet eder. Yakinden kemaliyle haz al mak ilahi ilim sahiblerine, sufilere ve zahid olan alimiere mahsustur. ('Aviirif, 32)
* Hiitır-ı yakin {yakin hatırı} imanm rfıhu ve ilmin artmasıdır. Bunun hakkında şöyle söylemek uzak değildir: "İnsandaki yakin neticesinde kazanılan bir hiitır olup so nunda Hakk'tan gelen luitıra döner. " Aklın hatırı ise bazen melekten bazen de nefsten gelir. Aklın kendine mahsus, bağımsız bir hatırı yoktur. Ya nefsin, ya da meleğin te'siri ile ortaya çıkar. Yuka rıda belirttiğimiz gibi akıl, ilimierin kendisi ile idrak edildiği tabii bir kabiliyettir. Bazen nefs tarafından, bazen de melek tarafından ilka edilen çağnlara yönelir. Ba zen melek, bazen de şeytanın çağrılarına cevab verir. ('Aviirif, 273)
* Yakin'in ism, resm, vesm, ilim, ayn ve hakk kısımları vardır. İsm ve resm avarna, ilme'l-yakin evliyaya, ayne'l-yakin evliyanın havassına, hakka'I-yakin de peygamberlere m ahsustur. Hakka'I-yakin'in hakikati ise Peygamberimiz Hz. Muhammed'e .$ tahsis edilmiştir. . . ('Aviirif, 310; Ciimi', 219)
* Yakin, Allah'ın Hz. Peygamber'e � şu sözüdür: "Sana yakin gelinceıje kadar Rabb'ine ibiidet et." [Hicr, 15/99] Bunun hükmü, nefsin yakine ulaşınakla sükfınete ermesi veya yakine ulaşınaya doğru hareket etmesidir. Bu da, hangisi olursa olsun, insanın hasiret üzere bulunduğu şeydir. istenen şeyin hükmü, nefste meydana ge len şey olursa, bu, yakin olur. YaK'ın sahibi, o anda ister elde etsin, isterse elde et mesin. Tıpkı, "Allah'ın emri geldi." [Nahl, 16/1] ayetinde olduğu gibi. (Fiitilhiit, Il,
201) * Allah katında {indellah}, Allah'ta {fillah}, Allah ile {billah}, Allah'la birlikte {ma' allah} istikamet bulup sabit olan kimseye, bu durumu yakine izafe edebileceği bir alarnet gerekir. Çünkü bu alarnet ona mahsustur ve alarnet sadece onunla ala kalıdır. İşte bu ilme'l-yakindir. Bu alametin müşahede edilmesi, yakin ile irtibatlandırılması ve o kişiye mahsus kılınması gerekir. İşte bu da ayne'l-yakindir. Hikmetin bu ayn ve bu ilirnde vacib olması gerekir. ilim ancak hakkında tasar ruf vacib olan şeyde tasarrufta bulunur. Ayn da ancak araştırılması gereken şeyi
1234
yakin
araşhrır. İşte bu ise, ilme ve ayna vacib olan hakka'l-yakindir. Yakin ise, istikrar bulup sabit olan her şeydir. Hakk veya halka ait herhangi bir türde sarsılma olmaz. Yakine ait bir ilim, ayn ve hak (öz ve gerçeklik} olarak vardır. Yani hikmetin vacib oluşu, İlahi Zat'tan başka bir şey değildir. İlahi Zat'ın yakin olarak bilinmesi, hakka'I-yakinin dışındadır. Yani bu konuda bize gereken, susmak ve meseleye dalmamaktır. Çünkü biz, İlahi Zat'ı bilmiyoruz. Sonra yakine izafe edilen, ama müşahede edilmeyen bir ilim gelir. Ayn yakine izafe edilemez. Onun alemin üze rinde bir hakimiyeti vardır. Ancak o konulara dalmayı tamamen terketmek gere kir. (Fiitıihat, n, 560) * İlm iki per oldu yek-perdir gürnan
Nakısın pervazı ebterdir ayan Bir cen8.h ile olur üftiide tayr İki üç hatve ider pervaz u seyr Üft ii hiz iizre olur nıurg-ı günıan Yek-per itdikçe ümid-i fişiyiin İlme tebdll olsa zannın muttasıl Mıırg-ı yek-per dii ceniiheyn oldu bil Oldu maşi-yi sıriit-ı müstakim Olmaz ol veeh-i miikibb iizre sakim Zü '1-ceniilı oldu misiil-i Cebreil Bf- günıiin bi-nıekr ii fen bi-kaal ii kzyl Cümle iilenı iina dirlerse kavf Riih-ı din-i Hakk'da sensin miistevf Sözleri ucb ile virmez infidi Ciin u dilden eylenıez tağıjir-i hal Cümlesi dirse eger güm-rahsın Kuh zann itme ki kendin kiihsın Tiin iden gelmez ana zann u gümiin Anların kavliyle olmaz nfitüviin Belki nııtka gelse bahr ile cibal Ana sensin diseler ehl-i dalal (Mesneviı, III, 57) * Zerrece konnıaz ana gerd-i keder Tiin-ı tiiin e:ıJlenıez kat'a eser (Mesneviı, III, 58)
yakin
1 235
* Bilginin iki kanadı vardır, şübhenin bir kanadı. Zan kusurludur, zanna düş mek sonu gelmeyen bir uçuştur. (Mesnevzı, III, 134)
* Tek kanatlı bir kuş, çabucak tepetaklak düşer. Kendini toplayıp uçmaya ça lışsa bile nihayet iki adım, yahut biraz daha fazla uçabilir. Zan kuşu, düşe kalka "Yuvaya ulaşırım" ümidi ile tek kanat uçar. Zandan kurtulur ve ona "yakin ilmi" yüz gösterirse, o tek kanatlı kuş iki kanatlı olur. Ondan sonra doğru yolda yürür; ne yüz üstü düşer sürünür, ne de eğri büğrü uçar. (Not: Şu mealdeki ayete işaret vardır: "Şimdi yüzükoyun sürünen mi hidiiyete emıiştir, yoksa doğru yolda dosdoğru yürüyen mi?" Bu ayetteki "yiizükoyım sürünerek gidenler" Islamiyet'e yanaşmayanlar yahut ondan ayrılanlardır. "Hidiiyete eri
şen" den maksad da, halis müslüman olanlardır. [Mülk, 67/22] Şefik Can) Cebrail gibi şübhesiz, hilesiz, dedikodusuz iki kanadını da açar ve uçar. Eğer bütün alem halkı ona "Sen Allah yolundasın, doğru dindesin" dese. . . O, onların sözleri ile neşelenip böbürlenmez. Onun asil ruhu, tek olan rUhu, bu sözleri söyleyenierin dostu olamaz. Eğer herkes ona "Sen sapıksın, kendini dağ sanıyorsun, ama saman çöpü gibisin" deseler . . . Hatta denizler, dağlar dile gelseler de ona "Sen sapıklığa yoldaş oldun" deseler . . . O kimse söyleyenierin kötülemesinden şübhe duymaz ve onların kininden, düşmanlıklarından {dolayıl üzülmez. O kimse zerre kadar hayale kapılmaz, kötüleyenlerin sözlerinden rahatsız ol maz, elem duymaz. (Mesnevlı, III, 135)
* Yakin, tarikata kabUl edilmenin getirdiği bir şeydir. İlk inceliği havassa malı sustur. Birinci derecesi ilme'l-yakln, ikinci derecesi ayne'l-yakln, üçüncü derecesi hakka'l-yakln'dir. Bu keşf sabahının ağarmasıdır. Sonra nefs külfetinden kurtul mak, sonra nefsin yok olmasıdır. (Ravza, 486)
* Hak'ikatii 'l-yakzn için herhangi bir amel ya da kitablar asla fayda vermez. Çünkü o asıldadır. Bir hal ile kevni faydaya dahil değildir. O bir iştir. Bu da ilmi, ayni ve zevki idraklerin üstündedir. Allah bunu, ehlinden dilediğine vermiştir. Belki şöyle diyebilirsin: "Işin sonunda, kitabiann fayda vermesinden sonra işlerinin bit
mesi gerekiyorsa, onu daha işin başında terket! Kendisine dönülmesi gereken şeye dön!" (Meriitib, 10) *Yakin makamları dokuz tanedir: Bunlar, tevbe, zühd, sabr, şükr, havf, rıza, reca, tevekkül ve mehabbettir. Bu makamlardan hiçbirinin, Allah ile tedbir ya da tercihin ortadan kalkmasıyla {düşünülmesi! doğru olmaz. ( Tenvzr, 8)
1236
yak'in
* Şöyle denilebilir: "Bu yüce topluluğun {sufilerin} kanaatlerine göre yakin, ilme'l
yakin, ayne'l-yakfn ve hakka'I-yakin olmak üzere üç mertebededir. Buna göre onlar, duma nın varlığını bilmenin istidlfil yoluyla ateşin varlığına yakın hfisıl etmesi gibi, ilme'l-yaki nin eserden Müessir'e doğru SelJr eden bir istidliilden, ayne'l-yakinin ateşin kendisini gör mekten, hakka'I-yakinin ise ateşle bizzat tahakkuk etmekten ibaret olduğunu söylemişlerdir. Şu hfilde, kalbi rü 'yet {görüş} kaybedildiğinde ayne'l-yakin nasıl tahakkuk eder, rü 'yet mutlak olarak yok olduğuna göre, meşayıhın icmaı nasıl doğru olur?" Buna karşı derim ki: "Herhalde, bu soruyu soran kişinin icmadan kasd ettiği, miitekaddimin meşayıhın {ilk devirde yaşamış olan şeyhlerini icmaıdır. Müteahhirin {son raki devirlerde yaşayan Şeljhler} ise bunun aksiyle hükmetmiş ve kalbi rü'yete cevaz ver mişlerdir." Sözü edilen hüküm, fakire göre isbiH edilmiş değildir. Onların açıklamış ol duğu her üç mertebe de ilme'l-yakine dahildir. Çünkü henüz istidlal sahasından çıkılaınamış ve ilimden ayn' a geçilememiştir. Ayne'l-yakine misal olarak verilen ateşin görülmesi, {hakikatte} ateşin değil, ateşin varlığına delil olarak gösterdikleri dumanın görülmesidir. Bunun ilme'l-yaki:ne dahil olması gibi, ateşin varlığına ba karak dumanın var olduğunu bilme yoluyla istidlalde bulunmak da ilme'l-yakine dahildir. Bu makaında, dumanı görerek ateşin varlığını istidlal etmek de böyledir. Bu ikinci yakin, delilin kuvveti sebebiyle, birinci yakinden daha mükemmeldir. Çünkü orada bilmek delil olurken, burada delil görmektir. Bunun gibi, hakka'I-yakinde de, ateşle değil, yine dumanla tahakkuk etmek ve yine ona istidlal etmek vardır. Bu yakin, kendisinden önce anlatılmış bulunan iki yakin türünden daha tam ve mükemmeldir. Çünkü bu, duman olanın, ateşin varlı ğına kendisiyle istidlalidir. İşte bu atak ile enfüs arasındaki açık farktır. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Onun {Kur'an 'ın} hak olduğu açığa çıkana kadar onlara, afiikta ve kendi nefslerinde iiyetlerimizi göstereceğiz." [Fussilet, 41/53] (MektUbfit, III, 140) * Takva, Allah'tan alıkoyacağı korkusuyla heıalden sakınmaktır. Yaki'nin haki kati, kalbierin keşfiyle {açılmasıyla ya da kalbin keşfetmesiyle} gaybı müşahede etmek ve fikirlerin hitabıyla sırları düşünmektir. (Cami', 54) * Yakin üç kısımdır: llme'l-yakin avamın, ayne'l-yakin havassın, hakka'I-yakin de ehass-ı havassın yakinidir. (Cami', 61) * Yakin, lugatta kendisinde hiçbir şübhe olmayan ilimdir. Istılahta ise, vaki ola nın ortadan kalkmasını gerektirmeyecek tarzda, bir şeyin mutlak olarak belli bir şekilde olduğuna inanmaktır. Birinci kayd {bir şeye İnanmak} zannı da ihtiva eden cinstendir. İkincisi {bir şeyin belli bir şekilde olduğuna inanmak}, zannı ortaya çı karır. Ü çüncüsü {bir şeyin belli bir şekilde olduğuna mutlak olarak inanınakl cehl-i mürekkebi {kara cahil olmayı} ortaya çıkarır. Dördüncüsü {vaki olanın ortadan kalkmasını imkansız kılmak}, mukaHidin imanını ortaya çıkarır.
yakote-i beyza'/yakot-ı ebyaz
1237
Hakikat ehline göre apaçık görme, hüccet ve burhanla değil, iman kuvvetiyle olur. Denilmiştir ki "Gaybleri müşahede etmek kalbierin temizliğiyle olur. Sırlan bilip gözden geçirmek, fikirleri muhafaza etmekle olur." Yine denilmiştir ki, "Yakin, bir şeyin hakikati hususunda mutmain olmaktır." Su havuza yerleştiği zaman, "Yekınü'l-nıa'ü ft'l-havz {su havuzda karar kıldı}." denir. Bil ki, yakin ehline ait hallerin fun1larının ulaştığı yakin makamlarının asılları yedi tanedir: Tevbe, sabır, şükür, reca, havf, zühd, tevekkül, mehabbet ve rıza.
(Cami', 218) * . . . Bazı meşayıh {şeyhler} yakini makamlardan değil, hallerden kabili etmiştir. Ve onu kesbi olmayan bir hal olarak görmüşlerdir. Bazıları "Yakin nıakanılardandır. {Makamların} başı marifettir, sonra yakin, sonra tasdik, sonra ihlas, sonra şehıidet ve taat gelir" demişlerdir. Böylelikle marifeti gerekli olan ilk makam olarak görmüşlerdir. (Camı', 219) {Ayrıca b k ilham; 'ilme'l-yakin-'ayne'l-yakin-hakka'l-yakin; keşf; muhadara mükaşefe-müşahede}
yaküte-i beyza'/yaküt-ı ebyaz (
.;=�ıi
..;.ı
}1! 1 ç.\..l:z�ıll JıJil!
) * Allah Teala,
mahlı1katı kendi nefsinde yaratmadan önce vardı. Mevcı1dat Allah'ta yok olmuştu ve Allah'ın hiçbir varlıkta zuhı1ru yoktu. İşte o gizli hazinedir. Hz. Peygamber $ gizli hazineyi, üstünde ve altında hava olan 'ama {bulut} olarak tabrr etmiştir. Çünkü çeşitli yönleriyle Hakikatü'l-Hakaik'in {Hakikatler Haklkati'nin}, kendisin den yükseğine de, aşağısına da, herhangi bir şekilde nisbet edilme gibi bir husı1si yeti yoktıır. İşte bu yakute-i beı;zıidır {beyaz yakuttur} . (İnsan, Il, 58)
yaküte-i hamra/yaküt-ı ahmer (
13'-i ..;.ı}1! 1 s:.\14�\ Jı}1! ) * Kendisinde İlahi
Hazret'in tecelli ettiği her kalb, tecelli-yi zati olan yakut-ı ahmer {kırmızı yakut} cihetindendir. Bu tecelli, üzerinde hiçbir tecelli bulunmayan müşahede halindeki, mükemmel tarzda bilen kalbin tecelllsidir. Bu tecellinin altında tecelli-yi sıfat Isı fatların tecelllsi}, onun altında da tecelll-yi ef'al { fiilierin tecelllsi} bulunur. Fakat bu tecellilerden zuhı1r eden şeyler, İlahi Hazret'ten {zuhı1r etmiş} olur. İlahi Haz ret'ten zuhı1r eden bu şeylerin tecellisine mazhar olmayan kişinin kalbi Allah' tan gafildir, kendisi de Allah' a kurbiyyet {yakınlık} halinden uzaklaştırılmıştır. (Fii tu hat, I, 137)
* Yakute-i hanıra (safir, yakut), "dürre-i beyza" da denilen akl-ı mufarıkın {ayırd edici aklın) aksine, nı1raniyyetinin cisme ait zulmetle imtizac etmesinden [aydınlık vasfının cisme ait karanlıkla bir araya gelebilmesinden) dolayı, nefs-i külliyedir. (Kaşani, 3, 66; Cami', 12, 105) {Ayrıca b k dürre-i beyza)
1238
yedan/yedeyn
yedan/yedeyn ( ı.:.r..� / ıJIJ� ) * Yediin (iki el}, Allah Teaiii'nın faile {etken} ve ka bile {edilgen} gibi karşılıklı olan isimlerindendir. Bu sebeble Allah Teaiii'nın buyur duğu gibi İblis kınanmıştır: "Rabb'in ona dedi ki: 'Ey İblıs, iki elinıle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Biiyüklük mü tasladın, yoksa yücelerden mi oldun ? "' [Sad, 38/75] Çünkü, Allah'ın esmill {isimlerle alakalı} mertebeleri vücılb ve imkan merte belerinin toplandığı yerdir. Sılfilerden biri şöyle demiştir: "Yediin, vücub ve imklin mertebesidir. Hakk olan ise, bundan daha unıum'i bir tekabiildür." Şu halde faile {etkin olan isimlere}; Cemil ve Celil, Latlf ve Kahhar, Darr {zarar veren} ve Nafi {fayda veren} gibi karşılıklıdır. Enis (üns sahibi! ve haib (heybet sahibi}, raci (reca ya da ümid sahibi} ve haif {havf ya da korku sahibi}, müntefi {faydalanan} ve mutazarrır {zarar gören} gibi kabile olanlar da {etkin isiınierin fiilierinden etkilenen isimler de} karşılıklıdır. (Kaşani,
66; Ciimi', 105) yemin-i gamiis ( ıJ"yi� � ) * Yenızn-i gamus, kendisiyle hakkın batıl, batılın da hak haline geldiği yemmdir. Bu yemin için, "müslümanın malının zıılmen alındığı yemın" de denmiştir. Misvak ağacından bir misvak alınmış olsa bile böyledir. Çünkü bu yemin, sahibini Allah'ın gazabına daldırır. Yine denilmiştir ki "Bu ye nı'in, sahibini cehenneme sokar." (Küt, II, 148)
ye's ( ı.J"4 ) * Yeise {ümidsizlik haline}, "kabz" denir. (Istıliih, 536) * Yeis, sıl-i zannın fayda etmemesi; {bir işi} sımsıkı tutma hususunda gevşek liğe sebebiyet veren, kararsızlığa yol açan ve recanın {ümidin} düşmanı olan histir.
(Ravza, 691) yevm-i 'arefe/yevm-i terviyye (
ao_;dl �y., / a.!Jıtl l �y., ) * Yevnı-i terviyye
(terviyye günü} ve terviyye, Zilhicce ayının sekizinci gününün ismidir. İnsanların Mekke' den Mina'ya çıktıkları gündür. O giin insanlar, zemzem suyundan içtikleri için "terviyye" diye isimlendirilmiştir. Terviyye, "irteviı" fiilinden, tef'il babında bir kelimedir. İnsanlar bu günde şükrederek zemzem suyundan içtiklerinde, onunla yıkandıklarında "irteva" fiili kullanılır. Denilmiştir ki, "Hz. İbriilıfnı �' oğlunu kurban ettiğini rüyasında gördüğü için
'terviyı;e' diye isimlendirilmiştir. O bunun Şeytan'dan veı;a Hablb-i Ralıman'dan oldu ğunu düşünmüş, o gün bu nıeseleı;i düşünmekten kurtulamamıştı. Arefe günü olunca, ona 'Sana enzredilen şeyi yap' denilnıiş ve bunun Rahmi'in'dan olduğunu anlanııştı. Bıt sebeble 'yevnı-i arrıfe farefe günü}' diye isimlendirilnıiştir." (Gunye, II, 31) yevm-i 'arfibe ( 4u�ll rY- ) * {Arube, Cahiliyye devrinde Cuma gününe verilen isimdir. }
yevm-i cum'a
1239
Arıibe günü sonuncusu günlerin çok iyi bilinen o meşhur altı günde zorla alır levhamız sırlarını Rabb'inden kalemler vasıtasıyla (Leta'if, 179) yevm-i cum'a ( :iıı .. �l �J! ) * Yemn-i cumii {Cuma günü}; ayn-ı cem'e ulaşma ve kavuşma vaktidir. (Kaşanl, 67; Ciinıi', 105)
za
za (
1241
1.) ) •• Za {bu, burası, burada}; daha dünyadayken {Hakk'ı} müşahede et
meye işaret eder. (Şehide, 68)
* "Za! Za! Lii za!" Buradaki ilk zii Zat'ı, ikinci za ilmin zatını, üçüncü zii ise Hakk'ın Zat'ını ifade eder. "Zii'' olmaz, "lii {hayır}" da olmaz. "Lii" nasıl olur? Sa dece "lii" olur. "Tevhzd ondan {la'dan} zuhur eder" dersen, Zat'ı Zateyn {iki Zat} yapmış olursun. Kendisinden bir Zat zuhur eden nasıl Zat olmaz? Za Zat'tır, Zat değildir. Ahfa {en gizli olan şey} nasıl ortaya çıktı ve nerede gizlendi?
Eyne {nerede}, mii {ne} ve za yoktur. Eyne onu ihata edemez. Çünkü, zuhur da O'nun yaratmasıyladır, eyne de O'nun yaratmasıyladır. Eğer "Tevh'id O'nunla sahfh olur" diyecek olursan, bu senin için nasıl sahlh olur? Sana ne olur? Yapılanla söyle nen, Zat'ın lütfunun eserleridir ve çünkü onlar arızidir {sonradan ortaya çıkarlar}. Arızi olan şeyler de {O'nunla} mütenakız olmazlar {çelişmezler}. Arazı taşıyan şey, nasıl olur da cevher olmaz? Cisirnle birleşen şey cisirnden başka bir şey olamaz. Biz "ma"ya {ne'ye} dönelim . . . Ma, muhtevayı; hii ise söylenenleri ve yüklenmiş olan yıkanları içine alır. (Tavasin, 212)
zacir ( ;:ı:-lj ) * Ziicir, mü'minin kalbinde bulunan Allah'ın vaizidir. O, kalbe atı lan ve onu Hakk'a çağıran bir nurdur. (Istzliih, 534; Kaşani, 55; Cfimi', 85) {Ayrıca b k hatırihavabr ya da hatre/hataratl
zahid-mütezehhid < �Ar zahir-batın ( -:.ıl:ılı
-
-
�lj ) {bk. zühd}
;1111& ) * Şeriat ilmi tek ilim olup, rivayet ve dirayet denen
iki manayı içinde toplayan tek bir isirndir. Bunları bir araya topladığın zaman, zfi çıkar. Bu manada, ilirnde zahir ve batını birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Çünkü ilim kalbde bulu nur ve dille açığa vurulmazsa ilm-i batındır {biitın ilmidir}. Dilde açığa çıktığında
hir ve bfitın arnellerine çağıran bir şeriat ilmi ortaya
1242
zahir-batın
ise zahir olur. Bu sebeble biz "İlim, zfihir ve batındır'' demiyoruz. Gerçekte ilim, zahiri ve batıni arnellere götüren, zahiri ve batıni arnelleri gerektiren şeriat ilm idir. Zahiri arneller azalara {organlara, bedene} yönelik taharet, namaz, zekat, oruç, hacc gibi ibadetlerle; hukuki cezalar, boşanma, köle azad etme, alışveriş, miras hu kuku, kısas ve benzerleri ahkarn konularıdır. Çünkü bunların hepsi bedenimizle yaptığımız zahiri işlerdir. Batıni arneller ise, tasdik, iman, yakin, sıdk, ihlas, rnarifet, tevekkül, rnehabbet, rıza, zikir, şükür, inabe, haşyet, takva, murakabe, tefekkür, Itibar, havf, reca, sabır, kanaat, teslimiyet, tefv'iz-i umur !işlerin Allah'a havale edilmesi}, kurb, şevk, vecd, vecel, hüzün, pişmanlık, haya, hacel {utanma}, tazim, icUH ve heybet gibi kalb am elleri, manevi hal ve makarnlardır. Zahiri ve batıni arnellerden her birinin kendine göre bir ilmi, bir kavranışı, açıklaması, bir anlama şekli, bir hakikati ve bir vecdi vardır. Zahiri ve batıni her arnelin sıhhatini kanıtlayan, Kur'an'da yer alan ayetlerden ve Hz. Peygamber'in $ sünnetinden deliller vardır. Bunları bilen alim, bilmeyen de cahildir. (Lunıa', 43)
* Biitın ehlinin kalbierinin meyli, müridin Sünnet-i Seniye'ye bağlılığı ile bi datlerden kaçınması ve varlığını tümüyle terk ettiği rniktardadır. Zira, bu yolun önderlerinin arasında tarnamının ortak usUlü, vücudu {varlığı} nefy etmek, çokça gayret etmek, elde olana kanaat, ahitlere vefa, yegane rnabud olan Mevla'yı rnüşa hede esnasında rnasivayı hatıra getirrnemektir. Ben bütün bunların hepsini yerine getirrnenizi, gücünüzün yettiği kadar zikr-i hafiye ve hulasa olarak sunduğumuz evrada devarn etmenizi tavsiye ederim. Çünkü kalbi hastalıkları tedavi etme konu sunda en te'sirli ilaç budur. Keşf ve kalb uzmanlan da bunları tatbik ederler.
(Buğye, 244) * Ziihir, O'nun hızla gizlenmesini; biitın ise şiddetle zuhur etmesini ister. (Nefehiit, 49) zahir-i münkinat ( .:JI:S:: � LI �\!:> ) * Ziihir-i nıünıkünfit {sonradan var olan varlık ların zahiri}; Hakk'ın, mürnkünlerirı ayan ve sıfatlarının isimleri suretinde tecelli etmesidir. Buna "iziifi vücud" denildiği gibi, "zii.lıir-i viici'td" ismi de verilir. (Kaşani,
165; Cami', 89) zahire-batıne ( a.:.b\ı
-
;� Ili> ) * C aybın sırları zahir ve hatın olmak üzere iki kı
o
sımdır. Zahir olanları, nazar ve tahkik ettikleri takdirde zahir ehli bilirler. Biitın olan sırlar ise hiçbir zaman nazarla {nazari/teorik bilgiyle} bilinmez. Onları bilmek, ancak ilahi vergiye bağlıdır. İşte bu, nübüvvet ve veH1yet tavrıdır. Bu ikisinin birbi rinden ayrı olduğu apaçıktır. Çünkü nebi metbudur {kendisine uyulur}, veli ona tabi olur ve onun kandilinden aydınlık iktihas eder. (Tedblrfit, 208)
zahire-batıne
1243
* Nükabanın {sfıfılerin nakiblerinin, yani denetleyen gayb erenlerinin} dördü zahiri, altısı batını olmak üzere on arneli vardır. Zahiri arnelleri çok ibadet, zühdü gerçekleştirmek, iradeden sıyrılmak ve mücahede, batıni arnelleri ise tevbe, inabe, muhasebe, tefekkür, itisarn !Allah'ın emirlerine bağlılık} ve riyazettir. (Cami', 3)
* Nüceba {seçkinler} kırk kişidirler. Yetmiş kişi oldukları da söylenmiştir. Bun lar halkın işleriyle meşguldurlar; ancak Hakk'tan başkasına nazar etmezler. Bunla rın, dördü zahiri, dördü de batıni olmak üzere sekiz arneli vardır. Zahiri arnelleri fütüvvet, tevazfı, edeb, çok ibadet, batını arnelleri ise sabır, rıza, şükür, hayadır. Bunlar güzel ahlak ve irfan ehlidirler . . .
. . . Abdal, yedi kişi olup, her biri vehim ve hayalden kurtulmuş, fazilet, kemal, istikamet ve itidal ehlidirler. Dört zahiri, dört batını arnelleri vardır. Zahiri arnelleri susmak, uykusuzluk, açlık, uzlettir. Ayrıca bu dört arnelden her birinin zahir ve batını vardır. Susmak, zahiri Al lah'ı � zikretmenin dışında konuşmamak, batınının ise kalbin bütün teferruat {ay rıntı} ve haberlerden uzak kalmasıdır. Uykusuzluk, zahirinin uyumaması, batını nın gaflete düşmemesi için uyanık bulunmaktır. Açlık, zahiri sülfıkun kemali için ebrarın açlığı, batını ünsiyet için mukarrabfınun açlığıdır. Uzlet ise zahiri insanlarla muaşereti, batını insanlarla ünsiyeti terk etmektir. Batını arneller ise şunlardır: Tecerrüd, tefrid, cem' ve tevhid. Abdalın husfısiyetlerinden biri de şudur: Abdal, bulunduğu yerdeki toplum dan ayrılırken, mutlaka yerine kendisi gibi birini bırakır. Bedel Hz. İbrahim'in �� kalbi üzerinedir. Bu bedellerden her birinin tabi oldukları ve kendisinden feyz aldıkları birer imaını (önderi} vardır. Abdalların kırk veya yedi kişi olduğu söyle nir. Bunlar ahyardandır. Her birinin kendi içlerinden imamları vardır. O imam o topluluğun kutbudur . . .
. . . Evtad, dört kişiden ibarettir. Menzilleri, Doğu, Batı, Kuzey ve Güney olmak üzere alemin dört tarafıdır. Her birinin makamı bu yönlerdedir. Onların, dördü zahiri, dördü de batını olmak üzere sekiz arneli vardır. Zahiri arnelleri çok oruç tutmak, insanlar uykudayken gece ibadete kalkmak, taatı çok yapmak, seherlerde istiğfar etmek, batını arnelleri ise tevekkül, tefviz, güvenilirlik, teslimiyettir. Onla rın her birinin kendileri arasından seçilmiş bir kutbu vardır . . . . . . Imaman {iki imam} iki kişi olup, biri kutbun sağında, diğeri solunda yer alır. Sağdaki melekfıt alemine bakar, diğer arkadaşından daha yüksektedir Onlar, vücı1d ve beka madeni olan yardımları, kutbun merkezinden ruhanı aleme yansı tan bir aynadır. Bu ayna hakkında hiçbir şübhe yoktur. Diğeri ise mülk alemine bakar. O da diğer kutubdan yansıyan hayvaniyyet maddesinden {duyularla} his sedilebilen aleme dönük bir aynadır. Bu ayna hakkında da şübhe yoktur. Sağdaki
zak
1244
imam, kutbun halifesidir. Bu iki imaının dört zahiri, dört de batıni arnelleri vardır. Zahiri arnelleri zühd, vera, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak, bfıtıni arnel leri ise sıdk, ihlas, haya ve murakabedir. (Cami', 4)
* Bunlar (nukaba-yı sufiyye (sufilerin nukaba tabakası}) sufilerin reisieri olup on arnelleri vardır. Bunlardan dört tanesi zahiri ve altı tanesi de batıni amellerdir. Dört zahiri arnelleri şunlardır: kesret-i ibadet (ibadet çokluğu), zühdü tahakkuk ettirmek, iradeden sıyrılmak, mücahede kuvveti. Altı batıni arnelleri ise şunlardır: Tevbe, inabe, muhasebe, tefekkür, itisaın, riyazet. (Cami', 28)
zak ( .!ll.) ) * Zak, ahirette gözle görmeye işaret eder. (Şehzde, 68) zakiriin ( w J./'1.) ) (bk. zikr/ezkar} zalim li nefsih
( .ı.......ıi:l ��� ) * Zdlim linefsih
(nefsine zulmeden kişiler} günahla
rında ısrar eden kimselerdir. Muktesid, farzları eda eden, haramlardan kaçınanlar dır. Sabık li'l-hayriit (hayırlarda öne geçen} ise farz ve nafileleri yerine getirenlerdir.
(Furkiin, 30) zaman <
w\..4) > * A.ıemde !uzaydaJ bir yer tutan cansız varlıklara "ecram fcirim
lerl" denir. Eş'arilere göre ecsam (cisimleri ve cevahir-i ferd (tek öz-töz} de böyle dir. . . Bunlardan bazıları nisbi varlıklardır ki yukarıda söylediklerimizle arazlar arasında meydana gelirler. Mesela eyne, keyfe, zaman, aded, miktar, izfıfet, vaz' (vaziyet, durum, konum }, en yef'ale (etken fiiller, etki}, en yenfe'ale (edilgen fiiller, edilgi} gibi . . . . . . Zaman dün, bugün, yarın, gece, gündüz, saat ve kendisinden "Ne zaman ?" diye sorabildiklerimizdir. (Inşa', 20)
* Zaman sultandır {hakimiyet ve kuvvettir}. (Istıliilı, 534) * İndiyyet mertebesine izfıfet edilen zaman, {alfabetik olarak} elif babında (bu sözlükte A harfinde} zikredilmiş bulunan iin-ı daimdir (sürekli andır}. (Kaşan'i, 55; Cami', 85) {Ayrıca bk. an; an-ı da'im}
zana'in ( .:,.H:.&> ) * Allah Teala buyurmuştur ki: "Sonra onu {uzamış olan gölgeyil yavaş yavaş kendimize çektik." [Furkan, 25/46] Bu babda yer alan kabz ile, Hakk'ın � kendisi için ayırmış olduğu {ricalullah ya da ehlullah makamlarından olan} zaniiin makamına işaret edilir. Bunlar üç fırkadır: Bir fırkayı Hakk, sakınma kabzıyla ta mamen kendisine kabz etmiş, bunları alemierin gözünden gizlemiştir. Bir başka fırkayı da, telbis {giydirme ya da örtünme} elbisesi içinde gizleyerek kabz etmiş, bunlar üzerine şekil tülünü sarkıtmış ve böylece alemierin gözünden gizlemiştir.
zarf
l:Z45
Bir başka fırkayı da, kendilerinden kendisi için kabz etmiş, böylece onları örtüi rnekten de arındırmış ve kendilerinden de gizlemiştir. (Menazil, 41)
* Kendi katındaki kıymetlerinden dolayı Allah'ın esirgediği ehlullaha has bir hususiyettir. Nitekim Hz. Peygamber � şöyle buyurmuştur: "Allah'ın halkı içinde
esirgediği kulları vardır. Onlara parıldayan nurlar giydirnıiştir. Onlar tifiyet içinde yaşar, dfiyet içinde öliirler." [Taberanl, XII, 385; Evsat, VI, 265] (Kaşani, 164; Cıinıi', 88) zarf (
J>
) * Zarf
{zarafet}, sakınma hususunda, ifrat derecesi olan asık
suratlılıkla ciddiyetsizlik arasında orta bir yoldur. Bu, insanın dost tabakalarını ta nıması, ünsiyet vakitlerini muhafaza etmesi ve beraber bulunduğu vakitlerde, ehli olan herkese karşı samirniyetle hareket etmektir. (Mfzıin, 76)
zat/zatullah ( iiıl .:.ıl� 1 .:.ıl� ) {sena'-yı zat; zat-ı ilahiyye} * zat, bizzat kendi kendine var olan şeydir. İsim, nat ve sıfat Zat'ın alametleri dir. Zat alınayan şeyin ismi, natı ve sıfatı olınaz. Ancak Zat sahibi olan şeylerin isim, nat ve sıfatları olur. (Lunıa', 427) * zat, bir şeyin vücudu {varlığı} ve hakikatidir (gerçekliğidir}. (Hücviri, 468)
* Senli-yı Ztit ala nefsih {Zat'ın kendini övmesi}, Zat'ın Zat'a yönelınesidir. Bu yönelme, Zat'ı, Zat'ta Zat ile görmektir. Allah Sübhanehu ve Teala, Zat'ını Zat'ının aynasında Zat ile görür. O hem nazar eden {bakan}, hem de nazar edilendir {bakı landır}. Mehabbetin her türlüsüne meyletmeyi imkansız gören kişi, O'nun taalluk ettiği şeylerin sayısını artırır. Adeta onları, tek bir tarif altında toplanmayan müşte rek lafızlar zanneder. Kendisinde O'na meyil bulur, tabiatıyla O'na yönelir, O'nunla ittihadı (birleşme} özler, O'nunla lezzet bulur ve kemale erer. Böylelikle mahlukun mehabbetini {sevgisini} mahluka tahsis eder. Hissi veya manevi kemal den istifade etmek için, Zat'ın misline meylederek bunları bulur. (Ravza, 395)
* Zuhurda sıfatıardan sonra, zat'tan başka hiçbir şey yoktıır. Bu itibarla Zat, isimden daha yüksek bir mertebededir. (Insan IT, 5) * (0), iki arazı olan bir cevher ve iki vasfı olan bir zat'tır. Bu cevherin hakikati (hüviyeti) ilim ve kuvvetlerdir. Alim ve hakim {olan iki sıfat,} kuvvetlerin kanalla rında dolaşır ve üçlü kuvvet şeklinde dışarı çıkar. Malik olduğun ilimlerle beslen miş kuvvet ise, basiti o kuvvetlerin hakikatinin üçte birine yerleştirirsin.
"İlinı asıldır'' dersen, kuvvetler de ilınin dallarıdır. Veya "kuvvetler topraktır" dersen, o halde ilim de ekin olınuş olur. Bu ilim, kavli {nazari, teorik} ve arneli {pratik} alınak üzere ikiye ayrılır. Kavli ilim, suretinin şekline yerleştirdiğın ve suretinin hakikatini açığa çıkardı
ğın misaldir. Arneli ilim ise, hakimin {hikınet sahibinin} kendi ilıniyle faydalan maya götüren ve idareciyi de hükmüyle karara vardıran hikmettir.
zat
1246
Bu kuvvetler de iki kısımdır: Birincisi icmali-tafslli kuvvetlerdir. Bunun şartı, mizacın güzel, tutulan yolun doğru, sözün sağlam olmasının yanı sıra fiilin de tam olması gibi istidadlardır. İkincisi de icmall-tahyill kuvvetlerdir. Bunların şartı da cevherin varlığını, yer kaplaması ve isneyniyyeti {ikili yapısı} arasındaki farkı ayırd etme kabiliyetidir. İki vasfı olan zat, sensin ve benim. Benim için seninle, se nin için bizimle ilahımızdır. Sen, makulün kabul etmesiyle değil, kendi hakikatinle varsın. Sen kulluk vasıflarınla varsın, ben ise hakikat cihetimle varım. Yoksa, ma kulün kabUl etmesiyle var değilim. Ben, makulün kabili etmesi itibariyle haklkatim {inniyyetim} cihetindenim. Ben hükümlerden biriyim, hükmeden ise Allah' tır. Sen ise mahluksun {yaratıksın}, mahluk ise kuldur.
* Zat-ı Mutlak
(İnsan, I, 7)
{Mutlak Zat}; isim ve sıfatların, mevcudunda değil de aynında
kendisine istinad ettiği {dayanmış olduğu} haldir. Her isim ya da sıfat bir şeye istinad eder. Bu şey, -ister anka gibi madfım {varlığı mevcud olmayan}, isterse mevcı1d olsun- Zat'ın ta kendisidir. Mevcud iki kısımdır, bizzat mevcud olan ki Bari Sübhanehu ve Teala'nın Zat'ıdır. Diğeri ise yokluğa bağlı olan ve sonradan var edilen şeydir, o da mahlu kattır. Biliniz ki Allah Sübhanehı1 ve Teala'nın Zat'ı, kendisiyle mevcud olduğu nefsinden ibarettir. Çünkü O nefsiyle kaimdir {kendisi bizzat vardır} . O, isim ve sı fatları hüviyyetiyle hak eder. Kendindeki her bir kudsi mana yoluyla, iktiza eden her suretle suretlenınesi tasavvur edilebilir. Yani, istediği her vasıfla, var olmayı hak ettiği her natla, kemalini iktiza eden mefhfıma delalet eden her isimle vasıfla nır. Bunun içindir ki, sonsuzluk ve idrakın nefyi de O'nun kemalatındandır. Böy lelikle bu kemalatın idrak edilemediğine, fakat idrak ettiğine hükmedilir. Çünkü, onun cehli {bilgisiz olması} mümkün değildir.
* Ziitullah-i Tealii,
(İnsan, I, 13)
birçok yönüyle manasını ihtiva etmese bile, bütün ibarelerin
kendisinde vaki olduğu ahadiyyetin gaybıdır. Zatullah, ibareden anlaşılan şeylerle idrak olunamaz, işaret yoluyla bilinen şeylerle de anlaşılamaz. Çünkü bir şey, ken disine münasib ve mutabık ya da aykırı ve zıt olan şeylerle bilinir. Mevcudat {var lıklar} içerisinde O'nun Zat'ının ne münasibi, ne mutabıkı, ne münafisi {aykırısı}, ne de zıddı vardır, ıstılah bakımından ortadan kaldırılmıştır {telaffuzu bile müm kün değildir}. O halde, bunun manası Kelam'dadır, bunun yaratılanlar {insanlar} tarafından anlaşılması nefy olunmuştur {ortadan kaldırılmıştır}. Allah'ın Zat'ı hakkında konuşan susmuş, hareket eden durmuş, nazar sahibi olan ise şaşmıştır. O, akıl ve idrakların kendisini anlayabilmesinden münezzehtir, kendisine mefhfım ve fikrin nüffiz etmesinden beridir. Hiçbir yeni ve eski bilgi O'na taalluk edemez, hiçbir latif ve kesif tarif {gizli-açık, büyük-küçük hiçbir ilim ve tasnif} O'na ulaşa maz.
(İnsiin, I, 13)
* İdrak-i zat-ı aliyye
{Yüce Zat'ı idrak}, ittihad ve hulfıl olmaksızın, ilahi keşf yo
luyla, senin O, O'nun da sen olduğunu bilmendir. Gerçekte kul kuldur, Rabb da
zat/zatullah
1247
Rabb'dır. Yani ne kul Rabb olur, ne de Rabb kul. Nazari ilim ve bilgiden üstün olan zevk ve ilahi keşf yoluyla böyle {gerçekte kul ile Rabb arasında fark olmadığını anlayacak} bir marifet elde ettiğin zaman, sende yüce Zat'ı idrak hasıl olmuş olur. Bu da ancak Zat'ın sahk ve malıkından {yani Zat'ın, senin kulluk vasıflarını yok edip, varlığında yüce Zat'ın tecelli etmesinden} sonra olur. Bu keşfin alametleri, öncelikle Rabb'in zuhfuuyla nefsinden fani olmak; ikinci olarak, Rubı1biyyet sırrının zuhı1ruyla Rabb'inden fani olmak; üçüncü olarak da, Zat'ının tahakkuklarıyla sıfatlarla ilgili her şeyden kurtulmaktır. İşte bu üç hal sende hfısıl olduğu zaman, Zat' ı idrak etmiş olursun. Ziit'ı idrak ettikten sonra, nefsin başka bir şeye ihtiyacı kalmaz. Ama senin hüviyyetinle alakah ilim, kudret, işitmek, görmek, azamet, kahır, kibriya ve ben zeri şeyler sıfatıarın muhtevasına dahildir. Bu iki zattan (Rabb ve nefsten} her biri bu sıfatıardan kendi azminin kuvveti, gayretinin üstünlüğü ve ilminin miktarınca idrak edilir. Bunu böylece bildikten sonra, sen istersen Zat ile sıfatın aynı olması Itibariyle "Zat idrCık edilmez" diyebilirsin. "Basar/ar {gözler} O'nu idrlik edemez" [En'am, 6/103] ayeti buna işaret eder. Çünkü "basar/ar" sıfatlardandır. Sıfatı idrak edemeyen, Zat'ı hiç idrak edemez. İstersen de Zat'ı idrak hususunda yukarıda an latılanlara dayanarak "Ziit idrlik edilebilir" de diyebilirsin. (İnsan, I, 21)
* Zlit, Vücı1d-ı Mutlak'tan {Mutlak Varlık'tan} ibarettir. O'ndan bütün itibarat, izafat ve vücı1hat düşmüştür. Zikredilen bu üç ifade, Vücı1d-ı Mutlak'tan hariç ola rak değil, bütün bu Itibarat ve benzerlerinin O'nun cümlesinden olduğu içindir. Onların Vücı1d-ı Mutlak'ta bulunmaları, nefs ve nisbetleri yönüyle değil, Vücı1d-ı Mutlak'ın mahiyetinin aynında olmaları yönüyledir. Bu Vücı1d-ı Mutlak, kendi sinde hiçbir ismin, sıfatın, nisbetin ve ilavenin henüz zuhı1r etmemiş olduğu halis Zat' tır . . . Eğer Zat'ta, bu zikredilen şeylerden herhangi bir vasıf, isim ya da nat zuhı1r ederse, bu nisbet Zat'la değil, mazharla [kendisinde zuhı1r edilen şeyle} alakalıdır. Çünkü Zat'ın nefsinde hükmetmesi, külliyatı, cüz'iyyatı, nisbetleri ve izMetleri şamil olmasından {içine almasından} ibarettir. Fakat bu şumı11, sözü edilen itibarla rın var olması değil, belki ahadiyyet-i Zat'ın kudreti altında yok olması hükmüyle dir. Zat'ta vasıf, isim ya da nat, itibari {izafi} olduğu zaman, bu itibara, Zat için de ğil, itibar edilen şey için bakılır. Bunun için biz, "Zat, Viiefid-ı Mutlak'tır" dedik, " Viicıld kadim'dir {ezelldir}" ya da "Viicıld Viicib'dir" demedik Böyle demiş olsaydık, takyid {sınırlama} getirilmiş olurdu. Yoksa burada Zat'tan maksadın, kadim olan Vacibü'l-Vücı1d olduğu bilinmektedir. "Viicıld-ı Mutlak" sözümüzdeki "mııtlak"taki ıtlak vasfı, asla takyid olarak anlaşılamaz. Çünkü, "mutlak" demekten anlaşılan şey, "kendisinde hiçbir şekilde takı;zd bulunması mümkün olmayan şe-ıf dir. Bu çok ince bir meseledir, (bunu çok iyi} anla! (İnslin, I, 43) * Kendi sadelik ve sırflığından tenezzül ettiği zaman Zlit-ı Sırfın (Sırf Zat' ın} üç tecelligahı olur: Bu tecelligahların ilki ahadiyı;ettir. Burada Zat'ın tenezzülünde, ne
1248
zat/zatullah
ltibarlar, ne iziifetler, ne isimler ve ne de sıfatlar vardır. Hatta bunların dışında da hiçbir zuhur sahası yoktur. O Zat-ı Sırf'tır. Fakat sadece ahadiyyet ona nisbet edil diği için hükmü sadelikten nüzı11 etmiştir. Bu tecelligahlarm ikincisi hüviyyettir. Burada da ahadiyyet dışında zikr olu nanların zuhur yeri yoktur. Bu makaında hüviyyet, Zat'ın sadeliğine karışmıştır. Ancak ahadiyyetin Zat'a katılması gibi değildir. Bunun sebebi, bu makamdaki giz lilik akıl yoluyla bilinsin, gaibe bir işaret bulunsun diyedir. Gerisini sen anla. Bu tecelllgahlarm üçüncüsü enniyettir. Bu makamda da hüviyet haricinde di ğerlerinin zuhuru yoktur. Burada da Zat'ın sadeliğine katılma vardır. Fakat bu ka tılma hüviyyetin {ahadiyyete) katılmasına benzemez. Sebebi ise sonradan yaratılan şeylerle, hazır ve huzfu gibi milnaların akıl yoluyla bilinmesi içindir. Haliyle bu gibi şeyler rütbe 'itibiirıyle, akıl yoluyla bilinen gaibden bize daha yakındır. Bundan sonrasını sen anla ve düşün. (İnsiin, I, 43)
* Meratib-i vücılddan {varlık mertebelerinden) biri Ziit-ı İlfıhz {İlahi Zat) merte besidir. Bu mertebeye, bazı yönlerden dolayı Mutlak Mukaddes Zat'ın {Allah'ın) diğer nisbet ve tecellilerden mukaddes olduğu için "gaybü 'l-gayb {gaybın gaybı}" de nir. Bu sebeble sufiler, bu mertebeye "basit iliihf Ziit" demişlerdir. Çünkü ibareler onu anlatmakta aciz kalmış ve işaretler onun otağının sınırına varaınadan kesil miştir. Bundan dolayı o mertebe gaybı "munkata'ı'l-işiiriit {işiiretlerin kesildiği yer} ve
gayb-ı mechUl {bilinmeı;en gayb}" olarak adlandırılmıştır. Yine bazı arifler bu mertebeye "adem-i mukaddem ale'l-vüciid {varlıktan önceki yokluk}" ismini vermişlerdir. Onlar bu adla bu mertebenin yokluğunu, yani -haşa "yoktu, fakat sonradan var oldu" şeklinde değil de, nisbet ve diğer tecellllerden mü nezzeh olan yüce İlahi Zat' a, varlığın sonradan nisbet edilemeyeceğini, aksine bu mertebenin her yönden bilinemez olduğunu ve onu bilmeye hiçbir şekilde imkan bulunm ayan Mutlak Vücud {varlık) hakikatini kasd ederler. İşte bu yüzden Allah Resulü Efendimiz $, bu mertebeye "amfı" adını vermiştir. (Meriitib, 12)
·• . . . Şeyh Muhyiddın ve takibcileri tarafından Vacib Zat hakkında söylenen şeyler acaibdir. Ziit, hiçbir hükmün altına girmemiş, mechul ve mutlak vüciiddur {varlıktır) . Bununla beraber onlar, ihata, kurb ve maiyyet-i Zat'ı sabit görmüşlerdir. Bu hüküm, Zat için, O'nu yücelten ve tenz'ih eden bir hükümden başka bir şey değil dir. Bu hususta doğru görüş, ulemiinın söylediği kurb ve ilmi yakınlıktır . . . Alem her ne kadar sıfatıara ait kemalatın görüldüğü ve isiınierin zuhur ettiği tecelligahlar olsa da, tevhid-i vücudi ehlinin ileri sürdüğü gibi mazhar zahirin {zu hur edilen şey zuhur eden şeyin) aynı, gölge de aslm kendisi değildir. (Mektiibfıt, I,
42)
zat/zatullah
1 249
* Ey oğul, bu anlaşılması zor olan sırrı bir dinle! Hazret-i Ziit mertebesindeki çok yüce ve münezzeh olan zati kemalat, Hazret-i Zat'ın aynıdır. Mesela, bu mer tebede bulunan ilim sıfatı, Hazret-i Zat'ın aynıdır. İriide, kudret ve diğer sıfatlar da böyledir. Yine bu mertebedeki Hazret-i Zat, hem tamamıyla ilirndir, hem de ta mamıyla kudrettir. Yani Hazret-i Zat'ın bir kısmı ilim, bir kısmı kudret vs. değildir. O mertebede bölünme ve parçalanma imkansızdır. Hazret-i Zat'tan çıkarılmış bu lunan bu kemalata ilim mertebesinde tafsil arız olmuş {bu kemallerin, O'nun ilmi sayesinde ayrıntılı olarak ortaya konması söz konusu olmuş}, böylece yüce ve rnü nezzeh olan Hazret-i Zat'ın bekasıyla beraber {O'nun Zat'ında hiçbir artma ya da eksilrne olmaksızın}, bu iki mertebe arasında temyiz ortaya çıkmıştır. {İlk mertebe olan} vahdaniyyetin bu icmaü {toplu, henüz ayrıntılı hale gelmemiş} sırflığına na zaran, bu {ikinci} mertebede, bu tafsile {ayrıntılı bilgilere} dahil olmayan ve ternyiz edilmiş {ayırd edilmiş, birbirinden farklı hale gelmiş} hiçbir şey yoktur. Aksine, her biri teker teker Zat'ın aynı olan bütün kemalat, ilim mertebesine varid olmuş, bu ikinci rnertebede bir zıll1 vücud {gölge varlık} kazanmış, "sıfatlar" diye isimlendi rilmiştir. Bu zılli vücudun var olması da, kendisinin aslı olan Hazret-i Zat ile mümkün olmuştur.
Fusils sahibine {İbn Arabi'ye} göre iiyiin-ı sabite, işte bu ilim mertebesinde ilmi bir vücud kazanmış olan o mufassal kemalattan ibarettir. Bu fakire göreyse, mümkünatın {sonradan var olan varlıkların} hakikati, kendilerine aksetmiş bulu nan kemalata rağmen, bütün kötülük ve noksanlığın temel dayanakları olan ademattır {yokluklardır}. Bu görüş, akıl kulağıyla dinlerneyi gerektiren tatsilatlı açıklamaları gerektirir.. (Mektubtlt, I, 210) .
•• eıJ sırları ortaya çıkaran
açığı vuran nurları Ziit'ı Merhamet ettin eıJ şiinı yüce kurtardın bizi ağıjiirdan ateş içinde kalbirn akar gözyaşını fikrim hayrette gözlerim kamaşır nurdan . . . . . . Ziit'ı gördük ayniarında Sen'in idriik edilemez olsaydı bakabilir miydik hiç O'na sağlamken şu kudretim parı/dar Sen 'in miiniin iifakta enfüste
1250
z1lviye
böyle ulaşabildi idrakim Sana gözler seni müşahedeyle görebildi ancak (Mevahib, 15) bu sancaktan parladı şimşeği zat'ın sevgimin O'nunla zuhilr edişinden beri siva yok oldu gözümden cilalanıp açıldı kalbirn (Mevahib, 44) * Zat {Hakk'ın Zat'ı}, nat ve sıfat kabul etmez, nisbet ve izafetler ondan kaldırıl mıştır. (Nefehat, 54) * Rabb ismi Rahlm isminden, Ralıfm ismi Ralıman isminden, Ralıman ismi Allah isminden, Allah ismi ise Zat'tan izinlidir {yetki alır}. (Nefehat, 62) ziiviye ( a�jlj ) {bk. tekye/tekke} zebur ( JJ!j ) * Zebur, "kitab" manasma gelen Süryanice bir kelimedir. Arablar da bu kelimeyi kullanmışlardır. Hatta Allah � da Kur'an'da bu kelimeyi kullan mıştır: "İşledikleri her Şetj zebilrlarda mevcflddur." [Kamer, 54/52] Burada zeburlar "kitablar'' demektir. Zebur mufassal { ayrıntılı} ayetler halinde Hz. Davud'a �� indi rilmiş, ancak Hz. Davud �1, onu kavmine, ancak Allah tarafından nüzulü ta mamlandıktan sonra, bir defada çıkarmıştır. Hz. Davfid' �ı, muhavere {karşılıklı konuşma} bakımından insanların en kibarı, ahlak yönüyle de en güzeli idi. (İnsan, ı,
72) zecr ( .ı�j ) * Zecr {menetme}, kalbdeki heyecandır. Kalb sadece gafletten uyan
ınakla zecrden sükfin bulur, uyanıklık haline döner, uyandığında doğruyu yanlıştan ayırabilir.
Zecr, kişiye niyetinin hatalı tarafını gösteren kalbdeki bir ziyadır {aydınlıktır}. Tevbenin başlangıcında meydana gelen zecr halinin üç yönü vardır: ilim yoluyla zecr, akıl yoluyla zecr ve lınan yoluyla zecr. Tevbe eden bir kul, zecr haline gidip gelmeye devam eder. Bu hal onu tevbeye götüren ilfıh1 bir mevhibedir. Kulda tevbe ve zecr hali yerleşip makam haline gel medikçe nefsin hevasının sürekli olarak üstün gelmesi yüzünden kul tevbe ve zecr halini muhafaza edemez. Zühdde de durum bundan farklı değildir. Kul, önce kendisine dünya ile meş gul olmayı terketmenin lezzetini gösteren ve kendisinin ona doğru yönelmesini kı-
zefir
1 251
nayan bir hal ile zühde yönelmeye çalışır. Kerim olan Allah'tan gelecek yardıma nail olmadıkça, nefsin açgözlülük ve dünyaya karşı olan hırsının delaletiyle {tevbe ve zecr} halinin eseri ortadan kalkar. Böylelikle kul zühde erer, zühdde istikrar kazanır ve zühd onun makamı haline gelir. Ardından kulun kalbini tevekkül hali yoklamaya ve bu hiile erene kadar kalb kapısını zorlamaya başlar. ('Avtirif, 275) {Ayrıca b k hatır/havatır ya da hatre hataratl
zefir ( �!) ) * Zefir, derin nefes almaktır. Kalbden yakıcı bir nefesin çıkmasıdır. Onun çıkışı hızlı bir itme {ya da atma} şeklinde olur. Bu, esef gibi şeylere ilaveten, hüzne bağlı şeylerden kaynaklanır ve aşıkların alametlerindendir. (Ravza, 662)
zehab ( y\A.) ) * Zehıib, "gaybet {kendinden geçme, kendini kaybetme}" demektir. Ancak mana itibariyle, gaybet kelimesinden daha geniştir. Zehab; kalbin, müşa hede ettiği şeyin müşahedesi sırasında, mahsusatı hissetmekten {duyular alemin den} uzaklaşmasıdır. Daha sonra zehabdan da uzaklaşu. {Bu} zehabdan zehabın {kendinden geçme den geçmenini ise sonu yoktur. (Luma', 423)
* Zehiib; kalbin, -sevgili her ne olursa olsun- o sevgiliyi müşahede sayesinde, hissedilen her şeyi hissetmekten gaybetidir {gaib olması, uzak kalmasıdır} . (Istıliih,
534) * Tasavvuf ehline göre zehıib; kalbin, sevgiliyi müşahede sayesinde, hissedilen her şeyi hissetmekten gaybetidir. Çünkü ey veli, arif için kalb ve batına imkan yoktur. Nasıl ki seven için, sevilenin olmadığı bir nefes bile geçmiyor ve kalb gö züyle her şeyde sevdiğini görüyorsa, vücudu ve hisleri üzerindeki perdeler, bak tığı zaman sevdiğinin kendisinden başka hissedilebilecek her şeyi idrak etmekten onu alıkoyuyorsa, o perdelenmiştir ve bu perdelerden dolayı sevdiğine kavuşmak istem ektedir. Uyuyan kimsenin hislerinin { duyularınıni kaybolması gibi, arifin de zahirdeki suretin mahsusatını idraki kaybolur ve his hayale döner, böylece sevgilisinin mi salini hayalinde görür, onu kalbine yaklaştırır ve neticede onu misalsiz olarak gö rür. Çünkü hayal, onunla mana arasındaki derece değil sadece vasıtadır. Yine bu nun gibi, onunla hissedilen alem arasında da ne bir vasıta, ne de bir derece vardır. Bu, kendisine mananın indiği ve hissedilen şeyin kendisine yükseldiği akd vasıta sıdır. O, zatıyla iki tarafı da kabUl eder. Arif ya da muhibb (seven kimse}, mahsus alemden (his alemindenJ hayal ale mine intikal edince, Mahbub'un {Sevgili'nin} manasma yaklaşır ve onu hayalinde
1252
zeha'irullah
sureti olan bir misal olarak müşahede eder. O, hayal alemindeyken kendisini gö rür. Bakışını, hayal mertebesine komşu olan mana mertebelerine çevirdiğinde, temsll ve suret olmaksızın mana ile yüz yüze gelir. Daha sonra misal ve mahsus alemine bakar ve anlar ki, mahsus aleminde var olan bu manayı tasavvur etti ğinde, karşısına çıkan bütün suretler O'nun suretidir. Böylece müşiliede eden o kişi, her mahsusun {hissedilen, duyularla algılanan her şeyin} müşiliede edilme siyle gaib olur, çünkü onlar Mahbub'un suretleri değildir, tam tersine hissedilen her şey Mahbub'un sfuetidir. Kendisinden malıslisatın suretlerinin gitmesi gerekir. Çünkü onlar Mahbub'un suretleri değildir. Artık o, her şeyde O'nu müşahede eder hale gelmiştir. İşte zehab budur. (FütUhat, II, 384) {Ayrıca bk fena'-beka'; gaybet-huzur}
zeha'irullah ( lı.ıı ;ii:O:.� ) * Zehairullah, Allah Teala'nın evliya topluluğudur, Al lah zahire ile yoksulluk belasını giderdiği gibi, zehairullah ile de kullarından bela ları giderir. (Kaşani, 162; Cfımi', 83)
zekat ( �\S') / �IS'� ) * {Şeriatın, lınan vasıflarını kapsayan on iki hasletinden} üçüncüsü zekattır. Bu, temizliktir. (Küt, II, 140) * Zektitın haklkati, nlınetin şükrünü kendi cinsinden eda etmektir. Sıhhat, bü yük bir nlınettir. Her azanın {organın} bir zekatı vardır. Bu da insanın bütün azala rını hizmete hasretmesi ve ibadetle meşgul etmesi, nlınetteki zekat hakkını ödeyin ceye kadar hiçbir oyun ve eğlenceye meyletmemesidir. (Hücv1r1, 376) * {Zay ile yazılan} zekat, bazı malların temizlenmesidir. {Zel ile yazılan} zekfıt
ise, hayvanlardan bazılarının {boğazlanarak} temizlenmesidir. İkisi arasındaki en mühirn ortak nokta, her ikisini işleyen kişinin de bir artma ve nemalanma elde et mesidir. Nitekim ayette, "Kad efleha men zekkalui (nefsini temizleı;en Jelaha ermiştir}" [Şems, 91/9] buyurulmuştur. Yani, artan şey, aynı zamanda Hakk'ın kişinin kuv veti haline gelmesi için, onu bereketlendirmiş ve temizlemiş olur {müellif, bu ayeti zekat olarak yorumlamış görünmekle birlikte, nefsin temizlenmesi olarak yorum layanlar da vardır} . (Fütfthat, IV, 436) * Tahtiret {temizlik}, kalbi masivadan {Allah'tan başka her şeyden} temizlemek tir. Abdest, kalbi kötü ahlaktan ve çirkin şehvetlerden temizlemektir. Namazda {taharet} kalbin dosdoğru yönelişi ve tevhid kıblesine bağlanmasıdır. Zekat, kalbi gelirlerden elde edilen kazançlardan tecrid etmek {soyutlamak), çıkarınaktır.
(Ravza, 196) zeva'id ( ..liiJ) ) * Zevaid, gayba lınan ve yaklrıdeki artmalardır. İman ve yakin arttığı zaman hal, makam, irade ve muamelelerdeki sıdk ve ihlas da artar. (Luma',
415) * Zevciid, kalbin nurlarındaki artmalardır. (Hücviri, 466)
zevahir
1253
* Zevaid, gaybe iman ve yakindeki artmalardır. (Istılah, 536) * Sufilerin ıstılalunda zevtiid, gayba iman ve yakindeki artmalardır. (Fütuhat, II,
509) zevahir ( Jııı iJJ ) {zevahir-i enbiya'; zevahir-i 'uliim; zevahir-i vuslat} * Zevahir-i enbiya {peygamberlerin parıltıları}, zevahir-i ulUm {ilimlerin parıltı ları}, zevahir-i vuslat {vuslat parıltıları}, tarikata ait ilimlerdir. Çünkü bu ilim, ilimierin en şereflisi, en nfırlusu ve Hakk'a vuslatın vasıtasıdır. (Kaşani, 56; Cami',
85) zevk-şürb-reyy ( '!$)
y.J;;.
-
-
JJ� ) {zii'ik-şiirib-reyyiin}
* Zevk şürbfm {tatmak, içmenin} başlangıcıdır . . . . . . Şürb, temiz rUh ve gönüllerin, kerametierden kendilerine varid olanları al ması ve bunlarla nimetlenmesidir. Bu hal kulun Efendi' sine yaklaşarak, kalbine varid olan müşahede nfırlarıyla beslenip nimetlenmesi sebebiyle, "susuz insanın su içmesi" demek olan şürb' e benzetilmiştir. (Luma', 449)
* Zevk ve şürb, tasavvuf ehli arasında çokça kullanılan ifadelerdendir. Onlar bu iki ifadeyle; tecelli meyveleri, keşflerin neticeleri ve varidiltın kendilerine getirdiği manevi haller türünden yaşadıkları vecdi anlahrlar. Bu hallerin ilki zevktir, sonra şürb, daha sonra da reyy {kanmak} gelir. Onların muamelelerindeki saflık mana.ların zevkini {manevi hayatı tatmalarını}, makamla rının gereğini yerine getirmeleri şürbü {bu manalarla beslenmelerini}, vuslatlarının devamlılığı da reyyi gerekli kılar. Şu halde, zevk halinde olan mütesakir {sekr hiili yaşamaya çalışır, yarı sarhoştur}, şürb halinde olan sekran {sekr hali yaşar, sarhoş tur}, reyy biilinde olan ise sahidir {sahv hali yaşar, uyanıktır}. Hubbu {sevgisi} kuvvetli olanın şürbü sürekli olur. Bu sıfat kendisinde sürekli hale geldiğinde, şürb halinden sekr hali çıkmaz. Çünkü o, her türlü hazdan fiini olarak Hakk'la sahidir {sahv halindedir}. Gelen varidier ona te'sir etmez, bulun duğu makam değişmez. Sırrı safiaşmış olan kişide şürb hali bulanıklığa yol açmaz. Gıdası şarab olan kimse, şarabsız kalmaya sabr edemez, şarabdan ayrı kalamaz. (Kuşeyri, 42)
* Sfıfi topluluğu, taattaki tatlılığı, keriimetteki lezzeti ve ünsteki rabatı "şürb" olarak isimlendirmiştir. Hiç kimse şürb {bir şeyde hazzı} olmadan asla bir şey ya pamaz. Bedenin şürbü sudan olduğu gibi, kalbin şürbü de rahatlık ve tilatın tatlılı ğındandır . . .
. . . Zevk de şürb gibidir. Ancak şürb, sadece rahatlama için kullanılır. Zevkin ise, hem rahatlama, hem de sıkıntı için kullanılması güzeldir. Birinin "Muhiilefeti tattım, belayı tattım, rahatlığı tattım . . " demesi gibi. Bütün bunlar sahihtir. (Hücvirl, 475) .
1254
zevk-şürb-reyy
.. Allah Teala buyurmuştur ki "Işte bu zikirdir." [Enbiya, 21/24, 50; Sad, 38/49] Zevk, vecdden daha kalıcı, berkten (kulu tasavvuf yoluna girmeye çağırmak için paralayan ilk parıltıdan} daha açıktır. Üç derecesi vardır: İlk derecesi, {tasavvuf yo luna} hazır olmanın tadını tasdik etme zevkidir. Bu zevki ne bir zan idrak edebilir, ne bir son ahkoyabilir, ne de bir temenni ona mani olabilir. zevk-şürb-reyy Zevkirı ikinci derecesi, ünsün tadını arama zevkidir. Bu zevkin sahibine, kendi sini ondan alıkoyacak hiçbir şey musaHat olamaz, hiçbir arız onu uzaklaştıramaz, hiçbir tefrika da onu bulandıram az. Zevkin üçüncü derecesi ise, ittisal lezzetinin sona ermesi zevki, cem' lezzetinin himmetinin zevki, müş3hede tezzetinin mehabbetinin zevkidir [tadılmasıdır} .
(Meniizil, 35) ,. Karşılaştığın her sevimli ve sevimsiz şey ya şu anda mevcı1d olan, ya geç mişte meydana gelmiş olan yahut da gelecekte olacak ya da beklenmekte olan şey dir ... Şu anda mevcı1d olan bir şey aklına gelirse, buna "vecd", "zevk" ya da "idriik" denir. Vecd denmesinin sebebi, onun, kendi nefsinde bulmuş olduğun bir hal ol masıdır . . . (İhyii', IV, 174)
,. Keriimat-ı evliyti {velilerin kerametleri), kesinlikle peygamberlerin başlangıcı dır {vell ne kadar keramet izharında bulunursa bulunsun, bu ancak peygamberli ğin başlangıcıdr, velinin bu noktadan ileri geçebilmesi imkansızdır}. Allah Resı1lü "'::, Rabb'iyle başbaşa kaldığı ve ibadette bulunduğu Hıra dağına çıktığı zaman ilk hali böyle idi. Nitekim Arablar "Muhammed Rabb'ine aşık oldu" demişlerdi. Bu hal, o yola girenin zevkiyle (tatmasıyla} gerçekleşir. Bu zevki tatmayan kimse, bu hali on larla bir araya gelerek ve onlardan dinlemekle bilebilir. Onlarla çokça sohbette bulunursa hal karlneleriyle onları yakin olarak anlayabilir. Onlarla oturup kalkan kimse onlardan bu imanı elde eder. Onların meclisine katılan kimse kötü olmaz. Onların sohbetinden yararlanmayan kimse delillerin şahidliğiyle bunun hakikaten mümkün olduğunu bilmelidir. (Munkız, 142)
,. Zevk, gözle görmek ve elle tutmak gibidir. Bu zevk, sadece sı1filerin yoluyla elde edilebilir. (Munkız, 150) ,. Zevk iman, şürb ilim, reı;y ise haldir. Zevk bevadih ehlinin (kalbine ansızın manevi haller gelip giden kişilerin}, şürb, tavali, levaih ve levami ehlinin {manevi hallerin bir nebze daha kalıcı olduğu kişilerin), reyy ise ahval ehlinindir. Çünkü ahval (halleri sabit olur. Sabit olmayan şey hal olmaz, ancak levami ve tavali olabi lir. {Ama diğer taraftan şöyle de) denilmiştir: "Hal sabit olamaz, çünkii değişir, stibit
olursa makam olur." ('Avarif, 311)
zevk-şürb-reyy
1255
* Zevk, ilah! tecellilerin ilk esasıdır.
Şürb, tecelliyiltın {tecellilerin} ortasıdır. Reyy, her makamın son haddidir. (lstılah, 532) * {Sufiler} topluluğuna göre zevk, kulun kalbine ansızın ilk defa doğan tecellile rm esası olan bir haldir. İki veya daha çok nefes kaim olursa şürb olur. Bu şürbden sonra rClJY var mıdır, yoksa yok mudur? Onların bu husustaki zevklerinde ihtilat vardır. Birinden zikredildiğine göre bu bir şürbdür, onunla beslenir. Ondan bu nakledilmiştir. Ebu Yez1d'den nakledildiğille göreyse, reyyin vakl olması imkansızdır. Herkes kendi halini söylemiştir, her görüş sahibinin görüşü de, bize göre bir yönüyle doğrudur. (Fütillu1t, Il, 537)
* Reyy, kendisiyle iktifanın elde edilebildiği şeydir. Onun artrnasıyla mahal darlaşır. Bil ki, bir nihayet ve gayeden bahseden kimselerden başka hiç kimse reyy hakkında konuşamaz. Bunlar kendilerine dünya hayatı ve onun nihai müddeti keş folunan kimselerdir. Onlar kendilerini Levh-i Mahffiz'a bakmaya adayan ehl-i keşf kişilerdir. Keşfi nazarında {bakışında} olan kişinin üzerinde vücud {varlık kokusu} yoktur. Üstelik, perde onun aşağısına sarkar, bu sebeble ancak mütenah1yi {sonlu olan şeyleri} görebilir. Çünkü vücuda dahil olan her şey mütenah1dir {sonludur}. Bu keşfin sahibine uhrev1 bir keşf açılmaz. O halde ancak gayeyi {son noktayı} gö ren kimse reyy hakkında konuşabilir. Onun himmeti bu gayeye bağlıdır. Bu zatlar, şeyhimiz Ebu Medyen'in, haklarında şöyle dediği kişilerdir: "Nihayette bidayet {son
noktada ilk noktanın} hasretini çeken kimse ricô.lullahtandır. Çünkü Allah, onlara vaziyetin Jıaklkatini, güneşin gündüz boyunca da devrettiği, fakat şu andaki rnekanına dönme diği gö rüşünde olanlar gibi olduğu Jıô.l üzere açmamıştır." Reyy hakkında konuşanlar, haftalardaki günlerin ve ayların tekrarına bakarak devir {zamanı oluşturan gök cisimlerinin dönüşü} hakkında konuşurlar. Reyy hak kında konuşmayanlar ise, gündüz ve geceyi "iki yeni" olarak isimlendirirler. On lara göre bir cümlenin bile tekran yoktur. Ona dair emir bir başlangıçtır, nihayeti de yoktur. Ancak bazı ariflerin himmetlerinin taallukuna göre nihayetleri vardır. Allah onları nihayetlerine ulaştırır. Oradan onlara, bunun üzerindeki bir merte bede değil, bu mertebede tecd1d {yenilenme} vakl olur. Böylelikle onlar, hüküm hususunda pek çok hayır ve ilahiyyat {Yaratıcı'yla alakah ilimleri hususunda da büyük bir bilgiyi kaçırırlar. Hatta tab!at ilminden de pek çok şeyi kaçırırlar. Onların terkibinin dünya ve ahirette bir nihayeti yoktur. "O'na döndürüleceksi niz" [Bakara, 2/245] ayetinde olduğu gibi, onları reyyin yokluğundan perdelemiş tir. Allah, ayette bunu "rücft {dönüş}" olarak isimlendirmiştir. Çünkü Allah'tan kendilerine sudur sırasında, onları kendilerinin ve alemin zatlarına bakmaktan alı koymuştur. Alemden gördükleri şeye tam olarak bakabilselerdi, Allah'a sarılırlar, böylece, Allah'tan sudur etmiş olmaları sebebiyle, O'na döneceklerini düşünür lerdi. Nihayetsiz ve daimi bir süluk halinde olsalar bile, kendilerinden sudur
1256
zevk-şürb-reyy
ettikleri ilahi hakikatİn kendisine rücu edeceklerini anlayamadılar. Ancak onlar önce kendi varlıklarına baktılar, sonra Ilah'a bakmaya yöneldiler, böylece, Allah'tan sonra gelecek başka {bakabilecekleri} bir hedef bulunm ası sahih olmadığından, kendilerine baktıktan sonra O'na bakmış oldular. Haklkl reyyin sebebi, Hakk'tan gelen şeyi kabUl edebilme hususunda temkin sahibi olunamadığında, istidadının kendisine verdiğinden başka bir şey değildir. Orada bir mani yoktur. İstidadın kabul ettiği şeyle iktifa etmek hasıl olmuştur. Bundan dolayı mahal fazlasıyla daralmıştır. Bu zevkin sahibi "İrteveytü {susuzlu ğumu giderdim}" der. Reyy hakkında, ancak vaktine vakıf olanlar {içinde bulun duğu halin gerektirdiği şeyi iyi bilenler} ve istidadına bakabilenler konuşabilir. Allah Hakk'ı söyler ve {doğru} yola iletir. (FütUhiit, II, 541)
* Hiçbir yolu bulunmaz varmanın manevi zevkin bilgilerine Gösterse de deliller bu yolu akla Yoktur meşru anıelden başka hiçbir yol Aklı o yönlendirir ve kabiille birlikte elde edilir ancak Seiis'ım cildinden çıkan himmet Delilden çok delil getirene yol gösterir o (Dfviin, 78) * Zevk, {tasavvuftaki ha.llerin başlangıçtaki} en alt seviyesinde bulunan berki te celliler cümlesinden peşpeşe gelen bevarık {hiillerin başlangıcında ani olarak gelip giden panltılari mertebesinde yaşanan Hakk'ı Hakk'la müşahede etme dereceleri nin ilkidir. Bu hal artar ve müşahede makamının ortasına ulaşırsa buna "şiirb", sona varırsa buna da "reyy" denir. Bu {yükseliş), sırrın {gönlün} masivayı düşün mekten arınmış olmasına göredir. (Kaşani, 1 62; Cami', 83) * Karşılaştığın her sevimli ve sevimsiz şey ya şu anda mevcı1d olan, ya geç mişte meydana gelmiş olan şeydir. Birincisine "vecd", "zevk" ya da "idrak" denir. . . (Kudame, 316)
* Zevk, vecdden daha kalıcıdır. Zevkin birinci yaprağı, tasdik etme zevki ve {halleri yaşamaya} hazrr olma hissini tatınaktır. İkincisi, {haldeki} devamlılığın zevki ve ünsiyetin tadılmasıdır ki bu hali yaşayana ne biri mani olabilir, ne de kendisini tefrika bulandırabilir. Üçüncüsü ise, ittisillin tadılmasındaki kesilinenin zevki, cem'in tadılinasındaki himmetin zevki ve gözle görmeyi tatmanın müşa hede edilmesidir. (Ravza, 490) * {Ebu'l-Hasen} Şazell şöyle söylemiştir: "Mehabbet, Allah'ın kulunun kalbini ken disi dışındaki her şeyden çekip almasıdır. Bu durumda nefsi Allah 'ın itaatine meı;Ietnıiş;
zevk-şürb-reyy
1 257
aklı onu tanımaya tahsis edilmiş; ruhu hazretinden sıyrılmış; sırrı da onun müşiihedesi ile marnur olmuş görürsün. Kul istedikçe ona verilir, en tatlı müniicatı ona açılır. Bunun sonucunda ona kurbet {yak/aşma} yaygısı üstünde takrib {yak/aştırma} elbisesi gıydirilir, el değmemiş hakikatiere ve yeni ilimiere el sürer. Bu yüzden 'Allah'ın velileri O'nun güvey/e ridir; m ücrimler onları göremez' denilmiştir." Şazell'ye "Sevginin ne olduğunu biliyorsun, peki sevginin şarabını, sevgi kadehini, siikisini, zevkini, içmeyi, içeceğe kannıayı, sarhoşluğu ve ayıklığı biliyor musun ?" diye so rulunca o, buna şöyle cevab vermiştir:
"Evet biliyorum. Şariib, sevilenin cemiilinden parıldayan nurdur. Kadeh, kalbierin du dak/arına bu nuru ulaştıran lütujtur. Said, seçkin ve salih kulların yardımcısı olan Al lah'tır. Kime Allah'ın bu cemiilinden bir veya iki nefes keşfolunur sonra da üzerine hiciib {perde} örtülürse, o kimse zevk hillinde olur {tadar} ve ister. Bu hillin bir veı;a iki saat kadar devam ettiği kimse, o şarabı hakiki miiniida şürb halinde {içmiş} olur. Üzerinde bu lıiilin de vam ettiği, Allah'ın bol miktardaki nurlarıyla damarları ve mafsalları dalana kadar içnıeyi sürdüren kimse reyy hillinde {kanmış} olur. Ne dediğini ve ne denildiğini bilmeyecek şekilde maddeden ve akli hilllerden gaib olan kimse ise sarhoş olur. Bazen onlara kadehler dolaştırı lır, hillleri değişir. Zikir ve tiiate koyulurlar, takdir edilmiş hiillerle birlikte sıjatlar onlardan gizlenmez. İşte bu vakit, uyanıklık nazariarının genişlemesi ve ilimlerinin arttığı vakittir. Bunlar, ilim yıldızları ve tevhid ayı ile gecelerinde miirifet güneşleriyle yollarını bulurlar ve gündüzlerini de aydınlatırlar." (Cami', 49) * Zevk, arifin makamlarının ilki olup hakikatin tadını almaktır. Şürb, müşahede kadehinden içtikten sonraki tam sarhoşluktur. Reı;y ise, muameleyi saflaştırdıktan sonra vuslatın devam etınesidir. Zevk sahibi mütesiikir, şürb sahibi sekran, reyy sa hibi ise siihidir. (Cami', 229) * Zevk sarhoşluğu letafet kazandırır ve kesafeti {yoğunluğu) mahveder. Onun kadehleri manalar, vakti ise yakınlaşma mertebesidir. Zevk sarhoşluğunun dostu arif, arkadaşları marifetler, refakatçıları {gönüllerini) saflaştıran, yoldaşları vefa gösterenler, tutkunları akıllılar ve o makamda bulunanlar da kahramandırlar. Ayan onunla alt üst olur ve baSıret kazanır, susayan onunla kanar. (Kaviinın, 75)
zevre ( o JJ.) ) * {"Omurga kemiği" manasında Farsca bir kelime olan} zevre, nfıra ait olan variddir. (Heyiikil, 103)
zeyn ( .;ıtj ) * Zeı;n {güzellik), eşyada, itidal {denge) mahallidir. (Istıliih, 539) zeyt ( C.tj ) * Rfıh-i kudsi, aydınlanma ve safanın nihayeti olduğunda, nebllere ve velilere nisbet edilen bir rfıhtıır. Rfıh-i müfekkir ise tüm marifet türlerinden söz edebilmek için muhtaç olduğu talim, tenbih ve harici bir destek gibi kısırnlara ayrılmıştır. Bunlardan bazıları tasfiyenin şiddetinden kaynaklanabilir. Sanki
zeytüne
1258
hariçten hiçbir destek almaksızın kendi kendisini tenbihlemektedir. Ateş ona dokunın asa bile, yağı {zeyt), zar zor da olsa aydınlatır. Bu kişi, "saf/aşmış, istzdiida
kavuşmuş kişi" olarak kabul edilir. Çünkü evliya içinde, neredeyse ışığı enbiyadan müstağni olarak aydınlatacak hale gelen kimseler; enbiya içinde de, neredeyse me leklerden müstağni olanlar bulunmaktadır. (Mişkat, 86)
* Zeyt {yağ}, {nefsin} asli istidadının nurudur. (Kaşaru, 56; Cami', 85)
zeytiine (
a;p..)
) * Zeytiine {zeytin ağacı}, fikir kuvveti yoluyla nur-i kuds
{ tertemiz nur} ile tutuşmaya hazır olan nefstir. (Kaşani, 56; Cami', 85)
zıddan ( 0Ü..P ) * Belli bir durumda, biri varken diğerinin var olması mümkün olmayan iki şeydir. (Hücviri, 468)
zıll ( J.l:ı ) * Zıll {gölge}, perde arkasında rahatlığın vücı1dudur. (Istıliilı, 539) * Zıll, madı1mattan ibaret olan ayan-ı mümkünenin taayyünleriyle zahir olan {yokluktan başka bir şey olmayan, sonradan var edilmiş özlerin taayyünleriyle or taya çıkan} izafi vücuddur {varlıktır}. Bu, O'nun isimlerine mensub olan ve harici bir varlık olan Nfu ismiyle zuhur eder. Onun ademiyyetinin zulmeti {yokluğunun karanlığı}, zil.hir olan nuru kendi suretleriyle örter. Böylece zıll'ın nurla zuhur et mesi ve onun kendisindeki yokluğundan dolayı "zıll" olur. Allah şöyle buyurur:
"Rabb'inin zıllı {gölgeyi} nasıl uzattığını görmedin mi?" [Furkan, 25/45] Yani izafi vü cudu mümkünata nasıl yaydığım görmedin mi? Zulmet {karanlık}, bu nurun karşısında olup aderndir {yokluktur}. Her zulmet, vazifesi nfır saçmak {aydınlatınak} olan nfırun yokluğundan ibarettir. Bundan do layı küfür, vazifesi kalbi aydınlatınak olan insan kalbindeki iman nurunun yoklu ğundan dolayı "zulmet" olarak adlandırılmıştır. Allah şöyle buyurur: "Allah, ina
nanların dostudur, onları zulmetlarden {karanlık/ardan} nitra {aydınlığa} çıkarır." [Ba kara, 2/257] (Kaşaru, 6, 165; Ciimi', 89) {Ayrıca bk. nfır-zulmet}
zıll-i evvel (
JJ\
Jl:ı ) * Zıll-i evvel {ilk gölge}, Akl-ı Evvel'dir
{ İlk Akıl'dır}.
Çünkü o, Allah Teaiii'nın nuruyla zuhfır eden ve zati vahdetin {birliğin} şufınatı {fiilleri} olan kesret {çokluk} suretlerini kabfıl eden ilk ayndır. (Kaşani, 166; Cami',
89) zıll-i ilah ( .ıJ�\
Jl:ı ) * Zıll-i ilah; Vil.hidiyyet mertebesini tahakkuk ettiren in
san-ı kamildir. (Kaşani, 166; Cami', 89)
zikr/ezkar
zikr/ezkar ( JIS'.ll /
.;n )
1259
{ adab-ı zikr; rihle; sultan-ı zikr; zat bi'l-kalb; zikr
'ala tariki'l-müfazale; zikr bi'l-lisan; zikr-i ahiret; zikr-i 'arifin; zikr-i celi; zikr-i ehl-i zahir; zikr-i evvel; zikr-i hafi; zikr-i hafiyy-i kalbi; zikr-i hakiki; zikr-i sani; zikrullah} * Burada zikrin aslı, kalbin devamlı sfuette Hakk'la beraber olmak suretiyle huzur bulması ve unutmaktan kurtulmasıdır. Zikrin bidiiyiittaki {başlangıçlardaki} sureti zikr-i zfihir {açık zikir ya da Allah'ın "Zfihir'' isminin zikredilmesi}, ebvfibdaki {bablardaki, girişlerdekil sureti zikr-i lıafi, mufimelfittaki sureti ise zikr-i fe"filün limfi yii rzddir {her dilediğini yapanı anmak ya
da O'nu bu isimle zikretmektir}. Bu da bütün fiilieri O'ndan ve bütün işleri O'nun elinde görerek olur.
Ahlfikta zikir, ilahi ahlakı hatıriama ve onunla ahlakianma şevk ve arzusudur. Edviyede zikir, zikir yoluyla O'ndan marifet ve hakikatıere yükselme ve gizlice kulak vermektir. Alıviilde {hallerde} zikir, sürekli O'nunla sohbet ve O'na müna ciitta bulunm aktır.
Velfiyfitta zikir, devamlı olarak, samirniyet ve O'nun hoşuna gidecek şeyler yap maktır. Hakfiikte zikir, müşiihede ve muayeneye devam etmektir. Nihfiyr'itta ise, kendi zikrini görmekten de kurtularak, Hakk'ın zikrini müşahede etmek ve zakirin beka halinde zikirle beraberken iftira ettiğini anlamasıdır. (Şehide, 69; Cfimi', 288)
* Bidayette {tasavvufi hayatıının başında} dört şeyde yanıldım: Sandım ki, O'nu zikreden, tanıyan, seven ve isteyen benim. {Yolun} sonuna varınca gördüm ki, O'nun zikri benim zikrimden, O'nun milrifeti benim marifetimden, O'nun mehabbeti benim mehabbetimden, O'nun istemesi benim istememden önceymiş.
(Şatahfit, 23) * Zikir iki çeşittir: Birincisi tehlil, tesbih ve Kur'an tilavetidir. İkincisi ise Allah Teala'yı, O'nun isimlerini ve sıfatlarını, ilisanını bütün yaratıklara yaymasını ve takdirinin hükümran olduğunu hatırlarken, kalbieri bu zikretmenin şartlarını ye rine getirme konusunda uyarmaktır. Rikiuna {ümidli olanlara} O'nun vaadini, hiiiflere {korkanlara} O'nun vaidini {cezasını}, mütevekkillere {tevekkül siihiblerine} O'nun kifayetini {yeterli oldu ğunu, yeteceğini}, murakıbine {murakabe edenlere} de Allah TeiHa'nın kullarının başlarına gelen her şeyden haberdar olduğunu, muhibblere{sevenlere] de O'nun nımetine dikkatle bakmalarını hatırlat! (Luma ', 291)
•• Zikrin hak.ikati, zikir esnasında zikrettiğin şeyin dışındaki her şeyi unutman dır. Nitekim ayette " Unuttuğunda Rabb'ini hatırla" [Kehf, 18/24) buyrulmuştur. Yani, ancak Allah'tan başkasını unuttuğunda Allah'ı zikretmiş olursun. (Ta'arruf
74)
1260
zikr/ezkar
* Zikir gafleti kovmaktır. Gafleti ortadan kaldırdığında, sussan da zikir halindesin. Cüneyd'in şu beytini söylemişlerdi:
Zikrettim Sen 'i Sen 'i bir an bile unuttuğum için değil ama bu dilimdeki zikirdir zikirlerin en kolayı Ebu'I-Kasım Bağdildi'nin şöyle dediğini duymuştum: "Büyük zatlardan birine, 'Neden ariflerin nefsleri zikirden bıkıyor da, fikirle mutmain oluyorlar, halbuki fikir nıer keze ulaşmaz, ezkiirın {zikirlerin} ise gizli kalan bedeli vardır' diye sordum. Bana şöyle cevab verdi: 'Onların nefsleri, ezkiirın me1;velerini küçümsemişler, zorluklanna tahammül etmemişlerdir. Fikirlerin ardında bulunan şeylerin şerefi onların gözlerini kamaştınnış ve onları mücahedelerinin eleminden uzaklaştırmıştır. "' (Ta'arruf, 74)
* Zikir birtakım kısırnlara ayrılmıştır. Birincisi kalbin zikridir. Bu, zikredilen şeyin unutulmaması ve zikredilmesidir. İkincisi zikredilenin sıfatlarının zikredil mesidir. Üçüncüsü ise zikredilenin müşahede edilmesidir. Bu halde faru olunur {zikrin farkında olunmaz}. Çünkü zikredilenin sıfatları seni kendi varlığından fani kılar, böylece sen de zikrinde fani olursun. (Ta'arruf, 76)
* Zikir, Hakk Sübhanehfı ve Teala'nın yolunun en kuvvetli rüknü, hatta bu yolun temel direğidir. Hiç kimse, devamlı zikir hainde olmadan Allah Teala'ya ulaşamaz. Zikir iki kısımdır; dil zikri, kalb zikri. Kul, dilin zikriyle kalbin zikrini sürekli hale getirir ve kalb zikrinin te'sirine ulaşır. Eğer kul, dili ve kalbiyle zikr ederse, sülfık halindeki vasfında kamil olur. Üstad Ebfı Ali Dekkak'ın şöyle dediğini işitmiştim: "Zikir, velfliğin menşiirudur {belgesidir}. Kim zikirde muvaffak olursa, kendisine bu menşiir verilir. Zikirden mahrum kalan, bu menşiirdan da mahrum kalır." Nakledildiğille göre Şibli, sülfıkunun ilk zamanlarında her gün bir mağaraya girer ve yanına bir deste de değnek alırdı. Kalbine herhangi bir gaflet arız oldu ğunda, bu değnekler kırılıncaya kadar kendisini döverdi. Nice zaman akşam ol madan bir deste değnek tükenirdi, o zaman da el ve ayaklarını duvara vururdu. Denilmiştir ki: "Allah'ı kalble zikretmek, müridierin kılıcıdır, düşmaniarına karşı o
kılıçla savaşırlar, kendilerine gelecek olan bela ve lifeti o kılıçla def ederler. Kula bir belli yaklaştığı zaman, kalbiyle Allah Teiilli'ya sığınırsa, o bela kendisinden derhal uzaklaşır ve sevmediği her şeyden kurtulur." Vasıti'ye zikrin ne olduğu sorulmuş, o da şöyle cevab vermişti: "Zikir, korkunun galebesine ve sevginin şiddetine göre, gajlet me1;danından müşlihede fezasına çıkmaktır." .(Kuşeyri, 1 10)
zikr/ezkar
1261
* Zikir fikirden daha mükemmeldir, çünkü Hakk Sübhanehfı, fikirle değil zi kirle vasıflanır. Hakk Sübhanehfı'nun kendisini vasıflandırdığı bir sıfat, {sadece} kulunu vasıflandırdığı bir sıfattan elbette daha mükemmeldir. (Kuşeyri, l l l ) * Allah buyurmuştur ki: " Unııttuğun zaman Rabb'ini zikret." [Kehf, 18/24] Yani, {O'ndan} başkasını unuttuğunda, zikrederken kendini unutur, sonra O'nu zikre derken kendi zikrini unutur, daha sonra Hakk'ın zikrindeyken bütün zikirleri unutursun. Zikir, gaflet ve unutkanlıktan kurtulmaktır. Zikrin üç derecesi vardır: Birinci derecesi, zakirin, sena, dua ve riayet türünden olan zikridir. İkinci dereesi zikr-i hiifidir. Bu, her türlü kayıttan kurtularak müşfıhede saha sında baki olmak ve {Hakk'la} dostluğa sımsıkı sarılmaktır. Üçüncü derecesi ise, zikr-i hakikidir. Bu da, yalnızca Hakk'ın zikrini müşfıhede etmek, kendi zikrini görmekten kurtulmak ve {böylece} zakirin zikirle beraber kal dığı düşüncesinin {hakikatte} bir iftiradan ibaret olduğunu anlamasıdır. (Meniizil, 26) * Karşılaştığın her sevimli ve sevimsiz şey ya şu anda mevcfıd olan, ya geç mişte meydana gelmiş olan yahut da gelecekte olacak ya da beklenınekte olan şey dir. Hatırına geçmişte mevcfıd olan bir şey gelirse buna "zikir" ve "tezekkür" de nir. . . (İhyii', IV, 174) * Namazda dört rükün ve altı ez/dir {zikir} vardır. Dört rükün şunlardır: Kıyam { ayakta durma}, kufıd {oturma}, rükfı ve sücfıd. Altı zikir de şunlardır: Tilavet, tesbTh, hamd, istiğfar, dua ve bir de Hz. Peygamber'e $ salat ü selam getirmek. ( 'Avô.rif, 181)
·• Zikir, zikr-i Zat'a {ilahi Zat'ın zikrine} dönüşür. Bu zikir, müşahede, mükaşefe ve ayan beyan görme ile yapılan zikirdir. İlfıhi Zat'ın zikrinden maksad da zikir nurunun kalbe bir cevher halinde yerleşmesidir. Halvetten elde edilmesi beklenen asıl maksad budur. Bazen bu hal, halvette kelime-i tevhid zikri olmadan Kur'an tilavetiyle de hasıl olabilir. Eğer mürid çokça Kur'an okur ve kalbini diliyle söylediğine uygun hale getirmeye çalışırsa, ilfıhi kelam dil üzerinden akarak nefsin itirazlarını engeller ve mürid kolaylıkla Kur'an okuyup namaz kılmaya başlar. Tilavet ve namazdaki bu kolaylık gönlü nfırlandırır. İlfıhi kelamın nfıru cevher olarak kalbe yerleştiğinden, Kur'an tilaveti İlahi Zat'ın zikri yerine geçer. Hakk'ın kelam sıfatının azametini müşahede ile ilahi kelfunın nfıru kalbde toplanır. Bu tür ilahi mevhibeler olmadan kula ilm-i ledünn kapıları açılmaz. Kul, Kur'an tilaveti ve zikir sayesinde bu merte beyi elde edip batmını tasfiye edince üns duygusunun kemalinden ve zikrin tatlılı ğından gaybet haline geçer. Onun zikir esnasındaki gaybeti, uyuyanın haline ben zer. Uyuyan kimseye hakikatler nasıl hayal şeklinde keşf olunursa, gaybet halinde
1262
zikr
olan müride de gerçekler önce hayal görüntüsüyle tecelli etmeye başlar. ('Avarif,
129) * Melfunetiyye usulüne göre zikir dört kısımdır: Dil, kalb, sır ve rUh ile yapılan zikir. RUhla zikir gerçekleştiğinde sır, kalb ve dil susar, zikretmez. Bu, müşahede zikridir. Sır ile zikir gerçekleştiği zaman kalb zikretmez. Bu, heybet zikridir. Kalb zikretrneye başladığında dil susar. Bu Allah'ın nimet ve lütuflarının ifadesi olan zikirdir. Kalb zikirden gafil olunca dil zikre yönelir. Bu da adet zikridir. ('Aviirif, SO) * ne zaman zikretsem zikrettiğimi zikrim perdeliyar O'nu gözümden kelimelerin zikri ta kendisidir zikrin zikrederiz O'nu biz miişahede ederken iliihi bir sıfat olsa da zikir türlü türiii şekle girmeseydi gözlerde eğer zikredilebilir miydi O iki halden biriyle hak ve halk kalb zikri harfsiz zikir gönül ülkesinin tek sakinidir o çünkü gösterdim devirlerin sürekli değiştiğini ve çıktığını güçlük içindeki tablatlarla yaratılmış yeni devirlerin
(Divan, 264) * Zikir {hatırlarna, anma), ilahi bir sıfattır . . . {Bu sıfat, ) nefsi {kişisel, kendi içinde} ya da melei {ictimai, belli bir topluluk içinde) biçimde tezahür edebilir. {Nefs! tezahür} Hakk'ta, {melei tezahür de} halk içinde olur. Allah Teala "Beni zik redin ki, ben de sizi zikredeyim" [Bakara, 2/152] buyurmuştur. Böylece O'nun bizi zik retmesini, bizim onu zikretmemize bağlamıştır. Ve yine Allah şöyle buyurmuştur:
"Kul kendi kendine beni zikrettiği zaman, ben de kendi kendime onu zikrederim. Beni bir toplulukta zikrederse, ben onu daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim." [Buhar!, Tevhid, 15; Müslim, Tevbe, 1 ] Demek ki, zikir zikri, zikir hali de zikir halini getirir. Hatırlarna, karşı tarafın da hatırlamasını doğurur. Burada zikirden kasd edilen, sadece O'nun adını anmak değil, canlı bir varlığın O'nu övmesi ve harndetmesidir. Çünkü fayda, senin ya da O'nun hakkında değil, ayn'a delalet etmesi bakımından, ismin zikredilmesiyle ortadan kalkar. Burada is m in zikredilmesinin arnacı ne sensin, ne de O'dur. Amaç zikredilenin kendisidir,
zikr/ezkar
1263
ismin neyi kasd ettiğidir. Ehlullahın, "Allah Allah" lafzını Allah'ın sıfatı olan diğer zikirlere, "Hii" lafzını sıfat vasfı olan ezkara tercih ettiğini ve bunda faydalar bul duklarını söyleyecek olursan, ben de onların doğru yaptıklarını söyler ve derim ki:
"Ancak onlar, 'Allah Allah' zikriyle aslın kendisini kasd etmezler. Onlar, bu laftatullahla veı1a 'Hıl' zamiriyle, iilenıleri kuşatan ve sınırlandmlamayan tanı varlık sahibi olan Ziit'ı kasd ederler. Onların, zikir esnasında bu durumu akılları na getirmeleriyle fayda hiisıl olmuştur. 'Allah' laftı kayıtsız bir zikirdir, onu 'Lii iliihe il/allah' ile kayıtladıklarında, o zaman bu deliiletin vermiş olduğu şeıjden ne amaçlanmışsa, o neticeden başka hiçbir ne tice hiisıl olmaz. 'Sübhiinellah' ile kaıjıtlandığında, tesblhin verdiği haklkatin getirdiği şey den başka hiçbir şeıJ yerleşmez. Bu kayıtlamaktan amaç neıjse, hiisıl olan da odur. 'Allahu Ekber'de de dıırıım böyledir." (Fütiihiit, IT, 225-226) * Zikr alii tarfki'l-müfiizale (tercih yoluyla zikir} hususunda zikredenler ikiye ay rılır: Birincisi, zikirde tercihi kabul etmeyen topluluktur. Çünkü her zakirin bizzat kendisi zakir olarak Allah'tan başkasını göremez. O da, hakikati ve Zat'ı itibariyle tercih kabUl etmez. Çünkü Vahid (bir olan şey}, tercih kabUl etmez. Keşfin haki katte zevk olarak yapılan bu tarifine göre bu zikir, O'na (Hakk'a} döner (O kendi kendisini zikretmektedir}. Şu halde zikredenin de O olduğu ortaya çıkmış olur. İkinci topluluk ise, bir münasebet görmedikçe tercihi kabul etmez. Allah ile ya rattıkları arasında bir münasebet olamaz. Allah'ın kendini zikretmesi de bir zikir dir, kulun Rabb'ini zikretmesi de bir zikirdir. Her zikir de haktır. Bu zikir daha fa ziletli ya da şu zikir daha büyük gibi bir mukayese yapılamaz. Aralarında bir ter cih yapılmaksızın Allah Teala'ya yönelen her zikir büyüktür. Zikrin zikreden kul hakkında büyük olması doğrudur, ama kulun nazarında bir en büyük zikirden söz etmek doğru değildir. Çünkü kul bizzat kul, Allah da bizzat Rabb'dır. Vasıfların iç içe olmasından dolayı gördüğün şey gözünü perdelemesin! Bu perde hakikat bile olsa, kendisindeki malıiyetİn (gerçekte} O'na ait olduğu her ha kikatin, diğeri üzerinde, o hakikatİn özünden kopmuş bir şeyin dışına itme husu sunda hiçbir te'siri yoktur (hakikatler birbiri üzerinde değiştirici bir etki yapmaz}. Şu halde hakikatler değişmez. Eğer değişmiş olsaydı, Allah'tan da, yaratılmışlar dan da ilmin kalkması gerekirdi. (Fütiihiit, IV, 95)
* Kalb gaflet içinde olduğu zaman zikir gafleti oradan kovamaz. Ancak onu, dil deki zikirler olmasa bile, tezekkür ve itibar (tefekkür, hatulama ve ibret alma} kovabilir. Çünkü zikrin alanı dil, tezekkürün alanı ise kalbtir. Heva dile değil kalbe gelir. Onu oradan çıkaracak olan da, onun yerine geçip onun yaptığını yok edecek olan tezekkürdür. (Tenvir, 21) * Mütezekkir olanlar arasında; sevabı, azabı, hesabda bekleyeni, günahı terk et mekte büyük bir sevab olmadığını, kendisine önceden ihsan edilmiş olduğundan isyan etmekten utananı, nimet bahşedilmiş olup da bunu nankörlükle karşılamak tan utananı, Allah'ın kendisine yakın olduğunu, Hakk Teala'nın kendisini kuşattı-
1264
zikr/ezkar
ğını, Hakk'ın kendisine nazar kıldığını, Allah'ın kendisinden ahid aldığını, lezzetin fani olduğunu kendisinin ise onu isteyip durduğunu, Allah' a muha.lefet etmenin vebal ve zillet olduğunu ve bu yüzden onu terk ettiğini, Allah'ın emirlerine uyma nın faydasını ve şerefini ve bu yüzden ona uyduğunu, Hakk'ın ona Kayyılın oldu ğunu {onu ayakta tuttuğunu}, Hakk'ın azarnet ve hakimiyyetini ve benzeri hatır lamalada ilgili sayamayacağırnız şeyleri hatırlayan kimseler vardır. (Tenvir, 22)
* Karşılaştığın her sevimli ve sevimsiz şey ya şu anda mevcfıd olan, ya geç mişte meydana gelmiş olan şeydir. Birincisine "vecd", "zevk" ya da "idrô.k" denir. İkincisine "zikir" denir... (Kudame, 316) * Zikir şeyhler şeyhi ve Allah yolunun rehberidir. {Sfıfller} topluluğuna yardım eder ve salikierin nefes ortağıdır. Cenab-ı Kuds-i Hakk'a varmayı amaç edinenierin dayanağı, enbiya ve evliyanın sermayesidir. Zikrin tarifi şöyledir: Zikir, gaflet ve nisyandan { unutkanlıktani uzak kalmaktır ve bunun da üç derecesi vardır: Birincisi, sena ya da dua türünden zikr-i zô.hirdir {zahir ya da açık olan zikirdir}. İkincisi zikr-i hafidir {gizli zikirdir} . Bu, gevşeklikten kurtulmak, sürekli müşa hede halinde bulunmak ve gece zikrine devam etmektir. Üçüncüsü ise zikr-i hakikidir {hakiki zikirdir} . Bu, beka hali içinde O'nun zik riyle heraberken, kendi zikrini görmekten de kurtularak Hakk'ın zikrini görmek ve tek başına Zakir'in ifradını {geriye sadece hakiki zakir olan Hakk'ın kaldığını} an lamandır. (Ravza, 294)
* Istılili bakımından dua ile zikir arasındaki fark şudur: Dua, talebe bitişik zi kirdir. Istılahta zikir, "Allah Allah", "Iii ilô.he illallah" gibi Allah'ın isimleriyle ilgili müfred lafızlar için kullanılır. Zikrin ilk derecesi açık, ikincisi gizli, üçüncüsü ise hakiki zikirdir ki, bu, zikri müşahede etmekten kurtulmaktır. (Ravza, 301) * Zikr-i ehl-i zô.hir {zahir ehlinin zikri), farz kılınan ve sevab kazandıran ibadetlerin tamamıdır. Bu zikirler; zamanlara, rnekanlara ve tür ve tarziarına göre farklı farklıdır. Namazın içinde ve sonrasındaki zikir, gün içerisindeki zikirler, gece zikri, uyku ve uyanma zikri, hacc, cihad ve savaş, yeme-içme, vasıtaya binme, yolculuğa çıkma ve dönme, ölüm gibi. Bütün bunlar, ihtiyaç zamanları için za mana göre tertiblenmiş olan ibadetlerdir. Zakir, ses ve harflerle zikre devam ettiği müddetçe makam ehlindendir. (Ravza, 504)
* Onlar {sfıfiler), zikrin deıaiet ettiği şeylere ulaşmayı isterler. Sfıfiler Allah'ı istedikleri zikirlerle zikrederler. Bu, nefslerinin, zikrettikleri şeyin deıaiet ettiği Zat'ı (Allah'ı} hissetmelerine kadar devam eder. Böylece hislerini (duyularını} ta mamen kaybedecek şekilde te'sir altında kalırlar. Hiilin kuvveti ve zayıflığına göre
zikr/ezkar
1265
müşahededen haz alırlar. Bu durumda idrak, ilmi ya da nazari değil, zevk'i idrak olur. Bu kişiler zikri, hali davet ve takviye etmek için kullamrlar. Tıpkı günü müzde, cem'in ezkarı konusunda tevacüd için arnelin kullanılınası gibi. Onlar, yani sillıler, daha büyük hallerdedirler. Onların kamil olanları arasında, kendilerini sadece Aziz Kitab {olan Kur'an- Kerim} okumayla sınırlandıranlar var dır. O zikr-i hakimdir. Onun üstünde zikir yoktur. Bu, ancak arifler arasında en mükemmel olanların makamıdır. Yine onlar arasında, kendilerini Kur'an'ın ayetle rinden sadece bir kısmını tekrarlamakla sınırlandıranlar vardır. Bunları "esrar" diye adlandırırlar. Onlara göre bu ayetler, ancak tekrar edildiği esnada halin kuv vetinin zuhur edebileceği tarzda gizlenmiştir. Hal ise bu ayetlerin tekran sırasında nefste meydana gelen idraktır. Tıpkı yemeğin yendiği sırada bedendeki kuvvetle rin ortaya çıkması gibi. Hal, Allah'tan gelen bütün sebebleri müsebbiblere bağlar. Böylece zakirin diliyle alışkın olduğu zikrini tekrar etmesi kesintiye uğramaz. Himmetini yöneiterek ve hislerini (duyularırıı} ona hasrederek kalbiyle zikretmeye devam eder. Kabiliyeti ölçüsünde sürekli olarak pek çok defa tekrar ederse, zikir onu nur alemine çeker, hayalinin hareketi zayıflar, fikrinin hareketi güçlenir. Zikir fikir için, gece karanlığında sabah olana kadar yürüyen kişinin önündeki kandil mesabesin dedir. Sabahın aynılığı, o karanlığı ortadan kaldırır. Fikrin hareketi kuvvetlendiği zaman, nefsi tecerrüd eder (her şeyden sıyrılır}. Bu sırada da nefsin idraki, makamı miktarınca kendi içindeki amacına ulaşmış, hayall suretlerden uzaklaşmış olur. Sonra hissine (duyularına} döner, böylece üzerindeki bu hal ondan uzaklaşır, bu nun ardından sözü edilen bu halin daha açık ve belirgin bir şekilde kendisine geri dönmesi için nefs onu tazelerneye ve yeniden istemeye hazır hiHe gelir. (Ravza, 505) * Zikr-i arifin (ariflerin zikri}: Arif, nefsinden ve tasavvurlarllldan fani olarak, hiçbir tasavvurun bulunmadığı saf nur alemine ulaşan kimsedir. Ona ondan baş kası halef olamaz. Bu, nazar makamıdır. Bu makam sonsuz bir makamdır. Çünkü kendisine nazar edilen şeyin sonu yoktur. (Ravza, 506) * Ziikirunun (zikredenlerin} bidayeti mükafat, nihayeti ise huzurdur. Onlar, yollarında mutlak surette zikirleri kullanır lar. Zikirler çok çeşitlidir: İstiaze (Allah'a � sığınma}, besmele, istiğfar, tasliye, tesrım {salat ve selam getirme}, takdis, tesb'ih,
"Sübhiine'llahi ve'l-hamdü Ii'Iliihi velii ilahe illa'Iliihu ve'Iliihu ekber velii havle velii kuvvete illii billiih " gibi diğer zikirlerdir. Bu zikirler, bütün zikir çeşitlerini ihtiva ederler ...
ve daha önce zikredilen, müddin süluk ettiği menzillerde (vird olarak} kullanılır lar. O menziller şunlardır: Tevbe, istikamet, takva, ihliis, sıdk, tuma'nfne (ya da itmi'niin), murakabe, müşfihede ve mtirzfet. Bu menzillerin de kendi aralarında beş çe şit zikri vardır: İstiğffır, tasliye, tehlfl, tenzih ve ifriid. Zakir tevbe menzilinde bulunduğunda istiğfar zikrine başlar. Bunun tahakkuk etmesinin alameti, nefsini gayr-ı ihtiyar! olarak korunur bulmasıdır. İstikamet
1266
zikr/ezkar
menzilinde bulunduğu zaman tasliyeye {salavil.t} başlar. Bu makamın gerçekleşme sinin alameti, devamlı olarak Sfuet-i Muhammediye'yi idrak etmesidir. Üçüncü menzil takva menzilidir. Burası ilk iki menzilin neticesidir. İhlas menzilinde ol duğıı zaman, tehlile başlar. Bu menzili gerçekleştirmenin alameti, Allah'tan ;)!\$. başka herkesin esaretinden kurtulmaktır. Sıdk menzilinde olduğımda tesbihe baş lar. Bu menzilin gerçekleşmesinin alameti, zahiri ve batınıyla bütün tasarruflarının birbiriyle aynı seviyede olmasıdır. Tuma'nme menzilinde olduğu zaman -ki bu menzil kendisinden önceki iki makamın neticesidir- daha sonra gelen murakabe, müşahede, marifet ve ifrad menzillerine yaklaşır. Bunların alameti ise, zikredilenin {yani Allah'ın ;)!\$.} zikretmesi, müşahede edilenin (yine O'nun} şahid olmasıdır. Di liyle zikre devam ettiği müddetçe islam makamındadır. Zikir kalbine indiğinde ise iman makamına ulaşır. Zakirin {Allah � tarafından} zikredilmesi, ihsan maka mında gerçekleşir. (Rnvza, 618) * Zikr-i Mahbub {Sevgili'yi zikretme hakkında} demişlerdir ki: "Bir şeı;i çok se ven, onu çok anar, çünkü dil, kalbin tercümanıdır ve sırrı huzura erdirir." Razi şöyle der: "Mürid bir şeyi zikre düşkün olursa, o zikretmiş olduğu şeyi sevmeı;e başlar." Yine o şöyle demiştir: "Allah'ı sevmenin alametlerinden biri, O'nu çok zikret mektir." Cüneyd de şunu söyler: "Serl'nin şöyle dediğini duymuştum: 'Allah'ın bazı kitabiarında şöyle yazılıdır: 'Kulum beni çok zikrederse, o bana aşık olmuştur, ben de ona aşık olmuşumdur. "" (Ravza, 645) * Zikir meclisi, ilmin dirilme yeridir ve orada kalbe huşu gelir. Ölü toprağın yağmurla dirildiği gibi, ölü kalbler de zikirle dirilir. (Receb, 10) * Dünyadan zühd ve ahirete rağbet, zikir meclislerinde ortaya çıkar. Dünyanın ayıp ve kusurlarını bilip yerıne, cennetin güzelliklerini bilip medhetme, cenneti isteyip arzu etme, cehennemİ hatırlayıp onun fenalıklarından sakınma hep zikir meclislerinde öğrenilir. Zikir meclislerine rahmet iner, oraları sekinet kaplar, melekler kuşatır. Allah, zikir meclislerine katılanları, kendi katında değerli olan larla birlikte yad eder. Onlar, beraberinde bulunanların şakl olmayacağı bir toplu luktur. Allah'ın, kendileriyle birlikte bulunan günahkarlara merhamet etmesi umulur. Belki aralarında, Allah korkusundan ötürü ağlayan birisi hürmetine ken dilerine bir hediye verilir, o hediye cennet bahçeleridir. (Receb, l l ) * Her halde kalble zikr-i ahiret {ahireti hatırlamak} çok şereflidir. İnsanların bir çoğıı bazen bunu başaramaz ve sadece zikirle yetinir. Bu da mübah olan dünya iş lerinin verdiği gafletten dolayıdır. Ancak, mü'min, kendisi için buna razı olmaz ve nefsini kınayarak nefsinin bu haline üzülür. (Receb, 12)
* Zikr bi'l-lisan {dil ile zikir}, O'na bir vesiledir. Müşahede makamı elde edi lince, kişi, (ilah!} huzuru taleb etme hususunda dil ile zikirden müstağni kalır. Sa-
zikr
1267
dece kendisine uyulacağı hallerde lafızla zikreder. Çünkü Hakk TeaHi'yı müşahede makamı, hayret ve dilin tutulma makamıdır. Bu halde olan kimse zikirden müs tağnidir. Çünkü o, delil menzilesindedir. Medlul ile cem'iyet { delil yoluyla aranan Allah'la cem' makamı} elde edildiğinde, artık kul delilden müstağni olur. (Enviir, I,
34) •• Tarikatın temel direği, zikrullahın çoğaltılmasıdır {Allah'ı � çok zikretmektir} ki, mürid, O'nu anmaktan başka hiçbir şeyle meşgul olmasın. Bu hususta ruhsata yer yoktur. Demişlerdir ki: "Zikir velayetin menşiirudur {belgesidir}." Yani, dünya hü kümdarlarının vazifeye atama evrakı gibi, Allah'tan mürlde velilik menşuru de mek istenmektedir. En yüce misal Allah'a aittir. Allah zikre devam etmeyi kime nasib ederse, bu menşuru ona verir ve böylece o kişi Allah'ın velisi olur, bu men şuru geri aldığı kimse ise velilikten aziedilmiş olur . . .
. . . Zikre katılmakla takva halini ve Allah'la birlikte olma huzurunu elde ede meyen kimsenin, zikir meclisini terk etmesi gerekmez. Çünkü, meclise gelmeyen kişi {en azından} zikretmemiş olur ve zikirden de mahrfı.m kalır . . .
. . . Zikir, müridierin kılıcı olup, cinlerden ve insanlardan olan düşmanıarına karşı o kılıçla savaşırlar, karşılaştıkları felaketiere onunla karşı koyarlar. (Enviir, I,
35) * Z ıkretmek isteyen gusleder ya da abdest alır, elbisesine hoş koku sürer, ağzını da buhurla rayihalandırır . . .
. . . Zikirden sadakat elde edebilmek için sakin ve sessiz olmak gerekir. Böyle olursa kalb Allah'la meşgul olur. Devamlı Allah'ı hatırlamak için "Allah Allah" demek, dille değil fikirle olmalıdır. "Lii iltihe illallah" derken, hatırda Allah'la bera ber hiçbir şey kalmaması için, dille kalb birbirine muvafakat etmelidir. Kişi, her zikretmek istediğinde böyle yapmalıdır. (Enviir, I, 36)
* Zikirdeki sadakat, gizli ve aşikar zikrin eşit seviyede olmasıdır . . .
. . . Zikirde "Lii ilahe illallah" kalıbı seçilmelidir. Çünkü sufilere göre onda, in sanların nefsleri için, diğer zikirlerde bulunmayan büyük bir te'sir vardır. Allah Teala'nın "Allah" lafzıyla zikredilmesi, ancak bütün şehvet ve hevalar yok olduk tan sonra münasib olur. Sufilerin ıstılahiarına göre kişi, kainattan herhangi bir şey müşahede etmeye devam ediyorsa, onun Allah Teala'yı nefy ve isbat {kelime-i tevhid olan "Lii iliihe illallah" ifadesi} yoluyla zikretmesi vacibdir. (Enviir, I, 37)
•• Zikirden sonra uyulması gereken üç adab vardır: Bunlardan birincisi, sükunet halinden sonra susmak, gönül huzuru ve zikrin kalbdeki varidini beklemek. Belki o anda kendisine bir varid gelir ve varlığını otuz yıldan daha çok bir zamanda yap tığı riyazet ve mücahededen daha fazla marnur eder. Belki o anda kendisine bir varid gelir ve zahid olur ya da halktan gelebilecek sıkıntıya karşı bir tahammül va-
1268
zikr/ezkar
ridi gelir ve sabırlı bir kişi olur yahut da Allah'tan kendisine bir korku varidi gelir ve Allah'tan � korkan bir kişi olur. İmam Gazall şöyle demiştir: "Bu sükut halinin de bazı adabı vardır, bunların birin cisi, Allah'ın, kendisinin halinden haberdar olduğuna inanmasıdır. Çünkü kul, devamlı olarak Allah'ın huzurundadır. ikinci olarak, bütün duyulannı harekete geçirip, hiçbir kılı kıpırdamayacak şekilde teı;akkuz halinde bulunmak. Kedinin farenin üzerine sıçrayacağı an gibi. Üçüncü olarak, havatırın tamamını ortadan kaldınp 'Allah Allah' ifadelerinin mana sını kalbe iyice yerleştirmek. Deniliyar ki, bu adab olmadan, zakirin murakabesinin kendi sine bir faydası yoktur." İkincisi, nefsini üç nefes, yedi nefes ya da daha fazla yerrnektir. Bu suretle bü tün dünyasına varid hakim olur, basireti açılır, kendisinden nefs ve şeytanın havatın uzaklaşır ve gönül perdeleri açılır. Bu hal, sufilere göre {dikkatin) gereken yere toplanması gibidir. Üçüncüsü, zikrin hemen arkasından soğuk su içmeye mam olurırnasıdır. Çünkü zikir, zikredilen en büyük varlığa karşı büyük bir heyecan, hararet, arzu ve iştiyak doğurur. Su içmek ise bu harareti söndürür. Zilir, bu üç adaba düşkün ol maya devarn etsin! Çünkü zikrin neticesi, ancak bu üç şeyle ortaya çıkar. Allah en iyisini bilir. (Envar, I, 39)
* Zikir gaybın anahtarı, hayrın cezb edicisi, müstevhişin {vahşet halinde olanın) yoldaşı ve velayetin de menştirudur {belgesidir). Gaflet halinde bile olsa, zikrin terk edilmemesi gerekir. Kişi zikrin değerinden hiçbir şey elde edememiş bile olsa, orada geçirmiş olduğu vakit bile, zikirle şereflenrnesi için yeterlidir. (Envar, I, 43)
* Zikr-i cehri {cehri zikir), kendisine kasvet hakim olan bidayet ehli {tasavvuf yoluna yeni girenler) için daha faydalıdır. Zikr-i sırri {gizli zikir) ise, topluluk ha linde yaşayan süluk ehli için daha faydalıdır.
"Zikir için toplanmak faziletli bir iş midir, yoksa bazılarının iddia ettiği gibi bid'at mi dir?" diye sorarsan, deriz ki: "Zikir için toplanıp bir araya gelmek, Allah'ın ve Re sulü'nün sevdiği bir müstehabdır. İnsanların zikir için toplanması ve Allah'ı zikretmek için bir araya gelmesinden daha faziletli hangi ibadet vardır?" (En var, I, 45) * Zikir meclisi başladığı zaman, masİvadan gaib olana kadar susmadan zikre devam edilmelidir. Çünkü zikir, Hakk Teala'nın � huzurunda bulurımanın baş langıç noktasıdır. Mürid, masİvadan bir şeyler müşahede ettiği müddetçe, Hakk'ın huzuruna giremez. Daha sonra huzura girdiğinde ve kalbi Hakk Teala ile beraber olduğunda susması gerekir, çünkü Hakk'ın müşahedesi sırasında lafzi zikrin bir manası yoktur. Üstelik, huzılrda bulunan bir kimse diliyle zikretrnek istese bile, zikretmeye gücü yetmez. Çünkü o huzur, heybet ve celal huzfuudur. {Orada zakir} donakalmış ve dilsiz kesilmiştir. Bazıları bu duruma şu beyitle işaret etmişlerdir:
zikr/ezkar
1269
Dikkat edin zikirle artar günahlar zikirle körelip paslanır gözler gönüller Yani dernek istiyor ki; dille bir şeyler söylerneyi bırakıp susrnak, huzur ehlinin adabındandır. Susmayan kimse ise, su-i edeb ortaya koymuş olur {edeb dışına çıkmış olur}. (Envar, I, 86)
* Züffi {? )rh şöyle söylerdi: "Tıpkı her yemeğin, yiyenlerin açlığını gidermediği gibi, her zikir de kendi zamanına yayılmaz." Yine o şöyle derdi: "Zikrin adiibı, zakirin, zikir den zevk aldığı müddetçe susmayıp zikre devam etmesidir. Kendisine bıkkınlık gelince, susması edebdendir. Doymuş olan bir kimsenin yemeğe devam etmesinin hoş olmadığı gibi. Doyduktan sonra huşil hiili başlar, çokça zikirle hazmettikten sonra da namaz kılınır. Çünkü insanın azaları, Allah'a �fazla yönelmesi sebebiyle {kendisini beğenme-ı;e başlayıp} iis'i olabilir ki, bu da mükrehin {ibadet etmeye zorlanan kişinin} ibfideti gibi olur. İslam, zımmiye zorla ibadet ettirilmesini kabili etmez. Aynen bunun gibi, abide zorla ibiidet ettir mek de hoş görülmez." (Envar, I, 87) * Müridin Hakk'ın huzuruna olan en yakın yolculuğu, zikre devarn etmektir. Mürid zikre devarn ettiği sürece, sırlarının saftaşacağı konusunda icrna vardır. Sırları saftaşanın yerleşeceği yer de Hazret-i Allah'ın huzurudur. (Envar, I, 144)
* Vasıtl'ye zikrin ne olduğu sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Zikir, havfın {korkunım} galebesi, hubbun {sevginin} şiddeti altında, gaflet karanlığından müşahede fezasına çıkmaktır. Bu havf ve mehabbet, k8mil ariflerin karargahzdır." Hz. Mevlana Halidks de buna şu sözüyle işaret etmiştir: "Allah'a giden en kısa yol, O'nun sevgisidir. O'nun sevgisi, ancak sevenin, nefsten arınmış bir ruha bürünme siyle saf hfile gelir. Nefsine düşkün olanlar, Allah'ın mehabbetinden asla zevk alamaz/ar." (Buğı;e, 35)
* Keşf ve vicdanın rnütehassıslarına ve irfani rnüşahedenin meşhur şahsiyetle rine göre, zikr-i hafi {gizli zikir} ve buna devarn etme, kalbi hastalıkların en te'sirli devasıdır. (Buğl;e, 134)
* A dab-ı zikr {zikir adabı} : Öncelikle Zat'ın isminin kalbdeki yeri kasd edilir. Zakir, namazdaki dururnun aksine, bağdaş kurmuş bir halde, sağ ayağı sol ayağı nın altına gelecek şekilde ve sağ tarafına dayanmış biçimde abdestli olarak kıbleye yönelik bir şekilde oturur. Diliyle beş, on beş ya da yirmi beş defa "estağfirullah" der. Dişleri dişlerine, dudakları dudaklarına ve dili de damağına yapışrnış bir halde gözlerirıi yurnar. Bu esnada bütün hisleri {duyuları} kalbine yönelmiş, kendi haline nefes alır biçimde hayali bir bakışla oraya nüfUz etmeye dikkat eder. Daha sonra, günahkar olduğu, taksiratının olduğu ve salih arnelinin olmadığını düşü-
1270
zikr/ezkar
nür. Bu esnada arnellerinden ümidsiz olur, Allah'a tevekkül eder ve bütün ümidini O'nun ilisanına bağlar. Bundan sonra, kendisini ölüyarmuş gibi görerek, ölüm hallerini, kabirdeki zorlukları ve dünyadaki son nefesinin tükendiğini düşünür. Bu esnada bir Fatiha üç İhlas okuyarak, hasıl olan sevabı; tarikat imarnı, akan feyz ve m1run sahibi, hal kın gavsı Hoca Bahauddin Nakşibend Muhammed Üveysi el-Buhari'yeks hediye eder ve ondan kalben medet bekler. Sonra Mevlana Halid Bağdadi'ninks sfuetini iki kaşı arasına yerleştirir. Kaşı arasından şeyhin hususiyetlerine nazariarını iyice dal dırır ve ondan kalben medet umar. Bu yerleştirme ve tasvir etmeye "rabıta" denil mektedir . Bundan sonra, hayalindeki sureti kalbinin içine atar ve onu bırakır. Bü tün duygularını kalbine toplar ve gönlü boş olarak ism-i celal ve "Allah" lafzının medlulünü tasavvur eder. O, ism-i akdesten anladığımız benzeri olmayan Zat' tır. Kalbini medlfıl {kendisine delil getirilen} manayı düşünerek doldurur ki buna "vukuf-ı kalbi {kalbi vukufl" denir. Bu durumun, mümkün mertebe hem zikir ha linde, hem de zikir h�l.li dışında var olması gerekir. Çünkü bu zikrin en önemli rüknü ve ondan faydalanmanın temelidir. Sonra hem bu kalbi vukuf haliyle hem de kalb lisanıyla; "Allahümme ente maksildi ve rıziike matlilbi {Allah'ım maksildum sen sin, senin rıziinı isterim}" der ve kalbiyle Allah Teala'yı zikre koyulur. Fakat burada, mümkün olduğu kadar hem kalbi vukuf, hem de kalbin başka şeylerden arındırıl mış olması gerekir. Her yüz başında ya da daha az bir miktarda "Allahümme ente maksildi ve rıziike matlilbi" sözünü tekrar eder. Zakirde kendinden geçme ve dünyayı unutma, pek az bir şuur kalınakla bir likte hislerinin kaybolması hali meydana gelince zikri bırakır, o keyfiyete tabi ola rak kalbi vukufa dalmış bir şekilde virdin gelmesi ve feyzin inmesi için kalbini ha zırlayarak bekler. Çünkü bazen kısa zaman içerisinde onları anlamasa da kendi sine pek çok şey gelebilir. Daha sonra bu feyizlerin devarnını isterse gözlerini açar. İkindiden sonra kendisine belli bir zaman ayırır ve zikretmeksizin yalnızca kalbi bir vukufla rabıta yapar. Eğer zakir Allah'tan gayrını kalbine getirmeye zorladığı halde getiremeyecek derecede zikir kalbine yerleşmiş ise zikri "rilh"a ulaşmıştır. Rfıh, sol meme altında olan bir latifedir. Sonra "sırr"a ulaşır. Sır, göğsün solunda, kalbin üzerindedir. Sonra "hafi''ye ulaşır ki, bu da sağda ve rUhun üzerindedir. Daha sonra göğsün ortasında olan "ahfii"ya ulaşır. Bu beş latife, Allah'ın "kün" emriyle yarattığı "emir iilemi"ndendir. Bu alem, Al lah'ın nefs-i natıka ve {dört unsurdan, yani hava, su, toprak ve ateşten ibaret olan} halk alemi latifeleriyle terkib ettiği madde dışı bir alemdir. Zikir en sonunda bu nefse ulaşır. Nefs beyindedir ve dört unsur oraya konulmuştur. Bütün bu mahal ler, sırasıyla zikir mahalleridir. Latifelerin kalbden sonraki yerleşme sırası, bu sı raya göredir. Zikir nefs lanfesine iyice yerleşince, "zikir sultanı {kuvveti}" meydana gelir. Bu da zikrin, insanın bütün bedenini hatta bütün afakı kaplaması demektir. (Buğı;e, 145)
zikr/ezkar
1271
·� Zikr-i sani {ikinci zikir}, letaiften sonra müride telkin edilen "Lailahe illallah" zikridir. Bu telkinin diğer bir adı nefy ve isbat telklnidir. Bunun adabı şöyledir: Dil, öncekinde olduğu gibi damağa yapıştırılır, nefs göbek altına hapsedilir ve
"La" beyne varana kadar orada kaldığı hayal edilir. Daha sonra "ilahe" sağ omuza, "illallah" da çam kozalağı şeklindeki {cismani} kalbe ulaşana kadar bu hal sürer. Kalb, sol tarafta, en küçük kemiğin altmda hareket eden ve onun bu hareket ve ısı smdan bütün bedenin te' sır altında kaldığı bir et parçasıdır. "La i/[i.he il/allah" ifade sinde geçen nefy "La" ile bütün yaratıkların varlığını nefy eder ve masivaya fena {yokluk} nazarıyla bakar. Sonra, ifadenin geri kalan isbat {illallah} kısmıyla Allah'ın Zat'ını tasdik eder ve O'na beka nazarıyla bakar. Böylece {tevhid}, letaif mahallerini kaplar. {Zikir yo luyla} intikal eden şeylerden hasıl olan bir çizgi millahaza edilir, {kelime-i tevhi din} manası, mabudiyyetin nefyi {Allah'tan başkasının mabud olma ihtimalinin yok edilmesi} yönünden düşünülür. Çünkü her mabud, maksuddur, bunun aksi mümkün değildir. Sonunda kalbiyle "Muhammedün Resulüllah" der, bununla {Hz. Peygamber' e $} uyma hususundaki bağlılığını kasd eder ve bunu nefesi yettiği kadarıyla kuv vetli bir şekilde tekrar eder. Bu ifadeler ağzından nefesle beraber, vukuf-i adedi'ye uyarak, tek olmak kaydıyla belli sayıda çıkar. Kalbinden de her nefes verişinde "Allahümme en te maksudi ve rızake matlubl'' münacatını yapar. Biraz dinlenince, başka bir nefesle başlar, fakat bu esnada iki nefes arasmda olan şeyleri gözetir, gaflete dalmaz, halindeki tahayyülü devam eder, {bu tahayyülün} kalıcılığına halel gelmez. {Nefes ya da zikir} sayısı yirmi bire ulaştığında netice hasıl olur. Bu netice, unutma ya da zorlanmayı gerektirecek kadar çok olmayan belili bir nisbetteki zikir yoluyla sağlanır. Eğer edebi yerine getirememekten dolayı bu neticenin almama ması hillinde yeniden tekrar edilir. Zikrin muhtevasındaki fiil ve sözün, amel, itikad ve ittibil bakımından, birbiriyle ahenk içinde olması gerekir. Bununla kasd edilen O'ndan başka her şeydir. Masivildan herhangi bir şey kalırsa ya da herhangi bir kaideye uyulmazsa, {her ne kadar dil zikrederse de} füliyatta yalana istinad edilmiş, sadık olunmamış olur. Adedde de bir sınırlama yapılmaz. {Zikrin} önüne cezbenin geçmesine hazır olan kişinin, birinci zikri tekrarlaması gerekir. Sülukun öne geçmesine hazır olan ise, zikr-i saniyi tekrarlamalıdır. Bunla rın her ikisi de kalble yapılır. Buradaki mücahedeyi hakkıyla yapan için, nefyedile cek olan şeyin nefyi ve isbat edilecek olan şeyin isbatı tahakkuk etmiş ve netice ortaya çıkmıştır. İşte o zaman bu kimsenin murakabe yapması sahih olur. (Buğl;e,
149) * Zikir: Bil ki Allah Teala, Rabbaniyyet Hazreti'ne ulaşmak ve Hazret-i Ralı man'la huzura kavuşmak için yaratıkların nefesleri adedince sebeb yaratmıştır. Bu
1272
zikr/ezkar
sebebler, zahir ve biitın olmak üzere iki kısımdır. Biitın olan, Hakk'ın murakabesi, kulu bütün vakitlerinde ya da vakitlerinin çoğunda Allah Teala'nın huzurunda ol duğu şuurunda tutmak gibi husilslardır. Allah her zaman bütün kendisinin yap tıklarına muttalidir, kendisine nazar etmektedir. Kainattaki her şeyi çepeçevre ku şatmaktadır. Bu his kula; masıyyetleri terk etme, batmını (iç dünyasını} ahlaki kirlerden te miz tutma, zahiren de {dış dünyasıyla} da tilatlara devarn etme gibi fiiller yükler. Bu taatlar arasında, cuma, cemaat, zekat, sadaka ve diğer hayırları, bilhassa de ezkara {zikirlere} devarn ederek arındırrnalıdır. Bil ki Nakşibendilere göre ilk zikir kalıbı, manayı düşünrnek suretiyle "Allah" lafzı, Şiizelilere göre ise "La ilahe illallah" sözüdür. Bu iki zikir, istiğfar ve namaz di ğer tarikatlarda da gönül huzuru ve tam bir edeb içerisinde eda edilir. (Cami', 17)
* A dab-ı zikir {zikir adabı şöyledir}: Zikredecek kimse önce abdest alır, sonra bazı silfilere göre iki rekat namaz kılar. Birinci rekatta Kiifirun, ikinci rekatta İhlas ve Muavvizetan süreleri {Felak ve Nas) okur. Namazı gündüz kılarsa kıraatİ gizli, gece kılarsa açıktan yapar. Namaz bittikten sonra Nakşibendilere göre bağdaş ku rarak, diğerlerine göre ise diz çökerek mütevazı bir şekilde kıbleye doğru oturur, kalbini dünyevi meşgalelerden temizler. Sonra Nakşibendilere göre beş, on beş, yirmi beş, Şiizelilere göre yetmiş, di ğerlerine göre ise yüz defa istiğfar eder. Sonra Allah'tan istiğfarını kabUl etmesi, sünnete uymayı nasib etmesi, hem kendisine ve hem de şeyhine hüsn-i ha time için duada bulunur. Tarikat, şeriat ve sünnete hizmet etmeyi nasib etmesini ister. Şiizelilere göre ise: "Ey Rabb'im! Sen (her şeı;e kadir olan) Allah'sın. 'La ildhe illal lah'ı anlamayı, bilmeyi bize kolaylaştır" der. Sonra bir Fatiha ve üç İhlas okuyarak se vabını bütün silsileye hediye eder. Daha sonra gözlerini yumup kendisini ölü yerine koyarak Allah'tan başka sı ğınağının kalmadığını düşünür, sonra Rabb'inin katında kendisine şefaat etmesi için mürşidine tevessül eder, iki kaşının arasında mürşidine bakrnakta olduğunu hayal eder. Sonra Nakşibendilere göre kalbi veya diliyle üç defa: "İlahi ente maksudi ve rızake matlUbi" der. Hakikatte kendisinin yüce Allah'tan başka maksudunun olma dığını, şeyhinin kendisiyle Allah arasında sadece bir vasıta olduğunu tekid eder. (Cami', 18)
* Zikir, gafleti ortadan kaldırrnaktır, gaflet ortadan kalkınca, susmuş olsan bile zikir halindesin. Denilmiştir ki: "Gaflet sahasından müşahede fezasına çıkmanın haki kati, havfve hubbdur {Allah korkusu ve sevgisidir}." (Cami', 54) * Zikir üç kısımdır. Birincisi aviimm zikridir. Dille zikreder, kalbi ise gafildir.
zikr/ezkar
1273
İkincisi havassın zikridir, bWllar dille zikreder, kalbieri de hazırdır {zikre eşlik eder}. Üçüncüsü ehass-ı havassın zikridir. Bu da {sürekli olarak} kalble hazır ol maktır { kesintisiz bir huzur halidir}.
(Cami', 62)
* Allah'ı kasd {ve murad} etmeye giden yollar dört tanedir. Bunların hepsine sahib olan muhakkik sıddiklerden, üçüne sahib olan mukarreb evliyadan, ikisine sahib olan yakin sahibi şahidlerden, birine sahib olan ise Allah'ın salih kullarından olur. İlki zikirdir; yaygısı {göstergesi} salih amel, meyvesi ise nurdur. İkincisi tefek kürdür, yaygısı sabır, meyvesi ise ilimdir. Üçüncüsü fakrdır; yaygısı şükür, mey vesi ise şükrün artmasıdır. Dördüncüsü hubbdur {sevgidir}; yaygısı dünyaya ve dünya ehline buğz etmek, meyvesi ise Sevgili'ye kavuşmaktır. (Cami',
61, 171)
* Zikr hafiyı;-i kalbi {kalble yapılan gizli zikir}, ism-i Zat'ı, yani ism-i eelali {"Al
lah"
lafzını} zikretmektir. Bunun birtakım adabı vardır. Bedeni ve kalbi, azaların
kötülüklerinden, hevadan ve hırstan temizlemek, beşeri duygulara uyarak Al lah'tan başkasına meyletmeye tevbe ve istiğfar etmek gibi. Daha sonra abdestli ola rak halvete girer. Sünnet abdesti ve duayla kıbleye yönelir bağdaş kurarak oturur. Bu aşamada diliyle beş, on, on beş ya da yirmi beş defa istiğfar ederek kalbini ha zırlamaya çalışır. Gönül kırıklığı ve huşu içinde, yapmış olduğu fenalık ve hataları gözünün önünden geçirir. Sonra ölümün geleceğini, şu anda dünyada son nefeslerini aldığını, belki biraz sonra tek başına tabuta kanacağını düşünür. Bu aşamada o, haşrı, neşri, müthiş korkuyu, suali, m!zanı, sıratı görür. {Tarlkattaki} silsite ehli kendisine şefaat et mektedir, onlarla birlikte yerin boş tarafından kabre getirilir. Kişi o anda kabrin içinde olduğunu hayal eder. Bir Fatiha, üç İhlas okur ve billlların sevabını, Hace Muhammed Bahaüddm Nakşibend!ks Hazretleri'nin rı1haniyyetine hediye eder. Daha sonra ondan ve bütün silsile ehlinden okuduklarının hatırına medet bekler. Fatiha ve İhlasları ölümü düşünmezden önce okur ve sevabını o zaman hediye ederse, bu daha faziletli olur. Daha sonra, şeyhi ve mürşid-i kamili olan kimsenin suretini, onWl rızasını al mak ve ondan medet uromak için iki kaşı arasına yerleştirir, oradan da kalbine do ğacak havatırı def etmek üzere o sureti kalbine atar. Bundan sonra gözlerini yumar, dilini ağzının üst kısmına, dişlerini dişlerine ve dudaklarını dudaklarına yapıştırarak tabii halde nefes alıp verişini sürdürür. Kal bini bir havuz veya sonu gelmeyen saf bir nur olarak görür. Oraya feyz akınaya başlayınca, Allah'tan Arş'a, ya da altı ellietten Hz. Peygamber'in kalbine, ondan silsileye ve oradan da üstadının kalbi vasıtasıyla kendi kalbine dolar. Dolayısıyla o kişi nfu denizine gark olur ve her tarafını nfu kaplar. Bu esnada, sol meme altında bulunan çam kozalağı şeklindeki kalbine Allah lafzının nakşedildiğini, orada dilediği şekilde dolaşıp durduğunu düşünür. Zikrin
1274
ziya'
manası, husilsiyle sadece Allah'ın Zat'ını hatırlamaktır. Ancak zikre başlarken ve her yüz Allah lafzını söyleşinden sonra "İlahi en te maksudi ve nzake mat/fibi" müna catını kalbi ya da diliyle yapar. Daha sonra diliyle ism-i Zat'ı, yani ism-i ceıali, "Allah" lafzını zikretmeye devam eder. Defalarca bu şekilde zikreder. Bu zikrin vukuf sayısı başlangıçta beş bin tesbih ya da yirmi beş bin tesbih veya sürekli ola rak dilediği kadar olur. Eğer ihtiyaç anında dille konuşursa, Sadat-ı Nakşibendiyye'ye {Nakşibendi Efendilerine} göre maruf vukufla kesilmez {belirlenen tesbih sayısı durdurulmaz} . Çünkü b u zikir, Mezkur'u {zikredilen Zat'ı} müşahede v e masivilnın unutulması yoluyla kalbin derinleşrnesi netkesini verir. Bir şeyi zikretınenin haklkati, onun dı şındakileri unutınaktır. Zikir devam edip, masiva unutulur ve zakir masivayı istese bile elde ederneye cek hale gelirse, işte o zaman zikir rUha intikal eder. RUh, sol memenin altında bir latifedir. Bundan sonra sol göğüste olan sırra, bunun akabinde ise sağ tarafta olan hafaya intikal eder. En sonunda ise, merkezde olan ahfaya intikal eder. Bu beş la tife, Allah'ın "Kün" emriyle yarattığı emir alemindendir. Bunlar, maddeden yaratı lıp terkib edilen madde aleminin dışındaki latifelerdir. Allah Teala'nın maddeden yarattığı nefs-i natıkadır. (Ct1mi', 206)
* Zikir, kalbi {Allah karşısındaki) her türlü muhalefetten temizler, Allah'ı {ke lime-i} tevhid ile {ya da O'nun bir olduğunu hatırlayarakl zikrediniz ki, O da sizi destekleyerek zikretsin. Allah'ı şükürle zikrediniz ki, O da Inimetinil artırarak sizi zikretsin. O'nu taatla zikrediniz ki, O da {sizi bolca} nimet vererek hatırlasın. Al lah'ı mehabbetle zikrediniz ki, O da sizi kurb ile {yaklaştırarak} zikretsin. (Rihle, 338; Nefe!W.t, 7, 1 19) * Zikir kalbi nurlandırır, kalbin nfuu imanı nurlandırır, iman nuru ledünni ilme ulaşmayı sağlar, ledünni ilim de en yüce makama ulaştırır. (Nefehat, 120) * Zikrııllah, velayetin kandilidir, Allah herşey için bir parlatıcı vasıta yaratmış tır. Kalbieri pariatan şey ise zikrullahtır. (Nefehlit, 122)
ziya' ( � � ) * Ziyô., ağyarı [eşyayı (Kaşani)] Hakk'ın gözüyle Hakk'ın aynı ola rak görmektir. (Istılcih, 539; Kaşani, 164; Cami', 88) * Güneş ziya {aydınlık} verir. Dünyada güneşle aydınlanan ve onda onun aynı bulunan her şey ziyaya sahibdir. Her ziya yayan nur, ziyayı yayan şeyin kendi siyle, yani herhangi bir nfula karşılaşmadığı için ziya sahibidir. Onun ziyası, bera berinde keşf için perde bulunmayan bir ziyadır. Nur ise bir perdedir. Hz. Peygam ber $ Hakk Teala hakkında şöyle buyurur: "Onun hiciibı nürdur; benim onu gördii
güm iki nitrum var."
zuhôr/zuhôr-ı hakk
1275
Ziya hicab değil, m1run izidir ki, o da gölgedir. Şübhesiz hicab nG.ru ziya haline getirir. Bu, hicabın gölge, nG.run ziya olmasına nisbette olur. Onun, kendi varlığına ait, ziya olan keşfi ve yine kendi varlığına ait gölge olan bir rahatlığı mevcuddur. Ziya keşf sahibi, keşf de ilim ve sürur sahibi, ilim ve sürur da rahat sahibidir. Çünkü ziya rahat ve ilmi bir araya getirmiştir. (FütUha.t, II, 105)
zuhiir/zuhiir-ı hakk (
J�l )J6f.;
/
)J@f.;
) * Sadedinde olduğumuz zuhiirda
bulunan zahir iki kısma ayrılır: Birinci kısmı onun husus! zuhurudur. Bunun, zu huru Hakk yönünden kendisine itimad edebileceği bir vaziyeti yoktur. İkinci kısım Hakk yönünden kendisine itimad edebileceği bir vaziyeti olan kısımdır. Bu ise, sa dece insan-ı kamile has bir durumdur. Çünkü ilahi sılret onu koruduğu için, kendisine ait bir zuhuru ve itimadı bulunmaktadır. İnsan-ı kamil dışında kalan insan, hayvan, bitki, felek ve mülk gibi şeylerin de kendine ait bir zuhuru vardır. Bunların hepsi, insan-ı kamilin nimetlenmesi için Hakk'ın izhar ettiği nimetlerdir. Bunlara ait bir zuhur vardır, fakat itimad yoktur. Çünkü onlar, kendi ayniarından başka bir maksacila yaratılmıştır {başka varlıklara, bilhassa insan-ı kamile hizmet için yaratılmıştır}. İnsan-ı kamil ise aynıyla maksad olan şahıstır {yaratılışın asıl maksadı insan-ı kamildir}. Çünkü o, Zahir ve Biitın olan ilaru suretin zahiridir. Biitın olan bir ayn için, bir başkasıyla zuhı1r eden şey {hakikatte} ayn değildir {cevher ya da hakiki bir varlık olamaz}. Anla! İnsan-ı kamil, {kendi başına değil,} Allah'ın bekasıyla bakidir. Ayrıca o, başka bir şeyle değil, ancak Allah'ın ibkasıyla {kendisini baki kılmasıyla} da bakidir. İbka edilen {baki kılınan} şeyin hükmü, beka ile baki {başka bir varlığa muhtaç olmadan bizatihi kendisi baki} olan şeyin hükmünden farklıdır. Beka ile baki olanın {bekası başka bir varlığa bağlı olmayanın} aynı devam eder. İbka ile baki kılınanın {bekası başka bir varlığa bağlı olanın} ise, aynı değil, misalleri devam eder, aynı devam etmez. Bu şekilde sürekli nimetlenir, nimetler ona daima bolca ve aralıksız olarak gelir. (Fiitiihtlt, III, 107-108)
* Zuhiir-ı Hakk-ı umumi {Hakk'ın umumi zuhuru}, zuhur-ı Hakk-ı h us usid en {Hakk'ın hususi zuhfuundan} farklıdır. Allah, kullarına istidadları ölçüsünde te celli etmiş, onlarla akılları ölçüsünde konuşmuştur. Her halkta {yaratışta} Hakk'ın hususi bir zuhuru vardır. 0 her mejhumda zahirdir" Yani hakkında konuşulan "
,
sözden anlaşılan her şeyde zahirdir.
. . . O, her fehmden de {anlamadan da} biitındır {gizlidir} . . . " Yani O'nun zuhuru her mefhlimda {kavramda} anlaşılamaz. . . . Ancak 'A lem O 'nun sureti ve hüviyı;etidir' diyen kimsenin fehmi hariç. . . " Yanı alemın, tüm arazlarıyla O'nun sıfatlarının bir teziihürü; tüm cevherleriyle de O'nun Zatı'nın bir "
"
teziihürü olduğunu bilenler hariç.
zulm
1276
Alemde hiçbir şey yoktur ki, O'nun sıfatlarının ve Zatı'nın vahdaniyyetinin {birliğinin} bir dellll olmasın. Her şeyde O'nun Vahid olduğuna delalet eden bir ayet vardır. Allah, bunu bilip de, her mefhfunda Hakk'ın kendisine zuhur ettiği ki şiye, aleminde tecelli ettiği gibi, kelamında da tecelli eder. 0 . . . " yani alem . . . Ziihir isminin . . . " mazharıdır {tecelli ettiği yerdir} . . . . Tıpkı O 'nun . . . " yani Hakk'ın " . . . mô.nfi ztibii.riyle aslında bfitın olduğu hiilde, zuhilr eden şey olan ruhun . . . " Rfıh, Batın isminin mazharıdır. RUhun, Hakk'la alakah olarak kulla nılması mecazidir. . . . O'nıın zuhur eden şeıJe nisbeti . . . " Yani Hakk'ın zuhur eden şeye nisbeti . . . azemin suretlerindendir. Müdebbir ruhun surete nisbeti. . . " Burada "
"
"
"
"
nisbetin sılası hazfedilmiştir. o da, suretin kendisine delalet etmesinden dolayı "ile's-sureti {sureteY' olmalıdır. Dolayısıyla Hakk'ın alemin suretlerine nisbet edil mesi mümkün olduğunda, ruhun nisbetinin de O'nun suretine yapılması mümkün olur. " . . . Böylece 0 . " yani Hakk, . . . bfitını ve zfihiriyle insanın tfirijine mesel olarak alınır." (Sofyavi, 68) . .
zulm (
ı-l&
"
) * Zulüm, bir şeyi {hakiki} mahalline değil, ona münasib olmayan
{başka} bir yere koymaktır. (Hücviri, 469)
zulm-i ma'neviyye ( �p,,.
ı-l&
) * Zulm-i mô.neviytje, cehalet karanlığı gibidir.
Bu, alim tarafından idrak edilebilir, ama cahil tarafından idrak edilemez. Bu karan lık, alim için, cahille kaim olmayan bir müdrikedir. Bu karanlık, cahille kaim olunca cahil, o karanlığı idrak edemez. Eğer etseydi, o zaman {cahil değil,} alim olur, cehalet karanlığında zulüm türünden var olan şeyi de bütünüyle idrak ederdi. (Fütuhfit, III, 270)
zulmet ( wı:. ) {bk. nur-zulmet} zü'l-'akl (
JAı�ll J�
) * Zü 'l-akl {akıl sahibi}, Halkı zahir, Hakk'ı batın olarak
görendir. Ona göre Hakk halkın aynası olur. Çünkü ayna, zahirdeki sureti perde ler. Orada Mutlak, mukayyed {sınırlandırılmamış olan Zat, sınırlandırılmış olan halk} tarafından perdelenir. (Kaşani, 162; Cami', 83)
zü'l-'akli ve'l-'ayn (
W:"l iJ JA•lt J�
) * Zü'l-akli ve'l-ayn {akıl ve göz sahibi},
Hakk'ı halkta, halkı da Hakk'ta gören kimsedir. Bu ikisinden biri diğerini perde lemez, Vahid'in vücudunu {bir olan varlığı} bir yönden Hakk, diğer yönden de halk olarak bizzat görür. Vahid ve Ahad olan Allah'ın vechini müşahede etmekten kesret sebebiyle perdelenmez. Mazharların kesreti {zuhur edilen şeylerin çok ol ması}, kesrette tecelli eden Ahadiyyet-i Zat'ı {Zat'ın tekliğini} müşahede etmeye mani olmaz. Hakk'ın vechinin ahadiyyeti de o kişiyi mahlukatın kesretini {yaratı-
zü'I-'ayn
1277
lanların çokluğunu) müşahede etmekten ahkoymaz. Bu kişinin, medalarda {tecelll noktalarında) kesretiyle tecelll eden Zat'ı müşahede etmesinde hiçbir zorluk bu lunmaz. Şeyh-i Kamil olan Muhyiddin b. Arabirh bu üç medaya şu şiiriyle işaret etmiş tir:
halkta Hakk'zn var olduğunu görürsün gözün varsa Hakk'ta halkın var olduğunu görürsün varsa aklın varlıkta hiçbir şeı; göremezsin Zat'ından başka tek varlığın hem akıl hem de göz stihibiysen (Kaşani, 162; CAmi', 83)
zü'l-'ayn ( �� J� ) * Zü 'l-ayn {göz sahibi} ise, Hakk'ı zahir, halkı da batın ola rak gören kimsedir. Buna göre, -Hakk halkta zuhur ettiği için- halk Hakk'ın aynası olur. Halkın Hakk'ta gizlenmesi, aynanın suret sebebiyle gizli kalması gibidir. (Kaşaru, 162; Cami', 83)
züccace ( ;i.;ı:-1�j ) * Züccıice {cam}: RUh-i hayali'nin {hayali rUhun} üç hususiye tini tesbit edebiliriz: Birinci olarak o, kesif, süfli olan alemin yapısına sahibdir. Çünkü hayal edilen şeyirı miktarı, şekli ve sınırlı yönleri vardır. Bunun uzaklık ve yakınlık gibi nisbetleri bulunur. Cisimlerin vasfı olan kesifliğin ise yön, miktar, uzaklık, yakınlık vasıflarından beri mahza akl! olan nurları perdelemek gibi bir hususiyeti vardır. İkincisi şudur: Bu kesif hayal temizlenip inceltilerek süslendiğinde ve zabt edildiğinde, akli milnalara denk hale gelebilmekle ve nurların yansımasma mani olmadan akl'i nurları lfa edebilmektedir. Üçüncüsü şudur: İşin başında hayal, akli milrifetleri zabt edebilmek için akla muhtaçtır. Zabtın dışına çıkarak tedirgin olmaz, sarsılmaz ve {dikkati} başka ta raflara dağılmaz. Öyle ki, bu hayali misaller akli bilgileri bir araya toplar. Bu üç hususiyeti, görmeye sebeb olan ışıklara izafetle şehadet aleminde camdan başka bir maddede bulamayız. Çünkü cam asıl bir cevherdir, kesiftir, ancak arıtılmış ve inceltilmiştir. O kadar ki artık kandilin ışığı önünde herhangi bir perde kalmamış tır. Böylelikle o, {kandili} sert rüzgarlada sarsılmaktan ve sönmekten korur.
(Mişktit, 84) * Nur ayetinde [Nur, 24/35] ona işaret edilmiştir. O kalbdir. Misbah {lamba} ise
1 2 78
zühd
ruhtur. Yanan ağaç ise ondandır. Parlak yıldızlara benzeyen züccfice de nefstir. Mişkat {kandil) ise bedendir. (Kaşaru, 55; Ctimi', 85) {Ayrıca b k nur-zulmet)
zühd ( .u) ) {'alamet-i zühd; haris; hısal-ı zühhad; makam-ı zühd; zühhii.d; zühd fi şey' dune şey'; zühd fi'z-zühd; zühd 'inde ga4yri'I-'arif; zühd-i 'abid; zühd-i aslıab-ı me'arif; zühd-i ehl-i ahval; zühd-i ehl-i tahkiki'l-kibar; zühd-i ehli'l-vera'; zühd-i erbilb-i mukaddimat; zühd-i salikin) * Zühd fi'd-dünyii {dünya hususunda zühde yönelmek, dünyadan uzaklaşmak), bedenin rahat etmesidir. Dünyaya rağbet ise endişe ve hüzün getirir. Azığını ha zırla da, ahirete gönder! Nefsinin vasisi sen ol, insanları vasm kılma ki, mirasını taksim etmesinler! Hayatını oruçlu geçir, iftarm ölüm olsun! Allah bana senin sahib olduğun [sana balışettiği (sayfa 136)] şeylerin benzerlerini kat kat fazlasıyla lütfetseydi, bunlar göz açıp kapayıncaya kadar bile Allah ile meşgul olmak kadar beni sevindire mezdi. (Şehzde, 51, 136) * Dünyayı bilmenin alameti, dünyayı terketmek, ona dayanan, onu seven, onu tercih eden ve onun kadrini gözünde büyüten kimselerden uzaklaşarak, orada zühd ve yalnızlık içinde yaşamaktır. (Adiibı, 146) * Ebu Yezid {Bistami) şöyle der: "Ey ilim yolunda yürüyen genç! İlmin içindeki ilmi
ara. İlim, içinde bulunduğun ilimden başka bir şeı;dir. Ey zühd yolunu tutan genç! Ziıh dün içindeki zühdü ara. Zühd, içinde bulunduğun zühdden başka bir şeydir. Ey takvfi yo lımda yükselen genç! Takvci içindeki takvfiyı ara. Takvfi, içinde bulunduğun takvfidan başka bir şeı;dir." (Şatahfit, 54) * Zahid, her an O'nu düşünen, O'nun yanmda baki kalan ve nazarı O'ndan başka hiçbir şeye dönmeyen kimsedir. Abid, Allah'ın kendisine ibadetlerdeki iyili ğini gören kimsedir. O iyilik ve nimetler, içinde kendi ibadeti boğulup gidecek ka dar çoktur. (Şatahiit, 82) * {Ebu Yezid Bistami'ye) zühdün mahiyeti sorulduğunda şöyle cevab vermişti: " Onun bir durağı yoktur." Sonra kendi zühdünün başlangıcını anlatarak şöyle de m ışti" " Üç gün zühddeı;dim. Birinci gün, dünyii ve içindekiler hususunda zühde yöneldim. İkinci gün, fihiret ve içindekiler hususunda zfihid oldum. Üçüncü gün ise, Allah'tan başka her şey hususunda zühdü gerçekleştirdim. Dördüncü gün, benim için geriye Allah'tan başka hiçbir şey kalmadı. Bir hfitif {öte/erden bir ses} bana şöyle seslendi. 'Ey Ebil Yezzd! Senin bizimle beraber takvfin yoktur. ' Bunun üzerine 'Murfid ettiğim şey budur' dedim. Ardından 'Buldum, buldum!' dedi ve ekledi: 'Nefsimi Allah'a tfiat etmeı;e dfivet ettim, yüz çevirdi. Bunun üzerine onu bir yıl boyunca su içmekten nıenettim. "' (Şatahfit, 166)
zühd
1 279
* Arifin düşüncesi kendisine ümid verir. Zahidin düşüncesi ise onu yiyip bitirir.
(Şatahiit, 179) * Arif olmayan kişiye göre zühd herhangi bir rnufuneledir. Sanki o dünya rnetih karşılığında ahiret metaını satın almıştır. Arife göreyse zühd, sırrını Hakk'tan alı koyan herhangi bir şeyden arınmak, kendini Hakk'tan başka her şeyden büyük görmektir. (İşardt, N, 59) * Zühhiid {zahidler} üç tabakadır. Bir kısmı rnübtedidir {daha işin başındadır}. Bunların ellerinde de, kalbierinde de mal-mülk yoktur. Cüneyd'erh zühdün ne ol duğu sorulunca şöyle cevab vermişti: "Eli mal-mülkten, kalbi tamalıtan boşaltmaktır." Seri Sakaô'yerh zühdün ne olduğu sorulunca o da şöyle cevab vermiştir: "Kişi
nin kalbinı elinde olandan boşaltmas ıdır." Zahidlerin bir kısmı da zühdü tahakkuk ettirenlerdir. Ruveyrn b. Ahmed'e zühdün mahiyeti sorulduğunda zahidleri şu şekilde vasfetıniştir: "Nefsin, dünya ile aldkaZı bütün hazlarını terketmektir." İşte bu rnütehakkiklerin zühdüdür. Çünkü {sa dece} dünyadakilerden zühdde {uzaklaşrnada}, rahatlama, şöhret, rnedih, insanla rın gözünde makarn edinme olduğu için nefsin hazzı vardır. Kalben bu hazlardan uzaklaşan kimse zühdünde rnütehakkiktir. Üçüncü kısım ise bilenler ve yakille erenlerdir. Dünyanın tümü onların helal rnülkü olsa da, bundan ahirette hesaba çekilmeyecek olsalar, bu mülkleri Allah � katında onların sevabmdan zerre bile eksiltıneyecek olsa, sonra bu mülkten Allah � için uzaklaşsalar, onların zühdü, Allah Teala'nın � o rnülkü yarattığından bu yana nazar ettiği şey uğruna olurdu. Dünyanın Allah � katında sivrisineğin ka nadı kadar kıymeti olsaydı, kafir ondan bir damla bile su içernezdi. Buna göre on lar, zühdlerinden de zahid olmuşlar ve zühdlerinden de tevbe ettiler. Tıpkı Şibll'yerh zühdün mahiyeti sorulduğunda verdiği şu cevab gibi: "Zühd gajlettir.
Çünkü dünyii hiçbir şey değildir. Hiçbir şeıJ olmayan bir şey hakkında zühd etmek de gajlettir." (Luma', 73) * Cüneyd buyurmuştur ki: "Zühd, mal hususunda elin, malı arama Jıusılsunda da
kalbin boş olmasıdır." Ali b. Ebu Talib'e � zühdün ne olduğu sorulduğunda buyurmuştur ki: "Dün yiiyı mü'min mi yiyor, kafir mi yiyor, aldımıamandır." Yahya {b. Muaz Razi} de demiş tir ki "Zühd, lüzumlu olmayanı terk etmektir." lbn Mesrı1k da şöyle demiştir: "Zalıide
Allah'tan başka hiçbir sebeb miilik olamaz." Şibli'ye zühdün mahiyeti sorulduğunda demiştir ki: "Yazıklar olsun size! Bir sineğin kanadı kadar kıymeti olan bir şey var mı ki, ondan zalıid olıınabilsin!" {Burada "Allah katında dünyanın bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı, Allah, kafire bir damla bile su içirmezdi." [Tirmizi, Zühd, 13] hadisine işaret edilmekte ve dünyanın zühde
1280
zühd
değecek kadar dahi bir değeri olmadığı vurgulanmaktadır.J Ebu Bekr Vasıti de şöyle demiştir: "Allah katındı:ı bir sivrisinek kanadı kadı:ır bile değeri olmayan pis bir Şetji
terk etmeıJe ve ondan yüz çevirmeye daha ne kadı:ır uğraşacaksın?" Yine Şibll'ye zühdün malüyeti sorulmuş, o da şöyle cevab vermişti: "Hakikatte zühd {diye bir şey} yoktur. Çünkü, kişi, ya elinde bulunmayan bir şey husüsunda zdlıid olur, ki bu zühd değildir; ya dı:ı elinde bulunan bir Şelj hakkında zdhid olur, bu takdirde de elinde ve yanında bulunan bir Şetjden uzak kalması nasıl mümkün olacaktır ? O halde zühd, nefsin talebinden, {eldekinil dağıtmaktan ve {elinde hiçbir şeıJ bulunmayan kişiyle} eşit htile gelmekten başka bir şey değildir." Buna göre Şibll, zühdü, insanın elinde olmayan bir şeyi terk etmesi gibi görmüştür. Bu halde de insanın elinde olmayan bir şeyi terk etmesi imkansızdır. Çünkü o zaten terk edilmiştir. Zaten elde olmayan bir şeyin terkine imkan yoktur. (Ta'arruf, 65) * Zühd, bir şeyi {elden) çıkarmaya; buhl {cimrilik) ise onu {elde} tutmaya çağırır. Sehanın {cömertliğinl kendisi zühddür. Bundan dolayı cimrilik zemmedilmiştir. Çünkü cimrilik dünyaya rağbet etmektir. Hırs, cimrilik alametidir. Çünkü o rağbe tin delilidir. Kanaat cömertlik alametidir. Çünkü o zühde dalüldir. (Küt, I, 251) * Bir şeyden uzaklaşırken, bir başka şeyden uzaklaşamamakL zühd hususunda düşülen bir hatadır). Mesela övülme hususunda zühd sahibi iken {övülmemeyi is terken), mal husfısunda zühd sahibi olmayabilir ya da yiyecekler hususunda zühd sahibi olamaz da mal hususunda zahid olabilir. Zühd, hevasının galib gelmesinden dolayı, makam ve mevki gözeterek de yapılabilir. Ne olursa olsun, heva husu sunda zühd sahibi olunduğunda, dünya hususunda da haklkaten zühd sahibi olu nur. İşte bu zühd, nefs hususunda zühddür. Çünkü nefs rağbetin ta kendisi, heva ise nefsin rUhudur. (Küt, ı, 268) * Zahid, bir şeye sahib olmayan kimse değildir. Zahid, hiçbir şeyin kendisine sahib olamadığı kimsedir. Bir alim, zahidin manasıyla alakah olarak şöyle demiş tir: "Zdhid, eşyaya stihib olmayan, onunla sükun bulmayan kimsedir." Yine o alim şöyle diyordu: "Zdhidin azığı bulduğu şey, elbisesi örtiindüğü şey, evi sığındığı yerdir, !ı{ili ise
vaktidir." Zühd, kişinin zorluğu veya refahı terelli etmesinden dolayı tedbiri, ihtiyan {ter emi), rızayı ve teslimi terketmesidir. Bu, havassın yoludur. (Küt, I, 269) * Zühd fi'd-dünyti {dünyadan uzaklaşmak), sadece dünya hayatına ait metaın fazlasını ve bunların şehvetlerini taleb etmeyi terk etmek, aza razı olmak ve zarfiri olan sade kısmına kanaat etmektir. Bu, kendisine güzel ahlak, faziletli arneller ve hoş fiiller türünden hasletleri beraberinde getirecek bir haslettir. Zühdün zıddı şehvetlerini taleb etme hususunda dünya hırs ve rağbetidir. Bu da kötü ahlak, çirkin fiiller ve hoş görülemeyecek fiilieri beraberinde getirecek bir haslettir. ( İhvan, ı, 357)
zühd
1281
" İffet ve kendini muhafaza etmek zühhddın {zahidlerin} mühim hususiyetlerin dendir. Bu hususiyyeti güzel ahlak ve pek çok fazllet takib eder. Bunlar şunlardır: Vera, hıfz, vakar, takva, emanet, mürüvvet {insanlık), kerem, yumuşaklık, sükun, murakebe, ihtiyat, sıhhat, selamet, hüsn-i sena, tezkiye, gıbta, sürur, kalbierin mehabbeti, beraat, insanlara sükunet verme, onlara güven ve ruhsat vermek, ikram. Şunlar da zahidlerin husı1siyyetlerindendir: Seha, kerem, cud, bezl {vermek, dağıtmak}, lütuf, ihsan, !sar, iyilikte bulunmak, re'fet, rahmet, sevgi, iyilik, maruf, sadaka ve hediye. Aynı şekilde şunlar da zahidlerin hususiyetlerindendir: Hilm, acele etmeme, tesebbüt, ciddiyet, rıfk, sıcakkanlılık, sekmet, vakar, haya, affetme, bağışlama, dünyadan gafil olma, şefkat, rahmet, adalet, hakkı gözetme, mehabbet, kabul, icabet, tevazu, tahammül. Yine şunlar da zahidlerin hususiyyetlerindendir: Rıza, kanaat, kibar davran mak, ne fazla, ne eksik elindekiyle yetinme, tamahtan el çekmek, cefada rahatlık, kazaya teslim, belalara sabır ve güzel bir huzur hali. Şunlar da zahidlerin husfısiyyetlerindendir: Allah'a tevekkül, O'na güven, O'nunla itmi'nan, arnelde O'nun için ihlas, dua, sözde doğruluk, kalbden tasdik, kardeşlere nasihat, ahde vefa, hasiret sahibi olma, hayr işlerinde azimet, ihsan, iyi lik, marfıf, hayırlarda yarışmak Onlar Rabb'lerinden korktukları için müşfiktirler. Onlar, Allah'ın dostlarıdır, Allah'ın sevdiği, Allah'ı seven halis mü'min kullardır. ( İhvan, ı, 359) " Dünya hakkında zühd ve ahirete rağbet etmek imanın şartlarından ve mü'minın vasıflarındandır. Allah, Resfıl'ünü ahirete rağbet ettirmiştir: "Gerçekten senin için alıiret dünyadan daha hayırlıdır." [Duha, 93/4) (Bir başka ayette de} şöyle buyurmuştur: "Ama siz dünya hayiitını tercih ediyorsunuz, halbuki ahiret hayatı daha hayırlı ve kalıcıdır." [Ala, 87/1 6-17] Kur'an'da, dünya hayatmdan uzaklaşmayı ve ahiret hayatma rağbet etmeyi emreden daha pek çok ayet bulunmaktadır. Kardeşim; bil ki insan, mevcud ve acil {hemen elde edilebilecek} olan faydayı terk etmeme, ondan uzaktaşınama tabiatma sahibdir. Tehir edilmiş (sonradan ge lecek} olan faydayı, ancak bu faydanın acil olana üstünlüğü ortaya çıkmışsa arzu eder. Bil ki, mü'minler, hikmet sahibieri ve peygamberler, dünyadan -kendileri için ahiret hayatının hakikati ortaya çıkmış bulunduğundan dolayı- uzaklaşmış, acil olan arzularını terketmiş, ahirete rağbet etmiş ve onun nimetlerini istemişlerdir. Onlar, ahiret nimetlerinin dünya nimetlerine üstün olduğunu anlamışlar, tıpkı dünya ehlinin dünya işlerini hisleriyle (duyularıyla} idrak etmeleri gibi onlar da, ahiret nimetlerini kalb gözüyle ve akıl nfıruyla da müşahede etmişlerdir. Kardeşim bil ki, ahiret hakikatini bilmek ve ahvalini müşahede edebilmek, sa-
1 282
zühd
dece itibarla {ibret almakla} ve dünya işlerini tefekkürle ve dünya ile ahiret işleri arasında selim aklı fasid görüşlerden, temiz nefsi çirkin ahlaktan ayırabilecek ve zarfiri sağlam neticelere varmayı sağlayacak mukayeselerle mümkün olur. Bunun açıklaması şöyledir. Akıllı insan, insanların çoğunluğunun sözü üzerinde düşün düğü zaman, onların üzerinde neş'et etmiş oldukları bu yurdu, "diinyii" ismi ile adlandırması ve onun nimetlerini zemmetmesi, iliiret yurduna ve onun şerefine delalet eder. Çünkü dünya lafzı, uhraya {diğerine, sona} götürür. Nitekim "uhra" kelimesi de "ıllii"ya {ilk olana, önce gelene} delalet eder. Her ikisi de muzfıf türün dendir. (İhvfın, Il, 81) " Dünya metaından ve onun güzelliklerinden yüz çeviren kimseye "zalıid" ismi husı1si bir isim olmuştur. (İşariit, IV, 57) * Riyazet üç maksada yönelik olabilir: Birincisi Hakk'tan başka birini seçme alışkanlığını terketmektir. İkincisi nefs-i emmareyi hayal ve vehm {düşünce} kuvvetlerini, kudsi emre muvfıfık fikirlere çekebilmek ve süili fikirlere muvfıfık fi kirlerden alıkoymak için nefs-i mutmainneye itaat ettirınektir. Üçüncüsü tenebbüh {dikkat ve uyanıklık} için sırrı sükı1na erdirmektir. Birincisine hakiki ziihd yardım eder. İkincisine pek çok şeyle beraber tefekkürle desteklenmiş ibadet yardımcı olur. Sonra nefsin kuvvetlerine hizmet eden beste lenmiş sözlerden ibaret olan şarkılar, vehme kapı aralar. Zeki bir insana ait bela gatli ibareler ve yumuşak nağmelerden ibaret olan kelamın kendisi zaten vaaz eder, güzel bir tesir bırakır. Üçüncü maksada gelince ona güzel fikirle, şehvetin sultasının değil, Maşı1k'un vasıflarının emrolunduğu iffetli bir aşk yardım eder.
(İşiirat, IV, 78) * Ebu Osman demiştir ki: "Zühd, dünyiiyı terk etmen ve dünyiilığa sahib olan kinı
selere aldınş etmenıendir." Ebu Ali Dekkak'ın şöyle dediğini işitmiştim: "Zülıd dünyayı terk etmen, 'Elimdeki dünyiilıkla bir tekke, bir mescid yaptırınnı ' dememendir." Yahya b. Muaz {Razi}; "Zühd, insana mülkünü cömertçe dağıtnıasını; Jıubb {sevgi} ise ruhen cömert olmasını getirir'' demiştir. İbn Cellfı da "Zülıd, gözünde küçük görün sün de, yüz çevirmek kolay olsun diye dünyiiyı yok hükmünde görmektir" demiştir. İbn Hafif "Zülıdün alanıeti, mülk olan bir şey elden çıkınca ralıatlamaktır'' demiştir. Yine o; "Zülıd, kalbden sebeb fikrini çıkarnzak ve elleri mülkten silkelenıektir" demiştir.
"Zülıd, nefs in dünyiidan külfetsiz bir şekilde uzaklaşnıasıdır'' da denilmiştir. Nasrabazi şöyle demiştir: "Zalıid dünyada garibdir, Allah Teiilii hakkında iıfiın sa hibi olan iirif ise iihirette de garıbdir."
zühd
1283
Denilmiştir ki: "Zühdünde sadık olan kimseı;e, diinyii boynunu eğerek gelir. Bunun için 'Gökten bir taç düşse, mutlaka onu istemeı;en bir kişinin kafasına isiibert ederdi' de nilmiştir." Cüneyd demiştir ki: "Zühd, elde bulunmayan şeı;in gönülde de bulunmamasıdır. " Ebu Süleyman Darani demiştir ki: "Yün aba giyrnek zühd alametlerinden biridir. Şu hiilde, kalbinde beş dirhem değerinde elbise giymek arzusu bulunan bir ztihidin, iiç dir hem kıymetinde bir aba giymemesi gerekir {çünkü böyle yaparsa, niyetiyle fiili arasında iki lik söz konusu olur}." Selef zühd hususunda ihtililf etmiştir. Süfyan Sevr! Ahmed b. Hanbel, İsa b. Yunus gibi selef uleması, dünya hususunda zühd sahibi olmanın kasr-ı emelden ibaret olduğu görüşündedirler. Bunların ortaya koyduğu fikirlerin, bizzat zühd değil, zühdün arnilieri ve zühdü gerektiren şeyler manasında anlaşılması gerekir. Abdullah b. Mübarek, "Zühd, fakirlikten memnun bir hiilde Allah Teiila'ya giiven mektir" demiştir. Şaklk Belhl ile Yusuf b. Esbat da bu kanaattedir. Fakat bu da biz zat zühd olmayıp, zühd alametlerinden biridir. Çünkü kul Allah'a güvenmedikçe zühde gücü yetmez. Abdulah b. Zeyd "Zühd, dünyayı ve dirhemi {maddi değerleri} terk etmektir" de miştir. Ebu Süleyman Darani demiştir ki: "Zühd, Hakk Teaiii ile meşgul olmana miini olan
her şeı;i terk etmendir." Ruveym, Cüneyd'e zühdün ne olduğunu sorduğunda Cüneyd şöyle cevab ver miştir: "Dünyayı küçük görmek ve kalbde yer etmiş bulunan her türlü eser ve te'sirlerini
silmektir " Seri demiştir ki: "ZaJıid nefsiyle meşgul olmadığı zaman hayatı güzelleşnıez. A rif ise,
bilakis {Rabb'ini bırakıp} nefsiyle meşgul olduğımda hayatı güzelleşmez." Cüneyd'e zii/ıdün ne olduğu sorulunca "Elin mülkten, kalbin ise {mülk sahibi ol mak için} aramaktan boşaltılnıasıdır'' şeklinde cevab vermiştir. Şibli'ye zii/ıdün mahiyeti sorulunca "Allalı'tan başka her şeı;den yüz çevirmektir" diye cevab vermiştir. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: "Şu üç haslete siihib olmayan ziihdiin Jıakıkatine erişemez: Aliikasız {sırf Allah için yapılan} amel, tamahsız söz ve riyiiset {baş olma sevdası} taşımaksızın izzet sahibi olma." Ebu Hafs (Haddad} şöyle demiştir: "Zühd, sadece helii/de olur; dünyilda ise heliii
yoktur. O halde ziihd de yoktur." Ebu Osman (Hiri} de "Şübhesiz Allah zahide istediğinden fazla, diinyiiya rağbet edene istediğinden az, istikamet siihibine ise istediği kadar verir'' demiştir.
1284
zühd
Yahya b. Muaz'ın şöyle bir sözü vardır: "Ztihid {sürekli Allah'ın eeliili tecellflerine, azabına ve Allah korkusuna vurgu yaparak} senin burnu na sirke ve hardal çektirir, arif ise {siireklialah'ın cemali tecellilerinden, nimetlerinden ve Allah sevgisinden söz ederek} sana misk ve anber koklatır." Hasan Basri "Dünyaya karşı ziihid olmak {demek}; dünyii ehlinden ve dünyada bulu nan her Şeljden nefret etmektir" demiştir. Sufilerden birine "Dünyada ziihid olmak ne demektir?" diye sorulunca "Dünyada olanı dünyada bulıman kimselere terk etmektir" şeklinde cevab vermiştir. Bir adam Zünnfrn Mısri'ye "Dünyada ne zamana kadar ziilıde riayet edeceğim ?" diye sormuş, o da "Nefsine karşı zahid oluncaya kadar!" şeklinde cevab vermiştir. Muhammed b. Fadl "Ztihidlerin isiin {ikramı} istiğnii hfılindeyken {ihtiyaç/an bu lımmadığı zaman}, fütüvvet e/ılinin lstirı ise ihtiyaç hdlindedir {ihtiyaçları bulunduğu za mandır}" demiştir. (Kuşeyri, 61) * Allah Teala buyurmuştur ki: "{ Ölçü ve tartı husiisunda} Allalı'ın bakıyyesi {Jıeliil
olarak bıraktığı ktir} sizin için daha lıayırlıdır." [Hud, 1 1/86] Ziilıd, bir şeye olan rağbe tin tamamen ortadan kalkınasıdır. Zühd, avam için kurbet (yakınlaşma), mürid için zarfıret, havass için haşyettir. Zühdün üç derecesi vardır. Birinci derecesi, ilahi azarlamadan sakınıp noksan lıklardan çekinerek ve fasıklarla aynı işleri yapmaktan hoşlanmadığından dolayı şübheli şeyler hususunda zühddür. İkinci derecesi, fuzuli şeylere değer vermemektir. {Bu da şöyle olur: } Çok fazla şey istememek, vakti imar etmek maksadıyla yetecek kadar azıkla yetinmek, aşırı lığı bırakmak, peygamberlerin, velllerin ve sıddiklerin hususiyetleriyle süslenmek. Üçüncü derecesi ise zühd hususundaki zühddür. Bu da üç şeyle olur: Zühde yöneldiğin şeyi küçük görmekle; (zühdle alakalı} bütün hallerin, gözünde bir olmasıyla; hakikatler vad1sine bakarak, lzühd hususunda ortaya koyduğun} gay reti görmekten gaib olmakla. (Mentizil, 13) * Geçim sıkıntısına karşı olan sabra "zülıd", zıddına da "lıırs" denir. Eğer aza
sabrediyorsa buna "kantiat", bunun zıddına da "şerelı {açgözlülük, doymazlık}" denir. Iman ahlakının çoğu sabra dahildir. (Ihya', IV, 82) •• Dünya hususunda zühd içinde yaşamak salikierin şerefli makamlarından biridir. Bu makam diğer makamlar gibi ilim, hal ve arnelle tanzim edilir. Nitekim selef alimlerinin dediği gibi iman konularının tamamı ltikad, söz ve arnele dayanır. Söz imanın ortaya çıkınası için gibidir. Onunla halin makamı ikame edilir. Çünkü onunla batıni hal ortaya çıkar. Aksi takdirde maksad sözün kendisi değildir.
zühd
1 285
Söz, halden meydana gelmezse, "iman" değil, "isliim" olarak adlandırılır. Hale sebeb olan ilim, meyve veren ağaç gibidir. Amel ise meyve yerine geçen halin neti cesidir. Hali, ilim ve amel taraflarıyla beraber zikr edelim. Halle, "ziihd" olarak isimlendirilen şeyi kasd ediyoruz. Bu manada hal, bir şeye olan rağbeti ondan daha hayırlısına döndürmekten ibarettir. Bir bedel karşılığı satış ve diğer herhangi bir sebeble bir şeyden vazgeçmek, ona rağbet etmemekten; onun yerine başkasını almak ise o aldığı şeye rağbetten kaynaklanır. Vazgeçilen şeye nisbetle kendisine "zühd", yöneldiği şeye nisbetle de
"rağbet" ve "hubb {sevgi}" adını alır. Buna göre zühd "herhangi bir şeı;den vazgeçip onun yerine daha hayırlı olan bir şeı;e dönmek" demektir. Bununla beraber, yüz çevri len şeyin de arzu edilecek bir yönünün bulunması gerekir. Çünkü arzu edilir bir tarafı bulunmayan taş, toprak, kum gibi şeyleri terk edene "ziihid" denmez. Zahid, toprak, taş gibi rağbet edilmesi tasavvur olunamayacak şeyleri değil, dirhem ve dinar gibi rağbet edilen şeyleri terk eden kişiye verilen isimdir. (İhyii', IV, 266-267)
* Zühd, kuvvetinin farkWığına göre üç farklı derecededir. Birinci derece en dü şük derecedir. Bu derecede, kişinin kalbi dünyaya meyl, nefsi de iltifat eder. Fakat kendisi, dünyayı arzu eder halde bulunmasına rağmen mücahede yoluyla dünya dan yüz çevirmeye çalışır. Buna "miitezehhid" denir. {Bu nokta,} çalışıp gayret ede rek zühde ulaşana nisbetle zühdün başlangıcıdır. Mütezehhid önce nefsini, sonra zekasını tüketir. Zahid ise önce zekasını harcar, sonra nefsini, ayrılmış olduğu şeye karşı sabır hususunda değil, taat ve ibadetler hususunda terbiye eder. Mütezehhid, nefsinin hakimiyetine girip, şehvetlere kapılabilir ve
az
ya da çok dünyaya meyle
derek dünyadaki istirahatine dönme tehlikesi içindedir. {Zühdde} ikinci derece, ümid ettiği cennete nisbetle dünyayı küçük görerek gönül hoşluğu ile dünyayı terk etmektir. Tıpkı, iki dirhem için bir dirhemi terk eden kişi gibi, -her ne kadar biraz beklernesi gerekse de- bu insanın ağırına gitmez. Fakat bu ikinci derecedeki zahid de mutlaka alış-veriş eden tacir gibi zühdünü gö rüp ona iltifat edebilir, kendini ve zühdünü beğenmeye meyledebilir. Kendi ken dine, daha değerli olan bir şeyı terk ederek daha az değerli olan diğer bir şeyi ter cih etmiş olduğunu sanır {halbuki böyle değil, tersi doğrudur}. Aynı zamanda bu bir eksikliktir. Üçüncü derece en yüksek derecedir. isteyerek zahid olmak ve zühdü içinde de zahid olmak, dolayısıyla zühdünü görmemektir. Çünkü zühdünü bir şeyin terki olarak görmez. Dünyanın bir şey olmadığını bilir. Böylece çakıl taşını bırakıp cev heri alan kimse gibi olur. Bunu bir karşılık olarak görmez. Kendini bir şeyi terk etmiş kişi olarak görmez. Cevhere nisbetle çakıl taşı neyse dünyanın da Allah'a ve O'nun ahirette vereceği nlınetler nisbetle aynı değerde olduğuna inanır. İşte zühd hususunda kemal noktası budur ve bunun sebebi de {zühd, eşya, dünya, ahiret ve Allah hususundakil milrifetin kemalidir. İşte çakıl taşını verip cevheri alan kimse-
1286
zühd
nin bu ticaretinden dönme ihtimali olmadığı gibi, bu zahidin de zühdünden dönme ve dünyaya rneyletrne tehlikesi yoktur. (İhyfi', IV, 277-278) * Zühdün üç derecesi daha vardır. En yükseği kendisine hususi bir mevki ver memesi, Ashab-ı Suffe gibi rnescidin herhangi bir bölgesiyle yetinrnesidir. Zühdün orta seviyesi, kendisi için hurma yaprağından yapılmış veya buna benzer kulübe gibi hususi bir mevki isternektir. En düşüğü ise satılık veya kiralık bir oda iste rnektir. Meskenin genişliği ihtiyacından fazla ve süslü değilse, bu hal kendisini di ğer zühd derecelerinden çıkarmaz. (İhyfi', IV, 290) * Yahya b. Muaz şöyle demiştir: "Zühdün alanıeti şu üç haslettir: Alakasız {sırf Al lah için yapılan} amel, tamahsız söz ve riyfiset arzusu {baş olma sevdası} taşımaksızın izzet sdlıibi olma " (İhyfi', IV, 299) * Alimierimize göre zülıd iki türlüdür: Kul için makdur (takdir edilmiş) ve gayr-i makdur (takdir edilmemiş) olan zühd. Kul için makdur olan zühd üç şeyle olur: Dünyadan kayıp olanı isterneyi terk etmek, dünyada cem' olunanı (birleşeni) ayırmak ve dünyayı isteyip tercih etmeyi terk etmek. Kul için gayr-i rnakdfu olan zühde gelince o, zahidin kalben bir şeyden soğıımasıdır. Kul için makdur olan zühd, gayr-i makdur olan zühdden önce gelir. Kul, dünyadan kayıp olanı isterneyi bırakınca, onda cem' olanı ayırınca, Allah için kalben dünya taleb ve ihtiyarını terk edince ve dünyanın afetlerini tefekkür ederek Allah'ın sevabının büyüklüğünü düşününce, kalbinde dünyaya karşı bir soğukluk doğar. Bana göre bu, hakiki zühddür. (Minhfic, 13) * Zühd, bize göre helal ve hararnda vakl olabilir. Hararnla alakah olursa farz; helalle ilgili olursa nafile olur. Taatları tam olarak yerine getiren kimse için bu ha ram, leş rnevklindedir. Bu leş, ancak zarfiret anında, zararı giderecek miktarda ye nilebilir. Helalde zühd ise ancak abdal makarnında olur. Onlara göre heıai leş rnev klindedir. Ondan sadece gerektiği kadar alırlar. Onlara göre hararn ateş rnevklin dedir. Onu herhangi bir hal ile almak akıllarına bile gelmez. İşte bu, kalbdeki so ğukluğun rnanasıdır. Böylece kişinin düşüncesi dünyadan kopar, onu pis görür, ondan nefret eder. Geriye kalbinde dünyaya karşı ne bir ihtiyar, ne de bir irade ka lır. (Minlıfic, 14)
* Tevhid kalbdedir, zühd kalbdedir, takva kalbdedir, rnarifet kalbdedir, Hakk'ı bilmek kalbdedir, Hakk Teala'yı � sevrnek kalbdedir, O'na yaklaşmak kalbdedir. (Fetlı, 49) * Mütezehhid, dünyasını elinden çıkarmış olan kimsedir. Zühdü tahakkuk et tirmiş (gerçekleştirmiş} olan zfihid ise dünyayı kalbinden çıkarır. Onlar dünyaya karşı kalbieri ile zahid olmuşlar ve böylelikle zühd onların tabiatı haline gelmiştir. Zahirieri batıniarı ile karışmış, tabiatlarının ateşi sönrnüş, hevaları kırılmış, nefsleri tatmin olmuş ve kötülükleri değişmiştir. (Fet/ı, 106)
zühd
1287
* Mü'min dünyada, zdhid ahirette, arif ise MevH1'dan başka her şeyde gar!bdir.
(Feth, 142) * Zülıd, bir saat; vera iki saat, marifet ise devamlı am el etmektir. (Feth, 294)
* Fakr, tasavvuftan ayrıdır. Aksine fakrın sonu tasavvufun başıdır. Zühd de fakrdan ayrıdır. Onlara göre fakr, yoksulluk ve yokluk değildir. Bilakis övülen fakr, Allah'a güvenmek ve onun taks1mine razı olmaktır.
(A dabı 7) ,
* IMakarniardan olan} zülıd dünyanın heıalini terk etmek, dünyadan ve onun arzularından yüz çevirmektir. Bundan sonra gelen frıkr ise, mal-mülk sahibi olma mak, kalbden mal sevgisini çıkarmak demektir . . .
(A.dabı, 20)
* . . kul, makamlara terfi etmeyi halleri artırarak sürdürür. Bu münasebetle, .
tevbeye varıncaya kadar ha.Ilerle makamların iç içe olduğu görülür. İçerisinde hal ve makam bulunmayan hiçbir fazilet yoktur. Ziihdde hal ve makam vardır, tevek külde hal ve makam vardır, rızada da hal ve makam vardır . . . . . . Kulda tevbe ve zecr hali yerleşip makam haline gelmedikçe nefsin hevasının sürekli olarak üstün gelmesi yüzünden kul tevbe ve zecr halini muhafaza edemez. Ziihdde de durum bundan farklı değildir. Kul, önce kendisine dünya ile meş gul olmayı terketmenin lezzetini gösteren ve kendisinin ona doğru yönelmesini kı nayan bir hal ile zühde yönelmeye çalışır. Ke�ım olan Allah'tan gelecek yardıma nail olmadıkça, nefsin açgözlülük ve dünyaya karşı olan hırsının delaletiyle {tevbe ve zecr} halinin eseri ortadan kalkar. Böylelikle kul zühde erer, zühdde istikrar kazanır ve zühd makamın haline gelir . . . " Cüneyd şöyle demıştir:
('Avarif, 275)
"Zühd, elin miilkten, kalbin ise {miilk salıibi olmak için}
aramaktan boşaltılmasıdır." Şibll'ye ziihdün ne olduğu sorulunca şöyle cevab vermiştir: "Zülıd gaflettir. Çünkü diinya hiçbir şeı; değildir. Bir hiç olanla aiakalı zühd de gaflettir." ('Aviırif, 285)
* Ziilıd fi'z-zülıd
{zühd hususunda zühd} sahibi olan kimsenin yanında dünya
nın varlığı ya da yokluğu eşittir. Dünyayı terkederse, ancak Allah sayesinde terkeder, alırsa Allah'la alır. İşte bu,
zühd fi z ziihddür '
-
{zühd içinde zühdü yaşa
maktır} . Arifler içinde bu makama erişenleri gördük Bu makamın üstünde zühdle alakah başka bir makam daha vardır. Bu da, il minin genişliğinden ve nefsinin, beka makamındaki temizliğinden dolayı, Hakk'ın irade ve ihtiyarını kendisine iade ettiği kimseye aittir. Bunlar zühd fi'z-zühdden sonra üçüncü bir zühdü tahakkuk ettirir. O, dünyayı bir köşesinde mekan tuttuk tan ve kendisine mevhibe iade edildikten sonra terk eder. Onun bu makamda dün yayı terketmesi kendi ihtiyarı iledir. Onun ihtiyarı ise Hakk'ın ihtiyarından gelir. O, enbiya ve salihlere bakarak ve onlarla teselli bularak dünyayı terketmeyi tercih etmiştir.
1288
zühd
Zühd fi'z-zühd makamında, dünyayı elde etmeyi, hal yönüyle kuvvetli peygam ber ve sıddiklerin derecesine ulaşma hususundaki zayıf vaziyeti sebebiyle, kendi sine lütfedilmiş bir ılırnet olarak görür. Sonra Hakk'tan gelen bu lütfu da, Hakk'la
ve Hakk için terkeder. Bu makamda, açık ilmin kendisine ilham ettiği tedb'irle {nef sine} acıyarak dünyadan kendi ihtiyarı ile faydalanır. Bu makam, {hal ve makam
yönünden} kuvvetli olan ariflerin tasarruf makamıdır. İlk olarak Allah için zahid
oldukları, ikinci olarak Allah'a rağbet ettikleri gibi, üçüncü defa da Allah ile zahid olmuşlardır.
('Avflrif, 286)
* Ziihhfld
{zahidler}, kudretleri olmadığından dolayı dünyayı terkedenlerdir.
Ashiibımız, dünya malı aramaya ve toplamaya kudreti olduğu halde bunu yapma yan ve talebi terkeden, dolayısıyla elinde avucunda dünya malından hiçbir şey bulunmayan kimse hakkında ihtiliif etmiştir. Bu kimse zahidlere dahil edilmeli mi,
yoksa edilmemeli mi?
Ashabımız arasında bu kişilerin zahidlere dahil edilebileceğini kabul edenler
bulunduğu gibi, zühdün, ancak elde bulunan şey hakkında mümkün olabileceği
görüşünü kabfıl edenler de vardır. Bu görüşte olanlara göre, bazı durumlarda kişi
nin elinde dünya malı bulununca zühd tahakkuk etmez. Bu görüşte olanların reis Ieri ise, hikayesiyle meşhur olan İbrahim b. Edhem'dir.
I, 47)
* Ziihd
(Fiitfihflt, II, 20-21; Nebhan'i,
ancak kişinin mülkünde olan şeyde mümkün olur. Taleb de, mülkte
bulunan şeydir. {Asıl} zühd, taleble alakah olan zühddür listemekten uzaklaşmak tır, istememektir} . Ashabımız mülkü olmayan fakir için
"zflhid" ismini kullanmanın
doğru olup olmadığı veya onun bu makamda herhangi bir payı bulunmadığı hu
susunda ihtiliif etmiştir. Böyle bir fakir hakkındaki görüşümüz şudur: Fakir dün yaya rağbet duyma hususunda temkin sahibidir { onun mertebesi dünyaya rağbet etmesini gerektirir}, onu elde edemese bile onu elde etmeye çalışır. Bu çalışma,
taleb ve rağbetinden dolayı, onun dünyayı terkedişi, hiçbir şübheye mahal bırak mayacak şekilde
"zühd"
olarak adlandırılır. [Bu taleb, {makamı gereği} onun mül
künde bulunmaktadır. Bu sebebden dolayı zikrettiğimiz gibi tar!f ettik.
tfihflt, Il, 174;
*
Esftir, 95)
(Esjflr)] (Fii
Bil ki, zikrettiğimiz sillikler çeşitli mertebelere ayrılırlar: O'ndan O'na {süluk
eden} salik, tecelliden tecelliye intikal eder. O'na, O'ndan ve O'nda salik olan, ilahi
isim hususunda, bir ilahi isimden {başka} bir ilahi isme süluk eder.
O'ndan, O'na, O'nda, O'nunla salik olan, bir ilahi isimde, bir isimden, bir başka
isme o isimle süluk eder.
O'nda ve O'na değil, O'ndan salik olan, kilinattan kainata Allah katından çıkar. O'nda ve O'ndan değil, fakat O'na salik olan, tıpkı Hz. Musa'nın � kaçması gibi, kainatta kainattan O'na kaçar.
zühd
1289
O'ndan, O'nda ve O'na doğru yürümeyen salik ise arnel-i salih hususunda dünyadan ahirete intikal eder, bunlar da arif olmayan zühhaddır {zahidlerdir}. (Fü Ulhiit, II, 376)
* Yakin makamları dokuz tanedir: Bunlar, tevbe, zühd, sabr, şükr, havf, rıza, reca, tevekkül ve rnehabbettir. Bu makamlardan hiçbirinin, Allah ile tedbir ya da tercihin ortadan kalkmasıyla beraber düşünülmesi doğru olmaz . . .
. . . Zühd ancak tedbirin dışına çıkınakla sahih olur. Çünkü sen tedbirin dışına çıkınakla rnuhatabsın. Tedbir hususunda zühd senin tedbirindir. Zühd iki türlüdür: Zahir ve celi {açık} olan ve batın ve hafi {gizli} olan zühd. Zahir ve celi olan zühd; yiyecek, giyecek ve benzeri helal şeylerin fazlasından zühddür. Batın ve hafi olan zühd ise; riyaset (baş olma arzusu}, öne çıkma hevesin den zühddür. Allah'la beraberken tedbiri terketrnek de bu sınıfa girer. (Tenvir, 8)
* Sabır, geçirn sıkıntısına karşı olursa buna "zühd" denir. Eğer kişi aza sabredi yorsa, buna "kanaat" denir. (Kudarne, 286)
•• {Fakirlik konusundaki beş halden ilki şudur:} Ona bir mal gelse onu istemez, ondan eziyet duyar ve nefret ettiğinden dolayı onu almaktan, şerrinden ve rneşgu liyetinden sakınmak için kaçar. Bu halin sahibine "ziilıid" denir . . . . . . Bu beş halin en kuvvetli derecesi zühd hali olan birinci haldir. Bu birinci hal den daha yüksek bir hal daha vardır. O hal de malın varlığı ve yokluğunun bir ol masıdır. Onu bulsa sevinmez, kaybetse sıkıntı duymaz. (Kudarne, 338)
* İnsanların bir kısmı dünyayı arzuladığı halde ona karşı zahid davranır, ancak nefsiyle rnücahede eder. Işte bu kimseye "mütezehhid" denilir. Bu itibarla rnütezehhidlik zühdün başlangıcıdır. (Kudarne, 347)
* Zülıdün, rağbet edilene nisbetle üç derecesi vardır: Biri azabdan, hesabclan ve insanın önünde bulunan buna benzer korkulardan kurttılmak için zühddür. Bu haiflerin {korkanların} zühdüdür. İkincisi sevab almak ve vaad edilen nirnetlere kavuşmak için zühddür. Bu da radierin {ümid edenlerin} zühdüdür. Bunlar {dünya! nimetlerini (cennetteki} nimetler için terk etmişlerdir. Üçüncüsü ise en yü cesi olup elemlerden kurtulmak ve nimetiere nail olabilmek için değil, bilakis Allah Teala'ya kavuşmak için dünyada zahid olmaktır. Bu ise muhsin {ihsfın sahibi} olan ariflerin zühdüdür. Cennet lezzetlerine nisbetle Allah Sübhfınehu ve Teala'ya nazar etmenin lez zeti, bir güvereine sahib olup onunla oynamaya nisbetle, dünya mülkünü elde ede rek onu sahiblenmenin lezzetine benzer. (Kudarne, 348)
* Zühdün bidayeti {başlangıcı} eksik bir makamdır. Nihayeti ise, gözün göre meyeceği kadar sonu olmayan bir makamdır. O, sınırlı fikirle sınırlandırılamaz. O
1290
zühd
avfunın derecesi, himmetlerin mücadele sahası, havassı bilinen makama yükselten bir makamdır. Zühdün hakikati, Mahbub'dan {tek Sevgili olan Allah'tan} başka her şeyin dı şına çıkmaktır. Bunu yapabilen zühdü, yapamayan ise fakrı tahakkuk ettirmiş olur. Havassın bu husustaki nasibi {fakr değilL zühddür, hatta ziilıd fi'z-ziihddür {zühdden de zühd ehnektir, ariflerin zühdünü gerçekleştirmektir}. (Ravza, 410) * Arifin üç mertebesi vardı!': Birincisi, masİvadan dönmek ve perdeleri ortadan kaldırmaktır. Bu halde olana "zahid" denir. Hakk'ı halktan saklı tutan üç çeşit perde vardır: Küfür perdesi imanı, dünya perdesi ahireti perdeler. {Bu ikinci du rumda kişi} mü'min olsa oile ahireti dünyasıyla örtülüdür. Dünya işinde çalışkan, ahiret işinde mütevekkil olur. {Üçüncüsü ise} ehl-i cennetin avaınının perdesidir. Onlar nimet vereni unutup O'nun nimetleriyle meşgul olurlar. "O gün cennetlikler
gerçekten mmetler içinde safa sürer/er." [Yasin, 36/55] Cennet ehlinin havassı ise bu perdeyi yırtarlar. Cennet onları göz açıp kapayıncaya kadar bile Allah' tan alıko yamaz. İkincisi riyazet yolunda Allah'a gihnektir. Bu halde olana abid denir. Sonuncusu ise Allah'a vasıl olmaktır. Bu halde olana arif-i billah denir. Bundan do layı Hz. Şeyh { ? } şöyle demiştir: " İrfan; tefr'ik, nakz, terk ve redd ile başlar; Hakk'ın
Zat'a ait sıdk ile te'yfd edilmiş tüm sıfatlarında derinleşir, onlara gark olur, Vacib 'de sona erer ve {orada} durur, {sükiina erer}." (Ravza, 435) * Dünyadan ziihd ve ahirete rağbet, zikir meclislerinde ortaya çıkar. Dünyanın ayıp ve kusurlarını bilip yerıne, cennetin güzelliklerini bilip medhetme, cenneti isteyip arzu etme, cehennemİ hatıriayıp onun fenalıklarından sakınma hep zikir meclislerinde öğrenilir . . . (Receb, l l ) * Zülıdün şartı, ihsan m akamında olmaktır {Allah'ı görüyormuş gibi olmaktır} . Çünkü Allah için murakebede bulunmanın şartı, dünyaya iltifat etmemektir. Gör mez misin, köle efendisinin kendisinden hizmet beklemesine b akarak, nasıl da kendi işlerinden uzaklaşıp efendisinin emredeceği şeylerle meşgul olmak için onun önünde hazır bulunuyor? Muhsinlerin, bunların alt derecesinde bulunan salihlerin, mü'minlerin ve müslümanların zühdü, ancak dünyadan ve lezzetlerinden uzak laşmakla olur. Şehidlerin zühdü dünya ve ahiretten tamamen yüz çevirmektir. Sıddiklerin zühdü, mahlukatta isim ve sıfatlarıyla sadece Hakk'ı müşahede et mektir. Mukarrebfinun zühdü ise Hakk'ın isim ve sıfatlarıyla baki olmaktır. İşte onlar Zat'ın hakikati içindedirler. (İnsan, II, 92) * O'ndan O'na { süluk eden} salik, tecelllye intikal eder. Salikler arasında bulunan, O'na, O'ndan ve O'nda salik olanlar, ilahi isim hususunda, bir ilahi isimden {başka} bir ilahi isme süluk ederler. Yine onlardan, O'nda ve O'na değil, O'ndan salik olanlar, kainattan kainata Allah katından çıkarlar.
zühd
1291
Onlardan, O'nda ve O'ndan değil, fakat O'na salik olanlar, tıpkı Hz. Musa'nın �ı
kaçması gibi, kainattayken kainattan O'na kaçarlar.
Yine onlardan, O'ndan, O'nda ve O'na doğru yürümeyen salikler ise, zahiri arneller hususunda dünyadan ahirete intikal eder, bunlar da zcihiddir. (Esfar, 41) * Zii/ıd üç kısımdır: Avfımın zühdü haramı, haviıssın zühdü helalin fazlasını, ehass-ı havassın zühdü ise Allah Teala'dan alıkoyan her şeyi terk etmektir. (Cami',
60) * Ziihd, lugatte bir şeye meyletmeyi terk etmek olup rağbetin zıddıdır. Hakikat ehlinin ıstilahında ise, dünyaya buğz etmek ve ondan yüz çevirmektir. "Ziihd, ahiret rahatlığını isteyerek dünya rahatlığını terketnıektir" denilmiştir. Yine "Ziihd elini ,
boşalttığın şeyden kalbini de boşaltmandır" denilmiştir.
Cüneyd şöyle demiştir: "Ziilıd, bedeni dünyadan, kalbi de dünyayı İstemekten boşaltmaktır." Denilmiştir ki: Ziilıd, Allah'tan alıkoyan her şeyi terk etmektir." Şöyle de denilmiştir: " Z ü/ıd, Allalı'tan başka her Şetji terk etmektir." "
Süfyan Sevri, Ahmed b. Hanbel ve başkaları şöyle der: " Z ülıd dünyayla alaka/ı ,
enzeli kısalhnaktır." (Cami', 208) * Bil ki, yakin ehline ait hallerin turUlarının ulaştığı yakin makamlarının asılları yedi tanedir: Tevbe, sabır, şükür, recfı, havf, zülıd, tevekkül, mehabbet ve rıza.
(Cami', 218) * Seri Sakat'i şöyle demiştir: "Ziihd, Allalı'ın, evliyasından {velllerinden} dünyayı al
ması, asjiyfisını {saf kullarını} ondan koruması, onu kendisini sevenlerin kalbinden çıkar masıdır. Çünkü O, bu insanlar hakkında dünyadan {onların dünyaya meyl etme/erinden} razı değildir." (Nebhfın'i, I, 277) * Şerr hususunda ziilıd, haramla alakah hususlarda vacibdir. Mübahları çokça işleme hususunda zühd ise mendubdur. Tarikat ehli içinde yer alan hakikat ehlinin hükümlerine göre ise hepsinde zühd vacibdir. Ey itaat eden, "Evet" de !boyun eğ}!
Tahr!r: Dünyanın güzelliğini ihmal etmek, salik olan zahid kulun amelidir. Al lah katında güzel olan en büyük kul, malik, iffetli ve rağbet eden kuldur.
Tenvir: Dünya, görünümü güzel, derisi yumuşak, ama içi çirkin, zehiri öldü rücü bir yılan gibidir.
Tahrir: Dünya ehli, her gün ondan göç eder, her nefs ondan uzaklaşır. Ama on lar görme hususunda kör, maksadı anlamaktan gafildirler. (Kavanin, 26) * Ziilıd iki kısımdır: Zülıd fi'd-dünya !dünya hususunda zühd} ve zü!ıd fi'l-alıiret
{ahiret hususunda zühd}. Birincisi mü'minlere, ikincisi katiriere aittir. Ahiret husu sunda zühd, ancak ve ancak masivaullahla {Allah'ın dışındaki şeylerle} meşgul olup ahirete rağbet etmeyen kimselere mahsustur.
1292
zümürrüde
Zühd-i mürid !müridin zühdü) dünya ve mal metaı hususundadır. Zühd-i iibid ! abidin zühdü}, aklını meşgul eden her şeyden uzaklaşmaktır. Zühd-i ehl-i verii {vera ehlinin zühdü), helal olup da tamah gösterilen her şeyden uzaklaşmaktır. Zühd-i salikin (saliklerin zühdü}, kendilerini dillin emirlerini yerine getirmekten alıkoyan her şeyden uzaklaşmakhr. Zühd-i ehl-i ahviil (hal ehli olanların zühdü), kendi dışındaki insanlarm halleri hususundadır {onlar, kendilerinden başka hiç kimsenin halleriyle ilgilenmezler). Ziihd-i ehl-i makamiit {makam ehli olan kişilerin zühdü}, kendilerini müşahede lerden alıkoyan her şeyden uzaklaşmaktır. Zühd-i ehl-i marifet {marifet ehli kişilerin zühdü}, kendilerini milrifetten uzaklaştıran her şeyden uzaklaşmaktır. Zühd-i ehl-i tahkik {tahklk ehli olan kişilerin zühdü) ise Hakk'ın dışındaki her şeyden uzaklaşmaktır. Bunlar zühd makamırıı, perdenin ta kendisi ve ehlini özden alıkoyan bir kabuk olarak görürler. Bunun sebebi de, {zühde yönelindiği zaman,} eşyanın {Allah'tan başka varlıkların) görülmesidir, Bundan dolayı {zahidler, asıl) maksadı anlayamazlar. (Ktıviinin, 27)
* Mücerred {dünyadan tamamen sıyrılmış bekar) ziihid, yükleri taşımayı bıra kıp dinlenrnektedir. Aile hususundaki külfeti hafiflemiştir. Helal olmak şartıyla onun elbisesi yatağı, örtüsü kumaşıdır.
Tahrir: Dünya çiçekleri hızlı salar. Onlara meftun olan büyülenir. Dünya, yor gunluk ve zorluktur. Ahiret ehlinin hayatı sevinç ve mutluluktur. Dünya erbabı sı kıntıların kölesidir. Ahiret ehli ise ahlak elbisesinden kurtulmuşlardır. Endişesi dünya olan kimse, nefsin kölesidir, nefsin pisliği olmadan yaşayamaz. Endişesi ahiret olan kimsenin rfıhu melek! bir rfıhtur, alıştığı o hoş koku olmadan rahat edemez.
Tahrir: Dünya ahiret pırıltılarından biridir. Sanki {ahiretin gelmesi) muhalmiş gibi, bu ikisi arasındaki örnrün uzun bile olsa, içinde bulunduğun halden Allah' a şikayet et. (Kaviinin, 26) zümürriide ( ö.)::,.Oj ) * Ziimürrüde, Küll'i Nefs'tir. (Istıliilı, 537; Kaşan'i, 55; Ciinıi', 75)
zünftb ( '-' j� ) !zünub-ı cevarih; zünub-ı z amiri * Zünub-ı ceviirih ve zünub-ı zamir {bedenin ve vicdanın günahları); kibir, hased, şemate !sevmediğin kişinin karşılaştığı sıkıntıya sevinmek), su-i zan, ucub (kendini beğenme) ve riyadır. (Ri'iiye ll)
zünôb
1293
* Zünilb {günahlari üç kısma ayrılır. Birincisi, Allah Teala'nın sana farz kılmış olduğu namaz, oruç, zekat, keffaret gibi ibadetleri terk etmendir. Bunları her frr sa tta yerine getirmen gerekir. İkincisi, Allah'la kendi aranda olan günahlardır. içki içmek, çalgı çalmak, faiz yemek gibi fülleri işlemendir. Bunlara pişman olur ve bir daha işlernemeye kal binle azmedersin. Üçüncüsü ise, diğer insanlarla aranda meydana gelen günahlardır. Bunlar, çok zor ve karmaşıktır. Bunlar arasında mal, nefs, ırz, mukaddesat ve din gibi hususlar yer alır. (Minhric, l l)
indeks
1295
İNDEKS ı. Cı yaseddin Keyhüsrev, 20
abdü'l-evvel, 47
abdü' r-ra' Gf, S3
ll. Kılıcarslan, 28
abdü'l-habir, 47
abdü' r-r.ifi', S2
abdü'l-hafız, 48
abdü'r-rahim, S3
A
abdü'l-hafiz, 48
abdü'r-rahman, 53
abdü'l-hakem, 48
abdü'r-rakib, 53
ab-ı siyah, 9S9
abdü'l-hakim, 48
abdü' r-reşid, S3
Aba dile, 41
abdü'l-ha!ık, 48
abdü' r-rezzak, 54
abdü'l-hamid, 48
abdü's-sabur, S4
abd, 41
abdü'l-hasib, 49
abdü's-samed, 54
abdal makamı, 1 286
abdü'l-macid, 49
abdü's-selam, 54
abdal, 42, 43, 44, 74, 1 5S, 202,
abdü'l-mani', 49
abdü'ş-şehid, S4
abdü'l-mecid, 49
abdü't-tevvab, 54
Abbasi rej imi,
19
2 1 � 249, 4S4, S73, S74, 1 1 98 abdal yedi kişi, 44
abdü'l-melik, 49
Abdaldan biri, S46
abdü'l-metin,
abdal-ı seb'a, 42
abdü'l-mu'id, 50
Abdülalim, 2 1 8
abdalın halleri, 249
abdü'l-mu'izz, SO
Abdülaziz, 25, 4 1 , 45, 394, 57S
abdalın hususiyetleri, 1 243
abdü'l-mu'ahhir, 49
Abdülbaki, 55
abdallar, 42
abdü'l-m uğis, SO
Abdülbasir, 43, 44, 46
abdallann kırk, 44, 1 243
abdü'l-muğni, SO
AbdülCami, 573
abd-i malikü'l-mülk, 41
abdü'l-muhsi, SO
Abdülhallm. 42, 44, 48
abd-i resul, 1 1 94
abdü'l-muhyi, SO
Abdülhay, 42, 2 1 8
abd-i zü'l-celali ve'l-ikram, 41
abdü'l-mukaddim, SO
Abdülhayy, 42, 44, 49
Abdullah b. Mübarek, 232, 363,
abdü'l-m uklt, 50
Abdülkadir, 42, 44, 2 1 8, 5 1 6
abdü'l-muksit, 50
Abdülkadir Geyl ani, 1 S, 1 6, 23,
620, 880, 1 283
49
abdü'z-zahir, 56 Abdüddar, 47
Abdullah b. Ömer, 250
abdü'l-m uktedir, 51
27, 38, 544, 545, 560, 672,
Abdullah ei-Cezzari, 16
abdü'l-musavvir, S1
949, 1 1 83
Abdurrabb, 2 1 7, S71
abdü'l-mü'min, 51
Abdülkavi, 49
Abdurrahman Bedevi, 1 6, 27, 34
abdü'l-m übdi, 51
Abdülkerim b. Ihrahim
abdü'd-dar ve'n-nafi', 47
abdü'l-mücib, 51
ı ı;
abdü'l-'adL 4S
abdü'l-müheymin, S1
Abdülmelik, 2 1 7, S71
abdü'l-'afüvv, 4S
abdü'l-m ümit, 51
Abdülmelik b.
abdü' 1-' azim, 4S abdü'l-ahad, 4S
abdü'l-müntakim, S2
el-Gli,
1 l abib, 1 76, 3 1 5,
832
abdü'l-m üte'ali, S2
Abdülmetin, 49
abdü'l-ahir, 45
abdü'l-m ütekebbir, 52
Abdülmün'im,
abdü'l-ba'is, 4S
abdü'l-müzill, S2
Abdülm ürid, 42, 2 1 8 Abd ülvedlıd, 42, 44, S 5
41
abdü'l -biiki, 46
abdü'l-vacid, S4
abdü'l-bari, 46
abdü'l-vahid, S5
Abdün nafi, 4 7
abdü'l-basıt, 46
abdü'l-vali, SS
Abdürrezzak, 4 1 , 54
abdü'l-batın, 46
abdü'l-varis, S5
Abdüssenıi, 43, 44, 46
abdü'l-bedi', 46
abdü'l-vasi', S5
Abd üşşekCır, 43, 44. 54
abdü'l-berr, 46
abdü'l-vehhab, S6
abes, S6
abdü'l-cami', 47
abdü'l-vekil, 56
abi d, 56, 57, s8, 1 22, 64s, 899,
abdü'l-cebbar, 47
abdü' l-veli, 56
abdü' l-celil, 47
abdü'n-nur, S2
1 1 3 1 , 1 278 Abuhamet, 1 6
( 8nk: Gaznli!
indeks
1 296
Ahadiyyet-i Zat, 64, 68, 658,
acele, 58
941 , 1026, 1276
acz, 58
ahyar, 77 ahyardan, 44
Ahassın hayası, 353
akd, 77
855, 998, ı 043, ı 044, 1 1 94,
Ahassu'l-havas, 53, 6ı
akdar, 206
ı 25 ı , ı 284, ı 287
Ahbab, 68
akfal-i kulub, 78
açgözlülük, 58, 73, 323, 39ı, 4 1 3,
açlık, 44, ı 8 1, ı 82, 344, 356, 67ı, 942, 943, 957, ı 004, ı 243 Ad kavmi, ı 85, 506 ad ab, 1 6, 26, 58, 1 95, 226, 434, 92 ı , 942, 944, 1 0 1 3, ı 259, ı 267, ı 268 adab fi'n-nas, ın ı 93 adab-ı fakir, 22ı adab-ı fakir fl fakrih, 1 93 adab-ı fukara', ı n adab-ı hizmet, 1 94 adab-ı zikr, 788 adalet ehli, 59 adalet kuvvetleri, 72 adalet, 72, 240 adalet yolu, 59, ı 067 adaleti ikame, 5 1 adaletin alameti, 59 a davet, 1 1 81, 1 1 93 adem {yokluk!. 59, 95, 1 06, 159, 2 ı 9, 246, 662, 668, 770 784, 1 024, 1 1 39, 1 220, 1 2 2 1 adem, 59 adem-i m ukaddcm ale'l-vücud, 1 248 adil sultan, 55 ad!, 59, 557 adl-i siyaset, 60 adi fi's-siyase, 6 0 adi ve'l-hakku'l-mahllık bih, 6 0 iifaki sevr, ı ı 24 afat-ı ku! Cıb, 60 afiyet, 60 afiyet üç kısımdır, 60 A frika, 20, 292, 377, 378 afv, 6 ı ağıtiya' -yı fukara', 221 Ahad { teki, 6 1 , 1 02 ahadiyyet, 6 1 ahadiyyet hazreti, 1 08 ahadiyyet m e rtcbesi, 63, 67, 477 1 1 1 7, 1 1 55 ahadiyyet
sıfatı, 63, 65
Ahılik hareketi, 2 7
akıl, 70 (Bak: al)
ahilla, 68, 315
akıl ikidir, 87
ahir zamanda geleceği
akıl zayıtlığı, 60
va' d edilen, 1 208 (Bak:
akıllılık, 226
Mehdi)
akit 78
ahi ret, 69 ahiret işinde mütevekkil, 57, 1 2 1, 487, 1 290
Akka, 1 6 akkal {enge l i , 84 akl, 78, 79, 80, 8 1 , 82, 83, 84, H5,
ahiret kazançları, 5 3
86, 87, 88, 89, 90, 96, 1 73,
ahlak, 6, 26, 4 9 , 6 9 , 70, 71, 72,
324, 442, 525, 592, 768, 842,
73, 74, 76, 99, 234, 240, 316,
1 002, 1 1 32, 1 2 76
37ı, 372, 391, 398, 447, 462,
Akl-ı Aşir, 89
489, 603, 6 1 ı , 670, 679, 7 ı ı ,
Akl-ı EvveL 8 1 , 82, 89, 90, 9 1 ,
728, 732, 738, 7 5 1 , 759, 786,
95, 1 24, 1 89, 477, 585, 658,
8 2 1 , 822, 831 , 849, 860, 880,
662, 826, 837, 839,
907, 9 1 0, 920, 9 2 1 , 926, 929,
1 258
933, 939, 953, 954, 963, 978,
akl-ı fa' al, 92
979, 1006, 1 0 1 2, 1 0 1 3, 1 0 ı 7,
akl-ı fıtrat, 78
1 0 1 9, 1 043, 1 057, 1 1 47, 1 243,
akl-ı h ü ccet, 78
ı 250, 1 280, 1 28 1 , 1 292
aklın alameti, 78
R40, ı 1 39 ,
Ahlak-ı mahmude, 7ı
akli-nazari kuvvet, 1 44
ahlak-ı redle { düşük ahlaklarL
aktab, 92, 202, 281 , 455, 570,
239 Ahh1kın dört esası, 59, 72, 75, 374, 375, 41 3,4 1 4, 954
571 , 574, 865 akviya' ve akyas, 92 ala' ik, 92
ı7
Ahlakta edeb, 20ı
Alaca Minare Tekkt•si,
ahmaklık, 60
al ak, 92
Ahmed b. Asım el-Ant aki, 1 8
alamat-ı evliyaullah, 1 1 94
Ahmed b . Hanbel, 26, 33, ı 283,
alamat-ı hubb, 382
1 29 1 Ahmed b . Muhammed b . Kudame el-Makdisi, 2 1 Ahmed b. Seyyid H adraveyh, 340 Ahmed Cazall, 10, 1 7, 34 Ahmed Ziyaüddin Cümüşhanevi, 1 7 (Bak: Gümüşhanevi)
alamat-ı ihlas, 4 ı 4 alamat-ı tevazu', 1 06 7 alarnet-i ' a k l , 78 alarnet-i 'ulema-yı-a h i ret, 98 alarnet-i ha vf minall ah, 335 alarnet-i haya m i nallah, 351 alarnet-i hubb, 383 alarnet-i hubbillah, 382 alarnet-i hi.isn-i hulk, 398
ahrariyye, 737
a l arnet-i hüsn-i zan bill ah, 335
ahval li'l-kalb, 324
a l arnet-i ibtila', 4 1 0
ahval, 77, 303, 306, 307, 3 ı 1 ,
al arnet-i ma' rifet-i ahiret, 1 8 8
324, 430, 438, 443, 54ı , 607,
alarnet-i m a ' r i fet-i dünva, 1 88
61 O, 854, 885, ı 1 72, 1 254,
alarnet-i mehabbet, 631
1 2 78, 1 292
alarnet-i mi.irid, 71 3
ahadivvet-i cem', 68
ahvaldc {hallerde) edeb, 201
aL1ınet-i nasıh li\ l a h, 741
ahadiyyet-i ilah iyye, 68
ahviil-i kal b, 326
a l arnet-i nush-i
A h a divvet-i Üla, 55
alıval-i şevtaniyye, 535
al arnet-i
nas, 74 ı sa br, 852
1 29 7
indeks
a larnet-i sı dk, 335, 900
Allah'ın velayetiyle, 56
arşa istiva, 1 23, 794
al arnet-i sı dk-ı reca, 335
Allah ismi, 1 05, 1 07, 369
arş-ı azİm, 1 24, 1 26, 588
alarnet-i sü-i hul uk, 69
Allahümme ente maksüdi ve
Arş-ı Hayat, 1 24, 1 26
nzake matlübi, 1 2 70, 1 271
alarnet-i şakir, 981
altı kişi, 265
alarnet-i ü l fet, 1 1 38
Arş-ı Kerim, 1 24, 1 2 6 Arş-ı Mecid, 96, 1 24, 1 1 93
aliimet-i ü ns, 1 1 39
ama {bulut}, 108, 355, 1237
arş-ı rahmani, 1 26
alarnet-i veli, 1 1 94
a'mal, 1 1 0
Arş-ı Rahmaniyyet, 1 24
alaycılık, 60, 75, 41 4, 955, 1 044
a'nül fi'd-deredit, 1 1 0
ases, 1 27
alçakgönüllü, 1 1 77
a'mal-i batın, 1 1 0
asfiyanın süsü, 228
alçaltma, 52
a'mal-i birr, 1 1 0
Ashab-ı bekaya { ağlayanlar},
alda nış, 349
a'mal-i kul üb, 1 1 0
aldatma, 60
a'mal-i zahir, 1 1 0
ale'r-rabveti'l-haınra, 1 02 5
amed-i ma'nevi, 1 1 0
Ashab-ı dıhka
alem, 93
amel, 44, 1 1 O, 1 1 1
Ashab-ı Kehf, 1 20, 835
lll Ashab-ı ca h-i dünva, 8 1 3
{gülenlere),
ı
ı1
alemiin, 93
arnel-i m ürid, 713
ashab-ı kürsi, 1 2 7
alemevn, 93
amid, 1 1 2
ashab-ı malihülva, 1 2 7
alem-i ah ar, 95
Amir b. Abd-i Kays, 565
ashab-ı reyhan, 1 1 1
alem-i akl, 96
Amir b. Abdullah, 244, 250, 490
ashiib-ı ri ya, 8 1 3
alem-i ceberüt, 95, 98, 1 57
amir bi'l-ma'rüf ve n ahi ' ani'l-
ashab-ı sadati'l-mu'azzamı:m,
münker, 98
alem-i emr, 96 alem-i ervah, 95
amme, 392
alem-i gayb ve meleküt, 93
Amr b. Osman Mekki, 18, 379,
alem-i ga yb, 96
680, 1 009, 1 23 1
127
Ashiib-ı Suffe, 1 286 (Bak: ehl-i Suffe, Suffe) ashab-ı sündüs, 1 1 1
ashat>-ı sürür, l l l ashab-ı yemin, 1 91 ,
aleın-i halk, 97
a n ziıtik, 243
alem-i hissi, 97
an z.evatina, 1 220
alem-i imkan, 95
an, 1 1 2
alem-i kuds ve hayat, 95
anasır-ı insan, 468
asi {isyan eden), 53, 98,
alem-i meani, 534
an-ı daim, 1 1 2, 1 244
asl-fer', 1 28, 264
alem-i meleküt, 96
ani'I-esbab ve tecerrüd ani'l-
asr-ı irşad, 1 28
ezvac, 223
alem-i misal, 97 alem-i mülk ve şehadet, 93, 97, 706
alem-i mülk, 97, 706
alem-i nefs {nefs alemi},
98, 1 57
anka', 1 1 2
Aşk Mektebi, 1 7
arafe,
aşk-ı hakiki, 1 2!!, 1 33
alem-i şehadet, 97
araz, 1 1 3, 1 73, 1 74, 1 75, 1 76, 1 77,
alet-i tama', 1 002
(Bak: Gaw/1)
aşıklık nedir?, 1 33 aşk, 68, 1 29, 1 30, 1 33, 39\1
486
534
aşkın aslı, 130, 3!!3, fı35, 950 ata', 1 34 ataş {susuzlukj, 134, 304, 3 1 3
ar-ı azim {büyük ayıp), 1 13
atayii-yı esma' i yye, 1 35
arızi hayat, 36 1 , 476
atayii-yı ziitiyye, 1 35
Ali b. Ebü Tali b, 1 279
ari f, 53, 56, 58, 99
alebe-i fena', 1 35
Al-i Ba Alevi, 1 008
arif cesurdur, 1 1 6
ateş, 89, 96, 2 4 1 , 1 270
Ali Mürsafi, 724, 978
arif-i bill ah, 57, 1 13, 1 22, 1 71 ,
atlas, 135, 242
Alim {bilen}, 98, 99, 1 02
406, 487, 655, 1290
atom, 1 77, 270
alim-i rabbani, 1 00
arifin alameti üçtür, 1 1 4, 1 1 8
Attar, 1 9
alim-i rasih, 1 00
arifin tedbiri, 1 18, 274
avaJim-i lübs, 6 1 , 67
alim-ı varis, 1 00
arifin üç mertebesi, 57, 1 21 , 487,
Alimin rütbesi, 99, 433
1 290
ı 57
aşere şuyüh, 78
a'raf, 1 1 3 a'ras-i ilfıhiyve, 93
Algazel, 16
I 27,
anka'-yı muğrib, 1 1 3
alem-i nürfıni, 98 alemin kutbu, 296
223, !!52,
1 204
avarif, 24, 6 1 4
Avarifü' l-ma'arif,
28
a l i ye, 1 0 1
arifler üç sınıftır, 1 1 5
Avaz-ı Perr-i Cebra'il, 28
Allah dostları, 1 203
Aristo, 2 4 1 , 426, 850
ayan-ı sabite, 1 09, 1 36, 1 79, 203,
Allah'a mehabbet, 1 8S
Arnavutluk, 27
Allah'a rücü, 54, 1 084
arsızlık, 73
1 225, 1 226, 1 249 (B a k : avn-ı
Allah'ın m u rfıkabesi, 53
ar ş, 1 23, 1 24, 1 25, 678, 1 ı 83
sabite)
287, 363, 531, 658, 66!!, 907.
indeks
1 298
ayaı,
535
ayal-ı re ka' ib, �yn,
535
1 37 1 39, 303, 448, 449, 450, 451 ' 553, 626.. 687, 1 1 22,
ayne'l-)·�kin,
1 237 ayn-ı cem', 265 ayn-ı hakk, 300 Ayn-ı hayat, 355, 358 ayn-ı sabite, 1 36, 669, 1 1 66 ayn-ı va h i d e, 1 1 5 1 ayn-ı vücüd,
1 220 1 220
a\·n-ı vücüdih,
aynu'llah, 1 39 8 y n li'l-' uyün, aynü' l-ccm',
1 37
1 39 17
Aynü'l-kudiit,
aynü' ş-şey', 1 40 aynü' ı-tahakküm,
1 40
az uyumak, 1 83 az yemek, 1 82, 1 004 aziib-na'im, 1 40 azamet, 1 40 Azazil, 1 4 1 , 410 azİm, 61, 1 42 Aziz, 61
B ba', 143 bii'-yı bismillah, 143 bii min bismillah, 143 Ba'is ismi, 91 Ba'is ismine mazhar, 45 bab-ı ebvab, 143 Babü'l-Ezc, 1 1 83 Babür
rejimi, 23
badi, 143, 151, 325
llesmelenin bfi'sı, 1 43 Besınelenin miiniisı, 1 55 beş unsur, 1 4 ı beviidi, ı 43, 1 51, 582, l l 69, 1 1 72 bevadih ehli, 1 254 beviidih-hüclım, 1 43, ı 44, 1 46, 150, 1 5 1 , 1 52, 368 bevh-i esrar, 2 1 3 bcvn, 1 5 3
bath ami, 1 41
beyan, 1 53
4H, 85. 1 24, 1 44, 1 45, 274. 320, 364, 372, 375, 380, 435, 44 1 , 453, 498, 5 1 8, 542, 557, 720, 745, 746, 790, 833, 843, 903. 9 1 0, 912, 9 1 8, 927, 995, 1 052, 1 1 04, 1 238 biitın, 1 25 batıne, 1 45. 1 242 Biitıniler, 2 1 3 Batınıl ik, 1 7 b� ya ğı lık, 73 Ba yburt, 1 8 Bed'ü men eniibe i la l l a h, 26 bedel, 43, 44 (Bak: Abdal) bedeller yedi kişidir, 1 55 (Bak: Abdal) bedene, 144, 145 Bedi', 91, 146 bedihe, 146, 152 bedir (dolunay!, 146, 526 beka', 10, 135, 147, 148, 243, 247, 263, 315, 404, 493, 629, 707, 733, 1 252 beka'ü'l-beka', 147 baı ı ı .
Belii, 1 48 Bela üç kısımdır, 1 50
hadi bila hadi, 143 badih, 143, 153, 582, 1 169 Bağdad, 15, 16, 18, 19, 20, 22, 26, 27, 896
Belalar, 54
Bahaüddin N akşibend
belvii, 148, 411, 465
Muhammed Üveysi el Buhar!"-', 789, 1270 bahr-ı 1 ücci, 144 Bahru'l-feva'id, 24 bahşiş-i Yczdan, 87
bakara, 144 Bali-i Sofyavi, 27 Bari, 46, 86, 88, 144, 159, 162, 181, 213, 1 158, 1246
berzah-ı cami', 1 5 1 ben!:�h-ı ekber, 1 5 1
Biirika (şimşekJ, 1 44 bası n't. 72, 74, 77, 84, 97, 9B, 1 06, 1 44, 201 , 21 4, 259, 273, 302, 408, 422, 450, 460, 463, 480, 482, 518, 780, 807, 979, 1 025, 1 028, 1 039, 1 043, 1 143, 1 1 46, 1 1 79, 1 233, 1 257, 1 281 Basra, 23, 25, 26, 327 b�st, 1 44, 297 baş ol ma se v d a s ı, 1 286 bat ar, 852
beleh, 375 Belh, 19, 25 beliyye, 148, 149, 627, 773, 990
Ilevrut. 16, 26, 29, 30. 32, 2h2. 9Bı beyl-i atik, 1 53
beyt - i bevt - i
13eyt-i Beyt-i
hikmet. ı 54 kuds, 1 54
M a k d is, 540 M am ü r, 264
beyt-i muharrem. 1 54, beyt - i mukaddes, Beyt u l l a h ' ı
733
1 54
t a v a t, 57
beziilet, 1 54 bcziizet. ı 54 bezl-i miihec, 1 54 bhütani, ·1 4 1 b htı t hiin i, 1 4 1 Bid fi yilt . 1 54 bidayet, 155, 584, 624, 781, 963, 1060, 1082, 1 1 01, 1 255, 1268 bilgi, 99 Birinci iklim, 42, 44 Birürıi, 83 Bismi'l-Eb ve'l-Ümm ve'l-İb, 465 bismillahi' r-rahmani' r-rahim,
155 Bistam, 1 6 Bişr-i Hafi, 223, 527, 1020. 1214 brahmanca {zındıkçal, 141 bu'd, 155, 565, 566, 567, 694, 725, 970
bereketlenmek, 155
Buğye, 27 Buhari, 22 Burçlar feleği, 135 Burhaneddin Muhakkik
berhemi, 141 berk-hark-tams, 150, 322, 1003
Bustanü'l-' arifin, 26
Berr ismi, 538
butfuı {batınlık, gizlilikl, 1 1 0,
Berahime, 742 bereket, 54
berzah, 150
Tirmizi, 25
1 177
berzah hayatı, 200
büdelii', 155
bcrzah-ı azam, 151
büka, 156
indeks bürUk-ı zat-i berik, 156 Büveyhi Devleti, 22
cem'iyyet, 147, 1 70, 377, 654,
262, 285, 450
Cafer 1-Iuldi, 420, 647, 902, 933 cahil, 98, ı ı ı, 1 2 7, 137, 301, 347,
cezbe, 1 78, 465, 723, 760 943, 1063, 1 171
9 1 1 , 1 124
cem'u'l-cem', 160, 161, 163, 1 70,
c
1 299
cezebat-ı hakk, 178 cibal-i fehm, 240
Cemiil, 167
cibillat, 178
Cemiii nedir, 1 66
cibt ve tagut, 1 78
cemal sahibi, 127
353, 360, 435, 437, 440, 501,
cemal-celal, 159, 165, 398
ciddiyet, 77, 313, 934, 1002, 1281 cihad, 76, 178, 702, 1006, 1264
661, 729, 738, 746, 916, 927,
cemal-i ma' nevi, 169
cihad-ı ekber, 1 78
979, 1 052, 1055, 1 199, 1 236,
cemalullah-celalullah, 169 Cemalullah-i Teala, 169 cena'ib, 170
cihetan, 1 79 cihet-i kübra, 1 79
1 2 76
Cami isminin mazharı, 47 Cami'd {türememiş}, 107 cami'i'l-uslıl (cami'), 18 Cami'u's-sahih, 22
Cennet, 171 cennet-cahim, 170
carullahü-l' kerim, 157 cebanet {korkaklık}, 954
cennet-i ef' al, 171 cennet-i menküde, 1 7 1
ceberlıt, 87, 89, 95, 103, 1 5 7, 206,
Cennet-i mev'ude, 171
386, 658, 663, 752, 762, 766, 774, 841
Cennet-i a'mal, 1 71
cennet-i nefs {nefsin ceıu1eti}, 171
cihad-ı nefs, 1 78
Cil, 1 5 cila'-isticla', 179 cimrilik, 73 cinn, 179 cins-i ecnas, 2 1 6 cisim, 1 9 1 cism, 1 80, 832 cömertlik, 73, 169
ceberut alemi, 95
cennet-i sıfat, 171
cömertlik ahlakı, 73
cebr, 157 Cebriiii ��. 158, 1 1 67, 1 1 74
cennet-i veraset, 171
cu', 1 8 1 , 672
cennet-i zat, 1 71
cu'iyye, 183, 923
Celal, 159, 166
cer'a {sert kumlar}, 172
cud, 183, 202, 712, 794, 864, 880,
celal sahibi, 127
cerbeze, 78, 80, 81, 1044
celal-i a'la, 1 5 9 Celal ullah, 1 70
ceres, 1 72, 874 Ceriri, 405, 409, 697, 861, 927,
celaya'l-kuds, 159 eelb-i i'tidiil, 159
221, 244, 246, 251, 270, 275, 287, 304, 350, 351, 352, 393,
1012, 1 108
396, 404, 416, 418, 420, 450,
cesed, 120, 1 72, 386, 472, 747,
celi (açık), 168, 980, 1289 Cell cemal, 1 6 8
ceva, 1 72
eel vet, 135, 316, 3 1 7, 606
cevahir, 1 13, 1 73, 1 74, 1 75, 1 76,
cem', 44, 46, 67, 90, 139, 1 40,
931, 975, 1281
Ciıneyd, 17, 1 1 5, 121, 1 39, 1 6 1,
6 1 7, 618, 623, 632, 633, 644,
766, 787, 835
647, 681, 687, 715, 725, 784, 797, 799, 800, 801, 805, 808, 825, 830, 852, 858, 863, 877,
177
147, 148, 1 54, 159, 160, 1 61 ,
cevahir-i efrad, 173
891, 893, 894, 902, 903, 904,
1 62, 163, 164, 165, 234, 245,
cevahir-i ulum ve enbiya ve
905, 926, 933, 937, 939, 968,
247, 260, 262, 263, 283, 286,
983, 985, 997, 1000, 1008,
me' arif, 1 72
298, 302, 3 1 1 , 363, 377, 404,
Cevd, 183
1009, 1010, 1 0 1 1 , 1017, 1 018,
440, 450, 476, 470 492, 503,
cevdet-i zilm, 172
1019, 1059, 1062, 1 068, 1 069,
533, 590, 613, 621, 624, 629,
cevher, 99, 1 1 3, 1 73, 1 74, 1 75,
1072, 1073, 1 074, 1 075, 1 089,
630, 651, 655, 656, 660, 669,
1090, 1092, 1 097, 1 1 04, 1 105,
1 76, 1 77
679, 692, 695, 699, 726, 771,
cevherden ibaret, 141
1 108, 1 1 09, 1 1 18, 1 1 39, 1 140,
772, 8 1 1 , 867, 884, 888, 899,
cevher-i basit, 177 cevher-i ferd, 1 73, 1 76, 1 77, 270,
1266, 1279, 1 283, 1 287, 1291
906, 930, 932, 933, 992, 1023, 1 034, 1 040, 1 042, 1 045, 1049, 1 067, 1 082, 1 1 1 1 , 1 1 12, 1 125, 1 1 26, 1 130, 1 135, 1 1 75, 1 1 76, 1 1 78, 1206, 1 2 1 1, 1 243, 1 254, 1267, 1 286
cem'-fark, 159, 160, 161, 164, 166, 1 70
cem' hali, 160 cem' mertebesi, 1 166
3 1 5, 390, 520, 665, 827, 831
cevher-i mürekkeb {birleşik cevher}, 1 77, 665
1 146, 1 203, 1 230, 1231, 1260,
Cüneyd-i Bağda di"', 18, 20, 26 Cüneydiyylın, 183 cünun, 78, 8 1
Ceviye'r-racul, 172 cevv, 1 72 Cevvad, 183, 202, 212, 439, 851, 864
cez', 1 78, 366, 854 ceza, 51, 53
ç
çam kozalağı, 1271 çişti şeyhi, 23
1300
D dil'!, 185 da' va, 185 dar-ı tefrld, 1031 darlık, 71 Davud Tai, 399 Davudi kelime, 238 debdebe debfır, 185, 506 deccal, 168 deha, 78, 80 Dehriler, 186 dehriyyun, 186 dehşet, 185 demaset, 186 dengede, 58 deredit, 186 derecal-ı sabr, 852 derecal-ı şükr, 981 deva'ir, 31, 93 devri {dairesel] hareketi, 296 deymumiyyet, 186 Didan, 186 din, 187 Dlvanü İbn 'Arabi, 21 divit, 588 dokuz felek, 241 dokuz nefs, 83 dokuzuncu felek, 123, 181 dört batıni amel, 44 dört evtad ismi, 44 Dört zahiri du'a', 187 dünüvv {yaklaşma], 187 dünya perdesi, 57, 121, 487, 1290 dünyii-ahiret, 69, 188 Dürerü'l-gavvas fı fetavi Seyyid Aliyyi'I-Havvas, 200, 463 dürre-i beyza, 189, 783, 1237
E E'fızünün anlamı, 491 e'imme, 202 e'imme-i esmii', 202 Eb (Baba}, 191, 465 ebdar, 191 ebed, 218 ebed-ezel, 191 ebediyyet, 218 ebiküm, 191
indeks ebna'-yı nevasit, 741 ebrar, 191, 227, 383, 538, 566, 920 ebrarın açlığı, 44 ebriya, 313 Ebu Abbas b. Ata, 246 Ebu Abdullah b. Cella, 340 Ebu Abdullah b. Hafif, 347, 351, 527 Ebu Abdullah ei-Hiiris b. Esed el-Basri ei-Anezi ei Muhasibl, 25 Ebu Abdullah Kureşi, 233, 1095 Ebu Abdullah Lisanüddin Muhammed b. Abdullah b. Said b. Abdullah b. Said b. Ahmed b. Ali b. ei-Hatlb es Selmani ei-Luşl ei-Gırm1ti el- Endülüsl, 25 Ebu Abdullah Muhammed b. Ali b. Hasen et-Tirmizi, 1 8 Ebu Abdullah Muhammed b . Hafif, 296 Ebu Abdullah Muhyiddin Muhammed b. Ali b . Muhammed ei-Arabi et-Tiii ei-Hatimi, 20 Ebu Abdullah Nebiici, 633, 825, 891, 1010 Ebu Ali Cüzciini, 1206 Ebu Ali Dekkak, 24, 162, 163, 181, 228, 351, 352, 409, 419, 420, 424, 425, 480, 493, 599, 703, 715, 743, 802, 804, 809, 875, 892, 901, 904, 905, 964, 968, 1017, 1040, 1060, 1082, 1094, 1 169, 1260, 1282 Ebu Ali el-Hüseyin b. Abdullah b. Ali b. Sina, 22 Ebu Ali Fiirmedi, 1 7 Ebu Ali Ruzbiirl, 924, 926, 1012, 1018, 1107 Ebu Ali Sindi, 16, 302 Ebu Amr b. Ala, 105 Ebu Amr Dımeşki, 339 Ebu Bekir Nessac, 1 7 Ebu Bekr b . Tahir, 1232 Ebu Bekr Meriiği, 526, 527 Ebu Bekr Mı sri, 223 Ebu Bekr Sebbak, 79, 102 Ebu Bekr Tiicülislam Muhammed b. Ebu Ishak
İbrahim b. Yakub el-Buhiiri ei-Kelabazl, 24 Ebu Bekr Tiimestiini, 725, 1 1 09 Ebu Bekr Varrak Tirmlzirh, 275, 318, 339, 354, 431, 983, 1091, 1232 Ebu Bekr Viisıti, 70, 71, 339, 899, 1081. 1280 Ebu Ey yub el-Ensari ��. 19 Ebu Ha fs, 27, 29, 222, 232, 488, 729, 747, 1013, 1015, 1283 Ebu Hafs Haddad, 195 Ebu Hafs Nisaburl, 222 Ebu Hamid {Gaziili}, 722 Ebu Hami d Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Ahmed ei-Gazali, 1 6 Ebu H aris Evlasi, 221 Ebu Hl.U'eyre �, 919, 1 2 1 1 Ebu Hüseyin Nfıri, 79, 104, 222, 223, 228, 232, 351, 502, 509, 549, 565, 632, 752, 784, 863, 926, 939, 1009, 1012, 1019, 1059, 1073, 1220, 1231 Ebu ishiik isferiiyini, 539 Ebu Kasım Cürcani, 17 Ebu Mansur Mağri bl, 916 Ebu Med yen, 20, 686, 1 008, 1 1 74, 1 255 Ebu Muhammed Basri, 327 Ebu Muhammed Cerlrl, 227, 1008, 1018 Ebu Muhammed Mürtaiş, 284, 928 Ebu Muhammed Ruveym•h, 1015 Ebu Muhammed Seh!, 421, 1074 Ebu Musa el-Eş'ari, 701, 1 1 95 Ebu N asr Isfahani, 289 Ebu Nasr Serrac {Tlısi}, 27, 32, 289, 616, 1075, 1 090 Ebu Osman Hlri, 400, 969 Ebu Osman Mağribi, 419, 420, 424, 987 Ebu Sa' d Muharrimi, 15 Ebu Said {Harriiz}, 181 Eblı Said Ahmed b. İsa Harraz, 1105 Ebu Said b. Ariibi, 1 058 Ebu Said b. Ebi Hayr Yemeni, 545, 734
1301
indeks Ebu Said Harraz, 1 1 8, 160, 1 67,
Abdurrahman Receb el
Edviye, 201, 271, 1259
251, 302, 322, 338, 419, 545,
Bağdadi ed-Dımeşki el
ef'al-i kulub, 201
Hanbel!, 21
efham-ı hala' ik, 92, 324
616, 623, 639, 809, 831, 890,
Ebu'I-Hasan b. Şem'un, 229, 864
eflak, 241
Ebu Salih Ham dun b. Aluned b.
Ebu'I-Hasen Ali b. Osman b.
Eflatun, 426
Ammaretü'l-Kassar, 528
Ebi Ali el-Cülliibi el
962, 982, 1 092, 1 1 46, 1 1 70
Ebu Süleyman Dararıl, 48, 283, 341, 354, 394, 526, 696, 801, 1210, 1212, 1 283 Ebu Talib Mekki, 15, 1 7, 627 Ebu Tiilib Muhammed b. Ali b.
Gaznevi el-Hücviri, 20 Ebu'I-Hasen Şazeli, 21 (Bak: Şazeli) Ebu'l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbas, 1 5
Atıyye el-Mekki el-Acemi,
Ebu'I-Kasım Bağdadi, 457, 1260
ıs
Ebu'I-Kasım Cüneyd b.
Ebu Türab Nahşebi, 1 8 , 1 1 4, 927, 1012, 1093 Ebu Yakub Susi, 416, 417, 420, 925, 1010, 1083, 1093 Ebu Yezid Tayflir b. Isa b. Süruşan ei-Bistami, 1 6
Muhammed, 183, 229, 233, 376, 420, 425, 987 Ebu'I-Kasım Kuşeyri, 425, 495, 810, 889 Ebu'I-Kasım Saykali, 987 Ebu'I-Kasım Zeyni.ilislam
Ebu Yezid Bistami, 1 6 , 4 1 , 1 0 1 ,
Alıdülkerim b. Hevazin b.
102, 1 14, 1 17, 152, 183, 1 88,
Abdülmelik el-Kuşeyri, 24
205, 302, 309, 302, 309, 381,
Ebu'l-Mehasin Yusuf b. İsmail
384, 430, 527, 535, 546, 575,
b. Yusuf b. İsmail b. Hasen
578, 590, 615, 620, 623, 639,
b. Muhammed en-Nebhani
690, 703, 709, 740, 787, 887,
eş-Şafii, 26
925, 934, 941, 949, 951, 980,
Ebu'l-Mevahib Cemaleddin
1000, 1008, 1010, 1021, 1031,
Şazeli, 16
1070, 1 189, 1 195, 1 1 02, 1 103,
Ebu'n-Necib, 27
1220, 1 230, 1 255, 1 278
Ebu's-Su'lıd b. Şibl, 571
Ebu'! Abbas { Mürsi), 686
ebuha, 191
Ebu'I-Abbas Alımed b. Ebi'l
ebuna, 191
Hayı· Sayyad, 972
ebvab, 143, 1 92, 49� 1200
Ebu'I-Abbas b. Ata, 1091
ebvabda edeb, 201
Ebu'I-Abbas Ebu'I-Fazi
ecnas-ı iiliyye, 216
Tiiceddin Ahmed b.
ecnihatü'l-kerrubiyyin, 192
Muhammed b. Alıdülkerim
ecram, 173, 1 74, 1244
b. Ataullah eş-Ş;heli, 21
ecsarn, 173, 174, 471, 764, 1244
Ebu'I-Abbas Şatır, 546
edeb, 58, 192
Ebu'I-Abbas Takiyyüddin
edeb me'a'ş-şeyh, 192
Ahmed b. Abdülhalim b.
' edeb nedir, 195, 197, 309, 608
Mecdüddin AbdüsseL�m b.
edeb üç kısımdır, 200
Teymiyye el-Harran!, 22
edeb-i fukara' fi's-sohbet, 192
Ebu'I-Abbas Uryebi, 20
Edeb-i Hakk, 192, 196
Ebu'I-Ala Sakafi, 431
edeb-i hizmet, 192
Ebu'l-Bedr Temasüki Bağdadi,
edeb-i kalb, 192 194
813 Ebu'I-Berekat Ahmed b. Abdülehad b. Zeyııelabidin el-Faruk! es-Sirhindi, 23 Ebu'I-Fazi Hutteli, 20 Ebu'l-Ferec Zeynüddin Abdurrahman b. Ahmed b.
edeb-i kıra'at-i kelam-i e'imme, 192 edeb-i mürid, 192 edeb-i müsafir, 192, 193
efrad, 43, 201 eğlence, 1 057, 1062 ehabbe'l-ba'iru, 637, 643 ehass-ı havass, 74 Ehassın {seçkinlerin) edebi, 200 ehassın belası, 150 ehille, 202 ehl, 202 ehl-i ' acz, 58 ehl-i fesad olanlar, 274 ehl-i hicab, 234 ehl-i husus, 392 ehl-i inayet, 76, 1006 ehl-i irade, 479 ehl-i ittihad, 499 ehl-i keşf, 549, 1255 ehl-i rna'rifet, 614 ehl-i mehabbet, 631 ehl-i müşahede, 680 ehl-i nazar, 202 Ehl-i Suffe, 938 (Bak: Ashab-ı Suffe, Suffe) ehl-i tarik, 196, 321 ehl-i tasavvuf, 1008 ehl-i tevbe, 1 1 0 ehl-i üns, 1139 ehl-i vera', 1210 ehl-i yakin, 1230 Ehlullah, 1263 Ehlullah mekr, 646 Ehlullahın padişahı, 196 ehlullahın süsü, 182 Ekber Şah, 23 ekrnel-i 'ullırn, 192 el-Cami' u' s-Sahlh, 26 elehtü'ş-şey, 105 elem, 203 el-Envaru (veya Nefehatü)'l kudsiyye fi ma'rifeti (veya beyani) kava'idi's-slıfiyye,
2!1
el-Fethü'l-bari 'ala Sahihi'l Buhari, 22
edeb-i şeri'at, 192, 196
el-Fütuhatü'l-Mekkiyye, 21, 257
edebsizlik, 60
el-Gunye li tali bi tariki'l-Hakk,
Edib, 196, 309, 609
15, 30
1302
indeks
el-Hikemü'l-' Ataiyye, 21
İbn Ala)
(Bak:
erba'u dınıi'at-ı muhtesirat, 1216
elif, 203
erba'Cın, 2 1 0
evtad-ı erba'a, 2 1 6 evvel-i mevcCıd, 173 evveliyyet, 218, 475, 601
el-İnsanü'l-kamil, 15, 31
erki'ın-ı iman, 455
eymenü'l-eflec, 1 022
el-İşarat ve't-tenbihat, 22
erkan-ı tasavvuf, 1 008
eyne, 1 73, 1 75, 282, 1241, 1244
er-llisiiletü'l-ledünn.iyye, 1 7, 34
eys, 1220
el-' Uküdü ' l- l ü ' l ü'iyye
fi beyani
taıikati's-siidiiti' l- ' ulviyyc, 1 8,
35
elkab-ı silsile-i nakşibendiye, 737 el-Munkızu mine'd-dalal, 1 7, 33 elva h, 585, 586 elviye-i hamd, 203 el-Vücudu'l-Mutlakü'l Mu' arref bi'!-Vücudi'l l1akk, 66, 659, 1223 emel {ümid}, 204, 350 emlak, 652 emniyet {aşırı güven}, 199 emr alemi, 87,1270 emr bi'ş-şey', 204 emr-izn, 204 en yef' ale, 1 73, 1 75, 282, 1244 en yenfc' ale, 1 73, 1 75, 282, 1244 enaniyyct, 99, 205 enat, 58 cnc, 205 Ene'l-1-Iakk, 1 9, 1 1 7, 254, 451, 501, 884, 949, 951, 952, 1 122, 1 1 24, 1 1 57, 1 1 63 ene'l-1-Iakk, 253, 1 1 56 enfas, 57 ennıCızec, 205, 206, 972, 1 128 ennıCızec kanunu, 206, 972 cn-Nevmü ehu'l-mevt, 120, 835
enniyyet, 467, 610, 9 1 1, 1088 enniyyet-i hakk, 467
enniyyet-i iliihiyye, 467 envar, 206 envar {nCırlar} alemi, 2 1 4 envar-ı ervah, 208 envar-ı esm5', 208 envar-ı kulub, 209 envar-ı l ahCıti yye-ezva-yı kayyümiye, 209, 220 envar-ı l ahCıtiyyet, 209 envar-ı me'an!, 209 envar-ı riyah, 209 envar-ı semaviyye, 209 envar-ı zahire, 2 1 0 era'ik-i tevhid, 210
erba'in, 2 1 0
Ervadi, 1 7 _ervah-ı enbiya, 825
ezel, 218 ezeliyyet, 1 91 , 218
ervah-ı müheymine, 208
Ezher, 19, 26
ervah-ı şeytaniyye, 540, 837
ezkar, 2 1 9, 735, 876, 1244, 1 259,
Erzincan, 25 esağir, 1230
1261 ezvak, 220
eser, 210
Ezva-yı kayyümiyet, 209, 220
eserden müessire delll, 170
ez-Ze yl 'ala Tabakati'l-
esfar-ı 'arifın, 2 1 0
Hanabile, 22
esir, 141 esma', 2 1 1, 212 esma' ve sıfat-ı nefsiyy, 658
F
esma'ullah. 203, 2 1 1
Faal Akıl, 88, 92, 158, 667, 829.
esmii' -yı celiiliyye, 658 esma' -yı cemilli yyc, 658
830 Fahreddln Razi, 28
esma' -yı esnıa'ihi'l-hüsna, 61
faka, 181, 182
esma' -yı fi'liyye, 658
fakd, 221, 590, 1058
esma' -yı ziitiyye, 202
fakıhtü, 240, 268
Esrna-i hüsna, 169
faklh, 19, 26, 233, 268, 314
Esmiii, 323
fakir, 221, 222, 223, 224, 226
Esmii-yı celaliyye, 661
Fakir-i sadık {gerçek fakir}. 223
esrna-yı ef'al, 2 1 2
Fakir-i salik, 227
Esmii-yı hüsna, 5 5
fakir-i sCıfı, 227, 945
esrna-yı sıfat, 212, 788
fakirleri hor görme, 73
esrna-yı zat, 212
Fakr
Esrna-yı zatiyye, 202
Fakr-ı zat, 227, 233
ve gıniı, 227
esnaf-ı talibin, 213
Farabi mektebi, 22
esrar, 132, 213, 2 1 4, 262, 310,
Faraklit'ten murad, 233
895, 981 , 1 265
faraklitl, 233
esrar-ı guyüb, 2 1 4
Faris b. İsa, 24
Estağfirullah, 1 2 1 7
fariza, 233, 235, 240, 435, 945
Eş' ariler, 2 0 , 220
fark, 162, 234
eşerr-i şerr, 557
fark beyne' I-kemal ve' ş-şeref,
eşya', 214 et-Ta'arruf li mezhebi ehli'ttasavvuf, 24 et-Tedbiratü' l-ilahiyye, 2 1
234 fark beyne'l-mütehakkık ve'lınütehallik, 234 fark-ı cem', 234
evbe, 216, 493
Fark-ı evvel, 163, 234
evkat-ı riya'' 813
fark-ı sani, 235, 263
Evlenmek, 224
fark-ı va sf, 235
Evlilik, 243, 263
Fars ey a leti, 1 8
evli ya', 26, 216, 1 194
Farsça, 9 , 1 0, 1 1 , 1 7, 20, 8 3
evrad, 57, 216, 461, 1 21 6
farz, 235
evrad-ı mürid, 1 2 1 6
Farz-ı ayn, 235
evtad, 42, 43, 202, 2 1 6, 2 1 7, 218,
farz-ı b atın, 235 Farz-ı kifaye, 235
454, 571, 573, 1243
indeks farz-sünnet, 233, 235, 264 fasl, 236, 363, 1 109, 1 1 77, 1 1 78, 1212 fasl-ı vasl, 1 1 77 fass, 236, 237, 524, 532 fass-ı hatem, 237 fass-ı hikmet-i fütılhiyye, 237 fass-ı hikmet-i kalbiyye, 237 fass-ı hikmet-i nuriyye, 237 fass-ı hikmet-i rahmaniyye, 238 fass-ı hikmet-i ruhiyye, 238 fass-ı hikmet-i vücıldiyye, 238 Fatıma binti Ali Nilreddin etTunusiyye eş-Şazeliyye el Yeşrutiyye, 1 6 fatiha, 239 fatihatü'l-kitab, 239 fazilet, 70, 235, 239 Fe kabe kavseyni ev edna, 476, 505 fehm, 240, 268 Fehmü'l-Kur'a, 26 fehvaniyyet, 241 felah, 200, 241, 758 felek, 125, 241, 242 felek-i büruc, 241, 242 felek-i cevza, 241, 242, 665 felek-i efiak, 243 felek-i esir, 85 felek-i esrar, 241 felek-i kamer, 241, 243 felek-i mükevkeb, 241, 243, 666 feleki su'ud, 516 felek-i velaye, 66 felekler, 83, 88, 95, 180, 241, 243, 572, 656, 666, 762, 782, 796 felsefe, 1 7, 28 felsefede heyılla, 106, 369 Fena an zatik, 255 fena fi't-tevhid, 1 1 13 fena, 5, 10, 16, 19, 20, 96, 1 1 1, 134, 148, 1 49, 161, 164, 165, 166, 227, 229, 243, 244, 245, 246, 247, 249, 250, 251, 252, 253, 254, 255, 256, 257, 258, 259, 260, 261, 262, 263, 274, 285, 286, 305, 311, 315, 328, 369, 404, 408, 409, 432, 440, 449, 450, 451, 493, 505, 509, 516, 528, 529, 550, 588, 590, 597, 598, 600, 607, 621, 624, 629, 635, 639, 643, 651, 672,
682, 683, 692, 698, 707, 731, 733, 752, 764, 771, 773, 788, 789, 823, 861, 862, 864, 866, 886, 888, 900, 930, 953, 1030, 1034, 1 105, 1 1 11, 1 122, 1 123, 1 1 26, 1 132, 1141, 1 1 42, 1 143, 1 1 61, 1 1 62, 1164, 1175, 1 190, 1 1 91, 1206, 1219, 1220, 1 224, 1252, 1271 fena' bi'l-külliyye, 263 fena' fi'r-rabıta, 243 fena'ü'l-fena', 263 fena'-yı arif, 243 fena' -yı irade-i siva, 243 fena' -yı külliye, 263 fena' -yı murad, 243 fena' -yı mutlak, 243 fena'-yı sali k, 243 fena' -yı sıfiit-i abd, 243 fena'-yı vücud-i si va, 243 fenalı k, 60 Fena-yı arif, 262 Fena-yı batın, 259 Fena-yı fena, 263 Fena-yı ferd, 262 Fena-yı irade-i sivil., 261 Fena-yı muhibb, 262 Fena-yı murad, 262 Fena-yı mutlak, 259 Fena-yı mürid, 262 Fena-yı sıfat-ı abd, 259 fenii-yı şuhud-i sivil., 243, 259 Fena-yı vücıld-ı sivil., 260 Fena-yı zahir, 259 Fenn-i Rabbi'l-mahbılb, 264 fer', 128, 264 fera'iz, 235, 264 ferah, 264 Ferd, 61, 102 fesad-ı kalb, 265 fesh, 1051, 1 052 fetatü'l-hayy, ı 022, 1025 feth, 265 feth-i karib, 265 feth-i mutlak, 265 feth-i mübin, 266 feth-i samedani, 266 Fetih emaresi, 704 fetk, 266, 689, 799 fetret, 266, 557, 692, 899, 1070 fettah, 267 fetva-yı kal b, 267
1303 fevatih, 304, 682 fey'lıl, 529 feyiz, 84 feyz, 44, 62, 63, 92, 1 1 9, 128, 133, 267, 273, 557, 685, 762, 766. 770, 779, 789, 830, 834, 1 1 16, 1 1 18, 1 154, 1 1 55, 1 1 76, 1206, 1200 1243, 1270, 1273 Feyz vasıtası, 474 feyz-i akdes, 63, 1 1 18, 1 155 feyz-i mukaddes, 63, 1 1 18, 1 155 feza' ilallah, 268 feza'il, 239 fıkh, 268 fıkıh dersleri, 17 fıkıh, 15, 16, 17, 19, 21, 24, 27, 28, 268, 303, 415, 431, 434, 442, 726, 931, 935, 952 fıss, 236 fıtrat, 76, 78, 268, 877, 995, 1006 Fıtrat nedir, 268 Fihi Ma Fih, Divan, 25 fikr, 87, 268, 269, 270, 338, 410, 960 fikret, 239, 270, 271 firar, 154, 155, 271, 1015 firaset, 201, 271, 272, 273, 427, 904 fitne, 273, 318, 814, 891, 892, 1044, 1 185 fuad, 274, 516, 518, 523, 841 Fudayl b. İ yaz, 275, 393, 418, 421, 425, 1000, 1020, 1 068, 1069 fuhş, 274 fukara, 192, 221, 222, 223, 224, 226, 274, 701, 916, 923, 934, 935, 1 045 fukara' -yı ağniya', 221 fukara'-yı fukara', 221, 222 fukara'-yı müdahinun, 274 fukara' -yı selase, 221 furkan, 209, 274 Fusus, 21, 23, 24, 27, 38, 136, 236, 237, 375, 532, 572, 907, 1 1 20, 1 159, 1225, 1249 Fusıls sahibi, 236, 532 Fususu'l-hikem, 21 fütuh, 133, 274 Fütılhu'l-gayb, 23 fütlır, 275
1 304 fütüvvet, 27, 70, 77, 246, 275, 276, 277, 612, 648, 650, 719,
indeks
H
gayn dune reyn, 287 gayn, 287
786, 915, 931, 934, 1 138,
gayr nazarı, 52
1 243, 1284
gayr, 288
ha, 295 ha' ir, 296 habab, 638, 642
gayriin, 288
G
habbe (bitki tanesi}, 638
gayret, 288
gaflet, 60, 78, 179, 198, 268, 279, 287, 288, 291, 303, 337, 355, 478, 479, 480, 485, 524, 549, 557, 581, 606, 692, 730, 739, 760, 814, 841, 878, 883, 937, 983, 990, 1003, 1 020, 1035, 1071, 1 072, 1074, 1 078, 1088, 1090, 1 124, 1 1 26, 1 194, 1 229, 1230, 1260, 1261, 1 263, 1 264, 1269, 1 272 gaflet 'ani'l-lisan, 279 galebe, 161, 165, 193, 279, 280, 284, 394, 582, 676, 861, 927, 949, 1021, 1064, 1070, 1 144 Gamam: bulutlar, 280 gamiiret, 78, 81 gani, 1 1 8 garizi, 8 1 , 87, 359 gaşyet, 280, 284 gavs, 281 gayb alemi, 46, 96, 97, 273, 521 gayb erenleri, 202 gayb, 281, 282 gaybet, 9, 144, 1 64, 200, 245, 255, 260, 264, 281, 283, 284, 285, 286, 287, 296, 307, 308, 31 1, 318, 324, 331, 395, 404, 432, 449, 463, 495, 599, 680, 743, 772, 867, 883, 885, 886, 888, 889, 893, 952, 981, 1 045, 1060, 1066, 1 106, 1 1 24, 1 140, 1 1 70, 1175, 1 180, 1 251, 1 252, 1261 Gaybet-i arif, 287 gayb-ı masiın, 283 gayb-ı mechiıl, 1248 gayb-ı mekniın, 283 gayb-ı mutlak, 283 Gaybın anahtarları, 270 gaybla ilgili sırlar, 272 gaybiıbiyyet, 287 gaybü'l-gayb, 658, 1 248 gaybü'l-guyiıb, 64
gayretin üç makamı, 289 gayr-i mahciıb (perdelenmemiş}, 96, 251 gayriyyet (başkalık], 216, 864 gazab (öfke}, 59,
72, 75, 239,
271, 413, 519, 670, 954, 955 Gazali, 7, 16, 1 7, 87, 312, 611, 683, 721, 813, 1007 (Bak:
İmam Gazali)
habbetü'l-kalb, 638 Habeşi, 1 8 habib, 295 H ablbullah, 570, 740, 1 1 88 habibüna, 295 hacc, 17, 25, 295, 296, 447, 840, 1242, 1 264 hacca ihtimam, 202 haceganiyye, 737 hacel, 296, 447, 1242
Gazali (Ahmed), 1 7
hacer-i esved, 571
Gazim Han, 22
Haceru'l-esvedin rüknü, 2 1 7
gazi, 122
H acı Halil Efendi' nin, 7
Geylani, 15, 202, 516, 545
hacis, 296, 329, 330, 332, 333, 368, 429, 485, 775
gezegenler, 243, 666 gına, 134, 227, 228, 231, 290,
Haçlı seferler i, 545 hadd, 133, 296, 494, 586
429, 649, 864, 1 136
haddin uygulanması, 53
gına mertebesi, 134 gına mine'l-ibad, 227, 231
hades, 296
gına-yı halk, 227
hadler, 53
Gına-yı insan, 228
hafa (gizlilik}, 167, 168 H afıd ismi, 53
gına-yı zat!, 290
hafıza, 296
Gırnata, 25
hafı (gizli}, 146, 168, 739, 1289
gırre, 290
hafıfiyyiın, 296
gırre bill ah, 291
hafiflik, 75
gışa', 291
Hafiz ismiyle, 48
gışavet, 291 gıybet, 9, 291, 414, 720, 843, 915, 1080 giyimde lüksden kaçınma, 46 gizli hazine, 63, 107, 1 1 17, 1155 gök ehli, 55
haka'ik, 297, 735 haki i'ik-i esma', 300 haka'ik-i fi'liyye, 298 haka'ik-i ilahiyye, 298 haka'ik-i kevniyye, 298 haka'ik-i sıfatiyye, 298
gözyaşları, 58
haka'ik-i zatiyye, 298
Gulyabani, 974
haka'iku'l-esma', 298
gumme, 292
haka'iku'l-eşya', 299
gurab, 292
Hakaik, 297, 298, 1237
Gurabiyye, 292, 377, 378
Hakaik-i enbiyaiyye, 298
gurbet, 293
hakaik-i evvel, 2 1 6
gururlu, 127
hakikat, 299
gusl, 293
hakikat manasında, 148
Gümüşhane, 1 7 Gümüşhanevl, 17, 1 8, 38
Alımed Ziyaiiddin) günahkarlar,
lll
güzel ahlak, 70, 71
hakikat-ı hakayık, 216
(Bak
Hakikat-i Muhammediyye, 19, 63, 227, 296, 299, 475, 840, 1 1 1 7, 1155 hakikat-i rabbaniyye, 300
indeks
1 305
hakikatü'l-haka'ik, 298, 300
Haltu'l-esved {siyah salgı}, 127
hatır, 1251
hakikatü'l-hakayık, 107
halvet, 5, 17, 181, 210, 266, 267,
Hatır-ı akl, 324, 328
hakikatü'l -yakin, 1230
316, 317, 318, 319, 320, 321,
hatır-ı Hakk, 326, 333, 427, 429
Hakim, 18, 1 76, 213, 225, 300,
331, 606, 637, 684, 717, 721,
hfıtır-ı melek, 324
374, 410, 554, 697, 759, 766,
871, 881, 945, 998, 1074,
hatır-ı nefs, 324
890, 924, 992, 996, 1092
1 138, 1 144, 1 1 68, 1 195
hatır-ı ruh, 324
Hakim Tirmizi, 18, 300
halvet hayatı, 1 7
hatır-ı şeytan, 324
hakiman, 93
halvet-i mürid, 3 1 6
Hatır-ı yakin, 324, 327, 328,
hakimeyn, 93
hamd, 321
hakimiyyun, 300
hamd sancakları, 203
I-Hıtim, 44
hakk, 300
Harodun Kassar, 647, 926, 983,
hatm, 334
Hakk ile kaim, 52, 160, 162, 251, 449, 579, 1010, 1 1 79, 1232
1011 hamid, 48
1233
hatm-ı has, 334 ha tre {fikir, düşünce}, 204, 287,
Hakk'ın ilhamı, 74
Harnınarn {güvercin}, 322
296, 324, 325, 330, 429, 528,
hakka'l-yakin, 139, 259, 303,
Hamzavi, 1 9
593, 626, 799, 8 1 3, 1 1 69,
306, 408, 448, 449, 450, 451,
Hanbeli, 2 2
452, 464, 553, 60� 624, 626,
Hanbeli mezhebi, 1 5 , 1 9 , 21, 22
hava, 89, 96, 107, 241, 832, 1 270
1 1 76, 1216, 1241, 1251
682, 683, 687, 698, 900, 951,
Hanbel1ler, 220
havariyyi'ın, 335
1 1 22, 1231, 1 232, 1 233, 1 235,
Hanbeliyye Medresesi, 22
Havass, 74
1236, 1237
Hanefi fıkhı, 18
Havassın {ariflerin} edebi, 201
Hakkıyyet, 109
hankah, 322
Havassın {aydınların}, 200, 232
hal ile, 56
haram, 329
Havassın afiyeti, 60
s, 305, 312, 435, 6 1 1
harf, 322
havassın belası, ıso
hal' - ı ' adat, 313
haris {hırs sahibi}' 224
Havassın hayası, 353
halet-i berzahiyye, 314
Harise, 502
Havahr, 92, 1 92, 209, 324, 325,
halet-i hakikat, 314
Harran, 22
326, 327, 329, 330, 333, 334,
halet-i hakku'l-hakk, 315
harraziyyi'ın, 322
427, 428; 429, 443, 482, 775,
halet-i velayet, 314
Harzemşahlar Devleti, 25
846, 963, 967, 1 1 72, 1 1 74,
hal-i gayret ' ale'I-hakk-hal-i
Hasan b. Ali b. Yezdanyar, 1 14,
hal ilmi,
gayret mine'l-hakk, 313
617
1 1 75, 1251 havatır-ı hakk, 324
hal-i nazile, 303
Hasan b. Ali Damgani, 696
havatır-ı nefs, 324
Halidi meşayıhı, 17
Hasan Basri'", 27, 71, 243, 263,
ha vf marifete, 1212
halidiyye, 737 halife, 25, 85, 93, 123, 1 76, 180, 211, 238, 315, 316, 468, 470,
393, 460, 854, 1073, 1284
havf ve ernn, 345
Hasan Megazili, 1083
Havf ve redi makamı, 345, 855
Hasan Musuhi, 224, 232
havf-reca', 10, 324, 335, 364, 797,
572, 597, 598, 813, 831, 832,
hased, 60, 73, 226, 323
833, 9 1 2, 1 183
hasen, 397
1 1 79 ha vkale, 351, 499
Halil b. Ahmed, 104, 798
hasis, 60
Havva, 91
Halil, 69
hasislik, 75
Haya üç kısımdır, 353
halk ve huluk, 316
haşyet, 99, 324, 340, 345, 351,
haya, 60, 70, 73, 351
Halk, 74 halk-ı cedid, 316, 1221
447, 866, 932, 999, 1242 hatarat, 204, 287, 296, 324, 429,
hayal, 354 hayal-i mukayyed, 355
Halk-ı cemi! {güzel ahlak}, 73
528, 593, 799, 813, 1 1 69,
Hayal-i mutlak, 109, 1 10, 355
halk-ı hasen, 1 1 0
1 1 76, 1216, 1241, 1251
hayal-i muttasıl, 355
halk-i cemi!, 69
hatem, 324
Hayat beş türlü, 475
halktan uzaklaşma, 46
Hatem-i nübüvvet, 257, 324,
hayat, 355, 356, 357, 360
Hallac, 18, 19, 20, 24, 71, 75, 141,
952, 1 123, 1 161, 1190
165, 221, 390, 396, 501, 951,
hatem-i velayet, 1 161, 1208
952, 1032, 1 1 10, 1163
hiitem-i velayet-i
Hallak, 61
Muhammediyye, 257
hayat-ı halvet, 316 hayat-ı kulfıb, 680 hayat-ı ruhiyye, 361 Hayat-ı Sermediyyet, 49
haliii ki yyet, 169
hatfe, 324
Hayher savaşı, 540
haltat, 3 1 6, 318
hatı, 325
hayr ve şerr, 361, 967
indeks
1 306 hayrii t, 362
heyemiin, 166, 304, 313, 368,
hayret, 362
heyula, 216, 369
hayriyye!, 1226
lufz-ı 'ahd, 369
dünyeviyye, 362
hayriit-ı
hayvan, 658 hayvani nefs, 361 ha yy, 61, 355 Hayy ismi, 203 Hayy b. Yakzan, 22 hayye 'ale'l-felah, 363 hayye 'ale's-salah, 363 Hayyune, 383, 486, 693 hazariit, 363 hazarat-ı hamse, 15, 363, 1024 hazer {sakınma}, 150, 324,340, 363, 1211 hazer mine'r-riya', 813 hazm, 364 hazret-i amaiyye {amai hazret}, 534 hazret-i cemi' i'l-vücud, 660, 1 166 Hazret-i cismiyyet, 84, 380, 832, 912 hazret-i esma v e sıfat, 1 166 hazret-i
muhammediyye, 364
hazret-i tarik, 364 he' de gizli, 102
11eb5, 84, 124, 242, 364, 365, 664 heba alemi, 126 hedy, 366 hel', 178 hele', 366 Hemedan:i, 1 7 Hernın
{himınet, düşünce}, 236
hemm me'a müferred, 366, 910 hems, 204, 325, 427, 593, 681, 774 f1erat, 1 9 f1erev1, 1 0 , 1 9 , 2 0 , 2 4 , 3 2 hevii, 42, 81, 366 f1eva kelimesi, 368, 638 heva'r-racülü, 368, 639 hevacim, 1 43, 1 44, 146, 150, 151, 152, 368, 395 hevacis, 296, 325, 368, 427 heviii, 360 hevca', 368
hey'et, 313
HeyakiL 127 Heyakilü' n-nur, 28 heybet, 75, 368
884, 1 141
hıfz-ı 'ahdü'r-rububiyyet ve'l'ubıidiyyet, 370
hı kd, 370
f1ıristiyan, 6 lurka, 370 lurka-yı tasavvuf, 371 lurs. 60 lusn-ı beden, 689, 703 Hızır, 217, 218, 372 hibabu'l-mai, 638, 643 hi bb {küpe), 638 hibe {hal), 331 hicab, 78, 91, 124, 284, 372, 373, 507, 509, 515, 528, 642, 694, 739, 752, 860, 1 142, 1 144, 1 1 45, 1 202, 1 257, 1275 hicab-ı 'izzet, 373 f1icaz, 19, 25, 897 hi cr ve hica, 79 hicrim, 373 hidayet, 373 hidayet menzilleri, 97 hikayat, 373 Hikmet, 59, 72, 374 hikmet menbaları, 210 hi kmet sahibleri, 1281 hikmet-i cami'a, 375 hikmet-i halkıyyet, 375 hikmet-i manttik biha, 374 hikmet-i mechille indena, 374 hi kmet-i meskilt anha, 374 Hikmet-i meskilt anha, 374 hikmet-i nefsiyye, 376 Hikmetü'l-işrak, 28 hil'at, 376 hilafet-i nübüvvet, 1 194, 1207 hilafet-i risalet, 1 1 94, 1207, 1208 hilafet-i ulü'l-azm, 1208 hilal, 146, 526 hile, 60 hillet, 389 hilm {yumuşaklık), 60, 376, 954
Himmetin üç mertebesi, 377, 378 Hindistan, 19, 20, 1 4 1 , 742 his uykusu, 1 20 hisiib, 105, 133, 379
hisbarti yye, 379, 9 1 4
f1isler {duyular}, 84, 780, 832
hiss, 379 hiss-i müşterek, 379, 380 hitab, 381 hitam, 381, 391, 570, 1 1 88 hizlan, 81, 751, 829, 1 1 02, 1 1 96, 1208
Hizmet edebi,
195
Horasan, 416
hil/hüve, 381, 382 H u lafzı, 1263 hubb {sevgi}, 132, 367, 383, 407, 570, 1 066, 1 188, 1282, 1285 hubb-i dünya, 386 hubb-i hass, 386 hubb-i rilhani, 386, 387 hubb-i salihin, 388 hucb-i 'inayet, 388 hudilcl-i zatiyye-i ilahiyye, 388
Hullet {dostluk}, 389, 391, 632 f1ullet {dostluk)makamı, 68
hullet, 69, 258, 381, 389, 390, 40� 570, 633, 700, 801, 1 188 Huluk, 69, 70, 72, 73 huluk-ı 'iffet, 69 huluk-ı azim, 70, 74 huluk-ı hasen {güzel ahlak), 1 1 1 H uluk-ı iffet, 73 huluk-ı şedıat, 69, 72 f1ul uk-i hasen, 69 hulill, 103, 168, 173, 1 75, 211, 182, 308, 309, 391, 488, 502, 590, 924, 929, 957, 981, 1 028, 1 030, 1 1 63, 1 1 72, 1 1 97, 1 246 hulilliyye, 391 hulum {ergenlik), 79 humk, 78, 81 hunefii', 392 hilrhoş, 392 huruf, 392 hurilf-ı ' aliyat, 675
himmet, 61, 201, 377
huruf-ı asliyye, 675
ltimmet-i enefe, 377
husus, 76, 192, 194, 250, 338,
ltiınmet-i erbab-ı himemi'l'aliye, 377 himmet-i ifakat, 377
392, 483, 541, 568, 593, 650, 669, 674, 701, 702, 720, 734, 753, 819, 877, 9 1 3. 9 1 5, 1 006,
1 307
indeks 1087, 1090, 1091, 1 095, 1170, 1 1 85, 1 186
hususu'l-husus, 392, 1091 huşu, 192, 392 Huzeyfe Mar'aşi, 421 huzu, 187, 395, 866 huzur, 283, 395 huzur-i kalb, 866 hüccet, 78, 142, 235, 395, 536, 966, 1051, 1 200, 1237
Hüccetü'l-lslam, 1 7 (Bak: Gaziili) hücum, 395 Hücviri, 20 hürmet, 49, 395 hürriyyet, 395 Hüseyin b. Mansfu, 18, 71, 221, 396, 501, 951, 952, 1032,
Hz. Ebu Bekr Sı d dik 4>, 408, 575, 626, 629, 688, 740, 909, 1211
Hz. Harfın iMI! , 44, 538, 604, 629, 913
Hz. Hasan 4>, 15, 16, 575, 967 Hz. Hızır 'l!i!JI, 202, 1138, 1 1 83
Hz. Hüseyin 4>, 16, 809, 967 Hz. Ihrahim 'l!i!JI, 1 1 46, 1238
Hz. İbrahim'in ;w kalbi, 44 Hz. Isa 'l!i!JI, 44, 46, 50, 1 87, 191, 465, 334, 573, 577, 578, 645,
150, 283, 284, 285, 287, 398, 399, 467, 468, 610, 9 1 1, 948, 1 1 02, 1 1 25, 1248
hüviyet mertebesi, 1223 hüviyyet-i hakk, 399 Hüvvet, 368, 639 hüyam ve hüyfım, 399 hüzn, 399 hüzün, 313 Hz. Adem �' 44, 46, 208, 238,
247, 318, 329, 334, 354, 395,
534, 553, 577, 589, 653, 667, 679, 706, 752, 760, 885, 1084, 1 1 99
Hz. Aişe, 238 Hz. Ali, 54, 71, 120, 194, 365, 575, 664, 809, 836, 893, 967, 1013, 1231
Hz. Davud �' 238, 742, 893, 1250
24, 27, 28, 37, 38, 88, 98, 136,
741, 841, 909, 922, 937, 976,
151, 204, 238, 392, 554, 572,
1013, 1014, 1018, 1 197, 1 199
575, 577, 595, 627, 654, 674,
Hz. Isa'ya imam, 645
676, 686, 770, 873, 907, 1 027,
Hz. Mul1ammedl!t., 43, 91, 183,
1 055, 1098, 1 1 45, 1 150, 1 158,
2 1 1, 233, 299, 334, 381, 406,
1 1 10, 1 163
hüsn- zanı1-ı kalb, 291 hüsn, 397 hüsn-i huluk, 398 hüsn-i istima', 398 hüsn-i ma'rifet, 6 1 4 Hüsn-i marifet, 615 hüsn-i takdir, 398, 413 hüsn-i tedbir, 1034 hüsn-i tedbir, 78 hütke !kötü arnellerle bezenme), 398, 1 2 1 1 Hüve/HCı, 102 hüviyyet, 66, 67, 124, 126, 139,
i i'tikaf, 498 i' tiriif, 335 i'tisam, 351, 491, 498 ibiidiit-ı batıne, 405 ibiidiit-ı batıne, 405 ibadet, 405, 406, 407, 408, 1 131 ibda', 409 ibdar, 191 İblis, 137, 409 İbn (Oğul}, 465 İbn Ar abi, 7, 15, 20, 21, 22, 23,
459, 473, 474, 478, 542, 564, 574, 613, 629, 648, 651, 662,
.
725, 801, 825, 860, 895, 968,
688, 689, 706, 864, 887, 940, 949, 951, 1013, 1014, 1018, 1021, 1 186, 1 189, 1 199, 1 204, 1208, 1210, 1233
Hz. Muhammed'in l\1. rCıhaniyeti, 43 Hz. Musa
iW, 44, 56, 198, 273,
372, 569, 1 146
Hz. Osman 4>, 353, 575
Hz. Ömer b. H attab .t-0, 356, 670, 722, 943, 1080
Hz. Peygamber'in ;5; mirasını tekmil, 128 Hz. Salih iMI!, 237, 542 Hz. Süleyman � 194 '
Hz. Yahya 'l!i!JI, 240, 666, 1013, 1014, 1017
Hz. Yusuf iW, 44, 238, 280, 666, 748, 861, 92� 1017
I Isfahan, 22, 24 ıstıfa, 403, 1 1 94, 1207, 1208 Istılahatü' s-sufiyye, 24 ıstılam, 164, 165, 260, 403, 404, 888, 963
ıstına', 404 ıyan !apaçık), 284 ıztırari, 158, 182, 671, 943
118� 1 188, 1205, 1225, 1 249
Ibn Ata, 79, 104, 353, 697, 698, 1010, 1 075, 1 1 43, 1231
İbn Ataullah İskender!, 2 1 İbn Cella, 227, 231, 1012 1282 ' İbn Cüreyc, 897 İbn H afif, 1282 İbn H ubeyk, 340, 341 İbn Kudame, 21 İbn Mes'ud .$>, 284 İbn Mesruk, 1279 İbn Mübarek, 323 İbn Receb, 2 1 İbn Sina, 22, 192 İbn Teymiye, 15, 22 ibnü'l-vakt, 410, 863, 939, 1 020, 1 196
İbrahim b. Edhem'", 418, 545, .
694, 969, 1 020, 1 211, 1288
Ihrahim b. Şeyban, 251 İbrahim Havvas, 545, 632, 696, 905, 1212
ibrahim, 42 İbranice, 233 ibret, 410 ibtila, 74, 150, 410, 465, 656, 675, 759
icabet, 51, 203, 276, 4 1 1 , 418, 439, 459, 578, 613, 682, 809, 895, 919, 984, 1 003, 1077, 1086, 1 1 29, 1 1 85, 1203, 1281
icad, 46, 74, 90, 123, 146, 1 60, 169, 1 75, 1 76, 212, 215, 234,
1308 267, 369, 409, 467, 486, 515, 532, 563, 664, 731, 783, 984, 1035, 1 150, 1 171, 1 193 icmiıl fi't-taleb, 192, 197 ictiba'-yı mahz, 411 ictiba' -yı sırf, 411 id, 411 i ddia, 185 i dial, 339, 412 idrak, 88, 412, 1256 İ drak iki kısım, 937 idrak-i zat-ı ' aliyye, 412, 1246 İ dris �. 42, 217, 218, 412 iffet, 60, 72, 413 ifham, 240 ifrat, 414 iftiradan türemiş, 272 İ ğtirarın [ aldanmanın], 291 iğva, 829 ihbiit, 192, 414, 693 ihliis, 414 ihlas fi' d-dua, 415 ihlas fi'l-amel, 415 ihlas-ı muhlis, 414 ihlas-ı müridin, 414, 813 ihlasın haki kati, 416, 417 ihlaslı olmak, 58, 100, 123 ihsiin makamı, 57 ihsan, 169, 425 ihsas, 325 ihsa-yı Esrna-yı Hüsna, 1 178 ihsa-yı esrna-yı ilahiyye, 425 ihtibar, 425, 675 ihticab [perdelenme}, 167 ihtimal, 73, 1 76, 312, 315, 322, 426, 539, 611, 638, 832, 1 053 ihtiyat, 1281 ihtiyatlı davranma, 58 İlıvan-ı Safa, 23 iiıya, 7 İhya'u 'ulılmi'd-din, 1 7, 31 ihya' -yı ma'nevi, 577 ih ya' -yı sur!, 577 ikab, 426 ikame me' allah, 426 iki felek arasında, 1 26, 135 iki kişi, 265 ikizler feleği, 242, 665 ikram, 181 iktirab, 565 iliih-ı mutlak, 426 ilahi aşk, 5, 590
indeks Ilahi ente maksudi ve rızake matlı1bi, 1 272, 1274 ilahiyyet, 426, 1 131 ilahiyyı1n, 426 ilhad, 414, 418, 501, 1090, 1 1 63 ilham, 22, 84, 86, 192, 196, 201, 209, 255, 257, 30� 325, 326, 327, 329, 330, 331, 332, 333, 334, 407, 426, 427, 428, 429, 435, 449, 452, 457, 485, 553, 586, 652, 656, 678, 686, 687, 743, 754, 765, 767, 768, 776, 833, 921, 948, 989, 1002, 1008, 1013, 1027, 1 033, 1058, 1123, 1 162, 1 1 66, 1 1 70, 1173, 1 180, 1182, 1 1 91, 1 194, 1237, 1288 ilham-ı iliihi, 426 ilim sıfatı, 136, 358, 360, 440, 441, 484, 564, 661, 907, 1224, 1249 ilim ve hikmet, 495, 651, 1050, 1067 ilim ve idrak, 520 ilim, 72, 81 Ilirnde rasih [derin}, 200, 463 ilk ahadiyyet, 45 İlk Akıl, 59, 82, 89, 91, 95, 108, 124, 158, 189, 234, 283, 316, 585, 662, 760, 826, 830, 1 131, 1 1 32, 1139, 1215, 1258 İlk Nur, 92, 830 ilk zuhı1r mertebesi, 63 il ka' -yı sem', 890 ilm bi'l-lugat, 442 ilm billah, 441 ilm ma'allah, 441 ilm minallah, 441 ilme'l-yakin, 139, 303, 448, 449, 450, 451, 553, 626, 1237 ilm-i 'abd, 430 ilm-i ' akl, 442 ilm-i ' ameli, 430 ilm-i ahval ve tenezzülat, 303, 604 ilm-i batın, 452 ilm-i diraset, 920 ilm-i dirayet, 442 ilm-i ezvak, 442 ilm-i haka'ik, 443 ilm-i ha kk, 430 ilm-i hal, 303, 443
ilm-i hayal, 443 ilm-i hıyata, 587 ilm-i hfıb u bikr, 87 ilm-i ibare, 443 ilm-i insani, 426, 430 ilm-i iş.lret, 443 ilm-i keliim, 444 ilm-i kı yas ve nazar, 444 ilm-i ledünni, 445 ilm-i levh-i mahfıiz, 445 ilm-i mu'amele, 446 ilm-i rivayet, 452 ilm-i sırrİ, 446 ilm-i sim ya', 446, 914 ilm-i şeri' at, 447 ilm-i ta'bir, 447 ilm-i tahalluk, 447 ilm-i tasavvuf, 1008 ilm-i tasavvuri, 430, 438 ilm-i teheccüd, 447 ilm-i tevalic, 448 ilm-i tevhid-i ilahi, 657 ilm-i va'z, 448 ilm-i ziihir, 452 ilmullah, 430 İlyas Karsh, 4, 10 İlyas �., 217, 218, 372 ima', 453 İmam Abdülkadir Cili, 202 İmam Cafer b. Muhammed Sadık *· 1177 İmam Ebu Amr, 1096 İmam Ebı1 Bekr b. Furek, 495, 541 İmam Evziii makberesi, 16 İmam Gazali, 1268 İmam Mehdi, 645 İmam Rabbani, 7, 21. 23, 580, 700 İmam Şafii, 26, 200, 239, 271. 545, 546, 727 İmam Şarani, 200, 463 imam, 44, 85, 453, 645, 833, 903, 912, 1 1 72 İmaman [iki imam}. 43, 202, 454, 573, 1 243 imam-ı mübin, 85 iman bi'n-nübüvve, 455, 458 iman makamı, 1 1 99 imiin-ı i'ta'i, 737 iman-ı mufassal, 455 iman-ı mücmel, 455, 459
1309
indeks imanın nuru, 74, 1078
İran, 15, 16, 18, 19, 20, 24, 28
işrakl, 28, 498
lman-islam-ihsan, 425, 455, 489
İran edebiyatı, 1 9
iştibah, 253, 498, 1 1 57 itham, 71, 265, 498, 546, 747,
imkan mertebesi, 108, 735
irfad, 486
imkan-ı eşref, 465
irfan, 57, 486
imtihan, 181, 4 1 1 , 465
irfan-ı tam, 487
916, 917, 1 076, 1 095, 1 1 77
itidal ! denge}, 207, 2 1 4, 554
İrteveytü, 1256
ilidal ehli, 44
İsa b. Meryem, 73
itidal manasında, 271
493, 605, 606, 738, 742, 785,
İsa b. Yunus, 1283
itisam, 154, 155, 491, 498, 499,
1003, 1004, 1 070, 1071, 1072,
isa Hattar Yemen!, 545
1073, 1 074, 1075, 1 076, 1 077,
isa &iB, 2 1 7, 218
inabe, 143, 154, 155, 216, 341, 352, 447, 462, 463, 464, 465,
1 078, 1 079, 1 080, 1081, 1082, 1 083, 1 084, 1085, 1086, 1087, 1088, 1089, 1090, 1 242, 1 243,
785, 1 127, 1 257
itmi'nan, 411, 461, 499, 765, 857,
!sar, 70, 77, 183, 195, 223, 488,
1083, 1 127, 1 1 29, 1 1 30, 1217, 1265, 1281
489, 784, 880, 918, 931, 1009, 1 0 1 1, 1043, 1 1 80, 1 281
itmi'nana erme, 76
isbat, 489
ittihad, 499, 1 193
inad, 813
İslam makamı, 57
İ ttihad ehli üç sınıf, 501
in ayet, 465
İslam Medeniyeti, 5
ittihad hali, 236
inbisat !genişlik, büyüklük,
ism, 489
ittihad makamı, 68
1244
ismet, 490, 499
ittika edenler, 53
inci!, 465
ism-i azam, 490, 733, 787
ittisat 502
indiyyet, 466
ism-i azarnın tecellisine
iyi ahlak, 75
mutluluk}, 70, 155, 393
indiyyet-i hakk, 466
mazhar, 43, 574
iyilik, 46 izafet, 65, 109, 1 1 1 , 1 73, 1 75,
indiyyet-i hu, 466
isneyniyyet, 491, 679, 879
infak, 58, 732, 821, 880, 978
isti'ane, 491
196, 282, 359, 429, 474, 542,
infirak, 377, 466
isti'aze, 491
629, 909, 1221, 1 244
inkıta' ilallah, 466
isticabe tevbesi, 1089
izafı vücıld, 1242
inkıyad !boyun eğmek}, 187
isticla, 1 79
izale-i beyn, 503
inniyyet, 88, 398, 467
isticmar, 492
izar, 503
inniyyet-i hakk, 467
islidıai-i şahid 'ale'l-gaib, 493
izi al
inniyyet-i ilahiyye, 467
istidrfıc, 535, 538, 543, 918
izz, 504
insan, 468
istiğfar, 42, 71, 198, 218, 264,
izzet, 154, 504
insan-ı kamil, 15, 31, 125, 139, 206, 283, 316, 361, 363, 381,
388,493, 770, 1082, 1243, 1261, 1272
395, 471, 473, 475, 477, 478,
istiğrak, 121, 182, 280, 420, 513,
534, 627, 658, 940, 972, 992,
648, 671, 699, 861, 903, 927,
1 1 76, 1 228, 1 258, 1275
933, 943, 1217
insanlardan uzaklaşmak, 57
istiha re, 491
insanlarla ünsiyeti terk, 44
istihlak, 493
insıda'-ı cem', 478
istikiimet, 493
İnşil'ü'd-deva'ir, 21
islikarnet makamı, 42
intibah, 253, 478
islikarnet yolu, 1067
intikam, 53
islikarnet-i tarik, 496
intikam alan kişi, 52
istikametin üç derecesi, 493, 495
intisab, 227, 300, 322, 370, 478,
istinbat, 80, 268, 435, 441, 453,
479, 992
496, 931, 1 034
intizar, 343, 348, 412
istişata, 496
inzi'ac, 3 1 1, 479
istitar, 66, 1 1 0, 496, 556, 630,
İrad, 136
743, 831, 898, 906, 994, 1 022,
irade, 333
1023
irade gayreti, 480, 482 i nide-i diniyye, 486
J
Jüpiter, 5 1 6, 666
isyan, so
işi!ret, 496
inide-i kevniyy, 486
işfak, 1 92, 337, 340, 343, 497
iradenin dört esası, 485
işrak, 498
K kaabe kavseyn, 67, 139, 503, 533 kaal ilmi, 5 kabe kavseyn, 76, 505, 630, 879, 1006
kabih, 397 kabiliyyet-i evvel, 506 kabiliyyet-i zuhılr, 506 kabr, 506 kabu'l-'ıyan, 76, 1006 kabz, 297
kabz bill ah, 506 kabz ve bast, 201, 307, 340, 348, 470, 507, 509, 510, 5 1 2, 752, 865, 1 143
kabz ve bast hali, 201, 509, 752
1 3 10
kabza, 513 kabz-bast, 144, 395, 506 Kabzın üç sebebi, 5 1 1 kadennan, 514, 737 kadenneyn, 1 26, 514, 737 kadern-i sıdk, 513 kader-kaza', 514 Kadı Ebu Bekr Bakıli ani, 541 kadih, 153, 325, 515, 579, 581, 582, 1021, 1 1 69, 1 1 76 kadim, 68, 95, 102, 1 33, 165, 1 75, 1 79, 216, 261, 331, 483, 503, 515, 544, 549, 556, 563, 632, 662, 827, 841, 889, 1 1 10, 1 1 33, 1158, 1 173, 122� 1247 kadir, 458, 515, 1 196, 1200, 1208 Kadiriye tarikatı, 1 5 kadiriyye, 515 Kafirlerin aldanması, 291 Kahhar, 1238 kahir, 516, 1200 Kahire, 19, 21, 22, 28, 547 Kahtabi, 79, 104, 416, 826 kiiid-i se'adat, 516 kiiid-i-kahr, 516 Kail, 202, 212 kaim, 529 Ka inat, 47 kalak (kaygı }, 304, 313, 516 kalb, 516 kalb demektir, 154 kalbi müstağni, 74 kalbin kasa veli, 182 kalem, 525 Kalem-i Ala, 90, 91, 92, 359, 474, 477, 562, 588, 589, 662, 839, 840 kalem-i ilahi, 525 Kalem-i Rafı, 96 kalenderi, 525 kalın kafalılık, 60, 75, 375, 955 Kamer (ay}, 88, 146, 147, 180, 181, 526 Kamil insanlar, 571 kana' at, 73, 526, 561, 1289 kani' (kanaat eden}, 224, 227 Kanün, 22 Kanun fi't-tıbb, 22 Karafe meşayıhından, 200 karar, 528 Karmatiler, 19 karru zati'l-elma'i, 528
indeks
kasd/kusüd, 528 kasm, 528 kassariyyun, 528 kasvet, 265, 529, 566, 681, 1 079, 1268 Kaşan, 24 Kaşanl, 24, 32, 46, 95, 139, 154, 179, 189, 201, 266, 274, 310, 365, 407, 503, 556, 561, 562, 568, 592, 613, 644, 706, 760, 844, 879, 906, 909, 942, 967, 981, 995, 1026, 1052, 1 131, 1 1 79, 1241, 1244, 1256 kavalib, 529 kavami', 529 Kavaninü hükmi'l-işrak, 16 kavl-i sakil, 1 1 67 kavm-i müstafi, 78 kavseyn (iki yay}, 476, 505 Kays b. Asım Minkari, 70 kayyüm, 529, 1 1 32 kayyumiyyet, 162, 209, 529, 1 1 79 kayyümiyyet pırıltıları, 209 Kayyümiyyet-i Hakk li'l-eşya, 1 177 kayyiimiyyet-i hakk, 530 kaza', 530 Kazib el-Ban Mavsıli, 546 Kazvin, 1 7 kc' s-i hubb, 382, 385 Kebir, 61 kebş, 144 keffaret, 379, 530, 1073 Kelabazi, 24 Kelam, ı 7, 530 kelam-ı evli ya', 531 kelamullah, 428, 531 kelef, 531 kelimatullah, 532 kelime, 532 kelime-i ademiyyet, 532 kelime-i cami' a, 532 kelime-i hazret, 532 kelime-i hazret-i ih3hiyye, 532 kelime-i tevhid, 1 1 1 2 Kelime ler, 158, 830 kelim-i tayyib, 532 kemal, 533 Kemaleddin Abdürrezzak b. Ebi'l-Ganaim Muhammed el-Kaşani, 24
kemal· i cevher-i 'ilki!, 533 kemal· i esma'i, 534 kemal-i hass bi'!-insan, 534 kemal-i kuvve-i gazabiyyc, 576 kemal-i şehvet, 576 kemal-i vehm, 576 kemal-i zati, 534 kemalullah, 534 kemmiyet, 99, 282, 433 kendini beğenme, 56, 57, 72, 154, 226, 325, 349, 412, 416, 559, 670, 711, 725, 8 1 7, 1044, 1069, 1131, 1292 kenud, 535 kenz tılsımı, 1 193 k enz-i mahfi, 63, 1 07, ll O, 535, 772, 1 1 1 7, 1 155 keradıs, 677, 1003 keramat, 313, 535, 540, 680, 706 keramat-ı evliy5, 535, 1254 keramat-ı evliya'ullah, 535 keramet, 535, 536, 538, 539, 540, 541, 542, 543, 544, 545, 546, 547 keramet-i hissiyye, 535 keramet-i ma'neviyye, 535 keramet-i sı ddikin, 535, 542 Keramet-i veli, 535, 536 kerem, 72, 548 Kerranniye, 675 Kerrübiyyfrn, 706 Kesb yoluyla, 238 kesb, 548 kcsbi, 311 Kese! (tennbellik}, 549 kese!, 549 kesret, 1 1 7 keşf, 549, 550 Keşf ehli, 446 keşf ve şuhüd mertebeleri, 302 keşf yolu, 284 keşf-i esrar li'l-nnüridin, 553 keşf-i hayalı, 554 keşf-i hayvanİ, 554 keşf-i hiciib, 555 keşf-i kul üb, 555 keşf-i nebatat, 554 Keşfı nebati, 554 keşf-i sakk, 555, 798 keşfin ilk, 144 Keşfü'l-nnahcub, 20 kevkeb-i subh, 555
1311
indeks kevn, 89, 556, 572, 65� 678, 1002, 1024, 1 1 71 kevn ve fesad, 89
Kitabü meşarıkı'l-envar fi fevzi ehli'l-i'tibar (Meşiirık), 19 Kitabü şerhi fusılsi'l-hikem, 27
912, 935, 965, 968, 970, 971, 1015, 1028, 1 083, 1 1 05, 1 109, 1 1 21, 1 1 40, 1 1 42, 1 1 46, 1 160,
Kevneyn, 77
Kitabü'l-'ilm, 79
1 1 72, 1 187, 1 224, 1242, 1248,
kevnl loluşa, yaratılışa ait}, 124
Kitabü'l-furkan beyne
1274
kevn-i fütCır, 556
evliya'i'r-Rahmiini ve
Kurbet, 569, 570, 676, 1 1 88
keyf, 173
evliya'i'ş-şeytiin, 23
kurb-i Hakk, 207
keyfiyet, 99, 171, 1 75, 243, 302,
Kitiibü'l-kasd, 26
433, 456, 609, 616, 666, 1 055,
Kitabü'l-luma', 27
1 103
Kitabü'n-nokta, 1 77, 665
kurbiyyet, 330, 353, 366, 381, 391, 845, 896, 1 029, 1048, 1237
kezazet, 556
Kitabü'r-ri'aye li hukuki Ilah, 26
kurbun nlıru, 74
kezm-i gayz, 376
Kitabü't-tefhlm li eva' ili
Kuslıd, 528
kıddis, 556
sına'ati't-tendm, 83
Kuşcyrl, 7, 1 9, 24, 32, 354, 482, 901, 905, 1016, 1 089
kıddislın, 556
Kitiibü'z-zühd, 91
kı dem, 556
kiyan-ı hurra, 776
ku tb-i ekber, 570, 572 Kutb-i Gavs, 281, 570, 572, 574
kı dem-i ceberlıt, 557
Konya, 20, 25
kırk, 43
kötü ahlak, 75
Kutb-ı Gavs-i Ekber, 263
kırk günde bir yemek, 182
kubh, 397
kutb-i zaman, 570
kırk kişi, 1243
Kudame sülalesi, 21
kutbiyyet-i kübra, 45, 55, 281,
kıst, 557
kuddıls, 562
kışr, 557
kudret, 136, 562
kutbun merkezinden, 455, 1243
kıyiim bi Ilah, 557
kuds, 564
kutbun sağında, 454, 455, 1243
kıyam lillah, 557
Kudsi kuvvet, 144
Kutbü' l-' acaib felekü'l-garaib,
kıyam, 557
Kudüs, 28
kıyamet, 90, 123, 154, 228, 249,
Kul, 41, 46, 59, 101, 1 15, 148,
570
206, 972 Kutbü'l-aktab l kutublar kutbu},
321, 363, 406, 520, 530, 535,
160, 161, 1 85, 201, 207, 244,
281, 571
555, 55� 585, 588, 612, 615,
245, 246, 259, 279, 284, 285,
Kutbü'l-Gavs, 43
628, 657, 680, 690, 776, 826,
302, 303, 305, 306, 315, 318,
kutub, 43, 1 72, 216, 2 1 7, 243,
841, 1 050, 1081, 1 1 73, 1 204,
319, 327, 328, 337, 367, 378,
281, 454, 474, 571, 572, 573,
1230
391, 396, 403, 409, 430, 456,
574, 588, 591, 666, 739, 1 128
kibr, 557
462, 463, 464, 482, 491, 511,
kutub t ılsımı, 205
kibr-i nefs, 557
518, 529, 549, 550, 565, 567,
Kutubların tamamı Abdullah,
kibri yok olan, 52
568, 598, 604, 605, 607, 608,
kibrit-i ahmer, 560, 720
609, 616, 635, 641, 645, 646,
Kutü'l-kulfıb, 16, 1 7, 32, 627
kil-i akvam, 561
681, 687, 691, 694, 697, 707,
kuvva, 575
kimya', 561
729, 747, 795, 800, 802, 804,
kuvve-i gazab, 576
KJmya' ü's-sa' a de, 17
806, 808, 809, 8 1 9, 847, 852,
kuvve-i şehvet, 576
kimya'-yı avam, 561
859, 869, 874, 970, 982, 983,
kuvve-i tefklr, 576
217
kimya'-yı haviiss, 561
985, 986, 987, 994, 996, 1 000,
Kuzaybü'l-Biin, 242, 797
kimya'-yı se' adet, 561
1025, 1 029, 1030, 1 048, 1050,
Kuzey Irak, 28
Kirman, 19
1060, 1061, 1070, 1086, 1092,
küll, 576
kitab u hace, 87
1 094, 1 096, 1 1 03, 1 139, 1 183,
külli cisim, 1 25, 292, 662
kitab-ı mestlır ve rakk-ı
1 1 84, 1 230, 1250, 1 257, 1260,
Külli Kudsi Ruh, 85, 833, 9 1 2
1261, 1 262, 1286, 1287
kilili nefs, 90
menşlır, 477 Kitab-ı Mübin, 410, 477, 562, 662, 839, 1 21 5
kulluk kahramanı
külli-yi akli, 702
Kum, 24
külliyyet, 577
Kitabu ıstılahi' s-sfıfiyye, 2 1
Kur' an, 564
kümmel, 825
Kitabü adabi'l-mürldin, 27
kurb, 51, 85, 122, 134, 155, 1 70,
kün, 577
Kitabü hatmi'l-evliyii, 1 8
1 71, 192, 201, 246, 328, 339,
Kitabü mecra'l-hudfıs ve' l-
423, 447, 476, 484, 505, 506,
kürre-i hava'iye, 658, 667
kıdem ve mevcıldü'l-vücfıd
565, 566, 567, 568, 569, 570,
kürre-i ma'iye, 658, 667
ve'l-'adem, 125
598, 680, 681, 725, 806, 833,
kürre-i ııariyye, 658
künh-i zat. 465
indeks
1312 kürre-i türabiyye, 658, 667
levh-i 'ubudiyyet, 585
madde-i ula, 595
kürsi, 578, 658
levh-i evvel, 585
mağfiret, 287, 394, 597, 1082
Kürsi'nin ortasında, 135, 242 Kürsi-yi
Vasi, 96
küşi'ıfat, 4 1 1, 452, 549, 687, 906
levh-i ha mis, 585
Mağrib, 265, 596, 81 1
!evh-i hikmet, 585
mağrib-i şems, 596
!ev h-i hükın, 585
mahcub [perdelenmiş}, 96, 251,
Levh-i Kader, 477 levh-i mahffız, 87, 90, 96, 445,
L
Uı fa ile iliall ah, 1 1 15 Uı ilahe illallah, 1267, 1271, 1272
La ila he illallahü vallahü ekber,
587, 588, 589, 654, 839, 1255
260 mahda', 597 mahfı1z, 597
levh-i rabi', 585
mahffızat, 84, 380, 833, 912
levh-i sabi', 585
mahiyet-i hakaik, 465
levh-i sadis, 585
mahiyet-i mümkinat, 136
levh-i sani, 585
mahk, 146, 526, 597, 598, 630
Leysiyyet, 590
mahk-ı ki.illi, 599
la mabude i l l a hu, 1 2 1 7
Jezzat-ı batıne, 590
mahku'l-mahk, 597, 598, 630
la maksude i l l a hu, 1 2 1 7
lezzat-ı dünya, 590
mahlukat, 169
la mevcude illa hu, 1 21 7
lezzet-i ' akliyye, 590
Mahmud Ebu Şammat, 1 65, 235
laheti'l-'arus, 105
!isan, 591
mahsusat, 84, 355, 380, 832, 912
Lahor, 20
!isan-ı hakk, 591
mahv, 164, 260
Jahutiyyet nfuları, 209
Lisanüddin, 25
malw-ı 'ayn-ı 'abd, 603
lahz, 579, 1 1 80
Li va, 322
malw-ı erbab-ı sera' ir, 603
latif cisimler, 242
livau' l-hamd, 321
mahv-ı erbab-ı zahir, 603
latlfe, 516, 519, 579, 580, 581,
lübb, 18, 253, 557, 591, 1 1 56
malw-ı erbab-ı zavahir, 603
641, 656, 698, 751, 766, 831,
lübbü'l-lübb, 592
mahv-ı ubfıdiyyet, 603
838, 841, 991, 1 030, 1077,
Lübs [giymek}, 593
mahv-isbat, 315, 489, 599, 600,
1 1 94, 1 198, 1 270, 1 274
lübs-i hırka, 370, 371, 593, 671,
1217
latife-i insaniyye, 5 1 6, 753
702, 897
601, 602, 768, 769, 1 043 mal, 360
Latife-i rUhaniyye, 1 1 98
lübs-i murakka'a, 593
lazım-ı hakikat li zatiha, 580
lüks bir hayat, 57
Makam nedir, 195, 308, 608
lece', 581
lümem, 593
makam, 49, 159, 1 72, 234, 243,
ledünni ilham, 333, 429, 485
lümme, 328, 593
283, 313, 395, 516, 535, 604,
ledünni ilm, 2 1 0
lütf-kahr, 593
605, 606, 607, 608, 609, 610,
!esen, 5 8 1
Maiyyet [beraberlik}, 163, 604
6 1 1 , 1 1 94, 1278
leta'if, 579, 581 Leta' ifü'l-esrar, 21
M
Leta' ifü'l-işarat, 25
Ma
makam sahibi, 307, 605, 609,
fı cübbeti sivallah, 1 1 7, 257,
Leta'ifü'l-me'arif, 22
884, 950, 952, 1 1 23, 1 161,
Leta'ifü'l-minen, 21
1 1 90
611, 789, 795, 1 1 85, 1 186 makamat, 172, 455, 516, 604.• 713, 963, 1 230 makamat-ı se b' a, 455
ma' den, 595
makamat-ı sırr, 516
307, 515, 579, 581, 582, 583,
ma'dum, 596
makamat-ı yakin, 1230
584, 682, 1021, 1 1 69, 1 1 76,
ma' dumat, 596
Makam-ı Ak des, 267
levaih, , 143, 144, 150, 153, 304,
1254 Levakıhu'l-envar
fı tabakati'l
ahyar, 28 levarni', 1 43, 144, 150, 153, 515, 579, 581 , 582, 583, 584, 1021, 1 1 76, 1254 Levami'ul-Ukul, 18
ma' iyyet, 604
makam-ı beka' , 243
ma'iyyet-i me' al-halk, 604
makam-ı cem', 159
ma'lumat, 614
makam-ı ehli'l-hicab, 234
ma'na, 614
makam-ı elif, 1 59, 162
ma'rifet, 188, 391, 487, 556, 614,
makam-ı gaib, 286
615, 6 1 6, 617, 6 1 8, 619, 622, 623, 624, 625, 644, 744
makam-ı hark-ı ' ade, 535, 539 makam-ı hürriyet, 395
ma' rifet-i 'ayne'l-yakln, 626
makam-ı kalb, 516
520, 525, 534, 585, 586, 588,
ma' rifet-i hakka'l-yakln, 626
makam-ı kuvvet, 61 2
589, 654, 768, 776, 826, 1215
ma' rifetullah, 6 1 4
Makam-ı Mahmud, 203, 262,
levh, 87, 89, 125, 126, 445, 446,
Levh, arşın üzerindedir, 1 25
ma' sıyyet, 626
levh tabiri, 125
ma'-yı kuds, 595
612, 788 makam-ı mutavassıt, 604, 606
1313
indeks makam-ı müntehi, 604, 606
rnecalis-i heybet, 1139
makam-ı mürid, 604
Mecalis-i Seb'a ve Rubaiyyat,
makam-ı nılh, 612 makarn-ı tenezzül-i rabbani,
25
142, 273, 521, 658, 1 124 melekılı alemin, 2 1 7
mecanet, 630 rnecd, 1 70
613
melekut alemi, 87, 89, 96, 97,
melekılt, 43, 87, 89, 96, 97, 98, 137, 206, 217, 251, 267, 273,
makam-ı vahdet-i cfımi'a, 613
Mecdeddin
Cili, 28
283, 386, 454, 521, 571, 574,
Makam-ı velayet, 1 193
Mecdüddin Ebu'l-fütlıh Ahmed
575, 654, 655, 658, 699, 762,
makam-ı zat, 516 makamlar, 311 maksad-ı esma, 613
b., 1 7 meda, 168, 630, 657, 658, 660, 824
766, 841, 898, 1013, 1243 Melekuti alem, 96, 97 melekutun keşfi, 58
rnakt-ı kebir {ağır vebal}, 1 1 3
meda-yı esrna-yı fi'liyye, 630
Melik Zahir, 28
mal, 49
rnecma'u'l-bahreyn, 630
Malik b. Dinar"', 1070
mecma'u'l-cem', 630
melik, 124, 655
Malik b. Enes, 897
mecma'u'l-ehva', 630
Maliki mezhebi, 1 9
mecrna'u'l-ezdad, 630
malikiyye, 658
rneczılb, 631, 767, 870, 874, 1 1 25
Malikü'l-Mülk, 41, 614
meded-i vücudi, 631
Malılın, 99
medine-i hasine, 744
marifet fbilgi ve farkındalıki'
medre-i muzlime, 631 rnefatih-i guyılb, 631
207, 214 marifet de kurbete, 1212
mehabbet, 304, 631
marifet ehli, 6 1 5, 892, 1292
mehabbet ehli, 632, 694
Marifet üç çeşittir, 617
mehabbet pekişmiş irade, 638
Marifet, 53, 120
rnehabbet-i asliyye, 644
Milrifet-i insaniye, 431
mehabbeH cemal, 644
marifet-i nefs, 626
mehabbet-i Iiliahi teala, 645
Marlıf Kerru, 1020
mehabbet-i münasebet, 645
Marlıf, 430, 487
mehavif-i ' ibad, 335
masıyyet (isyan}, 52, 78, 1 1 2,
Mehdi, 645, 1208
1 44, 149, 1 81, 344, 345, 406,
mekan, 645
549, 627, 748, 773, 918, 966,
mekanet, 645
990, 991, 1 005, 1084, 1086
Mekki, 15, 241, 914
masik, 627
mekr, 646, 756, 959, 974, 1 234
masiva, 712, 728, 821, 877, 888,
mekruh, 329
955, 995, 1 274
Mektubat, 7
Masivil-yı Hakk, 245
Mektlıbat-ı Rabbani, 23
matla', 628
melaike, 179, 525, 588, 652
matiab-ı a'la, 613
melak, 646
Mfıveraünnehir, 1 9
melal, 646
me' a , 192, 366, 628, 910
melamet, 74, 129, 646, 647
me' alim-i a'lami's-sıfat, 629
melameti, 420, 647, 648, 903, 933
me' arn, 363, 629
Melameti, 525
Me'anü'l-ahbar, 24
rnelametiyye, 356, 648, 649, 650, 943, 1 139
me'asi, 626
melik-i mülk, 655 melik-i nefs, 655 melik-i rUh, 655 memdılhiyyct-i mal, 655 memsuk-ı bih, 627 rneırlslık-ı li'eelih, 627 menaih, 304, 682 menazil, 24, 655, 1 194 Menazil-i amfıl lamelierin mertebeleri},
lll
menazil-i tevvabin, 1070 Menfızilü's-sa'irin, 10, 20 mendılb, 57, 323, 329, 332, 461, 512, 569, 1217 menhec-i evvel, 656 Menza, 262, 264 menzil, 435, 441, 453, 462, 656, 1048, 1 1 98, 1266 menzile, 134, 535, 656, 909, 1 006, 1 198 menzil-i be' s, 657 menzil-i du'fı, 656 menzil-i dühur, 656 menzil-i ef'fıl, 656 menzil-i emr, 656 Menzil-i ervfıh-ı berzahiyye, 656 menzil-i hak ve'l-feze, 657 menzil-i ibtida', 657 menzil-i istihbar, 657 menzil-i kutb ve imfımeyn, 657
rne'hılz ve müsteleb, 645
melamiyye, 648, 1 139, 1 1 98
menzil-i müşahede, 657
me'rnum, 453
melankolik, 127
menzil-i nasr ve cem', 657
916
mclce', 651
men.zil-i ref'i zarar, 657
Mead korkusu, 58
melek, 652, 653
menzil-i sırrl, 657
mea'l-cühhal,
mebadi' -i nihayat, 629
mcleke, 654
Menzil-i şükr, 657
mebde'iyyet, 629
melek-i ala, 654
menzil-i takrib, 657
mebne-i tasavvuf, 1008
rnelekiyyet ve meleke, 654
men.zil-i takrir, 657
mecal-i külliyye, 629
Melekler, 108
menzil-i talim, 656
1 3 14
indeks
m enzi l - i t e del li { ini ş m e nzi l i f, 712
Mevsu'atü mustalahati'ttasavvufi'l-islami, 9
mu'cizat, 680 mu'cize, 680
menzil-i tenzih, 657
mevt, 355
Mu'tezile, 220
Meraga, 28
mevtın, 673, 674
Mu'ti, 61
meratib-i külliyye, 363, 657
Mevtın-ı hamis, 1 7 1 , 674
Muamelat, 679, 822
mer abb- i nefs, 744
Mevtın-ı riibi, 674
Muamelatta edeb, 201
meratib-i uluhiyyet, 658
Mevtın-ı sadis, 674
Muaşşeriit Risa l esi, 2 1 1
meriitib-i vüclıd, 242, 365, 369,
Mcvtın-ı salis, 1 5 1 , 674
Muavvizetfın, 1 272
mevt-i ahdar, 593, 670
MCıcizat-ı rekaib, 542
563, 658, 768 Mera t ibü'l-vüclıd ve hakikatü
kilili mevcud, 15
merbub, 824, 9 1 0, 1 136 merdudun, 98
Me vt- i ah d ar { yeşi l ölümf, 670
mevt-i ahmer, 671
Mucize, 537, 541, 543, 547
mevt-i cami, 358
mugala ta, 60, 75, 251, 375, 955 Muğni ismi, 50
mevt-i ebyaz, 671
muğterr, 335, 336
Mevt-i ebyez, 182
merhum , 53
Merihtir {Mars' tır], 666 merkez- i da'ire, 587 mertebe-i ell ata' yin, 700 mertebe-i ihsan, 455, 459 Meryem o ğl u İsa, 240 mes'ele-i gamiza, 668 mesaiik-i ceva mi'i'l-eşya', 668 mesaiik-i ceva mi'i'l-isniyye, 668 mesh, 669, 1052 Mesnevi, 7 m eşa rık-ı feth, 669
m eşa rık-ı subh, 669 meşarık-ı şems-i hakikat, 669 Meşayıh, 1 99
Meşhed, 1 6
mevt-i esved, 672
muhacir, 680
Mevt-i manevi, 560, 672
muhiidara, 95, 452, 553, 663,
mevzı' ı ibtila', 565
680, 681, 682, 683, 684, 685,
mezahir, 675
686, 706, 733, 734, 1 126,
mezheb, 675, 712, 1 062 mezkfuat, 84, 380, 833, 912 mıntıka-yı buru c, 243, 666
mi' rac, 676
meşiet lüga tte, 485 Meşkur, 1 23
701, 723, 826, 996, 1 005,
miftah-ı e vve l, 675 miftiih-ı sırr-ı kader, 675
Mevahibü' l- Hakk. 1 6 mevii l i d -i selasc, 1 9 1 meviirid, 324
1039, 1 049, 1 1 71 , 1 1 79, 1 273 muhal, 688
minessat, 629
Muhalelet tabiri, 68
Minhac, 26
M uham me d b. A l i Kettani, 632
Minhaci'l-kasidin, 2 1
Muh am me d b. Ali Tirmizi, 275,
i ' s- sü n ne Mi n h icü
ve Nakzu'l-
mantık, 23
mira', 676
mevahib, 669
muhakkik, 232, 264, 360, 386, 406, 440, 522, 6 1 3, 66 1 , 688,
mir'at-ı hazret-i iliihiyye, 678
meta li', 629
muhadese, 687
mi' rac-ı tahlil, 676
mir' at, 677
Meşra , 262
1237 muhaddesun, 687
mi'rac-ı ruhani, 677
Minh;kü'l-'abidin, 1 7
meşi'et, 669
mucibiit-ı gayret, 680
393, 527 Muhammed b.
H a fi f. 296, 405,
482, 885, 889 Muhammed b. H üseyin b.
Abdullah eş-Şerif el H abeşi, 18, 35
mira c gecesi, 250
Muhammed b. K a i d Evani, 202
misal alemi, 97, 1 51, 546, 1 1 43
Muhammed b. Musa
misbah, 678
Miskin, 226, 679
Vasıti,
1 1 07 Muhammed b. Ruveym b.
mevatın, 673
mis!, 679
mevc-i evvel, 670
misliyyet, 49 1 , 679
Muhammed b. Vasi. 6 1 7
mevc-i sani, 670
mistik, 6
Muhammed el-Gazall, 1 7
3 1 6, 360, 475, 577, 670, 1 1 23,
Mişkaı, 1 278
Muhammed! veraset, 1 28
1 1 62, 1 19 1 , 1 226
mişkat, 679
muhasebe, 1 55, 689
mevcudat, 136, 1 75, 208, 258,
mevhibe, 306, 307, 3 1 0, 386, 541 , 608, 805, 1 0 1 4, 1 287 Mevlana Halid
Bağdad!••, 27,
789, 1 269 Mevlana, 7, 1 0, 1 9, 25, 27, 38, 63,
mistik sembo ll er i , 6
Muhammed, 228
Muhammed Şehri st ani, 292
rük n ü, 690
mizan, 6 1 4, 679, 908, 1047
Muh a sebe nin dört
Mi z zi, 22
Muhasibi, 7, 1 7, 25, 26, 34,
Moğol l a r, 22 mu'akabc-i nefs ' a l a taksiriha,
689
57,
4 1 8, 546, 693, 80 1 , !)02, 9(1] , 905, 997, 1 020, 1 094,
muhiisibi yyün, (\93
1 97, 357, 739, 740, 758, 836,
mu' allim-i evvel, 679
muhazat, 693
977, 1 019, 1 1 1 7, 1 1 55, 1 270
mu'ayene, 679
m uhbit lın, 693
ı 1 01
1315
indeks
muhdes, 1 33, 296, 503, 693, 1053, ı 1 10
muhibb, 1 1 2, 1 1 8, 639, 643, 693, 695, 1085, 1 25 1
Muhtasaru m inhaci' l-kasidin, 21
mutasavvıf, 1 83, 446, 702, 862,
müferric-i ehzan, 706
863, 920, 921, 922, 923, 924,
müferric-i kürlıb, 706
925, 926, 927, 928, 929, 930,
müfeyyiz, 706
931, 932, 933, 934, 935, 936,
mühec, 1 54, 706
937, 938, 975, 980, 1 0 1 0,
Müheymin ismi, 5 1
1 0 1 8, 1020
müheyyemun, 706
M uhyi mertebesi, 477
mutasavvıfların ahlakı, 74
mühlikiıt, 71 1
Muhyiddin Ara bi, 257, 573
mutavassıt/mutavassıtlın, 713
mükafeha, 241
Muhyiddin b. A rabi, 1 08, 257,
mutedil !dengeli}, 60, 73, 75
inancı, 63
553, 563, 952, 1 120, 1 122,
Miltezile
1 1 23, 1 1 59, 1 1 6 1 , 1 1 90, 1 277
muti {itaat eden}, 98, 1 57
mükaleıne, 426, 1 027 mükaşefat, 706 mükaşefe, 1 82, 272, 297, 3 1 7,
mutlak, 702
443, 452, 458, 5 1 9, 553, 560,
Abdülkadir b. Ebi Salih
Mutlak Nefs, 96
564, 680, 681 , 682, 683, 684,
Musa Zengidost el-Geylani,
mutlak vücud, 1 53, 465
685, 686, 706, 733, 734, 1 230,
15
Mutlak Vücud, 66, 125, 659,
1 237, 1 26 1
Muhyiddin Ebu Muhammed
Muizz ismi, 50
672, 790, 1 223, 1248
mukarrablın, 202, 992 mukarrabunwı açlı ğı, 44
mutmain nefs-i natıka-i mutmainne, 99
mükaşefe-i ' i lm-mükaşefe bi' l · vecd, 680 ınükiişefe-i hal, 680
mutmeinnc, 1 22, 520, 1 227
ınükemmil, 523, 706
2 6 1 , 386, 538, 688, 71 1 , 920,
muttala', 628
m üke vkeb feleği, 243, 666
93 1 , 936, 1 005, 1 034, 1039,
Muvaffakuddin İbn Kudame,
Mükevvin { Yaratan!, 1 61
mukarreb, 1 1 8, 1 35, 232, 234,
1 273
21
Mukarreb melekler, 1 92
Muzaffer Kırmısini', 223
mukarrebun, 1 9 1 , 1 92, 852, 1 204
muztarr, 225
m ükteseb {sonradan elde edilen}, 81 mülk, 98
mukin, 1 1 8, 695
Mü' min hal sahibi, 1 1 8
mülk-i mutlak, 706
Muksit, 202, 2 1 2, 2 1 3, 439
mübah, 329
Mülkiyyet, 147
muktesid, 695, 1204, 1 2 1 4
mübahat, 670, 702
mümedd-i himem, 707
munkata'ı'l-işarat, 1 2 4 8
müb5hat fi' d-dünya, 702
Mün'im, 65
munkatı'-ı vahdan!, 695
mübaya'a, 703
müna, 249, 707
mınad, 695
mübda, 1 4 6
münacat, 171, 1 98, 342, 616, 696,
mınakabe (kontrol}, 236, 304
Mübdi, 9 9 , 143, 1 46, 1 6 2 , 2 1 3,
mınakabe Jilbih, 695 murakabe-i hullet-i ibrahimiyye, 700
433
707, 709, 869, 1058, 1 144
Münafese, 323
mübteğa, 249, 707
münasebet-i zati yye, 71 1
mücadele, 22, 323, 608, 62B, 655,
münasefe, 71 1
657, 680, 703, 704, 705, 828,
münazele, 656
852, 858, 860, 915, 920, 931,
münca, 711
mınakabe-i zat, 700, 1 030, 1031
1031, 1038, 1 044, 1 067, 1071,
münecciyat, 711
murakabetull ah, 695
1094, 1290
mınakabe-i mehabbet; şarib, 631
münnet ve minnet, 71 1 Müntakim, 65, 274
m urakebe, 1 2 8 1
mücahedat, 210, 273, 703
murakka'a, 371, 593, 671, 701
mücahedat-ı mür! d, 703
murakka'at, 371, 593, 671, 701
mücahede, 703, 704
münteha-yı ma'rife, 71 2
münteha, 249, 707, 9 1 2
Murcia, 20
mücahid, 680, 8 1 0, 81 1
müntesib, 71 2
musal li, 866
mücahid-i sarih, 705
mürekkebat, 71 2
musavviriyyet, 5 1
müceddidiyye, 737
musibet, 5 1
Mücerred, 1292
mürekkebat-ı i l mi yye , 712
Mücerred ruhlar, 96
mürekkebat-ı nuni.ni yve, 71 2
muslihler, 53 Mustafa Neca,
262, 981, 1 1 26
m ustasvif, 1 83, 446, 702, 863,
ınürekkebfıt-ı cisınanivve, 712
Mücib ismi, 51
mürekkeb5t-ı rlıh a ni yye, 7 1 2
müdarat ve müdahene, 705
mürekkebat-ı sem'iyye, 71 2
920, 92 1 , 922, 923, 924, 925,
Müdebbir, 1 86
müridiin-ı ahiret, 71 3
926, 927, 928, 930, 93 1 , 932,
ınüdekkık, 705
mürid-i sadık, 713, 727
933. 934, 935, 936, 937, 938,
ınüfaviz, 1 54
müridin halveti, 320
9HO, 1 020
müfazale, 705, 706, 1 263
Müridin vakiesi, 266
indeks
1316
müzahat beyne' ş-şu' un ve'l
Mürsiye, 20 mürşid, 205, 3 1 8, 370, 701, 731, 738, 740, 973, 978, 1 2 73
mürlı'et, 732
haka'ik, 735 M üzi ll ismi, 52
5 1 1 ' 5 1 7, 520, 525, .5 34, 549,
ınüznibıin, 1 1 0
562, 566, 574, 576, 578, 580. 584, 588, 592, 607, 6 1 5 , 64 1 ,
mürüvvet, 1 65, 2 9 1 , 397, 453,
N
680, 747, 931 , 1 2 8 1
müsafir, 732 m üsamaha, 75, 276, 342, 408, 4 1 3, 732, 932
müsbit-i cerih, 732 Müslümanların imaını !devlet başka nı] , 570
653, 655, 662. 677, 681 , 1>89, 703, 738, 749, 750, 779, 780,
na' lan, 5 1 4, 737
791, 796, 799, 8 1 8, 820, 825,
na'leyn, 5 1 4, 737
826, 852, 854, 857, 859, 867.
na't, 741
876, 893, 895, 907, 9 1 2 , 930,
Na d r b. Şumeyl, 105 nahiv, 15, 1 7, 2 1 , 257, 430, 442, 952, 1 1 23, 1 16 1 , 1 1 90
müstağis, 733 m üstağni, 55, 134, 159, 230, 232, 408, 449, 650, 670, 759, 784, 825, 829, 884, 893, 920, 1 002,
ı 0 1 4, 1 136. 1 1 76, 1232, 1 258, 1 266
müstağrak b i mehabbetillah, 732
müste'nis, 1 1 8
1071, 1083, 1 084, 1 085, 1 086, 1 08 7, 1 1 02, 1 1 27, 1 1 29, 1 1 3 1 ,
nakşbend, 737 N akşibendi, 1 7, 491 , 700, 740, 1 1 20, 1 159, 1 274
761, 765, 1 085, 1 282
tabi at, 360
nefs-i kanı i l e,
741, 865, 932, 1 009, 1 0 1 4,
m üstened-i ma' rife, 733
1 247,
nefs-i i nsaniyye, 69. 744
nasihat, 99, 195, 3 1 2, 333, 6 1 1 ,
m üstenbetat, 496
1235,
nefs-i emmare, 5 1 7, 744, 748,
nas fi'l-edeb, 1 92
müstemi', 735
1 2 1 5, 1227, 1 233,
1293
nakz-ı 'ahd, 740
nari
1 1 32, 1 1 39, 1 1 75, 1 2 l ll, 1 21 3 .
1 265, 1 268, 1 271 , 1 280, 1 29 1 ,
Nakşibendiyye, 3 1 2, 737
nar, 1 70
m üstemi', 891
948, 956, 95B, 959, 960, 9(ı2, 967, 971, 977, 978, 989, 999, 1006, 1 0 1 0, 1 014, 1 05 1 , 1 052,
Naim !nimetler}, 1 40, 773 nakru'l-hatır, 328, 329
namus, 741, 966
müstehlik. 733
460, 468, 471, 473, 476, 477, 479, 483, 48� 495, 507, 509,
744
nefs-i kül!, 88 nefs-i külli, 83, 1 2 5 nefs-i külliye, 768. 1 237
1 1 77, 1 229, 1 281
nefs-i levvame, 744, 765, 766,
m üsterih, 733
Nasrabazi, 1 1 7, 275, 999, 1282
m üşilhed, 325
naslıt, 741, 840
Müşahede-i cemal, 1 66, 733
nazar, 269
nefs-i m utmainne, 520, 744, 748,
m üşahl"de-i hakk, 734
nebat, 742
749, 760, 765, 766, 839, 1 084,
m ü şahede-i
murakıbin,
734
839
1 1 30
Nebhimi, 26
nefs-i mülh iıne, 744, 765.
müşrif-i zama' ir, 734
nebiyy-i melik, 742 necdet, 742
neis-i natıka, 99, 28 1 , 523, 74-1,
m ü tala'a, 734
Necmeddin Muhammed
m üşaratat-ı nefs, 78
mütalaa manası na, 272
Mevsıli,
b. Şiii
314
839
837, 1 215, 1 270
nefs-i saliha, 744
necva, 742
netsin ordusu, 81
nedb, 329
nefy, 768
müteferrid, 1 1 15
nedem, 742
nefy-isbat, 3 1 5, 489, 599, 768,
mütehabbun, 1 1 0
Nefehatü'I-Hakk, ı 6
mütehakkık bi'l-hakk ve'l-halk,
nefes, 743
nefyü'l-'izz, 1 067
müteahhirin, 545
Müteal,
61
769, 1 043
nefes-i i l ahi, 744
nehy-i 'an keşfi' l -burku', 768
mütehakkık bi' l-hakk, 734
nefes-i rahmani, 6 1 3, 744
nenıınıe, 768
m ü tchayyil iit, 84, 380, 832, 833,
nefh, 1 8 7, 753
Nevadiru'l-usül,
nefs ba'de's-salah, 744
nevafil, 769
735
912
Mütekellim ler, 2 1 3 mütesenımi', 735, 891
nefs, 9, 76, 81, 85, 86, 91, 102,
neval, 356, 770
l l l, 1 24, 125, 130, 1 4 1 , 144,
Nevevi, 26 nevme, 770
müteşerri', 735
1 49, 1 68, 1 79, 1 91 , 220, 231,
m ütevazi kişiler, 73
245, 265, 272, 277, 290, 305,
ney!, 771
mütezehhid, 862, 929, 1 285,
3 1 1 , 3 1 9, 325, 328, 333, 337,
neyyiran, 776
339, 352, 356, 367, 376, 380,
ni'met, 772, 773
392, 427, 430, 433, 445, 456,
n.i fak, 21 , 771
1 289
müvellcdat. 89
1H
indeks
1317
onursuzluk, 73
793, 794, 867, 868, 965, 980,
otuz, 43
990, 1 0 1 3, 1020, 1023, 1 097,
nimet, 54
ö
1 266, 1 2S 1 rahmet-İ İmtinani yye, 794
nimetlendirme, 1 69
öğrenme, 58
rahmet-İ
nisa', 774
öğrctme, 58
Raih {yürüyen}, 2 9
N ihayat, 1 1 8, 1 65, 2 1 o, 262, 771, 1034, 1 126
1 1 35, 1 1 88, 1 1 94 . 1 209, 1 21 5,
ni kah -ı sari fi cemi'i' z-zerari' 535, 772
v ücCı d i vve, 794
0
Rakib i sm i, 53, 795
nisbet, 774 Nişablır, 24 Niyetin anahtarı, 803 niyyet, 774
rakib, 700, 794, 1 1 45
p Pencab, 23
rakika, 796 rakim, 205, 206, 972
pişrev, 453
raks, 796, 1062
Niziimülmülk, 1 9
rakve { deri su kabı}, 24 1 . 7%
nokta, 776
R
rakvc, 796
N iza rniye Medreseleri, 1 7
N uh b. M ansiır, 22 nubbii-yı slıfiyye, 1 �44 nukat, 776
rabb, 787
nCır i lk e si, 88 nCır, 209, 776, 777, 778, 779, 780, 781 nCı ran/nCıreyn, 783 N Cıraniyyet, 1 58, 830 nCırdan bir sürCı r . 1 88 N urettin Ö dü l, 4, 1 0 nCır-ı ahkiim, 782
evvel, 783
nCır-ı i l ahi, 587, 589
nCır-ı i man, 455
nCır-ı i sl am, 455 nCır-ı kalb, 783 nCır-ı muhammedi, 525, 783 nCıri yyCın, 784
nCırla hi da yet, 5 2 n Cı r u' l' akl, 776
n Cı ru' l-envar, 4lJ8, 784 nübüvvet-risalet, 687, 784, B l 3, 1 1 8 1 , 1 1 83 N üceba, 1 243 n üce bii'
Rabb i smi, 1 08, 1 69, 787, 793, 1 250
nCın, 776
nCır-ı ibdii'i-yı
ra'i, 794
ve n ü kaba', 784
nüfCıs, 26, 76, 658, 744, 1 006
nüfus-ı be şeri yyc, 744
n üh a {zihinJ, 79 nühlıs.. 5 1 6
N ükabii, 784, 785, 1 243 nükul, 786
Rabbani ha t ı r, 330, 333 rabbü'I-'İzzet, 788 rabbü'l-erbab, 787 Rabbü'l-erbab, 96, 787 rabıta, 133, 579, 788, 789, 1 270 rabıta-yı kalbi yye, 788 Rabia, 361, 562, 707, 709, 800, 801, 804, 809, 890, 1 070, 1 073 Rabiatü'I-Adeviyye, 26, 170, 1 7 1 , 243, 263, 295, 399, 789 ra ci' Cı n, 790 racCın, 335 radi', 790 ra ğbet-reh bet, 790, 799 rahe-yerCıhu, 209 rahim, 53 Rahim ismi, 91, 1 08, 1 69, 274' 7S7, 793, 1 250 Rahmiin i sm i, 6 1 , 1 08, 2 1 2, 477, 787, 792, 793, 1 250 Rahmani i stİ va, 1 2 5 Rahmani sırlar, 207, 2 1 4 rahmaniyyet, 408, 793, 896, 1 1 34, 1 1 35 rahman-rahim, 791 rahmet, 42, 48, 53, 96, 97, 1 o9, 1 1 1, 1 49, 1 66, 167, 1 69, 1 91 , 273, 336, 375, 391, 408, 4 1 9,
o
479, 490, 509, 5 1 1 , 5 1 7, 548,
oburluk zekayı öldürür, 1 82 , 672 On uncu Akıl, 89, 243
560, 570, 577, 593, 627, 642, 645, 646, 657, 658, 672, 733, 737, 745, 752, 773, 791, 792,
ramazan, 79h Ramsay Wright, 83 RamCızü' l-eha dis, 1 8 rasih fi'l-'ilm, 1 92 ra vh
ve tera vvuh, 796
ravza, 796
Ravzatü't-ta' rif bi'l-hubbi' şşe ri i, 2 5
razı {rıza sahibi), 224 razi, 2 2 1 razi yye, 76, 1 22, 744, 767, 7&S, 1006, 1 202, 1227 Rebi b.
H a y sem, 284
recfı { ümi di . 1 92, 204, 2 9 1 , 340, 745, 797, 1 086, 1 1 40 Reca üç kısırr1dır, 33\l, 3 4 1 , 350 redı-yı ka zi b, 336
recebi yyCı n, 798
receb-şa'ban-rarnazfm, 796. 797, 947 redie { düşük ahl fıkla ri, 70 ref' -i hi cii b, 555, 798
Refik e l - Acem' i n, 9 refref-i a ' l a, 798 refretler a l em i, 1 35
rehbet, 270, 479, 606, 7lJO, 7Y9, 889, 989, 1 082, 1 1 05 Reis EbCı Ali, 482 remz, 799 Resa'i l ü İ hvani' s-Sala, 23 res h, 1 05 1 , 1 05 2 Resulullah'ın>ıs naibi, 1 1 8 retk. 266, 689, 799
re yn/ ra n, 78, 799, BhO reyy, 307, 384, 443, 642, 799, 988, 1 253, 1 254, 1 255, 1 2 56, 1 257 rezile tü' n-noksan, 800
indeks
1 3 18
rezzaki yyet, 169 rezzak-razık, 800 Rı fat Resul Sevinç, 4, 1 0 rı zii, 70, 800 Rıza ehli üç derecedir, 801 Rıza ve suht {kızma, içerleme}, 804 Rızaullah, 802 Ri' iiye, 1 7, 34, 57 ri'iiye li hukuki'll.ih, 810 ri' ayet, 81 o ribat, 8 1 0, 8 1 1 , 1 045 Rical-i besabis, 8 1 2 Rical-i eyyam- i sitt, 8 1 2 Rical-i iştiyak, 8 1 2 Rical-i ma, 8 1 2 Rical-i tahti'l-esfel, 8 1 3 Ricalullah üçe ayrılır, 56 ricalullah, 508, 8 1 1 , 885, 1 244 ricalü 'alemi'l-enfas, 811 ricalü'l-besabis, 8 1 1 ricalü'l-eyyami' s-s-silt, 81 1
riciil ü'l-feth, 265, 8 1 1 ri calü'l gayb, 8 1 1 , 8 1 2 Rica l ü'l-gayb, 8 1 2 ricalü'l-iştiyak, 8 1 1 ricalü'l-ma', 8 1 1 riciilü't-tahti' l-esfel, 8 1 1 rida', 8 1 3 Rifailer, 2 2 rih-i hatır, 324, 813 Rih-i hatır-ı meleki, 331 Rih-i hatır-ı nefsani, 331 Rih-i hatır-ı Rahmani, 331 Rih-i hatır-ı şeytani, 332 Rihle i le'I-Hakk, 1 6 risiilet, 8 1 3 Risaletü esviiti ecnihati Cebra'il, 28 Risaletü rlıhi'l-kuds li muhasebcti'n-nefs, 21 Risaletü'l-müsterşidin, 26 Risale t ü' t - t a yr, 22 riva yet, 452 Riya, 57, 8 1 6 r iy a m i n ahlaki' l-rnezml:ıme, 813 riyaset, 504, 71 7, 8 1 8, 973, 1 283, 1 286, 1 289 riya-yı 'arifin, 4 1 4, 8 1 3 ri ya zat, 1 44, 2 1 0, 604, 609, 8 1 8 -
riyazct yo l uyl a, 73, 3 1 7, 554, 748, 764, 819, 881 Riyazet, 1 282 riyazet, s, 28, 57, 73, 76, 1 2 1 , 1 22, 1 44, 1 S4, 1 55, 1 8 1 , 195, 210, 226, 3 1 7, 342, 434, 480, 487, 549, 5S4, 580, 608, 717, 723, 748, 758, 763, 764, 802, 8 1 8, 8 1 9, 820, 821, 8SO, 871, 881, 943, 944, 963, 973, 1 003, 1006, 1007, 1023, 1 043, 1 1 1 2, 1 244, 1 267, 1 290 riyazet-i sıbyan, 823 Riyazu's-salihin, 26 Rize, 18 ru' Cm et, 844 ru'us-ı mefatin-i zulmet, 844 Rublıbi yyet, 54, 1 47, 823 ruh, 825 ruharu bir şahıs, 43, 44 ruhsat, 842 ruhsata sarılmak, 224 Rlıhü'l-Kudüs, 92, 1 58, 208, 465, 770, 829, 830, 839, 841 , 1 132 rukümü'l-' ulıln1, 844 rusum, 69, 163, 374, 392, 1062, 1216 ruslımü'l-'ulum, 844 rutebu' l-esma, 787 ruv' -i nefsi, 845 Ruveyrn- i Ba ğ dadi, 1 2 1 , 1 283 rü'ya, 846 rü'yet, 847 rücu { dönüş}, 1 255 rütbetü'l-fa'izin, 845 rütbetü'l-halikin, 84S rütbetü' l-mu'azzebin, 846 rütbetü'n-nacin, 846
s sa, 849 sa' adet .. 849, 850 sa' adet-i nefs, 850 sa' adet-i uhreviyye, 851 sa' k, 866 sa'ibat, 86S sa'imun, 1 1 0 saba, 1 8S, S06, 851 sababet, 483, 851 sabır, S, 43, 54, S9, 60, 70, 73, 7S, 77, 1 48, 1 49, 1 78, 1 88, 232,
308, 321, 351, 409, 413, 414, 5 1 1 , 5 1 6, 60S, 642, 64S, 723, 803, 808, 849, 8S5, 856, 8S7, 9 1 4, 9 1 S, 920,
366, 386, 405, 447, 458, 488, 606, 627, 635, 75 1 , 773, 786, 8S2, 853, 854, 858, 8S9, 860, 930, 932, 937,
9S3, 954, 955, 970, 985, 986, 987, 990, 1 000, 1 003, 1 005, 1 0 1 3, 1 01 7, 1 039, 1 040, 1 043, 1088, 1 096, 1 098, 1 1 00, 1 1 30, 1 237, 1 242, 1 243, 1273, 1 28 1 , 1 28S, 1 29 1 sabihu'l-vech, 8 5 1 sabik li'l-hayrat 8S1 sabika, 8S1, 1 1 74 sabikun, 1 204 sabikun, 191, 8S2 sabit yıldı zl a r, 243 sabr, 852 saçıp sa vurma, 73 Sad Meydan, 20 Sadat-ı Nakşibendiyye, 1 274 Sade d din Taftazani, 645 Sadık, 226 sadr, 5 1 6, 5 1 7, S 1 8, S 1 9, S23, 841, 852, 8S5, 858, 861 Sadreddin Konevi, 20 safa' dan gelir, 936 safa' -yı nefs, 744 safa-yı kal b, 680 saff-ı evvel, 937 safvet, 229, 3 1 7, 634, 863, 864 sahi, 1 257 sahib, 864 sahib-i istidrae, S3S, 544 sahib-i makam, 604 sahib-i vakt ve hal, 570, 865 sahib- i zarnan, S70, 865 Sahibu'l-harem, 1 1 8 1 Sahib-zad, 27 Sahib-zade Mehmed Es' ad b. Mahmud el-Osman! ed Dımeşki eş-Şehrez Cıri el Kürdi en-N akşibendi, 27 sahk, 86S, 1 247 saJw, 147, 1 S2, 1 83, 1 93, 281, 283 287, 297, 298, 31 1, 342, 352, 391, 606, 6 1 3, 643, 676, 692, 865, 882, 883, 884, 885, 886, 887, 888, 889, 890, 892, 9S1 ,
1319
indeks
1061 , 1 076, 1 141 , 1 1 73, 1 174,
Sehl b. Abdullah (Tüsteril, 1 8,
Semnlın-ı Muhibb, 1 98
71, 74, 1 8 ı . ı 85, 224, 232,
semra', 897
said, 68, 227, 299, 657, 785
275, 305, 393, 4 1 9, 420, 421,
semseme, 897
sakin-i ri b, 81 o
425, 435, 441, 635, 856, 863,
sena, 1 70
881, 924, 926, 934, 937, 939,
sena' -yı zat, 1245
salah-ı kalb, 866
942, 1 0 1 1 , 101 8, 1 0 1 9, 1 072,
sened-i tel kın, 897
salat, 258, 262, 461, 473, 561 ,
1 075, 1 090, 1 09 1 , 1 1 39, 1 2 1 1
senevi yye, 897
1 1 75, 1 1 89, 1 1 90, 1 193, 1 253
Salahaddin
Eyylı bi, 28
660, 788, 850, 866, 867, 1 01 4,
Sehl, 1232
seniyyü'l-ceberılt, 898
1 0 1 8, 1209, 1 261, 1 265
Sehlegi, 1 6
sera' ir-i asar, 898
sa15t - ı hassa, 866
sehliyylın, 881
sereyan (füylızat, akış}. 1 1 2ı
Salih amel, 1 10
sekaleyn,
Seri, 1 1 7, 372, 396, 400, 4 1 9, 421,
salih kullar, 56
seki net, 201, 244, 881, 882, 932,
77
565, 805, 862, 923. 939, 969.
Salih Sabri Y avuz, 4, 1 0
1 039, 1 067, ı 1 30, 1 1 46, 1 1 67,
1 0 1 0. 1 0 ı 9, 1 020, 1047, 1 063,
salihat-ı fazılat, 869
1 1 82, 1 266, ı 281
ı 075, 1 089, ı o'IO, 1 091 , 1 097, ı 266, ı 283
Salihi kelime, 237
sekiz melek, ı 24
salik li tariki'l-ahiret, 870
Sekizinci felek, 241
Seri Sakat!, 545, 1 232, 1 279. 1 291
salik/saliklın, 731, 870
sekr, 1 6, 1 9, 20, 1 1 7, 147, 152,
Serrac, 27
Salimiyye mektebi, 1 6
ı 64, 1 65, 1 93, 245, 260, 262,
setii'ir, 898
salsale-i ceres, ı 72, 874
28 1 . 287, 297, 298, 308, 3ı 1,
setr, 898
sam kılıcı, 240
342, 352, 386, 404, 446, 498,
sevab-'i kab, 426, t\98
Samiini hükümdarı, 22
676, 865, 882, 883, 884, 885,
sevad-ı vech fi' d-darevn,
Samed ! ki m seye ihtiyacı
886, 887, 888, 889, 890, 949,
Scvanih, 10, 1 7, 34, 1 30. 1 3 1 ,
olmayan}. 6 1 , 102, 874 samedi yyet, 6 1 6, 618, 626, 793, 874, 1 1 35 samt, 871 , 875, 1 074
Sa ni !Yaratıcı}. 99
950, 951, 952, 1 02 1 , 1058, 1 076, 1 120, 1 1 37, 1 160, 1 169, 1 1 73, 1 174, 1 1 75, 1 1 89, 1 190, 1253
383, 499, 500, 501 , 636, 647, 950 Sevanihu'l- uşşiik, 1 7 sev d ai bir hastalık.
sekran, 882, 886, 1 253, 1 257
seyr, 899
ı 27
sekr-i 'ak li, 882
seyyah, 57, 899
624, 680, 728, 760, 842, 952,
selamet mine' d-dünya, 890
seyyariyylın, 899
960, ı 0 1 5, 1064, 1 072, ı ı 23,
selasü büdlır, 146
seyyid manasına, ı 05
1 ı 61, 1 1 90
selb-i nefs, 192
seyyid-i es' ad, 899
sarf, 17, 228, 232, 257, 323, 405,
898
sari' -i tarih, 876
selb-i rlıh, 192
Sıbgatullah, 253, 1 1 56
Satanizm, 6
Selçuklu Devleti, 24
sıddik, 1 42, 201 , 3 27, 422, 899,
satvet, 868, 876
sem', 890
savab-ı zann, 78
Sema üç t ürdür, 892
savami'-i zikr, 876
sema' -ı ilahi-sema'-ı rlıhani, 891
savarif, 876
sema' -yı ' utiirid, 658
savlet,
877
sema' -yı behram, 658
900, 987, ı 208 sıddikıyyet, 899, 957, 1 086
Sıddik-i Ekber, 255 1 Bak
Ebu Bekir)
riz.
sıddikiyye, 737
savm/sıyam, 877
sema' -yı kamer, 658
sıddikiyyet fıtratı, 76
savm-ı h usus, 877
sema' -yı müşteri, 658
sı dk, 70, 900
savm-ı huslıs-i h uslıs, 877
sema' -yı şe ms, 658
sıdk fi'l-a'mal, 900
savt-ı ecnihat-i cebn3'il, 878
sema' -yı zühal, 658
Sıdk fi'l-azm, 903
savurganlık, 60, 75
sema' -yı zühre, 658
sıdk fi'n-niyye ve' i - i rade, 900
se' a-yı kal b, 878
semahat (cömertlik ve
Seb'i Mesani, 239
hoşgörü}. 1 83, 880
sıdk ile te'yid, 57 sıdk-ı 'azın, 900
se bat, 75, 878
Sema-yı Behram, 666
sıdk-ı hubb. 76, 1 006
sefer, 878
Sema-yı Müşteri, 666
sıdk-ı nur, 906
sefer- i fıtri, 879
Sema-yı Şems, 666
sıf at/sıfat, 906
seha', 880
Sema-yı Zühal, 666
sıfat-ı zahir, 907
sehab, 881
semere-i 'ilm, 430
sıhhat, 49
sehavet, 881
semere-i fikr, 268
sıkıntı, 71
seher, 881
Semnlın, 222
sır, 89
1 320
indeks
sır ve keş fle ri, 57 sırat-ı müstakim. 494, 907, 1 050, 1 087, 1 234 Sırat-ı müstakime süluk, 97 sırlar ilmi, 308, 437, 438 sırları açan, 208 sırların
(iç dünyaların}. 1 93,
6 1 5, 687 sırr, 1 1 4, 1 1 6. 1 20, 366, 405, 580,
slıf. 861, 9 1 9, 922, 924, 925, 927, 930, 932, 935, 936, 938, 1 01 1 , 1 0 1 4. 1 0 1 6. 1 0 1 8 suffe, 91 9, 923, 925
(Bnk: As/ınb-1
Sııff�. Ehl-i Sıiffe!
süfı, 920, 9 2 1 , 922, 923, 924, 925,
Süfyan b. Uyeyne ...;;� . 399 Süfyan Sev ri dJ'-. 62/l, S ühreverdi, 2 4 , 27 Sühreverdiyi Maktul, 23, 28 Sükkeriyye Darülhadisi, 22
926, 927, 928, 930, 931, 932,
süklın, 1281
933, 934, 935, 936, 937, 938
süklın v e sükut, 942
Slıfıler, 5, 6, 23, 4 1 , 1 0 1 , 102, 1 03,
Sülemi. 20, 24 S ül eymani keli me, 238
675, 789, 835, 852, 855, 908,
1 1 1 , 140, 148, 1 6 L 1 93, 2 1 0.
909, 9 1 0, 9 1 1 , 995, 1 1 80,
246, 286, 302, 309, 3 1 0, 326,
S ül eyman iye
1 200, 1 270
32� 396, 400, 404, 464, 480,
swuk, 942, 1 271
Ca mii, 1 7
Sırr-ı hakikat, 909
495, 520, 536, 546, 579, 593,
sülüvv, 945
Sırr-ı ilm, 909
634, 658, 688, 749, 774, 804,
sünen, 235
Sırr-ı k ader, 5 1 4, 9 1 0
862, 863, 887, 908. 922, 923,
sünnet, 235, 945
sırr-ı mücerred, 366, 9 1 0
925, 927, 928, 938, 939, 942,
sırr-ı rublıbiyyet, 9 1 0
951 , 965, 988, 992, 993, 1 01 0,
S ünnet-i
Sırr-ı sır, 908
1 0 1 2, 1 0 1 9, 1 0 20, 1 046, 1 048,
sürur, 945
1049, 1 090, 1 1 13, 1 1 5 1 , l l 58.
Süryani dilinde, 295
1 1 68, 1 1 69, 1 1 73, 1 1 89, 1 209.
Süryanice, 41>5
sırr-ı sırr-ı sırrın
rublıbiyyet, 9 1 1
( i ç d üny an ın\ , 325
sırrın (kalbin}, 320. 1 009 sırrın bab a sı, 978
sufilerin fakn, 230 sufilerin yolu, 74
Siccin, 85, 833
s u fiyye, 446
Sicistan, 1 9
Su-i hulukun !kötü ahlakın i
912
alameti, 70 sukut ! düşmek}. 368, 638
sidre-i münteha, 91 2
suküt-ı i'tibarat, 939
Sihir, 538, 541, 547, 9 1 3
sultan, 283
Sihirle keramet arasındaki fark,
sultan-ı nuri, 939
54 1 , 9 1 3 sihr, 538, 9 1 3 s ih r i yyet, 9 1 4
sultan-ı
zi k r, 1 259
Sultanü'l-ulema Bahaüddin Veled, 25
sika, 453, 679, 9 1 4
suret-i hakk, 940
simya', 446, 9 1 4
suret-i ilah, 940
sirac, 9 1 4
suret-i irade, 940
siva, 48, 52, 94, 259, 9 1 4, 1 1 91,
suret-i süluk, 7 1 3, 723, 942, 943
1250
susmak, 44, 1 81
siyah kan, 5 1 9
suver-i hakk, 940
siyasetteki adalet, 6 0
Suy ufiyyc medrcsesi, 547
sofesta' i yve. 9 1 4
Sübbuh, 562, 668
Sofya vi, 2 7
Sübhanallahi velhamdü l i l l ahi,
Sohbet mca' l-esagir, 9 1 5 Sohbet mea'l-i hva, 9 1 5 sohbet, 9 1 4
1217 Sübhani m a azamü şani, 1 1 7, 884, 950
Sokra t , 426, 850
Sübki, 2 1 , 22, 544, 547
sonrada n olma, 47
sübüt, 941
su, 89, 96, 1 270
sübühatü'l-vech, 940
su' al-i ha zreteyn. 9 1 8 sual ( i stemek } , 508
sünnete uymak, 953
Seniye. 1 242
1 248, 1 255, 1 264, 1 265
Sının makaml arı, 5 1 9
sidre, 80, 85, 207, 2 1 4, 833, 9 1 1 ,
800. 1 2!!3,
1 29 1
sücüd-ı k a l b, 941 südef, 942
ş
şa' ban, 947 Şa' raviyye, 28 Şafii mezhebi, 1 5, 2H Şafii Zevneddin Faruki, 544 Şah Kirmani, 70 Şah Şu ca
K i rma ni, 341
Şahıd, 1 1 4, 947 şaki, 68, 299, 363, 657, 750. 7H5, 823, 1 266 Şa ki k Bel hi, 1 283 Şam, 1 6, 28 şamata, 73 şarab-ı hubb, 382, 384 Şarfıni, 28 şatah, 74. 488, 948, 949, 950, 992 şath, 1 003 şa t hiye, 1 6
3fı 1 , 72�. � 1 8,
Şazeli, 17, 2 1 , 2H, 297, 334, 465, 478, 641 , 642, 1 256, 1 257 Şazeli yyc tari ka t i,
lo
Şazeliyye, 31 2, 952 şe' f, 956 şe' n-i sırf, 66, 65�, 1 223 şebabet. 953 şebh, 656, 953 şecii' at. 60, 72, 954 şeca' at-i h avass, 954
1321
indeks
şuhud, 164, 243, 245,
259,
260.
şeca'at-i siilihin, 954
774, 8 1 3, 893, 894, 913, ':152,
şecere, 955
963, 973, 974, 975, 976, 977,
283, 284, 302, 382, 390, 408,
şecere-i ahadiyyet, 955
978, 979, 1019, 1 047, 1061,
485, 563, 568, 569, 626, 947,
şedid, 956
1067, 1 098, 1 1 01 , 1 120, 1150,
948, 963, 965, 981, 1033,
şedid-i m i rre-i kasıme, 956
1 1 59, 1 1 6 1 , 1 1 67, 1 1 83, 1 290
1 1 51, 1 152, 1 1 53, 1 1 54, 1 1 55,
Şefik Can, 197
Şeyh Ahmed Ervadi, 1 7
şefkat, 99, 166, 388, 408, 4 1 5,
Şeyh Cemiiledd!n, 225
690, 719, 720, 9 1 5, 9 1 6, 918,
Şeyh Ebu İshak Şirazi, 546
931 , 932, 956, 973, 1 068,
Şeyh Ebu Kasım, 1086
1069, 1 1 79, 1 1 94, 1 281
Şeyh Ebu Med yen, 1 98
1 1 56, 1 1 57, 1 1 5!l , 1 1 59. 1 1 60 şuhud-ı mufassal fi'l-m ücınel, 981
fi'l-m ufassal,
şuhud-ı mücınel 981
şegai, 1 30, 956
Şeyh Ebu'I-Abbas Mürsi, 546
şurut-ı tevbe, 1 070
şehadet alemi, 97, 1 73, 273, 282,
Şeyh Ebu'l-Hasen, 198
şuun l i ş, fiil ya da durum}, 1 '1 0
Şeyh Halid es-Saidi. 17
şuylıh, 78
şehadet, 2 8 1 , 957
Şeyh Muhyiddin b. Arabi, 1 1 90
Şübühat, 1 21 3
şeh iimet, 957
Şeyh Muhyiddin, 1 1 60, 1 224
şükr, 981
Şehidetü'l-' aşki'l-ilalü, 27, 34
Şeyh Osman Efendi, 1 7
şükür, 70
Şehristiini, 292
Şeyh S adi, 1 97
şürb, 1 253, 1254, 1 255, 1 25h,
şehvet, 72, 957
Şeyh Şihabeddin Sühreverdi-yi
363, 521, 658, 749, 945
şehvet kuvvetleri, 59, 72
Maktul, 741
1 257 şürb-i kulub mine' s-sema', 891
Şekur, 2 1 3, 353, 464, 985, 986
şeyh-i metbu', 973
şürb-şarib, 988
Şems-i du ha, 242, 796
Şeyh-i Nuri, 741
şürud, 988
Şems-i Tebrizi, 25
şeyhlik hı rkası, 1 5
şürur, 988
şems-leyl, 590, 962
Şeyhü'l-Islam Izzeddin b .
şer'/şir' at, 963
Abdüsselam, 545
şer'i cezalar
Şeytan, 1 2 2
şerahim, 1 4 1
şeytan, 980
şerefat-ı melekut, 963
şi'ar, 146
şeref-i beden, 963
Şibli, 1 0 1 , 1 1 4, 1 2 1 , 143, 228,
T ta', 989 ta'ahhlid-i kalb, 5 1 (i ta' allüm-i rabbani,
430, 9H'I
şerefi lekeleme, 73
230, 285, 288, 289, 3 1 7, 338,
ta' at, 989, 990
Şerefüddin el-Ceberti, 1 5
339, 363, 404, 599, 6 1 7, 620,
ta' at-ı rehbet, 991
şereh, 413, 855, 963, 1 284
640, 641, 715, 808, 852, 856,
ta'lim-i rabbiiru, 426, 1002
Şerhu'l-esfar 'an risaleti'l-envar,
863, 892, 922, 925, 927, 928,
ta'ris, 93
15 Şerhu' l-ma'rife ve bezlü'n-
939, 984, 1 010, 1 0 1 2, 1 0 1 7,
ta'zim, 1022
1 0 1 9, 1060, 1061, 1 09 1 , 1 092,
ta'i fe-i hulul. 920
1 1 06, 1 1 09, 1 1 40, 1 2 1 1 , 1 21 2,
ta'iie-i i t t i had. 920
şeri' at-hakikat, 963
1 2 1 3, 1260, 1 279, 1 280, 1 283,
taallüm-i rabbiini,
Şeriat edebi, 1 95
1 287
taaşşuk, 1 07
nasiha, 26
433
şeriat manasında, 1 48
şiddet, 60, 980
taat, 1 1 2, 337
şerif, 967
Şifa', 22
taayyün, 46
şerr, 967
Şihabeddin Ebu H afs Ömer b.
taayyün-i evvel, 64 tab', 253, 960, 991
şevahid-i esma', 967
Muhammed b. Abdullah b.
şevahid-i hakk, 967
Muhammed b. Ömer b.
tabai'iyye, 991
şevarık, 1 53, 5 1 5, 579, 581, 582,
Ammuye el-Bekri el- Fakih,
Tabakatü'l-kübra, 28
583, 584, 1 02 1 , 1 1 76
27
Tabakatü's-sCıfiyve, 20
şevk, 967
şikak. 1 2 1 6
Tabakiitü'ş-Şafi'iyyl', 2 ı
Şey, 245
şikefti yye, 923, 980
tabi' at-ı haın i se,
şirk-i eel i, 980
tabi' at-ı müccrrc·dc•,
' �ey an. 972
şey' et-i hakk-şey'et-i halk, 972 Şeyh, 1 6, 1 7, 1 9, 28, 32, 138, 165,
şirk-i hafı, 980
tabi' i yyCın, '.J92
şu' ab-ı sada', 981
tabiat, 242
9'11
1 8 1 , 371 , 465, 541, 544, 545,
Şu' ayb 'W, 237
tabib-i ruhani, 1 1 27
560, 572, 599, 672, 674, 716,
Şu'aybi kelime, 237
tacü'l-ınelik, 992
7 1 7, 719, 725, 727, 740, 770,
şu' un, 981
tiiğCıt, 1 78
h5H
indeks
1 322 tahakküınn, 1 40, 1 98, 992, 1052 tahalli-tehalli, 992, 1028, 1043 tahannüs, 994 taharete (temizlenmeye}, 386 tahasüs, 995 tahavvül ( dönüşme}. 242, 797 tahir, 995 tahir-i batın, 995 tahir-i sırr ve 'alaniyye, 995 tahir-i zahir, 995 tahkik derecesi, 1 2 7 tahkik-tahakkuk, 995 tahvif, 335, 337, 338, 1 1 51 tahvif bi'l-fikr, 335 Tahzir ( SakındırmaL 1090 tahziz,
997
takıyye, 997 Takıyyüddin Sübki, 545 Takiyyuddin b. Dakik İd, 545 taklid, 100, 269, 622, 879, 888, 914, 993, 997, 1021, 1 038, 1 044, 1 055, 1 062, 1 1 86, 1 190, 1 1 98
taklid denilir, 269 takrib, 1 50, 641, 657, 895, 997,
tarikat,
16, 28, 1 12, 1 27, 235, 271,
326, 374, 553, 676, 679, 715, 719, 720, 721, 722, 725, 726, 728, 729, 739, 740, 789, 796, 807, 812, 872, 897, 915, 9 1 7, 934, 973, 978, 979, 991, 1 003, 1 039, 1044, 1 1 26, 1 270
Tarikat-i Aliyye, 451,
1 1 20,
1 1 22, 1 159, 1 1 61 , 1224
tarikat-ı nakşbendiyye, 737 Tarikat-ı Şazeliyye, 953 tarikatü'l-işrak ve'l-cila', 1008 tarikatü'n-nakşbendiyye, 737 tarik-ı nakşbendiyye, 737 tarik-ı şazeliyye, 952 tarlk-i müridin, 713, 1003 Tasavvuf Doktrinleri Sözlüğü, 9 Tasavvuf ehli, 1251 Tasavvuf Terirnleri Sözlüğü, l l, 14
Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 14, 37 Tasavvuf, 5, 6, 1 1 , 16, 75, 1 82, 230, 296, 356, 403, 432, 620, 6 2 1 , 671 , 762, 791, 837, 861, 862, 863, 881, 926, 927, 930,
1257
taktir, 998 takva {sakınma}, 953 tak va elbisesi, 371 Takva, 1 65, 340, 363, 371, 430, 998, 999, 1 000, 1 0 0 1 , 1 1 91, 1 2 1 0, 1 236, 1 278
takva/takvallah, 998 Takvarun aslı, 999 tak yi d, 820 1 002, 1 055, 1 247 talakat, 1002 taleb, 382 talib-i hayr, 1002 talib-i visal, 1002 talim, 73, 76, 2 13, 550, 58 1, 675, ,
829, 995, 997, 1006, 1 257
tama', 325, 1002, 1043 tamat, 948 tammat, 1 003 tams fi'z-Zat, 1 50 tams, 150, 598, 1003 tarab, 31 1 , 3 1 3, 963 tarik, 1 52, 1 96, 235, 309, 3 12, 435, 441 ' 453, 609, 6 1 1 , 713,
933, 936, 938, 939, 943, 1 008, 1009, 1010, 1 0 1 1 , 1 012, 1 01 3 , 1 0 1 4, 1 0 1 5, 1 016, 1 0 1 7, 1 018, 1 0 1 9, 1 020, 1 2 1 6
tasavvuf, 5 , 6 , 7, 9 , 10,
1 6, 17, 20,
21, 23, 24, 27, 28, 74, 96,
l l l,
1 1 2, 1 1 8, 1 50, 152, 1 93, 1 95, 231, 241 , 251, 267, 303, 331, 338, 400, 403, 493, 495, 522, 566, 605, 609, 645, 715, 717, 718, 721, 748, 753, 781 , 788, 82� 861, 863, 893, 897, 899, 924, 925, 926, 927, 933, 938, 939, 1 004, 1007, 1008, 1009, 101 ı, 1012, 1013, 1 0 1 4, 1 015, 1016, 1 0 1 9, 1020, 1 06 1 , 1 074, 1 1 68, 1 1 81, 1 253, 1 254, 1 268
tathir, 994 tavakkü, 343, 348, 4 1 2 tavali', 143, 144, 150, 153, 306, 5 1 5, 579, 581, 582, 583, 584, 1 02 1 , 1 1 76, 1 254
tav a r ı k,
143, 1 44, 150, 1 53, 5 1 5,
728, 8 1 3, 1 003, 1 004, 1 005,
579, 5 8 1 , 582, 583, 584, 1 02 1 ,
1 006, 1 007, 1 1 45
1 1 76
Tavasin, 1 9, 34, 77, 92,
1 3 7, 325,
382, 409, 410, 688, 689, 776, 861, 9 14, 963, 964, 1 052
tavil, 1 0 2 1 tavr, 1021 Tavusü'l-ulema, 183 Tayftır b. İsa ei-Bistami, 1021 tayffuiyye, 737 tayffuiyyun, 1021 tayr, 1 021 tayy-ı mekan, 536, 542 tayy-ı zaman, 545 tayyibe, 74, 602 te'dib, 150 te'ellüf, 1036 te'nis, 1 052 Te'vil atü'I-Kur'an, 24 Tebarekallah, 1 21 7 tebdil-i ahlak, 76 tebeccüh, 1 022 tebeddül {değişme), 242, 501 , 797, 1 022, 1 1 63
tebettül, 1 92, 210, 1 022
tebliğci, 47 Tebük savaşı,
540
tebzir, 1 022
teciifi, 1 022 tecdid ( yenilenme}, 1 255 tecelll, 1022, 1023, 1 024, 1 025, 1 026, 1 027
tecelli-yi evvel, 1022 tecelli-yi ihsani, 1028 tecelli-yi sani, 64, 1022, 1026 tecelll-yi sıfati, 1 029 tecelli-yi şuhudi, ı 028 tecelli-yi zati, 1 029, 1 1 20, 1 1 59, 1237
tecerrüd 'ani'l-esbab, 221 tecerrüd ' ani' l-ezviic, 2 2 1 tecerrüd, 44, 95, 223, 1 03 1 , 1 243 tecessüs, l l 6 tecrid-tefrid, 1 0 3 1 , 1 040 tedani, 1034 tedbir (yönetme}, 21, 90, 2 1 4, 268, 579, 6 1 0, 630, 636, 652, 807, 857, 858, 955, 970, 985, 1034, 1 035, 1 04 1 , 1 083, 1 0H4, 1 098, 1 099, 1 1 02, 1 '1 05, 1 1 09, 1235, 1 289
tedebbür, 269, 963, tedelli, 712, 1034 tedellüh, 1036
1 03H
1 3 23
indeks
teemmül, 269, 362, 81 1 , 1038, 1045
6S1, 682, 767, 880 896, 988,
tevfik, 1 102
1 04S, 1 046, 1 040 1048, 1 049,
tevhid, ı6, 44, S1, 74, 99, 1 3 1 ,
teenru, 58, 377, 85S, 9S4
1 0SO, 10S1, 1 0S9, 1 1 0S, 1 143,
164, 1 6S, 248, 2S1, 253, 257,
teennüs, 1 1 43
1 1 47, 1 1 71, 1 1 72, 1 1 87, 1 2S6,
268, 270, 300, 3 1 8, 334, 392,
1 288
395, 432, 433, 449, 450, 451 ,
tefahur, 670, 1 036
4S5, 456, 457, 458, 498, 500,
tefekkür fi'd-dünyii, 1037
teniisuh, 669, 769, 1 0S1
tefekkür fi'l-ahiret, 1 037
tenzih-teşbih, 1 052,
tefekkür, S, 1 S4, 1SS, 1 78, 268,
terahh us, 1 OS6
S84, S87, 590, 59 1 , 602, 6 1 2,
269, 32S, 338, 347, 362, 386,
terakki, 478, 808, 836, 1 0S6
6 1 6, 642, 648, 683, 68S, 698,
4 1 0, 434, 430 440 S20, 714,
terbiye, 59, 60, 72, 73, 7S, 138,
1 OS6
S 1 2, S22, S26, SS3, S8l , SS2,
792, 846, 869, 89S, 930, 944, 9S1, 9S2, 953, 967, 99S, 1 005,
749, 781, 78S, 8S0, 877, 886,
150, 1 69, 1 9 1 , 192, 1 9S, 201,
944, 963, 983, 99S, 100S,
207, 2 1 4, 246, 267, 292, 327,
1 009, 1031, 1 032, 1034, 1 052,
1 037, 1 038, 1 039, 1 046, 1 064,
370, 372, 413, 4 1 5, 42S, 53S,
1 069, 1 089, 1 092, 1093, 1 09S,
1 1 24, 1 1 27, 1 19S, 1 242, 1 243,
S53, S72, S76, 63S, 650, 660,
1 099, 1 1 02, 1 1 03, 1 1 04, 1 105,
1 2 44, 1 263, 1 286
704, 717, 719, 747, 787, 788,
1 1 06, 1 1 07, 1 1 08, 1 1 09, 1 1 10,
871 , 874, 881 , 954, 95S, 973,
1 1 1 1, 1 1 ı2, 1 1 13, 1 1 1 4, 1 1 15,
tefrid, 44, 1 6S, 262, 392, S91, 771 , 930, 1 03 1 , ı o32, 1033, 1034, ı 040,
ı 102, 1 1 06, 1 107,
988, 1 001, 1 007, 1 088, 1 1 68,
1 1 1 8, 1 1 1 9, 1 1 20, 1 1 2 1 , 1 1 22,
1 1 87, 1203, 1 285
1 1 23, 1 1 24, 1 1 25, 1 1 26, 1 1 56,
tercümiinü'l-eşvak, 2 1
1 1 59, 1 1 61 , 1 1 62, 1 1 75, 1 1 77,
tefrika, 1 S 9
terkib, 1 2 6
1 1 82, 1 190, 1 1 99, 1 2 1 7, 1 21 8 ,
tefrit, 73, 201 , 344, SOS, 9S4,
terkib-i insan, 468
1 1 1 0, 1 126, 1 243
1002, 1 040 tefviz (işleri havale etmek}, 267, 321 tefviz-teslim, ı 003, 1 03S, 1 040, 1043, 1 0S6, 1 102
tertibü'süluk
fı tarik ilallah, 25
terviyye, 1 238
tevhid-i amme, 1 105
tesahhut, 1056
tevhid-i hassa, 1 1 06
tesbih, 1 OS6
tevhid-i şuhudi, 2S8, 451, 1 1 22,
tes did, 1 1 26
tehalli, 993, 1043
teshir, 1 1 81
tehayvür, 1 043
tesmiye, 489
tehevvür, 852, 9S4, 1044
teşbih, 1 OS6
tehlil, 461, 861, 930, 1 0 1 4, 1 043,
tetahhur !temizlenme}, 994
1 259, 1 265
1224, 1 243, 1 248, 1 2S2, 1 257, 1 26 1 , 1 260 1 271, 1 274
tetahhur, 994
tehzib, ı so, 679, 1043, 1 044
tetebbül, 10S6
tekiilif, 1 49, 627, 773, 990
teteyyüm, 1056
tekbir, 868, 1 04S
tevacüd, 221, 3 1 0, 391, 732, 796,
1 1 6 1 , 1 1 9 1 , 1224 tevhid-i vücudi, 2S7, 258, 451, 952, 1 1 0� 1 1 22, 1 1 2� 1 1 61 , 1 1 62, 1 190, 1 224 Tevrat, S6, 384, 385, 522, 585, S86 teyakkuz, 279, 478, 770, 783, 963, 1 1 26, 1 230, 1 268 te'yid-i i'tisami, 1 1 27
tekebbür, 72, SS7, SS9, 1 068
1 0S6, 10S7, 1 058, 1 0S9, 1 060,
Tezekkür, 269, 1 037
tekel i üf, 920
1061, 1062, 1 063, 1 064, 1 065,
tezekkür, S, 1 54, 15S, 269, 279,
tekke, 28, 322, 8 1 1 , 1 04S, 1 2SO,
1 067, 1 1 78, 1 220, 1 26S
1 282 tekkelerin, 9
tevazlı, 70, 73, 393, SS9, 9S6, 1060 1 068, 1 069, 1 070
tekni ye, 1 04S
tevbe ehli, 1 1 1
tekye, 322, 8 1 1 , 104S, 12SO
tevbe, 1 070, 1 071, 1 072, 1 073,
telakki, 163, 479, 1008, 1046 telbis, 16S, 262, 508, 5 1 1 , 771 , 1034, 1 046, 1 1 26, 1 244 telef, 339, 690, 8S3, 8S6, 921, 1 028, 1 046
1074, 1 075, 1 076, 1 077, 1 078,
325, 326, 343, 410, 427, 520, 696, 709, 749, 1 037, 1 038, 1039, 1 063, 1 1 27, 1 261 , 1 263 tezemmür (saldırganlık}, 954 tezkire, 42, 324 tezkiye, 76, 1 23, 558, 626, 857,
1 079, 1 080, 1 08 1 , ı 082, 1 083,
1006, 1 0S2, 1 082, 1 1 27, 1 21 0,
ı084, 1 08S, ı 086, 1 087, 1 088,
1 28 1
ı 089, 1 090 tevbe-i isticabe, 1 089
tıbb-ı ruhiini, 1 1 27 tılsım, 1 1 27, 1 1 28 tılsımo�t, 535, 9 1 3
telkin, 897, 1046, 1047, 1 2 7 1
tevbe-i nasuh, ı 070, 1084
telvin-temkin, 1 047, 10S1
teveccüh, 1 46
tılsım-ı kutbi, 205, 1 1 27, 1 1 28
temekkün, 884, 1 049, 1 05 1 , 1 1 87
Tevekkül ale'llah, 607
Tirmizi, 1 8, 33, 35, 287, 330,
temenni, 349
Tevekkül-i h ususu'l-husus,
temkin, 1 3S, 1 48, 307, 348, 422, 470, 498, 510, 606, 6 1 3, 64S,
1091 tevelli, 1 1 02, 1 1 96, 1 206
527, 846, 9 1 7, 932, 950, 1 279 toprak, 89, 96, 1 270 Trabzon, 1 7, 1 8
indeks
1324 Trabzon/Of, 18 Tuğrul Bey, 24 tul-i emel {uzun emel}, 279 tuma'nine, 201, 414, 461, 499, 693, 882, 930, 1 1 30, 1 265 Tus, 1 6, 1 7 Türkistan, 22 Türkmenistan, 24 Tüster, 19
u ubbad, 56, 5� 645, 899, 1 131 ubudet, 1 1 2, 256, 405, 406, 407, 408, 1 131 ubudiyyet, 405, 406, 407, 408, 1 131 ubudiyyet li'l-hassa, 405 ubudiyyet li-hassati'l-hassa, 405 ucb, 1 1 3 1 u cb min kı be li' d-dünya, 1 131 ufk-ı a'la, 1 131 ufk-ı mübin, 1 13 1 uhrevi işler, 53 Ukab ( karta! takım yıldızı},
1 1 32, 1215 Uklet ü'l-müstevfiz, 2 ı uknum, 1 1 32 ukübat, 1 132 u k lıl, 78 u lem a- y ı gafilin, 98 Ul lıhet, 2 1 9 ulühiyyet, 64, 65, 147, 167, 256, 259, 422, 429, 450, 463, 475, 529, 577, 658, 793, 823, 824, 825, 948, 962, 963, 1 031, 1 132, ı 133, 1 1 34, 1 1 35, 1 136, 1 1 43, 1 1 64, 1 1 65, ı2ı6 Ulfıhiyyet tecellisi, 64, 504, 530, 823, ı 133, 1 1 64 Ulfım [ilimler), 303, 430 Ulfım-ı ahval [hal ilimleri}, 308, 438 Ulfım-ı esrar, 437 ulfım-ı havatır, 443 ulfım-ı k u l ub, 430 ulum-ı Jedünniyye, 445 ulfım-ı m u' amele, 446 ulfım-ı mükaşefat, 443 ulfım-ı müşahedat, 443 umfım, 1 136 u m ur-ı ga ribe, 535
unsur-i azam, 1 1 2 unsurlar alemi, 1 1 78 Urfa, 20 uruc {yükseliş), 477, 506 uruş, 1 23, 125 Uruş {arşlar} beş tane, 124 Usturumca, 27 usul ve adab, 1 7 usul, 1 136 usul-i h ükm, 1 1 37 u sü l- i kelam, 1 137 usul-i müştereke, 1 137 uşşak, 356, 1 137 uşşak-ı ilahiyylın, 1137 uyaruklık, 42 Uyku, 120 uykusuzluk, 44, 1 8 1 uzlet, 44, ı 82, 3 1 6, 317, 318, 3ı9, 320, 321, 690, 703, 739, 784, 875, ı 004, 1044, 1 138, 1 243 Uzletin neticesi, 321
u
üçyüz k iş i , 217 ülfet, 272, 5 ı 7, 526, 527, 528, 647, 72ı, 744, 81 ı, 878, 9ı7, 931, 933, 1009, 1 036, 1 1 1 0, 1 1 38 Ümena, 648, ı 138 Ü mm (Anne}, 465 Ü mmü Süleym, 540 Uınmü'l-Kitab, 239, 336, 477, 562, 662, 839, ı ı 33, 1 139 ümniyye, 204, 325, 426 üns, 304, ı 254 üns bill ah, ı ı39 üns ve re ca, 3 ı ı, 350, 511, ı ı45 üns-heybet, 368, 1 1 39, 1 1 44, 1 ı 45, 1 166 ünsiyet, 44, 1 05, ı 14, 1 29, 130, 221, 307, 320, 321, 337, 344, 348, 383, 424, 486, 500, 508, 509, 542, 544, 616, 642, 647, 655, 656, 693, 721, 730, 743, 805, 808, 8ı8, 9ı7, 920, 968, ı022, 1 032, 1044, 1058, 1 086, ı089, 1 1 14, 1 1 39, ı 140, 1 141, ı ı42, 1 144, 1 ı 45, 1 146, 1 152, 1243, 1 245 Ü stürlab, 1 32 Ü stü va, 24
Uveys-i Kararu,
281, 740
V va'd-va'id, 1 150 vacib, 1 149, 1 150 vacibü'l-vücud, 1 149 vahdet-i kusud, 1 151 vahdet-i vücud, 1 5, 21, 23, 28, 258, 1 1 24, 1 1 5 1 , 1 152, ı 1 53, 1 1 54, 1 1 55, J 1 56, 1 157, 1 1 5H, 1 1 59, 1 160, ı 1 61 , 1 1 62, 1 163, 1191 Viihid, 6 1 , 1 02 vahid-i zaman, 1 164 vahidiyyet mertebesi, 1 5 1 vahidiyyet, 65, 68, 1 166 vahşet, 1 1 66 vahy, 1 1 66 vakar, 58, 75, 1 1 67 vakfe, ı ı 67 viikı' a, ı 168 vaki', 1 1 68 vakt, ı 169 vakt-ı da' im, 1 1 72 vali, 55, 750, 871 965, 1 1 72 ' varid, 90, 1 36, 1 46, 1 51, ı 52, ı 53. 154, 1 58, 1 63, ısı. 1 lJ2. 207. 222, 249, 264, 276, 284, 285, 286, 287, 303, 305, 307, 30!>, 309, 3 1 0, 3 1 1 , 313. 325, 327, 328, 333, 334, 340, 34 ı , 3H6, 403, 4 1 7, 44ı , 470, 4!>5. 507, 509, 510, 513, 520, 536, 560, 561, 564, 569, 572, 57H, 583, 585, 586, 612, 62 1 , 660, 663, 67ı, 709, 74ı, 749, 752, 78ı, 806, H07, 826, 830, 831, 857, 874, 886, 891, 893. 900, 907, 941, 943, 970, 1008, ı 025, 1 027, 1030, 1031. 1046, ı o5H, 1 059, 1 064. 1 1 24, 1 1 4 1 . 1 1 67, 1 1 70, 1 1 72. 1 1 73, 1 1 74, 1 1 75, 1 1 76, 1 1 83, 1 1 93, 1 2 1 7, ı 225, 1227, 1249, 1253, 1267, 1 268 Varidat, 327. 334, 1 1 72, 1 1 73, 1 1 74, 1 1 75, ı 1 76 varis, 100 viisıl, 1219 viisılun, ı 2 1 9 Vasıtl•h, 1 1 46 vasıyyet, 1 1 77
1 325
indeks
vasl-ı fas!, 1 1 77 vatanat, 287, 799, 1 1 78 vatar, 1 1 78 vav, 1 1 78 vaz', 1 73, 1 75, 895, 1 244 Vaz'iyyet (kanun koyma), 197 veed, 221, 1 1 78, 1 256, 1 264 veed kitabı, 1 56 veeel, 340 veehan-ı 'i niiyet, 465 veehan-ı ı tl ak ve t akyl d, 1 1 79 veeh- i hakk, 1 1 79 vedad ( sevgi), 270 vefa bi'l-ahd, 1 179, 1 180 vefa', 1 1 79, 1 180 Vehb (b. M ünebbih}, 527 Vehbi, 3 1 1 , 333, 429, 438, 485 vehbi ilimler, 56, 267 vehbi ya d a ledü nnl ilim ler, 333, 429, 485, 776 vchhab, 1 1 80 vchm, 1 1 80 Ve k! b. Cerri.ih ve Ebtı Ubeyd Kasım b. Selliim, 26 vel a yat, 1 1 80 Velayiitta cdeb, 201 Velayiitta zikir, 1 259 velayet, 1 8, 23, 1 28, 1 49, 185, 2 1 4, 257, 266, 3 1 4, 324, 373,
364, 4 1 3, 414, 4 1 9, 432, 455, 497, 526, 604, 605, 608, 622, 686, 689, 726, 732, 893, 930, 934, 944, 953, 955, 963, 989, 991, 998, 1 000, 1001, 1 097, 1 2 1 0, 1 2 1 1 , 1 212, 1 21 3, 1 244, 1 278, 1287 Vera dört derece, 1 2 1 3 vera ehli, 1 2 1 0 Verii havfa, 1 2 1 2 Vera üç k ı sı m, 1 2 1 3 vera'- ı sıddikln, 1 2 1 0 Veraın iki şek li, 1 2 1 2 ver a-yı lübs, 1 2 1 4 verese, 1 2 1 4 Verka, 1 1 32, 1 21 4, 1 2 1 5 vers-i ilahi, 1 2 1 5 vers-i m a 'nevi, 1 2 1 5 vesa'it, 1 2 1 5 vesm v e resm, 799, 1 2 1 6 Vesm, 1 2 1 6 vesvas, 326, 427, 1 2 1 6 vesvese, 49, 77, 1 1 6, 259, 326, 327, 330, 333, 427, 428, 429, 5 1 7, 524, 697, 745 vezir, 1 2 1 6 vichet-i cemi' i'l-' abidin, 1 2 1 6 vifak, 1 2 1 6 vird, 92, 216, 461, 478, 8 1 1, 1045,
y yağeılık, 73 Yahya b. M uaz, 1 8, 1 1 7, 1 8 1 , 228, 231, 3 1 7, 345, 796, 825, 982, 1 1 00, 1 1 29, 1 206, 1 2 1 2, 1 283, 1 282, 1 2 79, 1284, 1 286 Yahya b. Zekeri yya, 73 yakaza, 154, 155, 293, 342, 478, 581, 846, 879, 1 086, 1 229 yakın, 1230 Yakub Ke şmiri, 23 Yakubi kelime, 238 yakute-i beyza, 1 07, 535, 1236, 1237 yakute-i beyzad, 11 o yakute-i hamra, 189, 1237 yakut-ı ahmer {kırmızı yakut}, 1 89 523, 1 237 yakut-ı ahmer yakut-ı ebyaz, 535, 1 237 Yavuz Köktaş, 4, 1 0 yedan/yedeyn, 5 1 4, 1 238 yedi sema, 44 yedi abdal, 44 Yedi gök, 243, 666 yedi iklim, 42, 44 yedi kişi, 55, 1 243 Yedi sancak, 203 yedi, 43 yedinci iklim, 42 Yemen, 109, 265, 474, 791>, 81 1
376, 445, 446, 495, 543, 560, 570, 572, 641, 659, 687, 784, 813, 887, 904, 909, 920, 934,
1 21 6, 1 265 vukuf-ı sadık, 1 21 8, 1 2 1 9 vuruk, 1219
942, 951, 952, 1021, 1 123, 1 1 24, 1 1 6 1 , 1 1 62, 1 1 81, 1 182, 1 1 83, 1 1 84, 1 1 85, 1 1 86, 1 187, 1 1 88, 1 1 89, 1 1 90, 1 1 91, 1 192, 1 1 93, 1 1 96, 1 1 99, 1 207, 1 21 0, 1 223, 1242
vuslat, 236 vuslat ehli, 1 21 9 vustıl, 74, 1 48, 764, 920, 944, 988, 1 2 16, 1 2 1 9, 1 220 vuztı', 1 220 vücub ve farz, 329 vücub ve i mkan, 1 08, 678, 1 238 Vüctıd lizatihi, 2 1 5 vücCıd, 1 220
yemin-i ga mus, 1 238 Yeşrutiyye kolu, 1 6 Yetmiş kişi, 1 243 yevm-i 'arefe/yevm-i tervi vye, 1 238 yevm-i ' arube, 1 238 yevm-i cum'a, 1 239 yıldızlar, 42, 44, 96, 1 27, 1 80, 335, 581, 582, 666, 777, 1 1 1 6,
vücCıd-'adem, 59, 596, 1 220 vücCıd-ı haric, 1 220 vücCıd-ı kebir, 1 220 VüeCıd-ı Mutlak, 66, 6 1 4, 659, 1 223, 1 247 vüeCıd-ı mutlak, 1 220 vüeud-ı sagir, 1 220 vüdd, 132, 36� 383, 483, 1 228 Vüllı ve garaın, 1 228
yıl d ızlı felek, 96 yiğitlik, 60, 75, 955 yogiler, 293 yumuşakl ık, 1 281 Yunan felsefesi, 83 Yunanca, 1 27 Yusuf b. Esbi.it, 905, 1 283 Yusuf b. H üseyin, 221, 421
Yelayet- i beşeri yye, 1 1 84 velayet-i hassa, 1 1 93 vclayet-i kübra, 258, 1 1 62, 1 1 88, 1 1 90 vela yet -i kübra se yri, 1 1 93 veliiyel-i sugra, 258, 1 1 23, 1 1 62, 1 1 90, 1 1 91 veleh, 1 1 94 veli, 56 velileri n en büyüğü kutub, 43 Venüs, 5 1 6, 666 verii, 5, 26, 59, 60, 73, 75, 1 8 1 , 1 92, 250, 2 9 1 , 308, 337, 340,
vüzCıh-ı esrar-i maiyyet, 1 1 24
1 1 53, 1 1 99
Yusuli kelime, 237
1 326
indeks
zevahir-i ' ulüm, 1 253
z
zevahir-i enbiya, 1 253 zevahi r- i vuslat, 1 253
za, 1 24 1 zabt dairesi, 1 87
zevk, 1 253, 1 254, 1 255, 1 256,
zabt, 88
zacir,
1 24 1
zaharati'l-me'alim, 5 1 5 Zahid, 56, 1 1 7 zahid-mütezehhid, 1 24 1 ziih i r, 1 25 zahir-batın, 1 45, 1 24 1 90� 1001, 1056, 1058, 1 063, 1 242, 1 243, 1 252
zahir-i münkinat, 1 242 zahir-i vücüd, 1 242 zak, 1 244 Ziikirün, 1 2 44, 1 265
zalim li nefsih,
Zevü'l-efhami'l-levze'iyye, 69,
Zübeyr b. Avvam, 335
1 244
zaman, 1 244 zamanın asi, 1 1 2
ba t ın ı,
Zevü'l-emziceti'l-kesife, 69, 76,
455, 462, 463, 464, 522, 566,
zevü' n-nüfüsi' r- riiziyye, 69 zeyt, 829, 1 257
zeytü ne,
1 258
587, 604, 605, 610, 622, 635, 636, 642, 643, 645, 71J ı '
856, 857, 858, 859, H62, 867, 902, 926, 929. 930, 931, 932,
zıll, 62, 476, 505, 534, 1 1 54, 1 258
934, 937, 944, 955, 985, 987,
zıll-i i l ah, 1 258
ı ooo, 1 0 1 2, 1 0 1 4 , 1 0 1 5, 1 083, 1088, 1 098, 1 1 00, 1 2 1 0, 1 21 1 ,
zındıkça, 1 4 1
1 2 1 3, 1235, 1 237, 1 24 1 , 1 244,
zındıkl ar, 1 205
1 25 1 , 1 266, 1 278. 1 279, 1 280,
zikr, 1 259, 1 260, 1 26 1 , 1 262,
1 2 8 1 , 1 282, 1 283, 1 284, 1 285, 1 286, 1 287, 1 288, 12H9.. ı 290, 1 291, 1 292
Zühd
fi' d-dünya,
1 278, 1 280,
1 291
zat, 1 245, 1 246, 1 247, 1 248, 1 249
1 263, 1 264, 1 265, 1 266, 1 267,
zühd fi'l-ahiret, 1 29 1
zat'ın zat'ta gizlenmesi, 1 07
1 268, 1 269, 1 270, 1 271 , 1 272,
zühd fi'z-zühd, 1 278
zat-ı ilahiyye, 1 245
1 273
Zühd-i abid, 1 292
Zat-ı
Sı rf,
66, 467, 1 247
zat-ı tenezzül, 206, 972 zat-ı uruc, 206, 972 zatullah, 1 245, 1 246, 1 247, 1 249 Ziitullah-i Teala, 1 246 zebür, 1 250
Zühd-i
Zikr-i Mahbıib, 1 266
Zühd-i ehJ - i vera, 1 292
s ı r rl,
1 268
l l l, 435
zekat, 222, 379, 629, 976, 1 252, 1 272, 1 293
Zemm ü'l-kelam, 20
Zühd-i
chJ-i tahkik, m ürid,
1 292
1 292
Zlihd-i sali kin, ı 292
zikrullah, 1 259
Züleyha, 1 30, 390, 956
zi l let, 60
zümürrüde, 1 292
1 274
Ziyiieddin Ebu'n- Neclb
zehab, 1 1 1, 1 25 1 , 1 252 zehab-ı di ni k üm, 1 1 0,
Zühd-i ehl-i ma ri fe t, 1 292
zikr-i hakiki, 1 264
zi ya',
1 251
zeha'irullah, 1 252
Zühd-i ehl-i makamat, 1 292
zikr-i ha fi, 1 264, 1 269
zikr-i ziihir, ı 259
zec� 1 250, 1 25 1 , 1 287
zefir,
Zikr-i ehl-i ziihir, 1 264
Zikr-i
zaviye, 1 0 46, 1 250
71 1 '
726, 797, 807, 80H, H 1 H. 855,
zıddan, 1258
Zikr hafiyy-i kalbı, 1 273
zarf, 845, 960, 1 245
1 1 (ı, 1 8 1 ,
348, 3 5 1 , 353, 4 2 1 , 430, 435,
zikr 'ala t a riki'l-m üfazale, 1259
zanii'in, 1 244
lll,
1 88, 1 92, 225, 269, 308. 327,
sıddikiyyet, 76, 1006
zı yk ve se'a, 179
zamanın sahibi, 55
1 277, 1 278
Züffi, 1 269
i zekiyye ve fıtrat-ı
zındıklık, 1 4 1 , 148, 1 55, 592, 9 1 8
112
züccace,
zühd, 5, 26, 27, 28,
1 006
zıll-i evvel, 1 258
zalime merhamet,.71, 74
zamanın
zü'l-' a k l i ve'l-'ayn, 1 276 zü'l-' ayn, 1 277
Zeyn, 1257
Zahlreddln Farisl, 28
1 278
zevre, 1 257
Zevü'n-nüfus-i riiziyye ve ukul
zahire, 145, 183, 395, 499, 875,
941 ' ı 026, 1 052, 1 258, 1 2 76,
zevrii', 1 72
76, 1006
zahid, 57, 1 288, 1 29 1
364, 369, 498, 686, 776, 777,
zulm-i ma' nevi>ye, 1 276
1 257
Zafer Erginli, 4 , 1 0
zulme!, 84, 1 06, 1 0 7, 208, 292,
Zünnun Mısri, 43, 1 02, 1 1 5, 1 1 8, 2 2 1 , 200, 3 1 7, 339, 341 , 347,
Abdülkahir b. Abdullah b.
352, 353, 354, 405, 409, 4 1 6,
Muhammed b. A mınüye b.
4 1 7, 420, 424, 527, 530, 620,
Sa' d es-Sadık! el-Be kri es
727, 79� 801 , 903, 905, 922,
Sühreverdl, 27 zuhur !ortaya çıkma}, 1 67, 1 68
928, 1 069, 1 072, 1 073, 1 074, 1 087, 1 091 , 1 094, 1095, 1 1 0 1 ,
1 1 40,
Zencan, 28
zuhılr, 1 1 0
1 1 0� 1 1 0� 1 1 25, 1 1 3�
zenginlere boyun eğme, 73
zuhur-ı hakk, 1 2 75
1 1 42, 1 1 43, 1 1 46, 1 1 72, ı 23 1 ,
zcva'id, 1 252 zevahir, 1 253
Zuhür-ı Hakk-ı umumi, 1 275 zulm, 50, 1 276
1 232, 1 284
zünub, 1 292
tmeti n lyrlerı= asavvu ı
tq�irnıe�i, sozıugu Günümüzde, tüketi m çı lgmhğma karşı durma, arzuları frenleme, a h l aki zaaflan ta m i r etme ve i n sa n sevg isi g i b i konularda, tasawuf perspektifine şiddetle ihtiyaç vardır. Tasawuf, insan-ı ka mil olma yolunda, insan iç dünyasını tel tel çözerek yen iden i nşa etmeye çal ışan bir hal i l m id i r. Bu yen iden i nşa sırasında i nsa n , ben l i k , ahlak ve varl ık kon u larına, alışılmış gü ndel i k ka l ı p lardakinden fark l ı , yeni ta n ı m la r getirir. işte bütün bu süreç ve tanımlar tasawuf terimleriyle ifade edilmektedir. Dolayısıyla bu dünyayı tanımak, tasawuf terim lerine vakıf olmayı gerektirir. Elin izdeki çalışma, Muhasibi'nin Riaye'sinden Kuşeyri'nin Risale'si ne, Gaza l i' n i n ihya'smdan ibn Arabi'nin Fütuhat' ma, M evlana ' n ı n Mesnevfsinden i mam Ra bbani'nin Mektubat' ma ve Gümüşhaneli'nin Cami'i'l-usOI'una kadar temel tasawuf kayn a klarmdan a l ı n a n m eti nlerden ol uşuyor. Böyleli kle bu terimleri sistemli bir tarzda gözden geçirme im ka m sunuluyor. Bu vesile ile sufner, yüzyıllar ötesi nden günümüz insanına sesleniyor . . .
ISBN 975-8907-06-9
9
1 1 1 1 1 1 1 11 111 1
789758 907069