Genç Hayat Vakfı’nın sözlü tarih projesi...
Sokağımdan Tarih Yazıyorum Beykoz Gazetesi Sayı: 09
• “Akşam beş olup fabrika dağıldığında Beykoz’un sokaklar insanları almazdı” »4 • “Yaşadığımızı hissediyorduk” »5 • “Fener’de 1960 yılına kadar balık satmak diye birşey yoktu” »6 • “Sandallarla gelen bütün İstanbullular Ayazma’ya toplanırlar, yerler içerler, laternalar çalar oynarlar, eğlenirlerdi” »10 • Beykoz Kundura Fabrikası »11 • “Boğaz bizim için yüzme havuzu gibiydi” »12
İstanbul’un Kuzey ucu; Beykoz
• “Tekel Fabrikası buradaydı, Paşabahçe’deydi” »13 • “Ortaçeşme’de bir fayton arabası vardı, o kadar…” »14 • Beykoz »15 • Kanlıca »15 • Beykoz Spor Kulübü »15 • Polonezköy»15 • Küçüksu Plajı»15
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın katkılarıyla ve Habertürk’ün ana sponsorluğunda gerçekleşen Genç Hayat Vakfı’nın “Sokağımdan Tarih Yazıyorum” adlı sözlü tarih projesi, İstanbul’un on ilçesindeki otuz ortaöğretim kurumunda eğitim gören bin lise öğrencisini kapsamaktadır. Proje bu öğrencilerin kendi kimliklerini, aidiyetlerini ve farklılıklarını İstanbul, İstanbul’un bir kent olarak dönüşümleri, mahalleler ve semtler, İstanbul’da gündelik hayat ve yaşayanların hikayeleri üzerinden anlamaları; İstanbul’un dünya ve Avrupa kültür ve tarihi ile bağlantılarını beraber araştırmaları ve keşfetmeleri için hazırlanmış bir sözlü tarih ve kent kültürü/tarihi projesidir. Tarih denilen olgunun sadece savaşlardan ve antlaşmalardan ibaret olmadığına, bunun yanında kişisel tanıklıkların da var olduğuna inanan Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesi, İstanbul’daki son 50 yıllık değişim ve dönüşümü sıradan insanların yaşamöyküleri üzerinden anlamak için lise ve üniversite öğrencileriyle beraber saha çalışmaları gerçekleştirmektedir. Öncelikle, proje kapsamında liseli öğrencilere rehberlik edecek olan üniversite öğrencileri Tarih Vakfı tarafından hazırlanan ve uygulanan sözlü tarih/yerel tarih konulu eğitimlere katılmakta; eğitimin ar-
dından ise liseli öğrencilerle birlikte önce sözlü tarih atölyeleri ve daha sonra da saha çalışmalarını gerçekleştirmekteler. Elinizde tuttuğunuz bu gazete, Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin bir ürünüdür ve Beykoz’da gerçekleştirilen çalışmalardan meydana gelmiştir. Gazeteyi hayata geçiren kişiler ise, İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde okuyan üniversite öğrencileri ve Beykoz’daki Fevzi Çakmak Lisesi, Ferit İnal Lisesi ve Anadoluhisarı Anadolu Ticaret ve Ticaret Meslek Lisesi’nin öğrencileridir.
Gazetede okuyacağınız yaşamöyküleri, öğrencilerin gerçekleştirmiş olduğu röportajlardan yine kendilerinin hazırladıkları şekilde birer kesit olarak sunulmuştur. Röportajların tamamını okumak için Sokağımdan Tarih Yazıyorum projesinin web sitesine girmeniz yeterli olacaktır.
Projeyle ilgili detaylı bilgi almak için Genç Hayat Vakfı’nın internet sitesini ve projenin web sitesini ziyaret edebilirsiniz.
Beyoğlu, Fatih, Eyüp, Kağıthane, Şişli, Maltepe, Üsküdar, Tuzla ve Beykoz gazetelerinin ardından projenin son ilçesi olan Sarıyer’de yapılan çalışmaları içeren gazete de yakında sizlerle buluşacak.
Uğur Elhan & Pınar Eriç
Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere, keyifli okumalar…
İletişim ugur.elhan@genchayat.org pinar@genchayat.org İnternet Adresi www.sokagimdantarihyaziyorum.org
www.genchayat.org
Beykoz
Hayata Dair Bir Keşif: HAY HAY projesi sivil toplum ve sosyal sorumluluk bilincinin geliştiği toplumsal bir dönüşüm sağlamayı hedefliyor...
Gençler için yeni bir şeyler söylemek lazım… Türkiye’de 11-18 yaş aralığında yaklaşık 14 milyon genç vardır. Bu gençlerin 6,5 milyonu Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda eğitim görmektedir. Bu rakamlar Avrupa’da ortalama bir ülkenin nüfusu kadardır. Genç nüfusumuz bizim en önemli ve işlenmesi gereken değerimizdir. Ancak günümüzde artık “Gençler için yeni bir şeyler söylemek gerekmektedir.” Bugünün küçüğü, yarının büyüğü denilen genç bugününü de yaşamayı hak etmektedir. Vakıf kuruluş gerekçelerimizde, vizyon ve misyonumuzda ve gerçekleştirdiğimiz tüm projelerde görüleceği gibi gençleri şimdi ve burada hayata katmak için çalışıyoruz. Odak noktamız hiçbir ayrım gözetmeksizin genç insandır. Toplumların en önemli değeri olan insan kaynağının ergenlik gibi bir döneminde desteklenmesi, bireyin hayatı boyunca sürecek olumlu sonuçlar yaratacaktır. Genç Hayat Vakfı olarak amacımız; etkileri doğrudan topluma da yansıyacak bu olumlu sonuçların alınması için çalışmaktır. Gençlerin tehlikelere karşı korunmasının yanı sıra kişisel olarak kendilerini tanımalarına, potansiyellerinin ortaya çıkmasına ve önlerinin açılmasına imkân vermek gerekmektedir. Odak noktamız hiçbir ayrım gözetmeksizin genç insandır. İnsana yapılan yatırımın toplumları geliştirip yücelttiğine inanmaktayız. Vakfımız gençlerle yapılacak tüm eğitim çalışmalarının belirlenen hedefler doğrultusunda gerçekleşmesi için kurulmuştur. Kendini tanıyıp becerilerinin farkında olan gençliğin kendi sorumluluklarını taşıması kolaylaşmaktadır. Kendini tanıyan gencin “ötekini” algılayışı da değişmektedir. Farklılıklardan sinerji elde etmek kolaylaşmakta, gençler sosyal hayatta ihtiyaçları olan pratik deneyimler edinmektedirler. Gençlerle temas halinde olan ve onların yetiştirilmesinde rol oynayan ebeveyn, öğretmen, polis, yargı birimleri gibi kişi ve kurumlar eğitim çalışmaları ile desteklenmektedir. Gençlerle ilgili devlette ve tüm toplumda farkındalık yaratma çalışmalarına devam edilecektir. Vizyonumuz Türkiye’de 11–18 yaş grubundaki gençlerin, özgüvenli, eleştirel düşünme ve farklılıklarla bir arada yaşama becerisine sahip, insan haklarına saygılı bireyler olarak yetişmeleri sonucu demokrasi ve insan haklarının yerleştiği, farklılıklarından sinerji yaratabiilen, iletişim kültürünün hakim olduğu bir toplumsal dönüşümü gerçekleştirmek. Misyonumuz Ruhsal ve fiziksel değişimlerin en yoğun yaşandığı 11–18 yaş arası dönemde gençlerin: •Kendini tanımada •Ötekini tanımada •Farklılıklarla bir arada yaşamada •Potansiyelini açığa çıkarmada
Hizmet, Aktivite, Yardımlaşma (HAY) Projesi, bundan bir sene önce sivil toplum ve sosyal sorumluluk bilincinin geliştiği toplumsal bir dönüşüm sağlamak için yola çıktı. Yola çıkarken amacımız öğrencilerin, kendilerini ve çevrelerini tanıma konusunda farkındalık kazanmaları, temel iletişim becerilerini edinmeleri ve geliştirmeleri yanında, bireysel ve sosyal sorumluluk bilincinin ve davranışının gelişmesi idi. Çevresindeki bir ihtiyacı görüp fark eden, kendi sosyal statüsü ne olursa olsun, çok fakir veya gelişmemiş bir bölgede de olsa, henüz yetişkin olmayan bireylerin, ekip halinde ya da bireysel olarak, ihtiyacı yerine getirme çabası bizim için çok önemliydi. Bu sebeple ülkemizde yardımların genelde devletten ve çeşitli kurum, kuruluşlardan beklendiği bir ortamda, her bireyin öncelikle kendine, sonra ailesine, okuluna ve çevresine yardım edebilmesinin yolunu göstermek projenin amacını oluşturdu. Projenin ilerleyen aşamalarında ise yardım edenin, yardım alandan daha çok kazanımları olduğunu gençler bizzat yaşayarak gördüler. Projenin, gençlerin vizyonlarını henüz okul çağlarında geliştirmek, onların toplum liderleri olarak yetişmelerine destek vermek, bu gençlerin öncelikle kendi hayatlarını olumlu yönde değiştirmelerine, yetişkin olduktan ve meslek seçimlerinden sonra da toplumun dokundukları diğer katmanlarına, hem örnek hem de yol gösterici olmalarına yol açmasını istedik. Bu doğrultuda, HAY Projesi kapsamındaki öğrenciler 2009–2010 Eğitim-Öğretim Yılı’nın birinci dönemi kendilerini ve çevrelerini tanıma konusunda farkındalık kazanmaları ve temel iletişim becerilerini edinmeleri konusunda eğitim aldılar. İkinci dönem ise sosyal sorumluluk, gönüllülük, yardımlaşma ve proje yazma konularında eğitim alan öğrenciler kendi projelerini geliştirdiler ve yazdılar.
Çeşitli programlar ve aktiviteler geliştirmek, farkındalık ve bilinç oluşturmak, bu dönüşümün devamlılığını sağlamak için politikalar üretilmesine bir sivil toplum kuruluşu olarak destek vermektir.
Yılsonunda ise, HAY öğrencilerinin hayata geçirdikleri projeler, Hizmet, Aktivite, Yardımlaşma (HAY) projemizin en güzel çıktıları oldu. İstanbul’un 5 farklı ilçesinde (Sarıyer, Beyoğlu, Fatih, Sultangazi, Esenler) 9 okulda, 1170 öğrenci, 31 öğretmen, 4 proje danışmanı ve gönüllü üniversite öğrencileriyle birlikte yürüttüğümüz projemiz her okulun ürettiği farklı sosyal sorumluluk projelerinin uygulamasıyla 2009–2010 Eğitim-Öğretim yılının kapanışını yaptı.
Gençlerle beraber, gençler için, Genç Hayat Vakfı.
Okullar ve projeleri:
•Ailesine, cemiyete, ülkesine karşı sorumluluklarının farkındalığını kazanmada •İnsan hakları ve demokrasinin içsel- leşmesinde •İletişim ve empati kültürünün yerleşmesinde
1. Aksoy İlköğretim Okulu, Esenler İmtiyaz Sahibi: Genç Hayat Vakfı adına Adil Candan Günek Yayın Yönetmeni: Uğur Gülderer Sorumlu Müdür: Uğur Elhan Grafik Tasarım: Eray Sayraç, Mehmet Güzel Yönetim Yeri: Genç Hayat Vakfı Koru Mah. Boğaziçi Cad. Demircan Apt. No. 19/15-16 İstinye - İstanbul Tel. 0212 277 53 23 Faks. 0212 323 42 89 Basıldığı Yer: Ciner Matbaası Matbaacının Adı: Habertürk Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş. Tepeören Köyü, Kurugöl Mevkii, Akfırat - Tuzla Tel. 0216 581 82 00
Aksoy İlköğretim Okulu’nda bulunan 600 HAY öğrencisi okullarında 6 farklı proje 01 2
yürüttüler. Projelerden biri “Temizlik Konulu Akran Eğitimi Projesi” oldu. Projede HAY öğrencileri, projeyle ilgili duyuruların ve tanıtımın yapılması, okul idaresi ile iletişimin sağlanması, proje posterinin hazırlanması, temizlik konusunda akran eğitimini gerçekleştirecek öğrencilerle temizlik bilgilendirme seminerinin yapılması, çok amaçlı salonun ayarlanması ve düzenlenmesi, akran eğitiminin yapılacağı birinci kademe sınıflarının nasıl bir düzenle çok amaçlı salona alınacağının belirlenmesi, eğitimlerin birinci kademe öğrencilerine verilmesi, verilen eğitimlerin çıktılarının değerlendirilmesi ayaklarını büyük bir titizlikle takip ettiler. Proje sonunda okuldaki öğrencilerin çoğu temizlik konusunda bilgilenmiş, eğitimi veren öğrenciler sunum yapma becerilerini geliştirmiş, birinci ve ikinci kademe öğrencileri kaynaşmış, yapacakları bir işin tanıtımının nasıl yapılması gerektiğini öğrenmiş ve okullarının daha temiz bir yer olabilmesi için uzun vadeli bir yatırım yapmış oldular. Diğer projeleri “Çok Amaçlı Salonu Yenileme Projesi” oldu. Bu projede HAY öğrencileri değişik görevlerde rol aldılar. Proje posterinin hazırlanması, projeyle ilgili duyuruların ve tanıtımın yapılması, okul idaresi ile iletişimin sağlanması, çok amaçlı salondaki eksikliklerin tespit edilmesi, alınması veya yenilenmesi gereken malzemelerin listesinin çıkartılması, yenilemeye maddi destek sağlayabilecek kurum veya kişilerin tespit edilmesi ve iletişime geçilmesi, yenilemeyi yapacak iş gücünün tespit edilmesi, yenilemenin yapılması gibi proje ayakları öğrenciler tarafından gerçekleştirildi. Sonuç olarak bu projeyle çok amaçlı salon kötü görüntüsünden kurtulmuş oldu, oyunlarını ve yaptıklarını daha iyi ve rahat bir şekilde sergileyebildiler, salon daha fazla sınıfın bir arada etkinlik yapabileceği hale geldi, öğrencilerin de okulda böyle önemli şeyleri değiştirebileceğini göstermiş oldular. Başka bir HAY grubu ise “Elazığ’a Yardım Projesi”ni hayata geçirdiler. Elazığ’da 8 Mart 2010’da meydana gelen deprem sonrası HAY öğrencileri o bölgeye yardım etmek için proje geliştirdiler. Herkes projenin oluşturulmasında ve hayata geçirilmesinde rol aldı. Proje posterinin hazırlanması, projeyle ilgili duyuruların ve tanıtımın yapılması, okul idaresi ile iletişimin sağlanması, kırtasiye malzemelerinin toplanması, giyeceklerin toplanması, toplanılan giyeceklerin temizlenmesi ve kullanıma hazır hale getirilmesi, kullanıma hazır durumdaki giysilerin katlanması, toplanılan yardımların yerine ulaşması için gerekli kurumlarla iletişim ve işbirliğinin sağlanması, yardım gönderilecek yerin tespit edilmesi, toplanılan yardım malzemelerinin yerine ulaştırılması görevleri arasında yer aldı. Proje sonunda, Elazığ’da zarar gören insanlar az da olsa bir yardım almış oldular, HAY öğrencileri yardımlaşmanın önemini görmüş oldular, önemli bir işi başardıkları için kendilerine olan güvenleri arttı, ortak hareket etmenin önemini kavramış oldular ve yapacakları bir işin tanıtımının nasıl yapılması gerektiğini öğrenmiş oldular. “HAY’da Neler Oluyor?” isimli diğer bir projeyle ise HAY öğrencileri HAY sınıflarını izlediler ve değerlendirdiler. Bu projede yer alan öğrenciler HAY sınıflarındaki sorumlu öğrencilerle irtibatta oldular, bu sınıfların çalışmalarını yakından takip etme ve değerlendirme fırsatı buldular ve sonuç olarak bu çalışmalarla ilgili olarak okulun çeşitli yerlerinde panolar hazırladılar. Proje sonunda, HAY sınıflarının ve projelerinin tanıtımları tüm okula yapılmış oldu, diğer HAY sınıfları takibiyle çalışmalarının daha verimli geçmesini sağlamış oldular. Okullarındaki kütüphanenin yetersizliğini fark eden başka bir grup HAY öğrencisi ise “Kütüphane Projesi”ni geliştirerek hayata geçirdiler. Projenin amacı kütüphane-
lerini zenginleştirmenin yanında daha fazla kitaba ve bilgiye ulaşma şansına sahip olmaları oldu. Projenin hazırlanmasında HAY öğrencileri değişik görevlerde yer aldılar. Projeyle ilgili duyuruların ve tanıtımın yapılması, okul idaresi ile iletişimin sağlanması, proje posterinin hazırlanması, kütüphanenin eksikliklerinin belirlenmesi, eksikliklerin temin edilebilmesi için ilgili kurum veya kişilerin tespit edilmesi, eksikliklerin temin edilebilmesi için ilgili kurum veya kişilerle irtibata geçilmesi, toplanan yardımların düzenli bir şekilde kütüphaneye yerleştirilmesi yer aldıkları bazı görevler arasındaydı. Son olarak “Okulun Arka Bahçesini Güzelleştirme” projesiyle HAY öğrencileri okullarını daha yaşanır bir yer haline getirmeyi hedeflediler. Bu projede yer alan HAY öğrencileri, okulun arka bahçesinin fotoğraflarının çekilmesi, ilgili HAY proje öğrencilerinin arka bahçenin ve duvarın yenilenmesi ile ilgili beyin fırtınası yapması ve sonuçların raporlanması, proje uygulaması için İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Peyzaj ve Mimarlık Bölümleri ile iletişime geçmek, okulun arka bahçesinin duvarının, arkadaşlarının veya yabancı kişilerin izinsiz giriş çıkışına engel olabilecek hale getirilmesi, arka bahçenin çöp yığını haline gelmesini engellemek için düzenleme yapılması ve okulun diğer öğrencilerinin bu konu ile ilgili bilgilendirilmesi, temizlik akran eğitimi projesini yürüten HAY sınıfları ile ortak çalışmalar yapılması ve çeşitli üniversitelerden gelen gönüllü öğrenci ağabey ve ablalarla proje aşamalarının oluşturulması gibi görevlerde yer aldılar. İTÜ’nün Peyzaj ve Mimarlık bölümüyle yürütülen ortak çalışma henüz sonlanmadığından projenin tahmini çıktıları mevcuttur. 2. Bala Hatun İlköğretim Okulu, Sarıyer
“Küçük Büyük El Ele Buluşalım Darülaceze’de” diyerek çıktılar yola Bala Hatun İlköğretim Okulu HAY öğrencileri. Onların isteği Darülaceze’de yaşayan yaşlılara bir nebze de olsa bir umut ışığı olmak, küçücük elleriyle ellerini birleştirmekti. Bu istekleri doğrultusunda projelerini oluştururlarken amaçları, aralarındaki kuşak farkına rağmen orda ki yaşamları daha yakından tanımak, nesiller arası iletişimi güçlendirmek ve yaşantılardan ders çıkarmak olarak belirlediler. Projenin uygulama aşamasında HAY öğrencileri, Darülaceze yetkilileriyle irtibata geçilmesi, ziyaret için gerekli izinlerin alınması, orada yapacakları etkinliklerin belirlenmesi ve hazırlanması, giderken götürecekleri hediyelere karar verilmesi, proje posterlerinin hazırlanması gibi konularda görev dağılımı yaparak projenin kusursuz işlemesini sağladılar. Proje sonunda hem ziyaret ettikleri yaşlıların yüzlerindeki sevinci görmenin hem de kendi adlarına kendilerine kattıkları değerlerin farkına varmanın mutluluğunu yaşadılar. Yaşlılarla onlarla yaşantısal deneyimlerini paylaşırlarken onlar da yaşlıların yalnızlıklarını paylaştılar. 3. Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi, Fatih
Beykoz
Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi HAY öğrencileri “Aydınlık Paylaşımı” isimli projeleriyle Veysel Vardal Görme Engelliler Okulu’nda okuyan öğrencileri hedef kitle olarak seçtiler. Projelerini oluştururlarken adım adım ince eleyip sık dokuyarak ilerlediler çünkü hassas bir konu üzerinde çalıştıklarını biliyorlardı. Veysel Vardal Görme Engelliler Okulu’nda okuyan öğrencilerle şuan üniversite öğrencisi olan 2 görme engelli arkadaşlarını bir araya getirerek paylaşımlarda bulunmalarını sağladılar. Projede HAY öğrencileri, Veysel Vardal Görme Engelliler Okulu ile irtibatın sağlanması, görme engelli öğrencilerle HAY öğrencilerinin bir araya geleceği iki oturumun içeriğinin belirlenmesi ve hazırlanması, görme engelli arkadaşlarına sesli kitap okunması için kitap seçimi, proje posterlerinin hazırlanması, görme engelli üniversite öğrencisi iki kişiyle irtibata geçilmesi, okuldaki organizasyonun sağlanması ve oturumların yürütülmesinde görev alarak projeye verdikleri özeni gözler önüne serdiler. Proje sonunda Veysel Vardal öğrencileri, HAY öğrencisi ağabey ve ablalarına oturumların ve paylaşımların yine aynı bu şekilde tekrarlanmasını çok istediklerini belirttiler. Proje posterlerinde hazırladıkları yazı aslında her şeyi anlatıyordu: “Yardımlaşma kadar güzel, rengârenk bir poster hazırlamıştık ilk başta. Sonra göze hoş görünenin aslında herkese görünmediğini fark ettik. Onun yerine bunu hazırlamaya karar verdik. Bir baktık ki; paylaşmanın güzelliğini anlatmak böyle çok daha kolay. Biz parmakları ile göremeyenler, bunu yapabilenlerin siyahını paylaştık bu sayede. Şimdi sıra, büyük siyahlarla küçükleri buluşturmakta! Bu tam da biz grilere göre bir iş!”. Kendilerini “gri” olarak nitelendirip çıktıları bu yolda görme engelli arkadaşlarının ve kendilerinin dünyalarını biraz da olsa aydınlatmayı istediler ve başardılar. 4. Esenler Çok Programlı Lisesi, Esenler
sel Gençlik Şöleni” ismini koydukları projelerinin ilk amacı okullarına bir müzik odası kurulması ve beden eğitimi malzemelerinin zenginleştirilmesi oldu. Bu kapsamda öğrenciler şölen hazırlıklarına başladılar ve büyük görevler üstlendiler. Gönüllü olarak yürüttükleri projede öğrenciler, okul idaresinden proje ile ilgili gerekli izinlerin alınması, projenin kapsayacağı hedef kitlenin belirlenmesi, sınıflara görev dağılımlarının yapılması, posterlerin hazırlanması, duyuruların yapılması, konser etkinliği planlaması, konser dışında yapılacak etkinliklerin belirlenmesi, konser için kurulması planlanan platform için belediye ile irtibata geçilmesi, davetiyelerin dağıtımı, şenliğe katılarak stant açacak kurumların belirlenmesi ve irtibata geçilmesi, etkinlik esnasında fotoğraf ve video çekimi, biletlerin satılması, pilav ve içecek dağıtımı gibi görevleri büyük bir özveriyle üstlenerek şenlik gününün kusursuz geçmesini sağladılar. Bunun sonucu olarak okullarına yaptıkları kalıcı yeniliğin yanında öğrencilerin aidiyet duyguları güçlenirken, birlikte hareket etme becerileri arttı. Aynı zamanda okulun yeni olmasından dolayı okula ait geleneksel bir organizasyon başlatmış oldular ve okulun çevreden algılanan olumsuz imajını değiştirmek için büyük bir adım atmış oldular.
Güner Akın Lisesi HAY öğrencileri “Gazi ve Şehit Yakınları Ziyareti” isimli projeleriyle çevrelerinde bulunan 9 adet gazi ve şehit yakınını evlerinde ziyaret ettiler. Öğrenciler projenin amacı olarak yakın çevrelerinde fedakâr yaşam geçirmiş insanların hayatlarını yakından görmenin yanı sıra onlarla karşılıklı bir paylaşımda bulunarak çevreleriyle daha aktif bir bağ kurmak ve çevrelerinde yaşayan insanlara karşı daha duyarlı olabilmeyi belirlediler. Proje sonunda öğrenciler herhangi bir karşılık beklemeden yardımlaşmanın verdiği mutluluğun ve kuşaklar arası paylaşımın, yaşlılarla gençlerin kurdukları güzel iletişimin zevkine vardılar. Proje uygulama sırasında öğrenciler evleri ziyaret ederken birer menekşe ve fanus içinde birer balığı da gittikleri evlere götürmeyi ihmal etmediler.
Esenler Çok Programlı Lisesi’nde uygulanan diğer bir proje de “Farkındayız” adlı proje oldu. Proje 9V sınıfı tarafından öğrencilerin çevrelerinde bulunan engelli bireylere yönelik farkındalık yaratmak ve engelli bireylere karşı duyarlılık kazandırmak amacıyla oluşturuldu ve uygulandı. Projenin hedef kitlesi Esenler Çok Programlı Lisesi’ndeki tüm dokuzuncu sınıflardı (1100 kişi). Proje kapsamında bu öğrencilere engellilerle ilgili bir film izletildi. Filmin ardından yapılan analizler ve proje posterinin hedef kitlede yarattığı çıktılar öğrencilerin çevrelerinde var olan engelli bireylere karşı duyarlılık kazanmış olmaları, HAY grubu öğrencilerinin birlikte hareket edebilme duygularının pekiştirilmiş olması ve öğrencilerin okula aitlik duygularının artması şeklinde sıralanabilir.
Hasköy İlköğretim Okulu’nda öğrenim gören 6. ve 8. sınıflardan oluşan HAY öğrencileri bir sene boyunca aldıkları eğitim sonunda “HAY’di Çocuklar Sinemaya!!!” isimli projelerini hayata geçirdiler. Projenin amaçları Hasköy İlköğretim Okulu öğrencilerinin sinema kültürüyle tanışması ve bu kültürü edinmeleri, okulun çok amaçlı salonunun aktif hale getirilmesi, proje sonunda elde edilen gelirle yardıma ihtiyacı olan öğrencilere destek olunması ve sosyal sorumluluk bilincini kazandırılması ve içselleştirilmesi oldu. Bu kapsamda HAY öğrencileri projeyle ilgili duyuruları ve tanıtımları yaptılar, proje posterini hazırladılar, sinema biletlerini tasarladılar, hazırladılar ve sattılar, elde edilen geliri okulun sosyal fonuna aktardılar, sinema gösteriminde kullanılacak filmleri tespit ettiler ve okul aile birliği ile iletişime geçerek sinema gösterimi sırasında patlamış mısır hazırlanmasını sağladılar. En sonunda ise okullarındaki 4. ve 5. sınıf öğrencilerine çok amaçlı salonlarında sekiz defa film gösterimi yaparak projelerini sonlandırdılar.
5. Güner Akın Lisesi, Beyoğlu
7. Hürriyet İlköğretim Okulu, Sarıyer Ferahevler’de bulunan Hürriyet İlköğretim Okulu düzenledikleri klasikleşmiş veli kermeslerinin dışına
Esenler Çok Programlı Lisesi’nde bulunan 160 HAY öğrencisi okullarında bir ilke imza atarak çok geniş kapsamlı bir proje ürettiler. “1. Gelenek-
Doğru İletişim Projesi
Genç Hayat Vakfı tarafından yürütülmekte olan Doğru İletişim Projesi (DİP), 11–18 yaş grubu ergenlerde ve onların ebeveynlerinde farklılıklarla bir arada yaşama kültürünün ve bilincinin gelişmesi ve onlara temel iletişim becerilerinin
6. Hasköy İlköğretim Okulu, Beyoğlu
kazandırılması amacıyla oluşturulmuştur. Ergen ve ebeveynlerde davranış değişimi elde edilmesiyle aileden başlayarak, toplumda sağlıklı ilişkilerin oluşturulması yönünde bir dinamik sağlanmaktadır. Proje uygulamalarıyla ergenlerin kendi-
lerini ve “öteki” diye nitelendirdiklerini tanıma ve “biz” olabilme konularında becerileri artırılırken; ebeveynlere de çocuklarını bu dönemde daha çok destekleyebilmeleri için bilgi ve beceri aktarımında bulunulmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı ile Genç Hayat Vakfı’nın yaptığı protokol doğrultusunda ilköğretim ve ortaöğretim kurumları ile belediyelerin gençlik, kültür ve toplum merkezleri, sosyal hizmetlerin ilgili bölümleri, ergenlerle ve ebeveynlerle çalışan sivil toplum kuruluşlarında uygulanan Doğru İletişim Projesi, bu senenin Mayıs ve Haziran aylarında İstanbul’un 6 farklı ilçesinde bulunan 15 ilköğretim okulu ve lisede uygulandı. Projenin uygulandığı okullar ise şöyle oldu: Karagümrük İlköğretim Okulu (Fatih), Samiha Ayverdi Anadolu Lisesi (Fatih), Kocamustafapaşa Lisesi (Fatih), Edirnekapı İlköğretim Okulu (Fatih), Hasköy İlköğretim Okulu (Beyoğlu), Abidin Gün İlköğretim Okulu (Üsküdar), Âşık Veysel İlköğretim Okulu (Kâğıthane), Şair Nigar İl01 3
çıkarak, Hürriyet İlköğretim Okulu HAY öğrencilerinin isteği ve çabaları doğrultusunda bu sefer bambaşka bir amaçla bir kermes düzenlediler. “HAY’di Hürriyet Hep Beraber Elele” diyip yola çıktıkları projelerinde, okullarında düzenledikleri kermesten elde edilen geliri okullarındaki anasınıfını geliştirmek için kullandılar. HAY öğrencileri, kermesin düzenlenmesinde, gerekli izinlerin alınmasında, kermeste kimlerin görev alacağının karar verilmesinde, proje posterlerinin hazırlanmasında, anasınıfının ihtiyaçlarının belirlenmesinde rol alarak projenin tüm ayaklarının belirlenmesinde ve uygulanmasında görev aldılar. Bu proje sonunda öğrenciler okullarında bir şeyleri kalıcı olarak değiştirebilmenin, kendi yaşam alanlarına yaptıkları katkıların ve en çok da küçük kardeşlerinin sevinçlerini paylaşmanın mutluluğunu yaşadılar. 8. Melahat Öztoprak İlköğretim Okulu, Sultangazi
Melahat Öztoprak HAY öğrencileri okullarında iki tane sosyal sorumluluk projesi yürüttüler. Bu projelerden biri “Okulumuzu Güzelleştirme Projesi” adı altında yer aldı. Bu projede öğrenciler öncelikle okullarının nelere ihtiyacı olduğunu belirleyerek yola çıktılar. Spor salonlarını güzelleştirmek için duvarlarını çeşitli grafik çalışmalarıyla süslediler. Belediyeyle iletişime geçerek arka bahçelerine fidan diktiler ve okullarına yeni banklar getirilmesini sağladılar. Çok amaçlı salonlarının daha aktif kullanılmasını sağlamak için bir tiyatro oyunu hazırlayıp okullarında bunu sergilediler. Proje sonunda okullarına bıraktıkları kalıcı farklarla büyük sevinç yaşadılar ve okullarını tüm öğrencilerin daha rahatça kullanabileceği bir alan haline getirmiş oldular.
köğretim Okulu (Sarıyer), Yavuz Türk İlköğretim Okulu (Üsküdar), Zübeyde Hanım İlköğretim Okulu (Sarıyer), Hacı Mehmet Şalgamcıoğlu İlköğretim Okulu (Sarıyer), Şehit Kubilay İlköğretim Okulu (Kâğıthane), Hacı Ethem Uktem İlköğretim Okulu (Kâğıthane), Turgut Akan İlköğretim Okulu (Sarıyer) ve Halkalı Mehmet Akif Ersoy Lisesi (Küçükçekmece). Uygulama kapsamında verilen seminerlerin ardından, ergenler ve ebeveynler
Diğer hayalleri ise, “Çeşitli Mesleklerin Tanıtımı” konulu proje ile gerçekleşti. Her hafta çeşitli mesleklerden uzman kişiler gelerek öğrencilere kendi meslekleri hakkında aktarımda bulundu. Halkla İlişkiler Uzmanları Damla Timurcioğlu ve Burcu Parlak, Tiyatro Oyuncusu Hakan Bilgin ve Bonomo Music’in bateristi Ferhat Zamanpur kendi ağızlarından kendi mesleklerini ve inceliklerini öğrencilere aktardılar. Bu kişilerin okulla bağlantısının sağlanması ve davet edilmesi, katılımcıların ve mesleklerin belirlenmesinde HAY öğrencileri görev aldılar. 9. Recaizade Ekrem İlköğretim Okulu, Sarıyer
Recaizade Ekrem İlköğretim Okulu HAY öğrencilerinin çıkış noktası çevrelerindeki temizlik problemi oldu ve “HAY’di Temiz Bir Okul İçin El Ele” isimli sosyal sorumluluk projelerini geliştirdiler. Proje kapsamında çocukların amacı kendilerine en yakın çevre olan okullarını temiz tutmak ve bütün okul öğrencilerine de bu bilinci yerleştirmek oldu. Okullarında düzenledikleri kampanyalarla bütün öğrencilerini okullarını temiz tutmaya yönlendirmeye ve bir çevre bilinci oluşturmaya çalıştılar. Bu bağlamda öncelikle belediyelerle irtibata geçerek okullarına plastik, cam, kâğıt gibi geri dönüşüm çöp kutularının gelmesini sağladılar, okullarında projelerini tanıttılar ve duyurdular, proje posterleri hazırladılar, kendi arkadaşlarına akran eğitimi yöntemiyle çevre bilinci oluşturmaya çalıştılar, her hafta en temiz sınıfı seçerek öğrencileri buna teşvik etmeyi amaçladılar. Proje sonunda hem kendilerinde hem de arkadaşlarında geleceğimizi korumak adına bir çevre bilincinin oluşmaya başladığını gözlemlemek onlar için çok umut verici oldu. Projenin sürekliliği için yeni dönemde de aynı uygulamaya devam edilmesine karar verdiler.
İletişim: simge@genchayat.org emel@genchayat.org
gruplar halinde eğitimler aldılar. Eğitimlerde empati kurma, etkin dinleme, ben dili-sen dili, çatışma çözme ve kendini ifade etme beceriler ile farklılıklarla bir arada yaşama konularında bilgilerini ve becerilerini geliştirdiler.
İletişim: simge@genchayat.org emel@genchayat.org
Beykoz
Röportaj Işıl İşcan (22) Büşra Turak(16) Cangül Keleş (16) Ahmet Cingil, 1928 yılında Kayseri Bünyan’da doğmuş, ailesi ile birlikte İstanbula göç etmiş ve İstanbul’un belli başlı birçok yerinde yaşadıktan sonra 1950 yılında Beykoz’a yerleşmiş ve hala Beykoz’da ailesiyle birlikte yaşamını sürdürmektedir. Beykoz’a camcılık yapmak için gelen Ahmet Cingil şu an Beykoz’da ev ve oto anahtar işi yapan bir esnaf. Bizleri anahtar dükkânında ağırladı ve biz de Beykoz’u Ahmet Bey’in ağzından dinledik.
Ahmet Cingil / Esnaf Beykoz’un Hacı Ahmet Amcası’yım “1928 doğumluyum. Bu da demek oluyor ki 82 yaşındayım. Aslen Kayseri Bünyan kazasındanım fakat 1950’den beri Beykoz’dayım. Beykoz’da esnaflık yaptım ve halen de yine esnaflık yapmaktayım. Anahtar işi yapıyorum. Ev ve oto anahtarları işiyle meşgulüm. Emekli işi kendime göre. Parası olanın da işini, yapıyorum olmayanın da. Mühür kazıyoruz imzalarını atamayan yaşlılara, 65 yaş maaşı alanlardan para almıyorum. Sakatlardan da para almıyorum. Diğer vatandaşlardan 5 lira alıyoruz. Fakat onların da çoğu hemen hemen veremiyor. Bizde diyoruz ki kiminin parası kiminin duası, böyle gidiyoruz.”
“Akşam beş olup fabrika dağıldığında Beykoz’un sokakları insanları almazdı” “Ailemin kökeni esasta, dedelerim Maraş’tan gelmiş Kayseri’ye yerleşmişler. Babamlar da buraya İstanbul’a gelmişler. Fatih’te oturduk, Kumkapı’da oturduk fakat ben Beykoz’a geldim, yerleştim. Burada hiç camcı olarak kimse yoktu, araştırdım, geldim buraya camcılık yapmaya. İlk işim camcılıktı. Sonra yaş ilerleyince camcılık falan yapmak biraz zor olmaya başladı, derken tam yaşımıza göre anahtar işi… Oturduğum yerde rahat iş yapmak için… Fazla sermaye de gerekmeyecek bir iş olduğu için bunu yürütüyoruz. İşte hayatta iki kızım var. Kızlarımı çok şükür okuttum. Bana çok karşı gelenler oldu. İşte kız okutulur mu diye.” “Beykoz’da çok sosyal faaliyetlerde bulundum. Mahalle muhtarlığı yaptım, mahalleyi güzelleştirme derneğindeydim, mahallede kuran kursu, dernek başkanlığı, cami heyeti dernek başkanlığı yaptım. Onun dışında siyasi olarak 20 sene ilçe başkanlığı MHP’de yaptım ve dolayısıyla en kritik o kavgalardan, dövüşlü günlerde Beykoz’u uzak tutmaya çalıştım. Çok yanlış iş yapanları, atak hareket edenleri partiden attım. Emniyete haber verdim. Çünkü buradaki, sağ sol olarak değil, hepsi bizim buranın insanları mahallenin, komşunun çocukları ve bunların birbirine düşmesini kan dökülmesini istemiyorum. Şöyle bir düşünüyorum eskiye baktığımda, pişman olacağım hiçbir şey yapmadım. Huzurluyum, mutluyum ve şimdi de herkesten saygı görüyorum. Yani sağcısı da solcusu da bana saygılı davranırlar, severler. Beykoz’un Hacı Ahmet Amcası’yım.” Dekor Atölyeleri “Eskiden Beykoz’da, kundura fabrikası vardı; üç bin, üç bin beş yüz kişi çalışırdı. Şişe cam fabrikası, rakı ispirto fabrikasında da yüzer bin kişi çalışırdı. Akşam beş olup fabrika dağıldığında Beykoz’un sokaklarını insanları almazdı. Fabrikaların hepsi kapandı, satıldı; hepsi satıldı evet. Beykoz şimdi emekli-
ler bölgesi oldu, hep emekli. (…) Paşabahçe’de, her sokakta, mahallede atölyeler vardı. Dekor yapmak için, çay bardaklarına, su bardaklarına… Fabrikadan kutularla alırlar, o atölyelerde işlenir; atölyelerde en aşağı beş altı kişi çalışıyordu; genç çocuklardan yetiştiriyorlardı. Onlar da işsiz kalmıyordu anladım, en aşağı yüz yüzeli tane atölye vardı burada; hep bunlarda insan çalışıyordu. (…) Hepsi kapandı gitti, fabrika gidince işveren olmayınca gençler işsiz, yaşlılar da hep emekli. Maaşını alıyor, oturuyor. Esnaflar da tek tek kapanıyor yavaş yavaş bitiyor. Bana diyorlar ki türü gitmiş esnaf diyorlar bana da. Artık kalmadı benim gibi düşünen, çalışan yok ki. İşte bakın anahtar beş liraydı iki buçuk lira aldım döndü kapıdan giriyor benim param yok diye geliyor zaten bana doğru. O camcılık yaptığım zaman da öyle… Peşin parası olan gidiyordu başka yere, parası olmayan bana geliyordu, ben de yapıyordum sonra onların da duasını alıyordum.”
Bir tane Deli Şefik dediğimiz birisi vardı, şimdi rahmetli oldu. Üsküdar’dan buraya yirmi dakikada gelirdi, şimdiki otobüslerle bir saatte geliyoruz, evet çünkü o zaman trafik yok, yollar boş, araba yok. Gider şey yaparlar öyle pek şey olmazdı, bir o tarafa yatarlar, bir bu tarafa yatardı. Şoför Deli Şefik ve Faytoncu Kayserili Niyazi “O zamanlar Beykoz’da arabalar falan yoktu. Motorlu arabalar yoktu. Fayton arabalar vardı. Kundura fabrikasının, müdürleri memurlar, vapur iskelesinin önünde dururlar, fayton arabasıyla, onlardan bir tanesi de Kayserili Niyazi dedikleri, Allah rahmet eylesin vefat etti, faytoncu vardı meşhur. Yani diyeceğim Beykoz’da kalabalık yoktu.
01 4
Nüfus daha azdı, böyle belediye otobüsleri çok azdı (…) Semtte, şimdi ulaşım burada benim söylediğim o atlı paytonlar vardı; bundan başka bir tane de burunlu, uzun ön tarafı uzun hurda eski bir otobüs vardı. Hadi indirdi, hadi indirecek, korku içersinde yirmi dakikada gelirdi. O otobüse binmek cesaret isterdi.” “Esnaflar saygılıydı, fabrika dağıldığı zaman herkes alışveriş yapar, para günü gelen işçiler gelir, esnaflara borçlarını öderdi. Herkesin birbirine saygısı sevgisi vardı, kredisi vardı. Dar olan esnaf birbirinden yardım ister, senedine çekine, arkadaşlarıyla birbirlerini idare ederlerdi. Herkes saygılıydı Fakat şimdi bakıyorum birbirini tanıyan yok seven sevgi saygı yok bitti. Kim ne kadar sıkışırsa sıkışsın komşusundan dahi yardım alamıyor. İnanın şimdi apartmanın üst katında davul saz eğlence saz türkü çalıyor, aşağıda cenazesi var haberi yok. Birbirlerinin hastasından haberleri olmuyor. Ölenlerden haberi olmuyor. Yani eski günleri ben çok arıyorum.”
“Benim arkadaşlarımdan 1 hafta evvel çok sevdiğim birisi vardı, Arnavut Hayri derlerdi. Akşam dükkânın önünden geçiyordu gördüm, ‘Hayri Abi maşallah iyi görünüyorsun’ dedim; ‘sende iyi görünüyorsun’ dedi. Sonra ben eve gittim O çayıra doğru, kahveye gitti; çay istemiş, çay gelene kadar fenalaşmış hastaneye kaldırmışlar, sonra ölmüş. Yani diyeceğim bizim yaşımızda olan eskiler tek tek gidiyor. N’apalım herkes gidecek. Allah herkese sağlık sıhhat versin.” “Gençlik günlerimizde, burada sinema falan pek yoktu kapalı sinema. Yazlık sinema olurdu. Akşamları yazlık sinemaya giderdik, gündüz, pazar tatil günlerinde falan çayıra giderdik, futbol oynardık. (…) Buranın meşhur paçası var o da eskidendi. Şimdi yok şimdi yok, çünkü paça, yapan şahıslar vefat etti. Çocuklar aynı şeyi devam ettiremediler, o işle uğraşmadılar, okudular meslek sahibi oldular.” “Yangınlar, ahşap ev olduğu için çok yangınlar oldu hatta bizim bir komşumuzun üç çocuğu evde yandı. Ahşap ev, kadıncağız pazara gidiyor çocuklar dışarı çıkmasın diye kapıyı da kilitliyor; içerde de çocuklar oynarken sobayı deviriyorlar, yangın çıkıyor daha içerden yanma olduğu için dışarıdan kimse de kurtaramıyor; kapıyı açana kadar çocuklar yandı gitti çok yangın oldu burada Beykoz’da.” “Benim bir de merakım, eski tarihi insanları, yaşlı insanları oturtur dükkânda eskileri anlattırırdım. Şimdi Yalıköy’de oturduğum için ben, dükkânımda ordaydı. Balıkçı Galip Abi vardı, Koca İhsan vardı, Çavuş Dayı vardı, Hafız Amca vardı… Yaşlı insanlar… Çamur İhsan dedikleri vardı; bunlar o zamanlar İstanbul’un işgalinde çok büyük şeylikler, içli kahramanlıklar yapmışlar, Fransızlara karşı burada gruplar kurmuşlar, savaşmış insanlar, ben onları oturtur, yaşadıklarını, mücadeleleri anlattırırdım evet, fakat hiç onları not edip yazmadım, keşke yazsaydım…”
Beykoz
Röportaj Sezen Engiz (23) Gizem Topçu (16) Duygu Öztürk (16) İyisiyle kötüsüyle, değişen değişmeyen yönleriyle Beykoz’u bizlerle paylaşan Nevriye Türye yetmiş yıldır Beykoz’da yaşıyor...
Nevriye Türye / Cam İşçisi On iki yaşında ben de girdim cam fabrikasına “Trakya, Pınarhisar’da doğmuşum ben. Babam askerden geldikten sonra İstanbul’a gideceğim diyor ve biz o şekilde İstanbul’a geliyoruz. Birçok yerde oturduğumuzu hatırlıyorum ama çok küçüktüm. Buraya da Mecidiyeköy’den geldiğimiz için kısaca Mecidiyeköy’den bahsedeceğim. Orada bir dutluk vardı, dutluğun içinde yine böyle gecekondu vardı orada oturuyorduk biz. Ama Mecidiyeköy’ü hiç unutmam çünkü çok beğendiğim bir yerdi keşke oradan gelmeseydik diye tasa çekerim. Hala da çok severim yani...” “Babam tramvayda vatmandı, bu kırmızı-tek tramvaylar var ya işte onlarda çalışırdı. Askerde bir arkadaşıyla konuşmuş ayaklarının ağrısından bahsetmiş. İşte işe nasıl gideceğim falan diyince arkadaşı da bizim orda yani Paşabaçe’de bir cam fabrikası var, gel sana orada iş ayarlayalım diyor. Arkadaşı da fabrikada bekçiymiş askerden dönüşte de devam edecekmiş zaten. Böylece buraya geliyoruz. Evimiz yok, yerimiz yok, paramız yok... Çok fakirlik vardı yatmaya yatağımız bile yoktu, bunlar kesilmiş (elbiselerini gösteriyor) doldurulmuş torbaya, yani yataklarımız bunlardı işte. Ekmek kıtlığını bile biliyorum ben, Mecidiyeköy’de karneyle ekmek alırdık. Bir kişiye günde bir ekmeğin dörtte birini veriyorlar yani 24 saatte dörtte bir ekmek. Yanına katık da yok. Babam asker zaten, dört seneymiş askerlik o zamanlar. Hani çalı süpürgeleri var ya onun tohumundan pilav yapmıştı annem, hala tadı damağımdadır. Bugüne kadar belki en güzel pirinci yemişimdir ama onun tadı aç olduğumuz için en lezzetlisidir. Baba yok, gelir yok... Her neyse kalktık buraya geldik. Babamı hemen aldılar cam fabrikasına, zaten yeni açılmıştı. Bir akrabamız vardı o da buralarda oturuyordu, önce onun çatısının altına girdik. Hem ağırlık yapıyoruz diye hem de filan yerde yer var denilince ayrıldık oradan. Buralar hep dağdı zaten. Dört tane kazık çakıyorsun, sağdan soldan çubuk ekleyip aralarına taş dolduruyorsun, çamurla samanı yoğurup
“Yaşadığımızı hissediyorduk” sıvıyorsun oldu, bitti. İşte bir oda yaptı babam girdik içeriye oturduk. Babamdan sonra annem de girdi fabrikaya bir buçuk ay falan çalıştı gözüne katarakt gelince çalışamaz oldu. Sonra ablam da girdi. Ben bu mahalleye geldiğimde sekiz yaşında yoktum bile, on iki yaşında ben de girdim cam fabrikasına. Anlayacağınız beşi bitirmiş insan da değilim, Ferit İnal İlkokulu’nda dörde kadar okudum. Eğer okula gitmezsek aylığımızı kesiyorlardı.”
kapıları camları da takıldı yani temeli atılalı kırk bir yıl oldu sizin anlayacağınız. Demek isteyeceğim bir gecekondu yaptık o gündür bugündür de buralardayız. Ablamın vasıtasıyla eşimle tanıştım. İkisi kız biri oğlan üç çocuğumuz oldu, kırk altı sene sonunda eşimi kaybettim. Velhasıl işte çocuklarımızı okuttuk, evlendirdik.”
inanıyorum ama kapımın önüne çıkınca öyle değil. Çünkü izin olmadığı için hiç bir şey yapamıyorsun. Tapumuz yok, tapu tahsis belgemiz var sadece. Rahat değilim sizin anlayacağınız. Şu evde birileri içki içiyormuş, bir de benim evimin önünden geçiyorlar. Kapımın önündeki merdivenlerde oturanlar, sarılanlar... Bir akşam gördüğüm
Yeniköy’de oturuyordu. Giderdik ‘Vasil Abi patlıcan almaya geldim’ derdim. Aç eteğini derdi, uzun etek giyerdik tabii, doldururdu eteğimize, kiloyla değil yani. Domatesler, biberler mis gibi kokardı çünkü gübreyle yetişirdi. Sonra o bahçe seksen milyona satıldı. Orayı alan ev yaptıktan sonra tek bir evi seksen milyona satabildi yani.”
“Çocuklarım beni hiç yalnız bırakmazlar hâlbuki benim rahatım yerinde. Şimdi gidiyorum daireye, alışmışım buraya, kapının önünde yemek yemek veya sabah kahvaltısını etmek, gelenle geçenle konuşmak... Orada dört duvarın içinde sıkılıyorum.”
ahlaksızlığı size anlatamam. Hiç ayıp kalmadı artık inanın yani. Geçen gün bir komşumun bahçesine girmişler kapısının önünde kaşla göz arasında telefonunu almışlar. Şuraya bir elektrik direği koyduramadık. Hâlbuki elektrik olmadığı için her türlü kötülük olabiliyor. Kaç kere gittik anlattık hiç bir şey yapmadılar.”
Gelenler maşallah, rabbena hep bana “Beykoz’u size benim gençlik yıllarımdan bir hikâyemle anlatayım. Ben gençliğimde çok şık giyinirdim ama hazır hiç bir şey giymezdim. Paşabahçe’nin göbeğinde tahta bir bina vardı orada bir terzi vardı. Beş metreden bana bir etek dikmişti. Belim incecikti. O kadar kumaşı kloştan yapacak yani. Ama şimdiki terziler gibi değil. Ben ayakta dururdum, eteğimi mezurayla iğnelerdi sarkmasın diye. Parmakla gösterilecek kadar şık giyinirdim. Her şeyden hevesimi almış bir insanım. Çalıştım, giyindim... Sen şimdi altından elbise giysen özenmem. Yani çok güzel dikiş dikenler vardı.”
“Ayakkabı yok takunyayla işe gidiyoruz, sabun yok hiç bir şey yok. Bir elbisen olsa yıkayıp yıkayıp giyiyorsun. Yani bundan yetmiş sene önce çok feci bir yaşantı vardı. Saatte on sekiz kuruş veriyorlardı bana, ayda yirmi altı lira oluyordu kesintilerle falan. Dekor yapardım ben fabrikada. Taşla şekil verirdik. Tek tek basarak yaparsın, dallarını ayriyeten yaparsın kıvırırsın, yapraklarını da yaparsın. Elim de çok pratikti benim. İşe altıda girer ikide çıkardım. Saat onbirde bin beşyüz tane yapınca çekilir bir kenara otururdum. Sonra kalite-kontrol yapılırdı hiç hata bulamazlardı bende. Bir tane de bardağım vardır hala saklarım onu. Bir o yadigâr kaldı bana. Yani güzel bir sanat sahibiyim aslında. İş yeri de çalıştırdım evlenmeden önce. İstanbul’da (Eminönü) Mahmutpaşa’ya çıkarken dekor atölyem vardı. Çok güzel bir işim vardı. Evlenince bıraktım.” Orada dört duvarın içinde sıkılıyorum “Şimdiki evimi, ben yaptım sayılır aslında. Eşimin hiç haberi yokken biriktirdiğim az bir para vardı. Bu yerin sahibi de bir gün yoldan geçerken gel Nevriye sana burayı satayım dedi. Şimdi baktım manzarası da güzel. Neyse biz aldık burayı aradan iki yıl geçince karar verdim temeli attırmaya. Ama burası nasıldı bilyor musun, camdan baktığın zaman miden bulanır. Yani yol yapılmadan görseydiniz. Buralarda su giderdi bu yollarda. Her neyse bir usta geldi. Eski oturduğum evin girişinde bir aygaz vardı, bir de
Beykoz çok çileler çekti “Beykoz çok fakirdi. Bu gecekondulardan bir tane orada varsa bir tane de burada vardı yani yoktu o kadar. Cam fabrikası da yeni açılmıştı. Burada oturanların hepsi cam fabrikasındandı. Sonra fabrika aniden kapandı. Birçok insanı
“Eskiden hiç bir şey yoktu, kuru ekmeğe muhtaçtık ama mesela gençken arkadaşlarımızla birlikteyken takvim kâğıtlarından şiirler okurduk, hıdrellezde hep birlikte olurduk. Yani yaşadığımızı hissediyorduk. Şimdi böyle bir şey kalmadı, dargın kırgın falan değiliz de eskisi gibi değil yani. Şimdi birisi gelip de benim kapımı çaldığı zaman kim o deyip şuradan da görmezsem gündüz dahi olsa açmıyorum. Öyle bir devirdeyiz yani.”
“Eskiden Rumlar vardı burada bu tahta binalar hep onlarındı. Gayet samimiydik, kırk yıllık ahbap gibiydik. Hiç bir kötülüklerini görmedim. Pazar sokağının orada da kilise vardır hala çalar çanları. Ama gittiler zaten yoklar şimdi, kimse kalmadı.” Vasil Abi patlıcan almaya geldim ayakkabı çıkarabiliyorduk, sonra bir odaya giriyorsun ikinci odaya da gene aynı kapıyla giriyorsun. Yani iç içe iki tane oda vardı. Böyle yaşadığım için ustaya, ikisinin kapısı ayrı olan bir ev istediğimi söyledim. Temeli atıldıktan sonra usta tuğlasını, ağacını, çivisini alın evinizi donatayım dedi. Benim bildiğim biri vardı İnciköy’de eskiden kaptanmış, ona gittik pazarlık ettik aldık her şeyi geldik. Usta da bir haftada doğrulttu evi. Sonra
nerelerde cam fabrikası varsa oralara dağıttılar, birçoğu da dışarıdan ödeyip de emekli olmak için senelerce bekledi. Demek isteyeceğim Beykoz çok çileler çekti. Ama şimdi birden her taraf evlerle doldu. Fakat yerlerimize sahip çıkamıyoruz. Geceleri benim dallarım kesilir, birileri orayı burayı kazar ya da kırar yani bu şekilde oturuyoruz buralarda. Kaç kere belediyeye gittim hiç kimse ilgilenmiyor. Evim fakir evi de olsa temiz olduğuna 5
“Ama bizim oturduğumuz tarafta yoktu çünkü burası hep dağdı. Mesela ben burada hiç görmediğim meyveleri gördüm. Kocayemiş derler burada, çilek gibi böyle pütürlü pütürlü kırmızısı vardır, sarısı vardır. Millet odunları kese kese, dört kazık çakıp burası benim deyip ev sahibi oldu. Aslında buraların Fihri Bey isminde bir mirasçısı vardır ama yok meydanda. İsmi Türk değil işte, Fihri Bey. Şu altımızdaki bahçe gibi olan çukurda Vasil Abi vardı. O da Türk değildi.
“Bizim burası çok serin. Karşı tarafımız güllük gülistanlık. Buralarda kar olduğu gibi kalır ordaysa bir tane kar kalkmaz. Burasının güneşi azdır. Olsun ben memnunum sıcakla aram iyi değil.” “Beykoz’un köyleri çok güzeldir. Sahilde bir motor var, orada balık yenir. İstersen üst katı da var. Hem bakınıyorsun hem yiyorsun. Beykoz’un meşhur işkembecisi vardır, çok güzeldir. Yıllardan beri de buradadır. Hamamın yanındadır yeri. Hamamın bitişiğinde de ablamın kayınpederinin berber dükkânı vardı. Beykoz’da değişiklikler var tabi. Yolları daralttılar. Onçeşmeleri’in önüne koca bir şey yapmışlar olduğu gibi yolu almışlar. Önceden denize girilirdi şimdi yasakladılar. Paşabahçe rakı fabrikasının üstünde Burunbahçe vardır oradan girilirdi mesela, şimdi kapamışlar orayı. Asıl Beykoz’da değiştirilecek çok şey var. Fakat gelenler maşallah, rabbena hep bana deyip kesesini doldurduğu için, bir ihtiyacımız olup gittiğimizde kimse bakmıyor.”
Beykoz
Röportaj Pınar Eriç (26) Muhammed Yılmaz (16) Buse Engin (16) Vuslat Tezcan (15) Recep Erol doğma büyüme Beykozlu. Öğretmenlik mesleği gereğince Urfa’da Birecik’te geçirdiği 3 yıl dışında, hayatının tamamını Beykoz’da geçirmiş. Anadolu Feneri’nde doğmuş, Beykoz’un, köylerinde öğretmenlik yapmış, merkezinde bir süre ticaretle uğraşmış olan Recep Erol, yazları Fener’deki evinde oturuyor. Kendisi Beykoz’a dair hemen her konuda merakımızı giderdi. “Ben Anadolu Feneri’nde dünyaya gelmişim. Ailemiz bahçıvan. Babam ben iki buçuk yaşındayken vefat etmiş. İlkokulun birinci sınıfını Beykoz’da okudum. Beykoz’un Merkez Camisi’nin yanında ilkokul vardı. Sonra Fener’e okul yapılınca oraya taşındık. O zaman okulların adı yoktu numaraları vardı. Okuduğum okul 49. İlkokul’du. Ahmet Mithat Okulu da 50.ilkokuldu. Ondan sonra 2. sınıftan itibaren, Beykoz Anadolu Feneri’nde okudum. Orayı bitirince Anadolu Feneri köy lisesine yazıldım. İmtihanla orayı kazandım. Orada okuduk 5 sene. 5 sene sonra işte, 1948’de oradaydık. 1952 yılında mezun oldum. Sonra tayinim Urfa Birecik’e çıktı. Birecik’in aşağı köyünde 3 sene görev yaptım. Oradan sonra da tayinimi istedim İstanbul’a, Şile Karakiraz köyüne tayinim çıktı. Beykoz’un hudut köyüdür. 2 sene orda görev yaptık. Oradan tayinimi istedim, Beykoz’a. Ali Bahadır köyüne tayin ettiler. Ali Bahadır köyünde 2 sene yaptım. Ondan sonra gene tayinimi istemek durumunda kaldım bazı sebeplerden dolayı. Öğretmenlikle ilgili değil. Oradan Polonez köy’üne tayin oldum. Beykoz Polonezköy’ünde tek öğretmen olarak 13 sene öğretmenlik yaptım. İşte evlenip de gittim oraya. Okullarda hep tek çalıştım 19 sene. Tek öğretmenlik yaptım.” “Polonezköy’e öğretmen gittik. Orada 60 yılında ihtilal, darbe olunca bize muhtarlık da verdiler. Üç aylık diye verdiler. Üç sene de Polonezköy muhtarlığını yaptım, hem öğretmen hem muhtar. Orada evlendim çocuklarım oldu. İki oğlum olmuştu. Okula gitmek imkânsız tabi, mecburen tayini Beykoz’a istedim, ortaokula gitsinler diye. Beykoz’ da Ahmet Mithat Okulu’na tayinim çıktı. Oradan da 7 sene sonra emekli oldum. Emekli olduktan sonra ticaret yaptım. Tabi öğretmen olduğum için ticarette battım. Battık ama geçindik. Üç defa battık, üç defa düzeldim; inşaat, kaba inşaat malzemesi sattık ama olmadı. Yemcilik yaptım. 10 sene kadar geçindik yani. Batmamızın sebebi de boynunu bükene mal verdik, ödemediler. Sonra geldim buraya bu kulübeyi yaptım dükkân gibi. Hanımla burada çalıştık. Burada da 17 sene çalıştık. (…) Bakkal, büfe gibi, bayi gibi, bunu da kapadık, 2006 sonunda kapadım burayı. Şimdi hanımla oturuyorum, o arada da üç defa ameliyat oldum. Hem kalpten, hem fıtıktan, hem de safradan. Ölümden de döndük. Kalp ameliyatı ağır değildi de, safra ameliyatı ağır geçti, şimdi iyiyi. Burada kendi evimde, kendi bahçemde çabuk iyileşiyorum. Burada spor yapar gibi çalışıyorum. Sağlığıma kavuştum.” Ahıska kökenliyiz “Şimdi köken olarak 1766 yılında Ahıska’dan gelmişler. Ahıska
“Fener’de 1960 yılına kadar balık satmak diye birşey yoktu” kökenliyiz. O zamanın Osmanlı padişahı dedemizi buraya yerleştirmiş. Dedemiz orada padişahın kahyasıymış. Buraya yerleştirmiş. Boğaz burası ya, güvendiği aileleri getirip yerleştirmiş. Burada muazzam araziler vermiş, satın almışlar, tapular öyledir yani. Sultan Selim Han Vakfı’ndan arazi 2000 bilmem kaç kuruşa satılmıştır diyor yani kahyaya. Böyle bahçıvanlık yapmışlar, hayvancılık yapmışlar. Geçinmişler.(…) Evimiz köyün içinde denize karşı iki katlı bir evdi. Geniş, köy eski zaman evlerinden biriydi. Odaları geniş ahşap bir evdi. Karadeniz’e bakıyordu. (…) Annem de Ahıska türkü ama onlar Kütahya’ya gelmişler Annemin babası Kütahya’ya gelmiş. Benim anneannemin yöresi, onlar da Ahıska’dan gelmişler. Onlar da buraya, Poyraz koyuna yerleşmişler. Dedem Kütahya’dan gelmiş, Kütahyalı Mehmet Ağa derlermiş. Kolcuymuş, tütün kolcusu. Atla bütün köyleri gezermiş. Sonra anneannemle evlenmişler.” “Ta ben Karakiraz’a öğretmen geldiğim zaman, işte köylüler yaşlılar bana ‘sen nerelisin’ ‘işte Anadolu Fenerliyim’ ‘kimsin şu bu tanıyor musun?’ O zaman ben de Kütahyalı Mehmet Ağa deyince; kalktı, sarıldı, ‘vay’ dedi; ‘sen bizim adamımızsın çocuğumuzsun.’ Karakiraz köyünün yaşlıları bana büyük babalık yaptılar. Meğer dedem kolcuyken köyleri gezermiş onu çok severlermiş, demek ki dürüst adammış. Hep o taraflıyız, yalancılık soyumuzda yok.” Denizden çıkmazdık “Köyde o zaman, küçük çoktu, kalabalıktık. Köy meydanında, bizim evin önü meydandı o zaman çelik çomak oynardık, kâğıt oyunu oynardık, seksek oynardık. Kâğıt oyunu dediğim şey sigara kâğıtları vardı, onları yığardık vurup öyle oynardık. Körebe oynardık, daha çok çelik çomak oynardık, bir de topaç çevirirdik. Sonbahar geldi mi bütün kış topaç çevirirdik. Şimdi o adetler kalktı. Aletleri kendimiz yapardık. Telden arabalar yapardık. Çevirirdik onları sonra araba tekerleri bulurduk onları da çember top yapardık. Telden kalınca çember yuvarlardık koşa koşa gider gelirdik. (…)Yalılarımız vardı, Kabakoz’da kum vardı, kumsalda kum azaldı şimdi ama, orda girerdik. Köyün altı kumluktu, bol bol yüzerdik, denizden çıkmazdık yani.”
“Kayıklar Fener’in önüne geldi miydi, ‘Kavak’tan falancanın kayığı’ yahut ‘İstanbul’dan filancanın kayığı’ denirdi.” Toriği sırtımıza vururduk burnu yere değerdi “Burası, o zaman şartlarına göre, motor yoktu kürekli balıkçılık vardı. Beykoz Anadolu Feneri köyü Beykoz’un değil İstanbul’un en lüks balıkçı köyü idi. Beş, altı tane büyük balıkçı reisimiz vardı işte burda. O reisler, Hüseyin Reis, Mehmet Reis, Şaban Reis, Asım Reis, Hasan Reis, bunlar Türkiye’nin sayılı balıkçılarıydı. Sonra işte motor çıkınca mecburi kayıkları büyüttüler, kıyıda iskele olmadığı için onları İstanbul’a taşıdılar. Kumkapı’da balıkçılık yapılmaya başlandı. Balıkçılık çoktu.
Balıkçılıkla, denizle ilgim yoktu, köy balık tutar biz yerdik. Burada 1960 yılına kadar balık satmak diye bir şey yoktu. İmkanı yok balık satılmazdı. Çok balık olduğu için herkes gelirdi, gidersin kıyıya, getirir kıyıya ne tutmuş torik, herkese birer torik verirdi. Bize torik verirdi beş kiloluk torik. Beş kiloluk toriği biz çocuğuz, çıkartamazdık. Sırtımıza vururduk burnu yere değerdi. Mesela uskumru mu vurdu, gelir kalkar, gelen herkese ikişer, üçer tane balık. 1962’den sonra başladı balıkçılık azalmaya, azalınca satılmaya başlandı.” “İnsanlar çoğaldı, kayıklar çoğaldı, diyorum ya o zaman beş tane balıkçı vardı. Denize çıkan yirmi otuz tane balıkçı var. Kayıklar Fener’in önüne geldi miydi, ‘Kavak’tan falancanın kayığı’ yahut ‘İstanbul’dan filancanın kayığı’ denirdi. Şimdi balık o kadar çok değil, balıkçılık da azaldı. Eskisi kadar bol balık yok. Mesela eskiden ağ attığın zaman bir çift, iki çift palamut yahut lüfer olur, yahut 500 kg 600kg torik olurdu, yok şimdi yok. (…)Beykoz İstanbul’un sayılı kazalarındandır. Kalkanı boldu, dalyandan bütük balık olurdu, şimdi yok Dalyan boyunda kılıç balıkları çıkardı.” Polonezköy “Kayıpeder hanımı vermeyince kaçırma olayı oldu, kaçırma olunca dargınlık oldu, dargınlık olunca ben Milli Eğitim’e gittim, dedim böyle böyle. Onlar zaten biliyor olayı, dediler ‘nereyi istiyosun?’, ‘Polonezköy boş’ dedim. Polonezköy’e tayinim çıktı. Evlendik balayına gittik Polonez’e gezmeye, on üç sene balayı yapmışım. On üç sene, okul da yeni yapılmıştı bina olarak, orada Polonezleri biliyorsun Katolik, Katolik çocuklarını okuttum orda sırf...” “Polonya’yı Ruslar işgal ettiği zaman Polonyalılar isyan etmiş, tabi, Polonya Kralı’nın kardeşi Rusları yenemeyince kaçmış İstanbul’a, askerleriyle beraber İstanbul’a sığınmış. Türklere sığınmış, Osmanlı’ya sığınmış; Osmanlı’ya sığınınca Osmanlı orayı gelmiş, çok asker gelmiş tabi, 1840’lı yıllarda Kırım Savaşı çıkınca biz Ruslarla, Prens Müslüman olmuş, hanımı da Müslüman olmuş, Sadık Paşa ismini almış, paşalık rütbesi vermişler. Müslüman olunca, Sadık Paşa, şimdi hala Polonez demezler, oraya hanımıyla beraber, Türk ordusuyla Kırım’da savaşmış, yani maksadı Rusları yenersek Polonya da bağımsızlığına kavuşacak ülkesine gidicek, prens olacak, kral olacak her neyse, Kırım’da biz bir netice alamadık ya gelmişler gene İstanbul’a padişah demiş ki size ben oturma izni veriyim, kalın…” “Prens Çartoriski dediğimiz, Sadık Paşa dediğimiz adam, yer beğenmiş, bakmış o Polonezköy’ün bir tepe berisi, Fransızların manastırıymış papazların, Fransızlardan satın alıyor burayı. Askerlerine diyor ki, gelin burada oturun, geliyorlar mesken yapıyorlar, kulübelerde oturuyorlar, Sadık Paşa diyor ki, onlara isteyen gelsin buraya diyor, ailenizi de alın gelin diyor, oradan gidenler askerler de 13 aile geliyor eşlerini alıyor, çocuklarını alıyor Polonya’dan gelip şimdiki Polonezköy’e yerleşiyorlar. Sonra Polonezköy’de çoğalıyorlar nüfusu 300’e kadar çıkıyor Polonezköy’ün, 1846’da ailelerini getiriyorlar.” 01 6
“Alırken o şart koşmuş, daha Çartoriski dediğimiz, Sadık Paşa şart koşmuş demiş ki Polonezköy’de oturacaksınız, köyün ismi Adampol olacak, Adampol, yabancıya yani Polonyalıların dışında kimseye yer satmayacaksınız tapusu, köyün tamamının tapusu Sadık Paşa’nın üzerine olduğu için satamıyorlardı yer. Ben de o ara 60’ta muhtarlık ediyordum araştırdık, BBC radyosundan bir muhabir gelmişti, o Çartoriski’nin varislerini buldu, ‘ben bulurum’ dedi söz verdi bana, tabi tercümanla konuşuyoruz. Paris’te buldu, ‘ben’ dedi ‘veririm size yeri ama’ dedi ‘köyün ismi aynı Adampol kalıcak’ dedi, ‘kimseye satamayacak’ ‘tamam’ dedik ‘Adampol olmaz köyün ismi çünkü kanun var Polonezköy de’ ‘tamam’ dedik, ‘Polonezköy, köy de satılmıyor’ dedik. Sonra 1963-62 yılında Beykoz tapu dairesi yandı, şimdiki Beykoz’u biliyorsunuz meydanda, durağın önü market, o binaydı, o beş altı katlı binaydı, hatta kaymakam üstünde oturuyordu, yandığı için bütün evraklar yandı. Yeniden kadastro geldi, kadastro gelince yerleri içinde oturanların üstüne yazdı, üzerine yazınca adamın şartı da ortadan kalkmış oldu, müşterek tapuydu satamıyorlardı kimseye, kendi adamına veriyordu bir tek, mesela ben 1963 yılında 500 lira verdiğim yere veya her biri birinin 500 liraya verdiği yere, veremiyorlardı. 100 liraya, 150 liraya kendi adamlarına devrediyorlardı, 63’ten sonra herkes tapusunu aldı; böylece Polonzeköy’ün dağılma süreci başladı. Tapuyu alan istediği gibi satabildi, yer sattı, villalar yapıldı, araziyi satan oldu, benim de beş öğrencim ailesiyle beraber Avustralya’ya geçti hala ordalar, okuyanlar da okuyan öğrenciler de İstanbul’da iş yaptılar, Fransa’ya gittiler, Almanya’ya… Okuyamayanlar Almanya’ya işçi olarak gitti kaldı, Polonya’ya gidenler oldu, köyde şimdi öğrencim birkaç tane kaldı onlar da ölürse artık Polonezköy bitecek.”
“63’ten sonra herkes tapusunu aldı; böylece Polonzeköy’ün dağılma süreci başladı. Benim de beş öğrencim ailesiyle beraber Avustralya’ya geçti, Fransa’ya gittiler, Almanya’ya… Polonya’ya gidenler oldu, köyde şimdi öğrencim birkaç tane kaldı onlar da ölürse artık Polonezköy bitecek.”
Şimdi kırk tane kadarlar “Şimdi kırk tane kadar var, kırk elli tane var yani, çoluk çocuklarınla beraber, geçen gün oturdum saydım kırkı geçiyor benim aklımda kalanlar… 1840’larda gelip yerleşmişler, kilise yapmışlar, kilisenin yanına oda vardı, papaz odası orayı okul yapmışlar. Cumhuriyet’ten sonra, işte Mustafa Kemal Paşa ölümünden bir sene evvel Beykoz’a gelmiş, Beykoz’a gelirken Cumhuriyet Köy’ü örnek köy koymuş, Cumhuriyet Köy Selaniklilerin köyü, orayı örnek köy yaptığı için gidip görmek istedi, görmek için de Polonez’den geçiyor o zaman, Paşabahçe Polonez... Polonezköy’de gelmiş istirahat etmiş iki saat, bak bir ev var orda hala duruyor, Atatürk’ü kaldığı ev diyorlar, orada istirahat etmiş iki saat uyumuş.” “Polonya usülu yemekler yapıyorlardı, değişik omletleri vardı, patates kızartmaları vardı. Domuz etinden yaptıkları yemekleri vardı. Biz yemezdik onları tabi. Jambon derlerdi, domuz etinden… Polonezköy’de herkesin kapısında 5 10 domuz vardı. Her yerde kapıda, 5 10 domuz vardı, evin artıklarından beslerlerdi. Evler pansiyondu zaten, evlerin çoğu pansiyondu zaten. Ev ama üst katını pansiyon yapmışlar, onlar domuzu satarlardı dışarıya ama kendilerine kış gelince kar yağınca bir tane keserlerdi, ondan jambon yaparlardı, salam yaparlardı hatta sucuk falan yaparlardı kendilerine, yerlerdi. Değişik yemekleri vardı. Onlar çorba yaparlardı, salataları vardı. Amerikan salatası yaparlardı, ben hiç yemedim, bana özel yaparlardı getirirlerdi bayramlarda falan alırdım yedim derdim yemezdim hala yemem gene yapıyorlar.” “Pansiyona İstanbul’un sayılı zenginleri gelirdi, mesela Kazım Taşkent devamlı gelirdi hanımınla gelir, kahveye de gelir otururdu. Kazım Taşkent kim biliyor musunuz? Yapı Kredi’yi kuran adam, Yapı Kredi’nin sahibi, bu Hürriyet’in sahipleri Sedat Beyler, Simaviler, Simavi ölmüştür. Oğulları Erol ile öteki Ercüment miydi, onlar gelir hatta Sedat’ın oğlu Sedat da benim talebemle evlendi ondan da dört çocuğu var şimdi, benim talebemi aldı 1961’de dünyaya gelmişti kız, Sedat Simavi’nin oğlu Sedat Simavi benim talebeyle evli şimdi.” “Ailecek geliyorlardı zaten Belma Hanım ile, sonra oğlanlar büyüdü onlar devamlı geldiler, hafta sonları geliniyordu o zaman Polonez’e,
Beykoz
ama daha çok ailelerinle Rumlar, Yahudiler geliyordu, İstanbulluları, cumartesi gelirler pazar akşamı giderlerdi, İzmirli büyük tüccarlar vardı onlar gelirdi, hep dost olurduk ailelere anlatırdık, akşam oldu mu köycene, hanım ben giderdik, otururduk, konuşurduk köy kahvesinde meydanda, sonra iş büyüyünce yollar açıldı, vasıtalar çoğalınca işin rengi değişti, o aileler 60’tan sonra gelmez oldular.”
“Polonezköy’de o zaman kiraz boldu, kiraz geceleri yapardık. Haziran’ın 15’inde kiraz geceleri… Hatta ben de tertiplerdim, (…) Eğlenirdik, eğlenirlerdi, köyün içine laterna denen çalgı biliyor musunuz, bir laternacımız vardı onu çalardı o acayip bir çalgıdır, Polonyalı ihtiyardı ama, laterna şöyle şu kadar bir silindir kolu var, kutusunun içine komşu, kolu çeviriyorsun, tuşları var piyano gibi, şimdi silindire çivi çakıyorlar ustalar, şarkıları çiviye çakıyorlar o çivi döndükçe (…) çarpıya hangi şarkı koyacaksan, 5-6 şarkı koyuyordu ona, o 5-6 şarkı çeviriyorsun düğme kolu var, çekiyor çeviriyorsun bitene kadar o çalgıyı çeviriyor, laterna dediğimiz, acayip bir çalgıydı. Şimdi o tarihe karıştı, onlar onu götürüyordu İstanbul’a ayarlatıyordu. Meydanda o çalıyordu, millet eğleniyordu dans ediyordu. Sonra Polonezköy’e 1 Mayıs oldu mu, bütün İstanbul Üniversitesi olduğu gibi dolardı oraya. 1 Mayıs’ta yağmur da yağardı; kırlara çıkarlar, oynarlar, gezerler pansiyonların önünde toplanırlar, dans ederler, yağmur yağar o yağmurda bir güzel soyunurlar, ayakları çıplak dans ederler, gezerler; üniversiteliler, eğlenirdi, onlar da kalmadı şimdi bir şey kalmadı.” “Kahveler vardı hepimiz girerdik, Beykoz’da gazino çoktu lokanta çoktu herkes beraber isteyen girerdi. (…) Ufak ufak meyhaneler vardı Rumlardan kalma sonra balıkçı meyhaneleri çoktu. (…) Ben gitmezdim, büyüyünce de öğretmenlik yaptık gidemezdik, biz öğretmendik çocuklar vardı zaten, bazen ahbaplarla giderdik. Ben öğretmen olduğum için, bir görünüp çıkardım, bir kadeh içmezdim. (…) İstanbul mutfağı daha çok meze, dolma şu bu, balık ızgara, balıklar
şişler öyle. Beykoz içinde de var paçacıları vardı, işkembeciler vardı.” “Boğazda gazinolar vardı, Büyükdere’de Beyaz Park diye bir gazino vardı, yakın zamana kadar vardı; Türkiye’nin ünlü şarkıcıları söylerdi orada. Bebek’te vardı, giderdik ama içeri girmezdik, sandalla gider, dışarıdan dinlerdik deniz kenarından, Bebek Gazinosu, öyle etkinlikler olurdu.”
“Anadolu Kavağı’ndan kalkan vapur Rumeli Kavağı’na uğrar, Rumeli Kavağı’ndan kalkar, şamandıralar vardı, şamandırayı döner, Yeni Mahalle’de iskele vardı, oraya uğrar, Sarıyer’e geçerdi. Vapur Anadolu Kavağı’nda ise, sandal bizi doğru Sarıyer’e bırakırdı.” Sabah Beykoz’dan 7:35 Vapuru “Bu yol vardı toprak, yayan gidemediğimiz için o zaman denizden giderdik kayıklarla, kürekli kayıklarla ya da ufak motorlar vardı, onlarla. Binerdik onlara, onlar bizi Kavak’a götürürdü, Kavak’tan Beykoz’dan her saat başı vapur vardı Köprü’ye, Eminönü’ne. Buradan biner giderdik. Vapur Kavak’tan kalkmışsa, Anadolu Kavağı’ndan kalkan vapur Rumeli Kavağı’na uğrar, Rumeli Kavağı’ndan kalkar, şamandıralar vardı, şamandırayı döner, Yeni Mahalle’de iskele vardı, Sarıyer Yeni Mahalle’de, oraya uğrar, Sarıyer’e geçerdi. Vapur Anadolu Kavağı’nda ise, sandal bizi doğru Sarıyer’e bırakırdı. Sarıyer’den vapura biner, Beykoz’a gideceksek Beykoz’a vapurla, Yeniköy’den aktarma olurdu. Aktarma sistemi vardı, bineriz vapura Beykoz’a gelecekler, Yeniköy’de inerdik, o zaman Tarabya’da inerdik, Beykoz vapuruna aktarma olurdu öyle giderdik. Sonra ellili yıllarda otobüsler çıktı, buraya bir otobüs koydular, sabah kalktı buradan, altı buçuk, akşam betle döndü, 78 yılına kadar…”
“Galata Köprüsü, şimdi yenisi de aynı, eskisi de aynıydı, o Eminönü sahili Sirkeci’ye kadar büyük binalarla doluydu. En başta Beykoz vapur iskelesi vardı, sonra yanında Üsküdar, Adalar, Kadıköy iskelesi vardı, köprüye yanaşırdı. Köprü yükü çekemeyince Karaköy’e bir duba yaptılar büyük, sonra yandı, tekrar yaptılar. Sonra Haşim İşcan 60’lı yıllarda gelince yıktılar orayı, sahili yıktı; vapur iskeleleri sahile taşıdı. Yani Köprü dediğim Köprü’den kalkar diyoruz hep ağız alışkanlığı, köprüden kalkar, Beykoz vapuru Üsküdar şeye… Köprü, Beşiktaş, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, karşıya geçer arada bir Kandilli’ye yahut Hisar’a gene Rumeli Hisar’ı, Emirgan, Arnavutköy Çubuklu döner Çubuklu’ya, döner şeyden, İstinye’den Paşabahçe, Beykoz, Yeniköy’den döner giderdi Kavaklar’a kadar…” “Uğradığı için bir buçuk iki saat sürüyordu, uğradığı için. Ama sabahleyin direk vapur var, altmış yetmiş dakikada götürüyordu. Sabahleyin 7.35 vardı ona binerdik, daha evvel işçi vapurları vardı işçileri götürürdü... 7.35 vapuruna bütün memurlar binerdi, Beykoz’dan kalkar, Paşabahçe’de dolar, direk giderdi Eminönü’ne. Sekiz buçukta Eminönü’ne varırdık, o otobüsler çıkınca kalktı onlar, şimdi günde iki tane mi var üç tane mi var, burada gezi vapurları çoğu, ama sabahleyin 7.35 galiba şimdi şey oldu 7.05 mi oldu 7.10 mu ne oldu gene kalkıyor, bilmiyoruz. O vapur çok önemliydi herkesin yeri belliydi vapurda, 7.35 vapuru, gittin mi, o koltuklar, vapuru biliyorsunuz oraya ben otursam, o gelir o gelir ya sen benim yerime oturmuşun kalk, kalkarsın mecbur, kibarca, herkes tanıyor yahut bir tanıdık varsa, gider boş kalmışsa yeri gider oturur. Akşamüstü de gene herkes, o kaçta kalkıyordu altıyı bilmem kaç geçe Köprü’den kalkıyordu. Beykoz’a kadar bütün Beykozlular aynı yerde akşamüstü geldi mi sekize doğru Beykoz’a çıkar, herkes evine giderdi.”
“...karşımızda Rumlar, Ermeniler, o sokakta Türk yoktu yani bizim gibi kirada oturan. Ondan sonra kaybola kaybola gittiler, onlar gidince, Türkler kaldı. Beykoz’un içi boydan boya esnaftı, dükkânları vardı, meyhaneleri vardı, esnaftılar, bakkaldılar.” Ermeni Mahallesi “Beykoz’da Ermeni Mahallesi dediğimiz yer şimdiki Beykoz’un içindeki, Onçeşmeler. Orada daha çok Ermeniler ve Rumlar oturuyordu. Rum kilisesi hala var, duruyor. Ermenilerin kilisesi var hala duruyor. Ermenilerin mektebi vardı hala duruyor orda; ermeni mektebi kapanmıştı o zaman, hatta o mektepte oturduk biz. O bina hala durur, bak derim ben burada oturdum, o zaman ermeni mektebinde, büyük odalar dershane gibi üç tane odası vardı. Bir de arkada vardı oda. Oda oda kiraya verdiler. Biz bir oda tutmuştuk birinci sınıfı okurken orada oturduk, son çıktık başka evlere taşındık. Hep ermeni, karşımızda Rumlar, Ermeniler, o sokakta Türk yoktu yani bizim gibi kirada oturan. Ondan sonra kaybola kaybola gittiler, onlar gidince, Türkler kaldı. Beykoz’un içi boydan boya esnaftı, dükkânları vardı, meyhaneleri vardı, esnaftılar, bakkaldılar.” 01 7
Beykozspor: Katır Nusret ve Kelle İbrahim “Beykoz’un futbol takımı çok ünlüydü. Fenerbahçe’yi, Galatasaray’ı, Beşiktaş’ı yenebilecek güçteydi. Atatürk’ün on beşinci ölüm yıl dönümünde Atatürk büstü yaptılar, kupa, altın kupası tanzim ettiler. Fener, Cimbom, Beşiktaş, Beykoz oynadı. Beykoz onları yendi. Kupa hala Beykoz’un kulübünde durur. Biz de onları izlemeye giderdik. Beykoz’dan ünlü futbolcular yetişti. Fahrettin vardı, Kara Fahrettin derdik. Arap Saim, vardı, Macaristan’ı yendikten sonra Galatasaray’a geçmişti.(…) İki Nusret vardı, büyük Nusret Besiktaş’ta oynadı. Küçük Nusret, en iyi futbolcu oydu. Kelle İbrahim vardı, peltek de konuşurdu. İlk milli takımda oynamış. (…) Niko vardı, iyi bilirim sonradan Fener’e mi geçti, o şeyde gitti, 60’lı yıllarda gitti, hatta gittiği zaman Yunanistan’a gidip milli takımla konuşurmuş.”
“Kelle İbrahim’e kelle lakabını Avusturyalılar vermiş, oraya turnuvaya gitmişler maça, turnuva arasında futbolcular gösteri yapıyor ya turnuva maçlarında, oranın futbolcuları çıkıp top cambazlığı yaparlarmış. Demişler ki ‘sen de git yap sen topu kafanda iyi çeviriyorsun,’ Kelle İbrahim çıkmış topu kafasına almış dört defa turalamış, koca stadyum demiş ki, bu adam şey demişler, Kelle demişler. Küçük Nusret dediğimiz Katır Nusret’tir, o zamanlar top sahaları şeydir, direkler ağaçtan yapılırdı dört köşe ağaçtan, topa bir vuruyor gidiyor ağaca vuruyor, ağacın köşesini kopartıyor, ya diyorlar katır gibi tepti topa, adamın ismi katır kalmıştır. (…) Haa Eker-biçerimiz vardı, Eker-biçer beş numarada oynardı, okumuş tahsilliydi, 50 60 yıllarda, 5 numara, uzun boylu, zaten o zaman Türkiye’de uzun boylu adam bulmak çok zordu. Şimdi zor mesela 1.60’tan yukarı bayan bulmak imkânsızdı, 1.70’ten yuları erkek bulmak imkânsızdı, hakikaten size öyle gelir, Türkiye’de basketbol kuruldu 1960 yılında, adam bulamadılar gittiler. Sivas’tan hamamcıyı getirdiler, hamamcı oynayamadı. Şimdi Beykoz’da toplasan bir takım çıkartır uzun boylu çok, o oynardı çok güzel oynardı 5 numara, o geride durur orta sahada kaçan topların bir tanesini sokmazdı. (…) Boksörler de vardı Beykoz’da yaşayan, voleybolcularımız da vardı…” Leyla Gencer’in annesi Polonezdi “Leyla Gencer’in annesi, Polonezdi, Polonyalı; ama Leyla Gencer’in babası Çubuklulu, binalar aynı satıldı, duruyor, Çubuklu’ya dönüyorsun ya, sahilden dönerken eskiden havuz vardı, şimdi vapur, doksan derce dönüyorsun bu Üsküdar’a giderken köşedeki ev onların. Orada suları vardı, Çubuklu suyun da sahibiydi onlar. Yolun altından motorlar girer, şimdi doldurmuşlar oradan motorlarla damacanalarla
su… Leyla Gencer’in babası meşhurdur evlenmiş Polonyalı ile. Leyla Gencer’i görmezdim, gelmezdi ama annesi gelirdi, kardeşleri vardı, erkek kardeşleri köye gelirdi. Annesiyle falan konuştuk, teyzesi vardı, Beykozlu şimdi onu adı hiç geçmiyor. Beykoz’un yetiştirdiği, hem de yerli Beykozlu yani eski 1846’da gelip yerleşmiş Polonyalı ama Türk vatandaşı.” Beykoz’un Ayşe Kadın’ı “Beykoz, yani iyi ceviz demek; koz demek ceviz demek, ceviz vardı. Beykoz’un cevizi meşhurdu o zamanlar, yiyorduk. Beykoz derlermiş. (…) Sonra Beykoz’un fasulyesi, Beykoz’un Ayşe’si derler, Ayşe fasulyesi derler çok meşhurdur. (…) Biz ekiyorduk ama şimdi Anadolu Feneri’nde 3 tane 4 tane dere var. Kabakoz Deresi’nde bizim tarlalarımız vardı, yukarı derelerde de var bu Kabakoz Deresi, şu gördüğünüz derecede pişen fasulyenin, yetişen fasulyenin tadını ben nerede olsam
tanırdım, acayip bir tat. Piyasada o tutulmuş, Beykoz’un şimdi yine var, Ali Bahadır’ın fasulyesi tatlıdır derler. O Kabakoz’un fasulyesini madamlar bilir. Beykoz’un Ayşe’si, Beykoz’un fasulyesi meşhurdur. Beykoz’un fasulyesi dedin mi torbayla alırlardı. Onar kilo, beşer kilo. Mesela, biz, benim abim 300 kilo, 500 kilo fasulyeyi yayardı pazara yaygının üstüne, herkes almış 50 kilo 40 kilo fasulye, ‘abi sen bunu nasıl satacaksın?’ Beykoz’un fasulyesi, Fener’in fasulyesi dedin mi, o 300 kilo fasulyeyi 200 kilo fasulyeyi 1 saat 2 saatte satarmış abim. Meşhurdu yani Beykoz’un fasulyesi. Hala öyle ama o fasulye kalmadı, kalmamış o tadı bulamazsın. İşte hava yapıyor deniz iklimi, denizden çekim yapıyor galiba.” “Ormanlar devlete kaldı orman işi bitti, bahçıvanlık, Adana, o zamanlar Adana yoktu. İzmir, Bursa çıktı. Bursa çıkınca bizim mallarımız para etmedi, bunlar erkenden malı getiriyorlar yığıyorlar. Bizim mallar para etmedi, para etmeyince bahçıvanlığı bıraktık 62’de biz de. Her gün yazın 500 kilo 700 kilo taze fasulye hale yollardık. Düşünebiliyor musun? Altı yedi tane kız, o zaman köyün kızları yevmiye iki buçuk liradan fasulye toplarlar bize, sonra hale yollardık kamyonlarla; evvela motorla yollardık sonra kamyonlarla. O öldü bahçıvanlık. Ormancılık da devlete kaldı, öldü. Balıkçılık da öldü. Balıkçılık yapanlar var ufak sandallarla, onlar kaldı. Herkes işler azalınca kaçtı Beykoz’dan, İstanbul’dan. İş bulan kaçtı, kaçan gelmedi. Benim gibi gene pek de yok. Ben tercih etmedim, biraderlerin en küçüğüydüm, en küçüğü olduğum için burada yerimize sahip çıktık, emekli olunca burada kaldık.”
Recep Erol / Öğretmen
Beykoz
Röportaj Berna Mete (20) Mina Yaşar (16) İstanbul ehzadebaşı’nda, 22 Haziran 1929 yılında doğan Perizat Erker emekli öğretmendir. Yaşamını Anadolu Hisarı’nda dostları, kedileri, köpekleri ve çiçekleriyle sürdürmektedir. İstanbul Kız Lisesi mezunu olan Perizat Hanım bize dünün ve bugünün Anadolu Hisarı’nı içtenlikle anlattı…
Perizat Erker / Öğretmen Öğretmenlik en büyük arzumdu “22 Haziran 1929 doğumluyum. İstanbul’da Şehzadebaşı denilen yerde doğdum ve çocukluğumun büyük bir kısmı orada geçti. Ondan sonra yazları Hisar’da kışları gene Şehzadebaşı’nda olmak üzere günlerimizi geçirdik. Ben İstanbul Kız Lisesi mezunuyum fakat öğretmenlik en büyük arzumdu. Bazı ailevi nedenlerle üniversiteye gidemedim. Üniversiteye gidemediğim için hep aklımda kaldı bir meslek sahibi olmak. Bir gün gazetelerde bir ilan gördüm. Lise mezunları ek dersleri vererek öğretmen olabiliyorlar diye. Hemen Çapa Öğretmen Okulu’na müracaat ettim, ek dersleri verdim ve ilk görevimi Taşlıtarla göçmen okulunda başladım. O tarihten itibaren 24 yıl çalıştım ve emekli oldum. Annem, anneannem, eşim ve bir kızım vardı. Hayatımız onlarla beraber geçti. Yavaş yavaş hepsini kaybettik. Kızım evlendi tabii ki evi bıraktı, kendi hayatını kendi yuvasını kurdu. Ben şimdi, eşimi de kaybettikten sonra Anadolu Hisarı’nda çiçeklerim, kedilerim, köpeklerim, dostlarımla beraber yaşamaya çalışıyorum.” “Çocukluğumda sakin bir çocuktum. Şehzadebaşı’nda doğdum. Orada büyüdüm. Eskiden bizim
“Sandallarla gelen bütün İstanbullular Ayazma’ya toplanırlar, yerler içerler, laternalar çalar oynarlar, eğlenirlerdi” Şehzadebaşı’nda Letafet apartmanı denen büyük bir apartman vardı. Onun hemen arka sokağında Hallacı Mansur Sokağı denilen bir sokak. Sonra oralar istimlâk edildi ve şu anda İstanbul Üniversitesi’nin ekleri olarak kullanılıyor. Orada doğdum, orada büyüdüm. Çocukluğumda sokakta oynama alışkanlığım hiç olmadı. Sadece mahalle arkadaşlarım vardı. Biraz çekingen biraz içeriye kapalı bir çocuktum. Sonradan bu özelliğimi yitirdim. Çok atak, gözü kara bir çocuk oldum ama çocukluğumda öyleydim. Yazları annemle babamla beraber Hisar’daki bu şimdi oturduğumuz yer bahçeydi o zaman, ev yoktu; cuma, o zaman cuma günleri tatildi. Eş, dost, hısım, akraba buralara gelirdik toplanırdık, eğlenirdik, yemek yerdik. Beyazıt’ta Beşinci İlkokul’da okula başladım. Çok güzel bir okul hayatım oldu. Ondan sonra Süleymaniye Kız Ortaokulu’na geçtim. Orada okudum. Orayı bitirdikten sonra İstanbul Kız Lisesi’ne geçtim. Fakat biraz ailemiz muhafazakâr olduğu için bizim İstanbul Kız Lisesi’nin hemen arka duvarına bitişik, Cağaloğlu’nda bir evimiz vardı fakat oturmuyorduk boştu o ev. Babam tramvaylarla gidip gelmemi onaylamadı ve biz Şehzadebaşı’ndaki evimizi kapattık, Cağaloğlu’ndaki evimize geçtik ki İstanbul Kız Lisesi’ne gidiş geliş tramvaysız olsun diye. Orada da seneler çabuk geçti ama son sene babamı kaybettim. Bir sene tahsilime ara verdim. Babamın öldüğü sene tahsile devam edemedim. O beni bir hayli sarstı. Ondan sonra tekrardan ertesi sene okulu bitirdim. Ondan sonra o mücadele esnasında da İstanbul Kız Lisesi bizim evimizi istimlâk etti. İstimlâk edince buraya, Hisar’a geldik. Kira olarak geldik 1957’de. Ve ben buraya geldiğim zaman öğretmen daha olmamıştım. 57’den beri Hisar’dayız. 64 senesinde evlendim. 66 senesinde bir kızım oldu. Ondan sonra işte mektepli hayatı öğretmenlik böylece bitirdik. 2006’da da eşimi kaybettim. Bankacıydı, İş Bankası’ndaydı. Muhteşem iyi bir insandı. Yani hayatımda çok büyük bir boşluk ve kapanmayan bir acı hissediyorum şu anda. İşte kendimi oyalamaya çalışıyorum.” Daima hayatta üç şeyden hep üzüntü duyarım “Bir ablamız vardı çok şık giyinirdi, çok zarif bir hanımdı. Hisar’da otururdu. Benimde aile dostlarımızın içinde de Dame de Sion’a giden iki
tane ablam vardı. Yani dost olarak ablam vardı. Onları çok beğenirdim ve hayatımda hala en büyük acı duyduğum şey lisan öğrenememekti. Onlar Fransızca konuşurlardı, çok gıpta ederdim. Çok severdim, onlar gibi olmayı çok isterdim ama tabii bizim maddi imkânlarımız bir Fransız okuluna gitmeye müsait değildi. Hayatta üç şeyde hep üzüntü duyarım. Bir, lisan öğrenemedim. İkincisi, araba kullanamadım. Üçüncüsü, yüzmeyi bilmiyorum. Bunlara hep büyük bir özlem, hala bu yaşta bile büyük bir özlem duyuyorum ama artık tabii ki her şey imkânsız.” Babam Beyazıt Camisi’nin başimamıydı “Baba tarafından biz Karakoyunlulardan geliyoruz. Tarihteki Karakoyunlulardan geliyoruz. Bizim babamın en büyük yani en büyük ailesi Karakoyun beyi. Bunlar Yıldırımla, Yıldırım Beyazıtla Timur arasındaki savaşta Karakoyunlular Yıldırım’ın tarafını tuttukları için mağlup oldu. Yıldırım Beyazıt ve o zaman en büyük dedemiz bizim tebdili kıyafet ederek Timur’un eline geçmemek için Zile’ye gelmiş yerleşmiş. Kendini izini ve yerini kaybettirmiş. Ondan sonra orada yerleşmişler. Oradan nasıl oldu ben pek bilemiyorum nasıl olduysa bir sebeple, çok eski dedelerimizden bahsediyorum, birisinin çok sesi güzelmiş. O sesinin güzelliği dikkati çekmiş ve saraya eğitilmek üzere alınmış. Saray imamı olmuş sesi çok güzel diye, ondan sonra ondan gelen çocuklar hepsi saray ile alakalı din adamı olarak yetiştirmişler. Benim babam da imamdı. Beyazıt Camii’nin baş imamıydı. Biz o şekilde büyüdük ama ben şimdi çok üzülerek görüyorum bugünkü dini anlayışla yetiştirilmedik. Biz çok büyük bir açık zihniyetle yetiştirildik. Ben hayatım boyunca başımı kapatmadım. Çocukluğumdan bu yana. Ve evimizdeki eğitim de böyle baskılı bir eğitim değildi, yalnız bazı tabii ki eski çok eski insanların örf ve adetlerine bağlılıklarımız vardı. Ama bu günah şeysiyle eğitilmedik. Mantık yoluyla bize din ve inanç öğretildi. Mantık yoluyla insan inancı öğretildi. Ve hala da ben birçok şeyleri kendi mantığımla halletme alışkanlığını kazanmışımdır.” Ayazma zamanı çok renkli olurdu “Hıristiyanlara ait burada ayazma vardı. Ayazma’ya gelirlerdi ve çok
10 01
güzeldi. Laternalarla gelirlerdi onlar hepsi yiyeceklerini, içeceklerini gelirlerdi. Tam bu zaman bu Göksu deresi bir âlemdi. Sandallar çoktu. Sandallarla gelen bütün İstanbullular oraya toplanırlar, yerler içerler laternalar çalar oynarlar, eğlenirlerdi. Güzel bir ortamdı. Şimdi maatteessüf bir hep acı olan bir şey var; o 7 Eylül hadisesiyle o zaman buraları yıktılar. Ayazma’yı da yıktılar. Ondan sonra şimdi halen kapalı duruyor. Yoksa çok renkli olurdu o ayazma zamanı. Hem sandallarla hem Küçüksu’da hem bizler de oraya giderdik. Orada musluklar vardı. Musluklardan sular akardı. Biz girerdik o sulardan içerdik. Mum yakardık hiç unutmuyorum oradaki ‘mori piyases mori piyases’ diye kızlar bağırırlardı muz satarlardı mori piyases. Yani hiçbir zaman bu muhitteki insanlar oraya gidip mum yakmaktan çekinmezlerdi. Çünkü zaten biz Kuran’da Meryem anayı da kabul etmiş, Hz. İsa’yı da kabul etmiş insanlar olduğumuz için bizim için çok güzel renkli olurdu. Onlarla beraber eğlenilirdi, gülünürdü. Gayet iyi vakit geçirirdik. İstanbul’da kış gecelerine de dostlar gelirdi; gece sohbetleri, ikramlar… Biz de ders çalışabilmek için, biraz kaçamak yapar ondan sonra, odamıza çekilirdik mecbur.” Hayatımda ilk defa büyük bir heyecan yaşadım “10 Mayıs’ta nişanlandım. 10 Eylül’de nikâhlandım ve 3 Ekim’de de evlendim. Düğünüm orduevinde yapıldı. Tabii ki çok büyük bir heyecan, ben geç evlendim. Bazı aile şartlarıyla evlenme olasılıklarım geriledi. Çünkü bir annem ve bir de anneannem vardı. Onlardan ayrılma imkânım yoktu. Onlarla beraber yaşamak mecburiyetindeydim. Zor bir pozisyondu. Ondan sonra eşimle bir aile dostu vasıtasıyla tanıştırıldım. O benim şartlarımı kabullendi yani benimle, annemle ve anneannemle oturma şartlarını kabullendi. Tabii ki çok büyük bir heyecan… Hele benim yaşımda bir insan için kişiliğini kazanmış, o yaşa kadar kendi başına hareket etme özgürlüğüne sahip bir insan ama çok güzel bir duygu. Evlendik. Orduevindeydi. Hayatımda ilk defa büyük bir heyecan yaşadım. Örf ve adetlerimize göre, ne kadar mantığınızda o insan size ait bir insan da olsa, bunu kabul etseniz de bir an için, o evin içinde onunla yalnız kalmak bir heyecan ve korku yaratıyor. Bir an bir korku ve bir he-
yecan. Fakat dediğim gibi çok ince, çok zarif, çok nazik, çok insancıl bir eşim vardı. 42 yıl beraber yaşadık.” Şimdi ilişkilerin menfaatler üzerine kurulduğunu görüyorum “Ben şimdiki kendi ilişkilerimde hiçbir değişiklik görmüyorum. İlişkiler özveriyle yürür yavrum. Karşındakini olduğu gibi kabul edip onu olduğu gibi sevdiğin müddetçe ve ona bir değer verdiğin müddetçe ilişkiler yürür. Şimdi ilişkilerin menfaatler üzerine kurulduğunu görüyorum. Bakın ben bu yaştayım benim çevremde benden çok genç insanlarla ilişkilerim var ama hep düzeyli çünkü ben daima anlayışla, sevgiyle ve özveriyle yaklaşırım dostlarıma. Aynı şeyleri de onlardan görüyorum. Hiçbir zaman benim dostluğum hiçbir hesap üzerine kurulmamıştır. Ama maatteessüf şimdiki dostlukları öyle görüyorum.”
“Herkes birbirine karşı saygılı ve sevgiliydi. Ben gece saat üçte, ikide bile bir fevkaladelikle sokağa çıkmak mecburiyetinde kalsaydım bir genç kız olarak, Hisar’ın en basit ahlaki değerler bakımından zayıf olan insanı dahi sizi tanıdığı için muhakkak mecburi bir nedenle dışarıya çıktığınızı idrak eder ve size nasıl yardımcı olabileceğini sorardı.” Herkes birbirine karşı saygılı ve sevgiliydi “Hisar’da kadın olarak yaşamak her zaman için çok rahattı. Yani aynı muhitte doğup aynı muhitte büyüdüğü için herkes birbirini bilir ve hiçbir zaman bir huzursuzluk bir rahatsızlık bir taciz olmazdı. Herkes birbirine karşı saygılı ve sevgiliydi. Ben gece saat üçte ikide bile bir fevkaladelikle sokağa çıkmak mecburiyetinde kalsaydım bir genç kız olarak, Hisar’ın en basit ahlaki değerler bakımından zayıf olan insanı dahi sizi tanıdığı için muhakkak mecburi bir nedenle dışarıya çıktığınızı idrak eder ve size nasıl yardımcı olabileceğini sorardı. Ama şu anda maatteessüf bu pozisyon yok. Çünkü çok kozmopolitleşti, çok akın oldu. Şimdi şu anda
Beykoz
Hisar’da oturan insanların çoğu birbirlerini maatteessüf tanımıyor. Çünkü nüfus çok arttı.” O zaman daha basitti yaşam “Buraya eskiden mağaza derlerdi. Burası babama ait bir yerdi. Bu mahallenin hanımlarının toplandığı yer bu bahçeydi. Buraya gelirler herkes eline örgüsünü alır, dikişini alır, bahçede otururlar, dikişler dikerler, örgülerini örerler, sohbetlerini ederler, zerzevatlarını ayıklarlar ondan sonra yine evlerine dağılırlardı. Bu kadar ev de yoktu o zaman. Tabii ev sayısı da arttı. Zamanla ev sayısı da çoğaldı. İnsanların yaşam şekilleri değişti. O zaman daha basitti yaşam. Daha sakin daha basit… Sabahleyin bir ev hanımı kalkar, evini siler, süpürür, yemeğini pişirir, söküğünü diker, döküğünü diker, çocuğuna bakar böyleydi. Şimdi tabii daha sosyal bir hayatın içine girdik. Daha değişik şeyler oldu insanlar daha fazla şeylerle mutlu olmaya başladılar mesela hepimiz dâhiliz buna, gezmeye gitmek istiyoruz, sinemaya gitmek istiyoruz, tiyatroya gitmek istiyoruz, bir topluluğa girmek istiyoruz yani zamanla beraber düşünceler de gelişiyor. O zamanlar daha sakin daha sade bir hayat yaşanıyordu.” Mısır kazanları “İnsanlar kendi âlemlerinde kendi dünyaları içinde yaşarlardı. Öyle fazla kültürel faaliyet buralarda yoktu, ama şimdi yavaş yavaş, mesela dernekler kuruldu; spor faaliyetleri başladı. Kürek faaliyetleri. Eskiden ben onlara yetişmedim Küçüksu Çayırı’nda güreş yapılırmış. Ona biz yetişmedik ama; bizim zamanımızda mısır pişerdi. Ve o çok güzel bir şeydi. Mısır mevsiminde büyük kazanlar kurulur, yani hepimizin orada toplanıp gülüp eğlendiğimiz yerlerdi. Bayılırdık orada mısır yemeye. Hiç unutmuyorum annemle mısır kazanına gitmiştik mısır yemeğe. Hisar’ın iyi bir aile çocuğu da mısır kazanının başına geçmiş, maşayı eline almış kendine mısır seçiyordu. Annem tanımadığı için çocuğu mısırcı zannetti. ‘Bana oradan bir sütlü mısır versene çocuğum’ dedi. Hiç bozmadı çocuk. Yani teyze ben mısırcı değilim, filan demedi. Çok nazik, anneme bir mısır seçti. Kâğıdı mısırın kabuklarının içine koyarlardı o zaman. Tuzladı ve anneme verdi. Seneler sonra oradaki delikanlının oğlunu ben okuttum.”
Eksik olan şey Hisar’da yardım derneği diye bir derneğin olmaması “Anadolu Hisarı’nda, Anadolu Hisarı Güzelleştirme ve Turizm Derneği var. Orada beraber çalıştığımız insanlar oldu. Onlarla beraber mesela kermesler düzenledik. Okulda çalışırken velilerle beraber kermesler yaptık. Okula bazı gelirler sağlamak için bayramlarda annelerden yani semt annelerinden bize yardımda bulunmaları için faaliyetlerimize iştirak ettirdik ama münferit bir faaliyet yok. Yani şu anda Hisar’da eksik olan şey, Hisar’da yardım derneği diye bir derneğin olmaması. Muhakkak ki birçok insanımız var, burada okuyan çocuklarımız var. Zor şartlarda okuyorlar veyahut da ailelerimiz var, zor şartlarda yaşıyorlar. Ama onlarla bir diyalog kuracak onlara bir el uzatacak bir teşkilatımız yok. Onu da maatteessüf kuramıyoruz. Çünkü hayat çok değişti. Herkes hem maddi hem manevi fedakârlıktan kaçıyor.” Derede canlı bitti. Ne yengeç kaldı, ne yılan kaldı, ne balık kaldı. “Göksü Deresi’ne ait çok güzel şarkılarımız var. Çünkü burası Göksü Deresi... Yani tarihte bir eğlence yeri olarak tanımlanan bir yer. Ama şimdi maatteessüf onu da mahvettiler. Evvela kanalizasyon verdiler. Senelerce o pisliği çektik o Göksü Deresi’nde. Şimdi de yine yanlış bir şeyle tarihi Göksü Deresi’ni yani insanların mesire yeri olarak tanımlanılır yaşmaklı feraceli böyle ne bileyim özellikle gelmek istedikleri birçok aşk hikâyelerinin müziklerin şunların bunların doğduğu yeri nedense balıkçı barınağı olarak tespit etmişler. Şimdi görüyorsunuz Hisarlı olmayan birçok insanın teknesi karşıda. Dediğim gibi hayat çok değiştiriyor. Şimdi karşımız bizim şu anda gördüğünüz yer tarlaydı. Biz oradan giderdik, zerzevat alırdık. Tavukları vardı, zerzevatlar vardı. Yine Marmara Üniversitesi geldi, orayı istimlâk etti ve orasını yaptı. Evvela Marmara Üniversitesi yapılırken, orayı yaparken, duvar rıhtımı yaparken toprağı dereye attılar. Ondan sonra o dereyi temizlemediler o toprağı. Orası sıkıştı, bir nevi kara parçası oldu. Orada insanlar oturmaya başladılar, barakalar kuruldu. Sandalları bağladılar ve birçok biçimsiz insanların hani zamanla zamanın getirdiği kötü alışkanlıkların semerelerini yaşamaya başladık. Mesela Hisarlı hiç olmayan şeyler, tinerci-
ler, bizim çocukluğumuzda böyle bir şey yoktu. Gençliğimizde de yoktu, oralarda tinerciler yontulmaya başladılar. Akşamcılar, evi olmayan akşamcılar orada içmeye başladılar. Bütün lağımlar buraya bağlandığı için dere kokmaya başladı. Derede canlı bitti. Ne yengeç kaldı, ne yılan kaldı, ne balık kaldı. Hiçbir şey kalmadı, hepsi öldü. Pislik yuvası haline gelmişti. Eksik olmasın Büyükşehir belediye başkanı çeşitli uyarılardan sonra hakikaten büyük bir anlayışla dereyi evvelki sene temizletti. Temizletti ama bu motorlardan hala kurtulamadık. İçlere doğru gitseniz büyük bir felaket üst üste üst üste... Zaten yeni mahalle köprüsüne kadar temizlendi dere. Ondan sonra sandal içeriye doğru gidemiyor. Tıkalı ama bu kanalizasyon akıntısını kısmen yani yüzde yetmiş kapattılar, ödediler, önlediler. Bu sürede koku bitti derede. Şimdi biz rahatız ama eski derenin zarafeti, nezaketi kalmadı. Bu motorlar çok bozdu çünkü üst üste, üst üste bağlıyorlar. Dere daralıyor. O motorlar olduğu müddetçe buraları eski haline maatteessüf dönemeyecek.” Kıyı kıyı Kanlıca’ya Bebek’e geçilirdi
gidilirdi,
“Saklambaç, koşmaca, yakar top, ortada sıçan, ip atlama, mayısta ateş yakıp üstünden zıp zıp hoplama, ağaca tırmanma, yemişçi, yemiş toplama, evcilik oynardık. Yani gençken, küçükken evcilik oynardık. Burasının çocukları biraz cazgırdı hepsi. Yani ben biraz lapacıyımdır çocukluğumdan beri. Şehzadebaşı’nda büyüdüğüm için buradaki çocuklar kadar ağaca mağaca çıkmasını beceremezdim ama buradakilerin hepsi ağaca çıkarlardı, koşarlardı. Atlarlar, hoplarlar, yüzerler. Her çocuk burada yüzmeyi öğrenir. Biz de bahçede salıncak sallanırdık top oynardık geceleri. Gece top oynamayı çok severdim. Bahçede yakar top oynardık, ortada sıçan oynardık, ip atlardık. Ben gençliğimde çok iyi kürek çekerdim. Yüzme bilmem ama iyi kürek çekerim. Sandalla gezmeye çıkardık Küçüksu diye plaj vardı o zaman, Küçüksu Plajı. Küçüksu’ya giderdik, gezmeye Kanlıca’ya. Kıyı kıyı Kanlıca’ya gidilirdi, Bebek’e geçilirdi. Şimdi benim orta yaş zamanımda Bebek gazinosu vardı şimdi kapattılar o Bebek gazinosunu. Bizim çocuklarımız, benim oğlum ve yeğenim sandalla Hisar halkı da dâhil sandallara binerler, büyük sanatkârların konser verdiği gün o
Bebek gazinosunun önüne dizilirler, onları dinlerler, vakit geçerdi. Sonradan Rumeli Hisarı’nda tiyatrolar başladı daha elit tabaka oralara gitmeye başladı. Ama daha halk tabakası gitmedi maddi olanakları imkân vermediği için gitmediler ama burada Rumeli Hisarı’nda tiyatrolara geçilirdi, gidilirdi mesela ben orda Hamlet’i seyretmiştim, hala unutamam onu seyrettiğim Hamlet’ti.”
“Bir bahçe sinemamız vardı, bütün halk yazın bahçe sinemasına giderdi. O büyük bir zevkti. Kim kimi görmek isterse, genç kızlar genç erkekler vardı, bahçe sinemasında birbirlerini görebilirdi, giderlerdi. Sonra orası büyük bir gazino oldu.” Hisarlıların hiçbir yeri kalmadı “Halk tabakası Küçüksu’ya çay içmeye, çayıra, sonradan Asaf’ın Gazinosu’na giderler otururlar, çay içerlerdi. Eğlenceler düğünler… Bazı sanatkârların gelip verdiği konserler Asaf’ın Gazinosunda olurdu. Sonradan Küçüksu iskelesi yapıldı. Küçüksu iskelesi yapıldıktan sonra, orada şimdi, şu anda saraylar* aldı onu. Çeşme vardı, o çeşmenin önüne birisi gazino yaptı orada otururduk. Ondan sonra, daha daha sonraları bir bahçe sinemamız vardı, bütün halk yazın bahçe sinemasına giderdi. O büyük bir zevkti. Kim kimi görmek isterse, genç kızlar genç erkekler vardı, bahçe sinemasında birbirlerini görebilirdi, giderlerdi. Sonra orası büyük bir gazino oldu. Şu anda öğretmenler evinin, o dipten
başlayan ve aşağı kadar giden yeri, çay bahçesi oldu şahsa ait. Öğretmenler evi okuldu, okulu kapattılar, öğretmenler evi yaptılar. Orayı da boşalttılar, onu da öğretmenler evine dâhil ettiler orayı ve Hisarlıların şu anda kendi başlarına gidip oturacakları hiçbir yerleri kalmadı. Her yer kapandı. Deniz kenarı, parasız hiçbir yere gidip oturma, imkânları kalmadı. Sarayın arkasına giderlerdi daha çok gençler. Bira filan içmek isteyenler arzu edenler oralara giderlerdi. Orası biraz daha tenhaydı. Şimdi orayı da saraylar aldı. Orası da kapandı. Kapattılar şimdi. Hisarlıların çıkıp gidip oturup da, hani bir örtü yayayım, çayımızı alalım peynirimizi alalım da şey yapalım diye yeri kalmadı. Marmara Üniversitesi çayıra sahip oldu. Sonra bu köprü yapılırken, çayıra ayaklar monte edildi, bütün ağaçları kesildi. Ondan sonra bir hamle yapıldı, dernek ağaç dikti fakat maatteessüf hala çayırın mücadelesini veriyoruz. Geçerken görmüşsünüzdür moloz yığınları var, pislikler var. O tarihi Küçüksu çayırı maatteessüf mahvoldu, bitti. Hala kendini toparlayamıyor. Nedense buraya karşı bir antipati mi var belediyelerde bilmiyorum bundan evvel ısrarla otobüs duraklarının devre dışı durumda bütün otobüs durakları burada duracak dinlenecek diye bir şey yaptılar. Dernek mücadele etti, kaldırdı onu. Yani biz artık Hisar’ı kurtarmak güzelleştirmek, eski haline döndürmek istiyoruz. Çünkü çok tahribata uğradı, çok hırpalandı. Bizim kendimize ait bütün özelliklerimizi bozdular. Onları yeniden kazanmak için mücadele içindeler, inşallah kazanılır.”
*TBMM Genel sekreterliği Milli Saraylar Dairesi’ni kastediyor.
Beykoz Kundura Fabrikası 1810 yılında tabakhane olarak kurulan Beykoz Kundura Fabrikası İstanbul'un en eski fabrikalarından biridir. Kuruluşundan bu yana Osmanlı ve Türk ordusuna ayakkabı ve deri tedariği sağlamıştır. Osmanlı İmaratorluğu dönemine Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna ve birçok tarihi olaya şahitlik yapan fabrika 1933 yılında Sümerbank'a devredilmiştir. Üretimin durduğu 1999 yılına kadar, Beykoz’da birçok ailenin geçim kapısı olmuş, belirli bir yaşın üzerindeki milyonlarca insana ayakkabılarını giydirmiş olan fabrika, bugün dizi ve filmlerde mekan olarak kullanılmaktadır.
01 11
Beykoz
Röportaj E. Gökçe Tandoğan (22) Tuğçe Demir (16) Ezgi Özgürbüz (16) 78 yıldır Hisarlı olan Ferda Kazancıbaşı, hem unutulmaya terk edilmiş değerlerin gelecek kuşaklara aktarılmasının önemini bizlerle paylaşırken hem de eski Hisar’ın güzellikleri anlatmakla bitiremedi…
“Boğaz bizim için yüzme havuzu gibiydi” larına ben tepki gösterdim. Onlara kızdım, gittim hukuka yazıldım. ‘Sizlerden hiçbir zaman terfi beklemiyorum benim terfimi üniversitede profesörler verecek’ dedim. Onlara kızdım sınıf geçtim onlara kızdım mezun oldum. Mezun olur olmazda hemen istifa ettim baroya başvurdum. Bundan bir hafta evvel İstanbul Barosu’nun bir töreni oldu. Beyazıt Fen Fakültesi’nde, 35 yıllık avukatlara plaketler verildi. Ben avukatlık mesleğimin 35 yılını tamamladım hala da devam ediyorum. Marmara Üniversitesi öğretim görevliliğime devam ediyorum.” Küçüksu alabildiğine mesire yeriydi
Ferda Kazancıbaşı / Avukat
Boğaz çocuğuyuz diye spor subayı yaptılar “1932 doğumluyum. Dört kuşak buralıyız, Anadolu Hisarlıyız. Kökenimiz Trabzon, Of. Ama bende yörenin şivesi kalmamıştır, tipi kalmamıştır ama kimliği, karakteri ve huyu aynen devam eder, gurur duyuyorum bundan. Benim Trabzon Of’tan gelen büyük dedem Hacı Süleyman Efendi’nin 2 tane oğlu var. Bunlardan bir tanesi Ata Efendi, Beyrut Liman Reisi. Öbürü Hüsnü Efendi, bahriyeli mülazım. Büyük dedem vefat ediyor. Ondan sonra Osmanlı donanması lav oluyor o dönemler ve ne kadar bahriyeli varsa şark cephesine savaşa götürülüyor ve benim dedem Hüsnü Efendi de Suriye cephesinde şehit oluyor. Babam ve halam yetim kalıyorlar, kimseleri yok. Yani Trabzon’dan gelmişler buraya babam ve halam burada doğmuş. O yüzden bizde akraba-i talukat yok. Öbür taraf da vefat etmiş, Ata Efendi. E onların tarafları da vefat etti kimse kalmadı. Bir tek kızları vardı benimle akran. Oradan bize bir damat geldi, o da vefat etti. Yani ailede bir tek ben kaldım.” “Annem öğretmendir. Çok sert ve disiplinlidir. Babam tütün fabrikası müdürlüğü yapmıştır, devlet memurudur. İkisi de otoriter insanlardır, çok dayaklarını yedim. Sofra adabı dayağı, komşudan şikâyet gelmesin dayağı… Şimdi diyorum ki, keşke gene sağ olsalardı gene dövselerdi. Gençliğimde annem ve babam ‘evladım şunu yapma bunu yapma’ demediler ama gösterdiler. Göstermediklerini de önsezilerimle tamamladım. Mesela bu semtte hiç kimsenin dedikodusunda olmadım. İçki, sigara, kumar gibi kötü alışkanlıklardan ben bilerek uzak durdum.” “Askerliğimi subay olarak yaptım, lise mezunuydum, Boğaz çocuğuyuz diye spor subayı yaptılar. Hep şampiyonluk kupaları kazanırdım. Askerden sonra rahmetli annem babam beni Merkez Bankası’na memur olarak verdiler. Tam on sekiz buçuk yıl çalıştım. Orada amirlerin bize şahsiyet olarak değil de eşya gözüyle bakmış olma-
“Çocukken oturduğum yer, şimdi bu karakol var ya karakolun oradan giderken sağ tarafta yukarda yamaçtaki evlerde ve sol tarafta akademinin bölümleri var ya orası şeydi, Bahçıvan Sabahat Hanım ile Hüseyin Efendi’nin bostanıydı. Biz bostanlara doğru bakıyorduk, sonradan burası bize aitti arsa şeklindeydi. Asıl büyük dedeme kalan ev yukarda, babam da buranın temelini çıktı orayı satarak. Ben 1954 yılında 53-54 yılında yedek subaya gittim. Yedek subaya gittiğim zaman bu ev kaba inşaat halindeydi. Demek ki 1954 yılından bu yana 32’den 54’e orda, 54’ten itibaren de burada oturuyorum.” “İlk defa Küçüksu’ya top oynamaya annem babam tek başıma çıkmama izin vermişti. Gittim orda bir grup var. Belki baltayı taşa vurabilirim kusura bakmayın oradaki grupta bir kişi eksikti beni aldılar. Ama hepsi varlıklı aile ben memur ailesiyim, mütevazı bütçeli memur ailesiyim. E, iddialı insanlar da değillerdir yani, beni aralarına aldılar ama hepsi zengin aile çocuğu ve tepeden bakıyorlar, ben şimdi çok rahatsız oldum onlardan. Dedim ki ertesi günü gidip öbür tarafta oynayanların arasına gireyim ve ben öbür tarafta oynayanların arasına girdim. Onlar da işçi çocukları, memur çocukları, işte esnaf filan orta halli halk çocuklarıydı ve ben onlarla mutlu oldum, onlarla büyüdüm burada birlikte. Tabi çoğunu kaybettik.” “Küçüksu alabildiğine mesire yeriydi. Kaç genç, en azından 300- 400 genci rahatlıkla barındırabilirdi çimenlikler içerisinde. Ayakkabılarımızı çıkartır, çimenlerin üzerine yalınayak top oynardık. Orada bir grup, öbür tarafta bir grup, öbür tarafta bir grup ve bu sayede o kadar insan o kadar genç kötü alışkanlıkların tuzaklarından uzaklaşıyordu ki…”
“Mayolarımızın fermuarlı ceplerine bozuk paralar koyar karşı tarafta yerdik içerdik. Elbiselerimizi de Küçüksu Plajı’nın kabinlerinde bırakırdık. Akşamüzeri de oradan atlar buraya yüzerek geri gelirdik.” Zeki Müren de dönerdi ve denize selam verirdi “Ee neler yaptın derseniz bol bol spor yaptım. Atletizmden, judosundan, güreşine, futboluna… Lisansiyer olarak buradan karşıdan karşıya geçiş 17 dakika. Buradan gruplar halinde geçerdik. Mayola-
rımızın fermuarlı ceplerine bozuk paralar koyar karşı tarafta yerdik içerdik. Elbiselerimizi de Küçüksu Plajı’nın kabinlerinde bırakırdık. Akşamüzeri de oradan atlar buraya yüzerek geri gelirdik. Yani Boğaz bizim için yüzme havuzu gibiydi.” “Buranın çay bahçesi tam bir eğitim-öğretim yeriydi. Büyüklerimizden çok şey öğrendik. Çok da eğlendik. Gözlerimizden yaşlar gelene kadar gülerdik. Boğazın iki yakası kahkahalarımızla çınlardı, yankılanırdı. İnanamazsınız gülmekten yanak adalelerimize kramp girerdi. Geceleri denizin ortasında sandal devirirdik. Sandalın devrildiği taraf kazanırdı, havalanan taraf kaybederdi. Ertesi gün kaybedenler kazananları sırtına alır plajda iki tur atardı. Plaj halkı da bilirdi ve alkışlardı.” “Gençliğimizde Bebek Belediye bahçesinde, Bebek vapur iskelesinin olduğu yerde Zeki Müren konser verirdi. Bütün aileler sandallarına biner, zeytinyağlı yaprak dolmaları, salatalar, kır köfteleri de yapılırdı tabi biz gençlerde öyle bir şey yok, peynir domates ekmek… Zeki Müren konserine başlar, bütün sandallar denizi kaplamış. Öyle bir durumdu ki, içerde 300 kişi var denizde 1000 kişiden alkış geliyor. Zeki Müren de dönerdi ve denize selam verirdi. Bizden gelen şarkı isteklerini kabul ederdi. Sonrasında konsere 15 dakika ara verilince herkes kızlı erkekli denize girilir, denizden çıkılır, örtüler tutulur kıyafetler değiştirilir ve yemeğe oturulurken Zeki Müren programının ikinci yarısına başlardı.”
Saraydan gül aşırmanın tadı başkaydı “Eskiden ulaşım araçları bu kadar gelişmiş değildi. Mesela o zamanki ulaşım araçlarına göre buradan Üsküdar’a gidebilmek oldukça zahmetliydi. Hatta bir hafta evvelden herkes Üsküdar’a gidiyorum diye hazırlık yapardı. Bizim Hisar merkeze ulaşmak biraz zor bir şeydi. Hele çocukluğumda böyle motorlu araçlar yerine faytonlar vardı. Bir gün aile dostumuz Kuleli Askeri Lisesi’nin komutanı Bedri Paşa, bizi Hidiv Kasrı’na davet etmişti. Bize makam aracı yolladılar, makam arabası da fayton yani atlı araba. “Küçüksu Kasrı’yla ilgili bir hikâyemi anlatayım size. Bir yere giderken mutlaka bisikletime bahçemden koparıp gül falan koyardım, farın olduğu yere, hava olsun diye. Gül benim bahçemde çok ama saraydan gül aşırmanın tadı başkaydı. Saray bekçisin de oturmuş orda bağdaş kurmuş çimenlerin üzerinde kuran okuyor. Ben de parmaklıkların öbür tarafındayım kuranı yarım bırakamayacağını biliyorum tabi. Parmaklıkların öbür tarafındayım, acaba ben bu parmaklıkları kaç hamlede geçer kaç 12
hamlede gülü alır gene dışarı çıkarım hesabını yapıyorum. O dönemlerde iki hamlede parmaklığı aşıp parmaklarımın üzerine yumuşak bir iniş yaptığımda bekçi kuran sesini yükseltiyor. Güle yaklaştıkça sesini biraz daha yükseltiyor, daha da yükseltiyor ama takan kim. Oradan gülü kopartıp eski yerime gelirdim. Ama saray şuanda eskisi gibi bir aile yeri değil. Nüfus çoğaldı. Nüfus çoğalınca kimin ne olduğu kimin ne olmadığı bir toplum haline dönüştük. O zaman da katı disiplinler getirdiler saraya. Benim vaktiyle sarayın içinde çektiğim fotoğraflar vardı. Bir takım meşhur ressamların tablolarını falan da görüntüledim vaktiyle. Şimdi, içeriye resim çekmek falan… Yani iş bu semtin şeysinden çıktı.” Bütün Rumlar gelirler, laterna çalarlardı “Sarayın karşısında minaresi yıkık bir cami vardı. Camiden de spor kulübü yararlanıyor. Bir de Nahiye Müdürlüğü. Yani Hisar Karakolu oldu. Hiç unutmam camide siyah bir perde, perdenin bir tarafında polis zabıt tutuyor daktilonun tuş sesleri duyulur, öbür tarafında da pinpon oynayan çocukların raket sesleri… Cami öyle bir camiydi işte, ondan sonra 1960 yılında askeri müdahale oldu. Askeri müdahaleyi biz burada bayram havasıyla karşılamıştık. 60’dan evvel 1959 yılında sarayın karşısındaki cami Celal Bayar tarafından yıktırıldı.”
“Sarayla iç içe ama sarayın dışında bir dut ağacı vardı. Dut ağacından çimenlerin üstüne dutlar düşerdi biz de onları yerdik. Mehtaplı yaz gecelerinde aileler kilimleriyle seccadeleriyle semaverleriyle gelirler, gecenin sükûnetinde ayaklarını dereye sallarlardı. Gündüzleri derede karidesler çıkardı.” “Burada Ayazma diye bir yer vardı. 1956 yıllarıydı galiba o zamanlar burada bir hareket oldu İstanbul’da fakat ne kadar Ermeni, Rum, Yahudi filan varsa onların mal ve canlarına karşı yasadışı bazı hareketler oldu. Kışkırtma ile oldu. Ama bu kışkırtma kontrolden çıkınca kışkırtanlarda kışkırttıklarına pişman oldular. Bu döneme kadar Rumlar buraya eylül ekim aylarında ziyarete gelirlerdi, Ayazma’ya. 6-7 Eylül olaylarından sonra artık ayaklarını kestiler. Bütün Rumlar gelirler laterna çalarlardı. Laterna nedir biliyor musunuz? Şöyle bir kutu insan boyunda, şurada da söyle bir kol, o kolu çevirdikçe müzik çıkıyor. Onlar da sofralarını kurmuşlar şarkılar, türküler, oyunlar… Belki yadırgayabilirsiniz annem ve babam düşman işgali zulmünü yaşamış ve İstiklal Savaşı’nı görmüş insanlar.
Ben onlardan işittiğime Ermeni, Rum, Yahudilere karşı o dönemler biraz aşırı hareket ediyordum. İbadet yerine benim saygılı olma kavramı bende ileriki yaşlarda oluştu. Fakat o dönemler tepsi içinde çiçeklerle ‘buik piyases, buik piyases’ derlerdi yani ‘bayramınız kutlu olsun’. Millet oradan bir sap çiçek alıyor para atıyor. Ben de paraya ihtiyacımızdan falan değil, Aykut diye ufak bir çocuk vardı dedim ona tepsinin altına bir kafa at paralar yere düşsün diye. Biz paraları toplardık. Sonra sıradan musluklar vardı o musluklarda Rumlar ellerini yüzlerini yıkarlardı. Ben en baş musluğa gider parmağımı bastırırdım, su hepsinin üstüne giderdi. Ondan sonra orda beklenir böyle lostra salonunda gibi, sırası gelen Meryem Ana’nın ikona duasını yapıp, öpüp para koyardı. Bizim sıramız geldiği zaman parayı da alıp giderdik. Vallahi billahi paraya tenezzülden değil, yani bir tepkiydi. Oranın papazı hadi evladım gidin sonra babana söylerim derdi, zaten tanırdı da babamı.” Onun cebine harçlığını ben koyuyorum “Mesela bir anne oğlunu bulmak istiyor, dışarıda bisikletli bir genci gördü. ‘Evladım benim falancayı gördün mü?’ ‘Teyze filanca yerde basket oynuyor.’ ‘Hadi evladım git, eve misafir geldi, hemen eve gelsin’ de emi. Hemen haberleşme giderdi. Cep telefonları yok ama haberleşme giderdi. Küçük yer tabi, denize düş ıslak elbiseyle eve koşuyor ol denize düştüğün haberi senden evvel eve gider. Yani herkes birbirine bağlıdır burada.” “Buranın halkı 7’den 70’e kendi kadınına kızına hiçbir zaman laf söyletmez ve gece yarıları dahi kadını kızı rahatlıkla burada elini kolunu sallayarak dolaşır. Bakış açısı abla, teyze, bacıdır. Kız-erkek ilişkilerinde de herkesin gözü önünde bir araya gelinmez, dedikodu çıkmasın diye dikkat edilirdi. Kendi anımı anlatayım size. Rahmetli halam Emirgan’da Balta Limanı’nda Habib Bey Yalısı’nda gelin vaziyette. Ben de bazen halama gidip gelirim, onun da bir tanıdığının Hanife isimli bir kızı var. Bal rengi gözleri olan güzel bir kız. Bir gün sandaldan çıktı buyur ettim, diğer kız arkadaşlarıyla masaya oturdu. Vapur iskeleye yanaşınca bir baktım annem. Ben annemi görür görmez hemen gazinonun bardaklarının yıkandığı kulübeden içeri kaçtım. Bir yandan da penceresinden bakıyorum. Bir baktım annem kızların masasına gitmiyor mu? Onlara bir şeyler söyledi ve kızlar kalkıp gittiler. Akşama anneme kızlara ne söylediğini sordum, ‘onun cebine harçlığını ben koyuyorum’ demiş. Ne kadar ağır aslında değil mi, yani çok büyük bir baskı vardı üzerimizde.” “Buradan Bebek belediye bahçesine geliyoruz, Zeki Müren’in konserini izlemeye bizim sandalda 6 tane genciz. Sandalın demiri gitti durmuyor, demir zayıf geliyor. Büyük bir tekne vardı o tekneye biz rica ettik sizin tekneye yandan küpeşteden bağlayabilir miyiz diye. Onunda 5-6 tane kız çocukları var. Onlar bize evlat gözüyle baktılar ve güven duydular bağlayın dediler ve inanır mısınız bir tek erkek arkadaşımız oradaki kızlara gözünün ucunla baksın, bakmadılar.”
Beykoz
‘…Körfezde kopan Göksu’da çağlar…’
kahkahalar
“Hani unutulmaya terk edilmiş değerlerimizin gelecek kuşaklara derlenip düzenlenmeleri yönünden biraz önce de bahsetmiştim. Bunlardan bir tanesi de Küçüksu’da Darül Talim musikisidir. Darül Talim musikisi bir kültürdür. Osmanlı dönemiyle Cumhuriyet dönemi arasında ki bir geçiş dönemidir. Bunun dışında, kültür olarak burada sahne açılır toplu sünnet düğünleri için. Kültürel konuda ben size bir şey söylemek istiyorum. Burada Küçüksu’yu kurtuluşu için halk erişimine geri kazandırılması yolunda ben bir Göksu gecesi düzenledim. Düzenlediğim Göksu gecesine o zamanların Büyük Şehir Belediye Başkanı Profesör Doktor Nurettin Sözen’i davet ettim. Erkânı ile birlikte geldi. İki tane söz verdi. Biri dedi ikinci boğaz köprüsü şantiye montaj alanı olarak buradaki beton kalıntıları utanç duvarlarıdır, bunları kaldıracağım. İkincisi projeye kavuşturacağım dedi ve ikisini de yerine getirdi. Göksu gecesine Arif Sami Toker’i davet ettim. Derneğimizin üyesi oldu. Ondan sonra o esnada da biz Arif Sami Toker’le öğretmen evinde bir konuşmaya aldılar TRT’de radyo olarak canlı yayın olarak. Çok da güzel bir
Röportaj Dicle Koylan (21) Gizem Eğricesu (17) Kübra Uzuner (17) Ceyda Özge Aycibin (16) Erdem Emir (16) 1948 doğumlu Meryem Uzuner, Ordu, Mesudiye’den gelerek, 1963’te Paşabahçe, Beykoz’a yerleşmiş ve o günden beri de Beykoz’da yaşamaktadır. Meryem Uzuner, anılarını ve Beykoz’un geçirdiği dönüşümü bizlerle paylaştı.
Meryem Uzuner / Ev Hanımı Buralarda hiç ev yoktu “Biz Ordu Mesudiye Arıcılar köyünden buraya geldik. Memleketimiz kenar yerdi, memleketimizde fazla gelir, ekip biçme şeyi yoktu onun için buraya göç ettik geldik. Beyim tekelde çalışıyordu, tekel işçisiydi. Geldik işte yerleştik buralara, az çok geçinmeye çalıştık, çocuklarımız oldu onları büyüttük. Yer yurt tuttuk, ev yaptık. Okuyan okudu, okumayan iş sahibi oldu çalıştı. Burası, biz gelince bir köy yeriydi. Buralar hep dağlıktı, hiç ev yoktu. Bizim evin oralar hep dağdı, hiç ev yoktu akşam olunca çakallar uluyordu, korkuyorduk, kapıya çıkamıyorduk. Evimiz gecekonduydu, korkuyorduk dışarı
bestesi vardır, ‘…Körfezde kopan kahkahalar Göksu’da çağlar…’ (…) Bunlar önemli çünkü sizden sonraki kuşaklara da bu kültürün aktarılmasını bir görev olarak biliyorum.”
“Yazlık sinemamız vardı. Hatta halk o kadar eğlencesine düşkündür ki yemeğini satar parasıyla da sinemaya gider diye bir menkıbesi vardır buranın.”
derdi babamın da hoşuna giderdi. Sahilde sofralar kurulurdu. Herkes birbirini tanırdı hatta birbirimizi sesimizden tanırdık. O kadar güven vardı ki, art niyetli insanların bu topluluğa sızması, barınması mümkün olamazdı. Bir yabancı geldiği zaman, ne arıyorsun burada denirdi. Yabancı barınamazdı. Şimdi şimdi nüfus çoğaldı fakat hala daha suç işleme oranı çok düşüktür burada. Giderek herkesin herkesi tanıdığı bir toplum yapısı yerine, hiç kimsenin hiç kimseyi tanımadığı
herkesin birbirine kuşkuyla baktığı bir toplum yapısı doğuyor ve çözülmüş bir toplum oluyor. Araya rahatlıkla art niyetli insanların sızması mümkün oluyor ve suç işleme oranı da yükseliyor.” “Şimdi hangi Hisarlıya sorarsanız sorun, benim yaşımdakilere tabi, rüyalar kadar güzel günler yaşamış ve o güzel günlerin tanığı olan insanlardır. Şimdiki durumda çok şeyler kaybettiğimizi size ifade ederler. İlk golü Marmara Üniversitesi’nden
İlk golü Marmara Üniversitesi’nden yedik “Yazlık sinemamız vardı. Hatta halk o kadar eğlencesine düşkündür ki yemeğini satar parasıyla da sinemaya gider diye bir menkıbesi vardır buranın.” “Akşamları sahilde küçük bir çeşme var biliyorsunuzdur. Şakir’in Gazinosu’ydu orası. Bazen bizler tertemiz giyinirdik babalarımızı vapurdan karşılamaya giderdik. Kimimizin elinde susamlar öbürünün elinde balon böyle güzel renkli bir görünüş babaların ellerinden paketleri alır gazinoya gidilir oturulur çay falan içilir dinlenirdi. Bazen de annem akşam yemekte buradayız
yedik. Burada bostanlarımız kalktı. Madam ve Koço’nun bostanları şuanda Marmara Üniversitesi’nin olduğu yerdeydi. Rahmetli annem de beni zerzevat aldırmaya yollardı bostana. Diğer kadınlar kendileri domateslerini, ayşekadın fasulyelerini tarlaya girer kırarlardı. Ben çocuk olduğum için sıra bekletirlerdi ben de kelebek kovalardım o dönemler. Öyle güzel bir yer. Ama ondan sonra burayı politik nedenlerle Süleyman Demirel zamanında ve onun tarafından burayı spor akademisi adı altında öğrencileri kendi istedikleri politika doğrultusunda yönlendirmek planıyla yapıldı burası. Şimdi politik bir yer dışına çıktı ama böyle güzel turistik yerin bağrında hançer gibi oldu. Ondan sonraki ikinci gölü ise ikinci boğaz köprüsü şantiye montaj alanı olarak yedik. Üçüncüsü Göksu evleri yapıldı. Baykuş kafesi gibi duruyor orada. Semtin bütün yerlileri ızdırapla bakıyoruz oraya. Billur gibi tertemiz Göksu deresi, Küçüksu dereleri falan kanalizasyona dönüştü. Yeni yeni arıtma mücadelelerine girişildi. Yani herkes gerek doğal yapıdaki tahribattan dolayı, gerekse de o güzelim sosyal yapıdaki birbirine bağlı olan o topluluğun mutluluğunu kaybetmiş olmanın üzüntüsünü duyuyor.”
“Tekel Fabrikası buradaydı, Paşabahçe’deydi” çıkmaya. Yollar patika yollardı, çamur dağlık fundalık yerlerdi kötüydü ama şimdi çok güzel oldu. Yollar kuruldu evlerimizi yaptık, yolumuz geldi Allah’a şükür şimdiden sonra daha güzel olur. Belediyeler çalışıyorlar. Böyle geçinip gidiyoruz.” “Biz memlekette evlendik, buraya geldik, bir kat yatak, bir yorgan, bir döşek, bir yastık. Yani baba evinden gelene verilen buydu önceden. Bir sofrada bakır, yani sofrayı hazırladın mıydı herkese birer tabak, başka bir şey yoktu. Geldik buraya yemeye yok, giymeye yok, bir şey yok. Yirmi beş kuruş aylığı var beyimin. Evlendik buraya geldik 63’te. Yirmi beş kuruş, evet yirmi beş kuruş aylıkla geçindik. Şimdi bir milyar olsa da geçinemiyorsun, o zaman öyleydi idare ediyordun. Şimdiki gibi giyme alma neredeydi, birisini alsan biri kalıyordu alamıyordun ki. (…)Hiç kimse yoktu burada, akrabamız, beyim buradaydı. Ben bekârdım. Memlekete izne gelmişti. Tanıştık orda konuştuk anlaştık. Düğün ettiler orda, annelerimiz babalarımız bize. Evlendik, geldik buraya işte. Yuva kurduk, daha kurmaya da çalışıyoruz, çalışacağız da.” Bütün fabrikalar kapandı “Tekel fabrikası buradaydı, Paşabahçe’deydi, beyim orada çalışıyordu. Mecbur buraya yerleştik, başka tarafa yerleşmedik. Ekmek teknesi nerdeyse oraya… (…) Şimdi, bütün buradaki fabrikalar kapandı. Cam fabrikası, deri kundura, Tekel de kapandı, burası şimdi oldu yeşil alan… Önceki işçilik şimdikinden güzeldi, az maaş alıyorduk ama şimdikinden güzeldi. Şimdikinden az maaş alıyorduk ama güzel geçiniyorduk. Böyle sıkıntı yoktu her şey boldu, gene şimdikine bakarsak. Önceden daha iyiydi insanlar, birbirine gelmek gitmek komşu olmak… Ama şimdi kapıyı açıyorsun, birisiyle konuşamıyorsun bile.”
“Beykoz’a geldiğimde yabancılık çektim ilk başlarda; başka memleketten geldin, kimseyi tanımıyorsun, bilmiyorsun. Mecbur yabancılık çekiyorsun. Ben evlendiğimde on altı yaşındaydım. Buraya geldim. Burada kimin yok kimsen yok. Sabahleyin beyim kalkıyor gidiyor işe. Sabah yedide işe gidiyor, yedi buçukta iş başı ediyorlar, akşam olunca sekizde eve geliyor. Ben çalışmadım, benim beyim çalışıyordu beni çalıştırmadı. Evde günler yapıyorduk, toplanıyorduk on beş yirmi arkadaş bir oluyorduk. On beş günden on beş güne, bizim maaşımızı (eşininkini kastediyor) on beşinden on beşine veriyorlardı Tekel’de, ona göre yapıyorduk kafamıza göre bir şeyler.” “Burada çiftçi yoktu. Ama eşeklerle su çekiyorlardı. Suculuk yapıyorlardı önceden böyle su yoktu. Paşabahçe’den getiriyorduk suyu omzumuzla. Burada su mu yoktu, çeşme su mu hiçbir şey yoktu. İnşaatçılar vardı, çalışan kayınlarım vardı; kayınlarımın çocukları vardı yanımda. Onların üzerlerini çeşme suyuyla yıkıyordum hep, hiç su yoktu.”
“Karagözsırtı Camisi var bu yanda, o caminin bu yanında kiracıydık. Orada on iki sene kirada durduk, on iki sene sonra beyimin arkadaşı vardı; Tekel’de çalışıyorlardı beraber sandık hanede, oradan işte, onlar işçi evlerine yazılmıştı. Bu evi aldığımızda, o oraya gitti bize de dediler, siz buraya kiracı gelin hem evime bakarsınız hem durursunuz dediler. Allah razı olsun ucuz fiyata da kiraya verdi bize, biz de durduk burada on iki sene kirada durduk. Ondan sonra burayı aldık, gecekonduydu yani, yıktık yaptık sona kendimiz.” “Beykoz’a yürüyerek gidip geliyorduk, böyle çok arabalar marabalar yoktu şimdiki gibi dolmuşlar. Beykoz’a gidiyorduk bazen merkez camisine, Ramazan’da 01 13
vaaz dinlemeye, mübarek merhum Hacı Osman Efendi işitmişsinizdir, o geliyordu onun vaazına gidiyorduk yürüyerek gidip geliyorduk Beykoz’a. Beykoz’un yolu şimdiki gibi değildi önceden ufacık tek gidiş-geliş… Dolmuş, taksiler, arabalar neredeydi, arabayı kim görüyordu ama şimdi herkesin özel arabası var kapısında.”
“Paşabahçe’ye pazar kuruluyordu. Pazartesi perşembe, haftanın iki günü pazar kuruluyordu, gidip pazarımızı oradan görüp, yürüyerek geliyorduk, çantaları bağlıyorduk, iki çanta omzumda, iki tane de ellerimde yokuşlardan yukarı geliyorduk. Patika yollar… Şimdiki gibi yollar yoktu.” “Önceden cenaze oldu mu, mesela bizim evimizde cenaze varsa bir hafta bizde yemek pişmez, komşular getirirdi. Önceden birbirine gidip gelinirdi, çocuklar komşuna
bakmak… Ama şimdi komşuya varıp oturamıyorsun bile. Önceden bayramlar da çok güzel geçiyordu. Salıncaklar kuruyorduk böyle ağaçlara. Tahta salıncaklar urganlarla… Biniyorduk, sallanıyorduk, türkü çağırıyorduk, oyun oynuyorduk, tef çalıyorduk neler yapıyorduk. Şimdikinden daha güzeldi. Önceki bayramlar çok güzeldi. Bayram geldi diye çocukların eline kına yakıyorduk, genç kızların ellerine kendi ellerimize. Bayram sevinci vardı. Ama şimdi, bayrammış hiç fark etmiyor.” Çoğumuz aynı memleketliyiz “Bizim mahallemizde çatışma görmedim burada ben yani. Hep Mesudiyeli idi burası, alttan yukarı, çoğu başka yerlerden de var ama öyle kavgamız dövüşümüz olmadı. Hiçbir şey görmedik de duymadık da, Allah’a şükür komşularımızla çok iyi geçiniyoruz. (…) Mahallemizden memnunuz çok alıştık artık mahallemize. Herkes birbirini tanıyor. Yabancı yok, mahallemizin içinde hep tanıdık insanlar, çoğumuz da aynı memleketliyiz, yabancı olan yok fazla. Herkes birbirini tanıyor. Yabancı bir yerde olsak bu kadar serbest olamazdık.”
Beykoz
Röportaj Gözde Karahan (18) Merve Çeküç (16) Büşra Koç (16) Berkay Özdemir (16) Fulya Uslu (17) Sevgi Yıldız (16) Dursun Tunç 1941 Giresun doğumlu, Beykoz’daki ayakkabı fabrikasından emekli bir işçi. 55 senedir Tokatköy’de yaşıyor. Kendisi ile Beykoz üzerine keyifli bir sohbet yaptık. 1955 sonbaharında kalktık geldik buraya “Babam, rahmetli buraya çalışmaya geldi 1954’te. Çalışmaya geldiği zaman birisinden bir alacağı vardı. O alacağını almak için geldi, burada yaşayan bizim hemşerilerden. Zaten öyledir bir yere bir hemşerinin birisi yerleşmişse herkesi oraya çekmeye çalışır, gelenleri. Nitekim öyle de olmuş. Buranın yüzde altmışı Kargılıdır. Ama şimdi karmakarışık. Şimdi her taraftan. Diyorlar ya kozmopolit. Her taraftan var. Ama genelde burada, bizim hemşerilerimiz çoktur. Köyde koyun olur, keçi olur, inek olur. Onlarla zaten geçinemezsin. Mecburen onları da sattık, sonbaharda 55’te. Kalktık geldik buraya. Son durağın üstüne çıtadan bir ev yapmışlar, içersine taş doldurmuşlar ondan sonra da çamurla sıvamışlar. Eskiden böyle evi nerden buluyorsun. O zaman çıtadan yapılmış evler. 1960’a kadar o çıta evde oturduk. Tahtakurusu yüzünden başka bir ev yaptık. 1960’ın üçüncü ayında hanımla evlendik. Ondan sonra buraya indik. Burayı da almıştık. Hem orda yerimiz vardı hem de burada.” “Buraya geldiğimizde babam çalışıyordu. Biz de dağdan odun getiriyorduk. Öyle traktörle arabalarla kömür de gelmiyordu. Odun satıyorduk. İşte burada bahçe vardı, genişti. Bu bahçe bir buçuk dönümdü. 1515 metrekare. Fasulye, salatalık yetiştiriyorduk. 100-150 kilo fasulye topladığımız oluyordu. Burayı dörde böldük. Zaten yarısı dereye gitti. Pazaryeri bu çayırda değildi. Mahalle arasındaydı. Biz burada bir seferinde fabrikaya fasulye götürdük fabrikanın şefine. O aşçıyla konuşmuş. O da Sinopluydu. Hayri Bey demiş, ‘ben de fasulye var.’ Getir demiş o da. Şimdi küfeler kalktı. 2 küfe, bir de çuval yükledim eşeğe götürdüm. Kantara koydular. Bir tarttılar 150 kilo fasulye. Hep öyleydi buralar. Sebze meyve her taraf bahçeydi. Sular yetmiyordu. Herkes bahçesine kuyu kazdı. Ondan sonra zaten askere gittim geldim, sonra da artık fabrikaya girdim. Dışarıda her zaman çalışamazdım. Bak şimdi dışarıda iş yok. Adamın bir emeklisi varsa 3-5 kuruş onunla geçinecek.” “1961’de askere gittim. Askerden geldikten 1,5 ay sonra ben fabrikaya girdim. Kundura fabrikasına. Fabrikada bir fiil 24,5 sene çalıştım. 1988’de de fabrikadan emekli oldum. Ben emekli olduktan sonra işte piyasada sağda solda biraz çalıştım, atölyelerde. O zaman şimdiki gibi değildi ki. Şimdi maaş normalde bir, bir buçuk ayda geliyor. Hele hele bir adamını bulursa daha da önce. Ama o zamanlar benim maaşım 9 ayda bir gelirdi. O zaman benim iki tane oğlum vardı. Emekli olduktan sonra ilk aldığı-
“Ortaçeşme’de bir fayton arabası vardı, o kadar…” mız emekli ikramiyesiyle onların ikisini evlendirdik. Ondan sonra maaş da geç gelince bu sefer böyle sıkıntı yaşadık. Sonra o piyasada çalıştım bir kaç sene.” Üsküdar’dan Beykoz’a kadar 35 Kuruş “Benim ilk geldiğim gün, önce Üsküdar’a geldik. Orada bizim eşyalarımız. Şimdiki gibi böyle lüks otobüsler nerde? O zaman şu burunlu otobüsler vardı. 20-25 yaşında bir otobüs. O zaman 24 saatte bir Anadolu’dan buraya bir araba gelirdi. Şimdi bizim Kargılı’dan buraya 4-5 saatte bir otobüs geliyor. Otobüstekilerin çoğunun eşyasını da başka bir kamyona koydular. Fazla bir şeyler getirmedik zaten. Şimdiki iki komşumuz bizden önce gelmiş. Üsküdar’a indiğimiz zaman başka bir komşumuz vardı. Babam ‘Sen bunları al götür, ben Dursun’la burada eşyayı beklerim biz gelince eşyayı götürürüz’ dedi ona. Şimdi eşyayı bekledik. Kamyon gelmemiş daha. Ondan sonra otobüse bindik biz. O zaman burada böyle yol ne arar. Taş kaldırım. Elektrik yok, su yok. Beykoz’a kadar Üsküdar’dan 35 kuruş o zaman parasıyla. Bir de biletçiler vardı otobüste girerken bileti verirdi. Ondan sonra da kontrolcü kontrol ederdi. Herkesin elindeki bileti alıyor yırtıyor. Ben o zaman ilk defa İstanbul’a gelmişim. Ben verilen bileti attım. Kontrol gelince de ‘Ben attım’ dedim. Babam ‘Bu çocuk köyden daha yeni geliyor. O anlamaz, yırtmış atmış’ dedi biletçiye. Biz Beykoz’da indik. Beykoz’dan artık buraya Tokatköy’üne geliyoruz. Her yer karanlık. Git git bitmiyor. Ben şimdi içerimden neler söylüyorum. Babam da sert bir adamdı. Allah rahmet eylesin. Diyemezsin baba sen bizi böyle mi İstanbul’a getirdin. Ne biçim yer burası karanlıkta. Çamurun gözüne batarak gidiyorsun. Ondan sonra oradan kalktık geldik eve.” “Tokatköy bugün en az 30-40 bin nüfuslu. Anadolu’nun bir iki tane vilayetine eş değer. Şu anda sade altı tane camisi var. Düşünebiliyor musun? Çok büyük bir yer. O zaman burada sayılıyordu evler. Herkes birbirini tanırdı. Çoğu kişi hemşeriydi ki o zamanlar yani millet hısım akraba dâhil. Kimse gidip gelmiyor birbirine. O devir öyle değildi. Gece kondu bölgesiydi. Buraya hısım akraba bir gecede bir gecekondu yapıyorlardı. Üstünü kapatıyorlardı yarım yamalak. Kapıya ya bir çul çekiyorlardı yahut ta iyi kötü bir kapı uydurup, bir gecede onun eşyasını atıyorlardı. Çünkü öyle olmasaydı gelip yıkıyor o zaman. Köy de değildi ilk zaman. Buraya jandarma bakıyordu. Sonradan köy oldu.” “Geldiğimizde babam o zaman 40 – 45 yaşlarında birisiydi. Biz o zaman dört tane erkek çocuk vardık. Benden öbürleri küçük, onlar bir işe yaramıyordu. Yani babama yardımcı olamıyorlardı. Bir de
benim dedem babaannem vardı. 8-9 nüfusuz. Bir kişi çalışıp o kadar kişi yerse tabi sıkıntı olacak. Ama babam böyle idare eden bir kişiydi de, tertipli düzenli birisiydi. Ondan biz fazla şey yaşamadık. Babam çocukluk devrinde gelmiş buralara. O zaman öyleymiş. O zaman kimse yokmuş. Hemşeri de yokmuş. Gidip birilerinin yanında kalıyormuş yahut ta öyle oluyormuş ki bazıları adamlar ağaç kovuklarında yatarmış. Babam kaç sefer gelmiş gitmiş. Babam ilk geldiğinde 14 yaşındaymış, ama çok da çalışkan bir adamdı. Bahçeyi bellerdik birlikte, 4 tane kardeştik. Dördümüz bir araya gelsek bir babamın çalıştığı kadar çalışamazdık.” “Babam sert bir adamdı bir de. Babam ben evlendiğim zaman bile öyleydi. Biz öyle büyüdük onun yanına çıkamıyorduk. Şimdikiler öyle bir şey ki. O zaman hep bir arada oturduk kaç kişi. Aynı evde. O zamanlar o çita evlerde yaşarken. Başka bir ev yaptım briketten. Askere gitmeden önce, ona iki oda daha ilave ettim. Dört oda oldu ama ben askere gittim geldim. O evin döşemelerini, tavanını kendim çaktım. Bir Allah’ın kulu gelip bir çivi çakmamış. O şekilde orda oturduk, oturduk.”
Anadolu’da meşhurdur, keşkek verildi. (…) Evlendikten sonra askere gittim ben. Asker eğlencesi de yoktu eskiden. Ben zaten tek başıma gittim. Ankara’ya giden torunu babası götürdü. Ben Tophane’den vapura bindim. Bandırma’ya. Bandırma’dan da trenle Balıkesir’e. Balıkesir’den de Edremit’e.” “Şimdiki askerlik indi 15 aya. O zaman bahriye 3 seneydi. Jandarma 2,5 sene, piyade de 24 ay. 2 sene. Biz buraya gelir gelmez, babam rahmetli bizim nüfusumuzu buraya aldı. Şubeye gittiğin zaman şubede komutanı bilmiyorsun ki rütbesi ne? ‘Ne istiyorsun’ dedi. Hava askeri de hoşuma gidiyordu. Elbisesi falan. ‘Hava askerliği istiyorum’ dedim. ‘Hava askerliği yok bizde’ dedi. ‘Eh peki, seni bahriye yapıyım’ dedi. Evliyim bir de 2 aylık da çocuğum var. Evli gitmek, bekâr gitmekten çok farklı askerlikte. ‘Yok, istemem’ dedim. Yahu 3 sene göz göre göre bir sene fazladan askerlik yapmak. Ama bana sormadan bir şey yazsa bir şey diyemezsin. Yok, karşı gelemezsin. Jandarma yapıyım diyor, yok onu da istemem dedim o da iki buçuk sene. ‘Yaz bunu’ dedi ‘sağlam piyade.’ Sonra Edremit’e gittik. O zaman bir mektup göndersem askerden, geri sana gelmesi aylar geçiyor. Şimdi benim torun var, küçük oğlumdan. O her gün telefon ediyor. Ankara’dan Mamak’tan. O zaman öyle bir şansımız yoktu.” Fabrikada etsiz yemek yapılmaz
Görücü usulü aldık hanımı “Eşimle görücü usulü evlendik. Biz tanışmadık da, Giresun’da oturuyordu. Babası da o son durakta komşumuzdu. O da fabrikada çalışıyordu. Babamın arkadaşıydı. Anadolu’da bir tabir vardır. Rahmetli hacı adayı bir dedem emsali vardı. O öyle derdi. ‘Nasipse gelir Hint’ten Yemen’den, nasip değilse ne gelir elden’ derdi. Kısmet oldu mu, hiç sınır tanımıyor. Senin kolunun dibinde olur olmaz da, Karadeniz’den gelir işte. Oluyor. Yoksa o zaman bana kız vermek isteyenler çok var. Bizi herkes tanıyor. Dürüst bir aileyiz. Görücü usulü aldık hanımı. Öyleydi bizim zamanımızda. Şimdikiler gibi değildi. Bizde öyle nerde, gezecek dolaşacak. Biz bir sefer denk geldik mi yolda öyle beraber kısa bir yürüdük. Onu da ablası görmüş, bir sürü sorguya çekmiş. O zaman yok öyle bir şey. Hele de Anadolu’da birbirlerini gördü mü birbirlerinden kaçıyorlardı. Şimdi bilmeden öyle rastgele evleniliyor. Artık yüzde kaçlara gitti uçtu evlenip ayrılmalar.” “Köy usulüyle evlendik biz. Son durak o zaman orası koca bir çayırdı. O kadar kalabalık bir düğün oldu ki, çok da silah atıldı. O tarafta bizim bir köylümüz vardı, orda güreş de yaptı. İki tane davul zurna. Yemek verildi bir de, koca kazanlarda pişen. Keşkek 14 01
“Grev oldu bizde. Fabrikada. 1975’te ama direnenler, onları işten attılar. Orada çalışmayıp çalışanları da engelliyorlardı. Her yerde var sivri uçlar. Şimdi provokatörler o tür insanlar. Devlet fabrikaları böyle. İşte devlet onun için kapatıyor. Gevşeklik oluyor. Orada yüz kişi çalışsa on tanesi haybeden geçinir. Dolaşır. İşte sendikacılar birbirlerine yaltaklık yapar. Bu fabrikanın kuruluşu 1812. Böyle böyle kapattılar. Gevşek çalışıyorduk biz. Amiri de bir memur sonuçta onun da pek sözü geçmiyor. Adam atar icabında. O zaman 7’deydi işbaşı. Şimdi biraz çektiler, kısalttılar. 7’de gidip 5’te çıkıyorduk. Fabrikanın yaptığı yemeği o zaman evde nerde yiyeceksin. Fabrikada etsiz yemek yapılmaz. O zaman nerde o yemeği yapıp yiyorsun. Adam onu bile beğenmiyordu. Onu protesto ediyorlardı. İnsanlar nankör.” “Uzakta rakı fabrikası vardı. Cam fabrikası vardı. O da kapandı işte. Şişe cam fabrikası. Ben orda çalışmadığım için bilemem ama cam fabrikasının koşulları daha ağırdı. Adam ateşin karşısında. En az 500 derece. Oradan maden akıyor. Çubuğu sokuyor, alıyor ya bardak çıkaracak, ya sürahi çıkaracak. Oranın koşulları da öyleymiş. Ama biz burada. Kundura kısmında banta gelir saya, banttan ayakkabı olarak çıkar. Kutuya girer. Ama ben ayakkabı kısmında değildim. Dışarıda ayakkabı malzemesiyle ilgileniyordum.”
Bakkal Hariç Herkes İşçi “Ortaçeşme’de bir fayton arabası vardı o kadar. Taksi falan hiç yoktu yani. Bir de Alibey Sineması vardı Onçeşmeler’de. Orası yaz da olurdu kış da olurdu ama onların hepsi bitti. Şimdi televizyon girdi eve. (…) O zaman burada esnaf yoktu. Ancak bakkaldı çalışan bir esnaf. Bakkal haricinde herkes işçi. Kimisi derede çöplük topluyor, kimisi fabrikadaydı. Kimisinin bahçesi vardı. O zamanları yine o iğde tarlası olanlar. Onlar genelde Karadenizlilerdi. Buranın yüzde yüzü bahçeydi. Meyve pek yoktu ama sebze yetişirdi. Bugünkü yediğiniz sebzelerin hepsi oluyordu. Domatesiydi salatalığıydı biberiydi fasulyesiydi.” “Herkes o zaman hep Anadolu’dan gelmiş. Herkes kendi kültürünü yaşıyordu. Şimdi zaten yemeğin tadının illa yöreye göre değişikliği olur. Onun dışında başka bir şey olmaz. Değil mi? Sen şimdi Karadeniz’densin. Karadeniz’in nesi meşhurdur karalâhanası. Hatta söylemesi ayıp bizim hanım bugün sarmasını yapmıştı. Onun için Anadolu’da öyle herkes kendi şeyine göre. (…) Anadolu’da biz öyleyiz, fasulyedir bulgurdur tarhanadır onlar yenir. Yaza göre kışa göre tabi değişir. Tarhana mesela Karadenizliler de bilmiyorlar bunu. Hanım burada öğrendi bunu. Bugün piyasada adam sade para kazanmak amacında, ne ürettiği, millete ne sunduğu, ne olduğu belli değil. Hastalıktan geçilmiyor.” “Burası Tokat ismini şeyden almış. Tokat vilayeti fethedilmiş. Buraya Tokat ismi verilmiş. Burada Sultan Aziz saray yaptırmış son durakta, yukarda, yeri de belliydi. Orası tarihi bir yer. İşte Halk Parti devrinde Şeref Bey diye birisi vermiş, o adam subaymış, o yukarda bir çiftlik vardı orayı parsellediler sattılar. Orası koca bir mahalle oldu. O son duraktan yukarısına devam ediyordu. Ne zaman ki Halk Partisi bitmiş, Demokrat Parti hükümeti almış. Ondan sonra buraya zaten yerleşim başlamış. Ondan önce burada kimse yokmuş. Bir de yukarda son durakta sadece sağda bayırda bir su deposu var. Orda yapılmış. Diğerleri hep tahrip oldu.” “Artık kavganın olmadığı yer yok. O zaman bu kadar değildi. Bizim ilk geldiğimiz zamanlar Ortaçeşme’de bazıları varmış. Oradan bir yabancı geçemezmiş. Yine de lazım bazı yerlerde. Şimdi adamların ne olduğu belli değil. Ama zaten kalabalık yoktu ki. Herkes birbirini tanıyordu, birbirine gidip gelirdi. Şimdi kendi akrabalarımıza ayda yılda bir gidiyoruz. O zaman öyle değildi. Millet böyle bir bütün yumak gibi. Herkes birbirine bağlıydı. Birisinin bir işi olsa hepsi onun işine koşardı. Bir gecede bir adama gecekondu yapıyorlardı. Şimdi kimse kimseye bir tane şöyle bir tuğlasını kaldırıp yerine koymuyor. Gerçi burada kavga dövüş pek olmadı. 12 Eylül döneminde bile olmadı. Bir sağ sol davası vardı ya, şimdi bir grup sağcı gelir, öyle bir gövde gösterisi, bakmışsın başka zamanda sol görüşlüler gelirdi. Zaten burada baskın bir grup yoktu. Ama bazı bölgelere göre vardı. Mesela bir Ortaçeşme, orası sırf ülkücülerdi. Paşabahçe sol kesim.” Dursun Tunç / İşçi
Beykoz
Beykoz Beykoz,
Kocaeli Yarımadası’nın batısında yer almakta olup; batıdan İstanbul Boğazı, doğudan Şile ilçesi, kuzeyden Karadeniz ve güneyden Üsküdar ve Ümraniye ilçeleri ile çevrelenmiştir. Deniz seviyesinden başlayarak 270 metreye kadar yükselen Beykoz’un engebeli arazisini Riva, Küçüksu ve Göksu dereleri parçalamıştır. İlçe ve yakın çevresinde Akdeniz iklimi ile Karadeniz ikliminin karışımı olan “Geçiş Tipi İklim” etkilidir. Yazlar, Akdeniz kadar sıcak olmamakla birlikte Karadeniz kadar yağışlı değildir. Beykoz ve çevresi başta kestane, meşe, gürgen, ıhlamur, kayın,kızılağaç ve fındık ağaçlarından oluşan doğal orman örtüsüyle kaplıdır.
Kanlıca,
İstanbul’un Beykoz ilçesinin ünlü bir semtidir. Anadoluhisarı ile Çubuklu arasında bulunur. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün Anadolu yakasındaki ayağının kuzey tarafındadır. Kanlıca’nın yoğurdu meşhurdur. Kanlıca yoğurdu sahilde Çınaraltı’nda pudra şekeri üzerine konularak yenilir. Yoğurdun özelliği yoğurt yapımında kullanılan süt tozu ve üzerine konulan pudra şekeridir. Kanlıca ayrıca Mihrabad Korusu’yla da meşhurdur. Anadolu Yakasının en yeşillik yerlerinden biridir. Kanlıca’nın yalıları da ünlüdür. Kanlıca’nın ismi konusunda çeşitli rivayetler vardır ama en çok kabul göreni zamanın Osmanlı sultanlarından biri bir gün emir vererek İstanbul’un havası en temiz semtinin bulunmasını ister. Nasıl ölçüleceği konusunda ise vezirlerinden yardım ister. Vezirlerden biri her semte kanlı et bulunan direklerin asılmasını ve en geç bozulan etin olduğu direğin havası en temiz semt olacağını söyler. Sultan emir verir ve Kanlıca büyük arayla birinci olur ve Osmanlı Sultanı bu semte Kanlıca ismini verir. Kaynak: Wikipedia
Beykoz Spor Kulübü, 1908 yılında İstanbul'un Beykoz ilçesinde kurulmuş, futbol ve basketbol gibi branşlarda faaliyet gösteren spor kulübüdür.Sarı siyah renklere sahip olan
kulüp, İstanbul'da üç büyüklerden sonra kurulmuş olan, üç kulüpten biridir. Bu yönüyle Türk spor tarihinde köklü bir yeri vardı. Kulübün futbol, basketbol ve boks gibi pek çok branşta şampiyonlukları vardır. Beykoz Spor Kulübü’nün tohumlarının atılmasında Beykoz’la özdeşleşen Ahmed Mithat Efendi’nin önemli bir payı vardır. Bir düşünür ve edebiyatçı olmasının yanında sosyal ve girişimci kişiliğiyle tanınan Ahmed Mithat Efendi, meşhur Kırmızı Yalısında bir akşamüstü, bir dost meclisinde Beykoz’da bir kültür kulübü kurulması önerisini ortaya atmıştır. İlk olarak Beykoz İttihat ve Teavün Cemiyeti adında bir kurum ihdas edilir. Kısa zamanda bu derneğin “Mümaresâtı Bedeniye” şubesi gelişmiş ve böylelikle bugünkü Beykoz Spor Kulübü’nün tohumları 1908 yılında atılmış olur. Bu kulüp 1911 yılından itibaren Beykoz Şark İdman Yurdu ismiyle anılmaya başlanır. 1921 yılında Beykoz’un ikinci spor kulübü olarak kurulan Beykoz Zindeler Yurdu ile birleşmiş ve Beykoz Zindeler İdman Yurdu ismini almıştır.
Bu kulübün kuruluş felsefesi; gençlere nezih bir kültürel ve toplumsal çevre oluşturmak, onları anlamsız ve yararsız işlerden alıkoymak ve de Beykoz ve çevresinde sosyal ve kültürel etkinliklerde bulunmak amaçları çerçevesinde şekillenmiştir. Dönemin gençlerinin katılımı ile kulübe bir spor kolu ilave edilmiş ve 1917 yılında Beykoz’da ilk kez bir futbol takımı kurulmuş ve futbol oynanmaya başlanmıştır. Bu tarih, Türk ve dünya futbol tarihi söz konusu olduğunda da erken sayılabilecek bir tarihtir. Kaynak: www.osmanbasak.com
Polonezköy,
Beykoz ilçesinin bu şirin beldesi, eski adı Adampol olan Polonezköy Türkiye’de Polonyalıların yaşadığı bir köydür. Karadeniz sahilinden 20 km; İstanbul’un Boğaziçi kıyılarından ise 15 km uzaklıktadır.
1775 yılında Polonya devleti, Avusturya-Rusya ve Prusya tarafından bölünerek işgal edilmiş, Polonya’nın parçalanmasını kabul etmeyen Osmanlı İmparatorluğu bu alanı Polonyalı siyasi göçmenlerin sığınağı haline getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu 1856 yılında Kırım Savaşı’na girerken Polonya’dan kaçan asker ve siviller toparlayıp Osmanlıyla birlikte savaşa katılmışlardır. Savaş sonrasında Sultan Abdülmecit şimdiki Polonezköy’ün bulunduğu topraklara yerleşim izni vermiştir. Önceleri Osmanlılarca Adamköy olarak anılan bu Polonya köyü, daha sonra “Polonez Karyesi” adını almıştır. Devlet burada yaşayan mültecilere 1894 vatandaşlık belgesi vermiş ve 1923 yılında köye Polonezköy adı verilerek etnik bir kimlik kazandırılmıştır. Kaynak: Wikipedia & polonezkoy.com
Küçüksu Plajı,
Küçüksu Plajı yaklaşık 1940'lı yıllarda Aleksandır adındaki beyaz Rus tarafından, gayet düzenli bir planlama ile, kabinleri, duş sistemi, gazinosu, barfiks ve tramplen ile birlikte inşa edilerek toplum hizmetine sunuldu. Plajın Küçüksu deresine yakın olan kısmında yüzme bilmeyenler için adam boyunu geçmeyen sığlık yeri vardı. Tramplene doğru devam eden kıyı boyu ise rıhtımdı. Küçüksu plajı Anadoluhisarı, Kanlıca ve Kandilli halkı ile birlikte Boğaz'ın Üsküdar ve Beşiktaş'tan itibaren Kavaklara kadar civar semt halklarını da kucaklayan ve tıpkı bir tiryaki gibi müdavimi olunan sosyal bir tesis işlevini görmüştür. Yaz sezonları boyunca herkezin herkezi tanıdığı, kaynaştığı ve mutluluklarla dolu ortak bir yaşamın müştereken paylaşıldığı mekandır Küçüksu Plajı. Yaz gecelerinin en renkli yaşandığı mekanlardan biri de Küçüksu Plajı'nın gazinosudur. Akşam yemeklerinden sonra, Hisar, kanlıca ve Kandilli halkı için Küçüksu Plaj Gazinosu'nda buluşulması ortak yaşamın bir geleneği haline gelmişti. Plaj yönetimi programlarında kaliteli müzik topluluklarına yer vermekte titiz davranırdı. Mehtaplı yaz gecelerinin sessizliğinde orkestranın kalitesi ve ses yeteneklerinin güzelliği, karşı sahillerden duyulur ve sandalları ile Arnavutköy'lerden, Bebek'lerden Plaj gazinosuna müşteriler gelir, gecenin geç saatlerine kadar danslar ve çeşitli eğlenceler yaşanırdı. 1975 /1976 yıllarına doğru Hekimbaşı yolu üzerinde yoğunlaşan çarpık yapılanmadan kaynaklanan atık suların giderek Küçüksu Deresini kirletmeye başlaması, Küçüksu plajını olumsuz etkilemiş ve bu sebeple plaja rağbet gözle görülür bir şekilde azalmaya başlamıştı. Nihayet aynı yıllar esnasında plaj kabinleri de yıkılmak suretiyle halkın yaşam alanı anlamsız bir arsa durumuna dönüştü. Kaynak: ahisar.com 15 01
Sokağımdan Tarih Yazıyorum Projesi
Gönüllüleri Işıl İşcan (22) Büşra Turak(16) Cangül Keleş (16) Sezen Engiz (23) Gizem Topçu (16) Duygu Öztürk (16)
Pınar Eriç (26) Muhammed Yılmaz (16) Buse Engin (16) Vuslat Tezcan (15) E. Gökçe Tandoğan (22) Tuğçe Demir (16) Ezgi Özgürbüz (16)
Berna Mete (20) Mina Yaşar (16) Gözde Karahan (18) Merve Çeküç (16) Büşra Koç (16) Berkay Özdemir (16) Fulya Uslu (17) Sevgi Yıldız (16)
Dicle Koylan (21) Gizem Eğricesu (17) Kübra Uzuner (17) Ceyda Özge Aycibin (16) Erdem Emir (16)