Gündüzleri pencereler açık kalsın, evlere hırsız değil de bir buket çiçek girsin
Çizimler Selma Kılıçarslan Arkın Çalapala - Berkay Ammi - Selma Cangür - Umut Demirci Serap Aslı Araklı - Ülkü Saydan - İlker Filiz Meltem Pınar – Farla Taresi- Filiz Alkan - Azer Şelte Lut Fidu Ran - Zümer Yalçın - Önder Öztürk - Recep Sayar Aksoy
Şüphesiz insanın damarlarında kanının kaynaması iyi bir şeydir, ama şu yeryüzünde galip çıkmış olan hayvanlar en öfkeliler değildir; en makul olanlardır, tutkularını tam zamanında saklayanlardır. Mesela korkulacak eskrimci, ayağıyla yere vuran ve nereye atılacağını düşünmeden ileri atılan değildir; meçine yol açılmasını bekleyen ve açıldı mı, bir kırlangıç gibi birdenbire geçendir.
Onun gibi, siz ki iş adamı olmak istiyorsanız, vagonunuzu beyhude yere itmeyiniz. Sizin yardımınıza muhtaç olmadan yürür o. Bütün kâinatları bir andan sonraki ana götüren muazzam ve şaşmaz zamanı itmeye kalkmayın. Her şey sizi alıp götürmeye hazırdır. Kendinize karşı iyi ve dürüst olmayı öğrenmelisiniz. Mutlu Olmak Sanatı / ALAIN
Edip Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım” adlı şiirinden bir bölüm Yıkılmış bir ağacın üstünde yıllarca oturdum da Gözleri avına benzeyen bir avcıydım sanki Ağaç da çürümüş zaten Kazımış, oymuş bir yerlerinden gelip geçen onu Ağaç mı, içi yıllarla dolu bir kutu mu Çözmek için mi acaba içlerindeki bir gizi -Gizi mi, bir giz gereksinmesini miYoklamışlar orasından burasından Kim bilir. Bir gün biri kapınızı çalar. Hiç tanımadığınız biri, size saksılar içinde üç tane çiçek getirir. Biri “Sardunya Çiçeği” diğeri “Karanfil” bir diğeri ise “Küstüm Çiçeği”dir. Uyanmaktan korkmazsınız, çünkü üçlemeyi kurmuşsunuz demektir. Her günün sabahında yeniden doğmak adına, kendinizi sulamadan önce, nefesinizi buluşturan hava ile kavuşursunuz. Yerçekimli Karanfiller evinizin dört bir yanına yayılır. Günden güne kırılgan olmaya başlarsınız. Edip abimiz, Aşiyan’dan bize selam döker. Bir bakmışız bizde büyümeye koyuluruz. Çiçeklerle birlikte, gökyüzüne dikiliriz. Neleri aşmayız ki dikilerek; büyüyerek, yükselerek… Bir bakmışsınız; binalara hükmediyoruz. Toprağa beraber gömsünler bizi, Keşke büyüyecek bir yerimiz de olsa
Bize dokundukça küsen giden dostlarımıza… yüksekliğe aldırmadan yırtılmış bedenlerimize… iyi şeylerden bahsedemediğimiz dünya haline… çalınmış resimlerimize… kavgamıza… kibrimize… havadaki suya… topraktaki neme… dikilmeyi bekleyen insanlığımıza… fidanlarımıza… sardunyalara… karanfillere… tüm küskünlerimize… Şimdi zordur bir ağacın üstünde yaşamak Uzanacak bir çimenimiz bile yokken üstelik
Sondan bir giriş ile merhaba tüm dostlara
Bırak Çalsınlar
Uzun suyu düşünüyorum Aktıkça kirleniyor Baktıkça kendimi seçemiyorum Yavaş içmeliyim Hızlı yüzmeliyim Camdan kumaş arıyorum Üstümde giyindiklerim Ki gerçeği çıkartmışım çoktan Elimin altında ütü altından Cam ütülemeliyim Derim kumaş
Yüz defa yüz Para eder miyim Tahta misket bulmuştum Kim bilir kimindi gözlerinde Poşet kokular sabundan uçak İlk defa kaçmayan kaçak Çividen vitray bereketsiz Pazar En güzeli basit jurnal Mor inek beyaz benzin Et üzerinde yaprak baskısı acılar
Arkın Çalapala
Duvar mı duvar Zaman mı zaman Acımı aç Kal an gerçek Ne çok olmuş Ne çok olmuş Çokluğu yokluğa kaydetmeliyim Kadehleri kırmalıyım Zıplayan insanların şehri ne Aniden gitmeliyim Kendimi öldürmeliyim Bırakamam ben çalsınlar
Ankara'nın En Güzel Yanı
Berkay Ammi
Afedersiniz, yüzü Dikmen'e fakat müsait başka bir tarafı meclise (meclisin hemen arkasında) doğru duran heykelin kahramanı bir şairdir. Bunun meclis içindekilere tepki olmasından ziyade başka bir duruş taşıdığına inanıyorum özünde. Sözgelimi meclise bugüne kadar hiç bakmadığınız tarafta, hayatın olduğunu anımsatma derdi taşıyor olabilir. O tarafa baktığınız yeter bi zahmet bu tarafa çevirin yüzünüzü, diyor olabilir. Hatta salgın gelenek gibi kuşaktan kuşağa bulaşarak devam eden meclisin ceylan derisi koltuğuna kendi fanatiğini oturtma ve onun omuzlarını kabartırken televizyon başındaki fanatikleri de hindilerle kabarma yarışna girmesi gibi taşkınlıklara da atıf olabilir. Hepsi bir tarafa en müsait tarafını dönerek meclise yürüyüş yapmaya kalkışmış olabilir. İlla ki politik çıkar ve manalar barındırmak zorunda değil ya, dostlar gezinmedik, ayak basılmadık yaşamalara gidebilir yüreği. Fanatizm insanları nasıl kör ediyor üstüne ikircikli açıklamalarla yetinmeyeceğimiz gün yakın mı bilmiyorum? Lakin kendi fanatiklerinin üzerinden gözlerini bi kaydırabilseler başka diyarlara, mecliste olan bitenlere karşın ürperenler çıkacaktır muhakkak. Bürokrasi hangi coğrafyada olursa olsun yaşamdan yana nefes almayı öğrenemedikçe, bir şairin atılımıyla her şair elbet en müsait taraflarını dönmeye devam edecek meclise. Hangi kalem o sezgisizliğin peşine düşmek ister ki! Bürokratik nemi coğrafik nemine ağır bastığı Ankara'da bu heykeldeki kahramanın duruşu tarafsızlığın tarafıdır. Öğrencilik yıllarında elindeki kitabı okuyarak dolaşırmış başkent sokaklarını dedikodusunu yaptığımız şair. Üstelik vaziyet başkentte sokak kuytularından başlayarak caddelere dönüşen meydanlarda da değişmiyor. Meclisin arkasındaki parktan biraz uzaklaşıp Milli Kütüphanenin bahçesine gelince karşımıza bir şair daha dikiliveriyor. Madem şair ile başladık başka şair ile devam edelim diyoruz. Biraz daha şanslı olabilir kalemdaşlarından, çünkü kitap kokuları içinde geceyi sabaha, sabahı okur meraklılarına ve onların gözlerini mahrurluğa bağlayan olmaktadır. Çoğu gün! Hayır, her gün! Meclis dedikodularını işitecek değiller elbette. O kalabalığın içinde henüz gözlerinin önüne yasalarla taş sokamadıkları için hamur gibi şekilden şekle girecek mavileri var, hala, şairlerimizin. Efendime söyleyeyim onun heykeli de meclise en müsait tarafını dönmüş. Ayıp etmiş midir? Şehrin göbek bağıymış gibi tam orasına meclisi oturtmak kadar ayıp olmasa gerek. Ortada saklanacak bir şeyde yok. Kadraja sığacak kadar büyük ikisinin de meşgul olmayan tarafları.
.
Ankara'nın En Güzel Yanı
Berkay Ammi
Susmaya çekildikleri günden beri esasen yüreklerine sığmayacak kadar güçlü haykırmaya başlamışlardı. Neyi mi haykırıyorlar? Bizzat gidip tanışmalısınız, derim Başkent ilk defa aşk için beni kendine çekmişken sokaklar büyük şehirlerden kovalanan neşenin türküsünü öğretiyordu. Dinlemeyi öğrendikçe. Şairlerin uslu durmadıkları yerde elinde çiçek demeti ile oturan kız bank üzerinde ne tarafını dönmüştür yaşamağa? Ne tarafı bakıyordur dersiniz meclise? Güven parkın içinde her mevsim oturan kızdan bahsediyorum. Sıhıyenin çığlık çığlığa trenlerinden bir geleni var belli. Belki sevdalısı belki henüz yaşayamadığı yaşamaklığı. En müsait tarafı ne tarafta kaldı, anladınız, siz. Bu kadarla yetinecek sanıyorsanız yanılırsınız. Oradan biraz daha aşağıya doğru yürümeye devam ederseniz. Kızılay'ın da alt taraflarına ineceksiniz ki; aniden karşınıza işin tuhaf tarafı kızlı erkekli kuş uçuran heykel kahramanlarımızı görürsünüz. Gökten bir meşguliyet edinmiş olan bu kızlı erkekli arkadaşlarımızın yüzleri nereye bakıyor? Yüzlerinden daha müsait, en müsait tarafları nereye bakıyor acep? İnsanları anlıyorum, muhafelet etmeye yelteniyor diyebilir içimizden birileri. Peki ya o zaman Hitit Güneşi'nin geyiklerine ne demeli? Onlarda mı en müsait taraflarını dönmüşler meclise, hadi canım! Kimimizin söylemeyediklerini, kimimizin eyleme dökemediklerini heykellerin vücut dillerini okuyarak görebilmek için bile başkent görülesidir. Gidilesidir. En başta, ilkin bahsettiğim heykel Cemal Süreya'ya aittir. 3 şehirden bahsederken, Ankara için burada beklerler! Yaşamayı beklerler! Diyordu. Şimdi o bekleyişin boğucu gürültüsü devam ediyorken hala milyonlarcanın önlerinden geçtiği ve birer alışkanlık halini alarak hatta zamanla bakmadıkları bile heykelin vücut dillerini okuma fırsatını tepmeleri normal görünüyor. Yazının içine dahil etmekten vaz geçtiğim daha nice heykelin olduğunu da yazıyı bitirmeden eklemiş olayım. Bu sefer çürümenin yazısı olsun istemezdim ama yaşamanın tazeliğinden bahsetmeye kalkınca zaten çürük olan sırıtmaya başladı çerçevenin içinde. Tüm bu karmaşaya devam ederken hala yürekleri yaşamı yaşamağa döndürerek attırabilmenin mümkün olduğunu düşünüyoruz. Şairlerimiz bizi böyle terbiye etti. Ankara'ya bir sebepten ötürü daha gidilmelidir Yahya Kemal'e ait olan bu keşif şöyledir; “Ankara'nın en güzel yanı nedir? Tabi ki İstanbul'a dönüşü.”
Hayyam Bahçesi
Zümer Yalçın
Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok. Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok. Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok. Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok Ömer Hayyam
Cigara saracak çarşafımız varsa Ve yanında üç kuruşluk şarabımız İşte sen Hayyam’sın Hayyam’dasın, Odaya giren anason kokusu olmazsa olmaz Belki de bedünya yanlış anladı dünyayı, Hayyam olmak varken Neden kaledeki yalnızlık Şarap dururken neden kılıç
Filiz Alkan
Toprak kararmış Renkler koyudan süzülen Giderken pardösüsündeki lekeyle bıraktığım Gözleri yara, derisi kuru kadın Yaşamla yürüyor aksak Kalın viyolonsel sesiyle dizlerinde Yağmur sızısı. Kendi diline çarpmasaydı dilekleri Az kalmıştı Az daha ermişti. İstemediği kadar geniş Üstü örtülü geçmiş yazısı Sokaklarını perdeliyorken İnce dantel el yazmasıyla Işıklar geçip gidiyordu içinden Neler geçiriyordu deliklerinden Az daha eriverecekken.
Hafızamı Kaybediyorum
Umut Demirci
Göksel coğrafyada tanrılar savaşırken yerin yüzünde gözyaşı denizlerinde kulaçlar atıp kendi canımı kurtarmaya çalışırken Poseidon'un öfkesini taşıyorum içimde. Üzüntüye dönüşen bir öfke, öfkeye dönüşen üzüntüler arasından geçip kırık camların, kor ateşlerin üstünden ilerliyorum. Tanrılar inatla benden kurban istedikçe nefsimi kurman etmeye, çocuğumu kesmeye yaraşmıyor ürkek yüreğim. Kabahati uzak diyarların birinde bir sultanın verdiği yanlış kararda arıyorum; yahut prensesin kara sevdasında. Bir acı yemiş ağzımda burulurken küfür olmuş kollarımın kendime sarılacak kadar uzun olmadıklarına hayıflanıyorum, onlarla da kavga ediyorum. Düşleri kovalayan bir yabani hayvan ya da uçurumun eşiğinde yitirdiğim bir totem belki ağıt kükremeleri savuruyorum boş dağların kayalarına. Hiç başlamadan biten bir efsaneye dökülmüş bir ağıt. Kayalardan yansıyıp kendime çarpan yüzümden ürküyorum ve yine tanrıların bir oyunu sonucunda suskun bir çaresizlikten yapılma gölün sularına düşüyorum, batıyorum, ağır bir taş kadar umarsızca bırakıyorum kendimi çaresizliğin huzurlu kollarına. Ölüme isyanım, yaşamımda defalarca öğrendiğim ölüp dirilmeler, çaresizlik suyuyla büyüyen hangi ağaç varsa o ağaca konan kargalar ve kargaların kendinden emin leş beklentileri ve her şeyin sonu olduğuna dair isyanlarım boynumdan aşağı kemiriyor bedenimi. Gölün dibine yaklaştıkça hafızamı kaybediyorum. Birkaç sazan süzülüyor gözlerimden ve tiremeyi unutmuş yosunlar, tüm o nehirlerin telaşından uzak yosunlar, benim gibi umutsuzluk treninin yolculuğuna alışmış yosunlar, bakıyor gözlerime. Durağan olma durağındaki yolculuğumda nefsime kısaca bir göz atıyor. Sazan dönüp tekrar geçiyor önümden bu yeşil suların dibini boylarken aklımda kalan son görüntüleri hatırlamam gerek diyorum. Bu sazanın gözlerinde bir dilek tutma arayışım gölün de yardımıyla yankılanıyor değmekten korktuğum o toprağın altında ve tanrılar şahidim olsun ki bu haykırış toprağı delip onun da altında yatan dağlara, nehirlere ve hatta dünyanın ateşten erimiş kalbine tüm üstündekileri çekip derli toplu sunmaya çalışan demirine varmıştır. İşte o an yine hafızamı kaybediyorum. Sazanın gözleri ışıldıyor. Ben de ışıldıyorum düşmek istemiyorum bu göle diyorum. Çaresizce düşmekten kaçıyorum. Sazan bir kez daha geçiyor yosunlar ayaklarıma sarılıp haydi gel diyorlar bize karış. Olmaz bile diyemiyorum ne sesim çıkıyor ne nefesim. Bırakın ayaklarımı benim nehirlere geri koşup gerisin geriye akıp dağın kayalarından dolaşıp tüm o yollardan tekrar geçip geriye çağladığım kaynağa dönmem lazım bile diyorum. İşte o yalnızlığın yüzüme savurduğu pençe, yüzümü korkunç tanınanamaz hale getiren o pençe çaresizlik adlı bir canavara aitti.
Hafızamı Kaybediyorum
Umut Demirci
Sonsuzluk sonun olmamasıysa 'Neden bu son var ey Poseidon! Duy sesimi ve bir fırtına çıkar da bu göl kıyamete tutulduğınu sansın!' diye meydan okuyorum kalbin cılız atışlarıyla. Son olmadan nasıl sonsuz olunur? Kalbim duracak sandığım yani bir kez daha ne zaman atacağını kestiremediğim o an tanrılardan biri sesimi sonunda duymuş olacak ki savaşını yarım kesip yanıma geldi: Dionysos. Tam hafızamı kaybetmişken 'İstediğini vereceğim' diyor sükunet içinde. Şaşırıyorum. Hala buna şaşırabiliyorum demek ki hala yaşıyorum, diye düşünüyorum. Umuttan yapılma bir ışık belirtisi çalmış olmalı. 'Ben iki kez doğdum' diyor. 'Sonsuzluk iki tanedir. Sazanı gösteriyor ne kadar bilge olduğunu görebiliyor musun?' Başımı sallıyorum. 'Seni ikinciye gördüğünde bana neden haber verdiğini şimdi anlayabiliyor musun?' Başımı sallıyorum. Çünkü ilk seferinde o da anlamamıştı senin ne demek istediğini. Bu yüzden şüpheye düştü. Bir merak uyandı içinde. Seni tekrar görmek istedi az evvel seni göremeyen gözüyle. Böylece dönüşünde seni tam olarak görüp anlayabileceğine dair bir merak belirtisi gösterdi. Yani senin için ikiyi bir etmeye çalıştı. Bu da bir tanrı olarak beni ilgilendirdi ve tam o sırada Aploon'un yeni icat ettiği kitlesel olarak ademoğlunu etkileme silahı üzerine bir strateji planlarken. Artık kalbim atıyor mu atmıyor mu bunu bilmezken gözlerim yumuluveriyor ölümün yuvalarına. Yılan yavruları dilini uzatıyor içime. Bir ölümün sonunda yılanlarla karşılaşacağımı hiç beklemezken, tanrı Dionysos dostça elini omzuma koyuyor. Gözümün perdesini aralamak için tüm hafızamı davet ediyorum ve hafızamı çoktan kaybettiğimi işte o an farkediyorum. Gözüm kapalı yılanlara bakıyorum. Dionysos diğer sazanları da çağırmış etrafımda sonsuzluk üzerine bir ders vermeye hazırlanırken toprağa değmemle sonun artık geldiğini söylemek istiyorum. Hafızam olmadan ben olamam o zaman ölmek en akla yatkın olanı. Belki de zaten öldüm ve ölümün mizah anlayışı böyle diye düşünüyorum bir yavru yılanın ağzımdan içeri girmesine izin verirken Dianysos konuşmaya devam ediyor. Doğduğun günü anımsa mesela! İnanır mıydın doğabileceğine? Tüm o tanrıların arasında kuş gibi cıvıldarken bir gün gelip de annenin huzurlu rahminden çıkabileceğine inanır mıydın? O an ilk kez bir karga keşime göz kırmıyor. Görmezden gelip 'Evet!' diyorum. Sesimin artık çıkmasına şaşıran sazanlar birbir dağılıyor etrafımızdan. Yosunlar ayaklarımı bırakıyor. Dodğuğum günü hatırlıyorum. Bir kez daha 'evet ' diyebiliyorum. Evet, evet, evet... Evet ama sadece bunu hatırlayabiliyorum şu an.
Hafızamı Kaybediyorum
Umut Demirci
Bu yeterli zaten. Tekrar doğmak için bu yeterli. Anka kuşumla yaptığım yolculuklardan birinde senin gibi çaresizlik tutkunu bir adam tanımıştım. Adamın ayın karanlık günlerinden yapılma bir evi vardı ve her zaman karanlığın mertebelerini merak ederdi. Karanlığın daha çok karanlığı var mı diye dalıp giderdi. Evi neredeyse yataktan yapılmış bu adam en çok da sessizliği severdi. Nefsim bedenimden ayrılmış yanımızda oturuyor. Artık ruhumu teslim etmek için son dakikalarımı sayarken birkaç kelime daha duymak istiyorum. Umut ışığını avcumda sıkıca sıkıyorum. Kargalar kaçışıyor. Ben duydum haykırışını Apollon her ne kadar da bildiğini okusa onun hiç bilmediği yönlerim vardır benim. O kimbilir nelerle meşguldür şimdi. Ben o kadar kendimi sıkamam, onun savaşlarıyla şu tanrılık ömrümü boşa harcayamam her ne kadar sonsuz da olsa ömrüm benim için çok değerli. Çünkü ölümü ben bir kez yaşadım Apollon yaşamadı. Benden daha güçlü bir tanrı olduğunu itiraf ediyorum. Bugün bana birkaç alkolik ve senin gibi çaresizler dışında inanan kalmadı zaten. Senin bile inanacağından çok emin değilim. Bir çocuk gibi küskün tanrının omuzuna uzanıp dostça ben koyuyorum elimi bu defa. Benim hafızam yok diyorum. 'Benim de' diye yanıtlaması karşısında öldüğümü unutuveriyorum. 'Herkesin ikinci bir şansa ihtiyacı vardır, sonsuzluğun bile' diyor. Umut iğnesiyle tüm hayal kırıklıklarını onarabilir. Tüm sonlara yeni bir başlangıç dikebilirsin'. Avucumun içindeki iğneyi alıp inceliyorum. 'Merak ediyorum. Bu da benim hafızama iyi gelmiyor. Merak ettikçe sona bir son daha ekliyorum bu şekilde sürüp gidiyor. Sonun sonsuz kalmasına neden oluyor. O yüzden iki de kalmayı seçtim ben. Olgunlaşmamış her ruh gibi sen de bu havuza geri sürüklenebilir düşüp batabilirsin. Bu zaten her ademoğlunun bitmek bilmez eğlencesi. ' Yalan değildi tanrının söyledikleri. Bomboş hafızama bakıyorum. Yataktan yeni uyanılmış bir gün gibi değilse de yüzümdeki pençe izini sevebilirim. Nefsim bir yılana sarlmış sükunetle uyuyor. 'Evet' diyorum. Tanrı gülümsüyor. 'Tabi ki evet, ne kadar hayır varsa o kadar evet' deyip sırtımı sıvazlıyor ve Anka kuşuna binip gidiyor. Şimdi bir kayanın sırtında oturuyorum pençe izimden yapılma. Ayaklarımın altında nehirler çağlıyor. Birkaç taş yuvarlanıyor göle doğru. Kalbim hala cılız atıyor. Nefesim seyrek, o yüzden yükseklerde dolaşıyorum. Hafızam ve nefsimi kaybettim ama her an merak duyuyorum. Tanrıların hediyesi elimdeki bu iğneyle kalakaldım. Aşağıda ışıldayan yosun yeşili, çaresizlik gölüne bakıyorum, iki karga süzülüyor başımın üstünden. Yüzümdeki pençeyi okşuyorum ve 'elveda' diyorum pençe izine 'artık hafızamı kaybettim, seni hatırlamıyorum'.
Duvar
Lut Fidu Ran
Bir duvarı korumakla görevlendirildim önce. Hayatımdaki anlamını kavrayamadığım bir duvarı. Hata görevlendirilmedim bile, korumam gerektiğini sonradan anladım. Yaslanırken yıktım kaç kez, sıkılıp tekme attım yıktım. Her seferinde mucize gibiydi duvar, ben yıktıkça toplanıyordu. Sanırım bunun özgüveniydi; daha kaç kez yıktım o duvarı hatırlayamıyorum. Sonra bir gün duvar yerle bir oldu, bekledim önce toparlanır diye. Ama hayır artık değil... Toparlanmadığını anlayınca düşündüm, okudum, araştırdım. Bir duvar ustasıydım artık. Ve geri döndüm duvarıma. Tamir edebileceğimden emin koştum yıkıntıya. Ama beceremedim, duvar bunu istemedi ve bana dedi ki; Tek tek koy tuğlaları ve ne olur acele etme... Önce tek tek koymaya başladım, mutlu gibiydi duvar. Ama yine o sabırsızlık; ona nasıl duvar örebildiğimi göstermek için gözünün önüne yüzlerce duvar diktim, hem de sadece bir günde. Artık aramızda yüzlerce duvar var ve yıkamıyorum...
HAYALLERİNİN KIRILMA SESİNİ ŞİİR SANAN ADAM Merhaba. Evet, ben o adam. Herif. “Herif,” dedi. Bir hayal düşünüyorum, çok güzel. Çıt! Bok güzel. “Bok,” dedi. Çünkü, sözünde durmadı hayaller. Sokak çocukları gibi eve gidemedi. En yakın sevgiyi görmeyen hayaller. Karnemizdeki notları sevemedi. Cehaletin saf huzuru okumamış hayallerimizde. Ölsek mis gibi kokar hayallerimiz bu gece. İzin ver alayım canım sende olsa da. İzin ver kendimi son kez öldüreyim bu gece. Kalbimle dart oynayan, geceyi on ikiden vuran, benimle beraber tabutsuz gömülen hayaller. Alkışlanır ki bu! Fiyakalı kahkaha. Hayaller utançta. İnanmadım önce, belki bir kamera hilesi! Sızlayan kemiklerin boşalan mezarlarında çimler sararırken içimde: TÜM POZİSYONLAR OFSAYT! Hiç gol yok. Bu değil, bu hiç değil, bunlar ofsayt, bunlar sıradan hayaller. Üşüdüm hep. Çünkü hayal kurdum, gitmesi geciken yaz mevsimlerinde. Yasal olmayan, korsan aşklardandın sen gülüm. Ölümü yanağından öpmek için erken büyüdüm. Şiir… güzel bir hayalin ölümü ise, al sana, TETİĞİ ÇEKMEM İÇİN BİR NEDEN DAHA!
İlker Filiz
Fosillerle sevişen dinozor, aşkın en derin tarihinde, kibarlığa isyan barbarlaşan; taş, toz, toprak devrinde ne idüğü belirsiz bir hayalin peşine düşüyor. Biliyor ki; kullanılan çift taraflı balta, odunsu insanlar için. Biliyor ki; çekilip kayaya saplanan kılıç, efsanelere yol vermek için. O dinozor ki, ne Godzilla’da oynadı, ne de herhangi bir çizgi filmde. Savaşlarda bıraktım kin tutmayı. Karşı çıktım karanlığa. Ahh, ruhum! Çok acıktım. Hayallerimi bu hale getiren, verdiğin tüm acılar, kansere çevrildi görsel bir ameliyatla. Gerçeklikten kopan zihnimin ruh hastası ölümcül ayrılıklarına ve adından ilham alan içkilerin, adını yudumlayan siyanür tadında sarhoşluklarına saygı duyuyorum artık. Yani; vur, kır, parçala! Topla demirden kalbimi mıknatısla.
,
HAYALLERİNİN KIRILMA SESİNİ ŞİİR SANAN ADAM
Atomlarına ayrılmış soyut kaybediş duygusu, ceset içindeki sıcak kurşun kadar ağır ve kırmızı. Beni sürekli gözetleyen intihar kuleleri, ürkütüyorlar içimdeki aydınlık odaları. Omuzlarımda hayal kırıklıklarımın yükü. Kaldığı yerden devam ediyor yalnızlığım. Yani ben ve içimdekiler, yani İlkerler, bir mutluluğun daha sonuna geliyoruz. Hissedemiyorum artık gündüzü. Yıllarca gece yaşanır gözlerimde. Gölgemi kaybettim aydınlıkta. Çekilin etrafımdan, kaçın, içimden sekti yalnızlığım. Zırhımı giymedim, göğsümde ağlamayın. Yoruldu karanlıklarım. Olduğum yere kök saldım, tütün yasak bana. Halımın altındaki tozlar ve kısa çöpü çekmiş hayatlar, el kaldırıyorum yalnızlığa! Her şey ne kadar da gizemli, esrardan perde yaptım, araladım, hayallerimin kırılmasını bekliyorum, siyahın tüm tonlarında.
İlker Filiz
Potansiyel suçluyum sert rüzgârlarımda, yani, yani rakı tadında yalnızlığım. Ve su kattım rakıya ilk defa. Ve doldururken son kadehi yağmurla, tutuna tutuna düşüyorum son defa! Ve son söz küfürdür tüm dillerde, hayalleri sevmediğini tırnağıyla kazımış yalnızlığım. Asi ölüler olarak bir köşede, kanımın akışını donduran yalnızlığım. Hayır, yeter, şimdi kısa keseceğim. Sadece hayallerim kırıldı benim ve yazıyorum. Yazdım. Ben, hayallerinin kırılma sesini şiir sanan adam, aslında hiç anlamam ama, Beat Edebiyatı’na da bitiyorum. ByeS.
Duralım
Selma Cangür
Haşmetlim! gel ve tut elimin çağdaşlığından İsabet etsin, bünyemizi değiştirmek için bir yola girmek gerek Bir nokta az, birçoğu doğurdu. Geriye kalan karanlığı kabullenelim Sizin için ne yapabilirim? Sus! Tekrar sus! Konuşmak gerekmiyor bir ruhu, Haşmetlim! hazırlandık diyemeyeceğim, bedenimize elledik, dipte olan bir işgal var Kısa, çok kısa bir cümle gerek, kelimeyi öldüresiye dövmek Toprak, tabiat cıvıltısına doğar. Su nerede? Suzan nerede? Sükûnet nerede? Bir sanat var, biz yarattık; doğurgan dediğimiz ahlak yarattık Haşmetlim! okuyaduralım… göreduralım… sana duralım… en iyisi ayakta yâre duralım.
Hiç olmazsa, usta bir sabırla duralım
Gültimatom
Önder Öztürk
Sen açtın başıma bu bovarist şemsiyeyi Cezaevli insanlar kadar mutlu Yine onlar kadar bedbahtım şimdi Üzerinden senelerce geçtiğim şiirim! Fahri şairin de olsam olurdu Her şey için biraz geç Ve fakat söylemek için Ölüm döşeğini beklemek sakat Mezar taşına yakışmayacak olsa gerek Açlıktan ölmek varken Özlemekten ölmek Sarfiyetim ! bu efganın sarfı yetim Bu efganda sayfa yetim Vuslatımız benim mi kabiliyetim? Vuslatımızın kabili yetim soğuk merdiven boşluklarında Bu aşkın Kâbil’i yetim Dudak dudağa vermiş pencere önü akasyaları Kadar karışık kafam Feth etmeliyim bu şiiri Uçurtma kuşlarından evvel bu akşam Örtbas edilmiş kovalar soğurken adamakıllı Yarım akıllı özlüyorum seni Bir sen konuyor şiir adam dalına sızılarımın Yiyip bitiriyor beni içimdeki sarmaşık hüzün Endişelenişim: Sen de başını alıp gitme yüreğimin n’olur N’olur tut ellerini cümlelerimin Karlar sıçramasın kar kahvesi Kar beyaz örtülü masasına Ve kırılmasın, gönül tahtasına Yazarken seni tebeşirim
MIH
Ülkü Saydan
Ne çok kadın, toplum duvarında asılmış çivilere? Kimisi tecavüzü çağırdı baldırı çıplak diye, Kimi yataklık etmedi dürzülere. Kimi çocuktu, sevişmeyi bilmiyordu. Kimisi yalnızdı, duldu. Kiminin entarisi dar, Kiminin saçları sarıydı. Kimi zekasını konuşturdu, yazdı/çizdi. Fakat hepsi en sonunda utanç duvarına mıhlandı kaldı. Peki ama onlar Kim'di? Onlar; Çekiç olan adamların elinde, bir avuç başı eğilmiş ÇİVİ(!)
Tabu
Serap Aslı Araklı
“Bu nasıl sevgisizlik tanrım Bütün sevgilerin günah” Şükrü Erbaş sahipsiz trenler geçiyor içimin garından her şey biraz aşk müsveddesi say ki sevmek bağıra bağıra susmak demek artık bir sevgili neresinden öpülür anladım ey archimed aşkın kandırma kuvveti beni bu yazgıya inandıran adam içimin her yerinde bu melodram artık bir nehir neresinden susar anladım güzel ölüm için güzel sevgili gözlerimden imgeler saçılacak ölümüm öptüğün yerlerimden olacak artık bir yalnız bir yalnızı neden seçer anladım sen kanat dur içimin mürekkebini meğer öteki dediğim boşluk da senden aşk bilgisi sürekli sözlüye kalktığım derslerden anladım cehennemin de kahramana ihtiyacı var Üsküdar, 8 Kasım 2014
Tiyatro üzerine
Azer Şelte
S: Öncelikle tekrar merhabalar. Öncesinde özel hayat sohbetini yaptığımız için burada bu soruları atlayıp hemen konuya giriyorum. Her gördüğümde söylendiğiniz bir durum var. Herkes tiyatro okumak istiyor ama neden okumak istediklerini bile bilmiyorlar. Ve geçen aylarda başlayan sınavlar önümüzdeki aylarda da devam edecek. A: Bu serzenişleri her yerde yapmamaya karar verdim artık. Çünkü bir noktada tehlikeli bir boyuta ulaşabilir. Sanki herkesin bir nedeni olmak zorundaymış gibi. Oysa olmaya da bilir. Çoğu zaman sadece seviyorum demek yeterli. Shakspeare’den bununla ilgili çok güzel bir örnek verebiliriz. Kleopatra : “madem seviyorsun söyle bakalım ne kadar?”der. Antonius da : “ölçülebilen aşk zavallı bir aşktır” der. Dolayısıyla önceleri hatalı ya da eksik bir söylemde bulunmuş olabilirim. Lakin öğrencil adaylarının sadece sevmeleri yeterli. Niye veya ne kadar sevdiklerinin cevabını aramak mantıksız. Ya da başka bir neden bulmak. S: Peki bu kadar çok kişinin sınavlara girmek istemesinin nedeni sizce nedir? Kaybetme olasılıkları kazanma olasılıklarından fazla değil mi? A: Bu iki sorunun da aslında sosyolojik olarak ele alınması gerekir. Televizyon, reklam müthiş bir pazar. Bu işlere kim sanat diyorsa halt etmiş. Sevgili hocam Devrim Yakut’un bize sürekli söylediği bir şey vardı: “çocuklar bu işler bir marketing, şov dünyası.”İşte bu dünya yaşı on sekizden başlayan birçok sınava girecek adaya içinde bulunduğu hayattan böyle bir hayata geçme hayalini kurdurtuyor. Kaybetme olasılığı fazla olanlar benim fikrimce ekonomik durumu yetersiz olanlar, ailelerinden destek göremeyenler bu biraz feodaliteden kaynaklı ve çevrelerinde tanıdıkları olmayıp kendi başlarına çabalayanlar. Anne babası devlet tiyatrolarında oyuncu olan, on yaşından itibaren şan eğitimleri dans eğitimleri alanlarla kursa gidemeyen, aile engeliyle karşılaşan kısaca aynı imkânlarla sınava giremeyenlerin tabi ki şansları az. Yoksa yetenek sadece zenginlerin ya da annesi babası ünlü olanların genlerinde yok. Bu arada tekrar edeyim de yanlış anlaşılmasın şansları yok değil şansları az. Neyse bu konuyu daha sonra irdeleriz. Uzunca konuşulması gereken önemli bir konu çünkü.
Tiyatro üzerine
Azer Şelte
S: Peki siz bu şansları az olan diye sınıflandırdığınız kişilere ne öneriyorsunuz. Ne yapmalılar? A: Öncelikle şu okul olmazsa olmaz demesinler. Eğer gayeleri iyi bir tiyatrocu olmak ise okul sadece bununla ilgili bir araçtır. Dünya görüşü olmayan, apolitik olan kısaca entelektüel olmayan biri hangi okulu bitirirse bitirsin ondan bir halt olmaz. İkincisi oyunculuk bir deneyimleme meselesidir. Bununla ilgilide herhangi bir okulun ismine gerek yok. Oyuncunun işi insan davranışlarıyladır. Bunların altında yatan nedenlerle uğraşır. Bu nedenler Marx’a göre sınıf çatışması Freud’a göre bilinçaltıdır. Oyuncu Marx’ı da Freud’u da bilmek zorundadır. Eğer bilmezse hangi okulda okursa okusun sadece ona eğitim veren kişinin düşünceleriyle düşünür. Bu da fabrikada üretilmiş bir maldan farksızsın demektir. S: Daha somut verebileceğiniz birkaç tavsiye yok mu? A: Tabi ki var. Bu en önemlisiydi. Çünkü oyuncu adayı putperest olmamalı. Somut tavsiyelere geçecek olacaksak şayet, kendimden de biliyorum ki en önemli sıkıntı parça seçimi. Acaba ne oynasam. Ya da seçtiği parçayı okuyunca bu çok zor oynayamam. Emin olsunlar ki ilk okumada oynayabilen oyuncu yoktur zaten. Oynayacakları parçayı deneyimlesinler. Bir şeyi çalışmadan onu oynayıp oynamayacağını kimse bilemez. Çalışacakları parçaları baştan sona defalarca okusunlar ve doğaçlasınlar. Belki günler belki haftalarca. Daha sonra kendi cümleleri yerine yazarın cümlelerini geçirsinler. Bazı eğitmenler kelime kelime tonlama vurgu çalıştırırlar. Faşizmin ilk kuralı kelimeler üzerine yaptırım uygulamasıdır. Bu tip çalıştırıcılardan uzak dursunlar. Nerede ne hareket yaparımı bir kenara bıraksınlar. Zaten meslekte onlara bunu söyleyecek trafik memurlarıyla çok karşılaşacaklar. Mümkün oldukça herkesten yorum almasınlar. Bu kafa karışıklığından başka hiçbir işlerine yaramayacaktır. Çalıştıkları parçaya hâkim olsunlar. En ufak detayına kadar bilmeliler. Yapacakları meslekte tesadüflere yer yok. Bu girecekleri sınav içinde geçerli. Dolayısıyla ne yaptıklarının farkında olarak çalışsınlar. Sınav günü stresi onlara çalıştıklarının yüzde 30 unu kaybettirecektir. Bu yüzden sınav sonrası için şimdiden planlarını yapsınlar. Bu onlara sınavın dünyanın sonu olmadığını hissettirecektir. Ve en önemlisi Sayın hocam Engin Alkan’ın dediği gibi karaktere sempatiyle değil empatiyle yaklaşsınlar. S: Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz. A: Rica ederim. Sınava girecek bütün adaylara başarılar dilerim.
SONSUZ BİR GÜNBATIMINDA (KISA BİR BÖLÜM)
FURUĞ FERRUHZAD
-Ben bir yıkıntıyı düşünüyorum Ve siyah esintilerin yağmasını Ve şüpheli bir ışığı Geceleri camları tırmalayan Ve bir küçük mezarı, çok küçül, bir bebek gövdesi gibi
Çağdaş İran edebiyatının en önemli kadın şairi. 1936’da Tahran’da doğan ve 1967 yılında çok genç yaşta bir trafik kazasında ölen Ferruhzad, ardında hayli kısa bir süreye sığdırdığı 5 şiir kitabı ile bir belgesel film bıraktı. -Gece mi gündüz mü? - Hayır, dostum. Sonsuz bir günbatımı (Yeniden Doğuş adlı kitabın, “sonsuz gün batımı” adlı şiirden bir kısım)
Ceviz
Meltem Pınar
Hala çırpınıyoruz. Duvarların arasındaki gizemi, küçük kum tanelerine dönüştürerek çözmeye çalışıyoruz. Kaybettiğimiz zamanlara yeni zamanlar eklemek istiyoruz. Kaybetmek korkutmuyor bizi. Öyle bir istiyoruz ki zamana karşı gözlerimizi kapattıkça bir basamak daha iniyoruz kalbimizin derinliklerine… İstiyoruz, öyle çok diliyoruz ki büyük bir şehir yetersiz kalıyor bize. Bulunduğumuz kabın şeklini alamaz oluyoruz. Sığamıyoruz yer ve gök arasına… Oysa hislerimizin doyması için ihtiyacımız olan birkaç cümle... Onlarca bedene sahipken bile bize yalnız hissettiren güdüleri yok edecek sihirli harflerin doğurduğu birkaç cümle... Gelmiyor beklenen dillerden, bazen bir merhabaya bile zorlanan diller istemsiz tavırlarla beklemeye itiyor bizleri… Yemyeşil cevizlerin lezzetli halleriyle önümüze sunulmasını bekliyoruz. Zamanımız bol. İstemeyi biliyoruz, beklemeyi seviyoruz. Çırpınarak yaşıyoruz.
Kelimeler Tükendi
Farla Taresi
İnsan en çok kendini anlatmaktan yorulduğunda dünyaya sırtını dönüyor. Küsüyor tüm insanlığa. Biri gelip gönlünü alsın diye bekliyor; çocuk gibi, bir çikolatayla kandırılmayı bekliyor, fazlası değil ama hiçbir şey olmuyor. Kimse gelmiyor en nihayetinde. Kabuğuna çekildikçe, hayatı, olanı biteni uzaktan izledikçe... ah kelimeler tükendi Bilmiyorum, bende mi hata. Tutunmaya çalıştıkça ellerim terledi ve kaydım, sıkı sıkıya tutunduğum her şeyden. Bende mi hata, bilmiyorum. Bazı anlar var. İnce, küçük anlar. Bütün insanlığın suratına tükürmek ve her yeri ateşe vermek istediğim kusursuz anlar.
Seni Seviyorum MALİYE!
Recep Sayar Aksoy
“Lütfen, biraz daha kalın; hemen gitmeyin öyle,” dedim. Hafifçe eğdi boynunu. Devam ettim: “Gelmeyeceksiniz sanıyordum” Yavaş yavaş doğruldu, yavaş yavaş bakıyordu bana ve anlıyordum: münasebetsiz bir virüs gibi ele geçiriyordum onu. Ama birdenbire: “Niye burada olduğumu biliyorsunuz,” dedi; sesi gayet sertti. Sanki o sese çarptı ümitlerim, neyse ki ortada kalıcı bir hasar olmadı. “Anlıyorum,” diyerek kelimi kaşıdım. “anlamalıyım… Siz çok fena anlıyorsunuz… Hoş, ben hep böyleyim, hep en son anlarım…” Sinirli bir gülücük fırlattı bana; havada kaptım: “Niçin gülüyorsunuz?” Hemen astı suratını: “Komiktiniz de ondan!” dedi. “Hayır! Komik olan ben değilim…” Sözü kendisine çevireceğimi çakıp çephe aldı: “Ben miyim komik?” “Hayır…” “Açık konuşun!” Daha ne kadar açık konuşabilirdim ki? Hiç hesapta yokken, felakete kapılıp gidiyordum işte. Erozyon da denilebilir! Duygu erozyonu; kayıp giden toprağın altında, yüzyıllarca saklı kalmış o kayaya çarpmıştım! Ulan ben böyle bir adam mıydım? Şu karşımdaki kadına, şu ufak tefek, güzel mi güzel; fakat asabi, ama bilgili; öyle ya kültürlü bir kadın olmasa ne işi var benimle! “Dakikalar ne çabuk geçiyor,” dedim laf olsun diye. “Evet, bence acele edin!” Tekrar kelimi kaşıdım. Bu benim düşündüğüme işaretti kuşkusuz. Augusto Rodin de benim gibi kel olsaydı; Bakırköy’deki o bildiğiniz heykel kelini kaşıyor olurdu: “Sizi dinliyorum!” Pat diye söyledim: “Benimle evlenir misiniz?” Gözleri yuvalarından fırladı; dişlerini sıkıyordu: “Siz sarhoşsunuz!” “Galiba” diyerek, sırtımı duvara verdim. Kadın hala gitmemişti! Ne o! Yavaş yavaş ısınıyor muydu yoksa; aşk bu, kaza gibi bir şey, az önce aniden ağzından çıkan “Siz Sarhoşsunuz!” dan utanıyordu muhakkak! Beni seviyordu işte, şimdi… işte şimdi konuşacak, benimle bu akşam için, bir plan… hani belki… evet!“Beni Muhasebeci Enver Aydoğan yolladı; bunu size vermemi istemişti!” dedi Elindeki dosyayı aldım; borç makbuzu, vergi borcu. Arkamdaki iskemleye yığıldım. Biraz başım dönüyordu.
Kadınlar donuyor, erkekler dönüyor. Çocuklar ölüyor. Hayvanları düşünen yok. Yeşilliğimiz kurudu, havayı düşünen yok. gittik.çe silinen hafızalar, tembellik, aç, susuz kalacak. Güzel olan ahlakın manasında saklı. Dürüstlüğümüz beden dışı bir mecrada. Kurtarın bizi… Beraber kurtarın bizi
Bizimle uçan balonumuzu bilirsek hastalığımız kendiliğinden panzehir kılığına girecek. Kurtarılmak niyetimiz, Sûretimizde saklı her şey
Çizim: Saniye Özbek
Doğru Bizim, Gülmek Bizim,
Dostluk bizim, Aşk Bizim, Sevmek Bizim, Genç Bizim, Yaşlar Bizim, Çocuk Bizim, O kadar Varız ki Batarken Doğmak Bizim,
Siz de Gönderin beraber Yaşayalım
Ey Genç! Beni itimatla dinle ve daima iyi niyetle hareket edeceğimden emin ol. Vicdan, saçma hükümlerin vücut verdiği bir kuvvet mi? Öyle ise, hiç şüphesizdir ki, haksızım ve müspet hiçbir ahlak yoktur. Kendini her şeye tercih etmek, insan için tabiî bir temayül ise ve ilk adalet hissi, insan kalbi içinde ise, insanı basit bir varlık telâkki edenler, istedikleri tenâkuzları yapadursunlar, ben, bir cevher tanıyorum Jean-Jocques ROUSSEAU/Emil
Facebook/bahçivan fanzin
bahcivan.fanzin@gmail.com