Buraya kadar nasıl gelmiştim? Sıradan, öldürücü derecede sıkıcı hayatımı yaşarken, nasıl bir anda bu karmaşık duruma düşmüştüm? Eğer gömleğimin düğmesi kopmasaydı, başka bir işe girip sabahtan akşama kadar huzurlu ama berbat bir masa başı işi mi yapıyor olacaktım? Beni felakete taşıyan o düğme miydi sahiden? Felaket mi? Hayır, bu bir mucizeydi. Ben klişe hayatımda, sadece yaşamakla yetinirken, Tuna Üstüner bana mutluluğu yaşatmıştı. Aşkın nasıl bir vitamin hapı olduğunu, bir doping gibi gücüme güç kattığını… Bitiş çizgisini geçmenin hazzını sadece sporcuların değil, benim de hissedebileceğimi göstermişti. O benim birincilik ödülümdü.
BÖLÜM 1 Bazı sesler duyuyordum ama zihnim kapalıydı. Sadece o mu? Tüm organlarım devre dışıydı. Tüm yaşamsal fonksiyonlarım virüs kapmış bilgisayar gibi çılgınca bir şeyler yapıyordu. Esir alınmış, ele geçirilmiştim. Bana bunu yapan, kocamdı! Bu adam… Tuna Üstüner… Beni Ankara trafiğinin ortasında yarı yarıya felç eden, bir tek kalbimi tam anlamıyla çalıştıran, öyle ki göğsümden fırlayarak kendisine geçecek kadar heyecanlandıran bu adam, kocamdı! Ona doyamıyordum. Ahlaka aykırı hallerle, koca şehrin işlek bir caddesinde öpüşüyor olmak bile o an umurumda değildi. Az sonra kafama klasik bir anne terliği yiyecek olsam da, bu muhteşem kavuşmayı bölmez, ta kıyamete kadar onunla burada dudak dudağa durabilirdim. Neyse ki kocam akıllı adamdı… Beni bıraktığında göğsü hızla inip kalkıyor, bedenime çarpıyor, elektriği devridaim ederek tüm vücudumu etkisi altına alıyordu. “Durmalıyız!” dedi zorlukla. Durmayalım! demek istesem de başımı salladım. Bunu yapabildiğime şaşırmıştım. Onunla bu kadar doluyken, eriyip yola yapışmam gerekiyordu. Ancak neyse ki şuurlu tarafım birazcık da olsa çalışıyordu. Tuna ise harçlığını almış bayram çocuğu gibi gülerek bakıyordu bana. Öpücüğünü almış, aşk itirafımı duymuştu… Doğal olarak sırıtıyordu. Hangi erkek bu kadar şanslı olabilirdi ki? Bileğimden kaptığı gibi beni arabasına götürdü. Çevredeki menopozlu teyzelerden birkaç ayıplama sözü işittim ama Afrika’nın yerel bir dilini duyuyormuş gibi anlamazdan geldim. Benim bildiğim tek dil Tunaca’ydı… Escalade’ine bindiğimde ilk kez o an utancın kırmızısını yanaklarımda hissettim. Ne yaptığımı yeni yeni fark ediyor, detayları hatırladıkça kızartım katlanarak artıyordu. Tuna’nın bilgisayarında Aydan’ın fotoğraflarına rastladıktan sonra onu terk etmiş, cici annem Yasemin’in evine dönüp depresyonun tehlikeli sularında gezmiş, pijamalarda teselliyi aramış, cipslerin dibine vurarak kendimi kalori cehenneminde yakmıştım. Hepsi bu değil! Daha beteri de vardı. Saçlarımı boyayarak sıkıntılı kadınların Klişeler Kraliçesi olmuş, taç niyetine BİM poşetiyle yıkımımı kutlamıştım. Tüm bu kepazelik rekorlarını egale ettiğim o an, Tuna kapıma gelmiş, içinde Aydan’ın fotoğrafları olan bilgisayarı imha ederek teknolojiyi alet ettiği en romantik af dilemesini gerçekleştirmişti. Beyinsel gelişimimi tamamlayamamış olacağım ki, onu reddetmiş ve evimden gidişini izlemiştim. Neyse ki muhtemelen babamdan aldığım genlerimdeki birazcık zekâyla, sevdiğim adamın peşinden koşmam gerektiğini hatırlayarak kendimi yola atmıştım! Hem de ölümcül üçlüyle; boyalı saç, ayıcıklı pijama ve pofuduk terlik! Gözlerim pijamamdaki ayıya takılı kaldığında başımı kaldırmaya cesaret edemedim. Tuna beni bu halimle öpmüştü. Hem de yetmiş milyonun içinde!
“Felaket bir haldeyim,” diyerek elimi saçıma götürdüm ve orada hâlâ bir tutam saçımın kalmış olmasını diledim. Tuna hiç duraklamadan “Çok güzelsin,” dedi. Yalan söylemesini bile sevdiğimi fark ettim. Yine de somurttum. O böylesine yakışıklıyken, ben her seferinde bu kadar dipte olmayı nasıl başarıyordum? ‘Güzel ve Çirkin’in rollerini değiştirip, Türkiye uyarlamasını çeviriyorduk sanki. Kendi rolümü üstlenip dudaklarımı büzdüm. “Güzel değilim,” dedim hafifçe mırıldanarak. “Benim için her şeyden güzelsin,” dedi. Heyecanla ve onu görme ihtiyacıyla başımı kaldırdım. Güzelim yeşil gözleri keyifli bir ışıltıya sahipti. Gülümsüyordu bana bakarken. Ne kadar da âşıktım ona. Bir an, ne için kaygılanıp durduğumu bile unuttum. “Demek bana âşıksın?” Tuna ansızın, birdenbire bunu sorunca, düşünmeye dahi zaman bulamadan “Evet, âşığım,” diye yanıt verdim. Ah, lanet! Konunun değiştiğini bile anlamadan sazanca bir dalış daha yapmıştım. Ama değerdi. Sevdiğim adamın böylesine hayran olunası, ölünesi ifadesi için değerdi. Yüzünde tebessüm, memnuniyet, rahatlama, keyif vardı. Ona âşık olmamı önemsiyordu. Hem de iyi anlamda. Klasik buz gibi bir tavırla Duyguların canı cehenneme! demiyordu. Sevildiği için mutluydu. Ya onun sevgisi? Bunu sormak istediğim an kelimeleri zorlukla tuttum. Sen de bana âşık mısın? diye soramazdım. Kendisi demeliydi bunu. Yerine daha dolaylı bir soru sordum. “Şey… Peki, sen inanıyor musun? Yani aşka…” Tüm varlığımı ele geçirir gibi gözlerime bakarken, “Artık inanıyorum!” dedi hayran olunası sesiyle. Bir test sorusu olsaydı, bu cümleden bana âşık olduğunu çıkarabilir, en uygun şıkkı işaretleyebilirdim. Ama doğru mu cevaplamış olurdum, bilemiyordum. Pollyanna yanım çenesini çalıştırıp, kalbime seslenerek Sana âşık! diye fısıldasa da, bunu Tuna’dan duymadan emin olamayacaktım. “Aşk güzel bir şey... Denemelisin,” diyerek ona muzır bir bakış attım. Yüzündeki gülüş yayıldı. Gözlerinden binlerce şey okunabilirdi ancak yanlış okumaktan korkarak gözlerimi kaçırdım. Başımı çevirip önüme döndüğümde bir hışırtı kulaklarımda çınladı. Elim doğrudan saçıma giderken kafamdaki poşeti hatırladım! “Aman Allah’ım… Boya!” dedim adeta höykürerek. Tuna bana dönüp “Senin eski evine gidelim,” dedi.
‘Eski’ kelimesiyle ani bir heyecan dalgasına hazırlıksız yakalandım. Eskiyen şeyler hüzün verirdi ama bu öyle bir şey değildi! Benim artık eski bir evim, daha önemlisi yeni bir evim vardı. Onunla yaşayacağım yer; benim yenimdi! Hoş, Tuna’yla olduğum her gün her saniye dünyam yenileniyordu zaten. Eve vardığımda Yasemin hâlâ gitmemişti. Orada, kapı eşiğinde beni bekliyordu. Apartmana adeta koşarak girdiğimde ise pis pis sırıtıyordu. Arkamdan gelen Tuna’yı işaret ederek göz kırptı. “Leydi Üstüner! Görünüşe göre buzlar erimiş, ha?” “Kaynadı bile,” deyip onu iterek banyoya koştum. Ayaklarım aksi istikamete, Tuna’ya koşmak istiyordu ancak ona koşarsam bir kelaynağa dönebilirdim ve sevgilimin kelaynaklardan hoşlanmadığına emindim. Suyu açtığım gibi Yasemin tepemde dikilerek “O kutunun içindekiler de ne?” diye sordu. Parçalanan bilgisayar cesedinden o da benim gibi ilk anda bir şey anlamamıştı. Yanıt verecektim ki, “Önemsiz!” diyen bir ses banyoda eko yaptı. Kurumsal Sevgilim, Yasemin’i itmiş ve banyoya girmişti. Şimdi de onun üstüne banyo kapısını kapatmaya çalışıp emrini buyuruyordu. “Yasemin Hanım, biraz izin verirseniz Deniz’le konuşmam gerek!” Yasemin atıldı. Bakışları çapkın ve arsızdı. “Banyoda mı?” diye sorduğunda neredeyse kahkaha atacaktı. “Banyonun başka şeyler için kullanıldığını sanıyordum.” Tuna otoriter bir sesle, emrindeki bir müdüre hitap eder gibi yanıt verdi. “Ben her türlü zamanı ve her türlü mekânı iş için değerlendirmekten yanayım!” “İş… Öyle mi?” diyen Yasemin tek kaşını kaldırdı. Duş başlığını fırlatıp kafasını kırmak istiyordum. “İş,” dedi Tuna. Yasemin’in suratına kapıyı inatla kaparken, o buyurgan sesiyle ekledi. “Çok kârlı bir iş!” Ve ardından kapıyı tamamen kapattı. Onu görmek için kafamı kaldırdım. Bir müddet su tuttuğum saçlarımdan akan koyu renk boya pijamamı sırılsıklam etti. Pekâlâ, kafamı bilerek kaldırmış ve üzerimi bilerek ıslatmıştım! Eh, neticede soyunmam için bir bahane gerekiyordu. Ve onu soymak için! Şuh bir bakışla duşu kavradığım gibi Tuna’ya tuttum. Yakışıklı yüzünden beni tümden titreten çapkın bir bakış geçti. “Buna hiç gerek yok sevgilim. Islanmadan da soyunabilirim!” dedi içimi okur gibi. Ah, ölebilirdim! Yasemin’in birazdan nöbetine gideceğini biliyordum ama hâlâ içeride olmalıydı. İçeride külyutmaz Yasemin varken, ben banyoda Tuna’yla oynaşıyordum. Umurumda mıydı? Hayır! Kocam gömleğinin düğmelerini yavaşça, öldüren bir işkence ile açarken aklımdaki ufacık tereddüt de silindi. Bir yandan onu izledim, diğer yandan saçımdaki son boya kalıntılarını temizledim. Üstü çıplak kalınca bana yaklaştı ve duş başlığını elimden alıp “Arkanı dön,” dedi. “Hayır. Seni görmek istiyorum,” diye itiraz ettim.
Sert çehresi duyduğundan hoşnut bir şekilde gevşedi. Gözlerim göğsüne bakarken bir kez daha saçlarımı yıkadı. “Benden kalan izleri silmek için boyadın saçlarını, öyle mi?” Başımı salladım. “Şimdi daha derin bir iz bırakacağım!” diyerek duşu küvetin içine atıp, tek hamlede aramızdaki mesafeyi kapatan bir sertlikte belimden kavrayarak beni kendine çekti. Çıplak gövdesine yapışıp kollarımla ona tutundum. İkimiz de sırılsıklamdık. Dudaklarımız ansızın birbirini bulduğunda parmaklarımı kol kaslarına geçirip, taşı saran yosun gibi ona dolandım. Belimden daha sıkı kavrayıp kendine doğru yükseltirken, diğer eli kalçama gitmişti. Zorlukla konuştu. “Seni çok özledim!” Gözlerimi kapatıp, “Ben de,” diye inledim. Yeniden öptü beni. Dudaklarımı hırsla sömürürken daha derinden, daha şehvetliydi. Zavallı ayıcıklı pijamalarımın Tuna’yla geçireceğim +18 sahnelere uygun olmayacağını anladığım için, kendimi bir anlığına kocamdan ayırdım. Hızlıca soyunup pijamalarımı kirli sepetine atıp çırılçıplak kaldım. Tuna’nın gözleri bedenimde sımsıcak bir yelle beraber geziniyordu sanki. Utanmıyordum ama utanıyordum da! Onun tarafından böylesine hayranlıkla izlenmek tüm dişilik genlerime çiftetelli oynatırken, acemi kadın tarafım bundan sonrası için ne yapmam gerektiğini bilmiyordu. Kendimi ona bıraktım. Tuna beni her şekilde mutlu ederdi. Dokunmadan bile böylesine mutlu ediyorsa, dokunduğunda bulutlara yükselebilirdim. Mesafemizi bir kez daha kapatıp beni yeniden öptü. Pantolonunu çekiştirdim ve birkaç saniye sonra onu istediğim gibi kıyafetsiz buldum. Yeniden öpülmeyi beklerken, Tuna ansızın beni kucağına aldı. O kadar savunmasızdım ki, hareket bile edemedim. Küvetin içine girdiğimizde sıcak suyu açtı ve küvet yavaşça dolana kadar uzun uzun öpüştük. Az önce üzerine atlayan ben değilmişim gibi, masum bir ifade takındım. Kendimi ondan bir anlığına çekebildiğimde, utanarak “Yasemin içeride,” dedim kısık sesle. Tuna beni bırakmaya niyetli olmadığını gösterir gibi daha da sahiplendi. “İş görüşüyoruz,” dedi. Nasıl da küstah bakıyordu. İşveli bir bakışla “Ne üzerine bu iş?” diye sordum. “Uzun vadede sadece kâr getirecek bir iş!” Kaşlarımı kaldırdım. “Uzun vadede, öyle mi?” “Mümkünse sonsuza dek!”
Heyecan ve aşkla küvette dönerek tüm bedenimi ona çevirdim. Karın kasları üzerinde otururken, ellerimle o sert hatlı, yakışıklı yüzünü kavradım. Bakışmalarımız uzadı ve en sonunda dayanamadım. “Seni seviyorum,” diye inledim. Yeşil gözleri parlarken, söylememiş bile olsa, dünyanın en güzel aşk sözcüklerini döker gibi baktı bana. Sonra avuç içlerimi öptü ve ensemi kavrayarak yüzümü kendine çekti. Dudaklarım aralı bir şekilde onun dudaklarına kapandım. Elini sırtıma, oradan da kalçama indirerek tenimde binlerce sihir yaptı. Büyülendim, uçuşa geçtim ve bulutlara dokundum. Tuna bana azar azar, yavaş yavaş sahip oldu. Birlikteliğimiz sonraki sefer için daha hızlı, daha vahşi bir hal aldı. Yasemin’in yarım saat önce çıktığını kapı seslerinden anladığım için özgürce çığlık attım, kendimi bir an olsun dizginlemedim. Şimdi ve burada kendimi sadece sevdiğim adama bırakmış, onun teniyle bambaşka bir bütünün parçası olmuş, kalbimi ve bedenimi yalın bir şekilde, çırılçıplak ona sunmuştum. O ise beni öylesine sıkı, öylesine sahiplenici almıştı ki, bedeninin kafesinde bir esir gibi hissetmiştim. Olabilecek en güzel esaretti bu! Bulutlara tırmandığım o yükseliş anında, kendimden geçerken haykırdım. “Bu çok fazla… Çok… Bitiyorum!” Ve düştüm… Tuna da benimle aynı anda düştü ve hızlı hızlı soluklanırken kendine sımsıkı bastırdı. Dalgalanıp duran küvetteki sular, tutkumuza eşlik eden seslerle bize katıldı. Yüzümü onun boynuna gömmüştüm. Dudaklarım tenine geçmiş, oksijenini adeta oradan alıyordu. “Az önce ne dedin?” Düşündüm, bulamadım. Ne demiştim sahi? Ah, buldum buldum. “Beni bitiriyorsun,” dedim başımı kaldırarak. Kaşları çatılmış, ifadesi o klasik sertliğine bürünmüştü. “Ne demek bu?” diye sordu. Ne demek olduğu açık değil miydi? Dudaklarımı ısırdım. “Imm, seninleyken ayarlarım değişiyor, sistemim çöküyor, devrelerim puuff!” diyerek elimle patlama efekti yaptıktan sonra ait olduğum yere, Tuna’nın göğsüne yeniden sokuldum. O ise bu sözlerimi gereğinden fazla ciddiye alarak, hafif bir gerginlikle sordu. “Yani seni altüst ediyorum… Sistemin çöküyor ve bu da bir anlamda tehlikelere açık olman demek! Yani benimleyken kendini korunaksız hissediyorsun!” Ah, Kurumsal Kasıntı sevgilim! Sırıtmadan edemedim. “Of, yapma! Şu her zamanki işadamı mantığıyla bakmayı bırakır mısın?” “Başka nasıl bakabilirim? Benim yanımda kendini güvensiz hissettiğini söylüyorsun.” “Tam aksine!” diyerek bir kez daha kocamın yeşil gözlerine aşkla baktım. “Senin yanında hiç olmadığım kadar güvende hissediyorum. O kadar güvendeyim ki, her şeyden uzaktaki bir
sığınakta, sadece senin gardiyanlığında yaşıyor gibiyim. Hatta o kadar korumacısın ki, hapiste olmaktan farksız hissediyorum bazen!” Kurumsal iş mantığı ve fazla korumacı tavrına karşılık küçük bir sitem kokan bu cümlelerim karşısında Tuna çekici bir bakış attı. Hapishanem ve gardiyanım olmaktan memnun gibiydi. “Bak, Deniz! İstediğin kadar şikâyet edebilirsin ama seni kimseye, hiçbir tehlikeye bırakacak değilim. Ve haklısın... Sen tam olarak bir hapishanedesin. Benim himayemde ömür boyu bir mahkûm olarak kalacaksın. Bana rastladığın için bu senin cezan!” Aklıma gelen ilk şeyi söyledim. “Bu ancak benim ödülüm olur.” Hem, böyle bir ceza almak için dünyanın tüm suçlarını işleyebilirdim. İçimde kabaran aşkla, ellerimi onun sert gövdesine bastırıp bedenimi yükselttim. Kurumsal Gardiyan’ımın dudaklarına sokulmadan evvel gözlerine baktım. Kısılmış, şuh ve arzulu bakışlarıma karşılık, öldürücü derecede korumacı, yakışıklı ve aynı istekle parlayan bakışlar aldım. “Sen bu dünyadaki en şahane ödülsün,” dediğimde cümlemi bile tamamlayamadım. Uranüslü sevdiğim adam beni yine yörünge dışına uçurmaya başlamıştı… *** Derim buruşmadan banyodan çıkabildiğim için mutluydum. Mutluluğumun sebebi aslında bambaşkaydı. Onunlaydım. Sevdiğim adamla… Tuna’yla baş başa olduğum için, kendi sahasında kupayı kaldıran bir takımın zafer sarhoşluğunu yaşıyordum. Kurumsal Narsist’im dünyama girmiş, onun gezegenine girmeme de izin vermişti. Onunla en sıradan şeyleri yaparken bile dünyanın en mutlu insanı olduğumu görüyordum. Nitekim gömleği ıslandığı için onun kurumasını beklerken, benim eski evimde akşama kadar hiçbir şey yapmadan oturduk. Her şey sıradan olmasına rağmen o kadar güzeldi ki… Hiç beceremediğim halde kek bile yaptım ona. Kekin neyli olduğunu hatırlamıyorum. Nasıl yaptığımı da… Sevgilim kekten bir parça yedikten yarım saat sonra herhangi bir hayati tehlike geçirmeyince, nihayet rahat bir nefes bırakabildim. Sarmaş dolaş, birbirimize kenetlenmiş halde televizyonda bir Western filmi bile izledik. Tuna’yla bu kadar sıradan ve bu kadar normal bir çift olmak, harika bir rüyayı HD kalitesinde görmek gibiydi. Ancak izlediğimiz kovboy filminde sürekli patlayan silahlar bana kaçınılmaz korkumu, mafyayı hatırlatırken, artık bu işi çözmek için stratejik planlar yapmam gerektiğini anladım. İşe nereden başlayacaktım ki? Devasa bir labirentte peynirini bulmaya çalışan fare gibiydim. Tuna benim çıkış kapım olabilir miydi? Düşünmeye başladım. Ona söylersem beni anlayıp, yardım eder miydi? Ah, yapamazdım! Onu yeni bulmuşken, onunla tüm duvarları yıkmışken, yeni duvarlar öremezdim. Beni sevdiğini söyleyeceği ana kadar beklemeliydim. Tuna dalgınlığımı fark edip “Neyin var?” diye sordu
Başımı kaldırıp, yeşil gözlerine tedirgince baktım. Kötü bir şeyler olduğunu yüzümden mi okumuştu? “Bi…bir şeyim yok,” dedim kekeleyerek. “Hayır, var,” diye üsteledi nispeten otoriter bir sesle. “Bunu da nereden çıkardın?” “On dakikadır konuşmadığının farkında mısın?” “Yani konuşmadığım için mi kötü bir şey olduğunu düşündün?” “Seni sessiz görmek ilginç,” derken arsızca sırıttı. Somurttum ve dudaklarımı mümkün olduğunca aşağıya sarkıttım. “Geveze miyim yani?” Kaşları imayla kalktı. Dirseğimi göğsüne geçirdim yavaşça. “Hiç de geveze değilim!” dedim bir çocuk gibi alınarak. Muzip bir gülüşten sonra şakağımdan öptü beni. “Geveze olduğunu biliyorsun. Sanırım bunu dürüstçe itiraf edebilirsin.” “Sen de ukala olduğunu biliyorsun, değil mi?” Bu defa itiraz eden Tuna oldu ve “Değilim!” diyerek bana hafif bir sertlikle baktı. Ah, yalancı Uranüslüm! “O zaman farkında değilsin,” dedim misilleme yaparak. “Ukala değilim bebeğim, sadece…” “Sadece kendini beğenmiş, sadece küstah ve sadece dünyalı değilsin!” diyerek sözlerini kestim. “Ama ben, senin suçladığının aksine ne gevezeyim, ne de çenebaz! Sadece haksızlık karşısında susmam ve hakkımı…” Ve bu defa Tuna Üstüner benim sözlerimi kesti! Öperek… Ah, itaat ettim ve dudaklarına istekle karşılık verdim. Saniyeler sonra kendini çektiğinde fısıldar gibi “Gevezeyim, değil mi?” diye sordum. Alnı alnıma değerken gülümsedi. Yanıt vermek yerine başını salladı. Sonra bir daha öptü beni. “Senin geveze halini seviyorum,” dedi ardından. Ölmek için çok genç olabilirdim ama bu sözlerden sonra ölseydim de gözüm arkada gitmezdim. Tuna’nın akıl almaz sözleriyle ona soluk soluğa baktım. Beni sevdiğini söylemişti. Tamam, dolaylı yoldan söylemişti ama sonuçta söylemişti işte! Bu, kuzen demek yerine, annemin kız kardeşinin çocuğu demekle eşdeğerdi. Uzun yoldan neticeye varmıştı, ancak ben kısa yoldan gelen itirafını da bekleyecektim. Allah’ım nasıl güzel bir bekleyişti bu. Akşamüzeri yeni evimize gitmeden önce, Tuna ile beraber sıradan evli çiftlerin tüm alışkanlıklarını yapmak için deliriyordum. Markete, pazara gitmekten nefret eden ben, onu
bir süpermarkete sürükledim. Reklamda oynar gibi otuz iki diş gülümseyerek market arabasını doldurdum ve poşetleri Tuna’ya taşıttım. Ah, nasıl da klasik Türk ailesiydik. Onun evine vardığımızda akşam yemeği büyük, devasa, kozmik bir sorun olarak içime sıkıntıyla yerleşti. Tuna’nın sevdiği yemekleri bilmiyordum. Neler yerdi bilmiyordum. Nelerden hoşlanırdı bilmiyordum! Uranüs’te konaklayacaksam, gezegeninin kurallarını da bilmeliydim. Üzerindeki yeşil gömleği siyah bir tişörtle değiştirirken kapı pervazına yaslanıp onu izledim. Nelerden hoşlandığını öğrenmeye başlasam iyi olacaktı. Doğrudan “En çok hangi rengi seviyorsun?” diye sordum. Tişörtü başından geçirirken ‘siyah’ diyeceğinden adım gibi emindim. Ancak beni şaşırtarak “Mavi,” dedi. Karşımda tüm bedenimi hipnotize eden bir etkiyle duran Tuna Üstüner varken, ağzımdan çıkan her kelime benden bağımsızdı. “Neden mavi?” diye sorduğumda kendi soruma odaklanamadım bile. Dönüp bana baktı. “Deniz mavidir de ondan!” derken gözleri loş ışık altında koyu bir alev topuna dönmüştü. Beni bu mesafeden bile yakmaya yetmişti. Atıldım ve kendimi ona savurdum. Yarı yolda beni yakalayıp, Neolitik çağdan kalma bir taştan farksız sert gövdesine bastırdı. Kollarında ezilmek bile şahaneydi. Sırnaştım sevdiğim adama. Tüm vücudumu cüretkârca ona yaslayıp, ayak parmaklarımın üzerinde yüzüne doğru yükseldim. “Benim en sevdiğim renk ise zümrüt yeşili… Gözlerinin rengi,” dedim kısık bir sesle. “Sonra bir de siyah var; saçlarının rengi…” “Ve pembe,” diyen Tuna, tutkulu sesiyle sözümü kesti. “Dudakların,” dedi bakışını dudaklarıma kaydırarak. “Ve beyaz var; ürperen tenin. Sonra kahve… Saçlarının yeni rengi. Ama en çok da kırmızı var. Seni öptüğümde yanakların…” Ah! Bu sözlerin üzerine sadece kalp değil, akıl sağlığım da yerinde olduğu için şükrettim. Tuna’ya, Kurumsal Şair’ime, biricik Uranüslü Romeo’ma içimi ezen o aşkla baktım. “Seni sevdiğim için kendimi seviyorum.” Genişçe gülümsedi. “Beni sevdiğin için teşekkür ederim.” Tam ondan beklediğim yanıttı. Ama o kadar güzeldi ki. O güçlü, iri omuzlarına tutunurken, ayaklarımı kaldırıp çıplak ayaklarına bastım. Dudaklarıma kısa bir öpücük bırakıp, o haldeyken öne doğru iki adım attı. Beni dengesizce taşıyordu. Düşmezdim ama düşecekmiş gibi rol yapıp, ona daha sıkı sarıldım. Sonra da o kibirli dudaklarına doğru fısıldadım. “Seni bütün varlığımla seviyorum… Bütün… Büsbütün… Büsbütünüyle...” “Büsbütünüyle mi?” derken bembeyaz dişlerini gösteren geniş bir gülümseyiş hediye etti bana.
“Büsbütünüyle,” dedim sözlüğe yeni bir kelime ekleyerek. Türk Dil Kurumu bu kelimeyi kabul etmezdi belki ama Tuna Üstüner tarafından kabul ediliyordum. “Büsbütünüyle,” derken sırıttı ve beni ayaklarına basılmış bir halde, sarsak adımlarla içeriye götürdü. *** Pazartesi günü işe beraber gittik. Tuna beni şirkete yakın bir yerde indirdi. İlişkimiz hâlâ bilinmiyordu ve bu gizlilikte daha çok heyecanlanıyordum. Mesela ofiste Lale’ye çaktırmadan kocamı çapkınca kesmem o kadar heyecan vericiydi ki, küçük bir çocuğun yeni bir oyun keşfetmesi gibi eğleniyordum. Oysa Tuna her zamanki ciddi tavrıyla oyunlarıma pek de karşılık vermiyordu. Bu binaya birileri tarafından Vudu büyüsü falan yapılmış olmalıydı. Benimle baş başayken dünyalı olan Tuna Üstüner, holdinginden içeriye girdiğinde yine o Uranüslü kasıntıya dönüşüyordu. Öğle arasında birkaç müdürüyle birlikte dışarı çıkarken, çatık kaşları ve sert ifadesinden ters giden bir şeyler olduğunu anlamıştım. Ancak üzerinde düşünmedim. Anlamadığım işlerle ilgili şeylere kafa yormam, beynimi boş yere çalıştırmak demekti. Oysa bu değerli ve eşine az rastlanır derecede iyi çalışan beynimi, mafyayı çözmeye odaklamalıydım. Ah, Tuna’dan başka şeyleri düşünmem o kadar zordu ki! Kendimle baş başa kaldığım her an, mütemadiyen sırıtıyordum. Tuna’yla yaptığım o şeyler yüzümü kızartıyor, elimi ayağımı birbirine dolandırıyordu. Hatta artık baklava fotoğraflarına bile bakamıyordum! Çapkın kız günlerimden kalan o göz alıcı six pack arşivimi bile silmiştim. Kaslı adamlar ya da altılı baklava dilimleri, Tuna’ya ihanet ediyormuşum gibi hissettiriyordu. Üstelik o sanal adamların hiçbirinde olmayan muhteşem bir vücuda sahip, dünyalı olamayacak kadar harika bir adamla evliydim. Benim evimde, benim yatağımda birinci sınıf, işlenmemiş elmas varken, bir milyoncudan alınma, çakma metal parçalarına bakmak demekti bu! Tuna akşama doğru gelince bir bahane bulup odasına girmem gerektiğini anladım. Çünkü sevdiğim adam somurtuyor ve fazlasıyla sinirli görünüyordu. Onu bu kadar geren şeyin ne olduğunu öğrenmeden rahat edemeyecektim. Lale önündeki ajandadan randevuları düzenlerken, söyleyeceğim yalandan ötürü birazcık rahatsız hissetsem de planımdan vazgeçmedim. Üzgün bir suratla sarışın kadına döndüm. “Lale, bu telefon Tuna Bey’in odasına bağlanmıyor. Sürekli meşgul çalıyor.” “Ne oldu ki?” diyen Lale bezgince bana baktı. “Bilmiyorum. Ben gidip bir de onun odasından kendimi arayayım. Bakalım orada da böyle bir sorun var mı?” “Delirdin mi? Tuna Bey böyle basit bir şey için rahatsız edilmeyi hoş karşılamaz.” Kocam olduğu için bana bir şey demez, seni imitasyon sarışın!
İçimden Lale’ye sayarken “Bir şey olmaz,” diye üsteleyip yerimden fırladım. Lale itiraz etmek için elini kaldırmıştı ki, ona meşgul olacağı ve beni unutacağı bir şey verdim. “Aman Allah’ım, Lale! Dip boyan nasıl da gelmiş. Yüz kilometre öteden fark ediliyorsun,” der demez Tuna’nın odasına kaçtım. Lale de kaçtı. Çantasına doğru! Muhtemelen en yakın aynayı alıp trajedisini yaşayacaktı, ancak umurumda değildi. Ben sevdiğim adamı özlemiştim. Her şeye rağmen kapıyı usulca çaldım. Tuna’nın “Gir!” diyen o gergin sesiyle, heyecandan ölür gibi odasına girdim. Telefonla konuşuyordu. Hayır! Zavallı bahtsızın birine bağırıyordu. “Bana o ihaleyi kazanacağımızı söylemiştin!” Karşısındaki adama yanıt hakkı vermeden gürlemeye devam etti. Kaçırılan fırsattan uzun uzun bahsedip telefonun diğer ucundaki şahsı azarlarken, ürkerek karşısındaki kanepeye rahatsızca oturdum. “Senin yüzünden iki milyardan olduk!” İki milyar mı? Eski parayla mı? Ah, hayır! Yeni parayla… Rakamın büyüklüğü karşısında yutkundum. Sevdiğim adamın işlerini baltalayan o adamdan o anda nefret edip somurttum. Onu bu kadar kızdıran her kimse, şimdiden dizeceğim nadide bedduaların hedefi olmuştu. Tuna telefonu sinirle kapatırken geriye yaslandı. Bir şeyleri kaçırmışlardı ancak bu haliyle hiçbir otorite boşluğuna yer vermeden dünyayı yönetir gibi görünmeyi sürdürüyordu. Ona hayranlıkla baktım. Böylesine yenilmez görünmek bir tek Tuna Üstüner’e özgü bir şeydi. “Ne oldu sevgilim?” diye sordum bana baktığında. Derin bir nefes alırken o sert göğsü kabardı. “Gök Park projesini kaybettik!” Gök Park projesini bilmiyordum. Lanet olsun! Elbette biliyordum! O an o kadar hızlı bir hatırlama yaşadım ki, korkuyla ellerimi birbirine kenetledim. Gök Park projesi o Bağkurlu Mafya’ya öttüğüm gizli bilgilerdendi. “İ…ihaleyi mi kaybettiniz?” diye sordum tedirgince. Tuna sertçe “Evet,” dedi. Kalbim kaçınılmaz bir yıkım yaşadı ve ben o enkazın altında kaldım. Az önce beddua ettiğim kişi bendim! Tuna’nın işini ben baltalamıştım. Berbat bir suçluluk ruhumu tüketti. Neredeyse ağlayacaktım, ancak böyle yapmam kendimi ele vermem demekti. Tuna bu kadar sinirliyken ajan olduğumu anlarsa onu sonsuza kadar feci bir şekilde kaybederdim. Yutkundum ve kekelememeye özen gösterdim. “Ço…çok önemli miydi?” Özenim işe yaramadı. Sesim zorlukla çıkıyordu.
“Önemliydi,” dedi. Sert ifadesiyle bana bakıyordu ve kaşları çatıktı. Biliyordum, bu bakışlar bana değildi ancak perde arkasında banaydı. Soğukkanlı olamayacağımı anlayıp hızla ayağa kalktım. Onun bakışları altında kendimi sorgu odasında hissediyordum. Tepemde sallanıp duran uğursuz lambayı bile görür gibi olduğumda, kendimi Tuna’ya adeta ittim. Koltuğunun yanında durdum ve ona ağlamaklı bir halde baktım. Gerçek hislerimle... “Üzüldüm,” dedim yavaşça. Belki âşık olduğum bu adamı biraz olsun o lanet olası işlerinden çekip alabilirdim. Oysa Tuna Üstüner, o genç iş adamı kimliğindeydi ve hâlâ fazlasıyla gergindi. Dönüp bana baktı ama kaşları derinden çatıktı. Çare olamıyordum. “Seni yalnız bırakayım!” dedim. Bu kadar sıkıntısı varken, bir de ben kalabalık yapmak istemedim. Ancak arkamı döndüğümde, bileğimden sertçe kavradığı gibi beni süratle kendine çekti. Dengesizce sallandım ve kucağına oturdum. Öylesine kuvvetli sarıldı ki bana… Tüm bedenimi sertçe saran bir kafeste gibi hissettim. “Özür dilerim,” derken nefesi saçlarıma vurdu. Zorlukla konuştum. “Hayır, ben özür dilerim!” Suçumu itiraf eder gibi inlemiştim. Tuna neyi kast ettiğimi elbette anlamadı. Zoraki bir gülüşle elini saçlarıma geçirip, yüzümü okşadı. “Bugün bir hayli gergin geçiyor. Seni ihmal ediyorum.” Hızla başımı salladım. Elleri saçlarıma karıştı. “Asıl ben senin işini bölüyorum. Yapmamalıydım.” Gözlerini kapattı ve bir saniye sonra yeniden açtı. Bakışları yumuşamıştı. Güzelim zümrüt yeşili gözler, o kadar da öfkeli görünmüyordu. “Bana iyi geliyorsun,” dedi dudaklarıma yaklaşarak. “O kadar iyi geliyorsun ki!” Ve uzanıp öptü beni. Ben ona iyi geliyordum ama o beni hayatta tutuyordu. Uçurumdan düşerken tutunduğum bir dal gibi sımsıkı sarıldım ona. Beni sertçe kavrayıp parmaklarını, acıtırcasına tenime geçirdi. O kadar haşin ve o kadar istekli öptü ki, tüm sinirini böyle attığını anlıyordum. Aynı sertlikle karşılık verdim ve ofisinde dakikaları bulan bir öpüşmeyle birbirimizi iyileştirdik.
BÖLÜM 2
Deniz’in etkisi geçici değildi. Anlık veya saatlik, hayır, günlük de değildi. Bir ömürlüktü onun etkisi. Tuna bunu hissediyordu. Tuhaftı belki de… Hayatına giren hiçbir kadında, hiçkimsede onda bulduklarının yarısını bulmamıştı. Bu kız canlandırıcı, iyileştirici ve huzur vericiydi… Yaşadığını hissettiriyordu ona. Tuna Üstüner bundan önceki hayatında gerçekten yaşamadığını şimdi anlıyordu. Deniz’in gözlerinin ta içine bakarken, tüm gerginliğini unuttuğunu fark etti. Onun dudaklarından alıyordu ilacını. Bu kız kendisini sakinleştiriyor, rutinlerden, gündelik streslerden, dünyadan çekip alıyordu. Üstelik o kadar tatlıydı ki… O hiç susmayan, daima hareket eden dudakları, ansızın durup, üzüntüyle sımsıkı kenetlenebiliyordu. Tuna kıza bakarken onun bu deli dolu, tahmin edilemez yanlarını görüyordu. Deniz, onun sıkıntılarıyla hüzünlenirken de, genç adam karısının samimiyetine koşulsuzca inanıyordu. Ve elbette aşkına… Deli kadın! Deliydi evet. İşlek bir caddede ya da kalabalık bir sokakta, kimseye aldırmaksızın peşinden koşabilen bir kadını hayallerinde bile canlandıramazdı. Üstelik facia haldeki ev kıyafetleri, boyalı saçı ve onu afacan bir çocuk gibi gösteren o kötü pijamalarıyla. Haykırır gibi yaptığı itiraf ise, Tuna’nın bunca yıllık hayatında duyduğu en güzel şeydi. Deniz’in aşkına inanıyordu ve o güzel gözlerine bakarken, kalbindeki yerini de fark ediyordu. Bu farkındalıkla bir kez daha öptü karısını. Mesai saatinde olduklarını ya da şirketin bir takım önemli meseleleri hakkında birilerini azarlaması gerektiğini unutarak, Deniz’e kapıldı. İş konusunda katiyen taviz vermeyen, başarıya odaklı bir patron için son derece düzensiz davranıyordu. Şu an koltuğunda oturup, çatık kaşlarıyla birilerine hesap soruyor olması gerektiği halde, bir kızı kucağına oturtup onu dakikalardır öpüyordu. Deniz varken, ondan başka bir seçeneğin asla daha önemli olmayacağını anladı. O yanında oldukça, herhangi bir iş konusuyla ilgilenemezdi. Bu kız, iş hayatı için büyük zarardı. Zarara karşı böyle bir memnuniyet duyması tuhaftı ama Tuna halinden son derece memnundu. Kızı bırakmayarak yüzünü çekti. Onu görmek istiyordu. Yüzüne dökülen saçlarını itelerken hafifçe gülümsedi. “Geçti mi öfken?” diye sordu genç kız. “Geçmemeliydi. O adamları karşıma alıp kovmam gerekiyordu!” Deniz’in yüzüne sıkıntılı bir ifade oturdu. Genç kız ihalenin sorumluluğunu bir türlü üzerinden atamıyordu. Tuna bilmese bile, Deniz kendini suçlamaktan geri adım atmayacaktı. Ve eğer kendi kabahati yüzünden şirketten kovulanlar olursa, ömrü boyunca vicdan azabı çekerdi. Ne de olsa ihale fiyatlarını düşmanlara veren kendisiydi. Tuna’ya belli etmemek adına zorlukla gülümsedi. “Kimseyi kovma,” dedi bir an sonra. “Kovulmanın ve işsiz kalmanın ne demek olduğunu iyi biliyorum.”
“Birilerini kovmam gerektiğini de ben biliyorum. Kimse benim emrim altında böylesine büyük bir hata yapamaz. Bu hatanın sorumlusu bedelini ödemek zorunda…” Deniz şüphesiz o bedeli ödeyemezdi. Şirketten kovulmak değildi mesele. Tuna’nın hayatından kovulmaya dayanamazdı. Şimdi de sevdiği adamın fazlasıyla gergin çıkan sesiyle irkildi. Yalvarmaya hazır bir şekilde bakan genç kız, “Lütfen, kimseyi kovmayacağına söz ver,” diye inledi. Tuna Üstüner, kızın bu yakarışına dayanamadı. İri avucuyla onun yüzüne dokunup, “Söz veriyorum,” dedi. “Sadece sen istediğin için... Ama bir daha aynı hata…” “Bir daha aynı hatayı yaparlarsa, söz veriyorum üzerlerine kızgın yağı ben dökeceğim!” Karısının vaadiyle genç adam gülümsedi. “Yaparsın biliyorum.” Deniz yaramaz bir çocuk gibi hızla başını salladı. Elini kaldırıp yumruk yaparken “Kimse Tuna Üstüner’i zarara uğratamaz! Bunu yapan karşısında Superwoman Deniz Üstüner’i bulur,” dedi yapmacık bir iddiayla. Genç adam kızın dudaklarından çıkan cümleyle sırıttı. “Deniz Üstüner… Sadece benim süper kadınımsın!” “Sadece seninim,” dedi genç kız. “Büsbütünüyle benimsin!” “Ah, büsbütünüyle!” Ve dudakları yeniden birbirlerinin dudaklarını… bulamadı! Hayır, bu defa telefon çalmıştı. Deniz adeta basılmışlar gibi hızla ayağa fırladı. Tuna kıza gitmesi için müsaade etti. Her ne kadar onu bırakmak istemese de, halletmesi gereken dosyalarca iş vardı. Deniz’in kısık bir sesle “Gidiyorum,” diye fısıldamasına başını sallayarak yanıt verdi. Kız çıkıp gidene kadar da gözlerini kalçasından alamadı. Ardından telefonu gergince açtı.
***
Ofiste saatler sıradan geçiyordu. En azından Lale için. Deniz içinse her şey mutluluk içeriyor, dakikalar geçtikçe Tuna’yı görecek olmanın heyecanıyla sırıtık bir yüzle dolaşıyordu. Lale ona bu halinin sebebini sorsa da, Deniz sadece geçiştirmekle yetiniyordu. Gizlemek işin heyecanını arttırıyor, Tuna’yla evli olmalarının o muhteşem hissini katlıyordu. Ancak Deniz’in gizlediği tüm o büyük hadise, öğleden sonra inanılmaz bir şekilde ortaya çıktı!
Ofiste işler azalmış, telefonlar durgunlaşmıştı. Lale yönetim katına gelen sınırlı sayıdaki özel görüşmeyi Tuna Üstüner’in Özel Kalem Müdürü’ne aktarırken ekranına bir elektronik posta düştü. Şirketin e-posta hattından herkese ulaşan ve bir çığ gibi tüm hesaplara düşen bir görüntüydü. Aslında bir videoydu! Deniz hariç herkesin ondan kısa sürede haberi olmuştu. Şimdi sıra Lale’deydi! Lale’nin olayı idrak etme süreci biraz uzun sürdü. Genç kadın belki üç defa videoyu baştan sona izledi ve gözlerinin kendisini yanıltmadığına en sonunda ikna oldu. Ortalık bir çığlıkla yankılandı. Aslında iki çığlıktı! Birini ekrana bakarken, diğerini Deniz’e döndüğünde atmıştı. “Deniz! Sen! Sen!” Deniz, Lale’nin adeta hiddet içeren bu yarım yamalak cümlesiyle ona şaşkınca baktı. Lale’nin yüzünden kötü bir şeyler olduğunu okuyan genç kız hızla ayağa fırladı. “Aman Allah’ım, ben ne yaptım? Lale, bak özür dilerim!” Nedense büyük bir hata yaptığından adı gibi emindi. Kahretsin! Kesin, telefonları feci bir halde karıştırmış ya da randevuları unutmuştu. Ancak Deniz bu işlere bakmadığını hatırladığında kafası karıştı. Bugün yine –her zamanki gibi– işle ilgili hiçbir şey yapmamıştı ki! “Ben ne yapmışım Lale?” diye sorarken sarışın kadın donup kalmıştı. Genç kız elini kaldırıp Lale’ye salladı. “Beni görüyor musun? Lale? Deniz’den Lale’ye? Lale ses ver… Korkuyorum!” Ve Lale yeni bir çığlık attı. “Deniz sen?” “Kahretsin, ben ne?” diye bağıran genç kız en sonunda kadına kötü bir bakış atıp ellerini beline yasladı. “Sen Tuna Üstüner ile öpüşmüşsün! Hem de iki dakika boyunca… Hem de… Hem de o da seni öpmüş…” Deniz bu sözleri duyar duymaz Lale’den daha fena bir duvar oldu ve kaskatı kesildi. Tüm bunları nasıl öğrenmişti bu kadın? “Be…ben,” diye kekelerken “Bizim öpüştüğümüzü kim gördü? Aman Allah’ım, yoksa yatak odamıza gizli kamera mı koydular!” diye bağırdı. Panikten yerinde duramıyor, küçücük alanı hızla turluyordu. “Yatak odanız mı?” Lale duyduklarıyla yeni bir şok dalgası geçirip ağzını alabildiğine açarken, Deniz panikle “Yatak odası mı? Yatak odası mı dedim? Hayır, hayır… Atak odası dedim. Atak odası işte. Panik atak… Of, Hayır! Saçmalıyorum! Lale, biz öpüşmedik. Kazara oldu!”
Bu dakikadan sonra böylesine bir kıvırtma Deniz için fazla amatörceydi. Genç kız biraz düşünse, mantıklı bir yalanla Lale’yi ikna edebilirdi ancak ‘yatak odası’ndan sonra ipler kopmuştu. Lale’yi ikna etmesinin olanaksız olduğunu gören Deniz ofladı. “Pekâlâ… Biz öpüştük… Ama sen nereden gördün?” Lale gözlerini kırpıştırdı ve derin bir nefes aldı. Boğulacakmış da bir yudum suya muhtaçmış gibi, masasının üstünde duran cam şişedeki suyu kabaca boğazına dikti. Lale gibi görmüş geçirmiş bir kadına göre fazla görgüsüz hareketlerdi. Suyu büyük yudumlarla içtikten sonra kınar gibi Deniz’e bakmaya başladı. Dudakları aşağıya büküldü ve “Şuraya bak,” dedi ayıplayarak. “Youtube’a düşmüşsünüz!” “Youtube mu? Şaka bu, değil mi? Lale, lütfen…” Genç kız sözlerini tamamlayamadan sarışın kadın videoyu başa sardı. “Aman Allah’ım, üç yüz elli bin tıklanma! Lale, ben hâlâ burada ve hâlâ nefes alıyorken oku Fatiha’nı…” “Efendim?” “Ruhuma diyorum… Fatiha’yı şimdiden oku. Çünkü annem veya ailemden biri bu videoyu görürse… Ben… Aman Allah’ım, ben ölüyüm!” “Yani kabul ediyorsun, öyle mi?” diyen Lale hâlâ bir ümitle, videodaki kişilerin sönük iş arkadaşı Deniz Akın ve kudretli patronu Tuna Üstüner olmamasını diliyordu. Ancak Deniz sadece başını salladı ve sonra koştu… Tuna’nın odasına… Arkasından bağıran Lale’yi bile işitmeden kapıya çarptı. Sonra hızlıca içeriye süzülüp sevdiği adama koştu. Tuna böylesine canhıraş bir şekilde içeriye giren kızı görünce ayağa fırladı. Kötü bir şeyler olduğu, Deniz’in bir limon kadar sararan yüzünden belliydi. Masasının açıklığından çıkıp odanın içlerine yürürken, Deniz kendini kocasına adeta savurdu. Adamın göğsüne kapanıp orada ağlamaya başladı. Tuna çatık kaşları ve endişeli haliyle Deniz’i bir süre göğsünden çekmedi. Kızın biraz sakinleşmesi, kendine gelmesi için ona zaman tanıdı. Deniz orada içli içli ağlarken, saçlarını okşadı. “Ne oldu?” diye sordu artık gözyaşlarına dayanamadığı bir an. Deniz kendini çekti. Yüzünden inen şelale yanaklarını sırılsıklam etmişti. Bükülmüş dudakları, kızarmış burnu ve dolu dolu gözleriyle tuhaf görünüyordu. Tıpkı düşüp de dizini incitmiş bir kız çocuğu gibiydi. Masumluğu genç adamı gülümsetti. Kızın yüzünü avuçlayıp, başparmaklarıyla gözyaşlarını sildi. “Sevgilim, bana ne olduğunu anlat,” diye emrederken sesi içtendi.
Genç kız gürültüyle burnunu çekti. Hıçkırmamak için derin bir nefes alıp konuşmaya başladı. “Dün sokakta seninle öpüşmem video sitelerine düşmüş. Senin üstüne atlıyorum ve sen de beni öpüyorsun!” “Demek sonunda duyuldu.” Tuna’nın sesi sakindi. Çok da şaşkına dönmüş gibi görünmüyordu. Genç kız gözlerine inanamayarak baktı. “Sonunda duyuldu mu? Yani bunun olmasını bekliyor muydun?” “Elbette,” diyen genç adam hafifçe gülümsedi. Deniz ona daha da şaşkınca bakarak göğsünü dürttü. Kızgın bir kor gibiydi. “Yani video sitelerine düşeceğimi biliyordun!’ “Ben de düştüm,” diye misilleme yaptı genç adam. “Ama berbat bir halde olan benim. Kendine baksana! Uranüslü iş adamı mükemmel bir görüntüde… Ama öptüğü kız… Of! Tam bir yürüyen çöp kutusu gibiyim!” “Yani ilişkimiz ortaya çıktığı için değil, görüntün yüzünden kaygılısın!” diyen Tuna küstah ve kendinden emin dururken, Deniz inledi. “O da var tabii. Evlendiğimi duyan annem beni öldürecek. Hem de bir kez değil, en az on kere öldürecek!” Genç adam kızın omuzlarını kavrayıp sakinleştirici sesiyle “Kimse, ailen bile sana dokunamaz. Ben izin vermem!” dedi. Deniz tebessüm edip, “Biliyorum,” diye mırıldandı. Tuna’nın yanıtı onu rahatlatsa da, kaygısını dindirmedi. “Ama ben gerçekten fena halde rezil oldum!” Tuna arsızca sırıttı. Deniz’in kaygısıyla eğleniyor gibiydi. Ancak genç kız dudaklarını büzüp, kızgınca karşılık verdi. “Sen de rezil oldun ama...” “Umurumda değil!” “’Üstüner Grubun bir numaralı adamı, sokak ortasında tanımlanamayan bir cisimle öpüştü!’ diye haber yapacaklar” Genç adam aldırmazca omuz silkti. Kızı teskin edici dokunuşlarıyla okşarken “Karım olduğunu ilan etmenin zamanı gelmişti zaten,” diye söylendi. Ah, ciddi miydi? Deniz, büyük bir şaşkınlığa eşlik eden büyük bir aşkla ona baktı. Sonra videodaki halini hatırladı. Görünen kadarıyla sahiden tanımlanamaz, örneği görülmemiş, tuhaf bir cisme benziyordu. Bu noktada kendine üzülmeyi bıraktı. Gözlerini kocasından çekerken, bir adım geriye gitti.
“Sen… Sen benden iyilerine layıksın. Gülme! Ciddiyim ben! Ben bir fiyaskoyum ve sen benimle öpüştün! Hem de herkesin içinde, hem de sitelere düşecek kadar aldırmazca. Yaptığım aptallıktı. Düşünmeden hareket ettim ama seni kaybedeceğimden korkmuştum. O halimle, o facia görüntümle seni hak etmiyorum. Senin imajına…” “İmajımın canı cehenneme sevgilim… Senin aptallık dediğin şey, benim hayatımın en güzel anıydı. Bu yüzden az önceki saçmalığı uzatmamalısın. Çünkü sahiden sinirlenmeye başlıyorum.” “Hayır…” “Sus diyorum!” Deniz susamazdı. İçini deşen o yenilmişlik hissiyle kocasına baktı. Onu hak etmediğine inanıyordu. “Haksız değilim,” dedi ürkek çıkan sesiyle. “Benimle evliliğin gizli kalmalıydı. Şimdi herkes öğrendi. Seninle alay edecekler. Evlendiğin kız için seni ayıplayacaklar, seni azarlayacaklar…” “Kimse beni azarlayamaz, Deniz Üstüner. Ancak sen bu zırvalıklara devam edersen fena halde azarlanacaksın… Şimdi…” “Ama…” “Kes sesini diyorum!” “Ah, hayır, sevgilim…” diyen genç kız kendini yeniden sevdiği adamın kollarına attı. Bir adam nasıl bu kadar mükemmel olabilirdi ki? Tuna Üstüner’in dünyalı olmadığı bir kez daha kanıtlanıyordu. Üstelik öylesine sarhoş edici bir etkisi vardı ki; tehdit ederken bile koruyor, kızarken bile önemsiyordu. Bağırıp çağırması bile, Deniz’e ne kadar önemli olduğunu hissettiriyordu. Öte yandan genç kız, onun nasıl da sinirli olduğunu bir kaya gibi sert gövdesindeki gerginlikten anlayabiliyordu. Sevdiği adamı böylesine öfkelendirmek istemiyordu. Kendini Tuna’nın bedenine bastırırken adamın sarılmayışı karşısında incecik bir sızı hissetti. “Lütfen sarıl bana!” diye inledi. Genç adam kızı sımsıkı kavradı. Beline uyguladığı kuvvetle Deniz inleyerek ona daha çok sokuldu. Öyle ki kocasının sertliğini, arzusunu hissettiğinde, kaygı yerini müthiş bir tutkuya bıraktı. Parmakları üzerinde yükselirken Tuna’nın sert çehresini avuçladı. Genç adamın küstah dudakları kaskatıydı ve gözleri kararmıştı. Deniz ona yetişemeyince, boynundan kavrayıp onu eğmeye çalıştı. Mesafeleri kapatmaya niyetli olmayan sevdiği adama derin bir bakış atıp, “Özür dilerim,” dedi inleyerek. “Seni seviyorum… Tüm aptallıklarım sadece seni sevdiğim için.” “Benim hakkımda saçma sapan kaygılara kapılmayacaksın Deniz. Ve eğer bir konuyu kapattıysam, üstelemeyeceksin!”
Ah, Kurumsal Kasıntı! Gerçekten bir kral gibi davranıyordu. Sözünün üstüne söz, buyruğunun üstüne itiraz hakkı tanımıyordu. Genç kız onun bu sarsılmaz gücüyle tebessüm etti. “Gerçekten kurumsal bir egoistsin,” derken gülümsüyordu. Tuna yeni bir öfkeyle bakarken, Deniz kendini tutamadı ve kahkaha attı. “Neden bu kadar sinirlendiğini gerçekten anlamıyorum!” “Çünkü beni delirtiyorsun!” dedi genç adam ve karısının dudaklarına yapıştı!