Özel Rapor: 10
Haziran 2010
Şanlı Bahadır Koç
Yazar Hakkında 1989 yılında Eskişehir Anadolu Lisesi, 1994 yılında Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu. 1997 yılında aynı üniversitenin Tarih bölümünde yüksek lisansını tamamladı. 2001-2009 yılları arasında Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi'nde (ASAM) ABD dış politikası konusunda araştırmacı olarak çalıştı. 2009 yılında Hürriyet gazetesinin internetteki Planet sayfasının editörlüğünü yaptı. 2010 Mart ayından beri 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü'nde araştırmacı olarak çalışmaktadır. İlgi alanları arasında ABD iç siyaseti ve dış politikası, Türk dış politikası, Orta Doğu siyaseti, Güvenlik karar alma mekanizmaları ve istihbarat teorisi yer alır.
ÖZET AKP'nin kendisinin aslında ne kadar liberal olduğu tartışmalı olabilir ama rahatlıkla iddia edilebilir ki AKP hükümeti döneminde Türk dış politikası aşırı “liberalleşmiştir”. Liberal ve idealist yaklaşımlar, varsayımlar, politikalar ve söylem Türk dış politikasına belki de daha önce hiç olmadığı kadar hakim olmuştur. İnsan doğasının iyimser yorumuna, ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların büyük ölçüde suni olduğu ve tüm çatışmaların çözümlenebileceğine, askeri gücün aslında “hiçbir şeyi çözmediğine”, ticaret, karşılıklı bağımlılık, diyalog, empati ve demokrasinin birçok sorunun ilâcı olduğuna, biz bir geri adım atarsak karşı tarafın da buna aynı şekilde karşılık vereceğine ve geçmişte durum farklı ise bile dünyanın artık değiştiğine iman eden bu anlayışın dünyaya söyleyeceği bazı şeyler olabilir. Ama bu düşünce dış politikayı yönlendiren en büyük güç olduğunda ve buna bir de zaman zaman liberalizmle çelişen İslamcılık ve İslam dayanışmacılığı eklendiğinde, dağınık karar alma mekanizması, eleştirilerden ve hatalardan öğrenmeye kapalı yaklaşımlar gibi unsurlarla beraber ortaya Türkiye'nin meşru dış çıkarları açısından bazı ciddi komplikasyonlar çıkmaktadır.
Önce övgüler AKP iktidarı ve Ahmet Davutoğlu Türkiye'nin geleneksel dış politikasına önemli bazı değişiklikler getirdi. Bunların içinde AKP ve Davutoğlu'nun iktidardan ayrıldıktan sonra da etkisi devam etmesi istenebilecek icraat ve yenilikler
Devamı Arkada
*
21. Yüz Yıl Türkiye Enstitüsü Amerika Araştırmaları Bölüm Başkanı
“21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü" (21YYTE) 21.YYTE; Türkiye ve dünyadaki millî güvenlik stratejileri, ekonomi, hukuk, enerji/enerji güvenliği, nükleer enerji/ nükleer silahlanma, enformasyon/bilgi iletişimi, anayasal düzen, hukuk, adalet, düşük yoğunluklu çatışma(terör ve terörizm), teostratejik araştırmaları demokrasi ve sivil toplum araştırmaları gibi işlevsel ana konular ile, çevre/Türk Dünyası ülkeleri ve küresel/bölgesel güçler ile uluslararası örgütlerdeki gelişmeleri izlemek, bu gelişmeleri Türkiyenin milli menfaatleri ve ulusal güvenlik gerekleri, doğrultusunda incelemek ve bu alanlarda ciddî çalışmalar yaparak alternatif politika, strateji,program ve projeler üretmek amacıyla 01 Aralık 2005'de kurulmuştur. 21.YYTE 'de kurulma amacına uygun olarak aşağıdaki araştırma gurupları kurulmuştur. Anayasal Düzen, Hukuk, Adalet Araştırma n Gurubu Bio ve Gen Teknolojileri Araştırma n Gurubu Teostrateji Araştırmaları Gurubu n Millî Güvenlik Stratejileri Araştırma n Gurubu Enerji ve Enerji Güvenliği Araştırma n Gurubu Düşük Yoğunluklu Çatışma (Terör ve n Terörizm) Araştırma Gurubu Enformasyon ve İnternet Teknolojileri n Araştırma Grubu Ekonomi ve Küreselleşme Araştırma n Gurubu Rusya Araştırma Gurubu n Amerika Araştırma Gurubu n Avrupa Birliği Araştırma Gurubu n Avrasya-Türk Dünyası Araştırma Gurubu n Orta Doğu Araştırma Gurubu n Balkanlar-Kıbrıs Araştırma Gurubu n Çin-Uzakdoğu Araştırma Gurubu n
oldu. Övgüye değer bu kalemler arasında Türkiye'nin dış ilişkilerini çeşitlendirme yönünde atılan adımlar en başta sayılmalıdır. Hükümet'in zaman zaman Batı'nın bazı baskılarına ve telkinlerine direnerek Türkiye'nin komşularıyla ilişkilerini geliştirme yönündeki çabaları, aşağıda ele alacağımız rezervlerle beraber, genel anlamda olumludur. Türkiye'nin çevresindeki bölgelerde kendine ait bağımsız bir ses ve politika oluşturma isteği de haklıdır, gereklidir ve akıllıca davranılırsa gerçekleştirilmesi mümkündür. AKP döneminde Türkiye'nin komşularıyla ekonomik ve siyasî ilişkileri gelişti. Bu ülkelerle ticarî ilişkiler, Türkiye'nin büyüyen ekonomisi, dış ticareti ve dünya ticaretinde 2008'e kadar süren dönemde yaşanan genel büyümeye paralel olarak ve hatta onu da aşan bir hızda arttı. Türkiye'nin komşularıyla ticareti toplam ticaretinin % 6'sından % 30'lar seviyesine ulaştı. Bu artışta Ankara'nın Batı'dan gelen “onunla konuşma, bununla aynı karede görünme” türünden telkinlerine önemli ölçüde direnebilmesinin de etkisi oldu. Türkiye son dönemde özellikle “Arap caddesi” ve “Müslüman mahallesi”nde ciddî sayılabilecek bir saygınlık ve prestij elde etti. BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği Ankara için abartılmaması gereken ama önemli bir başarı oldu.
… ve şimdi yergiler Ama Hükümet'in dış politikadaki eksik ve kusurları yukarıdaki artıları fazlasıyla “götürecek” büyüklük ve ciddiyette olmuştur. Bir devletin en önemli görevi egemenliğini ve vatandaşlarının güvenliğini sağlamaktır. Diğer her şey bundan sonra gelmelidir. Bu açıdan bakıldığında AKP dönemi dış politikası ve güvenlik siyasetine yüksek not vermek kolay değildir. Örneğin, Türkiye PKK, Barzani ve ABD'ye karşı kartlarını oynamaktan çekinmese, K. Irak'taki PKK kamplarını güvenli bölgeler olmaktan çıkarsa, Barzani'yi PKK'ya verdiği somut ve zımni desteği kesmeye zorlasa ve ABD'yi Türk askeri harekâtlarına sadece bir kerelik ve göstermelik değil ama sürekli ve ciddî olarak göz yummak ve destek vermek zorunda bıraksa ama şu anda Orta Doğu'da bu kadar sevilen, sayılan ve imrenilen bir ülke olmasa daha iyi değil miydi? Kaldı ki, ikincinin birincinin alternatifi olması da gerekmeyebilirdi. Türkiye hem kendi güvenliğini ve çıkarlarını daha güçlü bir şekilde kovalayıp hem de Orta Doğu'da yaptığı diplomatik atakları – tamamen değilse bile büyük ölçüde- gerçekleştirebilirdi. Şimdi bu tür bir dil kullanmak ve iddialarda bulunmak korkarım ki Türkiye'de artık alıcı bulmamaktadır. Hemen herkes Davutoğlu'nun söylemi ile kendinden geçmiş ve hipnotize olmuş durumdadır. Yumuşak kişiliği, entelektüelliği, “okumuşluğu”, çalışkanlığı, zorlama olmayan ve zaman zaman vazgeçebildiği mütevaziliği Davutoğlu'na sempati duymamayı zorlaştırıyor. Davutoğlu'nun iyi ve ülkesini seven biri olduğuna hiç şüphe yok. Akıllı ve bilgili olduğuna da. Ama …
Konforlu teoriler Türkiye'de bugün belki dört dış politika yapma modelinden bahsedebiliriz: Davutoğlu'nunki gibi vizyoner-teorik dış politika, tüccar-pazarlıkçı dış politika, oyun kurucu-satrançcı dış politika ve bağımlı dış politika. Dış politikada teorik altyapının varlığı başarıyı garanti etmemektedir. Hatta bazen teori problemin kaynağı da olabilir. Davutoğlu'nun dış politikasının “tümden gelen,” “vizyondan gelen” bir dış politika olduğu söylenebilir. Davutoğlu'nda “önce teori vardır” ve dünya bu teoriye uydurulmaya çalışılmaktadır. Tersinin olması muhtemelen daha sağlıklı olurdu. Davutoğlu'nunki “vizyon”un otomatik pilotuna bağlanmış, aşırı teorize ve estetize edilmiş, etik vurgusu yüksek ve enternasyonel – bazı görüşlere göre- ümmetsel bir dış politikadır. Davutoğlu'nda milli çıkarlar, peşinden koşulan amaçların sadece biri gibidir ve sanki her zaman en önceliklisi de değildir. Halbuki dış politika idealler, kavramlar ve ulvi değerler değil soğuk ve acı gerçekler üzerine bina edilmeli, somut milli çıkarları korumak ve geliştirmek için çok uzun olmayan vadelere odaklanarak yapılmalıdır. Kavramlar, modeller ve teoriler dünyanın karmaşıklığına bir parça şekil vermek, onu anlaşılır kılmak için kullanışlı ve faydalı olabilirler. Ama gerçeğin kendisi değillerdir ve
ÖZEL RAPOR
onunla karıştırılırlarsa zarar verebilirler ve “dozunda alınmazlarsa” gerçeklerle aramıza girebilirler. Hayat ve dolayısıyla dış politika teorilerin tek başına kaldıramayacağı kadar karmaşık ve şekilsizdir. “Aşırı konforlu teorilere” kendini kaptırmak kolay ama tehlikelidir. Davutoğlu kendisi ve politikalarıyla ilgili soru ve endişelerin hepsinin cevabı olduğundan çok emin gibidir. Bu durum endişe verici olabilir. Davutoğlu, 2002 yılından bu yana “çok şey yaşayıp görmüş” olmasına rağmen, temel dünya görüşü ve dış politika yönelimleri ile ilgili çok az değişiklik yaşamıştır. Bu bizce bir tür kusurdur. Davutoğlu'nu “tehlikeli” yapan şey dış politikadaki ideolojik-vizyoner bakış açısını yumuşak bir üslûp, tatlı dil ve rahatsız etmeyen bir kendinden eminlikle sunması olmuştur, ki bu da kendisinin dış politikada yarattığı değişimlerin boyutunu ve olası kusurların tam olarak değerlendirilmesini zorlaştırmış olabilir. Davutoğlu'nun “derinliği” bizi politikanın teori ve pratikteki bazı hata ve çelişkilerine kör etmiş olabilir. Yalnız buradaki eleştirinin bazı kalemlerin direk Davutoğlu'nun kişiliğine yönelik “ürettikleri” eleştirilerle karıştırılmamasını umuyoruz...1
Polyannacılığa varan aşırı iyimserlik büyük ölçüde hakim oldu. Halbuki,“dış politikada iyimserlik tehlikeli, sürekli iyimserlik ölümcüldür.” Tarih kötümserlere daha az sürpriz yapar. İnsanların ve devletlerin bencilliği ve güvenilmezliği bir varsayım değil geçmişte sayısız kez kendini kanıtlamış bir gerçektir. Dış politikada bazı ve hatta çoğu problemler inat, sabır, disiplin gerektirir. “Hemen çözelim”, “daha önce çözülmedi çünkü bizden öncekiler iyi niyetli değildi, değişen dünyayı okuyamadılar, hayal güçleri eksikti, şüphelerin, aşırı milliyetçiliğin kurbanı oldular” şeklindeki anlayışının sakat olabileceği ortaya çıkmaktadır. Dış politikada bazı problemlerin çözümü gerçekten olmayabilir ya da çözüm için şartların olgunlaşmasını beklemek gerekebilir. Bazen çözüm büyük ölçüde karşı tarafın değişmesine bağlı olabilir. Bunlar daha gerçekleşmeden aşırı bir iyimserlik ve sağlıksız bir abartılı özgüvenle her konuya hazırlıksız dalarsan, mümkündür ki, kendini başlangıçtan da kötü bir noktada bulabilirsin. Tüm çatışmalar çözülebilir değildir, çözülebilenlerin hepsi hemen çözülemeyebilir, çözüleceklerin çözülmesi de her zaman bizim lehimize olmayabilir.
Mücadele ve “kavga” faktörü AKP döneminde mücadele ve “kavga” faktörü Türk dış politikasından büyük ölçüde çıkartıldı. Biz dış politikayı hayatın kendisi gibi bir kavga olarak görmeyen bir çoklarından farklı olarak bunu olumlu bir gelişme olarak görmüyoruz. Bu dönemde Türk dış politikasında gelecek, diğer aktörler ve yumuşak güç unsurlarının etkinliğine dair
1
Akif Beki, “Davutoğlu'nun 'ben' idraki”, Radikal,15 Haziran 2010
ÖZEL RAPOR
Bütün ödevler bize “Komşularla sıfır problem” şiarı müzmin sorunları çözmek için çaba harcamaya açık olmak olarak anlaşıldığında sorunlu değildir. Ama “sıfır problem” bir tür din haline geldiğinde muhataplarımızda esas sorunlu taraf bizmişiz, biz inadımızdan, statükoculuğumuzdan vazgeçersek sorunlar çözülecek algısı yaratmakta ve “bütün ödevleri bize vermektedir.” Bu belki Davutoğlu'nu kendisi için değilse bile AKP için eski düzenle hesaplaşmanın, onu yabancılara şikâ-
3
yet etmenin, kendisinin niye daha tercih edilir olduğunu göstermenin bir aracı olarak da kullanılabiliyor. “Hep bir adım önde olmak” sloganı hasımlarımızda Türkiye'nin ödün vermeye, geri adım atmaya çok hazır olduğu algısı yaratıyor. AKP döneminde Türkiye'nin on yıllardır savunduğu birçok tezden aniden vazgeçebildiği çoksayıda örnek mevcuttur. Bu durum, eski pozisyonların doğruluğu ve yanlışlığı bir tarafa, muhataplarımızda Ankara'nın ileride mevcut pozisyonlarından da vazgeçebileceği algısı yaratıyor olabilir. Yukarıdaki yaklaşımla Türkiye bir ödün verdiğinde, karşı taraf ya bekliyor, ya kolayca geri çekebileceği sınırlı ve kozmetik bir ödün veriyor. Bu süreçte Batı müdahale etmekte ve Türkiye'ye “sıranın kendisinde olduğunu”, aksi takdirde, örneğin AB üyelik sürecinin yara alabileceğini hatırlatmaktadır. Türkiye buna biraz direndikten sonra ilave bir ödün daha vererek karşılık verilmekte ve bu arada ,”salam taktiği” ile Türkiye'nin diplomatik mevzileri yavaş yavaş geriletilmektedir.
Her şey kazan-kazan değil Başbakan Erdoğan'ı “kazan-kazan” kavramı ile tanıştıran kişi Türkiye'ye büyük bir kötülük yapmış olabilir. Çünkü anlaşılan kendisine dış politikadaki her konunun böyle olmadığı söylenmeyi unutulmuştur. Hatta denebilir ki, dış politikada meseleler genelde “kazan-kaybet”tir. “Kazan-kazan” da bile getiriler her zaman eşit değildir. O zaman bile “nispî kazanımlara” (“relative gains”) bakmak gerekir. Devlet adamlığı hangi konunun “kazan-kazan”, hangilerinin “kazan-kaybet” olduğunu tespit etmektir. Aşırı “iyi” olmak dış politikadan sertlik, bencillik ve “kötülük” unsurunu kaldırmakta ve onu iğdiş etmektedir. İnsan özel hayatında istediği kadar “iyi”, yardımsever, “öbür yanağını da dönen” biri olabilir. Bunun olumsuz
4
sonuçlarına ve maliyetine sadece kendi katlanır. Ama çıkarlarını koruma sorumluluğu ile seni seçen insanların menfaatlerini riske atarak aşırı “iyi” ve yumuşak olunursa bu sadece bir hata olmanın ötesinde bir sorumsuzluk ve bencillik olarak görülebilir. Kaldı ki, özellikle Başbakan, başka konularda aslında kolaylıkla sert, acımasız ve hatta kindar olabildiğini kanıtlamıştır. İş dış politikaya geldiğinde ise bu tür örnekler sınırlıdır.
Bencillik açığı Türk dış politikasının daha bencil olması lâzımdır. Tanımlanması kolay olmayan bir genel ve kolektif çıkara bu kadar atıf yapılması ve bunun için bu kadar enerji harcanması sorunludur. Dış politikada tutarlılıkta ısrar etmek doğru değildir. Türkiye gibi bir ülkenin iki, üç hatta daha fazla sayıda standardı olmalıdır. Türkiye, bugün böyle dediğine yarın farklı diyebilmeli ve kendine hak gördüğünü başkasının yapmasına karşı çıkabilmelidir. Ahlâkî kural ve “pozların” Türk dış politikasının önündeki seçenekler, kullanılacak araçlar ve tutturulacak söylem üzerindeki etkisi sınırlı olmalıdır. Tutarlı ve ahlâklı dış politikanın somut getirileri ve prestiji, onun seçenekleri kısıtlayarak neden olduğu maliyetten daha fazla değildir. Dış politikada “ahlâk düşkünlüğünün” ciddî somut bedelleri olabilir. AKP Hükümeti bazen dış politikanın amacı dünyadaki haksızlıklara, eşitsizliklere ve kötülüklere karşı mücadele etmekmiş gibi davranmaktadır. Halbuki, dış politikanın tek değilse bile en büyük önceliği Türk devletinin varlığını, bütünlüğünü ve vatandaşlarının refah, güvenlik ve saygınlığını korumak ve ilerletmek olmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasını yönetenlerin en temel sorumluluğu “insanlığa”, ahlâk kurallarına ya da “İslam dünyasına” değil Türk milletinedir. “Aşırı ahlâkçı” bir dış politika ahlâkî olmaya-
ÖZEL RAPOR
bilir. Çünkü Türk dış politikasını yönetmeye talip olanların sorumluluğu Türk halkı ve devletinin çıkarlarını korumak ve ilerletmek olmalıdır. “İnsanlığın” ya da İslam'ın iyiliği ya da benzeri ulvî amaçlar için çalışmak isteyenler bunu “özel kapasitede” yapmalıdır.
Egemenlik eski moda değil AKP döneminde yabancı devletlerin Türkiye'nin egemenliğine ve iç meselelerine müdahale etmelerine sık sık göz yumuldu. Egemenliği ve bağımsızlığı kıskançça korunması gereken değerler değil de, imkansız, anlamsız, eski moda şeylermiş gibi gören liberal yazarların büyük ölçüde etkisinde kalındı. Örneğin, Barack Obama'nın TBMM konuşması Türkiye'nin içişlerine yönelik açık müdahaleler içeriyorken Hükümet buna sessiz kaldı. Obama'nın, bu tür bir konuşmayı, örneğin Keşmir sorunu konusunda Hint Parlamentosu'nda ya da Batı Trakya'daki Türkler ile ilgili olarak Yunan Parlamentosu'nda yapabileceğini düşünmek zordur. Buna rağmen Amerikan Başkanı'nın Türkiye'nin iç meseleleri ile ilgili TBMM'de bu şekilde konuşabilmiş olmasının AKP ve Obama'nın ötesinde nedenleri olduğu söylenebilir. AKP özellikle ilk döneminde içeride güçlü kurumlara karşı dış destek ihtiyacı içinde olmuş ve bu durum onu kendisini Batı'ya karşı “mecbur” duruma düşürmüştür. Bu dönemde Parti'nin “ABD ile bozuşma, AB'ye takıl ve TÜSİAD'ı korkutma” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşımı olmuştur. Bunun Türkiye'nin dış politikası için yarattığı bazı sakıncalar olmuş ve AKP bu dönemde kendi içinde bazı liberal prensip ve sloganlarla allayıp pullayarak ve meşrulaştırarak Batı'ya karşı tavizkar bir yaklaşım geliştirmiştir. Elbette AKP'ye “normal bir parti” muamelesi yapmayarak onu buna zorlayanlar da sorumludur ve AKP'nin yukarıdaki yaklaşımı “anlaşılabilir” ama yine de “affedilemez.”
İslam dayanışmacılığı AKP dış politikasında pan-İslamizm değilse bile İslam dayanışmacılığının ve bir parça “Arapçılığın” rolü olduğu açıktır. Hükümet Müslüman olmayan birçok aktörle de ilişkileri geliştirmiştir ama yine de Müslüman ülkelere ve meselelere karşı daha büyük bir ilgi göstermiş, bunlar için bedeller ödemeye daha hazır olmuştur. Sudan ile ilgili “Müslümanlar soykırım yapmaz” söylemi bunun en çarpıcı örneğidir. Ayrıca Hamas'ın barış sürecine bir şekilde entegre edilmesi gerektiği ve Fetih'in ciddî kusurları olduğu doğru olmakla birlikte açıkça Hamas'ın Fetih'e tercih edildiği şeklinde yanlış bir görüntü vermenin AKP'nin İslamcı kökleri ile ilişkili olduğu söylenebilir. AKP'nin ideolojik köklerinde bir parça anti-semitizm olduğu bilinmesine rağmen bunun mevcut Hükümet'in uygulamaları ve dünya görüşüne ne kadar yansıdığını tespit etmek kolay değildir. AKP Hükümeti ilk baştan itibaren İsrail'e mesafeli durmuş ama meselâ ABD'deki Yahudi örgütleri ile yakın ilişkiler kurmaya özen göstermiştir. Türkiye Orta Doğu'da geçmişe kıyasla daha aktif olarak ama özellikle İsrail konusunda bu kadar köşeli bir tavır almadan da – aynı derecede olmasa da- ekonomik ilişkilerini ve etkisini arttırabilirdi. AKP dış politikasında görülen başka bir kusur da, dostlara sert düşmanlara ise yumuşak yaklaşımıdır. Türki-
ÖZEL RAPOR
ye'ye özel duygusal ilgi gösteren dost ülke ve aktörler AKP döneminde Türkiye'nin karşısındaki birçok aktör kadar ilgi ve “şefkat” görmemiştir. Bu listede Azerbaycan, Rauf Denktaş, Derviş Eroğlu ve Iraklı Türkmenler sayılabilir. Bu aktörlerin eleştirilebilecek birçok yönleri vardır. Ayrıca Türkiye dostlarıyla da eleştirel bir ilişki içinde olabilir ve onlarla pazarlık edebilir. Ama yine de bu tür oyuncuları “kırmanın” akıllıca olduğunu söylemek zordur. AKP'nin dış politikada meseleler uzak, soyut, “ahlâkî” olduğu zaman aslan kesildiğini, ama konular yakın, somut ve direk olduğunda, “eski” olduğunda ve sağlıklı bir bencillik gerektiğinde ise yumuşak, tavizkâr, ilgisiz olduğunu söylemek büyük bir haksızlık olmayabilir. Hükümet Gazze, Sudan ve bir ölçüde anlaşılır şekilde İran gibi konularda Batı ile bozuşmayı göze alabilmiş ama Kıbrıs, Ermenistan, K. Irak ve PKK gibi konularda Batı'nın kendisine çizdiği çizgileri ve reçeteleri büyük ölçüde kabul etmiştir. Süleymaniye olayından sonra ABD'ye “nota çekilip çekilmediğini” soranlara “müzik notası mı?” diye cevap verebilen Başbakan Davos'ta Türkiye'yi birinci dereceden ilgilendirmeyen bir konu için münakaşa çıkarabilmiştir.
Sollama beni, sollarım seni Başkalarının meselelerini fazla kurcalamak “onları da senin yaralarını kaşımaya” yönlendirebilir. Başkalarının davranışlarını aşırı ahlâkçı, legalist, duygusal ve popüler dille eleştirmek başkalarının da bizim davranışlarımızı benzer bir anlayışla mikroskop altına koymasını beraberinde getirebilir. Başkalarından yüksek standartlar talep etmek bizi de benzer baskılar altına alabilir. Örneğin, İsrail'in her güç kullanımına karşı çıkmak, K. Irak'ta güç kullanman gerektiğinde –iki olay arasında çok ciddî farklar olsa bile- Türkiye'nin de güç kullanımının eleştirilmesini beraberinde getirebilir. İkisinin aynı şey olmadığı düşünülür, söylenir ve yapılması gerekenden vazgeçilmezse sorun sınırlı kalır. Ama başkalarının ne dediğine çok önem veren bir bünyemiz olursa o zaman bu durum Türkiye'yi güç kullanman gerektiğinde bile eleştirilmek ve “ayıplanmak” korkusuyla seçeneklerini kendi kendine kısıtlamaya götürebilir. Kendi sorunlarını unutup başkalarının derdi için kavga edebilmek (PKK'ya karşı bir şey yapmazken Gazze için İsrail ile bozuşabilmek …). Örneğin, Barzani'nin PKK'ya karşı hiçbir somut adım atmamasına rağmen ve adım atacağına dair bir vaatte dahi bulunmazken niye Ankara'ya davet edilip özel ilgi gördüğü anlaşılır gibi değildir. Seymour Hersh'ün New Yorker'da yazdığı gibi Abdullah Gül İsrail'in PKK'ya yardım ettiğini düşünüyor olmasına rağmen o zaman İsrail'e son dönemde gösterilen tepki gösterilmemişti.
Arabuluculuk saplantısı Davutoğlu'nun arabuluculuğa olan özel ilgisinin Türkiye için bazı getirileri olmuş olabilir. Bu rolün Türkiye'ye prestij kazandırmak, söz konusu çatışmaları daha iyi “çalışmak ve anlamak” ve sonuçlarını etkileme şansı elde etmek gibi getirileri olabilir. Ama arabuluculuğu bir tür saplantı ve hatta müptela haline getirmek bazen liderlerin değerli vaktinin heba olmasına veya Suriye-İsrail görüşmelerinde olduğu gibi başarısızlık halinde taraflardan biriyle ilişkilerin geril-
5
mesine neden olabilir. Ayrıca her türlü çatışmada kendimizi hep tam ortada tanımlamak ve konumlandırmak Türkiye'yi kendi objektif çıkarlarına karşı yabancılaştırabilir. Türkiye'nin çıkarı her çatışmada “tam ortada”, nötr ve renksiz değildir. Ayrıca her çatışmanın sona ermesinin Türkiye'nin çıkarları açısından arzulanır bir şey olduğu da tartışmalıdır. Bunu yüksek sesle söylemek kibar olmasa da, bazı ihtilâfların devamının bizim için sorun olmaması gerekir.
Liberal dogmaların esiri Hükümet dış politikada büyük ölçüde liberal dogmaların ve liberal ezberlerin esiri oldu. Hep “ezber bozmaktan” bahsetti ama kendisi başka ezberlerin kurbanı oldu. Siyasette askerin rolünü sınırlamaya yönelik bakış açısı onu dış politikada da askeri enstrümanları kullanmaktan imtina etmeye yöneltti. Hükümet yumuşak gücün sınırları konusunda yeterince bilgili değil gibidir. Yumuşak güç iyidir ama aynı zamanda sınırlıdır da. “Sadece yumuşak güç kullanacağım” diye tutturmak ise düpedüz “tek elle kavga etmeye” benzer. “Sopa yemek” kaçınılmaz olur. Örneğin, salt yumuşak güçle PKK'yı dağdan indiremezsiniz.
Askeri güce alerji AKP'nin askeri güç kullanmaya karşı çok ciddî bir mesafesi ve hatta alerjisi vardır. Bunun olası nedenleri arasında güç kullanımının ordunun içeride prestij ve etkisini arttırabileceği endişesi, liberal-pasifist-İslamcı dünya görüşü, “geçmişte askeri yöntemlerin hiçbir şey çözmediğine” dair sorunlu varsayım, sınır ötesinde güç kullanmanın bazı Kürt seçmenlerle ve Batılı ülkelerle yaratabileceği sorunlarla “uğraşmak istememe” sayılabilir. Ayrıca hükümet başka ülkelerin güç kullanımını çok kesin ifadelerle eleştirdikten sonra kendisi bu araca yönelmek zorunda kaldığında bile, başka şeylerin yanında belki de “tutarlı olmak adına” da, askeri yöntemlere başvurmaktan kaçınıyor olabilir. Askeri
6
güce ancak Dağlıca saldırısı sonrasında olduğu gibi kamuoyu tepkisi kontrol edilemez boyutlara geldiğinde ve ancak sınırlı ve kozmetik şekilde kerhen başvurulmaktadır. Yanılma payı bırakarak iddia edebiliriz ki, hükümette askeri güç kullanımı, askeri tehditlerle diplomasinin beraber kullanıldığı zorlayıcı diplomasi, caydırıcılık, ambargolar, örtülü istihbarat ve bilgi operasyonları gibi modern devlet adamlığının âlet çantasında mutlaka olması gereken araç ve kavramların tarihi, doğası ve teorisini “çalışmış” tek bir kişi dahi yoktur. Örneğin, Davutoğlu'nu Başbakan'a K. Irak'taki PKK kamplarının vurulması gerektiği konusunda öneride bulunurken hayal etmek kolay değildir. Askeri güce karşı duyulan bu güvensizlik ve mesafe, bu gücün kalitesinin arttırılması konusunda da ilgisizlik olarak kendini göstermektedir. Hükümet terörle mücadelenin askeri boyutunu küçümsedi, bu konuda askerlere ödev vermek, soru sormak, liderlik yapmak, çalışma yapmaktan kaçındı. Her tür askeri yöntemin etkinliğini küçümsemek yerine, ordunun terörle daha etkin mücadele etmesi için hangi yenilikleri yapması, hangi değişikliklere gitmesi gerektiği konusunda kafa yorma yoluna gitmeliydi. AKP Hükümeti Türk ordusunun başta terörle mücadele alanında olmak üzere yeteneklerini geliştirmesi konusunda siyasî iradenin sorumluluğu olan soru sormak, hedef göstermek, “ödev vermek”, hesap istemek ve liderlik yapmak gibi görevleri yerine getirmemiştir. Bu son kusurun salt AKP Hükümetine ait olduğunu söylemek ise haksızlık olabilir. Türk ordusunun da “kendi işlerine karışılmasına” karşı gösterdiği direnç, sivillerin askeri meselelerle ilgili bilgi birikimi, uzmanlık ve personel geliştirememe gibi eksiklikleri sadece son döneme özgü değildir.
Karar alma zaafları AKP'nin dış politikada karar alma süreci ve tarzı ile ilgili yapılabilecek eleştiriler arasında şunlar yer alabilir: Bürokrasiyi istişare ve karar mekanizmalarından dışlamak veya katılımının derecesini düşürmek, ve hatta
ÖZEL RAPOR
“monşer” söylemiyle karikatürize etmek, ona güvenmemek, kadrolaşmak. Bu eleştiriler Dışişleri dahil bürokrasinin bazen sarsılmasının, yönlendirilmesinin, ona “ev ödevleri verilmesi”nin gerekebileceği iddiasına tezat değildir. AKP'nin dış politika yapım ve uygulama sürecindeki diğer kusurları arasında şunlar sayılabilir: Muhalefeti ve Meclisi yeterince bilgilendirmemek, yandaş medya ve düşünce kuruluşları üzerinden sürekli “kendini alkışlatmak”, düşünmeden, sonuçlarını tartmadan, bürokrasi ile istişare etmeden ayak üstü demeç vermeye ve aceleyle karar vermeye eğilimli olmak, yabancı liderlerle kurulan özel ilişki üzerinden diplomasi yapmaya çalışmak ve bilhassa ilk dönemde özel ulaklara (Cüneyt Zapsu gibi) haddinden fazla rol vermek. Son 8 yılda dünyada Başbakan kadar dış seyahat yapan başka bir lider olduğunu düşünmek güçtür. Bu geziler o kadar sık gerçekleşmektedir ki, Başbakan ve ekibinin bu geziler için gerekli hazırlığı yaptığını düşünmek zordur. Başbakan'ın dosyalara çalışmak yerine konuşma yapmayı, ekibini ve bürokrasiyi sorgulamak, onlardan bilgi, fikir, öneri ve uyarı almak yerine içinin ne kadar dolu olduğu tartışmalı zirveler düzenlemeyi ve ziyaretler yapmayı yeğlediği görüntüsü oluşmaktadır. Hükümet zaman zaman “gezmek” ile “çalışma”yı, “konuşmak” ve “aktif olmak” ile sonuç almayı karıştırıyor gibidir. Büyük sansasyon ve “curcuna” ile sunulan gezi ve zirvelerin net etkisi tartışmalıdır. Anlamı ve faydası sınırlı ve şüpheli çoklu zirvelerde çok vakit kaybederken esas pazarlıkların ve “işin döndüğü” ikili zirvelere yeterince hazırlanmadan girilmiştir. Gerekli zihinsel ve bürokratik hazırlık yapılmadan gerçekleştiren gezilerin “kaçırılan fırsat maliyeti” olmuş olabilir. Buna karşılık dış politikanın “bir süreç olduğu ve her zaman kısa vadede “hemen” sonuç alınamayabileceği savunması yapılabilir. Dışişleri Bakanı çok gezebilir, müzakere edebilir, politikanın satıcısı ve “yüzü” olabilir. Ama birilerinin de “evde oturup” koordinatör ve” trafik polisi”, plânlamacı ve stratejist, kriz yöneticisi ve “itfaiyeci” ve Başbakan'ın yakın danışmanı olması gerekir. Anlaşıldığı kadarıyla Davutoğlu bu rollerin hepsini birden oynamayı istemektedir. Amerikan bağlamında söylersek hem Dışişleri Bakanı hem de Ulusal Güvenlik Danışmanı olmayı istemektedir. Halbuki bu rolü, yetenekleri ve egosu Davutoğlu'ndan belirgin derecede daha büyük olan Kissinger bile tam başaramamıştı. Davutoğlu'nun sadece stratejik ölçekte değil bürokratik ve kişisel olarak da “ayağını yorganına göre uzatmadığı” ve “havada haddinden fazla sayıda topu çevirmeye çalıştığı” söylenebilir. AKP Hükümeti dış politikada geçmişin başarılarını ve kazanımlarını ve kurumsal birikimini küçümseme eğilimindedir. Türk dış politikası geçmişte birçok dramatik hatalar yapmış, gelen bazı tehlikeleri görememiş, kendini uzun süreler boyunca ABD'nin otomatik pilotuna bağlamış olabilir. Ama geçmişi sadece statükoculuk, hayal gücü, beceri, cesaret ve iyi niyet eksikliğinden ibaret görmek de büyük bir haksızlıktır. Örneğin, haklı ve gerekli olmasına rağmen Kıbrıs Harekâtı gibi bir şeyi mevcut Hükümet'in yapmaya cesaret edeceğini sanmıyoruz. Ayrıca Hükümetin Batı'da görülen örneklerden farklı olarak eski başbakanlar, eski dışişleri bakanları ve büyükelçilerin tecrübelerinden istifade etmek yoluna hiç gitmediği görülmektedir. Türkiye'de Baş-
ÖZEL RAPOR
bakan ile iki ana muhalefet liderinin periyodik olarak bir araya gelmesi hatta ve belki de bu liderlerin Milli Güvenlik Kurulu'na dahil edilmeleri uygun olabilir. AKP birçok sorunları olan eski MGK'yı reforme etmek yerine onu iğdiş etmeyi tercih etmiş ve bu kurumu bir anlamda eski ASAM gibi bir tür think-tank olmaya mahkûm etmiştir. AKP hükümetinde zaman zaman muhalefet veya ordu bir şey diyorsa tam tersini yapmak yönünde bir eğilim olduğu söylenebilir. Ayrıca kendisine yönelik eleştirileri milli meselelerin iç politika malzemesi yapılmaması gerektiğini söyleyerek savuştururken kendisi “Davos olayı” dahil birçok konuda tam tersini yapabilmektedir. Bunun da ötesinde, 1 Mart'ta Tayyip Erdoğan'ın isteği tezkerenin geçmesi iken sonradan tezkerenin reddinin siyasî rantını yemekten de geri kalmamış olması da enteresandır. Ayrıca Hükümetin kendi performansını kritiğe tabi tutmamak, özeleştiri yapmamak, hatasını kabul etmemek gibi kusurları olduğu söylenebilir. Dış politikada kendisi gibi düşünmeyenleri “Ergenekoncu” ve “İsrail avukatı” diye suçlamak bir tür alışkanlık haline gelmiştir. İktidara gelen partiler kendi bakış açılarını ve hatta ideolojilerini dış politikaya kısmen taşıyabilmelidirler. Ama burada bir sınır da olması gerektiği söylenebilir. Hükümet zaman zaman tabanını Saadet Partisi'ne kaptırmamak için dış politikadaki söylemini ve uygulamalarını bunun Türkiye için yaratabileceği riskleri bile bile değiştirebilmektedir. AKP dış politikada muhafazakâr değil AKP'nin dış politikada muhafazakâr olduğunu söylemek mümkün değildir. Tam tersine bu partinin devrimci ve köktenci olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Bu ifadeler bazı kulaklara takdir gibi gelebilir. Bizim niyetimiz tam tersidir. Batı'da anlaşıldığı şekliyle gerçek muhafazakârlık soyut kavramlara şüpheyle yaklaşır, değişimin sınırlı ve zamana yayılmış şekilde yaşanması gerektiğini düşünür, eldeki biri potansiyel ikiden daha değerli görür. Halbuki AKP'nin dış politikası böyle midir? Muhafazakârlıktan sadece dini değerlere daha fazla önem vermek değil de, ölçülü, dengeli ve mütevazi olmak, değişime sağlıklı bir şüphecilikle yaklaşmak ama onu tamamen dışlamadan küçük porsiyonlarla almak (tedricilik “gradualism”) gibi karakter ve yaradılış eğilimleri kastediliyorsa, AKP dış politikada muhafazakâr değildir. AKP özellikle Orta Doğu'da “daha olmadan oldum diye havalara girerek” “dost ve düşmanın” açık veya gizli tepkisini çekiyor olabilir. Burada şunu da itiraf etmek gerekir ki, sizin yükselen rolünüz ve gücünüzle böbürlenmenizin bazen kendi kendini doğrulayan bir öngörü olma etkisi de (“self-fulfilling prophecy”) söz konusu olabilir. Aslına bakılırsa, bunun olumlu etkisiyle negatif sonuçlarını net olarak ölçmek kolay olmayabilir. Ama yine de, böbürlenmek yerine, “bırakalım başkaları bizi övsün” yaklaşımı daha sağlıklıdır. Böylelikle muhtemelen daha az korku, haset, şüphe, “sürtünme” ve direnç yaratırsınız. Belki Davutoğlu'nun Çin'in yavaş yavaş ve “çaktırmadan” yükselme politikasından öğreneceği şeyler olabilir. Türkiye'nin Afrika ve G. Amerika açılımlarının başta ticaret olmak üzere önemli sonuçları olmuş ve özellikle Afrika'ya yönelik ihracatın 10 milyar dolar seviyesine ulaşmasında Hükümetin övgüye değer çabalarının rolü büyük olmuştur. Ama Hükümetin Türk dünyası ile ilişkilere
7
benzer ilgi ve mesaiyi harcadığını ve heyecanı duyduğunu söylemek zordur. Bunda Türkçülüğe mesafeli olmak gibi ideolojik nedenlerin rolü olmuş olabilir. Ayrıca, Türk cumhuriyetlerle ilişkilerin şampiyonluğunun milliyetçilerin tekelinde olduğu görüntüsü, AKP dahil diğer çevrelerin bu ülkelerin Türkiye'nin çıkarları için objektif değerini ıskalamasına neden olmaktadır.
dur. Ancak bunun derecesi, nedeni, yönetilmesi ve tarzı tartışmalıdır. AKP döneminde Ankara zaman zaman Batı'nın “direktiflerine” karşı koyabilmek cesaretini göstermiştir. Ama bunu her zaman doğru şeyler için yapmamıştır. Türkiye, “jeopolitik bağımsızlığı”nı ancak mücadele ederek kazanabilir. Bunun kolay, hızlı, bedelsiz ve sınırsız olması beklenmemelidir. ABD'den bağımsız olmak için onun her politikasına, hemen ve tamamen karşı çıkmak da doğru değildir. Türkiye'nin ABD'den ayrı düşebileceği ve hatta düşmesi gereken konular olabilir. Ama bunların sayısı ve şekli sınırlıdır. Bu nedenle Türkiye, ABD'ye karşı tutum alması gereken konuları çok iyi belirlemelidir. Bu konular seçilirken dikkate alınması gereken kriterler insanî, dinî, hukukî ve duygusal değil, millî ve somut olmalıdır.2
AKP dış politikasının “kendi çalıp kendi oynayan”, “boyundan büyük işlere kalkışan”, “ağzına çiğneyebileceğinden fazla lokma atan” ve “kornerde rakip kaleye gol atmak için giderken kalesinde gol gören kaleci” misali boyutları olmuştur. Türkiye'nin insan kaynaklarının bu tür ihtiraslı bir dış politika için yeterli olup olmadığı tartışmalıdır. Buna cevap olarak “denize atlamadan yüzme öğrenilmeyeceği”,Türkiye'nin değerlendirilmeyen insan potansiyelini harekete geçirmek için bunun bir fırsat olduğu da iddia edilebilir. AKP'nin dış politikada “tercih yapmak zorunda değiliz” diye özetlenebilecek bir refleksi vardır. “O da olsun, bu da.” “Her şey mümkün.” Öncelikler ya telâffuz bile edilmiyor ya da edilse bile uygulanmıyor. “Hatt-ı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh da “stratejik derinliktir”. Bütün çıkarların ve değerlerin aynı anda korunabileceği varsayılıyor. Halbuki, yönetmek seçmek demektir (“to govern is to choose”).
Eksen kayması Batı'dan kopma ve eksen kayması son dönemin en çok tartışılan konusudur. Mutlak bir savrulma değil de bir derece meselesi olarak görüyorsak eksen kayması gerçektir, gereklidir, kaçınılmazdır ve olumlu-
8
Sonuç AKP'nin ve Ahmet Davutoğlu'nun Türk dış politikasına getirdiği yenilikler ve yaptığı katkıları küçümsemek niyetinde değiliz. Bunları takdir etmekten ve bir ölçüde sahiplenmekten kaçınmamak gerekir. Ancak Hükümetin dış politikasındaki sorunları da göz ardı edemeyiz. AKP'nin de dış politikasıyla ilgili olarak yapılan eleştirileri otomatikman reddetmemesi ve onları kötü niyet, cehalet ya da ön yargı ürünü görmemesi gerekir. Farklı tarzları olmasına rağmen Erdoğan ve Davutoğlu'nun eleştiriye karşı savunmacı bir tavır içinde olduklarını söylemek yanlış olmayabilir. Bu tavır Başbakan'da kolaylıkla saldırgan boyut da kazanabilmektedir. 2
Şanlı Bahadır Koç, “Türk-Amerikan İlişkileri: İkinci Bahar mı? Sonun Başlangıcı mı?” Stratejik Analiz, Haziran 2006. s. 21
ÖZEL RAPOR