60′ların hürriyet kuşağından 68′lerin devrim kuşağına gençlik hareketleri 27 Mayıs 1960 öncesi genel durum Konumuz, gençlik hareketleri ve bu hareketlerin sebepleri üzerine kafa yormak, süreci anlamak ve günümüze ışık tutmasını sağlamak, ancak gelin biz yazımızı biraz geriden başlatalım. 1938’de Mustafa Kemal Paşa’nın ölümü ile yeni bir dönem açıldı diyebilir miyiz? Evet, deriz! Bizim literatürümüzde Ulusalcı-Kemalist aydınlarımızın çok sevdiği, sıklıkla kullandığı “Karşı Devrim”in 1950’li yıllarda, DP iktidarı ile başladığına dair bir fikir vardır ki yazıyı 38’den başlatmamın nedeni de budur aslında. Çünkü biz artık biliyoruz ki karşı devrim, DP iktidarı ve kurucu kadroları ile değil, Mustafa Kemal gözlerini kapadığı andan itibaren, içinde kendi silah arkadaşlarının da bulunduğu bir süreç ile başlamıştır. 1947’de, ABD başkanı Truman’ın, Türkiye ve Yunanistan’a, olası bir komünizm tehlikesine karşı, komünizmle mücadele amaçlı yardımı, bu süreç için önemli bir dönüm noktasıydı. Bu amaçla ilk iktisadi açık ve arkasından gelecek olan ikinci bir kapitülasyon sürecine benzer ekonomik bağlılığın ilk sinyalleri verilmişti. Bu aşamada gerek Stalin önderliğindeki SSCB, gerekse 2. Paylaşım Savaşı sonrası dünyayı şekillendirmeye ant içmiş olan ABD ve İngiltere’nin amaçları, sürece giden yolda önemli etkenler olmuştur. Avrupa’daki ülkelerin birer birer sosyalizmi benimsemesi karşısında, coğrafik ve politik önemi bulunan iki ülke; Türkiye ve Yunanistan, ABD için cazibe merkezi haline gelmişti. Türkiye 2. Paylaşım Savaşı’na katılmasa da ekonomik yönden etkilenmiş, Yunanistan’da ise zayıf merkezi hükümet ile komünist gerillalar arasında savaş baş göstermişti. Artık ABD’nin duruma müdahale etme zamanı gelmişti ve ne yazık ki İnönü önderliğindeki Türkiye, Truman Doktrini ile kendisinden sonra Menderes sayesinde tepe noktasına ulaşacak olan bir sürecin ilk adımlarını da atmış oluyordu. Nihat Erim’in Ulus gazetesindeki yazısı aslında durumu en iyi şekilde özetliyordu: Şimdi Truman’ın ağzından dünyanın en kuvvetli cumhuriyetinin bizim yanımızda yer aldığını öğrenmiş bulunuyoruz. Bu vaziyet alış bizim için sürpriz olmamıştır.”
(Truman Doktrini kapsamında Türkiye’ye verilen yardımlar.) Sonrasında gelişen olaylar ise daha vahimdir. CHP iktidarı, “fomünizm tehlikesi” üzerine verilen bu yardıma karşılık, ülkede bir komünist avı başlatır. Zaten kendilerini gizlemeye bile gerek duymayan bir avuç sosyalist ve komünist için zor günler bu kararla başlamıştır. 4 Aralık 1945’te, iktidardaki CHP’nin gençleri Tan Gazetesi’ni, ABC ve Yeni Dünya kitapevlerini basar, matbaa makinelerini yerle bir eder. Bu “av mevsiminin” toplumun aydınlık yüzü olan üniversite ve öğretim elemanlarına uğraması şaşırtıcı olamazdı. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğretim üyeleri başta olmak üzere, birçok akademisyen açığa alınır. Pertev Naili Boratav,
Behice Boran, Adnan Cemgil ve Niyazi Berkes bu doğrultuda görevlerinden uzaklaştırılır. Artık iktidar küçük bir yardım için kendi evlatlarına kıymaya başlamıştır. Truman doktrini ile açılan yarık, Marshall planı ile biraz daha açılacak ve ekonomik bağımsızlığa elveda denilen bu yolda bir adım daha atılmış olacaktı. 2. Dünya Savaşı sonrası ekonomik çalkantılarla kötü günler geçiren Avrupa ülkelerini şekillendirmek isteyen ABD, aslında bu yardım planına Türkiye’yi dahil etmemişti. Ancak Türk hükümeti buna çok üzülmüş olacak ki, kendi başvurusunu kendi yaparak yardım isteğinde bulundu! Bu sırada Türkiye’den Washington’a rapor gönderen ABD büyükelçiliği, Türkiye’nin askeri gücü ve iç düzeni bakımından önemini Amerikan idarecilerine (darbecilerine) iyi anlatmış olacak ki, karar değiştiren ABD, daha Avrupa İktisadi İşbirliği Antlaşması imzalanmadan Türkiye’yi Marshall Planı içine almaya karar verdi ve 4 Temmuz 1948 tarihinde ABD ile Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalandı. Tüm bu olanlar aslında şaşırtıcı değildi. Tabii ki sonrasında gelecek olanlar da! CHP, özellikle tek parti döneminin sonlarına doğru, propagandasında dinsel vurguya karşı liberalizmi öylesine öne çıkarmıştı ki, nerdeyse Atatürk devrimleri yeniden yorumlanıyordu. Bu vurgu, Demokrat Parti (DP) ve öteki muhaliflerin İslamcılık sesine karşı bir anlayışı temsil ediyordu sözüm ona. Yükselen İslamcılık vurgusunun karşısında liberal laiklik! Peki çözülmenin, irade kaybının başlangıcı olan bu liberal laiklik neydi, neler yapıyordu? •
• • • •
Daha önceki dönemlerde devletin okullarından kaldırılmış olan din dersleri, 1946’da gerçekleştirilen 7. CHP Kurultayı’nda teklif edilen ve kabul gören bir anlayışla 1948 -1949 ders yılından başlayarak ilkokulların 4. ve 5. sınıflarında, öğrenci velilerinin isteğine bağlı olarak, program dışı okutulmaya başlandı. Aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı, imam ve hatip yetiştirilmesi için 10 aylık kurslar açtı. Devletin diğer organları da bu çözülmeye ortak olarak, Hacca gideceklere (savaş sonrası ekonomiyi göz önünde bulundurun) döviz izni vererek, umudu kırık seçmeni etkilemeyi denedi. Topraksız köylüye yönelik 1945 tarihli Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, zaten hiçbir zaman uygulamaya geçilmemesine rağmen, 22 Mart 1950 gün ve 5618 sayılı yasayla CHP tarafından yürürlükten kaldırıldı. 1950 seçimlerine sadece iki ay kala, 1925 yılında büyük gürültülerle (yüzlerce insan idam edilerek) çıkarılmış olan tekke-Zzaviye ve türbelerin kapatılmasına dair kanunun 1. maddesi değiştirilerek, Milli Eğitim Bakanlığı’nın öngördüğü, 19 türbe halka açıldı (!)
Eğitim ile türbelerin, dinin ne gibi bir ilişki içinde olacağını o güne kadar anlamayanlar, bugün içinde bulunduğumuz dönemi, cemaat-biat kültürünü ve okullarıyla, yurtlarıyla, binlerce vakıf ve dernekleri ile Türkiye’nin, Cumhuriyet’in tasfiyesine girişmiş yapılanmayı yıllar sonra anlayacak ve tadacaktı.
Demokrat Parti dönemi Tüm bunlar olurken bir yandan da çok partili sisteme geçiş sancıları sürmekteydi. Demokrasinin olmazsa olmazı çoğulculuk ve çok partili hayata geçişin ilk sinyalleri, Türkiye’de, CHP dışında başka siyasal partilerin de gerektiği yolundaki ilk ciddi açıklama, ne hikmetse Birleşmiş Milletler Örgütünün kuruluşu için San Fransisco’da bulunan Türk heyetinden gelmiştir(!) San Fransisco’daki Türk temsilciler artık Türkiye’de demokrasinin kurulacağını açıklamışlardır. Sonrası malum. DP iktidarı geldi. Zaten kendinden ve devrimlerinden taviz vermiş ve yanlış bir yol izlemiş CHP’nin ardından iktidara gelen DP; kafası karışık, bir çıkış yolu arayan, yoksul ve toprağa bağlı halkı “din sömürüsü” ile etkilemekte pek fazla zorlanmadı. İlk adımları İnönü zamanında atılmış revizyonları bu sefer bunlara dört elle sarılmış bir hükümet uygulamaktaydı. •
•
ABD ile imzalanan ikili anlaşmaların -ne hikmetse- 1 yıl sonrasında Kore Savaşı patlak vermişti. 2. Paylaşım Savaşı sonrası iki güç elinde şekillenmeye başlayan dünyanın, “Soğuk Savaş” olarak nitelendirdiğimiz aşaması artık resmen başlamıştır. İşin enteresan yanı NATO’ya üye olmadığımız halde, birilerine yaranmak için(!) 4500 askerimiz Kore Savaşı’na gönderilir. 700 küsur ölü, 2000’in üzerinde yaralı verilir. Mükâfat ise NATO asil üyeliğine kabul edilmek olur(!) (Dünün okyanus ötesi sevdalıları NATO’ya böyle destek verirken, günümüzdekiler ise “Ne işi var NATO’nun Libya’da” demesinden hemen sonra meclisten yetki çıkarıp Libya’ya, NATO kuvvetleri ile asker gönderiyor). l954 yılında imzalanan “Askeri Kolaylıklar Anlaşması” ile ABD artık Türkiye’de fiili bir güç durumundadır. Bu anlaşmaya göre Türkiye topraklarının, Amerika tarafından, barışta ve savaşta kullanılması için her türlü kolaylık sağlanacaktır. Yani Türkiye toprakları üzerinde üs, tesis, çeşitli mevziler açılması, buralara Amerikan askeri ve sivil personelinin yerleştirilmesi, kendi güvenlikleri için gerekli tedbirlerini almaları gibi kolaylıklar sağlanmaktadır. Yine buraların işleyişi ise tamamen Amerika tarafından belirlenmektedir. Bu üsler içerisinde müşterek kullanılması gerekenler de vardır. Ama buradaki Türk askerleri kendilerini başka bir ülkede gibi sanırlar. ABD ile yapılan anlaşmaların ardından Kurtuluş Savaşı’nın “milli” ordusu, ABD ordusuna benzetilmeye çalışılırken; geri teknoloji ve eski silahlarla ordu donatılmaya, personel ve işleyişte aynen uygulanmaya başlanır. Hatta “Küçük Amerika” olma hayalleri askerleri de sararken Yankee orduları “kardeş ordu” olup çıkmıştır. Böylece sonu olmayan bir uşaklığın köşe taşları işte böyle döşenmeye başlandı.
•
•
Truman doktrini ile emeklemeye başlayan, Marshall Planı ile yürümeye kalkan dış borçlanma DP iktidarında şahlanmış, artık sahneye IMF çıkmıştır. Yabancı Sermaye Kanunu, Yabancı Sermayeyi Teşvik
•
•
•
•
• •
Kanunu ve Petrol Kanunu birbiri ardına çıkarılırken, bir yandan da borçlanma tam gaz ilerlemektedir. Bu konu ile ilgili en “çıplak” ifadeyi ünlü Amerikan tekeli Rockefeller’in patronu olan Nelson A. Rockefeller, dönemin ABD Başkanı Eisenhower’e 1956 yılında yazdığı o tarihi mektubunda şöyle anlatıyor: “Birinci gruba; bizimle dost olan ve bize uzun süreli, sağlam askeri paktlarla bağlanmış olan anti-komünist hükümetlerin iktidarda olduğu ülkeler girer. Bu ülkelere yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri nitelikte olmalıdır. OLTAYA YAKALANMIŞ BALIĞIN YEME İHTİYACI YOKTUR.” Artık ‘Sol’un kökünün kazınma vakti de gelmiştir. Seri tutuklamalarla yüzünü aydınlığa çevirmiş kim varsa tutuklanmaya başlanır. Bu arada milliyetçiler, Komünizmle Mücadele Dernekleri ve benzeri örgütlenmeleri ABD fonları ile kuracak, ABD’ye minnet borçlarını ise ABD bayrağı önünde poz vererek ödeyeceklerdir. (Bu arada bu komünizm ile mücadele derneklerinin Erzurum ayağında, o dönem basit bir vaiz olan adam kimdi sizce? Rabbime sordum: Fethullah Gülen dedi(!)) Dini siyasete alet etmek bu dönemde DP iktidarının en sık başvurduğu yöntem olacaktır. Bir yandan “Siz isterseniz Hilafet’i bile geri getirebilirsiniz” derken, bir yandan Said-i Nursi’ye selamlar gönderilir. Din dersleri önce seçmeli, sonra zorunlu derslere dönüştürülür. “Vatan Cephesi” denen bir sivil halk örgütlenmesi kurularak, toplumu DP iktidarından yana olanlar ve olmayanlar gibi bir fişleme yoluna gidilir. Bu cepheye destek verenlerin isimlerinin tümü radyolarda okunur. Sanki bu cephede olmayanların Vatan’dan yana olmadığı kanısı topluma aşılanır. 1951’de 7 ilde İmam Hatip okulları açılıverir. Bu okulların yapımı ve öğrencilere burs sağlanması İlim Yayma Cemiyeti’nce karşılandığından, bu tür okulların sayısı rüzgar hızıyla arttırılır. 1959’da da bu okullara öğretim üyesi yetiştirmek üzere 4 yıllık Yüksek İslam Enstitüleri açılır. Yüz akımız Köy Enstitüleri 1954’te resmen kapatılır. (Köy Enstitüleri CHP iktidarında işlevsizleştirilmiş, kapıya kilit vurmak DP’ye düşmüştür!) Ezan, 18 yıl sonra yeniden Arapça okunmaya başlanır.
Peki tüm bu olanların karşısında gençlik ne durumdaydı? Gençlik hareketi nasıl bir seyir izlemişti? 60’ların Hürriyet Gençliği: 68 kuşağının ilk kıvılcımları Bu uzun girişi yapmak zorundaydım, çünkü her isyan kendini oluşturan nedenlerin bir birikimi sonucu oluşmaktadır. Etki karşısında tepki doğmaktadır. Yavaş yavaş 60’lı yılların Hürriyet şehidi gençlerinin nasıl ortaya çıktığına dair devam edersek; ilk temas 23 Ocak 1956’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Fikir Kulübü’nün düzenlediği, “Demokraside Parlamento Hakimi Mutlak Değildir” konulu bir toplantıda olmuştur. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes ise, üniversitelerin canına ot tıkayacağını söyleyerek, bu hareketlenmeye karşı tavrını çok net bir şekilde ortaya koyar. Gençlik ve
iktidarı karşı karşıya getiren ilk eylem olarak tarihe geçen bu canına ot tıkama tehditleri, genç çevrede büyük tepkilere yol açar. (Erdoğan’ın da öğrencileri açıktan tehdit ettiği bu günlere ve AKP faşizminin geldiği noktaya ne kadar benziyor değil mi? Her defasında kendilerini Menderes’in takipçileri ilan etmelerine şaşırmamak gerek). Her geçen gün, ülkede DP faşizmi, ayak seslerini biraz daha duyurmaya başlamıştır artık. Olayların çığırından çıktığı nokta ise Tahkikat (İnceleme) Komisyonu adı altındaki baskıcı uygulamanın yürürlüğe konulması olmuştur. Bu komisyon tam yetkiyle donanmış olacaktır (Günümüzün iktidar tarafından özel yetkilerle donatılmış savcılarına bin selam olsun!) ve çalışmalarını yayınlamak zorunda değildir. Yani bu komisyon olağanüstü yetkileriyle bir giyotin gibi Meclisin üstünde kara bir gölge gibi duracaktır.
Bu olaylar ülkeyi özellikle üniversiteli gençliği kaynama noktasına getirmiştir. Artık öğrenci dernekleri yaptıkları toplantılarla tepkilerini dile getirmeye, baskıcı ve diktatörlüğü andıran gidişattan memnun olmadıklarını bildirmeye başlamışlardır. Çok geçmez, 27 Nisan 1960’ta eş zamanlı iki siyasi hareket, uzun zamandır beklenen kıvılcımı tutuşturuvermiştir. Tahkikat Komisyonu’nun olağanüstü yetkilerine dayanarak her geçen gün artan baskısı, artık üniversiteleri ve gençliği de vurmaktadır. Sesi çıkmayan bir toplum içinde 3 maymunu oynamayacak kadar gerçekçi ve tüm olanlara sessiz kalmayacak kadar cesur olan tek bir kesim vardır artık, o da gençlik. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğrenci Derneği’nin Beyazıt Beyaz Saray toplantı salonunda düzenlediği öğrenci kongresi polisler tarafından basılır ve öğrencilerin coplanması son damlayı da taşırmış, ertesi gün tüm yurtlarda ve eğitim kurumlarında büyük bir miting yapılacağı duyurulur. 28 Nisan 1960 gününün sabahı, Hukuk Fakültesi öğrencisi olan Nuri Yazıcı’nın tarihe geçen o sözleri ile direniş başlamıştı: “Hukukun bittiği yerde hukuk okunmaz.” Binlerce öğrenci üniversitenin bahçesinde toplanarak yürüyüşe geçtiğinde “Hürriyet” sloganları İstanbul’u inletmektedir. Artık çanlar DP iktidarı için çalıyor, bir gençliğin uyanması İstanbul sokaklarında sergileniyordu. İktidarın sert müdahalesi gecikmedi. Eli tabancalı polisler hukuk profesörü rektör Sıddık Sami Onar’ı tartaklayıp yerlerde sürüklerler. Tepki gösteren öğrencilerin üstüne gaz bombaları atılır. Ama çevik öğrenciler, gaz bombaları henüz patlamadan aynı bombaları polislere geri gönderirler.
Ardından atlı polislerin gençlere açıktan saldırıları başlar. İşte tam da bu sırada Malatya doğumlu, Orman Fakültesi öğrencisi, henüz 20 yaşında bir genç olan Turan Emeksiz polisin kurşunlarına hedef olarak, oracığa yığılıp kalır. Cumhuriyet tarihinin ilk öğrenci şehididir Turan Emeksiz ve hep 20 yaşında kalmıştır kalbimizde. Onun ardından onlarca yaralı genç serilir yerlere. Hukuk Fakültesi öğrencileri; Cengiz Ballıkaya, Kenan Özten, Hüseyin Onur, Tıp Fakültesi’nden Mevlüt Kurtoğlu, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nden Hüseyin Irmak ağır yaralanırlar. Sol kasığından giren kurşun damarını patlatmıştır Hüseyin Onur’un. Onu, sol bacağını dibinden keserek kurtarabilirler ancak. Kenan Özten’in bacakları tank paletinin altında kalarak parçalanmıştır. Polisler vurdukça öğrencilerden çıkan tek ses: “Hürriyet’tir.” İstanbul olayları 29 Nisan 1960 günü Ankara’ya sıçrar. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri zulme ve diktatörlüğe karşı başkaldırırlar. Bu tepkiye karşılık fakülte binası polislerce kurşunlanır. Olaylar dur duraksız sürerken, gerilim DP hükümetini belki de ilk kez huzursuz eder. 30 Nisan 1960’da İstanbul Sultanahmet’te çıkan olaylarda İstanbul Lisesi öğrencisi Nedim Özpolat da öldürülür. Aynı gün DP hükümeti Ankara ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan eder.
Artık ok yaydan çıkmış, 27 Mayıs’a adım adım yaklaşılırken, DP destekçileri de Ankara’da bir miting düzenlemişlerdir. Buna karşılık olarak gençler misilleme yapmak için, 555K (5’inci ayın 5’inci günü, saat 5’te, Kızılay’da) adında bir miting düzenlerler. Tüm bunların yarattığı huzursuzluk karşısında 19 Mayıs gösterilerinin yasaklandığının açıklanması, ordu ile hükümet arasını iyice germiş, 22 Mayıs’ta sıkıyönetim komutanlığının 5 kişinin bir arada gezmesini dahi yasaklaması, artık 27 Mayıs’ın ayak seslerini halka duyurmaktaydı. Sonrası malum; 27 Mayıs askeri darbesi, 3 kişinin asılması ve 68 gençliğinin de doğmasında büyük rol oynayacak 61 Anayasası’nın kabulü… Buradan da anlaşıldığı üzere, 68 gençliğinin devrim şehitlerine giden süreç bir anda ortaya çıkmadı. 68 kuşağına giden yol, 60’ların “Hürriyet” şehidi gençliğinden ve bu yolda dökülen ilk kanın sahibi Turan Emeksiz ve yoldaşlarından geçmektedir. (Not: Turan Emeksiz ve 28 Nisan olaylarında ölen 5 kişi daha sonra resmi törenle Anıtkabir’e, Atatürk’ün yanına gömülmüştür. 28 yıl sonra, 1988’de ise mezarları Anıtkabir’den alınacaktır. Asıl amaç 12 Eylül’ün 27 Mayıs’tan intikamıdır. Yani bir askeri operasyon sonrası oraya gömülen gençler, başka bir operasyon ile oradan koparılacaktır. Ne de olsa devletin artık onlarla işi bitmiştir(!)) Hürriyet şehitlerinden doğan ateş: 68’lerin devrim gençliği Görüldüğü gibi, 68 gençliği yıllar süren baskı, zulüm ve akıtılan kanların bir birikimi olarak devrimci bir direniş haline, etkiye karşı tepki olarak doğmuştur. Dünyaya da baktığımızda durumun pek farklı olmadığını, Türkiye’deki gençlerin de bu olaylardan etkilenerek hareket ettiklerini görüyoruz. Ayrıca 61 anayasasının getirmiş olduğu özgürlükçü haklar bu oluşumun şekillenmesinde önemli bir etken olmuştur. Fikirsel anlamda dünya literatüründen etkilenen 68 gençliğinin pratikteki ilk eylemleri ise üniversitelerdeki sınav yönetmelikleri, öğretim elemanlarının ve eğitimin kalitesi, kantinlerin işleyişi, öğrencilerin üniversite yönetiminde
rol oynamaması gibi konulara karşı olarak doğmuştur. Bu bağlamda en etken kurumlar ise Fikir Kulüpleri ve Öğrenci Dernekleri olmuştur. Kendisi de 68 kuşağının tanıklarından olan Gökalp Eren’e bir söyleşi sırasında, o dönemin gençlerinin mitingler ve afişler için gerekli olan gelirleri nasıl elde ettiğini sorduğumuzda, bize ilk olarak bu bahsettiğimiz iki kurumdan söz etmişti. Fikir Kulüpleri ve Öğrenci Derneklerinin avantajlarını ve gelir kaynaklarını anlattığında hepimiz şaşkınlığa uğramıştık. Şimdi bu konuya kısaca değinelim. O dönemde öğrenci derneklerinin yönetimini elinde tutmak, bazı cazibelere daha kolay ulaşmak demekti. Öğrenci derneklerinin belli ücret karşılığında öğrencilere verdiği, şebeke denilen kimliklerle, belediye otobüslerinde ve sinemalarda öğrenci indiriminden yararlanılıyordu. Bazı öğrenci gezileri ve spor yarışmaları düzenlemek, korolar kurmak, geleneksel hale getirilmiş bazı gün ve gecelerde çeşitli eğlence programları düzenlemek gibi çalışmalar, öğrenci derneklerinin gelir getirici uğraşı alanıydı. Ayrıca fakültelerin sağladığı fondan yoksul öğrencilere yemek çıkarma organizasyonu ve kantin gelirlerinin bir kısmı da öğrenci derneklerine bırakılmıştı.
Harekete geçen devrimci öğrenciler, 1965’ten sonra, öğrenim gördükleri kurumların öğrenci derneklerine el attılar öncelikle. Bu oluşumları ideolojisi ve düşünsel zemini olan birliklere dönüştürmeye başladılar. Öğrencilerin böylece kendi öğrenim sorunlarının yanı sıra, yurt ve dünya sorunlarıyla da ilgilenmelerini sağladılar. Öğrenci derneklerinin seçimlerini kazanarak, derneğin elindeki avantajları ellerine geçirdiler. Kantinleri, yemekhaneleri ya da üniversitedeki değişik birimleri, kolektif anlayışla tüm öğrencilerin yararlanabileceği bir biçimde yönetmeye başladılar. Bir bakıma hayalini kurdukları düzeni kendi üniversitelerinde başlattılar. Tabii ki bu filizlenme bazı kesimleri rahatsız etmiş, öğrenciler çeşitli sebeplerle okullarından uzaklaştırılmaya ve atılmaya başlanmıştı. Bu noktada ise boykotlar baş gösterdi. Bu denli büyük bir direnişi beklemeyenler geri adım atmak zorunda kaldı(!). Tüm bu gençlik hareketlerinin filizlendiği bir ortamda alınan en verimli meyve, kuşkusuz Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu, yani Dev-Genç’tir. Bu süreç içinde Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulmuş, öğrenci örgütleri içinde aktif olarak çalışmaya başlamıştır. Ankara Üniversitesi’ndeki devrimci gençler, kendi içindeki örgütleri “Fikir Kulüpleri” olarak birleştirmiş, daha sonra da 5 üniversitenin fikir kulüpleri birleşerek “Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)” adı altında toplanmıştır. Son olarak adını Dev-Genç olarak belirleyen örgüt, artık Türkiye tarihine damga vurmaya hazırdır. Herkese eşit hak ve adaletin dağıtıldığı bir Türkiye için yola çıkan bu gençlik birçok eyleme, ses getiren gösterilere imza attı. Bunlardan bazılarına kısaca bakacak olursak; 68 kuşağı üniversitelere sığmıyor, dünya ve Türkiye konularına eğiliyor, politik önermelerde ve isteklerde bulunuyordu. Bu bağlamda ilk ve düzenli kitlesel eylemlerden biri de Kıbrıs Mitingleri idi. Kıbrıs’taki olaylara sessiz kalan BM ve iktidar, 22 Kasım 1967’de protesto edildi.
Dev-Genç, önemli bir başka eylemini Ankara’da 29 Nisan 1968 günü Ankara Zafer Meydanı’nda gerçekleştirdi. Sosyalist ve ilerici kuvvetler, omuz omuza vererek, büyük bir kitlesel miting yaptılar. Eyleme FKF önderlik etti. 68 kuşağı aynı zamanda 1961 yılından başlayarak her 28-29 Nisan tarihlerinde, kendilerini oluşturan çekirdek etmenlerin başında gelen, 60’ların gençlik mücadelesinde hayatını kaybeden “Hürriyet şehitlerini” anma etkinlikleri düzenliyor, toplanıp Turan Emeksiz ve diğer gençler için çelenk koyma, saygı duruşunda bulunma ve geceli-gündüzlü nöbet tutma eylemlerinde bulunuyordu.
Kıbrıs gibi meselelere sessiz kalmayan gençlik, “Yerli Malı Haftası” gibi etkinliklere de kayıtsız kalmıyordu. Emperyalizmin pazar aracı olan yabancı şirketlerin malları boykot ediliyor, Pepsi, Coca-cola gibi markaların afişleri sokaklarda indiriliyordu. Vatandaşa yerli malı kullanımının ülkenin çıkarlarına yönelik olduğu bilinci aşılanmaya çalışılıyordu. ABD’nin yarı sömürgesi olduğumuzu her alanda belirten gençliğin hassas olduğu bir başka konu da, emperyalizmin kolluk kuvvetleri olarak gördükleri NATO idi. Gençlik NATO ve ona ait üsleri ve tesisleri protesto ederek, bu kurumların derhal işlevlerine son verilmesini ve NATO’dan çıkmak gerektiğini savunmuştur. Hatta bu amaçla 14–19 Mayıs tarihleri arası NATO’ya Hayır Haftası olarak ilan edilmiş, “NATO, emperyalizmin sömürge aracıdır” sloganını yaymak amacıyla işçi bölgelerine gidilmiş, sömürünün kaynağının NATO olduğu buradaki işçilere anlatılmaya çalışılmıştır.
Dönemin aslında en önemli ve üzerinde durulması gereken eylemleri ise üniversite öğrencileri tarafından gerçekleştirilen işgallerdir. Çünkü gençlik eylemleri bu işgallerle doruk noktasına ulaşmıştır. Yüksek öğrenim gençliği içerisinde daha önceki yıllarda da birçok eylem meydana gelmesine rağmen, hiçbiri 1968 yılındaki üniversite işgalleri kadar ses getirmemiştir. Bunun temel nedeni ise; 1968 yılı itibari ile yüksek öğrenim gençliğinin artık sadece eğitimde bazı değişiklikler ve reformlarla oyalanamayacağının, ilköğretimden yükseköğrenime kadar eğitimde devrim istediğinin ortaya çıkmış olmasıdır. Türkiye tarihinin en kitlesel ve en etkili öğrenci eylemlerini içeren demokratik üniversite hareketi, 10 Haziran 1968 günü Ankara’da DTCF, Hukuk ve arkasından Fen Fakültelerinin işgaliyle başladı. İki gün sonra, 12 Haziran günü, öğrenciler İstanbul Üniversitesi ve Teknik Üniversite’nin neredeyse bütün fakültelerini işgal ettiler. O iki hafta süresince, gençlik kitlesi içinde sosyalizm saflarına geçişler hızlandı. Büyük devrimci eylemlerin kitlelerin bilincinde nasıl büyük sıçramalar yarattığına tanık olundu adeta…
68 kuşağı eylemlerinin en unutulmazlarından biri de kuşkusuz 6. Filo eylemleridir. Artık küçük Amerika olmak yolunda hızla ilerleyen Türkiye’yi emperyalist işgal başlamış, 6. Filo ise bunun sadece küçük bir ayağını oluşturmuştur. Ancak 6. Filoya karşı oluşacak direnç hiç küçük olmayacaktı.
6. Filoya karşı ilk eylemlerden biri 1967 yılında, filo komutanın Taksim’deki Atatürk anıtına bıraktığı çelengin yakılması ile başlamış, yürüyüşe geçen gençlerin ABD bayrağını indirmeye yönelmesi ile devam etmiştir. Filonun İstanbul’a asker çıkaracağını öğrenen gençlik oturma eylemlerine başlar ve şehre ABD askerlerini sokmaz. Öyle ki filo komutanı planı dahilinde bulunan gezilere, karaya inemediği için gemiden kalkan helikopter ile gidebilmiştir. Sonuç olarak eylemler meyvesini vermiş, 6. Filo Türkiye’yi terk etmiştir.
1968 yılında ise 6. Filonun tekrar İstanbul’a gelmesi, sadece gençliğin değil, tüm halkın protestosuna maruz kalmıştır. Ancak aylar öncesinde yaşadıklarını bir daha yaşamak istemeyen Amerikalılar hükümeti uyarmış(!) olacak ki, protestolar henüz başlamadan çok sert önlemler ile baltalanmaya çalışılmıştır. Gençlik, asker ve polis ile susturulmaya başlatılmıştır. En trajedik olay ise İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Yurdu’nda yaşanmıştır. Yurdu basan polis, 6. Filoyu istemiyoruz diye haykıran gençlere müdahale etmiş, çıkan olaylarda Vedat Demircioğlu penceren aşağı atılarak öldürülmüştür. Bunun üzerine olaylar daha da alevlenir. Ankaralı gençler, Amerikan Haber Alma Merkezi’ne, Pan Amerikan Havayolları’na, Amerikan Kültür Merkezi’ne ve sadece Amerikalılara kendi ürünlerini gümrüksüz getirip satan Tuslog binalarına saldırırlar. Öte yandan Trabzon’daki gençler de Amerikan radar üssüne hücum ederler. 6. Filonun İzmir Limanı’na girmesi üzerine, İzmirli yurtsever gençler de sokaklara dökülürler. Artık ok yaydan çıkmış, ABD askerleri görüldükleri her yerde saldırıya uğramakta ve denize dökülmektedir. Bu öyle bir uyanış, öyle bir direniştir ki, İstanbul, İzmir gibi illerde bulunan genelevleri ziyaret(!) etmeye gelen ABD askerleri, genelev kadınlarının saldırısına uğramışlardır. Gençler bu durumu iyi kullanmış, ABD askerlerinin sadece cinsel istekleri için karaya ayak bastıklarını halka anlatmış, halkta büyük nefret uyandırmıştır.
6. Filo eylemlerinden bir başkası ise gençlerin, 16 Şubat 1969’da, 6. Filo’yu protesto etmek için Beyazıt’ta on binlerce kişilik “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü” düzenlemesidir. Camilerde toplanan gericiler, bu mitinge saldırıp iki kişiyi öldürdükleri için, “Kanlı Pazar” denilen bu eylemin bütün yurtta gericiliğe karşı kamuoyu oluşumunda büyük bir etkisi olmuştur. Bu olayda Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı biri mühendis, diğeri öğrenci olan iki genç bıçaklanarak öldürülmüştür. Yaklaşık yüz kişi de yaralanmıştır. Ertesi gün Günaydın gazetesinde Ali Turgut Aytaç’ın bıçaklandığı anın fotoğrafı yayınlandı ve o sırada yanında duran polisin hiçbir müdahalede bulunmadığı görülüyordu.
Bu noktada gözden kaçmasını istemediğim iki ayrıntıya dikkat çekmek isterim. Kanlı Pazar’dan çok kısa bir süre önce Bugün gazetesinde Mehmet Şevki Eygi imzalı şöyle bir yazı yayınlanmıştı: Büyük fırtına patlamak üzeredir, Müslümanlar ile kızıl kafirler arasında topyekün savaş kaçınılmaz hale gelmiştir. Müslüman kardeşim, sen bu savaşta bitaraf(tarafsız) kalamazsın. Ben namazımı kılar, tespihimi çekerim. Etliye, sütlüye karışmam deyip de
kendine zulüm edenlerden olma, gözünü aç, bak!.. Onlarda taş, sopa, demir, Molotof kokteyli mi var? Biz de aynı silahları kullanmaktan aciz değiliz(!) Cihat eden zelil olmaz. Sağ kalırsa gazi olur, canını verirse şehitlik şerefini kazanır.”
Komünizmle Mücadele Dernekleri Genel Başkanı İlhan Darandelioğlu ise, Milli Türk Talebe Birliği’nin Cağaloğlu’ndaki merkezinde şöyle bir konuşma yapar: Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin.”
6. Filo eylemleri hakkında son sözlerimi söylerken şuna da değinmeden geçemeyeceğim. Yukarda anlattığımız gibi can vererek, kan vererek ülkenin sömürücü emperyalistler tarafından kuşatılmasını protesto edenler varken, bir kısım kendini “Milliyetçi ve Muhafazakar” ilan edenler ne yapıyordu dersiniz? Evet, kendileri devrimci gençlere saldırıp, 6. Filoyu kıble belleyip, karşısında namaz kılıyordu(!)
Bu dönemin bir diğer ses getiren eylemi ise kuşkusuz Samsun’dan Ankara’ya “Mustafa Kemal Yürüyüşü” olmuştur. 68 gençliği fırsat buldukları her alanda, kendi değimleriyle, “2. Kuva-i Milliyeciler” olarak “2. Kurtuluş savaşını” verdiklerini söylüyorlardı. Bu bağlamda, 30 Ekim-10 Kasım tarihleri arasında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının düzenlediği yürüyüş için gençlerin dağıttığı bildiride şunlar yazmaktaydı:
“Büyük Türk Milleti! Atatürk için toplanalım! Mustafa Kemal’in milli kurtuluş idealini yaşatmak için, Mustafa Kemal Devrimine saldıran karanlık güçlere dur demek için, Milletçe yabancı uşaklığına düşmekten kurtulmak için, Tam Bağımsız, Gerçekten Demokratik
Türkiye için, Gazi Mustafa Kemal’in milli kurtuluşçu saflarında toplanalım!”
Dönemin halk tarafından büyük ilgi çeken ve ses getiren bir başka aktivitesi ise sokak tiyatroları idi. Gençler, sanatı en büyük eleştiri ve örgütlenme aracı olarak görüp, bu şekilde halka daha iyi bir biçimde anlatmak istediklerini sunuyorlardı. Bu etkinliklere Devrim İçin Hareket Tiyatrosu diyorlardı. Eylül 1968’de başlayan bu uygulama öylesine etkili olmuştur ki, 12 Mart 1971 Askeri Muhtırasına kadar, sokaklarda, miting alanları ya da grevlerde yaklaşık 360 değişik oyun oynanmıştır. Bu oyunlardan örnek verecek olursak, belki de en çok ses getirenlerinden biri “Köprü” oyunu idi. 1968 yılında bir grup genç üniversiteli, İstanbul Boğazı’na yapılacak olan Boğaz Köprüsü projesine karşı çıkarak, Hakkari’de, Zap Irmağı üzerine “Devrimci Gençlik Köprüsü’’ adı altında bir asma köprü kurulması için kampanya başlatırlar. Amaç, ülkemizin her yanının bizim olduğunu hatırlatmak ve bölgesel milliyetçiliğe karşı olmaktır. Gençler Zap’a, iktidar Boğaz’a köprüleri oturtur. Ancak yıllar sonra, 1999’da ne hikmetse gençlerin yaptığı köprü kimliği belirsiz kişilerce havaya uçurulur(!). ( Devrimci Gençlik Köprüsü projesini yaşatmak isteyen örgütler 2010 Ekim ayında bir törenle köprüyü yeniden kullanıma açarlar ancak saldırılar bundan sonra da durmaz. Şimdiye kadar her saldırıdan sonra köprü, devrimci dayanışma ruhunu yaşatanlar tarafından her defasında onarılmıştır.)
Sonra tekrar işgal mevsimi başlar. 1969’da İÜ rektörlük binası işgali, AÜ Siyasal Fakültesi işgali, ODTÜ işgali ve en ünlü işgallerden biri olan İÜ Hukuk Fakültesi işgali baş gösterir. Kısa bir zaman sonra gençlik bir şehit daha verir toprağa. Bu kez ODTÜ’lü Taylan Özgür, İÜTB kongresi sırasında çıkarılan bir provokasyon sonucu, Beyazıt’ta bir polis tarafından vurularak öldürülür.
Tüm bu olup bitenlerin sırasında Türkiye, birçok ABD’li diplomat ve yöneticilerin sıkça ziyaret ettikleri uğrak bir yer olmuştu. Ancak bunlardan birinin yeri diğerlerinden farklı idi. ABD’nin Vietnam’da verdiği sömürü savaşının aktörlerinden, nam-ı değer “Vietnam Kasabı” Robert W. Kommer Türkiye’ye atanmış ve ODTÜ rektörünü ziyarete gelmişti. Bunu duyan gençler hemen harekete geçti. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü Bülteni’nde şu açıklama yapıldı: “Vietnam halkının Hanço (kasap) ünvanını verdiği casus-elçi Türkiye’ye neden geliyor? Türk gençliği 1930 yılında Alman casusluk teşkilatı üyesi Von Pappen’in Türkiye büyükelçiliğini Mustafa Kemal’in reddettiğini hatırlıyor. Diyor ki, biz Mustafa Kemal gençliği olarak böyle bir adamın Türkiye’de elçilik yapmasını sakıncalı buluyoruz.”
Buna rağmen ODTÜ’ye ayak basan Kommer’i gençler rahat bırakmayacaktı. Kommer’in Cadillac marka arabası fakülte önünde ters çevrilerek yakıldı. Gençler, Kommer’in ayak basması ile karanlığa bürünen okullarını, yine onun arabası ile aydınlatmışlardı adeta. Ve bir açıklama yapıldı: “Bu yanan araba 2.Kurtuluş savaşımızın ilk kıvılcımıdır.”
Dönemin gençlerinin Vietnam gibi üzerinde durduğu bir başka konu ise Filistin sorunu idi. Filistin Kurtuluş Örgütü’nden oldukça etkilenmişlerdir. Örneğin, 1970 yılı Kasım ayında Ürdün Krallığı’nın yoksul Filistin’e saldırması Türkiyeli gençlerin büyük tepkisine yol açar. Ankara’daki Ürdün elçiliğini basan gençler, elçilik balkonuna Filistin bayrağı asarak, tepkilerini apaçık bildirirler. Artık gençlik her yerdedir ve bir hareketi ile yer yerinden oynamakta, binlerce kişiyi sokaklara dökebilmektedir. Eğitim sorununda, ulaşım sorununda, gıda sorununda, iç ve dış politikada söz sahibi ve yönlendirici olmaktadır. Hatta bir radyo programının kaldırılmasını protesto etmek için dahi binlerce kişiyi alanlara dökebilmektedir. Bozkurt Nuhoğlu anılarında bu olayı şöyle anlatır: Biz TRT’de sevdiğimiz bir program kaldırıldı diye, Harbiye’deki Radyoevi’nin önüne 20 bin kişiyle çıkmıştık. “Gençlik Saati” isimli bir programdı. Bu programı yayından kaldırdılar. Koalisyon Hükümeti vardı. İsmet İnönü koalisyon hükümetinin Başbakanıydı. Programın kaldırıldığını öğrenince ben bir hışımla İsmet Paşa’yı aradım. Özel Kalem Müdürü çıktı telefona. “İsmet Paşa gözlerinden öpüyor, sakin olmanızı, herhangi bir taşkınlık yapmamanızı istiyor” dedi. “Sayın Başbakan’a saygılarımı sunarım, bir ricamız var, radyoda yayınlanan Gençlik Saati programını iptal ettiler. Bu programın hemen şimdi konmasını istiyoruz, İsmet Paşa’yı bağlayın” dedim. Özel Kalem Müdürü, “İsmet Paşa sağlık sorunları nedeniyle şu an seninle konuşamaz ama söylediklerini aynen aktaracağım” dedi. “Eğer anlatmazsanız ve program tekrar yayına konmazsa yarın İstanbul’da beğenmeyeceğiniz olaylar olacak, bu programın mutlaka konmasını istiyoruz” diye üstü kapalı tehdit ettim. İki gün geçti üzerinden. 28 Nisan olaylarıyla ilgili bir yürüyüşe hazırlanıyorduk zaten. 20 bin kişi kadar olmuştuk, çok görkemli bir yürüyüştü. Harbiye’deki Radyoevi’ne doğru yürüyüşe geçtik. Binlerce kişi Radyoevi’nin önünde yere oturdu. Öğrencileri temsilen Radyoevi’ne girdim. “Kaldırılan Gençlik Saati programının derhal konmasını istiyoruz, yoksa buradan ayrılmayacağız”
dedim.Yöneticilerden biri bu isteğimin gerçekleşmesinin şu an imkânsız olduğunu ama ilgililerle konuşup bu programı yeniden yayınlayacağını söyledi. Ben de “Hayır, program şu an yayınlanmadan buradan çekilmeyeceğiz” karşılığını verdim. İstanbul Birinci Ordu Kurmay Başkanı Emin Aytekin devreye girdi, “Müdür size söz veriyor, bu söz kâfidir, eyleminize son verin” dedi. “Sivillere asla güvenmem, program konulmadan ayrılmayacağız” deyince Emin Aytekin çok sinirlendi. “Ordu adına sana şerefimle söz veriyorum, bu program bu akşam tekrar yayınlanacak” dedi. Bu benim için kâfi bir teminattı. Marşlar söyleyerek Taksim’e yürüdük, oradan dağıldık. O akşam, Gençlik Saati programı yeniden yayınlanmaya başladı.”
Yazılara sığmayacak çoğunlukta olan 68 kuşağının eylemlerini son birkaç örnekle noktalayalım. Ulaşım sorunu üzerinde de kafa yoran gençlik, öğrenci derneklerinin devrimcilerin eline geçmesi ardından Ankara Belediyesi Otobüs İşletmesinin (EGO) öğrencilere verdiği şebekeyi ve bazı indirimli tarifeleri kaldırmasına tepki göstermiştir. Bu bağlamda otobüs işgalleri başlar. Öğrenciler toplu halde otobüslere binip, otobüsleri okudukları üniversitenin bahçesine çektirirler. Bahçeye çekilen otobüsün şoför ve yolcularına bu eylemi neden yaptıklarını anlatarak onların da desteğini almaya çalışan öğrenciler, çok başarılı sonuçlar elde etmişlerdir. Devrimci gençler öğretmen ve memurların gerçekleştirdiği eylemlere de destek vermişlerdir. Örneğin, 1969’da Kayseri’de Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS)’nın ikinci genel kurulunun yapıldığı sinema, bir gün önce iki cami avlusu, imam hatip lisesi ve Kayseri Türk Kültür Derneği önünde patlatılan dinamitleri bahane edip “Komünist öğretmenler camileri bombalıyor” sloganları ile gericilerce kundaklanır. Kongreye katılanlar diri diri yanmaktan son anda kurtulurlar. Dışarı çıkanlarsa linç edilmeye çalışılır. Tüm bunlardan sonra TÖS ve İLK-SEN üyeleri, 4 günlük derse girmeme eylemi başlatırlar. Gençler bu eylemlerinde de öğretmenlerinin yanında dururlar.
Süreç saymakla bitmeyen ve her biri ses getiren gençlik eylemleri ile devam etti ve geldi o kara yıl olan 1971’e dayandı. Bir yandan 68’in her alanda birlik ve beraberliği ile ön planda olan, “Gücümüz birliğimizden gelir” diyen, kitlelere önem veren kuşağın kendi arasında farklı seyirlere yönelmesi, bir yandan da tüm bunların sonucunda artık ses getirmeye başlayan bu hareketin tasfiye çalışması olan “12 Mart” darbesi. Sonra? Sonrasını çok iyi biliyorsunuz: Şarkışla’ya düşürmesin Allah sevdiği kulunu Gemerek’te çevirmişler Deniz Gezmiş’in yolunu” (Aşık Mevlüde Günbulut) … Telden tele söz misali Esen rüzgar yel misali Kızıldere kan misali Sorarlar bir gün sorarlar (Erdal GÜNEY)
Kaynakça: • Oral Sander, Siyasi Tarih (1918-1994), İmge Kitabevi • Ahmet Kuyaş, Gençler İçin Çağdaş Tarih, Epsilon Kitabevi • Keskin Kozat, Burcak. “Modernizing the Turkish Economy through the Marshall Plan (1948-1952)” • Barıs ERTEM, Truman Doctrine and Marshall Plan in Turkey-USA Relations • “Bir Barbarlık Hareketi: Tan Gazetesi Baskını- Feza Kürkçüoğlu- Birgün • Mithat Kadri VURAL, II. DÜNYA SAVAŞI TÜRKİYESİ’NDE BİR MUHALEFET ÖRNEĞİ OLARAK “TAN” GAZETESİ • Cumhuriyet Tarihi Kronolojisi(1923-1998) • Yaşar BAYTAL, Demokrat Parti Dönemi Ekonomi Politikaları (1950-1957) • Süleyman İNAN, Demokrat Parti Dönemi, Pamukkale Üniversitesi • Hayrettin FİLİZ, http://www.btasahnesi.net/ • Bozkurt NUHOĞLU, Turan Emeksiz ve İsyan • Alev COŞKUN, 27 Mayıs ve Gençlik • Cumhuriyet’in Seksen Yılı, Cumhuriyet Gazetesi, 2003, s. 203. • Soner YALÇIN, 68 Kuşağının Anlatılmayan Öyküsü • Elçin ATEŞOĞLU, TÜRK SİYASAL YAŞAMINDA MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM DÜŞÜNCESİ • Hikmet ÇETİNKAYA 68′den 78′e Sancılı Yıllar Kuşatılmış Sokaklar, Günizi Yayıncılık, İstanbul, 2002. • Turhan FEYİZOĞLU, FKF: Demokrasi Mücadelesinde Sosyalist Bir Öğrenci Hareketi, Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2002.
Onur Aksoy