EGO Issue # 6

Page 1

1

ISSUE NO.

6


ego 40


20.04.2012 – 26.08.2012 SALT Beyoğlu

İSTANBUL EINDHOVEN SALTVANABBE 68–89 Carl Andre, Gerrit van Bakel, John Baldessari, Robert Barry, Lothar Baumgarten, Bernd & Hilla Becher, Marinus Boezem, Marcel Broodthaers, Cengiz Çekil, Jan Dibbets, Ayşe Erkmen, Ian Hamilton Finlay, Altan Gürman, Hans Haacke, Douglas Huebler, Joan Jonas, Donald Judd, Serhat Kiraz, Joseph Kosuth, John Körmeling, David Lamelas, Sol LeWitt, Ahmet Öktem, Ergül Özkutan, Michalengelo Pistoletto, Martha Rosler, Ulrich Rückriem, Edward Ruscha, İsmail Saray, Gerry Schum, Thomas Schütte, Lawrence Weiner, Ian Wilson

SALT Beyoğlu kurucu Garanti Bankası İstiklal Caddesi 136 Beyoğlu 34430 İstanbul Türkiye t +90 212 377 42 00 saltonline.org

Gerrit van Bakel, Utah-machine (Behorend bij de Utah-Tarim connectie) [Utah makinesi (Utah-Tarim bağlantısı adlı işin parçası) / Utah-machine (part of the Utah-Tarim connection)], 1980 Van Abbemuseum Koleksiyonu / Collection, Eindhoven, Hollanda / The Netherlands Fotoğraf / Photo: Peter Cox. Eindhoven, Hollanda / The Netherlands






… ve evet, kapaktaki benim tabii ki.

“Rutin”ini kırabilir miyim bilmiyorum. Alıştığın, düzen denilen sahteliğin anlamını bile, çoğu zaman kestiremiyorum. O yüzden kırmam gerekenlerin, bazen yalnızca içinden geçip gidebiliyorum… O zamanlar etrafımı görmüyorum. Kırıcı olduğumu söylerler ama gördüğüm zamanlarda. Kırıcı, delici, ezici, Bazense yalnızca sinir edici. Nedensiz, sorgusuz. Bilmezler gördüklerimi, bana gösterdiklerini…

ISSUE NO. 6

in ego

I can kill the time but don’t expect more than that

Hayata çentik atmak ya, varlığını kanıtlayış stilin. Egon… Zamanı durdurmak, varlığını dondurmak, sonsuza dek. “ölümlü dünyada” ölümsüz olmak, olabilmek hatta. bütün kabarman, bundan. Kel fatma oluşundan. … ve evet, kapaktaki benim tabii ki.


THE ROCK BREAD & BUTTER AIRPORT BERLIN-TEMPELHOF

www.breadandbutter.com

photo by ingo robin

04 – 06 July 2012


I don’t know if I can take you out of your “Routine”. I don’t even know the meaning of untruth, what you got used to, what it’s called as order. That’s why I can only pass through things, from which I actually should get off… I don’t have eyes for anyone. They say I’m unkind but only when I have my eyes for them. Unkind, oppressive, destructive… Sometimes only annoying. Reasonless, questionless. They don’t have an idea what I see and what they show me…

ISSUE NO. 6

in ego

I can kill the time but don’t expect more than that

… and yes, of course, the one on the cover is me. Make a notch on your life, to prove your existence. Your ego… Stop the time, make your blood run cold, until the end. to be immortal “in the mortal world” even to be able to. all your vanity, is because of this. Because you are so poor.


12SSC135


Süleyman Okan SIRADAN ORDINARY

EDITOR

ordinary@size-magazine.com

Müge Buluntekin

Sen Benim Kim Olduğumu Biliyor musun? emre erbİrer Ego Kere Ego, Dört! nİl aldemİr Ego Time! yarın güzel bir sabah olacak yelta köm tomorrow will tomorrow a beautiful morning Müstesna. Mutlaka. Ben değilimdir. bengü üçüncü Exceptional. Definite. It might not be Me at all. Don’t be a drag, just be a queen bertrando di renzo Gömlek denİz Tuncer Shirt Ajan Varil’in Gizli Güncesi (“o” adlı belge) haluk bb The party is over! –when it’s crammed with egos. dİlara z. moran

boring@size-magazine.com

P Akif Hakan Çelebi Ego of Fashion E. Gözde Becerİklİ P Aslı Kolcu Fine feathers make fine birds? ela dani P Ahmet Ünver Territorial Ego Trippin’ JELENA SALAI Berlin and Paris – the sinner and the saint CLAUDIO RIMMELE – iheart.de accepted! P Olgaç Bozalp

EDITOR

PHOTOGRAPHERS

Senler, Benler ve Sanatın Ezber Yakınışları Yous, Mes, and Art’s Memorized Reactions Birçok ben var bende, benden içeri... ayşe bayraktar There are quite a few of me, inside of me… ZOOM Filippos Tsitsopoulos Ego kontrolü: 1/5 HANDE OYNAR Ego control: 1/5 Sanatta olmak ya da olmamak AYLİN ÜNAL To be or not to be in art Interview: Nebahat Erpolat BY BİLGEN COŞKUN Zola’nın Yanılgısı & Cézanne BURÇAK YILDIRIM Zola’s Mistake & Cézanne Egoism of Being TINE KOZJAK actualsize whokilledtheartist? SIKICI BORING FIRSATÇI OPPORTUNIST

EDITOR

opportunist@size-magazine.com

Emre Erbirer

Süleyman Okan, Al Stark, Ayşe Bayraktar, Monsta, Fillippos Tsitsopoulos, Hande Oynar, Ece Gökalp, Aylin Ünal, Bilgen Coşkun, Burçak Yıldırım, Tine Kozjak, A. Doğu İpek, Müge Buluntekin, Akif Hakan Çelebi, E. Gözde Becerikli, Aslı Kolcu, Ela Dani, Ahmet Ünver, Jelena Salai, Claudio Rimmele, Olgaç Bozalp, Emre Erbirer, Patricia Von Lubeck, Nil Aldemir, Rafael, Yelta Köm, Sibel Kocakaya, Bengü Üçüncü, Bertrando Di Renzo, Tony Tomko, Deniz Tuncer, Haluk BB., Dilara Z. Moran, Özlem Ölçer, Ülkünur Arslan, Sevgi Düzgün, Gözde Üçok, Alican Arıcan, Yağmur Yılan, Aslı Kuriş, Tolga Görgün, Kanıt Erdoğan, Öykü Maral, Miray Özcan, Kerem Güneş, Ceylan Öztürk, Elif İnci Doğruer, Murat Miroğlu, İrem Yanık, Hülya Apaydın, tunctunctunc, Meriç Kara, Gökçe Dervişoğlu, Karin - Özlem - Perim - Ulaş, Iraz Polat, Frederico Duarte, Simge Hough, Michael Tonello, Fanny Michaelis, Chris Kong, Dimitri Coste

ISSUE NO. 6

in ego


copyist@size-magazine.com

Meriç Kara

Birkin, the Ego-nistic bag Interview: Michael Tonello by bertrando di renzo The Talent Interview: Fanny Michaels by bertrando di renzo “Behind The Garage” Interview: Chris Kong “Suicidal” Interview: Dimitri Coste

Görürsün Sen! merİç kara You’ll See! Can you read me? sİmge hough

EDITOR

frederıco duarte

Bana yakışmaz... galiba sanırım... merİç kara This does not suit me well... I guess… İlk Ben Yaptım I Did It First Ego ve Koordinasyon gökçe dervİşoğlu okandan Ego and Coordination Loose ol. Egoist ol. ıraz polat Be Loose. Be Selfish. Remember when flying was something extraordinary?

wannabe superhero aslı kurİş “Biz” yok, “Ben” varız! tolga görgün AKA BRAINPAIN “We” is not “Me”! profesyonel hayalciler n. öykü maral Mysterious Murder kerem güneş The three roommates kerem güneş Halime ceylan öztürk Nesil nasıl? elİf İncİ doğruer How’s generation? Dünyanın merkezi İrem yanık Center of the World Egolar, egolar şimdi gözümde canlandılar... hülya apaydın Ego tunçtunçtunç

alİcan arıcan

Küçük dağları yaratanların ülkesi ülkünur arslan Land of the small mountain creators Açılın Ben Sanatçıyım sevgİ düzgün Disperse I am an Artist Kendini bir şey zannetmenin cinsiyet ayırmadığı bir dönemin evladı olmak üzerine;

TAKLİTÇİ COPYIST RÖNTGENCİ VOYEUR

EDITOR

voyeur@size-magazine.com

Çağın Türker

Özge Ünal

MİNİ ÇAĞIN TOY

Bilnet Matbaacılık Biltur Basım Yayın ve Hizmet AŞ

PRINTED BY

Size Magazine is published bi-monthly by Japonlar. The authors of the articles are solely responsible for their contributors. The editorial staff is not responsible for any text, documents or photos submitted. Part or complete reproduction, by whatever means, of pages or pictures featured in this magazine strictly forbidden without prior written authorization from the publisher.

Büyükhendek Caddesi 4/B Brot Apt. D. 19 Kuledibi - Galata

Japonlar Yayıncılık

iletisim@japonlar.jp T 00902122430100

CONTACT

ad@japonlar.jp

ADVERTISING

Miray Özcan

ARTWORK COORDINATION

Thor Cary

ENGLISH EDITING

Kaan Türker

TÜRKÇE REDAKSİYON

Akın Gülseven

DESIGN

Hazal Sala

COVER & RE-COVER

Çağın Türker

FOUNDER PUBLISHER CREATIVE DIRECTOR


SÜLEYMANOKANALSTARK AYŞEBAYRAKTARMONSTA FİLİPPOSTSİTSOPOULOSHANDEOYNAR ECEGÖKALPAYLİNÜNALBİLGENCOŞKUN BURÇAKYILDIRIMTINEKOZJAK AHMETDOĞUİPEK



319


Senler, Benler ve Sanatın Ezber Yakınışları Yous, Mes, and Art's Memorized Reactions

Süleyman Okan

ARTWORK

Al Stark

Egoyu kafamda döndürüp duruyordum ki, kaçınılmaz olarak aklım dilbilime kaydı (felsefe diploması olanlarda standart bir dürtü, karşı koymak mümkün değil). E dilbilimsel gösterenler de doğal olarak Barbara Kruger’ı çağrıştırdı. Sorun şu ki, ben Kruger’a karşı hep karmaşık hisler besledim. Entelektüel metodolojisine, akademik veya profesyonel geçmişine, gösterenler ve anlam üzerine postmodern oyunlarına, hiperreel im bazlı sistemlerinin proliferasyonunu altüst edişine filan girip sizi sıkma niyetinde değilim. Tek bir işine ve işin kendisine bakalım ve sanatın toplumsal eleştiri yaparkenki düştüğü beceriksizliklerden birine açıkça şahit olalım istedim. Kruger’dan bekleneceği üzere, iş tanımsız (ve belki de kendi kendine işaret eden) bir gösteren içeriyor: “Alışveriş yapıyorum

O halde bu slogan pek de bir şey demiyor sanki. “Her bilinçli seçim yaptığımda kişiliğimin sınırları içerisinde hareket ederim” azıcık kötü bir beyan. Pek bir şey demiyor. Hatta eli yüzü düzgün bir eleştiri olmayı bile beceremiyor. Gerçi, Kruger’ın “ben hayatımı yaşarım, bir hayat tarzı satın almam” diyecek kadar hezeyan içinde yaşadığı varsayılırsa, hala eleştirel olduğunu da sanıyor olabilir. Sanattaki sosyal eleştiri, çoğu zaman Kruger’ın taklit ettiği reklamlar kadar sığ ve basit mi gerçekten? Bir kampanya kadar mı ömürleri? Dönüp baktığımda bu eleştirilere, en ufak bir anlaşılabilirliği kalacak mı, merak ediyorum.

Barbara Kruger, 1987

Ego made me think of indexicals, and indexicals made me think of Barbara Kruger. And I am ambivalent towards the work of Kruger. Simple as that. I do not want to bore you with her intellectual method, academic or professional background, postmodern play on indexicals and meaning, subversion of the proliferation of hyperreal sign-based systems, etc. Let’s focus on experiencing one single work, and how it reflects a common malady in artistic criticism of society. As is expected of Kruger, the work features an unidentifiable (even when selfreferential) indexical: “I shop / therefore / I am.” The accompanying image is not of much help, which is only a hand holding a card which bears the text. The text flows like a causality, mimicking the Cartesian statement, but of course, there is no causal relationship between shopping and being. Obviously, Kruger doesn’t think she exists because she shops. Or, switching the indexical around (hint: artists love to point fingers), I do not think I exist because I shop. The slogan has to be uttered by someone else; but, then again, nobody thinks they are because they shop. We cannot take this literally. Hmm. The plot thickens.

/ öyleyse / varım.” Görsel açıdan pek tanımlayıcı olduğu söylenemez; keza bu yazıları barındıran bir kart ve kartı tutan bir elden ibaret. Slogan Dekart’ı takip ederek bir sebebiyet zinciriymişçesine ilerliyor, ama elbette alışveriş ile varoluş arasında nedensel bir bağlantı yok. Sanmıyorum ki Kruger alışveriş yaptığı için varolduğuna inansın. Hadi “yapıyorum” diyen ile okuyan aynı kişi diyelim, açıkçası ben de alışveriş yaptığım için varolduğuma inanmıyorum. O zaman bu cümle bambaşka birine ait olmalı, ama sorun şu: Bence hiç kimse alışveriş yaparak varolduğunu sanmıyor. E taşkafalığın anlamı yok, belli ki Kruger hafif mübalağa yapıyor. Katı manasını biraz gevşetip cümleye tekrar baktığımızda, Kruger’ın alışverişe ile kişisel değerler arasında bağ kuran insanlar olduğuna inandığı sonucuna varabiliriz. Nitekim varlar. Sanatçı refleksi bunu hemen eleştirmek ister (kapitalizm, benlik, kaka). Fakat azıcık düşünen anlar ki, nerede seçim, orada kişisel yatkınlık. Bu seçimlerin akışı, varoluşun ön şartı olmayı bırak, pozitif bilim olmaktan bile çok uzak; ama öte yandan adli vakalarda suçlular hakkında öngörülerde bulunabilecek veya multimilyonluk reklam kampanyaları düzenleyecek kadar hassas. İçimizde rastgele ilerlemeye programlanmış bir mekanizma yoksa, her seçimimizde tahmin edilebilir bir hareket yapıyor olmalıyız. Alışveriş de buna dahil. A possible interpretation is that Kruger is voicing a tendency in certain people to assign personal identity to shopping preferences. That sounds promising, right? The kneejerk reaction is to criticize this view, but the simple fact is that, where choice exists, it reflects personal tendencies. The flow of these choices is not a science, let alone a precursor to existence, but it can be precise enough to be used in forensic profiling to filter suspects. Unless one is programmed by a random switch, one is acting within predictable confines every time one makes a choice, including shopping. The statement is not saying much. “I reassert my individual existence every time I make a conscious choice” is not much of a slogan at all. It is an allencompassing blandness, and the lack of a possible accusation accentuates the blandness (then again, Kruger is quoted to say “I’m living my life, not buying a lifestyle,” which, of course, is delusional). Dear art world, am I missing something? Or, the more important question: Is much of artistic social criticism, like the advertisements Kruger was imitating, heavily limited to its specific time frame and cultural milieu? How many of the shallow indexicals will make sense in fifty years; how many statements will be intelligible?


ARTWORK

Monsta

Ayşe Bayraktar

Birçok ben var bende, benden içeri... Alter egoların er meydanı: Online sosyal platformlar

Online social platforms: field of contest for alter egos.

Hayat, bir film seti değil. Mutlu olmak için başkalarına, onların onayına ve kabulüne ihtiyacımız var. Ancak internetin anonim kimliklere kucak açmasıyla birlikte, bireylerin başka versiyonlarının var olabildiği sihirli bir dünyanın kapıları açıldı. Alter egoların cirit attığı online sosyal ortamlar, süper egoların karşılaştığı alternatif bir dünyayanın habercisi.

Life is not a movie. To be happy, we need approval and acceptance of others. Yet as with the vey open fabric of Internet that receives anonymous the identities with open arms, we have witnessed the revelation of a magical world opened up before our eyes in which people could be entirely different personalities. The online social networks, in which alter egos run wild, are the messengers of an alternative world that superegos clash.


19. yüzyılın başlarında çoklu kişilik rahatsızlığının tanımlanmasıyla birlike ortaya atılan “alter ego” tabiri, 20. yüzyılda biçim değiştirerek yeni bir anlam kazandı. Bu yeni biçime yol veren, Robert Louis Stevenson’ın 1886’da yayınlanan “Strange Case of Dr. Jekyll and Mr. Hyde” adlı kısa romanı oldu. Stevenson, kişinin bünyesinde hem iyi hem de kötüyü barındırdığı ve bu iki ayrı karakterin sürekli çatıştığı fikri üzerinden, yazın tarihinin ilk alter egosuyla tanıştırır bizi. 20. yüzyılın başlarında yaratılan çizgi roman efsanesi Superman, hoşlandığı kadının dikkatini çekmeyi başaramayan; sakar ve silik gazeteci Clark Kent’in alter egosunu temsil eder. Kötülerin düşmanı, kalabalıkların saygı duyduğu Superman; dünyanın dört bir yanında süperegoları okşayan süper bir adamdır. Başka bir “ben” var edebilme lüksü “Kişinin diğer kendisi” olarak tanımlanan alter ego, kavram olarak Freud’un ortaya koyduğu süper egodan beslenen mükemmele ulaşma çabası olarak nitelendirilebilir. Elindeki “sen”den memnun olmadığın ya da onu yeterince etkileyici bulmadığın anda, olmak istediğin başka senler var edebilme lüksü alter ego… Her bireyde yalnızca bir “ben” olduğu göz önünde bulundurulduğunda, alter egonun kişinin ideallerindeki “ben”i temsil eden süperegonun oyunu olduğu söylenebilir. 21. yüzyılın iletişim mecrası online platformlar, Clark Kent’in aynı ölçüde sakar ve silik olan Türk meslektaşına da bir süper kahraman, takip edilen ve hakkında konuşulan bir fenomen olma fırsatı veriyor. Alter egoların buluşma noktası Türkiye’deki Twitter kullanıcılarının yakından tanıdığı blogger Selen Işık, gerçek kimliğini ifşa etmeden önce alter egosu Pucca ile fenomen oldu. Yazdıklarının niteliği tartışılabilir, ancak “dizüstü edebiyat” olarak ifade edilen yeni bir kavrama öncülük etti. Hakkında konuşulan bir isim olması, ona yeni kapılar açtı ve bir kitap yazdı. Yayınlandığı günden beri kitap reyonlarının en çok satanlar bölümünde yer alan “Küçük Aptalın Büyük Dünyası”, gerçek kimliği bilinmeyen bir internet şöhretinin ne kadar yol alabileceğini göstermesi açısından önemli. Ancak, alter egonun bir dezavantajı da egoyu ikinci plana atması. Selen Işık’a televizyona çıkıp “O benim!” dedirten şey, alter egosunun artık egosundan fazlasıyla rol çaldığını düşünmesi mi, yoksa süper egosunun mükemmelliyete ulaştığını düşündüğü noktada, alter egosu ile egosunun birleşme kararı mı?

In the 20th century, the term “alter ego” has transformed and gained a brand new meaning since its first identification during the first years of 19th century. The novella by by Robert L. Stevenson titled Strange case of Dr. Jekyll and Mr. Hyde was the forger of that new road. Stevenson presented us with the first alter ego in the history of literature that two different characters in one person clashed constantly. And of course the legendary comic book character Superman; is the reflection of Clark Kent’s alter ego, who is actually a clumsy and meek journalist in toruble with his beloved woman. The all feared by evil and loved by common man, Superman flatters all the superegos in the world. The luxury of giving life to another self The alter ego, which has always been described as “the other self of a person”, can be specified as the struggle of reaching out for perfection that feeds from the superego that Freud presented for the first time as a concept. The alter ego is the luxury of creating another selves when your “self” is not impressive enough. When you bear in mind that everyone has only one “me”, alter ego becomes a game of superego which dwells in the person’s ideals. The communication medium of 21st century, online social networks, give the Turkish counterpart for Clark Kent with all the clumsiness and meekness, the chance to be a super hero, a phenomena that is followe and talked about by many. The meeting point of alter egos Selen Işık, a well known blogger and Twitter user in Turkey, has become that phenomena before revealed her true identity with her alter ego named “Pucca”. The qualification of her writings is questionable yet she led the way to a new genre named as “laptop literature”. This unusual attraction and fame opened up new possibilities for her and eventually she wrote a book called The Big World of the Little Fool (Küçük Aptalın Büyük Dünyası). Since the first day of its publication, it has become one of the best-sellers and this example showed us how far can an “Internet celebrity” without a real identity go. Yet the alter ego has also its own flaws such as putting the real into the background. What was actually the reason behind Selen Işık’s mindset that made her go on TV and said “It’s me!”? Did she thought that her alter ego started to steal the lead role from her ego; or was it that when her superego thought it reached the perfection thus making her alter ego and ego to merge?

There are quite a few of me, inside of me. Her birimiz türlü sosyal nedenlerle gerçek hayatlarımızda tek bir kimliğe sıkışmış olmaktan, kendimizi yeterince ve özgürce ifade edememekten şikayetçiyiz. Asıl sorun, kendimizden fena halde sıkılmış olmamız olabilir mi? Belki de hep “iyi” olma zaruretinden bunaldık. Zaman zaman Anakin gibi “dark side”a geçip Darth Vader’cılık oynamak ruhumuza iyi geliyor. Bizi ikinci bir kimliğe, başka bir karaktere bürünmeye iten sebep, rutini kırmak ve biraz oyun oynamak isteyişimiz olamaz mı? Çünkü iyi çocukları daima örnek gösteren insanlık tarihi, sapanla uçak düşürmeye çalışan haylazlardan da çok şey öğrendi.

Each one of us complains about the feeling of being stuck in one identity and not being able to express ourselves freely in our real lives for various social reasons. Yet the real reason behind this feeling could very well be that we maybe are pretty sick of who we are really. Or we may be pretty sick of the necessity for being “good” all the times. From time to time going for a trip in the “dark side” as Anakin does and play “Darth Vader” for a time does good with our souls. Could getting yourself out of the routine and frolic for a little while be the reason that make us put the mask of another on? Because although history almost always tells story of the boy scouts, surely we have learned much from the naughty children with slingshots as well.


Filippos Tsitsopoulos

ZOOM “Painting is poetry in silence, poetry is spoken painting”

Laocoon, Lessing

The person devoted to art or to madness, to religion or to paranoia is the persona that Filippos Tsitsopoulos creates and presents. The artist began playing Polonius (of Shakespeare’s Hamlet), like his father before him, who was a professional actor. Today Tsitsopoulos transforms himself and his head with living elements, making a pliable mask that reflects simultaneous selves and contacts his father, who passed away. In this way he redefines the relationship to the emotional aspects of life and contrasts art and life, experience and fantasy, art and reality, memory and present. His video installations are under the discipline of a rare video theater and his performances, as well his photographic works, stimulate lost sensations and recall allegories of the soul and moments in the history of art. In his performances, the audience becomes a voyeur, an accidental participant in a painful interrogation with the self and its fragmentation. As an enigma, a game constructed in theatrical keys, the audience is challenged to assemble the broken pieces of the individual’s identity. His work is a visual and sonic journey through the mind that reveals the secret of what art should mean and what could happen if we don’t approach this art in the “right” sense. It also makes it very obvious that an external subject and inspiration are not always needed to create: art itself can create art. Filippos Tsitsopoulos and Thouli Misirloglou

406

Art Itself Can Create Art









Hande Oynar

Ego kontrolü:

1/5

Benim koleksiyonum yalnızca video işleri içeriyor. Çünkü herkes videolara ruh sıkan, suyu çıkmış, sanat bile denemez işler olarak bakarken; ben videonun ne muhteşem bir şey olduğunu, olabileceğini gördüm. Her iyi iş adamı gibi potansiyeli fark ettim ve ileride gerçekleşecek bu potansiyele yatırım yapmayı seçtim. Ve haklı çıktım. Benim koleksiyonumda Çin sanatının izleri okunuyor. Çünkü herkes burada 8 milyon dolara Warhol almak için birbirini yerken, ben bir küratör arkadaşımın arkadaşıyla Çin’e gittim ve ünlü Çinli sanatçıların gerçekçi portrelerini üç beş paraya topladım. Her iyi iş kadını gibi potansiyeli fark ettim ve ileride gerçekleşecek bu potansiyele yatırım yapmayı seçtim. Ve haklı çıktım. Benim koleksiyonum baskı üzerine odaklanıyor. Gençtim, fazla param yoktu. O yüzden beğendiğim tüm sanatçıların baskılarını toplamaya başladım. Bazen İsviçre’de bir Munch baskısından söz ediyor biri; soluğu hava limanında alıyorum. Warhol’un resimlerine erişemeyenler benim baskılarıma göz dikiyor. İyi ki zamanında almışım. Her iyi iş adamı gibi potansiyeli fark ettim ve ileride gerçekleşecek bu potansiyele yatırım yapmayı seçtim. Ve haklı çıktım. Benim koleksiyonum ailemden kalan modern Türk resmi koleksiyonu üzerine kurulu. Anneannemin evinden getirdiğim Fikret Mualla’lar, Aliye Berger’ler, Nejad Devrim’ler var. Onların yanına yakışacak soyut resimler toplamaya başladım sonra. Daha hiç kimse adlarını duymamışken bende Ahmet Mehmet’ler vardı, Ayşe Fatma’lar vardı. Bunları birlikte göstermek, izleyiciyle paylaşmak için adımızı verdiğimiz bu müzeyi açtık. Tam da kültür başkenti seçilmiştik. Her iyi iş adamı gibi potansiyeli fark ettim ve ileride gerçekleşecek bu potansiyele yatırım yapmayı seçtim. Ve haklı çıktım. ARTWORK

Ece Gökalp

Benim koleksiyonum hiçbir izleği takip etmiyor. Canım ne istiyorsa, bütçem neye elveriyorsa onu aldım. Takip ettiğim bazı sanatçılar çok ünlü oldu, bazıları kendi dünyasında kaldı. Ama benim gözümde hepsi iyi sanatçıydı, çünkü onları anlamıştım.

Ego control:

1/5

My collection only includes videos because I saw how videos were and would be amazing when everybody think of them as works of cliché, deadly dull and not even a representation of any kind of arts. As every clever businessman would do, I saw the potential and chose to invest on this, and I was right. You can see traces of Chinese art in my collection, because while everybody wanted a piece of Warhol for 8 million dollars, I went to China with a friend of my curator friend and collected realistic portrays of famous Chinese artists for nearly nothing. As every clever businesswoman would do, I saw the potential and chose to invest on this, and I was right. My collection mainly focuses on printed works. I was young and had not much of a money so I started to collect printed works of every artist I appreciate. Sometimes I hear someone talking about a Munch print in Switzerland, I get to airport in no time. The ones who couldn’t get a piece of Warhol have their eye on my collection. Good thing that I bought them then. As every clever businessman would do, I saw the potential and chose to invest on this, and I was right. My collection is based on modern Turkish paintings that are heirloom from my family. There are works of Aliye Berger, Fikret Mualla and Nejad Devrim which I brought them from my grandmother. The I started to collect abstract works that would suit them well. When nobody even heard about them, I had the works of Ahmet Mehmet and Ayşe Fatma. To exhibit them together and share eith the audience we opened up a gallery in our family name and it was the year that the city was chosen to be the capitol of culture. As every clever businessman would do, I saw the potential and chose to invest on this, and I was right. My collection does not really have a theme. I bought whatever I wanted to and could afford to buy. Some of the artists I followed became very famous, some not so. Yet each of them was real artists because I understood them.


Sanatta olmak ya da olmamak To be or not to be in art Aylın Ünal

Zen’de “ben”in bir önemi yoktur. “Ben” yalnızca zihinde yer alır. Ve kendisini o vücudun içinde “ben” olarak gören, aslında zihnin kendisidir. Ancak, zihin eğitilir. “Ben”in oyunlarından, aldatmalarından, zihin aracılığıyla uzak durulabilir. Zen için öylesine kaçınılması gereken “ben”in, günümüz kapital sistemine gelindiğinde ise devasa boyutuyla karşı karşıya kalırız. Bu, elbette en temelinde ekonomik yapılanmanın biçim verdiği bir sosyal durumdur. Çünkü kapitale ihtiyaç duyan, insanın doğası ya da özü değil, ancak onun içindeki “ben”dir. Ve o, artık büyülenmiştir. Marx’ın deyimiyle, güçlerini ne şekilde kullanması gerektiğini bilmeyen büyük büyücü kapitalizm, insanlığı büyüler. Sermaye, hiç de ihtiyacı yokken insanın hayatına girdiği anda, “ben” tüm gücüyle karşımıza çıkar.

In Zen, the self is of no importance. It only exists in the mind. That which sees a self in a body is the mind. It can, however, be trained. One can stay away from the tricks of the “I” with the power of the mind. The self that one can keep at a distance reaches gargantuan proportions in capitalism. This of course is a social condition that results from the economic structure. That which needs the capital is not the human nature, but the “I” within it. And the “I” is already mesmerized. In Marx’s words, “the sorcerer who is no longer able to control the powers of the nether” has already mesmerized humanity. When capital unnecessarily enters our lives, the “I” blooms to its full glory.

Psikoloji, “ben”i üçe ayırır: Alt ben, ben ve üst ben. Sosyal hayat ve dolayısıyla ekonomik yapı (ikisi birbirinden ayrı değildir çünkü) içindeki varlığını tüm ihtişamıyla göstermeye meraklı olan üst bendir. O, var olmak ister. Kendisi için bir statü belirler. Varlığının çokluğu, doyumunun anahtarıdır. Kaplandığı alan kadar vardır.

Psychology splits the self into three: The lower self, the “I”, and the higher self. Social life and economic structure correspond to the higher self which is so fond of showing off its splendor. It wants to exist. It creates its own status. The proliferation of its existence is the key to its satisfaction. It is how big it can grow.

Mikhail Bulgakov’un Usta ile Margarita (1966-7) isimli eserinde şeytanla özdeşleştirdiği şey, kapitalizmden başkası değildir. O, insanı baştan çıkarırken, her adımda üst ben güçlenir.

Mikhail Bulgakov associates the the Devil with capitalism in The Master and Margarita (1966-67). As the Devil seduces man, the higher self keeps getting stronger.

Kendini ifade etme araçlarının en önde gelenlerinden biri olan sanatın, sermayenin hizmetine girmesiyle, sanat özden uzaklaşır. Yaşamın doğadan kopması, tüm dünyayı gösteri salonu haline getirir. Sanatçı artık, parlak ışıkların altında ve üst egosunun koynunda, sahneye çıkar. Aslında aradaki fark basittir: Ayağını toprağa basan adam doğayı yorumlarken, varlığının evrensel bilincine ulaşır. Kent yaşamı içinde modern insan, sistemi işler. Her seferinde biraz daha özünden uzaklaşarak, sermayenin içinde kendisine yer edinebilmekten başka bir şey yapamaz. Zaten artık başka çaresi de yoktur.

When art, as one of the foremost ways in which we express ourselves, gets into the domain of the big money, art moves away from its essence. Removing life from nature turns the entire world into a showroom. The artist takes the stage, under bright lights, entangled with its higher ego. The comparison is stupendously simple: One who firmly sets its foot on the earth interprets nature, and reaches the universal consciousness of its being. The modern man in its urban setting studies the system. Every step towards self-expression this modern man taken moves it way from its nature; there is no other choice but to carve a niche in the big capital.


Bilgen Coşkun

Nebahat Erpolat ıntervıew

BC

NE

BC

NE

You were recently invited by a Berlin gallery to perform at Istanbul Contemporary Art. Could you briefly describe how your work, a live installation performance, was received at a venue associated primarily with the visual arts? After performing “Cultural Memory”, I thought it was great that a number of people came up to talk to me. I was initially apprehensive about performing there, because I knew that most people attending would not have had much exposure to this type of art. And to live installation performance art, in particular. That’s why I was thrilled to receive such an enormously positive response. “Cultural Memory”, as you define it, was a live performance art and installation work. You have also commenced your “Etiquette Series”, which is a series of works performed at very different locations. What is the inspiration behind these works, which are uniquely tailored to a particular site and which are so interdisciplinary in nature, combining sound, dance, live performance, video and photography so masterfully? “Etiquette Series, Childhood Part 1” was performed in a fountain in Kreuzberg, Berlin and “Cultural Memory” at an international Art Fair in Istanbul. Both of these works are very abstract, very personal and were performed at unconventional locations. I definitely believe we do better by stepping out of our own comfort zones. Sound, dance, live video and text all support each other, and it is exciting to see how inseparable yet progressive each element is.

656

Nebahat Erpolat is a multi-talented artist and choreographer. She describes her artistic works as: “an attempt to bring into conscious awareness the social, cultural and political issues around me and to explore these primarily through the medium of my physical body but also within the context of unconscious and conscious “selves.” Visiting her at her Berlin studio, we discussed the ego, art and performance.


BC

NE

BC

NE

BC

NE

In that work you drew from memories conjured from a photo of your parents to create a work of very personal significance. How do you see the self and ego playing a role in the process of making dance and performance art works? I was invited by a gallery to create a work on memory due to my own interest and ongoing exploration of memory as a theme in my works. I’m not sure I can define “the self” in brief, but I can say that the ego is part of the personality that mediates the demands of our basic urges of the id and the moral idealism of the superego. In this way, the conscious, sub-conscious and unconscious all shape my own process. Do you think the ego can be used in art to transcend conventional norms, values and ideals? Yes, it pushes us to know ourselves better and that opens the possibility for helping others achieve a paradigmatic shift in thought. You have a strong academic background. You first graduated with a degree in political science and then continued with your postgraduate studies in dance in Melbourne. You are also a Turkish Australian. How do your cultural and academic backgrounds combine to influence your works and shape your future goals as a choreographer and performance artist? Everything in my past, from my academic background to Turkish and Australian cultural influences, is paramount in shaping and informing my works and in propelling me ever further into new, unknown realms.

BC

NE

BC

NE

You are originally from Melbourne, Australia but lived for a number of years in Istanbul and now Berlin. Having worked in three of the world’s most artistically vibrant cities, do you see any common characteristics or obvious differences between the art scene and creative community in each city? That’s difficult to answer because each of these cities has their own unique and complex historical legacies. Both Melbourne and Berlin have a long tradition of supporting the arts. Istanbul, on the other hand, is the current favorite child of the international art world, despite many issues surrounding its current political climate. Your art is very personal and yet appears to be impermanent in form. What is your next project? I am now preparing for the Transient Museum Festival in Berlin, which takes place between January 13 and February 6. I will be exhibiting a live video installation work entitled “The Burqa Project”. Mimicking the subject matter, I question the credence of morals and ethics by employing a tightly constructed and subdued physical space.


Zola nın Yanılgısı 's Mistake & Cézanne Burçak Yıldırım

"If I think, everything is lost." Cézanne... Büyük yazar, deha, Dreyfus kahramanı Émile Zola ve çocukluk arkadaşı, yeteneği kuşkulu, güvensiz Cézanne. Cézanne? İki çocukluk arkadaşı, Émile Zola’nın bakaloryasını aldıktan sonra Paris’e gelmesinden sonra, Paris’te yeniden buluştu. Paris Zola’ya ışıltısından pay veriyor ve Zola gün geçtikçe başarılı bir yazar olarak ünleniyordu. Buna karşın Cézanne bir türlü kabul görmüyor ve maddi sıkıntılar çekiyordu. Sanat eleştirmenliği de yapan Zola birçok çağdaş sanatçıyı destekleyen yazılar yazarken, ortak çocukluk arkadaşları olan Baille’e yazdığı mektupta da belirttiği gibi Cézanne’ın ‘büyük bir dehaya sahip olduğu, fakat asla büyük bir ressam olamayacağını’ öngörüyor, yazılarında asla Cézanne’a yer vermiyordu. Bu giderek artan mesafede Zola’nın egolarının ve öngörüsüzlüğünün yanında, eşi Gabrielle Mély’nin rolünü de hafife almamak gerek. Artık burjuva sınıfına dahil olduğundan eski yoksul günlerini hatırlatacak kimseyi görmek istememesi, ilişkilerin kopma noktasına gelmesine neden oluyordu. Her şeye rağmen Cézanne 1878’de, Zola’nın Medan’da yazarlıktan kazanılan paralarla satın alınan yazlık evini ziyaret etti. Cézanne’ın bu gösteriş karşısında rahatsızlık duyması tavrının daha da keskinleşmesine, Zola ve çevresini küçümseyici konuşmalarla aşağılamasına neden oluyordu ve kendini döneminin en iyilerinden biri olarak görmeye devam ediyordu. Bu farklılıklar eski dostların arasının iyice açılmasına neden olsa da asıl darbe 1886 yılında Zola’nın L’Ouevre romanını yayınlamasıyla gelmiş oldu. Romanda tam da Cézanne gibi duygusal tepkiler gösteren karakter ressam Claude Lantier, üzerinde çalıştığı resmi bitiremeyince kendine inancını kaybeder ve bitiremediği resmin başında canına kıyar. Cézanne’ın için bu son her şeye rağmen beklenmedik bir sondu; Zola’ya gönderdiği kısa teşekkür notu son konuşmaları oldu. Cézanne’ın sanatı, birçok ressamı etkileyen akımlardan fovizm ve kübizmin çıkış noktası olarak kabul gördü. Sonraları modern resmin babası olarak anılan Cezanne, 1906 yılında başta Zola olmak üzere sanatını anlamayan tüm kalabalıkları selamlayarak hayatını kaybetti.

Cézanne... Great writer, genius, hero of Dreyfus Émile Zola and his childhood friend of doubtful talent, insecure Cézanne. Cézanne? Two childhood friends met once again in Paris following Émile Zola’s move to the city after earning his baccalaureate. Paris lent some of its brilliance to Zola as his fame as a gifted writer grew and grew. Cézanne, on the other hand, was not received well and had a hard time getting by. Zola penned many pieces as an art critic praising many contemporary artists, but never mentioned Cézanne. As he wrote in a letter to their mutual childhood friend, Baille— that “Paul may have the genius of a great painter, he’ll never have the genius to make himself one.” Zola’s ego and lack of apprehension was doubtlessly involved in the alienation between the two friends, but the role of Gabrielle Mély—Zola’s wife—should not be underestimated. Upon the couple’s entry to the bourgeois circles, Gabrielle’s refusal to meet anyone that would remind her of their past drove many of their friendships to ruin. Despite it all, Cézanne visited in 1878 Zola’s house in Medan, which the novelist had acquired with the income from his writings. Cézanne’s unease at the face of such glamour only exacerbated his reactions, and he frequently insulted Zola’s circles, meanwhile thinking himself to be one of the geniuses of his time. As all the differences increased, it was Zola’s release of his book L’Oeuvre that broke the two apart. In the novel, the painter protagonist Claude Lantier, whose emotional outbursts mirror those of Cézanne, loses all faith in himself when he fails to finish a painting and takes his life in front of it. For Cézanne, even at the face of everything, this was an unexpected ending; his short thank-you note to Zola was their last correspondence. Cézanne’s art is seen as the precursor to fauvism and cubism. Later declared “the father of modern painting”, Cézanne died, unappreciated, in 1906.


“EGOISM of BEING” PHOTOS Tine Kozjak MODEL Maša



756


9

actualsize Merhaba Hollandalı, Biz Dostuz... Geçtiğimiz aylarda hem Hollanda’da hem Türkiye’de birçok diplomat, siyasi kimlik ve iş adamının yayınladığı HollandaTürkiye diplomatik ilişkilerinin 400. yılına dair kutlama demeçleri, henüz neyi kutladıkları pek anlaşılmamışken iki coğrafyada da--ekonomik ve kültürel güç odaklarının kaymasından doğan--arkadaşlık bayramı havası esmeye başladı. Takibinde kültür kurumları geçtiğimiz yıllar boyunca tasarladıkları sergi ve etkinliklerini birer birer açtılar. Görünen o ki önümüzdeki aylar boyunca İstanbul’da yüzümüzü nereye çevirsek yolumuz bir şekilde Hollanda’ya varacak ve İstanbul sokakları tarihi boyunca ilk defa belki de bu kadar çok kromplen sesiyle tıkırdayacak, değirmenlerle süslenecek, misafir bir turuncuya bürünecek.

Rembrandt & Vermeer 21 şubat 10 haziran 2012 Pera Müzesi Sakıp Sabancı Müzesi Hollanda’nın Altın Çağı’ndan iki usta sanatçı Rembrandt ve Vermeer’e yer vermekte.

Sultanlar, Tüccarlar, Ressamlar: Türk - Hollanda İlişkilerinin Başlangıcı 21 ocak 1 nisan 2012 Pera Müzesi

İşin aslı ne derseniz 1612’de İstanbul’da ilk Hollanda elçiliğinin açılmasıyla başlayan 400 yıllık sürecin zemini Pera Müzesi’nin Amsterdam’daki Rijks Müzesi ile ortaklaşa gerçekleştirdiği ‘Sultanlar, Tüccarlar, Ressamlar, Türk - Hollanda İlişkilerinin Başlangıcı’ adlı sergiyle araştırılıyor.

Vincent Van Gogh Alive 15 ekim 30 aralık 2012 Antrepo No.3

Hollanda’yı duyunca Van Gogh arayanlar ise Antrepo No3, Karaköy’de sanatçının 1880-1890 yıllarında yaptığı çalışmalarını SENSORY4 donanımlı projektörlerle dev ekranlarda ve mekana yansıtılmış şekliyle bulabilecekler. Grande Exhibitions tarafından tasarlanan ve Türkiye’ye –tarihin cilvesiymiş gibi– bir ilaç firması tarafından getirilen dünyaca ünlü gezici sergi ‘Van Gogh Alive’ müze yapısından öte bir yaklaşımla Van Gogh eserlerine nüfuz etmenizi sağlayacak bir deneyim sunuluyor. Van Gogh Alive The Experience


Istanbul Eindhoven - SALTVanAbbe: '89 Sonrası 2 ocak 6 nisan 2012 SALT Beyoğlu - SALT Galata

'68 - '89 20 nisan 19 ağustos 2012 SALT Beyoğlu

'68'den Önce 14 eylül 31 aralık 2012 SALT Galata

La La La Human Steps 16 şubat 6 mayıs 2012 Istanbul Modern

İstanbul Modern senenin Hollandalı sergisini Rotterdam, Bonjams Von Beuningen Müzesi’yle ortaklaşa gerçekleştiriyor. Sergide Bonjams Müzesi koleksiyonundan bir seçki La la la Human Steps başlığı altında üç ana grupta toplanmış. Serginin Tarihsel Karşılaşmalar kısmında Hollanda ve Türkiye özelinde sanat eserlerine yansıyan iki farklı ülkenin ilk temaslarına 16. yüzyıldan başlayan, tarihin yabancıyı anlama merak ve endişesine, ‘yeni’den korkan ve yerel tarafından şiddetli reddedilişini örnekleyen yapıtlar sunulmuş. Kişisel Karşılaşmalar bölümünde ise ikili toplum ilişkilerinin bireysel boyutuna yer verilmiş ve bilinçaltı, korku, yalnızlık, öfke ve şehvet gibi kişisel meseleler üzerinden irdelendiği yapıtlar bir araya getirilmiş. Karşılaşmanın toplumsal alanı ise bireylerin birbirleriyle toplumsal düzeyde ve kamusal alanda nasıl karşı karşıya geldiklerini veya birbirlerini nasıl eleştirdiklerini ortaya koyan yapıtlar oluşturmakta.

Cyprien Gaillard View over Sighthill 2008

Güncel kültür üretimlerine yakın tarihten incelemelerle odaklanan SALT ise Beyoğlu ve Galata mekanlarının 2012 sergi sezonunu Eindhoven VanAbbe Müzesi ile ortaklaşa gerçekleştirdiği sergi ve etkinlik serisine ayırdı. Geçtiğimiz ay dizinin ilk sergisi İstanbul Eindhoven-SaltVanAbbe: 89dan Sonra’ Salt’ta açıldı. Doğu-batı ilişkilerini özellikle kültürel anlamda geriye dönülmez şekilde etkileyen olayların gerçekleştiği yıllarla tanımladıkları zaman dilimleri üzerinden başlıklandırılan sergilerden ‘89’dan sonra’yı ‘69-89’ sergisi ve ardından ’69 öncesi’ takip edecek. İlk sergi ‘89dan sonra’ küreselleşme sancılarının müzelerden ve kültür kurumlarından talep edilen dönüşümünün dinamiklerini sorgulayarak kurum koleksiyonlarının oluşumundaki değişimlere odaklanan on beş sanatçının kırktan fazla yapıtına yer veriyor.


actualsize

68 pt

Friends with Benefits Previous months have witnessed several very important men, from both The Netherlands and Turkey, making celebratory declarations regarding the 400th year of diplomatic relations. Though nobody seemed exactly sure of what was being celebrated, a friendship resulting from a shift in cultural and economic powers was in the air. Cultural institutions followed suit with exhibitions and events geared towards this celebration. That’s right; we’ll be facing The Netherlands whichever way we turn, and the streets of Istanbul will echo with the clatter of clogs, decorated with windmills, and clad in an imported orange.

Rembrandt & Vermeer feb 21 june 10 2012 Sakıp Sabancı Museum The SSM will stick to its masterpieces and display works from the Dutch Golden Age by Rembrandt and Vermeer.

Sultans, Merchants, Painters: The Early Years of Turkish - Dutch Relations january 21 aprıl 1 2012 Pera Museum

Vincent Van Gogh Alive october 15 december 30 2012 Antrepo No.3

Pera Museum, in collaboration with the Rijksmuseum Amsterdam, traces the overlapping history since the first Dutch embassy opened in Istanbul in 1612 with an exhibition titled “Sultans, Merchants, Painters: The Early Years of Turkish - Dutch Relations”.

Those who long for Van Gogh will find huge visual installations, powered by SENSORY4 projection technology, of the painter’s works of 1880-1890 at Antrepo No.3. Designed by Grande Exhibitions—and through a twist of fate, brought to Turkey under the auspices of a pharmaceutical company—“Van Gogh Alive” breaks the traditional museum approach and immerses the viewer in sound, color, and light.


Istanbul Eindhoven - SALTVanAbbe: Post '89 january 2 aprıl 6 2012 SALT Beyoğlu – SALT Galata

'68 - '89 aprıl 20 august 19 2012 SALT Beyoğlu

Pre '68 september 14 december 31 2012 SALT Galata

La La La Human Steps february 16 may 6 2012 Istanbul Modern

For its Dutch foray, İstanbul Modern teams up with Museum Boijmans Van Beuningen to bring “La La La Human Steps” to showcase a selection under three categories. Encounters in History examines the fear of the new and the unknown in a reflection of the relationship between the two countries dating back to the 16th century. Personal Encounters delves into the minds of the subjects and looks at the subconscious, fears, loneliness, rage, and lust. Public Encounters engages the public domain and how interactions and the mutual critiques play down in the commons.

Landscape with the destruction of Sodom and Gomorrah c. 1520 (1495-1524) oil on panel 23 x 29.5 cm

Focusing on the issues in contemporary art through the lens of recent history, SALT partners up with Van Abbemuseum for exhibitions and events in both the Beyoğlu and Galata buildings. The “İstanbul Eindhoven-SALTVanAbbe” series looks at one of the historical slices in the chain of irreversible shifts in the cultural relations between the East and the West. The first leg of the exhibitions, titled Post ’89, is already on display and examines the radical reassessment of the idea of an international collection in the light of the new global-local dialectic. This will be followed by the ’68-’89 and Pre ’68 installments later in 2012.

Sand on Table, 1992-93 Gabriel Orozco (Mexican, born 1962) Silver dye bleach print 31.8 x 47.6 cm


877

Ahmet Doğu İpek Diğer boyut - işlev denklemimizin aksine, Ahmet Doğu İpek sanatçı egosunun işlevinin altını çiziyor bize, hem de karakalemlerle…

That a character as intricate as the almost obsessive craftsmanship is found underlying his works is a mathematical and architectural testimony to the precision of the ratios.

17

Eserlerinde neredeyse “hastalıklı” tabir edilebilecek kadar ince işçiliğin, kurgulanan örgülerin altında, aynı inceliğe sahip bir karakterin yatıyor olması, orantının doğru oluşunun matematiksel/mimari karşılığı adeta.

Other dimension-function equations aside, Ahmet Doğu İpek underlines the function of the artist’s ego, and with pencil.

whokilledtheartist?






920



1025


MÜGEBULUNTEKİNAKİFHAKANÇELEBİ N.GÖZDEBECERİKLİASLIKOLCUELADANİ AHMETÜNVERJELENASALAI CLAUDIORIMMELEOLGAÇÖZALP



ARTWORK

Al Stark


PHOTOS

Olgaç Özalp HAIR&MAKEUP Pereapie STYLING Jamilya Imankulova

PHOTOGRAPHER Ahmet Ünver MODEL ICE MODEL HAIR&MAKEUP Samet Kılcı STYLING Müge Buluntekin

HAND TATOO Ava Belle ASSISTANTS Sendeniz Çalışkan, Kamila Fiedorowicz

STYLING ASST. Laura Le Bayon PUPPETS Byrony Rumble PROPS Jennifer Fischer

PHOTOGRAPHER Aslı Kolcu MODEL Chloe OXYGEN MODELS HAIR Neil Gogoi MAKEUP Alicia Mew STYLING Holly Barber

PHOTOGRAPHER Akif Hakan Çelebi MODEL Sheila ELMER OLSEN, TORONTO HAIR Rafael Estralla Dunn MAKEUP Fang Fang STYLING Shan PRODUCTION Milad Sahafzadeh DULCEDO, MONTREAL

1107

88

92

138

161


1146






1263


Ego of Fashion N. Gözde Becerikli

Discovering clothes no one else owns or combining previously bought clothes in various styles will be the new fashion concept. From the high quality brands to a boutique on the street corner, we are bored to see similar outfits and replicated products. This new trend I refer to, seems to form different styles for everyone and boost our ego while giving a new life to the clothes that are put aside in our wardrobe.

Following these steps in order to be different doesn’t lead you to kitschy clichés ; it offers a new set of eyes to perceive clothing and style differently. If you’d like to create your own style with these patterns, you can be a part of the new fashion insight with little research.

This trend suits those bored to see minimal designs with 3D effect in pastel and bright colors. You will spend a lot of time in front of the mirror staring at yourself while combining your jacket with tropical patterns from the 80s and shorts with paisley pattern with fun and wear your kaleidoscopic Alice shoes. This transformation of fashion shows there’ll be asymmetry rather than minimal plain and straight cuts, and give the signals of complicity to be the future of aesthetics. The British brand Topshop has been using these kinds of motifs; while combining the paisley with fractal patterns and pay attention not to keep shoe designs plain. Michael Van Der Ham paid attention to use motifs and patterns both on top and bottom pieces in his 2012 summer show; his outfits impress with not exaggerated cuts and the patchworks resembling asymmetries.

1280

Although it may seem very chaotic nowadays, you’ll feel that dressing up like this gives you more self-esteem and make you feel really privileged. I associate this new trend insight with id, ego and superego brain layers Freud defined. Like casually putting clothes on top of each other on a rack and wearing them recklessly. Our style wouldn’t have much meaning when we do such consciously. Thus while getting dressed we can get much more creative combinations if we close our eyes and wear whatever comes to our hands. The ideal method is to put the clothes that seem useless, bought but never worn and almost forgotten back in the racks. Let’s see which combinations will derive and memories will revive. The best part of the deal is, this situation will relieve your budget. Creating a style can’t be done only by shopping or buying trendy pieces. On the other hand shopping satisfies your ego, it makes you feel good when you put your new clothes on. However, your look in the mirror is the reality. Possession of that outfit, even if it doesn’t fit, deceives you and you become incapacitated to see the reality. Maybe you haven’t discovered yourself in this way. Here is an opportunity.




1339




Fine feathers make fine birds? Ela Dani

As social beings, humans pursue self-fulfilment, recognition and social affiliation. Fashion is an important and highly visible element in these quests and plays a significant role in achieving the above stated goals. For good reason it has always been said that fine feathers make fine birds. In addition to the actual function of protecting us from outside influences and everyday life, such as threatening climatic conditions, what we wear symbolizes and reflects human’s socio-cultural, political, religious and individual motives and meanings. Today’s world of fashion, in particular, defines the social interactions of our imagined communities. It is one of the most central aspects of today’s lifestyle. What becomes a trend and stylish is decided upon through acceptance, authenticity and participation. The main actors in the field of fashion and their socio-cultural function are the true creators of fashion. The most influential fashion designers are not only the creative heads behind the big name labels but are equally famous personalities, fascinating artists and big stars in their own right. Not only the brilliant and innovative work of the designer but also the designer him or herself determine the success of a collection. Does a successful fashion label need an enigmatic, eye-catching and greater than life personality or would it be sufficient to just create wearable, interesting and excellent clothes? How much of the designer’s personality do we actually see through his or her artistic creations? Should we assume that they turn their innermost outwards, giving expression to their personalities, feelings, thoughts, visions, dreams and desires? If the personality of the designer is so closely

interwoven with his or her own work, are we really only self identifying with the their end products or also with the personality of the designer? If fashion plays such a fundamental role in achieving our goals of self-fulfilment and social recognition, to what degree do labels, brands and trends actually influence us? Perhaps we should be more our own designers and incorporate our own personality into what we wear. We should be selfish in our choice of clothing. Fashion and trends may inspire us, but how we want to see ourselves and how we choose to achieve our individual goals should unquestionably be a matter of our own choice in the end. Fine feathers make fine birds – what a big lie.


nixon.com


1465





1557



“Integrity’s a neutral value. Hyenas have integrity too. They’re pure hyena.” (Freedom, Jonathan Franzen)

Territorial Ego Trippin' Jelena Salaı

Being somebody who is constantly on the move, changing coordinates and countries so quickly that I don’t even have the chance to develop feelings of nostalgia or a longing for something that I know I will lose, I find it crucial to be able to adapt quickly to my new surroundings. It sort of becomes a self-challenge: how long will it take until I start driving like a Turk, until I change my Gallego Spanish accent back to accento madrileño, until my stomach gets used to the food on the streets of Jaipur? What does ego have to do with it? Changing regions often involves an ego makeover. Our sense and need of belonging is probably one of the strongest social urges. Nonetheless, it is also our ego’s instinct to stand out. And we don’t meet each other naked. “Belonging” to a certain place is not a big deal nowadays as immigration is no longer a fringe phenomenon. It has rather become more a choice born out of necessity: in some cases out of a strong survival instinct and in other cases from an internal mechanism that propels us towards somewhere else out there for whatever reason. Perfecting your adaptation skills means proving you are superhuman and someone who is ready for anything. Having everything within one’s virtual reach, nothing surprises you anymore. Add to this the fact that this new, border hopping generation of “nowhereans”, or “everywhereans” if you will, has emerged in the last 10 years or so, one has no other choice than to start seriously questioning the existence of our identity and ego.

I have always believed in dressing according to regional customs, perhaps as a part of the whole blending in process. It is important to try to understand how locals think and feel. I enjoy researching and analyzing people; dress codes vary so much across regions, even in the tiniest of ones. I never dress the same in Istanbul as I do in Belgrade, New Delhi, Madrid, Budapest or Saigon. Maybe this has to do with the instinct of ‘”adapting-as-fastas-possible” and a sense of needing to belong somewhere. I am not talking about being mediocre or somewhere in between. Rather, I think that each ego evolves differently as a natural consequence of the adaptation process. Do you want to blend in or stand out? Or maybe the ego just needs a little protection. Or understanding. Or to fulfill it’s own need of conveying the ever-existent message that we who dress the same, act the same, eat the same and speak the same do, in actuality, think the same.


1626


Frank Schröder PHOTOS

Berlin and Paris

the sinner and the saint

Claudıo Rımmele

Berlin is sinful city. Fashion wise speaking. Entering fashion week is like entering a crazy bazaar inside a holy temple. In the middle of this crazy bazaar is a big car: a mercedes. Daimler is one of the most powerful German companies. So it is hard to understand why they ridicules their product presenting it like a fat goddess. Holy virgin-like models are dancing around it, small demon-like smiling bloggerkids are laughing around it, fat old lady’s are waiting patiently for the next show. The next show of abominations. Because the holy spirit of fashion never entered this place and never will. The real Berlin fashion week is somewhere else. It is in little corner-boutiques featuring a young designer. Small gallery venues having performances with artist’s and fashion designer. That is the spirit that makes this city fashionable, edgy, interesting. But as far as she try’s hard. Berlin can never be elegant. Never as elegant as Paris is. The holy saint of fashion resides here and transforms it’s follower into refined creatures.

Being at Paris fashion week it’s like being at a safari. Everywhere stupendous animals with the most elegant attitude to watch. You instead feel like a fat tourist to big for the little beige trousers you are wearing during the excursion. But after a while you realise that you are invisible to the antelopes around you. That you can move with much more freedom and creativity as they can. Because like every swarm they have to follow an invisible lead. That`s what we Berliners learned in our city. That there is no swarm and there is no lead. And that`s why you go wherever and do and whatever you want. Not having any grace perhaps like the parisiennes. But for sure with more freedom in our attitude and spirit. Still jealous of the elegance of Paris we have to admit that playing around is not part of the game. What in paris might be created in Berlin is enjoyed and shared and used with kindness and fun. Because in the end even fashion is about an emotion inside your heart. So what does your heart is up to? Sinner or Saint? Berlin or Paris? Discover it yourself.



accepted! Barbara Igongini

“Black and white, and some shades of grey, have always been my palette. Sometimes we implement a hysterical colour, but it’s so natural to just leave them out. I actually look at it non-coloured, in a way. It’s also very contrasting.”

barbaraigongini .com


Iris van Herpen

irisvanherpen .com


accepted! Kate Eary

Orschel - Read

“I think if I’d been doing womenswear, that wouldn’t have happened. And I think that about a lot of the opportunities that’ve come my way… I’m coming in through the back door. I think it’s something I’ve spent quite a lot of my life doing.”

kateeary.co.uk

orschel-read.com


Rob Goodwin

‘’I make my footwear designs entirely by hand using shoe making and leather working skills that I have more recently applied to helmets and masks.‘’

robgoodwin .co.uk


1789





EMREERBİRERNİLALDEMİR YELTAKÖMSİBELKOCAKAYA BENGÜÜÇÜNCÜBERTRANDODIRENZO TRACYTOMKODENİZTUNCERHALUKBB MONSTADİLARAZ.MORANÖZLEMÖLÇER ÜLKÜNURARSLANSEVGİDÜZGÜN GÖZDEÜÇOKALİCANARICAN YAĞMURYILANASLIKURİŞ TOLGAGÖRGÜNKANITERDOĞAN N.ÖYKÜMARALKEREMGÜNEŞ CEYLANÖZTÜRKELİFİNCİDOĞRUER MURATMİROĞLUİREMYANIK HÜLYAAPAYDINTUNCTUNCTUNC



Sen benim kim olduğumu biliyor musun?..

Emre Erbirer

… dedi kadın. On santim topuklu stilettolarının üzerinde yükselen uzun bacakları, o bacaklarla doğru orantılı alımlı bedeni ve o bedenin üzerinde taşıdığı kürküyle paralel bir evrende diktatör olmaya adaydı. Belki de öyleydi hatta. Elinde dünyayı kurtaracakmışçasına taşıdığı Blackberry’si ile birkaç tuşa bastı ve bekledi. Oysaki beklemeye hiç de tahammülü yoktu hayatta. Hatta dünyaya bile erken gelmişti bu tahammülsüzlük nedeniyle. Annesinin karnını deşerken, bir sabırsızlık basmıştı bedenini. Sonunda açıldı telefon. Konuştu, konuştu ve konuştu. Hayır, karşısındakini dinlemedi. Ne dediği önemli değildi. Sadece kendisi konuştu, sonra kapadı. Sonra tekrar kapıdaki adama döndü. Ve tekrar var gücüyle “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” dedi. Adam tabii ki bilmiyordu. Umurunda bile değildi hatta. O kapıda çekirdek çitlemekle meşguldü. Bir yandan da içeri tek başına veya birkaç erkek arkadaşıyla girmeye çalışan adamlara “Damsız giremezsiniz.” demekle uğraşıyordu. Onun işi buydu. İçeri almak veya almamak. İşte tüm mesele buydu. Bu sırada cin fikirli bir ağır abi aradan dalmaya çalıştı. Fakat kapıdaki külyutmaz görevliye yakalandı. Zira adam yalnızdı ve erkekti. Yani çok tehlikeli bir kombinasyondu. Böyle söyleyince ne kadar anlamsız geliyor değil mi? Ama değil işte. Sonuç olarak cin fikirli ağır abi de içeri giremedi. Ve o da şöyle söyledi: “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” Kapıdaki görevli bir saniyeden uzun düşündü. Bu onun için büyük bir şeydi. Kimdi ki bütün bu insanlar? Topuklu ayakkabılı uzun bacaklı şişkin egolu kadına baktı bir kez daha. Yüzü tanıdık geliyordu aslında. Ama kim olduğunu çıkaramıyordu bir türlü. Bütün kadınlar birbirine benzemiyor muydu ki zaten? Bir işadamının karısı, ya da bir ünlünün kız arkadaşı. Ne önemi vardı ki? Sonra dönüp cin fikirli adama baktı. Egosu ile cüzdanı birbiriyle orantılı olan bu adamları ise tanıyordu. Daha doğrusu tanımıyordu, “böyle adamları” tanıyordu o sadece. Cüzdanı ne kadar şişkinse, egoları da o derece şişkin oluyordu. Onların da hepsi aynıydı aslında. Sırayla kapıya gelirler, etraftaki tüm çalışanları küçük görürler, kendileri dışındaki herkesin onlara hizmet etmek için yaratılmış olduğunu düşünürler. Bu tipler ise bırak paralel evrende diktatör olmayı, daha kendi hayatlarını yönetmeyi beceremezlerdi. Daldığı düşüncelerden duyduğu tiz bir ses, kahrolasıca bir cümle ile uyandı. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”

Do you know who I am?..

…said the woman. With her long legs rising upon her 3.9 inch-high stilettos, her charming body in line with these legs and her fur which she wore on this body; she could easily be a dictatress in a parallel universe. Maybe she was, indeed. She pushed several buttons on her Blackberry, which she carried as if it was a tool to save the world, and waited. She waited, although she had no tolerance for waiting at all in her daily life. Because of this intolerance, she even came into the world earlier than it should be; as the doctors were opening up her mother’s body, she was filled with impatience. Finally her call was answered. She talked and talked and talked. No, she did not listened to what the person on the other end of the line was saying. She and only she talked and then hang up. She returned to the man on the door. And she yelled at him with all the power she got, not for


1934 ARTWORK

Patricia van Lubeck

MORE ARTWORKS @

size-magazine.com

the first time: ‘Do you know who I am?’ The man of course, did not know who she was. He did not care actually. He was too busy with chewing sunflower seeds while he was standing at the door. Meanwhile he was telling the men, who were trying to enter all by themselves or with male accompany, that they were not allowed to enter without a ‘dam’. This was his job: to let people in or not to let them in. That was what it was all about. In that moment, an over wily macho tried to sneak in. But he was caught by the astute guard. Hence the man was all by himself and he was male. The combination of two was highly dangerous. It sounds meaningless, right? However it is not. Eventually the smart macho could not achieve to get in. And so he said: ‘Do you know who I am?’ The guard at the door thought about it slightly more than a second long. This was his big issue. Who were all these people? He looked at the woman with high heels and the fat ego, once more. He could not figure

out who she was, her face looked familiar though. After all, did not all the women look similar to each other? A businessman’s wife or the friend of a celebrity… How did it matter? Then he turned his head and looked at the wily guy. He knew this man: his ego was in harmony with his wallet. Actually he did not know that guy specifically, he just knew this sort of guys. The fatter his wallet, the bigger would be his ego. In fact they were all the same. They always came to the door one after the other, patronized and underrated the personnel and thought that everybody around them has been born to serve them to fulfill their wills. Actually this sort of people, let alone being a dictator of dictatress in a parallel universe, was not even capable of organizing their own lives. Finally he stopped daydreaming as he heard a shrill voice saying a damn phrase. ‘Do you know who I am?!’


Rafael ARTWORK

Bakalım Sayz efendi egosunu yenip bu hiç yapmadığı söyleşiyi olduğu gibi yayınlayacak mı? Hep beraber izliyoruz sevgili seyirciler. Sevgili Nil Aldemir, neden bu sayının konusuna böyle manyak gibi sevindiniz? Arko reklamları vardı eskiden, bildin mi? Pack-shot’ta bir erkek çocuk “Arkoooo!” diye bağırıyordu. Yani sanırım erkekti. Belki de Oya Bora’nın Oya’sıydı, bilmiyorum. İşte o yakarışı çok severim. Sen gelip kulağımın dibinde “Bu sayının konusu Egooooo!” diye avaz avaz bağırınca onu hatırladım, “Aferin güzel konu bulmuşsun, gel benle bu konuda löportaş yap” diye kafana sevecen bir şaplak indirmeyi borç bildim. Çok teşekkürler Nil Hanım. Okurlarımıza bahşeder misiniz, ego nedir? Hani biri bir hikaye anlatırken durmadan “Şu bitirse de ben anlatsam,” diye düşünürsün. Senin hikayen daha iyidir çünkü içinde sen varsındır. İşte ego “o”dur. Normal yani, herkeste var. Peki haşmetlim, egolarımızı nasıl yeneriz? Kaç tane egonuzu?

Ben egomu nasıl yenerim yani? Mesela yolda yürürken yanlış yöne gittiğini fark edince telefonla konuşuyor gibi yapmadan, yok efendim saatine bakıyor gibi yapmadan, kendi kendine “Tüh” falan gibi konuşmadan hemen arkanı dönüp ters yönde yürümeye devam edebiliyorsan, egolarını yenmişsin demektir. Hepsini yenmişsin. Kaç tane varsa artık. Peki Nil Paşam, sizin egolarınız var mı? Bir tane var. Mesela Sayz’a yazı gönderdiğimde, sen bana “Bunu tekrar yaz,” dediğinde, “Saçmalama niye tekrar yazayım, fotokopi çekerim olur biter,” diyorum. İşte o egom var.

Peki siz egolarından çoğunlukla arınmış bir insan olarak, başkalarına egolarını yenmeleri için yardım ediyor musunuz? Bittabi. Mesela bir keresinde bir araba yarışçısına co-pilotluk yaptım. Ama yolu tarif ederek onun o iğrenç hırsına ve egosuna hizmet etmek yerine “Kardeş camı açabilir miyim?” “Acaba radyoda ne var?” “Bu araba kaç basıyo?” gibi sorular sorarak sohbet etmeye çalıştım. Nihayetinde o da hayatla yarışmayı bıraktı, kenara çekip gülleri koklamayı akıl edebildi. Yani arabadan indik. Beni öyle bir dövdü ki, yanaklarımda güller açtı yeminle. Ego zor bir şey. Kolay kolay yenemiyorsun. Çok teşekkürler Nil Hanımcım...

Peki egonun ne gibi kötü sonuçları olabilir?

N’oldu bitti mi ya?

Rezillik. Rezil olursun. Örneğin sevgilinle kampa gittin, ama çadırda kavgaya tutuştunuz. Senin de egon ağır bastı, vurup kapıyı çıkacaksın. Bir hışımla çadırın fermuarını vızzzt diye açıp hızla kapamaya çalışırsan, o istediğin etki olmaz. Salak durumuna düşersin. Adam içerden kakır kakır güler, zıbarır keyifle uyur. Sen de dona dona sabahı edersin.

Bize ayrılan sürenin sonuna geldik, yoksa yazı sığmaz bebikim. Bak gebertirim Sayz! Yine beni kızdırmayı becerdin, valla bravo. Helal olsun gerizekalı. Hoşçakal egosantrik retikulum... Gel lan buraya!


Ego Kere Ego, Dört! Ego Time! Nil Aldemir

Your Majesty, do you have any egos? Here’s one. When I send you an article and you say I need to rewrite it, I answer, “Why? Are you crazy? I’ll just need to make a copy.” That’s the only ego I have.

1986

Your Highness, what are the worst possible consequences of having an ego? Humiliation. You get humiliated. For instance, you go camping with your lover, and you have a huge fight in the tent. You ego rises and you want to storm out and slam the door. If you try to unzip and zip the flap really fast, you just can’t achieve the effect you’re going for. Then you realize you’re an idiot. The guy inside just laughs his lungs out, pops off and goes to sleep. You, as an idiot, will freeze to death before morning. Ego is bad. Do you, as a divine person who has rid yourself of most your egos, help others to defeat their egos?

Let’s see if our dear Size editors will defeat their egos and print this interview, which they have yet to conduct with me. My dearest and best friend, Nil Aldemir, why the hell were you so crazy about the subject of this issue? Remember the Arko commercials from a few years ago? In the closing scene with the package, a boy yells “Arkoooooo!” I mean I assume that was a boy. Or it could have been the girl from the band Oya-Bora. Whatever! I love that scream. When you shouted loudly in my ear, “The subject of this issue is Egooooo!” (you are such a crazy motherfucker!) I remembered that packshot, got a little emotional, decided to show you some love, smack you on the head and offered you to interview me on the subject, which is actually a huge privilege. You’re welcome!

Well then, my precious, how do we defeat our egos?

Naturally I do. For example, I was once a co-pilot for a racecar driver. But instead of giving him the directions and feeding his nasty ambitions and ego, I tried to have human conversations with him, like asking,“Dude, can I open the window?” “I wonder what’s on the radio,” “What’s the speed limit around here?” etc. Eventually, he did stop his racing career and remembered to stop and smell the roses. I mean actually that we got out of the car, and he hit me so hard that my cheeks were flashing like roses. Ego is sometimes difficult to defeat.

How many egos?

Thanks a lot, master Nil...

I mean, how do I defeat mine?

What? Are we done?

When you’re walking down the street and realize that you’re going in the opposite direction of where you are supposed to be going, and if you can just turn around and walk back immediately, right away, with conviction, instead of stopping, checking your phone or grumbling to yourself... then, my child, you have defeated your ego! I mean egos. However many egos you have.

We are out of time. Otherwise this thing won’t fit on the page designated for you, Baby.

Thanks a lot. Will you please grant us the answer as to what the heck ego is? When someone is telling you a story, you wait for him or her to finish. Then you can tell your own story, which is not only better but also involves you. Sound familiar? Yeah, that’s ego. That normal thing everybody has.

I’ll bump you off! You! You managed to piss me of again, even in an artificial interview! Congratulations, you bastard! Bye-bye, egocentric reticulum... Come over here!


“Oysa bu sabah güneş doğudan doğmayarak en kışkırtıcı halindeydi, bugünün sert geçeceği belliydi. Bunun beni yıka yıka, yok ede ede, tekrar doğuracağını hiç düşünmemiştim.”

yarın güzel bir sabah olacak Yelta KÖM

Herkesin dahil olduğu, kişisel egoların olmadığı bir mimarlık var mı? Kendisinden ne kadar bahsetmesek de mimarlık kente ve yaşamımıza müdahil oluyor, üzerimizde iktidar kuran bir olguya dönüşüyor. Mimarlık ve mimarların büyük kısmı, geçmişten beri bir gücü temsil eder ve etrafımızda egosantrik bir atmosfer kurar. Kendi kurallarını koyar, kendi dilini oluşturur. Mimarlık, ihtiyacı olanın birinci elden ulaşabileceği, insanların nerdeyse yüzde doksanın ihtiyacının farkında bile olmadığı bir pratik. Mimarlık ortamının içindekiler, dışarıdaki dünyaya düzene sokulması gereken bir yer olarak bakar; çünkü değerli istisnalara rağmen okullardaki öğretiler, bozulmaz kaideler şeklinde aktarılır. Böylece ego şişer, kimin için tasarlanıldığı, kime hizmet edeceği unutulur, başkalarının katılımına mahal verilmez. Peki ama mimarlık gerçekten bu kadar kutsal, ulaşılamaz ve karışılamaz mı? Nasıl gerçekliklerimizi kendimiz inşa ediyorsak, bu iktidar da bir inşanın sonucu, mimarlığın ve mimarların sürekli içine üflediği bir illüzyon balonu. Bu balonun içerisine her şeyi sığdırıp, meşrulaştırabiliriz. Devletlerin kendi görünürlüklerini mimarlık üzerinden kurmalarını, mimarlığın ruh halini yaşayanların fiziksel çevre hakkında çılgın kararlar vermelerinı, yıkılan binaların ardından yapılan romantik konuşmaları... Oysaki mimarlık hali katılımcılıkla, ortak akıl ile daha iyiye gitmez mi? Mimarlığın “en iyisini ben bilirim” durumu, insanların nasıl yaşayacaklarına, neler yapacaklarına karışır. Oysa kent sürekli değişir, insanlar değişir. Kente rasyonel, pozitif bilim yöntemleriyle yaklaşmak ne kadar doğru sonuçlar çıkartabilir ki? Ama boylarına göre küçük kalemli çoğu mimarın en sevdiği hobisidir bu.

Bugünlerde İstanbul’un dört bir köşesinde yeni projeler filizleniyor, inşa ediliyor, tartışılıyor. Kimisi eskiyi yeniden inşa edip Selçuklu mimarisine öykünen kamu binaları yapıyor, kimisi bir Venedik illüzyonunu metalaştırıp; unutulmuş bir kent parçasında toplu konut inşa ediyor. Emek Sineması’nın, Haydarpaşa Garı’nın, benzer nitelikli tüm yapıların merkezinde, sağında solunda mimarlık ya da mimarlığın ruh haline bürünmüş karakterler kendilerini belli ediyor. Kent sürekli bir dinamizmin içinde; kentin fiziksel sınırlarını ne kadar haritada görsek de mental sınırları sürekli oynuyor ve bu değişimdeki en geçerli parametre “insan” oluyor. İşte mimarlığın ruh halinin atmosferine ise “insan” dahil olamıyor. Orda bir yerde “hakkında karar verilmesi gerek” olarak kalıyor. Böyle bir dinamizmin içerisinde öncelikli belirliyici “insan” olmasına rağmen, bu süreçlerden elden geldiği kadar koparılmak isteniyor. Birileri geliyor “burası sorunlu”, “burayı dönüştüreceğiz”, “buraları yıkıyoruz” ya da “siz şuraya taşınacaksınız” diyor. Kimse soru sormuyor. Bu “sorusuz” bu yüzden “sorunsuz” sessizlik hem insanlar hem de karar vericiler tarafından destekleniyor. Kimseye “siz burayı nasıl görmek istersiniz?” sorusu sorulmuyor ama bunun karşısına da talepkar bir argüman nadir çıkıyor. Mimarlığın egosantrik enerji alanını yıkmak için sadece mimarların, plancıların, karar vericilerin değil, herkesin sorular sorması gerekiyor. Karşılık talep etmemiz, yeni çatlaklar oluşturmamız, alternatifleri ortaya çıkarmamız gerekiyor ki iktidarın ferah bulvarlarını, kişisel iktidarların ereksiyonu olan niteliksiz gökdelenleri hep beraber tartışıp, eleştirip, üzerine konuşabilelim. En iyi niyetlimiz bile kimi zaman bu ruh halinin egosuna kapılabilip, küçük dağları yaratıp, fırtınalar kopartabiliyoruz. Oysa bunla savaşıp, kendi kendimizi yenip, o illüzyon balonunu patlatsak, daha güzel bir yarına uyanmaz mıyız?


“However, this morning the sun was the most provocative situation by not to rise. It was obvious that today is going to be tough.” Is there an approach to architecture in which egos are put aside and everyone is included?

tomorrow will be a beautiful morning

Regardless of whether we notice it or not, architecture quite literally shapes our cities and lives: it exerts a profound level of control over our daily routines and determines, in part, our consciousness. Thus, architectural schools of thought and a considerable majority of architects embody a core of power and create spaces around us, inspired by their egos. As an extension of this power, the field has established its own rules and developed its own language. It is honestly though not a difficult profession to master when 90% of the general public is completely unaware of their needs stemming from the discipline. Professional architects envision the outside world as a space in need of being put in order. Apart from a few exceptions, doctrines are communicated as ironclad rules. The consequence: architects’ egos get out of control, they forget who they should be designing for, whose interests they should actually be serving and exclude the participation of others. Is architecture really that sacred and untouchable of an endeavor? As architects, following their various schools of thought, continue building their own realities, this sense of power grows. It is like a balloon full of illusions, being kept tightly inflated with every breath taken and project completed by the architect. Amazingly, they can fit everything they do and think, however questionable, in this balloon and justify it as well; for example, the gaudy display of the government’s preeminence, someone’s crazy decisions about the environment, thoughts of who truly embodies the “spirit” of architecture or any romanticized discussions after a building has been demolished. However, wouldn’t architecture achieve new heights through open participation and collective input from the communities? “I know best” thinking in the realm of architecture is founded on the notion that we know how people should live and what they should do. However, a city is in a state of constant change, just as people are. How appropriate is it then really to employ rational, “hard” scientific methodology in city planning and architecture? Sadly, these methods are the favorite hobby of architects whose drawing pens are far too small in relation to their own size.

Nowadays, Istanbul is awash with new building projects being planned, invested in and built. Some projects aim to restore or rebuild old structures or to raise new public buildings emulating Seljuk architecture. Others express a “Venice illusion” and go for public housing projects in neglected districts across the city. Both established and wannabe architects are currently converging in the area surrounding Haydarpasa train station, the Emek movie theater or other buildings with similar properties. This city is marked by an unparalleled level of dynamic change and reconstruction, and even if we can set the physical borders of Istanbul on a map, the mental landscapes and mood of its inhabitants are also in a constant state of flux. It is, in truth, not the architect but the inhabitants who set the pace and course of change. Nevertheless, “normal humans” are not generally granted active participation in formulating the general architectural spirit of the day. Rather, they are commonly relegated to the status of inconsequential actor “somewhere over there.” Even though normal people are the primary agents affecting dynamic change, they are treated as objects rather than subjects and wished away. It is often as simple as someone coming and telling them, “We’re going to renew this neighborhood because it’s ‘problematic.’ We’re going to demolish these buildings, so you’ll have to find somewhere else to live.” Amazingly, no one asks any questions. This unquestioning acceptance is perpetuated equally by citizens and decision-makers alike. Just as no one ever asks, “How would you like here to look?” no one demands their voice be heard. To demolish this egocentric aura of architecture, every one should be asking questions, and not only to the architects, city planners and decision-makers. We should demand responses and create new fault lines in an attempt to discover alternatives. Only then can we discuss and criticize the wide boulevards of power projection, the erections of personal egos and the poorly built skyscrapers. Even if architects work with bona fide intent, the ego of the architectural profession does not easily let go of them. If we could wrestle with this demon, overcome ourselves and pop that illusionary balloon, wouldn’t tomorrow morning be more beautiful?


Sibel Kocakaya

2050

PHOTOS



2114

Müstesna. Mutlaka. Ben değilimdir. (şaka şaka, ola da bilirim emin değilim)

Bengü Üçüncü Yorgun uykularda rüya alemi umulan nezaketi her zaman göstermeyebiliyor. İşten çıkıp eve girdiğinizde, o rahatlığa, emir komuta zincirinin kırılmışlığına adapte olana kadar beyniniz nasıl bir pelteleşiyorsa artık, uyuduktan sonra, peşisıra gelen science - fiction rüyalar da tuhaf bi’şey yokmuş, her gün yaptığınız bir şeymiş gibi gelip beyninize çörekleniyor . Rüyalarda savaşmanız filan hep bu vücut ısısının artmasına mukabil aslında-battaniye altında ha babam kaynamak-. İlkokul son galiba, küçük şehirlerde yaşamanın bir değişik geri dönüşü olarak kendimi inceden seçilmiş kişi sayıyorum. Başarı benim işim. Okumadığım Ömer Seyfettin, Jules Verne kalmamış, kültür burnumdan akıyor. Osmanlı padişahlarını Ertuğrul Gazi istikametinden başlayarak bu yaşıma dek hala sayabilmem, geri kalan mavi önlüklülerden sıyrıldığım o döneme denk gelir. ben o ara başka bir alemdeyim özetle. -görsel bulunamadıOkulun karşısında diye tek gönderildiğim göz doktoruna ; “hep okuyorum, kör mu olmuşum ben?” sormam, o dönem aslında başka doktorlara da bir luzumiyet sinyali yakmış ama ben padişah ezber etmeye devam etmişim. Gözlerim BİR numara miyop. Ailede küçük kardeş olarak ciddiye alınma, sülalede de ortanca çocuk olarak yer edinme derdindeyim, savaşım büyük. -ve ilk gözlüğüm kolormatik, anne neden?Yine o dönem hatırlarsanız bir ara UFO konulu dergiler, sadettin teksoy un her köyde bulduğu işaretler vardı hani, haliyle mistisizm beni de esir almış. elbette ki iletişim ağlarına takılmak aklımdan çıkmıyor. Bir beş çayında Mars’ta içime leblebi tozu çekmek istemekteyim. Seçileceğime de eminim hani. Yedek kulübesinden çıkabilsem, mamafih gol kralıyım. İnanıyorum arkadaşlar, ansiklopedide çömeceğim yer hazır. Odama girip, perdeyi aniden çekip göğe bakınmalar, Rus pazarından alınma opera dürbünüyle olmadık saatlerde uyanıp uzaklarda işaret aramalar ve pencereme teleport edilmeye müsaitliğimi not bırakmalarım filan, yine bu sağlıksız döneme denk gelir.

İşte geçenlerde, her nerden aklıma takılmışsa tüm bunlar, beni kaçıracak olan uzaylıların pencereme yanaştığını görüyorum rüyamda, vakit nakittir felsefesiyle hemen sırt çantama bir iki parça gömlek atıp “ya nasip” diye açıyorum kollarımı mekan-ı baide doğru… Lakin işte durum burada değişiyor biraz... Bahsi geçen enstantaneden sonra kendimi bir direğe, “Tiffany Tomato” oduncu gömleğine bağlanmış vaziyette uzayda sallanırken buluyorum. Yıllardır mesajlarımı terso anlayan uzay camiası, tek ve yegane niyetimin galakside takılmak olduğunu düşünmüş olacak ki, beni orada sallanır vaziyette bırakıp leblebi tozuna kendi yöntemleriyle giriveriyor. Rüya bu ya, acayip gücüme gidiyor o an; hani “buraya nasıl bağlandım”, “neden oduncu gömleği”, “nasıl nefes alıyorum yahu”yu sorgulamıyorum. Buraya mı bırakılacaktım, burası mı koca uzayda bana biçilen yer derdindeyim hep, küsüm yani! İnsan bunca kurup-düşünüp, yol gelip, sadece ay taşı ve bilimum toz görünce bir nebze bozuluyormuş -uzay soğuk ama ben hala seferi psikolojisindeyimUyanınca bu isteğimi ve kendimi gerisin geri hatırladım, bir kere çocukluğun tek iyi tarafı; anlatırken o halimizin geçip gittiğine olan temelli inancımız. Safız, iyiyiz, aptalız ve bunda sorun yok, çünkü tüm bunlar “taaa o zaman”. Tek korkutan tarafı, hani vatkaların birden moda alemine geri kabulü gibi, ya bir zaman sonra şu anda güldüğümüz şeyler dönüp hayatımıza sızıverirse? Altmışımda Kabe’yi değil Jüpiter’i göreceğim diye Dünyayı eşe dosta dar edersem? Tivideki filmden sinyal alıp diş fırçamla geri mesaj gönderirsem? (Lan! ?) –dalıp gitmekBiraz korkuyorum, biraz da “amaaan” diyorum, herkes gücünün yettiğine zaten bu dünyada. Dar edecek olsam bile napayım, kuvvetle muhtemel zaten bi bok hatırlamam o vakit di mi? -amin-


Exceptional. Definite. It might not be Me at all. (joking, also might be too, not sure)

When sleeping over tired, dream world always is not as kind as expected. Out of work, comfort in the house, no longer orders are flying around makes your brain develops a jellylike consistency that any science-fiction dream comes after seems like absolutely normal and an every-day thing to you. Weird fights and puzzles in that dreams are most likely to be affected by this temperature of the body indeed by the way –boiling under blanker situationit was the fifth grade i think, as a return of living in a smaller sized city, i was kind of considering myself as the chosen one. my name was success. There were no books of my age have left unread, Jules Verne, Omer Seyfettin... my knowledge was flowing out. To be able to name all the Ottoman emperors in date order even now, is also an heritage to me from those days which i was then aparting myself from other blue-uniform mates around. My mind was really in somewhere else, sum of all. –footage not foundBecause it was too close to the school, ive been sent alone to the oculist and directly questioned “i keep reading and reading, am i going blind?” was an alarm to some other doctor needs of mine at that age but i kept reading history instead. My eyes were near sighted. As being the youngest in the family and middle child in the dynasty, i needed some more attention and some more gravity for god’s sake, i had a war going on there at that days –and first eye glasses of mine were brown-colormatic.why mom, why?If you may remember again, that days we were really busy with UFO stuff in the magazines and sadettin teksoy (mystery show, tv man in TR) kept finding weird signs in the villages to freak us all out, and i was also of course a slave of the mystery. I couldn’t stop thinking of being a part of the communication team of the space people. On a brunch, i’d like to grab some snacks with them against the mars’s pretty view. And i was a sure shot if they ever picked someone, i know it would be me, i was so deeply believing folks! I even had circled my favorite places in there. my unhealthy periods like ;entering my room and quick curtain openings to check the sky, waking up in the late night hours to look outside for signs, and also leaving pathetic notes to my own window about my available hours occured all same time.

Past weeks, i do not know how it came to my mind all of a sudden but in my dream, i have seen the aliens came across to my window whom were supposed to kidnap me to their own galaxies (15 some years ago but alright) I became so excited, with a time is money mood, i grabbed some of my shirts in a small bag and opened my arms to wherever “here i am” ... but then situation a little gets awkward here, because after being teleported, i have found myself tied on a pole with a lumberjack shirt swinging in the space meaninglessly. All my messages were misunderstood by the space community, probably all they thought was me willing to hang around the space and sightsee there so they left me and went to their own snack-grabbing party i guessed. still it is a dream, i got very much offended to them. I was not questioning “how i got tied”, “why this dirty lumberjack shirt”, “how am i breathing indeed”. All i was pissed about is that; did i deserve to be left out all alone in here, in this place? I was fairly mad. According to the roads I’ve taken, effort i’ve given, all i got back was a little moon stone show and dust without any hospitality was so dissapointing i could not help it –space was cold but i still had the heart of an expeditionarywhen i woke up, i remembered my wishes about all these things. Only good thing about childhood is that while you spoke about it you definetely believe and feel comfortable about its been spinned away for sure. We were naive, nice, stupid then and that’s totally okay. Because its all as old as adam. Only scary part about this is that what if they came back to our lives and sneak in again after some time later just like the shoulder pads did in the fashion world once? What if i started bitcing around to my family and friends with a desire to see jupiter instead of holy lands when i turned sixty? And start recieving signals from my television and trying to send replies with my toothbrush? –daydream breakscared a bit, but on the other hand “what the hell”, everyone torchers whomever they can in this world anyways, even if i would really turn into what i just told still don’t matter and i probably would not remember my own self at that days anyways, right? –amen-


The term drag, or “dressed as a girl”, has been around since Shakespeare’s time and was first used as a term for men playing female roles in theater. The phenomenon of drag has never abated since. On the contrary, it has become ever more popular since the middle of the last century when several drag queens, transvestites or transsexuals rose to become first gay and later on general icons.

More popular as a woman than as a man, Bülent Ersoy is an exemplary model of tenacity, strength and determination that, we must say, are common characters shared by all the women featured here. Becoming a star for the Turkish public by singing traditional Ottoman music is just one of her many achievements. Rejected and then re-welcomed, loved by many and reviled by many others, she has always faced criticism and trials.

Being actresses, artists, singers, fashion models or simply socialites in a period of history when being different was not really celebrated, these “women” embodied the fight against discrimination and racism, thus becoming poster girls of self-affirmation.

Amanda Lepore would have fit perfectly in Warhol’s Factory, but the 60’s were a distant past. Fed up with the easy life of a suburban housewife, she left her husband and moved to New York. Upon arriving she discovered the city’s nightlife and instantly became a part of it as a protagonist and iconic presence.

In the 1960s nowhere was cooler than Warhol’s Factory, a place where established and want-to-be artists met to give vent to their creativity. Joe D’Alessandro, Velvet Underground, Nico and Paul Morrisey were but a few of them. There was also Candy Darling.

A nail artist turned dominatrix, Amanda Lepore wasn’t born into fame: she created it herself thanks mostly to her collaboration with another great contemporary artist, David Lachapelle. Portraying her in many different settings, he made her his muse.

“As a child I learned to don the mask when the occasion called for it. (Later I learned to don the wig.)” Candy arrived at the Factory in 1967, but her career didn’t take off just because of her close association with Andy Warhol. As an actress, friend and colleague of, among others, Jane Fonda and Sophia Loren, Candy tenaciously entered the mainstream movie circuit.

“ I have friends in high places with plastic faces”, sang Amanda Lepore. Sometimes extreme but always outrageous, Lepore is a fashion model, singer, actress and an iconic figure of many brands. In this way, she was able to break through the boundaries that had been placed in front of transsexuals in the world of art and the nightlife scene.

Don't be a drag , just be a queen Bertrando dı Renzo

« j’ai toujours su qu’un jour je deviendrais très célèbre. C’était décidé.» While an astute marketing campaign highlighted her sexual ambiguity, Amanda Lear became one of the most visible and famous icons in European circuits. Not only a prominent figure in the days of Swinging London and closely associated with Bowie, the Stones and Brian Ferry, she became and remained Dalí’s muse for many years. It was Salvador Dalí who really made a star out of her. The years of their artistic and inspirational cooperation also mark the period in which Amanda Lear was a member of the most important circles, giving her a chance to show off her talents as a singer, actress and, later on, painter and showgirl. She also collaborated with great artists, such as Roxie Music, and was on the covers of some of the most influential global magazines, including Warhol’s Interview and Playboy. In an attempt to stop the wild rumors about her sexuality, she posed for Playboy in 1977; she did not succeed.

RuPaul first tried to conquer dressed as a man but it was the crazy wigs, tight corsets and high heels that propelled him into the limelight. “You can call me he. You can call me she. You can call me Regis and Kathie Lee. I don’t care! Just as long as you call me.” His singing career soared, thanks in part to his collaborations with Elton John and Diana Ross, and entered the American chart hits many an occasion. Building on that success as a singer, RuPaul has recently become the TV host of his own wildly popular program: the drag version of America’s Next Top Model. All of these individuals have broken through social barriers and fought against prejudices. Thus, they have rightfully become well-known icons and role models in the struggle for equal rights. “What other people think of me is not my business. What I do is what I do. How people see me doesn’t change what I decide to do.” A motto that can be easily applied to anyone of them.

2151

Not only idolized by Velvet Underground and through Lou Reed’s songs, Candy Darling’s rise to fame coincided with the glory days of the Stonewall – a transvestite and transsexual bar in New York. On the day of Judy Garland’s death, riots broke out from the bar onto the streets, marking the birth of the gay rights movement in the USA. Ironically, the same day saw in Europe the birth of a new icon: Amanda Lear.

“Live with Regis and Kelly” http://en.wikipedia.org/wiki/Live_with_Regis_and_Kelly


ARTWORK

Tracy Tomko

MORE ARTWORKS @

size-magazine.com


2207

Gömlek Shirt Deniz Tuncer

Sabah uyanırım. Yataktan çıkar çıkmaz geçiririm ego gömleğimi üstüme. Artık çıplak da çıksam olur benden iyisi yok ki dünya üstünde! Kırılsam da dökülsem de farketmez hepsi gömleğimin içinde saklı durur gün boyu. Tüm git gellerimi, heyecanlı bekleyişlerimi, hayal kırıklıklarımı alır içine. Hiç göstermez içini, korur beni gerçek benliğimden. Gece yatağıma tek başıma yatmak için gömleğimi çıkarana dek... O zaman dökülür ayaklarıma gömleğimin içinde biriktirdiklerim. İşte o zaman anlarım gülümseyişimdeki sahteliği. Mutlu da olsam farketmez mutsuz da. Her daim bir gülücük asılı suratımda zira kötü olmayı, mutsuz olmayı yediremez Ego’m kendine. Umursamıyormuş gibi göründüğüm ne varsa ayaklarıma dökülene kadar her yanımı çizer geçer. İşte o zaman çırılçıplak kalırım. Çıplak ve çirkin. O yatağa yalnız girmediğimde ne kadar soyunursam soyunayım ego gömleğim hep üstümde kalır. Ne kadar soyunursam soyunayım yeterince çıplak olamam asla. Ben çıkarmaya çalıştıkça daha da daralır gömlek üstümde. İçindekiler batmaya başlar. Egom küçüldükçe küçülür ama içindekiler o kadar çoktur ki artık başkasına daha da büyük görünür egom. Halbuki gömleğin bir kaç düğmesini bile açabilen ulaşır gerçekliğime, çıplaklığıma. Gel gör ki ne ben cesaret edebilirim gömleğimi çıkarıp çirkin çıplaklığımı sergilemeye ne de karşımdaki anlar üstümde gömleğim olduğunu, henüz çıplak kalmadığımı. Koynumda biriktirdiklerimle yatağıma uzandığımda tek başıma, kafamı yastığa koyup gözlerimi kapattığımda, uykuya dalar rüya görürüm. Biriktirdiğim ne varsa üşüşür rüyalarıma. Sonra güneş doğar ve yeni bir gün başlar. Düşünmeden geçiririm içi hafif dolu gömleğimi üstüme. Değişen bir şey yok her gün aynı terane; o gömlek hep olacak içi hep dolacak.

I wake up in the morning. I put my ego coat just as i get out of my bed. It doesn’t matter whether it hurts or not, all of my scars are safe in my coat all day long. All my hesitations, excitements, expectations, disappointments are confidently hidden in my coat. My coat never shows inside, saves me from myself. That’s the case until i go to my bed to sleep all alone. Then things which i collect inside of my coat pours on to my feet. Then i realise the falsity of my smile. It doesn’t matter whether i am happy or not. Always a smile on my face cause my ego cannot admit being bad, unhappy. When things which i pretend like i don’t care pours on my feet, gashes my body. Right there at that moment, i get stripped to the skin. Naked and ugly. When i am not alone in my bed, i cannot take off my ego coat even if i do my best to be naked. The more i try to get rid of my coat, the tighter it becomes. all the sharp edged stuff inside starts to hurt my vulnerable skin. My ego starts to get smaller and smaller but i have so much things inside of my coat so that the other ones overrate my ego’s size. However, the man who can open one or two button of my coat attains to my reality, nudity. But behold that neither i have courage to take off my coat and show my ugly nudity nor a man feels that i have my coat on my skin, i am not nude yet. When i reach out to bed with the things i collected in my bosom, put my head on the pillow and close my eyes, i fall to sleep and dream. Everything i collect besieges to my dreams. Then the sun comes up and a new day starts. i put my light-filled coat on. there is no change, everyday is the same. that coat is always going to be there and it’s always going to be filled.


http://on.fb.me/hbflower

FLOWERSHOP




Jazzanova chıll-out festıval ıntervıew

Merhabalar. Chill-Out Festival Istanbul 2012’nin en fazla beklenen gruplarından bir tanesisiniz. İstanbul’a da daha önceden gelmişliğiniz var. İstanbul hakkındaki düşünceleriniz neler? J

Açıkçası bu işin tek bir yolu yok. Bazen tanıdığımız insanlarla çalışıyoruz. Bazen de sesini çok beğendiğimiz isimlere ulaşıp onlarla çalışmak istediğimizi belirtiyoruz. Buradaki en önemli faktör, birlikte çalıştığımız vokalin, parçanın karakterini en iyi şekilde yansıtıyor olmasıdır. Ortaya çıkacak olan parça bir Jazzanova şarkısı olacağı için, ona kafamızdaki herşeyi açık bir şekilde anlatıyoruz. Bu süreçte yapılan konuşmalar ve ortaya çıkan fikirler de birbirimizden birçok şey öğrenmemizi sağlıyor. Yaptığımızın müziğin özgün bir eser olarak göze çarpmasını sağlamak için gerekli olan etkileşimler bu sayede çıkıyor. Yeni şeyler denemekten korkmuyoruz. Jazzanova dışında farklı müzik projeleriniz vardı, onlar devam ediyor mu?

J

J

İstanbul’a tekrar geleceğimiz için bizde çok mutluyuz. Daha önce burada 2 kere çaldık ve o zamanlar içerisinde İstanbul’u gezme fırsatını da yakaladık. Kesinlikle çok büyüleyici bir şehir, Sokaklarda yürürken tarihi hissedebiliyorsunuz. Ayrıca yemekler gerçekten çok iyi. Burda verdiğimiz konserlerde hep çok iyi geçti. Chill-Out Festival Istanbul’u dört gözle bekliyoruz. Ayrıca Paul Randolph ile yaptığımız yeni single I Human’ı da çalmak için sabırsızlanıyoruz. Albümlerinizde birçok farklı vokalist ile çalışıyorsunuz. Bu süreç nasıl işliyor? Bu isimler sizin arkadaşlarınız mı oluyor yoksa tanımadığınız insanlar mı?

J

Hello. You are one of the most expected groups of the festival. You have been in Istanbul before. What are your thoughts about the city? What should we expect from your performance at Chill-Out Festival?

It’s gonna be a party. We’re going to play songs from all periods of our past 15 years.Well known and less known songs. And of course our new single “I Human”. You are working with different vocalists. How does it feel to work with different artists? Is it hard to work with someone that you don’t know? What is the process? J

J

Yes i play both in Extended Spirit and Thief but nowadays i’m spending most of my time with Jazzanova. What are you listening to at the moment?

J

Evet, Extended Spirit ve Theif projelerimiz vardı fakat şu aralar ön planda Jazzanova olduğu için onlarla çok ilgilenemiyoruz.

Bu remixleri tek bir albümde toplayıp yayınladığımız için çok mutluyum. Daha önce Jazzanova olarak yaptığımız remix’leri tek bir albümde toplamıştık ve şimdi bunun tam tersini yayınlıyor olmak çok heyecan verici. Remix, bizim müzik kültürümüzün en önemli etmenlerinden bir tanesi bence. Sevdiğiniz sanatçıların kendi şarkılarınıza getirdiği yorumları dinlemek gerçekten harika.

We tried to work with the artists that can represent Jazzanova’s sound in the best way. In that case it’s not that important whether the person we are working with us is our friend or not. Before recording we (Jazzanova) explain the song’s character to the vocalist. We also love working with different artist because we always get inspired from each other. This makes our music stand out as an original work. You have other music projects besides Jazzanova. Do you still record with them?

I (Stefan Leisering) can only speak for myself here, as everyone of us has a different listening habbit. I listen to a lot of 50s-80s gospel music at the moment, but also soul, rock, psychedelic, indie/alternative, classic and everything else that inspires me. Since you are from Berlin, vinyl is still one of the main elements of your culture. How do you consume music? Nowadays, many music lovers prefer downloading. Are you into vinyls? Or do you download music like most people?

Farklı sanatçıların Jazzanova parçalarına yaptığı remix’lerden oluşan Upside Down albümünü yayınladınız. Kendi yaptığınız parçaların farklı hallerini duymak nasıl bir duygu? J

We played in Istanbul twice before and fortunately had some time to see the wonderful city. Our party at the Babylon was one of the best we ever had.. I totally enjoyed the mix of architecture, the atmosphere .. and of course the food here is very delicious!

J

Getting inspiration/input through friends, band-mates, radio, internet I try to buy everything on vinyl i desperately need in my collection... It’s mainly obscure 50s-80s music from the past, which hasn’t been reissued and is not available in the net. If it’s necessary i download on iTunes single tunes or an album.


You released your latest album in January, and it’s your first remix album. What is the idea behind ‘Upside Down’?

Peki şu sıralar neler dinliyorsunuz? J

Ben (Stefan Leisering) sadece kendi adıma konuşabilirim çünkü hepimizin farklı dinleme alışkanlıkları var. Bu aralar oldukça fazla 50’lerin ve 80’lerin Gospel müziklerini dinliyorum. Ayrıca soul, rock, psychedelic, indie/alternative, calassic ve bana ilham veren diğer herşeyi.

J

Berlin doğumlu olduğunuzu biliyoruz. Berlin hakkındaki düşünceleriniz neler? Bir müzisyen olarak sizi çok etkiliyor olmalı. J

Bu şehirle aramda özel bir bağ var kesinlikle. Berlin her açıdan çok ilham veren bir şehir. İnsanlar gerçekten özgür ve yeni şeyler denemekten kaçınmıyorlar. Müzikal vizyonu çok geniş olan bir yer bence. Plak şirketimiz Sonar Kollektiv’de Berlin’deki müzik anlayışını çok iyi temsil ediyor.

‘Upside Down’ is somehow the opposite. A collection of remixes made by other great musicians from our tracks which really work well as an album. You’re strongly associated with the Berlin music scene. Do you ever get fed up with Berlin itself? J

Berlin’in plak kültürüne verdiği önem hiç azımsanamaz. Herkesin mp3’lere kaydığı bu durumda sizin düşünceniz nedir? J

Müziğe arkadaşlarım, gruptaki arkadaşlarım, radio ve internet aracılığı ile ulaşıyorum. Ayrıca koleksiyonum için ihtiyacım olan herşeyi plak olarak alıyorum. 50’lerin ve 80’lerin Gospel müzik örneklerinin durumu belirgin değil, yeniden basımları yok ve internette de bulamıyorsunuz. Zorunda kaldığım taktirde iTunes’dan albüm yada tek şarkı indiriyorum. Cevaplarınız için çok teşekkürler. Bilmemiz gereken başka birşey var mı?

J

Nasıl bir performans göstereceğimizi merak edenlere son albümüz Funkhaus Studio’ya göz atmanızı tavsiye ederim. Bütün şarkıları sütdyo da canlı çalarak kaydettik. Istanbul’da görüşmek üzere!

Always in the past we where remixing other musicians music and when we collected it on our two “Remixes” albums we had a great collection of tracks working well together although they where never planned to be released on one album.

No i’m never fed up with Berlin. I’m born in Berlin and have a special relationship to my town. Also the co-relation of all creative people, even if it’s in a competitive way is pretty inspiring. Anything else we should know?

J

If you like our concert check out our new Studio-Live album “Funkhaus Studio Sessions”.. it’s recorded with exactly the same musicians and represents pretty much Jazzanova live on stage.


Montefiori Cocktail chıll-out festıval ıntervıew

We are very excited to have you here in Istanbul. What should we expect from your performance at Chill-Out Festival?

Sizleri Chill-Out Festival Istanbul 2012’de ağırlayacağımız için çok heyecanlıyız. Montefiori Cocktail’ın performansından ne beklemeliyiz? MC

Merhabalar! Istanbul’a geleceğimiz için bizlerde mutluyuz. Performansımız sırasında dans eden ve eğlenen insanlar görmeye alışığız, burda da onu bekliyoruz.

MC

İtalya’nın Easy Listening / Lounge Music Temsilcileri olarak tanınıyorsunuz. Bu nasıl br his? Bunun sırrını neye borçlusunuz? MC

Montefiori Cocktail’I kurarken aklımızdaki tek şey sevdiğimiz müziği yapmaktı. Bu işi yaparken gösterdiğimiz açıkyüreklilik ve özen bizi bulunduğumuz noktaya getirdi. Müzikal anlamda açık fikirli olmamız ve kendimizi kısıtlamamamız Montefiori Cocktail’in kimliğini oluşturdu. Avrupa’nın birçok şehrinde konser verdiğinizi biliyoruz. Turdayken parça besteleyebiliyor musunuz?

MC

Bu gerçekten hiç kolay değil. Uçakla yada arabayla devamlı Avrupa’nın bir noktasından diğer noktasına gidiyoruz. Uyumak için bile zor zaman bulurken, beste yapmak gerçekten imkansız. Ancak bu yolculuklarda aklımıza gelen şeyleri not ediyoruz ve stüdyodayken onların üstünden geçiyoruz.

Hello. We are also very excited and looking forward to Istanbul. About the performance, we are used to see people dancing and have fun in our performances. We are also expecting it from Istanbul too. You are known as the Italian Ambassadors of Chill-out / Lounge Music. How does it feel?

MC

When we start Montefiori Cocktail, the only thing in our mind was to make the music we love. Since the first day we are making it with our hearts. This honesty led us to this point. You are touring most of the time. Can you write song while you are toruing?

MC

Isn’t easy write song during traveling... because usually we do many kilometers for do our concerts, by car, by fly, in all sides of Italy and in many sides of Europe (far east Europe too)... and during this time we use free time for SLEEP. But after this time usually we are charged from the many new things we found during the way.


When writing your songs, do you get inspired by other fields of art like literature, films, etc?

Unutamadığınız bir konser var mı? MC

13 yıl önce Italya’da düzenlenen ilk uluslararası Lounge Festivali’ni unutamıyoruz. Kendi ülkemizde düzenlenen ilk Lounge Festivali’nin bir parçası olmak, Montefiori Cocktail için çok önemliydi.

MC

Which part of the music process do you enjoy the most? (Recording, writing, playing live, etc) Why?

Nelerden ilham alıyorsunuz peki beste yaparken? MC

Genelde eski İtalyan filmlerinden etkileniyoruz çünkü o dönemin film müzikleri çok modern ve eşsiz oluyor. Bu filmler dışında eski reklam müzikleri ve 60’ların kült filmlerinden de etkilendiğimiz oluyor. Buralardan aldığımız ilhama kendi yorumumuzu katarak parçalarımızda yansıtıyoruz.

MC

Bunlar arasında bir ayrım yapmak çok zor çünkü, hepsinden aldığımız zevk farklı. Parça yaratma süreci gerçekten harika çünkü aklınızdaki fikirlerin gerçeğe dönüştüğünü görüyorsunuz. Ayrıca şu anda yeni albümümüzü bitirmeye çalışıyoruz. Son albümümüz Raccolta’nın üstünden 5 sene geçti ve çok heyecanlıyız!

What are five albums that you recently fell in love with? MC

Bizlere 5 tane album önermenizi istesek ? MC

Seve seve. Şu aralar en fazla bunları dinlemekten zevk alıyoruz: 1 - Someway Still I Do - Alessandro Magnanini (2009) 2 - The Story of Ethio Jazz (1965-1975) [New York - Addis - London] Mulatu Astatke (2009) 3 - La Notte E’ Fatta Per Ballare – Fred Bongusto & Fonit Cetra (1964) 4 - Verve Remixed 4 (2008) 5 - Power Bossa - Fab Samperi (2011)

Evet, internettten indirmek çok daha kolay ve hızlı fakat plak hala çok değer verdiğimiz format. Ondan aldığımız keyif ile bir mp3’ten yada bir cd’den aldığımız keyif aynı değil. Olabildiğince plak almaya devam ediyoruz fakat bildiğiniz gibi her parçanında plak formatı çıkmıyor. İnternetten bahsetmişken, Google’da kendinizi arattığınız oluyor mu hiç? Twitter, facebook gibi sitelerde sizin hakkınızda söylenen yorumlara ne kadar değer veriyorsunuz?

MC

Bazen, sadece meraktan Google’da kendimizi araştırdığımız oluyor. Eskiden myspace’de videolarımıza birçok yorum geliyordu. En komik olanları ise, genelde Italyan’lardan aldığımız “Sizin Italyan olduğunuza inanmıyoruz” yorumlarıydı. İnsanların internette kendilerini açık sözlülükle ifade etmesi bence çok iyi birşey. Her ne kadar konusunda uzman olan insanların yazdıkları kritirkleri dikkate alsakta; bizim için asıl önemli olan müziğimizi seven insanların içten ve tarafsız yorumlarını okumaktır.

1 - Someway Still I Do - Alessandro Magnanini (2009) 2 - The Story of Ethio Jazz (1965-1975) [New York - Addis - London] Mulatu Astatke (2009) 3 - La Notte E’ Fatta Per Ballare – Fred Bongusto & Fonit Cetra (1964) 4 - Verve Remixed 4 (2008) 5 - Power Bossa - Fab Samperi (2011) How do you consume music? Nowadays, many music lovers prefer downloading. Are you into vinyls? Or do you download music like most people?

MC

Of course downloading is faster and easy, but vinyl still be a nice thing, a never ending pleasure (if the music inside is good of course), isn’t the same sensation you can have from a CD (for example). Downloading give another perception of the “thing”... Vynil is like an old “book”, more is old, more is precious.

Artık çoğu insan müziğe internetten ulaşıyor ve plaklara olan talep giderek azalmakta. İki kardeş olarak önemli bir plak arşviniz olduğunu biliyoruz. Bu konudaki görüşleriniz neler peki? Hala plak almaya devam ediyor musunuz? MC

All of this part can give you a lot of satisfactions but in different ways (of course). Writing is nice and Recording too, because you start to discover what before was only in your imagination, sometimes is hard because is not ever easy combine imagination and reality... but when it happen is cool... We are also finishing to realize a new “album” after 5 years from last, a new Raccolta. We wanted to finish it.

Peki genel olarak müzik dünyanıza baktığımızda, bu işin en fazla hangi kısmını seviyorsunuz (şarkı yazma, album kaydı, konserler…) ? MC

Sometimes, expecially from old movie (italians and others), because the soundtracks of the past STILL AMAZING, MODERN, and overall VERY NICE.

Do you Google yourself? Are there any weird comments that you encountered about you – on blogs, forums, Twitter, etc? MC

Sometimes, just for curiosity, we receive many comments on our videos on Myspace (but now don’t work so much again, we use more Facebook). The funniest comments from the beginning we started to use internet was “I DON’T BELIEVE YOU ARE ITALIANS” sensed from many italians... It’s a good thing that people can explain themselves with honesty and without pleasure. I think it’s very important to learn fan’s reactions straight away.


Stealing Sheep chıll-out festıval ıntervıew

Merhabalar. Sizleri Istanbul’da ağırlayacağımız için çok heyecanlıyız. Daha önce burayı ziyaret etmiş miydiniz? SS

Bizler de çok heyecanlıyız. Istanbul’a ilk gelişimiz olacak ve turumuzun en önemli duraklarından bir tanesi olacağına eminiz.

Bu arada Stealing Sheep ismi nerden geliyor? SS

Stealing Sheep için sırada ne var?

Liverpool’daki müzik sahnesinden biraz bahseder misiniz? SS

Burayı çok seviyoruz. Yaratıcılık açısından kesinlikle harika bir yer. Beraber çalışılabilecek bir çok harika müzisyen var.

SS

Peki parça yaratma süreciniz nasıl işliyor? Nelerden ilham alıyorsunuz? SS

Her zaman değişiyor. Belli bir formül yok. Şarkılarımızı bazen ayrı ayrı yazıp sütdyoda hep beraber üstünden geçiyoruz. Bazen de stüdyoda doğaçlama yaparken çıkıyor. Hem parçaları hemde şarkı sözlerini olabildiğince beraber yazmaya çalışıyoruz. Çok kısa bir süreç içerisinde hakkınızda çok olumlu şeyler yazıldı. Böyle bir başarıyı bu kadar erken bekliyor muydunuz?

SS

Kesinlikle böyle bir beklentimiz yoktu. Birkaç şarkı kaydedip internete yükledik. Çok olumlu feedback’ler alınca 1 ay içerisinde hazırlanıp konserler vermeye başladık. İnsanların müziğimizde eğleniyor olması bizi en fazla mutlu eden şey. Şu aralar neler dinliyorsunuz? Bizlere önerebileceğiniz isimler var mı?

SS

Grimes. Gerçekten harika bir müzik yapıyor ve bizimde etkilendiğimiz isimlerin başında geliyor. Onun dışında beraber turladığımız Sea of Bees’I de dinlemekten çok keyif alıyoruz. Peki müzik yapmaya nasıl karar verdiniz?

SS

Aynı bina’da çalışıyorduk. Emily ve Lucy bir vejeteryan kafesinde kahve & kek satıyordu. Becky ise 2.el eşya satan bir dükkanda çalışıyordu. Hepimiz müzik yapmanın eğlenceli olduğu kanısındaydık. Bir gün sütdyoya girmeye karar verdik ve şu an burdayız.

Tek bir anlamı olduğunu söyleyemeyiz aslında. Bu isme karar verirken her insanın aklına farklı birşey gelsin istedik. Bazı insanlara göre uyumak için sayılan koyunları anımsatıyormuş.

Ağustos’ta yayınlanacak olan ilk albümümüzü bitirdik. Son bir kaç aydır üstünde çalıştığımız parçaları insanlarla paylaşmak için sabırsızlanıyoruz. Birçok video clip dışında çalışmalarımız devam ederken, bir yandan da Avrupa’yı turluyoruz. Chill-Out Festival Istanbul 2012’de sizlerden ne beklemeliyiz?

SS

Bu performans gerçekten çok özel olacak çünkü üzerinde çalıştığımız yeni parçaların çoğunu ilk defa burada çalacağız!


We are very excited to have you here in Istanbul. Have you visited Istanbul before? SS

We’re really excited! It’s our first time and it’s going to be the highlight of our tour.

How did you meet up and decide “we should make music”? SS

Can you tell us a bit about Liverpool’s music scene? SS

We love it here, it’s a really good place for creativity and there are some many amazing musicians and writers to work with.

Where does your name “Stealing Sheep” come from? SS

How does the song making process goes? What inspire you most? SS

It’s always different. Sometimes we write a song separately and bring it in. Other times we jam and see what comes of that. We try mostly to write together and think of lyrics together too!

We didn’t have any expectations; we just wrote a few songs and recorded them, put them on the Internet and then got a good response. We started playing live within a month and lots of people seem to enjoy our music, that gave us lots of motivation to keep touring and writing! What music are you listening right now? Any names you can suggest us?

SS

Grimes. She’s really inspiring. We also like listening to Sea of Bees who we’re touring with at the moment. She’s amazing!

It’s derived from lots of things. We like to think about it as a name that people can interpret in different ways. Some people say it reminds them of counting sheep to get to sleep. What’s next for Stealing Sheep?

SS

You got huge support in a very little time. Were you expecting this? SS

We worked in the same building. Emily and Lucy were selling coffee and cake in a vegetarian café and Becky was below in a vintage shop. We knew we all liked playing music and decided to try out a few rehearsals to see what came of it.

We have just recorded our debut album, which is coming out in August! We’re really excited to share the music that we’ve been working on for the last few months! We’re also doing a European tour and working on lots of music videos! What should we expecting from your performance at Chillout Festival Istanbul 2012?

SS

This will be a unique show because we will be playing lots of new songs from our debut album for the first time!


Ajan Varil'in Gizli Güncesi ("o" adlı belge) Haluk BB

Onun gerçekliğini anlamakta zorlanıyorduk. Onun gerçeğine geçmekten korkuyorduk. Onun gerçekliğinde erirken onun için korkuyorduk. Ama gerçekti; hem de tepeden tırnağa, yağmurlu bir gün kadar hüzünlü ve uyanmamış bir gece kadar mağrur... Tırnakları o kadar kirliydi ki bizler sütten çıkmış ak kaşıklardık; bin atlı sucular kadar temiz. Onun berraklığı bizim utanç kaynağımızdı. Katıksız ama saf değildi. Onu da değiştirmişlerdi güçleri yettiği kadar. Beyninin gün görmemiş yerleri, tünel kazıp kaçmayı başarmıştı ama o kaçamamıştı. Oldum olası yazısından nefret ederdi en az kendinden nefret ettiği kadar. Tek bir sayfaya sığdırabilmekti amacı hayatını, yeni sayfa yeni konu demekti çünkü; yeni bir konuya ihtiyacı ve sabrı yoktu. Gerçekliği genel gerçeklikten ayrıldığından beri, gerçekliğini olduğu gibi ifade ediyordu. İlgisiz, bilinçsiz, sınırsız ve kimsesizdi. Onu sevenler kadar kendisini sevmezken, onu sevmeyi bırakanların geri gelişini beklemekten ve geleceklerine dair inancından asla taviz vermezdi. Kimse kimseyi gerçekten sevmiyordu. Herkes kendini severdi ancak. İnancı yıllar önce hacca gitmiş ve orada göçüp gitmişti. Onun gerçekliği bizleri ürpertiyordu. Onun gerginliği ise öldürücüydü. Ölüyorduk. Öldürüyorduk. Huzursuzluğu, kalp çarpıntısının çınlamasına eşlik edip tüm alveollerimizden en uzak hücrelerimize yolculuk ederken; onu öylece kabullenmek, olduğu gibi kabullenmek ağır geliyordu. Ağırlaşıyor ve batırıyordu tüm mürettabatıyla bulunduğu gemiyi. Onun gerçeği bizi ürpertiyordu. Gülüyordu ve ölüyordu. Gidiş bileti hep iki kişilikti, yol arkadaşı olmasa da.. Nasılsa bulurdu birisini ya da nasılsa bulurdu birisi kendisini. Onun genişliği bizi ürkütüyordu; alışması zor ıslak çoraplarla, kış günü sabahın körü dikildiğin bir okul töreni gibi. Üşüyorduk. Üşüttükçe üşüyor, üşüdükçe üşütüyordu ve bizi donduruyordu. Donuyorduk. Onun gerçeği yıllar önce kansere yenik düşmüş, o da bunun kaybını reddedip kanserin varlığını benimsemişti. Onun gerçekliği hepimizi kapsıyordu. Kendi gerçekliğimizin ezikliği ensemizden giren rüzgar kadar tedirgin ediyordu. Tedirgindik. Uyumadan önce dualarımız aynıydı: “Bütünüyle kuşkuda mıyız, acaba?”

Bütünüyle gerçekti. Bütünsel olarak gerçektik ve sarhoştuk. Ve sarhoşluğu gerçeğin duvarlarını maviye boyamıştı. “Niye mavi?”, diye sormuyorduk. Onu olduğu gibi, kendi anlamıyla, bizim anlamlandıramadığımız temasıyla sindirmeye çalışıyorduk. Tüm anlam çırıl çıplak soyunduğunda fark ettik ne kadar göbekli olduğunu. Onun göbeğini anlamakta zorlanıyorduk. Gerçekliği bizim gerçekliğimizin kolajı gibi çınlıyordu, bilincimizin boş duvarlarında. Bilinçsizliği yön gösteriyordu tüm yollarına. Onun gerçekliğini başta kabullenmekte zorlansakta; annesine kendini bırakan bir evlat gibi tebessümle ve koşulsuz bir teslimiyetle, onun gerçekliğinde eriyorduk. Onu seviyorduk. Gerçekti, kabullenmesek de... Bizi saran; bildiğimiz her şeyi harabeye çeviren; yıkan ve yeniden yapan; kocaman büyük bir boşluktu o. O boştu; en az bizim kadar ve bizi kapsayan. Beyni damlayan bir musluk gibiydi, davranışları kontrol dışı. Gerçekliğine geçişte gerilsek de gerekliydi. Gereklilikleri bizi geriyordu. Onun saplantıları bataklık gibi bizi çağırırken; bu bağımlılığın olmamasını isteyen kimse yoktu. O saplanırdı, sonra biz. Saplantıları; tatlı, bağımlılık yapan, keyif verici şeyler gibi yapışırdı tinimize... O yapışırdı ve yapıştırırdı bizi iradesizce... O acırdı ve acıtırdı, az aralıklarla ama sıklıkla. Sıkıntıdan bağırırken bulvarlarda bağırırdı uykusunda. Onun gerçekliğini içmek kurutuyordu, kuru bir kumsal gibi. Kurumlu bir baca gibi simyah bir kumaştı. Rüzgarlı havada temizlenen süpürge makinasının torbasındaki tozlar gibi nüfuz ediyordu gerçekliğiyle ruhumuza. Duvara asılı bir tüfekti kuzeyde ve bulduğu her boşlukta duyduklarına kanıp patlardı boş odalarda; yalnız bir evin hüznünü paylaşan bir yalnız gibi; terkedilmiş. Onun gereksinimleri korkutuyordu bizi; tıpkı gerçekliği gibi. Gerçekti tıpkı bizim gibi. Biz kadar gerçek; bizim gerçekliğimize kendi gerçekliğini aşılayıp, kendi melezini yaratan. Gerçek yaşı ürkütüyordu bizi. Konuşulmayan ilk şeydi Nitche’den sonra. Bizim gençliğimizle, gerçek yaşını yeniden yazardı. Üç yetmiş, iki elli içmiş gibiydi gerçekliği; ip üzerinde durmaya çalışan hantal bir gardrop gibi. El ele tutuşan çiftler gibi. Hayatın ona verdiği tek gerçeği sindirdiğinden beri ölmüyordu. Onun ölmemesi bizi endişelendiriyordu. Ve gerçeği korkutuyordu.


2270 ARTWORK

Monsta


The party is over! when it's crammed with egos.

2297

Dilara z. Moran

Her tarafta egolar dolaşıyor, sağımda solumda, önümde, arkamda. Bir tanesi ortaya çıktı mı diğerleri ışık hızıyla takip ediyor. Sağ olsunlar eksikliklerini hiç hissettirmiyorlar. Çok mersi, egolar.

I have seen my share of egos rumbling about, they are everywhere, all the time.

Tabii bu egoların sahipleri kendilerini insanliğa verilmiş en büyük hediye olarak görüyorlar ve öyle de yaşıyorlar, neyse. Kendini ‘Zeus’ zannedenden “ben”, “ben” ve “ben”den başka bir sıfat kullanmayana kadar her tip mevcut. Kendilerine gülmekten başka bir çare pek bırakmıyorlar, gülün rahatlarsınız derim, amma velakin aranızda bunları komik bulmayanlar varsa size bir haberim var: Merhaba egocuklar! Tebrikler yazımın başında bahsettiklerimden biri de sizsiniz!

These big heads believe they are God’s gift to this world! From these “special” ones you will usually hear things like “I know I am Zeus to you all...” “I think you all want me”... “But of course, I came up with this idea”... “Duhh, I know it”... “Of course I am right” blah blah blah...fill in the rest, I‘m sure you have a bag full of these “I” lovers.

Siz siz olun kendinize bir iyilik yapın, bu müthiş egoların varlıklarını yakınlarınızda gördüğünüzde hemen uzaklaşın, düşünmeyin bile. Değerli vaktininizi onlarla harcamayın, özellikle de partideki tek ego siz olabilecekken! Son olarak, benim bulunduğum partide sizi kapının önünde bile görmeyeyim.

ARTWORK

Özlem Ölçer

I believe when they rain they definitely pour.

The world, of course revolves around them and their “I”s. We must go ahead and laugh at them (that is of course if your ego is at ease, if not you will get offended, if you do, hello big Ego! Yes you have a problemo so work on it and tone it down!) Be smart, listen to me! because I know my darlings, do your selves a favor and move away from them, just stand back and run. Why waist your time around them, when you can be the only Diva at your party, as you should be, just don’t be “it” at my party.



. Küçük dağları yaratanların ülkesı Ülkünur Arslan Bir varmış bir yokmuş. Üzerinde hiç dağ olmayan bir ülke varmış. Ülke tabak gibi dümdüzmüş. Gökyüzü o kadar boşmuş ki, Güneş’in arkasına saklanıp dinlenebileceği hiçbir yer yokmuş. Kuzular caddelerde otluyor, izciler evlerinin bahçesinde kamp kuruyormuş. Hiçbir çocuk “dağ başını duman almış” marşını bilmiyormuş. Gözleri keskin olanlar iki mahalle ötedeki aradaşlarını rahatlıkla görebiliyormuş. Bir gün ülkenin kralı ferman vermiş. Ülkeye en güzel dağı yapana kızını vereceğini söylemiş. Ve huzuruna tam 5 kişi çağırmış. Doktor, ressam, avukat, mimar ve öğretmen. Hepsi kraldan aldığı emirle, güzeller güzeli kızına sahip olabilmek için ve hatta daha önemlisi kraliyet ailesine girebilmek için canla başla çalışmış. İlk önce mimar kralın huzuruna çıkmış. Kendinden o kadar emin bir yürüyüşü varmış ki sarayın bütün çalışanları “işte kızı alacak olan şanslı!” diye düşünmüşler. Mimar yaklaşmış, projesini açmış. Taşları üst üste koyduğu bir dağın resmini göstermiş. “İşte kralım!” demiş. “Benim dağım bu. Kuşkusuz en güzel dağ budur. Çünkü ben bir mimarım ve en küçük bir binayı bile ben çizerim. Şehrin neredeyse yarısını ben yaptığıma göre, en güzel dağı da tabii ki ben yapıcam.” diye bitirmiş. Kral düşüneceğini söylemiş. Diğer adayı çağırmış. İçeri öğretmen girmiş. Sonra arkasından onlarca çocuk. Saraydakiler şaşkınlık içinde kalmış. Çocuklar önceden çalışmış gibi yavaş yavaş üst üste çıkmışlar. Kocaman bir dağ oluşturmuşlar. “İşte” demiş öğretmen. “İşte karşınızda bilgi dağı! Çünkü bu çocuklar ülkenin en bilgili çocukları. Ne de olsa ülkenin en iyi öğretmeni yetiştirdi onları!” demiş. Kral bu sözler karşısında ne söyleyeceğini bilememiş. Sıra doktora gelmiş. Doktor içeri sert adımlarla girmiş. Son adımını tam kralın önüne atmış ve durmuş. “Kralım. Bu bastığım yeri görüyor musunuz?” demiş. “Evet” demiş kral. “Ben insanlara hayat veririm. Bu yüzden benim bastığım her yer kutsaldır, yücedir. Yani en yüce dağ budur.” demiş doktor. Kral şaşıp kalmış. Sadece “peki” diyebilmiş. “Çekilebilirsin.” Sonra içeri avukat girmiş. “Kralım ben dağ yapmadım.” demiş. “Nasıl yapmadın?” diye sinirle çıkışmış kral. “Şöyle ki, bu ülkeye adaleti ben getirdim. Bu yüzden bir dağ yaparsam ikincisini de yapmam gerekir. Ama bu iki dağ birbirinin asla aynısı olmaz. Bu da adil olmaz ve benim gibi bir başarılı bir avukata yakışmaz.” demiş. Kral hayretler içinde kalmış.

En son aday olan ressam kralın huzuruna çıkmış. Elinde rengarenk boyalardan oluşan bir palet varmış. Duvara kocaman adını yazmış. Ve etrafını çevreleyecek şekilde bir dağ çizmiş. Çeşitli renklerle boyamış. “İşte karşınızda en estetik dağ.” demiş. Kral şaşkınlıkla “Peki dağın ortasında neden kocaman ismin yazıyor?” diye sormuş. “Zaten dağı estetik yapan da o. Ülkenin en değerli sanatçısının ismini taşıması.” diye cevaplamış ressam. Kral “Anlaşıldı.” demiş. “Sen de çekilebilirsin.” Herkes çekip gittikten sonra kral yalnız kalıp düşünmüş. “Herkes neden garip? Bu ülkede yanlış olan ne?” Aklından binbir soru geçerken bir yandan da penceresinden dışarıyı izlemiş. Ve herkesin yalnız yürüdüğünü görmüş. Yolda herkes tekmiş. O an her şeyi anlamış. Bu ülkede kimsenin kendinden başkasına tahammülü yokmuş. Ve belki de bu yüzden yani herkes kendi dağını kendi yarattığı için hiç dağ yokmuş. Kral kendi yalnızlığını düşünmüş ve bunca zamandır beğenmediği tüm o insanları. Egosunun boyundan büyük olduğu anları... “Benim gibi bir kralın ülkesindeki insanlar da böyle olur.” diye geçirmiş içinden. “Belki de dünyaya başka bir şey olarak gelmeliydim.” diye düşünmüş. Çok geçmeden tüm ülke kralın ölümüyle şok olmuş. Ve vasiyeti üzerine kralın mezarı çook büyük bir toprak yığınıyla kaplanmış. Öyle büyük bir toprak yığınıymış ki bu, ülkenin tek dağı olmuş. Ona Ego Dağı adını vermişler. O gün bugündür dağ gibi kral orda yatıyormuş.


2337

* Land of the small mountain creators Once upon a time, there was a country with no mountain. The land was flat as a plate. The sky was empty as if there was nowhere to hide for the sun to get rest. Sheeps were grazing on the streets, scouts were camping in the backyards. The song “mountains with the smoke**” wasn’t known by any children. Even, the ones with shap eyes could easily see the friends living on the other neighbourhood. One day, the king issues a decree, telling he would marry his daugther with the man who would create the most beautiful mountain. And he summoned 5 men; a doctor, a painter, a lawyer, an architect and a teacher. Following King’s instructions they all wore themselves out not only to get the king’s gorgeously beautiful daughter but also to be included in the royal family. The architect was the first one to appear in front of the king, he was very sure of himself that, all the servants of the king was buzzling about him, thinking that he would be the one that gets the reward. The architect entered the room and opened his project. He showed a picture of a mountain, made from the stones, piled on top of each other. “Here it is, your highness!” said the architect. “This is my mountain. By all means this is the most beautiful mountain. Because i am an architect and only i can draw a building. Since i’ve drawn almost all of the buildings in the city, it is certain that i would do the best mountain in the country.” told the architect. King said he would think about it. Then, the second candidate, the teacher was called to the presence of the king. He was followed by lots of children into the room. Court was startled when children got top on each other as if they have practiced it before, and eventually formed a mountain of themselves. “This” said the teacher, “This is the mountain of knowledge! Because these are the most intellectual children in the country. After all, they were educated by the best teacher of the country!”. The king hesitated, and remained in silence. Next the doctor came, he entered the room with tough steps and stood just in front of the king. “His Royal Highness. Could you see the ground i am standing on right now?” said the doctor. “Yes” the King said. “I give life to people, hence the ground i walk is holy. In other words, the most supreme mountain is here.” said the doctor. King was appalled by the doctor’s words and “Very well” he could only said. “You can leave.”

Then the lawyer entered the room.“Your highness, i did not make a mountain.” he said. “How come you did not?” exclaimed the king in a frustration. “Namely, i brought the justice to this country. If i make just one mountain, i also have to create a second one. But those two mountains would not be identical. This would not be righteous and would not suit me as a successful lawyer.” he said. King was left in awe. The last candidate was the painter, he was holding a colourful pallete on his hand when he entered the room. He wrote his name to the wall and draw a very big moutain figure as a frame to his name, and he colored it. “Here is the most artistic mountain ever” said the painter. “Well... why does your name was written in the middle of it?” King asked in a daze. “That is the only thing that makes the most artistic mountain; holding the name of the most worthy artist in the country.” replied the painter. “ I see.” said the King. “you can leave.” After all the crowed was scattered, the king stood alone and started thinking. “Why everyone is so weird? What is wrong with this country?” While his mind was busy with these questions, he took a look from his window. Everyone was walking alone. On the street everyone was single. Suddenly he realizes in his country nobody was tolerating anyone other than themselves. And maybe just because of this, thus, everybody creates his own self mountain, therefore there is not any real mountains in the country. The king thought about his loneliness, and the people that he did not want around for such a long time. He recalled the times that his ego was greater than himself... “ A king like me deserves to be surrounded by that kind of people.” thought the king. “Maybe i should have been a different person from the begining” he thought. Soon the king died and the country was shocked by his death. By his will, the grave was covered with a large amount of soil. This was such a big amount that it created the only mountain of the country. And they named it the Mountain of Ego. From that day, there lays the king, like a mountain. * an arrogant dramatization of oneself ** a local anthem for children


Açılın Ben Sanatçıyım, Sevgi Düzgün

Disperse I am an artist,

Merak ediyorum da başka bir kelime var mıdır ki, yaşadığı anlam kayması sebebiyle hem pozitif hem negatif tanımlamalar içerisinde var olsun? Hızımı alamayarak devam ediyorum, bir de bu durum tek bir kavram üzerinden gerçekleşsin? Sanat icra eden bir kişi için ne kadar da haklı görülür sahip olduğu ‘ego’. Sanatçının olmazsa olmazı, ıssız bir adaya düşse yanına alacağı üç şeyin demirbaşıdır. Hep bir yanına yaklaşıp “Ben sizin işlerinizi çok beğeniyorum.” dediğinizde ettiği teşekkürün ardında sanki içinden geçirebileceği “Sen beğensen ne olur beğenmezsen ne olur.” cümlesinin tedirginliği, bunu yüzünüze karşı söylese bile -varsın söylesin, adam sanatçı beyler- mazur görme durumu, demez ise de kurulan “Sanatçı olmasına rağmen sıfır ego.” cümlesi. Artık “birey”selliğinin ötesine geçen sıfatının yargılanmaya hak görülen merkez kuvveti. Bu merkez kuvvet birçok sanatçıyı da içine çekmekte ve ortaya koyduğu karizmatik benliğinin sanatını daha değerli kıldığı yanılgısına düşürmektedir. Hâlbuki kendince bir takım problemlerinin olduğu bu dünyayı, yaşamını anlamlandırma çabalarının bir sonucu değil miydi meydana getirdiği eserleri; kendi varlığını anlamlandırma biçimi? Sadece başka bir şey yapmak elinden gelmediği için üretmiyor muydu? Ne zaman o ulaşmak istediği sonsuzluğa giden yolun tanınmaktan -çokça kişi tarafından tanınmaktan- ve buna neden olacak şey olarak da sanatından önce gelen “ün”ü olacağına karar verdi?

2376

Artık içeridekileri kusabiliyor olmanın hissettirdiği tatmin değil, yarattığı şey aracılığıyla okşanılmak istenen, takdir edilmek istenen benlik ve o takdir için kitlelerin kucağında büyümesi göze alınmış bir sanat.

I am wondering whether there is another word that contains both positive and negative definitions due to semantic shift? I am continuing at low speed; Let this situation come true based on a single concept. For an individual who performs an art, ‘ego’ is a right. It is a must for an artist; it is the first on top three list of the goods that he would take with him, should he end up in a desolated island. Each time you approach an artist and say “I adore your work”, the nervousness accompanied by the artists reply when he appreciates you feels like it passes through his heart to reply “so what, it doesn’t matter whether you like it or not” ; should he even reply in this tune, he is an artist gentlemen- exculpate him and should he not reply using the above sentence, the reaction would be summarized in one sentence: “ Although he is an artist, he is egoless.” He is not judged as an ‘individual’, but a character, the central power which justifies this judgment. This central power drags many artists in and creates the illusion that the charismatic individualism increases the value of their arts. But he forgets his purpose of creating all these art works, which was to make a sense of his existence in this world which has problems on its own. Wasn’t it a form of creating some meaning around his existence? Didn’t he create the art since this was the only thing he could do? When did he decide to become famous-to be known by many peopleand in particular, when did he decide to prefer his fame over his art which was the reason for his fame? Spilling out the hatred against all of this is not satisfaction any longer, it is the ego that looks for getting stroked by interference of his creation, the ego that desires admiration and finally, an art that gives hostage to fortune only to be admired by society.


ARTWORK

Gรถzde ร รงok


2390 Alican Arıcan

Kendini bir şey zannetmenin cinsiyet ayırmadığı bir dönemin evladı olmak üzerine; I Defalarca sigaranı yaktım , ben bir çakmak taşıyım ve hayatın neresinde durduğum belli. Anlamıyorum sanıyorsun öyle değil mi? , ama anlıyorum ve ne varsa anlıyorum. Şunu unutma senin işin çakmaksa benim işim yakmak. Zaman birbirini tamamlayan parçaları çok güzel eskitir ve tabi eskimek kendiliğinden gerçekleştiği zaman güzeldir. -Yani yine olmadı mı? -Evet olmadı. -Peki yeniden deneme şansım var mı? -Hayır yok. -Sen bilirsin. Uzaklara dalmışız bir çatı katının içinde, zannedersin herkes filozof o evde. Nereden geldiğini unuttuğumuz bir pizza kutusu ve işin kötüsü pizza kurumuş kalmış. Hemen yanımda duran telefona doğru hamle yapayım derken birinin ayak sesleri bana doğru geliyor.Ardından tok bir ses, başımı kaldırıyorum ve bir kadın görüyorum. Şimdi kim kime hakim? Ulan tamamen teslim olmuşuz be! -Sen kendine fazla güveniyorsun. -Konuşurken noktalama işaretlerine dikkat etmek ahmaklık mı? -Ahmak kelimesini kullanınca Dostoyevski mi olduğunu sanıyorsun? Yolu yokuş ve bozuk bir mahallenin en tepesindeki apartmanın bir alt apartmanında oturuyor yüreğim. Kendisini oraya bıraktım çünkü en çok o evimi sevmiştim. Neredeyse herşey bozuktu kendisinde. Hiç hakim olamadığım bir yapıydı resmen. Kiraladığım gün gözümde büyümüş meğerse. Kaç kedi geçti o evden , kaç kedi…

-Tam ortasında öldü hikayenin. Sonunu göremeden gitti. -Hâlbuki nasıl merak ederdi kıyametin kopacağı günü öyle değil mi? -Kimden bahsediyorsun? Bana omuz atıp geçti yanımdan seyrek sakallı komünist bir adam. Siyasi kimliği ceketinden okunuyordu ve tanıyamadım kendisini.”Pardon sizi çıkaramadım?” diye soran insanın ruh halini kiraladım tam bir hafta yedi gün müdür! Hooop müdür sana söylüyorum bunları,iyi dinle beni.Dünyanın en basit ameliyatına girmeden iki gün evvel eski sevgilimi arayıp ona karşı takındığım tavırdan dolayı affetmesini istemiştim beni. Nereden bileyim narkozdan korkmamam gerektiğini…Bana sadece korkmayı öğretmişti anam babam. -Şimdi sen bu işe girmekte kararlı mısın? -Anlamadım? -Anlasan şaşardım. -Anladım. -Şaşırdım. Keşke uzlaşmak üzerine yaşamayı kabul etseydi insan. Beni çok yoruyor çünkü ağlamak. Resmen nefes nefese kalıyorum. Ağlamak mı? yoksa yüzlerce metre koşmak mı? diye sorarsan ben sana kalp krizi derim.Toprağa su döküyorduk hani. İstediğimiz şekli verebilmek için.Yahu bu insan nasıl bir varlık kardeşim! toprağa döktü suyu, toprakla oynadı oynadı oynadı oynadı…Yetmedi hep oynadı.Şehirler oldu,hayatlar oldu,iyi hayatlar oldu.Çok kötü şeyler gördük birlikte ve hafızalarımız doldu.Yarın sabah işe kaçta gitmek gerek?


II

III

-Deniz kenarında yürürken canım hiç çay istemiyor mesela.

-Sen bilirsin.

Yapıyı bozarak yeni bir şey elde edemezsin demiyorum aksine daha iyisini de elde edebilme şansın var ancak kaybetmeyi göze almak şans mıdır? İşte sen bu yüzden çok sertsin. Benim beynimse pamuk gibi olmuş çoktan. Çok yorulduğum için acayip doydum hayattan. Omzumdan silktiğim şeyler hakikatten bana fazla geldikleri için silkildiler.

-Muhtemelen.

-Şikayetin varsa dilekçe yaz.

Önce ayakkabılarımı boyayan çocuğa gösterdim fotoğrafı. Dedim ki “bu adamı tanıyor musun?” Ne dese beğenirsin?

-Kim söyledi şikayetimin olduğunu?

-Ben dediklerine anlam veremiyorum. -Zaten beni anlamanı beklemiyorum.

a)Tanıyorum. b)Tanımıyorum. c)Tanısam ne olacak? d)Tanımasam ne olacak? e)Kalamar yiyelim mi? Sesin çok çıkabilir. Sahneyi sana bırakanlara saygısızlık etme sakın! Hayat öyle çok hafife alınacak gibi bir şey değil.İyi düşün bebeğim…Belki ben senden evvel geldim dünyaya ama senden sonra gidebilirim.Tam yedi sene evvel haykırmayı bıraktım ve ormanın bir kısmını yaktım.Tonla böceğin hayatına son vermiş olmak nasıl bir duygu olabilir sence? Parmak uçlarıma kalkmıştım , topuğumun altına bir serçe gelmiş durmuş. Tabii ben farkında değilim olanların. Ayaklarımı yere bastığım an öldü serçe. Düşünsene çektiği acıyı! Ben ezdiğim halde unutamadıysam o anı..kimbilir ezilen hangi alemlerde şimdi. -Bence malına çok düşkünsün. -Neyse ki bu fikrin “sence” kısmı sadece seni bağlıyor. -Sonuçlara katlanan hep sen olmadın mı? -Boyum uzun diye eğilmek zorunda kaldığım çoktur.

-Öyle bakıyorsun...şikayetin varmış gibi. Bir tepeden düşer insan. Dokunduğu ne varsa sahte Denk gelirse yenilgiye Birikimi sıfırlar Yani bugün biraz Kalbi kırık birinin Belli ki çözemediği bir şeyler var Nasılsa kimse yardım etmez -Ne yani kötü şiir yazdığım için şair olamıyor muyum? -Şiir yazman için şair olman gerekiyor mu? -Ne yani şair olamayacak kadar kötü bir yazar mıyım? -Anlamıyorsun. Öyle bir yarış olmamalı yani, olmak ile olmamak arası. Bahane yaratan insan evladının hayata baktığı noktada durmak kolay çünkü bahaneler hazır duruyor bir kenarda. Kendilerini kullanacak olan sıkıntılı karakterlerini bekleyen bahanelerle dolu dünya. Fakat en ufak bir mutluluğu zehir yerine sayacak hayatlar da yok değil hani,zaten mutluluk sebebidir başarının ve mutsuzluk neticesidir bahanenin. Yarışmalar birinci çıkartmak için değil sonuncu çıkartmak için düzenlenir. Yarışmalar bile birbirleriyle yarışır,bu yüzden vaad ettikleri farklıdır. Neticeleri farklıdır. Hayat bir yarış olmayacak kadar insani bir durumdur.Evet evet tüm olanlara rağmen böyledir.Ya da böyle olsundur. Muck

ARTWORK

Yağmur Yılan


“WANNA BE SUPERHERO”

Aslı Kuriş





2508



'Biz' yok, 'Ben' varız! "We" is not "Me" ! Tolga Görgün

Kim “Bende yok” derse, “ben” ile başlayan bir cümle kurmuş oluyor dikkat buyrunuz afedersin. Ha, onda olmadığının tartışmasına giremedn, karşısında sümüğe dönüyosanız birilerinin, emin olun karşınızdaki egodan .aşakları patlamak üzere, siz de onun oğlanı olmak üzere olabilirsiniz demektir, şöyle kucaana buyrun dilerseniz. Tanrı katından nameler… Yeryüzünde bu kavramı en şiddetli ve uygulanır halde görebileceğiniz varlık aslında, Tanrı’nın ta kendisi… Kendini çok sevmenin dibine vurmuşluk olarak nitelendirilebilir bu durum. yaptığınız şeylerin sizin için olan kıymeti, başkalarına verdiğiniz değerden kat kat yukarıda ve sizin için bu normal ise, biraz Tanrı kompleksi olan bir egomanyak olmanız şiddetle mümkün. (“Biraz” kısmının altnı çizmekte fayda var sanırım. Keza tanrısallaşmak için, birazcık bile yeterlidir.) Yaptıkları işle doğru orantılı mıdır bunun sahipleri pek bilinmez ama buna sahip olamayanların yapamayacağı birçok şey var gibi. Ansiklopedilerin filan söylediklerinden şöyle bir özete varmak mümkün gözüktü, yazayım: Feci savunma mekanizmaları geliştiriyomuş buna sahip olanlar. Bir ileri seviyede düşünürsek, bu savunma mekanizmasını belirli bir mantıkı açıklamya dönüştürebilirseniz, hayatta bir hayli başarılı kabul edilmeniz mümkün. Bir yandan, demek ki her an saldırı altındalar bu şahıslar… O zaman yaşamlarına ve sektörlerine göre bölüntülersek buna sahip şahsıbazları şöyle bi profil çıkabilir: Purosunu elinden düşürmeyen ve savunmalarını “rasyonel”de toplayan iş başkanları, patron diyebileceğimiz hemen hemen herkes… Piposunu pipisinden ayırt edemeyen ve yaptığı “şey”lerin kendi hariç kimse tarafından algılanamamasını sağlayan ve “himimiimiimi himimim hömümümüm yöm” şeklinde sesler çıkaran san’atçılar. İnsanın kendi kendinin patronu olması gibisi yok… Bir de bunların yaptıklarının yanına yaklaşamayan, herşeye çamur çalıp hiçbir şeyi beğenmeyen, şikayet etmeyi üslup edinmiş karakterler. İnsanın kendi kendisinin patronu olup ona yalakalanmasından beteri hiç yok sanırım. (bu kategoriyi seviyorum) Ne olursa olsun, sınıflandırma yapmanın da egosantrik bir kafa olduğunu düşünebiliriz. E evet var bende, yok demedim. Kimsenin de “Bende yok” diyebileceğine inanmıyorum. Bunu dememek, hal ve tavır ile gösterilebilecek birşey olabilir çünkü.

Neyin içten, neyin dıştan yapıldığının çizgisini ayırt etmemize yarayan bir araç olarak da baktığımızda, bugün kesin olarak görebildiğim tek şey var bu konuyla ilgili: herkesin cebinde, aklında, yüreğinde patlamaya hazır bir bomba gibi var bu naneden. Kralın çıplak olmadığına hepimiz kanıyorsak, kendi soyunukluğumuzun farkına varmamız epeyce zor… Çünkü, kral sadece kendisi, benliği ve varoluşu için var… Sözlerimi, bu anadan üryan şizofrene bağlamış şahsın donarak ölmeden ettiği son cümlesiyle noktalayayım. (noktalama işaretleriyle) “Biz tekimiz, çok iyi bi üçlüyüz. Kendi başımıza varız biz!”

ARTWORK

Kanıt Erdoğan


Accept my apologies but, whoever says “No, I’m not like that at all”, realize that, him or her, has spoken the sentence with the first person-singular verb. What, you don’t have the guts to oppose such a person, and yet he or she is crashing you with a world of unquestionable statements, all starting ith him or her, again excuse me but, you are either his/her bitch, or you are about to become it.

no one can say “I am not egocentric” sincerely. From a point of view, it is better to let others say, that you don’t. Then, you probably are respectable, and don’t have it!

Words from the level of God… It is probably “the god” itself, you find this verb become a being in life… Probably because “loving thy one’s self, is the uppermost sensation of being” as it is, formed around the description… What you do for yourself is more valuable than who or what you care for, watch out, you are probably an ego-maniac person (with an english saying), with a “High-Level-God Complex”. (it is enough if you have just as “a tiny bit of it”, trust me)

“Eachwise”,

If you ain’t got any of this feeling, you probably have got nothing to do. Encyclopedias (so to say) summarize this like, you know, uhmm, “ you f.ckn love yourself so much, that you’d better defend/save yourself at any spare moment with a developed intellectual defense mechanism”. Meaning, what, let’s think at an upper level; if you act rational enough with this, you’ll probably become a very, but very very successful person being in life…

‘cos if you took it as a ticking bomb, ready to explode in each others pocket, it is hard to realize, if a “behavior” is either sincere or not.

everyone has it, or no one wants to claim it. “Damn you people, it is a gift to make you all my bitches” the naked king and his tailors cry. However, if we believe the king is “not naked enough”, we (possibly-maybe) hardly realize how we are left naked. Yet, the king is either naked for himself, or nothing at all. “Me, myself, and we don’t need another eye.”

However, maybe these guys with the feeling, are almost anytime, under attack/offense. So why not pick some of these and put into classes, regarding the “lifestyles” and “industries”: With cigars in their fleshy meaty sweaty fingers, all their defenses are under a “rationale”, “an agency presentation with at least 50 slides”, the new age bosses of the new times, doing nothing but nothing else for themselves… With the un-ability of distinguishing their smoking pipes from their lousy cocks, the artists, with the loud and proud talk no one seems to care. for they only talk with that language no one seems to understand, only on what they did and why they did for. (ambiguity, stands for another roll of “i like to be my own boss at all times”)

Whatever you say it is, it is also egocentric to “categorize” anyways. Well yes, I didn’t say, “I don’t have it”. We all know,

2640

And with the ones, i like the most, who are bitchy all the time, full of complaints, yet un-capable of what others have done, like we’ve talked about so far, yet a boss is anyways their own being to suck up to, but nothing else on the outside.


profesyonel hayalciler n. Öykü Maral ARTWORK

Miray Özcan

Profesyonel hayalci olmak kolay değildir. Onlar sürekli hayal kurarlar. Ve onlara göre hayalleri aslında gerçekleşmektedir. Çünkü evren de onlarla beraber hayal kuruyordur. Hayalleri evren ile aynı akışkanlığa sahiptir. Eğer gerçekliği arz etmek için birçok yol varsa, kesinlikle hayal kurmak da o yollardan biridir. İşte bu profesyonel hayalcilik okuluna katılmış olan güzide yönetmen Werner Herzog ile ‘Encounters at the and of the world’ belgeselinde, Antarktika’daki bilimsel araştırma merkezi McMurdo’ya giden bir uçakta karşılaştım. Oraya bir penguenin belgeselini çekmeye gitmiyordu. Aklında çok enteresan sorular vardı ve cevaplarını bulmak için o uçağa binmişti. Kimlerle karşılacağını ve kimlerle yolculuk yaptığını da bilmiyordu. Aklında sadece sorularının cevabını bulmak vardı. Daha zayıfa diş geçirmek istemiyordu. Yemek ve barınmak için saatlerce ve hunharca bedenini satmıyordu. Sadece doğayı duymak istiyordu. Rahatsız edici sessizliğin içinde, ayaklarının altında çatırdayan buzun sesiyle buzdağlarının gürültüsünü birbirinden ayırt etmek istiyordu. Herzog, insanoğlunun kimliğini saklamak için neden maske ve tüyler giydiğini merak ediyordu. Ve insanlar atlarına atlayıp neden kötü adamları kovalamaya niyetleniyorlardı? Belli bir karınca türünün, şeker damlaları elde edebilmek için bitki bitlerini neden köleleştirdiğini aklından çıkaramamıştı. Bir de şempanze gibi akıllı bir hayvanın, neden kendinden daha alt seviyedeki bir canlıdan faydalanmadığını sormuştu içine. Şempanze, pekala ata biner gibi bir keçiye atlayıp gün batımına doğru onu sürebilirdi. İşte bu enteresan sorular onu Antarktika’ya getirmişti.

Herzog, bu gibi benzer soruları daha önceden kendine sormuş olan insanların yanına, McMurdo üssüne gittiğinde büyük bir kültür şoku yaşıyordu. Hayal kırıklığına uğruyordu. Yaşamlarını kendilerine sürekli bir motivasyon arayarak geçirmiş olanların, bugüne kadar edindikleri her şeyi geride bırakmışların ve buraya sonsuz bir boşluğa gelmiş olan insanların, bu idealistlerin ironik bir biçimde atm’si olan komün bir yaşam oluşturmaları Herzog’u etkiliyordu. Dünyanın sonu denilen bu yerde koca koca iş makinelerinin olmasını kabul edemiyordu. Çünkü ona göre insanoğlu her daim doğaya yenilmek zorundaydı. İnsanlar da dinozorlar gibi gelip geçecek bir türdü. Ve insanların hala bunu kabul edemeden yaşadıklarını kabul edemiyordu. Hep daha fazlasını isteyen insanın yarattığı dünyayı kabul etmiyordu. O şu an dünyanın arındırılmış, geride bırakılmış tarafındaydı. İnsanların ayak basmadığı yerlerin, aynı şekilde kalmasını istiyordu. Hayatta kalmayı öğrendikten sonra McMurdo’dan kaçtı ve düşüncenin bile donabildiği, uçsuz beyazlıklarda sorularının cevabını aradı. Eğer 2 metre kalınlığındaki bir buz kütlesine kulağınızı dayayıp altındaki suyun içinden fokların ilahisini duymak isterseniz, Werner Herzog’un belgesel şölenini kabul etmelisiniz. Sabırsızca doyum elde eden toplumun bir parçası olanları kabul etmeyecektir...



mysterious murder K.G’s Ego- age 23 (and three quarters)- was found dead in his Osmanbey apartment yesterday night. Owing to the fact that the victim is an immaterial Freudian concept, an autopsy could not be performed, but a police detectivespeaking on the condition of anonymity- speculated that it was murder. Crime scene investigators discovered a library with many books in K.G’s room, which he shared with his Ego. These books included but were not limited to: Siddhartha by Herman Hesse, Catcher in the Rye by Salinger, The Wind-up Bird Chronicles by Haruki Murakami, Don Quixote by Cervantes, and the Tibetan Book of the Dead. They were confiscated to be analyzed in the crime lab for proof of intellectual mind expansion, which is considered a legal grey area in Western Morality. A search warrant was issued for K.G, who was found hours later after the crime was committed cowering naked behind a portrait of Descartes. “I didn’t do it!” he said as two officers handcuffed him. “But we didn’t even accuse you of anything yet” said the officers. “It doesn’t matter, whatever you will accuse me of, I’m innocent” answered the hairy and out-of-shape suspect (although it was observed that he had a large penis). “So you are saying that you are not responsible for the death of your Ego?” countered the officer who was playing the bad cop. “Oh, that. No, I did that” said K.G, and was put in the police car and taken to the precinct for questioning and a bit of after-dinner torture. His mother, when reached on the phone, said: “He was always complaining of his Ego, how it made him want to be successful and famous, even though deep down he knew that life was meaningless and whatever he did would be a small dot in history after he died”. Than she started to cry. His father said: “He was always hosting couchsurfers (apparently, Cocuhsurfering is the act of hosting travelers in your house for free to promote bonding and community, and to try to get laid with European girls with relaxed morals), talking about hitch-hiking and living without money and other childish things. I will always blame the internet for what it did to him”. Another suspect is F.A, who was K.G’s Salvia dealer. Salvia is an enthogen with an effect of 5 minutes, which opens the person’s subconsciousness and thus makes the ego vulnerable to attack. It’s use has increased in the last few years, because of it’s cheap price and spiritual nature, many more egos may fall victim to this hippie drug. A memorial service will be held tomorrow afternoon in honor of his Ego; with family, close friends, and Mustafa Sarıgül expecting to attend. What K.G’s Ego will be be best remembered for is the role it had in the seduction of an estimated 20 girls (47 if one is to count blow-jobs) and the winning of an argument on whether the chicken comes out of the egg or vice-versa (“What if you’re a vegetarian?” was the show stopping reply).

Kerem Güneş

the three roommates I moved in with the twins after the Siamese Incident. What happened was; Richard Nixon somehow escaped from my house and climbed the two flights of stairs to my landlord’s apartment. After stealthily entering, he quickly located the fish tank, where he proceeded to devour the fish (which were, coincidentally also of the Siamese persuasion, does that count as cannibalism?). I was given one week to find a new place. The ad on Craigslist was a bit eccentric: Roommate needed to mediate/ Rent free, bills split (Must know how to cook French toast sanseggs). But I was desperate, and after an awkward message or two, I was told to pack my things and come on over. The building was in a neigbourhood that was in the process of gentrification, like a pre-op transvestite with excellent boobs. After asking a smug looking hipster for directions, I finally found the place. It was the most peculiar residential structure I had ever seen, a building designed by an architect obsessed with icebergs, with just two floors above ground but 45 buttons on the dashboard. I looked at the piece of paper I had scrawled the address on: Bilinç apartment, no. -43. Yup, right place. The door was open, I walked 7 floors down to number -43 and rang the bell. Music could be heard from inside the house, a mix of Beethoven’s Moonlight Sonata and a Rammstein song. For a moment I thought about leaving before the door opened, and living with my parents till I got back on my feet. But then I remembered about the sexual Rennaisance my parents were going through, and stayed put. The door opened with paranoia, and I was faced with a naked and hairy male, with a joint attached to his lips.


“HALİME”

Ceylan Öztürk


Nesil nasıl? Elif Inci Doğruer

How's generation?

Sıkıntı çağının kendini en çok hissettirdiği zamanlar… Herkesin her şeyi yapmak istediği, herkesin sürekli bir şeyler yaptığı ama kimsenin hiçbir şey yapmadığı bir dünya…

The age when you feel the most distress…When everyone wants to try everything, it’s a world where everyone is doing something but yet no one is getting anything done.

Ne savuracak bir rüzgâr var ne de uğruna ölünecek idealler. Sadece boşluktan kaynaklanan bir fazla doluluk hali. O kadar doluyuz o kadar doluyuz ki boşluktan ölüyoruz. Kendimize yabancı kalmak için çoğalıyor, kaynaşıyoruz. Yeter ki tanışmayalım “ben”le.

There are no world wind ideas or any ideals to sacrifice our lives for. It’s a state of occupancy due to fullness of empty space. We are so full of it, just so full of it….We’re dying of doing absolutely nothing! To remain strangers to our selves we are mingling and multiplying. As long as we can avoid meeting the real “Me-Who am I”. We constantly remain silent. Actually we do it by constantly talking.

Durmadan susuyoruz aslında. Bunu durmadan konuşarak yapıyoruz aslında. Yanlış sorular soruyor, cevaplar her ne olursa doğru kabul ediyoruz. Ama en çok da kabul ediyoruz. Anahtar kelime olarak “kabullenmeyi” kabul ediyoruz. Çünkü biz diye başlıyor, ben’in bile altını dolduramıyoruz. Aklımızda sadece kötü şeyler… Her şeyin en fenası… Hiçbir zaman olmayacak bile olsa en kötü ihtimal… O ihtimal gerçek sanki, sanki keskin. Kendi manifestolarımızı yazıyor, kendimiz bile okumuyoruz. Geçmişe bile sadık kalamıyoruz. Her gece yeni kararlar alıyor ve yine her sabah yeniliksiz uyanıyoruz. Evet biz her şeyi yapmak istiyoruz ama aslında hiçbir şey yapmıyoruz. Aslında hiçbir şeyin aslına falan kafa yormuyoruz. Korkmaya gerek yok! Korkmayalım! Yapsak da yapmasak da eşitiz, neyse ki hepimiz aynı şeyiz.

We ask the wrong questions; regardless of the answer we accept it as the correct one. But most of all we accept it. The key word is “Acceptance”, we accept what ever is given wrong or right. It begins with us accepting because we can not even stand out as individuals as “I accept”. Only bad things come to our minds… The worst that could possibly happen… Even if it is never going to happen the worst possible scenario… As if that possibility were real, as if it was definite to happen. We are writing our own manifestos, we don’t even read them to ourselves. We are not even faithful to our past. Every night new decisions are made, however we wake with no innovation from the night before. Yes, we want absolutely everything but actually we are doing nothing at all. Actually, we do not want to ponder upon anything. There is no need to be afraid! Have no fear! Whether we do something or not we are all equal, anyway, we are all one in the same.


2763 ARTWORK

Murat MiroÄ&#x;lu


Dünyanın Merkezi Center of the World İrem Yanık

Belki farkındasınız, belki de değil. Belki farkında olduğunuz halde kabul etmiyor, aksine inkarı seçiyorsunuz. Hayatınızda aldığınız kararları hür iradenizle verdiğinizi sanıyorsunuz ama belki de tüm yaşamınıza yön veren bir gücü, beni, gözardı ediyorsunuz.

Maybe you’re aware, maybe you’re not. Maybe, even though you’re aware, you choose denial and don’t admit that you have me. You think you make all your decisions with your own free will but maybe you’re ignoring the existence of a life guiding force like me.

Ben kim miyim? Sadece 3 harften oluşuyorum ama kelimelerin belki de en güçlüsüyüm. Ben merkezli tüm hayatların tam da orta noktasındayım.

Who am I? I am only a three-letter word, but perhaps the strongest one. I am in the center of all egocentric lives.

Ben, her şeyden büyüğüm. Ben, herkesten önce gelirim. Ben, insanoğlunun her daim tatmin etmeye çalıştığı tek şeyim. Ben, yaşamlarınızın yönlendiricisi hatta yöneticisiyim. Bazen sadece beni mutlu etmek için hislerinize engel oluyorsunuz. Bazen ben sizi o kadar ele geçiriyorum ki yapabilecekleriniz yarım kalıyor. Beni bazılarınız inkar ediyor ama ben her insanın özünde varım. Ben, hem insanların hem de dünyanın merkeziyim. Ben, geçmişte de vardım, bugün de. Yarın ise her zamankinden de güçlü ve büyüyerek sizi bekliyor olacağım. Hep ben, ben, ben mi dedim? Hep benden mi bahsettim? Benden ötesi yok ki... Benim adım Ego. Dünyanın merkezi benim.

I am bigger than everything. I come before everything else. I am the only thing that human beings constantly trying to satisfy. I am the guidance or even the ruler of your lives. Sometimes you prevent your feelings just to make me happy. Sometimes I possess you so much that the things you could do remains unfinished. Some of you deny me but I am in the essence of every human being. I am the center of both people and the world. I was here yesterday, and I am here today. Tomorrow I will be here even stronger than ever, waiting for you. Do I say me, me and me so much? Do I talk about me all the time? But there is nothing else beyond me... My name is Ego. I am the center of the world.


faceboOk.com/bomonti


Egolar, egolar, şimdi gözümde canlandılar...

2854

Hülya Apaydın

Gelelim egoya, eğer id ve süperegonun her ikisiyle de uyumlu bi ev arkadaşlığı varsa şartlar olgunlaşmıştır. O vakit hemen seni içeri alır, birlikte legodan kaleler, kırmızı çatılı evler, gemiyse gemi, istasyonsa istasyon… 10 numara arkadaş olur sana, Gollum’un yüzüğü sevdiği gibi seversin onu. Ama şayet, eve çıktığından beri süperego ve idin ikisiyle aynı anda bi türlü tutturamadıysa kimyayı o zaman bahtsızsın be bedevi kardeşim. Egolarını, egolarını, Allah versin belalarını nidalarıyla depar atarsın; sırıkla uzun atlamada sırığı kırılan sporcu hissiyatına. Egolar, egolar, şimdi gözümde canlandılar…

Bana egolarla gelme, Legolarla da gelme çünkü evde +3 kişiyiz. 2012’nin Türkiyesi’nde tek başına denkleştiremiyoruz kirayı, soranlara “yalnızlık Allah’a mahsustur” diyip, konuyu kapatıyoruz. Bazen bi bakıyoruz bayrak inmez, vatan bölünmez diye eklemişiz. Ezberler, ezberler Albayım sanki Yiğit Bulut saçı, kolay kolay bozulmuyor. Ne diyorduk, sen elinde Legonla bizim evin kapısına geldin, efendi gibi çaldın zili. Kapıyı açan süper egoysa lanet olası federaller gibi sorgular, her tür yargılamaya açık ol. Ödevlerini yaptın mı diye başlar, niye çaldın bu Legoları diye devam eder. Toplumsal normlardan girer, ahlaktan .çıkar, önünü alamazsın. Vicdan ne yana düşer Usta diyen yaşlı gözlerin ve suçluluk duygunla uzarsın olay mahallinden. Garantisi yok ama belki de id açar kapıyı; sağı solu belli olmaz onun. Legolarını kaptığı gibi kapıyı yüzüne çarpabilir. Ödün aklına kaçar. Hadi hemen oynayalım, Lego yapmak yetmez, altını üstüne getirelim evin. Balkona çıkalım, yoldan geçenlerin kafasına kafasına atalım elimize geçeni. Freni patlamış kamyon gibi üstünden geçelim her şeyin, altta kalanın canı çıksın da diyebilir.

Ölümsüzlüğün sırrını mı buldun da saklıyosun diye içimden bildiğim tüm küfürleri ettiğim; sınav kağıdını koluyla kapatan o sıkıcı sıra arkadaşım, Sanki evde uzay gemisi yapıp getirmişcesine herkesi hiçe sayarak “Öğretmenim, ödevleri kontrol etmeyecek misiniz?” çıkışını yapan en öndeki atlangoç kız, Sınıf başkanlığına adaylığını koyarken oyuma talip olup; bi cips/kola ısmarlamadığı gibi başkan olduktan sonra da adımı boş dersin azmanları listesine altın yaldızla yazan yoğuşmasız kombi, Beden dersinden sonra sivilleri çekip, atariye kaçtığımız gün; öğretmenler odasına canlı yayınla bağlanan part time sevimsiz, Teneffüs zili çalınca sınıf arkadaşlarıyla bahçeye koşarak esaretin bedelini tahsil etmek yerine; ders hakkında kafasında hiç oluşmamış sorularla doğruca öğretmenin gözüne giren yolların keşişi, adeta bir taçsız kral, 70 milyonun önünde tüm içtenliğimle soruyorum; egoistlik yaptınız da n’oldu vicdansızlar, Yıldız Filosu’ndan mı bildiriyosunuz şimdi? Aynı metrobüsün insanıyız yapmayın yahu, arkalara doğru ilerlemekten gocunmayın.


ARTWORK

tunctunctunc


MERİÇKARAGÖKÇEDERVİŞOĞLU IRAZPOLATFEDERICODUARTE KARİN.ÖZLEM.PERİM.ULAŞSİMGEHOUGH



2840

ARTWORK

Al Stark


Bana yakışmaz... galiba sanırım... This does not suit me well... I guess...

Meriç Kara

What have you refused up until now, because you thought it didn’t suit you well? A lover who has come back, a job offer, etc.?

Şimdiye kadar neleri kendinize yakıştıramadığınız için isteseniz de reddettiniz? Geri dönmüş sevgili, iş teklifi vb.? Kariyerinde bir yere gelmiş olan sanatçı, tasarımcı, müdür, baba, kim olursa olsun kendi benliği içinde oluşan ego bazen o kadar öne geçer ki, kişi kendi içinde tartışır durur... “Bunu yapmak bana yakışı mı, bu pozisyondaki birisi ne yapardı?” gibi kendi benliğinden uzaklaşan sorularla boğuşurken bulur kendini. Oyuncuya bir senaryo gelir, okur; bir önceki rolünden sonra yediremez kendine, o sırada işi olmasa da, parasız da kalmış olsa senaryoyu geri çevirir. Ya da hep fıstık karakteri canlandırmışken birden anne rolünün teklif edilmesi ona bir başka ağır gelir ve egosu seslenmeye başlar. Ama aktörlük öyle bir şeydi, hani her karakter olabilirdin? Herkes için böyle, tasarımcı için de böyle. Bir önceki yaptığı işin daha altında bir iş yapmak istemez, içindeki amatör ruh istese de kendini o işi yapacak başka isimleri önerirken bulur. Oysaki hayat deneyim. Neden bu kadar önemli dış bakışların yakıştırdıkları? Ve bizim bunu içimizde yaşatıp onlar adına içimizde karar vermemiz ne garip? Bazen kimliksizleşebilsek, sahte kimliklere bürünebilsek, takma isimlerle başka işler üretsek, biraz görünmez olabilsek sanki daha özgürce keyif alacağız hayattan. Her otostopta başka biri olsan, her işte geçmişini unutsan, yeniymiş gibi başlasan; her zaman yürümez böyle ama yürüdüğünde de ne kadar hafif olur... Hem bakarsın bu sefer başka gözlerle göz göze geliyorsun... Farklı yüzünü gösterdiğin insanlar, farklı yönlerini seviyor. Aslında hepsi içinde ama bir takım kararlarla seçilmemişler, içerde bekliyorlar. Nedense bir “paterne” tutunup, ilerlemesi gereken görünmez çizgiyi çiziveriyoruz. Tasarımı amatör ruh kurtarır. Bir kitap vardı 7-8 yıl önce: “this book will change your life” her gün yapacak yeni bir görev verirdi. İşte bu güzel, kimliğinizi kırmak ve şaşırtmak için. Belki ego böyle alt ediliyordur. Hangi biriyle savaşsın bol kişilik varken...

People who come to a certain point in their careers—artists, designers, bosses, dads, just whoever—sometimes create an ego within the self that is at once so alien and dominant that they start to continuously argue with themselves. He finds himself struggling with questions such as ‘’Is it appropriate for me to do this, what would someone else in this position do?’’, questions that drive him far from his own personality. A scenario comes to an actor; he reads it; decides he cannot bring himself to such lows after his latest work; so he turns the job down, even if he is hungry for work or money. Or an actress can think that a mother role that is offered to her is a burden after previously appearing as a beautiful young lady; her ego starts to call out to her. But wasn’t acting about the ability to be molded into any character? It is this way for everyone, including the designer. The designer cannot move on to an inferior project; even when the amateur soul inside screams “yes”, he finds himself suggesting other names who can instead take the assignment. When life is supposed to be about new experiences, why are others’ perception of what suits us so important, and how absurd is it for us to let this live inside us and let it decide for us? If only we could afford a looser self, impersonate different identities, produce other things under aliases and be a little bit invisible, I guess we could enjoy life more freely. Only if you could be someone else with each hitchhike, forget your past in each new job, start as if you’re a newborn; it cannot always go this way, but how easy would it be, if it could... This time, you would realize that people look at you differently... People like your different ways. Actually, all these personas are all within, but we choose to ignore most of them. For some reason, we draw a line that is supposed to go forward, sticking to a pattern. Only amateur soul can save design. A book was published 7-8 years ago: ‘’this book will change your life’’. There was a new task to do for every day. See, this is nice, breaking your identity and committing to change. Maybe, this is how the ego can be defeated. How many could it possibly take on, when there are so many personalities within you?


tsriF tI diD I İlk Ben Yaptım Bir şeyi ilk yapmak, insanların hayatında yer edinen, onlara gerçek bir çözüm sunan bir şeyi düşünebilmek ve tasarlamak gurur verici, yükseltici. İlk olma isteği hırsa dönüşüp dozu artınca, itici bir ego meselesine de dönüşebiliyor. Tasarımda bazı ürünlerin ilklerine bakarken, karşımıza ilginç tasarımlarla da çıkmaya başlayan bir ürün: Çay poşeti. Çay gibi gayet sade bir ürüne endüstriyel tasarım dokunuşu anca böyle olabilirdi; pratik, anında kullanıma hazır, dozu baştan ayarlanmış, ipi ve ucundaki minik marka etiketi sayesinde bardakta sallandırdıktan sonra geri çıkaran kendi içinde işi bitiren bir tasarım. Hatta yeni modellerde o ip ve etiket sayesinde bir de poşeti sıkma opsiyonu... Çay için demlik, süzgeç gibi bir takım ek ürünler varken, artık çay poşeti için de poşeti kullandıktan sonra koymak için minik tabaklar, belki sıkıştırmak için maşalar gibi hayatımızda yeri olduğunu kanıtlayan tasarımlar ortaya çıktı. Poşetin ilk patenti 1896’da İngiliz A.V.Smith tarafından alınmış olsa da İngilizlerin çay kültürüne bağlılığı bu fikri pek ileri götürememiş, pek kabul görmemiş. 1904’te ise Amerikalı kahve taciri Thomas Sullivan çayları minik ipek keseciklere koyarak müşterilerine çayın bu şekilde de yapılabildiğini göstermeye başlamış. Bir başka Amerikalı Joseph Krieger ise bir çeşit tülbent bez kullanmaya başlamış ama o zaman için bu sadece cateringler tarafından kullanılmış. 1930’larda yaygınlaşmış olan çay poşetleri ise bu dönemde evlere girmeye başlamış ve o zamanlarda yaygın olarak tek kullanım için tasarlanmış olan, şu an bizim ise daha sık etrafta görmeye başladığımız bardak içinde kullanılan metal kapalı süzgeçlerin yerini almış. Çay poşetlerinin İngiltere’ye geri dönmesi ise 1953’te anca olabilmiş.

Doing something first, coming up with and designing something that others utilize is something to be proud of, something that lifts your status. When the wish to be the first turns into an ambition, it can also turn into a repulsive ego flaw. While we go over the origins of some product designs, we’ll run across a product that can be encountered with interesting designs: Tea bags. A touch of industrial design on a simple product like tea could only be this way; practical, ready for instant use, predetermined dose, a design that solves everything about tea with one rope and a small brand tag. The option to squeeze the bag with the use of the rope and tag in new models... Some side products like tea pot and tea strainer already existed, now we have designs such as small plates and maybe tongs for squeezing which altogether prove the status of tea in our lives. Although the first patent for teabags was taken by the English A.V. Smith in 1896, the English devotion to tea culture hasn’t been able to take this idea further. In 1904, the American coffee dealer Thomas Sullivan started demonstrating his customers that tea could also be made by putting tea in small silk sachets. Another American, Joseph Krieger started using a kind of cheesecloth, but this was limited to large scale caterings in that time. In the 30s, the widespread use of tea bags entered the home and replaced the closed metal strainers used in glasses and designed for single use; we see that metal strainer more often these days. The tea bag’s return to England was quite late, in 1953.

Çayın farklı kültürlerde farklı seremonileri ve anlamları var; İngilizler, Japonlar, biz ve dünyada kişi başına ortalama 15 bardak çay içen Paraguaylılar için yeri ayrı. Bizde de çaycı diye biri var ofislerde, böyle bir ihtiyaç var. Bazı kültürlerde çayın anlamı, hazırlanışı, sunumuna özenişi büyük de olsa, çay poşetleri kendilerini kabul ettirdi. Çay poşeti, zamanı az günümüz profili için ne kadar kullanışlı da olsa, bu şekilde sert bir aroması olduğu da gerçek ama buna rağmen kabullendiğimiz bir ürün.

Tea comes with different ceremonies and meanings in different cultures; it has a special place for the English, Japanese, and the Paraguayans who drink an average of 15 glasses of tea per person. In Turkey, we boast tea-boys in offices; it is perceived as a serious necessity. Although in some cultures, the meaning of tea, its preparation, and the careful rituals of serving is important, the tea bags somehow made room for themselves. Even when it is accepted that tea bags feature a hard aroma, they are ideal in their instant use and have become a product that we accept.

Ve tabii ki tasarımcılar da bu sade ürüne dokunmadan geçemedi.

And of course, designers have not been able to leave this simple product alone.


1

2 3

4

1 2 3 4

Soon Mo Kang Peter Hewitt Nathalia Ponomareva Elisabeth So贸s


Ego ve Koordinasyon Gökçe Dervişoğlu

Ego ben demek... Aslında tasarım sürecini başlatan unsur... Kendini farklı ifade etmek ve farklı konumlandırmak isteyen kişinin tercihlerinde yer alabilmek... Öte yandan tüm bu bireysel kurgunun dışında araştırma, malzeme, deneme ve üretim denen aşamalarla bireysel dışavurumun gerçekleşmesi sınanıyor. Tam da bireysel düşün karşısına bir kolektif ordu çıkıp sonuca kadar bu aşamaları ve belki de ürünü yeniden şekillendiriyor. Bu ikilem, tasarımın işlevsellik kısmına hizmet etse de estetik kısmı ile ilgili belirleyici; hem üretim hem de tüketim tarafında EGO... Tasarım yönetimi diye bir şeyden bahsederken aslında tasarımcının dışındaki aktörlerin tasarım sürecideki koordinasyonundan bahsediyoruz. Bunu en doğru tasarımcının kendisi gerçekleştirebilir aslında... Diğer yandan da tasarımcı yaratım sürecinde kendini ifadesini sorgulatan her türlü mekanizmadan, egosal sorunlarla uzak durmaya meyilli bir varlık… Ekip çalışmasının, kollektivitenin, tasarım araştırmasında katılımcı anlayışın gittikçe önem kazandığı bir dönemde bu gelişmelerle paralel olarak birçok “yıldız” tasarımcının adı anılmakta, tasarımcının kendisinin marka yönetimi yapılmakta.

Ego means ‘’me’’... It is the element that fires up the design process. To be preferred by ones who want to express and place themselves differently. Beyond all the individual setup, the individual manifestation is realized by phases such as research, equipment, test, and production. An individual’s dream encounters a collective army which reshapes the processes leading up to the product and the product itself. Although this dilemma serves the design’s functionality part, ego is the corresponding determinant on both sides: production and consumption. When we speak of design management, we actually mean the coordination of all the actors in the design process, minus the designer. Actually, this is best done by the designer... On the other hand, the designer is an entity who is prone to keep away from all kinds of mechanisms that cause one to question oneself in the creation process with ego-related problems. In a period when concepts like team work, collectivity, and the participatory mindset in design research gain in prominence, a lot of names are still mentioned as “stars”, and designers control their own brand names.

Bu çelişki birçok alanda yansımalarını gösteriyor. Bir yandan büyük tasarım projelerinde büyük ekip ve proje yönetimi kazanırken, diğer yandan bir imzanın altında büyük gruplarla çalışan girişimler de var. Tasarım dilinin daha yalın, daha duyarlı, daha mütevazı kullanıldığı çevreyle, sürdürülebilirlikle, paylaşımla sınandığı bir zaman yaşıyoruz. Birey olarak hem tüketici hem de üretici olduğumuz durumları sorguluyoruz. Bu şartlar altında tasarımcının egosal yolculuğunda, içinde bulunduğu ekip ile koordinasyonunda, içinde bulunduğu tasarım anlayışı için duruşunda daha değişik bir algıya açık olması, hizmet etmesi gerekiyor. Dünyada tüketimle ilgili bu kadar protesto yaşayan yeni zamanlarda, tasarımcının süzgecine daha çok ihtiyaç duyuyoruz. “Ben” demeden farklıyı ortaya koyan, tercihini belli eden, bağırmadan “buradayım” diyebilen tasarımcının...

Ego and Coordination This contradiction shows its reflections in many areas. While big team work and project management wins in big design projects, there are also enterprises that work with big groups under a signature. We are living in a time when design language is tested with an environment in a simpler, more sensitive and humbler way; with sustainability and sharing. As individuals, we question the situations in which we are both producers and consumers. Under these conditions, it is necessary that the designer should serve and be open to a different perception about the understanding of design and team management. With consumption in immense proportions, we need the designer’s filter more than ever. We need the type of designer who can show the different screaming “Me”, who achieve this with a humble “I’m here”.


ARTWORK

Karin - Özlem - Perim - Ulaş


Iraz Polat

Finlandiya karanlık, kışın çoğu zaman gri bulutlar altında, güneş yok. Geceler uzun, hava sıcaklığı eksilerde. Sokaklar buzlarla kaplı. İç karartıcı bir tablo değil mi? Ama Helsinki’ye kış aylarında güneşi, parlayan cesur renkleri getiren bir kadın vardı. Bugün 60.yılını kutlayan Marimekko’nun kurucusu ve ilk tasarımcısı Armi Ratia’dan bahsediyorum. İpek baskı tekniğiyle ürettiği dokuma kumaşlar, yarım yüzyılı aşkın süredir hayata ifade ve estetik katıyor. İkinci Dünya savaşı sonrası moda dünyasının üniformalaştırdığı tayyör/döpiyes akımına karşın yeni bir alternatif getirdi ve taze renkler ve formlar yarattı. Kullandığı iri desenler ve bol kesimlerle anti-fashion ve trendlerden uzak bir duruş sergileyerek aynı zamanda günün İskandinav yaşam tarzını yansıtmayı başardı. Marimekko, basit ama sofistike yaklaşımıyla; özellikle 60’larda ve ‘70lerde tasarım dünyasına ilham ve zevk getirmişti. “Mari’nin elbisesi” anlamına gelen Marimekko’nun, birçok tezatlığı aynı anda barındırabilmesi de onu ayrıca özel kılıyor: Hem köklü hem güncel, hem yerel hem uluslararası, hem kırsal hem şehirli, hem organik hem teknolojik, hem dönemi yansıtıyor hem de döneminden ileride… Çok yönlü. Bu vizyonunun mimarı olan Armi Ratia, güçlü bir Fin kadını olarak da akıllarda sembolleşmeyi başarıyor. (Finlandiya kadınlara seçme ve seçilme hakkını veren Avrupada’daki ilk ülkedir ve kadınların özgürleşmesi de bu anlamda ilerideydi.) “Hayal etmeli. Ve mutlaka sürüden ayrılmalı.” diyerek kadınları daha da özgürleştirmeyi başarmış ve İskandinav yaşam tarzını yaratıcılığıyla yeniden yorumlamıştır Armi Ratia.

Loose ol. Egoist ol. Finland is dark, mostly under grey clouds, with no sunlight. The nights are long, the temperature below zero. The streets are covered with ice. A depressing sight, isn’t it? But there was a woman who brought the sun and brave, shiny colors to Helsinki during winter. I am talking about Armi Ratia, founder of Marimekko, celebrating its 60th anniversary today. The woven fabrics she produces with serigraphy renders expression and esthetics to life for more than half a century. In the post-war period, she provided a new alternative to the fashion world which had made two-piece women’s suits into a uniform with fresh colors and forms. Her loose-fitting garments with large patterns exhibited an anti-fashion posture remote from current trends and at the same time succeeded in reflecting current Scandinavian life style. Marimekko, with its simple but sophisticated approach had brought inspiration and taste to the world of design. Marimekko, which means “Mari’s Dress”, is also special in the sense that it simultaneously features manifold contrasts: seasoned and contemporary; local and international; provincial and urban; organic and technological, current and futuristic. Multifaceted. As the creator of this vision, Armi Ratia becomes a symbol as a powerful Finnish woman in our minds. (Finland is the first country in Europe to grant enfranchisement to women, thus advanced in the cause of women’s liberation.) Armi Ratia, with her motto “One should dream. And definitely break with the crowd” has succeeded in furthering women’s liberation and reinterpreting Scandinavian lifestyle with her creativity.

Marimeko’nun neden alışılagelmişin dışında bir çizgisi olduğuna gelince: Cesur renkler, iri desenlerle oversize kesimlerle birleştiğinde moda akımlarının dışında avantgarde tasarımlar ortaya çıkmıştı, Fin dekoratif unsurlarının çağdaş yorumları olarak da yorumlanabilir. Fark edilen ama asla bağırmayan tasarımlar hedeflenmişti. Ve Ratia’nın çok sevdiğim bir sözü de “Elbise değil, kadındır seksi olması gereken.”dir. Kadının objeleştirilmesine karşı bir duruş, önerdiği loose kesimler bir inatlaşma. Yani bir anlamda moda akımlarıyla dayatılan “ideal kadın olma, kendin ol! Egoist ol ve hatlarını göstermeden de çekici ol!” durumu...

As to why Marimekko’s style is considered unconventional: The unison of old colors with large patterns and over-size fits produced avant-garde designs, which can be construed as contemporary expression of Finnish decorative elements. The intended design was to be distinct, but never too loudly so. One of Ratia’s sayings I like very much is, “it is the woman who has to be sexy, not her garments”. It was a stand against the commodification of women; the loose-fits it proposed, signified a stubbornness in remaining yourself, selfish and being attractive without showing off your bodily contours...

Marimekko’nun Londra Design Museum gibi müzelerde sergisini yakalayamamış olsam da, Maçka Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde sergisi olacağını duyunca çok heyecanlanmıştım. Çok geniş kapsamlı ele alınmamış olsa da yine de Marimekko tasarımcılarının elinden çıkmış ve günümüzde halen üretilmeye devam eden desenlerin içinde kayboluyorum. Kanepemi süsleyen yastıklarımın Unikko (gelincik) deseninin 1964 yılından beri üretiliyor olmasıyla da ayrıca gururlanıyorum.

Though I have missed Marimekko’s exhibitions in museums such as the London Museum of Design, I was excited to hear of the exhibition at the Maçka Milli Reasürans Gallery. Not very far reaching as the exhibit may be, I am still lost among the creations by Marimekko designers still being produced today. I am especially proud that the Unikko (poppy) pattern on the pillows bedecking my sofa is still being produced since 1964.


3089

Be loose. Be selfish. Notes on Marimekko

Marimekko üzerine kısa notlar • Güncel Marimekko, bu sene 60. yılını kutluyor. 2012 Dünya tasarım şehri Helsinki’nin “hayata entegre tasarım” teması kapsamında gerçekleştirilecek etkinliklerinde Marimekko bir köy kuruyor ve bu sefer bir rüya alemine dönüşüyor. • Tasarımcılar Armi Ratia dışında Maija Isola, Aino-Maija Metsola, Annika Rimala, Katsuji Wakisaka diğer ileri gelen tasarımcılardı. • Sergi Marimekko Türkiye’deki ilk sergi Milli Reasürans Galerisi’ndeydi. 28 Ocak’a kadar izlenebiliyor. • Mağaza Yolunuz düşerse Helsinki, Londra-Shoreditch, Berlin-Mitte veya NY-5. Avenue’da Marimekko’yu bulabilirsiniz. Mağazada kendi marimekkonuzu dikmeyi deneyimleyebilirsiniz. Maalesef Türkiye’de henüz mağazası bulunmuyor. • Müzik Helsinki’den çıkan müziği de seviyoruz. Bir çift MarimekkoConverse ile yürürken kulaklıkta Huscue Rescue iyi gider. • Kitap Marimekko’nun ‘Surrur’ isimli kitabında tasarımcılarından 60 farklı tarif alıp kendiniz hayata geçirebiliyorsunuz. Fabrikasyon ürünler alıp tüketmek yerine, kendiniz dikip biçip üreterek orijinalliğinizle hava atabilesiniz diye...

• Current Marimekko celebrates its 60th anniversary this year. It constructs a dream-land village as part of the events under the theme of “design integrated with life” in Helsinki, the 2012 World Design City • Designers Apart from Armi Ratia, Maija Isola, Aino – Maija Metsola, Annika Rimala, Katsui Wakisaka were among the other leading designers. • Exhibition Marimekko’s first exhibit in Turkey is at the Milli Reasürans Gallery. Can be visited until January 28. • The shop You can find a Marimekko in Helsinki,at Shoreditch in London,Berlin-Mitte or 5th Avenue, NYC. You can experience tailoring your own Marimekko in these venues. Unfortunately they have no shop in Turkey. • Music We also like the music originating from Helsinki, as you walk with a pair of Marimekko-Converses, it is befitting to listen to Huscue Rescue in your earphones. • Book From the book titled Surrur by Marimekko, you can choose from among 60 different descriptions by its designers and tailor them yourself; so that, instead of buying and consuming pre-fabricated products, you can put on some airs with your self-tailored originality…


Frederico Duarte

Here, they learn to live with, among many other grievances, increasingly tight legroom and food that even when given to us for free makes us rethink “plane” as a favourable adjective. The perks of old, glamour of air travel, are gone. Gone are also the times when flag carriers were honourable national institutions, with reputations and images to preserve. In our liberalised skies, they fight for passengers with their low-cost counterparts, the ones with dirt cheap flights, unassigned seating and planes painted in bright colours, often adopting the same tactics. In an era when all things superfluous are either withdrawn from or charged separately to us, will there be something that makes us believe in air travel, and in the corporations that fly us?

Remember when flying was something extraordinary? Neither do I. I never lived in the golden age of air travel, when ladies and gentlemen passengers would dress up before boarding the plane, where they enjoyed drinks and delighted on “plane” food, served by young and elegant stewardesses in crockery emblazoned with modern, sans serif logos. You could even – honestly, you could! – smoke on board. Today, many of those airlines still sell this dream – minus the smoking part – in ads for their high-end classes, attracting customers with bed seats, champagne and exclusive airport lounges. But only today’s true jetset can afford this dream of luxury: all other passengers are downgraded – if only a few are, on occasion, upgraded – to their “economy” condition.

A few years ago I flew to London with British Airways. I didn’t do because I particularly like the British airline, but because at the time it was my best option – it was even cheaper than its low-cost competitor. The planes departed and landed on time. There was no episodes of turbulence during each two-hour, fifty-minute flight. The (free!) sandwiches were soggy, but tasty. Flying with British Airways was neither far from being a traumatic experience, or something worthy of celebrations. However, the airline proved to me that it actually cares about the quality of their service. How? With something as seemingly incidental, but also as essential like a boarding pass. For my trip to London I found a good rate on a cheap site, got my e-ticket by email and later checked in online. Before leaving home I printed my boarding pass and went straight to the aircraft. Printed on an A4 sheet, this document – democratically the same for both economy and business class passengers – contains all the information I needed for my trip, organised in a clear and readable form. In just one page, pictograms, typography, colour and white space were combined in a balanced, sophisticated and – why not say it? – beautiful layout.

This boarding pass – the physical (for how long?) result of British Airways’ online check-in interface – is an excellent example of graphic design, but is also part of a well designed service, a service that begins with my first click on ba.com and ends with me sitting on my airplane seat. And it’s a piece of design that appeals both to my need of efficacy and to my aesthetic sense – a prodigious union of form and function. But it is above all a proof that design is not a profession dedicated to adding value added to a product or service, nor a discipline in which students and professionals are dedicated to exceptional exercises of authorial expression. In other words, design is not about expressing your ego in letters and images, or in lamps and chairs. It’s rather an integral factor in all that surrounds us, from a Boeing 747 to the piece of paper that allows us in. And that’s why it, and the more often than not rather discrete people who practise it, should not only be celebrated, but should also be given the care and attention it deserves – everyday. While today we may have little to look forward to in the sky, flying has never been so easy and affordable. If an airline’s quality of service can no longer be measured by the formalities of the past, things as mundane and anonymous as a boarding pass like this one show how designers can restore if not some humanity, at least some dignity to our daily lives. Both in economy and business class, good design is about wonderfully solving big tasks, not inflating large egos with hot air. I acknowledge there is a growing class divide in the air and I would even like to drink champagne on an airplane bed (confession: I have done so), but deep down I just want to travel safely when and where I want, with little hassle and without spending much money. And even if the most I can expect from an airline these days is for my flight to be uneventful, I still want to be treated like a first class human being. One day in the summer of 2008, British Airways managed to do so with a simple piece of paper. It even said on top of the page, “Frederico Duarte, you’re ready to fly.”


Murat Çetintürk 1968-2011

PHOTO Jonathan Stigner


3172

Görürsün Sen! You'll See!

Meriç Kara

“TRACES OF AN IMAGINERY AFFAIR”

Björn Franke

İnsanın kendine yediremediği durumlar vardır, bir türlü nasıl o konuma geldiğini, düşürüldüğünü anlayamaz. “Bana bunu nasıl yapar?” diye sormaya başladığında, aklında sinsice planlar da cevap olarak gelişmeye başlar... Adil olmayan durumu eşitleme zamanı geldiğinde, içinde biriken öfkeyi geri püskürtmenin çeşit çeşit yolları vardır. Nasıl eşitleniyor bilinmez, karar tamamen intikamcının inisiyatifine kalmıştır. Mesela, mesele aşk acısıyken; geri atak için değişik kıskandırma yöntemleri neredeyse içgüdüsel olarak içimizde mevcuttur. Aşk acısı için bir intikam yöntemi, geçen senelerin en rastlanan ve türlü saplanan çeşidiyle karşımıza çıkan, seri ürüne dönüşen hatta bazen üzerinde sarkastik yazılar da barındıran voodoolar. Kürdanlık, bıçaklık, iğnelikle başlayan ve en sonunda acil durumda her an yanınızda olması için anahtarlığa bile dönüşen “ya tutarsa” diye taşıdığımız bebekler ve bunların sanal versiyonları zararsızca (belki) içimizdeki bu öfkeyi atmamıza yardımcı. Aslında araç, stres topundan farksız; önemli olan zedelenen kimliği korumak, kendince ödeşmek…

There are situations which one cannot digest; can never understand how in the world he got, or was led into that position. As he starts to question “how could she do this to me?”, insidious plans start to develop in his mind in response. When the time comes to level off the unfair position, there are various ways to fire back the piled up anger inside. One never knows how one gets even, the decision is entirely up to the avenger. For instance, if it is a matter of broken hearts, different methods of making the other jealous in the way of retaliation is almost part of our instincts. One such method of taking revenge for a wounded heart are voodoos, which in past years have become almost mass produced and come up in various piercing forms and sometimes bear sarcastic remarks. Toothpick, knife, or needle holders, and ultimately those dolls convertible into keyrings you can always carry along in case of emergency and hope it works, and their virtual versions are helpful in (perhaps) harmlessly taking out this anger inside us. In fact these tools are no different than stress balls; the important thing is to preserve your identity, to get equal in your own way.



Klasik yöntemleri tercih etmeyen yaratıcı intikamcı için Björn Franke’nin “traces of an imaginary affair” seti oldukça efektif. İçerdiği ürünlerle olmayan bir kaçamağa ait morluklar, tırmalama izleri, farklı parfüm ve sac telleri, aşk ısırıkları gibi ipuçlarını vücuda sadece görünürde değil, gerçekten işlerken, kullanıcıyı da büyük bir angaryadan kurtarıyor, epey de vakit kazandırıyor aslında.

The “traces of an imaginary affair” set of the creative avenger Björn Franke, who doesn’t prefer classical methods, is fairly effective. The products it contains ply tell-tale signs of an imaginary fling like purple spots, scratch marks, different perfumes and hair strands, love bites onto the body not only in appearance but in reality, thereby saving the user from a lot of time consuming drudgery.

İntikamın tasarımda çeşitli şekillerde işlenmesi bu duygunun zaten yeteri kadar doğal ve insancıl bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor, kendimizi normal ve anlaşılabilir hissettiriyor. Hatta neredeyse masum…

The exacting of revenge through various ways in design demonstrates already how this emotion is a natural and human need and makes us feel normal and understandable. Almost innocent, even.

Biz de pek masum değiliz, kendimize yapılanlar bir yana, örneğin bazı eşyalara nasıl davrandığımızı düşününce, onların da bizden bir gün intikam almak istemeleri akıl almaz değil ve hafif çatlak bir kafadaysanız bu olası bir paranoya. Daha çok bir animasyon konusu olabilecekken “revenge of the piggy bank” kırılmak kaderinin bir parçası olan biricik seramik domuzcuk, kumbaraların intikamını anlatıyor. Kendine biçilen sonun intikamını almaya hazır kumbara, objeyle kurulan empatiyi arttırıyor ve ona sahip olmasanız da o kareyi gördükten sonra, belki bir sonraki savunmasız kumbarayı aynı vahşi duygularla kıramaz hale geliyorsunuz. Objelerin duyguları olduğunu düşünmek garip ama olabilir...

We are not that innocent, either; notwithstanding whatever is done to us, if we consider how we treat some objects, it is not unthinkable that one day they should want to take revenge on us. If you are slightly cracked up, this would be a conceivable paranoia. Rather than being the subject of an animation, the “revenge of the piggy bank” tells about the revenge of the porcelain piggy bank, whose fate is to be eventually broken into pieces. The coin box ready to avenge for the fate accorded to him augments the empathy you feel with the object, and even if you didn’t own one, once you see that filmstrip it becomes impossible for you to shatter that piggybank with the same savage feelings as before. It is weird to think about objects having emotions, but could be…


can you read

Simge Hough

me

3222

? Hayatta herkes kendine bir takım roller belirler. Kişi rolünü ne kadar ciddiye alırsa içteki huzurundan da o kadar uzaklaşır, çünkü artık egosuyla daha çok konuşup; birlikte yapabilip yapamayacaklarına karar vermeleri gerekmektedir. Roller, her zaman sadece bireye bağlı değildir. Bazılarının, en güçlendikleri zaman; bir grubun parçası oldukları zamandır.

Everyone determines some role in life. The more seriously one takes the role, the further away from the inner peace one gets. Now they need to communicate more with their ego and decide whether they can get along with each other, or not. Roles don’t always depend on individuals. For some, the most powerful times are when they are a part of a group.

Sloganlar da insan gruplarını birleştiren güçlü iddialardır. Bir slogana dahil olmak, insana o iddiayı paylaşan insan topluluğunun gücünü verir. Markalar da bundan faydalanır, kendi keskin görüşleri ve sloganlarıyla var olurlar, çünkü onlar da bu şekilde kendi kitlelerini oluşturabilirler ve markaya bağlılık sağlayabilirler. Markalar ve sloganlar, üzerinde bulundukları objenin çok çok önüne geçebilirler; obje sadece bir araca dönüşebilir. Objeyle bütünlük sağladığı birbirini tamamladığı güzel zamanları da vardır elbet.

Slogans, too, are strong arguments that bond groups. To get involved in a slogan gives one the power of the entire group standing under that common argument. Brands benefit from this. They live with their own clear standpoints and slogans since they can form their own crowds and provide commitment to the brand. Brands and slogans can reach farther than the object they stand on; the object itself may turn into nothing more than a tool. Of course it is possible, albeit rare, that they complement each other.

Kişi seçtiği markayla veya onayladığı herhangi bir sloganı üzerinde taşıyarak kısa yoldan düşüncelerini, fikirlerini, sevip sevmediklerini, onayladıklarını, onaylamadıklarını, yani kendisini ifade eder ve ait olduğu gruptan daha fazla insanı yanına çekmek için bunu bir yöntem olarak kullanır. Görülmek istediği imajı hızlıca çizer. Aslında bu sadece kelimelerle yapılmaz. Kişi eğer tercih ettiyse, kendisini çevreleyen bütün objeler üzerlerinde yazmasa da açık ve sağlam mesajlar iletebilir. Bunları sahiplenen kişi, bu objelerin yanında kendisini farklı hisseder ve gözle görünür şekilde tavırları değişebilir, bu egonun apaçık varlığını gösterdiği anlardandır. Kadınlar için topuklu ayakkabı, erkekler için de araba bu değişimin en açıkça görülebildiği objelere örnek. Bunlar kişinin statüsünü, para durumunu, gücünü iletebildikleri için böyle bir güce sahipler. Neyse ki hayat her zaman çok ciddi değil ve arada sloganlar da, topuklu ayakkabılar da sadece eğlence için var olabiliyor.

One expresses the self through thoughts, ideas, likes/ dislikes, decisions to approve or disapprove, and uses these as a way to attract more people belonging to a group. This quickly creates self-image. Actually, this is not done only with words. If the individual prefers it, the collection of objects around him can give out clear and strong messages. The person who owns this will feel different around these objects and his behavior can visibly change accordingly, this is one of those moments when the ego openly shows its presence. High heeled shoes for women, cars for men are examples for these objects. These can hold incredible power due to their ability to express one’s status, financial situation, and power. Fortunately, life isn’t always as serious and sometimes slogans and high heels can be there just for fun.


MICHAELTONELLOBERTRANDODIRENZO FANNYMICHAELISCHRISKONG DIMITRICOSTE



Birkin, the Ego-nistic bag

Bertnardo dı Renzo

Meeting Michael Tonello, author of Bringing Home the Birkin

When I first met Michael Tonello at the Café de la Opera on the Ramblas in Barcelona, I thought that the choice of venue was rather odd coming from a man who had been on the quest for one of the world’s most desired luxury items for years. The Café is very central but also extremely busy, crowded and far too touristy. “They have these wonderful Mariage Frères teas,” Michael tells me as we enter the café. The Birkin Hunter, as the title of the Italian translation of his book implies, appropriately describes a man who has owned hundreds of the most iconic and expensive items in the world of fashion and who is, in general, a lover of all fine things, a viveur and pleasure seeker. He was, naturally, also right about the tea. After being served a unique blend of Earl Grey at our private table in the back of the room, we started talking about his life in Barcelona, his love for the city and, most importantly, his relationship to the Birkin bag.

I was first introduced to Michael’s works when a dear friend of mine, knowing all too well my intense passion for fashion, gave me a copy of Bringing Home the Birkin. I was immediately captivated by the author’s accounts of his quest to obtain one of these illusive and famous bags. Perhaps not everybody knows what a Birkin is, or what it means for a fashionista to own one, but very few people do not know the Hermès house of fashion. The Birkin, along with the Kelly, is the most iconic item of this French maison. Named after the British/French actress and singer Jane Birkin, the bag was first created in the early 1980s and has been a must for many men and women from the very first day. For those who can afford a starting price of 7.000 euros, a Birkin is the creme da la creme of their handbag collection. Hermès has supported the iconic state of these handbags by informing people that it was hard, actually nearly impossible, to purchase one. Try it yourself. Go in person to any Hermès shop around the world and ask if they have a Birkin in stock. You will always be told that they do not. You are then offered to add your name to a waiting list, where you will stay for at least two years. Only, and I repeat only, if you are extremely lucky will you ever actually get one. However, in 1999 Michael found the magic formula and began supplying his elated clients with this coveted article for many years. In so doing, he dismantled Hermès’ most successful exclusivity campaign by showing how easy it was to actually find a Birkin.


How did you first get the idea of trading in Birkin bags? MT

When I arrived in Barcelona in 1999, I started to sell some of my luxury items on eBay out of necessity. Surfing the site, I realized that the most sought-after articles fetching the highest bids were Hermès products. So, that’s how I started. I first bought and sold scarves and other small items but had my eye set on Birkin handbags, which were the most requested items by far. At first, I asked in different Hermès stores about how to purchase one and, as usual, got fed the standard answer of “wait, waiting list, maybe!” But one day I had a lucky break. After buying more than 10 scarves at the Hermès shop in Madrid, I asked if there were, by chance, any Birkins available. And et voilà, the bag suddenly appeared. That was the beginning of my quest for the Birkin around the world. I just had to buy other items to get the famous bag. In just a few years you bought hundreds of Birkins. How were you able to do that?

MT

I started traveling around the world, visiting all the Hermès shops I could find: Milano, Paris, London, Madrid, New York, Tokyo, and on and on. After a while everybody knew me. Were you ever tipped off by sales personnel that the bags were available in the shop?

MT

I wasn’t because I already knew they had the bags in the shop. Of course, they assisted me in getting them, and I returned the favor, at the beginning, by giving them small gifts of other articles I had bought in other shops. Later on, though, I gave them money in “the Italian way”, as I call it. How did it feel owning something that is desired that much by so many people around the world?

MT

I have to be honest: I felt nothing. For me it was just business. I never had a bag in my hand for more than a day or two. I sold them all very quickly. Of course, I was conscious about the fact that I had found the right formula to give a selected group of people something they had always wanted. But when I look back on those years now, I also think it was just a matter of luck. I did my Birken bag business from 1999 to 2003. At that time Hermès wasn’t selling online. But even now they don’t offer Birkins on their online shopping site, do they?

MT

No, they don’t, but you can now buy many other items I was selling then. Likewise, there are many more Hermès shops around the world now than back in those days. The company opens 5 new shops per year now. I think a mixture of luck and a good idea made my business successful.

MT

That’s an interesting question. I think it would. Hermès is the luxury brand, although Tom Ford is a serious competitor. People who buy their items, and I am talking more about the bags and other expensive items, are getting richer and richer these days. So, they continue buying. Just to give you an idea… Two of my close friends are Hermès product dealers. They actually started as my clients but we quickly became friends. In the last few years their businesses have expanded dramatically. That said, I truly believe that you don’t need luck if you possess an original idea and implement it well: you’ll be successful in any case.

3324

Do you think this formula would be successful nowadays, considering the current economic crisis?


You mentioned your clients. You know the theme of this issue is EGO. What about their egos? MT

The people I encountered had huge egos. And owning a Birkin only made them bigger. They simply had to have one. The Birkin is one of the few remaining status symbols for the wealthy. Everybody has a Gucci or Prada bag, but only a selected few flash a Kelly or Birkin.

What were your impressions of these people, their lives and, let’s say, strange requests? MT

They are rich and have lots of very expensive things, but they use them to fill the voids they feel inside. They use them because many other things are missing. I understood that especially when they offered me access to such intimate aspects of their lives, their house for example, just in order to own a simple handbag.

Did their egos cause you any troubles? MT

No, quite the contrary, it made my business grow. I can say that the bigger their egos, the richer I became. There are Hermès collectors obsessed with owning everything, or almost everything, the company produces. There are some people who want those items so desperately that they will do anything to acquire them.

I did, however, become friends with some of my clients and routinely receive emails from many others. Especially when the book came out, many former clients started writing and telling me about their lives and problems, you know, the way you do with a close friend. Although I only describe a brief, 5-year period of my life, many readers acted like they knew everything about me. That’s when I started to think that these people are really very lonely, feeling the need to connect with a stranger they only know through a book. In my real life, I luckily have the same friends now I had 30 years ago: they are my family, an intimate circle of friends and individuals who truly know who I am.

Like what for example? MT

Well, for example, I was offered the exclusive use of a penthouse in New York for a month and to drive an Aston Martin for a certain period of time. All I had to do was get them the bags. Or, not to sell them to anyone else! What do you mean?

MT

What did you feel while living this glamorous life of international travel, luxury shops and eccentric clients? Did you ever think it was real?

Sometimes I was asked not to sell any items to their friends or neighbors. [Michael chuckles as he recounts this.] And what did you do?

They are lonely! [Michael answers very quickly.]

MT

I accepted the gifts. I used the penthouse with my boyfriend and we enjoyed it. As for the other requests, I accepted them too. They were paying for my services, so I obliged. It was harmless.

No, never. That was a very superficial life. As for my ego, I have to tell you that this “rich life” was fun, but I never thought that it was my life. I entered elite circles and met fancy people, but I was just a dealer for them. They came to me only because I had something they wanted. I was always very conscious of this and had my friends, boyfriend and family to help me keep me grounded. Did you not experience ego trips when you were on national TV in the US or interviewed, among others, by the New York Times?

MT

Of course my ego got inflated sometimes. It was also a real ego boost to learn that my book had become a bestseller in three countries, including the US. Even so, when I came home from an interview or a TV show, I was alone in the hotel room. That was not the kind of life I wanted to lead. Enjoying my life, being in Barcelona, having a nice wine and being around my cats and loved ones is extremely important to me.


Is Barcelona going to be the theme of your next book? MT

Yes, it is. When I was traveling to promote Bringing Home the Birkin [publisher’s note: translated into 9 languages and a best seller in 3 countries], I started writing a type of diary about my life. Shortly thereafter, I started writing a blog called Barcelonanative, in which I write about my life in Barcelona, fine wines, the city’s cultural scene, lifestyle and pace of life. My next book will be a collection of these observations. So, no more luxury?

MT

Not this time. There is a fil rouge in this book too though. In Bringing Home the Birkin it was the bag, but in my next work the guiding thread will be Picasso, Mirò, Gaudì and Dalì. They are the pillars upon which I build and construct the story based on my memories.

So you never had troubles in getting them? MT

Do you see yourself more as a writer or a businessman? MT

It wasn’t really my plan to start writing, and I am not sure I’ll write another one after my second book gets published. I have recently received an offer from a Canadian handbag producer, which would like me to help them develop a guiding concept for their products. I found the idea very attractive, so I’ll be starting something new very soon… again! So, once again you’ll be in fashion. Since we’ve returned to the subject, I’d like to ask you if Hermès ever contacted you directly? I mean you did expose one of their best-kept secrets!

MT

No, they never did, but I would have been extremely surprised if they had. Hermès is a family-owned company and very little information is made public. That’s probably the main reason why I’m still considered a Hermès expert. And why so many magazines and journalists keep calling me to ask my opinion when some news about the company gets leaked. So they never got angry with you?

MT

Why should they have? I think I did them a great service. Pardon? What do you mean?

MT

You can’t imagine how many people entered Hermès shops around the world asking for a copy of my book, which of course they don’t sell. While in the store, they ended up buying things like scarves or some perfume. I helped them earn money! [Laughing] And what do you think about their waiting list policy?

MT

It’s hard to understand. If you go to the Hermès shop in Barcelona, for example, they have Birkins and Kellys in stock. Why don’t they just sell them? Maybe there are not enough of them because they are individually handcrafted?

MT

Hermès has around 200 shops in the world. Do you really think they cannot produce that many handcrafted items? Anyway, the waiting list policy is still in place. That’s why someone was able to auction off a Birkin studded with diamonds for 154,000 Euros last month. That same bag is actually available in many Hermès shops. There are two in Madrid alone, available for half that price! Both people’s impatience to own one and general ignorance about their availability contribute to creating such exorbitant prices. Who knows? Maybe it was all just a publicity stunt organized by Hermès themselves…

I did once. I had a type of employee who I had trained to help me do my job. He was buying the bags for me and receiving a commission. He was based out of Paris. After a year of working together, he was able to get his hands on a rare crocodile Birkin. He then proceeded to demand double the normal commission. He actually held my bag hostage! [Laughing] I had to hire a private investigator to help me get it. A final question. What do you honestly think about the Birkin?

MT

It’s a wonderful bag, but I never once felt the need to keep one for myself. The mystique surrounding the Birkin bag and the desire of many to possess one will never cease. The media, celebrities, movie images and Hermès itself all contribute to keeping it alive. As Michael and I leave the café, we agree to meet again soon. Being a connoisseur of fine wines myself, I would like him to try a few of my Italian favorites - a much cheaper and better way to satisfy the ego!


3398


ARTWORK

Fanny MichaĂŤlis


The Talent Bertrando dı Renzo

SIZE

I think my parents have certainly encouraged my creativity. When I was a child my mother spent a lot of time with me painting and drawing. I also followed them, and sometimes I still do, several times when they were touring with their theater company or when they were rehearsing. During the theatre’s dead times, I used to draw a lot to occupy myself.

It’s not easy to find so many talents in the same person. This is what probably hit me the most when I first met Fanny Michaëlis. Comic artist and designer, singer, actress (in case of need) she isn’t scared to prove herself in the arts. Fanny showed me her intense, drawing world some years ago, a world in which her human beings are strong, even when they are children, sometimes lost, and sometimes scaring. But, I can assure, never ordinary and always unexpected. I never thought before that time that the fine line of the pencil could be used to create images that are so strong and deep. Her look, her eyes, her lips, the calm voice with which she speaks about her past recalls that fine line and the light designing touch of those, deep characters that helped her being so clear in this interview.

You come from a family of artists (Fanny’s parents are both well known French actors and stage directors). How do you think this influenced your choice to be a designer?

Moreover the fact that I lived in a family of artists (my father is an actor and my mother is a theater director) made me thinking that it would have been possible, for me, to live being an artist, or at least to try to. SIZE

Your drawings deeply analyze the human nature. Which is the aspects of the human being that most interests you? I don’t know if they are properly analyzing anything. It’s not their purpose anyway. But drawings, better than words, allowed me to superpose meanings, to express conflicts, complex and paradoxical feelings. Win those cases in which I would have needed a thousand words, i could express everything with one, simple and percussive, picture. This is, probably, the aspect that interests me the most in human nature, how hard it is to deal with destructive or death drive and life drive. Drawing is one of the ways I found to make that opposite feelings of mine could live all together in the same place...

SIZE

Children, babies, old people that looks like children. Is childhood so important to you? How was yours? Yes, childhood is very important to me, but not as an ended period of my life. My mind is too much porous to see the past on one side and the present on one another, they are more like a circle to me, in a constant movement. My memories come, to feed my present, through feelings and pictures very real and deep. This is how I choose to talk and draw about a subject more that another in my stories or pictures. What appear from the past comes in a close up and become the things I’m living right now, in the present. I tried to fight against this situation because sometimes it’s quite disturbing and uncomfortable. It makes me feel as if there is not just one reality but several. Finally I think that it is interesting to use that porosity in a creative way..


How do you approach a new work? What inspires you most?

SIZE

It has to come from an imperative feeling to begin. Even if, when I start a comic book, the story is not completely clear in my mind. Something pushes me forward, to go on. Something I want to explore. It’s only after that, when this first feeling is totally exhausted, that i need to take a break and to think about the whole story. For me it’s the moment when I leave my « consciousness » and my autobiographical memories, to be imaginative, to reach something that I do not already feel or know. SIZE

Last year you had a teaching experience in Istanbul. How do you remember it? How did your students feel about your work? Do you think they re-interpretate it their way? It was my first teaching experience, and i was very scared! But at the end it was a very interesting experience trying to figure it out what, and how, I want to communicate with my drawings, illustrations, interpretation or appropriation. Figuring out how to encourage each student to turn a very well known story into something personal (the workshop was about “Hansel and Gretel”). As the project’s goal, born under the suggestion of the head teacher from Sainte Pulchérie’s high school, Alexandre Abellan, was to create a Kamishibaï with the interventions of the actor Stéphan Ramirez and myself. It was very interesting to share the setting of the creation of the project with them and I think the students did a great job, they perfect understand the idea behind the project and get involved both in the drawing creation both in the acting part.

SIZE

This issue theme is about ego, how would you describe your characters’ ego? what about yours? My characters’ ego? I don’t really know about theirs... But maybe, regarding mine, I could say it’s a bit conflictive...

Besides of being a designer you are also a jazz singer. How did it happen? When I met my partner Ludovic Debeurme, who is also an artist and a very good guitarist, he had a jazz band with which i started to sing sometimes, until we create a new one: Yum Yum! One year ago, we set up a new band: FATHERKID, which is more a mixture of indie rock and trip hop... It’s all our compositions and both Ludovic and I write the lyrics.

SIZE

As you said your partner is, also, a well know designer do you share suggestions, ideas about the subjects of your books? Yes of course. We live and work in the same place, so we share a lot about our ideas, questions, opinion, and thoughts throughout of the day. And when we need a break we do some music. Ludovic, for example, helped me a lot to bring to the surface my ideas when I was a little lost about the story of my first book (published in France by Cornélius) « Avant mon père aussi était un enfant ».

3462

SIZE


ARTWORK

Fanny MichaĂŤlis


behınd the garage

Chris Kong

Can you introduce yourself to our readers?

SIZE

Hey, I am Chris Kong Founder of Garageworks Industries / Made by Monsters. I started off making personal projects utilizing the factory resources in HK. Being an artist usually staple for their own style & identity by repetitional work. In order for me to breakthrough the tradition & maintain selfinterest continually has always been a challenge. I like the process of experimenting with different style & medium, so I figure making collaborative effort with Artists and translate their work in another form can magnify multiple range of style & direction for both ends. We are at a phase where interconnection can benefit everyone creatively.

What are you doing up in these days? Aside from art sculpture & vinyl toy projects, I am currently working on fashion items such as equipment bags & accessories. I find Art, fashion & Music all ties in together as many artists & creatives are expressing themselves through different medium. Technology now days can really help me explore further possibilities at a much effective way. So I am using it as a leverage to experiment new technics & improve my craftsmanship. One of my anticipating project is the collaboration between Garageworks Industries & Vans OTW which will be launch in October. “I have been wearing vans for almost 20 years now” and it’s already become a part of me.....It’s been an honor for me to join the Vans family, as it is one of my most admirable brand. Vans is the 1st skate shoes ever build back in 66, also known for their famous Waffle rubber sole. I remember that decision was a turning point for their company & it was known as their signature icon for the brand. Definitely classic elements, patterns, symbols & color combination will be part on my OTW shoe. A Vans toy will be launch with the shoe as a box set! We will keep you posted when we have further updates.

Started off my first project collaborated with legendary skateboard artist Jim Phillips on the “Screaming Hand” graphic. Since the skate community are heavily influrence within the urban art culture, so I thought it is a nice platform piece as our first urban vinyl project. SInce the initial release caught much awareness within the urban scene, it was self manifested to further possibilities.

3500

SIZE

SIZE

What is behind of the “Garage” doors? My life so far is behind the Garage door..... Since we connect with project partners & artists on different time zones on a daily bases, it is easier for me to live & work within the space. Gallery , Sample room and work studio on the ground floor & I live right above my operations.

SIZE

What the “Monsters” love to “made” most? Monsters love to make extreme & significant toy. Is important to have stopping power and able to generate stories behind each individual piece. Besides the process of making, I am always motivated by the reaction from the audiences.


Chris Kong



PHOTO

Xavier De Nauw

Dimitri Coste

SIZE

Who is Dimitri? Dimitri Coste, French photographer, videographer, amateur racer, bmx enthusiast. Born and raised in the Parisian suburbs.

SUICIDAL

3574

SIZE

What are you doing in these days? I am working on several upcoming photoshoots. Jerome Dreyfuss ‘s next campaign, a photoshoot for Les Ateliers Ruby, and I ve started working on my next show. I play Lego with my son, Meanwhile I start to prepare my racing schedule to keep on going on my O.S.F.A project with my 67 Triumph. I just came back from the OTW launch in Berlin wich was a great experience, and I just wrapped a film for Persol coming March 1st. tons of projects in mind, chasing the time .

SIZE

You are a photographer and video artist and also a moto racer… Which one comes first? I try my best to combine them three sometimes, but it is definitly a hard choice. I would say Riding, because it is my hobby, and it allows me to shoot images in the pits or during the trip. Anyway everything’s related to images first.


PHOTOS

SIZE

Dimitri Coste

It seems you always trippin’ around the world for work. But you are a family father also. Does it effect your relationships with your children? Of course it does but I would say in a good way, I can share with them what I’m doing and why, also show them on the map where I am going. also it shows them you can be free even if there is a price for it. I hope it’ll help them to be curious and open minded in their life. I try to never leave more than 12 days, and I always bring a souvenir back for them.

SIZE

What do you think about ego?

SIZE

Does Ego necessary to create better something?

SIZE

SIZE

SIZE

SIZE

And founded with my Brother Jerome and 2 other friends the “Big Daddy Midget Moto Club”.

How big is your ego? Small enough to still be able to carry it and maybe a lil too big to have it in my pocket.

SIZE

What do you think about Size Magazine? Sounds good, I haven’t seen the mag for real yet, but definitely seems appealing.

SIZE

Is there anything you want to share with us? Beers ?

Do you still have that one? No, I rode it thru Paris for a short time, then went back to mini musclebikes.

You always seem so stylish and unique. How do you describe your style? I don’t know.

What was your first motorcycle and when did you buy that? A 1974 Honda K5 bought in 2001.

How do you describe your artwork? True to myself for the photos.

No, I don’t think it’s necessary. SIZE

Do you have any good news for Size readers? Life is beautiful, girls are hot and light is everywhere.

A wild horse. SIZE

How many motorcycle do you have? 3 British bikes.

Describe yourself with only 5 words… Ready, passion, style, loyalty, happy.

SIZE

SIZE

SIZE

Which one is your favorite motorcycle? My next one.


Dimitri Coste




METERS

This issue

39.1 100 pt

194 METERS

All issues


it does matter 3.1

194


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.