Çayırdan Gelen Çığlık

Page 1

ÇAYIRDAN GELEN ÇIĞLI K

Meti n Türkyıl maz

1


Hazırlayan: Sufyan Kızılarslan

2


Metin Türkyılmaz

Üç çocuklu öğretmen bir baba, ev kadını bir annenin ilk çocuğu olarak, 18 Şubat 1966 tarihinde Rize'de doğdu. Babasının görev yaptığı Sivas’ın Divriği ilçesinin Şahin köyünde ilkokula başladı. İlkokul 4'üncü sınıfta ailesiyle birlikte Ankara'ya taşındı. Tuzluçayır semtinde Piyale Paşa İlkokulu’nu, Tuzluçayır Lisesi orta bölümünü, Abidinpaşa semtinde Başkent Lisesi'ni bitirdi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'nde okudu. Üniversite sonrası Anadolu Ajansı’na girdi. Bu kurumun İstanbul Bölge Müdürlüğü ve Ankara merkezinde ekonomi muhabirliği, Ekonomi Haberleri Müdür Yardımcılığı ve Ekonomi Haberleri Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Anadolu Ajansı’ndan 2 Ocak 2012 tarihinde emekli olmasının ardından Türkiye Ziraat Odaları Birliği'ne Genel Başkan Danışmanı olarak başladı. Halen bu kurumda Genel Başkan Danışmanlığı ve vekaleten Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü görevlerini yapıyor. Öğretmenlik yapan eşiyle 1997 yılında evlenen Metin Türkyılmaz’ın, 22 Temmuz 1998 doğumlu bir oğlu var.

3


4


İÇİNDEKİLER

Çayırdan Gelen Çığlık ……….….6 Geçmişten Gelen Sevgili……….. 9 Jasua’yı Kurtarmak………,….…13 Bir Gece Yolculuğu ……….…….17 Ölüm ve Rüya………….………..20 Venedik’te Ölmek………..…..….24

5


ÇAYIRDAN GELEN ÇIĞLIK

6


Gecenin karanlığından gelen bir mermiyle yaralanmıştı. Islak çimenlerin üzerinde yüzüstü boylu boyunca serilmişti. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın rahat nefes alamıyordu. Zifiri karanlık gecede hiçbir şey göremiyordu. Sadece söğüt ağaçlarının yapraklarının hışırtısını ve gecenin bütün seslerini duyuyordu. Sol eliyle acının yolunu izledi. Sağ omzunun hemen altında kanın kaynağını buldu. Sıkıca bastırdı. Sonra sebepsiz bıraktı. Neden sol elini kullandığını anladı. Sağ kolunu oynatamıyordu. Böyle bir son hiç düşünmemişti. Ölmek istemiyordu. Hayatını düşündü. Henüz 30 yaşındaydı. Ne çabuk geçmişti yıllar. Çocukken bu çayırda top peşinde koşturduğu günler, daha dün gibiydi. Ne çok severdi sıralı bir şekilde derenin yanına dizilmiş söğüt ağaçlarında birinden öbürüne dalları kullanarak geçmeyi. Bir gün bir ağaçtan diğerine geçerken ayağını bastığı budak kırılmış ve düşmüştü. Olanlara rağmen gülümsedi. Acı da olsa tatlı da olsa anılar bazen gülümsetiyordu. Bütün tanıdıkları, yaşadıkları gözlerinin önünden geçti. Ne çok insan tanımıştı, hepsi birbirinden farklı. Köye 300-400 metre kalmıştı. Nasıl da avlamışlardı kendisini. Karanlıkta nasıl da vurmuşlardı. Karanlığı dinledi. Sesler yaklaşıyordu. Sesin mesafesini kestirmeye çalıştı. 200-300 metre uzakta olmalıydılar. Kıpırdamaya çalıştı. Zorladı kendini. Kalktı. Hızlı adımlarla ilerledi. Arkasındaki iki kişi de hızlandılar. Bir yandan da ateş ediyorlardı. Silahlara susturucu takmasalar köyden rahatlıkla duyulurdu. Mermiler tınlayarak geliyor ve söğüt ağaçlarına saplanıyorlardı. Köye varamayacağını anladı. Vazgeçti. Yolun kenarında, selvilerin yanı sıra birkaç meyve ağacının bulunduğu büyük bir bahçeye girdi. Yıllardır insan eli değmediği için yabanileşmiş, çalı, çırpılarla dolmuş, bahçeler arasındaki çitler de yıkılmıştı. Çocukluğundaki gibi ağaçlara tırmanmayı düşündü. Mümkün olmadığını anladı. Bahçeyi geçti. Çalıların arkasına saklandı. Ardındakiler koşar adım bahçenin yanında geçtiler. Biraz ilerde durdular. Çevreyi aramaya başladılar. Bu adamlar neden peşindeydiler. Niye kendisini öldürmeye çalışıyorlardı. Neden arkasına profesyonel katiller takılmıştı. Bütün bu sorunların cevabını bilmiyordu. Bir anlam da 7


veremedi. Kimseyle bir sorunu yoktu. Öyle sanıyordu. Onlar da bahçeye girdiler. Yaklaşıyorlardı. Artık kaçma şansı da kalmamıştı. Hareket etmeden, ses çıkarmadan saklanıyordu. Neredeyse nefes almıyordu. Güvendiği tek şey karanlıktı. Ona da ne kadar güvenilirse. Kendisini saklayan karanlık... Oysa çocukluğunda karanlıktan korkardı. Evlerinin önünden şimdi vurulduğu söğüt ağaçları bir orman gibi görünürdü. Geceleyin uzaktan söğüt ağaçlarına baktığında içi ürperirdi. Ne çok hareket ederlerdi söğüt dalları. Onlara bakmaktansa mezarlığa bakmayı tercih ediyordu. Belki de o günden geleceği, sonunu görmüştü. Kaderinden kaçıyordu. Adamlar 3-4 dakikadır kendisini arıyorlardı. Bu 3-4 dakika yıllar gibi geldi. Aramayı bırakmayacak, bulana kadar sürdürecekler gibi görünüyorlardı. Karanlıkta göremiyorlardı. Küfretmeye, kızmaya başladılar. Bahçenin sonuna doğru yaklaştılar. Köyden en uzak noktaya yerleştiği için bir türlü bulamıyorlardı. Gecenin karanlığında çayırdan bir çığlık koptu. Garip ve derinden gelen bir çığlık... Ne sesi olduğunu anlamadı. Adamların dikkati çayıra doğru yoğunlaştı. Çayıra doğru hareket ettiler. Sonra durdular. Gitmekten vazgeçtiler. Belki onlar da korkuyordu. Yine ona doğru gelmeye başladılar. İyice yaklaştılar. Silahlarını doğrultular. Gecenin karanlığında tınlayan iki mermi sesi duyuldu. Hiç kıpırdamadı, başını eğdi, hafifçe yere yığıldı. Çayırdan yeni bir çığlık sesi geldi. Sebepsiz. Belki de olanları gören bir hayvanın çığlığı. Çığlığı ve yere yığılan adamı silahlı iki kişi dışında kimse duymadı. Adamların yüzüne baktı. “Neden?” diye sordu. Cevap alamadı. Hayatının son anlarını yaşarken, gözlerini kapadı. Çayırdan yeni bir çığlık sesi gelmesini bekledi. Gelmedi. Artık her şey anlamını yitirmişti. Karanlığa gömüldü. 25 Nisan 2018

8


GEÇMİŞTEN GELEN SEVGİLİ

9


Hayali, eski bir sokak. Geçmişteki heybeti üzerinde taşıyan, yıllardır tamirat yüzü görmemiş konaklar arasında süzülen... Motor sesi duyulmadan yaşamış, daracık... Arnavut kaldırımıyla döşenerek geçmişle bağlantısını kurmuş, çıkmaz bir sokak. Sessiz, sakin, dingin bir yaşama açılan, debdebeden uzak, zamanın durduğu bir yer. Tek tük de olsa çocuklar görünmese, sesleri duyulmasa, insanda ölüler diyarında hissi uyandıran, loş bir mekan. Dali’nin adını “Belleğin Direnişi” koysa da zamanın sonunu daha iyi anlatan tablosuna benzer bir ortam. Sanki ömrünü tamamlamış, hüzünlü bir şekilde sonu bekleyen bir sokak. Ve bu ortamda sokağın ruhuna uygun şekilde yavaş, sessiz ve kaygısız yürüyorum. Nereye baksam geçmiş. Sanki geçmişte yol alıyorum. Hayatın bütün karmaşasıyla sürdüğü bulvara bu kadar yakın bir arka sokakta, geçmişin bütün ruhuyla yaşandığı bir ortam, insanda garip bir duygu oluşturuyor. Ben mi geçmişe gidiyorum, geçmiş mi bana geliyor. Çözemiyorum. Sokağın sonlarına doğru köhne bir sahaf gözüme çarpıyor. Sahaf, tam olması gereken yerde. Ne yakın ne de uzak. Yaşlı yüzlerdeki derin çizgiler gibi geçmişin bütün izlerini üzerinde taşıyor. İki yana açılan ahşap kapısı aralık. Kapı ve pencere çerçeveleri maviye boyanmış. Boya dediysem neredeyse tamamen solmuş. Kapı önüne bile kitaplar, dergiler dizilmiş. Yavaşça içeri adım atıyorum. Eski kitaplar etrafımı sarıyor. Sessiz ve derinden... Tozlu raflar, masa üstü ve tahta zemin kitaplarla dolu. Kasada, hayatın imbiğinden geçmiş, bilge görüntüsünü içselleştirmiş, gözlüklerini burnunun ucuna indirmiş bir şekilde bana bakan yaşlı bir adam, yanılmaz bir şekilde beni tartıyor, puanlıyor, konuşmasını ayarlıyor ve “hoş geldin" sözleri dudaklarından dökülüyor. İlk kez görmesine rağmen yıllardır beni bekler gibi bir hali var. Bir an durakladıktan sonra “ne aramıştın” diye ilk sorusunu soruyor. “Geçmişi”, Marcel Proust’un aradığı gibi “Kayıp Zamanı” demek istiyorum. Ağzımdan “kitaplara bakacağım” diye anlamsız bir cümle çıkıyor. Adam sanki duymak istediğini, ben söylemesem bile duyuyor. “Buyurun” dedikten sonra kitaplarla beni yalnız 10


bırakıyor. Gözlerim kitaplar arasında gezerken, çocukluğumdan bu yana hep merakımı çekmiş ansiklopedileri görüyorum. 1928 tarihli bir Larousse beni heyecanlandırıyor. Hemen ilgili cildi buluyor ve Türkiye bölümünü açıyorum. Cumhuriyetin ilk yıllarına gidiyorum. Zamanda yolculuk gibi... İlginç bir duyguya kapılıyorum. Fransızca yazıyı anlamasam da fotoğraflara ve rakamlara bakıyorum. Sanki fazla bir şey değişmemiş gibi. "Kayıp olan zaman mı yoksa biz mi" diye düşünmeden edemiyorum. Bir süre sonra gözlerim başka kitaplara kayıyor. Sonunda aradığımı buluyorum. Hepsinden farklıyı, bilinmeyeni, kayıp olanı… “Geçmişten Gelen Sevgili”. Bu kitabı ilk kez görüyorum. Adını da hiç duymamıştım. Tanınmamış bir yazar yazmış. Kapağı, koyu yeşil ciltli. Usta bir ciltçi yapmış olmalı. Şu an yaşamayan. Basımından bu yana neredeyse 60 yıl geçmesine rağmen, bozulmamış. Elime alıyorum. Kokluyorum. Geçmişten gelen bir kağıt kokusu içimi dolduruyor. Kapağı çeviriyorum. Yapraklar sararmış ama sanki hiç çevrilmemiş, ilk kez açılıyormuş gibi sağlam. Demek kimse okumadı. Ne yazık. İlk sayfada kitabın adı, basım yeri, basım tarihi yazıyor. Basım tarihine bakıyorum. İlk baskı 1961 tarihli, diğer baskılar yazılmadığına göre elimdeki ilk basım. Kısa bir önsöz. Teşekkür babında. Atlıyorum. Beşinci sayfada romanın ilk cümlelerine ulaşıyorum. “Onu yıllar sonra, hayali eski bir sokakta, köhne bir sahaftan çıkarken gördüm. Hüzünlü yeşil gözlerinden, kızıl saçlarından, hafif çilli yüzünden, vakur duruşundan hiçbir şey kaybetmemişti. İlk karşılaşmamızı hatırladım, sisli anılar arasında… İkimiz de gencecik üniversite öğrencileriydik. Hiç konuşmamamıza rağmen derinden etkilenmiştim. Hayatımın bir daha eskisi gibi olmayacağını, sadece geleceğimin değil, geçmişimin de değişeceğini anlamıştım. Yanımdan sessizce geçti. Konuşmak istedim ama sesim çıkmadı. Tüm cesaretimi topladım ve kafamı arkaya çevirip ardından baktım. Gür, omuzlarına inen dalgalı saçları, dizlerinin altına kadar uzanan bol, yeşilli kahverengili çiçekli elbisesi, kahverengi süet botu 11


sanki dün gibi gözlerimin önünde. Sokağın sonuna kadar ardından baktım. Arnavut kaldırımlı sokak, benim mekanım oldu. Defalarca gittim. Bazı günler sahafta uzun süreler geçirdim. Bir türlü göremedim. Bir hafta sonra öğle vakti yine ona rastladım. Kalbim duracak gibi oldu. Yine sahaftan çıkıyordu. Elinde koyu yeşil ciltli bir kitap gördüm. Kitabın başlığını göremedim. Hafifçe kafamı öne eğdim. Gülümsedi. Sanki benim günlerdir bu sokakta kendisini görmek için zaman geçirdiğimi anlamış gibiydi…” Uzayıp giden sayfaları sonra okurum diyerek atladım. Hemen kitabın son sayfasını açtım. "Geçmişten Gelen Sevgili" kitabının son cümleleri şu şekilde bitiyordu: “Artık veda zamanı. Trene biniyor. Yavaş yavaş tren hareket ediyor. Basamaklarda bana el sallıyor. Gözlerim buğulanıyor. Gizlemeye çalışıyorum. Ayrılmak çok zor. Bana gülümsüyor. ‘Bekle beni’ diye sesleniyor. ‘Sonsuza kadar’ diyorum ama bu onu son görüşüm oluyor. Geçmişten gelen geçmişe gidiyor.” İçimi bir hüzün kaplıyor. Elimde kitap sahaftan ç ı k ı y o r u m . U z u n b i r y o l u m v a r. G e ç m i ş i n p e ş i n e düşüyorum. Kayıp zamanı arıyorum. 21 Eylül 2018

12


JASUA’YI KURTARMAK

13


Uzaktan, artık iyice boy atmış buğday başaklarının arkasından izliyorduk. Üç kişiydik. Hepimiz 30’lu yaşları yaşıyorduk. Neden bilmem, yere yatmış, sanki görünmemeye çalışır gibi nefes almadan gelecek treni bekliyorduk. Tren, aşağıdaki köyden geliyor, doğudan batıya doğru ilerliyordu. Sabahın ilk saatleri olmalıydı. Güneşli ama hafif soğuk… Çok iyi bildiğim bu tarlalardan tren yolu geçtiğini ilk kez görüyordum. Afallayarak izledim. Ne ara döşenmişti bu raylar. Benim bildiğim demiryolu 6-7 kilometre uzakta, tepelerin arkasındaki vadiden geçiyordu. Hayal mi görüyordum. Gerçek ve hayal birbirine karıştı. Trenin, çayın kenarında düz bir çizgiden geldiğini gördüm. Sanki mahşere gider gibi hızla geliyordu. Yine de yanımıza yaklaşması uzun zaman aldı. Ya da biz öyle sanıyorduk. Biliyordum ki böyle zamanlarda gerçeği ayırt etmek, zamanı kestirmek zordur. Heyecan zamanın akış hızını değiştirir. Bazen bir an bir ömür sürer, bazen bir ömür bir an gibi geçer. Belki bir dakika belki de daha kısa zamanda tren bize oldukça yaklaştı. Hızla yaklaşan trenin bir kapısının açıldığını gördüm. Trenden ilkin 40 yaşlarında hafif toplu, beyaz tenli, sarı saçlı kadın atladı. Alman kadınlarına benziyordu. Hemen ardından 8-9 yaşında bir çocuğu kucaklamış 50 yaşlarında, uzun ve esmer bir kişi bıraktı kendini. İspanyol rahiplere benziyordu. Art arda kadın, adam ve çocuk yerde yuvarlandılar. Adam hareket etmedi. Çocuğu kadına teslim etti. İşini tamamlamış bir edada, belinden bir tabanca çıkardı ve trene doğru döndü. Kıpırdamadan bekliyordu. Kadın, çocuğun elinden tutarak hızla bize doğru koşmaya başladılar. Bizi görmeseler de sanki yerimizi biliyorlardı. Açılan tren kapısında iki kişi belirdi. “Atladılar” diye bağırdı biri. “Treni durdurun, atladılar”. Adam, tabancasını ateşledi. Adamlardan birini vurdu. Vurulan adam trenden aşağı yuvarlandı. Tren durdu. Adam kıpırdamadan beklemeye devam etti. Koşarak tarlaları geçen kadın ve çocuk bize iyice yaklaştılar. Buğday başaklarının arkasından ayağa kalktık. Kadın ve çocuğa doğru koşmaya başladık. 14


Kadın, bizi görünce, “Jasua’yı koruyun”, “Jasua’yı kurtarın”, “dünyayı kurtarın” diye bağırıyordu. Anlam veremedik. Trenden 10-15 kişinin indiğini, bize doğru koşmaya başladıklarını gördük. Liderleri gibi görünen 30’lu yaşlardaki bir adam, hepsine talimatlar vererek bağırıyordu; “Jasua’yı kaçırmayın, Jasua’yı yakalayın, Jasua’yı yaşatmayın”… Çocukla trenden atlayan adam, tek başına tabancasıyla çocuğa doğru ateş ederek koşan adamlara ateş ediyor, kadın ve çocuğa zaman kazandırmaya çalışıyordu. Sonunda kurşun yaraları galip gelince adam dizlerinin üzerine çöktü. Kafasını gökyüzüne kaldırdı. Sanki ilahi bir şeye bakıyordu. Dudakları kımıldadı ve yüzüstü yere yığılırken son sözlerini söyledi: “Jasua’yı koruyun”. Kadın ve çocuk yanımıza vardıklarında kadının da yere kapaklandığını gördüm. Sırtından vurulmuştu. Son anlarını yaşarken, gözyaşları içinde “Jasua’yı kurtarın”, “tek ümidin sizsiniz. Onu vermeyin, koruyun” sözleri dudaklarından döküldü. Ölmekten korkmadığını anladım. Korkusu, Jasua’nın ölmesi veya adamların eline geçmesiydi. “Jasua’yı kurtarın”, “Jasua’yı koruyun” sözleri kulaklarımda çınladı. Kimdi bu Jasua? Nereden geldiğini anlamadığımız derinden bir ses duyduk; “korkmayın, ortaya çıkın ve çocuğu kurtarın”. Talimata uyduk, başakların arkasından ayağa kalktık. Bizi gören çocuk, bana doğru koştu. Neden beni seçtiğini kestiremedim. Çocukla, çaya doğru koşmaya başladık. Benimle bekleyen iki kişi, kaçmaktan vazgeçtiler ve “sen git. Kurtar Jasua’yı. Biz gelenleri oyalayalım” dediler. Onları son görüşüm oldu. Hızla koşarken, ardıma baktığımda sisler içinde suluetleri zar zor seçiliyordu. Çocuk ve ben, çayırın aşağılarına çay kenarındaki kamışlara doğru koşmaya başladık. Nefes nefese kalmıştım. Olağanüstü narin, kırılgan bu çocuk bana emanetti. Bu çocuk mu dünyayı kurtaracaktı. “Buna kaldıysa dünyanın işi zor” diye düşündüm. İster istemez çocuğun gözlerine baktım. Ürperdim. Sonsuz bir boşluk gördüm. Anladım ki bu çocuk farklıydı, korunmalı, kurtarılmalıydı. Tedirginliğim iyice arttı. Uzaktan 15


silah sesleri geliyordu. Arkadaşlarım bize zaman kazandırmak için var güçleriyle çatışıyorlardı. Sabah saatleri olmasına rağmen ortam karardı. Artık ne korku kaldı, ne tedirginlik… Issızlığın ortasında Jasua ve ben yapayalnızdık. 25 Nisan 2018

16


BİR GECE YOLCULUĞU

17


Tünellerin içinden geçe geçe o unutulmaz mekanik sesiyle hareket eden tren, istasyona vardı. Çok sayıda yolcu trenden indi. İstasyonun olduğu yerde bir kasaba hareketliliğine sahip küçük bir köy oluşmuştu. Kahvehaneler, bakkallar akşamın geç saatleri olmasına rağmen ışıl ışıldı. İnanılmaz bir kalabalık vardı. Saatlerce tren bekliyorlardı. Sabahladıkları çok olurdu. 40-50 köyden insanlar bu istasyona geliyordu. Bölgeyi dünyanın kalanına tren bağlıyordu. Oldu bitti o istasyonu severim. Yakınındaki köyden aldığı adı bile içimi ısıtır; Güneş İstasyonu. Meyve bahçelerinin içinden geçerek bir yokuşa tırmanır ve tren istasyonuna ulaşırdık. Daha 5-6 yaşındayım. Her zaman yaptığım gibi sessizce lokomotifin yanına gittim. Bana göre olağanüstü boyutlardaydı. Sanki geceleri daha büyüyordu. Önündeki farı her zaman ilgimi çekerdi. Akşam karanlığında tren yolunu hatta ilerdeki tepeleri bile gündüz gibi aydınlatıyordu. Lokomotifin sesi, düdüğü, ışıkları ve gücüne hayran olmamak elde değildi. Babamın sesiyle, isteksizce ayrılırdım. Hareket eden trenin kalan son vagonuna kadar ardından baktım. Tren istasyondan ayrılınca rayları geçtik. Meyve bahçelerinin arasından ırmağa giden yolda kısa yokuşu inmeye başladık. Hep beraber yıldızsız bir geceye doğru, zifiri karanlığa karıştık. Sadece konuşmalar duyuluyor, hiçbir taraf görünmüyordu. Sessiz bir gece... Sanki bizden başka ortada kimseler yok. Börtü böceğin, ağaç yapraklarının bile sesi çıkmıyor. En ufak ses bile dikkatimden kaçmıyor. Meyve bahçelerini geçtik. Ses yok ama mayhoş elmaların kokuları burnuma geliyor. Ömrüm boyunca bu kokuyu seveceğim. Vadinin dibindeyiz. Çaltı, bölgedeki adıyla Güneş Çayı karanlıklar içinde akıyor. Eski köprüye ihanet ediyor, yeni köprüden geçerek çayı aşıyoruz. Annem, yeni köprünün ne kadar iyi olduğunu söylese de benim kararım olsa eski köprüden geçerdik. Bütün bakımsızlığına rağmen yıkılmayan, betondan uzak taştan ve tahtadan oluşan köprü… Bir tek Çaltı ben buradayım diyor. Kimse onun sesini kısamaz. Görünmese bile duyulur. 18


Kişiliksiz köprüden geçtikten sonra gidilecek hafif bir yokuş, ardından 1-2 kilometrelik bir düzlük var. Tepelere kadar giden öbek öbek çalıların eşlik ettiği tarihi yol. Binlerce yıldır kimler bu yolları geçti? Kimler adımlarıyla ayaklarımın altındaki yolu çiğnedi. Yollar kalıcıdır. İnsanlar hatta medeniyetler bile geçici. Tepelere vardığımız da önünüzde iki seçenek kalır. Biri kestirme, tepeyi diklemesine çıkan yol. Diğeri tepeyi dolaşarak çıkan ama yolu en az bir buçuk kat uzatan araba yolu. Gece olduğu için araba yolunu seçtik. Çevre pek de sık olmayan meşe ormanıyla kaplı. Ara sıra alıç, ahlat ağaçları. Derelere yakın kuşburnu, karamuk çalıları. burada Tepelere kadar Hatırlıyorum, yol kenarlarından öbek öbek çalılar… Ara sıra alıç ağaçları, kuşburnular… Yaz ayı olmasına rağmen, gecenin soğuğu kendini hissettirmeye başlıyor. İçim titriyor. Üzerime bir şey vermeye çalışan anneme üşüsem de karşı çıkıyorum. Beni dinlemiyor. Tepede bizi karşılayan iki tanıdık. Sohbetle yol daha zevkli bir hal alıyor. Tepeye ulaşınca diğer sırttan aşağıya iniş başlayacak. Gündüz olsa aşağıda uzanan geniş düzlükte dörtbeş köyü bir anda birbiri ardına sıralanmış bir şekilde göreceğiz. Karanlık buna imkan vermiyor. Konuşulanlar ilgimi çekiyor. Bu yolda kış aylarında tipiye yakalanan bir adamın donduğundan bahsediliyor. Gece donan adamın cesedi sabahleyin köye çok yakın bir yerde bulunmuş. Köyü görse acaba ölür müydü? Son bir gayretle ilk eve ulaşır mıydı? Daha acısı köyü görmesi olurdu herhalde. Çok yakında olduğunu görüyor ama yine de varmaya gücü yetmiyor. Acaba bağırdı mı? Son nefesini verirken neler düşündü? Sesini ilk eve ulaştırdı da o evdekiler dışarı çıkmaktan korktular mı? Ya da uyudukları için duymadılar mı? Köpekler ne yaptı? Her gece yaygarayı koparan köpekler neden sessiz kaldı? Cevaplarını hiçbir zaman bilemeyeceğimiz sorular. Birden hayretle köye vardığımızın farkına varıyorum. Gaz lambaları neden yanmıyor diye düşünürken, geceyi atlıyorum. Gece her şeyin üzerini sessizce örtüyor. Bazen ölümün bile… 29 Aralık 2017 19


ÖLÜM VE RÜYA

20


Belki de insanın en büyük çaresizliği. İnsanoğlunun tam anlamıyla kontrol edemediği, anını öngöremediği, bu yüzden de en çok korktuğu… En kötüsü de diğer canlılardan farklı olarak bilincinde olduğu… Kim ne derse desin insanın en büyük kabusu ölümdür. Yine de eşitlikçi olduğu tartışılmaz. Yoksul da olsan, zengin de kral da olsan, peygamber de ölüm seni buluyor. Ayrım yapmadan. Dünyaya sahip olsan da hiçbir şeyin olmadan gidiyorsun. Sormuyor, zengin misin, yoksul mu, önemli misin, önemsiz mi, iyi misin kötü mü… Kitaplarını okurken insanı bunalımdan bunalıma sokan, neredeyse dünyanın bütün yükünü üzerinde iliklerine kadar hisseden ama yine de “palto giymeye üşenirken bu koca dünyayı sırtımda nasıl taşırım ben” diyen Franz Kafka, “ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında” diyerek ölüm gerçeğini, ölüm varken hayatın anlamsızlığını iyi kavradığını gösteriyor. Yine de altında ezildiği bu yükü üzerinde taşımaktan ve ciddi kitaplar yazmaktan kendini alıkoyamıyor. Zaten Kafka, çok da bu dünyadan değildi. Varlığıyla var olmayan gelecekten gelmiş gibiydi. Anlaşılamadan bu dünyayı terk etti, yazdıklarını geleceğe bıraktı. Hiçbir duygu, ölüm gerçekliğinin ötesine kolaylıkla geçemez. Kolay mı yok olmayı kabullenmek? Yok oluş. Bir varlığın asla kabullenemeyeceği bir durum… Var olmanın aslına, var oluşuna ters… Her canlı, bitki, hayvan fark etmez, var olmak için yaşar. Ölmek için değil. Yine de yaşamın da bir sonu vardır. Bazen doğal, bazen de doğal olmayan… Sadece insan, bir gün elbet öleceğini bilir. Zaten en kötüsü de budur. Bilmek. Çoğu zaman bilgi yüktür. Hemen hiçbir zaman da paylaştıkça azalmaz. Yalnızlık gibi. Geleceği bilmek. İnsanın en büyük hayali… Bunun için fal ve falcılar, kehanet ve kahinler var. Bundan dolayı, gelecekte olacak iyi şeylerden bahseden fütürizm ve fütüristler ortaya çıktı. Bilim kurgunun varlık sebebi ne? O da gelecekten haber vermiyor mu? Hepsinin bilmek için uğraştığı şey gelecek. Daha doğrusu gelecekte ne olacağı… İnsan niçin bunun için yanıp tutuşuyor? 21


Geleceğini, tüm unsurlarıyla yaşayacağı ortamı, sonunu görmek istiyor? Oysa, bunu bilse yaşamanın anlamı kalmayacak. Kim bir sene sonra öleceği bilerek, hiç ölmeyecek gibi yaşar? Yıllar önce beni çok etkileyen bir rüya gördüm. Karanlık, yağmurlu bir akşam, saat 12 civarı… İstanbul’da Mısır Çarşısı’ndan Sirkeci’ye doğru arabayla gidiyorum. Sokak ıssız ve karanlıklar içinde. Bir ölüm sessizliği ortama hakim… Yağmur sesi dışında hiçbir şey duyulmuyor. Sokağın gündüz halinden, o curcunadan eser yok. Mezarlık gibi bir sessizlik… Ürpermemek elde değil. Nereden geldiğim meçhul ama Çemberlitaş’taki bir düğünden karımı, oğlumu ve annemi almaya gidiyorum. Dalgın ve düşünceli bir haldeyim. Geceyi uyandırmamak için arabayı yavaşça sürüyorum. Büyük Postane’ye yakın bir yerde sağda yol kenarında bir insan karartısı görüyorum. El falan kaldırmıyor. Neden bilmem yine de yanında duruyorum. Sanki beni bekliyormuş gibi arka kapıyı yavaşça açıyor ve sessizce biniyor. Yağmurlu gecede, yağmurun sesi hariç, ne bir ses ne bir nefes… Konuşmadan oturuyor. Dikiz aynasından göz gezdiriyorum. Başında bir fötr şapka, kısa sayılabilecek orta boylu, paltolu, toplu, bıyıklı bir adam… Birine benzetiyorum ama çıkaramıyorum. Gözlerini göremiyorum. O kadar yağmura rağmen, şemsiyesi de olmadan hiç ıslanmamış olması korkutuyor. O kadar ki konuşamıyorum. Nereye gideceğini soramıyorum. Neyle karşılaştığımı kestiremiyorum. Bir daha da dikiz aynasına bakmaya cesaret edemiyorum. Sirkeci’de yola çıkınca sağa dönecekken sola dönüyorum. Galata köprüsüne doğru yol alıyorum. Adam bana hiçbir şey söylemiyor. Nefes de almıyor. Köprüden geçiyorum. Dolmabahçe’den Barbaros Bulvarı’na doğru gidiyorum. Ortam öyle bir hal alıyor ki ben de nefes almaya korkuyorum. Olabildiğince sessiz, hissettirmeden nefes alıyorum. Arabanın motor sesi bile duyulmuyor. Sanki hiçliğe doğru gidiyoruz. Barbaros Bulvarı’ndan yukarı doğru çıkıyorum. Adam hiçbir şey demiyor ama Zincirlikuyu’ya gittiğimi biliyorum. Karım, oğlum, annem, babam, bütün tanıdıklarım tek tek bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Bu kadar kısa 22


sürede bu kadar insanı hatırlamama afallıyorum. İçimden, “ben nereye gidiyorum. Benim almam gereken bir ailem var” diyorum. Oğlumun iki yaşında olduğu aklıma geliyor. “Gitmek zorundayım. Ne olursa olsun dönüp düğün salonuna gitmem lazım” diye düşünüyorum ama ağzımdan bir fısıltı bile çıkmıyor. Zincirlikuyu’nun kapısında duruyorum. Adam bekliyor. Ben de sessizce, kıpırdamadan duruyorum. Tüm cesaretimi toplayıp dikiz aynasından adama bakıyorum. Gözlerini bana dikmiş, ölümün derinliklerinden gelmiş gibi bakıyor. İşte o zaman anlıyorum. Ölümü iliklerime kadar hissediyorum. Ve uyanıyorum. Bu benim geleceğimse bilmek istemiyorum. Yine de Yunus’la aynı düşüncedeyim; “ölümden ne korkarsın, korkma, ebedi varsın”… 28 Mayıs 2017

23


VENEDİK’TE ÖLMEK

24


Zifiri bir karanlık… Bir mağara gibi ıslak, nemli, serin… Yerin altındayım. Karanlıklarından yüzeye doğru çıkan, çok geniş olmayan, ancak bir iki kişinin sığabileceği toprak bir tüneldeyim. Uçuyorum. Arkamda hızla yaklaşan dev bir hamamböceğinden kaçıyorum. Benim iki katım büyüklüğündeki hamamböceğinin nefesini ensemde hissediyorum. İnanılmaz hızı ve korkunç yüzü beni korkutuyor. Uçtuğum halde koşarak bana yaklaşmasını önleyemiyorum. Bu karanlıktan çıkmam lazım. Çıkarsam kurtulacağım. Yakalanmadan çıkmak için bütün gücümle uçuyorum. Ne bitmez bir tünelmiş. Tek umudum, önümde herhangi bir engel olmaması ve ışığın zayıf da olsa görünmeye başlaması. Ya uçamazsam, bir engel çıkarsa korkusuyla uçmaya devam ediyorum. Kurtuluşa doğru gidiyorum. Bir anda çıkışa geliyorum. Uçarak yerin üzerine çıkıyorum. Olağanüstü bir ışık... Her yer pırıl pırıl parlıyor. Gözlerim kamaşıyor. Dünyada bu kadar ışık var mıydı diye düşünüyorum. Ömrümde görmediğin kadar bir ışık... Müthiş bir iç huzur, rahatlama, sanki yeniden doğuş. Arkama baktığımda hamamböceğinin döndüğünü görüyorum. Sanki sadece görevi beni yerüstüne çıkarmakmış gibi arkasına bile bakmıyor. Uçmaya devam ediyorum. Daha yavaş… Çevreyi bütün unsurlarıyla zihnime kaydederek uçuyorum. Tarlalar, buğday tarlaları, ekinleri sararmış. Işıl, ışıl… Huzur verici bir şekilde aralıklarla tek ağaçlar, ne çok ne az. Yabani armut, alıç ağaçları… Çınarlar, dişbudaklar… Dereler, söğüt ağaçları… Kuşburnu, karamık çalıları… Çayırlar… Tatlı eğimleri olan dev bir alan… Her şey parlıyor. Sadece doğa var… Parlayan bir doğa… Şaşırtıcı bir şekilde insan, kurt, kuş görünmüyor. Saatlerce uçuyorum, belki günlerce… Yıllarca… Artık yaşayamıyorum, nefes almak bile zor… Sıkıntılıyım… Yurtdışına çıkıyorum. Almanya’nın güneyindeki, Avusturya’daki hemen hemen bütün kent ve kasabalarını görüyorum. Sokak sokak geziyorum, yaşıyorum… Aradan 10 yıl geçiyor. 54 yaşındayım… Venedik’e gidiyorum. Yalnızım. İstenmeyen muhalif bir yazar… Şehrin meydanındayım. Geniş bir alan... Açık bir alanda, cafede kahvemi yudumlayıp, kitap 25


okurken, izlendiğimi hissediyorum. Meydanın diğer tarafındaki iki kişi gözüme çarpıyor. Arap asıllı olduklarını tahmin ettiğim, 30’lu yaşlarda iki kişi. Uzaktan beni takip ediyorlar. Hiçbir şey yapmıyorum. Kaçmaktan yoruldum. Ömrümün sonuna geldiğimi hissediyorum. Sadece izliyorlar. Almanya’yı Almanya yapanlar biri geliyor aklıma. Thomas Mann… Venedik’te ölüm… Yaşama Venedik’te nokta koymak. Venedik’te ölmek. Hiç yabancısı değilim. Ruhumun derinliklerine işlemiş. Çıkarıp atamadığım. Çok önceden gördüm. Biliyorum. Bunu yıllar, o anın 23 yıl öncesinden, hastanede gördüğüm bir rüyadan biliyorum. 23 Temmuz 2017

26


© Metin Türkyılmaz

27


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.