Sol dergi ozel sayi

Page 1

H a f tal ı k H A B E R -Y O R U M d erg İ S İ

Ö Z E L S AY I

4 eKİM - 11 EKİM 2014

H A L K A Y A L A N S Ö Y L E M E K S U Ç T U R

Bayram bir gün e bizim d ıza sokağım . gelecek ..

SAVAŞA GEÇİT YOK!

E Ş İ T L İ K V E Ö Z G Ü R L Ü K İ Ç İ N


1

4 EK İM 2 01 4

Kapak

Savaş tezkeresi Dünyada ve ülkesinde prestijini kaybetmiş bir hükümet, ülkesini sonu bilinmez bir bataklığa çekebilecek tezkereyi nasıl oldu da bu kadar rahat kabul ettirebildi? Arkasında kaynayan bir ülke, paramparça bir kamuoyu varken ve ellerindeki kan henüz kurumamışken üstelik...

VOLKAN ALGAN

A

KP’nin savaş tezkeresi Meclis’ten geçti. Artık hükümet, gerekli gördüğü durumlarda Irak ve Suriye topraklarına silahlı kuvvetleri gönderebilecek ve yabancı ülkelerin silahlı kuvvetlerini memlekete davet edebilecek. Peki, Türkiye halkının ezici bir çoğunluğu savaş istemezken, dört büyük partiden ikisi bu tezkereye karşı olduğunu, hayır oyu vereceğini ilan etmişken; nasıl oldu da bu kadar tehlikeli bir tezkere, siyasi açıdan çıkmazda olan bir hükümetin elinde böylesine rahat çıktı? Başbakan Davutoğlu bu sonuçtan öylesine emindi ki, tezkerenin Meclis’te görüşüleceğinin ertesi günü için Köşk’te bir güvenlik toplantısı yapmak üzere çağrı yapmıştı bile. Bu soruya verilecek cevap, AKP ile nasıl mücadele edilemeyeceğinin yanıtını içerdiği gibi, tersinden yapılması gerekene de işaret ediyor.

İLK YOL KAZASI

Son geçen Irak-Suriye tezkeresi içerik ve kapsam açısından 2003’te AKP açısından fiyaskoyla sonuçlanan tezkere ile kıyaslanabilir. AKP, 2003’ten sonra da Irak ve Suriye için ayrı ayrı tezkereler çıkardı. Ancak bunların çoğu, daha operasyonel ihtiyaçları karşılamak için küçük ölçekli müdahale imkanları sunan tezkerelerdi. Çiçeği burnunda AKP iktidarı 2003’te ABD’nin Irak işgaline ortak olmak istemiş ancak Türkiye kamuoyunun basıncı, yüzbinden fazla kişinin Ankara’da sokağa çıkması, bazıları AKP’li olmak üzere


4 E Kİ M 2 0 1 4

2

nasıl geçti?

Fotoğraf: Murad Sezer/ REUTERS


3

4 EK İM 2 014

milletvekillerinin geri adım atmasına; bu nedenle de tezkerenin yeterli kabul oyu bulamaması sonucunda Meclis’ten geçememesine neden olmuştu. Bakmayın siz Davutoğlu’nun bir zamanlar “komşularla sıfır sorun” dediğine, “Esad’a çok dil döktüm” masallarına... Yüzbinlerce insanın hayatına malolan, kadim medeniyetlere ev sahipliği yapmış toprakları yerle yeksan eden vekalet savaşlarında en büyük pay sahiplerinden biri olan AKP, kanlı yolculuğuna başlamak için daha o günlerden sıraya girmişti. 2003’teki

ilk yol kazasının ve sonrasında ödetilen bedellerin AKP’nin kendini ABD’ye ispatlama isteğini kamçıladığını biliyoruz. 2003’ten bu yana geçen sürede Türkiye, Yeni Osmanlı rüyalarıyla Ortadoğu batağına çekildi, sınır güvenliğini kaybetti, bölgedeki tüm dinci çetelerin cirit attığı bir ülke haline geldi. 2003’te heveslenilenin çok ötesinde bir çamura, boğazına kadar battı... Buna rağmen 2003’de büyük bir muhalefetle karşılanan tezkere, yaşanan bu tecrübelere ve AKP’nin nasıl bir iktidar olduğunun

tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmasına rağmen Meclis’ten gürültüsüz geçebildi.

KABULLENİŞİN KISA TARİHİ

AKP iktidar yılları boyunca iki şeyi çok iyi becerebildi: Kendine muhalefet etme potansiyeli taşıyan unsurların kimileriyle belli başlıklar üzerinden ittifak kurarak olası bir yanyana gelişi engellerken, diğer yandan bu unsurların her birisinin gücünü aldığı toplumsal dayanakların altını oydu. Bu süreç tahmin edildiği gibi AKP’nin koyduğu kurallara teslimiyetle

Kuralsızlık, kaos ve sol Dünyadaki güç dengelerinin seyrini ve politik dönüşümü belki de 100 yıldır Ortadoğu'ya bakarak okumak mümkün; Soğuk savaş yılları, Sovyetlerin çözülmesi sonrası, 2000'ler ve bugün... Emperyalizmin müdahale politikasının "bugünkü" biçim değiştirmiş halini kavramak, şu "kaos yönetimi" denilen pratik karşısında doğru tavır alabilmek, siyasi dengeleri "alışılageldik" parametrelerle okumaya alışanlar ve siyaset yapmak adına en temel ilkeleri dahi çok gerilere itenler için çok zor. Bunu en çarpıcı biçimde Arap Baharı sürecinde gördük. Hele bugün IŞİD varken ve söz konusu Kürtler iken, Türkiy solunun kafasının hepten karıştığını görüyoruz. Mesela Kobane bir çırpıda bin ayıbı örtüverirken, sol için tabu sayılabilecek ABD müdahalesi bile birilerine çözüm olarak görünüyor. Tehlike işte buradadır. Sınırlar kalkmış, herkes herkesle hem savaşıyor hem pazarlık ediyor. Safları tarif etmek çok zor, ittifaklar sürekli yer değiştiriyor. Bölgedeki karmaşa o boyuttaki tablonun herhangi bir parçası bağlamından koparılarak tek başına düşünüldüğünde, daha ikinci adımda elde kalıyor. Emperyalizm ve AKP'nin besleyip büyüttüğünü ve Kobane'nin üstüne salınmasında ön ayak olduğunu herkesin bildiği IŞİD vahşeti karşısında ABD'nin desteğe çağrılmasını anlayışla karşılayacak kadar bazılarının üzerine çöken çaresizlik hissi, bu yüzer gezer kaos ortamında tabloyu okuyamamaya ve okuyamadıkça da karşısında küçülmeye neden olan ilkesiz siyaset alışkanlığıyla ilgili. Bu dehlizlerde yolunu kaybedenler, iki gün önce AKP'nin

askerine sınırda taşlar atılır, Kandil'den süreç bitti diye açıklamalar yapılırken, bir anda Başbakanla yapılan görüşmeden memnun ayrılınan bir tablo karşısında apışıp kalmaya mahkumdur. Oysa çaresiz miyiz? Kılavuzumuz yok mu? Türkiye topraklarında antiemperyalizm ve ABD karşıtlığının köklerinin çok güçlü ve tarihsel nedenleri var. Bu aralar unutulan ilkerden biri gibi görünüyor.Solun yıllardır biriktirdiği değerler aşındırılıyor, bedeli yıllarca ödenmek zorunda kalınabilecek bir yanlışa sevk ediliyor. Gericilikle mücadele mi? O da yalnız bize kaldı... Bugün IŞİD teröründen bahsedenler yıllardır bunların Suriye'de yaptığı katliamlara ses çıkarmadığı gibi aslında gericilikle falan değil bizzat emperyalizm tarafından şişirilen insanlık dışı bir vahşete, o da işlerne gelince muhalefet ediyorlar. Ama büyük koalisyon IŞİD'e karşı kurulurken muhalefet etmek marifet olmuyor. BU ÇUKURDAN ÇIKMALIYIZ Burjuva siyaseti her zaman ilkesiz ve çıkarcıydı. Ancak dünya kapitalizminin kendi içinde tutarlı yönelimlerinin olduğu, emperyalizmin başı-sonu belli “uygulanabilir” planlar yapabildiği dönemlerde, bunların daha küçük türevleri de bu planlara uygun bir iç tutarlılık sergileme şansına sahip oluyorlardı. Bugünse bu yeteneğini yitiren emperyalizmin kaosu, bağlı değişken ülkelerdeki aktörlerde çarpan etkisiyle kendini gösteriyor. Bu kaosun içinde kaybolmamak, bu karmaşaya bir son vermek, bize sunulan denklemi reddetmek için, ısrarla aşındırılmaya çalışılan ilkelerimizi hatırlamak yeterli.


4

4 E Kİ M 2 0 1 4 sonuçlandı. Siyasi davaların başladığı 2007 ve 2011 referandumu dönemecinden sonra AKP’nin 2. Cumhuriyetinin, burjuva siyasi odaklarının tamamı ratafından kabullendiğini söyleyebiliriz. Bu kabulleniş bahsi geçen özneler tarafından “siyasi pragmatizmle” açıklanmaya çalışılırken, yıllar içinde olan, bunların kendi siyasi geleneklerinin tasfiyesi, halkta yaşanan inandırıcılık sorunu ve bezginlik, nihayet AKP’nin siyasi arenada rakipsiz hale gelmesiydi. Öyle ki Kürt hareketi AKP’siz çözümü düşünemez, CHP gericileşmeye yaltaklanmadan iktidar olabileceğini hayal edemez, bir başka siyasi odak olarak sayabileceğimiz burjuvazi onsuz ekonominin idare edilebilir olabileceğine inanamaz hale geldi. AKP’nin siyasi alandaki hakimiyeti, düzenin tüm unsurlarının ilkesizliği üzerine böyle şekillendi.

BUNLARIN TEZKEREYLE NE ALAKASI VAR?

İlke demişken buradan devam edelim. Hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, AKP’nin siyasi rakipleri karşısındaki en büyük gücü buradan ve gücünü ilkelerinden alamayan her siyasi öznenin savrulacağı pragmatist yanılgıdan gelmektedir. Elbette başka birçok gerekçe sıralanabilir ancak muhalefet odaklarının bu parti üzerindeki yıpratıcı etkisinin göz ardı edilebilecek kadar küçük olmasının, hatta bazı durumlarda aksine eli-

ni güçlendirmesinin nedeni tam olarak burada yatıyor ki bu da az şey değildir. Son günlerde yaşanan tartışmalara bir de bu açıdan bakmakta fayda var. AKP eliyle yürütülen ve sonunda barışın geleceği iddia edilen sürecin bir noktasında, yüzbinlerce Kürt, aynı iktidar partisinin her türlü desteği verdiği vahşi bir örgüt tarafından katledilme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor! Süreçte pazarlıkların ve katliamların aynı anda yürüdüğünü yıllardır söylüyoruz, ancak Kobane’yi bir dönüm noktası sayabiliriz; ölçek Ortadoğu’ya doğru büyüdükçe, ki bu kaçınılmaz görünüyor, bu karakteristiğin değişmeyeceğini, ama katliam ölçeğinin büyüyeceğini gösterdiği için. Oysa Kürt siyasetinin bu büyük şantaj karşısında dahi tavrında bir değişiklik olmaması, AKP’ye kaptırılan el karşısında verilen kolun yeterli olmadığını göstermiştir. Zira Demirtaş, Davutoğlu’nu ziyareti sonrasında yaptığı açıklamada Başbakan’ın Kobane konusundaki tutumundan memnun olduklarını söyledi. Oysa Kandil henüz iki gün önce sürecin bittiğini açıklamıştı! Demirtaş aynı açıklamada tezkereye “ilkesel” olarak hayır oyu vereceklerini Davutoğlu’na ilettiklerini, onun da bunu anlayışla karşıladığını da aktardı. Burada ilkeselliğin içinin boşaltılarak Davutoğlu’na adeta özür gibi sunul-

duğunu anlıyoruz. Oysa tezkerede sınır güvenliğini tehlikeye atan “PKK silahlı terör örgütünden” bahsediliyor. Ortadaki tek ilkenin ilkesizlik olduğu bir pazarlıkta, ilkesellik ancak özür gereği haline gelebiliyor demekki... Kılıçdaroğlu’nun tezkere konusunda ilk söylediği ise “içeriğine bakacağız” olmuştur. Sanki konuyla ilgili niyetler hiç ortaya dökülmemiş, AKP’nin bölgeyi kan gölüne çeviren dış politikasına yıllardır şahit olunmuyormuş gibi... Sonrası malum, birçok CHP’li vekil tezkere görüşmelerine gidip hayır oyu kullanmaya bile tenezzül etmezken, bazı vekilleler üzerindeki şüpheyi kaldırmak için sosyal medyadan oy pusulası paylaştı. İlkesizlik ve kabulleniş demiştik, gelip dayandığı nokta işte burasıdır. Öyle ki, gözünü fantezi dünyasında büyüttüğü hırsları bürümüş bir Osmanlı sevdalısı eli kanlı çeteleri yıllardır kendileri beslemiyormuş gibi utanmadan çıkıp CHP ve HDP’nin tezkereye hayır oyu vermesi durumunda IŞİD ile aynı safa düşeceğini buyuruveriyor. Tezkere Meclis’ten geçerken Davutoğlu’nun sesi muhalefetin kulalarında hoş bir seda olarak yankılanıyor; tam da, biri daha içeriğine bakar, diğeri Kobane için teşekkürlerini sunarken.


5

4 EK İM 2 01 4

Emek-Sermaye

Fabrikası’nın Sümerbank Kayseri an kreş. rul ku n içi ı çalışanlar ler çocuklarını Mesaiye giden annekreşine, ehil fabrikanın ücretsiz rladı. ellere emanet ediyo

Rezidansa karşı sosyal B

Hatırlar mısınız, ülkenin dağının taşının satılmadığı dönemlerde, kamu işçileri yeşillikler içinde, kendini yeniden üretmesini sağlayacak imkânlara sahip olduğu sosyal tesislerde yaşardı. Sosyalizmin varlığı koşullarında kurulan bu tesislerden çok azı bugüne kaldı. Yatağan’daki enerji ve maden işçileri de yalnız işlerini değil, bu yaşam alanlarını yitirmemek için direniyor.

YILDIZ KOÇ

ugün, “evim yeşilliklerin ortasında. Büyük bir site bizimki... Satranç, bilardo ve masa tenisi oynayabildiğimiz oyun salonu, 5-6 basket sahası, halısaha, jimnastik aletlerinin bulunduğu kapalı spor salonumuz var. 250 kişilik sinema salonu bile var. Site içinde büyük okulumuz ve anaokulumuz da bulunuyor” sözlerini duyduğunuzda, büyük rezidanslardan birinin reklamı olduğunu düşünebilirsiniz. Oysa tam aksine, yukarıda anlatılan “site”, İstanbul’un ya da Ankara’nın en zenginlerinin yaşadığı lüks yerleşim alanlarından biri değil. Burası elde kalan son sosyal tesislerden biri... İçinde yaşayanlar da kamu işçileri. Anlatılanlar ilk bakışta “lüks” diye adlandırılsa da aslında yalnızca “kaliteli” bir yaşamın gereği. Ve aslında biraz hafızamızı zorlarsak hatırlayacağımız gibi, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren, sosyalizmin

varlığı koşullarında, doğrudan Sovyet uzmanların planlamasıyla ülkenin dört bir yanında böyle tesisler kurulmuştu. Üstelik şimdi küçücük yaştaki çocukların başının örtüldüğü Türkiye’nin aksine, bu tesisler kadınlarla erkeklerin birlikte sosyalleşmesini sağlıyordu.

YAŞAMASINI DA BİLEBİLMEK!

Geçen hafta Yatağan’daydık. Santralin ve madenin sosyal tesislerini de yeniden gezdik. Yeniden hatırladık, işçiler için bu yaşam alanlarının “ulaşılabilir” ve “doğal” olduğu dönemleri. Bu tesislerde yaşayan bir işçi yaşamını şu sözlerle de anlatabilir mesela: “Sabah servisle işe gidiyorum. Sendikalı çalışıyoruz. İşçi sağlığı iş güvenliği önlemleri alınıyor işyerinde. Akşam yine servisle evime dönüyorum. Büyük, yemyeşil bir arazide benim evim. Lojmanlarda kalıyorum ailemle birlikte. Eşim de çalışıyor... Küçük kızım sosyal tesisin kreşinde, büyük oğlum yine tesis içindeki okulda okuyor. Tesiste basket,


6

4 E Kİ M 2 0 1 4

Fabrikası’nın Sümerbank Kayseri birlikte havuz le riy ele ail ı, çalışanlar ... Havuz başında başında eğlenirken pazar geceleri ve si çarşamba, cumarte sı sahne alıyordu. caz orkestra

tesisler kapalı spor salonu, futbol sahası gibi imkânlarımız olduğu için rahatlıkla spor yapabiliyoruz. Yemekleri çoğu zaman sosyal tesiste yiyoruz. Evde yapmaktan bile daha hesaplı olabiliyor, çünkü kâr odaklı değil. Düğünlerimizi burada yapıyoruz, çocuklarımız yemyeşil arazide, özgürce büyüyor.” Bir de büyük alışveriş merkezi varmış, tüketim kooperatifi tadında, yine kâr gözetmeyen, ama kapanmış son dönemlerde... Yani orada yaşıyorsan, işten arta kalan vakitte ister okey oyna, ister bira iç, ister çık biraz spor yap, ister küçük oğlunla, kızınla yemyeşil arazide koştur. Dilersen sinemaya da gidebilirsin... Santral işçisi bir dostumuzun deyimiyle, “İşçi üretim yapıyorsa, yaşamasını da bilecek.” Şimdi dağı taşı satmakla övünen AKP iktidarı Yatağan, Yeniköy ve Kemerköy’ü ve bağlı kömür ocaklarını da satmayı koydu ya kafasına... Hani Yatağan işçisi de diyor ya, “ölürüz de vermeyiz” diye. İşte vermemekte

Sporu yaşamın parçası haline getirmek Serkan Tuna tarafından yazılan ve Derlem Yayınları tarafından basılan “Türkiye’de devlet işletmeciliği ve Sümerbank (1932-1939)” başlıklı kitapta tesislerdeki olanaklar ayrıntılı biçimde anlatılıyor. “Kayseri fabrikasında işçilere yönelik bir spor sahası ve teşkilatı kurularak burada futbol, tenis, boks, eskrim, atletizm sahaları ile jimnastik meydanı, yüzme havuzu ve atlı spor için koşu yeri inşa edilmiştir” diyen Tuna, bu imkânların Kayseri işçisinin ve yöre halkının spora yönelmesinde büyük etki yarattığının üzerinde duruyor. Kitapta Aydınlı liseli gençler tarafından yapılan bir araştırmanın sonuçlarına da yer verilmiş. Diyorlar ki, “Nazilli’de 1999’da tiyatro yok, sadece eski bir sinema var. Oysa 1937’de Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası’nın 700 kişilik bir sinema ve tiyatro salonu vardı.”


7

4 EK İM 2 014

direndiği yalnızca güvenceli bir devlet işi değil, aynı zamanda bu kolektif yaşam alanı.

1935’TE CAZ EĞLENCELERİ

Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren hızla kurulan büyük kamu kurumlarına ve sosyal tesislere ilişkin düşülmesi gereken ilk not, buraların sosyalizmin varlığı koşullarında yapılmış oluşuydu. Öyle ki, Sovyetler Birliği’nin varlığı yalnızca siyasal, iktisadi ve ideolojik bir etki olarak değil, doğrudan Sovyet uzmanlarının planlamasıyla da öne çıkıyordu. Örneğin, 1935 yılında, Anadolu’nun göbeğinde kurulan Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası’nın sosyal tesisleri, Burak Asiliskender tarafından yazılan makalede şu sözlerle anlatılıyor: “Tesis, Sovyetler Birliği’nden alınan 8,5 Milyon Türk Liralık krediyle ve dönemin Başbakanı İsmet İnönü tarafından Türkiye’ye davet edilen Sovyet uzmanların incelemeleri doğrultusunda kurulmuştur. 20 Mayıs 1934’te temelleri atılan fabrika ve binaların tasarımı Moskova’da yapılmıştır. Tasarım öncesi, Kayseri’de tesisin inşa edileceği saha ve kentin yapısı Ruslar tarafından incelenmiş olsa da, tasarıma bir sanayi tesisi olmasından dolayı, modernizmin kapsadığı değerler yön vermiştir.” Makalede, tesiste memur ve işçiler için konutların yanı sıra, revir, kreş, lokal, market, fırın, sinema, 1000 kişilik kapalı tribünlü futbol sahası, tenis kortu ve etrafında caz eğlenceleri de düzenlenen yarı olimpik yüzme havuzu olduğu belirtiliyor. Hani yazıp çiziyorlar ya, “Sosyalizm insan doğasına, hele de Türkiye’nin alışkanlıklarına içkin değil” diye, merak ediyorum, Kayseri işçisi o dönem “bu tesisler benim gelenek göreneğime, alışkanlıklarıma ters” demiş midir acaba? Hiç zannetmiyorum. Yıllar içinde sosyal tesislerin çoğu

da, devlet işletmelerinin yaz kampları da yok edildi. 1929 krizinde, Sovyetler’in varlığı koşullarında çözüm olarak görülen sosyal devlet uygulamaları ve KİT politikası, 1970’lerin krizinde neden haline getirildi. 12 Eylül’ü izleyen yıllarda, “son sosyalist devleti yıkacağız. Çocuklarınıza biz onu yıktık diyeceksiniz” diyen Çiller’den, “babalar gibi satarım. Parayı veren düdüğü çalar” diyen Kemal Unakıtan’a, yabancı sermayeyi Türkiye’ye “buralar sizin için bulunmaz fırsat” diye davet eden Ecevit’e, Demirel’e pek çok isim geçti. Tam bir tasfiye harekâtı için ise AKP gibi topyekün dönüşümü önüne koyan, tam boy teslimiyetçi bir parti gerekiyordu. Ki zaten, Tayyip Erdoğan “Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim” sözleriyle konuya son noktayı koydu. Gelinen aşamada geçmişin yaygın sosyal tesislerinin çoğunun yerinde devasa AVM’ler, kentin en zengin yüzde 1’lik kesiminin yaşayabileceği lüks konutlar, 5 yıldızlı oteller yükseliyor.

YOK EDİLEN KÜLTÜR

Bu lüks konutlarla, 5 yıldızlı otellerle, sosyal tesislerin kullanımındaki fark yalnızca sınıfsal ayrımda ortaya çıkmıyor. Lüks konutlar bireyciliği, yalnızlaşmayı temsil ediyor. İçine girdiğin dört duvarın içerdiği lüksle, bireycilik doğru orantılı. Buna karşın, sosyal tesisin mayasında var paylaşım, kolektif hayat... AKP, bu kültürü yok etmeye çalışıyor. Benzer biçimde ilkine içkin olan tüketim kültürü, ikincisinde yerini dayanışmaya bırakıyor. Buna ilişkin küçük ama simgesel bir örnek: Yatağan’da madeni gezdikten sonra, kir pas içinde TKİ’nin

tertemiz misafirhanesine geldik. “Şampuan var mıdır, dışarıdan mı alsak”’ diye düşünüyoruz. Odaya gittik, otellerin minik şişelerde, üzerinde otelin reklamının olduğu şampuan şişelerinin aksine, kaliteli, bilinen markalardan ama ekonomik boy bir şampuan şişesi karşıladı bizi. Hani o büyük otellerde insan “parasını verdim sonuna kadar kullanayım, olmazsa çantaya atayım” der ya, burada algı değişiyor bir anda. “Az kullanayım” diyorsun, “benden sonra da biri kullanacak”. Belli ki, kimse çantaya atıp götürmüyor da şampuanı. Yani aslında, lüks otellerin ya da “herşey dahil” tatil köylerinin açık büfelerinde doldurulan tabakların, çöpe dökülen yiyeceklerin, otellerdeki minik şişelerdeki şampuanların, parası verilip gidilmeyen spor salonlarının oluşturduğu kültüre inat; sosyal tesisler bir yandan da kapitalizmin tüketim kültürüne karşı dayanışmayı simgeliyor. Temiz, kâr odaklı olmayan, işçinin kendini yeniden üretebileceği imkânları sağlayan, ama lüks olmayan, kaliteli bir yaşam... Tam sosyalizmde de olacağı gibi. Sovyetler’in varlığı koşullarında oluşturulan bu yaşam alanları adım adım yok edilirken, bizim galiba “hayal” diyenlere hatırlatmamız gerekiyor: Evet, dev şişedeki kaliteli şampuan, minik otel şampuanlarını alt edebilir!

‘İnsanlar soluk alıyordu’ Mesleği nedeniyle ülkenin dört bir yanındaki sosyal tesisleri de görmüş olan enerji uzmanı Bülent Hallaç, sosyal tesislerin önemini soL’a şu sözlerle özetledi: “Oralar, kentlerin içinde ya da çevresinde insanların soluk aldığı, eşitliğin ve demokrasinin yaşandığı yerlerdi. ‘Demokrasi’ diyorum çünkü devlet iç işleyişine çok karışmazdı. Site yönetimi vardı, kooperatifler vardı. Sosyal tesisler önce parça parça yok edildi, ardından AKP tarafından yağmalandı. Şimdi TOKİ’ye rant kapısı olan yerlerin pek çoğunun temelinde de buralar var. Bugün Türkiye’nin en zenginlerinin yaşadığı yerlerde, geçmişte, odacısı da, kamu işçisi de, temizlik işçisi de, genel müdürü de kalıyordu. Şimdi bu yaşam alanları yağmalanıyor.”

Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası, Sovyetler Birliği’nden alınan krediyle ve Sovyet uzmanlar tarafından inşa edilmiş, genç cumhuriyet planlı sanayileşmeye ve sosyal devlet kavramına bir dostluk eliyle uzanmıştı.


Samanalt覺

SA襤T MUNZUR

saitmunzur@sol.org.tr


9

4 EK İM 2 014

dünya

Sosyalizm, halk şenliğidir Bu hafta sayfalarımızda savaş haberleri yok. Bunun yerine çoğu kişinin“ahh keşke ama bunlar ütopya” dediği sosyalizmin gerçeğin ta kendisi olduğunu tüm dünyaya göstermiş Küba ve SSCB’nin bayramları var.

D

ünya sayfalarında bu hafta, özel sayı vesilesiyle sadece bir haftalığına da olsa, savaşlardan uzak durmak istedik. Suriye, Irak, Ukrayna başta olmak üzere birçok ülkede şiddetin bir türlü dinmediği, son çıkarılan tezkereyle ülkemizin de bir savaşa sürüklendiği bugünlerde, bu isteğimiz biraz “lüks” de olsa, özel sayımızda “bu lüksü” kullanmayı tercih ettik ve savaşlarda uzaklaşarak işçi sınıfının iktidarda olduğu ülkelerde hangi bayramlar nasıl kutlanır konusunu inceledik.Bunun için de tabii, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünün ardından “komünizm öldü” naraları atanlara inat sosyalizmden vazgeçmeyen Küba’dan başladık.

Küba’da bayram demek dans demek

ABD’nin hemen yanı başındaki 12 milyon nüfuslu ada ülkesinde halk devrimden sonra farklı kültürlerin, dinlerin

bayramlarını ortadan kaldırmak yerine neredeyse tamamını sahiplenmiş. Devrimin ardından ilan edilen bayramlar da eklendiğinde, Küba’da bir bayram bolluğu oluşmuş. Tabii, dans etmenin ve eğlenmenin bir gündelik yaşam biçimi olduğu Küba’da kimsenin bu durumdan şikâyetçi olduğu söylenemez. Küba’da hemen hemen tüm kutlamalar kapalı salonlarda değil, kent sokaklarında düzenleniyor. Müzik tüm bayramların vazgeçilmez bir unsuru. Bayram günleri tüm sokaklar bayraklarla, balonlarla doluyor. Sokaklarda kurulan masalarda kekler, pastalar ikram ediliyor. İşçilerin iktidarda olduğu ülkede kutlanan en önemli bayramlardan biri, pek de sürpriz olmayan bir şekilde tüm dünyada kutlanan 1 Mayıs İşçi Bayramı. Her yıl yalnızca başkent Havana’daki kutlamalara 1 milyondan fazla kişi katılıyor. Yapılan resmi etkinliğin

ardından halk rom içerek eğlenmeyi ve salsa yapmayı ihmal etmiyor. Kübalılar için bir diğer önemli bayram 26 Temmuz Ulusal İsyan Günü. 1953’te Fidel Castro ve yoldaşlarının düzenlediği Moncado Kışlası Baskını, Küba Devrimi’nin dönüm noktalarından biri olarak her yıl kutlanıyor. Devrimi Savunma Komiteleri’nin (CDR) kuruluşu da Kübalılar için bir kutlama nedeni. 1960’ta kurulan CDR’ler için her yıl 28 Eylül’de mahallelerde kutlamalar yapılıyor. Bu kutlamanın bir özelliği de içinde papayadan mısıra “her şeyin” olduğu “caldoza” adındaki çorba. Mahallelerde, dev kazanlarda pişen bu çorbayı içmek, bayramın bir geleneği.

‘Colombus’ değil ‘Direniş’ günü

Direniş Günü (Dia de la Resistencia Indigena) ise yalnızca Küba’da değil tüm Latin Amerika’da kutlanan bir bayram.


1O

4 E Kİ M 2 0 1 4 12 Ekim’de kutlanan bu bayramı, ABD’liler de Colombus günü olarak kutluyor, ancak tersinden. Cristoph Colomb’un Amerika’ya ayak bastığı ve ABD’lilerin “Amerika’nın keşfi” olarak kutladığı bugün, Latin Amerikalılar ve Kübalılar için “Yerlilerin Direniş Günü”. Çünkü Amerika’nın yerli halkı için bu tarih, işgalin başlangıcı.

Dini bayramlar da kutlanıyor

10 Ekim, Küba’da siyahilerin günü. Kübalı siyahilerin özgürlüklerine kavuşmalarının resmi bayram olarak kutlandığı Küba’da bu sefer sokakları Afro-Kübalılar dolduruyor. Ülkede Afro-Küba kültürünü temsil eden çoğu dini olmak üzere farklı bayramlar da bulunuyor. Afro-Kübalılar her yıl belirli tarihlerde Yoruba dininin tanrıları ve azizleri için kutlamalar düzenliyor. Her bir kutlamaya özel yemekler hazırlayan Kübalılar bu yemekleri konuya komşuya ikram ediyor.. Ve tabii ki tüm kutlamalarda geleneksel kıyafetler giyilerek dans ediliyor. Mesela “Küba’nın koruyucusu” La Caridad de Cobre’nin, Yoruba dinindeki karşılığı Oshun’dur. 8 Eylül’de kutlanan bu bayramda sarı ve beyaz renklerde kıyafetler giyilerek ayçiçekleri hediye edilir. Küba’daki bayramların listesi uzadıkça uzuyor. Ancak sosyalist ülkeler ve bayram denince bir zamanlar Sovyet

Sovyetler Birliği’nin faşist saldırganı durdurarak elde ettiği büyük zafer, 9 Mayıs’ın anılardan silinmeyecek bir gururla kutlanmasına vesile Rusya sokaklarında...

Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (SSCB) kutlanan bayramlardan bahsetmemek olmaz. Bu nedenle Küba listesini daha fazla uzatmadan Sovyetler Birliği’ne geçiyoruz.

Müzik Sovyetler’de de vazgeçilmez

SSCB’de bayram konsepti Küba’dan biraz daha farklıydı. Daha çok ulusal bayramların kutlandığı SSCB’de törenlerde “salsa”nın yerini askeri geçit törenleri alsa da, gerek önemli bir zafere ithafen yazılan marşlarla gerekse bayram günü verilen konserlerle Sovyet bayramlarında da müzik vazgeçilmez unsurlardandı. Halkın da aktif olarak katıldığı resmi kutlamaların yanı sıra, gün içerisinde düzenlenen konserler, tiyatro ve film etkinlikleri, sergiler ve yarışmalar gibi sosyal etkinliklere sahne olurdu. Bugünlerde ayrıca işçilere ikramiyeler ve “en iyi işçi” gibi kimi alanlarda ödüller verilirdi. Sovyetler Birliği’nde kutlanan en önemli bayram Ekim Devrimi’nin yıldönümü olan 7 Kasım’da kutlanan Sosyalist Devrim Bayramı’ydı. SSCB’nin dağılmasının ardından bu bayram bir süre daha kutlanmaya devam edilse de

2004’te resmi tatil olmaktan çıkarıldı. İşçi sınıfının iktidarı ele geçirerek 70 yıldan uzun bir süre elinde tutmayı başardığı SSCB’de tıpkı Küba’da olduğu gibi en önemli bayramlardan biri Uluslararası İşçilerle Dayanışma Günü olarak kutlanan 1 Mayıs’tı. Bir zamanlar milyonlarca işçinin katılımıyla kutlanan bu bayram bugün halen resmi tatil olsa da, “Bahar ve Emek Bayramı” olarak kabul ediliyor. Bugün kutlanmaya devam edilen bir diğer bayram ise Zafer Günü. SSCB’nin Nazi Almanya’sı karşısında kazandığı büyük zaferin yıldönümü olan 9 Mayıs, dev resmi geçitlerle kutlanmakta. Sovyet döneminde halk tüm bu bayramlarda düzenlenen resmi geçitler ve diğer etkinliklerin ardından akşam evlerine geçer ve bayram yemeğini yerdi. Ülkede Lenin’in doğum günü, Konsomol gibi diğer ulusal bayramların yanı sıra, eski ve yeni yılbaşları gibi aile ziyaretlerinin daha yoğun olduğu bayramlar da kutlanıyordu.


11

4 EK İM 2 014

Dış ticarette ‘Cihad’

Geleneksel sermayenin kalelerinden DEİK'e el koyan AKP, kurumun başına eski Müsiad Başkanı Cihad Vardan'ı getirdi. TOBB bünyesinden çıkarılarak Ekonomi Bakanlığı'na bağlanan DEİK'in Yönetim Kurulu üyelerinden TOBB Başkanı ise DEİK'teki görevinden istifa etti.

Y

aklaşık 30 yıldır Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'ne (TOBB) bağlı olarak faaliyet gösteren Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK), AKP'nin torba yasasıyla Ekonomi Bakanlığı’na bağlı olarak yeniden oluşturuldu. DEİK’in yeni Başkanı da Çırağan Sarayı'nda yapılan ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katıldığı Yönetim Kurulu toplantısıyla belirlendi. DEİK'te yaşanan sürecin bir son olmadığı, aksine AKP'nin sermayeyi yeniden yapılandırma girişimi olduğu görüşü hakim olurken, sürecin iyimser bir tablo çıkaramadığı da hatırlatıldı. Henüz daha birkaç gün önce Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü açıklamalarında, dünya ölçeğinde ticaretin yavaşlayacağına yönelik öngörülere ve uyarılara yer verilmişti. DEİK Ba ş k a n lı ğ ı ’ n a M ü s i a d eski Başkanı Ömer Cihad Vardan getirilirken, Yönetim Kurulu üyesi patronlar arasında da şu isimler yer aldı: Abdulkadir Konukoğlu, Abdullah Tivnikli, Ahmet Çalık, Ahmet

Kocabıyık, Ahmet Nazif Zorlu, Ali Kibar, Ali Koç, Başaran Ulusoy, Berna İlter, Çetin Nuhoğlu, Ebru Özdemir, Ender Yorgancılar, Ferit Şahenk, Fuat Tosyalı, Güler Sabancı, Haluk Dinçer, Hasan Sert, İbrahim Burkay, İbrahim Çağlar, İdil Yiğitbaşı, Latif Aral Aliş, Lucien Arkas, Mahsum Altunkaya, Mehmet Büyükekşi, Mithat Yenigün, Murat Ülker, Nail Olpak, Ömer Cihad Vardan, Remzi Gür, Rona Yırcalı, S.Pınar Eczacıbaşı, Tuncay Özilhan, Vahap Küçük, Zeynep Bodur Okyay. TOBB temsilcisinin ismi ise artık listede yok. DEİK'in TOBB bünyesinden çıkarılarak Ekonomi Bakanlığı'na bağlanmasının ardından, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da DEİK'teki Yönetim Kurulu üyeliğinden istifa ettiğini açıkladı.

mesinden sorumlu İmalat Mühendisi olarak görev aldığı belirtiliyor. İstanbulTeknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunu olan Vardan'ın, ABD'de Ohio State Üniversitesi'nde eğitimini tamamlayarak füze üretiminde çalıştığı biliniyor.

BİAT SÜRECİ İHLALLERLE BAŞLADI

Erdoğan’ın 11 Eylül’de imza-

FÜZECİ CİHAD BAŞKAN ATANDI

DEİK'in başına getirilen eski MÜSİADBaşkanı Ömer Cihad Vardan'ın, bir dönem Kale Grup’ta Stinger füzelerinin üretimi ve CAD/ CAM proseslerinin geliştirilTOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu


12

4 E Kİ M 2 0 1 4

dönemi

ladığı torba yasayla Ekonomi Bakanlığı’na bağlanan DEİK'in internet sitesi kapatıldı. AKP'nin DEİK'e son müdahaleleri beraberinde yaklaşık 50 çalışanın işine son verilirken, konuyla ilgili soruları cevaplayan TÜSİAD Başkanı Haluk Dinçer ise “tam olarak ne olduğunu da anlayabilmiş değiliz.

‘Amaçları Erdoğan’a biat ettirmek’ AKP’nin DEİK’e el koyması ve konuyla ilgili yaşanan gelişmeleri soL okurları için değerlendiren ekonomi yazarı Mustafa Sönmez, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomide özellikle dış ilişkileri kendisine bağlamaya yönelik bir adım attığına dikkat çekti. Sönmez, yaşanan değişimi şöyle tanımladı: “DEİK, 80’lerin başında TOBB’un bir anlamda yan kuruluşu olarak kuruldu. Amaç, dış ekonomik ilişkilerin görece özerk şekilde TOBB’a bağlı yürütülmesiydi. Şimdi yaşanan değişim ise hükümetin ekonomiyi kendi kontrolü altına almaya çalışmasıdır. DEİK ise aslında, sadece Ekonomi Bakanlığı’na bağlanmış olmuyor, aynı zamanda Tayyip Erdoğan’nın kontrolüne geçtiği de anlaşılıyor. Mevcut Ekonomi Bakanı, bunu sağlayacak isimdir. Erdoğan’ın özellikle dış dünyayla ilişkileri önemsediğini ve müdahil olduğunu görüyoruz.” TOBB Başkanı’nın istifasını da değerlendiren Mustafa Sönmez, “hem TOBB hem de DEİK, AKP ile Gülen Cemaati arasındaki gerilimde, Erdoğan’a yeterince biat etmiş kurumlar değil” dedi. “TOBB, Avrupa Birliği normlarına uymaya çalışırken, özerk ve Batılı bir görüntü vermeye çabasında. AKP’nin Müsiad’la bağları ise sermaye açısından daha organik nitelikte. Bu açıdan bakarsak, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun DEİK Yönetim Kurulu’ndan istifası da anlam kazanıyor.”

Herhangi bir yorum yapamayacağız” dedi. DEİK organizasyonu özerkliğini tamamen yitirirken, AKP, yönetmelikleri de tanımadan adım atmaya devam etti. DEİK'in 20 Eylül tarihli yönetmeliğine göre, Başkan'ın Ekonomi Bakanlığı tarafından atanması öngörülürken, yönetim kurulu üyelerinin Genel

İstifasını açıklarken Zeybekci’yi yalanladı TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun, DEİK’in Yönetim Kurulu üyeliğinden istifasına ilişkin, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci’ye bir mektup gönderdiği belirtildi. Öte yandan Bakan Zeybekci, yabancı ülkelerin bakanlarını ve başbakanlarını Türkiye’ye davet eden DEİK’in, benzeri faaliyetleri hakkında Ekonomi Bakanlığı’nı haberdar etmediğini savunurken, Hisarcıklıoğlu’nun gönderdiği mektupta Zeybekci’yi yalanladığı aktarıldı. DEİK’in TOBB çatısı altındayken 28 yabancı devlet temsilcisini çağırdığını belirten Hisarcıklıoğlu’nun istifa mektubunda ayrıca, Zeybekci’ye cevap niteliğindeki şu ifadelere yer verildiği belirtildi: “Tüm bu etkinliklerimiz Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Dışişleri Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı başta olmak üzere ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının bilgisi ve yönlendirilmesi dahilinde yapıldı. DEİK, dış ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla Kalkınma Bakanlığımız, Gümrük ve Ticaret Bakanlığımız, Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı başta olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşlarımızla eşgüdüm içinde birçok faaliyet yürütmüştür.” Hisarcıklıoğlu’nun istifasının ardından ise DEİK yönetiminden yeni istifaların gelebileceği iddia ediliyor.

Kurul'da seçileceği belirtilmişti. Bu maddeyi tanımayan AKP'nin, başkan yardımcılarını da ataması ise şaşırtmadı ve geleneksel sermaye çevresinden herhangi bir tepki görmedi.

ZEYBEKCİ: 'DAHA AKTİF OLACAK'

Çırağan Sarayı'nda gerçekleşen DEİK Yönetim Kurulu toplantısının ardından Bomonti Hilton Otel'e geçen Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci, gerçekleşen değişikliklerle ilgili bazı açıklamalarda bulundu. DEİK Kanunu çıktıktan sonra yönetmeliğin de yayınlandığını söyleyen Zeybekci, "35 kişilik Yönetim Kurulu da ilan edildi. Bu sabahtan itibaren Ömer Cihad Vardan'ı Yönetim Kurulu Başkanı olarak görevlendirdik. Bizim sorumluluğumuz buydu. Yeni Başkan'ın başkanlığında Yönetim Kurulu toplantısını bugün yapıyorlar. Ekonomi aktörlerinin yurtdışı koordinasyonunda sıkıntı vardı. Temsil anlamında yaşanan bazı kopukluklar vardı. Şimdi artık DEİK, Ekonomi Bakanlığı'nın temasıyla dünyada çok daha aktif hale getiriliyor" dedi. TOBB'un kurum olarak Yönetim Kurulu'nda devam edeceğini ama TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu'nun ise yönetimde yer almayacağını öğrendiklerini belirten Zeybekci, "bizim için kalıcı olan kurumlardır" yorumunu yaptı.


13

4 EK İM 2 014

Kızıl kasket orak ve yumruk... Savaş sırasında halkının yanında duruşuyla tarihe yazılan, Katalan efsane Joan Miró, bu kez orijinal eserleriyle, ‘Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar’ başlıklı sergiyle 1 Şubat’a kadar İstanbul’da.

Sanatın ve sanatçının ‘yanında’ “Joan Miró Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisi Sabancı Müzesi’nin Pablo Picasso ve –faşist Franco’yu desteklediğini asla unutmadan– Salvador Dalí sergileriyle birlikte Katalan üçlemesinin son parçasını oluşturuyor. Derli toplu, bütünlüklü ve tadında bir seçki. Fakat, sanat burjuvazinin kendi kendisini kavrayışının tasvirini verirken artık üretimi ve alımlanması fazlasıyla bireysel. Post-endüstriyel bir ekonomi politik çerçevesinde sanatın özerkliğinin konumlandırılacağı pozisyon, bu açıdan önemli. Bu noktada, piyasaya hâkim gücün, kültürel çeşitlilik ve sanattaki ekonomiye sahip olma noktasına uzandığı görülmekte. Katalan büyük sanatçılar gibi üçlemelerin, günümüz sanat-sermaye ilişkisiyle yakından ilgili olduğu açık. Sanatın her daim parayla ilişkisi mevcut olmuştur ama günümüzde sanat, iş dünyasının imajına bu kadar çok katkıda bulunmayı sürdürdüğü sürece, bu ilişki fazlasıyla güncel bir konu. Sanat dünyası ayrıcalıklı bireyler için ürünler sunma yarışında. Sanat izleyicileri, İstanbul Modern, Sabancı Müzesi çıkışında bir zincir lüks restoranda yemek yiyip, kahve içerken bir araya gelen sanatseverler, sanat zevklerinde de bir örneklik göstermekte mi? Sabancı Müzesi’nde izlerkitlenin artışı, her zaman olduğu gibi çağdaş sanata izleyici olmanın getirdiği prestij unsuruna dayanmakta. “Aaa, Sabancı’daki sergiyi görmedin mi?” ifadesi bir sosyal statü göstergesidir ama aynı zamanda kültürel ve ekonomik değişimin yarattığı işaretleri de temsil etmektedir. Diğer bir deyişle çağdaş sanatı izleme, yeni sınıfsal değişime ait olunduğunu da imlemektedir.


14

4 E Kİ M 2 0 1 4 3. Çift Taraflı Levha

üzerinde insanlar, arabulucu rolü oynayan kuşlar ve en üst düzlemde göksel öğeler. Ayrıca bir tür “kaçışı” ya da “göksel dünyaya” ulaşmayı sembolize eden merdivenler.

FIRAT ARAPOĞLU*

1

sanat ürününüN TADI

Joan Miró’nun çalışmalarında Katalan primitiflerine duyduğu hayranlık ve Antoni Gaudí’nin mimarisi, etkilendiği başlıca olgular arasında. Sanat üretme niteliğindeki standart akademik üretim-karşıtlığı, alışılagelmişin dışında imge önerileri ve özellikle düz kontur çizgilerinden kaçış, Gaudí’de de rahatlıkla görülebilmekte. Sanatçının çalışmalarında öncelikle “resim ve şiir ilişkisine” odaklanmak gerekli. Ürettiği şifreler ve bu şifrelerin/ işaretlerin çözümünü yapabilmek, Miró’dan keyif almanın başlıca gereklilikleri arasında. Bedrettin Cömert’in Kişi ve Kuş

Miró’nun yolculuğu

belirttiği gibi “Hangi türden olursa olsun, bir sanat ürünün tadılması, onun kavranılmasıyla doğru orantılıdır”. Erken dönem işlerinde şiirlerin imgelerin içinde açıkça ve netlikle yer alması durumunu, daha sonraları sanatçının sadece imgelerle bir şiir yazımına dönüştürmüş olduğunu serginin girişindeki tarih çizelgesinde görebilirsiniz. Bu tarih çizelgesi, sadece sanat tarihsel açıdan değil; sanatın kültür, siyaset ve ekonomiyle bir arada işlediğini göstermesi açısından önemli. Joan Miró’nun çalışmalarına geri dönersek, erken dönem işlerinde üst üste bindirilen imgelerle yaratılan derinlik olgusu, çok sonraları yerini bir tür yalınlığa ve sadeliğe bırakacak. Sergiyi konseptüel ayrımların ayırdında olarak gezdiğinizde, bu yalınlaşmanın gelişimini görebilirsiniz. Örneğin “Takımyıldızlar”, yalınlığa ulaşma arzusunun erken dönemlerine denk düşmekte.

İŞARETLERİ VE ikonografiYİ ANLAMAK

Sergide de görülebileceği gibi “kadın”, “yıldızlar”, “gezegenler” ve “manzaralar”, Joan Miró ikonografisini oluşturan işaretlerin başında. Bu işaret sisteminde kadın, figür, kuş, böcek, sinek gibi yeryüzüne ait simgeler, çeşitli figürlere ait göz, cinsiyet, saç, diş gibi işaretler ve güneş, ay, yıldızlar, gezegenler ve merdivenler gibi statik unsurlar yer almakta. İşte sanatçının bu işaretlerle ürettiği dil, indirgenemez bir noktaya kadar azaltılmış derecede sunulmakta. Aynı nitelik, eser başlıklarındaki şiirsel dilin derece derece azalarak, geneli ifade etmek için bir veya birkaç sözcüğe düşmesinde de gözlemlenebiliyor. Joan Miró’nun, özellikle resimlerinin, bir tür genellemeyle çözümlenme önerisini katalog yazarlarından Jordi Clavero’nun metninde görebiliyoruz: Resimlerin alt düzlemlerinde sürüngenler gibi yeryüzü canlıları, onların

Joan Miró endüstriyel tüketim nesnelerinin ve doğada bulduğu organik parçaların işlevlerini yok ederek, Duchamp’ın ve Pablo Picasso’nun işaretlediği bir yoldan da ilerlemişti: Hazır-nesne ve buluntu-nesne kullanımı. Her şeyden önce organik bir sanat üretim yöntemiyle hareket eden sanatçı için, başlangıçta her şeye kendisini ona çeken “malzemeyle” başladığını söylemek gerekmekte. Sanat tarihinin önemli avantgarde akımlarından “Gerçeküstücülük”. akımı da bu yazının konusu. Sürrealist Manifesto öncesi, 1920’lerin başında André Breton ve Philippe Soupault’nun “otomatik yazma” tekniğiyle ürettikleri “Les Champs Magnétiques” (Manyetik Alanlar) Joan Miró’yu kuşkusuz fazlasıyla etkilemişti. Öte yandan yere serdiği tuvallere boyayı akıtması da Dada ve Marcel Duchamp etkili bir “rastlantısallık” olgusuna işaret etmekte. Serginin kataloğu ise önemli metinleri içeriyor. Jose Punyet Miró ve Jordi Clavero’nun metinleri, hem detaylı hem de doğru okumaları işaret eden yetkin içeriğe sahipler. Sergi 1 Şubat 2015’e kadar gezilebilir. *Öğretim Görevlisi, İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi; Sanat Tarihi (MA)/Sanat Eleştirmeni (AICA, TR)

Miró’nun “İspanya’ya Yardım Edin” başlıklı tasarımı

937 yılında Paris Dünya Fuarı’ndaki Uluslararası Sergi’de, İspanya Cumhuriyeti’nin pavyonunu mimar Josep Lluís Sert tasarlamıştı ve Pablo Picasso’nun meşhur “Guernica”sı, Alexander Calder’in “Mercury Fountain” (Civa Çeşmesi) çalışmasıyla Joan Miró’nun “Orakçı” ya da “Katalan Köylüsü’nün İsyanı” olarak bilinen büyük duvar resmi mekanda yer almaktaydı. Bu sunum için ayrıca “İspanya’ya Yardım Edin” başlıklı bir poster ve pul tasarımı yapan Miró, bu çalışmada kızıl kasketiyle yumruğunu havaya kaldırmış bir Katalan köylüsünü betimlemişti. Resmin altında “günümüzdeki bu çatışmada, faşist tarafta tükenmiş güçler, karşı tarafta da sınırsız yaratıcılıkları ile İspanya’ya dünyayı şaşırtacak bir güç verecek olan halkı görüyorum” yazmaktaydı. Yapıtlarını “politik sanat” olarak adlandıramayacağımız Joan Miró’nun geçen yılın Kasım ayında Tophane-i Amire’de bir sergisi açıldı. “Miró İstanbul’da” başlıklı sergide yer alan yapıtlardan bazılarıyla ilgili Barcelona’da bulunan Joan Miró Vakfı “orijinallikleri” konusunda şüphelerini belirtince, sergi Aralık ayında apar topar kaldırıldı. “İşte şimdi gerçek Joan Miró geldi galiba?” diyebileceğimiz sergi, 23 Eylül’de Sakıp Sabancı Müzesi’nde açıldı. Sabancı Holding’in sponsorluğunu üstlendiği sergi, Joan Miró Vakfı (Barselona), Successió Miró koleksiyonu (aile koleksiyonu) ve Pilar ve Joan Miró Vakfı (Mallorca) işbirliğinde gerçekleştiriliyor.


15

4 EK İM 2 014

bilim

Dünyayı en çok ABD’nin enerji santralleri kirletiyor

Amerika Çevre Araştırmaları ve Politikaları Merkezi’nin raporuna göre, ABD’deki enerji santrallerinin dünyada en fazla karbon salınımını yaptığını ortaya koydu. Özge Yılmaz

Y

eni yayınlanan bir rapora göre Rusya, Hindistan ve Japonya endüstrilerinin yarattığı karbon salınımının toplamından bile fazla karbon salınımı yapan Amerikan enerji santralleri dünyamızın gördüğü en kötü kirleticilerin başında geliyor. Amerika Çevre Araştırmaları ve Politikaları Merkezi (Environment America Research and Policy Center), Küresel Isınma Programı Direktörü Julian Boggs ve ekibi tarafından zamanlarda Amerika’nın en kirli enerji santralleri ve bunların net sera gazı emisyonları ve küresel iklim değişikliğine ciddi ölçüdeki katkıları konusunda iki ayrı detaylı rapor yayınlandı. Bu raporlara göre, karbon emisyonları açısından Çin başı çekmesine rağmen Amerika’nın tarihi geçmiş endüstrisine oranla önemli derecede daha çevreci enerji santrallerine sahip. Boggs, Amerika’nın üretim yapan santrallerinin ise küresel ısınma konusunda görmezden gelindiğini vurgulayarak “eğer çocuklarımız için daha temiz bir gelecek istiyorsak enerji santralle-

rinin küresel ısınmaya olan muazzam katkısını görmezden gelemeyiz” dedi. Bu raporlar Obama yönetimi tarafından Amerika’nın karbon emisyonunu 2012 Kanada’sının tamamı kadar azaltmak amacıyla oluşturulan Temiz Enerji Planı kapsamında yeni standartlar oluşturulmak için hazırlandı. İkinci rapora göre bu şaşırtıcı derecede büyük bir miktar, çünkü Kanada dünya sera gazı salınımı sıralamasında sekizinci sırada yer alıyor. Bu rapoların sunduğu oranlar şaşırtıcı derecede büyük miktarlar, öyle ki 2012 yılı içinde Amerika’nın en kirli 50 enerji santralinin (ki Amerika’daki bütün enerji santrallerinin sadece yüzde 1’ini oluşturmakta) Güney Kore kadar (dünyanın yedinci en fazla sera gazı salınımı yapan ülkesi) kirlilik ürettiğini detaylı olarak gösteriyor. Daha da kötüsü Amerika’daki bütün enerji santralleri birleştiğinde 2012 yılında yapılan bütün sera gazı emisyonların toplamının yüzde 6’sını oluşturmakta. Temiz Enerji Planı kapsamında Amerika karbon emisyonunu 2012 Kanada’sının tamamı kadar azaltmayı amaçlıyor. İkinci rapora göre bu

çok büyük bir miktar, çünkü Kanada dünya sera gazı salınımı sıralamasında sekizinci sırada yer alıyor. Her iki rapor da Amerika’nın Temiz Enerji Planı’nın Amerika’yı dünyanın en çok sera gazı salınımı yapan ülkelerinin arasından çıkarabilecek hedefler bile içermediğini ortaya konuyor. Oysa, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) Beşinci Değerlendirme Raporu’nda, küresel ısınmanın geri dönülemez felaketlere yol açmasının önüne geçilebilmesi için küresel sıcaklık artışının sanayi öncesi döneme göre 2oC’nin üstüne çıkmaması gerektiği belirtiliyor. Bu hedefi gerçekleştirebilmek için ise özellikle karbon salınımlarında başı çeken bu ülkelerin karbon salınımlarını 2050’ye kadar kademeli olarak yüzde 80 azaltması gerekiyor. Ancak şu anki göstergeler bu hedefin oldukça uzağında. Bunun önündeki en büyük engel de kâr maksimizasyonunun belirleyici olduğu kapitalist üretim anlayışı. Küresel ısınmanın ve getireceği felaketlerin önüne geçmek için öncelikle üretimin toplumsal ihtiyaçlara göre planlanması ve fosil yakıt kullanımının minimize edilmesi gerekiyor. Kaynak: http://www.natureworldnews.com/articles/9136/20140920/power-plants-dirty-world-more.htm


16

4 E Kİ M 2 0 1 4

Hong Kong’da ‘Demokrasi Şöleni’ ve FireChat

Kowloon bölgesinin merkezinde yer alan Nathan Road isimli caddeyi işgal etmiş olan eylemciler özgürce iletişim kuruyor, 29 Eylül 2014 (Fotoğraf: AFP PHOTO / ALEX OGLE)

Çise Mıdoğlu

G

eçtiğimiz hafta Çin Hükümeti tarafından Instagram’ın engellenmesinin ardından kullanımında patlama yaşanan uygulama, Batı medyası tarafından bir demokrasi havarisi olarak sunuluyor. Peki dünya genelinde iletişim mahremiyetine zerre kadar saygı göstermeyen emperyalizmin özgür iletişim hakkı konusunda içtenlikli olduğuna inanılabilir mi? Ya da siyasetten bağımsız, mutlak olarak “iyi” bir teknoloji tasavvur edilebilir mi?

FireChat Nedir?

OpenGarden isimli startup şirketi tarafından geliştirilen mobil uygulama “mesh networking” adı verilen bir ağ teknolojisine dayanıyor. Bu teknoloji, ağda yer alan her boğum noktasına (cep telefonu, bilgisayar, vb.) ulaşmanın birden çok yolunun olduğu merkezi olmayan bir tür örgü yapısını tarif ediyor. FireChat kullanıcıları, WiFi veya hücresel bağlantı olmayan durumlarda da internete erişebiliyor. Bunun için en fazla 70 metre ötelerinde bir başka FireChat kullanıcısının olması gerekiyor. Kullanıcılar bu şekilde bir ağ oluşturarak hem kendi içlerinde hem de varsa

herhangi bir kullanıcının bağlantısını kullanarak internet üzerinden iletişim kurabiliyor. İnternetsiz ortamlarda veya kullanıcı tarafından seçilmesi durumunda iletişimin tamamen “offthe-grid” yani kayıtdışı olabildiği (yerel uygulama tarafından saklanıp daha sonra sunucularla paylaşılmadığı) iddia ediliyor. Geçtiğimiz iki yılda 5 milyon kişi tarafından indirilen uygulama, kalabalık kitlelerin mobil operatör trafiğini aşırı derecede yüklediği, internetin kesildiği veya kitlelerin bilinçli olarak küresel ağlardan uzak durduğu durumlar için çok elverişli gözüküyor.

Emperyalist İkiyüzlülük

İletişim teknolojileri ile özgürlük ve demokrasi gibi kavramlar arasındaki ilişki toplumsal hareketlenme dönemlerinde

sık sık gündeme geliyor. Fakat ne bu teknolojilerin kendiliğinden özgürlükçü olduğu (IŞİD militanlarının veya Melih Gökçek fanlarının Twitter propagandalarını düşünelim), ne gerçekten güvenli bir iletişim sağladığı (Google ve Facebook gibi birçok şirketin hükümetlere ve reklam şirketlerine veri servis ettiğini unutmayalım), ne de kapitalist sistem içinde kolaylıkla bağımsız kalabileceği (WhatsApp’ın Facebook tarafından satın alınması, Open Garden’ın hararetle reklam almaya çalışması vb.) iddia edilebilir. Buradaki ikiyüzlülük ise Hong Kong’a “demokrasi götürmek” isteyen ABD’nin kendisinin, dünya çapında güvenli ve özgür bir küresel ağ oluşabilmesinin önünde duran en büyük engel olması.

BİLİM GÜZELİ Ayrılıktan doğan güzellik Levha tektonikleri yani kıtaların kayma hareketi sonucu oluşmuş olan İzlanda’da bu ayrışmanın görsel kanıtlarına sık sık rastlanıyor. Yakın zaman önce Vatnajokull’da (“jokull”, İzlandaca buzul anlamına geliyor) yer alan Holuhraun lav bölgesinde patlak veren yeni yarık bunlara bir örnek. William Moreland tarafından 8 Eylül tarihinde çekilen bu fotoğraf, Holuhraun püskürmesinden doğan lavların İzlanda’nın en uzun ikinci nehri Jokulsa a Fjollum ile karşılaşma anını gösteriyor. Fotoğrafın çekildiği sırada lavlar yaklaşık 100 metre/saat hızla ilerliyor ve 19 kilometrekarelik bir alanı kaplıyor, ki bu da akıntıyı İzlanda’nın 1875’ten beri gördüğü en büyük akıntı yapıyor. Fotoğraf: William Moreland Kaynak: epod.usra.edu Hazırlayan: Çise Mıdoğlu


1 May覺s Kutlamalar覺 Havana/K羹ba


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.