sosyalistdayanisma_14

Page 1

Erdoğan Kaybedecek! Halkın İktidarı Kazanacak! Suriye Düğümünde Kritik Aşama Fiyatı: 1,5 TL

www.sosyalistdayanisma.org

AĞUSTOS 2012 YIL: 2 SAYI 14

Akp Zulmü ve Aleviler “Sünni-Şii Çatışması” ve Örttükleri

Kapitalizm Çürüyor! AKP Sallanıyor! Halkın İktidarı İçin

DİRENİŞE!

Halkların Demokratik Kongresi, Parti Kuruluşu Sürecini Başlattı Kentsel Dönüşüm ve Toki Büyüyen “Kürt Sorunu” Yeni Yalanlar Dizisi Reyting Rekorları Kıracak: “Zenginler de Ağlar” “Mutfağa” Girmek Toplum Uyuşturucu Maddeleri: KpssYgs- Lys... 2013 Sermayenin Karanlık Yılı, Krizin İkinci Dalgası Yıkıcı Olacak! Örgütlenme İmkânlar, Zorluklar, Görevler Halk İçin Eğitim Akp’yle Olmaz!


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

Katledilişinin 31. Yıldönümünde Kenan Budak Anıldı “Kenan Budak Yoldaşı Anmak Faşizme Direnmektir, AKP Zulmüne Direneceğiz!” İşçi sınıfının yiğit önderi, Sosyalist Vatan Partisi (SVP) Merkez Komite üyesi, DİSK İlerici Deri-İş Sendikası Genel Başkanı Kenan Budak, katledilişinin 31.yıldönümünde SODAP ve DİSK tarafından mezarı başında anıldı. Anma etkinliği 25 Temmuz Çarşamba günü Silivrikapı Mezarlığı’nda saat 11.00’de gerçekleştirildi. SODAP üyesi yoldaşları ve ailesinin yanısıra, DİSK üye ve yöneticileri, Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası (BATİS) üyeleri, mücadele arkadaşları etkinlikte yer aldı. DİSK Genel Sekreteri Adnan Serdaroğlu, mücadele arkadaşı Munzur Pekgüleç, kardeşi Ruşen Budak ve SODAP temsilcisi anmada birer konuşma yaptı. Etkinlik boyunca “Kenan Budak Yoldaş Ölümsüzdür”, “Katiller Halka Hesap Verecek”, “Kavga, Direniş, Zafer; Yaşasın Sosyalizm”, “Kenan Budak Yaşıyor; Parti’de Savaşıyor” sloganları atıldı. Konuşmaların ardından Kenan Budak’ın çok sevdiği “Huma Kuşu” ezgisi kardeşi Ruşen Budak tarafından seslendirildi. Direniş Marşı’nın söylenmesinin ardından SODAP’lılar mezar çıkışında yolu trafiğe kapatarak bir süre sloganlar eşliğinde yürüyüş yaptı.

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 2, Sayı: 14 Ağustos 2012 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul sosyalistdayanisma2010@yahoo.com www.sosyalistdayanisma.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Yüklenelim, Yıkılsın… Kavurucu yaz sıcaklarını yaşadığımız şu günlerde politik gündemde çok daha sıcak gelişmeler yaşanıyor. Türkiye coğrafyasında sıcak gelişmelerin yaşanmadığı dönem adeta yok gibidir ancak bu seviyede altüst oluşlara gebe gelişmelerin yan yana dizildiği tarihsel dönemlere az rastlanır. AKP hükümeti “ustalık dönemine” girdiğini iddia ettiği 3. Seçim döneminde tamamen iktidar olmanın güveni ve kibriyle politik uygulamalarını perdelerden daha arınmış olarak hayata geçirmeye başladı. Kürtlere, Alevilere, emekçilere, kadınlara, gençlere, sanatçılara… aklınıza gelebilecek bütün toplumsal kesimlere karşı “açılım” diye başlattığı uygulamaların neoliberal kapitalizmin hizmetinde, milliyetçi muhafazakar ideolojide tektipleştirici saldırı politikaları olduğu ayan beyan ortaya döküldü. Elbette tüm bu toplumsal kesimlerden AKP iktidarına dönük direnişler de büyümeye başladı. Önümüzdeki dönem tüm bu direniş odaklarının yeni, dönüştücü politik güçlere dönüşme olanaklarının artacağı bir dönem olacaktır. Son 30 yıllık siyasi tarihimiz sorunların sorunu haline gelen Kürt sorununu baskı, asimilasyon ve imha politikalarıyla alt etmeye çalışıp, kendisi siyaset sahnesinden silinen iktidarlarla doludur. Sıra AKP hükümetine gelmiştir. Kürt sorununu çözme niyeti ve cesareti olmayan AKP iktidarını Kürt sorunu çözecektir. Yaşanan gelişmeler bunun işaret fişekleridir. Bu konuyla ilgili değerlendirmeleri iç sayfalarımızda okuyacaksınız. Diğer yandan bölge politikasında Sünni hattın önderi olarak rol kapmaya çalışan AKP iktidarı, dış politikada bunun handikaplarını yaşarken içerde Aleviler üzerinde de bir dizayn operasyonuna hız verdi. Devletin-AKP’nin Alevisi olmayanları hizaya sokmaya dönük uygulamalar geniş toplumsal tepkiler açığa çıkarmaya başladı. 2013’te ekonomik krizin çok daha yıkıcı sonuçlar üretecek olması ve merkezlerdeki durgunluğun Türkiye gibi ülkeleri kuşatması bekleniyor. Kendi iktidar koalisyonunda ciddi çatlakların oluşmaya başladığı görülen AKP iktidarı, bir yandan da ekonomik krizle sallanacak ve emekçilere dönük baskılarını daha da artıracaktır. Bütün bu manzaranın bizlere yüklediği görev çok açıktır. Yüklenelim, yıkılsın… Elele verelim, kendimiz kuralım…


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

ERDOĞAN KAYBEDECEK! HALKIN İKTİDARI KAZANACAK! 12

Haziran 2011’de gerçekleşen seçimler sonrasında ortaya çıkan hava AKP’nin iktidarının neredeyse sonsuza kadar devam edeceği yönündeydi. Oysa şu son 1 yılda yaşananlar AKP ve Erdoğan için bir kez daha alarm zillerinin çalmasına yol açıyor. AKP’nin kurduğu hegemonyanın temelleri çatırdıyor. Şimdiden şurası açık ki 2013, Türkiye tarihinin en büyük politik alt üst oluşlarından birisinin yaşandığı yıl olmaya adaydır. Bu açıdan yaşanacak politik altüstlüklere ezilenler açısından müdahale edebilecek bir politik merkezin yaratılmasının aciliyeti daha da artmaktadır.

AKP Ortadoğu’da Kendini Kaybetti! Tokat Üstüne Tokat Yiyor!

Davutoğlu’nun kendisi Ortadoğu’da yüzyılın en büyük altüst oluşunun yaşandığını söylüyor. Fakat Türkiye’nin yeni semirmekte olan Anadolu burjuvazisi öylesine dayanaksız bir özgüvenle hareket ediyor ki Ortadoğu’nun dönüşümüne yön vermek, dönüşüm sonrasında ortaya çıkacak kaynaklara el koymak adına öyle ham hayallere sahip ki, bölgede attığı her adım sonrasında önüne konan yeni bir şok paketi ile sarsılıyor. Akdeniz’in sularına gömülen uçağın akıbeti ile ilgili tartışma halkın haber alma, bilgilenme imkânlarının en büyük engeli haline gelen “özgür” medya tarafından bıçak gibi kesildi. Suriye’nin hava savunma yeteneğini test etmeyi amaçlarken düşürülen uçağın nasıl düştüğü Türk yetkililerce açıklanamıyor. Daha uçak şoku atlatılamamışken Suriyeli Kürtlerin özerklik yönünde attıkları adım devleti daha da büyük bir şokun içerisine soktu. Erdoğan yine bildik efelenmeleriyle vaziyeti idare etmeye çalışıyor ama Türkiye’nin dış siyasette sürekli dayak yediği gerçeği hiçbir biçimde gizlenemiyor. PKK’nin Şemdinli’de alan

hâkimiyeti kurmak için giriştiği saldırıyı da bu tabloya eklemek yanlış olmaz. Türkiye, İran, Rusya ve Suriye için hayati olarak görülen bir gündemde gereğinden fazla taraf olmanın bedelini daha çok ödeyecek. Erdoğan’ın sırtını dayadığı ABD’den de pek iç açıcı sinyallerin gelmiyor oluşu. Obama ile en çok konuşan Başbakan ünvanını elinde tutan Erdoğan’a bir sürpriz de Beyaz Saray tarafından yaşatıldı ve ikili arasında geçen bir konuşma basına sızdırıldı. Bu görüşmede Erdoğan, uzun uzun Obama’yı Esad’a dokunmaması için ikna etmeye çalışıyor. Bu sızdırma, Erdoğan için Esad yıkılsa da yıkılmasa da işinin Suriye’de zor olacağının bir habercisi olarak değerlendirilmeli. Hatırlarsanız Erdoğan ve cemaat arasında yaşanan politik gerilimin temel sebebi olarak Suriye meselesinde Erdoğan’ın ayak sürümesi olduğunu, Erdoğan’a cemaat eliyle ABD tarafından bir ayar yapıldığını, bu ayar sonrasında da Erdoğan’ın Suriye’ye karşı yaklaşımını revize ettiğini söylemiştik. Görülen o ki ayar verme süreçleri henüz tamamlanmış değil. Ortadoğu’da yaşanan türbülansta Erdoğan ipleri elinden kaçırmış gibi görünüyor. Rusya’nın kararlı tutumu Savunma Bakanlığı’na yapılan saldırı sonrasında sallanan Esad yönetiminin önce Şam’a sonra da Halep’e yeniden hâkim olabilmesine imkân sağladı. İran dışişlerinin “Suriye’nin dostları henüz hiç devreye girmediler” açıklaması da daha tarafların ellerindeki kozların tümünü masaya sürmediklerini, sürecin nereye evirileceğinin kesin olarak netleşmediğini gösteriyor. Kesin olan bir şey var ki o da Türkiye’nin bölgede işinin gün geçtikçe daha da zorlaştığıdır.

Kürtler Her Yerde Özgür Yaşamayı Hak Ediyor!

Suriye’li Kürtlerin yıllarca vatandaş olarak bile kabul edilmedikleri bir ülkede, politik koşulları doğru okuyarak halk komiteleri aracılığı ile özerk yönetim oluşturmaları, Erdoğan için yenip yutulamayacak bir politik hezimettir. Suriye’de yönetimin durumu ne olursa olsun Kürtler sahip oldukları özgürlüklerini savaşmadan bırakmazlar. 3 yıldır sürdürülen KCK operasyonları ile Kürt hareketine diz çöktürebileceğini düşünen Erdoğan, şimdi ilçelerinin karşısında ışıklarını izleyebileceği bir PKK devleti ile karşı karşıya… ABD’nin istediği gerçekleşir, İran da istikrarsızlaştırılırsa ortaya çıkan Kürdistan gerçeği daha da büyüyecek. Erdoğan bu süreçte ABD’nin maşalığını yapacak, sonrasında yaşanan politik fiyaskoların faturası Erdoğan’ın alaşağı edilmesinde kullanılacak. Birilerinin böylesi planları olduğunu düşünmemizin önünde hiçbir engel yok. Kürt hareketi, “Kürt sorununu çözmezsen Kürt sorunu senin de sonunu getirecektir” derken ne demek istiyordu şimdi daha da açık görünüyor. Oslo’daki süreçlerin bıçak gibi kesilmesini sağlayan, KCK operasyonlarını tetikleyen siyasi unsurlar ortaya çıkan Kürdistan gerçeğinin faturasını da Erdoğan’ın önüne koymaktan geri durmayacaktır.

Krizin İkinci Dalgası İlk Dalgayı Mumla Aratacak!

2013 yılının büyük alt üst oluşlara gebe olmasının tek gerekçesi Ortadoğu’da yaşananların Türkiye’ye yansıması değil muhakka k ki. 2008’de ilk darbesini vuran küresel krizin ikinci dalgası Avrupa üzerinden kabarmaya devam ediyor. Yunanistan, Portekiz, İrlanda derken batan bankaların kurtarılmasının kamu bütçelerinde yarattığı basınç taşınamaz hale geliyor. Yunanistan’da Syriza’nın denklem dışında kaldığı seçim sonuçlarıyla derin bir nefes alan Av-

Yargıtay ve Diyanet’in elbirliği ile cemevlerinin bir ibadet yeri olarak görülemeyeceğine dair verdikleri fetva, ardından Malatya’da yaşanan katliam girişimi Erdoğan’ın “kindar gençlik” derken neler kastettiğini bir kez daha hatırlatmış oldu. Erdoğan, kindar gençliğin kinini bilemek için olsa gerek son yargı paketiyle bütün azılı katilleri birer birer sokağa saldı. Her çıkan katil, büyük katkıları için Erdoğan’a bol bol teşekkür etti.

3


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

rupalı finans çevrelerinin mutlu günleri çok kısa sürdü. İtalya ve İspanya gibi Avrupa’nın 3. ve 4. büyük ekonomileri olan ülkeler battı batacak gibi görünüyor. “Kaya gibi sağlam” denilen Almanya’nın dahi kredi notunun düşürüldüğü günlerden geçiyoruz. Avrupa ekonomileri kemer sıkma politikaları ile giderek büzüşmekteler. İşsizlik artarken, kamunun sosyal harcamalar için kullanabileceği kaynaklar daralıyor. Avrupalılar tüketemiyor, onlar tüketemedikçe onlara ihracat yapmak sayesinde üretim yapanların çarkları da durmaya başlıyor. ABD’de seçimler yaklaşırken işsizliğin %12’lere vararak rekor kırması hem Erdoğan’ın yakın telefon arkadaşı Obama’nın Kasım’daki seçimlerindeki şansını azaltıyor hem de ABD pazarına ihracatla büyüyen Çin ekonomisini yavaşlatıyor. Avrupa’da yayılan durgunluk Türkiye imalat sanayini vurmaya başladı. Büyük oranda ithal girdiyle üretim yapan ekonomi, ithalatın gerilemesi ile yavaşlamaya başladı. AB ülkelerine yapılan ihracat son on yılın en düşük seviyesine düştü. Haziran ayında Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı ülke İran, en çok sattığı ihraç ürünü ise değerli taşlar. Sonuç olarak, imalat sanayinin yavaşlaması artan işsizlik, geri ödenemeyen krediler, yükselen faizler, yükselen kur ve enflasyon demek. AKP’nin hegemonyasının en önemli dayanaklarından birisinin “ekonomik başarısı” olduğu düşünülürse 2013’ün politik tansiyonun yükseleceği bir yıl olacağına dair savımızı destekleyen ikinci güçlü veri ile karşı karşıya gelmiş oluruz.

Kıdem Tazminatını Savaşmadan Kaybedemeyiz!

AKP, bu sıkıntıları aşabilmek için bir kez daha emekçilere yüklenmenin hesaplarını yapıyor. Kıdem Tazminatı ile ilgili bir süredir pişirilen yasa tasarısı gündeme getirilerek zor günlerin yaklaştığı günlerde sermayeye bir güvence sağlanmak isteniyor. Doğrudan yabancı sermaye akışını hızlandırmak ve cari açık problemini yönetilebilir bir seviyede tutmak için emekçiler sermaye tanrılarına bir kez daha kurban edilmek isteni-

4

yor. AKP, teslim aldığı sendikalara güvenerek bu işe kalkışıyor. Fakat işçi sınıfı, kıdem tazminatını bir kırmızıçizgi olarak zihnine çoktan beridir yerleştirmiş durumdadır. Politik türbülansın arttığı, Suriye’de işlerin iyice çığırından çıktığı bir momentte böylesi bir yasaya karşı hiç beklenmeyen tepkiler ortaya konabilir. Kıdem, işçinin çalışma hayatındaki en önemli, belki de tek güvencesidir. İşçi sınıfı, aynı Suriye’deki Kürtler gibi kıdem haklarından savaşıp yenilmeden vazgeçmeyeceklerdir. AKP böylesi karmaşık, fırtınalı bir sürece içinde derin çatlaklarla giriyor. AKP içinde herkes 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminin hesabında. Erdoğan, en az kendisi kadar omurgasız olduğunu bildiği için olacak HAS parti başkanı Kurtulmuş’a altın tepsi içinde yetkisiz ve etkisiz Başbakanlık sunmayı önemli bir politik manevra olarak gerçekleştirdi. Bu tutum, Erdoğan’ın yakın dava arkadaşlarına ne kadar güvendiğinin de açık bir göstergesidir. Abdullah Gül’ün yeniden aday olabileceğini hissettirmesi de AKP’deki çatlağın olgunlaşma seviyesini göstermesi açısından önemli.

Irak’ta El Kaide, Türkiye’de AKP

2013’ü Erdoğan için bir kâbus haline getirecek gelişmelerden biri de Alevilik’in AKP tarafından açık bir biçimde hiçleştirilmeye çalışılması. Yargıtay ve Diyanet’in elbirliği ile cemevlerinin bir ibadet yeri olarak görülemeyeceğine dair verdikleri fetva, ardından Malatya’da yaşanan katliam girişimi Erdoğan’ın “kindar gençlik” derken neler kastettiğini bir kez daha hatırlatmış oldu. Erdoğan, kindar gençliğin kinini bilemek için olsa gerek son yargı paketiyle bütün azılı katilleri birer birer sokağa saldı. Her çıkan katil, büyük katkıları için Erdoğan’a bol bol teşekkür etti. AKİT gazetesi Sivas’ta can verenlerin aslında yakılmadığını, muhtemelen “karanlık güçler” tarafından vurularak öldürüldüğünü yazarak tüm insanlık değerlerine ihanet eden bir işe imza attı. Erdoğan’ın ustalık döneminin en önemli özelliklerinden biri Kürt ve Alevi düşmanlığında sınır tanımamasıdır. Son eğitim reformu

ile çocuklarının radikal bir Sünnileştirilme kampanyası ile karşı karşıya bırakılacağından tedirgin olan Aleviler, AKP tarafından hedef tahtasına oturtulmuş durumdadır. Evlere çarpı işaretleri konması, katillerin sokağa salınması, Sivas’ın acılarının kanırtılması Ortadoğu’da gelişen Sünni-Şii geriliminin AKP eliyle Türkiye’ye taşınmasıdır. Türkiye’nin Esad’a karşı işbirliği yaptığı el Kaideciler Irak’ta her gün onlarca, yüzlerce Şii’yi bomba dolu arabalarla katlediyor. Ortadoğu’da işlerin daha da karışmasının Türkiye’ye ne gibi yansımalarının olabileceği her geçen gün daha da net bir biçimde ortaya çıkmaya başladı. İşçiler kıdem tazminatlarına, Kürtler özgürlüklerine nasıl ölümüne sahip çıkacaklarsa Alevilerin de boyunlarını sessiz sedasız katillerine uzatacağını beklememelidir. Aleviler kendilerini hiçe sayan AKP faşizmine karşı toplumun diğer ezilen kesimleri ile birleşerek ezilenlerin iktidarı alternatifinin ortaya çıkarılmasına hizmet edebilirler. AKP’nin “inanç özgürlüğü” meselesindeki ikiyüzlülüğünün en açık belirtisi Aleviliğe reva gördüğü uygulamalardır. Anadolu’nun en köklü geleneği, Yavuz’un kan banyolarına, soykırımlarına; Dersim’in kan rengi akıtılan Munzur’una rağmen kimliğine sahip çıkan Aleviliğe AKP’nin gücü yetmeyecektir.

Bu Tablo Halkın İktidarını Çağırmaktadır!

Ortaya çıkan tablo şudur: Ortadoğu’da her attığı adımda kendisini daha da açmaza sokan, ekonomisi krizin eşiğinde, iktidar partisi iç gerilimlerle çatlamış, işçisiyle, Kürdüyle, Alevisiyle, kadınıyla kavgalı bir ülke… Bu tablo patlamaya hazır bir bombayı anımsatmaktadır. Bizler açısından cevaplanması gereken soru ise şudur: AKP eliyle kurulan sermaye hegemonyası 10 yıl sonrasında zangır zangır titrerken bizler onun yerine başka bir düzen partisinin, sermaye fraksiyonunun işlere çeki düzen verip aynı tempoyla ensemizde boza pişirmeye devam etmesine seyirci mi kalacağız yoksa Suriye’de Kürt halkının başardığı, Yunanistan’da halkın sermayenin ödünü kopa-

rabildiği tarzda bir halk iktidarı alternatifi oluşturabilecek miyiz? Erdoğan içine düştüğü politik kibirle öyle büyük yanlışlara imza atıyor, öyle açık bir şekilde zücaciye dükkânına girmiş fil gibi davranıyor ki toplumun tüm ezilen kesimlerini kendi karşısında bir araya getirecek koşulları ortaya çıkartıyor. Türkiye’deki 8000 Kürt muhalifin içeriye tıkılması yetmedi artık Suriye’de “oldubitti” yapan Kürtler tehdit edilmesi; anasınıfı öğrencilerine din dersi vermekten bahsedilirken bir yandan cemevlerini ibadet yeri saymayarak bin yıllık Kızılbaşlık geleneğinin Sünniliğe ilhakının başarılmaya çalışılması; işçilerin Cumhuriyet tarihinde elde ettikleri en önemli kazanım olan kıdem tazminatının illüzyon ile ortadan kaldırılmaya çalışılması; kadınların eve hapsedilmeye ve kölelik zincirlerinin sağlamlaştırılmaya çalışılması… Erdoğan bunların hepsini sineye çekmemizi bekliyor. Ama yanılıyor! Halklarımız yaklaşan fırtınalı günler öncesinde yığınağını sağlam yere yapacak politik olgunluğa sahiptir. AKP’nin önümüze koyduğu ve bizleri içine tıkıştırmaya çalıştığı karanlık çerçeveyi kabullenmeyeceksek kendi sözümüzü söyleyebileceğimiz, benzer sıkıntılar çekenlerle omuz omuza vererek güçlenebileceğimiz seçenekleri yaratmak zorundayız. SODAP yoksul halkımızın eşitlik ve özgürlük çığlığı olarak, halkımızı isyanı büyütmeye çağırıyor. İsyanı büyütmenin en etkin yolu direne direne özgür yaşamın taşlarını döşeyen Kürt halkı ile yoksul emekçilerin, Alevilerin, kadınların, gençlerin birleşmesini ve kendi hedefleri için mücadeleyi büyütmesini sağlamaktır. Halkların Demokratik Kongresi güçleri birleştirmenin en doğru adresidir. Bulunduğumuz her noktada halk meclislerine katılalım, sonu yaklaşmakta olan AKP hükümetinin yerine başka bir asalak takımının güçlenmesi yerine kendi alternatifimizi büyütelim. Yaşamlarımızın iplerini elimize alalım. Direnelim, savaşalım, kazanalım! İnandığımız gibi, özgür ve eşit yaşayalım!


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

SURİYE DÜĞÜMÜNDE KRİTİK AŞAMA

B

atı emperyalizminin (ABDAB) Libya’ya yönelik askeri müdahalesinin ardından hedef tahtasına aldığı Suriye’de, süreç kritik bir aşamaya doğru ilerliyor. Bölgede rol oynayan küresel ve bölgesel güçler tüm kozlarını ortaya koyuyor, Doğu Akdeniz’de sular ısınıyor.

Suriye Denklemi ve Türkiye

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da gelişen halk isyanlarının ardından Libya saldırısıyla başlayan emperyalist müdahalenin ikinci adımı Suriye. Bilindiği gibi batı emperyalizminin stratejik hedefi İran’ı düşürmek, İran merkezli “Şii ekseni”ni parçalamak. Batı emperyalizmine en güçlü direnç odağı İran, bölgesel ittifak güçlerinden -Libya ve Suriye- yalnızlaştırılıp nihai hamleye bırakılıyor. Batı emperyalizminin bölgesel çıkarlarıyla çelişen Şii ekseninin yerine, “Sünni ekseni” yaratılmak isteniyor. Sünni ekseni, kendisine aktif rol biçilen Türkiye’nin yanı sıra Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün’ü içerisine alıyor. Doğu emperyalizmi (Rusya ve Çin), çok kutuplu dünyada küresel ve bölgesel çıkarları gereği, doğal olarak Şii ekseninin arkasında yer alıyor.

Suriye’nin Stratejik Değeri

Bu denklemde Suriye’nin geleceği, küresel aktörlerin dünyanın yeniden paylaşımı kavgasındaki pozisyonları açısından kilit bir öneme sahip. Suriye ve peşinden İran adımlarında Batı emperyalizmi istediği sonucu alırsa, dünyanın bu stratejik paylaşım alanında Rusya ve Çin ciddi anlamda etkisizleşecek. Batı emperyalizmi önüne koyduğu bu adımları atmazsa, Şii ekseninin ve dolayısıyla Rusya ve Çin’in bölgede güçlenen nüfuzunun önüne geçemeyecek, kendisi etkisizleşecek. Bu nedenle, emperyalist güç merkezleri Suriye’den kolay kolay vazgeçme-

yecek. Ve yine aynı nedenle Suriye üzerinden yaşanan gerilim olağanüstü yükselecek, oyunda yer alan tüm aktörleri ciddi anlamda zorlayacak.

Batı Emperyalizminin Suriye Taktik Planı

Afganistan, Irak ve Libya müdahalelerini hatırlayalım. Askeri müdahaleye zemin hazırlamak amacıyla hedef ülke yalnızlaştırılacak. Eş zamanlı olarak da içerde işbirlikçi bir muhalefet örgütlenecek ve ayaklandırılacak. Suriye’de de yapılmak istenen şey bu. Tüm ittifak güçleriyle Esad iktidarının ipleri kopartılacak. İç muhalefet Esad’a karşı örgütlenecek. Suriye’nin ittifak güçleri İran, Rusya ve Çin. İran zaten hedef tahtasında. Çin ve Rusya ise, tehditle, pazarlıkla ya da her iki yol birden kullanılarak askeri müdahale konusunda tarafsızlaştırılmaya çalışılıyor. İşbirlikçi iç muhalefet de Suriye Ulusal Konseyi (SUK) çatısı altında derlenmek isteniyor. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), SUK’un askeri kolu olarak kabul ediliyor.

Taktik Planın Neresindeyiz?

Rusya ve Çin, askeri müdahale konusundaki kararlı duruşunu sürdürüyor. Suriye Halkının Dostları Grubu’nun 6 Temmuz’da Paris’te yaptığı üçüncü toplantısında “Rusya ve Çin’e uluslararası baskıyı arttırma” kararı çıkmıştı. Bu iki ülke zaten toplantıyı boykot etmişti. Gelinen aşamada 19 Temmuz’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi toplantısında Suriye’ye yönelik ağır yaptırımlar içeren karar paketi üçüncü kez Rusya ve Çin tarafından veto edildi. Ayrıca suların ısınmasıyla birlikte çok sayıda Rus savaş gemisi -toplam 15’e yakın olduğu ifade ediliyor- boğazları geçerek Doğu Akdeniz’e hareket etti, Suriye açıklarına demirledi. Sonuç

olarak, Suriye’nin yalnızlaştırılması noktasında süreç istenen aşamaya taşınamadı. İç muhalefetin örgütlenmesi konusunda diğer konuya göre bir mesafe alınsa da henüz istenilen noktaya gelinmedi. Parçalı yapı devam ediyor. Türkiye’nin güdümündeki Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) tüm muhalif

güçleri kendi çatısı altında toplaması mümkün değil, zira muhalifler farklı zeminlerde duruyor. SUK ve ÖSO, emperyalizmle işbirliği zemininde yol alıyor ve emperyalist askeri müdahaleyi destekliyor. SUK ve ÖSO içerisinde Selefiler, El-Kaide’ye bağlı güçler, Müslüman Kardeşler örgütüne bağlı güçler önemli bir yer tutuyor. Suriye Devrimi Genel Konseyi, SUK’a yakın bir duruş sergiliyor. Yerel Koordinasyon Komiteleri, barışçıl bir muhalefet çizgisinde duruyor. SUK çatısı altında yer almayan Kürtler, her ne kadar Esad iktidarına karşı olsalar da emperyalistlerle işbirliğini ve dolayısıyla askeri müdahaleyi kesin olarak reddediyor. Ayrıca Hıristiyanlar da SUK’a bağlı muhalefetin Radikal İslamcı karakterinden dolayı bu güçlerin etkin olacağı bir Suriye’den büyük kaygı duyuyor. Temmuz ayının başında Kahire’de gerçekleştirilen muhalifler toplantısında parçalı yapı tablosu yine ortadan kaldırılamadı. Sonuç olarak, işbirlikçi nitelikte bir iç muhalefetin örgütlenmesi konusunda da emperyalistlerin istediği seviye

Salih İNCESOY

Batı emperyalizminin stratejik hedefi İran’ı düşürmek, İran merkezli “Şii ekseni”ni parçalamak. Batı emperyalizmine en güçlü direnç odağı İran, bölgesel ittifak güçlerinden -Libya ve Suriyeyalnızlaştırılıp nihai hamleye bırakılıyor. Batı emperyalizminin bölgesel çıkarlarıyla çelişen Şii ekseninin yerine, “Sünni ekseni” yaratılmak isteniyor. Sünni ekseni, kendisine aktif rol biçilen Türkiye’nin yanı sıra Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün’ü içerisine alıyor. 5


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

yakalanamadı. Bu belirlemelerden hareketle, “taktik planın neresindeyiz” sorusuna şu yanıtı verebiliriz: “Emperyalistlerin askeri müdahalesi için güçlü bir zemin henüz oluşturulamadı.”

İkinci Annan Planı Suya Yazılan Yazı mı?

İsviçre’nin Cenevre kentinde toplanan Suriye krizinin ele alın-

sınır bölgelerinde muhalif güçlerin etkinliği artıyor. Çatışmaların tırmanmasıyla birlikte muhalifler Türkiye sınırında yer alan bölgede bazı noktalarda kontrolü ele geçirdi. Bu noktaların bir kısmı Özgür Suriye Ordusu’na bağlı radikal İslamcı güçlerin eline geçerken daha büyük bir alanı kaplayan Derik’ten Afrin’e kadar uzanan hattı Kürtler kontrol altına aldı. Suriye sürecinin başından itibaren gelişen olaylara bakıldığında, Esad iktidarının Suriye genelinde egemenliğini koruma gayreti açısından gelinen aşamayı bir kırılma olarak değerlendirebiliriz.

Suriye Sürecinde Kürtler ya da Batı Kürdistan’da Durum

Çatışmaların şiddetlendiği, Esad iktidarının Suriye’nin bütünü üzerindeki kontrolünün zayıfladığı yeni aşamada, PYDSKUK ittifakı tarihsel nitelikte bir hamle yaptı. 19 Temmuz’dan itibaren Suriye Kürdistanı’nın -Batı Kürdistan- Kobani, Efrin, Cinderês, Sere Kaniye ve Derik kentleri Kürtlerin kontrolüne geçti. Şimdi Türkiye sınırının büyük bir kısmını oluşturan bu coğrafyada kontrol altına alınan kentler ittifakın oluşturduğu ortak komiteler tarafından yönetiliyor, binalarda Kürdistan bayrağı dalgalanıyor. 6

dığı liderler zirvesinden “geçiş hükümeti” oluşturulması konusunda “uzlaşma” çıktı. BM-Arap Birliği Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın belirlediği ve “2. Annan Planı” olarak ifade edilen plana göre söz konusu geçiş hükümeti, muhalifleri, Esad güçlerini ve varolan diğer grupları içerecek nitelikte. Doğal olarak Suriye denkleminde yer alan tüm güçler çıkan planı kendi durdukları yerden yorumladı ve uzlaşma sağlandığı iddia edilen zirvenin hemen ardından plan olmamışa döndü. Batı emperyalizmi ve işbirlikçileri Annan planlarına, “dış müdahaleyi frenlediği” gerekçesiyle sıcak bakmıyor. Aynı anlayışla Esad güçlerinin oluşacak bir geçiş hükümetinde yer almasına karşı çıkıyor.

Ulusal Güvenlik Binasına İntihar Saldırısı; Bir Kırılma Noktasına Doğru mu?

19 Temmuz’da Şam’da bulunan ulusal güvenlik binasına düzenlenen ve Suriye Savunma Bakanı’nın öldüğü intihar saldırısının ardından iç çatışmalar ivme kazandı. Çatışmalar, Suriye’nin iki büyük kenti Şam ve Halep’te de şiddetlendi. Her ne kadar bu kentleri de içerisine alan merkez bölgelerde Esad güçlerinin inisiyatifi sürse de

Suriye düğümünde Kürtler, yalnızca Suriye’nin geleceğiyle ilgili olarak değil, Türkiye’yi de içine alan tüm bölge açısından giderek kilit bir önem kazanıyor. Bu nedenle gözler Kürt muhalefetine çevrilmiş durumda. Suriye sürecinin başından itibaren Kürtler, silahlı ayaklanma çizgisinden ayrı bir duruş sergiledi. Kürtler, kendilerine vatandaşlık hakkı tanımayan Esad iktidarına karşı mücadele ederken, dış müdahaleye zemin hazırlama derdindeki işbirlikçi muhalif güçlerle de arasındaki mesafeyi korudu. En son Kahire’deki toplantıda Kürt muhalefetini SUK çatısı altına alma girişimi de sonuç vermedi. Kürtlerin SUK’a dâhil olmamasının temel nedeni, SUK’un işbirlikçi duruşunun yanı sıra Arap kimliği üzerinden hareket etmesi ve Esad sonrası Suriyesinde Kürtlerin statüleriyle ilgili bir ufka sahip olmaması. Yani bugün yok sayılan Kürtler, olası bir SUK iktidarı altında da Arap kimliğinin yanında yine yok sayılacaklar. Suriye Kürtleri de farklı örgütlerle kendilerini ifade ediyor. Bölgenin en etkin gücü devrimci çizgide yer alan Demokratik Birlik Partisi (PYD). PYD yakın zamanda Qamislo’da gerçekleştirdiği 5. olağanüstü kongresinde “Suriye’ye demokrasi ve özgürlük, Batı Kürdistan’a demokratik özerklik” parolasını öne çıkarttı. PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, PKK’yle felsefi ve ideolojik bir yakınlıkları olduğunu ifade ediyor. Bir diğer güç, yaklaşık 16 örgütü çatısı al-

tında toplayan Suriye Kürt Ulusal Konseyi (SKUK). Bu 16 örgütten önemli bir kısmı son derece etkisiz. Haziran ayında Erbil’de Barzani’nin ev sahipliğinde bir araya gelen Kürtler birlikte hareket etme kararı aldı. Bu kararın arka planında Suriye süreciyle ilgili olarak PKK-Barzani uzlaşmasının yattığı sır değil. Uzlaşmanın zemininin de “Esad sonrası Suriye’de Kürtlerin statü kazanmaları” anlayışında ortaklaşma olduğu kuvvetle muhtemel. Çatışmaların şiddetlendiği, Esad iktidarının Suriye’nin bütünü üzerindeki kontrolünün zayıfladığı yeni aşamada, PYD-SKUK ittifakı tarihsel nitelikte bir hamle yaptı. 19 Temmuz’dan itibaren Suriye Kürdistanı’nın -Batı Kürdistan- Kobani, Efrin, Cinderês, Sere Kaniye ve Derik kentleri Kürtlerin kontrolüne geçti. Şimdi Türkiye sınırının büyük bir kısmını oluşturan bu coğrafyada kontrol altına alınan kentler ittifakın oluşturduğu ortak komiteler tarafından yönetiliyor, binalarda Kürdistan bayrağı dalgalanıyor. Halkın güvenliğini “Halk Savunma Birlikleri” (YPG) sağlıyor. İttifak içerisinde PYD, sahip olduğu halk desteği ve askeri güçle belirleyici durumda. Batı Kürdistan giderek özgürleşiyor, Irak’taki özerk Kürt yönetiminin ardından Suriye’de de benzeri bir yapı şekilleniyor. Bu süreçte Esad güçleriyle henüz bir sıcak çatışma yaşanmadı. Ayrıca Özgür Suriye Ordusu da Kürtlerin kontrolündeki alana sokulmuyor. Şimdi Kürtlerin hedefi Batı Kürdistan’ın siyasi başkenti olarak kabul edilen Qamişlo’da. Nusaybin’in hemen karşısında yer alan bu büyük kentte Esad güçlerinin kontrolü söz konusu ve Kürtlerin Qamişlo’da inisiyatif alma girişimleri Esad güçleriyle PYD-SKUK ittifakını karşı karşıya getirebilir. YPG’ye bağlı devriyeye Esad güçlerinin saldırısı sonucu bir YPG’linin yaralanması olayı, bu durumun ilk işareti olarak değerlendirilebilir. Burada Barzani’nin süreçteki rolüyle ilgili bir parantez açalım. Barzani, stratejik anlamda PKK varlığından rahatsız ve tasfiyesinden yana. Fakat PKK’nin Kürdistan’ın tüm parçaları üze-


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

rindeki giderek gelişen etkinliği karşısında taktiksel olarak uzlaşma noktasına gelebiliyor. Barzani, Kürdistan’ın bütünü üzerindeki etkisini yitirmemek adına bu temkinli/kontrollü yaklaşımı ortaya koyuyor. Uzun vadede Barzani’nin Kürdistan’ın bütünü üzerinde yaratmak istediği ağırlık, ABD’nin bölgesel çıkarlarıyla da uyuşuyor. Dolayısıyla Kürtler arasındaki bu taktiksel yakınlaşma, kendi içerisinde bir gerilim barındırıyor.

Sıkışan Türkiye, Gürleyip Yağmayan Erdoğan…

Türkiye bu gelişmeden olağanüstü rahatsız. Güney sınırında ikinci bir Kürt devleti doğuyor. İlkini zor hazmeden Türkiye, ikincisini şu an için hazmedecek gibi görünmüyor. AKP, Suriye sürecinin başından itibaren hata üzerine hata yaptı. En büyük hatası, Esad’ın da Kaddafi gibi kısa sürede devrileceği öngörüsüydü. Esad iktidarının Suriye içerisindeki gücü, muhalefetin dağınıklığı ve Suriye’nin ittifak güçlerinin kararlı duruşu bu öngörüyü boşa çıkarttı. ABD’yle pazarlıklarında rüzgârı arkasına aldığını düşünen ve Suriye kapısından Ortadoğu’ya girerek etkin bir rol kapma hevesine kapılan AKP, işler istediği gibi gelişmeyince bocalamaya başladı. 22 Haziran’da Türk savaş uçağının Suriye tarafından düşürülmesi karşısında Türkiye’nin tavırsızlığı ve Erdoğan’ın “gürleyip de yağamayan” pozisyonu, Türkiye için Suriye düğümünün giderek kördüğüme dönüşmesinin sinyali oldu. AKP, kendi güdümündeki SUK çatısı altında muhalefeti bir araya getirebileceğini sandı. Özellikle Kürtler, Barzani’nin ikna çabalarıyla SUK’a dâhil edilmek istendi. Bu adım da boşa düştü, Kürtlere bağımsız duruşlarından geri adım attırılamadı. Sürecin başından itibaren Türk Ordusu tarafından Suriye’nin kuzeyinde tampon bölge oluşturulması konusu dillendirilip durdu. Şimdi gelinen aşamada, bu bölgede Kürt halkı kontrolü eline geçirmiş durumda ve Erdoğan bağırıp çağırmak dışında bir şey yapamıyor. Barzani de özellikle bölgenin etkin gücü PYD’ye karşı Türkiye’nin istediği şekilde

düşmanca bir yaklaşım sergilemiyor, daha doğrusu sergileyemiyor. AKP, kendi güdümündeki ÖSO’ya Kürtleri tehdit ettirebiliyor ama Barzani, SUK ve ÖSO gibi Türkiye’nin kuklası değil. Bu durumda Türkiye ne yapacak? PYD’nin ve dolayısıyla PKK’nin etkin olduğu Batı Kürdistan’ın varlığına sessiz kalsa, kendi sınırları içerisindeki Kürtlerle savaşta daha da zorlanacak. Bu tarihsel gelişmeler Kürt Özgürlük Hareketi’nin elini askeri, siyasi ve moral açıdan olağanüstü güçlendirecek. Kürt sorununu çözme niyeti taşımayan AKP’nin erime süreci bu durum karşısında ivme kazanacak. Batı Kürdistan’a müdahale etmeye kalksa, bu günkü güçler dengesinde Türkiye’nin buna gücü yetmez. Türkiye’ye, “Kürtlere karşı birlikte savaşalım” çağrısı yapan Esad’la masaya oturmaya cesaret edemez. Kısacası yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal… Suriye politikalarındaki bunca öngörü hatasının ardından gelinen aşama tam bir sıkışma hali. Ve kendi sınırları içerisindeki Kürtleri inkâr eden Türkiye’nin sınırında ikinci bir Kürt devleti…

Türkiyeli Sosyalistlerin Görevi

Hangi koşul altında olursa olsun kapitalist Suriye’de burjuvazinin temsilcisi Esad iktidarının karşısında olunmalı, Esad iktidarına karşı Suriyeli ezilenlerin eşitlik, adalet, özgürlük mücadelesinin yanında yer alınmalıdır. Halklara sömürü ve zulümden başka bir şey getirmeyen emperyalist işgale de, böylesi bir işgali destekleyen işbirlikçi iç muhalefete de öne çıkarttıkları talepleri ne olursa olsun sonuna kadar karşı olunmalıdır. “Suriye’nin kaderini Suriye halkları belirlemelidir” yaklaşımı öne çıkartılmalıdır. Suriye Kürtlerinin kendi kaderlerini tayin etme hakları savunulmalı, bu anlayışla Batı Kürdistan’ın özgürleşme süreci desteklenmelidir. Türk devletinin emperyalizmle işbirliği içerisinde Suriye’yi işgal planlarına da, başta SUK ve ÖSO olmak üzere işbirlikçi iç muhalefete verdiği desteğe de karşı olunmalıdır.

Binlerce Kişi Sivas’ta Buluştu “Biz Bitti Demeden Bu Dava Bitmez!”

Katliamın 19. yıldönümünde, şehit aileleri, Alevi örgütler, devrimci kurumlar, siyasi partiler ve çeşitli sendikalar, sabahın erken saatlerinden itibaren Sivas’ın Ali Baba Mahallesi’nde bulunan Seyrantepe Cemevi önünde bir araya geldi. Geçtiğimiz yıllarda Madımak Oteli önünde anma yapılması yasaklanmıştı. Bu yıl Valiliğin “sınırlı katılımla iznin verileceği” açıklamasına rağmen tüm kitle Madımak Oteli’ne doğru yürüyüşe geçti. Engellemelere karşı herkesin yürüme kararlılığı göstermesi, polisin geri çekilmesine yol açtı. Anma etkinliğinde yerini alan SODAP kortejinden yürüyüş boyunca, “Pir Sultanlar Ölmez Direniş Sürüyor”, “Sivas’ın Hesabı Sorulacak”, “Sivas’ın Işığı Sönmeyecek” sloganları yükseldi; Madımak Oteli’nin utanç müzesi olması ve insanlığa karşı işlenen suçlarda zamanaşımının kaldırılması talepleri dile getirildi.

7


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

İşçiler, Kadınlar, Gençler, Sanatçılar, Kürtler’den Sonra

AKP ZULMÜ VE ALEVİLER AKP, inkâr ve tehdit politikasını yeni bir aşamaya taşıyarak asimilasyoncu saldırılara devam ediyor.

Kaya GÜLER

Sünni-Hanefi anlayışının yıkılmaz kalesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’na dayandırılan kararda “Cemevi katiyen ibadethane değildir” diye fetva çıkartılır. “Sizler Müslümansanız, ibadet yeriniz camidir.”

8

C

ezaevi için Alevi Dedesi, Millet Meclisi için Cemevi talebi, Alevi evlerinin işaretlenmesi, eline halkın kanı bulaşmış katillerin yargı eliyle salıverilmesi ile ortaya çıkan durum, yargının “cemevleri ibadethane değildir, camiyle gidin” kararı, Malatya’daki fiili saldırı AKP’nin Alevi politikasını açıklıkla göstermesi açısından, üstünde düşünülmeye değerdir. Başındaki kişi ile AKP’nin Aleviliğe kibirli bakışı nicedir ipucu verse de AKP’nin faşist yönü değişik basamakları aşarak ilerliyor.

Cezaevine Alevi Dedesi, Millet Meclisi’nde Cemevi Yapılması Talebi

Bülent Özdemir Kandıra F Tipi Cezaevi’nde yatan bir tutsaktır. Adalet Bakanlığı’na bir mektup yazar, tam 7 ay sonra yanıt alır. Mektubunda “İnancım gereği Dede ile görüşmek, dertleşmek istiyorum” der. Kendi el yazısıyla yazdığı iki sayfalık mektubunda “Alevi inancına sahip devrimci bir tutukluyum. İnancımızın önderi olan dede ile dertleşmek, din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde görüşmek istiyorum.” diye seslenir.

Mektup bürokrasinin ruhsuz ve katı basamaklarından geçer, tutsağa yanıt ise bir yazı ile iletilir. Verilen cevap, Osmanlıdan bu yana uygulanandan başka bir şey değildir; inkâr ve asimilasyon. “Aradık bulamadık, Alevilik diye bir dini inanç yokmuş, böyle bir inancın bin yıl önce yok olması gerekiyormuş” diye yanıt verilir. Yakına teleskopla bakıp göremeyen ahmak ilim adamları, bu konuyu böylece kapatmaya karar verirler. Millet Meclisi’ne Cemevi açılması için başvuru CHP Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün’den gelir. Başta milletvekilleri olmak üzere tüm insanların inanç hakkı ve özgürlüğünün sağlanması açısından Alevi inancına sahip kişilerin ibadetini yapabilmesi için Cemevi’ne ihtiyaç olduğunu ifade eden Aygün, “Meclis bünyesinde öncelikle yer tesisi ve ardından da Cemevi’nin hizmete açılması için gerekli işlemlerin başlatılmasını arz ederim” der. Bu girişimi de TBMM Başkanı Cemil Çiçek tarafından reddedilir. Gerekçeleri de Dede talebine verilen yanıttan farklı değildir. Sünni-Hanefi anlayışının yıkılmaz kalesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’na dayandırılan kararda “Cemevi katiyen ibadethane değildir” diye fetva çıkartılır. “Sizler Müslümansanız, ibadet yeriniz camidir.” Dersim Milletvekilinin bu çıkışı kendi partisinden de değişik tepkiler aldı. Bunların en ilginci Sebahat Akkiraz’dan gelir. Alevi türküleri söylemenin ötesinde hiçbir Alevi hakları mücadelesinde yeri olmayan Akkiraz, Cemevi’ni inkâr eden zihniyete karşı mücadele edeceğine Dersim milletvekiline saldırmayı uygun görür. Alevi-İslam ilişkisi

üzerinden bir tartışmaya laf yetiştirme gayretiyle, belki de öyle bir boyutu kavrayamayacağı için, Mecliste Cemevi talebini “politikada günlük prim yapmanın aracıdır” diyecek kadar çirkinleşir. İşin acılı ve gülünç tarafı da Cemevlerinin yasaklanması, 1925 tarihinde 677 sayılı kanunla başlamış bir “Atatürk Devrimi” dir. O günden bu yana da yasak devam ediyor.

Alevi Evlerinin İşaretlenmesi

Devlet desteğiyle gerçekleştirilmiş sayısız saldırıyı göğüslemiş olan Alevi toplumu, uzun bir süredir evleri işaretlenerek tehdit edilmeye çalışılıyor. Adıyaman’da tam 45 ev işaretlendi. Aydın Didim’de iki Alevi evinin kapısına ’Aleviler’e Ölüm, Aleviler’i Yakın’ yazıldı. Erzincan merkeze bağlı bir Alevi köyünde okul duvarına “Kâfir Aleviler hepinizi yakacağız” yazıldı. Bazı evlere ise üç hilalli işaretler konuldu. AKP şefleri olayın üstünü örtmek için, öyle ileri geri konuşsalar da binlerce evin arasında yalnızca “senin kapına konan bir işaret” açık bir tehdidi anlatır. Madımak katillerinin höyküre höyküre ağlayan “mağdur olmuş” kız çocuklarından hislenebilen Başbakan Erdoğan, bu açık saldırıyı inkâr ediyor. “Adıyaman’da evlerin işaretlenmesi kıvırcık yalan” diyor. Kıvırcık yalan ne demekse... Yavuz hırsızı biliyoruz da!

Eline Halkın Kanı Bulaşmış Katillerin Affedilmesi

Değişik zamanlarda devletin kirli işlerini yapmış tetikçiler cezaevinden çıkarılarak ya da hiç yakalanmadan affediliyor. Onca vahşi cinayeti işleyen Hizbullahçılar ve solcu gençleri demir telle


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

boğarak öldüren Bahçelievler katilleri artık aramızda. Bir dönem “milliyetçi kampanyanın” kurbanı sevgili Hırant Dink’ i katleden organizasyonun, organizmanın üstü kapatıldı. Utanmasalar tetikçiyi de salıverecekler. 19 yıl süren Madımak Cehennemi davası malumunuz.

munu “açılım sahtekârlığı” döneminde şark kurnazlığı, esnaf oyunları ile yanına çekebileceğini düşündü. AKP’nin maskesi kısa zamanda düştü. Üstüne üstlük “ulusalcı cephenin” toparlanma gayretiyle bir Alevi kökenliyi CHP’nin başına geçirmesi, umutlarını iyice suya düşürdü.

Egemenlerin fedailiğiyle kendini kirletmişleri ya da bu yola heveslenenleri AKP neden cesaretlendiriyor? Neden teşvik ediyor? Ustalık döneminde çatlamaya başlayan iktidarını korumak için bunlardan mı medet umuyor?

Gelinen noktada AKP, Alevi inanç değerlerine karşı asimilasyoncu politikaları daha saldırgan boyutlara taşıma potansiyeli taşıyor. Kendi erimesini İşçiler, kadınlar, gençler, sanatçılar, Kürtler ve Alevilere saldırarak aşmaya çalışıyor. AKP’nin denklemini bozacak olan ezilenlerin örgütlü direnişi olacaktır. Direnişçi Alevi Gençliği asimilasyona ve saldırılara karşı tarihsel bilincinin farkındadır.

Malatya Doğanşehir’ de Neler Oluyor?

Herkesin birbirini tanıdığı bir kasabada, oruç tutmadığı bilinen Alevi-Kürt bir ailenin evinin önünde, inadına ramazan davulu çalınmasıyla başlayan gerginlik, ilk gün 50-60 kişiyle, ikinci gün 400-500 kişiyle linç girişimine dönüşüyor. Ailenin Alevi ve Kürt kimliğine dönük saldırı içeren sloganlar atılarak, istiklal marşı okunuyor. Devlet yetkilileri olayın organize olmadığını, bazı basının bunu abarttığını, üstünde durulmaması gerektiğini, yani bildik standart ezberlerini söyleyip durdular. Bildiğimiz ramazan davulcusu, gece gelir görevini yapan, bayramda yoksulluğunu hafifletecek bahşişe odaklanmış, bu sebeple toplumla gerilime girmeyen, işini yapan kişidir. Fakat buradaki davulcu hizmet görevlisi değil, Hanefi-Türk zaptiye. Gecenin köründe bir telefonla 50-60 kişi toplayabiliyor. Yeteri kadar tehdit edemediklerini düşünmüş olacaklar ki ikinci gün daha kalabalık geliyorlar, Alevilere, Kürtlere, sistem karşıtlarına mesaj göndermek için. Memleketin ezilenleri de bu mesajı çok net okudukları için, ülkenin her yerinde sokağa çıktılar. Saldırılara, tehditlere boyun eğmeyeceklerini gösterdiler.

Sonuç

AKP son döneminde kendi karşıtlarıyla gerilimini en yüksek noktalara çıkardı. Alevi toplu-

SODAP Alevilere Yapılan Saldırıyı Nurtepe’de Protesto Etti

29 Temmuz sabahı Malatya’nın Doğanşehir ilçesinin Sürgü Mahallesi’nde Alevilere yönelik olarak gerçekleşen saldırı, aynı günün akşamı Nurtepe’de SODAP tarafından düzenlenen yürüyüşle protesto edildi. Saat 20.30’da Arkadaş Kafe önünde başlayan eylem, mahalle halkının da katılmasıyla birlikte kitlesel bir protestoya dönüştü. “Alevi Sünni Çatışması Değil Faşist Saldırıdır, Direneceğiz” pankartının açıldığı eylemde sık sık “Suriye’yi Bırak Malatya’ya Bak”, “Pir Sultanlar Ölmez Direniş Sürüyor”, “Malatya Sivas Olmayacak” sloganları atıldı. Eyleme mahalle halkının yanı sıra devrimci kurumlar da destek verdi. BDP Kağıthane İlçe Örgütü, EMEP, DHF ve Halk Cephesi destek veren kurumlar arasında yer aldı. Yürüyüşte ayrıca, ertesi gün Halkların Demokratik Kongresi (HDK) tarafından düzenlenecek olan eyleme katılım çağrısı yapıldı.

SODAP ve Direnişçi Alevi Gençliği’nden Çayırova’da Eylem “Malatya Alevi Halkı Yalnız Değildir!”

Malatya’nın Sürgü beldesinde Alevi halkına yönelik linç girişimine tepkiler büyüyor. Konuyla ilgili bir protesto eylemi de Kocaeli’nin Çayırova ilçesinde SODAP ve Direnişçi Alevi Gençliği tarafından gerçekleştirildi. SODAP ve Direnişçi Alevi Gençliği’nin çağrısıyla 30 Temmuz Çarşamba günü akşam saatlerinde Erişler Abdal Musa Cemevi önünde bir araya gelen Erişler halkı, Erişler Meydanı’na kadar sloganlar eşliğinde yürüdü. “Faşist Saldırılara Boyun Eğmeyeceğiz” yazılı pankartın taşındığı eyleme yaklaşık 400 kişinin katıldı. Mahalle halkının evlerinin camlarından, balkonlarından alkışlarla destek verdiği yürüyüşün sonunda Erişler Meydanı’nda SODAP ve Direnişçi Alevi Gençliği adına basın açıklaması yapıldı. Açıklamada, ezilen halklarımız AKP faşizminin zorbalığına karşı direnişi büyütmeye çağrıldı.

9


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

“SÜNNİ-Şİİ ÇATIŞMASI” VE ÖRTTÜKLERİ M. Mert SİNAN

Birkaç yıl öncesinde salt bir retorik olan gerilim, yoğun çabalar sonucunda gerçek bir mezhepler savaşının gerekçesi olmaya doğru adım adım tırmandırılıyor. Suriye’deki “isyan”la birlikte bu iç savaş potansiyeli bölgenin her ülkesine yayılıyor. Suriye’deki çatışmaların hemen Lübnan’dan, Trablusşam’dan yankı bulması rastlantı değildir. Suriye’deki süreç derinleştikçe mezhep çatışmasının daha kanlı olmasının gerekçeleri de yaratılmış olacaktır.

1 Mavi Marmara gemisinde yolculuğa katılması planlanan AKP’li kimi vekillerin son anda geziye katılmaktan vazgeçmesi yaşanacakların öngörülebildiğini ama gerekli önlemlerin alınmadığının en açık ispatıdır.

10

O

rtadoğu’da son dönemde yaşanan tüm sıcak gelişmelerin arka planında yatan anlatılardan en önemlisi hiç kuşku yok ki Sünni-Şii çatışması üzerine kurulu olanı. Bu anlatıya göre bölgedeki Müslüman halklar Şii ve Sünni kamplar arasında bölünmüş ve birbirleriyle ihtilaflı durumdalar. Bu anlatının gücü özellikle Irak’ın ABD tarafından işgali sonrasında giderek büyüdü. Bölgede İran ve Suriye ittifakına karşı bir Sünni güç olarak görülen Saddam’ın tasfiyesi sonrasında güç dengeleri çarpıcı bir biçimde değişti. Irak’ın Şii çoğunluğun dolayısıyla da büyük oranda İran’ın etkisi altına girmesi, İran’ın bölgedeki yükselen gücünden tedirgin olan Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri açısından alarm zillerinin daha güçlü çalmasına yol açtı. İran’ın bölgede ABD müdahalesinden yararlanarak etkinliğini arttırması ABD dış politikasının son yıllarda yaşadığı en büyük fiyaskodur. Bu yeni güçler dengesi, hem İsrail hem de Suudi Arabistan için sürdürülebilir değildir. 2006’da yaşanan Hizbullah-İsrail Savaşı’nda İran’ın ve Suriye’nin büyük desteği ile İsrail’in yenilgiye uğratılması bu yeni dengenin bir tezahürü olarak okunabilir. İran, kısmen ABD karşıtı politikaları desteklemeye perde arkasından da olsa hazır olan Çin ve Rusya’nın da desteğini alarak Ortadoğu’nun en önemli bölgesel gücü olmaya soyunabildi. Böylece bölgede İran-SuriyeHizbullah ve Hamas’tan oluşan, aslında tüm İslam dünyasının İsrail ve Batı karşısında içine itilmiş olduğu utanç verici teslimiyete karşı direnişi temsil eden bir blok oluşmuştu. Bu blok Körfez monarşileri için ciddi bir tehdit anlamına gelmekteydi. Çünkü İran’ın İsrail’e karşı her politik çı-

kışı söz konusu Batı yanlısı monarşilerin işbirlikçi pozisyonunu daha açık bir biçimde teşhir etmekte, onları yoksul halklarının isyanlarına daha da açık hale getirmekteydi. İran’la aralarında Basra Körfezinin birkaç kilometrelik genişliği olan Körfez monarşileri için ABD’nin denetimine alınamamış bir İran, giderek korkutucu bir rüya haline gelmişti. Hele de İran’ın nükleer silah sahibi olarak dokunulmazlık kazanabilmeyi başarması bu hanedanlar açısından yok oluşun ayak sesleri anlamına gelmekteydi. İşte Ortadoğu’da yaşanan başat çelişkinin halklarla emperyalist sistem arasında değil de Şiiler ve Sünniler arasında olduğunu vaaz eden retorik böylesi bir ortamda türedi. Bu anlamda, söz konusu anlatının yaşanan gerçekliğin algılanışını çarpıtma noktasında önemli bir işlev yüklendiği açıktır. İran merkezli bir Şii bloğun adım adım inisiyatif kazandığı, buna karşı bir duvar örülmesi gerektiği fikriyatı hem Körfez monarşileri hem İsrail hem de Batı için önemli bir manevra alanı yaratmaktaydı. Suudi finansmanı bu cepheleşme fikrinin yaygınlaştırılması ve allanıp pullanması amacıyla ABD think-tanklarını motive etmek için kullanıldı. Askeri anlamda cephenin güçlendirilmesi için sürekli bir dış finansman sıkıntısı içerisinde olan Türkiye de Suudi dolarları ile ikna edildi. Suudi Kralı’nın Türkiye’ye yaptığı ziyaret sonrasında Erdoğan’ın Davos çıkışı ile elde ettiği prestij, Sünni cephenin İslam dünyasındaki etkinliğini arttırmak için kullanıldı. Mavi Marmara gemisinin içindekiler de bu anlatının dramatizmini arttırabilmek için bile bile ölüme gönderildiler. Katar destekli ElCezire televizyonu özelikle Arapça yayınları

aracılığıyla Ortadoğu coğrafyasında saflaşmanın derinleşmesi için yoğun bir ideolojik bombardıman yürüttü. El Kaide güçleri ise özellikle Irak’ta Sünniler ve Şiiler arasında bir iç savaşı tetiklemek için yoğun bir bombalama faaliyeti geliştirdi. En sonuncusu 24 Temmuz’da yaşanan patlamalarda olduğu gibi Şiilere dönük büyük ve şok yaratıcı kan banyoları tertip edildi.

Mücahitler İş Başında!

Birkaç yıl öncesinde salt bir retorik olan gerilim, yoğun çabalar sonucunda gerçek bir mezhepler savaşının gerekçesi olmaya doğru adım adım tırmandırılıyor. Suriye’deki “isyan”la birlikte bu iç savaş potansiyeli bölgenin her ülkesine yayılıyor. Suriye’deki çatışmaların hemen Lübnan’dan, Trablusşam’dan yankı bulması rastlantı değildir. Suriye’deki süreç derinleştikçe mezhep çatışmasının daha kanlı olmasının gerekçeleri de yaratılmış olacaktır. Yemen, Bahreyn, S.Arabistan ve Irak mezhep çatışmalarının yayılabileceği potansiyel ülkeler olarak değerlendirilebilir. Sünni cephenin Sovyetlerin Afganistan’a müdahalesine karşı yürütülen enternasyonal mücahit örgütleri aracılığı ile inisiyatif kazanmaya çalıştığı görülmektedir. Türkiye de bu kesimlerle çok yakın bir ilişki içindedir. Türkiye ve Suriye arasındaki sınır kapılarına El Kaide tandanslı örgütler tarafından el konulmuş olması rastlantı değildir. Sırtını emperyalizme yaslayan Sünni cephe, vurucu güç olarak bir kez daha mücahit örgütlerini kullanmaya devam etmektedir. Suriye’deki çatışmalarda ölen askerlerin oranca yüksekliği, Türkiye-Suudi Arabistan ortaklığının, bu unsurları silahlandırmada, finansal ve lojistik destek sağlamaktaki başarılarını(!) yansıtmaktadır.


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

Halkların gerçekten özgürlük uğruna gerçekleştirdikleri devrimleri boğmak için her seferinde harekete geçen emperyalist gericilik, kendisini diktatörlere karşı savaş retoriğinde gizleyememektedir.

Müslüman Kardeşler İşbirlikçiliği ABD’ye Umut Oldu!

Suriye müdahalesi İran’a dönük operasyonun ilk dalgasıdır. Suriye operasyonu eğer istenildiği gibi sonuçlanırsa ardından Lübnan’ın özgürleştirileceğini(!) tahmin etmek için deha olmaya gerek yoktur. İran’ın bölgedeki ittifak güçleri tasfiye edilerek, teslim alınarak İsrail güvence altına alınacak, İran’ın direncini kıracak vuruş ancak böylesi bir momentte gerçekleştirilecektir. Müslüman Kardeşler’in emperyalizmle kol kola girmeye hazır tutumu Hamas’ı zaten büyük oranda İsrail için bir tehdit olmaktan çıkarmaktadır. Müslüman Kardeşler’in resmi söyleminde her ne kadar İsrail hala bir şeytan olarak dursa da önünde büyük olanaklar açılan Müslüman Kardeşler’in meşhur pragmatizmi, İsrail meselesini sürdürülebilir bir noktada tutacak politik manevraları geliştirebilecek omurgasızlığa da sahiptir. Tahrir’in ödediği bedellerin üzerine oturarak Arap Baharı’nın dinamizmini ABD’ye altın tepsi içinde sunan MK, Filistin davasını da satmaktan geri durmayacaktır. Ortadoğu yeniden şekillenirken Sünni-Şii çatışması retoriğinin yansımaları Türkiye siyasetinde de rahatlıkla gözlenebilmektedir. İnanç özgürlüğü konusundaki hassasiyeti(!) herkesin malumu AKP, Alevilik inancını her fırsatta hiçe saymaktan geri durmamaktadır. Türkiye’nin yeni İslami burjuvazisi kendisine yeni şekillenen Ortadoğu’da çok başat bir rol biçiyor. Bu iddialı konumlanışı Davutoğlu’nun demeçlerinde rahatlıkla okuyabiliyoruz. Türkiye’nin Ortadoğu’da hegemonik bir rol oynayabilmesi hem daha İslami bir toplum haline dönüşmesine hem de direngen Alevi kesimin politik basınç altında tutulabilmesine bağlıdır.

Sivas Katliamı sanıklarının Erdoğan tarafından affedilmesi, Akit gazetesinin Sivas’ta yakılanların aslında kurşunlanarak öldüklerine dair son bombası, kimi illerde Alevilerin evlerinin işaretlenmesi bu hizaya getirme operasyonunun parçalarıdır.

AKP’ye Direnmek Halkların Kardeşliğine En Büyük Katkıdır.

Bu politik kurguların sonucunu, büyük oranda yürütücülerinin mahareti ve halkların uyanıklığının ve örgütlü müdahalesinin kalitesi belirleyecektir. Emperyalist mutfaklarda pişirilen hiçbir kurgu, başarı garantili değildir. Halkların iradesi her zaman bu planları boşa çıkarabilme yeteneğine sahiptir. İster Şii ister Sünni tüm Müslüman emekçiler kardeştirler. Onları birbirine kırdırmaya çalışan, bunu da demokrasi havariliği kostümüyle yapmaya çalışanlar emperyalistler ve bölge halklarının en büyük düşmanı haline gelmiş hanedanlardır. SODAP, halklarımızı birbirine kırdırmaya dönük tüm kışkırtmalara karşı halkların kardeşliğinin en inançlı savunucusu olacaktır. Emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadele, mezhepler çatışmasına geçit vermemeyi gerektirir. Sünni kampın tetikçiliğine soyunan AKP’ye karşı yürütülecek mücadele bölgede halklar arasındaki barışa yapılacak en büyük katkı olacaktır.

Halkların Demokratik Kongresi Binlerce Kişiyle Nurtepe’de “Malatya Sivas Olmayacak” dedi Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Kağıthane İlçe Meclisi’nin çağrısıyla bir araya gelen yaklaşık iki bin kişi Malatya’da yaşanan faşist saldırıyı protesto etti. 30 Temmuz Pazartesi akşamı Sokullu Caddesi’nde toplanan kitle, “Alevi Sünni Çatışması Değil Faşist Saldırıdır” yazılı pankart açarak, “Malatya Sivas Olmayacak” sloganları eşliğinde yürüdü. Yürüyüş sırasında mahalle halkının büyük destek verdiği eylemde Halkların Demokratik Kongresi adına bir basın açıklaması yapıldı. Açıklamada linç girişimimin hükümetin ırkçı ve milliyetçi politikalarının bir sonucu olduğu ifade edilerek Alevi - Sünni, Türk - Kürt bütün halkla birlikte bu saldırıların boşa çıkartılacağı vurgulandı. HDK Eyüp İlçe Meclisi’nin de katıldığı eyleme DHF de destek verdi.

11


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

HALKLARIN DEMOKRATİK KONGRESİ, PARTİ KURULUŞU SÜRECİNİ BAŞLATTI 15-16

Ekim’deki Kuruluş Kongresinde kendi kuruluşunu bir kongre-parti olarak tanımlayan Halkların Demokratik Kongresi (HDK), 12-13 Mayıs tarihinde gerçekleştirdiği 1. Olağan Genel Kurulu’nda 2013 sonuna alınması beklenen yerel seçimlerin yakınlığını da göz önünde bulundurarak parti kuruluş çalışmalarının bir an önce başlatılması ve 2012 sonbaharında parti kuruluşunun gerçekleştirilmesi kararını aldı. Alınan bu karar çerçevesinde bir yandan pratik hazırlıklar, diğer yandan da partinin program ve tüzüğüne, parti kongre ilişkilerine dönük tartışmalar başlatıldı. HDK’yı oluşturan tüm bileşenlerin kurulacak partiden beklentilerinin farklı olması olağan bir durumdur. Ancak bizce bu süreçte ortaklaşılması gereken en önemli ilke, parti kuruluşunun Kongre oluşumunu perdelememesi, muğlâklaştırmaması, ikincilleştirmemesidir. Kürt Demokratik Hareketi ile Türkiye Sosyalist Hareketinin çekirdeğini oluşturduğu bu mücadele ortaklığının, bileşenlerinin farklılığı göz önüne alındığında kendisini en iyi ifade edebileceği politik form, “meclisler” mantığına dayanan KONGRE formudur. Pekçok siyasal ve toplumsal mücadele alanını ve örgütlenmesini içinde barındıran HDK, bu farklılıkların bir gereği olarak esnekliği, gönüllülüğü ve en önemlisi yerelliği içermek durumundadır. Farklıların farklılığını koruyarak yan yana, omuz omuza mücadele edebilmeleri hedefini ortaya koyan kongre, aynı zamanda farklı sorun alanlarında birbirine güç veren ortaklaşmanın adıdır. Diğer yandan henüz kendini inşa sürecinin ba-

12

şında olan kongrenin hala en yakıcı gündemi, önüne hedef olarak koyduğu tüm politik konularda etkili bir politik güç olma, bunun bir görüntüsü olarak mücadele dinamikleri arasında yaygınlaşma, geniş kesimlere ulaşmadır. Gözden kaçırılmamalıdır ki, Kongrenin bir parti kurması kendisinin partileşmesi değildir. Önümüzdeki süreçte de KONGRE yoksulların, ezilenlerin, dışlanmış-yok sayılmışların siyasetinin yapılmasının temel zemini olarak kalmaya devam edecektir. Kurulacak olan parti, Kongrenin kendisini seçimlerde tüzel kişilik olarak ortaya koyma ihtiyacının bir ürünüdür. Parti, bu bileşimin seçimlere ortak bir perspektifle katılabilmesinin bir aracı olacaktır. Özellikle önümüzde yer alan yerel seçimler, HDK’ya temel çerçevesi belli olan yerel yönetimler yaklaşımını ayrıntılandırma, bunu geniş kesimler içinde tartıştırma ve nihayetinde pek çok yerel birimde hayata geçirme olanağı sunacaktır. Bu süreç kitleler içinde yaygınlaşma, politik bir güç olarak kendini ortaya koyma konusunda elverişli bir ortam yaratacaktır. Bu ortam iyi değerlendirilirse HDK’yı büyütür. Politik çerçevesini Kongrenin belirlediği bir parti, seçim sürecinde ortak bir dil ve ortak bir perspektif oluşturmayı, geniş kesimlere çağrı çıkarmayı kolaylaştırabilir. Diğer yandan önümüzde sadece seçimler değil aynı zamanda ekonomik kriz ve bölgesel savaşlarla koşullanan ve büyük politik altüst oluşlara açık bir süreç var. Büyük altüstlükler halklardan, ezilenlerden, emekçilerden yana seçenekler oluşturmak için önemli olanaklar sunacaktır. Tarih ve günümüz dünyası bunun örnekleriyle doludur. Böylesi bir süreçte

en önemli mesele birlikte yürüme iradesine sahip çıkmaktır. Bütün eksikliklerine rağmen HDK ile yaratılan birlikte yürüme iradesi büyük öneme sahiptir. Asıl enerjimizi bu iradeyi diri tutmaya ve büyütmeye vermeliyiz. Parti me-

selesi, birlikte yürüme iradesini yıpratacak bir tartışma yaratmamalı. Kongre birlikte yürüyüşümüze ve gerçekliğimize en uygun örgütsel model olarak görünüyor. Kongrenin asıl olduğu unutulmamalı.

12-13 Mayıs Hdk 1. Genel Kurulu Kararlarından…

Partinin Rolü Parti ise, Kongre içindeki bir yapı olacaktır. Kongre’nin bütün ilkelerini ve politik yaklaşımlarını benimseyecektir. Yerel seçimlere, genel seçimlere, Cumhurbaşkanlığı seçimine katılma sürecinde etkin olacaktır. Kongre bileşenlerinin seçimlere birlikte ve ortak adaylarla girebilmelerinin ve faaliyet sürdürebilmelerinin; ayrıca Kongre dışında yer alan siyasal partiler ve oluşumlar dahil her türden örgütlenmenin de bir seçim ittifakına katılabilmesinin bir aracı olacaktır. Kongre ile parti ilişkisinde biri diğerinin yerine konamaz. ‘Parti olduk, Kongre bitti; Kongre var, partiye gerek yok’ da denemez. Kongre partiye dönüşmeyecek, varlığını ve etkinliğini sürdürecek, ama seçimler alanında kendi geniş çalışmasını gerçekleştirecek bir araç yaratacaktır. Yani işlevleri farklıdır ve parti bu aşamada Kongre’nin seçimlerdeki siyasal koludur.

15-16 Ekim tarihindeki Kuruluş Genel Kurulu’nda aldığımız ‘Parti için hazırlık’ kararı şöyleydi: Kongremiz, yerel yönetim ve milletvekili genel seçimlerinde siyasal amaç ve çıkarlarının ifadesi olacak ve temsil gerekliliklerini karşılayacak bir parti oluşumunu başlıca örgütsel hedeflerinden biri olarak benimser. Kongre bileşenleri, partide yer alıp almamakta bütünüyle özgürdür. Partiye katılan Kongre bileşenleri, katılmayanlar karşısında bir ayrıcalık kazanmaz; katılmayanlar da katılanlar karşısında hak kaybına uğramaz. Kongremiz, bu hedefi gerçekleştirmek üzere, Genel Meclisi görevlendirir. Bileşenlerin partiye katılımı ve partinin işleyiş kurallarına ilişkin usul ve esaslar Genel Meclis’in önerisi ve Kongre Genel Kurulu kararıyla belirlenir. Bu karara göre: Kongre’nin ve meclislerin rolü... Kongre esastır. Yani bireylerin, çeşitli siyasal partilerin ve yapıların, demokratik örgütlerin, emek ve meslek örgütlerinin, sendika üyelerinin, derneklerin, yurttaş inisiyatiflerinin içinde yer aldığı Kongre, varlığını ve geniş yapısını, meclisler biçimindeki örgütlenmesini, faaliyetlerini sürdürecek, bunları geliştirecek, kendini genişletme çabasından vazgeçmeyecektir.

Diğer Partiler ve Bireyler Partiye katılan Kongre bileşenleri, kendi özgün faaliyetlerini sürdürmekte bütünüyle özgürdür. Partiye katılmak bileşenlerin siyasal ve toplumsal etkinliklerinde bir sınırlamayı ön gerektirmez. Bununla birlikte dileyenler faaliyetlerini bütünüyle HDK bünyesinde sürdürmekte de özgürdür. Bu ilkeler partiler ve siyasal yapılar için olduğu kadar, bireyler ve platformlar için de geçerlidir.


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

KENTSEL DÖNÜŞÜM VE TOKİ

G

eçtiğimiz ay Samsun’da yaşanan selde TOKİ’nin yaptığı konutlarda yaşayan 13 kişi hayatını kaybetti. Bu kayıplar kentsel dönüşüm projesini ve TOKİ’nin yaptığı konutların güvenirliğini bir kez daha gündeme getirdi. Yaşananların ardından yaptığı açıklamada Erdoğan, “Konutlar dere yatağına yapılmamıştır” dedi. Oysa İnşaat Mühendisleri Odası Samsun Şube Başkanı Tüfek, 2007 yılında dere yataklarına bina yapılmaması uyarısında bulunduklarını söyledi. Konuyla ilgili açıklama yapan TOKİ, “Daha büyük bir felaketin önüne geçilmiştir. Eski evler yıkılmasaydı daha fazla can kaybı olurdu” dedi. Yani “şükür” deyip oturacak, yakınlarını kaybedenler. Afet Yasasıyla ülkedeki bütün riskli yapılar, -yaklaşık 7 milyon konut- tespit edilip yıkılacak. Bu 700 milyar dolarlık bir “dönüşüm” . Bu dönüşümün baş aktörü TOKİ’nin teknik ve bilimsel güvenirliği Samsun’da deşifre olmuştur. Daha Samsun’la ilgili tartışmalar sürerken bir haber de Kütahya Simav’dan geldi. 21 Temmuz’da yağan yağmurun ardından yaşanan selde TOKİ konutlarının alt katlarını su bastı. Depreme dayanıklı olduğu iddiasıyla bu konutlara yerleştirilen insanlar selden kurtulamamıştır. Olası depreme karşı konutların ne kadar güvenlikli olduğuyla ilgili ise fazla yorum yapmaya sanırız gerek yok. Kentsel dönüşüm projesi kapsamında evleri ellerinden alınan, yıkılan, insanlar daha sağlıklı ve dayanıklı evler diye borçlandırılarak TOKİ’nin konutlarına yerleştiriliyor. Sonra başlarına bu geliyor. Göz göre göre katliam yaşanıyor. Kentsel dönüşümün bir yüzü, rantı yüksek alanların para babalarına peşkeş çekilmesiyse diğer

yüzü TOKİ marifetiyle ekonomide inşaat sektörünün belirleyiciliğidir. AKP, iktidarı boyunca ekonomiyi inşaatlar üzerine kurdu. TOKİ eski başkanı, şimdiki Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, geride kalan 10 yılda 500 bini kamu, 4,5 milyonu özel sektör eliyle olmak üzere, 5 milyon konut yapıldığını söylüyor. Son on yılda ekonomideki büyüme inşaat odaklı. Ama bu büyüme dışa borçlanan, iç talebi artırmaya dönük ve ithalata dayalı olduğu için cari açığı büyütüyor. AKP, bu sektör sayesinde dayandığı sınıftan pek çok para babasının daha da palazlanmasına hizmet etti. İhsan Eliaçık’ın dediği gibi “eskinin mücahitleri oldu müteahhit”. Birilerinin daha da zenginleşmesi için insanlar öldürülüyor. Kentsel dönüşüm süreci ile ilgili önemli bir tartışma da Fikirtepe’de yaşanan ‘dönüşüm’le ilgili. 2004 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile yetkilendirilen İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Kadıköy’e bağlı Fikirtepe, Dumlupınar, Eğitim Mahallesi ve Merdivenköy mahallelerini Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında imara açtı. Ardından pek çok inşaat firması bölgeye akın ederek halka tekliflerde bulundular. Şehrin merkezindeki böylesi rantı büyük bir alandan pay kapmaya çalıştılar. Mesele, basında “Fikirtepe zengin oluyor” diye yer aldı. Kentsel dönüşümde halkın ne kadar kârlı çıkabileceğine örnek olarak sunuldu. Oysa olayın iç yüzü öyle değil. En önemli fark Fikirtepe’deki arsalar ve evler kişilere ait. Diğer bölgelerde durum farklı. İkincisi bölgenin imara açılmasıyla önce 80 metre ile sınırlandırılan imar izni, itirazların ardından kaldırıldı. Yükseklik tartışmasının diğer bölgelerde bu kadar kolay sonuçlanması beklenemez. Zaten görünen o ki hükümet, Fikirtepe’yi kentsel dönüşümün yıldızı yapıp diğer bölge sakin-

lerini ikna etmeye çalışacak. Ancak Fikirtepe’deki süreç de sancılarla yürüyor. İnşaat firmalarının hücum ettiği bölgede, halk tedirgin. Firmaların kendilerini kandırmasından korkuyorlar. Özellikle sözlü vaadlerin sözleşmede yer alması noktasında sıkıntılar yaşanıyor. Bu konuda aracıların ciddi bir rant peşinde olmasından tedirgin olan halk, firmaların teklifleriyle direkt muhatap olmak ve cevap üretebilmek için komisyonlar kurmuşlar ve bir büro açmışlar. Halk belli bir inşaat firmasıyla anlaşamazsa ihale TOKİ’ye kalacak. Bir diğer önemli ve sıkıntılı konu ise bu projenin tamamlanmasının ardından aslında pek çok mahalle sakini artık bu mahallede yaşayamayacak. Çünkü yeni ya-

pılacak konutların yüksek tutarlı aidatlarını ödeyemeyecekler. Bunun sonucu mahallenin kültürel dokusu çözülecek. AKP’nin Kentsel Dönüşüm Projesi’ni uygularken sadece zorunu kullanamayacağı açıktır. Halkın direnişiyle başa çıkamaması olasılığının yanı sıra yerel seçimlerin yakın olması da bunda etkendir. AKP’nin esnafça göz boyama ve kandırma politikalarına karşı da uyanık olmalıyız.

Bahar EKİNCİ

Kentsel dönüşüm projesi kapsamında evleri ellerinden alınan, yıkılan, insanlar daha sağlıklı ve dayanıklı evler diye borçlandırılarak TOKİ’nin konutlarına yerleştiriliyor. Sonra başlarına bu geliyor. Göz göre göre katliam yaşanıyor. 13


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

Mehmet YILMAZER

S

uriye’deki gelişmeler Türkiye için birdenbire Kürt sorununa dönüştü. Ankara kendi Kürt sorununda önemli bir tıkanma noktasına gelip dayandığı anda Şam’ın taktik adımları sonucu Türk devletinin Kürt sorunu büyümüş, çok daha karmaşık hale gelmiştir. Oysa bir müddet önce Beşir Atalay yeni bir açılım ihtimalinden bahsetmişti. Hatta “yakında başbakan önemli açıklamalar yapacak” diyerek yeni bir beklenti yaratmaya çalıştı. Başbakan “Kürtçenin seçimli ders olacağını” açıkladığında bir kez daha dağ fare doğurdu. Aynı süreçte Leyna Zana’nın açıklamaları üzerinden Kürt halkı içinde beklentiler yaratmaya çalışan iktidar bunu da başaramayınca, tüm kinini 14 Temmuz’da Diyarbakır’daki gösteriler sırasında kustu.

Irak Kürt Federe yönetiminin kurulmasından sonra, Suriye’nin Kürt bölgesinde fiili olarak “Yüksek Kürt Konseyi”nin şekillenmesi, Türk devletinin Kürt politikası için yeni bir kâbustur.

Irak Kürt Federe yönetiminin kurulmasından sonra, Suriye’nin Kürt bölgesinde fiili olarak “Yüksek Kürt Konseyi”nin şekillenmesi, Türk devletinin Kürt politikası için yeni bir kâbustur. Kâbusun Türkiye ve Suriye tarafına ayrı ayrı bakalım. Suriye’nin Kürt bölgesindeki gelişmeler tam da Türkiye’de sorunun tıkandığı bir zamana denk geldi. Tıkanma son seçimler öncesi sözde açılımın boşa düşmesi ve AKP’nin “artık Kürt sorunu yoktur” açıklamasıyla başladı. Bu gerçekler dikkate alındığında Leyla Zana’nın “sorunu Erdoğan çözer” açıklaması kitleler içinde boşa beklenti yaratmaktan başka bir anlama sahip değildi. Başbakan, bir dönem Kürt halkı içinde umut yaratabilmişti; bu özelliğini “ustalık döneminde” tümüyle kaybetmiştir. Zana’nın açıklamaları bu yitirilmiş özelliği yeniden canlandırmak gibi hatalı bir rol oynamıştır. Ancak bizzat Erdoğan’ın kendisi davranış ve açıklamalarıyla böyle her türlü beklentiyi boşa çıkarmaktadır. Kürt sorununu çözmek için AKP iktidarının attığı belki de son adım “tercihli Kürtçedir”. AKP ve devlet, Kürt sorunun çözümünde PKK’nin tasfiyesine

14

BÜYÜ “KÜRT SO

odaklanmıştır. Bunun gerçekleşebilmesi için Barzani’nin “yardımı” gerekmektedir. Aslında AKP hükümeti kendi Kürt sorununun çözümünü Barzani’ye havale etmiştir. Birkaç ay önceki yoğun diplomasi trafiği hatırlanırsa (Barzani’nin Washington ve Ankara ziyaretleri) kapı arkasında nelerin konuşulduğunu tahmin etmek zor değildir. Ancak bunun kadar kesin olan bir gerçek daha varsa, o da AKP’nin yansıttığının tersine Barzani, Ankara’ya PKK’nin tasfiyesi konusunda kesin bir söz vermemiştir. Fakat hükümet tek çıkar yol olarak Kandil’in tasfiyesini gördüğü için, bu konuda Irak merkezi hükümetine güvenemeyeceğine göre bütün kartlarını Barzani üzerine oynamak, “Büyük Türk Devleti”nin gücüyle onu baskılamak yolunu seçmiştir.

Ancak “Büyük Türk Devleti”nden daha büyük ABD var. Barzani, Washington’un kendisine sağladığı alanda kıvrak manevralar yapmaya devam ediyor. Bu manevraların önünü kesmeye mevcut dengelerde Türkiye’nin gücü yetmez. Bunu en ironik bir şekilde geçenlerde Genelkurmay başkanı ağzından kaçırdı. Sonuç olarak, AKP iktidarı Kürt sorununun çözümünde PKK’nin tasfiyesine kilitlendiği için her geçen gün bir kırılma noktasına yaklaşıyor. Ülkede binlerce Kürt politikacıyı tutuklayarak, Kürt Halkının en meşru temsilcisi BDP’yi her gün aşağılayarak; bölgede ise bütün kartlarını Barzani’ye oynayarak kırılma noktasına doğru koşarak gidiyor.


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

ÜYEN SORUNU”

sınırla “PKK ile komşu” olunca çilen çıktı. Ankara’yı çileden çıkartan ikinci neden, güvendiği Barzani’nin Suriye Kürt bölgesinde PYD ile işbirliği yaparak geçici bir yönetim oluşturmasıdır. Erdoğan, hemen Davutoğlu’nu Barzani’yi azarlaması için Erbil’e yolluyor. Ancak boşa bir çaba! Ankara kendisini içine soktuğu çıkmazda debelenip duruyor. Kendi sınırları dışına taşıp bölgedeki Kürtlerin dostlarını ve düşmanlarını Ankara’nın belirlemeye kalkması, tümüyle kendi Kürt politikasının tutarsızlığından kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak, bölgedeki gelişmeler Kürt sorununun hem boyutunu büyütüyor, hem de siyasal niteliğini yükseltiyor. Yarın Suriye’deki gelişmelerin benzeri İran’da yaşanmaya başlarsa sorun gerçek boyutlarına kavuşmuş olacaktır. Bu noktadan bakıldığında Ankara tam bir açmaz içindedir. Bölgede önderliğe soyunan Ankara, Kürt sorununda kendi çözümsüzlüğünü diğer alanlara da taşımaya çalıştıkça politik kırılganlığını arttırıyor. Suriye sorununun Türkiye için hızla Kürt sorununa dönüşmesi, efelenip duran Ankara’nın aşil topuğunu bir kez daha en çarpıcı şekilde açığa vurmuştur.

Durum bu noktaya gelmişken, “birdenbire” “Kuzey Irak” yetmiyormuş gibi bir de “Kuzey Suriye” sorunu patlak vermiştir. Elbette Ortadoğu hakkında biraz bilgisi olan birisi için bile gelişmeler hiç de “beklenmedik” değildir. Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgesindeki durumun ne ölçüde kalıcı olduğunu bugünden öngörmek hemen hemen imkânsızdır. Ancak bu gelişmelerden sonra, Şam’ın zulmü bölgeye yeniden geri dönse bile artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Bu bölgede PYD’nin egemen olduğu biliniyor. Suriye’deki gelişmeler kritik bir noktaya giderken Şam yönetimi şimdilik taktik seviyede bölgeyi kendi sahiplerine bıraktı. Bu noktada KDP ve PYD birlikte Yüksek Kürt

Konseyi’ni oluşturdu. Bu durum Ankara’yı çileden çıkardı. Başlıca iki nedenden dolayı… PYD’nin PKK ile yakın bağlarından dolayı Erdoğan bu bölgeyi bir terör üssü olarak ilan etti. Böylece iktidar, Kürt halkı ile ilgili tehdit alanını genişletti. Bir dönem Kuzey Irak ve Barzani yönetimi ile ilgili tehditler hatırlansın. Günler aktıkça Ankara’nın Kuzey Irak’la ilgili kırmızıçizgileri önce sarıya döndü, sonra da silinip gitti. Ankara şimdi benzer tehditleri Suriye Kürdistan’ına yönlendiriyor. Sözde Suriye muhalefetini demokrasi için destekleyen Ankara, kendisini birdenbire Suriye’deki Kürt Halkının karşısında buluyor. Kürt Halkının kendi tercihi önemli değildir, Suriye bile olsa doğrusunu Ankara bilir. Şam’a karşı esip gürleyen Erdoğan birdenbire sekiz yüz kilometrelik

Ancak “Büyük Türk Devleti”nden daha büyük ABD var. Barzani, Washington’un kendisine sağladığı alanda kıvrak manevralar yapmaya devam ediyor. Bu manevraların önünü kesmeye mevcut dengelerde Türkiye’nin gücü yetmez. Bunu en ironik bir şekilde geçenlerde Genelkurmay başkanı ağzından kaçırdı.

15


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

YENİ YALANLAR DİZİSİ REYTİNG REKORLARI KIRACAK: “ZENGİNLER DE AĞLAR” Sevgi EVRİM

D

evlet uzun süredir patronları kıdem tazminatı yükünden kurtarmak ve esnek-güvencesiz çalışmanın kurallarını yerleştirmek için çaba sarf ediyor. Son çalışması olan kıdem tazminatının fona devredilmesini de bunun için uygulanmaya hazırlanırken büyük bir iştahla kamuoyu kıdem tazminatı fonunun “iyi bir şey” olduğu yalanına inandırılmak isteniyor. Bunun için medya, Çalışma Ba-

1980 darbesi ile başlatılan ve yıllardır uygulanan ekonomik politikaların sonucunda birçok hakkımız elimizden alındı. Yaratılan düzende zengine cennet, yoksula sefalet düşüyor. Bırakın işçi için, emekçi için “iyi bir şey” olmasını, elimizde kalan sağlık ve kıdem tazminatı hakkımız da birilerine fazla gelmeye başladı. Gözlerini gidebildiğimiz tek hastane olan devlet ve üniversite hastanelerine, yeşil kartımıza ve kıdem tazminatımıza diktiler. Kıdem tazminatı, günlerce süren grevler, milyonlarca işçinin katıldığı yürüyüşlerle, açlıkla, sabırla sınanarak kazandığımız ve geleceğimize dair elimizde kalan tek hak. Sahi bir işçi için kıdem tazminatının önemi nedir?

Kıdem tazminatı emeğimizin somut karşılığı, yıpranma payımızdır. Kıdem tazminatı, geleceğimizdir, aldığımız evin peşinatı, yenilenecek eşyanın birkaç taksiti, çocuğun dershane parasıdır. Kıdem tazminatı iş güvencemizdir. Patronların bizi işten kolay kolay atamamasıdır. 16

kanlığı, iş müfettişleri ve başkaca kurumlar canla başla savaşıyor. Kocaman bir yalanlar dizisi daha vizyona girdi ve meclis tatilden döner dönmez reytingler tavan yapacak. Bu yalanlar dizisinin bölüm başlıkları şunlar: 1 yıldan az çalışan işçiler de kıdem tazminatı alacak diyorlar: YALAN İstifa eden işçi derhal kıdem tazminatı alacak diyorlar: YALAN Patron iflas etse de kıdem tazminatı alınacak diyorlar: YALAN

Kıdem tazminatı emeğimizin somut karşılığı, yıpranma payımızdır. Kıdem tazminatı, geleceğimizdir, aldığımız evin peşinatı, yenilenecek eşyanın birkaç taksiti, çocuğun dershane parasıdır. Kıdem tazminatı iş güvencemizdir. Patronların bizi işten kolay kolay atamamasıdır. Biz işçiler için son derece önemli olan bu hakkımızı; kazanamamaktan, işçi maliyetlerinin yüksekliğinden şikâyet edip ağlanan zenginlerin talebiyle kayıp mı edeceğiz? En büyük patron olmaya soyunan devletin kıdem tazminatı fonu adı altında topladığı paralarımızla patronlara teşvik paketleri hediye etmesine müsaade mi edeceğiz? Yeter ki sıcak para gelsin denilerek gözümüzün içine bakıla bakıla söylenen yalanları onların gözüne sokmadan her şeyi kabul edip tufan başladığında Nuh’un bizi gemisine almasını mı bekleyeceğiz?

Kıdem tazminatının fona devredilmek istenmesinin işçiye yansıyacak karşılığı, kaldırılması ile eş değer olacaktır. Zira “kıdem tazminatı fonu” uygulaması biz işçi ve emekçiler için “iyi bir şey” olmak şöyle dursun köleliğin yasalaşması anlamına geliyor. Çünkü kıdem tazminatının kaldırılması; - patronun bizi bir kalemde işsiz bırakması demektir. - emeğin ucuzlaması, - yıpranma karşılığında aldığımız hakkın kaybolması - esnek çalışmanın yaygınlaşması, - kayıtsızlığın, güvencesizliğin artması demektir. Oysa mevcut sistemde 1 yıllık çalışması olan bir işçinin kıdem tazminatı alma hakkı zaten başlıyor. Kadın işçinin evlendikten sonra, bir yıl içinde işten ayrılması; erkek işçinin askerlik hizmeti nedeniyle işten ayrılması; işçinin, yaşlılık, emeklilik ve malullük aylığı almak için işten ayrılması; işçinin, değişik işyerleri de olabilecek şekilde 15 yıllık sigortalılık süresi ve bu süre içinde toplam 3600 gün prim ödemesi varsa bunu sebep göstererek işten ayrılması; işçinin haklı sebeple işten ayrılması durumlarında ve işverenin 25/ II. madde dışındaki fesihlerinde işçiye kıdem tazminatı ödenmek zorundadır. Çalışılan her yıl için 30 günlük giydirilmiş brüt ücret tutarınca kıdem tazminatı ödenir. Giydirilmiş brüt ücrete, patronca verilen yemek, yol, ikramiye, prim gibi sosyal hakların dâhil edilmesi sonucu ulaşılır. Ancak şimdi uygulanmak istenilen sistemler; 1 yıldan az çalışan işçilerde


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

kıdem tazminatı alacak diyorlar: YALAN İstifa eden işçi derhal kıdem tazminatı alacak diyorlar: YALAN Patron iflas etse de kıdem tazminatı alınacak diyorlar: YALAN Kıdem tazminatının fona devredilmesi ile neler değişecek: Yalanın başında fon uygulamasına geçildiğinde “Fonla herkes tazminat alabilecek” söylemi geliyor. Halen bir işyerinde 1 yıl çalışmış bir işçi kıdem tazminatı hakkını kazanırken yukarıda sayılan tüm haklar kaldırılacak ve işçi sadece aşağıdaki 3 şarttan birinin varlığı halinde kıdem tazminatı fonuna başvurabilecek: 1- Adına en az 10 yıl (3600 gün) prim ödenen işçinin işten ayrılması, 2- İşçinin emekli olması, 3- İşçinin ölümü Eğer bu 3 gerekçeden biri yoksa işçinin patrona verdiği emeğin karşılığı olmayacak. 9 yıl 11 ay çalışmış ve bir daha da sigortalı iş bulamamış bir işçi kıdem tazminatı almak için devlet kapısına gidemeyecektir. Yıpranma hakkı, iş güvencesi, çocuklarımızın geleceği yalan olacaktır. Fon uygulaması başladığı takdirde: • İşçi, hiçbir neden olmaksızın işten çıkartılabilecektir! • İşçi, patron tarafından hakarete uğraması, kötü muameleye maruz kalması, tacize uğraması gibi hallerde, haklı nedenle işten ayrılarak, kıdem tazminatı alamayacaktır! • Evlenen kadın işçinin tazminat hakkı kaldırılacak! • Askere gidecek olan işçinin tazminat hakkı kaldırılacak! • Sigortasız çalıştırılan işçinin tazminat hakkı kaldırılacak! Sigorta primi eksik ödenen, kıdem fonuna primi ödenmeyen işçinin tazminat hakkı olmayacaktır • Kıdem tazminatında faiz uygulaması kaldırılıyor! Halen

mahkeme 3 yıl da sürse 3 yılın sonunda hakkına faiziyle kavuşabilen işçinin, fon başlayınca 10 yıl beklediği alacağına 1 kuruş faiz bile işlemeyecektir • Hadi her şey yolunda gitti, fona başvurma hakkını kazandık diyelim. Bu defa da alabileceğimiz tazminat miktarı düşecektir. 1 yıla 1 giydirilmiş maaş olan kıdem tazminatı, fondan sonra 1 yılına asgari ücretin 1/3 ü kadar belirlenecektir. Ve artık sosyal haklar ücretin hesabına katılmayacaktır. Fondan alınan para, kıdem tazminatından çok daha az olacaktır! • Fona yatacak para ücreti asgari ücret olduğu için işçilerin çoğu, fondan asgari ücret üzerinden para alacaktır! • Şu anki düzenlemede işçilerin 3600 prim günü(10 yıl) ve en az 15 yıllık sigortalı olması halinde tazminat alabilmeleri ve en başta sayılan sebeplerle işten kendi isteğiyle ayrılan işçinin kıdem tazminatı isteme hakkı zaten vardır. • Fonun geleceği belirsizdir! İşsiz kaldığımızda işsizlik maaşı alamamamız gibi kıdem tazminatı fonu da amaç dışı kullanıma açık olacaktır. Çünkü yönetiminde 2 devlet temsilcisi, 2 patron temsilcisi ve 1 işçi temsilcisi yer alacaktır. Ve karar için 3 oy yeterli sayılacaktır. Kıdem tazminatının fona devredilmesi ile çalınan sadece kıdem tazminatımız değil geleceğimizdir.

Yalanlara İnanmayalım!

Yukarıda kıdem tazminatı fonu ile yapılmak istenilenleri anlattık. “Kıdem tazminatını kaldırmıyoruz” diyenler, açlık sınırı 990 TL, yoksulluk sınırı 3200 TL iken asgari ücreti 700 TL olarak belirleyenlerdir. Halkın gözünün içine baka baka yalan söyleyenlerdir. Bizi işsizliğe, yoksulluğa mahkûm edenlerdir. Biz kaderimizi başkalarının eline bıraktığımız sürece bu bize söylenen son yalan olmayacak. Daha önümüzde uygulanma sırası bekleyen onlarca hak gaspı var. Patronlar,

istihdam bürosundan istediği zaman işçi kiralayacak, işi bitince atacak ve işçi ile arasında hiç bir hukuki bağ olmadığından patronların herhangi bir sorumluluğu da olmayacak. Kiralık işçinin, stajyer işçinin ne kıdem hakkı, ne sendika hakkı, ne yıllık ücretli izin hakkı ne de diğer sosyal hakları kalacaktır. İş güvencesi ortadan kalkacak, gelecek nesillere bırakacağımız bir emekli maaşımız dahi olmayacaktır. Daha bitmedi. Ardından, 600 TL asgari ücreti bize çok görecekler ve “bölgesel asgari ücreti” uygulamak isteyecekler.

Kıdem Tazminatının Kaldırılması Yarınımızın Çalınmasıdır. Uyanalım, Biz İstersek Kaldıramazlar… Kıdem tazminatımızın kaldırılmasıyla başlayacak bir süreç, iş güvencemizin, yani geleceğimizin elimizden alınmasına kadar gidecektir. Kıdem tazminatımızın kaldırılması bir günü işçi, üç günü işsiz geçireceğimiz günlerin çoğalması demektir. 300 TL asgari ücrete çalışmak zorunda olmak demektir. Paramız olmadığı için hastaneye gidemeyeceğimiz, paramız olmadığı için çocuğumuzu okula gönderemeyeceğimiz günler demektir. Kıdem tazminatının kaldırılması adaletsizliğin, işsizliğin, güvencesizliğin kural haline gelmesi demektir. Kıdem tazminatının kaldırılması yoksulluğun kader haline gelmesi demektir. Kıdem tazminatımıza sahip çıkmak geleceğimize sahip çıkmaktır. Hemen yanı başımızdaki makinede çalışan arkadaşımızdan başlayarak bunu anlatalım. Sonra diğer vardiyadaki, diğer atölyedeki, diğer fabrikadaki işçi arkadaşlarımızdan, alt katta oturan komşumuza kadar anlatalım. Sokaklara çıkalım. Henüz tanımadığımız ama aynı kaderi paylaştığımız herkese anlatalım.

Daha önümüzde uygulanma sırası bekleyen onlarca hak gaspı var. Patronlar, istihdam bürosundan istediği zaman işçi kiralayacak, işi bitince atacak ve işçi ile arasında hiç bir hukuki bağ olmadığından patronların herhangi bir sorumluluğu da olmayacak. Kiralık işçinin, stajyer işçinin ne kıdem hakkı, ne sendika hakkı, ne yıllık ücretli izin hakkı ne de diğer sosyal hakları kalacaktır. İş güvencesi ortadan kalkacak, gelecek nesillere bırakacağımız bir emekli maaşımız dahi olmayacaktır.

17


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

“MUTFAĞA” GİRMEK Mehmet AKYOL

‘Mutfak çalışmaları’ sınıfın temsili olmadan sürdürülürken işçi sınıfının kazanılmış haklarının önemli bir kısmı gasp edilmek isteniyor. Geride kalan kısım ise devletin ve finans piyasalarının hizmetine sunulacak. Böylece ucuz kredi ve yeni kâr alanları yaratılacak. Sınıf güçleri olarak bunun masum bir düzenleme değil, hak gaspı olduğunu ve “yararlanacak kesimler” içinde olmadığımızı ortaya koyabilmeliyiz. Aynı zamanda tartışmalara güçlü ve etkin bir şekilde katılarak haklarımızı korumak ve güvence altına almak için bir an önce inisiyatif almayı başarmalıyız.

18

K

ıdem Tazminatı konusunda birkaç gündür gazetelerde pek çok haber var. Zaman ve Habertük gazetelerinde çıkan iki ayrı haber bize önemli ipuçları veriyor. Zaman gazetesi hükümetin yapmayı tasarladığı düzenlemelere gelen tepkileri dikkate alarak sendikaları ve çalışanları yatıştırmaya çalışıyor. ‘Kıdem tazminatı çalışması henüz teknik düzeyde’ diyen Bakan F. Çelik’in açıklaması manşetten verilmiş. Bakan “Biz kıdem tazminatıyla ilgili mutfak çalışmamızı, üniversitelerle ve teknik düzeyde yapıyoruz.” diyor ve sosyal taraflarla görüşülmeden, bu konuyla ilgili detaylı açıklama yapmanın ise doğru olmayacağını dile getiriyor. Tam bu konunun dile getirilmesi lazım, yani sendikaların ve çalışanların söz konusu ‘mutfak çalışmalarına’ katılması gerekliliği. Elbette ki hükümet Toplu İş Sözleşmesi yetkisi sorununu gündemde tutarak sendikaları ‘mutfağa’ sokmak istemiyor. Habertürk ekonomi yazarı İ. Haselçin ise konuyu kendi uzmanlık alanı olan ‘mali yatırımcılık’ açısından mercek altına alıyor, “Yeni düzenlemenin bizi ilgilendiren kısımları kıdem tazminatı keseneklerinin nasıl değerlendirileceği bölümü” diyerek ilk tespitini yapıyor, “Kıdem tazminatları şu anda işverende toplanıyor. Kıdem tazminatı olarak şirket bilançosunda pasif değer olarak biriktirilen karşılık hesabı herhangi bir yatırım aracında değerlendirilmiyor.” Buna hemen itiraz etmek gerekli, hayır işverende toplanan kıdem tazminatları işveren tarafından sıfır faizli kredi olarak kullanılıyor, yapılmak istenen bunu işverenin elinden alarak, mali kurumlara ucuz kredi kaynağı olarak kullandırtmak. Başka bir deyişle işveren bu krediyi mali piyasadan pahalıya almak zorun-

da kalacak. Unutmayalım, ‘sosyal tarafların’ karşı tarafında üretim yapan işyerleri var. Ve düzenleme belli açılardan onların da aleyhine dönüyor. Buna karşılık kazançları, kıdem tazminatı ödeme zorunluluklarının %8,3’ten %4’e veya başka bir hesaplama ile %2,5’a düşecek olması. Yazara göre bu düzenlemeden yararlanacak üç kesim var, “bundan öncelikle çalışanlar yararlanacak. Bugüne kadar herhangi bir getirisi olmayan kıdem tazminatı fonları bundan böyle bir getiriye sahip olacaklar” Getiri mi? Biriken tazminatlara verilen faiz. Ya tazminatın en az yarıya inmesi? Elbette yatırım tekniği açısından bunun bir önemi yok! “Öte yandan, bu işten yararlanacak olan ikinci kesim,

sermaye piyasaları olacaktır. Sermaye piyasalarında yıllardır şikâyet edilen kurumsal yatırımcı eksikliği bu şekilde giderilmiş olacak.” Tamamen doğru, hâlâ mali piyasanın en önemli aktörü ortaya çıkmış değil, iyi güzel de sermaye piyasasının eksikliği neden çalışanların cebinden çıksın? Çalışana bu eksikliği kapattığı için pay vermek yerine, hakkı elinden alınsın. Neyse bu ‘ideolojik’ sorularla yazarımızın keyfini kaçırmayalım. “Yararlanan bir üçüncü kesim de Hazine olacak. Uzun vadeli borçlanması kolaylaşacak

olan Hazine, faizleri çok daha rahat bir şekilde yönlendirmeye sahip olacaktır.” Evet, bu da doğru, doğru da hazinenin işlerini kolaylaştırdığı için hükümetin çalışanları ‘mükâfatlandırması’ gerekli değil mi? Neden cezalandırılıyor? Ve geldik son noktaya, “Tüm bu pozitif katkılar yanında, en büyük sorumluluk emeklilik fonlarının yönetimine düşüyor. Eğer giriş ücretleri ile yönetim ücretleri fahiş olmazsa ve fonların portföy yöneticileri az da olsa başarılı olabilirlerse bu işten herkes kazançlı çıkacaktır.” Herkes yerine işverenler ve hükümet denseydi bu cümlede doğru olacaktı. Ancak yaşananlar ’yönetim ücretlerinin fahiş’ olduğunu ve ‘portföy yöneticilerinin’ hiç de başarılı olmadıklarını gösteriyor. Avrupa’da söz konusu fonları yönetmek için sigorta şirketleri, toplanan primlerin neredeyse %10’nu ‘yönetim masraflarına’ harcıyorlar. Oysa devletin resmi emeklilik sigortasının yönetim masrafları %1 i bile geçmemekte. ‘Porföy yöneticileri’ ise bir tek kendi ceplerini doldurma konusunda başarılılar. Yazının sonunda Almanca bir gazetede geçen günlerde yer alan bir haberin özeti var. Bu tür haberlerin sık sık gazetelerde yer aldığı da biliniyor. Gazete haberlerine göre primlerin hangi sigorta şirketi tarafından yönetileceğine işveren, hangi fonlara yatırılacağına ise çalışanlar karar verecektir. Ancak henüz ‘mutfak çalışmaları’ bitmiş değil. Söz konusu emeklilik fonlarının yönetimi Avrupa ülkelerinde işçi ve işveren tarafından oluşturulan ortak komisyonlar tarafından yapılıyor. İşçi temsilcileri, söz konusu kasa bir tek işyerine ait ise doğrudan işçiler tarafından seçilmekte. Ancak işkolu düzeyinde veya grup işyerleri olduğunda işçi temsilciliği havada kalmakta. ABD ise


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

bu konuda bir adım ilerde, özellikle işkolu düzeyinde ki emekli fonlarının yönetimi sendikalara devredilmiş durumda. Ancak ister doğrudan işçinin ister sendika üzerinden olsun, çalışanların temsili oldukça sorunlu. Yatırım yapmanın tam bir uzmanlık alanına dönüştüğü dikkate alınınca işçi veya sendika temsilcilerinin karar vermede pek etkin olamayacağı, sonuç olarak işin gene sigorta şirketlerinin uzmanlarına kalacağı açık. Nitekim ABD sendikaları için emekli fonunu tek başına yönetme, sorun daha başından yeterince ciddiye alınmayınca, giderek bir baş belası haline gelmiş. Sendikalar bu konuda kendi bağımsız kurumlaşmalarını henüz yaratamadılar. Ayrıca bu kurumlaşmanın yararının olmayacağı da çok açıktır. Çünkü deneyimler göstermiştir ki, her durumda söz konusu fonlar mali piyasasının bir oyuncağı olmaktan kurtulamamakta. Esas olarak böylesine bağımsız bir kurumlaşmanın mümkün olamayacağını yaşayarak gören yurtdışındaki bazı sendikal çevreler ise, bu fonların resmi emeklilik sigortası ile birleşmesi gerektiğini öne sürmekteler. Bu gibi deneyimlerden çıkan sonuçlar hiç gündeme gelmemektedir. Oysa bu deneyimlerin de tartışılması gerekmektedir. ‘Mutfak çalışmaları’ sınıfın temsili olmadan sürdürülürken işçi sınıfının kazanılmış haklarının önemli bir kısmı gasp edilmek isteniyor. Geride kalan kısım ise devletin ve finans piyasalarının hizmetine sunulacak. Böylece ucuz kredi ve yeni kâr alanları yaratılacak. Sınıf güçleri olarak bunun masum bir düzenleme değil, hak gaspı olduğunu ve “yararlanacak kesimler” içinde olmadığımızı ortaya koyabilmeliyiz. Aynı zamanda tartışmalara güçlü ve etkin bir şekilde katılarak haklarımızı korumak ve güvence altına almak için bir an önce inisiyatif almayı başarmalıyız.

‘Kıdem Fonlarını Rüşvetle Hortumladılar”

Temmuz ayı başında İsviçre’nin en büyük Pansiyon Kasalarından biri olan BVK’nın Yatırım Şefi, kasayı 500 Milyon Frank civarında zarara sokan yatırım kararları karşılığı en az 2 Milyon Frank rüşvet almaktan mahkeme önüne çıktı. İddianame ayrıca bunların belgelerle ispatlı rüşvetler olduğuna dikkat çekerek, zanlının elde ettiği kişisel çıkarların bu miktarın on misli kadar olabileceğine de dikkat çekmekte. Zürih kantonu kamu işyerlerinde çalışmakta olan 78.000 çalışanın bağlı olduğu BVK, emekli olan 29.000 kişiye emekli aylığı ödemekte. Şu anda elinde 21 Milyar Frank biriken prim bulunan kasanın gelecekteki emekli aylıklarını ödemek için 3 Milyara varan bir açığı bulunduğundan, Zürih kanton yönetimi, bu yıl kasaya 2 milyar dolayında ek ödemede bulunma kararı aldı.

Frank. Kasanın uğradığı zararın miktarı tam olarak tespit edilememiş. Argus Finanz AG nin verdiği rüşvet ise 180.000 Frank. BVK’nın borsaya yaptığı yatırımlara aracılık etmiş, zarar tam olarak tespit edilemiyor. DL Investment AG ise BVK’nın paralarının yatırım fonlarına aktarılmasına aracılık etmiş, rüşvet miktarı 300.000 Frank. BVK’nın bu işlemlerden kaybı 70 Milyon Frank. Tespit edilen rüşvet olayları 1997 yılında başlamış. Mevcut yasalara göre bu rüşvet olaylarının bazıları zaman aşımına uğramış durumda. 2 yıldır süren soruşturma sonunda başlayan mahkemenin ise ne zaman sonuçlanacağı belli değil. Zanlı durumunda olan yatırım şefi ise kısa bir gözaltından sonra tutuksuz olarak yargılanmakta.

İddianameye göre 1989 yılından beri BVK’da çalışan yatırım şefi kasada biriken milyarlarca Franklık primlerin, rüşvet karşılığında çeşitli yatırım fonlarına yatırılmasını sağladı. Tespit edilen bu yatırımların en önemlileri ise şunlar; BT&T-Gruppe adlı fona çeşitli seferlerde yapılan yüz milyonlarca Franklık yatırımlardan BVK toplam 274 Milyon Frank zarar etmiş. Yatırım şefine verilen rüşvet ise 120.000 Frank. HBM Bioventures adlı yatırım fonuna aktarılan paralardan milyonlarca Frank zarar edilmiş, buna karşın yatırım şefine toplam 200.000 rüşvet verilmiş. Lehmann Partners firması BVK adına döviz alım satım işleri yapmış, yatırım şefine verilen rüşvet 863.000

19


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

İMECE KADIN SENDİKASI “U

zun süredir çalışmalarını ev işçilerinin iş yasası kapsamına alınması konusuna yoğunlaştıran İmece Kadın Sendikası’yla son süreçteki çalışmaları üzerine bir söyleşi yaptık:”

İmece Kadın Sendikası fikri nasıl oluştu? Kadın emeğinin denetimi, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin temelinde yatan en önemli nedenlerdendir. Erkek ve sermaye bu emekten nemalanıyor. Emeğimizi kontrol etmek yetmiyor, hem bedenimizi hem de kimliğimizi denetim altında tutuyorlar. Kadını rahat bırakmıyorlar. Ataerkil toplum yapısını miras alan Kapitalist düzen bu durumdan yararlanarak kadın emeği üstüne çöreklendikçe çörekleniyor. Hele hele yeni liberal politikaların sonucu olarak kadınlar üstünden geliştirilen üretim-yeniden üretim stratejileri son derece yıkıcı sonuçlar doğuruyor. Bu tablo bizi ezilen, cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa uğrayan yoksul kadınlarla direkt temas etmeye yöneltti. Tercihimiz bizi zaman içinde kadın emeğini daha fazla merkeze alan bir kadın örgütü olmaya doğru itti. Bu gün aramızda sadece ev işçileri değil, yanı sıra tekstil, gıda gibi çeşitli sektörlerden kadın işçiler, ev eksenli çalışanlar, ev kadınları, eğitimci, sağlıkçı, avukat, mühendis gibi başka mesleklerden kadınlar var. İsteğimiz kadın emeği üstündeki sermaye ve erkek egemenliğine karşı kadınların ortak mücadelesini örmek. Biz kadınlar evdeki ve emek piyasasındaki cinsiyetçi politikalarla baş etmek istiyoruz. Neden ev işçileri derneği değil de sendika? Özellikle son yıllarda ev işçilerini odak alan bir çalışma yürütüyoruz. Aramızda dernek mi, sendikamı tartışmaları da bu süreçte yaşandı. Kadın emeğinin görünmezliğini gözeterek kadın sendikası kurmanın iyi bir fikir olduğu so-

20

nucuna vardık. Çünkü bu hem emeğimizin görünür kılınmasında hem de savunulmasında yarar sağlayacak. Ayrıca aramızdaki ev işçileri tüm sektörleri ve ev kadınlarını çatısı altında toplayacak bir Kadın Sendikası yerine, sadece kendi sendikalarını kurmak istedikleri takdirde, ev işçileri sendikası kurabilirler. Burada sorun antidemokratik 12 Eylül sendikalar yasasının hala yürürlükte olmasıdır. Güvencesiz ve bireysel çalışanların örgütlenmesi oldukça zorlu hedef. Bu konuda esinlendiğiniz deneyimler neler? Bu günden baktığımızda 80 öncesi İKD’ sinin örgütlenme yöntemleriyle kesişen yönlerimiz olduğunu görüyoruz. Ancak kuruluş aşamasında ne yazık ki İKD deneyiminden habersizdik. İlk başlarken temel ilkeler bakımından Demokratik Kadın Derneği elimizde önemli bir referans kaynağıydı. Örneğin bağımsız kadın örgütü olmak gibi prensipleri temel aldık. Ancak DKD’den devraldığımız sahada önümüzü açacak bir miras değildi. Çünkü işçi sınıfının yapısal değişiminin sonucu olarak kadın emeğinin durumunda da önemli değişimler olmuştu. Bu durum, yeni liberal politikaların sonuçlarının görünür olmaya başladığı 2000’li yıllarda iyice açığa çıkmıştı ve bizim bütün deneyimlerimiz bu süreçte oluştu. Bu anlamda ilham aldığımız bir örgütlenme, Dayanışma Evleridir. Bizden daha önce kurulan ve benim de kurucuları arasında bulunduğum Dayanışma Evleri “günü atlamadan geleceği birlikte kurmak” için yoksulların örgütlenmesini hedefleyen bir güvencesizler örgütüdür ve 90’lı yılların 2. yarısında İstanbul’un varoşlarında kurulmuştur. Ev işçileri bu girişime nasıl yaklaşıyor? Nasıl tepkiler alıyorsunuz? Öncelikle oldukça iyi bir mesafe kat edebildiğimizi düşünüyoruz. Ev işçilerinin sorunu evrensel bir sorun ve dünyada da ev işçileri ayakta. Bu durum bizim işimizi de

kolaylaştırıyor. Yaptığımız kampanyalar ve iş kazalarına karşı etkin bir mücadele yürütmemiz sonucu toplumda ev işçilerine yönelik önemli bir uyanış yaratabildik diye düşünüyorum. Ev işçileri bizi her fırsatta desteklediklerini söyleseler de İmece Kadın Sendikasına aktif katılım konusunda hala sorunlar yaşıyoruz. Birçok arkadaşımız hem evde hem işte çifte mesai yapmak yüzünden kendini aktif bir sendika mücadelesinden geride tutuyor. Bir de, kadınlar birebir böyle deneyimler yaşamamış olsalar da, öğretilmiş bir örgütlenme korkusu var. “Ya başıma bir şey gelirse, kocama, çevreye ne derim?” gibi kaygı ve korkular var. İş cinayetinde yaşamını kaybeden Fatıma Aldal’ın mahkemesi nasıl gidiyor? Mahkemeden beklentiniz ne? 4. Mahkeme 18 Eylül tarihinde yapılacak. Bu bir kamu davası. Fatıma’nın yaşamını yitirdiği 2011 Mayıs ayı içinde İmece Kadın Sendikası olarak Ankara’ya gittik. Çalışma Bakanı danışmanına “Fatıma’nın ölümüyle ilgili ne yaptınız?” diye sorduk. Fatıma’nın ölümünü araştırmak üzere ilk kez iş müfettişi görevlendirilmesinde bu çabamız etkili oldu. Önemli bir kazanım. Öte taraftan mahkeme süreci yavaş işliyor. 4. Mahkemeye yaklaşıyoruz hala iş müfettişinin raporu dosyaya konmuş ve işveren hâkim karşısına çıkarılmış değil. İmece Kadın Sendikası olarak her mahkemeye giriyoruz. Özellikle ev işçisi arkadaşlarımızın salonda olması çok önemli. Bu mahkemeden beklentimizin önemli bir bölümü yerine geldi. Çünkü ilk kez Fatıma Aldal kampanyası sonucunda ana akım medyada ev işçileri gündemleşebildi. Birçok haber ve röportaj gerçekleşti. Sendikalar, partiler, dernekler ve STK’ların gündeminde Fatıma Aldal ve ev işçileri var. Yalnız değiliz. Bu önemli bir kazanım. Bundan sonra mahkeme-

de iş cinayetinde kimler sorumlu iseler, kimin kusuru varsa ceza almaları için çalışacağız. Daha da önemlisi mahkemede yapacağımız savunma Fatıma Aldal’ın bir ev işçisi olduğu halde işçi sayılmaması üzerine olmaktadır. Ve bu ifadelerin mahkeme kayıtlarına geçmesi önemlidir. Kadınlara yönelik şiddetin oldukça özgün bir alanında çalışma yürütüyorsunuz. Genel anlamda AKP döneminde kadına dönük şiddetin artması ile ilgili düşünceleriniz neler? Bu konuda kadının özgürleşme mücadelesi içinde kendinize nasıl bir rol biçiyorsunuz? Bir yandan Ataerkil toplum yapısı sürdürülmek isteniyor, kürtaj iç politikanın malzemesi olarak çember altına alındı, çember her geçen gün daraltılmaya çalışılıyor, muhafazakâr değerler topluma empoze edilmeye hatta dayatılmaya çalışılıyor. Dindar bir nesil yetiştirmeye soyunan bir AKP var. Fakat öte taraftan aynı AKP’nin uyguladığı yeni liberal politikalar toplumu hızlı bir değişime zorluyor. Küresel kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleştirilen hızlı yapısal dönüşümler sürerken egemen güçler, erkek egemenliğinin tahtını eskiden olduğu şekilde koruyamıyor. Çözülmeler yaşanıyor. Artık kadınlar erkek egemenliğine ve erkekler tarafından dayatılan kölelik koşullarına hiçbir koşulda katlanmak istemiyor. Erkek tahakkümüne baş kaldıran kadınlar erkek şiddetiyle karşılaşıyor. Bu şekilde her gün en az 3 kadın aramızdan ayrılıyor. Sürecin bu şekilde işlemesinde en büyük pay elbette AKP’nindir ve hükümetin bu cinayetlerin son bulması için etkili politikalar geliştirebilmesi ancak AKP’nin kendini inkâr etmesiyle mümkün olabilir. Kadın özgürlük mücadelesi bu gün ataerkilliye, vahşi kapitalizme ve onun uygulayıcısı AKP’ye karşı yükseltilmekte. Biz kadın hareketinin bir parçası olarak bu süreçte gücümüz yettiğince rol oynamaya çabalıyoruz.


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

S

TOPLUM UYUŞTURUCU MADDELERİ: KPSS-YGS- LYS...

ınava girme yaşı onikiye kadar düştü. Bu deyim size tanıdık geliyor değil mi? Haber bültenlerinde, gazetelerde, kötü alışkanlıkları belirtmek için “flash-flash” spotları eşliğinde verilen haberlere sınava girme bağımlılığını da eklemeliyiz. Dillere destan sınavlarımız sonunda toplumda bağımlılık derecesine ulaştı. Halimizi özetlersek; 12-40 yaş arasında yüksek dozda sınav bağımlılığından çok sayıda bünye ağır tahribat altında. Özellikle lise son sınıfları(ÖSYS) ve üniversite mezunları(KPSS) ağır risk bölgelerini oluşturuyor. Çok sayıda bağımlılık yapan madde sayabiliriz; YGS, LYS, KPSS, DGS KPDS, ALES, ÜDS... Çeşitli bağımlılık yapıcı özelliği olan bu maddelerden en yaygın olanı YGS, LYS ve KPSS’dir. Hayatın en az bir döneminde yakalanan bu “sınav bağımlılığı” acı kayıplara ve trajik sonuçlara yol açmaktadır. Peki, bu sınavlar neden bağımlılık yapıcı? Neden milyonlar bu sınavlara umutlarını, geleceğini bağlıyor. Aileler, gençler, yetişkin mezunlar bu stres mengenesinde suları çıkana kadar katlanıyor. Bu sorunun tek bir cevabı olamaz herhalde. Herkes için farklı kaygılar, endişeler, umutlar ya da hayaller olabilir. ancak temelinde GELECEKSİZLİĞİN yattığını düşünenlerdenim. Milyonlarca insan adeta buzlu bir camın ardında önünü görmeye çalışıyor. Bu bunaltıcı ve depresif ortam tüm toplumu şizofrenik bir hale sokuyor. Artık tek ölçüt sınavlar, puanlar, yüzdelik dilimler vs...Toplum içerisinde saygın bir yer edinmen, sevilip, sayılman bu tür sınavlardan alacağın sıralamalar ve puanlarla kıyaslanmakta. Neredeyse, bir insanı değerlendirirken, dürüstlük, adalet, sözüne güvenilirlik gibi genel değerlerden önce filanca sınavda yaptığı puan, toplum içerisinde peşin bir hükme tabi kılınmasını sağlar hale geldi. Milyonları ilgilendiren bu sınavlarda, ÖSYM’nin tekeri 2010 KPSS sınavında patladı. Bir anda buzlu cam kırıldı, milyonlar bir nebze olsun kullandıkları “maddelerin” iç

yüzünü gördü. Ancak toplum o derece bağımlı ve uyuşmuş ki, göz göre göre soruların çalınması, soruları çalanların haksız yere yerleştirilmesi, önceki sınavlardaki haksızlıkların soruşturulmaması, bunların hiçbiri gündem dahi olmadı. 2 sene içinde her şey unutulmuşken yama yapılan tekerlek bu kez KPSS 2012 sınavında patladı. Bu kez tekerlek delik deşik, yama da tutacak gibi değil. Çeşitli iddialara yandaki linklerden ulaşılabilir; Hepsi çeşitli yönlerden sınavda çalıntı ya da sızıntı olduğuna kanıt olabilir, ancak en kuvvetli iddia; Diha’nın sınav esnasında ve bir kısmını sınav sonrasında da yayınladığı 71 adet soru. Bu sorular ve cevap şıkları, ÖSYM’nin sınavdan 3 gün sonra internet sitesinde yayınladığı Master Kitapçık denen sınav kitapçığındaki 71 sorunun cevap şıkları ile bire bir aynı sıralanmış. Peki, bu ne demek oluyor. Onu biraz açalım. ÖSYM’nin bu tür iddialara karşı geliştirdiği temel sav şu; “sınava girmiş olan insanlar bu soruları akıllarında tutup ya da herhangi bir yere not edip dışarı çıkartıyorlar”, Biliyoruz ki, her adayın sınav kitapçığındaki soruların cevap şıkları farklı sıralanmıştır. Ama bu 71 adet sorunun cevap şıkları ÖSYM’nin internet üzerinden yayınladığı Master Kitapçıkla birebir aynı. Bu şunu gösterir; sorular adaylara yöneltilen soruların cevap şıkları değil. Eğer öyle bir durum olsaydı Master kitapçıkla Diha’nın yayınladığı 71 sorunun cevap şıkları bire bir aynı olmazdı. Demek ki; Master Kitapçık sınav öncesinde belli kişilere ya da gruplara sızdırılmıştır. Bu iddia için aşağıdaki linke bakılabilir. DİHA´nın yayınladığı soruların MASTER KİTAPÇIKLA birebir karşılaştırılması için; http://www.facebook.com/media/set/?set=oa.447953218572331& type=1 Diğer bir kuvvetli iddia ise Google arama motorunda sınavdan bir gün önce sınav sorularının içeriğin-

de yer alan bazı kelimelerin arama analizlerinde olağanın dışında arama seviyelerinin olmasıdır. Bu kadar sağlam iddialara karşı, bu kadarına da pes dedirtecek cinsten cevaplar veren ÖSYM’den haftalar geçmesine rağmen henüz doyurucu bir cevap alınamamıştır. Kör göze parmak batırırcasına yapılan bu kepazeliklere rağmen sınav bağımlılığın tesirindeki “kullanıcılardan” çok cılız kalan bir kaç eylem dışında pek de yaşam belirtisi gözlenmemiştir. Bu akıl sınırlarını zorlayacak sınav cambazlıkları neden yapılıyor. Güvenli bir iş, çat kapı dışarı edilmeme ya da işsizlik, güvencesizlik… Bunların hepsini bir sınava bağlarsanız, olacağı tabi ki bu. Soruların çalınması mı dersiniz, The Cemaatin kepazelikleri mi dersiniz, ne derseniz deyin bu neo-liberal politikalarla birlikte taşeron cehennemine çevrilen Türkiye’de milyonlarca insanın güvenceli bir iş için neler yapabileceğini gösteren numuneler bunlar. İşsizliğe, güvencesizliğe karşı sokağa çıkmayı unutan toplum, sınav uyuşturucu maddelerinin tesirinde kalan milyonlarca insan trajik bir sona ilerliyor. Önlem olarak; acilen tüm bağımlılık yapıcı sınavlar yasaklanmalı, bunun ticaretini ve satışını yapan, dershaneler, cemaatler, kamu kurumları kapatılmalı. Toplum sınavlara karşı rehabilite edilmelidir.

Edip BİLİŞ

DİHA´nın (Dicle Haber Ajansı) sınav esnasında, sınavın bitmesine 65 dakika kala saat 15:55´te yayınladığı sorular; http://www.facebook.com/media/set/?set=a.10151105696897189.501 509.45373922188&type=1 beyazkalem´in 17:25´te dağıttığı sorular; https://docs.google.com/file/d/0Bx6wtql0chkaUU1rYXJXTTdmcms/ edit?pli=1 Sınav başlamadan önce twitter´a düşen bazı sorular; https://twitter.com/bedranoo/status/221594190419722240/photo/1 Sınavda fotoğrafı çekilen ama hala soruşturma başlatılmayan resim; http://www.haber61.net/images/other/552173_381507611916398_16 60565004_n.jpg Kopyayı itiraf eden ama ifadesi alınmayan, hakkında soruşturulma başlatılmayan kişi; http://f1207.hizliresim.com/z/9/9km7w.png

21


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

2013 SERMAYENİN KARANLIK YILI,

KRİZİN İKİNCİ DALGASI YIKICI OLACAK!

2008

’de Amerika’yı sallayan ekonomik krizin çok daha güçlü bir dalgası Avrupa başta olmak üzere tüm dünya ekonomilerini etkisi altına almak üzere. Yunanistan’la başlayan süreç, Syriza’nın koalisyon dışı kalması ve ortaya çıkan politik kriz sonrasında istikrar programının uygulanmaya başlanmasıyla bir mola vermiş gibi gözükürken İspanya ve İtalya gibi Avrupa’nın büyük ekonomileri sonrasında Almanya’nın da kredi notunun düşürülmesi ile yeni bir momente sıçradı. İtalya, Portekiz, Belçika ve İrlanda’nın kamu borç yükleri milli gelirlerinin üzerine çıktı... İspanya, ancak iflas seviyesindeki faizlerle borçlanıp günü kurtarabiliyor... Bu ülkelerde işsizlik de rekor seviyelerde... Devletlerin krizin ilk dalgası ile başlattıkları ‘finansal yapıları bozulan bankaları kurtarma operasyonları’ sonucunda, mali yapıları sürdürülemez seviyede bozulmuş durumda. Avrupa’nın sanayi devi Almanya, Euro bölgesindeki ülkelere sanayi ürünleri ihracatını aynı oranda sürdüremiyor. Çünkü istikrar programlarının ve yüksek işsizlik oranlarının sonucunda toplam talep de ciddi biçimde azalıyor. Almanların geleneksel enflasyon korkuları, Almanya’nın para basarak piyasaları ucuz paraya boğup, faizleri daha da düşürüp talebi arttırma yaklaşımına antipati ile yaklaşmalarına yol açıyor. Merkel, zaten irtifa kaybederken 2013’teki seçimler öncesinde daha fazla oy kaybetmek istemeyecektir. Krizin ortaya çıktığı Amerika’da da işsizlik oranı zirvede. Ekonomideki genel bozulma Kasım’daki seçimlerde Obama’nın koltuğunu kaybetmesine yol açabilir. Aslında Avrupa ve Amerika krize iki farklı yanıt üretmeye

22

çalıştılar. Avrupa, süreci istikrar paketleri ve harcamaların daraltılması ile yanıtlarken; ABD piyasaya bol para sürerek ekonomik canlanma yaratarak krizden çıkma yolunu denedi. Fakat son 4 senenin sonunda görünen o ki, iki düzen içi çözüm de kriz için çare olamamakta. Devletler neoliberalizmin temel amentülerine ihanet ederek ekonomiye müdahil oldular, batmakta olan piyasaları kurtarmak, sermayenin değersizleşmesini engellemek için devreye girdiler fakat olması gerekeni engelledikleri için daha güçlü bir kriz dalgasını da böylece çağırmış oldular. Malum Marksist kriz teorisi, krizin en önemli sebebini kâr oranlarının düşmesinde görür. Kâr oranlarının düşmesinin temel sebebi de sermayenin aşırı birikimidir. Kapitalizm aslında 1970’lerdeki nam-ı değer petrol krizinden bu yana aşırı sermaye birikimi sıkıntısını aşamıyor. Uygulanan neo-liberal politikalar sermayenin kârlılık oranı sorununu geçici olarak çözmesine imkân tanıdı, ama bunu emekçilerin tüketim olanaklarını göreli olarak daha da azaltarak başardı. Dolayısıyla sermaye toplam talebin yetersiz olmasından kaynaklı finansal ve üretim dışı alanlara daha fazla kayıyor. Finansallaşma yoluyla halkın tüketim gücü sanal olarak arttırılıyor. Fakat yaşamın çizdiği sınırlar, hayali sermayenin sahte zenginlik cennetlerinin balonunu patlatınca bu sefer daha güçlü bir altüst oluş yaşanıyor. ABD, devletin batmasını dünya parasının sahibi olmaktan kaynaklanan hegemonik gücü sayesinde şimdilik geçiştirebiliyor. Fakat bu şansı olmayan Avrupa için kamu maliyelerinin içinde bulunduğu halin sürdürülebilme şansı yok. Sermaye değersizleşmesinin önüne geçilmesinin ve sermaye için

acı reçetenin ertelenmesinin tek yolu Avrupa’da sosyal devlet uygulamalarının kırıntılarının ortadan kaldırılması. Avrupa’nın tam anlamıyla ABD’leşmesi. Neoliberalizmin tam hâkimiyetinin sağlanması ile sermayenin, toplumsal kaynakların daha büyük kısmını emebilir hale gelmesi. Ya da irade savaşından emekçilerin galip çıkması, sermaye değersizleşmesinin önünün açılması, bankaların batmasına yol verilmesi, zenginlerden alınan vergilerin daha da yükseltilmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi yoluyla istihdam olanaklarının geliştirilmesi, toplam talebin arttırılması. Kapitalizm çürüyor, çürüdükçe milyonlarca insanı da yıkıma sürüklüyor, oysa bunca zenginliğin kamusallaştırılması ve halkın yaşam koşullarının düzeltilmesi için kullanılması yani krizin faturasının zenginlere çıkarılması da mümkün. İşte o zaman kapitalizm aşılarak yeryüzü cennetinin inşasına doğru önemli bir adım atılmış olabilir. Bu bahsi kapatırken kapitalizm için savaşların, sermayenin değersizleştirilmesinin ve işsizlikten kurtulmanın en iyi(!) yolu olduğunu da hatırlatmadan geçmeyelim. Türkiye’ye bu krizin etkileri doğrudan olacak. Avrupa, Türkiye’nin ihracatının yarıya yakınını gerçekleştirdiği bir bölge. Temmuz ihracat verilerinin de bunu net bir biçimde gösterdiği söylenebilir. Temmuz ayı ihracatı bir önceki yıla göre %5.5 oranında azaldı. Avrupa’ya olan ihracat ise %20 oranında azaldı. Eğer bu durum kronik bir hal kazanırsa ki Avrupa krizi henüz dip seviyesine ulaşmadı, o zaman ihracattaki azalmanın doğrudan yansıması Türkiye’de işsizlik oranlarının TÜİK’in el çabukluğu ile görün-

mez kılamayacağı kadar yükselmesi, iç talebin de benzer biçimde inmelenmesi şeklinde olacaktır. Son dönemde herkesin gırtlağına kadar borçlandırıldığı ve banka kredilerine boğulduğu düşünülürse bu durum ödenemeyen borçlar, iflaslar ve bankaların finansal yapılarının bozulması anlamına gelecektir. Krizin ayak seslerini en büyük 500 firma verilerinden okuyabilmek de mümkün. Marx, sermayenin organik bileşimindeki yükselmenin kâr oranlarında düşme eğilimi yarattığını, bu eğilimin de uygun koşullarda realize olmasının krizlere yol açtığını söylemişti. Bu senaryoya uygun biçimde en büyük 500 firmanın 2010 yılında %7.6 olan kâr oranlarının 2011’de %5.6’ya gerilediği görülmektedir. Özel sektörde ise %5.9’dan %4.8’e bir düşüş söz konusu Aynı firmaların mali yapılarının giderek bozulduğu, borç/özkaynak oranlarının %119.2’den %140.7’ye yükseldiği görülmektedir. Bu borçların genelde döviz cinsinden olması da firmaların kırılganlığını daha da arttırmaktadır. 2013 yılı Çin’in de güçlü bir biçimde frene bastığı bir yıl olacağı için, dünya ekonomisini toparlaması beklenen gelişmekte olan ülkeler kozunun da dünya kapitalizmine yaramayacağı görülüyor. 2013, hem ülkemizde hem de dünyada sermayenin tarihindeki en kara senelerden biri olmaya aday gözüküyor. Büyüyemeyen sermaye, hegemonya yaratamaz. Hegemonya yaratamayan kapitalizm ise sağdan ve soldan çok ciddi meydan okumalarla karşı karşıya kalır. Dünyanın Suriye ekseninde küresel saflaşmalara ayan beyan tanık olduğu günlerde, 20. Yüzyılın hayaletinin güçlü bir şekilde dönüşüne şahit olabiliriz.


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

ÖRGÜTLENME - İMKÂNLAR, ZORLUKLAR, GÖREVLER

Ö

rgütlenme bir siyasi organizasyonun en önemli faaliyetlerinin başında gelenidir. Siyasi hedeflere ulaşılabilmesi ancak ve ancak yapının gücünün ve etkinliğinin artması ile mümkündür. Ortaya koyduğu hedefleri, örgütlemeyi amaçladığı insanlara etkin bir şekilde ulaştırabilen, onları da siyasi faaliyet yürütme konusunda ikna edebilen, disiplinli ve organize bir faaliyetin içine katabilen siyasi özneler hayatın dönüştürülebilmesi ve politik hedeflere ulaşılabilmesi ile ilgili mesafe kat edebilirler. Toplumla bu biçimde canlı ve ikna edici bir bağ kuramayan siyasi özneler ise ortaya konan hedeflere ulaşmayı başaramadıkları için maddi ve manevi patinaj yaşamak durumunda kalabilirler. Kendisini tekrar etmekten kurtulamayan yapıların çeşitli sıkıntılarla karşı karşıya kalması kaçınılmazdır. Dolayısıyla örgütlenme faaliyeti bir siyasi organizasyon için en önemli yeniden üretim aracıdır. Örgütlenme konusunda önüne koyduğu hedefleri gerçekleştirebilen, yeni sosyal yapılarla temas edebilen, toplumun farklı ezilen kesimlerinde yankı yaratabilen özneler sadece niceliksel olarak değil aynı zamanda niteliksel olarak da sıçrama gerçekleştirebilirler. Sosyalist siyasetin Türkiye’de yaşadığı en önemli sıkıntının da örgütlenme alanında yaşandığı açıktır. Burada kastedilen örgütlenme 1 Mayıs ve benzeri önemli günlerde siyasi yapıların kortejlerinde yürüyecek insanların sayısı ile ilgili bir niteleme değildir muhakkak. Böylesi bir desteğin de siyasi faaliyetin etki alanını sergilemesi anlamında önemli bir gösterge olduğu açıktır. Fakat kastedilen toplumun ezilen sınıfsal katmanlarıyla kurulabilen düzenli bir ilişkidir. Toplumun ezilen katmanlarından bir veya

birkaçının yaşam koşullarını siyaset yoluyla düzeltmek umuduyla bir siyasi özneyle harekete geçmeye ikna edilebilmesidir. Türkiye sosyalist hareketi ile Kürt siyasi hareketi arasındaki en belirgin fark budur. Kürt yoksulları ve orta sınıfları büyük oranda PKK’nin siyasi çizgisine ve programına kazanılmış durumdadır. Bu kesimler örgütlü mücadeleleri eşliğinde yaşamlarının dönüşebileceğine ikna olmuş, siyasi faaliyeti neredeyse gündelik kültürün doğal bir parçası haline getirmeyi başarmışlardır. Türkiye sosyalist hareketi ise çok uzun yıllardır teke tek örgütlenme modeli diyebileceğimiz bireysel örgütlenme kanalları üzerinden ilerlemek durumunda kalmaktadır. Toplumun belli bir kesimi ile süreklileşmiş bir ilişki oluşturulamamış olunması başlı başına bir sorun olarak ortada durmaktadır. Bu sorun o kadar kronik hale gelmiştir ki bazı siyasi özneler örgütlenmeyi neredeyse hiç başaramaz hale gelmiş, neredeyse tamamen toplumdan dışlanmış az sayıda kadronun faaliyeti ile sınırlı kabuk yapılar haline gelmiştir. Bunlar sürekli bir birleşme arayışı dışında politik iddialarını bütünüyle yitirmiş, heyecanlarını ve ikna ediciliklerini tamamen kaybetmiş failler durumunda görünmektedirler. Hal böyle olunca siyasi faaliyetin en olmazsa olmaz ögeleri olan kararlılık, irade, iyimserlik, umut gibi duygular da yaşatılamaz hale gelmektedir. Böylesi kolektiflerin bütün birikimlerine rağmen kendilerini ileriye taşıyabilmeleri çok zor görünmektedir.

Yerel Çalışma Deneyimlerimizden Öğrenelim!

Yerel çalışma, yani bir mahalleyi, ilçeyi faaliyet birimi olarak kabul eden siyasi faaliyet türü bu toplumdan dışlanma görüntüsü-

nün oluşmasının panzehiri olarak düşünülebilir. Sosyalist cenahta çok sınırlı sayıda özne belli seviyede derinleşmiş bir yerel faaliyeti sürdürebilecek bir durumdadır. Bu anlamda SODAP’ın yerel çalışma deneyiminin büyük bir zenginlik içerdiğinin altının çizilmesi gerekir. Bir yerelde neredeyse iktidarlaşmayı hedefleyecek bir çalışma çizgisinin tutturulması ve geliştirilmesi, bunun süreklileştirilmesi, olağanüstü deneyim birikimleri sağlamakta ve ancak bir o kadar da yoğun bir emekle sürdürülebilmektedir. Belli gerekleri yerine getirilerek sürdürülen bir yerel faaliyet, siyasetin toplumsallaşması anlamında önemli bir ihtiyaca karşılık vermekte sosyalist hareketin büyük oranda dar sayıda orta sınıf kadrodan ibaret çevreler haline dönüştüğü bir momentte önemli hareket noktaları yaratmaktadır.

Varoşlarda Ne Oldu?

Fakat yerel faaliyetin kimi dezavantajlarının bulunduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Yerel faaliyetin kendisi bölgelerde bir merkezi ikili iktidar yaratılması sürecine sıçrayamamaktadır. Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi AKP’nin yaratmış olduğu neo-liberal popülist hegemonyadır. 1990’lı yıllarda varoşlardaki yoksul, güvencesiz, işsiz yığınların sistemden kopuşu olarak gözüken süreç 2000’li yıllarda ortaya çıkan AKP hegemonyasıyla bir yeniden eklemlenmeye dönüşmüştür. 2001 krizi sonrasında yaşanan görece ekonomik toparlanma, yeni finansal araçların geliştirilmesiyle alt sınıfların da borçlandırılması yoluyla tüketim süreçlerine katılması gibi mekanizmalar ve belediyelerin, tarikatların etkin sadaka kuruluşları olarak alanda yerleşmesi varoşların yoğun öfkesini kısmen soğurmuştur.

M. Mert SİNAN

2001 krizi sonrasında yaşanan görece ekonomik toparlanma, yeni finansal araçların geliştirilmesiyle alt sınıfların da borçlandırılması yoluyla tüketim süreçlerine katılması gibi mekanizmalar ve belediyelerin, tarikatların etkin sadaka kuruluşları olarak alanda yerleşmesi varoşların yoğun öfkesini kısmen soğurmuştur. Zengin-yoksul gerilimi, laik-dinci, ilerici-gerici, TürkKürt, Alevi-Sünni gerilimlerini aşacak bir siyasi içerik kazanamamıştır.

23


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

Bir siyasi organizasyon yerel ayakları ile mekânsal ölçekte gelişme potansiyeli yüksek faaliyetleri arasındaki dengeyi doğru biçimde kuramazsa ister istemez yerellerine sıkışmak durumunda kalacaktır. Bu durum da faaliyetin kendisini ancak dar anlamda yeniden üretebildiği, genişleyen yeniden üretim aşamasına geçilemediği dönemlerin yaşanmasına yol açar.

Zengin-yoksul gerilimi, laik-dinci, ilerici-gerici, Türk-Kürt, Alevi-Sünni gerilimlerini aşacak bir siyasi içerik kazanamamıştır. Bu hegemonyanın düzen tarafından sonsuza kadar sürdürülemeyeceği çok açık olsa da son 10 yılın birikiminin olumsuz etkilerinin aşılması zaman alacaktır. Mahalli çalışmanın ister istemez kendisini bir coğrafi bölgeyle sınırlayan tarzı da son kertede kendisini sürekli olarak ama dar anlamda yeniden üretmesine yol açmaktadır. Mahalli çalışma ne seviyede derinleşirse derinleşsin yeni mekânlara açılma noktasında sıçrama olanağı sunmamakta, benzer nitelikte sosyal yapıya sahip komşu mekânlara sıçrama oranı bile yetersiz kalmaktadır. Siyasi faaliyet yerelleşerek bir anlamda kendisini sınırlarına hapsetmektedir. Oluşan kadro yapısı da çoğu zaman bu sıkışmışlığa uygun bir biçimde şekillenmekte, kendisini en verimli bir biçimde içinden doğup çıktığı mahallesinde ifade edebilmektedir. Bu anlamda mahalli çalışmanın kendisini mekânsal olarak sıçratma yeteneği bulunmamaktadır. Çünkü üzerinde geliştiği dinamik o yerelin dinamikleridir. Bu dinamik üzerinde derinleşmek, ister istemez kendisini ülkenin genel siyasi gündeminden de belli oranda soyutlamayı getirmekte, böylece içine kapanma süreci daha da derinleşmekte, merkezi gündemlere dair siyaset üretimi çoğu zaman angarya olarak görünür hale gelmektedir. Çünkü yerel siyasetin tüm ürünlerini verdiği mekân da ister istemez yine yereldir. Dolayısıyla o mekân dışında harcanan siyasi emek de ancak o yerel açısından bir anlam ifade ediyorsa (örneğin yeni yerel kadroların motive edilmesi) anlam kazanmaktadır.

Mekânsal Sınırları Aşan Sosyal Dinamiklerle Buluşmalıyız

Bir siyasi organizasyon yerel ayakları ile mekânsal ölçekte gelişme potansiyeli yüksek faaliyetleri arasındaki dengeyi doğru biçimde kuramazsa ister istemez yerellerine sıkışmak durumunda kalacaktır. Bu durum da faaliyetin kendisini ancak dar anlamda yeniden üretebildiği, genişleyen

24

yeniden üretim aşamasına geçilemediği dönemlerin yaşanmasına yol açar. Bu dengenin doğru kurulamamasının sorumluluğu ise, üzerine düşenleri en iyi şekilde başarmak için cansiperane bir çalışkanlık içerisinde emek harcayan yerel unsurların değil merkezi faaliyetlere yoğunlaşan kadrolara aittir. Yerellere sıkışan bir faaliyet, yerel çalışmalara yüklenerek aşılamaz. Çünkü yerel faaliyetlerin böylesi bir potansiyeli olsaydı bunun zaten zaman içerisinde ortaya çıkması gerekirdi. Sınırlı sayıda yerele sıkışma sorunu, ancak kendisini mekansal anlamda geliştirme yeteneği yüksek faaliyetlere zorlayarak aşılabilir. Bu tarz faaliyetler ise ezilenlerin belli bir öbeğine yoğunlaşan, bunların yaşantıları ile ilgili özel deneyimler biriktiren, yaşadıkları gündelik sorunların çözümü için kimi araçlar geliştiren, onları politik faaliyetin içine katmaya ikna edebilecek bir emeğin ortaya konabilmesine bağlıdır. Fakat bu tarz bir dinamiğe yöneliş kısa vadede sonuçlar üretemez. Siyasi özne, elindeki örgütlenme güçlerinin önemli bir kısmını bu dinamiği örgütlemek için seferber etse bile çoğu zaman yeterince hızlı sonuçlar elde etmek mümkün olamamaktadır. Yürütülen çalışmalar genellikle satıhta kalmakta, propagandif seviyeyi aşamamakta, kitleselleşememektedir. Bu da işin doğası gereğidir. Bir yerel için yeterli olabilen kadro birikimi, bir dinamiğin tümünün kucaklanabilmesi için yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla faaliyetin ölçeğinin doğru biçimde sınırlanabilmesi büyük önem taşımaktadır. Örneğin Liseler hedeflenirken temel olarak meslek liselerinin, işçi çalışmasında tekstil işçilerinin, kadın çalışmasında ev işçilerinin seçilmesi eldeki güçlerin etkin bir biçimde kullanılabilmesi için anlamlı ölçeklendirmeler olabilir. Toplumun belirli bir sınıf veya tabakası ile özdeşleşemeyen hiçbir siyasi özne kendisini yarınlara etkin bir güç olarak taşıyamayacaktır. Dolayısıyla örgütlenme çalışmasını planlarken eldeki güçlerle en etkin bir biçimde müdahale edilebilecek bir

sosyal dinamiğin belirlenmesi ve çok kısa vadeli sonuçlar almayı beklemeden ısrarla bu dinamikle ilişkilenilmeye çalışılması belirleyici bir yaklaşım olacaktır. Siyasi yapı kendi yetenekleri ve deneyimleri itibariyle en etkin sonucu alabileceği dinamiği tespit etmeli, sonuç alabilecek oranda gücünü bu hedefe kilitlemelidir.

AKP’ye Karşı Mücadelenin En Diri Öğesi Olmak!

Örgütlenme açısından bugünün en önemli özgünlüklerinden birisi de AKP’nin toplumun çok geniş kesimlerinde yarattığı öfkedir. Bu öfke çoğu zaman AKP’nin şu veya bu faaliyetine karşı gerçekleşen eylemlerin gerçekleştirilmesine yol açmaktadır. Bu eylemler çoğu zaman örgütsüz kesimlerin katılımına açık olmaktadır. AKP’ye karşı yürütülen özgürlük ve adalet mücadelesinin öncü güçlerinden biri olmak, merkezi eylemlerde etkin bir şekilde var olmak genel anlamda sosyalizm sempatizanı olan kesimlerin üzerinde hegemonya kurulabilmesi için hayati önem taşımaktadır. Faaliyetin kendisini buralarda etkin ve diri bir biçimde ifade edebilmesi yeni örgütlenme olanaklarını harekete geçirmekte imkânlar sunacaktır. Örgütlenme için zemin oluşturan etki alanları yaratabilme böyle de başarılabilir. Sonuç olarak genel sol kamuoyuna daha etkin bir biçimde seslenebilme, merkezi organizasyonlarda daha etkin rol alabilme, tüm gücünü belli bir sosyal dinamiğe ulaşma amacıyla ve ısrarla seferber edebilme, bir önceki dönemin dayanışma faaliyetlerinde olduğu gibi sol kamuoyunun da ilgisini çekecek araçlar yaratabilme, iradeli, militan duruşuyla politik birikimini zenginleştirmeyi birleştirebilme, AKP’ye karşı yürütülecek özgürlük ve adalet mücadelesinin en diri öğesi olabilme görevleri örgütlenmede yeni olanaklar yaratabilmek için başarmamız gereken öncelikli işler gibi görünmektedir.


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

YARGI YOLUYLA AKP ZULMÜNE DEVAM “Bozuk adalet yeter artık. Acemi ellerde yoğrulan, iyi pişmemiş adalet yeter. Yeter dura dura bayatlayan adalet” Bertolt Brecht

AKP

tarafından “demokratik reform paketi” olduğunu ifade edilen 3.Yargı Paketi’nin yürürlüğe girmesiyle adalet dünyamızdaki demokratikleşmenin nasıl olacağını gördük. Bahçelievler katliamını yapan faşist katiller tahliye edildi. KESK üyelerinin ve Kürt Halkının siyasi temsilcilerinin tahliye talepleri ise karşılık bulmadı. AKP’nin düştüğü iki yüzlü durumun, halkı aldatmanın en acı ironik ifadesi ise “Özgürlük Hâkimliği” tabiri oldu. Artık özgürlüğümüzün garantisi AKP’nin özgürlük hâkimlerinin elinde…

AKP Yargı Alanındaki Düzenlemeleriyle İktidarını Güçlendirdi

En temel doğrumuzu tekrarlayalım. Hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler devletin baskı aygıtlarıdır. Yargıda yaşanan bu değişikliklerin bir nedeni var kuşkusuz ama bu neden asla yargının bağımsızlaşması, adalet mekanizması içinde demokratikleşme değil. Cumhuriyetimiz kuruldu kurulalı dönem dönem bu tür değişikler önümüze gelmişti. İstiklal Mahkemeleri’yle başlayan süreçle birlikte hep dönemin iktidarının baskı mekanizmasını güçlendirecek yeni nitelikler eklenmiş yargı sistemine. Yargı sistemimizin özü değişmemiş. Baskıcı, tekçi, inkârcı, sömürgeci devlet yapımızın aynası olmuş. AKP’nin “ustalık dönemi” ile birlikte geleneksel devlet partilerimize dönüşme sürecinin de derinleştiğini belirtmiştik önceki değerlendirmelerimizde. “Demokratikleşme” ve “açılım” palav-

ralarıyla AKP, geleneksel “devletçi” reflekslerle hareket etmektedir. Yargı alanında yaşananlar ise AKP’nin bir takım düzenlemelerle iktidarını güçlendirdiğini göstermektedir. “Darbelerle hesaplaşma” adı altında eski düzen güçleri karşısında adım adım siyasi egemenliğini artıran AKP, şimdi de kendi koalisyonu içinde bilek güreşine tutuştu.

Cemaat-Erdoğan Bilek Güreşi

Cemaat ve Erdoğan arasında yargı sistemi üzerinden kıyasıya çekişme yaşanıyor. Cemaatin yeni düzenlemelere karşı çıkması bunun göstergesi. MİT krizi ile birlikte cemaatin yargı üzerindeki etkisi ve egemenliği hükümeti de telaşlandırmıştı. Tüm muhalif güçlere, Kürtlere, sol siyasi güçlere dönük yargı sopasının kullanılmasında hem fikirdi cemaat ve hükümet. Ama cemaatin kendi aralarındaki hesaplaşmada Özel Yetkili Mahkemeleri hükümete bağlı güçlere dönük bir baskı aracına dönüştürmesine “orada dur” dendi. Hükümet, 3. Yargı Paketi ile bir hamle yaparak dengeyi kendi lehine çevirmek istedi. Özel Yetkili Mahkemelerin işlevinde ve sistemin özünde bir değişikliğe gidilmedi, sadece hâkim ve savcılar değiştirildi. Cemaatin emrindeki hâkim ve savcıların hiçbirisine yeni kılıktaki mahkemelerde görev verilmedi. Emniyet Müdürlüğü’ndeki kadro değişikliklerinin de aynı zamana gelmesi işin özünü kanıtlıyor. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri kaldırılmadı, sadece yetkileri Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri’ne devredildi. Sonuç olarak, devletin ve hükümetin halk düşmanı uygulamalarından bir milim sapma yok. AKP zulmü yargı yoluyla da devam ediyor. Korku imparatorluğundan korkmayanlara bu oyunları bozmak ve isyanı büyütmek kalıyor.

Kadın Örgütleri İstanbul Emniyet Müdürlüğü önünde eylem yaptı: "SS Ay Görevden Alınsın"

AKP Demokrasisi İşkenceci, Tecavüzcü SSA’yı ödüllendiriyor.

AKP’nin “ileri demokrasi”sinin ne menem bir şey olduğunu gözümüze sokan bir gelişme de geçtiğimiz günlerde yaşandı. 90’lı yılların işkencecilerinden olduğu mahkeme kararlarıyla tescillenmiş, gözaltında taciz ve tecavüz suçlusu, işkencesi komiser Sedat Selim Ay(SSA) Terörle Mücadeleden Sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığı’na atandı. Tescilli işkenceci ve tecavüzcü polisi terfi ettirerek İstanbul gibi bir metropolde Terörle Mücadeleden sorumlu kılmanın anlamı, izah gerektirmeyecek kadar açıktır ve bu bile tek başına AKP demokrasisinin ne olduğunu açıklamaya yeterlidir. Türkiye tarihi, insan hakları ihlalleri, insanlık düşmanı uygulamalar ve insanlık suçları ile malul bir devlet anlayışı tarihidir. Her dönemde işkenceci olanlar terfi ettirildi, mahkemelerden kurtarıldı, devlet nezdinde daha önemli görevlere atandı. AKP iktidarı bu devlet geleneğinin devamcısı olduğunu tartışmaya mahal vermeyecek bir açıklıkla bir kez daha gösterdi. Kadın örgütleri ve insan hakları örgütleri başta olmak üzere toplumun tüm duyarlı kesimlerinin tepkisini alan SSA’nın terfisi, onun işkence ve taciz saldırılarına maruz kalmış devrimci kadınları da, yaşadıklarını bir kez daha kamuoyuyla paylaşmak durumunda bıraktı. Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olan kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz, devlet kurumlarında gerçekleştirilen uygulamalarıyla bir toplumsal meşruiyet alanı yaratmakta; işkenceci ve tecavüzcü polislerin, askerlerin, korucuların…vb korunmasıyla da adeta dokunulmazlık kazanmaktadır. Özellikle 90lı yıllarda devlet görevlilerinin gerçekleştirdiği pek çok taciz, tecavüz ve şiddet olayı gerçekleşmiştir. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu verilerine göre, 1997 ile 2012 yılları arasında kendilerine gelen 347 başvurudan 80’i tecavüz, 267’sinin ise cinsel taciz vakasıdır. Bu vakaların açıklanandan daha çok daha fazla olduğu ortadadır. Şimdi hepimize “ileri demokrasi” masalı okuyan AKP hükümeti ise bu anlayışla mücadele etmek yerine devlet adına silah sıkan tetikçileri(Hrant Dink cinayeti, Sivas davası, Bahçelievler katliamı…vb saymakla bitmez), işkencecileri ve tecavüzcüleri korumaya devam ediyor.

25


Sosyalist Dayanışma / Ağustos 2012

HALK İÇİN EĞİTİM AKP’YLE OLMAZ! M. BÜYÜKKARABACAK

Erken yönlendirme sistemi, vasıflı-vasıfsız işgücü ayrımını yeniden üretme amacı gütmektedir. Toplumun alt sınıfları hızlıca en kestirmeden kendi kaderlerine doğru yönlendirilmekte, insanlık tarihinin birikimiyle buluşabilecekleri çok yönlü ve nitelikli bir eğitim sürecinden mahrum bırakılmaktadırlar.

26

İ

insanı, hem şair, hem de balıkçı olabilen tüm potansiyellerini ortaya çıkarabildiği bir hayata sahip olabilmesidir.

Kendini gerçekleştirmeyi başarmak, ilk bakışta idealist bir kavrammış gibi gözükmesine rağmen aslında Marksizmin insanlık için hedef tahtasına koyduğu gerçek amaçtır. İnsan çok yönlü, gelişmeye çok açık, üretim yapabilen tek canlıdır.

Günümüzde böylesi bir “çok yönlü yaşama hakkı” sadece zenginlere sunulmaktadır. Para babaları ve üst orta sınıflar, çocuklarını laboratuardan çıkıp ata binebildikleri, koroda şarkı söyleyip yabancı dilde şiir yazabildikleri okullarda okutmak için senede 35-40 bin lirayı gözden çıkarabilmektedirler. Yoksulların kaderine ise hayatta günde 12 saat çalışmaktan başka hiçbir şanslarının olmadığı okullarda okuma zorunluluğu düşmektedir. Eğitim sistemimiz insanın

nsanın kurtuluşunun gerçek anlamı nedir? Kurtuluş salt sömürü ilişkilerinin bütünüyle ortadan kaldırılması olarak tanımlanamaz. Esas kurtuluş, insanın, tüm potansiyellerini su yüzüne çıkarabileceği şekilde, hayat ile tek boyutlu değil çok yönlü bir üretim ilişkisi içine girerek kendini gerçekleştirmeyi başarması ile mümkün olur.

İnsanın çok yönlü üretim süreci yerine kendisini egemen düzenin, var olan üretim ilişkilerinin zoruyla sınırlı bir çerçeveye hapsetmesi, kendisini salt bit makinenin küçük bir çarkı olarak yaşamak zorunda kalması aslında tüm adaletsizliklerin belki de en büyüğüdür. Çok yönlü üretim sürecinden kastettiğimiz, insanın üretim sürecinin tek bir noktasına sıkışmış, tek boyutlu bir varlık, bir tornavida olarak kurgulanması yerine hem bilim

güzel olan hiçbir şeyi hak etmediğini düşünen milyonlarca insan yaratma konusunda üst seviyede başarılıdır. Çocuklar eğitimin ilk basamaklarından itibaren başarılı ve başarısız olarak kodlanır. Başarısız olanlar, başarısız öğrencilerin okulu olarak kabul edilen, dolayısıyla ne öğrencilerinin ne de öğretmenlerinin mutlu olduğu okullarda eğitim almaya mahkûm edilirler.

Kapitalizm İnsana Karşıdır!

Kapitalizm, işbölümünün her geçen gün daha da derinleştiği şu günlerde eğitimi, insanları daha da tek boyutlu hale getirmenin bir yolu olarak değerlendiriyor. İşçi sınıfı içindeki yarılmanın bir yansıması olarak nitelikli ve niteliksiz işgücü ayrımına göre eğitim de yeniden yapılandırılıyor. Zengin okullarında özgüvenli, yaratıcı düşünebilen, dünyadaki bilgi rezervlerinden yararlanabilen öğrenciler yetiştirilirken, ortaöğretimde daha fazla öğrenci mesleki eğitime doğru yönlendiriliyor. Üstelik bu yönlendirme de 9 yaş gibi çocuğun kendi yetenekleri ile ilgili yeterli bir farkındalık geliştiremediği bir döneme çekilmek isteniyor. 4+4+4 yasası eğitimin dini içeriğinin yoğunlaştırılması, Türkiye’nin daha çok Ortadoğulaştırılması gibi bir amaca sahipken patronların daha ucuza sömürebilecekleri, kendisini sadece tek bir işte çalışabilecek biçimde kurgulamış tek boyutlu işçiler yetiştirmek hedefini de gütmektedir. Bu kadar erken bir mesleki yönlendirme Avrupa’da sadece Almanya-Avusturya’da uygulanmaktadır. Almanya’da temel eğitim 4 yıl olarak uygulanmakta, dördüncü sınıfın ardından öğrenciler Gymnasium, Realschule, Hauptschule arasında tercih yapmaya zorlanmaktadırlar. En başarısız öğrencilerin, vasıfsız, düşük ücretli işgücü olarak yetiştirildikleri Hauptschule öğrencilerinin %60’dan fazlasını göçmen çocukları oluşturmaktadır. Erken yönlendirme sistemi, vasıflı-vasıfsız işgücü ayrımını yeniden üretme amacı gütmektedir. Toplumun alt sınıfları hızlıca en kestirmeden kendi kaderlerine doğru yönlendirilmekte,


Ağustos 2012 / Sosyalist Dayanışma

insanlık tarihinin birikimiyle buluşabilecekleri çok yönlü ve nitelikli bir eğitim sürecinden mahrum bırakılmaktadırlar.

ra ve az sayıdaki nitelikli devlet okullarına yönlendirileceklerdir. Bu durum zaten şu anda da büyük oranda yaşanmaktadır.

Daha çok Sömürü İçin 4+4+4

Anadolu liselerine giden çocukların 1/17’si, fen liselerine giden çocukların 1/30’u en alt gelir grubundandır. İşin en beteri, gerçek hayattaki adaletsizlikleri doğallıkla açıkladıkları gibi, ortaya çıkan bu tablonun da doğal olduğuna, başarısız öğrencilerin bu farklılaşmayı hak ettiklerine inanmamızın beklenmesidir. Oysa yaşananlar toplumdaki adaletsizliğin tam anlamıyla eğitim sistemine yansımalarıdır.

AKP 28 Şubat darbesi ile meslek liselerinin mağdur edildiğini, sanayinin de genel olarak bundan çok zarar gördüğünü ifade ederek yeni eğitim yasasının mesleki eğitimi dezavantajlı konumdan çıkaracağını, daha fazla sayıda öğrencinin mesleki eğitimi tercih edeceğini öne sürmektedir. Oysa bu söylem de AKP’nin yalanlarından birisi olarak not edilmelidir. Mesleki ve teknik öğretim liselerinin toplam ortaöğretim içindeki payı son on yılda %33’ten %44’e yükselmiştir. Liselerde mesleki eğitimin payına ilişkin OECD ortalaması %46, AB ortalaması %48’dir. AKP’nin mesleki eğitimin orta öğretimdeki payını %65’e çekme hedefi, dünya genelindeki eğilimlerle uyumlu değildir. Üretim altyapılarının sürekli olarak değiştiği, yeni teknolojilerin sürekli olarak üretim süreçlerine uygulandığı, işçi bireyin bu yeniliklere uyum sağlayabilecek niteliklere sahip olması gereken bir dönemde kişiyi 9 yaşından itibaren tek bir mesleğe uygun bir biçimde yetiştirmek aslında bir tür katliamdır. İnsanın çok yönlü gelişebilmesine dönük tüm imkânlarını ortadan kaldırmak, onu sadece tek bir işlevi olan makine parçasına dönüştürmek, böylece sermayeye daha da mahkûm hale getirmek topluma, sermaye adına vurulan bir darbedir. Türkiye 41 OECD ülkesi içinde okulları arasındaki farklılığın en yüksek olduğu ülkedir. Başarılı ve başarısız öğrenciler arasındaki fark 34 OECD ülkesine göre daha fazladır. Erken yönlendirme sistemi bu farklılıkları daha da arttıracaktır. Hızlıca başarısız etiketi yapıştırılan işçi çocukları tek boyutlu sermaye köleleri olmak üzere mesleki eğitime daha yüksek oranlarda yönlendirilecek, zengin çocukları ise büyük oranda geleceğin beyin güçlerini oluşturmak üzere özel okulla-

Başarısız ÖğrenciBaşarısız Olan Kim?

Başarısız öğrenci gerçeği nasıl ele alınacaktır? Finlandiya dünyada uluslararası eğitim standartlarının hep en tepelerinde olmayı başaran bir topluma sahip. Buradaki eğitimin temel prensiplerine bakıldığında en önde gelenlerden bir tanesi zayıf öğrencilere daha fazla önem verilmesidir. İlköğretim blok olarak 9 yıl olarak uygulanmaktadır, bu süre zarfında ve sonunda ulusal bir sınav yoktur. Mesleki yönlendirme 16 yaşından sonra ortaöğretim ile birlikte gerçekleşmektedir. Öğrencinin zayıf diye etiketlenerek hızlıca nitelikli, çok yönlü eğitim olanaklarından dışlanması neo-liberal eğitim anlayışının en açık belirtisidir. Toplum, öğrencinin eğitimdeki başarısızlığının sebeplerini bireyin sorunu olarak değil de kendi sorunu olarak algılarsa bunun sorumluluğunu da paylaşmanın bir yolunu bulacaktır. Oysaki neo-liberalizm bilfiil toplumun reddidir. Dolayısıyla eğitimi baştan sona bir yarış olarak kurgulamak, potansiyel düşük ücretli, sendikasız işçileri eğitimin posaları haline getirerek tek boyutlu bir tornavida haline getirmek, neo-liberalizmin, sosyal Darwinciliğin eğitime yansımalarıdır. Bu adaletsizliğin orta sınıflarda yarattığı korku ise doğal olarak sermayeye yeni kar alanları yaratmaktadır. AKP döneminde

cemaatleri güçlendirme hedefine de destek olan dershane patlaması, özel okulların artık orta sınıflar için neredeyse bir zorunluluk olarak algılanır hale gelmesi, başarısızlığın bireyselleştirilmesinin ürünüdürler. Oysa nasıl ki işsizlik, işsiz bireyin sorunu olarak algılanamazsa okuldaki başarısızlık da bedeli öğrencinin sırtına yüklenmesi gereken bir günah değildir.

Özgür İnsan Sosyalizm İle Mümkün! Dolayısıyla başarılı-başarısız öğrenci ayrıştırmasına dayalı modele karşı çıkmalıyız. Bütün gençlerimizin çok yönlü gelişimlerine hizmet edecek, insanlığın büyük birikimiyle buluşabilmelerini sağlayacak, sınıf mevcutlarının 30’u geçmediği, kimsenin kendisini başarısız ve kötü şartlarda çalışmaya mahkûm olarak hissetmediği bir eğitim sistemi için mücadele etmeliyiz. AKP’nin 4+4+4 eğitim yasası, her boyutuyla eğitimin sorunlarını azdıracaktır. Şurası açıktır ki 2012-2013 eğitim yılı, eğitimde yaşanan sorunların en çok tartışılacağı, kamusal eğitimin zaaflarının en fazla ortaya çıkacağı, yaşananlara toplumun tepkisinin belli seviyede ortaya çıkacağı bir sene olacaktır.

AKP döneminde cemaatleri güçlendirme hedefine de destek olan dershane patlaması, özel okulların artık orta sınıflar için neredeyse bir zorunluluk olarak algılanır hale gelmesi, başarısızlığın bireyselleştirilmesinin ürünüdürler. Oysa nasıl ki işsizlik, işsiz bireyin sorunu olarak algılanamazsa okuldaki başarısızlık da bedeli öğrencinin sırtına yüklenmesi gereken bir günah değildir.

27


MALATYA SİVAS OLMAYACAK!

KATLİAMLARA GEÇİT VERMEYECEĞİZ!

Zulümde pişeniz biz… Darağacında Pir Sultan olup dirilen… Ateşte semah döneniz biz… Haksızlığa isyanı ibadet bilen… Sanarlar ki öfkemizi yutarız. Sanarlar ki yalanlarını yutarız. Sanarlar ki inancımızı satarız.. Sanarlar ki ihanete hoşgörüyle bakarız.. Zülfikar olup zulmün üstüne sallanırız biz.. Maraş’ı, Çorum’u, Dersim’i, Sivas’ı unutmayız biz.. Devran döner, elbet hesabını sorarız biz.. Başbakan’ın 12 Eylül’ün eli kanlı katillerini sokaklara saldığı, Sivasın katillerinin “hayırlı olsun” nidalarıyla karşılandığı, Çamlıca’ya dev Cami projeleri yapılırken Cemevlerimize kilit vurulduğu, kapılarımızın “katli vaciptir” manasında işaretlendiği şu günlerde… Malatya başta olmak üzere ülkenin tümünde neredeyse bir Alevi katliamının başlatılmasının sinyallerinin geldiği şu günlerde… Özgür bir yaşam için, tüm ezilenlerle birleşelim, AKP faşizmine direnelim!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.