Kürtaj hakkına saldırı benzinse, buyurun, bu da yangın! Küstahlık ve pervasızlıktan din ve hurafelere, geleneklere, kadınları dahi etkisi altında tutan kadın düşmanı anlayışlara rağmen, kürtaj yasağının Uludere katliamıyla özdeşleştirilmesi, yangına benzini döktü. Bu yangın sönmez beyler… Sizde çifte baskı varsa bizde çifte özgürlük talebi var. Kürtaj yasağını da, bütün o badem bıyık nüfus projelerinizi de elinizde patlatacağız!
» 13 yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi Sayı:22 Haziran 2012 1 TL
Düş değil bu hayal değil:
SÜRESİZ GENEL GREVE!
Sürdürülebilir iş cinayetleri yasası Bu alanda Türkiye burjuvazisi ve devletinin stratejik hedefi sürdürülebilir bir kapitalist iş cinayetleri ve hastalıkları sistemi ve üstüne üstlük bu alanı sermaye birikiminin bir kaldıracı haline getirmektir. Yeni yasanın özü, ruhu ve felsefesi budur.
» 10
Davetleri kabulümüzdür! Öğretmenler olarak 23 Mayıs grevinde olduğu gibi mücadelemizi birleştirip dünyadaki sınıf kardeşlerimizle de ortaklaştırdığımızda saldırıların üstesinden geleceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın. Hepimiz – birimiz için, birimiz – hepimiz için!.. » 11
Hey Tekstil, Çapa, Bedaş direniyor Yalnız ve soğuk kış ayları sona ererken bizler de kamu işçilerinin grevi ile canlandık. Onu THY izledi. Sınıfın kendisini görünür kılmasının en güzel ve eskimeyecek biçimlerinden biri, hep sessizce yapageldiği işi yapmaması, üretimi durdurması, greve çıkmasıdır. Sorun şimdi bundan sonrasının nasıl getirileceğinde düğümleniyor. Baharı istiyorsak, önce bizim, kendimizin elimizdeki her aracı,
işçi sınıfı olarak kararlı ve yaratıcı gücümüzü, özgüven ve iddiamızı açığa çıkartmak ve çoğaltmak için seferber etmemiz şart. Güç toplayarak, ısrarlı ve sürekli bir mücadeleyle, etki ve desteklerimizi büyüterek, stratejik bir yaklaşımla direnişler halka halka örülüp birbirine eklenerek ilerlemeliyiz. Süresiz genel grevin düşünü gerçek kılacak olanlar, dönün ve birbirinizin yüzlerine bakın! O yüzlerde yeni bir hayatın enerjisini bulacaksınız.
Yeterlilik sizsiniz işçi sınıfı! En ileri bilimsel, teknolojik emekten en ince duygusal, estetik emeğe kadar üretim ve yaşamı var edip durmaksızın geliştirenlerin, bilmeye ve kendi emek ve yaşamlarını yönetmeye, kendileri için yeni ve daha yüksek bir yaşamı da kurmaya yetenekli olmadıkları; sermaye hükümranlığına mecbur oldukları önyargısı, kapitalizmin temel bir sınır taşıdır. Bu önyargının yıkılması da, kapitalizmin mezar taşı olacaktır.
»8
“Tüm çalışanların birlikte olabilmesi koşul oluyor doğal olarak. Ortak zeminlerde birleştirip örgütlülüğümüzü arttırarak, dayanışmamızı güçlendirerek hep birlikte, hep birlikte mücadele edersek uzun vadeli grevler de öreriz, uzun vadeli kazanımlar da elde ederiz.”
»4
2
işçi meclisi
4+4+4'e karşı Veli+Öğrenci+Öğretmen Gazili veliler olarak 4+4+4′e karşı yürüttüğümüz çalışmalarda bir de eylem gerçekleştirdik. Ben eylem günü Gazi İÖO olarak nasıl hazırlandığımızı anlatacağım. Gazi İÖO temsilcisi olarak Nazmiye ve ben saat 12.00′de eylem hazırlıklarımıza başladık. Önce 12.30′da okulumuzda sabah velilere ve öğretmenlerimize tekrar basın açıklamamızı duyurduk. Daha sonra velilerle sokak sohbeti yaptık. Velilerden döviz ve sloganlar için önerilerini aldık. Kendi okulumuzdan sonra Şehit Teğmen İÖO’nda basın açıklamasıyla ilgili bildirilerimizi dağıtıp velilerle sohbet ettik. Cadde boyunca işyerlerine ve sokaktaki insanlara bildirilerimizi dağıttık. Saat 4 gibi pankartımızı almaya gittik. Pankart ve megafonu alıp velilerimizin bize önerdiği dövizleri hazırlamaya başladık. 5.30′da okulumuzun önünde megafonla basın açıklamasına çağrı yaptık. Velilerimizin ve öğrencilerimizin taşıyacakları dövizleri hazırlayarak gelmeleri bize ayrı bir mutluluk verdi. Dövizlerin bazıları şöyleydi: “4+4+4 eğitime hayır”, “Bilim hırsızı bakan Ömer Dinçer istifa”, “Prefabrik okullarda okumak istemiyoruz”, “4+4+4= sorunlu eğitim”, “3 çocuk yapın mal olursa bakarım, okur adam olursa asarım”, “Hakkımı yiyen pipimi yesin”,“Eğitim sistemini yapboza çevirtmeyeceğiz”, “Büyükler gelecek bizden sorulacak”, “Anadilde eğitim haktır”, “Parasız eğitim hakkı” “Parasız, bilimsel, anadilde eğitim istiyoruz” “Çocuk işçiler istemiyoruz” “Çocuk gelinler istemiyoruz”. Ayrıca Gazi İÖO 3/A sınıfı okulda ayrı bir eylemlilik düzenlemiş. Çocuklarımız eylem için çıktıklarında o eylemden de haberimiz oldu. Üç hafta boyunca çocuklarımızla beraber 4+4+4′e karşı yaptığımız çalışmanın da etkisiyle çocuklarımız da kendi sorunları için eylem yapmışlar. Bu eylemle yatıp kalkmalarının bir sonucu. Hazırladıkları dövizlerde yazılan sloganların bir kaçı şöyleydi: “Lavaboları temiz istiyoruz!”, “Dersteyiz sessiz olun”. Bu eylem hem velilerin hem de öğretmenlerimizin hoşuna gitti. Sınıf öğretmenlerimizden biri yanıma gelerek “Sizin çocuklarınızın yaptığı eylemi görüyor musun? Bugün okulu inlettiler. Artık onlar da kendi başlarına eylem yapmayı öğrendiler” diye mutluluğunu ifade etti.
15-16 Haziran günceldir İlk işçi örgütü olan Londra Yazışma Derneği‘nden bu yana 220 yıl geçti. 220 yıldır işçi sınıfı kendini sömüren sınıfa, burjuvaziye karşı yarattığı öz örgütlülükleriyle savaş vermekte. Sınıf savaşımı ise insanlık tarihi kadar eski. İlk grev türküsü söyleneli İstanbul’da 140 yıl oldu. Grevlerin yasaklanmasından, Tatil-i Eşgal’den ise 103 yıl ilerideyiz. Yasakların işçi sınıfı eliyle hiçleştirildiği 15-16 Haziran’dan bu yana 42 yıl geçerken mürekkebi kurumamış bir grev yasağı THY’den geldi. 23 Mayıs’da grev, 21 Aralık’ta iş bırakma, Cansel, TOGO, BEDAŞ, HEY Tekstil… İşçi sınıfı, sınıflaştığı andan itibaren mücadele ediyor, mücadelesini deneyimliyor, yeni mücadele biçimleri üretmeye çalışıyor. Aynı şekilde burjuvazi de işçi sınıfını yönetme konusunda deneyim biriktiriyor. Kırbaçlı bekçilerinden, Fordist, Taylorist üretim biçimlerine mobbingden, esnek üretime işçi şirketlerine taşeronluğa kadar işçi sınıfını dağıtıcı, parçalayıcı birçok uygulamayı ihtiyacı oranında hayata geçiriyor. Burjuvazi bir şey daha yapıyor. Tarih siliciliği. Yaşanmış bir tarihi siliyor ve yeniden yazıyor. 1 Mayıs’ı bahar bayramı yapabiliyor. Fatih’ten, halkı
Daha sonra pankartımızı açıp öğrenciler, veliler ve öğretmenlerimizle sloganlar eşliğinde cemevinin önüne yürümeye başladık. Yol boyunca insanlar alkışlarla bizlere destek oldular. Yürüyüş sırasında bizlere katıldılar. Cemevinin önüne geldiğimizde bizleri kalabalık bir topluluk bekliyordu. Alkışlar ve sloganlarla karşılandık. Bir süre cemevinin önünde sloganlar atarak bekledik. Daha sonra önde pankartımız olmak üzere yürüyüşe başladık. 4+4+4′e karşı sloganlarımızı hep bir ağızdan, coşkuyla attık. Çevredeki esnaf da dışarı çıkarak bizlere alkışla destek oldu. Yoldan geçen arabalar kornalarına basarak destek oldular. Yol boyunca katılım sürekli arttı. Basın açıklamamızı yapacağımız Şair Abay Lisesi’nin önüne geldiğimizde tahminen 500 kişi olmuştuk. Emeğimizin karşılığını veliler bize “sizinleyiz” diyerek gösterdi. Lisenin önünde bir süre slogan attıktan sonra basın açıklamamıza başladık. Basın açıklamamızı yaptıktan sonra Eğitim-Sen 4 No.lu Şube Başkanı Arzu Erdoğan bir konuşma yaptı ve 23 Mayıs kamu emekçilerinin grevine çağrıda bulundu. Alkış ve sloganlarla basın açıklamamızı bitirdik. Şu an bu yazıyı ben yazarken bir yandan da kamu emekçilerinin yarınki grevine götürmek için pankart hazırlıyoruz. Yarın da cıvıl cıvıl hazırladığımız pankartımızla Gazili Veliler olarak alanlardayız. Ancak birlikte mücadele edersek kazanabiliriz. Gazili Veliler’den Eylem Doğan
vergilere boğan, ölüme yollayan bir zorbadan, halkıyla yatıp kalkan bir kahraman çıkarabiliyor. Ama bazen tamamen unutturmaya kalkabiliyor. 15-16 Haziran direnişi gibi bir çırpıda unutturamacağı grevleri ise enstantenelere hapsedebiliyor. Ya adli bir olaya indirgiyor “göstericilerle polis arasındaki çatışmalarda ölen 3 işçinin ismi verilebiliyor”. Ya sayılara hapsediliyor “Pek çok işçinin katıldığı eylem” denilerek 1970 Türkiyesinde 100 bin işçinin anlamını güdükleştirmeye kalkıyor. Ya da DİSK ve sendikalar yasasıyla sınırlı tutarak, şimdiki durum anlatılıp kendilerine bir paye çıkartılmaya çalışıyor. Üstü örtülen işçi sınıfının başka bir yaşam isteğinin selleşmesinin yarattığı muazzam güç oluyor. Fabrikalar arası ayrımların, sektörler arası ayrımların, cinsler arasındaki ayrımların, uluslar, etnik kökenler arasındaki ayrımların, öğrenci-işçi gibi ayrımların nasıl buharlaştığını anlatıyor 15-16 Haziran direnişi. Bugün de iki üniversite arasındaki TOGO direnişine akademisyenlerin ilgisizliğine nazire yaparcasına, başta Hukuk Fakültesi öğretim üyeleri olmak üzere bir dönemin akademisyenlerinin işçi direnişini sıkıyönetim koşullarında dahi sahiplenmesini anlatıyor 15-16 Haziran direnişi. Büyük harflerle tekrar hatırlamamız gereken bir direniş olarak güncelliğini hala koruyor 15-16 Haziran direnişi.
Bir de ben vuruldum devlet emriyle, Seyhan nehrine karıştı cansız bedenim. daha yirmi yaşımın yüzünü bile görmeden silah verip şehit ettiler mülk sahiplerine… Bir de sen vuruldun Uludere’de, görüp susunca, kaçakçı deyip de alkış tutunca. Binlerce kez öldük ekmeğimizi kazanmak için Zonguldak’ta yerin altında. Oysa yaşamadık daha ekmeğe suya doya doya ne salıncakta sallandı çocuk günlerimiz, ne de çocuklarımıza gelecek telaşı olmadan yaşlandı yüreklerimiz. Şimdi söküp atıyorum ellerimden, dur yapma diyen korkuları. Sen de dur de yüreğindeki şükretmeye. ayaklarımız bizi madenlerden meydanlara ellerimiz kölelikten özgürlüğe. Devrimcisin sen proletarya. Çukurovalı
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 22- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: Bereketzade Mah. Büyükhendek Cad. Portakal Sok. No: 2/11 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 251 20 89 Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
3
Düş değil bu, hayal değil!
işçi meclisi
23 Mayıs’ta hayata geçirdiğimiz kamu grevinin ardından sorun şimdi bundan sonrasının nasıl getirileceğinde düğümleniyor. Çünkü “beklenen bahar” bir çırpıda gelmeyecek, ancak güç toplayarak, ısrarlı ve sürekli bir mücadeleyle, etki ve desteklerini büyüterek, stratejik bir yaklaşımla direnişler halka halka örülüp birbirine eklenerek ilerlenebilecek. Bir günlük grevin ardından moraller yükselmesine rağmen, patron tarafı olan hükümetin hık deyicisi “Hakem Kurulu”nun dayatması bu gerçeği bir kez daha hatırlattı. 1- Böylesi eylem süreçlerinden sonra en kötüsü eylemi “kubbede bir hoş seda” sayıp, “ne yapalım elimizden geleni yaptık” deyip birkaç basın açıklamasının ardından sendikal rutine dönmektir. Katılımın yüksekliğine rağmen son eylemde bir kez daha görüldü ki, bir grev protesto çerçevesini aşamadığı takdirde sonuç alıcı olamaz. Kitlesel eylemlerle sonuç alınabileceği inancını her seferinde yeniden yeniden toplaması gereken kamu işçilerinin içe doğru daha fazla kırılması istenmiyorsa bu kez adım atılmalıdır. Bir kez olsun farklı bir şey yapmak denenmeli, ilk akla gelenler yapılmamalıdır! “Saldırı-protesto-hoşnutsuz normalleşme” döngüsü artık kırılmak zorundadır. Tekelci burjuvazinin kamu işçilerine sefalet zammı, havayolu işçilerine grev yasağı gibi küstah kavga davetleri, sözün değil eylemin amansız ve kesintisiz gücüyle yanıtlanabildiği ölçüde karşılanabilecektir. 2- Bir günlük bir grev sonuç alma açısından yetersizdir. Bu sadece Türkiye’den de değil, kamunun çözüldüğü tüm ülkelerdeki direnişlerden çıkan bir derstir. Kamu emekçilerinin tabanında giderek artan bir şekilde bu gerçeğin sezgisi ve bilinci birikmektedir. Düzenlenecek grevler ucu açık, süresi belirsiz, işçi sınıfı lehine anlaşma sağlanıncaya kadar sürdürülecek bir nitelik taşımalıdır. Aksi sonuç alıcı olmamaya mahkûmdur. Kamu işçileri, öncü kesimlerinden başlayarak kararlı, sonuç alıcı, bütün sendika tabanlarını kapsayan geniş örgütlenme ve mücadele halkalarını büyütücü tarzda süresiz genel greve doğru yürümek zorundadırlar. Öncülüğün sınanacağı yer bunun pratiğini örgütlemektir, bugün bunu örgütlemeye soyunmayanın, halen soyunmamış olanın tüm söylediği laf-ı güzaftır. 3- Son grev kamu emekçi hareketi tabanındaki mücadele birliği ihtiyacını ve bunun sağlanmasının önemini bir kez daha gösterdi. Kamuda bütünsel kazanım açısından sadece KESK’e üye emekçilerin içerisinde yapmakla yetinilecek bir çalışma ve çaba yetersiz kalacaktır. İşyerinde ve işyerine bağıl olarak örgütlenmiş biçimde üretimin bir bütün olarak durması esas alınmalı, grev hazırlıkları sendikal bünyelerin bölünmüşlüğünü giderecek şekilde, karar alıcı sınıf demokrasisinin yerleştiği ve uygulandığı sendikalısendikasız geniş işçi toplantılarıyla örülmelidir. Kastedilen “ne olursa olsun birlik” değildir. Sendikal bürokrasinin tepesini kendisine koltuk
Bir günlük bir grev sonuç alma açısından yetersizdir. Bu sadece Türkiye’den de değil, kamunun çözüldüğü tüm ülkelerdeki direnişlerden çıkan bir derstir edinmişlerin birbirlerinin sırtını sıvazlamaları da değildir: Bir grevin “benim sendikamın grevi” bencil ve dar böbürlenmeciliğinde ele alınmaması, KESK’e üye öncü kamu işçilerinin şu veya bu sendikaya üye (veya sendikasız) emekçilerin azamisini eyleme-mücadeleye katmayı hedefleyen bir bakışı çalışmalarına yedirmesinin şart olduğu gerçeğidir. 4- Kamusal istihdam gerçekleştirilen sektörler içerisinde eğitim, sağlık, ulaştırma ve büro hizmetleri öne çıkmaktadır. Bu dört sektör de işçi sınıfının gündelik çalışmasında emekçilerin geniş kesimleriyle karşı karşıya geldiği çalışma alanlarıdır. Bu dört sektörde yürütülecek grevin hazırlığı, yürütülüşü ve başarısı temas ettiği kesimleri eylemin bir parçası ve destekleyicisi kılmakla artarak katlanır. Son grevde hastanelerden hasta ve hasta yakınlarının eylemlere katılımı sergilediği görülmüştür. Dünya öğrenci eylemleriyle sarsılıyor. Eğitimde toplu bir akış biçiminde muhakkak öğrencilerin ve yapılacak bilgilendirme çalışması ve çağrılarla paralı eğitim kıskacındaki velilerin en yüksek katılımı hedeflenmelidir.
protesto zamanı değildir artık. Bu eylem tarzı bitti, sonuç almıyor, bu açık. KESK ve diğer sendikaların yöneticileri bu 4+4’lük zamma karşı şimdi derhal toplanıp yeni grev/eylem kararlarını almıyorlarsa, o koltuklarda bizlerin aidatlarıyla rahatça oturmamalılar. Bizler de işyeri gezilerini, işçi toplantılarını eylemden eyleme yapıyorsak, bu sendika kartlarını yırtıp atalım artık!
5- Bugün kamuda örgütlenecek bir grevin başarılı olması için, aynı hizmetin satıldığı özel sektör ayağıyla birleşik bir biçimde planlanması zorunludur. Sağlık sektöründe özel hastanelerde ve taşeron işçilerde, eğitim sektöründe özel okul ve dershanelerde üretim durmalıdır. İşçi sınıfı kazanmak için kendi içerisinde özel-kamu biçimindeki patron farklılığından doğan ayrımları kolektif bir mücadele bilinci geliştirerek aşmak zorundadır. Bugün için X dershanesinde, Y özel hastanesinde yapılacak iş bırakmalar geleceğe dönük büyük bir önem taşımaktadır. Keza TMMOB, DİSK vb. konfederasyonların rutinleşmiş “demokratik destek” açıklamalarındansa, somut bir işyerinde gerçekleştirdikleri bir tane iş bırakma çok daha anlamlıdır.
7- İşyeri gezilerinde, yapılacak toplantılarda kamu emekçileri birbirini dinleyen, birbirlerinin önerilerini alan, beraber kararlar alan ve bu kararları yaygınlaştırarak peşinden koşan bir sınıf-içi iletişime muhtaçtırlar. Güç toplamak için, kendi sınıfsal gücünü kendine ve topluma göstermek için bazen sembolik gibi görünen ancak etkili hedefler seçersin. Bunlar azımsanmamalıdır. Bir çırpıda bir günlük grevle kazanacağımızı söyleyen, kof umutlar yayan, ardından yatan bizler olmadık hiçbir zaman. Lokal hedefler beraberce koyulabileceği gibi, genel hedeflerin ortak kararı da tabanda pişirilmelidir. Bu hedefler bazen öğretmenlerde bir üniversiteye giriş sınavında görev almama kararı alarak sınavı yapılamaz hale getirmek olur. Yeri gelir ulaştırma sektöründe iş yavaşlatmak, hizmet üretiminin kilit bir parçasını işlemez hale getirmek olur, oluyor. Hastanelerde sağlık hakkı meclislerinde kararlaştırılacak biçimde stetoskop bırakmak, dershaneler ve özel okullar için üye yazım kampanyası açmak, performans sınavlarına boykot kararı almak olur. Bunların hepsi ciddi ön propaganda, ikna, örgütlenme, ısındırma, öncü çıkış vd emek türlerini gerektiren bir süreci tanımlar. Sayadurmak (ve bunlara ekler yapmak da mümkün) kolay, örgüsü zor ve zorlu, ürününün ise tadından yenmeyeceği bir emek sürecidir bu. Bir bakarsınız “sembolik” olan, semboliklikten çıkmış, bir emek baharının muştucusu haline gelmiştir.
6- Bu sayılanlar bir çırpıda gerçekleşmez. Yaklaşımda ve varoluşta bir farklılık gerekiyor. Başlangıç olarak bir TİS/grev yapılıp bitti dendiği anda, aslında yeni bir TİS süreci başlamış demektir. Ancak süreklilik halkası sağlanarak, adım adım üstüne planlanarak başarıya yürünebilir. Bizler bir süreç örgüsü yaklaşımına sıçramalıyız. Şimdi lanet basın açıklamalarıyla
Baharı istiyorsak, önce bizim, kendimizin elimizdeki her aracı, işçi sınıfı olarak kararlı ve yaratıcı gücümüzü, özgüven ve iddiamızı açığa çıkartmak ve çoğaltmak için seferber etmemiz şart. Süresiz genel grevin düşünü gerçek kılacak olanlar, dönün ve birbirinizin yüzlerine bakın! O yüzlerde yeni bir hayatın enerjisini bulacaksınız.
4
işçi meclisi
Bir mevsimi aşan iki direniş: Hey Tekstil ve Çapa
Direnişte bir mevsimi geride bırakan Hey Tekstil işçileri kararlı. Haklarını almadan direnişe son vermeyecekler. Direnişin uzun bir zamana yayılmasının bütün dezavantajlarını göğüslemek durumunda kalan işçiler, umutumutsuzluk girdabından çıkmayı başarıyorlar. Uzayan direnişi göğüsleyemeyen birçok işçinin direnişi bırakıp başka yerlerde çalışmaya başlamalarına rağmen hala 50-60 kişilik kararlı bir işçi kitlesi direnişi sürdürüyor. Haftanın altı günü Hey Tekstil fabrikasının önünde erkenden toplanan işçiler günlük toplantılarını yapıp programlarını belirliyorlar. Fabrika önünde ve Lifung isimli uluslararası tedarik-lojistik şirketinin önünde çadırlarını kuran işçiler, bazen de üretim yaptıkları kimi markaların satışının yapıldığı mağazaların önünde protesto eylemleri yapıyorlar. Ayrıca AKP il binasına ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Başkanlığının binasına gelip burada eylemlerine devam ediyorlar. Sloganlarıyla, çeşitli protesto eylemleriyle haklarını istemeye devam ediyorlar. İşçi Meclisi olarak direnişçi işçilerle birlikte AKP il binasına giderken otobüslerinde sohbetler yaptık. Üç direnişçi işçinin direnişe, kendilerine dair görüşlerini aşağıda paylaşıyoruz: İşçi Meclisi: Direnişin 110. günündesiniz, durumunuzu aktarır mısın? Direnişçi işçilerden Melek: Durumumuz gayet güzel. Direniş devam ediyor. Aslanlar gibi direnişe devam ediyoruz. Herkes bilinçli, dirençli, gayretli. Hakkımızı almadan gitmeyeceğiz. Direniş süresince çok zorluklar yaşadık, ama çok şey de öğrendik. Ne öğrendik, asla bırakmayacağımızı, emeğimizi, hakkımızı kimseye bırakmayacağımızı… Her zaman söylediğim gibi dostumuzu, düşmanımızı öğrendik diyorum. Ama bırakmayacağımızı da iyi biliyorum. Haklarımızı almadan gitmek yok. Ya hükümet bu işe el koyacak, sahip çı-
kacak ya da biz elimizden gelen her şeyi yapacağız. Bundan sonra pasif olmak yok, yasaları da sınırları da zorlayacağız. Kimse bizden uslu uslu beklememizi istemesin. Her yola başvuracağız. Bitti. Çünkü yasa sadece para babaları için, patronlar için varmış. Kanunlar sadece onlar için işliyormuş biz bunu gördük, artık biliyoruz. (Bu esnada başka bir kadın işçi araya giriyor: İşçiyi tanımayan yasaları işçiler de tanımayacak!) Evet, madem yasa-kanun vardı, çoktan Aynur Bektaş’ın cezaevinde, idam sehpasında olması gerekirdi. Bu kadar işçinin hakkını çalamazdı.
M. Zeki Gördeğir: Direnişimizin 110. günündeyiz. İlk günkü gibi kararlıyız. Arkadaşlarımızın bir kısmı bıraktı direnişi. Sayımız azaldı ama gene de biz sonuna kadar bu kararlılığımızı devam ettireceğiz. Buradaki haklarımızı almadan, yetkililerin, firmanın, Hey Tekstil’in, Lifung’un kapısını terk etmeyeceğiz. Çünkü burada yılların emeği, emeğimiz var, alın terimiz var. Biz bu haklarımızı almadan buralardan gitmeyeceğiz. Hükümetten ve yetkililerden bunu talep ediyoruz. Meclise de taşıdık ve bunu patronlara da söyledik. Firmanın önünü, AKP il binasının önünü, bütün kurumları biz rahatsız edeceğiz. Bu haklarımızı alana kadar, almadan da gitmeyeceğiz. Bu kararlılığımızı herkes bilsin. Haklı olduğumuz için de kazanacağımıza, hakkımızı alacağımıza inanıyorum. Birbirimize ilk zamanlardakinden çok daha fazla kenetlendik. Bu işi sonuna kadar götüreceğimizin kararını verdik. Haklarımızı almadan bu direnişi kesinlikle bitirmeyeceğiz. Bunu bütün yetkililere, kurumlara buradan duyuruyoruz. Hakkımızı istiyoruz, alacağız.
Çapa’da direniş sürüyor
Melek: Direnişimize hala Hey Tekstil’in önünde, firmanın önünde devam ediyoruz. Aynı zamanda direniş çadırımız hala Lifung’un önünde… Ama bu süreçte hükümetin kapısı, AKP’nin il binası olsun, meclis olsun, Ankara olsun boş bırakılmayacak devam edilecek.
İstanbul Tıp Fakültesi taşeron işçilerinin taşeron sistemine karşı işlerini koruma mücadelesi de 100. gününü ardında bıraktı. Taş-iş-der’de örgütlü işçilerin hastane bahçesinde 100 günü aşan bir süredir açık tutukları direniş çadırı ilgi odağı olmaya devam ediyor. Direnişçi işçiler işçi çıkartmaları devam ettiği müddetçe, kadrolu çalışma haklarının gaspı sona erene dek çadırlarını açık tutmaya kararlılar. Yeni bir direniş çadırını bu kez Cerrahpaşa’da açmayı planlıyorlar. Emek mücadelesinde yer alan ve kendilerine destek verenlerle direnişlerini canlı tutmaya kararlı olan işçiler THY çalışanları gibi kendilerinin de greve hazırlanacaklarını söylüyorlar. Çapa Tıp Fakültesi‘nde, direniş çadırında bir sağlık işçisiyle yaptığımız röportajı aktarıyoruz.
İM: Merhaba Demet, direnişin 110. günündesiniz, neler söylemek istersin?
İM: Merhaba seni tanıyabilir miyiz, biraz kendinden bahseder misin?
Demet: Evet, bugün direnişimizin 110. günündeyiz. Ama umutlarımız hala ilk günkü gibi taze, hala heyecanlıyız. Mücadelemize devam ediyoruz ilk günkü gibi. Direniş sözü verdik, sözümüzün arkasındayız. Aynı şeyleri söylüyoruz. Şu anda AKP il binasına gidiyoruz. Yine onlara başkaldırıyoruz. Bize yasalardan bahsedenlere, hak-hukuktan bahsedenlere karşı evet başkaldırdık. Haykırmaya devam edeceğiz; soracağız, nerede insan hakları, nerede işçi yasaları, nerede adalet, nerede hükümet diyeceğiz, her zamanki gibi… İçerde kalan ücretlerimizi istiyoruz, tazminatlarımızı istiyoruz. Karşımıza hangi engeller çıkarsa çıksın, bundan sonra tanımayacağız. Bize yasalardan bahsedenlere karşı, işçiyi tanımayan yasaları işçiler de bu saatten sonra tanımayacak. Her türlü engellere karşı dimdik duracağız.
Emine Ermiş: Ben Emine Ermiş. 20 yıllık hemşireyim. 2007 yılından beri İstanbul Üniversitesi bünyesinde çalışıyorum.
İM: Direniş nasıl sürüyor?
5
işçi meclisi
İM: İşten ne zaman çıkarıldın? Kaç günden beri çadırda bekliyorsun? Emine: 1 Nisan itibariyle… Yani bu tarihte çıkışlarımız tamamlandı. Çadırımız bugün itibariyle 94 gündür var. İlk etapta işten çıkarma kararlarına karşı hastanede bir duyarlılık ve bilgilendirme işlevi görecek şekilde kuruldu. 1 Nisan’dan itibaren işten çıkarılmalar başlayınca çadır direniş çadırına döndü. Bugün Mayıs’ın 24′ü. Neredeyse iki aydır direniş çadırı olarak var. Toplamda 94 gündür kurulu çadırımız. İM: Talepleriniz var. Somut olarak nedir talepleriniz aktarır mısın? Emine: Somut olarak işten atılanların geri alınmasını istiyoruz. Artı üniversite bünyesine geri dönmek istiyoruz. Artık taşerona geri dönmek istemiyoruz. Üniversitenin kadrolu işçileri olmak istiyoruz. Buradaki tüm taşeron işçileri için bunu istiyoruz. İM: Durumunuzda bir değişiklik var mı? Görüşmeler nasıl geçiyor? Emine: Henüz görüşmelerden bir sonuç alamadık. Ama hukuki süreci başlattık. Şu aralar yeni gelişmeler var, 31 Haziran itibariyle sözleşmesi bitecek arkadaşlarımız var. Ve yeni dönemde yeniden çalışan sayısını azaltmak, ücretlerden kesinti yapmak istiyorlar. Karar alınmış. Çalışan sayısında yüzde 20 azalmaya gidilecek. Yani her beş arkadaşımızdan biri işsizlikle karşı karşıya… Ayrıca kalanlar için, kalanları daha iyi bir süreç beklemiyor. Hem eksik elemanla çalışacaklar, hem yol parası olarak verilen para kesilecek ve hem de asgari ücretin biraz üzerinde aldığımızdan, ücretlerden yüzde 5 ya da 10 kadar indirim yapılacak. Yani 130 lira yol parası ve ücret üzerinden yapılacak indirimle toplamda 200 lira gibi bir kesinti yapılacak. Yeni saldırılarla geliyor yönetim sonuçta. Çalışanlar bu koşullarda çalışacaklar. Yılsonuna kadar bu sürecin tamamlanacağını düşünüyoruz. Yılsonuna kadar herhalde taşeron bırakmayacaklar diye düşünüyoruz. Kadroya almak istemedikleri için ufak ufak, bugün kayıtçılar, yarın temizlikçiler… Sağlık personeli zaten çıkarıldı. İM: Hastane tasfiye mi ediliyor? Emine: Hastanede bir tadilat olacak, bir değişim olacak. Ama işte ekonomik koşulları vs gerekçe gösteriyorlar. Gerçek olan ise muvazaa kararıyla üniversite ceza aldı. Bu mahkeme kararını da uygulamıyor, uygulamak istemiyor. Mahkeme kararı burada çalışan tüm işçilerin 4857, yani buranın, üniversitenin çalışanları sayılması gerektiğini belirledi. Bundan dolayı bunu uygulamak istemediği için ve ceza da aldığı için bunu ortadan kaldırmak için, artık bizde taşeron işçi yok diyebilmek için muvazaalı çalışan yok konumuna getirmeye çalıştığını düşünüyoruz. Bu nedenle de ufak ufak işten çıkarmalar yapılıyor. İM: Görüşlerini paylaştığın için teşekkürler. Dirençle kal, başarılar…
Taşeron işçiler BEDAŞ önünde direniyorlar İşten atılan BEDAŞ sayaç okuma işçileri işe geri alınma talebiyle direnişe başladılar. 30 Mayıs günü Taksim Tramvay Durağı’nda bir araya gelen işten atılan 120 işçi sloganlarla BEDAŞ önüne bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Taksim’deki BEDAŞ Genel Müdürlüğü önünde sürecek direniş işçilerin sendikalı olarak işe iadesi ve ödenmeyen maaşlarının ödenmesi talebiyle devam edecek. Enerji-Sen’de örgütlü elektrik sayaç okuma işçileri, maaşlarının ödenmesini sağlamak amacıyla taşeron şirket bünyesinde bir günlük bir iş bırakma eylemi gerçekleştirmişlerdi. Taşeron şirketin buna yanıtı esas işveren BEDAŞ’ın onayıyla 120 işçiyi birden işten çıkartmak oldu. Bununla kalmayıp taşeron şirket patronu, Ülkü Ocakları’ndan grev kırıcıları atılan işçilerin yerine yerleştirmeye ve özel yetkili savcılara sendikayı “terörist yuvası” diyerek şikâyet etmeye kalktı. Enerji-Sen Başkanı Kamil Kartal AKP, polis, TEDAŞ, BEDAŞ, taşeron şirketler, Ülkü Ocakları bloğunun bu son saldırı hamlesini, EnerjiSen’in enerji sektöründen tasfiyesini amaçlayan bir saldırı olarak değerlendiriyor. Yaklaşık 1,5 yıldır özellikle sektördeki taşeron işçileri örgütleme hedefiyle yola çıkmış olan sendikanın DİSK’e başvuru yapmış olmasına karşın henüz konfederasyon üyelik başvurusunun kabul edilmemiş oluşunun sendikayı karalamaya dönük bir hamleye çevrilmesine izin vermeyeceklerini ifade ediyor. DİSK Genel Başkan Yardımcısı Küçükosmanoğlu’nun eyleme desteği, bunun yanı sıra BDP, Halkevleri, Has Parti, CHP gibi geniş bir yelpazeden parti temsilcilerinin eyleme destek amaçlı katılımı bu oyunu boşa çıkarma çabası olarak da değerlendirilebilir. Enerji-Sen’in İstanbul’da örgütlü olduğu taşeron işçi kesimleri sadece işten atılan elektrik sayaç okuma işçileri ile sınırlı değil. İşten atılan işçilerin biran evvel işe geri alınmaları sağlanmazsa, önümüzdeki günlerde açmakapama işçilerinin ve doğalgaz işçilerinin de direnişe katılımları gündemde. Önümüzdeki günlerde iş saatleri boyunca BEDAŞ önünde eylemlerini sürdürecek işçiler birebir konuşmalarına da yansıyan biçimde kararlılıklarını sloganlarla ifade ediyorlar. BEDAŞ’ın emekleri üzerinden sermaye biriktirdiği işçiler birkaç gün içerisinde sonuç alamazlarsa direniş çadırı kuracaklarını belirtiyorlar. İşçiler verilen sefalet ücretinin dahi gasp edilip işsiz bırakılmalarına karşı tepkilerini önümüzdeki günlerde de çeşitli eylemlerle gösterecekler.
diğimiz dilekçelerde 34. iş maddesine dayanarak eğer 20 işgünü içerisinde maaşlarımız verilmezse, 21. günü biz işimizi bırakacak, iş edinmeme hakkımızı kullanacağız dedik. O hat doğrultusunda yola çıktık ve maaşlarımız ayın 21’inde yatırılmadığı için gerekeni yaptık. Bu karşılığında bize bedel olarak, işten çıkarma dayatması olarak döndü. Biz şimdi haklarımızı korumak için direneceğiz. Ne şirket ne kurum bu süreçte bizi muhatap alıyor, bize sendikasızlığı, sendikanızdan soyunun da gelin şeklinde dayatıyor. Biz de bunu kabul etmiyoruz ve bu yüzden direnişimizi, ekmek davamızı Taksim’e taşıdık, Taksim’de halkımızla paylaşmaya karar verdik. Bundan sonrasında neler yapmayı planladınız, planlıyorsunuz? Bundan sonra Taksim eylemlerimiz sürecek, katılımı çoğaltıp boyutlandırarak sürdürmeyi düşünüyoruz. İşlerimize dönebileceğimize inanıyoruz, çünkü çoğu arkadaşımız gördüğünüz gibi kararlı insanlar. Israr ve kararlılıkla mücadeleyi kazanabileceğimizi düşünüyoruz. Peki direnişe destek ve katılım açısından gerek taşeron gerek kadrolu işçilerden beklentileriniz neler? Taşeron işçiler özellikle hepimiz ortak sorunları yaşıyoruz. Ortak sorunları yaşadığımız için her an bir patronun iki dudağı arasında olmak ya da bir kurumla patronun el ele vermesi sonucunda dışarıda bırakılmak her an başımıza gelebilecek bir şey olduğu için, bizim de sürecimize destek vermelerini bekliyoruz. Çünkü herkesin, tüm taşeronların başına gelebilecek bir şey bu. Onun haricinde de, tüm kadrolu işçilerden de istediğimiz eylemimizi görmezden gelmesinler, gelsin katılsınlar, destek olsunlar, hep birlikte kazanalım. İsteğimiz budur.
İşçi Meclisi: Bize kendinizi tanıtır mısınız, direniş sürecine nasıl gelindi?
En son 23 Mayıs’ta kamu grevi oldu, Havaİş’te fiili bir grev yaşanıyor. Ancak bu eylemlerin sonuç alabilmesi açısından bir günlük grev genellikle yeterli olmuyor. Sizce hakların kazanılması açısından süresiz bir grevin örülmesi için neler yapılması gerekir?
Adım Selçuk Karababa. Bedaş Gaziosmanpaşa işletmesinde sayaç okuma elemanı olarak çalışıyorum. Çalıştığımız taşeron firma maaşlarımızı zamanında yatırmıyor, yatırdığında da kesintili olarak yatırıyordu. Maaş gecikmelerimizi protesto etmek için ana kurumumuz BEDAŞ’a dilekçe verdik. Ayın 18’inde ver-
Tüm çalışanların birlikte olabilmesi koşul oluyor doğal olarak. Ortak zeminlerde birleştirip örgütlülüğümüzü arttırarak, dayanışmamızı güçlendirerek hep birlikte, hep birlikte mücadele edersek uzun vadeli grevler de öreriz, uzun vadeli kazanımlar da elde ederiz diye düşünüyorum.
6
işçi meclisi
“Grev çökertir!” THY, sömürdüğü 14 bin işçinin örgütlü olduğu Hava-İş Sendikası ile arasındaki toplu sözleşme görüşmelerini 18 aydır süründürüyor. Sendikanın teklifini kale bile almayan THY tekeli, anlaşmazlık sonucunda Bakanlar Kurulu’nun atadığı “aracı heyet”i de dışlayarak, bu heyete karşı dava açmıştı. Toplu sözleşme görüşmeleri sürerken grevi yasaklayan yasaya, geçtiğimiz günlerde Meclis’ten geçirilen, hava iş koluna grev yasağı getiren maddenin eklenmesiyle, sermayenin karabasanı hava işçilerinin grev hakkı ortadan kaldırılıyor; TİS ve sendikal örgütlülük yıkıma uğratılmak isteniyor. Hava işçilerinin örgütlülüğünü ve eylem gücünü kırıp, tasfiye etmek, dev çaplı ve agresif olarak büyüyen ve havayollarındaki emperyalist kapitalist tekellerle kıyasıya rekabetin yanısıra ortaklıklar geliştiren THY tekeli için temel bir hedef. Tekelci sermayenin bölge gücü olma itiliminin önemli sac ayaklarından birini oluşturan, havayollarında da bölge gücü olabilmek, hava işçileri üzerindeki sömürüyü muazzam arttırmayı zorunlu kılıyor. Sermayenin dünya çapında hava işçilerine saldırısının ivmelendirdiği, içerip güçlendirdiği bir zorunluluk bu. Ne diyor sermayenin başbakanı, hava işçileri grev yasağına karşı eyleme geçtiğinde: “Havayolları gibi bu tür istisnai bir kurumda yapılacak grevler, hele hele bunlar yasalara ters olduğu zaman -ki son dünkü yapılan gece 12′ye kadar süren bir defa kanunsuz bir grevdir. Onu hemen bir ifadeyle değiştiriyorlar, iş ağırlaştırma veya iş bırakma gibi garip yaklaşımlarla kılıf uyduruyorlar. Kimsenin kanunsuzluğa müracaat etmeye hakkı yok. Çünkü bu stratejik bir kurum. Bu kurumda atılacak bu tür adımlar ciddi manada ülkemizde çöküşün habercisi olur ki buna fırsat vermemek gerekir. Hele hukuksuz olduğu zaman hukukun gereği neyse onu da yöneticilerin yapması gerekir. THY yönetimi gereğini yapmıştır.” Gereği, dediği, 300 işçinin işten atılması, havalimanına polis yığınağı… Öncesi bir yana, son birkaç yıldır, yine dünya çapında, hava işkolunda sömürülen işçilerin, pilotların, kabin işçilerinin, teknik işçilerin, yer hizmetleri işçilerinin, hava kontrolörlerinin irili ufaklı, kısa uzun direniş ve grevleri oldu. “Yeni dönem”, cowboy bozuntusu Regan’ın, ABD’de, işçi sınıfının en örgütlü ve güçlü kesimlerinden olan hava trafik kontrolörlerine amansız saldırısıyla açılmıştı. ABD’de hava trafik kontrolörlerinin, İngiltere’de maden işçilerinin asker polis saldırılarıyla çok uzun süren kanlı mücadeleler sonucunda yenilgiye uğratılmasının ardından, sermayenin neoliberal vahşet politikalarının önü açılabilmişti… “Yorgun uçmak istemiyoruz!”, “Grev haktır gasp edilemez!”; Atatürk Havalimanı’nda içerde dışarda bu sloganlar yankılanıyor. Dayanışma örgütlenirken, toplumsal emeğin
farklı bileşenleri de desteğe geliyorlar; deri işçileri, 1 Mayıs’ta kitlesellikleri, çoşkuları ve öfkeleriyle göz dolduran tiyatro işçileri vb. Hava-İş’in örgütlü olduğu Uluslararası Ulaştırma İşçileri Federasyonu (ITF), Uluslararası İşçi Örgütü’nü (ILO) grev yasağı ve işten atmalara karşı müdahaleye zorlarken; dünya çapında THY uçuşlarına karşı eyleme geçeceğini ilan etti. ITF’in dayanışma eylemlerine, kazanımla biten UPS direnişinden tanığız; UPS işçilerinin dünya çapında iş bırakmadan iş yavaşlatmaya kadar çeşitli eylemleri, UPS’nin Türkiye’deki işçilerinin de sendikal örgütlenmesi, şiddetli ve uzun soluklu mücadelenin kazanımla sonuçlanmasında temel bir etken
THY işçisi: Off öyle öfkeliyim ki… Yaklaşık 1 yıldır THY’de çalışan biri olarak şunları söylemek isterim: Bu yapılanın ismi ister grev olsun, ister iş yavaşlatma, isterse legal yoldan insanlar sağlık raporu alarak evde istirahatı seçmiş olsun, THY gibi yıllardır şişirilmiş imajlarla insanların gıpta ettiği bir yerde gelinen durum korkunçtur. Diyeceğim, durumun bu hale geleceği son zamanlardan belliydi. Bu mesele böyle olmasaydı uçaklardan biri düşebilir, kabin memurlarından biri 1 saniye içinde yorgunluktan ölebilir, daha pek çok senaryo olabilirdi. Ama o zaman suçlu işveren değil, kabin işçisi ya da teknik elemanlar olurdu (ya da hayır takdir-i ilahi olurdu diyelim).
oluşturmuştu. Labor Start’ın THY’ye karşı başlattığı kampanyayı da, uluslararası sınıf eyleminin bir bileşeni olarak selamlıyoruz. THY sitesinin kırılması da, çok yönlü ve bütünsel eylemliliğe ilişkin bir adımdı. Süresiz eylemi, adım adım fiili ve süresiz greve dönüştürmemiz gerekiyor. Konan grev yasağını parçalamak, hava iş kolundaki toplumsal emek bileşenlerinin tümünün eylemli dayanışması; THY’nin çok yönlü boykot edilmesi, işçi sınıfının örgütlü kesimlerinden başlayarak eylemli dayanışmanın örgütlenmesi ve uluslararası işçi dayanışmasının bir bütün olarak geliştirilmesiyle mümkün. onlar da işten çıktı/çıkarıldı… Şiddetli açık hava türbülansıyla elmacık kemikleri parçalananlar mı, bu olasılığı yok sayıp aldığımız parada gözü olanlara muntazaman açıklama yapmak zorunda kalmak mı dersiniz.. Off öyle öfkeliyim ki… Gencecik zarif bacakları varislerle dolmuşları, ayakları taraklanıp yamulmuşları görünce içinizin acıması mı dersiniz, aldığı radyasyon nedeniyle meme kanseri riski en fazla çalışan grubuna dahil olmak mı dersiniz.. Nasıl cahil, nasıl kötü bir yerde yaşıyorum ki, bana şimdi göze soka soka “aldığım parayı fazlasıyla hak ediyordum, canım çıkarak çalışıyordum, o bile yetmedi, kazandığım haklarım bir günde elimden alınıyor, siz gidip o zalimlerden yana olabiliyorsunuz, tek kurtuluş olan grev hakkı yasaklanıyor, ben tepki vermeyeyim de ne yapayım” dedirtiyorlar.
Mesela ben şu “minimum ekip” sisteminden sonra, hayatımda ilk defa yorgunluktan duşta uyuyakaldığıma, iki dakika suyu kapatayım da gözlerimi dinlendireyim dediğime şahit oldum. “Havacılık sektörüne grev yasağı gelsin” diyerek meclise inen yasa tasarısı, bir şekilde bu Şirkette son zamanda oluşturulan ekip işe hayatını adamış kişiler için sonun fermanı sayısının minimumun da altına çekildiği günoluyor. den beri herkeste başta tansiyon olmak üzere pek çok problem baş gösterdi. Günde 14 saat Emekler, hayaller kaba saba konuşan adamlar mesai, 8 saat dinlenme gibi rakamlar, uçaklar- tarafından yakılıp yıkılıyor. da yediğimiz basınç/radyasyon/mobbing vs Ben olanlar karşısında çok üzüntülüyüm. Bu için yeterli gelmez oldu. ortamdan kaçıp kurtulacağım bir b planım Sağlık raporu alanları “verimsizsin” diyerek olduğu için tanrıya şükrederken, her zaman katek tek işten çıkaran işveren karşısında insanlar çacak yer, çalışacak sektör bırakmayanlar için artık delirdi. Kimisi stresle mücadele etmek sonsuz lanet okuyorum. için dört kolla özel hayatına sarıldı, kimisi hiçGözleri önyargıyla kör olmuş arkadaşlara bir şeyi kaldıramadı da kafayı yedi. ise THY çalışanlarının onurlu tekel işçilerini anımsatan birlik ve beraberliğine, Gripliyken asla uçmaması gereken kenetlenişine bakıp biraz feyz alın, biraz arkadaşlarımın yanı başımda kulak zarları deokuyun, biraz düşünün demek istiyorum.” lindi ve bazılarında işitme problemleri kaldı,
7
işçi meclisi
Unutmak insanlara mahsustur İnsan beyni deneyimlediği, öğrendiği her şeyi olduğu gibi korusaydı, işlevini göremezdi. O yüzdendir ki beyin insan deneyimini tasnif eder, önceliklendirir ve ilişkilendirir. Ve bu sınıflandırma, önceliklendirme ve ilişkilendirme sistemi içerisinden bazı şeyleri olduğu gibi korumakla kalmaz, aynı zamanda onları çağıracak unsurların silinip gitmesine de izin vermez. Bireyin birey olarak ve toplumun bir parçası olarak deneyimlediği çarpıcı, tarihsel olaylar, belleğin bölümlerinde yerlerini alırlar. Bireyler gibi işçi sınıfı, emekçi kitleler, ezilen halklar da unutmaz. Büyük katliamları, acıları, direnişleri, ayaklanmaları, kazanımları, hayal kırıklıkları unutmaz. Sınıfın, halkın, kadınların… düşmanlarını, saldırılarını zihnine, yüreğine nakşeder ve bedelini ödetmek üzere mücadele defterine yazar. Turgut Özal, işçi hareketine dünya çapında açılan neoliberal saldırının simgesi olarak hatırlanır. “Ben zengini severim”, “Benim memurum işini bilir” sözleri Özal’ı hiç görmemiş işçi kuşaklarının bile dillerine böyle yerleşmiştir. İşçiler için en küçük güvenlik önlemi almayan, mutlak artıdeğer sömürüsünü kökleyen maden patronlarının, tersane patronlarının, inşaat patronlarının… -diğer sektörlerin tekelci ve orta burjuvalarını “unutmadık”!- yüzünden 9 yılda her gün 3 işçinin can vermesi unutulmaz. Bölge gücü olma gözüdönmüşlüğü ile köklenen neoliberal kapitalist kudurganlık bayrağını Özal’dan devralmış Erdoğan’ın “Ölüm bu işin fıtratında var” sözü akıllardan silinmez. Yüzde 3-4′lük zamların dayatıldığı, kıdem tazminatının gaspının an meselesi olduğu bir dönemde işçi sınıfının grev hakkına karşı dalga dalga gelen saldırıyı bellek atlamaz. İşçi sınıfı gücünü süresiz genel grev yönünde adım adım ve kesintisiz bir
tarzda toplayıp bu saldırıyı püskürttüğünde geriye bakıp “Taşları bağlayıp itleri salmışlardı” diye anımsayacaktır. Yeni toplum, sınıf, birey, cins durumu, hızlı proleterleşme süreci, en geç, zor ve geriden gelen bir dalga olarak kadın sorununu bütün boyutlarıyla gündemin ön sıralarına yükseltir. Ezen cins egemenliğinin genel söylemlerle ele alınmasının, böylelikle de çağın büyüyen yangınının üzerine çaktırmadan kum atılmasının zamanı artık sona ermiştir. Zaten çok güçlüdür emekçi kadınların belleği. Fakat binlerce yıldır ancak kayıt üzerine kayıt yapabilmiş, pek çok durumda hapishanesini kabullenmiştir. Ama şimdi, şimdi, cins egemenliği çamurunu sadece cinayetlerde, sadece çocuk taciz ve tecavüzlerinde vb değil, her an ve durumda suçüstü yakalamanın kayıtlarını tutmaktadır. Erkeğin kadın emeğini kendi hizmetine koşulu tutmasına, yani, adlı adınca söylersek, sömürmesine karşı büyüyen öfke böyledir. “3 çocuk, olmadı 5 çocuk”, “Her kürtaj bir Uludere’dir” unutulmaz. Tecavüz davalarında tecavüzcünün “gerekçeler” yaratılarak savunulması unutulmaz. Artık söylenmemiş kabul edilemeyecek tek bir söz, yapılmamış kabul edilemeyecek her saldırı, toplumsal bellekteki bütün o kayıtları geri çağırır ve yangına benzini döker. Ezilen ulusların işçi ve emekçilerinin belleği de çok güçlüdür. Ezilen ulusun burjuvaları, sömürücü sınıfları, bir dizi tarihsel örnekte gördüğümüz gibi, bu belleği dolduran tarihsel olayların pekala aksine davranabilirler, davranırlar. Fakat işçiler, kent ve kır yoksulları unutmaz. “Kart-kurt”ları, “Vatandaş Türkçe konuş”u, kayıplarını, “5 nolu”yu, gerillaya can bedeli bağlılığını, Newroz’larını, Şemdinli’yi, sadece Kürt olduğu için uğradığı baskı ve zulmü, iş bulamamasını, en kötü, en ağır, en pis
işlere mahkum edilmesini … unutmaz. Van depremini, deprem sonrasında bile yardımlardan yararlandırılmamasını, dahası bunu protesto ederken uğradığı saldırganlığı unutmaz. Günde 20-50 TL kazanabilmek için kaçakçılığı çoluk çocuk yol eden Roboski yoksul köylülerinin F-16′larla hunharca bombardıman edilmesini unutmaz. Bu bellek artık sadece ulusal talep ve duygularla değil, sınıfsal toplumsal olgularla da örülüdür çünkü. Başka iş bulamadığı için tersanelerde, inşaatlarda bulduğu geçici, iş güvenliğinden eser olmayan işlerde nasıl can verdiğini, tekelci kapitalizme gün gün sunduğu kurbanları unutmaz. Uludere belleklerden silinmiyor. 6. ayında sadece bir jandarma albayının tutuklanmış olması, katliamın provokasyon gibi sözlerle haklı gösterilmesi, karşıdevrim kampı içerisinde “İstihbaratı kim verdi” üzerinden sürdürülen iç rekabet ve çatışmanın nesnesi kılınması yangına benzin döküyor. Bizi ilgilendiren ise, katliamın bodoslama savunulmasının kendi içlerinde de mızıklanmalara neden olması değildir. Öncü işçiler tekelci kapitalizmin ölümü işçi sınıfı, Kürt halkı, kadınlar için “fıtrat” haline getirmesine karşı mücadele etmeli, stratejik mücadelelerinde “Bedel ödedik, bedel ödeteceğiz!” sloganını eylem sloganları ve hedefi haline getirmelidirler.
Kentsel dönüşüm yasası çıktı: Plazalara savaş zamanı! Kentsel dönüşüm ve öncesinde de “2B” yasaları meclisten geçti ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı. Kentsel dönüşüm gereğince Türkiye çapında 7 milyon, sadece İstanbul’da 2 milyon ev yıkılacak. İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşamında bir fırtına daha yaklaşıyor. Biz işçiler, yaşam koşullarımızı bugünkünden daha da ağırlaştıracak kentsel dönüşüm saldırısı karşısında elbette ki sınıf düşmanına boyun eğmeyeceğiz. Plazalara, villalara, AVM’lere savaş! Evlerin yıkılmasını, işçi ve emekçilerin kentlerin dışına süpürülmesini, tekelci sermayenin yasa, dozer, devlet zoruyla bizi geriletmesini kabul etmeyeceğiz. Bize uzanan kavga davetiyesini reddetmeyeceğiz. Devletle anlaşma, birbirimizi anlaşma için ikna etme, nasıl olsa direnmek imkânsız diyerek pazarlığa oturma tuzağına düşmeyece-
ğiz. Bunun için örgütleneceğiz. Kurtuluşu tek başımıza arama, çaresizlik içinde bekleme girdabında tek tek boğulmayı, mücadele zincirinin zayıf halkası olmayı reddedeceğiz. Kentsel dönüşüm işçi sınıfına, kent yoksullarına tekelci sermaye açısından açılmış yeni bir cephedir. Bu mücadelede yerimizi alacağız. Konut sorununu büyüten, çığlaştıran, tekelci kapitalizmdir. Tekelci kapitalizm, bir avuç mali oligarşinin toplumun tüm ihtiyaçlarının üzerine oturması, bu ihtiyaçları kendi neoliberal meta egemenlik ilişkilerine tabi kılmasıdır. İşçi sınıfı iktidarı daha ilk gününden tekelci kapitalistlerin, orta burjuvaların sermaye haline getirdikleri, istifledikleri, ancak ücretli işgücü olarak girebildiğimiz konutlara el koyacak; sınıf düşmanlarını buralardan kovarak işçilerin kullanımına aça-
caktır. Kentler, artık varlığına son verilmiş olan tekelci sermayenin değil tüm toplumun ihtiyaçları doğrultusunda, bütün bir toplumsal kültürel zenginliği, özgürlük ve estetiği bir arada yansıtacak tarzda düzenlenecektir. Konutların alınıp satılmasına, kar amaçlı kullanımına son verilecek, kira dâhil temel ihtiyaçlarımız gelirimizin çok küçük bir yüzdesini oluşturacaktır. Kentler tarih boyunca işçi hareketinin doğum yerleriydi. Hiçbir güç, hiçbir kentsel dönüşüm işçi sınıfının mücadele talepleri için ayaklanmasına engel olamadı. Burjuvalar-proleterler çelişkisi orada büyüdü, şiddetlendi, burjuvazinin beyninde patladı ve devrimlerle çözüldü. Kentsel dönüşüme karşı “Plazalara, villalara savaş!” mücadelesinin temelinde de bu hedef olmalıdır.
8
işçi meclisi
Yeterlilik sizsiniz işçi sınıfı! İşçilerin içine itildiği ve olağan koşullarda çoğunluğunun da kabullendiği bu “yetersizlik” kapanı olmasaydı, kapitalizm kapitalizm olmazdı Burjuvazi ve hükümeti, önümüzdeki dönemde kadrolu öğretmenleri de daha ağır bir performans/ yeterlilik boyunduruğuna almayı hedefliyor. Milli eğitim bakanı, bu sistemi daha nitelikli eğitim, daha yetkin öğretmenler için, diye gerekçelendirdi. Oysa, performans sisteminin amacı, emeği yetkinleştirmek değildir. Tam tersine, işçinin kendini hep yetersiz hissetmesini sağlamaktır.
Yetersiz, ve dolayısıyla eğreti ve gereksiz! Bu yüzden her türlü performans ölçme/değerlendirme sistemi, işçileri sermaye için yeterliliklerini ve dolayısıyla gerekliliklerini kanıtlayabilmek için kendilerini parçalarcasına rekabete koşullandırır. Özgüvenlerinin büsbütün kırılmasına yol açar. Köleliği derinleştirir. Sermayenin yalnız sömürüsünü değil egemenliğini de, emeğin (sürekli bir “yetersizim, her an gereksiz de olabilirim!” korkusuyla) bizzat içgüdüsü haline getirip, azamileştirmeyi amaçlar. İşçiler çalışırken sürekli tepelerinde kendilerini az çalışmakla, yetersizlikle suçlayan şeflerin baskısından muzdariptir. Fakat performans sistemi bundan fazlasıdır: Performans sistemi bir kez yerleşti mi, artık, çok çalıştığını ve “yeterli” olduğunu tepesindekilere sürekli kanıtlamak durumunda olan bizzat işçinin kendisidir. Performans sisteminin ve emeği ölçme, değerlendirme, karşılaştırma mekanizmalarının en yıkıcı sonucu işte budur. Bu, suçlayanın “suçu” kanıtlaması yerine her daim potansiyel “suçlu” addedilenin “suçsuzluğunu” (sermaye için çok çalıştığını, yeterli ve gerekli olduğunu) kanıtlamakla yükümlü tutulduğu sermayenin emek üzerindeki despotik bir yargı mekanizmasıdır. İşçilerin kendilerini sürekli yetersiz, ve dolayısıyla eğreti ve gereksiz (aldığı üç kuruş ücreti bile haketmiyor, sanki pat-
ronun zamanını ve parasını çalıyor gibi) hissetmesiyle sağlanır.
Yetersizlik baskısı ücretli köleliğin ayrılmaz bileşenidir İşçinin işinde ve yaşamında kendini yetersiz hissetmesi, ücretli kölelik sisteminin ayrılmaz bileşenidir. İşçi patrona ne kadar değer (artıdeğer/sermaye) üretirse, kendi işgücü o kadar değersizleşir. Sermaye birikimini sürdürmenin ve yükseltmenin ilk koşulu, emek üretkenliğini durmaksızın artırmak, sınırsızca artırmaktır. Zaten sermaye emek üretkenliğini artıramaz hale gelince krize girer. Krizden çıkmasının da ilk koşulu da, yeni teknolojiler, yeni üretim ve emek organizasyonları, daha az işçiye daha çok iş yaptırmak, çalışma temposu ve süresini artırmak, bir bütün olarak emek üretkenliğini bir üst düzeyden azamileştirmektir. Kapitalizmin mutlak yasası: Bir kutupta sermaye birikimi, diğer kutupta, kendi emeklerini patronlara sermaye olarak üreten işçilerin safında ise sefalet birikimi. İşte işçilerin kendilerini değersiz, yetersiz, yeteneksiz, gereksiz hissetmeleri de bu sefalet birikiminin biçimlerinden biridir. Üretimin araçlarından yoksun; emek sürecinde bile kontrol ve inisiyatife sahip olamayan; zaten salt bir “işgücü”ne indirgenmiş, işgücü de patronların komutasında bir meta haline gelmiş; toplumsal-teknik iş bölümüyle yaşam ve çalışma alanı alabildiğine daraltılmış ve parçalanmış; toplumsal, politik, kültürel olarak etkin bir yaşama ne vakti, ne enerjisi kalan, ne de bunun eğitim ve olanağına sahip olabilen; kendisinin ve ailesinin çoğu zaman en temel istem ve gereksinmelerini bile karşılayamayan … işçilerde derin bir “yetersizlik” sendromu yaşanması kaçınılmazdır. İşçilerin içine itildiği ve olağan koşullarda çoğunluğunun da kabullendiği bu “yetersizlik” kapanı olmasaydı, kapitalizm kapitalizm
olmazdı. Bu, basitçe psikolojik bir sorun olmayıp, kapitalist kölecilik sisteminin yapısal bir bileşenidir. Burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki en yıkıcı, en kıyıcı hakimiyet biçimlerinden biridir. En ileri bilimsel, teknolojik emekten en ince duygusal, estetik emeğe kadar üretim ve yaşamı varedip durmaksızın geliştirenlerin, bilmeye ve kendi emek ve yaşamlarını yönetmeye, kendileri için yeni ve daha yüksek bir yaşamı da kurmaya yetenekli olmadıkları; sermaye hükümranlığına mecbur oldukları önyargısı, kapitalizmin temel bir sınır taşıdır. Bu önyargının yıkılması da, kapitalizmin mezar taşı olacaktır.
Neoliberalizm: Ezeli yetersizlik Neoliberal üretim ve emek organizasyonları, işçilerin işteki yetersizlik duygusunu had safhaya vardırır. Artık işçiler arası dayanışma, birbirine bilgi ve beceri aktarımı ile kazanılacak bir “yeterlilik” yoktur. Kalıcı işlerde, iş güvencesi ve deneyimle kazanılacak bir “yeterlilik” yoktur. Belli bir işin yapılabilmesi için hiçbir zaman yeterli sayıda işçi istihdamı da yoktur. Dahası, eğitimle, bilgiyle, beceriyle de kazanılacak bir “yeterlilik” de yoktur. İşçiler için, işsizlik ve güvencesizlik kapanına alınan eğitimli işçiler de dahil, sürekli derinleşen bir “yetersizlik” baskısı ve duygusu vardır. Bu “yetersizsiniz!” baskısıdır ki işçileri, 1- Sermaye için kendilerini parçalama “yeterlilikleri”ni de bizzat kendilerinin kanıtlaması zorunluluğunda bırakır. (Bu “yeterlilik”, öğle tatillerinde ve hafta
sonlarında çalışma, fazla mesai ücreti almadan fazladan çalışma, iş tanımında olmayan angarya işlerini yapma, iş dışında da işini gelecekte koruyabilmek ya da işten atıldığında yeni iş bulabilmek için bilgisayar, dil gibi çeşitli kurs ve dershanelere gitme, yeni “yeterlilik” sınavlarına hazırlanma, vb gibi biçimler kazanır.) 2- Patron ve şeflere karşı tepki ve taleplerini dile getirmekten alıkoyar. İşsizlik, güvencesizlik, aynı işyerinde bile işçilerin farklı istihdam biçimleri, ücret ve statü farklarıyla parçalanması ve katmanlılaştırılması, yönetim teknikleri ve rekabetle birbirinden tecrit edilmesi… Neoliberalizm, eğitim, sağlık, çalışma, emeklilik, her şeyin, tüm bir yaşamın bireysel atomizasyonudur. Neoliberal emek organizasyonunun (hukuki ifadesini bireysel iş sözleşmesinde bulan) özü de, işin bireyselleştirilmesidir. Her türlü üretim ve emek sürecinin iç içe geçtiği, birbirine bağlandığı, üretim ve emeğin toplumsal niteliğinin olağanüstü geliştiği günümüzde, tekil işçinin, hem de yaptığı iş üzerinde hiçbir kontrol ve inisiyatif tanınmadığı halde, yaptığı iş ve sonuçlarından yalnızca bireysel olarak sorumlu tutulmasıdır. Emek görülmemiş toplumsalbileşik bir nitelik kazandığı halde, 1- İşçilerin birbirinden soyutlanması, 2- İşçilerin yalnız birbiriyle değil kendi kendileriyle acımasız bir rekabete sokulması, 3- İşin mutlak biçimde bireyselleştirilmesi, 4- Emeğin “ölçme ve değerlendirilmesi”nin de, her türlü nitelikten soyularak tümüyle sayısallaştırılması…
9
işçi meclisi
Emek üzerinde azami kontrol-güdüm Şunlar ne kadar vurgulansa azdır: Her türlü performans sistemi, emeğin sayısallaştırılmış kontrolüne dayanır. Emeğin sürekli yinelenen, dolayısıyla sayısal olarak ölçülebilir bir takım en basit işlemleri yapmaya indirgenmesine, bu “istendik” işlemlerin her işçi açısından sayısal olarak hesaplanıp/birbiriyle karşılaştırılabilir hale getirilmesine, bir takım sayısal yeterlilik ölçüt ve kademelerinin konulmasına dayanır. Hepsi birlikte, emek üretkenliğini (sömürüsünü) ve emek üzerindeki kontrolü azamileştirmenin araçlarıdır. Sayısallaştırılmış yeterlilik ölçme/değerlendirme sistemleri, aynı zamanda sermayenin emek üzerindeki azami egemenlik, kontrol ve yönetim araçlarıdır. Çünkü ölçülemeyen emek tam kontrol altına alınamaz. Bilim-
sel emek, sanatsal emek, sportif emek, öğretmen ve sağlıkçının emeğinin ölçülebilir hale getirilmesi, bu alanlarla da öznel emek süreçlerinin (kendi emek süreçleri üzerindeki kısmi özerklik ve inisiyatif olanağının) ölüm çanıdır. Öznel emekten nesneleştirilmiş emeğe, nitel emekten sayısallaştırılmış emeğe, içeriksel emekten biçimselleştirilmiş emeğe, özgül emekten genel emeğe, işinde yeterli ve gerekli olan emekten yetersizlik duygusu içinde ve her an gereksizleşebilir emeğe geçiş olarak, yıkıcı proleterleşme sürecinin en çarpıcı dinamik ve ifadelerinden biridir.
Burası benim köşem kardeşim, işçi gazetesi falan anlamam, fikrimi buradan da yayar, hepinizi buradan da ezerim. Var mı bir diyeceğiniz!
n Be alizm pit ka
Böylelikle, işçinin işteki “yeterliliği”, artık belirli tarihsel ve toplumsal bir bağlam içinde, belirli bir deneyim ve bütünün parçası olarak var olamaz. Daha doğrusu işçinin kendisi açısından belirli bir toplumsal bağlam, deneyim ve bütünün parçası olarak algılanamaz hale gelir. Sayısallaştırılmış “yeterlilik” her türlü somut bağlamdan ayrı, sürekli değişmeye hazır, patronun karlılığına ve kaprislerine, piyasanın gereklerine göre ancak anlık olarak varolabilen, her an uçup gidebilir, yerine yenisi ile değiştirilebilir, sayısallaştırılmış (soyut) bir karakterdedir. “Yeterlilik”, sadece o anda sermayenin azami birikimine yeterli olma ihtimalidir. Sayısallaştırılmış her türlü eğitim-deneyim, her türlü bilgi-beceri her an “yetersiz” addedilmeye, yerini hemen alıverecek yeni bir sayısal “yeterlilik” ölçüsüne bırakmaya hazır olmalıdır. Böylelikle konulan her “yeterlilik” ölçütü ve değerlendirmesi daha geniş bir kesimi “yetersizler” safına fırlatır. Güvencesiz çalıştırılmalarını, ücretlerinin düşürülmesini veya işlerine son verilmesini rasyonalize eder. Zaten performans sisteminin ve onun ayrılmaz bileşeni olan sayısallaştırılmış yeterlilik ölçme ve değerlendirme mekanizmalarının asıl işlevi, her türlü emeği birbiriyle karşılaştırılabilir hale getirip, işçiler arasındaki rekabeti körüklemek, emeğin (artıdeğer) üretkenliğini son sınırına kadar artırmak, ve bunun kadar önemlisi, emek üzerinde içselleştirilmiş bir azami kontrol ve güdüm kurmaktır.
Benim sistemimde siz işçiler kendinizi yetersiz hissetmelisiniz, bu yüzden sizleri sürekli performans/yeterlilik sınavlarına sokan benim.
Performans ölçme/değerlendirme sistemleri, işçileri sermaye için yeterliliklerini ve dolayısıyla gerekliliklerini kanıtlayabilmek için kendilerini parçalarcasına rekabete koşullandırır. Benim adım kapitalizm, benim amacım siz işçilerin özgüvenini kırmak, ücretli köleliğinizi derinleştirmektir. Sizi sadece sömürmek bana yetmez, benim egemenliğimi sürekli bir “yetersizim, her an gereksiz de olabilirim!” korkusuyla sizlerin içgüdüsü haline getirmeyi amaçlarım. Performans sistemi bir kez yerleşti mi, artık, çok çalıştığını ve “yeterli” olduğunu tepesindekilere sürekli kanıtlamak durumunda olan bizzat işçinin kendisidir. Benim sistemimde işçi patrona ne kadar değer (artıdeğer/sermaye) üretirse, kendi işgücü o kadar değersizleşir. İşçilerin içine itildiği ve olağan koşullarda çoğunluğunun da kabullendiği bu “yetersizlik” kapanı olmasaydı, benim adım kapitalizm olmazdı. Yaşamı üreten işçilerin kendi emek ve yaşamlarını yönetmeye, kendileri için yeni ve daha yüksek bir yaşamı kurmaya yetenekli olmadıkları, sermaye hükümranlığına mecbur oldukları önyargısı her kapitalist topluma lazım. Bu önyargının yıkılması, benim ölümüme yolu döşer.
Bireysel rekabetçi performans sistemlerinin kaçınılmaz bir sonucu da, bu alanların tümünde, yalnızca mesleki örgütlerin değil, mesleki statülerle birlikte mesleki kolektif birikim ve kültür, norm ve kimliklerin tasfiyesinin hızlandırılmasıdır. Bu yüzden, bilim insanının, akademisyenin, aydının, sanatçının, sporcunun, mühendisin, mimarın, avukatın, öğretmenin, sağlıkçının emeği ne kadar nitelikli olursa olsun; kendine ne kadar toplumsal gereklilik ve statü atfederse etsin, bir kez sayısal olarak ölçülebilir bir takım basit hareketlerin yapılmasına indirgenince, zaten basit emekle karşılaştırılmaya ve basit emeğe doğru indirgenmeye başlamış; sermaye tarafından tam zaptedilerek, genel emeğin her an vazgeçilebilir herhangi bir parçası haline gelmiş demektir. devam edecek… Not: Bu yazı dizisi hiçbir sayısal ölçme/değerlendirme sistemine uymadığından, ölçülmesi ve değerlendirilmesi, sınıf bilinç ve mücadelesindeki nitel yararlılığına göre, işçiler tarafından yapılacaktır.
Koyduğum her “yeterlilik” ölçütü ve değerlendirmesi daha geniş bir kesimi “yetersizler” safına fırlatır. İşçilerin güvencesiz çalıştırılmalarını, ücretlerinin düşürülmesini veya işlerine son verilmesini meşrulaştırır, gerekçelendirir. Amacım her türlü emeği birbiriyle karşılaştırılabilir hale getirip işçiler arasındaki rekabeti körüklemek, emeğin (artıdeğer) üretkenliğini son sınırına kadar artırmak ve emek üzerinde içselleştirilmiş bir azami kontrol ve güdüm kurmaktır. Kadın bedeni, cinsel yaşamı, üreme sağlığı konusunda tayin edici kararları veren, kadının kendisi değil benim nüfus politikalarımdır. Başbakanın söyledikleri bir dinci gericilik fantezisi olmanın çok ötesinde kadınlar üzerinden yapılan bir “beşeri sermaye hesabı”nın ürünü. Hükümet kürtaj hakkına saldırarak, grev yasağı getirerek, kamu işçilerinin önüne 50 TL sadakayı atarak benim istediklerimi yapıyor. Kürtaj yasağı dünyada her yıl istemediği gebelikler için sağlıksız koşullarda kürtaj yaptırmak zorunda kalan 68 bin kadının canına maloluyor. Kadınlara yönelik saldırının arkasında binyıllardır sürdürülen ve ancak komünist toplumda kazınabilecek cins egemenliği çamuru var. Eee benim adım kapitalizm… Kolaysa örgütlenip ayaklanın, işçi devrimini yapın da göreyim! Kadınlar özellikle sözüm size. Ölçüşelim boyumuzun ölçüsünü, asıl yeterli-yetersiz çıksın ortaya! Var mısınız?
@ben_kapitalizm
10
işçi meclisi
“Sürdürülebilir iş cinayetleri yasası” geliyor Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı hazırladığı “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanun Tasarısı”nı başbakanlığa gönderdi. Tasarının muhtemelen Haziran ayında yasalaşması bekleniyor. Ancak çıt yok! Mecliste yer alan burjuva siyasal partilerin bu konuyu gündemleştirmemesi normal. Türkiye’de ve dünyada zorunlu kalınmadıkça burjuva siyaset gündemi zaten özenle sınıflarüstü tutulur, işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşulları gündemde kendisine yer bulmaz. Küçük burjuva siyasal grup ve partilerde de ses yok! Antifaşist, ulusalcı, reformist, kültürel siyaset çok uzun zamandır bu hareketlerin temel ekseni oldu. Sınıf sorunları ancak cüzdan ile vicdan arasında bir çelişki olarak anılır bu çevrelerde. Google’layın bakalım, bu konu hakkında nerede kaç tane yazı çıkmış, kaç eylem yapılmış… Peki ya sendikalar? Onların sessizliğine ne diyeceğiz? İşçi sağlığı ve güvenliği ile ilgili konu ve gündemler işçi sınıfının uluslar arası tarihinde birçok sendikal hareketin çıkış noktası olmuş, sendikal örgütlenmede kaldıraç rolü üstlenmiştir. “İş Sağlığı ve Güvenliği Yasa Tasarısı” geçen Temmuz ayından beri gündemde, ancak bu konu hakkında, bırakın eylemi, kitlesel bir basın açıklaması yapmış bir tek sendika dahi yok. Evet, bu konu ne KESK’in ne de DİSK’in gündeminde! Elimizde sadece TTB ve TMMOB’nin basına yaptığı birer açıklama var. Bir de İstanbul İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi’nin anlamlı, ancak sınırlı çabaları!
Neden şimdi? Sessizliğin nedenlerinden biri örtük olarak hükümetin “iyi bir şey yaptığını” düşünmek olmasın sakın?! Öyle ya, “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Çelik, BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in yazılı soru önergesine verdiği yanıtta, İşçi Sağlığı ve Güvenliği (İSG) tasarısının kanunlaşmasıyla işyeri hekimi, iş güvenliği uzmanı gibi sayı sınırının ortadan kalkacağını ve çalışan sayısına bakmaksızın tüm çalışanların bu hizmetlerden yararlanmasının sağlanacağını bildirdi. (AA)” Yoksa bu hükümet de mi son dönemde birbiri ardına gelen işçi ölümlerinden rahatsız ve iyi bir şeyler yapmaya çalışıyor, ne dersiniz?
Geri düzeyde bir burjuva demokrasisine geçişle birlikte Türkiye’de sınıf ilişkileri yeniden tesis ediliyor. Anayasa, İş yasası, Sendikalar yasası… her şey değişiyor, yeniden yazılıyor, İSG yasası da bu dönüşümün bir parçası
Doğrusu İSG tasarısı kapitalist iş cinayetlerinin, işçi ölümlerinin ve yaralanmalarının hem yükseldiği, hem de eskisine oranla daha görünür olduğu bir dönemde gündeme getirildi. Bu açıdan hükümet açısından bir “yönetişim” başarısı olduğu görülüyor. “Ölümler karşısında gözümüzü kapatmıyoruz, bir şeyler yapmak istiyoruz, bakın yeni yasa çıkartıyoruz” mesajı veriliyor. Oysa kazın ayağı öyle değil. Küresel sermayenin bir parçası olarak Türkiye sermayesi AB ve ILO sözleşmeleri ile uyum açısından bu adımları atmak zorunda. Her gün 4-5 işçinin iş cinayetlerinde ve 2-3 kadının da namus belasına katledildiği ezici burjuva sistemimizin, ölmelerinin hesabı özellikle -tazminat davasıyla da- sorulmayacak olan kobay köylü gençlere uyguladığı kulak-yüz-kol-bacak nakil başarılarıyla düzeltemediği imajının uluslar arası camiada makyaj ihtiyacı da cabası! Kimi sermaye kesimleri arasındaki rekabette kayıtlıkayıtsız (“biz hacı mıyız boşuna vergi veriyoruz”) ayrımı üzerinden birbirine omuz atmalar da söz konusu. Velhasıl sermayenin stratejik çıkarları açısından “işçi ölümleri” konusunun soğutulmasında fayda var. Daha büyük resim ise daha çarpıcı bir gerçeğe işaret ediyor. Geri düzeyde bir burjuva demokrasisine geçişle birlikte Türkiye’de sınıf ilişkileri yeniden tesis ediliyor. Anayasa, İş yasası, Sendikalar yasası… her şey değişiyor, yeniden yazılıyor, İSG yasası da bu dönüşümün bir parçası.
Sürdürülebilir İş Cinayetleri ve Meslek Hastalıkları Sistemi Türkiye’de uzun dönemde sürdürülebilir bir iş cinayetleri ve meslek hastalıkları sistemine geçiş yapılıyor. Bu alana dönük şu ana kadar kolektif kapitalist olarak devletin attığı adımlar birbirini bütünleyen adımlardır. Bu alanda Türkiye burjuvazisi ve devletinin stratejik hedefi sürdürülebilir bir kapitalist iş cinayetleri ve hastalıkları sistemi ve üstüne üstlük bu alanı sermaye birikiminin bir kaldıracı haline getirmektir. Yeni yasanın özü, ruhu ve felsefesi budur. Bu yasa neoliberal bir yasadır. Kapitalist iş cinayetlerinde sorumluluk patron üzerinden çevreye ve bireysel işçiye doğru yayılmakta, şirketlerin cinayetlerin karşılığı olarak ödemesi gereken bedel (işçi sınıfının onlara öyle veya böyle ödettireceği bedel haricinde), “parası neyse veririz” anlayışına uygun olarak dikkatle ceza ve ticari hukuk kapsamındaki yaptırımlardan uzak tutulmaktadır. Yasa biçimsel kimi düzenlemeler içermektedir. Birçoğu başka ülkelerdeki metinlerden çeviri yoluyla yazılmış maddelerdir, getirilen yeni düzenlemelerin hiçbiri özsel iyileştirme sağlamamaktadır. İşçinin sağlığı ve güvenliği değil, işin/çalıştırmanın sürdürülebilirliği
önemsenmekte ve öne alınmaktadır. “İş Güvenliği” işçiye dışsal, işçiden ve çalışma koşullarından, sahadan ve yaşamdan ayrı, dışarıdan satın alınabilir bir nesne olarak kavranmaktadır. Buna uygun olarak alan Türk Ticaret Kanununa göre faaliyet gösteren şirketlere açılmakta, TTB ve TMMOB dışlanmaktadır. Devlet açısından eski yetersiz denetim sistemi dahi iyice çözündürülmekte, “bizim etkin-küçük-çevik devletimizle bu kadar iş müfettişi istihdam edecek, her işletmeye yetişecek halimiz yok ya” denilerek özel iş sağlığı ve güvenliği şirketlerinin önü açılmaktadır. Kural artık sözde devlet denetimi bile değildir, şirketin bir başka şirketten denetim hizmeti satın almasıdır. Burjuva devlet “hakem” rolü bile oynamamaktadır, düdük açık açık parayı verene satılmıştır. İşçiler nesnedir, şirketler işçi ölüm ve yaralanmaları, meslek hastalıkları üzerinde tepinmekle, bundan böyle “denetim” adı altında dosyalar dolusu kâğıt işi üretmekle meşgul olacaklardır. Kapitalizm iş cinayetlerine ve meslek hastalıklarına çözüm üretemez. Kapitalist devlet kapitalist çalışma tutsaklığıyla birlikte toprağa gömülmeden, işçi sınıfı arkasında birikmiş, kapitalist çalışmadan dolayı yaşamını kaybetmiş kendi içerisindeki adsız kahramanlarından oluşan ölüler yığınına hak ettikleri saygıyı göstermiyor demektir. Bizler bir işçi devrimini en başta kaybettiklerimize ve kaybedeceklerimize ve artık bundan sonra sermaye için kaybetmeyeceğimiz, özgür ve güvenli olarak kendimiz için gerçekleştireceğimiz bir hayat özlemimize borçluyuz. Sermaye terörü karşısında sağlığımız da güvenliğimiz de, örgütlülüğümüze, mücadelemize, sermaye egemenliğini yaşamımızdan kaldırma bilincimize bağlıdır. İşçi sağlığı ve güvenliği alanında kendi işçi meclislerimizi oluşturmalıyız.
11
işçi meclisi
KESK yine içi boş protestoya sarıldı
“Ne yani, yapmayalım mı?” Böyle yapacaksanız, döne döne ve her zaman sadece bunu yapacaksanız artık yap-ma-yın! Aklınıza gele gele her zaman bu geliyorsa, aklınıza ilk geleni devre dışı bırakın! Yok sayın! Onun yerine önce bu kısır döngüden nasıl ve ne yönde çıkmak gerektiğini düşünün! İçi boş bir rutini sürdürme kafasıyla yapılan her şey, bir süre görünüşü kurtarsa bile kritik anlarda çamura saplanmaya mahkûmdur. Dün saat 19.00′da Galatasaray meydanında toplanıp Taksim tramvay durağına yürüyen birkaç yüz KESK’linin bize söylediği buydu. Şube başkanları, bazıları KESK çağrısını ciddiye alıp Anadolu yakasının uç bölgelerinden gelmiş üyeler, işyeri temsilcileri, attıkları sloganlarda yer yer taşan öfkelerine rağmen, aralarındaki konuşmalarda tam da bunu sorguluyorlardı. 50-60 kişinin çalıştığı sosyal hizmet işyerinde 5 kadrolu dışında herkesin taşeronda çalıştığı, 23 Mayıs grevine işyerinden iki kişi katıldıklarını anlatan genç kadın psikolog bunu sorguluyordu. Eylemi düzenleyenlere gıyaplarında öfkesini kusan,
arkadaşlarının “Sen genel kurul delegesi değil misin?” diye takıldıkları genç KESK’li bunu sorguluyordu. Sefalet zammının böyle çıkacağı belli iken 23 Mayıs’ın üzerine tek bir taş koyulmadığı görülüyor. Zamma karşı kamu işçilerinin tokadını önden hazırlamaya, bir defada yapılamasa bile süresiz genel grevin önünü açacak bir eylem programını kitlelerle birlikte hazırlamaya yönelik hiçbir şey yapmadınız. Kamu işçilerinin 2 yıllık çalışma ve yaşam koşullarını kilitlediniz. Şimdi de sefalet zammına karşı acil eylem çağrısı, bütün sendika üyelerinin katıldığı kitle toplantıları, işyerini terk etmeme, üretimden gelen gücü güç toplaya toplaya ancak zinciri koparmadan kullanma gibi mücadele biçimlerine hızla geçiş yerine 23 Mayıs’ta kitlesellik ile sağlanan özgüveni heba etme yolunu tutmaktasınız. Kararların Memur-Sen’in toplantıya katılmasından dolayı alındığını, kararlara şerh koyacağınızı açıklamayı yeterli buluyorsunuz. Sendika tabanları yerine üst yönetimlere grev çağrısında bulunuyorsunuz.
Davetleri kabulümüzdür! Burjuvazi, kavgaya davet etti bizi davetleri kabulümüzdür! Biz nasıl bilirsek hep bir ağızdan gülmesini, biliriz öylece yaşamasını, ölmesini. Hepimiz – birimiz için, birimiz – hepimiz için!.. Nâzım Hikmet
kontrolündeki hakem heyeti söyleyecek. İşveren sadece sizi dinleyecek, hatta dinliyor gibi gözükecek. Sonra da “sana verdiğimle yetin daha fazlasını istemeye hakkın yok. Grev yapmaya da hakkın yok” diyecek. Son söz 11 üyesinin 6’sı hükümet tarafından atanan Hakem Kuruluna verilecek. Buna da toplu pazarlık denilecek.
Milli Eğitim Bakanı, Enerji Bakanı, Başbakan başta olmak üzere burjuvazinin sözcüleri uzun zamandır öğretmeni toplumdan yalıtma, itibarsızlaştırma, diğer sınıf kardeşleri ile karşı karşıya getirme noktasında açıklamalar yapmaktadırlar.
Kamu işçileri 23 Mayıs’ta yaptıkları grev ile daha şimdiden yeni yasayı boşa çıkarmıştır. Başbakanın övdüğü yasanın kâğıt üzerinde kaldığını ve yaşamda hiçbir karşılığının olmadığını kamu işçileri alanlarda göstermiştir.
Başbakan yine Pakistan gezisi dönüşü uçakta gazetecilere açıklamalarda bulunmuş. Milliyet gazetesi yazarı Fikret Bila’nın köşe yazısından öğrendiğimize göre başbakan toplu sözleşme ile ilgili soruları yanıtlamış ve öğretmenlere de değinmeden geçmemiş. Başbakan “Memurlara toplu sözleşme hakkı veren parti biziz. Yıllar yılı bu ülkede toplu sözleşme hakkı verilmemiş, toplu görüşmede kalmış” demiş. Evet, adı toplu görüşme olan bir orta oyunu vardı. Şimdi adı toplu sözleşme olan ve toplu görüşmeden çok farklı olmayan yeni bir oyunu seyrediyoruz. Adı toplu sözleşme ama grev hakkı bile olmayan bir yasayı övüyor bize Başbakan. Son sözü eskiden başbakan söylüyordu, şimdi hükümetin
Başbakan daha önce de söylediği gibi yaptığı açıklamada; “Nereye gidiyorsun kardeşim? Bizi siz Yunanistan mı yapmak istiyorsunuz? İspanya’nın durumuna mı düşürmek istiyorsunuz?” demiştir. Yunanistan’da da, İspanya’da da, Türkiye’de de yaşanan kriz kapitalizmin krizidir. Burjuvazi kapitalizmin krizini çalışanlara, işçilere ödetmeye çalışmaktadır. Yunanistan’daki, İspanya’daki sınıf kardeşlerimiz kapitalizmin krizini ödememek için alanlardadır, mücadele etmektedir. Biz de sınıf kardeşlerimizin yolundan yürüyecek, kapitalizmin krizini ödememek için mücadelemizi yükselteceğiz. Krizi biz yaratmadık, bedelini de biz ödemeyeceğiz. Başbakan öğretmenler üzerinde birkaç cümle kurmadan geçmemiş. Başbakanın sözleri şöy-
Buna kendiniz de inanıyor musunuz? “Ne yani yapmayalım mı?” Yapmayın! Bizi boğazımıza kadar batağa sokan bir mantığın parçası olan hiçbir şeyi yapmayın! Öncü kamu işçileri bu kısır döngüyü kırmak için öne çıkmalı! le; “Bir öğretmenin en düşük alanı 1624 lira alıyor. Ne karşılığı alıyor? Haftada 15 saat karşılığı alıyor. Peki, düz bir memur ne kadar çalışıyor? 40 saat. 40 saat için bu rakamın altında alanlar da var. Öğretmen ek ders verirse, bunun üstünde alıyor. Bir de tatili var. Yılda iki ay. Düz memurun tatili ise 20 gün. Şimdi soruyorum; bu haksızlık değil mi?” Başbakan öğretmenleri az çalışıp çok ücret almakla, iki ay tatil yapmakla suçluyor. Daha önce de Milli Eğitim Bakanı üç ay tatil yaptığımızı açıklamıştı. Başbakan kamu işçilerine ölüyü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışıyor. Toplumda da geniş bir meşruluk ve destek kazanan 23 Mayıs grevinin etkisini, greve 500 bine yakın öğretmenin rekor katılımını, öğretmenleri hedefe koyarak kırmaya çalışıyor. Öğretmenleri hedef tahtasına oturtarak; öğretmenlerin de yıllık tatil hakkını budamanın, haftalık çalışma saatini artırmanın, ücretlerini daha da düşürmenin, kadrolu öğretmenleri de güvencesizleştirmenin yolunu döşemeye çalışıyorlar. Burjuvazinin sözcüleri şimdiden bunun alt yapısını yapıyor, kamuoyunu hazırlıyor. Nazım Hikmet’in şiirinde belirttiği gibi burjuvazi kavgaya davet ediyor bizleri. Davetleri kabulümüzdür. 23 Mayıs grevinde olduğu gibi mücadelemizi birleştirip dünyadaki sınıf kardeşlerimizle de ortaklaştırdığımızda saldırıların üstesinden geleceğimizden kimsenin kuşkusu olmasın. Hepimiz – birimiz için, birimiz – hepimiz için!.. İsmail Demir Eğitim-Sen Kestel İlçe Temsilcisi
12
işçi meclisi
23 Mayıs geleceğe kurulan bir köprü olmalı Kamu emekçileri 23 Mayıs günü, 2000 yılındaki 1 Aralık eyleminden bu yana en kitlesel iş bırakma ve alan eylemlerine imza attılar. Eylemin en önemli sonucu tek başına yaygınlığı ve kitleselliği değil kuşkusuz. Bu eylemle, farklı konfederasyonlara bölünmüş yüzbinlerce kamu emekçisi; hakları kazanmanın yolunun sokaktan geçtiğini bir kez daha yaşayarak tecrübe ettiler. Gerici şoven propagandanın ve sendikal rekabetin uzun yıllardır duygu olarak da birbirinden uzaklaştırdığı kamu emekçileri, bir sınıf olarak işyerlerinde birbirlerinden aldıkları güçle bu iç engelleri umut vaat eden bir adımla parçalamaya yöneldiler. Memur-Sen şahsında devlet güdümlü sarı sendikacılığın karizması da yara aldı. Sadece eyleme katılan kamu emekçileriyle sınırlı olmayan düzeyde AKP hükümetinin emekçi düşmanı yanı bir kez daha teşhir oldu. Ve dahası… Ancak tüm bu ileri yanlarına karşın bu eylem; kamu emekçileri açısından önümüzdeki dönemin mücadele konusu olacak temel zayıflıklar ve kırılma noktaları daha net ortaya çıkmıştır. -Öncelikle eylem; uzun vadede ortaya çıkacak çok sayıda kazanıma imza atsa da, somut bir kazanımla sonuçlanmadı. -Eylem kararı bizzat kamu emekçileri tarafından işyerlerinden doğru süzülerek ortaklaşa strongbir karar olarak ortaya çıkmadı. Kamu emekçileri kendi sendikal bürokrasilerinin hem zamanlama, hem içerik hem de biçim olarak çizdikleri sınırları aşamadılar. -Kamu emekçilerine sendikalar eliyle de zerkedilen gerici şoven propaganda ve bizzat sendika bürokrasilerince pompalanan sendikal rekabet bu eylemle bir nebze zayıflatılmış olsa da, yüzbinleri etkileyen bu gerici birikim tüm gücünü korumaktadır. -Tüm konfederasyonlarca öne çıkarılan ekonomik taleplerin (yüzdelik artışların) belirleyiciliği 23 Mayıs’ta da aşılamadı. Grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı, siyasal, özlük, demokratik… haklar eylemin merkezine oturmadığı için ihtiyaç duyulan niteliksel sıçrama yeterince gerçekleşmedi.
diğer önemli bir boşluk. İlerici, devrimci parti ve örgütlerin başından beri sürece olan ilgisizliği ise cabası. -Kamu emekçilerinin, işyeri komite ve meclisleri gibi kolektif karar alma ve uygulama araçlarından yoksunlukları ise eylemin sonuçları itibariyle en zayıf ve kırılgan yanıdır. Yukarıda saydığım tüm sorunlu yanların temelinde böylesi bir iç örgüden yoksunluk var. Ancak eylem, tüm bu iç engel ve zayıflıklar nedeniyle de, toplu sözleşme sürecindeki dengeleri tersine çeviremese ve somut kazanımlara imza atılamamış olsa da ortaya çıkardığı muazzam potansiyel ve olanakları ile sınıf mücadelesinin kolektif hanesine kazanım olarak yazıldı bile. Bugün cevaplanması gereken güncel sorun; giderek büyüyen tepki birikiminin nereye ve nasıl akacağı sorunudur. Biz kamu emekçileri açısından iki önemli tercih var şimdi karşımızda. Çok yönlü tarihsel, siyasal, kültürel, sınıfsal engeli parçalayıp ayağa doğrulmak ya da ortaya çıkan muazzam olanaklara rağmen devamı getirilemeyerek içe kırılmak ve 23 Mayıs’tan önceki ruh halinden daha geriye sürüklenmek.
-23 Mayıs eylemi, toplu sözleşme sürecinin temel bir bileşeni olan yüzbinlerce emekliden yoksun gerçekleşti. Emekliler sonrasında yaptıkları eylemle bunu bir nebze telafi etmiş olsalar da; eylemlerin ortaklaşmaması hayati bir boşluktur. İşsiz ve güvencesiz çalışanlar ile ortak bir mücadelenin bu eylemde de başarılamayışı önemli diğer bir zayıflık.
Görev başına! Hakem Kurulu’nun kararı ile 29 Mayıs günü sonlanan toplu sözleşme oyunun bozulması şarttır. Çünkü bu kararla da biz kamu emekçilerine dayatılan tek bir şey vardır. O da; kölece çalışmak ve kölece yaşamaktan başka bir şey değil. Ancak Hakem Kurulu kararının biz kamu emekçileri açısından geçersizliğini 23 Mayıs eylemini aşan yeni bir pratikle buluşturmalıyız. 23 Mayıs eylemi ile işyerlerinde ortaya koyduğumuz birleşerek mücadele etme iradesini ileriye taşımalı, kazanım elde edene kadar vazgeçmemeliyiz.
-Diğer yandan 23 Mayıs eylemi ile önemli dayanışma örnekleri sergilense de, diğer sendika ve kitle örgütlerinin dayanışma açıklamalarına karşın iş bırakma kararı alamamaları ve alan eylemlerine sembolik katılımları
23 Mayıs eyleminin temel dinamosu olan KESK üyesi öncü kamu emekçileri olarak; bu son eylemde nasıl bir rol üstlendiysek, aynı öncü çıkışı mücadelenin uzun vadede örgütlenebilmesi için de oynamalı, daha cesur
adımlar atmalıyız. Mücadele etme isteğimizi, enerjimizi; tepki, uyarı, protesto vs. eylemlerinin üzerine çıkarmak, sonuç alıcı ve kazanımlarla taçlandırdığımız öncü kalkışmalar için kullanmalıyız. Haluk Yücel Eğitim-Sen Tarsus Şubesi İşyeri Temsilcisi Eğitim-Sen üyesi bir öğretmenle performans-yeterlilik sistemi ve grev üzerine konuşuyoruz. İM: Bu grevi değerlendirdiğinizde, 21 Aralık grevinden ön hazırlık çalışması ve sonuç olarak farklı olan neydi? Aslında son ana kadar çok da bir fark görünmüyordu. Biz 15 kadar EğitimSen üyesiyiz.21 Aralık’ta biz grevdeydik ama okulda ders işlenmişti. İki gün kala Eğitim Bir-Sen de grev çalışmasına başladı. 80 kadar Kamu-sen üyesi vardı ve sabahtan itibaren okul önünde beklemeye başladık. Tüm öğrencileri evlerine yolladık ve diyebilirim ki ilk defa tam anlamıyla işi durdurduk. İM: Ücret girdabını bir tarafa bırakırsak, çok yönlü saldırının bir parçası olarak performans-yeterlilik sistemi hakkında durum sizin okulda nasıl? Bizim müdürümüz bu işte çok hevesli. OGYE toplantılarına başlandı. Benimle beraber sadece 3 kişi toplantılara katılmıyoruz. Toplantılarda okulun fiziki ihtiyaçları belirleniyor. Ve öğretmen arkadaşlardan bu sorunları nasıl giderilebileceğine dair kafa yormaları isteniyor. Bakanlık katiyen para göndermiyor. Esnaf olsun, veliler olsun, okulun ihtiyaçlarını çözmeye dâhil etmek gerektiği vurgulanıyor. Keza girmek zorunda bırakıldığımız performans yeterlilik sınavında 3. kez başarısız olunca bizi işten çıkarabilecekler.
13
işçi meclisi
Kürtaj hakkına saldırı benzinse,
buyrun, bu da yangın! AKP hükümeti zaten sınırlı olarak kullanabildiğimiz kürtaj hakkına saldırdı. Erdoğan, boğazlarına kadar battıkları Uludere batağını kürtajla eşitleme cüretini gösterdi. “Her kürtaj bir Uludere’dir” buyurdu. O saat itibariyle yangına benzin dökülmüştü. Ama arkası geldi… Hükümet, kürtaj süresini 4 haftaya indirerek kullanımını fiilen imkansızlaştırabileceklerini, tecavüzcüleri hala cezalandırılmazken tecavüz sonucu oluşan çocuğun doğurulması gerektiğini, çocuğa devletin bakacağını telaffuz etti. İkinci benzin! Yetmiyor… Her gün yeni bir badem bıyık çıkıp kadınlara yönelik saldırıyı dinle, geleneklerle gerekçelendiriyor. Küf kokulu zihinler, televizyon kanallarının koltuklarına kurulup bir kan damlasına nasıl “ruh üfürüldüğünü” izah ediyorlar. Kadınların, işçi ve emekçilerin, Uludere’de bombardıman edilen yoksul Kürt köylülerinin yok sayılan “birey hakları”nı cenin için “keşfediyorlar”. Kürtajı nispeten serbestleştiren yasanın 1983 tarihli, dolayısıyla “darbe ürünü” olduğunu söyleyerek muhafazakar demokrasimize kuş kondurmayı da ihmal etmiyorlar! Yangına benzin dökmedeki bu cüretin arkasında kadınların haklı öfkesinin hedefi olan AKP hükümeti yok sadece. Hükümet kürtaj hakkına saldırarak, hava işçilerine grev yasağı getirerek, daha 1 hafta önce akın akın sokaklara dökülen kamu işçilerinin önüne zam diye 50 TL sadakayı atarak… “cami duvarı”nı yol etmesine ediyor ve bunun yanıtını da birleşik mücadelemizle görmesi gerekiyor elbette. Fakat iş bununla bitmiyor. Kadınlara yönelik saldırının arkasında bin yılların hala sürdürülen ve insanlığın ancak sınıfsız komünist toplumda en son tohumuna kadar kazıyabileceği cins egemenliği çamuru var. Dünyada 68 ülkede kürtaj yasak. Bu yasak her yıl istemediği, planlamadığı, hatta tecavüz sonucu -aile içi tecavüz dahil- gebelikler için sağlıksız koşullarda kürtaj yaptırmak zorunda kalan 68 bin emekçi kadının canına maloluyor. Bu yasağın arka planında, bütün dinlerin ortaklaştığı bir anlayış yer alıyor: ‘Kadın, cinsel yaşamı ve bedeni konusunda hak sahibi olamaz. Bu hak sadece erkeğe aittir. Kadına bu hak tanındığı takdirde o, zaten meyyal olduğu üzere, serbest, iffetsiz, sorumsuz bir cinsel yaşam sürecek ve bu ilişkilerinin sonucu olan gebeliğini de aynı sorumsuzlukla kürtaj yoluyla temizlemeye kalkacaktır.’ Cinselliği eşit ve özgür insanlar arasında bir ilişki değil, ezen cinsin tahakküm alanı olarak ele alan ve erkeklerin kadın cinselliğine yönelik küfürleri dahil her gün kendisini gösteren bu anlayış, kadının toplumsal ezilmişliğini sürdürmenin kodlarından biridir. “Ankara’nın
belası” Melih Gökçek‘in twitter‘da kürtaj yasağı konusunu eleştiren bir kadına “Sen kaç kere kürtaj oldun bakayım” demesinin arkasında tam da bu çağrışım vardır! Kürtaj yasağına duyulan haklı öfke, yerinde kalmamakta, azımsanmayacak oranda kadının da açık örtük paylaştığı bu kodlara da yönelmektedir. Kadın bedeni, cinsel yaşamı, üreme sağlığı konusunda tayin edici kararları veren, kadının kendisi değil, tekelci kapitalizmin nüfus politikalarıdır. Her savaş sonrasında, büyük yıkımlardan sonra kadınlar doğurmaya teşvik edilirler. ABD‘de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki kuşağa doğum oranında ani artış anlamında “baby boom kuşağı” deniyor. Türkiye‘de de 1927‘de nüfus 13 milyon, üretim tarıma ve çokça kol emeğine dayalı iken, burjuvazinin nüfus artışından hiç mi hiç şikayeti yoktu. Aksine yasalar 5 ve daha fazla çocuğa sahip kadınlara ödül, vergi indirimi teşviki getiriyordu. Sağlık nedenleri dışında gebeliği önleyici yöntemlerin tanıtımı yasaktı. Sağlık sorunları dışında kürtaj yasaktı. Bu durum aile planlamasından habersiz, hatta onu yıllarca günah olarak gören milyonlarca kadının hayatını mahvetti. 8-9 çocuklu kadınlar bedenen çöktüler, ev hizmetinde erkenden yaşlandılar, istemedikleri gebeliklere bilim dışı yöntemlerle son vermek isterken can verdiler. Sanayiin gelişimi ile birlikte aile planlaması yöntemleri devreye sokuldu ve 1983′te kürtaja kısmi serbestlik getirildi. Halen geçerli olan 10 haftalık gebelikte kürtaj hakkı için bile kadının eşinden, ailesinden izin alma zorunluluğu var. Bu dönemde çok çocuklu emekçi kadınlar burjuvalar tarafından, sanki çok çocuk sahibi olmak kendi istekleri imişcesine “Doğurup doğurup sokağa bırakıyorlar”, “Madem bakamıyorsun, niye habire çocuk yapıyorsun” sözleriyle aşağılandılar. “Geri kalmışlığın” sorumlusu olarak nüfus artışı gösterildi. Şovenizm, çok uzak değil ’90′larda, Kürt kadınlarını özel hedef seçti ve bu gidişle -varlığını bile kabul etmedikleri- Kürt nüfusun Türk nüfusu geçebileceği demagojilerine bile başvurdu!
yerleşmesiyle nüfus politikasında da kalın ayarlar yapılıyor. Erdoğan’ın “Kreş eken huzurevi biçer” fetvaları, katıldığı nikah törenlerinde kadınlara ısmarladığı 3 çocuk’u 5 çocuk’a çekmesi bir dinci gericilik fantezisi olmanın çok ötesinde kadınlar üzerinden yapılan bir “beşeri sermaye hesabı”nın ürünü. Aynı karzarar hesabı, sezaryen için de söz konusu. Erdoğan, sezaryene de -normal doğum kadın bedeni açısından çok daha sağlıklı olduğu için değil- tam da bu kar-zarar hesabıyla savaş açtı.
İzlenen nüfus politikası, aile planlaması, kadın üreme sağlığı, bebek ölümlerini azaltma hedefleri karşılığını verdi. Kentleşme, kadınlar arasında eğitim, güvencesiz de olsa çalışma oranının artması, toplumsal ilişkilerin kadının bireysel şekillenişini de değiştiren yeni koşulları kadınların doğurganlık oranlarını da etkiledi. Evlenme yaşı yükseldi, doğurganlık oranı 1970‘lerin başlarında ortalama 5 çocuk iken, 2000‘de 2,6, 2008‘de ise 2,2‘ye düştü. Çekirdek aile!
Üyesinin sendikasına yabancılaştığı, sendikasının işçisine ve üyelerine patronlaştığı, üyelerine bir eylemi tartışmayı bırakalım, haber vermeyi bile son ana kadar savsadığı bir anlayıştan yeniden sınıfın devrimci sendikacılığına doğru geçiş, devrimci tüm dinamikleri ne kadar bastırılmış da olsa oradan alıp hayatı değiştirici bir güce dönüştürmekle mümkün. İşçi meclislerine ihtiyaç her zamankinden fazla.
Türkiye tekelci kapitalizmi orta-ileri gelişme düzeyine ve bölgesel güç konumuna
Ancak küstahlık ve pervasızlıktan din ve hurafelere, geleneklere, kadınları dahi etkisi altında tutan kadın düşmanı anlayışlara rağmen, kürtaj yasağının Uludere katliamıyla özdeşleştirilmesi, yangına benzini döktü. Bu yangın sönmez beyler… Sizde çifte baskı varsa bizde çifte özgürlük talebi var. Sizde çifte sömürü varsa, bizde çifte kurtuluş dinamiti var. Bizi hapsettiğiniz çifte baskı ve sömürü çemberini iyice sağlamlaştırabileceğinizi mi sanıyorsunuz? O günler bitti! Uyuyan dev ayıldı! Kürtaj yasağını da, bütün o badem bıyık nüfus projelerinizi de elinizde patlatacağız!
Cansel Malatyalı’nın 100. günü Cansel’in direnişine destek genişleyerek sürebilirse ve eylem İMO‘nun önüne çakılı kalmaktan çıkarılabilirse -ki bu TOGO işçileri için de geçerli- sendikalarla kitle örgütlerinin direnişi yok sayıcı tutumlarla hesaplaşmak da daha kolay olacak.
14
işçi meclisi
Eğitimde büyüyecek mücadelede biz de varız!.. Eğitimde öğretmenler kadar eğitim fakültülerine de yeni yıkıcı uygulamalar getiriliyor. Buna karşı eğitim fakültesi öğrencileri arasında da arayışlar artıyor. Konu üzerine Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi öğrencileri ile konuştuk… İM: 4+4+4 sistemi eğitim fakültelerine ne getirecek? 4+4+4 sistemi ile ilgili doğru dürüst bir bilgi verilmiş değil. Hocalar da tepkili. Sistemin eğitimsizleştirmek için yaptığı bir uygulamadır. Biz daha çok okutacağımız öğrencilerin durumunu düşünüyoruz. Pedagojik anlamda 60 aylık bir öğrenciyi sınıf öğretmenlerinin eline vermek demek neslin katli demektir. Çünkü o yaştaki çocuğun kas gelişimi için, kalem tutmak, sırada oturması, görsel algı yetisi için bile yetersizdir 60 ay. 60 aylık çocuğun hazır bulunuşluk seviyesi 4 yaşı da gösterebilir. Amaçları, 6 yaşında alıp daha erken mezun edip iş yaşamına sokmaktır. Bu da işsizliğin artacağının göstergesidir. Zorunlu eğitim 12 yıla çıkacağı için vasıfsız bir işçiden bile lise diploması istenecek. Bu da aleni işsizliği gözden gizleyecek. Çünkü çoğu işçi lise diploması alamadığı için öğrenci konumunda görünecek. Yetkililer de Türkiye’de işsizlik yok, sizde mezun olamama sorunu var diyecek.
Türkiye’nin bu sistemi uygulayacak bir altyapısı da zaten yok. Farklı kademedeki öğrencilerin birbirine karıştığı öne sürülerek getirilen bu sistem, aslında 3. kademenin (lise) işe girmesiyle daha fazla karıştırıyor, öğrenciler içerisinde rekabet, taciz olaylarını artıracak. Bakan, çocuklarını göndermeyen ailelerden hesap soracağız diyor. Önce kendileri, öğretmenlere karşı uygulanan yıkım politikalarının, Uludere’de katlettikleri çocukların hesabını versinler. Mesleki açıdan gelinen nokta da vahim. 5 yıldan 4 yıla inecek dönem süremiz. 4 yıla inince sınıf öğretmenlerinin atanma sorunu artacak. Hatta 3 yıl hizmet verme söz konusu. Çünkü okul öncesinin durumu belirsiz. Fakültelerin hiçbir alt yapısı yok. 6 yaşında bir çocuğu aldığımız zaman onu nasıl eğiteceğimiz konusunda hiçbir fikrimiz yok. İM: Öğretmenlere de sağlıktaki gibi performans, yeterlilik sistemi getiriliyor? Öğretmenler niteliksizleştiriliyor. Eğitim bilimlerindeki ayrı branşlara ayrı, sınıf öğretmenliği, rehberlik KPSS’de ayrı ayrı sınavlara girecek diye duyumlarımız var.
Zorunlu eğitimi niteliksiz oldukça uzatmanın anlamı yok. Önemli olan eğitimin niteliği. Çözüm eskiye dönüş, eski sistemi savunmak değil. Eski sistemin çarpıklığını göstermeden yeninin sorunlarını tartışmak yeterli değil. 4+4+4′e karşı tek çare eski sisteme dönmekmiş gibi, eski sistemi savunanlar da bize samimi gelmiyor. Bu sistemde hangi model olursa olsun, eğitim ücretle köle yetiştirmek içindir, mevcut düzeni korumak içindir. İM:Çözüm için ne yapmayı düşünüyorsunuz? Ailelerin, eğitim bilimcilerinin, öğretmen adaylarının, öğretmenlerin, mücadeleci sendikaların bir araya gelip, bu sistemi sorgulamaya, ücretli köleliği eleştirmeye dönük bir bakış açısı kazanmasına, eğitimin asıl buna dönük olması için birlikte mücadele etmesine gerek var. Bizim yakın zamanda kuracağımız bir topluluk var. Alternatif eğitim topluluğu. Üniversitede bulunan öğretmen adayları ve bu konuda ilgisi olanların toplanıp bu sistem modellerini eleştirip alternatif yeni bir eğitim modeli arayışı doğrultusunda çalışma yapacağız. Aynı zamanda 4+4+4’e karşı varolan muhalefet dinamiğini ileriye doğru canlandırmaya çalışacağız. Eğitim bilimcilerden de destek alacağız. Mücadeleyi eğitim fakültelerinden başlatmak gerekiyor.
Mücadele havasını kampüslere taşımalıyız
Hacettepe Üniversitesi öğrencileri olarak direnişteki TOGO işçilerini ziyaret ettik. İşçiler tarafından coşkuyla karşılandık. İşçiler sendikalaşma ve direniş süreçlerini aktarırken; ”Direnişe ilk başladığımız zaman toplum tarafından özellikle de öğrenciler tarafından bu kadar ilgiyle karşılanacağımızı düşünmüyorduk. Sizlerin bu ziyaretleri direniş azmimizi ve mücadeleye olan inancımızı daha da güçlendirdi ” dediler. Üniversite öğrencilerinden söz alan bir arkadaşımız sorunların ortak olduğunu ve ortak sorunların ancak birlikte mücadele ederek aşılacağını vurguladı. Sonrasında arkadaşlarla TOGO direnişinin üniversite ayağını nasıl oluşturabileceğimiz, öğrencilerin bu direniş hakkkında nasıl bilgilendirileceği konusunda bir toplantı gerçekleştirdik. Toplantı sonucunda çıkan kararlarda TOGO işçilerinin eylemlerinde kullanabilecekleri bir pankart hazırlama, TOGO direnişini anlatan bildiri ve yapacağımız ziyaretin çağrısında bulunan afiş hazırlama kararı çıktı. Pankartı kolektif bir şekilde hazırladık. Herkesin de bu süreçte aktif bir şekilde yer alması doğrultusunda çağrıda bulunduk. Öğrencilerin TOGO’yu sadece Afrika’da bir ülke olarak bildiklerinin farkına vardık. Aldığımız tepkilerden sonra ”TOGO sadece Afrika’da bir ülke değil aynı zamanda sendikalı oldukları için 35 işçiyi işten atan bir ayakkabı fabrikasıdır.” yazılı dövizler ve afişler hazırladık. Bir haftalık çalışma sonucunda okulda duyarlılık gösteren arkadaşlarımızla birlikte ziyaretimizi gerçekleştirdik. Üniversitelerin final dönemine denk gelmesi nedeniyle eylemi tam anlamıyla istediğimiz gibi örgütleyemedik. Ancak olumsuzluklara rağmen kısa sürede yaptığımız bu çalışmar TOGO direnişini üniversitelere yayma açısından etkili oldu. Üniversite öğrencilerinin kendi sınıfsal konumlarından habersiz olduklarını gördük. Ayrıca akademisyenlerden de gerekli desteği alamadık. Üniversite öğrencilerinin küçük burjuva tavırlarından sıyrılıp kendilerinin de işçi sınıfının bir parçası olduklarının farkına varmalarını sağlayacak bir mücadele tarzının gerekli olduğunu görüyoruz. Ankara’da Cansel
Malatyalı, TOGO ve Çankaya Belediyesi işçilerinin ortak talepleri doğrultusunda ortak sınıf bilinci oluşturulması, üniversite öğrencilerinin bu mücadelede “Biz de varız” diyerek mücadelenin öznesi olması gerekir. Bu iki haftalık çalışmada “Öğrenciler ne kadar duyarsız” kolaycılığına düşmeden bu durumu farklılaştıracak bir yol haritası oluşturmanın zorunluluğuyla yüzleştik. TOGO’yu işaret ederek bir eğitim ya da mühendislik öğrencisine “işçisin” demek bir duyarlılık, asgari düzeyde bir farkındalık yaratmıyor. Mezun olan öğrenci arkadaşlarımız çalışma koşullarının, hiçbir süse gerek duyulmayan çıplak sömürü ilişkilerinin içerisinde gerçek sınıfsal konumlarını görüyorlar. İktisat, işletme vb. mezunlarının ağırlıklı çalıştığı bankalar, artık işçileşmesi saflarına girdiği işçilerle beraber iş cinayetlerinde ölmeye kadar hayat içileşen mühendisler… Dışarıda bir sınıfın, işçi sınıfının safları üniversite mezunlarıyla genişliyorsa, içeride daha mezun olmadan bile işçileşiyorsak işte burada bir durmamız lazım. Dışarıdaki bu hava kampüslerden içeri girmeli. Dışarıdaki havayı kampüslere sokmalıyız. TOGO’ya karşı duyarsız bir gençlik değil, kendi yaşamına ve geleceğine de uzak, yabancılaşmış, gerçeklerin mücadeleye çağrıcı tınısını kapitalizmin çığıtkanlığının arka fonunda kaybetmiş bir gençlik. Ama genç olmak her türlü hayali kurabilmek de demek. Şimdi vakit hayal kurma zamanı. Bir kişi, on kişi, yüz kişi değil milyonlarca genç işçinin yaratabileceği muazzam alt üst oluşun hayalini. TOGO’ya en iyi anlamda insani bir bakış açısıyla yaklaşan bir gençlikten hayal!!!
15
işçi meclisi
Sokak sanatçıları sokakta Geçtiğimiz günlerde sokak sanatçıları belediyenin baskıları karşısında sokakta eylemde buluştu. Beyoğlu Sanat Galerisi önünde toplanan müzisyenler, “Sahneler bize dar sokakta hayat var”, “Darbukam senin eline yakışmadı efendi”, “Dikkat müzisyen çıkabilir” yazılı pankartlar açtılar. “Müzik sokakta güzeldir” diyen müzisyenler yaptıkları açıklamada el konulan müzik enstrümanlarını almak istediklerinde zabıtanın keyfi para istediğini, bu para verildiğinde ise makbuz verilmediği vurguladılar. Sokak performanslarının kendi doğal akışına bırakılmasını ve zabıtanın haksız ve keyfi uygulamalarının sonlandırılmasını isteyen eylemciler yağan yağmura aldırmadan şarkılar söyleyerek Tünel’e yürüdüler. Tünel’de toplanıp şarkılar söyleyip dans eden müzisyenlere yoğun ilgi vardı. Yürüyüş ve açıklama boyunca çevrede toplananların yanı sıra bizzat sokak müzisyenlerinin eylemini desteklemek için gelenler de birlikte eğlendiler, birlikte zabıta, belediye ve polise tepki gösterdiler. Eylem belli bir etki de gösterdi. Belediye “sokakta müzik yapanları engellemek gibi bir uygulamamız yoktur, hoparlör ve ses düzeni olduğunda ya da dükkân sahipleri rahatsız olduğunda müdahale ediyoruz” türünden özrü kabahatinden büyük bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Belediye açıklaması, “sokaklar da özel mülkiyet sahiplerinindir, tek özgürlük özel mülkiyet sahiplerinin özgürlüğüdür”
zihniyetini de açık ediyor. Ayrıca etnik ve sol müzik yapanlara dönük iki kat baskı uygulamasını da gizliyor. Geçtiğimiz aylarda Ankara, Eskişehir ve Antep’te de sokak müzisyenleri zabıta ve polis engellemeleri ve baskılarına karşı eylemler yapmışlardı. İstanbul’da ise “Dünya kültür başkenti” olduğu yıl, sokak müzisyenlerine vitrinlik bir serbesti tanınmış, sokak müziği grupları metro, metrobüs istasyonları, Taksim, İstiklal caddesi, Galata, Şişli, Bakırköy, Kadıköy meydanlarına yaygınlaşmıştı. Ancak sonrasında bunun vitrinlik bir uygulama olduğu açığa çıktı, polis-zabıta baskıları yeniden arttı. İstiklal caddesinde masa ve sandalyelerin, çay bahçelerinin zorla kapatılmasıyla birlikte yerli yabancı ayırt etmeden sokak müzisyenlerine de baskı ve yasak getirildi. Sokak sanatçıları yaptıkları açıklamada şunlara da yer verdi: “Sanat neden sokakta? Çünkü müzik sokakta güzeldir. Gösteriler sokakta doğaldır. Dikkatleri cezbettikçe devam eder. Herkes dinleyebilir ve de izleyebilir. Barların aksine her yaş grubu izleyebilir. Konserlerin aksine her gelir seviyesi dinleyebilir. Bedavadır. Saati, günü belirsizdir, özgürdür, her an karşınıza çıkabilir. Sahibi, sponsoru yoktur. İnsanlar dinledikçe, sevildikçe devam eder.
Caddelerde, Bulvarlarda, Meydanlarda, Otobüslerde, Metrolarda ve Gemilerdeyiz 25 Mayıs’ta İstanbul’da sokak sanatçıları tarafından bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Bundan bir kaç yıl öncede gerçekleştirilen aynı başlıklı eyleme göre daha az bir katılım vardı, ancak bu sefer sokak sanatçılarının katılımı yüksekti. Daha önceki eylemde sokak sanatçıları katılım gerçekleştirme konusunda cılız kalmışlardı, ancak bu kez sokak bu eyleme daha kitlesel katılmıştı. Gerçekleştirilen son eylemin aslında en büyük handikabı sokakla birlikte örgütlenememesi. Sadece sosyal medyanın kullanılması, eylem çağrısının başka alanlarda yapılamaması, amatör tiyatro vb. ekiplerle ilişki yakalanamaması, sadece sokak sanatlarının müzik dalıyla kısır kalması, eylemin kitlesel gerçekleştirilememesi sonucunu doğurdu. Sokak sanatları tarihi ülkemizde çok eskilere dayanmasa da çok da yeni değildir, özellikle İstanbul’da 90′lı yıllardan bu yana Beyoğlu ve Taksim civarında sokak sanatçılarıyla karşılaşmayan kimse yoktur. Nedir peki bu mesele? Ne istemektedir? İşçi Meclisi olarak diğer sayılarımızda sanatçılarla yapacağımız röportajlar ve söyleşilerle buna cevap bulmaya
çalışacağız. Ancak yapılan eylemdeki yazılan dövizlerden, söylenen cümlelere kadar asılı koca boşluk var önümüzde, o da antikapitalist bir içerikten yoksunluk. Kapitalist ilişki biçimleri sanatı da hızla metalaştırdı, artık sadece sanatı izlemek için değil, sanat yapabilmek için bile paraya ihtiyaç vardır. Sanat bir avuç mutlu azınlığın izlediği bir şey haline geldi, ara ara da kent yoksullarının gazını boşaltmak adına kapitalist sistemin lütfü ile bedava konserler veriliyor. Bu konserler de bile para dönüyor, sponsorlar ve reklâmlarla bu konserlerle bile kent yoksullarına tüketin mesajı veriliyor. Sanat artık hızla tüketilen kullanıp atılan bir olgu haline geldi, her gün onlarca sanatçı çıkmakta, onlarcası da tüketilip atılmaktadır, basit para eden şarkı sözleri, para eden tiyatro oyunları üzerinden sanat şekillenmektedir. Sokak sanatlarıysa aslında bu üretim biçimine karşıt olarak durmaktadır, kapitalist sanat üretimi halkasının dışına çıkmak, sanatın aslında sokakta metalaştırılmadan her isteyenin maddi durumu ne olursa olsun ulaşabildiği, kent yoksullarının da sokakta üretilene dâhil
Sokak sanatı iddia edilenin aksine dayatmacı değildir. Çevre esnafı tarafından uyarıldığımızda konuşur anlaşır, gerektiğinde rahatsızlık vermemek için yer değiştirir veya erteleriz. Ne istiyoruz? Sokak sanatlarına özgürlük istiyoruz! Sokak performanslarının kendi doğal akışı içerisinde serbest bırakılmasını ve zabıta güçlerinin haksız ve keyfi uygulamalarının sonlandırılmasını; ahalinin zaten farkında olduğu, sokakta icra edilen sanatın dilencilik yahut işportacılık olmadığını belediyelerin de anlayıp gereğince davranmasını istiyoruz.”
olduğu bir durumdur. Ancak bugün gelinen noktada hızla bu karşıtlık biçimi de kapitalist ilişki biçimleriyle iç içe geçmektedir. Sokakta sanat yapanın ana fikri üretim olması gerekirken bu fikirden hızla kopuş, buradan meşhur olurum mantığı sokağı da kirletmektedir. Oysa sokak sanattır ve sanat sokakta özgürdür. Birçok sokak sanatçısı özgün üretimler yerine eskinin tekrarına düşmekte, sürekli aynı tekrarlar üzerinde konumlanmakta ve bir süre sonra da sadece gidip sokakta sanatını icra edip parasını alıp evine giden düz memur mantığına bürünmektedir. Örneğin İstanbul gibi olanakların muazzam olduğu alanlarda sadece Beyoğlu’nda bir şeyler yapmanın mantığı aşılamamaktadır. Sokak sanatçısı asıl kent yoksularından ve işçilerden beslenmeli, onları da sanat üretiminin içine dâhil etmeli, kapitalist sanat üretimi cenderesini parçalamalıdır. Sokak sanatçıları bir araya gelerek sokak sanatları festivalleri düzenlemeli, bu festivallerin ana temasını da “sanat banka kasasına sığmaz” sloganı oluşturmalıdır. Eğer ortada duran bu boşluk gerçekten sanatını icra etmeye çalışan, sanatın özgür, parasız olması gerektiğini düşünenler tarafından doldurulmazsa ne yazık ki bu alan da kapitalizm tarafından talan edilmekten kurtarılamayacaktır.
Bizim devrimimiz bizim yenilgimiz Yunanistan’da 17 Haziran’da yeni bir seçime gidilecek. Yunanistan’daki siyasal kriz, bir hükümetin dahi kurulamaması ve ortaya çıkan parlamento aritmetiğiyle derinleşme yönünde ilerliyor. Egemen sınıf eskisi gibi yönetemiyor. Yunanistan işçi sınıfı, kent ve kır yoksulları, küçük burjuvazisi ise eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Bununla birlikte eskisi gibi yönetilmek istememe geniş bir kitlesel tepki biçimini alırken, siyasal olarak soldan sağa geniş bir yelpazede ve son derece belirsiz bir siyasal atmosfer oluşturmuş olarak ortaya çıkıyor. Önceki dönemde etkisiz olan sol devrimci partiler, siyasal alanda daha etkili hale geliyorlar. Bununla birlikte ırkçı saldırgan bir faşist parti yüzde 7′lik bir oy desteğiyle ve saldırganlığını ilan ederek güç kazanıyor. Yunanistan’da parlamentonun, seçimlerin, daha geniş olarak da burjuva demokrasisinin siyasal olarak tümden ömrünü doldurduğu söylenemez. Bununla birlikte parlamenter burjuva sistemin temel dayanağını oluşturan iki partinin durumu, hükümet krizleri, IMF ve AB’nin parlamentoyu da hiçe sayan teknokratik bir hükümeti atayarak kabul ettirmesi ve bu parlamentodan bugüne kadar alınmış bütün kararların emekçi sınıflara yıkımdan başka bir şey getirmemiş olduğunun, bu parlamentonun kapitalistlerin parlamentosu olduğunun apaçık ortaya çıkması, parlamenter burjuva demokrasisine olan güveni ve beklentileri yok etmektedir. Bu koşullarda SYRİZA gibi partilerin AB ve IMF’nin temsil ettiği mali sermaye oligarşisi ile çatışmadan hükümet kurmaya çalışarak, koalisyon oluşturmaya girişerek parlamento içinden bir çözüm oluşturma girişimi, çözümü burjuva parlamentosu ve kapitalizm içerisinde gören bir politikadır. SYRİZA, sokağın, meydanların desteği ve basıncıyla hareket etmekle birlikte “borçların” ödenmeyeceğini dahi açıkça ilan etmekten kaçınan sol reformist bir normalizasyon programı önermektedir. Keza sanki bankalarla, tüm tekellerle devlet arasında bütünleşme yokmuş, devlet tekellerin aleti değilmiş, sömürünün, vurgun ve soygunların önü devlet tarafından açılmamış gibi “bankaların devlet tarafından kontrol edilmesi”ni önermektedir. Bu tür öneriler, emekçi sınıfları yanıltmaktan, aşağıdan yukarıya parçalanması ve yıkılması gereken kapitalist devlet sistemiyle ilgili yanıltıcı hayaller yaymaktan başka bir işe yaramıyor. Bu yangın söndürücülüğüdür.
taya çıkarmaya başladı. Grevlerden, sokak ve meydanlardan doğan, kitlelerin öz istemlerini doğrudan ifade ettikleri demokratik yığınsal sınıf örgütleri ortaya çıktı. Henüz tekil taleplerle hareket ediyorlar. Bir programa sahip değiller. Siyasal bakımdan gelişmemiş ve sayı olarak da az olmakla birlikte geliştirilmesi gereken ve alternatifleştirilmesi gereken bunlardır.
Oysa yapılması gerekenler açıktır: Yunanistan işçilerinden, emekçi sınıflarından alınmış olanın tekrar onlara fatura edilmesine karşı “borçlar”ın ödenmeyeceğinin açıkça ilanı. Memorandum anlaşmasının tanınmayacağının, kararlarına ve sonuçlarına uyulmayacağının açıkça ilanı. Temel ücret ve çalışma süresinin ne olacağının belirlenerek açıklanması. Ortaya çıkan yıkımın sorumlusu olan bankaların, tekellerin fabrika, işyeri komite ve meclisleriyle toplumsallaştırılmasının fiilen başlatılması. Alternatif iktidar organlarının, konseylerin oluşturulması.
Var olan krizin devrimci bir krize dönüştürülmesi: Ya bu başarılır ya da bu hareket yenilgiye uğrar. Yunan burjuvazisi de, AB burjuvazisi de sokağı, meydanları, grev alanlarını bastırmadan ve yenilgiye uğratmadan, sokağı susturmadan katı bir kemer sıkmayı içeren kendi programlarını uygulayamayacaklarını fazlasıyla bilecek kadar deneyimlidirler. Grevlere, sokak eylemlerine karşı saldırılara ve suikastlara hazır olunmalıdır. Keza parlamento ve hükümet krizine karşı postmodern muhtıralı darbe ve hükümetlere de. Her devrim, her devrimci yükseliş, büyüyen ve güçlenen bir karşıdevrimi de örgütleyerek ilerler. Sınıf mücadelesinin altın kuralı, tam da bu koşul-
Yunanistan’daki gelişen sınıf ve kitle eylemleri yeni örgüt biçimlerini, yığın örgütlerini or-
Yunanistan’daki kriz ve gelişen kitle eylemi, sadece egemen sınıf burjuva partilerinin değil, önceki geleneksel devrimci parti ve örgütlerin yetersizliğini ve ortaya çıkan yeni koşullara yanıt veremediklerini de gösterdi. Gelişen, yığınsallaşan hareketi hareketin bugünkü ihtiyaçlarına yanıt verecek sosyalist devrimci bir program, örgüt ve eylem biçimleriyle karşılamaktan uzak olduklarını da gösterdi. Bu hem yeni bir program ihtiyacıdır, hem de yeni örgütlenme ve mücadele biçimleri ihtiyacıdır. Yunanistan’da komünist ve devrimci önderlik boşluğunun giderilmesi, bu boşluğu giderme potansiyeli taşıyan, sosyalist devrimi açıkça önüne koymuş parti ve örgütlerin sınıf ve diğer emekçi sınıflarla bağlarını hızla güçlendirerek gelişmeleriyle birlikte, sınıf hareketleri içerisinden doğan ve gelişen yığın örgütlenmelerinin güçlendirilmesi iç içe ilerleyebilir. Devrimci yükselişin sosyalist devrim yönünde ilerletilebilmesinin koşulu budur. Yoksa var olan siyasal kaos tam tersi sonuçlar da yaratmaya adaydır. Devrimci yükseliş reformist ya da postmodern faşist yöntemlerle bastırılacaktır.
larda karşındaki gücü, karşı devrimi yıkarak ve devirerek ilerlemektir. Bunu başaramayan bir devrimci hareket ne kadar büyümüş ve güçlenmiş olursa olsun, isterse milyonları harekete geçiriyor olsun yenilmeye mahkûmdur. Yunanistan işçi sınıfı, kent ve kır yoksulları, yıkım halindeki küçük burjuvazisi, bu süreçte süreci sosyalist devrim yönünde derinleştirecek devrimci anti-kapitalist bir program, sosyalizmin alternatifleştirilmesi, kendi öz sınıf organlarını güçlendirme ve konseylerini geliştirme, bir dizi çarpışmaya ve iç savaşa hazırlık ve olası Haziran seçimlerine genel grev ve genel bir direnişle girme yolunu izlemelidir. Yunanistan’daki hareketin ezilmemesi, etkisizleştirilip sönümlendirilmemesi için Avrupa ve Türkiye işçi sınıfına, komünistlerine ve devrimcilerine de büyük bir sorumluluk düşüyor. Önceki dışsal enternasyonalizm anlayışından da farklı olarak Yunanistan’daki hareketin gelişmesi, devrim yönünde ilerleyip ilerlememesi -ya da etkisizleştirilmesi, ezilmesi- bizim de devrimimiz, bizim de yenilgimizdir. Yunanistan işçi sınıfının mücadele ettiği düşman sadece kendi burjuvazisi değildir. Onun da doğrudan ve dolaylı sayısız bağla bağlı olduğu Avrupa ve dünya mali oligarşisi, tekelci kapitalistleridir. Artık bütün devrimlerin karşı karşıya geleceği düşman, sınırları silmiş bölge ve dünya burjuvazisi olacaktır. Bundan dolayı Yunanistan işçilerinin, kent ve kır yoksullarının, küçük burjuvazisinin mücadeleleri sadece bizim dışarıdan desteklememiz gereken enternasyonal bir desteğin konusu değil, Türkiye’deki, Fransa’daki, Almanya’daki, İngiltere’deki mücadelenin konusudur. Neoliberal kapitalist programın yenilgiye uğratılması da, bugün Yunanistan’da olduğu gibi işçi sınıfı hareketinin devrimci bir temelde gelişmesinin olanaklarının olduğu her ülkede de hareketin başarısı mücadeleyi o ülkeyle sınırlı olmaktan çıkarmaktan, uluslararasılaştırmaktan ve küreselleştirmekten geçiyor. Önümüzdeki süreçte, aylarda Yunanistan’daki hareketin geleceği, gelişmesi ya da yenilgisi, dolaysız desteklere, mücadelenin her ülkenin içerisine taşınmasına, bölgeselleştirilmesine ve küreselleştirilmesine bağlıdır.