26

Page 1

Şu yalan dünya… AKP onyılı bitirdi. Bu dönemde burjuvazinin hareket kabiliyeti arttı, bilginin, paranın, metaların, işgücünün yaprak gibi oradan oraya savrulduğu, hızın olağanüstü arttığı bir gündemi yaşadık. Herşeyin olduğu, ama hiçbir şeyin bizim olmadığı bir dönemi yaşadık ve halen de içinde yaşıyoruz. Peki, biz işçiler bu tablonun neresindeyiz? Kadın işçiler, Kürt işçiler, Alevi işçiler, çocuk işçiler, genç işçiler, kentin ve köyün yoksulları, AKP’ye oy vermiş/vermemiş işçiler, başka partilere oy veren/vermeyen işçiler… Bizim ülkemizde de, Türkiye ve Kürdistan’da da, patronların partilerinin milyonlarca dolarlık kurultay organizasyonlarını izleyip “ne olacak, kim bakan olacak acaba” diye beklemek dışında, işçilerin kendi gündemleri, kendi talepleri, kendi sesleri olmayacak mı? Olmalı!

»3 yaşasın

sosyalist

işçi demokrasisi Sayı:26 Ekim 2012 1 TL

İşçinin balyozu inmedikçe!

Bir velinin mektubu: Benim kızım geri zekâlı mı? En büyük sorun eğitim sisteminin kendisi aslında. Bizim zamanımızda lise yıllarının sonlarına doğru başlayan yarışma/ yarıştırılma yaşı artık ilk okullara indi. Her ne kadar çocuğumu bu sürecin dışında tutmak istesem de biliyorum ki başarılı olamayacağım. Yapılacak bir şeyler olmalı. »5

Ostim’de her soluk ölüm, yaşamaksa direnmektir! 1 hafta boyunca Ostim’de bulunan Taşgök Galvaniz önünde oturma eylemi yapan galvaniz işçisinin eylemi kölelik koşullarına karşı Ostim’de uzun yıllar sonra yapılan ilk işçi direnişi oldu. Eylem Ostim işçileri arasında yaygın olarak gündemleşen, tartışılan, desteklenen bir direniş oldu. »8 Bu dava henüz bitmedi. Sadece faşist askeri darbeleri gerçekleştiren generaller, Kenan Evren gibi darbe kuklalarının yargılanmasıyla da bitmeyecek. Gelişimi ve sonuçlanma biçimiyle bu dava, burjuvazinin ve partilerinin farklı kesimleri arasında bir iç mücadele ve hesaplaşma, bir tarafın diğerini tasfiyesi biçimini aldı. İşçi sınıfı, komünistler, demokratlar, ilerici aydınlar, Kürt halkı için ise kayda değer demokratik bir kazanım

dahi oluşturmadı. Bundan dolayı ne zamanki emeğin yumruğu kalkacak, işçilere, emekçi halka, Kürt halkına karşı suç işleyenler işçiler, kent ve kır yoksulları tarafından, Kürt halkı tarafından yargılanacak, 12 Eylül askeri faşist darbesini gerçekleştirenlerin, “Balyoz darbe planı” yapanların, TÜSİAD’ı, MÜSİAD’ı, TUSKON‘uyla burjuvazinin bütün kesimlerinin kafasına işçilerin balyozu inecek, bu dava işte o zaman sonuçlanacaktır.

Kolektif işçi demokrasisi: Toplantı özgürlüğü Burjuvazi, adeta “sürekli toplantı” halindedir. Patronlar ve üst yöneticiler, sözde mesailerinin büyükçe bir bölümünü toplantılarda geçirirler. Bunun için en konforlu, yüksek güvenlikli, işçi ve emekçilerin adımını bile atamadığı onbinlerce toplantı salonu onların hizmetindedir. İşçilerin yüzde 70'i ise kendi sınıfdaşlarıyla kendi sorun ve istemlerini konuşup kararlar alabildiği tek bir toplantı görmüş, tek bir toplantıya katılabilmiş değildir. Toplantı serbest zaman demektir. Günde 9-11 saat (ulaşım süresiyle birlikte günde 10-13 saat), haftada 6 gün çalışan işçilerin, toplantı için, hele ki düzenli kitle toplantıları yapmak ve çeşitli işçi toplantı ve etkinliklerine katılmak için serbest zamanı yoktur. Çalışma sürelerinin giderek uzadığı ve esnekleştirildiği günümüzde, bu işle uğraşmış herkes, bir işçi toplantısını, hele ki düzenli işçi toplantılarının (işçilerin »6 zamanları çakıştırılarak) organize edilmesinin nasıl çetrefilli bir iş olduğunu bilir.

Güney Afrika’nın Kürt İşçileri Güney Afrika’nın siyah işçilerinin karşılaştığı saldırılar, süregiden sömürü ve katliamlar, Kürt işçi sınıfı için uyarıcı olmalıdır.

» 12


2

işçi meclisi

Kart borcun varsa sana iş yok! Aranızda bankalara borcu olmayan ya da kredi kartı kullanmayan var mı? Çok azımız “Benim yok” diyebiliyoruz değil mi? Nasıl oldu bu iş peki, nasıl hepimiz bankaların tuzağına düştük? Hemen hatırlatayım; özellikle 2000′lerin başından itibaren kapıdan kovsak bacadan girerek, kulağımızı kapatsak cep telefonuna mesaj göndererek, film izlerken araya girerek, müzik dinlerken bağlamanın gitarın hemen arkasından, evden çıksak pazarda yakalayarak bu kredi işine bulaştırdılar bizi. Tabii ilk önce bunun bir ihtiyaç ve mutlak suretle edinilmesi gereken bir şey olduğunu itelediler bilinç altlarımıza. Ama tek başına para ve kredi satmadılar. Her tür metasıyla birlikte geldiler. Bazen para metanın bazen de meta paranın yerini aldı. Çalışıyorsan ev sahibi olmalısın dediler ve 10 yıllık geleceğimize tecavüz ettiler. En iyi telefon ya da otomobil tartışmalarının içine sokarak kapattılar bizi bir eşyanın içine. Özgürce hareket edebileceğimiz, gerekirse isyan edeceğimiz 3-5 yılımızı çaldılar. Sonuç mu: Borçluyuz artık. Herkes bilir ki birine borçluysan ona biraz minnet duyarsın, ama daha çok gebesindir tabiri caizse. Teğet geçecek denilen ama işçiler olarak iliğimizde hissettiğimiz, krizde zarar göstermeyen tek sektör hangisi biliyor musunuz? Bankacılık sektörü. 2008 krizinden sonra %150′lere varan karlar elde ettiler. Neden mi, çünkü onlar paranın kontrolünü ellerinde tutarlar. Çünkü zaten krizi yaratan şeyin altında yatan kredi sisteminin

ta kendisidir. Bir çeşit aşırı üretimdir aslında. Nasıl eskiden ürettiklerini satmak için yeni sömürgeler kurarlardı emperyalistler. Şimdi oturdukları yerden yapıyorlar aynı işi çeşit çeşit finans kapitalleriyle. Daha önemli bir konu ise paranın üretimiyle ilişkili aslında. Hiç düşündünüz mü devletler neden IMF’den ya da diğer finans kaynaklarından 3 kuruş para almak için dilenmek yerine merkez bankalarını 24 saat çalıştırıp bu sorunu kökten çözmezler? Cevabı biziz aslında. Sistemlerini devam ettirebilmeleri için para üretim sürecinin realize edilmesi yani ete kemiğe büründürülmesi gerekir. Her şeyin bir karşılığı vardır ya, para üretim işinin de bir karşılığı olmalıdır kapitalizmde. Peki nasıl olur bu iş? Bizim kanımızla, canımızla ve alınterimizle. Bizden sömürdükleri artıdeğerdir aslında onların merkez bankalarına para bastıran. Biz ne kadar alınterimizi parayla alınıp satılan bir eşyaya döndürürsek onlar da o kadar para üretip tekrar bize satmak için yeni araçlar yaratırlar. Bu işi hepimizin anlayacağı şekilde özetlersek eğer, onların para yaratma süreci bizim bir tarafımıza bir şeylerin kaçmasıyla ilişkilidir.

olumsuz cevap alırız ya. İşte bu bilgilerin çoğu bu kuruluştan aktarılır. Finans sektörünün istihbarat teşkilatıdır bir çeşit. İşte bu kuruluş elindeki bilgileri artık isteyen herkese verecekmiş. Tam 25 milyon kişinin bilgisine artık, ev sahibinden, işverenine kadar herkes ulaşabilecekmiş. Ev kiralamak istediğin zaman ev sahibi sana çok rahat “2011 mart cep telefonu borcunu ödememişsin sana ev yok kardeşim. Hadi başka kapıya” deme hakkına sahip olacakmış.

Bilir misiniz bilmem, Kredi Kayıt Bürosu (KKB) adında aşağılık bir kuruluş vardır. Bu kuruluşun temel misyonu, tüm finans sektörüne ajanlık yapmaktır. Hani bazen bankalardan kredi isteriz de, “Siz 3 sene önce bir kredi taksitinizi zamanında ödememişsiniz” gibi gerekçelerle

Neden mi anlattım tüm bunları? “Yeter yahu!” diyebilmek için seninle birlikte ve daha yüksek sesle. Ve haykırabilmek umudu ve isyanı işçi sınıfının o gür sesiyle.

bir saldırıydı bu. Emperyalist kapitalizm çağında burjuva sınıf o büyük tarihsel proleter devrim korkusuyla, daha gelişkin bir hakimiyet kurma amacının önünde engel olan, eğilmeyen bu antifaşist yapıları ve kadrolarını kırmaya yöneldi. Ulucanlar ve F tiplerine geçiş, Türkiye’de de emperyalist kapitalist dönüşüme ayak uydurmaya ve eski birikim koşullarını genişletmeye yönelen sermaye egemenliğinin yeni bir düzleme geçiş yapmak için aşması zorunlu eşiğin ifadesi, onun net iradi karşıdevrimci saldırısıydı.

devrimci yaşam ve üretimlerini sürdüren devrimcilerin pratiğinde, devrimciliğin geleceğe taşınacak olan özünde gizlidir. Cezaevlerinde genişletilen hakların fonunda liberalleşme ve pelteleşmeye yönelen değil; özgürlük için, burjuvaziye moral bir darbe vurmak için firar eylemine tutkuyla girişen siper yoldaşlarımızın emeğinde gizlidir. Ülkemizde can bedeli yerleşikleşmiş asgari devrimci direniş geleneğini yeni kuşaklara, genç devrimcilere taşıyabilmiş olması ile örnektir. Ulucanlar her şeyden önemlisi kapanmış bir defter değil, burjuva hukuk çerçevesinde burjuva mahkemelerde falan da değil, silahlı işçilerin örgütlü eleştirisiyle hesabı sorulacak bir davadır. Ulucanlar unutulmayacaktır.

Bir işçi

“Omuzdan tutun beni…” “Nereden nasıl oluştu, kim başlattı bilinmez, havalandırmanın ortasında halaya tutuşuyoruz. “Omuzdan tutun beni / halaya katın beni / düşersem bu kavgada loy / dosta anlatın beni…” Hiç bu kadar gönülden söylememiştik bu türküyü.” Devrimci tutsak Ercan Akpınar 1999 yılında Ankara’da Ulucanlar Cezaevi’nde yaşanan direniş ve katliamı anlatırken söyledikleri türküden böyle bahsediyor. 13 yıl önce devletin Ulucanlar Cezaevi’ne yaptığı operasyonda on devrimci İsmet Kavaklıoğlu, Halil Türker, Abuzer Çat, Ümit Altıntaş, Zafer Kırbıyık, Aziz Dönmez, Habip Gül, Ahmet Savran, Önder Gençaslan, Mahir Emsalsiz katledilmişlerdi. 1999 Ulucanlar katliamı, burjuvazinin kendisi açısından iradi biçimde “bir dönemi kapatmak” için yürüttüğü kapsamlı ve sistemli saldırının işaret fişeği oldu. Sonrasındaki F tipleri politikasıyla birlikte, faşizmin yıkılması için gereken programatik/politik/örgütsel önderlik düzeyine çeşitli nedenlerle sıçrayamamış örgütleri kapitalist sistemin daha ileri bir gelişimi için yolunun önünden çekmek, yok etmek, fiziki ve moral yönden darbelemek; sonuç olarak stabilize etmek ve sistem içi bir çözülmeye bırakmak için yürütülen

Ulucanlar direnişi günceldir. Onun güncelliği, ‘96 süresiz açlık grevi ve ölüm orucu döneminden sonra Ulucanlar’da haklarını genişleterek

İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 26- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: Bereketzade Mah. Büyükhendek Cad. Portakal Sok. No: 2/11 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 251 20 89 Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92


3

işçi meclisi

Şu yalan dünya… Gazetemiz yayına hazırlanırken AKP parti kongresine hazırlanıyordu. Başbakan Erdoğan, genel başkanlık koltuğuna son kez oturacak. Bu kez 1,5 yıllığına geliyor. Gelecek yıl yerel seçimler yapılacak. Ardından 2014 yazında Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Erdoğan başarılı bir siyasetçi! Politikada sermayenin çıkarları adına ürettiğiniz politikaları işçilerin/yoksulların çıkarınaymış gibi sunar, bunu başarabilirseniz başarılı bir siyasetçi sayılabilirsiniz. Çünkü burjuva siyaset tarihi en büyük yalanı söylerken bile teklemeyen, yüzü kızarmayanların tarihidir. *** AKP dış politikada “komşularla sıfır sorun” diyerek işe girişti. Ortadoğu’daki rejimlerin küresel sermaye birikimine açılmış dönüşümü ve buradan nemalanmak isteyenlerin yeni Osmanlıcılık hayalleriyle gelinen durum bugün sorunsuz tek bir komşunun kalmaması oldu. Erdoğan daha önce “kardeşim” dediği Esad’a hamilik yaparak Suriye’nin küresel ekonomiyle bütünleşmesine barışçıl yoldan aracılık yapmak hevesindeydi. Şimdi Hatay’da kurulan kontrgerilla üssüyle Türkiye Suriye’deki iç savaşın bir diğer saldırgan gerici kutbunun hamisi, silah deposu, askeri üssü haline getirildi. Savaş kapımıza, içimize sokuldu. Küresel konjonktür izin vermediği için, Libya’da olduğu gibi başka saldırgan güçlerle ortak bir askeri harekata girişimeden sınırda eli böğründe kalan AKP’nin bundan sonra bizi soktuğu bu beladan nasıl sıyrılabileceği belirsiz. “Yurtta savaş, dünyada savaş” sloganını güncelleştirip bu yolla sermaye birikimi peşine düşen AKP Suriye’de tıkandığı ile kaldı. AKP bundan on yıl önce bu düzende “sesi olmayanların sesi” olma iddiasıyla işbaşına gelmişti. İlk seçimlerin ardından hemen YÖK’ü kaldırma vaadinden vazgeçildi. Elde edilen hükümet gücüyle üniversitelerde neoliberal gerici dizayna soyunuldu. Ülke büyük bir inşaat alanına çevrildi, ihaleleler yoluyla yeni İslamcı sermaye kesimlerinin önü açıldı. Poliste Gülenci tarikat örgütlenmesine gidildi. İkinci seçimlerin ardından gündem bu kez yargıydı, yargıda hükümet çizgisinde cemaatçi-dinci memur kadrolaşması sağlandı. Orduya dönük operasyonlar başladı. Üçüncü kez seçimlerin kazanılmasıyla beraber müzakereler kesildi, Kürt savaşına hız verildi. KCK operasyonlarıyla Kürt hareketi güçten düşürülmek istendi. Balyoz ve Ergenekon operasyonlarıyla orduda devleti yönetmeye alışmış olan kuşak ve eski dönemin faşist, bugünün ulusalcı kesimleri tasfiye edildi. Bu yaz yeni bir toplum mühendisliği projesi olarak önümüzdeki onyılları güvenceye alma amacıyla eğitim alanında yeni bir harekâta girişildi, 4+4+4 ile dindar bir işçi kuşağı hedefine yatırım yapıldı. “Rızasız bahçenin gülü derilmez” derler, medyada sermaye ve güç ilişkileri değişti, AKP medyası bu süreç sonunda büyük oranda hâkim güç haline geldi. Kadın cinayetleri hiçbir dönemde olmadığı kadar arttı, AKP’nin tek yaptığı aileyi güçlendirme adımları, kürtajı yasaklama çabası vb. kadının özgürlük arayışını daha fazla boğma amaçlı puntoları çakmak oldu. Her şey sermayenin daha fazla büyümesi, daha fazla genişlemesi, tekelci sermayenin ihtiyaçları içindi. Yalan söylediler! İşçi hakları budandı. İşçilerin ölümleri, sakatlanmaları üzerinden büyüdü sermaye. Eğitim ve sağlık hak olmaktan çıktı, ikisi de birer sermaye birikim kanalı özelliği kazandılar.

Türkiye’de ekonomi 10 yılda patronlar için iyi, işçiler için kötü gittiyse bunun bir nedeni de siyasal alanda anlatılan bu yalanların kendi “alıcısını” bulması ve yaratması oldu. Gerçek bu; AKP, şimdiye kadar emekçilerin çoğunluğu tarafından oy yoluyla desteklenerek bugünlere, “ustalık dönemine” kadar geldi. Yalanlarını bize yutturdular! Oysa susan halk ozanı Neşet Ertaş’ın dediği gibi, hoyrat olan dil kıymetini, karga olan gül kıymeti, ağlamayan sel kıymeti, kul olmayan tel kıymeti bilemezdi. “Cahildim dünyanın rengine kandım, Hayale aldandım boşuna yandım” derken Neşet Ertaş, işten tazminatsız çıkarılıp da ortada bırakılan işçinin “elim kırılaydı da bunlara oy vermeyeydim” sözünü duymuş mudur sizce? Bugün AKP hükümeti, Türkiye’de İslami tonda neoliberal geri düzeyde bir demokrasinin kuruculuğunda oynaması gereken lanetli tarihi rolünü büyük oranda tamama erdirdi. Şimdi tek parti iktidarı olarak elindeki gücü kaybetmeye başlamadan önce, önümüzdeki birkaç yılda defterlerinde yazanları hızla yerine getirmek zorundalar. Şimdi düdüklü tencerenin havasının bir miktar boşaltılması gerekiyor. Burjuvazi açısından öne çıkan siyasal gündem öncelikle Kürt ulusal hareketinin pasifleştirilmesi, tıkanan Kürt politikasında kontrollü bir geçişi sağlama hedefiyle bağlantılı olarak Kürt halkına geri düzeyde bir anlaşmanın kabul ettirilmesi olarak belirginleşiyor. Bununla eşzamanlı olarak Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı ile beraber, yeni bir burjuva anayasasının yazımı geliyor. Kürt hareketinin ulusal devrimci-demokratik kazanımlarını geri düzeyde bir anlaşmaya zorlayarak gasp etmek, dünyadaki tüm burjuva demokrasilerindeki her muhafazakâr partinin ana gündemleri olan “cinsel ahlak” ve “eğitim” konularında Sünni İslam yorumlu bir dinsel gericiliği neoliberal gericiliğin payandası olarak sağlamlaştırmak geliyor. Kürt, kadın ve çocuk işçilerin işçi sınıfı içerisinde bile ikinci sınıf bireyler olarak daha fazla ve etkin sömürüsünün sağlanması geliyor. Türkiye işçi sınıfının daha fazla düşkünleştirilmesi, uzun yıllar boyunca sırtı yerden kalkmaz hale getirilmesi ve ezilmişliği kader sayarak kabullenmesi geliyor. Hedeflerinde ne kadar başarılı olurlarsa, küresel sermaye düzeni ve arkalarında duran sermaye kesimleri o kadar daha fazla palazlanacak ve büyüyecek; bütün işçilerin ve işsizlerin yaşam ve çalışma koşulları ise bir o kadar kötüleşecek. Yalan dünyası kazanacak! *** Neşet Ertaş, “cennettir bu dünya insan olana” demişti, “cehennem de burda hayvan olana”. “Ne Söyleyim Şu Dünyanın Haline/Dağlar Ayrı Ayrı Çöl Ayrı Ayrı/Şu İnsanlar Bölüşmüşler Dünyayı/ Hudut Ayrı Ayrı Yol Ayrı Ayrı…” AKP onyılı bitirdi. Bu dönemde burjuvazinin hareket kabiliyeti arttı, bilginin, paranın, metaların, işgücünün yaprak gibi oradan oraya savrulduğu, hızın olağanüstü arttığı bir gündemi yaşadık. Herşeyin olduğu, ama hiçbir şeyin bizim olmadığı bir dönemi yaşadık ve halen de içinde yaşıyoruz. Peki, biz işçiler bu tablonun neresindeyiz? Kadın işçiler, Kürt işçiler, Alevi işçiler, çocuk işçiler, genç işçiler, kentin ve köyün yoksulları, AKP’ye oy vermiş/vermemiş işçiler, başka partilere oy veren/vermeyen işçiler… Biz hangi parti gelirse

AKP dış politikada “komşularla sıfır sorun” diyerek işe girişti. Ortadoğu’daki rejimlerin küresel sermaye birikimine açılmış dönüşümü ve buradan nemalanmak isteyenlerin yeni Osmanlıcılık hayalleriyle gelinen durum bugün sorunsuz tek bir komşunun kalmaması oldu

gelsin işçilik yapmış, işçilik yapmasa yemek yiyemez, geçinemez durumda olan tüm işçiler… Avrupa grevlerle yanıyor. Yeni bir işçi-emekçi hareketi mayalanıyor. Bizim ülkemizde de, Türkiye ve Kürdistan’da da, patronların partilerinin milyonlarca dolarlık kurultay organizasyonlarını izleyip “ne olacak, kim bakan olacak acaba” diye beklemek dışında, işçilerin kendi gündemleri, kendi talepleri, kendi sesleri olmayacak mı? Olmalı! İnsanlık Türkiye’de, Kürdistan’da, bölgede ve tüm dünyada ya işçi tulumuyla yıkıcı ve yaratıcı gücünü yeniden hatırlayacak ve sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz, devlet-din-aile boyunduruğundan özgür bir yeni hayatı bu ülkede ve tüm dünyada kuracak. Ya da bu yalan dünyada var olabilmemizin koşullarını dahi sağlayamayacak hale geleceğiz.


4

işçi meclisi

4+4+4 Böyle Başladı! Yeni eğitim-öğretim yılı 4+4+4 eğitim sisteminin uygulamalarıyla başladı. Daha uygulanmaya başlamadan karışıklığa, sıkıntıya neden olan eğitim sistemi okulların açılması ile birlikte beklenildiği gibi sorunların daha da büyümesine neden oldu. Yasanın ilk sarsıntılarını kalabalık sınıflar, küçük çocuklara göre düzenlenmemiş fiziki koşullar, imam hatibe dönüştürülmüş okullar, bu okullarda öğrencilerin-öğretmenlerin başka okullara gitmek zorunda kalması, norm fazlası öğretmenler şeklinde sıralayabiliriz. Okula başlama yaşının isteğe bağlı 60 aya (5 yaş), zorunlu olarak da 66 ay`a (5.5) düştüğü 4+4+4 eğitim sisteminde 5-7 yaş arası çocukların aynı sınıflarda bulunması öğretmenler ve çocuklar için sıkıntılar doğuruyor. Okul öncesi eğitim alması gereken minikler, zihinsel, fiziksel ve ruhsal gelişim düzeyleri bakımından uyum problemleri yaşıyorlar. “Oyundan, boyadan sıkıldık, ne zaman okuma yazmaya geçeceğiz?” diyen öğrenciler ile okula mamayla gelen öğrenciler aynı sınıfta ders görüyor. Derslik problemi çözülebilmiş değil, sınıf mevcutları arrtı. Birinci sınıf şubeleri için alfabe yetmiyor. İstanbul’da bazı okullarda 1AA, 1BB sınıfları açılmış durumda. Sınıf mevcutları da 6070′li rakamlarla ifade ediliyor. Varoşlara doğru sınıf mevcudu ve derslik sorunu daha da fazlala-

Öğretmen mektubu:

Örgütlü ve kararlı geleceğe yürüyeceğiz! Yasa tasarısı meclise geldiğinde toplumun gündemine girerek önemli tartışmaların yaşanmasına neden oldu. 28-29 Mart tarihlerinde devletin tüm engellemelerine rağmen Eğitim-Sen tarafından 2 günlük grev örgütlendi. Hükümet yasayı meclisten geçirirken bizleri de gaz ve joplarından eksik bırakmadı. Tüm tepkilere rağmen yasa meclisten geçti ve Eylül ayı ile birlikte kademeli bir şekilde uygulanmaya başlandı. Sistemin ilk kurbanları okulları imam hatip liselerine-ortaokullarına dönüştürülen veliler ve öğrenciler oldu. Ardından sınıf öğretmenleri norm fazlası oldukları için okullarından başka okullara gönderildiler. Bir nevi dolaylı sürgünü yaşadılar. Sürgünü yaşayan öğretmenlerden biri de benim. Çalıştığım okul ortaokula dönüştürüldüğü için norm fazlası durumuna düştüm ve evimden uzak bir okula il içi tayin istemek durumunda kaldım. İl içi tayin istemeseydim; ya okulumda sınıf olmadığı için boşta kalacak, ya da milli eğitim müdürlüğünün belirlediği bir okula gönderilecektim. Alan değiştirmek zorunda kalacaktım. Kendime okul arayacaktım. Norm fazlası birçok arkadaşımız şu an bu durumda ve ne yapacaklarını bilememektedirler. Zorunlu olarak tayin istedim ve yeni okulumda göreve başladım. Her yeni okula gidene birinci sınıf verirler kuralı uygulandı. Okul idaresi tarafından 1. sınıfları okutmak üzere görevlendirildim. 9. yılımı çalışmama rağmen 60 aylıkların okula gelecek olması, 60 aylıklar ile 80 aylık

şıyor. Türkiye genelinde yaklaşık 600, İstanbul’da 76 imam hatip okulu açıldı. Eskiden farklı türde olan okulların binaları İmam Hatip okullarına dönüştürüldü. Dönüştürülen okullardaki öğrenciler başka okullara gitmek zorunda kaldılar. Öğretmenler yer değiştirmek durumunda bırakıldılar. İstanbul’da Alevilerin yoğun olarak yaşadığı mahallede bilgisi olmadan İmam hatip okullarına kaydı yapılan öğrenciler bulunmaktadır. Tepkiler üzerine öğrenciler başka okullara gönderildiler. Norm fazlası öğretmenler hala ne yapacaklarını bilememekteler. Bir hafta bir okula, diğer hafta başka okula gönderilen öğretmenler var. Sınıf öğretmenleri branş değişikliği yaparak bu sıkıntıdan kurtulmaya çalışıyor. Fiziki şartlar uygun olmadığı için okulların çoğu sabah ortaokul, öğleden sonra ilkokul olarak kul-

lanılıyor. 5. sınıflarda ders saati arttığı için derslik sıkıntısı yaşanıyor. Bazı okullarda seçmeli dersler hafta sonu yapılıyor. Bazı okullarda fiili olarak başlayan bu uygulama ileriki yıllarda tatil olan cumartesi gününün çalışma yaşamına dahil edilmesinin ilk adımlarını oluşturmaktadır.

öğrencilerin aynı sınıfta olmaları, sınıf mevcutlarının kalabalık olma ihtimali, müfredat programının belli olmaması nedeniyle daha okula başlamadan kaygılanmaya başladım. 10 Eylül pazartesi günü öğrenciler okula gelmeye başladı. Milli Eğitim Bakanı’nın tabiri ile kervan yolda… diyerek yeni sisteme dair hiç bir şey bilmeden, ne yapacağımızı anlamadan yeni eğitim-öğretim yılına başladık. Sınıfımda 60-66 aylık öğrenciler var. Velileri zorunlu olmadığı halde daha anaokuluna gitmesi gereken öğrencileri 1. sınıfa kaydettirmişler. Veliler istediği taktirde 60-66 aylık çocukları da okula kaydettirebiliyor. Bunun yanında sınıfımda 66-72 aylık öğrenciler de mevcut. 72 aydan büyük öğrenciler de bulunmakta. Ben bu aradaki yaş farkına rağmen aynı programı tüm çocuklara uygulayacağım, uygulamaya çalışacağım. Bunun içinden nasıl çıkacağımı Bakan da dahil olmak üzere anlayan biri varsa anlatsın bana. Sınıfımdaki bazı öğrenciler tuvalet ihtiyacını bile gideremiyorlar. Pantolonunu ilikleyemeyen öğürencilerim var. Okulun fiziki şartları bu yaş çocuklarına uygun değil. Bahçeye çıktığında ya da sınıftan ayrıldığında sınıfı bulamayacak kadar küçükler. Bakanlıktan gelen plana göre oryantasyon eğitimi kapsamında ilk üç ay oyun oynanacak, ses eğitimine başlanmayacak. Geçen yıl anaokuluna giden bazı öğrencilerim yaptığımız ilk etkinliklerde “biz bunları geçen yıl yaptık öğretmenim” diyorlar. Öğrencilerin gelişimleri arasında uçurum var. Bakanlık 1. ve 5. sınıflarda yeni eğitim sistemine bu yıl geçileceğini ve müfredatın da değişeceğini açıklamasına rağmen hiçbir hazırlık yapmamıştır. Oryantasyon ve uyum dönemine ait kitaplar elimize ancak ilk hafta bittikten sonra ulaşmıştır. Bu arada bazı yayınevleri Bakanlıktan önce davranarak uyum dönemine ait kaynak kitapları, okullara Pazartesi günü

satmak üzere getirdiler. Okullara tüm öğrencilere yetecek kadar kitap gönderilmedi. Okulun başlamasından 3 hafta geçmesine rağmen hala kitaplarımız eksik. Bazı okullara hiç kitap gönderilmediğini biliyorum. Oryantasyon dönemi Kasım ayı sonunda bitecektir. Oryantasyon döneminden itibaren nasıl bir yol izleyeceğiz hala belli değildir. Yaşanan sıkıntılardan bir tanesi sınıfların çok kalabalık olmasıdır. Yeni çalışmaya başladığım okul fiziken büyük olduğu için alfabenin yarı harfi kadar sınıf açılmış, sınıf mevcutları 30 kişi olmuştur. Her okul çalıştığım okul kadar fiziki olarak müsait olmadığından 40′lı, 50′li, 60′lı ve daha yüksek sayılarla ifade edilen sınıf mevcutları bulunmaktadır. Çocuklarını okula göndermeyen velileri Başbakan ihanetle suçlamıştır. Çocuklarını bu şartlarda okula göndermeyen veliler mi minicik bedenlere ihanet etmektedir, yoksa bu sistemi dayatan Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı mı çocuklara ihanet etmektedir? Kararını siz verin. Okul açıldıktan sonra yaşadıklarımı kısaca bu şekilde özetleyebilirim. Bu ve benzeri sorunları daha da ağırlaştırılmış biçimde önümüzdeki dönemde yaşamaya devam edeceğiz. Biz eğitim işçileri, veliler ve öğrenciler bu çarkı tersine döndürmedikçe bu cendereden çıkışımızın olmadığı biliyorum. Bunun için örgütlü, kararlı ve inanarak geleceğe doğru ilerlemeliyiz. 1. Sınıf öğretmeni


5

işçi meclisi

4+4+4 mitingi Eğitim-Sen’in çağrısıyla Ankara’da yapıldı Türkiye ve Kürdistan’ın dört bir yanından gelen Eğitim-Sen kortejleri, ucu bucağı görünmeyen yürüyüş kolunda, yaklaşık 15 bin civarında öğretmenin katılımıyla göz doldurdu. Eğitim-Sen kortejlerinde Eğitim-Sen’in merkezi sloganları olan “Gerici piyasacı eğitime hayır, parasız bilimsel eşit demokratik eğitim” sloganları hakimdi. Aslında çoğu siyasal parti ve gruplar dahil, yürüyüş kollarında, kısmi çeşitlemeleriyle birlikte (“gerici, yobaz, ırkçı, faşist, piyasacı eğitime hayır” ve “parasız, bilimsel, eşit, demokratik, özgür, anadilde eğitim istiyoruz”) ufku burjuva demokrasisini ve burjuva eğitim sistemini aşmayan bu sloganlar hakimdi.

Bir velinin mektubu:

Benim kızım geri zekâlı mı? Başbakan ne dedi? “Bu 66 ay meselesinde gidip rapor alanları ben evlatlarına ihanetle vasıflandırıyorum. Niye? ‘Benim evladım geri zekalıdır’ diyor”. Bu cümleyi ilk duyduğumda başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Fakat beni rahatsız eden başbakanın ne dediği değil, bu cümleyi Eğitim’in içine, gerek medyası ve yasaları ile gerekse de velilerin en geri bilincine hitap ederek nasıl yedirecekleri idi. Nitekim dün itibarı ile bütün İl Milli Eğitimlerinden kaç kişi rapor almış diye acil bilgi istedi Bakanlık. Haberi yapan sitenin altındaki yorumlar ise ibretlik. Tam da yukarıda bahsettiğim geri bilince seslenmenin ne kadar kolay ve etkili olduğunu gösterir nitelikte. Biraz mecburiyet, biraz gaza gelerek hareket etmeye alıştırılan yurdum insanının, Bakanlığın bu isteği karşısında “Fişleyecekler”, “Çocuklarımıza okulda kötü davranacaklar” ve hatta daha ileriye giderek “Bu raporu alan çocukların ilerde polis asker olması zor” şeklinde “tırsık” yorumlar atması sürecin nasıl işletildiğini/işletileceğini anlatır nitelikte. Ben ne hissediyorum peki? Ben de bütün veliler gibi endişe içerisindeyim. Her ne kadar bu endişe, korku boyutuna gelmese de, ben de çocuğumun geleceğinden kaygılanıyorum. “69 aylık kızım 1.

Mitinge Eğitim-Sen dışındaki kamu çalışanı ve işçi sendikalarının, meslek örgütlerinin katılımı ise zayıf ve destekçi pozisyonunda kaldı. Direnişteki işçi-sendika kortejleri ise canlılık ve coşkularıyla öne çıktı. Dev Sağlık-İş, Enerji-Sen ve Hava-İş kortejleri birlikte yürüdü, yer yer işten atılmalara ve sendika-grev yasaklarına karşı birlikte sloganlar attı. Özellikle tüm yürüyüş kollarına binlerce bildiri dağıtan, direnişlerine ilişkin açıklama ve destek çağrıları ve duvar yazılamaları yapan direnişteki Havayolu işçileri etkindi. Sol ve devrimci parti ve örgütlerin ise zayıflığı katılım kadar, politikalarındaydı. Çoğunluğunun pankart, döviz, sloganlarında eğitim sorunu ve

sınıfta yapabilir mi?” sorusunu daha yasanın çıkmasının planlandığı ilk günde kafamızda çözsek ve “Ne olursa olsun, bu yıl okula başlatmayacağız” desek dahi alternatifi yaratamamanın gerilimini yaşıyoruz. 50 kişilik sınıflarda, kendisinden 18 ay büyük çocuklarında olacağı bir ortamda, daha önce okul öncesi eğitimi almamış ilkokul öğretmenlerin ilk 3-5 ay okul öncesi eğitim yapacakları komedya içerisinde bırakalım sağlıklı bir gelişimi çocuğumun mevcut gelişiminin köreleceğini fark etmemek için herhalde kör olmak lazım. Nasıl bir yıl eğitim yılı olacak sence diye soranlara şöyle cevap veriyorum: Her şeyden önce belli bir yaşa kadar çocuktaki duygusal, motor, zeka vs. gelişimi bırakalım yılları, aylar içerisinde bile farklılaşır. Bu durumda geçen yıl okul öncesi kurumlarda 6 yaş eğitimini alarak bu yıl 1.sınıfa başlayacak olan 84 aylık çocuklarla benim çocuğumu aynı sınıfta okutmak her iki gruba da büyük haksızlık olur. Hadi aynı sınıfta okutmaya karar verdik. Zaten sınıf mevcutlarının çok kalabalık olduğu bilinirken her zamanki sayının en az %50′si daha fazla olacağı aşikar olan sınıflardaki eğitim nasıl bir eğitim olabilir ki? Hadi diyelim bu mevzuyu da konusunda uzman, çok deneyimli bir öğretmen bularak çözdük. Şimdiye kadar hiç okul öncesi

mücadelesi, Eğitim-Sen’inkinden pek az farklılık gösteren dar bir demokratik muhalefet ve AKP karşıtlığı sınırlarındaydı. Karşıtlık ekseni, faşizme karşı burjuva demokrasisi, 4+4+4′e karşı idealize edilen bir burjuva demokratik “parasız, eşit, özgür, anadilde eğitim” olarak konuldu. Devrimci Proletarya ise, “4+4+4′ü de, burjuva eğitim sistemini de parçalayacağız!” pankartıyla, burjuva eğitim sistemini tüm biçimleriyle işçi sınıfının uzlaşmaz karşıtlığı ekseninden hedefe koyarak yürüdü. “Sınıfa karşı sınıf, kapitalist eğitime karşı sosyalist eğitim” dövizleri yükseltildi. 4+4+4′e karşı muhalefet büyüyor. 15 Eylül’de alana yansıyan bu muhalefetin ve hareketin halen oldukça küçük bir kesimi. Yerellerde, okullarda, mahallelerde öğretmenlerin, kadınların, öğrencilerin inisiyatife dayanan bu mücadelenin daha yığınsal, örgütlü ve merkezi düzeye yükseltilmesi sorunu önem kazanıyor. Bunun kadar önemlisi, 4+4+4′e karşı mücadeleyi net bir sınıf eksenine oturtabilmek. Öğretmenlerin, velilerin, öğrencilerin, ezilen cins, ezilen ulus, ezilen mezhepten işçi ve emekçilerin birleşik mücadelesini sınıf eksenine, burjuva eğitim sistemine köktenci karşıtlık eksenine oturtabilmek. 4+4+4′e karşı büyüyen muhalefet, tıpkı sağlık alanında olduğu gibi eğitim alanında da sosyalist devrim ve sosyalist demokrasi, işçi demokrasisi ajitasyon, propagandasına da elverişli bir zemin sunuyor. 4+4+4′e karşı mücadelenin 15 Eylül’den sonra sönümlenmemesi için, yerellere dağılıp kalmayıp onları da bir üst mücadele düzeyine çıkartan, bütünden ve yerellerden birlikte, iç içe gelişen ve eylemleri süreklileştiren bir hareket olarak örgütlenmesi gerekiyor.

eğitim vermemiş bir öğretmen bu süreçte başarılı olabilecekler mi? Bu soruların cevabını kafamda oluşturamadığım sürece okula göndermeyi çocuğa ihanetle eşdeğer tutuyorum. Tüm bunları yazarken bir konuyu atladığımı düşünmenizi istemem. Çocuğumu okula gönderip göndermemem veya bireysel çareler düşünmem, konunun kapsamı ve derinliği düşünüldüğünde aslında hiç önemli değil. En büyük sorun eğitim sisteminin kendisi aslında. Bizim zamanımızda lise yıllarının sonlarına doğru başlayan yarışma/ yarıştırılma yaşı artık ilk okullara indi. Her ne kadar çocuğumu bu sürecin dışında tutmak istesem de biliyorum ki başarılı olamayacağım. Ben ve çocuğum farkında bile olmadan daha ilkokuldan itibaren ortaokul ve lise seçimi, sonra üniversite ve meslek sınavlarına hazırlanma psikolojisine itileceğiz. Yapılacak bir şeyler olmalı.

Bir Veli.


6

işçi meclisi

Kolektif işçi demokrasisi: Toplantı özgürlüğü Burjuva demokrasisinde işçiler için toplantı özgürlüğü boş laftır! Burjuva Meclis anayasa uzlaşma komisyonu, toplantı özgürlüğünü gündemine almadı. Burjuva partilerin “temel hak ve özgürlükler” konusundaki taslakları da toplantı özgürlüğüne ilişkin bir öneri içermiyor. Burjuvazi, neoliberal demokrasisinde, toplantı özgürlüğünün bir sorun olmadığını, isteyen herkesin istediği gibi toplantı yapabileceğini varsayıyor. Gerçekten öyle mi? Öyleyse neden, işyerlerinde işçiler kendi aralarında sorunlarını ve istemlerini konuşmak için toplantı yapamıyor? Öyleyse neden, çoğu sendikada sendika üyesi işçiler kendi sendikalarının toplantı salonlarından bile istedikleri zaman ve istedikleri gibi yararlanamıyor? Öyleyse neden, birazcık geniş işçi toplantıları, işçi direnişlerinin dayanışma etkinlikleri bile, ancak birkaç saati fahiş fiyata kiralanabilen ticari düğün salonlarında yapılabiliyor? Öyleyse neden, kitle mitingleri resmi bildirim, polisten izin ve her zaman polis kameralarına ve polis yığınağına tabi, Kürdistan’da mitingler yasaklanıyor, hemen her Kürt mitingi ve bir çok kitlesel basın açıklaması toplantısı saldırıya uğruyor, valiler kitle mitinglerinin yer ve tarihlerini kafalarına göre belirlemeye kalkışabiliyor, bir “açık hava toplantısına katılmış olmak”, “açık hava toplantısında pankart açıp slogan atmak” “terör suçu” sayılıyor, gözaltı, tutuklama gerekçesi oluyor?

Burjuva demokrasisinde toplantı özgürlüğü Yeni anayasada temel hak ve özgürlük bölümüne ilişkin tasarılar, büyük ölçüde, olduğu gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne dayandırılmaktadır. Toplantı özgürlüğüne ilişkin düzenlemeler de, büyük olasıkla bir kaç ek kısıtlamayla, öyle olacaktır. AİHS’in toplantı özgürlüğü hakkı düzenlemesi şöyledir: “Herkes barışçıl toplantı özgürlüğü hakkına sahiptir.” Barışçıllık kısıtı, toplantıların yalnız biçimini değil, içeriğini de bağlamaktadır. Bir toplantı şiddet içermediği halde, yapılan konuşma ve açıklanan amaçları itibarıyla, “barışçıl olmadığı” gerekçesi ya da iddiasıyla yasaklanabilir ya da soruşturmaya uğrayabilir. Ardından burjuva demokrasisinin yapısal prangaları arzı endam eder: “Toplanma özgürlüğünün kullanılması, AİHS mad. 11, par. 2 uyarınca, ulusal güvenlik, kamu emniyeti, karışıklığı ve suç işlenmesini önleme, sağlık ya da ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması gerekçeleriyle sınırlandırılabilir.” Bu işyerlerinde, patronun izni olmadan ve iş bırakarak toplantı yapmanın yasak olduğu anlamına gelir. Burjuva demokrasisinde toplantı özgürlüğünün “kolektif hak” olması da, kendi başına değil, ancak bireysel hak ve özgürlüklere, yani sermaye, meta, özel mülkiyet haklarına ikincil ve onların uzantısı olarak kabul edilmektedir. Ki bu da “başkasının hak ve özgürlüklerinin korunması” adı altında, en başta burjuvazi ve patronların haklarına ve düzenine karşıt olmamayı düzenler. “Gürültü, trafiği engelleme, çevre kirliliği” gibi nedenlerle bile toplantıların sınırlandırıldığı olmaktadır. Cenevre merkezi meydanı, Kuzey İrlanda’da Trafalgar meydanı gibi mitinglerin kısıtlandığı ya da ya-

sak olduğu bir dizi meydan vardır. İspanya’da Öfkeliler’in, Almanya’da Occupy Frankfurt toplantı ve gösterilerinin yasaklanmaya çalışılması en son örneklerdir. Son dönemlerde de özellikle merkezi devlet binaları ve banka ve tekel merkezlerine yakın yerlerdeki kitle toplantılarına bir dizi kısıtlama ve yasak getirilmeye başlanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne Türkiye’den yapılan “toplantı özgürlüğü ihlali”ne ilişkin başvuruların tamamı olumsuz sonuçlanmaktadır!

Uzlaşmaz karşıt sınıfların toplantı özgürlükleri de karşıttır Burjuvazi küresel düzeyde sınırsız toplanma özgürlüğüne sahiptir. Onlar, olağanüstü bir sıklık kazanan küresel zirvelerinde, her vesileyle küresel toplantılarında hep iç içe, hep bir aradadırlar. Burjuvazinin mali oligarşik kararları, politikaları, işçi sınıfı ve emekçilere karşı her türden tezgahları ve karlı-kanlı iş bağlamaları, her yıl sayısı yüzbinleri bulan, bazıları daha dar ve çekirdeksel-gizli, bazıları daha geniş, ama hiçbiri kitlelere açık olmayan, bazılarından kitlelerin haberinin bile olmadığı, haberinin olduklarından ise ne konuşulduğunu bilmediği, kitlelerden silah gücüyle korunan küresel toplantılarında alınır. Burjuvazinin toplantıları, yüksek güvenlikli, en konforlu, tam teknolojik donanımlı, bu iş için özel yapılmış, toplantı ve konferans salonlarında yapılır. Burjuvazi, adeta “sürekli toplantı” halindedir. Patronlar ve üst yöneticiler, sözde mesailerinin büyükçe bir bölümünü toplantılarda geçirirler. Bunun için en konforlu, yüksek güvenlikli, işçi ve emekçilerin adımını bile atamadığı onbinlerce toplantı salonu onların hizmetindedir. İşçilerin yüzde 70′i ise kendi sınıfdaşlarıyla kendi sorun ve istemlerini konuşup kararlar alabildiği tek bir toplantı görmüş, tek bir toplantıya katılabilmiş değildir. İşçilerin gördüğü toplantıların çoğu da, patronların, yöneticilerin, burjuva politikacıların vb işçileri toplayıp direktifler yağdırdığı, nutuklar attığı toplantılardır. İşçilerin nüfusu patronlardan en az 50 kat fazlayken, burjuva toplantılarının sayısı işçi toplantılarının sayısından en az 500 katıdır. İşte biraz da bu yüzden, tarihin gördüğü en bireyci sınıf olan burjuvazi kolektif

yönetici sınıf iken, tarihin gördüğü en kolektif sınıf olan işçi sınıfı kolektif karar alma ve hareket yeteneği dağıtılmış ve engellenmiş, bireylere çözülmüş olarak, yönetilen sınıftır. İşyerinde gizli örgütlenme çalışması yürüten işçilerin sayısı 10-15 kişiye çıkar çıkmaz, toplanacak yer sorunu ortaya çıkar. Birkaç toplantı orada burada, kahve-cafe köşelerinde, piknikte vb yapılır, toplantılara katılmak isteyen işçilerin sayısı arttıkça, düzenli kitle toplantısı yapacak yer bulmak giderek olanaksızlaşır. Az sayıda sendika ve meslek örgütü dışında, çoğu sözde sendika ve kitle örgütü, işçilerin parasıyla yaptırılan toplantı-konferans salonlarını, bırakalım genel olarak işçileri, kendi üyelerinin bile istedikleri zaman kullanımına açmaz. Binlerce işçi toplantı yapacak yer ihtiyacı içinde kıvranırken, çoğu sendika ve meslek örgütünün merkez binalarındaki 200-500 kişilik tam teknik donanımlı o gıcır gıcır toplantı salonları yılın büyük zamanı bomboş durur. Bugün kaç sendika ve şubesi, düzenli temsilciler kurulu ve üye toplantıları yapmaktadır? Kaç sendikanın patronlardan tis istemlerinde, işyerlerindeki işçilere, kendi sorunları için -patron ve şeflerden bağımsız- toplanabilecekleri bir toplantı salonu, ve çalışma süresine sayılmak üzere hiç olmazsa haftada 2-3 saatlik toplantı süresi tahsisi istemi vardır? (İşçiler ancak işbırakarak eyleme geçtiklerinde işyerlerinde fiili ve aleni kitle toplantısı yapabilirler. Burjuva demokratik yasalara göre, işyerinde toplantı yapmak yasak değilse bile, patronun izni dışında ve işbırakarak toplantı yapmak, “özel mülk işgali” sayılır!) Her toplantı para demektir. Birazcık geniş, birkaç yüz kişilik işçi toplantılarının, işçi kurultaylarının, direnişteki işçi etkinliklerinin izbe düğün salonlarında, o da birkaç saati fahiş fiyata yapılabilmesi bile bunun nasıl ağır bir kısıt olduğunu gösterir. Toplantı serbest zaman demektir. Günde 9-11 saat (ulaşım süresiyle birlikte günde 10-13 saat), haftada 6 gün çalışan işçilerin, toplantı için, hele ki düzenli kitle toplantıları yapmak ve çeşitli işçi toplantı ve etkinliklerine katılmak için serbest zamanı yoktur. Çalışma sürelerinin giderek uzadığı ve esnekleştirildiği günümüzde, bu işle uğraşmış


7

işçi meclisi

herkes, bir işçi toplantısını, hele ki düzenli işçi toplantılarının (işçilerin zamanları çakıştırılarak) organize edilmesinin nasıl çetrefilli bir iş olduğunu bilir. İşten atılma, patronlar ve devlet tarafından mimlenme korkusu da bunlar kadar ağır çeker. Neoliberal kapitalizmin işçileri had safhada birbirinden yalıtan üretim, yaşam ve yönetim organizasyonları bir diğer etkendir. İşçiler arasındaki kolektif sınıf bağları ne kadar zayıflarsa, işçileri tek tek burjuva sınıf egemenliğine ve onun atomize edici burjuva temsili toplumsallaşma biçimlerine (sermaye, piyasa ve metalar, burjuva meclis ve partiler, burjuva devlet ve milliyet, din, medya, kamuoyu, sivil toplum, popüler kültür, futbol ve starları vb vb) kölece tabiyeti o kadar güçlenir. Eh, işçi kitlelerin toplanma ihtiyacı varsa, camiler, futbol stadyumları, burjuva partilerin, belediyelerin, sivil toplum kurumlarının güdümlü kitle lokalleri ve toplantıları, binbir türlü kitlesel piyasa etkinliği, medya, meta-toplumsallaşma vb ne güne duruyor? Ne var ki, işçi sınıfının dev çaplı toplumsallaşma niteliği ile bu toplumsallaşmanın burjuva biçimi (işçiler arasındaki tüm ilişkilerin burjuva egemenlik ilişkileri ile dolandırılması ve ketlenmesi) birbiriyle bağdaşmaz. İşçiler arasında bağımsız sınıf kolektivizmi temelinde ilişkilerin kurulması ve gelişmesi için bile burjuvazinin sınıf egemenliğinin tüm biçimlerine karşı mücadele zorunludur. Ücretli kölelik genellikle çalışma ve yaşam koşullarının ağırlığına indirgenir. Oysa ücretli kölelik kaçınılmaz olarak yönetilme koşullarını da içerir ve üretir. Hareketin özü zaman ve mekandır. İşçiler ücretli köle olarak burjuvaziye yalnız artıdeğer değil, durmaksızın artı-zaman ve artı-mekan ve dolayısıyla hareket özgürlüğü üretirken, kendi hareket olanakları o kadar daralmaktadır. Bunun bir ifadesi olarak bir yanda küresel burjuva toplantıları patlaması, diğer yanda işçilerin işyerinde bile toplantı yapamaz hale gelmesi, toplantı yapabilecek zaman ve mekan bile bulamamasıdır.

Sosyalist işçi konseyleri demokrasisi ve kitlelerin gerçek toplantı özgürlüğü Burjuvazi yöneten sınıf olarak neden bu kadar çok toplantı-konferans salonuna ihtiyaç duyuyorsa, sömürücüleri defeden onmilyonlarca işçi, kent ve kır yoksulu, kendi kendini yönetmeyi öğrenmek, her konuda kendi kararlarını kendi almak için çok daha fazlasına ihtiyaç duyacaktır. Çalışma süresi azami 6 saate indirilerek kısaltılmaya devam etmekle kalmayacak, gündelik yaşamlarında kitlelerin zamanlarını öğüten ulaşım, ev işleri, çocuk bakımı gibi her şey toplumsal temelde yeniden örgütlenerek, ev köleliği, sınav köleliliği, salt seyirci ve dinleyici olarak medya köleliliği kaldırılacak, kitlelerin yönetime, medyaya, eğitime, her türlü siyasal-toplumsal-ekonomik-kültürel etkinliğe doğrudan en etkin biçimde katılması ve yer alması, kendi kararlarını vermesi, kendi toplantı ve organizasyonlarını yapması, kendilerini ve birbirlerini çok yönlü geliştirmesi, özlemini duyduğu şeyleri bizzat öğrenebilmesi ve yapabilmesi için serbest toplumsal-bireysel zamanının genişletilmesi temel olacaktır. Tüm işyerlerinde işçiler tarafından seçilen ve görevden alınabilecek işyeri komiteleri, tüm işçilerin katılımıyla işyeri meclisleri, sanayi bölgeleri ve plazalarda tüm işyerleri ve işkollarını kapsayacak işçi kurulları, ve yalnızca üretim ve çalışma sorunlarıyla sınırlı olmayacak toplantıları, toplanmak ve kendi kolektif kararlarını almak için -toplumsal çalışma süresine sayılacak- toplantı zamanı ve toplantı-etkinlik-konsey salonlarının kullanımı en temel ve tartışılmaz bir hak olacaktır. İşyerlerinin, iş yapı, bölge ve havzalarının, okulların, sitelerin, mahallelerin, şehirlerin iç ve dış mekanı, kitlelerin

kendi sorunlarını ve çözümlerini birlikte konuşup birlikte kararlar alacakları kitle toplantıları için açık ve kapalı amfitiyatrlarının en temel ve vazgeçilmez bir unsuru olacağı biçimde planlanacak ve düzenlenecektir.

oligarşik karar özgürlüğüdür. Kitleleri her türlü yönetim-karar organ ve toplantısından dışlama özgürlüğüdür. İşçi sınıfı ve yoksul emekçi kitleler için ise kağıt üzerindeki toplantı hakkının biçimselliği ve engellenmesi, ancak burjuvazinin denetimi ve yönlendirmesi altında kitleleri burjuvazinin sınıf egemenliğine köleleştirmenin bir aracı olmasıdır. Sosyalist devrimci işçi konseyleri demokrasisinde toplantı özgürlüğü, tam ve fiili eşitlik içinde, toplantı ve gündem çağrıcısı olma, her düzeyde konsey, kurul ve kitle toplantılarına ve toplantı organlarıyla yönetim ve karar süreçlerine doğrudan katılma ve yer alma özgürlüğüdür.

İşçi sınıfının toplantı hak ve özgürlüğü istemleri 1- Tüm sendika ve meslek örgütlerinin toplantı salonları, bürokratik prosedür olmadan, işçi toplantılarına açılmadır.

Burjuvazinin mali oligarşik kararları, politikaları, işçi sınıfı ve emekçilere karşı her türden tezgahları ve karlı-kanlı iş bağlamaları, her yıl sayısı yüzbinleri bulan, bazıları daha dar ve çekirdeksel-gizli, bazıları daha geniş, ama hiçbiri kitlelere açık olmayan, bazılarından kitlelerin haberinin bile olmadığı, haberinin olduklarından ise ne konuşulduğunu bilmediği, kitlelerden silah gücüyle korunan küresel toplantılarında alınır. Burjuvazinin toplantıları, yüksek güvenlikli, en konforlu, tam teknolojik donanımlı, bu iş için özel yapılmış, toplantı ve konferans salonlarında yapılır

Bugün, toplantı denilince, çoğu işçinin aklına, burjuva meclisin, işyerlerinde patron ve şeflerin düzenleyip yönettiği toplantıların, ya da “işçi toplantısı” adı altında sendika bürokratlarının nutuk atıp yönettiği toplantıların, küçük burjuvazinin eylemden kopuk iç bayıltıcı gevezelik toplantılarının gelip sıkıntı basması doğaldır. Sosyalist işçi toplantıları demokrasisi ise, ancak önündeki en büyük prangalar olan burjuva sınıf egemenliğini, her türlü bürokrasiyi yıkarak, kitlelerin söz, karar ve eylem organlarını bütünleştirerek kurulabilir. Karşıdevrimcilerin ve sömürücülerin toplanması ve konsey ve kitle toplantılarına katılması yasaklanacaktır. Burjuva demokratik toplantı özgürlüğü, burjuvazi için sınırsız toplantı ve mali

2- Tüm işyeri, sanayi bölgesi, küçük sanayi sitesi, plazalarda vd, işçilerin çalışma sürelerine sayılacak biçimde, işten atılma korkusu duymadan ve patronlardan, şeflerden bağımsız toplanıp sorunlarını konuşabilecekleri toplantı salonları tahsis edilmelidir. 3- Yalnızca kent merkezlerinde değil, tüm sanayi bölgelerinde, dikey ve yatay işçi havzalarında, farklı işyerlerinden işçilerin biraraya gelebilmesi, kendi sorun ve istemlerini konuşabilmesi için bile, bağımsız sendika lokalleri, işçi dernekleri, toplantı ve etkinlik salonları, işçi sağlığı ve güvenliği merkezlerinin kurulması yakıcı bir önem kazanmaktadır. 4- Tüm sendikalar, işçiler tarafından seçilmiş ve gerektiğinde geri alınabilecek işçi temsilcileri kurullarına, şubelerde en az 3 ayda bir yapılacak tam katılımlı işçi toplantılarına, işyerlerinde örgütlenecek işçi komiteleri ve meclislerine dayanmalıdır. 5- İşçi (kadın, kürt) kitle mitinglerinden, her türlü resmi ya da fiili bildirim, izin şartı, polis araması, polis kamerası, bürokratik-keyfi yer, zaman dayatması ve kısıtlaması kaldırılmalıdır. 6- Tüm işçiler, kent ve kır yoksulları, kendi sınıfsal-toplumsal mücadele istem ve gereksinmeleri doğrultusunda, sermaye devlet ve her türlü bürokrasiden bağımsız, istedikleri biçim ve genişlikte toplantılar yapma özgürlüğüne kayıtsız koşulsuz sahip olmalıdır. İşçi toplantıları, hiçbir biçim ve gerekçeyle engellenemez, işten atma, soruşturma, fişleme, takip gerekçesi yapılamaz. 7- 2004′te NATO, 2009′da İMF toplantılarının evsahibi İstanbul’du. Bu tarihlerde İstanbul’un küresel mali oligarşinin toplantı yapma özgürlüğü için tüm İstanbullulara nasıl bir açıkhava hapishanesine dönüştürüldüğü ve bu toplantıya karşı eylem yapan işçi ve emekçilere yöneltilen polis terörü hafızalarımızdadır. İşçi sınıfının 1 Mayıs alanı olan Taksim’de miting yapma özgürlüğüne tekelci burjuva devletin yine tüm İstanbul’u gaza boğarak ve kuşatarak, yüzlerce gözaltıyla nasıl engel olmaya çalıştığı, fakat 1 Mayıs’ta Taksim’i işçi sınıfı ve emekçilerin, devrimcilerin nasıl dişe dişe militan kitle savaşımlarıyla kanırta kanırta kazandığı da… İşte uzlaşmaz karşıt sınıflar olarak proletarya ve burjuvazinin toplantı özgürlükleri de bu kadar karşıttır. 8- Kapitalist tekeller ve devletin zirve toplantıları, Bakanlar Kurulu ve Meclis’in işçi sınıfı ve emekçilere saldırı yasalarını çıkarma toplantıları, küresel mali oligarşik zirve -G 20, Davos, İMF, DB, NATO vb- toplantılarını kitle eylemleriyle kuşatmak, yaptırmamak ve dağıtmak bir militan sınıf savaşımı geleneği olarak yükseltilmelidir. Kitle mitinglerine yasaklı alanlar ve miting yasakları, fiili eylem ve mitinglerle aşılmalıdır.


8

işçi meclisi

Ostim’de her soluk ölüm, Galvaniz işçisi Orhan Karakoç’un direnişe başlarken okuduğu basın açıklaması

İŞTEN ATMALAR YASAKLANSIN, SAĞLIKSIZ KOŞULLARDA ÇALIŞMAK İSTEMİYORUZ Yaklaşık 7 aydır asitin dumanın ve kimyasal maddelerin zehrini soluyarak çalıştığım TAŞGÖK GALVANİZ’de işten çıkarıldım. Sebep ise patronun keyfi uygulamalarına, sağlıksız ve kölece çalışma koşullarına karşı gelmem…

Orhan Karakoç, patronun yemek arasındayken yarım saat önce işbaşı yaptırması istemesi üzerine patronla tartıştı. Bunun üzerine kölece çalışma koşullarına ve patronun keyfi dayatmalarına karşı geldiği için işten atıldı. Galvaniz işçisi Orhan Karakoç’un buna cevabı ise direniş oldu. 1 hafta boyunca Ostim’de bulunan Taşgök Galvaniz önünde oturma eylemi yapan galvaniz işçisinin eylemi kölelik koşullarına karşı Ostim’de uzun yıllar sonra yapılan ilk işçi direnişi oldu. Eylem Ostim işçileri arasında yaygın olarak gündemleşen, tartışılan, desteklenen bir direniş oldu. Orhan Karakoç’un fabrika önündeki direniş yeri civar fabrikalardan gelen işçilerin uğrak yeri oldu. Eylem sürecinde Orhan Karakoç sınıf kardeşleri tarafından yalnız bırakılmadı. Hem Ostim’de çalışan işçiler hem de Ankara’nın çeşitli bölgelerinden çeşitli sektörlerden işçiler dayanışma için direnişi ziyaret etti. İşçiler direnişi haklı bulduklarını, kendi işyerlerinde çalışma koşullarının aynı olduğunu anlattılar, ses çıkarılmadığı sürece koşulların değişmeyeceğini, direnişi desteklediklerini söylediler. Direniş hemen başında ses getirdi ve denetim yüzü görmeyen işyerine Ostim Organize Sanayi Bölgesi İdaresi ve Çevre Denetleme Kurumu, denetim yapmaya geldi. Üretimin denetim sırasında durduğu ve galvaniz ocağına malzeme dalışı yapılmadığı (dalış sırasında yoğun zehirli duman çıkmaktadır) öğrenildi. Galvaniz işçisinin Ostim’deki galvaniz işyerlerindeki insanlık dışı zehirli çalışma koşullarını direnişle teşhir etmesi, bunun basına ve kamuoyuna yansıtması, Ostim İdaresi’ni de telaşlandırdı. Nitekim galvaniz işçisinin direnişine başlarken yaptığı basın açıklaması

sırasında, gelen resmi ve sivil polis ekipleri de işyerine girmişler, dalış sırasında çıkan zehirli duman içinde duramayıp orada çalışan işçilere “Burada çalışılır mı yav” diyerek hemen kendilerini dışarı atmışlardı. Çevre işyerlerinde yaptıkları soruşturmada da diğer esnafın da galvaniz atölyelerinden çıkan zehirli dumandan rahatsız ve şikayetçi olduğunu belirtmişlerdi. Direniş başta galvaniz fabrikaları olmak üzere, bir dizi işyerinde de yankı uyandırdı. Direnişle beraber Taşgök Galvaniz’de ve Ostim’deki diğer galvaniz fabrikalarında, patronların daha önce umurunda bile olmayan baretler ve iş eldivenleri dağıtılmış işçilere. Orhan Karakoç, direnişi süresince Ostim metro çıkışında eylemini anlatan ve kölece çalışma koşullarına karşı mücadeleye çağıran bildirileri Ostim İşçi Sağlığı Meclisi bileşenleri ile birlikte dağıttı. Galvaniz işçisi oturma eylemini bir basın açıklaması ile sonlandırdı. Ostim’den ve birçok farklı sektörden dayanışma için gelen işçiler ile birlikte yaptı açıklamasını. Basın açıklaması, Ostim İşçi Sağlığı Meclisi imzalı “Ostim’de Her Soluk Ölümse Yaşamak Direnmektir/ Sağlıklı Güvenli Çalışmak İstiyoruz” pankartının açılması ile başladı. “Bu işyerinde her gün zehir soluyoruz”, “İşten atılmalar yasaklansın”, “Sermaye için değil işçiler için demokrasi”, “Kölece Çalışmaya Kölece yaşamaya hayır” dövizleri yükseltildi. Ostim İşçi Sağlığı Meclisi adına bir galvaniz işçisi, galvanizde ve Ostim’de işçi sağlığı ve güvenliği örgütlenmesi ve mücadelesi üzerine konuşma yaptı. Ardından Orhan Karakoç, bu eylemin bir kıvılcım olacağını umduğunu ve Ostim’de bundan sonra da bu gibi eylemler ile kölece, sağlıksız, güvencesiz çalışma koşullarına karşı direnişlerin olacağını söyledi.

Galvaniz metalin ömrünü uzatmanın, biz işçileri çürütmenin adıdır. Hele böylesi küçük ve sağlıksız atölyelerde her aldığın soluk yaşamından bir gün bir hafta feda etmenin adıdır galvaniz. Bir insandan ömründen parça istemenin veya zorunlu kılınmanın değeri, sizce parayla verdiğin emeğe ve ömrüne karşılık bir ölçüt olabilir mi. İşime geri dönüp çalışmak istiyorum. Ama bu koşullarda değil. Nasıl çalışıyoruz… Koruyucu iş elbiselerimiz işlevini yitirdiğinde bütün ısrarlarımıza rağmen uzun bir süre verilmiyor. Bu süre içerisinde iş elbiselerimizi kendimiz karşılamak zorunda kalıyoruz. Havalandırma sistemi olmadığı için üretim esnasında meydana gelen zehirli kimyasalları soluyoruz. Galvaniz ocağı etrafındaki korkuluğun yeterli seviyede olmamasından kaynaklı her an ocağın içine düşme tehlikesi içindeyiz. İşe gelmediğimiz gün 2 yevmiyemiz kesiliyor. Atölyenin fiziki koşulları galvaniz üretimi yapmaya elverişli olmadığı için sık sık iş kazaları yaşanıyor. Verilen yemek kalite açısından oldukça kötü. Yemek yediğimiz mutfak üretim sahası ile iç içe olduğu için insan sağlığı açısından uygun değil. Her ayın ortasında avans verilmesi gerekirken verilmiyor. Bankaya mahkûm edilerek esnek hesaptan para çekmeye zorlanarak bankaya faiz ödüyoruz Hasta olduğumuzda aldığımız raporlar kabul edilmiyor. 3 vardiya olan çalışma sistemimiz ( 07:15:00-15.00-15.00-23.00) bu hafta 2 vardiyaya (08:00-20:00) çekilerek çalışma saatlerimiz 08:0020:00 uzatıldı.

Nasıl çalışmak istiyoruz Her türlü koruyucu malzemeleri gerekli olduğu anda verilmesini, Havalandırma sisteminin olduğu ve fabrikanın fiziki koşullarının düzenlenmesini, Galvaniz ocağının etrafındaki ve dalış sırasındaki patlamalara karşı güvenlik önlemlerinin alınmasını istiyoruz. Gelmediğimiz veya geç kaldığımız saatler ve günlerin kesilmemesini istiyoruz. Bunun nedeni vardiya saatlerinin düzensiz olmasıdır. Servis istiyoruz. Yemeklerin yenebilir olmasını ve yenebilecek ortamda hazırlanmasını istiyoruz. Ayın belirli bir gününde avans verilmesini istiyoruz. Raporların işleme alınmasını, raporlu olduğumuz günün sigortasını ve ücretinin verilmesini istiyoruz. 3 vardiyalı sisteme geçilmesini ve yetersizlik duygusunun aşılanmadığı bir sistemde çalışmak istiyoruz.


9

işçi meclisi

, yaşamaksa direnmektir! Direnişi anlatan ve dayanışma çağrısı yapan bildiri metni;

OSTİM’DE DİRENİŞ VAR Ben bir galvaniz işçisiyim. Bilmeyenler için, galvaniz kaplama işi metalin ömrünü uzatır, biz galvaniz işçilerinin ise ömrünü çürütür. Yaklaşık 7 aydır asittin, dumanın ve kimyasal maddelerin zehrini soluyorak çalıştığım Ostim’deki Taşgök Galvaniz’de işten atıldım. İŞTEN ATILDIM…! Bu söz sana ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Neden mi işten atıldım? İşbaşı zamanına yarım saat olduğu halde çalıştığım Taşgök Galveniz’de patron bana işbaşı yapmayı dayattı. Patronun bu keyfi tutumuna karşı çıktığım için şu anda işsizim. Ostim’de çalışmak ve işsizlik patronun iki dudağı arasındadır, bilirsin. Zam istersin, kapı!… Çalışma koşullarının düzeltilmesini istersin, kapı… Verilen yemeklerin kalitesiz olduğunu söylersin, kapı!… Hatta, patronun çalışma dışı zamanlarda seni fazladan çalıştırmasına karşı çıktığında da, kapı!… Basın açıklamasına, aynı işyerinde sabah 08.00′de paydos eden gece vardiyası işçileri de ayrılmayarak destek verdiler. Basın açıklamasını izleyen civar atölyelerde çalışan işçiler de, oturma eylemi başlatan Orhan Karakoç’un yanına gelerek, hemen hemen aynı koşullarda çalıştıklarını ve bu direnişi desteklediklerini, arkadaşları ile birlikte öğle paydosunda döneceklerini belirterek ayrıldılar. Oturma eylemi başladıktan sonra, gündüz vardiyasında işe başlayan işçilere yeni baret, eldiven , maske vs gibi koruyucu ekipmanların dağıtıldığı görüldü. Yeni baret ve yeni eldivenlerini giyen birkaç işçi kapının önüne çıkarak direnişteki arkadaşlarına gülümseyip adeta bir mesaj verdiler. Bu arada patronun, çalışan işçilerin

nabzını yoklayarak bu direnişi destekleyip desteklemediklerini sorduğu, işçilerin büyük çoğunluğunun da direnişteki arkadaşlarını desteklediklerini net bir şekilde ifade etmelerinin patronda tedirginlik yarattığı bilgisi edinildi. Ayrıca Ostim’de bulunan büyük bir galvaniz atölyesinin üretim müdürü de eylemin yapıldığı alana gelerek, direnişteki işçiye eylemin sebebinin, kendi çalıştığı atölyedeki sorunlardan mı yoksa Ostim’deki bütün galvaniz atölyelerini kapsayan bir teşhiri içerip içermediği yönünde bilgi almaya çalışması bu eylemin, Ostim’deki galvaniz patronlarını ne kadar tedirgin ettiğinin bir ifadesiydi. Basın açıklamasına İşçi Meclisi okurları, Ostim İşçi Sağlığı Meclisi ve Emek Partisi Yenimahalle İlçe Başkanı Rüstem Kahraman da katılarak destek verdiler.

Biz işçiler boyun eğdiğimiz sürece, patronun bir lafı bizim ömrümüzü belirler. Onca sömürülme, eziyet sanki lütufmuş gibi, patronun bir sözüyle işten atılınca, sesimizi hiç çıkarmadan, bize yeni iş dilenmek düşer. Ama her iş, beraberinde aynı eziyeti, aynı yıpranışı, aynı gerilimi getirir. Kahredici koşularda, üç kuruşa ölüm pahasına çalışmaya zorlanırız yine. 3 Şubat 2011’de patlamalarda hayatını kaybeden 20 işçi kardeşimiz bunun en büyük kanıtı değil mi? Hani önlem alınacaktı? Ne değişti? Biz her gün ölmeye devam ediyoruz. Öyle bir kıskaca almışlar ki patronlar bizi, çalışmak da işsizlik de ölümlerden ölüm beğenmek oluyor bizim için. Patron beni işten atmakla kalmadı, çalışan işçi arkadaşlara da böyle göz dağı vererek, 3 vardiya olan çalışma sistemini, 12’şer saatten 2 vardiyaya indirdi.

Bu sefer kapıyı ben kapattım Ostim’de böyle gelmiş böyle gider mi, dersiniz? Ben bu kez patrona “hayır!” dedim. Patronun gösterdiği kapıyı, direnişle kapattım. Bir basın açıklaması yaparak, kölece çalışma koşullarına, işten atmalara, patronların keyfi dayatmalarına karşı fabrika önünde, oturma eylemiyle direnişe başladım. Ostim galvaniz fabrikalarında, cehenneme benzeyen, işçilerin ömrünü ve sağlığını tüketen çalışma koşullarını teşhir ettim. İşçi sağlığı ve güvenliği konusundaki talepleri dile getirdim. Direnişim, basında ve internet sitelerinde yer almaya başladı. Civar fabrikalardaki işçi arkadaşlar da direnişimi ziyaretleri ve ilgisi de beni daha bir cesaretlendirdi. Direnişimin ve teşhir ettiğim kölece çalışma koşullarının işçiler ve kamuoyunda yarattığı etkiyle, işten çıkartıldığım fabrika denetlendi. Daha önce hiç denetim olmamıştı oysa. Yukarıda okudukların, sadece benim senin değil, hepimizin hikayesidir. Ama patronlar tarafından yazılan hikâye. Artık kendi hikâyemizi kendimizin yazma zamanı gelmedi mi? Bizim hikâyemizi yazmak adına başta Ostim işçisi kardeşlerimi ve duyarlı herkesin desteğini bekliyorum. Ostim’de işten atılmaların yasaklanmasını istiyoruz. 8 saatlik iş günü, insanca yaşanacak ücret ve serbest zaman istiyoruz. Çalıştığımız işyerlerinde işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınmasını istiyoruz. İşyerlerinde işçi sağlığı ve güvenliği denetimlerinin içinde Ostim işçilerinin de olduğu sendikalar, meslek odaları tarafından oluşturulan İşçi Sağlığı Meclisleri tarafından yapılmasını istiyoruz. Orhan KARAKOÇ İletişim No:0546 205 82 43 Direniş yeri: Uzayçağı Cad. 56.Sok No:110


10

işçi meclisi

Yeni anayasa tasarısı:

“İş kazası ve meslek hastalıkları sigortası” Burjuva anayasa uzlaşma komisyonu, “Çalışma, İş güvenliği ve Adil Ücret” maddesine, iş kazaları ve meslek hastalıklarına karşı sözde “sorumluluk sigortası” eki yaptı: “İşveren, iş kazası ve meslek hastalıklarından doğan tazminatlar için primi kendisi tarafından ödenen sorumluluk sigortası yaptırmak zorundadır. Bu sigortanın usul ve esasları kanunla düzenlenir.” Burjuva medya bu eki, “çalışanlar için büyük süpriz”, “iş kazalarına karşı güvence geliyor” diye yutturmaya çalıştı. Bunun işçiler için ne kadar sürpriz bir güvence olduğunu göreceğiz. Kesin olan bankalar için bir sürpriz olmadığı ve yeni bir azami kar güvencesi olduğudur. Bu tasarının arkasında, büyük mali sermaye grupları, banka ve sigorta şirketleri vardır. Çoğu küresel bankalara bağlı özel sigorta şirketleri, sosyal güvenliğin neoliberal yıkımı üzerinde en hızlı büyüyen, en karlı, en leş kargası sektörlerinden biri haline gelmiştir. Sigortacılık, kapitalizmin yıkıma uğrattığı kitlelerin güvencesizliğini ve felaketlerini bile kara çeviren, bir leş yiyiciliği sektörüdür. Tıpkı sosyal güvenlik sisteminin yıkımı üzerinde semiren özel emeklilik, özel sağlık sigortası gibi… Şimdi bir de işçi sağlığı ve güvenliğinin yıkımı üzerinden semirecek özel iş kazası, meslek hastalığı sigortası icat ediliveriyor. Böyle bir sigortanın, hem de anayasa düzeyinde varlığı bile, sermayenin işçiler üzerindeki iş terör ve cinayetlerini (bırakalım azaltmayı) pervasızca artıracağının ifadesidir. Bu sigortanın biricik işlevi de, işçi katliam ve sakatlanmalarını bile bir kar aracı haline getirmek olacaktır. Burjuva şaklanbanlık medyasının “işçi kaskosu” adını taktığı “iş kazası sigortası”nın iş kazaları için sigortalayacağı işçiler değil patronlardır. İşçiler öldükleri ve sakatlandıklarıyla kalır. Patronlar ise, yol açtıkları iş cinayet ve sakatlanmalarında tazminat ödemek yerine, riski yaymış, tazminatı sigortanın ödemesini sağlayarak, kendilerini

İş kazası ve meslek hastalıkları sigortası, özel banka ve sigorta şirketleri tarafından değil, devlet tarafından yapılan sosyal sigorta olmalıdır. Öldürülen işçilerin yakınlarına ve çalışamaz hale getirilen işçilere “kan parası” tarzında bir tazminat ödenmekle kalınmamalı, ömür boyu sigorta maaşı ödenmelidir

sigortalamış olurlar. “Düzenleyici kanun”da, son derece sıklaşan iş cinayetlerinde genellikle sermayenin de tahrip olması gerekçesiyle patronların da sigortadan tazminat alacağı biçimde düzenlemesi, kuvvetle muhtemeldir. “Sorumluluk sigortası”ymış. Hadi ordan! Bu olsa olsa, patronları en zorunlu işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerini bile alma sorumluluğundan kurtarma sigortasıdır. Tüm patronları anayasal düzeyde işçi sağlığı ve güvenliğinden yükümlü tutmak yerine, patronlar buna harcayacakları pek kıymetli paralarının küçük bir kısmını özel sigorta şirketlerine yatırır, böylece daha çok işçiyi öldürme ve çürütme “hakkını” satın almış olur. Katil patronlar ve devlet, sigorta şirketinden tazminatlarını almak için uğraşıp duracak olan öldürülen işçilerin ailelerini ve sakat bırakılan işçileri de başından savmış olur. İş mahkemelerinin yerini, bu işi onlardan çok daha ustaca ve çok daha rezilce yapacak (işçilere para ödememek için/ çünkü her iş kazası, meslek hastalığı tazminatı karda azalma anlamına gelecektir) özel sigorta dedektifleri alacaktır. İş kazaları ve meslek hastalıkları, bankaların karlılığına bırakılınca ne olacak? Özel sağlık, kaza, afet vd sigortalarında ne oluyorsa o: Özel sigorta şirketleri, daha yüksek iş kazası ve meslek hastalığı riski taşıyan sektör ve işyerlerindeki işçileri sigortalamaktan kaçınacaklar, vb. Hele ki meslek hastalıkları konusunda hiçbir bilimsel tanım ve araştırmanın olmadığı Türkiye’de “meslek hastalıkları sigortası” tam bir hikayeden ibarettir. Bu tasarıyı bir AKP’li milletvekili önerdi. Bu öneriyi anayasa tasarısına geçirmek için özel sigorta şirketlerinden kaç para aldığı bilinmiyor. Burjuva anayasa uzlaşma komisyonundaki diğer AKPli, CHPli, MHPli ve BDPli milletvekilleri ise, önce sigorta primlerinin patronlar tarafından ödenecek olmasından endişelenmişler. Dikkat edilsin, bu beyler ve hanımlar, iş cinayetlerinin ve sakatlanmalarının artmasından en ufak bir endişe duymuyorlar. Yalnızca sigorta primlerinin patronlar tarafından ödenecek olmasından endişeleniyorlar. “Bu kayıtdışı istihdamı körüklemez mi?” diye soruyorlar. Onların bu pek kibar endişeleri de AKP tarafından “oluşacak yeni sigorta sektörüyle istihdam desteklenecek” diye yatıştırılıyor

(aynen böyle!). Yani sigortasız işçi çalıştırmayı yasaklayacak ve engelleyecek anayasal bir düzenleme yerine, “sorumluluk sigortası”nın sigortasız işçi çalıştırmayı, dolayısıyla iş kazaları ve hastalıklarını daha da artırmasını düzenlemiş oluyorlar. Ama ah, tabii, banka ve sigorta şirketlerine açılacak bu dev çaplı yeni leş kargalığı sektörüyle istihdam artacak! Ne de olsa, banka ve sigorta şirketleri, yılda 3 bine yakın işçinin öldürüldüğü, on binlerce işçinin sakatlandığı ve çürütüldüğü bu ülkede, “işçilerin sigortadan para almak için kendi kendini öldürdüğü veya sakatladığını kanıtlamak”la görevli binlerce sigorta dedektifi çalıştıracaklar! Aslında bu “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası”nın arka planı şudur: Burjuva hükümet, yıpranmasının arttığı bir süreçte, işçilerin kıdem tazminatı hakkını kaldırıp, banka ve yatırım fonlarının iştahasına sunmaya şimdilik cesaret edememiş, ertelemiştir. Ancak bankaların yeni “tasarruf” kaynağı arayışları bitmemiş, ertelenen “kıdem tazminatı fonu” yerine devreye, ondan çok daha büyük bir “iş kazası ve meslek hastalığı sigortası fonu” sokulmuştur. İş kazası ve meslek hastalıkları sigortası, özel banka ve sigorta şirketleri tarafından değil, devlet tarafından yapılan sosyal sigorta olmalıdır. Öldürülen işçilerin yakınlarına ve çalışamaz hale getirilen işçilere “kan parası” tarzında bir tazminat ödenmekle kalınmamalı, ömür boyu sigorta maaşı ödenmelidir. Tazminat hakkı, yalnız öldürülen ya da sakat bırakılan işçileri değil, iş kazası geçiren ya da meslek hastalığına yakalanan tüm işçileri kapsamalıdır. İş cinayeti ve sakatlanmasına yol açan patronlar, işyerlerini denetlemeyen devlet ve belediye yöneticileri en ağır hapis cezalarına çarptırılmalıdır. İşçiler öldürüldükten ve sakatlandıktan sonra ödenecek bir sigorta parası, patronların lanetli “kan paraları”nın “aklanmış” biçimi olarak, iş cinayet ve çürütmelerini ortadan kaldırmaz, yalnızca üstünü örtmeye hizmet eder. “İş sağlığı ve güvenliği” skandalına son verilmeli, en kapsamlı işçi sağlığı ve güvenliği yasası çıkartılmalıdır. Bizzat sendika ve meslek örgütleri, her işyerindeki işçiler işçi sağlığı ve güvenliği koşullarını denetleme yetkisine sahip olmalıdır. Gerekli işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri almayan patronlar en ağır cezalara çarptırılmalıdır.


11

işçi meclisi

İşçinin balyozu inmedikçe! ...Bu dava henüz bitmedi. Sadece faşist askeri darbeleri gerçekleştiren generaller, Kenan Evren gibi darbe kuklalarının yargılanmasıyla da bitmeyecek

Balyoz davası sonuçlandı. Kuvvet ve ordu komutanları generaller, çok sayıda albay, binbaşı, yüzbaşı ağır hapis cezalarıyla cezalandırıldılar. Ordu Türkiye’de faşist diktatörlüğün temel kurumuydu. Faşist diktatörlüğün temel kurumu olarak da ordunun dokunulmazlığı, İç Hizmet Kanunu’na dayanarak darbe yapmaktan, tek bir onbaşısına dahi soruşturma açılmasının dahi mümkün olmamasına, astığı astık kestiği kestik bir hâkimiyete dönüşmüştü. Tekelci kapitalistlerin vurucu gücü olarak ordunun grevleri bastırması, Kürt halkına karşı gerçekleştirdiği katliamlar, komünistleri, devrimci demokratları, aydınları yüzler, binler, onbinler olarak tutuklayıp işkenceden geçirmesi, hapishanelerde katletmesi, ardında sermayenin kanlı birikimi olan bir dokunulmazlık zırhıyla örtülüyordu. Tarih boyunca ordu, oynadığı belirleyici rolle kapitalist devlet yapılanmasında, en dokunulmaz, en sarsılmaz kurumdu. Burjuvazinin ordu aracılığıyla sağladığı bu iktidar, taa göçebelikten gelen asker toplum, güçlü ve yenilmez ordu ve asker ocağı gelenekleriyle de toplumsallaştırılarak pekiştirilmiş, gerisinde burjuvazinin olduğu devlet-toplum hiyerarşisinin sarsılmaz, sual edilmez bir kurumuna dönüştürülmüştü. Bununla birlikte önceki durumun/koşulların içerisinde olanaksız görünen, ortaya çıkan yeni durum ve koşulların içerisinde birbirini izleyen gerilim ve çatışmalardan geçerek gerçekleşti. Ve bir onbaşısına dahi soruşturma açılmayan ordunun genelkurmay başkanları, kuvvet komutanları, çok sayıda generali, yüzlerce subayı tutuklanıp yargılandılar. Son süreçte generalleri tutuklanmaya ve yargılanmaya götüren onların komünistlere, devrimci demokratlara, Kürt özgürlük savaşçılarına ve Kürt halkına karşı gerçekleştirdikleri katliamlar, işçi grevlerini yasaklamaları, sendikaları kapatmaları, sendikacıları ve işçi önderlerini tutuklamaları olmadı. Kenar süsü mahiyetinde bunlardan söz edilse de onlara dokunulmasına, tutuklanmalarına ve yargılanmalarına yol açan emperyalist burjuvazinin ve Türkiye tekelci burjuvazisinin sermaye birikim sürecinin ihtiyaçları ve değişen dünya durumu -revizyonist sistemin çökmesi vd.- Nato’nun konsept değişimine bağlı olarak siyaseti yeniden dizayn etmeleri, devletlerin yeniden yapılandırılması, ordunun işlev ve rolünün de buna göre yeniden belirlenmesiydi. İlerleyen süreçte bu ordu partisinin iç siyaseti belirleyen bir müdahale gücü olmaktan çıkartılıp değişen NATO konseptine uygun olarak emperyalist tekellerin ve içeride ve bölgede sermaye birkimiyle güç kazanan Türkiye tekelci burjuvazisinin bölgesel güç stratejilerine

göre konumlandırılmasına geçildi. Kürt ulusal sorununun çözülmemişliği ve çatışmalar boyutuyla da içte giderek büyümesi ve Kürt gerillaların indirdiği darbeler önünü kesse de Türkiye ordusu, artık neoliberal kapitalist sisteme dâhil edilen yeni ülkelerde NATO eğitimi veren, Somali açıklarında korsanlarla savaşarak ticari gemilerin geçiş hattını koruyan, Özgür Suriye Ordusu’nu eğitip Suriye’ye en önde imeye hazırlanan orduydu. Emperyalist ülke ve tekellerin çıkarları artık bunu gerektirdiğinden 12 Eylül askeri faşist darbesini örgütleyen ve destekleyen ABD emperyalistleri başta olmak üzere emperyalist devletler, Türkiye’deki yeni askeri darbe hazırlıklarına destek vermediler. Türkiye’de faşist diktatörlük, işçi sınıfının ve diğer emekçi sınıfların mücadeleleriyle, aşağıdan yukarıya gelişen, devleti ve burjuva sınıf egemenliğini yıkamasa dahi sarsan bir mücadele ile, bir halk hareketiyle yıkılmadı. Faşizm gerek dünya burjuvazisinin gerekse Türkiye tekelci burjuvazisinin isterleri doğrultusunda ve orta burjuvazinin de ekonomik ve siyasal olarak emperyalist-kapitalist sistem içerisine daha geniş ölçeklerde çekilmesiyle çözüldü. Bunu farklı bir kulvardan, ulusal demokratik istemleriyle savaşarak zorlayan etkili tek güç Kürt ulusal hareketiydi. Kürt ulusal hareketinin de istemleri ulusal devrimci kurtuluşculuktan ulusal reformizme doğru gerilediği gibi, burjuvazinin tekelci sınıf egemenliği, bu egemenliğin baskı ve sömürü altında tuttuğu emekçi sınıfların durumları ve mücadelesine de uzaktı. Diğer yandan işçi sınıfı mücadelesinin geriliği, kendi önderliğinde ulusal hareketle demokratik bir ittifak geliştiremeyişi de ulusal hareketi, devrimci demokratik çözümlerin de gerisinde çözümlere, kürt burjuvazisi ve egemen türk burjuvazisi ve devletiyle çözüm arayışlarına sevketti. Katliamcılardan hesap sorma ve cezalandırılmasının yerine de faili meçhullerin araştırılmasını sağlayacak bir “komisyon” kurulması önerisini getirdi. Neoliberal tekelci kapitalist birikim sürecine uygun olarak devletin yeniden yapılandırılması gerçekleştirilir, geri düzeyde bir burjuva demokrasisine geçilirken bu sadece ordunun parlementonun da üzerinde bir kurum olmaktan çıkartılması, parlamentonun öne geçirilmesi olmadı. Yasama, yürütme, yargı kuvvet ilişkilerinin yeniden düzenlendiği bu süreç aynı zamanda tekelci burjuvazinin farklı kesimleri ve yeni tekelleşmekte olan burjuva kesimler ve orta burjuvazinin de dâhil olduğu ordu, yargı, üniversiteler, belediyeler gibi devletin temel kurumların elde tutulması ve ele geçirilmesi mücadeleleri ile birlikte yürüdü. Öncesinde birbirine sıkı

sıkıya bağlı TÜSİAD-ordu ilişkileri de çözüldü -ki bu ilişki ’90′ların başlarından itibaren tedricen çözülmeye de başlamıştı. Son büyük hamlelerini 28 Şubat’ta yaptılar. Bu postmodern darbeden sonraki darbe hazırlıkları ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesindeki muhtıraları artık dışarıdan emperyalist destekleri, içeriden TÜSİAD’daki burjuva kesimlerden de destek bulamayışlarıyla yenilgiye uğradı. Tekelci burjuva kesimler içerisinden buldukları destek daha geride Koç, Doğan gibi gruplar olsa da bir hayli az. Ve bu belirtilenlerin de doğrudan desteğini alabilmiş değillerdi. Balyoz, Ayışığı darbe hazırlıkları bu sürecin akim -sonuçsuz- teşebbüs olarak kalan son halkalarıdır. Sol hareketin dava sürecindeki tutumu da bir tarafta tümden kayıtsızlık, ya da kenar süsü olarak eklemlenen bir müdahillik, diğer tarafta içerideki Ergenekoncuların bir kesimiyle gönüldaşlık ve ilişkiler oldu. Komünistler, devrimci demokratlar, grevleri engellenen, sendikaları yasaklanan işçiler, fikirlerine kelepçe vurulan aydınlar, faşist askeri darbelerin, sıkıyönetimlerin baş hedefi olan, her faşist askeri darbe sonrasında daha büyük katliam ve baskılara uğrayan Kürt halkı bu davanın gerçek sahibi ve yargıcı olmadı. Yanıt sokaklarda, meydanlarda kurulan kürsülerden hesap sorularak, grevlerle, gösterilerle, cezalandırmalarla verilmedi. İşçi sınıfının, Kürt halkının demokratik müdahilliğiyle burjuva mahkeme ve yargı süreci parçalanamadı. 24 Ocak kararlarıyla 12 Eylül öncesinden de başlamış olarak 12 Eylül askeri faşist darbesi, Koçları, Sabancıları, Şahenkleri, Enka’sı, OYAK’ı, Ülker grubu ile Türkiye tekelci burjuvazisinin tutuklanan komünistleri, devrimcileri, öncü işçileri, sendikacıları, aydınları, yasaklanan grev ve sendikalarıyla sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırmış olarak, azami baskıyla azami sömürüsünü gerçekleştirdiği bir dönemdir. Bu dava bunları açığa çıkarmadığı, bunlardan hesap sormadığı gibi, başta ABD emperyalizmi olmak üzere NATO ilişkileriyle de tezgâhlanan bu darbelerin dıştaki sahipleriyle de hesaplaşılmadı. Bunları açığa çıkartacak güçlü bir demokratik baskı kurulamadı ve örtbas edildiler. Bundan dolayı bu dava henüz bitmedi. Sadece faşist askeri darbeleri gerçekleştiren generaller, Kenan Evren gibi darbe kuklalarının yargılanmasıyla da bitmeyecek. Gelişimi ve sonuçlanma biçimiyle bu dava, burjuvazinin ve partilerinin farklı kesimleri arasında bir iç mücadele ve hesaplaşma, bir tarafın diğerini tasfiyesi biçimini aldı. İşçi sınıfı, komünistler, demokratlar, ilerici aydınlar, Kürt halkı için ise kayda değer demokratik bir kazanım dahi oluşturmadı. Bundan dolayı ne zamanki emeğin yumruğu kalkacak, işçilere, emekçi halka, Kürt halkına karşı suç işleyenler işçiler, kent ve kır yoksulları tarafından, Kürt halkı tarafından yargılanacak, 12 Eylül askeri faşist darbesini gerçekleştirenlerin, “Balyoz darbe planı” yapanların, TÜSİAD’ ı, MÜSİAD’ ı, TUSKON ‘uyla burjuvazinin bütün kesimlerinin kafasına işçilerin balyozu inecek, bu dava işte o zaman sonuçlanacaktır.


12

işçi meclisi

Güney Afrika’nın Kürt İşçileri Güney Afrika Cumhuriyeti’nde İngiliz tekeli Lonmin şirketine ait Marikana madeninde hakları için mücadele eden 34 işçinin katledilmesinden sonra iki işçi daha katledildi. Marikana platin madeninde işçilerin altı haftalık grevinin ardından ücretlerin arttırılması, ülkedeki diğer maden işçilerini harekete geçirdi. Grevler yaygınlaştı. Ülkenin kuzeyindeki Rustenburg bölgesinde bulunan Amplats platin madeni yakınında düzenlenen gösteriye polis göz yaşartıcı gaz, plastik mermi ve ses bombası ile saldırdı. İki işçi öldü. 34 işçinin katledilmesinden sonra yaygınlaşan işçi eylemleri karşısında Siyah devlet başkanı Zuma işçilerden özür dilemişti. Bu özür, işçileri öldürenlere dava dahi açılmasını sağlamadığı gibi işçilerin öldürülmesini de durdurmadı.

Değişen neydi, değişmeyen ne? Güney Afrika’da değişen sadece ırk ayrımcılığının sona erdirilmesi, değişmeyen ise yine büyük çoğunluğunu siyahların oluşturduğu işçilerin çalışma ve yaşam koşulları, ağır bir sömürü altında oluşlarıydı. Irk ayrımcılığının sona ermesinden sonra burjuvazinin sınıf iktidarında bir değişiklik olmadı. Yine emperyalist tekeller ve onlarla içiçe geçmiş Güney Afrika tekelci burjuvazisinin egemenliği sürdü. Güney Afrika’daki zengin elmas, platin, altın madenleri yine ingiliz vd. emperyalist ülke tekelleri tarafından çıkarılmaya devam etti. İşçilerin terleri ve kanlarıyla çıkarılan elmas, platin, altın, gümüş borsalarda yüksek fiyatlarla işlem görmeye devam ediyor, Lonmin, Platium gibi tekeller hisse senedi ve tahvillerden büyük karlar elde ediyorlardı. Irk ayrımcılığı yasaklanmadan önce de tekellerin azami karı, işçilerin kanı ve kiriyle, en ağır koşullarda en düşük ücretlerle çalıştırılmalarıyla sağlanıyordu. Irk ayrımcılığının yasaklanmasından sonra da Güney Afrika’nın kürt işçileri olan siyah işçiler için hiç bir şey değişmedi. Bu tekeller, maden işçilerini en kötü koşullarda çalıştırmaya ve sömürmeye de devam ettiler. Madenlerde yine köle gibi çalıştırılıp, köle gibi yaşamaya mahkum edildiler. Platin, altın, elmas madenlerinden elde edilen azami tekel karının korunması, ancak işçilere karşı şiddetle, en ağır koşullarda çalışmalarının ve yaşamalarının devamıyla olanaklıydı. Bununla birlikte, ırk ayrımına karşı da mücadele eden siyah işçiler, bu mücadelenin kazanılmasıyla sınıfsal sendikal hakları için daha fazla mücadele etmeye başladıkça sömürgeci ve ırkçı bir geçmiş üzerinden yükselen tekelci burjuva egemenliğe dayanan Güney Afrika burjuva demokrasisinin işçilerin ağır çalışma koşulları ve düşük ücretlere karşı mücadelesine tahammülsüzlüğü de açığa çıktı. Irk ayrımcılığı kalkmıştı ama değişmeyen burjuvazisinin sınıf egemenliğiydi ve bu egemenliğe artık siyah burjuvalar da dahil olmuşlardı. Devlet başkanı siyahtı, işçilere ateş açan polisler sadece beyazlar değil siyah polislerdi de. 34 işçinin katledilmesinden sonra ne içişleri bakanı ne bir polis müdürü açığa alınmış, ne de haklarında bir soruşturma başlatılmıştı. Afrika Ulusal kongresi(ANC) önderliğinde gerçekleştirilen demokratik devrim, tekelci burjuva sınıf iktidarında bir değişiklik yaratmamış, hükümeti, bakanları, polisi, yasalarıyla ANC’nin başında olduğu devlet de, işçileri katleden devlet olmuştur. Bugün ABD’de Obama’nın başkan olması, nasıl mali oligarşinin egemenliğini sarsmıyor, bu egemenliğin siyahlar üzerinde de daha geniş bir hakimiyet kurmasına yol açıyorsa ANC

geldikten sonra Güney Afrika Cumhuriyeti’nde de olan budur. Bununla birlikte ırk ayrımcılığının sona ermesi, burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişkileri daha açık ve görünür hale getirmiştir. Ardı ardına gelen işçi katliamları ise, işçilere tüfeği bir omuzdan diğerine almanın ve silahlarını burjuvaziye çevirmelerinin zamanının çoktan gelmiş olduğunu göstermektedir. Güney Afrika’da mücadele eden işçilerin karşısında İngiliz maden tekelleri ve küresel sermayenin ve tekelci burjuvazinin bir parçası haline gelmiş Güney Afrika burjuvazisi yer alıyor. Kanla azami kara dayalı sömürünün sürdürülmesi için işçilere ateş açtırıyor, işçi ücretlerinin bir parça dahi artırılmasını engellemeye çalışıyorlar. Kürdistan işçi sınıfının karşısında da Diyarkbakır’da yükselen holdingler, sadece Kuzeyde değil Güney Kürdistan’da sermaye yatırımlarına girişen, Türk burjuvaziyle de sömürüden daha fazla pay almak dışında bir sorunu olmayan Kürt burjuvazisi var.

Güney Afrika’da altın, elmas, platin nasıl İngiliz vd. emperyalist tekellerinin elindeyse, Kürdistan’daki petrol, doğalgaz, boru hatları ve rafineriler de Amerikan, İngiliz, Fransız, Rus, Türkiye tekelci kapitalistlerinin ve işbirlikçi Kürt burjuvazisinin elindedir Güney Kürdistan’da petrol ve doğalgaz üzerinden yükselen aşiret kapitalizmi, ABD, Rusya, Türkiye tekelleriyle ardı ardına anlaşmalar yaptı. Kürdistan’daki gelişim, Kuzey’de ve Güney’de Kürt burjuvazisinin sermaye birikim sürecini hızlandırdı. Kuzey Kürdistan, burjuvaziye sağlanan teşvik ve desteklerle, bölgesel asgari ücret uygulamasıyla Türkiye’nin Çin’i haline getiriliyor. Bu gelişmelerle birlikte, her ulusun “iki ulus” olduğu, bir tarafta burjvaların diğer tarafta işçilerin, kent ve kır yoksullarının olduğu gerçeği, Kürdistan’da daha açık hale geliyor.

Sosyalizm, özgürlük ve bağımsızlık Bugün Ortadoğu’da önceki sınırlar eriyikleşiyor; dört parçaya bölünmüş Kürt coğrafyasında demokratik özerklik, ayrı devlet biçimiyle bağımsızlık, federasyon gibi seçenekler gündemleşiyor. Komünistler, ezilen ulus olarak Kürt ulusunun demokratik haklarını kazanma mücadelesinin kararlı destekleyicisidirler. Bununla birlikte ulusal tam hak eşitliğinin gerçekleştirilmesinde de birbirinden farklı olsa da komünistler ve işçi sınıfı, kendisini belirtilen bu seçeneklerden birini desteklemek ya da desteklememekle- ulusal sorunun burjuva demokratik çözümlerinden birisiyle ya da bir diğeriyle- sınırlandıramaz. İsterse bağımsızlık biçimiyle olsun Kürt ulusunun özgürlük isteği, sadece burada kaldığında işçiler için, kent ve kır yoksulları için özgürlük getirmeyecektir. İşçiler bağımsızlık için mücadele etmelidirler, ama bu Kürt burjuvazisinin tekelci ve orta burjuva kesimlerinin sömürüden daha fazla pay alma, küçük burjuvazisinin demokratik özgürlük/demokratik kapitalizm istemiyle sınırlanmış ve işçileri bu sınıflara ve kapitalizme bağlı kılacak bir bağımsızlık değil; kapitalizmden, kendi burjuvaları tarafından da sömürülmekten kurtulacakları bir bağımsızlık için, emperyalist kapitalist sistemden tümüyle kopmak için, sos-

yalist devrimle gerçekleşecek bir bağımsızlık için mücadele etmelidirler. Bağımsız Sosyalist Kürdistan için mücadele etmelidirler. Türkiye işçi sınıfı ve bölgedeki diğer ülkelerin işçileriyle birlikte bölgesel bir devrim, dünya devrimi için mücadele etmelidirler. Güney Afrika’da altın, elmas, platin nasıl İngiliz vd. emperyalist tekellerinin elindeyse, Kürdistan’daki petrol, doğalgaz, boru hatları ve rafineriler de Amerikan, İngiliz, Fransız, Rus, Türkiye tekelci kapitalistlerinin ve işbirlikçi Kürt burjuvazisinin elindedir. Güney Kürdistan, fiili bir bağımsızlık sürecindedir ve ortaya çıkmış ve çıkmakta olan devlet, emperyalist kapitalist sisteme bağlı, petrol üzerinden tekelcileşmeyle gelişen, aşiret kapitalizmine dayanan bir devlettir. Kürt işçiler, kent ve kır yoksulları için bağımsızlık ve özgürlük, ancak emperyalist kapitalist sistemden, küresel, bölgesel ve yerel burjuva sınıf egemenliği sisteminden kurtulduklarında özgürlük ve bağımsızlık olacaktır. İşçi sınıfı kapitalist sömürüden kurtulmadan, kapitalizmi yıkmadan özgür olamaz. Güney Afrika’nın siyah işçilerinin karşılaştığı saldırılar, süregiden sömürü ve katliamlar, Kürt işçi sınıfı için uyarıcı olmalıdır. Komünistlerin ve sınıf bilinçli Kürt işçilerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi, emperyalist ülke ve tekelleri hedef alan bir mücadeledir. Egemen Türk burjuvazisini hedef alan bir mücadeledir. Emperyalist kapitalist sistemin ve tekelci kapitalist sömürünün bir uzantısı ve parçası olan Kürt burjuvazisini yıkma mücadelesidir. Kapitalizmi yıkma mücadelesidir. Sosyalizm için mücadeledir. Kürt burjuvaları ve Kürt küçük burjuvazisi ile işçi sınıfının bağımsızlık ve özgürlük istemi arasındaki ayrım buradadır.


13

Sınıfsız bir dünya için: Merhaba Genç Liseliler, Genç Üniversiteliler, Genç İşçi-Öğrenciler… Sınıfsız olmak için… Sınıfsızdan Sınıfa Merhaba, Yayınımızın isminin Sınıfsız olmasındaki en önemli faktör düşlediğimiz, çabaladığımız sınıfsız bir dünyadır. Sınıflara dair bakışımız sınıfların yok olmasından öte değildir. Bugün nasıl yarını doğuracaksa sınıflı bir dünya da sınıfsız bir dün-

yayı doğuracaktır. Bizim değil hepimizin olan bir derginin ilk adımıdır bu sayımız. İlk sayımızın heyecanıyla, itirazlarımızla, alternatif çözümlerimizle sıcak bir merhaba diyoruz. Zaman içerisinde gelişecek, derinleşecek ve büyüyecek olan ufkumuzla başlıyoruz. Sınıfsıza biçtiğimiz misyon, değişen ve küreselleşen dünya ve ağlarını, gençliği kimliksizleştirerek savunmasız bırakanlara karşı altında toplanacağımız bir şemsiyeye dönüştürmektir. Bu şemsiye hepimizin olma iddiasıyla yola çıkıyor. Tutulan ellerle sağlamlaşacak, tutanı da kendini de koruyacaktır. Doğanın talanına izin vermeyecek, kadınların maruz kaldığı şiddetin hiçbir türlüsünü hak etmediğini bilecek, “savaşlarda neden hep gençler ölüyor?” sorusunu soracak politikamızı sığlaştırma-

işçi meclisi

dan ve gençliği bölük bölük işçileştiren, en ucuz işgücü halinde görüp etini de kemiğini de sıyırmanın derdinde olan patronların sınıf siyasetine sınıfsız politikasıyla karşı durarak savaşacağız. Sınıfsız politikasını kendimiz kuracağız, kendimiz geliştireceğiz, kendimizi geliştireceğiz. Tek tek düşündüğümüzü hep birlikte söyleyeceğiz. “Benlik, senlik bitince kuruldu muydu bizlik” “Bizlik” kurulunca, ucuz işgücü mü olur bizden? “Bizlik” kurulunca, dokunulabilir mi gençlik çağlarımıza? “Bizlik” kurulunca, savaşlar cesaret eder mi çıkmaya? … Çok düşüneceğiz, tartışacağız, birbirimizi anlayacağız ve çağıracağız. Sınıfa çağrımız, çağırıcımız “Sınıfsız”. Bugünden başlıyoruz yarını “Sınıfsız”laştırmaya …

Bizim Üniversitelerimiz Sınav bir tempodur bir solukta bitiverir. 1dk.’da çözebileceğimiz soruların hızına hayalimizin hızı yavaş kalır da ucunu açık bırakıveririz. Yeni bir hayata başlıyoruzdur. Sınav sonucu açıklanır, tercihler dikkatli ve titiz beyin fırtınaları eşliğinde yapılır ve bir heyecan başlar kayıt için girilen kampüslere … Geri dönüş yoktur, yüzleşme ise o an başlar hayal kırıklıkları eşliğinde. Türkiye gibi geri düzeyde bilimsel gelişmişlik seviyesindeki ülkeler için akademik kampüsler sadece işlevleri (bölüm ve fakülte isimleri) üzerine etiketlenmiş bina yığınları halinde mini şehirciklerdir. Oysaki bizler buraları kazanabilmek için bilmem kaç soruyu bilmem kaç dakikada çözebilmek için zamanı dondurduk. Sarf ettiğimiz emek oranında ise beklentilerimiz şekillenip büyümekteydi. Hepimizin sosyal, kültürel, akademik… seviye(ler) aşıp gelişeceği, hem de vasıf kazanarak hayatın idame edilebileceği, üzerinde aile ve toplumsal ilişkilerden doğan tahakkümü kaldırıp daha da özgürleşeceği yeni bir yaşam ihtiyacının karşılanması umuduyla kampüslere adım attık. Üniversite gençliği ya da öğrencisi; sorgulayan, aydın, duyarlı, mücadeleci gibi kavramlarla anılır. Onun doğasında zaten bu bir zorunluluktur. Ve üniversitesinden de talepleri bunlara yöneliktir. Tüm öğrenciler üniversitesinin bilimsel, özgür, bağımsız, akademik çalışmalar yapıp üniversitenin öğrencisine ve topluma dair objektif bir şekilde donanım ve çalışmalar bekler. Üniversite

Meselemizin esas özü, ya biz ideallerimize bağlı olarak direniriz, üniversitelerimizi, kampüslerimizi “yaşam alanımıza” dönüştürürüz, ya da üniversite aracılığıyla kapitalizmin saldırılarını sorgulamadan, farkında olmadan sindirir, yaşamımızın tek kişilik hücrelere çevrilmesine izin veririz

öğrencilerinin bu beklentileri de aslında üniversitelerin vizyon kısmında sık sık ifade edilir. Söz uçar yazı kalır misali yazı da olduğu gibi kalmaktadır… Bilinçli öğrenci üniversitelerin internet sitelerindeki kadar objektif, aydınlık, özgür, bilimsel ortamların emperyalist kapitalist sistemde rüya olduğunu bilir. Çünkü kapitalist sistemde üniversite öğrencisi ve toplumunun yarınını gözeterek değil sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda çalışmalar yürütmektedir. Sürekli gelişmekte olan teknolojileri insan hayatını ilerleten doğrultuda değil aksine her geçen gün üniversite ve sanayi kollarıyla kaynaşarak protokoller imzalanmakta, üniversite öğrencisini, akademisyenini, tüm kaynaklarını sermayenin hizmetine sunmaktadır. Anlaşılacağı üzere üniversitelerin biçimlenişi ve yeniden dizaynı sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda olmaktadır. En basit bir örnek olarak üniversite öğrencisinin sorgulayıp araştırmalar yapmasına zaman, mekan ve kaynak ayrılırsa bu sermayenin yayılımını engelleyerek kapitalist sistemin özü olan sermaye egemenliğine zarar verir olurdu. Bu yüzden üniversitenin kaynakları öğrencisinin gelişimine değil sermayenin yayılımına sunulmaktadır.

Genetiği Değiştirilmiş Öğrenci Üniversite öğrencisinin beklentileri ile üniversitenin ona sundukları arasında büyük bir çelişki vardır. Üniversite öğrencisi olan bizler ya beklentilerimiz için mücadele verip üniversitenin duruşunu, kimliğini değiştireceğiz ya da üniversitenin bize verdiklerine itiraz edemeyip kendi beklentilerimizi, istemlerimizi yani kendi kimliğimizi değiştireceğiz. Sermaye sınıfının istemleri doğrultusunda yeniden dizayn edilen üniversiteler öğrenci gençliğiyle birlikte topyekûn yeni bir gençliği de dizayn etmektedir. Belleğimizdeki öğrenci yaşamı ortaklaşmanın, paylaşmanın, sevincin, acının tüm yaşamın kolektifliğidir, örgütlülüğüdür. Burjuvazi tarafından bunlar silinerek hatta alaya alınarak yerine sorumsuz, kaygısız, hazır yiyen, bireysel öğrenci motifi konularak en baştaki ideallerimize

ve özümüze bir saldırı yapılarak yeni bir gençlik yaratılmaya çalışıyor. Biz birçok şeyi gene birlikte yapmaktayız. Sermaye tarafından CNC tezgahlarda hep birlikte çalışıyoruz, barda kafede müşterilere hep birlikte hizmet ediyoruz, yani patronlara hep birlikte işçilik ediyoruz.

Çözüm Paylaşmakta, Ortaklaşmakta, Örgütlenmekte… Meselemizin esas özü ya biz ideallerimize bağlı olarak direniriz, üniversitelerimizi, kampüslerimizi “yaşam alanımıza” dönüştürürüz ya da üniversite aracılığıyla kapitalizmin saldırılarını sorgulamadan, farkında olmadan sindirir, yaşamımızın tek kişilik hücrelere çevrilmesine izin veririz. Sermayenin üniversiteler aracılığıyla kampüslerimizi birer tüketim vadisine çevirip özümüze yaptığı saldırılara ancak ve ancak kolektif bir direngenlikle karşı koyabiliriz. Sistem bizi ne kadar bireyselliğe itiyorsa biz o kadar paylaşmayı, bize ne kadar kariyerizm tutkusu pompalıyorsa o kadar dayanışmayı, bizleri ne kadar lümpenleştirmeye kalkarsa biz de en az onun kadar entelektüelleşerek kolektif öğrenci birlikleri halinde bu saldırılara karşı koyabiliriz.


14

işçi meclisi

Sınıf kardeşimizle aynı safta Kadın işçi talepleri, hem genel olarak üzerlerindeki esnek, güvencesiz, çoğu taşeronluk sistemi altında ve Ulusal İstihdam Stratejisi ile şekillenen çalışma koşullarına karşı, hem de kadın emeğinin korunması hedefli olarak yükseltilmeyi bekliyor. Bunun hala az, ancak artan sayıda örneği ortaya çıkıyor. Şimdiden! İş yaşamına adım atan işçi kadınlar, işyerlerinin uysal, itaatkâr ve kayıtsız unsurları değil, mücadelenin bayrakları olarak güçlenmeyi, bunun önündeki amansız engellerle başa çıkmayı giderek öğrenmekte ve öğreneceklerdir. Bilinç ve yüreklerini yaşamın sonsuz çeşitliliğine, siyasal, sosyal, kültürel zenginleşme ve özdeneyimi büyütmeye açmak, geleneklerin prangasını kırmak, “ev duygusu”nu yenmek zorunludur. Kadın işçiler, işçi hareketinin genel talepleri gibi, kadın sorunu ile ilgili taleplerinde de erkek sınıf kardeşleri ile aynı safta ve omuz omuza yürümelidirler. Bu açıdan safları dağıtıcı yaklaşımlar kadın işçi hareketini güçlendirmez. Feministler kürtaj yasağına karşı eylemlere erkek işçi ve emekçilerin de katılmasına -ki bu katılım oldukça da sınırlıydı- müdahale ettiler ve bunu erkeklerin kadınlar üzerindeki cinsel baskısı ile, “sorunun tarafı” olmaları ile açıkladılar. Kadın sorununa ilişkin her toplantının, eylemin iki cinsin ortak katılımı ile düzenlenmesi tabii ki ilkesel bir sorun ve zorunluluk değildir. Fakat, asıl

önemlisi, hem kadınların eylemlere gürül gürül akması, hem de erkek işçi ve emekçilerin eylemlerde bizzat kendi egemenlik konumları ile yüzleşmeleri gerekmiyor mu? Kadın ve erkek işçilerin kadın sorununa ilişkin eylemlere birlikte katılmaları, mücadeleyi sınırlamaktan başka sonuç vermeyecek olan feministlerin iddia ettiği gibi sorunu yumuşatmak, erkek egemenliğini meşrulaştırmak bir yana, sorunun sürekli gündemde tutulmasını sağlamanın, ezen cinsin zorbalık ve tahakkümünü “rafine” biçimlerde sürdürmesine, meşrulaştırmasına karşı dikilmenin bir aracı

olacaktır. Erkek sınıf kardeşlerimizle aynı safta, ezen cinsin egemenlik tarzından kolaylıkla vazgeçmeyeceğini, “kazanılmış kaleleri”ni başta aile olmak üzere terketmeyeceğini, emekçi kadın üzerindeki pençelerini gevşetmeyeceğini ve en “aydınlanmış” görünenlerin de bu tanımlamanın pek dışında olmadığını bilincimize kazımış olarak yürümeli ve bu konuda en küçük bir rehavete kapılmamalıyız. Ancak saflarımızın erkek egemenliğini ayakta tutan sınıf düşmanı tekelci burjuvaziye karşı öfkeyle derlenmesinden de bir an bile uzaklaşmamalıyız.

Mobbing: Çiğnetme onurunu!

Bir mobbingci daha kollandı ve ödüllendirildi

Kadın işçilerde direnişe, birçok durumda ise hoşnutsuzluk ve öfkeye sebep olan nedenlerden biri de mobbing saldırısı. Artan sayıda kadın işçi, üstelik salt beyaz yakalılarla sınırlı olmaksızın mobbing’den, aşağılanma, küfür ve hakaretten dolayı bezmiş durumdadır. İster “yukardan”, üretim hiyerarşisinden, ister kendi kademesindekilerden gelsin, kadın işçiler, yaşamları boyunca kendi cinslerine reva görülen küçümseme, yok sayma, değersizleştirme, kadın cinselliğini konu edinen küfür ve hakaretlere maruz kalma gibi tutumlara karşı artık tahammüllerini yitirmişlerdir.

Tecavüzcüler gibi mobbingcilerin de ödüllendirilmesinde bir örnek daha yaşandı. İstanbul Çalışma ve İş Kurumu İl Müdürlüğü Unkapanı Ek Hizmet Merkezi‘nde çalışan BES işyeri temsilcisi Sibel Yüksel, 2000 yılından bu yana işyerinde mobbinge ve cinsel tacize maruz kaldı. Sibel Yüksel’in açtığı davada mahkeme tacizciye 3 ay 22 gün hapis cezası verirken, çalıştığı kurum da kınama cezası uyguladı.

Kuşkusuz mobbing işçi ve emekçilere karşı kullanılan yeni bir silah olmadığı gibi sadece kadın işçilere yönelik de işletilmez. Yeni olan onun “iki kişi arasında bir sorun” değil artık bir toplumsal suç olarak tanımlanmasıdır. Tekelci kapitalizmin mobbing’i yasal düzeyde de tanımak ve gündemleştirmek zorunda kalması, işçilerin onurlarına gösterdiği özen ve saygıdan değil, tamamen “verimlilik” odaklıdır. Ölümüne verimlilik, yeterlilik, performans rekabete sokulan ve bunubizzat yaşam, bilinç ve ruhuna yönelik bir saldırı değil veri olarak kabul etmesi beklenen neoliberal birey olgusuna dairdir.

Mobbing her koşulda işçinin onuruna, özsaygısına çevrilmiş bir silahtır. Pervasızca kullanılmakta, ancak özellikle de kadınlara karşı daha da etkili çalışmakta, pek çok durumda mobbinge uğrayanın işten ayrılmasıyla sonuçlanmaktadır. Ancak artan sayıda işçi ve emekçi mobbinge uğramayı sineye çekmemekte, ilgili derneklere ve mahkemelere başvurmaktadır. Mobbing ile Mücadele Derneği, bugüne dek Türkiye’de 30 bin 750 kişinin derneklerine başvurduğunu, açılan 5 bin davanın şimdiden bin 200′ünün kazanıldığını belirtiyor. Mağdurların yüzde 60′ı kadınlardan oluşurken, hemşirelerin yüzde 85′i, öğretmenlerin de yüzde 75′inin en az bir kez mobbingle karşılaştığı veriler arasında. Mobbing yakınmaları iş güvencesi düzeyinin çok daha düşük olduğu özel sektörden çok kamu kurumlarından geliyor. İşte bu yüzden, mobbinge uğrayarak işten atılan artan sayıdaki işçinin talep ve mücadeleleri, özellikle de kadın işçiler olmak üzere önem taşıyor. İşçiler, kadın işçiler, kendilerine karşı kullanılan mobbing silahına, aşağılama, küfür ve hakaretlere karşı yalnızca işten atıldıkları için değil, onurlarını korumak için de mücadele ediyorlar. Bu tutum hiç şüphesiz yaygınlaşmak zorundadır. Taciz ve tecavüzlerde, kadına yönelik şiddette suskun kalınmasının nedeni, bu saldırılarda kadının suçlu ya da tetikleyici olduğu, saldırganın haklı sebeplerinin bulunabileceği şeklindeki burjuva toplumsal yargılar ve kadının kendisini savunamayacak kadar çaresiz olduğunu düşünmesidir. Mobbingde de aşılması gereken eşik tam da budur. İşçi, hele ki kadın işçi, onurunu, özsaygısını çiğneyen her kim olursa olsun, karşısına sınıf öfkesiyle dikilmeli ve yüzündeki perdeyi söküp atmalıdır. Tıpkı Cansel Malatyalı’nın “emekten yana”, “ilerici” geçinen İnşaat Mühendisleri Odası karşısında yaptığı gibi!

Ne var ki, sistemin arkasında olduğunu ve kollandığını bilen tacizci, Sibel Yüksel’e yönelik saldırılarını sürdürdü. Dahası Yüksel, tacizci ile aynı odada görev yapmak zorunda bırakılarak tahammül sınırları ile oynandı. Sibel Yüksel’in çalıştığı odanın değiştirilmesi istemi çalıştığı kurum tarafından umursanmazken, İstanbul Valiliği’ne şikayeti üzerine oda değişikliği yapıldı. Sibel Yüksel’in maruz kaldığı mobbinge karşı tacizcinin başka bir birimde görevlendirilmesini ve hakkında disiplin soruşturması açılmasını istemesi ise, işyerinde yeni temsilci olan Yüksel’e sürgün cezası olarak döndü. Olayla ilgili olarak Mobbinge Son Kampanyası tarafından düzenlenen basın açıklamasında, tacize sessiz kalınmayacağı belirtilirken, Sibel Yüksel’e verilen sürgün cezasının geri alınması talep edildi.


15

işçi meclisi

Dünyada grev dalgası Hindistan‘da tarihin en büyük genel grevi sürüyor. Grev ve gösterilere 50 milyon kişi katıldı. Grevciler bir demiryolunu kestiler. Genel grev sendikaların ve muhalefet partilerinin çağrısıyla gerçekleşiyor. Çeşitli bölgelerde grevcilerle hükümet yanlıları arasında yer yer çatışmalar oluyor.

Makedonya’da ise düşük maaş uygulamasına karşı mesai arasında uyarı niteliğinde bir protesto gösterisi düzenlediler. Doktorların %100 ücret artış isteğine karşı hükümet %5 oranında ücret artışı öneriyor. Bağımsız Klinik Çalışanları Sendikası istemleri gerçekleştirilmezse greve gideceklerini açıkladılar.

Güney Afrika‘da 15 bin maden işçisinin grevi sürüyor. %100 ücret zammı isteyen işçiler ve sendikalar istemleri kabul edilmezse genel greve gideceklerini açıkladılar.

Gerçekleşen grevlerde ücretlerin düşüklüğü ve ağır çalışma koşulları belirleyici. Ekonomik istemlerin belirleyiciliğine karşın zamlar, toplu işten çıkartmalar gibi neoliberal hükümet politikaları da grev ve gösterilerin hedefi durumunda. Kapitalizmin sürmekte olan kriziyle birlikte 30 yıldır uygulanan neoliberal politikaların yıkıcı niteliği daha açık ve derinleşerek ortaya çıkıyor. İşçi sınıfı hareketinin derin iç sorun ve zayıflıklarına karşın grev ve gösterilerin yaygınlaşması yönlü gelişim sürecektir.

Mısır‘da ulaşım ve eğitim işçileri grevde. Havayollarındaki hosteslerin grevini, otobüs işçilerinin grevi, eğitim emekçilerinin hükümet önündeki gösterileri izledi. Tabipler odası da 1 Ekim’de grev kararı aldı. Filistin/Batı Şeria‘da ulaşım sektörü ve kamu çalışanları ödenmeyen maaşların ödenmesi, artan yakıt ve gıda fiyatları için greve gittiler. Hükümet binası önünde 500 kişinin katıldığı bir gösteri gerçekleştirildi. Grev karşısında Filistin/Batı Şeria Hükümeti benzin dışında yakıt fiyatları zammını ve besin fiyatlarına yapılan zamları geri aldı. Buna karşın grevler sürdü. Filistin Hükümeti grevleri üç hafta erteledi.

Bu sistemde AKP’si, CHP’si, MHP’si –Demokrat Parti, Cumhuriyetçi Parti vb… tüm partiler hükümet etmek için önce benim egemenlik haklarımı teslim etmek zorundadırlar. Sermayeyi çoğaltan, işçileri/yoksulları silahlı ayaklanmadan uzak tutan hükümet, başarılı hükümettir, kamuoyu araştırma/oluşturma şirketlerim de bunu doğrular.

Yeni zam paketi tartışmalarının gösterdikleri…

Otomotiv tekelleri “son çeyreğe yaklaşık 350 bin adetlik stokla girdik, ÖTV oranı yüzde 50′ye çıkarsa satışlarımız yarı yarıya azalır, zarar ederiz, hem ödediğimiz vergiler de azalır” diye ağlamaya başladılar. İnşaat tekelleri, “Zaten durgun olan sektörde, tapu harçlarının yükselmesi satışları etkileyecek, harcın yükselmesi ya konut almak isteyenleri beklemeye geçirecek ya da ev sahiplerinin tapu dairelerine konut satış bedelinin gerçek bedelinin

Bu sistemde “kalkınma”, sermaye biriktirebileceğim işgücü nüfusunun çoğaltılması (“en az üç çocuk…”) ve şahsıma ait üretim araçlarının arttırılması demektir. Kalkınma, sermayenin büyümesi, işçinin rekabet içerisinde küçülmesidir.

Bu sistemde “halk” diyenler, benim ve işçilerin birarada kardeşçe yaşayabileceği bir ütopyayı (yok-ülke) cilalıyorlar, satışa hazırlıyor, bilinçlere zerk etmek istiyorlar demektir.

Kosova‘da sendikalar, kamu şirketlerinin özelleştirilmesine karşı, özelleştirmenin işsizliğe yol açtığı ve fiyatları yükselttiğini ileri sürerek bir gösteri örgütlediler.

41 maddelik pakette otomotiv, sigara, tapu harcı ve gayrimenkul yatırım ortaklıklarına ilave ve yeni vergiler olduğu öne sürüldü. Burjuva medya tedbirlerin uygulamaya geçmesi halinde, otomotivdeki ÖTV ve MTV’nin yanı sıra sigara ve tapu harcı gibi kalemlere zam yapılacağını, lüks araçların yanı sıra yüzde 37 olan düşük motorlu araçların ÖTV’sinin de yükseltilmesi gündeme geleceğini belirterek, hükümeti sıkıştırmaya başladı.

Bu sistemde “adalet”, mülkün korunması ve çoğaltılmasının önünde engel olanların etkisizleştirilmesinin bir biçimidir.

Bu sistemde “cumhuriyet”, belli coğrafi sınırlar içerisinde işçileri sömürme önceliğinin bende olduğunun tescillenmesi demektir.

ABD‘nin Şikago kentinde öğretmenler 25 yılın en kapsamlı grevini gerçekleştirdiler. İki haftadır süren grevler, 350 bin öğrencinin okula gitmesini engelledi. Grevci öğretmenler, ücretlerin artırılmasını, çalışma koşullarının iyileştirilmesini istiyor, ayrıca daha kaliteli bir eğitim için mücadele ettiklerini belirtiyorlar.

Hükümetin “2012 bütçesi hedefin üzerinde açık verecek” diye tasarlamakta olduğu yeni kriz paketinin burjuvaziyi sıkıntıya sokacak kesimi hemen medyaya yansıdı ve otomotiv, inşaat-gayrimenkul, sigara tekellerini ayağa kaldırdı.

Benim adım kapitalizm

bildirilmemesine neden olacak. Yani, ev sahiplerinin vergi kaçırmasına neden oluyor. GYO’ların kurumlar vergisi avantajının kalkması da yalnızca 24 olan GYO sayısının yerinde saymasına neden olabilir. Sektör önemli bir teşvikten olacak.” diye ağlamaya başladılar. Sigara tekelleri, “Sigaraya yapılacak vergi artışının kaçağı artıracak, bu Kaçakçılıkla Mücadele Eylem Planını da sekteye uğratacak” diye ağlamaya başladılar. “Ağlamaya başladılar” dediysek, aslında yaptıkları daha ön tasarı aşamasında kendileriyle ilgili önlemleri bertaraf etmek için harekete geçmek, onları da işçi ve emekçilere yıkmak. Bu işçi sınıfı ve emekçi kitleler açısından ne anlama geliyor? Neoliberal burjuva demokrasi, hükümetin yeni kriz tedbirleri daha ön tasarı halindeyken kapitalist tekellerin bunu gayet demokratik biçimde öğrenip istedikleri düzeltmeleri yaptırmasını sağlarken, işçi sınıfı ve emekçilerin bu yeni yıkım paketinden haberdar olma şansı bile yok.Lüks tüketim vb vergileri de yine gayet demokratik biçimde işçi ve emekçilerin temel geçim ürünlerine yıkılacak.

Bu sistemde aile, bir mülki sözleşmeden ibarettir. İnsanların altına imza attığı borç senetleri ve mal paylaşımı belgelerini papazlar, imamlar ve resmi devlet görevlileri onaylar. Tüm arkadaş ve dostları da alkışlar. Düğün bu… Bu sistemde dine her zaman ihtiyaç vardır. Yoksa milyonlarca işçiyi, emekçiyi benim çıkarlarım için birbirine düşürmek nasıl mümkün olur? Ey işçi, harekete geçeceksen dinini korumak için harekete geç. Sessizce çalışmaya devam edeceksen, başka bir dünyanın, cennetin hayaliyle karnını doyur. Bu sistemde devlet olmak, silah kullanma tekeline sahip olmaktır. Koyduğum yasalara uymayanlar zırt-pırt silah kullanırlarsa, beslediğim onca polis ve asker buna müdahele etmek için varlar. Bu sistemde devlet olmak, vergi toplama tekeline sahip olmaktır. Tüm işçiler devlete para verin ki, o da bana faydalı olacak şekilde bu parayı harcasın. (Zaten yıllardır bu asalakları cebimden beslemekten bıkmışım) Gözünüze baka baka yalan söylemekte ustalaşmış, sizin üstünüze çıkan, sizden beslenip de korumalarla dolaşan adamlara oy verdiğiniz, yetmedi pop-star gibi taptığınız sisteme demokrasi diyoruz.

@ben_kapitalizm


Grevler, genel grevler, özgürleşen meydanlar Almanya, Hollanda gibi ülkelerde orta sınıflara da yayılan bu görüş, mali oligarşinin sömürüsünün üstünü örtüyor. Alman sanayi tekellerinin tüm Avrupa’yı kendi pazar alanı haline getirmesi, Alman bankalarındaki biriken büyük sermaye, Güney ülkelerindeki mali borç yükünün büyümesiyle ve onların yoksullaşması pahasına gerçekleşiyor.

Yunanistan ve İspanya‘da 26 Eylül günü şalterler indi, otobüsler, trenler çalışmadı. Uçaklar havalanmadı. Eğitim, sağlık çalışanları, özel sektör işçileri, öğrenciler greve katıldılar. Meydanlar özgürleşti. Bir günlüğüne hayatın akışı değişti. İspanya’daki genel grevde, karayolu, demiryolu ve hava ulaşımı grevden etkilenirken iç hat seferleri ve Avrupa kentlerine yapılan uçuşların çoğu iptal edildi. Genel grevin hedefinde yeni iş yasası ve hükümetin 27 Eylül’de açıklayacağı kemer sıkma politikalarına karşı uyarı vardı. Ekonomik kriz, daha önce hükümette olan Sosyalist Parti’yi seçimlerde götürmüştü. Gerçekleştirilen genel grev ve gösteriler, SP’nin yerine hükümete gelen merkez sağ partiye karşı bir meydan okuma niteliğinde. Hükümetteki sağcı Halk Partisi geçen haftaki yerel seçimlerde yenilgiye uğramıştı. Gösterilere 1,5 milyon kişi katıldı. Öfkeliler hareketinin meclis binasını kuşatma ve parlamentoya girme eylemiyle çatışmaya dönüştü. 24 kişi yaralandı. 50 kişi gözaltına alındı. Özellikle Madrid, Barselona, Valencia gibi şehirlerde ulaşımı durduran grev, polis tarafından kırılmaya çalışıldı. Madrid’de 900 bin kişinin Puerta del Sol Meydanı’nda toplandığı belirtilirken, Barselona’da polis grevcilere gaz bombaları ve plastik mermilerle saldırdı. Kongre binasına girmek isteyen gösterciler, ekonomiyi elinde tutan, bankacılar, yatırımcılar ve politikacılar tarafından engellenen demokrasiyi geri almayı, kurtarmayı hedeflediklerini söylüyorlar.

Yunanistan’da gerçekleştirilen genel grev ve gösteriler, AB troykasının dayattığı, Yunan hükümetinin uyguladığı 11,5 milyar euroluk yeni tasarruf ve kemer sıkma önlemlerini hedefliyor. Genel greve kamu ve özel sektörde çalışan milyonlarca işçi, işçiler dışında küçük esnaf da katıldı. Ücret ve gelirlerdeki hızlı düşüş yaşam koşullarının hızla kötüleşmesi, emekçi sınıfların büyüyen tepkileriyle karşılanıyor. Ülkede işsizlik ve intiharlar artmış durumda ve gelecek belirsizliği artarak sürüyor.

Ekonomik kriz, siyasal ve toplumsal bir kriz olarak da boyutlanıyor. Ulusal sorunlar canlanıyor. Krizle birlikte bölgeler arasında var olan ekonomik eşitsizlik daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor

İspanya’da 5,3 milyon kişi işsiz. Yunanistan’la birlikte Avrupa’daki en yüksek işsizlik oranına sahip ülke. Özellikle gençler iş bulamıyor. 1 milyondan fazla kâğıtsız göçmen işçi-işsiz bulunuyor. Yeni iş yasası kapitalistlere işten çıkartacakları işçilere daha düşük tazminat ödeyerek çıkartma ve emek gücü piyasasının esnekleştirerek işçileri güvencesiz ve daha düşük ücretle çalıştırma olanağı sağlıyor.

Ulusal sorunlar canlanıyor Ekonomik kriz, siyasal ve toplumsal bir kriz olarak da boyutlanıyor. Ulusal sorunlar canlanıyor. Krizle birlikte bölgeler arasında var olan ekonomik eşitsizlik daha açık bir şekilde ortaya çıktı. Ekonomik bakımdan daha ileri ya da daha geri olan özerk bölgelerle merkezi hükümet arasındaki çelişkiler artıyor. Katalonya, Bask, özerk bölgeleri erken seçim kararı aldılar. Katolanya’nın merkezi Barselona’da kısa bir süre önce bağımsızlık istemiyle 1,5 milyon kişinin katıldığı bir gösteri gerçekleştirilmişti. Şimdi de özerk bölge yöneti-

mi bağımsızlığı gerçekleştirmek için erken seçim kararı aldığını açıkladı. Katalonya İspanya’nın ekonomik olarak daha gelişkin olan bölgelerinden. Özerk yönetim, bölgeden giden vergilere denk bir geri dönüşün yatırım olarak gerçekleşmediğini ileri sürüyor. Madrid’deki merkezi hükümet ise Almanya tarzı bir federal yönetimle sorunun çözülebileceği önerisini getiriyor. Krizle birlikte açığa çıkan şudur ki, burjuva demokratik siyasal çözümler ulusal sorunların çözümü için yeterli değildir. Siyasal çözüm sorunu nispeten hafifletse de kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasası, kapitalist ekonomideki dengesizlikler farklı ulusların yaşadığı bölgelerde ekonomik ve toplumsal eşitsizliklerin sürmesine yol açmaktadır. Avrupa’da bu, İtalya’da zengin bölgedeki Kuzey İtalya Ligi, Belçika’da Flamanlar gibi zengin bölgelerin tutumlarında görülüyor. Onlar, ülkenin geri kalanındaki yoksul bölgelerin yükünü çekmek istemediklerini söylerken, AB bütünü içerisinde de Kuzey’deki ülkelerde başta Yunanistan olmak üzere ekonomik krizi daha yoğun olarak yaşayan Güney’deki ülkelerin yükünü çekmek istemediklerini söyleyen partiler çıkıyor.

Yunanistan ekonomisinin yıkımının sorumlusu olan Yunanistan tekelci burjuvazisi ve Avrupa mali oligarşisi şimdi de krizi kemer sıkma politikalarıyla emekçi sınıflara ödetmek istiyorlar. Yunanistan’da gerçekleştirilen genel grev, kent meydanlarındaki gösterilerle birleşti. Atina’da Stigma meydanına toplanan göstericiler parlamento binasına yürüdüler. Polisle göstericiler arasında küçük çaplı çatışmalar oldu.

Yunanistan’daki genel grev, seçimleri izleyen bekleme döneminden sonra gerçekleşen ilk büyük eylem oldu. Haziran seçimleri öncesinde gerçekleşen ve boyutlanan kitle eylemleri, hükümet ve parlamento krizine yol açmıştı. Emekçi kitlelerin eskisi gibi yönetilmek istememeleri ile ortaya çıkan yönetememe krizi, seçimler sonrasında merkez koalisyon partilerinin zayıf çoğunluk hükümeti ile bastırılmak istendi. Kemer sıkma politikalarının uygulanmasına karşı sendika bürokrasisinin ayak diremesi, reformist Syriza’nın “Belki grevden başka araçlar bulmalıyız” biçimindeki tutumuna karşın genel grev kararı alındı ve gerçekleştirildi. İspanya’da ve Yunanistan’da gerçekleştirilen genel grevler, gösteriler ve parlamento yürüyüşleri kitlelerin eylemsel kararlılığını ve egemen burjuva partilere olan tepkilerini ve burjuva parlamentosuna olan güvensizliklerini göstermektedir. Bununla birlikte işçilerin ve diğer emekçi sınıfların talep ve beklentileri, kemer sıkma politikalarının durdurulması, ekonomik ve sosyal reform istemleri ile sınırlıdır. Neoliberal politikalara karşı yığınsal tepki büyürken, ekonomik ve sosyal reformlar çözüm olarak görülmektedir. Siyasal düzeyde ise burjuva demokrasisine bir karşıtlık olmadığı gibi, burjuva demokrasisiyle ilgili bulanık fikirlerle ona sahip çıkma reformist tutumu baskın durumda.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.