Bu dünya, yoruldu mu kuşlar konsun diyedir… Haziran Direnişi’nde ölümsüzleşenlerin anısına…
“elbet bir bildiği var bu çocukların kolay değil öyle genç ölmek yeşil bir yaprak gibi yüreği koparıp ateşe atmak pek öyle kolay değil hem öyle bir ağaç ki şu yaşamak denilen şey her bahar yeniden yeniden tomurcuklanır da yalnız bir bahar çiçeklenir a benim gülüm! Hasan Hüseyin
Mehmet Ayvalıtaş 2 Haziran 2013
Abdullah Cömert 3 Haziran 2013
Ethem Sarısülük 14 Haziran 2013
Medeni Yıldırım 28 Haziran 2013
Ali İsmail Korkmaz 10 Temmuz 2013
Ahmet Atakan 10 Eylül 2013
DEVRİMCİ PROLETARYA
Yaşasın Proletarya Sosyalizmi!
PİNA BASIM YAYIN DAĞITIM İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul 0 212 244 56 70
Devrimci Proletarya Yerel Süreli Siyasi Dergi Sayı:4 Pina Basım Yayın Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına İmtiyaz Sahibi: Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Yönetim Yeri: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 244 56 70 Baskı: Özdemir Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cd. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İSTANBUL Tel: 0 212 577 54 92 Fiyat: 10 TL
ARALIK 2013 - OCAK 2014
derken karanfil elden ele
HAZİRAN DİRENİŞİ
bu daha başlangıç mücadeleye devam . . .
İÇİNDEKİLER Sunu: Keşke Yalnız Bunun İçin İsyan Etseydik
11
“Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı”
13
Taksim: Direniş, Özgürlük, Sosyalizm!
43
Ve Biz Bilmezdik Taksim’in Bu Kadar Özgür Olduğunu/ Yasaklanmadan Önce!
63
Artık Yeni Bir Noktadayız
97
Haziran Direnişi’nin Ortaya Çıkardığı Kültür-Sanat Üzerine
101
Direnişin Zayıf Karnı: Orta Sınıf ve Pasifizm
115
Çatışma Kaçınılmazdır!
133
Haziran Direnişi Üzerine Notlar
149
Tek Kişi/Tek Parti Diktatörlüğü mü, Burjuvazinin Mali Oligarşik Diktatörlüğü mü?
157
Gezi’nin Surlarda Açtığı Gediği Büyütmek
167
“Zor, Her Toplumsal Dönüşümün Ebesidir”
181
Bu Daha Başlangıç…
185
Zamanın Ruhu: Artık Yeni Bir Başlangıçtayız
189
Gezi Tartışmaları: Sınıf Bileşiminden Sınıf Oluşumuna
195
Kitlelerin Öz Savaşım Organları ve Forumlar
207
HAZİRAN DİRENİŞİ’NDE YAYIMLADIĞIMIZ BİLDİRİLER Genel Direnişi Süresiz Genel Grevle Birleştirelim!
237
Referandum mu İstiyorsunuz? Öneriyoruz!
241
EKLER Yeni Bir Yaşam İhtiyacı, Yeni Bir Yaşam Perspektifi
247
Burjuva Demokrasisinin Tekelci Mali Oligarşik Karakteri
259
1 Mayıs, Taksim ve Zamanda-Mekanda Özgürlük Mücadelemiz!..
271
“Yeni Kent Düzeni” ve Mekan Savaşları
277
SUNU Keşke yalnız bunun için isyan etseydik
Ankara’da bir grup öğrenci Haziran Direnişi sırasında bir video hazırladı: “Keşke yalnız bunun için kırsaydım seni.” Camları kırılmış bir panonun önüne geçen gencinden yaşlısına, kadınından erkeğine, öğrencisinden işçisine, birçok eylemci panoyu kastederek “bunu ben kırdım, çünkü…” diye başlayan cümleler kuruyor. Video, devrimci kitle şiddetinin meşruluğunu Cemal Süreya’nın “Keşke yalnız bunun için sevseydim seni” dizesine atıfla anlatıyor. Bir genç kadın geçiyor kırık panonun önüne “Bunu ben kırdım, çünkü ses çıkarmak istedim” , bir başkası “Bunu ben kırdım, çünkü üstüne yazdığım yazıları siliyorlardı” diyor. Bir erkek öğrenci tuzla buz olan panonun camlarını eline alıyor “Bunların hepsini ben kırdım, çünkü bunların hepsi çok güzel” , bir başkası “Bunu ben kırdım, çünkü polisle yakan top oynarken aramıza girmesini istemedim” , öteki “Bunu ben kırdım, çünkü gaza geldim” diyor ve bu sırada her taraftan “gaz” a gelmenin görüntüleri giriyor. “Bunu ben kırdım, çünkü baretim sağlam mı merak etmiştim” , “Bunu ben kırdım, çünkü canım sıkılıyordu” , “Bunu ben kırdım, çünkü barikata eşya lazımdı” , “Bunu ben kırdım, çünkü kuşlar içinden ge11
çebilsin istedim” … Cemal Süreya’nın yirmi şiirinin hepsi “Keşke yalnız bunun için sevseydim seni” dizesiyle biter. Her bir şiir farklı bir temayı ele alır. Ama en nihayetinde dönüp dolaşıp bu son dizeye bağlanır, sanki tek bir şiir olur. Şair sevmiştir; kuşlar toplanıp göçtüğü için de, “konsolun üstünde noksan bir gümüş kutusu” için de, “eşiklere oturmuş bir dolu insan” için de, iki çay söylemiştir, biri açık olduğu için de ve daha bir dolu şey için… Öyle bir sevgidir ki bu, her şeyde kendini var eder, çoğalır. Yani dünyanın, kendisinin ve sevgilisinin her hali, her anı için sevmiştir ve sevmektedir. Evrensel bağıntılılık ilişkisi devrededir ve yaşamın kendisi onun sevgisini koşullamaktadır. Biz de bu kitapta, tıpkı şair gibi yaşamın her haline ve zamanına dokunarak “Keşke yalnız bunun için isyan etseydik” diyoruz. Birçok yönden bu isyanın nedenlerini ve zorunluluğunu (burjuvazi-proletarya çelişkisinin yaşamın her anına nüfuz etmesiyle birlikte) anlatıyoruz. Direnişin zayıf karnını ve taşıdığı dinamikleri, hareketin gelişim seyrini enternasyonal sınıf mücadelesinin -küresel isyan ve direniş dalgasının- bir parçası olarak değerlendirmeye, devrim ve komünizmin gündeki maddi-toplumsal temellerini çözümlemeye çalışıyoruz. İsyan ve direnişin zorunluluğuyla yeni bir yaşam ihtiyacı ve özlemimizin yakıcılığının birbirine nasıl bağlandığını… Bunun geleceğe devreden yönünü… Dergi-kitaptaki birçok yazı Haziran Direnişi’nin sıcak günlerinde yazılmış ve www.devrimciproletarya.net sitesinde yayımlanmıştı. Bu yazılara, kimi küçük değişiklikler, güncellemeler dışında dokunmadan kronolojik sırayla yer verdik. Sondaki EKLER bölümündeki yazıların da Haziran Direnişi’ni anlama ve gelişim dinamiğini serimleme yönüyle katkısı olacağını düşündük. Geleceğe çevirelim yüzümüzü. İnsanın tüm yetileriyle özgürce kendisini geliştirebileceği zamanlara… “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!”
12
Eylül 2013
“ANLAMAK GİDENİ VE GELMEKTE OLANI”
Biz Kazandık Bize yeniden gerçekçi düşgücümüzü armağan etti Gezi Direnişi. Ayaklarımızın yerden kesilmesini… Yürüdük, hareket ettik ve zincirlerimizin ağırlığını farkettik. Ezilme ve sömürülmemizin, yoksayılmamızın, üzerimizde tahakküm oluşturan güçlerin ayırdına vardık. Özgürlüksüzlüğümüzü öyle bir deneyimledik ki, bir kez bunun ayırdına varınca hücrelerimizin duvarları daha bir üzerimize üzerimize gelir oldu ve adeta nefessiz kaldık, sokaklara kendimizi atmaktan, mücadele etmekten başka çıkışımız olmadığını gördük. Kapitalizmin gölgesini satamadığı için kesmek istediği ağaca, kapitalist değer yasasının, değişim değerinin hükmünü yürüttüğü kapitalist sisteme karşı her şeyin kullanım değeri olarak karşımıza çıkacağı bir dünyaya sarılırcasına sarıldık. Bu aslında bilincinde olalım olmayalım özde, değişim değerinin hakim olduğu dünyayla kullanım değerinin hakim olacağı dünyanın çarpışmasıdır. Ve bal gibi de sınıfsaldır. Gezi’yle başladı ama dur13
madı, her gün farklı eylem biçimleriyle, militan-pasif türlü çeşit karşı koyuş, itiraz eylemleriyle bir kent, bir ülke soluk alıp verdi, veriyor. Yeni yeni mayalanmalar yaşanıyor. Abbasağa’da, Yoğurtçu’da, Kuğulu Park’ta, Tuzluçayır’da, stadyumlarda, üniversitelerde, plazalarda ve henüz direniş ve isyanın dilini konuşmaya mesafeli de olsa fabrika ve işyerlerinde ve kentin birçok yerinde, “özlemi damla damla/öfkeyi damla damla /umudu damla damla /yığıyor herkes” . Ve şair diyor ya, “görüyorum/birikiyor/duyuyorum/birikiyor /bilirim de bildiremem/yaşamak güzel /anlıyorum /birikiyor /el çırparak izliyorum çocukça” . Biz de Haziran isyanının soluklanma evresinde suyun ağır ağır yükselişini görüyoruz. Sokakları terketmeme inadından biliyoruz birikiyor. Görüyoruz, duyuyoruz, anlıyoruz damla damla büyüyor ve çoğalıyor. Ta ki yeni ve daha büyük bir tsunamiye kadar… Çünkü bir kez sokağa inmeyi, sokakta siyaset yapmayı öğrendik. Meydanlarda, parklarda yeni bir yaşamın yalansız perdesiz, kendimiz olarak, metalar dünyasında (meta dolayımlı) temsili ilişkiler kurmadan nasıl olabileceğini, üreterek, paylaşarak, mücadele ederek çoğaldığımız bir yaşamın nasıl inşa edilebileceğini ucundan da olsa deneyimledik. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler, yeni bir yaşam ihtiyacı ve özlemini henüz “Seni sevdim. Artık tek mümkünüm sensin” dizesini kurarcasına yaşamıyor belki, ama soluksuz kaldığı, bıçağın kemiğe dayandığı her an, her durumda Haziran isyanıyla birlikte toplumsal/sınıfsal belleğinde yeniden canlanan, bilgisi genetik kodlarına işlemiş olan bu yaşamı çağıracak, onun arayışı, mücadelesi içerisinde olacaktır. Abbasağa forumunun ilk günlerinde bir direnişçi içimize işlemiş olan isyanın kodlarını çok yalın bir dille ifade etti: “İnsanları Gezi Parkı’ndan çıkartabilirler, ama Gezi Parkı’nı insanların içinden çıkartamazlar.” Kapitalizm kendi suretinden bir dünya yaratıyor. Ve bugün bunun kentlerdeki karşılığı da neolibeal kentleşmedir. Bir parkla başladı her şey. Ama aslında hiçbir şey sadece bir parkla başlamadı. Kentin yeniden yapılandırılması ve bizim kentin dışına sü14
pürülmek istenmemize karşı Gezi’de yıkımı durdurmak için bir ağacın gövdesine sarılan, onca şiddete rağmen ağaçla bir olduğu için kopartılamayan Hazar gibi, biz de Gezi Parkı’na sarıldık. Gezi Parkı ne bizim için ne de tekelci burjuvazi ve onun siyasal iktidarı için üç-beş ağaç meselesiydi. Tek başına rant projesi de değildi. Zira bu saldırıyla tekelci kapitalist devletin yaptığı salt rant devşirmek değil, kenti sermaye birikiminin konusu olarak dönüştürmektir. O halde yapıp ettiğimiz her şey, direnişimiz neoliberal sermaye birikim sürecini bazı yönleriyle sekteye uğratmıştır. Tarlabaşı, Sulukule, Ayazma ve birçok emekçi semt sermaye birikim politikalarının sonucu yıkıldı. Taksim’in yayalaştırılması projesiyle birlikte işçi sınıfı ve emekçilerin gösteri ve eylem hakkının yasaklanması -Taksim’de 1 Mayıs mitingini yasaklayarak kentte olağanüstü hal dönemlerini aratmayan saldırılar- ve Emek Sineması’nın yıkılması işçi sınıfı ve emekçilerin tepki ve öfkesini büyüttü. Emek Sineması’nı yutan kültür-sanat alanındaki neoliberal muhafazakarlaştırma projesinin bir yönü sermaye birikiminin konusu yapılmadık hiçbir alan bırakmamacasına kültür-sanat cephesine dönük geliştirilen saldırı konseptiyken diğeri ise bu sermayeleştirme saldırısıyla birlikle onu koşullayacak ve sorunsuz yeniden üretimini sağlayacak siyasal, ideo-kültürel muhafazakarlaştırma hamlesidir. Kentten sürülüşümüzün, bununla birleşik olarak yaşam tarzlarımıza müdahalenin kimliklerimizin saldırıya uğramasının son halkası. Taksim’in yayalaştırılması projesi ve yapılan düzenlemelerin tümü tekelci kapitalist sınıfın ve devletinin işçi sınıfının sınıf kimliğine yönelen bir saldırısıdır. İşçi sınıfı ve emekçiler kentin merkezinden sürülmekte -işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam alanlarına burada yer yoktur!-, işçi sınıfının ücretli emekçi olmanın dışında görünür olması engellenmekte ve mekan-kent burjuva sınıf için tasarlanıp soylulaştırılmaktadır. Mecidiyeköy Profilo AVM’ye bir inşaat işçisi kıyafetlerinden, ellerindeki nasırdan, güneş yanığı suratından ve tüm bunların imlediği yalın gerçekten, 15
beş parasız oluşundan, dolayı alınmadı. İşte bu yüzden ne Emek sineması sadece sinema, ne Gezi Parkı sadece park -birkaç ağaçmeselesidir. Sınıf kavgasının mekan politiğini oluşturuyoruz. Bu da bir kentin yeniden üretimidir. Kentler soluk alıp verirler ve devinirler. Hiçbir kent yoktur ki bir fotoğraf karesi gibi donsun. Biz İstanbul’da ve direnişin yayıldığı tüm kentlerde bir kenti bir ülkeyi yeniden ürettik. Kent gözümüzde güzelleşti. Öz benliğimiz haline geldi. Gezi Parkı’ndaki kolektif yaşamı dağıtan saldırı, kolektif üretim-paylaşım olarak Gezi’yi var eden herkes tarafından -ki bu yaşamı vareden sadece Gezi Parkı’nda çadır kuranlar değil başta İstanbul olmak üzere tüm kentlerdeki direnişçiler, sokağa çıkamayıp evlerinde tencere tava senfonisine katılanlar ve ülke sınırlarını aşan eylemlerin katılımcılarıdır- kendi öz benliklerine bir saldırı olarak algılandı, yaşandı. Çünkü oradaki hayat dışlarında ve üstlerinde bir mekanizma tarafından dayatılıp oluşturulmadı. Aşağıdan örgütlendi. Karşılıklı etkileşim ve çoklu ilişkiler içerisinde var edildi. İşgal kolektif mekan ve yaşam oluşumunun biçimidir. Zamanın ruhunu yakalayan bir eylem, örgütlenme biçimidir. Çünkü bugün direnişin mekanla da simgeleşmesine ve bu mekanda üretilecek yeni bir dünyanın ilişki ve toplumsallaşma biçimine ihtiyaç var. İşgal eyleminin çekim etkisini oluşturan direnişin mekan politiğinin yeni bir yaşam ihtiyacının simgesi haline gelmesidir. Yeni bir yaşamın nüvelerini oluşturmak, her şeyin alınıp satıldığı bir dünyanın değil merkezinde insanın tüm ihtiyaç ve özlemleriyle birlikte varolacağı bir yaşamın yaratılabileceğini ucundan da olsa göstermek protesto çağrısından çok daha ateşleyici ve esinleyicidir. Bunu Türkiye daha küçük ölçekte Ankara Tekel işgalinde de yaşadı, deneyimledi. Ankara’nın göbeğinde iki ay boyunca bir direniş kenti kurulmuş ve bu kent, orada kurulan toplumsal ilişkilerin tümü sendikal bürokratizminin türlü oyunlarına rağmen işçi sınıfı için sürekli eylem çağrısı olmuştu. Direnişin dalgasal etkisini sağlayan dire16
nişin mekan politiğidir. Ve aynı zamanda bu mekanın direnişe katılan herkes tarafından direnişle birlikte yeniden üretilmesi, inşaa edilmesidir. Bugün işçi sınıfı ve emekçilerin, özellikle de gençlerin dışlarında birileri tarafından belirlenip onları misafir sanatçı olarak konumlandıran, çağıran eski eylem ve örgütlenme biçimlerine karşı oldukça mesafeli olduğunu söyleyebiliriz. Bu yeni toplum-sınıf-birey durumunun bir sonucudur. Kitle de birey de eski düzlemin kodları, değer ve normlarıyla açıklanamaz. Ne kazandık? Bir genç kadın “düşünebiliyor musununuz, Türkiye’nin kaderi hiç bu kadar bizim ne yapıp edeceğimize bağlı olmamıştı” , diyor haklı olarak. Sokaktakilerin gündemi belirlemesinden bahsetmiyor tek başına, kendi geleceğini inşa edebileceğini henüz tam bilince çıkaramamış da olsa örtük bir biçimde görüyor ve bunun bilgisiyle hareket ediyor, konuşuyor. Evet, Türkiye’nin kaderi isyan günleri boyunca sokakların, meydanların nasıl hareket edeceğine bağlandı. Bu biraz abartılı gelebilir, ancak şu bir gerçek, sınıf kesimleri ve sınıflar arası güç ve mücadelelerinin, dizilimin yeniden şekillendiği bir dönem yaşadık, yaşıyoruz. Ve hala yeni durum içerisinde bir denge durumuna geçilmiş değil, türbülans devam ediyor. Olağan zamanlarda kitlelerin bilincinde şiddet tekelinin devlette olması meşrudur. Bu şiddet tekelini yıkma yönündeki en ufak hareket, yapı, örgütlenme, bu sınır çizgisini aşan her kesim marjinal olarak görülür. Ancak kitleler isyan günlerinde devletin şiddet tekelinin meşruiyetini sorgulamaya başladı ve reddetti. İşçi sınıfının söz, düşünce, örgütlenme, toplantı, eylem özgürlüğü hakkını ancak devletin bu şiddet tekelini yıktığında ve aşağıdan ve doğrudan demokrasi dinamiklerini harekete geçirdiğinde kullanabileceğini, kendi yaşamıyla ilgili kararları kendisi vermek istediğinde çarptığı duvarın yine devletin şiddet tekeli olduğunu, bunu yıkmanın da ancak karşı bir zor ve şiddeti gerektirdiğini gördü. “Taş atmayın” sesleri de sokak barikatlarında, çatışmalarında duyuldu. Ancak artık bir sınır çizgisi aşılmıştı, 17
tüm liberal sol çarpıtma ve dezanformasyona rağmen kitlelerin gözünde devrimci şiddet meşrulaştı ve kitleselleşti. Taş atmayanlar ve atamayacaklarını söyleyenler artık kendileriyle taş atanları özel olarak (onca liberal reformist kampanyaya rağmen) ayırma ihtiyacı duymadı. Çünkü meşru olan bu. Haziran Direnişi boyunca birçok kez tekrarlanan barikat kurup polisle önde çatışanlarla hemen arkada cephe gerisi olarak konumlanıp öndeki çatışmanın sürekliliğini sağlayan binlerce insanın varlığı bu meşruiyetin bir başka göstergesidir. Yaratıcı yıkıcı eylemimimizin gücünü gördük. Her birimiz “kendimize ait oda” lara (bu hiç de kadının özgürleşmesinin bir eşiği olarak kendisiyle baş başa kalacağı, bireyselliğini yaşayacağı, kendisi için yaşayabileceği bir mekan ve zaman metaforu değildir) hapsolmaktan kurtulduk. Korkunun, rekabetçiliğin, bireyciliğin duvarlarını büyüttüğü ve içine ışık sızmasın diye pencerelerini sımsıkı kapattığımız odalarımızdan/hücrelerimizden çıkmaya başladık. İnsanın kurduğu toplumsal ilişkilerle zenginleştiğini, üretken olduğunu, kendisini gerçekleştirebildiğini duyumsadık. Direnişin, mizahı da, kültür-sanatı da bunun en çıplak göstergesidir. Artık hepimiz şarkı söylüyoruz. Şarkı söyler gibi, dans eder gibi direniyoruz. Ağız dolusu kahkahalarımızın da, gök gürültüsünü kıskandıracak desibeldeki öfkeli slogan ve haykırışlarımızın da isyanın birer silahı haline geldiğini gördük. İnsana dair olan ne varsa onları kuşanıp direnmeyi öğrendik. Hepsini kendimize yakıştırdık. Sınıfsal olan politiktir! Sınıfsal olup da politik olmayan hiçbir şey yoktur. Ekonomi-siyaset bağını koparmanın ve sınıfı ekonomik bir kategoriye indirgemenin kendisi de politik bir tutumdur ve sınıfsaldır. Evdeki yaşam da dahil her şey değişti. Emekçi kadının evdeki burjuvaya karşı dilsizleşmesi toplumsal cinsiyet rollerinden kaynağını almaktadır. Sarsılması da gerisindeki tarihsel-toplumsal gericilik birikimi, neoliberal burjuva demokrasisi içerisinde bu rollerin yeniden üretimini sağlayan ekono18
mik-siyasi yapı nedeniyle oldukça zorlu bir mücadeleyi gerektirmektedir. Haziran Direnişi’nin kadınları, gündelik hayatlarında toplumsal cinsiyet rollerinden köklenen tüm davranış kalıplarını, ilişkileri damarlarında dolaşan Gezi ruhuyla sorgulamaya, değiştirmeye başladı. Kadınlar, kadın-erkek hep birlikte direnmenin, varolmanın dayanılmaz güzelliğini yaşadıktan sonra kendilerini ikincilleştiren tüm ilişki ve kurumlara karşı artık eskisi gibi edilgen kalamazlar. Birey olarak, cins olarak, sınıf olarak kimlikleri keşfetmede önemli bir uğraktır Gezi. Henüz bilince yeterince çıkmamış olsa da bir kez kodlarımıza girdi. Her sınıfsal-toplumsal çelişkide davranış kalıplarımızın üzerinde etkili olacaktır bu kodlar. Artık boyun eğen, edilgen değil özneleşmenin, özgürleşmenin kapısı ufacık da olsa aralandı, yeni bir yaşamın özsuyuyla buluştuk. Burjuva demokrasisinde sınıf siyasetinin arenası sokak ve meydanlardır. Haziran isyan ve direnişi işçi sınıfı ve emekçilerin politika algısını farklılaştırdı. Burjuva siyaseti bir bütün olarak işçi sınıfı ve emekçilerin hayatına kastedince, hayata dışsallaşınca, hayat politikanın kendisi oldu.Yemek yerken de, gülerken de, ağlarken de, koşarken de, şarkı söylerken de, dans derken de politika yapıyoruz. Politikanın tanımı yerli yerine oturdu, artık sandıkta ve yüksek katlarda yapılan bir şey olmaktan çıktı. Siyasetin sadece sandıkla kodlandığı Türkiye’de gerçek siyasetin merkezi ve failleri tüm ihtişamıyla sahne aldı. Siyasetle bağını seçim sandığı dolayımıyla kuran geniş kitleler “geri çağırma” hakkının seçimlerle koşullu olmadığının bilinciyle olmasa da hükümet istifa sloganını atarak “geriye çağrma” hakkını kullandı. Haziran isyan ve direnişinde sokaklara taşan kitleler yine sosyalist demokrasi bilinciyle olmasa da, temsili demokrasiye karşı doğrudan ve aşağıdan demokrasi talep ve özlemlerini dillendirmiş, bunun arayışına girmiş, örgütlenme biçimlerini, dilini, hareket tarzını öğrenmeye, deneyerek bulmaya ve bilince çıkarmaya çalışmıştır. Bu süreç park forumlarıyla nitelik 19
değiştirerek hala devam etmektedir. Haziran isyan ve direnişi, dünün emeği, birikimi, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele deneyimleri üzerinden şekillendi. İşçi sınıfı ve emekçilerin tarihsel mücadele deneyimlerinden, yanıbaşındaki Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinden, küresel isyan ve direniş dalgasından tüm sınıfsal-toplumsal-ulusal-cinsel mücadele ve deneyimlerden beslendiğini söyleyebiliriz. Öte yandan bugüne kadar bu topraklarda yaşanan siyasal-sınıfsal-toplumsal direnişlerin bir devamı olarak değil bir devrimci kopuş olarak yaşandı. Kendisinden önce yaşanan tüm sınıfsal-toplumsal mücadeleleri içine alıyor olmasına rağmen bunlarla aynı zincirin bir halkası olarak doğrusal bir dizilim sergilemiyor. Bu direniş bir kopuş çizgisini ifade ediyor. Çünkü, burada farklı olarak kitlelerde henüz tam bilince çıkmamış olsa da bir iç istem olarak yavaş yavaş mayalanan “Kendi kararlarımızı kendimiz vermek istiyoruz” düşüncesi geniş kitlelerce eyleme döküldü. Direnişe katılan yüzbinler aşağıdan ve doğrudan demokrasi talebiyle ilerledi, karar ve eylem süreçlerinin öznesi olarak kendini varedebilmeyi eylemin içerisinde kendi yaratıcı pratikleri olarak deneyimledi. Bu işçi sınıfı ve emekçilerin yeni bir yaşam ihtiyacının ve özlemlerinin daha bir yakıcılaştığını göstermektedir. Komünistlerin görevi asıl olarak bunun bilince çıkmasını sağlayacak politik-pratik bir öncülük sergilemek, sınıfsal-toplumsal-bireysel özgürlüklerin önündeki engeli, neoliberal burjuva demokrasisini, yıkma mücadelesini yükseltmektir. Gezi’yle birlikte zamanın hızı değişti. Biyolojik saatimiz direnişin saatine bağlandı. Uyku, uykusuzluk, yemek vb. zorunlu ihtiyaçlarımız da dahil her şey direnişin saatine uyarlandı. Bu, hareketin Gezi Parkı’nın dağıtılması sonrası yaşadığı geri çekilme sürecine de devreden bir zaman algısıdır. Kitleler, sanki her yeni direniş, eylem, toplaşma anında yine isyan günlerinin dinamizmini, yorulmak bilmezliğini, ve zaman algısını geri çağırıyor. Tersinmezlik ilkesi devrede ve zamanın oku hep ileriyi gösteriyor. 20
Direniş, isyan, ayaklanma artık uzak geleceğin değil bugünün içerisinden tartışılıyor. Devrim unutulan, tedavülden kaldırılan bir sözcüktü. Gezi’nin simge pankartlarından biri “Devrim Sanki Göz Kırptı” oldu. Bir kez kendi yaşayacağımız bir şey olarak hayal etmeye başladıysak devrim ve sosyalizmi artık toplum için, insanlık için gibi soyut idealarla değil kendimiz için, kendi hayatımızı kurmak için eylemdeyiz, sokaktayız, direnişteyiz, isyandayız demektir. Ve bu müthiş bir enerjinin de açığa çıkması demektir. Yarın daha da fazlası için güç ve deneyim biriktiriyoruz. Meydanlarımızı, sokaklarımızı Haziran Direnişi’yle kısa süreliğine de olsa özgürleştirdik. Yeniden özgürleştireceğiz! Sadece Taksim’i değil, kolektif mekan olarak direniş odağı haline getirdiğimiz İstanbul’un ve tüm diğer kentlerin meydanlarını, parklarını özgürleştirecek, yeniden inşa edeceğiz. Gaza, copa, TOMA’ya karşı direnmenin ve polisi püskürtmenin, meydanları, sokakları özgürleştirmenin, özellikle de meydanları, parkları özgürleştirdikten sonra komünal yaşamdan izler taşıyan bir yaşamı kurmanın sevincini yaşadık. Sokak ve meydan demokrasisinin nasıl inşa edileceğini ucundan kıyısından da olsa deneyimledik, öğrendik. Başardığımızı gördük. Bencillik geniyle, insanın doğasıyla açıklanan rekabetçilik ve “ben” cilliğin gelişkin bir bireysellik-toplumsallık içerisinde belirleyen olmadığını, paylaşım ve kolektivizmin muhteşem güzelliğini ve yükselişini gördük. Biz devrimciler ve komünistler, sosyalizmin/komünizmin ne kadar güzel, ne kadar yaşanası bir sistem olduğunu okuduk, yazdık, anlattık. Ama onun ufacık bir izdüşümünü yaşamda kanlı canlı gördüğümüzde, ürettiğimizde, yaşadığımızda dehşet mutlu olduk. Düş gücümüzün ne kadar fukara olduğunu, büyük anlatının hayatla buluşma anlarını ne kadar kuru ve cansız resmettiğimizi gördük. Artık hiçbirimiz eski ben/biz değiliz. Çünkü, komünizmin maddi toplumsal temelini ve kaçınılmazlığını soyut ve teorik bir çözümleme olarak değil yaşamın yeşili içinde gördük. 21
Burjuva Demokrasinin Baskın Yönü: Mali Oligarşik Diktatörlük “İçinde yaşadığımız dünyayı nasıl kavradığımızı belirleyen üç şey vardır: Dünyanın nasıl bir yer olduğu, bizim kim olduğumuz ve dünyayı nasıl incelediğimiz.” (Bertell Ollman) Neoliberalizmin kriziyle (veya azami üretkenlik artışı saldırganlığını koşullayan krizi öteleme programıyla) rejim krizini birbirinden ayıran yaklaşımlar Gezi’yle birlikte başlayıp tüm ülkeye yayılan ve uluslar arası etkileri de olan Haziran isyan ve direnişini antikapitalist özünü perdelemekte, sınıfsal karşıtlık zeminini silikleştirmekteler. Mesele iki üç ağaç değil diyen herkesle aynı mahalleden olmadığımız gibi, aynı şeyleri de kastetmiş olmuyoruz. Bu yüzden kendi konumlanma noktamızı belirtmek, Haziran isyan ve direnişini sınıf gözüyle analiz edebilmek için aynı zamanda, mesele tam da iki üç ağaçtır, diyoruz. Çünkü bu iki üç ağaç gölgesi alınıp satılamadığı için neoliberalizmin hedefi olmuştur. Ve biz, o iki ağaca sahip çıkarken onu hedefleyen neoliberalizmin sermaye birikim rejimine -iki üç ağacı da sermaye birikimi ve rantının konusu haline getiren rejime- karşı çıkmış olduk. Neoliberal burjuva demokrasinin sınırlarının daralması, baskı ve zorun öne çıkması, tekelci burjuvazi ve devleti için bir tercih değil zorunluluktur. Çünkü, neoliberal politikaların durduraksız uygulanmasının, hiçbir kontrol, denetim, sürtünme, esneme payını -hele de bugünkü küresel kriz koşullarında- içermeyen sermaye birikim rejiminin koşulladığı tam da budur. Neoliberalizm, emeğin ağır sömürü ve boyunduruğunu gerektiren emek kontrol rejiminin yanısıra yaşam alanlarını hedeflemektedir. Her taraftan azami sömürü için, azami sermaye birikimi için tüm mekanizmaların işletilmesi, bunlara yeni sömürü ve sermaye birikim alanlarının eklenmesi demektir. Bu yüzden yaşam alanlarımıza saldırıyor, doğayı yok ediyor, 22
kenti doğal, tarihsel ve ideo-kültürel değerleriyle tahrip edip dönüşüme uğratıyor, tekelci burjuvazi namına yeniden üretiyor. Bir yandan işçi sınıfı ve emekçileri kent merkezinden atarken bir yandan da kentin üretim ve yeniden üretim sürecinin sağlayıcısı olarak -yani ücretli köle olarak- ve meta fetişizminin ve egemenliğinin sembolü olan mabedlerini tavaf edip metanın dolaşım sürecinde sermaye olarak kendisini gerçekleştirmesi döngüsünün bir parçası olarak -yani müşteri olarak- kente kabul ediyor. İstanbul’un her sokağı, parkı işçi sınıfı ve emekçilerin bilincinde böyle yer etmemiş -çok az bir kesimi bunu görmüş- olsa da sınıfsal karşıtlık ekseninden bakan burjuvazinin oldukça doğru bir biçimde okuduğu üzere nesnel olarak kapitalist kentsel dönüşüme, neoliberal sermaye birikim sürecine ve neoliberal burjuva demokrasine karşı bir direniş mevzisi haline geldi. Bu isyan neoliberal politikalara ve onların uygulanmasının gerek koşulu olan işçi sınıfı ve emekçiler için kölece yönetilmekten başka bir şey olmayan geri tipteki neoliberal burjuva demokrasisine karşı gelişti. Bu isyana sınıfsal karakterini veren budur. Siyasal özgürlük talep ve özlemlerinin yakıcılığı salt baskı ve zor mekanizmasından dolayı değil bugün üretimin toplumsal güçlerinin geldiği gelişim düzeyi ile kapitalist üretim ilişkilerinin bağdaşmazlığından dolayıdır. Sorunu tersten tanımlayınca her şey tersyüz olur. O halde soruyu doğru sorarak başlayalım AKP hükümetinin baskı ve zor politikalarını öne çıkarmaya, neoliberal burjuva demokrasinin sınırlarını geriden çekmeye iten ne? Kentsel dönüşümle hedeflenen sermaye birikimini sekteye uğratan Gezi Direnişi’ne karşı bu kadar pervasızlaşmasının asıl nedenini ancak bu sorunun yanıtını aradığımızda bulabiliriz. Tekelci burjuvazi, Türkiye’nin küresel kriz anaforuna savrulmamasının ancak, neoliberal sermaye birikim rejiminin kesintiye uğramamasıyla, onun da sıkı emek kontrolü rejimiyle koşullu olduğunu biliyor. Ve bunun salt ekonomik temelli bir sorun olmadığını, onu tamam23
layan siyasal-toplumsal-kültürel boyutunun bugün oldukça öne çıktığını da… Muhafazakar siyasal-toplumsal dönüşüm politikaları ve toplumsal mühendislik projelerinin -Fettullah Gülen’in altın nesil yetiştirme hedefinin- bağlandığı yer tam da burasıdır. Emeğin tevekkülünü üretecek siyasal-toplumsal-kültürel bir dokunun var edilmesi sorunu… Her şeyi AKP rejimiyle açıklayanlara sormak gerekir: Neoliberal sermaye birikim rejimi Tayyip Erdoğan AKP’sinde simgeleşen baskı ve zor politikalarını koşullamış olamaz mı? Tek adam diktatörlüğü ve diktatörün psikolojisi savlarından önce asıl yanıtlanması gereken soru budur. Elbette her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır ve Tayyip Erdoğan da gerici ideolojik-kültürel angajmanlarıyla burjuva yönetim anlayışına kendi rengini, tarzını katmıştır. Öyle uzun boylu kişilik çözümlemelerine hiç gerek yok. 2023 strateji belgesine bakmak yeterlidir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, bu, tekelci burjuvazinin belli ton farkları olsa da tüm kesimlerinin arkasına yazıldıkları stratejik bir belgedir. Ve 2023 hedefleri tekelci kapitalist devletin, hükümette kim olursa olsun üzerimizden bir buldozer gibi geçmesini gerektirmektedir. Çünkü o hedeflerin gerçekleşebilmesi neoliberal sermaye birikim rejiminin önünde hiçbir engel, hız kesecek hiçbir kurum, yapı, ilişki vb. bırakmamaya, varolanları da ortadan kaldırmaya ayarlıdır. Başbakanın kişiliği ve otoriterizmi tartışmaları, küresel kriz koşullarında tekelci kapitalizmin esneme katsayısının iyice düştüğü bir dönemde oldukça sığ kalmaktadır. Tartışmanın bu yöne daralması yakın bir tehlike olarak seçimlerde, AKP gitsin diye siyasal tutum geliştirmeye ve Haziran isyanında parlamentoya alternatif olarak çıkan sokak siyasetini etkisizleştirmeye, bu siyasal tutumun payandası haline getirmeye varabilir. Burjuva partiler arasında yapılacak bir tercihin sonucu ancak şu olabilir: Birinin tekelci mali oligarşinin saldırı programını yaşama geçirirken tüm nobranlığını ve saldırgan yüzünü hiç perdelemeksizin göstermesi, diğerinin bu saldırı programına işçi 24
sınıfı ve emekçileri kimi zaman kırıntı düzeyinde tavizlerle rıza üretim sürecine dahil ederek içermeye çalışması. Tek parti/kişi diktatörlüğü ve buna karşı yükselen öfke patlaması tarzı tespitlerde bulunanlar sorunun kaynağını görmedikleri ve sadece semptomlara işaret ettikleri için çözümü de doğru bir biçimde tespit edememekteler. Sınıfsal-toplumsal ilişkilerin sermaye birikim rejimi temelinde dönüşümünü hedefleyen AKP programına karşıtlık, tam da sermaye temeline karşıtlığı içermediğinde ideo-kültürel çatışma, yaşam tarzlarına müdahale, dinci-gericilik gibi kendinde görülen sorunlara karşı mücadeleye doğru daralacak ve işçi sınıfı ve emekçilerin sınıfsal karşıtlık yönünde konumlanmasını da engelleyecek, hatta tam tersi yönde bir kamplaşma ve karşıtlık ilişkisi içerisine sokacaktır. Gezi’nin sermaye cephesinden bakiyesi, rejim krizinin daha da derinleşmiş olmasıdır. Neoliberal burjuva demokrasisinin kapsama ve rıza üretim mekanizmaları tümüyle devre dışı kalmamış olsa da artık tekelci kapitalizmin esneme katsayısının oldukça düşmüş olmasıyla iyice geriye itilmiş, baskı ve zor politikaları, polis şiddeti öne çıkmıştır. Gelişen sınıfsal-toplumsal hareketlere karşı müsamahasızlığı bugün onun zayıf karnını oluşturmaktadır. Baskı ve zor politikalarının öne çıkmasının ve rıza üretim mekanizmalarının alabildiğine işlevsizleşmesinin temelinde, Türkiye’nin bölgede rol model olarak, bölgesel güç yükseltimi ve buna uygun ekonomik-siyasal-kültürel hegemonya geliştirme stratejisinde yaşadığı ciddi tıkanmanın olduğunu söyleyebiliriz. Tekelci burjuvazi ve siyasal iktidarı Gezi’nin mesajını gayet net aldı. Onlar bu isyanı sınıfsal karşıtlık ekseni üzerinden okudular. Haziran Direnişi doğrudan neoliberal burjuva demokrasisinin gündeki hedeflerinde bir kırılma yaratmıştır. Azami artıdeğer sömürüsü için azami metalaştırma saldırısını içeren tekelci kapitalist devletin programına karşı geliştirilen muhalefet ve blokaj neoliberal kapitalizmin sermaye birikim 25
politikalarını kısmi de olsa duraklatmıştır. Gezi Parkı’na AVM kondurulamamış olması ve neoliberal kentleşmeye karşı bundan sonra daha da keskinleşecek olan mücadele dinamikleri bile bu programın tam gaz yaşama geçirilemeyeceğini göstermektedir. Bugün insanlığın yokoluşuna yolaçacak kadar saldırganlaşan ve doğayı tahrip eden neoliberal kapitalizme karşı sadece bir ağaç bile bir toplumsal kalkışma için yeter sebeptir. Zira insan yaşam alanıyla birlikte varolabilir. Gezi’deki ağaç, neoliberal sermaye birikim rejiminin hedef tahtasına koyduğu her şeyi simgeliyor. Gezi Direnişi’nin ilk günlerinde plazalardan yükselen “Her yer Taksim, her yer Direniş” sloganları bunu söylüyor. Gazi’de isyanın sıcak günlerinde ve yeniden sokakların ısındığı şu günlerde her gün karakola doğru yürüyüşe geçenler, gece boyunca polisle çatışanlar bunu söylüyor. Suriye’de yaşanan iç savaşın bir uzantısı olarak adeta bir savaş hattı/bölgesi haline gelen, bunca zamandır dinmeyen öfke ve militan sokak çatışmalarıyla, ölülerini onurla taşıyan vakur duruşuyla Antakya bunu söylüyor. Suriye’deki mezhep çatışmasını kızıştırıp iç savaş yangınını büyütürken içte de Alevi karşıtlığını körükleyenlere ve ezilen mezhep sorununu asimilasyoncu politikalarıyla kökünden halletmeyi hedefleyenlere günlerce Tuzluçayır’da barikat ateşini yakanlar bunu söylüyor. ODTÜ ormanlarını korumak için sokaklara dökülenler bunu söylüyor… Tüm sınıfsal toplumsal mücadele dinamikleri bir ağacın gövdesini sarsan kepçeyle, o kepçeye bedenini siper edenlere uygulanan polis şiddetiyle birlikte patladı. Bu bir haysiyet isyanıdır diyenler direnişin tek adamcılığa, otoriter yönetim anlayışına karşı orta sınıfların haysiyet isyanı olduğunu yazanlar tekelci kapitalist devleti sınıf kinimizden korumanın arayışına girmiş, hem de bizi otoriter baba figürüne karşı çıkan ergenler olarak tariflemiş oldular. Nitekim bu son söylediğimiz yüksek sosyolojik çözümlemelerin, teorilerin konusu olarak da karşımıza geldi. Haziran Direnişi sol liberallerimizin ve Gezi isyanını orta sınıfların haysiyet isyanı olarak 26
kutsayan sol çevrelerimizin anladıkları anlamda olmasa da, evet aynı zamanda, bir haysiyet isyanıdır. Bu isyan, neoliberalizmin, insana, doğaya dair ne varsa metalaştırıp, her alan ve düzeyde meta egemenlik ilişkilerini hakim kılmasıyla işçi sınıfı ve emekçileri insanlıktan çıkaran, düşkünleştiren, çürüten ve zavallılaştıran, kendi yaşam ve gelecekleri hakkında hiçbir tasarruf haklarını bırakmayan politikalarına karşı işçi sınıfı ve emekçilerin insan olma, insan kalma isyanıdır. İşçi sınıfının ekmek kadar onura da ihtiyacı var. Ve onurumuzu tehdit eden neoliberal kapitalizmin ta kendisidir. Sınıf kimliğimizi, kadın kimliğimizi, Kürt kimliğimizi, etnik kimlik ve aidiyetlerimizi, cinsel kimlik ve yönelimimizi hedef alan ve ezen neoliberal kapitalizmin ta kendisidir. “Toprakta Karınca, Suda Balık, Havada Kuş Kadar Çoktu” k, Ama Haziran Direnişi’nde Yoktuk! Direnişin sınıfsal bileşimine dair çok kelam edildi. Orta sınıfların haysiyet isyanı diye güzellemeler yapıldı. İsyana katılanların çoğu bizim sınıfımızdandı. Ama yine de bu direniş ekolojik duyarlılığı olan ve yaşam tarzlarına müdahale edilen orta sınıflarındı! Bunlar işçi sınıfı ve emekçilerin gündemleri ve sorunları olamazdı çünkü!! Oysa biz o kadar çoktuk ki sokak çatışmalarında, meydanlarda, barikat başlarında düşenlerin hepsi bizim sınıfımızdandı: Ethem, Mehmet, Abdullah, Ali İsmail, Medeni ve en son Ahmet Atakan… Yine biz o kadar çoktuk ki, atılan gaz bombaları, plastik mermileri en çok bizi kör etti, bizi yaraladı, bizi ölümle yaşam arasında asılı bıraktı, tıpkı 14 yaşındaki Berkin Elvan gibi. Azdan az, çoktan çok gidermiş. Çok gitti bizden, ama yine de bu isyanın sınıfsal bileşimini analiz eden steril aydınlarımız beyaz Türk isyanı, orta sınıfların haysiyet ayaklanması dedi. Ölüm istatistikleri dışında hiçbir yerde sayılmıyorduk. 27
Neoliberalizme Karşı Mücadele ve Sınıf Kimliğinin Oluşumu Neoliberalizm, işçi sınıfı ve emekçiler için sadece, kimi tarihsel kazanımlarının gaspı saldırısı değil işçi sınıfı ve emekçilerin varlık koşullarını yoketmeyi, bireye doğru çözüp çürütmeyi hedefleyen bir saldırıdır. Doğanın zarar görmesi değil bizzat doğanın geri dönmemecesine tahribi ve ekolojik yıkımdır. Abbasağa’daki forumun ilk günlerinde dünyanın diğer kentlerinde gerçekleşen Occupy eylemlerine de katılmış, buradaki eylemleri de izlemiş olan bir direnişçi, bu isyan dalgasının temel karakterini çok yalın bir biçimde ifade etti: “Biz aslında neoliberalizmle savaşıyoruz. Neoliberalizmin yarattığı tahribata karşı ayaktayız.” İşçi sınıfı, neoliberal üretim ve emek organizasyonlarındaki değişim, neoliberalizmin onun kolektif davranma-örgütlenmemücadele kapasitesini/yeteneğini hedefleyerek sınıf kimliğini parçalayıp bireye doğru çözen saldırı politikaları ve diğer sınıflardan çözülüp saflarına katılan kesimler nedeniyle yeniden oluşum halinde bir sınıf. Ayrıca bu saldırılardan ve yapısal dönüşümden bağımsız olarak da işçi sınıfı her dönem sınıf mücadeleleri içerisinde kendisini, sınıf kimliğini, yeniden üretir, inşa eder. İşçi sınıfı kendinde bir sınıf olarak tanımlanamaz. Sınıfsal varoluşu bir ontolojik durum olarak değerlendirilemez. Evet işçi sınıfı en devrimci sınıftır. Çünkü zincirlerinden başka kaybededecek bir şeyi yoktur. Çünkü üretim araçlarına sahip olan sınıfı yok edebilecek, üretimden gelen gücünü kullanıp hayatı durdurabilecek biricik sınıftır. Evrensel olan sınıftır. Ancak bunların hiçbiri kendinde kategoriler ve özellikler değil, sınıflaşma sürecinin içerisinde kazanacağı, kazandığı niteliklerdir. Sınıf mücadeleleri içerisinden sürekli kendisini varederek… Bugün, Türkiye işçi sınıfı, yaşadığımız sınıfsal toplumsal direnişin bilgisi, devam eden artçı sarsıntıları ve yeniden birikip patlayacak olan isyan dalgası içinde kendisini sınıf olarak yeniden kuracak çok daha 28
gelişkin bir sınıf olarak varedecektir. Önümüzdeki temel sorunlardan biri kendisini sınıf durumuyla birlikte tanımlamayıp diğer ezilme ve yoksayılma ilişkilerine karşı direnerek kimlik inşa eden sınıf kesimleriyle, bu kimliklerini ve kimlik mücadelelerini yoksayarak değil, bu mücadeleleri sınıfsal karşıtlık eksenine oturtup kimlik mücadelelerini sınıf mücadelesinin içerisine akıtarak sınıf kimliğini oluşturmaktır. Sınıf durumunun içerisinden düşünülmüyor, kimlik mücadeleleri sınıflaşmayı inşa eden bir mücadeleye henüz dönüşmüyor. Biz sınıf dışındaki ezme-ezilme kategorilerine gözümüzü kapatarak değil bu mücadeleleri sınıf kimliğinin oluşum sürecine dahil edecek, her bir ezme-ezilme ilişkisinin bugün sınıfsal karşıtlık ekseninde şekillendiğini gösterecek bir mücadale perspektifi geliştirmeliyiz. Tüm ezme-ezilme ilişkilerini de, sömürüyü de ortadan kaldıracak olan tek sınıf işçi sınıfı, tek sistem ise komünizmdir! Neoliberal kapitalizmin sınıfı atomize edip parçalamayı hedeflerken saldırdığı her değeri, yapıyı, ilişki biçimini eylemin içerisinde burjuvazi-proletarya karşıtlığı temelinde sınıf mücadelesinin bir alanı olarak yeni temelden inşa etmeyi hedeflemeliyiz. İsyan ve direniş nasıl ki kentleri yeniden üretmenin bir biçimine dönüştüyse bireyi, toplumu, sınıfı da inşa ederek ilerleyecektir. Aynı İsyan ve Direniş Dalgasının Parçasıyız: Mücadelemiz Bir ve Evrensel! Dünya çapında bir isyan ve direniş dalgası yaşanıyor. Bu dalganın neden dünya çapında yükseldiğini anlayabilmek için bütüne bakmak gerekiyor. Yerel ve evrensel olan yönlerini ancak bu bakış açısıyla analize edebiliriz. Gezi Direnişi’ne, 2008’den beri durulmayan ve küresel kriz sonrası ilk isyan dalgasını başlatan Yunanistan’a, Kuzay Afrika’dan başlayıp tüm bölgeye yayılan Arap isyanına, İspanya’ya, ABD’ye, Brezilya’ya, Bulgaristan’a, Şili’ye ve dünyanın birçok yerine yayılan isyan dalgasının arka planına bak29
tığımızda küresel krizi ve tıkanan neoliberal sermaye birikim rejimini, bunun tetiklediği ülke-bölge-dünya çapında yaşanan rejim ve hegemonya krizlerini görürüz. Bugüne kadar küresel krizin, 1929 büyük buhranı gibi bir çöküşe yol açmamasının nedeni BRİCS olarak anılan ülkelerde ve orta ileri düzeydeki kapitalist ülkelerde ekonomik büyümenin devam etmesiydi. Bu ülkelerin ekonomik büyüme oranlarında son dönemde düşme yaşanırken küresel krizin etkisindeki ülkelerde de ekonomik durgunluk hala devam ediyor. BRİCS ülkesi Brezilya’nın ve bir diğer ‘yükselen ekonomi’ olarak öne çıkan Türkiye’nin sınıfsal-toplumsal isyan dalgalarıyla sarsılması ‘yükselen ekonomiler’ mitinin de sınırına dayandığını gösteriyor. Türkiye’de bu sınıra dayanma hali bölgesel güç merkezi olarak son bir yıldır burnunun sürtülmüş olması ve bölgeyi dizayn edebilecek bir aktör olma hayalinin suya düşmesiyle birlikte hızlandı. Türkiye ve Brezilya gibi küresel kriz sarmalının dışında kalan, ekonomik büyümesini devam ettiren ülkelerde de direniş ve isyanların başlaması, aynı zamanda neoliberal kapitalizmin dayandığı sınırı göstermektedir. Krizin yaşandığı ülkelerde olduğu gibi ekonomik büyümelerini devam ettiren -her ne kadar Türkiye’de kriz emareleri yoğunlaşmış ve büyüme oranı düşmüş olsa da- ülkelerde de işçi sınıfı ve emekçiler için güvencesizlik, geleceksizlik, işsizlik, baskı ve zor politikaları üreten, yaşamın her alanını metalaştırıp sermaye birikiminin konusu haline getiren, neoliberal sermaye birikim rejiminin ta kendisidir. Bu arada, neoliberalizmin sosyal soslu halini simgeleyen Brezilya’nın isyan dalgasına katılmış olması, liberal solcularımızı ziyadesiyle üzmüştür herhalde, zira bu, onların sosyal liberalizm hayallerine tüy dikmiş oldu. Brezilya’daki sosyal liberalizmi kazıyınca altından neoliberal politikalar çıkmıştır. Bunu kitleler kendi deneyimleriyle gördüler. Brezilya gerçeği, dünyanın 6. büyük ekonomisi olmanın hikayesidir. Haliyle kapitalizm özürcülüğünün sınırı da bir yere kadardır! Haziran isyanı, dünya çapında Yunanistan’da 2008’de start 30
alan, Kuzey Afika ve Ortadoğu’da 2011’de Tunus’da bir eğitimli işsizin kendisini yakma eylemiyle ivmelenen ve Akdeniz havzasını bütünüyle içine alarak Wall Street’i İşgal Et hareketi ile birlikte dünyanın birçok noktasında yankı bulan direniş ve isyan dalgası gibi, konum kaybı içerisinde olan ve proletaryaya doğru çözülen kesimlerin çoğalmasıyla artan sınıfsal kutuplaşma düzleminde gelişti. Hareketin sınıfsal yapı ve bileşimini ağırlıklı olarak performans ve güvencesizlik kıskacında olan, eski konum ve statülerini kaybeden eğitimli işçiler ve işsizler, geleceğin proleterleri olarak gelecek kaygısı içindeki gençler, kadınlar oluşturmaktadır. Harekete işçi sınıfının sanayideki bölüğü bürokratik sendikal örgütlerin de etkisiyle daha geriden bir katılım sergiledi, bu katılım üretim alanlarından bir katılımdan çok, bireysel olarak harekete katılım biçiminde gelişti. Yine kent yoksulları da kimlik sorunları (ezilen mezhep, ezilen ulus gibi) ve yaşam tarzlarına yönelik müdahalelere tepkiyle bu hareketin bir diğer önemli kesimi oldu. Yoksulluk ve yoksunluk, sefalet birikimi, her şeyin alınır satılır hale gelmesiyle metalaşma ve meta egemenlik ilişkileri dışında kalan hiçbir şeyin, alanın kalmaması da kent yoksulları içerisinde biriken tepkinin temel belirleyenidir. Direnişin daha önce toplumsal direniş dinamiği olan semtlerde yarattığı etki bu biçimde okunmalıdır. Sol liberal çevrelerin yaşam tarzı ve ideo-kültürel çatışma üzerinden açıkladıkları -ki bu analiz yöntemi sınıf bileşimi olarak da orta sınıflara alan açar, işçi sınıfı ve kent yoksulları bu tabloda ancak misafir sanatçı olabilir- Gezi Direnişi, asıl olarak kölece çalışmaya, kölece yaşamaya ve bunun teminatını oluşturan, çerçevesini çizip sınır çizgilerini belirleyen kölece yönetilmeye karşı gelişen bir isyan olarak küresel isyan ve direniş dalgasının bir halkasıdır. Sorunun doğru tanımlanması, mücadele stratejilerini belirlemede önümüzü görmemizi sağlayacaktır. Sınıf bileşimine bakalım: Eğitimli işçi ve işsizler, gençlik, kadınlar, kent yoksulları… bu bize bir şey söylemiyor mu? Peki hareketlerin tümünde yakıcılaşan demokrasi ihtiyacı ve özgürlük talepleri… Bu 31
despotik rejimlerin olduğu Kuzey Afrika-Ortadoğu bölgesinde olduğu gibi temsili demokrasinin sınırlarına çarpan Avrupa işçi sınıfı ve gençliği için de böyledir. İsyan ve direniş birisinde neoliberal yıkım politikalarının yanısıra tekçi, gerici otokratik diktatörlüklere karşı özgürlük çığlığı olarak gelişirken, diğerinde burjuva demokrasisinin küresel kriz sonrası iyice açığa çıkan mali oligarşik diktatörcü karakterine, %99’un değil %1’in demokrasisi olmasına karşı, gerçek demokrasi isteği, talebi olarak gelişiyor. Mücadelelerimiz bir ve evrenseldir. Her birinde güçlü yerel dinamikler, özgünlükler olmasına rağmen aynı isyan ve direniş dalgasının birer parçasıyız. Bu net! Örgütlenme araç ve biçimlerine, eylem tarzlarına baktığımızda da evrenselliği görebiliriz. Bu hareketlerin bir diğer ortak keseni çoklu iletişim ağlarını kullanmaları ve birden çoğa, çoktan çoğa ilişki kurabilmeleridir. Tüm dünyada “iletişim örgütlenmektir” şiarıyla hareket eden bir kuşağın isyanıdır bu. Enternasyonalizmin dışsal, salt dayanışma eylemleriyle gösterildiği isyan ve direnişlerden bahsetmiyoruz artık. Zamanın ruhu bu isyanların damarlarında dolaşıyor. Daha baştan enternasyonal örgütleniyor, isyan ve direniş çağrısını tüm dünyaya yapıyor, kürenin farklı noktalarında birbirini büyüten, çoğullaşan örgütlenme ve eylem biçimlerini kullanıyor, ortaklaşan talepler ve özlemlerle birbirini geliştirip yeni bir yaşam/yeni bir dünya ihtiyacını ve özlemini evrenselleştiriyorlar. Haziran Direnişi’nden sonra, artık yanı başımızdaki Yunan işçi ve emekçilerinin, gençlerinin hükümetleri sarsan isyanına, aşağıdan demokrasi deneyimlerine ve yaratıcı direniş ve eylem biçimlerine, kısa süreli soluklanmalarla yeniden yeniden meydanları, sokakları doldurma iradesine, isyanın güzelleştirdiği kadın ve erkeklerine, genç ve yaşlılarına, öfke ve mizahın kesişme anlarında açığa çıkan yaratıcılığa kedinin ciğerci dükkanına baktığı gibi bakmıyoruz. Çünkü biz de o sudan içtik, biz de o suda yüzdük. Karşılıklı deneyimlerimizi paylaşacak, birbirimizden öğreneceğiz. 32
Dünyanın birçok noktasında işçi sınıfı ve emekçilerin isyan ve direnişlerinde, “Burası Taksim” , “Burası Puarte Del Sol” , “Burası Sintagma” , “Burası Tahrir” sloganları birbirine karışacak. Bundan güzel bir duygu olamaz. Enternasyonal sınıf mücadelesinin ileri bir momentinin adıdır artık Taksim. Kentsel Dönüşüm, Sınıf Mücadelesinin Bir Başka Vehçesi Küresel krizin işaret fişeği, ABD’de mortgage balonunun patlaması olmuştu. ABD daha önce kriz devrelerini aşmak, sermaye birikim kanallarındaki tıkanma emareleri yoğunlaştığında krizinin ötelemek için aşırı sermaye birikimi ve atıl işgücünün soğurulduğu alan olarak mekan politikaları geliştirmiş ve bizzat mekanı sermaye birikimi konusu olarak dönüştürmüştü. Son kriz ise, bu biçimiyle de artıdeğer sömürüsünün kanallarının tıkanması ve bunun finansal ve rantsal araçlarla artık ötelenemez hale gelmesiyle patlamıştır. Bunları mekan politiğindeki dönüşümü ve sınıf mücadelesinin temel bir ekseni olarak kentsel mücadelelerin öne çıktığını belirtmek için yazıyoruz. Kent, bugün, sınıf çelişkilerinin ve mücadelesinin keskinleştiği bir çatışma alanıdır. Bu yalnızca çatışmanın yoğunlaştığı mekan olarak değil, çatışmanın doğrudan odağı, konusu olarak da yaşanmaktadır. “Kapitalizmin bugün ulaştığı aşamada sermaye, kent mekânını üretim, dolaşım ve tüketim ilişkilerinin örgütlendiği bir yer olmaktan ötede görmektedir. Kapitalizmin gelişimi içinde mekânın kendisi metalaşmış ve sermaye birikim süreçleri açısından yaşamsal bir önem kazanmıştır.” (Kentsel Çelişki ve Siyaset, Tarık Şengül) Kent statik bir yapı değildir ve kentsel mücadelelerle birlikte karşıt iki sınıfın mücadelesi etrafında konumlanan toplumsal güçler onu yeniden üretir. Kentin inşası hep sınıflar arası güç ilişkilerinin, sınıfsal dengenin bir yansıması olmuştur. Gezi’yle birlikte İstanbul’u yeniden inşa sürecine işçi sınıfı ve emekçiler de 33
açıktan dahil olmuş oldu. Askeri terimlerle konuşacak olursak iki sınıfın karşı karşıya geldiği bu savaşımda kimin kazanacağı mekan üzerinde (savaşım alanı) kimin denetim sağladığına ve mekanı kendi kültürel-moral değerleriyle buluşturduğuna, simge ve semboller ürettiğine bağlıdır. Bu, savaşımın alanı olarak mekanın böylesi tarihsel bir rolünün olmasıının yanısıra başlı başına, sermaye birikiminin konusu ve bir sınıf çatışması mevzisi olmasıyla daha da önem kazanmaktadır. Kent sorununa ve kentsel mücadelelere özel olarak odaklanan David Harvey’e göre neoliberal sermaye birikim rejiminin sözkonusu olduğu bugün, “kentsel süreç, üretim, dolaşım, değişim ve tüketim için maddi altyapının yaratımını ifade etmektedir.” Bu da kentsel dönüşümün, yeniden üretimin, sınıf konum ve çelişkileri temelinde çözümlenmesine olanak verir. Haliyle sınıfsal karşıtlıklar ve sınıfsal-toplumsal mücadeleler de devreye girmiş olur. Biz de buradan ilerleyelim. Neoliberal kentin sahte ışıltılı hayatlarının ne kadar naylondan olduğunu gördü kitleler. Yakıcılaşan özlem ve ihtiyaçlarını karşılamak bir yana onların engeli olan metalar dünyasını ve meta egemenlik ilişkilerini de… Kentsel dönüşüme karşı gelişen itiraz ve eylemler sermaye birikim rejiminin zora dayalı birikim politikalarını hedeflemektedir. Türkiye krizi ötelemenin stratejisi olarak çareyi sermaye birikimi politikalarını kentselleşme zemininde geliştirmekte bulmuştur. Ki bu salt Türkiye tekelci kapitalizminin çıkış arayışı ve buluşu da değildir. Çin’de de, Brezilya’da da benzer bir durum yaşanıyor. Yukarıda da ifade ettik, ABD’nin kriz sarmalını aşma veya öteleme stratejisi de bugüne kadar hep buna dayanmıştır. ABD açısından, son krizinin hem ötelenmesini sağlamış hem de bu ötelemenin sonucu olarak daha ağır bir kriz sarmalına neden olmuştur. AKP’nin son seçim beyannamesi -bakanlar kurulunda alınan kararların %60’ının kentsel dönüşüm, imar, inşaat alanıyla 34
ilgili olması- kapitalist kentleşmenin sermaye birikim politikaları içindeki ağırlığını göstermektedir. Nitekim bu sınıf mücadelesinin keskinleşeceği alanı da bize vermektedir. Üretimin toplumsal güçlerini hedefleyen bir mekan politiği kendi karşıtını da oluşturmaktadır. İstanbul bir şantiyeye dönüşmüşken ve kentsel dönüşüm projeleriyle bir ülke baştan aşağı şantiyeye dönüştürülmüşken kent sınıfsal-toplumsal mücadelelerin öne çıkan bir gündemidir. Tekelci kapitalizmin krizini öteleme stratejisinin dayandığı eksen, aynı zamanda bizim de tekelci kapitalizmin krizini açığa çıkartmak ve derinleştirmek için yükleneceğimiz eksendir. Kenti tüm ilişki ve çevreleyen etmenlerle birlikte üretim-yeniden üretim bütünlüğü içerisinde, sınıfsal karşıtlığı her yönden geliştirecek biçimde mücadelemizin temel gündemlerinden biri olarak ele almalıyız. Brezilya’da yaşanan da, Türkiye’de yaşanan da neoliberalizmin kenti dönüştürmesi, soylulaştırması politikalarına karşı işçi sınıfı ve kent yoksullarının isyanıdır. İşçi sınıfı ve emekçilerin emekleri üzerindeki tüm kontrolü yitirmelerinin yanısıra özgürlüksüzlüğün katmerlisine yol açan mekan üzerindeki kontrolü de tümden yitirmesi ve kentin dışına sürülmesine karşı biriken öfkedir. Kentin neoliberal dönüşümü işçi sınıfı ve emekçi kesimlerin mekan dolayımıyla tanımlı kimliklerine saldırı anlamına geldiği gibi kentin de kimliksizleştirilmesidir. Bize Düşenlere Dair Birkaç Not Olağan dönemlerin düşünce, yapı ve hareket tarzıyla olağanüstü gelişmelerin yaşandığı, zamanın hızlandığı şu günleri karşılamak, anlamak, yönlendirebilmek mümkün değildir. Bu tarihsel bir kırılma anıdır. Bir kopuştur. Ve bundan sonrayı da belirleyecek olan budur. Kendi rutinine dönmek isteyen herkes Gezi’yi kendisi için bir tehdit olarak görmektedir. Böylesi bir belirsizlikten, kaos aralığından korkması gereken sermaye sınıfı ve 35
rejim güçleridir. Oysa yeni dönemin paradigmasını kavramayan devrimci sol çevreler de bunu yaşamaktadır. Yaşanan tam bir rejim krizidir. Yönetenler eskisi gibi yönetemiyor, yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Bunu kitleler, rejimin her somut, doğrudan kendilerini hedefleyen uygulamasında sokağın dilini kullanarak gösteriyor. Taleplerimizi belirlerken kitlelerin kapitalist sistemin sınırlarını görmelerini sağlamayı ve devletin rejim krizini derinleştirmeyi hedeflemeliyiz. Bugün kapitalizm aynı zamanda bir uygarlık kriziyle birlikte varolmaktadır. Doğa ve emeğin tahribatında gelinen nokta, kapitalizmin sınırlarına dayandığının da açık göstergesidir. Ve bu koşullarda biz ya yeni bir dünya kurmak için yürüyeceğiz, ya da çürüyeceğiz. Arası yok! Talepler de, direniş de direnişçilerin dışında değil bizzat onların kendilerini ifade kanallarını açarak şekillenmelidir. Sömürü ve ezilmenin olduğu yerde sömürü ve ezilmeye karşı toplaşmalar olur. Onların kendisini doğrudan ifade etmelerini sağlamalıyız. Önce her şey bir itirazla ve itirazın vücut bulduğu bir eylemle başlar. Sonra o itirazın/eylemin yarattığı fırsatlar ve koşulladığı zorunluluklar devreye girer. İtiraz isyana dönüştükten sonra artık direnişimiz sadece neye karşı olduğumuzla sınırlanamaz. Onu bir öfke patlamasından farklı kılan, ne istiyoruz ve bunun için nasıl eylemler yapacağız, hangi örgütlenme biçimleriyle direnişin tüm bileşenlerini dinamize edeceğiz, sorularını sormaya ve yanıtlarını bulmaya başlamamızdır. İşçi sınıfı ve emekçileri sokaklarda, meydanlarda tutacak olan itirazla birlikte ne istediğimizi netleştirmek, yani taleplerimiz, yani program sorunudur. İsyanın büyümesi ancak bu taleplerimizin koşulladığı toplumsal ilişkileri, yaşamı, mekan politiğini yeniden üretmemizle ve inşa etmemizle gerçekleşir. Bu hareketin açık uçlu oluşu bizi değil burjuvaziyi korkutmalıdır. Herkesin özneleşebildiği, hareketin içerisinde kendisini duyumsayıp var edebildiği bir direniş dalgası sözkonusuyken onu bir 36
kalıba sokmak, direniş ve eylemin müesses nizamını oluşturma düşüncesi bize uzak olsun. Öncülük iddiasındaki biz komünistlerin görevi, harekete yön kazandıracak hedef ve talepleri dinamik bir biçimde formüle etmek, kitlelerin yaratıcı yıkıcı eyleminin önünü açacak örgütlenme ve eylem formlarını önermek, varolanları sonuna kadar kullanmaktır. Hareketin çoğulluğu ve renkliliği kitle mobilizasyonunu da sağlıyor. Taksim Dayanışma, Gezi dağıtıldıktan sonra birkaç kez yaptığı Cumartesi 19.00 toplanma çağrısını artık yapmaktan vazgeçince bir süre Cumartesi Taksim buluşmalarını direnişin isimsiz kahramanları kendi özgün ve yaratıcı biçimleriyle, sosyal medya üzerinden, yeniden güncellediler. Bir gün bunun biçimi Gezi nikahına çağrı oldu, bir başka gün başka bir şey. Pasif sivil itaatsizlik eylemleri olarak başlatılan eylemlerin çok kısa bir süre içinde sokak çatışmalarıyla da buluşarak büyüyebildiğini gördük. Spontan gelişen ve hızla yayılan eylem biçimlerinin hiçbirisine mesafe koymadan, içeriden dönüştürmeyi, militan sınıf eylemlerine doğru evriltmeyi hedeflemeliyiz. Unutmayalım, Haziran Direnişi’nin işaret fişeği de sadece Gezi Parkı’nı korumayı hedefleyen bir sivil itaatsizlik eylemiydi. Devletin yasakçılığı ve uyguladığı şiddetle sınırlarını hızla aşarak sınıfsal-toplumsal bir isyana dönüştü. Haziran Direnişi’nde işgal edilen yerler bir süreliğine de olsa toplumsal mülkiyet olarak yeniden inşa edildi. Gezi Parkı tüm Türkiye’de verilen mücadeleler ve enternasyonal dayanışma halkalarıyla ortak kullanım alanı, mekanı olarak -kullanımı da, yönetimi de kolektifleştirilerek- toplumsal ilişkileriyle birlikte üretildi. Gezi’nin en önemli kazanımı değişim değerinin hükmünü yitirdiği bir anın, oluşun insanlar tarafından deneyimlenmiş olması, kapitalist sistem içerisinde kullanım değeri odaklı bir yaşamın deyim yerindeyse sisteme (direnişçiler tarafından) kısa devre yaptırılarak yaşanmış olmasıdır. Her şeyin kullanım değeriyle birlikte varolması… Erdoğan ‘Düşünebiliyor musunuz orada her şey bedava. Bunun kaynağı nereden geliyor’ diye sordu. Evet, onu asıl 37
korkutan bu toplumsal ilişkidir. Aşağıdan ve doğrudan demokrasinin yanına -ki onun gelişim dinamiği de budur- bir de bu eklendi. Paranın yok hükmünde olduğu kör bir alan, düşünebiliyor musunuz? İşçi sınıfı ve emekçiler Gezi’yi aynı zamanda bunun için sevdi. Forumlarda, komünal yaşamın izlerini taşıyan 15 günlük Gezi pratiğinin esinleyiciliğiyle, her şeyin alınır satılır olduğu günümüzde tüketim toplumunun dışına çıkma, değişim değerinin değil kullanım değerinin işlediği yaşam alanları, ortak mekanlar üretme isteği, özlemi oldukça sık gündemleşiyor. Bu yönelimin, dinamiğin üzerinde durmalıyız. Forumlarda takas mekanları, dayanışma masaları vb. oluşturuluyor ve bunun propagandası yapılıyor. Direnişe katılan geniş bir kesimde tüketim kültürüne karşı takas ve dayanışmanın merkeze konulduğu değişim değerine karşı kullanım değeri odaklı bir ilişkiler sistemi oluşturma arayışı sözkonusu. Elbette buralarda yaratılacak adacıklarla kapitalizm de, kapitalist meta ilişkileri de ortadan kaldırılamaz. Ancak değişim değerinin yabancılaştırıcılığına karşı, meta ilişkilere-metalar dünyasına karşı yeni bir yaşamın temel çizgilerinden birini canlı olarak kitlelerin deneyimine sunmak (kapitalist sistem içinde bunun sınırlarını da açığa çıkartıp bu arayışın aslında yeni bir yaşam ihtiyacından kaynağını aldığını göstermek), bilinç yönüyle bir sıçramaya da zemin oluşturacaktır. Türkiye’yi rol model haline getirmek isteyenler, neoliberal sermaye birikim rejimine, neoliberal burjuva demokrasisine karşı Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerin bölge ve dünya işçi sınıfı ve emekçileri için bir rol model haline gelmiş olmasından dolayı büyük bir şaşkınlık ve korku içindeler. Burjuva demokrasisinin ilerisinden gerisine, en güdük ve çarpıtılmışından burjuva temsil kurumlarının tıkır tıkır işlediği biçimine kadar tüm kurum ve kurallarıyla işçi sınıfı ve emekçilerin aşağıdan, doğrudan demokrasi talebi ve uygulamaları çarpışıyor. Karşı karşıya olan budur. Hangi sorun, hangi patlama olursa olsun her tarafta demokrasi ve 38
özgürlük talepleri ve bunun fiilileştirilmesi deneyimleri birikiyor. Çağımızın karakteri bu. Gezi sonrası İstanbul başta olmak üzere birçok kentte toplanan park forumlarıyla, açığa çıkan fiili sokak demokrasisi deneyimleriyle, işçi sınıfı ve emekçilerin aşağıdan ve doğrudan demokrasi talep ve özlemi sürekli güncelleniyor. Hareketin gelişim seyri, soluklanma biçimi bu eğilimin geçici olmadığını da gösterdi. İşçi sınıfı ve emekçiler Haziran Direnişi boyunca kendilerini temsili, biçimsel demokrasiyle dışlayan tüm kurum ve mekanizmalara karşı tutum aldı. Hayatlarını belirleyen, etkileyen kurumlara karşı doğrudan savaşım vererek, diğerlerini ise yoksayıp hiçleştirerek ilerledi. Burjuva demokrasisiyle meydan ve sokak demokrasisi çarpıştı. Şimdi de seçim dönemine girerken hareketi burjuva demokrasisine güç kazandıracak yönde değil bu çelişkiyi derinleştirip çatışmayı yoğunlaştıracak şekilde okumalı, yönsemeyi bu temelde yapmalıyız. Bu yüzyılın isyanları küresel krizle birlikte hız kazanan neoliberal yapısal düzenlemeler ve kemer sıkma politikaları temelinde gelişiyor. Kemer sıkma politikalarına tepki olarak gelişen isyan ve direnişlerin birçoğu üretim ve yaşam alanları bağının daha dolaysız kurulabildiği direnişler olarak ortaya çıktı. Örneğin, Yunanistan’da üçlü troykanın kemer sıkma programına Yunan işçi ve emekçilerinin tepkisi bu biçimdedir. Öte yandan neoliberal yapısal düzenlemeler için bu her durumda mümkün olmamakta, üretim alanları temelinde gelişen eylemlere genelde üretim alanını doğrudan hedefleyen yapısal düzenlemeler sözkonusu olduğunda rastlanmaktadır. Düzenlemelerin, doğrudan üretim alanlarını hedefleyen bir boyutu yoksa varolan sendikal yapı ve örgütlenmelerin ekonomi-siyaset bağını kopartan yaklaşımları, eski dar örgüt formları ve ekonomizm belası nedeniyle işçi sınıfının doğrudan eylemlere örgütlü olarak katılımı pek mümkün olmuyor. Nitekim kentsel dönüşüm ve Gezi Parkı’na yönelen neoliberal muhafazakarlaştırma saldırısına işçi sınıfı cephesinden -ki Taksim Meydanı’nın işçi sınıfı açısından simgesel önemine rağmen sınıfsal bir 39
karşıtlık kurulmamıştır- sınıf olarak verilen bir reaksiyon olmadığı gibi, Gezi’yle başlayan isyan ve direniş dalgasına üretim alanlarından katılım da sözkonusu olmadı. Bu, Haziran Direnişi’nin zayıf karnını oluşturmaktadır. Bu sorun işçi sınıfı devrimcilerinin önümüzdeki dönem çalışacağı dersin de asıl konusudur: Ekonomi-siyaset bağının dolayımsızlığını göstermeli, yaşamın tüm alanlarında hız kazanan yapısal düzenlemelerin asıl olarak azami emek üretkenliği/azami artıdeğer sömürüsü cenderesini daha bir sıkılaştırmak için olduğunu, neoliberalizmin tüm uygulamalarıyla en başta işçi sınıfının sınıf kimliğini tahrip edip parçalamayı, yoketmeyi hedeflediğini gündelik politikanın konusu olarak işlemeliyiz. Sadece yüksek politika konuları üzerinden değil, işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamına dokunan her uygulama, düzenlemede, karşı karşıya kaldıkları her sorunda sınıfsal karşıtlık eksenini oluşturmalı, bunu sosyalist politikanın konusu haline getirmeliyiz. Sonsöz Yerine: Kiraz Zamanını Hep Seveceğiz! Taksim Meydanı’nın işgal edilip barikatlarla çevrilmesini, Taksim-Gezi’de komünal bir yaşamdan izlerin olduğu bir yaşamın inşa edilmesini, Paris Komünü ile çağrışım oluşturarak, Taksim Komünü diye niteleyenler oldu. Gezi’de meta ilişkilerinden bağımsız, her şeyin birlikte üretilip paylaşıldığı, birlikte yönetildiği “bir dünya” kısacık bir zaman dilimi için, kısmi de olsa, kurulabildi. Sosyalizmi artık, Nazım’ın “Sosyalizm, yani şu demek ki, dayı kızı,…” şiiriyle değil, Gezi’de iki hafta boyunca kurup yaşattığımız dünyayla anlatır olduk. Taksim-Gezi’nin, yeni bir yaşamın prototipi olarak bilinçlerde yer etmiş olması başlıbaşına önemlidir. Bazılarının abartılı ayaklanma-Taksim Komünü değerlendirmelerine katılmıyoruz elbette. AncakTaksim-Gezi yeni bir yaşam ihtiyacını, bunun maddi toplumsal temelini çok küçük bir ölçekte de olsa göstermiş olduğu, artık yaşanılası, uğruna savaşılası yeni bir 40
yaşamı simgelediği için, Paris Komünü’nün şiirini hatırlamadan edemiyor insan. Paris Komünü’nün savaşçılarından Jean-Baptiste Clement’in Komün artık son nefesini vermek üzereyken yazdığı Kiraz Zamanı şiiri, direnmenin güzelliğiyle sarhoş, yeni bir dünyanın -kısacık da olsa- kurucusu olmanın, yeni bir çağın kapısını aralamış olmanın tüm güzelliğini kuşanmış olarak çıkar karşımıza. Yenilgi mukadderdir, çünkü hazırlık ve de donanım yönüyle oldukça zayıftır Paris. Ama bilinçte ve yürekte bir kıvılcım çakmıştır. Günde geleceğin prototipi yaşanmış, ne istiyoruz sorusu artık kağıt üzerinde cevaplanan bir şey, teorik konuşmaların konusu olmaktan çıkmış yaşamın yeşili içinde kendisini göstermiştir. 28 Mayıs’ta -Gezi Parkı’na o büyük saldırının olduğu gündeParis düşmeden kısa bir süre önce bir barikat başında son soluğunu alıp vermektedir Komün. Ve oradaki son savaşçıların yanına bir kadın gelir. İşte Kiraz Zamanı da o cesur ve gözüpek kadın -Louise- şahsında Komüne yazılır. Çünkü Komün Louise, Louise Komündür! “Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa.” Bu şiir aynı zamanda, “aşkın acısından” korkusu olmadığı için isyan ve direnişin güzel anısını yüreğinde taşıyarak, ODTÜ’deki direnişe ses veren, Haziran Direnişi’nde ölümsüzleşenlerin hesabını sorma bilincini kuşanıp sokaklara dökülen Antakya’nın asi çocuğu Ahmet Atakan için ve ondan önce düşenler için olsun. KİRAZ ZAMANI Gelince bize kiraz zamanı, sevinçli bülbülle alaycı karatavuk bayram ederler. Güzellerin başında kavak yelleri, sevdalıların yüreğinde güneş dolaşır Gelince bize kiraz zamanı, alaycı karatavuk ne güzel şakır. Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa. 41
Gider çiftler düş kura kura kirazları toplamaya, bir örnek giysiler içinde aşk kirazları düşer yapraklar altından damla damla, kan gibi. Ama kiraz zamanı ne kadar da kısa, toplanır düş kura kura mercan taneleri. Gelince size kiraz zamanı, korkunuz varsa aşkın acısından, sakının güzellerden. Ben ki ağır acılardan hiç korkmam, istemem bir gün bile yaşamak acısız. Gelince size kiraz zamanı, aşkın acılarını da tadacaksınız. Hep seveceğim ben kiraz zamanını Taşırım kiraz zamanından yüreğimde bir yara. Ve kader sunarken bana kendini bilmez acımı dindirmesini. Kiraz zamanını hep seveceğim ben, ve içimde sakladığım anıyı. Jean-Baptiste Clement
42
TAKSİM: DİRENİŞ, ÖZGÜRLÜK, SOSYALİZM!
Toplumsal direniş hareketi, günlerce süren çatışmalar sonrasında devleti geri adım atmaya zorlamış, kendisine kapatılmak istenen meydanları, parkları ele geçirmiş ve özgürleştirmiştir. Onlarca yıldır alınan çok sayıda yenilginin ardından gerçekleştirilen bu kazanım, yenilgilerin yarattığı “Uğraşıyor, mücadele ediyoruz ama hiçbir sonuç alamıyoruz, kazanamıyoruz” biçimindeki yenilgi psikolojini ve gerilemeyi de yıkmış, bundan sonraki eylemler için de moral, güç ve cesaret kazandırmıştır. Erdoğan’ın polis teröründe sınır tanımayan pervasız hükümeti, valileri ve belediye başkanları, üçüncü gün içerisinde direnişin hızla büyümesi karşısında inisiyatifi kaybetmişler, nihayetinde Taksim Meydanı’nı ve diğer alanları terkederek çekilmek zorunda kalmışlardır. Devlet kitle hareketine yenilmiştir. Bundan sonra farklı konularda ve farklı kesimler tarafından gerçekleştirilecek eylemlere baştan “sonuç alamayız” düşüncesi ve yenilgi psikolojisiyle değil, kazanma güç ve iradesiyle girilecektir. Burjuvazi, devlet ve AKP hükümeti için ise tersi bir durum söz konusudur. Despotik saldırganlığın ve polis terörlü, biber gazlı demokrasinin sürdürüle43
meyecek olması, sürdürülürse olayların giderek daha boyutlanıp yön değiştirebileceği korkusuyla, despotik yönetim tarzı ve burjuva demokrasisinin kapsamı tartışmasıyla birlikte yeni bir ayar çekilmeye başlanmıştır. Toplumsal direniş hareketi İstanbul’da durulurken Ankara’da direngenlikle sürüyor. Aynı zamanda İstanbul ve pek çok ilde semtlere, çeşitli kentlere doğru yayılma ve genişleme özelliği gösteriyor. Bir yandan hedefini gerçekleştirmiş olarak durgunlaşıp geriye çekilmeye başlar, diğer yandan işçi hareketinin sendikalarla birlikte iki günlük genel grevle devreye girmesi, alanlara çıkılması başka bir yönden ivme kazandırırken, tetikleyici olabilecek yeni gelişmelere bağlı olarak sıçrama potansiyelini de bağrında taşıyarak sürmektedir. Ki hızla genişleme ve büyüme, bir konu ve hedefe ulaştıktan sonra geri çekilme, bugünkü -son dönemlerdeki- hareketlerin bir dizi farklı özelliğinden biridir. Sürekliliğin sağlanması ve yeni sıçramaların olabilmesi bunun kavranışıyla mümkündür. Bu Hareket Bir Siyasal Özgürlük Hareketidir Ezberler bozulmalıdır. Bu hareket, yeni bir okuma ve “dizin bozma” ihtiyacını ortaya çıkartmış, bunu bir zorunluluk olarak önümüze koymuştur. Bu hareket bir siyasal özgürlük hareketidir. Bununla birlikte dili, üslubu, gelişme biçimi öncekilerden, alışılagelenlerden farklıdır. En önemlisi, kendisini yeni bir toplumsal ilişki biçimi içerisinden koymaktadır. Devrimci güçler, kararlılıklarını ve sokak savaşı tecrübelerini katarak direnişin içerisinde yer aldılar. Son 1 Mayıs’ta yasağa karşın Taksim ısrarı, bir önceki 1 Mayıs’a katılan kitlelerin katılımında belirgin bir düşüş yaratmış olsa da Gezi Parkı Direnişi’nin de önünü açmıştır. Taksim’in yasaklanmasının bir seferlik geçici bir durum olmadığı, emekçilere 1 Mayıs alanı olarak Taksim’in ve şehrin merkezinde yer alan bütün meydanların kapatılması anla44
mına geldiği, emekçilerin sadece kentlerin merkezine dâhil olan yaşam alanlarından değil meydanlardan, parklardan da kovulmak istendiği açığa çıkmıştır. Meydanı emekçilere kapatanlar, tekelci kapitalist planlara göre Gezi Parkı’nda ağaçları söküp yerine AVM’leri dikmeye kalkışınca giderek büyüyen bir direniş tetiklendi. Devrimci güçlerin bu eylemlere büyük katkısı, sokak savaşı tecrübesinin direnişin içerisine akıtılması oldu. Eğer bu olmasaydı pasif eylem çizgisinde gelişecek, sivil itaatsizlikler biçimindeki bir hareket bu denli gelişmez ve sonuç alıcı olamazdı. Hareket bu açıdan kitlelerden kopmayan ve kitlelerin de uzak durmadıkları direniş kararlılığını ve cesareti büyüten doğru bir eylem çizgisine oturdu. Direnişin kitleselliği, çok farklı kesimlerden direnişe katılım ve verilen destek, cadde ve sokaklarda taş ve barikatlarla yürütülen çatışmaların meşruluğunu büyüttü. Bununla birlikte devrimci güçler, hızla büyüyen ve bir halk direnişine dönüşen eylemlere politik olarak önderlik edebilmekten, harekete geçen kitlelerle ilişki, hatta iletişim kurmaktan uzaklar. Bugünkü düşünüş, örgütlenme ve hareket biçimleri içerisinde kalmaya devam edildikçe de bu eyleme taze bir soluk getiren ve gücünü oluşturan yeni kuşaktan uzak kalmaya devam edeceklerdir. Eylemlere, bugüne dek örgütlerle ve politikayla hiç ilgisi olmayan güçler yığınlar halinde katılmışlardır ve bu hareket, önceki düşünüş, örgütlenme ve hareket biçimlerini tümden değiştirmeye adaydır. Buna yönelmeyen, sabit ve donmuş kalmaya devam eden örgütler, özellikle harekete kitleler halinde katılan yeni kuşakla -bırakalım ilişki kurmayı- iletişim dahi kuramayacaklardır. Nitekim gelişmelere bakıldığında kitlelerle bize göre daha içiçe ve etkileşim halinde olan yapılar, toplumsal değişim ve kitle hareketindeki farklılaşmayı kitlelerden gelen basınçla hissederek pragmatist geçişlerle nispeten bağ kurmayı başarırken sabit ve donmuş örgütsel yapılar bunu gerçekleştiremiyorlar. Devrimcilerin öncekine göre oldukça azalmış örgütlü güçlerinin ve çevre güçlerinin eylemlere katılımı, eski yapıda 45
örgütlenmiş CHP’li kitlelerin ilerleyen günlerde artan katılımı, önceki sol kuşakların eylemlerde yer alışı bu gerçeği değiştirmemektedir ve bir yanılsama yaratmamalıdır. Açıkça söylemek gerekir ki, biz ve diğer devrimci güçler alanda oldukça etkisiz durumundayız. Ve bu sadece dil ve üslup sorunu değildir. Bu eylemler, politik mücadele algısı dâhil her şeyi değiştirmeye adaydır. Ki bu eylem, şehrin merkezindeki büyük meydanlarda özgürce toplanma hakkını fiilen kazanmayla demokratik bir hakkı fiilen söküp alırken, tekellere karşı meydanların-parkların halkın olduğunu meydan okuyarak göstermiş, parkı savunmakla başlayan eylem kentin tekelci kapitalist planlanmasına karşı derinleşme dinamiklerini içinde barındıran antikapitalist bir eylem olarak gerçekleşmiştir. Toplumsal Hareket Parlamento Dışı Bir Muhalefete Dönüşmeye Başlamıştır Toplumsal hareketin gelişme biçimi, sınırlı bir talepten ortaya çıkması ve heterojen bir sınıfsal bileşime sahip olması, içerden ve dışardan her politik gücün toplumsal direnişi kendi çıkar ve amaçları doğrultusunda biçimlendirmesine de açık hale getirmektedir. Ki her büyük yığınsal hareket için bu yönlü tehlike ve tehditler her zaman var olacaktır. Eylemler dolaysız bir politik önderliğe sahip değildir. Kendiliğinden bir gelişme göstermiştir ve halen de bu özelliğini büyük ölçüde sürdürmektedir. Bununla birlikte, direnişe yaygın katılan kent orta sınıf kesimleri içinde örgütlü ve daha kolay ilişki kurabilen; iki, genç kuşak bağlarına daha fazla sahip olan; üç, esnek ilişki kurabilen politik güçler eylemlerin ilerleyişi içerisinde daha etkin olmaya başlamışlardır. Eylemlere katılanların büyük çoğunluğunu genç işçiler, işçi sınıfına doğru çözülen ara sınıf kesimleri, işçileşen veya geleceğin işçileri olan öğrenciler, eğitimli işçi ve işsizler, kent yoksulla46
rı oluşturmaktadır. Fakat işçi sınıfı sınıf olarak direnişte yoktur! Sınıf hareketi olarak sınıf gücüyle ilk günlerde eylemlere katılım olmadığı gibi, DİSK, KESK vd. sendikaların ilan ettiği bir-bir buçuk günlük genel grev, Ankara gibi şehirlerde KESK’li emekçilerin eylemcilerle Kızalay’a girmesi (Kızılay’da miting yapılması) gibi sınırlı birleşmeler oluştursa da, rutin ve silik bir genel grev olmanın ötesine geçmedi. Genel grevin, mücadeleyi yükseltecek, işçi sınıfını bu isyan ve direnişle birleştirecek bir perspektifle başlaması gerekirken, sendika yöneticileri genel grevi en geri düzeyde reformist kulvara hapsettiler. Sürmekte olan THY grevi, greve çıkmaya hazırlanan Birleşik Metal-İş ve birikmiş sorunlarıyla işçi sınıfı hareketi için militan grevler örgütlemenin ve grevleri toplumsallaştırabilmenin imkânı tepiliyor. Birleşik Metal-İş masabaşı görüşmelere gömülüp kalmak yerine gecikmeden greve çıkıp direnişle kendisini bütünleştirmesi ve direnişin gücünü arkasına alması gerekirken eylemlere katılmadı bile. Bu mevcut biçimiyle sendikal hareketin ömrünü doldurduğunun yeni bir ilanı oldu. Yeni bir sendikal hareket örgütlenmeden, işçi sınıfı hareketi öncü işçi kurulları ve işçi meclisleriyle yeni bir temelde örgütlenmeden, sınıfın bağrındaki bu ur sökülüp atılmadan işçi hareketi gelişemez. Eylemlerin ilk döneminde seremonik bir katılım ve destek içerisinde olan CHP, izleyen gün ve saatlerde gövdesiyle eylemlerin içerisine girerek hükümete karşı toplumsal muhalefeti arkasına almaya yönelmiştir. CHP’ye oy veren kitlelerin yoğun olduğu kent ve bölgelerdeki güçler doğrudan harekete geçmişlerdir. CHP’yle de içiçe geçmiş olarak sol milliyetçi ve Ergenekoncu güçler, dinsel muhafazakârlığa karşı Kemalist laiklik ve modernist yaşam tarzıyla içiçe geçirdikleri Türk egemen ulus milliyetçiliğini dini neoliberal muhafazakârlığın karşısına çıkartarak, egemen Sünni mezhepçiliğine karşı ezilen Alevi mezhepçiliğini yedekleyerek etkili olmaya, toplumsal desteklerini büyütmeye, kaybettikleri mevzileri geri almaya çalışmaktadırlar. 47
Halk hareketinin sokakta süreklilik kazanarak parlamento dışı toplumsal bir muhalefete dönüşmeye başlaması, farklı boyutlar kazanabilecek derinleşebilme dinamiklerini içinde barındırıyor oluşu, başta Erdoğan’ın despotik tutumları olmak üzere hükümete ayar çekme yönlü baskıları artırıyor. Tüm bağlantılarıyla Ortadoğu’nun emperyalist tekelci kapitalist yeniden yapılandırılmasında ılımlı İslam modeliyle rol model olarak gösterilen Erdoğan AKP’sinin despotik Ortadoğu tarzı ve faşizmden devralınmış polis terörü ile model olarak gösterildiklerine benzemesi ve çekim gücünü kaybetmeye yüz tutmasına dışardan bir tazyikle hizaya getirme politikası uygulanmaktadır. Kürt sorunu neoliberal çözüm sürecine sokulmuşken yaşanan olaylarla siyasal ve toplumsal istikrarsızlığın başka bir yönden büyümesi, emperyalist ülke ve tekellerin planlarıyla çelişmektedir. Politik toplumsal istikrarsızlık Suriye’ye başta olmak üzere Türkiye’den geliştirilmek istenen müdahaleleri zora sokmaktadır. ABD’nin ardı ardına yaptığı açıklamalar, AB’nin açıklamaları, borsadaki sert düşüş, uluslararası tekelci medyada gelişmelere ilişkin haberlerin verilişi ve yorumlar, uluslararası reklâm tekellerinin harekete geçerek merkez medya üzerinde yayın yapmaları yönünde baskı kurmaları bunun göstergeleridir. Onlarla birlikte Türkiye’deki bazı tekel grupları da harekete geçmiş, tekellerin merkez medyası da bir anda olayları duymaya, görmeye ve yayınlamaya başlamışlardır. Başta Erdoğan olmak üzere AKP hükümetine ayar çekmeye girişilmiştir. Ki gelişmeler AKP içerisindeki Gül-Erdoğan ayrımını ve AKP’ye destek veren Fethullahçı kesimlerle arasındaki çatlağı büyütmüş, iç dengelerini zorlayan yeni bir tartışma başlamıştır. Dayandığı burjuva sınıfın, emperyalist ülke ve tekellerin gözardı edilmesiyle ve kitlelerin geri bilincinden de yararlanılarak hedefe sadece Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin çakılması, farklı politik güçlerin -emperyalistlerin, CHP’nin, Ergenekoncu İşçi Partisi çetesinin, sol milliyetçi TKP’nin, vd.- bunun üzerinden 48
politika yapmasını ve toplumsal hareketi kendi hedefleri yönünde kanalize etmesini kolaylaştırmaktadır. Kürt ulusal hareketi ise, kendiliğinden katılımlar dışında Batı’da patlayan bu toplumsal direnişin dışında kalmayı tercih etmiştir. Bu olayların arkasında barış sürecini sekteye uğratacak farklı güçlerin olabileceği, CHP’nin, sol milliyetçiliğin ve Ergenekoncuların güçlenebileceği, AKP hükümetinin gitmesinin barış sürecini sekteye uğratacağı yönündeki görüş ve kaygılar, konspiratif düşünüşle birleşerek toplumsal direniş ve isyanla birleşmek yerine ondan uzak durmaya neden olmuş; çözüm ve diyaloğun sürdürülmesi adına her türlü gerici risk üstlenilirken, Kürt halkının kazanımlarını daha ileriye taşımanın ittifakına AKP’yle diyalog ve çözüm adına sırt çevrilmiştir. Selahattin Demirtaş tarafından yapılan “eylemde yer almıyoruz” açıklaması Arınç tarafından teşekkürle karşılanmıştır. Öteden beri haklı olarak eleştirilen Batı’daki hareketsizlik hızla büyüyen toplumsal hareketle değişirken, haklı eleştirinin sahipleri, bu hareketi doğru okumak yerine girdikleri uzlaşı sürecinin gözlükleriyle bakmışlardır. Demokrasi ile barışın karşı karşıya koyulmasının yanlışlığı ve birlikte ele alınması gerektiği sonucuna ulaştığı söylenen Ankara’da yapılan Demokrasi ve Barış Konferansı kararının daha üzerinden iki hafta geçmeden barış süreci kaygısıyla demokratik toplumsal bir harekete sırt çevrilerek çizilmiştir. Bu bir anlık karar verememe ya da bir anlık hata değil, emperyalistlerle, tekelci kapitalistlerle, Türkiye devleti ve AKP hükümetiyle kurulan ilişkilerin temel ve belirleyici olması nedeniyledir. Sokak çatışmalarında ve siperlerde kardeşlikle emekçiler arasındaki şovenizmin ve ezilen ulus milliyetçiliğinin etkilerinin kırılması ve bizzat bu mücadelelere devrimci güçlerle yan yana katılarak Ergenekoncu çetelerin etkisizleştirilmesi imkânı yerine egemen sınıflarla sorun çözme politikası tercih etmiştir. Ki bu şekilde elde edilebileceğin ne olduğu belliyken, AKP’nin yeni anayasa taslağında Kürt sözcüğü dahi geçmezken, aşağıdan yükselecek demokrasinin birleşik bir 49
gücü olarak demokrasiyi toplumsallaştırarak tam hak eşitliğini gerçekleştirerek ulusal sorunu çözme ve Kürt halkının özgürleşme imkânı artarken, buna sırt çevrilmektedir. Kürt halkı ve gençliği çeşitli bölgelerde sessiz kalmayıp direnişlere katıldılar. Doğru olan, bunu sürdürmek; Batıdaki hareketle birleşerek, bu hareketi büyüyen bir özgürlük hareketine çevirmek, daha üst düzeyden demokratik hak ve özgürlükleri kazanmaktır. Kürt burjuvazisinin devlet ve AKP ile uzlaşı politikasından, güvenceyi AKP’nin hükümette kalmasında aramaktan vazgeçilmelidir. Son yapılan KCK açıklaması da AKP hükümetinin antidemokratik tutumunu eleştirirken Kürt halkını direnişlere aktif katılma çağrısı yapmamasıyla ikircimli bir tutum almaktadır. Hal böyleyken bir ezilenler ittifakı ile aşağıdan mücadelelerle demokrasi mücadelesi yürütme iddiasındaki EMEP, ESP gibi partilerin uydu suskunluğu, bir eleştiri dahi yöneltmemeleri de nasıl bir tabiyet ve erime ilişkisi içerisinde olduklarını gösteriyor. Polis Müdürleri, Vali, Belediye Başkanı Görevden Alınmalı, Hükümet İstifa Etmelidir Direnişin taleplerinden birisi, sorumluların görevden alınmasıdır. Bu talep olarak sürüyor olmakla birlikte, direniş henüz bir polis müdürünün dahi görevden alınmasını da gerçekleştirebilmiş değildir. Bununla birlikte, bu istemin arkasında, sesi de yükselterek kararlılıkla durulmalıdır. Türkiye’nin siyasal, sınıfsal ve toplumsal değişim dinamikleri karşısında Erdoğan’ın despotik Ortadoğu tarzı yönetim şekli artan bir tahammülsüzlük ve nefret oluşturmaya başladığı gibi, bu dinamikler, muhafazakârlık elbisesi giydirilen, tekellerin çıkarlarıyla sınırlanmış geri düzeyde burjuva demokrasisine sığmamaktadır. Faşizmin polis terörünü biber gazıyla devam ettiren bu geri düzeydeki demokrasi, tam da Kürt hareketinin özgürlük mücadelesinin neoliberal barış sürecine sokularak etkisizleştirilmeye çalışıldığı bir zamanda, top50
lumsal sınıfsal istemlerle aşağıdan bir saldırıya uğramıştır. Bu aşağıdan saldırının hedefi olarak halen büyük bir kitle tarafından destekleniyor olsa da büyüyen bir nefretin hedefi haline de gelen despot Erdoğan’ın, içişleri bakanının, polis müdürlerinin, vali ve belediye başkanının, emekçi sınıfların sınıfsal ve toplumsal istek ve özlemleri ile açıkça karşıt olan neoliberal muhafazakâr geri düzeyde burjuva demokrasisinin uygulayıcısı hükümetin alaşağı edilmesi bu eylemin kazanımlarından biri olacaktır. Bu hükümet, faşist diktatörlüğün yerine, ondan devralarak geldikleri polis terörüyle biber gazı demokrasisini geçirmiştir. Burjuva demokrasilerinde varolan toplantı ve gösteri hakkını bile hiçe sayan, bilimi, kültürü, toplumsal yaşamı din örtüsü altına almaya girişen bu örümcek kafalar gitmeli; bu biber gazı hükümeti yıkılmalıdır! Bu hükümetin direniş ve isyanla gitmesi işçi sınıfı ve emekçi kitlerin yeni bir kazanımı olacak, yerine gelecek olan, polis terörünü aynı pervasızlıkla uygulamaya, yasakçı zihniyetle meydanları kolaylıkla kapatmaya cesaret edemeyecektir. Meydanları özgürleştiren isyan ilerleyerek hükümeti yıkma, bu olmuyorsa belirgin geri adımlar attırma yönünde kazanımlar elde ederse, polis müdürleri, vali, belediye başkanı, bakan görevden alınır, hükümet istifa etmek zorunda kalırsa bu daha yüksek bir kazanım olacak ve kitlelerin özgüven ve cesareti de artacaktır. Bununla birlikte sadece despotik Erdoğan hükümetinin gitmesi yönlü bir talep ve arkasındaki sınıf dayanaklarından ayrılmış olarak hedefe sadece onun çakılması, AKP içinde ve dışında yeni burjuva siyasal kombinasyonların yolunu açmış olur. Bunun yolunu kapatmak, polis müdürlerinin, valinin, bakanların görevden alınması, hükümetin istifası hedefini gözardı etmeden, hedefe tüm bu tekelci kent planlanmasından da sorumlu olan kapitalist sınıfın çakılmasıyla mücadele büyütülmelidir. Ki tekelci kapitalistleri hedefe çakarak yürümek, onların polis müdürlerini, valilerini, bakanlarını, hükümetlerini geminin bordosundan atarak kendilerini kurtarmaya sevkedecektir. 51
Büyüyen Özgürlük İsteği, Geri Düzeyde Burjuva Demokrasisine Sığmıyor Siyasal, sınıfsal, toplumsal değişim dinamikleri, bireylerin özgür yaşam istekleri, Ortadoğu tarzı despotik, hükmedici yönetim tarzına büyüyen bir tepkiyi ortaya çıkarttığı gibi, büyüyen özgürlük isteği neoliberal muhafazakâr geri düzeydeki burjuva demokrasisine de sığmamaktadır. Bunun bir, din örtülü muhafazakârlık; iki, neoliberal biçimde oluşu; üç, geri düzeyde olmasına karşı, yer yer kesişen sınıfsal toplumsal bileşenleri farklı olan bir tepki vardır ve genişlemektedir. Değişen ve çeşitlenen toplumsal yapı, farklı toplumsal grupların varlığı, kent yaşamıyla birlikte yaşam tarzındaki çeşitlenmeler, sınıf taleplerinin doğrudan ya da dolaylı biçimlerle ortaya çıkması, 9–12 saat çalışma, artan güvencesizlik ve yoksullaşma, Kürt halkının özgürlük talebinin birey hakları ve yerel yönetim özerkliği kıskacına sokulması, sermaye, hükümet ve devlet üzerinden pay alma ve konum elde etme mücadelesi içerisinde AKP’yi destekleyen dinci kesimler ve toplum kesimlerinin yukarıdan ve aşağıdan ayrışmaya başlamaları, geri düzeydeki bugünkü demokrasi kalıplarına sığmamakta ve onu her bir yönden zorlamaktadır. Bu kesimlerin itirazları ise farklı farklıdır; bazıları, muhafazakârlık kısmına karşıdırlar, bazıları neoliberal niteliğine; içiçe geçiş ve kesişmelerle birlikte faşizmden devralınmış polis terörü yöntemleriyle sürdürülen geri düzeyde olma niteliğine karşı çıkış ise daha fazladır ve giderek de büyümektedir. Bu muhafazakâr ve geri düzeyde örgütlenmiş demokrasi, tek biçimlileştiriciliği ve bir kalıba sokma girişimleriyle, muhafazakâr bir yaşam tarzı dayatmasıyla ötekileri kapsamak bir yana dıştalamakta, burjuva demokrasisini ona istikrar kazandıracak geniş bir temele oturtmak yerine onu daraltmakta, üstelik en tepeye de despotik şeflik tarzını dikip basit yönetişim ilişkilerini dahi bir yana itmesiyle toplumsal tabanını daha da daraltmakta ve karşı çıkanları ise çoğaltmaktadır. Sesi çok 52
çıkan liberal eleştiriciler itirazlarını sadece demokrasinin bu denli muhafazakâr kalıba sokulmasına, gazın ölçülü değil de tonlarca kullanılmasına yöneltmekte, demokrasinin bir nebze daha genişletilerek kapsayıcı kılınmasını istemekte, egemenliğin, baskı ve terörün asıl kaynağını, tekellerin, bankaların, onların sahip olduğu plaza, villa ve AVM’lerin egemenliğini ise örtbas etmektedirler. Kitle hareketi, AKP hükümetini götüremese dahi Erdoğan’ın başkanlık isteği kolay onarılamayacak bir darbe almıştır ve sadece dışındaki değil içindeki çelişkilerin de büyümeye yüz tutmasıyla AKP’nin istikrarlı hükümet dönemi bitmiştir. Aynı gücünde sürmeyecek bile olsa bazen geriden bir basınçla ve yaratmış olduğu korkuyla, bazen sıçramalı gelişmelerle toplumsal sınıfsal muhalefet, dışarıdan yeni bir aktör olarak siyaset alanına girmiştir. Büyüyen özgürlük isteği ile geri düzeydeki burjuva demokrasisi karşıtlığı açığa çıkmıştır ve bu her konuya doğru genişleyerek daha da büyüyecektir. Aşağıdan gelişen toplumsal hareketin basıncı ve devamı ile, diğer yandan AKP içi ve dışı burjuva siyasal kombinasyonlarla gelişmelerin ne yönde olacağı, Kürt hareketinin bundan sonraki seyrine de bağlı olarak burjuva demokrasisinin hangi biçimi alacağı önemli olmakla birlikte, toplumsal direniş hareketinin ortaya çıkarttığı bir diğer önemli sonuç, bu hareketin burjuva demokrasisiyle de karşıtlaşma dinamiklerinin varlığıdır. Tekelci Kapitalist Egemenliği Yıkmadan Özgürleşemeyiz Gezi Parkı’ndaki ağaçların sökülmesiyle başlayan ve meydanların fiilen özgürleştirilmesine doğru sıçrayan toplumsal isyanın bundan sonraki seyri, işçi sınıfının ve bütün emekçi sınıf kesimlerinin sınıfsal toplumsal ve bireysel istem ve özlemlerini açık bir şekilde ortaya koyarak ve büyütüp genişleterek ilerlemek olmalıdır. Ancak bu şekilde devam edersek, eylemlerin 53
sadece despotik AKP hükümetine ayar çekilmesi, karizmasının çizilmesi veya yerine farklı bir bileşimde yeni bir hükümetin geçmesi, birkaç polis müdürü, bakan ve bürokratın değiştirilmesi ile sınırlı kalmayıp diğer burjuva partileri de, burjuvaziyi de karşımıza almamızı sağlayacaktır. Meydanların özgürce kullanılabilmesinden istediği yaşam tarzı ile özgürce yaşayabilme hakkına, kentin plazaların, AVM’lerin, villaların egemenliği altında yokedilmesine “hayır” demekten despotik bir yönetim altında kölece yönetilmek istememeye kadar her konu ve sorun demokrasi ve özgürlük sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. Topluma giydirilmiş olan neoliberal muhafazakâr, geri düzeydeki burjuva demokrasisi ile kitlelerin sınıfsal ve toplumsal ihtiyaçları, özgürce yaşama istekleri çelişmekte ve giderek büyüyen bir karşıtlık oluşturmaktadır. Kitleler günlük yaşamlarına kadar her konu ve soruna müdahale eden, dışlarında ve üstlerindeki bir gücün despotik kararları altında yaşamak istemedikleri gibi, yaşamları ve yaşam alanları ile ilgili kararların kendilerine sorulmadan alınmasına, neoliberal muhafazakâr yaşam tarzının giydirilmek istenmesine isyan etmekte, yaşamları ve yaşam alanlarıyla ilgili kararların kendileri tarafından verilmesi hakkını istemektedirler. Faşizmden devralınmış polis terörü, biber gazı saldırganlığı ve Erdoğan’da simgelenen despotik yönetim tarzı büyüyen bir öfke ve tepkinin tetikleyicisi olmuştur. Bu ilk elde demokrasi ve yaşam biçimiyle ilgili modernizm-muhafazakârlık çatışması olarak değerlendirilebilir olsa da, emekçi sınıfların, toplumun ve bireylerin öz yaşamları, yaşam alanları ve gelecekleriyle ilgili kararları kendilerinin vermesi özlem ve isteği bu sınırlara sığmamaktadır. Neoliberal tekelci kapitalizm, krizlerle içiçe geçen yeniden yapılanma süreçleriyle işçi sınıfı, kent ve kır yoksulları, gençlik için büyüyen bir yıkım oluşturuyor. Gençliğini dahi yaşayamadan çalışmak zorunda kalan, emek gücü yarı zamanlı çalışma vd. ile sömürülen bir genç kuşak vardır ve eylemlerde yer almaktadırlar. 54
Kadınlar, her sınıfsal toplumsal kesimden kadınlar, neoliberal muhafazakâr burjuva demokrasisine karşı büyüyen öfkeleriyle bu eylemin en etkin öznelerinden oldular. “Kırmızılı kadın” , “siyahlı kadın” , yalnızca Gezi Parkı Direnişi’nin değil, aynı zamanda, yaşamının erkek egemenliği ve muhafazakârlıkla boğulmasına karşı harekete geçmiş, hoşnutsuz milyonlarca emekçi kadının çığlığının simgesi oldu. Gezi Parkı Direnişi, yaşamının hücreleştirilmesine, kürtaj ve hemen her konuda vesayet, kontrol ve himaye altında tutulmaya çalışılmaya karşı yeni bir kadın durumunu ortaya çıkardı. Direniş, kadın ile erkeği eşitledi. Cinsiyetçiliğe, LGBT bireylerin ezilmesine, aşağılanmasına, cinsiyetçi küfür ve kodlara karşı da yeni ve daha gelişkin olanı kurmaya girişti. Toplumsal direniş hareketi, orta sınıf kesimlerinin de yaygın katıldığı, sınıfsal toplumsal konum kaybı içinde olan, işçileşmiş ve işçileşmekte olan, öfke ve tepkisinin–radikalliğinin temelinde de bunların bulunduğu bir toplumsal harekettir. Bu isyan ve direniş, iş güvencesizliğine ve her şeyin metalaştırılmasının yıkıcılığına, kredi kartı köleliğine, gelecek belirsizliğine, konum kaybı ve yıkıcı proleterleşme süreçlerine, yoksullaşmaya karşı harekettir. İşçi sınıfının ve bütün emekçi sınıfların kapitalist boyunduruk altında kölece yönetilmekten, kölece çalışmaktan, kölece yaşamaktan, işten atılma korkularıyla uyanmaktan, ağır iş temposu altında ezilmekten, iş cinayetlerinin kurbanı olmaktan kurtulacağı, sömürülmeden yaşayacağı, özgürlük isteği, şekli ne olursa olsun hiç bir burjuva demokrasisine sığmaz. Tepkiler, neoliberal muhafazakâr sistemin muhafazakârlık kalıbına ve geri düzeyine karşı burjuva demokrasisinin yönetişimci ve katılımcı, çoğulcu, yerel yönetimci mekanizmalarla genişletilmesi yönlü talepler biçimiyle ortaya çıksa da, harekete geçen kitlelerin özlemleri bununla sınırlı değildir. Yok sayan, hiçe sayan, nesneleştiren egemenlik biçiminin karşısında gelişen özneleşme, özyönetim ve özgürce yaşam isteğidir. Sorun ve yaşamlarımız, yaşam alanlarımızla ilgili kararların dışımızda ve 55
üstümüzdeki bir güç tarafından alınıp zerkedilmesi değil, kendi sınıfsal, toplumsal ve bireysel ihtiyaçlarımıza uygun olarak kendimiz tarafından alınması ve uygulanmasıdır. Hegemonya ve saldırı sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın despotik yönetim tarzından doğmamakta, tekelci kapitalizmin hangi işte, nerede ve nasıl çalışacağımıza, işten çıkartılıp atılmamıza, yaşam alanlarımıza, yaşam biçimlerimize, ne zaman yatacağımıza, ne zaman kalkacağımıza, nasıl düşüneceğimize, nasıl eğleneceğimize kadar karar veren egemenliğinden kaynaklanmaktadır. Neoliberal muhafazakâr biçim içki, kürtaj, “genel ahlak” , eğitim ve aile vb. konularda din üzerinden toplumsal kurallar oluşturup yaşamlarımıza müdahale ederken, sadece Gezi Parkı’nın değil tüm İstanbul’un plaza ve AVM’lerin egemenlik alanı haline getirilmesinde olduğu gibi günlük yaşamımızın hücreleştirilmesinde, hiçe sayılmamızda, artıdeğer üretim makineleri olarak görülmemizde belirleyici olan tekelci kapitalist egemenlik ve hegemonyadır. Sınıfsal, toplumsal ve bireysel özgürlük ve demokrasi isteğimizin karşısında günlük yaşamımıza kadar biçimlendiren, makineleştiren, robotlaştıran, hücreleştiren tekelci kapitalist egemenlik durmaktadır. Eğitim hakkımıza, sağlık hakımıza, barınma hakkımıza, yaşamımızın her alanına saldıran bu tekelci kapitalist egemenliktir. Sadece sınıfsal değil toplumsal ve bireysel demokrasi ve özgürlük isteği de bu tekelci kapitalist egemenlik yıkılmadan gerçekleşemez. Sömürünün olduğu yerde özgürlük yoktur. Tekelci kapitalist egemenliği yıkmadan özgürleşemeyiz. Özgürlük Sosyalizm, Sosyalizm Özgürlüktür Bu eylem faşizmden devralınmış süregelen rejim sorunlarıyla Tahrir ile yakınlaştırılabilse de geri düzeydeki burjuva demokrasisi zemininde ve asıl olarak orta ileri gelişme düzeyine ulaşmış neoliberal kapitalizmin yıkıcı toplumsal ilişkilerine karşıtlık zemininde yükselmektedir. Eylemci kuşak da kendisini Ocuppy 56
hareketinde yer alanlara benzetmekte, twitter’da, dövizlerinde #occupygezi hashtag’ını kullanmaktadırlar. Bu eylem tarzının anlaşılması ve eyleme katılan genç kitlelerin üslup ve toplumsal ilişki kurma biçimlerinin kavranılması, eylemin bugün ve gelecekteki antikapitalist dinamikleriyle buluşmak ve onların ileriye taşınması açısından önemlidir. Eylemlere kent merkezinden katılanlarla semtlerdeki katılımlar ve gerçekleşen eylemler arasında farklar vardır ama bunu da dar devrimciliğin bakış açısından değil kendimizi de yeniden örgütleyerek hareketi ileriye doğru birleştirerek çözmeliyiz. Neoliberal burjuva demokrasisinin sivil toplum alanına çekilerek “katılımcılık” ” sosyal sorumluluk” kulvarlarında eritilmeye çalışılacak olsa da eyleme katılan güçler, sadece Erdoğan’da simgelenen despotik tarzda yönetilmeye tepkiyle dahi harekete geçmiş olsalar, bu tepki yaşamlarının her yandan daraltılmasına, kuşatılmasına, yok sayılmalarına ve hiçleştirilmelerine karşı bir tepki olarak ve bir özgürlük eylemi biçimiyle ortaya çıkmış, harekete geçen kitleler, hareketin içerisinde bu sürecin öznesi, belirleyeni oldukları bilincini kazanarak gün gün büyüyen bir özgürleşmeyi yaşamışlar, kendi aldıkları kararların uygulayıcısı olmuşlardır. Bu eyleme katılırken, kararlar alırken, direnirken, öfke ve tepkisini dile getirirken, kendi bağımsız düşünüş ve davranışı içerisinden hareket etmişlerdir. Harekete birer özne olarak katılmışlar, hareketin içerisinde öznelik bilinci güçlenmiştir. Onlara bunu birisi ya da bir örgüt söylememiştir. Söylemiş olsa dahi harekete geçmesine, eylemlere katılmasına yol açan bu dış etkenler değil, sahip olduğu özgürlük bilincinin bu despotlukla ve geri burjuva demokrasisiyle olan karşıtlığıdır. Artık, özneleşmiş olan ama özneleşmesi, bireysel bilinç gelişimi, kapitalizmin sınırları içerisinde kalan bireyler vardır. Bununla birlikte, özneleşme ve özgürleşmesi ancak kapitalizmin sınırlarını yıkmasıyla ve yıktığı ölçüde gelişebilecek olan bireydir bu. Ve bu eylem, Occupy ve Öfkeliler hareketi gibi eylemler, eylem konula57
rında, karşı karşıya oldukları sorunların üzerine gittikçe sadece ancak devrimle aşılacak duvarları değil, sınıfsal toplumsal ve bireysel kurtuluş ve özgürleşmenin gelişiminin de bu duvarları yıkmaya bağlı olduğunu görmektedirler. Bu eylemlere katılanlar, eylemlere bağımsız bireyler olarak dahi giriyor olsalar, sınıfsal toplumsal bir sorun için harekete geçmektedirler ve birbirleriyle toplumsallaşan, toplumsal ilişkiler geliştiren ilişkiler kurmaktadırlar. İşte bu, yeni bir bilinci, şu ya da bu sorunla sınırlı da olsa ancak toplumsallaşarak, toplumsal ilişkiler kurarak, toplumsal olanın bir parçası olarak harekete geçtiği zaman, toplumsal özne olduğu zaman değiştirici dönüştürücü, zorlayıcı bir güç olabileceği bilincini oluşturmaktadır. Sadece bu da değil; bu toplumsal ilişkilere girdiği, birlikte mücadeleye atıldığı zaman kendisinin bir güç olduğunu gördüğü gibi, bu ilişkilerin içerisinde geliştiğini, zenginleştiğini, kapitalizmin yıkıcı ilişkilerinden, yalnızlaşmaktan, bireycilikten, hiçleşmekten kurtulduğunu deneyimlemeye başlamaktadır. Bireyler, ancak toplumsal ilişkiler kurdukları; bu yetmez, her türlü alım satım ilişkisinden, karşılıklılık ilişkisinden kurtulmuş olarak toplumsal ilişkiler kurdukları zaman özgürce gelişebilirler. Bu süreçte, haber iletiminde ve eylemlerin organizasyon ve yürütümünde sosyal ağların kullanımı, bir dakikada atılan yüzlerce-binlerce tweet ile haberin nasıl toplumsallaştığı, her yeni haber ve durumun, bilgi, karar ve eyleme nasıl toplumsal bir ilişki içerisinden dönüştüğü, bizzat aracın -internetin- nasıl bir toplumsallaştırıcı bir rol oynadığı da görüldü. Sosyal ağlar, twitter, facebook, bloglar eylem öncesinde de vardı ve kullanımlarının yaygınlığına karşın büyük çoğunluğuyla kapitalizm içerisinde dönen kültürel toplumsal ilişkilerin aracıydılar. Eylem sürecinde ise, haber ve bilgi akışıyla mücadeleyi örgütleyen, kişiler, bölgeler, ülkeler, siyasetler arasında hızla bağ kurulmasını, gelişmelere göre vaziyet alınmasını sağlayan kolektif bir mücadele aracı haline geldiler. Tekelci kapitalistlerin elindeki merkez medyanın haber58
leri dahi sansürlemesi, yüzbinlerin katıldığı eylemleri görmezden gelmesiyle ördüğü duvarı yıkıp atmakla kalmadı, haber ve bilgi paylaşımının nasıl bir kolektif güç ortaya çıkartabileceğini de gösterdi. Cep telefonu ve bilgisayarın yaşamlarının en önemli parçası olduğu bir kuşakla karşı karşıyayız ve bu kuşak, bugüne kadar, bu araçlarla kapitalist kültürel ilişkiler kurarak toplumsallaşırken, bugün, bunlar toplumsal mücadelenin ve toplumsal özne bilincinin gelişmesinin araçlarına dönüşmüşlerdir. Dolayısıyla bu mücadelelerin ortaya çıkartmaya başladığı bilinç, toplumsallaşmış birey bilinci, bireylerin toplumsallaşarak özneleşeceği bilincidir. Bu ise kapitalizmin bireyine karşıt bir birey bilincidir. Bir işçinin diğer işçilerle birlikte hareket etmeye, birlikte mücadele etmeye başladığında da gelişmeye başlayan, kapitaliste karşıtlık içerisinde sınıf bilinci olarak şekillenen bilinç de böyledir. Bu eylemlere hiçbir örgütle, siyasetle bağı olmadan giren bireyler, girdikleri andan itibaren toplumsal bir öznenin parçaları haline gelmişler, eylemler son bulduğunda girdiklerinden farklı bir bilinç ve özneleşmeyle eylemlerden çıkacaklardır. Elbette bu bütünsel bir sistem karşıtlığına ulaşan bir bilinç ve özneleşme düzeyi değildir; karşı çıktıkları konu ve sorunla sınırlıdır ve diğer sorun ve konularda sistem içilik devam etmektedir. Hatta sistemin katılımcı sivil toplum ve sosyal sorumluluk mekanizmaları tarafından eritilebilecek olan bir bilinç düzeyidir. Bununla birlikte, bir sorun ve konuda da olsa kapitalist sistemin egemenliği ile karşı karşıya gelmiş, bu karşıtlık içerisinde yeni bir bilince, toplumsallaşmış birey bilincine geçişin adımını atmıştır. Bunun derinleştirilmesi, kapitalizme karşıtlık düzeyine taşınması, keza bunun sınıfa karşı sınıf karşıtlığı bilincine dönüşmesi izleyen mücadelelerle -bu yeterli değildir- ve komünistlerin kendi siyaset ve siyasal mücadele algılarını da değiştirerek bilinci dışardan götürmeleriyle olacaktır. Bu hareketten neoliberal sivil toplumcu, katılımcı burjuva 59
demokrasisinin rol çalabileceği, siyasal özgürlük istemindeki belirsizliklerden de, işçi sınıfının sınıf olarak hareketin içinde yer almamış olmasından dolayı da kaygı duyulabilir. Ama olması gereken bu yönlü kaygılar duymak yerine doğru olan bu hareketin sahip olduğu dinamiklerin ve taşıdığı potansiyellerin görülmesi ve onunla sadece politikanın dar alanına sıkışmadan doğru ilişkileri nasıl kuracağımızı bulmaktır. Bu kuşaklar, birincisi, orta ileri düzeyde gelişmiş bir kapitalizmin ekonomik, sınıfsal, toplumsal, siyasal, kültürel ilişkilerine gözünü açmış, çelişkilerini ve sorunlarını bunun içerisinde yaşayan kuşaklardır. İki; küreselleşen neoliberal kapitalizmin içerisine doğmuş, onun düşünüş ve ilişki biçimlerine kültürel davranışlarına sahip olsalar da bu neoliberal kapitalist gelişimin dünyadaki ve ülkedeki yıkıcı gelişimine bir tepkiyle çıkmaktadırlar. Üç; bugün ve yarın, büyük çoğunluğuyla üretimin, emeğin, kültürün ve bilginin toplumsallaştığı işçinin kolektif emek bütünlüğünün bir parçası olduğu bir dönemin ve sürecin kuşaklarıdır. Proletaryanın toplumsal emekçi haline geldiği, sınıfsal toplumsal ilişkilerin bu şekilde kurulduğu dönemin kuşakları ve bugünün/yarının işçileridir. Bugün henüz işçi olmasalar dahi, toplumun proleterleştiği bir sürecin kuşaklarıdır. Dolayısıyla, onların bilincinin gelişme zemini kapitalizme karşıtlık zemini olacağı gibi, aynı zamanda bu karşıtlığın sınıf durumu içerisinden gelişeceği bir bilinç olacak, büyük çoğunluğu için kapitalizme genel bir karşıtlık bilinci sınırları içerisinde kalmayacaktır. Kapitalizmin bağrında yeni mücadelelerle birlikte bir filiz halinde ortaya çıkan kolektif emekçinin kolektif özne bilinci, üretimin, emeğin, bilginin ve kültürün toplumsallaşmasıyla iktidarın da işçi iktidarıyla toplumsallaşması istemini çağırdığı gibi, günlük mücadelenin ve yaşamın içerisinde de kendisini kolektif emek olarak örgütlediği ölçüde başarılı olabileceği bir birey bilinci üzerinden gelişmektedir. Burjuva birey bilincinin en gelişmişiyle olduğu gibi, burjuva demokrasisinin en katılımcı mo60
delleriyle de onu karşıtlaştıracak olan bilincin ve eylemin kaynağı burasıdır. Son mücadelelerde oluşmaya başlayan toplumsallaşarak özneleşme bilinci, bireyleri önceki kapitalizmin bireyi durumundan kopartmaya başladığı gibi, kapitalizmin sivil toplum ağları ve katılımcı mekanizmaları içerisinde emilip eritilmeye çalışılsa dahi buradaki toplumsallaşmanın sistemi genişletmeye hizmet ettiğini, büyüyen özgürlük ve demokrasi isteğini, yaşamları, yaşam alanları, gelecekleri ve kendi sorunları ile ilgili her konuda kendi kararlarını almakta toplanan sınıfsal ve toplumsal demokrasi isteklerini karşılamaz. Bu isyankar kuşak, birçok konuda küreselleşen neoliberal kapitalizmin çekim alanında olsa da kendisinin katılmadığı ve onu hiçe sayan tekellerce alınan kararların işçi olarak, öğrenci olarak…, kendi yaşamında yarattığı yıkımı görmekte, yaşamakta, buna isyan etmekte ve yaşamı ve sorunları kendisinin alacağı, ancak alınmasına kendisinin de dahil olduğu kararların sorumluluğunu taşıyacağı, sonuçlarını kabul edeceği bir demokrasi istemektedirler. Filizlenen budur. Bunu karşılayacak ve yanıt verecek olan sosyalist işçi demokrasisidir. Sosyalizm özgürlük, özgürlük sosyalizmdir. Ekonomiden siyasete her konu ve sorunda kararların tekellerin ve burjuvazinin çıkarları, istekleri doğrultusunda değil emekçi sınıfların ihtiyaçları, istek ve özlemleri doğrultusunda alınabilmesi, tekellerin hâkimiyetindeki burjuva demokrasisinin yıkılmasıyla olanaklıdır. Sınıfsal toplumsal direniş, çeşitli siyasi kombinasyonlarla oluşturulacak burjuva hükümetlere ve parlamentoya yüzünü değil sırtını dönüp kendi mücadele organlarını -direniş meclisleri, grev meclislerini- kurmalıdır. İstek ve özlemlerini gerçekleştirebilmenin yolu kendi öz örgütlenmelerini hiç gecikmeden eylemlerin içerisinde kurmasından geçmektedir. “Şaşaalı” isimler aramaya gerek yoktur. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” dizeleriyle birlikte “Hepimiz birimiz için,birimiz hepimiz için/Kurtuluş yok tek başına” kolektifleri kurulabilir. Bunlar 61
kısa aralıklarla bürokrasiye boğulmadan, mümkünse her akşam toplanmalı, katılanların özgürce görüş belirtmesini sağlayacak bir işleyişe sahip olmalı, aynı sorunları paylaşan ve karardan etkilenen herkesin kararlarda söz sahibi olacağı ve sorumlulukları paylaşacağı, her işin kolektivize edilerek gerçekleştirileceği bir işleyiş ve ilişki sistemine sahip olunmalıdır. Doğrudan demokrasi uygulanmalı, toplantılar her eylemcinin doğal üyesi olduğu en geniş katılımla gerçekleştirilmeli, alınan eylem kararları ve kararları uygulayacak olan seçilmiş komite ve kişilerin üstlendikleri görev ve sorumlulukları yerine getirişleri toplantılarda değerlendirilmeli, üstlendikleri görev ve sorumlulukları yerine getirmeyenler “geri çağrılmalı” , değiştirilmelidirler. Kendi dışsallığımızı siyasal toplumsal ilişki kurma biçimimizi de eleştiriye tabi tutmalı ve gözden geçirmeliyiz. Sadece doğru bir politikaya sahip olmak ve eylemlere aktif olarak katılmak yeterli değildir. Bu hareketin dili ve üslubu ile bizimkisi arasında derin fark vardır. Ancak bunu değiştirmeye başladığımız, eylemlere, süreçlere, ilişkilere içerdenleşmeye başladığımız ölçüde bu süreçle bütünleşebilir, önderlik edebiliriz. Gezi Parkı gün boyu dolu, direnişçi kitle orada yatıyor, kalkıyor, geceleri onbinler Taksim’e akıyor, meydanı dolduruyor. Orada siyasal konular, ama çok daha fazla toplumsal kültürel yaşam ve ilişkiler sorunlarından girerek konu ve sorunların siyasallaştırılmasını sağlayıcı, sanatı, kültürel konuları bunun etkin aracı kılan toplantı ve forumlar, atölye çalışmaları örgütlemeliyiz. Sosyalizm ve birey, sosyalizm ve özgürlük, doğa ve kapitalizm, doğa ve insan, zamanda ve mekânda özgürlük gibi tartışma konuları olmalı. Gezi Parkı’nda ve tüm meydanlarda direnişte de, günlük yaşamın örgütlenişinde de özveriyle ve kolektif özne düşünüş ve ruhuyla yer almalı, eylemi de yaşamı da kolektivize etmeliyiz. 6 Haziran 2013
62
Ve biz bilmezdik Taksim’in bu kadar özgür olduğunu Yasaklanmadan önce!
Ve biz bilmezdik Taksim’in bu kadar özgür, bu kadar sonsuz, bu kadar bizim olduğunu Yasaklanmadan önce 1- Haziran Direnişi’nin başlıca dinamiği, geniş kitlelerin eskisi gibi yönetilmek istememesidir. Kitlelerin eylemli dinmez öfkesi başbakan ve AKP hükümetiyle birlikte, polis, valilikler, belediye yönetimleri, cemaatler ve medyayı da derinlemesine kapsamakta, ortadan kalkmamış rejim krizini yeniden açığa çıkarmakta ve derinleştirmektedir. 2- “Burjuvazinin tıpkı “yeni bölge düzeni” iştahası gibi, “yeni kent düzeni” iştahası da, bu siyasal-toplumsal sarsıntı ve güç mücadelelerinin temel konularından biridir.” * * http://devrimciproletarya.net/yeni-kent-duzeni-ve-mekan-savaslari , 3 Mayıs 2013
63
Bu tespiti yapmamızın üzerinden bir hafta geçmeden Reyhanlı katliamı ve onbinleri bulan kitlesel militan protesto eylemleri dalgası yaşandı. Bir ay geçmeden de Gezi’de yıkım saldırıları ve Türkiye çapında yüzbinlere yayılan direniş ve isyan dalgası yaşandı. Reyhanlı katliamı ve buna karşı onbinlerin eylem dalgası, Türkiye burjuvazisi ve devletinin saldırgan dış politikasında bir kırılmanın en dehşetli ifadesiydi. Gezi saldırısı ve buna karşı yüzbinlerin isyan dalgası ise, Türkiye burjuvazisi ve hükümetinin saldırgan iç politikasında ciddi bir kırılmanın ifadesi oldu. 3- “Taksim’i 1 Mayıs’ta yasaklama cüretine karşı söylenecek ilk şey şudur: Taksim sizin lütfunuz değil. Hiçbir zaman da olmadı ve olmayacak. Biz, işçi sınıfı, gençler, kadınlar, Kürtler, devrimciler olarak onu, militan mücadele inisiyatifimizle, bedellerle, söke söke aldık. Bu yüzden Taksim 1 Mayısı, sizin izninize filan da bağlı değil. Hiçbir zaman olmadı ve olmayacak. Taksim’den bir çizik daha yediğinizle kalacaksınız. Taksim’in bizim bir kolektif söz, toplanma ve eylem merkezimiz olması, sizin Taksim’i bir mali oligarşik sermaye merkezi haline getirme projenizle bağdaşmıyorsa, yıkılacak olan sizin Taksim projenizdir.” * Bu isyan dalgasını harekete geçiren, yılların kapitalist mali oligarşik toplumsal yıkım, baskı ve değersizleştirme politikalarının, özellikle son 1 ayda büsbütün pervasızlaşması oldu. Tepeden inme yasaklar, emrivaki toplumsal mühendislik projeleri ve gazTOMA-cop demokrasisi her zaman vardı. Fakat son 1 ayda yaygınlaşan kitle protestolarına karşı öylesine yoğunlaştı ki, neredey* http://devrimciproletarya.net/1-mayis-taksim-ve-zamanda-mekanda-ozgurlukmucadelemiz, 26 Nisan 2013
64
se kent meydan ve sokaklarının, üniversitelerin gaza boğulmadığı gün geçmez oldu. 1 Mayıs öncesinde “sendikalar yasası” , “sendika operasyonları” , “füze kalkanı” , “kutlu doğum” , İstiklal’de “masa operasyonu” , “kürtaj” , “3 çocuk” , “Emek Sineması” , “Muhteşem Yüzyıl ve Behzat Ç.” vd. dayatmaları ve saldırganlığı… Burjuvazi ve hükümetinin 1 Mayıs’ta Taksim yasağı ve saldırganlığı… Taksim ve çevresinden başlayarak her türlü kitle eylemine yasak ve gaz-cop saldırganlığı… İnönü Stadı’ndaki son maçlarına Beşiktaş’tan toplu gitmek isteyen Çarşı grubu ve on binlerce Beşiktaş taraftarına 1 Mayıs’ı aratmayan yasak ve gaz-TOMA-su saldırganlığı… Saldırgan ve yayılmacı Suriye ve bölge politikasının sonucu olan Reyhanlı katliamı… Üniversitelere ve stadlara yeniden gazcı polisin ve yanısıra silahlı korucuların sokulması kararı … THY grevine karşı haydutça grev kırıcılık ve 5 bin polisin havaalanını işgal ederek grevi zorbaca bastırma harekatı… İçki yasakları ve içki içen herkesin ayyaş ve kafası kıyak olarak aşağılanması… Metroda el ele tutuşan bir çifte yapılan gerici “ahlak ayarı” , bunu protesto için metro istasyonunda organize edilen öpüşme etkinliğine sopalı satırlı saldırı… Şehir tiyatroları ve kültür-sanat kurumlarını kapatma ve taşeronlaştırma yasa tasarısının basında yer alması… Doğa ve orman katliamcısı nükleer santral, İstanbul’a yeni havaalanı ve 3. köprü dayatmaları… Aşırı şaşaalı milyonlarca dolarlık “Fetih” şenlikleri… 3. köprüye Alevileri aşağılayacak biçimde Alevi katliamcısı Yavuz Selim’in adının verilmesi… Bir inşaat işçisinin iş kıyafeti nedeniyle AVM’nin kapısından kovulması… En sonu Gezi Parkı’nın projede bile olmayan bir keyfilikle yıkılıp Topçu Kışlası ve AVM yapılmak istenmesine karşı direnenlere iki gün üst üste gazlı, TOMA’lı, grayderli, ağaçları kökünden söküp direniş çadırlarını yakmaya varan saldırganlık… Yılların birikimi üstüne binen bu bir ayın, siyasal-toplumsal gerginliğin giderek tırmanarak kırılma noktası olmasında, şu etkenler önemli bir rol oynamıştır: 65
Birincisi ve en önemlisi: Direnişlerin inatçılaşması, kitleselleşmesi ve yaygınlaşması. Gezi Parkı öncesinde de, yukarıda saydığımız tüm yasak, aşağılama ve saldırıların, üst üste ciddi kitlesel tepki ve inatçı direnişlerle karşılanmış olmasıdır. Tüm bu yasak, saldırı, katliam ve aşağılamalar büyüyen bir kitle tepkisi ve fiili kitle gösterileri ve direnişleri ile karşılanmamış olsaydı, Gezi Parkı’ndaki kıvılcımlanıp yüzbinlere yayılan direniş ve isyanın da yolu açılmış olmazdı. Öncelikle, 1 Mayıs’ta Taksim yasağına karşı birkaç eylem kırıcısı dışında neredeyse tüm devrimci, sol örgütlerin, muhalif sendikal hareketin, dahası örgütsüz kitlelerin yasağı tanımayıp Taksim doğrultusunda net tutum almış olmasıdır. Taksim yasağını parçalamak öylesine meşru bir duruş ve dahası direniş-muhalefet normu haline gelmiştir ki, 1 Mayıs’ta eylem kırıcılığı yapan TKP, 6 Mayıs’ta Taksim’de eyleme çıkmak durumunda kaldı. 1 Mayıs’ta DİSK’in Şişli kortejinde yer almayan Birleşik Metal-İş, Taksim’den Gezi’ye yürüyüş yapmak durumunda kaldı! 1 Mayıs’tan sonra yalnız devrimciler değil, Hava-İş’ten Emekli-Sen’e, tiyatro sanatçılarından öğrencilere kadar tüm muhalefet, eylemlerini daha bir inatla Taksim’e taşımaya başladı. Reyhanlı katliamı ise tüm Türkiye’de yaygın militan kitle eylemleri ile karşılandı. Özellikle Antakya’daki kitlesel eylemler ve çok uzun süredir ilk kez Ankara ve İstanbul’da tüm üniversitelerden öğrencilerin eş zamanlı ortak militan kitlesel eylemleri, genel kentsel direnişin de önemli bir sinyalini verdi. THY grevinin görülmemiş pervasızlıktaki grev kırıcılığa ve bir polis ordusuna karşın kitleselleşerek sürdürülmesi de ablukada açılan bir diğer inatçı direniş gediği oldu. Polisin Beşiktaş taraftarlarına Taksim 1 Mayısı’nı aratmayacak gazlı-TOMA’lı-havaya ateş açmalı saldırganlığına karşı binlerce taraftarın çatışması, on binlercesinin her dağılışından sonra tekrar toplanıp polis barikatlarına ve stada yeniden yeniden yürümesinde de, hem bir Taksim 1 Mayısı esini, hem de farklı bir inat, 66
polise ve hükümete karşı giderek bilenen bir öfke vardı… Binlerce kişinin bir ağızdan polise karşı küfürlü slogan atmasına ilk orada tanık olduk. İkincisi: Türkiye burjuvazisi ve devletinin saldırgan dış politikasındaki kırılmanın, iç politikaya da yansıması. Reyhanlı katliamı, son dönemlerdeki en önemli eylem dalgalarından birini yarattı. Türkiye burjuvazisi ve hükümetinin saldırgan dış politikasının sürdürülemez hale geldiğinin en dehşetli göstergesi oldu… İç ve dış politikanın daha dolaysız biçimde iç içe geçtiği günümüzde, bölgesel tekelci saldırganlık politikasının hükümetin kucağında patlaması, öfkeyi yaygınlaştırdı ve hükümetin karizmasını çizen zayıf karnını gösterdi. Böylece iç politikadaki kırılmanın da sinyallerini verdi. Gezi gibi kitle isyan ve direniş dalgaları, Lenin’in vurguladığı gibi, egemen sınıf için egemenliğini biçim değiştirmeden, eskisi gibi sürdürmek giderek zorlaşırken, egemen sınıf siyasetinin bir bunalımı (Kürt politikasında Roboski’nin, Suriye politikasında Reyhanlı’nın ortaya koyduğu gibi), ezilen sınıfların hoşnutluksuz ve kırgınlıklarının sokağa dökülmesini sağlayacak bir gedik açmaya başladığında ortaya çıkar. Üçüncüsü: Kürt ulusal sorununun etkisi. Kürt sorununda neoliberal müzakere sürecine geçiş, inkar, katliam, kitlesel tutuklamalar ve zorbaca bastırmaya dayalı Kürt politikasının sürdürülemez hale geldiğinin, iç politikadaki bir kırılmanın ifadesiydi. Ancak neoliberal reformist müzakare politikasına geçiş de tersinden benzer bir etki yarattı. Tıpkı daha önceki “ileri demokrasi” hayalperestliğinde olduğu gibi, neoliberal müzakere sürecinin başlarında kendileri için de esneme ve demokratik haklar beklentisine giren toplumsal kesimler (kadınlar, Aleviler, gençler vd.) yine tam bir hayal kırıklığı ile karşılaştı! Türk ve Kürt burjuvazileri arasındaki neoliberal müzakere süreci, bugüne kadar demokrasi mücadelesinin önde gelen dinamiği olmuş bir hareketin en geri düzeyde bir uzlaşma sürecine girerek silahlı mücadele 67
ve kitlesel fiili sokak hareketi alanını önemli ölçüde boşaltmaya başlaması, burjuvazi ve hükümetini tam tersine pervasızlaştırtı. Kürt hareketini nötralize edince, geriye kalan toplumsal-siyasal muhalefeti artık çok daha kolayca bastırıp dizayn edebileceğini düşündürttü. Burjuvazi ve devletinin bu “tahterevalli” hesabı tutmadı, tam ters tepti. (Fakat bu noktada ortaya çıkan tehlike, Kürt hareketi fiili militan muhalefetten geri çekilirken, daha önce onun baskıladığı ulusalcı-faşist hareketin gazlı Silivri eylemleri, akiller protestoları, TC ve Atatürk kampanyaları vb. ile onun güçler dengesinde yarattığı boşluğu doldurmaya hamle yapmış olması ve Kürtleri AKP işbirlikçiliğiyle kodlayarak, ulusalcı-faşist zehrini direniş içinde de daha serbestçe salgılamasıdır. Diğer taraftan Kürt hareketi, Taksim 1 Mayısı’ndan Reyhanlı’ya ve en son Gezi Direnişi’ne, her seferinde önce katılmayacağını açıklasa da, soldan ve kendi tabanından da gelen basınçla dışında kalamamaktadır. Gezi’de de onu kurtaran Sırrı Süreyya Önder’nin Gezi’deki yıkım saldırılarını milletvekili forsuyla engellemedeki rolü olmuştur.) Dördüncüsü: Taksim-Gezi eylemlerinin, her polis saldırısıyla, her gazla, Erdoğan ve hükümetinin her dayılanması, her taciz ve aşağılamasıyla, daha bir yığınsallaşması, daha bir yaygınlaşması. Kitlelerin belli bir psikolojik eşiği aşmaya başladığı yerde, onu zorbaca bastırmaya, küçümsemeye, yok saymaya dönük her hareketin, tam da kitlelerin direncini daha fazla artıran, daha fazla kızıştırıp cesaretlendiren bir ajitasyon etkisi yaptığı çok tipik bir durumdur. Marx’ın dediği gibi, burjuva siyasetin en aşırı özgüven anları, aslında toplumu ve bireyleri en fazla boğmaya ve kendisinin de irtifa kaybetmeye başladığı an olduğu halde, onun kendini insan türünün ideal, çelişkisiz yaşamı olarak gördüğü ve kurmaya çalıştığı andır. Fakat bunu ancak, kitlelerin maddi-manevi tahammül koşullarına, dolayısıyla kendisinin yönetebilme koşullarına karşı şiddetli bir çelişki yoluyla yapabilir. Özal’ın da kendi sonunu hazırlayan etkenlerden Bahar Ey68
lemleri ve Zonguldak madenci grevi karşısında nasıl yangına körükle gittiği hatırlanabilir. AKP hükümetinin yüzlerce generali içeri tıkarak orduyu kontrolü altına alması, diğer taraftan ters kutuptaki en büyük siyasaltoplumsal direnci sergileyen, zorbalıkla boyun eğdiremediği Kürt hareketini en geri düzeyde bir dizi taviz ile teslim aldığına (ya da en azından pasifize ettiğine) inanması, küresel tekellerin bölgesel yatırım ve organizasyon üssü haline gelmekte olduğu gibi, kriz ve konum kaybı içindeki ABD ve AB’nin kendisine olan ihtiyacının artması, ağır kriz ve sıkışma içindeki AB ve İsrail’e ilk elde büyük çaplı caydırıcı bir reaksiyon görmeden dayılanması, onu tüm sonradan görmelerde olduğu gibi, iç ve dış politikasını daha dikensiz armut toplama bahçesi olduğunu sanmasına, giderek boyundan daha büyük oynamaya sevketmiştir. Bu İsyan ve Direniş Dalgası Neden Başka Bir Siyasal-Toplumsal Olayda Değil de Gezi’den Patladı? Bu tür büyük kitle hareketlerinin arkasında, kitlelerin eskisi gibi yönetilmek istememesinin, en yakıcı maddi ve/veya manevi ihtiyaçlarının engellenmesi, bastırılması veya değersizleştirilmesinin, gelecek kaygısı ve güvencesizliğinin, boğulma, durmaksızın taciz edilme ve hiçleştirilme duygusunun giderek tahammül edilmez hale gelmesi vardır. Bu kırgınlık, hoşnutsuzluk ve öfke birikiminin belli bir noktasında patlamaya doğru gitmesi genellikle, a- Düzen politikalarında hormonlu bir kibir, şişinme ve dayılanmacılık ile iç içe iyice belirginleşen zaaf ve kırılma işaretlerinin ortaya çıkmaya başlaması, b- Kitlelerin buna karşı aktif tepki ve direnişlerinin artmaya ve inatçılaşmaya başlaması, 69
c- En sonu, geniş kitlelerin kime ve nasıl yapılmış olursa olsun, doğrudan kendi benliklerine, yaşam, onur ve geleceklerine kastedilme olarak gördükleri, aynı zamanda hem artık tahammül edilmez hale gelen bastırılma ve taciz edilmeye hem de buna karşı isyan ve direniş duygularına tercüman olacak, bir infial ve cesaret duygusu olarak da sembolleşecek bir kıvılcımlanmayla ortaya çıkar. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki kitle isyan ve direnişleri dalgası, üniversite mezunu işsiz sokak tablacılığı ile sokak köşelerinde yaşamaya çalışan kent yoksulu bir gencin, durmaksızın terör estiren zabıta tarafından bir kez daha tablasının dağıtılması ve dövülmesi üzerine kendisini yakmasıyla patlak vermişti. Türkiye’deki direniş ve isyan ise, polisin Gezi Parkı direnişçilerine şafak saldırıları, çadırlarını yakması ve savunulan ağaçların kökünden sökülmesi üzerine patladı. Taksim yalnızca tarihsel mücadele birikimiyle değil, aynı zamanda büyük mücadeleler ve bedellerle kazanılmış bir demokratik hak ve özgürlüğün pervasızca gasp edilmesi olarak, tüm bastırma, dayatma, değersizleştirme, özgürlüksüzleştirme saldırılarına karşı direnişin yoğunlaştırılmış bir sembolü haline geldi. Burada kilit bir kavram, Taksim’in 1 Mayıs, kolektif eylem ve sosyal yaşam alanı olmasının mücadeleyle kazanılmış bir hak olmasıdır! Sınıfsal-toplumsal mücadelelerin tüm deneyimleri, mücadeleyle kazanılmış bir demokratik hak ve özgürlüğün gaspının yaratacağı tepki ve mücadele istencinin her zaman daha büyük, daha varoluşsal, daha içsel ve öznesel olduğudur. Nazım’ın “bugün pazar, bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” şiirinden uyarlayarak söylersek, “ve biz bilmezdik, Taksim’in bu kadar güzel, bu kadar özgür, bu kadar sonsuz, bu kadar bizim olduğunu/Taksim yasaklanmadan önce!” Gezi Parkı sadece buna yeni bir derinlik, yeni bir boyut ka70
zandırmıştır: “Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” , “Beton değil doğa/AVM değil park” , “Mahalleme, meydanıma, ağacıma, suyuma, toprağıma, ormanıma, parkıma, evime, bedenime dokunma” , “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine” … Bunlar Gezi Parkı Direnişi’nin ilk gününden, direnişin en geniş kitleler nezdinde meşruluğu, naifliği, saflığı ile belli bir antikapitalist içerimi birleştiren pankart ve sloganlarından bazıları. (Ancak direniş kitleselleştikçe, başlangıçta sahip olduğu antikapitalist öğeler ortadan kayboldu, Erdoğan ve AKP’ye odaklanan tepki antikapitalizmden tümüyle koptu. Bunu ayrıca ele alacağız.) Ve buna karşı kâra, kana, daha fazla sermaye ve oligarşik iktidara susamış sınıfın gazla, TOMA’larla, iş makinalarıyla, çadırları yakan, ağaçları kökünden söken, yakıp yıkma terörü… Ve buna karşı ilk direniş sembollerinin hızla toplumsallaşması: Yakın mesafeden polisin yüzüne hırs ve adeta zevkle gaz sıktığı bir kadın direnişçinin kaçmadan yalnız yüzünü çevirip gözlerini kapatarak dimdik durması, kökünden sökülen bir ağaca sarılan ve polisin tekmeleri, coplamaları, gaz sıkmasına karşın hastanelik oluncaya kadar bırakmayan bir diğer direnişçi… Ve iki kez direnişle savunulan, ikinci saldırının akşamı 10 bin kişinin eylem yaptığı Gezi Parkı’na, bir üçüncü saldırıya, her türlü tahammülün ötesindeki bu pervasızlığa artık kim sessiz kalabilirdi ki?! Gölgesi satılık olmayan ağaçların, Gezi Parkı’nın barikatlaşan yüreklerinin, ille de Taksim’in, tüm yasaklanmış mücadele meydanları ve sokaklarının, bastırılmış soluk alma ve özgürlük ihtiyacının, tüm gazsız, copsuz, polissiz, yasaksız, tacizsiz, aşağılanmasız, hükmedilmesiz, AVM’siz hava ve yaşam sahası özlemlerinin, “Ey Özgürlük” ün savaşım çağrısına artık kim sessiz kalabilirdi ki? 4- Şimdi biraz daha geriye gidelim. Toplumsal-siyasal nabızdaki değişimin ilk güçlü sinyalleri geçtiğimiz yılın ilk 6 ayında ortaya çıkmaya başladı. Bir yanda 71
Roboski katliami, Pozantı tecavüzleri, 4+4+4 dayatması, kadınlara kürtaj yasağı, kadın tecavüz ve cinayetlerinin ayyuka çıkması, sağlıkçılara karşı tacizler ve doktor Ersin Arslan’ın öldürülmesi, THY’de grev yasağı, Bosch işçilerine saldırı, serileşen ve büyüyen işçi katliamları, “ulusal istihdam stratejisi” , Sivas katliamının zaman aşımına uğratılması, Suriye’ye karşı saldırgan savaş ve işgal politikası, şehir tiyatroları ve sanatçılara aşağılama ve taşeronlaştırma saldırısı, vd… Karşısında ise bir dizi ilki (ya da uzun bir süreden beri ilkleri) içeren kitlesel protesto ve direniş hareketleri. Roboski ve Pozantı, Kürt halkı dışında da geniş bir toplumsal tepki zemini buldu. 4+4+4 dayatması, Kızılay’da 2 günlük meydan direnişinin ve militan çatışmanın ve öğretmenlerin yanısıra, çok sayıda il ve mahallede öğrenci velilerinin kendiliğinden kitlesel eylem ve hareketlerine konu oldu. Kürtaj yasağına karşı ilk kez İstanbul ve Ankara’da 2-3 bin kişilik kadın yürüyüşleri gerçekleştirildi. THY’de grev yasağına karşı havaalanında 5 bin kişinin katıldığı fiili bir yürüyüş ve sonrasında 3 bin THY ve Teknik A.Ş işçisinin katıldığı fiili grev yapıldı. İşten atılan 305 işçinin direnişi yıl boyunca sürekli eylemlerle sürdü. Bosch, özel sektörde son dönemlerin en önemli büyük sanayi fabrikası işçisi hareketiydi. Sağlıkçılar 10 bin hekimin, bir o kadar hemşire ve tıp öğrencisinin katıldığı mitingler yaptı, greve gitti. KESK kısa aralıklarla 2 grev yaptı. Seri ve kitlesel işçi katliamları, giderek büyüyen tepkileri ve İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclis ve hareketini doğurdu. Sivas katliamının zaman aşımına uğratılması, Alevilerin büyük protesto mitinglerine yol açtı. Saldırgan ve savaş çığırtkanı Suriye politikası, büyük çaplı kitle protestolarına ilk elde yol açmasa da, hem burjuvazi içinde çatlaklara, hem de başta Antakya olmak üzere kitleler içinde yaygınlaşan bir huzursuzluk, endişe ve hoşnutsuzluğu doğurdu. Şehir tiyatroları ve aydın ve sanatçılara dönük aşağılama ve dayatmalar ise, aylar süren bir sanatçı hareketini doğurdu, önceki 1 Mayıs’ta Oyuncular Sendikası 2 bin kişiyle yürüdü… 72
Bu protesto ve direnişlerin hiç biri çok geniş kitlelere mal olmadı, hemen hiçbiri somut bir kazanım da elde edemedi. Ancak bu süreç kitlelerin algı ve hissiyatında çok kritik bir mayalanmayı hızlandırdı. a- Çeşitli kitle kesimlerinin Kürtlere, kadınlara, Alevilere, beyaz yakalılara, sağlıkçılara, öğretmenlere, üniversitelilere, sanatçılara, çevrecilere vd. dair diye kendilerine dışsal gördüğü baskılar ve saldırılar, öylesine yaygın bir birikim yaratmaya başladı ki, hep hedefe konulan toplumsal kesimi tecrit edip değersizleştirmeye ve hedef göstermeye dayalı saldırılar ve şu veya bu düzeydeki her direniş, yaşamın tüm alanlarından kuşatılmışlık ve cenderenin giderek daralıyor olduğu hissiyle, geniş kitlelerin algı ve bilincinde bir bütünsellik kazanmaya başladı. b- Bu saldırılar, Roboski ve Pozantı gibi, kürtaj yasağı gibi, 5 yaşındaki çocukları zorla okullara doldurmak gibi, çocuk işçiler ve çocuk gelinler gibi, Siirt’teki 4 küçük kız çocuğuna tecavüz eden kent eşrafından, polisten ve bürokratlardan 100’e yakın tecavüzcünün ödüllendirilmesi gibi, kazanılmış grev hakkının gaspı gibi, bir hekimin bıçaklanarak öldürülmesi gibi, Sivas katillerinin zaman aşımıyla ödüllendirilmesi gibi, görülmemiş vahşilikteki işçi katliamları gibi, uzun dönemdir ilk kez bir komşu ülkeyle savaş tehlikesi gibi, … toplumsal bilince giderek daha derinlemesine ve ruhlara yara gibi işleyen, yalnızca fizik değil asıl onur ve güven duygusunu, toplumsal aidiyet ve değerleri, hakları aşağılayan, kirleten, inkar ve imha eden keskinliğiyle büyüyen bir toplumsal travma etkisi yaratmaya başladı. c- Aktif muhalefet akım ve örgütleri dışında kalan, giderek daha geniş toplumsal kesimler, hem bireysel, hem toplumsal olarak daha içselleştirilmiş, bir toplumsal varoluş sorunu olarak benlikselleşmiş bir öz savunma refleksi geliştirmeye başladılar. 73
d- Bunlar kadar önemlisi: Mevcut yönetilme ve rejim biçiminin, bizzat kapitalizmin geldiği gelişme düzeyinin doğurduğu bireyselleşme ve yeni toplumsallaşma biçimleri, ve bunların ortaya çıkardığı yeni toplumsal-bireysel ihtiyaçların engeli haline gelmesidir. Günümüzün en yaygın ve zorunlu toplumsallaşma biçimleri olan teknolojik iletişim ve sosyal medyaya, eğitime, cinsel yaşama, inanç sistemlerine, popüler ve alternatif kültüre, milyonlarca seveni olan sanatçılara, yazarlara, dizilere, futbol takımlarına, sınıfsal-toplumsal-cinsel-ulusal-tarihsel sembol ve mekanlara, vd. dönük baskılar ve aşağılayıcı yaptırımların sayısız örneği sıralanabilir. Her türlü toplumsal-siyasal sarsıntının arkasında, mevcut siyasal-toplumsal kurumsallaşma ve düzenleme biçimlerinin karşılanmasını engelledikleri, kısıtladıkları ya da bastırdıkları toplumsal gereksinmelerin bulunduğunu şimdi herkes biliyor. “Bu gereksinmenin -asıl olarak da bizzat üretimin toplumsal güçlerinin geldiği gelişme düzeyinin ortaya çıkardığı yeni gereksinme, yetenek ve ilişki biçimlerinin- belli bir anda, kendini, henüz hemen bir başarı sağlayacak kadar derin, o kadar genel bir biçimde duyurmaması olanaklı; ama bu gereksinmeyi her zorla bastırma girişimi, onu, engellerini parçalayıncaya kadar, daha belirgin bir duruma getirmekten başka bir sonuç vermeyecektir.” (Engels) 5- Kriz teğet mi geçti? AKP’nin en büyük gücü, ne din ne belediye ve cemaat yardımlarıdır. AKP’nin en büyük gücü, kapitalizmin hızlı gelişimi ve küreselleşmesi temelinde yalnızca peydahladığı yeni orta sınıfın değil, işçi emekçi kitlelerin geniş kesimlerinde yarattığı baş dönmesi ve göz kamaşmasıdır. İşçilerin üçte biri dahil fazla mesai ve tüketici kredileriyle gecekondudan TOKİ konutlarına, sobadan kombiye geçmesi ve araba sahibi olabilmesi, özel hastanelere gidebilmesi, ikinci üçüncü sınıf üniversitelerde okuyabilmesi, iç hatlarda uçağa binebilmesi, şehirler arası otobüslerde film seyrederek 74
yolculuk yapabilmesi, metro ve metrobüsler, herkesin elindeki 3G cep telefonları, internet, fahiş bir kahve parasına AVM’lerde birkaç saatliğine üst sınıf yaşam efektinin satın alınabilmesi, vd. Emeğin toplumsal üretici güçlerinde artışın ifadesinden başka bir şey olmayan, ve bunun çok küçük bir kısmından (o da derinleşen sömürülmeyle koşullanmış biçimde) yararlanabildiği ölçüde kitlelerde yaşam standartlarında yükselme algısı, en azından beklentisi yaratması, AKP’nin yelkenlerini şişiren asıl etkenlerden biridir. Kitlelerin iki kat ağırlaşan sömürü koşullarına katlanmasının nedenlerinden biridir. “2023 Türkiye programı” ile daha da körüklenen bu beklentiler, giderek hayal kırıklığına dönüşmektedir. a- Yukarıda andığımız ve daha bir çok benzeri sıralanabilecek gelişmeler, kitleler ve artık bunların içine doğan gençler açısından giderek doğallaşmaya, sıradanlaşmaya, uzunca bir dönemdir sahip olduğu cazibe ve çekim gücünü giderek yitirmeye başladı. Hatta adım başı AVM, 3. köprü, 3. havaalanı, bilmemkaçıncı HES, bilmemkaçıncı alt kent vb. bir noktasından sonra ifrazat duygusu yarattı. Kitlelerde durmaksızın yeni ihtiyaçlar yaratıp bunları yeni meta ve sermaye birikimi kanallarına, dolayısıyla daha yüksek göreli artıdeğer sömürüsüne çevirmeye dayalı kapitalist gelişme ve iktidarı, bunu yapamaz, ya da en azından eskisi gibi hızlı yapamaz hale geldikçe kitleler nezdindeki çekim etkisi de zayıflamaya başlar. Çok uzağa gitmeye gerek yok, başta TÜSİAD olmak üzere sermaye kesimleri, son 1 yıldır artan bir ısrarla, (küresel kapitalist gelişme ligindeki) “orta gelir tuzağı” ndan bahsetmeye ve bu konudaki kaygılarını belirtmeye başladılar. Bunu Marksist terminolojimize çevirirsek, kendi kapitalist gelişmişlik kategorisindeki ülkeler arasında zaten teknoloji, eğitim gibi üretkenlik (göreli artıdeğer) faktörlerinde en gerilerde yer alan Türkiye kapitalizminin, emeğin toplumsal üretkenliğini artırmada giderek daha fazla zorlandığı anlamına gelir. Bu da mevcudun durmaksızın benzerlerini ve daha büyük75
leri dışında, kitlelerin önüne yeni ve daha yüksek cazibe konuları koyup bunların peşinden -büyüyen sömürüye de katlanarak- koşturma olanağının giderek daraldığını göstermektedir. b- “Hızlı üretkenlik yükselişi temelinde meta-yaşam alanı bir noktaya kadar genişlese ve işçileri cezbetse de, üretkenlikteki yavaşlama ve tıkanmalarla meta-yaşam cenderesini de hızla daraltmaya başlar. Tüm yaşamı hükmü altına almış tekeller krizi fiyatlarına bindiriverirler. “Artık soba zahmetiyle, kömür pisliğiyle uğraşmadan ayda 50 liraya kombiyle ısınıyoruz” konforundan, doğal gaz faturası ayda 150-200 liraya çıkınca eser kalmaz. “Artık çocuklarımızı lisede üniversitede okutabiliyoruz” sevinci, milyar liraları bulan eğitim faturaları ve üstüne diplomalı işsizlik belası ile sönüp gider. “20 lira vermişiz çok mu, özel hastanelerde tedavi olabiliyoruz” gönenci, aylık kişisel sigorta primi üstüne tedavi “katkı payları” yüzlerce lirayı bulunca, artan sayıda ilaç ve tedavi sigorta tarafından ödenmez hale gelince darmadağın olur. “Gecekondudan TOKİ sitelerine geçtik” gururlanması, büyük şehirlerde en kötü daire fiyat ve kiraları göğe vurunca tuzla buz olur vb. vb… En temel gıda ürünleri bugün kural olarak en büyük fiyat artışları olanlar… Ve yine kural olarak en yaşamsal ve vazgeçilemez olan ürün ve hizmetler, en pahalı olanlar ve en hızlı fiyat katlayanlardır. Bilgi, kültür, sanat, doğa, oyun, eğlence de baştan aşağıya metalaştırılmış durumda.” * c- Bugün sokaktaki kitlelerin ve gençlerin en büyük tepkilerinden biri değersizleştirmeye karşı. Fakat kapitalizmde doğanın, insanın, hakların, gereksinme ve özlemlerin değersizleştirilmesinin de temelinde, en başta emeğin yıkıcı değersizleştirilmesi var. “Emeğin bugünkü toplumsal üretkenliğinin küresel gelişim * (Küresel Kriz, Dünya-Bölge-Türkiye’ye Bakış ve Taktik Sorunu, Temmuz 2012, http://proletaryasosyalizmi.org/?p=325)
76
düzeyi, giderek kapitalist üretim ilişkilerinin ezicileşen kabuğuna sığmaz, onun tarafından yönetilemez hale gelmektedir. Küresel tekelci kapitalizm, toplumsal emek üretkenliğini ne kadar üst bir düzeye çıkarmışsa ve ne kadar hızlı artırıyorsa, üretkenlik artışının da o kadar engeli, sınırlayıcısı, zorlaştırıcısı, ancak emeği eze eze gerçekleştirebilicisi haline gelmektedir. (…) Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de öne çıkan, işsizlik ve aşırı çalışmaya karşı çalışma saatlerinin kısaltılması, esnek ve güvencesiz çalıştırılmaya karşı iş güvencesi, parasız sosyal güvenlik, iş cinayet, sakatlanma, hastalıklarına karşı işçi sağlığı ve güvenliği, emeğin her türden değersizleştirilmesine (eğitim, sağlık, sanat işçilerini, ezilen ulus, cins, mezhep, ırktan, göçmen işçilerin hedef gösterilmesi, siyasal-toplumsal baskı, aşağılama ve saldırılar, performans ve yeterlilik sistemleri, sınav cenderesi, vd.) karşı mücadeleler, işçi sınıfının bağımsız söz, istem, iletişim, örgütlenme, gösteri özgürlüğü mücadelelerine de bu eksenden odaklanıyoruz. Azami üretkenlik saldırganlığı, işçilerin yalnızca vahşice sömürülmesini değil, fizyolojik, psikolojik-moral olarak ezilmeleri, çalışma ve yaşamlarında azami zaman, mekan, düşünce, davranış güdümünü, siyasal baskıyı, ideolojik-kültürel gericiliği de doğrudan içerir. Bu yüzden kapitalizmin azami emek üretkenliği saldırganlığına karşı mücadele, ücretli köleliği yıkma, neoliberal demokrasi ve gericiliğe karşı sosyalist proleter demokrasi mücadelesinden ayrılamaz.” (age) d- İlk sınıflı toplumlardan bu yana, sömürücü sınıf egemenliklerinin en temel bileşenlerinden biri, kitlelerin gereksinmelerini kendi çıkarına belirleme, düzenleme ve yönetme gücüdür. Başka deyişle, sömürücü sınıf, toplumun serbest zamanını kendi el koyacağı artı-emeğe dönüştürme yeteneğini, toplumsal ortak gereksinmelerin karşılanmasındaki örgütleyici, denetleyici ve düzenleyici işlevinden alır. Egemen sınıf, yalnızca üretim araçlarına sahip olmakla kalmaz, toplumun üretici güçlerini istediği yön ve biçimde geliştirme gücüne de sahip olur. Bunun merkezinde de, 77
kolayca tahmin edileceği gibi devlet yer alır. Bu, küresel tekelci kapitalizm ve mali oligarşisi çağında en üst biçimine ulaşır. Uzayan ve yıkıcılaşan çalışma sürelerinde patronun otoritesi adeta mutklaklaştığı gibi, serbest zaman da tümüyle mali oligarşik bir temelde düzenlenir. Neyin toplumsal ihtiyaç olup olmadığını, dahası kimin neye ihtiyaç duyup neye duymaması gerektiğini adeta hiçbir boşluk bırakmadan belirleyen de mali oligarşik güçlerdir. Ve işte, direnişin en büyük birikim zeminlerinden biri budur. Üretimin toplumsal güçlerinin geldiği gelişme düzeyinde, kitlelerin toplumsal ve bireysel olarak en büyük ihtiyacı, kendi ilgi, ihtiyaç, yetenek ve özlemlerinin ne olduğuna kendilerinin karar vermesiyken, bunun tabii ki kapitalist mali oligarşik üretim ve egemenlik ilişkileriyle bağdaşmayan tüm toplumsal-bireysel öz karar, eylem ve inisiyatif olanaklarının ortadan kaldırılması ve bastırılmasıdır. “Esneklik ve güvencesizlikle ağırlaştırılmış ücretli kölelikten, küresel-bölgesel banka tekeller ve medyadan, azami metalaştırmadan, azami parçalayıcı ve katmanlaştırıcı işbölümünden, düzen kurumlarından ve yüksek devlet bürokrasisinden, hükümetlerden, yasalarından, teknolojik denetim ve e-devletten, neoliberal burjuva sivil toplum ve demokrasiden, bunların içinden yeniden üretilen neoliberal ulus, ırk, din, mezhep, aile, cemaat bağlarından geçmeyen, bunların toplamdaki azami kontrol, güdüm ve egemenliğine tabi olmayan hiçbir toplumsal ilişki, iletişim, düşünce, faaliyetin bırakılmaması” dır. (age) 6- “Neoliberal burjuva demokrasinin sınırlarına çarpma ve yaşanan hayal kırıklıkları sınıfsal-toplumsal-ulusal-cinsel mücadelenin gelişme zeminidir. Burjuva demokrasisinin krizi, demokrasi sorununu ve ihtiyacını gelişen tüm sınıfsal-toplumsal hareketlerin bir dinamiği haline getirdi. Kürt halkının, kadınların, Alevilerin, gençlerin, bireylerin, işçilerin bugün bilinçli ya da farkında olmadan en daraltılmış sınırlarına çarpıp çarpıp durdukları, birikimli -bugün için- burjuva demokratik özlem ve istemlerinin asgarisinin 78
asgarisinin bile karşılanmadığı bir durum ve anayasa, kaçınılmaz olarak, çok şiddetli bir rejim krizi doğurur ya da henüz en dar plandaki anlamıyla -burjuva sınıf kesimleri arasında- hafiflemiş de olsa bu ve asıl sınıfsal-toplumsal-ulusal-cinsel-dinsel boyutuyla da tam çözülmemiş rejim krizini yeniden derinleştirmektedir. Ağırlaşan küresel krizin Türkiye’ye etkileriyle iç içe, AKP’nin tabanını daraltmakla da tehdit etmekte (Hükümetin her türlü muhalefete artan saldırganlığı ve hedef göstermesinin bir yanı da, tabanını kemikleştirmek ve daralma eğilimini durdurmaktır), içinde ortaya çıkmaya başlayan burjuva güç mücadelelerini ve çatlakları artırmakta, muhalefeti keskinleştirmektedir. Kaldı ki AKP hükümeti, çok güçlenmiş görünmesine karşın, Kürt sorununda, bir bütün olarak neoliberal demokrasi konusunda, dış politikasında, ve kendi içinde artan bir gerilim ve sıkışmalar da yaşıyor. İç ve dış politikasında vites büyüten saldırganlığı tırmandırmaya devam ettiği ölçüde hem iç hem de dışta kendisine karşıtlığı büyütecek ve cepheleştirecek, geri adım atarsa da, bu kez hem bölge gücü konumu zayıflayacak hem de iç politikadaki konumu zayıflayacak! Türkiye burjuvazisi, devleti ve hükümetinin ister istemez saldırganlıkta ileri itmesi de bu nedenledir, yani bu AKP’nin keyfi bir tercihi değildir, yani, gücünü iç dış her yönden göstermek ve sınamak zorunda olduğu, ya da zayıflayacağı bir durumdur, fakat diğer taraftan da bu durumun daha uzun vadeli sürdürülebilirliği de pek yok gibi görünmektedir. Bu durum yeni çatışma ve kırılmalara yol açmaya adaydır. “(age) Yıkılmamış çözülmüş faşist rejimin belli çizgilerini de taşıyan en geri ve güdük bir neoliberal burjuva muhafazakar demokrasi, durmaksızın onun sınırlarına çarpıp çarpıp örselenen kitlelerin genişleyen kesimleri için tam bir hayal kırıklığıdır. Bu hayal kırıklığı basitçe AKP’nin “ileri demokrasi” vaatlerine kanmış olma ve kendini aptal yerine konmuş görme sorunu da değildir. Asıl toplumsal-bireysel üretkenlik yetilerinin, gereksinmelerin, yeni ilişki, algı, düşünce biçimlerinin artık bu deli gömleğine sığmaz hale gelmesidir. Bireysellik, bireylerin toplumsal yetileri, toplum79
sal gereksinmeleri, toplumsal ilişkileri, toplumsallaşma biçimleri gelişmiş, çeşitlenmiş, zenginleşmiştir. En önemlisi, son derece dinamik bir karakter kazanmıştır. Katı olan her şey, içe kapalı ve kendine yeterli konservatif ilişki biçimleri, beraberlerindeki eski kalıplar ve önyargılar ile birlikte çözülüyor, bütün yeni oluşmuş olanlar kemikleşmeden eskiyor. Ve yeni toplumsal ilişki biçimleri içindeki bireyler, kendi gerçek toplumsal yaşam koşulları ve ilişkilerine daha farklı, daha fazla ve daha çok yönlü ilgi, bilgi, duyarlık, inisiyatif sahibi olarak, daha fazla özneleşmek ve özgürleşmek isteyerek bakıyor. Fakat ne mümkün! Kapitalizm ve mali oligarşisi, işçiyi sermayeye, kadını erkeğe, Kürdü Türke, genci yaşlıya, tüm toplumu azami sermaye birikim ve devlet iktidarına daha fazla bağımlı, daha fazla tâbi, daha fazla köle hale getiriyor. Bırakalım hükümeti, valileri, polisi, AVM’ye kimin girip giremeyeceğine kapıdaki özel güvenlik görevlisi, metro istasyonunda sevgililerin öpüşüp öpüşemeyeceğine, el ele tutuşup tutuşamayacağına bir istasyon amiri karar verme hak ve yetkisini kendisinde görüyor. Burjuva medya bunu, “yaşam tarzına aşırı karışılmasına tepki” diye siyasetten, söz, karar, hareket özgürlüğü isteminden, kapitalist mali oligarşik tahakkümcülükten, belediyenin bir metro istasyon amirine, AVM’nin özel güvenlik görevlisine kitleler üzerinde verilen emrivaki yetkilere kadar uzanan sermaye ve devlet güdümünün tüm toplumun üzerine kabus gibi çökmüş olmasından, sıyırmaya çalışıyor. Oysa söz konusu olan, kitlelerin bırakalım Suriye politikasına, bırakalım Taksim’in ne olacağına, kendi en basit gündelik yaşam ve ilişkilerine bile kendilerinin karar verme hak ve özgürlüğünün tanınmamasıdır. Fakat biz artık “kutucukların dışında” düşünme ve davranmayı, sizin şu saati 100 bin dolarlık gurularınızdan değil, tam da üretimin, emeğin, bilgi ve becerilerin, bireyin geldiği toplumsallaşma düzeyi ve olanaklarından, yeni gereksinmeler, yeni yetiler, yeni ilişki biçimlerinden öğrendik. Bu yüzden film burada bitmi80
yor, yeni başlıyor. Tıpkı Kürt halkı gibi, kadınlar, gençler, yıkıcı bir işçileşme sürecinde olan kafa emekçilerinden taşeron işçilere varana kadar toplumun giderek daha geniş kesimleri, eskisi gibi yönetilemez hale geliyor. Hepsi, kendi ülke, bölge ve dünyaları, kentleri, meydanları, bedenleri, doğaları, cinsiyetleri, eğitimleri, yaşamları ve ilişkileri, gereksinmeleri, gelecekleri üzerinde söz ve karar sahibi olmak istiyor. a- Halen süregiden kapitalizmin son küresel kriz devresinde, özellikle de 2010 yılından itibaren, çok önemli bir tarihsel gelişme yaşanıyor. Kürt ulusal hareketi gibi güç ve tarihsel inisiyatif sahibi olan çok az sayıda hareket dışında, 20-30 yıldır adeta küresel tekelci neoliberal kapitalizm ve mali oligarşisinin tek kale oynadığı, dünyayı ve tüm ülkeleri kendi lanetli imgesinden yeniden yaratmış göründüğü yerde, artan sayıda ülke, bölge ve dünya çapında, kitlelerin tarihsel inisiyatifi tarih sahnesine geri dönüyor. (Bugün artık sorulması gereken Türkiye’de neden ve nasıl bunun yaşandığı değil, dünyanın pek çok ülkesine göre neden ve nasıl bu kadar geç yaşandığıdır!) Neredeyse büyük çaplı grevlerin, barikat savaşlarının, yüzbinlerin isyan ve direnişlerinin adının bile unutulduğu, “kitle” denilince en fazla birkaç yüz kişinin anlaşıldığı, tarihsel dönüşüm ve burjuva demokrasisi analizlerinin bile tek yanlı, salt sermaye birikiminin vb. gerekleri üzerinden yapılabildiği uzun bir dönemden sonra, artık yalnız burjuvazinin sınıf egemenliği açısından değil, bizzat ona karşı savaşan siyasal ve sendikal örgütler açısından kitlelerin sesine, eskisi gibi yaşamak ve yönetilmek istememesine, tarihsel mücadele inisiyatifinin gelişimine kulak vermeden siyaset yapmak, kendi çalıp kendi söylemek tamamen olanaksız hale gelmiştir. Bu, tam da bu nedenle bir türlü kapatılamayan önceki dönemin, bir türlü kopulamayan geleneksel politika yapma ve örgütlenme biçim ve içeriklerinin, artık bizzat kitlelerin fiili tarihsel savaşım inisiyatifi 81
tarafından kapatılmasıdır. İşçi sınıfına doğru yayılması kaçınılmaz olan bu hareket, onun içinden proletarya sosyalizminin tüm yönlü kuruculuğunu geliştirmek için çok değerli teorik, siyasal, örgütsel, pratik deneyim, itici güç ve (devrimciler açısından son dönemlerde en eksik olan) enerjiyi de kapsamaktadır. b- Kitleler eskisi gibi yönetilmek istemiyor ve yönetilemiyor, çünkü onlar da eskisi gibi bir “kitle” değil. Eskiden “kitle” denilince, öne çıkan birkaç önder ve kahraman dışında bireylerin olmadığı anonim bir kalabalık anlaşılırdı. Bugünkü kitle eylemlerinde ise katılan her bireyin bir adı var, bir toplumsal benliği var, kendi duyguları, düşünceleri, katkıları, yaratıcı ve paylaşımcı inisiyatifi var. Yakın zamana kadar bireysel, grupsal özerkçi aidiyet ilişkileri biçiminde mücadeleyi güçten düşüren, bireyleri kendi kafasıyla düşünen inisiyatif sahibi ve özne olarak tanımayarak ya da gevşek bir tarzda bu özerkçi part-time aktivizm ilişkilerine uyarlanarak geleneksel siyasal örgütleri içinden çözen bu etken de, kendi içinde bir dönüşüm geçirmeye başladı. Sayısız birey ve grup, birbiriyle de dayanışmacı ve paylaşımcı ortak faaliyet ve mücadele ilişkileri içinde, her biri kendi inisiyatiflerini, yeteneklerini, yaratıcılıklarını katarak ve birbirininki ile bütünleyip geliştirerek, yüzbinlerin hareketine daha çoklu-bileşik, daha esnek-dinamik, daha güçlü ve yenilmez bir karakter kazandırdılar. Çoğu eylemcinin söylediği: ‘Bunlar zaten uzun zamandır arkadaş ortamı ve sosyal medya grubu içinde konuştuğumuz, çare aradığımız şeylerdi. Değişen, bunların çok daha geniş bir topluluk tarafından paylaşılması ve sokaklarda ifade edilmesi oldu.’ Söylenenler, daha üst toplumsallaşma niteliği ve gereksenmesine karşılık mali oligarşik el koyma bağdaşmazlığının doğurduğu toplumsal çelişki ve dinamiklerin, nasıl birey ve gruplara içerili hale geldiğini, ve bu doğrultuda harekete geçen sayısız birey ve grubun toplumsal el birliğiyle nasıl yeni ve daha yüksek bir toplumsal direniş örgüsü yarattığına dairdir. Tekrar vurgula82
yalım: Bu isyanın en derindeki temelinde, emeğin, bilgi ve becerilerin, duyguların, yaratıcılığın üst toplumsallaşma niteliği ve gereksinmesine karşılık özel el koyma bağdaşmazlığı vardır. Artık “kitle” kavramı da bu temelden, özel el koymacılığa karşı bu üst toplumsallaşma nitelik ve gereksinmesinden düşünülmelidir. Taksim Meydanı’nın ve bir dizi kent ve semtteki meydanların fiilen toplumsallaştırılmış olması, günlerdir kitleler tarafından yönetiliyor ve kitlelerin dayanışma, paylaşım, özgürlük, kendi kararlarını kendi verme, doğa gibi ihtiyaçları temelinde yeniden yaratılıyor olması bunun bir ifadesidir. Aynı şekilde “demokrasi” kavramı da, (burjuva medya ve liberallerin “katılımcı ve müzakereci demokrasi” diye içini boşalttıkları değil), bu toplumsallaşma niteliği ve gereksinmesinden ayrı düşünülemez. Yine emeğin, ilgibilgi ve becerilerin, bireylerin bu ileri toplumsallaşma niteliği ve gereksinmesi temelinden, milyonların emeğini ve mücadelesini kendinde, kendini milyonların emeği ve mücadelesinde tanıyan, kitlelerin ve her bireyinin kendi kararlarını kendisinin aldığı ve gerçekleştirdiği, toplumsalcı (sosyalist) demokrasiye olan tarihsel eğilim içinden düşünülmelidir. c- Bizim demokrasimiz, ancak burjuva demokrasisine karşıtlık içinde fiili grev ve direniş, fiili sokak ve meydan demokrasisi olarak var olabilir. Geniş kitlelerin tüm öfkesinin AKP hükümeti ve aslen Erdoğan’da toplandığı, kapitalizm ve burjuva demokrasisini aşan bir ufkun çok uzağında olduğu doğrudur. Fakat o, yüzbinlerin fiili sokak demokrasisi olmasıyla bu karşıtlığın tohumlarını da içinde barındırmaktadır. Küresel tekelci burjuvazi ve mali oligarşisinin, ABD ve AB’nin, TÜSİAD’ın, Gül’ün, liberallerin Erdoğan ve AKP’ye balans ayarı çekmeye çalışırken asıl kaygısı da Erdoğan ve AKP ciddi bir irtifa kaybederken, burjuva demokrasisinin itibarını kurtarmaya çalışmaktır! Onlar, özellikle AKP ile çoktan uzlaşmış ve kaynaşmış olan TÜSİAD, bir yandan Erdoğan ve hü83
kümeti elinde aşırı güç merkezileşmesi ve kendilerine bile baskı uygulamasına karşı bunu biraz törpülemek ve kendi iktidar forsunu artırmak, diğer yandan bu süreçte Türkiye kapitalizminin bir bölge merkezi, dayanağı ve rol modeli olarak irtifa kaybetmesini engellemek, en sonu, direnişi de içini boşaltıp bir sivil toplumcu “barış, müzakere, katılımcı demokrasi” ile Kürt ulusal hareketi gibi en geri bir iki kırıntı ile yeniden düzene soğurarak, “ince” politika yapmaya çalışıyorlar. Burjuvazi ve mali oligarşisi “ince” politika yapmak zorunda: Çünkü Erdoğan geri adım atarsa, kitlelerin özgüveni ve inisiyatifi, politikaya müdahil olması artacak, bundan sonra yalnız AKP’nin değil herhangi bir hükümetin bu kadar pervasız, yıkıcı dayatma ve saldırgan politikalar izlemesi biraz zorlaşacak. Geri adım atmazsa, bu kez, bırakalım AKP hükümetini, hiçbir burjuva demokrasisinin de tahammül edemeyeceği biçimde, başta bölgesel finans organizasyon merkezi olarak tasarlanan İstanbul’un göbeği olan Taksim olmak üzere, bir dizi il ve semt meydanında tastamam bir “iktidar boşluğu” , kitlelerin kendileri için demokrasi uygulaması sürecek. Dahası, Direniş en başında sahip olduğu antikapitalist öğelerden uzaklaşmış, Erdoğan ve AKP hükümeti ile sınırlanmış görünse de, AKP hükümetini destekleyen burjuva medya ve Doğuş Grubu gibi holding ve sermaye gruplarına tepkilerden görüleceği gibi, bu potansiyeli yitirmiş değil. Son 3 yıldaki benzer isyan ve direnişlerde, kapitalist gelişme düzeyi Türkiye’den daha geri olsun daha ileri olsun, burjuva demokrasisi olmasın, ya da Türkiye’den daha geri veya ileri olsun, hiçbir ülkede, burjuva sınıf diktatörlüğü sokak demokrasisine tahammül göstermemiş, zorla, zorla olmadığında bunu papazlıkla harmanlayarak tasfiye etmeye bakmış, ne Mısır ve Tunus’ta, ne Yunanistan ve İspanya’da, ne Şili’de, ne ABD’de, ne Hindistan’da kitle isyan ve direnişlerinin hemen hiçbir esasa ilişkin talebi karşılanmamıştır. Bu yüzden “Bu daha başlangıç, Mücadeleye devam!” Erdoğan yarın Topçu Kışlası projesini geri çektiğini açıklasa bile, bir kez şişeden çıkmış 84
cini soğurmaları o kadar kolay olmayacak. Kitleler, Mısır’da, Tunus’ta, İspanya’da olduğu gibi kendilerine saldırı olarak algıladıkları gelişmeler karşısında Taksim ve merkezi meydanları doldurmaya devam edecek. En önemlisi, vurguladığımız çelişki işlemeye; kitleler aynı zamanda öz mücadele deneyimleriyle burjuva hükümet ve rejimlerin, burjuva demokrasisinin de muhtelif biçimlerinin ne anlama geldiğini, asıl bu mücadele süreçlerinde daha hızlı, daha geri dönülmez biçimde öğrenmeye devam edecek. Bizim görevimiz: Bizzat bu hareketin içinde ve ön safında yer almaya devam ederek: 1- İşçi ve emekçi kitlelerin gerçek istem, gereksinme ve özlemlerinin (ki bu sembolleşen Gezi Parkı’yla sınırlı değildir, doğanın korunması, kendileri için saygı, onur, özgürlük ve demokrasi, kendi toplumsal yaşam koşul ve ilişkilerine kendilerinin karar verebilmesidir…) burjuvazinin sınıf diktatörlüğü ve onun bir biçimi olan burjuva demokrasisiyle bağdaşmayacağını göstermek, kapitalizme karşı yeni bir yaşam bilincini yaygınlaştırmak, 2- Kitlelerde halen çok güçlü olan, ve şimdi burjuva medya ve bin türlü araçla kitlelerin dışından ve içinden pompalanan “düzeltilmiş” burjuva demokrasisi ve pasifizme dair beklenti ve önyargıları yıkmak, 3- Önümüzdeki süreçte yeni bir istim de kazanabilecek fiili işçi grev ve direnişleri içinden, yeni bir sosyalist öncü işçi kuşağının tohumlarını büyütmek, işçi sınıfının bağımsız, önder ve kapitalizm ve burjuva demokrasisiyle uzlaşmaz sınıf karakterini ve eylemlerini geliştirmektir. 7- Haziran Direnişi’nin sınıfsal-toplumsal bileşimi Orta Sınıflar Haziran Direnişi’nin içerisinde orta sınıfların, hatta üst orta sınıf kesimlerin belirgin bir varlığı vardı. Ancak ne burjuva med85
yanın başta iddia ettiği gibi bir orta sınıf ne de AKP medyasının iddia ettiği gibi bir beyaz Türkler hareketiydi. Hareket içindeki orta sınıf ve kesimlerin başlıca özellikleri şunlardı: Genellikle eylemlerin, polis saldırılarının, kentsel dönüşümün en yoğun yaşandığı kent merkezlerinde oturan ve/veya çalışan kesimler olmaları. Merkez-çekirdek kentli, kafeleri, sinema, tiyatroları, kursları, parkları, etkinlikleri ile dışa açık bir kentsel ve serbest yaşam alışkanlığı olan, çocuklarını da serbest yetiştirmeye çalışan, eğitimli, modernist, başta dincilik ve kaba muhafazakarlık olmak üzere yaşam tarzı ve serbestisinin sınırlanması ve müdahale edilmesinden aşırı rahatsız olan bir kesimdir. Önemli bir bölümü de, işçileşme, konum kaybı ve güvencesizleşme sürecindedir. (Bugün banka şube müdürlerinin bile performans sistemi nedeniyle iş güvencesi yok.) Bu kesimler arasında da işsizlik yaygındır ve görece yüksek ücretli işlerini kaybettiklerinde benzer ücret ve koşullarda iş bulma olanakları da azalmaktadır. Ancak bu kesimlerin sorunu, büyük çaplı bir yoksullaşmadan çok, işlerinde, çevrelerinde, toplumsal yaşamlarında sahip oldukları özerklik, denetim, otorite, saygıyı tümüyle kaybediyor olmak. İşlerinde, çevrelerinde eskiden özerk bir denetim sahibiyken, bugün kendi yaşamlarında, düşüncelerinde, çocuklarını nasıl yetiştireceklerinde bile bu özerk denetim olanağını kaybetmek, tümüyle kendi dışlarında güçler tarafından belirleniyor ve değersizleştiriliyor olmak. Vasıflı, eğitimli emeklerinin değersizleşmesinin üstüne, en temel kentsel yaşam standartı olarak benimsedikleri gezip tozması, kültürü, sanatı, cafesi, parkı, sosyal içiciliği, ve en hassas oldukları çocuklarının eğitimi gibi konuların böylesine değersizleştirilmesi, yaralarına kezzap dökülmüş gibi bir çığlığa dönüşüyor. Bu kesimin hepsi ulusalcı değilse bile, TKP ve CHP’den ADD ve İP vb.ye kadar bir yelpazede ulusalcılık daha ziyade bu kesimlerde zemin buluyor, siyasal-örgütsel bir angajmanı olmayanlarda da, bir tür post-kemalizme, vampire karşı sarımsak ve haç efekti gibi sarılabiliyorlar. 86
Kadınlar Bir direnişin toplumsal derinliğinin en önemli göstergeleri, kadınların ve gençlerin göreli ağırlığının artmasıdır. Taksim 1 Mayısı eylemlerinde, kadınların, özellikle de genç kadınların hem göreli ağırlığının hem de inisiyatifinin artmış olmasına dikkat çekmiştik. Ancak bu, devrimci ve sol örgütlerin kadın-erkek bileşimindeki değişimle sınırlı bir gözlemdi. Haziran Direnişi, bunun devrimci ve sol örgütlerle sınırlı olmadığını, tam tersine kadın dinamiğinin ve inisiyatifinin toplumsallaşmasının bir yansıması olduğunu gösterdi. Kadınlar fizik güç ve hız isteyen ön cephe çatışmalarında doğal olarak daha azdılar fakat cephe gerisinde de kalmadılar. Direnişlerdeki aktif katılım ve inisiyatifleri belirgin biçimde artmıştı. Eşler ve sevgililerin el ele direnişte yer alması kadar, çok sayıda ve her yaştan kadın grubu vardı. Geceden sabaha kadar süren sokak direnişlerinde, geceyi ilk kez evlerinin dışında geçirdiğini söyleyen genç kadınlarla sohbetlerimiz oldu. İki ilki bir arada gerçekleştirdiler, hem devlete hem aile otoritesine karşı meşru-fiili eylem yaptılar. Gençler Gençlerin, üniversite, lise, ortaokul öğrencisi, işçi, işsiz, kent yoksulu gençlerin direnişte çok belirgin bir ağırlığı vardı. En son devrimci, isyankar, militan, direnişçi gençlik kuşağı kendini 24 yıl önce göstermişti. O kuşak 12 Eylül psikolojisinin yarılmasında, devrimci örgütlerin canlanmasında, yalnızca öğrenci değil kamu emekçileri ve yer yer işçi hareketinde önemli bir rol oynadı. Ancak 12 Eylül öncesinden gelen devrimci örgütlerin ‘90’ların ortalarından itibaren giderek daralan ve yetersizleşen kalıp ve kodlarıyla şekillendi. Militanlık ve direnişlerde özneleşse de, devrimci sosyalist hareketin çok yönlü ve bütünsel yeniden inşasında, kurucu ve yaratıcı tarzda özneleşemedi. 87
Şimdi bir ‘90’lar kuşağından bahsediliyor. Öncekilerden farklı özellikleri; “apolitik mi, yoksa farklı bir politizasyon süreci mi olduğu” tartışılıyor. Bu, çok daha kentli, daha eğitimli, çoğunun aile evinde bireysel odası olan, çocukluk yaşlarından itibaren cep telefonu, internet ve sosyal medyayla, daha çeşitli arkadaş ortamlarıyla, daha çok yönlü ilgi, bilgi, uğraş, eğlence alanlarıyla toplumsallaşmış bir kuşaktır. Kendini ifade, dikkate alınmak isteme, aktif katılım, hazır kalıp ve angajmanlara, aşırı hiyerarşik ve temsili ilişkilere girmeme, sosyal medya tarzı paylaşımcılık, çoklu ilgi ve ilişki alanları arasında daha esnek-dinamik hareket etme… Gençlerin Haziran Direnişi içindeki ağırlıkları ve duruşları, solda günümüz gençliğinin asosyal (aşırı bireyci, bencil vd) ve apolitik (politikaya ilgisiz) olduğu önyargılarını da gürültüyle çökertmiştir. Toplumsallaşma biçimleri de, politizasyon biçimleri de öncekilerden oldukça farklıdır, hepsi bu. Toplumsallaşmaları, önceki gibi az sayıda, katı, sabit, içe kapalı kurumlarla sınırlı ve tek biçimli değil, çok sayıda kurum, grup, ilgi, uğraş, paylaşım alanı ve ilişki ağları üzerindendir. Politizasyonları da, tek biçimli değil, çok biçimli, Kürt sorunundan kadın sorununa, cinsellikten doğaya, kent ve belli ortak mekanlardan kültür sanat spora, ekonomiden eğlenceye, biradan dine, yaşamın bütünündendir. 1- Artan gelecek kaygısı, 2- Anlaşılmadığı düşünce ve duygusu, 3- Kendi yaşam ve geleceği üzerine kendi kararlarını kendi verebilme (özgürlük ve bağımsızlık) isteği ve özlemi… Bunlar tüm gençlik kuşaklarının ortak özellikleridir. Bugün ise bunları da derinleştirecek biçimde: Eğitim sisteminin derinleşen krizi ve sefaleti, çıplak işgücü üretimine indirgenmiş olması, gençlerin ilgi ve ihtiyaç duyduğu konulara, yeni toplumsallaşma biçimlerine uzaktan yakından yanıt vermediği gibi engeli olması, yapboza ve hükümetin elinde oyuncağa dönmesi, 4+4+4+4 (son 4, üniversitelerin yeniden yapılandırılmasının ifadesidir) 88
dayatması, eğitimin sermayeleştirilmesi ve ticarileştirilmesi, ders yükünün artması, sınav cehennemi, kat kat yeterlilik ve performans sistemleri, artan oranda gencin okurken en ağır ve düşük ücretli işlerde çalışmak zorunda kalması, diplomalı işsizlik ve esnek-güvencesiz işgücü piyasası, polis ve idare baskıları, aile bağımlılığının artması, gençliğin meta-gençlik imgesine indirgenmesi, onlar bunu çoktan aştıkları halde sosyal medyalarından cinselliklerine, ne içeceklerinden ne yapacaklarına kadar her şeylerinin baskılanması, engellenmesidir… Eğitim ve çalışma sürecinde, ve artık yaşamın her alanında, bir ölçme/değerlendirme, performans, yeterlilik, rekabet, seçme/ayıklama sistemlerinin, sürekli ölçülüyor, denetleniyor, izleniyor, nitel olan her şeyi tasfiye edecek biçimde nicelleştiriliyor olmanın yarattığı ve içselleştirdiği baskı, yabancılaşma, güdümlenme, okul idarelerinin baskısından daha mı azdır? Daha az olmadığı gibi, siyasal baskılar ve egemenlik ile kapitalist üretimin, eğitimin, yaşamın toplumsal ilişkilerinin içerdiği yoğunlaşan baskı ve egemenlik birbirine çok daha fazla içerili hale gelmiştir. Yeni bir yaşam özlemi, kendi kararlarını özgür ve bağımsız olarak birlikte vermek ve gerçekleştirmek, kendi üretken, yaratıcı, geliştirici ilişkilerini özgür ve bağımsız olarak birlikte kurmak ve gerçekleştirmek için mücadele ve asıl kolektif mücadele içinde kendini gerçekleştirmek, bunların karşısına konulmalıdır. Tüm bunlardan sonra gençlik, yeni ve daha ileri bir toplumsallaşma niteliği ve gereksinmesi içinde olan gençlik, neden isyan ediyor diye sorulacak olursa, Gezi’nin 8. gününde Fettullah Gülen’in yaptığı yorumun okunması yeterli olur: “Biz onları ihmal etmişiz” diye başlıyor ve şöyle devam ediyor: “Mesele dipten ele alınmazsa, nesillerin ıslahıyla başlanmazsa, o nesillere, o masum nesillere, ruh ve mana köklerinden akıp gelen şeyler tanıttırılmaz, duyurulmaz, ruhlarına içirilmezse, beyinleri onların elden geçirilmezse, nöronlarına onların yeni bir adab u erken talim edilmezse, bu azgınlıklar devam eder.” 89
İşçi Sınıfı İşçiler, yarı-işçiler, eğitimli işçi ve işsizler, kent yoksulları, işçi ya da geleceğin işçisi olan öğrenciler… Mesaiden sonra ya da bir biçimde patronu sıkıştırıp veya fiilen iş bırakıp eyleme koşan büro işçileri, finans işçileri, mağaza işçileri, plaza işçileri, sağlık ve eğitim işçileri, inşaat işçileri, temizlik işçileri, garsonlar, taşeron işçileri, vd. Tıpkı Taksim 1 Mayıs’ında olduğu gibi katledilen ve yaralananların listesine bakıldığında bile direnişçilerin önemli bölümünün işçi olduğu görülür. Kaldı ki İstanbul, Ankara gibi istihdamın yüzde 75’inin ücretli emekçi olduğu metropellerde, yüzbinlerce kişilik bir toplumsal hareketin temel bileşeninin işçiler olmaması düşünülemez. Bir bütün olarak işçiler ve (öğrencilerin önemli bölümü dahil) işçi sınıfına doğru çözülen ara sınıflar direnişin ağırlığını oluşturduğu halde, işçi sınıfı direnişte sınıf olarak, hele ki bağımsız sınıf olarak yoktu. DİSKKESK grevinde Taksim kortejlerinin sayısı utanç vericiydi: DİSK 1500 kişi, KESK 6-7 bin kişi. Oysa direnişe ve Taksim’e kendi başlarına gelen DİSK ve KESK üyelerinin sayısı bile belki bunların üç dört katıydı. Kuşkusuz Gezi Parkı, vali-emniyet müdürlerinin görevden alınması, gazın yasaklanması işçi sınıfının da talepleriydi, fakat neoliberal barış müzakere süreci ve burjuva demokratizmi gereği KESK ve DİSK “hükümet istifa” talebine bile sahip çıkamadılar. Ne de en yakıcı işçi sınıfı taleplerini gündemleştirdiler. İşçi sınıfının son dönemlerde daha fazla öne çıkan en yakıcı mücadele taleplerini, neoliberalizm, işsizlik, güvencesizlik, aşırı çalışma saatleri, işçi katliamları, işten atmalar, performans, örgütlenmeye ve grevlere yönelik baskı ve yasakları bile (grevdeki Hava-İş dışında) dillendirmediler, önceden varolan grev taleplerini bile geri çektiler. Sendikalar bırakalım sanayi işçilerini harekete geçirmeyi, kent merkezlerindeki direnişlerin sınıfsal-toplumsal bileşimine, hizmet işçileri, eğitimli işçi ve işsizler, öğrencilerin istemlerine uygun olarak 4+4+4’ü, yeni YÖK tasarısı, güvencesizlik ve performans 90
sistemini bile grev talebi olarak gündeme getirselerdi çok şey yapmış olurlardı. Çürümüş sendika bürokratları ise, “kaotik ortam nedeniyle genel grevin koşullarının olmadığını açıklayarak” bir kez daha ücretli kölelik düzeninin özürcülüğünü ve kurtarıcılığını yaptılar. Devrimci ve sol örgütlerin de pek azı, kahrolsun ücretli kölelik düzeni, sosyalizm gibi işçi sınıfı amaç ve sloganlarını dile getirdiler. Ön hat militanlığında öncü bir inisiyatif ortaya koymakla birlikte, çoğu içerikte, Gezi Parkı Direnişi’nin ilk günlerinde varolan antikapitalist istem ve özlemlerin bile gerisine düştüler. Direnişte işçilerden kent yoksullarına öğrencilerden orta sınıflara kadar geniş bir sınıfsal bileşimin olmasıyla, Kürt ulusal hareketinin geri çekilmesi ve ulusalcı, Kemalist slogan ve sembollerin yaygınlaşmasıyla, zaten çok cılız ve bulanık olan işçi sınıfı ve sosyalizm eğilimleri buharlaşıverdi, antiemperyalist ulusalcılık ve antifaşist halkçılık kolayca kendiliğindenliğe uyarlanarak onun yeniden üreticisi oluverdi. TKP, ağzından baklayı çıkardı, ‘halk yalnızca Taksim’i değil ayyıldızlı bayrağımızı da ele geçirerek yeniden bağımsızlık ve yurtseverlik sembolü haline getirdi’, gibi bir söylemle, mali oligarşik burjuva devleti ve bayrağını yeniden sol içinde meşrulaştırmaya girişti. Antiemperyalist, özellikle de antifaşist sloganların kitleler tarafından yaygın biçimde sahiplenilmesi ve öfkelerini sokakta ifade etmekte kullanılması, kitlelerin yaşamlarında, düşüncelerinde, ilişkilerinde özgürlük ve bağımsızlık istem ve özleminin bir ilk basamak siyasallaşma eşiği olarak son derece anlamlıydı. Ancak, bunların -belli tohum ve unsurlarını içermekle birlikte-, ne antikapitalist/sosyalist ne de kitleler içinde yaygın ve güçlü bir zemini olan anti-neoliberal bir eksen ve içerikle birleştirilememesi, burjuva medyanın pompaladığı “hiçbir sınıf, hiçbir siyaset, hiçbir ideolojinin olmadığı” (ya da önder, baskın, hegemon olmadığı), bir direniş adı altında, daha ziyade orta ve ara sınıf ve kesimlerin siyasal-toplumsal ütopik-reformist dilek ve beklentilerinin hakim olmasına yol açtı. Direniş büyüyüp Tak91
sim’i alacağı ve hükümeti sarsacağı belli olduktan sonra, direnişe “barışçıl olması ve burjuva seçim sisteminin tanıması koşuluyla” kısmi destek açıklayan ya da en azından karşısında görünmemeye çalışan en büyük mali sermaye grupları ve kesimleriyle bile sınırların çekilmemesi bunun göstergesidir. Ancak bu, Haziran Direnişi’in ve yarattığı-yaratacağı siyasal-toplumsal sarsıntı ve bilinç sıçramasının tarihsel önemini azaltmaz. Yalnızca sancılı bir çözülme ve bir üst düzeyden yeniden oluşum sürecinde olan dev proletaryanın, bağımsız, önder, gövdesel, kolektif sınıf karakterinin ve hareketinin yeterince gelişmemiş durumuna işaret eder. Direniş ve çatışmalarda işçilerin ve yarı-işçilerin yaygın varlığı ve inisiyatiflerine karşın, yeniden oluşum sürecindeki proletaryanın, kitlelere ve bizzat onun içindeki işçilere, hiçbir tarihsel inisiyatifi ya da hiçbir bağımsız siyasal hareketi olmayan bir sınıf görünümü sunması, bunun başlıca nedenlerinden biridir. Nitekim, Taksim’de KESK ve DİSK’in grev ve eylemlerine direnişçi kitleler katılmaz ve ilgi göstermezken, çok daha küçük bir grevci işçiler grubuyla Taksim’e gelmiş olmasına karşın, bir fiili grev, 1 yıl boyunca direniş, ve ağır grev kırıcılık ve polis baskılarına karşın grevini sürdüren Hava-İş ve THY işçilerine, direnişçi kitlelerin yoğun bir ilgi göstermesi, coşkuyla karşılaması, kucaklaşıp kaynaşması bunun en açık göstergelerinden biridir. Aynı şekilde proletarya bu isyanda sınıf olarak yer almasa ve Genel Grevle birleştiremese bile, direnişte yaygın olarak yer alan işçi, eğitimli işçi ve işsiz, yarı-işçi, kent yoksulu, aydın ve öğrencilerin, proletaryanın dev çaplı toplumsallaşma sürecinin bir ifadesi olduğunu, ve bu kesimlerin direnişte ve özgürleştirilmiş Taksim’de ortaya koyduğu, dayanışmacı, paylaşımcı, özgürlükçü, ezilen cins, gençlik ve doğa savunucusu kolektif mücadele pratikleri ve alternatif yaşam örnekleri kadar, barışçıl ütopikreformist eğilimlerin de, proleter sınıf karakteri gelişmemiş bu işçilerin ve işçileşen kesimlerin toplumun genel bir yeniden kuruluşuna duydukları ilk sezgisel, yarı-bilinçli özlemlerin bir 92
ifadesi olduğunu da kuvvetle belirtmek gerekir. Önümüzdeki süreçte, eleştirel, antikapitalist ve antiotoriter tonlamalar da içeren, barışçıl, ütopik, anarşizan sosyalizm akım ve uygulamalarının yaygınlaşacağını öngörebiliriz. Dolayısıyla her şeyden önce, bu toplumsal hareket içindeki çelişkin sınıfların, çelişkin eğilim ve özlemlerin varlığını görmemiz gerekir. Bir yanda, uzlaşmaz sınıf savaşımının gelişmemiş oluşu ve içinde bulundukları ortam nedeniyle kendilerini her türlü sınıf karşıtlığının üstünde gören konum kaybı içindeki orta sınıf ve kesimlerin, sınıf ayrımı yapmadan toplumun her üyesinin, hatta durumları en iyi olan AKP muhaliflerinin bile koşullarını iyileştirmek istemeleri, ve bunu her türlü siyasal, aslen de devrimci eylemi reddederek barışçıl yollarla yapmayı arzulamaları, ve yine bunun için yine sınıf ve siyaset-ideoloji ayrımı yapmadan toplumun tümüne, asıl olarak da egemen sınıfa seslenmeleri ve ondan kendini düzeltmesini beklemeleri… Diğer yanda, ortaya konan kolektif dayanışma, paylaşım ve mücadele pratiklerinin, alternatif yaşam örneklerinin, bağımsız proleter sınıf karakteri ve bilinci gelişmemiş işçilerin, işçileşme sürecinde olan ara sınıf ve kesimlerin toplumun genel bir yeniden kuruluşuna, yeni ve daha yüksek bir yaşama, bu doğrultuda özneleşmeye duyduğu ilk büyük sezgisel, yarı bilinçli özlemin ifadesi olması… Şu anki kesitte “sınıflar, siyasetler, ideolojiler üstü” bir uyum ve kaynaşmışlık içinde gibi görünen bu iki çelişkin eğilim, aslında iki farklı sınıfın, orta sınıf ve kesimler ile proletaryanın farklı eğilimlerine denk düşer. Proletarya, sınıf olarak değilse bile, yaygın birey ve gruplar olarak katıldığı bu hareketteki, henüz cılız da olsa antikapitalist eğilimden, mevcut burjuva toplumun en sivri ilke, yasa ve kurallarının eleştirilmesinden, dayanışmacı ve paylaşmacı kolektif mücadele pratiklerinden ve özlemlerinden, onda mücadelenin ilerlemesine ve kapitalizmin geldiği gelişme düzeyinden geriye değil ileriye, yeni bir yaşam özlemi ve mücadelesine doğru ne varsa, kuşkusuz çok şey öğrenecektir ve öğrenmelidir. Fakat 93
bu hareketin gelişimi içinde, içindeki sınıf ayrımlarının da kaçınılmaz olarak ortaya çıkacağını, eleştirel-barışçıl-ütopik-reformist eğilim içinde çakılıp kalanların da şu anki ilerici işlevlerine karşın, kaçınılmaz olarak proletarya hareketinin tarihsel gelişimi karşısında sınıf savaşımını köreltmeye ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını uzlaştırmaya çalışan, tutucu bir eğilime dönüşebileceğini bilmelidir. Proletaryanın sorunu elbette yalnızca çalışma koşulları değildir, tarihsel temelinden asıl ilerletici karakterini verdiği bu hareketten çok şey öğrenecek, bir iki atraksiyon yapıp asıl proletaryayı bu hareketten yalıtma çabası içindeki çürümüş sendika bürokratlarının tersine, bu hareketten kendini yalıtmayacaktır. Proletarya, “sınıflar üstü” bir görünüm altındaki kitlelerin direndiği ve isyan ettiği tüm sorunların, yalnız önceki dönemden değil kapitalizmin geldiği gelişme ve çürüme düzeyinin ortaya çıkardığı tüm sorunların temelinde ücretli kölelik düzeninin, kapitalist meta egemenlik ilişkilerinin ve burjuvazinin mali oligarşik diktatörlüğünün olduğunu bilerek, onunla uzlaşmaz ve en köktenci ve devrimci karşıtlık içindeki ve yıkılmasına önderlik edecek sınıf olarak, bu toplumsal harekete uzlaşmaz bir sınıf temeli kazandıracak, onun doğurduğu tüm ileriye doğru istem ve özlemleri de toplumsallaşmış proletarya olarak mücadele kapsamına alıp asıl mantıki sonucuna götürebilecek tek sınıftır. Bu isyanda proletaryanın sınıf olarak ciddi bir etki gösterememiş olmasının bir nedeni proletaryanın bir üst düzeyden oluşum sürecindeki, henüz kolektif sınıf karakteri, bilinci ve savaşımı yeterince olgunlaşmamış bir sınıf olmasıysa, diğeri de neoliberal kapitalizm ve mali oligarşik kentsel dönüşüm politikalarının proletaryayı ve toplumsal emeği, kent merkezlerinde görünmezleştirmiş, tarihsel olarak belleksizleştirmiş olmasıdır. Ve hele ki Taksim yasak ve projesi, burjuvazi ve mali oligarşisinin asıl işçi sınıfını kent merkezinde görünmezleştirme, tarihsizleştirme operasyonunun bir ifadesiyken, buna asıl işçi sınıfı ekseninden bir yanıt verememek, çürümüş sendika 94
bürokratları ne yaparsa yapsın, Taksim’e işçi sınıfının sınıf bilinçli, öncü, ileri temsilcilerini sosyalist sınıf şiarı ve organizasyonuyla taşıyamamak, görünürleştirememek, simgeleştirememek en büyük zayıflığımızdır. Yine de, işçi sınıfı her ne kadar Haziran isyan ve direnişi içinde görünmezleşmiş olursa olsun, Mısır, Tunus, İtalya, İspanya, Yunanistan, Hindistan, Şili ve hatta ABD’deki benzer toplumsal direniş ve isyanların gösterdiği tarihsel bir gerçek vardır. En bilineni El-Mahalla işçileri olmak üzere, bu ülkelerdeki bu gibi toplumsal direniş ve hareketlerin tümünün öncesinde işçi grev ve direnişlerinde, özellikle de fiili grev ve direnişlerinde belli bir yükseliş eğilimi yaşanmıştır. Türkiye’de de böyledir. Tekel’i, Bosh’u, Mersin Limanı, Taksim’in göbeğinde 9 ay direnen ve her cuma Taksim’in göbeğinde yürüyüş yapan enerji işçilerini, taşeron sağlık işçilerinin hastanelerdeki direniş çadırlarını, Antep büyük tekstil fabrikalarını, Zonguldak madencilerini, THY grev ve direnişlerini, Hey Tekstil işçilerini, Taksim’de işçi direnişlerinin ortak eylemlerini, Dr. Ersin Arslan’ın öldürülmesine karşı sağlıkçılar grevini, Türk Metal çetesini hayatında yapmadığı eylem, işçi toplantısı, TİS gazetesi çıkarma, facebook sayfası açma, temsilci seçimleri gibi atraksiyonları yapmak durumunda bırakan metal işçilerinin eylem ve iş durdurmalarını, metal işçilerinin 2 aydır süren eylemlerini… anmak yeter. Bürokratik rutin sendikalar, TİS süreçleri, grevler ne kadar sonuçsuzsa, ya da işçiler ne kadar sendikasızlaşmış ve güvencesizleşmişse, fiili grev ve direnişlerin, komiteleşme girişimlerinin o kadar artmış olması da bir diğer göstergedir. Hem de işçi sınıfının ileri kesimlerinden başlayarak yalnızca eskisi gibi çalışmak istememe değil, eskisi gibi yönetilmek istememe eğiliminin bir göstergesidir. Bunların Haziran Direnişi’nin yolunu açmada doğrudan ve dolaylı bir etkisinin olmadığını söylemek de, Arap Baharı’nda işçi sınıfının bir rol ve etkisinin olmadığını söyleyen, işçi sınıfını görünmezleştirmeye çalışan burjuva medyaya teslim olmaktır. 95
İkincisi; yukarıda sıraladığımız ülkelerin bir çoğundaki direniş veya isyan hareketlerinden sonra (Mısır, Tunus, Yunanistan, İspanya, Hindistan, vd.) en temel talepler bile karşılanmamış, ancak çok geçmeden bu kez işçi grev ve direnişlerinin de yaygınlaşmasıyla birleşen direniş dalgaları ortaya çıkmıştır. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın: İstediği kadar neoliberal kapitalizm, kentsel dönüşüm, çürümüş sendika bürokratları, dahası antiemperyalist ulusalcılık ve antifaşist halkçı demokratizm tarafından görünmezleştirilmiş olursa olsun, işçi sınıfındaki mayalanmanın bu direniş ve isyanın üzerinde ve içinde bir etkisi olduğu gibi, Haziran Direnişi de önümüzdeki süreçte işçi sınıfının fiili grev ve direnişlerine yeni bir yaygınlık ve derinlik kazandıracaktır. 9 Haziran 2013
96
ARTIK YENİ BİR NOKTADAYIZ
Tekelci sermayenin küresel temelde birikimine geçiş ve bir dizi başka nedenle artık sürdürülemez bir noktaya gelmiş faşizmin, neoliberal burjuva demokrasisine doğru çözülmesiyle ekonomipolitiğin, siyasetin, kültürün, sanatın vd. tüm alanların sermayenin yeni durumuna uygun olarak çatışmalı bir şekilde yeniden düzenlenmeye çalışıldığını izliyoruz. Bir önceki birikim modeli ve ona uygun siyasal-toplumsalekonomik-kültürel yapılanmalar sürekli bir dönüşüm içerisinde sermayenin azami kar iştahına uygun olarak yeniden düzenleniyor. Bu işin yürütücüsü olan AKP gericiliği bu dönüşüme kendi kültürel-ideolojik kodlarını yükleyerek yapmaya çalışıyor. Hiçbir itirazı dikkate almadan, politik hakimiyetinin verdiği pervasızlıkla tam gaz sürdürüyor saldırılarını. Eğitimden sağlığa, spordan sanata, kentsel dönüşümden ulusal istihdam stratejisine kadar toplumu, yaşamı kesen tüm alanlarda azgın bir sermaye seviciliği ve işçi sınıfı düşmanlığıyla hareket ediyor. Politik arenadaki rakipsizliği (şimdilik) muhafazakar gerici karakterinin tüm gizli yönlerinin açığa çıkmasını da sağlıyor. Güç ve sınırsız iktidarın getirdiği ra97
hatlık kitlelerden gizlediği tüm siyasal-ideolojik-kültürel referans ve planlarının ortaya saçılmasını doğuruyor. Toplumsal yaşamı bireyleri tercihlerine kadar zapturapt altına alma, yaşam alanlarını, sanatsal-kültürel birikimleri kendi gerici politik-ideolojik vizyonuyla yeniden düzenleme gayreti, saldırganlığı artık bir sınıra dayanmıştır. İçte ve dışta Sunni mezhepçiliği ile oluşturduğu siyasal program ve tercihleri üst üste çuvallamaya başladı. Mezhepçi temelde yürüttüğü kirli Suriye politikası tümüyle çökmüş, neredeyse bölgede istenmeyen adam, ülke konumuna gelmiştir. Son birkaç yılda toplumu, kitleleri gericileştirme eğiliminin açık ifadeleri olan birçok yasal düzenlemeyi üst üste meclisten çıkarması, dinci gençlik, dindar toplum hevesleri içte ve dışta tepkiyle karşılanmış ve AKP gericiliğine tanınan opsiyonların sonuna gelinmiştir. Onun tek şansı burjuva politik arenadaki muhalefetin yeteneksizliği ve kendilerini neoliberal burjuva demokrasisine göre yeniden dizayn edememeleridir. Fakat AKP’ye bu alanda da yüzecek denizin çok fazla kalmadığı görülmektedir. Artık daha fazla ertelenemez hale gelmiş Kürt ulusal sorununda girdiği yeni “çözüm süreci” nde en büyük korkusu, hatta uzun süre elini tutup, adım atmasını engelleyen şey, bu çözümün sonunda ortaya çıkacak politik kazanımların işçi ve emekçilerde yaratacağı emsal olma duygusuydu. Türk ve Kürt işçilerin, emekçilerin kader birliği yapmasını, Kürt halkının kazanımlarının batıda demokratik talepler için kaldıraç olmasını engellemek adına toplumsal yaşam polis zoruyla zapturapt altına alınmaya çalışılırken, birçok anti-demokratik düzenleme peş peşe yasalaştırıldı. Sokaklarda itiraz edenleri polis terörüyle gaza boğdular. Sınırsız egemenlik yanılsaması, saldırganlığın sınırlarını zorladı. “Çözüm süreci” nden bahsederken atılan burjuva demokratik nutuklar, Taksim 1 Mayısı’nın yasaklanıp İstanbul’da gayri resmi sıkıyönetim ilanıyla kuşatılmış şehrin sokaklarına sıkılan gazların arasından uçuşup gitti. Rejim krizinin AKP’nin güçlü iktidarına rağmen bir türlü çözülemeyişiyle birlikte, işçi sınıfı ve emekçilerin her türlü demokra98
tik talep ve istemlerini kontrol altına almak ve her noktada burjuva devletin bekası için kitlelere acımasızca saldırıldı. Halk düşmanlığı gizlenemez bir noktaya geldi. Taksim Gezi Parkı Direnişi artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını gösterdi, neoliberal burjuva demokrasisinin içinde ezilmeye çalışılan emekçi kitleler dövüşe dövüşe savunduğu özgürlük, demokrasi, eşitlik talepleriyle bunu sağır kulaklara bile duyurmuştur. Milyonların eylemi artık bu şekilde yönetilmek istemediklerini, yönetilemiyeceklerini göstermiştir. Geniş kitleler üzerilerindeki o edilgen toprağı atmış ve kendi kaderini ellerine almıştır. Her ne kadar, işçi sınıfı ve emekçi kitleler, bu ayağa kalkışı doğal sonuçlarına kadar götürecek siyasal olgunluk ve örgütlenmeye ulaşamamış olsa da bu yola girmiştir. Ve geri dönmeyecektir. Birkaç günlük militan direniş içerisinde devleti, kapitalist sistemi tanımış, gerçek yüzünü görmüş, bir araya gelince nasıl da güçlendiklerini pratikte bizzat tatmış, dayanışmanın ancak ortak talepler uğruna mücadele içinde gerçekleşeceğine tanıklık etmişlerdir. Müthiş bir deneyim ve özgüven birikimidir bu. Ve ciltler dolusu mücadele programının başaramayacağı bir şeydir. Şimdi farklı bir noktadayız, yeni düzlemin ruhuna, eyleminin gücüne inançla yürüyeceğiz, yürümeliyiz. Politik arenada işçi sınıfı şimdilik sınıf olarak gözükmemektedir. Sokak, kent savaşlarında kitlelerin ana bölümünü işsizlerle birlikte genç işçiler oluşturmasına rağmen halen sınıf olarak hareket edememektedir. Sendikaların artık mecburiyetten yapmak durumunda kaldıkları 1 günlük iş bırakma eylemi de bu durumu değiştirememiştir. Sendikaların bugünkü yönetim biçimleri sınıfın önündeki en büyük engellerdendir. Taksim kalkışması sendikalarda da taşları yerinden oynatacak, taban inisiyatifi vücut bulacak ve direşken, mücadeleci bir işçi kuşağı önündeki engelleri kaldıracaktır. Artık önümüzde ciddi bir sokak savaşları, kent muharebeleri dönemi açılmıştır. Ekonomik kriz ve kar oranlarının sürekli düşme eğilimi nedeniyle azami kar arayışı kentleri, doğayı, yaşamı, insanlığı talan eden mali oligarşik düzene karşı, en masum bir çev99
re hareketi bile militan bir mücadele, savaşım kabiliyeti göstermek zorundadır. Sermaye düzeni için her alan yaşamsal bir önemdedir ve bütün alanlarda ciddi bir iç içelik halinde bulunmaktadır. Gezi Parkı’nda “birkaç ağaç” için başlayan direniş ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel tüm alanları kesen bir çizgiye, direnişe dönüşüvermiştir. Kategoriler arasındaki o eski duvarlar çoktan yıkılmış, bağımsızlıkları kalmamıştır. Burjuvazi işte bunun için bu kadar saldırgandır. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin her alandaki mücadelesi diğer alanlara da dokunmakta, harekete geçirmektedir. Bir alanda başlayan bir direniş hızla bir isyan ve direniş dalgasına dönüşebilmektedir. Bu yüzden sosyalist devrimci bir mücadele programı en ivedi ihtiyaçlardan biridir. Tabii ki böylesi bir mücadele programı direnişçi kitlelerin dışında değil bu hareketin içerisinde oluşturulan konsey ve meclislerde tartışılarak oluşturulmalıdır. Komünistler, işçi sınıfı devrimcileri buralarda inisiyatif almalı, yaratıcı inisiyatiflerini konuşturabilmeli, ön açıcı olabilmelidirler. Tarihsel bir süreci yaşadığımız çok açık. Böylesi tarihsel kesitlerde izleyeceğiniz siyasal tercihleriniz, yol ve yöntemleriniz, kitlelerle bağ kurma yeteneğiniz, sloganlarınızdan taleplerinize kadar her şey gelecek açısından belirleyici olacaktır. Direnişin ve sınıf hareketinin genel çıkarlarıyla partinin çıkarlarını iç içe geçirebilmek, buralardan güç biriktirebilmek gözden kaçırılmamalıdır. Kendiliğinden başlayan tüm kitle hareketleri bir noktada sönümlenecektir. Bu kaçınılmaz. İşçi sınıfı devrimcileri olarak bizler bu günlerden ne kadar kazanımla çıktığımızla kendimize not vereceğiz. Hareket şimdiden kazanmış, zaferini ilan etmiştir. Artık kentin meydanları emekçilere yasaklanamayacaktır. Bu genel zaferimizdir. Buradan özel kazanımlarımızı da çoğaltarak çıkabildiysek her şey yolunda demektir. Ercan Akpınar Sincan 1 No’lu F Tipi Hapishanesi
100
9 Haziran 2013
Haziran Direnişi’nin ortaya çıkardığı kültür-sanat üzerinE
Taksim’in girişinde bir duvar yazısı: “Vedat Milör önerdi, geldik!” Polisin tekrar Taksim’e saldırıp, gün boyu direniş ve çatışmalardan sonra AKM’nin önüne çekilmesiyle Çarşı Grubu polis barikatı ve TOMA’ların önüne gidiyor. Hep bir ağızdan “Siyaaah!” diye bağırıyor. Polis doğal olarak “Beyaaaz” diye karşılık vermeyince “Yuuuh!” Çarşı Grubu, polisle bu “Siyaaaah… Yuuuh” oyununu, polis yeniden alana saldırıncaya kadar sürdürüyor. Haziran Direnişi’ndeki genç kuşaklar, kendi popüler kültürünü de hızla direnişe uyarladı. Performatif ya da mizahi sloganlar, aforizmalar, duvar yazıları, tencere tavayla yapılan müzik, esprili şarkılar, görseller, kurgular, videolar, oyunlar, eğlenceler… Herkes direnişin kültürel yaratıcılığından, zeka pırıltılarından bahsediyor. Her biri sosyal medyada milyonlarca paylaşılıyor. Görülmeyen ise: Çoğu sokak, meydan eyleminin kendisinin de başlarından itibaren oyun-eğlence ile birleşmeye başlama101
sı. Yalnız Taksim’deki şenlik havasında bahsetmiyoruz. Kitlesel eylemlerin, hatta barikat çatışmalarının geceden sabaha kadar sürdüğü alanlar da sık sık oyun, eğlenceyle birleşti. Kitleler elbette çok gergin ve öfkeli, polis despotizmi karşısında ağır bedeller ödeniyor. Ancak bu sıcak direnişlerin, eylemlerin bile yer yer kültür-sanat-oyun-eğlence-performans ile birleşmesine engel olmuyor. Sanat-oyun-eğlence-performans da direnişin, protestonun toplumsallaşmasının bir biçimi haline gelmiş durumda. Bu direnişin yalnızca “kültürel üstyapısı” değil, dokusuna da işlemiş yeni bir durumu gösteriyor. İki çatışma arasında öpüşen genç sevgilileri de görebilirsiniz, gaz maskeleriyle barikat başında şarkı söyleyenleri de, önlerine düşen gaz bombasıyla top oynayan göstericileri de, iki gaz bombardımanı arasında kitleye ya da polise bir nevi performans yapan birey ve grupları da, elinde birasıyla eylem yapanı da, her türlü nesneyi vurmalı çalgıya, tencere tava çalmayı orkestrasyona dönüştüreni de, “Hayatımız boyunca hiç gaz yemedik. Neyimiz eksik? Biz de gaz yemek istiyoruz!” pankartıyla eylem alanına gelenini de… Bunlar zaten gündelik yaşam ve ilişki kuruş biçiminin performatif (gösterisel) olduğu günümüz kuşaklarının ve bireylerin popüler kültür ve alt kültürlerini direnişe uyarlamalarının, kendilerini ve direnişlerini popürleştirmelerinin biçimi. Mizahın ve sanatın her zaman muhalefette önemli bir rolü olmuştur. Ancak bugün iki önemli fark vardır: 1- Bunlara oyun, eğlence, performans gibi kendini toplumsal-kültürel olarak gerçekleştirme çabasının çok daha geniş ve çeşitli biçimleri eklenmiştir. 2- Bu etkinlikler, yalnız belli uzmanlar, profesyoneller tarafından değil, kitlelerin kendileri tarafından, doğallığında ve kendi öz etkinlikleri olarak üretilir hale gelmiştir. 102
Bunun geniş bir tarihsel arka planı vardır. Lise sıralarındaki gençlerin en çok okuduğu, gündelik yaşam ve siyasetle dalga geçen popüler mizah dergileri. Medyanın, reality şovların, stand upların, haberleri, en trajik olayları, gündelik yaşam ve sözü gösteriselleştirmesi. Dev çaplı kültür-eğlence endüstrisi. Sosyal medya, tweeter, cep telefonu, mesaj kültürü. Müzik, dans, tiyatro, drama, performans tarzı etkinliklerin yaygınlaşması. Ortalama eğitim düzeyinin yükselmesi. Elitist yüksek kültür ile popüler kültür arasındaki önceki katı ayrımın kalkması, bu ikisinin iç içe geçmesi. Kafa emeğinin de kitleselleşmesi ve kol emeği ile iç içe geçmesi. Eskiden “alt kültür” denilen toplumsal aidiyet biçimlerinin, genel kültür haline gelmesi. Toplumsal Yaşam ve İlişkilerde Bir Etken: Performatiflik Bir diğer temel etken: Performatif olmanın günümüz toplumsal ilişki biçimlerinin temel bir karekteristiği olması. Neoliberal kapitalizmin performans sistemi, zaten eğitim sisteminden çalışmaya üretimin toplumsal ilişkilerini şekillendiriyor. Meta egemenlik ilişkilerinin ayrılmaz bileşeni haline gelen meta estetiği, metaların işlevi kadar ilgi, zevk, estetik duyularına hitap edecek bir toplumsal cazibe sahibi olmasını koşulluyor. İçki şişeleri bile sanatsal bir form kazanıyor, futbol takımlarının yalnızca kazanması değil estetik bir seyir zevkine sahip olacak biçimde oynaması isteniyor. Kapitalizmin reklam kültürü, zaten baştan aşağıya kitlelerin hızlı tüketimi için cazibe üretme endüstrisine dönüşmüş durumda. Popüler kültür, aynı şekilde. Bunlar kitlelerin söz konusu ürün ya da olayla yalnızca standart ve işlevsel değil, aynı zamanda çeşitlenmiş bir duygusal ve kişisel bir bağ kurmasına yönelik. Performatiflik, yani gösterisellik, popülerlik ve kişisel-grupsal özerkliği de vurgulayan bir bağ kurma çabası, tüm gündelik yaşam ve ilişki biçimlerine nüfus ediyor. Yapılıp edilen her şeyde işlev ve amaç kadar, hatta ondan çok perfomatiflik (kendini görünürleş103
tirme, popülerleştirme, gösterisellik, ilgi ve dikkat çekme, estetik bir zevk yaratma) öne çıkıyor. Performans, hiçbir boşluk bırakmayan kapitalist üretim ve meta egemenlik ilişkilerinin bir dayatması. Perfomatiflik ise: Kapitalist mali oligarşik egemenlik büyüdükçe, küçülen dünyalarında kitlelerin ve bireylerin kendilerini toplumsal olarak gösterme ve gerçekleştirme çabalarının bir ifadesi. Edilgenleştirilmeye karşı bir etkinleşme, nesneleştirilmeye karşı bir özneleşme, görünmezleştirilmeye karşı bir görünürleşme çabasını da barındırıyor. Tek kelimeyle, bugün kitlelerin ve bireylerin olağan koşullarda, hem meta egemenlik ilişkileri ile içe içe/paralel gelişen ve onu yeniden üreten, ama hem de ondan görece özerkleşen ve yer yer aykırılaşan yeni ve farklı bir toplumsallaşma biçimidir. Örneğin futbol taraftar gruplarının popüler futbol kültürü ile entelektüel tasarımı iç içe geçirirerek ürettikleri, yaratıcı, ironik tezahuratlar, pankartlar, tribün şovları, facebook sayfaları, sloganlar, aforizmalar… Bu hem futbolun endüstriyelleşmesinin bir sonucu ve yeniden üretimidir. Hem de ona bir tepkiyi de içerir. Futbol taraftar gruplarının, artık futbolun basitçe edilgen, görünmez seyircisi ve tüketicisi değil, kendini toplumsal-kültürel-entelektüel olarak da görünürleştirmeye, özerk olarak gerçekleşmeştirmeye çalışmasının bir ifadesidir. Burada hem kapitalist düzen kültürünün ataerkillik, rekabetçilik gibi en bariz öğelerini, hem de özerk, popüler bir muhalefeti bir arada görmek mümkündür. Sosyal medya, cep telefonu, dijital fotoğraf makineleri ve kameralar ise, adeta başlıbaşına performatif toplumsal ilişki (toplumsallaşma) biçimleri üzerine kuruludur. İnsanlar her an birbirlerine nerede oldukları, ne yaptıkları, ne düşündükleri, ne hissettiklerine ilişkin iletiler gönderirler, gündelik yaşam enstantanelerini, gördüklerini, duyduklarını, ilgilerini çeken her türlü söz, fikir, haber, olay ve yorumlarını birbiriyle paylaşırlar. Bu da bir yerde gündelik yaşamın doğallığında perfomatifleşmesi/gösteriselleşmesidir. Günümüz medyası ve sosyal medyası, bilginin, haberlerin, 104
toplumsal olayların, iletişimin, sözün gösteriselleşmesidir. Örneğin tweeter’da 140 karakter içinde yalnızca ne söylendiği değil, onun kadar ve ondan çok nasıl söylendiği, dikkat çekici, ilgi ve zevk uyandırıcı, genel ilgi veya hoşnutsuzluk trendleri üzerinden hem popüler hem özerk biçimde gündemleştirip tartıştırıcı biçimde söylenip söylenmediği ön plana çıkmaktadır. Gündelik yaşam ve ilişkilerde perfomatiflik, genel popüler trendler üzerinden, birey ve gruplar açısından belli bir hoşnutsuzluk ve muhalefeti de içeren bir toplumsallaşma biçimi olarak, her şeyin popülerleştirilmesi ve gösteriselleşmesidir. Bu tür bir muhalefet, genellikle, düzeni ve onun egemen ideolojisi ve kültürünü, hem onun içinden yeniden üreten, hem de şu veya bu düzeyde aykırılaşmayı içeren, bireyler ve gruplar açısından özerk, göreci, mizahi, şüpheci, yapıbozumcu biçimlerde türetilen, ve bu ölçüde popülerleşen ve gösteriselleşen bir muhalefet tarzıdır. Bu yeni popüler ilişki biçimlerinin muhalefet ve protesto yönü büyüyerek, Haziran Direnişi’nin içine taşınması, onun temel bir bileşeni ve biçimi olmasıyla, Direniş de kitleler, özellikle genç kuşaklar ve bireyler açısından performatif özellikler kazanmıştır. Geleneksel toplumsal-siyasal gösterilerde, vurgu mücadele hedef ve taleplerinedir. Bu direnişte ise, mücadele hedef ve talepleri kadar, bizzat gösteriselliğin kendisi, gösterilerin popülerleştirilmesi ve popüler kültür ve ilişki biçimlerinin gösteriselleştirilmesi de ön plana çıkmaktadır. Modernizm ve Postmodernizm… Günümüz kapitalizminin postmodern kültürünün de belirgin bir etkisi vardır. Postmodernizm bir tür estetik ve ironik popülizmdir. Postmodern yapıbozumculuk, eskimiş ilan ettiği önceki düz dizgeci (modernist, pozitivist, formalist, aşırı işlevselci, bürokratik) toplumsal düzene karşı tahrip edici etkisini, kitlelerde zaten varolan belli bir hoşnutsuzluk üzerinden geliştirdiği türeti, 105
kolaj, montaj, kitch, ironi, imgelem, şüphecilik, görecilik, yorumsamacılık, yapıbozumculuk tarzı estetik bir popülizm ile kazanmıştı. Bugün kitleler, özellikle de gençler, aynı silahı, eskimiş ilan ettikleri AKP hükümeti ve toplumsal düzene, onun kural ve dayatma biçimlerine karşı kullanıyor. Bu hareketi anlamayışın önemli bir nedeni de, yalnız devlet bürokrasisinde değil solda da halen egemen olan düz dizgeci (modernist, pozitivist, formalist, işlevselci, modelci, standartçı) bakış açısı. Modernizm eylemi yalnızca amacın basit bir aracı olarak görür. Oysa kitleler bugün her sokak, meydan eyleminin de adeta tadını çıkarıyor, eylemleri de oyun eğlence ve performansla iç içe geçiriyor. Modernizm için siyaset siyasettir, toplumsal toplumsaldır, kültür de kültür. Oysa kitleler bugün siyasal, toplumsal, kültürel alan ve düzeyler arasındaki katı ayrımları da yıkıyorlar. Modernizm farklı ideolojik-siyasal anlayışlar, inanç sistemleri arasında katı ayrımlar yapar. Oysa kitleler bugün, birbirinden en farklı, hatta karşıt anlayış ve inanç sistemlerinden “beğendikleri” öğeleri alıp en eklektik biçimde bir araya getirebiliyorlar. Modernizm katı ve kapalı formlar ister, mutlak kategorilendirmeler yapar. Oysa kitleler bugün her şeyi yoruma açık olarak algılıyor, birbiriyle en ilgisiz konular arasında bağlantılar kuruyor, birbiriyle en bağdaşmaz görünen şeyleri birbiriyle bağdaştırmaya çalışıyor. Modernizm niyet ve amaç kadar eylemde de resmi bir ciddiyeti öngörür. Oysa kitleler bugün tepkilerini öfke kadar ironiyle, hoşnutsuz oldukları her şeyle dalga geçerek de ifade ediyorlar. Modernizm kalıpçı, standartçı, sıkı kuralcıdır. Oysa kitleler bugün hemen hiçbir kural, standart, kalıp tanımıyorlar. Modernizmin yalnız politikada değil, kültür-sanatta” ben bilirim, ben belirlerim” ciliği kitlelere aşırı mesafelidir ve kitlelere tepeden bakar. Oysa kitlelerin bugün en tahammül edemediği 106
şeylerden biri kendilerine tepeden bakılması. Modernizm tekçi ve tek biçimcidir. Oysa kitleler bugün çoklu, çok biçimli bir hareket sergiliyorlar. Modernizm genellemeci, homojenci, makrocudur. Oysa kitleler bugün büyük politika ve amaçlara kuşkucu yaklaşıp mikro politikalara önem veriyorlar, ayrıntıları öne çıkarıyorlar, son derece heterojenler. Modernizm düz ilerlemeci bir tarzda tasarladığı geleceğe mutlak bir güven duyar. Oysa bugün kitleler ortaya koydukları direnişin neye bağlanacağından (gelecekten) çok şimdinin politikası ile sınırlı düşünüyor, gelecekten büyük bir kuşku duyuyor ve geçmişe de özlem duyuyorlar. Modernizm son derece nesnelci, gayrı-kişiselleştiricidir. Oysa kitleler bugün düşmanlarını da kendi eylem ve direnişlerini de olabildiğince öznelleştiriyor, kişiselleştiriyorlar. Her eyleme kendi öznelliklerini, yorumlarını, tarzlarını katmadan yer almıyorlar. Modernizm en dar ve kaba anlamıyla ekonomi ve siyaset dışındaki konuları hor görür. Oysa bugünün toplumsal mücadeleleri, kent, mekan, zaman, doğa, kültür, spor, oyun, eğlence, duygu, beden, cinsiyet gibi toplumsal sorun ve ihtiyaçları kapsamına alıyor, bunların da siyasetini yapmak istiyor. Modernizm yüksek politika-kültür ile popüler politika-kültür arasında katı bir ayrım yapar. Oysa kitleler bugün her şeyin “yükseği” ile popüleri arasındaki katı duvarları yıkıyor. En “yüksek” politika, kültür, sanat ürünlerinden devşirdiği öğeleri en popüler kültür öğeleri ile iç içe geçiriyor. Modernizm her şeyi “doğru-yanlış” diye sınıflandırır. Oysa kitleler bugün bir eylemin, sözün, doğru-yanlış olması kadar etkili-etkisiz, ilgi uyandırıcı ve zevk verici olmasına önem veriyor. Modernizm aşırı rasyonalisttir (akılcı), duyguları zayıflık olarak görür ve dışlar. Oysa kitleler bugün duygularına, duygusal etkiye özel bir önem veriyor. Modernizm sorun-çözüm ilişkisini katı belirlenimci bir tarz107
da açıklamaya öncelik verir. Oysa kitleler bugün sorunla rasyonel bir akıl yürütme ilişkisine girmeden ve sorun-eylem-amaç ilişkisini kurmaktan çok, sorun ve eylemlerin kendilerinde bıraktığı etkiyi ifade etmekle ilgilenir görünüyorlar. Modernizm üretiye, yeni ürünlere önem verir. Oysa bugün kitleler, yeni ürünler, fikirler ortaya koymaktan çok, eski-mevcut ürün ve fikirlerden bunları yapıbozuma uğratarak, güncelleyerek, yeniden kurgulayarak, üzerlerine yeni söz yazarak türetiler yapmaya ilgi gösteriyorlar. İkinciler, kitleler ve bireylerin algı, düşünce, ifade, davranış, ilişkileniş biçimlerinde tarihsel dönüşümün ifadesidir. Genel bir eğilim olarak, felsefi ve kültürel açıdan Haziran isyan ve direnişinde de yaygın biçimde görülen (algı, düşünce, davranış, ilişki kuruş tarzı olarak) postmodernizme tekabül eder. Türkiye kapitalizminin son 20-30 yılda geçirdiği kapsamlı dönüşümün, yeni üretim organizasyonlarının, yeni toplumsal ilişki biçimlerinin ortaya çıkardığı bir durumdur. Haziran Direnişi’nin bu özelliklerinden kimileri hoşumuza gidebilir, kimilerini yanlış bulabiliriz. Fakat bunu kapitalizmin içsel dönüşümünden kaynaklanan yeni toplum ve birey durumunun bir olgusu olarak kavramak gerekir. Kavramak, içindeki uzlaşmaz sınıfsal-toplumsal çelişkileri açığa çıkarmak ve tarihsel gelişme yönünden değiştirme olanağına sahip olmak demektir. Hareketin bu gibi yeni özellikleri karşısında eski düz dizgeci kalıp ve kodlara sarılanların hiç şansı yok. Çünkü farkında olunsun veya olunmasın, algı, düşünce ve ilişkileniş biçimleri dönüşmüş kitlelerin en fazla tepki gösterdiği ve direndiği şeylerden biri tam da bu eskimiş düz dizgeci zihniyettir. Diğer taraftan postmodernizmin estetik popülizmine uyarlanıverenler, belki bu süreçten belli bir kitleselleşme devşirebilirler, ama makro amaç ve politikadan (sosyalizm) daha fazla çözülerek (daha fazla programsızlaşarak), ideoloji-siyaseti daha fazla olumsallaştırarak, mikro siyaseti makro siyasetin karşısına koyarak, ör108
gütleri daha fazla merkezsizleştirerek ve liberal çoğulculuğa uyarlayarak, gittikleri yer de bellidir. Peki, bu direnişin ortaya çıkardığı direniş kültüründen, siyasal olduğu kadar toplumsal-kültürel bir direniş olmasından öğrenilecek, alınacak bir şey yok mu? Tam tersine çok şey var. Ama Proudhonvari keyfi bir pozitivist diyalektikle, şu iyi bu kötü diyerek değil. Tarihsel-diyalektik materyalizmle, bizzat bu direniş kültürünün, siyasal olduğu kadar toplumsal-kültürel direnişin içindeki sınıfsal-toplumsal çelişkileri, sınıfsal-toplumsal olarak çelişkin eğilimleri açığa çıkartarak, tarihsel gelişme yönünden kavrayarak ve değiştirerek. Çok Yönlü Toplumsal-Bireysel Gelişme İhtiyacı Ekonomik sömürü ve siyasal baskılar kadar kültürel baskı ve dayatmaların da tahammül edilmez hale gelmesinin arka planında, kültürel üretim ve ihtiyaçların da muazzam toplumsallaşması vardır. Bu yalnızca ve basitçe yaşam tarzına müdahale edilmesi sorunu değildir. Bilimsel, kültürel, sanatsal, sportif, oyun-eğlence ihtiyaçlarının görülmemiş toplumsallaşmasına karşılık mali oligarşik sermaye biçimi ve baskıları, bunların da birer basit mühendislik projesine indirgenmesi, bu alanda da sınıfsaltoplumsal çelişkiyi şiddetlendirmektedir. İşçi sınıfı ve emekçilerin, gençlerin ne kadar genişliyor ve çeşitleniyorsa o kadar kısıtlanan, o kadar tek tipleştirilmek istenen kültürel ihtiyaçlarıyla, asıl olarak da kendileri için ve kendilerini toplumsallaştırma etkinliği olarak kültür istemiyle, bu alan da sınıfsal-toplumsal karşıtlığın genişleyip derinleştiği bir alan haline gelmiştir. Kültürel, sanatsal, sportif özlemler, oyun-eğlence ihtiyacı da ekonomik/siyasal mücadele istemleriyle kaynaşan, yeni bir yaşam ihtiyacını derinleştiren istemlerdir. Kültür-sanat-spor-oyun-eğlence alanlarında da, tarih kitleleri sahneye ve sahaya çağırmaktadır! Yeni ve daha yüksek bir kültüre, evrensel dünyanın evrenselleşen kültürüne geçiş, 109
ancak kitlelerin tarihsel inisiyatifine dayanan ve toplumun ve her bir bireyinin kültürel (sanatsal, sportif, bilimsel, vd) yetilerini sınırsızca geliştiren bir toplumsal sistemi şart koşmaktadır. İşçi ve emekçilerin, çok yönlü gelişim ihtiyacı yakıcılaşmaktadır. Emeğin toplumsal üretici güçlerinin gelişmesi temelinde, bireylerin tüm yönlü gelişim ihtiyacı yakıcılaşmaktadır. Küresel tekelci kapitalizm bir yandan tüm bu kültürel, sanatsal, sportif, oyun-eğlence ihtiyacını körüklemekte, diğer yandan onu salt kar ve tüketime indirgemekte ve siyasal olarak bastırmaktadır. İnsanın bu en yüksek yaratıcı etkinlik alanlarını, basit bir teknik mühendislik alanı gibi kendi çıkar ve egemenliğine göre dizayn etmeye çalışmaktadır. İşte bu noktada bireylerin toplumsal yeti ve ihtiyaçları (bilimsel, teknik, kültürel, sanatsal, sportif, oyun-eğlence vd) ne kadar gelişirse, o kadar darlaştırıcı karcılığa tahvil edilmesi, o kadar siyasal baskıya uğraması, insanın o kadar bir ekonomik unsura indirgenmesi başlıbaşına bir toplumsal patlama dinamiği haline gelmektedir. Ve işte bu noktada, bilim, kültür, sanat, spor, oyun, eğlence vd. basit bir yaşam tarzı sorunu olmaktan çıkmaktadır. Asıl karşılanmayan, karşılanması engellenen, bastırılan çok yönlü toplumsal gelişim ihtiyacı olarak siyasallaşmaktadır. Direniş tümünün içinden geliştiği gibi, her biri de bir direniş silahına çevrilmektedir. Bilginin, aklın, zekanın, sezginin, hayalin, duyarlılığın, beğeninin, yaratıcılığın, neşenin, bedenlerin, cesaret ve sınırları zorlamanın tümü, yani emeğin ve bireylerin toplumsallaşmasının geliştirdiği ama kapitalist üretim ilişkileri ve mali oligarşisinin engellediği tüm bu yeni yeti ve ihtiyaçlar, bu isyanın içine taşınmakta, asıl fiili direniş içinde gerçekleştirebilir hale gelmekte, ve direnişin toplumsal-bireysel etki ve gücünü artırmaktadır. Direnişin ortaya çıkardığı kültür, kültürün yüksek bir bireysel uzmanlık alanı olmaktan çıkması, hele ki bir sermaye ve devlet dayatması olmaktan çıkması, bireysel yetenekler çeşitliliğini de 110
içerimine alan toplumsal-bileşik emeğe dayalı ve büyüyen bir toplumsal ihtiyaç, kendini gerçekleştirme ihtiyacı haline gelmiş olmasının, ve bunun da bu düzen koşullarında tıpkı fiili kitlesel sokak demokrasisi gibi ve bunun bir bileşeni ve biçimi olarak fiili kitlesel sokak kültürü olarak ancak bir nebze gerçekleşebilirliğinin bir belirimidir. Direnişin Kültürü de İçindeki Farklı Toplumsal Sınıf ve Kesimlerin Eğilimlerini Yansıtıyor Ve tıpkı direnişin kendisi gibi, kültürü de, içinde olan toplumsal sınıf ve kesimlerin farklı eğilimlerini yansıtmaktadır. Bir yanda orta ve üst sınıfların körüklediği ve ön plana çıkarıp hakim kılmaya çalıştıkları, postmodernizm, sosyal pasifist anarşizm, sosyal liberalizmin, burjuvazi ve devletine karşı savaşımdan ürken, sınıfsal-toplumsal savaşımı geliştirmek amacıyla değil de, yatıştırmak ve yeniden düzene bağlamak için, kimseyi incitmeyen, kimseyi itmeyen ve kimseyi ürkütmeyen, ve “yaşa ve bırak yaşasınlar” felsefesiyle yolunu çizen zihniyeti… Bu sınıf ve kesimler, tekelci sermayenin daha yoğun girdiği ve şekillendirdiği; medya, sosyal medya, sivil toplum kurumları, basın-yayın, reklam, pazarlama, grafik, kültür-eğlence, sanat, spor, eğitim-üniversite gibi alanlarda yaygınlaşan bir vasıflı istihdamı da içermekte, kapitalizmin en sivri yanlarından da -başta homo-economicus’a indirgenmek ve otoriterlik, dayatmacılık, yabancılaşma olmak üzere- belli bir hoşnutsuzlukla, “şimdi-burada, kurgulanmamış, belirlenmemiş, düzenlenmemiş, müdahale edilmemiş, araçlaşmamış bir doğal düzen/doğal hayat” özlemini duyar ve bunun düzen içinde özerk kültürünü üretmeye çalışır. Liberal ütopya, kimsenin duygularını incitmeden, sermaye ve mali oligarşisini, baskı aygıtlarını ortadan kaldırmadan, sonuna kadar götürülen amansız bir sınıfsaltoplumsal savaşım verilmeden de, Türkiye’de bir çok reformun yapılabileceğini, politik ve kültürel özgürlüğün sağlanabileceğini, 111
kitlelerin durumunun barışçı ve uyumlu biçimde iyileştirilebileceğini savunur. Orta sınıfların ütopyasıysa, paylaşımcı ve tepeden müdahalesiz bir yaşamın sermaye ve mali oligarşik egemenliği altında korunabileceğini hayal eder. Bu sınıf ve kesimlerin toplumsal-bireysel yaşam ve kültür alanında da istemleri, gerçek bir özgürlükten çok özerkliktir. Daha doğrusu liberalizm, kapitalizme kökten karşıtlık bir yana kapitalizm ve piyasasının kültürel planda da daha hızlı gelişmesini sağlayacak özerkçi bir çeşitliliği savunmaktadır. Bu ütopyalar, kapitalizm ve mali oligarşisinin en sivri yanlarına, despotizmine, hak ve özgürlük yoksunluğuna karşı muhalefet eden, ancak bu savaşımda bağımsız bir yeri olmayan sınıfların çıkarlarından ileri gelir. Ancak bu sınıf ve kesimler Erdoğanlardan korktukları ve tepki duydukları kadar, işçi sınıfı ve kent yoksullarının militan tarihsel inisiyatifinden de korkarlar ve pasifize edip kendi çıkarlarına yedeklemeye çalışırlar. Liberaller bir yandan yığınların desteğini kazanmak için demokrasi yanlısı görünürler, ama aslında gerçek yığın ve sokak demokrasisine, yığınların tarihsel militan savaşım inisiyatifine, “yeri göğü birbirine katma” yeteneklerine kesinkes karşıdırlar. Erdoğan ve AKP hükümetini bile sokakta tam bir yenilgiye uğratmadan ıslah etmenin barışçıl hayallerini kuruyorlar. Ancak bu liberal hayaller, asıl kitlelerin fiili, aşağıdan, sokak demokrasisi ve kültürü inisiyatifinin içini boşalttığı, asıl onu “ıslah etmeye” çalıştığı için zararlıdır. Diğer taraftan, kültürel ihtiyaçların da alabildiğine toplumsallaştığı koşullarda, bunun asgari maddi, toplumsal, zamansal, eğitsel olanaklarından, kendi sınıfları için kültür olanaklarından, hele ki öz gelişme etkinliği olarak kendilerini bilimsel, kültürel, sanatsal, sportif, oyun-eğlencesel olarak gerçekleştirme olanaklarından çok daha ağır biçimde yoksun bırakılmış işçi sınıfı ve emekçiler… Sosyal liberal pasifizm, kitlelerin militan mücadele inisiyatifini, barikatları, polise taş atılmasını, Gezi Parkı’nı yıkan iş makinelerinin yakılmasını, bankaların tahrip edilmesini 112
bile kültürsüzlük ve vandalizm addede dursun, direnişin asıl kültürünü yaratan, polis barikatlarının önünde piyano konçertosu verilebilmesini sağlayan özgürlük alanını açan bu militan sokak demokrasisi ve inisiyasitifi olmuştur. Sınıf bilinçli işçiler, içinde farklı sınıfların farklı eğilimlerini barındıran bu toplumsal hareketin ortaya çıkardığı kitlesel fiili sokak demokrasisi ve mücadele kültürünün tohumlarını orta ve üst sınıfların sosyal barış, uyum, hoşgörü ütopyalarından dikkatle ayıklamak ve kültür-sanat-oyun-eğlence özgürlüğünün de ancak sınıfsal-toplumsal güç mücadeleleri temelinde ve bunun bir bileşeni olarak gelişebileceği ve savunulabileceğini bilmelidirler. Sosyalist sınıfın kültürü, kapitalizme karşı yeni ve daha yüksek bir yaşam ve uygarlığın tutkulu ufkunu, inancını, buna dönük savaşımın gereklerini ve değerlerini temeline yerleştirmelidir. Bu toplumsal hareketin doğurduğu direniş kültürünün kapitalizme veya “düzeltilmiş kapitalizm ve demokrasi” hayallerine özümsenmesinin en büyük panzehiri, işçilerin, kadınların, gençlerin asıl bağımsız sınıf savaşımı içinde zihinsel-kültürel olarak daha fazla etkinleşmesi, özneleşmesidir. 13 Haziran 2013
113
114
Direnişin zayıf karnı: Orta sınıf ve pasifizm
Haziran isyan ve direniş hareketinin başından itibaren hareketin içindeki farklı toplumsal sınıf ve kesimlerin farklı tutum ve eğilimlerine dikkat çektik. Hareket içinde neredeyse tüm toplumsal sınıf ve kesimlerden kitlelerin yan yana ve iç içe varlığı, sınıfsal bir değerlendirmeyi zorlaştırsa da, farklı sınıfların belirgin karakteristiklerinin somut göstergelerine de yeterince sahibiz. Burjuvazi Burjuvazinin belli kesimlerinin çıkarları da, hükümetin otokratik uygulamalarına karşı kitlelerin savaşımına kısmen katılmasını ya da şartlı desteklemesini gerektirir. Ama yalnızca kitlelerin tarihsel inisiyatifine ve sokak demokrasisine dönüşmeyen bir katılımı ve desteği! Kitlelerin tarihsel inisiyatifinin adım adım içini boşaltan ve etkisizleştiren bir katılımı ve desteği! Burjuva devlet iktidarını, baskı aygıt ve yasalarını, bürokrasisini, seçim sistemini, ücretli kölelik ve meta egemenlik ilişkilerini ortadan 115
kaldırmayan, ve bunlara sokaklardan meydan okunması ve yıpratılmasına karşı duran bir katılımı! Çünkü bu yasa-düzen-sömürü mekanizmaları onlar için işçi sınıfı ve emekçi kitlelere karşı gereklidir. Burjuvazinin bu kesimleri, kitlelere ‘hükümete karşı benim için mücadele et, onu benim için ıslah et, ama benim iktidar kurumlarıma dokunma’, der. ‘Parlamenter planda, barış-uzlaşma-diyalog planında, yani benim hükümet ile uyuşarak, sana saptayacağım sınırlar içinde savaş’, der. ‘Fiili sokak demokrasisi, barikatlar, devrimci, radikal örgütler aracılığı ile değil, düzen yasalarının tanıdığı, sınırladığı ve asıl sermayeye karşı zararsızlaştırdığı parti, kurum ve sendikalar aracılığıyla, barış-müzakerelobi yoluyla, hiç kimseyi ama asıl beni ürkütmeden savaş’, der. Liberal ütopya, Erdoğan’ı tam bir yenilgiye uğratmadan ıslah etmenin, yıkmadan uzlaşmanın yollarını düşünmek, bu konuda bol bol hayal kurmak demektir. Liberal ütopya, yalnızca bir ütopya olduğu için değil, asıl kitlelerin özgürlük istemini yozlaştırdığı, içini boşalttığı, sermaye egemenliğine bağladığı için zararlıdır. Liberal pasifizme bel bağladıkları sürece kitleler bırakalım gerçek özgürlüğü, AKP’den bile kurtulamazlar. CHP, BDP gibi burjuva partiler, modern tekno-KOBİ burjuvazisinin bir kesimi, büyük kapitalist şirketlerin orta ve üst düzey yöneticilerinin bir kesimi, hatta TÜSİAD’ın AKP elinde aşırı güç merkezileşmesinden hoşnutsuz olan bir kesimi de son derece ikircikli, temkinli, hükümeti olabildiğince doğrudan karşılarına almayan ve ikili oynayan biçimde hareketin içinde yer alıyor göründüler ya da koşullu lojistik destek verdiler. Direnişin ilk günlerinde hareketin içinde yer almayacağını açıklayan ve uzak duran BDP, direnişe akan tabanını kontrol edemez hale gelince, isteksizce ve bir ayağı frende harekette yer almış göründü. CHP ise 31 Mayıs-1 Haziran çatışmalarının boyutu, direniş ve isyan dalgasının sönümlenmek bir yana yaygınlaşmasının da yarattığı panikle ilk günlerdeki pozisyonunu gözden geçirdi ve direnişe kurumsal olarak katılmadığını açıkladı. Ancak tabanındaki katı116
lım ve basıncın da etkisiyle bir süre sonra, direnişe içeriden yangın söndürücü olarak müdahale misyonunu da yüklenmiş olarak dahil oldu. İstiklal’e tarihi dokuyu yıkarak AVM yapan ve bu AVM’lerde yer alan bazı büyük sermaye grupları, Gezi Direnişi çığ gibi büyümeye başlayınca iki yüzlüce Gezi’ye AVM yapılırsa bu AVM’lerde yer almayacaklarını açıkladılar. Aynı iki yüzlülükle, Gezi Parkı’ndakilere ellerinde kalmış stoklardan en ucuz ve son kullanma tarihi yaklaşmış bir gıdım gıda ve erzak yardımı yaptılar, yüzbinlerin eylem alanına dönüşen Taksim civarındaki otel ve mağazalarını koruma kaygısıyla ucundan direnişçilerin yer yer sığınma, tuvalet, yerlerde uyuma ihtiyacına açtılar. Bunda bile eylemlerden ve “uluslar arası eylem turizmi” nden kar etme ve imaj-reklam, milyonların hareketinden sermaye ve piyasalarına halel gelmemesi için birkaç kuruş bahşişle sıyrılma ve asıl olarak da bu hareket üzerinde sermaye kontrol ve egemenliğini tesis etme kaygısını gözettiler. Hükümete bir “itidal” çağrısı yaptılarsa kitlelere bin “itidal, sağduyu, barış, hoşgörü” vb. çağrısı yaptılar. Hükümet ne kadar saldırganlaşırsa, kitlelere alay edermiş gibi yaptıkları “sağduyu, hoşgörü” çağrıları o kadar arttı. Hareket içinde yer alan orta sınıfları, proleterleşme sürecinde olan kesim ve gençleri, kendi etkileri altında tutmak, işçiler ve kent yoksullarını neoliberal burjuvazinin hegemonyasını benimseyerek onunla koalisyon kurmaya çekmek için ellerinden geleni ardlarına koymadılar. Orta sınıfların özgürlük yerine neoliberal bireysel-grupsal özerkçiliğe doğru, neoliberal burjuva demokrasisi ve AB’nin desteklenmesine doğru, burjuvaziye bağımlılığa doğru, burjuvazi ve devletinden vazgeçmek zorunda kalma endişesine doğru olan eğilim ve korkuları içinden politika ve manipülasyon yaptılar. Tüm politikaları, hükümeti, devleti, baskı aygıtlarını, bir bütün olarak burjuvazinin sınıf iktidarını -bir miktar “cık cık!” çılıkla ambalajlanmış biçimde- gerçekte onarma çabasından ibaretti. Bu sınıf ve kesimlerin hareketin üç haftalık seyrindeki tu117
tumları da son derece karakteristiktir. Başlarında: dışında durmak ve son derece mesafeli yaklaşmak, “katılmıyoruz, desteklemiyoruz” çağrıları yapmak… Hareketin çığ gibi büyüdüğü süreçte, hareketin ileri ve militan kesim ve dinamiklerine karşı geri ve orta sınıfçı sosyal liberal-pasifist kesimlerini desteklemek, övgülere boğmak ve birincileri tecrit etmeye çalışmak… Kitle militanlığının en ufak belirtisini “vandalizm” demogojisiyle itibarsızlaştırırken, her türlü pasifist muhalefet biçimini “orantısız zeka” diye pohpohlamak… Hareketin olgunlaşma aşamasında, sokak demokrasisine alternatif olarak sunulan ve onun yerine ikame edilmeye çalışılan “barışçıl, katılımcı, müzakereci demokrasi” adı altında, en geri düzeyde ve fiili kazanımlarının bile gerisinde bir uzlaşmacılık ile, fiili sokak-kitle demokrasisini tasfiye etmeye çalışmak. Sanki hükümet kitlelere “demokrasi” yi bağışlıyormuş, sanki direnmeden vazgeçiyor ve kitlelerin taleplerine boyun eğmeye hazır bulunuyormuş, sanki sermaye ve devletinin kitleleri ezmesini sağlayan hiçbir olanağı yokmuş veya kalmamış gibi bir intiba yaratmaya çalışmak… Hareket henüz gücünü korumakla birlikte bir duraksama devresine girer girmez, yoğun bir demoralizasyon ve ricat kampanyası başlatmak (“barikatlar kaldırılsın, flamalar indirilsin, siz kitleleri kırdırmak mı istiyorsunuz, Gezi Parkı miadını doldurmuştur, artık kitleler eyleme gelmiyor, dövüşmek istemiyor” vb.). Ve en sonu hareket geçici olarak sönümlenmeye yüz tuttuğunda, kitlelerin barışçıl protesto yürüyüşlerine bile karşı çıkmak, “duran adam” ı alkışlamak, medyada yeni çağ dinleri, pasifist çiçek çocuklar, alternatif liberal-özerk yaşam alanları türünden kampanyalar başlatmak… Orta Sınıflar Orta sınıf liberal-reformist demokratlar, sınıfsal-toplumsal savaşımın keskinleşmesinden duydukları korku ve nefretle, ondan kaçınma çabalarıyla, savaşımın keskin köşelerini ortadan 118
kaldırma, yumuşatma, uzlaştırma girişimleriyle ayırdedilirler. Bir noktaya kadar destekleyip içinde yer alsalar da, kendi kontrollerinde olmayan ya da kontrolden çıkma eğilimi gösteren kitle hareketlerini “kargaşalık” olarak görmeleri, sert ve kesin savaşımdan korkuları, tarihsel ve toplumsal sorunların ancak toplumsal savaşımla net bir sonuca bağlanabileceği gerçeğinden yan çizmeleri, kitlelerin en çok nefret ettiği düzen kurumlarına tepkisini ortaya koymak için başvurduğu sert yöntemlerin en ufak belirtisi karşısında paniklemeleri ile ayırdedilirler. Hareketin en güçlü olduğu noktadaki güçsüzleşmesinin belli başlı nedeni, AKP hükümetinin muhafazakarlık ve otokratik çizgilerinden çok kitlelerin tarihsel girişkenliğinden, fiili sokak demokrasisinden korkan (yukarıda andığımız burjuva liberalizmi ile de iç içe geçmiş) orta sınıf liberalizmidir. Liberalizm, kitlelerin dişe diş mücadele taleplerinin yerine, çok nazik, çok sempatik bir gülücük ile çıkmaz ayın son perşembesine ertelediği güçsüz dileklerini geçirir. Hareketin belli başlı iç zaafı, proletaryanın bağımsız sınıf olarak çekim gücünün zayıflığı, alt orta ve üst orta katmanlarıyla birlikte sesi her zaman daha çok çıkan, eğitim, medya ve serbest zaman olanaklarına daha fazla sahip olan küçük burjuvazinin hareket içinde tuttuğu yer, özel olarak da derin bir liberal atmosfer içinde yoğrulmuş orta sınıf liberal-reformist siyasetçi, yönetici, sendikacı, ideologların varlığıydı. Hareketin belli başlı iç zaafı, küçük burjuvazi ve küçük burjuvaziden proletaryaya doğru çözülen geniş ara katmanların, liberalizm ile demokrasi, genel olarak demokrasi ile sosyalist demokrasi arasında sınıf köklerine dayanan ayrımı yapamamasıydı. Kuşkusuz küçük burjuvazi de çelişkin sınıf karakteri gereği biri sosyal liberal-pasifist, diğeri daha radikal eğilimler gösterdi. Sosyal liberal reformist eğilim de, aslında biri ötekini bütünleyen iki eğilimden müteşekkildi. Biri, Taksim Dayanışması’nın 119
da üzerine çöreklenmeye kalkışan liberal-reformist, yasalcı, bürokratik parti, kurum ve sendikalar. Bunların harekete hükümet etmesi demek, hareketin tüm meşru-fiili özgürlükçü ruhuna karşı tüm eski yasalcı, bürokratik, hiçbir ciddi reformu, hatta kendi programlarında yer alan reformları bile gerçekleştirmede yeteneksiz, taban kontrol aygıtını kitlelerin tarihsel girişkenliği ve sokak demokrasisinin yerine geçirmeye kalkışmak demekti. Diğeri, Negri-Laclau tarzı “radikal demokrasi” (aslında sosyalliberal anarşist) eğilimdi ki, ilkiyle bağdaşmaz görünmekle birlikte, gerçekte onu “aşağıdan” bütünlüyor, aşağı yukarı aynı şeye hizmet ediyordu. Küçük burjuva halkçı demokratizm ise, sıcak savaşım süreçlerindeki militan, öncü savaşım inisiyatifiyle kendini bunlardan ayırıp, hareketin bunlar tarafından geriye çekilmesine karşı da anlamlı bir direnç göstermekle birlikte; halkçı demokratizmin liberal demokrasi içinde çözülmüşlüğü nedeniyle, ideolojik-siyasal planda kendini yeterince ayıramadı, hareket içindeki gerçek radikal savaşım damarına sahip kitlelere hitap edemedi. Bu durum zaten önemli bir bölümü HDK ve neoliberal reformist barışmüzakere süreci ya da anti-emperyalist ulusalcılık içinde erimiş TDH’nin, kimilerinin sandığı gibi fizik gücünün sınırlılığından çok, asıl ideolojik-siyasal olarak yaşadığı çözülme ve kitle hareketinin ortaya çıkan yeni istem, ihtiyaç, yetenek ve dinamiklerine yanıt verememesinden kaynaklandı. Hareketin önündeki en büyük engel ve geriye çekici etkenlerden biri, CHP ve BDP ile tam bir blok oluşturan ve onların kuyruğuna yapışan, TKP, HDK, yanısıra KESK, DİSK, TMMOB, TTB bürokrasilerinden geldi. Troçkist, feminist, çevreci, anarşist orta sınıf örgüt ve platformları, Negrici-Laclaucu “radikal demokrasi” yanlısı platformlar ve çevreler de Taksim Dayanışması içerisinde gündemleşen tüm temel mücadele konu ve kararlarında bu liberal-reformist bürokratik blokla birlikte davrandı. Bu blok, kitlelerin tarihsel girişkenliğini ve sokak inisiyatifini kır120
mak, hareketi burjuvazinin sosyal neoliberal kesimlerine (hatta TÜSİAD ve AB demokrasisine!) yedeklemek, “tarihsel sorumluluk ve sağduyu sahibi” bu çürümüş düzen aygıtlarının kontrolünü isyan eden kitleler üzerinde tesis etmek için elinden geleni esirgemedi. Liberal-reformist bürokratik parti, kurum ve sendikalarla, anti-otoriter kılıklı sosyal liberal-anarşizmin mücadelenin tüm temel konu ve dönemeçlerinde şıp diye buluşuvermesi, ibretliktir. Onlar, harekete yükseliş sürecinde en son katılıp, devlet baskı ve saldırılarının giderek tırmanması karşısında hareketi ilk terkedenler olarak da, düzene binbir bağla bağlı orta sınıf liberalizminin tipik bir karakteristiğini yansıtırlar. Onlar, hareketin yükseliş döneminde kabaran kitlelerin içine kolay ve çabuk zafer hayalleriyle atılan ve fakat, tam da mücadele eden o kitlelerin gerçek mücadele istem ve özlemlerini kavrama ve o çok övdüğü “sıradan kitleler” içinde direngen ve ciddi bir çalışmayı sürdürme yeteneğinde olmadığı gibi, hareketin daha ilk aksamasında hızla demoralize olan ve hareketi önce asgari direniş çizgisine, sonra da tümden tasfiyeye çekmeye çalışan o “parlak” , “orantısız zeka sahibi” orta sınıf liberallerinin ruh halini yansıtırlar. Bu blok, 1 Haziran sonrasında, burjuva devletin 3 büyük saldırısı öncesinde ve sonrasında verdiği mesajların ve çektiği kırmızı çizgilerin her birine büyük bir hızla uyarlanmakla kalmadı. Hareketi de her seferinde, kitlelerin fiili savaşımla kazandığı mevzilerin daha gerisine, en gerisine çekmek ve adım adım tasfiye etmek için, bizzat bu küflü düzen mekanizmaları içinde öğrendiği her türlü bürokratik emrivaki ve manevrayı kullanmaktan kaçınmadı. Bu blokta en tipik olan, kitlelerin meşru-fiili mücadele girişkenlikleri ekseninden düzene değil, alabildiğine içselleştirdikleri yasa-düzen-devlet merkezinden bu harekete bakmaları, bu ikisini düzen temelinde uzlaştırmaya çalışmalarıydı. Ki bu da kitlelerin fiili sokak demokrasisi ve mücadele girişkenliğinin tasfiyesinden başka bir şey değildir! 121
Gezi Parkı ve Yasa-Düzen Bloku Önce Taksim çevresinde barikatların kaldırılmasını, sonra flama ve pankartların kaldırılmasını, en sonu Gezi Parkı’ndaki -bu kurumların denetiminde tek bir çadır bırakarak- tüm çadır ve kitlelerin kaldırılmasını istediler! Taksim Dayanışması’nın Başbakan’la yapabildiği kısmi görüşmede, Başbakan’ın Taksim Dayanışması heyetini azarlaması, tehdit etmesi ve masayı terketmesini saklı tutup, bunu hükümetin geri adım atması olarak sundular. Kitlelerin Gezi Parkı konusundaki fiili kazanımını da hiçe sayarak, hükümetin mahkeme kararını tanıyacağını açıklamasını -bu kararı temyiz etmesini bile sorun etmeyerek- bir kazanım olarak sundular. Taksim Dayanışması adına görüşmeye giden heyetin sözcüsü, en ufak bir kazanımın olmadığı bu görüşmenin ardından, gece yaptığı basın açıklamasında, görüşmeyi “pozitif ” olarak sundu. Hükümetin yalnızca polislere ilişkin soruşturma açılma ihtimaline dair kof vaadini değil, halktan da şiddete başvuranlara ilişkin görüntülerin devlete teslim edilmesine dair -bunları aynı kefeye koyan ve- ihbarcılığa teşvik eden yönergesini bile orada kekeleyerek tekrarlayacak kadar yasa-düzen-devlet hipnozu altındaydı! Bununla da kalmadı, ‘Gezi Parkı’nın da o gün akşamı ya da yarın sabah büyük bir şenlikle, pardon ölenler için ağıtla bitirileceğini, pardon bitirilmesi gerektiğini, yine pardon tabii bunun Taksim Dayanışması’nda konuşularak bitirileceği, en bir pardon tabii kitlelerin görüşüne sunularak ve -en demokratik biçimde!ikna edilerek bitirileceği” gibi kekeleme skandallarına da imza attı. (Bu kişinin görüşmeler ve sonuçları üzerine söylediği tek doğru şey, Gezi Direnişi’ni canlı yayınlayan bir TV kanalıyla yapılan telefon bağlantısında söylediği; “Bizim işimiz lobicilik” sözüdür. Bu, düzenin muhalif bileşeni olan bu bürokratik kurumların özsel karakterini yansıtan itiraf olarak, işçi sınıfı ve emekçilerin, bu hareket içinde ölümüne direnenlerin hafızalarına kazınmalıdır. Onlar, mücadele içinde sınanarak, mücadele içindeki inisiyatif 122
ve kararlılıklarıyla, mücadeleyi ilerletmeki yetenekleriyle, taban demokrasisiyle değil, devlet bürokrasisi içindeki lobi yetenekleriyle bir yerlere gelirler, kitlelerin mücadele istem ve inisiyatifine uzaklaşıp yabancılaşırlar, binbir bağla bağlandıkları düzenin yetki ve ayrıcalıklarına sahip olan birer uzantısına dönüşürler. Evet, işleri kitlelerin mücadele inisiyatif ve istemlerini savunmak değil bürokratik lobiciliktir. /Kendilerini kitlelerin mücadelesine değil sermaye düzenine, bürokrasisine, yasasına sorumlu hissederler.) Bu hayali “kazanım karşılığında” , Gezi Parkı’nın -kendi kontrollerinde tek bir sembolik çadır bırakılarak- boşaltılmasını dayatmaya kalkıştılar. Bu blok kendi içinde anlaşıp önceden hazırladığı, tek sembolik çadır bırakma adı altında Gezi Parkı’nın tasfiyesini ima eden basın açıklamasını, el çabukluğuyla Taksim Dayanışması toplantısından geçirmeye çalıştılar. Bunu Taksim Dayanışması toplantısında, Devrimci Proletarya ve diğer devrimci grupların, yanısıra bizzat Gezi Parkı’nda yapılan 2-3 bin kişinin katıldığı forum karar ve temsilcilerinin direnişinden geçiremeyince, bu kez tasfiye kararlarını Taksim Dayanışması “bileşenlerinin görüşü” olarak medyaya ve kitlelere sunmaya kalkıştılar. Başta orta sınıflar olmak üzere kitlelerin en ilkel içgüdü ve korkularına hitap etmeye yönelik tasfiyeci bir demoralizasyon kampanyası açtılar. Taksim Dayanışması’nın akşam 20.00’da başlayıp sabaha karşı 04.00’da yüksek gerilimli o ünlü toplantısında, yasa-düzen bloğunun dayattığı bu tasfiyeci kararların geçmemesinde, komünistlerin ve devrimcilerin net duruşunun önemli bir etkisi oldu. Fakat asıl etken, yasa-düzen bloğunun toplantı öncesine alel acele, görünüşü kurtarmak için, ve Gezi Parkı’nı boşaltma eğiliminin çıkacağını sanarak koydukları kitle forumlarından tam tersi bir direngenliğin ve kararın çıkması oldu: “Görüşmede hiçbir kazanım yoktur, 4 talebimiz kabul edilinceye kadar, geri adım yok. Gezi Parkı’ndaki fiili işgali sürdürerek ve büyüterek mücadeleye devam!” 123
Hareketin taban nabzını zerre kadar tutmayan ve zaten sermaye-devlet kurum ve örgütleri nezdinde “lobicilik” dışında hareketin dinamik karakteri umrunda olmayan liberal-reformistbürokratik blokun, göstermelik olarak koyduğu forumlardan beklediğinin tam tersi bir irade çıkmasında, hesaplayamadığı şu oldu: Devletin 11 Haziran’daki 2. büyük saldırısı sonrasında, Gezi Parkı ve direnişinin sınıfsal-toplumsal bileşiminde hissedilir bir değişme yaşanmıştı. Orta ve üst sınıfların direnişe katılımında, Gezi’yi sahiplenmesinde ve kalmasında ve ziyaret etmesinde belirgin bir düşüş, belirgin bir seyrelme olmuştu. Gezi’de kalanlar, hafta içi iş çıkışı, hafta sonu tam gün gelenler, “taleplerimiz kayıtsız koşulsuz kabul edilinceye kadar direnişe yükselterek devam” diyenler arasında, işçilerin, işçileşme sürecinde olanların, kent yoksullarının, küçük burjuvazinin daha radikal kesimlerinin özgül ağırlığı hissedilir biçimde artmıştı. O gün, Taksim Dayanışması’nı ipotek altına almaya kalkışan liberal-reformist-bürokratik blokun, Gezi’yi bitirmenin altlığı için araya sıkıştırdığı forumlara, 2 binin üzerinde insan, ilk kez kendi hareketlerinin seyri üzerine söz ve karar sahibi olma fırsatını görerek, büyük bir istek ve coşkuyla katıldı. Eşzamanlı olarak yapılan 7 forumun sıkıştırıldığı 2 saatlik süre içinde 2’şer dakikadan 300’den fazla kişi söz aldı, bunun en az iki katı insan söz altmak istedi. Her söz büyük bir dikkatle dinlendi, büyük bir coşku ve enerji açığa çıktı. Bu liberal reformist bürokratik blokunun yaydığı liberal tasfiyeci ruh haliyle o kadar tezattı ki, ancak hareketin içindeki farklı toplumsal sınıfların çelişkin varlığı temelinde anlaşılabilir. Ve 8 saatlik, o zamana kadarkinin yaklaşık 3 katı katılımla (yaklaşık 250 kişi) yapılan Taksim Dayanışması toplantısında, yasa-düzen blokunun bu forumlardan çıkan mücadele iradesi karşısında afallayışı, onu aşamadıkça bastırmacılığa varan reaksiyonerliği o kadar barizdi ki… Yalnızca kullandıkları bir argumanı tarihe not düşmek yeter: “Orada 300-500 kişi forum yapıp birbirini gaza getirmiş. Burada 11 milyon oy alan (CHP), 3.5 milyon 124
oy alan (BDP) partiler, yüzbinlerce üyesi olan sendikalar (KESK) var!!” Evet, yalnızca bu arguman bile, bu yasa-düzen bloğunun nasıl kitlelerin fiili mücadele demokrasisinden, kitle savaşım meclislerinin en basit bir tohumundan bile rahatsız olduklarını, nasıl bir burjuva temsili demokrasi, parlamentarizm önyargısıyla yoğrulduklarını, burjuva parlamenterizm ve bürokratizmini nasıl kitlelerin meşru-fiili öz savaşım demokrasisinin karşısına koyup savunduklarını göstermeye yeter. Bir diğer tipik argumanları: “Gezi Parkı bizim kontrolümüzde değil!” Öyle ya, onların alışageldiği mücadele tarzı, parlamenterizm ve sendikalizmdir. Onların istediği düğmeğe bastığında yasal prosedüre uygun barışçıl etkisiz hava boşaltma miting ve grevleridir. Çünkü onlar, kitlelerin bağımsız taban inisiyatifini geliştiren örgütlenmeler değil, tam tersine kitleleri kontrol altında tutmaya dayalı bürokratik aygıtlardır. Kitlelerin hoşnutsuzluğunun kabından taştığı koşullarda bile, verdikleri mesajlar kitlelerin mücadele enerjisini artırmaya değil, tam tersine bunu kontrol altına almada kendi işlevlerini hatırlatacak tarzda, devletedir! Gerçekleşmesini, çok nazik ve çok sevimli bir gülücük ile, çıkmaz ayın son perşembesine erteledikleri güçsüz karar ve dilekleri: “Gezi Parkı’ndan geri adım atarak iyi niyetimizi gösterelim; mücadeleyi yeni bir veçheye geçirip yaygınlaştıralım” dı. Tabii, kolayca tahmin edileceği gibi, ortaya koydukları laf değirmenleri dışında, somut “yeni mücadele veçhesi” programı yoktu. Belki içlerinde Gezi’yi sembolik nöbete indirgemeyi, mücadeleyi ileri sıçratmak için samimi bir taktik soluklanma/zaman kazanma adımı olarak önerenler de vardır, fakat onlar da tek ortak noktası Gezi’yi tasfiye etmek olan bu liberal-reformist-bürokratik blokta yer almanın ve ondan “yeni mücadele veçhesi program ve çağrısı” beklemenin faturasını, tek bir önerilerinin dahi kaale alınmayıp tartışmaya bile açılmamasıyla ödediler. Ama bizzat mücadele içindeki kitlelerin en mücadeleci ve direngen kesimlerinden kopartılmaya çalışılan bu karar meka125
nizmasının bürokratik ayak oyunlarından arınması ve yığınların mücadele girişkinleğinin yüzbinlerle harekete geçmesi için, Taksim ve Gezi Parkı’nın bir kez daha saldırıya uğraması yetti. Yasa-düzen bloğu ve orta yolcuların “Direniş Gezi’ye sıkıştırılamaz” söylemiyle burjuva hukukuna teslim etmeye kalkıştıkları Gezi’nin direniş ve isyanın kalbi olduğu bir kez daha görüldü. Direnişin fizik olarak Gezi’yle sınırlı olmadığını, Türkiye çapında siyasal-toplumsal bir sarsıntı yarattığını ve taşları yerinden oynattığını, dünya çapında yankı ve etki yarattığını ilkokul çocukları bile bilir. Fakat yasa-düzen blokunun anlamadığı, Gezi-Taksim’in kolektif dayanışma, paylaşım ve mücadele pratiklerinin ve böylelikle yasa-düzen dayatmalarında açılan ilk ciddi fiili sokak demokrasisi gediği olmasıyla kazandığı tarihsel-siyasal anlamdır. Liberal reformistlerin kitleleri, dövüşmeden terketmeye ikna edeceklerini sandıkları, cevaplarını önce Gezi forumlarındaki binlerce kişiden, sonra da yüzbinlerden aldıkları Gezi, işte asıl bu Gezi’dir. Her Saldırıda Orta Sınıflar Azaldı, İşçilerin Ağırlığı Arttı Yüzbinler bir kez daha harekete geçti, ve orta sınıfların katılımı biraz daha azalırken, işçilerin ve kent yoksullarının aktif katılımı ve özgül ağırlığı biraz daha genişledi. Bunu hem bu şimdilik son yığınsal eylem dalgası içindeki kendi gözlemlerimizden, hem daha önce nisbeten sınırlı kalan işçi emekçi semtlerinin (örneğin İstanbul’da Tuzla, Kartal, Gazi, Sarıgazi, Esenyurt, Güngören-Bağcılar, Fikirtepe, vd). sayıca artmasından ve eylemlerin yığınsallaşmasından, hem de canlı yayınlardan da görülebilecek biçimde İstanbul ve Ankara’nın en merkezi yerlerindeki kitle eylemlerinin ön saflarındaki işçi-emekçi profillerinin artmasından rahatlıkla söyleyebiliriz. 16 Haziran Pazar günü, polisin semtten çekilmesi ve çatışma ve eylemlerin bir süreliğine durulması ile Nişantaşı’ndaki küçük 126
bir parkta dinlenmeye çalışan tamamen raslantısal olarak bir araya gelmiş bir grup insanın bileşimi: Tuzla’dan işten çıkarak gelmiş 20’li yaşlarında bir kargo işçisi (daha önce günde 13 saat çalışırken, kendisi üye olmasa da sendikanın girmeye başlamasıyla iş saatlerinin 8 saate indiğini, ama daha fazla duramayıp 4 gündür Taksim direnişine geldiğini, eski solcu olduğunu söylediği şube şefinin ilk iki gün kendisini arayıp “direnişteyim” cevabını alınca sesini çıkarmadığını, ama işe gitmediği 3. gün işten çıkardığını, işin iyi olduğunu ama insanlar canını verirken kendisinin işini vermemezlik edemeyeceğini, anlattı.), bir mağazada “satış sorumlusu” genç işçi, bir meslek ticaret lisesi öğrencisi, bir Eskişehir’den gelmiş işçi emeklisi, bir Kuşadası’ndan geldiğini söyleyen turist rehberi, baretleri, gaz maskeleri, gözlükleri, ipodları, giyim kuşamları, spreyleri, sırt çantaları, A.C.A.B* takıntıları ile 3 kişilik bir üniversiteli gençlik grubu… Bir süre sonra 4 turuncu üniformalı belediye işçisi, park-bahçe barakasından temizlik eşyalarını almak için geliyor, biri parktaki banklarda uyuyan ya da sohbet eden direnişçilere şöyle bir bakıp “sizin yakıp yıktığınızı pazar günü bize temizletiyorlar” türünden homurdanarak geçiyor, biri ise birkaç saniyeliğine yanımıza gelip sadece, AKP’ye oy verdiğini, eylemlere katılmadığını ama bundan sonra AKP’ye oy vermeyeceğini, söyleyip bir yanıt beklemeden uzaklaşıyor… Yüzbinler yine Taksim ve Kızılay’a doğru harekete geçti, ancak: 1- İlk haftaların şaşkınlık ve bocalamasını üstünden atan devletin, Taksim’in hattı müdafasından şehir çapında sathı saldırı organizasyonuna geçmesi, tüm ana arteller ve geçiş noktalarını tuttuğu gibi, 2-3 yandan birden hareketli saldırı ve gözaltı ekipleriyle alan hakimiyetini genişletmesi, yüzbinlerin Taksim civarında toplanmasını engelledi. 2- Taş atılmasının, sapan, molotof , havai fişek kullanımının engellenmesi ve salt barışçıl gösterilerin genel ve geriye çekici bir norm haline getirilmesi, göstericilerin uzun *A.C.A.B: “All coppers are bastards” sözünün kısaltması. Anlamı “bütün polisler piçtir.”
127
süre mevzi tutamamasına ve savunmaya çekilmesine yol açtı, polisin ise daha hızlı ve rahat biçimde tek yanlı saldıran konumunda olmasını kolaylaştırdı. 3- “Terör örgütleri silah kullanıyor” türünden dezenformatif psikolojik savaş saldırganlığı, ordunun, sıkıyönetimin, linç histerileri ve katliamların ucunun gösterilmesi, isyanın yayın organı haline gelen El-Cezire karikatürü Halk TV’nin de ilk dönemki yaygın canlı ve yarı-ajitasyonal yayınının iyice ray değiştirip bir çok haber ve görüntüyü yayınlamaması, daha sınırlı ve daha pasif eylemleri tek biçim gibi göstermesi, CHP, BDP, bürokratik sendikalar ve bir bütün olarak liberal-reformist blokun bırakalım “mücadelenin yeni veçhesi” lafzını, en ufak bir mücadele çağrısı bile yapmayıp tam tersine kitleleri büsbütün pasifize ve stabileze etmeye dönük açıklama ve manipülasyonları, CHP ve bürokratik sendikaların barışçıl kitle yürüyüşlerini bile daha geriye, daha da pasifist, daha da uzlaşmacı ve kabullenici eski tarz basın açıklaması ve oturma eylemlerine doğru çekmesi... Şimdilik kaydıyla bu sonuçta, burjuva devletin nihai işlevi olan iç savaş aygıtı pozisyonuna doğru geçiş sinyalleri vermesine karşılık, kitlelerin henüz böyle bir sınıfsal-toplumsal bilinç, hazırlık, kararlılık, sonuna kadar gidecek gözü kara cesaret ve donanımının çok uzağında olması kuşkusuz önemli bir etken olmuştur. Fakat kararlılık ve cesaret bireysel veya ahlaki bir sorun değil, hangi sınıfın bunlara yetenekli olduğunu bilme sorunudur. Proletaryanın bağımsız önder sınıf olarak olmadığı, henüz yeni bir düzlemden oluşum sürecindeki sınıf karakterinin zayıf olduğu koşullarda, isyan ve direniş hareketinin bu ilk eldeki sınırlarını belirleyen, asıl bu sınıf karekterindeki olgunlaşmamışlık ve bulanıklıktır. Buna rağmen, burjuva devletin şiddet dozu ve yaygınlığı giderek büyüyen her saldırısı öncesinde, burunları devletin saldırı kokusu ve mesajlarını iyi alan liberal-reformist lobicilerin ve orta ve üst sınıfların fiilen kazanılmış ve meşrulaştırılmış mevzileri bile safra atar gibi dövüşsüz terketme ve gerileme eğilimine karşılık, hareketi ve direngenliği ayakta tutan ve sürdürme kararlı128
lığını gösterenler, daha ziyade hareket içindeki özgül ağırlığı artan işçiler, işçileşmeye yakın toplumsal katmanlar ve küçük burjuvazinin çalışan ve daha radikal kesimleri olmuştur. İşçi Sınıfının Altındaki ve Üstündeki Ara Katmanlarla İç İçeliği Bununla birlikte, proletaryanın bağımsız sınıf karakteri, bilinci ve örgütleri henüz zayıf olduğu gibi, zaten hiçbir zaman arasında duvar olmayan üstündeki ve altındaki toplumsal ara katmanlarla geçişliliği günümüzde son derece artmıştır. Küçük burjuvaziden proletaryaya doğru uzanan geniş ara katmanlarının, emek ile sermaye, sokak demokrasisi ile burjuva demokrasisi arasında ikincilere doğru bir uzlaşma sağlamaya çalışan orta sınıfların; istikrarsızlık, dağınıklık, gevşeklik ve ortak çabada yeteneksizlik ruhunu işçi kitlelerine de taşımaktadır. Gezi Direnişi’nde kitle militanlığının adım adım pasifize edilmesi, onbinler ateşe verilen barikat başında polise taş yağdırırken bunun “orantısız zeka” diye pohpohlanan “duran adam” , “baloncuklu kadın” pasifizmine doğru çekilmesi orta sınıf liberalizminin hareket üzerindeki etkisinin bir sonucudur. Lenin’in de hep vurgulamış olduğu gibi, “burjuva toplumunda savaşımın tüm, kesinlikle tüm yöntemleri, proletaryayı, altında ve üstündeki proleter olmayan çeşitli katmanlarla yakın ilişkiye sokar, ve -bu nedenle bu savaşım yöntem ve biçimleri- olayların kendiliğinden akışı içine bırakılırsa, yıpranır, bozulur, hatta rezilleşir.” Her saldırı sırasında ve sonrasında burjuva/orta sınıf liberalizminin hareketteki fizik ağırlığının azalmasına karşılık ideolojik-siyasal etkisinin artması, işçi ve işçileşen kesimlerin ise fiili mücadeledeki rol ve ağırlığının artmasına karşılık bunun ideolojik-siyasal-örgütsel karşılığını yaratamaması/bulamaması temel sorundur. Ancak en büyük yanılgı, işçi sınıfının bürokratik-yasalcı 129
sendikalizm ile sınırlı algılanması, işçi sınıfının birliğinin ekonomik-sendikal planda kurulacağının sanılmasıdır. Tam tersine, bu hareketten orta sınıfların çıkaracağı ders pasifizm iken, işçi sınıfınınki kitlesel militan siyasal mücadele eğilimi, siyasal sınıf mücadelesi taleplerinin gelişmesi olacaktır. Olmalıdır ve bizim başlıca görevlerimizden biri işte budur. Plaza işçilerinin, Cevahir işçilerinin yığınsal protesto eylemleri, hem de sınıf karakteri en geri ve dağınık olan kent merkezinde çalışan dev çaplı yeni işçileşen kitlelerdeki bunun küçük bir belirimidir. Polise çiçek veren, çay ikram eden, baloncuk uçuranların sempatik bir gülücük ile hükümet, devlet bürokrasisi ve baskı aygıtlarında “insani duygular” uyandıracağı, özgürlük ihtiyacı ile bunların birarada kardeşçe yaşayacağı tarzındaki orta sınıf terbiyesiyle karşılaştırıldığında, “A.C.A.B” cı gençlerin “terbiyesizliği”, proleter sınıf kini ve karşıtlığına çok daha yakındır. Ve kuşkusuz bu aynı polis ve silahlı korucular üniversitelere ve stadlara girdiğinde, sosyal medya polis medyasına çevrilmek istendiğinde… Toplumsal işçileşme süreçleriyle de birleşen toplumsal yaşamın her alanından bu kin ve özgürlük ihtiyacı daha patlamalı bir hal alacaktır. Baylar bayanlar, siz örneğin bir ‘68’den geriye yalnızca “çiçek çocuklar” , Marcuse ve Leo Buscalia’nın mı kaldığını sanıyorsunuz? Öyleyse AKM’deki Deniz posteri karşısında bunca korkunuz niye? Gezi çocukları: “o çocuklar büyüyecek…”, ve çoğu neoliberal mali oligarşik kölelik rejiminizde, eskisi gibi çalışmak, yaşamak ve yönetilmek istememek ne kelime, zerresine tahammül edemeyen toplumsallaşmış işçiler olacak. Ama oraya giden yolu da Gezi’nin ardçı sarsıntıları, ve giderek daha bir proleterleşen fiili yığınsal grev, işgal, blokaj ve direniş dalgaları açacak… Bu hareketi içindeki farklı toplumsal sınıf ve kesimlerin ayrım ve farklı eğilimlerini de örtecek biçimde bir orta sınıf hareketi olarak tanımlayıp orta sınıflara -hatta kimileri için üst orta sınıflara, Kürt burjuvazisine, CHP’ye vb- yükledikleri misyon ne olursa 130
olsun, bu hareketin gösterdiği tam tersine orta sınıfların güçsüzlüğü ve bağımsız proletarya hareketinin çekim gücünün zayıflığında orta sınıfların daha fazla burjuva liberalizmine sarılmasıdır. “Kapitalizmin bir üst tekelci ölçekten gelişmesi, sarsıp çözdüğü küçük burjuva kesimleri onunla karşıtlaştırırken, kapitalist üretim ilişkilerinin genişleyip derinleşmesi ve küçük burjuvazinin geniş kesimlerini de daha doğrudan içine çekmesi, hiçbir zaman bağımsız bir ideolojik-siyasal vizyonu olmayan, her zaman uzlaşmaz karşıt iki sınıf arasındaki yalpalamalı ve eklektik durumuyla küçük burjuvazinin önceki devrimci önderlik iddiası ve hegemonyasının da, devrimin temel güçlerinden biri olarak varlığının da zeminini tümden kaydırmıştır. Küçük burjuvazinin sarsılan ve konum kaybeden kesimleri, tarihin kesin hükmü olarak ancak ve sadece yakınlaşacakları sınıfın, proletaryanın, fiili önderlik ve hegemonyasına bağlanarak, yalnız emperyalizm ve tekellere karşı değil, tekelci kapitalizme karşı savaşım içinde bir devrim gücü ve bağlaşığı olabilmesini koşullamıştır. Proletarya küçük burjuvaziye de, onu mücadele içinde ayrıştırarak yaklaşır. Proletaryaya düşen, sömürücü, kardan pay alan, burjuvazi ile kaynaşan yeni orta sınıf kesimlerine karşı uzlaşmaz karşıtlık, durumu sarsılan, konum kaybı içindeki kesimlerinin ise reaksiyoner ve gerici ve proletarya içine yaydığı bulanık etkilere karşı savaşım içinde, hegemonyasını onlar üzerinde kurmaktır. Proletarya, halen ağırlıklı olarak küçük burjuva alışkanlıklara vb. sahip olsa da, proleterleşme sürecindeki küçük burjuva kesimleri, üst orta sınıflardan; işçi köylüyü madrabaz köylüden; işçi öğrenciyi varlıklı öğrenciden; işçileşen vasıflı emekçileri kardan pay alan veya yönetim kademelerindeki beyaz yakalıdan; işçi emekçi Kürdü sermayeye sarılmış Kürtten; işçileşen küçük burjuvayı sömürücü küçük burjuvadan ayrıştararak, birinciler üzerinde bağımsız fiili önderliği ve hegemonyasını kurarak ilerleyecektir.” (KDÖ Mücadele Platformu) Sınıf bilinçli işçiler, burjuvaziye, burjuva devletin bastırmacılığına karşı savaşımdan ürken, bunlarla uzlaşan, sınıf savaşımı131
nın çıkarlarıyla değil de, kimseyi incitmeyen, kimseyi itmeyen, ve kimseyi ürkütmeyen küçük ve yavan endişelerle, ‘yaşa ve bırak yaşasınlar’ şeklindeki hikmet dolu bir kuralla yolunu çizen orta sınıf liberalizmine ve pasifizmine yenik düşmeyeceklerdir. 20 Haziran 2013
132
Çatışma kaçınılmazdır!
Kapitalizmin Küresel Krizi Üretimin toplumsal güçlerinin bir noktaya kadar gelişmesinin biçimi olan küresel tekelci kapitalist üretim ilişkileri ve mali oligarşik üstyapı, toplumsal gelişimin artan ölçüde engeli haline geliyor. Toplumsal-siyasal sarsıntılar büyüme ve yaygınlaşma eğilimi gösteriyor. Sınıfsal-toplumsal-bireysel dönüşüm, toplumun üzerine kabus gibi çökmüş kocaman karanlık üstyapıyı da zorluyor, irili ufaklı sarsıntı ve çatışmalarla gıcırdatıyor. Yeni oluşmuş üstyapı biçimleri daha kemikleşmeden eskiyor. Daha değiştirilip pekiştirilirme sürecinde, emeğin, proletaryanın, bilginin, kültürün, bireylerin, yönetimin, özgürlük ve demokrasinin üst toplumsallaşma zorunluluğu ve eğiliminin engeli ve bastırıcısı hale gelen rejim koşullarında, siyasal-toplumsal kriz ve çatışmalar dönemi kaçınılmazdır. Kaçınılmaz olduğunu, 2010 yılından itibaren isyan ve direnişler dalgasının yaygınlaşmasında görüyoruz: Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri, Güney Avrupa ülkeleri, Kazakistan, Bangladeş, 133
Nijerya, Şili, Arjantin, ABD, Kanada… Ve isyan ve direniş dalgaları son 6 ay içinde BRİC ve orta-ileri gelişmiş kapitalist ülkeleri de sarmaya başladı: Hindistan, Endonezya, Güney Afrika, Türkiye, Brezilya… Lübnan ve Bulgaristan’da sokak hareketlenmeleri ve çatışmalar var. Çin’de de bir dalganın gelmekte olduğuna dair belirtiler artıyor. Gerçekleşirse etkileri hepsinden büyük olabilir. İsyan ve direniş dalgalarının, kitlelerin burjuva mali oligarşik yürütme güçleriyle yaygınlaşan çatışmalarının tarihsel kaçınılmazlığını tespit etmek son derece önemlidir. Türkiye yaşananların da salt AKP marifetiyle açıklanamayacağını gösterir. AKP’nin neo-muhafazakar despotizminin kuşkusuz Türkiye’deki isyan ve direniş dalgasına çok özel bir rolü oldu. Fakat sınıfsal-toplumsal güç dengeleri itibarıyla burjuva demokrasisinin Türkiye’dekinden bir iki gömlek daha ileri olduğu Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, İsrail, Kanada gibi ülkelerde de bu isyan ve çatışma dalgaları yaşandı, yaşanıyor. Rejim Krizi de Küreselleşiyor Krizde olan yalnız kapitalizmin küreselleşmiş ekonomisi değil. Rejim krizi de küreselleşiyor. Ortadoğu-Kuzey Afrika’daki isyanları “kişi-aile diktatörlükleri” ile açıkladığını sananlar, pek şanlı “batı demokrasileri” nde neler olup bittiğine yanıt veremiyor. Yanıt sokaklardan geliyor: “Troyka diktatörlüğüne hayır!” (Yunanistan, Sintagma işgalcileri). “Kapitalizmin demokrasi oyununu oynamıyoruz. Gerçek demokrasi, şimdi!” (İspanya’da 15 Mayıs meydan işgalleri ve sokak meclisleri hareketi). “Yüzde 1’lik banka, borsa, tekel demokrasisine karşı yüzde 99 için demokrasi” (Wall Street İşgal hareketi). Sınırları daralan, geniş kitleler tarafından kendi yaşam, ihtiyaç ve iradeleri üzerindeki diktatörlük karakteri daha fazla hissedilmeye başlayan burjuva demokrasisi de krizde! Marx’ın yalın ifadesiyle “kendilerini 5 yıl boyunca kimin 134
ezip soyacağına karar vermek” ten ibaret olan burjuva parlamenter demokrasinin diktatörlük karakteri, kitleler tarafından daha fazla hissedilir hale geliyor. Sınıfsal-Toplumsal Çatışmalar Kaçınılmazdır! Ekonomik kölelik (ücretli kölelik, hiçbir boşluk bırakmayan metalara kölelik) cenderesi daralıyor. Biri başlamadan diğeri başlayan yapısal dönüşümler silsilesi cenderesi daralıyor (Birikimli etkileri de giderek belirginleşen, yıkıcılaşan ve daha bir baskıcılaşan; küresel tekelci sermaye birikimi ve mali oligarşik güç yoğunlaşması ve merkezileşmesi temelinde, eğitimde dönüşüm, sağlıkta dönüşüm, kentsel dönüşüm, tarımsal dönüşüm, yerel yönetimlerde dönüşüm, gençlikte dönüşüm, ailede dönüşüm, vd…). Polis, baskı, yasak, taciz, aşağılama cenderesi daralıyor. Hiçbir sınıfsaltoplumsal-bireysel istem ve ihtiyacın kaale alınmaması cenderesi daralıyor, İşçilerin sınıf, gençlerin toplumsal genç, kadınların toplumsal cins, Kürtlerin ulus, bireylerin toplumsal birey olarak hiçe sayılması, engellenmesi ve bastırılması cenderesi daralıyor. Nesneleştirilme, hiçleştirilme, yok ve yük sayılma cenderesi daralıyor. Toplum ve bireyler ne kadar kendi yaşam ve gelecekleri üzerine söz ve karar sahibi olmak istiyorsa, yönetimden o kadar dışlanmaları, yaşam ve inisiyatif alanlarının o kadar sıkıştırılması cenderesi daralıyor. Toplumsal çatışmalar kaçınılmazdır! Çatışma yalnız sefalet, siyasal baskı, yaşamlara müdahale arttığı için değil, sınıfsaltoplumsal-cinsel-kültürel-bireysel… tüm yönlü yeti, ihtiyaç ve ilişkiler orantısız büyüdüğü halde asıl bunlar burjuvazinin mali oligarşik boyunduruğu tarafından alabildiğine kısıtlandığı ve engellendiği için kaçınılmazdır. Toplumsal çatışmalar kaçınılmazdır! Çatışma, yalnız ekonomik değil siyasal-toplumsal bir kriz yaşanmakta olduğu için, daha geri kitleleri bile siyasi hayata, sokağa sürükleyen yürütme 135
gücünü zayıf düşüren bir hükümet krizi yaşandığı için, burjuva demokrasisi de büyüyen bir hayal kırıklığı haline geldiği için, burjuva demokrasisi de krizde olduğu için, kitlelerin hiçbir istem ve ihtiyacına yanıt vermediği gibi engeli olduğu için, mali oligarşik diktatörlük karakteri kitleler tarafından daha fazla hissedilmeye başladığı için, kitleler eskisi gibi çalışmak, yaşamak ve yönetilmek istemediği ve burjuva mali oligarşik rejimler eskisi gibi yönetmekte zorlanmaya başladığı için, yakıcılaşan özgürlük ihtiyacı ve fiili sokak demokrasisi ile bağdaşmaz olduğu için, hiçbir eski barışçıl yasal kısmi mücadele yöntemi etkili olmadığı ve kaale alınmadığı, dahası onlar bile saldırıya uğradığı ve bastırıldığı için, yalnızca son 3 yılda dünyanın 34 ülkesinde isyan ve direniş dalgaları, işçiler-kitlelerle devlet güçleri arasında büyük boyutlu çatışmalar yaşandığı, 18’inde ölümler olduğu için,… tüm bunlar ve daha fazlası için, çatışma kaçınılmazdır. Her yerinde haftalardır hükümet güçleri ile kitleler arasında sokak çatışmalarının yaşandığı bir ülkede, burjuva ve orta sınıf liberal reformistler, liberal-demokratlar bu durumu nasıl açıklıyor? Onlar bu durumun tarihsel, toplumsal, sınıfsal, siyasal kaçınılmazlığını tümüyle hasıraltı ederek, liberal-oportünist, subjektif-idealist “aşırı uçlar” teorisi ile açıklıyor. Onlara göre, Erdoğan bu kadar agresif tutumlar takınmasaydı, polis bu kadar orantısız güç kullanmasaydı (ki şimdi onu da polisin “aşırı çalışma stresi” ile realize etmeye çalışıyorlar!), diğer tarafta ise “samimi çevreci çocukların barışçıl pasifist eylemini istismar eden marjinal, vandalist, terörist vb. birey ve gruplar” olmasaydı, hiçbir sorun çıkmayacaktı! Şimdi şu beylik liberal-oportünist teoriyi daha yakından inceleyelim. Liberal Reformizmin Birinci Önermesi “Başbakan bu kadar agresif davranmasaydı, güç ve iktidar sar136
hoşluğuyla bu kadar kendinden geçmeseydi, polisi bu kadar ortantısız güç kullanmaya sevk etmeseydi, halkın gönlünü alacak bir iki jest yapsaydı, mahkeme kararını bekleyeceğini en baştan açıklasaydı, vb. vb. barışçıl protestodan başka bir niyeti olmayan kitleler bu kadar alevlenmeyecekti…” Başbakanın “aşırı tutumları” nın eleştirilmesi kılıfı altında ve Gül’ün, Arınç’ın kendinden geçerek alkışlanması paralelinde ileri sürülen bu önermenin asıl içerimi: Liberal demokratizmin güçsüz dileklerini ve mutlak iktidarsızlığını, kitlelerin dişe dişe savaşım azmini tasfiye ederek, onun yerine geçirme çabasından ibarettir. Herkesin kendine göre bir savaşım yöntemi vardır. Burjuva ve orta sınıf liberallerinki de, kitleler üzerinde terör estiren hükümete, kendi mutlak acizliklerinin ve kavga kaçkınlıklarının kanıtından başka bir şey olmayan dilekçeler sunmak, acınası bir hoşgörü dilenciliğidir. Bu liberal oportünist acizlik önermesinin doğruluğu/yanlışlığının tarihsel olgularla sınanması için Brezilya’ya bakalım. Brezilya, sınıfsal-toplumsal güç dengeleri itibarıyla Türkiye’dekinden bir iki gömlek daha ileri bir burjuva demokrasisine sahip olması nedeniyle, yeterli bir sağlama olacaktır. Tıpkı AKP gibi 3 dönemdir iktidarda olan PT’den devlet başkanı olan Roussef, tam da Türkiye’deki liberal demokrasi dilencilerinin istediği şeyi yaptı: Günlerdir sokak gösterileri yapan, meclisi işgal eden, polisle çatışan kitlelere, gayet ılımlı ve uzlaşmacı mesajlar verdi. “Barışçıl gösteriler meşrudur, gençlerin en doğal hakkıdır, onlarla gurur duyuyorum, şimdi demokrasimiz daha güçlü hale geldi” filan türü bir dizi açıklama yaptı. Fakat liberal uzlaşmacıların umduğunun aksine, ne yüzbinlerin sokak hareketi, ne de onbinlerin polisle çatışmaları duruldu! Tam tersine gösteriler milyonlara, çatışmalar onbinlere yayıldı. Roussef, bu kez “eğitim, sağlık ve ulaşımda” kısmi iyileştirme vaadinde bulunurken, polisin iki kişiyi öldürdüğü gösteriler yine durulmadı. 137
Ah, ne kadar akıl almaz bir durum! İşçiler, kent yoksulları, gençler, kadınlar, durumları sarsılmış kesimler, yüce iktidarın kendilerine bahşettiği bu görülmemiş şefkat ve iyilikten başka daha ne isteyebilir ki? Olsa olsa bir takım vandallar, iyi niyetini göstermek için bununla hemen yetinip evlerine dönecek kitleleri kışkırtmaya devam ediyordur… mu dersiniz? Gösteri ve çatışmalar durulmadı, çünkü: 1- Kitlelerin hiçbir temel talebi karşılanmadı. 2- Kitleler, “sıfır yoksulluk, insan hakları ve ileri demokrasi” vaadiyle hükümet olan Lula ve PT’nin bu söylemlerinin gerçekte ne anlama geldiğini 10 yıl boyunca özdeneyimleriyle görmüştü, lafa karınları toktu. Ve 3- Roussef bu pek iç bayıltıcı açıklamalarını yaparken, bir yandan gösterilerin yoğun olduğu bölgelere asker sevkiyatı yapmaya, polis despotizmi barışçıl sokak gösterileri üzerindeki icraatlarına devam ediyordu! Brezilya’daki göstericilerin başlıca talepleri: a- Temel hizmetlere zamların geri alınması, eğitim, sağlık, ulaşımın parasız olması, b- Küresel mali sermayenin azami karları için dünya kupası ve olimpiyatlara yapılan 25 milyar dolarlık harcamanın durdurulması. Eğitim, sağlık, ulaşım, konut, işsizlik, yoksulluk sorunlarına bütçe ve çözüm, d- Hükümetin istifası, c-Kendi yaşam ve gelecekleri hakkında söz ve karar sahibi olabilme. e- Polis, asker baskı ve despotizminin durdurulması’ydı… Devlet başkanı Roussef ve PT hükümeti, önemsiz konularda ne kadar iç bayıltıcı ve uzlaşmacı açıklamalar yaparsa yapsın, asıl kitlelerin bu isyan talepleri karşısında bir milim bile müsamaha göstermedi. Gösteremezdi de, çünkü burjuva demokrasisi, bırakalım Türkiye’yi, Brezilya’yı en ileri biçimiyle bile, hele ki bugünkü küresel mali oligarşik karakteriyle, burjuvazi ve mali oligarşisi için önemsiz konularda (o da sıkıştığında) müsamahakarlık, önemli ve temel konularda ise müsamahasızlık rejiminden başka bir şey değildir. Küresel banka, borsa ve tekeller, tüm masrafları kitlelerin asgari yaşam ihtiyaçlarından çıkarıp, 50 milyar doları cebe indirecekleri bu dev çaplı azami kar yatırımlarından vazgeçer mi? Geçerlerse, 138
zaten canı burnunda olan tüm dünya işçilerinin, emekçi kitlelerinin büyüyen kızışan mücadele talebi olarak “banka, borsa, tekellere değil eğitime, sağlığa, istihdama harcama” talebini zincirlerinden boşandırmaz mı? Küresel tekelci burjuvazi ve mali oligarşisi, eğitim, sağlık gibi dev çaplı azami kar alanlarından, eh madem kitleler böyle istiyor diye vazgeçer mi? Kendi karlarını yükselten, ücretleri düşüren, ücretli köleliği pekiştiren, işçilerin mücadele gücünü kıran işsizlik sorununu çözmeye yanaşır mı? Kitleleri eze eze yüksek kar çıkardığı eğitimi, sağlığı sermayeleştirmeden vazgeçerse, işsizliğe karşı önlemler alırsa, bu zaten canı burnunda olan dünya işçilerini ve emekçileri aynı kazanımlar için mücadeleyi yükseltmeye sevk etmez mi? Küresel tekelci kapitalizm ve mali oligarşisi, kitlelerin siyasal-toplumsal yaşam ve yönetimde söz ve karar sahibi olma istemine kapıyı aralar mı? Aralarsa bu dev çaplı karlar ve hükümranlığının üstüne bir bardak su içmek anlamına gelmez mi? Küresel tekelci kapitalizm ve mali oligarşisi, işçi sınıfı ve kitleler üzerindeki baskı aygıtlarından, sopasından, kendiliğinden, “kitlelere jest yapmak için” vazgeçer mi? Vazgeçerse, giderek gözünü karartan kitlelere karşı sınıf egemenliğini, sınıf diktatörlüğünü nasıl sürdürür? Bu soruların yanıtı, sınıflı-sömürüye dayalı bir toplum ve dünyada yaşadığımızı, hükümet ve iktidarın da, kendinden menkul bir güç ve saltanat sarhoşluğu içindeki bir kişi veya partinin değil, burjuvazi ve mali oligarşisinin işçi sınıfı ve toplum üzerindeki egemenlik aygıtı olduğunu bilen herkes için açıktır. Liberal oportünist “agresiflik” teorileri ise, bu en temel gerçeği, sınıflı bir toplumda yaşadığımız ve iktidarın da ancak bir sınıf iktidarı olduğu gerçeğini hasıraltı etmeye çalışıyor. Burjuva demokrasisini burjuvazinin mali oligarşik iktidarını halkla paylaştığı yönetim biçimi olarak yutturmaya çalışıyor. Tüm sorunun Başbakan’ın 10 yıl iktidarda kalması nedeniyle psikolojisinin bozulmuş olmasından, ya da polisin “aşırı çalışma stresi” nden kaynaklandığını ileri süren “psikolojik dengesizlik” teorileri pek revaçta. Yeter ki, kapitalist mali oligarşik egemenlik sisteminin bizzat içindeki uzlaşmaz sınıfsal-toplumsal 139
çelişkilerin açığa çıkması görülmesin. Yeter ki, burjuva demokrasisinin açığa çıkmış gerçek mali oligarşik burjuva diktatörlüğük yüzü görülmesin. Yeter ki, kitleler de bütün bu ahlaki, psikolojik, siyasal vd. tutumların arkasında belli bir sınıfın çıkarlarını görmeyi öğrenmesin, bu “psikolojik dengesizlik” teorileriyle avunsun. Yeter ki, ne kadar çürümüş ve barbarca olursa olsun her eskimiş siyasal aygıtın, ancak arkasındaki sömürücü sınıfın, burjuvazinin zorlamasıyla ayakta durduğu anlaşılmasın. Yeter ki, menteşeleri gıcırdayan burjuvazi ve mali oligarşik iktidarını silip atacak ve yeni bir yaşamı kuracak sınıfsal-toplumsal güçlerin kim olduğu bilinmesin. Yeter ki, bu güçler daha büyük, daha ileri savaşım için bilinçlenmesin ve örgütlenmesin. Tüm o sistem özürcüsü psikolojikleştirme, kişiselleştirme teorileri, işte asıl bunların kavranmasını, daha ileri savaşımlar için bilinçlenme ve örgütlenmeyi engellenmek içindir. Kapitalizm ve mali oligarşik demokrasisinin özürcülerinin binbir dışsallaştırıcı zırvalarıyla saklayamayacakları gerçek şudur: En ileri burjuva demokrasisi bile kitlelerin yüzbinlerle ve haftalarca sokak gösterileri yapmasına, baskı aygıtlarına aktif mukavemet göstermesine, yüzbinlerin fiili sokak demokrasisine, toplumsal-siyasal yaşam ve iktidarda söz ve karar hakkı istemesine tahammül etmez. Edemez! Bunu zorbalıkla bastırmak veya bir miktar papazlık ve asıl kitlelerin bilincini bulandırmaya çalışan liberal oportünizmle harmanlayan bir zorbalıkla bastırmak zorundadır. Devlet ve baskı aygıtları bunun için vardır. Bir Erdoğan/ Roussef veya Merkel karşılaştırması yapılacaksa, ne söylediklerine değil, ne yaptıklarına bakılmalıdır: Tümünün yaptığı bir ve aynı şeydir. Bastırmak! Kitlelere “barışçıl protesto en doğal hakkınızdır” derken orduyu alarma geçiren aynı Roussef ’tir. Erdoğan’ı eleştirir görünürken, Occupy Frankfurt’u ulaşımı keserek engellemeye çalışan, olmayınca kitlelerin üzerine polisi sürerek bastıran aynı Merkel’dir. Aralarındaki tek fark, Avrupa, Latin Amerika, Hindistan gibi yerlerde sınıfsal-toplumsal güç dengelerinin biraz daha ileri olması, dolayısıyla bu ülkelerdeki burjuvazi ve hükümetlerinin daha fazla 140
yönetme tecrübesine sahip olarak, bastırmacılığı bir nebze papazlık ile harmanlamalarıdır. Pentagon ise “21. yüzyıl ayaklanmalar yüzyılı olacak” tespitini henüz ‘90’lı yılların sonlarında yapmıştır. Özellikle stratejik olarak önemli müttefiklerinde bu tür isyan ve direniş dalgaları karşısında ilk refleksi “itidal çağrısı” olmaktadır. Bu çağrı, zorbalığa başvurmama değil, küresel kriz ve bu tür isyan ve direniş dalgalarının giderek yaygınlaştığı koşullarda kılıfına uydurarak başvur, anlamına gelir. Türkiye burjuvazisi -özellikle de yeni palazlanmış sonradan görme burjuva kesimleri- ve hükümetinin dengesini bozan ise, (Kürt hareketi dışında) ilk kez böylesine ciddi, böylesine yığınsal, böylesine isyankar bir mukavemet ile karşılaşmış olmalarıdır. Diğer taraftan Erdoğan ve AKP’nin bu çürümüş ve despotik hükümetinin arkasında, “gidecekse de seçimle gider” diyerek durmaya devam eden bu aynı küresel mali oligarşi; Obama, Merkel vd. İşkenceci papazlık demokrasisi zevatıdır! Yalnızca son 1 yıl içinde, fiili grev ve direniş yapanlardan Güney Afrika’da 40 maden işçisi, Kazakistan’da 31 petrol işçisi, Nijerya’da 16 işçi ve öğrenci taranarak katledilirken bu ülke burjuvazileri ve hükümetleri bu pervasızlığı, şu veya bu düzeyde bileşeni oldukları küresel tekelci burjuvazi ve mali oligarşisinden değilse, kimden alıyorlardı? Sömürücü zorbalar, zorbalığa mecburdurlar, çünkü dünya çapında kitlelerin öfkesinin iyiden iyiye kabından taşıp isyanlara dönüştüğü bir süreçte, kitleleri durdurmak için ellerinde – barış, itidal, pasifizm çağrılarının bütünleyicisi olduğu- başkacana ve daha etkili bir araç yoktur. Çünkü kitleler, uzunca bir dönem geniş kesimlerinde beklenti ve tolerans yaratan tüm o “barış, sosyal diyalog, uzlaşma, ileri demokrasi” vb.nin ne olduğunu 10 yıldır, 20 yıldır bizzat özdeneyimleriyle görmüşlerdir. “Dopamin, stres” zırvalarını bırakın ve şu soruya yanıt verin: 2010 yılından itibaren dünya çapında yaygınlaşan isyan ve direniş dalgalarından hangisinin temel talepleri kabul edilmiştir? Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da özgürlük ve demokrasi için isyan edenlerin 141
mi? Hindistan’da neoliberal güvencesizlik ve tecavüze karşı genel grevlerin ve isyanların mı? Güney Afrika’da sendika seçme özgürlüğü, kendi seçtikleri işçi komitelerinin tanınması ve grev hakkı için mücadele eden maden işçilerinin mi? Amerika’da yüzde 99 için demokrasi, adalet ve sosyal hak isteyen Wall Street işgalcilerinin mi? Brezilya’da küresel tekellere değil eğitim, sağlık, ulaşım için bütçe isteyenlerin mi? Şili’de parasız eğitim isteyen 500 bin kişilik öğrenci gösterilerinin mi? Avrupa’da sosyal yıkım paketlerine ve troyka diktatörlüğüne son verilmesini isteyen grev, direniş dalgalarının mı? Yanıt biliniyor: Hiçbirinin! Ve tam da bu nedenle, tıpkı kitleler lokal, pasif, yasalcı eylemler hiçbir sonuç vermediği için giderek büyüyen direniş ve isyan hareketlerine yöneldikleri gibi, daha sert, daha amansız hareketlere de yönelmek zorundadırlar. Ve tam da bu nedenle, yani bu isyan ve direniş dalgaları filanca başbakanın psikolojisi, falanca polisin stresi ya da bir takım “vandallar” ın şiddet sevdasından değil tarihsel bir kaçınılmazlığın ürünü olduğu için, bunu en iyi burjuvazi ve mali oligarşisi bildiği için, zorbalıkla bastırma çabasına devam ettiler. Çünkü barajın çoktan dolup taşmaya başladığı koşullarda, burjuvazi ve mali oligarşisi, azami kar ve azami iktidar alanlarından hangisinden olursa olsun, ister neoliberal güvencesizlik, ister kentsel dönüşüm, ister özgürlük ve demokrasi konuları olsun, bir kez sokakta ağır yenilgiler almaya başlayınca, gerisinin nasıl geleceğini en iyi bilendir: 30 yıldır en geriye giden sınıfsal-toplumsal güç dengeleri ciddi biçimde değişecektir. Ve çoktan değişmeye başlamıştır. Bu yüzden “durakların yerini halka soracağız” vb.nin dışında kendileri için daha önemli konularda, geri adım atmamak için dirençlerini ve bastırma çabalarını artırdılar. Çünkü onlar için Topçu Kışlası veya olimpiyatlardan da daha önemli ve temel olan, tarihsel kaçınılmazlık niteliği giderek belirginleşen, fiili sokak demokrasisinin, kendi kararlarını kendi verme istek ve eğiliminin, tek kelimeyle kitlelerin eskisi gibi yönetilemez hale gelmesinin önünü almaktır. 142
“Olağan koşullar” da yaşamıyoruz. Zaten liberalizm ve reformizmin en çıplak göstergesi, siyasetin tüm genetiğini değiştiren ve güçler mücadelesi niteliğini açığa çıkaran derinleşen siyasal kriz dönemlerine de “olağan, barışçıl, mutedil, muttasıl” dönemlerin kodlarıyla bakması, buna sığıştırmaya çabalamasıdır. Onlar sakin dönemlerin barışçıl mücadele kavram ve eylemlerinin kapsamlı bir değişimden geçtiğini, değişiklik tasarılarının yüzbinlerin sokak gösterileriyle getirildiğini, gensoruların barikat çatışmalarıyla açıldığını, ve hükümete muhalefetin, bu hükümetin kuvvet yoluyla indirilmesi ile gerçekleşecebileceğini anlamıyorlar. Onlara kalsa, 6 yıldır süregiden ve halen ucu görünmeyen küresel kriz ve dahası rejim krizi koşullarında, sakin olunmalı, sakinlik dönemlerinde ne yapılıyorsa onların yapılmasına devam edilmelidir. “Kötülüğe karşı şiddetle karşı koymama” öğretisi, yüzbinler haftalardır sokaklardayken, onbinler polisle çatışırken, devletin bastırmacı zorbalığının giderek tırmanmasının orta sınıf liberal reformizminde zemin bulan bütünleyicisi olarak servis edilir. Fakat nafile! Bu dalgalar eskimiş çürümüş üstyapıyı çatırdatmadan durulmayacaktır. Ne despotik bastırma çabaları ne de liberal reformist özürcülük ve uzlaşmacılık, bunu durdurma gücünde değildir. Liberal reformizmin ikinci önermesi: “Militanlık ve çatışmalar kitlelerin moralini bozan, kitlelerin daha geniş kesimlerini geri iten ve dağıtan, hareketi zayıflatan, hükümete ve polise saldırı bahanesi veren, ‘marjinal gruplar ve kitlelerden kopmuş bireyler’in işidir.” Reformizmin her durum ve koşulda ileri sürdüğü, alamet-i farikası denilebilecek acizlik argümanıdır. Leninizm ve reformizmin işçi ve kitle hareketleri içindeki temel bir ayrımı, Lenizmin ileri, en savaşımcı kesimlerini esas alması, fakat bu kesimi kitlelerin daha geniş kesimlerinden ko143
parmadan içinde ve bir adım önünde savaşmasıdır. Reformizm ise, şaşmaz biçimde kitlelerin geri ve ortalama kesimlerini esas alır ve öncü kesimleri tecrit etmeye çalışarak, kitlelerin en ilkel ve geri içgüdü ve korkularına hitap eder. Hareket boyunca yüzbinlerce kişi aktif fiili sokak gösterilerinde yer aldı, onbinlerce kişi polisle dişe diş çatıştı. 1 Haziran’da Elmadağ-Harbiye arasında 30 bin kişilik bir kitle vardı, ön saftaki barikat çatışmalarında binlerce kişi, çatışmada artık gaz bombası atmaya mecali kalmamış polis barikatını, taş yağdırarak ezip geçti. Kitlelerin moralini bozmak ne kelime, başta Taksim ve Gezi olmak üzere bir dizi alanın yeniden kazanılmasıyla moral ve özgüvenini yükseltti, daha geniş kitlelerin harekete çekilmesini sağladı. Çatışmalı eylemler ülke çapında yaygınlaştı. Bu liberal reformist önerme en çok da, sakin, rahat, steril yaşamlarının yıllardır altüst edilmesine ve kendilerine kölece davranılmasına karşı haklı bir öfkeyle harekete geçen, fakat kendi altındaki toplumsal sınıfın ve kesimlerin de mücadele içinde olması ve işlerin büyümesiyle ne yapacağını bilemez hale gelen, sakin, rahat, steril yaşamından geriye kalanları da kaybetme korkusu artan orta sınıflar içinde zemin bulur. Hareket yükselirken kolay ve çabuk zafer beklentisiyle ileri atılan orta sınıflardan, savaşım çetinleştikçe aktif ve sıkı savaşım yanlıları giderek azalmıştır. Küçük bir kesimi sağlam dövüşmeye devam ederken, büyük çoğunluğu tam da nabza göre şerbet veren liberal reformizmin birbiri ardına düzdüğü dilekçelere, oraya buraya yolladığı lobicilere kulak kabartmaya başlamıştı. AB’den ABD büyükelçisine, meclisten belediye başkanına, Cumhurbaşkanı Gül’den Arınç’a seğirterek sakinleşme ve sakinleştirme çareleri arayan ve tekmelenip kovuluncaya kadar lobicilik ve dilencilik eden ilkesiz ve uşak ruhlu liberaller için iyi birer av olmaya başladı. Orta sınıflar, polis ve muhafazakarlık baskısına dayanan sınıf hükümeti yerine içten içe besledikleri sakin, rahat, barışçıl, özgür bir yaşam özlemiyle ne kadar şevkle harekete geçseler de, bunun çetin, zahmetli, uzun, ağır bedelleri göze almayı gerektiren, fakat 144
en önemlisi sakin, rahat, steril yaşamlarının son kalıntılarından da vazgeçmeyi gerektiren bir yol olduğunu gördükçe, liberal-reformizmin kendilerine sunduğu “kötülüğe karşı şiddetle karşı koymama” öğretisine daha fazla sarıldılar. Kuşkusuz orta sınıfları harekete geçiren salt yaşam tarzı sorunu değildi, fakat şimdilik “durduran” yaşam tarzlarındaki gevşeklik oldu: Gevşeklik, sakinlik, en azından bunu kaybedilecek şey olarak görme ve geri getirme özlemi… Fakat orta sınıfların önemli bir kesiminin de ilk elde sırtını üstündeki büyük güçlerden şu veya bu kesime yaslamayı gözetmeden harekete geçmiş ve ciddi bir savaşım vermiş olması, önemlice bir kesiminin durumlarıın sarsılma ve proletaryaya doğru çözülme ve yaklaşma derecesinin bir ifadesidir. Tam da büyüyen toplumsal savaşımlar içinde, o anki değil, proleterleşme sürecindeki sınıf çıkarlarını görmeye, yüzünü geçmişten geleceğe, burjuvaziden proletaryaya dönmeye doğru bir eğilim de gelişmektedir. Bunu tayin edecek olan, bir yandan proletaryanın bağımsız sınıf karakteri ve önderliği yeteneğinin gelişmesi, diğer yandan küçük burjuvaziden proletaryaya doğru ara sınıf ve katmanların bizzat bu toplumsal savaşımlar içinde proletaryaya daha yakın bir örgü kazanmasıdır. Daha önce Gezi Parkı ve Taksim Dayanışması içinde yaşanan barikatlar, flamalar, Gezi Parkı kaldırılsın mı kaldırılmasın mı tartışmalarına değinmiştik. Bunlar kadar önemlisi, 11 Haziran’daki saldırıdan itibaren başlayan “aktif eylem mi, pasif eylem mi” tartışmasıydı. Bunun arka planında “saldırı mı, savunma mı”, “hükümeti istifaya zorlama mı, barışçıl olarak ıslah etme ve seçimleri bekleme mi” farklı eğilimleri de görülüyordu. “Pasif eylem” savunucuları, 11 Haziran’daki saldırıya karşı direnişte, polise taş, havai fişek vd. atılmasını engellemeye çalışan, Taksim ve Gezi Parkı’nda devrimci grupların, Kürt kent yoksullarının varlığından rahatsız olan, burjuva/orta sınıf muhalefet ve liberal reformizmdi. Liberal reformist pasifizm bu temelde yaygınlaşmaya başladı. Aktif eylem, devrimci ve radikal gruplar, işçiler, kent yoksulları, ara sınıf kesimleri içinde ağır 145
basan ve savunulan eylem tarzıydı. Liberal reformizm ise, Erdoğan ve AKP’yi sokakta tam bir yenilgiye uğratmadan etkisiz hale getirebilmenin, ıslah etmenin, hatta barışçıl eylemler ile demokratik reformlar yaptırmanın hayalini kuruyordu. “Polise saldırı bahanesi vermeme, kitlelerin moralini bozmama ve kaçırmama” gibi beylik söylemler altında, Gezi Parkı’yla, hareket ile hükümet-polis arasında imkansız bir orta yol bulmaya çalışıyor, bu ikisini uzlaştırmaya çalışıyordu. Anlamadığı, bırakalım Türkiye’yi en ileri burjuva demokrasinin bile isterse en barışçılı olsun, yığınsal-fiili işgal, sokak demokrasisi hareketleriyle bağdaşmadığıdır. Bir kez yüzbinler, milyonlar fiili ve inatçı biçimde sokak ve meydanlara indiğinde, hükümet ve devlet güçleriyle karşıtlığa girdiğinde, toplumsal dönüşüm ve gelişmeyle, ne kadar kemikleşmiş ve daralmış ise o kadar eskimiş siyasal üstyapı arasında uzlaşmaz çelişki açığa çıktığında, özgürlük ve demokrasinin bütün gereksinmeleri bu çelişkinin yapay bir biçimde uzun bir dönem sürdürülmesi ve bastırılması nedeniyle, şimdi yığınsal ve şiddetli biçimlerde ortaya çıktığında, eskimiş üstyapı gıcırdamaya ve sarsılmaya başladığında, bir orta yolun olmadığıdır. Bir yanda milyonların fiilileşen ve meydan okuyan özgürlük ve demokrasi istemi, diğer yanda mali oligarşik diktatörlük karakteri ve sivri dişleri daha bir açığa çıkan neomuhafazakar burjuva demokrasisi; orta yol yoktur! Öncelikle kavranması gereken, bunun direniş içindeki liberal reformist uzlaşmacı kesimlerle hükümet ve düzen safındaki “itidalci” görünen kesimlerin birbirine sempatik gülücüğü ile de ortadan kalkmayacağıdır. Neoliberal Burjuva Demokrasisi Tarihsel Sınırlarına Dayanıyor Çünkü neoliberal burjuva demokrasisi, yalnız Türkiye’de değil, dünya çapında sarsılmaya, tarihsel sınırlarına dayanmaya başlamıştır. Dünya çapında yaygınlaşan yığınsal direniş ve isyan 146
dalgalarının en temel dinamiklerinden biri budur. Neoliberal demokrasi, 20-30 yıldır, sınıfsal-toplumsal güç dengelerine, sosyalizm deneyiminin ve tarihsel mücadelelerin kazanımlarına, kolektif-toplumsal haklara dayanan burjuva demokrasisini geriye doğru çözmüş, parlamento-sendika-kitle örgütü gibi dolaylı soyut temsiliyet biçimiyle bile etkisizleştirmiş, bunun yerine bireysel liberal yurttaşlık, basın, toplantı özgürlükleri, özel alanların korunması, hoşgörü vb.yi geçirmiş, fakat özellikle 11 Eylül’den itibaren bunların alanını da alabildiğine daraltmıştır. Gelişme ve kemikleşmesinin bir evresinde, bu eskimiş üstyapının, siyasal rejim biçimlerinin işe yaramazlığı, engelleyiciliği, çürümüşlüğü artık geniş yığınlarca açık-seçik hale gelmiştir, onu değiştirme gereği bizzat sokaklardan, sokak demokrasisiyle ilan edilmektedir. Liberal reformizmin bizzat kitleler içine taşımayı iş edindiği “marjinal gruplar” vb. söylemi de, bu kavramın da içeriğinin ve biçiminin değişmesiyle, marjinalleşenin bizzat hükümet ve eskimiş üstyapı olması, kitlelerin onunla uzlaşmaz karşıtlığıyla iflas etmiştir. Dünya çapında yaygınlaşan bu siyasal-toplumsal sarsıntı ve çatışmaların arkasında, günü geçmiş siyasal rejim ve toplumsal düzenleme biçimlerinin karşılanmasını engelledikleri yakıcılaşan sınıfsal-toplumsal-bireysel ihtiyaçların olduğunu artık herkes biliyor. Bu gereksinmelerimiz, ilk elde hemen büyük bir başarı sağlamasa bile, siyasal-toplumsal uzlaşmazlık ve fiilileşen tarihsel kaçınılmazlık, bir “orta yol” un kalmaması koşullarında, her zorla bastırma çabası, onu engellerini parçalayıncaya kadar daha şiddetlendirmekten başka bir sonuç vermeyecektir. Liberal pasifizm, kabından bir kez taşan bu harekette bir kenar süsü bile olamaz. Kararlı, militan sokak demokrasisi için, sarsılan çürümüş hükümeti indirmek, eskimiş siyasal rejim ve üstyapıyı çatırdatmak için ileri! 22 Haziran 2013
147
148
Haziran Direnişi üzerine notlar
- Taksim Direnişi’nden çekilen ilk fotoğraf, hareketin gövdesini kentli orta sınıfların oluşturduğu çıkarımını yaygınlaştırdı. Çalışma yaşamında konuma ve toplumsal statülere sahip, muhafazakar ahlakçı baskıya ve geleneksel laik cumhuriyet imgelerinin çözülmesine tepkili bir kitlenin sokaklara döküldüğü yorumları, direnişin sınırlarını daraltmayı amaç edinmiş ana akım burjuva medyasında da sıkça dillendirildi. “Tencere tava hep aynı hava” söylemiyle 28 Şubat sürecine gönderme yapan Tayyip Erdoğan için de ilk tutunacak dal bu fotoğraftı. Varılan anlık sonuç, direnişte kendine hatırı sayılır yer bulan Türk bayrağı, ulusalcı marş ve sloganlar ile desteklenme imkanına kavuştu ve solun belli kesimlerinin süreç okumasında da göründü. Sınırları olabildiğince geriden çekilmiş burjuva demokrasisine, liberal bireyselciliğin sınırlarına sığmadığı özel yaşama müdahaleci yönetime tepkiyi de bağrında taşıyan bu isyana, orta sınıfların da katıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak, sermayenin bir üst birikim evresine geçişi, emek üretkenliğinin arttırılmasına paralel emeğin nicelikselleştirilerek üzerindeki hegamonyanın arttırılması ve değersiz149
leştirilmesi ile konum kaybeden, çalışma ve yaşam koşulları baskılanan, artan oranda emek-sermaye çelişkisinin merkezine çekilen beyaz yakalılar, kentin göbeğinde organize edilen karlılık süreçlerinin özneleri hizmet işçileri, görece iyi ücrete ve yönetsel konuma sahip olmasına karşın performans-verimlilik baskısından, çalışma saatlerinin dışına taşan, tüm yaşamı esir alan yabancılaşma ve yıpranmadan nasibini alan idari personel, geleceksiz, güvencesiz, eğitim-öğretim bütünleşmesiyle önemli kısmı işçileşen, bir kısmı da yarı-proleter, geçişli bir düzlemde sermayenin sillesini yiyen üniversite ve lise öğrencileri ne kadar geleneksel kentli orta sınıf tanımının içerisine giriyorlarsa, hareketin gövdesine yönelik geliştirilen bu tanım da ancak o kadar doğrudur! - Direnişi, sermaye yoğunlaşması ve toplumun neredeyse tüm katmanlarının yaşamsal dibe bastırılması ile ilerleyen kapitalist yeniden yapılanmadan bağımsız okuyamayız. Harekete geçen kitlelerin, sokaklara dökülen toplumsal öfkenin önemli bir kesiminin ekonomik arka planını toplumun proleterleşmesi sürecinin bir parçası olarak, işçileşme, konum, statü, yaşam standardı kaybı, yeniden yapılanan kapitalist çalışmanın yıpratıcılığı oluşturmaktadır. Geçmişin orta sınıf çerçevesinin içerisinde yer alan beyaz yakalıların güncel öfkesinin dayanaklarından birini, bu çerçevenin dışına proletaryaya doğru yaşanan hızlı düşüş oluşturmaktadır. Türkiye’de kapitalist yeniden yapılanmanın sembolü AKP ve Tayyip Erdoğan’a yönelmiş öfkenin önemli bir arkaplan öğesi, konum kaybı yaşayan kesimlerin ilk refleks olarak yüzlerini mevcut hükümete çevirmeleridir. - Kültür, toplumsal ilişkiler, dış görünüş, yaşam tarzı olarak geleneksel proletarya tanımının içerisinden anlaşılamayacak, hatırı sayılır sayıda bilişim, AVM, medya, çağrı merkezi, gıda zinciri işçisi bu isyan ve direnişe katıldı. Kapitalizmin rafine finansyönetim-tüketim merkezi olarak organize etmek istediği kent 150
merkezleri ilk çiziği, her yeniden organizasyonunda yeniden ve bağrına çekerek ürettiği sınıf karşıtlarından, işçilerden yedi. Kapitalist kent kurgusunun göbeğinde konumlanan yeni sermaye birikim alanlarının yeni işçileri işçisiz, rafine kent merkezi hayallerini daha başlarken çatırdattı. 31 Mayıs- 1 Haziran Taksim direnişinde gaz demokrasisiyle tanışan yeni işçi bölükleri, Maslak Doğuş Plaza önündeki kitlesel NTV protestosuna da doğrudan imza attılar. - Bunlarla birlikte, yeni proletarya bölükleri ve proleterleşen katmanlar bu isyanda sınıf olarak varolamamış, sınıfsal taleplerini ön plana çıkaramamıştır. Sloganlar, AKP karşıtlığı ve saldırgan devlet mekanizmaları ile sınırlı kalmıştır. Bunun birinci nedenini kendiliğinden hareketin kodlarında da yatan, konum kaybına karşı eskiyi isteme refleksi oluşturmaktadır. Kapitalist üretimin eriştiği yeni düzeyin yarattığı toplumsal tahribata karşı kendiliğinden sokağa dökülen kitleler, konum kaybının simgeleştiği AKP hükümetine karşı çıkmış, AKP döneminde ağır darbe alan ulusalcı içerik ve sembollerle bağ kurmuş, eskiyi arzulamıştır. (Kendiliğinden hareketin ilk elde eskiyi isteme refleksi, TEKEL direnişinin ufkunun 4/C’ye hayır sloganının sınırlarını aşamaması, kadrolu, güvenceli eski kapitalizm özlemi çerçevesine oturması ile de kendisini göstermişti.) - İkincisi, işçileşen beyaz yakalılar, hizmet, finans vd. kent proletaryası güncel durumda sınıf bilincinden, işçi kavramının yaygın kabulünden ve etkin işçi örgütlerinden yoksundurlar. Bahsi geçen işçi kesiminin alan varlığı kendiliğinden, örgütsüz biçimde gerçekleşmiş, toplumsallaşan temel sloganların dışına taşacak, yaşamsal taleplerinin ve gelecek istemlerinin olgunlaştırılacağı mekanizmaların olmayışı, fiili varlığa içeriksel varlığın eşlik etmesini engellemiştir. Haziran Direnişi’nin, proleterleşen kesimlerin yaygın varlığıyla neoliberalizm karşıtı bir ruh kazanmasının 151
zemini olduğu gibi, neoliberal dönüşüm politikalarına olan öfke bu kesimlerin harekete geçmesinin temel öğelerinden birini oluşturuyordu. Bu arka plan gerçekliğinin fotoğrafa yansıyamaması ise, nesnel duruma öznel, bilinçli siyasal ve ekonomik işçi örgütlerinin varlığıyla karşılık verilememesiyle bağlantılı olarak karşılık buldu. Kendiliğinden kitle refleksi, sosyal devlet, eski ve “vicdanlı kapitalizm” beklentisi yaygınlaştı, orta sınıfçı liberal demokrasi içeriğinin bir bileşenine dönüştü. Bu, hareketin cereyan ettiği tarihsel dönemin ve sınıfsal bileşiminin, bilinç düzeyinin doğal sonucudur. Zemini aşacak, kendiliğindenliği bilinçli kitle eylemine dönüştürecek tarihsel özneden yoksunluk, tarihi itme imkanını ortadan kaldırdı. - Direniş ve isyanın en yaygın, kitlesel biçimlerle cereyan ettiği 31 Mayıs-1 Haziran başta olmak üzere önemli bir bölümünde Türk bayrağı, Atatürk posterleri, diğer ulusalcı semboller, marşlar yer bulmuş, proleterleşen beyaz yakalılar ve ağırlığı hizmet sektöründen kent proletaryası içerisinde etki alanına sahip olmuştur. Ancak bu ulusalcı ifade tarzlarının da, kapitalist yeniden yapılanma ve neoliberal toplumsal-kültürel dönüşüm ile birlikte zemin değiştirdiğini, farklı altyapılarla ortaya çıktığını notlarımıza eklemeliyiz. Ulusalcı sembolleri taşıyan birinci grup, muhafazakar burjuva demokrasisinin hegamonyası ile hem devlet içinde hem de tüm toplumsal siyasal alanda ağır yıkım yaşayan geleneksel kesimdi. CHP’nin eski tip ulusalcıları, İP, TGB, HKP’nin varlığıyla cisimleşen, alana faşizan öğeleri de taşıyan bu ekip, AKP karşıtı ya da hoşnutsuzu burjuva kliklerin desteğine ve varolan durumun kendilerine oldukça uygun görüntüsüne karşı alana rengini veremedi. İkinci grup ise, ifade ettiğimiz eskiyi isteme refleksinin üzerinde varolan, postmodern ifade kanalları ve toplumsallaşma biçimleriyle yeniden yoğrulmuş liberal bir sahipleniş ilişkisi içerisinde bu sembollerle bağlantı kurdu. Ağırlığını gençlerin oluşturduğu bu grup, modernizmin sınırlarından uzak, liberal toplumsal 152
ilişkiler içinde çözünmüş, postmodern belirsizliğin, bulanıklığın, çok renkli ve eklektik ifade kanallarının eşliğinde ortaya çıkan alan varlığından hareketle eski tip ulusalcı kitle tanımının içerisinden yorumlanamaz. Onları esas olarak dinamize eden neoliberalizmin yaşamlarının tüm hücrelerine kadar nüfuz etmiş ve esir almış olması, birey olarak kendilerini gerçekleştirmelerini ve üretkenliklerini sınırlaması ve engellemesi, soluk almaya dahi yetmeyen kırıntı düzeyinde bir “özgürlük alanı” bırakmasıdır. Örgüt, bilinç, kültür yoksunluğu şimdilik postmodern bulamacın içerisinde sınıfsal kökenleri de dahil eriyik bir görüntü çizmelerine neden olmakla birlikte, kapitalist çürümenin yaygınlaşacağı gelecek, onların yüzlerini şimdilik örtülü olarak cereyan eden sınıf mücadelesinde açık olarak saf tutmaya sevkedecektir. - Tüm bu postmodern tablonun iktisadi arka planını çok parçalı, çok katmanlı emek organizasyonu ve kapitalist yeniden yapılanma eşliğinde sınıfsal katmanların sürekli hareketi oluşturmaktadır. Eskinin vasıf, konum sahibi katmanları proleterleşirken, yeni üretim, kent ve yaşam organizasyonunun eşliğinde yeni proletarya bölükleri doğuyor. Küçük burjuvazi büyük bir sarsıntıyla çözülüp, kendi kültürünü de proletaryaya taşıyan bir ilişki içerisinde proleter, yarı-proleter, kent yoksulu katmanlarla geçişlilik yaşıyor. Geleneksel proletarya kesimleri de üretim yoğunluğu, teknolojik altyapı ve ilişkilenme düzeyinin eşliğinde yeni vasıf gruplarına ayrılıyor, neoliberal toplumsal ilişkiler ve postmodern kültürel akımın içerisinden geçiyor, ilişki tiplerini farklılaştırıyor. Kent proletaryasının, taşeron, geçici, güvencesiz işçilerinde hem emek türü hem de mekansal anlamda büyük sirkülasyon yaşanıyor. Her köşede gerçekleşen bu hareketin esas anlamı toplumun proleterleşmesi, yaygın kesimlerin başdöndürücü bir reorganizasyon hızıyla emek-sermaye, artıdeğer-ücret çelişkisinin merkezine yerleşmesidir. Bu dönüşümün üstyapıdaki karşılığı ise, hızla homojenize bir proletarya bilinç, yaşam, kültür ve alışkanlıklarının 153
oluşması değildir. Aksine, bugün, özellikle orta sınıf ve küçük burjuvazinin proletaryaya doğru çözülen kesimleri üzerinden proletaryaya taşınan sınıfdışı bilincin etki alanı oldukça güçlüdür. Haziran Direnişi, tam olarak bu atmosferde patlamış, bu sınıfsal yapının üzerinde bütünsellikten uzak fotoğraflar vermiş, eklektik bir bulamaca dönüşen enstantanelere ev sahipliği yapmıştır. Ancak sorun ileriye dönük olarak, evrensel, kolektif, içiçe geçmiş, birbirinden bağımsız düşünülemeyecek hale gelen emek türlerinin birliği zemininde, bileşik sektörler ekonomisi, bileşik dünya ekonomisi zemininde bütünsel proletarya kavramının oluşmasına doğru akmaktadır. Bugün de gelişen sınıf mücadelesinin örtülü, maskeli bir biçiminden, kapitalist ekonomi ve burjuva muhafazakar demokrasiye yönelik öfkenin sınıfsal kanallarından yoksun dışavurumundan başka bir şey değildir. - Bu direniş ve isyan, sınıf mücadelesinin tarihsel birikiminin bir parçasını oluşturacaktır. Toplumsallaşan proletarya, direniş ne şekilde biterse bitsin ruhen çok şey kazanmıştır. Burjuva demokrasisinin yıllardır kanıksanan sarsılmaz vitrini, kitlelelerin özinsiyatifi, fiili eylemi, militanlığıyla çatırdamıştır. Yıllardır sinik ve asgaride konumlanmış direniş çizgisi aşılmış, kitlenin polise karşı insiyatifi eline geçirdiği, burjuvazi cephesinden yönetemezlik örneklerinin yaşandığı, Taksim’in polissizleştirildiği anlar toplumca kolektif bir duyguyla tadılmıştır. Sokağa çıkmak meşrulaşmış, eylem ve bireyler içselleşmiş, direniş keyif kaynağına dönüşmüştür. Bu durum, Türkiye açısından toplum kodlarının geri dönülmez şekilde değişmesi anlamını taşır. Direniş, toplumun apolitize ve çekinik konumdan, enerjik ve yeni bir örgütlülük basamağına geçiş için potansiyele eriştiği bir kırılım noktasıdır. İsyan ve direnişin özgürleştiriciliğini tadan, fiili kazanımı, özgücünü gören toplumlar artık eski yönetim ilişkilerinin sarmalına giremezler. Ortadoğu’nun burjuva demokratik karakterli isyan dalgalarının uzun erimli işçi eylemlerine, genel grevlere, proletaryanın 154
örgütlülük düzeyinin gelişmesine zemin hazırlaması, geri burjuva liberal yönetim ilişkilerinin toplumsal öfkeyi dindirememesi ders vericidir. Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde neoliberalizme karşı ortaya çıkan toplumsal açıdan enerjik atmosferin geriye dönmemesi ve ileriye dönük bir dizi bağ üretilebilecek havanın yıllardır kaybolmamış oluşu da bir başka örnektir. - Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yapılanan ve tüm sınırları sermaye istemlerince belirlenmiş neoliberal muhafazakar demokrasinin sınırlarına ilk taban müdahalesi gerçekleşmiştir. Burjuva diktatörlüğünün sınırlarını belirleyen, üretim organizasyonunun ihityaçları, burjuva klikler arası güçler dengesi, dünya emperyalist üretim ağı ve siyasal üstyapının istemleri olduğu kadar, sınıf mücadelesinin denge durumudur. Tümüyle burjuvazinin söz sahibi olduğu dünkü denge ve sınırlar ortadan kalkmıştır. Toplum, bastırılamaz bir öfkeyle mekan, yaşam, birliktelik özgürlüğü için mücadele etmiş, onlarca dayanışma örneğini biriktirmiştir. AKP için hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. - Direniş ve isyanın birinci evresi, kendiliğindenliği, yönetilemez öfkeyi ve eski tip sendika, meslek, kitle örgütlerinin temsil yeteneğini kaybettiğini gösterdi ve Taksim Meydanı’nı bu yönüyle özgürleştirdi. Burjuva demokrasisinin iç yönetim kanalları kitlelerin barikatlara taşıdığı güce yetişemedi, direniş onların tahayyül edemeyeceği sınırlara erişti. Yeni proletarya ve toplum dokusunun, 31 Mayıs-1 Haziran’da eski işbirlikçi, hantal, bürokratik mekanizmaların sınırlarını da yıkması bir ileriliktir. Ancak, bahsettiğimiz kolektif sınıf bilinci ve yeni dokunun, kendi rengiyle yeniden yaratması gereken örgütlülük halkalarından yoksunluğu, hareketin doğal sınırlarını daraltmıştır. Sınıf temelli, dinamik, kitlelerin özinsiyatifinin kolektivizasyonuna dayalı bir taban örgütlülüğü ve bunun içerisinde kök salmış, stratejik yaklaşım eşliğinde, meydandan parka adımları taktikselleştiren bilinçli öznenin yokluğu 155
direnişin birinci aşamasının yeni bir düzleme taşınmasını, nesnel bazı dinamiklerin varlığına rağmen, olanaksızlaştırmıştır. - Haziran Direnişi’nin yarattığı toplumsal atmosfer, kitlelerin politikaya yönelik algısını hatırı sayılır oranda değiştirmiş, yeni işçi bölüklerinin sokağa, gaza, TOMA’ya yabancılığını kaldırmıştır. İşçi sınıfının kolektif bilinci nüfuz etmemiş olsa da bu direniş ve isyan dalgası, kapitalist yeniden yapılanmanın her adımı eşliğinde evrenselleşen ve çok yönlüleşen, nicel-nitel sınırlarını yıkan sınıfa, proletaryaya, isyan ve direnişin tüm üretici enerjisinin taşınmasının yolunu da açarak sürecektir. Bugün, kitlelerin burjuva devlet yönetim ve baskı mekanizmalarına yönelik duyduğu öfke, mücadeleye yönelik önyargılarının parçalanması, politikaya yönelik algı açıklığı, kültür-sanatta sınır tanımaz yaratıcılık alabildiğine artmıştır. Yaşanan toplumsal çok yönlü sıçrama, proletaryanın antikapitalist, antimetacı, devrimci temelde dinamik, çok yönlü yaygın sınıf örgütlerini yaratabilmesi için dünün çok ilerisinde bir potansiyel oluşturmuştur. Gün, bürokratik, işbirlikçi mekanizmalarla ya da çeşitli burjuva kontrol aygıtlarınca direnişten uzak tutulan işçi kesimlerine bu isyanın enerjisinin taşınması ve direniş nasıl biterse bitsin sürecek toplumsal kazanımların sınıfsal boyutunun derinleştirilmesi, direnişin fiilen gövdesinin oluşturan proleter ya da proleterleşen kesimlerin uzak oldukları sınıf kimliği ve sınıf örgütleriyle buluşturulması, proletaryanın yeni bir örgütlülük düzeyine erişmesi için gereken çok yönlü sınıf örgütlerinin yaratılması, işçi sınıfının siyasal örgütlülüğünün, stratejik boyutunun ve müdahale yeteneğinin arttırılması görevini sınıf devrimcilerine yüklemektedir. 23 Haziran 2013
156
Tek kişi/tek parti diktatörlüğü mü, burjuvazinin mali oligarşik diktatörlüğü mü?
Burjuva demokrasisinin diktatörlük karakteri, kitleler tarafından daha fazla hissedilmeye, dünya çapında yaygınlaşan isyan ve direniş dalgaları içinde daha fazla açığa çıkmaya başlamıştır. Tüm ciddi siyasal-toplumsal kriz ve sarsıntıların gerçek önemi, gizli olanı, derinde yatanı açığa çıkarmalarıdır. Suni gündemleri, ayrıntıları bir yana itmeleri, mücadeleyi sınırlandıran kontrol mekanizmalarını, yasa ve kuralları, mızıldanma kurumlarını olabildiğince geri plana itmeleridir. Karşıtlaşan toplumsal yönelimleri, gerçek siyasetin gerçek saiklerini, fiili sınıfsal-toplumsal güçler savaşımı olarak ortaya koymalarıdır. Diktatörlük herhangi bir yasa, kural tanımayan, zora dayalı fiili yönetim demektir. İsyan, kitlelerin yasa düzen kabından taşan hoşnutsuzluğu, eskimiş küflü kaplarına bastırılmayı reddetmeleri, rejim güçleriyle karşıtlaşmaları, zoru da içeren yığınsal fiili savaşımı demektir. Bu dönemin siyasal özü, en açık biçimde sınıfsal-toplumsal güç ve partilerin mücadelesinin artık belli bir devlet düzeni içinde evcilleştirilmiş bir kavga karakteri taşımayıp, tersine onun sınırla157
rını fiilen aşmaya başlaması ve genişletmeyi zorlamasıyla ortaya çıkmaktadır. Ancak, son dönemki isyan ve direniş dalgalarındaki siyasallaşmaya karşın, en kritik siyasal zayıflıklardan biri iktidar sorununa; demokrasi/diktatörlük sorununa- bakışta ortaya çıkıyor. Burjuva liberalizmi ve küçük burjuva reformizminin yaygınlaştırdığı bazı tipik yaklaşım biçimlerini değerlendirelim. 1- “Erdoğan ve AKP, onların hükümet etme biçimi, burjuva demokrasisinde ortaya çıkan bir arızadır. Üzücü ama tamir edilebilir bir bozukluktur.” Kitleler “burjuva demokratik düzene sahip çıkanlar, barışçıl olarak bu arızayı düzeltmek isteyenler” gibi geriye çekici bir yakıştırmayla pohpohlanmakta, düzenin bu barışçıl mesajı aslında aldığını, bugün değilse er geç kendini düzelteceği ve köklü reform beklentisi yaratılmaktadır. Burjuva demokrasisinin herkes için özgürlük ve demokrasi getiren bir düzen olduğunu, ancak mevcut seçim sistemi ve Erdoğan-AKP tarafından çarpıtılıp saptırıldığının ileri sürülmesi, burjuva liberal bir düzen özürcülüğü ve tamir (asıl kitlelerin “bozulan” bilincini tamir!) çabasından ibarettir. Bu hareketin burjuva liberal toplum idealinin gerçekleşmesi olarak gören küçük burjuva ütopik-reformizmi tarafından ileri sürüldüğünde ise, tastamam bir ahmaklık biçimini alır. Burjuva demokrasisinin aslında iyi bir sistem olduğunu, ama seçilen temsilciler tarafından hep yanlış uygulanıp yozlaştırıldığı, şimdi bu sistemi sahtesi yerine aslına uygun ve ideal biçimiyle kitlelerin katılımıyla gerçekleşmek üzere olduğu kitleler içinde de yaygın bir “düzeltilmiş/ideal burjuva demokrasi” arayışı olarak vardır. Bu yaklaşımlara verilmesi gereken yanıt, burjuva demokrasinin hele ki küresel mali oligarşik biçiminde, onlara bozulma/yol kazası gibi görünenler burjuva mali oligarşik demokrasinin bizzat kendi içindeki sınıfsal-toplumsal çelişkilerin açığa çıkması ve fii158
li güçler çatışmasına dönüşmesiyle gerçek yüzünü göstermesidir. “Gerçekte varolan” demokrasi budur: Burjuva demokrasisinin derininde yatan ve ta kendisi olan burjuva mali oligarşik sınıf diktatörlülüğüne dönüşmemesini dilemek ham hayaldir. Burjuva demokrasisinin gerçek burjuva mali oligarşik diktatörlük olarak işleyişi ile (her yanı kaplayan kapitalist soyut emekdeğer yasası ve ilişkilerinden kaynaklanan) ütopik-hayali görüngüsü/beklentisi arasındaki zorunlu ayrımın yapılması, burjuva demokrasisinin hayali ifadesini gerçekleştirmeye çalışmak yerine, ona tam karşıt ve onu yıkarak gerçekleşebilecek çok daha yüksek ve gerçek işçi demokrasisi, sosyalist devrimci demokrasi için bir devrimci bilinç dönüşümünün ilk adımlarından biri olacaktır. 2- “Tek kişi diktatörlüğü, AKP diktatörlüğü…” Türkiye’de burjuva liberalizminden küçük burjuva reformizmine kadar körüklenen, sınıfsal temelleri örtülmüş, Erdoğan-AKP diktatörlüğü (faşizmi, payitahtı)” tezi, reformizmin (doğrudan liberalizmden devşirdiği) tarihsel-sınıfsal bir karakteristiğidir. Bu tezin ilk teorik biçimleri, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde proleter ve sosyalist hareketlerin devrimci yükselişine ve Marksizmin ayırdedici proletarya diktatörlüğü teorisine karşı burjuva demokrasisini realize etme telaşındaki sosyal reformizm, sosyal demokratizm teorilerinde bulunabilir. Bu yüzden, sınıfsal-toplumsal hareketlerin burjuva mali oligarşik demokrasinin sınırlarını isyan ve direniş dalgalarıyla sınadığı ve diktatörlük karakterini iyice açığa çıkardığı şu günlerde, Lenin ile Kautsky arasındaki “burjuva demokrasisi/proletarya diktatörlüğü” üzerine polemikleri incelemek, son derece eğitici olacaktır. Reformizm, diktatörlüğü tek kişi ya da tek parti diktatörlüğü ve belli bir hükümet biçimi olarak tanımlar. Reformizmde bunun kadar karakteristik olan, “burjuva demokrasisinin diktatörlükle bağdaşmadığı” tezidir. Marksizm, diktatörlüğü sınıf temelinde ve yasa ve kurullarla 159
kısıtlanmamış zora dayalı yönetim biçimi olarak tanımlar. Burjuva demokrasisinin burjuvazinin sınıf diktatörlüğü olduğu gerçeğini ısrarla vurgular. Erdoğan ve AKP elinde toplanan büyük güç yoğunlaşması ve merkezileşmesi, arızi bir durum değildir. Ne de seçim ve partiler yasası vb.den kaynaklanır. Sermayenin küresel temelden birikimine geçişle yeniden organize edilen mali oligarşik rejim biçiminin ifadesidir. Burjuva demokrasisinin önceki, Sovyet sosyalizm deneyiminin basıncına ve belli sınıfsal-toplumsal güç dengelerine dayalı biçimi, dolaylı-biçimsel kolektif hak, temsil ve müzakere mekanizmaları tasfiye edilmiştir. Genel oy, parlamento, sendika ve kitle örgütleri bile önemli ölçüde etkisizleştirilmiştir. Burjuvazinin farklı kesimlerini ve ideolojik-siyasal akımlarını temsil eden irili ufaklı partiler yerine, burjuvazinin ağırlıklı kesimlerinin tümünü ve başlıca siyasal temsiliyetlerini (dinci-cemaatçi, faşist, sosyal demokrat, liberal, hatta Kürt burjuvazisinin bir kesimi…) neoliberalize olmuş biçimleriyle kendinde bir nevi kaynaştıran (Gramsci’nin “tarihsel blok” kavramıyla düşünürsek, yeni bir orta sınıf peydahlayan, işçilerin ve yoksul emekçilerin de geniş bir kesimini masseden) büyük burjuva iç koalisyon partileri ortaya çıkmıştır. Burjuva parlamenter muhalefet de önemli ölçüde etkisizleşirken, güç artan ölçüde, yasama, yargı, medya, belediye, eğitim-üniversite vd. tüm siyasal-toplumsal güç ve etki kurumlarını elinde toplayan, yürütmede, hükümet ve hatta başbakanlık aygıtında yoğunlaşmaya ve merkezileşmeye başlamıştır. İkincisi, bu, artan ölçüde fiili bir yönetim biçimidir. Kitlelerin neomuhafazakar burjuva demokrasinin mali oligarşik diktatörlük karakterini giderek daha fazla hissetmeye ve tepki duymaya başlamalarının nedeni tam da bu yeni rejim biçiminin, fiili karakteridir. Son 1 aydaki daha dolaysız ve yoğunlaşmış içeriğiyle, herhangi bir yasa, kural, norm vb. ile kısıtlanmayan “müdahele” ciliğidir. Herkes, özellikle de neoliberalizmin, yapısal dönüşüm programlarının, sayısız politika ve projenin, anayasa, yasalar, ku160
rallar, toplumsal normlar, SGK ve 4+4+4’de olduğu gibi yaygın muhalefet ve tepkilere karşın nasıl fiilen uygulandığına dair çok sayıda örnek verebilir. Örneğin taşeron işçilerin kadroya geçirilmesi ya da kadrolularla aynı haklardan yararlanmasına dair sayısız mahkeme kararına karşın, taşeronluğun fiilen sürdürülmesi, örgütlenme ve TİS haklarının fiilen gaspedilmesi. Örneğin kağıt üzerinde örgütlenme hakkına karşın, sendikalaşan işçinin hemen işten atılması. Örneğin metro istasyonunda elele tutuşan sevgililere bir istasyon memurunun “ahlak ayarı” çekmesi, bir AVM güvenlik görevlisinin kimin girip girmeyeceğine kıyafetine bakarak karar verebilmesi, mevcut anlatım, toplantı, örgütlenme, gösteri hak ve özgürlük kırıntılarının dahi polis şeflerinin, idare amirlerinin keyfine bağlı olması, vd. Üçüncüsü, artan ölçüde baskıya, zora, dayatmaya, aşağılamaya dayanan bir yönetim biçimi olmasıdır. Peki diktatörlük, Kautsky’nin ileri sürdüğü gibi basitçe bir hükümet biçimi midir? Hayır, belli kişi ve aygıtlardan müteşekkil olmakla kalmayan, asıl sınıfsal-toplumsal güç ve egemenlik ilişkilerini artan ölçüde dayatmayla düzenleyen bir rejim biçimidir. “Erdoğan/AKP diktatörlüğü” tespitini yapanlar, arkalarında onları ayakta durmaya zorlayan burjuvazi ve mali oligarşisini görmezden geliyorlar. Erdoğan-AKP’yi ucundan kıyısından eleştirir görünmekle bile “demokrasi şampiyonu” ilan edilen küresel tekelci kapitalizm ve mali oligarşisi, onu ayakta tutan başlıca güçtür. “Gidecekse de seçimle gider” demek, “biz ondan vazgeçmiyoruz” demektir: Küresel mali oligarşinin doğası gereği! Bir de Türkiye burjuvazisinin Gezi Direnişi’ne karşı deklarasyonuna bakalım. Başlık: “Türkiye’nin Gücünü ve İmajını Korumak İçin Sorumlu Davranma Zamanı!” İmzalar, Türkiye Bankalar Birliği, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, Türkiye İhracatçılar Meclisi, Dış Ekonomik İlişkiler Üst Kurulu, MÜSİAD, TUSKON, TÜGİAD, TÜMSİAD, TÜGİK, TOBB, TÜRSAB, TKBB, TZOB, TESK… Eksik olan bir TÜSİAD gibi görünüyor, fakat o da hem TÜGİAD 161
gibi uzantılarıyla, hem de en büyükleriyle Bankalar Birliği, TİM vb. içinde var zaten. Deklarasyon: “Farklı düşüncelerin, kamu düzeni ve güvenliğini tehlikeye atmayacak şekilde ve hukuk kuralları içinde kalmak suretiyle şiddet içermeden ve şiddetle karşılaşmadan ifade edilebilmesi esastır… Samimi vatandaşlarımızın taleplerini diyalog yolu ile ve demokratik çerçevede yetkililere iletmesi olumludur. Yargı kararının beklenmesi, mahkeme kararı müsaade etse bile milletin irade kararı ile sürecin şekillenecek olması son derece olumludur. Gösteriler samimi ve barışçıl bir şekilde sona erdirilirse, Gezi Parkı hassasiyeti, ‘katılımcı demokrasi’nin kurumsallaşmasına katkı sağlayacaktır… Herkes sözünü söyledi. Bugünden sonra sokakta atılacak her adım, sadece Türkiye’nin imajını ve gücünü zedelemek isteyenlere fırsat verecektir. Tüm coğrafyamız sorunlarla boğuşurken Türkiye’nin istikrar ve büyümesiyle öne çıktığı bir dönemde, ülkemizi anti-demokratik göstermek, imajımızı zedelemek ve kalkınmamızı yavaşlatmak isteyenlere karşı ortak tavır; demokrasimizin kazanımlarını korumak hepimizin ortak sorumluluğu.” (19 Haziran2013) Burjuva demokrasisinin, burjuvazinin mali oligarşik sınıf diktatörlüğü olduğu, bundan daha iyi dile getirilemezdi. ErdoğanAKP Hükümeti’nin kitle gösterilerine karşı artan saldırganlığının, Türkiye tekelci burjuvazisinin sınıf çıkarlarının dile gelmesi olduğunu başka hiçbir şey bu kadar açık gösteremezdi. Fakat daha karakteristik olan, “Erdoğan/AKP diktatörlüğü” tespiti yapanların hemen hiçbirinin onu ayakta durmaya ve kitlelerin direnişini zorbaca bastırmaya zorlayan sınıfa, bu sınıfın çıkarlarına, korkularına ve saldırganlığına dikkat ve teşhir bile etmemiş olmasıdır. 3- “Çoğunlukçu demokrasiye karşı çoğulcu demokrasi…” Taksim Dayanışması içindeki burjuva/orta sınıf liberal-reformist blok (CHP, BDP, TKP, EMEP ve diğer HDK bileşenleri, KESK, DİSK, TMMOB, TTB) 15 Haziran saldırısı öncesi Taksim 162
Dayanışması adı altında düzenlediği emrivaki basın açıklamasına “çoğunlukçu demokrasiye karşı çoğulcu demokrasi” istemini sıkıştırarak bir skandala daha imza attı. Burjuva demokrasisinin önceki, Sovyet sosyalizm deneyiminin basıncına ve belli sınıfsaltoplumsal güç dengelerine dayanan biçimini “çoğunluk diktatörlüğü” olarak tanımlayan, bunun karşısına tüm kolektif hak ve özgürlük kırıntılarını da tasfiye eden neoliberal “çoğulcu yönetişim” i koyan, küresel mali oligarşinin ta kendisidir. AKP’nin kendisi de bir yerde, küresel temelde sermaye birikimine geçiş yapan Türkiye tekelci burjuvazisi ve pıtrak gibi büyüyen yeni sermaye kesimleriyle birlikte, küresel mali oligarşik “yönetişim” in bir sonucudur. “Çoğulcu demokrasi” asıl TÜSİAD’in siyasal programıdır. Liberal sol, AKP’yi, cemaati, türbanı vb. tam da bu “çoğulcu demokrasi” tezine dayanarak savunmuş, realize etmiştir. Kürt burjuvazisinin ardından tüm liberal-reformist solun da benimsediği görülmektedir. AKP’yi “çoğunluk demokrasisi (gerçekte diktatörlük demek istiyor, ama kibarlığından “çoğunluk demokrasisi” diyor) olarak tanımlamak, bunun “tek kişi/tek parti diktatörlüğü” ne yol açtığına inanmak, çözüm olarak ise “çoğulcu demokrasi” yi (aslen yönetişim) ileri sürmek, insanın neresinden tutarsa elinde kalacak bir neo-liberal, post-modern kafa karışıkları silsilesidir. Şunları söylemekle yetinelim: 1- Burjuva demokrasisi hiçbir zaman ve hiçbir biçimiyle, “çoğunluk demokrasisi” olmamıştır, olamaz. Tam tersine burjuva demokrasisi, toplumun sömürülen ve ezilen çoğunluğu üzerindeki burjuva azınlığın diktatörlüğüdür. 2- Başbakanlık ve AKP Hükümeti’nde cisimleşmiş görünen güç yoğunlaşması ve merkezileşmesi, a- İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin dolaylı, soyut, biçimsel, kolektif temsil ve müzakere mekanizmalarının (sosyal demokrasi, sendika, TİS vd) bile tasfiye edilmiş olmasının, b- Küresel, bölgesel ve ulusal planda daha üst tekelci sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi, ve mali oligarşik güç yükseltiminin bir sonucudur. 3- “Çoğulcu demokrasi” , mali sermayenin merkezi-bileşik birikimin daha çeşitli alanlardan ve de163
rinlemesine gerçekleşmesi, ve tekelci meta egemenlik ilişkilerinin gereksindiği çeşitlenme kadar burjuva çok seslilik, çok renklilik, özerklikten ibarettir. Bir milim fazlası değil! DİSK, işçilere “AKP diktatörlüğü” nden kurtuluş için TÜSİAD’ın çoğulcu demokrasisini salık veredursun, biz sadece o aynı TÜSİAD’ın Koçbaşlarının Bosch’ta işçilerin sendika değiştirme özgürlüğünü bile nasıl bastırmaya çalıştığını, metal işçilerinin MESS-Türk Metal’e karşı onca eylem ve protestosuna karşın MESS grup sözleşmesinde ne olduğuna işaret etmekle yetinelim. 4- “4-5 yılda bir seçimlere dayalı temsiliyet artık kimseyi tatmin etmiyor. İnsanlar yaptıkları bu eylemlerle seçim dönemlerinin arasını dolduruyor…” Bu da burjuva temsili demokrasisinin kriz ve sarsıntısının farkında olan, fakat dünya çapında yaygınlaşan isyan, direniş ve fiili sokak demokrasisi uygulamalarına, burjuva demokrasisinin boşluklarını doldurma görevini uygun gören dar kafalı bilgiçlerin görüşü. Dar kafalılık, burjuvazinin mali oligarşik yukarıdan iktidarının aşağıdan kitle demokrasisi ile bütünlenip uzlaşabileceği ütopik-reformist düşüncesinde sırıtıyor. Sınıfsal-toplumsal savaşım gücünü ciddi biçimde yükselttiği ve kitleleri dışlayan burjuva mali oligarşik demokrasisinin daralmış sınırlarına dayandığı ve aşmaya başladığı koşullarda, burjuva diktatörlüğü ile (bugün için proletarya diktatörlüğü değilse bile) eskimiş siyasal üstyapıda ciddi bir dönüşüm arasında bir orta yol kalmaz. Burjuva demokrasisinin bırakalım bugünkü sınırları en geriden çizilmiş küresel mali oligarşik biçimini, en ileri biçimi de yığınların sokaklardan, meydanlardan, işyerlerinden, mahallelerinden geliştirdikleri fiili ve aşağıdan demokrasi uygulaması ve istemiyle bağdaşmaz. Yukarıda Türkiye burjuvazisinin Gezi deklarasyonuna bakılabilir. Kitlelere tanınan demokrasi, “kamu düzeni ve güvenliğini tehlikeye atmayacak şekilde ve hukuk kuralları içinde kalmak suretiyle şiddet içermeden, samimi vatandaşları164
mızın taleplerini diyalog yolu ile ve demokratik çerçevede yetkililere iletmesi” nden, yani dilekçe verme hakkından ibarettir. “Gösteriler samimi ve barışçıl bir şekilde sona erdirilirse” bu dilekçe verme özgürlüğünün, “‘katılımcı demokrasi’nin kurumsallaşmasına katkı verme” ihtimali vardır. Lakin bundan sonra “sokakta atılacak her adım” burjuvazinin ali çıkarlarına dokunmaktadır ve bu yüzden “kamu düzeni ve güvenliğini tehlikeye atar” ve zorbaca bastırılır!! Burjuva demokrasisinin bir iki gömlek daha ileri olduğu, ama özü itibarıyla aynı tipte bir rejimin bulunduğu Brezilya’da neler olup bittiğine bakılabilir. Küresel tekelci burjuvazi ve mali oligarşisinin, Türkiye burjuvazisinin kitlelerin gerçek istem, gereksinme ve özlemlerini dikkate alan köklü bir siyasal üstyapı reformuna ne niyeti, ne yeteneği vardır, ne de çıkarları buna elverir. Çok kısmi, tabii asıl kendi karlılık artışları için üretici güçlerin önünü açmaya dönük “Stolipin tarzı” reformlar ise, çelişkiyi derinleştirmekten, bu eskimiş rejimleri giderek çatırdatmaktan başka bir şeye yol açmayacaktır. Fakat her türlü zorbaca baskı da, kitlelerin istem, gereksinme ve özlemlerini derinleştirip genişletme, köktencileştirme eğilimini de güçlendirecektir. Bugünkü dalganın ilk eldeki sonucu ne olursa olsun, ilerleyen süreçlerde kaldığı yerden yeniden başlama olasılığı yüksektir. Önümüzdeki dönemde, siyasal-toplumsal iktidar sorunu olarak daha fazla belirginleşme eğilimi gösterecektir. İşçi sınıfının bağımsız sosyalist devrimci bilinç, örgütlülük, militanlık ve önderliğini ilerletmek, bu sorunlarda (iktidar, demokrasi/diktatörlük, konseyler demokrasisi, vd.) net bir kavrayış ve irade sağlanmadan imkansızdır. Bu süreçte “sokakta attığımız her adım” bunu içerimine almak zorundadır. Artık işe yaramazlığı artan ölçüde görülen ve sezilen eskimiş siyasal üstyapının sarsıntılarıyla birlikte, birbirinden çok farklı toplumsal sınıf ve kesimlerden hangisinin hangisine karşı bu üstyapıyı tepeden tırnağa çatırdatabileceği, ve gerçekten yeni ve daha yüksek bir yaşamı hangisinin hangisine karşı ve nasıl kuracağını belirlemek, buna uygun, son 165
derece dinamik süreçler içinde her türlü durum ve koşulda bunun çalışmasını yürütecek bilinç, örgütlülük ve savaşım donanımına sahip olmaktır. Bununla birlikte burjuvazinin sınıf egemenliğinin salt baskı aygıtlarına ve zora dayalı olmadığını da unutmamak, burjuva demokrasisinin kitleler üzerindeki etkisini yitirdiğini düşünmemek, bunların kitlelerin bilincinde yarattığı etkiye karşı savaşımı da sürdürmek gerekir. 25 Haziran 2013
166
Gezi’nin surlarda açtığı gediği büyütmeK
Burjuva düzen şimdi Haziran Direnişi’nden harıl harıl dersler çıkarmakla meşgul. Nerede neden zayıf kaldığı, yaşadığı tahribatları nasıl gidereceği, kitlelerin bir sıçrama kaydeden siyasal bilinç ve savaşım iradesini nasıl yozlaştırıp düzene soğuracağı… üzerine dersini çalışıyor. Emperyalist kapitalizm ve mali oligarşisi de, küresel yönetme tecrübesi ile onu ev ödevini yapmaya, özellikle bütünlemeye kaldığı konularda görünüşü kurtaracak bir iki adım atmaya zorluyor. Brezilya’da devlet başkanı Rousseff, baskıları artırmayı önce gösterici milyonların geri kesimlerinin pohpohlanmasıyla birleştirmeye çalıştı. Olmadı. Sonra ulaşım ve sağlıkta kısmi iyileştirme vaatlerinde bulundu. Yine olmadı. En sonunda “halkın katılımıyla bir ‘kurucu meclis’ oluşturulması” nın en göze batırılanı olduğu 5 maddelik bir reform paketi için plesibit vaadinde bulundu. Neoliberal “çoğulcu, katılımcı, özerkçi, müzakereci demokrasi” için “kurucu meclis” , düzenin reform vaatlerinde gidebileceği son noktadır. Türkiye’de de “çoğulcu, katılımcı demokrasi, kurucu meclis, anayasa” TÜSİAD’ın tüm orta sınıf liberal ve reformistle167
ri de yedekleyerek, titrek biçimde savunduğu, sıkıyı görünce yan çizdiği, programıdır. Tüm gözlerin Gezi sürecinde olduğu, ancak Kürt sorunundaki neoliberal reformist müzakere sürecinde tıkanma işaretlerinin arttığı bir süreçte, TÜSİAD’ın Kürt burjuvazisiyle (Kürt halkının da altlık yapıldığı) şatafatlı Cizre toplantısından çıkan sonuç, “katılımcı danışma konseyi” oldu. Tabii “kurucu anayasa konseyi” filan değil! TÜSİAD’ın Kürdistan’daki -Kürt burjuvazisine “katılımcı danışma” vaadinde bulunulan, en kısık sesle bir miktar “çoğulcu, katılımcı demokrasi ve istihdam” sosuyla süslenmiş- yüksek karları için yatırım danışma konseyi! Liberal-reformistlerin Godot’yu bekler gibi beklemekten bıkıp usanmadıkları, ne kadar tekmelenip aşağılanırlarsa bu beklentilerinin daha bir arttığı “yeni demokrasi paketi” ise yine hüsranla sonuçlandı. Kürtler için -seçim barajının düşürülmesi, anadilde eğitim ve kamu hizmeti bile yok!- Öcalan’ın hücresinin biraz genişletilmesi, Aleviler için -3. köprüden Yavuz Sultan Selim isminin bile geri çekilmesi yok!- Alevi önderlerinin isminin 2 hastaneye verilmesi ihtimali, Gezi direnişçileri için -yine hiçbir temel talebe ilişkin bir şey yok- gaz bombalarının atılmadan önce uyarı yapılması ihtimali genelgesi veya kulak patlatıcı, geçici körlük yapıcı ses, ışık bombalarının kullanılması… Kürtler için TÜSİAD yatırım danışma konseyi ve akiller toplantıları, Aleviler için İzzettin Önder çalıştayları, Gezi için AKP Ar-Ge biriminin organize ettiği sivil toplum kurumları çalıştayı… İşçi sınıfını, Kürt emekçi halkını, Gezi direnişçilerini, gençleri, kadınları….Tüm bu bitip tükenmez savsaklamalara, oyalamalara, mevcut iktidara alternatif diye AB-TÜSİAD demokrasisini sunmalara, en geri düzeyden pazarlıklara, baskılara ve gerici önlemlere, ihanetlere … karşı koyamayacak duruma getiren/getirmek isteyen bu güçsüzleştirme ve zaafa düşürme politikasını bile, Gezi sloganını da ters yüz eden bir pişkinlikle “bu daha başlangıç, reformların ucu göründü, hem görmüyor musunuz, ABD, 168
AB, BM, TÜSİAD da hükümeti sıkıştırıyor” diye sunanlara ne diyeceğiz? Baskı ve Neoliberal Reform Kıskacı Sınıfsal-toplumsal savaşımda bu tür ciddi yükseliş ve kabarışları zorbalıkla bastıramayan, ilk elde bastırsa bile bunu doğurmaya devam edecek tarihsel-toplumsal dinamikleri ortadan kaldırma yeteneğine sahip olmayan egemen sınıf içinde iki eğilim ortaya çıkar: Mevcut rejimi olabildiğince aynen ve zorbalıkla koruma ve sürdürme eğilimi…Ve mevcut rejimde kitleleri yatıştırmayı da gözeten fakat asıl kendi çıkarları temelinde iki yüzlü reformlar gerçekleştirme eğilimi. Bu iki eğilim burjuvazi içinde mutlak bir ayrımı ifade etmez. İlk eğilim de bir takım reformlar yapmak zorunda olduğunu bilir ya da yapmak zorunda kalır, fakat bunları en geri ve eser miktarda, “yok düzeyinde” tutmaya çalışır. İkinci eğilim de zorbaca baskıları zorunlu ve vazgeçilmez, reformları ise isyan hareketlerini düzene soğurmak için ve soğurduğu ölçüde gerekli görür. Burjuva reformlar, en iyi durumda bile, burjuvazinin sermaye birikim ve iktidarı elinde tutması ve güçlendirmesi amacıyla sınırlıdır. Günümüz küresel tekelci kapitalizm ve mali oligarşik iktidarı, ve küresel kriz koşullarında ise, yapılabilecek reformların alanı, tıpkı neoliberal burjuva mali oligarşik demokrasisinin alanı gibi, daha dar ve daha geridir. Önceki dönemin sosyal, demokratik reformlarından çok, neoliberal reformlardır. Burjuvazinin mali oligarşik politikası baskılarla, kitlelerin gerçek sınıfsal-toplumsal istem ve özlemlerini yozlaştırmaya dönük reformların bir bileşeni olacaktır. Reformların kapsamı asıl sınıfsal-toplumsal güç dengelerine ve kitlelerin mücadele kararlılığına bağlı olmakla birlikte, baskı-reform kıskacı, asıl bu mücadele kararlılığını öğütmeye ayarlıdır. Reformlar, mevcut rejim ve bastırmacılığına karşı mücadelenin kararlılık, kesinlik, 169
uzlaşmazlık derecesinin bir yerde yan ürünü olarak ortaya çıkar. Diğer taraftan hareket ne kadar düzen içi reform beklentisi ve mekanizmalarına uyarlanır ve onun sınırları içine çekilirse, reformların sınırları da daha fazla daralır. Komünistler, reformizmle sınırlarını kesin ve net çizerek: Reformlar için mücadeleyi reddetmezler. Reformlar ve burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi için mücadeleyi, işçilerin ufkunun kapitalizm ve burjuva demokrasisini aşması ve onunla karşıtlaşması, kapitalizmin mali oligarşik egemenliği altında hiçbir reform ve düzenlemenin bu köleliğini ortadan kaldırmayacağını bizzat görmesi için, kitlelerin devrimcileşmesinin yolunu açacak biçimde ve sosyalist devrim hedefine bağlayarak, yürütürler. Bununla birlikte, şu ya da bu düzeyde kitlelerin kimi talep ve özlemlerini iyice budanmış, içi boşaltılmış biçimde içerir görünen, fakat asıl olarak burjuvazinin sınıf çıkarlarını ve egemenliğini güçlendirme amacına bağlanmış neoliberal reformların bu sınıfsal-siyasal karakterini de uzlaşmaz biçimde teşhir ederler. İşçi sınıfının gerçek çıkarları için, acil gereksinmeleri için ve onu devrimci savaşımlara hazırlamak ve eğitmek için reform mücadelelerini bunlardan ayrı tutarlar. Birincilere örnek: Neoliberal burjuva özerklik, neoliberal iş sağlığı ve güvenliği yasası, TÜSİAD’ın “devleti değil bireyi temel alan, çoğulcu anayasa” önerisi… İkincilere örnek: 6-8 saatlik işgünü, tüm işçi ve işsizlere parasız sağlık, eğitim, ulaşım, park, bahçe, yeşil alanların artırılması, işyerlerinde işçiler için toplantı odası, işten atılmaların yasaklanması, anadilde eğitim ve kamu hizmetleri, sınırsız basın, anlatım, toplantı, örgütlenme, eylem özgürlüğü, tüm meydan ve alanların eylemlere açılması ve polisin bu alanlardan çekilmesi, gaz bombasının yasaklanması, vd. Bunlara ilişkin eylem biçimleri de rutin, prosedürel eylemlerle “yetkililerden” talep etmekten fiili eylemlere doğru genişleme eğilimi değerlendirilmelidir: Yığınsal fiili alan, işyeri, okul, toprak, ev, plaza işgalleri; fiili parasız alışveriş, fiili parasız kitle ulaşımı, 8 170
saat dolduğunda fiilen iş bırakma, mahallelerin kendi park, toplantı yerlerini yapması ya da fiilen kullanması, fiili işçi kontrolü, işçi-kitle savaşım meclisleri… Bu eylemler, burjuva düzen içinde ütopik-reformist barışçıl “alternatif yaşam” saikiyle değil, ancak burjuva düzenle uzlaşmaz karşıtlık saikiyle, işçi sınıfının uzlaşmaz savaşım içinde ve doğrultusunda kendi bağımsız mücadele kararlarını almayı ve kendini yönetmeyi öğrenmesine, sermaye ve devletinin gereksizliğini ve engelleyiciliğini görmesine doğru bir hazırlık ve eğitimi de içermelidir. Şu “Kurucu Meclis” Sloganı Üzerine Örneğin Brezilya’da devlet başkanı Roussef ve PT hükümetinin ortaya attığı şu “kurucu meclis” vaad ve sloganına bakalım. “Kurucu meclis” , kitle kabarışları karşısında, asıl burjuvazinin iktidarını korumayı ve perdelemeyi, kitlelerin bağımsız öz mücadele organları (kitle meclisleri) oluşturmasını engellemeyi, bunların varolan tohum biçimlerini dağıtmayı veya düzene bağlayarak evcilleştirmeyi hedefleyen, katıksız bir burjuva liberal slogandır. Apaçık ki, bir “halk meclisi” değil, hareketin şu veya bu düzeyde içinde olan ya da destekler görünen liberaller, reformistler ve iyice budanmış ve çarpıtılarak düzene bağlanmış istemleri de içerir görünen bir burjuva temsili meclis olacaktır. İkincisi, bu tür bir “kurucu meclis” , kitlelerin fiili sokak demokrasisinin burjuva düzenden bağımsızlığı temelinde değil, tam tersine içi boşaltılarak burjuva düzene bağlanması ve evcilleştirilmesi temelinde varolacaktır. En iyi durumda bile (çünkü burjuvazi, hareket kararlılığını sürdürmediği, geri çekildiği durumda bu vaadlerinden de kolayca yan çizer!) manzara şöyle olacaktır: Kitleler sokaktan çekilsin, düzen içine çekilmiş barışçıl taleplerini tartışıp, onları büsbütün kuşa çevirip burjuvazinin çıkarlarına uyduracak liberal-reformist “kanaat önderleri” nin doluştuğu “kurucu meclise” sunsun! 171
Bu birbiriyle hiçbir biçimde bağdaşmayan: kitlelerin fiili sokak demokrasisi ile burjuvazinin parlamenter demokrasisi arasında, birincisinin burjuva düzene batan tüm yönleri tasfiye edilerek ikincisine bağımlı kılanacağı, ikincisi içinde eritileceği bir burjuva egemenlik mekanizmasından başka bir şey değildir. Marx ve Lenin, kendi dönemlerindeki sınıfsal-toplumsal kabarışlar sürecinde ortaya çıkan bu burjuva liberal kurucu meclis slogan veya uygulamalarının, her türden demokratik “kararlar” aldıkları, her türden özgürlükleri “genişlettikleri” , her türden halkın “katılımını sağladıkları” , ama ufak bir ayrıntıyı atladıkları, yani mevcut iktidarı olduğu gibi yerinde bıraktıkları ve ona karşı kararlı bir savaşımdan yan çizmenin ve onunla tabiyet içinde uzlaşmanın aracından başka bir şey olmadığı için, boş ve zavallı bir gevezelik olarak tanımlayıp alaya almışlardır. Bugünkü koşullarda burjuvazinin en ileri reform vaadi buysa, Türkiye’de “azami” sınırları çok daha geri ve güdük düzeyden çizilen burjuva reform vaadlerinin gerçek mahiyeti daha iyi görülebilir. Bu Neden Böyledir? Üretimin toplumsal güçleri mevcut tekelci kapitalist üretim ilişkileriyle; üretimin toplumsal ilişkileri ise daha köklü bir değişimden geçmeden kemikleşen rejim biçimleriyle artan bir bağdaşmazlık içindedir. Türkiye’de sosyo-ekonomik istemlerin (eğitim, sağlık, ulaşım, işsizlik, yoksulluk, vd) yığınsallaşmış savaşım talebi haline gelmemiş olması, öne çıkan sosyo-politik istemlerin bunlarla bütünleşmiş olmaması: Üretimin, proletaryanın, bireylerin geldiği toplumsallaşma düzeyinin mevcut kemikleşmiş rejim biçimiyle çelişkisinin daha keskin yaşandığını gösteriyor. Bununla birlikte, burjuvazinin işçi sınıfına, ezilen ulus, ezilen cins, ezilen mezhepe, gençlere karşı önceki rejim ve geleneksel toplum yapısının bazı kalıntılarına dayanmakla kalmayıp, önlerine yeni engel ve baskı biçimleri de çıkarması, kesinkes kendi 172
sınıf çıkarınadır. Neoliberal kapitalist üretim ve meta egemenlik ilişkilerini, sınıf egemenliğini geliştirmek için gerekli burjuva demokratik değişimleri en geri düzeyde tutmak, olabildiğince daha yavaş, daha tedrici, daha temkinli, daha titrek, daha kısmi reformlar, bazan o bile değil revizyonlar yoluyla olması, bu değişimlerin önceki toplumsal düzenin “saygıdeğer” kurumlarını (din, aile, ataerkillik, her türden gericilik, Asya tipi despotizm, vd.) kayırması ve restore etmesi, burjuvazinin daha çok işine gelir. Çünkü burjuvazi, bu değişimlerin; işçi sınıfının, ezilen cins, ezilen ulus, ezilen mezhebin birikmiş özgürlük özlemlerini ve savaşımlarını canlandırmasından korkar. Onların mücadele inisiyatifini ve enerjisini olabildiğince dağıtmak ve yavaşlatmak ister. Burjuvazinin görece daha ileri bir demokrasi anlayışına sahipmiş gibi gösterilen kesimlerini, iktidarı toplumsal ayaklanma, savaş, federasyon, bağımsızlık öcüleriyle korkutmaya çalışmasının, ama asıl bunlardan kaçınma yolları aramasının, gerçekte o pespaye reformları elde etmek umuduyla iktidara yaltaklanmasının ve dalkavukluk etmesinin nedeni yalnızca sansür, baskı korkusu değildir. Asıl proletaryadan, daha büyük yatırımlar yapmakta olduğu kadın işçilerden, Kürt işçiler ve emekçi halkından, bugünün ve yarının işçileri olan gençlerden duyduğu korkudur. Onları güçlendirme korkusudur. Kimilerinin halen “ileri demokrasi” beklentisi içinde oldukları TÜSİAD, Gezi’yi önce kendi çıkarına kullanma arayışıyla “polis aşırı güç kullanmamalı” türünden iki yüzlü açıklamalar yaparken neden bir çırpıda “kahraman polis” açıklamalarına geçiverdi? Neden, CHP, BDP ve liberal reformist blokun onca yalvarmasına karşın kendi “çoğulcu, katılımcı, bireyi temel alan” neoliberal postmodern anayasal demokrasi programını bile yüksek sesle dile getirmekten kaçındı? Çünkü bu dalganın gelgeç olmadığını en iyi bilendir! AKP ile ihtilafları ne olursa olsun, mali oligarşik iktidarlarını, baskı aygıtlarını “zaafa düşürmekten” ondan fazla korkandır. Nitekim burjuva mali oligarşik iktidar makinasının bir 173
değerlendirmesini Sabah Gazetesi yansıtıyor: ‘Sonbaharda önce üniversitelerin kıpırdamasıyla daha büyük bir dalga gelebilir. Bu yüzden siyasi zaafiyet yaratılmamalı. Otoriter yönetim iddialarına prim verilmemeli. İktidar surlarında açılan gedik kapatılmalı.’ Rusya, Çin, Kazakistan, Türkiye, Mısır ve Ortadoğu ülkelerindeki rejimlere bakılınca, belki halen bir “Asya tipi despotizm” den bahsedilebilir. Tıpkı Japonya’nın bir dönemki yükselişinin dünya çapında yeni üretim organizasyonları ve esneklik dalgasındaki etkisi gibi, Çin ve Rusya’nın (hatta bölgesel planda İran da eklenebilir) yükselişi ve istikrarı, diğer kapitalist ülkelerde bir rol modeli olmaya başlamıştır. Fakat pek şanlı “Batı tipi demokrasiler” de hiçbir şüpheye yer bırakmaz: İspanya ve Yunanistan’daki 1 yıl kadar önce yaşanan Gezi Direnişi’ne çok benzer hareketler, tastamam aynı biçimde bastırılmıştır. Brezilya’da 4, Hindistan’da 3 gösterici öldürülmüştür. Almanya Türkiye’ye “demokrasi gıcığı” yapa dursun, tam şu günlerde yaptığı DHKP-C operasyonu, Fransa’da dünyanın gözü önünde 3 PKK’li kadının katledilmesi, el altından ne tür kirli “demokratik pazarlıklar” ın döndüğünün en açık göstergeleridir. Fakat hepsini geride bırakacak bir küresel mali oligarşik postmodern demokrasi örneği, NATO’nun Türkiye’ye “insan hakları, aşırı şiddete başvurulmaması” öğüdü vermesi ve bunun Halk TV’de kendinden geçilerek alkışlanmasıdır. Sorun yalnızca ve basitçe, önceki dönemin kalıntıları değil, asıl kapitalizm ve burjuva demokrasisin geldiği küresel mali oligarşik gelişme – ve aynı anlama gelmek üzere çürüme- düzleminin ortaya çıkardığı yeni toplumsal sorunlar, ve bunların sistem içindeki çözümsüzlüğüdür. İşi NATO’dan demokrasi dilenciliğine vardıranların gözlerden gizlediği: NATO’nun müttefik ülkelerindeki “baş tehdit” olarak tanımlanan son dönemki isyan ve direniş dalgalarına karşı yeniden yapılandırılmış olması ve yeni küresel güvenlik konsepti temelinden konuşmasıdır. NATO genel sekreterinin Türkiye’ye öğüdünün tek mantıklı açıklaması budur: Gezi Direnişi’ni (dünya 174
çapında yaygınlaşan benzer direniş dalgaları gibi) küresel güvenlik tehdidi olarak algılaması ve asıl bu temelden müdahil olmasıdır. NATO, BM, ABD, AB gibi küresel mali oligarşik organlar, Gezi Direnişi boyunca Türkiye’deki burjuva rejime birkaç düzine “insan hakları, basın, ifade haklarına saygı” öğüdü verdilerse, en az bir o kadar, fakat çok daha somut askeri-siyasi güvenlik, kontrol, gözetim, takip, “önleyici vuruş” , bazıları belki bir milim inceltilmiş ama daha etkili baskı, bastırma ve dağıtma taktik ve tekniklerini, bunun için oluşturulacak yeni organizasyon ve projeleri paylaştığına emin olabiliriz. Nitekim, 2010’da kaldırılan EMASYA protokolü yerine, valilere toplumsal olaylarda askeri birlikleri kullanma yetkisi veren bir protokol geçiriliverdi! Siyasal Üstyapının Sarsıntıları Sürecek Hepsinin umutsuzca yanıt aradıkları soru, dünya çapında yaygınlaşma ve büyüme eğilimi gösteren bu isyan ve direniş dalgalarını nasıl durdurucakları, canı burnundaki kitleleri nasıl düzene soğuracakları, nasıl kontrol altında tutacakları, gerektiğinde ve daha büyükleri çıktığında nasıl bastıracakları… Tek kelimeyle, eskisi gibi sürdürmekte giderek zorlandıkları azami karları ve egemenliklerini kitlelerin büyüyen mukavemetine karşı nasıl güçlendirecekleridir. Sıkışan küresel tekelci sermaye birikim ve mali oligarşik egemenliğinin geliştirilmesi için şu veya bu düzeyde, ittire kaktıra neoliberal demokratik reform da bu bütün içinde, bu bütünün zorunlu bir bileşeni olarak kavranmalıdır. Dünya çapında “çoğulcu, katılımcı, özerkçi, müzakereci” denilen neoliberal-post modern burjuva demokrasisine doğru bir eğilim yok değildir. Bu referandum, plebisit gibi biçimlere daha sık başvurulduğu, yerel yönetimlere özerklik tanındığı, daha önemsiz konularda yapılandırılmış, manipülatif halk toplantıları ve forumlarının yapıldığı, internet tarzı yarı resmi kamuoyu yoklamaları ve 175
tartışmalarının yapıldığı, çeşitli konularda bunun için geliştirilen ombudsmanlık, akiller vb. gibi mekanizmalarla kitle hareketleriyle geri düzeyde müzakere ve manipülasyon yürütüldüğü, bugün de bir dizi ülkede ipuçları görünen bir biçimdir. Fakat küresel tekelci sermaye ve mali oligarşinin bu türden “yönetebilir demokrasi” arayışlarının da alanı çok dardır, kitlelerin gerçek sınıfsal istem, gereksinme ve özlemlerine uzaktan yakından yanıt vermeyeceği gibi bastırma-yeniden yapılandırma kıskacında öğütülmesini hedefler. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler için değil burjuvazi için demokrasinin genişletilmesini, aynı anlama gelmek üzere burjuvazinin işçi sınıfı ve toplum üzerindeki egemenliğinin genişletilmesini hedefler. Ancak burjuvazi ve mali oligarşisinin buna dahi geçiş yapması, yukarıda vurguladığımız nedenle “kendiliğinden” , çabuk ve kolay olmayacaktır. Artık dikiş tutmaz hale gelen rejimlerin akibeti, sermayenin tek yanlı dizaynı ile değil, mevcut rejim krizlerinin derinleşmesi, sarsıntıları, sınıfsal-toplumsal çatışmalar ve güç dengelerinin yeniden şekillenmesi çerçevesinde belirlenecektir. İşçi sınıfı, orta sınıf liberal-reformizmini de yedekleyen bu burjuva eğiliminin gerçekleştirmek için değil, onunla da kesin ayrımını çizerek, hiçbir reform ve “düzeltme” nin kapitalist mali oligarşik sistem içinde sınıfların karşılıklı ve karşıt konumlarını düzeltemeyeceğini görerek ve derinleştirerek savaşır. Bazı Sonuçlar 1- Kitleler, burjuva neomuhafazakar mali oligarşik demokrasi cenderesine tabanından tarihsel bir müdahalede bulundular. Onu sarstılar. Bizzat burjuva iktidarın iç istişarelerinde itiraf etmek durumunda kaldığı gibi, “surda bir gedik açıldı” . (AKP’nin derin iç istişarelerinden aktaran, Sabah gazetesi, 27 Haziran) 2- Küresel ve Türkiye burjuvazisinin şu anki tüm derdi, ikti176
darlarında açılan bu “gediği” nasıl kapatacakları, nasıl “tamir edecekleri” dir. Burjuvazi ve mali oligarşisi içinde “daha fazla baskı” diyen eğilim ve “daha fazla neoliberal demokratik reform” diyen eğilim, ya da bunların herhangi bir kombinasyonu, surlarında açılan bu “gediğin” kapatılması ve kitlelere karşı iktidarlarının yeniden sağlamlaştırılmasının yöntemlerinden başka bir şey değildir. Orta sınıf liberal-reformistler gibi burjuvazinin “reform yanlısı” denilen kesim ve eğiliminine yedeklenmek, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin iktidarda açtıkları “gediği” yine kendi elleriyle tamir etmesi, yani bu hareketin sokaktaki tüm fiili siyasal kazanımlarından vazgeçmekten başka bir anlama gelmez. 3- Mücadeleyi ilerletecek biricik bağımsız sınıf bilinçli taktik, “surda açılan gediği” genişletmek ve derinleştirmektir. Neoliberal burjuvazi ve iktidarına, sokakta daha ciddi bir yenilgiyi tattırmadan, bırakalım burjuva düzen içinde “herkes için demokrasi” hayallerini, azbuçuk işçi sınıfı ve kitleler yararına ve daha ileri mücadelelerinin yolunu açacak, azbuçuk ciddi reformlar bile mümkün değildir. “Burjuva demokrasisinin sınırlarının” genel olarak, yani burjuvazi için değil, kitleler ve mücadele olanakları için bir nebze “genişlemesi” bile, sokaklardan, yığınsal-fiili mücadele ile açılan “gediğin” yine sokaklardan, yığınsal-fiili mücadeleler ile büyütülmesi ile mümkündür. 4- Burjuvazi ve orta sınıfların hiçbir biçimde karşılayamayacağı gibi engeli, bastırıcısı veya çarpıtıcısı oldukları, yeni ve özgür bir yaşam ihtiyacı, sosyalist demokrasi, kendi kararlarını bağımsız olarak kendi alma ve fiilen uygulama yönündeki ajitasyon-propaganda, işçi sınıfının öncü kesimlerinde yoğunlaştırılmalıdır. Ancak bunun soyut, kitabi, genel geçer değil de, gerçekten somut ve devrimci bir ajitasyon olması için: a- İktidar burjuvazi ve mali sermayenin elinde kaldığı süre177
ce, devlet bürokrasisi ve baskı aygıtları yerinde durduğu sürece, bunlara eklenti niteliğindeki hiçbir reform veya iyileştirmenin, işçi sınıfının çalışma, yaşam ve yönetilme koşullarında bir düzelme sağlamayacağının ortaya konulması, b- Bu ajitasyon-propagandanın Gezi Direnişi deneyimlerinden geçen işçi ve emekçilerin öz mücadele deneyim ve arayış dinamikleriyle birleştirilmesi, içinden taşınması, c- İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, sonbahardan itibaren ve özellikle seçimler ve anayasa sürecinde yeniden yükselmesi muhtemel siyasal-toplumsal gerginlik ve savaşıma, pratik olarak hazırlanmasıyla, bağımsız özsavaşım organlarının kurulması ve geliştirilmesiyle birleştirilmesi, temel önemdedir. 5- İşçi sınıfı ve kitlelerin bağımsız sınıf karakteri ve örgütlülüğünden, sosyalizm ve iktidar bilincinden uzaklığı, işçi sınıfı ile sosyalist, devrimci bağların son derece cılız olması bir olgudur. Ancak bu böyledir diye kitlelerin dinmemiş değişim ve savaşım istemi karşısında felaket tellallığı yapmak, kitlelere TÜSİAD ağzından “siz demokrasiyi ne kadar içselleştirdiğinizi gösterdiniz. Ama şimdi bizim demokrasimize güvenin. Bu hareketin küresel tekelci sermayenin, Türkiye’deki burjuvazinin, devletinin karanlık mali oligarşik karar ve istişare organlarındaki yansımasından sizin için hayırlısıyla ne sonuç çıkacağını evlerinize dönerek bekleyin ve bahtınıza çıkana razı olun” demek, ancak liberal-reformist çürümüşlüğe özgü olabilir. Tarihin çağırdığı ve zorunlu kıldığı bir savaşım için, en uygun ve elverişli koşulların oluşmasını beklemek, o koşulları bizzat savaşım içinde ilerletme olanağından ve aslında tarihin kaçınılmaz gelişme doğrultusundan kaçmanın utangaç biçimidir. İşçi sınıfının öncü kesimleriyle bağlar asıl savaşım içinde doğru ve ilerletici taktiklerle, örgütlenmeyle genişler ve derinleşir. 178
6- Kitlelerin değişim ve savaşım istemi ve enerjisi henüz ortadan kalkmış değildir. Bunun önümüzdeki süreçlerde akabileceği mücadele kanallarının açılması/yaratılması önemlidir. Toplu taşıma araçlarına fiili yığınsal parasız geçiş; veya “Gezi Parkı için referandum mu dayatıyorsunuz. Asıl asgari ücret, çalışma saatleri, iş cinayetleri, işten atılmalar, taşeronluk sistemi, gaz bombası, gözaltı ve tutuklamalar, Ethem’in katilinin yargılanması, hükümet için referandum yapın da görelim” önerisi, vb. gibi örnekler düşünülebilir. Burada asıl işçi sınıfı ve kitlelerin burjuva düzenin sınırlarını görmesi ve karşıtlık bilincinin geliştirilmesi önemlidir. Bununla birlikte kitlelerin değişim ve mücadele istem ve arayışının nereye nasıl akacağını önceden kestirmek olanaklı değildir. Kitlelerin fiili hareketinin yeniden canlanması durumunda kitlelerin dikkat ve istencini sınıf ekseninden ilerletip odaklayacak, siyasal sloganların geliştirilmesi temel önemdedir. “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” , “Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşcesine” gibi sloganların da, soldan kitlelerin daha geniş, öncü kesimlerine doğru yaygınlaşmış olması önemlidir. Kitlelerin bizzat Gezi özdeneyim ve arayışlarına sınıfsal yön kazandıracak taktik sloganların geliştirilmesi, yanısıra “kahrolsun ücretli kölelik düzeni” , “kahrolsun burjuva diktatörlüğü” , “işçi meclisleri” gibi sloganların da yaygınlaşma zemini gözetilmelidir. 29 Haziran 2013
179
180
“Zor, her toplumsal dönüşümün ebesidir”
İstanbul Taksim 1 Mayıs’ında Taksim civarındaki eylem ve çatışmalara, tahminen 10 bine yakın kişi katıldı. Eylemcilerin sınıf bileşiminin ağırlığını sendikalı/sendikasız örgütlü işçiler ve yarı proleter ağırlıklı öğrenciler, kent yoksulları oluşturuyordu. Burjuvazinin devleti durumdan vazife çıkardı ve 1 Mayıs’tan bu yana özellikle İstanbul’da olmak üzere tüm sanayi kentlerinde kitle eylemlerine kalkan-gaz-cop-TOMA-tazyikli su-plastik mermi biçimleriyle saldırmaya başladı. Her eylemi “yasadışı” ilan etmeye başladı. Direnişçi işçilerin, gençlerin, sol siyasi yelpazede yer alan çeşitli partilerin eylemlerine polisin TOMA’larla müdahalesi son bir ay içerisinde adeta kural haline geldi. Üzerine üniversitelere ve stadyumlara özel polis kuvveti kararı geldi. 6 Mayıs Deniz Gezmiş’leri, 18 Mayıs İbrahim Kaypakkaya’yı anma eylemlerine, Reyhanlı saldırısını protesto yürüyüşlerine yapılan saldırılar, en son İşçi Meclisi okurlarının da katılımcısı olduğu fiili Taksim yasağını parçalama eyleminde Taksim’de olağanüstü hal ilanına kadar uzandı. Neden? 181
Bunun bir yanıtı burjuvazinin işçi sınıfına ve emekçi kitlelere bir sınıfsal-toplumsal mekân savaşı açmış olmasıdır. Galatasaray’ın şampiyonluğunda arabalı Taksim eylemliliğine kazara izin verilirken, aynı “hoşgörü” Beşiktaşlı taraftarların kolektif mekân addettikleri Dolmabahçe stadına olan kolektif bağlılığının, yıkılmasına karşı tepki ve direncinin açığa çıktığı veda maçında gösterilmiyordu. Bu açıdan, HES’lere karşı direnen köylüler ve doğa savunucuları, Emek Sineması’nın yıkılmasına karşı kültürel-toplumsal muhalefet, Haydarpaşa’nın yıkılmasına karşı direnen sınıfsal-toplumsal-kültürel muhalefet, Taksim’in yasaklanmasına ve AVM’leştirilmesine karşı işçi sınıfı ve devrimciler veya Dolmabahçe Stadı’nın yıkılmasına karşı tepki gösteren ya da ona kolektif yaşam ve etkinlik alanları olarak bağlılığını ifade eden Beşiktaş taraftarları… Çok farklı sınıfsal-toplumsal bir bileşime ve siyasal karaktere sahip olsalar da, onların hepsine sıkılan gaz, tazyikli su ve mermilerin tek bir sınıfsal karakteri ve adresi vardır: Burjuvazi ve mali oligarşisi. Türkiye’de sermayenin küresel temelden birikimine geçiş ve rejimin küresel mali oligarşinin alt bileşeni olarak yeniden yapılandırılması dolayımında çok kapsamlı ve sarsıcı bir dönüşümden geçiliyor. Bu dönüşüm yalnızca ekonomik ve siyasal değil, aynı zamanda toplumsal, ideolojik-kültüreldir. Başta İstanbul olmak üzere aynı zamanda mekânda-zamanda dönüşümdür. Bu dönüşüm kuşkusuz ki, tek yanlı olarak burjuvazi ve mali oligarşisinin ekonomik-toplumsal-siyasal-kültürel mühendislik projeleri sorunu değildir. Kitlelerin de mücadelesiyle, toplumsal mücadelelerle şekillenmekte, yeniden şekillenmektedir. Giderek yoğunlaşan toplumsal mekân mücadeleleri de bunun temel bileşenlerinden biridir. Burjuvazi ve mali oligarşik devletinin amacı, her türlü sosyal alanı, kitlelerin şu veya bu düzeyde kendileri için addettikleri ve sahiplendikleri her mekânı yakıp yıkmak, büyük çaplı kitlelerin toplandıkları her türlü mekânı kent merkezi dışına atmak, onların 182
yerine çok daha yoğunlamasına ve derinlemesine sermayeleşmiş ve kitleleri atomize edici yeni sermaye abideleri dikmektir. Kitleler için ise, şu veya bu düzeyde yararlanabildikleri, kendileri için bir yaşam ve etkinlik dayanağı haline getirdikleri, kendilerini kolektif olarak ifade edebildikleri mekânları savunmaktır. Mekân üzerinde mücadeleler, kitlelerin ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel öz savunma mücadelesinin de temel bir bileşenidir. Bu mekân mücadeleleri, çok farklı toplumsal sınıf ve kesimlerin ayrıksı öz savunma mücadeleleri olmakla kalmayıp, burjuvazinin daralan mekân kapanına karşı, sosyalist işçi sınıfının önderliğinde yeni bir yaşam ihtiyacı dolayımında toplandığında gerçek anlamını kazanacaktır. Burjuvazi ve devletinin, İstanbul’da 1 Mayıs ile daha farklı bir kent-mekân kontrolü ve hâkimiyeti düzenine doğru geçmeye başlamasının ikinci nedeniyse daha açık bir politik stratejiye dayanmaktadır. Kürt sorununda burjuva çözüme yelken açılmasıyla birlikte toplumsal-sınıfsal muhalefet dinamiklerinin güçlenmesi ve moral kazanmasına saha içinden/aşağıdan/sokaktan sınır çekme amaçlı bu saldırılar, Türkiye’deki geri düzeydeki neoliberal burjuva demokrasisinin sınırlarının devlet tarafından güvenceye alınması çabasına denk düşüyor. Hatırlanacağı üzere burjuvazi, Kürt sorununda burjuva çözüm sürecinin bugünkü aşamasına geçiş yapmadan önce iki yılı aşkın bir süre boyunca Kürt ulusal hareketine yoğun ve kapsamlı saldırılar düzenlemiş, bu dönemde neredeyse tutuklanmadık Kürt siyasetçi bırakmamış, Kürt halkının kitlesel katılım sergilediği ve moral kazanarak çıkacağı her eyleme gaz/cop/TOMA’larla saldırarak bastırmaya çalışmıştı. Amaç, Kürt hareketindeki demokratik militan güçlerin şimdi kapısı açılan burjuva çözüm sürecine olabildiğince yorgun ve güçsüz girmelerini sağlamak, kafaca, ruhça ve fiziken tasfiyeye uygun bir iklimin hazırlığını yapmaktı. Son bir ayda öğrencilerin, direnişçi işçilerin, sol siyasal parti ve hareketlerin, devrimcilerin mekânda özgürlük ihtiyacını daha 183
net bir biçimde karşıtlaşarak baskılamaya girişen rejimin, benzer bir hesabın peşinde olduğu görülüyor. Burada görünüşteki hedefin BDP-HDK dışında kalan kesimlerin de ideolojik olarak içerisinde oldukları tasfiyeciliğin eylem yönünden etkinliklerinin kırılarak ve budanarak derinleştirilmesi, daha geniş hedefin ise yaşanan geçiş sürecinde geri düzeydeki neoliberal demokrasinin dışına taşma eğilimi gösteren toplumsal muhalefet dinamiklerinin kontrol altına alınması olduğu görülüyor. Bu açıdan burjuvazinin gaz/cop demokrasisi ile neoliberal reformist barış sürecine yeni yedeklerin dâhil olması süreci birbirinden ayrı görülemez. Geçtiğimiz ay gerçekleştirilen Avrupa ve Ankara’daki barış ve demokrasi konferanslarına katılımın artması için kitlelerin çeşitli kesimleri adına dört bir yandan yağmur gibi yağan çağrı metinleri, Kürt sorununda kendi kaderini tayin hakkı ve tam hak eşitliğine yer vermeyen neoliberal reformist çözüm sürecini sınıfsal karakterinden soyundurulmuş “barış” propagandası ile paketlerken, işçi sınıfı ve emekçileri de “eşit yurttaşlık” adı altında neoliberal anayasaya ve burjuva demokrasisinin önümüzdeki merhalesine hazırlamaya koyulmaktadır. Sosyal ve ulusal reformizm kucaklaşırken, birçok siyasi yapı varlık sebepleri saydıkları devrimci demokrasinin de sistem içinde çözülüşünü ilan etmektedirler. Bu gerçek, yeni bir yaşam ihtiyacı programının her düzlemde daha etkin siyasallaştırılması ve öncü kesimlerinden başlayarak işçi sınıfı, Kürt emekçiler, gençlik, kadınlar içerisinden büyütülmesini yakıcılaştırmaktadır. “Zor, her toplumsal dönüşümün ebesidir” derler Marx ve Engels. İstediğiniz eylemi yasaklamakta serbestsiniz. Kazanıp kazanacağınız milyonların nefreti olacak. Biz kendi yolumuzdan, kendi yolumuzu inatla açarak yürüyeceğiz! Haziran 2013
184
Bu daha başlangıç…
1. Devletin Gezi Parkı’nda çadırlara saldırısında gazeteci Ahmet Şık, milletvekili Sırrı Süreyya, şehir plancısı kırmızılı kadın, ağaca sarılan genç gibi pasif direnişçi insanlara saldırısı Türkiye tarihinde son otuz yılda görülmeyen bir sokak direnişini ve militan kitle eylemini açığa çıkardı. İstanbul’daki 31 Mayıs – 1 Haziran çatışmaları ve meydanın ele geçirilmesinin ardından da süren Beşiktaş çatışmaları tüm Türkiye’ye yayıldı ve bir isyan dalgasına dönüştü. Taksim Meydanı’na açılan ana yol ve semtlerdeki çatışmalarda devlet korkusu, polis korkusu, tutuklanma korkusu, yaralanma ve ölüm korkusu, aile-okul-iş korkusu, her türden korku buruşturulup çöpe atıldı, yerine yoldaşça dayanışmanın, birlikte savaşmanın, kitleselliğin, kitlesel kararlılığın ve kitlesel militanlığın değerleri koyuldu. 2. 1 Haziran saat 16.00’da Taksim böyle kazanıldı. Devletin çekilmesiyle eylem parkta ve meydanda bir işgal hareketine dönüştü. Polise karşı zaferi temsil edecek şekilde park girişinde yer alan polis araçları birer dilek ağacına ve hatıra fotoğrafı çektirme 185
mekânına dönüştü. Özgürleştirilen mekâna her birinde ortalama 10’ar kişinin yer aldığı bine yakın çadır ve stand kuruldu. Çadırlarda kalanların ezici çoğunluğunu liseli ve üniversiteli gençler, esnek çalışan ve gündüz çadırda kalışını ayarlayabilen kentli ve iyi eğitimli işçiler, siyasi grupların kapitalist çalışma sorunu olmayan üyeleri oluşturuyordu. Gezi işgal eylemi esas kitleselliğine ise akşam iş çıkış saatlerinde kavuşuyordu: Gelenlerin ağırlığını kamuoyunda “beyaz yakalı” olarak tabir edilen, sendikasız çalışan, geçmişte sınırlı mücadele ve örgütlenme deneyimine sahip, normalde orta sınıf kültür ve değerlerine sahip olmasına karşın Clark Kent-Süperman misali iş çıkışı bir yudum özgürlüğü tatmak için parka koşan onbinlerce işçiyle kucaklaşıyordu. (Twitter’ın kitlesel bir iletişim ve mücadele aracı olarak kullanılmasında önemli bir faktör bileşimin bu özgünlüğüdür.) 3. Gezi’de işgal sürerken eylemlerin sürdüğü 77 kent içerisinde Hatay’da, İzmir’de ve özellikle de Ankara’da son derece militan sokak çatışmaları gerçekleşti. Binlerce kişi yaralandı, İstanbul’da Mehmet Ayvalıtaş, Antakya’da Abdullah Cömert, Ankara’da Ethem Sarısülük yürüyüş ve çatışmalarda öldürüldüler, ağır yaralılar ölümle pençeleşiyor, gözler, uzuvlar kaybedildi, tutuklamalar halen sürüyor. Bu direnişte bedel ödendi, sorumlularının cezalandırılması eylemin de temel taleplerinden biri haline geldi. (Dergimiz yayına hazırlanırken buna Lice’de kalekol yapımına karşı çıkan Kürt halkının üzerine açılan devlet ateşi sonucunda öldürülen Medeni Yıldırım eklendi.) 4. Bir fay hattı kırıldı, büyük bir enerji açığa çıktı. Fayın üzerinde çok büyük bir basınç birikmişti. Türkiye coğrafi olarak olduğu gibi siyasi olarak da Ortadoğu ile Kuzey Akdeniz arasında bir yer tutuyordu. Burjuvaların işçiler üzerindeki diktatörlülüğü (burjuva demokrasisi) Türkiye’de Akdeniz hattındaki Avrupa ülkelerine göre daha geri bir yerleşikliğe, Ortadoğu’daki tekçi dik186
tatörlüklere göre ise daha yerleşik bir karaktere sahipti. Onu Avrupa’daki örneklerinden farklı kılacak şekilde Türkiye’de yerleşik sistemiçi liberal kurumlaşmalar ve sistemin esneme katsayısı daha zayıftı ve bu onu bu ülkelere göre daha keskin bir kutuplaşmaya, eylemlerde yoğunlaşmaya ve daha ileri bir militanlığa yöneltti. Önderlik sorunu coğrafyanın bütününde olduğu gibi bizim direnişimizde de açığa çıktı. Taksim Dayanışması meslek odalarının idaresinde bir sistemiçi reformcu karaktere sahip oluşumdan ibaretti, çeşitli siyasi partilerin Dayanışma’nın işleyişine uyarak ona dâhil olması onu iyice hantallaştırdı. Devletle görüşmelerde meslek odalarına eklemlenen DİSK-KESK-TMMOB-TTB’nin eylemin bir an önce bitirilmesi yönündeki itfaiyeciliği önderlik sorununa tuz biber ekti, resmen kat çıktı. Siyasi partilerin ise saldırı öncesinde çadırlarını kaldırması resmi bir ihanet eylemi olarak tarihe yazıldı. 5. Buna karşın kendiliğinden hareketin içerisinden çıkan Gezi’deki forum örgütlenmeleri, direnişe devam kararlılığının yansıtıldığı ve Dayanışma’da yer tutan bürokratik yasalcı eliti devlete verdikleri gizli sözler karşısında zora sokan bir işlev oynadılar. Parkın dağıtılmasının ardından yer yer Türkiye’ye de yayılacak şekilde İstanbul’un çeşitli semtlerindeki parklarda Gezi’ye benzer şekilde forumlar ve filli işgal eylemleri halen sürdürülüyor. Kitle hareketi daha pasif eylem biçimleriyle de olsa kendi onurunu korumaya, mücadeleye devam kararlılığını göstermeye çalışıyor. 6. Burjuva siyaseti açısından son bir ayda Türkiye’de yaşanan bu büyük siyasi krizin sonuçları var ve olacak. AKP’nin yüzde 50 oya dayalı bir “müslüman demokrasi” olarak Ortadoğu’ya model ülke olma imaj ve iddiasının gerçek olmadığı açığa çıktı. Sosyal mühendislik projesi dev bir yara aldı, Sünni çoğunluğun yaşam tarzı dayatmasıyla hayata geçirilen neoliberal burjuva demokrasinin bu en geri muhafazakâr biçimi karşısında çok geniş bir direniş 187
bloğunun varlığı ortaya çıktı. “Zengin ol, çevrendekileri zengin et, açları da sadakayla doyur” popülizmiyle, sahibinin sesi medya gücüyle, ekonomik zor ve baskıyla hizaya çekme, yargı yoluyla karşıt dinamikleri bastırma vb. biçimlerle 2023’e dek de değil, sonsuza kadar başkanlık hayalleri kuran tek adam projesi tarihinin en büyük yumruğunu karnından, kentli işçi kesimlerinin ve küçük burjuvazinin elinden yedi. Taksim-Gezi Direnişi durağan burjuva siyasetini altüst etti, hiçbir burjuva siyasal parti bu hareketi arkasına yedekleyemedi, henüz sistem içine arzu ettiği biçimde soğuramadı. Tüm sermaye diktatörlüklerinde halk ayaklanmaları ve direnişlerine karşı devletin küçük bir azınlığın silahlı gücü olarak oynadığı lanetli rol polis şahsında açıkça deşifre oldu. Yüzbinlerce insan özgürlük duygusunu tattı, mücadele ederse, karşı çıkarsa, dik durursa haklı savaşını kazanabileceğini deneyimledi. Yeni bir gençlik kuşağı, yeni bir işçi kuşağı mücadele içerisinde filizlendi, eylemlere damgasını vurdu. 7. Bu daha başlangıç, mücadeleye devam! Yaşadıklarımızı unutturamazsınız. Bu hareketi bitiremezsiniz. Bizi baştan çıkaramazsınız. Failleri unutmuyoruz. Ölülerimizi, kayıplarımızı, cezaevindekileri unutmuyoruz. Çünkü, bu mermerlerin altında bir teneffüs daha yaşasaydı tabiattan tahtaya kalkacak çocuklar gömülüdür. Devlet dersinde öldürülmüştür. Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: Maveraünnehir nereye dökülür? En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: -Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir. Temmuz 2013
188
Zamanın ruhu: Artık yeni bir başlangıçtayız
“Tekellerin büyüyen bir ekonomik, siyasal, sınıfsal, toplumsal kölelik yaratmaları, yaşamın tüm alanlarını kaplayan gözetim ve denetim ağlarıyla bireylerin demokratik hak ve özgürlüklerini de yok edici bir biçim almış, özgürlük sorununu ağırlaştırmıştır. Emekçi sınıfların buna karşı gelişen tepkisi, yaşamlarıyla ilgili her türlü kararı kendilerinin verme istek, özlem ve eylemi olarak, çoğunluğun kendi sınıf çıkarları doğrultusunda öz irade ve eyleminin gerçekleştirilmesi istek ve mücadelesi olarak siyasal, sınıfsal, toplumsal ve bireysel köleleikten kurtulma istek ve iradesi olarak, burjuva demokrasisinin sınırlarını açığa çıkarır ve bunlar, sosyalist demokrasi istek ve özleminin, ihtiyacının gizil ifadesidir.” (Komünist Devrim Örgütü Platformu) “Değişmeyen, eskisi gibi kalabilen ve bu şekilde kalabilecek olan hiçbir şey yoktur.” 150 yıl öncesinden söylenmiş de olsa Komünist Manifesto’nun bu ünlü sözü bize bugünü de sarih biçimde anlatıyor. Son yıllarda şurasından burasından tırtıklanarak çözümlenmeye çalışılan ekonomik-sosyal-siyasal-kültürel değişim ve dönüşüm süreci eskiye ait ne varsa parçalayarak, dağıtarak, kriz 189
çıkararak etkimesini sürdürüyor. Kapitalist küreselleşme dediğimiz ve az çok üzerinde herkesin hemfikir olduğu şey sadece ekonomik alanda meta üretim ve dağıtım süreçlerini ifade etmiyor bize. Aynı zamanda bu ekonomik temel üzerinde gelişen bir burjuva toplumsal ilişkileri de yaratarak ilerliyor. Eskiye ait ne kadar şey varsa, ideoloji de, felsefe de, siyaset de, gelenek ve değerler sisteminde bir önceki durumu ifade eden ne varsa onları tasfiye ediyor. Yeni durum tüm ulusal çitleri, kültürleri dağıtarak, ekonomik toplumsal ilişkiler bütününde kendi kültür, ideoloji ve değerlerini yaratarak, kendii felsefesini küresel düzeyden oluşturarak galebe çalıyor. Kapitalist meta üretim biçimi ve ilişkilerinin yarattığı toplumsal ilişkiler dünya üzerinde tek bir kültürel biçime doğru ilerliyor. Bir şarkı, bir film, bir roman… vb. bir anda dünyanın her köşesinde kitlelerin hücumuna uğrayabiliyor. Toplumlar arası ilişkiler, birey-toplum ilişkileri, bireyler arası ilişkiler küresel düzeyden yeniden kuruluyor. Öyle ki emekçi sınıfların sermaye iktidarına karşı yürüttükleri mücadeleler (henüz içsel bağları karşılıklı kurulamamış olsa da) birbirine benzemeye başladı. New York’tan, Londra’ya, Madrid’den Paris’e, Atina’dan İstanbul’a neredeyse kitle mücadelelerinde kullanılan yöntemler, içerik ve biçim birbirlerini kopya eder gibiydi. Neresi Londra, neresi Atina, neresi İstanbul ilk bakışta anlaşılamayabiliyordu. Küreselleşme dediğimiz sermaye hareketi, kendisiyle birlikte karşıtının da küreselleşmesini sağladı. Yeni bir enternasyonal mücadelenin biçim ve araçlarının ortaya çıkmasını zorlamaya başladı. Önceki ilişki ve süreçlerde tedrici, ağır aksak gelişen bu durum, yeni ideo-kültürel araçların gelişmesiyle medyanın, internetin küresel ağlarla tüm dünyayı sarsmasıyla tek bir kültüre doğru ilerleyişini hızlandırıyor. Dönüşümün bu biçimi içe kapalı kültürleri (hala kaldıysa), gelenek ve tarihlerine resmi düzeyden angaje olmuş toplumları daha derinden sarsabiliyor. Kendi kapalı iç dünyasında, etrafına ördüğü duvarlarla korumaya aldığı o ideoloji, 190
kültür, ahlak… ne kadar değer yargısı, inanışları, doğruları varsa duvarın yıkılmasıyla çıplaklaşıp etkimeye girmekte, kendini yeni durum içerisinden ifade etmek zorunda kalmaktadır. Zira belirleyici olan maddenin nesnel hareketidir. Bu süreç 2000’li yıllarla birlikte Türkiye’de de etkili şekilde yaşanmaya başladı. Neoliberalizmin ekonomik alanda hakimiyetini kurması, toplumsal-kültürel alandaki etkimesini bu yıllardan sonra daha çok göstermeye, katı olan her şey buharlaşmaya başladı. Cin her alanda şişeden çıktı. Değişim süreci istimini alınca da toplumsal yıkım boyutlandı. İtirazlar çoğaldı. Fakat itirazlar yeninin içinden geçerek geleceği kucaklamak yerine tutuculuğa, statükoya sarılmayı doğurdu çoğunlukla. Burada tıkandı çoğu şey. Nesnel durumu tanımlayıp ondan ilerisine gidebilecek yol, yöntem, araç üretmekten ( kısaca vizyon üretmekten) geçmekteyken çıkışın yolu, bir ne yapacağını bilememe, bildiklerini de unutma hali olarak kapatıldı. Kitle örgütleri, sendikalar, sol-sosyalist iddialı tüm kurum ve yapılar kitlelerin önünde neredeyse varlıklarıyla, yolu tıkayan bir hantallık içerisine girdiler. Toplumsal-ekonomik-siyasal-kültürel yaşamın burjuva neoliberal-muhafazakarlığın altında gün gün daha da ezilmesi bu durumu sürdürülemez kılmaya başlayınca, bir kıvılcım patlamaya dönüştü. Taksim Gezi’deki “birkaç ağaç” sadece AKP gericiliğine, sermayenin meta ilişkilerine değil bunlar karşısında ezilen “muhalefet” kurumlarına da isyan etti. Çağın ruhu ortaya çıkıverdi. Kitleler kendi kaderlerini ellerine almanın zorunluluğunu derinden duyumsadılar. Klasik, geleneksel biçimlerin dışına taşarak, özgüvenli, kendinden emin duruşuyla mücadelesini her türlü aracı kullanarak, politik düşmanının kendisine karşı kullandığı tüm saldırı ve hakaretleri hiç yüksünmeden düşmanının elinden alıp işlevsizleştirmekle kalmadı, mücadelesinin bir kaldıracı haline getirmeyi de bildi. Kendilerine duydukları müthiş özgüvenin bir dışavurumudur bu. Artık kitle hareketlerinde, sınıf mücadelesinde yeni bir dönem açılmıştır. Kitleler “kitle” olmaktan 191
çıkarak bizatihi önderliği ele almışlardır. Mücadelenin kolektif dinamiği sosyalist işçi demokrasisini acil bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmasını getirmiştir. Sokaklara çıkan insanların büyük bir bölümü burjuva temsili demokrasisinin artık gerici bir kuruma dönüştüğü noktasında hemfikirdirler. Doğrudan demokrasinin gerekliliğini tartışmakta çözümü burada aramaktadırlar. Kitlelerin kendi yaşamları üzerinde söz ve karar sahibi olma talebinin karşılanabileceği tek sistem sosyalist işçi demokrasisidir. Ve onun kolektif merkeziyetçi yorumudur. Demokratik merkeziyetçiliğin işaret ettiği temsiliyet ilişkileri de artık kitlelerin talep ve ihtiyaçlarının gerisine düşmüştür. İletişim teknolojilerinin bu kadar geliştiği ve emekçi kitlelerin bunun üzerinden her türlü sürece anında dahil olma talepleri ancak kolektif merkeziyetçi bir ideolojik anlayışla karşılanabilir. Kitleler demokratik hak ve özgürlüklerine, yaşam tarzlarına karşı dikta heveslerine kapılanlara gerekli cevabı hiç beklenmedik yer ve zamanda vermiştir. Sermaye ve hükümeti için de, hatta siyasal kurumlar (devrimciler de dahil) için soru “çalışmadıkları yerden” gelmiştir. Tembel öğrenciler gibi “O konuyu daha görmedik” diyorlar. Marx “toplumsal ilişkiler bütünü olarak birey” derken belki de tam da bugün yaşadıklarımızdan bahsediyordu. Kapitalist meta ilişkileri için de, o toplumsallık içersinde birey olmaya çalışan gençlik hiç de sandığımız gibi apolitik değilmiş. Onların toplumla ilişkilenişlerini, kendilerini ifade ediş tarzlarını geleneksel ideolojik kültürel tutumlarımızla tanımlamakta zorlanınca işin kolayına kaçıp apolitik olmakla suçlamışız. Şimdi bu iki çizgi birbirini bütünleyecek, birbirinden öğrenecek ve yeni bir mücadele çağını, yol, yöntem ve araçlarını ortaya çıkaracak. Her dönemde olduğu gibi zamanın ruhu yine galebe çalacak. Bir “çağın ruhunun” işleyişi gözle görünmez ve öznel iradeden bağımsızdır. Bir denizin yükselmesini andırır. Görünüşte her şey sakin, aynı tekdüzelikte devam etmektedir. Kumsala çarpan 192
dalgaların yükselip, kıvrımlarını bazen keskin, bazen durgun açarak ilerlediğini görürüz. Bir med-cezirin denizi yükselttiğini görebilmek için alelade bakışın ötesine geçmeye, dalgaların hareketini daha dikkatli incelemeye gerek vardır. Bir dalga gelir kumsal şeritte ilerler, daha önce ulaşmadığı bir noktaya çıkar. Sonraki dalga ise bu noktaya çok uzak kalabilir. Birkaç dalganın hareketini birbirine kıyaslayarak baktığımızda pek bir şeyin değişmediğini düşünebiliriz. Oysaki tüm bu hareketlerin toplamında, kendi iç ilişkilerinin mekaniğinde doğrusal bir hareket vardır. Deniz yükselmektedir. Bu yükselme nonlineer hareketlerin toplamında lineer bir hareket yaratmaktadır. Denizin yükselmesi için meteoroloji koşulları, ay’ın hareketi uygundur. Bilimsel doktrinler bunun böyle olacağını söylemektedir. Tek tek dalgaların hareketi bize bu gerçeği gösteremez; onun için ruhu yakalamak gerekmektedir. “Çağın ruhu” son tahlilde herkeste, tüm kişi, kurum ve örgütlenmelerde siyasal-felsefi-ideolojik tutumlarda yansımasını bulmaktadır. Bu değişim durumunu kabul edip, onu dikkate alanlar kadar, ona karşı umutsuz tutum alıp, rededenlerde de derin izler bırakır. Bu değişim durumunu, çağın ruhunu kabul etmeyenler tedrici bir şekilde toplumsal-siyasal-ideolojik yaşamdan silineceklerdir. Bu siliniş, süreçleri muhakkak ki sancılı geçecek, buna direneceklerdir. Bu direniş içersinde zaman zaman eskinin ruhunun canlandığına da -ölümcül bir hastanın kaçınılmaz sona yaklaşırken zaman zaman gözlerinde beliren yaşama isteğinin ışıltısı gibi- şahit olacağız. Fakat bu geçici olacak. Değişim ruhunu kabul edenler yavaş yavaş geleceğin yolunun taşlarını döşemeye başlayacaklardır. Ve kuşkusuz ki bu inşa süreci bu ruha uygun kişiler tarafından yürütülecektir. Hazırlık süreci tamamlanıp istim alınmaya başladığında ise bir önceki dönemin kapısı tamamen kapanacak, yepyeni bir çağ başlayacaktır. Artık yeni bir başlangıçtayız. Gezi Direnişi devrimin toprağını kabarttı. İşçi sınıfının bu zeminde uzlaşmaz karşıtlığını önündeki tüm engel ve barikatlara rağmen güçlendirmesi, sosyalizm 193
mücadelesini büyütmesi önündeki temel görevdir. Bu tarihsel süreçte tablonun ana rengi en büyük eksikliktir. O da, işçi sınıfının sınıf olarak politik sahneye henüz çıkmamış olmasıdır. Çabamızın yönü ve ekseni buna dönük olmalıdır, olacaktır. Ercan Akpınar Sincan 1 No’lu F Tipi Hapishanesi Temmuz 2013
194
Gezi tartışmaları: Sınıf bileşiminden sınıf oluşumuna
Haziran Direnişi’nin kritik tartışma konularından biri, hareketin sınıf bileşimidir. Sınıf bileşimi tartışmanısının ilk evresi tamamlanmış görünüyor. Hareketin içinde orta, üst orta, burjuva sınıf kesimlerinin de bulunduğu, ancak çoğunluğunu işçilerin ve işçileşmeye yakınlaşan kesimlerin oluşturduğu görüşü ağırlık kazandı. Hareketin sınıfsal-toplumsal bileşimi üzerine yapılan araştırmalar da bu görüşü teyit etti: Yüzde 58’i ücretli emekçi, yüzde 10’u işsiz, yüzde 24’ü öğrenci. Yaş ortalaması 29. Devrimci Proletarya bu görüşü ilk ortaya koyan ve savunanlardan oldu. Küçük burjuva oportünist “sınıf analizleri” ne karşı net bir savaşım yürüttü. 1. Direnişi bir “orta sınıf hareketi” olarak tanımlayan görüş, çeşitli versiyonlarıyla (“yeni kentli orta sınıflar” , sınıf dışı addedilen “gençlik hareketi” , vd.) burjuva medya ve burjuva sosyologlar tarafından yaygınlaştırıldı. Hiçbir zaman bağımsız bir teorik-ideolojik duruşu olmadığı gibi her somut durumu da somut olarak 195
tahlil etme yeteneksizliği bilinen, küçük burjuva sol ve devrimciler içinde kolayca zemin buldu. Küçük burjuva sol içinden de bir iki rötuşla terennüm edildi. Halkçılığın, onun dışlanancı, ezilenci yeni versiyonlarının zaten sınıf ayrımları gibi bir derdi yoktu. Küçük burjuva halkçı demokratizmi dar işçicilik ile eklektize eden akım ve yazarlar da, “orta sınıf hareketi” görüşü içine bir kaşık işçi çeşnisi katarak servis ettiler. En işçici görünenler, ‘az miktarda işçinin bulunduğu çoğunluğu orta sınıfların oluşturduğu’ tespitiyle, Marksist sınıf tahlili yerine burjuva sosyolojisini geçirenler arasında yerini aldı. Hareket içindeki işçi kitleleri, basmakalıp işçi tanımına uymadıkları için, “orta sınıf ” üyeliği ile taltif edildiler. “Orta sınıf hareketi” görüşüne karşı eleştirilerimiz, hareket içindeki ideolojik-siyasal savaşımın bir parçasıydı. Bu görüşü savunanların bir bölümü herhangi bir özeleştirel değerlendirme yapmadan, onu sessiz sedasız terkettiler. TKP bile, “orta sınıfı küçümsemeyin” (aynen böyle!) yazıklanmasıyla hareketin ağırlığını işçilerin ve konum kaybeden kesimlerin oluşturduğunu teyid etmek durumunda kaldı. 2. “Halk hareketi” , “toplumsal hareket” gibi tanımlar da hareketin içindeki sınıf ayrımlarını geriye doğru silen ya da örten yaklaşımlardı. Direnişteki milyonların, ağırlığını işçiler ve işçileşme sürecindeki ara katmanlar oluşturduğu halde, özgül ağırlığı azalan diğer sınıf ve kesimleri de kapsayan bir halk hareketi görüngüsü, bir yerde, asıl tabanını oluşturan (oluşum sürecindeki) sınıfsal kapsamının, artık pek sığmaz hale geldiği eskimiş bir biçim altında sürmesi, ya da geriye dönük, kırınıma uğramış ifadesidir. Halk hareketi kavramını kullananlar açısından, bu kavramın hangi sınıf ve katmanları kapsadığı, ayrımlarının ne olduğu, hangisiyle sınır çekileceği, hangisiyle hangisi arasında ne tür bir ittifak politikası öngörüldüğü belirtilmiş değildir. Sınıflar arası ilişkilerin bir dönemki ifadesi olan halk kavra196
mı da tarihseldir. Proletarya ile toplumun çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvazinin (aslen küçük köylülük) devrimci demokratik ittifak ilişkisinin ifadesidir. Üretimin toplumsal ilişkilerinin değişmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin kır ve üstyapı dahil toplumsal yaşamın her alanında egemen ve belirleyici hale gelmesi, dev çaplı yeni proleterleşme dalgaları, kır ve kent küçük burjuvazisinin özgül ağırlığının azalması ile, halk kavramının da kapsamı hızla daralır ve değişen sınıfsal-toplumsal ilişkileri yansıtmaz hale gelir. Harekete halk hareketi denmesi, olgusal olarak doğrudur, fakat olgucu, statik, geçmişe doğru ve ancak yavaş değişimler gören evrimcilerin bakış açısından bir doğrudur. Biz ise harekete, kapitalizmin dünya ve Türkiye’de geldiği gelişme düzeyi ve doğrultusu, sınıflar arasındaki ilişkilerin gelişme düzeyi ve doğrultusu, bu zeminden iç gelişim sorun ve dinamikleri, gelişme doğrultusundan, yani aynı zamanda gelecek açısından ve diyalektik sıçramalı gelişme dinamikleri açısından bakıyoruz. “Mösyö Proudhon’un kavrayamadığı şey, bu insanların, yeteneklerine göre, kumaş ve keten bezi üretirken, bu arada, toplumsal ilişkiler de üretmeleridir. Toplumsal ilişkilerini maddi üretkenliklerine uygun olarak üreten insanların, düşünceler, kategoriler, yani bu aynı toplumsal ilişkilerin soyut ideal ifadelerini de üretmelerini hele hiç anlamıyor. Demek ki, kategoriler, ifade ettikleri ilişkilerden daha ölümsüz değillerdir. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir. M. Proudhon için ise, soyutlamalar, kategoriler, tersine, ilk nedenlerdir. Ona göre, tarihi yapan bunlardır, insanlar değil.” (Marx, Proudhon Üzerine) Küçük burjuva halkçılığın yaptığı da, toplumsal ilişkilerdeki değişimi ve gelişim yönünü bilimsel olarak ifade edecek kavramlar geliştirmek yerine, tıpkı Proudhon gibi değişen toplumsal ilişkileri bir dönemki ilişkilerin soyutlaması olan ve mutlak ve değişmez saydıkları halk kavramına sıkıştırmaya ya da bu değişen ilişkileri, artık ona tekabül etmeyen halk kavramından türetmeye çalışmaktır. 197
Küçük burjuvazinin özgül ağırlığı proletaryaya göre azaldığı gibi, kendi içinde de proleterleşen ya da proleterleşme sürecinde olan, küçük mülk veya küçük statüleri kağıt üzerinde kalan ya da sarsılan geniş kesimleri ile sömürücü kesimleri arasında iki uzlaşmaz temel sınıfa doğru yarılma eğilimi göstermektedir. Bu, küçük burjuvazinin kendi başına, “orta sınıf ” olarak devrimci karakterini kaybettiği, ancak durumları sarsılan, proletaryaya doğru çözülen geniş kesimlerinin çıkarlarını proletaryanın çıkarlarıyla bütünleştirdikleri ölçüde devrimci bir karaktere sahip olabileceğini gösterir. Eskimiş küçük burjuva halkçı demokratik devrimciliğin devrimci karakterini giderek kaybetmesi, reformistleşmesi, “düzeltilmiş burjuva demokrasisi” anlayışı içinde erimesi de bunun göstergesidir. Tarihte, derinleşen siyasal-toplumsal bunalım koşullarında, birbirinden çok farklı muhalif toplumsal sınıf ve kesimlerin ilk elde ve genel planda aynı reform talepleriyle harekete geçmesinin çok sayıda örneği vardır. Soyut planda aynı görünen taleplerin içindeki çelişkin sınıfların çelişkin tutum ve eğilimleri iş somuta geldiğinde açığa çıkar. Özellikle hareketin daha keskin dönemeç noktalarında açığa çıkar. Gezi Direnişi sürecinde Taksim Dayanışma Platformu’nda her devlet saldırısı öncesinde yaşanan “barikatlar kaldırılsın/kaldırılmasın, flama ve pankartlar toplansın/toplanmasın, Gezi Parkı boşaltılsın/devam etsin, pasif direniş mi/aktif direniş mi” gibi tartışmaların tamamı, siyasal olduğu kadar sınıfsal ayrımların, çelişkin sınıfsal eğilimlerin ifadesiydi. Yine, Gezi Parkı’na her saldırıyla direniş içindeki orta sınıf kitlelerinin azaldığını, işçi ve ara katman bileşenlerin ağırlığının arttığını belirtmiştik. Hareketin bölünmesi ve zayıflaması korkusuyla, içindeki farklı sınıf ve kesimlerin farklı tutum ve eğilimlerini örtmek, ileri sınıfı daha geri ve yalpalamalı sınıfa, onu da burjuva liberalizmine tabi kılmak demektir: Hareketi sınırlayan ve zayıflatan asıl budur! Proletarya hiç kuşkusuz, hareketin salt ve safkan işçiler198
den oluşmasını şart koşmaz. Kendi yanına çekmesi gereken kendine yakın ara tabakaları ve küçük burjuvazinin durumu sarsılmış kesimlerini, burjuvazinin kucağına itmemeye özen gösterir. Hareket içinde proletarya ve ona yakın emekçi kesimlerin güç ve etkisini hissettirmesi, zaten hareket içindeki liberallerin, burjuva ve ayrıcalıklarını koruma ya da geri getirmek isteyen orta sınıf kesimlerin ilk fırsatta karşıdevrim safına geçmesinin asıl nedenidir. Sınıf bilinçli işçiler buna üzülmez, tam tersine hareketin içinde de yürüyen sınıf savaşımı saiklerinin açığa çıkması olarak görür. Barikatın diğer tarafına geçenlere karşılık, işçi sınıfının öncü kesimlerinin daha fazla ilerleyemiyorsa bile direnişini sürdürmesi, ilerleyen süreçlerde daha da belirginleşecek sınıf savaşımına yeni işçi kitlelerinin de katılmasını kolaylaştırır. Tıpkı Mübarek’e karşı bir kısmı Mursi’yi destekleyen kitlelerin ağır kriz koşullarında, bu kez Mursi’ye karşı harekete geçmesi için 1 yılın yetmiş olması gibi, dizayn edilmeye çalışılacak yeni burjuva mali oligarşik hükümete karşı da, giderek daha sınıf ağırlığı kazanacak bir hareketlenmenin başlaması için çok beklemek gerekmeyecektir. İlkeli bir birlik ya da ittifak için, birincisi, sınıfsal-siyasal ayrımların netleştirilmesi, ikincisi, önderlik ve hegemonya sorunu temeldir. Bunun dışında, hareketin içindeki farklı toplumsal sınıfların ayrımlarının örtülmesi, işçi sınıfının ileri kesimlerini geri kesimlerine ve ara tabakalara, işçi sınıfını küçük burjuvaziye, küçük burjuvaziyi burjuva liberalizmine tabi kılan, ilkesiz, oportünist birlikçiliğin ifadesidir. 3. Direnişin sınıf bileşimine ilişkin en dikkate değer tespitlerden biri, Halkevleri ve toplumsal hareket sendikacılığının teorisyenlerinden Metin Özuğurlu’dan geldi. Özuğurlu, sendika. org’daki röportajında, hareketi doğrudan bir işçi sınıfı hareketi olarak tanımladı. Özuğurlu’nun görüşünün röportajda bir özetini verdiği teorik arka planını, Yalçın Bürkev ile birlikte kaleme aldığı “21. Yüzyılda Toplumsal Hak Mücadelelerinin Sınıf İçeriği” 199
başlıklı yazısında bulabiliriz. (“Kuramsal ve Tarihsel Boyutlarıyla Hak Mücadeleleri-I” , Nota Bene Yayınları. İki ciltlik bu derleme Halkevleri’nin “Halkın Hakları” mücadele programına teorik bir temel oluşturmayı hedefliyor.) Yazıda şunlar söyleniyor: “Sadece köylülüğün değil ‘orta sınıfların’ da proleterleştiği bir dünyada yaşadığımız unutulmamalıdır. (…) Kompozisyonu ve iç bileşenleri 20. yüzyıldan oldukça farklılaşan işçi sınıfının birleşik politik hareketi, eğer günümüzde bir halk hareketi formuna bürünüyor ise, bunun nedeni yeni işçi kitlesinin taşıdığı özelliklerde aranmalıdır. Bir başka ifadeyle, ittifaklar sorunu günümüzde büyük ölçüde işçi sınıfı oluşum sürecine ait bir sınıf içi sorun haline bürünmüş durumdadır.” Yazıda Gezi Direnişi benzeri hareketler, biçim olarak halkçıulusalcı, içerik olarak işçi sınıfı hareketleri olarak tanımlanmaktadır. Bu çerçevede, bu hareketler içindeki diğer sınıf ve kesimlerle yapılan ittifaklar da “büyük ölçüde” , yeniden oluşum sürecindeki işçi sınıfının farklı kesimleri arasında ittifaklar olarak tanımlanmaktadır. Şöyle devam ediyor: “Bu bakımdan hak mücadelesi kalıbı, işçi sınıfı içi bir sorun olarak ittifaklar sorununun çözümü ve birleşik sınıf hareketinin inşası bakımından önemli olanaklara sahiptir. Günümüzde ittifaklar sorununun politik strateji dilindeki karşılığı, farklılıkların birliğini, özgüllüklerin ortaklığını tesis edebilme sorunudur. Mücadele kalıbı olarak, ya da aynı anlama gelecek şekilde, işçi sınıfı oluşum kalıbı olarak halkın hakları mücadelesi, bu stratejinin uygulanabilmesi olanaklarını bünyesinde fazlasıyla barındırmaktadır.” Halkevleri, küçük burjuva halkçı demokratizmin en kendiliğindenci ve kitleselci damarından gelip, sınıfsal-toplumsal dönüşüm çerçevesinde ortaya çıkan geniş ara tabakalara ve geçişlibulanık sınıf durumlarına en hızlı uyarlanmış yeni küçük burjuva halkçı-toplumsalcı bir versiyondur. Teorizasyon çabasında, yer yer Marx’a yapılan atıflar da ihmal edilmeyerek, halkçılık, ulusalcılık, işçicilik, toplumsalcılık oldukça inceltilmiş bir eklektik sentezle, 200
bu kez “işçi sınıfının birleşik politik hareketi” bayrağı altında sunulmaktadır. Teorik plandaki bu kaleydoskop, Halkevleri’nin her türlü (ulusalcı, sosyal liberal, sendikal vd.) muhalefet konjonktürüne hızla uyarlanmadaki siyasal esneklik yeteneğine tam uygundur. Buna göre halkçılık, ya da halkın hakları platformu, “işçi sınıfının oluşum kalıbı” dır. Keza toplumsal hareket sendikacılığı ve güvencesizcilik, işçi sınıfının halkçı-toplumsalcılık cinsinden ifadesidir. Ulusalcılık, sermayenin birikim ve egemenlik ölçeği olarak terkettiği ulusal ölçek boşluğunu, “işçi sınıfının kendisini ulus olarak örgütleyerek” doldurmasıdır. Toplumsalcılık, “meta dışı yaşam ve özgürlük alanlarının inşası ve genişletilmesi” dir. Halkevleri’nin hakkını yemeyelim. Dünya ve Türkiye’de sınıfsal-toplumsal yapı ve bileşimdeki kapsamlı dönüşümlerin yarı-bilinçli de olsa farkında olan, dünya çapında gelişen yeni kitle hareket ve biçimlerini hızla Türkiye’ye uyarlamaya çalışan, Türkiye’deki bir dizi mücadele dinamiğini öngörüp buna göre konumlanan, hemen her konjonktüre ve sınıfsal-toplumsal hareketlenmeye hızlı refleks verip bir yer tutmaya, bir rol oynamaya çalışan az sayıdaki siyasal-sendikal akımdan biridir. Onu karakterize eden, tam da bu, işçi sınıfının yeni bir temelden oluşum sürecinin bir veçhesini gösteren hareketlere kolayca uyarlanarak, geçişli, eklektik, çelişkin sınıf durumlarını yansıtmasıdır. Lenin, Tolstoy’u 1905 “Rus Devriminin Aynası” olarak tanımlamıştı. Lenin, Tolstoy’u devrimci görmemekle birlikte, onun büyük edebi yapıtlarında o dönem devrimin temel güçlerinden biri olan dev çaplı köylü yığınlarının, bir yandan büyük acı, öfke ve özlemlerini yansıtması, diğer yandan ise “kötülüğe karşı şiddetle karşı koymama” türünden yeni bir hümanist anarşizm dini salık vermesini, köylülüğün hem sınıfsal, hem de devrim öncesi uzun çile ve mücadele yıllarındaki ruh hali ve bilinç durumunu yansıtmasıyla bu sıfatla tanımlamıştı: “Tolstoy, bir yandan, birikmiş kin ve nefreti, daha iyi bir gelecek özlemini, geçmişin boyunduruğundan kurtulma isteğini, öte yandan politik eğitim yoksunluğunu, 201
hayallerin henüz bir bilinç olgunluğuna erişmemişliğini ve devrim karşısındaki gevşekliği yansıtır. Tarihsel ve ekonomik şartlar, halk kitlelerinin devrimci mücadeleye ister istemez katılmak zorunda olduklarını açıkladığı kadar, aynı kitlelerin böyle bir mücadeleye hazırlık yetersizliğini ve tolstoycu ‘kötülüğe karşı koymamak’ prensibini de açıklamaktadır. Ve bunlar, ihtilal kampanyasının başarısızlığının en ciddi nedenlerinden ikisidir.” (abç) Metin Özuğurlu’nun teorisini de, sınıf oluşumunun bir veçhesini de gösteren “Gezi Direnişi’nin aynası” olarak değerlendirebiliriz. Bu, dünya çapında yükselen kitle isyan ve direnişleri dalgasının proleter devrimci teorisi, stratejisi, taktiği değildir. Fakat tam da mücadeleye giren yığınların, yeni işçi kitlelerinin, asıl olarak da küçük burjuvaziden proletaryaya doğru çözülen ara tabakaların, onların henüz bağımsız sınıf bilincinden uzak, ancak sarsılıp değişmeye başlayan bilinç durumu ve ruh halinin, tek kelimeyle: işçi sınıfının yeniden oluşumunun bugünkü veçhesini, tüm eklektizmi ve çelişkinliği ile birlikte yansıtır. Bir yandan Chavezcilikten meta-dışı uygarlık olarak tanımladığı sosyalizme gidip gelen daha iyi bir dünya özlemi, Gezi’nin oluşum sürecinde sınıf hareketi olarak tanımlanması; diğer yandan halkçılık, ulusalcılık, sosyal liberal-reformizm, CHP ve BDP’nin dahi “sınıf içi ittifaklar” olarak değerlendirilmesi!! Özuğurlu’nun yazısının daha kapsamlı bir değerlendirmesi bu yazının konusu değil. Ancak işçi sınıfına durumu sarsılan küçük burjuvazi ve ara tabakalar gözünden bakışı ortaya koyan temel sorununu vurgulamamız gerekir. Bu, proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın temelini oluşturan kapitalist üretim ilişkilerinin iyice geri plana atılması, ön plana çıkartılan piyasa-karşıtı mücadelenin de bununla özsel bağının kurulmamasıdır: “… emekçi sınıflar bakımından tahakküme direnme ve özgürleşme alanı, toplumsal ilişkilerin çalışma odaklı örgütlenmesi geriletilerek değil, emeğin yeniden üretiminin meta-dışı alanları genişle202
tilerek gelişebilir. Bu ise piyasaya tabiyetin geriletilmesi demektir.” ” Hak mücadeleleri, öncelikle toplumun piyasa gereklerine tabi kılınmasına karşı militan bir halk direnişi anlamına gelmektedir.” (agy) (Aynı sorun söz konusu siyasetin mali oligarşik iktidar-hükümet ilişkisini kuramayaşında da görülebilir.) Sağlık, eğitim, ulaşım, konut ve bir bütün olarak kent gibi yeniden-üretim alanlarındaki piyasalaştırmaya karşı, günümüzde doğallığında büyüyen mücadelenin öne çıkartılmasında ilk elde bir sorun görünmeyebilir. Sorun asıl üretim alanlarındaki ücretli köleliğe karşı uzlaşmaz sınıf mücadelesinin geri plana itilmesi, ve bizzat küresel tekelci kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretim alanlarını da nasıl sarıp sarmaladığının görülmemesidir. Eğitim, sağlık, ulaşım ve kentsel mekanın, yalnızca piyasalaşmakla kalmadığının, asıl sermayeleştiğinin gözden kaçırılmasıdır. Kamusal hizmet ve alanları piyasalaştırma, değişimin kendisinden çok, asıl kapitalist üretim ilişkilerindeki muazzam genişleme ve örgünleşmenin, yani bu alanları da artıdeğer sömürüsü alanı haline getirmenin ön koşuludur. Bu demektir ki, emekgücünün yeniden üretim alanlarının da azami metalaştırılması, evet geriletilebilir, fakat bizzat insanın emekgücüne, emekgücün de metaya indirgenmesi, yani kapitalist üretim ilişkileri ortadan kaldırılmadan, kaldırılamaz. Özuğurlu, arka plana ittiği üretim ilişkilerine, işgücünün de meta olmasına değinmiyor değil, fakat sorunu esasen piyasalaşmada görenler, piyasadan üretim sürecine bakarlar. O zaman üretim süreci de bir alım-satım/sözleşme ilişkisi gibi görünür, artıdeğer sömürüsü gözden kaybolur. Marksizm ise üretim sürecinden, üretim sürecindeki artıdeğer sömürüsünden piyasaya bakar, o zaman her türlü piyasalaştırma sürecinin, asıl emekgücünün metalaşması, meta karakterinin derinleşmesi olarak, artıdeğer sömürüsünü içerdiği ve büyüttüğü açıklık kazanır. Değer yasasının küçük burjuva anlayışı, eğitim, sağlığın, en temel yaşamsal ihtiyaçların metalaştırılmasını sorun edinir, ama emekgücünün metalaşmasını 203
öncelikli sorun olarak görmez. Değer yasasının bilimsel, Marksist kavranışı ise, para ve metalar ile ücretli emek ilişkisinin arka planındaki artıdeğer sömürüsünü, işçinin emekgücüyle değiştirdiği her metanın değerini (kapitalist için) artırışını, yani (kapitalist için) sermayeye dönüştürmek zorunda oluşunu ortaya çıkartır. Evet, eğitim, sağlık, ulaşım, kentsel çevre gibi en yaşamsal yeniden üretim alanları mücadelesi, işçi sınıfının farklı kesimlerinin olduğu gibi diğer emekçi sınıf ve kesimlerle gücünü birleştirmede ve politizasyonunda önemli bir dinamiktir. Fakat temele, yalnız fabrikalarla kalmayıp bütün yeniden üretim alanlarına da yayılmış kapitalist üretim ilişkilerini, yani uzlaşmaz sınıf karşıtlığını koymadıkça, işçi sınıfının bağımsız önder sınıf karakteri yadsınmış, işçi sınıfı (herkesin işçileşmesi adı altında) toplumsal hareket içinde eritilmiş olur. Özetle: Gezi Direnişini (oluşum sürecindeki) işçi sınıfının hareketi olarak tanımlamak, doğruluk payı da olan cesur bir tespittir. Fakat teorik-ideolojik arka planına bakıldığında, “orta sınıf ” , “halk” hareketi tespitlerinin tersyüz edilmiş kopyasıdır. Bu tespitteki geleceğe dönük ve dinamik tohum olan ‘sınıf oluşumu’nu (ya da: “yeniden oluşum sürecindeki işçi sınıfı hareketi” ) açığa çıkarmak ve geliştirmek için, onu boğan ve geriye çeken tüm şu halkçı, ulusalcı, anarko-toplumsalcı öğelerden sıyırabilmek gerekir. Bu yüzden belli bir olgunluğa gelmiş görünen sınıf bileşimi tartışmasını, bağımsız sınıf oluşumu sorununa doğru derinleştirmek yararlı olacaktır. 4. Devrimci Proletarya, Gezi Direnişi’ni, ‘sınıfsal-toplumsal’ bir hareket olarak tanımlamaya çalıştı: 1- Direniş hareketinin içinde işçilerin ve işçileşme sürecindeki toplumsal katmanların ağırlığı oluşturduğunu, 2- Bu işçi ve işçileşme sürecindeki kitlelerin henüz tarihsel oluşum sürecindeki sınıf karakteri ve bilincinin, dolayısıyla iç içe geçtiği diğer toplumsal sınıf ve ara katmanlarla ayrımının çok zayıf olduğunu, 3- Ancak bağımsız sınıf karakte204
ri ve bilincinin bu genişleyen sınıfsal-toplumsal mücadelelerinin dışında bir yerlerde değil, tam da içinde sıçramalı biçimlerde gelişebileceğini savundu; 4- Bu yüzden hareketin sınıf bileşiminin tartışılması kadar, hareketin içindeki diğer toplumsal sınıf ve ara kesimlerin bazılarının karakteristik geriye çekici, en geri düzeyden uzlaşmacı, bazılarının yalpalamalı, kararsız tutumlarının somut teşhirine özel bir önem verdi. Direnişin gösterdiği, proletaryanın yeni toplumsallaşma ve toplumun (önceki çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvazinin) yeni proleterleşme süreçleridir: Sınıfsal ile toplumsal‘ın iki yönden iç içe geçiyor olmasıyla ortaya çıkan tarihsel-dinamik bir geçiş momentidir. Proletaryanın toplumsallaşması ile toplumun (önceki dönemde çoğunluğunu oluşturan geniş bir kesiminin) proleterleşme süreçlerinin hem iç içe hem de belli bir çelişkiyle yürüdüğü, daha üst düzeyden yeniden toplumsal sınıf oluşumunun dinamiklerini de içeren tarihsel bir moment. İşçi sınıfı ve toplumsal’ın her ikisi de önceki dar, basmakalıp, süredurumcu algılanma kabuklarından çıkmaktadır. 08 Temmuz 2013
205
206
Kitlelerin öz savaşım organları ve forumlar
Haziran Direnişi ortaya 3 tür kitlesel örgütlenme biçimi çıkardı. 1- İstanbul’da Taksim Dayanışması, Ankara’da Emek ve Demokrasi Güçleri gibi geleneksel, düzen içi, bürokratik-reformist parti, sendika ve kurumların ağırlıkta olduğu platformlar. 2- Kitle forumları. 3- Çarşı, Müşterekler gibi direniş sırasında hızla genişleyen ya da yenileri ortaya çıkan amorf toplumsal aidiyet, dayanışma ve inisiyatif platformları. Bu yazıda asıl olarak kitle forumları üzerinde duracağız. Kitle Meclisleri Evrenseldir Kitle forumları, Yunanistan, İspanya, Fransa, İtalya, Hindistan, Brezilya, Şili, Mısır, Endonezya’da son dönemdeki büyük çaplı yığın hareketlerinin doğurduğu kitle/sokak meclislerinin Türki207
ye’deki eş biçimidir. Son birkaç yıldaki sınıfsal-toplumsal hareketlerin özgül koşullarının ortaya çıkardığı bir kitlesel örgütlenme biçimi olarak evrensel bir karaktere sahiptir. Geleceğe dönük yüzünü oluşturan tohum halindeki aşağıdan fiili sokak demokrasisi kadar sınırlarını da çizen, günümüz yığın hareketlerinin bu özgül koşullarıdır. Kitle meclisleri/forumların Türkiye açısından özel bir önemi de vardır. Türkiye aşağıdan öz mücadele organlarının tarihsel deneyimleri açısından birçok ülkeye göre oldukça geridir. Rusya’da, İran’da, birçok Avrupa ülkesinde işçi konseyleri deneyimi ikişer üçer kez yaşanmış olmasına karşın, Türkiye işçi sınıfı tarihinde yoktur. Türkiye işçi, köylü, öğrenci, halk, mahalle komite ve meclislerinin tarihsel deneyimleri açısından da yine pek çok ülkeye göre daha geridir. Yukarıda anılan ülkelerin tümünde son dönemde ortaya çıkan kitle meclislerinin öncesinde, işçi ve öğrenci hareketlerindeki komite ve meclis deneyimlerinden gelen bir ön birikim olduğu halde, Türkiye’de bu da yaşanmamıştır ya da son derece cılızdır. Örneğin İspanya’da 2011 Mayıs’ında -tıpkı Türkiye’dekine benzer- yığınsal ve yaygın meydan işgallerine polisin sert saldırısı ve dağıtmasından sonra ortaya çıkan sokak meclisleri öncesinde, yaygın grev dalgalarının ortaya çıkardığı işçi komisyonları, yanısıra ülkenin en büyük üniversitelerinin bir dizisinde aylar süren öğrenci işgal komite ve meclisleri, kolektif dayanışma ve mücadele pratiği deneyimleri vardı. Türkiye’de de son birkaç yılda işçi, öğrenci, kadın, kent, doğa hareketleri ve örgütlenmelerinde nisbi bir canlanma olmakla birlikte bu ülkelerdekinin hiçbiriyle karşılaştırılacak düzeyde değildi. Hele ki yanıbaşımızdaki Kürdistan’daki her düzeydeki fiili kitle örgütlenmesiyle karşılaştırıldığında Türkiye’deki bu boşluk daha çıplak hale gelir. Tüm bunlara karşın Türkiye’de de kitle/sokak meclislerinin tastamam benzerlerinin hareketin içinden doğması, hem bu yakıcı tarihsel boşluğu doldurmaya dönük mütevazı bir adımdır, hem de günümüz yığın hareketlerinin özgül koşullarından doğan evrensel bir 208
biçim olduğunu daha sarih biçimde gözler önüne serer. Bürokratik-Parlamentarist Platformlar ve Sokak Meclisleri Düzenci bürokratik parti, sendika ve kurumların domine ettiği Taksim Dayanışması, hareketin yükseliş döneminde hızla devrimci örgütler, radikal inisiyatifler, Gezi Parkı inisiyatifleri, son saldırıdan önceki 2 gün yapılan Gezi forumları inisiyatifleri ile genişledi. Taksim Dayanışması hem içinden, hem de asıl olarak- güçlü bir bağının olmadığı- hareketin dalga dalga yükselen basıncıyla nisbeten ileriye doğru sürüklendi. En azından hareketi geriye çekmesi engelledi. Hareket ilk 15 günkü bu yükseliş döneminde Taksim Dayanışması’nı hem içinden, hem tabanından (CHP, BDP gibi partiler, KESK gibi sendikalar bile tabanlarını zaptedemedi), hem Gezi Parkı ve forum inisiyatiflerinden, hem de zaten eylem çağrıları dışında bir kontrolünün olmadığı dışındaki yığın kabarışı tarafından zorlandı, yer yer ileriye süreklendi, taleplerden yan çizmesi engellenip arkasında durması sağlandı, vb. Ancak aşılamadı. Hareket, burjuva-orta sınıf bürokratik parti ve kurumların çöreklenip domine ettiği Taksim Dayanışması’nı bu yükseliş döneminde içinden dışından, bilinçli bilinçsiz zorladı ancak aşamadı. Kendi öz karar ve savaşım organlarını doğuramadı. Hareketin en büyük zaafı, tam da bu ilk 15 günlük yükseliş döneminde, karar ve eylem organlarını birbirinden ayırmayıp iç içe geçiren kendi öz karar ve savaşım organlarını örgütleyememesidir. Taksim Dayanışması ile adeta laf ve zaman öğütüldü. Taksim Dayanışması kuşkusuz belli bir işlev görüyordu, fakat bu, ancak öz karar ve eylem organlarının yokluğunda mecburiyet caddesi olan göreli bir işlevdi. Kaldı ki, son iki günkü forumlardan önce de Gezi Parkı’nda çoğu bağımsız insanlar tarafından kendiliğinden 90-100 kişilik toplantılar yapılmaya başlanmıştı (forumlar da bu 209
basınçla ortaya çıkabildi), fakat onlar da kendi temsilcilerini seçip Taksim Dayanışması’na göndermekten fazlasını yapamadılar. Aynı şekilde son iki günkü coşkulu, kitlesel Gezi Parkı forumları da, Taksim Dayanışması’ndaki bürokratik parti ve sendikaların tasfiyeciliğini frenlediler. Ancak bağımsız öz karar ve eylem organları haline gelemediler, bağımsız inisiyatif koyamadılar. Onlar da -bir çoğunun moderatörlüğünü de Taksim Dayanışması’nın bürokratik-reformist görevlileri yapıyordu- Taksim Dayanışması’nın muhalif bileşeni haline gelmekten kurtulamadılar. Kesin bir siyasal tespit yapmak durumundayız. Taksim Dayanışması bürokratik-parlamentarist bir kurumdu! CHP ve BDP gibi iki burjuva parlamenter partinin varlığının, EMEP, ESP dahil HDK bileşenleri ve TKP, ÖDP gibi burjuva parlamenterizm şampiyonlarının, KESK, DİSK, TMMOB, TTB gibi burjuva parlamenter demokrasi ve bürokrasi uzantılarının, düzene, devlet bürokrasisi ve parlamentosuna binbir bağla bağlanmış ve içselleştirmiş olmalarının gösterdiği tartışmasız gerçek budur. Taksim Dayanışması’nın işleyiş biçiminin; divanın hep bürokratik kurum temsilcilerinden oluşmasının, en kritik dönemeçlerde CHP-BDP-TKP-ÖDP-EMEP-HDK-KESK-DİSK-TMMOBTTB blokunun önceden aralarında karar almış olarak gelip bunu dayatmaya çalışması, daha ileri bir dizi önerinin gündem dahi yapılmayıp onaya sunulmaması, vb.’nin de gösterdiği budur. En kritik dönemeçlerde gündemler, tartışma konuları bu parlamentarist-bürokratik blok tarafından belirlenmiş, geri kalan sokak demokrasisi bileşenlerinin bu parlamentarist platformda yapabildiğinin en fazlası, bu geriye çekici kararların çıkmasını engellemeye çalışmak olmuştur. Taksim Platformu’nda daha radikal, fiili sokak demokrasisi bileşenlerinin de olması, Taksim Dayanışması’nın son derece isteksiz biçimde hafta sonu eylem çağrıları yapmaya devam etmesi ya da gözaltına alınmış olması bu gerçeği değiştirmez. Hareketin yükseliş döneminde değil, savunmaya çekilme döneminde ortaya çıkan kitle meclisleri/forumlar hare210
ketin karar ve eylem inisiyatifini alabilecek bir güç ve yeteneğe sahip olamadılar. Taksim Dayanışması, yığın hareketi üzerinde doğru dürüst bir kontrole sahip olmadığı halde bu gücünü nereden alıyordu? Yalnızca eylem çağrıları yapacak alternatif bir organın olmamasından mı? Hayır. Asıl kitlelerin öncü kesimlerinde sarsılmakla birlikte ortadan kalkmamış olan burjuva parlamenter demokratizm önyargılarından. Burjuva parlamentarizmin gücünü en iyi Bolşevik devrim deneyimi anlatır. Bolşevikler devrim konseylerinde kesin çoğunlukla birlikte iktidarı aldıktan sonra bile, parlementoda kadetler, menşevikler, vb. çoğunluğu oluşturmaya ve belirleyici olmaya devam ediyordu. Bolşevikler kitlelerin geniş geri kesimlerinin parlamentarist önyargılarının bizzat özdeneyimleriyle yıkılmasını sağlamak için, burjuva parlemantosuna bir süre göz yumdular, bir savaş karşıtı önerge sundular, burjuva parlamento (ki parlamento her zaman burjuvadır) bunu reddedince, kitlelerin, özellikle köylülüğün geniş kesimlerinin de parlemantonun kendilerinin ve devrimin çıkarlarıyla bağdaşmadığını bizzat görmesini sağlayarak parlamentoyu feshettiler. “Tüm krizlerin büyük önemi, gizli olanı açığa çıkarmaları, sınırlıyı, ayrıntıyı bir kenara itmeleri, politik moloz yığınını ortadan kaldırmaları, gerçekten yürüyen sınıf mücadelesinin gerçek saiklerini ortaya koymalarıdır.” (Lenin, Krizin Dersleri, 1917) Tüm krizler ve büyük yığın hareketleri için geçerli olan bu ölçüt, Gezi Direnişi’nin en temel zaaflarından birini gözler önüne sermektedir: Büyük çaplı yığınların isyan ve direnişi, burjuva demokrasisinin krizini ve temelinde yatan diktatörlük karakterini açığa çıkarmakla birlikte: a- Kitlelerin bir kısmında sarsılan burjuva parlamentarist (ve önümüzdeki süreç açısından anayasal) önyargı ve hayaller, geniş kesimlerinde ortadan kalkmış değildir. b- Kitle hareketinin bizzat içindeki “siyasal-sendikal moloz yığını” ; tüm şu bürokratik-reformist parti ve kurumlar bir kenara itilebilmiş değildir. 211
Türkiye Devrimci ve Sol Hareketinin Yapısal Bir Zayıflığı Yapılması gereken, özellikle de hareketin ilk 15 günlük yükseliş evresinde, bir yandan Taksim Dayanışması’nın en başından itibaren yapmaya çalıştığımız gibi onun yapısal yetersizliğini ve Gezi ruhu’yla bağdaşmazlığını bizzat içinden teşhir etmeye devam etmek, ve fakat bunu kitlelerin özdeneyimleriyle ve öz karar ve savaşım istekleriyle birleştirmekti. Asıl olarak da tüm gücümüzle kitlelerin öz karar ve eylem organlarının inşasına yoğunlaşmaktı. Kitle meclisleri, sokak meclisleri, forumlar; tek kelimeyle kitlelerin öz karar ve eylem organlarını, bizzat hareketin yükseliş evresinde oluşturabilmek, bunun hiç olmazsa bir iki örneğini yaratabilmek, ısrarlı çağrılarını yapmak, yaygınlaştırmak için en büyük çabayı göstermekti. Kitle/sokak meclisleri hareketin ileri doğru ivmesini sürdürdüğü yükseliş evresinde ortaya çıkıp yaygınlaşsaydı, bütünü ileri çeken öz inisiyatifleri çok daha farklı olurdu. Kuşkusuz kitlelerin aşağıdan öz karar ve savaşım organları, isterse en güçlüsü olsun bir parti veya örgüt tarafından suni bir tarzda veya talimatla kurulamaz. Fakat sorun hareketin nabzını, iç dinamiklerini dakik olarak okuyabilmek, ve buna uygun taktik müdahaleleri yerinde ve zamanında yapabilmektir. Gezi Parkı’nın son 2 gününde yapılan forumlara 2 binden fazla kişinin coşkulu katılımı, bürokratik-reformist bloğun parkı boşaltma çabasına karşın ezici bir çoğunlukla, en az 4 acil talebimiz kabul edilinceye kadar (bir çok yeni talep ve eylem önerisi de dile getirildi) mücadeleye sonuna kadar devam, kararının çıkması bunun bir göstergesiydi. Son saldırı sonrasında 17 Haziran’da Çarşı Grubu’nun çağrısıyla Beşiktaş Abbasağa Parkı’nda toplanan 10 bin kişinin katılımıyla ilk forumun yapılması ve forumların birkaç gün içinde İstanbul ve Türkiye çapında kendiliğinden yaygınlaşması bunun bir diğer göstergesiydi. Burada Türkiye’deki geleneksel sol ve devrimci hareketin yapısal bir sorunuyla karşı karşıya geliriz. Bu Leninist örgüt anla212
yışının küçük burjuva deformasyonuna dayanan; aşağıdan kitle organ ve inisiyatiflerine hep kuşku ve küçümsemeyle bakan, kendine rakip olarak gören, ya iç dinamiklerini bastırarak tam kendi kontrolünde olmasını dayatan ya da bunu yapamadığı durumda dışlayan ve uzak duran küçük burjuva dar grupçu örgütlenme anlayışıdır. Bu tür bir ikameci, dar ve dışsal otorite ve kontrol anlayışı, burjuva devletin ve bürokratik parti, sendika ve kurumların, kitlelerin her türlü aşağıdan inisiyatif ve özneleşme dinamiklerini boğan otorite ve yönetim anlayışından pek ayrışmadığı gibi bu arayış içindeki kitleler tarafından da dayatma olarak algılanıp aynı kaba konulabilmektedir. Günümüzde ve Gezi Direnişi içerisinde, bir yandan her türlü aşağıdan inisiyatifi küçümseyen ve dışlayan bu anlayış hükmünü yürütürken, diğer yandan da aynı zamanda buna tepki olarak, bu kez her türlü yukarıdan inisiyatif, otorite ve önderliği reddeden anarşizan, anti-otoriter akım ve eğilimler yaygınlaşmaktadır. Kitlelerin kendiliğinden hareket ve kabarışına yaklaşımda birbirine taban tabana zıt görünen bu iki yaklaşım, aslında -kısır döngü biçiminde biri ötekini yeniden üreten- aynı küçük burjuva kendiliğindenciliğin iki yüzüdür. Birincisi, her türlü aşağıdan inisiyatif ve örgütlenmeyi reddederek, ya da küçümseyip uzak durarak, alanı burjuva, orta sınıf ideoloji ve akımların istediği gibi at koşturmasına terkeder. İkincisi, her türlü yukarıdan inisiyatif ve merkeziyetçiliği reddederek, düşmanın en merkezi ve organize saldırı ve kuşatma harekatı karşısında mücadeleyi yerel-biçimsel demokrasiciliğe indirgeyerek, mücadeleyi zayıf düşürür. Bu iki anlayışı forumlara yaklaşımda da aynıyla görürüz. Bir yanda forumlara tam bir ilgisizlik sergileyenler, diğer yanda aşırı idealize edenler… Forumların kendi içinde de, iki eğilim kendini gösterdi ve yer yer mücadele etti: Forumları fiili sokak demokrasisi ve mücadele organları olarak gören eğilim ile burjuva parlamenterizm ve belediyeciliğin “düzelticisi” , katılımcı, özerk, müzakereci uzantısı ya da “tamamlayıcısı” olarak gören eğilim… 213
Forumların Arka Planı Forumlar, Taksim Dayanışması’nın Gezi Parkı’nın son iki gününde metazori olarak düzenlediği forumların gördüğü beklenmedik ilgi ve coşkulu kitlesel katılımdan, ve polisin Gezi Parkı’nı işgalinden hemen sonra Çarşı Grubu’nun Abbasağa Parkı’na yaptığı çağrının kendiliğinden foruma dönüşmesinden esinlenerek, büyük ölçüde kendiliğinden doğdu. İstanbul’da 40, Ankara’da 10, Türkiye’de 70’e yakın yerde park/sokak meclisleri doğdu. Çoğu fiili birer özgürlük ve toplumsal yaşam/paylaşım alanı haline gelen parklarda, bazıları mahalle meydanlarında, hatta bazıları bulunabilen bir açık arazi veya kaldırımlarda, hareket bir nevi kendi fiili, kamusallaştırılmış mekanlarını da yarattı. Gezi forumları için ilk söylenebilecek şeylerden biri, bu çapta yığınsal bir hareketin, tüm bayağı, kabuk bağlamış, küf kokan ilişki ve düşünce biçimlerini, önyargıları sarsmasıdır. Gezi, yalnız sosyal medyayı değil kitlelerin yüz yüze temasa girdiği hemen her ortam ve yeri, bir ay boyunca doğallığında birer Gezi forumuna dönüştürdü. Gezi eylemlerine katılmış olsun olmasın, birbirini tanıyor olsun olmasın, apartman sahanlıkları, bir şey almak için gidilen marketler ve büfe önleri, otobüsler, trenler, vapurlar, çay bahçeleri, tüm konuşmaların Gezi’yle başlamakla kalmadığı, birisi Gezi üzerine bir şey söyleyince ortamda bulunanların da katıldığı doğal Gezi forumlarına dönüştü. Kapı komşusuyla bile temasın olmadığı apartman ve sitelerde, girişte ya da sahanlıkta rastlaşıp Gezi’yle başlayan bir konuşma bir anda sitedekilerin çoğunluğunun katıldığı site önü ya da sahanlık forumlarına dönüşüverdi. Böylesi süreçler, önceki hiçbir ilişki ve iletişim biçiminin karşılamadığı, insanlar arasındaki görünmez hücre duvarlarının ve oto-sansür basıncının yıkıldığı, olup bitenin doğru bilgisini edinme, tutum belirleme ve tutum belirtme, kendini – o ana kadar belki kendinden bile sakladığı şeyleri- duygusal, düşünsel ve eylemli olarak ifade etme, kendisi gibi olanlarla, benzer sıkıntı ve sorunları yaşa214
yanlarla doğrudan, yüz yüze ilişki ve iletişime geçme, kendini bu harekette bu hareketi kendinde bulma ve gerçekleştirme, sosyal paylaşım ve karar süreçlerine aktif katılım ve birlikte hareket etme ihtiyacının had safhada yakıcılaştığı süreçlerdir. Kitlelerin temas ettiği hemen her yerde ortaya çıkan doğal forumlarda ya da park forumlarında, bugüne kadar belki yüzbinlerce kişi konuştu. Çok büyük çoğunluğu ilk kez, önceden tanımadığı bir topluluk önünde kendi gerçek duygularını, düşüncelerini, istemlerini, önerilerini, eleştirilerini dile getirenlerdi. Ki tek başına bu bile nasıl bir eşiğin daha aşılmaya başlandığını, içselleştirilmiş eski ilişki biçimleri ve baskılardan oluşan görünmez bir düzen duvarının daha nasıl sarsıldığını gösterir. Forumlarda tanımadıkları bir topluluk önünde ilk kez konuşanların kaçınılmaz iç dinamiği, kendilerini ifade açlığıdır. Hatta forum yöneticileri “gündeme gelin” , “önerinizi söyleyin” diye müdahale ettiğinde bile konuşmacılar dinmez bir açlıkla kendilerini anlatmaya çalışmaya devam ederler. Bunun bireycilik ile bir ilgisi yoktur. İnsanların kendilerini bu büyük kitlelerin hareketinde ve onun organik bir parçası ve öznesi olarak, bu hareketi de kendilerindeki yansıması ve yol açtığı sarsıcı değişimlerle birlikte yeniden tanımlama ve anlamlandırma ihtiyacının bir ifadesidir. Toplumun, artık büyük çoğunluğu inkar eden ve bastıran “tek sınıf, tek ulus, tek din-mezhep, tek cins, tek ideoloji-kültür, tek yaşam tarzı, vb” deli gömleğine sığmadığını biliyoruz. Bir yandan üretimin ve yeniden üretimin, emeğin, bilginin, kültürün, bireyin dev çaplı, küresel temelden toplumsallaşmasının kaçınılmaz sonucu olarak; proletaryanın toplumun çoğunluğunu oluşturması, büyük çaplı proleterleşme süreçleriyle geniş çaplı ara sınıf durumlarının ortaya çıkması, ulusların, ırkların, dinlerin, kültürlerin, hatta cinslerin daha fazla birbirine yakınlaşması ve iç içe geçmeye başlaması… Fakat hiçbirinin kendini ifade, toplanma, örgütlenme ve kendini gerçekleştirme olanağının bu düzen içinde olmaması, engellenmesi ve bastırılması. İşçilerin sınıf, kadınların cins, 215
Kürtlerin ulus, Alevilerin mezhep, LGBT bireylerin cinsel yönelim, gençlerin toplumsal birey ve yepyeni nitelikleri olan bir kuşak olarak varlığının, ihtiyaçlarının, kendini ifade ve gerçekleştirme çabalarının inkar edilmesi, engellenmesi ve bastırılması… Bu Gezi Direnişi’ne halen burjuva parlamentarizmin küflü hücresinden bakan ahmakların sandığı gibi “yüzde 50” sorunu değil, yeni ve daha yüksek bir temelden, proletaryanın dev çaplı toplumsallaşması temel ve ekseninden, toplumun ezici çoğunluğunun özgürlük sorunudur. Gezi Direnişi’ne aktif katılanların sayısı üzerine tahminler 4.5 milyon kişi ile 8 milyon kişi arasında değişiyor. (15 milyon kişi diyenler de var.) Çoğunluğunu işçilerin ve işçileşmeye yakın kesimlerin, gençlerin, kadınların (yüzde 52) oluşturması, Kürtleri, Alevileri kapsaması, LGBT bireylerin 50 bin kişiyle Taksim’deki en büyük gösterilerden birini yapması raslantı mı? Hareket içindeki işçiler ve kadınlar sınıfsal ve cinsel kimlikleriyle akacak kanal bulamazken, en ön saflarda dövüşen ve daha inisiyatifli hareket eden Çarşı Grubu ve LGBT bireyler gibi platformlar (hiçbir somut varlığı olmamasına karşın gençler açısından A.C.A.B da çatışmalarda böyle bir platform haline geldi) en hızlı genişleyen özerk toplumsal-siyasal platformlar haline geldiler. Sosyal medyadaki takipçi sayıları açısından da Çarşı, Müşterekler ve A.C.A.B çok açık arayla Haziran ayı boyunca değişmez biçimde ilk 3 sırayı aldılar. Bu, eskiden “alt kültür, alt kimlik, marjinal” vb. diye tanımlanan, ancak günümüzde yaygın ve baskın toplumsal ilişki biçimi haline gelen özerk aidiyet ilişkilerinin, kendi yeni özerk toplumsallaşma ve siyasallaşma kanallarını nasıl açtığının çarpıcı bir örneğidir. Ve tabii geleneksel parti, örgüt ve sendikaların hiçbirinde ve toplamında akacak kanal bulamayan kitlelerin, parti, örgüt, sendika ve kurum olmayan, ancak o anın gereklerine en uygun gördüğü hareket tarzı oluşumlara nasıl aktığının. Sosyal medya ise özerk, katılımcı, etkileşimli, paylaşımcı, doğaçlama, ağ tarzı esnek ve akış halindeki yeni toplumsal ilişki biçimleriyle, eylemlerde oynadığı rol kadar, hareketin fo216
rum tarzı organlarının ortaya çıkmasında bir etken oldu. Eski modernist kültürün, katı otorite, işbölümü, uzmanlık, modelcilik, standartizasyon, kategorizasyon, akılcılık, işlevselcilik, ezbercilik ve mesafeliliğe dayalı ilişki biçimleri yerine, her şeyi iç içe geçiren, hemen hiçbir şeyi kendi özerk yorum ve katılımı olmadan tamamlanmış kabul etmeyen, büyük kitleye “onlar” muamelesi yapılmasına karşı çıkan, yüksek tasarımcı ile edilgen izleyici arasındaki aşırı hiyerarşik ve mesafeli ilişkiyi kaldırıp katılım ve samimiyete, doğrudanlığa, doğaçlamaya ve ucu açıklığa dayalı ilişki ve iletişim biçimleri arayış ve eğilimlerini de, forumların arka planında not edelim. Burjuva demokrasisinin katılımcı, özerkçi, çoğulcu vb. postmodern biçiminin (tekçi egemenliğe yama gibi duran) en geri ve güdük biçimi olduğu gibi, isterse en ilerisi olsun, kitlelerin etkin ve doğrudan katılım ve yer almasına, özgürlüğüne, kendi kararlarını kendilerinin alması ve gerçekleştirmesine uzaktan yakından geçit vermiyor, tam tersine bunun engellenmesi ve bastırılması üzerinde yükseliyor. Geriye de, bugün için halen oldukça sınırlı kalsa da, kitlelerin kendi öz istem, gereksinme ve özlemlerini fiilen ifade ve fiilen gerçekleştirme kanallarını açma ve bunun yeni organ ve araçlarını yaratma doğrultusundaki çabası kalıyor. Yüzbinlerin eylemleri kadar sokakların, parkların “yaşam alanı” ilan edilmesi ve kitle meclisleri/forumlar bunun biçimlerinden biri. Forumların Geleceğe Dönük Yüzü Park meclisleri/forumlar, mücadeleye giren kitlelerin kendi öz söz, karar ve eylem organlarının bütünleşmesi doğrultusunda önemli bir adım. Hareketin hücumdan savunmaya ve geri çekilmeye doğru evrildiği bir süreçte, bizzat sokaklardaki kalıcı istihkam mevzilerini yaratması; dalganın geri çekilmesinin kaotik ve demoralize biçimde değil, düzenli ve kontrollü olmasını sağlaması; yeniden kabarışın başlangıcının da daha 217
ileri koşul ve araçlarını ortaya koyması açısından yaşamsal bir öneme sahip. Bundan sonraki kitle kabarışları nereden nasıl kıvılcımlanırsa kıvılcımlansın, henüz başlangıç ve yükseliş döneminde kitlelerin öz karar ve savaşım organları olarak ortaya çıkıp yaygınlaşmasının, harekete yeni bir itilim ve daha organize bir karakter kazandırmanın da olanaklarını ortaya koyuyor. Kitle meclisleri/ forumlar, yalnız eylem veya etkinliğe çağrıldığı zaman giden ve biraraya gelen, bu eylem ve etkinliklerde de çoğunlukla bürokratik parti ve sendika temsilcilerinin konuşmalarını dinlemekle yetinen, kendi eylemlerinin mahiyeti hakkında bile söz ve karar hakkı tanınmayan, hatta çoğu durumda bilgisi bile olmayan, parti ve sendikaların tabanında bile (her şeye koşturan çok az sayıdaki temsilci dışında) tamamen çözünük duran kitlelerin taban örgütlülüklerinin ve yatay bağlantı halkalarının ortaya çıkması açısından da kaçınılmaz bir ihtiyaç ve eğilimin göstergesidir. Kitle meclisleri, kitle hareketinin içinden doğmuş, kitlelerin öz organlarıdır. Kitlelerle, hareketle, mücadeleyle bağlarını korudukları ve kitleler tarafından desteklenip sahiplenildikleri ölçüde varlıklarını sürdürebilirler. Kitlelerin bastırılmış, köreltilmiş yeteneklerinin büyük çaplı eylemler ve kolektif faaliyetler içinde farkına varmasının, kölece yönetilmeye mahkumiyet önyargısının sarsılmaya başlamasının, kendi yaşam ve eylemleri üzerinde söz ve karar sahibi olma isteğinin ilk önemli ve yaygınlaşmış ifadesidirler. Yaşamı ve siyaseti ancak “yüksek sınıfın” ve onun çiftliğinden nemalanan “yüksek şahsiyetlerin” yönetebileceği ve örgütleyebileceği yolundaki küflü önyargıya, “sıradan yığınların” ilk önemli meydan okumasıdır. Kitlelerin kendi yaşam ve faaliyetlerini kendilerinin yönetmeyi ve organize etmeyi öğrenmekte gösterdikleri çabanın ifadesi ve ilk yaygın deneyimidir. Kitle meclisleri, emekçilerin sömürülme ve itaatine dayalı dışsal ve zorlama disiplinin yerine, kendileri için ve kendi öz girişimleriyle gönüllü ve ortaklaşa karar alıp gerçekleştirme disiplinin filizlendiği organlardır. 218
Forumlarda seçimler, gündemler, karar süreçleri konusundaki bürokratik formalite ve kısıtlamalar büyük ölçüde kaldırılmıştır, forumların tarihini, biçim, işleyiş ve gündemlerini katılımcıların kendileri belirler, en azından belli başlı forumlarda forum yönetimine girme ya da aday olma, gerekli gördükleri öneriyi genelin onayına sunma, beğenmedikleri öneriyi isterse forum inisiyatifinden gelsin kendini baskı altında hissetmeden reddetme, beğenmedikleri ya da görevini yapmayan forum inisiyatiflerini eleştirme ve görevden alma özgürlükleri vardır. Bu söylediklerimiz aslen forumların ilk dönemi (Haziran’ın ikinci yarısı) için geçerlidir. Son haftalarda kitle hareketinin sokak temposunda düşme ve seyrelme ile birlikte, forumlara katılım da giderek daraldı. Çoğu forum bulunduğu yerelde de temsiliyet yeteneğini büyük ölçüde yitirmeye başladı. Hemen tüm forumların temel kararlarından biri, bulunduğu semt ve mahallede evleri dolaşarak Gezi Direnişi hakkında bilgilendirme, eleştiri ve önerilerini alma, foruma çağırma olmasına ve bunun için gönüllü ekipler oluşturulmasına karşın, nadiren uygulandı. Forum katılımcılarının kendi tanıdıkları ailere gitmesi, bir dizi yerde de esnafın dolaşılmasıyla sınırlı kaldı. Forumların Faaliyetleri Forumların öne çıkan başlıca faaliyetlerini şöyle özetleyebiliriz: 1. Gezi Direnişi’nin devamı ve gelişmeler ile ilgili eylem ve yürüyüş kararları. (Ethem Sarısülük’ün katilinin serbest bırakılması, Lice’de Medeni Yıldırım’ın öldürülmesi, 2 Temmuz, Ali İsmail Korkmaz’ın ölümüne karşı eylemler gibi.) 2. Gezi Direnişi’ndeki ölülerimizi yaşatma ve simgeleştirmek için etkinlikler. (Park ve sokaklara isimlerinin verilmesi, anıt me219
zarları ve parklara heykellerinin ve sembolik anıt taşların yapılması, sokaklara portre pankartlarının asılması, …) 3. Tutsaklar, gözaltılar, yaralılar ve aileleri için yardım, dayanışma, ziyaret, kitap gönderme, iletişim organizasyonlarının yapılması. Davaların eylemli olarak takibi. 4. Yerellerdeki kentsel-beledi sorun ve saldırılara karşı mücadele karar ve organizasyonları. (İstanbul Beşiktaş’ta Feribot’un özelleştirilmesi ve sahile otel yapılmasına karşı mücadele, Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği’nin özelleştirilmesi ve orman arazisine bina yapılmasına karşı nöbet ve eylemler gibi.) 5. Parkların aynı zamanda kolektif yaşam, paylaşım ve dayanışma alanları olarak tanımlanması ve yapılan etkinlikler. (Pazar kahvaltıları, film, tiyartro gösterileri, müzik dinletileri, uçurtma şenlikleri, çocuk atelyeleri, alternatif eğitim ve sağlık etkinlikleri, vd.) 6. Ezilen ulus, ezilen mezhep, ezilen cins ve cinsel yönelim ile dayanışma eylem ve etkinlikleri, eylemlerine katılma. (Özellikle ulusalcıların baskın ve etkin olduğu bölgelerde Kürt halkına karşı şoven, hakaret ve saldırıya varan tutumlar az değilken, forumların en anlamlı karar ve eylemleri, Lice ile dayanışma, Lice ve Medeni Yıldırım’ı doğrudan Gezi Direnişi olarak sahiplenme ve anti-şoven kazanımları oldu.) 7. Bir dizi önemli konuda çalışma grupları ve alt komitelerin oluşturulması. Çoğu forumda, kadın, LGBT, öğrenci, çocuk, çevre, hukuk, kültür-sanat komisyonları, çok azında da işçi-işsiz, güvencesizler, beyaz yakalı çalışanlar, birkaçında işçi grev ve direnişleriyle dayanışma komisyonları oluşturuldu. Fakat işlemeyen bunlar oldu. Türkiye’de şu an 15 civarında işçi grev ve direnişi 220
sürmesine, Tekstilde grev kararına, kamu işçileri sözleşmesinde anlaşmazlık sürecine, Gezi Direnişi’ni destekler görünen Boyner dahil tekstilde lokavt kararına karşın, buna yönelik önergelerin ve işçi-güvencesizlik komisyonlarının havada kalması, hareketin en büyük zayıflıklarından olan sınıf karakteri sorunun forumlardaki yansımasıdır. Bazı forumlarda yer alan İSG meclisleri, Ostim İşçi Sağlığı Meclisi, Umut-Sen, Güvencesizler, Ev İşçileri Sendikası gibi işçi örgütleri ise daha fazla destek ve sempati topluyorlar. (Ancak bu destek ve sempatinin de sınıf ekseninden çok, Lice’ye olduğu gibi işçi katliamları ve ezilencilik ağırlıklı olduğuna işaret etmek gerek. Forumlara katılanların büyük bölümü işçi ve işçileşmeye yakın kesimler olmasına karşın, bunların önemlice bir kısmı kendilerini işçi olarak görmekten kaçınıyor, işçi deyince de Kürt ulusu, LGBT gibi ezilen bir kesim olarak bakıyor. ) 8. Çoğu forumda anti-AKP, daha azında anti-kapitalist eğilim de taşıyan karar ve önergeler. Medyanın, bankaların, AVM’lerin protesto ve boykot edilmesi. Ancak bir dizi forumda “AVM’lere karşı küçük esnafın, yandaş medya ve bankalara karşı diğerlerinin desteklenmesi” gibi halisane küçük burjuva halkçılıkla yozlaştırıldı. 9. Yerel yönetimler ve yerel seçimler konusunda karar ve önergeler. Üç eğilim var: Burjuva muhalefet partilerini desteklemek, bağımsız aday çıkarmak, burjuva seçim sisteminin dışında durmak ve burjuva parti ve yerel yönetimlere karşı hareketin bağımsızlığını savunmak. Yerel belediye meclisleri karşısındaki tutum konusunda da aynı 3 eğilim kendini gösteriyor. Forumlarda daha temelde iki eğilimden bahsedilebilir. CHP (ve TKP vb.nin de olduğu ulusalcı “boyun eğme” platformu) ve BDP-HDK ile onlarla dirsek teması içinde olan küçük burjuva halkçı (liberalleşen) demokrat sol, forumları da açık ve örtük biçimde bürokratik ve parlamentarist yozlaştırma çabası içinde. Her türlü siyaset ve ör221
gütlülüğe hayır, diyen sivil toplumcu ve anarşist eğilimler de asıl olarak bu cepheye hizmet etmiş oluyor. Forumlarda bunlarla iç içe, aman bizim yaptığımız her şeyi AKP ve yandaş medya istismar ediyor, dikkatli olalım, şirin görünelim, dini karşımıza almayalım, eylemlere toplu yürüyüşle değil grup grup gidelim, türbana özgürlük kampanyası açalım, iftar sofraları kuralım, içki içmeyelim, ideolojik-siyasal görünmeyelim, ılımlı sempatik mesajlar verelim, diye siyasal-ideolojik saldırıları içselleştirmeye, kendi kendini sansürlemeye, Gezi ruhuna karşıt bir eğilim de fazlasıyla var. Bunların karşısında sınıf, bağımsız sokak siyaseti ve mücadelesi, “baltacılar” a karşı savunma komiteleri, antikapitalizm, yer yer de iktidar mücadelesi ve sosyalizm vurgu ve önerileri getiren eğilim. Bu eğilim ilkine göre daha güçsüz ve örgütsüz olmasına karşın, bağımsız kitlelerin ağırlıkta olduğu, daha merkezi ya da daha işçi-kent yoksulu ağırlıklı forumlarda, yanısıra daha siyasileşmiş forumlarda kitlelerden daha fazla destek alıyor. Kendi önerilerini pek karar olarak çıkaramasa bile en azından bürokratik-parlamentarist-liberal-reformist cephenin önerilerinin çıkmasını da engelleyebiliyor.Forumlardan bugünkü koşul ve güç dengelerinde, hareketin geri çekilme sürecinde doğrudan proleter devrimci kararlar çıkarmak pek mümkün değil, çıkartıldığı durumda da geniş kitlesel bir temelde uygulanması mümkün olmuyor. Ancak forumlara bu arayış içinde gelen bir kesim halen var, ve bu yöndeki her vurgu, her konuşma, her ajitasyon-propaganda bir sempati topluyor. Bugünün koşullarında bir hareketlenme yaratmasa bile, geleceğe dönük bir iz bırakıyor. Bu tür konuşma ve öneriler karara dönüşmese bile, bunun beklentisi ve arayışı içindeki işçilerle, kadınlarla, gençlerle yeni temas, buluşma, birlikte daha farklı şeyler yapmanın kanallarını açıyor. Forumların bugün ne yapıp yapamayacağı kadar, sonbahardan itibaren yeniden gerginleşecek siyasal-toplumsal sürece dönük yığınağın, Gezi Direnişi’nin öncü kesimleriyle daha yaygın ve etkin bağlar kurmanın bir mevzisi olarak değerlendirilmesi gerekiyor. 222
Forumların Yapısal Zaafı: Üretim Alanındaki Karşıtlıktan Kaçış Kitle meclisleri/forumların en büyük zaafı, Gezi Direnişi’nin en büyük zaafı neyse o: Üretim alanından, üretim alanındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlığı temelinden doğmamış olması. Gezi Direnişi üretim alanından değil yeniden üretim alanından doğdu. Dünya çapındaki isyan ve direnişlerin çoğunda, Mısır’dan Peru’ya Brezilya’dan Endonezya’ya, Şili’den Bangladeş’e, Nijerya’dan Güney Afrika’ya, Tunus’tan Kazakistan’a, Yunanistan’dan İspanya’ya üretim alanından doğan sınıf karşıtlıkların da artan etkisi olmakla birlikte, yeniden üretim alanından doğan çelişkilerin ön plana çıkması, bugünkü yığın hareketlerinin özgül karakteristiğini oluşturuyor. Türkiye’de ve Gezi Direnişi’nde ise, üretim alanından doğan sınıf çelişkileri çok daha silik, yeniden üretim alanından doğan çelişkiler çok daha baskın durumda. Siyaset, özgürlük ve demokrasi sorunu da bu yüzden üretim ilişkileri temelinden değil yeniden üretim alanındaki çelişkilerle bağlantısı içinden, daha dar ve yüzeysel zeminden ele alınıyor. Henüz kapitalizme temelinden karşıt ve onu aşan bir ufka sahip olamıyor. Yeniden üretim alanı da kuşkusuz bir uzlaşmaz karşıtlık alanıdır, fakat hepsine dal budak salmış kapitalist üretim ilişkileri ve despotik artıdeğer üretim süreci ekseninden bakıldığı zaman. Üretim alan ve ilişkilerindeki çok daha keskin ve uzlaşmaz olan sınıf çelişkilerinin henüz şiddetli ve yığınsal biçimlerde dışa vurmuyor olması, dev çaplı işçi kitlelerinin üretim alanında ve işyerlerinde tecrit edilmiş durumda olması, işçi sınıfının henüz oldukça çözünük, dağınık ve oluşum sürecinde olması, yeniden üretim alanının ise tüm emekçi sınıf ve kesimleri etkilemesi ve sınıf ayrım ve rollerini silikleştirmesi, sınıfsal-toplumsal iç içe geçiş sürecinde, sınıfsalın toplumsala temel ve eksen oluşturucağı yerde toplumsalın sınıfsalı içinde eritmesi ve yutmasına, işçi sınıfının herhangi bir halk, toplum, ezilen kesimiymiş gibi, önemsizleştiril223
mesine yol açıyor. Bugün doğrudan üretim sürecindeki savaşım, çok daha çetin, çok daha meşakkatli, çok daha büyük bir inat ve sabır gerektiriyor olması bunun başlıca nedeni. Ancak bugünkü durum hiç kimseyi yanıltmasın. Proletarya tam da bu en çetin, en meşakkatli, en büyük istikrar isteyen yollardan geçmek zorunda olan ve bu en meşakkatli yollarda eğitilen ve çelikleşen sınıf olduğu için proletaryadır! İşyerinde en basit sendikal örgütlülük için bile kimi zaman 1-2 yılı bulan olağanüstü sabır, emek, inat, kararlılık isteyen gizli örgütlenme, işten atılmayı göze alma, sonra da yine aylar süren, gırtlağına kadar borç harca batarak direnme… Bugün ise Gezi Direnişi’nde önemli bir rol oynayan yeni işçi kitleleri ve yıkıcı işçileşme sürecinde olan ara tabakalar, tam da bu üretim sürecinde, işyerlerinde daha büyük dirayet, çaba, soluk ve disiplin isteyen proleter kolektif mücadele verecek kıvamı kazanmamış oldukları, ve 9-12 saatlerini yutan işyerlerindeki çalışmanın telafisini yeniden üretim sürecinde gördükleri için, yeniden üretim sürecindeki çelişkiler daha bir yoğunlaşıyor. Bunun ilerletici yanı çok açık, ancak bir de bu yeni işçi ve işçileşen kitlelerin asıl doğrudan üretim sürecindeki çelişkilerden kaçışı yönü var. Birkaç örnek yeterli olacaktır: Abbasağa forumunun 3 bin kişiyle yapıldığı ilk döneminde, orta yaşlı bir işçi söz aldı. Gezi Direnişi’nin büyük çoğunluğunu işçilerin oluşturduğunu ama forumda işçi sınıfının hiç gündeme gelmediğini eleştirdi. Sonra “kimler geçimini emeğini satarak karşılıyor, el kaldırsın” dedi. Gerçekten de 3 bin civarında katılımcının ezici çoğunluğu elini kaldırdı. “Öyleyse siz de benim gibi işçisiniz, işçi sınıfı olarak ne yapacağımızı konuşalım” dedi. Bu konuşma büyük bir ilgi, sempati ve destek gördü. Bir işçiler ve işsizler çalışma grubu oluşturuldu. Ama doğru dürüst işlemedi ve sönümlendi. İkinci örnek: KESK ve DİSK tabanının büyük bölümü, her gün iş çıkışından sonra Gezi eylemlerine katıldılar, ancak işyerlerinde tek bir eylem örgütlemedikleri gibi, önemli bir 224
bölümü de KESK ve DİSK’in yaptığı 1 günlük grevlere bile katılmadılar. Çünkü işyerinde patron ve müdürlerle karşı karşıya gelmeyi, işten sonra Gezi eylemlerine katılmaktan daha riskli, ve halen kısmi hak ve güvenceleri olan kadrolu işçi-kamu çalışanı olmayı kaybedilecek şey olarak görüyorlardı (Özellikle de yıllar boyunca atanması yapılmayarak süründürüldükten sonra kadro alabilen genç kuşak öğretmenler.). İşten atılmayı göze alarak ve fiilen iş bırakarak Gezi Direnişi’ne katılan işçiler azınlıkta kaldı. Bir diğer örnek, bu yeni işçi kitlelerinin, özellikle de beyaz yakalı işçilerin, üretim alanında ve işyerlerinde mücadele yürütememesi veya yürütmekten kaçınması, bunun yerine üretim alanı dışından basınç oluşturmaya çalışmasıdır. Plaza Eylem Platformu, Bilişim İşçileri Derneği, hatta Dev Sağlık İş (çetin ve meşakkatli bir çalışmayla grev örgütlemek yerine bakanlık önünde yapılan temsili militanlık, vb.) bunun örnekleridir. Bu, kapitalist sistem içindeki sınıfsal-toplumsal çelişkilerin daha yüzeysel olandan daha derin ve temel olanına (üretim ve iktidar sorunu) doğru tarihsel gelişiminin bir evresidir. Komünist devrimcilerin de Gezi Direnişi’ne bakışı, bu doğrultudan onun geleceğini temsil etmek ve bu geleceğin bugünkü tohum ve dinamiklerini geliştirmektir. Devrimler tarihi de sınıfsal-toplumsal çelişkilerin gelişim çizgisini doğrular. Devrimler Tarihinden Örnekler Lenin Rusya’da sosyalist Ekim Devrimi öncesindeki burjuva demokratik Şubat Devrimi’ni şöyle değerlendirir: “On senedir siyasi bir uyuşukluk içinde olan, çarlık rejiminin korkunç baskısı ve toprak sahipleri ile kapitalistlerin insanlık dışı boyunduruğu yüzünden siyasi olarak ezilmiş milyonlarca, on milyonlarca insan bugün uyanmış ve enerjik biçimde siyasetin içine çekilmiş durumdadır. Kimdir bu milyonlarca, on milyonlarca insan? Büyük çoğunluğu küçük patronlar, küçük burjuvalar, kapitalistler ile ücretli işçiler 225
arasında bir yerlerde duran insanlardır. Tüm Avrupa ülkeleri arasında en küçük burjuva karaktere sahip olanı Rusya’dır. Muazzam büyüklükte bir küçük burjuva dalgası her şeyi bastı ve sınıf bilinçli proletarya üzerinde yalnızca sayısal olarak değil, fakat ayrıca ideolojik olarak da üstünlük kurdu; yani küçük burjuva siyasi bakış açısını son derece geniş işçi çevrelerine bulaştırdı ve onların zihinlerini bu fikirlerle doldurdu. (…) İçinde bulunduğumuz şu gün, Rusya’daki halk kitlelerinin siyasetini karakterize eden şey, -barış ve sosyalizmin en büyük düşmanları olan-kapitalistlere karşı duyulan anlamsız bir güvendir; bu durum, tüm Avrupa ülkeleri arasında en küçük burjuva niteliğe sahip bu ülkenin toplumsal ve ekonomik toprağında devrimci bir çabuklukla yetişmiş bir meyvadır. Geçici Hükümet ile İşçi ve Asker Vekilleri Sovyeti arasındaki ‘anlaşma’nın sınıf temeli budur.” Bugünün Türkiyesi bir küçük burjuvalar ülkesi değil. İşçi sınıfı nüfusun çoğunluğunu, kent yoksulları ve küçük burjuvaziden işçi sınıfına doğru çözülen ara sınıf tabakaları ile birlikte ezici çoğunluğunu oluşturuyor. Fakat tam da dev çaplı yeni işçi ve işçileşen kitlelerinin yeniden oluşum sürecindeki sınıf bilinç ve karakterinin zayıflığı, durumları sarsılan küçük burjuva kesimleri, ara tabakalar, sınıf bilinçsiz, çözünük işçi yığınları dalgasının sel gibi işçi sınıfının son derece cılız bilinçli ve öncü kesimlerini basması, onun üzerinde ideolojik-siyasal hegemonya kurması, bu dönemin de özelliğidir. Üretim ve yönetim alanındaki çok daha derin, temel ve uzlaşmaz çelişkilerin ve işçi sınıfının örtülmesi ve bunlardan kaçış, Gezi Direnişi sürecinde sayısız skandala imza atan burjuva-orta sınıf liberal reformist parti ve sendikaların ıskartaya çıkartılıp aşılamaması, parlamenterist-belediyecianayasal hayaller, halkçı, ezilenci, anarko-toplumsalcı akımların harlanması, burjuvazinin de “yandaş olan olmayan” diye ayrılması ve “yandaş olmayanlara” duyulan anlamsız güven, pasifist mücadeleyle kazanım hayalleri, birçok forumun “yaşam alanları” na indirgenmesi ve burjuva-orta sınıf liberal reformist muhale226
fet partileri ile açık-örtük “anlaşmaları” , vb. bunun sonucudur. Ancak unutulmamalı: “Bu daha başlangıç!” Belki devrimci krizin olduğu Rusya’daki gibi bunun hemen ardından büyük ve militan işçi eylemleri dalgası gelmeyecek, ama bu yöndeki kıpırtılar da artıyor ve Gezi Direnişi içinde de bunun tohum ve dinamikleri ile birlikte, bunu hazırlamaya, bunu hızlandırmaya odaklanmak gerekiyor. Yalnızca şu anda 15 civarında işçi grev ve direnişi, bir o kadar grev ve lokavt kararı var. Biz sınıf mücadelesinden tabii ki yalnızca ve basitçe dar sendikal mücadeleyi anlamıyoruz, fakat Gezi Direnişi’nin en iyi öğrencisinin de işçi sınıfı olduğuna inanıyoruz. Yalnızca, Hak-İş’e bağlı Çelik-İş’i kenara itip, “Her yer Feniş her yer direniş!” sloganıyla fiili greve giden Feniş Alüminyum işçilerini anmak yeter. Gramsci de, İtalya’da 1920’deki işçi konseylerine ilişkin bir yazısında şunları belirtir: “İşçi fabrika içinde güçlüdür, fabrika içinde merkezileşmiş ve örgütlenmiştir. Ne var ki, fabrika dışında tecrit edilmiş, güçsüz, dağınıktır. Emperyalist savaş öncesi dönemde, bunun tam karşıtı bir ilişki var olmaktaydı. İşçi fabrikanın içinde tecrit edilmişti, ama fabrikanın dışında toplumsallaşmıştı. Daha iyi bir fabrika yönetmeliği elde etmek, çalışma saatlerinin kısaltılması için ve sınai özgürlük elde etmek için fabrika dışından baskıda bulundu.” Bugün Türkiye’de durum dev çaplı işçi kitlelerinin fabrika ve işyerlerinde tecrit edilmesi, işyeri dışında Gezi Direnişi’yle toplumsallaşması, ama bağımsız sınıf ekseni ve örgütlenmesi olmadan eriyik bir tarzda toplumsallaşması, üretim alanına da diğer emekçi sınıf ve tabakalarla ayrımın olmadığı yaşam alanındaki doğmaya başlayan forum ve örgütlenmelerden bakmasıdır. Bunun alternatifi tabii ki işçilerin mücadelesinin dar işyerlerine hapsedilmesi değil, fakat üretim alanındaki uzlaşmaz karşıtlıktan doğan işçi meclislerinin gelişmesi ve yaygınlaşması, ve üretim alanını temel ve eksen alan bir bakışla üretim ve yeniden üretim alanındaki mücadele ve örgütlenmelerin bütünleşmesidir. 227
Forumların Savaşım Organı Olma Karakteri Zayıf Forumların bir diğer zayıflığı, hareketin barışçıllaşma ve geri çekilme sürecinde doğmuş olmalarının da bir sonucu olarak, kitlelerin öz savaşım organı olma karakterlerinin çok zayıf olması ve dar, özerk yaşam alanı örgütlerine indirgenme eğilimidir. Bu açıdan bürokratik parti, sendika ve kurumların domine ettiği İstanbul’da Taksim Dayanışması, Ankara’da Emek ve Demokrasi Güçleri platformlarını aşacak, yalnız eylem çağrılarını devralmakla kalmayıp eylemleri bizzat örgütleyecek bir güç, kapasite ve bakış açısına sahip olamadılar. Her şeye karşın daha önce Devrimci Proletarya’nın çağrısını yapmış olduğu, artan polis ve “baltacı” saldırılarına karşı savunma örgütlenmeleri ya da güvenlik komitelerinin en azından bazı forumlarda gündemleşmeye başlaması son derece önemlidir. Bundan sonra, yalnız Gezi Direnişi’nin devam eylemlerine değil, her türlü işçi, öğrenci, kadın, Kürt, Alevi, LGBT direniş ve eylemine bu tür saldırılar kaçınılmaz olarak artacaktır. Bu yüzden, bundan sonra gelişecek kitle direniş ve eylemlerin en başından ve yükseliş sürecinde kitlelerin öz savaşım organı karakteri daha güçlü komite ve meclislerinin oluşturulması, daha güçlü, daha örgütlü, daha donanımlı direnişler için savunma komitelerinin gündemleştirilmesi ve oluşturulması da yakıcı önemdedir. Mevcut forumlarda da gevşekliğe, rehavete, kendinden hoşnutluğa, ayrıntılarda boğulmaya, seçim hesaplarına, parkları bir tür tatil mekanına çevirmeye karşı mücadele edilmeli, dikkat asıl olarak önümüzde süreçte, işyerlerinde, okullarda, sokaklarda gelişecek mücadelenin gerek ve hazırlıklarında yoğunlaştırmak gerekir. Haziran Direnişi’nin siyasal-toplumsal, moral kazanımları ve yarattığı önemli olanak ve dinamikleri ısrarla vurgulamalı ve değerlendirmeliyiz, fakat kendiliğindenci, olgucu, işçi sınıfı ve kitle hareketindeki yapısal sorunların aşıldığını, ya da hemen aşılacağını bekleyen küçük burjuva bakışa karşı da net bir savaşım yürütmeliyiz. Daha doğrusu şöyle söyleyelim: Kitleler bir ilk eşiği 228
aştılar ama, kendimizi de katarak söyleyelim, devrimciler, sosyalistler bu hareketin başlarında sıkı dövüşmek dışında, teorik, stratejik, ideolojik, siyasal, taktik, örgütsel gereksinmelerine yanıt vermenin çok gerisinde kaldılar. İşçi Meclisleri 1- Kitle örgütlenmeleri de teknik biçimden çok sınıfsal-siyasal içerik sorunudur. Her türlü kitle direniş ve örgütlenmesine yaklaşımımız, uzlaşmaz proletarya-burjuvazi karşıtlığı ekseninden, bu eksenleri ilişkilendirerek, bu doğrultuda ilerleterek olmalıdır. Sistem kriz ve esneme marjı darlığı koşullarında, kitle hareketlerini soğurmakta daha fazla zorlanıyor. Fakat sınıf uzlaşmazlığı zayıf olan diğer toplumsal-siyasal çelişkileri kademe kademe yumaşatmayı, yönetmeyi yine başarabiliyor. Çok sıkışan, yıpranan ve yalnızlaşan AKP hükümetinin Kürt sorununda neoliberal reformist uzlaşma sürecinden, anayasaya, Alevilere doğru burjuva muhalefetten başlayan bir ittifaklar politikasını nasıl başlattığını, bunun önümüzdeki süreçlerde orta sınıf liberal reformist akımlara doğru da yayılacağına işaret etmekte fayda var. 2- İşçi sınıfı ve kitle direnişlerine aktif ve siyaseten de daha inisiyatifli (bağımsız sınıf ekseninden sloganları, mücadele istemlerini, bu eylemler içinde yaygınlaştırmak, vd.) katılım ile istikrarlı alan çalışmalarını bütünleştirmek. Üretim alanlarında, öncelikli sektör ve işçi bölgelerinde kökleşme ve örgütlenmeye dönük, sabırlı, süreklileşmiş, kurumsallaşmış, stratejik bir iç örgüye sahip çalışma ile, diğer alanlar ve yeniden üretim alanından doğacak kitle direnişlerine hızlı taktik yönelimleri birleştirmek.Bu ikisi arasında birbirine güç ve enerji sağlayacak dinamik geçişliliği sağlamak. 3- Son dönemde işçi sınıfı içinde de mücadeleyi fiilileştirme229
ye doğru bir eğilim kendini göstermektedir. Fiili iş bırakma ve eylemler, sendika bürokrasisilerinin satış ve engellerini tanımama, özerk işçi komite ve meclislerinin henüz zayıf ve süreksiz biçimlerinin bu hareketlenme süreçlerinde görünmeye başlaması. İşçi sınıfının öz karar ve eylemini bütünleştirecek işçi komite ve meclisleri, (işçi kadın meclisleri, işçi-öğrenci meclisleri, vd.) işçi forumları, işçi etkinlik ve kurultaylarının ajitasyon ve propagandası ve öncü örneklerinin yaratılması. Bu organlar tepeden, biçimsel, durağan, rastgele 3-5 işçiyi biraraya getirerek kurulamaz. Öne çıkan mücadele/hareketlenme dinamikleri ve istemleri içinden, ısrarlı bir çalışmayla, aşağıdan inisatifi geliştirerek ve yukarıdan ve içinden bir inisiyatifle bütünleştirerek oluşturulabilir. İşçi sınıfının öz güç, inisiyatif ve yeteneklerini açığa çıkarıp harekete geçirmeyen hiçbir direniş ve işçi örgütlenmesinin başarı şansı yoktur. Fiili mücadele biçimleri ile fiili işçi örgütlenme biçimleri, bir bütündür. İşçi direnişlerini sendika bürokrasilerinin kontrolünden çıkarmak, üretimi fiilen durdurmak, yol blokajları, işçi komite ve meclisleri, direnişi kendi içine dönmek yerine sınıfın genel talep ve mücadele dinamikleri ile bağlantılandırmak, Gezi ruhu içerisinden sınıfsal-toplumsal dayanışma platformları oluşturmak, bu dayanışmanın bürokratik sendika ve kurumlar üzerinden değil doğrudan tabandan geliştirilmesi, sosyal medyanın dayanışma için etkin kullanımı, ekonomik-sendikal taleplerin de siyasal bir karşıtlık ekseninden ele alınması, emeğin yumruğu, ekonomik, toplumsal, siyasal, ideolojik-kültürel mücadele bütünlüğü. 4- İşçi örgütlenmesinde, işçi sınıfının yeniden oluşum sürecinde bir sınıf olduğu kesinkes gözönünde bulundurulmalıdır. Bunun en tipik belirimi, yukarıda vurguladığımız, işyerinde örgütlenme zorluklarından geri duruş veya kaçıştır. Üretim-çalışma alanından değil yeniden üretim-yaşam alanından patlayan Gezi Direnişi’nin çok yönlü cazibesi, bir yandan işyerlerinde örgütlen230
me zorluklarından geri duruş ve kaçışı da derinleştirmiştir. Bir çok patron, müdür, şef de işçilerin en azından bir kesiminin Gezi Direnişi’ne katıldığını bildiği, izin isteyen rapor alanlara da bu yönden esprili biçimde takılması, “gidin Gezi eylemlerinde, parklarda kurtlarınızı dökün, ama sakın işyerine bulaşmayın!” anlamına gelmektedir. Yine vurgulamış olduğumuz, Gezi Direnişi’ne destek verir görünen TÜSİAD eski başkanı Boyner’in tekstilde grev kararına karşı hemen lokavt bayrağını çekmesi, burjuvazinin kırmızı çizgilerini apaçık göstermektedir. Gezi Direnişi’nde yaygınlaşan anti-otoriter akımlar, özerk yaşam alanları ile meseleyi hallettiklerini sanmayıp, gelsinler sözkonusu bile etmedikleri patronların otoritesini işyerlerinde görsünler! Bir işçi yoldaşımız bir forumda bunu en keskin noktasından koyarak katılımcıları şöyle sarstı: Gezi Direnişi’nde 5 arkadaşımız öldü, aynı sürede işyerlerinde 105 işçi öldü! İşte bu yüzden işçi sınıfı asıl üretim alanında, işyerlerinde, despotik artıdeğer üretimi sürecinde, burjuvazinin kırmızı çizgisini fiilen aşmadan, fiilen örgütlenmeden, fiilen üretime dokunmadan yol alamaz. Çoğu Geziciye kabus gibi gelen üretim/emek sürecinde Gezi’den çok daha büyük bir deprem potansiyeli birikmektedir. Fakat işçi sınıfı, hele ki bir kez Gezi ruhunu tatmış işçilere hitap etmeyen dar, basmakalıp, kilişe, ruhsuz sendikalizmle değil, toplumsal-siyasal proletarya olarak örgütlenebilir. Yalnızca eskisi gibi yaşamak ve yönetilmek değil, eskisi gibi çalışmak da istemiyoruz! İşyerlerinde de eskisi gibi yönetilmek istemiyoruz! İş saatleri kısaltılsın, işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri alınsın. İşyerlerinde toplantı ve forum odaları istiyoruz! İşçi sınıfına kendini ifade kanallarını açmak, işçi forumlarını örgütlemek ve yaygınlaştırmak, gelenekselleştirmek için en enerjik çabayı göstereceğiz. 5- Proleter demokrasinin küçük burjuva demokrasicilik oynamaktan en temel iki farkı: Militan demokrasi olması ve kolektif mücadele inisiyatif ile gelişkin bir merkeziyetçiliği birleş231
tirmesidir. Haziran Direnişi’nde en militan kesimler ve özellikle Taksim ve Kızılay’ın yolunu açanlar (yanısıra Gazi, Hatay’daki eylemlerde) 1- Sanayi işçileri ve çalışma ve yaşam koşulları daha çetin olan işçi kesimleri, 2- Futbol taraftarı, LGBT bireyler, Kürt, Alevi, semt, üniversite gençliği kimliği altındaki kent yoksullarıydı. Bu çalışma, yaşam, yönetilme koşullarından gelen disiplin ve çelikleşmişlik, kendiliğinden anlaşılır. Hareketin ilk haftasındaki militanlığın giderek barışçıllığa ve oradan da pasifizme doğru evrilmesi ise, orta sınıfların yanısıra, yeni eğitimli işçi kitleleri, büro, hizmet, beyaz yakalı işçi kesimleri ve kentli küçük burjuvaziden işçi sınıfına doğru çözülen ara tabakalarda zemin buldu. Bu ayrımı da kolayca açıklayabiliriz: Çocukluğundan itibaren önce babasından, sonra öğretmeninden, sonra çıraklık yaptığı ustasından dayak yiyerek büyümüş, durmaksızın savaş, ya da taciz, saldırı, hakaret, iş kazası, işsizlik vd. koşullarında şekillenmiş işçilerin ve kent yoksulların disiplini, çelikleşmişliği, mızıldanmasızlığı, dayanışması farklı olacaktır. En azından liseden mezun oluncaya kadar anne-babasının özel ihtimamı altında yetişmiş, belki hayatı boyunca polisle karşı karşıya gelmemiş, bir fiske ve hakarete bile uğramamış, çalıştığı işyerinde de mobbing ve performans baskısı ve talimatları dışında daha “medeni” baskı biçimleri ile iştigal etmiş, yeni eğitimli ve beyaz yakalı işçilerin ve ara tabakaların şiddet karşısındaki direnci ve kendini sakınması farklı olacaktır. 1 Mayıs’ta Plaza Eylem Platformu ve çağrı merkezlerinden bir grup işçinin yaşadığı şok ve travmaya değinmiştik. Gezi sırasında çok daha fazlasını yaşadılar, biraz daha kavruklaştılar. Ancak “korku duvarı” sanıldığı gibi bir kere de aşılmıyor. İlk toplu hücum sırasında daha geniş bir kesim militanken, asıl sorun artan ve kronikleşen baskı ve şiddet koşullarında bunu sürdürebilmek, uzun soluklu direngenlik, kondisyon… (Kuşkusuz büyük kitle eylemlerinin kendi diyalektiği vardır. En önde dişe diş çatışanlar her zaman azınlıktır ama gücünü asıl, çatışmaya doğrudan katılmasa bile arkasında duran büyük kitleden alır. Büyük kitle de en önde 232
çatışanların militanlığından cesaret alır. Arkadaki büyük kitle erimeye ya da daha geriye gitmeye başladığı zaman öndekiler de militanlığı sürdüremez hale gelir, ve tersi…) Bununla birlikte, şimdi iyice yerleşmiş görülen barışçıl eylem önyargısının çok uzun süreli olamayacağını da görmek ve barışçıl kazanım hayallerine karşı mücadele etmek, kitleleri daha çetin, soluklu savaşımlara kafaca ve ruhça hazırlamak gerekir. Yeni işçi kitlelerinin ve küçük burjuvaziden çözülen ara tabakaların çalışma koşullarının da sanayi işçilerinden bir farkı olmasa da, yaşam ve düşünce tarzındaki gevşeklik bir çırpıda ortadan kalkmaz. Gelişme yönü ise, Gezi gibi direnişlerde olduğu gibi çalışma, yaşam ve yönetilme koşulları açısından Marx’ın vurguladığı gibidir: “Emek sürecinin gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulaması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, emek araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir emek araçlarına dönüşmesi (bugün internetsosyal medya gibi -nba ), bütün emek araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslar arası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da bir çok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır.” (Kapital, cilt 1) Yaşam ve düşünce tarzındaki gevşekliğin ortadan giderek kalkmasının en temel göstergesi, Gezi Direnişi’ndeki militanlıktan daha fazla gözde büyüyen işyerindeki özneleşme, inisiyatif ve örgütçülüktür; artık filanca direnişin katılımcısı değil, giderek kendi sınıfının direnişlerinin örgütleyicisi olmaya başlamaktır. İkincisi, anarşizan, örgüt ve merkeziyetçilik düşmanı eğilim233
ler bugün daha ziyade küçük burjuvaziden çözülen ara tabakalarda, işçi sınıfının geri ve üretim alanındaki mücadeleden geri duran ya da kaçan kesimlerinde zemin bulmaktadır. İşçi sınıfı bugünkü dağınıklığı ve artan sirkülatifliği ne olursa olsun, örgütlenme yeteneği en gelişkin sınıftır. Bu sirkülatiflik örgütlenme ve bilinçlenme sürecini yavaşlatsa da, bir yandan da daha farklı bilinç durumları ve yetenekleri bütünleştirmenin dinamiğini oluşturmaktadır. En basit bir sendikal örgütlülük ve hak kırıntısı için bile bazan yıllarca sistematik ve gizli çalışma yürüten, aylar süren direnişler yapan, ve bugün sayısız parçaya bölünmüş işçilerden daha iyi kimse bilemez örgütlenme ve merkeziyetçilik ihtiyacını ve zorunluluğunu. Ve işçi sınıfı dar ekonomik-sendikal temelde birliğini sağlayamayacağının öz deneyimini de geliştirmektedir. Zihin emeğinin ve duygusal emeğin de yığınsallaşması ve kol emeğiyle iç içe geçmesiyle, kolektif merkeziyetçi örgütlenme yeteneği de gelişmektedir. Merkeziyetçilik bugün kuşkusuz daha gelişkin bir proleter kolektivizm, toplumsal-bileşik yetenekler zenginliği temelinde daha içerden ve gelişkin bir merkeziyetçilik olacaktır. 16 Temmuz 2013
234
HAZİRAN DİRENİŞİ’NDE YAYIMLADIĞIMIZ BİLDİRİLER
235
236
Genel Direnişi Süresiz Genel Grevle Birleştirelim!
Sermaye sınıfı hükmediyor hepimize. Zamana ve mekâna sınırsızca hükmetmek peşindeler. Hakkımızdaki kararları onlar alıyor. Burjuva mali oligarşik seçimle gelen hükümetler, sermayenin talanına, giderek daha derin talanına açıyor meydanları, sokakları, toprakları, denizleri, gölleri, dereleri, ağaçları, sanatı ve hayatı. İnsana dair ne varsa büyük bir burnu havadalıkla, koşar adım, aceleyle satışa çıkartıyor. Yalnızca gölgesini satamadıkları ağaçları değil, onurunu satışa çıkarmayan insanları kesip biçmeye yelteniyorlar. İnsanlık ücretli köleliğe mahkûm, ilelebet bu köleliği sus-pus kabul edecek sanılıyor. Ama an geliyor, işte modern burjuva toplumu, büyüler yaparak çağırdığı cehennem kuvvetlerine artık söz geçiremeyen büyücünün durumuna düşmüş bulunuyor. İşçiler, kent yoksulları, gençler ve kadınlar ayağa kalkıyor. #direngeziparkı, #direnankara, #direnizmir, #direntürkiyevekürdistan diyerek 1 Mayıs’tan bu yana uygulanan eylem yasaklarını sokakta dişediş dövüşerek, büyük kitleselliğiyle parçalıyor. Türkiye’de son on yılda ivme kazanan neoliberal kapitalist ezici birikim rejiminin sermaye adına 237
yöneticiliğini yapan AKP’nin bu köhnemiş sermaye demokrasisini bile geri düzeyde gemleme çabası günlerdir sokağa çıkan yüzbinlerin ölümü göze alan militan iradesiyle boşa çıkıyor. Kitle hareketi durmuyor, eylemler ve tepki dizginlenemiyor, başbakanın ağzından sallanan “aşırı uç” , “provokatörler” vb demogojilerini ise kimse yutmuyor. Burjuvazinin mali oligarşik sınıf egemenliğinin; işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, gençliğin, kadınların, umut ve özlemlerini, insanca yaşam ve özgürlük taleplerini, varlık ve onurlarını ayaklar altına alarak sürdürdüğü neoliberal kapitalist kölecilik modelinin, kapitalizmin ve mevcut muhafazakâr yönetiminin bu ülkedeki yıkıcı ve pervasız gelişim biçiminin sonucudur yaşananlar. İşçi sınıfı ve emekçi kitle hareketlerinin, gençliğin, kadınların, devrimcilerin muhafazakâr ambalajla, oy gücüyle bastırılarak kapitalist sistem tarafından rahatça emilmesini hedefleyen AKP hükümetinin ve burjuva devletin polis aygıtının halka alçakça saldırısının harlamasıyla patlayan birikimin sonucudur bu isyan. Arkasında Roboskiler, Reyhanlılar, 4+4+4’ler, kürtaj yasakları, metroda sevgililerin el ele tutuşma yasağı, 3 çocuk dayatması, kentsel dönüşüm yıkımları, günde 12 saati bulan kölece çalışma rejimi, seri işçi katliamları, gık diyenin gaz ve copla bastırılması ve sayılmakla bitmeyecek dev çaplı bir öfkeli yanardağ vardır. Kitlelerin tarihsel inisiyatifine, bu isyana ses olan, vücut veren, kan veren, büyütenlere selam olsun! Şimdi bu birikimli tepkinin kendiliğinden patlamasının kapitalizm ve siyasal temsilcilerince soğurulmasına, soğutulmasına, tüketilmesine, yok hükmünde sayılmasına karşı bilinç, eylem, örgütlülük düzeyini yükseltme zamanıdır! Şimdi Taksim, Kızılay, Basmane… çatışmalarında tadına varılan özgürlüğün işçi tulumuyla, işçi klavyesiyle, işçi çekiciyle perçinlenmesinin zamanıdır! Şimdi öğrencinin, öğretmenin, sağlıkçının, hastanın, metal işçisinin, havayolu işçisinin, AVM, plaza, enerji, ulaşım işçileri238
nin, Kürt-Türk kadın erkek emekçilerin, emeklilerin, sanatçıların genel bir grevi genel bir direnişi örme zamanıdır! Şimdi Kürt işçi ve emekçilerini de daha fazla bu direniş ve grevlerin içine çekme, burjuvazinin mali oligarşik pervasızlığına karşı işçilerin birleşik halkların kardeşçe mücadelesini yükseltmenin zamanıdır! Şimdi grev zamanıdır! Taksim projesinin durdurulduğunun açıkça ilan edilmesi için, Halka silah doğrultan, binlerce gözaltı, bir o kadar yaralıdan, bir göstericinin ölümünden iki göstericinin kaybından sorumlu içişleri bakanının, tüm büyükşehirlerin vali ve polis şeflerinin derhal istifası için, İşçi sınıfı ve emekçilerin istediği yerde istediği koşullarda miting, eylem, gösteri özgürlüğünü tanıyacağını derhal ve acilen ilan etmeyen hükümetin istifası için, Pervasız, saldırgan, kıyıcı, dayatmacı, aşağılayıcı, mezhepçi, cinsiyetçi, insan ve doğa düşmanı politika ve “projelere” derhal son verilmesi için, Çatışarak, can pahasına kazandığımız özgürlüğü burjuva partisi CHP’ye, faşist İşçi Partisi’ne, TÜSİAD-MÜSİAD’ın, medya ve plazaların demokrasisine meze etmemek için, Emeğin korunması, taşeron ve güvencesiz kölece çalışmanın kaldırılması, 8 saat işgünü insanca yaşanacak ücret, örgütlenme ve grev özgürlüğü, işçi sınıfının bastırıldıkça büyüyen yeni bir yaşam özlemi için, İnsan ilişkilerine paranın, metaların, devletin, ailenin, işbölümünün, sınırların ve yasaların hükmetmediği, mülkiyet, konum, statü, pasaportlar, ayrıcalıkların çöpe atıldığı, zamanda ve mekânda özgürlük günlerine doğru bir adım için, Bütün hücrelerinden özgürlük fışkıracak, bize sınıfsal, toplumsal ve bireysel kurtuluşu, insanlığın kurtuluşunu getirecek bir yaşam için, 239
Sadece yeni bir umut için, bugünü insanca yaşadım diyebilmek için, Genel direnişimizi, Tahrirleştireceğimiz meydan ve sokak direnişlerimizi, süresiz genel grevle bütünleştirelim! Genel grevi genel direnişi büyütelim! 03 Haziran 2013
240
Referandum mu İstiyorsunuz? Öneriyoruz!
Kenti AVM’ler, iş kuleleri ile dolduranlar, kentsel dönüşümle buldozerlerle yıkanlar, bankalara, inşaat tekellerine peşkeş çekenler şimdi plebisitten bahsediyorlar. Üstelik bir referandum bile olmayan plebisitten. Belediyelerde yeni iş alanı açılacak, makarnalar dağıtılacak, diyanetin trilyonluk harcamaları seferber edilecek, Osmanlıcılık yüceltilecek ve gerçekleştirilecek bir plebisitle “çoğunluk” sağlanacak, bunun adı da “katılımcı demokrasi” olacak! Üstelik bu demokrasi oyununda sorunun ortaya konuluşu da, sorusu da yanlıştır. Artık sadece bireylerin yaşam hakkı değil, o yaşamını sürdürebileceği bir çevre, yeşil alan hakkı da vardır. Nasıl yaşam hakkı oylanamıyorsa insanın çevre ve doğayla olan kopmaz bütünlüğü de oylanamaz. Soru bu hakkı koruyup geliştirecek biçimde belirlenmeli ve şu olmalıdır: Kentlerin AVM’lerle, iş kuleleriyle doldurulmasına, kişi başına düşen yeşil alanın artırılması gerekirken azaltılmasına, yaşam alanlarının yokedilmesine, kentin soluk alamaz hale getirilmesine, Gezi Parkı yerine AVM yapılmasına karşı ne diyorsunuz? Arsa ve bina spekülatörlerinin, inşaat tekellerinin, bankala241
rın hükümeti, Karanfilköy, Sarıyer, Reşitpaşa, Derbent, Gülsuyu, Aydos, Sulukule’yi kentsel dönüşümle tarumar ederken, buralarda yaşayanlara, gitmek istiyor musunuz, diye sordunuz mu? Panzerleri, grayderleri kadınların, çocukların üzerine sürerken onların direnişine, feryadına ve isyanına kulak vermeyenler, kendi mahkemelerinin kararlarını tanımayanlar şimdi mahkeme kararına uymaktan, şimdi plebisit yapmaktan söz ediyorsanız, kentsel dönüşüm projelerini iptal edin ve dönün ve onlara sorun. Referandum mu istiyorsunuz: Öneriyoruz! İşten atılmalar yasaklansın ve işçi çıkartan kapitalistler cezalandırılsın. Referandum mu istiyorsunuz: Öneriyoruz! Çalışma süreleri kısaltılsın. Pazar günü, cumartesi günü çalışılmasın iş günü 6 saat olsun, 8 saatten fazla çalışma yasaklansın. Referandum mu istiyorsunuz: Öneriyoruz! Doğal gazın, elektriğin, etin, sütün, ekmeğin, fiyatlarının ne olacağı halka sorulsun. Referandum mu istiyorsunuz: Öneriyoruz, herkes parasız sağlığa ulaşabilsin. Referandum mu istiyorsunuz: Öneriyoruz! İşe, okula geliş gidiş saatlerinde ulaşım parasız olsun. Referandum mu istiyorsunuz: Öneriyoruz! internete erişim ve kullanım parasız olsun. Referandum mu istiyorsunuz: Öneriyoruz! Kürt halkı kendi yaşamı ve geleceğiyle ilgili kararı özgür iradesiyle kendisi versin. Referandum mu istiyorsunuz: Öneriyoruz! Reyhanlı’da bombaların patlamasına yol açan Suriye politikanızı sorun. Referandum mu istiyorsunuz: Öneriyoruz! Roboski’yi bombalayanlar için soruşturma bile kabul etmemenizi sorun. Referandum mu istiyorsunuz: Biz daha fazlasını söyleyeceğiz! İşçiler, kentin ve kırın yoksulları, kadınlar, gençler, kendi yaşamlarıyla ilgili her konu ve sorunda kendileri karar versinler. Sorunlarıyla ilgili kararların alıcısı oldukları gibi uygulayı242
cısı ve denetleyicisi de olsunlar. O zaman ne sizin parlamentonuza ne de hükümetinize gerek kalacaktır! Direnişin istemleri önce binlerin, sonra, onbinlerin, yüzbinlerin ve milyonların istemleri haline gelmiştir. Bu istemlerin ilki olan Gezi’nin park olarak kalması istemi başta olmak üzere direnişin talepleri kabul edilmiş değildir. 17 gün, gün gün, soluk soluk, gece ve gündüz direnen, binlercesi yaralanan ve 3 kayıp verilen bir direniş artık başladığı noktada değildir ve bu talepler direnişten gelen güçle yükseltilmektedir! 14 Haziran 2013
243
244
EKLER
245
246
Yeni Bir Yaşam İhtiyacı, Yeni Bir Yaşam Perspektifi *
Kapitalist tekeller ve mali oligarşinin küresel özgürlüğünün olduğu yerde, işçiler için ancak daralan ücretli kölelik mengenesinden söz edilebilir. Sadece işçiler için mi? Kölece çalışma, kölece yaşam bütün toplumu yakıyor. Kölelikten kurtuluş ve özgürleşme, burjuvazinin sınırsız egemenliği altındaki proletaryanın, toplumun ve bireylerin en yakıcı gereksinmesi haline geliyor. Dünya, nükleer felaketlerin, savaşların ve halk isyanlarının, kan-ter atelyelerinde vahşice sömürülmenin, çalıştıkça köleleşmenin, yıkımlar ve toplumsal tepkilerin içerisinden, sarsılarak dönüyor. Dahası, tekelci burjuva sınıf egemenliği ve burjuva demokrasisi, devlet, sermaye, para, meta hükümranlığıyla, ebedi ilan edilip süreklileştirilmek isteniyor! Fakat büyüttüğü sömürü, büyüttüğü kölelik, büyüttüğü çürüme kurtuluş ve özgürleşme gereksinmesini de büyütüyor. Bunu en yaşamsal, en şiddetli, en büyük toplumsal gereksinme haline getiriyor. * Komünist Devrim Örgütü Mücadele Platformu/Giriş Bölümü
247
Kapitalizm, üretim araçlarından mülksüzleştirdiği işçiye emek gücünden başka satacak bir şey, artıdeğer çarkları içinde öğütülmekten başka yaşam olanağı bırakmadı. İşsizliğin beton çivisiyle işçilerin sermayeye köleliğini derinleştirdi. Toplumun çoğunluğunu ücretli köle haline getirdi. Kapitalist mülkiyet, sermaye ve metalar, insanlar arası her türlü ilişkiyi dolayımlandıran, güdüleyen, köleleştiren tek toplumsal ilişki oldu. Özgürlük, eşitlik, bağımsızlık, demokrasi, evrensellik… Her birini ve hepsini borsanın, büyük banka ve tekellerin gücü belirledi. İşçiler ve toplumun büyük çoğunluğu için ise özgürlüksüzlük, eşitsizlik, kölelik, diktatörlük, alçaltılma olarak işledi. Sınıfsal-toplumsal kurtuluş, insanlığın kurtuluşu ve özgürlüğün bütün tanımlarını da derinlemesine özel mülkiyet, sermaye ve meta egemenliğinin yıkılmasına bağladı. Sermayenin küresel temelde tekelci birikimi ve bir dünya devleti kurma eğilimi birlikte gelişiyor. Küresel tekelci kapitalist azami sömürü, azami egemenlik sistemine dönüşüyor. Mali sermaye, oligarşik bir egemenlik kurarak, bütün dünyaya pençelerini geçirmiştir. İşçi sınıfını, toplumu ve doğayı sömürmekte, yok etmekte, bütün dünyayı açık hava hapishanesine çevirmektedir. Emeğimizin devleşen toplumsal üretkenliği, karşımıza kıyıcı bir düşman olarak, tüm yaşam enerjimizi sömüren sermaye biçimiyle çıkıyor. Emek üretkenliği artıyor; ürettiği artıdeğer çoğalıp sermayeyi büyüttükçe işçinin sömürülmesi ve köleliği de büyüyor. Emeği ne kadar toplumsallaşırsa emekçi o kadar parçalanıp o kadar yalnızlaşıyor. Sömürü de işsizlik de ortadan kalkabilecekken büyüyor. İşçiler zahmetli ve köreltici çalışma biçiminden özgürleşebilecekken çalışma köleliği ağırlaşıyor. Çalışma süreleri kısalabilecekken uzuyor. Bugün son derece gelişmiş üretim araçlarına sahip olanlar, en karmaşık egemenlik araçlarına, tüm yaşam araçlarına, zihinsel-kültürel araçlara da hükmediyorlar. Yaşamlarımıza, geleceğimize dair kararlar oligarşik tekelci aygıtlar 248
tarafından alınıyor. Sınıfsal, toplumsal, bireysel özlem ve ihtiyaçlarımıza şaşmaz biçimde karşıt kararlarının birçoğundan haberdar bile olmuyor, yine kabullenmek, yine boyun eğmek zorunda kalıyoruz. Toplumsal emeğimizin bugünkü görülmemiş genişlik ve çeşitlilikteki ürünleri, karşımıza ancak yaşayabilecek kadarını satın alabildiğimiz çıldırtıcı metalar dünyası olarak çıkıyor. Emekgücünün genişleyen ve derinleşen temelde metalaştırılması, işçiyi de her türlü hak ve güvenceden soyulmuş bir ücrete tabi çıplak işgücüne indirgiyor. Kapitalizm aklı, bilgiyi, eğitimi, sağlığı, duyguları, kişiliği, kültürü, sanatı, hayalleri, aşkı da metalaştırıyor. Kar için üretilen ve ancak parası olanın satın alacağı şeyler haline getiriyor. Tüm ihtiyaçlar karşılanabilecekken, özgürce yepyeni ihtiyaçlar yaratıp kendimizi geliştirebilecekken, en yaşamsal ihtiyaçlarımızı bile karşılamakta zorlanıyoruz. Toplumsal emeğin ürettiği zenginlik, soyutlanıp ve soyutlaşıp karşımıza bizimle alay eden para olarak çıkıyor. Para, burjuvazi için sermaye biriktirme, bizim için çıplak ücrete indirgenip sömürülme aracı. Her şeye para, milyar dolarlara mali sermaye hükmediyor. Milyar dolarlarla üretimin toplumsallaşmasının son sınırına kadar genişletilmesi bir yandan yeni ve daha yüksek bir üretim tarzının -sosyalizmin- arifesini oluştururken, bugün devasa boyutlara ulaşmış bir asalaklık ve mali haydutluk biçimiyle sürüyor. Kapitalizm emeğin toplumsal yetilerini son sınırına kadar geliştirirken, bunu emeğin daha fazla sömürülmesine bağımlı kılıyor ve emekçiyi güdükleştiriyor. İşçinin toplumsal yaşamı bankalarla ilişkisine, toplumsal ihtiyaçları da kredi kartı ve borçlara bağlanıyor. Burjuva demokrasisinin işçilere sunduğu 10-12 saatlik çalışma, hafta sonu tatilinin yok edilmesi, kadınların ve çocukların da en ağır ve tehlikeli işlerde ezilmesidir. Her gün iş katliamlarında parçalanmaktır. İşçiler sakatlar, hastalar ordusuna dönüştürülürken kısmi sağlık güvencelerinin bile ortadan kaldırılmasıdır. İşçi249
ler 10-15 yılda çalışamaz hale getirilirken emeklilik yaşının uzatılmasıdır! Hiçbir şey kapitalizmi bunlardan daha iyi anlatamaz! En gelişkin burjuva demokrasileri dahi işçilerin kölece çalışması ve sömürülmesi üzerinden yükseliyor. Sınıfsal, toplumsal ve bireysel özgürlük yoksunluğu, yaşamlarımızın hücreleştirilmesi, insanın çürütülmesi üzerinden yükseliyor. Kapitalizmde özgürlük, demokrasi ve insan haklarının temelinde meta egemenlik ilişkileri yer alıyor. Metalar dünyası büyüdükçe insanlar dünyası küçülüyor. İnsanı düşkünleştiren meta tapınmacılığı, burjuva medya, bilinç endüstrisi, toplum mühendisliği, kamuoyu yönetimi, psikolojik savaş aygıtları ile tamamlanıyor. Toplumsal üretkenlik artan ölçüde toplumsal akla bağlı hale gelir, bilginin üretimi toplumsallaşır, işçi sınıfının kafa emeği-kol emeği bileşimi yükselirken, kölece çalışma ve kölece yaşam kölece düşünmeyle tamamlanıyor. Yaşam zehirleniyor, beynimiz keçeleştiriliyor. Alıklaştırılıyoruz. Kalabalıklar içerisinde yalnızlaşıyor, varlık içerisinde yoksunlaşıyoruz. Bir kutupta sermaye birikimi ve sefahat, diğer kutupta sefalet, yozlaşma ve cehalet gelişiyor, çürüme derinlemesine toplumsallaşıyor. Tekelci oligarşik burjuva sınıf dünyanın hakimi, efendisi durumunda. Evrenselleşen emeğin, evrenselleşen aklın, evrenselleşen kültürün, evrenselleşen insanın üstüne çöreklenmiş, hepsini kendine mal etmiş, hepsini sınırlamış, bütün gücü elinde toplamış olarak dünyaya hükmediyor. Umutsuz ve geleceksiziz! Hiçbir reform, hiçbir iyileştirme bu durumu ortadan kaldıramaz. Değiştiremez, çözemez! Yeni bir yaşam perspektifine, yeni bir siyasal, ekonomik, toplumsal sisteme ihtiyacımız var. Bütün hücrelerinden özgürlük fışkıracak, bize sınıfsal, toplumsal ve bireysel kurtuluşu, insanlığın kurtuluşunu getirecek bir yaşam için yeni bir umuda, bir manifestoya ihtiyacımız var. Boyun eğmeden yaşamaya, yalnız sömürülmeye değil köleliğe, aşağılanmaya karşı da sınıf kinimizi büyütmeye, onurumuzu 250
korumaya, kendimizle ilgili kararları kendimiz vermeye, bugünü ve geleceğimizi ellerimize almaya, mücadele ederek ve savaşarak özgürleşmeye ihtiyacımız var. Bir devrime, yaşamı bütünüyle yeni temellerde kurma olanağını bize kazandıracak bir devrime ihtiyacımız var. Bu, komünizmdir! Kapitalizmi yıkarak ihtiyacımız olan bu toplumu kurmak için savaşmadıkça kölelikten kurtulamayız. Kapitalist kölelik sistemini sonuna kadar yıkmadan ve komünizm için savaşmadan özgür olamayız. İnsanın ve doğanın giderek kendini yeniden üretemez noktaya kadar sömürüldüğü, umutların, geleceğin yok edildiği, insanın nesneleştiği, borsanın üstünde taht kurduğu bir dünyada komünistler geleceği temsil ediyorlar. Bize doğal ve alternatifsizmiş gibi kabul ettirilen, boyun eğdikçe köleleştiğimiz bugünkü toplumsal sistemi yıkmak, komünistlerin ereğidir. Gelecek komünizmindir! Değişen bu koşullara yanıt olmak için komünistler, komünizmin maddi öncüllerini bizzat bu koşulların içerisinde bularak, kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Tarihsel bir özeleştirellikle reformizmle, revizyonizmle, dogmatizm ve tutuculukla derinleşen bir karşıtlık içerisinde program ve tüzüklerini bugüne yanıt verecek hale getiriyorlar. Bulundukları ve dokundukları her sınıf savaşımı alanında onları büyüyen bir ideolojik tutkuyla büyüyen bir savaşım gücüne ve dalga dalga yayılan enerji akımına çevirmenin koşullarını hazırlıyorlar. Kapitalizmin bugün en böbürlendiği ve alternatifsiz saydığı demokrasisinin, bilim ve teknolojisinin, metalar imparatorluğunun, hormonlu şehirciliğinin, kültür-eğlence endüstrisinin, kendini dünyanın merkezinde/tek ve biricik sanan güdük bireyciğinin üzerine, onların gerçek yüzünü gösteren ve cilasını kazıyan komünizmdeki gelişkin karşıtları ve çıkışını komünizmden alan ileri bir sosyalist devrim iradesi ile yürüyeceğiz. Kapitalist küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni koşullar içerisinde girilen dönem, öncekileri kat be kat aşan proletarya hareketleri ve devrimlerinin, gelişkin sosyalizm örneklerinin 251
yaratılacağı ve yaygınlaşacağı, dünyanın komünizme doğru ilerleyerek özgürleşeceği bir dönemdir. Kapitalizm karşısında komünizm, sömürünün olmadığı bir ekonomik toplumsal sistem olmanın ötesinde komünistlerin ve işçi sınıfının önderliğinde yürünecek, sınıfların da kalkmasıyla gerçekleşecek toplumsal ve bireysel kurtuluş ve özgürleşmenin sistemidir. Komünizm, toplumun, her bir üyesini kurtarmadan kendisini kurtaramayacağı, toplumun kendi gelişimini ve özgürlüğünü her bir bireyinin gelişiminde ve özgürlüğünde gördüğü, bireyin doğrudan toplumsallaşarak özgürleştiği ve tüm ilişkileriyle doğallaştığı toplumun adıdır. İnsan ilişkilerine paranın, metaların, devletin, ailenin, işbölümünün, sınırların ve yasaların hükmetmemesi, tutkulu yaşam enerjimizin ve zamanımızın bize ait ve özgür olmasıdır. Kararlarımızın bize yabancı, dışımızda ve üstümüzde bir güç tarafından değil bilinçli öz irade ve eylemimizle kendimiz tarafından alınıp uygulandığı, engelleyen tüm bağlardan kurtulmuş olarak özgüçlerimizi özgürce harekete geçirerek kendimizi gerçekleştirebileceğimiz, yetenek, gereksinme ve ilişkilerimizi tüm yönlerden zenginleştirebileceğimiz sistemin adıdır. Özgür, bilinçli, her yönden gelişmiş ve özneleşmiş, ilişkileriyle toplumsallaşıp evrenselleşen, yaratıcı bireyler toplumudur. Komünizm özgürlük dünyasıdır. Bundan dolayı komünistler sadece işçi sınıfının kurtuluşu için değil toplumsal-bireysel kurtuluş ve özgürleşme için mücadele ediyorlar. İnsanın tekelci kapitalizmin üst evresinde ne kadar ilerlemişse o kadar barbarlaşmış, ne kadar gelişmişse o kadar çürümüş, ne kadar toplumsallaşmışsa o kadar yalnızlaşmış, ne kadar özneleşmişse o kadar nesneleşmiş, ne kadar kolektif bir zekaya sahip hale geldiyse o kadar alıklaşmış, ne kadar evrenselleşmişse o kadar güdükleşmiş, toplumsal yetileri ne kadar gelişmişse o kadar eli kolu bağlanmış, gereksinmeleri ne kadar zenginleşmişse o kadar karşılanamaz hale 252
gelmiş, ilişkileri ne kadar genişlemişse o kadar kördüğüm olmuş dehşetli tarih öncesine dehşetli bir son vermek, bilinçli ve özgür tarihsel gelişimi için mücadele ediyorlar. Komünistlerin işçi sınıfı devrimcileri olmaları, son sömürü ve egemenlik sistemi olarak kapitalizmin çelişkilerinin proletaryanın öz yaşam ve çalışma koşullarında toplanmış olması ve uzlaşmaz karşıtlık biçimiyle proletarya-burjuvazi çelişkisinde ortaya çıkması nedeniyledir. Proletarya, kapitalist sömürünün özsel biçimiyle karşı karşıya olan, sınıfsal-toplumsal çelişki ve karşıtlıkları en açık ve dolaysız yaşayan sınıftır. Bu karşıtlıklarını sonuna kadar götürüp -burjuvaziyi yok ettikten sonra- sınıf olarak kendisiyle birlikte ortadan kaldırmadan diğer emekçileri, toplumu ve insanı özgürleştiremez. Diğer emekçi sınıfları ve toplumun bütününü, her bireyini sınıflı toplumdan kurtarmadan kendisini tam olarak özgürleştiremez. Komünizmle ezen ulusun ezilen ulus üzerindeki, erkeğin kadın üzerindeki, insanın insan üzerindeki, doğanın insan, insanın doğa üzerindeki tahakküm ve yıkıcı egemenlik ilişkisi, işbölümüyle birlikte ondan doğan körelme, parça insanlık ve bölünümler, sınıflarla birlikte konuma, rütbe ve statüye dayanan üstünlükler, ayrıcalıklar tamamen son bulacaktır. Sömürücü sınıf en baştan ortadan kaldırılacak, sömürücü olmayan bir sınıf egemenliği de kalmayacaktır. Burjuva sınıf iktidarını ve sermayenin egemenliğini yıkmış, özel mülkiyetin yerine toplumsal mülkiyeti geçirmiş olarak işçi sınıfı, ücretli emeği, metaya dayalı ilişkileri, işbölümünü ve değer yasasını ortadan kaldırarak sınıf olarak kendisini de ortadan kaldırmış olacak, sınıf egemenliği de son biçimiyle sönümlenerek devlete olan gereksinim de tümüyle ortadan kalkacaktır. Sömürücü olmayışı, azınlığın değil çoğunluğun egemenliği oluşu ve örgütleniş ve işleyişiyle yöneten-yönetilen ayrımını ortadan kaldırmaya girişmesiyle “devlet olmayan devlet” olan işçi konseyleri demokrasisi sönümlenerek ortadan kalkacak ve insanlık tarihinin gördüğü son devlet ola253
caktır. Üretim ve yönetim süreçlerinin, bireylerin iç içe ve en üst düzeyde toplumsallaşmasıyla, toplumun üstünde ve ona yabancılaşmış bir güç olarak devlet, bürokrasi, teknokrasi, herhangi bir yönetici kesim de kalmayacaktır. Yerini işlerin doğallaşan yüksek düzeyde toplumsal örgütlenişi, komünalliği alacaktır. Siyasete olan gereksinim de kalmayacak; son parti olarak komünist parti tarihsel rolünü tamamlamış olarak sönümlenecektir. Toplumsal yaşam ve faaliyetlerin yüksek düzeyde bilinçli, saydamlaşmış ve doğallaşmış düzenlenmesiyle yöneten-yönetilen ayrımı tümüyle silinecek, toplum kendi kendini yönetir hale gelecektir. Özel mülkiyetin kaldırılmasıyla yerine geçen toplumsal mülkiyet de, yerini mülkiyetsizliğe bırakacaktır. Mülkiyet, konum, statü, pasaportlar, ayrıcalıklar çöpe atılacaktır. İnsan mülkiyet ve meta köleliğinden, üretimin asli unsuru ve temeli olmaktan kurtuldukça özgürleşecektir. İşçiler “üreten” olarak, üretim sisteminin asli unsuru olarak kalmaya, şeylere yaptırılabilecek işler insanlar tarafından yapılmaya devam edildikçe, işçiler sınıf olmaktan tümüyle çıkamaz. Komünizm, yalnızca kaba biçimiyle sömürücülerin ve her türlü sömürünün ortadan kaldırılması değil, üretimin teknik temelinin, nitelik ve kapsamının değişmesiyle dolaysız ve kaba biçimiyle emeğin kaldırılması, işçilerin doğrudan üreten ve işçi olmaktan da çıkması, fizik emeğin egzersiz olması, onun yerini bilimsel, sanatsal ve özgün yaratıcı emek türlerinin ve çok yönlü gelişiminin alması kesin amacını taşır. Bu, komünizmin, yalnızca kapitalizmden değil sosyalizmden de en temel ayırdedici yönlerinden biridir. İşgücü metaya, insan işgücüne indirgenmekten tamamen çıkacaktır. İnsan tek bir mekana ve işe bağlı olmaktan özgürleşecek, kendini gerçekleştirme, yetenek, yaratıcılık, gereksinme ve ilişkilerini tüm yönlerden geliştirmenin en gelişkin olanaklarına sahip olacaktır. Son derece yükselen ve olağanüstü çeşitlenen gereksinimlerini karşılamak için çalışma 4 saate, sonra 2 saate düşecektir. İnsanın gelişmesinde ölçü, çalışma zamanı olmaktan çıkacak; 254
herkes için en geniş özgür zaman ve bunu olağanüstü çeşitlilikte eğitim, bilim, sanat, spor, eğlenme vd. her türlü etkinlik ve dinlenme ile değerlendirme olanakları sınırsızlaşacaktır. Komünizm kapitalizme yalnız emeğin sömürülmesi yönüyle değil, nitel karakteri yönüyle de tam karşıttır! Komünist birey, özgür, bilinçli ve bağımsız bireydir. İnsanın gerçek ve en büyük gereksinmesi, başka insanlar; en büyük zenginliği, başka insanlarla ilişkilerinin çeşitliliği ve zenginliğidir. İnsan kendisini; bilgilerini, yeteneklerini, gereksinmelerini ancak başka insanlar yoluyla geliştirebilir. Tüm o toplumsal yetenekler, gereksinmeler, ilişkiler zenginliğinin aralarındaki her türlü sınır ve dolayımı ortadan kaldırarak, yaratıcı tasarımları, inisiyatifleri ve gereksinmeleriyle bir araya gelerek, gerçekten neye gereksinme duyuyorlarsa hep birlikte karar verip birlikte gerçekleştirecekleri, bireylerin de bu temelde özgürce gereksinimlerini belirleyip gerçekleştirebileceği bir toplumun bugün yakıcılaşan zorunluluğu ve uzanıp tutuveresi olanakları vardır. Ve bu ne kadar çok sayıda, ne kadar çeşitli ilgi, bilgi, yetenek ve gereksinmeye sahip insan arasında, ne kadar dolaysız gerçekleşiyorsa, ne kadar çok yönlü gelişmiş, toplumsal yetenekler bütünü olan, özgür ve yaratıcı bireyleri ortaya çıkarıyorsa, o kadar komünizm olacaktır. Bir insanın nerede doğduğunun, hangi ırka, hangi ulusa, hangi dine ait olduğunun, hangi dili konuştuğunun, cinsiyetinin ne olduğunun hiçbir önemi kalmayacak, tarih boyunca kanlı savaşlara ve yıkımlara yol açan ırk, din, ulus, dil, aile, sınıf ve ayrımları kalkacak, cinsiyet ayrımları aşılarak tarihin müzesine kaldırılacaktır. Sınıflılıktan sınıfsızlığa, sınırlılıktan sınırsızlığa, işbölümünden ve belirli bir coğrafyaya bağlı olmaktan da kurtularak evrenselliğe geçecek, mekanda ve zamanda özgürleşecektir. Erkeğin kadın üzerindeki egemenliği, üstünlüğü, ayrıcalığı ve eşitsizliği, her türden cinsiyet ayrımcılığı son bulacak, hiçbir insanın diğer bir insana karşı üstünlük ve ayrıcalığı da olmaya255
caktır. Her insanın diğer insanlarla olan ilişkisinde ve tüm ilişkilerde karşılıklılık değil karşılıksızlık egemen olacaktır. “Herkesten yeteneğine göre/Herkese ihtiyacına göre” ilkesi geçerli olacaktır. Toplumsal zenginlikler, yeni, çok daha yüksek gereksinimlerin yaratılması ve karşılanması, insani gelişim için toplumun bütününe ait olacaktır. İnsanın nesneleşmesi, şeyleşmesi ve hiçleşmesi sona erecektir. İnsanın doğayla ilişkisi de kökten değişecek, ne doğanın ne de insanın kör zorunluluklarının ve tahakkümünün olduğu, insanın ve doğanın güçlerinin uyumlu gelişiminin örgütlendiği bir ilişki biçimine dönüşecektir. İnsan doğallaşacak, doğa insanileşecektir. Doğanın ve toplumun kör zorunluluklarından, işçi sınıfı ve emekçiler için yıkıcılaşan, toplumsal ve bireysel gelişimin büyüyen engeli haline gelen, kabuklaşmış toplumsal ilişki biçimlerinin egemenliğinden kurtularak her açıdan yepyeni toplumsal ilişkiler temelinde özgürleşme, insanlığın bilinçli tarihinin başlangıcı; komünizm budur. Kendi gelişim ve özgürleşmesini her bir bireyinin gelişim ve özgürleşmesinde gören, her bir bireyini kurtarmadan kendisini kurtaramayacak olan toplumdur. İnsanın en büyük zenginliği gereksinmelerinin zenginliğidir. Daha geniş, daha gelişmiş, daha çeşitli gereksinimleri olmayan insan, “kabuk bağlamış yetinmeciliği” içinde, üretkenlik, yaratıcılık, yeteneklerini geliştirme doğrultusunda bir iç dinamiği de olmayan insandır. Komünizm insanların yalnız verili gereksinmelerinin en yüksek biçimde karşılandığı ve güvenceye alındığı değil, durmaksızın ve özgürce yeni ve daha yüksek gereksinmelerin yaratıldığı ve bunların yaratıcı ve dinamik biçimde karşılandığı toplum olacaktır. Komünizm gereksinmelerin yüksek insani niteliğiyle, kendi bağımsız ve yeni gereksinmelerini kendisi yaratan -ve artan üretimden ne kadar pay alacağını değil-, asıl bunu toplumsal iç dinamiği, inisiyatifi haline getirerek verili koşulları durmaksızın yıkan ve yeniden kuran toplumsallaşmış insan nite256
liğiyle kapitalizme tam karşıttır. Sadece proletaryanın kurtuluşu değil toplumsal, bireysel kurtuluş ve özgürleşmenin, bireyin özgür gelişiminin tüm kapılarını özgür bir dünyaya açacak olan yeni bir yaşam ihtiyacımızın yanıtı, komünizmdir. Biz bundan dolayı komünistiz, bundan dolayı komünizm için savaşıyoruz.
257
258
Burjuva Demokrasisinin Mali Oligarşik Karakteri*
Dünyada-bölgede son iki yıldır gelişen toplumsal-sınıfsal hareketlerin temel dinamiklerinden biri neoliberal yıkıma karşı gelişen öfkeyse bir diğeri de demokrasi sorunudur. Keza Türkiye’de de, Kürt halkının ulusal kimlik ve ulusal demokratik talepleri için her alan ve düzeyde yükselttikleri mücadelenin yanısıra, son dönemde işçi sınıfı ve emekçi kitleler içerisinde henüz parçalı ve cılız da olsa gelişen kitle eylemleri ve mayalanma da neoliberal dönüşüm politikalarına tepkiyle birlikte işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin demokrasi ihtiyacı, özlemi, talebinden çıkışını almaktadır. Küresel kriz koşulları, emperyalist kapitalizmin, ilerisinden gerisine burjuva demokrasilerinin mali oligarşik diktatörlük karakterini daha da belirginleştirdi. Demokrasi mücadelesi, Türkiye’de faşizmin yıkılmayıp çözülmüş olmasından dolayı devredilmiş sorunlarla birlikte, geri düzeydeki neoliberal burjuva demokrasisinin belirlediği yeni sınıf-toplum-birey ilişkileri zemi* Komünist Devrim Örgütü imzalı “Küresel kriz, dünya-bölge-Türkiye’ye bakış ve taktik sorunu” başlıklı yazıdan bir parça. Temmuz 2012
259
ninde gelişen demokrasi dinamiği olarak; gerici tekçi egemenlik biçimlerinin hakim olduğu başta Kuzey Afika ve Ortadoğu ülkelerinde emekçi halkların artık bu yapılarla dizginlenemez hale gelen özgürlük ve demokrasi arayışları olarak; emperyalist kapitalist ülkelerde, sosyal demokrasinin olduğu ülkelerde ise krizle birlikte çok daha fazla açığa çıkan temsili demokrasinin krizine karşı gelişen aşağıdan demokrasi yönelimi olarak gelişmektedir. Tüm bu arayış, talep ve dinamiklerin ortak kesenini ise işçi sınıfı ve emekçilerin, kadınların, gençlerin, ezilen ulusların, eskisi gibi çalışmak, yaşamak, yönetilmek istememesi oluşturmaktadır. Bu henüz kendi kararlarını kendilerinin vermek istemeleri düzeyinde açığa çıkmıyor. Yani eskisi gibi yaşamak, çalışmak, yönetilmek istememe eğilimine karşın burjuva demokrasisinin ve kapitalizmin idealize biçimlerinden bir kopuş sözkonusu değil. Tam da burada bizim görevimiz bu eğilimi yeni bir yaşam esiniyle buluşturarak, dünyada-bölgede-Türkiye’de neolibeal burjuva demokrasisinin mali oligarşik diktatörlük karakterini hedefe koymak ve mücadale etmek olmalıdır. Bugün, burjuvazi, neoliberal demokrasinin kurumsal yapısını -yamalı bohçaya dönen 12 Eylül Anayasası artık ihtiyacı karşılayamadığı için- oluşturma yönelimi içerisinde. Bu elbette artan sınıfsal-toplumsal-ulusal-cinsel çelişki ve kutuplaşmaların, uluslar arası ve bölgesel gelişmelerin üzerinde etkili olduğu bir süreç olarak işliyor. Örneğin Kürt ulusunun mücadelesi artık 12 Eylül Anayasası’nın cenderesine hapsedilemez düzeye yükseldi ve eski statüko içerisinde kalınarak atılan her adım da bir rejim krizi unsuru haline gelerek yeni anayasa süreci üzerinde basınç oluşturuyor. Örneğin, ezilen cins sorununun kadınların eskisi gibi artık yaşamayı, yönetilmeyi istememeleri ve bunu hergün canları pahasına haykırmalarıyla, neoliberal muhafazakar içerme mekanizmalarına sığmayan özgürleşme ihtiyaç ve özlemleriyle birlikte yaşanması… Örneğin 1984 disütopyasını aratmayan gözetim-kontrol, gözaltı-tutuklama, F tipi-hücretipi yaşam döngü260
sünü oluşturan TCK-TMK-özel yetkili ağır ceza mahkemeleri-F tipi hapishanelere karşı artan toplumsal sorgulama ve tepki birikimi… Örneğin ezilen mezhep sorunu ve Sivas davasının zaman aşımına uğratılmasıyla toplumsal travmanın canlanması, on binlerce insanın alanlara akması… Örneğin, neoliberal muhafazakar demokrasinin toplumsal mühendislik ayağını oluşturmak için Şehir tiyatrolarının “bağımsızlık” halesini yoketmeyi hedefleyen son Kadir Topbaş uygulaması ve tiyatrocuların sokağa taşan tepki ve öfkeleri… En son Tayyip Erdoğan’ın bu uygulamaya kat çıkan, şehir ve devlet tiyatrolarının özelleştirileceği açıklamasıyla daha da keskinleşmiş olarak yaşanan sanatçının emeğinin yaratıcı ve özgür emek niteliğini savunma ihtiyaç ve talebine karşılık, sanatçının her türlü boyundurukla ücretli kölecilik zincirini ağırlaştıran neoliberal burjuva demokrasisiyle çelişkisinin derinleşmesi. Türkiye’de rejim krizi neoliberal burjuva demokrasisine geçişle hafiflemişken şimdi sınıflar, sınıf kesimleri (AKP’nin TÜSİAD’la zaman zaman karşı karşıya gelmesi, keza son MİT- cemaat çatışmasıyla ayyuka çıkan neoliberal muhafazakar kesim içindeki çelişki ve çatışmalar vb…) ve uluslar arası (bölgesel güç merkezi olmanın gerek koşulları yönüyle yaşadığı sıkışma ve çelişkiler, Suriye-İran-Irak denkleminde büyük oynama isteği ve buna karşı hem içte hem de dışarıda gelişen muhalefet ve direnç merkezleri vb…) güç ve mücadeleler temelinde yeniden devrede. Tüm bunlar, burjuva sınıf egemenliğinin açığa çıkan ve sivrilen mali oligarşik iktidar yoğunlaşması ve merkezileşmesinin göstergeleridir. Sadece bununla da sınırlı değil, daha geniş toplumsal temelleri, dayanaklarıyla, yönetimin de burjuva toplumsallaştırılması sorunu, bu düzlemin çelişki ve çatışmalarıdır. Bu da rejim krizinin toplumsal temelleri sorunudur. Neoliberal burjuva demokrasisinin sınırlarını ve haliyle onun siyasal-hukuksal ifadesi olacak olan anayasasını belirleyen tekelci burjuvazinin, emek üretkenliğini artırmayı ölüm-kalım sorunu olarak yaşadığı küresel kriz koşullarında, ekonomik-siyasal güç yoğunlaşması ve 261
merkezileşmesi yönelimiyle buna karşı gelişen toplumsal-sınıfsal karşıtlığın çatışmalı birliğidir. Soruna bu açıdan baktığımızda örneğin kamuda taşeronlaştırma saldırısının son yıllarda gelişen ve yaygınlaşan taşeronlaştırmaya karşı mücadeleyle birlikte kimi rötuşlardan geçirilmesi, geri kapitalist düzlemin daha çok mutlak artıdeğer sömürüsüne dayanan taşeronluk sisteminin emek üretkenliğini artıracak (aynı zamanda göreli artıdeğer sömürüsünü azamileştirerek) şekilde emeğin burjuva biçimsel korunması temelinde revizyondan geçirilmesini anlayabilir ve emeğin gerçek, fiili korunması mücadelesini yükseltebiliriz. Örneğin artık her iş katliamıyla öfke biriktiren işçi bölüklerinin artıyor olmasının, bu katliamlara karşı oluşan toplumsal-sınıfsal tepki ve mücadele dinamiklerinin itilimiyle burjuvazinin iş sağlığı ve iş güvenliği yasasını gündemine alması. Ancak tam da neoliberal demokrasinin ücretli kölecilik özüne uygun olarak emeğin korunmasını sermaye birikimini hızlandıracak koşulların oluşturulmasına bağlaması. Örneğin artan kadın cinayetleri ve buna karşı artık kadınların isyan noktasına varan öfke birikimleri ve mücadeleleriyle kadına dönük şiddete karşı çıkarılan yasa ve bu yasanın, sermayenin, ailenin ve elbette erkeğin korunmasının yeni düzlem ve koşullarda revizyondan geçirilmiş halinden başka bir şey olmaması. Kadınların her mücadele ve özgürlük arayışlarının gelip bu sınıra çarpması ve ezilen cins çelişkisinin çok daha keskinleşmiş olarak yaşanması vb. vb… Bunlar rejim krizinin ağırlaşması ve bir toplumsal krize dönüşmesi yönündeki eğilimin giderek güçlendiğini gösteriyor. Neoliberal sosyal içerme siyasetinin din ve muhafazakarlığa daha çok yaslanan sürümü de (Tayyip’in dindar gençlik açıklaması, Gülen cemaatinin altın nesil hedefi, muhafazakar sanat böğürtüleri, 4+4+4 yasası ve zorunlu din eğitiminin üzerine kat çıkan seçmeli dersler, kitlelerin bölge gücü olmayla özdeşlik ilişkisi kurmasını hedefleyen toplumsal mühendislik çalışmaları vb. vb…) artan rejim krizi unsurlarını çok daha 262
keskin bir kutuplaşma yaratarak -elbette neoliberal muhafazakarlığın toplumsal tabanını genişletip dışında kalan kesimlere karşı daha baskın, daha saldırgan, daha hegemon bir kutup oluşturarak- bir parça “hafifletme” yi, olmadı baskılamayı hedefliyor. Tekelci burjuvazinin ve devletinin daha baskın, daha hegemon, daha muhafazakar (dinci-gerici) bir toplumsal bileşime yaslanma (bu yönde bir toplumsal mühendisliğe) ihtiyacı, aynı zamanda küresel kriz koşullarında dünya-bölge çapında artan sınıfsal-toplumsal tepki ve mücadelelerin, Türkiye’de emek üretkenliğini çok daha yoğunlaştıracak yeni bir emek kontrol rejimine geçişin yarattığı sınıfsal-toplumsal tepki ve muhalefetin her geçen gün daha çok genişliyor olmasının sonucudur. Burjuva demokrasisine geçişle birlikte rejim krizi, devletin burjuva demokratik temelde yapılandırılmasında tekelci burjuvazi ve orta burjuvazinin farklı kesimleri içerisinde devlet kurumlarında bir güç ve hakimiyet mücadelesine dönüşmüştür. Burjuva demokrasisinin geri düzeyi içerisinde faşizmin tekçi egemenlik biçimlerinin uzantı olarak varlığı, geri düzeydeki burjuva demokrasisinin emekçi sınıfların, Kürt halkının, ezilen kadının, gençliğin, farklı toplumsal kesimlerin istem ve özlemlerini durdurmak bir yana harekete geçirmesiyle yeni bir boyut kazanmaktadır. Kadın sorunundan aile sorununa, din sorunundan ezilen mezhep sorununa, üretimin ve emeğin esnek organizasyonu sorunundan eğitim ve sağlık başta olmak üzere emeğin yeniden üretim sürecinin bir bütün olarak metalaştırılması sorununa, Kürt sorunundan Türkiye’nin bölgesel güç merkezi konumunu koruyup pekiştirme -bu bağlamda bölgesel rejim krizine mühadale- sorununa kadar her sorun ve çelişki tekelci burjuvazinin emek üretkenliğini (artıdeğer sömürüsünü) azamileştirme programı temelinde neoliberal burjuva anayasa yapım sürecine bağlanmaktadır. Hiçbir uygulamanın, yasanın, anayasanın, neoliberal sosyal içerme siyasetinin üstünü örtemeyeceği gerçek ise şudur: 263
Toplumsallaşmış sınıf mücadeleleriyle işçi sınıfı ve emekçi kitlelelerinin demokrasi ve özgürlük ihtiyaç ve özlemleri çok daha yakıcılaşacak ve neoliberal burjuva demokrasisinin sınırlarını açığa çıkaracaktır. Biz demokrasi dinamiği olarak burada andıklarımızı ve daha fazlasını neoliberal burjuva demokrasisinin sınırlarını açığa çıkaracak, kitlelerde kendi kararlarını kendilerinin vermeleri isteği, bilinci, ihtiyacını oluşturacak yönde somut teşhir, aydınlatma, örgütlenme ve pratik faaliyet konusu olarak gündemimize almalıyız. Bazıları örgütsel güç ve durumumuzla da bağlantılı olarak belki sadece ideolojik-siyasal karşıtlık oluşturmayla sınırlı olarak gündemimiz olacaktır, bazıları ise varolduğumuz, güç toplama esprisi içerisinde hızlıca yöneleceğimiz alan ve dinamikler de olduğu için somut siyasal karşıtlığın örgütsel-pratik faaliyetin örgütlenmesi varedilmesiyle gündemimiz olmalıdır. Tekelci kapitalistlerin azamileşen egemenliği ve güç merkezileşmesi karşısında sınıfsal, ekonomik, toplumsal, politik, kültürel, yaşamın her konu ve alanında ortaya çıkan sorun ve gerilimler politikleşme dinamiklerini taşımakta, yeni bir yaşam ihtiyacında somutlanmış olarak politik mücadelenin konusu haline gelmektedir. Her konu ve sorun, sınıfsal, toplumsal, bireysel kurutluş ve özgürleşmeye bağlanıyor. Politik mücadelenin kapsamı ve alanı genişliyor. Emeğin yeniden üretim süreci de dahil olmak üzere emeğin korunması mücadelesi böyledir. Eğitim-sağlık başta olmak üzere kitlelerin en temel ihtiyaçlarının metalaştırılması ve geriye doğru bastırılması karşısında az çok ilişkilerimizin de olduğu sağlık ve eğitim işçileri içerisinde eğitim ve sağlık hakkı mücadelesinin yükseltilmesi böyledir. Yıkıcı proleterleşme süreçlerinin ve kamunun tasfiyesinin tüm sancılarını yaşayan kamu işçileri içinde, yüzü geriye, eski konum ve durumu korumaya dönük değil tam da emeğin ücretli kölecilik temelinden yürüteceğimiz mücadele böyledir. Üreti-yorum tarzı bir kültür-sanat hareketi örgütlemeyi hedefliyorsak, sanatçı emeğinin bir bütün olarak metalaştırılması saldırı264
sını ve özgür yaratıcı emek özelliğinin yokedilmesi saldırısını, son dönemlerde açığa çıkan aydın-sanatçı dinamiği içerisinden, eskiyi (burjuva aydınlanmacı sanat anlayışını ve hiyerarşisini) savunma pozisyonuna düşmeden, özgür yaratıcı emeğin ancak değer yasası cenderesinin olmayacağı komünist dünyada ve bugün yeni bir yaşam için yürütülecek mücadele içerisinde gerçekleşebileceğini savunmak ve bunun mücadelesini vermek böyledir. vb. vb… Küresel kriz koşullarında tekelci burjuvazi için üretkenlik artışının azamileştirilmesi, her koşul ve durumda (sınıfsal-toplumsal-siyasal karşıtlık ve çelişkileri çok daha keskinleştirme pahasına) zorunlu biricik yasadır. Ulusal İstihdam Stratejisi ve esnek çalışmayı norm haline getiren, sosyal hakları ve kamuyu bir bütün olarak tasfiyeyi hedefleyen neoliberal saldırılar bu biricik yasanın somut tezahüründen başka bir şey değildir. Bunlar aynı zamanda gündelik bilinçteki yanılsamalı algının tersine sadece ekonomik değil, siyasal-sosyal olarak da yeni bir emek kontrol rejimini, işçi sınıfını sistem içinde ve evcil tutmak için neoliberal muhafazakar demokrasi ve ona bağlı neoliberal sosyal içerme mekanizmalarını zorunlu kılmaktadır. Tekelci burjuvazinin işçi sınıfını sınıf olarak tasfiye hedefinin ekonomik ayağıyla siyasal-sosyal-ideokültürel ayağı bir bütünlük oluşturmaktadır. İşçiler arasında dinci-cemaatçiliğin, milliyetçiliğin, (3 çocuklu) aileciliğin ve küçük yaşlarda evliliğin, her düzeyde muhafazakarlık ve gericiliğin yaygınlaştırılması bu kapsamdaki, son derece sistematik politikalardır. Sendika yasasından, taşeronluk sisteminin revizyonuna, iş güvenliği ve sağlığı yasasına, 1 Mayıs’ı işçi sınıfının sınıf kavgasını yükselttiği bir mücadele günü olmaktan çıkartıp bayrama dönüştürme siyasetine kadar birçok uygulama ve politikayla işçi sınıfı burjuvazinin neoliberal işçi siyaseti parantezine alınmaktadır. Tekelci burjuvazi küresel krizin oluşturduğu anafora savrulmamayı ve krizi fırsata çevirerek küresel-bölgesel temelde sermaye birikimi ve güç yükseltimini hedefleyen 265
bir saldırı programına sahip. Bu programın herbir unsuru işçi sınıfı ve emekçi sınıfları ekonomik olduğu kadar siyasal olarak da baskılamayı, çok daha sıkı bir gözetim-kontrol-baskı-zor mekanizmasıyla boyunduruk altına almayı hedeflemektedir. Kölece çalışmaya/kölece yaşamaya karşı işçi sınıfı ve emekçilerde gelişen tepki birikimi, salt saldırının ekonomik boyutuna yani daha ağır çalışma ve yaşam koşullarına mahkum olmaktan değil, her bir saldırıya içerili olan siyasal özgürlük sorunundan da çıkışını almaktadır. Biz de soruna tam da buradan yaklaşacağız. (…) Demokrasi sorun ve mücadelesinin asli sahibi ve önderi proletaryadır. Bu, Kürt, kadın, ezilen mezhep vd. demokrasi sorun ve dinamiklerinin yakıcı önemini atlayacağımız, bu dinamiklere somut politik müdahale sorunumuzu es geçeceğimiz anlamına gelmez. Tüm bu dinamikleri de içerimine alarak, toplumsallaşan sınıf mücadelesinin birer gündemi haline getirerek önderlik edecek olan sınıfın proletarya olduğuna işaret eder. Küresel krizin de etkisiyle, artan sınıfsal-toplumsal-ulusalcinsel çelişki ve kutuplaşmalara, yaşanan altüst oluşlara karşı küresel tekelci kapitalizmin ve mali oligarşisinin küresel anayasal çerçevesini belirleyen tekelci mali oligarşik diktatörlüğün, muhafazakar demokrasinin yükselişidir. Türkiye’de de neoliberal burjuva demokrasisinin tekelci mali oligarşik diktatörcü karakteri, muhafazakar demokrasi yönü çok daha açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bu şu demektir: işçi ve emekçi sınıfların sınıf hareketinin tarihsel kazanımları olan birçok ekonomik-sosyal-siyasal hakkı gaspedilmekte, siyasetten sınıf olarak dışlanmakta, çalışma ve yaşam koşulları geriye doğru bastırılmaktadır. Kürt halkının bireysel ve kültürel haklar cenderesini kıran ulusal kimliğinin tanınması ve demokratik özerklik talebi karşısında Kürt halkının baskı, imha ve zor yoluyla sindirilmek istenmesi, olmadı baskı-reform denklemiyle çok daha alt düzeyde bir özerkliğe mahkum edilmesi demektir. Ekonomik-siyasal saldırı 266
politikaları sosyal demokrasinin beşiği olan Avrupa’da da rejim krizlerine yol açma pahasına uygulanmaktadır. Neoliberal üretim ve emek organizasyonlarının bugün karşılığı küresel çapta esnek bir emek kontol rejimine geçilmesi; işsizlik, güvencesizlik, taşeronluk ve hiçbir sosyal hakkın olmadığı çıplak ücret köleliğinin de küreselleşmesidir. Bu küresel saldırı stratejisinin Türkiye’deki ayağının adı da Ulusal İstihdam Stratejisidir. Küresel-bölgesel kriz koşullarında artan sınıf kutuplaşmasına, hak arayışlarına karşı işçi ve emekçi sınıflara, ezilen ulusa yönelen saldırı, baskı ve sindirme politikalarıdır. İşçi sınıfı ve emekçilerin söz-düşünce-örgütlenme-eylem hakkının elektronik gözetleme ve denetimle de birleştirilerek daha çok kısıtlanması, engellenmesidir. Tüm bunlar aynı zamanda, işçi sınıfı ve emekçilerin büyük bir kesimi içinde demokrasi sorununun gündemleşmesi, onlar tarafından burjuva demokrasisinin sınıf karakterinin görülebilmesinin imkanlarının artması; işçi sınıfı ve emekçilerde burjuva demokrasisinin (ilerisinden-gerisine) işçiler için değil, burjuvazinin artıdeğer sömürüsünü azamileştirmesi için demokrasi olduğu bilincinin ve işçi demokrasisi için mücadele dinamiklerinin gelişmesi olanağı, fırsatı demektir. Elbette bu mücadele dinamiklerinin açığa çıkması ve işçi demokrasisi bilinci yönünde etkide bulunabilmesi, tekelci burjuvazinin neoliberal demokrasi ve sosyal içerme mekanizmalarına -neoliberal muhafazakar cemaatciliğe vb.- karşı uyanıklığı ve mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Burjuva demokrasisinin krizi anlamına da gelen bu süreç, kapitalizmin yapısal krizinin nesnel bir sonucu olarak gelişmiştir. Tekelci mali oligarşik diktatörlüğün, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin hak arayışları ve özgürlük mücadeleleri karşısında hegemonyasını kapsayarak içerme yönünde oluşturma olanakları bir hayli daralmış durumda. Bu, bir nevi sistemin kırılganlığının artmış olması demektir. Bu kırılganlık Avrupa’da bile -İtalya’da ve Yunanistan’da atanan teknokrat hükümetler durumu ve 267
bunun İtalya’da hala devrede olması- dün burjuva sınıf egemenliğinin kapsayarak yönetme konseptinin en önemli enstürumanlarından biri olan, parlamento ve halk oyuyla seçilmiş hükümetleri bile taşıyamayacak, kitlelerin basıncıyla saldırı politikalarını “hakkı” yla yerine getiremezler diye bir kenera koyacak kadar derindir. Ancak bunlar burjuva demokrasisinin rıza üretim mekanizmalarını tümüyle devredışı bıraktığı, bırakacağı anlamına da gelmez. Çünkü kitleler sadece ekonomik-siyasi-askeri baskı ve zor mekanizmalarıyla yönetilemezler. Kuzey Afrika’dan başlayıp tüm dünyaya yayılan isyan dalgası bir de bunu imlemektedir. Demokrasi sorununu ve burjuva demokrasisinin sınırlarını salt tekelci kapitalist gelişimle, burjuva kesimler arası ilişki ve güç mücadeleleri, küresel-bölgesel sermayenin tekelci birikim politikalarıyla açıklamak başta işçi sınıfı olmak üzere, kent ve kır yoksullarını, ezilen ulus-cins dinamiğini yoksaymak, oyundan silmektir. Bir diğer sakat yaklaşım da, demokrasi sorununu sadece soyut bir biçimde burjuva demokrasisi-sosyalist demokrasi karşıtlığı olarak ele almak, soyut ve genel bir sosyalist demokrasi propagandasının dışına çıkamamaktır. Bu da bizi gelişen demokratik talep ve özlemleri sosyalist devrimci demokrasi mücadelesinin dinamiği haline getirememeye ve politik tutum belirlememeye götürür. Neoliberal burjuva demokrasisinin sınırları en başta sınıf hareketi, ulusal mücadele ve toplumsal mücadelelerin ileriliğigeriliğiyle, küresel-bölgesel krizin derinleşmesi ile birlikte gelişebilecek sınıfsal-toplumsal-ulusal mücadelelerin tekelci kapitalizm için oluşturacağı risk ve tehlikelerin analiziyle, özcesi, ulusal-bölgesel-uluslar arası düzeyde gelişen sınıf mücadeleleri arenasında çizilmektedir. Türkiye’de neoliberal burjuva demokrasisini ve yeni anayasa sürecini de bu realiteyle birlikte değerlendirmeliyiz. Neoliberal burjuva demokrasisinin sınırlarını ve onun siyasal-hukuksal ifadesi olarak anayasasını belirleyecek olan; 1- Neoliberal sermaye birikim rejiminin gereksinimleri, 268
2- Tekelci burjuvazinin küresel-bölgesel temelde sermaye birikimine geçmiş olmasıyla oluşan küresel tekelci sermaye ve mali oligarşisi içindeki (bölgesel bir güç merkezi olması) yeri, 3- sınıf durumları ve sınıflar arasındaki güç ve mücadele ilişkileri, bölgeselleşme dinamikleriyle birlikte etkisi çok daha fazla artan Kürt ulusal mücadelesidir. Eski üstyapının işe yaramazlığı genel kabul görür ve değiştirilmesini hemen herkes isterken, bunun sınıfsal-toplumsal-ulusal-cinsel vd. açıdan kimler tarafından nasıl yapılacağı sorusu, bu kritik-tarihsel sürecin bir sorusudur. Ve bu, yalnız Türkiye ve Kürdistan açısından değil, bölgesel ve Avrupa, dünya çapında süregiden kriz ve yeniden yapılandırma sorusu olarak, anayasa vd. sorunların bölgesel duruma, AB’nin durumuna, Türkiye kapitalizmi ve AKP’nin bölge işçi ve yoksul emekçiler açısından bir “rol modeli” beklentisi olup olmayacağı sorununa, tüm bunlardaki sınıfsal-toplumsal-ulusal-uluslararası güçlerin mücadelesine de çok açık ve içsel olarak bağlı bir sorundur! Türkiye’deki anayasa sürecine küçük bir etkide bulunmak, sınıfsal-toplumsal-uluslar arası karşıtlığı, işçi sınıfının, kadınların, Kürt halkının, bölge emekçi halklarının kendi kararlarını kendilerinin vermesi ve gerçek, fiili sınıfsal-toplumsal demokrasi mücadelesi/ mücadele demokrasisi ekseninden, proleter sosyalist demokrasi ekseninden gündemleştirmek, bu konuda atılacak her adım, bir birikim ve dayanak yaratmakla kalmayacak, şu veya bu düzeyde daha geniş bir çeperde yaratılacak hegemonik bir etki ölçüsünde, kazanımları daha geniş bir bölgesel alanda olacaktır. Bu aynı zamanda şu anlama gelir: Yalnızca dış politikanın iç politikada etkisi değil, iç politikanın da dış politikada bir etkisi vardır ve olmaktadır Bu, Türkiye tekelci kapitalizminin bölge merkezi, gücü ve rol modeli olmasına karşı, Kürt, Arap, tüm bölge emekçi halklarının, işçi sınıfının, ezilen ulus, ezilen cinsin demokrasi ve özgürlük özlemlerini de sınıfsal-toplumsal zemininden, sosyalist demokrasi ekseninden mücadele konusu etmenin en 269
temel bir halkası olmalıdır ve olacaktır. Sosyalist dünya devrimi, bölge devrimi diyorsak bu aşamalı bir geleceğin sorunu değil bugünün sorunudur ve Türkiye’nin pozisyonu ve hele ki bugün küresel-bölgesel-ülke ve ulusal planda siyasal olarak da iç içe geçen durumda, siyasal taktiklerimize de baştan içerili olmalıdır.
270
1 Mayıs, Taksim ve Zamanda-Mekanda Özgürlük Mücadelemiz!.. İstanbul Valiliği, yani burjuvazi ve hükümeti Taksim 1 Mayısı’nı bir kez daha yasaklamaya kalkışıyor. Şaşırmadık. Hükümetin “Taksim’i yayalaştırma projesi” açıklanır açıklanmaz, bunun aslen “Taksim’de 1 Mayısı ve kolektif eylemleri yasaklama projesi” olduğunu belirtmiştik. Yanılmadık. “Taksim’i yayalaştırma projesi” açıklandığında, Taksim’de cami, Topçu Kışlası, rantsal dönüşüm, mimari doku vb. üzerine çok şey söylendi, çok fazla itiraz dile getirildi. Fakat bunun, Taksim’in kitlelerin söz, ifade, toplantı ve eylem alanı olmaktan çıkarma girişimi olduğu üzerine hemen hiçbir şey söylenmedi. Uzlaşmaz sınıf karşıtlığı ekseninden düşünülmediğinde, ne kadar muhalefet yapılırsa yapılsın, işin özü unutulur: Burjuvazinin sınıf egemenliğinin neoliberal mali oligarşik yeniden yapılandırılması, aynı zamanda zaman ve mekan üzerindeki egemenliğinin azamileştirilmesidir. Bunun engeli olan her türlü kolektif mücadele pratiğine ve dayanağına da azami saldırganlığı içerir. Neoliberal kölece çalışma rejimiyle, güvencesiz ve atomize bi271
çimde 12 saatlik çalışma giderek yaygınlaştırılmakta ve normalize edilmektedir. İşçinin işbaşından yarım saat önce işyerinde hazır bulunmak zorunda tutulması ve ulaşım ile birlikte işgünü 14 saati bulmaktadır. Bu yalnızca işçilerin dinlenme ve sosyal yaşamına değil, kolektif dayanışma ve mücadele pratiklerine, sermaye tarafından konulmuş fiili zaman yasağıdır. Neoliberal mali oligarşik kentsel yaşam rejimiyle, tüm kent merkezleri, hiçbir boşluk bırakılmadan azami sermaye birikim ve hakimiyetine tabi kılınmaktadır. Kolektif dayanışma, örgütlenme ve mücadelenin daha yoğun olduğu büyük sanayi fabrikaları, gecekondu mahalleleri, üniversiteler, cezaevleri, hatta giderek okul ve hastaneler kent merkezlerinin dışına süpürülmektedir. Burjuvazinin mali oligarşik mekansal işgal ve iktidar abideleri: Banka, borsa ve plazalar, AVM’ler, 7 yıldızlı oteller, turistik keyif, kumar ve fuhuş merkezleri, durmaksızın daha büyükleri yapılan camiler kentin üzerine kabus gibi çökmektedir. İşçilerin buralara ancak sermayenin bu göğe yükselen iktidar abidelerinden sersemleyerek ve altında ezilerek, neo-kullar olarak girmesine izin vardır. Sermayenin mali oligarşik mekansal iktidarı ne kadar yoğunlaşırsa, işçilerin avuç dolusu para ödemeden birlikte bir çay içebileceği, piknik yapabileceği, bir soluk alabileceği, oturup sorunlarını konuşabileceği, dayanışma ve eylemde bulunabileceği kapalı ve açık mekanlar da o kadar daralmaktadır. Mali oligarşik şehir, işçiler için bir mekan cenderesine dönüşmektedir. Bu yalnızca işçilerin dinlenme ve sosyal yaşamına değil, kolektif dayanışma ve eylemlerine, sermaye tarafından konulmuş fiili mekan yasağıdır. Sermaye Birikiminin Şaşmaz Yasası Burjuvazinin elinde sermaye birikimi, işçiler nezdinde sefalet birikimi… Zamanda ve mekanda da aynen işlemektedir. Burjuvazi, durmaksızın zamanı ve mekanı da sermayeye, sermayenin işçiler üzerindeki zamansal ve mekansal diktatörlüğüne çevirmek272
tedir. İşçilere bir nebze kendileri için kullanabilecekleri zaman ve mekan bırakmamaktadır. Fakat dikkat edilmelidir: Sorun yalnız işçinin bireysel olarak kendisi için kullanabileceği zaman ve mekan yoksunluğu değildir. Asıl işçilerin kolektif olarak bir araya geleceği, dayanışacağı, örgütleneceği, eylemde bulunacağı kolektif zaman ve mekan olanakları ortadan kaldırılmaktadır. İşte bu yüzden zaman ve mekan üzerinde kontrol ve egemenlik mücadelesi, sınıf mücadelesinin en kritik, giderek daha fazla öne çıkacak cepheleri arasındadır. Sermayenin küresel temelden birikim ve egemenliğinin önündeki her türlü zaman ve mekan sınırı yıkılmaktadır. Sermayenin zamanda ve mekanda sınırsız hareket ve egemenlik iştahası, işçilerin kendileri için kullanabilecekleri az buçuk sosyal denilebilecek zaman ve mekanın son kalıntılarını da ortadan kaldırmaktadır. Fakat işçilerin zamandamekanda ağırlaşan köleliği, korkunç zaman-mekan sıkışması, giderek sınıf mücadelesinin patlayıcı bir dinamiğine dönüşmektedir. Giderek uzayan ve yoğunlaşan işgünü, işgününün kısaltılması istemini, bu yöndeki mücadeleleri yaygınlaştırmaktadır. Burjuvazi sınıfsal-toplumsal mücadelenin yoğunlaştığı alanları ya parçalayarak ya piyasalaştırarak ya da kent dışına sürerek ne kadar kurtulmaya çalışıyorsa, eylemler o kadar kent merkezlerine taşınmakta, plaza, AVM kapılarına dayanmaktadır. Son dönemlerde dünya çapında yeniden yaygınlaşan sokak hareketleri, devlet binaları, banka ve plazaların işgal ve tahrip edilmesi, Tahrir’den Sintagma’ya, Puerta del Sol’dan Wall Street’e meydan işgal ve direniş hareketleri de, aynı zamanda mekan üzerinde sınıfsal-toplumsal mücadelelerin kızışacağının bir göstergesidir. Bu durum karşısında, küresel tekelci burjuvazi, Tunus’tan Tel Aviv’e, Moskova’dan Cenevre’ye, Frankfurt’tan Wall Street’e, mali oligarşik devlet kurumlarının ya da banka, borsa, plaza merkezlerinin bulunduğu, kitlelerin tarihsel mücadele inisiyatifinin de sembolü haline gelen alanlara kitlesel eylem yasakları ya da 273
sınırlamaları getirmeye başlamıştır. Neden? Çünkü kentsel mekan, özellikle de tarihsel, siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel olarak stratejik bir öneme sahip alanlar üzerinde egemenlik ve kontrol, burjuvazinin sınıf egemenliğinin ayrılmaz bileşenlerinden biridir. Çünkü bu alanlar, neoliberalizmin parçalayıcılığına karşı kitlelerin kendi gücünü gördüğü ve birleştirdiği, kolektif dayanışma ve mücadele yeteneğini geliştirdiği, düzenin baskı ve saldırılarına karşı gövdesel olarak meydan okuduğu mücadele mevzileridir. Bu meydan ve eylem yasakları hiçbir zaman, hiçbir yerde sökmedi. Yine sökmez. Yalnızca, meydanlar ve mekan üzerinde savaşımın, salt Türkiye’ye özgü bir durum olmadığını, kentlerin ve mekanın küresel mali oligarşik yeniden yapılandırılması çerçevesinde, yeni bir hız ve şiddet kazanmaya başladığını gösterir. Ve Taksim!… Taksim’e gelince… Taksim, Türkiye’de işçi sınıfı ile burjuvazi, devrim ile karşıdevrim arasındaki savaşımın yoğunlaşmış ön cephe ve ifadelerinden biridir. Burjuvazi, Taksim’i işçi sınıfı ve devrimcilerin boyun eğmez mücadelesi ve militan meydan muharebeleri karşısında açmak zorunda kalmayı hazmedememiştir. Taksim’de kitlelerden ve devrimcilerden yediği çiziği, -gayet doğru biçimde- sınıf egemenliğini restore etme sürecinde aldığı bir çizik olarak değerlendirmektedir. 100 binlerin Taksim’i özgürleştirme, Taksim 1 Mayıs’ında bir soluk özgürleşme coşkusuna tahammül edememektedir. İstanbul Valisi, “anıta bayrak asılırsa, taşkınlık yapılırsa bir daha Taksim’e izin vermem” lafzıyla, bu hazımsızlığın sinyalini geçen 1 Mayıs öncesinde vermişti. İkincisi, burjuvazi ve hükümeti, Taksim’de rantsal dönüşüm inşaat alanının tahrip edilmesinden korkmaktadır. Bu korkusunda da gayet haklıdır. İstiklal’den çay masalarının kaldırıldığı, Emek Sineması’nın yıkıldığı, Taksim ve civarına sayısız plaza, AVM, 274
cami ve bir de Topçu Kışlası dikilmek istendiği bu proje, Taksim’i emekçilerin bir sosyal yaşam ve eylem alanı olmaktan tümüyle çıkarma projesidir. Bu proje tamamlandığında Taksim’e çıkış ancak tünellerle sağlanabilecek, Taksim kitlesel eylem yapmak isteyenler için bir kapana dönüştürülecektir. Üçüncüsü, burjuvazi ve hükümetinin yeni Taksim projesi, yeni bölge düzeni stratejisinin bir parçasıdır. Maslak’tan başlayıp Mecidiyeköy’e dayanan plazalar, mali oligarşik komuta merkezleri aksının, Taksim’den geçerek Aksaray’a kadar uzatılması planlanmaktadır. Şimdiden Türkiye’deki finansal sermayenin, ticari anlaşmaların üçte ikisi bu aksta dönmektedir. Bu aks, Türkiye’nin küresel tekellerin bölgesel finans, yönetim ve organizasyon merkezi haline gelmesinin ana artellerinden biri olarak planlanmaktadır. Taksim de buna göre yeniden yapılandırılmaktadır. Taksim aynı zamanda çözülen eski rejimin bir iktidar sembolü olmaktan çıkarılıp, rejimin küresel ve bölgesel temelden tekelci kapitalist, mali oligarşik, neoliberal, muhafazakar bir mekansal iktidar sembolü haline getirilmek istenmektedir. Taksim’in bedeller ödenerek kazanılan 1 Mayıs alanı olması, sınıfsal-toplumsal kendini ifade, toplanma ve eylem alanı olması, elbette bunlarla bağdaşmaz. Bu yüzden yasaklama girişimi, Vali efendinin “teknik, hukuki” demogojileriyle örtülemeyecek ölçüde siyasal ve sınıfsaldır. Ve sadece bu yıla özgü değil, Taksim’i dönüştürme projesi ilerledikçe büyüyecek Taksim’de kolektif söz, toplantı ve eylem yasaklarının yolunu düzleme amaçlıdır. Taksim’den bu yıl geri adım atılırsa, yalnızca hiçbir meşruluğu olmayan bu yasak değil, Taksim’i sınıfsal-toplumsal söz, toplantı, eylem alanı olmaktan çıkarmayı hedefleyen bu mekansal dönüşüm projesi de meşrulaştırılmış olacak, yasaklar yasakları izleyecektir. Taksim, Yasağınıza Sığmaz! Taksim’i 1 Mayıs’ta yasaklama cüretine karşı söylenecek ilk 275
şey şudur: Taksim sizin lütfunuz değil. Hiçbir zaman da olmadı ve olmayacak. Biz, işçi sınıfı, gençler, kadınlar, Kürtler, devrimciler olarak onu, militan mücadele inisiyatifimizle, bedellerle, söke söke aldık. Bu yüzden Taksim 1 Mayısı, sizin izninize filan da bağlı değil. Hiçbir zaman olmadı ve olmayacak. Taksim’den bir çizik daha yediğinizle kalacaksınız. Taksim’in bizim bir kolektif söz, toplanma ve eylem merkezimiz olması, sizin Taksim’i bir mali oligarşik sermaye merkezi haline getirme projenizle bağdaşmıyorsa, yıkılacak olan bizim özgürleştirdiğimiz Taksim değil, sizin mali oligarşik Taksim projenizdir. 1 Mayıs, işçi sınıfının 8 saatlik işgünü mücadelesinden doğmuştur: Zaman üzerinde sınıf mücadelesi. Sermaye zamanına karşı işçilerin kendileri için kolektif mücadele zamanı/kolektif zaman mücadelesi… 1 Mayıs, kaçınılmaz olarak kolektif mücadele mekanı sorununa da bağlanmıştır. Taksim de, işçi sınıfının kendisi için kolektif mekan mücadelesinden doğmuştur: Mekan, özellikle de merkezi, stratejik meydanlar üzerinde sınıf mücadelesi. Sermaye mekanlarına karşı işçilerin kendileri için kolektif mücadele mekanı/kolektif mekan mücadelesi… Taksim 1 Mayısı, burjuvazinin zamanda ve mekanda mali oligarşik tahakkümüne karşı, işçilerin sınıf dayanışması ve eyleminin gelişmesi için toplumsal zaman-mekan mücadelesidir. Giderek yakıcılaşan ve patlamalı bir hal alan zamansal-mekansal köleliğe karşı zamanı-mekanı sermaye egemenliğinden özgürleştirme, zamanda-mekanda özgürleşme mücadelesinin bir uğrağıdır. 26 Nisan 2013
276
“Yeni Kent Düzeni” ve Mekan Savaşları
Burjuvazi ve devleti, Taksim 1 Mayısı’na karşı yer yer düşük yoğunluklu bir iç savaş seferberliğini çağrıştıran bir bastırma çabası gösterdi. Taksim 1 Mayısı yasağının tüm çevreleyen koşulları ile birlikte kapsamı, uygulanmasında kullanılan zor, köprülerin kaldırılması, Taksim’e ve çevresine polis bariyerlerinin ötesinde dikenli tellerden savaş bariyerlerinin konulması -Taksim’e çıkan yollara bir mayın döşemedikleri kaldı!-, İstanbul’un bir gaz bulutuna dönüşmesi, gaz bombası kapsüllerinin göstericilerin üzerine yaralama ve sakatlama kastıyla yağdırılması, ses bombaları, tazyikli lağım suları… Halen büyük bir saflık ile “çukura karşı şöyle önlem alınabilirdi” meselesine takılıp kalanların, gaz bombalarına karşı nasıl önlem alınacağını düşünmeye başlamalarını büyük bir ilerleme saymak gerekir! Burjuva demokrasisi, Lenin’in vurguladığı gibi, burjuvazi ve devletinin kendisi için önemli olan konularda müsamahasızlık, önemsiz konularda müsamahakarlık rejimidir. Bu, Türkiye’deki geri düzeydeki burjuva neoliberal muhafazakar demokrasi biçimi için daha da doğrudur. Taksim 1 Mayısı’nı bastırma cevvaliyeti277
nin kapsam ve şiddeti, en azından başta Taksim olmak üzere, merkezi meydanların, sermayenin küresel temelden yeni mali oligarşik alt merkez ve artel projelerinin, metropolsel dönüşümün, mekan üzerindeki azami iktidarın bu sistem için neden bu kadar önemli/stratejik olduğunu düşünülmesini sağlamıştır. Taksim’de 1 Mayıs yasağının bir kezlik değil temelli -yani işçi sınıfı ve devrimciler Taksim’i fiilen yeniden zaptedinceye kadarolduğunu, politikanın güç ilişkisi olduğunu en az anlayanlar bile artık anlamıştır. Kaldı ki, yasağın yalnız 1 Mayıs’a değil, metropollerde merkezi alanlarda ve sermaye için kritik mekan ve artellerde -belki sembolik basın açıklamalarının dışındaki- kitlesel ve büyük eylemlere doğru genişletileceği bizzat başbakan ve içişleri bakanı tarafından itiraf edilmiştir. Taksim savaşımının en temel çıkarsamalarından biri şudur: Mekan nötr bir olgu değil, sınıfsal-toplumsal üretim, güç ve iktidar ilişkilerinin bir biçimi ve ayrılmaz bileşenidir. Emperyalist ve bölgesel tekelci kapitalist güçler için jeo-strateji neyse, mekan-politik de bunun büyük kentlerdeki izdüşümüdür. Başta Taksim ve merkezi meydanlar olmak üzere, bir bütün olarak kentsel mekan üzerinde uzlaşmaz bir sınıf savaşımı algısı ve bilincinin gelişmeye başlaması, Taksim savaşımının geleceğe dönük önemli kazanımlarından biri olacaktır. Bu kentsel stratejik-taktik mekan savaşımı bilincinin işçi sınıfı içinde yaygınlaştırılması ve derinleştirilmesi, yine Taksim 1 Mayısı’nın önümüze koyduğu önemli görevlerden biridir. Nasıl ki burjuva devlet Taksim’i bastırma operasyonunu tüm çevreleyen koşullarıyla (ulaşım, seyahat, ifade, toplantı, gösteri hak kırıntılarının bastırılması vd.) birlikte yürüttüyse, en basit bir işçi direnişinin ya da grevinin bile etkisi, aynı zamanda mekan üzerinde inisiyatif ve kontrol sahibi olmaya bağlıdır. İşyerlerinin, plaza ve AVM’lerin işgali, ana ulaşım, sevkiyat ve tedarik artellerin kesilmesi, kent merkezleri ve sermaye için kritik mekanlarda gösteriler… Burjuvazi kent merkezlerini, ne kadar işçi sınıfının sosyal yaşam ve kolektif eylem 278
alanı olmaktan çıkarmaya çalışıyorsa, bu alanlarda o kadar fiili kitlesel işgal, direniş ve gösteriler… Taksim ve 1 Mayıs’ın tarihsel-sınıfsal anlamı, kentsel dönüşüm saldırganlığına karşı bugüne kadar parça parça ve dar biçimde verili olanı savunmayla sınırlı mücadelelerin (gecekondu mahalleleri, 3. köprü, Haydarpaşa, Emek Sineması, vd.), yeni bir düzleme, mekan sorununda da uzlaşmaz sınıf karşıtlığı eksenine doğru geliştirilmek zorunda olduğunu gösteren önemli bir dinamiktir. Mekanın daha hızlı, daha üst sermaye birikim ve dolaşımına göre düzenlenmesi, işçi sınıfının mekandan daha fazla yoksunluğu demektir. Sermayenin mekan üzerinde azami egemenlik harekatı, işçi sınıfının mekanda daha fazla köleliği demektir. En yalın biçimiyle burjuvazi için nasıl ki Taksim, merkezi meydanlar, bir bütün olarak kentsel mekan üzerinde mali oligarşik iktidar sorunuysa, dahası mekan üzerindeki iktidar burjuvazinin sınıf egemenliğinin ayrılmaz bileşeniyse, işçi sınıfı da kolektif sınıf mücadelesi mekanları/meydanları üzerindeki savaşımını iktidar bilinciyle yürütmek, sosyalist devrimci iktidar bilincinin ayrılmaz bileşeni haline getirmek zorundadır. Sermayenin küresel temelden birikimine geçişle birlikte, önceki üretim ve egemenlik ilişkileri siyasal-toplumsal sarsıntı ve güç mücadeleleri içinde çözülmekte ve yeniden yapılandırılmaktadır. Sayısız stratejik dönüşüm projesinin hemen her biri kaçınılmaz olarak sınıfsal-toplumsal dirençle karşılaşmakta, “yapı söküm” ve yeniden yapılandırmanın hemen her kademesine kaçınılmaz zor eşlik etmektedir. Kuşkusuz ki mekan-politik, ne de “yeni Taksim projesi” basit ve teknik bir mekan mühendisliği sorunu değildir. Burjuvazinin tıpkı “yeni bölge düzeni” iştahası gibi, “yeni kent düzeni” iştahası da, bu siyasal-toplumsal sarsıntı ve güç mücadelelerinin temel konularından biridir. Kentsel mekan, önümüzdeki süreçlerde sıçramalı ve yığınsallaşan bir mücadele dinamiği olmaya fazlasıyla adaydır. İşçi sınıfının da Taksim’i ve burjuvazinin mali oligarşik güç projeksiyonu alanlarını başa yazdığı, ancak 279
bunlarla da sınırlı olmayan bağımsız sosyalist devrimci bir jeostratejiye, kentsel mekan stratejisine, politik mekan savaşımı hattına sahip olması gerekir. Burjuvazi ve devletinin son zamanlardaki bu gibi “stratejik dönüşüm” harekatı örneklerinden bir diğeri 4+4+4 eğitim sistemidir. Bir diğeri sağlıkta dönüşümdür. Bir diğeri ulusal istihdam stratejisidir. Bir diğeri kadın ve ailenin neoliberal muhafazakar yeniden yapılandırılmasıdır. Bir diğeri Kürt sorununda neoliberal reformist bölgesel yeniden yapılandırma sürecidir. Sistem yeniden yapılandırma karşısındaki direnç mevzi ve dayanaklarını zorbalıkla söküp atmaya çalışmakta, buna güç yetiremediği durumda bir süre sonra kısmi tavizlere gidebilmekte, ancak stratejik harekatını sürdürmekte, tanımak durumunda kaldığı hakların da ilk fırsatta pervasızca üstünü çizmeye kalkışabilmektedir. Kapitalist sistemde güvencesizlik yalnız her an işsizlik, aç ve açıkta kalma tehditi altında olma değildir, kazanılmış hakların bile bir güvencesinin olmamasıdır. Bu birincisi, özellikle de kolektif hakların, burjuvazi tarafından lütfedilmediğinin, sınıfsal-toplumsal savaşımla kazanılacağının ve savaşımla korunabileceğinin en açık göstergelerinden biridir. İkincisi, ekonomik-sosyal hak mücadelelerinin de kaçınılmaz olarak siyasal hak ve özgürlük mücadeleleriyle tanımlı ve bir bütün olduğunu göstermektedir. (Önceki rejimin “Cezaevleri sorunu çözülmeden İMF paketi uygulanamaz” dediği gibi, bugünkü rejim de “Taksim ve merkezi meydanlar kitle eylemlerine kapatılmadan ulusal istihdam stratejisi uygulanamaz” demektedir.) Üçüncüsü, hak ve özgürlük mücadelelerinin tekil ve kendinde değil, tümünün bağımsız sosyalist devrimci bir sınıf savaşımı programına, strateji ve taktiklerine bağlı olarak örgütlü yürütülmesinin önemi görülmelidir. Sağlıktan eğitime, zamandan mekana, kölece çalışma rejiminden ezilen cins ve ezilen ulus sorunlarına, hepsinin merkezinde duran burjuvazinin mali oligarşik egemenliğinin yeni biçimi ve (sınıfsal, toplumsal, cinsel, ulusal; siyasal, askeri, ekonomik; zamansal, mekansal, eğitsel, vd) sistemik 280
bütünlüğü görülmelidir. Kapitalizmde özgürlük, demokrasi ve insan haklarının temelinde sermaye ilişkileri ve egemenliği vardır. Tıpkı eğitim, sağlık gibi meydanlar da AVM’leşiyor. Neoliberal kölece çalışma ve işsizlik rejimi, yaşamın AVM’leşmesi, bilincin endüstriyel alıklaştırılması ile tamamlanıyor. Fakat tüm bu mücadele alanlarından, bugün tohum halinde yeni bir yaşam ihtiyacı ve bilinci de doğuyor! Zamandan mekana, eğitimden sağlığa, çalışmadan yaşama, mülkiyetten iktidara: Sınıfa karşı sınıf, kapitalizme karşı sosyalizm, burjuva demokrasisine karşı sosyalist proleter demokrasi! 03 Mayıs 2013
281
282
283
284
285