TEKEL işçilerinin mücadelesi bir dönemeç olacak mı?
Sendikal bürokrasi şimdilik galip Kaygısız >> 22 Üç tarz-ı sendika
Güvenir >> 9
Öngel
>> 23
EKMEK & ÖZGÜRLÜK A
Y
L
I
K
S
İ
Y
A
S
İ
D
E
R
G
İ
u
S
A
Y
I
7
u
M
A
R
T
Yaşamak için devrim gerekiyor!
Tekstilde en çok sömürülen kadın emeği
Tuğluk >> 3
T
L
Azeri >> 39
Koman >> 27 lu akılların ve vicdanların ortaklaştırılmasından geçiyor. Acılarımız ve ölülerimiz üzerinden değil, bundan sonra yaşatabileceklerimiz üzerinden bir yarışma içerisinde olmamız gerekiyor.
2
Erkiner >> 34
Konferansa doğru
Birlikte yaşamayı, tavuklarımızın birbirine karıştığı, kız alıp verme metaforunun ötesinde Kürt ve Türk halkının kader ortaklığında görüyorum. Bu kader ortaklığı ekonomik, tarihi, sosyal, siyasal ve kültürel bir ortaklıktır. Bunu sağlamanın yo-
u
Uğur >> 30
>>
Newroz ve birlikte yaşamak
0
Kaplan >> 25
Depremler, yerin değil ama Türkiye'nin sosyo-ekonomik tabiatının "çürüklüğü"nü başka hiçbir şeyin olmadığı kadar açık hale getiriyor. Kayıpların günahını yalnız başına "doğa"ya yıkmayı imkânsızlaştırıyor; devlete olduğu kadar topluma da kendisini düşünmesi için bir ayna tutuyor. Gene de, son Elazığ depreminde yaygın medyanın ahmakça yaptığı gibi kayıplar, hep yerel halkın "cehalet"ine , "ilkel" yerleşmelerde yaşama ısrarına; geleneksel kerpiç, yığma taş ve tuğla yapıların “dayanıksızlığı”na; yoksulluğa ve nihayet yerel ulaşım ve iletişim olanaklarının zayıflığının kurtarma 2
Akdemir >> 28
1
Güneş >> 18
Ertuğrul Kürkçü
Ev içi emek: Artı değerin görünmeyen kaynağı
0
Çeçen >> 17
Yüzde 70’i deprem bölgesindeki bir ülkede planlanabilir bir ekonomik düzenin kurulmasını önlemek devletin kendi halkına karşı giriştiği bir tür pasif “jenosid” sayılmaz mı?
Sokaklar bizimdir hesap sorulmaz 12’den sonra büyü bozulmaz Özcan >> 29
2
>> 9 >> 10 Atalay >> 11 Dalfidan >> 12 Eker >> 13 Kalyon >> 14 Kürkçü >> 15
Dinçer Yurtsever
2 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Türkiye
>>
çabalarını güçleştirmesine bağlanıyor. Gerçi “tabiat” 1999 Marmara depreminde darbesini nüfusun yüzde 25'inin, sanayinin yüzde 45'inin yığıldığı, kişi başına ortalama yıllık gelirin 4 bin 500 - 5 bin dolar -depremin merkez üssü İzmit ve çevresinde 7 bin dolarolduğu, milli gelirin yüzde 35'inin, gayri safi milli hasılanın yüzde 8'inin üretildiği bütün bir bölgeyi; sanayinin, ticaretin, medyanın kalbini vurduğunda Türkiye idrak etmeye başlamıştı, en "cahiller"in en çokbilmişler olduğunu, "modernleşme"nin timsali diye "ilkelliğin" kurdeleleri kesildiğini, hayatlarımızı emanet ettiğimiz kurumların kendisinden başkasını düşünmediğini, devletin vatandaşına dayak atmaktan başka bir işe yaramadığını, müteahhitlerin dolandırıcı, sağcıların bu müteahhitlerin adamları olduğunu, bu çürümüşlük içinde her depremin bir felakete dönüşmesinin kaçınılmazlığını. Ama görüyoruz ki 20 yıl sonra doğanın uyarısı akıllardan çıkıp gitmiş. Gazete yazıyor: “Üstü kerpiç,” -bir de kelime oyunu- “6.0 ölüm”. Demek ki her şey gene kerpiç yüzünden! 1999 Marmara Depremi’nin gerçekleştiği alanda bir tane kerpiç bina olmadığı halde neden binlerce insan hayatını kaybetmişti peki?
“Kalkınma” “plan” ve kerpiç
Türkiye’nin son 50 yılına dikkatle baktığımızda doğa olaylarının bir felakete dönüşmesinin gerisinde “doğa”nın en has ürünü taş, toprak, ağaç ve otun inşaat malzemesi olarak kullanılmasının değil, gelişme ölçüsünün kâr, ne pahasına olursa olsun kâr ve bireysel çıkar haline gelmesinin yattığını görebiliriz. Öte yandan, kapitalist üretim ve tüketim tarzı içinde yaşamını doğayla uyumlu kılamadığı için, küresel iklim değişikliği, depremler, fırtınalar, yağışlar vb. doğa olaylarının baskısı altında bunalan insanlık için, kerpiç giderek daha çok gerekli, kolay üretilebilir ve sağlıklı bir inşaat malzemesi olarak yeniden plancıların gündemine gelirken topluma bunun tam tersini anlatan yaygın medyayla neden savaşmamız gerektiği de belirginleşiyor. Toprağının yüzde 70’i aktif fay hatları üzerindeki bir ülkede depreme ve diğer doğa olaylarına karşı toplumsal ölçekte önlem almak, her şeyden önce planlanabilir bir ekonomik düzeni gerektirdiği halde, Türkiye’nin kâr dışında hiçbir ölçü tanımayan bir ekonomik düzende yaşamasının yıkıcı sonuçlarının sorumluluğunun “kerpiç”e -veya “Allah’a- atılmasını kanıksamak, önümüzdeki 20 yıl içinde gerçekleşmesi beklenen bir dizi büyük depremde on binlerce insanın hayatını kaybetmelerine rıza göstermekten başka bir anlama gelebilir mi? Kerpiç, kırsal gelişmenin planlı bir biçimde sürdürebildiği bir ekonomik düzende pekala, yapı maliyetlerini aşağı çekerken konut kalitesinin yükselmesini sağlayan bir yapı malzemesi olabilecekken, cahil sermaye sahiplerinin öncülüğünde nüfusunun yarısının bir bölgede, dörtte birinin bir kentte yaşadığı bir toplumda “yüzde 25’i işsiz dolaşan kent halkına sağlıklı konut” temini, kent toprağının zenginlere yeniden satılmasından başka bir manası olmayan “kentsel dönüşüm”e bağlanabiliyor.
Bugün karşı karşıya kaldığımız mesele gerçekte 1960’lardaki “plan” tartışmasının “büyük sermaye” tarafından kazanılmış olmasının ürünü. 1960’larda Türkiye’nin "plancılar"ı –genel olarak bütün sol politik güçler bu tarafta yer alıyordu- kaynakların dışa ve ithalata bağımlılığa son verecek şekilde ağır sanayiye tahsis edilmesini; geri yörelerin kalkındırılması göz önünde tutularak sanayinin ülkede dengeli bir biçimde dağıtılmasını; tarımın kamu kaynaklarından desteklenmesini; böylece kırdan kente göçün yavaşlatılarak planlı bir kentleşme sağlanmasını; ulaşım ve taşımacılıkta karayolu yerine demir ve deniz yoluna ağırlık verilmesini ve bunlara paralel, eğitim, sağlık, konut, sosyal güvenlik uygulamalarına geçilmesini ve bu amaçla sınai yatırımların kamu yararı doğrultusunda planlanmasını, bu süreçte kamu işletmelerinin öncülük yapmasını öneriyordu. “Bize plan değil ‘pilav’ gerek” sloganını benimsemiş olan, ülkenin geleceğini sermaye sınıfının güçlenmesinde; bireysel sermaye sahibinin kâr maksimizasyonunun hiçbir gerekçe ile sınırlanmaması tersine kamu kaynaklarının sermayeye tahsis edilmesinde; sınai yatırımların çapı, niteliği ve yerinin saptanmasında kamu yararının değil, bireysel sermayedarın kârlılık düzeyinin belirleyici olmasını; toplumsal zenginliğin kapitalist üretim ve tüketim hacmiyle -pilav- ölçülmesini öneren “Pilavcılar” Süleyman Demirel’in sağcı Adalet Partisi (AP) içinde kümelendiler. “Planlama” bir yasa emriydi. Onlar da adım adım “pilav”ı başlıca plan ilkesi kıldılar. 1969 seçimleri "Pilavcılar"ın hegemonyasında bir dönüm noktası oldu. Marmara bölgesi Demirel'in ikinci başbakanlığında yükselen sermaye sınıfının üretim ve yatırım merkezi haline geldi. "Patates tarlaları" otomobil, oto lastiği fabrikalarıyla dolmaya başladı. Koç'un Ford montaj fabrikalarını, Sabancı'nın lastik fabrikaları, İPRAŞ rafinerisi, yabancı şirketlerin yatırımları izledi. İzmit Körfezi, çevresi, Bursa, Adapazarı, Gebze, İstanbul, Çorlu hiç hesapta yokken apansız sınai üretimin can damarı haline geldi. Tek bir karayolu üzerinde 30 yıl içinde 300 kilometre boyunca uzayacak bir megapolün birbirlerine eklenen çekirdekleri kök salıyordu.
Kâr maksimizasyonu
Sanayi, işçi emeği olmadan olamayacağına göre, Türkiye'nin yoksul yörelerinden, en çok da Orta ve Doğu Anadolu ile Karadeniz Bölgesi’nden işsiz insanlar akmaya başladı bölgeye. En düşük ücretlerle her tür işi yapmaya hazır bu işsizler ordusunun kentte çok cılız ve kesintili gelirlerle varlığını sürdürebilmesi için çok düşük standartlı ve düşük bedelli bir yaşam biçiminin gelişip yaygınlaşması gerekliydi. Sonuç: 40 yıl içinde Kuzey Marmara'ya, yani Kuzey Anadolu fayının bitiş noktasına, Türkiye nüfusunun dörtte birinin yığılmıştı bile. Sanayiciler yalnızca kârlarını maksimize etmeyi hesap etmişlerdi, ama bunun için fabrikalarında çalışan işçilere, yani aileleriyle birlikte milyonlarca insana onurlu ve sağlıklı yaşama koşulları sağlanması onların sorumluluk alanına girmiyordu. Süleyman Demirel hakkını yemeyelim daha sonra da Özal ve şim-
di de Erdoğan- başlarında oldukça, hiç kimse onlara toplumsal sorumluluk yükleyemezdi. Konutlar kalitesiz olsun ucuz olsundu, çünkü konut alana, önce beyaz ev eşyası, ardından bir de araba satılacaktı. Bütün parayı konuta yatıran emekliye araba nasıl satılabilirdi? Hepsi çok mantıklıydı. Bu arada Doğu Anadolu fay hattı da gerilim biriktirmeye, yeryüzüne vurup kendisini tanımayı reddeden yerleşmeleri yerle bir etmeye devam etti 1971-2006 arasında Bingöl, Lice, Muradiye, Erzurum-Kars, Doğanşehir, Kars, Pülümür, Kığı Karlıova, Pülümür, Bingöl, Aşkale, Doğubeyazıt yıkıcı depremlerle sarsıldı. Kürtler, gecikerek Batıyı taklit eder ve alışık olmadıkları, uzmanlığını satın alacak sermayeden yoksun oldukları inşaat malzemesiyle kendilerine giderek genişleyen köy-kentler yaratırken, köyler her yıl daha çok ihmal edildi, yerel inşaat teknolojilerine hakim ustalar kentlere göçtü ve usulüne göre yapılmamış kerpiç binaların altında binlerce insan kalmaya devam etti.
Pasif “jenosid”
Türkiye büyük sermayesi, devleti ve hükümetiyle birlikte bütün bu kırk yıl boyunca, Kuzey Marmara'nın altından, Karadenizden, Doğu Anadolu’dan gerilim yüklü fay hatlarının geçtiğini biliyorlardı. Ama devasa yatırımlarını Marmara’ya yığar, Doğu’yu ihmal eder ve geri bıraktırırken rasyonel “rasyonel” davranıyorlardı. İki yılda yatırımlarını amorti etmiş, üçüncü yıl kâra geçmiş, 35 yıl maksimum kârlâ çalışmışlardı. İşletmeleri sigortalıydı. Hükümet en küçük bir hasarda, vergi muafiyeti sağlardı. Bir kez kâra geçtikten sonra isterse atom bombası patlasın, onlara koymazdı. Üstelik her deprem ve onu izleyen imar hamleleri inşaat sektörü ve ardından bütün sektörler için yeni bir atılım ve canlanma çevrimi olmaz mıydı? Sermaye sahipleri depremin ertesi günü sırf depremzedelerin "yaraları sarılsın" diye "depreme dayanıklı" konut ithal etmek üzere harekete geçmemiş miydi? "Peki, depremin olmuş ve olacak kurbanları? Bütün o sanayi çarkını çevirenler? Yaylalarda, davarları, sığırları güdenler, silah altına alınmak, devletin savaşında “şehit” olmak için sıralarını bekleyen gençler, "30-40 bin, 100 bin işçi, 100 bin işsiz nedir ki, şu 72 milyon nüfuslu 'büyük ülke'de. Yerlerini almak için hazır bekleyen şu kadar milyon işsiz varken?" değil mi? “Büyük Felaket” bilim insanlarına göre bu kadar yakınken ve önümüzdeki 20 yıl içinde bu ekonomik yapı ve bu idare tarzı ile milyonlarca insanın sağlıklı konutlara aktarılamayacağı ve Marmara’nın ya da Diyarbakır’ın beton cangıllarında veya Kürdistan mezralarının taş toprak yığınlarında can verecekleri matematiksel bir kesinlikle önümüzde duruyorken, kapitalizmi sürdürmek için durmaksızın teçhizatlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi yurttaşlarına karşı pasif bir “jenosid” mi tasarladığını düşünmeksin edemiyor insan. Olmaz demeyin “tohumuna para mı saydık” sözü bir Cumhuriyet vecizesi değil mi?
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 3
Türkiye
Newroz’unu söyle kim olduğunu söyleyeyim Cemil Gündoğan >> Sayfa 42
Newroz ve birlikte yaşamak Birlikte yaşamak, “tavuklarımızın birbirine karışması”, “kız alıp verilmesi” metaforunun ötesinde Kürt ve Türk halkının kader ortaklığında. Sadece seçim zamanlarında bir araya gelen, pragmatist bir yapılanmadan değil, Türkiye’yi yönetmekten söz ediyorum Aysel Tuğluk Demirci Kawa derlerdi adına/Medyalı yiğitler başınaydı dağlarda/Tek tek yanan ateşleri/Birleştirip Ninowa’ya kaydırmakta/Zalim Dehaq’sa oturmuş yatağında/Başındakiyaralara/Tabaktan gencecik beyinler çalmakta Demirci Kawa tanrısal Dehaq tahtında/Elinde balyoz/İner kalkar beyin sürülen yaralı başa/Medya’dan yükselen havarlar adına/Babil’de çekilen ahlar adına/Bir dahabir daha/İskit gözünden süzülen yaşlar adına/ Elam kilerinden çalınan aşlar adına/ Beyinleri çıkarılan gencecik başlar adına/Bir daha-bir daha Bir ateş yükseldi gökyüzüne Ninowa’dan/Zulmün karanlıklarını yırtan bir ateş/Yükselen yalımlarla dillendi özgürlük/Ceylanlar indi yeniden nehir kıyılarına/Turaç sesleri yükseldi sazlıklardan /Ateşin çevresinde halaylar kuruldu/Sevinçler süzüldü geçmiş havarlardan/O büyük günün adına “Newroz” denildi. Adnan Yücel, Güneşin ve Ateşin Çocukları
Günlerden 21 Mart ve iki bin yıl boyunca Kürtlerde kuşaktan kuşağa devredilecek efsane harlanan ateşin aydınlığıyla Ortadoğu halklarını ısıtmaya devam ediyor. Demirci Kawa’nın Kürtlere armağan ettiği ateş bazen Botan’da Mem ile Zin’in yüreğine aşk olarak düşerken bazen Nusaybin’de polis panzerinin ezdiği bir çocuğun anasının yüreğini yakan büyük bir acı olarak düşüyordu. Aşk ya da acı; katliam ya da isyan; ölüm ya da yaşam hangisi Kürde yazgı olarak yazılmışsa bu yazgıya inat Kürtlerin ortak bir paydada bir araya geldikleri “özel bir gün”dür. Özel günler ezilen kitleler nezdinde hep başka anlamlar ifade etmiştir. Hele hele Ortadoğu ve Türkiye coğrafyasında. Çatışmaların hiç eksik olmadığı, çelişkilerin kördüğüme dönüştüğü bu kadim topraklarda ezilenlerin kendi ezilmişliklerini açığa çıkaracak ve bunu topluma mal ederek örgütleyecek özel günleri yaratabilmişlerdir. Kürtler son isyanlarına durduklarında ise Newroz bambaşka bir anlama bürünüyordu. Dirilişin ve direnişin adı olarak yeniden geçiyordu kayıtlara. Ninowa’lı efsane artık geceden yuvarladığı tekerleğin ellerinde bıraktığı lastik izini temizlemek için üzerine süren Cizreli bir çocuk, özel timlerin dipçiklerine karşı direnen Nusaybinli bir dede, Muş ovasında ilk kibriti çakan çatal yürek bir ciwan, Diyarba-
kır surlarında Rahşan, gırasfistanlarının ışıltılarıyla ateşin etrafında dans eden Yüksekovalı bir kadındır. Mistik bir ayindir. Bir slogandır. Bir ezgidir. Erbane sesine tutturulan bir ritimdir. Biraz da bahardır. Ve en çok da çocukların tarihten çaldığı ateştir.
Efsaneden gerçeğe
Egemenlerin, halkların yarattığı özel günlerin içeriğini boşaltma konusunda ne kadar mahir oldukları hepimizin malumu. Sadece içeriğini boşaltmakla kalmayıp aynı zamanda bu günleri metalaştırma konusunda da takdire şayan bir ustalıkla hareket ettikleri de belirtebiliriz. Ancak 21 Mart bu konuda istisnai bir özellik taşıyor.sistemin bütün içerik boşaltma operasyonlarına karşı Kürt halkının diriliş ve direniş bayramı olma özelliğini ve önemini koruyor. Newroz sadece Kürtlerin bayramı değil elbette. Başka halklar açısından ifade ettiği özel anlama da büyük bir saygı duyuyorum. Ama 21 Mart Newroz’u politikleştiren ve ona ideolojik bir doğrultu verip kitleselleştiren asıl olgunun Kürt Özgürlük Hareketi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bunun için biraz 90’lı yıllara dönmek ve o günlerin koşullarını irdelemekte fayda var. 90’lı yılları karakterize eden en önemli hareketlerden biri Kürt Özgürlük Hareketidir. Özellikle bu dönemde 1990 tarihen ayırt edi-
lebilir bir yıl olma özelliğini taşıyordu .Gerilla mücadelesinin kitleler nazarında kabul gördüğü ve kabulden öte silahlı mücadelenin içselleştirilerek halkın “serihıldanlar” diye adlandırılan kitlesel gösterilerle geri dönüş verdiği bir yıl oldu. Silahlı çatışmaların arttığı, Kürt gençlerinin yüzünü dağa döndüğü, cenazelerin topluca geldiği, ülkenin bir savaş aralığına girdiği, birlikte yaşamaktan çok Kürt halkının imgeleminde bağımsız bir devletin yer tuttuğu travmatik bir dönemden söz ediyoruz. Newroz’un politik içeriğinin güçlendirilip görünür kılındığı yılların bu döneme denk gelmesi tesadüf değil elbette. Kürt coğrafyasında durumun özetinin özeti bu iken Türkiye’nin diğer yakasındaki durumu da çok özet bir halde irdelemekte fayda var. 90’lı yıllar sadece Kürtler açısından değil aynı zamanda tüm dünya halkları açısından da ayırt edilebilir bir dönemdir. Neoliberal dalganın azgın saldırılarının kendini her alanda hissettirdiği önemli bir dönemeç olan 90’lı yıllar Türkiye için umut taşıyan ama hüsrana dönüşen pratiklerin de gerçekleştiği yıllardır. Türkiye işçi sınıfının 89 bahar eylemleriyle kendiliğinden başlayan ve büyük direnişlere sahne olan Zonguldak maden işçilerinin yürüyüşüyle süren, Paşabahçe işgali ve diğer direnişlerde gösterdiği mücadele potansiyelini, bağımsız bir işçi hareketi ve önderliğine dönüş-
>>
4 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Türkiye
>>
türecek dinamiği yaratamaması işçi sınıfının çöküşünü hızlandırdı. Sonuç olarak Kürt özgürlük hareketinin en yakın müttefiki olabilecek Türkiye işçi sınıfının geri çekilişi, gerici ve şoven anlayışların sendika yönetimlerini ele geçirişi, Kürt sorunu ve Kürt emekçilerine yönelik düşmanca tutumun sendika içindeki ilerici unsurları pasifize etmesi, ilerici bir zeminin savaşı besleyen bir zemine dönüştürülmesinin yarattığı siyasal boşluğun solun hemen hemen tüm kesimlerine sirayet eden etkisi aralığın iyice açılmasına neden oldu.aralık açıldıkça doğan boşluğu düzen partileri doldurdu. Düzen partilerinin savaşın basit bir aracı olduğunu anlatmaya gerek yok sanırım.
Direniş bayrağı TARİŞ’te TARİŞ İplik işçileri de fabrikalarının kapatılmasına ve işsiz bırakılmalarına karşı TEKEL’in izinden gidiyor
Birlikte yaşamanın diyalektiği
Kürt Özgürlük Hareketi i birlikte yaşamı ilkesel olarak kabul eden bir yaklaşıma hep sahipti. Ancak başlarda bunun pratik araçlarının yaratılamamasının en önemli engellerinden bir tanesi zihin ve duygu dünyamızda asıl fenomenin bağımsız bir devlet fikriyatı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bağımsız bir devlet fikriyatıyla şartlanmış bir nesil olarak demokratik cumhuriyet projesine karşı gösterdiğimiz direnç mesafe almamızı oldukça zorlaştırdı. Çünkü demokratik cumhuriyet projesi, birlikte yaşamın öncül anahtarı olan bir projeydi ve biz bu projeyi anlamakta bir hayli zorlandık. Bu da ciddi bir zaman kaybına neden oldu. Politik koşullara savaşın yakıcılığı da eklenince bir içe büzülme süreci yaşadık. Birlikte yaşamayı, tavuklarımızın birbirine karıştığı, kız alıp verme metaforunun ötesinde Kürt ve Türk halkının kader ortaklığında görüyorum. Bu kader ortaklığı ekonomik, tarihi, sosyal, siyasal ve kültürel bir ortaklıktır. Bunu sağlamanın yolu akılların ve vicdanların ortaklaştırılmasından geçiyor. Acılarımız ve ölülerimiz üzerinden değil, bundan sonra yaşatabileceklerimiz üzerinden bir yarışma içerisinde olmamız gerekiyor. Bunun için Türkiye’nin aydınlarıyla, ilericileriyle, dost güçleriyle, emekçileriyle emeğimizi, çabamızı, ideallerimizi ortaklaştırabileceğimiz bir çatı partisine ihtiyaç var. Herkesin kendi rengini verdiği, kitleler için umut olabilecek, dün-bugüngelecek zaman diyalektiği üzerinden bütün Türkiye’ye hitap edebilen bir yapılanmayı gerçekleştirebilecek gücümüz ve potansiyelimiz var. Sorun bu gücü ve potansiyeli ortaya çıkarmakta yatıyor. Sorun ilkeler konusunda uzlaşabilmemizde yatıyor. Sonu gelmeyen kavramsal tartışmalarla süreci boğmaya, kilitlemeye kimsenin hakkı da lüksü de yok artık. Sadece seçim zamanlarında bir araya gelen, seçimi kazanmayı önüne koyan pragmatist bir yapılanmadan söz etmiyorum. Bir kader ortaklığından, Türkiye’yi yönetmekten söz ediyorum.
Şubat 2009'da üretime ara verme kararı alan, TARİŞ İplik Fabrikası işçileri, 1 Mart’ta işbaşı yapmak için gittikleri işyerlerinde fabrikanın kapatılacağını, kendilerinin de işsiz kaldığını öğrendiler. Türkiye Tekstil Örme ve Giyim Sanayi İşçileri Sendikası (TEKSİF) sürekli eylem kararı aldı. 1, 200 TARİŞ İplik Fabrikası çalışanından 600’ünün üye olduğu TEKSİF fabrikanın üretime başlamamasını protesto etmek için, TARİŞ Genel Müdürlüğü önünde her gün 10:00-17:00 saatleri arasında direniş çadırları kurmayı planladığını ilan etmişti. 5 Mart’ta TARİŞ Genel Müdürlüğüyle görüşen sendikası yöneticilerinin işçilere yaptığı açıkalamaya
göre: TARİŞ makinelerini satışa çıkarıyor. İşçilere ise " makineler satılana kadar işçilere aylık 600 TL ücret ve makineler satıldıktan sonra tazminatlarını ödeyip işlerine son verme”yi önerdi. Türk-İş yetkilileri tezkopiş genel başkanı, teksif senidası başnin açıklamalarını işçiler kabul etmedi. "Bu öneriler bizi bölmeyi amaçlıyor” diyerek Sendika liderlerinin konuçmalarını kestiler. İşçiler pazartesi sabah 9.00 da TARİŞ önünde toplanarak önerileri oylayacak. İşçilerin büyük çoğunluğu önerileri kabul etmemeyi düşündüklerini Fırat Canaçıkladı. Kalyon
Kömür madenleri can almaya devam ediyor 13 işçinin öldüğü, 18’inin yaralandığı Balıkesir'deki maden kazası, yine kusur, ihmal ve kâr hırsından kaynaklandı Türkiye Devrimci Maden Arama ve İşletme İşçileri Sendikası (DEV MADEN-SEN) Başkanı Tayfun Görgün, Dursunbey'deki grizu patlamasının nedenlerini anlattı. Görgün'e göre madende "havalandırma", "erken uyarı" ve "denetim" yetersizliği söz konusu. Kaza, havalandırma sisteminin iyi çalışmadığını veya hiç çalışmadığını gösteriyor. Çünkü böyle bir grizu patlamasının gerçekleşmesi için ortamda patlayacak kadar metan gazı birikimi olması gerek. Ayrıca, gaz birikimi oluştuğunda devreye girmesi gereken erken uyarı sisteminin iyi çalışmadığı anlaşılıyor. Ya da madende erken uyarı sistemi kurulu değil. Aksi takdirde, ortamda gaz değerleri yükselmeye başladığında uyarı sistemine birçok uyarının gelmesi gere-
kirdi. Başbakan kazadan 20 gün önce denetim yapıldığını söylüyor ama böylesine bir kaza, bize denetimin yetersiz olduğunu ya da denetimde ortaya çıkan yetersizliklerin giderilmesi için gerekenlerin yapılmadığını gösteriyor. Şentaş madencilikte bu ikinci büyük kaza. 2006'da da 17 kişi ölmüş, işletme kapatılmış daha sonra yeniden faaliyete başlamıştı. Bu görünmez kaza değil, birebir ihmal. İşveren kusuru olduğu çok açık. İşverenler, kârı maksimize etmek, maliyetleri düşürmek için önlem almıyor, devlet ve belediyeler yeterli denetim yapmıyor. Usulüne uygun güvenlik sistemi kurulana kadar bu madenin faaliyetinin yasaklaması gerekiyordu. Devlet, madenlerdeki sorunları biliyor ama kazalara seyirci
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 5
Türkiye
Sokaklar bizimdir hesap sorulmaz 12’den sonra büyü bozulmaz Emine Özcan >> Sayfa 29
8 Mart'ın 100. yılında Kadıköy mora boyandı Kadınlar, "patriyarkaya, kapitalizme, militarizme, milliyetçiliğe" karşı yürüdü
Ulukışla köylüleri siyanürlü altın istemiyor Niğde,Ulukışla köylüleri maden şirketinin siyanürlü altın aramasına karşı direniş komiteleri ve köy meclisleri oluşturdu
"İstanbul 8 Mart Kadın Platformu"nun düzenlediği mitingde bir araya gelen binlerce kadın, 8 Mart'ın 100. yılını büyük bir coşkuyla kutladı. Soğuk, yağışlı havaya rağmen Kadıköy'de katılım ve heyecan her yıl olduğundan daha yüksekti. Mitingde açılan en büyük pankartın üzerinde "8 Mart'ın 100. yılında yaşasın kadınların örgütlü mücadelesi" yazılıydı. Mücadele için bir günün yetmediği, "erkeklerin sevgisi her gün 3 kadın öldürüyor", sözleriyle dışa vuruldu. Kadınlar, "emeğimizin yok sayılması-
na, sömürülmeye, yoksullaştırılmaya, cinsel, fiziksel, duygusal, psikolojik, ekonomik her türlü erkek egemen şiddete HAYIR DEMEK için buradayız" dediler. DTP'nin kapatılmasının ardından siyaset yasağı getirilen eski milletvekili Sebahat Tuncel'in de katıldığı ve bir konuşma yaptığı mitingde, barış talepleri hep bir ağızdan yükseldi. Savaşa değil, kadın sığınaklarına bütçe ayrılması istendi. Kadınlar, farklılıklarına rağmen "kadınlık durumunun" yol açtığı ortak paydada bir kez daha çekincesiz buluştu.
İşsizler ordusuna 860 bin kişi daha TÜİK 2009 verilerine göre dört gençten biri iş bulamıyor; en çok işsiz İstanbul, İzmir, Adana ve Mersin'de Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2009 yılına ait işgücü verilerini açıkladı. Buna göre 2009’da işsiz sayısı, önceki yıla göre 860 bin kişi artışla 3 milyon 471 bine ulaştı. 2008'de yüzde 11 olan resmi işsizlik oranı yüzde 14'e yükseldi. Buna iş bulma ümidini yitirerek iş aramaktan vazgeçenler dahil değil. Sektörel olarak bakıldığında, tarımda geçen yıl 83 bin kişilik bir istihdam artışı gözüküyor. Uzmanlar, büyümeyen tarımda istihdam artışını inandırıcı bulmazken tarım dışı işsizlik oranı, yüzde 17,4'e ulaşmış durumda. Krizden en çok inşaat dahil sanayi sektörünün etkilendiği görülüyor: Sanayide 303 bin kişi son yılda işini kaybetmiş. Buna karşılık hizmetler sektörü 149 bin istihdam artışı sağlamış. Bu da iyi bir yıl geçiren mali sektörden kaynaklanıyor.
Gençler ve kadınlar dezavantajlı
Türkiye işgücünün yüzde 18'den fazlasını barındıran İstanbul'da işsiz sayısı 753 bini buldu. İstanbul’u 227 bin işsizle İzmir izliyor. İstanbul ve İzmir'de tarım dışı işsizlik oranı Türkiye ortalaması olan yüzde 17,4'e yakın. Aynı oran Adana-Mersin’de, yüzde 27 gibi rekor bir düzeye çıkıyor. Rakamlardan gençlerin ve kadınlar daha zor iş bulduğu anlaşılıyor. Genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 25,3 oldu. Bu her dört gençten biri işsiz demek. Önceki yıl bu oran yüzde 20,5'ti. Kadınlarda işsizlik oranı Türkiye ortalamasının üzerinde seyrediyor. Tarım dışı işsizlik erkekler için yüzde 16 iken, kadınlarda bu oran yüzde 21,9'a yükseliyor.
Niğde'nin Ulukışla ilçesine bağlı köylerde yaşayanlar, bölgede siyanürle altın arama hazırlıklarına başlayan, Aydın Doğan ve Necati Kurmel'e ait Gümüştaş şirketine karşı köy meclisleri ve direniş komiteleri oluşturdu. Şirket, altın işletmesini önce Bolkar Dağları’nın zirvesindeki Maden köyüne kurmaya karar verdi. İşletmenin zehirli atıklarının bölgenin yer altı sularına karışacağı yönündeki bilimsel raporlar sonucunda, bu bölgeden vazgeçen şirket, işletmeyi Bolkar Dağları eteklerindeki Porsuk ve Hasangazi köylerine taşımaya karar verdi. Bu amaçla Porsuk’ta köylerin tarımsal sulama ihtiyacını sağlamaya yönelik göletin civarında kamulaştırılmış olan 27 dönüm araziyi İl Özel İdaresi'nden satın almak için girişimlerde bulundu. Geçtiğimiz Eylül’de Niğde İl Encümeni tarafından açılan ihalede bu araziler şirkete satıldı. Satış işlemi üzerine direniş komiteleri bir miting gerçekleştirdi ve Adana-Ankara karayolunun içinden geçtiği Hasangazi köyünün meydanında basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasına katılan köylüler hakkında karayolunu trafiğe kapatmaktan dava açıldı. Köylüler, geçtiğimiz günlerde de, 400 dönüm daha toprak almaya hazırlanan şirketin, Jandarma eşliğinde ölçüm yapmaya gelen yetkililerine karşı çıktı.
6 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Dünya
Öteki Avrupa Birliği’nde kriz Engin Erkiner >> Sayfa 34
Yunanistan işçi sınıfı Avrupa işçilerinin yolunu açıyor Devletin iflasının yükünü taşımaya karşı çıkan 2 milyon işçi 24 Şubat’ta genel greve gitti
Bizde TEKEL işçileriyle dayanışmak için bir türlü gerçekleştirilemeyen genel grevin acı anısı hala tazeyken, Yunanistan işçilerinin girişimi ve deneyimi örnektir Sokak direnişleri, polisle çatışmalar, parlamentoya yürüyüşler, Yunanistan direnişinin uzun soluklu olacağının açık belirtileri. Grev, kemerleri sıkma programına karşı geniş bir halk muhalefetinin günlük eyleme bir yansıma-
sıydı. Kitle eylemi günlük hayatı tam anlamıyla felce uğrattı. Yunanistan’a gelen ve giden bütün uçuşlar hava trafiği denetleyicileri de eyleme katıldığı için iptal edildi. Atina’daki toplu taşımacılık sadece grevcilerin şehir merkezine ulaşabilmelerini sağlayabilecek boyuta indirildi. Trenler ve deniz taşımacılığı durdu. Devlet okulları, vergi daireleri,
mahkemeler, devlet hastaneleri ve diğer devlet kurumları bütün ülkede kapalı kaldı. Atina’daki Akropolis de dahil olmak üzere bütün arkeolojik sitler ve turizm merkezleri kapandı. Başta gazeteciler ve ulusal gazeteciler birliğinin üyeleri olmak üzere medya çalışanları da 24 saatlik genel greve katıldı ve 25 Şubat’ta hiçbir gazete yayınlanmadı. Medya emekçilerinin eylemi nedeniyle de resmi televizyonda grev ha-
berleri yayınlanamadı. Yunanistan’daki genel grev sosyal demokrat ya da muhafazakar hükümetlerin kemerleri sıkma politikasına karşı Avrupa çapında gelişen işçi sınıfı direnişleri bağlamında gerçekleşti. 25 Şubat’ta İspanya’da binlerce işçi greve giderek ve bütün ülkede protesto mitingleriyle hükümetin emeklilik haklarına saldırı tedbirlerine direndi.
ABD’de “Demokratlar” devlet terörünün hiz ABD Kongresinin Demokrat çoğunluğu herhangi bir tartışma açmadan Amerikan vatandaşlarının kitaplığına, internet ve diğer kişisel kayıtlarına el koyan yasayı Obama’nın imzasına sundu. Bush yönetimi sırasında temel demokratik haklara yönelik saldırıya karşılarmış havası takınan demokratlar, şimdi daha da berbat bir yasal düzenlemeyi kendileri gündeme getirdiler. Amerikan gizli servislerinin gücünü arttıran yasal düzenlemeler özellikle üç alanda dikkat çekiyor: 1) Belirli bir telefon numarası
ya da e-mail adresi belirtmeden seyyar birimlerle dinleme ve kayıt; 2) Kurumları kredi kartı, banka, tıbbi bakım , psikolojik tedavi ve kütüphane kayıtlarını teslim etmeye zorlamak; 3) Terörist örgütlerle ya da yabancı ülkelerle bağlantısı tespit edilemeyen ama yalnız yaşayan yabancı uyruklu kişilere yönelik casusluk faaliyetleri. Senato yasanın bir yıllığına uzatılmasını hiçbir tartışma yapılmadan sözlü olarak onayladı. Aslında yasanın bu üç maddesinin süresi Aralık sonunda bitiyordu, ama Kongre geçen yıl
yasanın yürürlüğünü iki aylığına uzatırken, özel yaşam ve anayasal haklar konusunda daha fazla koruma getiren önerileri de tartışmaya devam edecekti. Obama yönetimi en ılımlı değişikliklere bile destek vermedi. Medya ise, Demokratların Yurttaşlık Yasası’ndaki en ufak değişiklikleri bile tartışma konusu yapmak istememelerinin nedeni olarak, ara seçimlerde terörizme karşı yumuşak profil verme endişesinden kaynaklandığını vurguluyor. Demokratların aldıkları tüm kararlarda korkaklık ve oportü-
nizm açıkça sırıtıyor. Bütün polisiye tedbirler baştan beri karşılıklı anlaşmanın ürünü olarak alınıyor. 2001’de Senato’dan geçirilen polisiye yasaya sadece bir tek karşı oy çıkarken, Kongre üyeleri kanun paketini okumadıklarını söyleyebilmişlerdi. O zamandan beri Demokratlar, demokratik haklara karşı her türlü saldırıda gerekli desteği esirgemediler. 2008 seçim kampanyasında Demokrat Parti suçluluk şüphesi taşımayan kişilerin mektuplarının milli güvenlik açısından denetimine son vereceklerini vaad etmişlerdi ama, Oba-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 7
Dünya 1 Mart’ta Çek ulaştırma işçileri tüm raylı ve otobüs hatlarında beş saatlik greve gitti. 4 Mart’ta Portekiz’de kamu işçileri ücretlerin dondurulması ve emekli haklarına saldırıya karşı greve gitti. İşte Yunanistan grevi bu genel işçi direnişinin bir parçası olarak gündeme geldi. Grev çağrısını yapan iki büyük işçi federasyonu yaptı. Bunlardan birisi Yunan İşçileri Genel Federasyonu (GSEE) ve diğeri ise, Sivil Hizmetler Konfederasyonu’ydu. (ADEDY). Bu iki sendika beş milyonluk Yunan işgücünün yarısını temsil ediyor. Yunanistan devletinin iflasının bedeline ortak olmaya militanca direnen işçilerin mensup olduğu sendikaların yöneticileri ise, Papandreou ile görüşmelere hazır olduklarını açıkladı. Böylece sendikaların amacının kemerleri sıkma politikasının geri çekilmesini talep etmek yerine, pakette değişiklikler yapılarak, yükün adil paylaşımına katkı olduğu da ortaya çıktı. Daha önceki IMF baş ekonomisti Oliver Blanchard’ın Yunanistan gibi büyük borçları olan ülkelerin, 20 yıla kadar varabilecek çok acılı bir dönemin fedakarlıklarına hazır olmaları yolundaki açıklamasına, sendika yöneticilerinin onay vermesi, işçi sınıfının mücadele azmini frenleyebilecek mi? Önümüzdeki günler bu sorunun yanıtını da açığa çıkaracak.
metinde ma yönetimi iktidarda sadece bu işlemleri sürdürmekle kalmadı, aynı zamada genişletti. Derinleşen ekonomik kriz ve ülkedeki toplumsal saflaşma döneminde, bu tedbirlerin savunulması, ancak Bush yönetimince uygulanan anayasa dışı yöntemlerle mümkün olabilir. Obama’nın Beyaz Saray’ı polis devletinin inşasını sadece ne olduğu bilinmeyen “terörist tehditler”e karşı değil, Amerikan işçi sınıfının kaçınılmaz olarak büyüyecek kitlesel mücadelesine karşı daha etkin kullanmaya da hazırlanıyor.
Almanya’da sendikanın pilotlara ihaneti
Cockpit Sendikasının çağrısına uyan pilotlar, yakalarına “Grevdeyiz” rozetleri iliştirmişlerdi
Almanya havayolu Lufthansa’nın 4 bin 500 pilotunun Şubat sonunda dört gün süreyle greve gitme kararı, akıllara hemen ücret artışı talebini getirse de pilotlar işten atılmalara son verilmesini, mevcut ücretlerin ve çalışma saatlerinin korunmasını talep ediyorlardı. Bunun içinse, Lufthansa’nın yeni, ya da mevcut şirketlere ek uçuşlarla kaynak oluşturmaması gerekiyordu. Bu durumda pilotların ücretleri yüzde 20-25 düşecekti. Bu stratejinin uzun vadede birçok pilotun işsiz kalmasına ve maaşların düşürülmesine yol açacağı iddia ediliyor. Lufthansa ise, uçak biletleri savaşındaki özgürlüğüne hiçbir müdahaleyi kabul etmiyor ve 50 ya da 70 koltuklu uçaklar yerine, 95 ile 110 koltuklu yeni uçaklar alarak, bunları yan şirketlerin hizmetine sokup onların daha düşük ücretle çalışan pilotlarını kullanmak istiyor. Sonuç ise sadece pilotların değil, tüm kabin çalışanlarının kayıpları anlamına geliyor. Bu, Lufthansa pilotlarının 2001’den sonraki en büyük grevi olacaktı. Ancak birinci günden sonra grev kırıldı. Pilotların sendikası Cockpit yöneticileri, medyanın ve Alman hükümetin baskılarına dayanamadı. Sendika yeniden görüşme masasına oturarak grevi ön koşulsuz olarak 8 Mart’a erteledi. Masaya yatırılan tek konu pilotların Almanya çerçevesinde-
ki ücretleri oldu. Oysa, grevin esas amacı, şirketin alt kuruluşlarındaki uçuşlarda pilotların düşük ücretle kullanılmasını engellemekti. Böylece Cockpit, grevin esas hedefini gündem dışına çıkarmış oldu. Federal Ulaştırma Bakanı Peter Ramsauer, Almanya çalışma yasasını ihlal ederek, Lufthansa anlaşmazlığına müdahale etti ve görüşme masasına oturulmasını istedi. Frankfurt İş Mahkemesi de aynı doğrultuda görüş bildirdi. Cockpit derhal teklifi kabul etti. Oysa pilotlar olağanüstü güçlü bir konumdaydılar. 22 Şubat’ta pilotlar yüzde yüze yakın oranda greve katıldı ve Lufthansa uçuşlarının yüzde elliden fazlası yapılamadı. Uçuşların yarısını diğer hava yollarından önemli bir maliyete charter uçakları temin ederek, pilot eğitimi gören idari personelle gerçekleştirebildi. Grevin devamı Lufthansa üzerinde çok ciddi mali etkilere yol açacaktı. 22 Şubat’ta Lufthansa’da 16 bin uçuş personelini temsil eden Bağımsız Uçuş Hizmetleri Örgütü (UFO), çalışma koşulları ve ücretlere ilişkin olarak derhal görüşmelere başlanmadığı takdirde dayanışma grevi tehdidinde bulundu. İngiltere’de British Airways’in 12 bin çalışanının yüzde 80’i kesinti tehditlerine karşı grev kararı aldı. Fransa’da hava trafiği denetle-
yicileri çalışma koşullarının kötüleşmesi ve Avrupa hava trafik kontrol sisteminin birleştirilmesiyle ortaya çıkan iş kayıplarına karşı dört günlük greve başladı. 27 Şubat Salı günü Air France pilotları, rasyonalizasyon tedbirleri ve iş kayıplarına karşı grev hazırlığındaydı. Yunanistan’da ise, Papandreou hükümetinin ekonomik siyaseti nedeniyle başlayan genel grev Çarşamba günü ülkenin tüm hava trafiğini felç etme tehdidi içeriyordu. Almanya medyası, Lufthansa pilotlarını, yüksek maaşlar ve rahat çalışma koşulları peşinde koşmakla karalamaya çalışıyor. Oysa, gerçek çok farklı. Pilotların grevi, önceleri güvenli ve iyi maaşlı bir meslek olan pilotluğun düşük ücretli ve çok kötü koşullarda çalışılan bir iş koluna dönüştürülmesini engellemek içi gündeme geldi. Bu gelişmeden çıkan iki önemli dersten birincisi işlerin, ücretlerin ve çalışma koşullarının savunulmasının, işçi sınıfının uluslararası birliğini gerektirdiğidir. İkincisiyse, toplumsal kazanımların, ancak kapitalist sistemin temellerine meydan okuyan bir politik perspektifle yürütülebileceği. Bunlar herşeyden önce enternasyonal bir sosyalist programla savaşan yeni işçi partilerinin inşasını gerektiriyor.
8 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Dünya
Honduras’ta direniş ve cinayetler Darbecilerin düzenlediği seçimle iş başına gelen Lobo yönetimine karşı direniş sürüyor. Halk Direniş Cephesi liderinin kızı faili meçhul bir cinayette öldürüldü
Darbe’yle saf dışı edilen Honduras’ın eski Başkanı Zelaya Venezüalla’da Chavez’le
Honduras’ta darbeyle başa gelen Devlet Başkanı Porfirio Lobo sadece 28 Haziran 2009’da devirdiği Manuel Zelaya taraftarlarıyla değil, Halk Direniş Cephesi’nin sokak gösterileri ve direnişleri ile de baş etmeye uğraşıyor. Direniş insan hakları ihlalleri ve darbenin yanı sıra halkın yaşam koşullarının kötüleşmesi ve yoksulluğa karşı taleplerle de sürüyor. Değişik öğretmen sendikaları
maaşların eskiden olduğu gibi ödenmesi talebiyle sokağa döküldü. Göstericiler, Honduras Komünist Partisi’nin kurucusu ve Halk Direniş Cephesi üyesi Pedro Brizuela’nın kızı sosyal aktivist Claudia Brizuela’nın Şubat sonunda, öldürülmesini de protesto ettiler. Kimliği belirsiz bir katilin evinde öldürdüğü 36 yaşındaki Claudia’nın babası kızının öldürülmesini kendisi ve Halk Direniş Cephesi’ni korkut-
Nijer’de darbe Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma İndeksi’nde en son sıradaki eski Fransız sömürgesine Nijer’in uranyum yatakları ve petrol rezervleri iştah kabartıyor Eski bir Fransız sömürgesi olan Nijer’de askerler 18 Şubat’ta, başkanlık sarayında süren hükümet toplantısını basarak yönetime el koydular. Anayasayı rafa kaldırdıklarını, hükümet kurumlarını lağvettiklerini açıkladılar; yeni anayasa ve seçim sözü verdiler ama tarih vermediler. Başkan Mamadau Tandja ve üç bakanını tutuklayanAlbay Salou Djibo önderliğinde darbeyi gerçekleştiren darbeciler, kendileri-
ne “Demokrasinin Restorasyonu Yüksek Konseyi” adını veriyor. 1960’ta Fransa sömürgeliğinden kurtulan Nijer’de birbirini izleyen askeri yönetimlerin ardından 1999’da yapılan seçimleri Tandja kazanmıştı. Tandja 2004’te başkanlığı ikinci kez kazandı. Nijer milli meclisi, geçen yıl onun üçüncü kez seçilmeyi hedefleyen referandum planlarını reddedince, Tandja önce meclisi, ardından üçüncü dönem başkanlığını illegal olarak niteleyen anayasa mahkemesini dağıttı. Tazarche (Süreklilik) Hareketini kuran Tandja ve destekçileri Nijer barajı inşası ve Tuareglerle barış projesini gerekçe göstererek üçüncü dönem başkanlık için kampanya açtılar. Ağustos’da Tandja üçüncü dönem başkanlık için referandum
maya yönelik bir mesaj olarak nitelendirdi. İnsan haklarına tam saygı vaat eden Lobo döneminde de cinayetlerin sürmesi konusunda insan hakları aktivisti Mery Agurcia şöyle diyor: “Lobo’nun göreve geldiği 27 Ocak’dan beri üç cinayet işlendi, ikisi cinsel saldırı, en azından 53 illegal tutuklama, sekiz işkence olayı, evlere ve bürolara 14 baskın ve bunun yanında polis şiddeti….” Zelaya’nın devrilmesinden sonra, takip ve baskıdan kurtulmak için en az 150 kişi Kanada ve İspanya’ya göçtü, birçok insan evini değiştirdi ya da başka şehirlere taşındı. Costa Rica’ya gönderilen Zelaya, zengin bir toprak sahibi olmasına rağmen, reformlara yönelip işçi haklarını geliştiren önlemler almaya başlayınca ülkenin muhafazakar zenginleriyle de arası açılmıştı. Halk Direniş Cephesi, darbeden sonra uluslararası topluluğun baskısıyla kurulan Hakikatleri Araştırma Komisyo-
nu’nun amacının darbeyi aklamak olduğunu ilan etti. Direniş önderlerinden Rafael Alegria “komisyon darbe esnasında burada neler olduğunu açığa çıkaramaz. Biz Honduras’ta bir uzlaşma için devleti yeniden kuracak bir kurucu meclise toplanmasında ısrarlıyız” diyor.Muhaliflerden de darbe destekçilerinden de eleştiri alan komisyon Mart ortalarında tüm partilerle görüşmeye başlayacak. Komisyon’un koordinatörlüğünü eski Guatemala devlet başkan yardımcısı Eduardo Stein üstlenecek ve Honduras Özerk Ulusal Üniversitesi (UNAH) başkanı Julieta Castellanos ve hukukçu Jorge Omar Casco da Komisyon’a katılacak. Ancak köklü ekonomik tedbirler ve sosyal reformlar olmaksızın toplumsal çelişkilerin patlaması kaçınılmaz görülüyor. Şu anda Lobo uluslararası camiada daha geniş bir tanınma sağlamaya odaklanmış durumda, ancak bir çok Latin Amerika ülkesi onu tanımayı reddediyor.
çağrısı yaptı. referandumuna girişti. Ekim’de parlamento seçimlerini düzenledi. Muhalefet ise, bu sürece tamamen karşıydı. Batı Afrika Devletleri Ekonomi Topluluğu da (ECOWAS) da muhalefeti destekleyerek Nijer’in üyeliğini askıya aldı. Nijer’in küresel önemi dünyadaki en zengin uranyum yataklarına sahip olmasından kaynaklanıyor. Geniş petrol rezervleri olduğu da tahmin ediliyor. Bu kaynaklara rağmen, Nijer Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma Endeksinde sonuncu sırada. Yani dünyanın en az gelişmiş ve en yoksul ülkelerinden biri. 30 yıldır, Fransa merkezli Areva şirketi Nijer uranyum rezervleri üzerinde tekel sürdürüyor. Fransa uranyumunun yüzde 40’ını Nijer’den elde ediyor. Fransa enerji ihtiyacının yüzde 76’sını nükleer santrallerden sağlıyor. Tandja’nın, üçüncü dönem için başkanlığını üstü örtülü olarak destekleyen Sarkozy Areva’yla
imzalanan üretim antlaşmasının ardından, geçen Mart’ta Nijer’in başkenti Niamey’ı ziyaret ederek, bunu açığa çıkarmış oldu. Bu eski Fransız sömürgesinin politik ve askeri seçkinleri darbe sayesinde, ülkenin kaynakları üzerinde yeni görüşmeler fırsatı yakalama peşinde. Hükümete egemen olmak uranyum ve yakın gelecekte petrol kaynaklarından elde edilecek büyük gelirlerin denetimi demek. Tandja’nın bu zenginlikleri denetleyerek, kendi gücünü sağlamlaştırması, askeri seçkinlerin darbesine yol açtı. Şimdilik Fransız çıkarları cuntanın tehdidi altında görünmüyor. Areva uranyum üretiminin normal olarak devam ettiğini söylüyor. Aksi halde, Fransa’nın askeri güç kullanacağı kuşkusuz. Komşu ülkelerdeki askeri güçleri de pusuda bekliyor.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 9
Konferansa doğru
Politika
Adlı adınca yolumuz Sınırları birbirine karışan patriyarka ve kapitalizme karşı eş zamanlı mücadele yürütmek gerekiyor
Yeşim Dinçer
Alice Harikalar Diyarında adlı ünlü çocuk kitabını işitmemiş olan yoktur sanırım. Daha az bilinen bir gerçek, kitabın yazarının bir matematik profesörü ve mantıkçı oluşudur. Harikalar diyarında dolaşırken bir yol ayrımına gelen Alice önüne çıkan kediye sorar: "Hangi yoldan gitmeliyim?" "Bu senin nereye gitmek istediğine bağlı," diye cevap verir kedi. Yaklaşan konferans bizim de bir dönemece geldiğimizi haber veriyor. Yönümüzü belirlerken nereye varmak istediğimiz hep hatırımızda olmalı. Parçalara bölünmüş sosyalist solun, sınıfsız topluma giden en kestirme yolun tayini üzerinde hemfikir olamadığı sanılır genellikle. Ben görüş ayrılıklarının geleceğe ilişkin ciddi bir tasarım farkından kaynaklandığına inanma eğilimindeyim. Başka bir ifadeyle, hareketin kendi içerisinde yüz yılı aşkın bir süredir yürüttüğü tartışma ve bize buradan yansıyanlar; güzergâh ayrılığından değil, hedefteki toplumun farklı tahayyülünden kaynaklanıyor.
İki afiş
Yukarıda yan yana duran iki afişten soldaki Sovyet devriminin ilk yıllarına ait. Elinde kızıl bayrak tutan genç bir kadın, tencere, tava, semaver gibi araç gerecin altında ezilmiş daha yaşlı bir kadına uzatıyor elini. Yaşlı olanın başında Rus kadınlarının örttüğü geleneksel örtü var; ona elini uzatan kadının başındaysa kızıl bir bandana. Sol üstte büyük harflerle, "8 Mart kadın işçilerin mutfak köleliğine karşı ayaklanma günü" yazıyor. Sağ altta ise, daha küçük harflerle, "kahrolsun baskı ve ev yaşantısındaki boyunduruk". Arkada gösteri yapan kalabalıklar ve üzerinde "mutfak" yazılı büyük bir bina gözüküyor. Belli ki bu devrimin kadınlara vaat ettiği umumi mutfak. En geride fabrika bacaları yükseliyor. Sağdaki afiş Sovyetler Birliği'nin, dünyadaki iki süper güçten biri olduğu yıllardan kalma. Çok sade ve kuşkusuz görselliği ötekine göre daha gelişmiş bir afiş. Fakat hiçbir şey söylemiyor; ne bir vaat ne bir kutlama... Emma Goldman, "Dans edemeyeceksem
devriminizin bir parçası olmak istemiyorum", demişti. Bu bir korkuyu ifade ediyordu aslında. Korkulan oldu. Sovyet devrimi, kaç bin yıllık patriyarkayı yıkacak kadar "devrimci" olamadı. 8 Mart içi boş bir kutlama gününe dönüştü. Erkeklerin kadınlar üzerindeki vesayeti sürüp gitti. Parti, sınıfı vesayet altına aldı. Marx'la Engels'in "[Komünistlerin] bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı, farklı çıkarları yoktur" sözüne rağmen oldu bu. Bu iki vesayetin -erkeklerin kadınlar; partinin sınıf üzerindeki vesayetinin- ilişkili olabileceği üzerinde pek az durulmuştur bugüne dek. Oysa politbüro, düpedüz Babanın-Adı'nı temsil ediyordu.
Patriyarkanın/kapitalizmin sınırı nerede başlayıp bitiyor?
Sözü fazla uzatmaya gerek yok: Kadınlar toplam mülkiyetin sadece yüzde 1'ine sahipler. Başka bir ifadeyle, yeryüzündeki kadınların neredeyse tamamı mülksüzlerden oluşuyor. Hizmetten imalata her sektörde, erkeklerle aynı işi yapsalar bile daha düşük ücretle istihdam ediliyor; çalışma hayatında itibar görmüyorlar. Tekrarlanan krizler, kadın emeğinin çok daha insafsızca sömürülmesine yol açıyor ve toplumsal tabakalaşmada kadınlar adamakıllı dibe itiliyor.
Kapitalizm sınırı nerede başlayıp bitmektedir? Bu sınır sanıldığı gibi evin kapısı mıdır? Nevra Akdemir'in bu sayıda yer alan yazısı, kapitalizmin yalnızca iş yerinde hüküm süren bir toplumsal dizge olmadığını, ücretlendirilmeyen ev içi emekle de ilişkili olduğunu koyuyor ortaya. Kaldı ki patriyarka da tümüyle "özel alan"a ait değil. (Novamed'de sendikaya üye olan kadınların, kocalarına veya babalarına, "karınıza, kızınıza sahip çıkın" sözleriyle şikayet edildiğini hatırlayalım.) Yine bir kadın araştırmacıdan, Japonya'daki otomobil fabrikalarına girdi üreten orta ve küçük ölçekli işletmelere alınan işçilerin, ana fabrikada daha iyi koşullarla çalışan erkek işçilerin yakınları arasından seçildiğini; bu işçilerin aile bağları üzerinden kontrol altında tutulduğunu, kötü ücret ve koşullara başkaldırmalarının böylece engellendiğini öğreniyoruz. (Beverly Silver, Emeğin Gücü, Yordam Kitap) Kısacası, artık iç içe geçen kapitalizm ve patriyarka ile -birini ötekine indirgeme hatasına düşmeden- eş zamanlı bir mücadele sürdürmek gerekiyor. Cinsiyetçi kapitalist topluma karşı olduğunu, adlı adınca, içtenlikle ortaya koy(a)mayan bir hareketin/partinin, bizi tahayyül ettiğimiz özgür geleceğe taşıyamayacağı görüşündeyim.
10 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Konferansa doğru
Politika
Konferans eşiği Sosyalist yeniden kuruluş, ortaklaşma ve örgütsel kuruculuk sürecinin ana halkası siyasettir. Toplumsal kurtuluş için toplumsal siyaset! Haluk Yurtsever Çağrı’da amacımızı “sosyalizmi kapitalist düzenin karşıt devrimci kutbu olarak yeniden var etmek”; bu amacı gerçekleştirmenin temel sınıfsal/siyasal yöntemini “siyasallaşmış bir proletarya hareketi oluşturma yolunda anlamlı bir adım atmak” olarak belirlemiş; stratejik yöneliş ve öncelikli görevi de tanımlamıştık: “Sosyalizmi bu topraklarda bağımsız bir seçenek olarak var etmeyi, toplumsal-sınıfsal karşılığını bulmuş maddi bir güç haline getirmeyi stratejik bir yöneliş olarak belirliyoruz”. “…bir sınıf partisinin inşasını varlık nedenimiz ve en önemli önceliğimiz sayıyoruz.” Yöntemsel ilkelerimizi de “bireysel katılım”, “kurucu etkinlik”, “sürecin örgütlenmesinin yerelliklerde beden bulması” vb. olarak sıralamış, partileşme sürecinin neresinde olduğumuzu, “devrimci seçeneği bir program, bir sınıf hareketi, siyasal bir çizgi olarak üretme yolundaki adımların, buna eşlik eden bir kültürün ve siyaset tarzının somutlaştırılması çabalarının” bir olgunluk ve kıvama gelip gelmediğine bakarak kararlaştıracağımızı not düşmüştük. * * * Ortak pratiğin de gösterdiği gibi bir yılın, belirlenen amaçlar için yeterli bir zaman olmadığı açıktır. Buradan bakıldığında bu zamana sığdırılan işler az değildir. Yayınlar, kurullu çalışma, eski kimlik ve aidiyetlerin aşılması, yeni yoldaşlar kazanılması… Konuya yalnızca amaçlar ve “biz” penceresinden bakamayız. Yapabileceklerimizin, dünyanın, Türkiye’nin, emek cephesinin ve sosyalist hareketin bizim de içinde devindiğimiz ortamından, toprağından kaynaklanan nesnel, konjonktürel ve öznel kısıtları var. Hiç kimsenin elinde de, kendisini bu dönemsel zaaf ve sorunlardan bir çırpıda arındıracak sihirli bir değnek yok. En önemli sorunlarımızdan biri, sos-
yalist solda yenilgi sendromunun ve onun beslediği özgüven eksikliğinin sürüyor olmasıdır. Özgüven, herhangi bir öznenin kendisini ajite ederek iradi ve yapay olarak üreteceği bir ruhsal durum değil, toplumsal onay ve destek gördüğü ölçüde ete kemiğe bürünecek bir edinimdir. Sosyalist hareket kendisini düzen karşıtı bir kutup, bir ana akım olarak ortaya koyacak özgüven ve inisiyatifi yeniden üretmekte ciddi biçimde zorlanıyor. Siyasal yaşam ise boşluk tanımıyor. Toplumsal ve siyasal gereksinmelere esastan ve doğrudan yanıt verilemediği zaman, boşluğu, ikameci siyaset ve araçlarla karşılamak örgütsel bir refleks haline dönüşüyor. Konferansımız, kendisini bu eğilimden ne kadar uzak tutarsa, o kadar iyi olacaktır. * * * Sosyalist yeniden kuruluş, ortaklaşma ve örgütsel kuruculuk sürecinin ana halkası siyasettir. Toplumsal kurtuluş için toplumsal siyaset! Komünist bir toplum için toplumsal mücadelenin sözünü, dilini, büyük emekçi kitlelerin gerçek yaşam ve mücadele gereksinmelerine yanıt verecek programı bizzat bu öznelerle birlikte üretmek öteki öncelikli görevleri yerine getirmenin de koşuludur. Çağrı’da, “Siyasal Ortaklaşma Zeminimiz” ve “Teorik-Siyasal Çalışma Üretim Başlıkları” altında sıralanan temaların, yayınlarımızda ve her düzeydeki örgüt kurul ve forumlarımızda tüm yönleriyle tartışılması, işlenmesi, geliştirilmesi önemini, ivediliğini koruyor. Sosyalist yeniden kuruluş, “bizim” kendi başımıza gerçekleştireceğimiz “örgütsel” bir görev değil, bütün emek, devrim ve sosyalizm güçlerinin yüz yüze olduğu tarihsel/toplumsal bir gündemdir. Bu güçlerle ilişkilenmek, etkileşmek, birikim ve olanakları söylemde ve eylemde bir araya getirmek için inisiyatif ve “özveri” gerekiyor. Ama öte yandan, Çağrı’da altını çizdiğimiz gibi, “işçi sınıfının, emekçi halkın gereksinmelerine yanıt verecek
bir siyasal hareketlilik ve örgütlülük yaratmaya yönelmek yerine kapalı devre bir ‘iç gündem’ üzerinden yürüyen ve daha baştan taze güçler devşirmeye odaklanmayan ‘birlik’ girişimlerinin” sonuç vermeyeceğini de onlarca deneyimden biliyoruz. Yürüyüşçüleri bizden ibaret olmayan bir yolda çoğalarak, üreterek, taş üstüne taş koyarak yürüme kararlılığı ve sürekliliği göstermek durumları değiştirmenin de, koşulları olgunlaştığında öteki yürüyüşçülerle birleşmenin de en güvenli yöntemidir. Bu anlamda kapitalizm eleştirisi ve krize karşı devrimci seçenek ekseninde sistematik propaganda-ajitasyon, bağımsız siyasal faaliyet yürütmek, var olan güçleri gönüllü birlik-kolektif sorumluluk, hak-ödev çizgisinde canlandıran, yeni güçler kazanan bir örgütlenme seferberliğine girişmek anahtar önem taşıyor. * * * Söylem ve iddialarımızla pratiğimiz arasındaki mesafeyi kapatmak, en azından daraltmak durumundayız. Yalnızca sözüyle pratiği birbirini tutan bir yürüyüş içine ve dışına güven verir. Yeniden kuruluş eksenli bir örgütlenme, dönemin isteklerini karşılayan devrimci bir yenilenmeyle komünist toplum amacımızdan beslenen yeni türden ilişkilerin, yeni bir kültürün filizlendiği bir sentez olacaktır. Devrimci yenilenme, bu anlamda bugün belli ölçülerde kaçınılmaz olan işbölümü, uzmanlık, sözcülük türü örgütsel temsili konumların, bu işlevleri yerine getirecek aktivistlerin çoğalmasıyla kalıcı olmaktan çıkmasını da içermektedir. Giderek artan bir özgüvenle, kararlılıkla öne çıkan kadın yoldaşlarımız, sayıları ve inisiyatifleri artan gençlerimiz tüm bu hedefler için gerekli enerjiye sahip oldukları mesajını veriyorlar. Konferansımız bu yenileştirici birikimin önünü açmalıdır.
Konferansa doğru
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 11
Beklenti, öngörü ve siyaset “Ekmek ve Özgürlük” kendisini Türkiye Sosyalist Hareketi’nin bölmelerinden biri değil, var olan konumlanışlarını ileri doğru taşıyarak yeniden kurulmasını zorlayacak bir kaldıraç olarak kurgulamalı Can Atalay Beklenti Çok sevdiğim bir kitabın adıdır: “Bir Savaşın Sonu. Barışın Kıyısında” Bir şeyin bitiyor olmasının yeni, tarihsel anlamı ile daha ileri ve “iyi” olanın gelmesinin “mutlak” olmadığını çok güzel anlatır… Sosyalist Emek Hareketi Parti Girişimi kendisini Türkiye Sosyalist Hareketi’nin geldiği bu yeni eşikte sonlandırıyor, varlığını Türkiye Sosyalist Hareketi’nin önünü açabilecek yeni bir katkı için armağan ediyor. Doğrudur, Sosyalist Emek Hareketi çok fazla atak, kendini ve kendi ile birlikte toplumsal kurtuluş için mücadeleyi örgütlemekte pek de mahir olamadı. Devrimci siyaset bağlamında değerli fikirlerin ancak ısrar, örgütlü müdahale ve karanlıkta parlayacak bir ışık niteliğindeki örneklerle kendisine yol açabileceği gerçeğinin gereklerini yerine getirdiğimiz söylenemez. Bir özeleştiri yapmak için değil, önümüzdeki görevi daha açık işaret edebilmek, kendi arkamıza geri dönülmez ateşten bir çizgi koymak için büyüteç altına alıyoruz eksikliğimizi. Ancak, tüm bunlar Türkiye Sosyalist Hareketi’nin koordinatlarının dağıldığı, kendi geleneğine ve birikimine haksızlık edilişinin aktüel gereklerle “makul” görüldüğü, reel politiker “ulusalcılık” ile “liberallik” dışında bağımsız bir sosyalist hattın örtük olarak olanaksız ilan edildiği, sınıf bahsinin salt dönemsel bir ara gazı malzemesi olarak kullanıldığı bir sekiz yıllık dönemin (zamanın) ruhundan söz edilirken Sosyalist Emek Hareketi Parti Girişimi’nin Türkiye Sosyalist Hareketi’nin hafızası, vicdanı ve kimi anlarda da işaret fişeği (işaret fişeğinin önemli bir parçası) olduğunu salt hakkını teslim etmek için değil içerip aşmamız gerekenin ne olduğunu daha da belirgin kılmak için belirtmeliyiz. Kendimizi armağan ettiğimiz kolektifin ima ettiği birikim ve olanak yukarıda belirttiğim içerip aşma konusunda doğal, haklı ve eğer hakkı ile yanıtlanmazsa kendi sınırları içinde yazık edilecek bir beklenti ile karşılanacaktır. Öngörü “Ekmek ve Özgürlük” kolektifinin Türkiye
Konferansı sonrası alması beklenen yeni hal Türkiye’de “büyük siyaset” sahnesinde “doğrudan” görünür bir etkiye neden olmayacaktır kuşkusuz …Ancak, bugünden faaliyetlerimize katılan insanların artan sayısından, işaret ettikleri toplumsal çeşitlilikten ve derinlikten, siyasal faaliyetin kurucu yönlerine dahi heves edebilecek bir ilginin “biz”e yönelebileceğini anlıyoruz. Diyeceğimiz, çok büyük yanlışlar yapılmazsa ve örgütlü siyasetin asgari rutinleri ihmal edilmezse Türkiye Sosyalist Hareketinde ’78 model konum alışları tercih etmeyenler ve mücadelenin meşruiyetini düzen partisinin egemen zihniyet dünyasında kurmayanlar için bakılacak, temas edilecek, dahası örgütlenilecek bir yer olacaktır. Esas sorun, bu elle tutulur gözle görünür gereksinimin ve olanağın kendisinde başlayıp kendisinde bitmeyen bir politik partinin inşası için, toplumsal hareketler içinde ikna edici örnekler yaratılabilmesi ve yeni bir kuşağın sosyalizme/devrimci mücadelenin güncelliğine kazanılması için seferber edilip edilmeyeceğinde olacaktır. Diğer bir söyleyişle, kelimenin gerçek anlamı ile siyasete hamle etmek; ideolojiye geri kaçmadan bugün devrimci olanın ancak siyaset olduğunu bilerek “kurmak” ve gerekirse yeniden “vazgeçmek” biricik olanaktır. Siyaset Türkiye Sosyalist Hareketi’nin (özellikle son on yılına) dönüp bir bakın, ideolojiye kaçmanın nasıl bir sahih/hakiki devrimcilikten uzaklaşma hali olabileceğini görebilirsiniz… Doktorculuğun yorumlarına bakın, “paşaların” tutuklanmasını Beşiktaş’ta protesto edenler de AKP’nin eleştirilmesine hayırla bakmayanlar da yorumlarını Kıvılcımlı tedrisatına dayandırabilmektedirler… Radikal bir aşamacılık reddiyesi, MDD ve türevleri ile hesaplaşma noktasından yola çıkanlar 1969 MDD’sine rahmet okutabilmektedirler… Tarihsel referans olarak Mahir’i her fırsatta bir “ikon” olarak vurgulayanların bırakın 70’lerin 1980’ler sonunun suni dengeciliği ile en ufak bir ilgisi kalmış mıdır? Diyeceğimiz o ki, günümüzde ideolojik
referanslar (ne yazık ki) çoğu zaman salt sol içinde bir pozisyon edinmek için, tarihsel bir referans vererek bugünün kimi görevlerinin ağırlığından bir nebze olsun kurtulmak ya da -aynı bahisten olmak üzere- geçmişin tüm sorumluluğunu sırttan atmak için kullanılan skolastik döneme ait bir metinler tokuşması için kullanılmaktadır. “Ekmek ve Özgürlük” kolektifinin siyasetin aynı zamanda dolayımlar kurma, sınırlı bir güç ile onun ötesinde bir etki yaratma zorunluluğu olduğunu bilerek; bugün Türkiye’de salt emeği ile geçinenlerin değil tüm ezilenler için siyasete böylesi bir müdahalenin yakıcılığını görmesi ve hakkını vermesi gerekmektedir. Türkiye Sosyalist Hareketi her şeye karşın hala özellikle emekçi yatağı olan kentlerde ve demokratik kitle örgütlerinde azımsanamayacak bir toplumsal güçtür ve bu gücün Kürt Özgürlük Hareketi ile ittifakının stratejik olduğunu ilan eden ancak bağımsız bir sosyalist hattın gerekliliğinde ısrar eden bir siyasal doğrultu ile bir toparlanma yaşayacağı kuşkusuzdur. “Ekmek ve Özgürlük” kendisini Türkiye Sosyalist Hareketi’nin bölmelerinden (zorunlu olarak bir bölme) birisi olarak değil var olan konumlanışlarını ileri doğru taşıyarak yeniden kurulmasını zorlayacak bir kaldıraç olarak kurgulamalıdır. “Ekmek ve Özgürlük” kendisini bir siyasi irade; eli ve kolu ötesi tam anlamı ile bir gövdesi olan bir akıl, ama adlı adınca bir “ortak akıl” olarak örgütlemelidir. Devrimci siyaset bağlamında değerli fikirlerin ancak ısrar, örgütlü müdahale ve karanlıkta parlayacak bir ışık niteliğindeki örneklerle kendisine yol açabileceği bu sosyalist hareketin tam da merkezine doğru hamle etmenin, “ortak akıl” olma/oluşturma çabasının alt başlıklarıdır. Bugün siyasette söz alınmadan, risk alınmadan ve bütün güncel bağlamlarda Marx ve ötesi Lenin’in kelamını diriltmeden devrimci olunması olanaklı değildir. Bu topraklarda “meşruiyetin” ancak “solculuk” ile kazanıldığını dosta düşmana anımsatmak gerekmektedir.
12 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Konferansa doğru
Politika
Konferanstan ne beklemeliyiz? Konferansımız; bir yandan “gerçek biz” olmayan “bizi” kurarken, diğer yandan biz olmayan “bizi” yapıcı bir yıkıcılıkla aşacak olan “gerçek bizin” oluşacağı süreci ivmelendirecektir Muhsin Dalfidan Sosyalizmin kendi temellerinden hareketle yeniden kuruluşu nihai olarak, dünya ölçeğinde gerçekleşecek bir iştir. Dolayısıyla dünya ölçeğindeki durum, değişkenler vb. gerçekleri görerek yeniden kuruluşun sorun alanlarının ve imkânlarının tartışılması gereklidir. Ancak bu gereklilik daha sonraki yazılarımın kapsam alanına girecektir. Bu yazı daha çok yeniden kuruluşun somut öznelerinden biri olarak kendi durumumuz ve içinde bulunduğumuz coğrafyadaki yeniden kuruluşun müstakbel özneleriyle sınırlı bir ilginin ifadesidir. Yeniden sosyalist kuruluşun nihai olarak dünya ölçeğinde gerçekleşebilir olması beklemeyi gerektirmemektedir. Tam tersi, her öznenin, her coğrafyanın güçlerinin çabalarını yoğunlaştırmaları zorunluluktur. Biz, yerel ve kısmi olanın başarısının genel başarıyı getireceği anlayış ve sorumluluğuyla ortaklaşma yürüyüşüne yaklaşık bir yıl önce başladık. Geleneksel sosyalizm anlayışına bütünlüklü bir itiraz üzerinden oluşturulmakta olan sosyalizm anlayışı, siyasal bir işçi hareketinin yaratılması ve örgütsel inşasıyla sosyalist yeniden kuruluş yolunda aldığımız mesafe küçümsenmeyecek önemdedir. Konferansımız bu süreci bir adım daha ileriye taşıyacaktır.
Konferanstan neler bekleyebiliriz?
Konferanstan beklentimi şu ifadeler ile özetleyebilirim: Yeniden kuruluş nihai amacına uygun olarak sürdürdüğümüz ortaklaşma sürecimizin temel dinamiğini; bir taraftan siyasal program üretimini sürdürürken, program çalışmasının gün be gün gelişen bir eylemlilik zemininden/ pratik politik faaliyetten beslenmesi oluşturmaktadır. Dolayısıyla siyasal program, asgari programatik ortaklığımız üzerinden geliştirmekte olduğumuz politik faaliyetimizin ürünü olarak olgunlaşacaktır. Bu nedenle, esas olarak program ortaklığının test edileceği bir konferans toplamıyoruz. Konferansımızın iki temel amacından birincisi, siyasal program tartışmasının politik eylemlilik üzerinden yürütüldüğü ölçüde olgunlaşacağı ve sahici bir başarıyı yakalayacağı gerçeğinin gereği olarak; politik eylemliliğimizin önünü açacak politik yaklaşımların üretilmesidir. Eylemlilik zeminimizin önceliklerinin ve yönelimlerinin daha belirgin hale getirilmesidir. İkincisi, sosyalist yeniden kuruluş konusunda işçi sınıfının ve sosyalist kuruluşun dışımızdaki örgütlü güçlerinin ilgilenmeyi değer görecekleri üretimleriyle bir çağrı niteliği taşımasının gerçekleştirilmesidir. Beklentimiz ne daha az ne de daha fazla olmalıdır.
Öznel sorun alanları
Konferans sonrası yeniden kuruluş yolundaki yürüyüşü-
müz hızlanarak ilerleyecektir. Sürecin hızlanarak ilerleyeceğinden kuşku duymamak yeniden kuruluş sürecinin temel sorun alanları olmadığı anlamına gelmemektedir. Elbette, ortaklaşma sürecimiz ve dışımızdaki yeniden kuruluşun özneleri yönüyle sorun alanları vardır ve bizler bu sorun alanlarını aşacak konumdayız. Burada çözüme katkısı olacağını düşündüğüm öncelikli öznel sorun alanlarını görünür kılmaya çalışacağım. n Demokrasi ve demokrasi mücadelesi algısındaki farklılıklar. Sosyalist kuruluşun coğrafyamızdaki müstakbel özneleriyle sınırlı olarak çözülmesi gereken demokrasi kavrayışı temelindeki sorun alanlarını görünür kılmaya girişle başlayayım. Bu nedenle, yeniden kuruluş sorunsalı olmayan “parti olmayan parti” gibi liberal anlayışlara ve monolitik bürokratik merkeziyetçi anlayışlara girmeyeceğim. Öncelikle; yeniden kuruluşun örgütsel inşa boyutunda kolektifliliğin güvencelerinden biri olarak çoğulculuğu gören anlayışlarla, kolektifliğin güvencesini türdeş bir yapı ve merkezi otoritede gören anlayışların etkileşim içinde dönüşümü gereği vardır. Yine, örgütsel işleyişte çoğulculuğu sosyalist demokrasinin gereklerinden biri olarak gören anlayışlardaki; fikri çoğulculuk ile koalisyon türü örgütsel çoğulculuk anlayışlarının varlığı sorun alanlarından biridir. Örgütsel çoğulculuğu si-
yasal program ortaklığına ulaşmış düşünsel kolektiflerin olduğu bileşik bir zemin olarak görmek gerekiyor. İşçi sınıfı mücadelesinin birliği ve dayanışmasının güvencesi “örgüt içinde örgüt” olan matruşka tipi partiler değil, program farklılaşmasının kalıcılaştığı durumda ayrı örgütlenmenin meşruluğundadır. Demokrasi kavrayışındaki farklılıklar mücadele alanında da kendini göstermektedir. Yeniden kuruluşun emeksermaye çelişkisi merkezinde kurulacağı gerçeğini, demokrasi mücadelesinin iktidar ve devrim mücadelesini ötelediği şeklinde okuyan yaklaşımlar ile demokrasi ve sosyalizm mücadelesi arasında kopmaz bir bağ olduğu şeklinde okuyan benim gibilerin yaklaşımları arasındaki gerilim başka bir sorun alanıdır. Demokrasi için mücadele etmenin işçi sınıfının sosyalizm mücadelesini zayıflatacak olması bir yana sosyalist devrimin başarısının demokrasi mücadelesinden geçeceğini belirten Lenin’in, “Nasıl ki tam demokrasiyi uygulamayan başarılı sosyalizm olmazsa, aynı şekilde, proletarya, demokrasi için, bütün alanlarda tutarlı bir devrimci savaşım yürütmeden burjuvaziyi yenilgiye uğratamaz” sözleri sorun alanının çözümü için bir yönelim sunmaktadır. Bu sorun alanının bir başka boyutu; ezilen cins, ezilen ulus vb. sorunlarının özgül dinamikleri, örgütlenmeleri, mücadele biçimleri ve ittifakları olduğunu gören bir yerden sınıf mücadelesini yükseltme yaklaşımları ile her sorunun çözümünün işçi sınıfının sosyalizm mücadelesine eklemlenmesinden geçeceği yaklaşımlarının gerilimidir. Bu gerilime ilişkin sınıf indirgemeciliğinin etkilerinden kurtulduğumuz ölçüde farklı sorunların özgül dinamiklerini tanımanın işçi sınıfı mücadelesine halel getirmediğini göreceğimizi söyleyebilirim. n Statükoculuk ya da aşırı ihtiyatçı davranışlar. Yeniden kuruluş iddiasının doğal gereği örgüt ve program
olarak mevcut durumunu aşan bir dönüşümü ön görmektir. Ortaklaşma sürecimizin öznelerinin bu ön kabulü benimsemiş olmaları bu durumun sorun alanı olarak yok olduğu anlamını taşımamaktadır. Çünkü yeniden kuruluşu sadece Ekmek ve Özgürlük ile sınırlı görmemekteyiz. Yeniden kuruluşun somut müstakbel özneleri düzeyinde böylesi bir sorun alanı vardır. Farklı özneler yeniden kuruluştan söz etmekle beraber, tarihsel alışkanlıklar, geçmiş süreçlerde yaşananların yarattığı güvensizlikler ya da politik perspektif bulanıklığı gereği mevcudu hem aşmak hem de kalıcı kılmak arasındaki ikircikli tutumlarını sürdürmektedirler. n Araççı yaklaşımlara bağımlılık. Sosyalist hareketin geleneğinde araç üzerinden birlik ve ayrımlar belirleyici olagelmiştir. Bu belirginlik, gündemine yeniden sosyalist kuruluşu ya da yeniden yapılanmayı almış hareketler açısından silikleşmiş ise de tümüyle yok olmuş değildir. Aracı öne çıkaran bu anlayışlar geleneksel sosyalizm anlayışına temel bir itiraz yerine örgüt sorununa yoğunlaşmaktadırlar. Olması gereken araca göre amaç değil amaca göre araçtır. Bu nedenle sosyalist yeniden kuruluşta öncelik geleceği ipotek altına almadan bilimselliğin kısıtlarında kalarak sosyalizm anlayışının yeniden kurulması olmalıdır. Konferansımız, proletarya devletinin işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlülüğünden ibaret sosyalist demokrasinin ta kendisi olduğu; “sömürme ve özel üretim aracı mülkiyeti özgürlüğünden” gayrı örgütlenme özgürlüğünü pratikleştiren çoğulcu bir sosyalizm amacının olgunlaştırılması ve bu amaca uygun olarak işçi sınıfı partisinin inşası doğrultusunda yeni kazanımların ve olanakların adımı olacaktır. Konferansımız; bir yandan “gerçek biz” olmayan “bizi” kurarken, diğer yandan biz olmayan “bizi” yapıcı bir yıkıcılıkla aşacak olan “gerçek bizin” oluşacağı süreci ivmelendirecektir.
Konferansa doğru
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 13
I. Bolşevik Kongresinden I. Konferansımıza Kaya Eker Konferansımız üzerine yazmak için araştırırken Lenin’in çok da bilinmeyen şu yazısını önemsedim ve aktarma gereği duydum. “ANKET - Üçüncü Parti Kongresi için Partinin Üçüncü Kongre’sinin toplanması karşısında bazı yoldaşlar, fiili işçiler, aşağıdaki metni yayınlamamızı bizden istediler; Kongrede örgütlenme sorunu konusundaki gelecek tartışmada, Rusya dışında çalışan olabildiğince büyük sayıda yoldaşın öğüt ve görüşlerinin görüşülmesi ve tartışılması son derece arzu edilir bir şeydir. Öyleyse, bu gibi herkes görüşlerini açıklasın ve aşağıdaki sorulara cevap versin. Her delegenin, yoldaş kitlesinin deneylerinden yarar sağlayabilmesi için Vperyod’un Yayın Kurulu bunları toplayacak ve kongreye iletecektir. Kongrenin kararlarının formüllendirilmesi ve yeni tüzük taslağı hazırlanması amacıyla açığa kavuşturulması gereken sorular yaklaşık olarak aşağıdadır: 1-Çalışmanın, yeri zamanı ve süresi, 2 -Komite üyesi ya da komite elemanı olarak çalışıp çalışmadığı, eğer çalışıyorsa hangisinde, fabrika çevresinde vb. 3- Bildiğiniz kadarıyla, komitelerin her birinde ya da komite dallarında, örgütlenme guruplarında vb. Üyelik durumu nedir? Her birinde kaç işçi, kaç aydın vardır? 4-Çevreden komiteye üye çağırmakla amaçlanan uygulama neydi? Çevredeki normal çalışma süresini verebilir misiniz? Üyeliğe çağırmaktan vb. dolayı herhangi bir hoşnutsuzluk var mıdır? Cevaplarınızda İkinci Kongreden önceki dönem konusunda ayrıntılı bilgi özellikle rica edilir. 5- Çalıştığınız bölgede bütün olarak kaç Parti örgütü, gurubu çevresi vb vardır? Her gurubu, üye sayısını, işlevlerini vb. sıralayınız. 6- Parti gurubu sayılmayan, ancak Parti’ye yakın olan herhangi bir gurup (örgüt, çevre vb.) var mıydı? 7- Merkez dışı çevre (ve dışsal çevrelerin değişik çeşitleri) ve komite, bağlantıyı nasıl kurmaktaydı? Bu bağlantı şekilleri üyelere yeterli gelmekte miydi? 8Seçim esasının olanaklı ve arzu edilir olduğunu düşünüyor musunuz? Düşünmüyorsanız neden? Eğer düşünüyorsanız ne şekilde? Lütfen seçim hakkının hangi guruplara uygulanması gerektiğini açık olarak belirtiniz. 9- Komitelerin (gurupların çevrelerin, örgütlerin vb.) işçi komiteleri ve aydın komiteler olarak ayrılmalarını uygun bulur musunuz; bulmazsanız neden? Bulursanız lütfen ne şekilde bir ayrımın arzu edilir olduğunu belirtiniz. 10- Komite Merkezi yönetici bir gurup seçti mi; seçtiyse nasıl? Ne kadar pa-
rayla kontrol edildi? İşe başlamasını yeterli buluyor musunuz? 12- Yerel örgütleri (komite ve diğerleri) ilgilendiren kuralların Parti tüzüğüne alınmasını yararlı buluyor musunuz? Eğer buluyorsanız, lütfen hangi kurallar olduklarını belirtiniz. 13- Parti tüzüğünün komite ve diğer örgütlere üye alma ve çıkarma konusunda Merkez Komite’nin kesin haklarını belirlemesini uygun bulur musunuz? Merkez komite’nin kesin hakları neler olmalıdır? 14- Özel kurallar koyarak yerel komitelerin özyönetimlerini korumak arzu edilir bir şey midir? Eğer böyleyse ne gibi kurallar? 15- Üyesi olduğunuz komite, gurup, çevre vb. ne kadar arayla toplandı? Mümkünse çalışma döneminizdeki toplantıları sıralayınız; değilse yuvarlak bir tahmin veriniz. Sık toplantılar tertiplemekte herhangi bir güçlük oldu mu? Size göre her ay yapılması gereken ve mümkün olan ortalama toplantı sayısı nedir ve katılanların sayısı ne olmalıdır? (Şubat 1905’de yazıldı. İlk kez 1926’da “Lenin’in Yazıları 5”de basıldı; Türkçesi, Lenin/İlk bolşevik kongresi [RSDİP Üçüncü Kongresi], Tan yayınları; Nisan 1977 sayfa 28-29-30) “ Bolşevikler, 1905 kongresine giderken kendilerine, bu soruları sordular ve bu soruların cevaplarından yola çıkarak iktidar mücadelesini sürdürdüler. On iki yıl sonra, 1917 Şubat devrimi sonrası Nisan Tezleri günlerinde, “Tüm iktidar Sovyetlere” dediklerinde, Tüm Rusya Sovyet Konferansı’nda çoğunluğu Menşevik ve Sosyalist Devrimciler’den oluşan 822 delegenin sadece 105’i Bolşevik’ti… Ve sonunda Bolşeviklerin devrimci teorisi ve pratiğinin başarısıyla dünyada ilk sosyalist iktidar kuruldu… Bolşeviklerin somut şartlara uygun çok yönlü mücadelesi göz önüne alındığında Rusya’daki devrimin tesadüf olmadığı açıkça anlaşılır. Bu uzun alıntıyı ve bilgiyi bize bıraktığı politik mirasla birlikte, dünyada ve yaşadığımız topraklardaki sınıf mücadelesinin tarihsel birikimleri ışığında ilk konferansımızı yaparken unutulmaması için hatırlatıyorum. Bir sene önce; ortak amaç olarak benimsediğimiz Sosyalist Emek Hareketi’nin (SEH) “önümüzdeki süreç Politik işçi hareketinin , Sosyalist hareketin yeniden kuruluşu ve inşası”dır saptaması, Sosyalist Cumhuriyet Kolektifi (SCK)’nın “ ... gerçek bir toplumsal seçenek, ideolojik, siyasal ve örgütsel bir bütünlük olarak sosyalizmin yeniden üretilmesi” olarak ortaya koyduğu görüşü ile Sosyalist Demokrasi Kolektifi (SDK)’nın Sosyalist hareketin sınıf hareketine paralel yeniden yapılandırılması tespiti; ortak bir kurucu
>>
14 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
>>
iradeyi ortaya çıkarmıştır. Geçen bir yıl içersinde bu anlayış temelinde yaptığımız çalışmalar bizleri konferansımıza kadar taşımıştır. Yapacağımız konferansta kendi ideolojik, politik ve örgütsel ihtiyaçlarımızı sınıf mücadelesinin öne çıkardığı ihtiyaçlara bağlayan kararlar alarak yolumuza devam edeceğiz. Amacımız sınıf karakterli, devrimci sosyalist bir partinin kurulması için gerekenleri yapmak olmalıdır. Yapılan çalışmalara ve hazırlıklara katkı olması için şu noktaların göz önünde bulundurulmasının önemine değinmek istiyorum: 1. Konferansta; Sürdürmekte olduğumuz sosyalist koordinasyon ilişkilerini de kapsayan, yeni bir birlik girişimi başlatmaya yönelik karar alınmalıdır. Ve bu kararla, sosyalist parti, örgüt, çevre ve kişilerin dışında, henüz “sosyalist” olmayan işçilerin, kadınların, gençlerin ve aydınların oluşturduğu yeni potansiyel güçlerle de birleşmeyi amaçlayan; sosyalist kurtuluş mücadelesini toplumun her yerine, hayatın her alanına yaymayı hedefleyen mücadele ve eylem planı oluşturulmalıdır. 2. Konferansta; Üçüncü kutup anlayışımızı ayrıntılarıyla değerlendirerek, politik mücadeleye cevap verecek sonuçlar ortaya konulmalıdır. Aynı bağlamda Enternasyonal ilişkileri, görevleri ve mücadele hedeflerini ortaya koyan görüşlerimiz belirlenmelidir. 3. Konferansta; Hareketimizin kurullarını seçerken; tarihsel deneyim ve birikimi olan arkadaşlarımızla beraber, daha çok, yaşama ve çalışma alanlarında bulunan, öncelikle kadın ve genç arkadaşlarımızla birlikte, kitle ilişkileri içinde aktif olan arkadaşlarımızın yer almasının çalışmaları yapılmalıdır. 4. Kürt özgürlük hareketi ile tarihsel ve toplumsal kurtuluş mücadelesindeki birliğimizi güçlendirmemiz için; iletişim ve etkileşim kanallarını geliştirerek, ilişkilerimizi daha örgütlü hale getirecek kararlar alınmalıdır. Son söz olarak: Burjuvazinin dünyadaki hakimiyeti sürüyor. Kapitalist sistem insana açlık, sefalet, baskı ve sömürüden başka bir şey vermiyor. Sermayenin kar hırsı, sadece insanlığı değil, gezegeni de hızla yok olmaya doğru götürüyor. ... Kinimiz çoğalıyor. ... Devrimci sosyalist bir kurtuluşu dünyanın her yerinde gerçekleştirme sürecinde; hareketimiz tarihsel bir konferans topluyor… Yani “hayat bizi sosyalizme çağrıyor”.
Konferansa doğru
Politika
Doğru yolda Sosyalist hareketin kendisini işçi hareketinin yeniden kuruluşuna vakfetmeksizin yeniden kurulamayacağını ileri sürüyor ve bu anlamda yeniden kuruluş diyoruz Kenan Kalyon Bir parti fetişizmine kapılmayacağımızı baştan kayıt altına aldığımıza göre, gündemdeki konferansımıza da olmayacak anlamlar yükleyecek, kolektif bir meşveretten şimdiye kadar biriktirdiklerimizin çok ötesinde yepyeni ve mucizevî sonuçlar bekleyecek değiliz. Konferansımızın yapacağı iş bellidir: Şimdiye kadarki yürüyüşümüzün bir ara bilançosunu çıkarmak, yolun bundan sonrasına olabildiğince projeksiyon tutmak, giriştiğimiz işin anlam ve gereklerinin kolektif bilince mal olmasına sağlamak, “yeniden kuruluş” iddiasına örgütsel ve siyasal bakımdan biraz daha içerik kazandırmak… Bu da az şey değil ve hatta konferanstan beklentileri verili koşulların turnikesinden geçirdiğimizde, “ideal” veya “optimal” olandır.
Yeniden kuruluş: Söz ve içerik
Bizim savsözümüz “yeniden kuruluş”tur. Konferansımızın arifesinde yazılan bu yazının amacı, bu savsözün kimi içerimlerini açmak; bu çerçevede bazısı kayıt altına alınmış, bazısı ise biraz bulanık ve saklı bir “anlayış birliği” gibi duran kabullerimizin altını kalınca çizmektir. Şurası açık: Kendimizi başkalarından lâfzen ayırt etmek, yapay ve abartılı biçimde sözde özgünlükler icat etmek için yeniden kuruluş demiyoruz. Ama gerektirdiği davranışlara geçmeden, ima ettiği misyonları üstlenmeden ve gerekli açımlamaları yapmadan bu sözü dile pelesenk olacak kadar sık tekrarlar ve böylece cılkını çıkarırsak, bu duruma düşme tehlikesi tabii ki vardır. Zira bu durumda, Marx’ın ünlü çaprazlamalarından birine başvurursak, “söz içeriğin ötesine geçer”; oysa gerekli olan “içeriğin sözün ötesine” geçmesidir.
Sektler dönemini kapamak
Yeniden kuruluş savsözüyle biz, vakti saati gelmiş, hatta bir ölçüde geçmekte olan büyük ve tarihsel bir göreve işaret ediyoruz: Türkiye sosyalist hareketinde, meşruiyetini ve varlık gerekçesini, hareketin aşırı parçalı süredurumundan, kendi tikel tarihlerinden, gelenek takipçiliğinden ve belirli sınırları olduğu fark edilemeyen “doğrusal gelişme” anlayışından alan sektler dönemini kapamak… Bu savsözle biz, kendimizi salt birlikçilerden ve doğrusal gelişme anlayışından kopamayanlardan ayırt ediyor; bir bakıma “en birlikçi” olduğumuz halde, birliği yeniden kuruluşa tabi kılıyor; doğrusal gelişmeyi ise daha karmaşık, sarmal ve çok değişkenli bir gelişme çığırının için-
deki uğraklar ve yeni karılmaları hazırlayıcı ön yığınaklar olarak ele alıyoruz. O halde, bir çırpıda ve adeta bir kılıç darbesiyle değil ama, bir geçiş dönemi eşliğinde, Türkiye sosyalist hareketinin verili tablosunu değiştirip aşmaya, yeni diziliş ve mevzilenmelerin yolunu açmaya talibiz. Buna misyonumuz da diyebiliriz. Bu misyonu üstlenirken, sektler dönemi alışkanlıklarına teslim olarak yalnızları oynayacak ve biriciklik iddiasında bulunacak değiliz. Karşımızdaki yakıcı ve meydan okuyucu görevi şu veya bu ölçüde sezinleyen, bilince çıkaran ve gündemine alan muhataplarımız var. Farkımız, yeniden kuruluşa en açık, en hazır ve geriye çekici yükleri en az siyasal küme olmaktan ibarettir. Buradan çıkan görev bellidir: Bu farkla böbürlenip durmak yerine onu yeniden kuruluşun hizmetine sunarak fark olmaktan çıkarmak; yeni tekerrürlere ve kısır döngülere meydan vermemek; aynı yöne meyleden muhataplarımızı tutarlılığa ve yönelişlerini mantıki sonuçlarına vardırmaya davet etmek…
Yenilmiş devrimlerin derslerini içselleştirmek
Sosyalizmin bir tarihsel döneminin kapandığını; yenilmiş devrimlerin derslerine yaslanmadan, bu dersleri örgütsel ve siyasal pratiklerimizin artık içselleştirilmiş girdilerine dönüştürmeden sözcüğün gerçek anlamında yeni bir dönemin açılamayacağını; olsa olsa uzatmaları oynayacağımızı biliyoruz. Bu mealde, Marx’ın proleter devrimler hakkındaki “durmadan kendilerini eleştirir; sürekli kendi seyirleri içinde kendilerini kesintiye uğratır; yeniden başlamak için görünüşte bitmişe geri döner; ilk girişimlerinin yetersizliklerini, zayıflıklarını ve önemsizliklerini acımasızca yerer”ler sözlerinin günümüz için bir kat daha geçerli olduğunu kabul ediyor ve bu yüzden “yeniden kuruluş” diyoruz. Bir kat daha, zira bugün Marx’ın “ta ki her türlü geri dönüşü olanaksızlaştıran durum yaratılıncaya ve bizzat koşullar şunu haykırıncaya kadar: İşte Rodos, işte arşın” diyerek, kâhince bir sezgiyle ifade ettiği daha meydan okuyucu bir durumla, kapitalizmin sınırlarına dayanmasının proleter devrimlere tam kopuş ve tutarlılık daveti çıkarması gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Ancak, yenilmiş devrimlerin dersleri, yalnızca verili bir andaki birikimimizin elverdiği tefekkürlerden hareketle damıtılamaz, yalnızca kuramsal ve düşünsel bir etkinliğin konusu olamaz. Bu yönün ezilen dünyanın pratik ve eylemli bir eleştirisiyle, kapitalizm karşıtı mücadeleye kazandırdığı yeni tema ve içeriklerle de tamamlanması gerekir. Bu tarz bir eleştiri, dünya-ta-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 15
rihsel sahnede başladı ve devam ediyor. Yeniden kuruluş derken, eylemli bir eleştirinin de tarafı olmayı kastediyoruz.
Eleştiri olarak Marksizm
Yıllarca dondurulan, resmi bir öğretiye çevrilerek hayat damarları kurutulan, hatmedilecek bir metin gibi belletilen, işlek ve ucu açık yönleri köreltilen Marksizm’e eleştirel gücünü iade etmek, onun güneşin altındaki her şeyin eleştirisi olma içtepisini yeniden canlandırmak, Aydınlanmanın çocuğu olan “eleştiri”nin Marksizm’in elinde büründüğü kendi sonuçlarından ürkmeksizin sonuna kadar devrimci ve kurulu düzeni sarsıcı anlama hayatiyet kazandırmak, böylece kuramla pratik arasında açılan makası daraltmak istiyor ve bu yüzden yeniden kuruluş diyoruz. İçine girdiğimiz dönemde, Marksizm’in anti-kapitalist mücadele ve eleştirilerin farklı ve çeşitlenen damarlarından beslenme, ama aynı zamanda onlara bir ufuk, derinlik, keskinlik ve tutarlılık kazandırma olanaklarının; resmi öğreti haline getirildiği kesitte heba edilen olanakların açılmakta olduğunu; bunun hakkının verilmesi gerektiği söylüyor ve bu yüzden yeniden kuruluş diyoruz.
Tarzı siyaset
Kendi temelleri üzerine oturmuş bir burjuva toplum, aynı zamanda ekonomi ile siyaset arasındaki ayrıma yaslanarak kendisini güvenceye alır. Bu ayrım bütünüyle keyfi ve ideolojik değildir. Sosyalist siyaset, kapitalizmin işleyiş tarzından kaynaklanan nesnel dayanakları bulunan bu ayrımı, yok saymamalı ama veri alıp aynen üretmemelidir de. Veri alındığı ölçüde, bu ayrım, başta seçkincilik olmak üzere, sosyalist siyasetin maruz kaldığı bir dizi bozunumun da kaynağı olmuştur. Toplumsal olanı siyasallaştırmak ve siyaseti toplumsal yaşamın her düzeyinin içine taşımak ve diline çevirmek gibi çift yönlü bir çabayla bu ayrımı aşmayı, bunu tarzı siyasetimizin başlıca parametrelerinden biri haline getirmeyi amaçlıyor ve bu yüzden yeniden kuruluş diyoruz.
İşçi hareketiyle koşutluk
Terimlerin yerini değiştirmemiz, sabah akşam parti diye konuşmak yerine vurguyu siyasal bir işçi hareketine kaydırmamız ve partiyi bu hareketin bir ifadesi saymamız nedensiz değil. Her ikisinin de eşzamanlı olarak yeniden kuruluş ihtiyacıyla yüz yüze olması nedeniyle, işçi hareketiyle sosyalist hareket arasında adı konmamış bir yazgı birliğinin oluştuğunu, doğru değerlendirildiği takdirde bunun bir olanağa çevrilebileceğini, iki ayrı koldan gelişip sonradan buluşma modelinin bu yüzden de terk edilmesi gerektiğini, kendisini işçi hareketinin yeniden kuruluşuna vakfetmeksizin sosyalist hareketin yeniden kurulamayacağını, sosyalist hareketin “kendine özgü” sorunlarını abartmanın bir gayya kuyusunda debelenip durmak anlamına gelebileceğini ileri sürüyor ve bu anlamda yeniden kuruluş diyoruz. Yeniden kuruluşun içerimleri bununla sınırlı değil. Ama yazının sınırları bu kadarına elverdi. Doğru yoldayız. Yolumuz açık olsun.
Konferansa doğru
Politika
İnsanlığın kurtuluşu için... Ertuğrul Kürkçü Bir yıldan bu yana sürdüre geldiğimiz çabalarımızı derleyip toplayacağız, yeni bir şekle büründüreceğiz ve kendimizi yeniden adlandıracağız. Herkesin farklı yerlerde ve farklı düzeylerde yaptığı, denediği, bildiği, gördüğü şeylere bir arada bakacağız. Konferans ortak sürecimizin bütünsel bilgisine ulaşmak, onun gidişine kendi gücünü eklemek, rengini katmak için hepimize elverişli bir zemin sunacak. Doğrusu, cesaretle kalkıştığımız güç bir işin sonuçlarını devşireceğimizi söylersek kendimizle böbürlenmiş sayılmayız. Ortaklığı mümkün kılmak, ona dahil olacaklara kendileri dışında bir iradenin güdümünde olmadıkları güvenini vermek için mevcut yapıların düzenleyici mekanizmalarını devreden çıkarmak ve yerlerini hiç sınanmamış, kolektif öncü rolleri pratikte hiç tartılmamış kurulların almasına yol vermek az cüret değildi gerçekten. Bu aşamayı basiretle arkada bırakmayı başardık. Şimdi, hiç değilse tüzel olarak, eşitlenmiş, aralarında öncelik sonralık sırası olmayan bireylerin oluşturduğu hareketimizin ilerleyişinin ima ettiği yeni bir örgütsel biçime, bunun gerektirdiği yeni bir hukuka bürünmekte ellerimiz –ve tabii ağzımız- serbest. Tarihsel iddiamızla tutarlı davrandığımızı söyleyebiliriz: “Sosyalist hareketin yeniden kuruluşu” yoluna çıkan önce kendisini, herkesin gözü önünde yeniden kurmalıydı.. Konferansımız, bu yolda attığımız ilk adım. Başka hiçbir şey değil. Henüz, işçi hareketi içinde hemen hiçbir şeyiz, Türkiye sosyalist hareketinin ise küçük bir azınlığı. Bunun idrakinde olursak, tumturaklı sözlerden, kof iddialardan, boyumuzdan büyük çağrılardan kaçınabiliriz. Karl Marx Feuerbach Üzerine Tezler’inin ikincisinde “Nesnel doğrunun insan düşüncesine atfedilip edilemeyeceği sorunu teorik değil pratik bir sorundur. İnsan, doğruyu, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu-yanlılığını pratikte ispat etmelidir. Pratikten soyutlanmış bir düşüncenin gerçek olup olmadığı konusundaki anlaşmazlık, tamamen skolastik bir sorundur.” demişti. Politik bir hareket noktasından baktığımızda hakikatin ölçüsü “siyasi pratik”tir. Elbette bu, siyasete nasıl bir anlam yüklediğimizle de yakından ilişkili bir ölçü. Ama -alttan ya da üstten, toplumdan ya da ekonomiden- nereden ve ne şekilde anlamlandırmaya çalışırsak çalışalım, siya-
setin devlet iktidarını elde etmek ve korumayı amaçlayan eylemlerin toplamından başka bir şey olmadığı hakikatinden kaçamayız. Demek ki, Konferansımızdan beklenecek en önemli şey, Türkiye sosyalist hareketinin alacalı topoğrafyasında kendi varlığımıza anlam kazandıracak bir siyasi hat çizmesidir. İçeriden veya dışarıdan bu konferanstan beklenen “haber” budur. Bu “haber” “sosyalist hareketin yeniden kuruluşu” ya da “politik bir işçi hareketinin kendini kurması” iddiasının tekrar edilmesi değil, bu “kuruluş” yoluna hangi siyasi hat üzerinden koyulduğumuzun ilanıdır. Konferansımızın bu “siyasi hat” (veya taktik) konusunu tatminkâr bir biçimde çözdüğünü (veya çözme yoluna girdiğini) ortaya koyması, sosyalist hareket için “küçük”, ama bizim için “çok büyük” bir adım olacak. Böylece “düşüncemizin gerçekliğini” ispat için ne yapacağımız konusunda görüş açıklığı edineceğiz. Eylemlerimizi bir ve aynı hat üzerinde birleştirerek azami etkinliğe ulaşma imkânına kavuşacağız. Yaptıklarımızın ve yapmadıklarımızın değer ve anlamına dair bir ölçümüz olacak. İki konferansımız arasında “bu düşüncenin gerçekliği”ni sınıf mücadelesi içinde sınayacağız. Öte yandan Konferansımızın hareketimizin ufkunu “yerel” ve “klasik” olanla sınırlamasına izin vermeyeceğini umuyorum. Kastettiğim şu: Dünya kapitalizminin, "yenilmiş devrimler"in ardından edindiği daha önce görülmedik tümleşiklik düzeyi ve çok daha yüksek bir teknolojik temel üzerinde kendisini yeniden kurmuş olması, bununla birlikte edindiği yüksek denetim kapasitesi ve bunu meşrulaştıran küresel mekanizmalar, bunlar üzerinde yükselen toplumsal ilişkiler, bunlardan doğan yeni sınıf mücadelesi dinamikleri ve bu dinamiklerin uyardığı yeni örgütlenme olanakları yokmuşçasına XX. yüzyıl başlarının iklimi ve sosyal coğrafyası üzerine bina edilmiş varsayımları tekrarlayamayız. Konferansımız bizleri XX. yüzyıl devrimlerinin yenilgisi sonrasında ilk kez "üretim tarzında" dünya ölçeğinde bir devrimin mümkünlüğünü düşünmeye davet etmelidir. Kapitalizm ile bütün insalık arasında ortaya çıkmış olan çelişkinin çözümünün ve yeni bir uygarlığın kuruluşunun güçleri arasına katılmaya talip olduğumuzu hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın ortaya koyabilirsek, işte o zaman “yeniden kuruluş” iddiasını “yerel” ölçekte de ifade hakkını gerçekten kazanmış olacağız.
16 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Yeni Osmanlıcılık teranesi ardında ne var? Yeni Osmanlıcılık, Türkiye’nin emekçi halklarının başına yeni çoraplar örmek için yeni bâdireler açma girişimi, biti kanlanan Büyük Türk Şovenizminin dışa vurumu! Tektaş Ağaoğlu Kendilerini ABD’nin kısa, orta, uzun vâde ulusal çıkar politikalarının hani nerdeyse Türkiye temsilcileri sayan ve her fırsatta “Amerika’nın yenilmez gücü”nü ve dünyada üstlendiği “misyon”u dünyaya bakışlarının temel referans noktası olarak gören belli bir yazar-çizer taifesi var. ABD’nin Irak macerası boyunca baştan sona dek, savundukları pozisyonlar ve genel kamuoyuna telkinleriyle ne olduklarını, niçin öyle olduklarını açığa vurmaktan çekinmediler. Hâlen de bu halleriyle her fırsatta övünmekten geri durmuyorlar. Sırtlarını sağlam yere bağlamış olduklarını düşünmenin sağladığı rahatlıkla yeri geldikçe diledikleri kadar küstah ve pervasız olabiliyorlar. ABD’nin Irak macerası fiyaskoyla sonuçlandı ama, ne pahasına? Onca fecaatin özeti: Bir milyon ölü. Bir o kadar yaralı ve sakat. Yerinden yurdundan göçmek zorunda bırakılıp hayatı altüst olan üç milyona yakın insan! Bu arada beş bin civarında ölü ve on binlerce sakatlanmış, hayatı kaymış, aklını kaçırmış Amerikan yurttaşı! Altı yıl boyunca söz konusu zevat bütün bunların Amerika kadar dünyanın da hayrına vesile olacağını söyleyip durduktan sonra şimdi tersini düşünmekteler; ama bundan böyle Amerika’ya da dünyaya da ne hayır gelecekse yine Amerika’dan, onun yeni yönetiminden geleceğinden hiç kuşku duymuyorlar. Bunlardan biri üç beş ay önce, ABD’nin yeni başkanı için “Aklın ve çağın sesi olarak, bu çağa ayak uyduramayanları uyarıyor. Söylediklerini anlamayanların ve bunu uygulamayanların başı belaya girecek,” diyordu. (Ahmet Altan, Taraf, 5 Haziran 2009.) Bu tipler arasında ABD’nin Irak’ta başlatıp bugünlere getirdiği savaşın aslında tek bir galibi olduğunu söyleyenler de var: Türkiye! Amerika kendinden bekleneni tam veremeyince, Ortadoğu siyasetinde ve bölgenin güçler dengesinde büyük ve anlamlı bir boşluk doğmuş, o boşluğu doldursa doldursa hâli hazır imkânları ve gelecek potansiyeliyle Türkiye doldurabilirmiş! Doldurmaya başlamış bile.
Türkiye ve Kürtler
Türkiye’nin üzerine kalan bu boşluk doldurma işlevini lâyıkıyla yerine getirmesinin önde gelen, olmazsa olmaz bir şartı varmış ama: Ülkenin Kürt sorununun artık bir çözüme kavuşması! ABD mahfilleri, Irak’tan basıp gittikten sonra gözleri arkada kalmasın diye bu-
“Yeni Osmanlıcılık”ın mucidi Davutoğlu, projenin başlıca hedefi Irak’ın Sünni liderlerinden Ammar el Hakim ile
na büyük önem veriyorlarmış. Daha da somutu: ABD bölgenin geleceğini Türkiye’ye emanet edip giderken Türkiye’de “terör”ün kökünün kurutulmasını, bir başka deyişle Kürt sorununun çözülmesini öngörmekteymiş. Kürt sorununun çözümü, PKK’nin, yani Kürt ulusal hareketinin de tasfiyesi demekmiş! Bir başka deyişle, bu ülkede Kürt sorunu diye çözülmesi gereken bir sorun varsa, bu en başta Kürtleri ilgilendiren, onların nasıl yaşamak istedikleriyle ilgili bir sorun değil, doğrudan Türkiye-ABD ilişkilerini ilgilendiren bir sorunmuş: Yani, Türkiye dolayımıyla bir ABD sorunu! Başımızdaki hükümetin de tam böyle düşündüğü anlaşılıyor. 20-21 Aralık’ta Türkiye’nin İçişleri Bakanı –iki gün öncesi Ankara’da Tekel işçilerini polise gazlatan adam!– Bağdat’ta ve Erbil’de Amerikalılarla bir araya geldi ve aynı bu ağızla Türkiye’de Kürt sorununun PKK’nin tasfiyesiyle mutlaka çözüleceği üzerinde görüş ve anlayış birliğine varıldığını açıkladı. Kürtlerin bu ülkede, binlerce yıldır yaşadıkları topraklarda, nicedir cebelleştikleri, son yüzyılda kronikleşmiş hiç bir ciddi sorunları yok sanki: kimlik sorunları yok, dillerini, kültürlerini, politik bilinçlerini geliştirme sorunları yok, nihayet şöyle ya da böyle kendi isteklerine uyar bir yurt sorunları yok... Ne var? ABD’nin stratejik ağırlığını Irak ve Ortadoğu’dan Asya’ya ve Afganistan’a kaydırırken geride ne bırakacağı ve yarım asırlık kadim dostu ve stratejik ortağı Türkiye’nin bu bağlamda üstleneceği vecibeler arasında bir de Kürt sorununu –artık!– çözüme kavuşturması zorunluluğu var.
“Stratejik vizyon” dedikleri
Malum çevre, aynı ABD kaynaklı stratejik viz-
yon bağlamında Afganistan’ın hâli ve geleceğiyle de yakından ilgilenmekten geri durmuyor. Amerikan ulusal çıkarı ve dünya çapında hegemonya vizyonunun Irak’tan sonra şimdi Afganistan topraklarını, o arada ister istemez Pakistan ve muhtemel ki, İran topraklarını da uçsuz bucaksız ölüm tarlalarına çeviren ve çevirecek eylemler ve bunlarla hedeflenenin ne olduğu üzerine, ortaokul çocuklarına iki hidrojen atomuyla bir oksijen atomu birleşince nasıl su olduğu anlatılırcasına yorumlar üretip duruyor. O arada ABD sözcülerinin ağzından düşmeyen ABD ulusal çıkarının bu kişilerin ağzında nasıl ve niçin bütün dünyayı ilgilendiren hayati ve küresel bir soruna dönüştüğü, yani bütün dünyanın da kendi öz çıkarı olup çıktığı görülüyor. Obama hazretleri Aralık ayında, Afganistan seferine tahsis edilen asker sayısına bir otuz bin kişi daha ekleneceğini ilan etti. Ve NATO üyesi diğer ülkelerin, yani sözü edilmeye değer sayılan dünyanın neredeyse yarısının bu gayrete katılmasını, ABD’nin ulusal çıkar hedeflerinden biri uğruna ellerini taşın altına koymalarını istedi. ABD’de bir yıl önce birden parlayan yeni stratejik vizyonun özü ve özeti bu! Ondan bir kaç gün önce, Bush yönetiminden devralınan Savunma Bakanı bir demeç vermiş, “Afganistan’da karşılaştığımız zorluklar ve uğradığımız zayiat, yani hem Afgan halkının ve hem de oraya gönderilen on binlerce Amerikan yurttaşının başına gelenler ulaşmak istediğimiz hedeflere değiyor,” demişti. Türkiye’deki demokrasi, özgürlük, insan hakları şampiyonu, serbest piyasacı liberal beylerden böylesi niyet ve beyanlara karşı çıkan bir çift laf işittiniz mi? İşitmezsiniz. Büyük vizyonlar uğruna ne büyük bedeller ödenmesi gerektiğini ve o bedelleri kimlerin ödemesi-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 17
Politika nin eşyanın tabiatı gereği olduğunu en iyi onlar bilirler çünkü.
Eksen mi kaymış?
Bir süredir bir de eksen tartışması diye bir şey çıktı başımıza. Öteden beri Batı sularında atâlete terkedilmiş duran Türk dış siyaseti şimdi AKP yönetimi eliyle Doğu sularına doğru demir taramakta imiş. Hakikaten demir mi taranıyor? Demir taramadan kasıt ne, maksat ne olabilir? Demir nereye taranıyor..? Bunlar bir yana, eksen kayması lâfına her defasında eşlik eden bir takım kavramlar var ki dikkati çekiyor: “bölgesel güç”, “emperyal vizyon”, “lider ülke”, şu, bu... Bir zamanlar Süleyman Demirel’in ağzından düşmeyen “Böyyük Türkiye” lâfı gibi bir şey. Bunlar, ABD’nin Irak ve Afganistan eylemleriyle ilgili tavır ve söylemleri yukarıda kısaca özetlenen kelâm ve kalem erbabının eksen kayması bağlamında ağızlarına sakız yâveler... Bu topraklarda yaşayan –ya da yaşayamayan, vakitsiz ölüp giden, ölünceye kadar nasıl yaşadığı pek bilinemeyen– insanların Türkiyesiyle Amerikancı/NATO’cu kanaat önderi denilen kişilerin zihinlerindeki ve ağızlarındaki (cüzdanlarındaki ve ceplerindeki de diyebilirsiniz!) Türkiye arasında dağlar kadar fark var. Türkiye, tarihten, coğrafyadan, geçmiş ve hâlihazır dünya ahvâlinden, komşu ülke halkları içinde gelişen dinamiklerden, dünyada sözü geçen büyük devletlerin çıkar ve emellerinden, vb. soyutlanamayacak bir şeydir. Aynı zamanda böyle bir “Türkiye” kendi geleceğinden ve bir o kadar da geçmişinin somut tarihsel olgularından soyutlanamayacak bir şeydir. Yani, nasıl bir Türkiye sorusuna verilecek –ya da verilen– cevap ancak nasıl bir dünya sorusu bağlamında somut bir anlam ifade edebilir. Amerikan gücüne tapanlar, sekiz yıllık Irak fecaatinden Türkiye’nin kazanç-lı çıktığı görüşüyle coşanlar, “düvel-i muazzama”nın niyet ve beklentileri doğrultusunda Kürt sorununun Kürtlerin ne isteyip ne istemedikleri kaale alınmadan gürültüye getirilerek ABD istiyor diye Kürt siyasi iradesinin tasfiye edilmesiyle kendi havsalalarına sığdığı kadar çözülüp bitirilmesi için gün sayanlar, ABD/NATO’nun Afganistan seferinin hedeflerini dünyanın hayrına yorup duranlar, ABD’nin Irak macerasında Türkiye “masada yer alarak hakkı olan nemayı sağlayamadı” diye hayıflanıp onca yıldan sonra “bari şimdi Afganistan’da önüne böyle bir fırsat çıksa da Ortadoğu coğrafyasında edindiği gücü Asya’nın göbeğinde ispat etse” diye eşinenler, Türkiye’nin AB üyeliğini Ortadoğu ve Asya mezbelesini ardında bırakıp “birinci lig dünya devleti” statüsüne erişme perspektifiyle değerlendirenler... bütün bu adamların ağızlarındaki “bölgesel güç”, “lider ülke”, “emperyal vizyon” türü söylemlerin hem bir çeşit özeti, hem de arka plan zemini olan bir söylem de işte son günlerin bu moda deyişi “Yeni Osmanlıcılık”: Türkiye’nin emekçi halklarının başına yeni çoraplar örmek için yeni bâdireler açma girişimi. Küresel kapitalizm zemininde ekonomi emekçilerin sırtından gelişip yabana atılamayacak ilerlemeler kaydettikçe biti kanlanan Büyük Türk Şovenizminin dışa vurumu!
Dönüşümlü 2B?
CMHP, rejim elden gidiyor diye erken seçim istedikçe , AKP tek parti iktidarı, sermayenin tek alternatifi olarak daha da kökleşiyor Mustafa Çeçen Bir “seçim “sath-ı maili”ne” girildiği konusunda şüphe duymamamız için ellerinden geleni yaptıkları söylenebilir. Anketlere çok da aldırmadan, Recep Tayyip Erdoğan, adım adım tek parti iktidarını örüyor ve her adımda daha fazla kendisini iktidarda hissediyor.
MCHP ya da CMHP
Baykal ve Bahçeli ise MCHP ya da CMHP ile iktidar yolunu gözlüyor gibiler. En azından stratejileri dönüşümlü bir 2B (ikili başbakanlık) beklentisi içinde olduklarını gösteriyor. Bahçeli, bu stratejiyi görünür kılacak şekilde, yakın zamanda AKP ile herhangi bir hükümette birlikte yer almayacağını belirtti. Daha önce DSP ile yer aldığına göre CHP ile yer almaması için bir neden yok. Her iki siyasi parti ve lideri AKP karşısında açıkça statükocu ve savunmacı bir hatta yer alıyorlar. MHP, erken seçim çağrısını yinelediği 24 Şubat 2010 tarihli açıklamasında; “Milliyetçi Hareket Partisi özellikle yılbaşından itibaren dile getirdiği Erken Genel Seçim önerisindeki ısrarını tekrarlamaktadır. Aksi halde Türkiye’nin, milleti, devleti ve üzerinde ruh ve vücut bulduğu ülkesinin devamı, bir ve bütün olarak varlığını sürdürmesi, tarihin şahitliğinde mümkün görülmemektedir” diyor. CHP'nin resmi yayın organı Halk Gazete-
si'nde, milliyetçi Yeniçağ Gazetesi'nin yazarı Sabahattin Önkibar'dan AKP'nin TSK'yi hedef göstererek oy topladığını ileri süren bir yazısı olduğu gibi iktibas ediliyor. Halk Gazetesi, başyazısında, darbe planlarında adı geçen subayları savunuyor ve “beterin beteri var o da AKP” diyor.
Kürt düşmanı milliyetçi popülizm
Özellikle CHP, bu tabloya, Tekel işçilerinin direnişini AKP karşıtı bir manivela yapmaya niyetlenerek eklemek istedi ama işçiler çoktan o eşikten ileriye atlamış görünüyor. Gene de, seçim startı veren Halk Gazetesi (sayı: 132) temel iktidar vaatleri arasında 4-C'nin kaldırılacağını da sayıyor. Sonuçta; burjuva siyaset sahnesinde muhalefet gömleği giydirilmiş partilerin, bir tür yoksullukla mücadele popülizmi ile süsleyerek 2007 Temmuz seçimi konjonktürü aşılmamışçasına dizilmeye çalıştıkları söylenebilir. Murat Yetkin'in Baykal'ın ağzından -yoksullara 300 TL temel gelir önerisi vb.- yazdıkları da, CHP'in milliyetçi- popülist bir çizgide konumunu güçlendirmeye çalışacağını gösteriyor. CMHP'nin düzen içi muhalefeti, AKP politikalarından kaynaklanan tüm tepkileri Kürt sorunu üzerinden milliyetçi- şoven bir kutuplaşma içinde hükümet alternatifine dönüştürmeye dayanıyor. Ancak bu alternatife dayanan CMHP stratejisinin başarı şansı, ister erken, ister 2011'de normal zamanında yapılsın Temmuz 2007 seçiminden daha fazla değil. Çok basit bir nedenle böyle bu; hem CHP hem de MHP, Kürtler'in varlığını ve bir etnik bileşen olarak -anadilde eğitim gibi- temel ulusal haklarını görmezden geldikçe, tıpkı Tekel çadırlarında olduğu gibi, popülizmleri de, edebi düzeyde bile sosyal sorunu içerme
>>
18 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
>>
potansiyeli taşımıyor.
Baykal MHP’ye çalışıyor
Kaldı ki, sokaklara taşan faşist kitle ruhu ile MHP'nin dolaysız ilişkisi, sorunu CHP açısından daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Ancak, Baykal bu konuda da milliyetçi beyaz Türk tutumundan geri adım atmaya niyetli değil. Ocak ayında ölenleri hatırlıyor ama aralarında Hrant Dink'i saymıyor, aksine, bir emniyet müdürünü, Gaffar Okan'ı hatırlamayı yeğliyor. Bu milliyetçi-popülist seçim stratejisi, şu bakımdan da şimdiden başarısız sayılmalı: CMHP kurmayları Onur Öymen, Deniz Bölükbaşı gibi hariciyecilerden oluşuyor ve siyaset esnafının bu türden bürokratlara hükümet kurdurması pek rastlanır bir şey değil. Darbe falan da olmayacağı iyice ortaya çıktığına göre, seçimlerde büyük bir hezimete uğrayacakları kesin gibi. CHP açısından bir başka handikap, bu milliyetçi- popülist stratejinin hiçbir şekilde parti oylarını artırmıyor oluşudur. Aksine, Trakya'da ve sahillerde MHP'nin güçlenmesini doğuruyor. CHP bu çizgide ısrar ettikçe, MHP'nin oyu artıyor. CMHP, elbette başka bir bağlamda sermaye için hükümet seçeneği olabilirdi; ancak, “yerine göre sosyalliberal, yerine göre ulusalcı, yerine göre de faşist unsurların ağırlık kazanacağı” bu seçeneğin popülist söylemi bile, sermaye için henüz alternatif olarak görünmüyor. Sınıftan kaçışın bittiği koşullarda, yoksullardan hatırı sayılır destek alan siyasi muarızları AKP karşısında CMHP toplumsal meşruluğu popülist kaygılarla da olsa Tekel çadırlarında aradıkça; AKP ve Erdoğan, çeşitli sermaye kesimleri ve elbette ABD için, şimdilik alternatifsizliğini sürdürüyor. CMHP, rejim elden gidiyor diye erken seçim talep ettikçe, AKP tek parti iktidarı, sermayenin tek alternatifi olarak daha da kökleşiyor.
İki seçim tek sonuç Sol, AKP “özgürlükçülüğü” ile MHP-CHP “ulusalcılığı” arasında sıkıştırılan halka siyaset arenasının dışına düşmeksizin bir davette bulunabilmek için parlamento dışı güçlerle, mevcut denklemi esastan reddeden bir anayasa teklifi ortaya koymalı Hakan Güneş
AKP Genel Başkanı “Türkiye zamanında yapılan seçimlere alışsın” dedikçe hiçbir konuda uzlaşma göstermeyeceğini söyleyen parlamento içi muhalefet façası düşmüş Kasımpaşalı delikanlı gibi diklenip fazla ısrar etmiyor. Seçimi isteyenlerin de kendilerine güveni istemeyenlerden daha yüksek değil sonuçta. Başbakan devam ediyor: “Siyasetin kilitlendiği meclis zemininde yol alamazsak Anayasa konusunda millete başvururuz.!” Çeşitli nedenler birleşerek çark etmesine ya da ertelemeye sebebiyet vermeyecekse önümüzdeki yakın dönemin gündemi belli oldu: şu ana kadar hükümetin tıkandığı tüm konuların anayasal düzenlemelerle aşılmasını sağlayacak yeni bir “sivil anayasa” paketini halkoyuna, referanduma sunmak. Hatırlayalım, bu “sivil anayasa paketi” tartışmaları 2007 22 Temmuz genel seçimlerinden hemen önce gündeme gelmiş mevcut son parlamentonun ilk aylarında da hararetle tartışılmıştı. Sonuçta ise AKP kendi başlattığı tartışmayı kendisi rafa kaldırmıştı. Demek ki orta ve uzun vadeli bir AKP planı olan yeni “sivil anayasa” uzun uzun ancak katılıma kapalı bir süreçle yaşanacağı belli olan bir seçim sürecinde AKP için kendini toparlama aracı olacak. AKP genel seçimlerden önce kurulması düşünülen anayasa referandum sandığını genel seçimdeki gücünü tanzim edeceği bir silaha dönüştürmeyi istemektedir. Önümüzdeki seçim bu bakımdan iki basamaklıdır. Birinci basamak’ta en temel hassasiyetin türbana özgürlük, Kürtlere eşit yurttaşlık yolu açılacağı hissi veren -ancak hissiyattan fiiliyata geçemeyecek- kimi düzenlemelerin konuşulmasını sağlayarak
son genel seçimde elde etmiş olduğu oy desteğini konsolide edilmeye çalışılacaktır. Neticede bu riskli bir savaş olacak ama savaş meydanını da, savaş silahlarını da kendisi seçeceğinden belli bir avantaj elde edeceği kestirilebilir. Dahası ilk hamle hakkı da onun. Bu şartlarda yenilenecek bir anayasa AKP’nin daha önce telaffuz ettiği “Türkiyelilik” formülasyonun en müphem (karşıt tarafların kendi istedikleri gibi yorumlamalarına müsaade eden) halini içermek durumundadır. Zira AKP, Kürt sorununda MHP ve CHP’nin arkalarına aldığı Habur sonrası milliyetçilik rüzgarının altında kalmak istemeyecektir. Kürt sorunda kaybettiği oyları bu yolla yeniden saflarına çekmekle yetinmeyecek AKP’nin artık klasikleşmiş ikinci bir silahı daha kullanacağı ise bugünden kendini gösterdi. Türban bu hareketin 20 yıldır en güçlü seçim silahı. Ona dair tartışmaları ima etmeyen bir anayasa, daha doğrusu birinci basamak genel seçim programı- propagandası düşünülemez elbette. Başbakan’ın geçtiğimiz ay eşinin GATA kapısında yaşadığı türban mağduriyetini gündeme getirmesi boşuna değildi. Tüm bunların yanında AKP, toplumsal hegemonyasını oluşturmada önemli bir rol oynayan liberal kesimleri de unutmayacaktır. Liberal solcuların ve sol liberallerin AKP hegemonyasını yaymaya devam etmelerini sağlayacak ölçüde 1982 anayasasının özgürlükleri kısıtlayıcı hödüklüklerine makas atılacak ve liberal alkışların teveccühü sağlanacaktır. Ancak liberallerin düşmeye dünden hazır oldukları “demokrasi kapanına” sosyalistlerin düşmemesi gerektiğini belirtmekte yarar olabilir. Çünkü bu partinin son derece sınırlı ve sağ hege-
monya içinde içeriğinden çok şey kaybeden kimi özgürlük açılımları karşısında emekçilerin ve solun büyük bedeller ödeyeceğini kestirmek için kahin olmaya lüzum yok. AKP’nin Bolu toplantılarından basına sızdırdığı son anayasa teklifi taslağından anımsayacağımız üzere bu Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en liberal (siyasal özgürlük anlamında değil-vahşi kapitalizm anlamında en liberal) anayasası olacaktır. Artık hiçbir oda, sendika ya da siyasi parti Anayasa Mahkemesi’ne, Danıştay’a örneğin özelleştirmeler, hak gaspları gibi konularda başvuramayacak, çünkü yeni anayasanın maddeleri sayesinde zaten eli boş döneceğini biliyor olacaktır. Bu bakımdan sosyalist solun “yeni sivil anayasa” tartışmalarına heyecanla dalmasının hiçbir anlamı olmayacaktır. Sol emek ve kamuculuk düşmanlığı kadar yeni bir anayasada Kürt sorununda Kürtlerin rızasını dahi alamayan kimi iyileştirmeler getireceği ve bireysel özgürlükler alanının genişleteceği için destekleme hatasına düşerse çok ama çok ağır bir zoka yutmuş olacaktır. Sol’un bu süreçte hem kendisini yeniden kurabilmesi, hem de AKP özgürlükçülüğü ile MHP CHP ulusalcılığı arasında sıkıştırılan halka hiç değilse siyaset arenasının dışına düşmeksizin bir davette bulunabilmesi için parlamento dışı güçlerle, mevcut denklemi esastan reddeden bir anayasa teklifi ortaya koymalıdır. Burada ulaştırma ve özel hayatın mahremiyeti gibi konuları tartışarak ayrışan bir akademik anayasacılık değil sosyal cumhuriyetin bayrağına yazılacak vazgeçilmez sözleri kayıt altına alan bir anayasa teklifi ortaya konulmalı. Türkiye bir emekçiler cumhuriyetidir!”gibi.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 19
Emek
TEKEL direnişi: Türk-İş’in yol ayrımı Sendikal mücadelenin en sert geleneklerind en birinden gelen Tekel işçileri yeni işlerinde bu geleneği mutlaka sürdürmek isteyecek; soldan gördükleri desteğin de etkisiyle geleneklerini KESK ya da DİSK’e taşıma eğilimde olacak
Cevat Paloğlu 15 Aralık’tan bu yana Ankara, Sakarya Caddesinde eylem sürdüren TEKEL işçisi, hükümetle giriştiği cenkte “iyileştirilmiş 4C”den daha fazlasını alamayacağına neredeyse inanmaya başlamışken Danıştay 12. Dairesinden gelen “durdurma” kararıyla bir soluklanma imkanı buldu. Eylemin 77. gününde hükümetin başvuru için tanıdığı sürenin bitimine bir gün kala işletme müdürlerinin işçileri tek tek arayarak “bugün başvurmazsanız başvurularınızı kabul etmeyeceğiz” diye gösterdikleri sopaya; AKP milletvekillerinden bakanlara kadar siyasilerin işçileri bir bir arayarak “4-C’ye erken başvurursanız özel uygulama yapacağız” diye gösterdikleri havuca rağmen 4-C’ye başvuranların sayısı henüz 2 bin 500 dolayında. (Dün 3200 yazıyordu?)Bunlardan 15 Ocağa kadar başvuranların başta Milli Eğitim, Adalet ve Sağlık Bakanlığı olmak üzere toplam 16 kamu kurumunda işe başlayacakları kararları işçilere tebliğ edildi. Geri kalan işçiler ise Danıştay’ın kararı gereği her hangi bir kamu kurumunda işe başlatılmak zorunda. İşe yerleştirilene kadar da asgari ücretin iki katı kadar “iş kaybı tazminatı” almaya devam edecekler. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle “yan gelip yatarak maaş alacaklar”. Ama bu, işçi böyle istediği için değil, hükümetin eylem süresince yaptığı hamlelerin sonucu olarak böyle olacak.
Yeni bir durum var
Şu ana kadar atanma kararları çıkanlar dışındaki işçiler 4-C
TEKEL işçileri 77 günlük direnişleriyle benzer koşullarda mücadeleye hazırlanan gerideki 10 binlerce işçiye örnek oldular
için başvuracak olsalar bile nasıl ve ne zaman istihdam edilecekleri henüz belirsizliğini koruyor. 4-C de olabilir, 4-B de ama şu kesin: 4-C’nin gerisine düşmemek kaydıyla, süreye bağlı olmaksızın işçi kendi kararını kendisi verecek… İşçilerin çoğu 4-C’yi kabul edecek olsa bile Danıştay kararının bir gün öncesine geri dönülmeyecek artık. 4-C’ye karşı sürdürülecek mücadele için zaman kazanılmış olacak. 77 gündür sorulagelen, yakın gelecekte TEKEL işçileriyle aynı konuma düşecek -başta Şeker ve Karayolları olmak üzere- “diğer özelleştirme mağdurları nerede” sorusu asıl şimdi karşılığını bulmaya başlayacak. Uzun yıllardır sermayenin yeni çalıştırma biçimlerine karşı refleks geliştiremeyen işçi hareketi, ilk ciddi tepkisinde kendi isteği dışında gelişse de çıtayı yükseltmiş oldu. Hareket ardından gelenleri kendisine ekleyemediği, kendisi de sonrakilerle
bütünleşemediği sürece çıtanın altında kalma tehlikesi hep orda duracak. Yeni durum, kendisini doğru örgütleyebilirse bu tehlikeyi bertaraf etmek için gerekli olandan fazla imkânlara da sahip.
İmkân asıl şimdi
Henüz netleşmemekle birlikte TEKEL işçileri, en azından büyük kısmı, bugün yarın yeni işlerine başlayacaklar. TEKEL eylemi, Sakarya hengâmesi içinde net olarak açığa çıkamayan kazanımlarını test etme fırsatı asıl şimdi doğuyor. Alanın bütün sorunlarına rağmen TEKEL işçisi artık sendikal mücadelenin en sert geleneklerinden birinden geliyor olacak. Yeni işlerinde bu geleneği mutlaka sürdürmek isteyecekler. Eylem süresince soldan gördükleri desteğin etkisiyle iş kollarına göre geleneklerini KESK ya da DİSK’te sürdürmek istemeleri kısa vadede öne çıkan en büyük ihtimal. Bu olasılıklar ger-
çekleşmezse Türkk-İş’te bir parçalanma beklenebilir. Tek Gıda İş Genel Başkanı Mustafa Türkel Konfederasyonun Genel Sekreterliğinden istifa ederek ilk sinyali de vermiş oldu.Özellikle KESK, işçi hareketinin en sert geleneğinden gelen ve kamu işyerlerinde istihdam edilmek durumunda olan bu kesimi sendikal bürokrasi içerisinde eritmek yerine yeni girdi olarak değerlendirmeyi başarabilirse on yıla yakın bir zamandır aşılamayan AKP hegemonyasına karşı emek cephesinde açılan gediği genişletmek mümkün. Maliye Bakanı’nın açıklamasına göre geride daha yüz binin üzerinde işçi bekliyor. Oysa TEKEL eylemiyle açığa çıkan 4-C’ye karşı mücadele orta yerde duruyor, üstelik toplumsal vicdan ve işçi hareketi birbirine iyice yaklaşmışken. Annesiyle işçileri ziyarete gelen ilköğretim 2. sınıf öğrencisi Bil-
>>
20 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek
>>
gesu’ nun “Bizim okulda 2-C sınıfındakilere çok üzülüyorum, iki yıl sonra onlar da 4-C’li olacak” sözleri sırf çocukça bir dil sürçmesi olmayabilir. Hâlihazırdaki bir başka imkan; partilerden/çevrelerden her yaş grubunda ve her toplumsal konumda insanın iki buçuk aydır, kışın soğuğuna rağmen yeri geldiğinde sokakta yere attıkları bir kartonun üzerinde battaniyelerini paylaşıp ısınmak için birbirlerine sarılarak sabahlayıp kazandıkları dayanışma ruhu. Özellikle 15–25 yaş aralığındaki gençlik gruplarının oluşturdukları ritm toplulukları ve benzeri etkinlikler Seattle ve Prag’daki benzeri küreselleşme karşıtı hareketlerin izdüşümü gibi görülse de onların işçi sınıfıyla girdikleri bu gerçek temas kulaklarına kaçan kar suyu olmaya devam edecek. Şimdi bu imkânların hem fikri hem de pratik takibi başlı başına bir iş olarak orta yerde duruyor. Bu takip işçi hareketinin yeniden yapılanması için olduğu kadar sosyalist hareket için de her zamankinden daha önemli.
TEKEL işçilerinin eyle İşçi sınıfının hak mücadelelerinin saldırı altındaki mevcutl yeni bir saldırıyı beklemeden, olası bir yükselişi mayaland
Bir ihtimal daha var
Mustafa Türkel Türk-İş Genel Sekreterliğinden ayrılış nedenini açıklamak için işçilerle yaptığı toplantıda “ulusalcılar bizden darbe yapmamızı, partiler hükümeti devirmemizi, solcular da devrim yapmamızı bekliyor” demiş ve eklemiş: “Oysa TEKEL işçisinin bütününü bile eyleme katamadık.” İstifasının daha önemli nedenini Danıştay kararı sonrası yeni eylem biçimini açıkladığı konuşmasında ima etti: Sendikal bürokrasiye “siz anlarsınız” dedi. Sendikal mücadelenin TEKEL eylemiyle açığa çıkan sorunları aşılabilecek mi, yoksa işçi hareketi Avrupa’nın 1840’ları öncesine geri mi dönecek? TEKEL eyleminin Sakarya sayfası kapanırken yanıt bekleyen büyük soru bu. Türkiye işçi sınıfının makine kırıcılığı yapmayacağı kesin, ama ufukta çok sert biçimler alacağı öngörülebilen bir mücadele beliriyor. Bu ihtimali hesaba katmayan bir “sosyalist” hareketin Türkiye’nin geleceği hakkında fikir sahibi sayılmayacağı da apaçık.
Açlık grevi, ölüm orucu türü eylemler TEKEL mücadelesinde başarıyla uygulanan mücaele biçimleri olmadı
Alp Hakan Güvenir
1989 Bahar Eylemleri, 12 Eylül 1980’den sonra tam bir durgunluk ve sessizliğe gömülen Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde bir dönüm noktasıydı. 600 bin dolayındaki kamu işçilerinin toplu sözleşme görüşmelerinin tıkanması, İstanbul, Karabük ve İskenderun’dan başlayarak tüm Türkiye’yi etkisine alan, Mart, Nisan ve Mayıs boyunca devam eden kuvvetli bir eylem dalgasının kıvılcımı oluyordu. 13 bin 500 işçinin grevde girdiği 1989’da, 30 bin 153 kamu işçisi daha greve çıktı. Grev dışı eylemlere katılan işçilerin sayısı 1,5 milyonu geçiyordu. Eylemlere katılan işçilerin sayısı, Türkiye genelindeki yaygınlığı, 15 işkolunu içine alan kapsayıcılığı ve 12 Eylül’de yitirilen pek çok kazanımın geri alınması yolunda atılan adımlarıyla Bahar Eylemleri, sınıf mücadelesi tarihinde önemli bir yer tuttu. 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesinin açtığı yolda ilerleyen sermaye egemenliği karşısında, ilk önemli toplumsal muhalefet hareketi olarak öne çıktı. Kendinden sonraki dönemi belirleyen önemli bir dönemeç noktası olarak da tarihteki yerini aldı. İşçi hareketinin Bahar Eylemleri’yle
açılan yükseliş dönemi 1991’de kapandı. Ancak, bu yükselişin önemli sonuçları oldu: Yüzde 140’ları bulan ücret zamlarını da içeren çalışma yaşamına dönük kazanımlar, 12 Eylül yasaklarının delinmesi bunların başında geliyordu. Bu aynı zamanda işçi sınıfının özörgütlenme deneyimlerinin ortaya çıktığı bir süreçti. İşçilerin işveren karşısındaki özörgütleri olarak yükselen işyeri komite ve konseyleri, toplu sözleşme taslak komiteleri, grev komiteleri sendikal bürokrasiye dönük tepkilerin ifade edildiği zeminler oldu aynı zamanda. Eylemler, ülkenin gündemini ve siyasal yaşamını belirleyen bir ağırlık merkezi ve eksen olarak da şekillendi. 1991 seçimlerinde ANAP’ın oy oranının yüzde 35’ten yüzde 21’e düşmesi, DYP-SHP koalisyonunun kurulması da dolaysız biçimde Bahar Eylemleri’nin etkisine bağlıydı. 657 sayılı yasaya bağlı çalışan işçilerin örgütlenme çabalarının hızlanması ve bu alandaki sendikalaşma hedefine bağlı yeni bir dönemin kapısının açılmasını da Bahar Eylemlerinin etkileri arasında sayabiliriz.
Yeni özörgütlenme deneyimleri
Bahar Eylemleri yeni ve özgün eylem biçimlerinin de ortaya çıktığı bir zemindi. Bu yeni eylem biçimlerinin bir kısmı, sınıfın kendine güven ve yaratıcılığını ortaya çıkartıp geliştiren, toplumun diğer kesimlerine olumlu mesajlar verip eylemlerin toplumsal desteğini kuvvetlendiren roller oynadı. Bir kısmı ise işçi sınıfını özne olmaktan
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 21
emi bir dönemeç olacak mı? arın korunabilmesi ekseninde şekillendiği bu dönemde, yeni bir eylemlilik için ırabilmek gerekiyor. daha da uzaklaştıran, küçük düşüren, icazetçi görünümlere büründü. Bu dönemde sıklıkla bu iki eylem türünün iç içe geçtiğine tanıklık ettik. Bir yandan işçi sınıfı yeniden grev alışkanlığı kazanıyor, grev yapılmayan işkolu ve işyerlerinde ise gerçekten yaratıcı protesto ve iş yavaşlatma eylemleriyle işçi sınıfının eylemli dayanışması örülüyor, işçiler toplumun geniş kesimlerini arkalarına alıyorlardı. Öte yandan, işçi sınıfının özgüven kazanmasına, bilinç ve örgütlülüğünü geliştirmesine, kaderinin sahibi bir özne olarak öne çıkmasına hizmet etmeyen “yaratıcı” eylem biçimleri de bu dönemin eylemleri arasında belirdi. En uç örnekleri arasında bin beş yüz işçinin açtığı toplu boşanma davası ya da yüz yirmi işçinin çocuklarını satışa çıkartmaları sayılabilir. Ankara’yı çözüm zemini ve mercii olarak görüp kutsayan, sınıf örgütlülüğü ve eylem gerçekleri ile işyeri arasındaki bağı kopartan Ankara yürüyüşleri de, bir eylem biçimi olarak o dönemden miras kaldı. Bugün, Bahar Eylemleri dediğimizde hafızalarda önce, eylemlerin üzerinde yükseldiği zemin ya da yol açtığı sonuçlardan önce, bu süreçte ortaya çıkan yeni, özgün eylem biçimleri canlanıyor. Bu eylem biçimleri, sadece hafızalarda değil, aslında işçi sınıfının o dönemden sonraki eylemliliklerinde de bir biçimiyle yaşamaya devam etti, ediyor, ne yazık ki, eksiğiyle fazlasıyla o dönem eylemlerini var eden işyeri örgütlülükleri ve komitelerle arasındaki belirleyici bağ kopmuş biçimde… O dönemin son büyük eylemi olan ve hem işyeri komiteleri deneyimini, hem yeni, özgün eylem biçimlerini barındıran Zonguldak kömür madencilerinin 30 Kasım 1990 - 6 Şubat 1991 arasındaki eylemleri, bu konuda iyi bir örnek. Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer ve sendika yöneticilerinin eseri olduğunu söyleyemeyeceğimiz bu eylemlilik süreci ciddi işyeri komiteleri gerçeği üzerinde yükseliyordu. Bu, eylem sürecindeki kararlılık ve direngenliği de arttıran bir faktördü. O eylemlerden akıllarda kalan “taslaktan taviz yok” sloganı da aslında, hükümeti hedef alır gibi görünmesine rağmen, bu komitelerin Şemsi Denizer’e uyarıları niteliğindeydi. Hükümetin, 25 Ocak 1991’de Körfez Krizi’ni bahane ederek grevleri 6 ay süreyle erteleme kararı, madenci grevlerini sona erdirirken, ’89 Bahar Eylemleri ile açılan dönemi de kapatıyordu. İşyeri komite ve konseyleri, grev ya da toplu sözleşme taslak komiteleri, sürekliliklerini ne sınıfın genelinde, ne de madencilerin özelinde koruyabildi. Ancak, bu eylemlilik sürecinin bir parçası olan ve dönemi kapsayan Ankara yürüyüşü,
popülerleşerek, sonraki işçi eylemlerinde de sürdürülen bir gelenek halini aldı.
Yeniden Ankara!
Yirmi yıl sonra, Ankara hala kafilelerle gelinen ve eylem yapılan bir merkez. İşten atılan İzmir Kent-AŞ işçileri geldi yakın zaman önce; son enerjilerini de tüketip, kazanımsız bitirdiler eylemlerini. Onları TEKEL işçileri izledi. Henüz işsiz kalmayan ancak dönecekleri ortak işyerleri de olmayan; maruz kaldıkları saldırıyı göğüsleyebilecek bir hazırlık ve örgütlülükten yoksun olduklarından direniş mevzisi kurabilecekleri işyerlerini yitiren ve tek olası eylem yeri olarak Ankara’da güçlerini merkezileştirebilen TEKEL işçileri’nin eylem mekânı oldu Ankara. Bu süreçte de, pek çok olumlulukla olumsuzluk, mukavemet gücü ve zayıflık yan yana, iç içeydi. Evet, bir yandan eylemli sınıf dayanışması zemininde Kürt ve Türk işçilerinin ortak mücadelesinin örülebilmesinin güncel ve ulaşılabilir bir hedef olduğunu kısmen de olsa gösterdiler. Sadece Ankara’da değil, Türkiye’nin her yanında geniş bir kamuoyu desteği sağladılar, eylemdeki itfaiye işçilerine ve maruz kaldıkları saldırının ardından sıra bekleyen şeker işçilerine eylem sürecinin ilk günlerinde mücadele zeminini genişletme çabasının ifadesi olarak kürsülerini açtılar. Başlangıçtaki örgütsüzlüğe rağmen eylemin kendi içerisinde hızlıca ve kuvvetli biçimde yaratılan örgütlülük ve direngenlik önemliydi. Bu gibi sebeplerle, tekel işçilerinin eylemi işçi hareketinin son dönemdeki seyrinin değişmesinde kaldıraç etkisi yapabilecek, moral değerlerden başlayarak bir dizi şeyin değişmesini beraberinde getirecek olumlu bir niteliği barındırıyordu. Öte yandan, zaman zaman da mağduriyeti temel alan, hükümeti çözüme zorlamaktan çok insafa davet eden tutum ve söylemler öne çıktı ve sürece rengini verdi. Açlık grevi, ölüm orucu gibi sonrası olmayan -doğruluk ve yanlışlığından bağımsız- yapabilecek başka hiçbir şeyi olmayanların gündem edinebileceği eylem biçimleri bir dönem sürecin odağına yerleşti. Bu eylemler sürdürülemedi. Başarısızlıkla bitirildi. Üç aya yaklaşan eylemlilik sürecinde, işçiler, yitirdikleri hakları geri kazanmanın ötesine geçen, diğer sınıf kesimlerinin ve toplumsal muhalefet güçlerinin istemlerini sahiplenen bir varoluşu ortaya koymadılar. Başlangıçtaki zemini genişletme ve sınıfın diğer kesimleriyle buluşma çabası süreklilik kazanmadı ve eylem TEKEL işçilerinin eylemi olarak kaldı. Geride bırakılan üç aylık süre içerisinde tüm devlet işletmelerini
ve bu nedenle bütün sendikaları dolaysız biçimde ilgilendiren 4C, 4B gibi güvencesiz çalıştırma sorunu ekseninde genel ve kapsayıcı bir eylemlilik sürecine adım atılamadı. Bu sorunla yan yana, iç içe yaşayan sendikalar, TEKELcilerin eylemini kendi eylemleri haline getirmek yerine, destekçi konumunda kalmaya özen gösterdiler; bu zeminlerdeki sosyalist güçler ise, buradan genel ve kapsayıcı bir sınıf eylemine, eylemli sınıf dayanışmasına sıçranabilecek bir etkinlik içerisinde olamadılar. TEKEL işçilerinin eylemleri zemininde ortaya çıkan bu olumsuzluk ve zayıflıkların faturasının TEKEL işçilerine çıkarılamayacağını bilmek ve bu gerçeğin altını kalın çizgilerle çizmek gerek. TEKEL işçileri, bu eylemlilik sürecinde, yapabilecekleri her şeyi, (kendilerinden beklenenin ötesine geçip) fazlasıyla yaptılar.
Dönemeç olması için
Bunlara rağmen, TEKEL işçilerinin eylemleri, sınıf mücadelesinin önemli bir dönemeci olarak şekillenebilir. Bunun için eylemlilik sürecinde boy veren ve öne çıkan kimi noktaların ısrarla takip edilmesi ve geliştirilerek sonraki süreçlere taşınması gerekiyor. Bunlar, işçi sınıfının devrimci enerjisini tüketen; eylemcileri sınıfın diğer kesimleriyle buluşturmak yerine kendi içlerine kapatan; çözümü zorlamak yerine merhamete çağıran ve belirsiz bir kamuoyuna oynayan; işçi sınıfının örgütlenme ve eylem süreçlerini çalışma ve yaşam alanlarından kopartan söylem ve eylem biçimleri değildir. TEKEL işçilerinin eyleminin, dönemeç noktası olarak tarihteki yerini almasının, genel ve kapsayıcı niteliğe sahip, sınıfın devrimci dinamizmini, yaratıcı iradesini, ortaklaştırıcı ve dayanışmacı niteliklerini besleyip geliştiren yanlarının sürekli kılınabilmesine bağlı olduğunu unutmadan, küresel krizin, Türkiye’nin özgül koşuşlarında şekillenen rejim krizi ile üst üste bindiği bu süreçteki yeni eylemliliklere hazırlanmak gerekiyor. İşçi sınıfı eylemlerinin, yükseliş ve yeni haklar mücadelesi ekseninde değil, düşüş, savunma, hak kayıplarını önleme çizgisinde şekillendiği bu yeni dönemde, yeni bir eylemlilik için yeni bir kapsamlı saldırıyı beklemeden, yeniden hak alma zeminine sıçramanın ve olası bir yükselişi, mayalandırmanın yolu da politik işçi hareketinin yaratılabilmesi görevinin hakkının verilebilmesi de böylesi bir hazırlıktan geçiyor.
22 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek
TEKEL: Sendikal bürokrasi şimdilik galip nuçlarında olduğu gibi, “konfederasyonlar, bugüne kadar aldıkları tüm eylemlilik kararlarında TEKEL işçisinin ve Tek Gıda-İş Sendikası’nın iradesini esas almıştır. Konfederasyonlar bundan sonra da TEKEL işçisinin iradesine uygun davranacak ve Tek Gıda-İş Sendikası’nın alacağı kararlara uyacaktır” diyerek topu aynı şekilde TEKEL işçilerine attı. Açlık grevinin bitirilmesinde de Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) tavrı gerekçe gösterildi. Oysa TTB’nin tutumu, açlık grevinin bitirilmesini önermek değil, gelinen aşamada açlık grevinin etkileri konusunda işçilere bilgilendirmek ve kararı işçilere bırakmak yolundaydı..
Direniş etkisizleştirildi
TEKEL işçilerinin baskısıyla alınan kararların gereği yerine getirilmedi, içleri boşaltıldı
TEKEL işçilerinin mücadelesi, sendikal bürokrasinin sınırlarını zorladı ama aşmaya yetmedi İrfan Kaygısız TEKEL işçilerinin direnişi, işçi sınıfı tarihine birçok yanıyla önemli bir mücadele deneyimi olarak geçecek. Direniş, aynı zamanda ilk günlerden itibaren işçilerin sendikaları zorlaması, basınç altında tutmaya çalışması, zaman zaman tepkisini çeşitli biçimlerde göstermesi ve esas olarak da geleneksel sendikal hareketin sorgulanması ile tarihte yer edinecek. Direniş sürecinde işçiler, sendikayı zorlayan ama sendikalarıyla birlikte bir mücadele sürdürdüler. Ancak, aktif mücadele içerisinde olan TEKEL işçilerinin dışında, aşağıdan ciddi bir taban baskısı oluşmadı. İşçilerin baskısı ve öfkesi sendikaları bir aşamaya kadar zorladı ancak bunun bir sınırı vardı ve o sınır aşılamadı. İşçiler sendikaları baskı altına almak isterken, sendikacılar da kontrolün ellerinden kaçması endişesi ile hareket etti. Kontrolü yitirme olasılığını gördüklerinde de işçileri, “yollarını ayıracakları” şeklinde tehdit etmekten geri durmadılar. Sendikalar bu süreçte geleneksel rollerinin dışına çıkarılamadı. İşçilerle sendikalar arasındaki gerilim neredeyse direnişin ilk günlerinden başlayarak son günlerine kadar sürdü.
Türk-İş geleneksel rolünü oynadı
Türk-İş’in geleneksel politikası, hükümetlerle iyi ilişkiler kurma ve sorunları görüşmeler üzerinden çözmeydi. Sokak, mecburiyetten ve artık kaçınılmaz olunan aşamalarda, o da istisnai olarak kullanılmaktaydı. Bu politika TEKEL işçilerinin mücadele sürecinde kısmen aşılabildi. Türk-İş, baştan itibaren eylem kararları almamak için adeta direndi, bunun kaçınılmaz olduğu aşamalarda bazı eylem kararları aldı; ancak önemli kararların da gereği yapılmadı. Konfederasyonların ilk eylem kararları içerisinde, her Cuma önce bir saat, sonraki dört hafta da, her hafta birer saat artırmak üzere “bir saat geç iş başı yaparak çalışmama hakkını kullanma” yer alıyordu. İkinci Cuma yılbaşı tatiline denk geliyordu ve bu nedenle yapılmadı, sonraki haftalarda ise eylem kararı sessizlikte boğularak geçiştirildi. İşçilerin baskısı ile alınan kararların gereğinin yapılmaması direnişi güçlendirmediği gibi, geriye götürdü. 4 Şubat eyleminde hiçbir sendika grev yapmadı. 4 Şubat eylemi ertesinde hükümet daha da pervasızlaşmaya başladı ve eylem AKP'nin elini güçlendirmekten başka bir şeye yaramadı. Başbakan, bu eylemden sonra yeni bir adım atmayacaklarını defalarca tekrarladı ve bir televizyon programında işçilerin arkasında Türkİş’in olmadığını söyledi.
Sendikalar sorumluluk üstlenmedi
Sendika ve konfederasyonlar gerek gördüklerinde topu birbirine atıp sorumluluktan kurtulmaya çalıştılar. Tekgıda-İş başkanı, sıkıştığı zaman "bu iş artık bizden çıktı Türk-İş ve diğer konfederasyonlar devrede" dedi. Konfederasyonlar da, 22 Şubat toplantı so-
20 Şubat’ta Ankara’da yapılan sabahlama eyleminde ise, Türk-İş’e bağlı birçok sendika, yöneticilerini bile çağırmazken, bir kısmı gerçekten de sadece şube başkanı ya da yöneticilerini çağırdı. Ama onlar da ortada görünmedi. 20 Şubat sabahı Ankara, Kolej’deki buluşmada da Türk-İş’e bağlı hiçbir sendika yoktu. Dört konfederasyonun 22 Şubat toplantısı sonrası yaptığı ortak açıklamanın hemen girişinde “Konfederasyonlar gelinen noktada… TEKEL işçilerinin verdiği mücadelenin başarıya ulaştığı görüşündedir” tespiti yer aldı. Konfederasyonlar bu kararları ile sürece son noktayı koymuş oldular. Toplantıda alınan kararlar da bu belirlemeye uygun yapıldı ve üretimden gelen gücün kullanılacağı genel eylem için 26 Mayıs 2010 tarihi belirlendi. Mücadelenin geldiği aşamaya uygun, hükümete geri adım attıracak kararlar alınmadı. Bu kararların arkasından işçilerin Türk-İş’e yönelik tepkisi üzerine Tek Gıda-İş Başkanı’nın Türk-İş Genel Sekreterliğinden istifa ettiğini açıklaması da işçileri baskı altına almaktan, bundan sonraki süreci kendi inisiyatifi ile sürdürmek ve direnişi etkisizleştirmekten başka bir anlama gelmiyordu.
Sendikalar açık çatışmayı göze alamadı
TEKEL işçilerinin mücadelesi, sendikal bürokrasinin sınırlarını bir ölçüde zorlayabildi ama aşmaya yetmedi. Sendikalar, devlet ve sermaye ile açık çatışmayı göze almadı. Sürecin bütününde hükümete geri adım attıracak bir eylem ve mücadele programı uygulanmadı. İşçilerin baskısı ile alınan kararların da gereği yapılmadı, içleri boşaltıldı. Konfederasyonların bu süreçteki tutumlarının kendi içlerinde de tartışılması kaçınılmaz görünüyor. Bu tartışmaların nereye evrileceği ise başka bir soru. Ancak, uzlaşmacı, bürokratik yapı şimdilik galip geldi.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 23
Emek
TEKEL ve üç tarz-ı sendika TEKEL işçilerinin direnişi, güvencesizliğe, kuralsızlığa, karşı, topyekun verilmesi gereken bir mücadelenin simgesi durumuna geldi; sorun bu direnişin, bir kere daha sendika bürokrasinin surlarına çarpıp geri çekilip çekilmeyeceği Serkan Öngel * Tekel direnişi ile işçi sınıfının uzun süreden beri kendi içinde taşıdığı çaresizlik ve kimsesizlik hali, bir biçimde kendisini ifade etme ve ortaya çıkma olanağı buldu. TEKEL işçilerinin kararlılığı, kendi taleplerinden ve haklarından taviz vermeyen tutumları, toplumsal anlamda kendine bir karşılık yarattı. Türkiye’de güvencesiz, kuralsız ve esnek çalışma koşulları altında, giderek ağırlaşan ve yaygınlaşan bir çalışma yaşamının varlığı somut bir durum. İşsizlik ise bu gerçeği güçlendirici bir etmen olarak krizin yarattığı koşullarda tüm ağırlığı ile kendini hissettiriyor. Görece daha iyi çalışma koşullarına sahip kesimler ise bu haklarını kaybetme riski ile karşı karşıya. Bu şartlar altında, uzun yıllardır işçilerin seslerine kulak vermeyen kamuoyu, TEKEL işçilerinin iş güvencesi talebiyle mücadelelerini dayatmaları sonucunda, dikkatini bu yanda toplamak zorunda kaldı. Bu durum işçi sınıfının toplumsal yaşamdaki ağırlığının azaldığına dair sol içinde giderek taraftar toplayan yanılgıyı da deşifre etti. Sol, yüzünü bir parça sınıfa dönme gerekliliğini hissetti. Aslında işçi sınıfı içerisinde tekel direnişi öncesinde de bir hareketlenmenin ya da rahatsızlığın varlığı, en azından bu alana ilgisi olanlar açısından fark edilebiliyordu. Sendikal örgütlenme talebindeki artış, küçük küçük yerel direnişler, kamuoyunun gündemine taşınan fabrika işgalleri, grevler vb… Ancak bunların hiçbirisi sınıf açısından kalıcı ve ortak bir karşı çıkışın adresi olamadı. Bu bağlamda kriz döneminde işten çıkartılan ve sayıları milyonları bulan işçilerin, ücretleri düşürülen, ücretsiz izine çıkarılan yüz binlerin kendilerini ifade etme konusunda bu kadar yalnız ve kimsesiz kalmasının ardında yatan temel nedenin ne olduğunu sormak gerekiyor. İşin gerçeği işçiler, kendilerini ifade edecek, örgütlü bir güçle sürece müdahale edecek kanalları bulmaktan büyük oranda yoksunlar. İşçi sınıfının siyasal ve sendikal anlamda temsilinin önünde gerek yasal gerekse fiili düzeyde ciddi engellerin varlığı biliniyor. Bunun yanında işçi sınıfının örgütlü kesimleri ya da örgütlenme talebini bir biçimde ortaya koyabilen işçiler açısından açığa çıkan bir başka gerçek ise sınıfın öz örgütü olan sen-
Sakarya Caddesi’nde ikinci bir yurt edinen TEKEL işçileri evlerine dönerken hüzünlüydü
dikaların olumsuz tutumları. Türkiye’de kamu emekçileri hariç(**) toplam ücretli sayısının 11 milyon civarında olduğu, buna karşın Toplu İş Sözleşmelerinden faydalanan sendikalı işçi sayısının 800 binlerde kaldığı, bunun ise yaklaşık yarısının kamu sektöründe çalışan işçiler olduğu gerçeğini bir veri olarak ortaya koymak gerekiyor. Yani en genel anlamda işçi sınıfının ana gövdesi örgütsüz ve sendikasız. Kamu sektörü dışarıda bırakıldığında sendikalı işçilerin oranın yüzde 5’i bile bulmadığı bir gerçek. Buna bir de tarım sektöründe yoğunlaşan ve büyük oranda kayıt dışında olan 3 milyon ücretsiz aile işçisini ilave ettiğinizde durumun ne kadar vahim olduğunu görmek mümkün. Kısaca sendikal örgütlülük düzeyinin bu kadar düşük bir oranda kalmasının nedenleri olarak, sendikaların mevcut örgütsel yapıları ve örgütlenme perspektifleri ile işçi sınıfını örgütleyebilme becerisinden yoksun olmaları, işçilerin örgütlenmesini zorlaştıran yasaların hakim yapısı, işçi sınıfının örgütlenme konusunda taşıdığı endişeler, sendikalarla yaşanan güven problemleri, sendikal bürokrasi ve işveren yanlısı sendikacılığın egemen yapısı olarak sıralanabilir.
TEKEL direnişi ve öğrettikleri
Tüm bu süreçte TEKEL direnişi, işçi sınıfının örgütlü, örgütsüz tüm kesimlerinin gözlerini diktikleri bir karşı çıkış, bir isyan, bir çığlık
oldu. TEKEL işçilerinin başlattıkları direniş ve bu direnişin sahiplenilme düzeyi, tekel işçilerinin öznel taleplerinin bir sınıf davası haline getirilebilmesi, bu biçimiyle de kendine bu kadar yaygın bir destek bulabilmesi uzun zamandır sermayenin topyekûn taarruzuna kayıtsız kalan ya da cılız direnişlerle tepki koyan, böylelikle mevzilerini bir bir kaybeden sınıfın kendine gelmesi açısından özel bir önem taşıyor. Gerçekten de sermaye sınıfının uzun bir süredir sürdürdüğü özelleştirme, kuralsızlaştırma, esnekleştirme ve güvencesizleştirme saldırısı, işçi sınıfının örgütlü kesimlerinin, bir iki itirazı haricinde bu kadar önemli bir dirençle karşılaşmadı. TEKEL işçilerinin büyük bir inat ve kararlılıkla itiraz ettikleri, özelleştirme ile işsiz kalanların ve daha sonra kalacakların, Devlet Memurları Kanunu’nun 4. maddesinin C fıkrasına göre “geçici personel” olarak çalıştırılması uygulaması, 2004’ten bu yana sürüyor. TEKEL’den önce, özelleştirilen işyerlerinden 20 bini aşkın işçi bu uygulamaya muhatap kalmışlardı. Dolayısı ile TEKEL işçilerinin itirazı mevcut durumu değiştirmeye yönelik bir hamledir. Bu anlamıyla da direniş, böyle bir süreçte sınıfın kaybettikleri mevzilerin gerisinden başlayan bir karşı taarruz, karşı bir saldırı olarak değerlendirilmelidir. TEKEL işçilerinin mücadelesi sadece kendi mücadeleleri olmaktan çıkmış, güvencesiz
>>
24 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek
>>
çalışmaya, atipik istihdam biçimlerinin yaygınlaşmasına karşı, iş ve iş güvencesi talebi ile tüm kamuoyuna ve sınıfa mal olmuştur. Buna karşın sınıfın duyarlı kesimlerinin yanında, işçi sınıfının örgütsüz kesimlerinden önemli sayıda işçinin, Başbakanın “yatarak para kazanma dönemi bitti, yatan gider, üretmeyene para yok” söylemi ile “sınıfı sınıfa kırdırma” siyasetinin argümanlarına sadakatle sarıldıklarını görmek de mümkündür.
TEKEL işçileri karşısında konfederasyonlar
İşçi sınıfının oldukça küçük bir kesimini temsil edebilen bürokratik sendikal merkezlerin, bu tip süreçlerde genellikle suskunluğu tercih ettikleri bilinmektedir. Buna karşın tekel işçilerinin Aralık başında sendika şubelerinin önünde, sendikaya rağmen yaptıkları açıklamalar, işçiler içerisindeki huzursuzluk, Türk-İş bünyesinde göreli olarak daha mücadeleci bir çizgiyi temsil eden Tek Gıda-İş sendikasını direnişe zorlamıştır. Türk-İş yönetimi de, 4-C uygulamasına, Şeker fabrikalarının özelleştirmesine karşı cılız itirazını dile getirmiştir. Bu süreçte sendika ve konfederasyonların, bulundukları konuma göre üç hakim tarz gözlemlenmektedir: n Birincisi DİSK, KESK ve bağlı sendikalarının bulunduğu çizgidir. Bu sendikalar, sorunun sınıf meselesi olduğu bilinci ile sürece yaklaşmış, direnişe hem örgütsel hem de eylemsel olarak destek sunma gayretlerini ifade etmişlerdir. Ancak, gerçeklikte söz konusu kurumların, eylemliliklere katılımları göstermelik düzeyde kalmış, gerçek manada süreci sahiplenmenin kanalları yaratılamamış, sadece durumu kurtarmaya yönelik adımlar atılmış, içten içe “ne de olsa bu sorun bizim sorunumuz değildir” tavrı gelişmiştir. Kamuoyundaki algılamaya göreyse, bu kurumlar Türk-İş ve bağlı sendikalarına göre daha görünür ve destekleyici olmuşlardır. Yani KESK ve DİSK Türk-İş sendikalarının sahnede yerini yeterince almaması ile görünümü kurtarmışlardır. n İkincisi ise Türk-İş ve bağlı sendikalarının tutumudur. Türk-İş konfederasyon olarak, Ankara’da kamuoyunda da haklılığı tartışılmayan binlerce TEKEL işçisinin taleplerine kulak vermek zorunda kalmıştır. Bunda işçilerin gerektiğinde fiili müdahaleye varan tutumları etkili olmuştur. Türk-İş’in kendi üyesi olan Tek Gıda İş sendikası ile süreç içerisinde kader birliği yapmak zorunda kaldığı görülmektedir. Türk-İş yönetimi ile Tek Gıda İş sendikası arasında esastan bir çelişki, Türk-İş önündeki direniş başladığından bu yana kamuoyuna yansımamıştır. (Burada TEKEL işçilerine yapılan gazlı saldırının ertesinde, Türk-İş içerisinde genel merkezleri İstanbul’da bulunan ve görece daha mücadeleci bir çizgiyi temsil eden 9 sendikanın deklarasyonu ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur.) Hatta süreci yokuşa sürükleyen, aslında örgütsel gerçekliği de ele veren eylem kararlarının ardından, Tek Gıda İş Genel Başkanı, tepkisini Türk-İş yönetimine de-
ğil, Türk-İş Genel Başkanına hakaretamiz sözler söyleyen işçilere göstererek, en kritik süreçte Türk-İş’teki görevinden istifa etmiş ve moral açıdan süreci baltalayacak kadar ciddi bir olumsuzluğa imza atmıştır. Türk-İş içerisinde 10 sendikanın genel başkanının yanı başlarındaki direniş çadırlarını ziyaret bile etmedikleri burada hatırlanması gereken bir başka konudur. n Üçüncüsü ise Türk Metal, Kamu-Sen gibi siyasal olarak süreçten nasiplenmeye çalışan ve salt AKP karşıtlığı üzerinden bu direnişin yanında görünmeye çalışan kurumlardır. Bu tarz, sınıf gibi bir derdi olmayan muhalefetteki siyasal partilere, üniversite rektörlerine kadar geniş bir cepheyi kapsamaktadır. MemurSen ve Hak-İş gibi AKP yandaşı sendikal anlayışlar ise benzer saiklerle tersine bir yerden TEKEL direnişine karşı konumlanmışlardır.
Petrol-İş ’ değil, yen
Bürokrasi süreci zamana yayıyor
Sonuç olarak, TEKEL direnişi, Türkiye işçi sınıfı açısından önemli bir dönüm noktasına işaret ediyor. Bugün tekel işçilerinin direnişi, güvencesizliğe, kuralsızlığa, atipik istihdam biçimlerine karşı, top yekün verilmesi gereken bir mücadelenin simgesi durumuna gelmiştir. Sorun bu direnişin, diğer pek çok direnişte olduğu gibi, bir kere daha sendika bürokrasinin surlarına çarpıp geri çekilip çekilmeyeceği sorunudur. Mücadeleyi bitirmenin yolu her zaman, “burada direnişe son veriyoruz” demek değildir. Bürokrat sendikacılar açısından daha akıllıca olanı, süreci zaman yayarak işçinin direncini ve inancını kırmaktır. Bu şekilde sendika “ben değil işçiler mücadele etmek istemedi” diyerek kendini aklayabilmektedir. AKP hükümetinin TEKEL işçisinin taleplerini karşılamamak konusundaki ısrarının arkasında yatan temel neden, burada atılacak bir geri adımın, daha sonraki adımlardan vazgeçmek anlamına gelmesidir. Sırada şeker fabrikalarının, akarsu santrallerinin, demiryollarının özelleştirilmesi, kamu emekçilerinin iş güvencesini ortadan kaldırmayı amaçlayan kamu personel reformu, kıdem tazminatlarının budanması vb. yeni saldırı hazırlıkları var. TEKEL işçilerinin direnişi tüm bu saldırıların karşısında geniş bir cephe oluşturma şansını veriyor. Sıra bir sonrakine gelmeden, TEK-EL olup bu süreci durdurmak mümkündü ve gerekenler yapılırsa hala mümkündür. Sırasını bekleyen sendikal merkezlerin bu konuda atalet içinde olması anlaşılır bir konu değildir. TEKEL direnişi işçi sınıfının tarihsel öneme sahip mevzilerinden biri durumundadır. Bu mevzi ya güçlendirilecektir, ya da yeni açılacak cepheler açısından dersleri ile birlikte işçi sınıfı tarihimizde hak ettiği yeri alacaktır. Sınıfın öz gücü ve dinamizmi bu anlamda sığınabileceğimiz yegâne sığınaktır. * Birleşik Metal-İş Sendikası Eğitim Uzmanı ** Burada kamu emekçilerinin değerlendirme dışında bırakılmasının nedeni, kamu emekçileri sendikalarının farklı bir yasaya tabi olmalarından ileri gelmektedir
Nihat Balkanlı, yeni sendika yasa tasarısının işçi sınıfının örgütlenmesin ihtiyaçları bakımından ne tür yeni imkanları ve olanakları barındırıp hangi sınırları getirdiğini Petrol-İş uzmanı Erhan Kaplan’la tartıştı.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 25
Petrol-İş’in başlattığı sendikalşam kampanyasının görsellerinden
’ten Kaplan: Aslolan yeni yasa ni sendikal anlayış,
Yeni sendika yasa tasarısını, mevcut Sendikalar Kanunu’yla karşılaştırsak olumlu bir yönden söz edebilir miyiz? Mevcut kanun çalışma hayatını, yani işçi sınıfının elindeki sendikayı, toplu sözleşmeyi ve grevi birbirinden ayırıyor. Dolayısıyla, bu alandaki en büyük sıkıntı sürüyor. Yeni tasarının olumlu yanları yok mu, elbette var. Ama mevcut Sendikalar Kanunu’nun, 12 Eylül’ün ürünü olduğu unutulmamalı. Bütünüyle sermaye sınıfının ihtiyaçlarına yanıt veren bir yasa karşısında, yeni tasarının, olumluluklar içermesi doğal. Öte yandan, ortada devrimci bir talep ve bu doğrultuda bir mücadele yokken, işçi sınıfının gerçek ihtiyaçlarına yanıt verecek bir yasa hazırlanmasını beklemek de gerçekçi değil. Zaten bu nedenle, tek tek bulunabilecek olumlu değişikliklerin yanında, yasanın geneline hâkim olan vesayetçi yaklaşım aynen devam ediyor. Hala sendikalarımızın genel kurullarının kaç yılda bir yapılacağı, sendikaların yönetimlerinin kimler tarafından oluşturulacağı, işçi sınıfının hangi kesimlerini örgütleyebilecekleri sendikaları oluşturan işçilerce değil, bu ve benzeri yasalarca belirleniyor.
Yeni tasarıyla, işkolu sayısının 17’ye ülke barajının da yüzde 1’e düşürülmesi öngörülüyor. Bu, bazı sendikaların birleşmesini yahut bazı sendikaların önünün açılmasını getirebilir mi? Bu gelişmeler olası. Ancak birleşme, esas olarak öznel bir tercih olarak da, her dönem gündeme gelebilir ya da gelmeyebilir. Tabandan gelecek birleşme isteği, bu noktada daha belirleyici önemde. Ülke barajının düşürülmesi olumluluk, ancak; barajları bütünüyle kaldıran, örgütlenme alanına ve kapsayıcılığına kendisini meydana getirenlerin, yani işçilerin karar vereceği sendikalara olanak tanıyan; sözleşme yetkisinin kimde olacağının, işçi temsilcilerinin de içerisinde bulunduğu özerk bir kurulca belirleneceği bir düzenlemeye geçilmeden veya referandum gibi uygulamalar olmadan gerçek anlamda bir olumluluktan değil, “mevcut yasaya göre” olumluluklardan söz edebiliriz. İşkolu sayısının fazlalığının, işçi sınıfının bölünmüşlüğünü arttırdığını ve sendikaların elini kolunu bağladığını söyleyebilir miyiz? Elbette. Ancak işkolu esasına göre örgütlenmiş olmanın, işçi sınıfını bölen en önem-
li sorun olduğunu söyleyemem. Her şeyden önce, işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesi, işçilerde otomatik olarak birlik eğilimini kuvvetlendiriyor. İşkolu ayrımının hangi temelde yapıldığı daha önemli. Pek çok işkolunda süreç birliği varken, bir sürü işkolunun ayrı durmasının, sermaye ve üretim teknikleri açısından da herhangi bir mantığı kalmadı. Otomotiv işkolu iyi bir örnek. Gelişen teknoloji ve değişen üretim tekniklerine bağlı olarak, geleneksel olarak metal işkolunda sayılan otomotiv imalatının hangi kısmının metale, hangi kısmının plastiğe girdiği artık tartışmalı. İç içe geçmiş bir süreçten bahsediyoruz. İşverenlerin pek çoğu, bu durumu olası bir sendikalaşmaya karşı kendi lehine kullanıyor. Plastik işkolu kapsamında örgütlenme çalışmasına yöneldiğimiz bir işyerinde, eğer otomotive imalat yapılıyorsa, işverenin işyerini plastik işkolundan çıkartıp metal işkoluna soktuğunu ve bu alanda kendisine yakın bir sendikaya yönelttiğini biliyoruz. Yeni tasarı, bir taraftan işyeri ve meslek sendikacılığıyla kesimsel örgütlenmeye, öte yandan azalan işkolu sayılarıyla farklı kesimlerin aynı sendikada örgütlenmesine olanak veriyor. Hangi kanal-
>>
26 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek
>>
dan yürüyüp mevziler kurup güçlendirmek gerekli? İşçi sınıfı içerisinde, dar ve kesimsel çıkarları esas alan değil, genel ve ortak çıkarları esas alan, farklı kesimleri ortak örgütlenmeye taşıyabilecek bir çaba içerisinde olmak, işçi sınıfının mümkün olan en geniş birliğinin sağlanması için mücadele etmek gerekiyor. Ancak işçi sınıfı ve sendikal hareket saflarındaki egemen eğilimin bu olmadığı açık. Bu sorunu aşmanın bir yolunun da sendikanın kapsayıcılık alanının, onu oluşturan işçiler dışında herhangi bir güç tarafından, -bu bir yasa olsa bile- belirlenmediği bir serbestlik düzenlemesinden geçtiğine inanıyorum. İster bugünkü halleriyle kalsın, ister yasa değiştikten sonraki halleriyle, sendikalarda tüm işçi sınıfının birliğini savunanlar çoğunluğa geçmedikçe bu sorunlar olacak. Mevcut sendikaların, böyle bir çabanın zemini ve öznesi olabilmesi için ne tür yeni yönelim ve açılımlara ihtiyaç var? Mevcut sendikaların, şu an yoksun oldukları taban dinamiği ile buluşabilmesi çok önemli ve belirleyici. Örgütsüz sınıf kesimlerini hızla sendikal örgütlülük içine çekmek gerekiyor. Her ne kadar barajı yüzde 1’e düşürmeyi öngörse de yeni tasarıyı bu noktada son derece eksikli buluyorum. Yüzde 1, küçük görünse bile, toplu sözleşme için yetki bir “koşul” olarak kaldığı müddetçe, ülke genelinde tek tek işyerlerinin sınırlarını fazlasıyla aşan bir örgütlülüğü gerektiriyor. Bundan dolayı, işyerlerindeki dinamik unsurların sendikal örgütlülüğe kendi dinamizmlerini katarak dâhil olabilmeleri bakımından oldukça sınırlayıcı ve şu an bile var olan kimi sendikalar için ulaşılması son derece güç. Bu noktada, barajın sıfıra inmesi örgütlenme hamlesini genel merkezlerdeki iyi niyetli üç-beş sendikacıyla uzmanın inisiyatifinden çıkartıp, tek tek her işyerindeki dinamik unsurlara bırakabilecektir. Bunun ardından sendika sayısında sahte bir patlama ya da hayalet sendikalar olması mümkündür, ancak bugünkü geri ortam içinde açığa çıkartacağı taban dinamiğini daha çok önemsiyorum ve çözümün kilit noktasını burada görüyorum. Yeni tasarı, sendikal işleyişe, sendika içi demokrasiye dair ne getiriyor? Delegelik sistemi, bu tasarıda da korunmuş ve genel oylama burada da yok. Ancak bunu da genel kurullara ve tüzük değişikliğine bıraktığından dolayı bu alanda olumlu adımlar atılabilir. Mevcut yasa, tüzel kişilik olarak sendikaların sadece genel merkezlerini tanıdığından ötürü, temsilcilerin sendika yönetimi tarafından atanması öngörülmüştür. Bazı sendikalar, yasadaki “sendika temsilci atar” hükmünü, işyerinde işçilere seçim yaptırarak ve işçilerin seçtiğini atayarak uyguluyor. Önemli olan sendikaların tabanlarından gelen inisiyatife olanak tanıması. Bu atama meselesinin, sendi-
kaların yetki sahibi oldukları işyerindeki sendika temsilcisinin, işverenin işaret ettiği insan olmaması için, “işveren olarak sen değil, biz belirleyeceğiz temsilcimizi” demenin ötesinde bir anlamı olmamalı. Bugün ağırlıklı olarak tabana güvensizliğin yansıması olan bu durumun, esasen geçmişte gündeme gelmesinde böyle bir arka plan var. Bu konularda bir değişiklik yok. Tüm maaşların belirlenmesinin Genel Kurul’a bırakılması olumlu. Ayrıca, maaşların sınırlandırılması da yeni tasarıda kaldırılıyor. İlginçtir, kimi sendikalar tarafından maaşların sınırlandırılmasına itiraz, aidatların kaynaktan kesilmesine son verilmesine dönük itirazla birlikte dile getirildi. Aidatların kaynaktan kesilmesine son verilmesinin gerçekten işçi sınıfı içerisinde sahici bir örgütlülüğü bulunan ve tabanıyla bağlarını sıkı tutabilen sendikaların mali bir kriz yaşamasına sebep olmayacağını; bu durumun genel olarak sendikaları üyeleri ile bağlarını sıkılaştırma yönünde zorlaması bakımından faydalı olacağını düşünüyorum. Kaldı ki, sözleşme sürecinde de aidatların kaynaktan aktarılmasına dönük çözümler üretilebilir. Bunun yanında, maaşların yasa ya da devletçe değil, her şeyin işçilerce belirlenmesi doğru dense dahi, Türkiye’de en azından özellikle mali açılardan, sıklıkla istismar edildiğinden dolayı, bunun istisna yapılabilecek ve sınırlama getirilebilecek bir ilke olduğunu düşünüyorum.
Yeni tasarının, sendikaların, sendikasız işçiler içerisindeki örgütlülüğünü genişletmeye dönük ya da sendikasız işçilerin mevcut sendikalara bağlı kalmadan örgütlenebilmeleri yolunda getirdiği bir şeyler var mı? Mevcut sendikaların örgütlülüğünü genişletmek söz konusu olduğunda, işkolu tanımındaki belirsizlik giderilmediği sürece, net bir şey söylemek mümkün değil. Bu noktadaki karar yine bakanlığa, siyasilere dolayısıyla işveren örgütlerinin ve Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) etkisine en açık alana kaldı. Baraj sıfıra inerse, her alanda, gerek mevcut sendikaların örgütlenmesi gerekse de mevcut sendikaların giremediği alanlarda yeni yeni sendikaların kurulması inanılmaz hızlanacaktır. En basitinden, hâlihazırda özellikle sendikal örgütlülüğün çok zayıf olduğu ya da hiç bulunmadığı pek çok işçi havzasında var olan “dayanışma dernekleri”, kendilerini “sendika” olarak örgütleyebileceklerdir. Barajın sıfıra inmesinin , “işverenler gangster sendikalar kurarlar, sarı sendikalar hortlar” gibi gerekçelerle reddedilmesini, hele bugünkü sendikal zayıflık içerisinde abes olduğunu düşünüyorum. Mücadeleci, devrimci sendikacılığın geliştiği ve güçlendiği koşullarda anlamlı olan kimi tartışmaların, bugün için hiçbir anlamları olmadığını düşünüyorum.
Kaplan: “İşçi sınıfının ihtiyaçlarına yanıt verecek adımlar, devrimci bir talep ve güçlü bir kitle hareketi yokken yapılan yasal düzenlemelerle atılamaz” Sonuç olarak, yasal düzenlemelere ve sendikal alanda yapılması gerekenlere nasıl bakmak gerekiyor? Hangi yasal değişiklik yapılırsa yapılsın, mevcut sermaye egemenliği altında ve güçlü bir devrimci dalganın olmadığı durumda, işçi sınıfının gerçek beklentilerinin karşılanacağını beklemek biraz hayalciliktir. İşçi sınıfının ve önderlerinin zihinsel bir devrim yapmaları ve sermaye sınıfından beklentilerini yükseltmeleri önemli. Mesela, “kimi alanlarda grev yasağı neden var” sorusu daha güçlü sorulmalı, “ne hakla grev ertelemesi yapıyorsunuz, bunu asla yapamazsınız” diyecek bir ortam
yaratılmalı. Tüm bunlara rağmen, en olumsuz koşullarda bile, yani karanlık tek parti diktatörlüğü dönemlerinde, faşist cunta dönemlerinde bile direnebilen, işçi örgütlenmesi gerçekleştirebilen, dünya emek tarihine ders olarak geçen inanılmaz yaratıcılıkta örgütlenme ve direnişler yaratan Türkiye işçi sınıfı tüm yasaları gerektiğinde çöpe yollayabilecek kapasitededir. Önemli olanın, aydınların ve işçilerin buluşmasını sağlayacak bir örgütlenme modeli yaratılması, güçlü bir iradeye sahip işçilerin ve ilerici insanlarımızın örgüt gücünü arkasına alarak, yani işçi sınıfı örgütünün terbiye edici etkisiyle birlikte sendika yönetimlerine bizzat gelmesidir.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 27
Emek
Tekstilde en çok sömürülen, kadın emeği Çalışma koşulları büyük fabrikalardan küçük atölyelere değişse de tekstilde sömürü yoğun; örgütlenmek zor olsa da imkânsız değil Emine Koman Tekstil iş kolu, genel emeğin ve özellikle kadın emeğinin en yoğun olarak sömürüldüğü iş koludur. Üretim, ya ihracata ya da iç piyasaya yöneliktir. İhracata dönük üretim, daha yoğun olarak büyük ölçekli fabrikalarda yapılır. Buralarda bant usulü üretim vardır. Bir ürünün her bir parçası ayrı bir işçi tarafından dikilir. Yani ürünü, bir işçinin tek başına tamamen dikip hazırlaması mümkün değildir. Bu çeşit bant usulü üretimde, on saate yakın, sürekli ve çok hızlı biçimde çalışılır. Bu durum, işçinin hem kendisine hem de yaptığı işe yabancılaşmasını yaratır. Hep aynı pozisyonda çalışmak, ağrılara ve fiziksel sorunlara yol açtığı gibi çeşitli hastalıklara da neden olur. Kumaşların tozunu solumaktan kaynaklanan hastalıklar, bunların başında gelir. Bu üretim biçiminin önemli bir sorunu da, yoğun ve hızlı çalışmanın yanısıra fazla mesailerdir. Büyük fabrikalardaki planlama hatasının bedelini, biz işçiler fazla mesai yaparak öderiz. Bu konuda bizden asla görüş alınmaz; ‘işler yetişecek onun için fazla mesaiye kalmanız gerekiyor,’ denilir. Bu durumda hiçbir işçi mazeret bildiremez. Bazen iki gün sabahçı kalır, işleri yetiştirmeye çalışırız. İhracatta ücretler ciddi sorun teşkil eder. Genellikle asgari ücret ödenir. İdari kadrolar ayrıcalıklıdır. Daha yüksek ücret alırlar, ama mesai ücreti alamazlar. İşverenin sağ kolu ve planlayıcısı olarak mesaiye ücretsiz kalırlar. İdari kadro, işçileri zapturapt altına almakla görevlidir. Bu görev (!) sayesinde fazla ücret alırlar. Asıl işi işçilerin yapmasına karşın idari kadro yüksek ücretle ödüllendirilir. İşin planlamasını ve çobanlığını yaparlar.
Konfeksiyonda çalışanların yüzde 44'ü kadın, kadınların yüzde 15’i sendikalı
Bu tür büyük fabrikalarda çalışan işçilerin çoğu sigortalıdır. Yemek ve servisten genellikle yararlanırlar. Fakat dönem dönem, kapitalizmin krizi bahane edilerek bu hakları geri alınır. Ücretler aynı kalır; sigorta ödemeleri, bu bahaneyle on beş güne indirilir. İç piyasadaki işletmeler daha çok sezonluk çalışır. Gelinlik ve abiye (gece kıyafeti) üretimi genellikle iç piyasaya yöneliktir.
Bazıları küçük çaplı ihracat da yaparlar. On ila yetmiş arası işçi çalıştıran atölyelerdir. Bu firmaların bünyesinde kalifiye ve demirbaş eleman da barınır. Bu işçiler -yaptıkları işe göre- asgari ücretin üzerinde ücret alırlar. Üretim şekli bant usulü değildir. Bir ürünü işçi baştan sona diker. Mesai, işlerin yoğun olduğu yaz sezonunda olur. Kırk beş saat olan haftalık çalışma süresi, ellielli beş saati geçer. Ancak bu fazla mesai sayılmaz; normal çalış-
ma süresi gibi ücret ödenir. Sömürünün en yoğun olduğu dönem yaz dönemidir. Gelinlik ve abiye piyasasında işveren, az sayıda kalifiye işçiyi kendi bünyesinde tutar. Diğer işçiler gelip geçici, yani sezonluktur. Yazın işe alınır, kışın çıkarılırlar. İşçilerin çeşitli bahanelerle ücretleri ödenmez, diğer tüm haklardan mahrum kalırlar. Sosyal haklar derseniz içler acısıdır. Büyük işletmeler dışında bu haklardan yararlandıran işletme sayısı yok denecek kadar azdır. Güvencesiz, sigortasız, kötü koşullarda, düşük ücretle çalışan işçiler bu atölyelerin dramatik gerçekleridir. Fasonda çalışan işçiler tekstil sektörünün paryalarıdır. Çalıştıkları yerlerin fiziksel koşullarının kötü olması, meslek hastalıklarının en yoğun biçimde görülmesine yol açar. Bütün işçilerin temel sorunu olan her an işten atılma korkusunu en çok bu işçiler duyumsar. İşten atılma kâbusunu en çok yaşayan bu işçilerdir. Örgütsüzlük bu işçileri edilgen, itaatkâr ve kendine güvensiz kişiler haline getirir. Lümpen tavırlar en çok bu atölyelerde görülür. Bu atölyelerin çoğunda arabesk müzik dinlenir. Mutsuzluklarını, yoksulluklarını arabesk müzikle dindirmeye çalışırlar. Bu atölyelerin pek çoğu kayıt dışıdır. Tekstil sektöründe çalışan işçilerin büyük bir kısmı bu atölyelerde çalışır. Büyük bir bölümü de kadın işçilerdir. Bu işçilerin örgütsüz olması, çalışma koşullarının gün geçtikçe daha da ağırlaşmasına, ücretlerin daha da düşmesine neden olmaktadır. Örgütlenmenin belki de en zor olduğu sektörden söz ediyoruz ama, yine de örgütlenmek imkânsız değildir.
28 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek
Ev içi emek: Artı-değerin görünmeyen kaynağı Kapitalistler yalnızca çalıştırdığı işçiyi değil kadının görünmeyen ev-içi emeğini de sömürüyor; sermaye bakım hizmetlerinin karşılığını da ödemeli. Nevra Akdemir
İşçi sınıfının haklarındaki tırpanlanma, en fazla kadının görünmeyen ev içi emeği üzerine yansıyor. Geçmişte sağlanan hakların önemli bir kısmının, yani yaşlı, çocuk ve hasta bakımının piyasalaşması, birçok kadını eve bağlayarak üretimden (doğal olarak da “ekonomik özgürlüğünden”) uzaklaştırıyor ya da bu işleri bir başka kadına devredebilmek için hem saat hem de yoğunluk olarak daha fazla çalışmayı dayatıyor. Hatta bu görevlere artık yenileri ekleniyor. Kadın, kocasının/çocuğunun/kardeşinin güvenli çalışması için delik deşik olan ve uzun bir süre daha kullanılmak durumunda olan tulumunu/pantolonunu/eldivenini onarıyor. Gece, kocası/çocuğu/kardeşi eve geldiğinde, işyerinde ciğerine çektiği zehri atsın diye ne olursa olsun yoğurt yediriyor. İşyerinde öğle yemeği verilmiyorsa yemek niyetine ekmek arası bir şeyler hazırlıyor. Şimdi, kadının emek süreci ve üretim ilişkileri içindeki görünmeyen emeğini “görünür kılmak" üzere ilk olarak bekâr işçilerin evlerine sonra da ailesi olan işçilerin evlerine misafir olalım. Evlere rengini veren temel ayrımın geçici ve kalıcı işçilik olduğunu görelim. Bekâr evleri Bekâr evleri geçici bir dönem için kurulmuştur, işçinin, büyük şehirde, çalışacağı kısa dönem için. Yatak başına para verilir, tabak, çatal, bardak gibi temel ev eşyaları pek bulunmaz. Yemek, gündelik alışverişte alınan öteberi ile yapılır, çamaşır gibi bazı ev işleri ise piyasadan alınan bir metadır. Köylerinden ya da küçük kentlerinden kopup para biriktirmek için çalışmaya gelen ve bu evlerde yaşayan işçinin iki seçeneği vardır: Yeniden üretimlerini tam anlamıyla gerçekleştirmek için aldıkları ücretin önemli bir kısmını daha çalışırken harcamak ya da biyolojik varlığının yeniden üretimi için gerekli ev içi etkinliklerin bir kısmından vazgeçmek. Çünkü günlerinin uzun bir saatini çalıştıkları için dinlenmek ve ev içindeki işlerini yapmak için ayırabilecekleri zaman kalmaz. Bir örnekle ifade edersek, haftanın 5 günü çalışan, günde 8 saat çalışıp 8 saat uyuyan bir işçi için geriye kalan 8 saat ve hafta sonu, kendini yeniden üretmek için kısmen yeterli olabilecek bir zamanı ifade eder. Ancak, bekâr evlerinde çalışanların rutin olarak 12 saat ve daha fazla çalışması, -neredeyse bir kural olarak- birçok sektörde Cumartesi gününün de çalışma günü olması, çoğunlukla Pazar günü çalışmalarının yaygın görül-
mesi, bu durumu değiştirir. Bu açıdan uzun çalışma saatlerine imkân veren “ev kadınının” yokluğu, işin sürekliliğini zora sokar. Aile hayatının rolü Kapitalist, emek sürecinde, artan talebe karşılık gelen kapasite artışını yaratma, işçi örgütlülüğünü dağıtma ve işçiler arasında rekabet yaratarak ücretleri düşürme gibi nedenlerle “değeri düşük işlerde” geçici işçilere ihtiyaç duyar. Sürekli yapılan, teknik bilgi ve deneyim gerektiren işlerde de kalıcı (kadrolu) işçileri tercih eder. Üstelik aynı zaman ve mekânda, hem geçici hem de kalıcı işçiliğe ihtiyaç duyar. Aile evlerinde kalıcı ve düzenli bir yaşam kurulmuştur, bir rutin söz konusudur: Çamaşır yıkama, evi temizleme, hasta-çocukyaşlı bakımı, bulaşık, yemek hazırlama, ütü yapma, çocukların ödevlerine yardım etme, çocukları okulları için hazırlama, kocayı işi için hazırlama… Tekrar eden bir rutin, hem kapitalist için işçinin yeniden üretimini garanti altına alır ve yeniden üretim maliyetini azaltır hem de işçinin nitelikli/deneyimli bir işçiye dönüşebilmesi için gerekli boş zamanı ve parasal olanağı sunar. Kadının görünmeyen emeği Yaratılan artı değer miktarını arttırma potansiyeli taşıyan aile rutinleri ve bunun temel da-
yanağı olan kadının görünmeyen ev içi emeği, hem doğrudan erkek işçi tarafından hem de onun (ya da işçi adayı olan öğrencinin) aracılığıyla, yani dolaylı olarak, kapitalist tarafından kullanılır. Erkek işçi için “evli barklı adam” olmak hem bir statü göstergesidir ve soyunun devamı demektir hem de daha “insani koşullarda yaşamak” anlamına gelir. Kapitalistler ise uzun çalışma saatlerini kaldırabilen işçilere sahip olur. Dahası, sadece kadrolu-nitelikli işçilerine emanet edebildiği pahalı makinelerini kullanabilen bu işçilerin yaratacağı artıdeğerin ellerinde kalmasını garantiler. Yoğun teknoloji kullanımı, Türkiye gibi ülkelerde, ancak kalıcı işçilerle mümkün olur. Bu anlamda coğrafyamızda kapitalistin sermaye biriktirmesinin uğraklarından biri haline gelir, kadının görünmeyen ev içi emeği. Söz konusu mekanizma işçi sınıfının görece daha iyi koşullarda yaşayan ve kendine orta sınıf diyen kesiminde de (bankacı, doktor, mühendisler gibi) benzer bir biçimde işler. Kadının görünmeyen ev-içi emeğini dolaylı olarak kapitalistin hizmetine sunan bu yapı, aynı zamanda bu emeği ev içindeki erkeğe direkt olarak sunar. Bu açıdan sosyal hakların ve bakım hizmetinin devlet yerine sermayeden istenmesi çok önemli bir taleptir.
Patriyarkal kapitalizm Patriyarkal kapitalizm, ev içi emeği sermaye ve erkek işçinin hizmetine sunuyor Kadının ev içi görünmeyen emeğinin varlığı, biyolojik ve maddi yeniden üretim koşullarını erkek işçi için iyileştiriyorken, aynı zamanda nitelikli işgücünün gerçekleşmesi için ihtiyaç duyulan ortamı da hazırlıyor. Ev içi görünmeyen emek yoluyla yaratılan boş zaman, nitelik kazanmak için alınması gereken mesleki eğitimin olmazsa olmazı. Aynı zamanda iş bulma garantili mesleki kurslar, sertifika programları, meslek okullarındaki mesleki ayrımlar de çoğu zaman cinsiyete dayalı. Daha nitelikli-teknik işler için erkekler, emek yoğun-dikkat ve yaratıcılık gerektiren işler için ise kadınlar uygun görülüyor. Riski ve zararı hiyerarşinin alt basamaklarındakilere yansıtma yoluyla ayakta kalma (altta kalanın üzerine basarak yükselme)
patriyarkal kapitalizmin temel dinamiklerinden birisi. Bir firma, işi organize ederken, riskleri nasıl fason ve taşeronlarına yıkıyorsa; fason ve taşeronlar da zarar ve riskleri, nasıl iş devrettikleri götürücülere ve işçilere aktarmaya çalışıyorlarsa, işçiler de kendi yüklerinin aktarabildikleri kısmını, eşleri, anneleri ya da kardeşleri olan kadınlara yansıtıyorlar. Kadın, sevgi ve fedakârlık hissi ile temellendirerek daha iyi ve “rahat” yaşam koşulları umuduyla bu işleri gönüllü olarak yapıyor. Patriyarkal kapitalizm, anneliği ve ev hanımlığını yücelterek bu mekanizmayı sağlamlaştırıyor. Erkek işçinin nadiren tüm ailenin bakımını sağlamaya yeterli derecede kazanması mümkün olsa bile, patriarkal yapı, bu kazancın nasıl harcanacağı konusunda da ortaya çıkıyor.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 29
8 Mart
'Sokaklar bizimdir hesap sorulmaz, 12’den sonra büyü bozulmaz' Kadınların sokağı erkeklere terk etmeye hiç niyeti yok; 8 Mart'ta, gelenekselleşen gece yürüyüşünün ardından Tünel'de bir sokak partisi veriliyor Emine Özcan
Sokakları “sokakta” geceleri “gecede” istemek Bu yıl yüzüncü yılına girecek 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün arifesinde kadınların gündem maddelerinden biri de kuşkusuz yüzyıllardır esaslı bir sorun olan kadın katli. Sadece gazetelerin üçüncü sayfaları bize, bir yılda 200’den fazla kadının erkeklerce öldürüldüğünü söylüyor ki gerçek rakamın bunun üstünde olduğunu kestirmek için yüksek hesap uzmanı olmaya gerek yok. Üstelik bu korkunç sayı hepimizin yaşamını tehdit ediyor. Öte yandan, örneğin Akçay’da günde on saat güvencesiz şartlarda mantı üreten ve haftada 100 TL yevmiye alan kadınların varlığı hatırlandığında, kapitalizmin krizinin de erkeklerce tanımlandığı ve mantı üretmenin asla işten sayılmadığı bir başka gerçek. Yani işi de işsizliği de erkekler tarif ediyor. Bunların yanında Kürt sorununda çözümsüzlük yekten can sıkıcı; kadınlar taraf olmadıkça, muhatap görülmedikçe, söz hakkı bulamadıkça… Bunlar bildiğimiz, sadece 8 Mart’larda değil zaten üzerine konuştuğumuz can alıcı sorunlarımızdan birkaçı. Ancak bu yıl kimi kadınlar kendi aralarında bir şeyi daha konuşuyor: Sokakları! Ve Eğlenceyi?
Sokakta olmanın politik anlamı
Yazının başlığı da 8 Mart akşamı Taksim meydanından Galatasaray Lisesi önüne kadar düzenle-
nen ve artık gelenekselleşen "feminist gece yürüyüşü" akabinde Tünel’de yapılacak "sokak partisi"nin bir sloganı aslında: “Sokaklar bizimdir hesap sorulmaz, 12’den sonra büyü bozulmaz”. “Geceleri de sokakları da terk etmiyoruz”, “Sindirella gitme baloya, 8 Mart’ta haydi alana” diye içten ve itirazsız haykırabilmek “sokağın, sokakta olmanın, görünürlüğün” politik anlamına bir gönderme bu haliyle… Ayrıca bu sokak partisi, gündüz mitinginde dillendirilen psikolojik, fiziksel ve cinsel şiddet, kadın cinayetleri, kadın emeğinin görünmezliği, savaşın yol açtığı mağduriyet gibi hepimizin yüzünün asılmasına neden olan sorunlara karşı “biz buradayız” demenin, 8 Mart’ın yüzüncü yılında bir arada mücadele ediyor olmaktan dolayı yaşanan coşkunun da bir göstergesi olabilir. Kadınlara gündüzünde aydınlık olan sokakların gecelerinde erkek eşlikçiler olmaksızın dar edilmesi ve bu durumun yarattığı dışlanmışlık hissine karşı da sokakta eğleniyor olmak meydan okumanın bir yolu olsa gerek.
Kadınlar neden "görünmez" olmak zorunda?
Sokak partisini sahiplenen kadınların “tek başına”lıktan mütevellit yaşadığı sorunların aşağı yukarı aynı olması tesadüf değildi. Kimisi eğer evine geç gidiyorsa evde kimsenin olmadığını bildiği halde “güvenlik tedbiri” olarak önce apartmanın önünde zile bastığını, sonra anahtarına
davrandığını anlattı; kimisi de tüpçü, kapıcı, tesisatçı kapıyı çaldığında evde bir başkası varmış gibi rol yaptığını... Sabah evden çıkarken akşam sokakta olunup olunmayacağına, gidilecek mekana varan ların tenha ve karanlık olup olmadığına göre giyinildiği de konuşuldu. Mini etekle birlikte sokakta bacakları kapatmak için uzun palto giymeyi çözüm bulanların sayısı az değildi. Duyduğumda "tam da budur" dediğim ve benim de sıkça yaptığım başka bir davranış, gece sokakta yürünüyorsa eğer bir elin muhakkak cepte telefonu-
na sarılı olmasıydı. Ayrıca “hoşça kal” yerine “eve varınca çaldır” hepimizin sıkça kullandığı bir veda cümlesiydi. Evine erkek misafir alırken saati, komşuları düşünenler, gereksiz sorulara muhatap kalmamak için misafir almayanlar da varken en çok ortaklaşılan şey, tekilken sokakta “görünmez” olma çabasına girişmekti. Erkeklerin psikolojik tacizine maruz kalmamak için ciddi bir suratla, asık bir çehre ile, çatık kaşlarla yürümeyi alışkanlık edenlerimizden biri, “önden Tarık Akan, arkadan Banu Alkan” diye bir söz işitmiş mesela. Velhasıl gündüzleri bile sokakta olmak demek gülümsemekten kaçınmak demekti… Politik söz söylemek, parti yapmak, sokakta dans etmek, bağırmak fikri belki de tüm bunlardan ötürü iyi geldi. Ama en çok da 8 Mart gecesi Tünel Meydanı’nda olmak şahsen beni şu nedenle heyecanlandırdı: Uzun süredir “Orada bir kadın var uzakta, o kadının talepleri şunlardır” diyerek kendimi dışlamaya varan sıkıntı halini aşmaya vesile olabilecek bir tartışmanın mümkün olmasından umutlandım. Sözgelimi, tekstil atölyesinde çalışmazken tekstil atölyesinde çalışan kadınlar adına söz söylemekten bahsediyorum; kendi yaşadığımız sorunları “da” dillendirmezsek tekstil işçisi kadınlarla dayanışmak tek başına “ikame politika” yapmak demek olmuyor mu? Kıssadan hisse, sokak partisi fikrinin ardında feminizm bağlamında çeşitli kesimlerden kadınların, hem kendi hem de birbirleri namına söz üretmeleri yatacaksa kıymetli olacaktır.
30 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Tarihimizden
Seyit Konuk: ‘24 saatini devrime adamış işçi’ Sinema yönetmeni Ömer Uğur, “Eve Dönüş” filmini adadığı ev arkadaşlarından, Tokatlı köylüsü Seyit Konuk’un anısını öldürülüşünün 28. yılında Ertuğrul Kürkçü’yle paylaştı “Eve Dönüş”ü Seyit Konuk’a ithaf etmiştiniz. Neden? Doğrusu, sadece Seyit’e ithaf edilmiş değildi. “Seyit, Semih ve diğerlerine” ithaf edilmiş bir filmdi. Aslında diğerlerine derken Semih ile Seyit’e bir parantez açmak gerekebilirdi. Önceliği Seyit ve Semih’e verdim. İkisi de ev arkadaşımdı. Yaklaşık iki buçuk üç yıl aynı evi paylaştık. 1977-80 arasında İzmir, İkiçeşmelik’teki öğrenci evimizde her siyasi görüşten insan vardı: TKP, Emeğin Birliği, Kurtuluş, Devrimci Yol… Hemşerilik, aynı okuldan olmak, o dönem sosyalist harekette egemen olan gruplar arası husumete kendimizi kapıp koyuvermekten koruyordu bizi… Siz kimle hemşeriydiniz? Seyit’le… Sonra Cemal ve Erdoğan... Tokatlıydık hepimiz. Seyit’le aynı köydeniz. Semih Bergamalıydı, onunla da Güzel Sanatlar Fakültesinden arkadaştık. Zaman olur evde sekiz-dokuz kişi kalırdık. TARİŞ direnişinden sonra Seyit “yeraltına geçeceğim” diyerek evden ayrılana kadar birlikteydik. Hepimizin bir idolü vardı: Mahir, Deniz, İbrahim... Onunki Teslim Töre’ydi… Seyit Konuk’u sizin için değerli kılan? Seyit’i tek bir sözcükle anlat deseniz: “İyi bir işçi” derim. Bir işçiyi iyi yapan ne varsa hepsi vardı onda. Türkiye işçi sınıfının tipik bir üyesiydi. Çok esprili, güler yüzlü, inanmış bir dava adamıydı… Komünizme inanıyordu, devrimciydi, militan işçiydi… Siyasi tezleri beni ikna etmezdi belki; “THKP-C Eylem Birliği’nden ne farkınız var” dediğimde İGD’li olmama gönderme yapar, “Sizin TİP’ten ne farkınız var” derdi… Ama inanmış bir komünistti ve bunu yaşamaya çalışıyordu. Bu beni çok etkiler; hala çok etkiler… Yani, biz kıvırtırdık belki; sadece politik metinleri değil de sağdan soldan sanat ve edebiyat okumanın, öğrenciliğin, bohemliğin de verdiği laf ebeliğiyle bizim kıvırtma ve yan çizme gerekçelerimiz rasyonel olarak hep hazırdı.
Ama o gerçekten “24 saatini devrime adamış” adamdı. Bu anlatı bize uymaz… Kendimiz için bunu söylesek ayıp olur doğrusu. Ama o gider gece vardiyasında TARİŞ’te sabaha kadar çalışır, eve döner, İzmir’in o yapış yapış sıcağında kendini yatağa atar, kalktığında sünger yatağın üzerindeki desen dövmeciden yeni çıkmış gibi üzerine yapışırdı. Uyanır, yemek yapar, herkesten sorumlu olan oymuş gibi hepimizi kollar, sonra şaka yollu çıkışırdı: “Bi dakka, n’oluyo, bu eve çok kız gelip gidiyor ne yapıyorsunuz, işleri seriyor musunuz?” Siyasi mücadeleden yan çizmeyelim diye dürterdi hep. Bu bizim “78 kuşağı” denilenler, hepimiz ne kadar farklı siyasetlere karışmış olsak da birbirimize benziyoruz aslında. Bizim ruhiyatımızı şekillendiren kitaplar var mesela: Fedor Glavkov’un Çimento’su, Dimitr Dimov’un Tütün’ü, Nikolay Ostrovskiy'nin Ve Çeliğe Su Verildi’si, Mitka Grıbçeva’nın Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum’u… Bu kitapları okuduk ezberledik, böyle bir kültür ve maneviyat oluştu… O dönemlerde hayata başlayan her adamın bu romanlarda bir karşılığı vardır bence. Seyit büyük bir ihtimalle de bunları okumamıştı. Ama esen o hava içerisinde o hepimizden daha çok öyleydi. O romanların kahramanlarından biri gibiydi. Bizim gibi Türk değil de, buralı olmayan, burada bulunmayan cinsten bir görevi adamı gibi… Görev, eylem, bunlar yerli yerinde miy-
di? O başka bahis. Başına gelenlerin geleceğini hissediyordum sanki. Ama “bu hesaplanıldı mı, kitaplanıldı mı” diye sorsan, o dönem öyleydi ki, “illegaliteyi ihlal”den de öte bu sefer “n’oluyo abi, nesin sen” muhabbetleri başlardı. Sormazdık. Seyit bir köy çocuğuydu kökeninde. Aynı köydeniz. Bazı konularda tutucu da davranabiliyordu. Kadın erkek ilişkilerinde ister istemez biraz maço ve erkekti. Kız arkadaşını getirmişti eve, onun o kadar erkeğin arasında bizimle birlikte kalmasından şu kadar olsun gocunmazdı. Böyle bir tutuculuk değil dediğim. Bir keresinde kız arkadaşıyla denize gitmişlerdi. Bir döndüler suratlar bir karış. İkisi de birbiriyle konuşmuyor. Üsteleyince kız anlattı: Bir kumsala gitmişler, giysilerini koyacak yer yok. Seyit denize girerken kız arkadaşı onun giysilerinin başında beklemiş, ama sıra Seyit’in onun giysilerini beklemesine gelince olmaz demiş bizimki, kızın giysisini bekleyemem ben, seninki görev, yapacaksın…” Çok temiz çocuktu Seyit. “Temiz” şu anlamda: Kendini adamıştı. Bir yolunu bulur feda da ederdi yani. Biz de öyleydik. Kavgaya dövüşe gidiyorduk gece, sabahleyin gelince üzülüyorduk: “Ulan gene bir şey olmadı, ölmedik gene.” Gerçekten de böyle oluyordu yani: “Ölmedik, hay Allah!” O zaman ben büyük bir adamdım, 26 yaşındayım; Seyit de bir o kadardı. 18-19 yaş romantizmi için
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 31
Karaburun cezaevinde gazetelerden öğrendim. Bizi Buca cezaevinden dağıtmışlardı. Onun mahkemesi devam ediyordu ama akıbetin bu kadar yakın ve bu kadar kesin olduğunu biz bilmiyorduk o zaman. Bir sürü bilgin olabiliyor, bir sürü edimin olabiliyor, hani bu ölüm muhabbetini biz çok önemsemiyoruz ya, ama sonunda yakınına gelince çok feci oluyor. O dönem babam ölmüştü. Çok severdim de babamı mesela; ama ağlamamıştım. Ama Seyit’e çok ağladım. Anlamlı bir şeye tekabül ediyorsa çok koyuyor. Mesela son yıllarda da bir gün radyoyu açtım Mahsuni Şerif öldü dediler 2,5 saat ağlamışım. O da, köy öğretmenliği dönemimden içime işlemiş. Şimdi Seyit’i de anlatırken ben anlıyorum ki, aslında çok da bir şey bilmiyormuşum onun hayatı hakkında. Hep hatırladığım bir ayrıntı, iki domates bir yumurta buldu mu sürekli atan bir elektrik ocağında menemen pişirmesi. Ayağında lastik ayakkabı “gelin lan karnınızı doyurayım” derdi; “bak, sizin karnınızı işçi sınıfı doyuruyor.”
Gen de Seyit’le ilgili bir fark mesela: Seyit’in gözleri çok güzel bir renkti. Maviyle yeşil arasında bir şey… Kendi yüzüme bakınca o fark da yok… Köyden gelmiş solcu işte. Seyit Tokat’tan, Tokatlı hemşerilerinin yanına geldi. Biz işçi sınıfını savunan öğrencilerdik.
Ama o işçi sınıfının kendisi, işçi sınıfının bir ferdiydi. TARİŞ’te çalışıyordu. Okulumuzu TARİŞ’ten bir yol ayırıyordu sadece, o kadar yakın. Aynı evde aynı yatakta yatardık bazen o kadar kalabalık olurdu evimiz. Ama direnişteki işçi Seyit’ti. Biz o sınıfa omuz veren öğrenciler. İşte bu fark hiç kapanmadı. O zaman bir gün sinema yapabileceğinizi düşünüyor muydunuz? Tabii. O dönemde de memleketin problemleri çoktu. Bunun film ve tiyatroyla da anlatılması mümkündü. Bunu için de bir donanım lazımdı. O yüzden sinema okumak istedim. Şimdi bakıyorum 55 yaşındayım. Aslında o zaman şimdiki olgunluğumdan daha olgunmuşum, daha belirginmiş amacım…
Seyit, Necati, İbrahim Ethem olmak... Necati Vardar
Seyit’in öldürüldüğünü ne zaman haber aldınız?
rektiği gibi olduk biz. Mesela cezaevinde hamama giderken karşılaşıyorduk. O konuşmada bile seziyorum, ne ben, ben gibi konuşuyorum, ne o, o gibi konuşuyor. O idama gidecek adam gibi konuşuyor, ben de arkadaşı idama giden bir adam gibi konuşuyorum. Şimdi düşününce buralardan yaralanıyorum. Dediğim gibi 26-27 yaşlarındaydık ama, karanlık yüzlü, bıyıklar kasketler aşağıya inmiş resimlerle kendimizi özdeşleştirmek hoşumuza gidiyordu.
İbrahim Ethem Coşkun
haddinden fazla olgunduk; ama böyle oluyordu gene de.
13 Mart 1982 ‘de İzmir’de idam edilen Türkiye Komünist Emek Partisi (TKEP) üyesi üç işçi. Seyit Konuk, Necati Vardar ve İbrahim Ethem Coşkun. Mücadele tarihimize idam edilen ilk proleterler olarak geçtiler. Türk ve Kürt halklarının ortak mücadelesine inanan üç komünist işçiyle birlikte tüm devrim şehitlerini saygıyla anıyoruz. 13 Mart sabahı burjuvazinin Türkiye İşçi Sınıfı’ndan, İzmir işçilerinden, Tariş direnişçilerinden, devrimcilerden öç alma sabahıydı.13 Mart sabahı; Türkiye işçi sınıfının sermayeye karşı direnişlerinden, grev çadırlarından ve barikatlardan süzülüp gelen üç onur savaşçısının, üç yiğidin ölümsüzleştiği sabahtı. Seyit Konuk, Necati Vardar ve İbrahim Ethem Coşkun işçi sınıfı sıralarından çıkan şehitler olarak sınıf kavgasında ölümün bir başka biçimini ortaya koydular. İşçiler hep vakitsiz ölür maden ocaklarında, yangınlarda, iş kazalarında… Onların farkı sınıf mücadelesi için, insanlığın özgür geleceği için, devrim ve sosyalizm için faşizme ve sermayeye karşı dövüşerek ölmeyi sınıf kardeşlerine öğretmeleriydi. Bu üç genç komünist işçi, sınıf mücadelesinin işkencelerle, zulümle, idamlarla durdurulamayacağını öğretti burjuvaziye. Sınıf bilinci, irade ve onurlu direniş karşısında ölümün ürkütücü gölgesine sığınan burjuvazinin nasıl çaresiz ve zayıf kaldığını ispatladılar eylemleriyle. Seyit Konuk, Necati Vardar ve İbrahim Ethem Coşkun o gün sadece faşizmin suratına bir yumruk gibi inmediler. Faşizme temel olan tekelci kapitalizmin karşısına sınıfsız, sömürüsüz bir toplum olan Sosyalizmi çıkardılar. Amaçlarının sınıfsız, sömürüsüz bir dünyaya ulaşmak olduğunu haykırdılar. Kapitalizmin sömürücü, baskıcı, insanlık dışı yüzünü teşhir edip, lanetlediler. İşçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin toplumsal sistemi olan sosyalizmi savundular mahkeme salonla-
rında. Yücelttikleri bu soylu amaç uğruna mücadelede şehit olmaktan onur duyacaklarını, idamlardan yılmayacaklarını mahkemelerde ve darağaçlarında korkusuzca haykırdılar. İşçi sınıfının yüzlerce yıldır kapitalizme karşı sürdürdüğü savaşın birer onurlu şehidiydiler onlar. Ölüm anına kadar sosyalizm bayrağının taşıyıcısı oldular. Ölüm küçümsenmeden sosyalizm yolunda yürünemeyeceğini, devrimin zafere ulaştırılamayacağını ispatladılar. Seyit Konuk, Necati Vardar ve İbrahim Ethem Coşkun, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan yoldaşlarının onurlu mirasının devamcıları olduklarını sosyalizm bayrağını daha da yükselterek, sınıf düşmanları karşısında gerilemeyerek, onurlarına leke kondurmayarak onlardan aldıkları devrimci bir gelenek olarak yaşattılar. Mahkeme salonlarında sınıf kardeşlerine örgütlenmek, örgütlü güç olmak, sınıf bilincini yükseltme mesajları verdiler. 1 Mayıs günü yapılan duruşmalarında, mahkeme heyetine “bugün işçi sınıfının bayramıdır, ayağa kalkın” çağrısı yaparak 1 Mayıs marşını söylediler. Darağaçlarına yürürken şöyle haykırıyorlardı: “ Yaşasın Türk ve Kürt Halklarının Mücadele Birliği, Yaşasın Sosyalizm, Kahrolsun Faşizm, Yaşasın Marksizm ve Leninizmin Yüce İdeolojisi….”
Semih ne zaman hayatını kaybetti? Semih daha sonra… Semih Önkan Dev-Yolcu’ydu. Önce TARİŞ direnişinde ayağından vuruldu. Cezaevine aldılar; çıkar çıkmaz da askere aldılar. Orada da “ben Kürt kardeşlerime ateş etmem” deyince vuruyorlar. Bir operasyonda “şehit oldu” diye cenazesini yolluyorlar evine. En çok aklınızda kalan ne Seyit’ten? Aslında Seyit ile ilgili konuşmak bence o dönemle ilgili konuşmak gibi bir şey. Emin olun örneğin Necdet Adalı’yı ya da bir başkasını alsanız büyük ihtimalle çok benzer şeyler söyleyebilirsiniz onlar için de… Ama Seyit’i anlatırken herkesi anlatmakta da bir sorun var. Çünkü evet, bu değerlendirme şimdi biraz acı olabilir ama bütün bunlar olurken çok da birbirimize benzer olmuşuz, farkları silmişiz. Aslında ben de öyleydim. Benim gibi yüz tane daha adam vardı etrafımda, aynı benim gibi bıyığı, aynı benim gibi parkası olan, aynı benim gibi konuşan, aynı benim gibi bağlama çalan. Her kantinde en az 15-20 adam vardı böyle anlatabiliyor muyum? Şimdi Seyit yaşıyor olsa, ben ölmüş olsaydım; Seyit benim için “biraz güzel sanatlar ayağı falan yapıyordu, biraz entel -dantel yapıyordu” dedikten sonra üç aşağı beş yukarı benim onun için söylediklerimi söyleyecekti. Ama mesela “hangi türküyü seviyordu” deseniz bilmiyorum. Oysa evde iki bağlamamız vardı, çok çalar çığırırdık ama bilmiyorum işte. Aslında çok ilginçtir, ölümler de ayrılamadı birbirinden, hep karıştırırsın. O yüzden resim basıyorlar, resimler de hep karışıyor. Doğrusu öyle yoğun bir kıyım içerisinde bilmiyorum başka nasıl olurdu yani. Sanırım kendimiz gibi değil de olmamız ge-
Onlar, faşizme karşı, emperyalizm ve kapitalizme karşı yürüttükleri zor, ağır, bitmek tükenmek bilmeyen sınıf mücadelesi tarihinde bize bir onur bıraktılar. Türkiye Komünist emek Partisi (TKEP) üyesiydiler.13 Marta sınıf mücadelesi tarihi açısından bir anlam kazandıran yoldaşlarımızı aramızdan ayrılışlarının 28. Yıldönümünde “onurunuz, onurumuzdur” diye-rek selamlıyoruz. Yoldaşları adına Hüseyin Dönmez
32 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Tarihimizden
Kızıldere katliamı: Sermayenin devrime kanlı cevabı “Onlar”, devrime inançları, kararlılıkları ve devrimci dayanışma bilinçleriyle Türkiye sosyalist hareketinin onurlu tarihinde çoktan yerlerini aldılar
deleleri içinden doğan TİKKO, THKO ve THKP-C gibi örgütlerin işçiler, köylüler ve gençlik içerisinde etkinlik kazanmaya başlaması, örgütlülük sağlaması, dahası devrim düşünü gerçek yapmaya soyunması ise sosyalist hareketteki devinmenin işaretleri idi.
12 Mart 1971: Sermayenin yanıtı
Sermayenin ve devletin, yükselen sınıf hareketine ve sosyalist harekete cevabı gecikmedi. Devlet destekli, faşist komando kampları ve Komünizmle Mücadele Dernekleri görevlerini ifa etmeye, devrimciler üzerinde terör estirmeye çoktan başlamışlardı. 1969 Kanlı Pazar’ı ve ardından Taylan Özgür’ün öldürülmesi bunun en önemli göstergesiydi. Öte yandan, devletin sermaye sınıfının ihtiyaçlarına dönük önlemleri faşist saldırılarla sınırlı kalmadı. Birincisinden farklı olarak İkinci ve Üçüncü Kalkınma Planları’nın özel sektörün ihtiyaçlarını dikkate alan bir şekilde hazırlanması bunun ilk göstergesi idi. İkinci ve daha kanlı olanı ise 12 Mart 1971 tarihinde gelen askeri muhtıraydı.
Kızıldere: Devlet öldürmeye kararlı
Kızıldere köyünü kuşatan jandarma birlikleri son saldırı öncesi mevzilenirken
Tolga Tören Bundan 38 yıl önce, 30 Mart 1972 tarihinde, Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde gerçekleştirilen ve 10 devrimcinin ölümü ile sonuçlanan katliam, Kızıldere Katliamı, Türkiye sermayesinin ve devletinin, devrimcilerin kararlılığından ve dayanışmasından duydukları korkunun bir göstergesi niteliği taşıyor. Katliam, Türkiye kapitalizminin, 1980 askeri darbesinin de gösterdiği üzere, devrimcileri ezmede ve ülkenin sosyal yapısını emekçiler aleyhine dönüştürmede daha da pervasızlaşabilmesinin önemli adımlarından birisini oluşturdu. Bir diğer ifade ile Türkiye kapitalizmi için İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan sürecin 1980’ler ve nihayet 2000’lerde mantıki sonuçlarına ulaşabilmesinde önemli rol oynadı.
1950’ler: Türkiye komünizme karşı üs
Malum, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, 1950’ler boyunca, Türkiye’de, bir yandan ABD’den aktarılan kaynaklarla, ticaret sermayesinin, yani tüccar ve büyük toprak sahiplerinin egemen olduğu bir yapıdan, sanayi sermayesine dayalı birikim sürecine geçişin şartları oluşturuldu bir yandan da TSK,
ABD ordusuna benzer bir yapıya büründürüldü. Aynı dönemde, onlarca subay ve sendikacı, ABD komünizmle mücadele ve sınıf uzlaşmacı sendikacılık eğitimine tabii tutuldu.
1960’lar: Sınıf mücadelesi yükseliyor
27 Mayıs askeri darbesi ile başlayan 1960’larda, bir yandan sanayi sermayesine dayalı birikim süreci hızlandı, diğer yandan da, kırdan kente göçün etkisiyle, işçi sınıfı sosyolojik ve politik bir aktör olarak varlığını daha fazla hissettirmeye başladı. 1963 Kavel direnişi, 1964 Sungurlar Kazan Fabrikası Grevi, 1965 Kula ve Yün Mensucat direnişi, 1966 Paşabahçe grevi, 1967’de DİSK’in kurulması, 1969 Demir-Döküm ve Gamak direnişleri ve 15-16 Haziran 1970 ayaklanması, işçi sınıfı mücadelesinin önemli örneklerini oluşturdu.
Devrimci mücadele keskinleşiyor
1965 seçimlerinde Meclis’e 15 milletvekili gönderen Türkiye İşçi Partisi’nin parlamenter taktiğinin önünün AP ve CHP işbirliğiyle seçim sistemini değiştirilerek kapatılmasına ve 1969’da tek milletvekiliyle Mecliste kalmasına karşın TİP’in parlamentarizmde ısrarını benimsemeyen devrimciler “öz örgüt” arayışına girdi. DEV-GENÇ’in kitlesel müca-
Muhtıranın hemen ardından yakalanan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam kararının parlamentoda onaylanması üzerine Denizlerin idamını engellemek için THKP-C üyeleri Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan ve Ahmet ve Atasoy, THKO üyesi Cihan Alptekin Ünye’deki NATO radar üssünde görevli iki İngiliz ve bir Kanadalı teknisyeni kaçırarak THKP-C üyeleri Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Saffet Alp ve THKO üyesi Ömer Ayna’nın daha önceden yerleştikleri Tokat'ın Niksar ilçesi, Kızıldere Köyü'ne geçtiler. İşkenceli sorgulamalarda aldıkları istihbarat sonucu köye askeri yığınak yapan güvenlik güçleri, devrimcilerin saklandıkları yer ile ilgili bilgi almak için köy muhtarının kapısını çaldığında, devrimcilerin muhtarın evinde saklandığı öğrenildi. 11 genç devrimciye karşın binlerce asker ile evin çevresi sarıldı. Dönemin Başbakanı Nihat Erim’in, "yakın o köyü, bir köy eksik kalsın, ne çıkar" ifadesinin de gösterdiği gibi, devletin niyeti çoktan ortaya konmuş durumdaydı. Devrimciler ise, ölmek pahasına teslim olmayı reddettiler. Güvenlik güçlerinin, makineli tüfekler, havan topları ve bombalarla gerçekleştirdiği saldırı saatler sürdü, 10 devrimci hayatını kaybetti, bombalamadan kurtulan Ertuğrul Kürkçü ise ertesi gün yapılan aramada sağ yakalandı.
Failleri yargılanmadı
Dönemin Başbakanı Nihat Erim’in, yakın dönemde yayınlanan günlüklerinde itiraf ettiği gibi, çatışma sonrasında sağ yakalanan devrimciler olmuş, ancak güvenlik güçlerince öldürülmüştü. Ve darbelerle hesaplaşıldığı iddia edilen günümüz Türkiye’sinde, Kızıldere’nin failleri hala yargı önüne çıkarılabilmiş değil. Ancak “onlar”, devrime olan inançları, kararlılıkları ve devrimci dayanışma bilinçleriyle Türkiye sosyalist hareketinin onurlu tarihinde yerlerini çoktan almış durumdalar.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 33
Tarihimizden
Paris Komünü: 72 gün süren Sosyal Cumhuriyet Komün “milli” değil apaçık “enternasyonal”di, komünarlar arasında üç de Türk (Mehmet, Reşat ve Nuri beyler) vardı. Besbelli ki Komün’e intikam borcumuz var Hüseyin Hasançebi 18 Mart 1871’de Paris Komünü kurulduğunda Avrupa işçi hareketinin büyük bir mücadele tecrübesi vardı, fakat iktidar tecrübesi sıfırdı. İşçi sınıfının bu ilk iktidar tecrübesi üzerine çok konuşuldu. Kendisi de zaten “geveze” bir devrimdi. Hatırlayalım: Devrimi yöneten Marksist görüş değil, Blankici “Jakoben” ve Proudhoncu anarşist görüştü. Marksizm ile bu görüşler arasındaki süregelen tartışma bitmemişti. Devrim elindeki kısıtlı zamanı bu tartışmayı sürdürmek suretiyle heba etmişti. Ancak, yapacağını da yapmıştı. Komün yönetimindeki tek Alman Marksisti Vaillant, kuşatma altında bir kentte 227 bin seçmenin iradesiyle ele geçirilmiş kamu yönetim yetkisinin dahice kullanmasını, 1. Enternasyonal içinde son üç yılda yükselmiş Marksist itibara dayanarak öğretiyordu. İşçilerin Komün’den mucize beklediği yoktu ama fırın işçilerinin gece çalışması kaldırılıyor, işverenin işçi ücretinden çeşitli bahaneyle kesinti yapması yasaklanıyor, sahipleri tarafından kapatılmış veya terkedilmiş atölyeler, karşılığı ödenmek koşuluyla işçi birliklerine veriliyor, kiralar düşürülüyor, fabrikalara gündüz kreşleri kuruluyor, vb. böylelikle Komün, rüşeym halinde de olsa, mülksüzleştirenleri mülksüzleştiren bir sınıf eğilimini temsil ettiğini göstermiş oluyordu.
Bir siyasal devrim
Komün siyasal bir devrimdi. Koşullarını kendisi yaratmamıştı. Paris’te iktidar Komün’ün eline düşmüştü (Engels). 18 Mart 1871 günü Parisli işçilerin tek çaresi, “kapitalist”-“işçi” arası tüm zümrelerin hep bir ağızdan “vive la Comune!” diye bağıracakları bir devrim yapmaktı. Bu olursa eğer, somutlanmadığı için belirsiz kalan 1848’in “Sosyal Cumhuriyet”i Komün’ün öz varlığında karşılık bulacaktı. 18 Mart Devrimi ne yapacağını bilen bir devrim olmamakla birlikte yapılması ge-
Komüncüler, yenildikten sonra kitleler halinde kurşuna dizildiler
rekeni yapmak zorunda olduğunun farkında bir devrimdi. Yapabildikleri ile 70 gün yaşadı, yapamadığına yenildi. Yanlış değildi, eksikti. Devrimin ıskaladığı, bugün artık dünya egemenliğini gerçekleştirmiş bulunan “finansal sermaye”nin o günkü soysuz öncülü ve burjuva Fransa’nın bütünü idi. Onu öldürmeyi akıl edemediği için bizzat finansal sermayenin kendisi tarafından linç edildi. Paris Komünü kendi eyleminden ders çıkarmaya vakit bulamadı ama bütün insanlığa ve dünya işçi sınıfına büyük bir ders, aynı zamanda kendinden sonraki özgürleşme savaşına bir kaldıraç verdi. Marx, Komün sağken (17 Nisan 1871) Kugelmann’a bunu, “Paris tarafından verilen kavga sayesinde, işçi sınıfının kapitalist sınıf ve kapitalist devlete karşı mücadelesi yeni bir evreye girmiştir. Bu kavganın sonucu ne olursa olsun, evrensel bir tarihsel önem taşıyan yeni bir çıkış noktası elde etmiş bulunuyoruz” diye bildirdi.
Yenilmiş devrimin intikamı
Ya hesap! Bir de, alınacak bir hesap bıraktı. Bir yıl sonrasının kutlamasında Enternasyonal, emekçilerden nefret temelinde birleşmiş bulunan burjuva sınıfları ölüme mahkûm ettiğini açıklıyordu. Bu nedenle Ekim Devrimi Komün’ün intikamını almak içindi. O da olmadı. Demek ki bugünün özgürlük savaşları da hem Komün’ün, hem de Sovyet’in intikamını almak içindir. Yenilmiş bu iki devrimin ortak özelliği “cüretkâr” olmalarıydı. Tarihin çağrısına uyarak gelmişlerdi. Nesnel durum nedir gibi fuzuli bir tartışmanın içinden geçmemişlerdi. Cennet tahayyülünü temsilen cehennemin ortasına atlamışlardı. Bu realite o günden bugüne hiç değişmedi. Yıkacaksın
ki yıkılsınlar. Yakacaksın ki yansınlar. “İktidar” denilen şeyin özgürlük bahsine dahil edilmesinde beis görenler için söylenmelidir: 18 Mart devrimcileri, iktidar Versay’a (Versailles) kaçınca peşinden gitmemişlerdi. Bolşevik işçiler de Kışlık Saray’a, iktidar almaya değil, ona son vermeye gideceklerdi. Bu konuyu baştan tartışmaya hiç gerek yok. Komüncüler gerçek iktidarı Paris işçilerinin, Bolşevikler de Putilov işçilerinin gönlünde kazanmışlardı. Bugün için söylersek; sorun iktidar kurmanda değil, iktidarını nerede kurduğundadır.
Milli değil enternasyonal
Düpedüz “sınıf meselesi” olan bir meseleyi “Memleket Meselesi” haline getiren safdiller için de söylenecek söz vardır. “Komün yurtsevermiş!” Tövbe estağfurullah. Marks’ın değerlendirmesi retorikti. “Paris bütün Fransa” değildi. Komün başkentte sıkışıp kalmıştı. Prusya ordusu, elindeki esir Fransız askerlerini finans kapital köpekleri Thiers ve Guillaume’un hizmetine, parasını da alarak serbest bıraktığında bu güç Paris’in üzerine, Paris’in de değil Komüncülerin üzerine salınmıştı. Komüncüler ne Fransa’yı, ne Paris’i, sadece Komün’ü, kendilerinin olanı, canlarını savundular. “Yurtseverdiler” diyerek onların saygın hatırasına küfretmeye hiç gerek yoktur. Yurtseverlik Ekim’de de yoktu, sadece aklını şaşıranlarda vardı. Diyelim Plekhanov, yaşı tutsa askere bile yazılacakken Lenin bunları, lafı dolaştırmadan, “Biz yurtsever değiliz!” diyerek üfürüp süpürecekti. Komün “milli” değil apaçık “enternasyonal”di, komünarlar arasında üç de Türk (Mehmet, Reşat ve Nuri beyler) vardı. Besbelli ki Komün’e intikam borcumuz var.
34 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
‘Öteki AB’de kriz Avrupa’da neoliberalizmin yerini, devletin ekonomiyi düzenlemeye aktif olarak dahil olduğu başka bir sermaye birikim modeli alıyor. Almanya, yeni sürecin en önemli ülkesi olarak öne çıkıyor
Yunanistan parlamentosu önündeki protestoda bir emekli milletvekillerinin tutuklanmasını istiyor
Engin Erkiner
Bu değerlendirmede Avrupa Birliği’ndeki (AB) krizin genel hatlarıyla incelenmesinden ziyade, bu krizin güney ve doğu Avrupa ülkelerindeki özellikleri üzerinde duruluyor. Yazının üç tezi var: n Birincisi: Kapitalist sistem ve bunun içindeki AB’deki kriz özünde bir finans krizi değil, son 20 yılın birikim modelinin krizidir. Üretimden ziyade finans piyasalarından kazanç sağlamaya dayanan birikim modeli sınırlarına dayanmıştır. n İkincisi: Güney (Portekiz, İspanya, İtalya, Yunanistan) ve Doğu’daki (Baltık ülkeleri, Bulgaristan, Romanya ve bir oranda orta Avrupa ülkeleri) kriz, AB “büyükleri”ndeki, özellikle de Almanya’daki krizin ihraç edilmesiyle yakından ilgilidir. n Üçüncüsü: Bu kriz AB kurumlarını ve bunların arasındaki ilişkiyi değiştirecektir. Ortak bir ekonomik ve sosyal politikayı ve bunlara bağlı olan para politikasını devlet olmadan yürütmek mümkün değildir. Önlem istemek yetmez, bunları yaptırabilmek gerekir. AB kurumlarında bu güç yoktur ve uygulama için ulusal devletlerle anlaşmak gerekmektedir. Okur, 27 AB ülkesinden sadece 16’sının ortak para birimi olan “Avro bölgesi”nde bulunduğunu unutmamalıdır.
İki çeşit kriz
Öteki Avrupa’da “dışa bağımlı sanayileşme” ve “dışa bağımlı finans” temelinde iki çeşit kriz görülür. Geçtiğimiz yıla kadar dünya ihracat şampiyonu olan Almanya (yerini Çin Halk Cumhuriyeti’ne bıraktı) gelişmiş tekniği ve görece düşük işçi ücretleriyle ihracata dayalı bir ekonomiye sahip. Alman mallarının AB ülkelerini istila etmesi sonucu bu ülkelerde yerli sanayi üretimi gerilemiş ve özellikle “öteki Avrupa” ülkeleri artan oranda ithalata bağımlı duruma gelmiştir. Yıllarca düşük faizli kredilerle finansmanı sağlanan bu ithalat ve dolayısıyla iç tüketim, borçların iyice yükselmesi sonucu kredi kısıtlamasına yönelinmesiyle birlikte dar boğaza girdi. İthalatın düşmesi başta Almanya olmak üzere ihracata dayalı ekonomileri (Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, bir oranda Macaristan) özellikle etkiledi. Yıllardan beri ödemeler dengesi fazlası veren Almanya (bu durum öteki ülkeler için ödemeler dengesi açığı demektir), saldırgan ihracat politikasıyla değişik AB ülkelerindeki aşırı borçlanmanın ortaya çıkmasının –görülmeyen- önemli faktörlerinden biri oldu. Geçtiğimiz Eylül’de Pittsburgh’da yapılan G20 Zirvesi’nde bile, Almanya gibi ülkelerin iç talebi artırarak ihracatlarını azaltmaları gereği konuşulmuş, ancak Almanya buna yanaşmamıştı. AB’deki ihracata dayalı ekonomilerden bir bölümü klasik yönteme, Avro’ya karşı deva-
lüasyona başvurarak, ihraç ürünlerini ucuzlatmayı ve ithalatı da pahalılaştırmayı seçerek sorunlarına çözüm arıyorlar (örneğin Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti). Ne ki, bu klasik yöntem “Avro bölgesi”nde geçerli değil; dahası, ortak para birimi dışındaki AB üyesi bazı ülkelerde devalüasyon “dış güçler” tarafından özellikle istenilmiyor. Öncelikle bazı “öteki AB ülkeleri”ndeki “yabancı bankalar”ın ağırlığına bakalım. 2006 rakamlarına göre Letonya’da bu oran yüzde 62.9, öteki Doğu Avrupa ülkelerinde yüzde 80’in üzerinde, Estonya ve Slovakya’da ise yaklaşık yüzde yüzdür. Finans sermayesine dayalı birikim modelinde kriz öncelikle düşük faizle açılan kredilerle biriken borçların ödenememe tehlikesinin ortaya çıkmasıyla kendini gösterir. Bankaların en fazla yatırım yaptıkları alan inşaat sektörüdür. Çok sayıda ev yapılmış ve krediyle satılmıştır. Alıcılar Avro üzerinden borçlanmakla birlikte, gelirlerini ülkelerinin ulusal para birimi üzerinden elde etmektedirler. Tüketim ve ev kredileri birikip de ödenemez duruma gelince, klasik yöntem olan devalüasyona başvurulamaz. Bu durumda, konutların değeri Avro karşısında düşecek ve bankalar zarar edecektir. Ek olarak, Avro üzerinden borçlanan orta gelir kesiminin borcu katlanarak büyüyecektir. Ülkenin üretici sektörünün daha geniş ihracat olanağına kavuşması ise kimseyi ilgilendirmiyor. Macaristan, Letonya ve Romanya, IMF ile anlaşma yaparak ekonomik krizden onun “direktifleri” doğrultusunda çıkmaya çalışmaktadır. Letonya’da durum özellikle kötüdür. Devletin sıkı tasarruf önlemleri çerçevesinde çok sayıda hastane, çocuk yuvası ve okul kapanmış, sağlık sigortasına büyük zam yapılmıştır. Görüldüğü üzere, AB üyesi olmak IMF’den kurtulmak için yetmiyor.
İspanya’da kriz
İspanya’nın 1996-2007 arasındaki büyümesi büyük oranda inşaat sektörünün genişlemesine dayanıyordu. Her yıl yaklaşık 800 bin konut yapıldı ve alıcılara ucuz krediyle satıldı. 2008 başlarında inşaat sektörünün GSMH içindeki payı yüzde 10.8 ile Avro bölgesi ortalamasının iki katıydı. Yolun sonuna gelindiğinde ortada altyapısı olmayan ıssız mahalleler kaldı. Konut fiyatları hızla düşerken 2007 sonundan beri 2 milyon kişi artan işsiz sayısının yaklaşık yarısı inşaat sektörü çalışanlarıydı. Sadece Alman bankalarının İspanya’daki borçlulardan 176 milyar Avro alacağı var. İnşaat sektörüne yatırım ve krediyle ev satmak finans sermayesinin özellikle yoğunlaştığı bir alandı ve burada da sınıra dayanıldı.
Zayıf halka: Yunanistan
Önce sorunu doğru saptayalım: Yunanistan’da sorun gösterildiği gibi değil. Yıl başında bu ülkede 8 Milyar Avroluk devlet tahvili satışa sunuldu ve kısa sürede tükendi. Bu durum, yabancı yatırımcıların devlete olan güveninin göstergesidir, ne ki, bu güven ancak
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 35
Uluslararası yüzde 7 gibi yüksek faiz vaat edilerek sağlanabilmiştir. Devlet ve bireysel tüketiciler yıllarca düşük faizli kredilerle aşırı borçlandılar ve bu borçlarını ödeyemeyecek duruma geldiler. Yunanistan gibi küçük bir ülkede bütçe açığının 406 Milyar Dolara ulaşması tehlikeyi fazlasıyla göstermektedir.
AB, Yunanistan’a yardım etmeli mi?
AB’nin çalışma ilkelerini düzenleyen metnin 125. maddesine göre; üye ülkelerden biri büyük bütçe açığı sonucu ödeme güçlüğüne düşerse, öteki ülkeler ya da AB açığı kapatmak ve borçları üstlenmek durumunda değildir. Bu maddeden hareketle bazı yorumcular, Yunanistan’ın ortak para biriminden çıkarılmasını savunuyorlar. Devalüasyon yaparlar ve başlarının çaresine bakarlar! Buna rağmen son AB Zirvesi’nde Yunanistan’a büyük miktarda yeni kredi verilmesi karara bağlandı. Nedeni basit: 125. maddeye bir kere uyulmadı mı, aynı durum İspanya, Portekiz ve İtalya için de gündeme gelecek… Tersi yönde ise, Yunanistan kendi başına bırakılırsa, kriz yayılma eğilimi gösteriyor. Sadece Alman bankalarının güney ülkelerinden alacağı 523.4 Milyar Avro. Bunun yaklaşık onda biri Yunanistan’dan. Alman bankalarının esas olarak İtalya ve İspanya’dan olan alacakları yüksek ve krizin Güney’e yayılması da hiç istenilmeyen bir gelişme… Almanya Başbakanı Merkel’in, “Aynı zamanda kendimizi de kurtarıyoruz” sözü bu bağlamda anlam kazanıyor.
Orta Doğu’ya çapraz bakışlar Abdullah Karabulut >> Sayfa 39 Yunanistan’dan istenilen, bütçe açığını kapatabilmesi için İrlanda gibi yapması: Bütçenin küçültülmesi, kamu çalışanlarının maaşlarının düşürülmesi, emeklilik yaşının yükseltilmesi, sosyal harcamaların azaltılması ve benzeri önlemler. Yunanistan’da emeklilik yaşı 63 ve emekli olan kişi önceki ücretinin yüzde 94’ünü alıyor (Almanya’da ise yüzde 41’ini). Yunanistan ile ilgili olarak (İtalya’da da belirgin olarak görülen) devletin çürümesi konusu da var. Kayıt dışı ekonomi yaygın, özellikle serbest çalışanlar neredeyse hiç vergi vermiyor, rüşvet ileri derecede… Yunanistan resmi olarak yıllarca GSMH rakamlarını AB’ye yanlış olarak bildirmiş ve böylece daha çok kredi almış… Yunanistan bütçesi artık AB Merkez Bankası ve IMF tarafından ortaklaşa kontrol edilecek. Yunanistan halkı AB yönetiminin ve ülke burjuvazisinin sıkı tasarruf önlemlerine karşı direniyor. Ülke yakın zamanda genel grev ve kamu çalışanlarının direnişi olmak üzere iki önemli eylem yaşadı. Ne ki, bunları abartılı değerlendirmemek gerekir. Her ülkede değişik oranlarda hayata geçen sosyal yıkım yasalarına karşı AB çapında direniş değil, bölgesel direnişler söz konusu (kısa süre önce de İspanya’da emekçiler emeklilik yaşının 67’ye yükseltilmesine karşı eylemdeydiler). Ne Avrupa Sol Partisi ne de Avrupa Sendikalar Birliği birleşik bir direnişin örgütlenmesinde başarılı olamadı. Yunanistan’ın kendi başına AB’den ayrılması
mümkün değil. İlk adım olarak Avro bölgesinden çıkması bile ekonomik olarak hayli pahalıya gelir. Bu durumda, direnişin en iyi sonucu, sosyal yıkım uygulamalarını frenlemek olabilir; püskürtmek değil. “Bütün ülkelerin Yunanlıları birleşin!” çağrısının sonuç vermesinden çok, halkların birbirlerine karşı kullanılmasının olanaklarının arttığı bir döneme giriyoruz.
Sonuç yerine…
AB’deki krizin –başka bölgelerdeki örnekleriyle birlikte- son yirmi yılın birikim modelinde değişiklik gündeme getirdiği, neoliberalizmin yerini, devletin ekonominin düzenlenmesinde aktif olarak yer aldığı başka bir modelin almakta olduğu görülüyor. Bu değişim AB organlarına da yansıyacaktır. “AB genelinde ortak ekonomik ve sosyal politika olmadan, ortak para birimi yürümez” anlayışı, kısa dönemde AB devletini olmasa bile, devlet benzeri kurumların yapılanmasını hızlandıracaktır. Lizbon Antlaşması ile AB içinde daha büyük bir güce sahip olan Almanya, yeni sürecin en önemli ülkesi olarak öne çıkacaktır. Sol ise, AB çapında politika üretemediği ve bunun uygulanma yollarını bulamadığı sürece, protesto etmek ve bazı gelişmeleri frenlemenin ötesinde işlevli olamayacak… Solun birkaç AB ülkesi dışında tek tek ülkelerde de önemli bir etkinliği bulunmadığı düşünülürse, “krize yanıt üretememenin” solu da iyice zora sokacağı söylenebilir.
ABD-Çin: Düşman kardeşler ABD ile Çin arasındaki karşılıklı bağımlılık ve gerilimli ilişkiler, kapitalist sistemin bu iki önemli gücünün boy ölçüşmeye devam edeceğinin en önemli göstergesi Tolga Tören Ekmek&Özgürlük’ün bir önceki sayısında, Dünya Ekonomik Forumu’nun Davos’taki toplantısını ele aldığımız yazıda, “Çin’in kapitalist sistemin geleceği içerisinde oynayacağı role dair belirsizliklerin” yerli yerinde durduğunu belirtmiş ve eklemiştik: “Bu durum kapitalist sistem içindeki güç ilişkilerinde yaşanan farklılaşmanın sermaye sınıfı içerisinde ne gibi çatışma ve uzlaşmalarla nihayete ereceğini söylemek için erken olduğunu
Almanlar Köln kentinde bir festivalde aynı yataktaki Obama ve Hu Jintao kuklalarıyla eğleniyor
ortaya koyuyor”. Dergimizin iki sayısı arasında geçen sürede bu yargıyı kökten değiştirecek bir gelişme olmadıysa da, geçtiğimiz günlerde Çin Merkez Bankası başkan yardımcısı
Ju Min’in IMF Başkanı’nın özel danışmanlığına atanması, konuya olan ilginin sürdürülmesinin gerekli olduğunu gösteriyor.
>>
36 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
>>
Güç ilişkileri değişiyor
Malum, birçok yorumcu, uzun zamandır kapitalist sistem içerisindeki güç dengesinin değişmekte olduğu, Çin’in kapitalist sistem içindeki pozisyonunun güçlendiği, özellikle 2008 yılında patlak veren ekonomik kriz ile birlikte bu sürecin daha da hızlandığı konusunda hemfikir. Çin’in, ekonomik krizde önemli problemler yaşayan Avrupa ve ABD ekonomilerinin aksine büyüme oranını devam ettirmesi, bu durumu doğrulamanın yanında, uluslar arası sermayenin önemlice bir kısmının dikkatinin Çin üzerinde toplanmasını, dahası, bu kesimlerin ülkenin küresel ekonomide daha etkin bir rol alması talebini beraberinde getiriyor.
ABD’nin eleştirileri
ABD ise, Çin’in kapitalist sistem içerisinde elde ettiği bu konumdan oldukça rahatsız. ABD’den Çin’e yönelen eleştiriler, Çin’in, ulusal şirketlerine ABD şirketleri karşısında ayrıcalık sağladığı noktasında yoğunlaşıyor. ABD’nin uzun süredir Çin’e, düşük değerli Yuan’ın, ABD pazarında faaliyette bulunan Çin firmalarının önemli avantaj elde etmesine yol açtığı gerekçesiyle, Yuan’ın değerinin yükseltilmesi yönünde baskı uyguladığı da biliniyor. Çinli yetkililer bu eleştiri ve basınçları, yüksek oranda işsizlikle mücadele eden ve önümüz yıl Meclis ve Senato yenileme seçimleri sürecine girecek olan ABD’de, kamuoyunun dikkatinin, başka ülkelere çekilmeye çalışıldığı biçiminde yorumluyorlar, Çin’in günah keçisi olmayı kabul etmeyeceğini de ekleyerek. Çinli yetkililer Yuan’ın değeri konusunda da benzer bir tutum izliyorlar. Örneğin, Çin Merkez Bankası başkan yardımcısı Ju Min, Davos’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nda, Çin’in para politikalarının istikrarlı olduğunu ve küresel yeniden yapılanmanın önündeki en önemli engelin dolardaki istikrarsızlık olduğunu belirtmişti.
BRIC Kapitalist sistem içerisindeki güç ilişkilerindeki farklılaşmanın bir başka göstergesi de, Brezilya, Hindistan, Rusya ve Çin’den oluşan ve Çin’in en önemli aktörü olduğu BRIC bloku. Geçtiğimiz yıl Rusya'nın Yekaterinburg kentinde ilk zirvesini toplayan BRIC’i oluşturan ülkelerin, özellikle de Rusya ve Çin’in gündemindeki en önemli maddelerden birisi, dolara alternatif bir uluslar arası rezervin oluşturulması. Örneğin, geçtiğimiz yıl Çin Merkez Bankası başkanı, IMF’deki özel çekme haklarının (SDR) doların yerini alması gerektiğini, Rusya devlet başkanı Medvedev de, BRIC’in ulus-ötesi bir rezerv parayı gündemine alması gerektiğini belirtti. BRIC ülkelerinin, özellikle de Çin ve Rusya’nın, bu türden vurgular yapmalarına, hatta za-
Yeni gerginlikler
Çin ile ABD arasındaki gerginliklere son zamanlarda yenileri de eklendi. Bunlardan ilki, ABD Devlet bakanı Barack Obama’nın, Şubat ayının ortasında, Çin’in kendi ülkesinin bir parçası kabul ettiği Tibet’in sürgündeki ruhani lideri Dalai Lama ile Beyaz Saray’da gerçekleştirdiği toplantı oldu. Diğeri ise, ABD’nin Tayvan ile imzaladığı silah satış anlaması. Çin Halk Siyasi Danışmanlar Konseyi Ulusal Komitesi sözcülerinden Jao Çijeng, Obama’nın Dalai Lama ile görüşmesinin ÇinABD ilişkilerinde önemli problemler yarattığını, Tayvan’a silah satışının ise, Çin’in ulusal güvenliğini ciddi bir şekilde tehlikeye attığını açıkladı. Jao’nun açıklamasının en enteresan kısmı ise, ABD-Çin ilişkilerinin, direksiyonunda iki şoför olan bir arabaya benzetildikten sonra, her iki tarafın arabayı doğru yönde ilerletmek için bir biri ile daha fazla iletişim halinde olması gerektiğinin, aksi halde, arabanın patinaj yaparak olduğu yerde kalmaya devam edeceğinin vurgulanması idi. Karşılıklı bağımlılık Jao’nun bu benzetmesinin ABD-Çin ilişkilerini gayet iyi yansıttığını söylemek mümkün. Şöyle ki: Çinli yatırımcılar, ürettiğinden fazla tüketen ABD’ye, ABD Hazine tahvillerini satın almak biçiminde borç vermek sureti ile, ABD’li tüketicilerin tüketiminin finanse edilmesinde önemli rol oynuyor. Çinli yatırımcıların elinde tuttukları ABD tahvillerinin değeri 1 trilyon dolar civarında. Dolayısıyla ABD ekonomisi, Çinli yatırımcılara büyük ölçüde bağımlı durumda. Meseleye Çin açısından bakıldığında ise, ABD’nin, Çin için hala önemli bir pazar olma niteliği taşıdığını söylemek gerekiyor. Örneğin ABD ekonomisi için kötü bir yıl olan 2009’da dahi, Çin’den ABD’ye gerçekleşen ihracat miktarı 300 milyar dolar civarında idi. Büyüklü küçüklü birçok ABD firmasının Çin’deki milyarlarca dolarlık doğru-
man zaman dolar rezervlerinden vazgeçmekten bahsetmelerine karşın, bu konuda, en azından şimdilik, ciddi kısıtlarla karşı karşıya olduklarını belirtmek gerekiyor. Her şeyden önce, dolar rezervlerini ellerinden çıkarmaları durumunda, doların değerinde meydana gelecek ciddi düşüşten en fazla kendileri zarar görecekler. Kuşkusuz aynı şey doların değerinin ABD’nin karşılıksız dolar basmasından dolayı düşmesi durumunda da geçerli. Bu durum, doların değerinde meydana gelen istikrarsızlıkların bu ülkeler için neden önemli olduğunu da açıklar nitelikte. Ancak gene de BRIC’i oluşturan ülkeler, doların rezerv para olma fonksiyonunu zayıflatmak için, birbirlerinin tahvillerini satın almak gibi yeni yollar da denemeye çalışıyorlar. Sürecin tüm karmaşıklığına rağmen, BRIC’in kapitalist sistem içerisinde önemli değişmeler yaratmaya aday olduğu ge-
dan yatırımın kaynağı olmaya devam etmesi de cabası. Ancak tüm bunlar, tarafların bu durumu sürdürmek istediği ve özellikle de Çin’in kapitalist sistem içerisindeki pozisyonunu güçlendirmek için çaba sarf etmediği anlamına gelmiyor. Bu çabalardan ilki, Çin’in, uzunca bir süredir, temel politikaları ABD tarafından belirlenen IMF içerisinde daha güçlü bir pozisyon talep etmesi.
IMF Başkanına Çinli danışman
Pekin Üniversitesi profesörlerinden Justin Lin’in Dünya Bankası baş ekonomistliğine atanmasından iki yıl sonra, yani geçtiğimiz günlerde, Çin Merkez Bankası Başkan Yardımcısı Ju Min’in IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın özel danışmanlığına atanması, Çin’in bu konuda bir aşama kaydettiğinin önemli bir göstergesi. Ancak, atamanın etkileri konusunda farklı görüşler söz konusu. Kimi yorumcular, Çin karşısındaki asli fonksiyonu, Çin’i, parasının değerini yükseltmeye ikna etmek olan IMF açısından, Min’in atanmasının yeni bir engel teşkil edeceğine vurgu yapıyorlar. Bu yönde bir beklenti içinde bulunanların en önemli kanıtı, son Davos toplantısında, Ju’nun, Çin’in (düşük değerli) para politikasını savunmuş olması. İkinci yorum ise, ABD ile para değerini yükselteceğine dair bir uzlaşma gerçekleştirmeden Min’in böyle bir göreve atanmasının mümkün olmadığı yönünde. Kapalı kapılar ardında bu tür pazarlıklar yapılıp yapılmadığını bilmek zorsa da, kapitalist sistemin bu iki önemli aktörü arasındaki gerilimli ilişkilerin gündemimizi uzun süre daha işgal edeceği açık. Kaynaklar: http://tinyurl.com/ydrgowo http://tinyurl.com/yek3wat http://tinyurl.com/yake5sf http://tinyurl.com/y8tez8f http://tinyurl.com/yg2vhqw
nel kabul gören bir iddia. Bu durumun nedenlerinden ilki, önümüzdeki yıllarda bu ülkelerde, özellikle de Hindistan ve Çin’de, tüketim harcamalarında önemli artış gerçekleşeceğine dair beklentiler. Bu yöndeki bir gelişmenin harcama gücünün zengin ülkelerden büyüyen orta gelirli ülkelere doğru bir değişiklik yaratacak olması da sıklıkla yapılan bir vurgu. İkinci neden ise, otomotiv satışlarının gelişmiş ülkelerde 2009-2014 yılları arasında yıllık ortalama yüzde 2 oranında büyüyecek olmasına karşın, BRIC ülkelerinde, yıllık yüzde 3 ile yüzde 15 arasında büyüyerek, 2014 yılında bu ülkelerin dünya otomobil pazarının 30’unu oluşturacak olması. Dolayısıyla, kapitalist sistem açısından oldukça kritik bir sektör olan otomotiv sektörünün geleceğinin BRIC ülkelerine bağlı olduğu sıkça yapılan bir yorum.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 37
Uluslararası
Kıbrıs’ta müzakereler ve sol Kıbrıs’taki tartışma, devletin tapu tahsis hakkının, hangi burjuva grubunun –Türk mü, Helen mi- elinde olacağıyla ilgilidir; bu tartışmadan bir sol çözüm üremez
Talat ve Hristofiyas Güney’de adadaki anlaşmazlığı konu alan yapıtlardan oluşan bir sergiyi gezerken
Mehmet Hasgüler Türk ve Helen halkları arasında bir “ulusal kimlik” sorunu olarak tanımlanan Kıbrıs uyuşmazlığı aslında kapitalist sistem içerisinde ortaya çıkmış bir mülkiyet ve mülkiyet rejiminin en ileri aşamasına tekabül eden bir egemenlik sorunudur. Kapitalizm ve emperyalizm ulus-devlet üzerine kurgulanmıştır. Halkların bağımsızlığına denk düşmesi gereken “egemenlik” kavramı ne yazık ki bir boyutu ile güç tekelini elinde tutan ve burjuva düzenin bekçiliği rolünü üstlenen devletin ülkenin tamamı üzerindeki mülkiyeti anlamıma bürünmüştür. Bir başka ifade ile egemenlik, burjuva devletinin mülkiyeti demektir ve bu genel mülkiyet kavramı olmaksızın özel mülkiyetten söz edilemez. Zaten tapu vermek sureti ile devlet, özel mülk yaratır ve kapitalist devletin birinci amacı tapulanmış –devlet garantisi altına alınmışözel mülkü gerekirse kamu menfaatine karşı dahi korumaktır! İşte Kıbrıs’taki ana sorun, devletin tapu tahsis hakkının, yani egemenliğin, hangi burjuva grubunun –Türk mü, Helen mi?- elinde olacağına dair bir kavgadır.
Sol ne kadar sol?
Her ne kadar Kıbrıs’ın Türk ve Helen toplumlarında güçlü sol akımlar ve bu akımların beslediği siyasi partiler olduğu iddia edilse de gerçekte bu oluşumların sınıf mücadelesine dayanan bir siyasi şuura sahip olduklarından söz etmek mümkün değildir. Gerek Kıbrıs Türklerinin “sol” partisi Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP), gerekse Kıbrıs Rumlarının “sol” partisi Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL) Kıbrıs’ta ezilen işçi sınıfının haklarını korumaktan ziyade ulusal kimlik açısından Kıbrıs sorununa yaklaşmakta ve bu ne-
denle çözüm üretemedikleri bu sorunun bir parçası olmaktan kendilerini kurtaramamaktadırlar. Bugün AKEL’in Helen kimliğinden veya CTP’nin Kıbrıslı Türk kimliğinden ayırt edilerek Kıbrıs’ta ezilen işçilerin sınıf mücadelesinde örgütlenmenin merkezinde politika ürettiklerinden asla söz edilemez. Dahası bu partiler, kendi ulusal hükümetlerinin kontrolü için kimlik politikalarının etrafında örgütlenmiş sağcı partilerle koalisyon kurmayı mutlak bir proletarya iktidarı kurmaya tercih ettikleri gözlemlenmektedir. Bu durum Helen milliyetçisi Demokratik Parti (DİKO) ve Sosyal Demokratlar Hareketi (EDEK) partileri ile koalisyona giren AKEL için de, Denktaş’ın bir siyasi vizyon ile değil, hükümet misyonu ile kurdurduğu Demokrat Parti (DP) ile koalisyon kuran CTP için de geçerlidir. Bugün ulusal kimlik fay hattından ikiye bölünmüş Kıbrıs’ın kuzeyinde sömürülen Türkiye kökenli emeğin veya güneyinde sömürülen Kıbrıslı Türk veya Uzak Doğulu emeğin korunması için AKEL veya CTP hükümetleri ne çare üretebilmiştir? Bilakis, AKEL bu emekçileri işçiden çok Türk, CTP ise Türkiyeli görerek ötekileştirmiş ve sömürülmeleri engellemek yerine katı ve dışlayıcı bir göçmen politikası ile emeğinin peşinde koşan bu insanların neredeyse var olma haklarını bile inkâr eden bir tutum sergilemiştir. Kıbrıs’ta 1964-1974 çatışma yıllarında Türk ve Rum özel mülk sahiplerinin mağdur edildiği kapitalist bir teşhistir. Kıbrıs’ta sosyalist mülkiyete sahip bir sistem olsaydı bugün sorunun temeline oturmuş mülk meselesi diye bir durum zaten başından olamazdı. Bir açıdan bakıldığında 1974 sonrası durumda fiilen bütün “özel mülkler” devletleştirilmiş, ardından dağıtılmıştır. Ancak, bu sürecin demokratik olmadığı, yani kişisel rızaya dayanmadığı ve sonuçta bir ganimet zihniyeti ile
hareket edilerek şahıslar arasında hak ve adalete dayanarak değil, siyasi istismara yönelik dağıtılmış olduğu tarihi bir vaka olarak karşımızdadır. İşte bu yüzden kapitalist sistem üzerine inşa edilmiş Türk ve Rum devletlerinin egemenliği bakış açısından soruna yaklaşarak sosyalist bir çözüm üretmek mümkün değildir. “Sol”dan geldiğini iddia eden CTP ve AKEL liderlerinin sürdürmekte oldukları kapsamlı “çözüm” müzakereleri ise genel mülkiyet hakkı ile birlikte şahsi mülkiyet dağılımı konusunda tıkanmıştır. Son döneme damgasını vuran Orams Davasını ele alalım. İngiliz bir çift olan Oramsların şu anda KKTC kontrolü altında bulunan Kuzey’deki bir yerleşim yerinde inşa ettikleri havuzlu bir villanın gerçek sahibinin aslında o arsayı 1974’te terk etmek zorunda kalan Rum’a ait olduğu yönünde bir karardır bu. Dikkat edilecek olursa konu hem özel mülkiyeti, hem de o özel mülkiyet hakkını, yani tapuyu, verme hakkına hangi egemen gücün sahip olduğu yönlerine sahiptir ve ancak kapitalist bir sistemde anlam kazanır. Gerek AKEL, gerek CTP bu kapitalist alt yapıyı içselleştirmişlerdir. Dolayısı ile soruna bakış açıları da önerdikleri çözümler de “sol”dan değildir ve olamaz…
Müzakerelerin anlamı Peki bütün bunlar ortada iken, Talat ile Hristofyas’ın müzakeleri ne anlama gelir? Bir kere iki eski “yoldaş”ın temel benzerliği ideolojik anlamda bürokratik ve etnik merkezli tutumu sınıf merkezli(dahası toplumsal sınıflar) bir tutuma tercih etmeleridir. Müzakaler bu manada içerde böyle bir yanlış üzerinden sürerken dışarda da AB’nin Ada’nın kalıcı olarak bölünmesine yol açabilecek politikalarının ağır basıncı altında kalındığını söylemek mümkündür. Kıbrıs’ta bu parametrelere bir de BM, AİHM, ATAD gibi uluslararası yapıların kararlarını birlikte düşündüğümüzde Hristofyas’ın Kıbrıslı çözüm tezinin aslında bir politik mahreçten öteye anlamı yoktur. Elbette alınan bütün kararlar bir yasallık taşımaktadır. Ama meşruiyet taşıyor mu? Hayır. İşte burada yerel bir çözüm üretmenin anahtarı meşruiyet konusudur. Bütün bu müzakareler aslında transforme edilerek yeniden üretilen bir sorunu yapılandırmaktan başka bir şeye hizmet etmediği de aşikardır. Müzakarelerin sonunda belki bir mutabakat metni ortaya çıkarmak mümkün olabilir. Lakin bunun iki taraftaki toplumsal gerçeklere uygunluğu ve halklar tarafından kabulü de bir muammadır. Doğu Akdeniz’de barış ve istikrar elbette Kıbrıs’tan başlamalıdır. Böylesi dış belirlenmişlikler ve AB üzerinden yaratılmış asimetrik farklılaşmalar arasında adil ve yaşayabilir bir çözüme iki liderin varabileceği tartışmalıdır.
38 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
İran devrimi güç topluyor...
27 Aralık protestolarında Besic motosikletlerini ateşe veren halk polisi taşlıyor
Rüştü Alpay İran İşçi Komünist Partisi Uluslararası İlişkiler Sekreteri Siyaveş Azeri ile İran’da toplumsal muhalefetin gelişimini tartıştı İran’daki toplumsal hareketin seyrinde gelişme var mı? Toplumsal hareketin adını koyalım: Bu, süre giden İran Devrimidir. İslam Cumhuriyeti’nin 30 yıldır sürekli kriz halinde olduğunu, sadece kan dökerek ayakta durabildiğini teşhis etmiştik. Solun akıllıca davranarak dönüm noktalarından doğru biçimde geçirebilirse devrimi sürdürebileceğini söylemiştik. Şimdiye kadarki gidiş bu konuda yanılmadığımızı gösterdi. Görünüşe göre, Ahmedinejad’a destek var. Devrim geri mi düşüyor? Ahmedinejad tayfasının bu yöndeki beyanları bir yanıyla propaganda ve dezenformasyon çabasını yansıtıyor, öbür yanıyla da diktatörlüklerin körlük ve ahmaklıklarını… Gidişat tam tersi yönde. Kudüs gününde ilk defa Humeyni’nin resmi yakıldı. Dahası, toplumsal hareket Musevisiyle, reformistiyle yollarını tamamen ayırdı o gün. Kasım’daki İran Lise Öğrencileri Günü’nde de Musevi ve Kerrubi “velayeti fakih”e, yani İran anayasasının belirlediği dini bir önderin yönetimi altındaki rejim piramidine bağlı olduklarını dile getiren bir bildiri yayınladılar. Sokaktan ise “kahrolsun velayeti fakih” yanıtı geldi.
27 Aralık gösterileriyse iplerin tamamen koptuğu ve rejimin dehşete kapıldığı bir gün oldu. Muharremi Aşura gününde, Musevi, Kerrubi ve diğerleri İmam Hüseyin’in anısına yas çağrıları yaparken, insanlar yas tutmadıkları gibi Tahran’ın belli başlı merkez bölgelerinde kontrolü ele geçirdiler. Bu devrimin kendi gücünü denemek istemesiydi bence. Rejim dehşete kapıldı. Üç gün sonra rejim taraftarı bir gösteri düzenlediler ve kendilerini maskara ettiler. Keyhan gazetesi 28 Aralık’ta “30 Aralık günü kendiliğinden rejim yanlısı gösteri olacak” diye bir haber verdi. Ama 11 Şubat’ta, İslam Devrimi’nin yıldönümündeki muhalefet 27 Aralık’ın üzerine çıkamadı. Rejim bayağı korktu ve Tahran’ı abluka altına aldı. Ama her yer de gösteriler oldu. Komünistlerin çağrısıyla kadınlar kitlesel biçimde başörtülerini çıkardılar gösterilerde. En önemli kazanımı buydu. Bu yükselişte bir duraksama mı? Bundan sonra devrim çok daha sistematik hareket etmek zorunda. Kendiliğindenlikle varabileceği yer 27 Aralık. Orada rejim gafil avlandı bir anlamda, şimdi kendi önlemlerini alıyor tankını topunu komandosunu sokağa getiriyor. 11 Şubat’ta devrimin sistemsizliğinin ceremesini ödedi insanlar. Ajan provokatörler çok kolay dağıtabildi gösterileri. Mahalle komitelerinin kurulmasının, birbirini tanıyan insanların birlikte hareket etmelerinin gerekliliği konuşuluyor şimdi. 11 Şubat’taki radikalizmden bir şey kaybetmiş değiliz. Tam tersine radikalizm gittikçe yükselişe geçti. Rejim içindeki güçlerle bağını kopardı. Ama sistemsiz yürüyor bu ortada.
Dünyada ilerici-devrimci güçler Ahmedinejad’da antiemperyalist, antiamerikan potansiyel görüyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? En iyimser yorumla bu çok ciddi bir hata. Bu ikiliklere takılıp kalmayı anlamak güç. Biz üçüncü bir cephenin olanaklılığının zorlanmasından söz ediyoruz. Örneğin Irak istilası sırasında ABD’nin ırak’a saldırmasına ve işgal etmesine kesinlikle karşıydık. Ama Saddam resmi taşımayı ve ona destek vermeyi de doğru bulmuyorduk. Sokakta mücadele eden halk kesinlikle yabancı müdahalesi, Amerikan müdahalesi istemiyor. ABD ya da İsrail müdahalesinin devrimin aleyhinde olduğunu biliyoruz. Ama aynı zamanda İran’daki devrim kendini anti Amerikancılık ya da anti İsrailcilik üzerinden de tanımlamıyor. Bu çok açık. Asgari talepleri var: İdam cezasının ve siyasi suçun kaldırılması, sosyal güvenlik hakları, asgari ücretin işçiler tarafından belirlenmesi, örgütlenme, basın, grev ifade özgürlüğü din ve dinsizlik özgürlüğü; kadın karşıtı yasaların derhal lağvedilmesi vb. Bunlarla kendini tanımlıyor. İran’daki devrimden sonraki yönetim büyük olasılıkla bu kutuplaşma üzerinden diplomasi yürütmeyecektir. Muhakkak devrimci güçleri de destekleyecektir İran’daki devrimci bir yönetim. Ama “kahrolsun Amerika” sloganı açıkçası pek bir şey ifade etmiyor. Batı ülkelerinde yetişen solcular arasında İran’daki bu çekişmelerin, karışıklığın arkasında “Amerika’nın siber güçleri var” diyenleri bile gördüm. En iyi ihtimalle “bu zaten rejim içinde bir çekişme. İşçi sınıfı da yok ortalıkta, Bu akılsız insanlar bir şey yapamazlar. Kendi istek ve arzuları yok. Ancak ya onu ya bunu bir şekilde takip edecekler.” diye düşünüyorlar. Açıkçası ben bunu çok paternalist buluyorum. İran’da insanlar, “Siyasi İslamcı güçlerin başını çektiği İslami terörist hareket ile başını ABD’nin çektiği devlet teröristleri arasında taraf olmak zorunda değiliz, biz kendi tarafımızı oluşturabiliriz” diye düşünüyor. Önümüzdeki yaz İran’da politik kaynaşma bekleyebilir miyiz? Altı yedi hafta önce demir çelik işçileri konseyi kuruldu. Belli bir takım taleplerle ortaya çıktılar. 10 Şubat’taİran İşsiz İşçiler Sendikası, İran Özgür İşçiler Sendikası, Şeker İşçileri Sendikası ve Otobüs İşçileri Sendikası, İran İşçi Sınıfı Asgari İstekler bildirgesi yayınladılar. Bu çok çok önemli bir şey. İşçi sınıfı uyanık artık neler istediğini apaçık ortaya koyuyor. Yılbaşında Ahvaz’da işçilerin gösterisine halk da katıldı ve ciddi bir rejim karşıtı gösteriye dönüştü. Altı hafta önce Erak kentinde otomotiv endüstrisi işçileri doğrudan valiliğin önünde toplanıp “kahrolsun diktatör” diye slogan attılar. Hep soruyorlar ya işçi sınıfı nerede. İşte orada. Açık açık taleplerini ortaya koyuyor. İran’da işçi sınıfı nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor. En başta kır-kent oranı yüzde 30yüzde 70. Kentte yaşayanların çoğu işçiler ve kent yoksulları. Daha çok küçük atölyelerde çalışıyorlar işçiler. İran’da sendikalar yasal
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 39
değil. Rejimin “işçi evleri” var. Herkes bunların işçilere karşı bir casusluk mekanizması olduğunu biliyor. Onun için İran’da öteden beri farklı bir gelenek var: Konsey geleneği, 70’lerden beri gelen 79’da doruğuna ulaşan ve halen devam eden bir özörgütlenme geleneğidir. Genel oturumlar yapılır anında kararlar verilir. Tahran’daki gösterilerde sürekli “Cevadiye’deki insanlar ayağa kalkarsa bu iş biter” deniyor. Cevadiye Tahran’ın en yoğun işçi çalışma alanlarından biri. Şimdi petrol endüstrisinin greve gitmeye hazırlandığından söz ediliyor. Yılsonunda geleneksel işçi mücadelesi yükselişe geçer. Çok daha önemli radikal patlamalar bekleyebiliriz bence. Türkiye hükümetinin İran rejimi ve İran muhalefeti karşısındaki tutumu nasıl görülüyor? Türkiye’de yaygın medya İran devrimini görmezden gelme eğiliminde. Bunun başlıca nedeninin eninde sonunda Türkiye’nin siyasi İslami bir güç tarafından yönetiliyor olması. Nasıl 79 devriminin başarısızlığa uğraması, siyasal İslam’ın İran’da yükselmesi bütün bölgede siyasal İslam’ın yükselişine neden olduysa, İran’da siyasal İslam’ın belinin kırılması da bölgede siyasal İslam’a büyük darbe indirecektir. İster İran türü, Kahire türü kendini antiamerikancılık ile tanımlamış olsun, isterse ABD yandaşı ılımlı, dişi çekilmiş siyasal İslamcı güçler olsun bundan korkuyor, Suudi Arabistan bile. Orta doğuda İran, Irak ve Türkiye boyutunda bir ülkede herhangi türden bir dönüşümün diğer ülkeleri etkilemeyeceğini düşünmek tuhaf olur. Siyasal İslam’ı iki kutuplu dünyada ABD destekliyordu. Ama şimdi siyasal İslam bölgesel bir güç olarak ortaya çıkmak istiyor. Daha fazla pay istiyor. Bu tıpkı NATO’nun yeniden tanımlanması, BM’nin yeniden tanımlanması gibi bir süreç. Batının ilkece siyasal İslam ile bir sorunu yok. Yani diyor ki “ haddini bil benim söylediğim çerçevede işini yap” Türkiye’de AKP yükseldiğinde İran’da ki reformist güçler bayram ediyordu “işte bakın dini demokrasi denilen şey mümkündür” diye. Türkiye gibi bir modelin mümkün olması İran gibi bir modelin mümkün olmasından kaynaklanıyor. Tersi mümkün değil. Batı bunun farkında mı değil mi bunu bilmiyorum. Ama Türkiye’dekilerin yönelişi, sınıf sezgisiyle ilgili bence. Orada çökerse burada da moral çöküntüye yol açacaktır. Çünkü İran’daki hareketin rejime karşı olmanın ötesinde ciddi özgürlük talepleri var: Tüm bildirgelerde dinin insanların özel hayatından, devlet işlerinden ve eğitimden -bunun altı çok çiziliyor- tamamen elini çekmesi, bir endüstri gibi denetime alınması, vergi denetimine tabi olması, pornografi, alkol ya da sigara gibi çocuklardan uzak tutulması isteniyor. Bunu herkes görecek, Türkiye’deki Irak’taki insanlar da görecek, Batıdaki insanlar da görecek örnek almaya başlayacak. Bunun sonuçları Türkiye gibi büyük bir ülke için büyük olacak.
Ortadoğu’ya çapraz bakışlar
Irak’ta 7 Mart’ta yapılan seçimler bölgenin yeniden şekillenmesinde önemli bir rol oynayacak
Küresel koşullar Çin’i de Orta Doğu denklemine çekiyor, küresel siyasete daha fazla ağırlık koymak veya koymamak, İran nedeniyle Batı ile restleşmek veya bu restleşmeyi ertelemek gibi zor bir ikilemle karşı karşıya bırakıyor Abdullah Karabulut Ortadoğu’da hararet yeniden yükseliyor. Aracı bir ülke üzerinden nükleer yakıt takası müzakerelerinin çıkmaza saplanması ve uranyum zenginleştirme oranını yükselttiğini ilan etmesinin ardından, İran’la Batı (ABD ve AB) arasındaki “nükleer kriz” tekrar tırmanışa geçti. İki arada bir derede, daha doğrusu artık birer imkânsız haline gelen seçenekler, Bush’un imparatorluk siyaseti ile ABD hegemonyasının yumuşak ve
sert gücün münavebeli uygulamasına dayalı bir onarımı arasında bocalayıp duran Obama yönetimi, İran’a sert ve kapsamlı yaptırımlar için kolları sıvadı. “Askeri seçenek de masada” yollu sözleri yeniden işitir olduk. ABD’den füze kalkanı, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliği bahislerinde ödünler koparan ve bu ülkeyle halen nükleer silahların sınırlandırılması müzakerelerini sürdürmekte olan Rusya, kimi çekincelerle birlikte, yaptırımlar konusunda Batı’nın tutumuna yaklaşmakta olduğunun sinyallerini vermeye başladı. Ama unutmayalım, bir tekerrürle karşı karşıya değiliz. Batı ile İran arasındaki restleşme, bu kez kartların yeniden karıldığı ve güç dengelerinin değişmekte olduğu bir ortamda vuku buluyor. Nitekim, Brezilya, ikna turları sürdüren ABD dışişleri bakını Hillary Clinton’a net ve tok bir dille “hayır” dedi. Çin: Zor karar Ancak, değişen güç dengelerinden söz açılınca, ilk akla gelmesi gereken Brezilya değil. Ayrıca, Clinton’a “hayır” demekle, BM Güvenlik Konseyinde veto hakkını kullanmak veya kullanmamak ikilemiyle yüz yü-
40 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası ze olmak arasında önemli farklar var. Çin’den söz ediyoruz. Giovanni Arrighi, bir dünya sistemcisi olarak, uzunca bir süredir peşinde koştuğu sermaye birikimin yeni devresinin merkezi neresi olacak sorusunun cevabını, Yordam Kitap’tan çıkan Adam Smith Pekin’de adlı çalışmasında nihayet kesinleştiriyor. Arrighi’ye göre, bu yeni merkez, Çin veya odağında Çin’in bulunduğu uzak doğudur. İstikrarlı yükselişini sürdüren Çin, ABD’nin “teröre karşı savaş”ının da asıl ama nispeten saklı galibi olarak ortaya çıkmıştır. ABD, artık resmen Çin’in “barışçı yükseliş”inin meydan okumasıyla karşı karşıyadır. Arrrighi’nin bu çalışmasının son bölümleri ve kitaba en son düşülen notlar 2006 tarihini taşıyor. Öngördüğü ve gerçekleşen yeni büyük buhranı arkasına alıp yazsaydı, Arrighi her halde daha iddialı konuşacaktı. Dünya kapitalist sisteminin artık işlevsizleşen iktisadi ve siyasi mimarisi ile yenisinin şekillenişi arasındaki geçiş döneminin risklerini daha somut göstergelerle irdeleyecekti. Yeni merkezin Çin olduğuna artık yüzde yüz kani olan Arrighi, bundan sonraki olasılıklar konusunda o kadar kesin konuşamıyor. Gerçi bir kanaatini netçe ifade etmiyor değil: Dünya tarihinin bundan sonraki seyri çok büyük ölçüde, Çin’in tercihlerine, izleyeceği yola, iç düzeninde dümeni hangi yöne bükeceğine, “Pekin mutabakatı”nın insanlığın önüne sürdürülebilir bir kalkınma ve gelişme seçeneği koyup koyamayacağına bağlı. Ama bu bizi bir dizi bilinmeyeni ve gizi olan bir Çin muammasıyla baş başa bırakan türden bir netlik. Kendine özgü bir akliliği olan, gücünü elden geldiğince gizlemeyi, erken güç gösterilerinden ve hesaplaşmalarından kaçınmayı esas alan sabırlı bir strateji izleyen Çin, şimdi zor bir kararla yüz yüze: Bu stratejiye göre henüz vakitsiz gibi gözükse de küresel siyasete daha fazla ağırlık koymak veya koymamak. İran nedeniyle Batı ile restleşmek veya bu restleşmeyi ertelemek. Ekonomik ilişkilerini derinleştirdiği, enerji alanında önemli işbirliği fırsatlarını yakaladığı, ama öte yandan, niyetlerine ve eylemlerine tümüyle kefil olamayacağı İran’a kalkan olmak veya olmamak. ABD, Tayvan’a silah satışı ve Tibet sorununu kaşıma gibi kartları masaya koydu bile. İsrail: Sinirler gergin Ortadoğu’da hararetin yükselmesinin tek nedeni “nükleer kriz” değil. Yemen’de, Suudi Arabistan, İran ve ABD’nin çeşitli biçimlerde müdahil olduğu bir iç savaş hali oluşmaya başladı. ABD’nin çekilme tarihi yaklaştıkça, iç ve dış dinamiklerin Irak’ın geleceği ile ilgili çekişmesi kızışıyor. Daha da önemlisi, adeta belirli aralıklarla çalıştırmazsa paslanan bir savaş aygıtına yaslanan İsrail, son iki hüsrandan -Lübnan ve Gazze hüsranlarından- sonra daha çok sağa kaymaya, zaferle çıkacağı bir savaş fırsatını kollamaya ve hırçın biçimde eşinmeye devam ediyor. Ayrı bir Filistin devletinin zeminlerini baltaladıkça, hiç duymak istemediği bir çözümü, tek devletli çözümü
Çin İran’ın nükleer programına yönelik çekincelerini Başkan Yardımcısısı Muhammed Reza Rahimi’ye bildirdi
daha çok duymaya başlıyor. “İran tehdidi” yetmezmiş gibi, şimdi de Türkiye’nin yer yer kendisi ile itişerek bölgeye güç yansıtma hamleleri yapması ve Türkiye’deki iktidar dengelerinin istemediği yönde değişmesi, İsrail’in sinirlerini iyice geriyor. İki makale, iki algılama Belirli kayıtlarla okunmaları gerekli olsa da, Biri Newsweek’te öteki Washington Post’ta çıkan iki makale, bugünün Türkiye’sinde ve Ortadoğu’sunda yaşananları anlamlandırmada yardımcı olabilir. Bunlardan ilkinde, Türkiye’deki iktidar mücadelesinden “kağıttan kaplan” ordunun yenik çıktığı ilan ediliyor; İslamcıların zaferi selamlanıyor ama ardından bir kayıt düşülüyor: Bu durum, daha AB yanlısı, daha ABD yanlısı bir Türkiye anlamına gelmeyebilir. Türkiye’nin muhafazakâr başbakanı, İslamcı vizyonunu izlemede şimdi kendisini daha özgür hissedebilir… İkincisinde ise, bugün Ortadoğu’da ABD yanlısı ve İran yanlısı kamplar arasında bir rekabetin değil, bölgenin içinden çıkmış iki rakip vizyonun; Türkiye’nin temsil ettiği diplomasi ve ekonomik bütünleşme ile İran’da simgeleşen İsrail’e ve Batı’ya karşı direniş, bölgenin itibar açlığını giderme ve askeri işbirliği vizyonlarının çekişmesinin yaşanmakta olduğu ve ABD yönetiminin olup bitenlerin mahiyetini kavrayamadığı ileri sürülüyor. Bu ikincisinde söylenenleri şöyle tadil etmek gerekiyor galiba: Türkiye’nin vizyonu hem ABD onaylıdır hem de onu yürürlüğe koyanlar tarafından baştan küresel bir gücün desteğine yaslanma koşuluna bağlanmıştır. Ama Türkiye’nin emperyal yönelimlerine cevap verdiği için, bu ABD adına basit bir taşeronluk faaliyeti olarak da görülemez. Ayrıca, değişen güç dengelerine bağlı olarak gittikçe daha fazla özerk bir vizyon halini alabilir. İran’la Batı arasındaki restleşme devam eder de, Türkiye Çin’e benzer zor bir karar vermek durumunda kalırsa, bu vizyonun özerlik derecesi de test edilmiş olacaktır. Ekonomiden bakınca Siyaset ekonomiyi günü gününe ve körü körüne izlemez tabii ki. Ama son kertede ekonomi tarafından belirlenmekten de yakasını kurtaramaz. Türkiye’nin “yeni” dış politikası ve bunun bir eksen değişikliği anlamına gelip gelmediğine dair tahlillerde genellikle eksik
bırakılan bu boyuta, ekonominin icaplarına da bir göz atmak gerekiyor. Yukarıda anılan makalede belirtildiği gibi, Türkiye AB modeline öykünerek, bölgede bir iktisadi bütünleşme strateji uygulamaya, bunun mekanizmalarını oluşturmaya başladı. Suriye, Irak ve Irak Kürdistan bölgesi, Lübnan ve Ürdün bu stratejinin ilk hedefleri arasında. Küresel ekonomik buhranı mümkün olduğu kadar az hasarla atlatma, daralan pazarlara seçenekler bulma, sınır ticareti ve yerel para birimlerini kullanma gibi yollarla ihracattaki düşüşü durdurma ve Körfez sermayesini Türkiye’ye çekme arayışları bu stratejiyi bir kat daha elzem kılıyor. Türkiye’nin toplam iktisadi ilişkilerinde, sermaye hareketlerinde ve çevrimlerinde Batı, AB ve AB içinde de Almanya şu an için hala vazgeçilmez bir yere sahip. Ama giderek bir çeşitlenme, ülkeler ve bölgeler bazında belirli bir kayma ve sıra değişikliği de yaşanıyor. Örneğin, 2009 yılanda ihracat genel olarak düşerken, yalnızca Irak, Suriye, Mısır, Libya, Cezayir ve Lübnan’a yönelik ihracatta anlamlı artışlar oldu. Rusya ve Çin Türkiye’nin ithalatında, sırasıyla artık birinci ve üçüncü sıraya yerleşmiş durumdalar. En çok ihracat yapılan ilk on ülke arasında artık Irak, Rusya ve Birleşik Arap Emirlikleri de var. Müteahhitlik faaliyetleri ve doğrudan sermaye yatırımları büyük ölçüde Ortadoğu, Kuzey Afrika, Rusya ve Türki Cumhuriyetlerde yoğunlaşmış durumda. Yurtdışına işçi göçü de aynı yönlerde. Türkiye’nin ödemeler dengesi içinde önemli bir yer tutan turizm de benzer çeşitlenme ve kaymalardan nasibini alıyor. İran, Suriye, Irak ve Gürcistan gibi komşu ülkelerden Türkiye’ye gelen turist sayısında istikrarlı bir artış gözleniyor. Almanlardan sonra ikinci sıraya yerleşen Rus turist sayısı için de aynı şey geçerli. Kısacası, Türkiye’nin bölgeye güç yansıtmaya dayalı yeni ve emperyal dış politikası ve açılımları yalnızca AKP iktidarının ideolojik ve kültürel tercihlerinin değil, aynı zamanda ekonominin gereklerinin de bir ürünü. Bu doğrultuda son derece aktif, hatta hiper aktif bir pratik sergilemeye başlayan AKP iktidarının önünde şimdilik iki engel veya sorun var gibi: İran’la Batı arasındaki nükleer kriz ve çözüm bekleyen Kürt sorunu…
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 41
Kavramların evreninde
Kültür & Zihniyet
Sosyalizm ve ütopya Ütopyacı düşünce, toplumsal sorunların şu ya da bu yanını tamir etmeyi değil, bütün ilişkileri tersine çevirmeyi amaçlayan devrimci bir arayıştır Doğan Göçmen Ütopya olarak adlandırılan gelecek toplum tasarımları, zaman çizelgesinde toplumun üç boyutundan biriyle, gelecekle ilgilidir. Gelecek, geçmişin akıtıp biriktiği var olanın içinden doğar. Bu nedenle var olan, düğüm ve hareket noktasıdır. Ütopya tartışmaları, var olanda saklı olan gelecek boyutunun bilimsel olarak açıklanması ve “mevcut olanın geleceğe gebe” olduğunun gösterilmesi çabasına işaret eder. Bunun kuramsal ve pratik olmak üzere iki boyutu vardır ve Marksizm, düşünce ve siyasi mücadele tarihinde bu çabanın doruğunu temsil eder. Pratik olarak geleceğin var olanın kucağında nasıl şekil aldığını; eski üretim araçlarının yenilerinin üretilmesini nasıl hazırladığını ve zamanla spor ve zevk nesnesine nasıl dönüştüğünü gösterebilmek için üretim ilişkilerine ve çelişkilerine, siyasi kavgalara bakmak gerekir. Diğer bir deyişle, insanın insan tarafından nasıl köleleştirildiğini ve bunu takip eden özgürleşme mücadeleleri tarihini anlatmak anlamına gelir. Bu yazının amacı, ütopyanın bilimselleşmesinin kuramsal boyutunu sergilemektir.
Ütopyanın iki anlamı
Thomas More’un eski Yunancadan türettiği “Ütopya” kavramı iki anlamı vardır: “olmayan yer” (ou-topos) ve “iyi yer” (eu-topos). Ütopya kavramının anlamı açıklanırken, genellikle ilk anlamı kullanılır. Bu anlayışa göre ütopya, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayaldir. Bu anlayışın yaygın etkisinden dolayı More’un “Ütopya” adlı kitabı düşünce fışkıran bir kaynak olarak kullanılmak yerine rafları süsleyen aksesuar olarak
kalır. Oysa More’un kavramı, ikinci anlamında kullanmayı amaçladığı açıktır: daha iyi yer veya daha iyi bir toplum. More, kitabında bize mevcut koşulların radikal eleştirisi olarak bütünlüklü yeni bir toplum tasarımı sunmaktadır. O halde, ütopyacı düşünce, toplumsal sorunların şu ya da bu yanını tamir etmeyi değil, bütün ilişkileri tersine çevirmeyi amaçlayan devrimci bir arayıştır. Ütopya neden vazgeçilmezdir Ütopyacı düşüncenin kökleri çok eskidir ve varlığını en ideal toplumsal koşullarda dahi değişik biçimlerde sürdürecektir. Ütopyaya karşı olanlar dahi hep bir gelecek perspektifiyle çalışmak zorundadır. Örneğin Romantik akım, tarihsel olarak aşılmış olanı gelecek ideali olarak sunar. Bundan farklı olarak Pozitivist akım, mevcut olanı idealize ederek onu gelecek ideali olarak sergiler. Bunlardan ilki, gericidir; sonraki, muhafazakârdır. Siyasal literatüre “dystopya” kavramını kazandıran John Stuart Mill sonunculardandır. Görüldüğü gibi karşı-ütopyacı eğilimler de bir gelecek-toplum tasarımıyla iş görmek zorundadır. O halde, var olanın köklü eleştirisi olarak ütopyacı düşünce, toplumun tarihsel olarak koşullandığı ve bu tarihsel varoluş, her zaman bir gelecek perspektifi içerdiği için insanlık halinin vazgeçilmez gereksinimlerindendir. Ütopyacı düşüncenin reddedilmesi, daha iyi bir geleceğin mümkün olduğu konusunda şüpheciliğe götüreceği için dünyayı değiştirme çabasını anlamsızlaştıracaktır. Fakat ütopyacı düşüncenin verimli olabilmesi için bilimsel olması gerekir. Nasıl?
Ütopyanın üç biçimi
Bugün üç ütopya tipinden bahsetmek mümkündür. Bun-
Utopia’nın 1518 baskısı için tasarlanmış bir desen ı
lardan ilki, Platon’un sunduğu gerçeklikle hiçbir şekilde doğrudan ilişkilendirilmemiş bir ideal toplum tasarımıdır. Bu toplum tasarımını kimler, hangi güçler ve hangi araçlarla gerçekleştirecektir? Platon, bu soruları dikkate almamaktadır. Bu nedenle, onun toplum tasarısı betimlenirken, gökyüzünde uçarken karşılaşacağı hava direncini yok sayan güvercin örneği verilir. Kendisini sadece gelecek toplum idealini betimlemekle sınırlayan bütün büyük ütopyacılar bu bakımdan Platoncudur. Anadolu topraklarının yetiştirdiği en büyük ütopyacı Şeyh Bedreddin de Platoncudur ki bu, hem yapay doğulu-batılı ayrımının anlamsızlığını göstermektedir hem de ütopyacı düşüncenin evrenselliğine işaret etmektedir. İkinci ütopya tipi, More’unkidir. More, Platon gibi sadece
var olması gerekeni betimlemez. “Ütopya” adlı kitabı iki bölümden oluşur. Birinci bölümde var olanın eleştirel bir analizini yapar. İkinci bölümde var olması gerekeni ayrıntılı olarak betimler. Böylelikle More, var olanın var olması gerekene dönüşümünü bir süreç olarak kavrar. Bu, doğal olarak ütopyacı düşüncenin tarihselleşmesini beraberinde getirir. Zira More, “Ütopya”sını bütün zamanlar için tasarlamaz, “kapitalizm” olarak adlandırdığı somut bir toplum ve üretim biçiminin eleştirisi olarak sunar. Ayrıca Platon gibi ezilen sınıfların kontrol edilmesi amacıyla ütopyasının gerçekleşmesi için ait olduğu sınıfa seslenmez. More, Şeyh Bedreddin ve Thomas Münzer gibi ait olduğu sınıfa ihanet eder ve ütopyasının gerçekleşmesi için ezilen sınıfları örgütleyip hareke-
>>
42 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Kültür & Zihniyet
>>
te geçirmeye çalışır. Üçüncü ütopya tipine Owen, Fourrier ve Saint-Simon gibi ondokuzuncu yüzyıl ütopik sosyalistlerinde rastlarız. Bu ütopyacı düşünürlerin özelliği, olması gerekeni var olan içinde aramasıdır. Bundan böyle ütopyayı gökyüzünde değil gerçeklikte aramak gerekmektedir.
Ütopyanın bilimselleşmesi ve gerçekleşmesi Marksizmin kurulmasıyla ütopyacı düşünce bilimselleşir. Marx ve Engels’in karşıtı ve “dystopya” kavramını dilimize kazandıran J. S. Mill’e göre ütopya “çok iyi” (ideal) olduğu için gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Marx ve Engels ütopyacı düşünceden vazgeçmez. Tam tersine olar ütopyanın bilimselleştirilmesiyle ilgilenir. Marksist sosyalizm düşüncesini ütopik sosyalistlerinkiyle ilişkilendirirken Engels, ütopik sosyalistlerin düşüncelerinin tarihsel olarak meşruluğuna işaret eder. Aynı zamanda “bilimsel sosyalizm” düşüncesinin geliştirilmesiyle “ütopyacı sosyalizmin” ortadan kaldırılmasına değil, bilimselleştirilmesine vurgu yapar. Bunu konuya dair yayınladığı broşürün Almanca orijinal başlığında görmek mümkündür: “Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Gelişimi”. Bu ne anlama gelmektedir? Platon’un yaptığı gibi bir ideal toplum düşünüp bundan çıkarılan bir takım kıstaslarla gerçekliği eleştirmek yerine Marx ve Engels, eğer var olan, geleceğe gebeyse, var olanda geleceğin nasıl oluşup ortaya çıktığına bakmak gerekir, düşüncesinden hareket ederler. Bunu yaparken çelişki kavramını temel alırlar, çünkü ilerlemenin kaynağı çelişkidir. Ütopya ancak bu şekilde verimli hale getirilebilir. “Das Kapital”de üretim ilişkileri ile üretim araçları, diğer bir deyişle emek ve sermaye arasındaki çelişkinin eleştirel analizinin yapılmasının nedeni budur. Fakat eleştirel analiz tek başına yeterli değildir. Eleştirinin politik harekete dönüşebilmesi, pratiğin bir hedef doğrultusunda örgütlenebilmesi, pratiğin önünün aydınlatılabilmesi için bir idealin tanımlanması gerekir. Fakat Marx ve Engels’in tanımlamış olduğu ideal, Platonunki gibi salt bir düşünce ürünü değildir. Onların ideali pratiktir; emek ve sermaye çelişkisine içkindir. Nedir bu toplum ideali? “Komünist Manifesto”da sınıflı toplumlar tarihi sınıf mücadeleleri tarihi olarak anlatıldıktan ve bunun son biçimi olarak burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelesi betimlendikten sonra proletaryanın mücadelesinin gelecek perspektifi tanımlanır: her bir kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin önkoşulu olduğu bir toplumsal düzen kurmak. İşçi sınıfının hareketinin nihai hedefi ve sosyalizm mücadelesinin amacı budur. İnsanlık ütopyanın gerçeklik olmasına her zamankinden çok daha yakındır.
Newroz’unu söyle kim olduğunu söyleyeyim Gerçeği ararken lafın kendisine bakmak yetmez, illa ki o lafın kim tarafından, ne zaman, ve nerede durularak söylendiğine bakacaksın. İyi Newrozlar. Kawa’larınız bol olsun, ve mümkünse demircigillerden olsun
2009 İstanbul Newroz kutlamalarından bir görünüş
Cemil Gündoğan
Yıl 1977, yani üniversiteleri terk ederek, harıl harıl, Kürt olduğumuzu, bunun için gadre uğradığımızı, yer altı yer üstü zenginliklerimizin talan edildiğini, kendi kaderimize sahip çıkmamız gerektiğini... propaganda ettiğimiz o heyecanlı yılların ilklerinden. Aylardan bahar ve ben aynı işi yapmak üzere Kızıl Kilise’deyim; Dersim’in, ismi ilçedeki askeri komutanın karısının adına atfen değiştirilerek Nazımiye yapıldığı söylenen küçük kazasında. Nazımiye, Kürdistan’da bolca rastlayacağınız kışlaşehirlerden biridir. Zaten halk dilindeki adı da Kısle’dir ki sözlü geleneğe göre, ilçenin ilk ve en görkemli betonarme binası olan Kışla’dan (asker kışlası) gelir. Bir yamaçta kurulmuştur. Dört bir tarafında dağlar ve tepeler yükselir. İlçeye en yakın ve dolayısıyla en heybetli görünen dağ ise Hamik’tir ki, benzerleri gibi kutsal sayılır.
Hamik’te Newroz ateşi
Bir bahar akşamı kahvehanede otururken halkın büyük bir gürültüyle dışarı fırladığını ve sokak lambalarının altlarında toplaşarak Hamik dağındaki ateşe benzer şeylerin ne olduğunu tartıştıklarını gördüm. Her kafadan bir ses çıkıyordu: Kimisi Hamik’in gazaba gelip ateş püskürttüğünü söylüyordu, kimisi ateşlerin kıyamet habercisi olduğunu vazediyordu... Birazdan jandarma da sahnedeki yerini aldı. Bir isyandan şüphelenmiş olmalıydılar ki, elleri tetikte ilçenin küçük meydanında dörderli-beşerli volta atarak “Kıpraşanı yakarız!” havası basmaya başladılar. Bu kargaşa içinde nasıl olduysa o gün öğleden sonra bana bakıp hınzırca gülen iki “Apocu” arkadaş geldi aklıma. Durumu anlamıştım, günlerden 21 Marttı ve “Apocular” Hamik’te lastik yakmışlardı! Çevremdeki arkadaşlara, “Çekinilecek bir şey yok, Newroz ateşidir” dedim. “O da nedir?” diye sorduklarında da başladım anlatmaya: “Efsaneye göre çok eski tarihlerde Dehak diye zalim bir kral varmış. Tanrı, bu kralı cezalandırmak için iki omzundan birer yılan başı peydahlamış......”
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 43
Ertesi gün, çarşıda, sözünü ettiğim iki “Apocu”ya rastladım. “Dün ne yaptınız?” dememe kalmadan başladılar anlatmaya: “Kar çok fazlaydı, lastikleri dağın tepesine çıkaramadan yarı yolda yakmak zorunda kaldık!” Oysa ben başka bir şey söyleyecektim. Sabah erkenden ilçe merkezine yığılan köylülerin anlattıklarına göre, Hamik’teki ateşleri gören bazı köylüler “Ziyaretler gazaba geldi!” diyerek paniklemiş ve güneşin doğuşunu bile beklemeden kurban kesmişlerdi! Tevatür veya gerçek, ilçedeki “Kürtçü”lerin Newroz kutlaması, köylerde kan banyosuna sebep olmuştu... Yoksulların bu vesileyle biraz et yemiş olmalarına sevinmiştim, ama kafam da karışmıştı: Madem ki Newroz, Kürtlerin yaradılış efsanesiydi, nasıl oluyordu da geleneğin asıl taşıyıcıları olması gereken köylüler bunu bilmiyorlardı? Bu soruya o zaman ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum, ama o günden beri Newroz mitinin reifiye edilmesine, yani gerçekmişgibileştirilmesine karşı hep soğuk durdum. Med Kralı Keyakser’in Newroz’u Tarihin cilvesi diyelim, Newroz mitinin reifiye edilmesinde başı çekenler de “Apocular” oldular. Newroz’un, aslında, Kürtlerin ataları olduğu söylenen Medlerin köleciliği ve zalimliğiyle ünlü Asur İmparatorluğu’nu yıkışını sembolize ettiğini ileri sürdüler. Böylece, efsanede, halk isyanının önderi olarak resmedilen demirci Kawa (Kawayê Hesinker), Med kralı Keyakser’e (Cyaxares), Dehak’ın sarayı da Ninova sarayına dönüşmüş oldu! “Apocular” bununla da kalmadılar, Kürtlerin “düşürülmüş halk” haline getirilmesini “teorik” olarak izah etmeye çalışırken de aynı Med bağlantısını kullandılar. Buna göre, Kürt aşiretleri, Medler zamanında büyük bir gelişme gösterip “halklaşmışlardı”. Zaten Zerdüştlük de bu dönüşüm sürecinin ideolojik harcıydı. Fakat İslâmî istilayla birlikte bu doğal gelişme kesintiye uğramıştı. Kürt egemen sınıfları etnik değerleri ayakaltına alarak İslâmî iktidarlarla bütünleşmişlerdi. Dil olarak Kürtçenin, toplum olarak Kürtlerin bağımsız gelişmesi bu şekilde kesintiye uğramıştı. Kürtlerin bugünkü “düşürülmüş”lüklerinin altında işte böyle bir tarihsel geçmiş yatmaktaydı. Bu görüşe karşı çıkan grup ve kişiler ise Newroz anlatısının sadece bir efsane olduğunu, dolayısıyla gerçek tarihsel olaylarla ve kişilerle bu şekilde ilişkilendirilmesinin doğru olmayacağını iddia ediyorlardı. Ninova’nın Newroz’u Bugüne geldiğimizde, “Apocular”ın hiç olmazsa bir kısmı, Newroz öyküsünün bir mit olduğunu anlamış bulunuyor. Onlara göre Newroz, bugün “önderlik”tir, Nokta; hem de büyük N ile. Buna karşılık dün Apocuların bu görüşlerine karşı çıkanların bir kısmı, bugün yüzlerini Ninova bağlantısına çevirmiş bulunuyorlar. Kürtlere ait web sayfalarına girerseniz Ninova edebiyatına dahil yazılar bulmakta sıkıntı çekmezsiniz. İlginç değil mi, bir ve aynı efsaneye, bir ve aynı ömür dilimi içinde, bir ve aynı kişiler tara-
fından bu kadar çok sayıda yorum getirilmiş olması, yorumların sahiplerinin zaman içinde yer değiştirmeleri? Gelin farazi bir şey yapalım ve Newroz’un şu son bir ömürlük macerasında uğradığı değişikliklere bakarak, bu mitin ortaya çıktığı günden bugüne kadar ne tür değişiklikler geçirmiş olabileceğini hayal etmeye çalışalım. Zordur, ama deneyelim. Efsanenin olay örgüsü, kahramanları, yan öyküleri, sembolleri, efsanede kullanılan her bir kilit sözcüğün yan anlamları, rezonansları, göndermeleri... bütün bun lar, bu uzun zaman içinde ne tür değişikliklerden geçmişlerdir acaba? Bugün her birinden koca koca teoriler inşa edilmek istenen o küçücük ve bazen de çelişik parçacıkların, sembollerin, figürlerin, işaretlerin, kırıntıların vb. hiç olmazsa bir kısmı, yani özcü bir Kürt milliyetçisini, tutarlı bir yoruma ulaştırarak Kürt ulusunun öncesizliğinin kanıtına dönüştürmek için saçını-başını yolduğu o tahrik edici malzemenin bir kısmı, bu durmak bilmeyen değişimlerin kalıntılarından başka ne olabilir acaba? Demirci Kawa’nın Newroz’u Delal Aydın’ın, Newroz mitinin Kürtler’deki tarihsel evrimini konu edinen master tezi, bu konuya ilginç bir giriş oluşturuyor. Öykünün kayıtlı olduğu Firdevsi’nin Şehname adlı eserinden bugüne Newroz anlatısının zamanla nasıl değişimler geçirdiğini, öyküye zamanla nelerin eklendiğini, nelerin çıkarıldığını, nelerin atlandığını, nelerin vurgulandığını okumak gayet ilginç. Türk devletinin bu öyküyle ilişkisinin gelişim seyri de öyle. Bütün bu serüveni izlemek, Newroz mitinin, düne aitmiş gibi görünse de aslında her zaman güncele ait bir öykü olduğunu gayet güzel ortaya koyuyor. Kim ne yapmak istiyorsa ve yapacağı şeyi nasıl yapmak istiyorsa ona uygun bir de yaradılış öyküsü kurguluyor. İşin özeti herhalde bu. Bizim, yani Marksizm söylemi içinde büyümüş 1970’li kuşağın kurgusunda vurgu, saraya karşı halk isyanına ve isyanın liderinin demirci karakterineydi örneğin. Çünkü insanların omuzlarında yılan başı çıkacağına inanmasak da emekçilerin bir isyanla kurtuluşa ulaşacağına gönülden inanıyorduk. Öyküde, askerler, beynini yılanlara yedirmek üzere son çocuğunu da almaya geldiklerinde demirci ustası Kawa isyan eder ve iş önlüğünden yaptığı bayrağın arkasına toplanan halkla birlikte sarayı Dehak’ın başına yıkar. Biz işte bu Kawa’nın torunlarıydık! Biz bu Kawa’nın piyeslerini yazdık, bu Kawa’nın piyeslerini oynadık, Bulgar bir desinatörün çizdiği balyozunu havaya kaldırmış bir demirciyi resmeden figürü aşırıp bu Kawa’ya amblem yaptık (desenin sahibi “sosyal-faşist”miş, ne gam!), 21 Martlarda bu Kawa için eylem yaptık, bu Kawa için vurulduk, bu Kawa için yaralandık ve bu Kawa için hapse düştük... Sonra devran değişti. Demeye kalmadan toplumsal aktörler de. Newroz’un anlamı da bu değişimleri takip etti. Böylece, demirci ustamız Kawa bir gecede Mazlum Doğan oluverdi. Bir ara Zekiye Alkan’da simgelendi. Şimdi-
lerde değişik yönlere doğru savrulup gidiyor. Bir ucu “Önderlik”e, diğeri Ninova’yı yerle bir eden Keyaksar’a doğru. Böyle devam ederse, sonunda, her biri gerçeğin sadece bir veçhesini resmetmekten sorumlu çoklu Newroz’lar ve çoklu Kawalar oluşacak. Ve bu da muhtemelen Newroz mitinin post-modern versiyonunu oluşturacak. Eğer olursa, o zaman şu sözü biraz daha kolay söyleyebileceğiz: bana Newroz efsaneni söyle, senin hangi çeşit Kürt olduğunu söyleyeyim. Buna bir de son söz ekleyelim isterseniz, olası Newroz kavgaları öncesinde kafamız karışmaya başlamadan: Gerçeği ararken lafın kendisine bakmak yetmez, illa ki o lafın kim tarafından, ne zaman, ve nerede durularak söylendiğine bakacaksın. İyi Newrozlar. Kawa’larınız bol olsun, ve mümkünse demircigillerden olsun.
Özgür Üniversite 2010 Bahar Programı Özgür Üniversite, İstanbul Şubesi 2010 Bahar Programı 20 Mart cumartesi Fikret Başkaya’nın “Kalkınma diye bir şey var mı?” başlıklı konuşması ile başlayacak. Haziran’a kadar sürecek Bahar Programı’nda Filistin sorunundan Spinoza felsefesine, ekolojik kriz’den psikanalize, mitolojiden, kapitalizmin süre giden krizine kadar onlarca konuda sunumlar gerçekleştirilecek. 22 Mart’tan başlayarak on üç hafta boyunca sürecek olan “Kriz ve Devrimci Seçenek” başlığını taşıyan program her Pazartesi 19:30’da. Programda aşağıdaki konular le alınacak. * Sermaye Çağının Sınırları: Küresel Krizi Anlamlandırmak; Kriz, Buhran, Bunalım
Kenan KALYON * Kriz Ve Hegemonya: Dünya Kapitalizminde Egemenlik Mücadeleleri
Haluk YURTSEVER * Sermayenin Kente Saldırısı: Kentsel Dönüşüm ve Sınıf Mücadelesi
Ali Doğan - Besime ŞEN * Krizin Aynasında Ekolojik Kriz
Mehmet HORUŞ * Kapitalizm Ve Kriz 1929-2009
Ahmet TONAK * Kriz ve Gericilik-I:Ulusalcılık, Irkçılık, Neo-Faşizm
Yurdaer ERKOCA * Kriz ve Gericilik-II:Dinsel Temelcilik (İslam, Hristiyanlık, Vd)
Hakan GÜNEŞ * Kriz Karşısında Geleneksel Emek Örgütleri
Kenan KALYON * Sermaye Devletinin Krizi
Mustafa Bayram MISIR * Kriz ve Toplumsal Mücadele Deneyimleri
Nazır KAPUSUZ * Kriz ve Yoksulluğun Kadınlaşması
Yeşim DİNÇER * Yeni Bir Enternasyonal İçin
Ertuğrul KÜRKÇÜ Özgür Üniversite: Kumbaracı Yokuşu No: 5, Tünel- Beyoğlu Tel: (0 212) 243 54 81 - (0 212) 249 12 92 www.ozguruniversite.org
44 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Kültür & Zihniyet
Eylem kadınları, kadınlar da eylemi dönüştürdü Handan Çağlayan’ın Analar, Yoldaşlar ve Tanrıçalar’da saptadığı gibi 1980 sonrası Kürt hareketinin ayırt edici özelliklerinden birisi, kadınları kitlesel bir şekilde harekete geçirmeyi başarması Nilay Aytan Analar, Yoldaşlar ve Tanrıçalar başlıklı kitabında Handan Çağlayan, kadınların 1980 sonrasında Kürt hareketine katılmaları ve Kürt kadın kimliğinin oluşumunu inceliyor. Kitapta Kürt kadınlarının nasıl ve neden politik aktörler haline geldikleri ve kamusal alandaki politik ve toplumsal hareketliliklerinin kendileri ile birlikte içinde yer aldıkları yapıları nasıl dönüştürdüğü sorgulanıyor. Çağlayan Kürt kadınlarının, ne pasif unsurlar ne de özgürleşen kadınlar olarak değerlendirilmesinin gerçeği yansıttığını düşünüyor. Sıradan kadınların politik unsurlar haline gelmelerinde, eylemin dönüştürücü rolüne vurgu yapıyor. Özgür, savaşçı, lider kadın 1980 sonrasına odaklanan kitapta, "erken dönem milliyetçi ideolojide kadınların yeri"ne de bir bölüm ayrılmış. 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyıl başlarındaki erken dönem Kürt hareketinin kimlik kurgusunun merkezinde, ‘‘Kürt kadınlarının komşu halklardaki hemcinslerinden daha özgür oldukları’’ söyleminin yer aldığı saptanıyor. Çağlayan’ın Kürt aydınlarınca yazılmış çeşitli metinlerden yaptığı
Kandil’de bir grup Küt kadın savaşçı, önde komutanları Dilşat
alıntılarda kadınlar, güçlü fizik ve karakter özellikleri ile ‘‘ideal Kürt kadınları’’; eşlerini, erkek çocuklarını veya erkek kardeşlerini ‘‘ulusal dava’’ya sevkeden ‘‘yurtsever kadın’’lar ya da ‘‘ulusun namusu’’nun sembolü olan bakireler ve gelinler olarak tasvir edilmektedir. Kürt aydınları, ‘‘özgür, savaşçı, lider Kürt kadını’’ imgesini uygar bir millet olmalarının sembolü olarak kullanmışlardır. Davanın asıl sorumluları ve sahipleri ise erkeklerdir. 1980 sonrası Kürt hareketi ve kadınlar Çağlayan 1980 sonrası Kürt hareketinin ayırt edici özelliklerinden birisinin, kadınları kitlesel bir şekilde harekete geçirmeyi başarması olduğunu söylüyor. Kürt kadınlarının siyasete katılımının temeli, 1980 sonrası Kürt hareketinde en etkili örgüt olan PKK’nin programı ile tarihsel olarak ilişkilendiriliyor. PKK, 1978 tarihli kuruluş programında saptanan ‘‘milli demokratik devrim’’ hedefini gerçekleştirmek için benimsediği ‘‘uzun süreli halk savaşı’’ stratejisi ile politik hedefine halkı seferber ederek ulaşma yolunu seçmişti. Halk yarısını kadınların oluşturduğu bir kategoriydi. Kadınlar böylece
sadece semboller olarak değil, unsurlar olarak da siyasetin öznesi olan erkeklerin ilgi odağı haline geliyordu. Bununla birlikte bu dönemdeki söylemlerde kadın hâlâ üzerine konuşulandır, söylemin öznesi değil nesnesi konumundadır. Yazara göre 1990’larda Kürt hareketi, ulusal ve uluslararası gelişmelerin etkisiyle ideolojik ve stratejik değişiklikler geçirdi. Ayrılıkçı politik taleplerden vazgeçilmiş, kültürel hakların tanınması, yurttaşlık haklarının yeniden düzenlenmesi gibi talepler öne çıkarılmıştı. Hareket toplumun en geniş kesimlerini mobilize etmeye odaklanmıştı.Bu değişim hareketin kadına ve genel olarak toplumsal cinsiyete dair söylemini de dönüştürmüştü; kadınlar kurtarılması gereken kurbanlar olarak değil kurtarıcı bir misyonla tanımlanıyorlardı. 90’lı yıllarda kadınlar hareketin cinsiyet kompozisyonunu etkileyecek düzeyde yüksek bir katılım göstermişlerdir. Bu durum kadınların özgüvenini arttırmış ve onlara, hem kendi kimliklerini hem de hareketin ideolojik söylemini etkileyecek yeni deneyim imkânları sağlamıştır. Hareketin ideolojik söylemlerin-
de, özellikle namus kavramı yeniden anlamlandırılmış, kadın bedeni namusun kazanılıp korunacağı alan olmaktan çıkarılmıştır. Kadın, Tanrıça imgesiyle cinsiyetsizleştirilmiştir. Bu durum kadınların harekete katılmak üzere evden çıkmalarına olanak sağlamış ancak kadınları ikincil kılan ve onları denetleyen ataerkil kontrol ortadan kalkmamıştır. Kamusal alana kabul edilmiş olsalar da bu durum ayrımcılıkla karşılaşmalarını engellemeye yetmemiştir. Geleneksel ailenin kadınlar üzerindeki denetimi kısmen çözülürken bunun yerini ‘‘davaya bağlılık’’ dolayımıyla parti/örgüt denetimi almıştır. Nesneden özneye Çağlayan’a göre, siyasi partiler erkek egemen kurumlardır ve bu nedenle politik özne olarak Kürt kadın kimliğinin oluşumunu ve bunun ardındaki mücadeleleri izlemek için elverişli alanlardır. 1990’larda yaşanan politik gelişmelerin ürünü olarak kurulan yasal partilerde ilk yıllarda ön plana çıkan kadın kimliği, ‘‘ana’’ kimliğidir. Kadınların parti çalışmalarına katılmaları daha çok tutuklanan, dağa giden, kaybedilen ya da yaşamını yitiren çocukları, eşleri, kardeşleri dolayımıyla olmaktadır. Bunlar doğrudan mağdur kadınlardır. 1990’ların sonlarında çalışmalara katılım gösteren kadınlar çeşitlenerek artmaya başlar. 2000’lerde partilerde çalışma yürütenlerin çoğu genç, bekâr, eğitimli kadınlardır. Partilerdeki bu kadın profili değişimi başlarda bazı gerginliklerin yaşanmasına neden olur. Kadınların uzun süren mücadeleleri sonucu, ‘‘kadın sorunu’’na ilişkin başlangıçtaki duyarsızlık, 90’ların sonlarına doğru kadın özgürlüğünü parti programının merkezine koyacak kadar değişim gösterir. Yasal partilerde Kürt kadınlarının konumunun incelendiği bölümde, Çağlayan hem anketlere hem de mülakatlara dayanarak kadınların bu süreçte nesne ile özne olma arasında gidiş gelişlerini ve hareketi biçimlendirişlerini ortaya koyuyor. Handan Çağlayan’ın 2007’de İletişim Yayınları'ndan çıkan kitabı, Analar, Yoldaşlar ve Tanrıçalar özellikle kadının kurtuluşu mücadelesi içinde yer alanların okuması gereken oldukça kapsamlı bir çalışma.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 45
Kültür & Zihniyet
‘Bal’a giden ‘Yol’ Türkiye sineması, 2010 Berlin Film Şenliği’nde aldığı Altın Ayı’yla uluslararası alandaki varlığını bir kez daha taçlandırmış oldu ama bu yolun taşları kolay döşenmedi
Bal’ın başarısına küçük baş oyuncusunun yanısıra Karadeniz’in doğası da katkıda bulundu
Necati Sönmez Berlinale’de “Bal”ın Altın Ayı’yı kazanması karşısında devlet katından kutlama mesajları yağmasına, bu başarıdan milli bir gurur payı çıkarılmasına bakmayın... Türkiye’nin dünyadaki büyük film festivalleri ile ilişkisi, hayli gerilimli bir geçmişe sahip aslında. Festivallerle yıldızı barışana kadar, devletimiz az çektirmedi bugünkü başarının yolunu açan sinemacılara. Düşünün ki, Misak-ı Milli sınırlarını aşıp da uluslararası arenada varlık gösteren ilk filmimiz “Susuz Yaz” (1964), bu başarıyı saçma sapan bir sansür engeline rağmen elde etmişti. Necati Cumalı’nın kişisel gözlemlerinden yola çıkarak yazdığı toplumsal bir öykü üzerine Metin Erksan tarafından çekilen filmin, “Türkiye’yi kötü gösterdiği” gerekçesiyle yurtdışına çıkışı yasaklanmış, buna rağmen “Susuz Yaz”ın kopyası kaçak yoldan Berlin’e ulaşarak festivalde yarışmış ve bilindiği gibi Altın Ayı ödülünü kazanmıştı. Film ekibinin memlekette kahramanlar gibi karşılandığı, hatta Kültür Bakanlığı’nın bir kutlama kokteyli bile tertiplediği söylenir. Devletimiz dün ‘kaka’ saydığı filmi, ertesi gün ödül alınca bağrına basmakta beis görmemiştir kısacası. Gelgelelim, Yaklaşık 20 yıl sonra aynı festivalde “Pehlivan” (1985) filmiyle En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanan Tarık Akan o kadar şanslı olamamış, pasaport verilmediği için ödülünü almaya gidememişti. Yılmaz Güney’in başına gelenlerse hepimizin malumu. Cannes’a katıldığında kendisi sürgün, filmi de ‘kaçak’ konumundaydı. Türkiye Cumhuriyeti’nin gazabından korkulduğu için, gizli bir yerde sıkı koruma altında tutulan tek festival konuğuydu, Güney. “Yol” (1982) ile kazandığı Altın Palmiye ödülünü Costa Gavras’la birlikte havaya kaldırırken, Türkiye’deki cunta yönetimi onun bütün filmlerinin kopyalarını imha etmek üzere
toplatmakla meşguldü. Türkiye, festivalden sonra Fransa’ya resmen başvurarak Yılmaz Güney’in teslimini istemeyi ihmal etmedi. İsteği geri çevrilince, Cannes’ın ardından yönetmenin resmi davetli olarak gittiği Yunanistan’a başvurdu, ardından nota çekti. Güney’i yeniden içeri tıkmak ve yazdığı yazılardan ötürü toplam 100 yılı bulan hapis istemiyle yargılamak için sıkı çalışıyor, amansız bir takip yürütüyordu anlayacağınız. Yeri gelmişken, bu gayretkeşlikte devletin yalnız olmadığını hatırlatmakta fayda var. Saldırgan haberleri ve köşe yazarları ile medya da boş durmuyordu. Ahmet Kahraman, “Yılmaz Güney Efsanesi” adlı kitabında buna bir kaç çarpıcı örnek veriyor: Mehmet Barlas, “Acaba Güney, olağanüstü koşullar dışında da ‘Yol’ yapıtı ile ödül kazanabilir miydi?” diye sorarak yönetmenin bu ödülü neredeyse cuntaya borçlu olduğunu ima ediyor, örneğin. Bugünün ‘özgürlükçü’ yazarı Nazlı Ilıcak, Güney’i “dışarıda Türk düşmanlarıyla işbirliği yapmakla” suçluyor, onu teslim etmediği için Fransız hükümetine verip veriştiriyor, vs. Demek ki neymiş: Türkiye sinemasının uluslararası alanda yarattığı ilk büyük yankılar, devletçe önüne konan yasakları çiğneme cesareti göstermesi, bir anlamda sivil itaatsizliği sayesinde olmuştur. Bugün geldiği aşamayı da, elbette bu ilk yankılara borçluyuz... Sinemacılar yasaklara boyun eğseydi, bu yıla kadar ne bir Altın Ayı’mız, ne bir Altın Palmiye’miz, ne de “Yol”un ve Yılmaz Güney’in şahsında Türkiye sinemasının dünyada bu kadar saygınlığı olurdu. Maneviyat sineması mı? Gelelim son Altın Ayı’ya... Semih Kaplanoğlu’nun “Bal”la elde ettiği başarı, ilk filmlerini 90’lı yılların sonunda çeken yönetmenler kuşağının kat ettiği muazzam yolda yeni bir kilometre taşı olarak anılacak. Öyle bir kuşak ki, son on yılda yarattıkları etki, ulusal sinemanın
80 yıla yayılan etkisinden daha fazla. Tüm zamanların en iyi 10 yerli filmi gibi anketler yapıldığında, listedeki filmlerden en az 5-6 tanesinin bu kuşaktan -ya da arkasından gelen gençlerden- çıkması boşuna değil. Sansür ve yasaklarla değil, ama yapım olanaksızlıkları ile pişen, zor şartlarda kendi yağıyla kavrulmayı başaran bir kuşak bu... (Neyse ki devlet, vatandaşlarının yaptığı filmlerden korkmuyor artık. Galiba filmler de korkutucu olmaktan çıkıyor gitgide!) Dolayısıyla, Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da “Uzak”la aldığı Büyük Ödül ve “Üç Maymun”la kazandığı En İyi Yönetmen ödüllerine Altın Ayı’nın da eklenmesi, bu kuşağın başarısının da taçlandırılması anlamına geliyor. “Bal” bir çocuğun büyüme sancılarını, güçlü bir bağla bağlandığı babasıyla ve içinde büyüdüğü doğayla ilişkisi üzerinden anlatıyor. Bu sancılara da bakir bir ormanın hem ürküten hem de güven veren sessizliği eşlik ediyor. Her şeyden önce, Semih Kaplanoğlu’nun set kurmak için eşsiz mekânlar bulma konusundaki becerisinin bir başka örneği, “Bal”. Gerçekten de filmin gizli karakteri gibi duran Hemşin’in doğasından daha iyi bir yer bulunamazdı böyle bir hikâye için. Bir çocuğun iç dünyasındaki çalkantıların usulca sahile vurduğu böylesi bir anlatıma ruhunu veren esas unsur mekân, diyebilirim; “ruh” sözcüğünü kullanmaktan çekinmesem... Doğrusu çekiniyorum, çünkü yönetmenin söyleşilerinde her fırsatta lafı çevirip ‘maneviyat’a getirmesi, modernizmin krizinden girip fıtrattan çıkması, filmleri için bir reçeteye dönüşecek ve onların önüne geçecek diye endişe ediyorum. İrrasyonalizmi böylesine yücelten bir bakış, neyse ki Kaplanoğlu’nun filmlerine egemen bir bakış değil. Elbette dünyayı algılama biçiminize bağlı olarak örneğin, yönetmenin bir söyleşide yaptığı gibi, “ev”i sinematografik düzlemde “kâbe”yle eşleştirebilir, herhangi bir filmi oradan da okuyabilirsiniz. Nitekim “Bal”ı bu minvalde deşifre edip ‘rüya sineması’ adıyla teorileştirilmeye çalışılan anlayışın içine kısa yoldan dahil etmeye çalışanlar çıkacaktır. Öykünün kutsal metinlere göndermede bulunması, rüyalardan söz edilmesi veya bir yerde Miraç Kandili’nin anılması bir filmi ‘ruhani’ kılmaya yeterli midir bilmiyorum, ama herkes meşrebine göre filmden istediği anlamı bulup çıkarmakta özgür... Yeter ki, baba-oğul ilişkisine şiirsel bir cepheden yaklaşan bir öyküyü, ilahiyat alanına girmeden okuma hakkı seyirciden esirgenmesin! Yoksa bir zamanlar Tarkovski’ye giydirilmeye çalışılan maneviyat kılıfı gibi, bu giysi de “Bal”a dar gelecektir. Berlin dışında “Bal”ı henüz kimse izlemedi. O nedenle filmin içeriğini bir kenara bırakıp şu kadarına değinmekle yetineceğim: Sadelik (yönetmenin değişiyle ‘eksiltme’) aşırıya kaçtığında bazen biçimsel bir zorlamaya dönüşebiliyor ve Berlin’de kimi eleştirmenlerin dile getirdiği gibi, insanı mannerist bir noktaya savurabiliyor. “Süt” ve “Yumurta”ya göre daha az zorlayıcı olmakla birlikte, seyircisinden epeyce sabır talep eden “Bal”ın tek sorunu bana göre bu: Abartılı doğallığın gelip de yapaylık sınırına dayanması.
46 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Kültür & Zihniyet
İnsanın hayatını değiştirecek bir film: ‘Ben Kübayım’ “Soy Cuba” hayatının bir yerinde devrime inanmış, kıyısından köşesinden de olsa başka bir dünyanın mümkün olduğunu hayal etmiş herkesin bir yerlerden bulup seyretmesi gereken bir devrim klasiği Janet Barış Kristof Kolomb bugünkü Küba topraklarına ilk ayak bastığında “gözün görebileceği en güzel toprak parçası” demiş. Küba’nın eşsiz doğasını gidip gören şanslı insanlardan değilim ama Mikhail Kalatozov’un yönettiği “Soy Cuba” (Ben Kübayım) sadece Küba sokaklarında dolaşmakla kalmıyor devrime giden yolda nasıl bir süreç yaşandığını dört ana epizod üzerinden anlatıyor:
Fahişe Maria
Film açılırken köylüleri görüyoruz, görüntülerle birlikte sözcükler de akıyor. “Ben Küba. Benim şekerimi gemilere yükleyip uzaklara taşıdılar, ama gözyaşlarımı geride bıraktılar” diyor o ses. Bir yanda yoksul Küba manzaraları diğer yanda gece kulüpleri ve eğlenmeye gelen Amerikalılar var. İlk bölümde fahişelik yapmak zorunda olan Maria’nın hikâyesiyle karşılaşıyoruz. Kulüplere gelen Amerikalıların hal ve tavırları yeterince sinir bozucu ama bir Amerikalının gece Maria’nın evine gelmesi daha da tahammülsüz bırakıyor insanı. “Sizin yaşadığınız yerleri merak ediyorum” diyor Amerikalı. Gün ışıdığında evden ayrılırken asıl merak ettiği manzarayla yüzleşmek zorunda kalıyor. Yoksul çocuklar tek bir kuruş için peşinde dolanıyor, yarı yıkık evlerin yanında çıplak yoksullukla yüzleşince korkuyor, kaçmaya çalışıyor, onun için yoksulluk öyle korkutucu ki gözleri fal taşı gibi açılıveriyor birden kendini nereye atsa bilemiyor. Zaman zaman ortaya çıkan dış ses Brechtvari bir
Soy Cuba’nın çiftçilerin ayaklanmasına yansıtan bölümlerinden bir kare
tavırla seyirciye sesleniyor. Amerikalı adam giderken arkasından “sizin için biz kumarhane, eğlence ve gece kulüpleriyiz. Şimdi yoksulluğumuzdan korkuyor musun?” diyerek ondan hesap soruyor.
Şeker kamışı çiftçileri
Sonrasında Yaşlı Pedro’nun şeker kamışı tarlası var. Tarlasıyla konuşuyor Pedro “büyüyün” diyor tohumlara “kendim için değil evlatlarım için. Önceleri en korkunç şeyin ölüm olacağını düşünüyordum ama hayatın kendisi daha da korkunç” diye söyleniyor. Gün gelip şeker kamışları serpilince çocuklarıyla mutlu mesut topluyorlar. Oysa ki, toprak ağası çoktan bir Amerikan şirketine satmış araziyi. Pedro hem evsiz hem tarlasız kalacak. Çocuklarını
uzaklaştırdıktan sonra yetiştirdiği, serpilmesi için yakardığı şeker kamışlarını kendi elleriyle ateşe veriyor.
Öğrenciler
Üçüncü bölüm Enrique’nin öyküsü ve öğrencilerin mücadelesi. Batista, Fidel Castro’nun öldüğü haberini yayıyor, devrimci öğrenciler ise onun yaşadığını insanlara duyurmak istiyorlar. Bu arada Batista acımasızca devrimcileri tutuklayıp öldürüyor. Bir polis baskınının ardından olaylar daha da alevlenince öğrenciler sokaklara dökülüyor, Enrique bir polis kurşunuyla devrimci mücadelesine nokta koymak zorunda kalıyor. Son bölüm, dağdaki devrimcilere ilişkin. Bir köylü dağda aç kal-
mış bir devrimciyi doyuruyken tüfeğini görünce kızıyor. “Barış içinde yaşamak istiyorum” diyor. Bunun üzerine devrimci genç köylüler barış içinde yaşasın diye tüfek tuttuğunu anlatıyor. “Köyünde okul olsun, çocuğun ayağına pabuç giysin istemez misin?” diye soruyor. Yaşlı Pedro’nun kendi elleriyle şeker kamışı tarlasını yaktığı sahne kanımca sinema tarihinin en güzel, en etkileyici sahnelerinden biri. Yine öğrenci Enrique’nin cenazesi de öyle. Devrim yolunda ölen Enrique’nin cenazesi halk arasında dolanırken, kamera atölyede çalışmak zorunda olan işçilere döner. Onlar devrim bayrağını elden ele taşıyıp asararak(?) cenazenin acısına ve devrime ortak olurlar. Kamera açıları o kadar etkileyici ki yüz otuz beş dakikalık film insanın gözünün önünden akıp gidiyor. Sabırla devrimi bekliyoruz seyrederken, tüm bunların ardından gelecek olan devrimi. Dört ayrı hikaye var ama kahraman yok. Birkaç kez Fidel Castro’nun adını duyuyoruz o kadar. Soy Cuba mücadelenin, devrimin, emekçinin, çiftçinin, köylünün ve öğrencinin filmi. Halkla buluşma süreci de ilginç bir şekilde gelişiyor. 1964’te çekilen ve Sovyet-Küba ortak yapımı olan film, ne Küba’da ne de Sovyetler’de ilgi görünce tarihin tozlu raflarına gömülüyor. Yıllar sonra Martin Scorsese bir festivalde Mikhail Kalatozov’un retrospektifini izlerken Soy Cuba’ya rastlayıp hayran kalıyor ve hatta “sinemaya başladığım dönemde bu filmi izlemiş olsaydım, şu an bambaşka filmler yapardım” diyecek kadar sahipleniyor filmi. Ardından kopyayı temizletip DVD’sini basarak dünya üzerinde tekrar dolaşıma çıkmasını sağlıyor. Bugün Soy Cuba’yı izleyebiliyorsak bunun Amerikalı bir yönetmenin uğraşları sayesinde olması ne kadar ironik.. Soy Cuba insanın hayatını değiştirebilecek türden bir film. Seyrettikten sonra artık hayatını ikiye ayırabilir diye düşünüyor insan; Soy Cuba'yı görmeden önce ve Soy Cuba'yı gördükten sonra... Bu film hayatının bir yerinde devrime inanmış, kıyısından köşesinden de olsa başka bir dünyanın mümkün olduğunu hayal etmiş herkesin bir yerlerden bulup seyretmesi gereken bir devrim klasiği.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 47
Kültür & Zihniyet
İstiklal Caddesi ve yaşamdan bir iki kare... Yaşamda ağır olan ne varsa, reklamlarda, sinemada hafifliyor; kapitalizm kendi neden olduğu trajedileri de rahat bırakmıyor; gerçek hayatta en altlara ittiği, görmezlikten geldiği yaşamları sanal dünyada estetize ediyor Aysel Sağır Toplumsalla görsel arasındaki ilişki, diğer bir anlamda, toplumsal değişimle görünür olan arasındaki ilişki, tam da söz konusu değişimi toplumsal işaretlerden yakalayan sanatçı bir zihni yıkıp geçmiş gibi gözüküyor. Walter Benjamin, ondokuzuncu yüzyılın Paris’ini Pasajlar’da anlatırken, artık yükselmeye geçmiş kapitalizmin kentlerde biçimlendirdiği toplumsal alanlara işaret ediyordu. Kuşkusuz kapitalizmin ayarlarıyla oynamaya başladığı insanları da işin içine katıyor, söz konusu sistemin travmatik vuruşlarla şekillendirdiği insanı açığa çıkarmaya çalışıyordu. Aslında Benjamin’in tarif ettiği ondokuzuncu yüzyıl, yirminci yüzyılın bir ön taslağı gibiydi. Zira yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde, kapitalizmin sosyal hayattaki egemenlik alanları bir çığ gibi büyüdü. Pasajlar kaybolmuş, yerlerini alışveriş merkezlerine bırakmıştı. Biçimlenmiş sosyal alanlara karşılık gelen popüler kültür de aynı egemenliğin bir uzantısı olarak doğal yerini aldı. Toplumsal değişim süreçlerinin sanatsal ifadelerinin denetlenmiş sanat tarihi anlayışının dışına çıkmasında Marksist estetiğin çok büyük katkısı oldu elbette. Toplumsal tarihle sanat arasındaki organik ilişkiyi söylemeye gerek yok. John Berger’in, her çağın kendi toplumsal egemenlik modellerine uygun bir görsellik dünyası ürettiğiyle ilgili tezi, aynı zamanda ideolojinin ne olduğunu da açıklıyordu. Günümüze de denk düşen, moda, televizyon, sinema sektörü, reklamlar; anında sektörleşen yaratıcılık ve sanat popüler kültürün sularında yok olmasa da içini boşaltıyordu. Sanatı, yaratıcılığı sistemin kendine eklemlemesine alıştık da, hayatın pazarlanması karşısında şaşkınlık yaşadığımızı söyleyebiliriz. Yaşamda ağır olan ne varsa, reklamlarda, sinemada hafifliyor. Kapitalizm kendi ne-
den olduğu trajedileri de rahat bırakmıyor. Gerçek hayatta en altlara ittiği, görmezlikten geldiği yaşamları sanal dünyada estetize ediyor. Oysa ki, yoksulluk ve acı tüm görsel araçları yalanlıyor. Beyaz perde ve cam ekranda gösterilenlerin gerçek, elle dokunacak kadar yanımızda olmalarına rağmen, gerçeklerin sanal olduğu duygusu daha ağır basıyor. Teknolojik araçların gösterdiği trajediler karşısında etkilenirken, dondurucu soğukta yaşayanların yanından geçiyor ve görmüyoruz. Çünkü onlar gerçek değil. Sayısı hızla çoğalan sokak çocukları, aynı hızlılıkla çoğalarak kendini satmak zorunda kalan kadınlar elbette gerçek değil. Çöp toplayıcıları da öyle. Ama onları çöplerden ayırt edemesek bile, yaptıkları işin giderek ‘önemli bir iş kolu’ haline geldiğini kim inkar edebilir. Bazı şirketlerin epey zamandır bu alana el koyduğunu, çöp insanların dolaşıma soktuklarına göz diktikleri biliyoruz.
Sanallaştırılan gerçek
Gözümüze batarcasına dör bir yanı sarmış olan söz konusu toplumsal görüngüleri gerçek değil de sanalmış gibi algılamamızda, egemen ideolojinin rolu nedir? Popüler kültür ve egemen ideolojinin “algıda seçicilik”imizi belirlediğini rahatlıkla söyleyebililiriz. “Algıda seçicilik, görme eylemini pekiştirir. Görme ve bakma eylemleri birbirinden farklıdır. Görme, duyuların algılanıp kavrandığı, seçilip ayıklandığı, üzerinde odaklanılan çabaların bir göstergesidir.” Toplumsal gerçekliğin görünür hallerini, onlardan sü-
zülüp gelen imgeleri nasıl bir görme biçimi belirliyor peki? Görüyor olduklarımızı, imgeleri görme şeklimize göre görüyor ve değerlendiriyoruz. Bir hafta önce İstiklal Caddesi’nde çekildi bu resimler. Hava henüz kararmıştı. Söz konusu resimde görülen biri yaşlı diğeri genç iki kadın, adeta belleklerimize kazılan Kurtuluş Savaşı’nda kağnı arabası itmeye çalışan kadın imgelerini anımsatıyorlar değil mi? Söz konusu iki kadın sakin halde, tekerlekli, içinde yük olan ve çok ağır olduğu izlenimi veren bir şeyi iteliyorlardı. Yaşlı olanın yüzünü görmek pek mümkün olmasa da, başını yoğun bir yeisle aşağı eğmiş, etrafa bakmamak konusunda oldukça kararlı olduğu görülüyordu. Her şeyden vazgeçmiş bir hali vardı. Çevresinde olup bitenler umurunda değildi. Diğer genç olanı ise, onun aksine ama umursamaz bir şekilde bir noktaya bakıyordu. Gözgöze geldiğimizde biraz canlanır gibi oldu ama, bakışlarındaki boşluk çok derindi. Çevredeki oldukça yoğun renkli karmaşa umurlarında değil gibiyse de, çevre de onları pek umursamıyordu. Karşılıklı bir yalıtılmışlığın keskin hatlarında ağır ağır yürüyorlardı. Bir sinema karesi gibi yani. Az ilerde, Galatasaray Lisesi’nin önünde Tekel işçileri için oturma eylemi yapılıyordu. Kalabalık hızla akarken, ellerindekini sürükleyen iki kadın yavaşça ilerliyor, sahiciyle sahte arasındaki net ayrımı sinemalardan, reklamlardan, popüler olandan çekip alıyordu. Tıpkı, bir başka orta yaşlı kadının aynı caddede, sırtına attığı çantayla yürüyerek, kalabalığa meydan okuması gibi.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Yerel süreli yayın u Ortaklaşa Yayıncılık u Sahibi ve Sorumlu Md. Erdal Çınar, 847 Sk. No.:14/201 Kemeraltı / İzmir u Yazı Kurulu: Tektaş Ağaoğlu, Yeşim Dinçer, Hakan Günver, Ertuğrul Kürkçü, Osman Soyer, Haluk Yurtsever u Yayın Kurulu: Can Atalay, Erdal Çınar, Muhsin Dalfidan, Kaya Eker, Hakan Günver, Ali İleri, Kenan Kalyon, Vakkas Kılıç, Şaziye Köse, Ertuğrul Kürkçü, Haluk Yurtsever u Basıldığı Yer: Ezgi Matbaacılık uTel: 0212 452 23 02, Çobançeşme Mah., Sanayi Cad., Altay Sk., No.:10-A Blok, Yenibosna - Bahçelievler / İstanbul u Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Tel Sok. No. 28, Kat 3, Beyoğlu-İstanbul u İnternet sitesi: www.ekmekveozgurluk.net u Tel: 0212 293 6220
Kadının geç kapitalist topluma özgü biçimlerde boyunduruk altına alınması, sınıfın atomizasyonu sürecinin kilit taşıdır. Başka bir deyişle, işçi sınıfının yaşantısını atomlarına ayrıştırarak kapitalist sınıfa kültürel/maddi bağımlılığı teşvik eden de, kadının boyun eğmişliğinin daim kılınmasına hizmet eden de aynı güçlerdir. Ailenin git gide daha da mahremleşen varoluşu içinde en çok yalıtılanlar, ev dışında çalışsalar bile, kadınlardır. Pek çok halde metaların önü açılsın diye doğurganlık, bakıcılık, ebelik, vb kadın becerileri kötülenir ya da yasaklanır. Hepsinden öte, özel hayat kapitalizmin istilası altına girerken kadınlar kelimenin tam anlamıyla edilgen/fikirsiz/bağımlı (yani, "kadınsı") olmaya özendirilirler. Geç kapitalizmin işçi sınıfı yaşamının gözeneklerine sinmesi, onları edilginleştirmenin/“kadınsılaştırmanın” başlıca hedefi kılmıştır çünkü sınıf kültürünün taşıyıcısı kadınlardır.
Barbara Ehrenreich Sosyalist feminizm nedir? , 1976