kapak_Layout 2 11/21/11 11:56 AM Page 1
2. Yılmaz Güney Kültür Sanat Festivali başladı Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali’nin 2.’si yapılıyor. YÇKM’nin organize ettiği festivalde Sinema, Öykü, Şiir, Karikatür, Fotoğraf alanlarında ürünler kabul edilecek. YÇKM ile festivale dair konuştuk. 8 20-21
Afet Van’ı kapsamadı Yaşanılan depremde yüzlerce kişinin öldüğü Van’da hala insanlar ölmeye devam ediyor. Bütün felakete rağmen devlet Van’ı afet bölgesi ilan etmiyor. 8 4-5
Halkın Günlüğü 20-30 KASIM 2011 Yıl: 1 Sayı: 22 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
Devrimci Halkçı Yerel Yönetimler Sempozyumu Dersim’e bağlı Hozat ve Mazgirt İlçe Belediyelesi’nin yaklaşık bir yıldır örgütleme çalışmalarını yürüttüğü Devrimci Halkçı Yerel Yönetimler Sempozyumu 3-4 Aralık tarihinde Ankara Barosu Eğitim ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek
Dersim Katliamı’nın sorumlusu devlettir fGÜNCEL 08-09 Dersim Katliamı tarihsel bir gerçektir. Ve bu katliamın sorumlusu devlettir. Katliamı yapanlar da, yaptıranlar da ve bugün hala savunanlar da bellidir. Kaç Dersimlinin katledildiği de tartışılamayacak kadar nettir. Katliamın yapılış amacı Kürt kimliğinin inkarı ve devletin mevcut baskıcı oteritesine karşı gelişen direniştir. Eğer ele alınacaksa bu minvalde ele alınmalı. Ancak devletin mevcut faşist niteliği inkarı ve imhaya dayalı siyaset yapmayı koşulluyor.
Yeni ticaret
merkezleri
hastaneler RÖPORTAJ SAYFA 14-15
Dünden bugüne yerel yönetimler Devrimci-halkçı bir yerel yönetim inşa etme görevi feodal-faşist karaktere sahip devlet sınırları içerisinde zorlu bir görev olarak duruyor. Sem-
Sempozyum
Düzenleme Kurulu
pozyumda devrimci-halkçı belediyecilik anlayışı geçmişten bugüne yaşanan tarihsel tecrübeler ışığında tartışılarak deneyimler paylaşılacak.
Dersim’e bağlı Hozat ve Mazgirt İlçe Belediyeleri, 78’liler Girişimi, Ankara Tabip Odası, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Devrimci 78’liler Federasyonu, Dersim Dernekleri Federasyonu, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası, KESK Ankara Şubeler Platformu, TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, TMMOB Metalurji Mühendisleri Odası, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, ODTÜ Mezunları Derneği, Peyzaj Mühendisleri Odası, Sosyal-İş Sendikası Ankara Şubesi, TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi.
❯ SİBEL ÖZBUDUN: Kadın cinayetleri.... sf 10
❯ Suriye’ye saldırı hazırlıkları sf. 16-17
2-3_Layout 2 11/21/11 8:33 AM Page 1
02 güncel haber Karkız’ın katilleri cezalandırılsın! Savaş Karkız’ın, Bakırköy Adliyesi’nde görülen duruşması nedeniyle adliye önüne gelen ailesi, oğlunun katillerinin bir an önce cezalandırılmasını talep etti Bakırköy Adliyesi önünde bir araya gelen Savaş Karkız’ın ailesiyle mahalle halkı ellerinde Karkız’ın resimlerinin bulunduğu “Herkes için adalet istiyoruz” dövizlerini taşıdı. Eyleme katılan kitle adına bir basın açıklaması yapılarak Karkız’ın katillerinin bir an önce cezalandırılması talep edildi. Basın açıklamasına Demokratik Haklar Federasyonu (DHF), Dersim Dernekleri Federasyonu (DEDEF), Engelliler Derneği ve sanatçı Emre Saltık katılarak destek verdi. Kitle adına basın açıklamasını DEDEF Genel Başkanı Özkan Tacer yaptı. Tacer konuşmasında; “DEDEF olarak İkitelli’de 4 fidanımızı daha toprağa verdik. Katledilen 4 gencin katillerinin cezalandırılmasını talep ediyoruz. Bizi yönetenlere, Adalet Bakanlığı’na sesleniyoruz. Aykut Alıcı, Savaş Karkız, Hüseyin ve Üstün kardeşlerin katillerinin üzerine neden gidilmiyor. Bu gençlerin ortak özelliği Dersimli olmaları. Mahalle halkı olarak katillerin cezalandırılmasını talep ediyoruz. İkitelli’de katledilen 4 gencin katilleri cezalandırılıncaya kadar bu davanın takipçisi olmaya devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.
Adli tıptan rapor istenecek Bakırköy Adliyesi’nde görülen ve saatler süren dava sonucunu, kitle adliye önünde bekledi. Sanıkların mahkemeye geldiği duruşmada bazı sanıkların Gökçehan Büyükkaya’nın cinayette rolü olduğu şeklinde ifade vermelerine rağmen onun dışındaki sanıkları korumaya çalıştıkları dikkat çekti. Cinayetin organize işlendiğine dair kanıtlar olduğunu belirten avukat Meral Hanbayat, mahkemenin cinayeti üzerine alan Gökçehan Büyükkaya’nın ceza ehliyetinin olup olmadığının anlaşılması için Adli Tıp Kurumu’ndan rapor isteme kararı aldığını açıkladı. Mahkeme sırasında bazı sanıkların Gökçehan Büyükkaya’nın olayda rolü olduğunu kabul ettikleri öğrenilirken, cinayette rolü olan diğer sanıkları korumaya çalıştıkları ifade edildi. Mahkeme duruşmayı 25 Ocak 2012 tarihine erteledi.
Halkın Günlüğü 20-30 KASIM 2011
Mensur Güzel
11 Kasım günü akşam saatlerinde Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ne ait Kartepe isimli deniz otobüsünü kaçırma eylemi yapan Mensur Güzel, 12 Kasım günü sabah saat 06.00 sularında deniz otobüsüne SAT komandoları tarafından düzenlenen operasyonda infaz edildi
İzmit-Karamürsel arasında sefer yapan, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ne ait deniz otobüsü 11 Kasım günü akşam saat 5-6 sularında kaçırıldı; gemi kaptanı, mürettebat ve yolcuları rehin alındı ve deniz otobüsü uzun bir süre Marmara Denizi’nde yol aldı. 13 saat boyunca devam eden eylem 12 Kasım sabah saat 06.00 sularında SAT komandolarının yaptığı operasyon sonucu sona erdi. Eylem esnasında burjuva basında çıkan ve valiliğin yaptığı açıklamalar, yapılan infazın ön hazırlığı niteliğindeydi. Valilik, infaz sonrası yaptığı açıklamada “çatışma olmadı, etkisiz hale getirildi. Üzerinde bomba düzeneği var” demiş ama sonradan öğrenildiği üzere Güzel’in üzerinde bomba olmadığı anlaşılmışdı. Yine yapılan eyleme dair bir açıklama olmazken, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun, geminin ‘İmralı Adası’na götürüldüğü’ yönündeki iddialara
ilişkin “istekleri de örgüt talepleri doğrultusundaydı” demesi infazı meşru çıkarma çabası olarak öne çıkıyor. Olay yerinden canlı yayında haberi aktaran NTV muhabiri
de öldürülen eylemcinin üzerinde bomba düzeneğinin görülmediğini belirtti. Muhabir ayrıca, eylemcinin herhangi bir talebinin de olmadığına dikkat çekti.
AKP, Hopa’yla hesaplaşmaya devam ediyor KESK Ankara Şubeler Platformu’nun çağrısıyla Ankara’daki Hopa protestolarına katılan BES Ankara Adliyesi işyeri temsilcileri Fatma Ekin Narin ve Turgay Akçay devlet memurluğundan çıkarılmakla tehdit ediliyor. BES, “AKP’nin Hopa hesaplaşması devam ediyor. AKP iktidarı ‘ileri demokrasi ve insan haklarını’ iş kendine muhalif kesimlere gelince rafa kaldırıyor” diyerek Ankara Adalet Sarayı önünde bir basın açıklaması yaptı. Açıklamaya KESK Genel Başkanı Lami Özgen ile KESK Ankara Şubeler Platformu temsilcileri ve kamu emekçileri katıldı. Eyleme katılan kamu emekçileri adına açıklamayı BES Genel Başkanı Osman Biçer yaptı.
Gereği fiili ve meşru mücadele İşyeri temsilcileri hakkında daha önce başlatılan kovuşturmanın Ankara Özel Yetkili Savcılığı’nın ‘kovuşturmaya yer yoktur’ kararıyla sonuçlandığını hatırlatan Biçer, yeniden idari soruşturma başlatılmasını ‘hukuk dışı ve siyasi bir karar’ olarak değerlendirdi. İki üyelerinin Adalet Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu’nca “Bir daha atanmamak üzere, devlet memurluğundan çıkarılma cezasıyla son savunmalarının alınmasına” yönelik kararı siyasi ve hukuksuz olarak değerlendiren Biçer şöyle konuştu: “Örgütümü-
Hopa’da 31 Mayıs’ta Metin Lokumcu’nun ölümüyle sonuçlanan olayların ardından AKP, saldırıyı protesto edenleri de cezalandırıyor. Ankara’daki olaylı basın açıklamasına katılan BES’in Ankara Adliyesi İşyeri Temsilcileri memuriyetten men edilmek isteniyor
zün çağrımız üzerine basın açıklamasına katıldığı için üye ve temsilcilerimizi işten atmaya yönelerek on binlerce üyesi olan büro ekçilerine ve tüm muhalif kesimlere açık bir mesaj veriyor. Bilmelerini isteriz ki verdikleri mesaj alınmıştır. Gereği de fiili ve meşru mücadele geleneği olan bir sınıf örgütü olarak en iyi şekilde yapılacaktır. AKP, Hopa ile hesaplaşmasını sürdürürken, büro emekçileri iktidar sahiplerinin karşısında ezilen emekçilerin yanında yer almaya devam edecek. AKP İktidarı ve ‘Adalet Bakanlığı’nın işi bizim iş yeri temsilcilerimizle uğraşmak değil ‘Suç olmayan fiili, adeta bir suçmuş gibi sunarak insanların ekmeğiyle oynamaya kalkışanları’ yani gerçek sorumlular hakkında gereğini yapmaktır.” KESK Genel Başkanı Lami Özgen de AKP’nin demokrasi ve hak mücadelelerine bakış açısı ve yaklaşımının açık olduğunu, bunun Hopa olaylarında Eğitim Emekçisi Metin Lokumcu’yu katleden zihniyetle, yargı emekçilerine uygulanan zulmün aynı zihniyetin sonucu olduğunu söyledi. Özgen, “bu tablo karşısında çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakmak için yılmadan mücadeleyi yükselteceğiz” dedi.
2-3_Layout 2 11/21/11 8:33 AM Page 2
20-30 KASIM 2011 Halkın Günlüğü
güncel 03
infaz edildi polis saldırdı ve cenazenin bulunduğu camiye gaz bombası attı.
Amed Yeniköy Mezarlığı’na 14 Kasım ve 15 Kasım tarihinde cenaze töreni için Şehitlik Camii’ne getirilen HPG gerillası Mensur Güzel’in cenazesi için yürüyüşe geçen kitleye polis saldırdı. Cenazenin bulunduğu camiye gaz bombası atılırken, cenazeye katılan birçok kişi fenalık geçirdi. Güzel’in annesi ve kardeşleri karanfillerle alana gelirken, cenazeye katılanlara karanfil dağıtıldı. Sloganlar atılıp, marşlar okundu, cenaze törenine BDP’li belediye başkanları ve BDP il ve ilçe yöneticileri ile demokratik kitle örgütleri temsilcileri de katıldı. Cami önünde barikat kuran polis ve zırhlı araçlar kitleyi ablukaya alarak, cenaze camiden alınmadan tazyikli su ve gaz bombalı polis saldırısı başladı. Polis kitleye saldırısının ardından cenazenin bulunduğu Şehitlik Camii’ne de gaz bombası attı. Polisin araçlardan “Dağılın aksi taktirde müdahale ederiz” uyarısına kitle tepki gösterdi. Polisin saldırısına karşılık kitle taş ve ses bombasıyla karşılık verdi. Saldırı esnasında bir kişi atılan gaz bombasının isabet etmesi sonucu yaralanırken, birçok insan fenalık geçirdi ve kadınlar baygınlık geçirdi. Kitle polisin ablukasına karşılık cenazeyi alabilmek için tekrar toplandı.
Karanfillerle uğurlandı Kartepe deniz otobüsünde üzerinde bomba düzeneği bulunduğu iddiasıyla infaz edilen HPG gerillası Mensur Güzel'in cenaze törenine katılan kitleye
Güzel’in tabutu karanfillerle bezendi ve omuzlarda mezarlığa doğru yürüyüşe geçildi. Polis ve zırhlı araçlarla kitlenin katılımı engellenirken, farklı yürüyüş kollarından mezarlığa yürüyüş devam etti. Bütün engellemelere rağmen, binlerce kişi atılan sloganlarla ve söylenen marşlarla HPG gerillası Mensur Güzel’i sonsuzluğa uğurladı.
Mahkemeden bilindik senaryolar Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesine ilişkin davanın 14 Kasım 2011 tarihinde görülen 21. duruşması öncesi İstanbul Beşiktaş İskele Meydanı’ndan Hrant’ın arkadaşları imzalı pankartla adliye önüne yüründü. Adliye önünde bir açıklama yapan Hrant’ın arkadaşları, Hrant için adalet nöbetine devam edeceklerinin mesajını verirken, 20 duruşmadır devam eden davanın yalnızca delillerin karartılarak Hrant Dink’in katledilmesinde sorumluluğu olanların gizlenmesi süreci olduğunu ifade ettiler. Yapılan açıklamada Hrant Dink suikastı davasının geçen duruşmasında savcının mütalaasını verirken Dink cinayetinin, “Bu sadece milliyetçi duyguları kabarmış gençlerin işlediği bir cinayet değildir, Ergenekon örgütünün Trabzon’daki bir hücresinin işidir” ve “ Bu hücrenin üst yapı ile örgütsel irtibatları açığa çıkarılamamıştır.” şeklinde ifadeler kullanıldığı anlatılarak 4,5 yıl boyunca devam eden davanın bilinçli olarak karartıldığı açıklandı.
Mahkeme delil karartıyor Beşiktaş Adliyesi'nde yapılan 21’nci duruşmada, avukatlar cinayetin aydınlatılması için pek çok de-
lil bulunmasına rağmen cinayetin işlendiği yerdeki kamera kayıtlarından diğer pek çok delile kadar yaşanan gerçeklerin karartıldığını ifade ettiler. Cinayette rolü olan devlet görevlileriyle ilgili açıkça ortada olan deliller olmasına rağmen sürecin bilinçli olarak sürüncemede bırakıldığı ifade edildi. Müdahil avukatlardan Şiar İşvanoğlu da duruşmada yaptığı açıklamada, esasta devletin cinayette sorumluluğu olan kişi ve kurumları bilinçli olarak gizlediğini, Hrant Dink’in katillerinin açıkça ortada olduğunu ve cinayette sorumluluğu olan kişi ve kurumların kamuoyu vicdanında mahkum edildiğini ifade etti. Duruşmada Erhan Tuncel savunmasını yaparken bilinçli olarak cinayetin kendi üzerine yıkılmaya çalışıldığını ifade ederek kendisine fırsat verilmesi durumunda cinayetle ilgili şüpheleri kısa sürede ortadan kaldırabileceğini iddia etti. Mahkemenin pek çok delile rağmen cinayeti hala ‘iddia’ olarak değerlendirmesi ve delilleri karartmaya gitmesi dikkat çekti. Tuncel tahliyesini talep ederken ara karar için toplanan mahkeme, sanıkların tahliye taleplerinin reddedilmesine karar vererek duruşmayı 5 Aralık 2011 tarihine erteledi.
SINIF TAVRI
≫ ismail uçar
BERABER YÜRÜDÜK BİZ BU YOLLARDA -ııüseyin Gülerce’nin kaleme aldığı yazı sonrası “liberal-muhafazakar demokratlarımız” yeni bir tartışmaya başladılar. “Aydınların iktidar karşısındaki tutumu nasıl olmalıdır?” Söz konusu şahsiyetler etrafında dönen tartışmada tarafların neler söylediklerine kısaca bakmak ve sonrasında birkaç söz söylemek kaçınılmaz bir hal almış durumdadır.
H
Hüseyin Gülerce: “Görülüyor ki, KCK davası, Kürt meselesinde, bugüne kadar birbirine destek veren muhafazakâr demokrat ve liberal demokrat aydınları bir yol ayrımına getirdi. İlk ayrılık, bazı liberal arkadaşların, sadece KCK tutuklamalarını eleştirmeleri, PKK terörünün artan şiddetini görmezden gelmeleriyle başladı. (…) Hiç bu tarafa bakmayıp sadece hükümeti, yargıyı hedefe koymanın artık sorgulanması gerekiyor. İkincisi, liberal demokrat bazı aydınlar, KCK'nın bir siyasi yapı olduğunu savunuyorlar. Sadece siyaset yapan KCK'lıların tutuklanmasına, fikir ve ifade hürriyeti açısından karşı çıkıyorlar. Fakat inandırıcı değiller. Çünkü karşımızda şiddeti ve ırkçılığı savunan bir yapı var.” Hasan Cemal :“...ama KCK konusunda görüşlerini gözden geçirmesi gereken ben değil sizsiniz; Kürt sorunu, PKK ve KCK ile ilgili sizin yanlışlarınızı eleştirmek, şiddet ve terörden yana olmak değildir Sayın Başbakan... Eyüp Can: “Prof. Büşra Ersanlı ve yayıncı Ragıp Zarakolu’un ‘terör örgütü üyeliği/destekçiliği’ kapsamında tutuklanması çok farklı kesimlerde tepkiye yol açtı. (…) Hasan Cemal de eleştirmiş köşesinde son kararı Mustafa Karaalioğlu da. Neden mi? (…) Bir insanı sadece verdiği derslerden dolayı terör örgütü üyeliğiyle suçlarsanız teröre bulaşmış insanları bile yargılayamaz hale gelirsiniz.” Ali Bayramoğlu: “Dün, yıllardır verdikleri radikal ama meşru özgürlük ve demokrasi kavgasıyla tanınan iki arkadaşımız, Prof. Dr. Büşra Ersanlı ve yayıncı Ragıp Zarakolu KCK operasyonları sonucu tutuklandı. Kılı kırk yarmak, şiddet ve siyaseti ayırmak, demokrasiden, özgürlüklerden taviz vermemek bu mu? Örgütle, silahla, şiddetle ilgisi olmayan Ersanlı ve Zarakolu gibi isimler de bu yolla tutuklanmadılar mı? (...) Yanılıyor muyum, Sayın Başbakan?” Etyen Mahçupyan: “KCK'lıların tutuklanmasıyla KCK'nın bitmeyeceği apaçık. Öte yandan devletin bu yapılanmayı görmezden gelmesi de beklenemez. Ama bu işi nasıl yaptığınız, kafanızdaki 'çözümün' ne olduğuna dair bir işarettir ve şu ana kadarki uygulama, hükümetin bütün iyi niyet yansıtan söylemine karşın bu meseleyi eşitlik temelinde şeffaf bir duruşla karşılamaya hazır olmadığını söylüyor. PKK Silvan'da bir hamlede intihar etmişti... Devlet de KCK operasyonlarının gizliliği sayesinde kendisini her gün zehirliyor...” Ahmet Kekeç: “Ersanlı ve Zarakolu’nun hiyerarşik PKK yapılanması içinde herhangi bir rol üstlendiklerini düşünmüyorum. Bu tutuklamalar, ‘Devlet, demokratik çözümden yana tavır koyanlara bile tahammül edemiyor’ algısını güçlendirmekten ve bölgedeki ‘vesayet sistemine’ meşruiyet sağlamaktan öte bir işe yaramayacaktır.” Yalçın Doğan: “Bu ülkede demokrasi adına yola çıkmak zor. Bu ülkede Ersanlı ve Zarakolu olmak çok zor. 12 Eylül anayasa referandumunda yetmez ama evet diyenler, yetti mi şimdi? Siz anlı şanlı, yönetmenler, yazarlar, romancılar, öğretim üyeleri, sanatçılar yetti mi şimdi?” Yukarıda isimlerini yazdığımız yazarlar dışında daha onlarca “yazar-aydın” da “KCK operasyonları” nedeniyle AKP’ye karşı nasıl bir tavır alınması gerektiğini tartışmaya başladılar. Her ne kadar tartışma lokal bir sorun üzerinden ele alınsa da yıllardır AKP’nin her yaptığını ‘demokrasi-özgürlük’ vesilesiyle alkışlayan liberal cenahın bu ayrışması önemle ele alınması gereken bir durumdur. Faşizmin saldırıları azgınlaştıkça Hüseyin Gülerce’nin dediği gibi saflarda netleşmek durumunda olacaktır. ‘Değişim’ adına faşizmin tasfiye sürecine çanak tutanların içinde bulundukları durum an itibarıyla ibretliktir. Liberal cenah arasında yaşanan bu ayrışmanın her geçen gün daha da derinleşeceği ayandır. İktidar mücadelesinde oldukça önemli bir misyona sahip olan devrimci-demokrat-ilerici aydınları örgütleyip devrimci mücadeleye kanalize etmek ve sözde ‘aydın-yazar’ sıfatlarını kullanarak faşizmi güçlendiren şahsiyetleri her alanda teşhir edip, bütün kokuşmuş fikirlerini bir kez daha çürütmek ertelenemez görevlerimizdendir. Özgür Düşün Kolektifi tarafından Aralık 2006 yılında organize edilen Aydınlık Sorgular Sempozyumu oldukça önemli bir adım ve sorgulama-tartışma süreciydi. O gün “Aydın kimdir?” sorusuna verdiğimiz cevabı bugün bir kez daha tekrarlamakta fayda var; “(…) aydın somut olan gerçek karşısında sanık olma cüretini de gösterebilendir”
4-5_Layout 2 11/21/11 9:35 AM Page 1
04 güncel
Halkın Günlüğü 20-30 KASIM 2011
Afet Kanunu Van’ı
Yüzlerce kişinin öldüğü Van’da yaşam koşulları günden güne kötüleşiyor. Devlet ise Van yıkımını “afet” olarak değerlendirmiyor, milyonlarca lira bağış kasalarda tutuluyor
Bakanlar Kurulu kararıyla 7269 sayılı Afet Kanunu’na göre, afetin gerçekleştiği bölgede can ve mal kaybı ve mevcut koşullarda yaşamın sürdürülemeyecek olması durumunda devlet buradaki tüm ihtiyaçları maddi hiçbir karşılık almadan gerçekleştirmek zorundadır. Bir bölgenin afet bölgesi ilan edilmesi için; 15 binden fazla nüfuslu yerdeki il, ilçe ve mahalle yerleşim alanlarında en az 10 binanın yıkılması, afet sebebiyle ölü ve yaralıların olması, yol-su-elektrik-kanalizasyon gibi tesislerin kullanılmayacak şekilde hasar görmesi nedenleri afet yasasında koşul olarak sayılıyor. Ancak yüzlerce kişinin öldüğü, yüzlerce kişinini yaralandığı, binlerce binanın yıkıldığı ve yine binlerce insanın evsiz kaldığı, büyük bir altyapı, barınma, sağlık, ulaşım, açlık, ısınma sorununun yaşandığı Van, afet yasasına dahil olamadı! Sokaklarda kalan Van halkı ve özellikle çocuklar, kaderine terk edilmiş halde. Yaşanan deprem felaketine kar ve don tehikesi gibi hava koşulları da eklenince yaşamın olanaksızlığı artarken; devletin verdiği yazlık çadırlarda bahara erişme kerameti bekleniyor.
Deprem olmasa da ölümler devam ediyor
Başta çocuklar olmak üzere grip, üst ve alt solunum yolları enfeksiyonlarıyla birlikte ağır derecede ishallerin yaşandığı ve önümüzdeki günlerde katlayan bu hastalıkların artacağı ortadadır. Elbette çadıra sahip olmayanlar da daha büyük bir sorunla başetmek zorunda kalıyor. Örneğin; 7 yaşındaki Deniz Olgun’un babasının kendi imkanlarıyla yaptığı naylon çadırda ölmesi ve ardından 12 yaşındaki Öznur Ürgün’ün de zatüreden ölmesi devlet yetkililerinin “her şeyimizle buradayız” yalanını parçaladı. Zervendanis Köyü’nde de Bahar, İsmail Tolukan kardeşlerin kaldıkları çadırdaki sobadan çıkan yangın sonucu can vermesinin ardından Ankara’ya tedavi amaçlı ağır yaralı olarak götürülen kardeşleri Mikail de kurtarılamadı. Yaşanan can kaybına rağmen devlet ve yetkili kurumları sorumluluk almak yerine hedefi şaşırtmaya devam ediyor. Bunların tümünü yanyana koyduğumuzda Van’ın afet bölgesi olmaması için Kürt ulusuna karşı duyulan düşmanlık ve ranttan başka neden kalmıyor.
Van yıkımı “geliyorum” demiş! Deprem öncesi raporlar ve uyarılar dikkate alınmadığı gibi, sonrasında da ziyaretler engellendi. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. İlyas Yılmazer; 17 Ağustos depreminden sonra hangi bölgelerde deprem olacağını ve nerelerde yıkımın yaşanacağını ‘maalesef olacakları biliyorduk’ diye tepkisini gösterek açıkladı. Yılmazer, detaylarıyla 2003 yılında hazırladığı raporu bakanlara, milletvekillerine, Başbakanlık’a gönderdiğini belirtti.
TMMOB’un Van depremi sonrası hasar tespit çalışmalarına katılma talebi reddedilirken, maliyeti 5-30 bin TL arasında bulunan hasar tespitleri özel firmalara milyonlarca liraya verilerek yapılıyor. Yapı denetim şirketlerine hasar tespiti yaptıramayanlar ise valiliklere dilekçe vererek konutlarının depreme dayanıklı olup ol-
madığını AFAD yetkililerinin yaptıkları çalışmalar sonrasında öğreniyor.
Toplanan yardımlar neden kasalarda tutuluyor? Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD); ABD doları ve Euro hesapları üzerinden yapılan deprem yardımının Merkez
Devletin yıkım icazetine Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘eski bütün yapılar yıkılacak’ söyleminin ardından harekete geçen Melih Gökçek, 6 yıldır yıkımını planladığı Dikmen Vadisi 4 ve 5. etaplarını yıkmak için harekete geçti
Dikmen halkının barınma hakkına ve uzun soluklu bir emekle var ettiği Dikmen Vadisi üzerinde bulunan 4 ve 5’inci etapları için ‘kentsel dönüşüm’ planını 6 yıldır halkın haklı mücadelesi ve direnişi sonucu hayata geçiremeyen Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, yeniden harekete geçti. Ankara Büyükşehir Belediyesi, geçtiğimiz haftalarda yaptığı meclis toplantısıyla yıkım kararını nasıl hayata geçireceğini kararlaştırdı. Yoksul gecekondu halkını kar, kış, ayaz demeden emeğiyle var ettiği, sürdürmeye çalıştığı yaşam ve düzeni altüst ederek onlardan elde ettiği arazileri kendisine yeni bir rant sahasına çevirmek için Gökçek şu planı hazırladı:
Dikmen Vadisi, Yasak Bölge ilan edilecek. Vadiye giden bütün yollar, İlker 1. Cadde dahil olmak üzere trafiğe ve insan geçişine kapatılacak. İlk etapta mahallesine sahip çıkma bilinciyle davrana 18 kişinin evi yıkılacak. İlk hamlede mahallede bulunan Barınma Hakkı Bürosu ele geçirilecek. Direniş eğilimi gösterenlerin moral olarak çökertilmesi hedeflenecek. Yıkım süresince hiçbir basın mensubu Dikmen Vadisi’ne alınmayacak. Yıkımda ortaya çıkan kötü görüntüler engellenecek. Dikmen Vadisi’nin dünyayla irtibatı kesilecek. Hiçbir kişi ve kurumun da girmesine müsaade edilmeyecek. Elektrik ve su şebekesi ana hatlardan kesilecek. Mahallede olası bir direnişi engellemeye dönük, mahallede barınma hakkına öncülük eden kişiler birkaç gün önceden gözaltına alınacak. 10 adet sallama tabir edilen paletli yıkım
kepçesi, 90 adet sair dozer ve kepçe temin edilmiş durumda.
500 işçi evlerin eşyalarını boşaltmak üzere belediye birimlerinden seçilmiş ve listesi hazırlanmış durumda. Bir hafta sürmesi planlanan yıkım çalışmalarına eşlik etmek üzere çevre illerden Çevik Kuvvet takviyesi yapılacak. Dikmen Vadi’sinde belediye ekipleri ve çevik kuvvetin bir hafta karargâh kurması için gerekli tedbirler alınacak. Yıldız Polis Karako’lunun altındaki araziye kurulacak büyük bir sahra çadırından operasyon idare edilecek.
Ne villa ne saray! Gökçek ve ekibinin devletin taarruz ve harp gücü gibi planladığı bu ibretlik yıkım planı karşısında Dikmen halkına sunduğu ise kentin dışında bulunan Doğukent’te insani ve temel imkânlardan yoksun bir yerde arsa veya TOKİ’nin Karacaören’deki konutlarında ‘15 yıl kira öder gibi’ ev sahibi olmak. Planı öğrenen Dikmen Vadisi halkı, mahallelerinde barikat-
lar kurarak ayaza, kışa aldırmadan geceli gündüzlü nöbet tutmaya başladı. Taleplerini “Ne villa ne saray, başımızı sokacak ev istiyoruz” sloganıyla ifade eden Vadi halkı, kendilerine bir nimetmiş gibi sunulan çözüme karşı sonuna kadar mücadele edeceklerini ilan ettiler.
Gökçek’ten bilindik oyunlar Ankara’daki devrimci demokratik kurumların da desteğiyle büyük yıkım planı karşısında “Biz tabutları hazırladık ama içine kimin gireceği bilinmez” diyerek barınma haklarını rant hesapları için gasp edenlere karşı sonuna kadar mücadele edeceğini ilan eden Dikmen halkı karşısında acizleşen Büyükşehir Belediye Başkanı İ.Melih Gökçek yine kara propagandaya soyundu. Büyükşehir Belediyesi’nin 15-22 Kasım sayılı bülteninin bütün sayfalarını yıkım karşısında direnen halktan öne çıkanlara yönelik iftira, karalama kampanyasına dönüştüren Gökçek, Vadi halkından Tarık Çalışkan’ı hedef gösterdi. Tarık Çalışkan’ı ‘Dikmen tahrikçisi’ şeklinde ilan eden belediye bülteni, adeta polis karakolu gibi bir
4-5_Layout 2 11/21/11 9:35 AM Page 2
20-30 KASIM 2011 Halkın Günlüğü
05
kapsamadı manda, devlet yardımları kasalarda neden saklıyor?
Başka illere göç eden Vanlıların okula gidecek çocukları şimdiden hurda işlerinde çalışmaya başladı. Kurum tesislerine yerleştirilen aileleri ziyaret eden demokratik kitle örgütleri temsilcileri ve sendikacılar ise ailelerle görüştürülmüyor.
KHK’lerle ülke toprakları sondajlanıyor Devlet, Van’daki yıkımı her türlü kara dönüştürmenin peşinde. Halk acılar içerisinde yaşarken AKP Van depremini fırsata çevirerek, rantçılıkta yola devam ediyor. “Afet Riski Altındaki Yapı ve Alanlar Hakkında Kanun” taslağına göre, “Anlaşma sağlanamayan hallerde gerçek ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan taşınmazlar için bakanlık veya talebi halinde TOKİ ve idare (ilgili belediye kastediliyor) tarafından kamulaştırma veya acele kamulaştırma yapılabilecek” kararı afet sonrası talanın yasal telaffuzu!
Bankası döviz kurları üzerinden Türk Lirasına çevrildiğini açıkladı. 143 milyon 650 bin TL’nin Başbakanlık-AFAD, 33 milyon 650 bin TL’nin Diyanet İşleri Başkanlığı ve 43 milyon 650 bin TL’nin ise Kızılay hesabında olmak üzere toplam 220 milyon 760 bin TL’nin banka hesaplarında tutuluyor. Van halkının bu kadar çok yardıma ihtiyacı olduğu bir za-
Kentsel Dönüşüm Yasası, bu yetkiyi sadece kentsel dönüşüm alanlarını kapsayacak şekilde barındırırken, yeni düzenlemede hükümetin el koyacağı alanların yaygınlaştırılmasını da kapsıyor. Ayrıca yeni düzenlemeye göre, bakanlığın talebi üzerine mera, yaylak, kışlak ve kamuya ait otlak ve çayır vasıflı taşınmazlara, muhtemel afete maruz bölgelerdeki ailelerin nakledilmesi ve kamu yatırımlarının yapılması amacıyla vasıf değişikliği getirilebilecek. Böylece de gerçekleşen deprem satışa çıkarılacak arazilerin ve tarihi değerlerin talan edileceği bir araca çevrilmiş oluyor. Mevcut iktidar da bu fırsatı kaçırmamak için olanca hızıyla çalışıyor.
Dikmen atağı dil kullanarak kolluk fezlekelerini aratmayan bir yöntemle ‘terör örgütü’, ‘örgüt kavgası’, ‘örgüt bağlantıları’ icat ederek, halkın haklı kavgasını yıkım planını kamuoyunun gözünde meşrulaştırma hamleleriyle her yolu mübah gören bir anlayışla hareket etti. Dikmen halkına da, “bir haftalık süre veriyoruz. Anlaşmayanların evleri kesinlikle kendilerine herhangi bir bedel ödenmeksizin yıkılacaktır” tehditleri savurdu. Barınma haklarını savunanların yasal düzenlemeler çerçevesinde ağır cezalarla karşılaşacağı vaaz edildi. Vadi halkını kendi emeğiyle var ettiği, devlete vergisini ödediği evlerinde ve mahallelerinde işgalci konumuna sokarak, aynı pervasızlıkla ‘Biz kimsenin hakkını yemiyoruz’ yalanlarını söyledi.
“Barikatlar güvencemizdir” Tehdit ve şantajlar karşısındaki kararlı duruşundan taviz vermeyen Dikmen halkının kadını, erkeği, çocuğu, yaşlısı, genciyle barınma hakları için 6 yıldır verdiği mücadeleden vazgeçmeyeceğini anlayan Gökçek, vadi halkının belirlediği heyeti makamında kabul etti. Burjuva-feodal medya dışında kimseyi toplantıya
almayan ve vadi halkını ilk defa muhatap olarak kabul eden Gökçek, vadililerin yerinde iskân taleplerini yeniden reddederken 13 kişiden oluşan heyet, görüşmeyi şu şekilde aktardı: “Gökçek, karşı öneri olarak bir kez daha bizlere, ilk kez altı yıl önce yaptığı Doğukent denen bir bölgede arsa satmayı teklif etti. Ancak bu kez bu önerisinde ısrarcı olmadı. Devamında Gökçek, Dikmen Vadisi dışında bir yerde TOKİ ile işbirliği yapılarak bizlere taksitli ödeme kolaylığıyla konut verilebileceğini, aynı zamanda bizler bu konutlara taşınıncaya kadar da kira yardımında bulunulabileceğini söyledi. Böylelikle, haklı ve insani taleplerimizle beklentilerimizin oldukça uzağında olsa da, ilk kez barınma ve yaşam hakkımızı da dikkate alan bir öneriyle karşılaşmış olduk. Gökçek’i vadiye davet ederek bu önerilerini vadililerle paylaşmasını istedik fakat bu talebimiz kabul edilmedi.” Dikmen halkının haklı mücadelesi karşısında yıkım tehditlerinin sökmediğini söyleyen heyetin son sözü “Barikatlarımız kalkmayacak, barikatlarımız müzakere sürecinin güvencesidir” oldu.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
ZEMİN ORTADAN KALKANA KADAR ISRARLA BİRLİK!
B
irlik keyfi bir tercih değil, devrim için gerekli olan zorunlu bir ihtiyaçtır. Hiçbir devrim bileşenlerinin genelini kapsayan birlik dışında ilerlememiştir denebilir. Geniş halk kitlelerinin en genel çıkarları temelinde Komünist partisi önderliğinde ortak hareket etmesiyle, yani birleşmesiyle devrim kalkışması galebe çalmıştır. Doğru birlik anlayışı sayesinde Komünist ve devrimcilerin birliği sağlanmış, devrimin itici güçleri bu zeminde teşkil ve tamam olmuştur. Devrim bu birlik temelinde mümkün olmuştur. Tersini tasavvur edenler derin yanılgı içindedirler. Marks’tan bu yana en kıdemli komünistlerin hepsi istisnasız olarak Komünist devrimcilerin birliği, devrimci proletarya ve onun önderliğinde geniş emekçi halk kitlelerinin birliği için didindiler. Marks’lar büyük uğraş verdi. “Komünist Liga-Komünistler Birliği” örgütüne böyle vardırlar. Lenin Bolşeviklerin birliğini büyük çabalarla gerçekleştirdi. Dahası, Rusya’nın muhtelif yerlerinde mantar gibi fışkıran devrimci grupları bir araya getirerek nihayetinde sağlam bir Bolşevik örgüt yarattı. Bu grupların birliği ve birliğin niteliğini oturtmak için uzun mücadeleler verdi Lenin. Daha sonra Stalin yoldaş ulusları birleştirmede büyük çabalar vererek ulusların SSCB bayrağı altında birleştirilmesini başardı. Mao yoldaşın Sun Yetsan dönemi Goamintag hükümetine varan değişik niteliklerdeki birleşik cephe siyasetleri ve pratikleri yine alenidir. Elbette bunların hepsinde birliklerin belirlenmiş kesin ilkelere sahip olduğunu eklemek gerekir. Komünist ve devrimci güçlerle ilkeler temelinde birlikler gerçekleştirilirken, ideolojik mücadele ve MLM’ye düşman ideolojik akımlarla aramıza kalın çizgiler çekmekten özellikle imtina edemeyiz. Temel görevler ertelenemez, savsaklanamazlar. Birlik Maoistlerin gelişip güçlenmesinin stratejik politikalarından bir tanesidir. Evet, Birlik Maoist güç ve partilerin gelişip güçlenmesinde, önderlik rolünün yerine getirilmesinde, emperyalist dünya gericiliği ve yerli komprador faşist sınıfların karşı-devrimci ideolojik-politik-askeri saldırılarının atlatılmasında, devrimimizdeki gerilemelerin aşılmasında, güçlü devrimci dalganın yaratılmasında, en nihayetinde devrim ve Komünizme yürünmesindeki temel silahlarından yalnızca biridir. Olmazsa olmaz değerde stratejik silahlarındandır. Peki, bugün birlik konusunda hangi noktadayız? Önemli gelişmeler kaydettik, daha fazla gelişme kaydetmemiz gerekmektedir. Özcesi, Birlik anlayışının stratejik olmasına işaret ettik ve birlik konusundaki anlayışımızı bu zemine oturttuk. Sağlanan teorik kavrayış pratikle birleştirilmezse yetmez. Teorik her doğru pratik gerçeğe dönüştürülmek durumundadır. Değiştirmek ancak bununla mümkündür. O halde teorik olarak ilerlettiğimiz birlik anlayışımızı pratik davranışlarla besleyip teorik olarak oturttuğumuz ileri zemine pratiğin çivisiyle çakıp sağlamlaştırmalıyız. Birliğin somut pratiklerle sağlamlaştırılmasında bizler kadar birliğin diğer tarafı olan yoldaşların yaklaşımı da önemlidir elbette. Fakat öncelikle meseleyi kendi açımızdan mütalaa etmemiz gerekir. Zira sorunun bir parçasıyız ve sorun bizlerin sorunudur. Dolayısıyla doğru adımlar atmada dışarıya angaje ha-
reket edemeyiz. Dolayısıyla muhatabımızdan adım beklemeden üstümüze düşeni yapmalı, yani doğru bulduğumuz yaklaşım ve politikalarda adım atma yükümlülüğümüzü yerine getirmeliyiz. Güven verme, ikna etme ve samimiyetin ölçütü buradan doğar veya bunu gerektirir. Tespit ettiğimiz ihtiyaçları giderme ve bilimsel doğrulara sadık hareket etme konusunda ne bir güvence isteyebiliriz, ne de şartlı hareket edebiliriz. Birliğe bilimsel zeminde kesinlikle inanıyoruz, birliği tüm temelleriyle gerekli görüyoruz, bu birliği gerçekleştirmek istiyoruz ve birliğin gerçekleştirilmesi gerektiğine tamamen iknayız… Devrimimizin ihtiyaçları, partilerimizin ihtiyaçları, ülke devrimci hareketinin durumundan doğan ihtiyaçlar, ideolojik-teorik ve ilkeler esasında zaten tabii olan bu birliğin gerçekleştirilmesini daha da kaçınılmaz ve zorunlu kılarak ivedileştiriyor. Silahlı eylem-silahlı mücadele ya da devrimci doğrultunun “teşhir direğine” asılıp reformist ve yasalcı tasfiyecilik ve hatta burjuva demokrasisi karşısında dara çekilmek istendiği, gerçekte de devrimci hareketin felç olup tasfiyeciliğin hortladığı günümüz şartlarında Komünistlerin birliği hayati önemdedir. Yasalcı kulvarda devrimci zemini zayıflatan birliklerin gündemleştirildiği anda devrimci ve Komünist birliklerin gerçekleştirilmesi yaşamsal değerdedir. Kısacası tasfiyeci çarkın dişlileri sınıf hareketini ufalayarak burjuva hamurla mayalamaktadır. Dümenler yasalcılığa kırılmış, devrime modası geçmiş bir ucube misali el sallanmaktadır. Az sayıda, son derece zayıf ve hatta cılız denecek ölçüde Komünist devrimci dinamik geriye kalmıştır. Egemen eğilim yasalcı inişteyken, nadir güçler olarak devrimci yokuşun tam önünde bulunmaktayız. Tasfiyeci eğilim çığ gibi büyüyor. Bu akım devrimci dirençle önlenmezse devrimimizin kaybı kat be kat büyüyecektir. Komünistlerin bent örmesi tarihsel öneme sahip sorumluluktur. Özcesi, yüzü devrimci yokuşa dönük olanların birliği şarttır. Kesin ve net ilkeler zemininde örgütsel birliğe gitmek gerekliyken, burada elde edilecek örgütsel-siyasi güç bu ilkeler ekseninde doğan bir nitelik olarak tesis edilmelidir. Birlik tartışmaları aktüel tartışmalardır. Fakat devrimci zemindeki ilkeli birlikler ayrı şeylerdir; işte bizlerin birlik tartışması bu mecradadır. Birliği taktik değil, stratejiktir. Gerici-burjuva birlikler ve devrimci birlikler vardır. Hiç şüphesiz ki, birinciyi reddederken, ikincisini zorunluluk ve Komünist görev addederiz. Bundan hareketle; örgütlü olduğumuz her yerde ve her düzeyde genel yaklaşımımız olan birlik anlayışı ve hedefi doğrultusunda gayret gösterilmeli, kişisel tavır ve değerlendirmelere göre hareket edilmemelidir. Genel sorun olan birlik sorunu, diğer sorunların gölgesine itilemez veya alt sorunlar genel hedefin önüne çıkarılamaz. Maoistlerin birliği devrimimizin de açığa çıkardığı bir ihtiyaçtır. Her Maoist birlik için çaba sarf etmek durumundadır. Devrimde samimi olmak bu özgülde birlik için çaba harcamaktan geçer ya da bugünkü durumda devrimde samimi olmanın ölçütü Maoistlerin birliği hakkında gösterilen irade ve gayrettir. Her Maoist daha fazla Birlik savaşçısı olmak zorundadır. Bu tarihsel bir görevdir.
6-7_Layout 2 11/21/11 8:37 AM Page 1
ELEŞTİRİ SİLAHI
≫ emrah cilasun
HERKESİN ORTAK REFERANSI: SAİD NURSİ -ıı-
E
mperyalist mali sermayenin himayesindeki Yeni Osmancılık ve ufukta görünenler
“Kapitalizm için geçerli olanın küreselleşme için de geçerli olduğu fikrindeyim. Nursi, küreselleşme projesini destekleyen teknolojik ve bilimsel gelişmeleri elbette müspet karşılayacaktır. Bununla birlikte, o küreselleşmenin hayır yolunda işleyecek bir güç olduğundan emin olmak da isteyecektir… Eminim ki o, dünyanın en fakir ülkelerinin karşı karşıya olduğu borç yükünü silmek için Batılı kuruluşlara dönük kampanyanın da güçlü bir destekçisi olurdu. Buna ilaveten, dünyanın ekonomik hayatının, insanlığın manevi vizyonunun bir vasıtası olmak için var olduğu zaruretine şahitlik edecekti… Asıl hedef, bütün insanların tam anlamıyla Allah’ın rızası dairesinde bir hayat yaşamaları için servet üretmek olmalıdır. Küreselleşme bunu bir imkân haline getirebilir. Bizim görevimiz, bu hedefi gerçekleştirmek için çalışmaktır.” (age, s.116-117) Markham, Said Nursi’nin kapitalizmden (globalizmden) yana ama aynı zamanda fakirlerin de destekçisi olduğuna dikkat çekmektedir. Bu Said Nursi retoriğini, Türk siyaset ve ticaretinin nüfus etmeye çalıştığı her yerde -özellikle de 3. dünya ülkelerinde- görmek mümkündür: Eğitimden sağlığa kadar, öncü birlik fonksiyonu gören dini gönüllüler sayesinde açılan yolu ardından, Türkiye’nin devlet yetkilileri, siyasi ve ticari antlaşmalarla güvence altına almaktadırlar. Üç kıtada yüzyıllarca hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından, 1. Dünya Savaşı’nın galiplerine Atatürk Türkiye’si tarafından verilen söz, yeni Türkiye’nin, sınırlarının ötesine burnunu sokmayacağına dairdi. 88 sene sonra Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’si, uluslararası konjonktürün kendisine sunduğu imkânları kaçırmaksızın, bir “küresel oyuncu” vizyonuyla hareket etmektedir. Bu vizyonun köklerini, bugünlerde herkesin ortaklaşa referans verdiği Said Nursi’nin düşün dünyasında bulmak mümkündür. Peki bunun ezilenler açısından anlamı nedir? Türkiye, son otuz senede, tabiri caizse döve döve “adam edilmiştir”. Bunun baş sorumlusu, son otuz senede büyük şehirlere yığılmış milyonlarca yoksul kitlenin toplumsal üretimini gasp eden emperyalist mali sermayenin ta kendisidir. Türkiye’nin hâkim sınıflarının bugün, caka satan, efelenen durumlarının tarihsel arka planında, emperyalist mali sermayenin mengenesinde canına okutulmuş çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının, kanı ve emeği vardır. O kan ve emek sayesinde, 75 milyon nüfuslu ülke, dünya ekonomisinde 17’ci sıraya sıçramıştır. Ve ülkenin en büyük 20 ekonomi metropolünün her birinin dış ticaret hacmi bugün, yıllık olarak bir milyar ABD Doları’na erişmiş durumdadır. (John Feffer, "Pax Ottomanica?", TomDispatch.com, 13. Haziran 2010) Baş döndüren büyüme hızı, uluslararası kredi kuruluşlarının verilerinde Türkiye’nin, kredi notunun git gide yükselmesi ne pahasınadır? İş güvenliğinin olmadığı, grev ve sendikal örgütlenmenin yasalarla zorlaştırıldığı, haliyle ortalığın ucuz iş gücüyle kaynadığı ve halkın dinle uyuşturulduğu ortamda tabii ki gene, halkın canı, kanı ve emeği pahasınadır. Fakat burada üzerinde durmaya çalıştığımız mevzu, daha da derin ve girift bir meseleyle alakalıdır. Dünya haritasını gözünüzün önünde canlandırın. Emperyalist mali sermayenin bir çadır misali dünyanın üzerinde durduğunu düşünün. Bu çadırın Latin Amerika’daki taşıyıcı sütunlarını Brezilya, Afrika Kıtasının güneyinde Güney Afrika Cumhuriyeti, kuzeyinde Mısır, Asya’da ise Hindistan oluşturmaktadır. Ön Asya, Ortadoğu ve Kafkaslar’da ise bu sütun görevini Türkiye üstlenmektedir. Hal böyle olunca, enerji yollarının Asya’dan Avrupa’ya uzanan güzergahının “güvenlikli” garantörlüğü Türkiye’ye düşmektedir. Ve bu garantörlük, Türkiye’nin kredibilitesini, emperyalist mali sermaye nezdinde daha da arttırmaktadır. Söz konusu iktisadi ve politik “moral”, Türkiye’nin hâkim sınıflarının oldukça geniş bir coğrafyada (Af-
rika’dan, Ortadoğu’ya, Balkan’lardan Kafkasya’ya kadar) saldırganca ticaret yapmasını da teşvik etmektedir. İnşaat sektöründen, bankacılığa, beyaz eşyaya; turizmden, mobilya sektörüne kadar uzanan bu yatırımcılık, Türk kapitalistlerinin kaçınılmaz olarak, çıkarları gereği yeni bir Türk dış politikasının oluşmasına neden olmaktadır. Bu dış politikanın “stratejik ortağı” ABD’dir. Önceliği ise iktisadi ve askeri olarak zor durumda bulunan ABD’nin, Türkiye’nin sorumlu olduğu bu bölgede nefes almasını sağlamaktır. Yani? Yani, bir başka deyişle, mesela muhteşem Arap isyanları esnasında esen anti-emperyalist kasırganın yanında duruyormuş; onu destekliyormuş gibi gözüküp; isyanın gazını alarak; kendi arkasına yedekleyerek; ABD için bir tehdit olmasını engellemektir. Fakat kaçınılmaz olarak bu dış politika, ABD ve diğer batılı emperyalistlerle zaman zaman, çelişki yasasının kendi dinamiği gereği karşıtlığa yol açmaktadır. Mesela, Türkiye’nin İsrail ile çatışması; ABD’ye rağmen İran’la yapılan doğal gaz antlaşması; bu karşıtlığın bir sonucudur. Velhasıl Yeni Osmancılık olarak da adlandırılan Türkiye’nin bu dış politikası yukarıda izah edilmeye çalışılan parametreler üzerinde hareket etmektedir. Ancak bir Türk atasözünde de dendiği gibi “evdeki hesap çarşıya uymaz” bir hale bürünme potansiyelini de beraberinde taşımaktadır. Zira 1950’lerde Tunus ve Cezayir’in Fransa’ya karşı ulusal bağımsızlıklarını desteklemeyen Türkiye’nin, 2011’de Tunus ayaklanmasına sesiz kalmayı yeğlerken ve Mısır’daki ayaklanmanın sonlarına doğru Mübarek rejimine karşı Tahrir’i destekliyormuş gibi demeç vermesi daha hâlâ hafızalarda taptazedir. Ha keza Libya’da ayaklanan kitleleri görmezden gelip Kaddafi’yi başlangıçta destekleyen Türkiye’nin, son anda ani bir manevrayla anti-Kaddafici olup, Emperyalist müdahalede taraf olması tamamen bir oportünizm örneğidir. Ama bunun da ötesinde şimdi Türkiye’nin, Arap halklarının yanında yer alıyormuş gibi gözükmesi, başbakanının her gittiği Arap şehrinde seccade açıp, medyatik namazlara durması, tamamen tarihi bir sahtekârlıktır ve bunu en iyi bilen de tarih bilincini yitirmemiş olan Arap halk kitleleridir. Libya’dan, Irak’a kadar bütün bir Arap coğrafyası yıllarca Osmanlı İmparatorluğu’nun ilhak ve talanına şahit olmuştur. Vaktiyle Arap dünyasının en büyük entelektüel birikimini oluşturan Suriye’de 1. Cihan Harbi esnasında, 3000 küsur entelektüeli hunharca katledenin de Osmanlı ordusu olduğu daha hâlâ unutulmuş değildir. Daha düne kadar Beşar Esad’a “kardeşim” deyip, onu elinden tutup, dünya emperyalist sahnesinde Esad’ın hamiliğine soyunan da Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası değildir. Tam on aydır, Esad rejimine yiğitçe başkaldıran Suriye halkının öfkesinin, sınırın öte tarafına sıçramaması için Şam yönetimine akıl veren Türkiye’nin şimdi, Suriye halkının koruyucusu rolünü üstlenmesi, bu tarihsel gerçeklerden bakıldığında düpedüz ikiyüzlülüktür. Hal böyle olunca, günümüz Türkiye’sinin büyük ulus şovenizmiyle, Ortadoğu halklarına yukarıdan bakan, “büyük ağabey” tavrının geleceği hüsrandır. Bilakis Türkiye, bu dış politikasıyla kendi evinde dahi her türlü inandırıcılıktan uzaktır. İslamcı yazar Ali Bulaç’ın bu meseleye ilişkin söyledikleri oldukça anlamlıdır: “Türkiye, bölgeye açılır ve nazım rol oynamaya soyunurken bölgenin tarihi, kültürel ve toplumsal yapısına uygun entelektüel birikimden yoksun olarak bunu yapıyor. Örgütlenme modeli ‘ulus devlet’ formunun aşmış değil, hiç ihtiyaçları yokken Araplara önerdiği din-devlet ilişkisi bildik ‘laiklik’ ve kültürel olarak ihraç ettiği (sembolik) değerler bizzat Türkiye toplumunu, aile yapısını çözen ‘Türk dizileri’dir. Ulus devlet, laiklik ve Türk dizileri, Platon'un resim sanatıyla ilgili söylediği şeye tamı tamına uyar. Bunların üçü de İslam ve Osmanlı mirasını dramatik bir biçimde reddeden, reddetmekle kalmayıp redd-i mirasla övünen Türkiye'nin Batı'dan ‘kopya ettiklerinin kopyası’.” (Zaman Gazetesi, 6 Ekim 2011)
06 Yerel Yönetimler güncel
Halkın Günlüğü 20-30 KASIM 2011
Dersim’e bağlı Hozat ve Mazgirt ilçe belediyelerinin yaklaşık bir yıldır örgütleme çalışmalarını yürüttüğü Devrimci Halkçı Yerel Yönetimler Sempozyumu 3-4 Aralık 2011 tarihinde Ankara’da yapılacak
Dersim’e bağlı Mazgirt ve Hozat ilçe belediyelerinin öncülüğünde Ankara’da yapılacak olan Devrimci Halkçı Yerel Yönetimler Sempozyumu’nun son hazırlıkları tamamlandı. Hozat ve Mazgirt belediyeleri, sendikalar, meslek odaları ve demokratik kurumların düzenleme kurulunda yer aldığı sempozyum 3-4 Aralık tarihlerinde yapılacak.
Sempozyum, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da hali hazırda var olan devrimci- özyönetimci, halkçı belediyecilik anlayışlarıyla sosyalist belediyecilik anlayışının güncel sorunları bağlamında mevcut yapılanmaların nasıl daha güçlendirilebileceği ve geçmişten günümüze var olan deneyimleri güncel bir bakış açısıyla tartıştıracak. Ankara Barosu Eğitim ve Kültür Merkezi (ABEM)’nde yapılacak olan Devrimci Halkçı Yerel Yönetimler Sempozyumu’na dair TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Genel Merkezi’nde bir bilgilendirme toplantısı düzenlendi. DHF Ankara il temsilcilerinin de katıldığı toplantıyı düzenleme kurulu adına 78’liler Girişimi, Devrimci 78’liler Federasyonu, Şehir Plancıları Odası ile Elektrik Mühendisleri Odası gerçekleştirdi. EMO Ankara Şube Başkanı Ramazan Pektaş, güçlü ve demokratik yerel yönetim birimlerinin son zamanlarda birçok siyasal kesimlerin söylem düzeyinde sahiplendiği önemli bir tema halini aldığını söyledi. Asıl görevi halkın ihtiyaçlarını karşılamak olsa da merkezi yönetimin basit bir uzantısı olmaktan kurtulamayan belediyelerin 1970’li yıllarla birlikte büyük değişimler yaşadığını belirten Pektaş, “gerek belediye başkanları gerekse, siyasi partiler, çoğunlukla gecekondu bölgelerinde bulunan kır kökenli emekçi sınıfların 1960’ların sonunda yükselen ve 1970’lerde artarak gelişen tepkilerini dizginlemek için popülist belediyecilik anlayışını geliştirmişlerdir” dedi.
Ortak mücadelenin olanakları tartışılacak 1990’lara kadar bürokratik, merkeziyetçi, popülist görüntü altında gerçekleştirilen belediyecilik mantığının; 90’lardan bu yana neoliberal, piyasacı ve İslamcı muhafazakar bir çerçevede uygulandığına vurgu yapan Pektaş, bu mantık çerçevesinde belediye kaynaklarının esas olarak piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda harcandığı tespitine yer verdi. Özelleştirmeler, belediye şirketlerindeki taşeron uygulamalar, derinleşen girişimci, rekabetçi kentsel gelişme mantığının göstergesi” olarak tanımlayan Pektaş, sistemin belediyelerinin piyasa mantığı çerçevesinde şekillendirirken toplumu ve alt sınıfları, sadakaya muhtaç hale getirdiğini sözlerine ekledi. ‘Böylece kullaştırarak mekanizmasına eklemleme’ taktiğinin yürütüldüğünün altını çizen Pektaş, Sempozyumda, sistemin tanımlaması dışında kalan ülkemiz ve uluslararası alandaki devrimci-
6-7_Layout 2 11/21/11 8:37 AM Page 2
güncel
20-30 KASIM 2011 Halkın Günlüğü
Sempozyumu Ankara’da
07
Perisuyu tel örgüyle çevrildi Perisuyu’na kurulacak baraj sahasını kilometrelerce jiletli tel örgüyle çeviren LİMAK şirketi bölgeyi hapishaneye çevirdi. Ayrıca 50 civarında “özel güvenlik” de bu alanda köylülere karşı konumlandırıldı Devletin ülke genelinde ve özellikle de Dersim’de akan her suyun önüne HES ve baraj projelerini hayata geçirdiği bir dönemden geçiyoruz. Yaklaşık bir yıldır Nazmiye Aşşağıdoluca Köyü’nde yapım çalışmaları devam eden Pembelik Barajı ile ilgili LİMAK şirketi ve onların uşaklığını yapan özel güvenlik güçleri ve kolluk kuvvetleri tarafından kontrollü bir şekilde yapılan baraj çalışmaları yeni ‘önlemler’ alınarak devam ediyor. Ülkenin farklı alanlarında çevre katliamına karşı çıkan köylüler, topraklarına ve sularına sahip çıkma mücadelelerini büyütmeye devam ediyor. Uzun süredir bölge köylüleri tarafından yapılan eylem ve etkinlikler ise kolluk kuvvetleriyle bastırılmaya çalışılıyor.
Baraj sahası mı? Karakol mu? halkçı anlayışla yönetilmeye çalışılan belediyelerin deneyim ve sorunlarının yanı sıra diğer toplumsal muhalefet kesimleriyle ortak mücadele olanaklarının tartışılacağını söyledi.
Geçmişten gelen muhalefetin meyveleri Sempozyumu düzenleyen kurumlar olarak; devrimci ve halkçı anlayışla kentlerini yönetmeye çalışan belediyeleri, ‘geçmişten bugüne uzanan ve süre giden toplumsal muhalefetin meyveleri’ olarak tanımladıklarını, bu belediyelerin aynı zamanda emekten yana devrimci değerlerin taşıyıcısı olduğu vurgusunu yaptı.
Hedef kaynakların halk yararına kullanılması Sempozyum düzenleme kurulu adına yapılan ortak açıklamada sempozyumun
3 temel hedefi de şöyle açıklandı: 1- Neoliberal piyasacılık ve İslami muhafazakârlık anlayışı temelinde, kentleri birer şirket gibi yöneten egemen belediyecilik anlayışı karşısında anti-kapitalist bir belediyecilik alternatifinin hangi eksenler üzerinde inşa edilebileceği ve sahip olduğu potansiyelleri yerel, ulusal ve uluslararası deneyimler ışığında tartışmak. 2- Halkçı-devrimci, sosyalist anlayışlar temelinde yönetilmeye çalışılan belediyeleri bir araya getirerek alternatif deneyimlerin görünür kılınıp tartışılmasını sağlamak. 3- Emek meslek örgütlerinin ve diğer toplumsal muhalefet kesimlerinin sahip olduğu mesleki ve akademik bilginin, sermayeye değil halkın yararına kullanılmasının araçlarını yaratmak.
3-4 Aralık’ta yapılacak olan sempozyumun düzenleme kurulu şöyle: Dersim’e bağlı Hozat ve Mazgirt İlçe Belediyeleri, 78’liler Girişimi, Ankara Tabip Odası, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Devrimci 78’liler Federasyonu, Dersim Dernekleri Federasyonu, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası, KESK Ankara Şubeler Platformu, TMMOB Kimya Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, TMMOB Metalurji Mühendisleri Odası, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, ODTÜ Mezunları Derneği, Peyzaj Mühendisleri Odası, Sosyal-İş Sendikası Ankara Şubesi, TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi.
Dersim, Bingöl, Elazığ sınırındaki Perisuyu üzerinde baraj kurmak isteyen LİMAK Holding, bölge halkının barajlara karşı gerçekleştirdiği eylemlere karşı eğitilmiş özel güvenlik görevlilerini bölgeye getirdiği, silahlı özel güvenlikçilerin sayısının da 50 olduğu öğrenildi. LİMAK tarafından inşa edilen ve 2010 yılında başbakanın katıldığı törenle açtığı, Türkiye’nin en modern karakolu olarak gösterilen Koçyiğitler Karakolu’na da özel eğitilmiş 100 asker yerleştirildi. Bölge halkı, askerlerin ihtiyaçlarının da LİMAK tarafından karşılandığı yönünde bilgilere ulaştıklarını aktardılar. Baraj sahasını jiletli tellerle çeviren LİMAK Holding çalışanları bölgede bulunan direniş çadırının barajla olan bağlantısını kesmek için böyle bir yöneteme başvurdu. Böylece Perisuyu açık hapishaneye çevrilmiş oluyor.
Kürecik’te füze kalkanı istemiyoruz NATO’nun Malatya-Kürecik’te kurma kararı aldığı Füze Kalkanı Sistemi’ne karşı protesto eylemleri devam ediyor. Malatya’da bir araya gelen devrimci-demokratik kurumlar Malatya Füze Kalkanı Karşıtı Platform imzasıyla bir miting düzenledi. Düzenlenen mitinge Kürecik halkı kitlesel katılım sağlarken, “Kürecik’te füze kalkanı istemiyoruz” denildi. Kürtçe ve Türkçe sloganların yazıldığı pankartlarla birlikte “Kürecik Halkı” imzalı , komünist önder İbrahim Kaypakkaya ve devrimci önderler
Sinan Cemgil, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Mazlum Doğan’ın resimlerinin bulunduğu pankart açıldı. Öğretmenevi önünde toplanan binlerce kişi “Kürecikte füze kalkanı istemiyoruz” Malatya füze kalkanı karşıtı platform imzalı pankart açtı. Açılan pankartın arkasında kortejler oluşturarak yürüyüşe geçen binlerce kişi, “Füze yapma boşuna yıkacağız başına” , “Kürecik’te kalkan istemiyoruz” , “Katil ABD işbirlikçi AKP” , “NATO Kürecik’ten defol” sloganları atarak
belediye yanındaki miting alanına doğru yürüdü.
Saldırı politikaları teşhir edildi Yapılan yürüyüşün ardından çeşitli sendika ve siyasi parti temsilcileriyle BDP milletvekilleri konuşma yaptı. Yapılan konuşmalarda ortak vurgu olarak ABD’nin uşak hükümeti AKP aracılığıyla devletin ülkemiz ve Ortadoğu halklarına yönelik saldırı politikalarına değinildi. Konuşmacılar sık sık 68 kuşağının müca-
deleci yanına atıfta bulunarak, mücadele çağrısı yaptı. Yapılan konuşmaların ardından müzik dinletileri yapıldı. Grup Munzur da söylediği devrimci marşlarla kitleye coşkulu saatler yaşattı. Grup Munzur adına yapılan konuşmada, devletin emperyalizmin yeminli uşağı olarak yaptığı saldırıların, gelişen mücadelenin önüne geçemeyeceği vurgulandı. Grup Munzur’un seslendirdiği türkü ve marşların ardından miting sona erdi.
8-9_Layout 2 11/21/11 8:41 AM Page 1
08 güncel haber
Devletten Avcı’lık dersleri!
Adana Emniyet müdürü Mehmet Avcı, kitlelerin meşru hakları olan eylem ve yürüyüşlerde molotof kokteyli kullanan kişilerin silahla vurulması gerektiğini belirterek devletin faşist yüzünü bir kez daha ortaya çıkardı Günümüz emperyalist kapitalist dünya sisteminin bir parçası olan TC devleti uşak hükümetler vasıtasıyla halka yönelik zulmün çıtalarını yükseltiyor. Ezilen halkın en ufak bir hak elde etme talepleri dahi faşist devletin baskı ve şiddet araçlarıyla yok edilmeye çalışılıyor. Geçtiğimiz günlerde Adana Emniyet Müdürü Mehmet Avcı, kitlelerin meşru hakları olan eylem ve yürüyüşlerde molotof kokteyli kullanan kişilerin silahla vurulması gerektiğini ifede etti. Avcı, gösterilerde kullanılan molotofların hukuki adının likit bomba olarak değişmesi gerektiği ve Türk Ceza ve Terörle Mücadele Kanununa “likit bomba” olarak geçmesi gerektiğini savundu. Avcı’nın bu söylemleri TC devletinin gerçek mahiyetini yansıtmakla birlikte zaten var olan bir durumun yalnızca yasalarla garanti altına alınması anlamına geliyor. Türk polisi gerek Kürt halkının, gerekse tüm emekçi halkın eylem ve gösterilerinde silah başta olmak üzere sistemin bütün zor yöntemlerini layıkıyla kullanıyor. 2006 yılında TC ordusu tarafından düzenlenen operasyon sonucu yaşamını yitiren gerillalar için Amed’de yapılan yürüyüşte haber takibi yaparken polisin hedef gözeterek açtığı ateş sonucunda muhabirimiz İlyas Aktaş ve akabinde 21 Nisan’da Amed’de bir protesto gösterisi sırasında polisin hedef gözeterek ateş açması sonucu 17 yaşındaki İbrahim Oruç, Mayıs 2010’da Muğla’da 21 yaşındaki Şerzan Kurt, 6 Aralık 2009’da yine Amed’de bir yürüyüş esnasında polis yakın mesafeden ateş açtı 23 yaşındaki Aydın Erdem ve 25 Kasım’da Baran Tursun polis kurşunuyla katledildi. Bu katliamları gerçekleştiren kişilere neredeyse ödül derecesinde “cezalar” verildi, veriliyor. Tetikçilerini korumak için elinden geleni yapan devlet bu katliamlara muhalif olan devrimci demokrat kişileri ‘ceza’ yağmuruna tutmaktan geri durmuyor. TC devleti geçmişte halkı katleden eli kanlı tetikçileri devlet kademesinde en üst makamlara getirerek ödüllendirdi. Avcı, bu çıkışla devletin hangi makamında yer edinmek istiyor acaba. Devlet mekanizmasını elinde bulunduran sömürücü hâkim sınıflar saltanatlarının devamı için başta Kürtler olmak üzere ezilen halklara ve bütün devrimci demokrat işçi ve emekçilerin özgürlük ve emek mücadelelerini en şiddetli yöntemleri kullanarak yok etmeye devam edecekler. Bu baskı ve şiddet rejimine ancak bütün ezilen halkların örgütlü mücadelesiyle karşı konulabilir.
Halkın Günlüğü 20-30 KASIM 2011
Arşivler açılsın
mezarlar bulunsun
Dersim Katliamı bugün medya aracılığıyla liberal kalemşorlar tarafından mağduriyet üzerinden tartıştırılarak egemen sınıfların birbirlerine karşı kullandıkları bir malzeme haline dönüştürülüyor Kendisini tekrar eden olgu ve olayların ele alınış biçimi egemen sınıfların rant elde etme yarışına dönüşüyor. Geçtiğimiz günlerde Dersim Katliamı üzerinde yapılan tartışmalarda katliamın yapılış nedeni ve devletin faşist niteliğini vurgulamaktan çokbir siyasi rant malzemesi halinde ele alındı. Egemen sınıfların ilk olmayan bu tartışma döngüsü katliamın yıldönümlerinde içeriğini boşaltıp, mağdur edebiyatıyla süsleyip, meşru kılma çabasına dönüşüyor. Sorunu kendi tarihsel sınıfsal özgünlüğün-
den kopararak salt mağdur ve ölüm üzerinden yapılan ve ölmeseydi iyiydi, ama bu günah işlendi şeklindeki ele alış biçimi inandırıcılığını ve sorunun esasını tersyüz etmeyi hedefliyor. Devletin faşist Kemalist karakterinin tek tipçi, ırkçı, şoven ve imhaya dayalı konseptinin sonucunda Türkleştirme politikasına karşı gelişen ulusal kimlik mücadeleleri soykırıma tabi olmuştur. Dersim bunun bir parçası olarak hala bu coğrafya içerisinde aynı uygulamaya tabi tutulmaktadır. Yapılan tartışmalar da bunu hasıraltı
ediyor. Bu durum ise toplumsal sorunların mağdur ve mazlum edebiyatıyla algılanmasını sağlıyor. Seyit Rıza ve dava arkadaşları çekildikleri idam sehpasında Kemalizm’e şükran sunmadılar. Onlar davalarındaki haklılığı ölüme karşı da savundular. Buna karşı çıkılırken elbette katillerin adı yüksek perdeden söyleyenerek teşhir edilmeli ama verilen savaşın meşruluğundan asla taviz verilmemelidir.
Bedelli
Ülkemiz hakim sınıfları tarafından sürekli gündemde tutulan ve büyük karların hedeflendiği bedelli askerlikte son noktaya geliniyor
Dönem dönem gündeme getirilen ve yoğun olarak tartıştırılan ve özünde halkı sömürmeye, ek gelirler sağlama ve bu gelirleri kasalarına aktarma çabasından başka bir anlam ifade etmeyen bedelli askerlik “yoğun girişim ve çabalar” sonucunda olgunlaşmaya başladı. Önümüzdeki günlerde tamamlanıp yasalaştırılacak olan bedelli askerlikte öne çıkartılan başlıca konu ‘yaş sınırı’. İlgili bakanlıkça hazırlanan taslaklarda yaş sınırı için 25, 28, 30, 35 ve üzeri yaşlar olmak üzere 4 farklı seçeneğin tartışıldığı anlaşılıyor. Öte
8-9_Layout 2 11/21/11 8:41 AM Page 2
09
20-30 KASIM 2011 Halkın Günlüğü
yapılarak, kitle adına bir açıklama yapıldı. Açıklamayı yapan Dersim Kültür Derneği (DKD) Başkanı Ali Mükan “Mezar yerleri dahi belli olmayan Dersim halk önderlerine karşı işlenen bu cinayet insanlarımızın belleğindedir ve kanayan bir yaradır. Bu suça planlama ve uygulama safhalarında iştirak etmiş, destek vermiş her kim olursa olsun, Dersim’de bunlar adına dahi iş tutmakta olan aşiretçi-devşirme zevat da dâhil olmak üzere, tüm öğeler teşhir edilip insanlık huzurunda lanetlenmedikçe yüzleşmeden bahsedilemez. Dersim 38 soykırımını her fırsatta lanetlemek, acılarımıza sahip çıkmak ve Dersim’i çapraz saldırılara karşı korumak demektir” dedi.
Seyitler anıldı İstanbul’da yapılan anmada ise Taksim Tünel’den Taksim Meydanı’na yüründü. Yapılan yürüyüşte devlet katliamlarına vurgu yapan sloganlar atıldı. Kitle adına Taksim Meydanı'nda açıklama yapan DEDEF Genel Başkanı Özkan Tacer, idam edildiğinde Seyit Rıza’nın 75 yaşın üzerinde olduğunu ve hileli mahkeme kararıyla yaşı küçültülerek idam edildiğini belirterek; “15 Kasım 1937 tarihinde Dersim’in önde gelenleri, Seyitleri idam edildi, idam edilenlerin mezar yerleri belli değil, yakınları 74 yıldır atalarının mezar yerlerini arıyorlar, evlatlık ya da çocuk yetiştirme yurtlarına verilen binlerce Dersimli çocuğun akibeti belli değildir” dedi.
Dersim’de kitlesel anma 15 Kasım 1937 yılında Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilen Dersim’in 7 seyidi ve onlar şahsında katledilen binlerce Dersimli anıldı. Dersim’de yapılan anmada Dersim Kültür Derneği ve DEDEF öncülüğünde, Sanat Sokağı’ından Seyit Rıza Meydanı’na yürüyüş yapıldı. Yürüyüşün ardından Seyit Rıza heykelinin bulunduğu meydanda saygı duruşu
Dersim Hozat Belediye Başkanı Cevdet Konak da Dersim’de yaşanan katliamın tarihte hep devam ettiğini belirterek “Qoçqiri ayaklanmasında katliam yapan Abdullah Alpdoğan’ın aynı zihniyeti Dersim’de de katliamları sürdürdü. Bizler, atalarımızın torunları olarak gerici-faşist AKP’yi, beyaz katliamı yaratmak isteyen CHP ve Kemalist ideolojiye de dün olduğu gibi bugün de, yarın da devrimci duruşumuzla, Kürt kimliğimizle karşı koyacağız, karşı duracağız” şeklinde konuştu.
CHP’ye siyah çelenk CHP Milletvekili Hüseyin Aygün’ün bir gazeteye yaptığı açıklamanın ardından burjuva feodal medyada tartışılan Dersim 1938 olaylarına dair Dersim Dernekleri Federasyonu (DEDEF), CHP İl Başkanlığı’na siyah çelen bırakarak Dersim Katliamı’nın sorumlusu CHP ve Atatürk’tür dedi.
Askerlik =Sömürü yandan bedel tutarı için de 5 binden 25 bin Euro’ya kadar değişik tutarlar-seçeneklerin hazırlandığı ve yaş gruplarına göre farklı bedeller uygulanması, örneğin 40 yaş üzerinde olanlara daha yüksek bedeller-paralar getirilmesi de gündemde. Bedelli askerlik konusu öyle ayrıntılı düşünülmüş ki, “devletimiz” parası olmayanları da unutmamış(!) parası olmayan ve bu yasadan yararlanmak isteyenler devlet kurumlarında çalışarak taksitle ödeme seçeneğine sahip olacaklarmış! Hazırlanan taslaklarda böyle seçeneklerin yer aldığı belirtiliyor ve hazırlanan taslaklar ve konuyla ilgili yasanın içeriği ve özüne baktığımızda “gelir sağlama ve kar güdüsüyle” hareket edildiği aşikar ve yukarıda belirttiğimiz seçeneklerin bu minvalde yaşama geçirileceği olasılık dahilinde. Bu “olasılıkları” önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.
2, 5 milyar lira kar elde edilecek
Maliye Bakanlığı’nın hesaplamalarına göre bedelli askerlikten yaklaşık 2,5 milyar lira gelir elde edilecek. Ve yine aynı bakanlığın ‘tahminleri’ ne göre bedelliden yaklaşık 100 bin civarında kişinin yararlanması bekleniyor. Maliye Bakanlığı’ndan yetkililerin yaptığı açıklamada ise ücret konusunda henüz bir netleşme olmadığı, dolar seviyesinin bu konuda etkili olacağı ve 1015 bin dolar arasında bir rakam ya da 10 bin Euro gibi bir formül üzerinde hesaplamalar yapıldığı ifade ediliyor. Hazırlanan taslaklara ve yapılan açıklamalara bakıldığında konunun özünde sömürü, çıkar yani kasaları doldurma çalışması vardır. Halkın sırtından zorla aldığı çeşitli vergilerle ayakta duran sistem, bu tür ‘yasal uygulama’larla halkın sırtından edindiği kazançları “meşru” kılma çabasında.
MAYA
≫ arif bilgin
DERSİM SOYKIRIMI VE SÖZDE “CUMHURİYETÇİLER”İN SEFALETİ
D
ersim 1937-1938 olayı, cumhuriyet dönemindeki katliamların en büyüğüdür. Hatta Ermeni Soykırımı’ndan sonra Anadolu’daki ikinci en büyük katliamdır. Bütün Alevi katliamlarının da yeryüzündeki en büyüğüdür. Öylesine ki, 16. yüzyılda Sultan Yavuz Selim tarafından yapılan insafsız 40 bin kişilik Alevi katliamını bile geride bırakmıştır. Takriben her yaş ve cinsten 65 bin Dersimli iki yıl boyunca kimyasal silahlar dahil en barbar yöntemlerle yok edildi, bütün taşınır varlıkları, maddi ve kültürel zenginlikleri yağmalandı, 27 bin Dersimli dilini bilmediği batı illerine serpiştirildi, sayısı belirsiz çok sayıda çocuk ve kadın ganimet gibi paylaşıldı. 1925’te Minber Gazetesi’ne Ermeni katliamı nedeniyle İttihat Terraki’cileri suçlarken, “tarihe karşı en büyük ve en affedilmez mesuliyetlerinden biri” diyen Mustafa Kemal, Dersim katliamında birinci derecede sorumluluk yaparak aynı “affedilmez mesuliyeti” üstlenir. Gerek 25 Aralık 1935 tarihli “Tunceli Kanunu” gerek bu kanuna hazırlık aşamasındaki rapor ve yönetici ricalin demeç ve mesaj teatileri ve gerekse askeri harekât aşamasında basında yer alan haber ve görüntüler ve en son 74 yıl içinde ortaya çıkan sayısız tanıklıklar, bu katliamın tartışmasız bir soykırım olduğunu göstermektedir. Hitlerin Yahudilere karşı 1938’de “Kristal Akşamı” ile başlattığı soykırımla yakından alakalıdır. Hitlere özenen, onun gibi giyinen ve bıyık bırakan çok sayıda asker ve sivil yönetici, II. Dünya Savaşı’nın karışık ortamını onlar gibi kendi içindeki “ötekileri” yok etmek için fırsat saymışlardır. Her iki soykırımdaki büyük yöntem benzerlikleri incelenmeye değerdir. Keza Hitler’in Polonya’ya saldırdığı ve bütün dikkatlerin oraya yöneldiği bir sırada Hatay sorununun bir referandumla Türkiye tarafından ilhakının da Hitler heyulasının uygun bir fırsat sayıldığını göstermektedir. Yine, Hitler’in 8 Nisan 1942’de çıkardığı “Varlık Vergisi Kanunu” (Reischsgestzblatt) benzeri 11.11.1942’de Türkiye’de çıkartılır ve özellikle azınlıkların ezilmesi için acımasızca uygulanır. Neyse ki Hitler 1945’te yenildi, askerleri işgal ve talan ettiği bütün bölgelerde teslim olmak zorunda kaldı, silahsızlandırıldı, Hitler kendi beynini kendisi dağıtarak cehennemi boyladı. Ama bizim katliamcıların bir teki bile mahkeme yüzü görmedi, bir tek soruşturma bile geçirmediler. 9 Aralık 1948’de Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 260-A (III) Sayılı Kararıyla, “Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi”ni onayladı. Bu kararın alınmasında Yahudi kökenli ve Nazi katliamında ailesinden 40 kişiyi yitiren Polonyalı hukukçu Raphael Lemke’nin büyük çabası oldu. Sözleşme taslağını BM Genel Kurulu’na Küba, Panama ve Hindistan sunmuştu. Türkiye bu sözleşmeyi 23 Mart 1950’de onaylar ve 5630 Sayılı Onay Kanunu, 29 Mart 1950 tarih ve 7469 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanır. Holocost’tan çok, Nero’nun Hristiyanları katletmesinden yola çıkan Lemke, bu çalışmaya kendi kendisine şu soruyu sorarak başlar: “Neden bir adam bir adamı öldürünce cezalandırılır da, niye bir milyon insanın
öldürülmesi bir tek kişinin öldürülmesinden daha az suçtur?” Sözleşmenin hazırlık aşamasında, kendilerine dokunabilir korkusuyla politik istismarlar gözlendi. Bunun için sözleşmenin fiilen geriye doğru işlemesi gerektiği gibi, çok vahim olan bu insanlık suçunun önceden önlenmesi için de “Soykırım Sözleşmesi“ adının yetmeyeceğinden hareketle, açık açık “önleme“ ve “cezalandırma“ ifadeleri konuldu. Türkiye, sözleşmenin imzalamasından bir yıl önce 1947’de 5098 sayılı kanunla “zorunlu iskana” son vererek olası suçlanma ihtimalinden kurtulmaya çalışır. Soykırım Suçlarını Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi, Yahudi soykırımına hemen uygulanır ve binlerce Nazi tutuklanır, cezalandırılır ve bu kovuşturma ve cezalandırma işi hâla sürüp gider. 1910-1970 yılları arasında Avustralya yerlisi 100 bin Aborjin çocuğunun Avrupa’daki ailelere dağıtılarak asimile edilmesi bu sözleşmenin 2. maddesinin ihlali kapsamına alındı. Sözleşmenin kabulünden itibaren pek çok ülke Osmanlı döneminde işlenen Ermeni Soykırımı hakkında karar aldı. 30 Kasım 1978’de Güney Afrikalı beyazların “Apartheid” suçu sözleşmenin 3. maddesinin ihlali sayıldı. 1994’de Hutular‘ın Tutsiler’e yaptığı soykırım sayıldı ve sorumlular cezalandırılmaya başlandı. 1995’te, Bosna’nın 7000 kişilik Srebrenica katliamı sorumlusu Sırplar, Türkiye’nin de katkısıyla “soykırım suçlusu” ilan edildi ve yakalanabilenler uluslararası mahkemede yargılanarak cezalandırıldı. Fakat çok bilinen Amerika yerlisi Kızılderililer ile yakın tarihin en büyük soykırımına uğrayan Dersimliler için kimseden ses çıkmadı. Bu yüzden Dersimliler “Ma békeşime” (Biz kimsesiziz)diye insanlığa sitem ederler. Soykırım Suçlarını Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi’nin imzalanmasından buyana geçen 63 yıl içinde pek çok eklemeler yapıldı, açıklıklar getirildi, istismar gedikleri kapatıldı. Ama ilk haliyle bile Dersim’dekinin açık bir soykırım olduğunu en vicdan özürlü kimseler bile kabul etmek zorunda kalıyor. Tek parti dönemi olması itibarıyla yalnızca CHP değil, onun yavrusu olan bütün düzen parti ve politikacıları da en az o kadar suçludur. Atatürk ve İnönü ne kadar suçluysa, Celal Bayar ve avanesi de o kadar suçludur. Hâla Kürtlerin soykırımı yönünde sürüp giden olaylar, yeis ve gevelemeler görürüz. O yüzden bu konunun üzerinde durma ihtiyacı var. Biliyorum ki Dersimliler intikam peşinde falan değil, barış ve birlikte yaşama kültürünün geliştirilmesini istiyorlar, özür istiyorlar, bu canavarlığın bir daha asla yaşanmamasını istiyorlar. Diyorlar ki; Kör olasın demiyorum, kör olma da gör beni, gör ki dünya alem gülmesin sana, gör ki benim yüreğim, senin yüzün daha fazla kızarmasın, gör ki ülkemde artık kan akmasın, acılar yaşanmasın, gör ki çocuklardan katil oluşmasın bu ülkede, gör ki ülkemiz korku imparatorluğu olmaktan çıksın gönenç ve kardeşlik ülkesi olsun, gör ki gençlerimiz birbirini öldürmesin birlikte kardeşçe halaylar çeksinler, gör ki kaynaklarımız heba olmasın boşu boşuna, ülkemiz yanıp yıkılmasın… Gör ki ülkemiz körler ve kör dövüşler ülkesi olmasın… Ee ne diyeyim başka…
10-11_Layout 2 11/21/11 9:47 AM Page 1
10 kadın
Halkın Günlüğü 20-30 KASIM 2011
AKP iktidarının, üç çocuk doğurmakla (ve hiç kuşkusuz onların tüm bakım faaliyetleriyle) yükümlendirdiği kadınların çalışmasına da pek sıcak bakmadığı biliniyor. Bunu çeşitli istihdam verileriyle saptamak olanaklı
Kadın cinayetleri muhafazakarlık ikliminden soyutlanabilir mi? SİBEL ÖZBUDUN “Tek kitaplı insandan kork!”[1] “Yollar yürümekle aşınmaz,” demişti bir zamanlar devletimizin bir “büyüğü”. Bu “vecize”yi uyarlayalım mı? “Rakamları yayınlamakla, hatta hergün kocası, babası, sevgilisi, ağabeyi tarafından boğazlanan kadınların listesini yayınlamakla, kadına yönelik şiddet azalmaz.” Çünkü kadın cinayetlerinin 10 yılda yüzde 1400 oranında artış gösterdiğini… 2011’nin ilk altı ayında yaklaşık 26 bin kadının cinayet, yaralama, saldırı, tehdit mağduru olduğunu, aynı dönemde 105 kadın, sekiz çocuk ve iki bebeğin çoğunlukla birinci derecede bir yakını tarafından öldürüldüğünü… Kocababa-erkek kardeş cinayetine kurban giden kadın sayısının dokuz yılda 4.410’u bulduğunu… 3 kadından birinin çocuk gelin olup ensestten şikâyetçi olduğunu… Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün yaptığı araştırma sonuçlarına göre, ülkemizde kadınların yüzde 42’sinin fiziksel ve cinsel şiddete uğradığını... Yoksul hanelerde yaşayan kadınların yarısının bu tür şiddet mağduru olduğunu… Yüksek gelir seviyesindeki hanelerde yaşayan kadınların da neredeyse üçte biri erkek şiddetinin hedefi olmaktan kurtulamadığını... Lise ve üzeri eğitim alan kadınlardan şiddet görenlerin oranının yüzde 28’i bulduğunu… Türkiye’de şiddete maruz kalmış kadınların üçte birinin (yani Türkiye’de kadınların yüzde 15’i!) hayatına son vermeyi düşündüğünü… Yani Türkiye’de takriben 5,5 milyon kadının yaşadığı şiddet nedeniyle intihar etmeyi düşündüğünü… Kısacası, bu ülke kadınlarına cehennemi yaşatan koşulların yoğunlaşarak sürdüğünü gözümüze sokan rakamların hergün görüntülü/yazılı medyada yer alması, hayır, işe yaramıyor… Tersine… Taciz, tecavüz, dayak, cinayet bütün hoyratlığıyla, artarak sürüyor… Tersine, “muhafazakâr” kimlikleriyle tanınan iki “ünlü” (neleriyle ünlü olduklarını bilmiyorum) dört kadına otel odasında tecavüz edip ardından sağa-sola kostaklanabiliyorlar; tersine, Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nin 13 yaşında bir kız çocuğa tecavüz eden 26 kişinin, “çocuğun rızası vardı” diye en hafif cezalara çarptırılmasını onaylayışını hâkim “kararımız kanunlara uygun ve vicdanîdir; esas bu haberler çocukta travmaya yol açıyor” pervasızlığıyla savunuyor; tersine… O zaman… O zaman görüngüden nedenlere, eylemden motiflere inen bir teşrihe, tüm bunların olup bitebildiği bağlamı daha yakından kavramaya ihtiyacımız var. Bu bağlamın adını hemen koyalım: Neo-liberal AKP iktidarının kültürel iklimde yol verdiği, giderek sponsorluğunu üstlendiği muhafazakârlaş(tır)madan söz ediyorum. Bu “muhafazakârlaş(tır)ma” operasyonu,
AKP’nin üçüncü (“ustalık”) iktidar döneminde daha bir pervasızlaştı. Nasıl mı?
sabrederseniz, cennetteki yerinizi de o kadar garanti altına almış olursunuz”, olur…[4]
Kaçırmış olamazsınız: Kısa süre önce Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı, üç karılı bir şeyhülislâmı danışmanlığa getiren[2] Tayyip Erdoğan’ın “Biz muhafazakâr demokrat bir partiyiz, öyleyse aile yapımızı güçlendirmemiz lazım,” sözleriyle lağvedilerek yerine “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” kuruldu.
AKP iktidarının, üç çocuk doğurmakla (ve hiç kuşkusuz onların tüm bakım faaliyetleriyle) yükümlendirdiği kadınların çalışmasına da pek sıcak bakmadığı biliniyor. Bunu çeşitli istihdam verileriyle saptamak, olanaklı…
Bu olayın kendisi, başlı başına bir zihniyet göstergesi: Kadının kendi başına görünür olmadığı, illâ ki aile bağlamına yerleştirilmesi ve bir “sosyal güvenlik” mevzuu olarak ele alınması gerektiğine değgin bir muhafazakâr bilinç. “Kadın” sözcüğünün dahi “tabii” bağıntılarından (koca-aile-çocuklar…) soyutlanmış olarak bir başına kamusal alanda tezahür ve terennümünden rahatsız olan bir müstehcen kafa… Tabiaten güçsüz ve iradesiz, nefsine yenik yaratıkları olarak kadınların “aile ve sosyal politikalar aguşunda koruma altına alınması” gereğine iman etmiş bir pederşahîlik… [Oysa kadın sözcüğünü aile ve sosyal politikalar sığınağında korumaya alan devletlûların, “aileleri” tarafından suistimal edilen -dayak yiyen, gözü patlatılan, burnu kesilen, bıçaklanan, silahla tehdit edilen…- kadınları “koruma altına alma” konusunda hiç de öyle acul davranmadığını biliyoruz. [Hatırlayın, en son kendisini sürekli tehdit eden kocası hakkında değişik adliyelere üç kez şikayette bulunup koruma isteyen Müzeyyen Yanık’a talep ettiği koruma, kocası tarafından öldürüldükten üç ay sonra tahsis edilmişti…[3]] Peki -kadın örgütlerinin bakanı konusunda genellikle “hayırhah” konuştukları bu yeni bakanlığın ilk işlerinden biri ne oldu dersiniz? Kadın sığınma evlerinin sayısını arttırma konusunda kolları sıvamak? Kadın istihdamını arttırmak üzere Kalkınma Bakanlığı ile temasa geçmek? Kadın okuryazarlığıyla ilgili çalışmalara girişmek? Bilemediniz… Bakan Fatma Şahin’in ilk işlerinden biri, Diyanet İşleri Başkanlığı ile “aile ile ilgili problemleri tespit ederek bu problemlerin çözümü amacıyla ailelere yönelik eğitim, danışmanlık ve sosyal hizmet modelleri geliştirme, bu modellerin uygulanmasına yönelik öneriler ortaya koymak ve ailenin eğitimi ve danışmanlığının içeriğinin belirlenmesinde ortak çalışmalar yapma”yı öngören bir işbirliği protokolü imzalamak oldu! Bu ülkede kadınların yaşadığı, vahşet boyutlarına ulaşmış şiddet başta olmak üzere istihdam, yoksulluk, eğitime erişimsizlik, siyasal temsilin düşüklüğü, sağlık, kreş gibi yüzlerce sorunu kadını aileye, aileyi de Diyanet’e havale ederek çözme göz boyayıcılığı. [Başkanı Van depreminin ardından “Yaratıcı kudret yok sayılarak depremlerin tesadüflere bağlanmaması” gerektiğini söyleyen, bu tür afetlerin sınanmak için olduğu”nu kaydeden bir Diyanet İşleri’nin, kadına yönelik şiddete çözümü de herhâlde “Ey kadınlar, kocanızdan yediğiniz dayaklar, gördüğünüz işkenceler bu dünyadaki sınavınızdır; bunlara ne kadar metanetle
Türkiye’de çalışma yaşındaki kadın nüfusu 27 milyon civarındayken, istihdam edilen toplam kadın sayısı sadece 6,4 milyon, örneğin. Türkiye Kadın Girişimciler Derneği ve GFK’nin araştırmasına göre erkeklerin yüzde 58,7’si ‘çocuk büyütmeyi’ kadının temel görevi olarak görüyor... Bunun ortaya çıkardığı tablo ise, şöyle betimleniyor: “2009 yılı itibariyle Türkiye’de kadınların iş gücüne katılım oranı yüzde 26 iken dünya ortalaması yüzde 51,6, Türkiye’de kadınların istihdam oranı yüzde 22,3 iken dünya ortalaması yüzde 48, Türkiye’de kadınların işsizlik oranı yüzde 14,3 iken dünya ortalaması yüzde 7’dir. Türkiye, kadınların iş gücüne katılım ve istihdam oranı açısından dünya ortalamasının ancak yarısı kadar bir oran yakalayabilirken, kadın işsizliğinde dünya ortalamasının iki katı bir orana ulaşmaktadır. 2009 yılı esas alınarak Türkiye dünyanın çeşitli bölgeleriyle kıyaslandığında ise Türkiye’de kadınların iş gücüne katılım ve istihdam oranının yalnızca Orta Asya ortalamasının biraz üstünde olduğu, diğer 8 bölgeden ise düşük olduğu görülmektedir. İşsizlik oranı açısından ise Türkiye’de kadın işsizliği Kuzey Afrika ve Orta Asya ortalamasının biraz altında olup, diğer 7 bölgeden yüksektir.” Ya da, “2010’un Mart ayından 2011’in Mart ayına, büyümeyen tarımda yüksek istihdam artışı gösteren TÜİK’in uyduruk tarım istihdamını bir yana bırakıp tarım dışına göz atarsak, orada gerçekleşen 1 milyona yakın istihdam artışının yine erkek egemen bir özellikte olduğunu görüyoruz. Kriz sonrası yaratılan işler 3 kadına, 7 erkeğe biçiminde paylaştırılmış. Böylece, kadının toplam tarım dışı istihdamdaki payının yüzde 22-23’ü aşamadığı görülüyor…” Mustafa Sönmez’in saptamasıyla. Evet, Türkiye’de kadınların tarım dışı sektörlerde çalışma oranları, son derece düşük. Yüzde 83 oranında kadın, atıl durumda… Daha da vahimi, çalışan kadınların ise, yüzde 97’si, kayıt dışı olarak çalışıyor… Okur-yazar olmayan yüzde 11’lik nüfusun büyük kısmını (yüzde 79) kadınların oluşturması, bu durumu katmerlendiriyor. Hâl böyle olunca, kadın nüfusu, bu ülkedeki yoksulluktan da payını bolca alıyor: “Toplam iş gücündeki her 10 erkekten yaklaşık 2’si, her 10 kadından da yaklaşık 6’sı gelir elde edememekte, örneğin. Bu oranların, gelir dağılımına yansıması ise; kadın iş gücündeki her 10 kadından 9,3’ü ve erkek iş gücündeki her 10 erkekten 5’inin en düşük iki gelir grubuna girmesidir.”[5] Eğitim düzeyi düşük, ana gövdesi ev kadını konumunda, çalıştığında kayıt dışına ya da
sefalet ücretlerine talim etmek zorunda bırakılan yoksul kadınların, AKP’nin “muhafazakâr demokrat (!)” ikliminde kendilerine yönelen eril şiddete karşı çıkma olasılığı nedir, acaba? Yanıtı farklı üniversitelerden araştırmacıların farklı kentlerde, şiddet gören kadınlar arasında yürüttükleri araştırmanın sonucuna bırakalım: Örneğin Kayseri’de iki sağlık ocağına hizmet almak üzere başvuran 355 kadına uygulanan ankette kadınlardan, şiddeti haklı görmeyi gerektirebilecek herhangi bir nedene evet diyenlerin oranı yüzde 52,1. Bu araştırmada kadınlardan yüzde 38,6’sı yediği dayakta kendini suçlu görmekte… Fethiye’de Devlet Hastanesi’ne başvuran kadınlar arasında yapılan anket çalışması ise, kadınların yüzde 16,5’inin, kadın haksızsa dayak yemesini onayladıkları açığa çıkmış… İstanbul’da yapılan bir başka araştırmada ise, katılımcıların yüzde 42,5’i “çocuklarının bakımlarını ihmal etmeleri”, yüzde 41,8’i “kocalarına karşılık vermeleri” hâlinde, yüzde 37’si de “kadının parayı lüzumsuz yere harcaması” durumunda “kocanın şiddet uygulamakta haklı olduğu” görüşünü savunmuş.[6] Bir başka deyişle, kadınların (umarsız) rızası, eril şiddetin yeniden üretildiği zemine katkıda bulunuyor. O zaman şu saptamayı yüksek sesle vurgulamakta fayda var: Bu ülkede kadına yönelik (son yıllarda katlanan) şiddet, kadın cinayetleri, ne denli insanlık dışı boyuta varmış olursa olsun; kadına ilişkin tüm göstergelerin (istihdam, eğitim, sağlık vb.) negatife doğru seyrettiği, iktisaden neoliberal, kültürel olarak ise neo-con (“muhafazakâr demokrat”!) iklimden soyutlanarak ele alınmamalı. Aksi takdirde, kadını korumasız kaldığı bir şiddetin kurbanı biçare yaratıklar olarak gösterip, AKP iktidarının onu (ailenin kanatları arasında) koruma altına alma argümanlarına bir yenisini eklemekten öte bir şey yapmış olmuyoruz… NOTLAR [1] Aquinolu Tommaso. [2] “Avrupa Milli Görüş Teşkilâtı Genel Başkanlığı yapan, ‘Şeyhülislâm seçilen’, üç eşli Ali Yüksel, Başbakan Erdoğan’ın danışmanlığına atandı.” (Zülal Kalkandelen, “Ne İstiyorlar Kadınlardan?”, Cumhuriyet Pazar, No:1273, 13 Ağustos 2010, s.8.) [3] “Koruma İsteyen Kadına Öldükten Sonra Koruma”, http://www.parantezgazetesi.com/haber_detay.asp?haber=8547. [4] Zira, Muhammed Peygamber’in “Kocanın eşinin boynundaki hakkından birisi, kocası onun nefsini istediği zaman, o devenin sırtında ise dahi nefsini kocasından menetmemesidir. Yine kocanın hakkından birisi de kocanın izni olmadan onun evinden herhangi bir şeyi başkasına vermemektir...” dediğini aktarmaktadır İbn-i Ömer (Derleyen: Ali Arslan, Kadınlara Hitap. Hadis-i şerifler. İstanbul: Arslan Yay., 1975, s.193. [5] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öztürk, Araş.Gör. Başak Işıl Çetin, “Dünyada ve Türkiye’de Yoksulluk ve Kadınlar”, Journal of Yaşar University, http://joy.yasar.edu.tr/makale/no16_vol4/09-OZTURKCETIN.pdf [6] http://yeni.haberler.com/kadinlar-siddete-maruzkalmayi-onayliyor-haberi/
10-11_Layout 2 11/21/11 9:47 AM Page 2
20-30 KASIM 2011 Halkın Günlüğü
kadın
11
ÖNCÜ KADIN GÜNDELİK HAYAT
H
ayatı bedellerle ilerletmek ve geliştirmek ne de erdemlidir. Uyuşuk bir yaşamın içinde hiçleşen bir hayatın insanı olmamak direnmeyi gerektirir. Günlük yaşamda sıradanlaşmak, sistemin istediği birey olmak ve bireysel yaşamla bütünleşmektir.
Kadınlar; ‘25 Kasım
da alanlardayız’ Kadına yönelik her türlü şiddetin sistemce tırmandırıldığı ülkemizde örgütlü kadınlar ısrarla, şiddetle mücadele için 25 Kasım’da alanlara çağırıyor 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü nedeniyle kadınlar sokağa çıkmaya hazırlanıyor. Her gün kadının katledildiği, istisnasız şiddetin farklı ya da bütün yöntemlerine maruz kaldığı ülkemizde kadınlar alanlara çıkacak. Kadınların yaşamına ve geleceğine sahip çıkması için örgütlenen ve çalışma yürüten Demokratik Kadın Hareketi de 25 Kasım'a yönelik başlattığı çalışmalarına devam ediyor. İstanbul'un birçok semtinde ve çeşitli illerde çalışmalar yapan DKH ısrarla kadınları şiddete karşı örgütlenmeye çağırdı. İSTANBUL- Avcılar, Nurtepe, Gazi ve Karayolları Mahallesi gibi İstanbul'un çeşitli semtlerinde 25 Kasım'a yönelik çeşitli çalışmalar sürdürülüyor. DHF Avcılar semt örgütlülüğü "25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele" günü vesilesiyle hazırlanan faaliyet programı kapsamında, Avcılar'da ev ziyaretleri gerçekleşti. Ziyaretlerde yapılan sohbetlerde güncel konular üzerine sohbet gerçekleştirilerek, dernek çalışmaları kapsamında başlatılan kurs faaliyetleri için duyuru ve afiş çalışması yapılıdı. Avcılar'da kadınlar ayrıca DKH tarafından düzenlenen kahvaltıya katıldı. Çalışmada, kadına yönelik sürdürülen sistemli şiddet üzerine sohbetler gerçekleştirildi. Şiddetin sınıflandırılmasının önemine dikkat çekilerek yaşamın her alanında insana ve özelde kadına yönelik meşrulaştırılan şiddetin önce kadınların görünür kılmasının bir görev olduğu vurgulanarak; yalnızca fiziksel şiddet kısmının belirginleştirilmesinin mücadele açısından da bir daraltma yarattığına değinildi. Karayolları ve Gazi mahallelerinde gerçekleştirilen faliyetlerde DKH önüne koyduğu merkezi görevlerinden öncelikli olarak kadının piskolojik, cinsel, bedensel ve ekonomik şiddete maruz kaldığı noktasında bilinçlendir ve kadının sesini
çıkarabilmesinin gerektiğine vurgu yaptı. DKH, Gazi Demokratik Haklar Derneği’nde kadına yönelik şiddetin nedenleri ve alternatifleri üzerine söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşide, sözlü, fiziksel, psikolojik, cinsel ve ekonomik şiddet türleri üzerinde duruldu ve bunların kadının günlük yaşamının bir parçası haline getirildiğine değinildi. Söyleşi ve film gösteriminin yapıldığı etkinlik sonunda 25 Kasım'da yapılacak yürüyüşe katılım çağrısı yapıldı. Nurtepe'de DKH faaliyetçileri yaptığı ev ziyaretlerinde işçi ve emekçi kadınlarla buluşarak 25 Kasım’da yapılacak olan “kadına yönelik şiddete karşı” yürüyüşe çağrıda bulunup, kadın sorunlarıyla mücadele etmek için, DKH saflarında örgütlenme çağrısı yaptı. DKH İstanbul'da 25 Kasım merkezi eylem yeri olarak Nurtepe'yi belirledi. Kadınlar 25 Kasım'da saat 19.30’da Nurtepe'de yürüyüş düzenleyecek. ADANA- Demokratik Kadın Hareketi (DKH) faaliyetçileri, hazırladıkları program doğrultusunda Adana'daki yoksul semtlerdeki kadınlarla bir araya geldi. DKH faaliyetçileri yoksul mahallelerde yaptıkları çalışmalarda film gösterimleri yapıp ardından, ev emekçisi ve bahçe işçisi kadınlarla bir araya gelerek sohbetler yaptı. Kürt ulusuna mensup olan bireylerin yoğunlukta yaşadığı mahallede, emekçi Kürt kadınlarının ev içinde ve tarlalarda sömürülen emeği üzerine yapılan sohbetlerde kadınların yaşadığı çok kapsamlı sorunlara değinildi. DKH yapılan çalışmalarda yaşadıkları tüm bu sorunlara karşı örgütlenmenin önemine dikkat çekerek, kadınları 26 Kasım 2011 tarihinde Çukurova Demokratik Haklar Derneği’nde yapılacak olan söyleşiye çağırdı. MERSİN- DKH, Demokratik Haklar Derneği’nde bir araya gelen kadınlar, kadın katliamlarıyla ilgili tartışma ve sohbetler gerçekleştirdi. Sohbetlerde kadınların sistem tarafından her anlamda ezildiğine, sömürüldüğüne ve her türlü şiddete maruz kaldıklarına, bununla beraber şiddete uğrayan tarafın sistem tarafından bir kez daha yargıyla vurulduğuna dikkat çekildi. Sohbet kadınların evlerinde, iş yerlerinde yaşadıkları sorunları anlatmasıyla devam etti.
≫ rojda demir
Bütün değerlerin parayla ölçüldüğü ve günlük yaşama biçilen etiketler; insanı nesneleştiren yabancılaşmanın fiyatıdır. Bu yaşam akışı içerisinde insan hem kendine hem başkasına, aynı zamanda ilişkilere ve yeteneklerine de yabancılaşır. Dünyanın pazarlanan ticaret trafiğinde başı dik ve onurlu yaşam sürdürenlerin varlığı ezenleri bir hayli rahatsız eder. Sürekli bu ticaret pazarı canlı ve akıcı olsun diye sömürülenlerin itaatını ve canını ister. Şiddet, varlığını sürdürmek için yeni kaynaklar ve yeni araçlarını kendi süreğenliğinde üretir. Şiddetin cinsiyeti olmaz. Ancak; uygulanan şiddetin uygulayıcısının cinsiyeti erkektir, faildir, çünkü sistemin beslediği zihniyet erk gücüdür. Yasalarda son kanun değişikliklerinde yapılan “iyileştirme”lerin kadına yönelik şiddetin artış nedenleri içinde gösterilmesi bile uyanışın tehlikesini gösterir. Bu durum “iyi şeyler olacak” diyen sistemin estirdiği devlet teröründen asla bağımsız düşünülemez. Farkındalığın açığa çıkmasının, karşıtında yarattığı durum, erk gücünü elinde bulunduran tarafı kışkırtmasıdır, iktidarının sarsılmasıdır ve dolayısıyla da daha acımasızca saldırmasıdır. N.Ç. davasında verilen kararla küçük yaştaki bir çocuğun yaşamının elinden alınması ve çalınmış tüm geleceği ve hayallerin, devletin yargısının ‘rıza göster’mesiyle dosya tutanaklarıyla rafa kaldırıldı. Küçük bir kız çocuğunun onlarca tecavüzcüsünü de koruyarak devlet babalık görevini de korumaya devam ediyor. Eldeki iktidarı ve servetini kaybetme korkusunun anlayan sistem, kimilerine rıza gösterirken, kimilerine de daha da azgınca saldırmaktadır. Günlük yaşam içerisinde yaşanan eşitsizliklerle birlikte bilinçte gelişen nitel sıçramaların bireyin yaşamındaki zincirlerin de birer birer kırılmasıdır. Zincirlerinden kurtulan insanın da mücadelede daha aktif görev almasıdır. Düşünsel ve bedensel bütünlükle mücadeleye akış; gündelik yaşamdan kopuştur. Şiddetin imajının çizildiği bir dünyada ve ülkede; mücadele sınırsızlığının hangi özgür yaşama akacağı, başta şiddet uygulayıcısı en dipteki uşakların ve devamında uşakları yönetenlerin korkulu rüyasıdır. Bu bakımdan düşünceyi kilitli hapishaneler arkasına kapatmak, meziyetleri olmaktadır. Yurt dışına kaçmak, şirketlere kapak atmak, mücadeleye sırt dön-
mek ve hatta hatta davasına ihanet eden aydınların yaşadığı halkın eteğine asılma erozyonuna uğramak, dönekliğin primli günlerindeyiz. Çünkü sınıflar mücadelesinin çatışkısından kaçamayan gerçeklikler şimdi de ulusal ve cinsel duvarlarda parçalanıyor. Bir depremin ardından yaşananların toplumsal yansısı ırkçılığın en hassas dönemdeki inceliğini ve derinliğini çok daha net gösterdi. Ülke sırf bu nedenlerden bile koca bir hapishaneye dönüştürüldü. Dışarıdaki korkuyu, şiddeti, baskıyı, tehdidi, tacizi, tecavüzü içeriye tutsak ettirmek gündelik hayatın sıradan marifeti olmuştur. Çünkü estirilen faşist terörle kadınlara yönelik şiddet başta olmak üzere, sokak linçleriyle başlatılan organize suç dağları yerlerinden ediyor. Bombalamalarla ezilen emekçilerin doğal yaşam alanları; üretilen haksız savaş silahlarının kullanım alanına çevrilmesi gerçeğidir. Silahsızlandırmak için silahlanmanın doruğundadır devlet. Sömürü ve kıyımın vahşetinde uyutan gaz bombalarıyla, kavuran kimyasallarla kömür kesen onlarca gerilla bedenlerin tarihi kanıtları unutturulmak istenmektedir. Ama direnenlerin ve savaşanların da olması işte bu ırkçı-şovenizmin en büyük korkusudur. Ölülerimizin başına basarak yürüdüğümüz şu günlerde dini faşizmin yol ayrımlarını netleştirmede oynadığı rolün etkisini de tekrar tekrar hatırda tutmakta yarar var. Kadına yönelik şiddetin tırmandırılmasında afyon etkisi olan gerici erkek egemen sistemin her türlü şovenizmini zihinlere pompalamasıdır. Düzenin restorasyonunu savunan ve sürekli erkek egemen sistemin iskeletini parlamentarizm yoluyla ete kemiğe büründüren, sınıflar savaşımı çağının sona erdiğinin nutkunu atanların ideolojik saldırıları her gün gündelik yaşamda sürüyor. Gün her zamankinden daha çok bilgi, güç, bilinç ve mücadeleyi vurgulamanın, bilinci kuşanmanın günüdür. Her türlü şovenizme karşı devrimci kalabilmenin günüdür. Kimyasallarla dere yatağına yıkılan dağ kayalıklarında gerçek hayatın kurgusuyla yeniden siper başlarını tutmanın günüdür. Dayatılan uyumlu, uzlaşmalı yelpazeye karşı yeni insan olmanın devrimci savaşın iktidarını içselleştirerek kavgaya tutuşmanın zorunlu yaşamını kurmaktır. İnsanların uğruna ölümü göze aldıkları o yaşanası dünyanın özel mülk dünyasını yerle bir etmenin devrimci savaş iradesiyle bütünleşebilmektir. Şiddete karşı koymak, devrimci kültürü gündelik hayattan çıkarıp, yaşamsal ilkelerle bütünleştirebilmenin pratik kavrayışıdır. İnsanın kendine ve başkasına yabancılaşmasından çıkışı, devrimciliğin sınanacağı günlük yaşamdan çıkaracağı pratikleri çoğaltmanın zamanıdır. Şimdi değilse, ne zaman?
20-30 KASIM 2011 Halkın Günlüğü
HAKİM SINIFLARIN
Dersim Katliamı’nı inkar etmeye kalkışmak veya örtmeye çalışmak olsa olsa o katliamdan sorumlu olanların işi olabilir; ırkçı faşistlerin işi olabilir. Dersim direnişinin lideri Seyit Rıza ve arkadaşlarının devlet tarafından asılmasına karşın mezarlarının hala bilinmemesi dönemin ve katliamın yeterli kanıtıdır Dersim soykırım katliamı gerçeğiyle ilgili tartışma kaçınılmaz olarak hakim sınıfların da gündemini işgal etmeye devam ediyor. Ki daha uzunca bir süre işgal edecektir de. Edecektir çünkü, bir; Dersim/Dersimliler yaşadıkları bu soykırım katliamını unutmayıp, gün be gün gelişen bilinçle bu soykırımın hesabını sorma özlemini kuvvetli olarak taşımakta ve haklı bir mücadele yürütmektedirler. Dahası, yaşadıkları soykırım gerçeği, haklı olarak onları devlete-hakim sınıflara karşı daha ileri mücadelelerde boy göstermeye nesnel olarak zemin oluyor. Dersimliler her vesileyle yaşadıkları soykırımı anmakta, dillendirmekte ve hesap sormaya dönük çaba göstererek, soykırımla ilgili gerçeklerin açıklanmasını dayatmaktadırlar. Dersimlinin genel mücadeleci geleneğini kabul edersek; bunda 38 katliamının payı da küçümsenemez. Dersimli son derece haklı ve meşru zeminde bir dava sürdürmektedir. Ulusal kimlikten sosyal meseleye serpilen bir mücadele dinamiğidir. Tarihsel olarak yaşadığı katliamı da bu mücadeleci geleneğiyle gündeme taşımaktadır. İki; Dersim’in/Dersimlinin bu mücadelesi ve yaşadığı katliam sorunu salt kendisiyle sınırlı bir mesele değil; bütün aydın, demokrat, devrimci, komünist ve hatta “insanım” diyen kişi, kurum ve güçleri kapsamaktadır. Zira insana-insanlara karşı işlenen suç insanlığa karşı da işlenmiş suç demektir. Daha açıkçası, soykırım, katliam, sömürü, zulüm, baskı zinciri insanlık suçudur. Bu suçlar nerede ve kime uygulanırsa uygulansın, insanlıktan yana olan bütün ilerici kuvvetler bu suçlara karşı mücadele etmek durumundadırlar; etmektedirler de. Özcesi, Dersim
Devlet katliamın hesabını vermeli
soykırım katliamı salt Dersimlileri ilgilendiren sorun olmayıp ilerici tüm güçleri ilgilendirmektedir. Bundandır ki, Dersim soykırımıyla ilgili mücadele şu veya bu biçimlerde Dersimliler dışında da sahiplenilip yürütülmektedir. Dolayısıyla da sorunun gündemde kalmasında veya gündeme gelmesinde bu mücadelelerin rolü kesinlikle vardır. Üç; orada yani Dersim 38’de, yani, Dersim Katliamı’nda büyük bir insanlık dramı yatmaktadır; büyük bir acı durmaktadır; kanayan bir yara bulunmaktadır ve orada bir olgu, hem de hesaplaşılması kaçınılmaz bir gerçek uyumaktadır ki, bu gerçek asla küllenemez sıcaklıkta olup inatçı ve hırçındır. Dört; Komprador hakim sınıf klikleri arasındaki iktidar dalaşı devam ederken Dersim Katliamı gibi bir sorun Kemalist kliğin yumuşak karnı olarak bulunmaktadır ki, bu, hem AKP kliği tarafından CHP’ye karşı etkili bir avantaj olarak kullanılmakta ve hem de Kemalist CHP’nin “sol maske ve söylemi” bakımından kendisi açısından handikap yaratmakta ve Dersimli bileşeni bakımından sorun olmaktadır. Evet, AKP ile CHP veya cemaatçi muhafazakar İslamcı klik ile Kemalist klik arasındaki dalaşa meze edilerek Erdoğan tarafından gündeme getirilen Dersim Katliamı bir müddet sonra gündemden düşmüştü. Erdoğan’ın Dersim Katliamı’nı siyasi hesap ve iktidar hırsına meze edercesine kullandığı her bakımdan açıktı. Dersim Katliamı’yla ilgili gerçekleri bildiği halde (ki, bunlar devlet arşivlerinde olup elinde bulunmaktadır) bunları açıklamadı.(Açıklamasını da bekleyemeyiz.) Bildiği bu gerçekleri sadece Kemalist
CHP’yi susturmak-sindirmek veya onlara karşı üstünlük-avantaj sağlamak için şantaj malzemesi olarak kullandı. Erdoğan, CHP’ye atfen; “beni konuşturmayın Dersim’de neler yapıldı, insanlar nasıl mağaralarda gazla boğuldu, ne kadar insan öldürüldü belgeleriyle açıklarım” demekten öteye geçmedi. Nitekim bu şantajla vermek istediği mesajı verdi ve komprador klikler arasındaki tartışmalar noktalandı. Fakat gerçekler inatçıdır. Kapatsan da er ya da geç onlar açığa çıkarlar. Ve işte çok geçmeden bugün aynı tartışma yeniden gündemdedir.
Katliamın sorumlusu CHP’dir CHP’nin Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün’ün; “Dersim Katliamı’ndan Devlet ve CHP sorumludur. M. Kemal Atatürk’ün de
Açık ki, bu yükümlülükler aydın, demokrat, ilerici kişi veya kurumlar için kabul edilemezler. İlginçtir ki, H. Aygün önce böyle bir partiyle kendi kimliğini örtüştürüyor ve bu partiye çalışıp hizmet veriyor, halk kitlelerini onun kuyruğuna takıyor ama arkasından kalkıp bu partinin oylarını istediği bu halkın kıyımından sorumlu olduğunu söylüyor?! İlginç, anlaşılmaz ve enteresan… Bunları bir kenara bırakırsak, H. Aygün’ün beyanları veya devlet, CHP ve K. Atatürk hakkında söyledikleri eksik de olsa doğrudur veya doğrunun önemli bir bölümünü dillendirmektir. Ne var ki, tutarlı, samimi ve ikna edici olması bakımından halk kitlelerine özeleştiri yaparak derhal CHP’den istifa etmesi gerekmektedir. Evet faşist ve katliamın sorum-
bilgisi dahilindedir.” dediği gerekçesiyle bir grup CHP Milletvekili adı geçen partili milletvekili hakkında kamuoyuna dönük bildiri yayınlayarak basın açıklaması yaptılar. Öte yandan Erdoğan ile Kılıçdaroğlu arasında bildik atışmalar da başladı… Yineleyelim ki, Dersim Katliamı kapsamında süren bu tartışmalarda AKP cephesi, CHP cephesine oranla çok daha liberal tutum içinde görünmekte veya bu pozu takınmaktadır. Hatta AKP’nin Dersim Katliamı’nı dillendirmedeki siyasi amaçları, samimiyetsizliği, fırsatçılığı, şantajcılığı, ikiyüzlülüğü, Kürt ve Dersim düşmanlığı, komprador klik ve aynı sınıftan olma niteliği, Dersim Katliamı sorununu siyasi gayelerle kullanıp adeta sömürdüğü bilin-
lusu bir partiye üye olup ona hizmet ettiği için halk kitlelerinden (özellikle Dersimlilerden) özür dilemeli, köklü bir özeleştiri yapmalıdır. Ancak söylemiş oldukları bu durumda anlamlı olabilir. Kısacası, H. Aygün’ün söyledikleri yeterli değildir. Burjuva “evrensel hukuk normları” soykırımı suç sayar. Bu hukuk normlarını kabul eden gelişmiş/“modern” ülkelerin ekserisi kendi ulusal yasalarında da soykırımı suç olarak tanımlayıp cezalandırmayı öngörmektedir(!?) Uluslararası bağlayıcılığa sahip olan burjuva “evrensel” hukuka uygun yapılan soykırım tanımlamasına ve Dersim’de yaşanan tüm gerçeğe göre, Dersim 38 katliamının su götürmez bir soykırım olduğu alenidir. Bunu inkar edenler niyetli/niyetsiz soy-
perspektif
N DERSİM DALAŞI devlet kayıtlarında belirtildiği gibi bu katliamın Dersim’deki Zaza-Kürtlere milli kimlikleri doğrultusundaki talep, irade, bağımsızlıkçı davranış ve mücadelelerinden dolayı uygulandığı açık olduğu halde, devletin gizli arşivlerinde soykırıma dair daha gerçek ve geniş bilgiler olduğu halde, devletin özel kanunları ve harekat kararları resmi belgeler olarak bulunduğu halde, dönemin meclis kararları, gazete haberleri ve tanıkları olduğu halde vb vs hala Dersim Katliamı’nı inkar etmeye kalkışmak veya örtmeye çalışmak olsa olsa o katliamdan sorumlu olanların işi olabilir; ırkçı faşistlerin işi olabilir. Dersim direnişinin lideri Seyit Rıza ve arkadaşlarının devlet tarafından asılmasına karşın mezarlarının hala bilinmemesi dönemin ve katliamın yeterli kanıtıdır.
Ulusal kimliğin yok edilmesi
mese; geleneksel devlet söylemini kırıp geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. CHP devlet politikası olarak gerçekleştirmiş olduğu Dersim Katliamı’nı bugün hala açıktan savunmaktan geri durmazken, AKP (elbette ki, siyasi hesaplarla ve tamamen samimiyetsizce ve elbette ki daha sinsi olması itibarıyla daha tehlikeli olduğu kesin olmakla birlikte), Dersim ifadesini, Dersim Katliamı’nı vb resmi olarak itiraf etmekte, katliam yapıldığını söylemektedir. Ama dediğimiz gibi, bu söylem liberalliği AKP’nin demokratik olduğu, ileride durduğu, söylediklerinde samimi olup Dersim Katliamı karşısında dürüst olduğu vb söylenemez. Böyle bir iddia safdillikten de öteye en hafif deyimle siyasi ahmaklık olur. AKP, konjönktürel politikalar gütme
kırımın savunucusu veya destekçisi durumundadırlar. Parantez açalım ki, soykırım yapanların yasalarında soykırımı “suç sayması, yasaklaması, cezalandırması” onlara has anlaşılır genel spesifiğidir ve bu mesele bu yazının konusu değildir. Aynı zamanda evrensel denen veya öyle kabul edilen hukukun da bir burjuva hukuk olduğunun, nihayetinde emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerine uygun düzenledikleri bir garabet olduğunun altını çizmek gerekir. Ama
avantajıyla bugün liberal pozisyonda görülmektedir; AKP siyasi rakibi olan CHP’yi iyice köşeye sıkıştırmak için Dersim Katliamı’nı kullanmaktadır; AKP halk kitlelerini aldatarak kendine yedeklemek ve kitleler gözünde demokratik görünmek için Dersim Katliamı’nı dillendirip sömürmektedir, AKP yürüttüğü Kürt düşmanlığı ve halk düşmanlığı kimliğiyle faşist ve komprador niteliğini gizlemek için Dersim Katliamını salt ifade etme anlamında dillendirmektedir. Ancak reel olarak AKP’nin Dersim Katliamı sorununda CHP’den daha ileride olduğu kesindir. Hem de bugün baş düşman-baş tehlike AKP kliği olmasına karşın… Devletin kendi kabul edip açıkladığı ölü sayısı 10 binleri aşkın olduğu halde ve yine
böyle de olsa, “TC” devleti, CHP ve tüm Kemalist güruh kendi sınıf hukuku olan burjuva evrensel hukuka uygun davranarak, bu utancıyla yüzleşmek ve yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda olduğunu kabul etmelidir. Devletin resmi belgeleri ve arşivlerinin, yaşayan canlı tanıklarının tanıklıklarıyla ve yaşanmış gerçeklerle ispatlıdır ki, Dersim 38 bir Soykırımdır. Soykırım Devlet politikası olarak Kemalist CHP iktidarı tarafından gerçekleştirilmiştir. Katliamdan sorumlu Kemalist “TC”
Evet, Dersim’de yarı-bağımsızlıkçı, yarı özerk bulunan Kürt (Zaza) ulusal kimliğine sahip idareye-otoriteye karşı bir katliam başlatıldı ve gerçekleştirildi. Özerk yapısını ilan ederek önemli oranda koruyup yaşayan Dersim eyaleti Zaza Kürtleri Kemalist CHP yönetimindeki devlet tarafından katıksız bir kıyıma tabi tutuldu. Öyle ki, ele geçirilen tüm erkekler, çocuklar da dahil katlediliyordu. Ve katliamdan geriye kalanlar Türk illerine sürülerek Dersim insansızlaştırılıyordu. Yaşanan katliam ve sürgünlerin hedefi Dersim’i dağıtıp yok etmekti. Katliam ve sürgün politikası açıktan Kürt eyaleti ve yarı-bağımsızözerk durumdaki Dersim’in yok edilmesini hedefliyordu. Bu, bir ulusal kimliğin-bütünlüğün ya da varlığın yok edilmesiydi ki, tam manasıyla bir soykırımdı. Resmi devlet açıklamaları Dersim Katliamı’nda ölü sayısı 10 bini aşkın rakamla verse de, 60 bin ile 100 bin arası Dersim’linin katledildiği bilinmektedir. Ki bu gerçek rakamlar devletin gizli arşivlerinde ve dış ülkelerin konuyla ilgili arşivlerinde de mevcuttur. Özellikle CHP ve Kılıçdaroğlu’na oy veren
devletidir. Dolayısıyla “TC” devleti ve özelde de Kemalist CHP Dersim’den özür dilemeli ve gereğini yapmalıdır. Soykırımcı gerçek karşısında tüm ilerici, aydın, demokrat şahsiyetler ve en önemlisi de tüm Dersimliler CHP’den desteğini geri çekmeli, CHP ve devletin bu suçunu teşhir ederek mücadele etmelidirler. Dersimliler kararlılıkla mücadele etmeli, çünkü katliamı yaşayan onlardı… Ama Dersimlilerden de öteye bütün ilericiler aynı kararlılıkla mücadele etmeli, çünkü Soykırım bir insan-
Dersimliler başta olmak üzere, demokrat, aydın, ilerici ve hatta devrimci geçinenlerin bin kez daha düşünmesi şarttır. Dersim soykırımından devletten başka kim sorumlu olabilir ki? Dönemin tek partisi olarak iktidarda olan CHP’den başka kim sorumlu olabilir? Tartışmasız şef olan Kemal Atatürk’ten ve şürekasından başka kim sorumlu olabilir? Bunlar yapmayıp da kim gerçekleştirdi Dersim Katliamı’nı? Bunların bilgisi yoktuysa kim talimat verip uygulattı? Kim Dersim soykırım/katliamını yaptı? Devlete tartışmasız sahip olan Kemalist iktidar CHP’nin Dersim Katliamı’nın sorumlusu, uygulayıcısı olduğundan şüphe duyulamaz. Tüm gerçek bilindiği halde CHP milletvekili olmayı, genel başkanı veya üyesi olmayı kabul etmek, her şeyden önce Dersim Katliamı’nın altına imza atmayı kabul etmek demektir. Kemal Kılıçdaroğlu ve benzerlerinin durumu budur. Bunlara bilinçli olarak oy verenler ise, (geri ve kavrayışsız veya aldatılmış halk kitleleri hariç) bellekten yoksundur. Dersimlinin CHP’li olması, kurbanın celladına hayranlık duyan garip ironisidir. Oysa, katliama uğramış Dersim’li için devletle hesaplaşmanın yanı sıra, Kemalist CHP ile hesaplaşmak şarttır. Günün taze tartışmasına vesile olan sözlerin sahibi CHP milletvekili Hüseyin Aygün’ün durumu tipiktir. H. Aygün tutarsızlık ve belirsizlik içindedir. Dersim Katliamı’ndan sorumlu olduğunu bile bile CHP’ye üye olmak, o partiden milletvekili olmak anlaşılmaz ve izah edilemez bir tutumdur. Faşist bir partiye, soykırım yapmış, katliam yapmış bir partiye hangi “haklı” gerekçeyle üye olunabilir ve bu partiye nasıl hizmet edilebilir? Nasıl böyle bir partiye katılınabilir ve böyle bir partinin propagandası yapılıp kitlelere (hem de katliam yaptığı kitleye) benimsetilebilir? Katliamından geçmiş halk kitleleri nasıl bu partiye davet edilebilir, ona hizmet eden duruma sokulabilirler?
lık suçu ve insanlığın sorunudur. Soykırımdan CHP’yi sorumlu tutup da CHP milletvekili olarak kalmanın keskin tutarsızlığı sahiplerine aittir. Soykırımdan yükümlü olan Kemalist CHP’ye oy vermek, oy istemek, “Dersimlidir” diye CHP milletvekili ve genel başkanına oy vermek oy veren Dersimlinin çelişkisidir. Soykırıma uğramış Dersimlilerin düzen partileri ve özellikle CHP’ye özel tutum alarak destek vermemeleri, bilakis tecrit etmeleri çok daha anlamlı olacaktır.
14-15_Layout 2 11/21/11 11:29 AM Page 1
14 emek röportaj Hükümetin yıkım politikaları üzerine
Halkın Günlüğü 20-30 KASIM 2011
AKP mecliste elinde bulundurduğu çoğunluk sayısıyla istediği birçok yasayı rahatça çıkarıyor. Son olarak çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile
birlikte çevreden tutalım da sit alanlarının, tarihi eser yapıların piyasanın hizmetine açılmasına, sağlık hizmetinin sermaye gruplarının hizmetine sunula-
rak ticarileşmesine kadar kapsamlı bir saldırı başlatılmış bulunuyor. Sağlık alanında yaşanan saldırıların daha görünür olarak ortaya
Sağlıkta yeni ticaret
‘
Şu anda çıkan yasanın en son hali şu, yine birlikler oluşuyor fakat bu birlikler bir yönetim kurulu tarafından değil de Sağlık Bakanlığı tarafından atanacak genel sekreterler yönetecek.
Aziz Çelik
SES Şişli Şube Sekreteri fSağlıkta dönüşüm adı altında özelikle son birkaç yılda yapılan saldırılar, yeni çıkartılan KHK’larla boyutlanmış durumda. Bize yaşanan bu süreci kısaca özetler misiniz? Şişli Şube Sekreteri Aziz Çelik: Sağlıkta dönüşüm programı yeni bir proje değil. 1980 yılı ve 12 Eylül’le birlikte 24 Ocak kararlarıyla hayata geçirilen bir şey. Yalnız bu IMF, Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü’nün çizmiş olduğu bu programı hayata geçirecek bir istikrara sahip hükümetler olmadığı için 2000’li yıllardan sonra daha çok değişimler gerçekleşti. Tabii bunun öncesinde de yapısal değişiklikler vardı, özelikle SSK hastanelerinin devlete devri gibi sosyal sigortalar hizmetinin tamamen içi boşaltıldı. Hizmet almak artık zorlaştı ve bu noktadan sonra sağlık harcamalar artmaya başladı. Bu harcamaları artmaya başlayınca da bu noktayı tek elden kontrol etmek için yani Bağ-Kur, Emekli Sandığı ve SSK’yı tek çatı birleştirme 2000’li yıllarda gerçekleşti. Daha sonra AKP ile birlikte sağlıkta dönüşüm programı büyük bir hızla hayata geçirilmeye başlandı. Bunun direktifleri yayınlanan belgelerle birlikte ortaya çıktı. IMF ve Dünya Bankası ile yapılan görüşmelerde niyet mektuplarında tamamen ortaya çıkmış ve belgelenmiş durumda. Bunların içinde en ciddisi Sosyal Sigortalar Genel Yasası’yla, Genel Sağlık Sigortası’nın ortaya çıkmasıydı ki bu 2012’ye kadar ertelendi. Bunun dışında özellikle hekimlerin çalışmasını düzenleyen tam gün yasası AKP döneminde hayata geçirildi.
Hastaneler ticari işletmelere çevriliyor fÖzellikle son süreçlerde yoğun bir KHK trafiği var. Çevreden tutalım da sit alanlarının ranta açılmasını sağlayan birçok ka-
nuna kadar. Ayrıca meslek örgütleri de işlevinin dışına itiliyor, sağlık sistemine ciddi bir darbe vuruluyor. Sizin bağlı bulunduğunuz meslek kuruluşu bu durumdan nasıl etkileniyor? Çelik - Şimdi Sağlık Sakanlığı’nın ve bağlı kuruluşların teşkilat görevleri hakkında bir yasa, Kanun Hükmünde Kararname gizlice yürürlüğe kondu. Şimdi bu gizlice bir gece yarısı kanunun maddelerini tek tek incelersek tamamen sağlık bakanlığının yapısını değiştiren, Sağlık Bakanlığı’nı denetleyici ve planlayıcı konuma getirip onun dışında bütün sağlıkla ilgili alanı tamamen profesyonel kendince belirlediği kadrolara ataması ya da onlara devretme süreci var. Sağlık Bakanlığı burada sadece denetleyici ve üstte planlayıcı konumda kalıyor. Onun dışındaki işler daha çok kamu hastane birlikleri ve aile hekimliği, daha önceden oluşturulan aile hekimliğine devrediliyor. Yani birinci basamak sağlık hizmeti zaten aile hekimliğine devredilmişti. Şu anda aile hekimliği üzerinden yürüyor. İkinci ve üçüncü basamakta sağlık hizmetinde Kamu Hastaneleri Birlikleri adı altında bir kadrolaşmayla yürütücek. Şimdi burada Sağlık Bakanlığı ve müdürleri ne iş yapacak yani geriye ne kalıyor bu işi planlamak ve denetlemek kalıyor. Kısacası sağlık bakanlığı sağlık alanından tamamen elini çekiyor. Sağlık hizmeti gibi temel bir hizmetin planlanmasını meslek örgütleriyle, sendikalarla konuşmadan, görüşlerini almadan, KHK’yle çok önemli bir teşkilatın yapısını bir gecede değiştirebiliyor.
fKamu Hastaneleri Birliği adı altında hastaneler ve hastanelere bağlı kuruluşlar emperyalist sermayeye peşkeş çekiliyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz. Çelik - Şimdi bu kararnamelerin ön önemli maddelerinden biri de Kamu Hastane Birlikleri’nin oluşturulmasıdır. Şimdi biz bu
Kamu Hastaneleri Birlikleri’nin yapısını yaklaşık dört yıldır tartışıyoruz. Sağlık Bakanlığı da dört yıldır tartışıyor. Değişik öneriler sundular, değişik yapılar sundular. Bundan önceki geçirmeye çalıştıkları Kamu Hastane Birlikleri yapısında şöyle bir şey vardı, bir ildeki bütün hastaneler bir birlik içerisine toplanacak ve bu birliğin bir yönetim kurulu olacak, işte bu yönetim kuruluna il genel meclisinden, bulunduğu ilin ticaret odasından, sağlık müdürlüğünden tamamen işletme mantığıyla hükümet tarafından belirlenerek yönetici yani işletmeci atanacak ve bunlar bu birlikleri yönetecekler. Bunu hayata geçiremediler, hem kendi içlerinde hem de Maliye Bakanlığı’yla bir tartışma yaşadılar ve oluşan muhalefetin etkisiyle geri çekildi. Şu anda çıkan yasanın en son hali şu, yine birlikler oluşuyor fakat bu birlikler bir yönetim kurulu tarafından değil de Sağlık Bakanlığı tarafından atanacak genel sekreterler yönetecek. Şimdi genel sekreterlerde aranan kriter, sağlık alanında veya işletme alanında tecrübeli olmasıdır. Bu da demek oluyor ki tamamen hükümetin sağlık politikasını hayata geçirebilecek insanların atanması planlanıyor. Bunların altında belli bir bürokratik yapılanmaları var, en son bir hastaneye geldiğiniz zaman bir hastanenin bir yöneticisi oluyor hastane yöneticisi adı altında. Buna da başhekim, tıbbı hizmetler başkanı olarak, müdürler bağlı, idari hizmetler bağlı. Yani bu Kamu Hastaneleri Birliği bir şirket gibi yönetilecektir. En başta bir genel sekreter ‘CEO’ olacak ve sözleşmeli çalışacak, en önemli nokta bu as-
lında. Düşünün ki başhekim sözleşmeli, müdür sözleşmeli, başhekim yardımcısı sözleşmeli ve bu yapının içinde yer alacak “uzman” adı altındaki kişilerin hepsi sözleşmeli olacak.
fYıldız uygulaması için ne söylenebilir? Bu durum hastaneleri kar-zarar ekseninde ele alıyor ve ticarileşmenin önünü tamamen açıyor. Hukuk Sekreteri Firdevs Tat: Şimdi Kamu Hastaneleri Birlikleri oluşturulduğu zaman bu birliğin başındaki sözleşmeli çalışanlar performanslarının değerlendirilmesi de şunlar gözetilecek. Son çıkan yasa göre birlik yöneticileri hastanelerin bir bölümünü değiştirebilir, kapatabilir ya da yeni hizmet satın alabilir, yeni tıbbi teknolojiler satın alabilir, yeni elemanlar alabilir. Satın alınması, kapatılması yada başka bir kuruluşa devredilmesini de bu birlik karar verebilir. Bu duruma çalışan personel açısından baktığımız zaman ne ücret alacağı belirli değil, bunun kararını birlik başındaki kişiler karar verecek. Hastanenin giderleri yani masrafları karşılandıktan sonra elde kalan yani kar edilen para üzerinden hastane çalışanlarının parası verilecektir. Temel bir maaşın olmaması zaten KHK’nin çalışanlara en büyük darbesi iş güvencesini ortadan kaldırması, düzenli ücretin ödenmesinin ortadan kaldırılması daha çok özelleştirmeye dönük yasaların çıkartılması da en fazla zararı emekçilere verdi. Şimdilik insanlar bunun farkında değil belki bir bir yaşamlarına girmedi çünkü azar azar giriyor. Bu bir süre tartışılıyor,
14-15_Layout 2 11/21/11 11:29 AM Page 2
emek 15
20-30 KASIM 2011 Halkın Günlüğü
çıktığı, mağduriyetlerin had safhada olduğu koşullardayız. Sağlık emekçileri de kendi bulundukları alanlarda seslerini yükseltiyor, toplumsal muhalefetin canlanmasına dönük çaba harcıyorlar.
KHK’ların sağlık alanındaki yansımalarına çalışanların diliyle yaklaşarak, gelişmeleri onlardan dinlemek ve çoğu zaman kayıtsız kalınan uygulamaların halka ne gibi zararla döneceğini SES İstanbul Şişli Şube Sekreteri Aziz Çelik ve Hu-
kuk Sekreteri Firdevs Tat’dan dinledik. Halk sağlığının yeni ticaret merkezleri haline getirildiği hastanelere dair yaptığımız röportajda yapılan saldırıları birçok farklı boyutuyla değerlendirdik.
merkezleri: Hastaneler konu iş gücünü daha ucuza getirmek, hali hazırda yurtdışından gelen ve ülkemizde çalışan hekim arkadaşlarımız var. Bu çalışan hekim arkadaşlarımız Türkçe öğrendikten sonra hastanelerde çok cuzi ücretlerle çok kötü çalışıyorlar. Aslında yurt dışandan gelen hekimler var ama azlar ve fahri olarak çalışıyorlar. Şu anda Libyalı, Bulgar, Arnavut gibi hekim arkadaşlarımız çok kötü koşullarda yaşıyorlar ama aynı hizmeti veriyorlar. Hasta onun karşısına geldiği zaman onu bir hekim olarak görüyor ama o hekimin yaşam koşulları çok kötü bu ülkede, bir sığıntı gibi yaşıyor ve çok düşük ücretlerle çalışıyor, asgari ücretten daha düşük ücret alıyor. Bu durumun yaygınlaştığını düşünün, bu hiçbir şekilde sağlık hizmetinin niteliğinin artmasına fayda sağlamayacaktır. Bu durum AKP açısından ucuz bir iş gücü kaynağı olacaktır.
fİlaç tekellerinin önünü açmak için çıkarı-
‘
İnsanların aldığı hizmet verdikleri parayla ölçülecek, paran varsa nitelikli ve ayrıcalıklı bir tedavi göreceksin eğer paran yoksa niteliksiz ve sağlıksız koşullarda hizmet alacaksın.
Firdevs Tat
SES Şişli Şube Hukuk Sekreteri
Ucuz iş gücü kaynağı konuşuluyor ve insanların yaşamlarına bir anda girmiyor o yüzden çok farkında değiller ama vatandaş olarak herkesin canını yakacak kanunlar geçti. KHK’lerle bunu hükümet çok hızlıca yaptı aslında hani birden hayatımıza bir yansıması olmadı ama çıkan yasalarla birlikte hızlıca bir dönüşüm gerçekleşti. Hastanelere gelen hastalar açısından baktığımızda “E” grubuna gelen daha az ücret verecek belki ama niteliksiz bir hizmet alacak, “A” grubu hastanelerine gelen hastalar ise daha fazla ücret ödeyecek ve tamamen otelcilik hizmeti alacak. Yani nitelikli hizmet alacak. İnsanların aldığı hizmet verdikleri parayla ölçülecek, paran varsa nitelikli ve ayrıcalıklı bir tedavi göreceksin eğer paran yoksa niteliksiz ve sağlıksız koşullarda hizmet alacaksın.
fKHK’yla birlikte sağlık alanına ciddi darbe vurulurken, bir yandan da ucuz iş gücü olarak yabancı hekim getirileceği söyleniyor, bu konuda SES’in tavrı nedir? Çelik - KHK’nin maddelerinden biri de ülkemizde ithal hekim ve hemşire çalıştırma üzerine. Bu arada şunu belirtmek isterim, biz bu ithal kelimesinin kullanılmasını çok doğru bulmuyoruz, sonuçta yurt dışında da olsa hekim ve hemşirelerin değerli olduğuna inanıyoruz. Ama istihdam piyasasında ucuz iş gücü yaratılmak isteniyor, burada asıl mantık odur. Sorun daha nitelikli sağlık hizmeti vermek değil, daha ucuza sağlık hizmeti vermektir. Bu maddede yapılan değişiklikle birlikte ülkemizde bu kadar işsiz ebe hemşire varken ithal hemşirenin çalıştırılmasının önü açılmış oldu. Burada asıl
lan yasayla beraber İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu açılıyor, bu kurumun tam olarak amacı ve kapsamına ilişkin bilgi verebilir misiniz? Çelik - Bu kurum yepyeni bir kurum daha önce eczacılık hizmetleri diye bir kurum vardı. Bu kurumun tek amacı ülkedeki ilaç endüstrisiyle, ilaç piyasasıyla bağlantılı olarak çalışmak, tıbbi cihaz teknolojisiyle birlikte çalışmak. Yani amacı Sağlık Bakanlığı’nın tıbbi cihaz üretmesi veya ilaç piyasasıyla ilgili çalışma yapması değil, tamamen özel sektörün kamuyla bağlantısını sağlamak amacıyla bir kurum oluşturuluyor. Bu kurum kağıt üstünde var ama daha hayata geçmedi. Bu kurum hayata geçtiği zaman ülkedeki sağlık harcamalarının artmasına neden olacak. Sağlık harcamalarındaki en büyük etken, ilaç endüstrisinin pompaladığı haberler, hekimleri etkilemesi yani ilaç kullanımın arttırılması, kapitalizmin dayattığı yaşam koşullarının getirmiş olduğu sorunları ilaçlarla çözmeye çalışan bir toplum haline geliyoruz. Tat - Domuz gribi diye bir hastalık uyduruldu, bu hastalığın uydurma olduğu sonradan ortaya çıktı. Bu hastalık döneminde o kadar aşı ithal edildi ki, hiçbir ülkenin almadığı aşıları bizim ülkemiz aldı. Yani bu kurumla birlikte böyle bir piyasa yaratılmak isteniyor. Ülkemizin sağlık alanındaki potansiyel yani pazar, herkesin iştahını kabartıyor. Bu durumdan kaynaklı herkes bu piyasaya hakim olmaya çalışıyor. Bu duruma örnek ise bir inşaat firması iştah kabartan sağlık alanına talip oldu. Böyle bir potansiyel var. Orada para var, herkes buna sahip olmaya çalışıyor.
fMilyonlarca kişinin yararlandığı yeşil kart uygulamasına son veriliyor, bununla
yapılmak istenen nedir? Çelik - KHK Sağlık Bakanlığı’nın teşkilat yapısını değiştiriyor, bahsettiğiniz şey ise Genel Sağlık Sigortası’yla ilgili bir şey daha önce geçmiş bir yasa fakat yürürlük tarihi 2012 olarak belirlendiği için 2 ay sonra daha yakıcı bir şekilde gündeme gelecek. Son rakamlara göre ülkemizde yeşil kart sayısının 10 milyon civarında olduğu belirtiliyor. Kapsam dışı yani hiçbir şeye tabi olmayan 2 milyon kişi var. Bu yasada şöyle bir sınırlandırma var; 279 TL aylık geliri olan kişiler bundan sonra Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınıyor ve belli oranlarda prim ödemek zorunda, sağlık hizmeti almak istiyorsa, yani bu ücretin altında geliri olanlara ücretsiz sağlık hizmeti veriliyor. Şimdi bu yeşil kartı olan 10 milyon kişinin içinde birçok kişi var ki 279 TL ücretten daha fazla geliri olan ama belirlenen 279 TL çok komik bir rakam açıkçasını söylemek gerekirse. Bugün asgari ücret bile 660 TL civarında yani bu 279 TL ile birlikte yeşil kart sahipleri de bir şekilde sağlık hizmetinden yararlanabilmek için katkı payı ödeyecek konuma getiriliyor.
fBu uygulamalara karşı meslek örgütleri, sendikalar ve devrimci-demokratik kurumlar çeşitli biçimlerde tepkilerini dile getirdi. SES bu uygulamalara karşı önümüzdeki süreçte nasıl cevap olacak? Çelik - Biz bu sürece en başından beri karşı çıkıyoruz. Bu süreçle ilgili çeşitli eylem ve etkinlikler yapıldı. 18-19 Nisan’da yaptığımız grevin taleplerinden biri buydu ama bugün bu yasa tüm karşı çıkışımıza rağmen geçti. Belki bu yasanın uygulaması bir yıl gibi bir zaman alacak, bunu hissetmek çalışma ortamına yansıması zaman alacak belki ama bizim bunu ön görmemiz gerekiyordu sendika olarak. Yine meslek örgütü olan tabip odası, sendika ve demokratik kitle örgütleriyle birlikte bu yasanın uygulanmasını engellememiz gerekiyor. CEO’ların şirket yönetecek olan genel sekreterlerin bizim emeğimizle oluşan hastanelerin kapısından girmesine engel olmamız gerekir. Bu süreçte yapacağımız tek şey bu artık, işletme mantığıyla hastaneleri devralmaya gelen bizler üzerinde tahakküm kurmaya çalışan sağlığın bir hak olmaktan çıkıp bir meta haline geldiği bir dönemde bizim tek yapacağımız olan bu CEO’ları kapıdan içeri sokmamak, bunun için de var olan bütün imkanları kullanmaktır. Sizin de bildiğiniz gibi bir hekim meclisi toplantısı oldu. Tabii bu sorun sadece hekimlerin sorunu değil, bu sorun tüm sağlık çalışanlarının bir sorunudur. Bu toplantı bir yol açıcı bir rol oynayabilir. Hekim meclisi en son toplantısında sınırsız bir grev yapalım bu yasanın sonucunda diye bir karar çıktı. Bunu bir an önce hayata geçirmek gerekir diye düşünüyorum.
16-17 _Layout 2 11/21/11 11:30 AM Page 1
16 dünya analiz Politeknik Direnişi selamlandı Yunanistan’da Albaylar Cuntasına karşı gelişen Politeknik Direnişi’nin yıldönümünde üniversitede 3 gün süren etkinlikler yapıldı. Son gün on binlerce kişinin katılımıyla Amerikan konsolosluğuna yüründü Amerikan emperyalizmi tarafından 1967 yılında Yunanistan’da yapılan askeri darbe, tarihe Albaylar Cuntası olarak geçti. Politeknik Üniversitesi öğrencileri Albaylar Cuntası’na karşı boykot düzenleyerek üniversiteyi 14 Kasım günü işgal etti. Boykot süresince gerçekleştirdikleri radyo yayınıyla Yunan halkını cuntacılara karşı ayaklanmaya çağırdılar. Öğrencilerin başlatmış olduğu boykotu desteklemek ve cuntacılara karşı tepkisini ortaya koymak için binlerce Yunanlı Politeknik Üniversitesi’ne akın etti. İsyanın halk tarafından sahiplenmesi cuntacılara büyük korku verdi. Bu korkuyla 17 Kasım günü tankları ve silahlarıyla üniversite öğrencilerine karşı saldırıya geçtiler. Ancak isyanın kararlılığı karşısında paniğe kapılan cuntacılar binlerce kişiyi gözaltına aldı. Bu isyan Albaylar Cuntası için sonun başlangıcı oldu. Cunta şefleri 1 yıl sonra istifa etmek zorunda kaldılar. 1974 yılının kasım ayında yapılan seçimlerden sonra cuntacılar yargılandı ve idam cezası verildi. Yunanistan tarihinde cuntanın sonunu getiren bu önemli direniş her yıl coşkulu bir şekilde kutlanmaktadır. 15 Kasım günü Politeknik Üniversitesi’nde başlayan etkinlikler çeşitli aktivitelerle 17 Kasım gününe kadar sürdü. Gefira Kültür Merkezi’nin de içinde bulunduğu çeşitli siyasi grup ve öğrenci birlikleri 3 gün boyunca Politeknik Üniversitesi önünde stant açarak yayınlarını ve bildirilerini dağıttılar. Üniversite öğrencilerinin önderlik ettiği bu etkinlikler her yıl binlerce işçi ve emekçi tarafından sahiplenmektedir. Bu yıl düzenlenen eylemler hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı tepkiye dönüştü. Etkinliklerin son gününde on binlerce kişinin katıldığı Politeknik Üniversitesi önünden başlayan ve Amerikan Konsolosluğu’na kadar süren bir yürüyüş düzenlendi. Yer yer çatışmaların yaşandığı yürüyüşte birçok eylemci gözaltına alındı. Polis, Sintegma Meydanı’nda polis kitlenin yürüyüşünü durdurmaya kalkınca çatışma çıktı. Polis kitlenin kararlılığı karşısında geri adım atarak kitlenin önünü açmak zorunda kaldı. Amerikan Konsolosluğu’na varıldığında polis tekrar kitleye saldırdı. Bu saldırıdan sonra kitlenin bir kısmı dağılırken geriye kalanlar yürüyüşün başladığı Politeknik Üniversitesi’ne kadar yürüyerek eylemlerine son verdiler.
Halkın Günlüğü 20-30 KASIM 2011
Suriye’ye saldırı
Suriye’ye saldırı hazırlıkları hız kazandı. ABD ve AB emperyalistlerinin yanı sıra Arap Birliği de Suriye’ye yaptırım kararı aldı. Arap Birliği yaptığı toplantıda Suriye’nin üyeliğini askıya aldı
Emperyalist projeler ekseninde Ortadoğu’daki hedef ülkeler tek tek düşürülüyor. Ortadoğu ve Afrika’da son çeyrek yüzyılda yaşananlar sömürge ve yarı sömürgelerin yeniden paylaşılması ve nüfuz alanlarının genişletilmesi anlamına geliyor. Bugün daha somut anlamda yapılan değişimler ve mevcut yönetimlerin elde ettikleri imtiyazlar, yeni stratejik uşaklarla el değiştirilmiş olacak. İmtiyazlar orantılanacak ve eskinin çatışkılı uşaklık durumu daha itaatkar bir pozisyona çekilecek. Halkın tepkilerini kendi çıkarları ekseninde değerlendiren emperyalist devletler ve onlara biat etmeye hazırlanan “yeni” uşakları, özgürlük, demokrasi vb. havariliğiyle yeniden düzenlenen ülkelerde emperyalist projelerin birer parçası olacaklar. Bununla birlikte uşaklık ilişkilerinde ise yeniden biçimlendirmeler yapılıyor. Özünde hiçbir değişikliğin olmadığı Ortadoğu ülkelerinde, halka karşı gelişen yeni iktidarlar tesis edildi, ediliyor. Son çeyrek yüzyıldır tanık olunan Ortadoğu’daki gerilimli süreç, Osmanlı bakiyesinin evlatlarının Batılı efendilerinin otağına sürükledi. Diğer bir deyişle bu süreç emperyalist devletlerin güdümün yeniden organize edilmek için bir avantaj olarak kullanıldı.
Stratejik önem ve sorun Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaratılan bu yapılandırmanın geldiğimiz aşamadaki adresi ise Suriye. Suriye’nin coğrafi olarak konumlanışı burayı siyasi açıdan da öne çıkarıyor. Dünya düzenini kendi siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda dizayn eden ABD’nin, Suriye’nin Rusya ile olan ilişkisi de buraya olan müdahaleyi daha bir gerekli kılıyor. Lübnan’da bulunan askeri konumlanışı ve İsrail’le olan sınır komşuluğu, Akdeniz üzerindeki liman kontrolü ve deniz taşımacılığına uygunluğu askeri stratejik açıdan önemliyken, İran ve Rusya’yla olan ilişkileri de bir o kadar önemli bir noktada duruyor. Ayrıca Suriye açıklarına gönderilen savaş gemileri de siyasi bağları daha belirginleştiriyor. Mart ayından bu yana yaklaşık 8 ay geçmiş olmakla birlikte Suriye’deki mevcut Esad yönetiminin de yeniden yapılandırılması için bütün kartlar açılmış durumda. Halkın daha fazla demokrasi ve özgürlük istemi, muhalifler ve emperyalistlerin yeni stratejik hamlelerinin peşinden sürüklenmekle birlikte, yer yer suni gerilimler de yaratılıyor. Esad yönetimiyle rejimsel bir sıkıntı olmadığı ancak efendiler tarafından, özellikle de Beyaz Saray’dan, veto yediğini söylemek dünde bugünde mümkün. Bu da reform vb. şekilde çözülemeyecek bir durum. Esad
yönetiminin değil reformlar, en geniş hatlarıyla ülkede bir dizi temizlik ve değişiklik yapılsa, Suriye Ulusal Konseyi’ne devredilmeyen bir yönetim Rusya ve İran dışında hiçbir devlet tarafından kabul görülmeyecek. Fotoğrafın gösterilmeyen ve görülmesi istenilmeyen tarafından bakmak, gerçeğin daha somut olarak görülmesini sağlar. Sorunun reform, demokrasi olmadığı aynı yıl içerisinde gerçekleşen eylemlerle devrilen diktörlerin bulunduğu Tunus, Mısır, Libya örneklerinden net bir şekilde görülebilir. Suriye’de Esad yönetimi ve muhalifler arasında süre giden çatışmalarda yaşanan ölümlerin sayısı beş bini buldu. Kendisini Suriye Ulusal Konseyi olarak isimlendiren grubun, demokrasi veya özgürlük gibi talepleri, yeni stratejilerde almak istediği payla eşdeğer ele alınıyor. Yani bir bakıma maskelerin ardında yeni balolar organize ediliyor.
Arap Birliği’nde yaptırım kararı Arap Birliği’nin kendi uşaklık ilişkisini tehlikeye atmama girişimi Suriye’ye ilişkin kararın nedeni olarak algılanmalıdır. Ortadoğu’da esen rüzgarın etkilerini kısmen de olsa yaşayan bu ülke yönetimleri kendi yerlerini garantiye almaya çalışıyor. Doğalında da emperyalist devletlerin doğrudan veya dolaylı hedefi olmamak için Suriye gibi doğrudan hedef olan ülkelerle ilişkilerini bu doğrultuda yapıyor. Birlik tarafından Suriye’ye tanıdığı süre önümüzdeki günlerde dolacak. Suriye’de gözlem yapacak bir heyet göndermek için harekete geçen birlik üyesi ülkeler, tutukluların serbest bırakılması, reformların acilen ve hızlı bir şekilde
hayata geçirilmesi ve Esad yönetiminin eylemcilere şiddet kullanmaktan vazgeçmesi gibi şartları öne sürüyor. Ancak Arap Birliği ve emperyalistlerin tek şartları bunlarla sınırlı değil. Ayrıca “özgür” bir ortamın yaratılarak seçimlerin yapılması ve Esad yönetiminin görevden ayrılması bu şartların en önemlileri arasında telaffuz ediliyor. Birlik Esad yönetiminin alınan karara ve çağrılara olumlu cevap vermemesi durumunda ekonomik yaptırımlarda bulunma kararı aldı. Siyasal yaşamın çok sınırlı ve olağan bir yasaklı zemin üzerinde durduğu Suriye’de bu süreci organize edecek bir partinin olmayışı (yasal olarak) sürecin kimler tarafından nasıl yönetileceğini de biraz daha netleştiriyor.
Rusya karara tepki gösterdi Rusya’nın Arap Birliği’nin aldığı karara tepki duyması yukarıda ifade ettiğimiz bağımlılık ilişkisinin kendisiyle kurulması şeklinde okunmalıdır. Diğer ülkelere göre daha az ekonomik işbirliği olan Rusya, siyasi nüfuzunun bu ülke içerisinde zayıflmasını ve kendi etrafının kuşatılmasını istemiyor. Dolayısıyla da Arap Birliği’nin aldığı karara ve herhangi bir müdahaleye karşı çıkıyor. Diğer taraftan bölge ülkelerinin birçoğu da askeri müdahaleye karşı çıkıyor. (Keza Arap Birliği de şimdilik askeri müdahaleye karşı.) Kendilerini doğrudan etkileyeceğini düşünen Irak (mültecilerin Irak’a gitmesi, Irak’ı ekonomik olarak etkileyeceği düşünülüyor) ve Lübnan (herhangi bir askeri saldırının kendi sınırlarını da risk altına so-
16-17 _Layout 2 11/21/11 11:30 AM Page 2
20-30 KASIM 2011 Halkın Günlüğü
17
hazırlıkları
YÖNELİM ‘YOL HARİTALARI’!
K
apitalizmin derinleşen kriz ortamında, temsili demokrasili parlamenter burjuva egemenliğinin krizi de yoğunlaşıyor. Artık sermaye ‘geçim’ oyunlarına bile gerek görmeden direkt atama yapıyor. Yunanistan ve İtalya örneklerindeki Teknokrat kabileler, atanmış memurlar hükümetini ifade ederler. Amerika Wall-Street protestocularına yönelik saldırı ve tutuklamalarda da görülebileceği gibi artık ‘demokrasi’ örtüsüne bile gereksinim duyulmamaktadır. Ezilen ulus ve emekçilere saldırının çok daha fütursuz bir hal alacağı ortadadır. Bunlar ‘ölmüş at’ misali sistemsiz sistemin leşini kurtarma gayretleridir. Ve bu gayretler aynı zamanda temsili demokrasiyi parlamenter burjuva sistemi, olmayan ‘iyilik’lerle tanımlayan ahmaklığın görülmesi açısından da iyi bir derstir. Kapitalizmin modern burjuva toplum uygarlığında, halkın yeri zaten kölelikti. ‘Modern’ ulus devletlerin burjuva egemenliğinin hukukundaki biçimsel ‘eşit’ yurttaşlar argümanındaki ‘haklar’ aldatmacası örtüsü de yırtılmıştır.
kacağı, saldırıların Lübnan’ı da hedef alacağı ağırlıklı görüş halinde) bu sürece karşı çıkarken, İsrail’de kendi güvenliğini tehlikeye gireceği düşüncesinde. Zira Golan Tepeleri İsrail-Suriye sınırında ve İsrail’in güvenliği açısından önemli bir yerde duruyor. Buradan gelecek saldırılar İsrail açısından tehdit oluşturuyor.
Savaş naraları yükseldi TC devleti Arap Birliği’nin kararını desteklerken yeni tehditlerle saldırı sinyalleri verdi. Arap Birliği’nin Suriye aleyhine aldığı karar Esad yanlıları tarafından protesto edildi. Protestocular TC konsolosluğu başta olmak üzere Esad yönetimini tehdit eden ülkelerin konsolosluklarını hedef aldı. TC devleti Esad yanlılarının yaptığı protestolara en üst perdeden savaş çığırtkanlığı ve tehditler savurdu. Burjuva-feodal medya da bu koroya eşlik etti. Bütün manşetler savaş çığırtkanlığıyla çıkarken, bu gazetelerin köşe yazarları da gazeteleriyle büyük bir uyum içinde savaş kışkırtıcılığı yaptı. Vatan millet edebiyatının vurguları en üst perdeden “bayrak” nasıl yakılır cümleleriyle de desteklendi.
İran’a tehditler devam ediyor ABD’nin diğer hedefi de İran. Bulunduğu konum ve siyasi yapısı ABD’nin bu dönemki çıkarlarıyla örtüşmeyen İran, Ortadoğu’da mezhepsel ve siyasi açıdan önemli bir nüfuza sahip. Dış politikasında ise ABD’nin çıkarlarıyla ters düşüyor. Daha çok Rusya ve Çin ile diplomatik ilişkiler geliştirerek dönemsel açıdan plan-
ların bozulmasına neden oluyor. Şii mezhebinin yönetimde olduğu İran’ın hem mezhepsel hem de siyasi bir güç olarak Arap dünyasında bir hayli nüfuzu var. Özellikle Suriye ve Lübnan ile olan diplomatik bağları bu bölgenin şekillenmesinde ABD ve ortaklarına zorluk çıkarıyor. Bu durumda saldırının hedefi haline gelmesine yeterli bir neden oluyor. Nükleer silah ürettiği iddia edilen İran üzerine Uluslararası Atom Enerji Kurumu’nun (UAEK) sunduğu raporda, nükleer silah üretildiğine dair kuvvetli deliller var dedi. UAEK’ın raporunu Amerikan senaryosu olarak değerlendiren İran bu kurumu da ABD uydusu olarak değerlendirdi. Geçtiğimiz günlerde İsrail, İngiltere ve ABD’nin üçlü olarak İran’ı vuracağı açıklamalarıysa İran dışişleri tarafından “her hangi bir saldırıdan önce bir kez daha düşünürler umarım” sözleriyle karşılandı. ABD bölgedeki nüfuzunu İran’ın siyasal olarak güç kaybetmesi ve istikrarsız bir konuma sürüklenmesiyle sağlayacağından, bu devleti saf dışı etmek istiyor. Ancak Rusya bu konuda, İran’la olan ilişkilerinden ve etrafında ABD’nin konumlanmasından duyduğu rahatsızlıktan kaynaklı karşı çıkıyor. Haliyle dengelerde de belirli bir sarsılma oluyor. Şimdilik İran’a yönelik bir saldırı olmayacağı kanaatini doğuruyor. Ancak ülkemize kurulan füze kalkanı, savaş gemilerinin İran açıklarına demirlemesi ve ambargolar gibi adımlarla bu sürece dair hazırlıklarda sürdürülüyor.
≫ kazım cihan
Evet kapitalist piyasada tabii ki bir özgürlük var… Paran kadar müşteri özgürlüğü!.. Eğitim- barınma-sağlık gibi her şeyin bu eksende yükseldiği kapitalist piyasada, emperyalist küresel ‘vicdan’ın ne olduğu halen mi görülmeyecektir? Anayasalar, merkezileşmiş-yoğunlaşmış sermayenin küresel ihtiyaçlarına göre biçimlendiriliyor. İnsanı köleleştiren temsiliyet- kuvvetler ayrılığı sermayesiz mevcut ihtiyaçları atmosferinde, yeniden düzenleniyor. Hangi mekanda ihtiyaçlar neyi gerektiriyorsa o! Suudi, Katar gibi yerlerde ‘dincilik’, Suriye ve Libya’da demokrasicilik… TC’de ılımlı İslamcılık… Hegemonyayı sürdürmede mevcut piyasa ilişkileriniz, müşterileriniz nerede, ne satılabilir, bütün mesele bu! Tüm kaynakların kontrolü için mekanlar bu çerçevede dizayn edilmektedirler. Çıkarlar için değişmez, değiştirilmez Partner yoktur... ‘Sıfır sorun’cu TC şimdi Suriye’ye karşı ABD kontrolünde bir kükreyiş içinde.. İran, Rusya, Çin’e karşı ABD stratejisiniz bölgesel karakolu. TC’nin şimdiki devlet çıkarları da bunu gerektiriyor. Neden ‘Suriye bizim iç sorunumuz’ diyorlar… Neden ‘tampon bölge’ dedikleri işgal planları yapıyorlar… Nedeni açık… Kürt ulusunu hegemonya altında tutmak… ‘Devletçi ve milliyetçiyiz’ söylemiyle ‘açılım’ kartını şimdi bir kenara bırakarak saldırganlığını kimyasal silahlar, fütursuz tutuklamalar, bombardımanlarla sürdürüyorlar. ‘Tarihin doğru tarafında duruyoruz’ diyorlar. Evet, evet bu ‘doğru taraf’; emperyalist sermayeye hizmette Gülenci CEO’lara alan açmak için bölge halklarına saldırganlıktır. Kürt ezilenlerine vahşettir. Artık vadesi dolmuş Baas’çı diktatörlük rejimleri yerine, emperyalizme daha iyi hizmet edebilecek Muhafazakar Sünni kamp çavuşluğudur. Emperyalizm için dün gerekli olan İttihatçılık-
Kemalizm ve Nasırcılıktı… Bugün Doğu’yu kontrolde tutmada revaçta olan emperyalist ‘ılımlı islam’ konseptidir. Yeni Osmanlıcı AKP rehberliğindeki TC’nin şimdiki devlet biçimlenmesinin bayrağı, Türk-İslam sentezlidir. Gülenci, İslamcı Türkleştirme seferberliğiyle güncelleştirilen Osmancılıktır. TC’nin ‘yol haritası’ görülmelidir. Bu yol haritasını, ‘Ortak Vatan’la değil, Kürdistan’da TC işgali ve ilhakına hayır bayrağı altında püskürtmeliyiz. ‘Demokratik ulus’ değil, milli zulme sontüm uluslar için tam hak eşitliği- Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı ile doğrulmalıyız! Üniter denilen Türk egemenlik devletinin cilalanacak her tür boyunduruğuna, burjuva anayasaların merhametine sığmayan, sığmayacak olan özgürlük bayrağını yükseltmeliyiz. Bir siyasal ve toplumsal sorun olan Kürt ulusal sorununu, ‘bireysel haklar’ vb. projelerle dejenere etmeye, yerel idareler ve belediyecilik ‘reform’larıyla çürütmeye, 1876’ların Kanun-i Esasi, 1921’de Misak-ı Milliciliği gibi sözde çözüm formülleriyle, savuşturmaya meydanı boş bırakmamalıyız. TC egemenlik sistemi aşılmadan, ‘demokratik-ekolojik- toplum yaratılamaz.. Türk egemenlik ayrıcalıkları aşılamaz. Duçe Mussoloni, Führer Hitler, Şef Kemalist faşist bayrağı, şimdi Şeyh Gülen- Erdoğan’ın elinde ‘din ve iman’ örtüsüyle yükseltiliyor. Kürt ulusunun meşru-demokratik taleplerini koşulsuz-kayıtsız-ikircilliksiz destekliyoruz. Türk egemenlerine karşı mücadelede dostluğun tartışılamaz gereğidir bu. Aynı şekilde tehlikelere, çizgi sorunlarına dikkat çekmek-doğruyu göstermekte, gerçek bir dostluk gereğidir. Çizgi sorunları Kürt direnişiyle birlikte davranmanın engeli yapılmamalıdır. Birlikte davranmakta, bağımsız irade düşünce ve davranmayı yadsımamalıdır. Sıradan demokratik hak arayışlarını legal çalışmaları ‘paralel devlet’ diye bastıran Türk egemenlerinin çağrısı şudur.. ‘Teslim olun!’ tasfiye planıyla sonuç alamayan TC’nin sürdürdüğü kimyasal özelli, harp ile de yenilmekten kurtulamayacağını Kürt direnişi bizzat ispatlamıştır. Kürdistan teslim alınamaz, teslim olamaz! Hayri Durmuş, Mazlum Doğan’ların ‘yaşamak direnmektir’ çağrısı, bugün de yarında çok anlamlıdır. Kürt haklı savaşı hükümete ‘entelektüel’ meşruiyet sağlamak için, ‘terör’ diye damgalanmaktadır. Taraf Gazetesi köşelerinde tasfiye amaçlı ‘Kürt dost’luğu(!) bugün ‘bastırılmalı’ çağrısına dönüşmüştür. Müzakere hileleri tutmayınca ‘dostluk’ perdesini bir kenara bırakan medya özel savaş kalemşorları ‘muhafazakar- liberal- radikal demokrat’lar(!) savaş sahnesinde dün de- bugün de zaten mevzilenmişlerdi. Değişen sadece taktik manevralardır. ‘Anayasal demokratik’ mucizeler beklentisi kör itikatiniz mistifikasyonunu, şoven ablukasının kuşatmasını devrime sarılarak dağıtabiliriz. Bizim yol haritamız budur!
18-19_Layout 2 11/21/11 8:59 AM Page 1
18 dünya haber Avrupa’da kriz Ekonomik krizle paniğe kapılan AB ülkelerinde başbakanlar bir bir istifa ederken, krizin diğer Avrupa ülkelerinde de zincirleme etki yarattığı görülüyor Ekonomik kriz Avrupa ülkelerinde panik yaratıyor. İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ve Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu G-20 zirvesi sonrası istifa etti. Papandreu AB’nin sunmuş olduğu paketi halktan gelen tepkiler üzerine referanduma götüreceğini söylemiş fakat Almanya ve Fransa’nın tehditleri karşısında geri adım atmıştı. Sarkozy ve Merkel ile yapılan görüşmeler sonrası, Yunanistan’da gelişen tepkiler ve hükümetteki çatlaklar nedeniyle Papandreu G-20 zirvesi sonrasında istifa ettiğini açıkladı. Yunanistan’ın yeni Başbakanı Lucas Papademus oldu. Papademus göreve geldikten sonra AB’nin sunmuş olduğu “kurtarma” paketlerini kabul edeceğini söyledi.
Benzer bir durum da İtalya’da yaşandı. AB’nin en güçlü ekonomisi olarak ifade edilen İtalya ekonomik olarak yaşadığı krizin siyasi etkisinden kurtulamadı. G-20 zirvesinde IMF’nin denetimine açık olacaklarını söyleyen Silvio Berlusconi, ancak yardım talep etmediklerini söylemişti. Zirve sonsrasında siyasi krizi aşamayan İtalya’da Başbakan Silvio Berlusconi istifa ettiğini açıkadı. İtalya'da başbakanlık koltuğuna Cumhurbaşkanı Giorgio Napolitano tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilen ekonomist Mario Monti getirildi. Monti cumhurbaşkanıyla yaptığı görüşme sonrası kabineyi açıkladı ve ekonomi bakanlığını da kendisi yürüteceğini belirtti. Monti’de “ekonomik ‘kurtarma’ paketlerini” kabul edeceğinin işaretini vererek, krizin faturasını emekçi halka keseceğinin sinyallerini vermiş oldu.
Halkın Günlüğü 20-30 KASIM 2011
Sokaklara halkın Wall Street’i “İşgal Et” eylemlerine polisin saldırmasıyla eylemlerin merkezi Zuccoti Park'taki çadırlar kaldırıldı. Kapitalizm karşıtı gruplar 17 Kasım gününü uluslararası eylem günü ilan ederek, ABD ve birçok ülkede sokaklara çıktı
ABD’de devam eden Wall Street’i “İşgal Et” eylemlerine polis saldırdı. Çadırların kurulu olduğu Zuccoti Park'taki çadırları kaldıran polisle eylemciler arasında çıkan çatışmada onlarca kişi gözaltına alındı. 15 Kasım günü yapılan saldırlarda çadırların kaldırılmasıyla birlikte protesto gösterilerine Wall Street civarında devam eden eylemciler, eylemlerinin 17 Eylül’den bu yana 2 ayını doldurduğu gün olan 17 Kasım’da da polisle çatıştılar. New York başta olmak üzere birçok kentte sokaklar eylem alanına çevrilirken polisin saldırısıyla yüzlerce kişi gözaltına alındı. Eylemlere daha önce
sadece destek veren sendikalar da katılım sağlarken, binlerce kişi Amerika sokaklarında kapitalizme karşı yapılan protesto gösterilerinde yerini aldı. New York: New York Borsası binasına yürüyen kitle borsanın işleme başlamasını engellemeye çalıştı. Ancak New York polisi borsa önünde kurduğu barikatla buraya girilmesine izin vermedi, polisin saldırmasıyla birlikte çıkan çatışmada ise 10 kişi yaralanırken onlarca kişi de gözaltına alındı. Daha sonra devam eden eylemlerde de, polisin saldırısıyla yaşanan çatışmalarda onlarca kişi gözaltına alındı. Yapılan eylemlere sendikalar ve öğrenci dernekleri de katıldı. Chicago: Chicago’da binlerce kişi borsa binasına yürüdü. Burada çıkan çatışmalarda otuzun üzerinde gözaltı oldu. Ayrıca Washington DC, Philadelphia, Los Angeles, Portland gibi birçok şehirde binlerce kişi sokaklara çıkarak “Wall Street’i İşgal Et” eylemlerine bulundukları yerellerden katılım gösterdiler.
Avrupa’da zincirleme olarak gelişen bu sürecin İspanya, Portekiz ve İrlanda gibi krizin etkisini büyük oranda yaşayan ülkeleri de saracağı görülüyor.
Muhaliflerden
orduya karşı eylemler Mısır’da muhaliflerin orduya istifa etmesi için tanıdığı süre dolarken, ordu görevi bırakmadı. Orduyu protesto eden muhalifler 18 Kasım’da eylemleri başlattı Mısırlı muhalifler Hüsnü Mübarek’in ardından ülkede yönetimi ele alan Askeri Kuvvetler Yüksek Şurası (SCAF)’na 16 Kasım’a kadar görevi bırakması için ültimatom verdi. Ordu bu ultimatomu tanımazken muhalifler 18 Ekim’de Tahrir Meydanı’nda ordu karşıtı eylemler başlattı. Eylem kararının ertesi günü Tahrir Meydanı’nda düzenlenen eyleme polis saldırdı. Saldırıda iki kişi hayatını kaybederken, yüzlerce kişiyi de yaralandı. Yeni yapılacak seçimlerin özgür bir ortamda yapılmasını savunan muhalifler, ordudan bir an önce görevi bırakmasını talep ederken, ordunun sadece güvenliği sağlamak için görevde kalmasını savunan Müslüman Kardeşlerle liberallerin tavrı da farklı bakış açısı olarak dikkat çekiyor.
Mübarek’in partisi seçimlere katılabilecek Ülkede bu gelişmeler yaşanırken Mısır Yüksek Mahkemesi’nin aldığı kesinleşen karara göre Mübarek’in partisi Ulusal Demokratik Parti (NDP)’nin seçimlere katılabileceği açıklandı. Bu kararın değiştirilemeyeceği ülkede, generallerin de başkanlık seçimlerine aday olduğu sürecin yeni protesto eylemlerini beraberinde getirmesi bekleniyor. Ülkede General Tantavi’nin devlet başkanı olması için kampanyalar yürütüldüğünü açıklayan başkan adaylarından Bothaina Kamel yaptığı açıklamada, "Başkanlık seçiminin 2012 Nisan ayında yapılacağını açıkladılar, şimdiyse başkanlık seçiminin 2013'te yapılacağını bildiriyorlar. Orduya güvenemeyiz. Tüm umutları öldürüyorlar.” ifadelerini kullandı. Mübarek’in devrilmesinin ardından iktidarı 6 ay içinde devredeceklerini söyleyen Mısırlı generallerin bu süreyi uzattıkları ve seçimlerden sonra iktidarı bırakacakları açıklandı. 28 Kasım'da yapılacak seçimleri kazanan parti ülkenin yeni anayasasını hazırlayacak. Tunus'ta olduğu gibi seçilen ilk kabine yeni anayasayı hazırlamakla görevlendirilecek.
Libya’da bitmeyen NATO’nun 7 ay boyunca askeri olarak saldırdığı Libya yeni rant merkezi haline geldi. Yapılan bombalı saldırılarla yerle bir edilen ülkede enerji kaynaklarının yanı sıra inşaat sektörü de yeni rant kapısı oldu Bölgesel savaşlar ve saldırılarla bölgeleri yeniden dizayn eden emperyalist devletler, yıkılan bu ülkelerdeki inşaat sektöründeki ihaleleri alarakkendi ekonomilerini düzeltmeye çalışıyorlar. Kaddafi muhalifleri de ranttan fazla pay sahibi olmak için birbirleriyle yarışa tutuştu. Parçalı aşiret yapısına sahip olan Libya esas itibarıyla coğrafi ve etnik olarak üçe ayrılıyor. Bu bölümlerin merkezleri ise Bingazi, Sirte ve Trablus. Şayet bir uzlaşma sağlayamazlarsa yeniden çatışmaların
çıkması kesin gibi gözüküyor. Keza birlik görüntüsü içerisinde görünse de Ulusal Geçiş Konseyi, Başbakan Mahmud Cibril’i görevden alarak yerine de Abdürrahim el Keyb’i getirdi. Bu isim ise ABD’de akademik eğitim görmüş ve yıllardır da uluslararası petrol tekelleri adına çalışan bir akademisyen olduğu ifade ediliyor. Muhalif askerlerin arasında küçük çaplı silahlı çatışmaların olduğu haberleri de çatışmaların bir uzlaşıyla sonuçlanmadığı takdirde devam edeceğinin işaretleri olarak görülüyor. Uluslararası emperyalist tekellerin bölgeye yerleşmesiyse tüm hızıyla devam ediyor. Bütün altyapısı ve enerji kaynakları bu tekeller tarafından yağmalanacak olan Libya’da; İtalya, Fransa, ABD ve İngiltere yeni üs alanları açıyor.
Paylaşım ve işgale devam Afganistan, Irak gibi ülkeleri işgal ederek bölge-
18-19_Layout 2 11/21/11 8:59 AM Page 2
20-30 KASIM 2011 Halkın Günlüğü
19
tepkisi hakim Kitleler sokakları işgal etti
İtalya: İtalya’da Roma, Milano, Palermo vb. şehirlerde yapılan eylemlere binlerce kişi katıldı. Yapılan eylemlerde Silvio Berlusconi’nin yerine başbakan olarak göreve başlayan Mario Monti hükümetine de tepkiler dile getirilirken, Milano’da Monti’nin rektör olduğu Bocconi Üniversitesi’ne yürüyen kitleye polis saldırdı. Palermo’da ise kitle “bankacıların, yüzde 1’in hükümeti” diye tepkiler göserilirken banka şubelerine yumurta ve sis bombası atarken polisi de taş yağmuruna tuttular. Hükümetin ekonomi politikalarında bir değişikliğin olmayacağını vurgulayan kitle “öğrenciler ve işçiler olarak biz her gün ızdırap çekiyoruz” diyor. Almanya: Frankfurt'taki Avrupa Merkez Bankası binası önünde işgal eylemine devam eden "Frankfurt'u İşgal Et" insiyatifi-
nin çağrısıyla on binlerce kişi 17 Kasım’da Berlin ve Frankfurt’ta sokaklara çıktı.
Alman parlamentosu Bundestag'ın ve Avrupa Merkez Bankası önünde yapılan eylemlere katılanlar "Bundestag'ı işgal ediyoruz", "Frankfurt'u İşgal Et" yazılı pankartlarla yürüyüş yaptılar. İspanya: İspanya hükümetinin kamu alanındaki kesintilerine tepki gösteren "Öfkeliler", Madrid'de yürüyüş yaparak Puerta del Sol Meydanı'nda toplandı. İşsizliğin had safhaya çıktığı İspanya’da yapılan kesintilere karşı çıkan halk “polis ve güvenliğe değil eğitim ve işsizliğe pay ayırın” dedi. "Hemen modeli değiştirin" sloganının yazılı olduğu pankartla yürüyen binlerce emekçi gelecek hükümetin de ekonomik durumu düzeltemeyeceğini söylüyor. Ayrıca İngiltere, Japonya, İtalya, Kolombiya gibi birçok ülkede de eylemler yapıldı.
rant kavgası deki siyasal nüfuz sağlandı. Bölgenin yeraltı ve yer üstü zenginlikleri tek tek talan edildi, hala bu talan devam ediyor. Yapılan bombardımanla yerle bir edilen bu ülkeler yeniden inşa edildi. Elbette bu piyasanın rantını da kasasına doldurdu. Şimdi Libya’da aynı süreç işletilerek bu ülkede elde edilecek rantla, kendi ülke ekonomisini bir nebze de olsa rahatlatmış olacak. Ayrıca enerji kaynaklarının talanı ve ülke pazarı da sonuna kadar açılmış olacak. Diğer bir yönüyle de bölgedeki siyasal etkisini artırarak dünyadaki siyasi dengeleri kendi lehine çevirmiş olacak. Enerjiden yeni altyapı çalışmalrına kadar birçok yatırıma ev sahipliği yapacak olan Libya’da ayrıca askeri üsler de kurulmaya başladı. Fransa ve ABD’nin bölgeye
askeri üs kurma çalışmaları hız kazandığı gibi çok sayıda uçak ve silah konumlandırılacağı da biliniyor. Kaddafi döneminde bu ülkede askeri üssü bulunmayan ABD ve AB üyesi ülkelerin, Ulusal Geçiş Konseyi’nin işbaşına gelmesiyle birlikte hazırda beklettikleri çalışmalara hız verip akabinde bölgeye yerleşmeye başladılar. NATO saldırılarında aktif rol üslenen ülkelerin bölgeye yerleşme noktasında kendileri lehine daha fazla pay istemeleri bölgedeki istikrarsızlığın bu ülkeler tarafından dolaylı olarak devam ettirilerek sürekli bir işgalin de alt yapısı oluşturulmuş olacak. Bu daha önce aynı süreci yaşayan Irak ve Afganistan örneklerinden anlaşılıyor.
EKSEN
≫ ahmet hacalişi k.
ORTADOĞU’DA MEZHEP STRATEJİLERİ
D
ünya petrolünün yüzde 60’ının çıkarıldığı Ortadoğu’nun merkezine yerleşen ABD, gerek kendisine yönelen kısa vadeli tehditleri bertaraf etmek, gerekse bölge ve çevre alanlardaki çıkarlarını korumak amacıyla riski yüksek yeni açılım ve stratejiler planlıyor. Arap coğrafyasında Şii ve Sünni grupların anti-Amerikan, anti-İsrail ortak paydasında birleşmeleri ABD için en korkutucu rüyadır. İran ortak paydayı oluşturan bölgedeki en güçlü ülke olarak bu stratejiyi başarıyla uyguluyor. Şimdilerde ABD’nin bölgedeki en öncelikli hedeflerinden biri, İran’ın Irak-Suriye-LübnanFilistin eksenli (Şii zinciri) nüfuz alanı zincirinin kırılmasıdır. Doksan yıl önce İngiliz emperyalizmi tarafından Ortadoğu haritası çizilirken, siyasi dengeler ileride kolaylıkla manipüle edilecek şekilde mezhep farklılıkları üzerine inşa edilmişti. Bu bağlamda Sünni Suudi Arabistan’ı ve Körfez ülkelerini Irak’taki Şii çoğunluğa karşı korumak için Irak’ın yönetimi Sünni azınlığa verildi. Suriye’deki Sünni çoğunluğun bölgede mezhepsel bir politik güç haline gelmesini önlemek üzere Suriye’nin yönetimi Şii azınlığa verildi. Tampon ve geçiş ülkesi olarak Mısır, Ürdün ve Filistin’de Sünni çoğunluğa dayalı Sünni yönetimlerin iktidarda kalması uygun görüldü. 1979’da İran’da iktidara gelen Şii İslamcı rejimin, radikal ABD ve İsrail karşıtlığı, bölgedeki etnik, siyasi ve de mezhepsel dengeleri alt üst eden büyük bir jeopolitik değişikliğe neden oldu. Anti-Amerikancı İran İslam yönetimi, Türkiye başta olmak üzere bölgedeki Müslüman ülkelerde de ideolojik bir yayılmayı hedefliyordu. ABD elebaşılığındaki emperyalizm İran’dan kaynaklanan mezhepsel boyutun siyasi bir güç kazanarak Ortadoğu’ya yayılmasını önlemek amacıyla Saddam’ı kullanıp Irak-İran savaşını başlattı. Bu savaş, ABD desteğine rağmen devrilen Şah için değil, ABD’nin güç ve prestij gösterisi olarak çıkarıldı. Henry Kissinger, bu savaş için “Umarım birbirlerini tüketirler” diyerek ABD’nin amacını en kısa yoldan açıklamış oldu. 10 yıl süren savaşın insani ve ekonomik kayıplar dışında İran’ın planları üzerinde önemli bir etkisi olmadı. 1989’dan itibaren Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasıyla birlikte İran’ın Irak Şiileri, Lübnan Şiileri, Şii Suriye yönetimiyle Hizbullah ve Hamas örgütleri üzerindeki nüfuzu arttı. Savaşın bile durduramadığı İran’ın yayılan siyasi nüfuz ve ideolojisi, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve İsrail’in güvenliğini de tehdit eden boyuta gelince, ABD’nin bir şekilde Ortadoğu’ya daha kalıcı bir şekilde yerleşmesi zorunlu hale geldi. Bu hedef doğrultusunda, Saddam’ın Kuveyt’e saldırması cesaretlendirilerek 1991’de Irak’a ilk müdahale yapıldı. 2001 İkiz Kuleler saldırısı, ABD’nin Irak’a yerleşmesi için bulunmaz bir bahane oldu. Irak’taki başarısızlığa İran’ın da nüfuz alanını genişletme ve ABD karşıtı stratejilere hız vermesi eklenince, ABD ve İsrail çıkarları önemli ölçüde tehlikeye girdi. Gelinen bu noktada ABD ve İsrail, İran’a karşı Ortadoğu’da 1920’lerden bu yana devam eden “Mezhepsel Yönetim ve Nüfuz Bölgeleri’nin korunması hedefine odaklandı.
Bu hedefe ulaşmak için ABD tarafından uygulanan “dolaylı stratejiler” şöyle özetlenebilir: Irak’taki Şii ve Sünni grupların ABD karşıtı milliyetçi ideoloji etrafında birleşmelerinin önlenmesi, Lübnan’da Hizbullah etkisinin kırılması, gerekirse din eksenli bir bölünmenin sağlanması, Filistin’de Hamas’ın etkisinin kırılması ve siyasi arenadan çıkarılması, Suriye yönetiminin İran’ın etki alanından çıkarılması, Mısır’da İsrail ve ABD karşıtı Müslüman Kardeşler Örgütü’nün iktidara gelmesinin önlenmesi veya Türkiye’dekine benzer bir Ilımlı İslam projesiyle ABD yanında yer almasının sağlanması, İran’ın Ürdün’deki Filistin göçmenleri vasıtasıyla bu ülkede nüfuz kazanmasının önlenmesi, Ortadoğu’daki 90 yıllık statükonun korunması ABD elebaşılığındaki emperyalizmin giderek artan enerji açıkları nedeniyle bugün çok hayati bir konuma yükseldi. Başta Irak olmak üzere Suriye, Lübnan, Ürdün ve Mısır’ın emperyalizm yanlısı politik istikrarının ana amacı Irak ve Körfez ülkeleri petrolünün güvenlik ve süreklilik içinde Doğu Akdeniz’e akıtılmasıdır. Petrol ihraç eden Körfez ülkelerindeki rejim ve politik statülerin korunması da enerji güvenliğinin ön şartını oluşturuyor. Bu bağlamda Kerkük-Hayfa, Musul-Hayfa ve KerkükCeyhan, bir ucu Golan tepelerini aşıp Hayfa’ya diğer ucu Lübnan’a giden Trans-Arabistan boru hatları hayati önem taşıyor. Bu hatlar faaliyete geçtiğinde Hayfa limanına günde 8 milyon ton petrol akıtılmış olacak. Bu durum Ortadoğu petrollerinin İsrail denetiminde Akdeniz’e yani Batı’ya nakledilmesi anlamına gelecektir. Bu perspektiften bakıldığında, Lübnan’ın, Golan Tepeleri’nin, Gazze şeridinin, Kıbrıs’ın, Türkiye’nin ABD ve İsrail için mutlaka kendi kontrol ve nüfuz alanı içinde tutulmasının ve Arap Yarımadası’ndaki 90 yıllık statünün korunmasının gerekliliği ortaya çıkmaktadır. SON YERİNE İran ile Türkiye 1514 Çaldıran Savaşı’ndan bu yana geçen yaklaşık beş asırdır, müttefik olmasalar bile dost kalmayı başardılar. Ancak bugünlerde Türkiye, ABD’nin Şii zincirini kırma amacına yönelik stratejisi içinde İran ile İsrail arasında politik bir tercihe zorlanıyor. Kabaca füze kalkanı diye tanımlanan sistemin topraklarında kurulmasını kabul ederek Türkiye tercihini İsrail’den yana koymuş durumda. Son günlerde askeri birlik ve tesislerin bombalanması başta olmak üzere İran’a karşı “Doğrudan Stratejilerin” sık sık gündeme gelmeye başlaması ise bölgedeki siyasi tansiyonu yükseltiyor. Türkiye’nin yardımı olmaksızın İran’a yönelik “Doğrudan Stratejilerin” uygulanmasın mümkün olmadığı bilindiğinden gerçekleşmesi halinde Türkiye’nin kendisini bir ateş çemberinin içinde bulacağı mutlaktır. İran’a buna mukabil bir müdahalede İran, başta Irak olmak üzere etki alanındaki tüm Ortadoğu’yu ateşleyebilecek, iradesi dışında savaşa bulaşacak Türkiye ise ağır bedeller ödeyecektir.
20-21_Layout 2 11/21/11 11:31 AM Page 1
20 kültür sanat Yılmaz Güney Kültür Sanat Festivali üzerine
Halkın Günlüğü 20-30 KASIM 2011
Kültür bir toplumun maddi ve manevi değerlerinin toplamıdır. Sanat ise insan zihninin toplum ve doğa içerisinde canlanan öğeleri imgelemde kurgulayarak estetik bir özle birleştirip yeniden topluma sunmasıdır. Bu sunu kendi içerisinde bir değer
birikimini ve toplumsal olguların daha canlı ve kurgusal anlamda gelişimini sağlar. Kalıcılığı ve sadeliğiyle gelişimin en üst seviyeye erişimini kolaylaştırır. Bu yönüyle siyasetle de doğrudan ilişkilidir. Fakat sanatsal ve kültürel anlamda yaratılan bu de-
ğerler özel mülkiyet dünyasının tekelinde, mülkiyet sahibi sınıflar tarafından modernizm ve post modernizm adı altında ticarileştiriliyor. İçeriği boşaltılarak kendi zırhlarından arındırılan bu değerler toplumsal hafızadan da silinmiş oluyor. Toplum
2. Yılmaz Güney Kültür fYılmaz Güney Kültür Sanat Festivali’nin
bu yıl ikincisinin duyurusunu yaptınız. Festivalin isminin Yılmaz Güney şahsında gelişmesinin nedeni nedir? Bu isme nasıl bir anlam yüklüyorsunuz? Yılmaz Güney toplumcu gerçekçi sanatın, devrimci sanatçılığın ülkemizdeki temsilidir. O, ürettikleriyle, yazdıklarıyla, duruşuyla sisteme doğrudan cephe almış devrimci bir sanatçıydı. Yılmaz Güney sinema alanında ülkemizde bir çığır açtı. Sadece ülkemizle sınırlı kalmayan önemli başarılara imza attı, ülkemiz ezilen halklarının sesini dünyaya duyurdu. Birçok aydının, sanatçının söz söylemeye cesaret edemediği zamanlarda Yılmaz Güney, sanatının, üretimlerinin devrim mücadelesinin vazgeçilmez bir parçası olduğunu ilan etti ve safını devrimcilerden yana koydu. Bugün egemen sistemin temsilcileri sahte demokrasi söylemleriyle devrimcilere, devrimci sanata, devrim mücadele tarihine ait olan değerleri, sembolleri iğdiş ediyor, kendi propaganda malzemesi haline getiriyor, bu uğurda ödenilen bedelleri silikleştiriyor, yok sayıyor. Yılmaz Güney ve sanatı da geniş kesimler tarafından ilgiyle takip edilir. Milyonlarca insana ulaşmış bir sanatçıdır. Bu anlamda hakim sistemin demokrasi yalanlarının propaganda aracı haline getirilmeye çalışıldığına tanıklık ediyoruz, tıpkı Nazım ve diğerlerinde olduğu gibi… Devrim mücadelesine ait olan bu değeri, yarattıklarını, devrimci sanata bıraktığı mirası sömürü sisteminin aracı değil, devrim mücadelesinin bir mihenk taşı olarak hak ettiği şekilde yaşatmak ve yarına taşımak istiyoruz.
fBu festivalin sizin açınızdan önemi nedir? Hedeflerinizden bahseder misiniz? Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali, özellikle medya kanalıyla öğretilen, empoze edilen yaygın kültür-sanat anlayışının dışında, yaşadığımız bu coğrafyanın çok renkliliğini ve bilgeliğini yüklenerek güzeli ve güzel için ortaya dökülen emeği temsil etmek için yola çıktı. Geçmişimizin tecrübelerinden öğrenen ve o tecrübeleri bugünle buluşturan yeni bir kültür ve sanat anlayışıyla hareket etti ve devamında da hareket noktası bu anlayış olacak. Bu hedefin kısa zamanda ve sadece YÇKM ile başarılamayacak bir hedef olduğunu biliyoruz. Yolumuzun uzun olduğunun farkındayız. Bu hedef yan yana gelerek birbirinden öğrenmekle, ortaklaşmış emekle ve ileriye doğru adım atmakla hayat bulabilir. Festival, sanatsal ve politik alanda ulaşamadığımız insanlara ulaşmak ve onları bir üretim sürecine yönlendirmek, aynı zamanda bir platform etrafında birleştirerek bir ortaklaşma yaratmak gibi somut bir hedefe sahip… Aslında muhalif, devrimci, demokrat birçok sanatçı var ve her biri kendi gerçekli-
Festivalimiz popüler alanla sınırlı sanatsal üretimler içinde olan ve onları takip eden bir kesime ulaşmak için değil aksine, popüler alandan uzak olan, nitelikli ürünler ortaya çıkaran, üretken dostlarımızla buluşma, birleşme, düşlediğimiz eşit, sömürüsüz, kardeşçe dünya için bir arada olmanın bir adımıydı ği içerisinde üretmeye devam ediyor. Fakat sistemin dayattığı sanat ortamı içerisinde giderek tekilleşildiğini ve aslında çok olan bu sanatçıların yalnızlaştırılarak hakim sanat anlayışı ve işleyişi tarafından baskılandığını düşünüyoruz. Bu yönüyle festivalimiz çok olduğumuzu da göstermeyi hedefliyor. Profesyonel-usta sanatçı, yazar, çizer, aydınlarımızla sanatta ustalaşmaya çalışan dostlarımızı ortak noktalarda buluşturmak, bir arada olmanın güzelliğini ortaya çıkarmak ve bu platformda yer alan dostlarımızın katılımıyla ilerideki zamanda “tertip komitesiyle” sınırlı kalmayan bir kurumsallaşma yaratmak hedeflerimizden bir diğeri.
Birleştirici olmalıyız fYılmaz Güney ülkemiz devrimci güçle-
rince yeterli düzeyde sahiplenilemedi. Ama son dönemlere baktığımızda herkesin ismini telaffuz ettiği bir isim oldu. Burada bir manipülasyon ya da isim üzerinden popülerlik sağlamak söz konusu olabilir mi? Az önce de dediğimiz gibi egemenler kendi sömürü düzenlerinin devamı için tüketebileceği her özneyi, her değeri rant kapısı görerek kullanıyor; halkın bilincini bulandırmakta sınır tanımıyor. Halkın özlediği dünyanın ne olduğunu iyi bilen egemenler bu anlamda sembolleşmiş isimleri kullanıyor elbette. Sınırsız bir rant söz konusu. Yılmaz Güney isminin dillere pelesenk olmasının, bu denli pervasızca kullanılmasının bir sebebi de devrimcilerin onu yeterince sahiplenememesi, sadece popüler alanla sınırlı bir tanışıklıklarının
olmasıyla da ilgili biraz da. Devrimciler gecikmiş bir görevi yerine getiriyor bizce. Bundan popülerlik sağlamak söz konusu olamaz. Fakat Yılmaz Güney dar grupçu yaklaşımların aracı da olmamalı. Yılmaz Güney’i sahiplenmek demek, farklı fikirlerle bir arada özgürce tartışabilmek demek bizce. Yılmaz Güney ve sanatı, sosyalist kesimler için önemli bir ortak payda, birleştirici güçtür.
fFestival seçici kurullarının çok geniş bir yelpazeyi içine aldığı görülüyor. Bunu ilk festivalin başarısına bağlayabilir miyiz? Bu festivalin kimlere ulaşmak istediğini anlatırsak daha iyi anlaşılmış oluruz. Festivalimizin çıkış noktasından biri de
20-21_Layout 2 11/21/11 11:31 AM Page 2
röportaj
20-30 KASIM 2011 Halkın Günlüğü
bu uzaklaşmayla birlikte kendi yarattığı değerlere de yabancılaştırılmış oluyor. Alternatiflerin çeşitli şekillerde yaşam bulmasını sağlamak ve bu vesileyle üzeri örtülmek istenilen değerlere sahip çıkmak, gün ışığına çıkararak toplumla kucaklaşmasını sağlamak önemli bir görev. Bu görevi omuzlamak ve adım adım engellerin üstesin-
den gelerek sanatı ezilenlerin elinde bir silaha çevirmek zorunludur. Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (YÇKM), bu misyonunu yerine getirme adına işçi, köylü, emekçi kitlelerin sanatının yine onlarla birlikte örüldüğü bir işleve sahip. Bu işlevini uzun yıllardır kurulu olduğu Okmeydanı’nda (İstanbul) mekanların dışına taşarak sürdü-
21
rüyor. Bugünlerde ise Yılmaz Güney Kültür Sanat Festivali’nin ikincisini örgütleyerek profesyonel-usta sanatçı, yazar, çizer, aydınlarımızla sanatta ustalaşmaya çalışan dostlarımızı ortak noktalarda buluşturmayı hedefliyor. Bu çalışmalar üzerine YÇKM ile yaptığımız söyleşide, hem festivale dair hem de kültürsanat alanındaki çalışmalarına dair konuştuk.
Sanat Festivali başladı
Güney’in filmlerinin gösterimi yapılacak fBasın duyurunuzda Yılmaz Güney filmlerinin gösteriminden bahsetmişsiniz. Okurlarımızı bilgilendirebilir misiniz? Evet… 2. festivalimizin en güzel, aslında en anlamlı amaçlarından biri de bu. Yılmaz Güney Vakfı’nın katkısıyla gerçekleştirilecek olan bu festival, restore edilmiş Yılmaz Güney filmlerinin gösterimini de üstlendi. Bu gösterimlerden elde edilecek gelir Yılmaz Güney Vakfı’na bağış temelinde bir kampanya gibi ele alınacak. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Vakfı’nın şu andaki temsilcileri Asi Film’den Hüseyin Karabey ve Serdal Doğan ile bu konuda ortak bir çalışma yürüteceğiz. Hem eleştiri hem de özeleştiri mahiyetinde şunu söyleyebiliriz; bu çalışma gerek vakfın şimdiye kadar Yılmaz Güney konusunda atıl kalması ve sanatçı dostlarımızla ilişkilenme biçimindeki yanlışlıklarından gerekse devrimcilerin Güney’i sahiplenmesinin eksikliklerinden biri aslında. Ve çok gecikmiş bir çalışma. Fakat yeni temsilci arkadaşların da çabasıyla umuyoruz ki vakıf bundan sonraki süreçte Yılmaz Güney konusunda üzerine düşen sorumlulukları yerine getirecek. Bu anlamda Kültür Bakanlığı’nın insafına, yardımına bırakılmış Yılmaz Güney filmlerinin gelecek nesillere taşınması için filmlerin orjinallerinin restorasyonu yapılmış. Bu çok anlamlı ve maalesef biraz külfetli bir çaba. Biz de bu çabaya elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince katkı sunacağız.
fYÇKM uzun yıllardır kültür-sanat alanında bir çalışma bu soru idi. Festivalimiz bugüne kadar hiç iletişimimiz olmayan geniş halk kesimlerine ulaşmak istedi; ulaştı da. Bunu bize ulaşan ürünlerden biliyoruz. Ülkemiz sınırlarını aşan, düşlerimizin ortak olduğunu sanatsal üretimlerle kanıtladığımız onlarca yabancı dostumuz festivale ürün gönderdi. Festivalimiz popüler alanla sınırlı sanatsal üretimler içinde olan ve onları takip eden bir kesime ulaşmak için değil tam aksine, popüler alandan uzak olan, nitelikli ürünler ortaya koyan, üretken dostlarımızla buluşma, birleşme, düşlediğimiz eşit, sömürüsüz, kardeşçe dünya için bir arada olmanın adımıydı. Devrimcilerin birleştirici olması gerektiğine inanarak hareket ettiğimiz festival bu anlamda oldukça başarılıydı. Beklediğimizin üstünde ilgiyle karşılandı. Devasa sponsorlarla yapılan festivallerden daha nitelikli, fazla ürünle ve ilgiyle karşılandığını düşünüyoruz. Üstelik maddi hiçbir ödül yokken… Bu çok önemli… Bugün ilk festivalden aldığımız güçle elbette daha güçlü ve emin yürüyoruz. Kültür sanat alanında alternatif bir festival, ilerleyen zamanda ısrarla isteyeceğimiz kurumsallaşmayı yaratacak bir festivalin büyümesi için emek harcıyoruz. Elbette ilk festivalde hem kendi alanlarında saygın bir yere sahip olup hem de içtenlikle festivali sahiplenerek katkı sunan değerlendirme kurulu üyelerimizin de katkısı büyük.
Festivalde ürün kabul edilen sanat dalları ve değerlendirme kurulları şu şekilde: Sinema Ahmet Soner, Hüseyin Kuzu, Özcan Alper, Hasan Özgen, Elif Ergezen, Hüseyin Karabey
Öykü Cemil Kavukçu, Nursel Duruer, Özcan Karabulut, Semih Gümüş, Vecdi Erbay
Şiir Adil Okay, Hicri İzgören, Lal Laleş, Mehmet Çetin, Şükrü Erbaş, Sezai Sarıoğlu
Karikatür Aşkın Ayrancıoğlu, Canol Karagöz, Elena Ospina, Kamil Yavuz, Musa Gümüş, Paolo Dalponte
Fotoğraf Çerkes Karadağ, Gültekin Tetik, İsa Çelik.
içerisinde. Son olarak çalışmalarınız hakkında bilgi verebilir misiniz? Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi birçok okurunuzun da bildiği gibi Okmeydanı’nda çalışmalarını sürdürüyor. Bugün de festival çalışması dışında kültür merkezimizde eğitimöğretime dönük çalışmalarımız var. Müzik, tiyatro, sinema alanında çalışmalarımız-kurslarımız devam ediyor. Sinema salonumuzda film gösterimlerimiz, dinletilerimiz, paneller, tiyatro oyunlarımızın yer aldığı aylık programlarımız başladı. Bunun dışında kurslarımızın kapsamı ve sayısı arttı, çalışmalarımızın kapsamı genişliyor. Daha profesyonel ve daha sağlıklı ortamlarda kurslar verebilmek için kültür merkezimizin yer aldığı binanın başka bir katında halk dansları salonu, müzik alanında kurumumuzun ve birçok sanatçı dostumuzun ihtiyacını karşılayacak bir müzik stüdyosu, ayrıca sinema-kurgu stüdyosu oluşturmayı planlıyoruz. Kültür merkezimizin şu andaki kapasitesi bu çalışmalara yetmediği için yerimizi genişletiyoruz. Bu konuda oldukça fazla desteğe, katkıya ihtiyacımız var. Buradan bu çalışmaya katkı sunacak dostlarımıza da sizin vesilenizle çağrı yapmış olalım. Tüm çalışmalarımız, kültür sanat alanında yer edinmiş, profesyonelleşmiş, daha yaygın ve etkili üretimler ortaya çıkarmak için hem bireysel hem de kurumsal gelişim yönündeki çabanın bir parçası olarak görülebilir. Bu anlamda aslında sürekli hem içe, hem de dışa dönük çalışmalarımız devam ediyor. Tüm bunların yanında Grup Munzur’un albüm çalışması ve sinema birimimizin belgesel çalışması yeni çalışmalarımız arasında bulunuyor.
22-23_Layout 2 11/21/11 9:06 AM Page 1
22 güncel haber Yıldız 6 Aralık’ta
mahkemeye çıkartılacak Dört arkadaşıyla birlikte parkta polislerce gözaltına alınan ve sonrasında tutuklanan Ali Haydar Yıldız’ın mahkemesi 6 Aralık’ta görülecek. Polisin çeşitli iddialarıyla tutuklanan Yıldız “terör örgütü üyeliği” iddiasıyla yargılanıyor. Ankara Başsavcılığı tarafından hazırlanan iddianamede Yıldız ve diğer dört öğrencinin dört ayrı örgüte üye oldukları ifadesi yer alıyor.
Kitap listesi “delil” Ali Haydar Yıldız’ın kaldığı yurtta bulunan kitap okuma listesi “delil” olarak değerlendirilip savcılık sorgusunda okuma listesiyle ilgili “Haklarında toplatma kararı bulunan yayınların isim listesini bulundurma amacınız nedir?” sorusu yöneltilmişti. Yıldız’ın kitap listesine dair polis inceleme
tutanağında şu ifadeler yer almıştır: “TİİKP Savunma ile başlayıp Sabah Tufanı ile biten dokümanda geçenlerin kitap isimleri olduğu, İBO isimli kitabın İstanbul 4 No.’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 17. 04. 2000 tarihinde, Seçme Yazılar isimli kitabın İstanbul 6. Sulh Ceza Mahkemesi’nin 07.06. 1979 tarihinde, Türkiye Proletaryası isimli kitabın ise İstanbul 1. Sulh Ceza Mahkemesi’nin 08. 01. 1974 tarihi ile toplatmasının olduğu anlaşılmıştır.” Polisin kanılarıyla hazırladığı tutanakta yer alan “deliller” savcılık tarafından da dikkate alınarak Yıldız’a sorgudaki sorunun aynısı yöneltildi. Kitap listesinin dahi “delil” olduğu Yıldız’ın davası Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesin’de 6 Aralık’ta görülecek.
Tutukluluk nedeni;
‘Poşu takmak’ Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği öğrencisi Cihan Kırmızıgül, İstanbul Kâğıthane’de bir markete molotof kokteyli atılmasıyla ilgili olayda puşi taktığı gerekçesiyle gözaltına alınmış ve boynuna bağladığı poşu, polisin gözünde onu şüpheli yapmaya yetecek suç delili sayılarak tutuklanmıştı. 21 aydır tutuklu bulunan Kırmızıgül'ün 6’ncı duruşması Beşiktaş’taki İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görüldü. Tanık polislerin dinlendiği duruşmada, Savcı Hikmet Usta tanık polislerin çelişkili ifadelerine rağmen Kırmızıgül hakkında 45 yıla varan ceza istedi. Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi, Kırmızıgül'ün duruşması öncesi basın açıklaması yaparak öğrencilerin sudan gerekçelerle tutukluluk hallerinin devam ettirilmesini protesto etti. Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi adına basın metnini okuyan Özgür Mumcu, 500’ün üzerinde öğrencinin tutuklu bulunduğunu belirterek, tutuklu yargılama için gereken kuvvetli şüphe, delilleri karartma ve kaçma gibi unsurlar gerekçe gösterilmeksizin var kabul edildiğine dikkat çekti. Mumcu konuşmasının devamında; "Bo-
yundaki poşu, öğrencilerin evlerinde bulunan ders notları, kitaplar gibi kerameti kendinden menkul deliller üretiliyor. Telefon görüşmelerinde ve e-posta yazışmalarında geçen bazı kelimeler, emniyet görevlilerinin kendilerince oluşturdukları kriminal bir dilde, örgüt görüşmesi olarak değerlendirilip, günlük yaşamda kullandığımız birçok kelime suç unsuru haline getiriliyor." dedi. Yasalarca güvenceye alınmış hakların kullanılmasının dahi emniyet görevlilerince ve yargı organlarınca suç sayılabildiğini belirten Mumcu; "Bir siyasi partiye üye olmak, yemekhaneyi boykot etmek, basın açıklamasına katılmak, mitinge gitmek, parasız eğitim talep etmek soruşturma konusu olabiliyor. Bu tablo, bir yandan devletin birilerini şüpheli ilan etmede ne kadar keyfi davranabildiğini gösterirken, diğer yandan uzun tutukluluk sürelerinin bir ‘alternatif cezalandırma’ veya politik rehin alma olarak kullanmaya başlandığını ortaya koyuyor.” ifadelerine yer verdi. Sanatçı İlkay Akkaya, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da eyleme destek verdi.
Halkın Günlüğü 20-30 KASIM 2011
Öğretmenler MEB’in Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu (AYÖP); yetkili resmi ağızların da öğretmen açığını açıkça ifade etmesine ve verilen atama sözlerinin tutulmamasına karşın, ülkenin dört bir yanından Ankara’ya gelerek taleplerini haykırdı AYÖP’lüler, 31 Ekim’den beri ataması yapılmayan öğretmenler sorununa dikkat çekmek için Samsun’dan başlattıkları yürüyüşle Ankara’ya ulaşan arkadaşları Savaş İka ve Mehtap Tekdemir’i yalnız bırakmayarak binlerle MEB önüne yürüdü. AYÖP üyesi öğretmenler, Milli Eğitim Bakanı’nın ‘üzgünüz’ açıklamasını kabul etmediklerini; Başbakan’ın ise ‘uyduruk sorun yaratıyorlar’ sözlerine karşısında “uyduruk değil, gerçeğiz” yanıtını verdi. Ülkenin dört bir yanından gelerek Ankara Demirtepe Köprüsü’nde buluşan AYÖP üyeleri kendi özgül taleplerini taşıdıkları döviz ve pankartlarda ifade ettiler. Eyleme AYÖP’lülerin mücadele simgesi olarak kansere yenik düşen Şafak Bay’ın annesi ve abisi de katılırken yakalarda Şafak Bay’ın resimleri taşındı. Başta Eğitim Sen olmak üzere birçok sendika başkanının da destek verdiği yürüyüş, Güvenpark YKM binası önünde kolluk güçlerinin barikatıyla karşılandı. Kolluk güçlerinin aşırı derecede yığınak yaptığı Kızılay civarında AYÖP’lülerin MEB önüne yürümesine izin verilmezken, uygulama ıslık ve sloganlarla protesto edildi.
Bir adım atmalısınız! Eyleme destek veren sendika temsilcileriyle AYÖP temsilcilerinin emniyet amiriyle uzun süren görüşmeleri sırasında oturma eylemi yapan AYÖP’lüler sonunda 80 kişilik bir heyet halinde MEB önüne girebildi. AYÖP adına Yasemin Çim yaptığı basın açıklamasında kendilerinin öğretmen adayı değil, yıllarca emek vererek okullarını bitiren ancak devlet tarafından kadro açılmadığı için ataması yapılmamış öğretmenler olduğuna dikkat çekti. Koşulsuz atama talep-
lerinin en temel hakları olduğunu söyleyen Çim, atama bekleyen mevcut öğretmen sayısının 300 bin civarındayken, atama sayılarının 11 binlerle sınırlandırılmasının alınan puanları da anlamsızlaştırdığını kaydederek, “bu sınavın yapılması manasızdır” ifadelerini kullandı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın 2002 yılında seçim mitinglerinde "Okul bitirince sınav korkunuz olmayacak çünkü sınav olmayacak" sözlerini hatırlatan Çim Başbakana şöyle seslendi: “Verdiğiniz sözün üzerinden 8 yıl geçti o günden bu
YİBO’lar kışladan mescide Devletin Yatılı İlköğretim Bölge Okulu (YİBO)’nda ortaya çıkan sorunları için AKP’nin hazırladığı çözüm raporu; kökleşmiş asimilasyona takke giydirmesidir Yatılı İlköğretim Bölge Okulu (YİBO) ile ilgili Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) İç Denetim Birimi rapor hazırladı. Hazırlanan raporda özellikle Dersim, Siirt başta olmak üzere birçok ilde yaşanan taciz ve tecavüze hiç değinilmeyerek, “Okul müdürlerinin evli olması isabetli olur” tespitiyle sorun basitçe geçiştirilmeye çalışılıyor. Raporda bazı illerin kültürel yapısına göre kız ve erkek için ayrı YİBO’lar yapılması da plan dahilindedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı raporda YİBO öğrenci sayısı 135 bin 949 ve bunlardan 57 bin 689’u kız öğrenci bulunmaktadır, bunlardan 83 bini Kürt kimliklidir. Devlet İsmet İnönü’nün Şark Islahat Raporu’yla 1925’te “Dersim, tercihan ve müstacelen leyli iptidailer (yatılı okullar) suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel kurtarılmalıdır” diyerek gündemine almıştır. 1950’li yıllarda ilk açtığı yatılı okullar, ezilen ulus
ve diğer azınlık milliyetlerin yanı sıra, Alevileri de asimile etmek için açılmıştır. II. Abdülhamit döneminde açılmak istenen ‘aşiret mektepleri’ olarak yaşama geçirilmek istenmiş ancak başarılamayınca Adnan Menderes döneminde YİBO projesiyle uygulanmıştır. İlk açılış tarihinden bu yana uygulanan ırkçı-ayrımcı devlet politikalarıyla YİBO’lar egemen güçlerin en etkin aracı olarak kullanılagelmiştir. 12 Eylül’den sonra özellikle Kuzey Kürdistan’daki YİBO’lar ‘asker kışlası’ olarak kullanılırken, günümüzde de sistemin cinsiyetçi politikalarının pratik uygulanabilir merkezleri olmuştur. AKP ile birlikte 2002 tarihinde 200 olan YİBO sayısı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın verilerine göre 2009-2010 istatistiklerinde 574 olarak görülmektedir. Bu sayının yaklaşık 300’ü Kuzey Kürdistan’da bulunmaktadır.
Çözüm değil sorun üretiliyor Sistemin öğrettiği sistematik taciz ve tecavüz YİBO’larda da boy verince ilk önce Milli Eğitim eski Bakanı Nimet Çubukçu döneminde YİBO ve pansiyonlu okullara 300 kadın yöneticinin atanmasıyla kökleşmiş bu soruna çözüm olarak gündeme gelmişti. An-
22-23_Layout 2 11/21/11 9:06 AM Page 2
20-30 KASIM 2011 Halkın Günlüğü
23
kapısına dayandı Böylece gene verilen sözler elimizden alınmıştır."
Atama yoksa isyan var Taleplerin karşılanmaması durumunda mücadeleyi yükselterek sürdüreceklerini söyleyen Çim; "Nitelikli eğitim için ücretli öğretmenlik kaldırılmalı, verilen söz tutularak 2011 sonuna kadar 44 bin atama yapılmalıdır. Öğretmenlerin kadrolu ve güvenceli bir şekilde atanması için planlama yapılarak acilen uygulamaya geçirilmeli. Bu taleplerin yerilene getirilmesi için 2012 bütçesinde eğitime ayrılan bütçe arttırılmalı ve eğitime hak ettiği bütçe verilmelidir." dedi. Açıklamanın ardından Güvenpark’taki arkadaşlarının yanına dönen AYÖP’lüler burada Samsun yürüyüşçüleri Savaş İka ve Mehtap Tekdemir’in konuşmasının ardından dağıldı. İka ve Tekdemir konuşmalarında siyasilerin kendileri üzerinden propaganda yaptıklarını ve buna alet olmayacaklarını vurguladılar.
Şafak Bay’ın kavgasını sahipleniyoruz
güne ataması yapılamayan öğretmen sayısı 60 binden 300 bine çıktı. Aralık döneminde MEB eski bakanı Nimet Çubukçu 2011 yılı içinde tek seferde 55 bin kadrolu öğretmen ataması yapılacağı sözünü vermiş Başbakan Erdoğanda bu sözün kendi sözü olarak bilinmesini söylemişti. Ama gel görelim ki Haziran 2011'de yani seçimlerden hemen önce 'Güya 2010 KPSS hırsızlığının yaralarını sarmak için' 30 bin ek atama yapılmıştır.
Şafak Bay’ın kendilerine başkaları için mücadele etmeyi öğrettiğini ve sonuna kadar AYÖP’lülerin yanında olacaklarını söyleyen ağabey Ufuk Bay gazetemize konuştu: Bay “bu mücadeleye katılmak bizim boynumuzun borcu ve Şafak’ın mirasıdır. Çünkü o sadece kendisi için değil kötü sağlık koşullarına rağmen başkaları için mücadele etti. Öleceğini bile bile 300 bin öğretmen için kavga etti. Onun yüreği atanamadığı için intihar eden 24 öğretmen adayı için yandı. Fakat medya onun yürekten yandığı bu sorunun karşısında birkaç satır yazdı. Buradayız çünkü eğitimcilerin ölmesini, intihar etmesini değil atanmasını istiyoruz. Devletin de verdiği sözleri tutması, halka güven vermesi gerektiğini düşünüyoruz” dedi.
devşiriliyor cak kronik bir hal alan yapısal bir sorunun kadın yöneticiyle çözülmesi mümkün değilken, tam tersi atanan kadın öğretmen ve yöneticilerin de payına düşeni alacağını biliyoruz. Buna en yakın örnek, Milli Eğitim Bakanlığı müfettişinin de içinde bulunduğu ve Fethiye’de B.S. adlı kadına toplu tecavüz davasında sanık olarak yargılandığı gün Teftiş Kurulu Başkanı olarak atanmasıydı. Burjuva-feodal sistemin cinsiyetçi yaklaşımı öğretmenlik mesleğini de anne ve çocuk bakıcısı devamında düşündüğünden, YİBO’lara yapılan atamalar da aynı zihniyetten beslenmektedir. Siirt, Dersim ve Pervari’de açığa çıkan ve tüm manipülasyonuna rağmen, üstü örtülemeyen yatılı okullarda uygulanan baskı, şiddet, taciz ve tecavüz istismarları koruyan ve korunanın erkek egemen ayrımcı sistim olması açısından, atanacak kadın yöneticilerin de payına düşeni almasını söylemek kahinlik olmasa gerek. Küçük yaşlarda içinde bulundukları mevcut
koşullardan dolayı ailelerinden, köylerinden, sosyal yaşamından ve kültüründen koparılarak ‘Türkleştirilmeye ve Türkçe konuşturulmaya’ götürülen çocuklar sistemli bir asimilasyondan geçirildi geçiriliyor. Bireysel ihtiyaçları karşılamayacak yaşta olan bu çocuklar, bütün zamanını bu asimilasyon ve hiçleştirme kışlalarında geçirdiklerinden yaşadıkları sorunlarını paylaşacak ebeveynlerine de ulaşamamaları durumu, şiddetin ve cinsel saldırıların boyutunu katlamaktadır. YİBO koşullarında kalan çocuk yaşta asimile edilmiş bu öğrenciler, ileriki yaşlarda da çoğunlukla eksik ve asosyal olarak yaşama devam ediyorlar. Özgüven sorunuyla birlikte psikolojik sorunlar da yaşayabiliyorlar. Yaş farkı olan öğrencilerin askeri mantıkla aynı mekanlarda sürekli olarak kalması sonucu başka travmalar da devreye girdiğinden ve sağlık hizmetlerinin yetersizliğiyle de mevcut köklü sorunlar daha da kronik bir hal almaktadır.
TUTSAK PARTİZAN
≫ cafer çakmak
PROLETER DEVRİMCİ MÜCADELE oplumsal çelişkilerin uzlaşmaz karakteri ekonomik temelde var olan uzlaşmazlıktan gelir. Burjuvazinin proletaryaya karşı tarihsel düşmanlığı ruh hali bozukluğundan değil, sınıfsal karakterinden ve amacından kaynaklıdır. Kimler ne kadar çaba harcarsa harcasın açlar ve toklar, zengin kodamanlar ile yoksunlukla boğuşan yoksulları uzlaştıramaz! Ezen ulus ayrıcalığı ile ezilen ulus yoksunluğu da uzlaştırılamaz!
T
Türk egemen sınıflarının Kürtlere karşı var olan düşmanlığını eksik, hatalı algılama, eğitim ya da politik şekillenişle değil, bizzat Kuzey Kürdistan’ın ekonomik kaynaklarının zor yoluyla talan edilmesi, emek pazarına sürülen karın tokluğuna çalışmak zorunda kalan ucuz emek deposu Kürt yoksulları, köylüleri, yarı-proleterlerinin sömürülmesi… Ucuz emek garantisi durumuna gelen işsizler ordusuyla basınç oluşturması… Kürt ulusunun bir avuç işbirlikçi gerici sınıflar dışında ezici çoğunluğunu oluşturan halkın bürokratik rantçı devlet tarafından ağır vergilerle sömürülmesi… (Tüketmek için satın aldığımız her şeyde vergi veriyoruz) Elbette bu vergilerle ülkemizdeki tüm ezilen sınıflar sömürülmektedir. Mevcut eşitsizlik en bariz sömürünün açık ifadesidir. Ayrıca halkın canını, kanını emen devlet aygıtı, Kürt ulusunu baskı altına almak için askeri yatırımlarına tüm hızıyla devam ediyor. Herkesin rahatlıkla anlayabileceği gibi emperyalist işbirlikçi Türk egemen sınıflarıyla işbirliğine giren Kürt egemen sınıflarının palazlanmasına karşın halkımız daha da yoksullaşmaktadır. Emperyalistlerin uşağı egemen sınıfların hizmetinde olan kukla devlet bürokratik yapısıyla sadece kendi obur karnını halkın sırtından doyurmakla yetinmiyor. Burjuva-feodal sınıflar emperyalist babalarıyla devleti kullanmakta, kendilerine akacak sermaye musluklarını açmaktadırlar. Devlet bankalarından alınan milyarlarca dolarlık kredilerin ödenmemesi, şirket iflasları, zararına çalıştırılıp yıkıma bırakılan tesisleri hatırlayalım. Devlet eliyle kullandırılan arazi, kaynak ve olanakların, egemen sınıfların devleti, ezilen sınıflar üzerinde şiddet ve baskı aracı olarak kullanmakla birlikte, bir sömürü aracı olarak da kullanılabildiklerine de dikkat çekmek gerekir. Rantcı-bürokratik askeri faşist diktatörlüğün dayandığı ekonomik temel 21. yüzyılda daha da vahşileşerek kendisini yapılandırmaktadır. Binlerce çocuğun sokaklara düştüğü Kuzey Kürdistan ne kadar yoksullaştırılmışsa egemen sınıflar da o kadar zenginleşmişlerdir. Burada hiç kimse Kürtler dışında Türk ve çeşitli milliyetlerden azınlıklardan işçi sınıfı, emekçi köylülerimiz, geniş halk kitlesinin ezilip sömürülmediğini söylediğimizi sanmasın. Dikkat çektiğimiz husus 20. yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak –öncesini de unutmadan- Kürt ulusuna dayatılan ölüm üzerinde emilen zenginliğine bağlı düşmanlığın nedenlerine birazcık dikkat çekmektir. Emperyalizme bağımlı montaj sanayinin Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın doğusu ve batısı arasındaki orantısız gelişme ve aynı zamanda rantçıbürokratik devletin Kürt ulusu üzerindeki çifte sömürüsü Kürt işçi ve emekçi köylü halk yığınlarının, ezilen sınıfların ödediği eşit vergilerden asla eşit düzeyde yararlanmama durumu vardır. Bu sömürü biçiminin karşılığı şudur: Yüksek vergilerle yoksullaştırılan, zenginlikleri emilen bir ülke olan Kürt ulusuna yönelik egemen Türkçü ideoloji, eğitim ve kültürü dayatmak; okul, hastane, üniversite, yol, eğitim, spor ve kültür merkezleri, kentsel alt, yapı vb yatırımların eşit yapılması gerekirken, hiç yatırım yapılmayarak buradan elde edilmiş olan gelirin daha
çok batı eksenli ele alması ve çeşitli kentlerde yatırıma dönüştürülerek gelişmenin göstergesi haline getirilmektedir. Hem de Kürtlerin ana dilleri, kültürleri ve eğitim hakları yasaklanarak… Vahşi sömürünün adı budur işte… Bununla birlikte sömürünün birikiminden verilen rüşvet, ilkokul çağından başlayarak Türk milliyetçi eğitimle donatılan nefret, ezen ulus kibir ve büyüklük tavrı ulus ve azınlıkları aşağılayan politik-siyasi kültürle yoğrulan toplum, Türk olmayan uluslara karşı düşmanlaştırılmıştır. Basit bir mantıkla düşünülse bile ezilen Kürt ulusuna yönelik devletin yaklaşım ayrıcalığı anlaşılır. Anlaşılma kolaylığı bakımından bir benzetme yaparsak; çalışırken sigorta primi kesilen iki işçinin birisine emekli olduktan sonra emeklilik maaşının ödenmemesi gibi!.. Açıktır ki, ülkenin bütününde toplanan kaynaklar, sadece ülkenin bir kısmı (Batı illeri) için kullanılıyor. Bu bahsettiğimiz ise sadece sömürünün bir biçimidir ve ezen ulusun egemen sınıflarını besleyen önemli bir kaynaktır. 21. yüzyılda egemen sınıflar ezen ayrıcalıklı Türk ulus varlığının devamından taviz vermek istemiyor. Bu arzu tarihsel bir olgudur. Emperyalizmle işbirliği halinde ezen ulus egemen sınıfları sömürdüğünün bir kısmını sosyal şovenizmi geliştirmek için toplumun çeşitli siyasipolitik temsilcilerini satın almak için harcamamtan sakınmazlar. Milliyetçilik toplumun derinliklerine nüfuz eder. Egemen olan milliyetçi ideoloji elbette topluma egemen olan sınıfların ideolojisi ve kültürüdür. Okulları, gazeteleri, televizyonları, siyaseti ve politikalarıyla egemen ideolojiyi bin bir türlü araçlarla kitlelere taşınırken işçi sınıfı hareketi asla boş bırakılmaz. Küçükburjuvazi ve işçi sınıfının belli sayıda üst katmanları etki altına alınır. Ülkemizde sarı sendikaların ekonomik temeli burada yatmaktadır. Ezen ulusun egemen sınıflarının işçi sınıfının politik güçleri üzerindeki çarpıcı etkisinin ifadelerini daha kapsamlı işlenmesi gerektiğini de belirtmek gerekir. Van depreminde halkımız büyük bir acı yaşadı. Fakat Van depreminin enkazında devlet ve milliyetçi ideoloji kaldı. TC hükümeti depremi bile Kürt ulusal hareketine karşı kullanma alçaklığından vazgeçmedi. Devlet doğal afetin ilk 24 saatinde yapması gerekenleri yapmadı, yardımları engelledi, dağıttığı yardımlar ise devletin Kürt halkı üzerindeki etkisini hissettirmek amacına uygun olarak ahlaksızca kullanıldı. “Ben de bir başbakan olarak Van’a gittim” diyen Başbakan’ın “lütfu” (!) elbette unutulmayacaktır. Deprem yaraları ve acılarıyla boğuşan Kürt halkının insanlık değerleriyle dalga geçer gibi, Cumhurbaşkanı’nın “intikamları alınacak” sözlerine bağlılığını kanıtlayan Türk ordusu depremin ikinci gününde “270 PKK’linin hava ve kara harekatında öldürüldüğü”nü gururla açıkladı. Tarihsel olarak yok etmeye koyulduğu Kürtleri Türk devleti ne diye kurtarsın!? Zira deprem altında kalanları kurtarmak için asker ortalıkta yoktu, sağ olanları katletme peşindeydi! Türk basınına, sosyal paylaşım sitelerine yansıyan Kürt karşıtı faşist ifadelere şaşırmaktan ziyade devletin yapmak istediklerinin toplumda karşılık bulmasının tarihsel köklerine bakmak gerekir. Kemalizm İslam karşıtı değildir. Takiyeci Başbakan’ın sıklıkla tekrar ettiği gibi Kemalizm tek ulus (Türkler) tek devlet, tek bayrak, tek dil (Türkçe) ve tek din (İslamiyet) ideolojisidir. Peki, bu faşist ideolojiyi kim en güzel şekilde milyonların karşısında haykırıyor. Başbakan! Türk ve Kürt halkının arasında düşmanlık filizlerini büyüten gerici sınıfların iktidarını yıkmadan, ırkçılık, milliyetçilik ve gericilikten kurtulmak olanaksızdır. Tek yol devrimci iktidar yolunda ilerlemektir.
24_Layout 2 11/21/11 9:36 AM Page 1
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Hıdır Gürz Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Bölgesel SüreliYönetim Yeri: Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sokak NO: 11 Kat: 4 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL
Gotin, desthelatî û biryar ji gel re Sempozyuma ku bi pêşengiya şaredariya Xozat û Mazgêrdê ve bê bikaranîn ya Rêveberiyên Cîhkiya Gelparêz-Şoreşger ji hêla tecrûbê dîrokî ve û bi hêla sazkirina heza rêxistina gel ve xwediyê giringiya mînakê şênber e
R
êvebirinên Cihkî divê cîhê ku têde ye gel ve bibe yek û mekanîzmayan saz bike ku bila gel bi rasterast tevli rêveberiyê bibe. Bi taybetî jî vê dema ku îqtîdara siysî gel xistiye pozîsyoneke pasîf û derveyê siyasetê hîştiye di vê civaka me ya rojane de ev rewşa zêdetir pewîst e. Feraseta pergalê ya milkên taybet û berjewendî girseyên gel hepsê nava tora kedxwarinê dike. Li hember vê pergala dewletê divê em vî karî serkeftî bikin. Mayîndebûna wê dera han bisekine divê gel bi awayî tevlêbûna siyaseta cîhanê rêveberbirina xwe pêk bine. Divê yelpazeya siyasal ya fireh tevlêbûna tecrûba bê parvekirin, hakimiyeta rewşa gelparêz-şoreşger pêk bê. Rewşa xebateke bi vî awayê feraseta
siyasal pê avêtinên serkeftinê ewil in, di hêla erîniyê de jî xalên bingehînê şoreşger in. Ev sempozyuma ku bi hêla şaredariyên Xozat û Mazgêrdê pêk bê bi dehan akademîsyen, plankerên bajar, sosyolog, rewşenbîr nivîskarî wê bîna arekî û “Sempozyuma Rêveberiyên Cîhkî Gelparêz-Şoreşger” wê pirsgirêkên gel di ronahiya tecrûbên dîrokî û rojane de binirxînin. Dema hilbijartinên cîhkî de DHF’ê perspektîfa çînî kêşande rojeva gel û siyaset û polîtîkayên hêzên demokrasiya nû ve xebatêk pêk anî. Bi vê sempozyumê ve bi gelemperî hemû beşan wê bine arekî. Di vê sempozyumê de sernavên mijaran û pisporiya beşdaran di derdora armancên şênber de ku bi yek be dema pêş me re ango rêveberiyên cîhkî gelparêz-şoreşger re ronahî wê bigire. Ku mirov van armanca dinihêre
dibîne ku xebata vê sempozyumê tecrûbê bingehîn ve alternatîfa pêşkêşê gel bike. Tam jî ji ber vê yekê sazkirina civaka ku hêza xwe ji gel hildaye li hember bêmikanbûna vê pergalê wê nû ve zîl bide. Em dizanin ku ev pêşveçûyînên ku ji vê pergalê re dibine tehdîd li hember van derp pêk tên. Lê belê erdnîgariya Tirkiye-Bakûrê Kurdistanê zîldana van dema ku gel hêza xwe ya birêxistî ve pêşevaniya çîna xwe ve hevbibîne ev yeka wê bibe motîfên civaka saskirî. Ji ber vê yeke ev sempozyuma gelek giring e. Li hember propagadaya pergala paşvemayî bersiva herî baş ewe ku saziyên şoreşger, dostên gel tevlihev xwediyê hilberina xwe derkevin. Ew civaka ku emê bi destê xwe çêbikin hêza xwe mafdarbûna xwe ya dîrokî û pratîkên xwe yên şênber hildide.
Mîhrîcana Huner û Çandê ya Yilmaz Guney 2’yemîn destpêdike Mîhrîcana ku bi hêla Navenda Çanda bila Sed Gul Vebike ve hat organîzekirin ya “Mîhrîcana Huner û Çandê ya Yilmaz Guney 2’yemîn” destpêdike. Bi alîkariya Weqfa Yilmaz Guney di vê mîhrîcanê de; Sînenema (kurte fîlm, belgefîlm), Çîrok, Helbest, Karîkator û di beşa Wêneyê ve pênç beşên hunerên pêk bên. Mîhrîcan di navbera dîroka 7 Sermawez 2011-15 Çile 2012 de wê serîlêdan bê pejirandin. Piştî vê dîrokê serî de li Stenbolê û gelek bajaran jî wê bi bernameyan ve berdewam bike û şeva 21’ê Adar’ê bi merasîma xelatê ve wê biqede. Cîhê mîhrîcanê û rojên bernameyan di dîroka 1’ê Çile 2012 de wê bê ragîhankirin. Bi dehan endamên jûriyên ku di nava xwe de birûmet wê beşdarê vê mîhrîcanê bibin. Mîhrîcana Hûner û Çandê ya Yilmaz Guney ya 2’yemîn de xelatên ku bi peran qîmeta wan tunin wê bên dayîn. Armanca mîhrîcanê ne pêşbazîbûn e armanca wê ewe ku di binê hêst û ramanên Yilmaz Guney de amator an jî profesyonel yên ku hêla gel de hûnerên xwe pêk tîne hemû hûnermendan di nava vê platformê de yek bike û dixwaze ku wana teşwîqê nava hilberînê bike.