kapak36_Layout 2 1/10/12 12:39 PM Page 1
Yaşamı bilinçli yönetmek... sf 12-13
Yılmaz Güney halk adamıydı Yılmaz Güney’in filmleri en çok sansüre uğrayan filmlerden olmuştur her zaman. Demek ki toplumun meselelerine parmak basan işler yapmıştır. Sanatımızda, ülkemizde, sinemamızda derin bir izdir...
sf 22-23
RÖPORTAJ fMenderes Samancılar’la Yılmaz Güney Kültür Sanat Festivali üzerine
Halkın Günlüğü
10-20 OCAK 2012 Yıl: 2 Sayı: 27 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
Şırnak-Uludere katliamı sonrası “katliamın hesabını ver” çağrıları karşısında saldırgan tutumunu sürdüren Erdoğan, Genelkurmay’a katliamdaki rollerinden dolayı teşekkür ederek BDP’yi hedef gösterdi
Faşizmin
İdris’i
konuştu fGÜNCEL 11 İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, “Terörle mücadele” adı altında demokrasi güçlerine karşı yürütülen ve son dönemde sağırların dahi duyduğu gözaltıları, tutuklamaları, topyekün bütün saldırları, zapturaptunu özetleyen en etkili; aslında en kapsamlı açıklamayı yaptı. Bakan Şahin’in açıklaması, resimle, şiirle, şarkıyla, makaleyle “terör” e destek verildiği, tüm bunların “terörle mücadelede” görev almış askeri, polisi demoralize ettiği ve tüm bunların türlü gerekçelerle makulleştirildiği neticede bunun “terör propagandası” olduğu üzerineydi.
Unutulan-unutturulan
Elen Soykırımı’nda
Alman etkisi-II-
Demirtaş:
Meşru
değilsiniz Erdoğan’ın katliamdan sonra BDP’yi hedef göstermesi üzerine; açıklama yapan Selehattin Demirtaş, “bizi sorgulamak haddine değil, biz senin meşruluğunu tanımıyoruz, bu katliamın hesabını vereceksin” dedi
SAİT ÇETİNOĞLU Sf 20-21
Türk-İş Genel Kurulu üzerine
10
Mücadele ‘cinsi kuşak’la olmaz
14
Basın özgürlüğü ya da Basın özgür müdür?
04
2-3_Layout 2 1/10/12 10:56 AM Page 1
02
güncel
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2012
Katliamın sorumlusu 28 Aralık 2011 tarihinde faşizmin tipik bir tezahürü ile karşı karşıyaydık. Planlı-programlı bir katliam neticesinde 35 yoksul Kürt köylüsü öldürülürken, katliamın kılıfı da hazırdı: KAZA
Türkiye-Kuzey Kürdistan tarihi ne çok “kazaya” şahitlik etmiştir. 88 yıldır ezilenemekçiler hep “kazayla” sömürülmüş, baskıya uğramış, işkenceden geçirilmiş, hapse atılmış, katledilmiştir. Ve yaşanan her “kaza” üstü örtülerek kapatılmaya, unutturulmaya çalışılmıştır. Tıpkı Şırnak-Uludere’de 35 Kürt köylüsünün bombalarla parçalanarak “kazaya kurban gitmesi” gibi. Fakat katliam sahipleri gerçekleri ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın halk yaşananları asla unutmuyorunutmaz. 1938’de Dersim’de yaşanan vahşi katliam bugün nasıl tüm güncelliğiyle hafızalardaki yerini koruyorsa Uludere katliamı ve diğer katliamlar da unutulmayacak, halkımızın hafızasındaki yerini koruyacaktır. Ta ki bütün katliamlardan ve katliamcılardan hesap sorulana kadar.
Uludere’de ne yaşandı 2011 yılı içerisinde “Kürt Açılımı”nda yaşanan yol kazasının giderilmesi için yeni girişimler başlatılmış ve özellikle 12 Haziran seçimleri öncesi ve esnasında “Kürt sorununun çözüleceği” yönlü beklentiler had safhaya ulaşmıştı. Silvan’da yaşanan bir çatışma sonrası Türk ordusu onlarca kayıp verince bütün iyimser hava tersine dönmüş ve “barış-kardeşlik” söylemlerinin yerini “tek bir terörist bile kalmayıncaya kadar mücadele edeceğiz”e bırakmıştı. Gerillaya karşı sınır ötesiberisinde başlatılan ve kimyasal silahların da kullanıldığı imha operasyonlarına paralel bir şekilde “KCK” adı altında binlerce Kürt siyasetçi de tutuklanarak zindanlara konuluyordu. Özellikle son iki aylık (Kasım-Aralık) dönemde “terörle mücadelede” müthiş “başarılara” imza atan Türk devleti “terörle mücadelede” yeni konseptini de İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in ağzından dillendiriyordu; “Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Hızını alamıyor terörle mücadelede görev almış askeri, polisi doğrudan çalışmasına, sanatına konu yaparak demoralize etmeye çalışıyor. Terörle mücadele edenle bir şekilde mücadele ediliyor, uğraşılıyor. Terörün arkadan dolanarak arka bahçede yürüttüğü faaliyetler ki arka bahçe İstanbul'dur, İzmir'dir, Bursa'dır, Viyana'dır, Almanya'dır, Londra'dır, her neyse, üniversitede kürsüdür, dernektir, sivil toplum kuruluşudur. Çağın gereği ne kadar sivil toplum kuruluşumuz varsa o kadar demokratik bir ülkeyiz ama oraya da sızmak lazım terör açısından, sızılır, sızarsınız, sızmışlardır. Masum dernektir, bakarsınız kültür derneği, bakarsınız eğitim derneği. Şimdi dağdaki ile belki kırsaldakiyle mücadeleniz kolay bana göre ama bu arka bahçede ayrık otu ile tereler birbirine karışıyor. Hepsi yeşil renkte görünüyor. Birbirine karışıyor, kimisi zehirli, kimisi faydalı. Hangisinin faydalı, hangisinin zehirli olduğunu ancak yiyince anlıyorsunuz.” İşte bu tanıma uygun bir mücadele hattı oluşturulmalıydı “terörle mücadelede” ve bunun ilk provası olarak da Şırnak-Uludere seçildi.
Pardon, yanlışlık yaptık Şırnak-Uludere Roboski köyünde on yıllardır kaçakçılıkla yaşamlarını idame ettiren ve devletin de haberdar olduğu yoksul Kürt köylüleri 28 Aralık tarihinde de çoğu 13-25 yaş arası olan 40 kişilik bir ekiple sınırın öte tarafına geçip kaçak mazot ve sigara getirmek için yola koyulmuştu. Her hafta tekrarlanan bu faaliyetten bölgedeki karakollarda haberdardı, rüşvet alıyordu. 28 Aralık gecesi yola çıkan köylüler önce insansız hava araçları olan Heronlarla tespit edilip sonrada F16’larla bombalanarak katledildi. Sabahın ilk saatlerinden itibaren bölgedeki köylülerin çabalarıyla cenazelere ulaşıldı. Saatlerce katliam gizlenmeye, bu süre zarfında kılıf uydurulmaya çalışıldı. Burjuva-feodal medyanın görmezden geldiği ya da “terör örgütüne büyük darbe” yalanlarıyla verdiği katliam, devrimci-yurtsever basın aracılığıyla tüm ülkeye yayılmıştı. Bu kez suçüstü yakalanan devlet büyük bir panikle ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette sus-pus bekliyordu. Suriye’de yaşanan olaylar üzerine “Kendi halkını katleden yönetimin meşruiyeti yoktur” diyen TC Başbakanı R.T. Erdoğan’ın kendi ülkesinde yaşanan böylesi bir katliam sonrası ağzını açıp konuşamaması kendi gerçekliğini net bir şekilde gözler önüne sermekteydi.
Amaç katliamın üstünü örtmek Yaşanan katliamın aleni bir şekilde ortaya çıkması devleti oldukça zor bir duruma düşürmüştü. Yıllardır yaptıkları “terör örgütü yaptı” yalanının tutmayacağı bir tablo mevcuttu bu kez. Ama Osmanlıda oyun çoktu. Saatlerce sessiz kalan hakim sınıflar ve onların burjuva-feodal medyası katliamı örtbas etmek için hazırlıklarını tamamlayıp sahneye çıkıyordu. Katliamın olduğu bölge “teröristlerin etkin bir şekilde kullandığı” bir bölgeydi, “Terör örgütünün oradan kaçakçı kılığında geçiş yapacağı istihbaratı alınmıştı”, “Katledilen köylüler PKK tarafından deneme amaçlı kullanılmıştı” vb. yalanlar bir anda havada uçuşmaya başlamıştı. Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın dört bir yanında sokaklara inen on binlerce kişi katliamı lanetlerken, halkın öfkesinin önüne geçmek için türlü türlü oyunlar sahneleniyordu. Katliamın bizzat MİT tarafından bildirilen istihbarat sonrası yapıldığı iddiaları, katledilenlerin köylü olduklarının bilinmesine rağmen bombalandığı vb. tartışmalar büyük bir tepkinin oluşmasına yol açtı.
Katil Erdoğan konuştu Katliama tepkilerin büyümesi üzerine mecburi bir konuşma gerçekleştiren Erdoğan, her zaman yaptığı gibi katliamın üstünü örtmek için BDP’ye saldırdı. “Hükümetimizin attığı adımları, sürekli ‘devlet halkını bombalıyor’ gibi göstermek bunların hepsi devletin milletiyle bütünlüğünü parçalamak gayretidir. Onların da arkasında ne tür emellerin olduğunu iyi biliyoruz. Onlar aynısını bizim için de yapıyorlar. Çünkü bizim de onların istedikleri gibi hareket etmememizden rahatsız olduk-
larını biliyoruz. Milletimizin geleceğini devlet millet ikileminden milleti öne çıkardığımız için onlarla anlaşmamız tabi ki mümkün değil. Bu ülkede 780 bin metrekarelik vatan topraklarını ilmik ilmik işleyen tek iktidar biz olduk ve bunu devam ettiriyoruz. Ana muhalefet partisi şöyle der böyle der bu da bizi ilgilendirmez. Ağızlarında tekerleme var. Ak Partisi hep tarihi eleştiriyor biz Cumhuriyet döneminde yapılanlar bu iktidar döneminde yapılanlar yapılmamıştır diyoruz. Bu tespiti yapmak yanlış mı?” diye soran Erdoğan “Cenazeleri bile etnik kökenleriyle tasnif edenler insanlıktan nasibini alamayanlardır. Siyasi zihniyeti nedir bilemem ama orada ölenlerden birinin ablası da benim şu anda kadın kollarımda başkanlık yapan bir bayan. Ama bizden böyle bir istismar duydunuz mu? Bunların kalpleri kararmış. Irkçılık ve faşizm şeytanın açtığı bir yoldur. Cenazeleri bile Türk-Kürt diye ayıranlar şeytanın izinde yürüyenlerdir. İstanbul’da yaptıkları basın toplantısının görüntülerini izlediniz değil mi? Kendi milletvekilleri... Güya acı içindeler ama kameraların önünde kahkaha atacak kadar insafsızlar, vicdansızlar.” vurgusu yaparak BDP üzerinden rant sağlamaya çalıştı. Sürekli kendi insani anlayışlarından dolayı övünen Erdoğan “Bu ülkenin insanları bir ananın çocukları gibi, bir elin parmakları gibi birbirinin kardeşidir. Bunu böyle bilin! Apo’ya peygamber diyenlerin, Kürtler’in dini Zerdüştlüktür diyenlerin, gençlerin kanıyla beslenenlerin bu topraklarda muhatabı yoktur.” diyerek nasıl bir anlayışa sahip olduklarını da göstermiş oldu.
Demirtaş; Biz senin
BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın TC devletinin Şırnak-Uludere’de yaptığı katliamla ilgili konuşmasında BDP’yi hedef göstermesine cevap verdi. Demirtaş partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada “Biz senin meşruiyetini, Başbakanlığını tanımıyoruz.” diyerek “Bu halkın çocuklarını katledeceksin
m
2-3_Layout 2 1/10/12 10:56 AM Page 2
10-20 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
devlettir
03
olup olmayacağını sana mı soracağız? Biz başbakanın bu inkar politikasını tanımıyoruz. Başbakanı tanımıyoruz, genelkurmay başkanını hiç tanımayız. Bizim şahsımızda bunların meşruiyeti yok."
Katliam kasıtlı bir şekilde yapıldı Katliama ilişkin Şırnak-Uludere’de incelemelerde bulunan birçok heyet katliamın kasıtlı bir şekilde yapıldığını ifade etti. İHD, ÇHD, Mazlum-Der ve birçok demokratik kitle örgütününde içinde yer aldığı bir heyet Şırnak-Uludere’de yaptıkları incelemeler sonrası bir rapor yayınladı. Heyet yaptığı incelemeler sonrası yayınladıkları raporda “Heyetimiz bu olaya ilişkin olarak yapılanın bir yargısız infaz olduğu, öldürülenlerin sayısı itibariyle “toplu bir katliam” niteliği taşıdığı, bu olayın yıllardır hesabı sorulamayan ve “Terörle mücadele” adı altında yapılan yargısız infaz ve katliamların bir devamı olduğu” nu ifade etti.
Dersim’de oluşturulan heyet Uludere’de incelemelerde bulundu Dersim’de oluşturulan heyet Şırnak’ın Uludere İlçesi’ne bağlı Roboski Köyü’nde devletin gerçekleştirdiği katliam sonrası ziyarette bulundu. Halkların Demokratik Kongresi tarafından yapılan çağrıyla, aralarında DHF’nin de bulunduğu çok sayıda kurum Roboski’ye giderek köylüleri ziyaret etti. Dersim’den Şırnak’a hareket eden heyet ilk olarak BDP Şırnak İl örgütünü ziyaret etti. Daha sonra Şırnak belediyesine geçen heyet, bilgi alışverişi yaparak durum değerlendirmesinde bulundu.
Burada ‘Kaçakçılık ‘normal bir şekilde yapılır!
meşruiyetini tanımıyoruz! kanlı ellerinle de, BDP'den hesap soracaksın. Haddini bileceksin. Sen hesap vereceksin” şeklinde konuştu. "Biz senin meşruiyetini, Başbakanlığını tanımıyoruz. Sen kendini ne zannediyorsun. Bu halkın çocuklarını katledeceksin kanlı ellerinle de, BDP'den hesap soracaksın. Haddini bileceksin. Sen hesap vereceksin. Çıkıp bu çocukları katlettiğin için hesap vereceksin. Sen bizden hesap soramazsın. Sen bu katliamın baş sorumlususun, önce bunun hesabını vereceksin. Önce sen bu katliamın hesabını bu topluma vereceksin. Öyle BDP'ye bağırarak, hakaret ederek bu işi kapatamazsın. Bu sayfa kapanmaz. Neye mal olursa olsun kapanmaz. Asla bunu aklından çıkarma. Hiçbir şeyden tereddüt etmeyiz. Oy, siyasi rant, elli bin defa bu anaların ayaklarının altına kurban olur. Sizin tehditlerinize boyun eğmeyiz. Bunu sen iyi biliyorsun ama aynı zamanda yalan konuşmayı çarpıtmayı ve öldürmeyi de iyi biliyorsun" diyen Demirtaş, Fikret Bila’ya verdiği röportajda Kürt ulusal sorunu hakkında da açıklamalar yapan Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’e seslenerek şunları ifade etti; “Genelkurmay başkanı çıkmış 'ana dilde eğitim olmaz' diyor. Sana kim sordu ki çıkmış cevap veriyorsun? Sen önce çık katliamların hesabını ver. Paşa hazretleri çıkmış bize emir yağdırıyor. Senin rütben orgeneral de olsa bizim nazarımızda onbaşısın. Senin kıymetin o kadardır. Bunu böyle bil. Bizim nazarımızda ha bir onbaşı konuşmuş ha genelkurmay başkanı. Bizim nazarımızda zerre kadar değerin, kıymetin yok yanımızda. Ana dilde eğitimin
Şırnak Belediyesi’nde yapılan sohbetlerin ardından heyet, Şırnak ve Uludere Belediye Başkanları’yla birlikte katliamın yaşandığı Roboski Köyü’ne hareket ederek taziye ziyaretinde bulundu. Roboski’ye gelen heyet burada köylüleri ziyaret etti. Yaşanan katliamda yaşamını yitiren ailelere taziyelerde bulunan heyet, katliamla ilgili ailelerin görüşlerini aldı. Bir köylü yaptığı açıklamada şunları ifade etti; “Ben iki sene önce buradaydım. Alay komutanı halkı topladı ve bizler biliyoruz sizler gidip geliyorsunuz dedi. Ancak silah vb. şeyleri asla getirmeyin yoksa yollar kapanır yani bu derece biliniyordu burası. Gündüzleri askeriyenin gözü önünde sınır dışına gidilip geliniyordu. Zaten sınırın diğer tarafında yaşayanlar da bizim akrabalarımızdır. Her defasında 200-300 kişilik gruplar gidiyordu. Bu sefer az kişi gitti. Yoksa daha büyük bir katliam olacaktı. Bir gün öncesinde alay komutanı yine köylüleri yük taşırken görmüş ve maşallah çalışkanlar demiş. 3 ayrı grup şeklinde ‘kaçakçılık’ yapanlar askerler tarafından birleştirilip sonra uçaklarla bombalanarak katlediliyorlar. Bizler devletin bu katliamlarına yabancı değiliz onlar yaptıkları onlarca katliamdan tanıyoruz.” Heyet bir günlük ziyaretin ardından Dersim’e geri döndü. Şırnak-Uludere’de yapılan katliam birçok ilde protesto edildi. Binlerce kişi alanlara çıkarak katliamın hesabının sorulmasını istedi. Ayrıca Avrupa’nın birçok kentinde devrimci-demokratik-yurtsever kurumlar çeşitli protesto eylemleri gerçekleştirdi. ADHK, DEKÖP-A gibi kurumlarda yaptıkları açıklamalarla katliamı lanetleyip, hesabının sorulacağını vurguladılar.
SINIF TAVRI
≫ ismail uçar
40. YIL VESİLESİYLE
N
isan Güneşi’nin Türkiye-Kuzey Kürdistan’da parladığı tarihten bu yana tam 40 yıl geçti. 1972 yılında Malatya-Kürecik’te Komünist önder İbrahim Kaypakkaya ve yoldaşları tarafından kurulan Maoist Parti 40. Yılına girmiş bulunuyor. Geçen 40 yıllık zaman dilimi hesaba katıldığında durduğumuz yer itibariyle istenilen bir pozisyonda olmadığımız açık bir şekilde görülüyorr. Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olarak revizyonizme-reformizme ve bilumum anti-MLM akıma karşı komünist ideolojinin bayrak edinilerek sahneye çıkıldığı 72’den günümüze; beş genel sekreter, onlarca kadro ve yüzlerce şehidiyle Maoist Parti büyük bir tarihi miras yarattı. Bu miras üzerinden yükselen devrimci iktidar yürüyüşümüzde tarihimize sahip çıkarak, bu tarihi yaratanları bir kez daha anarak, doğruları geliştirme, yanlışları aşma pratiğiyle geleceğe yürümenin adımlarını örmek elzem bir görev olarak omuzlarımızda duruyor. Emperyalizmin dünya genelinde estirtmeye çalıştığı tasfiyecilik rüzgarından en çok etkilenenlerden olan Türkiye-Kuzey Kürdistan komünist-devrimci hareketi acilen silkelenmeli, 72 radikal-devrimci çıkışının mirasına sahip çıkarak bu yola koyulmalıdır. Sınıf işbirlikçiliğinin, legalizmin, oportünizmin her türünün revaçta olduğu böylesi zorlu bir süreçte, bütün saldırıları göğüsleme cüreti ve kararlılığıyla baştan aşağı kurumsal, örgütsel inşa tamamlanmalı ve devrimci pratik kitlelerle buluşturularak yaşamsallaştırılmalıdır. TürkiyeKuzey Kürdistan devrimi, özgül koşullarından kaynaklı illegalsilahlı bir mecrada yürümek durumunda olan iktidar mücadelesinde gerilla alanlarından, şehir örgütlenmelerine kadar illegal-örgütsel yapı aciliyetle ayakları üzerine dikilmeli ve kadrosundan faaliyetçisine kadar örgütsel bünye bu realiteye göre şekillendirilmelidir. Halk Savaşı stratejisine uygun bir şekilde 40. yılımız yeni bir atılım yılı ilan edilerek bütün mücadele alanlarında baştan aşağı örgütsel mekanizmalar güçlendirilmeli, radikal-devrimci çizgi yaşamsallaştırılmalıdır. 40 yıllık tarihimiz içi boş, sadece tarihi günlerle örülü bir zaman algısıyla ele alınamaz. Tarihten
öğrenmek, tarihi tecrübe etmek ve dünle bugünü bütünleştirerek geleceğe yürümek perspektifiyle, ideolojik, siyasi, örgütsel, askeri, kültürel… Her alanda Halk Savaşı güzergahını inşa etmeliyiz. Sürecin bütün zorlukları ve olumsuzluklarına rağmen yerine getirilmesi gereken görevler elzem bir şekilde icra edilmelidir. Maoist partinin önünde duran genel görevleri kısaca özetlersek şu başlıklarla ifade edebiliriz: Üstten alta, alttan üste çelik disiplinle birleşmiş, hedef ve görevlerinde net ve kararlı, demokrasiyi, demokratik merkeziyetçilik ilkeleri ekseninde tesis eden, gerilla alanlarından, şehir faaliyetlerine kadar örgütsel-kurumsal işleyişini sağlamış, kitlelerle sıkı bağlar kurup, kitlelerden öğrenen-öğreten, her türlü ideolojik saldırıya karşı MLM bilimiyle donanmış, bir okul misali komünist-devrimci kadrolar yetiştirip, devrimci mücadeleye kanalize eden ve iktidar mücadelesine önderlik edip devrimin güçlerini birleştiren bir örgüt modeli olmazsa olmazdır. Tüm bu görevler ışığında coğrafyamızdaki Maoist güçler arasındaki dağınık, parçalı durumda aşılarak Maoist güçlerin birliği meselesi özenle ele alınmalı ve birliğe gidecek olan yolda karşılıklı pratik adımlar atılmalıdır. Birliğin önünde engel olarak görülen meselelerin tümü sağlıklı-bilimsel bir tartışma ortamında çözülecek şeylerdir. İfade ettiğimiz bu görevler sadece söylem üzerinden ya da bugünden yarına hemen olacak şeyler değildir elbet. Fakat devrimci görev ve sorumluluklarımıza sıkı sıkıya sarılarak küçükten büyüğe, parçadan bütüne doğru adım adım inşa edebileceğimiz bir durumdur aynı zamanda anlatılmaya çalışılan. Tasfiye ve teslimiyet dalgasına karşı bilimsel-devrimci özünümüze ve tarihimize sımsıkı sarılarak devrimci iktidar mücadelesinde adım adım zafere ulaşmanın nüvelerini şimdiden yaratmalıyız. 2011 yılını faşizmin azgın saldırıları altında geride bırakırken 2012 yılında alttan alta kabaran halkın öfkesini örgütlü bir güce dönüştürerek 40. Yılımızda kızıl komünizm bayrağımızı layık olduğu seviyeye taşıyalım.
4-5_Layout 2 1/10/12 10:58 AM Page 1
04 güncel
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2012
Basın
Özgür müdür?
Basın özgürlüğü ya da özgür basın tartışmaları son yıllarda sıklıkla tartışılan konulardan. Özgürlük algısındaki çarpıklık basın ve basın özgürlüğü konusunda da kendisini gösteriyor Türkiye-Kuzey Kürdistan’da on yıllardır onlarca gazeteci, basın emekçisi katledildi, işkence gördü, tutuklandı, yıllarca hapishanelerde kaldı. Bu gerçeklik bazı şekilsel değişikliklere uğrasa da hala devam ediyor. AKP’nin işbaşına getirilmesiyle yaratılmaya çalışılan manipülasyon içerisinde “demokrasi-özgürlük” söylemleri ekseninde yine onlarca gazeteci tutuklandı, hapse konuldu, işkence gördü, katledildi. Gazeteler, internet siteleri kapatıldı, para cezalarıyla yayınlar engellenmeye çalışıldı. “KCK operasyonları” adı altında Kürt siyasetçileri hedef alan saldırı dalgasında son olarak basın emekçileri hedefe konularak onlarca gazeteci tutuklandı, tutuklanmaya devam ediyor. Yine burjuva-feodal medya içerisinde demokrat-muhalif bir tavır içerisinde olanlar da birer birer işten atmalarla, tehditlerle ve başka türlü baskı yöntemleriyle susturulmaya, sindirilmeye çalışılıyor. Şırnak-Uludere katliamı sonrası efendilerinden herhangi bir emir ve açıklama gelmediği için saatlerce katliamı görmezden gelip ve direktifi aldıkları andan itibaren de “kutsal görevleri” yalan ve demagojiye başvurarak halkın doğru haber alma hakkını engellemeye çalıştılar. Böylesi bir tablo içerisinde devrimci-demokratyurtsever ve ilerici güçlerin “Özgür basın” söylemleri de gerçekliği doğru bir şekilde analiz edememenin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Belirli başlıklar altında basın ve basın özgürlüğü konusunu tartışmakta fayda görmekteyiz.
Siyasi iktidar basın ilişkisi 1900’lü yılların başlarında etkinlik kazanmaya başlayan kitle iletişim araçları (o dönem yaygın ve etkin olan gazeteler) 2000’li yıllarda toplumun yaşamında oldukça önemli bir yer edinmiş durumdadır. Her siyasi iktidarın kendi ideolojisini, kültürünü, politikalarını halka anlatmak, kabul ettirmek için kullandığı en etkin araçlardan olan kitle iletişim araçları özellikle internet ve telefonun yaygın bir şekilde kullanılmasıyla daha da bir önem kazanmaktadır. Dünyanın bir ucunda yaşanan bir olayın saniyeler içinde başka bir noktadan öğrenilmesi bu araçların öneminin en basit göstergelerindendir. Kitleye ulaşmanın en etkin araçlarından olan bu yöntem hem iktidardakiler için hem de o iktidarı değiştirmek isteyenler için vazgeçilmez durumdadır. Bugün emperyalist-kapitalist sistem televizyonlar, gazeteler, internet, telefonlar, radyolar vb. birçok araçla beraber her gün her an milyonların zihinlerine, yaşamlarına etki edip, onları kendi iktidarının devamını sağlamak için maniple etmeye çalışıyor. Gazeteler sistemin ihtiyaç duyduğu şeyleri yazıyor, televizyonlar da sistemin ihtiyaçları doğrultusunda yayınlar yapılıyor, internet, telefon vb. araçların hepsi sistemin kontrolü altında, esas olarak sistemin ihtiyaçlarına göre şekilleniyor. Muazzam bir tekel haline gelmiş olan medya sektörü yaşamın her alanında (siyasi, ekonomik, kültürel…) büyük bir etki gücüne sahip. Halkın gerçekleri öğrenmesinin ya da öğrenememesinin en önemli araçlarından olan medya kimin elindeyse o
güç rakiplerine karşı büyük bir avantaja sahiptir. Egemenler cephesinden durum bu minvalde seyrederken, ezilenler cephesinde de medyanın rolü tartışmasız çok önemlidir. Sistemin kuşatması ve baskısı altında oldukça zor koşullarda çalışmalar yapılmaya çalışılsa da kitle iletişim araçlarını etkin bir şekilde kullanıp-kullanamama devrimci mücadele için çok önemli bir parametredir. Siyasi iktidar mücadelesine paralel bir şekilde yürütülen medyabasın çalışmaları kesinlikle küçümsenmeden ele alınması gereken bir araçtır. Yayınladığınız gazete ne kadar çok okunuyor, internet siteleriniz ne kadar çok takip ediliyor, kurduğunuz TV’ler, radyolar ne kadar çok izlenip, dinleniyorsa kitleye etki gücünüz de o kadar fazladır. Meseleyi bu realite ekseninde ele aldığımızda emperyalist-kapitalist sistemin yaşamın hakimiyeti altında olan bir dünyada bundan bağımsız, soyut bir özgürlük ya da özgür basın yoktur, olmaz da. Ancak devrimci-sosyalist-ilerici basından söz edilebilinir ve bu basın da özgür değildir, sistemin tüm kuşatmışlığı altında meşru, fiili bir çalışma içerisindedir. Bu gerçeklik dışında yapılan tarifler sahte bir özgürlük yanılsamasının varlığına hizmet eder. Özgür basın varsa özgür çalışma koşulları vardır, özgür toplum vardır, özgürlük vardır, özgür bir sistem vardır.
Türkiye-Kuzey Kürdistan’da basın mücadelesi Ülkemizde on yıllardır süregelen faşist diktatörlük gerçekliği altında yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi basın alanında da
müthiş bir baskı ve terör estirilmektedir. Halkın tereddütsüz bir şekilde kendisine biat etmesini isteyen hakim sınıflar en ufak hak alma mücadelesine dahi azgınca saldırıp, herhangi bir gerçekliğin halka ulaşmasını da engellemek istiyor. An itibariyle Türkiye-Kuzey Kürdistan hapishaneleri tutuklu gazeteci açısından dünyanın en kalabalık ülkelerinden birini oluşturuyor. Dünden bugüne resmi kayıtlara geçen 60’tan fazla gazeteci öldürülmüş durumda. Bu ölümler sadece resmi rakamlara yansıyanla kalmamaktadır. Sadece 1990’lı yıllarda onlarca gazeteci katledildi. En güncel iki örnek ise 2006 yılında Devrimci Demokrasi Gazetesi Amed muhabiri İlyas Aktaş ve Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in katledilmesi olayıdır. Gazeteci ölümlerinde dünden bugüne öne çıkanlar ise şu şekilde; Sabahattin Ali/Marko Paşa (Edirne 1948) Turan Dursun/İkibine Doğru veYüzyıl Derg. (İstanbul 4 Eylül 1990) Musa Anter/Özgür Gündem (Diyarbakır 20 Eylül 1992) Uğur Mumcu/Cumhuriyet (Ankara 24 Ocak 1993) Ferhat Tepe/Özgür Gündem (Bitlis 28 Temmuz 1993) Metin Göktepe/Evrensel (İstanbul 8 Ocak 1996) Ahmet Taner Kışlalı Cumhuriyet (Ankara 21 Ekim 1999) İlyas Aktaş/Devrimci Demokrasi (Diyarbakır 10 Nisan 2006) Hrant Dink/Agos (İstanbul 19 Ocak 2007) Basın emekçileri üzerinde estirilen terör sa-
4-5_Layout 2 1/10/12 10:58 AM Page 2
10-20 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
dece katletmekle sınırlı değil. Her yıl onlarca yayın organı kapatılmakta, nüshalarına el konmakta, para cezaları kesilmekte, çalışanları tutuklanıp, çeşitli baskılara maruz kalmaktadır. Hakim sınıfların basın emekçilerine böylesi yoğun bir saldırı gerçekleştirmesinin sebebi ise yukarıda özetlemeye çalıştığımız öneminden dolayıdır. Şimdiye kadar hiçbir gazeteci sadece gazetecilik yaptığı için baskı görmemiş, tutuklanmamış, katledilmemiştir. Yaşanan tüm bu olaylarda esas etmen gazetecilik faaliyetinin hangi algıyla ele alınıp, nereye hizmet ettiğidir. Eğer gerçekleri yazar, söylerseniz, sistemin gerçek yüzünü teşhir edici faaliyetlerde bulunursanız, halkı bilinçlendirmeyi kendinize görev edinirseniz ve tüm bunları içi boş muhaliflik dışında gerçek anlamıyla yaparsanız hedefe konmanız için yeterince sebep var demektir. Basın faaliyetini siyasi mücadeleden ayıran ya da ondan bağımsız soyut bir mesele olarak ele alan yaklaşımların hepsi gerçekdışıdır, idealize edilmiş yaklaşımlardır. Sistem kendi iktidarını garantilemek için sınırları çizilmiş muhalefete, mücadeleye her zaman müsaade eder hatta teşvik edip bizzat kendisi bunu yaratmaya çalışır. Kontrol dışı gelişen her şey hakim sınıflara korku salmaktadır. Basın cephesinde de durum bundan farklı değildir. Sınırlara dokunmadığınız müddetçe istediğiniz yazıp, istediğinizi eleştirebilirsiniz ama mesele kırmızı çizgilere gelince hakim dili resmetmeniz sizin için bir görev, sorumluluktur. Meselenin bu yanına en iyi örneklerden biri Kürt ulusal sorununa basın cephesinden yaklaşımdır. Kürt ulusal sorununda TC fa-
05 şizminin imha ve inkar politikalarına paralel eksende bir yayın yapan burjuva-feodal medya, AKP ile beraber başlatılan tasfiye sürecinde oldukça zor bir durumda kalmıştır. Bir gün “bebek katili” yapılan Abdullah Öcalan, ertesinde “barışın elçisi” ilan edilmiş, “azgın bir terör örgütü olan “ PKK peşi sıra “meşru bir örgütlenme” olarak lanse edilmiştir. Hakim sınıflar nasıl bir politik hat çiziyorsa burjuva-feodal medya da bu politikaya riayet etmek durumundadır. Onun için bazen sayfalarından, kalemlerinden kan damlarken bazen sahte barış naraları yükselmektedir. Ergenekon operasyonunda, 19-22 Aralık katliamında, faili meçhullerde ve daha bir çok örnekte burjuva-feodal medyanın riyakar, aşağılık yayıncılık anlayışı net bir şekilde görülmektedir. 19-22 Aralık katliamında katliama övgüler düzenlerle, bugün sözde katliamı lanetleyenler aynı kimselerdir. Dün faili meçhul cinayetleri “vatan görevi” olarak lanse edenlerle bugün cinayetlerin “sorumlularının yargılanmasını” isteyenler aynı kimselerdir. Dün AKP’ye kafa tutanlarla bugün AKP yalakalığı, hizmetkarlığı yapanlar aynı kimselerdir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Burjuva-feodal medya iktidarda hangi klik varsa ona hizmet etmeyi kendisine en üstün görev olarak belirlemiş durumdadır, başka bir alternatifi de yoktur. Yalan, manipülasyon, aldatmaca burjuvafeodal medyanın temel karakteristiğidir. İşte bu tablo içerisinde yer alan herkes bu gerçekliğe biat etmek zorundadır. Ne kadar demokrat, muhalif, devrimci olursanız olun sınırlarınız çizilmiştir ve sizler bu sınırlara uymak zorundasınızdır. Ya kurallara uyacaksınız ya da pılınızı pırtınızı toplayıp gideceksiniz. Banu Güven’in NTV’den ve Ece Temelkuran’ın da Habertürk’ten kovulması bu gerçekliktendir. Tüm bu özetlediğimiz gerçekliği daha anlaşılır kılmak için Uludere katliamı sonrası burjuva-feodal medya içerisinde yer alan bir gazetecinin sözlerine kulak kabartmak gerektiğini düşünüyoruz. Akşam Gazetesi yazarlarından Serdar Akinan, Uludere katliamı sonrası yaşadıklarını şu şekilde anlatıyor; “Sabah 7 gibi uyandığımda twitteri açtığımda Hasip Kaplan'ın twitlerini gördüm bu olaya ilişkin. Olayla ilgili adeta isyan eden twitlerdi bunlar. Olay ilk başlarda çok muğlaktı. Hakikaten böyle bir şey oldu mu, bu boyutta mı diye doğrulatmak için internet sitelerine baktım hiçbirinde yok. Televizyon kanallarını açtım orada da hiçbir şey yok. Başka kaynaklara baktım. Bu gibi durumlarda karşı referans olarak baktığım site ANF'dir. Oradaki haberlerde olayın boyutunu fark edince bunu twitterde yazmaya başladım. Tepki alınca bu kez televizyonların haber merkezlerinde çalışan, CNN'de, NTV’de, SKY’ da çalışan arkadaşlarımı aradım. Bana verilen cevaplar adeta utanç tablosu gibiydi. Bana söylenen, sabahın ilk saatlerinden itibaren gerek İHA’ dan gerekse DHA’ dan görüntülerin, fotoğrafların kendilerine gelmeye başladığı ancak talimat olduğu için yayınlayamadıklarını söylediler. Haber merkezleri müthiş gergindi. Arkadaşlarımın bana verdiği bilgi, verilen talimatın resmi hükümet açıklaması olmadan haberi bu şekilde görmeyecekleri yönündeydi.” Galiba yukarıda aktardığımız cümleler yoruma yer bırakmayacak kadar açık ve anlaşılırdır. İşte medya-basın tartışmaları içerisinde görünmeyen-görülmek istenmeyen asıl tablo budur.
UFUK ÇİZGİSİ
≫ bakış can
KILAVUZUMUZ BİLİMSEL DOĞRULARDIR arksist doktrini sahiplenen biz proleter devrimciler, gerek dünya ölçeğindeki çelişme ve sorunları, gerekse de yaşadığımız parçadaki toplumsal sorun ve çelişmeleri devrimci yolla çözme eylemimizde ve bu eylemimizin teori-pratiğinde, kesinlikle bilimsel ideolojinin kılavuzluğundan şaşmayız. Bu hayati bir sorundur.
M
MLM’nin bilimsel temelde geliştirilmesini yadsımadan, onun temel ilkelerine bağlılık göstermek MLM’yi temsil etmek için gerekli olan en genel şarttır. Bunun gibi, somut siyasetler, gelişmeler ve kullandığımız yol yöntem hakkında da MLM’ye dayanmamız esastır. MLM teorinin ortaya koyduğu bakış açısını takip etmek ve onu önümüze çıkan sorunlara uyarlamak en tabii olanıdır. Marksist otoritelerin, (tarihsel koşulların da şartlamasıyla) hatalar yapma payını saklı tutma kaydıyla, bilimsel zeminde geçerliliğini koruyan sağlam bir teoriyi insanlığa miras bıraktıklarını tereddütsüz olarak ileri süreriz. Aynı miras somutta bizler için de büyük bir hazinedir. Bundan kuşku duyan Marksist olamaz. Tüm uğraşımızda MLM’den ışık almak ve bu ışığı kullanmak zaruridir. Devrimci görevlerimizin yürütülmesinde karşı karşıya kaldığımız her sorunda bilimsel sosyalizm teorisine ve onun kuramcılarına başvurmak durumundayız. Aksi halde dar döngüye düşmemiz veya önümüze engeller dikmemiz kaçınılmaz olacaktır. Doğru ile yanlışın isabetle ayrıştırılması elzemdir. Bu bağlamda aktüel olan konumuza geçerek tartışmamızı yürütelim. Önümüze koyduğumuz sosyo-ekonomik yapı araştırması veya tahlili meselesinde, birçok görüş meseleye tersten yaklaşımla, ‘’nasıl yapacaksınız, ülkeyi gezip incelediniz mi?’’ veya; ‘’bu tahlili yapmanız için ülkeyi gezip ayrıntılı incelemeniz gerekir’’ vb vs demektedir. Bu hatalı yaklaşımlara kısaca da olsa yanıt vermeyi gerekli görüyoruz. Toplumsal çelişme ve şartlar tahlil edilirken bizzat canlı inceleme ve gözlemde bulunmayı kural haline getiren yaklaşım bilimsel teori açısından sakat ve hatalı görüştür. MLM’ler dar deneyci değildirler. Savundukları her doğruyu, ileri sürdükleri her görüşü, her tez ve tahlili mutlak şekilde dolaysız gözlemlerine dayalı olarak gerçekleştirmezler. MLM otoriteler itiraz kabul etmeyecek kadar net ortaya koymuştur ki, bilgi biçimleri dolaylı-dolaysız olmak üzere iki biçimde meşrudur. Birinde, bilgi doğrudan gözlemle elde edilir, diğerinde ise dolaylı yoldan elde edilir bilgi. Kendimizi doğrudan bilgiyle sınırlandıracak kadar dar deneyci olamayacağımız gibi, bilgiyi doğrudan ve bizzat keşfedebildiğimiz kadarıyla da sınırlayamaz-dışımızdaki bilgiyi, doğruyu vb inkar edemeyiz. Başkalarının yaşadığı deney ve tecrübeler yığınca bilgi ve birikim ortaya çıkarmıştır. Bunlardan yararlanmama, bunları inkar etme gibi bir lüks ve körlük içinde olamayız. Gazetelerde, televizyonlarda, kitaplarda ve başka insanların anlatımlarından her gün onlarca-yüzlerce bilgi edinmekteyiz. Bunları kendimiz tecrübe etmediğimiz için reddedemeyiz. Bilgi belli kaynaklardan doğar ve bu kaynaklar salt bize-kendi deneyimize mahsus değildir. Bilimsel deney, üretim mücadelesi ve sınıf savaşımı gibi bilgi kaynakları, bizler dışında milyarlarca bilgiyi üretir ve bizlerin hizmetine sunar. Bu bilgilerden yararlanmamak veya bu bilgileri kabul etmemek kör bir cehalet olur.
Genel kural olarak mevcut bilgilere bilimsel şüphecilikle yaklaşma doğrudur. Ki, bu, kendimizin doğrudan deneyimimizle elde ettiğimiz bilgiler için de geçerlidir. Bunun ötesinde, doğrudan kendimizin elde etmediği, kendimizin yaşamadığı, kendi tecrübemize ait olmayan bilgilere peşin hükümle kuşkucu yaklaşmak bilimsel tutum değil, bilakis dar deneyciliğin ürünüdür. Özcesi, yapacağımız herhangi bir tahlil, araştırma, inceleme meselesinde, ille de bizzat ve doğrudan gözlemde bulunup canlı incelemeye dayanmamız şart değildir. Gelişmiş dünya şartlarında bilgiye ulaşmanın olanakları son derece geniştir. Öyle ki, teknolojik gelişmeler sayesinde dünyanın öteki ucundaki bir köyden bile anında bilgi alabiliyorsun. Okuyamayacağımız kadar fazla kitap edineceğimiz yığınca bilgiye ulaşmamızı olanaklaştırıyor. Günlük gazete, tv, radyo ve diğer iletişim-bilişim unsurları bu bilgi edinme olanaklarını son derece zenginleştiriyor. Çarpıtma ve yanlış verilme ihtimallerine rağmen, hemen her konuda istatistikler veriliyor, haberler yapılıyor, tartışmalar yapılıyor ve görüntüler sergileniyor… Neredeyse istediğimiz her bilgiye ulaşma şansına sahip durumdayız. Yani, bilgi ulaşımı-paylaşımı ve bilginin elde edilişi, araştırma ve inceleme yapma şartları bakımından günümüz, ‘70’lerin dünyasıyla kıyaslanamayacak kadar avantajlı ve pozitif durumdadır. İnceleme yapmanın tüm kolaylıkları bugün mevcuttur. Dolayısıyla, bilgiye ve doğru bilgiye varmak için ille de Van’a gitmemize gerek yok! Şırnak/Uludere’ye de gitmeye gerek yok! Televizyonlar, gazeteler, radyolar her türlü gerçeği anında dünyaya servis etmektedir. Gerçeği çarpıtanlar kadar, doğru bilgiyi taşıyan demokrat, devrimci basın da var. Dahası, günümüzde açık olan gerçeği saklamak artık eskisi kadar kolay değildir. Hem demokratik güçler gelişmiştir ve hem de egemen sınıflar arasındaki çelişmeler ve egemen sınıfların rekabetçi, pazarcı, tekelci vb vs gerçeği bilginin sonsuza dek saklanmasına fırsat vermemektedir. Öyle ya da böyle, yaşanan gerçeklere ve bilgilere ulaşma imkanı genellikle vardır. O halde, Van, Hakkari, Şırnak, Siirt, Batman vb hakkında canlı ve doğrudan gözlemle bilgi edinmek şart değildir. Yani, ülke hakkında tespitlerde bulunmak için, mutlak suretle 81 il ve ilçelerini ve hatta köylerini karış karış gezmeye-görmeye gerek yoktur. Elbette doğrudan gözlem yapmak en sağlamıdır. Bunun üstünlüğü tartışmasızdır. Ama bu tek yöntem değildir, dahası bu olmadan da inceleme yapılabilir, gerçeklere ulaşılabilir. Mevcut bilişim teknolojisi ve diğer olanakların sağladığı donanımla aradığımız verilere esasta ulaşabilir, doğru tespit ve sonuçlar çıkarabiliriz. Kuşkusuz ki, genel kural olarak, her ayrıntısına kadar toplumsal gerçeğin tümüne vakıf olmak mümkün değildir. Fakat gerekli tespit ve tahlillerin yapılmasına yetecek kadar veriye ulaşılabilir-ulaşılması mümkündür. Önemli olan bilimsel bakış açısına ve yanı sıra doğru metoda sahip olmaktır. Dolayısıyla, ülkenin sosyal ve ekonomik şartlarına dair yapılan araştırma üzerine yürütülen tartışmalarda bazı meselelerin abartıldığı ve noksan bilinçle ele alındığını söyleyebiliriz. Ülkenin sosyo-ekonomik yapısını araştırmak-tespit etmek için, ülkeyi adeta karış karış gezmemizin gerektiğini savlayan ya da ülkenin her ilini gezip incelemeden böyle bir araştırma-tespit yapamazsınız diyenlere, bu yazımızın da ötesinde araştırma ve tespit belgelerimizle yanıt vereceğiz.
6-7_Layout 2 1/10/12 11:04 AM Page 1
06
güncel
“Yanlışlıkla” tutuklandı 19 ay hapis yattı Uşak’ın Banaz İlçesi’ne bağlı Düzlüce Köyü’ndeki çiftçi Ramazan Dalkıran, isim ve kıyafet benzerliğinden gözaltına alındı ve “yanlışlıkla” tam 19 ay hapiste kaldı Binlerce kişinin Özel Yetkili Mahkemeler eliyle tutuklanıp yıllarca hapishanelerde tutulması ve uzun tutukluluk süreleriyle, “yargı sürecinin hızlandığı” tartışmaları arasında Uşak’ta yaşanan bir olay ülkemizdeki devlet-yargı işleyişinin en tipik ve aktüel örneklerinden birini oluşturuyor. Uşak’ın Banaz İlçesi’ne bağlı Düzlüce Köyü’nde anne ve babasıyla çiftçilik yapan Ramazan Dalkıran (27) Afyonkarahisar’daki amcasının ziyaretine gittiği sırada, bıçaklı kavgaya karıştığı gerekçesiyle gözaltına alınıp mahkeme tarafından tutuklandı. Suçsuz olduğunu her defasında dile getiren Dalkıran olay günü üzerindeki kıyafetlerin yanı sıra adının da kavgaya karışan kişiyle aynı olması nedeniyle 19 ay boyunca tutuklu kaldı. Ailesine kavuşan Dalkıran, “Babam beni cezaevinden çıkartmak için her şeyini sattı. Şu an ekmek alacak paramız yok, zararımız karşılansın" dedi.
Ekmek alacak paramız kalmadı Sokakta yaşanan olay sırasında gezerken, polis tarafından gözaltına alınan ve savcıyı bile görmeden çıkarılan nöbetçi mahkeme tarafından tutuklanan Dalkıran, olayın zanlıların ‘biz yaptık’ demelerine rağmen yaptığı başvurulara karşılık ‘şu evrak eksik bu evrak eksik tutukluluk halinin devamı’ kararlarıyla 19 ay tutuklu kaldı. Birlikte yaşadığı anne-babasıyla çiftçilik yapan Dalkıran, hapisten çıkabilmek için elindeki her şeyi satan ailesinin de hayatının karartıldığını belirtti. Dalkıran, “Üzerime atılan suçtan kurtulabilmem için babam Fehmi Dalkıran (63) elindeki her şeyi sattı. Tarlalarını ipotek ettirip, emekli maaşı üzerinden kredi çekti. 19 ayda 50 bin TL maddi zarara uğradık. Haksız yere perişan ettiler ve şimdi de beraat verip orta yere koydular. İnsan hayatı ile oynamak bu kadar basit olmamalıdır. Ben ve ailemin 19 aylık kaybının karşılanmasını istiyorum. Evimize ekmek alacak paramız yok avukatı nasıl tutup hakkımızı savunacağız bilmiyorum. Adalet Bakanlığı bu hatasını düzeltsin ve bize avukat tahsis etsin” diye konuştu.
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2012
İlker Başbuğ t
Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ “Hükümeti yıkmaya teşebbüs” ve “terör örgütü yöneticisi olma” iddiasıyla tutuklandı Genelkurmay tarafından kurulduğu öne sürülen internet sitelerine ilişkin davada emekli Orgeneral İlker Başbuğ ‘şüpheli’ olarak özel yetkili İstanbul Cuhuriyet Başsavcı Vekilliği tarafından hakkında başlatılan soruşturmada ifadeye çağırılmıştı. 6 Ocak Cuma günü ifadesi alınan Başbuğ, nöbetçi 12’nci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “terör örgütü yöneticisi” ve “ hükümeti yıkmaya teşebbüs” suçlamalarıyla tutuklanarak Silivri Hapishanesi’ne götürüldü. Başbuğ, Cuma günü saat 13.30’da avukatı İlkay Sezer ve korumaları ile adliyeye geldi. Başbuğ’u Merkez Komutanlığı’ndan bir albay karşıladı ve savcılığa kadar eşlik etti. İlker Başbuğ, 7 saat “şüpheli” sıfatıyla Savcı Cihan Kansız’a ifade verdi. Başbuğ, sorgusu sonrası TCK’nın 314/1. maddesine göre “Terör örgütü yöneticisi olmak” ile 312/1. maddesi gereğince de “cebir ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamasıyla tutuklanması istemiyle nöbetçi 12’nci Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edildi.
Cumhuriyet Başsavcı Vekili Fikret Seçen, Başbuğ’un sorgusunun tamamlanmasının ardından Savcı Cihan Kansız ile saat 20.30’da adliyeden ayrıldı. Mahkeme, saat 00.30 sıralarında Genelkurmay eski Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un tutuklanmasına karar verdi. Böylece ilk kez eski bir genelkurmay başkanı bir terör davasında sivil mahkeme tarafından tutuklanmış oldu.
İlker Başbuğ’u tutuklamaya götüren süreç Altında Albay Dursun Çiçek’in ıslak imzasının bulunduğu öne sürülen ‘İrtica ile Mücadele Eylem Planı’ belgesinin orijinalini yollayan meçhul subayın gönderdiği ikinci ihbar mektubuyla 2009’da başlatılan soruşturmada, Başbuğ’un ismi sık sık gündeme gelmişti. Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz’ün başlattığı ve Öz’ün İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği’ne atanmasının ardından yerine görevlendirilen özel yetkili Cumhuriyet Savcısı Cihan Kansız’ın tamamladığı soruştur-
maya ilişkin iddianamede, Tümgeneral Hıfzı Çubuklu, emekli Orgeneral Hasan Iğsız’ın da bulunduğu 22 kişi Ergenekon yöneticisi veya üyesi olmakla suçlanmıştı. Soruşturma aşamasında hakkında hiçbir işlem yapılamayan Başbuğ için iddianamede de herhangi bir değerlendirme yapılmamıştı.Yargılamanın başlamasının ardından ifade veren sanıklar, İnternet Andıcı’nın, dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ tarafından da onaylandığını söylemiş, belgelerdeki ‘komutana arz’ cümlesine dikkat çekmişti. İnternet Andıcı ile birleştirilen “İrtica ile Mücadele Eylem Pla-
‘Peygamber ocağı’nda
Böyle adalet olmaz Baba Fehmi Dalkıran, “Avukat ücretleri ve cezaevindeki oğlumun yaşamını sürdürmesi için 20 büyükbaş hayvanımı sattım. 110 dekar tarlamı ipotek vererek kredi çektim. Olmadı maaşımdan kredi kullandım. Şimdi hiçbir gelirim yok, ne yapacağımızı bilmiyoruz. Böyle adalet olmaz. Zaten bu ülkede ne geliyorsa bizim gibi garibanların başına geliyor. Her türlü zarar bir yana köyde insan içine çıkamıyoruz. Oğlum 19 ay cezaevinde yattığından dolayı köyde katil gözüyle bakılıyor. Bu kara leke nasıl düzelir bilmiyorum” dedi. Anne Ulviye Dalkıran (58), “Oğlum gencecik yaşında 19 ay cezaevinde çürüdü. Evimizde yiyecek ekmeğe muhtaç duruma geldik. Böyle adalet olmaz olsun" diyerek tepkisini dile getirdi.
2012 yılına girerken AKP’nin baş rol oyunculuğunu yaptığı imha, inkar ve katliam konsepti bu topraklarda yeni katliam ve imha saldırılarının altına imza attı
kadar intihar ve benzeri kalıplar bulunsa da, ölümler tek tek incelendiğinde ve kısmen de olsa sonradan açığa çıkan tanık beyanları, meselenin aslında bilinçli bir yok etme planının parçaları olduğu gerçeğini göz önüne seriyor.
Bu, faili apaçık belli katliam projeleriyle toplumun tüm devrimci, demokratik kesimlerine, ezilen halk ve mezheplerine korku iklimi içerisinde sinme misyonu biçildi. Faili yüz yıllık devlet geleneği olan bu katliamların rutin bir ayağını da sessiz sedasız geçiştirilen asker ölümleri teşkil ediyor. Adına faşist TSK sözcülerince her ne
Üstelik Milli Savunma Bakanlığı hiç çekinmeden sadece kendi resmi verileriyle bu faili belli cinayetlerin sayısının son 5 yıl için 408 olduğunu söyleyebiliyor. Bu toplam sayının çok büyük bir kısmının Kürt, Alevi, solcu, sisteme muhalif kişilerden oluşması yok etme planının egemenlerin deyimiyle ‘peygamber ocağında’ nasıl kut-
‘Peygamber ocağında kutsal görev’
sal bir görev gibi ifşa edildiğini belgeliyor.
6 asker katledildi Egemenlerin, halk gençliğini kendi gerici düzeninin kirli savaş ve katliam oyunlarında bir zorunlu mükellefiyetle cezalandırdığı ‘Peygamber ocağı’, 2012 yılının ilk günlerinde 6 asker ölümüyle ve adı “intihar” konularak gündeme geldi. Batman nüfusuna kayıtlı ve Hakkari-Yüksekova 34. Piyade Tugay Komutanlığı’nda görev yapan Ahmet Sezgin’in ‘arkadaşıyla tartışmasının ardından vurulduğu’ bilgisi verilirken ailesi, ölümü şüpheli görerek İHD’den hukuki yardım talep etti.
Kafanın arkasında mermi izi… Antep - Islahiye’de askerlik yapan Semih
6-7_Layout 2 1/10/12 11:04 AM Page 2
07
10-20 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
tutuklandı
Şubat 2009’u gösterdiğini, bu belgenin 1 Nisan 2009’da da İkinci Başkan parafıyla Genelkurmay Başkanı’na ilettiğini söylemişti. Davanın görüldüğü İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi ise Başbuğ hakkındaki iddiaların araştırılması için 30 Aralık 2011’de savcılığa suç duyurusunda bulunmuştu.
“Uludere katliamını unutturma operasyonu”
nı” davasının sanıklarından Albay Dursun Çiçek ise İnternet Andıcı iddianamesinde yer alan ifadesinde, andıç için emekli Orgeneral Hasan Iğsız’dan onay alındığını, ancak Genelkurmay eski başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’a arz edilmediğini söylemişti.
İlker Başbuğ’un tutuklanması tartışmalara vesile olurken, birçok kesim tarafından Uludere Katliamı’nın AKP üzerinde yaratmış olduğu olumsuz havayı dağıtmak ve gündemi değiştirmek için yapılan bir operasyon olduğu ifade ediliyor. Başbuğ’un tutuklanmasına ilişkin bir açıklama yapan BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş “Başbuğ'un tutuklanması sıradan bir gelişme değil” dedi. "Makamı ne olursa olsun suç işleyenlerden adil bir yargılama ile hesap sorulması da elbette ki gereklidir. Fakat bütün bunlar iktidarın siyasi amaçları ve çıkarları içinde kullanılamaz" diyen Demirtaş "Fakat, savcıların elinde yıllardan beri İlker Başbuğ ile ilgili bu bilgiler olmasına rağmen konunun bekletildiğini, Uludere katliamından 1 hafta sonra hayata geçirilmesi de dikkate değerdir. Hükümet, bütün bu süreçleri kendisi yönetiyor. Biz bütün derin yapılardan hesap sorulmasını destekleriz ama hükümet bir taşla bir kaç kuş vurmaya çalışıyor. Derin yapılardan hesap sorarken kendi derin yapısını oluşturuyor. Ayrıca iddianameyi hazırlayan savcılara özellikle bölgede köyü yakılan ve faili meçhul cinayetlerin kurban gidenlerin gidip başvuru yapması gerekir, davaya müdahil olmaları ve savcının bunları da soruşturmaya dahil etmesi gerekir." İfadelerine yer verdi.
Sanıklardan Yüzbaşı Murat Uslukılıç, savcılık ifadesinde andıcın dönemin genelkurmay 2’nci Başkanı Hasan Iğsız’a sunulduğunu, Iğsız’ın da ‘Komutana arz’ notu yazdığını ifade etmişti. Davanın sanıklarından Tümgeneral Hıfzı Çubuklu da savcılık ifadesinde, andıcın doğru olduğunu kabul ederek parafın kendisine ait olduğunu, parafın yanındaki tarihin 16
Demirtaş, "Gerçekten diyelim ki bir terör örgütü kurup yönetmişse bunun bir örgütünün de olması lazımdır. Örgütün açığa çıkartılması gerekir. Bir de hem Genelkurmay Başkanlığı, hem terör örgütü yöneticiliği yapmışsa Genelkurmay Başkanlığı döneminde yaptığı bütün faaliyetlerin sorgulanması gerekir ve meşruiyetinin tartışılması gerekir" diye konuştu.
işler karışık Çiftçi (Urfa- Siverek doğumlu) ile Elazığ Poyraz Köyü Jandarma Karakolu'nda askerlik yapan Lütfü Esmer’in (Van – Muradiye doğumlu) ölümlerinin ardından Kastamonu-İnebolu Jandarma Komutanlığı’nda görevli 22 yaşındaki Doğukan Kahyaoğlu'nun (Malatya doğumlu) da intihar ettiği ileri sürüldü. ANF’ye konuşan Çiftçi'nin dayısı Kamil Göktaş, merminin yeğeninin kafasının arkasından girdiği bilgisini vererek uzun namlulu silahı kafa arkasına dayamasının imkânsız olduğuna dikkat çekti.
Aileler şikâyetçi Aileler ölümlerin sebebine ilişkin yanıtların çelişkili olduğunun altını çizerek, gerçek nedeni öğreninceye kadar peşini bırakmayacaklarını açıkladılar.
Son üç günde dördüncü asker intiharı haberi ise Çanakkale'den geldi. TSK’nın iddiasına göre Çanakkale Gelibolu Topçu Birliği’nde kısa dönem askerlik yapan 31 yaşındaki Deniz Yurtsever (Dersim doğumlu), terhisine üç hafta kala kalbine ateş ederek intihar etti. G-3 piyade tüfeği ile kalbine ateş ederek intihar ettiği iddia edilen Deniz Yurtsever’in avukatı Sevil Aracı da, çeşitli basın yayın organlarına verdiği demeçlerde olayın intihar olmadığına yönelik ciddi bir kanı oluştuğunu söyledi. Ailesinin talebi üzerine cenazenin İstanbul Adli Tıp Kurumu'na götürüldüğünü belirten Aracı, burada yapılacak otopsiye başka doktorların da katılması için çaba sarf ettiklerini; ailenin askeri yetkililer hakkında suç duyurusunda bulunacağı bilgisini verdi.
MAYA
≫ arıf bilgin
ULUDERE KATLIAMININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
2
8 Aralık 2011, saat 21.37, yer sınır üzerinde bulunan Afroke, Roboskî Köyü yakınlarında bulunan Serê Saş bölgesi. Aşağıda, geçimini tamamen mazot ve sigara kaçakçılığından sağlayan Ortasu köylülerinin mutad kervanı. Kervanın tek tür taşıma aracı katırlar, kervancılar çoğu 12-16 yaşlarında Kürt çocukları. Köye varmalarına ramak kala üzerine F-16 uçaklarından bombalar yağıyor, tam saat 22.24’e kadar. Kervandaki her şey paramparça oluyor, birbirine karışıyor ve kavruluyor… Mazot, şeker, sigara, katırlar ve insanlar… Hükümet olayın “operasyon kazası” olduğunu epeyce zaman geçtikten sonra açıklayıveriyor. Bombalama, bölgedeki askeri birliğe haber verilmeden yapılıyor. Bu birlikten sorulsa, “onların kim olduğu isim isim öğrenilebilir(miş)”. Sormadan bombaladılar. Çünkü böyle bir katliam kararlaştırılmış gözüküyor ve kesinlikle yapılması gerekiyordu. HPG Komuta Konseyi Üyesi Dr. Bahoz Erdal ,“Yüzlerce katırla birlikte sivil insanların sürekli geçiş yaptığı bir bölgede bırakın gerillanın kamplarının olması ve üslenmesi, bu tür alanlarda gerillalarımızın herhangi bir hareketi dahi olmaz” diyor. Aynı bölgede 26 Mart 1993’te de başka bir köy “yanlışlıkla” bombalanmış ve 12 insan katledilmişti. Açık bir soykırım suçu olan cinayet karşısında özellikle şoven politikacıların “sınır güvenliği”, “kaçakçılık” gevelemeleri bir yana, olayın daha derin olan boyutları üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü hükümet tavrındaki ani sertlik değişimi savaş politikası, göründüğünden daha vahim anlamlar içeriyor. Uludere olayı, yalnızca Kürtlere değil Irak’taki yeni gelişmelerle de alakalı bir gözdağıdır. Bilindiği gibi AKP iktidara geldiğinden beri, ilk aşamada devletin yeniden yapılandırılmasına ağırlık verdi. En başta ordu ve bürokrasiye yöneldi. Bunu başarmak için, “İleri demokrasi”, “Alevi açılımı”, “darbeciler ve 12 Eylül paşalarının yargılanması”, “çetelere karşı savaş”, daha sonra da “Kürt açılımı” gibi göz alıcı tavırlarla toplumsal destek aradı. Sonunda bunu başardı. Ardından Kürt sorununun çözümünde, sanki sivil bürokrasi, ordu, ırkçı ve statükocu partilerin engelinden ötürü hükümete çekingen davrandığı sanılıyordu. 12 Haziran 2011 seçimleri, bir nevi hükümete “korkma, bu sorunu çöz!” mesajı verdi. BDP meclise 36 vekil gönderdi, hükümetin partisi de oylarını yüzde 50’ye çıkardı. Fakat ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin eşbaşkanı ve aynı zamanda “Müslüman halkların liderliği” peşindeki Erdoğan, aslında sıranın Kürt hareketinin tasfiyesine geldiğini gösterdi. Böylece devlete hakim olduğunu düşünen hükümetin artık “demokratik açılımlara” gereksinimi kalmadı. Militarist ve otoriter politikaya ani dönüşün bir nedeni budur. Seçimden hemen sonra sürdürülen KCK operasyonlarına hız verildi, seçilmiş milletvekilleri serbest bırakılmadı. Zaten Kürt hareketini Ekim 2011’e kadar ustaca oyaladıktan sonra, önce Silvan’da 13 askerin, daha sonra da 19 Ekim 2011’de 24 askerin hayatını kaybetmesini büyük saldırı için gerekçe saydı. 23 Ekim 2011’deki Van-Erciş depremi ve kış şartları savaşın hızını biraz kesmekle birlikte, devam ediyor. Bu baskıcı otoriter politikanın giderek bütün muhalif kesimleri ve emekçileri kapsayacak şekilde genişleyeceği anlamına da geliyor. Zaten Kürtlere karşı savaş siyasetinin her zaman Türkiye çapında demokrasi ve insan haklarının tümden rafa kaldırılmasına yol açtığı tecrübeyle sabittir. Hükümetin bu politikasındaki ani değişikliğin ikinci nedeni ise, uluslararası koşullardaki değişimlerle ilgili. Her şeyden önce 2012’de küresel çapta büyük ekonomik kriz bekleniyor. İkincisi ABD, 15 Aralık’tan itibaren Irak’taki askeri işgale resmen son verdi ve askerlerini çekmeye başladı. Bu, bölgedeki bütün çakalların iştahını kabartan bir durumdur. Ne var ki, ABD orayı terk etti sayılmaz, tersine bölge halklarını birbirine düşürmeyi, iyice yıpratmayı ve hepsini birden kendi BOP stratejisine ikna etmeyi umuyor. Yani bu tavır isyancı köleleri tuzağa düşürmek için sarayını ve hazinesini terk eden kralın tavrına benziyor. ABD’nin bu kararının aynı günü, YAŞ’ın Güz Toplantısı’nda “harbe hazırlık durumunun incelenmesi” ilginçtir. ABD’nin çekilme kararından hemen sonra Irak’ta dengeler oynamaya başladı. Orada “etnik ve mezhepsel çatışma”ya dair potansiyel bir gerilim yaşanıyor. PKK eylemleri nedeniyle bölgeye yığılan askeri güçler ve geniş çaplı hareketlilik bu bölgede bir savaşa hazırlık görüntüsü veriyor. Zaten kısa süre önce Suriye’ye yönelik saldırı tehditlerinin ortadan kalkmadığı, hatta giderek İran‘la Kürecik’e konuşlanmak istenen füze kalkanı yüzünden savaş dilinin seslendirildiği görülüyor. Hükümetin ülkenin iyice olgunlaşmış ve çözüm bekleyen iç sorunlarını çözmek yerine, bu sorunlardan kurtulmak ve sözüm ona “ulusu birleştirmek” hayaliyle bir savaş oyununa girişmesi hiç de zayıf bir ihtimal değil. Aman ha! Bu çok tehlikeli bir oyundur. Hem ülkemiz ve halklarımız, hem Orta Doğu halkları için!..
8-9_Layout 2 1/10/12 11:23 AM Page 1
08 emek haber
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2012
Taşerona boyun Maltepe Belediye'sinde 21 Aralık'ta işten çıkarılan Alper Ekinci'nin ardından Ekinci ve 15 işçinin belediye önünde başlattığı mücadele devam ediyor
İşçiler haklarını aldı İstanbul Tuzla'da bulunan ELTA Elektrik işçilerinin haklarını almak için 5 Ocak günü RMK tersane önünde başlattıkları direniş kazanımla sonuçlandı İstanbul Tuzla'da bulunan ELTA Elektrik işçileri düşük ücretlere ve hak gasplarına karşı 25 işçinin imzasıyla patrona taleplerini iletmiş ve ilk etapta olumlu yanıt alınmıştı. Ancak, 26 Aralık günü Zeynel Kızılaslan adlı işçi işten çıkarılmış, ardından 25 işçi daha işten atılmıştı. İşten atmalar sonucu RMK Tersanesi önünde işçilerin başlattıkları direniş kazanımla sonuçlandı. İşçiler verdikleri mücadelenin sonucunda kıdem, ihbar tazminatları ile çalıştıkları süre içerisinde firmadan alması gereken ücretlerini aldı.
CHP’li Maltepe Belediyesi’nin asli işleri olan park-bahçeler, yol bakım onarım, temizlik vb işlerini yapan taşeron işçilerin esnek ve güvencesiz çalışmanın son bulması için başlattıkları direniş sürüyor. "Haklarımızı aradığımız için işten atıldık" diyen işçiler taşeron uygulamasına son verilmesini istedi.
belirtti.
Maltepe Belediyesi'nin işten atma saldırısı ile taşeron köleliğine karşı direnen taşeron işçileri 6 Ocak günü CHP Maltepe İlçe Başkanlığı önünde gerçekleştirdikleri eylemin ardından 7 Ocak günü de CHP'nin Şişhane'deki İstanbul İl Başkanlığı binası önünde basın açıklaması yaptı.
Zengin’e ilettikleri talepler sonrası baskıların artığını ifade eden Yıldırım, “Sunduğumuz talepler sonrası işçiler tehdit edilerek, aileleri aranarak imzalarını geri çekmeleri yoksa işten atılacakları şeklinde saldırılarla karşı karşıya kaldık. İki gün sonrasında ise yaptığımız basın açıklamasını okuyan Alper Ekici arkadaşımız bizzat Mustafa Zengin’in talimatıyla işten atıldı” diye açıkladı
CHP İl Başkanlığı önünde bir araya gelen işçiler adına basın açıklamasını İlhan Yıldırım okudu. Yıldırım, kadrolu ve sendikalı işçilerle aynı işi yapmalarına rağmen daha az maaş aldıklarını, her yıl imzalatılan bireysel sözleşmelerin, kıdem tazminatına hak kazanmak için gerekli bir yıllık süreyi doldurmadan yenilendiğini, bu nedenle kıdem, ihbar ve senelik izin haklarının gasp edildiğini
Yıldırım, fazla mesai ücretlerini de alamadıklarını söyledi. Bu sorunlara karşı örgütlendiklerini ifade eden Yıldırım,”400'ü aşkın işçinin imzası olan talepleri CHP’li Maltepe Belediye Başkanı Mustafa Zengin'e sunduk” diye ifade etti.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun "Taşeron 21. yüzyılın kölelik rejimidir", "Bedel ödemeden hak alınmaz" sözlerini hatırlatan Yıldırım, "CHP samimiyse mecliste önerge sunmalı ve kendi bünyesindeki belediyelerdeki bu kölece çalışma koşullarının çözümünde adım atmalı" dedi.
Tabakhane işçisi isyan etti Yıllardır ağır sömürü şartlarında, hiçbir haktan yararlanmadan çalışmaya mecbur bırakılan Gerede Deri İşçileri ayağa kalktı, hakları için mücadele etmeye başladı. 4 Ocak günü Gerede İlçe Merkezi’ne yürümek isteyen işçilere polis saldırdı. Çok sayıda işçi yaralandı ve gözaltına alındı. Tabakhaneler bölgesindeki fabrikalarda çalışan işçiler çalışma koşullarının düzeltilmesi ve iş güvencelerinin sağlanması talebiyle iş bıraktı. İşçiler, günde 35 lira kazandıklarını ve geçinemediklerini dile getiriyor. 500 kadar işçi, kendi aralarında yaptıkları bir toplantının ardından aldıkları karala Gerede İlçe Merkezi’ne yürümek istedi. İlçe girişinde polis barikatıyla karşılaşan işçiler yürüyüşlerini sürdürdü. İşçiler yürüyüş boyunca patronlarını ve Gerede Belediye Başkanı'nı protesto etti. İşçilerin yaptığı yürüyüşe polis biber gazı ve cop kullanarak saldırdı. Polis’in saldırısı sonrası birçok işçi yaralanırken 16 işçide gözaltına alındı. Gözaltına alınan işçiler aynı gün serbest bırakıldı.
Deri işçisine bıçaklı saldırı İstanbul Tuzla Deri Sanayi Bölgesi’nde kurulu olan ve 160 gündür direnişte olan Savranoğlu deri işçilerine 5 Ocak akşamı bıçaklı saldırı düzenlendi Savranoğlu Deri işçilerinin, sendikal haklarını aradıkları ve sendikaya üye oldukları için patron tarafından iş hakları feshedilmişti. İş hakları fes hedilen işçiler fabrika önünde çadır kurarak direnişe başlamıştı. 160 gündür direnişte olan işçilerin direnişi, provokasyonlarla ve baskılarla sonlandırılmak isteniyor.
Deri-İş: Provakasyon yapılıyor Onurluca ve fedakarca yürütülen mücadelemizde kimsenin birliğimizi bozmaya gücü bugüne kadar yetmedi bundan sonra da yetmeyecektir denilen Deri-İş açıklamasında, “Akşam saat 20.30 sıralarında iş yeri önünde kurdukları çadırda bekleyen Deri-İş üyelerini, iş yerinden çıkan 2 kişi ellerindeki bıçakları göstererek tahrik etti. Olaydan hemen sonra olay yerine polis geldi. Saldırgan şahıslar, polisin gözü önünde bıçaklarla çadırdaki Deri-İş üyelerine saldırdı. Polis, saldırıda biber gazı kullanırken, gazdan direnişçi işçiler de etkilendi. Direnişteki iki işçi aldığı darbeler sonucu yarala-
narak hastaneye kaldırıldı. Saldırganlardan 6 kişi ile birlikte saldırıya uğrayan direnişçi işçilerden ikisi gözaltına alındı” denildi. Deri-İş Sendikası, işverenin bilinçli olarak içeride çalışan işçilerle direnişçi işçileri karşı karşıya getirmeye çalıştığını belirterek, "bilinçli bir provokasyonla direnişi kırmayı hedefleyen saldırı karşısında haklı mücadelemizi gölgelemek isteyenler bunu başaramayacaklardır. Tüm kamuoyu ve halkımız işçilerin haklı mücadelelerinin yanındadır. İşveren yasaları tanımayarak, işçilerin sendikal haklarına saygı göstermediği apaçık ortadadır. Saldırının kendisi bulunduğumuz aşamada acizliğin bir tezahürü olmuştur" dedi.
8-9_Layout 2 1/10/12 11:23 AM Page 2
10-20 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
09
eğmeyeceğiz
EMEĞİN KÜRSÜSÜ≫ dursun baştuğ YENİ MÜCADELE YILI VE GÖREVLER
Y
eni yılın sınıfsal açıdan önemi devrimci gelişmelerin nasıl seyredeceği ile sınırlıdır esasta. Geride bıraktığımız zaman diliminde ilerici-devrimci güçlerle gerici güçler arasındaki çelişkilerin nasıl geliştiği-nelere yol açtığı, komünist ve devrimci hareketin hangi kazanımlar sağladığı ya da sınıf mücadelesini geliştirememesinin altındaki sorunların neler olduğu, bu sorunların nasıl aşılacağı, Komünist ve devrimci hareketin karşı karşıya kaldığı ideolojik-politik-askeri saldırıların etki ve sonuçları, bunların yarattığı örgütsel ve çizgi sorunlarının neler olduğu ve bunların nasıl alt edilebileceği gibi meselelerde yeni mücadele yılında doğru devrimci dersler çıkarılarak görevlere sarılmak ve sınıf mücadelesinin gelişme dinamiklerinin durumu bizi ilgilendiren içeriktir. Evet, dünya gericiliğinin egemenliği altında geçen tarihsel kesite ait bir yılı daha geride bıraktık. Bu tarih dilimi de, emperyalist gericiliğin, başta insanlık olmak üzere, tüm yaşam ve doğayı devasa tahribatlarla felaketlerin eşiğine sürüklediğine tanıklık etti. Dünya halkları emperyalist haydutluğun vahşi sömürü, saldırganlık, işgal, talan ve tahakkümünün büyük acılarıyla birlikte; yine emperyalist sistemin insan ve doğa düşmanı olan nükleer sanayi, kimyasal ve biyolojik silahlanma çılgınlığı, doymak bilmeyen sömürü iştahı ve özel mülk hırsı, azami kar ve tahakküm hırsı esasına dayalı emperyalistkapitalist gelişmenin ürünü olan küresel ısınmanın yol açtığı deprem, sel gibi büyük doğa felaketleriyle onmaz acılar yaşadı. Emperyalist barbarlık; tahakküm ve talan uğruna kan döküp ölüm saçarak, modern köleliğe dayalı, spekülatif, kokuşmuş ve vahşi spesifikleriyle dünya sistemi olmaya maalesef devam ediyor. Emperyalist ideologlar tarafından “ayaklanmalar” ya da “sosyal patlamalar yüz yılı” olarak önceden beyan edilen ve nesnel bir gerçeğe dayanan gerici korku ve elbette ki bu korku veya saptamaya göre geliştirilen neo-liberal saldırı, geride bıraktığımız 2011 yılı içinde belirgin olarak devreye sokuldu.
Asgari ücrete milimetrik inceleme Yeni yılın hemen ilk günlerinde, sermaye ve faşist patron-ağa düzeninin temsilcileri, kendilerine şatafatlı ve lüks bir yaşamın tescili anlamına gelen asgari ücrete 42 TL’lik bir zam yaptılar Milyonlarca işsiz ordusunu saymazsak onun kat be kat üstündeki işçi ve emekçileri doğrudan ilgilendiren bu komik artış enflasyon değerlerinin altında kalmıştır. Kendilerini, halk adına meclis denilen ahırda besiye alan vekiller, yediden 67’ye kendilerine bir çırpıda, emekçilerin mevcut gidişatla bir ömür çalışarak elde edemeyecekleri kıyak zamlar yaptılar. Asgari ücret komisyonunu kimlerin oluşturduğuna bakılırsa aslında ortaya çıkan sonucun da pek yadırganacak bir tarafı kalmıyor. Bir devlet kurumu olan TÜİK’in yaptığı bilimsel incelemelerin sonucunda açlık sınırı olarak belirlenen rakamın bu ülkede çoğunluğu temsil edenlere asgari ücret olarak belirlenmesi fazla söze gerek bırakmayacak sınıfsal bir meseledir. Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü (DİSK-AR) asgari ücret olarak çalışan milyonlara reva görülen bu rakamlar üzerinden bir hesaplama yaptı. Aylık 42,9 liralık artışın ne anlama geldiğini araştıran DİSK-AR’ın, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Madde Fiyatları, TÜFE Endeksi ve Çalışma Bakanlığı verileri üzerinden yaptığı araştırma gerçekleri çıplaklığıyla yansıtıyor.
Asgari ücret= 26 gram bebek maması DİSK-AR’ın raporu asgari ücrete yapılan aylık 42,9 TL’lik, günlük 1,41 TL artışla, günlük yalnızca 100 gram beyaz peynir, 244 gram nohut ya da 123 gram zeytin alınabiliyor. Asgari ücretli, aldığı zamla et almaya teşebbüs ederse, günlük 58 gram dana, 240 gram tavuk etinden birini seçecek. 4 kişilik bir aile-
nin gırtlağından öğün başına geçecek miktar da yukarıdaki değerlerin 12’de 1’i. Söz konusu artışla alınabilecek pirinç miktarı 317 gram, bebek maması miktarı 26 gram, ekmek miktarı 624 gram, makarna miktarı 684 gram olarak tarif ediliyor.
Kira=yüzde 85’lik çalışma DİSK-AR, TÜİK’in madde fiyatları üzerinden, bir asgari ücretlinin hangi mal için kaç saat çalışılması gerektiğini de şu rakamlarla tarif etti: “Bir asgari ücretli; 509 TL’lik ortalama kira giderini karşılamak için 163 saat çalışmak zorunda, (toplam çalışma süresinin yüzde 85’i). 1 kilo pirinç için 1,5 saat, bebek maması için 17 saat, 1 kilo et için çalışılması gereken süre 8 saat. En az bir çocuk da varsa 463 TL’lik kreş parası 19 günlük çalışmaya denk geliyor. Buzdolabı almak için 350 saat; erkek ayakkabısı için 35, kadın ayakkabısı için 25, çocuk ayakkabısı veya bir gömlek için 15 saat çalışmak zorunda.”
Toplu pazarlıkla belirlenmeli Ortaya konulan bu korkunç tablo karşısında asgari ücretin belirlenme biçiminin toplu pazarlıklar süreci olması gerektiğinin altını çizen DİSK-AR raporunda, belirlenen meblağın en az yoksulluk sınırında (3 bin 18 TL) olması gerektiği belirtildi. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik İndeksi verilerinden hareketle Türkiye’nin insani gelişmişlik açısından 187 ülke içerisinde 92’nci sırada olduğuna işaret edilen raporda, “ekonomik gelişme, herkesin zenginleştiği, kaynakların adilce bölüşüldüğü, çevreye dost, insana yakışır bir çalışma yaşamının hakim olduğu bir ortamda olur. Asgari ücret, işçinin ailesiyle tüm zorunlu ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde tespit edilmeli, tespit komisyonuna emek örgütlerinin de katılımı sağlanmalıdır. Asgari ücret üzerindeki vergiler kaldırılmalı, asgari ücret, gelir dağılımını düzenleyici yönde belirlenmeli ve ekonomik büyümeden pay almalıdır” ifadeleri kullanıldı.
Kuzey Afrika ve Orta Doğu coğrafyasında cereyan eden ve halk kitlelerinin kendiliğinden gelme biçimindeki sosyal patlamalar görünümü veren ayaklanmalar dalgası; halk kitlelerinin emperyalist gerici dünya sistemi ve faşist iktidar ve diktatörlerine karşı, demokrasi istemiyle gelişen devrimci refleksi dışında, özünde emperyalist yeni dönem stratejiler bağlamında ilgili bölgelerin yeniden biçimlendirilmesinin unsurları olarak vukuu buldular. Gerici-faşist diktatörlükler devrilip başındaki diktatörler iktidardan indirildi ve kimisi öldürüldü, bunların yerine yeni olarak başka gericifaşist diktatörlükler ve diktatörler getirildi… Korkulan halk kitlelerinin devrimci tepkisi deşarj edilerek esasta söndürüldü, patlamaları destek ve kontrollerinde geliştirerek tehdit gördükleri devrimci patlamaların önüne geçilmiş oldu. Hem kendilerinin yeni dönem ihtiyaçlarına yanıt veren iktidarlar oluşturuldu, hem de oluşturulan iktidarlar kitlelerin desteğiyle-hareketiyle kurulduğu için tercih ettikleri bu iktidarlar garantiye alınmış oldu. Gelişmeler yeni dönem emperyalist stratejilere bağlı seyrederken, emperyalist blokların dalaşı bu ayaklanmaların dışında olamazdı. Libya, Mısır, Tunus gibi ülkelerde emperyalist müdahale, destek ve yaptırımlara varan açıklamalar vb ortadayken, ayaklanmalar dalgasından emperyalistleri tecrit etmek büyük bir yanılgı olur. Nitekim sıcak olarak Suriye’de devam eden ayaklanma hareketleri Rusya’nın savaş gemisi gönderme biçimiyle açıkça inisiyatif koyup tavır almasıyla istendiği gibi erkenden sonuçlandırılamadı. Ki, sonuçlanması tamamen emperyalist bloklar arası denge ve anlaşmalara ya da çelişkilerin niteliği ve derinliğine bağlı olacaktır. Burada önemli olan, emperyalist stratejiler ile birlikte bunların dalaşından ötürü her gün onlarca insanın öldürülmesi gerçeğidir. Bütün bunlarda emperyalist güçler ile yerli gerici-faşist düzenler tek suçludurlar. Fakat uluslar arası komünist hareket ile parçalardaki komünist güçler de kesin olan yetersizlikleri dolayısıyla ve salt bu bakımdan gelişmeler karşısında yükümlüdür. Devrimci durum olduğu halde halk kitlelerine önderlik yapma yeteneği gösteremeyen komünistler tarih karşısında olduğu kadar, halk kitlelerine karşı taşıdıkları sorumluluklar ve devrimci görevleri bakımından da yükümlülük altındadırlar. Uluslararası ölçekte zayıf olan komünist hareket nesnel şartlar uygun olmasına karşın sübjektif öğe olarak kendisini örgütleyip gelişmelere müdahil olma, önderlik yapma rolü oynayamamış, devrimci durum anlamında olgunlaşan bu fırsatı emperyalist gericilik halk kitlelerini manipüle etmek suretiyle kendi lehine kullanmıştır. Halk kitlelerinin bunda bir suçu yoktur-olamaz da. Kabahatli olan komünist ve devrimci güçlerdir. Dolayısıyla komünist hareket bu durumdan dersler çıkarıp öğrenerek, dağınık ve kendiliğindenci haline son verme göreviyle bir an önce işe koyulmalıdır.
10-11_Layout 2 1/10/12 11:26 AM Page 1
10
emek yorum
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2012
Türk-İş Genel Kurulu üzerine
‘
Sendikal Güç Birliği’nin kongre öncesi çıkışı, kongrede mücadeleci çizgisini ortaya koyması, bugüne kadar alışılmamış bir tabloyu genel kurulda ortaya çıkardı. Bakanın protesto edilmesi, işçi sınıfından, değişimden, emperyalizmden, Kürt sorunundan kısacası sınıfı ifade eden sözlerin kürsüde yüksek sesle söylenmesini sağladı
Hasan Gülüm
Belediye İş İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Türk iş değişecek mi? Aslında Türk-İş Genel Kurulu’nda belki en çok atılan slogan “Türk-İş değişecek başka yolu yok” sloganıydı. İşçi sınıfı hareketi içindeki örgütlü işçi sendikalarında Türkİş Konfederasyonu gerek işçi sınıfı için gerekse sistem (sermaye) için hep önemli bir yerde durur. Bu önem işçi sınıfını ve emekçileri harekete geçirme bakımından önemli bir yerde durduğu gibi işçi sınıfının yükselen ve gelişen mücadelesinin kontrol edilmesi bakımından da önemli bir yerde duruyor. Bu önemden kaynaklı Türk-İş Genel Kurulu’ndaki her hareket önemsenir. En ufak bir gelişme gerek sınıfın dostları gerekse de patronlar ve iktidarlar tarafından dikkatle izlenir bunu herkes ya da taraf kendi çıkarı için yapar. İşte genel kurullarda bu nedenle taraf olunur. Bu taraflılık her sınıfın çıkarı ile ilgilidir. 4 yılda bir olan Türk-İş Genel Kurulu 8 Aralık’ta başladı 11 Aralık 2011 günü yapılan seçimle sona erdi. Bugüne kadar izlenen Türk-İş genel kurullarında 1992 hariç Türk-İş içinde program ve amacını açıklayarak ortaya çıkan bir muhalefet çizgisi oluşmadı. 2011’deki Türk-İş’in bu genel kurulunda Türk-İş yönetimi karşısına daha önceki genel kurullara göre biraz daha organize olmuş programı olan bir muhalefet çıktı. Muhalefet çıkmasını olumlu olarak söylemiyoruz. Ama geçmiş muhalefetlere benzemediğini kendi içinde ortak bazı noktaların öne çıkarıldığını bunu kamuoyu ile paylaşarak yayınlamalarının yarattığı etkinin olumlu olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle Türk-İş Genel Kurulu’nda ortaya çıkan muhalefetin geçmişteki durumu kendi içinde yaşadığı sorunları nedeniyle ortaya konulan tavrın ve izlenen yolun doğru anlaşılmadığını düşünüyorum. Oysa Türk-İş içindeki muhalefet kongredeki yanıyla olumlu ya da olumsuz göstermek yerine daha çok sınıfa kattıkları ile ele alınmalıdır. Tüm bunlara karşı Güç Birliği’ni oluşturan sendikalar da kendi içinde organize olmuş değillerdi. Çünkü önemli bir kısmı dün yaşanan olumsuzlukların sorumlularıydı. Bunu her seferinde zaten ortaya koyuyorlardı. İşte bu genel kurulda öne çikan olumlu yanlardan biri bunu yapmalarıydı. Tüm bunlara rağmen güç birliğin oluştur-
duğu muhalefet hareketi daha çok mücadele eden sendikaların üzerinden yürüyordu. Bu muhalefeti biraz daha olumlulaştırdı. Çünkü kendi içinde organize olmuş hareketliliği oturmuş tabana dayalı bir yapı değildi. Güç Birliği daha çok mevcut sendikalara yapılan saldırılara karşı kendilerini Türk-İş içinde koruma birliği idi. Ancak birlik kendini kamuoyuna yapacakları konusunda kendi gerçekleri dışında daha iddialı davrandı. Buradan hareketle de Türk-İş içindeki ilericilerin de çabasıyla güç birliğinin sınıfa daha yakınlaşması sağlandı. Başlangıç toplantılarını tabanla yapmamalarına karşı 7 bölgedeki toplantılar Güç Birliği’ni de bulunduğu yerden daha ileri taşımaya başladı. Bu durum yaşanan genel kurulunda tüm sonuçların toplamını gösterdi.
Son sınıra dayanıldı Sendikal Güç Birliği’nin kongre öncesi çıkışı, kongrede mücadeleci çizgisini ortaya koyması, bugüne kadar alışılmamış bir tabloyu genel kurulda ortaya çıkardı. Bakanın protesto edilmesi, işçi sınıfından, değişimden, emperyalizmden, Kürt sorunundan kısacası sınıfı ifade eden sözlerin kürsüde yüksek sesle söylenmesini sağladı. Türk-İş’te değişimin adımı buradan başladı. Bu nedenle yıllardır Türk-İş’te oyun dışı işler olmaya başlandı. Bu sonuç yukarıda bahsettiğimiz tüm sınıflar mücadelesinin toplamında ortaya çıkan mücadelenin yarattığı birikimin dipteki yarattığı hareketliliğin yüzeyi etkilemesi olarak söyleyebiliriz. Bu nedenle; birincisi artık mevcut yapısal durum ihtiyaçlara cevap vermiyor. Dünyada sınıflar mücadelesi hareketlilik kazanıyor, halk hareketleri önemli mücadeleler örneği gösteriyordu. Örgütlenmeden kazanılmiş hakların korunmasına kadar hiçbir ileri sonuç alınmıyordu. Her geçen gün mevcut hakların azaltılmasıyla yok sınırına dayanıldı. İkincisi ise iktidarın dizayn ettiği sendikal
süreçteki tasfiye ve siyasi olarak adeta tam bir arka bahçe olması önemli rahatsızlık yaratıyordu. Tek Gıda İş Genel Başkanı Mustafa Türker’in “ben geçen dönem yaptığım işbirliği ile Türk-İş’te işlerin iyi gideceğini düşündüm bu nedenle eski yönetimle oldum. Ama TEKEL bana bunun yanlış olduğunu gösterdi. Ben de ayrıldım.” diye özeleştiri verirken yaptığı çağrısı ise “kazanacaksak, haklarımızı koruyacaksak mutlaka mücadele ederek başarılacaktır. Bu nedenle güç birliği içinde bunu yapacağız.” diyerek sürecini özetlemişti. Oysa Sendikal Güç Birliği ilk ortaya çıkışında herkes tarafından bundan fazla bir şey olmaz anlayışı hakimdi. Bu anlayış ya da kaygı halen devam ediyor. Oysa değişim hemen başladığında oluşan bir olgu değildir. Bir başlangıç noktası vardır. Bence Türk-İş için de bu süreç başladı. Bu sürecin istenildiği gibi olmaması ise sendikal yapının durumu ile ilgilidir. Çünkü genel kurulu oluşturan delegelerin %80’i profesyonel yöneticilerden oluşmuştu. Yani sınıfa dair söylenenleri, sınıftan kimse söylemiyordu. Hepsi sınıf dışı kişilerden oluşmuştu. Ayrıcalıklı bürokratik sarı sendikalar toplamıydı.
Muhalefetin dayandığı söylem Bu nedenle genel kurulda “TÜRK İŞ DEĞİŞECEK BAŞKA YOLU YOK” sloganı aslında bir değişim yarattı. Bu değişim Türk-İş yönetimin değişimi olarak algılanmamalıdır. Bu değişim Sendikal Güç Birliği’nin kendisini değiştirmesiyle oluşmaya başladı. Sendikal Güç Birliği kendisinden başlayarak başlattığı değişim söylemi ve genel kurulda ortaya koyduğu tutumla bunu sağladı. Öyle ki hayatlarında sınıf mücadelesi cümlesi kullanmayan Türk-İş Genel Başkanı’nın gerek açılış, gerekse kapanış konuşması sırasında kullandığı üslup bile bunu gösteriyordu. Bloku oluşturan sendikaların toplamı için, sınıfın mücadelesine inanan mücadeleyi sınıfa dayandıran, dışındaki ileri kesimleri
içine alan ve mücadele eden bir yapı olduğunu söyleyemeyiz. 1992’deki gibi dipten gelen bir muhalefet gibi olmasa da Türk-İş içindeki bu muhalefetin sınıfa dayandığını sınıfın mücadelesi üzerinden gelmediğini söyleyebiliriz. Yani Türk-İş içinde muhalefeti bu kadar güçlü kılan onun niteliği değildi. Muhalefetin dayandığı söylevin, işçi sınıfının mücadeleci çizgisini öne çıkarmalarıdır. Bu nedenle Türk-İş’te işler artık istense de eskisi gibi olmayacak. Bu muhalefeti yaratanlar da eskisi gibi, dün olduğu gibi, yarın vazgeçemezler. Tekil anlamda kişilerin yalnız bırakıldığı ya da etkisizleştiği süreçler yaşanacaktır. Ancak esasta sınıfın hareketliliği ve etkisi bu sürecin yerini ve durumunu belirleyecektir. Üstelik Türk-İş gibi her yanıyla denetim altına alınmış ve kontrol edilmiş bir sendikada hem değişimi beklemek hem de mücadele edeceğini düşünmek saflık olur. Çünkü Türk-İş esasta kamuda örgütlü bir yapıya sahip. Kamuda olmasından dolayı önemli oranda siyasi iktidarların denetiminde tutulmaktadır. Bu nedenle bu genel kurul aslında sağ gerici işbirlikçi sendikal bürokrasiye karşı, sınıfın dipten gelen dalgasının yarattığı ve bazı ileri sendikaların çabasıyla “sol” bürokratik bir yapının karşılıklı mücadelesi olarak nitelendirmek yanlış olmaz. Elbette bu süreci belirleyecek en önemli nokta bu hareketin kendisini koruması ve mücadele çizgisini sürdürmesi halinde uzun vadede değişim yaşanacaktır. Aksine mevcudunda gerisi noktalara düşer. Çünkü bu genel kurulda değişimin “SADECE BAŞLANGIÇ NOKTASI” oluştu. Bu genel kurulda mücadele edecekler ile etmeyenlerin ayrıştığı bir genel kurul oldu. Bu nedenle sürecin başlangıç noktası beslenirse büyür ve gelişir. Buraya dikkat etmek gerekiyor. Genel kurulda sınıfın değiştirici rolünün Güç Birliği tarafından her seferinde ortaya konulması, yeni dönemin, mücadeleci bir sürecin de işaretini veriyordu.
10-11_Layout 2 1/10/12 11:26 AM Page 2
güncel yorum 11
10-20 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
fSizin terör dediğiniz bizim kurtuluşumuzdur. Siz ordularınızı dikmeye devam edin karşımıza! Biz kurtuluşumuz için payımıza düşeni başımız dik almaya razıyız! Yeni yıla girerken kanlı elleriyle ‘ileri demokrasi’ yolunda ilerleyen ülkemiz egemen sınıflarının, devletinin nadide bakanlarından İdris Naim Şahin’in sanata ilişkin söylediği kapsamlı cümleler gazete sayfalarında, haber sitelerinde hayli yer kapladı. İdris Naim Şahin; terörle mücadele adı altında demokrasi güçlerine karşı yürütülen ve son dönemde sağırların dahi duyduğu gözaltıları, tutuklamaları topyekün bütün saldırıları, zapturaptunu özetleyen en etkili; aslında en kapsamlı açıklamayı yaptı. Açıklama resimle, şiirle, şarkıyla, makaleyle ‘terör’e destek verildiği, tüm bunların terörle mücadelede görev almış askeri, polisi demoralize ettiği ve tüm bunların türlü gerekçelerle makulleştirildiği neticede bunun ‘terör’ propagandası olduğu üzerineydi. Ezilen sınıfların yüzyıllardır tepesinden sopasını eksik etmediği ezen sınıfların devleti başka ne diyebilirdi. Mülkiyeti kutsayan, faşizmle beslenen bir devletin kendisi gibi düşünmeyen, varlığını tehdit eden her türlü düşünceye karşı fikri ve zikri elbette susturmaktır. Susturmak da yetmez; devletin varlığına, birliğine ve geleceğine hizmet etmeyen, kendisi gibi düşünmeyen herkes cezalandırılmalıdır. Hakim sistemin ve onun devletinin zihniyeti budur. Son günlerde bu zihniyet İdris Naim Şahin’de yansımasını bulup tezahür etse de gerici olan, terör estiren devletin ta kendisidir.
Başımız dik!
Biz payımıza
düşeni almaya razıyız
Sanatı, özgür düşünceyi, demokrasi istemini, eşit ve sömürüsüz bir dünya özlemi duyan sanatçıyı, halkı terörizmle bağdaştırmak, terör olarak görmek hakim sistemin doğasında var. İdris Naim Şahin denen zavallı, bir sözcü sadece. Depremzedeye “kocaman sarayda oturuyorsunuz” diyen, onun yoksulluğuna dahi göz koyan, iştahı kabaran zavallı bir bakan. Kralının sözcülüğünü yapan bir kralcı… Kendi yasaları düşünüldüğünde, o yasalardan dahi bihaber, çağdışı kalmış, ilkel bir adam. Bakan istifa etsin demek yerine hakim sistemin kendisinden olmayanı katleden, hapseden, sürgün eden, yasaklayan dünya görüşünü teşhir etmek, karşı durmak daha doğru değil mi? Bakan Şahin’in ağzından dökülenler bakanı, bilcümle bürokratı, askeri ve hakimi ile hakim sınıfların ve onların devletinin özü değil mi? Öyle ise Bakan Şahin ile örneğin Bülent Arıçn’ı birbirinden ayırma ve bireyleri yargılama telaşı niye? Peki sanat nasıl suç olur? Hakim sistemin devletini ve onu yaratan zihniyeti düşündüğümüzde elbette sanat, sanatçı onlar için bir tehlikedir. Çünkü sanatçı-aydın üretendir, eleştirendir, yanlışı görmesi gerekendir, her koşulda özgürlük isteyendir, değiştirmeye çalışandır, aydınlatandır. Dolayısıyla susmayı, konuşmamayı, eleştirmemeyi, sorgulamamayı öğreten ve dayatan bir devlet için tehlikedir. Bu anlamıyla sanat, sanatçı-aydın istese de istemese de toplumsal mücadelenin, özgür bir dünya özleminin bir parçasıdır. Aydın ya da sanatçı bu anlamda yeni demokrasi mücadelesinde, halkın haklı mücadelesinde, toplumsal mücadelenin diğer mecralarında yol alanlar kadar tehlikelidir. Sanat yıkıcı olandır. Mesele sanatçı olmakta, gündem olan haberin öznesinin sanatçılar-
Devletin sanatçılar ya da onların üretimleri üzerinden hedeflediği ve korktuğu; tüm bu yansımaların, parçaların bir araya gelip bir bütün oluşturmasıdır. Hakim devlet bundan korkuyorsa yapılması gereken bakanları istifaya çağırmak değil, devletin korkusunu büyütmektir. Aydın-sanatçı olmanın, özgürlük aşığı olmanın gereği özgürlüğü yaratacak koşullar için üretmek, yan yana gelmek, toplumsal bir özgürlük için biz olmayı öğrenebilmektir. Mesele, ya ezilen halkın, ezilen ulusların, işçinin, köylünün, öğrencinin, bilcümle emekçilerin safında yer almak ya da İdrisleri, Tayyipleri mevzu bahis yapıp yeni gelecek İdrislere, Tayyiplere bel bağlamaktır. Onların tanımladığı ve bize yakıştırdığı ‘terör’ haklıdır, meşrudur ve bu meşru mücadele sahiplenildiği zaman ancak tutarlı bir karşı koyuş mümkün olabilir. Onların bize yakıştırdığı bu terörü yaratan kim? Yıkıcı olan, kimilerince belki de vahşice görülen fakat yeniyi inşa edecek olan, özgür insanı yaratacak olan devrimci zoru yaratan ne? Terör ne? Onlara göre terör; Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, demokratik hak alma mücadelesi, parasız eğitim istemek, insanca iş koşulları istemek, varlığını Türk varlığına armağan etmemek, hapishanesiyle, copuyla, silahıyla susturmayı öğreten, yazmayı, çizmeyi, söylemeyi dahi yasaklayan sisteme karşı devrimci zoru seçmek. Onlara göre, tepemizde silahlarla, bombalarla, işkenceyle, sokaklarımızda panzerlerle bizi kendi vatanımızda sürgün yaşatanlara, hayatımızı hapishaneye çevirenlere karşı durmak terör... Onlara göre terör sınırda yaşam kavgası vermek, bir yürek dolusu acıyla insanı insanlıktan çıkaran bu sistemde insan olabilmek; kanla, ölümle susturulan bir halkın evladı olmak, 12 yaşında, 13 yaşında, 14 yaşında sınırda “bir dağ gibi yaşlı” olmak… Ölen körpecik çocuğunun ardından çığlığını yüreğine bir taş gibi oturtup tilili çeken bir ana olmak terör onlar için. Ama bizim ‘terörümüz’ yoksulluktan sınırlarda, dağlarda yaşam kavgası veren çocukları öldürmüyor. Ama sizin terörünüz çocukların acılarını yüreklerinde biriktire biriktire öfkeye dönüştürüyor. Ha bir de “terör” örgütlerinin arka bahçesiymişiz… Evet, bizimkisi bir bahçe... Rengarenk… “Binlerce elin aynı sofradan yiyebildiği” bir bahçe. Dünyanın bütün renklerini ve fikirlerini barındıran bir bahçeyiz biz. Bizim bahçemizde hiçbir ırk diğerine armağan edilmiyor. Çocuklar açlıktan ölmüyor, cinsiyeti yüzünden kimse dışlanmıyor. Bizim bahçemiz insan için, insana ve yarına dair… Ortak noktamız yarına dair aydınlık düşlerimiz. Sizin gibi zehirli otların bu bahçede işi, yeri yok! Ne mutlu bize ki sizinle aynı bahçede değiliz.
aydınlar olmasında kilitli değil, mesele demokrasi mücadelesini yürüten her bir öznenin-kişinin-örgütün-kurumun terörist ilan edilmesinde… Sanatçı bunun
belki en popüler alanında olanıdır fakat üniversitede parasız eğitim isteyen öğrenci de fabrikada hakkını arayan işçi de dağda savaşan gerilla da bir sanatçı gibi toplumsal mücadelenin izdüşümleridir, yansımalarıdır.
Sizin çalıp çırpıp estirdiğiniz terörün hesabı elbet bir gün sorulur. Dikkat edin, aç biilaç, yoksul, perişan, öfke dolu ve cahil gördüğünüz- bıraktığınız bu halk bir gün sizi kendi yasalarıyla cezalandırmasın. Şairi, müzisyeni, akademisyeni terörü destekliyor diyor sızlanıp hatip kesilenler, -böyle bir beklentimiz yok ama ileri demokrasi ya-sınırda, sokaklarda öldürdüğünüz, katlettiğiniz; basın açıklamalarından, gazete bürolarından, akademilerden toplayıp hapishanelere doldurduğunuz insanlara uygulanan terörün, Uludere’deki katliamın açıklamasını yapın; savunduğunuz sistemin yüzünüze bulaşmış çirkinliğini bir de öyle görelim. Görelim ki içimiz ‘terör’le dolsun… Sizin terör dediğiniz bizim kurtuluşumuzdur. Siz ordularınızı dikmeye devam edin karşımıza! Biz kurtuluşumuz için payımıza düşeni başımız dik almaya razıyız!
10 - 20 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
Bilinçli davranmak ve ya
Başarı ile başarısızlığı tayin eden başlıca öğelerden biri hiç şüphe yok ki bilinç unsurudur. Tüm pratik güçler son tahlilde bilinç öğesine ihtiyaç duyar. Yeterli bilinç olmadan hiçbir kuvvet kendi başına gerçek başarıya imza atamaz ya da bu başarıları garanti edemez Bilinçli yaşam, başka bir deyişle bilinçli davranış, dolaysız biçimde bilimden feyiz alır. Bilinçli davranışın veya yaşamın kaynağı bilimdir. Bilimden esin almayan sistematik ve bilinçli bir yaşam çizgisinden bahsedilemez. Bilim dürüsttür. Bilim karşısında dürüst olmayan gerici zümredir; özellikle de gerici egemen sınıflardır. Çünkü onlar, çıkarları gereği gerçeklerden-doğrulardan-iyi olandan yana değil, bilakis karşısındadırlar. Yeni ve gelişmekte olandan yana değil, tersine eski ve çürüyenden yana olup onu temsil etmektedirler. Ve çünkü onlar, kan ve alın teri üzerine kurulu olan saltanatını ebedi kılma peşindedirler… Ama proletarya ve devrimci halk kitleleri bilim karşısında dürüsttürler. Çünkü onlar gerçeklerden ve doğrulardan yanadır. Yeni ve gelişmekte olan onların çıkarına uygundur. Devrimci gerçekler her zaman gerici sınıfların çıkarına zıt, ama halk kitlelerinden yanadır. Ancak, yeniyi, gelişmekte olanı veya geleceği temsil eden niteliği egemen kılmak için bilime sadık kalmak ve bunun gereği olarak da bilinçli yaşamak, bilinçli davranmak zorunludur. Toplumdaki bilinçli yaşama has genel belirtiler toplumsal sistemin ideolojik-kültürel standartlarına paraleldir. Toplumdaki kültürel gelişmişlik düzeyi ve bu gelişmişlik düzeyinin bilimsel ölçüler karşısında belirlenen niteliği, söz konusu toplumun bilinçli davranış seviyesini veya gerçek gelişmişlik düzeyini belirler. Aynı varyant, toplumsal kişilik olan birey veya bireyin bilinçlilik-gelişmişlik düzeyinin belirlenmesine de geçerlilikle uyarlanır. Toplumsal sistem olarak örgütlenmiş yaşam şartları bakımından kapitalist sistem ile komünist toplum perspektifli bilumum devrimci toplumsal sistemler arasında uçurum açısıyla fark vardır. Devrimci kişilik ile burjuva kişilik arasında da aynı mesafe vardır. Bu teorik olarak kesinlikle doğrudur, fakat reel olan pratik gerçekte bu birebir doğ-
Bilimsel olan geleceği temsil eder
ru veya mutlak değildir. Örneğin nesnel olarak devrimci olan birey, her zaman burjuva bireyle arasına bu farkı yerleştiremeyebilir. Yani, objektif devrimciliğini subjektif ayakta temsil etmez-etmeyebilir. Bu bakımdan objektif olarak devrimci olan bireyin, subjektif açıdan da, yani bilinç öğesinde de devrimcileşmesi gerekmektedir. Bilinçli davranış-bilinçli yaşam- tanımlamak gerekirse, basit ifadeyle; yaşamı planlayan sistem veya birey durumundaki öğenin, yaşam karşısındaki pozisyonu itibarıyla, onu üreten, ilerleten, değiştiren, geliştiren, adildemokratik normlara iten; özetle devrimci konumda olan davranış tarzıdır şeklinde tanımlanabilir. Bilimsel tutum devrimci tutumdur. Devrimci olan da bilinçli olandır. Bilinçlilik ile bilimsellik nasıl ki bir birinden ayrıştırılamaz, öyle de devrimcilik ile bilinçlilik kavramları içerik olarak karşı karşıya konamaz kadar sağlam bitişiklerdir veya bir birinden koparılamaz ikizlerdir. Kısacası, yaşamı ihtiyaç ve şartlara göre planlayarak belirli hedefler doğrultusunda örgütleyen, ilerleten, değiştiren, bağrında bu yeteneği taşıyan bilinçli davranış tarzı ile bilinçli olmayan kendiliğindenci, plansız, üretmeden tüketen, günübirlikçi, ileriye dönük hedeflerden yoksun, alışkanlık ve gelenekleri kanıksayan vb vs davranış tarzını analiz ederek sınıflandırmak özellikle günümüz şartlarında gereklidir. Geleceğin bilinçli toplumunu yaratmak, geleceğin bilinçli insanını yaratmakla mümkündür. Bu görev, bugünden geleceğin ideolojik-kültürel şekillenişini yaratmayı buyurur. Özcesi, burjuva dünyanın savurgan, kar amacıyla tüketimi teşvik eden, emek ve insana yabancılaşmayı yaratan, insani erdem ve değerleri bencil burjuva çıkara feda eden, zenginlik ve daha fazla zenginlik uğruna doğa ve insanı yok eden, insanlığın geleceğini acımasızca karartan, bir avuç varsılın saltanatı uğruna emekçi sınıfları azgınca
Bilinçli tavrın planlı ve ileriye dönük sorumluluklarla hareket eden özelliğinden söz etmiştik. Yine bu tavrın, görevlerin ele alınıp yürütülmesi konusuna da yansıdığına değinmiştik. İlk yardım örneği tam da merkezi görev ile merkezi olmayan, yani merkezi görev ile merkezi görev etrafında biçimlenen diğer görevlerin bilinçli yaklaşımla ele alınmasının önemini açıklamaktadır. İlk yardımdaki gibi, görevlerde de ana halkayı-yaşamsal değerdeki fonksiyonu tespit ederek
sömürüp zulme tabi tutan tüm köhne ve gerici sistemlerden korunup kopmak şarttır. Bilinçli davranış da, tersi davranış da son tahlilde bir sınıf davranışıdır ya da sınıf davranışına denk gelir. Öyle ki, bilinçli ve bilinçli olmayan bu iki davranış kültürü, doğrudan toplumsal sistemlerin kültürünü ifade eder ve bu iki kültürel tür sistemin niteliğinden asla bağımsız değildir. Bilinçli davranma prensibi, birincil olanla ikincil olanı, esas görev ile tali görevi kavrama konusuyla da doğrudan ilintili bir meseledir. Bilinçli davranış, acil ve öncelikli görevleri öne alarak bunlarda yoğunlaşmayı, merkezi görevi esas alıp tali görevleri buna tabi kılmayı vb uygulayan davranıştır. Ama bilinçsiz davranış, bu ayrımları yapmadan işleri karmaşaya sokan, el yordamıyla ve alelade yaparak bilimsel planlamadan kesinlikle uzaktır. Bu bakımdan başarısızlığa mahkumdur. Lakin bilinçli davranış tam tersine planlı ve düzenli hareket etmekle
işe buradan koyulmak gerekmektedir. Ya da baş çelişme ile diğer çelişmelerin tespiti ve bunlar arasında ilişkinin doğru kurularak ele alınıp çözülmeleri, bilinçli-planlı davranış anlamında ilk yardım ilkesiyle aynı şeydir. Devrim için tayin edici olan çelişkiyi atlayıp, bunun etrafındaki her hangi bir çelişkinin çözülmesini esas almak-merkeze oturtmak, bilinçli tavırdan uzak olmakla birlikte, başarısızlık yoludur da. Örneğin, 80’li yıllarda devrimci hareketin en
birlikte, hangi işe yoğunlaşacağını doğru olarak seçer ve işleri daha başarılı biçimde yerine getirir. Biri dört yana yumruk sallama pratiğine girer, öteki gücünü doğru hedefe yoğunlaştırarak okları hedefe atar. Dahası, bilinçli tavır, zorunlulukları kavrayan ve ona uygun davranan veya davranma yeteneği gösteren müspet-pozitif özelliklere sahiptir. Bilinçli olmayan tavır ise, zorunlulukları kavramaktan uzak duran, öznel duygu ve düşünceleri gerçeğin yerine koyarak hareket eden soyut dogmatik davranıştır.
Savurganlık ve bilinç ilişkisi Bilinçli davranmanın öneminin kavranması için konuyu biraz ayrıntılı ve somuta indirgeyerek yorumlayalım. Böylece neden bilinçli davranıp bilinçli yaşamamız gerektiğini daha iyi açıklamış ve kavranmasına yardım etmiş olacağız. Çin’de insanların tek renk (mavi-lacivert) elbise giyinmesinden ötürü Mao Zedung eleşti-
önemli-temel hatalarından biri, komünist ve devrimci hareketin doğrudan devlet ve hakim sınıfları hedefleyen bir mücadele bilinci ve perspektifi yerine, objektif veya subjektif olarak sivil faşistlerle çatışmayı esas alan politika ve pratiği benimsemeleriydi. Esas ve merkezi görevler bilinçli olarak tespit edilmediği gibi, bu bilinçsiz davranış amaç ve ilkelerden de uzaklaşmayı koşullamıştır. Nitekim “sağ-sol çatışmaları” dönemi, devrimci hareket açısından bilinç bulanıklığını,
perspektif
aşamı bilinçli yönetmek yerine, o gün daha öncelikli olan pirincin birkaç ton daha fazla üretilmesi daha doğruydu. O koşullarda rengarenk elbiseler giymekten mahrum kalan Çinlilerin, en azından beş-on köylünün açlıktan kurtulup karnını doyurması söz konusuysa, bu yeğdir.
rilmektedir. Bunun gibi, uygulanan “kızıl cumartesiler”in uygulanması, hatta NEP politikaları eleştirilmektedir vb… Savaş ve yıkıminşa dönemlerinde, yani yıkıma uğramış, ekonomik olarak güçlükler içinde bulunan ve zayıf ekonominin düzenlenerek ekonominin toparlanıp rayına sokulması, yani ekonominin düzenlenmesi ve dolayısıyla ülkenin yeniden inşasının sağlanması için zorunlu olan bu ekonomik politikalar ve ideolojik kampanyalar anlaşılmadan veya zorunluluk ve koşullar göz önüne alınmadan tamamen formelci yaklaşımla eleştirilmektedirler. Örneğin, Çin’de bir nevi savaş ekonomisi uygulanarak geri olan ekonominin düze çıkarılıp ülkenin inşa edilmesi için alınan ekonomik önlemlerden biri olan tek renk elbise giyilmesi, formel kaba yaklaşımla eleştirilse de, son derece bilinçli ve gerekli bir politika ve uygulamaydı. Ekonominin zayıf olduğu ve üzerine sosyalist sistem inşa edilmesi söz konusu olan bu dönemlerde, dengeli ve bilinçli bir
amatörlüğü ve kaçırılmış fırsatlar manasında yitik yılları ifade etmektedir. Devlete yönelme hedefi objektif olarak ortadan kalkmış, devlet mücadelenin hedefi dışında kalmıştır. Siyasi iktidar perspektifi olmayan veya iktidar hedefinden bu denli sapan devrimci hareketin tecrübesi, acı bedeller ödemenin ötesinde devrimci durumu heba etmek olmuştur. Devrimci hareketin bilinçli davranmadığı, iktidar bilincindeki zayıflıktan belli olmaktadır. Devlet ve hakim sınıf-
ekonomik politikanın uygulanması zorunluluktur, şarttır. Sıkı ekonomik politikalar uygulayarak gereksiz israflardan kaçınmak ve hatta fedakarlıklarda bulunmak şartken, fazla boya üreterek o koşullarda zorunlu ihtiyaç olmayan üretim-tüketim politikası gütmek elbette hatalıdır. Yani, o yoksunluklar içinde ve daha öncelikli ihtiyaçlar olduğu halde, zorunlu bir ihtiyaç olmayan fazla renkte boyanın üretilmesi elbette ki gerekli değildi. Bilakis, o şartlarda fazla boya ve değişik renklerde kumaş üretme yerine, tek renk kumaş üretmek, dolayısıyla tek renk elbise giymek gerekliydi. Devrimci inşa için bu bilinçli, tutumlu politika ve toplum adına bu fedakarlık doğruydu…
Zorunluluklara göre hareket etmenin önemi, doğruluğu, gerekliliği bilince çıkarılmak durumundadır. Aynı biçimde zorunlu-acil-hayati olan ihtiyaçlar ile zorunlu-ivedi-hayati olmayan ihtiyaçları doğru tespit etmek ve buna uygun yaklaşım belirlemek kavranarak benimsenmelidir. Tek renk kumaş üretmenin veya tek renk elbise giymenin anlamı burada saklıdır. Misal, elinizde bir can yeleği var ve denizde kurtarılmayı bekleyen bir insan, bir de köpeği... Can yeleğini insan için mi, yoksa köpek için mi kullanırsınız? Farazi; kaza yapmış yerde yatan bir yaralıya yardım etmektesiniz örneğin. Yaralıya önce hangi müdahaleyi yaparsınız, neye dönük müdahale eder veya önce neye bakarsınız? Pek tabii ki, önce yaralının kalbinin atıp atmadığını-nefes alıp almadığını, yani yaşamsal fonksiyonlarını öncelikle kontrol edersiniz-bununla işe başlarsınız. Bunu yapmadan, yani yaşayıp yaşamadığını öğrenmeden ve önemsemeden kafasındaki kırıkları pansumana başlamazsınız veyahut öncelikle kırık kolunu sabitlemeye kalkışmazsınız… Çünkü öncelikli ve önemli olan yaşamsal fonksiyon ya da bulgulardır. Bu öncelik ve önemden başlamaz iseniz, kurtarmanız muhtemel olan kazazedeyi kaybedebilirsiniz-kaybedersiniz. Çünkü kazada dili geri kaçmış veya kırılan dişleri vb. nefes yoluna kaçıp solunumunu tıkadığı halde, siz yaralının nefes yolunu açmadan kafasındaki kırıkla uğraşır ya da kırık kolunu sararsanız, kaybettiğiniz zaman yaralıyı kaybetmenize yol açacaktır. Elbette ki, nefes alamayan yaralı solunumsuzluğa daha fazla dayanmadan boğulup ölecektir. Kolundaki kırıktan acı çekecektir kuşkusuz ama bundan dolayı ölmesi söz konusu olmayacaktır…
Bir renkte kumaş değil de, beş renkte kumaş üretilmiş olsaydı, inşa eyleminde kullanılan iş gücü, sermaye ve olanakların bir bölümü bu renk kumaş üretimine ayrılmış olacaktı ki, bu da inşa eylemini veya ekonominin planlanıp düzenlenmesini geciktirip belli ölçülerde sekteye uğratacaktı. Beş renkte kumaş üretme
Kapitalist sistem ne yapıyor? Tüketimi teşvik etmek için (elbette kar uğruna tüketimi arttırmak için), reklamlar yapıyor, bayramlar ve günler icat ediyor, hediye ve eğlence çılgınlığı geliştiriyor, kısaca bilinçli tüketim ve tutumluluk kültürü yerine tam bir savurganlık kültürü aşılıyor… Örneğin, yeni yıl vesilesiyle tüm
lar, devrimci hareketin yanlış hedefe yönelmesi sayesinde pek tabi olarak mücadelenin hedefi olmadı, bu dönemden son derece kazançlı çıktı. Çünkü sağ-sol çatışırken, devlete babalık rolü düştü ve sınıflar üstü-tarafsız bir güç olarak devreye girdi. Bu objektif izlenimin yaratılması devrimci hareket açısından büyük kayıp, hakim sınıflar için ise büyük bir kazanımdı. Devrimci hareketin yaşadığı tasfiyenin, gerileme ve zayıflamanın temel taşlarından biri, hiç kuşkusuz ki
devrimci hareketin bu dönemdeki amatörlüğü, bilinçsizliğidir; yani, iktidar hedefine sahip olmayarak yaşadığı siyasi bulanıklığın devrim adına yitirdiği fırsatlardır. Sonuç olarak; en basit yaşamdan en karmaşık çelişme ve sorunlarla dolu olan devrimci yaşamın, hedeflerine makul zaman ve emekle varması için mutlak biçimde bilinçli bir emekle organize edilmesi gerekmektedir. Başarı ile başarısızlığı tayin eden başlıca öğelerden biri hiç şüphe yok ki bilinç unsu-
dünya toplumu yığınca anlamsız harcamalarda, savurganlıkta bulunuyor. Ekonomik israf ve savurganlığın ötesinde, patlattıkları havai fişek şenlikleriyle korkunç düzeyde hava kirliliği yaratıyor, küresel ısınmaya vb. yol açıyor. Bu çılgınca eğlence gününde harcanan paralar Afrika’daki açlığı kolaylıkla giderecek bir sermayeyi-ekonomiyi oluşturur. Peki, bu anlamsız ve gereksiz olan abartılı harcamalar yerine, Somali’deki aç çocuklar açlık ve ölümden kurtarılmış olsa daha doğru, anlamlı ve isabetli olmaz mı? Yeni yıl görüntülerinden hareketle, çılgınca eğlenen alemle, diğer tarafta yoksulluğun göbeğinde açlıktan kavrulan dünyayı anımsayıp görmemek mümkün değil. Dünyanın bir kısmı aç, bir kısmı bu açlığı unutarak veya görmeden gereksiz yere yığınca paralar savurarak bolluk içinde ve çılgınca eğlenmektedir! Bu çelişki ve dengesizlik doğrudan kapitalist ve gerici sistemlerin ürünü olduğu gibi, onların kültürüne has olan veya bu kültürden beslenen bilinçsiz davranışın da ürünüdür aynı zamanda. Daha da garip olan yoksul dünyanın bilinçsiz insanı da bu çılgın eğlence ve savurganlığa dahil oluyor. Bir günlük eğlenceye, bir aylık giderini kullanıyor. İşte bu, tipik bilinçsiz bir davranıştır.
Yeni yıl çılgınlığında bilinçli bir davranıştan bahsedebilir miyiz? Hayır. Tamamen bilinçsiz ve ama kapitalist sistemin kültür ve kar amaçlarına hizmet eden israfçılık egemendir burada. O çılgın eğlence ve israf düzeyi gerçekten gerekli ve ihtiyaç mı? Bu tarz ve bu düzeyde harcama yapmak, zorunlu ve öncelikli mi? Bu eğlence harcamalarını yapmayı da, bu parayı zorunlu-gerekli ve öncelikli ihtiyaçlarımıza kullansak daha isabetli ve bilinçli olmaz mı? Evet, Mao’nun gün ve eğlenceleri yasakladığı eleştirilir. Ama bu eleştiriler kaba bir ezberdir. Mao, yakalarında Mao rozeti taşıyan Çin Komünist Partisi üyelerine, “Uçaklarımı geri verin” ince eleştirisiyle gereksiz savurganlığa işaret ederken haklıydı. Gereksiz yere ve ihtiyaç olmadığı halde yakalara takılan o rozetlere belli miktarda demir kullanılmıştır. Rozetlere kullanılan demirin makine yapımında kullanılması daha gerekli ve doğru olmaz mıydı? Kuşkusuz ki, olurdu. İsrafın önüne geçmek bilinçli bir bakış açısını, bilinçli davranmayı gerektirir.
rudur. Tüm pratik güçler son tahlilde bilinç öğesine ihtiyaç duyar. Yeterli bilinç olmadan hiçbir kuvvet kendi başına gerçek başarılara imza atamaz ya da bu başarıları garanti edemez. Bilimsel doğru ve bilimsel ideolojinin stratejik zaferinden söz ederken anlatılmak istenen tam da budur. Yalnızca bilimsel olan geleceği temsil etme dinamiği taşır. Öyle ki, bu bilimsellik aydınlattığı pratikten asla yalıtık değildir ve değiştirme yeteneğini bu bütünlük içinde gerçekleştirir.
14-15_Layout 2 1/10/12 11:31 AM Page 1
14 kadın haber
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2012
‘Sessizlik şiddeti gizler’ Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADHK) başlatmış olduğu “SESSİZLİK ŞİDDETİ GİZLER, SESSİZ KALMA, KADINA YÖNELİK ŞİDDETE HAYIR DE!” kampanyası kapsamında çalışmalarına devam ediyor
ADHK; tarihten bugüne devam eden, ulusal ve sınıfsal şiddetin yanı sıra cinsel şiddet ile üç kat ezilmişliğinin farkındalığını yaratarak kadının örgütlü mücadele çığlığını büyütmeye devam ediyor. ADHK başlattığı bir yıllık kampanyayı her ayın ilk cumartesi günü yapılan sokak gösterileriyle sürdürüyor. Londra Voodgreen Kütüphanesi
önünde 7 Ocak Cumartesi günü saat 14.00-15.00 arasında sokak gösterisi düzenledi.
Yapılan sokak gösterisinde emperyalist-kapitalist sistemi ve onun yarattığı ırkçı-ayrımcı, aterkil sistemi teşhir eden ADHK üyeleri; kadına uygulanan ve dünya ezilen halklarına yönelik baskı-şiddet politikalarının örgütlü müca-
deleyle değiştirileceğinin altını çizdi.
ADKH, örgütlenmenin öneminden ve örgütlü mücadeleye vurgu yaparak kadınları; evde, işte, okulda, sömürüye, baskıya ve şiddete karşı “Sessiz kalma” kampanyasına destek vermeye ve her ayın ilk cumartesi günleri yapılacak olan eylem ve etkinliklere katılmaya çağırdı.
Mücadele ‘cinsi kuşak’ Bülent Ersoy’un İzzet Çapa’ya verdiği röportajda Deniz Gezmiş’le ilgili sarf ettiği sözler sonrası bilindik bir tartışma başladı. Deniz’i savunmak adına Ersoy’a hakaret edenlerle, Ersoy’u savunmak adına devrimcilere saldıranlar aynı havuzda toplandı
Bülent Ersoy Habertürk Gazetesi’nden İzzet Çapa’ya “Deniz Gezmiş çok iyi bir insandı, çok kıymetli bir arkadaşımdı, bilgi birikimi ve gerekse ideolojisinden ödün vermeyen sağlam karakter yapısındaki üstün kişiliğiyle yiğit, delikanlı adam gibi bir adamdı. Tanırdım onu, bir hukukumuz vardı kendisiyle. Çok bilgiliydi bir kere, çok okuyan bir insandı. Ben hiç siyasetin içinde olmadım ama toplantılarında çok bulundum. Eğlence, sohbet, muhabbet toplantılarıydı. Rahmetli çok severdi sesimi. Bir gün bana üç şişe Çamlıca gazozu aldı, ben de ona şarkılar söyledim. Ardından çok ağladım” sözleriyle Deniz Gezmiş ile arkadaşlığını anlattı. Ersoy’un ve Deniz’in 68 kuşağı arkadaşları üzerinden “eşcinsellik” tartışması başladı. Gün Zileli’nin yazdığı Havariler kitabına göre örgüt içindeki tartışmanın konusu devrimden sonra ‘Zeki Müren şarkıları TRT’de çalınır mı çalınamaz mı idi?’ Tartışma bir grubun Müren’in TRT’ye çıkma hakkı olduğunu savunurken diğer grubun onu yoz kültürün temsilcisi olarak gördüğü tartışmaları da bu vesileyle gündeme getirildi. Bülent Ersoy ve Zeki Müren de sistemin yarattığı ve bu toplumun yaşadığı sorunların dizi dizi sıralandığı burjuva kültürünün tanınmış iki ismidir. Bülent Ersoy’a yönelik avukat Bozkurt Nuhoğlu’nun, “Deniz, karakteri düşük insanlarla hiçbir surette ve hiçbir mekânda beraber olmamıştır. Bu insanlardan nefret ederdi. Bu kadın kılığındaki erkeğe, erkek kılığındaki kadına lanet olsun. Yalan söylemesin, Deniz’in arkadaşları onu cezalandırır.” Deniz Gezmiş’i ‘sahip’lenmesi ise ‘dünyayı değiştirme’ iddiasındaki arkadaş-
ları-avukatları adına söyleyecekleri bir sözünün olmadığı ve Denizlerce hiçbir pratiğinin de kalmadığının açıklamasıdır.
Deniz’i kim, nasıl sahiplendi? Yine konu ile ilgili Sosyalist Feminist Kolektif üyesi Av. Deniz Umre Tuna da; “Maalesef, bir kısım sosyalistlerin bakışı budur. Benim hayal ettiğim sosyalizm, bu bakışı reddediyor. Kadının söylediği kötü bir şey değil ki. Gerçeği yansıtmıyorsa başka türde bir cevap verilir. Konunun kadın mı erkek mi olduğuyla ne alakası var? Sosyalizm adına böyle konuşulamaz. Bu, homofobidir” diye tepkisini gösterdi. Transseksüellerin Ankara’da kurduğu Pembe Hayat Derneği, Nuhoğlu hakkında suç duyurusunda bulunacak. Bülent Ersoy’un şahsında tüm transseksüellerin hedef gösterildiğini belirten trans hakları aktivisti Kemal Ördek, “Suç duyurusunda bulunacağız, ben de solcuyum, kendimi özgürlükçü sosyalist olarak tanımlıyorum. 68 kuşağı eğer böyleyse vah halimize!” dedi. Deniz Gezmiş’in arkadaşı Mustafa Yalçıner ise; “Biz hiçbir zaman transseksüellerle ilgili karakteri düşük ya da yüksek gibi değerlendirmede bulunmadık. Kadıncağızın kendisini abartması bir problem teşkil etmez. Keşke herkes Deniz’in arkadaşı olabilseydi” dedi. Burjuva-feodal sistemin Deniz’i, Mahir’i, Che’yi kendi çıkarları için birer ‘kuşak’ unsuruna dönüştürmesine ve devrimci mücadelelerinden koparılmasına yol açarak ‘meta’laştırılmalarına asla ve asla izin vermeyeceğiz. Devrimcilik nema değldir Devrimcilerin geçmişte yarattığı değerler üzerinden bugün nemalanmaya çalışan ve o dönemin tanıklığından kaynaklı bazı duygusal reaksiyonlar üzerinden siyaset yapmaya çalışanlarla, gerçek anlamda devrimci değerleri yaşamının merkezine koyup mücadele edenler arasındaki kalın kırmızı çizgiyi her gün yeniden yeniden hatırlamak-hatırlatmak gerekiyor. Ancak bu yazımızın konusu kendisini 68 kuşağı olarak Deniz Gezmiş ile ilişkilendirmeye çalışanların kitlelerde ve yeni nesil kuşakta yaratmak istediği bilgi kirliliği ve bir o kadar yarattığı manipülasyondur. Çünkü Denizler yaşadıkları dönemde dev-
rimci mücadelenin en ön saflarında yer alıp, halkların kurtuluşu ve ülkesinin bağımsızlığı için canını esirgemeyen bir pratik gösterdiler. Hatırlarsak, diğer bir önemli husus da Bülent Ersoy’un 12 Eylül’den sonra avukat olarak kendisini savunmasını talep ettiği Deniz Baykal’ın astronomik bir rakam istemesiyle de ve CHP’nin CD’li günlerinde de Deniz ismi benzetmesinden yaratılan bir başka çarpıtma ve aynılaştırmayla yaşanmıştı. Deniz Gezmiş bilinçli bir şekilde ‘Deniz’ ismi benzerliğiyle ve ‘bir Deniz’i harcadık, bir Deniz’i daha harcayamayız’ yaklaşımlarıyla gündeme taşınmıştı. Ancak devrimci Deniz Gezmiş mücadelesiyle ve duruşuyla halkına adadığı yaşamını, idam sehpalarında da duruşundan taviz vermeden ipi göğüsledi. Bugün Deniz’i diline pelesenk eden 68 ku-
şağı ve mücadele arkadaşları diye her gün bir kanalda boy gösteren ve Deniz’in ‘yeşil parkasının kürklü yakası’na yapışanların Bülent Ersoy’un yaptığı açıklamadan sonra düştükleri durum da bulundukları zemini çok iyi açıklıyor. Çünkü devrimci ve ilerici olmak sistemin içine düşürdüğü durumdan dolayı insanları aşağılamak değil, ötelemek hiç olmamalı ve hele hele eril bir siyasi yaklaşımla bunca sindirme politikaları yaşanıyorken, cinsiyeti, milliyeti, dini, ekonomisi, siyaseti ve kültürü bakımından ezilenlerin mücadelesini doğru bir yaklaşımla birleştirip ortaklaştırabilmek olmalıdır.
‘Düzeltici cinsiyet darbesi’ Deniz’in avukatı ve mücadele arkadaşları olduğunu söyleyen 68 kuşağının ‘düzeltici cinsiyet darbesi’ yaklaşımıyla Bülent Ersoy ile ilgili sarf ettikleri cümleler medyanın internet, twitter, kadın programlarına konu
14-15_Layout 2 1/10/12 11:31 AM Page 2
10-20 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
15
ÖNCÜ KADIN MELE(K) KATİL lenlerden birinin ablası partimizin kadın kollarında çalışan bir bayan. Ama bizden bunun istismarını duydunuz mu? Bunların kalpleri kararmıştır. Cenazeleri bile ayıranlar, iblisin yolunda yürüyenlerdir” diyen katil nasıl da kendini inkar üzerinden ihbar ediyor.
Ö
la olmaz!
telefonla katılarak ‘birini tanımak için yandaş mı olmak lazım? Karşımdakilerin algıları, anlayabildikleri ile sınırlı" diyerek tepkisini sertleştirdi. Sigmund Freud’un tezlerine göre yüzyıllardır kabul gören “eşcinsellik” konusu bilimsel olarak da bu kadar yol almışken, bir meseleye “solculuk, ilericilik ve hatta devrimcilik” adına sarf edilen sözler ülkemizin toplumsal cinsiyete ve cinsiyetlere yaklaşımının sınıfsal bir bakıştan yoksunluğunu 21. yüzyılda bir kez daha bulunduğu seviyeyi ortaya koydu. 2010 Mart ayında AKP’li Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf’ın "Eşcinsellik hastalıktır ve tedavi edilmelidir," şeklindeki sözleri LGBTT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transseksüel ve Travesti) ve insan hakları savunucuları tarafından eleştirilmişti. Deniz Gezmiş’in mücadele arkadaşları veya avukatı tarafından Bülent Ersoy’un 68 kuşağı içerisindeki mevcut durumunu ve Deniz Gezmiş ile tanışıklığına gelen tepkiler olabildiğince önyargı ve nefret temellerinin zihinlerde duvar ören sınırlarını oluşturur niteliktedir.
edilince içler acısı bir durum yaşandı. Ama biz biliyoruz ki bütün bu yaşananların Deniz Gezmiş’in siyasi kimliğiyle hiçbir alakası yoktur, olamaz da… Radikal yazarlarından Oral Çalışlar ve Miliyet Gazetesi’nden Ali Açıkgöz’ün kaleme aldığı yazılar da okunduğunda görülecektir ki, her fırsatta marjinalleştirilen ve saldırıya uğrayan devrimcilerin mücadelesidir, yaşamıdır ve bir bütün olarak ezilen emekçileri ve halkları birleştiren değerleridir. Açıkgöz yazdığı köşesinde öğrenmeyi ve araştırmayı bakın hangi cümleyle açıklıyor: “Her türlü özgürlüğün bayraktarlığını yaptıklarını iddia eden solcular, neden Bülent Ersoy ile birlikte anılmak istemezler? Hem de birlikte oldukları halde…” Ersoy, görsel ve yazılı medyada başlayan tartışmalardan dolayı Habertürk’e
Aydın, ilerici ve çağın insanı olmak mallardan, bedenlerden, topraklardan, mekanlardan mevcut sınırlardan kurtulmayı aşmayı gerektirir. Sınırların bedeli bazen egemen bakışla yakalanan gözetmen tarafından mutlaka cezalandırılması gereken bir durum ve hatta karşılığı bazen ölüm olabiliyor. Bu bedeli idam edilin Denizler toplumun belleğine kazınan ve silinmeyecek derecede yaşadılar. Deniz’in mücadelesine, anılarına saygıdan da olsa gözetleyen o egemen bakışla Deniz’in ‘mücadele’ arkadaşları ve avukatları ‘sol’ adına da olsa bir başka sınır çizmemelidir. Sınırsız dünyayı yaratmanın olanaklarını dilde, bedende, mekanda ve dünyanın yüzünde ceberut varlığı yok ederek, kılık değiştirmeden, kılıfa girmeden devrimci kimliklerimizle her türlü ayrımcılığa, şiddete, baskıya karşı mücadeleyi yükselterek yerine getirelim.
≫ rojda demir
Belki de toplu bir katliamda ilk defa bir kadın yoktu. Ama yukarıdaki katilin sözü kadını katliamla ilişkilendirme ustalığında ülkenin yönetim kademesindeki birinci erk’ek’in ifadesiyle cenazelerin üzerinde ‘iblis’in (İslamiyet'te hem bir melek, hem de bir cin olarak geçmektedir) kendisi yürümektedir. Çok tercih ettiğimiz kelimeler değil, egemen erkek sisteminin kendini tanımlamasından kaynaklanan bir husus olduğunu belirtelim. Hiç ‘istismar’ yok, gencecik halk evlatlarını ‘kaçakçı’, ‘terörist’, ‘bölücü’, ‘vatan haini’ ve ‘taş atan çocuklar’ diye öldür, sonra da sorumlusu olduğun katliamın üzerinden telef ettiğin 50 katır ağırlığında iblislik yap mele(k) katil. Bu kadar usta bir istismarcı, melek katili bir iblis daha yeryüzüne gerçekten gelmemiştir. Çünkü önceki soykırım ve katliama imza atan iblislerden de bu kadar dersler alan ustanın organizatörlüğü öldür-tutukla zinciri sürerken… Recep Tayyip Erdoğan artık bir mele(k) katil Ne kadar büyük bir marifet, katlettiği bir Kürt gencinin ablası AKP’nin kadın kollarında çalışan bir ‘bayan’mış diyen Recep Tayyip Erdoğan bunu demekle de kalmıyor ve “Kürtsüz katliam”ı da bakın hangi sözlerle açıklıyor? “Kim ki 'Uludere'de 35 Kürt öldürüldü' diyerek etnik zemine taşıyorsa her türlü insani ve vicdani değeri ayaklarının altına alıp çiğnemiştir. Biz '35 insan, 35 can yitirilmiştir' diye bakıyoruz. Cenazeleri bile etnik kökenle tasnif edenler insanlıktan nasibini alamayanlardır” derken “özürcü” Tayyip “teşekkürcü” olarak katliama imza atıyor. Arşivlerdeki soykırım-katliam tasnifçisi Tayyip, 35 Kürt köylü gencini, gözü kapalı katletmenin amacını insanlıktan çıkmış “peygamber”liğiyle ‘medyaya rağmen’ Genelkurmay Başkanı-komuta kademesindekilere “hassasiyeti”nden dolayı “teşekkür etmek”ten kendini alamıyor. ‘Yargının bağımsızlığı’nı da Roboski’yi konuşturmamak için başbuğu İlker’i tutuklatıyor. Tutukluyor, katlediyor mele(k) katil… Katlettikçe saldırıyor, saldırdıkça alçalıyor, alçaldıkça komuta kademesi ‘pırpırlar’la doluyor. Çünkü kadın kollarındaki AKP’li ‘bayan’ın kardeşinin de içinde olduğu 19’u çocuk 35 kişinin ölümünün karşısında kaymakamın hırpalanması daha önemli. Çünkü sınır karakolları yetmiyor, yeni ihaleler, yeni sınırlar, yeni hudut kapıları için Kürt halkının ve evlatlarının kanı akmak durumunda. 12 Haziran seçimlerinden önce 300 TL almayıp AKP’ye oy vermeyen Kürt köylüsü can bedeli ödemek zorundadır. Bulakbaşı, Taşdelen köylerine seçime on gün kala para dağıtan Uludere Kaymakamı Naif Yavuz, devletin Kürt tasnif çalışmasında ‘kazan bombaları’ndan sonra ne tür hizmetler sunacak? Düğün masrafları için ‘sınır ötesi’nde iş yapabilmek ve 50 TL kazanmak için de-
delerinden, babalarından kendilerine kalan bir geçim kaynağı (mazot, tütün ticareti) geleneğinde, 35 Kürt köylüsü yaşamı sürdürebilmek adına bombalandılar. Katledilen Adem Ant’ın nişanlısı Garibe Ürek, “Nişanlım sonuçta düğün masraflarını bir araya getirmek için sınır ötesi küçük ticaret yapıyordu. Ancak düğünümüz kana bulandı. Bundan sonra buralara fabrika da kursalar öleni geri getiremeyecekler. Kimsenin bizden özür dilemesini istemiyoruz. Suçlular bulunsun, hesap versinler” diye sesleniyordu. Katliam tanığı Servet Encü; “Sınırın sıfır noktasına vardığımızda köylüler bizi telefonla aradılar, yolların askerler tarafından tutulduğunu belirttiler. Askerler araçlarla üst bölgeye gelmişler, gelmeyin dediler. Bizde silah yok, iki bidon mazot var, dedik. Köylülerin sözünü dinlemedik ve yolumuza devam etik. Askerler yolumuzu kestiler. Geri dönmeye başladık. Bu esnada F16 jetleri geldi bizi bombaladı. Arkadaşlarımın hepsi öldü. Sadece ben sağ kurtuldum” derken, katliam tanığı olmanın derin devlet hesabındaki zorluğunu da bilindiğini umuyoruz. Elleri koynunda ‘çaresiz’ce gencecik evlatlarına ağlayan Kürt ‘bayan’ları yok. Savaşan devrimci gerillaların cenazelerini omuzlarında taşırken zafer işaretiyle onları sahiplenen, mücadelesini devam ettiren bir iradeyle yürüyen savaşçı Kürt kadını kimliği var. Örgütlü kadın mücadelesiyle değiştirmeye muktedir halkın savaşçı kadın duruşu var. Muhteşem projelerini ‘mele’ denilen ‘molla’ları aracılığıyla korucuların yerine yerleştirerek peçe yenilemektedirler. Kuzey Kürdistan’da pazarlanmak istenen her köye dini vicdanla ‘el atma’ planları Roboski’yi bombalamalarıyla başladı. Korkutmak için katlettikleri 35 Kürt köylü gencin canı yetmez bu asalak vampirlere. Snırın katliam komutu ABD’de oturum izni olmak üzere olan cematçilirin Kürt dilinin ‘mele’lerin felsefesiyle yayılmasını isteyen ve emperyalist ustalık belgesiyle ‘kibrit çal’ çözme yeteneğini birleştiren din tüccarları cinsel, ulusal ve sınıfsal sömürüyü yaygınlaştırıyorlar. Ama yanılıyorsunuz, cana-kana doymayan asalak vampirler, sıkışan akrep kendini zehirler. Katlettikçe çoğalan ezilenlerin yoksulluğunu da değersizleştiriyorsunuz. Yoksulluğu değersizleştirdikçe de mücadelenin nasıl büyüdüğünü gözlerinize sınır milleri çekerek görmezlikten geliyorsunuz. İsyan ateşi bu sefer başka yanıyor. Artık sizin ‘mele’leriniz gibi meleyen bir Kürt halkı yok. Can-kan üzerinden kazandığınız paralarınızla sıçrayan mele (çekirge) mele (bayan)’leriniz size ancak ve ancak meleyen mele kazandırabilir. Roboski’de olduğu gibi ‘kazan’ bombalarınız da bir fayda sağlamayacak. Katillerin kanlı ellerini temizlemek için iş başına getirilen devşirme meleler sıçrayan melelere bir mele bile kazandırmaz. Kürt ulusunun kibrit çöpüyle tutuşturduğu ve yeri-göğü sarsan ateşi, devrimci mücadelede yükseliyor. Dağların anahtarlarını teslim etmeyen ezilen emekçilerin ve halkın gerçek kurtuluşu, mavzerlerin hedefindeki siyasi iktidarı yakacak ve yıkacak. Başka melemi (çaresi) yok bunun.
16-17_Layout 2 1/10/12 11:35 AM Page 1
16 güncel
Maoist parti;
katliamın hesabını soracağız
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2012
Katliam protesto
Maoist Komünist Partisi, 28 Aralık 2011 tarihinde Şırnak-Uludere’de devlet tarafından yapılan katliama ilişkin bir açıklama yayınladı “Türk devleti, AKP iktidarı ve Türk ordusu katliam ve kıyım suçlarına yeni bir halka daha ekledi!” denilen açıklama “AKP iktidarının doğrudan yönettiği Kürtlere dönük ‘sürek avı’ bir dönemdir yoğunlaştırılarak azgın saldırılarla sürdürülmekteydi. Kürt ulusunun iradesinin kırılarak teslim alınıp hiçleştirilmesi veya köleleştirilmesini hedefleyen, aynı zamanda Kürt ulusal hareketinin silahlı örgütlenme ve mücadelesini tasfiye ederek Kürt ulusuna kendisine ihanet etmeyi dayatan ırkçı-milliyetçi faşist baskılar tutuklama terörüyle ürpertici safhalara ulaşmış bulunmaktaydı. Yaşadığımız gün ve an itibarıyla da sürmekte olan bu azgın terör dalgası, 28 Aralık 2011 günü onlarca Kürt köylüsünün savaş uçaklarıyla bombalanıp katledilmesiyle daha korkunç bir evreye ulaşmış bulunmaktadır. AKP iktidarından komut alan Türk devleti ordusu, kaçakçılık yapan Şırnak’ın Uludere (Qılaban) ilçesine bağlı Ortasu (Roboski) köylülerini, Güney Kürdistan yönetim bölgesi sınırları içinde F-16 savaş uçaklarıyla vahşice bombalayıp katletti.” İfadelerine yer verildi. Bu katliamın münferit bir olay olmadığının, katliamın mimarının topyekûn devlet olduğunun belirtildiği açıklama şu ifadelere yer verildi; “Kürt ulusunun, egemen Türk ulusu hakim sınıfları ile emperyalist dünya gericiliği tarafından reva görülerek yaşatılan tüm tarihi katliam, kırım-kıyım, dram ve acılar tarihidir. Kürt ulusunun her günü ölüm, acı ve katliamla geçmiş-geçmektedir. Kürtlerin tarihi, Türk hakim sınıflarının her türlü insanlık dışı uygulamalarıyla dolu olduğu gibi, bu tarih ırkçı-şoven faşist Türk milliyetçiliği tarafından kana boğulmuş bir tarihtir. Bugün vahşice gerçekleştirilen 35 Kürt köylünün katliamı da, bu kan gölüne çevrilmiş ve soykırım görmüş tarihin bir parçasıdır. Canavarca gerçekleştirilen bu faşist katliam, tarihe Mustafa Muğlalı’nın kara ünüyle mal olmuş 33’ler katliamının bir tekrarıdır. Türk devleti ve onun temel bir niteliği olan iflah olmaz ırkçı Türk milliyetçiliği Kürt düşmanlığında sınır tanımadan kuralsızca ve alçakça katliamlar gerçekleştirip, kara ve kokuşmuş tarihinin suçlarına yenilerini eklemektedir. Bugün bu suç silsilesinin baş aktörü ikiyüzlü AKP iktidarıdır. Sivil vesayete alınmasıyla övünülen ve AKP iktidarına bağlı olan faşist Türk ordusudur. En nihayetinde gerçekleştirilen ırkçı-milliyetçi katliam faşist Türk devletinin katliamıdır.” “Suçları’’ sadece Kürt olmak veya yalnızca kaçakçılık yaparak geçimlerini sağlama peşinde koşma olan onlarca sivil Kürt köylüsünün vahşice katledilmesi hiçbir sebeple açıklanamayacağı gibi, faşist Türk ordusu Genelkurmayının gerçekleştirilen bu katliamı haklı gösterme çabasıyla yaptığı açıklama boş ve alçakça bir tutumdur. Açıktan Kürt ulusu ve köylülerine yönelik olarak gerçekleştirilen faşist katliam asla bir kaza değildir. Bilakis bilinçli bir katliamdır.”
TC devletinin Şırnak-Uludere’de gerçekleştirdiği katliamın münferit bir olay olmadığı esas karakterinin bir ürünü olduğu, geçmişten günümüze gerçekleşen ve en somut şekliyle Uludere’de kendini tekrardan gösteren katliam, yurt dışında ve ülkemizde devrimci-demokrat ve yurtseverlerin katıldığı eylemlerle protesto edildi
Yurt dışında birçok kent merkezinde gerçekleşen protesto eylemleri ülkemizde ise Ankara, Mersin, Adana, Balıkesir, İstanbul, Kocaeli, Amed, Antalya, Isparta gibi birçok ilde yapıldı. Sokaklara çıkan binlerce kişi, Şırnak-Uludere’de gerçekleşen katliamı teşhir ederek, hesap soracakğınıı belirtti.
Liseliler; “Bu devletin meşruiyeti yoktur” Sarıgazi Mehmetçik Lisesi öğrencileri 5 Ocak günü Ovacık Sokak’ta bir araya gelerek basın açıklaması yaptı. Liseliler yaptığı basın açıklamasında, Şırnak Uludere’de yaşanan katliamın münferit bir olay olmadığını, katliamların devletin esas karakterinin bir ürünü olduğunu ifade etti. Gazi Mahallesi'nde de Şair Abay Kunanbay Lisesi öğrencileri 30 Aralık günü okulu boykot ederek Uludere katliamını yaptıkları yürüyüşle protesto ettiler. Şehit Teğmen İlköğretim Okulu önünde toplanan öğrenciler yolu trafiğe kapatarak Köşe Durağı’na kadar yürüyüş yaptılar. Öğren-
ciler adına okunan basın açıklamasında, devletin katliamcı yüzünü bir kez daha gösterdiğini, bir yandan özür dilerken diğer yandan katliamlara yenilerini eklediği vurgulandı. Açılamada, Başbakan’ın Suriye lideri Beşar Esad ile ilgili söylediği kendi halkını katleden yönetimin meşruiyeti yoktur sözleri hatırlatılarak “Bu devletin meşruiyeti yoktur” denildi.
Katliama alkış ve zılgıtlarla tepki Kocaeli Üniversitesi öğrencileri 5 Ocak günü sosyal tesisler önünde bir araya gelerek alkış ve zılgıtlar eşliğinde rektörlük önüne kadar yürüyüş yaptı. 5 dakikalık oturma eyleminin de yapıldığı eylemde, Şırnak Uludere’de katledilen yoksul 35 Kürt köylüsüyle birlikte devletin katliamcı yüzü bir kez daha ortaya çıktı denildi.
Roboski, imha ve inkârdır Hacettepe Üniversitesi hazırlık binası önünde 5 Ocak’ta toplanan öğrenciler si-
yah bez üzerine kızıl karanfiller yerleştirilmiş pankart ve sloganlarla Beytepe yemekhanesine yürüdü. Yemekhane önünde yapılan açıklamada, devletin Kürt ulusu üzerinde estirdiği imha, inkâr, asimilasyon politikalarına karşı ortak mücadelenin geliştirilmesinin önemine değinildi. Devletin katliamı kaza diyerek geçiştirmeye çalıştığı vurgulanan metinde, medyanın da bu oyunun ortağı olduğu ve haberleri devletin yönlendirmesi doğrultusunda yaptığı ifade edildi.
Uludere’yi unutmayacağız ODTÜ’de katliamı protesto eden öğrenciler, Hazırlık Bölümü’nde bir araya gelerek burudu, “Kaza değil katliam, hesabını soracağız”, “Sivas’ı, Maraş’ı Çorum’u, Zilan’ı, Halepçeyi, Dersim’i, Gazi’yi, Beyazıt’ı, 33 Kurşun’u unutmadık; Uludere’yi unutmayacağız” sloganlarıyla ODTÜ Teknokent’te bulunan ASELSAN’ın araştırma-geliştirme çalışmalarını yürüttüğü bina önüne kadar yürüyüş yaptı.
Roboski Katliamı’na Frankfurt- Mezopotamya Kültür Merkezi tarafında yapılan çağrıyla Frankfurt Südbanhof’ta toplanan kitle sloganlar atarak TC konsolosluğu önüne geldi. Polisin yığınak yaptığı konsolosluk önünde, polisle kitle arasında kısa bir gerginlik ve arbede yaşandı. Katliamda yaşamını yitirenler için saygı duruşunda bulunulan eylemde, katliamı teşhir eden konuşmalar yapıldı. Konsolosluk kapısına siyah çelenk bırakılan eyleme; ADHK, ATİK ve DİDİF’te katıldı. Düsseldorf- Almanya’nın Düsseldorf şehrinde bir araya gelen yüz-
lerce kişi Uludere’de faşist Türk ordusunun gerçekleştirdiği katliamı protesto etti. TC Konsolosluğu önünde bir araya gelen kitle Uludere katliamına öfkesini dile getirdi. Katliamda yaşamını yitirenlerin isimlerinin okunarak anıldığı eyleme, Yek-Kom, ADHK, ATİK, AGİF’in yanısıra bir çok devrimci, demokratik, ilerici kurum ve kişiler destek sundu. Köln- Katliam Almanya’nın Köln şehrinde gerçekleştirilen eylemlerle protesto edildi. Eylemlerin ilki Türk konsoloslugu önünde yapıldı. Kürt kurumlarının gerçekleştirdigi
16-17_Layout 2 1/10/12 11:35 AM Page 2
10-20 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
o edildi
17 devletinin yaptığı bu katliamın ilk olmadığı, daha öncesinde de Dersim, Zilan ve Cizre’de ve daha nicelerinde yaptığı katliamlarla faşist yüzünü gösterdiği ifade edildi.
Devlet katliamcı yüzünü bir kez daha gösterdi Karabük Üniversitesi öğrencileri 30 Aralık günü yaptıkları açıklamayla Uludere’de gerçekleşen katliama tepki gösterdilir. Öğrenciler yaptıkları açıklamada, devletin katliamcı yüzünün bir kez daha kendisini gösterdiğini, yaşananların bir kaza değil bir katliam olduğunu vurguladılar. AKP hükümeti ve Gülen cemaatinin Kürdistan’da kök kazıma stratejisi uyguladığını ifade eden öğrenciler katliama karşı herkesin sesini yükseltmesi gerektiğine vurgu yaptı.
Teslim olmayacağız
‘Kadın da olsa çocuk da olsa gereken yapılacaktır’ Uludere katliamı 2 Ocak günü Akdeniz Üniversitesi’nde yapılan yürüyüşle protesto edildi. Yerleşke içinde gerçekleştirilen yürüyüşe ÖGB, polis ve sivil faşistlerin de içinde olduğu grup barikat kurarak engel olmak istedi. Kurulan barikatı oturma eylemi yaparak protesto eden öğrenciler, barikatın açılmasıyla yürüyüşlerini gerçekleştirdi. Yapılan yürüyüşün ardından grup adına açıklama yapılarak “Kadın da olsa çocuk da olsa gereken yapılacaktır diyen zihniyet bu katliamın azmettiricisidir” denildi.
Katil devlet hesap verecek Süleyman Demirel Üniversitesi (Isparta) Güzel Sanatlar Fakültesi’nde 2 Ocak günü bir araya gelen öğrenciler basın açıklaması yaptı. Açıklamada, sınır ticareti yapan silahsız ve çoğunluğu çocuk yaşta olan 35 Kürt köylüsünü katleden Türk
Balıkesir Üniversitesi öğrencileri, katliamı 1 Ocak günü basın açıklamasıyla protesto ettiler. Katılımın yüksek olduğu açıklamada; Uludere Katliamı’nın uluslararası emperyalist güçlerin, AKP ve ordunun ortak planı olduğuna dikkat çekilerek, bu yeni saldırı konseptine teslim olunmayacağı dile getirildi. Açıklamadan sonra dağılan öğrencilere polislerin gözetiminde bilinçli bir şekilde sivil faşistler tarafından linç girişimi ve bıçaklı saldırı düzenyendi. Çıkan arbede sonucunda polis saldıran faşist gruba herhangi bir müdahalede bulunmazken, bu saldırı karşısında kendini savunan öğrencileri gözaltına aldı.
Amed’de 16 kişi tutuklandı Dicle Üniversitesi öğrencileri, Şırnak Uludere 35 köylünün bombalanarak katledilmesini, protesto etmek için bir günlük okul boykotu gerçekleştirdi. Aynı gün katliama ilişkin okulda yürüyüş yapmak isteyen öğrenciler devlet terörüyle karşılandı. Eyleme saldıran kolluk güçleri, aralarında Gazetemiz Amed muhabiri Eser Sevgül’ün de olduğu 33 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınanlardan gazetemiz muhabiri Eser Sevgül’ün de aralarında bulunduğu 16 kişi çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı.
Avrupa’dan tepki eyleme ADHK, ATİK, AGIF ve Y. Dünya da katılarak destek verdi. Yüzlerce kişinin katıldıgı eylemde katliamı teşhir eden konuşmalar yapılarak, katliamların hesabının sorulacağı dile getirildi. Avusturya- Katliam Viyana’da yüzlerce kişi tarafından protesto edildi. Viyana Operası önünde toplanan devrimci, demokrat ve yurtseverler, Viyana Türkiye Büyük Elçiliği’ne kadar yürüyüş gerçekleştirdi. Eylem sırasında yapılan saygı duruşu sonrası sloganlar ve zılgıt eşliğinde gerçekleşen konuşmaların ardından eylem sonlandırıldı. FEY-KOM’un organize ettiği eyleme ADGH, ADHK ve ATİK destek verdi.
Fransa-Strasbourg- Devletin yaptığı katliam Strasbourg’ta protesto edildi. TC konsolosluğu karşısında bir araya gelen kitle yaptığı eylemle, Roboski katliamını kınadı. Katliamı teşhir eden sloganların atıldığı eyleme, ADHK da yerini alarak aktif katılım sağladı. Eylem, katliamın içeriğine ilişkin Fransızca yapılan açıklamanın ardından sloganlarla sonlandırıldı. Hannover/Hamburg- HannoverMerkezi Tren İstasyonu’nda bir araya gelen devrimci-demokratik kurum üyeleri katliamı teşhir ederek, katliamın hesabını soracağız dedi. YEK-KOM tarafından düzenlenen miting ve yürüyüşe, ADHK ve ATİK katılım göstererek destek sundu.
GENÇ YORUM
≫ sinan çakıroğlu
DEMOKRATİK TAARRUZ
S
ınıf mücadelesinin tüm hızıyla seyrettiği dünyamızda, Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasının ezilen halkları, yeni yıla katliam eşliğinde girdi. Tüm bir halkı acıya boğan Roboski Katliamı Kürt ulusu başta olmak üzere, halkımızın belleklerine kanla yazıldı. Caniyane TSK’nın hunharca uyguladığı zulüm bir kere daha sahnedeydi. Aralarında çocukların ‘cep harçlığını’ kazanması için bin bir badire atlattığı o tehlikeli yol bu kez geçilemedi. Ayazın acımasız gecesinde, kar yerine bombalar yağdı köylülerin üzerine… Roboski Katliamı’nın 10 gündür yaşanılmasına rağmen üzerine tonlarca şey yazıldı. Devrimci ve yurtsever basın, katliam sonrasını an be an takip etti. Burjuva-feodal medyanın “soğukkanlı”, “provokasyonlara gelmeme” siyasetine rağmen, gerçeklikle temas edebilmek ve gerçekliği duyurabilmek için önemli bir sınavdan geçti. Halkın Günlüğü Gazetesi’nin, gerek köşe yazılarıyla gerekse haber yorumlarıyla, üzerine düşen sorumluluğu bilimin merceğinden geçirerek yaptığını söyleyebiliriz. Bundan kaynaklı, makalemiz ile aralamak istediğimiz tartışmanın nesnesi, Roboski Katliamı ve Devletin Roboski Katliamı ile amaçladıklarını bir kere daha anlatmak değil. Daha ziyade, katliamla birlikte “serinkanlılığını” koruyan gerici sınıfların borusunu ötttüren medyanın izlediği manipülasyon “çalımının” nasıl ele alındığı üzerinde durmaktır. ‘Devlet Halkını Bombaladı’ başlığını “acımasız” gören hakim sınıfların dönem sözcüsü Erdoğan, liberal cenahta dahil olmak üzere tüm basının, “operasyon kazalarında” göstermesi gerektiği performansın çıtasını belirledi. “Operasyon kazası”, yazılı ve görsel basın tarafından dillendirilip ‘terörist olabilirlerdi’ mesnetsiz argümanına sarılarak, devletin gerici katliamcı yüzü gizlenilmeye çalışıldı. Reklam ürünü gibi sunulan “yepyeni” demokratik açılımın “özgürlükçü” doğasının ürünü müdür bilinmez ama medya sınırdan geçenlerin “terörist ihtimali” üzerine koro halinde bir tartışma yürüttü. “Kasıt” olunmadığı “kesindi”! Peki, ne olabilirdi? Bazı çevreler tarafından Ergenekon’un uzantısı olarak değerlendirmeler yapıldı. ‘Vesayet sisteminin’ devamlılığını isteyenler olabilirdi. Yani ortada bir “kasıt” bulunması gerekiyorsa, normlara uygun bir şekilde hakim sınıflar lehine yaratılabilinirdi. Ama ne var ki “kasıt” son durak olarak işaret ediliyordu. Kaos jimnastiği yapan egemen sınıfların yazılı-görsel medyası, geniş halk kitlelerinin gerçekle yüzleşmeleri sonucunda acizleşmişlerdi. Gerici devlet aygıtı tüm kokuşmuşluğu ile Roboski semalarında seyrediyordu. İkinci plana geçmek şart olmuştu. Eğer var olan tartışmayı yönlendiremiyorsan, yeni tartışma açarsın. Burjuva pragmatizminin en sağlam saldırılarından biriydi. Bunun için, kaymakamın linçi ilk sırayı almıştı. Onlarca evden çıkan cenazelerle büyük acılara bürünen ve devletin gerici niteliğine daha fazla yakınlaşan Roboski köylüleri, böylesi bir atmosferde, değil kaymakamı ağırlamak selamını dahi kabul etmesi beklenemezdi. Zira gericiler de bunu çok iyi biliyordu. Ama yeni bir tartışma için iyi bir fırsattı. 35 kişinin hunharca katledilmesi bir yana bırakılarak, kaymakamın “linç” olma durumuna rağmen; ki bu durum iyi irdelenmelidir. Devletin resmiyetine yönelen her şiddet eylemi devrimci bir dinamik barındırmaktadır- ne kadar “halkçı” olduğu gündemleri doldurmaya başladı. Sanki esas so-
run, Roboski şahsında devletin “operasyon kazasına” öfkelenen kitlelerin “geri” yanlarına rağmen, devletin “olgunca” acıyı paylaşmak için göze aldığı kahramanlık olmuştu. Birden manşetlere “provokatör” tiplerin “sinsice” saldırılarını göğüsleyen “kahraman kaymakam” taşındı. Roboski’de teşhir olan devlet, kaymakam üzerinden kendini aklamak istiyordu. Kaymakam numarası iyi tuttu. Ama halkın yaşadığı acı öyle büyüktü ki, devrimci-demokratik cephenin karşı atağı sonucunda AKP gericiliği şahsından TC devleti sıkışma noktasına geldi. Yeni bir argüman yaratılması gerekliydi. Tam da bu noktada, İstanbul’da blok milletvekillerinin görüntüleri üzerinden yeni bir kampanya başlatıldı. İlericileri “istismarlıkla” suçlayan Erdoğan, milletvekillerinin gülüşmelerini göstererek ‘bunlar Roboski acısını paylaşmıyorlar’ diyerek hamlede bulundu. Piyasaya servis edilen görüntüler üzerinden BDP yıpratılmaya çalışıldı. Egemen sınıflar kendi hanesine bir puan eklemenin yolunu tuttular. Taktik olarak başarılı oldukları da söylenebilir. Zira halkın içerisinden gelen ilerici-devrimci-komünistler, timsah gözyaşını döken gericiler gibi değildir. Acılarını ve sevinçlerini yalın yaşamasını her daim görev bilirler. Tüm bu tartışmaların ortasında yükselen en acayip sesler liberallere aittir. Bir taraftan ‘vesayetin bittiğini’ savunurlarken, diğer taraftan böylesi bir katliam karşısında şaşa kaldılar. “Şaşkınlıktan” ötürü olsa gerek, sorgulamalarını operasyonun boyutları üzerinden geliştirdiler. ‘Güvenlik güçlerinin bu vesileyle operasyon stratejisinin acilen gözden geçirilmesinde fayda olduğu açıktır’ diyen Oral Çalışlar, katliamın özünü operasyonun boyutları üzerinde cereyan eden bir olgudan ibaret olarak ileri sürdü. Ve nitekim “kaza” anlayışının yanına “operasyon stratejisini” ekleyerek pişti oldu. Ve böylece devletin stratejik niteliğini kavramayan, bura üzerinden sorgulamaya tabi tutmayanların varacağı hazin son yine devletin resmiyeti ile ortaklaşmanın dışında olamayacağını, Oral Çalışlar bir kere daha kanıtlamış oldu. Sonuca gelmek istiyoruz! Roboski katliamı “kaza” ya da “kasıt” bir gerçeklik üzerinden kendisini ifşa etmektedir; ezen hâkim ulus burjuvazisinin ezilen Kürt ulusuna karşı stratejik olarak düşmanlık gütmesi! Bu düşmanlık öyle bir hal almıştır ki, kıpırdayan ne varsa bombalanır hale gelmiş, ilerici tüm talepler şiddetle bastırılmış ve en basit hak isteminin karşısından binlerce, KCK davaları altında toplumun en diri tabakasından binlerce insan hapishanelere atılmıştır. Ulusal sorunda, devletin niteliği tartışılmadan cereyan eden sorunlara karşı yapılan tüm yaklaşımlar niyetten bağımsız olarak, gerici sınıfların rotasına girmekten kurtulamayacaktır. Bunun gayet iyi bilincinde olan hakim sınıflar, Roboski şahsında başlattıkları taarruzu “hukuk” devleti şahsında, demokratik olarak yazılı-görsel medya üzerinden sürdürmektedir. Demokratik taarruz, gerçekliğe yaklaşan halk kitlelerinin bilinçlerine tecavüz etmek üzere, an be an uygulanmaktadır. Geleceği örmek için yola çıkan yeni demokrasi güçleri, her tarihsel kesitte açığa çıkan sorunların üstesinden gelebilmek için, sorunlar karşısından atik refleksler geliştirebilmeli, etki alanı başta olmak üzere, geniş halk kitlelerine doğru dalgalar halinde yayılabilmek için, devrimci hazırlığı ajitasyon şoklarıyla ilerletebilmelidir.
18-19_Layout 2 1/10/12 11:37 AM Page 1
18 dünya haber
Filistin-İsrail görüşmeleri
Filistin ve İsrail arasında görüşmeler yeniden başladı. ABD’nin planı çerçevesinde yürütülen görüşmelerde ortaya çıkacak sonuç şimdiden belli oldu: İşgalin meşruluğunun Filistin tarafından kabul edilmesi İşgal altında tutulan Filistin halkı topraklarında bağımsızlık için mücadeleye devam ederkeni müzakere adı altında bu süreç emperyalizmin bölgedeki planları çerçevesine işlenmeye çalışılıyor. Bağımsız bir Filistin’in nasıl oluşacağı ise tam anlamıyla cevaplanmış değil. İşin esası ise bölge dinamiklerinin mevcut durumu üzerinden görülmekte. FKÖ çatısı altında toplanan örgütler ve bu çatının dışında olan Hamas ve İslami cihad örgütleri hala ortak bir konseptte buluşmuş değiller. Hamas’ın Mısır’da FKÖ lideri Mahmud Abbas’la yaptığı görüşmede adımlar atılmış olsa da henüz bu durumun bir netlik kazandığı söylenemez. Zira daha önce de benzer bir görüşme olmuş, çatışmalı durumun devam etmesiyle bu anlaşma uygulanmamıştı. FKÖ ile Hamas arasında yapılan görüşmelerde; Gazze ve Batı-Şeria’da çatışmalı ortamın giderilmesi, direnişin silahsız olarak “barışçıl” yollardan yapılması, 1967 sınırlarını esas alan bir devlet kurulması ve 5 Mayıs 2012’de seçimlerin yapılması... Ayrıca FKÖ dışında kalan tüm örgütlerin birliğe katılması için FKÖ’de düzenlemer yapılacak. İslami Cihad örgütü ise henüz sessizliğini koruyor. Filistin ve İsrail arasındaki görüşmeler aradan geçen yaklaşık birbuçuk yılın ardından tekrar başladı. İsrail ve Filistin başmüzakerecilerinin Ürdün’ün başkenti Amman’da yaptığı görüşmede Ürdün Dışişlerin Bakanı Nasır Cude ve Ortadoğu Dörtlüsü Özel Temsilcisi Tony Blair’de hazır bulundu. İsrail ile Filistin arasında yapılan görüşmenin olumlu bir havada geçtiği ifade edildi. Basına yansıyan bu görüşmenin içeriğine ilişkin verilen bilgilerde sınır ve güvenlik konularında Filistin delegasyonu adına Filistin’in önerileri sunuldu. Ancak bir ilerlemenin sağlanamadığı belirtildi. Amman’da 3 Ocak tarihinde yapılan görüşmelerin ardından Filistin ve İsrail temsilcileri 9 Ocak’ta yine Amman’da bir araya gelerek, yapılacak müzakerelere dair temennilerde bulundular. Esasında emperyalist devletlerin (ABD ve AB) İsrail’in haklarını ve bölgedeki kendi varlıklarını gözeterek yaptıkları plana uygun bir gidişatın söz konusu olduğu görülmekte. İsrail’in de bu durumdan ne kadar pay çıkarırım şeklinde yine biçimsel yaklaşması ve dünya kamuoyunda kendi meşruiyetini dayandıracağı bir belgeyi yine kamuoyu önünde imzalamak istiyor. Ayrıca bir buçuk yıl önce kesilen görüşmelerin nedeni olan ve Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki Yahudi yerleşimleri inşa etme projesinin ihalesi 3 Ocak’ta yapılan görüşmeden sadece saatler önce netleştirilerek sonuçlandı. Daha bu görüşmeler başlarken İsrail tarafından yaklaşık 300 civarında yapılacak yerleşim yerlerinin ihalesinin gerçekleştirildiği açıklandı. Buna karşı FKÖ’nün tavrının ne olacağı ise henüz netleşmiş değil.
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2012
İşte size yeni Macaristan’da yapılan yeni anaysa 1 Ocak itibariyle yürürlüğe girdi. Ancak tartışmalar ve protestolar devam ediyor. Yeni anayasanın eskiye göre daha gerici olduğunu belirten muhalifler, yapılan anayasanın iptalini istiyor
Ülkemizde anayasa tartışmaları devam ederken Avrupa Birliği’nin göbeğinde olan Macaristan, yeni anayasa ile tanışmış oldu. Yani Macaristan da yeni anayasa sendromu yaşadı ve hala bu sendromu yaşıyor. Eski mi yeni olan mı daha iyi tartışmasından ziyade değişim diye atfedilenin nelere kadir olacağı sorunu ve halklar açısından ne ifade edecği, ettiği sorunu esası oluşturuyor. Uzunca dönem süren tartışmalardan sonra yapılan anayasa birçok kesim tarafıdan itiraz karşılandı. Macaristan’da Nisan 2010’da genel seçimler yapılmış ve seçimlerin galibi ise yüzde 53 oyla (Genç Demokratlar İttifakı-Macar Yurttaş Birliği) FİDESZ olmuşu. FİDESZ parlamentodaki sandalyelerin yüzde 68’ine sahip olmuşdu. Merkez sağ olarak tanımlanan bu parti işbaşına geldikten sonra anayasa değişikliği konusunda kolları sıvadı ve Macaristan’da son günlerin tartışmalı anayasasını hazırladı. Yeni anayasa bütün tartışmalarla birlikte 1 Ocak 2012 tarihinde yürürlüğe girdi.
Anaysa’da neler var? Tartışmalara neden olan yeni Macar anaysasında yer alan değişiklikleri kısaca özetleyelim; Eski anayasada "Macar Cumhuriyeti" olarak tanımlanan ülkenin adı "Macaristan" olarak değiştrildi. Yeni anayasada 386 olan milletvekili sayısı düşürülürken yapılan seçimler tek tura indirildi. Yurt dışında yaşayan Macar asıllılara seçme hakkı verildi. Bürokratların görev süreleri 12 yıla yükseltildi. Gerekçe ise hükümet değişikliğinden etkilenmemelerini sağlamak oldu. Yazılı ve görsel medya üzerinde bunları kontrol eden, denetleyen bir kurum oluşturuldu. Kurumun başında olacak kişileri
Libya’da ‘iç savaş’ tehlikesi
atayacak olan ise Başbakan Orban. Bu halde ülkenin tek muhalif radyosu yayın frekanslarını kullanamıyor. Muhalif olan kuruluşların yazılı ve görsel medya araçlarını kullanması kısıtlanıyor.
Evsizlere hapis yolu açıldı Embriyon, insan olarak kabul edilecek ve sadece kadın-erkek evliliklerine izin verilecek. Kürtaj yaptırmak ve eşcinsel evlilikler yasaklanıyor. Sokakta yatan evsizler kamu düzenini sağlmak adı altında hapse atılacak. Seçim yasasında yapılan değişikliklerle seçim bölgeleri yeniden belirlendi. Şu an hükümet olan FIDESZ’in güçlü olduğu bölgelere göre yapılan düzenlemede, muhalif kesimlerin güçlü olduğu yerler dağıtılarak yeniden yapılandırılıyor. Bununla da mevcut düzenlemeye göre sadece FIDESZ ve aynı paralelde oluşacak partilerin parlamentoya girmesi sağlanıyor. Değişim bununla sınırlı değil. Ayrıca yeni yasa daha fazla oy alan partinin parlamentoda temsilini de güçlendiriyor. Çok oy alan parti nicel çoğunluğu da elinde bulunduracak. Yargı sistemindeki değişikliklerle savcılara sınırsız yetki tanınıyor. Bu düzenlemeye göre savcılar istedikleri mahkemede istedikleri hakime suç duyurusunda bulunabilecek ve davayı açacağı mahkemeyi belirleyebilecek. Zanlı olarak gözaltına alınanlar ise 48 saat avukatsız olarak sorgulanabilecek. Anayasa mahkemesinin hak ve yetkileri kısıtlanırken, Danıştay seçimleri ve başsavcı atamaları da değiştirildi. Anayasa Mahkemesi’nin hükümetin politkalarla ilgili hükümleri denetleme yetkisi kaldırıldı. Böylece hükümet özel sigorta tasarruf fonlarına el koyabilecekken, müdahaleler de açık hale getirildi. Anayasa Mahkemesi atamaları ve seçimlerinde hükümetin yetkisi de artırıldı.
‘Ekonomiye müdahale’
Daha önce özerk bir yapıya sahip olan merkez bankası bundan böyle hükümete bağlı. Merkez Bankası Başkanı’nın kendi yardımcılarını seçme hakkı elinden alındı. Bundan böyle bu hak başbakana ait. Merkez Bankası Mali Konseyi’ni oluşturan 9 üyenin 6'sını parlamento seçecek. Bu konudaki değişiklikler AB’de tepkiye neden oldu. Zira Euro Bölgesi'ne girmek için Merkez Bankası gibi kurumların özerkliği ön şart olarak ileri sürülüyordu.
Ekonomik alanda da yeni düzenlemeler yapıldı. Böylece gelirler üzerinden alınan vergi oranları yüzde 16’ya sabitlendi. Bütçeyi denetleyecek bir komisyon belirlenecek ve başbakan bu komisyonun 3 üyesini kendisi seçecek. Başbakan bütçeyi veto edebileceği gibi patlamentoyu feshetme yetkisine de sahip olacak.
Başka bir meselede yasaları değiştirmek için getirilen düzenlemeler oldu. Buna göre hükümetin anayasada düzenlemeler yapabilmesi için üçte ikilik çoğunluğa sahip olması gerekiyor. Seçim bölgelerinde yapılan değişiklikler ve seçimlerdeki yasa mevzuatların mevcut duruma göre düzenlenmesi, bu değişikliğin yapılmasını zor-
NATO’nun işgali ve muhalifleri silahlandırmasıyla devrilen Kaddafi sonrası Libya’da çatışmalar hala devam ediyor. Kaddafi devrilmeden önce silahlandırılan gruplar bugün birbirleriyle çatışıyor
Yaşanan iktidar boşluğu ve uzlaşmaya varılamamasından kaynaklı Geçici Ulusal Konsey’in müdahalesi de yetersiz kalıyor. Silahlanan gruplar bazen kendi aralarında bir çatışmanın içerisine düşerken bazen de Geçici Ulusal Konsey'e bağlı silahlı güçlerle çatışıyor. Sürecin bir iç savaş şeklinde devam edip etmeyeceği tartışılırken, Geçici Ulusal Konsey'in başkanı Mustafa Abdülcelil açıklama yaptı. Abdülcelil, Libya'nın önünde duran seçeneklerden birinin bölünme ve iç savaş olduğunu söyledi.
Libya’da Muammer Kaddafi’nin devrilmesinin ardından yönetim Geçici Ulusal Konsey'e devredildi. Kaddafi’ye karşı NATO tarafından silahlandırılan muhalif kesimler içerisinde çatışmalar başladı.
Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi için istenilen destek ve yerel muhalif güçlerin iş-
18-19_Layout 2 1/10/12 11:37 AM Page 2
19
10-20 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
anayasa
laştırdığı gibi bir sonuç ortaya çıkarıyor.
Muhalifler anayasaya tepkili Macaristan tartışmalı anayasaya karşı halkın protestolarına sahne oluyor. Hükümetin hazırladığı ve 1 Ocak 2012’de yürürlüğe giren anayasaya karşı örgütlenen eylemlere on binlerce kişi katılırken, Budapeşte’de yapılan eylemlerde Başbakan Viktor Orban ve Fidesz partisinin istifası istendi. Budapeşte'de opera binası ve ünlü Andrassy Caddesi’nde düzenlenen hükümet karşıtı ''Demokrasi'' mitingine, Macaristan Sosyalist Partisi (MSZP), (LMP), sendikalar ve kitle örgütleri katıldı. Özgürlüklerin kısıtlandığını dile getiren muhalifler yapılan saldırıların anayasal bir statüye kavuşturulduğunu belirtiyor. Yapılan yeni anayasanın eskisinden daha gerici
birliği içerisinde örgütlediği ve birçok şehre yayılmış silahlı gruplar, ellerindeki silahları bırakmak istemiyor. Bu kişiler bir suç örgütü mü yoksa oteriteye karşı direnmeyi tercih eden ve kendi çıkarları doğrultusunda iktidar güçleriyle çatışmayı tercih eden gruplar mı veya direk batılı emperyalist güçlerin bölgede tuttuğu dolaylı ya da doğrudan kendilerine bağlı olan güçler mi oldukları bunu önümüzdeki günlerde daha net göreceğiz. Kuşkusuz her biri farklı aşiret, şehir ve sınıfsal dokuya sahip bu gruplar mevcut durumu kendi lehine kullanmak istiyor. Fakat bağlı bulundukları veya karşı oldukları güçle daha dün birlikte linç gösterilerinde
olduğunu dile getiren muhalifler yeni anaysanın iptalini istedi.
AB ve İMF kaygılı Macaristan’ın yeni anayasası sadece halkı değil, küresel sermayenin işbirlikçileri ve patronların bir kısmını öfkelendirdi. Zira yeni anaysa ekonomik alanda yapılan değişikliklerle vergi düzenlemsinde ağır yükümlülükler getiriyor. Yeni anayasa Merkez Bankası'nın özerkliğini kaldırdığı gibi Euro karşısında değer kaybeden Macar para birimi Forint, anayasa sendromunun devam ettiği bugünlerde en düşük son zamanların seviyesine indi. Müdahale şansının zorlaşacağını düşünen AB ülkeleri ve IMF, Merkez Bankası’nın özerkliğinin kaldırılmasını istemiyor.
bulunabiliyordu. Bugün çıkıp açıklama yapan ve silah bırakmaya davet eden Abdülcelil’in kendisi de dün bu grupları destekleyen hatta dış müdahaleyi tertipleyenlerin arasında yer alması gibi traji-komik bir durum yaşanıyor. Bugün açısından Geçici Ulusal Konsey’i doğrudan hedef almadan bölgesel düzeyden parçalı olan bu silahlı gruplar, yarın başka bir olanak ve güçle buluştuğunda bu konseye karşı da yönelecektir. Yani Libya’da Kaddafi’nin devrilmesiyle biteceği düşünülen çatışmaların daha uzun bir dönem daha devam edeceği görülürken, ortada olan oteriter boşluk ise çatışmaları derinleştiricektir.
EKSEN
≫ ahmet hacalişi k.
IRAK’TA TARİHİN İRONİSİ
B
ush’u işbaşına getiren “neocon”ların projesi olarak 11 Eylül saldırıları bahane edilip gerçekleştirilen ve ABD’ye 1 trilyon dolara mal olan Irak savaşı, geride enkaz, yoksulluk ve 1 milyon insanın ölümüyle bitti! Tarih bir kez daha tekerrür etti. Sömürgeci bir güç çıkarken arkasında parçalanmış, parçaları birbiriyle savaş halinde bir ülke enkazı bıraktı. Obama yönetimi Irak’tan son askerini çekerken geride egemen, istikrarlı ve seçilmiş hükümeti bulunan bir ülke bıraktığını iddia etmişti. İstikrarın ne menem bir istikrar olduğu söylenenlerin mürekkebi kurumadan anlaşıldı. Ülkede bir yandan bombalar patlarken diğer yandan yönetim sarsıntıya girdi. Müslüman Kardeşler Örgütü (İhvan-ı Müslimin) ile yakın ilişkisi olduğu bilinen ve AKP hükümeti ile arasından su sızmayan Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sünni Haşimi’yi Başbakan Şii Maliki’nin, teröristleri destelemekle suçlayıp tutuklama kararı çıkartması Şii-Sünni kavgasını gün yüzüne çıkardı. Ortadoğu’da bombanın pimi çekilmiş oldu. Haşimi’nin Barzani’ye sığınması ise karışık denkleme Kürt boyutunu da kattı. Bu arada Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da Müslüman Kardeşler Örgütü (İhvan-ı Müslimin) üzerinden etkili olmaya çalışan Türkiye kavgaya karıştı. Görünen o ki kargaşa Irak’ı hızla iç savaşa, bölünmeye doğru götürüyor. Bağdat 8. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar Abbasi Halifeliği’nin başkenti iken Abbasiler, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan en güçlü İslam İmparatorluğu’ydu ve son derece hareketli Mezopotamya toplumu dini kurumların etrafında dolanıyordu. 1. Paylaşım Savaşı’nın ardından İngiltere, Osmanlı’nın asırlardır bağımsız olan üç bölgesini bir araya getirdi. Musul’dan yönetilen Kürtlere ait kuzey bölge, Bağdat’tan yönetilen merkez Sünni bölgesi ve Şiilere ait olan Basra ile bağlantılı güney bölgesi. Ancak toprak sahibi aşiretlerin merkezi bir rejim sayesinde güçlerini artırdıkları feodal bir kapsül olan Irak hiçbir zaman devlet olamadı. Irak’lı bireylerin kabile, etnik kimlik ya da mezheplerine olan bağlılıkları devlete olan bağlılıklarının üstünde olduğu için federalizm talepleri Kürdistan, Şiistan ve Sünnistan’ın kademe kademe kurulmasına yol açarak ülkenin Balkanlaşmasını hızlandıran iç savaşa doğru götürdü. Obama’nın Başkan seçildikten sonra ifade ettiği gibi ABD, gelişen güç Çin’i dengeleme hesabıyla stratejik dikkatini Ortadoğu’dan Uzakdoğu’ya kaydırıyor. Ancak bu durum Avrasya’nın hemen altında stratejik enerji kaynakları bölgesi olan Ortadoğu’yu kendi kaderine bırakıyor anlamını da taşımıyor. Bölgenin emperyalizmin çıkarlarına hizmete devam etmesi için 2 ayaklı yeni bir “Büyük strateji” hayata geçiriliyor. Bu stratejinin birinci ayağında, 2010 sonunda kitlelerin demokrasi talebiyle başlayan devrimci dalganın söndürülmesi ve sonra emperyalizmle barışmaya hazır Müslüman Kardeşler hareketinin siyasi iktidarı alması hedeflendi. Önemli oranda da başarıldı. İkinci ayağında ise ABD elebaşılığındaki emperyalizmin bölgedeki çıkarlarına mani olacak güçlerin (İran’ın) yükselişinin, etkinliğinin kırılması yatmakta. İran’ın Irak-Suriye-Lübnan-Gazze hattı boyunca nüfuzunu Akdeniz’e kadar genişletmesi Hizbullah, Hamas ve Körfez ülkelerindeki Şii azınlıklar vasıtasıyla bölgede emperyalizmin çıkarlarını tehdit eder konuma yükselmesi emperyalizmin planlarında aksamaya yol açtı. Konjonktüre göre bu
amacı gerçekleştirmekte en pratik çözüm de Sünni-Şii kamplaşması üzerinden İranIrak-Suriye-Hizbullah eksenine karşı Suudi Arabistan-Müslüman Kardeşler-Türkiye ekseninin kurulması. Irak’ta bugün yaşananları projenin ikinci ayağının hayata geçirilmesi olarak görmek gerçekçi olacaktır. Bir taraftan Suriye teslim alınmak istenirken diğer yandan İran’ın geriletilebilmesi adına Irak karşılıklı iki eksenin savaş alanına döndürülüyor. Projenin farkında olan İran ise Maliki’nin son tasarrufuyla, geri adım atmayacağını göstermiş oldu. Tahran yönetimi El Maliki üzerinden Ortadoğu’daki Şii eksenini güçlendirmek, Irak ve Suriye’deki Sünnileri, bölgedeki etkin Müslüman Kardeşler yapılanmasını baskı altına almak, Beşşar Esad yönetiminin iş başında kalmasını sağlamak için Haşimi krizini patlak verdirdi. Böylece hesap tutarsa Haşimi ve Salih el Mutlak devre dışı bırakılarak Sünnilerin hükümetten çekilmesi ve Şii ağırlıklı merkezi otoritenin güçlendirilmesi sağlanmış olacaktır. Bu kargaşada Türkiye’de ağırlığını, hükümet kurma sürecinde Maliki’ye karşı desteklediği, içinde Haşimi’nin de olduğu İyad Allavi liderliğinde El Irakiye koalisyonundan sonra ikinci kez Sünni Haşimi’den yana koydu. Haşimi’nin Barzani’ye sığınırken Sünni Kürtleri de yanına çekmek istediği açık. Çok bilinmeyenli denklemde Kürtlerin iki cami arasında kaldığı da bir gerçek. Haşimi’yi vermeyip dolaylı olarak muhalif El Irakiye koalisyonunu desteklemeleri halinde Bağdat yönetimine otonomiyi sınırlamak için önemli bir koz verilmiş olacak. Vermeleri halinde Maliki’nin yönetiminde bir Şii hakimiyeti ile bölge dengeleri değişeceğinden Irak Kürdistan’ının ne olacağı ise meçhul. Maliki ile bağları tamamen koparan Sünni ağırlıklı Türkiye’yi de denklemde mutlaka dikkate almak gerekiyor. Türkiye’nin, stratejik çıkarları gereği sahip çıktığı Irak Kürtlerini ve kendi ağırlığını Haşimi’den yana koyarak Haşimi’yi güçlü bir şekilde karşı tarafla masaya oturtmak istemesi kuvvetle muhtemeldir. Eğer denklem bu şekilde çözülmek isteniyorsa AKP iktidarının destek karşılığında kendi derdine düşmüş Kürdistan yönetiminden PKK ve Kürt siyaseti ile ilgili oyun planlarında yardım isteyeceği de beklenmelidir. Irak’ta bugün İran, ABD’nin bölgedeki taşeronları Türkiye, S.Arabistan arasında Irak’ı merkeze oturtacak şekilde bölgeyi yeniden şekillendirmek üzerine bir yarış sürüyor. Irak’ın üç katı büyüklüğünde ve nüfusu dört katını geçen İran, ABD elebaşılığındaki emperyalizm ve onun bölgedeki baş taşeronu Körfez’in enerji devi Sünni rakibi Suudi Arabistan üzerindeki avantajını artırmak için Irak’ı kullanıyor. Bölgede İran hakimiyetinin oluşması ihtimalinden rahatsız olan Sünni Suudi Arabistan’da Sünnistan adına kalan bölgeleri maddi olarak destekleyip onlara silah sağlıyor. İran etkisinde bir Irak’tansa parçalanması için iç savaşı tetikliyor. Amerika’nın ekonomik, siyasi ve askeri açıdan egemen olduğu bugünkü dünya düzeninde Irak’taki başarısızlığı ikinci bir Vietnam bozgunudur ve ABD’nin düşüşünün hızlanarak devam ettiğini bir kez daha göstermiştir. Bir üçüncü dünya ülkesinin bölünmüşlüğüne karşılık devasa ABD’ye kafa tutabilmesi ABD için prestij kaybı olmasının yanında diğer sömürülen üçüncü dünya halkları için de kurtuluş mesajıdır. İlk Irak savaşı Ortadoğu’da Amerikan döneminin başlangıcını temsil ederken ikinci Irak savaşının bu devri zamanından önce bitirmesi ise tarihin ironilerinden biri olsa gerek.
20-21_Layout 2 1/10/12 11:38 AM Page 1
20 dosya
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2012
Elen Soykırımı
‘
Alman yayılmacılığıyla Jöntürk yayılmacılığının Osmanlı coğrafyasındaki kadim halklarının yok edilmesi çerçevesinde buluşmasının tarihi arka planını çizen Dadrian1, Türklerin Türkiye'yi yerli Hıristiyan ahaliden kurtarma projesinin ilk ideolojik adımlarının Alman damgası taşıdığını ifade eder
SAİT ÇETİNOĞLU
Almanların Ermenilere olduğu kadar Rumlara karşı tutumları da aynı ölçüde benzer özellikler gösterdiği gibi aynı dozda şiddet içerir. Roda, Sanders’in Elen varlığına karşı tutumunu Türkiye'de görevli bulunan Alman ordularının komutanı, Liman Fon Sanders, Anadolu’yu gezdiği esnada Rumlar'ın dinç ve güçlü olduklarını farkedince Türk makamlarına hatta Rum Başpiskopos'u önünde hiç tereddüt etmeden Rumlar hakkında şöyle dedi : ''Siz bunları burada neden tutuyorsunuz?''Aynı Alman, büyük çanlarıyla Rum kiliselerini ve Rum okullarını görünce bunları Türk Makamlarına göstererek:''Bunları burada bıraktığınız süre,siz ''Yunanlılar'a uşak olacaksınız! Bunlar resmen belli olan şeyler.” Liman von Sanders’in Batıdaki Rumları yerlerinde görünce bu gavurları hala sürmediniz mi diyerek astlarını paylaması sonrasında, 1. Ordu mıntıkasındaki Elenler çıkarıldıkları tehcir yollarında tükenirken, 3. Ordu mıntıkasındaki Pontos halkını da aynı akıbet beklemektedir. Batı Pontos halkı da tehcir yollarında tükenecektir. Soykırımda Alman etkisinin incelendiği Hüseyin Hasançebi’nin çalışmasında, Türkler yönünden Birinci Dünya Savaşı ve onu izleyen ‘kurtuluş Savaşı’ (1919-1923) daha çok bir ‘iç savaş’ niteliği taşır. Bu ‘iç savaş’ cepheside 1918 yılına kadar Berlin’den yönetildiğinin altını çizer.
Yahudi Sıykırımı’nın kökleri Rodas incelemesinde, Alman etkisini gözler önüne sermiş, Soykırım saikini, sürecini ve olayının gerçekleştiği geniş tarihsel mekanı ortaya koymuştur.
Almanların inancına göre “Almanya herkesten önce” gelmeliydi. Güneş ışığı sadece onlar için var olmalıydı. Çocuklarına sadece, kendi ırklarının bu dünyaya yaşamaya hak kazandığını diğer ırkların ise onların düşünce tarzını benimsemeleri, onlarla ticaret yapmaları ve onların “kılıcı” altında boyun eğmeleri gerektiğini öğretiyorlardı. Bunun talep edilmesi insanlık dışı bir şey olduğu kadar gerçekleştirilmesi de aynı zamanda güçtü. Buna rağmen serbest ha-
Unutulan unutturulan Elen Soykırımı’nda Alman etkisi
reket ederek hür iradesiyle teneffüs eden herkesi ezmek için büyük çaba sarf ettiler. 1870'den beri, Almanlar Anadolu’ya çıkmaya başladılar. Milyonlarca insan gizli verilen bir emir sayesinde, her yöne, hareket ederek ilerlemeye devam ediyordu. “Almanya herkesten önce gelmeliydi”! Bıyıksız, genç diplomat, ülkenin iç kesimlerine veya Anadolu'nun kıyılarına yerleşmek için yolculuğa hazırlanıyordu Subay, Kostantinopolis (İstanbul), Edirne, Selanik ve İzmir'e gelebilmek için Berlin'i terk ediyordu. Öğretmen ve rahipler, onlar da bereketli topraklara doğru yönelmeye başladılar. Alman kadını, ahlaklı veya ahlaksız, o bile, aldığı talimatlara göre Anadolu'ya doğru ilerlemeye başladı. Tüccar Anadolu'nun ticari gelişmeleri hakkında yazılar okuyor ve talimatlar alıyordu. En büyük dükkanların sahipleri ise müşteri bulabilmek ve sipariş alabilmek için numunelerini göstererek seyahat ediyorlardı ve diğer ülkelerin mallarından en azından %50 indirimli satış teklif ediyorlardı, böylece Türkiye'de çeşitli ucuz malların bulunmasına büyük rol oynuyorlardı. Yüzlerce Alman sık sık Anadolu'ya doğru yönelen istasyon ve demiryolu hatlarına yetişmeye çalışıyordu. Binlerce Alman Hamburg ve Bremen limanlarında Anadolu'ya doğru seyahat etmek için bekliyordu. Kayzer’in tüm vatandaşları deli gibi Anadolu'ya ulaşabilme rüzgarına kapılmışlardı. Herkes vagonların ve gemilerin içinde coşkuyla şöyle bağırıyordu: “Almanya, Almanya herkesten üstün!” Bağımsız ve hür milletler, güçlü ve sözü geçerli devletler, önünüzden Almanya geçeceği için eğilmeniz lazım. Güneş ışığı dünya üzerine sadece onun için doğuyor. Her Alman cebinde “İnançlarını” içeren kitabı taşıyordu: Almanya’ya, onun egemenliğine, ticareti ele geçireceğine, güçlü ırkları yok edeceğine, herkesi küçük düşüreceğine, tüm güçlü merkezleri süvarilerinin şanlı taarruzundan sonra ele geçireceğine inanıyorlardı… Almanya tek başına gemleri ele almaya ve herkesi boyunduruğu altında tutmayı planlıyordu. Bunu Avrupa kıtasında gerçekleştirmesi mümkün olmadığından, Anadolu topraklarında başarmaya çalışıyordu. Berlin'den Bağ-
2.
dat'a kadar uzanan yolu bir sürü canın ve malzemenin taşınması için demiryolu hattına dönüştürdü. Sağduyu sahibi Türkler korku içinde, Almanların akın akın geldiklerini gördükçe üzüntüye kapılıyorlardı, çünkü dostları topraklarına ayak bastıklarından hemen sonra, her şeyi gasp etme niyetinde olduklarını belli etmişlerdi, buna rağmen zincirleri kırmaya ve onları üstünden atmaya ve isyan etmeye gereken gücü bulamayan Türk milleti için artık çok geçti.” M. Rodas, Osmanlı coğrafyasındaki soykırımı bir tarihsel mekân, arka plan ve süreç içinde inceler. Bu süreç içinde Almanların, Hamid’in ve Jöntürklerin politikalarının nasıl örtüştüğünü ve bu örtüşmenin coğrafyanın en eski halkları için nasıl bir felakete yol açtığını örnekleriyle resmeder.
“Ata topraklarının Rodas’ıın incelemesinde sunduğu en önemli belgelerden biri de soykırımların aktörü Dr. Nazım ile 1908’de yapılan mülakattır. Dr. Nazım daha başında olacakların resmini çizmekten çekinmemektedir. Dr. Nazım geleceğe/hatta günümüze uzanan bir perspektif çizer. Bu Dr. Nazımın uzak görüşlülüğünden değil pervasızlığından kaynaklanmaktadır. Dr. Nazım 1908’de açıkça ifade ettiği Jöntürk programı 1. Jöntürk (İttihat) ve 2. Jöntürk (Kemalist) dönemlerinde harfiyen yerine getirilmiştir. Rodas 1. Jöntürk döneminde giderek artan ve soykırmla sonuçlanan Osmanlı coğraf-
20-21_Layout 2 1/10/12 11:38 AM Page 2
10-20 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
dosya 21
f elen soykrımı
nda Alman etkisi
tahliyesi” yasındaki Hıristiyan halklara karşı yok etme politika pratiklerini resmeder. Bu resim arşiv bulgularıyla da çakışmaktadır. Alman yayılmacılığıyla Jöntürk yayılmacılığının Osmanlı coğrafyasındaki kadim halklarının yok edilmesi çerçevesinde buluşmasının tarihi arka planını çizen Dadrian2, Türklerin Türkiye'yi yerli Hıristiyan ahaliden kurtarma projesinin ilk ideolojik adımlarının Alman damgası taşıdığını ifade eder: “1894-96 Ermeni katliamlarının hemen ertesinde, zamanın Alman sefiri Marschall'ın yurtsever Türk subayla-
rının gurusu diye tanımladığı General von der Goltz, uzun bir makalede Türklerin yeni ulusal uyanışı öğretisini savundu. Burada Türkiye'nin generalin işaret ettiği yeni yoldan gitmemesi halinde, başına gelecek tehlikeleri sıraladı. Bu doktrinin ana fikri, Türkiye'nin geleceğinin imparatorluğun Asya topraklarında yattığı ve bu nedenle, Avrupa topraklarından vazgeçip içe dönmesi ve kendisini Anadolu'da güçlendirmesi gerektiğidir. Von der Goltz, amacın söz konusu bölge halkları arasında İslami bağlar kurulmasıyla, zayıf Bizans Krallığı’nı bir Türk-Arap Krallığı’na dönüştürmek
olduğunu söylemişti. İçte güçlenme amacını gerçekleştirmek için, Asya Türkiyesi'nin temel vilayetlerinde yoğunlaşılmasını tavsiye ediyordu. ‘Türkiye'nin nüvesi Avrupa'da değil, Küçük Asya'da bulunur. Türkiye, Rusya'nın askeri bakımdan zayıf olduğu ve mahalli Müslüman halklarla etnik ve dini bağlarından rahatlıkla yararlanabileceği Transkafkasya'da daha büyük askeri başarı şansına’ sahiptir derken, Goltz bu görüşü tekrarlıyordu. Alman Albayı Von Deist ve özellikle Alman yayılmacılığının savunucusu Paul Rohrbach da benzer görüşleri belirtmişlerdi. Aslında, BerlinBağdat demiryolunun geçeceği bölgeleri iskâna açmak ve geliştirmek amacıyla, Ermenilerin Doğu Türkiye'deki ata topraklarından tahliye edilerek Mezopotamya'ya yeniden iskân edilmesinin yararını Türklerin aklına sokan teorisyenin Rohrbach olduğundan şüphenilmiştir. Örneğin, Fransız yazar Rene Pinon 1913 kışındaki bir konferansta, Rohrbach'ın bu anlaşmayı sürüncemedeki Ermeni Sorunu'nu hem Almanya'nın hem Türkiye'nin çıkarlarına eşzamanlı olarak hizmet edebilecek bir çözüm olarak önerdiğini söylemişti. Fransız Temps gazetesine gönderme yapan Amerikan Sefiri Morgenthau da Rohrbach'dan aynı şekilde söz eder. İstanbul Ermeni Patriği benzer bir tez öne sürmüştü. 28 Mayıs-10 Haziran 1915'de İstanbul'daki Alman Sefareti'nin Ermeni Masası Müdürü Dr. Mordtmann ile bir toplantıda, Patrik o sırada Türk hükümetinin başlatmış olduğu tehcirlerin, Rohrbach'ın bir süre önce Alman Coğrafya Derneği'ndeki bir konferansta sunduğu Rohrbach planının hayata geçirilmesi olduğunu söylemişti. General von der Goltz Savaşın başlamasından sadece birkaç ay önce, Berlin'de halka verdiği bir konferansta bu tür bir önerinin ana hatlarını sunduğu rapor edilmişti. Alman-Türk Derneği'nin (Deutsch-Türkische Vereinigung) sponsorluğunda gerçekleştirilen konferansa Türk sefaretinin görevlileri, seçkin Alman konuklar ve derneğin üyeleri katılmıştı. Goltz'un da Yönetim Kurulu üyesi olduğu Dernek bizzat Alman Dışişleri Bakanlığı'nın ricasıyla kurulmuştu.” Roda’nın gözlemlediği gibi Berlin, Osmanlı coğrafyasını teslim almıştır. Emirlerin Berlin’den gelmesinin bir anlamı yoktur. Berlin’in politikası ile ittihatçı politika örtüşmektedir. Hıristiyan unsurlardan yoksun Anadolu İttihat için olduğu kadar Alman kolonizasyonu için de gül bahçesidir. İttihada Turan yolu gösterilirken Osmanlı coğrafyasının batısı ve doğusu Alman burjuvazisi için kolonileştirilecektir.
fTürkiye böyle güçlenecektir Hasançebi, Soykırımın mükemmel organizasyonunun Made in Germany damgasından Anadolu halklarının haberdar olduğunu vurgular. Türkiye'de “tehcir”, soykırıma dönüşebileceğinden de endişe duyulmaksızın, stratejik bir model içinde uygulanırken, buna tanık olan hemen herkes, yapılanın yüksek bir organize devlet potansiyeli gerektirdiğini de bildiği için, Almanya'nın işin başında olduğunu görebilmekteydi. Olayın dehşeti içinde olan Türk toplumu da “soykırım”daki ustalığı şaşkınlıkla izliyor, tehcirin kendi devletinin kapasitesini aşan bir kaynaktan geldiğini fark ediyordu. Ancak emirlerin Berlin’den verilmesi ve Soykırım’ın mükemmel organizasyonu Jöntürklerin soykırım suçunu örtmez. Jöntürkler, Berlin’in emirlerini uygularken aynı zamanda kendi politikalarını gerçekleştirmektedirler. Sonuçta Almanların bölgedeki çıkarları ve Jöntürklerin özlemlerinin örtüşmesi bu coğrafyanın kadim halklarına karşı yıkıcı bir etken olmuştur. Bakü petrol bölgesine ulaşma niyeti pantürkizmin kışkırtılmasına, Berlin-Bağdat Demiryolu hattının güvenliği ve Almanların Hıristiyan burjuvazisinin yerine geçme düşünceleri Soykırıma giden yola döşenen taşlardan biridir. “Almanya Büyükelçisi Wangenheim da, 17 Haziran 1915 tarihli raporunda, ‘Ermeni tehcirinin sadece askeri nedenlerle yapılmadığı çok açık’ diyerek Talat Paşa’nın, büyükelçilik görevlisi Dr. Mordtmann’la yaptığı görüşmeyi aktarmaktadır. Talat, ‘Dünya Savaşı’nı bahane ederek, dış ülkelerin diplomatik müdahalelerine aldırmaksızın, ülkeyi iç düşmanlardan –Hıristiyanlardan- tamamen temizlemek’ istediğini ve bunun ‘Türkiye’nin müttefiki olan Almanya’nın da çıkarlarına olduğunu söylemektedir. Çünkü ‘Türkiye böyle güçlenecektir’.”3 Son sözü Mihail Rodas’a verelim, Anadolu'daki ve Trakya'daki Rum varlığı şimdi uçsuz bucaksız bir kabristanda yatıyor. Kiliseler yıkıldı, haçlar ayaklar altında alınarak çiğnendi, mezarlıklar harabeye çevrildi, okullar kapandı, kütüphaneler gasp edildi, binalar işgal edildi, evler yıkıldı, Rum kadınları ve Rum çocukları pazarlarda satıldı ve dehşet uyandıran zor şartlar yüzünden ihtiyarlar yollarda can verdiler. Tüm bu kötülükler Türkiye'de, Almanlar askeri ve siyasi üstünlük sağladıkları dönemde meydana geldi. Kadim Hıristiyan kalkının tarihsel toprakları Alman yayılmacılığı ve Jöntürk rüyası uğruna kendileri için uçsuz bucaksız bir kabristan olmuştur. 1 Vahakn N. Dadrian, Ermeni soykırım Tarihi, Çev Ali Çakıroğlu, Belge Uluslararası Yayıncılık, 2008 2 Vahakn N. Dadrian, Ermeni soykırım Tarihi, Çev Ali Çakıroğlu, Belge Uluslararası Yayıncılık, 2008 3
Taner Akçam, Ermeni Meselesi hallolunmuştur, İletişim y,2008, s 136.
22-23_Layout 2 1/10/12 12:13 PM Page 1
22 röportaj
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2012
Yılmaz Güney halk adamıdır Çiçek Açsın Kültür Merkezi f Yüz (YÇKM) tarafından bu yıl ikincisi düzenlenecek olan Yılmaz Güney Kültür Sanat Festivali (YGKSF) çalışmaları tüm hızıyla sürüyor. Festival kapsamında Menderes Samancılar’la yapılan röportajı yayınlıyoruz
fSinema yolculuğunuz nasıl başladı? 1974 yılında bir derginin açtığı fotoroman kralı yarışması ile başladım. Yarışmada “fotoroman kralı” seçildim. Fotoroman yolculuğu derken sinema hayatımız buralara geldi. 110’a yakın filmde çalışmışım. Böyle bir serüven…
f20 yaşına kadar Adana’da fabrikada işçiymişsiniz. Çeşitli mesleklerde çalıştım. Bu yarışmayı kazandığım sırada fabrikada çalışıyordum. Tipik Anadolu çocuğuyduk, her meslekte çalıştık. Aklınıza ne gelirse; kalaycı çıraklığı, ayakkabı boyacılığından, sinemalarda gazoz satmaya kadar her şeyi yaptık.
yar’ın da içinde olduğu 8-10 kişilik bir ziyaretçi izni alındı, iki sefer de hava muhalefeti sebebiyle yaklaşılamadı İmralı’ya. Sonra Bandırma’ya geçtik oradan otobüsle İstanbul’a döndük. Görüşemedik sonra da.
fYılmaz Güney sineması, toplumun ezilen kesimlerinin öykülerini anlatan, onların yaşamlarına ışık tutan bir özelliğe sahip. Yılmaz Güney’e ve Yılmaz Güney sinemasına dair görüşlerinizi alabilir miyiz? Öncesinde Lütfi Akad’ların, Metin Erksan’ların da önemli filmleri var. Bunları in-
‘
Yılmaz Güney’in filmleri en çok sansüre uğrayan filmlerden olmuştur her zaman. Demek ki toplumun meselelerine parmak basan işler yapmıştır. Yani iz bırakan derken Yılmaz Güney’in kendisi zaten derin bir izdir. Sanatımızda, ülkemizde, sinemamızda… Fazla söze gerek yok.
fYılmaz Güney’le tanışmanızdan biraz bahsedebilir misiniz? Yılmaz Güney’le çalışmamız yine o yarışma çerçevesinde oldu. Ben birinci seçildikten sonra Hürriyet Gazetesi’nin lobisinde beklerken Yılmaz ağabey geldi. O da galiba iki hikâyesinin görüşmesi için Erol Simavi’nin yanına gelmişti. Kapıda karşılaştık, yanıma geldi, sohbet ettik, tebrik etti. Biz daha bir gün önce kazanmışız. Sonra çıkışta bekledim Cağaloğlu’na doğru yürüdük beraber. Sinem İş Hanı’nda Güney Film var, oraya gel görüşelim, dedi. Ertesi gün oraya gittim, orada görüştük. Bu arada onlar Endişe filminin hazırlığını yapıyorlardı. Sonra tekrar gittim, konuştuk. “Endişe filmini çekip döneyim, birlikte çalışırız.”dedi. Tamam, ağabey, dedim. Gitti bir daha da görüşemedik. Ondan sonra artık cezaevi serüvenleri başladı. İmralı’da yatarken de Onat Kutlar’ın, Atilla Dorsay’ın, Vecdi Sa-
insan onurunun olmadığı bir yerde ne sanattan ne özgürlükten söz edilebilir. Bakışlarımızda da izlediklerimizde de bunu gördük Yılmaz Güney sinemasında. Zaten Yılmaz Güney’i konuşurken Yılmaz Güney’i filmlerinden, hayatından ayrı düşünmek de olanaksız. Yani Umut filmi diyorsan artı Yılmaz Güney’dir. Yılmaz Güney artı Yol diyorsun, Sürü, Düşman, Baba diyorsun. Mesela “Baba” filmi benim hayatımın da dönüm noktasıdır. Defalarca izlediğim önemli filmlerden biriydi. Hep örnek olacak bir yapıttı, bir başyapıttı hatta. Baba
kâr edemeyiz ama bence Yılmaz Güney sinemamızda ilk başkaldırı filmini yapmıştır. Zaten bunların dönüm noktası da hepimizin bildiği gibi “Umut” filmidir. “Umut” filmi sinemada bir dönüm noktası oldu. Yılmaz ağabeyin kendi sinemasında da bir dönüm noktası oldu. Zaten onun hedeflerinin başında insan emeği vardır. İnsan emeğinin,
filmine bakıyorsun, Yılmaz Güney’ e bakıyorsun. Hayat hep iç içe geçmiş. Ne düşündüğü, ne yaptığı, hayata ve insanlara bakışı Yılmaz ağabeyin filmlerinde hep vardır. Yılmaz Güney’i tanımak isteyen onun iki tane filmini izlese onun kim olduğunu anlar ve hayatın içindeki yerini de en iyi şekilde kavrar diyorum. Özetle bu şekilde.
fDİSK’e bağlı Sine-Sen yöneticisi olduğunuz için, 12 Eylül sonrası 36 yıl hapis istemiyle yargılanmışsınız. O dönemlerde sinema oyunculuğu ve sendikacılık yapmak nasıldı? Bugün baktığımızda yargılanmak, tutuklanmak o zaman da bize çok normal şeyler gibi gelirdi. Bugün ülkenin bütün gazetecileri cezaevine doldurulmuş durumda. O zaman da yargılanmak hem bir keyfiyet içerisindeydi hem de bu eleştirdiğimiz meseleler kanıksanmıştı. Yani tutuklanmayan insanı neredeyse adamdan saymayacak hale gelmişti ülke. Çünkü herkesin bir hapishane hayatı var, herkesin bir cezası var, herkesin uzun süre yargılanması vardı. Tabi tek başımıza değildik yargılanırken. Onun hemen arkasında “Aydınlar Dilekçesi” davası vardı. “Aydınlar Dilekçesi” ile birleştirildi sonradan, hepsinden birden yargılandık. Zaten iddianameye baktığında da koca bir kitap verdiler bize, inanamadım, ülkemizin sanat rehberi gibiydi. Herkes ordaydı baktığında. İyi ki biz de yargılanıyoruz burada, dedim. İnsan dışarıda kalsa utanç duyar, öyle bir durumdu yani. Hala saklıyoruz o iddianameleri. Aynı kitapta Yılmaz ağabeyin de ismi vardı. Aynı listedeydik. Kimler yoktu ki? Yaşar Kemal mi desem, Yalçın Küçük mü desem, Necmettin Çobanoğlu mu desem, Aytaç mı desem, Tarık mı desem… Aklına kim geliyorsa herkes yargılanıyordu. Atıf Yılmaz’ından, Ömer Kavur’una kadar öyle bir serüvendi… Ülkemizin karanlık dönemiydi. Şimdi de aydınlıktan bahsetmiyoruz gerçi. Ama çok ciddi sanatın, toplumun yara aldığı bir kaos dö-
22-23_Layout 2 1/10/12 12:13 PM Page 2
10-20 OCAK 2012 Halkın Günlüğü
Yılmaz Güney Kültür Sanat Festivali vesilesiyle
1.
BÖLÜM
nemiydi. Ölenler öldüğüyle kaldı. Yine katiller ellerini kollarını sallayarak gezdiler, aynı bugünkü dönem gibi. O zaman daha çok faili meçhul cinayetler vardı, bugün de olduğu gibi. Hepsi neticesiz kaldı. Ortaya çıkan sonuç şu ki, koskoca bir savaşın ortasındayız. Savaşıyoruz, emek mücadelesi de bir savaş çünkü… O gün de vardı bu savaş, 1960’lı yıllardan da başlıyor ta buralara geliyor. Hala o emek mücadelesi, onur mücadelesi, sanat mücadelesi sürüyor yani. Sadece her şey sanki biraz daha karanlık…
fÜlkede değişen pek bir şey yok dediniz. Yılmaz Güney filmlerinden özellikle Yol’da kaçakçıların serüveni, kaçakçıların yaşam öyküsü de yakından inceleniyor. Aşinadır Yılmaz Güney filmlerini izleyenler. Geçtiğimiz gün Uludere’de yaşanan olaya baktığımızda ve o olayın görüntülerini izlediğimizde traktör kasalarına doldurulmuş kaçakçıların cesetlerinin köy meydanına taşındığını görüyoruz. Bu sahne ile Yılmaz Güney’in Yol filmini bir kez daha yaşamış gibi olduk, aradan 30 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen. Yaşanan bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Tabi Yol’da da bunu görürsün, Hudutların Kanunu’nda da görürsün. İnsan bu konuda hiçbir şey konuşmak mı istemiyor, göğsümüzün üzerine koskoca bir kaya düşmüş gibi oldu sanki. Ama bunun ne olduğu hakkında insan çok fazla fikir beyan etmek de istemiyor. Aydınlanması lazım… Ya birinin acemiliği ya da başka bir şey var. Adını koyamadığımız, belki adını koymayı yakıştıramadığımız. Ama çok vahim bir durum… Umarım bu süreçte rol oynayan kahramanlar süreci iyi atlatabilirler. Burada tek üzülecek bir şey var ki, oradaki Kürt kardeşlerimizin durumunun ne kadar vahim ve hüzünlü olduğunu biliyoruz hepi-
23 miz. Söyleyecek pek fazla bir şey yok bu konuda. Ancak basından takip ediyoruz. Nereye varacağını da bilmiyoruz. Keşke bunlar olmasaydı. Keşke yaşanmasaydı. Bugün içine düşülen duruma bakıyoruz, geldiğimiz siyasi ortama bakıyoruz. Bugün insanlar “Sen Arap mısın, sen Kürt müsün?” diye sorular soruyorlar birbirlerine. Ne demektir ya? İnsanlar birbirlerine bu soruları sormaya başladığında derin bir çatlak oluşmaya başlamıştır demektir. Zaten bunun temelinde de ırkçılık yatar. Bugün yaşadığımız her ortam her oluşum, geçmişin acıları. Geçmişte yaşanan sancılar. Koskoca bölgeyi 8-10 tane ağaya teslim etti bu devlet. Koskoca Kürt halkını ağalara teslim ettiler. Ağaları silahlandırdılar. Kim silahlandırdı? Geçmişte Hamidiye Alayları vardı, bugün korucular var. Devletin hala bugün ortalama 50 milyon TL parası gidiyor korucu maaşlarına. O para da ağalardan birine teslim ediliyor. İstediğine istediği kadar veriyor. Bu kadar büyük rant olan bir yerde terör durur mu? İnsanlar o kanı içerek yaşıyorlar. Bunun böyle olduğunu herkes biliyor. Neticede bunlar. 35 kişi de ölecek, 100 kişi de ölecek asker de şehit oluyor, vatandaş da şehit oluyor. Dileriz ki bunlar bir an önce biter. İnsanların özgürce yaşaması için herkes elinden geleni yapmak zorunda. Yıllarca bu insanların konuştukları diller yasaktı. Kürtçe konuşmak her babayiğidin harcı değildi. Şimdi bunları konuşuyoruz. Ama özgürlük yok. İnsanların kendi ülkelerinde yaşadıkları bölgeye “sürgün bölgesi” adı veriliyorsa burada vahim bir durum var demektir. Neden doğu sürgün bölgesi olsun? Orda yaşayan bir sürü insan varsa, vergi alınıyorsa burada yaşayanlar, insan olarak bütün haklara sahip olmak zorundalar. Ama maalesef sürgün bölgesi dediğin zaman bunlar olmaz. Adam “Seni Kars’a sürerim.”diyor. Bu sürgün deyimi var olduğu sürece bu ülkede barıştan, kardeşlikten söz etmek her zaman güç olmuştur, güç olacaktır. Dileğimiz bunların bir neticeye, huzur içinde ulaşmasıdır.
fBu dönemle 70-80’li yıllardaki sinemayı karşılaştırırsak nasıl bir tablo çizebilirsiniz? 70-80’li yıllar arasında belki de sinemamızın en önemli filmleri yapıldı. Bunlardan başyapıtların içerisinde Yılmaz Güney sineması vardır. 1980 sonrası sinemamıza baktığımızda da dahi genç bir kuşak geldi. Hayata onlar da çağdaş bakıyorlar, daha çözümcü bakıyorlar. Sadece sektörde film çekmek rahatladı. O dönemde sansür vardı, sıkıntı vardı. Şimdi de sansürün adı, boyutu değişti. Filmlerinde dilediğin kadar özgür ol, yine önüne çıkan duvarlar var tabi ki. 70-80 arasının sinema şartları çok daha ağırdı. Negatif sorunundan, insan özgürlüğüne kadar her şey kısıtlıydı. Yine baskı ve terör vardı. Terör her yerden vardı. Hem devletin terörü vardı hem de insanların birbirlerine yaptığı terörler vardı. İki dönem çok ayrı birbirinden… 70-80 arasında bir de porno filmler vardır. Yani yerli filmlerin halka sunuluşu porno boyutunda oluyordu. Adam normal de çekse, içerisine o dönem araya parça koymak dediğimiz parçalar koyup porno filme çeviriyordu filmleri. Mesela o tür erotik, porno filmler gayet rahat oynardı sinemalarda. Herkes hayatından memnundu. Ama siyasal içerikli, insanları aydınlatacak bir film çektiğin zaman, film önce Yargıtay’a gider, film sansürden çıkmaz sonra Danıştay’a giderdi. Danıştay onay verirse Danıştay kararıyla çıkardı film. Çekildikten 1-2 sene sonra çıkan filmler olurdu ki firma batardı film çıkana kadar. Filmlerinin sansürlenen kısımlarına siyah bant koyanlar, filmini Taksim Meydanı’nda yakanlar oldu. İnsanlar tutuklanırdı. Yani ciddi bir kaos dönemiydi. Ben de 1974 yılında sinemaya başladım, böyle bir cenderenin içine düştüm. Hem film sayısı az hem sıkıntı var hem para yok. Biz sinemacı olmaya karar verdik. Seçtiğimiz döneme bakar mısınız? 60’lı yıllarda başlasaydık daha kolay olurmuş. *Bu röportaj yilmazguneyksf.org sitesinden alınmıştır
ANTAGONİZMA
≫ muzaffer oruçoğlu
VAYVAYLAR KÖYÜ ylesine sağlam bir devrim olmalı ki, kapitalist sistemi yıktıktan sonra yıkılmamalı. Birçok insan hala böyle düşünüyor. Yanlış bir düşünce. Yıkılmayacak hiçbir sistem yoktur. Biz cennete karşı çıktık ama karşı çıkarken de, cennet fikrinin yerine komünizmi yerleştirdik. Komünizmde yaşayan insanın, komünizmi ideal bir toplum, cennet toplumu olarak görmeyeceğini düşünemedik. İnsanın gelişimini durdurarak, yani bugünkü halimizi komünizme taşıyarak düşündük. Metafizik dediğimiz şey de budur zaten. İdealize ederek, dondurarak düşünmek. Hiçbir şey ideal değildir. İdealize etmek, yüceltmek, dinin işidir. Dinden geliyoruz ve komünizmi farkında olmadan dine dönüştürüyoruz. Diğer sistemler gibi onun da yıkılacağını aklımızdan geçirmek istemiyoruz. Din adamlarını sarıp sarmalayan ebedi huzur, başka bir düzlemde bizi de sarıp sarmalıyor. Ütopya, insanın ebedi kurtuluşunun bir sistemi olarak kafamızda belirginleşiyor, kesinlik kazanıyor. Vayvaylar köyünün muhtarı gibi köyün sınırlarını aşan bir bakış yeteneğini gösteremiyoruz.
Ö
Altmış yetmiş yıl, bilemedin seksen yıl yaşıyoruz. Bir yığın iyi ve kötü iş yapıyor, tonlarca yemek yiyor, milyonlarca gerekli gereksiz kelime harcıyor, sonra da ölüp gidiyoruz. Kemiklerimizin kimliksizleşerek kaybolmaması için gömüldüğümüz yeri taşla yazıyla belirginleştiriyoruz. Üzerinde öldüğümüz gezegenin de tıpkı bizim gibi öleceğini ya da yok olacağını düşünmek bile istemiyoruz. Hiçbir hayvan, böylesi bir komediye zaman harcamıyor. İnsan insana, sınıf sınıfa, cins cinse, ulus ulusa düşman. Düşman, kendini düşmanının yerine koyarak düşünmüyor ve düşmanının iyi yanını görmüyor, görmek istemiyor. Varoluşunu, bir başkasının inkârına ya da yok oluşuna bağlamayı doğal bir durum olarak görüyor. Arzın üzerinde güçlenmiş, kendisini asli unsur ilan ederek, tüm türlere egemen olmuş, ciddi bir meseledir insan. İnsanın dışındaki tüm canlıların gizli, zengin ve şaşırtıcı dünyasına veya uzay derinliğine açılınca, insan dediğimiz mesele, ciddiyetini yitiriyor, bir toz zerreciği derekesine düşerek, mesele olmaktan çıkıyor. İnsan, iç zenginliğini ete kemiğe büründürmek, kendini ifade etmek istiyor. Bunu, dansla, müzikle, resimle, sözlü veya yazılı ürünlerle, bir yığın değişik yollarla gerçekleştiriyor. Bu, anlaşılır bir şeydir. Ama insan bununla kalmıyor; söz konusu araçları, yolları kullanarak, insan başta olmak üzere, tüm canlılar ve doğa üzerinde egemenlik kurmak istiyor, önüne çıkan her şeyi tepeleyip geçiyor, devasa katliamlardan ve uygarlıklardan oluşan bir tarihin mimarı olarak gelip karşımıza dikiliyor. Düşünüyoruz. Bu durum, sınıfların ortaya çıkmasıyla ortaya çıktı diyoruz. Kafamızda bir çözüm beliriyor. Bu tarih, sömürücü sınıfların diktatörlük tarihi idi, ezici çoğunluğu sömürdüler ezdiler; hem ezilenlerle hem de kendi kendileriyle savaştıkları için bir sınıf savaşları tarihi olarak şekillendi. Çözüm, ezilen çoğunluğun, ezenleri devirerek ve kendi diktatörlüklerini kurup, ezenleri ezerek ilerlemesi şeklinde olmalıdır. Ezildik, ezeceğiz. Egemenlik tasallutundan kurtulup, egemen olacağız. Hangi araçlarla? Disiplin ve şiddet araçlarıyla, örgütle, devletle. Halkla birlikte, halk adına. Seçkin bir zümre ve onun içinde yer aldığı bir örgüt, bir devlet. Vayvaylar Köyü. Sınıflar ortaya çıkmadan önce, insan denilen yaratık nasıl bir şeydi? Egodan, egemenlik duygusundan, saldırma ve öldürme güdüsünden tamamen ari bir yaratık mıydı? Sınıflar nerden çıktı? Nasıl bir ruhtan ve insan gerçeklikten çıktı? Öyle sanıyorum ki, insanı anlamak için bunları anlamak gerekiyor. Karnını doyurmak için hayvana saldıran, et yiyen bir insanın, insana saldırması kaçınılmazdır. Etoburların işi et yemektir; acıktıkları zaman öldürmeyi örgütlerler. Öldürenin ruhunu, ruh tarihini incelemeden, insanı anlamak mümkün değil.
Karşımızda çok güçlü bir militer cihazın olduğu ve ezen, sömüren bir sınıfın aracı olarak, ezici çoğunluğu ezdiği açıktır. Bundan kurtuluşun yolu, programı ne olacak? Bu, eğer ezilenlerin işi ise, yönetme ve egemenlik sahnesine doğrudan onlar çıkacaklarsa, onlar adına iş yapan zümreler, örgütler, devletler dönemi kapanacaksa, bu nasıl olacak? İnsanı anlama kadar önemli bir sorundur bu. Hayır, efendim ne münasebet, onları arkamıza alarak ve de onların öncüsü olarak, onlar adına, onlarla birlikte biz yaparız bu işi diyorsak, hürmet ederim. Bir fikirdir ne de olsa. Rahatsız olmam. Başta bir muhtar, altında azalar ve çam yarması bir bekçi ve onları seçen, var eden Vayvaylar Köyü. Ben o köyden geldim, niye rahatsız olayım ki.
24_Layout 2 1/10/12 10:53 AM Page 1
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Hıdır Gürz Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Bölgesel SüreliYönetim Yeri: Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sokak NO: 11 Kat: 4 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL
Komkujî belgeya faşîzma dewletê ye Komkujiyên ku dewleta tirk li hemberê Kurdan pêk dine, nîşanê me dide ku dewlet di pisrgirêka neteweyê Kurd de çawa difikire. Bi polîtîkayên yek netewe, yek al û yek welat ve netewatî û neteweyên cuda hatin îmhakirin û tên îmhakirin.
D
ewleta TC li xwe datine ku dîroka wê a dewleta TC’ê a sed sale bi komkujiyan ve dagirtî ye. Ev kevneşopa komkujîker ku kal û bavê xwe ango Dewleta Osmaniyan dewr hildane, wek “muassir medeniyetan” xwe digînîne asta “muassir medeniyetan”. Evan qetilkarên ku axê bi xwînê ve avdidin û laşên ku bi milyonan tên îfadekirin pêlê wan dikin dema ku vê pergala xwe bixwazin pêşkêş bikin bi hevre pêşbazî dikin. Ji ku de destpêdike bila bike di hemû demên dîrokê de komkujî he ye. Îro jî em ji van komkujiyan re guvahiyê dikin. Komkujiyên di welatê me de yên li ser hemû netewatî û neteweyên Kurd ve pêk tên, her demê bi hêla hukûmetên cuda ve didomin. Bêguman her demê ji bo van sûcan sûcdar tên dîtin.
Komkujî berdewam dike Ev îdeolojiya qaqotparêza dewleta kevneşop a ku berpirsiyariyê van komkujiyan e, di van rojan de ji bo xwe derxe “paqişiyê” komkujiyên ku pêkanî ye vedişêre. Di hêlekî nûnerên pergala burjûva-feodal navê hinek komkujiyan di devê xwe de
xistiye benîşt û di hêla din jî bi komkujiyên nû ve bi raste rast kevneşopa xwe ya komkujîker xwedî derdikevin. Di vî welatî de di rojên nîqaşkirina komkujiyê û nijadkujiyê (jenosîd) heta vê roja gelek zeman derbasnebû. Heta îro jî ev rewşa “bi berfirehî” tê nîqaşkirin. Lê belê vê yekê jî waha dikin; an yên nû didin bibîrkirin an jî projektoran li ser yên nû dûr dixin. Erê pir na ev çend roj berê komkujiya ku li Roboskiyê pêk hat nîşanê me dide ku dewlet carek dîsa xwediyê îdeolojiya xwe û dîroka xwe ya komkujîker derket. Di dema borî heta dema niha ka çi hate guhertin? Ya ku hate guhertin bilî nave yên ku komkujî didomand in tu tiştek ne bû. Di vî welatê “demokrasiyiya zêde” de ku em dijînê, li hemberê çawaniya pêkhatina komkujiyan em şaş namînin. Yên ku dibêjin em paşeroja xwe ve bi rûbarê hev tên bi pratîkên xwe ve nîşanê me didin ku çawa bi rûbarê hev tên. Di hêlekî dewlet bi polîtîkayên derewîn ve dixwaze xwe derxe paqişiyê, di hêla dinê jî wek komkujiya Robaskiyê polîtîkaya quştinê berdewam dike.
Komkujiyê bê veşartin Komkujiya Roboskiyê tam jî dema ku serkanên dewletê ku ji bo komkujî û ni-
jadkujiyê (jenosîd) dipeyivîn pêk hat. Wisane ku li ser vê peyvandinê komkujiya ji gelek wî zarok 35 kesan ne bûyereke rutîn û tesadifî ye. Ev komkujiyan parçekî hemû dîroka dewleta TC’ê ye. Kiryarên vê komkujiyên jî dizanin ku lewre dixwazin vê komkujiyê veşêrin. Vê yekê jî bi çapemeniya xwe ve, bi îstixbarata xwe ve, bi saziyên leşkerî ve, bi dadgehê xwe û bi partiyên xwe yên siyasî ve pêk dînin û bi xemlandina qezayê ve operasyona paqişkirinê destpêkirin. Ji bo van mirovên ku hatin kuştin pere dayîn û lêborîn xwez hat rojevê. Di dû re ji bo ku vê bûyerê bidin bîr kirin pêşveçûnên anî hatin holê. Yek ji van Serekserkanê gelemper ên kevn İlker Başbug “hat girtin”, rojevêk wek “darizandina” Kenan Evren pêk anîn. Herkes karên xwe “bi layikî ve” dine cîh. Pêşiyê komkujiya pêk bîne, pêşiya nîqaşan vebike, dûv re jî van nîqaşan magazînî bike û rojevên sunî ve mijarên biguherîne. Ev taktîkên ku dewlet her tim serî lê dide berdewam dike. Dixwazin komkujiya 35 kesan jî bi vî aqîbetê bikin. Li hember van komkujiyan bê dengî mayîn ji komkıujiyên nû re wateya bang kirinê ye. Heta ku ji dewleta komkujîker hesab neyê pirsîn ev komkujiyana wek paşerojê wê berdewam bikin.
Demîrtaş: Em meşrûîyeta te nasnakin! Di piştî komkujiya Roboskiyê ya ku dewletê pêk anî bi hezaran mirov derketin kuçan û ev komkujiyan şermezar kirin. Çalakî li gelek bajaran pêk hatin. Dewleta tirk ji ber van çalakiyan êriş bir ser gelên Kurd û gelek kes hatin bin çav û hatin girtin. Li Amedê jî 16 kes hatin binçavkirin. Di nava van 16 kesan de rojnamegerên rojnameya me Eser Sevgul jî hate girtin. Li gelek bajaran jî êrişên girtinê jî hêjî berdewam dikin. Serkanên AKP’ê û Erdogan ji bo ku Tevgera Neteweyê Kurd û BDPê berpirsiyar bike dixebite. Daxûyaniyên Erdogan de tê diyar ku Erdogan fermana êrişan dide û yên wek vê komkujiyê jî wê bê jiyan. Serokên Gelemper ên BDP’ê Selahattîn Demîrtaş û Gulten Kişanak axaftina civîna koma parlamentoyê de Erdogan û AKP’ê re bang kirin û gotin; “Em meşrûîyeta te nasnakin, Serokwezîrtiya te nasnakin.” Demîrtaş û Kişanak’ê Erdogan re gotin nikarin vê komkujiyê ser xwe biavêjin.