HG-30

Page 1

kapak_Layout 2 2/10/12 1:25 PM Page 1

Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir sf 12-13

Yapılan saldırıların hesabını halk soracak Adana’da periyodik olarak polis ve zabıtanın saldırısına uğrayan seyyar satıcılar sonunda isyan etti. Seyyar satıcılar saldırıların sona ermesi ve kendilerine kalıcı olarak yer tahsis edilmesi için eyleme geçtiler

sf 10-11

EMEK fSeyyar satıcılar insanca bir yaşam için direniyor

Halkın Günlügü

10-20 ŞUBAT 2012 Yıl: 2 Sayı: 30 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

Katliamın sorumlusu

Devlettir fGÜNCEL 6-7

Roboski Katliamı’nın üzerinden bir aydan fazla zaman geçmesine rağmen Türk devleti hesap vermek yerine, katliamın sorumluluğunu türlü oyunlarla üstünden atmak istiyor. Katliamın unutturulamayacağını ve hesabının sorulacağını ifade eden Halkların Demokratik Kongresi (HDK) ise çeşitli illerde eylemler yaparak katliamın peşini bırakmayacaklarını ifade etti. Katledilen 34 Kürt köylüsünün aileleri de devletin “kan parası” adı altında vereceğini söylediği rüşveti almayacaklarını ifade ettiler. Katliamın sorumlusunun devlet olduğunu söylediler.

“Selam olsun” Ardıç’a ve cümlesine

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

DEVRİM HAREKETİ ÇETECİLİĞİ MAZUR GÖREMEZ Gazi Mahallesi’nde çeteci bir güruh cemevi eylemi ve sonrasında silahlarla ve bıçaklarla halka saldırarak biri ağır dört kişinin yaralanmasına sebep oldular. Gazi halkı ‘saldırının hesabını soracağız’ dedi Gazi Mahallesi’nde 29 Ocak tarihinde cemevi yıkımını protesto etmek için yapılan yürüyüş esnasında halka saldıran çeteciler olaya müdahale eden DHF üye ve taraftarlarına da silah ve bıçaklarla saldırdı. Aynı gün akşam saatlerinde çeteci saldırıyı protesto eden yürüyüşe

de silahlarla saldıran çeteci güruh Battal Tepeli ve DHF üye-taraftarı üç kişinin yaralanmasına sebep oldu. Battal Tepeli başına üç kurşunun isabet etmesi sonucu yoğun bakıma kaldırıldı. Halka saldıran çetecileri koruyan devlet, saldırıda yaralanan DHF’lileri gözaltına aldı.

Gazi’de çetelere karşı yürüyüş

Gazi halkı çetecilerden usanmış durumda. Esnafı haraca bağlayan, okul önlerinde esrar satan, halkı tehdit edip silahlarla saldıran çetecileri devlet koruyup beslerken, Gazi halkı çeteleşmenin önüne geçmek için ortak hareket etme kararı aldı. 12 Şubat Pazar günü çeteciliğe karşı kitlesel bir eylem yapılacak

KADIN Sf 19

Taşerona karşı direneceğiz

8

Avrupa Birliği krizden çıkacak mı?

16

Zenne üzerine bir değini

22


2-3_Layout 2 2/10/12 1:02 PM Page 1

02

güncel haber

Halkın Günlüğü 10-20 ŞUBAT 2012

Çeteler halka hesap Burjuva-feodal sistemin mevcut gerici-faşist kurumları üzerinden yaratmaya çalıştığı baskı ve terör, çeteleşme ve yozlaşmayla desteklenerek devrimci mücadelenin yoğun olduğu alanlara yöneltilmektedir

Devrimcilerin ve devrimci mücadelenin en önemli ve güçlü alanlarından biri olan Gazi Mahallesi’nde devlet eliyle beslenen, palazlandırılan çeteci güruhlar halka saldırarak bir kişi ağır olmak üzere dört kişinin yaralanmasına sebep oldu. İki gün boyunca üç kez devrimcilere ve halka saldıran çeteciler serbestçe dolaşırken, saldırılarda yaralanan devrimciler gözaltına alındı.

İlk saldırı Cemevi yürüyüşünde yaşandı 29 Ocak tarihinde Gazi Mahallesi’nde bulunan Yunus Emre Pir Sultan Abdal Cemevi'nin yıkılmaması için yapılan ve Gazi halkının yoğun katılım gösterdiği yürüyüş esnasında eylemi provoke etmek isteyen ve uzun yıllardır Gazi Mahallesi’nde çetecilik yapan, esnafı haraca bağlayan, esrar ve uyuşturucu satışı yapan ‘Nalburlar Çetesi’ adıyla anılan bir grup, yürüyüş kortejinde bulunan mahalle halkından bir genci darp ederek yaraladı. Olayı gören DHF’liler kavgayı ayırmak için olaya müdahale etmeye çalışırken, çeteci grubun bıçak ve silahlı saldırısıyla karşılaştı. Halkın yaşanan saldırıya tepki gösterip çetecilerin üzerine yürümesi sonrası çeteciler havaya ateş açarak olay yerinden kaçtı. Yaşanan bu saldırı sonrası yaralanan uç kişi hastaneye kaldırıldı, Cemevi için yapılan yürüyüş ise sonlandırıldı.

Kitleyi ateş yağmuruna tuttular Yaşanan bu saldırı sonrası DHF, Gazi Mahallesi’nde bulunan diğer devrimci demokratik kurumları da bilgilendirerek akşam saatlerinde, yaşanan saldırıyı teşhir edecek bir yürüyüş düzenledi. Akşam saat 19.00’da Gazi

Demokratik Haklar Derneği önünde toplanan kitle buradan sloganlar atıp, mahalle halkına bilgilendirme yaparak yürüyüşe geçti. Yürüyüş esnasında çetecilerin toplandığı bir kahvehane önüne gelindiğinde DHF'liler sesli ajitasyon yaparak çetecileri teşhir etti. Kitlenin kahvehaneye girmek istemesiyle birlikte, DHF’lilere çetenin lideri olduğu öğrenilen, ‘Arap Emrah’ lakaplı bir kişi silah çekerek ateş etti. Açılan ateş sonucu iki kişi yaralandı. Bu şahsın silahla saldırması üzerine kitle çete başı ve yanındaki diğer çete üyelerini darp ederek etkisiz hale getirdi.

İkinci saldırı sonucu olay yerinde bulunan Battal Tepeli isimli bir kişi ağır yaralandı. Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırılan Tepeli’nin, kafasına üç kurşun isabet etmesi sonucu, yoğun bakımda tedavi altına alındı. Yoğun bakımda olan ve hayati tehlikesi devam eden Tepeli’nin kafasına 3 kurşunun isabet etmiş olması, şahsın kaza kurşunuyla yaralandığını değil, doğrudan hedef gözetilerek vurulduğunu gösteriyor.

Kahvehaneden dışarıya doğru atılan onlarca kurşun nedeniyle yaralananlar ile çete başı yakındaki hastaneye kaldırıldı. Olay yerinde bulunan kitle yaralananları kahvehane karşısında bulunan hastaneye götürerek burada tedavi ettirdi. Olayın yatıştığı düşünülürken taksilerle yeniden hastane önüne gelen yaklaşık 20 kişilik aynı çeteci grup, pompalı tüfekler ve tabancalarla hedef gözeterek kitleye ateş açarak kaçtı.

Çetecilerin saldırısında yaralanan DHF taraftarı Volkan Can ve Can’a hastahenede refakat eden DHF üyesi Zuhal Güven, siyasi polis tarafından hastaneden apar topar gözaltına alındı. Aynı saldırıda yaralanan Güven Göçer yaralı bir şekilde gece saatlerinde siyasi polis tarafından gözaltına alındı. Dört gün boyunca gözaltında kalan DHF üyeleri çıkarıldıkları mahkeme sonrası serbest bırakıldı.

Saldırıda yaralananlar gözaltına alındı

fGazi halkı ve kurumları bir araya geldi Gazi Mahallesi’nde yaşanan ve yıllardır devletin örgütleyerek halkın karşısına çıkardığı çeteleşmeye karşı ortak mücadele etmek ve halkın çıkarları üzerinden muhalefeti geliştirmek adına DHF’nin de içinde bulunduğu birçok devrimci, demokratik kurumun yanı sıra, mahalle muhtarları ve esnaflar bir araya gelerek 1 Şubat tarihinde, ilk halk toplantısını gerçekleştirdi. Toplantıda olayların gelişimi hakkında DHF tarafından geniş bir bilgilendirme yapıldıktan sonra, yozlaşmaya, çeteleşmeye karşı Gazi Halk İnisiyatifi adına geniş bir örgütlülüğün ve mücadelenin ihtiyacının açığa çıktığına vurgu yapılarak, halkın kendi inisiyatifini güçlendirdiği bir sürecin işletilmesinin önemine değinildi. Toplantıya katılanlar da çeteleşmeye karşı ortak mücadelenin

önemine vurgu yaparak, artık bu sürece ortak müdahale edilmesi gerektiğine değindiler. Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan Battal Tepeli‘yi hastanede ziyarete giden, Demokratik Haklar Federasyonu, Gazi Mahallesi muhtarları ve esnaflardan oluşan heyet, burada polisin bir kez daha kirli bir tezgahını açığa çıkarttı. Aileyle konuşan heyet polisin hastaneye gelerek, Tepeli ailesine “rant kavgasından dolayı, örgütler birbirine girmiştir. Olan sizin oğlunuza oldu” şeklinde yalanlar söylediğini ve polislerin yarattıkları yalan olgularla aileyi devrimci demokrat kurumlara karşı öfkelendirmeye çabaladığı ortaya çıktı. Polisin çetecileri ve Gazi Mahallesi’nde oluşturduğu kirli çıkar ağını korumak için aileyi yalanlarla yanına çekmesine müdahale eden heyet, Battal Tepeli’nin neden ve niçin yaralandığını bilmeyen aileye

Halka saldıran bu Gazi Mahallesi’nde uzun süredir silahlı çete üyeleri mahallede halka adeta kan kusturuyor. Esnaftan haraç alan, okul önlerinde esrar satan ve her türlü yozlaşmanın merkezi haline gelen bu çetelerin, herkes tarafından tanınması ve bilinmesine rağmen emniyet güçlerince hiçbir müdahalede bulunulmaması, bu grupların polisle işbirliği içinde olduğu iddialarına yönelik bir diğer kanıt olarak görülüyor. Geçmişten bu yana sol-sosyalist kimliğiyle tanınan ve 1995 yılında kanlı bir katliamla gündeme oturan Gazi Mahallesi’nde bu tür çetecilerin yoğunlaşması ve devletin bu çetecilere hiçbir şekilde dokunmaması amaçlananın mahallenin bu kimliğini ortadan kaldırmak olduğunu gösteriyor. Mahallenin siyasal yöneliminden duyulan rahatsızlık nedeniyle, bölgede çetelerin hakim olması isteniyor ve tüm yaşananlara

fDHF: Çeteler Gazi Mahallesi’nde halka ve devrimcilere yönelik çeteciler tarafından organize bir şekilde yapılan saldırı sonrası bir açıklama yapan Demokratik Haklar Federasyonu (DHF), “Devlet Besliyor, Çeteler Kan Dökmeye Devam Ediyor!” diyerek yapılan saldırının bizzat devlet eliyle geliştirilip beslendiğine vurgu yaptı. “Bu saldırılarla hedeflenen; emekçilerin sindirilmesi, kendi yaşamına ve gerçek sorunlarına duyarsızlaştırılarak yozlaştırılmasıdır. Ülkemi-


2-3_Layout 2 2/10/12 1:02 PM Page 2

10-20 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

p verecek

03

çeteleri kimler besliyor, koruyor? göz yumuluyor. Gazi Mahallesi’nde yapılan son saldırıda tamamen organize ve planlı bir saldırıdır. Halka silahlarla saldıran ve dört kişinin yaralanmasına vesile olan çetecilerden kimseye dokunulmazken, olayda silahla yaralanan ve saldırıya uğrayanların gözaltına alınması ise oldukça manidar...

Gözaltılar protesto edildi Gazi Mahallesi’nde yaşanan saldırılarda gözaltına alınan Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) üyeleri 2 Şubat tarihinde Beşiktaş Adliyesi’ne çıkarıldılar. Beşiktaş Adliyesi önünde toplanan DHF’liler saldırıları teşhir ederek, gözaltına alınanların serbest bırakılmasını istedi. BDSP, Halkevleri ve EHP’nin de destek verdiği eylemde, “Devlet besliyor çeteler kan dökmeye devam ediyor” yazılı pankart arkasında toplanan grup sık sık, “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez”, “Çeteler halka hesap verecek” sloganlarını attı. Tutuklanan DHF’lilerin ailelerinin de katıldığı eylemde basın açıklamasını DHF temsilcisi gerçekleştirdi. Yapılan açıklamada Gazi Ma-

r

hallesi’nde devlet ve çete organizeli saldırılara dikkat çekildi. Açıklamada devletin Gazi Mahallesi’nde yaşanan saldırıları ‘iki grubun çatışması’ gibi göstermeye çalıştığına dikkat çekildi. Devlet ve çete organizeli Gazi halkına ve devrimci-demokrat kişi ve kurumlara yönelik yapılan bu sistemli saldırılara karşı bir araya gelme ve kapsamlı bir karşı koyuş oluşturmak gerektiğinin ifade edildiği açıklamada, “Çetecilerin mahallelerimizden, emekçi semtlerimizden defedilmesini talep ediyoruz. Bizler Gazi halkı olarak bu talebimizin, ısrarımızın arkasında durarak mücadelemizi mahallelerimiz ve bütün emekçi semtlerimizde ilerletmeye devam edeceğiz” denildi.

Gazi’de halk toplantısı Çeteleşmeye ve yozlaşmaya karşı Gazi Demokratik Haklar Derneği’nde halk toplantısı gerçekleştirildi. Toplantıda Gazi’nin geleceği tartışılarak, sistem tarafından Gazi’de beslenen çeteleşmeye karşı ortak mücadele vurgusu yapıldı.

halka hesap verecek zin dört bir yanında, gelinen aşamada neredeyse her semtte, birbiri ardına çeteler türemektedir! İstanbul-Gazi Mahallesi’nde de emekçiler yıllardır, devlet destekli çetelerin saldırısına maruz kalmaktadır.” denilen açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Gazi Mahallesi’nde gerçekleştirilen çeteci saldırılar; Alevilerin “ibadethane hakkına” yapılmıştır! Halkın, devrimcilerle birlikte, demokratik haklarına sahip çıkmasının yarattığı “rahatsızlıktan” dolayı yapılmıştır! Halkımızın, demokratik haklar ve özgürlükler mücadelesini eli kanlı çetelerin azgın saldırılarıyla sindirebileceğini düşünenler, on

yıllardır olduğu gibi yine, halkın örgütlü mücadelesiyle karşılanacaklardır! DHF, bütün ilerici, demokratik, devrimci güçleri harekete geçmeye ve Gazi Mahallesi’nde tezgâhlanan oyunların önüne geçmeye çağırmaktadır. 1995’te Gazi’de tezgâhlanan devlet katliamı ne ise, bugün yüzlerce insanın gözü önünde halka kurşun yağdıran çetelerin saldırısı da odur! Yaşamlarımıza kast etme pervasızlığıyla mahallelerimizi kuşatan çeteler dağıtılmalıdır, dağıtılacaktır! Aksi halde sokak ortasında kurşunlanan Battal Tepeliler çoğalacaktır. Bu sorumluluk herkese aittir!”

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

HALKA KARŞI İŞLENEN HİÇBİR SUÇ CEZASIZ KALMAZ

G

azi Mahallesi’nde çeteci güruhlar önce halka sonra olaya müdahale eden devrimcilere saldırıyor, bu saldırıyı protesto eden mahalle halkı ve devrimcilerin üzerine aynı gün kurşunlar yağdırarak bir kişi ağır olmak üzere dört kişinin yaralanmasına sebep oluyorlar. Dünden bugüne devrimcilerin ve devrimci mücadelenin önemli mevzilerinden olan, 1995 yılında büyük bir katliam yaşayan Gazi Mahallesi gibi bir alanın böylesi bir saldırıya hedef olması düşündürücü ve manidardır. Yaşanan saldırının kriminal boyutu bizleri ilgilendirmez. Olay gayet açık ve anlaşılırdır; devlet eliyle oluşturulan, beslenip, güçlendirilen bu ve benzeri çeteler misyonları gereği halka ve devrimcilere saldırmışlardır. Meseleye tesadüfü bir olay olarak bakıp geçiştiremeyiz ya da tamda sistemin yaratmaya çalıştığı “iki grup arasındaki çatışma” türü yaklaşımlara da müsaade edemeyiz. Bu saldırı açık olarak devrimcilere-devrimci mücadeleye yöneliktir. Bu saldırı karşısındaki tavrımız ve sonrasında gelişecekler devrimciler için ciddi bir sınav niteliğindedir. Bu sınav en doğru şekilde verilecektir. Bundan eminiz. Komünistler devrimci iktidar hedefine kilitlenmiş ve stratejik olarak düşünen, hareket eden kişilerdir. Taktik meselelere ve günlük politikalarda bu stratejiye hizmet temelinde ele alınmalıdır. Devrimci iktidar mücadelesinde sadece düşmanın üniformalı güçleri ya da kurumlarıyla karşı karşıya gelmeyiz. Bu savaşın en yalın, safların en net olduğu biçimidir. Bunun dışında düşman halk içerisinde var olan farklılıkları kullanarak çelişkiler yaratmaya ve bu çelişkilerden nemalanmaya çalışır. Kendi ajanlarını bizzat görevlendirerek istihbarat çalışmaları yapar, karşı gücü kontrol altında tutmaya çalışır. Burjuva-feodal yoz kültürü yaygınlaştırarak emekçi halkın özellikle de gençliğin devrimcilerle buluşmasının önüne geçmeye çalışır. İşbirlikçileri, satın aldığı hainlerle mücadeleyi sekteye uğratmaya çalışır. Tüm bu saydıklarımız ilk elden akla gelen düşmanın kirli savaşının parametreleridir. Daha bin bir türlü yol ve araçla gericifaşist savaşlarına kan taşımaya çalışırlar. Yarı-feodal bir yapıya sahip olan coğrafyamızda feodal değer yargıları, işsizlik, yoksulluk, açlığın ve sömürünün bir arada olduğu düşünüldüğünde bir bütün halkın ama özel olarak gençliğin yukarıda ifade ettiğimiz gerici savaşa hizmet şartları daha da artmaktadır. Lenin’in lümpen proletarya dediği ve oldukça dikkatli bir şekilde ele alın-

ması gereken bu kesimler devrimci iktidar mücadelesinde önemli bir yere işaret ederler. Faşist gericilik bu kesimleri en etkin şekilde kullanmaya çalışır, kullanıyor da. Peki, komünist-devrimcilere bu tablo karşısında ne yapmalı, nerede durmalıdırlar? Komünist-devrimciler en başta da bahsettiğimiz gibi iktidar odaklı bir perspektife sahiptirler. Günlük, anlık kazanımları ancak ve ancak stratejik amacımıza hizmet ekseninde ele alırız. Komünist partisinde yaşam bulan örgütlü gerçekliğimiz esas olarak işçi-köylü kitlesi üzerinden silahlı mücadele içerisinde güçlenip-gelişecektir. Hedefimizde her alanda, siyasi, askeri, ekonomik, kültürel…, faşizmin kendisi yani TC devleti ve onun kurumları vardır. Savaşımız büyük amacımız iddialıdır. Bu amaç ve iddiaya göre hareket etmek her birimizin temel görevidir. Peki özel olarak düşmanın kendisini değil de onun uzantılarını hedef almak doğrumudur? Bu soruya verilecek yanıt diğer tüm sorunlarda olduğu gibi somut şartların somut tahliliyle mümkündür. Yani programımızda bütün çalışmalarımızı bir tarafa bırakarak çetecilerle, yozlaşmayla mücadele gibi bir görev yazmıyor. Bizler tüm sorunları devrimci iktidar mücadelesi ekseninde ele alıp, buna göre şekillendiren bir örgütlenmeyiz. Bundandır ki halk içerisinde bulunan, bizzat düşmanın yarattığı ve bir fiil ona hizmet eden ya da bilinçsizce bu hizmette bulunanlar özel bir çalışmanın konusu olmamalıdır. Milyonlarca kişinin işsiz, yoksul, aç olduğu bir ülkede her bir birey örgütlü mücadeleyle buluşmadığı oranda kendi bireysel kurtuluşunun derdine düşecektir ve bu kurtuluşu da çete oluşturmak ya da çetelere katılmak, esrareroin vb. maddeleri satmak ya da bağımlısı olmak, hırsızlık vb. şeylere yönelecektir. Bu olay mevcut sömürü sisteminin objektif bir yansımasıyken bir yandan da Gazi, Dersim, Amed gibi devrimci mücadelenin taban bulduğu yerlerde devlet tarafından geliştirilmektedir. Tüm bu gerçeklikleri not ederek son bir söz daha söylemek gerekiyor; Devrimcilere ve devrimci mücadeleye yönelen saldırılara mutlaka cevap verilmelidir, verilecektir. Bizler meselelere kof kabadayılık mantığıyla, intikamcı bir ruh hali içerisinde yaklaşamayız. İddiamız ve amacımız kadar büyük ve olgun düşünmeliyiz. Yaşadığımız saldırıları dahi devrim mücadelesinin lehine çevirip, onun hizmetine sunmasını bilmeliyiz. Gazi Mahallesi’nde halka saldıran çeteciler teşhir edilip, yalnızlaştırılmalı, net bir tercihe zorlanmalı ve iflah olmaz unsurlar tüm bu süreçten sonra kızıl namlularımızın hedefinde olacaklarının bilinciyle yaşamalıdırlar.


4-5_Layout 2 2/10/12 10:56 AM Page 1

04 güncel haber Tutuklanan DHF'liler ilk duruşmaya çıkarıldı! Dersim'de 5 Aralık 2011 tarihinde evlere ve Dersim Demokratik Haklar Derneği'ne yönelik yapılan baskınlarda gözaltına alınıp tutuklanan beş DHF üyesi 8 Şubat tarihinde ilk duruşmaya çıkarıldılar. Faşizmin tutuklama furyasının bir halkası olarak 5 Aralık 2011 tarihinde "Örgüt yöneticiliği, üyeliği ve propagandası" iddialarıyla gözaltına alınıp tutuklanan DHF temsilcisi Evrim Konak ve DHF üyeleri Murat Kur, Hıdır Yıldız, Deniz Kırbağ ve Tuğçe Özgül yargılandıkları Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 8 Şubat tarihinde ilk duruşmaya çıkarıldılar. Tamamen uydurma "delillerle", demokratik hak alma eylemlerini gerekçe gösterip tutuklama furyası geliştiren kolluk kuvvetlerinin hazırladığı fezlekelerin aynısı savcılık tarafından kabul edilerek mahkeme heyetince onaylandı. Dersim'de 1 Mayıs, 18 Mayıs, 8 Mart vb.. eylemlerin yasa dışı gösterilmeye çalışıldığı mahkemede, Evrim Konak için "örgüt yöneticiliği" diğer dört DHF'li için ise "örgüt üyeliği" gerekçesiyle ağır hapis cezaları isteniyor. Malatya Adliyesi'nde görülen ilk duruşmaya tutuklu DHF'lilerin yanı sıra DHF üyeleri, avukatlar ve aileler katıldı. Önceden hazırlanan oyunun sahneye konmasıyla sözde "adil yargılamanın" yapıldığı ilk duruşma sonrası, DHF üyelerinin tutukluluk hallerinin devamına karar veren mahkeme, ikinci duruşmayı 21 Mart 2012 tarihine erteledi.

Halkın Günlüğü 10-20 ŞUBAT 2012

Devletin gülen Van’a bağlı Çaldıran İlçesi’nde yanlışlıkla bir polisin kapısını çalan Ensar Aladağ polis tarafından linç edildi

Halkın devlet ve devlet kurumlarıyla olan ilişkisi yıllarca çeşitli sanat dallarına, sözlü anlatılara, fıkra ve hikayelere konu olmuştur. Osmanlı’dan TC’ye uzanan süreçte devlet ve kurumları hep kutsal bir güç olarak tarif edilmiş ve halkında bu gerçekliğe uygun olarak davranmasının gerekliliği sağlanmaya çalışılmıştır. Burjuva-feodal sistemin aile, okul, polis, ordu, hapishaneler, mahkemeler, medya…vs kurumlarla halkın üzerinde yarattığı korku imparatorluğuna sıkça tanık olmuşuzdur. Sıradan bir devlet memurunun bile kendisini tanrılaştırdığı bir coğrafyada hakimlerin, savcıların, asker ve polislerin nasıl bir terör estirdiği de rahatlıkla anlaşılacak bir durumdur. Gerici devlet mekanizmasından aldığı güçle halka karşı her türlü hareketi yapabileceğinin farkında olan bu kesimler, on yıllarca yapılan katliam, baskı ve işkencelerden feyiz almaktadırlar. Çok uzağa gitmeye gerek yok; çocukların kameralar önünde kollarını kıran, kafasını dipçikle ezen, üzerine panzer süren, halka küfür, hakaret, her türlü şiddeti uygulayan, kendisini adeta dokunulmaz kılarak, Hrant Dink katliamı gibi açıktan faili olduğu katliam-

Dev-Yol ana davası zaman aşımından düştü

lardan sonra dahi terfi alan, ödüllendirilen bir zihniyetin kendisini halkın üzerinde, halka her türlü zorbalığı yapacak hak ve kudrette hissetmesi ve buna göre davranması da gayet doğaldır.

Yanlış zil yaşamına mal oluyor

Devletin bekçiliğini yapan asker-polis ikilisiyle karşılaşmanız için bir eyleme, etkinliğe katılmanız şart değil, yanlış zamanda yanlış yerde olmanız da türlü zorbalıklara maruz kalmanıza yeterli sebeptir.

Van-Çaldıran'da Casper bilgisayar bayiliği yapan esnaf Ensar Aladağ, 1 Şubat tarihinde bir müşterisinin internet bağlantısındaki sorunu gidermek için Yıldırım Apartmanı'na gitti. Ensar Aladağ müşterisinin kapısı yerine yanlışlıkla ismi öğrenilemeyen bir polisin kapısını çaldı. Bu sırada dışarı çıkan polis, Ensar Aladağ'la tartışmaya başladı. Durumu polise anlatıp özür dilemesine

Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde, 574 sanığın yargılandığı Dev-Yol ana davası 18 Ekim 1982'de başlatıldı. Ana davada birleştirilen dosyalarla birlikte yargılananların sayısı 723’e çıktı. Sıkıyönetim Mahkemesi, 17 Temmuz 1989'da 7

kişi hakkında idam, 39 kişi hakkında ömür boyu, 346 kişi hakkında 2 ila 20 yıl arasında ağır hapis cezaları verdi. Kararın bozulması ve sıkıyönetim mahkemelerinin kaldırılmasının ardından Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam

Devletin ‘Akyürek’ Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in katledilişinin beşinci yılında katillerini bir bir beraat ettirerek adeta işin devlet organizasyonu olduğunu belgeleyen egemenler, şaşırt(ma)maya devam ediyor Hrant Dink cinayeti davasını, beşinci yılında, toplumun gözü önünde ayan beyan deşifre olmuş sanıkları aklın sınırlarını aşarak tekleştiren, bu anlamda cinayete ‘münferit’ süsü veren devlet, cinayetin doğrudan devlet bağlantısı olan Ramazan Akyürek'e terfi verdi.

Baş sanık davayı ‘teftiş’ edecek! Hemen Dink’in karar duruşmasının ardından verilen bu terfiyle yürüttüğü Emniyet Genel Müdürlüğü Strateji Daire Başkanlığı görevinden alınan Akyürek, Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı’na terfi ettirildi. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in gerçekleştirdiği bu atamayla emniyet merkez teşkilatında genel müdür yardımcısına denk bir makam sahibi olan Akyürek, artık bizzat parçası olduğu Hrant Dink cinayetini kendisi ‘teftiş’ edecek. Yeni görevinde emniyet genel müdür yardımcılığına denk bir statü edinen Akyürek, polislerle ilgili tüm idari ve disiplin soruşturmalarının da başkanı durumuna getirildi.


4-5_Layout 2 2/10/12 10:56 AM Page 2

10-20 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

yüzü!

05

UFUK ÇİZGİSİ ESAD’IN KANLI DİKTASININ KATLİAMLARINI LANETLE!

H

alk kitlelerini acımasızca kıyımdan geçiren faşist Esad sultası kana doymuyor. Her gün onlarca göstericiyi katleden Esat güçleri, gün geçtikçe katliamlarını büyüterek iyice pervasızlaşıyor. Faşist iktidarının nüfuzu ve gerici çıkarları uğruna katliamlar yapmaktan sakınmayan Esad, sorumluluğunu taşıdığı son büyük katliamda 300’e yakın göstericinin katledilmesi ve bin kadar göstericinin de yaralanmasına imza attı. Bu barbar katliamı sınıf kini ve öfkemizle lanetlerken; Suriye halklarının, emperyalist dünya gericiliği ve yerli gericiliğe karşı sınıf perspektifiyle örgütlenerek Halk Savaşı’nı yükseltmekten başka bir alternatife sahip olmadığının altını çizmek isteriz! Suriye proletaryası ve halklarının başta emperyalist gericilik olmak üzere, faşist Esat diktatörlüğü ve bilumum gericiliği defederek kaderini eline alıp kurtuluşunu sağlaması ancak sınıf iktidarını hedefleyen devrimci savaşım vermekle mümkün olacaktır.

rağmen polis, Ensar Aladağ'ın üzerine yürüdü. Görgü tanıklarına göre, o esnada polis silahının dipçiğiyle Ensar Aladağ'ın kafasına vurdu. Dengesini kaybedip yere yığılan Ensar Aladağ'a tekme ve tokatla saldıran polisi, binada oturan Fettah Yıldırım adındaki vatandaş yatıştırmaya çalıştı. Olaydan hemen son-

eden ikinci yargılamada, idam cezası istemiyle yargılanan 22 sanıktan 2'sine idam cezası verilirken 20 kişi hakkında da müebbet hapis cezası verildi. Yargıtay 11. Ceza Dairesi, 28 Mayıs 2004'te müebbet hapis cezasına çarp-

ra beyin travması şüphesiyle Van'a sevk edilen Ensar Aladağ, halen hayati tehlikeyi atlatamadı. Aladağ’a saldıran polis olay yerine gelen diğer polislerce götürüldü. Ensar Aladağ’a saldıran polis hakkında herhangi bir inceleme-soruşturma yapılıp yapılmadığı da bilinmiyor

tırılan 20 sanık hakkında verilen kararı, idam cezası üzerine kurulduğu gerekçesiyle bozdu. Bozma gerekçesi olarak kararın kaldırılan idam cezası yerine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası üzerine kurulması gerektiği belirtildi.

ine terfi kıyağı Tam devletlik işler… Emniyet içindeki Fethullahçı yapılanmanın önde gelen isimlerinden olarak tanınan Ramazan Akyürek, Hrant Dink İstanbul’da öldürüldüğünde, İstihbarat Dairesi Başkanı’ydı. Şeceresine bir bakmak gerekirse; Trabzon Emniyet Müdürüyken McDonald’s bombalandı. KTÜ Öğretim Üyesi Doç. Hicabi Cındık öldürüldü. Prof. Dr. Sadettin Güner ve üç yaşındaki oğlu çapraz ateşle öldürüldü. TAYAD üyelerine yönelik defalarca linç girişimleri gerçekleşti. Kürt işçilerin gittiği kahvehanelere molotoflu saldırılar gerçekleşti. Santa Maria Kilisesi’nin rahibi Santoro öldürüldü. Dink cinayetinin azmettiricisi olarak yargılanan ve McDonald’s bombalaması eyleminin faillerin-

den Erhan Tuncel, altında Akyürek’in imzasının bulunduğu bir belgeyle polis muhbirliğine alındı. Dink’in vurulacağı, cinayet öncesinde tam 17 defa ihbar edilmişti. Akyürek bir süre “dokunulmaz” konumunu sürdürdü. Ankara’ya gönderilen birçok delil, şüpheli biçimde kaybedildi. Hukukçulardan yargılanmasına yönelik defalarca istem ve talep oluşmasına rağmen, hiçbir soruşturmaya tabi tutulmadı. Statüko’nun bizzat kendisi olarak ilan edilen Ramazan Akyürek, eşittir devlet. Devletin aklı ile kollarını ve kanatlarını gerdiği ‘Akyürek’, bu ülke halklarının kardeş yüreğinde ayan beyan karadır. Karanlıkları yuvalandıkları hücrelerden bir bir söküp atması, yine kardeş halkların ortak kavgalarına sımsıkı kenetlenmesiyle olacaktır.

≫ bakış can

Eli dünya halklarının kanından çıkmayan emperyalist dünya haydutluğunun baş aktörü olan ABD emperyalizmi başta olmak üzere, emperyalist dünya sisteminin diğer başat güçleri, faşist Esad iktidarının gerçekleştirdiği katliamların koşullayıcı mimarı olarak Suriye’de yaşanan katliamların gerçek sorumlusu durumundadırlar. Bundandır ki, Suriye halkları emperyalist güçlerden bağımsız olarak demokrasi ve özgürlük mücadelesine yönelmek, bu mücadelede kendi öz gücüne dayanmak zorundadır. Suriye halkları emperyalist güçlerden herhangi birini tercih etmek zorunda değildir ve hiçbir emperyalist güçten medet ummamalıdır. Çünkü emperyalizm demek, sömürü ve talandan öteye, kan, acı ve gözyaşı demektir. Suriye’de halk kitlelerine yönelik gerçekleştirilen faşist katliam şahsında, katliamların arkasındaki illet olan emperyalist gericilikyle onun uzantısı iktidarların tüm katliamlarını lanetliyor, Suriye proletaryası ve halk kitleleri başta olmak üzere, tüm dünya halklarını emperyalist dünya gericiliğine karşı sınıf savaşımlarını yükseltme zorunluluğuna dikkat çekiyoruz. Esad’ın vahşi katliamlar gerçekleştirmesine zemin hazırlayarak Suriye’yi kan gölüne çeviren öz-gerçek, Esat diktatörlüğünün emperyalist işbirlikçi faşist sınıf karakteri olduğu kadar, ‘’Büyük Ortadoğu Projesi’’ kapsamında bölgenin dizaynı eylemiyle vuku bulan emperyalist dalaş ve stratejilerle örülü olan emperyalist arka plandır; emperyalizmin ta kendisidir! Orta Doğu merkezli geniş bölgenin ABD emperyalizmi tarafından stratejik projelerle düzenlenmesi süreci emperyalist güçler arası dalaşı keskinleştirirken; bu emperyalist dizayn ve dalaş süreci, bölge halkları için kan ve göz yaşı getiren büyük dramatik serüvenden ibarettir. Afganistan ve Irak’ta bu dizaynın kanlı yüzü eklenen kanlarla temizlenip sili-

nemezken, Suriye’de her gün oluk oluk kan akıtılmaktadır. Gerek dünya ve bölgenin, gerekse de Suriye’nin günü ve geleceği emperyalist haydutlar tarafından böyle belirlenip biçimlendirilmektedir. Suriye’de emperyalist güçlerin gerici çıkar dalaşı keskinleşerek sürerken, halk kitleleri gerici-faşist rejim tarafından barbar katliamlardan geçirilmektedir. Faşist Esad iktidarı acımasızca halk kitlelerini kurşuna dizip hunharca katliamlar gerçekleştirmektedir. Suriye kan gölüne dönüştürülmüştür. Esad’ın faşist diktası ABD ve AB emperyalistleriyle İsrail, ‘’TC’’ devletleri gibi işbirlikçilerin emperyalist çıkar merkezli gerici baskılarına maruz kalırken, öte taraftan Rusya-Çin gibi emperyalistlerden destek bulmaktadır. Emperyalist bloklar arasındaki dalaş şimdilik Suriye somutunda cereyan ederek Suriye’nin kana boğulmasına yol açmaktadır. Karşıt emperyalist blokların hegomonik emellerle Suriye üzerinde sürdürdüğü kapışma Suriye halklarının kıyımdan geçirilmesinin esas nedenidir. BM güvenlik konseyinde Rusya ve Çin’in veto tavrı almaları açıktan bu emperyalist dalaşı resmetmektedir. ABD emperyalizminin dizayn operasyonları çatışmaları kışkırtan ve katliamlara yol açan bir temelken, Rusya ve Çin emperyalizminin ABD oyunları ve hesaplarına karşı Esad iktidarını desteklemesi ise Esad’ın daha pervasız katliamlar gerçekleştirmesinde cesaretlendirmektedir. Halk kitlelerinin demokrasi ve özgürlükler talebiyle, baskıcı faşist diktatörlüğe karşı haklı öfke ve tepki gösterme eğilimini hariç tutarak, diğer çatışma ve katliamlar boyutunun emperyalist planlarla alakalı olup bunların dalaşının ürünü olduğunu söylemeli-söyleyebiliriz. Bütün bu emperyalist gerçekliğe tavır alarak Esad’ın faşist katliamlarıyla birlikte teşhir etmek gerekliyken, ‘’TC’’ devleti Erdoğan-AKP iktidarının ABD’nin maşası olarak Suriye’ye müdahalesinin veya Esad’ın katliamlarına karşı baskı uygulamaya çalışarak halkçı-demokrat kesilmesinin bir sahtekarlık ve uşaklık ruhu olduğunu deşifre etmek de şarttır. Faşist AKP-Erdoğan iktidarının estirdiği faşist terörü ve Suriye’deki katliamlardan geri kalmayan 34 köylünün barbarca katledilmesini görmeyerek ahkam kesmesi büyük bir iki yüzlülük ve elbette sınıf karakterinin tam resmidir. Emperyalist haydutlar ve onların korsanları, halkların çıkarını temsil edemeyeceği gibi, Suriye halklarının dostu olamaz, onların çıkarlarını temsil edemezler. Dolayısıyla, Suriye’de gerçekleşen katliamları lanetleyerek, bu katliamların gerçek sorumlularını ve tüm sorumlularını teşhir etmek devrimci görevdir. Katliamların sorumlularının katliamlardan nemalanmalarına ve halkları aldatarak peşlerine takmalarına ve en önemlisi de halkları birbirine kırdırmasına izin vermemek için devrimci sınıf cephesinden daha güçlü sesle katliamların lanetlenip her türden sorumlularına tavır almak tayin edici görevdir.


6-7_Layout 2 2/10/12 11:00 AM Page 1

06

güncel haber

Halkın Günlüğü 10-20 ŞUBAT 2012

Devletin Kürt ulusu üzerindeki tasfiye saldırıları her geçen gün farklı boyutlar alarak sürdürülürken, başta Roboski Katliamı olmak üzere, saldırılara karşı HDK’da çeşitli illerde eylemler gerçekleştirdi

Katliamın sorumlusu devlettir U

ludereliler, Türk savaş uçaklarının bombardımanı sonucu 34 kişinin hayatını kaybettiği Uludere katliamını anlattı. Barış Meclisi’nin düzenlediği “Uludere’yi konuşuyoruz” başlıklı panele konuşmacı olarak katılan Uludereli Garibe Ürek, Ferhat Encü ve Hikmet Ayma, operasyonda kimyasal silah kullanıldığını söyledi. Katliamın bir kaza olduğuna inanmadıklarını belirten tanıklar, “Operasyon bir kazaysa, neden yaralıları kurtarmak için helikopter gönderilmediğini” sordu. Türk medyasının katliam sürecindeki sessizliğinin de eleştirildiği panelde tanıklardan Ferhat Encü, “Çoğu televizyon kanalını listemizden sildik” dedi Uludere’de 28 Aralık 2011 gecesi Ortasu Köyü yakınlarında F-16’lar tarafından vurularak öldürülen 34 kişinin yakınları olayla ilgili araştırma yapmak üzere bölgeye giden TBMM İnsan Hakları Komisyonu heyetine 8 maddeden oluşan 3

sayfalık bir dilekçe verdiler. Dilekçede: “Olayın olduğu gece Türkiye’ye girişi olan yolların tamamının kapatılması ve olay anında aydınlatma mermilerinin atılması bir ilktir. Sınır ticaretinde Irak tarafında kullandığımız tek güzergâh ve geçiş yolu bulunmaktadır. Ancak tam sıfır noktasında Türkiye tarafından açılan 4 yol bulunmaktadır. Bu yolların tamamı geçiş için kullanılan yollardır. Ancak olay gecesi bu yolların tamamı askerler tarafından kapatılmış, çocuklarımızın Türkiye tarafına geçişlerine müsaade edilmemiştir. 34 kişinin ölümüne sebebiyet veren bu korkunç olayın failleri tespit edilip cezalandırılıncaya kadar devletten hiçbir tazminat talebinde bulunmayacağımızı, yapılmış ve yapılacak maddi manevi tazminat tekliflerini reddedeceğimizi bilmenizi isteriz. İçimiz kan ağlarken, çocuklarımızın kan bedeli olan paraya dokunmayacağımızın bilinmesi gerekir.” şeklinde açıklama yaptılar.

AKP hükümeti Roboski Katliamı’nın Devletin Kürt ulusu üzerindeki baskı ve katliamları İstanbul, Adana ve Eskişenirde protesto edildi Halkların Demokratik Kongresi (HDK) "Sen de bir ses çıkar" kampanyası çerçevesinde İzmir, İstanbul, Adana ve Eskişehir’de eylemler gerçekleştirerek katliamların sorumlusunun devlet ve AKP olduğu vurgulandı.

Halkların Demokratik Kongresi İstanbul 2. Bölge tarafından 4 Şubat günü Taksim

Tramvay Durağı'nda bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Devletin AKP öncülüğünde Kürt ulusuna karşı topyekün bir savaş yürüttüğüne vurgu yapılan açıklamada, bu savaşın vardığı son noktanın Roboski Katliamı olduğu ve bu katliamın sorumlusunun AKP hükümeti ve TC devleti olduğu belirtildi. “KCK operasyonları” adı altında gözaltı ve tutuklamaların devam ettirildiğine de dikkat çekildi. AçıklamadaHDK delegesi ve ESP Genel Başkan Yardımcısı Hülya Gerçek'in tutuklanmasınada protesto edildi. "Eğer bu topraklara demokrasi gelecekse

ve bunun için bir bedel ödemek gerekiyorsa biz Halkların Demokratik Kongresi olarak bu bedeli sonuna kadar ödemeye hazırız" denilen açıklamada Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü de bir konuşma yaparak, Roboski Katliamı’nın aydınlatılması ve hesabının verilmesi gerektiğini, aksi takdirde biriken tepkilerin AKP'nin sonu olacağını ifade etti. Kürkçü, konuşmasının devamında AKP'nin, siyasal islamın değerleriyle sermayenin hakimiyetini birleştirme çabasında olduğunu ve buna karşı mücadele etmeye devam edeceklerini ifade etti ve "tutsaklarımızı, özgürlüğümüzü, kentlerimizi, haklarımızı alacağız


6-7_Layout 2 2/10/12 11:00 AM Page 2

güncel

10-20 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

07

Bir kınamada uluslararası af örgütünden Uluslararası Af Örgütü Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e Roboski katliamına ilişkin mektup yolladı. Mektupta, Roboski katliamı ile ilgili başlatılan soruşturma konusunda derin endişeler taşındığı belirtilerek, Roboski katliamı için bağımsız, tarafsız ve derinlemesine bir soruşturma yürütülmesi istendi. TC’nin katliamda sorumlu olanları yargıya teslim etme yükümlülüğüne dikkat çekerek, “Uluslararası Af Örgütü saldırıda ölenlerin aileleri için maddi tazminat sağlanmasını olumlu karşılamakla birlikte, örgüt, soruşturulma yapılacağının açıklanmasından bu yana gerçekleşen gelişmelerden endişe duyulduğu” ifadelerine yer verildi. “Soruşturmanın gerçekleşeceği haberinin ardından, bu soruşturmanın derinlemesine, tarafsız bombalamanın nasıl gerçekleştiği ve sorumlularını belirleyecek şekilde yürütüleceği konusundaki şüpheleri de beraberinde getirmişti” ifadesi kullanıldı. Mektupta, olayın meydana geldiği yerde sivil toplum temsilcilerinden oluşan heyetin inceleme yapmak istediği ama“güvenlik” gerekçesi ile izin verilmediği belirtilerek, Uluslararası Af Örgütü yetkili makamlardan, sivil toplum temsilcilerinin girişinin neden engellendiği konusunda da bir açıklama yapmasını istedi. Savcıların yürüttüğü soruşturmada bombalamaya dair koşulların tam olarak açıklanmayacağı endişesini de söz konusu. Olayın üzerinden bir ay geçmesine rağmen tanıkların ifadelerini almadığı iddia edildi. Savcılar tanıkların ifadelerinin derinlemesine soruşturulmasını ve eğer askerin ihmali ya da kasten sivilleri hedef alması gibi bir şey söz konusu ise, askeri personelin adalete teslim edilmesini güvence altına almalı” denildi. Bakan Ergin’e gönderilen mektuba ilişkin Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi’nden yapılan açıklamada “Basında çıkan haberlere göre savcılar ‘bölgede toplanan yerel halkın öfkesi ve bölgede terörist eylem riski’ yüzünden olay yerinde bir soruşturma gerçekleştirmediğini ve böyle bir gerekçelendirme akıllara, 2009′da evinin yakınlarında hayvanlarını otlatırken havan topu ile devletin kolluk güçleri tarafından öldürülen Ceylan Önkol’un ölümünün ardından iki yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen hala sonuçlandırılamamasına dikkati çeken Uluslararası Af Örgütü bombalamanın yaşandığı bölgeden askeri birlikler tarafından sağlanacak delillerinde güvenirliliği konusunda endişelerini dile getirdi. Uluslararası Af Örgütü, soruşturmayı hem kamu soruşturmasına hem de mağdurların ailelerini temsil eden avukatlara kapatan “gizlilik kararı”nın neden alındığına dair yetkililerden bir açıklama talep ediyor.

n üstünü örtmeye çalışıyor ve yeni bir demokratik toplumu hep birlikte kuracağız" dedi.

Katliamların hesabının sorulacağı ve konunun takipçisi olunacağının belirtildiği açıklamada

Sebahat Tuncel de AKP’nin saldırılarına değinerek “Senin faşizmini, senin zulmünü tanımıyoruz” demek için bir araya geldiklerini, “Sokaklar bizimdir ve sokaklar kiminse iktidar onundur” dedi.

İzmir’de de Kemeraltı girişinde bir araya gelen HDK bileşenleri, yaptıkları açıklamada Uludere

“HDK olarak hesap soruluncaya kadar konunun takipçisiyiz. Adaletten yana olan herkesi bizimle birlikte mücadeleye çağırıyoruz” denildi. “Yaşasın halkların kardeşliği!”, “Biji bratiya gelan!”, “Kahrolsun MİT, CİA, kontrgerilla!”, “Gün gelecek devran dönecek katiller halka hesap verecek!” sloganlarının atıldığı eylem basın açıklamasının ardından sona erdi.

katliamının hemen ardından, Amed İçkale'de 24 insana ait kemiklerin bulunduğunu hatırlatılarak, burjuva-feodal sistemin gerçek yüzünün bir kez daha göründüğü ifade edildi.

Adana ve Eskişehir’de de çeşitli eylemler organize eden HDK bileşenleri devletin tüm saldırılarına rağmen mücadeleden geri adım atmayacaklarını ifade etti.

‘Katliamların takipçisi olacağız’

Gerilladan eylem HPG gerillaları tarafından Hakkari-Çukurca’ya yapılan baskında ilk bilgilere göre çok sayıda askerin öldüğü öğrenilirken, Türk devletinin kayıplarını gizlediği gözlemlendi HPG gerillaları tarafından 9 Şubat sabahı Hakkari’nin Çukurca İlçesi’nde bulunan on ayrı hedefe düzenlediği baskınlarda çok sayıda asker ölürken, dört gerillada yaşanan çatışmalarda şehit düştü. HPG Basın-İrtibat Merkezi (HPG-BİM) gerilla güçleri tarafından yapılan açıklamada, ilçe Jandarma, Emniyet Müdürlüğü, Emniyet Lojmanları ile birçok askeri tepeye düzenlenen baskında çok sayıda askerin öldüğü belirtildi. Baskın ardından başlayan çatışmaların ise uzun süre devam ettiği bildirildi. HPG BİM yaptığı açıklamada şunlar belirtildi: “9 Şubat sabaha doğru saat iki sıralarında Colemerg’in Çele ilçesinde işgalci TC ordusuna ait çok sayıdaki askeri hedefe yönelik gerillalarımız tarafından eş zamanlı bir eylem gerçekleştirilmiştir. Yaşanan çatışmalarda düşmanın çok sayıda askeri öldürülmüş, bir kısım askeri mühimmata el konulmuştur. Eylemde ayrıca çok sayıda silah ve cephane de gerillalarımız tarafından imha edilmiştir. Bu eylemde 4 gerillamızda şehit düşmüştür. Eylem ve sonuçları hakkındaki bilgiler en kısa zamanda kamuoyuyla paylaşılacaktır. Bu eylemde 4 gerillamız da şehit düşmüştür.” Yaşanan çatışma sonrası kayıplarını gizleyen Türk devleti ise bildik yöntemlere başvurarak manipülasyon yaratmaya çalışıyor. Yerel kaynaklardan alınan bilgilere göre çatışmanın ardından telefon hatları kesildi, askerler rastgele evleri taradı, obüs atışlarında bulundu. İsabet alan çok sayıda ev var. Çatışma bölgesinde yaşayan halk çok sayıda askerin öldüğünü söylüyor.

Bingöl’de infaz iddiası Hakkari-Çukurca’da HPG tarafından yapılan baskınların ardından Türk devleti, Bingöl Ilıcalar Beldesi kırsalında çıkan çatışmada, 9 gerillayı infaz etti. Çatışmaya ilişkin yerel kaynakların verdiği bilgiler ile Bingöl Valiliği’nin yaptığı açıklama birbirinden tamamen farklı. Bingöl Ilıcalar Beldesi, Kös ve Karev bölgeleri arasında 8 Şubat gecesi hava destekli operasyon düzenlendi. Yüzlerce asker ve özel harekat timi tarafından bir gerilla grubunun etrafının sarılması ardından çatışma çıktığı belirtilirken, çatışmada 9 gerillanın yaşamını yitirdiği, 2'sinin yaralandığı ve 1'inin de sağ olarak yakalandığı iddia edildi. Çatışma sırasında yaralanan bazı gerillaların ele geçmemek için kendini imha ettiği öne sürülürken, yaşamını yitirdiği belirtilen gerillalardan birinin Karlıova İlçesi'ne bağlı Kıraçtepe (Çewlık) Köy nüfusuna kayıtlı Mehmet Aksoy (Pilıng) olduğu, ismi öğrenilemeyen birinin de Karlıova'ya bağlı Hasanova Köyü Xışxışok Mezrası nüfusuna kayıtlı olduğu iddia edildi. Yaralanan 2 HPG'linin, Bingöl Devlet Hastanesi'ne getirildiği belirtildi. Yaşamını yitirdiği iddia edilen HPG'li Mehmet Aksoy'un ailesinin cenaze için Bingöl Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurmak için köyden Bingöl merkeze hareket ettiği öğrenildi. Bingöl Valiliği ise yaptığı açıklamada 8 Şubat Çarşamba günü saat 04.00 sıralarında, merkeze bağlı Ilıca Beldesi’nde bir eve operasyon düzenlendiğini, 9 kişinin yaşamını yitirdiği ve 3’ünün ise yaralandığını öne sürmüştü. Valilik açıklamasında herhangi bir çatışmadan söz edilmezken, olayın nasıl yaşandığına dair de detaylar yer almamıştı. Valinin bu açıklaması önceki birçok baskında olduğu gibi hayatını kaybedenlerin infaz edildiği şüphesine yol açmıştı. Gazetemiz baskıya girdiği esnada bölgede çatışmalar devam ederken HPG ise çatışmaya ilişkin henüz bir açıklamada bulunmadı.


8-9_Layout 2 2/10/12 11:02 AM Page 1

08 emek haber

Halkın Günlüğü 10-20 ŞUBAT 2012

Yeni yasa tasarısı kabül edilirse T AKP tarafından hazırlanarak Meclise sunulan Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı bu haliyle Meclis'ten geçerse, kayıtlı işçilerin yüzde 46'sı için TİS hayal olacak

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü (DİSK-AR), Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Temmuz 2011 İstatistikleri ile Çalışma Bakanlığı İstatistikleri Temmuz 2009 verileri üzerinden "Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı"na ilişkin "Sendikalar ve Yetki Sorunu" raporu hazırladı.

Yetkili sendika kalmayacak

DİSK AR’nin SGK Temmuz 2011 İstatistikleri ile Çalışma Bakanlığı İstatistikleri Temmuz 2009 verileri üzerinden hazırladığı rapora göre, TBMM’ye gönderilen Toplu İş İlişkileri Yasa taslağında yer alan yüzde 3 barajıyla 5 milyon 70 işçi, yani tüm kayıtlı işçilerin yüzde 46’sı için Toplu İş Sözleşmesi (TİS) hayal haline gelirken, bu işçilerin bulunduğu 6 iş kolunda işçiler yetkili sendika bulamayacak. Rapora göre mevcutta yüzde 10 olan ve kamuoyuna yeni taslakta yüzde 3 olarak sunulan baraj istatistik oyunlarla yüzde 24’e yükselecek. Mevcutta yetkili sendikalar bile bu nedenle yetkisiz kalacak.

Rapora göre bunun iki nedeni olduğu belirtilirken, ilk neden olarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yerine aynı bakanlığa bağlı SGK istatistiklerinin esas alınmasından ötürü 2 katına çıkan işçi sayısı ile ikinci neden olarak ise sendika üye sayılarının sadece dörtte birinin geçerli sayılacak olması gösterildi.

TİS hayal olacak Sendikalaşma oranlarının barajlar ve yetki sorunları nedeniyle sürekli olarak azaldığı bir süreçte, mevcut yapıyı koruyan düzenlemeler üye sayılarında ciddi bir artış beklemenin mümkün olmadığının belirtildiği raporda, yasada tanınan 5 yılık süreç üye sayılarında çok ciddi bir

artış yaşanmazsa işçilerin üye olup, TİS yapabilecekleri sendika bulamayacakları iş kolları şunlar:

Ağaç ve kâğıt iş kolu: Sektörde 4'ü yetkili olan 6 sendika bulunuyor. Baraj 6 bin 447 kişi, ağaç sektöründe üye sayısı birbirine yakın iki sendikanın TİS'ten faydalanan toplam üyesi 6 bin 345. Yani en büyük sendikanın TİS kapsamında üye sayısı 3 bin civarında. Demek oluyor ki yüzde 3'lük, 6 bin 447 kişilik barajın yarısı kadar üye söz konusu. Ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar: 3'ü yetkili 5 sendikanın bulunduğu sektör, 3 milyon kayıtlı işçiyle en büyük iş kolu. Buna karşın toplam TİS kapsamındaki işçi sayısı 32 bin 849 kişi. Yani yüzde 3'lük ve

Taşeron sisteme karşı Maltepe Belediyesi'nde taşeron firmaya bağlı çalışan işçiler, insanca bir yaşam ve çalışma koşulları için başlattıkları direniş havanın soğuk olmasına rağmen belediye binası önünde devam ediyor

Maltepe Belediyesi taşeron işçileri, belediye önünde 28 gün boyunca sürdürdükleri direnişe, 17 Ocak'ta ara vermişti. İşçilerin kararı, Maltepe Belediye Başkanı Mustafa Zengin'in sözcüsü olan Yüksel Çiftçi'nin, "sorunların çözüleceği" açıklamasından sonra gelmişti. 20 Ocak'ta belediye yönetimi ile toplantı yapan işçiler, verilen sözlerin güvence altına alınması için protokol imzalanmasını ve sorunların çözümü için komisyonun oluşturulmasını talep etmişti. Belediye yönetimi ise talepleri kabul etmeyerek işten atılan 9 işçiden sadece 4 işçinin işe geri alacağını duyurması üzerine işçiler tekrardan direnişe başlamıştı. CHP'li Maltepe Belediyesi'nde çalışan taşeron işçiler, önce işten çıkarıldı ardından işe geri alındıkları söylendi; sonra işe alınmadı. Sonuç, Belediye binası önünde 28 gün sürdürdükleri direnişe ara veren taşeron işçiler tekrardan direnişe geçti. Tekrar direnişe geçen taşeron işlerin belediye önündeki direnişleri ikinci ayına yaklaştı. Kar ve soğuk havanın etkisine rağmen belediye önündeki direnişlerine devam eden taşeron işçiler, haklarını alana kadar mücadeleye devam edeceklerini ifade etti.

İşçiler içtimalara çekiliyor İşten atılan taşeron işçilerin yaşadığı sorunlurı gazetemize değerlendiren İlhan Yıldırım, Örgütlenme ve örgütlenme süreci sonrası yaşananları şu sözlerle ifade etti: “Bundan yaklaşık bir yıl önce Maltepe taşeron işçileri olarak “kahrolsun ücretli kö-

lelik düzeni” pankartıyla Taksim’de 1 Mayıs eylemine katıldık. Oranın dönüşünde arkadaşlarla yaşamış olduğumuz sorunları tartışmaya başladık ve tartıştıkça da aslında birçok sorunla karşı karşıya olduğumuzu gördük. Bu sorunlar neydi 12 Eylül faşizmini hatırlatan uygulamalarla işçiler içtimalara çekiliyor, tuvaletlere kilitleniyor, iş ekipmanları verilmiyor, işçileri aynı zamanda dışarıdaki özel işlerinde de kullanılıyordu. Belediye bürokratlarının ev taşıma, ev boyama, bahçelerini temizletme gibi işlerini işçilere yaptırdıklarını öğrendik. SSK ve maaş dışında hiçbir haklarının olmadı-

ğını öğrendik. Bu yaşanan haksızlıklara karşı örgütlenme sürecini başlattık. İlk yapılan toplantıda dokuz arkadaş temsilci olarak seçildi, Bu arkadaşlar belediyede çalışan işçilerdi.”

Sendika ağaları işçilere sırtını döndü Sendika ağalarının işçileri sattığını söyleyen Yıldırım, “Örgütlenme sürecinde yaptığımızı toplantılar sonrası bu süreci sendikayla taçlandıralım diyerek ve Genel-İş 2 Nolu Şube ile görüşmeye başladık. Üç yüz kadar arkadaşın evraklarını sendikaya

verdik. Ve Şube Başkanı Nevzat Karataş’ın belediye başkanıyla olan ikili ilişkilerinden kaynaklı bizim sendikal sürecimiz tıkandı. İkisinin de CHP’li olması ve çıkar ilişkilerinden kaynaklı işler tıkandı ve sendika işçilerin karşısında yer aldı. Direnişimiz savcılığa şikâyet edildi ve gözaltına alındık. Defalarca saldırıya uğradık. Zabıtaların saldırısına uğradık, eşyalarımız belediyelerin elemanları tarafından çalındı. Bunların hiçbirisi elbette bizi yıldıramadı. Hatta ne kadar haklı olduğumuzu mücadelemizin ne kadar meşru olduğunu ortaya koydu” diye ifade etti.


8-9_Layout 2 2/10/12 11:02 AM Page 2

emek 09

10-20 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

Toplu İş Sözleşmesi hayal olacak 90 bin kişilik barajın 3'te 1'i oranında toplam üyeye sahip. Sendikaların eşit dağıldığı varsayılırsa, sektördeki sendikalar 5 yılda üye sayısını 9 kat artırmak zorunda.

Taşımacılık: Demiryolu, deniz, hava, kara taşımacılığıyle ardiye ve antrepoculuk işkollarının birleşmesiyle oluşturulan sektörde, toplam kayıtlı işçi sayısı 773 bin. Yüzde 3 barajı, işkolu birleşmesiyle yüzde 10'un üzerinde etkiye sahip. Sektörde 6'sı yetkili olan 8 sendika bulunuyor. Bu sendikalar arasında en büyük olanının TİS kapsamındaki üye sayısının en fazla olduğu iş kolu demiryolları. Söz konusu sektördeki sendika 9 bin 935 üyesiyle 23 bin kişilik barajın yarısının bile altında TİS kapsamında üyeye sahip.

Konaklama ve eğlence yerleri: Sektörde 2'si yetkili 6 sendika bulunuyor. İş kolunda kayıtlı işçi sayısı 710 binken, TİS kapsamındaki sendika üye sayısı sadece 11 bin. yüzde 3 yetki barajı ise 21 bin düzeyinde.

Sağlık: Sağlık sektöründe 3 sendika bulunuyor. Bu sendikalardan biri yetkili. Ancak DİSK'e bağlı Dev Sağlık-İş Sendikası yetkili olmadığı halde sektörde en etkili güç ve 8 bin 426 kişilik üyesiyle yüzde 3 barajının sınırlarına gelmiş durumda. Yetkili olan sendikanın TİS kapsamında üye sayısı kılpayı barajın altında kalıyor. Sektörde kayıtlı 281 bin işçi var. Basın-yayın sektörü: Sektörde 83 bin 700 kayıtlı işçi bulunuyor. Buna karşın TİS kapsamındaki sendika üye sayısı Çalışma Ba-

direneceğiz

kanlığı'nın son verilerine göre bin 746. İşkolunda iki yetkili sendika var. Her iki sendikada yüzde 3 barajının altında kalıyor.

DİSK-AR’ın hazırladığı raporun sonuç kısmında ise, TBMM’ye sunulan toplu iş ilişkileri yasa taslağının, yüzde 3’lük iş kolu barajı ve grev yasaklarıyla "Cumhuriyet tarihindeki işçilerin temel haklarına yönelik en ciddi saldırı" olduğu belirtildi. Raporda şunlar kaydedildi: "Sendikal özgürlüklerin genişletilmesi adına çıkartıldığı iddia edilen yasa, mevcut yüzde 10’luk barajı, yüzde 3’e indirdiğini iddia etse de istatistiksel oyunlarla 2 katından fazlasına çıkartmaktadır. Grev yasaklarının alanı ge-

nişletilmektedir. Devletin çalışma hayatına müdahalesi barajlar ve yetki prosedürleriyle iş kollarının tespitinde devlet kurumlarının inisiyatifi devam ettirilmektedir. İşçi sayıları konusunda kurumlar arası tutarsızlık devam ederken, uluslararası sözleşmeler ayaklar altına alınarak devamında ısrar edilen barajlar keyfi olacaktır. Güvencesizlerin, taşeronların örgütlenmesi konusunda, kolaylaştırıcı ve koruyucu hiçbir önlem yoktur. Herkes için tanınması gereken sendikal haklar kayıtlı işçilerle sınırlandırılmıştır. İşyeri ve işletme barajları sürmektedir. Önceki taslakta yer alan işyeri temsilcilerinin iş güvencesinin korunmasına yönelik hüküm taslaktan çıkarılmıştır."

AKP verdiği sözleri

yine tutmadı AKP’nin Meclis gündemine getirdiği 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu'ndaki değişiklik, ülke genelinde sokağa çıkan KESK üyeleri tarafından protesto edildi Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu (KESK), 2 Şubat günü başta İstanbul, Amed, Eskişehir, Gaziantep, Kırıkkale, Kırşehir, Malatya, Manisa, Van, Adana, İzmir gibi şehirlerde sokağa çıkarak 4688 sayılı yasa tasarısının kamu emekçilerinin grev ve toplu sözleşme hakkını ve sendikal hakları tırpanlayan içeriğine itiraz ederek, yasanın “kamu emekçilerini kapı kulu olarak gören bir zihniyetin ürünü” olarak değerlendirdi. Ülke genelinde alanlara çıkan KESK üyeleri, Meclis’te görüşülecek olan 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu'nda değişiklik öngören yasa tasarısını “Hak verilmez alınır zafer sokakta kazanılır”, “Söz yetki karar çalışanlara”, “İşte sendika işte KESK” sloganlarını atarak protesto etti.

KESK: TBMM’ye yürüdü

Taşeronlaştırmaya karşı direneceğiz 11 Şubat Cumartesi günü saat 11.00’de Maltepe Belediyesi’nin önünden Ankara CHP Genel Merkezi’ne, taşeronlaşmaya, sendikasızlaştırmaya ve güvencesiz çalışmaya karşı bir yürüyüş gerçekleştirerek direnişimizi büyüteceğiz diyen Yıldırım, “Taşeronluk demek güvencesiz çalışma demek, kölece, düşük ücretle, sendikasız çalışma demektir. Bizim mücadelemiz ve direni-

şimiz taşeron çalışmaya, sendikasız çalışmaya kölece çalışmaya karşı bir direniştir. Biz kazanana kadar mücadelemiz ve direnişimiz devam edecektir. Bizler sizin aracılığınızla buradan Billur tuz işçileri başta olmak üzere, deri işçilerine, liman işçilerine, direnişte olan tüm işçilere mücadelelerimizi birleştirme, birlikte mücadele etme çağrısı yapmak istiyoruz” dedi.

Ankara SGK binası önünde toplanan KESK üyeleri TBMM Dikmen Kapısı’na yürüdü. TBMM önünde toplanan KESK üyeleri adına basın açıklamasını okuyan KESK Genel Sekreteri İsmail Hakkı Tombul,12 Eylül’ü yargılayacağını söyleyen hükümetin, 12 Eylül anayasasının emek düşmanı temel karakteriyle hiçbir sorunu olmadığını vurguladı. 2 milyon kamu emekçisinin 4688 sayılı kanunla aldatıldığını kaydeden Tombul, “Bu tasarı geçtiği takdirde biz Türkiye genelinde daha çok kitlesel eylemler yapacağız” diye konuştu. Kitle adına konuşan Tombul açıklamasına şu sözlerle devam etti: “12 Eylül rejimiyle “hesaplaşma” adı altında, askeri darbenin generallerinin yargı önüne çıkarılmaya hazırlanıldığı bir dönemden geçiyoruz.

Ancak böyle bir dönemde kamu emekçilerinin, işçilerin çalışma hayatına ilişkin yapılmak istenen düzenlemeler AKP iktidarının 12 Eylül zihniyetinin emek düşmanı temel karakteriyle herhangi bir sorunu olmadığını, aksine bu konuda darbe dönemi yönetimlerini bile gölgede bırakmaya hevesli olduğunu göstermektedir. Kayıt dışı, taşeron, esnek ve güvencesiz çalıştırma biçimlerini yaygınlaştırarak emek sömürüsünü her geçen gün daha da artıran AKP iktidarı, hazırladığı yasa tasarılarıyla; bir taraftan örgütlenmenin önündeki engelleri korurken diğer taraftan var olan örgütlenmeleri, sendikaları işlevsiz hale getirmek istemektedir. 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasasında değişiklik yapılmasına ilişkin tasarının yanı sıra 2821 ve 2822 sayılı yasaların birleştirilmesiyle oluşturulan Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı da emekçilerin sendikalarına yapılan saldırıların bir parçasıdır. Anayasada kamu emekçilerine sözde toplu sözleşme hakkı tanıyan 12 Eylül referandumunun üzerinden 16 ay, Üçlü Danışma Kurulu toplantılarının üzerinden 6 ay, Yasa Taslağının Bakanlar Kurulu’na gönderilmesinin üzerinden tam 100 gün geçti. Üzülerek ifade ediyoruz ki bunca zamandır sendikal hak ve özgürlükleri genişleten bir yasa bekleyen 2 milyon kamu emekçisi bir kez daha aldatılmıştır. 23 OCAK 2012 Tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından onaylanarak TBMM Başkanlığına gönderilen 4688 Sayılı yasa tasarısı bu aldatmanın açık belgesidir. Bu yasa tasarısı, Üçlü Danışma Kurullarında konfederasyonların görüşlerinin taslağa yansıyacağına, kamu emekçilerinin toplu sözleşme hakkı yönünde düzenlemeler yapılacağına dair söz verenlerin sözlerinin arkasında yine durmadığını göstermektedir. Kısacası bugüne kadarki pratiğinde defalarca şahit olduğumuz gibi AKP iktidarı, kamu emekçilerinin toplusözleşme hakkı konusunda da takiyede sınır tanımadığını göstermiştir.”


10-11_Layout 2 2/10/12 12:40 PM Page 1

10 emek

Halkın Günlüğü 10-20 ŞUBAT 2012

OSTİM ve İvedik OSTİM ve İvedik’te 3 Şubat 2011’de yaşanan patlamanın birinci yıldönümü nedeniyle bir araya gelen işçilerin aileleri ve yakınları, yaşananları “sistemin örgütlü bir cinayeti” olarak değerlendirerek bir anma gerçekleştirdi OSTİM Organize Sanayi Bölgesi’nde ve İvedik’te yaşanan iki patlama sonucunda 20 kişi yaşamını yitirmiş onlarca kişi yaralanmıştı. Ankara OSTİM ve İvedik

Adana’da seyyar satıcılar, polis ve zabıta tarafından saldırıya uğradı. İşsizlikten kaynaklı işportacılık yaparak geçimini sağlayan onlarca kişi, Adana Büyükşehir Belediyesi tarafından işgal ettikleri yerlerden kaldırılarak, tezgahlarına el konuluyor. Geçtiğimiz günlerde belediyenin kararıyla “kaldırım işgali, görüntü kirliliği” gerekçe gösterilerek seyyar satıcılara zabıta ve polisin coplu, gazlı saldırısına uğradılar, tezgahlarına el konudu. Yapılan saldırıda seyyar satıcılar çeşitli yerlerinden yaralandı.

A

Seyyar satıcılar, tezgâhlarına sürekli el konulup, darp edilmelerinin sona ermesi ve kalıcı olarak yer tahsis edilmesi amacıyla çeşitli eylemliklerde bulunmaktalar. Geçtiğimiz ay tabutlu eylem yaparak yaşadıklarını protesto etmek isteyen işportacılar sıkıntılarının devam etmesi üzerine 6 Şubat tarihinde ise tekrar bir araya gelerek basın açıklaması ve büyükşehir belediye binası önüne yürüyüş düzenledi. Eylemde taleplerini belediye başkanına ifade etmek isteyen işportacılarla belediye başkanı görüşmedi. Bunun üzerine belediye binası önünde oturma eylemi gerçekleştirerek taleplerin yerine getirilinceye kadar eylemlere devam edeceklerini ifade ettiler. Yaşanan süreci değerlendirmek ve bundan sonrasını konuşmak amacıyla seyyar satıcı Kemal Varol’la yaptığımız röportajı paylaşıyoruz.

biliyor. Sen onun üzerine git, eğer bizim genç kızlarımız genç erkeklerimiz yarın uyuşturucu müptelası olacağına, burada tezgâhçı olsunlar daha iyi, seyyar satıcı olsun daha iyi. İnönü Caddesi’nde bir esnaf arkadaşım tezgâhını eline alarak yani ekmek teknesidir o yani, onu yaptırmak 50 lira para.50 lira bizim için çok büyük bir para. Arkadaş tezgâhını alıp kaçarken zabıtanın biri karşıdan gelirken diğeri de yanına gelerek arkadaşımıza vuruyor. Vurduğu anda tezgâhla birlikte arkadaşımız devriliyor. O tezgâh camdan yapılmıştı. Eğer arkadaşımızın bir yeri kesilseydi, ardından arkadaşımıza vurarak 5-6 zabıta sopalarla darp ediyorlar. Arkadaşımızı kovalarken o esnada bize de saldırıyorlar ve saldırıda benim elim 3 yerden kırıldı. Bir arkadaşımızın kafasına 9 yerinden dikiş atıldı, bir arkadaşımızın ayağı kırıldı, eğer bu demokrasi ise…

Biz işgalciyiz evet!

Burada yapılmak istenen Türk-Kürt kavgası çıkarmaktır. Bu ülkede Ermenisi Türkü Kürdü Lazı birlikte yaşamaktadır. Bir diğer durum ise, belediyede yapılan yolsuzlukları örtmek için fakir yoksul halka saldırmak lazım. Polis memurları esnaflar olarak bizler belediyenin önündeyken şöyle söyledik, çıkaralım kimliklerimizi belediye ekipleri de kimlikleri çıkartsın GBT’ lerimizi yaptıralım kim temiz. Çünkü suç örgütü kurmak belediyede, bizim kimliğimiz tertemiz, kimsenin namusuna dokunmadık kimsenin şerefi haysiyetiyle oynamadık ama o insanlar çok kişinin malına da dokunmuştur, çok kişinin ekmeğine de dokunmuşlardır, çok kişiye de haksız kazanç elde ettirmek amacıyla suç örgütü kurmuşlardır bu insanlar.

fSüreci bize en başından beri özetleyebilir

fPeki son süreçte yaşanan saldırılardan

misiniz? Bize siz caddeyi kapatıyorsunuz deniliyor. Biz işgalciyiz evet biz kaldırımı kapatıyoruz, biz kendi kendimiz de özeleştirimizi de vermişiz, kabul ediyoruz. Halkın geçiş yolunu kapatıyoruz doğrudur ama sen yer vermezsen bu insanların malını götürürseni bu hiçbir kanunda yoktur. Sen bu insanların malını bir ay vermeyeceksin, bir ay boyunca sen git diyor adam köpekmişiz gibi davranıyor sana. Git 30 gün sonra gel bu malı alacaksın. Peki, bu adam 30 gün boyunca ne yiyecek. Sen bu insanları erkekse hırsızlığa, kadınsa fuhuşa teşvik edersiniz bunun en basiti uyuşturucuya teşvik edersiniz. Çünkü Adana’nın her sokağında bir “torbacı“ var, bunu emniyet de biliyor, Valilik de biliyor herkes

bahseder misiniz, neler yaşandı? Zabıtanın görevi uyarmaktır ve zabıta memurunun tezgâhı aldıktan sonra kırmaya hakkı yoktur. Kırarsa ve bir daha geri getirmezse ve sen karşılığında 175 lira ceza ödersen, belediye kanunlarında böyle bir yasa yoktur. Sen bu adamın malını alamazsın. Binlerce insanın malı gitti, bu insanların malları nerede, zabıta bilerek kırıyor çünkü öyle bir motive etmiş ki zabıtayı “tezgâhçıyı öldür ama eli boş gelme”! Zabıta bu şekilde yönlendiriliyor. Bu adamlar dağdan getirilmişler insanlara hayvan muamelesi yapıyorlar.

fÖğrenmek adına soruyoruz, bu insanlar eski özel harekâtçılar mı?

patlamalarında yaşamını yitiren işçilerin aileleri ve yakınları iş cinayetinin yaşandığı binaların önünde cinayetin birinci yıldönümünde bir araya gelerek, yitirdiklerini andılar. Kardeşlerini, kızlarını, oğullarını, babalarını, yakınlarını anan aileler, katliam yerlerine karanfiller bıraktılar.

İnsana ve acıya saygıları yok! 20 işçinin yaşamını yitirdiği iş ölümlerinin ardından bir yıl geçmiş olmasına rağmen acılarının soğumadığını ve her gün yitirdiklerinin yolunu gözlediklerini söyleyen acılı aileler adına, İvedik’teki patlamanın gerçekleştiği yerde yaşamı-

“CHP’lileri de buradan çok kötü bir şekilde kınıyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi’nin laik, demokrat bir parti olduğuna da inanmıyoruz. Kaypakların olduğu bir parti olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu insanlar kökeninde sol görüşlü görünüp de kesinlikle sol görüşe hiçbir faydası olmayan insanlardır”

Kemal Varol (Seyyar satıcı)


10-11_Layout 2 2/10/12 12:40 PM Page 2

emek 11

10-20 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

‘Sistemin örgütlü bir katliamı’ nı yitiren Abdullah Karakulak’ın oğlu Fatih Karakulak konuştu. Anmaya çağrı içerikli afişleri OSTİM’de yapmaya çalışırken güvenlik görevlilerince darp edildikleri bilgisini veren Karakulak; “yaşadığımız acıyı insanlarla paylaşmak için afişlerimizi astık. Fakat on beş kişilik bir güvenlik birimi bizi darp etti. Belli ki bunların insana da acıya da saygıları kalmamış” dedi. Ellerindeki karanfiller ve kaybettiklerinin resimleriyle OSTİM Mega Center önüne “OSTİM’i unutma, unutturma”, “ İş kazası değil bu bir cinayet”, “Adalet istiyoruz” sloganlarıyla yürüyen aileler burada ikinci anmayı gerçekleştirdi.

Ekmek kavgası hayata mal olmasın! Patlamada yaşamını yitiren Kimya Mühendisi Dilek Gürer’in kardeşi Demet Gürer, aynı patlamanın bir yıldır her gün yüreklerinde yaşandığını söyledi. Mücadelelerini, “ekmek mücadelesinin işçinin yaşamına mal olmaması ve aynı acıların yaşanmaması” kaygısıyla sürdürdüklerinin altını çizen Gürer, patlamanın ardından işçi ölümleri duruşmalarında yaşanan utanç verici tabloyu şöyle anlattı. “Mahkeme salonlarında herkesin birbirini sorumlu tutmasını, gaz şirketlerinde ve pat-

lama yaşanan işyerlerinde ‘denetim görevi’ olan kurumlar tarafından hiçbir denetim faaliyetinin olmamasını, gaz dolumunun belgesiz ‘sağır dilsiz’ işçiye işverenlerce, nasıl hiçbir iş ve işçi güvenliği önlemine bakılmaksızın verildiğini gördük. Bu da yetmedi, görevli kimya mühendisinden denetimsizlik itiraflarına tanık olduk.”

Eksiksiz yargılama istiyoruz! Mahkemeden, sorumluların eksiksiz yargılamasına yarayacak Bilirkişi Raporu’nun bir an evvel oluşturulması için karar vermesini istediklerini aktaran Gürer, “Yaşanan bir iş kazası değil, baş-

Bunun hesabını halk soracak ! Terör adına çalışan askeri astsubaylar, uzman çavuşlar bunlar. Biliyorsunuz 3 sene çalıştıktan sonra istenildiği şekilde kamu kuruluşlarında çalışma yetkisine sahip olabiliyorlar. Dağda savaşıp ya da oradakilerle sıcak temasa giren insanlar. Bu insanlar orda tabi Kürt halkını hiç sevmeyen insanlar. Yani hiçbir suçu olmayan Kürt halkını da sevmeyen insanlar bunlar. Onları da terörist gözüyle gören insanlar. Bu insanlar zabıta olmadan önce psikolojik tedavi görmesi lazım, en azından altı ay yedi ay tedavi görmesi lazım, sen bu insanı alırsan bu adam da burada bağırır tabiiki “benim dağda 10 tane leşim var siz kimsiniz” diye ana avrat küfrediyorlar. Bunlar Zabıta Daire Başkanlığı’nın milliyetçi duygularını öne çıkartmasıyla, yapmış olduğu bir tepkidir. Eğer siz de normal bir vatandaş gibi saat 9-10 sularında

Zabıta Müdürlüğü’ne giderseniz orada daire başkanlığına, orada konuşması daire başkanının aynen şöyledir: Arkadaşlar bir maçta 11 kişiyi sahaya sürersiniz antrenörler derler ki arkadaşlar bu maçı alacağız başka yolu yok bu maçtan eğer siz mağlubiyetle çıkarsanız öldünüz. Bu şekilde 100 tane zabıtayı toplayıp onları saldırgan bir tarzda eğitiyor. Bu zabıtaların hepsi genç yaştalar. Zabıtayı topladıktan sonra kendisi de bir lidermiş gibi, bir ülkenin bir lideriymiş gibi çıkıyor masanın üzerine oradan bağırıyor “arkadaşlar bir tane seyyar satıcı kalmayacak eğer satıcı kalırsa sorumlusu sizi tutarım ona göre”. Bir de kendini alkışlattırıyor, bence bu insanın psikolojisi bozuk. Bu insanın geçmişini biliyorsanız, eski polis memuru. Devlette polis memuru olmak ayrı bir işlemdir. Eğer siz belediyecilikten anla-

mayan bir insanı götürür Zabıta Daire Başkanı yaparsanız bu doğru olmaz.

fBu yaşadıklarınızı ve saldırıları zabıta daire başkanının bireysel tavrı olarak mı değerlendiriyorsunuz? Tarık Öncel artık zabıta-seyyar satıcı olayı olarak görmüyor. Zabıta, seyyar satıcı yıllardan beri var, Osmanlı’dan beri vardır seyyar satıcı. Ama hiçbir seyyar satıcıya dayak atılmaz ki. Ne zaman sen zabıta memuruna vurursun o da kendini korumak amacıyla sana bir şeyler yapmak zorundadır, mücadele etmek amacıyla. Ama sen vurmadan eğer zabıta memuru aklındaki fikirle seni bitirmek için geliyorsa bu durum kötü. Eğer elindeki sopayla demirle seni bir şekilde bitirecek, kaba gücüyle bitirecek. Çünkü normal bir şekilde seni yakalayamıyor kaçıyor-

tan sona örgütlenmiş bir cinayettir” dedi. OSTİM ve İvedik’te yaşamını yitirenlerin aileleri olarak patlamaların yaşandığı yerlere bir park inşa edilerek isimlerinin verilmesini talep eden Gürer’in konuşmasının ardından diğer aileler de söz alarak konuştu. Analar, babalar, kardeşler yaptıkları konuşmalarda davaların bir an evvel sonuçlanmasını, yargılamaların adil yapılması ortak taleplerini dillendirdiler. Ölümlerin tazmini bir karşılığını almadıklarını ifade eden aileler, bu acıyı unutamadıklarını söylediler.

sun ediyorsun bir şey yapıyorsun şimdi bu kaçmaktan da çok memnun bir insan değiliz.

fSiyasi partilerin bu meseleye dönük tavırları ne oldu? CHP’lileri de buradan çok kötü bir şekilde kınıyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi’nin laik, demokrat bir parti olduğuna da inanmıyoruz. Kaypakların olduğu bir parti olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu insanlar kökeninde sol görüşlü görünüp de kesinlikle sol görüşe hiçbir faydası olmayan insanlardır. Bunlar sadece kendi amaçlarını kendi çıkarlarını kullanıp, yani fakir varoş halkını kandırıyor. CHP Atatürk’ün partisi, halkın partisidir deyip, insanları kandırıp daha sonra ise bulunduğu mevkilere geldikten sonra hiçbir varoşlarda yaşayan fakir halkı tanımayan insanlardır.

fToplam kaç seyyar satıcı var Adana da? 600’e yakın işportacı var.

fGerçekten niyet Adana da güzel bir görünüm yaratmak mı yoksa seyyar satıcının etnik kimliği mi? Seyyar satıcıların çoğu Zaza ve Kürt kökenli insanlardır, iş bulamamıştır, iş bulamayınca bu işi yapmak zorunda kalmıştır. Ama simit satıyordur ama çorap satıyordur. İşsizliğin en üst seviyede olduğu il Adana’dır.

fNeler yaptınız bugüne kadar? AKP Genel Merkezi’ne İçişleri Bakanlığı’na binlerce defa müracaatımız var. Bizlerden sunum istiyorlar. Biz müteahhit ya da mühendis değilizki sunum hazırlayalım. Birçok yere müracatta bulunduk. Valiyi 15 defa aradık ama yanıt gelmedi.

fTalepleriniz nelerdir? İnsanca bir yaşam istiyoruz, sabah saat 6’da geliyoruz, gece 10 da evimize gidiyoruz, bu ülkede soykırımı biz belediyeden yaşıyoruz, biz de normal şartlarda her esnaf gibi küçük bir yerde dükkânımız olsun istiyoruz. Kendimize şehir merkezine yakın bir yerde belediyeden kiralayabileceğimiz bir iş alanı yani yer verilmesini istiyoruz. Zabıta başkanı Tarık Öncel’in istifa etmesini istiyoruz.

fBundan sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz? Talebimiz kabul edilene kadar direneceğiz. Bize yapılanların da hesabını halk soracaktır. Bu ülkenin tek bir lideri vardır o da halktır. Halk yoksa devlet de olmaz, hükümet de…


10-20 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

Değişmeyen tek şey

Evet değişim kesintisiz olarak işleyen bir diyalektiktir. Her şey değişir ama değişim olgusu asla değişmez; sonsuza dek sürer. Yapmamız gereken şey, değişimi niteliği-niceliği, ilericiliği-gericiliği açısından ayrıştırmak ve ileriye dönük değişimleri devrimci değiştirme projemizde kullanmaktır Bilimsel teorimiz salt verili tarihle sınırlı bir ideolojik düzlem değil, sonsuz gelişme diyalektiğine yaslanan bilimsel felsefe niteliğindedir! Marksistler gelişmenin karşısında ters duranlar değil, nesnel düzlem zemininde cereyan eden tüm gelişmenin iradi tarafı, volan kayışları ve en büyük itici dinamikleridir. Onların değişim ve gelişim karşıtlığıyla suçlanması gülünç bir iddia, temelsiz bir ihtamdır. Bugün aktüel olan savruk eleştirel görüş; nesnel gerekçelerden yoksun ve keyfiyetçi kurguyla MLM’yi yetersiz-eski gösterip utangaçça onu terk etme yolunda yürümektedir. MLM’ler tarihte tecrübe olduğu gibi, bugün de sağdan-soldan gelen saldırıların önünde bir barikat ve direnç odağıdır. Ne dünya gericiliği cephesinden yürütülen açık saldırılar, ne de “şekere bulanmış mermi” yağmuru, sınıf mücadelesinin nesnel yasalarını değiştirmeye ve devrimci teoriyi mağlup etmeye yetmez. Antagonist sınıf çelişkilerinin tezahürü olarak cereyan eden proleter devrim; bir rastlantı ve geçici bir galeyanın ürünü ya da bir deşarj hali değil, bütün sınıflı toplumlar dönemi boyunca kitlelerin eseri olan değişmez tek siyasi eylemdir. Devrim, ilahi yazgıyla bir araya gelen kalabalığın ulu orta eylemi değil, sınıfsal “kaderin” örgütlü farkındalığı tarafından iradi olarak bir araya getirdiği devrimci kitlelerin bizzat bilinçli eylemidir. Bütün demagoji, manipülasyon ve eşitsiz savaşım şartlarına karşın, kitlelerin bu devasa eylemine MLM ideolojisi rehberliğinde proleter devrimciler önderlik yapacaktır. Hiçbir çarpıtma ve saldırının nesnel kanunlara uygun olan gelişme yasasını, bu yasaya uygun sınıf orijinli pratik kuvvetlerin olgunlaşmasını

İleriye yönelen

değişimler

desteklenmelidir

ve bunların geleceğe doğru yürüyüşünü, nihayet tüm bilimsel dayanaklarla beslenen zorunlu altüst oluşu ve komünist toplumun kaçınılmazlığını sonsuza dek tehir etme şansı yoktur. Boş ve anlamsız değildir ki, proletaryanın önderliği olarak komünist partileri dışında hiçbir sınıf ve parti amaç ve hedefleriyle sınıfsal niteliğini açıkça beyan etmez. Sınıflara karşı kayıtsız olma şeklindeki Bonapartçı hile hala gerici burjuvazinin can simidi olmaya devam ediyor. Bu burjuva taktik değişmemiş tarihi bir gerçek olarak bilinmekte ve devam etmektedir. Marksizm’e cepheden bayrak açma cüreti gösteremeyen sağ tasfiyeci külliyatında üretim tarihten beridir kullandığı bu barutu çürük hileye işaret ettikten sonra; MLM’lere değişim ve yenilik karşıtı dogmatikler olma biçiminde yöneltilen mesnetsiz iftirayı ve MLM teorinin geliştirilmesi iddiasıyla girilen bu falsocu eleştiriyi kısaca yanıtlamaya geçebiliriz. Elbette ki, doğru anlayış ve yaklaşımı teyit ederek ve en önemlisi de doğru ile yanlış arasında zorlamalarla inceltilmiş olan o kalın çizgiyi açığa çıkararak yanıt vermiş olacağız. Unutulmamalıdır ki, gerçeği açığa çıkarmak veya doğru ile yanlışı net olarak birbirinden ayırt etmek, tüm çürük görüşlerin ipliğini pazara çıkaran ana gözedir. Bir şey daha hatırlatmakta fayda var. Kullanılan değişim ve yenilik argümanı hepten yanlış temelde kullanılan değil, belli ölçülerde ortaya çıkmış ya da kimi özgüller için geçerli olmak kaydıyla somut bir ihtiyacı ve bilimsel tutumu da ifade eden pozitif söylemdir. Elbette ki, yeni diyerek eskiye sarılan yenilikçilik ve değişimcilik siyasi hokkabazlıktır ve bunun bilinçli hali de gericiliktir. Ama tutarlı bir gereklilik ve

Pozitif anlamdaki tüm değişim ve yenilikleri olumlayarak desteklerken, gerici veya geriye doğru değişimleri değişim adına olumlama durumunda olamayız. Şu unutulmamalıdır ki, değişimin pozitif olanı objektif olarak devrimcidir; proletarya ve halkın yararınadır. Böyle bir değişim olduğunda bu değişimi görmemek ve bu değişime göre pozisyon almamak da sürecin gerisine düşmek demektir. Nitel bir değişim ol-

müspet zeminde yenilikten-değişimden söz eden yaklaşım, tamamen Marksizm’in yaşayan canlı ruhuna uygun davranan yönelimdir. Mao Zedung’da bütün diğer özelliklerini barındırarak onları yadsımayan çok önemli temel bir özellik ya da güçlü bir yetenek daha vardı. Neydi bu? Bağımsız düşünebilmek ve hiçbir sabit fikre bağlı kalmadan gerektiğinde bağımsız hareket etme yeteneği! Daha açığı, evrensel bilimsel teorinin yetersiz kaldığı somut durumda Marksizm’in ruhuna uygun yaratıcılıkla yenilikler devreye sokup uygulamaya geçmesi Mao’nun başarı kabiliyetinde önemli bir yer tutar. Marksizm’in tarihsel gerçeklik mantalite içinde anlaşılır olarak bağrında taşıdığı eksiklikler veya kuramcılarının buna benzer ya da kısmi sübjektif hataları oranında gösterdikleri eksikliklere tabi kalmayarak bağımsız düşünce yetisi göstererek teorikpratik sahada eylemler gerçekleştirmesi onu ileri çıkaran temel zemindi. Mao, hem komünist hareketin düştüğü hataları kabul ve tekrar etmedi, hem de somut koşullarda teorinin alacağı biçimi tespit edip

duğu halde, bunu reddetmek ve bu değişimi basit formel bir değişim olarak değerlendirmek aynı derecede geriye düşmek anlamına gelir. Kelimenin olumlu anlamında değişimi kim ister ve hangi sınıflar karşı çıkar. Niye karşı çıkar? Açık ki, değişimi devrimci sınıflar ister. Ki devrimci sınıfların temel özelliği ileri doğru değişim yaratmak-değiştirme pratiğine girmektir. Salt gerici iktidar-

uygulamakta statik ve tutucu davranmadı. Yani, Marksizm’de pek tabi olarak mevcut koşulların çelişmelerine ya da çelişmelerin özgül durumda gösterdiği değişkenliğe vermemiş olduğu yanıtları, Mao, durduğu Marksizm’in bilimsel zemininde bağımsız düşünme yetisiyle yanıtlar verdi. Bu sağlam zemin Mao’yu Marksizm’in revizyonizmle mücadelesinde çığır açan Büyük Proleter Kültür Devrimi teorisi ve pratiğine taşıdı. Eğer Mao, Marksist teorinin tarihsel nesnel şartlar tarafından koşullanan eksikliklerini ve Marksist öğreti önderlerinin kimi hatalarını tekrar etseydi, teoriyi geliştirip üçüncü aşamasına ulaştırmaz ve Maoizm’e varamazdı. Ama bunun gibi, eğer Mao Marksizm’in bilimsel temellerini-temel ilkelerini sıkıca sahiplenip sağlam savunmasaydı da Maoizm doğmaz-Maoizm’e ulaşamazdı. Dolayısıyla, sadece “eğer Mao mevcut durumdaki Marksizm’i tekrar etmekle yetinseydi teoriyi geliştiremez, Maoizm evresine ulaşamazdı” demek, gerçeği tam olarak açıklamamaktır; Bu anlamda da çarpıtmak ve bilinci hatalı olarak yönlendirmek demek olur. Ya da bi-

ların değiştirilmesi babında değil, sürekli bir ilerleme-gelişme anlamında da devrimci sınıflar değişimden yana sınıflardır. Ancak, gerici sınıflar değişimi istemezler. Zira iktidar ve sistemlerinin sürgit devam etmesini isterler. Tarihin sonunu ilan etmeleri de bunun içindi. Emperyalist kapitalist sistemin baki olduğunu ilan ederek, devrimci sınıfların kendi iktidarları için mücadele etmelerini anlamsız göstermeye çalış-


perspektif

değişimin kendisidir

linçli bir yönelimle Marksizm’in yadsınmasını hedefleyen bir amaca hizmet eden bir görüş olur bu. O halde gerçeğin tam ve en doğru ifadesi; Mao Marksizm’i olduğu gibi tekrar etseydi, onu geliştiremez, Maoizm aşamasına ulaştıramazdı ama aynı zamanda Mao, Marksizm teorisinin bütün bilimsel temel ve ilkelerini savunmasaydı da Marksizm’i geliştiremez, Maoizm evresine ulaştıramazdı biçiminde olmalıdır. Aksi halde, gerçeğin yarısını açıklayarak diğer yarısını gizlemiş ve açıklanan yarı gerçekle niyetli ya da niyetsiz Marksizm’e karşı mücadele odaklarını güçlendirmiş oluruz.

Değişimin diyalektiği Bu kavrayıştan hareketle, değişim ve yenilik argümanlarıyla niyetli/niyetsiz MLM’nin bütünlüğünü bozmaya, onu yozlaştırmaya uzanan anlayışların dayanak yaptığı “yeni” ve “değişim” kavramları üzerinde bir kez daha durmanın yararı vardır. Evet, pozitif anlamdaki değişim ve yeniliklere ayak uydurmayan her teori, her bilim ve her kurgu somut çelişkilere vakıf olamayacağı gibi, devrimin somut meselelerine çözüm üretemez ve tarihsel gelişim karşısında gericileşmekten kur-

tılar. Devrimci değişimi istemezler, çünkü ileri doğru değişim onların bencil çıkarlarına, gerici iktidar menfaatlerine, sınıf hegemonyalarına aykırıdır. Sonuç olarak; değişim meselesine yaklaşımda bu durumdan ders almalı, öğrenmeliyiz. Müspet her değişim devrimcidir, devrimin ve halkın yararınadır; gerici sınıfların ise zararınadır. O halde olumlu değişimi görerek desteklemeli, bu minvaldeki değişimi niyet-

tulamaz. Sınıf mücadelesinin ihtiyaçları ve toplumsal çelişmeleri kavramak, bu çelişki ve ihtiyaçlara doğru orantılı olarak politika ve araçlar geliştirmek, böylece devrimci süreci devrimci teori-pratik düzleminde yöneterek devrimi olumlamak ancak değişime vakıf olmak ve buna ayak uydurmakla; hatta öngörü kabiliyetiyle mevcut görüngülerden geleceğe dönük ileri projenin tesis edilmesiyle mümkündür. Değişimi görüp buna uygun gereksinimler doğrultusunda donanım sağlanmasının gerekliliği hakkında ne kadar çok şey söylenirse iyidir ve buna itiraz edilmez. Ne ki, bunda tek yanlılık ve doğru kavrayışa sahip olmak yaşamsal önemdedir. Dahası, değişim ve yenilik kavramlarına yaklaşımın bilimsel olması öncelikli bir meseledir. Ki, bu bakımdan ilgili kavramların nasıl yorumlandığı, algılandığı önem kazanır. Özcesi, “değişim”den, “yeni”den ne anlaşıldığı veya değişim ve yeni denen şeyin somutta ne olduğu-ne anlama geldiği hakkında sağlam fikre sahip olmak, başarı yolunda mı, yoksa başarısızlık yolunda mı ilerleneceği sorusuyla doğrudan alakalıdır.

li/niyetsiz reddetmemeliyiz. Olumlu yönde bir değişim söz konusu ise, bunu açığa çıkarıp, bu değişimi daha büyük değişimlere dönüştürme ya da bu değişimden değiştirme pratiğimiz için yararlanma ihmal edilmemesi gereken önemli bir zemindir. Evet değişim kesintisiz olarak işleyen bir diyalektiktir. Her şey değişir ama değişim olgusu asla değişmez; sonsuza dek sürer. Yapmamız gereken şey,

Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Çelişkinin tabiatı durağanlığı tanımaz. Şeyler her saniye değişime uğrar. Bir sudan ikince kez geçilemeyeceği sözü bu diyalektiği anlatır. Ancak değişim sürecinin zaman ve gerekli şartlara muhtaç olduğu da unutulamaz. Özellikle nitel değişimler mekanik ya da formel değişimlere benzemezler. Yani, nitel değişimler genellikle küçük ve nicel değişim birikimleri üzerinden gerçekleşir. Dolayısıyla nitel değişimler bir olgunlaşma ve birikim sürecine ihtiyaç duyar ve nicel değişimlere oranla çok daha büyük, çok daha köklü bir başkalaşımı ifade ederler. Başka bir değişle nitel değişim, eski olgunun yadsınarak yeni bir olgunun gündeme gelmesini tanıtlar. Örneğin, yoksulluk sınırı altında yaşayan insanlar aynı düzeyde gelire sahip olmayıp farklı-değişik gelir düzeyine sahiptirler. Yoksulluk üst sınırını 100 lira kabul edersek: Biri aylık gelir olarak 100 lira edinir, öteki 90, bir başkası da ayda 70 lirayla geçinir. Hepsi farklı gelir düzeyine sahip olsa da hepsi yoksulluk sınırında yaşayan insanlar olarak aynı nitel kategoride toplanırlar. Gelirleri değişse de nitel durumları özünde aynıdır; yoksulluk! Ama bu yoksullardan biri aylık gelir (yıllık veya genel gelir durumunu) düzeyini yoksulluk sınırının çok üstüne çıkarır, 100 lira değil de ayda 5000 lira kazanırsa, bu kişi yoksul nitelemesinden çıkarak zengin niteliğe terfi eder. Bu durumda bir nitel değişimden bahsedilir. Fakat kişilerin aylık geliri genel yoksulluk sınırı altında veya çevresinde değişkenlik gösterirse, bunlar arasında bir farktan söz edilebilir ama bu fark nitel bir fark olmaz. Ya da ayda 80 lira kazanan birinin aylık gelirini 90-100 liraya çıkarması bu kişinin durumunda bir değişimin olduğunu kanıtlar ama nitel bir değişimi göstermez. Çünkü adı geçen kişi daha fazla gelir elde etmiş olsa da yoksulluk sınırının üstüne çıkıp burjuva niteliğe ulaşmamıştır. Bundaki değişim nitel değil, niceldir. Değişimi, nitel-nicel/öz-biçim bağlamındaki değişim açısı dışında başka bir versiyonda da tartışmak mümkündür. Değişim sözcüğü niteleme almadan kendi başına kullanıldığında bir belirsizliği de taşır. Söz gelimi, olumlu mana da bir değişim mi,

değişimi niteliği-niceliği, ilericiliği-gericiliği açısından ayrıştırmak ve ileriye dönük değişimleri devrimci değiştirme projemizde kullanmaktır. Değişim meselesinde hiçbir olgu karikatürize edilerek küçümsenmemeli, tersinden abartılarak büyütülmemelidir. Gerçeği takip etmek tek bilimsel yoldur. Gerçeği doğru tespit etmek bizleri bilimsel sonuçlara götüren gerekli zemindir. Bu gerçeği doğru tespit et-

yoksa olumsuz mana da bir değişim mi? Bunun açık olması için, değişim kavramının niteliğini belirtmek gerekmektedir. Örneğin ileri doğru değişim dendiğinde, değişimin genel olarak nasıl bir değişim olduğu anlaşılmış olur. Ya da geriye dönük değişim dendiğinde de bu anlatıma uygun içerik genel olarak anlaşılmış olur ve belirsizlik ortadan kalkmış olur. ‘’Değişim’’ ama nasıl bir değişim? İşte, “değişim” ve “yeni” kavramlarında bu niteleme noktası hayati bir meseledir. Her değişim iyi midir? Bizce hayır. Değişimin neye dönük olduğu, hangi yönde ve nitelikte olduğu önemlidir. Örneğin, bir komünistin burjuvalaşması bir değişimdir. Peki, bu benimsenen ve desteklenen iyi-olumlu bir değişim midir? Hayır. Ama bunun tersi bir değişim ise, kesinlikle desteklenen olumlu bir değişim türü-niteliğidir. O zaman her değişim ve yeni denen şeyin peşine gözü kapalı takılamayacağımız açıktır. Değişimin derecesi önemli olduğu gibi, değişim niteliği tamamen tayin edicidir. Görsel ve kabuksal değişim genellikle yanıltıcıdır. Şeylerin iç niteliği ile dış görünüşü bir ve aynı değildir. Önemli olan şeylerin özüdür. Araştırma inceleme yapmanın zorunluluğu da buralardan doğar.

Her değişim ya da yenilik ileri dönük değildir ve olumlu anlam taşımaz. Örneğin, Tunus, Mısır, Libya’da değişen iktidarlar bir olumluluğu taşımaz. Ya da Kemalistlerin yerine, başka bir komprador klik kesimi olan AKP-Gülen cemaatinin gelmesi bir değişimdir ama proletarya ve halk kitleleri için bir olumluluk taşımaz. Emperyalist sistemdeki gelişmeler, değişiklikler, yenilikler ya da diğer örneklerdeki değişimler desteklenebilir mi? Hiç şüphesiz ki hayır. Yeni emperyalist birlikler, yeni kutuplaşmalar, kamplaşmalar birer değişim biçimleridir. Peki, bunları olumlayabilir miyiz? Hayır. Bu ve benzeri gibi örneklerdeki değişimlere-yeniliklere ne olumlu bakabiliriz, ne de savunabiliriz. Bu değişimler ileri dönük değil, aynı öz üzerindeki gerici değişimlerdir. Öte taraftan uluslararası komünist harekette, ülke devrimci hareketinde dünden bugüne kadar negatif manada büyük değişimler oldu, hala da yaşanıyor. Bunlar iyi midir? Hayır.

mek ve buradan da doğru sonuçlar çıkarmak hiç şüphesiz ki bir araştırmainceleme meselesi olduğu kadar, bilimsel görüşe sahip olmayı şart koşar. Yalnızca kaba görüngü ve yetersiz gözleme dayalı bakış açısıyla ciddi iddialarda bulunmak doğru olamaz. Bütünü görmek esastır. Bütünlüklü bakış açısı ve toplam verilerin desteklediği genel toplamla genel sonuca gitmek en doğrusudur.


14-15_Layout 2 2/10/12 12:55 PM Page 1

14 güncel haber

Yargının

komik halleri

Devlet bir yandan en küçük hak alma eylemlerine saldırarak, gözaltı, işkence, tutuklama ve katliamlarla halkı sindirmeye çalışırken diğer yandan kendi gerici hukukunu da çiğneyerek trajikomik kararlara imza atıyor Burjuva-feodal sınıflar bir yandan ‘’ileri demokrasi’’ yalanlarından bahsederken, diğer taraftan devrimcidemokratik-yurtsever-ilerici örgüt ve bireylere yönelik saldırılarında sınır tanımıyor. Egemenler, ülkedeki tüm “aykırı” sesleri yok etmek isterken, kendi burjuva-feodal hukukunu dahi ihlal ediyor. Düşünce ‘özgürlüğü’ olan ülkemizde, okul yönetimini eleştiren bir yazı kaleme alan öğrenciye 350 gün hapis ‘cezası’ , halay çekerken söylediği türkünün ‘örgüt propagandası’ olduğu gerekçesiyle hapis istemi, basın açıklamalarına katılmanın dahi ‘suç’ olarak ilan edilmesi, çocukların okullarından alınıp ‘ıslah ve sevgi’ evlerine götürülüp kimliksizleştirmeye çalışılması; ülkemizdeki ‘ileri demokrasinin’ boyutunu gözler önüne seriyor. “İleri demokrasi” hamlelerine son olarak, Mersin Toros Mahallesi’nde yaşayan 16 yaşındaki Halil Karahan isimli gencin hapishanede olduğu sürede, mahallesinde yapılan eyleme katıldığı hatta eylemi örgütlediği gerekçesiyle; ‘örgüt’ üyeliğinden ve propagandasından dava açılması ve tutuklanması eklendi. Gizli bir tanığın ifade vermesi nedeniyle tutuklanan gencin, 9 Ekim 2011 tarihinde PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasının yıldönümünde Mersin’in Toroslar İlçesine bağlı Demirtaş Mahallesi’nde yapılan eylemleri organize etmek ve bu eylemlere katılmakla ‘suç’landı.

Devlet kendi belgelerine de güvenmiyor! Halil Karahan bahsedilen tarihlerde, hapishanede olduğunu belgeleyip mahkemeye sunmasına rağmen; mahkeme bunu kabul etmedi. Karahan’ın avukatı, müvekkilinin bahsedilen tarihlerde Pozantı Çocuk Hapishanesi’nde olduğunun belgelenmesine rağmen alınan tutuklama kararının hukuksuz olduğunu ve itiraz edeceklerini belirtti. Hapishanelerin kapasitelerini 10’a katlamak isteyen egemenler, nereye, nasıl saldıracaklarını şaşırmış olacak ki; kendi onayladığı belgelere dahi güvenmiyor. Bu saldırılar gösteriyor ki, geleceği belirleyecek gençler ve çocuklar susturulmak, ‘ıslah’ edilmek isteniyor.

Halkın Günlüğü 10-20 ŞUBAT 2012

‘Bilgi Çağının Fatihi

Başbakan R. Tayip Erdoğan “dindar nesil yetiştireceğiz…” nidalarıyla bir tartışma daha başlattı! Söz konusu tartışma son günlerde burjuva-feodal medyada yoğun bir şekilde “tartışılıyor”. Sadece bu ‘nida’ üzerinden fırtınalar kopartılıyor, gündem bunun üzerinden sürdürülürken esas nedenler sümen altı ediliyor, yani yine suni gündem yaratılıyor! Ve Erdoğan ortaya attığı konuya dair “eleştirilere” de cevap vererek “gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz” “ateist gençlik mi yetiştirelim” diyerek tepki gösteriyor. Erdoğan’a göre “dindar gençlik” büyüklerine saygılı, isyankar olmayan milli, manevi değerlerine bağlı, bu amaçla istikameti-hedefleri olan, ‘çağdaş bir nesil’ oluyor. Yani ‘hem çağdaş hem dindar’ bir gençlik! Erdoğan devam ediyor: “Dindar bir nesil özgürlüklere saygılıdır; dindar bir nesil, farklı düşüncelere, farklı inanç gruplarına da saygılıdır. O terbiyeyi alarak yetişmiş bir nesiliz biz. Bu saygının nasıl gösterilmesi gerektiğini de bugüne kadar gösterdik”(!) Erdoğan, “Fatih Projesi”nin okullarda uygulamaya geçmesi sebebiyle katıldığı törende, eğitim sisteminde başlatılan ‘yeniçağı(?)’ Fatih benzetmesi yaparak şöyle tanımladı: ”Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethederek karanlık bir çağı veya karanlık bir çağ olan Ortaçağ’a son vermiş, Yeniçağ’ı yani yeni bir çağı başlatmıştır. İşte biz de bugün Fatih Projesi’yle sadece eğitim sisteminde değil, eğitimin etkilediği her alanda bir çağı kapatıyor yeni bir çağı, bilgi çağını, bilgi teknolojileri çağını hep birlikte bugün burada açıyoruz,” Erdoğan’ın “bilgi çağı, yeni bir çağ” dediği şey sömürüyü, katliamları vs. gizleme ve gelecek nesili suya sabuna dokunmayan, geçmişten habersiz, tüketici, kendine yabancılaşmış; sisteme karşı isyan etme, karşı çıkma hakkını “öteki dünyaya” havale eden insanların yetiştirildiği bir “çağdır”. Bu şaşırtıcı bir durum değildir. Özel mülk dünyasının asalakları, asalak sistemlerini sürdürmek için “yeni nesiller” yetiştirme çabasındalar! Bu anlamda ezilenlere-halka sunulan böylesi projeler “öteki dünya” yaratma çabasından başka bir anlam ifade

Din olgusunun halk üzerindeki etkisini en etkin şekilde kullanarak gerici sistemlerini devam ettirmek derdinde olan hakim sınıflar çeşitli kılıflarla bu afyonu daha da etkinleştirmeye çalışıyorlar etmiyor. “Dindar nesil yetiştirme (Fatih Projesi)” projeleri vb. burjuva –feodal sistemin geleceğine dair aldığı “tedbir”lerden sadece bir kısmıdır. Egemenler, ezilenleri uyuşturmak için asırlardır bu tür uygulamaları yaşama geçirdiler. Din olgusu onla-

rın vazgeçilmez aldatma, uyutma-uyuşturma aracıdır; din, maddi gerçeklere dayanmayan, kör inanç aşılayan ve özellikle bizim gibi ülkelerin ezilen halklara karşı etkili olarak kullandıkları ve dünden bugüne egemen sınıfların kullana geldiği bir silah-

Öğrencilerin astığı festival Üniversitelerde öğrencilere ceza üstüne ceza yağdırılıyor. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali afişi asan öğrenciye 1 hafta uzaklaştırma cezası verildi

tak düzenlediği Yılmaz Güney Kültür Sanat Festivali’nin afişini okuldaki panoya asan Ahmet Açıkça “izinsiz afiş asmak” iddiasıyla bir hafta okuldan uzaklaştırma “ceza”sı aldı. Ahmet Açıkça, bu faşist uygulama nedeniyle bir hafta okula gidemeyecek. Ayrıca okumak için aldığı bursda bu “ceza” nedeniyle iptal edildi.

Üniversitelerde uygulanan anti demokratik uygulamalar her geçen gün dozajını arttırmaya devam ediyor. Fakülteleri adeta hapishanelere çeviren devlet mekanizmaları “demokrasi”lerini sonuna kadar uyguluyorlar. Son örneklerden biri ise İstanbul Üniversitesi’nde yaşanan afiş asma “cezası” oldu. Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi ve Yılmaz Güney Vakfı’nın or-

Verilen ceza öğrencileri baskı altına almanın bir ifadesiyken; diğer taraftan da bu ülkede hala Yılmaz Güney’in birilerinin canını sıktığının da göstergesidir. Bir taraftan Güney’in filmleri Kültür Bakanlığı tarafından arşivleneceği söylenerek gösteri yapılıyor ama afişine dahi katlanılamıyor. Festivalin Yılmaz Güney adına düzenlenmesi onun adının geçmesi “ceza” almaya yetiyor!


14-15_Layout 2 2/10/12 12:55 PM Page 2

10-20 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

15

Erdoğan’(!)

GENÇ YORUM

EĞİTİMDE DİNDARLIK “KAVGASI”

L

aik” devletin tam göbeğinde, hâkim sınıfların iki temsilcisi, ‘dindar olmaolmama’ üzerine “derin” bir tartışmaya tutuştular. Tartışmanın perspektifini Recep Tayip Erdoğan yaparken, kızıştırması “New”-CHP’nin başkanı Kılıçdaroğlu’na düştü. Tüm medya pür dikkat kesildi. Yeni nesiller nasıl olmalıydı. Dindar mı yetişmeli yoksa ‘buna biz karışmayalım’ mı demeliydi. Eğitim sisteminin “dini” yanına dair yorumların gırla gittiği sürece fikir belirtmemek, bizim açımızdan olumsuz bir tablo olurdu. O yüzden bu makalemizde, laisite ve eğitim üzerine kısa bir giriş yapmayı uygun gördük. Bir Fransız devrimi icadı olan laisite-laiklik, feodal sınıfın halk sınıf ve tabakaları üzerindeki etki alanını kırmak ve gelişmekte olan burjuva sınıfı iktidar kılmak için ortaya atılmıştır. Burjuvazi, batı toplumunda hakim olan Hristiyan eğitimi esas olarak geniş kitlelerin feodal topluma kesin biatı için kullanılan ideolojik bir üst yapı aygıtıydı. Bu aygıtın parçalanması ve özgürleşen ezilen kitlelerin burjuvazinin bayrağı altında birleşmesi önemli ön koşul olarak ortada durmaktaydı. “Özgür birey” sloganlarıyla, dinin toplum üzerindeki ağır koşullarını eleştiren burjuva aydınlanmacılığı, din ve devlet işlerinin ayrılmasını zorunlu kılıyor ve böylece feodal sınıfların halk kitleleri üzerindeki stratejik üstünlüğü olan din kilise prestijini ikinci plana indirgiyordu. Nitekim böyle de oldu. Tanrıcılık karşısına, “hümanizma” şiarıyla çıkan burjuva sınıfı, dinin geniş kitleleri yönlendirme ve sevk etmedeki “tılsımını” görünce, itibarsızlaştırma siyasetinden geri dönerek, kendi sınıf çıkarlarına yedeklemeyi uygun gördü.

tır. “Din halkın afyonudur” diyen Marks’ı burada tekrar anımsamak gerekir. Tabii ki Lenin’i de…

Din manevi alkoldür Lenin: “Yaşamları boyunca çalışan ve sıkıntı çekenlere din, alçakgönüllülük ve sabır göstermeyi öğretir ve cennet ödülü umuduyla avutur. Başkalarının emeğiyle yaşayanlara ise iyilik yapmayı öğretir. Böylece onlara tüm sömürücü varlıklarının oldukça ucuz bir savunusunu sunar ve ilahi cennetmekan

için uygun fiyata giriş kartı satar. Din halkın afyonudur. Din, sermayenin kölelerinin insani görünümlerini ve az buçuk insan onuruna yaraşır yaşam taleplerini boğdukları bir tür manevi alkoldür.” İşte Lenin’in “manevi alkol”, Marks’ın ise “afyon” dediği uyuşturucu günümüzde burjuva feodal sistem tarafından “Fatih Projesi” ile “dindar nesil yetiştirme” nidalarıyla halklara şirin gösterilerek sunulmaya devam ediliyor.

afişine 1 hafta ceza Her şey “ceza” gerekçesi Üniversitelerde uygulanan faşist uygulamalara örnekler bitmiyor. Devrimci, demokrat ve yurtsever öğrencilerin her yaptığı söylediği “suç” sayılıyor “cezalarla” yanıtlanıyor. Karadeniz Teknik Üniversitesi rektörü ile yönetimini eleştiren ve yolsuzluk yapıldığını ifade eden Orman Fakültesi 2. sınıf öğrencisi Gizem Görnaz, 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. Evrensel Gazetesi’nin ‘Genç Hayat’ adlı ekinde, Görnaz, ‘Yakarım KTÜ’yü de yakarım’ başlığıyla bir yazı kaleme almıştı. Görnaz bu yazısında, üniversiteye kayıt sırasında ‘bağış’ adıyla alınan 100 liralar nedeniyle üniversite yönetimini yolsuzluğunu teşhir etmişti. Rektör Prof. Dr. İbrahim Özen de ’Basın yoluyla hakaret’ suçlamasıyla Gör-

naz hakkında dava açmıştı. Trabzon 2. Asliye Ceza Mahkemesi önce 1 yıl 2 ay hapis cezası verdiği Görnaz’ın cezasını ‘iyi hal’ nedeniyle 11 ay 20 güne indirdi ve erteledi. Ayrıca Gürnaz, yarım dönem de okuldan uzaklaştırıldı.

Bir diğer örnek de MÜ’den Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi Mikail Boz, Dekan Yusuf Devran hakkında internet sitesi Ekşi Sözlük’e yazdığı bir yazı nedeniyle “ceza” aldı. Sözlük maddesi olarak girilen kısa yazıdaki ifadeleri hakaret kabul eden disiplin kurulu, Boz’a 1 yarıyıl uzaklaştırma cezası verdi. Bu karar, 3,96 ortalamasıyla aynı zamanda okul birincisi olan Boz’un öğrenim hayatının bir yıl sekteye uğraması ve aldığı bursların kesilmesi anlamına da geliyor.

≫ sinan çakıroğlu

TC’nin kuruluş yıllarında, Fransız Devrimi’nden ödünç alınan laiklik kavramı, her ne kadar batı burjuvazisine bir özentiyi dile getirse de, ülkenin sosyo-ekonomik gerçekliği olan burjuva-feodal sınıfların iç içe geçmiş olmalarından ötürü, vizyon olarak kaldı. Realitede yatan muassır medeniyetler topluluğu, elit tabaka açısından kılık kıyafet düzgünlüğü iken, yarı-feodal üretim ilişkilerinin olanca derinlemesine nüfuz ettiği kırlık bölgelerde, şeyh-ulema-ağa zulmünden başka bir şey değildi. Bu kısa tarihsel girişten sonra, hâkim sınıfların üzerine dalaştıkları, ‘eğitim de din’ kavramına geri dönelim. Erdoğan, durduğu yerden tutarlı yaklaşarak, her sınıfın bir eğitim anlayışı olduğunu ve bu eğitim anlayışı çerçevesinde yeni nesiller yetiştirdiğini söylemektedir. Bu konuda kendisiyle hem fikiriz. Dolaysız olarak ‘bizden ateist nesiller mi bekliyorsunuz’ beyanı, sınıfsal arka planı tezahür etmektedir. İktidarda ister proletarya isterse burjuvazi olsun, kendi çıkarlarına uygun, üretim ilişkilerine uygun üretici güçler yetiştirmesi doğal bir sonuçtur. Ama bu sonuca sözde karşı duran ve demokrasi tacirliği yapan “New”-CHP’li Kılıçdaroğlu, insanları ‘dindar olan ve olmayan’ diye böldüklerini söylemektedir. Kılıçdaroğlu bu hamleyle, suni-din sultasından rahatsız olan kesimlerin ve azınlık inançların kaygılarını kendi “yeni” imajının arkasında toplamanın taşeronluğuna girmiştir. Hâlbuki CHP başta olmak üzere tüm hâkim sınıfların, bu ülkede binlerce kuran kursunun ve imam hatiplerin açılmasına önemli katkısı olmuştur. Fetvalar yayınlayarak, emperyalist hegemonyanın taşeronluğunu yapmışlardır.

Seçim dönemlerinde boy gösteren cüppeli ve sakallı tarikat liderleri neyin ürünü olarak açıklanabilir? “New”-CHP kendi partisi içerisinde kümelenen feodal unsurları, şeyh ve tarikatları hangi “trendle” pazara sunabilir? Başta ezilen Alevi kitlesi olmak üzere, suni egemen inancın ceberut baskısı altında zulme uğrayan azınlık inançların ‘şeriat’ tepkisini semirmeye yönelik salvolar, ikiyüzlü ve çirkefçedir. AKP iktidarına karşı olan tepkileri kendi sınırları içerisinde eritmek için Amerikan tarzı reel-politik strateji belirleyen ama eline yüzüne bulaştıran Kılıçdaroğlu başta olmak üzere, her sınıf temsilcisinin, ezilen kitleleri kendi hükümdarlığında tutabilmek için din ya da benzer kırmızı çizgileri vardır. Kılıçdaroğlu, ‘bizim çocuklarımızın dindar olmasına hükümet karar veremez’ derken, yine aynı nesillerin faşist Kemalist olması gerektiğini avazı çıktığı kadar bağırarak belirtmektedir. Bunun da ötesinde, Mustafa Kemal’in düşüncelerinin yasal garantörlüğünü sonuna kadar savunarak, en ufak eleştiriyi dahi baskı altında tutmaktadır. Eğitim sürecinde dindarlık tartışmalarından çıkarılması gereken tek sonuç, anti-AKP’ci siyaset izleyen CHP’nin kirliliğinin teşhiri değildir. Bunun yanı sıra, AKP’nin açık bir şekilde ‘dindar nesiller yetiştireceği’ deklarasyonunun iyi irdelenmesi gerekir. 1980 sonrası, ‘yeşil kuşak’ projesi olarak komünist-devrimci geleneği boğmak üzere harlandırılan gerici ateş, ulusal harekete karşı radikal İslami grupların desteklenmesi ve bizzat devlet eliyle kurulmasının günümüz versiyonu olarak görülmelidir. Erdoğan tarafından dile getirilen dindarlık vurgusu, CHP’nin “ateistliğine” gol atmak için ortaya atılmış tesadüfî bir kelime değildir. Dershaneler ve yardım vakıfları arcılığı ile memleketin en ücra köşesine kadar ulaşmış Fethullah cemaatinin resmileşen, devlet garantörü altında ilerletilmek istenilen bir projesi olarak görülmelidir. Komünist ve ulusal hareketin önemli derecede nüfuz ettiği Dersim coğrafyası başta olmak üzere birçok ilde dershaneler üzerinden hâkim sınıfların nasıl taban yarattığı bilinmektedir. Bu örneklerden bile yola çıkarak, AKP gerici kliğinin, daha fazla kök salması için, kendi sınıf çıkarlarına uygun olarak bir eğitim müfredatı izlemesi ve muhafazakar demokrat nesiller yetiştirmek istemesi bir stratejinin parçaları olarak görülmelidir. Davutoğlu’nun Münih Güvenlik Konferansı’nda, ‘bölgemizde devrimci ve radikal gruplar istemiyoruz’ açıklamaları bahsetmeye çalıştığımız stratejinin bir başka parçası olarak ifade edilebilir. Çıkarsama yapacak olursak, din afyonu hem AKP kliğinin daha fazla kök salması için hem de ezilen kitlelerin “sorunsuzlaştırılabilmesi” için eğitim politikası olarak derinleşmeye devam edecek. Halk için, bilimsel-parasız-anadilde eğitimle sömürüsüz-baskısız bir dünyaya gidebilmek için, var olan sosyal değiştirilmesi ancak ne olduğunun doğru kavranmasıyla mümkün olabilir. Demokratik halk gençliği, hâkim sınıfların yapmış olduğu tartışmayı her türlü bertaraf ederek, doğru olana işaret edebilir. Salt AKP gericiliğinin “dindar” çıkışı değil aynı zamanda “laik” CHP’nin gerici emelleri de iyi gözlemlenmelidir. Demokratik Halk Gençliği’nin görevi, gelişmeleri her yönlü teşhir ederek, programında beyan ettiği halk için bilimsel-parasız-anadilde eğitim için mücadelesini daha da güçlendirmek olmalıdır.


16-17_Layout 2 2/10/12 11:09 AM Page 1

16 dünya haber

Halkın Günlüğü 10-20 ŞUBAT 2012

AB krizden çıkacak

Avrupa ülkeleri krizle birlikte iflasa sürüklenmeye devam ediyor. Yunanistan, Portekiz, İspanya şimdilik öne çıkanlar. Ancak Euro bölgesindeki istikrarsızlık ve değer kaybı diğer ülkeleri de panikletmiş durumda Euro bölgesinde yaşanan krizin faturası halkın üzerine yıkılıyor. Ülkeler tek tek kamu malları ve hazine bonolarını satışa çıkarıyor. Böylece ekonomisi güçsüz olan ülkelerin bütçeleri IMF ve Dünya Bankası’nın güdümüne girerken, bağımlılık ilişkileri boyut kazanıyor. Elbette halk için durum bu bağımlılık ilişkisi içerisinde krizin faturasını ödemek oluyor. Zira böylesi kriz dönemlerinde kemer sıkmak zorunda kalan hep halk oluyor. İlk kurtarılan yerler finans merkezleri olduğu için cepleri dolan ise egemen sınıflar oluyor. Bu durumda egemen sömürücü sınıf için krizler bir fırsat oluyor. Özellikle emperyalist ülkeler bu dönemlerden en karlı olarak çıkıyor.

Yunanistan açmazda Avrupa Birliği (AB), Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve Uluslararası Para Fonu (IMF)’nun krize karşı önlem alma adına ekonomisi batık duruma gelen ülkelere dayattıkları paketler, bu ülkeleri daha fazla baskı altına alarak sömürge ilişkilerini yeniden dizayn ediyor. AB ülkelerinde krizin ilk patlak verdiği ve ekonomisi çöken Yunanistan, bu dayatmaları ilk olarak halkın tepkisi vesilesiyle yürürlüğe koyamayınca İngiletere, Almanya ve Fransa’nın sert çıkışıyla karşılaşmış ve Başbakan Yorgo Papandreu istifa etmek zorunda kalmıştı. Yerine geçirilen Başbakan Lukas Papadimos’un durumu da Papandreu’dan pek farklı değil. Şimdilerde ise Yunanistan hükümeti bu paketleri uygulamaya geçirmeye çalışıyor. Yunanistan koalisyon hükümeti uzun süren görüşmelerin ardından AB, AMB ve IMF öne sürdüğü şartları kabul etti. Şartların kabul edilmesi ve uzlaşının sağlanması üzerine 137 milyar Euro yardım paketi serbest bırakıldı. AB, AMB ve IMF Yunanistan hükümetine verilecek kredi dilimini onaylaması için kamu kuruluşlarının birleştirilmesi veya iptal edilmesi, bu kuruluşlarda çalışanların işten çıkarılması, eğitim, sağlık gibi hizmet sektörlerinin daraltılarak hizmet yetkileri-

nin sınırlandırılması, askeri personel sayısının azaltılması ve banka vb finans kuruluşlarının yeniden sermayelendirilmesi gibi şartlar öne sürmüştü. Bu şartlar 2015 yılına kadar adım adım uygulanacak.

İşsizlik rekor kırdı Halkın durumu her geçen gün daha kötü bir yere doğru evriliyor. Ekonomisi batık gemi misali suyun altında çürümeye devam eden Yunanistan’da halk açlıkla yüz yüze gelmiş durumda. Birçok insan ilaç dahi alacak paraya sahip değil. Yiyecek, sağlık, barınma ve ısınma problemleri başlıca sorun haline gelmiş durumda. Kamuda daralma ve devleti küçültme adı altında binlerce kişi işsiz kaldı ve bu süreç hala devam ediyor. Maaşların ödenmesindeki güçlükler bir yana, yapılan kesintiler ve devalüasyon nedeniyle alım gücü iyice zayıflamış durumda. Çalışanların işsiz kalmasının yanında emekliler de maaşlarındaki kesintilerden kaynaklı yaşayamacak noktaya geldi. İşsizliğin rekor kırarak 22 bin civarında seyrettiği Yunanistan’da yaklaşık 20 bin kişi evsiz durumda. Açlıkla yüz yüze kalanların sayısı da bundan daha az bir rakam değil. Örneğin, 250 bin kişi kilisenin dağıttığı yemeklerle ayakta duruyor. Hapishaneler dolmuş durumda. Bu sayının yarısı siyasi eylem ve gösterilere katılanlardan oluşuyor. Adli suçlarda da büyük bir artış meydana geldi. 10 bin civarında kapasitesi bulunan hapishanelerde, kriz sonrası 13 bin civarında tutuklu bulunuyor.

İspanya’da son çırpınışlar İspanya’nın kriz güncesi Başbakan Mariano Rajoy tarafından açıklandı. Hükümet tarafından alınan önlemler halkın kemer sıkmasını dayatıyor. Kamuda küçülme adı altında özelleştirmelere hız veren İspanya hükümeti kamu harcamalarını kontrol altında tutabilmek amacıyla gelir vergisiyle emlak vergisini artırmıştı. 2012 yılına 5,5 milyon civarındaki işsizlikle giren İspanya’da alınan önlemler işsiz sayısının artması anlamına geliyor. Birçok

Polis merkezleri

Kolombiya’da polis merkezlerini hedef alan eylemlerde 1’i polis şefi olmak üzere 15 polis öldürüldü. Kolombiya devlet yetkilileri eylemlerin Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) tarafından yapıldığını duyurdu

Kolombiya’nın kuzeyinde bulunan Tumaco kentinde ve batısında bulunan Cacua eyaletine bağlı Villa Rica kasabasında polis merkezlerini hedef alan eylemler gerçekleştirildi. Yapılan eylemlerde karakollar hedef alınarak 1’i polis şefi olmak üzere 15 polisin öldüğü, onlarca da yaralının olduğu belirtiliyor. Kolombiya devlet yetkilileri yapılan eylemlerin FARC tarafın-


16-17_Layout 2 2/10/12 11:09 AM Page 2

dünya

10-20 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

mı?

17

Savaş arenası; Ortadoğu

küçük ve orta ölçekli işletme kapısına kilit vururken, haftalık çalışma saatlerinin 35’ten 37,5’e çıkarılmasını öngeren önlem paketiyle işsizlik oranının artmasına neden olacak. Ayrıca İspanya bütçesindeki açık 2011 yılı verilerine göre gayri safi milli hasılanın yüzde 10’una erişmiş bulunuyor.

Emekçiler sokaklarda Hükümetin kriz önlem paketi adı altında çalışanlar üzerinde getireceği ekstra yüklere ve artan işsizliğe tepki gösteren emekçiler Madrid’de alanlara çıktı. Sol Meydanı’na yürüyen emekçiler, çalışma saatlerinin artırılması, vergi vb adı altında yapılan kesintilerin artması ve özelleştirmelere karşı tepkilerini dile getirdi.

Özellştirmelere devam Ekonomik krizin diğer bir adresi olan

Portekiz de çözüme özlelleştirmeyle geçiştirmeye çalışıyor. Daha önce Portekiz hükümeti devlet işletmelerinin birçoğunu özelleştirme kararı almış, Portekiz Enerji Energias de Portugal (EDP) şirketindeki devlet hisselerini Çin’in büyük şirketlerinden olan Three Gorges’e satılmıştı. Portekiz hükümeti şimdi de vadeli hazine bonolarını ihraç etti. Böylece borçlanmayla krize çözüm üretme yolunu tutmuş oldu. Bu borçların ödenmesi ve ihraç edilen bonoların geri alımı içinde özelleştirmelere hız verilecek. Bu da borçlanma ve özelleşitrmenin birbirine parelel bir seyir izleyeceği anlamına geliyor. Yani Portekiz’de krizin seyri önümüzdeki günlerde işsizlik ve hak gasplarının artmasıyla devam edecek. Ayrıca Portekiz Ulusal Posta Servisi CTT’nin de özelleştirme programı içerisinde yer aldığı ifade edilmişti.

i hedef alındı dan yapıldığını öne sürdü.

Konuya ilişkin açıklama yapan Cauca Emniyet Müdürü Ricardo Alarcon, eylemlerde kullanılan silahların el yapımı olduğunu duyurdu. Kolombiya Savunma Bakanı Juan Carlos Pinzon polis karakollarını hedef alan saldırıların adresi olarak FARC’ı işaret etti.

Gerilla gücünün 10 bin civarında olduğu tahmin edilen FARC, 47 yıldır Kolombiya devletine karşı mücadele ediyor. Geçtiğimiz yıl kasım ayında FARC’ın önderlerinden olan Alfonso Cano Kolombiya ordusunun Cauca eyaletinde yaptığı bombardıman ve silahlı saldırıda hayatını kaybetmişti.

Ortadoğu kaynamaya devam ediyor. “Arap Baharı” adıyla bilinen süreç bir yılı geride bırakırken, hala birçok ülkede devletle muhalifler arasındaki çatışmalar devam ediyor

Örgüt, ölenlerin arasında kadın ve çocukların bulunduğunu, 700 kadar kişinin de yaralandığını bildirdi. Örgütün lideri Rami Abdulrahman, görgü tanıklarından elde ettiği bilgiye göre, 138 kişinin Halidiye'de, 79 kişinin ise Humus kent merkezinde öldürüldüğünü açıkladı. Abdulrahman, bölgedeki en az 36 evin içinde insanlar varken yerle bir edildiğini ifade etti.

Fas’ta polisle çatışma

Uzun süredir çatışmalı bir süreç yaşayan ve başta ABD olmak üzere emperyalist güçlerin yoğun baskısı altında olan Suriye’de son bombalama eylemini kimin yaptığı da henüz netleşmiş değil.

Kuzey Afrika’da bulunan Fas, muhaliflerin eylemlerine sahne oluyor. İşsizliğin giderek artış gösterdiği ülkede en yoksul kentlerden biri olan Taza’da halk sokaklara çıkarak protesto eylemi yaptı. Polisle çatışmaların yaşandığı eylemlerin 2 Şubat’tan bu yana devam ettiği ve 150’den fazla kişinin yaralandığı öğrenildi. Yoksulluğun ve işsizliğin yoğun olarak yaşandığı ülkede eylemcilerin kamu binalarına saldırdığı ve sokaklarda bulunan araçları ateşe verdiği kaydedildi. Fas hükümetinin yaşanan eylemlerle ilgili halkı sükûnete çağırdığı belirtilirken İletişim Bakanı Mustafa Khelfi, AFP’ye yaptığı açıklamada kamu binalarına yapılan saldırıların doğru olmadığını belirtti. Barışçıl eylem hakkını güvenceye alma ve güvenin sağlanması sorumluluğunun görevleri olduğunu açıklayan Khelfi’nin yoksulluğa karşı öfkesi giderek artan halkın tepkilerini görmezden gelen açıklamalarıyla dikkat çekti.

Suriye’de katliam Suriye muhaliflerle Esad güçlerinin çatışmalarına sahne olmaya devam ediyor. Hergün onlarca kişinin yaşamını yitirdiği Suriye’de 3 Şubat günü yüzlerce kişinin yaşamını yitirdiği katliam yapıldı. Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi örgütü yapılan katliamı Beşar Esad'a bağlı askeri güçlerin yaptığını iddia etti. Örgütün yayınladığı bilgiye göre Esad güçlerinin Humus kentinin Halidiye bölgesini bombaladığı ileri sürüldü. Suriye Esad yönetimi olayla ilgili herhangi bir açıklama yapmazken, birçok ülkede Suriye Büyükelçili’ği protestocuların hedefi oldu.

Katliam Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK)’nin Suriye ile ilgili yaptırım öngören karar tasarısının görüşüldüğü günün öncesine denk geldi. BMGK’da tasarı 13’e 2 leyhte oy alan tasarı, Rusya ve Çin tarafından veto edildi. Tasarının veto edilmesiyle birlikte, Tunus, Kanada, Almanya gibi birçok ülkede Suriye büyükelçilikleri hedef alındı.

Mısır’da çatışmalar sürüyor Mısır'da 1 Şubat Çarşamba günü Port Said kentinde oynanan futbol karşılaşmasında 100’e yakın kişinin yaşamını yitirdiği olaylar, yaşanan çatışmalarla devam ediyor. Eylemcilerle polis arasında devam eden çatışmalar, ülke geneline yayıldı. Yaşanılan çatışmalar neticesinde onlarca kişi yaşamını kaybederken binlerce kişinin de yaralandığı belirtiliyor. Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin yıldönümünde başlayan ve eylemlerine devam eden muhalif güçlerde bu eylemlerin içerisinde aktif olarak yer alıyor. Tahrir Meydanı yakınlarında bulunan Muhammed Mahmud, Felaky ve Meclis El Şabi caddeleri sol ve laik gruplarla futbol takımın taraftarları polisle çatışıyor. Perşembe günü başlayan eylemler, Kahire, Port Said, Suveyş ve İsmailiye gibi birçok yerde devam ediyor. Eylemciler, Hüsnü Mübbarek’in devrilmesi sonrası yönetimi elinde bulunduran Mısır Ordusu’nun görevi devretmesi ve anayasayı yapacak meclisin derhal seçilmesini savunuyor.


18-19_Layout 2 2/10/12 11:12 AM Page 1

18

f

güncel

EKSEN

10-20 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

≫ ahmet hacalişi k.

II.PAYLAŞIM SAVAŞI ÖNCESİ GÜÇLER DENGESİ (1)

B

irinci Paylaşım Savaşı 8 milyon dolayında askerin ölümü, 22 milyon kişinin sakat kalması, Avusturya-Macaristan’ın yok olması, Avrupa’da yeni ulus devletlerin ortaya çıkması ve daha da önemlisi Birleşik Devletler’in Avrupa’ya adım atmasıyla sonuçlandı. Ancak 1920’den sonra Birleşik Devletlerin kendisini diplomatik alanda nispi bir tecridin içine çekmesiyle dünya yapay bir şekilde, savaştan büyük zararlarla çıkmalarına karşılık İngiltere ve Fransa’nın egemenliğinde Avrupa merkezci görünüyordu. Savaşın diğer boyutunda ise 260 milyar dolar gibi daha önce görülmedik düzeyde korkunç maddi kayıplar vardı. On yıllar süren büyümeden sonra dünya imalat sanayi üretimi 1920’de, 1913’den yüzde 7 daha düşük gerçekleşti. Tarım üretimi yaklaşık üçte bir oranın altında ve ihracat hacmi savaş öncesinin yarısı dolayındaydı. Tek tek ülkeler (özellikle de SSCB ) ise çok daha ağır biçimde etkilenmişti. Rusya 1920’de en düşük verimi gerçekleştirmiş, bu 1913’deki değerin yüzde 13’üne eşit olmuştu. Almanya, Fransa, Belçika ve Doğu Avrupa’da sanayi verimi savaş öncesine göre yüzde 30 daha düşüktü. Cephe hattından uzak olan Birleşik Devletler, Kanada, Avustralya, Güney Afrika, Hindistan ve G.Amerika’nın bazı devletleri ise yıpratma savaşının kasıp kavurduğu Avrupa’nın sınai hammadde ve yiyecek maddesi talepleri sayesinde kazançlı çıktı. Bunun yanında savaşan taraflar ( İngiltere ve Birleşik Devletler hariç ) savaş giderlerini alınan borçlarla karşıladığı için karmaşık ekonomik ve politik sorunlar ortaya çıktı. Tüm Avrupalı müttefiklerin İngiltere’ye ve daha az oranda Fransa’ya borçları vardı. Bu iki güç ise Birleşik Devletler’e karşı ağır borç altındaydılar. SSCB’nin, Rusya’nın 3,6 milyar dolar borcunu tanımaması, Amerikalıların paralarını geri istemesi, Fransa’nın, İtalya’nın ve öbür ülkelerin Almanya’dan tazminat alıncaya kadar borçlarını ödemeyi reddetmeleri, Almanya’nın kendilerinden talep edilen miktarları ödemesinin mümkün olmadığını ilan etmesi Birleşik Devletler ile Batı Avrupa arasındaki politik ilişkileri geriyordu. Bu kavgalar 1924 tarihli Dawes planıyla kısmen yatışsa da çalkantıların politik ve toplumsal sonuçları özellikle Almanya’da yaşanan hiperenflasyon sırasında korkunç oldu. Kapitalist sistem açısından bunun kadar kaygı verici olan bir diğer nokta da dünya ekonomisinin 1925’te kavuştuğu mali ve ticari istikrarın sallantılı temeller üzerinde kurulmuş olmasıydı. Avrupa’nın borçlarının arttığı ve Birleşik Devletlerin dünyanın en büyük alacaklısı haline geldiği 1914-1919 yılları arasında sistemin merkezi doğal olarak Atlantik’in öbür yakasına taşındı. Ancak kapitalist sistemdeki yapısal yetersizlikler, tarım ürünlerindeki fiyatların düşüşü, borç faizlerinin ürkütücü biçimde artması, borçlar ihracat yoluyla ödenemediği için ancak yeniden alınan paralarla ödenebilmesi, Amerika’daki iç talebin yükselmesi ve faiz oranlarının artırılmasıyla sermayenin dışa akışının da azalması neticesi sistem daha 1928 yazında çöktü. Talep artışının 1929 Ekimin’de Wall Street iflasıyla sonuçlanması ve Amerikanın verdiği borçları daha da kısması, zincirleme bir tepkiye yol açtı.1932 yazına gelindiğinde pek çok ülkenin sanayi üretimi üçte bir oranında azalmıştı. Avrupa ticaretinin değeri 1928’de 58 milyar dolarken 1935’de 20,8 milyar dolar gibi düşük bir seviyedeydi. Savaş sonrası istikrasızlığın çok önemli bir sebebi de Almanya meselesinin çözülmemiş olmasıydı. Almanya’nın

yerinin ne olması gerektiği sorunu, 1.Paylaşım Savaşı sonrası çözülmediği gibi çizilen suni sınırlar nedeniyle de ağırlaşmıştı. Toprak kayıplarına, askeri olarak kısıtlanmasına ve ekonomik istikrarsızlığına karşın Almanya hala potansiyel olarak çok büyük güçtü. Hala Fransa’dan çok daha kalabalık nüfusa, üç kat daha fazla demir-çelik kapasitesine sahipti. Savaşta iç ulaştırma ağı zarar görmediği gibi kimya ve elektrik tesisleri, teknik eğitim veren kuruluşları ayaktaydı. 1919’da bitkin durumda olan Alman yayılmacılığına gem vurulmasına yardımcı olan güç dengesinin olmaması, Rusya’nın sahneden çekilmesi, Avusturya-Macaristan’ın yok olması, Fransaİtalya’nın insan gücü ve ekonomik kaynaklar bakımından Almanya’nın gerisinde olması sayesinde Almanya birkaç yıl sonra eski gücünü toparladı. GÜÇLERİN KONUMU İTALYA: Mussolini’nin faşist rejimi görünüşte İtalya’yı diplomasi alanında ön sıralara taşısa da ekonomik açıdan çok zayıf durumdaydı. Diğer müttefik güçlerle birlikte o da 1938 Münih Sözleşmesi’ni imzalamıştı. İtalya’nın büyük güç politikası Corfu saldırısı, Libya operasyonu ve İspanya iç savaşına 50.000 askerle yapılan müdahaleyle kendisini gösterdi.1935-1937’de Habeşistan’ı işgal etti. Ancak buna rağmen İtalya savaş sonunda hala ekonomik olarak yarı gelişmiş bir ülke konumundaydı. 1920 yılında kişi başı geliri İngiltere, Amerika ve Fransa’nın 19.yüzyıl başlarında elde ettiği miktara eşitti. Gayrisafi yurt içi hasılası yılda yüzde iki arttığından kişi başı ortalama gelir artışı yılda yüzde bir oldu. İtalya’nın zayıflığının kökünde yatan, küçük çaplı tarıma olan bağımlılığın sürmesiydi ve nüfusun yüzde 50’si bu alandaydı. 1938’de İtalya dünya imalat sanayi üretiminin yüzde 2’sine sahip bulunuyor, dünya çeliğinin yüzde 2,1’ini, pik demirin yüzde 1’ini, kömürün yüzde 0,1’ni üretiyor ve enerji tüketimi öbür büyük güçlerin hepsinden çok daha düşük düzeyde kalıyordu. Kömür, petrol, gübre, demir, kauçuk, bakır ve başka hayati-stratejik maddelere bağımlı olan İtalya ithalatını İngiliz gemileriyle yapıyordu. 1930’lu yılların sonunda İtalya’nın günlük ihtiyaçlarını karşılayacak dövizi bile yoktu. Ekonomik gerilik doğal olarak askeri gücüne de yansıyordu. Mevcut statükoyu bozmak için elinde yeteri kadar silahı, teknolojisi, lojistik desteği olmayan faşist Mussolini, savaş kazanıldı varsayımıyla ülkesini emperyalist dalaşma savaşının içine atmış, sonuç çok büyük bir fiyasko olmuştur. JAPONYA: Statükoya Japonya’dan yönelen tehdit başlangıçta Büyük Güçler tarafından ciddiye alınmadı. Ancak 1914’deki sanayileşme süreci, 1.Paylaşım Savaşı’yla çok büyük bir güç kazanmış ve bu kısmen müttefiklerle yapılan savaş malzemeleri sözleşmeleri ve Japon taşımacılığına olan talepten, kısmen de Doğu Asya pazarlarının sömürülmesi sayesinde olmuştu. Savaş sırasında ihracat ve ithalat üç kat arttı; çelik ve çimento üretimi ikiye katlandı. Kimya ve elektrik sanayilerinde de büyük ilerlemeler kaydedildi. Japonya’nın dış borçları 1.Paylaşım savaşı sırasında verdiği destekten dolayı tasfiye edildiği gibi borç verir hale geldi. Savaş sayesinde imalat sanayi üretimi Amerika’dan bile daha çok arttı ve bu büyümenin 1919-1938 döneminde devam etmesiyle, Japonya genel genişleme oranı açısından Sovyetler Birliğinin arkasından ikinci sırayı aldı. 1938’e gelindiğinde Japonya ekonomik bakımdan İtalya ve Fransa’yı geride bırakmıştı. Ancak sanayinin gelişmesi için ihtiyaç duyulan hammaddeler bakımından (pik demir ve cevher, kömür,

bakır, petrol) Japonya dışarıya (Çin, Malaya, Borneo ) tam bağımlıydı ve “ekonomik güvenlik” arayışı Japon militarizmini, yayılmacılığını körüklüyordu. Nitekim Mançurya üzerinden Çin’e yapılan istila hareketi bu nedenle gerçekleştirildi. Keza Çhain Kai Şhek’in direnmesi karşısında hem Burma yolu üzerinden akan Batılı savaş malzemelerini engelleyerek Çin’i tecrit etmek hem de Güneydoğu Asya, Doğu Hint Adaları ve Borneo’daki petrole ve başka hammaddelere iyice egemen olabilmek için tüm güneye saldırması gerekiyordu. Bu ise ağır soruna yol açtı ve Birleşik Devletler’le karşı karşıya getirdi. ALMANYA:1920’li yıllarda Almanya büyük güçler arasında en zayıf ve sıkıntılı olandı. Versailles Antlaşması’nın koşullarıyla eli kolu bağlanmış, savaş tazminatı yükü altında ezilmiş, Fransa ve Polonya’ya verilen toprakları yüzünden stratejik yönden kısıtlanmış, enflasyon ve sınıf çatışmalarıyla sarsılmıştı. Ancak Almanya toprak, nüfus ve hammadde kayıplarına karşın kendisini Avrupa güçlerinin en büyüğü yapan sanayi potansiyelini korumuştu ve yeniden büyümesini dizginleyecek uluslararası dengeler de artık 1914 öncesine göre çok daha zayıftı. Alman sanayisi 1928’de 1.Paylaşım Savaşı’ndan önce ulaşılan verime ulaşsa da sistemin 1929 bunalımı yüzünden toparlanma altüst oldu. 1932’ye gelindiğinde sanayi üretimi 1928’dekinin yüzde 58’i kadardı. İthalat-ihracat yarıya kadar düşmüştü; gayri safi milli hasıla 89 milyardan 57 milyar marka inmişti ve işsizlik 1,4 milyondan 5,6 milyona yükselmişti. Hitler’in çılgınca yürüttüğü silahlanma çabası da Almanya’nın hammaddelere olan aşırı bağımlılığıyla ters düşüyordu. Sadece kömür yönünden zengin olan Reich’ın sanayisi büyük miktarlarda demir, bakır, boksit, nikel, petrol, kauçuk ve diğer kalemlerde dışarıya bağımlıydı. 1914’den önce Almanya bu tür ithalatı, ihracat gelirleriyle karşılıyordu. 1930’lu yıllarda ise bu mümkün değildi. Zira Alman sanayii artık sadece savaş malzemeleri üretimi için yönlendiriliyordu. 1.Paylaşım Savaşı’nın ve tazminat ödemelerinin giderleri ve geleneksel ihracat ticaretinin çöküşü Almanya’nın elindeki dövizi tüketmişti. 1938’de Almanya dünya altın ve para rezervlerinin ancak yüzde birine sahipti. Buna karşın Amerika yüzde 54’üne, Fransa ve İngiltere’de ayrı ayrı yüzde 11’ini ellerinde tutuyordu. Bu da ulusal hammadde stoklarının tükenmesine, silah sanayinin bunalımlarına neden olan takas rejiminin oluşmasına yol açtı. Takas rejimi işe yarasa da silah artırımının doğurduğu taleplerin dengelenmesi mümkün olmadı. Kendisini 1940’da çıkacak bir savaşa göre programladığı için 1938-1939’a gelindiğinde Almanya askeri yönden yukarıda değindiğimiz nedenlerle güçlü değildi. Güçlü görüntüsü esas olarak düşmanlarının hazırlıksızlığı ve zayıflığından kaynaklanıyordu. Alman Silahlı Kuvvetleri ekonomiye ağır yük getirecek kadar hızla yeniden silahlandığı için bu tür ekonomik zorlukların önünü alabilmek üzere Hitler 1940’dan önce mecburen Avusturya ve Çekoslovakya işgallerini yaparak silahlanma programının yürümesini sağladı. Bu sayede Avusturya’nın demir cevheri ve petrol alanlarıyla metal sanayisini Almanya’ya katmakla kalmadı 200 milyon dolarlık altın ve döviz rezervine de el koydu. Keza Çekoslovakya işgaliyle de altın ve döviz rezervleri yanında geniş metal ve cevher stoklarını da ele geçirmiş, bunlar Alman sanayisine yardımcı olmak üzere kullanılmıştır. Tüm bunlara Çekoslovakya’nın sanayi üretimi de eklenince Hitler’in gücüne büyük bir destek sağlamış ve silahlanma programının sürmesine imkân vermiştir.

Bakan

işkenceye onay verdi Kanada’da işkenceye resmi onay verildi. Halk Güvenliği Bakanı Vic Toews Kanada Gizli Servisi’ne “işkence yapabilirsiniz” talimatını verdi Kanada Gizli Servisi işkence yapmak konusunda özgür bırakıldı. Ülkemizde dahil olmak üzere birçok ülke işkenceci kimliğiyle öne çıkmış durumda. Hatta mevcut ülkelerin-devletlerin hepsinde işkence resmi ve “gayrı resmi” olarak uygulanıyor. Hiçbir ülkenin işkence yapma konusunda bir başkasından eksik kalır yanı yok. Kanada da bu ülkelerden sadece biri ve bu konuyu sadece açıktan resmiyete kavuşturdu. Halk Güvenliği Bakanı Vic Toews'un, Kanada Gizli Servisi CSİS'e verdiği talimatta işkence yapabieceğini söyledi. Toews “gerekli görülen” konularda istihbarat elde edebilmek için işkence yapabileceğini söylediği CSİS’in zaten yaptığı işkenceyi onaylamış oldu. Şimdi bu Gizli Servis işkence yapma yetkisine sahip olarak bunu uygulamaya başlayacak. Talimatı veren Bakan Toews, Kanada Federal Parlamentosu’nda konuya ilişkin soruları cevaplarken Gizli Servisi CSİS’e verdiği talimatı savundu. Toews, “işkence ile elde edilen bilgilerin tamamına inanmak sakıncalı olabilir ama Kanada halkının can ve mal güvenliği söz konusu olduğunda, işkenceyle de olsa elde edilen bilgileri nasıl yok sayabilirsiniz?" şeklinde konuştu. Bütün ülkelerde istihbarat (CIA, MİT, MOSSAD vb) örgütleri bakanlarından aldıkları talimatlarla işkence yapması neden bu kadar şaşırtıyor. Emperyalist barbarlar kendisini nasıl güvenceye alıyor. Ülkemize baktığımızda bile gayri resmi gibi gösterilmeye çalışılsa da devletin bütün kademeleri işkenceyi savunduğu ve hatta talimatını canlı yayınlarda verdiği aşikar. Zira emperyalist barbarlğı ayakta tutan, kendisine karşı gelişen tepkilerde ne kadar işkence ve saldırı yöntemi varsa hepsini gizli ya da aleni olarak uygulamısıdır. Kanada bunun sadece gündeme gelen bir örneğini teşkil ediyor.


18-19_Layout 2 2/10/12 11:12 AM Page 2

kadın 19

10-20 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

Sabah Gazetesi yazarı Engin Ardıç, kendi köşesinde kaleme aldığı yazıda taciz ve tecavüzcülüğün sözcülüğünü yapıyor. Bu sistemin “erkek”liğini koruyacağının gayet farkında olan Ardıç, beynini bacaklarının arasına taşıyıp adeta taciz dizgesi hazırlamış

‘Selam olsun’

Ardıç’a ve cümlesine… Ağzını her açtıklarında kadınlara saldırmaktan geri durmayan, “entelektüel” birikimleriyle kendilerince belirleme ve tespitlere varan Sabah Gazetesi’nin yazarlarından bir tanesi daha inciler döktürü verdi… Sabah Gazetesi yazarlarından Engin Ardıç köşesinde “Soyunan sosyalist” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazı Ukrayna'nın feminist FEMEN örgütünün Davos’ta Dünya Ticaret Örgütü toplantısı sırasında yapılan çıplak protesto eylemi üzerine “değerlendirmeler” içeriyor. Öncelikle yazısına bu örgütü aşağılayan kelimelerle başlayan Ardıç, konuyu daha özelleştirip kadını, kadın kimliğini, bedenini aşağılayan, feminist örgütün ideolojik eksiklerinden faydalanarak bunu ülkemiz devrimci kadınlarına bir aşağılama basamağı yapan bir dil kullanıyor. Örgütün kadın sorununa bakışı, eylemlerdeki tarzı ve en önemlisi ideolojik olarak eksikleri bir tarafa, asıl sıkıntı Ardıç’ın bu kadar rahat bir şekilde “erk(ek)” beyninin aktardığı ifadeler. Doğrudan eylem yapan kadınlara yönelik kullandığı, “soyunmaları ‘kapitalistlere gününü gösterme’ dürtüsünden mi yoksa ‘erkeklere orasını burasını gösterme’ dürtüsünden mi kaynaklanıyor, anlaşılamamış. (…) Bu kadınlar güzelliklerine güveniyorlar ki soyunuyorlar. (Yakından baktım, hiç de fena değiller, incecik genç kadınlar, sıfır yağ, fındık meme, uzun ba-

cak.)” ifadeler doğrudan taciz içerir nitelikte. “Erkek” olmanın verdiği ve bu “erkek”liğini koruyacak bir sistemin içerisinde bulunduğunun gayet farkında olan Ardıç, beynini bacaklarının arasına taşıyıp adeta taciz dizgesi hazırlamış. Ve ne büyük trajikomedi ki bu taciz ne basının bir numaralısı (büyük sansürcü) devleti ne de kadınların hakkını savunan sayın Fatma Şahin’i rahatsız etmişe benziyor. Satabildikleri ne varsa satarak, ülkede ezilenin sırtındakilerin kuyruk altlarında bir asalak gibi yaşayan bu “süper zeka ve entelektüel” baylarımız sonrasında kalkıp “radikal” bir şekilde başka kişileri ya da kurumları eleştirme hakkı edini veriyorlar. Hele de ki bu örgütün muhatapları kadınlarsa Ardıç tüm incilerini döktürüyor. Tıpkı iktidarlar karşısında her gün “yeni” fikir edinmedeki kıvraklıklarında döktükleri inciler gibi. Dünün bir şeyi, bugünün başka bir şeyi olan bu yazarlarımız leş kokan ağızlarını herkese sonuna kadar açabilecekleri lüksüne sahip oldukları kanısındalar! Bu kanıdan kaynaklı ki Ukraynalı kadınlara ‘düzdürülen’ aşağılık ifadelerin ardından ülkemizdeki kadınlara da “ayırt etmeden payına düşeni” veriyor. Ardıç , “Vallahi bizim liberal aydınlar da bizim hükümeti protesto için soyunsalar ya çift taraflı sulu zatülcenp olurlar ya da polis tarafından ‘halkın göz zevkini bozdukları

için’ tutuklanırlar. Peki, bizim protestocu hanımlar niçin soyunmazlar acaba? Hem solcu olup hem de ‘örf ve adetlerimize’ saygılı oldukları için mi yoksa güzelliklerine güvenemedikleri için mi? Hanım hanım, gazete basıp güvenlikçi tartaklamak değil, gerektiğinde kıçını açmaktır marifet! Aç ki muhalif basın sana da haber değeri versin.” Ardıç ülkemiz kadınlarını da bu sözleriyle aşağıladıktan sonra önce FEMEN örgütünün bu eyleminin doğrudan basının dikkatini çekmek için yapıldığının altını çiziyor. Bu örgütün böylesi bir yönelimi olabilir. Bu onların bilebileceği bir iş. Biz devrimci kadınlar bu tarz eylemleri onaylamamakla birlikte bunu yapan kişileri de aşağılamayız. Bizim eylem ve örgütlülük anlayışımız sınıf mücadelesinden yükseldiği gibi, sistemler tarafından tabulaştırılan aşağılanan bedenimizi tekrar onun hizmetine sunan bir eylem anlayışımız da elbette ki yoktur. Devrimci kadınlar, kadın kimliklerini ve sistemin ona yaklaşımını bilir ve mevzilenmesi de buna göredir. Bizler bedenlerimizi, Barbaralar, Mirabel kardeşler, Claralar, 19-22 Aralık katliamında hapishanelerde direnen kadınlar gibi kullanır… Bay entelektüelimizin bu kadınları tanıdığına eminiz ve onların anlayışından ne kadar korktuğuna da… Devrimci kadınları karalama ve aşağılama derdi de buradan geliyor bizce…

Ardıç yazısının sonlarında “entelektüel” birikimini okuyucuya kanıtlamak için Stephane Hessel, Herbert Marcuse ve Mao’dan bahsederek sola ne kadar hakim olduğunu göstermeye çalışıyor. Evet, biz devrimci-komünistler yüz çiçeğin yan yana açması gibi yüz fikrin de yan yana yaşaması gerektiğini savunuruz. Fakat sivri zekalı entelektüelimiz bay Ardıç unutmamalıdır ki; dünya halkları gerçek anlamda özgürlüklerine kavuşup, yeni bir yaşam kurduklarında Ardıç gibiler, tarihin çöplüğünde dahi kendilerine yer bulamayacaklardır. Bir diğer mesele Ardıç’ın, az da olsa ifadelerinde yer alan, basına yönelik “ilgi duyabilecekleri” eleştirisi… Evet, sizin basınınız bunlara ilgi duyar. Sistemin en önemli aracının taşıyıcıları olan siz gerici burjuva-feodal basın temel olarak kadına biçilen rolleri de çok iyi savunursunuz. Her gün kapağınıza, iç sayfalarınıza taşıdığınız çıplak kadın bedenlerinden ve istediğiniz zaman da o kadınların bedenini aşağılayarak prim yaparsınız. Sizin özünüz ve niteliğiniz budur, bu da sizin gerçeğiniz! Var üzerine sen düşün. Sonra göğüslerini açan kadınları, sıcak koltuğundan yazdığın kelimelerle taciz edeceğine, aklı kıt bir beyin taşıyarak, zihni ve bedeni teslim olmuş bir müsbette olarak kendini ve senin gibi olanları, her şeyinizle teslim olduğunuz zihniyeti taciz ediver.

Polislere ‘dövebilirsin’ cezası! Fevziye Cengiz İzmir’de kimlik kontrolü yapan polislerce karakola götürüldü. Kelepçeliyken öldüresiye dövüldü. İşkenceci polisler 30 TL’lik para cezasıyla ödüllendirildi

ruşturma sonucunun kendilerine tebliğ edilmediğini, haberi gazetelerden öğrendiğini, idari sürecin sonuçlandığını hatırlatarak, hukuki sürecin ise devam ettiğini belirtti. Av.Yıldırım, "Gerçekten de ödül gibi bir ceza. İtiraz edeceğiz, gerekirse AİHM sürecini başlatacağız" dedi.

İzmir’de bir eğlence merkezine giden ve kimlik kontrolünde Karabağlar Karakolu'na götürülerek Fevziye Cengiz’i elleri kelepçeli halde öldüresiye döven polisler hakkında başlatılan dava sürerken, idari soruşturma sonuçlandı.

Yıldırım, başından beri olaya itirazlarının işkence ve kötü muamele kapsamında değerlendirilmeden, ‘karakola getirilenleri dövmek’ üzerinden yaklaşımlara bir itiraz olduğunu ve disiplin soruşturmalarında konu işkence, kötü muamele çerçevesinde değerlendirildiğinde cezaların işten çıkartmaya kadar gittiğini açıkladı.

Söz konusu soruşturma sonucu, iki polisin 12 ay kıdem tenzili cezası istenirken, karakol personeli için disiplin cezasına gerek olmadığı belirtildi. Bu da polislerin ayda 30 TL eksik para alması ve bir yıl geç emekli olmasına karşılık geliyor sadece. Yani paran varsa işkence yap, mesleğin polislik ise cezan yok demekle eş değer bir ödül. Fevziye Cengiz'in avukatı Hanife Yıldırım, so-

Yıldırım ayrıca, Cengiz’e yapılan fiziki şiddet kamera kayıtlarında objektif bir kanıt olarak dururken, basit bir yaralama değil işkence olduğuna dair itirazlarının da 15 Şubat tarihinde sonuçlanacağını açıklayarak, “disiplin soruşturmalarıyla ilgili şikayet müesseseleri düzenlenmemiş ama biz yine de itiraz edeceğiz. Ge-

rekirse sonrasında diğer avukatlarla da görüşüp AİHM sürecini başlatacağız” dedi. Öldüresiye dayak yiyen Fevziye Cengiz hakkında polislere "hakaret ettiği, koluna eliyle vurduğu, tırmaladığı ve ittiği" gerekçesiyle 6,5 yıla kadar hapis istemiyle dava açılırken, polisler hakkında 5 yıl 9 ay hapis cezası isteniyor. Ayrıca, döven polislere ‘çürük’ raporu, dövülen Cengiz’e ise ‘sağlam’ raporu veren doktorla ilgili de herhangi bir soruşturma açılmaması Sağlık Bakanı’nın doktoru sahiplenmesiyle kamuoyunun gündemine gelmişti. Sistemin tıkır tıkır işleyen ‘suç ve ceza’ mekanizmaları kendi işkencecileri ve tecavüzcüleri olunca çark terse dönüyor. Hem yavaşlıyor, hem yağlıyor. Hem de ‘ceza’ kavramını unutuyor. Sonra zaman tüneline doğru yol alıyor davalar, raporlar, kararlar, infazlar. Sonra da Zaman geçtiği tünelden aldığı suyla zemzemliyor. Cezalarından ve suçlarından arındırıyor merkezi sistemi.


20-21_Layout 2 2/10/12 11:14 AM Page 1

20 kadın haber

Halkın Günlüğü 10-20 ŞUBAT 2012

Kadın mücadelesini sahiplenen

YAŞASIN ÖRGÜTLÜ MÜCADELE

Almanya’nın Köln şehrinde Avrupa Demokratik Kadın Hareketi (ADKH) 28 Ocak 2012 tarihinde “Sessizlik şiddeti gizler, sessiz kalma” başlığıyla bir panel düzenledi. Panele, ADKH Temsilcisi İnci Kaya ve Frauenverband Courage’dan Angelika Reinert-BUCK katılırken, Türkiye Kuzey Kürdistan’dan panelist olarak beklenen Avukat Eren Keskin’in Almanya’ya gitmesi engellenince, canlı telefon bağlantısı kuruldu. Panel; kadının tarihsel, sınıfsal gelişimini anlatan sinevizyon gösterimiyle başladı. Telefonla panele katılan Eren Keskin, kadına yönelik şiddetin tartışılmasının ve buna karşı mücadele edilmesinin önemine değindi. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devlet erkinin kadının üzerindeki şiddetine ‘kadına yönelik şiddeti sadece kadın ile erkek arasındaki şiddet olarak tanımlıyoruz. Sistemin de kendisine göre örgütlediği bir şiddet olgusu var’ diyerek sözlerini sürdürdü. Kadına yönelik şiddet tanımını yetersiz olduğunu vurgulayan Keskin, 1997 yılında gözaltına alınan adli-siyasi ayrımı

yapmaksızın işkence ve şiddet gören kadınlara hukuki yardım için bir çalışmayla yaşanan taciz-tecavüz olaylarını görünür kıldıklarını belirtti. Verilen hukuki mücadeleyle ceza hukukunda kimi değişikliklerin yapıldığını, ancak N.Ç davasını takip etmek istediklerinde davaya alınmadıklarını, engellendiklerini açıkladı. Diğer yandan 12 yaşındaki N.Ç.’nin neler yaşadığını görmeyen hakimler ve yasalar tecavüzcü erkekleri eski ceza hukukuna göre 1,5 yıl ve olaya adı karışan iki kadını da ‘iffetsizlik’ten dolayı 9 yıl hapisle cezalandırdığını söyledi. Ayrıca Keskin, ‘kadınlar tecavüzcülerden daha fazla ceza aldı. Bu da kadının hukuktaki yerini gösteriyor, kadına yönelik şiddeti erkek egemenliğinden, sistemden kopuk ele almak eksik bırakır. Şiddetin devlet eliyle nasıl yapıldığını görmek gerekir.’ dedi.

Kadın bedeni objeleştiriliyor Panele Frauenverband Courage adına katılan Angelika Reinert-BUCK, Almanya’da kadına yönelik cinsel taciz vakalarının çok yoğun olmakla birlikte istatistiki verilerin

yeterince yapılmadığına değindi. Çocuk istismarının yoğunluğuna değinen A. Reinert ‘2003 yılı istatistiki verilerine göre 19.477 çocuk cinsel istismara uğramıştır, bunların % 77’si kız çocuğunu oluşturuyor ve bu vakaların çok az bir kısmı mahkemelere taşınmıştır’ dedi. Almanya’da her gün 40 bin kadın sığınma evlerine sığınıyor, 16 yaş üzeri kadınların yüzde % 40’ı bedensel ve cinsel şiddete maruz kalıyor. Yılda 90 bin tecavüz vakası yaşanırken bunların sadece % 1’ i mahkemelere taşınıyor ve dolayısıyla % 1’i cezaya tabi tutulabiliniyor. Kadın bedeninin çıplak bir şekilde sergilenmesinin medya ve televizyon aracılığıyla objeleştirildiğine de değinen Reinert, Almanya’da egemenlerin iş yerlerinde Mobbing yöntemiyle kadınlar arasındaki dayanışmayı engellediğini de belirtti. Mobbing yöntemiyle cinsiyetçi ve iftiracı saldırılarla işçiler çökertilmeye çalışılıyor. Reinert sözlerini insan bilincini, kişiliğini, hayat sevincini entrikalarla ve yalanlarla, iğnelemelerle, aşağılamalarla baskı altına almak için kullandığını dile ge-

Tecavüzcülerden susturma Antalya’da 6 yıl önce 13 yaşındaki E.Y. babası tarafından 5 bin TL karşılığında sözleşmeyle 54 yaşındaki Yusuf A.’ya satıldı. E.Y. Yusuf A. tarafından çocuk yaşta tecavüze uğradı. Olayla ilgili gelişen yargı süreci ise yılan hikayesine döndü

Antalya’da babası tarafından sözleşmeyle 2006 yılında 54 yaşındaki Yusuf A.’ya satılan ve uğradığı tecavüzü bilmeden öğretmenine anlatan ilkokul öğrencisi 13 yaşındaki E.Y.’nin durumuyla devlet bir kez daha yarattığı suçundan arınmak için seferber oldu. Gazeteler olayı 'Utanç', 'Sözleşmeli sapık', 'Utanç vesikası', 'Sözleşmeyle kızını sattı', 'Kölelik sözleşmesi', 'Utanç belgesi' manşetleri ve internet arama linklerinde de ‘sözleşmeyle satılan kız babasının evinde bulundu’ başlıklarıyla duyurdu.

Yargı rolünü oynuyor Yargı boyutuyla da E.Y.’nin dava dosyası aynı şehirde gel gitlerle 6 yılı doldurdu. Antalya Cumhuriyet Savcılığı, E.Y. Kemer’deki otele götürüldüğü için soruşturma evrakları Kemer Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. “Yetersizlik” kararıyla dosya tekrar Antalya 4. Asliye Ceza Mahkemesi’ne geldi. En sonunda dava “Görevsizlik” kararıyla Antalya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlandı. Babası Osman Y.'den 5 bin liraya aldıktan sonra satış sözleşmesi imzalatan Yusuf A. E.Y.’yi, Kemer’deki Golden Rock Otel’e gö-

türdü. Uğradığı tecavüzü E.Y.’nin öğretmeninden öğrenen ailenin şikayeti üzerine dava açıldı ve kısa bir süre hapis yatanYusuf A. tekrar dışarıya salındı. E.Y.’nin akraba-yakın çevresi başta olmak üzere, mahalle baskısından rahatsızlık duyan inşaat işçisi baba ve beş çocuklu anne yaşadıkları Antalya şehrini terk edip çareyi Sivas’a yerleşmekte buldu. Ancak E.Y. davasının 2012’de tekrar gündeme gelmesiyle gizlenen tecavüzün arka planı bir kadın programıyla da yeniden aralandı ve başta burjuva feodal medyanın gericicinsiyetçi aktörleri tecavüzün gerçekliğini gizlemek için harekete geçti. Tecavüzü gizleyen sistemin tecavüzcü rolü artıyor ve devlet tecavüzcülerle belirlediği koordinatlarda buluşuyor. Çünkü bu olayın

esas faili olan ve bu suçu üreten, hukuki olarak olanak sağlayan mevcut sistemin kendisidir.

E.Y. yazmak yerine niye ağladı? Antalya’nın Kepez İlçesi’ndeki Ahmet Coşkun Bulut İlköğretim Okulu'nda öğrenci E.Y.’nin matematik öğretmeni ve aynı zamanda sınıf rehber öğretmeni Burçe Tuncer mart ayı içerisinde öğrencilerine cinsiyet ayrımcılığına karşı yaşanan herhangi bir kötü olayı kağıda yazmalarını ve isterlerse de isim belirtmeden kendisine verilmesi konusunda derste bilgi verdi. Öğrenciler kağıtlara yaşadıklarını yazarken, E.Y. kağıt-kalem yerine gözyaşlarıyla konuştu ve anlattı yaşadıklarını. E.Y. öğretmenine, ailesinin ekonomik

durumundan dolayı hafta sonu para kazanmak için çalışması gerektiğini anlattı. İşyerindeki patronu tarafından otele götürüldüğünü ve canını yaktığını, tecavüzün ne olduğunu bilmeden/bilemeden anlattı. Tecavüze uğradığını bilemeyecek kadar küçük olan öğrencisi E.Y.’nin yaşadıklarını öğretmeni annesi Gülay Y.’e anlattı. Anne şu ifadeleri kullandı: ‘Mümkün değil hoca hanım, çünkü bu adam saygıdeğer, hacı, beş vakit namazında niyazında tüm mahallece saygı duyulan bir insan, mümkün değil. Bizim kız yalan atıyor olabilir mi acaba?’ Öğretmene verilen bu tepkiyle, dini tabuların tecavüzü nasıl kolaylaştırdığını geçmiş örneklerde olduğu gibi E.Y. olayında da görmekteyiz. Kanıksatılmış


20-21_Layout 2 2/10/12 11:14 AM Page 2

10-20 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

21

erkek özgürleşir tirdi. Kadına yönelik şiddete karşı toplumsal duyarlılığı uyandırarak hep birlikte mücadele edilmesi gerektiğine değinerek Reinert konuşmasını sonlandırdı.

Mücadelede özne olmak ADKH temsilcisi İnci Kaya; ‘anaerkil’ diye adlandırılan bir dönemin yani kadının erk-egemen olduğu bir dönemin kadının isteğiyle, bilinçli bir egemenliğinin söz konusu olmadığını, doğal bir şekillenişle oluşan bir hukuktan söz etmenin daha yerinde olacağı tespitiyle sözlerine başladı. Fakat erkek egemenliğinin kendisine ait birçok kurum ve şekillenişi yapılandırdığını belirtti. Kaya; mülk edinme, aile, tabular, devlet, ordu ve en önemlisi insanın insan tarafından sömürüsü varlığından söz ederek, bugün sıklıkla karşımıza çıkan modernlik ve uygarlık kavramlarının tartışılması gerektiği ve ilkellik ile modernlik gibi kavramların neye göre belirlendiğinin de irdelenmesi gerektiğini dile getirdi.

ADHK temsilcisi Kaya sözlerini; “Erkek, kadının mücadelesini sahiplendiği oranda özgürleşecektir. Kadın sorunu diye bir sorun yoktur, toplumsal bir sorun duruyor karşımızda. Egemenlerin bizim üzerimizdeki oynadığı bu oyunlara alet olmaması gerekiyor erkeğin. Bizler kendi mücadelemizin öznesi olmamız gerektiği gibi, bu mücadele erkeğin ve kadının birlikte vermesi gereken bir mücadeledir. Bin kilometrelik bir yolu katedebilmek için bir adım atmak gerekiyor. Bir adım atılmaz ise bir kilometrelik yol katedilemez. Biz bu adımı atmak istiyor ve kadına yönelik şiddeti her türlü araçlarla egemen anlayışlara vurarak alaşağı edip, kadın bilincini yükselterek ve kadının bu mücadeleyi sahiplenmesini sağlamak istiyoruz. ‘Sessizlik Şiddeti Gizler Sessiz Kalma’ çağrımız da bundandır.” Panel Alman gençlerinin oluşturduğu müzik grubunun sahne almasıyla ve yapılan tartışmalarla birlikte panelistlerin son sözlerini söylemesinin ardından sonlandırıldı.

a harekatı!

ruyorlar. Tam ‘bitti’ derken yeniden başlıyor...” diye cevaplayan E.Y.; bilmeceye dönüştürülen durumunu ve tacizci-tecavüzcü yapılanmayı da oyalayıp, aldatmacalarıyla ele alanları da kendi sözleriyle yeterince teşhir ediyor. Kadın ve çocuk hakları savunucusu kesilenleri de... E.Y.’nin babası: “Kızını 5 bin liraya sattı” diyorlar. Olabilir mi öyle bir şey? Ben babayım, onun için canımı veririm. Yemin ederim, bir kuruş bile almadım. Böyle bir şey yok. Cahilim ama şerefsiz insan değilim” deyip ağlamaya başlayıp, “Ne satması, bize çocuğumuzu derin devlet için yetiştireceğini söylüyordu” diyerek, tecavüzün hangi zeminden gıdasını aldığını da bir kez daha açığa çıkardı..

Tecavüzcünün MİT Okulu

tepkiyle tecavüze uğramış ve kendisine bile anlatacak cesareti bulamayan kızını sahiplenmek ve korumak yerine, bir anne de tecavüzcüyü temize çıkarıp, küçücük çocuğunu şartlandırılmış dini duyguyla suçlayabilmektedir. Çünkü tecavüzcü dini-bütün, namazında niyazındadır, asla suç işlemez. ‘Zarar görmesin’ yaklaşımıyla E.Y.’ye tecavüz eden hacı patronun yaptıklarını aile ‘utancından’ gizledi.

Davadan E.Y.’nin beklediği sonuç çıkmaz “Bizi rahat bıraksınlar istiyorum. 6 sene oldu bu dava başlayalı, sonuç alınmadı. Suçlunun yanına kâr kaldı. Şimdi yine içeri almışlar. Bana hep aynı soruları so-

Burjuva feodal medyada yer alan bir programda mahkemede yaşananları anlatan E.Y. ile anne-babasının anlatımlarından tecavüzcünün küçük kızı tehdidini de öğreniyoruz: “Küçük kızı, “Ağzını açıp konuşursan seni öldürürüm” diye tehdit ediyor, silah gösteriyor. Baba ve anneye de, kızlarını derin devlet için ajan olarak yetiştirdiği, geceleri de MİT’in okula götürdüğünü söylüyor” E.Y.’nin yaşadıklarının arkasında; devletin sistematik organizasyon projelerinin olduğunu görmekteyiz. Anne ve baba katıldıkları programda milyonların gözü önünde bir başka şekilde medyanın tecavüz linciyle boğuşuyor, toplumsal psikolojik tecavüzün bir başka ayağı işliyor. Sürekli enjekte edilen ailelerin çocuklarına sahip çıkmaması, sorun yaşayanların sorunun yaratıcıları olarak ekran başındaki kitlelere pompalanması ayağını oluşturuyor.

ÖNCÜ KADIN

≫ rojda demir

UZAK YOL, YAKIN TUZAK

G

ücü gücü yetene dünyasında, “sürünüyoruz, debeleniyoruz, idare ediyoruz ya da yaşamaya çalışıyoruz” demeyi ne kadar çok duyar olduk

Yine yaşamın en büyük sitemcileri ve şikayetçileri de dinsel argümanlarla ırkçılık-milliyetçilik üzerinden ve özellikle de cinsiyetçilik üzerinden faşizmin yükselmesine tempo tutanlardır. Dinci faşizmin de katmerleştirdiği yaşamda hep birlikte debeleniyoruz.

Bu söylemlerimiz bizi ve yaşam tarzımızı da açığa çıkarıyor.Yaşamın her alanında bunca baskılanmayı biliyor ve yeterince karşı tepkiler örgütlemiyoruz. Kadın olmanın zorluğunu belki kulakları sağır edene kadar dönüp dönüp söyleyeceğiz. Kendimize, sonra karşı cinse ve en nihayetinde de mücadelemize de yabancılaşmadan. Sitemle kendimizi ifade ettiğimiz kelimeler, sözler, tutum ve tavırlar içinde bulunduğumuz gerçekliğimizdir.

Evde kadını, mahallede esnafı, fabrikada işçi, tarlada köylü, kamuda çalışanı, hastanede doktoru, hemşiresi, eğitimde öğretmeni, öğrencisi, işsizi, atanamayanı, atananı, hapishanede tutulanı, F tipi hücrelerinde infazı yakılanı, tezgahanı vermemek için kendini yakanı... Milyonlarız… O halde evdeki ezen erkek iktidarıyla evde, en yakında başlayan siyasi iktidardaki egemenin ayırt edici özelliği faşizmin düğümünü çözer gibi duruyor. Bu incelikte mücadele çizgisi insanlığı özgürleştirecek.

birbirimizden.

Gündelik yaşamda kadının üretici hizmetinin görülmesine gözünü kapatan her bir birey ve kişi mücadelenin öznesi olması şüphesini de birlikte getirir. Başka konularda devleti ya da sistemi ‘üç maymun’ rolüyle ifade etmemizin de bir gerçekliği kalmaz. Kadının içinde bulunduğu gerçekliği sistemden kopuk, devrimci bir tavırla tartışma konusu ettiğimiz bilimsel siyasal yaklaşımları pratikte korumadığımız zaman bir başka görüngü çıkar karşımıza. Biz devrimci programı savunan insanlar olarak yanı başımızdaki bir insanın sorunuyla ilgilenmiyorsak, onu hakir görüyorsak,bizi sarmalayan bunca haksızlıklara karşı geniş bir kitleyi mücadeleye çekemiyorsak ve harekete geçemiyorsak/geçiremiyorsak bu bizim suçumuzdur. Görev ve sorumluluklarımızı içimizde duyumsayıp, bilincimizde gereğini yapmayı kavramışsak, bu bizi çevre-çeper saran en yakınımızdaki erkek egemen kuşatmanın büyüyen iktidar erkini sarsmak çok da zor olmasa gerek. Demek ki bu kadar ‘sürünüyoruz’ olmamız ne yazık ki, yükümlülüklerimizi yeterince tekdüze günlük yaşamdan koparamamış olmamızdandır. Bizi canımızdan bezdirecek kadar süründüren, gerileten iç çelişkilerimizden kurtulacağımız bir programımız yani günlük çalışma planımız olmalıdır. Bunu yaparken iktidarın egemen rolüne bürünmeden görevlerimize sarılmalıyız. Bu bir bütün olarak yabancılaşmamızı ve özel mülkiyet dünyasından uzak özgür insan olma bilinciyle mücadeleye daha aktif değer katmamızı da beraberinde getirir. Bizi rahatsız eden bu sıkıntılardan derhal sıyrılmak durumundayız. Emeğimizi görünür kılarak başlayalım kadın mücadelesini büyütmeye. Bilmeliyiz ki, kadın mücadelenin öznesi oldukça, erkek de kadının mücadelesini sahiplendikçe özgürleşecektir. İnsanları canından bezdiren sistemle ve kadını yaşamına yabancılaştıran anlayışlarla net bir devrimci çizgi mücadelesi yürütmek, tıpkı reformizmle mücadele etmek kadar elzem ve gereklidir. Çünkü özgür dünya isteyen insanlar yaşamın hiçbir alanında hiçbir kimseye ve hiçbir nesneye bağımlı ve esir olmaz. Nesneleşen, esirleşen özgürlük getirmez. Bunun için emeğimizi seferber ederek verimli çalışmalarımızı çoğaltarak ve bağımsız irademizi davamıza bağlayacak oranda çoğalttığımızı paylaşmaya yönelterek özgürleşeceğiz..

AKP gericiliği dinci-milliyetçi-cinsiyetçibölgeci gericilikten nemalanmaya, ağababalarının desteğiyle biz milyonları manevi huzur lapalarıyla da uzunca süre oyalamaya devam edecek. Bu yaklaşımını da son derece kurnaz ve ‘mağdur’ rolüyle geldiği kürsülerden artık meydan okuyarak yapıyor. Biz milyonların gırtlağını sıkarak kestiği vergilerle yeni dini nesiller yetiştireceğini söylüyor tepedeki din ordusu. Cinsel sömürü dünyasını besleyen yine yeniden dinsel gericilikle debelenenmekte. Bu halkın sırtından hiç inmeyen kambur dinci maskeyle yenileniyor. Bunu yeni muhteşem fatih Recep Tayyip Erdoğan yeniden dini ilanla duyurdu. Asimilasyoncu, imhacı katiller kendileri değilmiş gibi aklanmaya debeleniyorlar. Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki ezilen emekçi din sömürüsüne de en açık potansiyel kitle olarak görülen kadın ve çocuklar ne iktisadi, ne bölgesel, ne ulusal ne de dini siyaset lapasıyla beslenmek istemiyor. Arap Baharı, Irak, Libya, Afganistan, Tunus, Mısır, Fas’ta özgürlük ve demokrasi dağıtanlardan sonra Arap kadın olarak ve her yerde kadın olarak neden daha çok hem bahar öncesi, hem baharda, hem bahardan sonra hem de bütün baharlarda neden ‘önemsendiği’nin büyük bir dersini aldı. Bütün yaşam alanlarında ve zamanlarında, en taze solması gereken bahar ödülleri “önce vurun” olan kadınlarla dolu dünyada... Biz sürünmemek için umutlarımızı sistemin meclis vekillerine, hükümet görevlilerine, istihbarat organlarına değil, e-posta aracılığıyla her işi kolaylaşan devlete değil, devrimci savaşımıza bağlayarak sürdürelim. Dünyanın en üst zenginlerinin e-mail yatırımlarına karşı protesto gösterisi yapan gösterici kadınları da en iğrenç iç pisliğiyle Engin Ardıç gibi lince başlayan yerli-yabancı asalaklar ve sülükler sürüsüne karşı daha örgütlü olmak durumundayız. Kimliğimizi tanımayanlar, bedenlerimizin ölçüsünü bilmeyenler bizimle ilgili her kararı uzak yollarda, yakın tuzaklarla ve çok sıkça yapmaya başladılar. Bize düşen de belgeler üzerinde bizlerin kararlarını alanlara karşı politik dokümanla gerçek hayat arasındaki uzayan mesafeyi siyasi mücadeleyle kısaltmak ve esasen de kaldırmaktır. Özgürlüklerimizi ve demokrasilerimizi kendimiz alana kadar.


22-23_Layout 2 2/10/12 11:47 AM Page 1

22 kültür sanat

Halkın Günlüğü 10-20 ŞUBAT 2012

Reç/İz, YÇKM Sinema Salonu 4 Şubat Cumartesi günü gösterimine başlanan Reç/İz filmi YÇKM sinema salonunda gösterime girdi. Tayfur Aydın’ın yönetmenliğini yaptığı filmin gösterimi hafta içi tek seans, hafta sonları cumartesi iki, pazar günü ise üç seans şeklinde yapılıyor. Filmin seans saatleri şöyle:

Hafta içi gösterimleri: 19.30 Cumartesi günleri: 14.00, 16.00 Pazar günleri: 14.00, 16.00, 18.00 Filmin konusu Şeristan 80 yaşındadır. İstanbul’daki gecekondulardan birinde; oğlu Mirza, torunları Hevi, Leyla ve Meryem ile birlikte

sıradan bir yaşam sürdürmektedir. Bir sabah kötü bir düşten uyanan Şeristan’ın sıradan yaşamı, sıra dışı bir yolculuğu doğuracak şekilde sona erer. Oğlu Mirza ve torunu Hevi ile birlikte 20 yıl önce göçe zorlandıkları için terk ettikleri Batman’a doğru yola çıkarlar.

Zenne

üzerine bir değini Z

enne filmi 15 Temmuz 2008 tarihinde 26 yaşında ailesi tarafından vurularak öldürülen eşcinsel Ahmet Yıldız’ın yaşamından esinlenerek çekildi. Film Ahmet Yıldız’ın arkadaşları Caner Alper ve Mehmet Binay tarafından beyaz perdeye aktarılırken filmde Can rolünde Kerem Can, Daniel Bert rolünde Giovanni Arveneh, Ahmet rolünde Erkan Avcı rol alıyor.

Filmin verdiği mesaj Film birbirinden farklı üç eşcinselin yaşadığı olaylar üzerinden verdiği mesajlarla feodal değer yargılarından tabulaştırılan dine, şovenist bakış açısıyla birlikte askere alınan insanların yaşadığı travmadan toplumun bireyler üzerinde yarattığı baskılara kadar pek çok konuya değiniyor ve şovenizmin ve dinin teşhirini de yaparak güçlü bir etki yaratıyor. Film Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’ne getirdiği yerinde ve hedefi on ikiden vuran eleştirileriyle de izlenmeye değer bir yerde duruyor.

Filmin hikayesi şöyle gelişiyor: Filmdeki karakterlerden Zenne (Can Öztürk), eşcinsellerin gittiği bir barda dans ederek yaşamını sürdürmektedir. Ahmet ise Zenne’ye çalıştığı barda yardım eden ve muhafazakar bir aileden gelen bir eşcinseldir. İstanbul’a fotoğraflar çekmek için gelen Daniel Bert bir fotoğraf sanatçısı, Zenne’nin fotoğraflarını çekmek istediğini söyleyerek ikiliyle iletişim kurar. Çalıştığı işten ayrılmak zorunda kalan Zenne bu teklifi kabul eder.

İstanbul’un değişik mekanlarında fotoğraflar çeken üç kişiden Daniel’le Ahmet arasında bir ilişki gelişmeye başlar. Ahmet çocuk yaştan beri eşcinseldir ve bu yaşam tercihinden dolayı ailesi tarafından sürekli baskı altında tutulmakta ve tecrit edilmekte, ayrıca annesi tarafından peşine bir adam takılarak takip ettirilmektedir. Çocuk yaştan beri muhafazakar ailesinin baskılarına maruz kalan Ahmet, bu baskılar altında kendi benliğini yaşayamamaktadır. Bir yandan da annesi tarafından peşine takılan biri tarafından takip ettirilmekte ve bunun gerilimini sürekli yaşamaktadır. Kendisini takip eden adama sürekli para vererek bu baskıdan kurtulmaya çalışan Ahmet, ilişkisi olan Daniel’in bu durumu öğrenmesiyle ona her şeyi anlatır. Daniel Ahmet’e en doğru olanın eşcinsel olduğunu ailesine anlatması gerektiğini söylerken Ahmet ailesinin baskılarını derinden hissetmekte ve bu durumunu ailesine söylemekten çekinmektedir. Ahmet’i bu baskılardan kurtarmak isteyen Daniel, ona pasaport alarak kendisiyle birlikte yurt dışına gitmesini ister. Orada birlikte yaşayacaklar ve daha “özgür” davranabileceklerdir. Ancak Ahmet askerliğini yapmamıştır ve eşcinselliğini kanıtlaması karşılığında askere gitmekten kurtulacaktır. Askerlik muayenesinde Ahmet ve Can’dan eşcinselliklerini kanıtlamaları için cinsel ilişki sırasında çekilmiş fotoğrafları

istenmektedir. Askeri doktorların muayene sonrası asker adaylarıyla heyette görüşmelerinin bulunduğu odayı gösteren sahneleriyle TSK’nın bakış açısının teşhirinin yapıldığı sahneler, filmi güçlü kılması arasında yer alıyor. Uzun süre askerden kaçan Can’ın bir süre sonra askere gitmeye karar vermesi ve orduya karşı eşcinselliğini gösteren fotoğrafları heyete götürmeyerek tepkisini göstermesi filmin önemli sahnelerinden biri. Babası Güneydoğu’da binbaşı olarak çatışmada ölen Can’a askerler tarafından tecavüz edilerek rapor verilip gönderilmesi de, filmdeTSK’nın feodal kültürle yoğrulan ve eşcinsel bakış açısını teşhir etmesi açısından güçlü bir etki yaratıyor.

leştirmenin duygusal yoğunluğunu yaşar. Ancak ailede muhafazakarlığı temsil eden anne, oğlunu öldürmesi için babasına silah verir ve babası İstanbul’a gelerek oğlunu öldürür. Din ile özgür iradenin çatışmasının zirve yaptığı bu sahneler, filmin atmosferini etkili kılan sahneler olmasının yanında yaşadıkları toplumsal baskılara ve feodal değer yargılarına rağmen ayakta kalmaya çalışan bir bireyin yaşadığı irade savaşı tüm gerçekliğiyle veriliyor. Tabii ki burada yaşanan ölüme rağmen özgür irade kazanıyor. Ailenin tüm baskılarına rağmen özgür irade. Burada toplumun eşcinsellere bakış açısının kolay kolay değişmeyeceği vurgusu da yapılıyor.

Özgür iradenin dinle çatışması

Askerlik sonrası bireylerin yaşadığı travma

Filmde Ahmet’in eşcinselliğini ailesine söyleyememesinden kaynaklı yaşadığı travmayı vermesi ve Ahmet’in özgür irade savaşıyla ailenin geleneksel değer yargılarından olan dinin çatışması boyutuyla da Daniel ayrıca Ahmet’e eşcinsel olduğunu ailesine söylemesi gerektiğini belirterek kendi ailesinin durumunu anlayışla karşıladığını söylemektedir. Ancak Ahmet bu baskılar altında ezilmekte ve ailesine bu durumunu ifade edememekte ve onun gerilimini sürekli yaşamaktadır. Daniel ona yardımcı olabilmek için İstanbul’da kalmakta ısrar eder ve Ahmet filmin sonuna doğru ailesine telefonda eşcinsel olduğunu söyler ve gözyaşları içerisinde bu hesaplaşmayı gerçek-

Zenne rolünde oynayan Can Öztürk de askerden sürekli kaçmaktadır. Can’ın annesi eşini ‘Güneydoğu’da bir çatışmada binbaşıyken kaybetmiş, ayrıca oğlu da askerliğini ‘Güneydoğu’da yapmıştır. Yapılan bütün şovenist propagandalara rağmen askerde her gün pek çok insana ateş ederek öldürmek zorunda bırakılan Cihan’ın, askerlik sonrası orada yaşadığı olayların travmasını hala yaşayarak hayatını devam ettirmek zorunda kalması etkili bir şekilde işlenir. Askerlik öncesi şovenist bakış açısıyla askerde yaşadığı olayların çelişkisini


22-23_Layout 2 2/10/12 11:47 AM Page 2

23

10-20 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

nda gösterimde Şeristan’ın yıllar boyunca bir sır olarak sürdürdüğü hayatına dair bütün gerçekler bu yolculuk sürecinde ortaya çıkar. Mirza için en büyük yük annesine verdiği sözü yerine getirmektir. Hevi ise bu yolculuğu başından beri istemediği ve İstanbul’dan yanına kötü anılar alarak yola çıktığı için babası Mirza ile sürekli çatışır. Yolculuğun sonunda Mirza an-

nesine verdiği sözü yerine getirebilecek midir? Tüm toplumsal önyargılara, olumsuz doğa koşullarına ve oğluyla arasındaki düşünce çatışmalarına rağmen omuzlarındaki yükü sonuna kadar taşıyabilecek midir? Gelenekler, inançlar, tabular mı; yoksa her şeye rağmen bir anne olan Şeristan mı; hangisinin isteği yerine getirilecektir?

MAYA

≫ arıf bilgin

EZİLENLERİN ORTAK DİLİ-II

K

ürtlerin kendi geleceğini belirleme hakkını kayıtsız şartsız kabul etmeyen hiç kimse demokrat bile olamaz. Öte yandan Kürtlerin geleceğini belirleme hakkı, belirli siyasi çevrelerle kapı arkalarındaki siyasi pazarlıklara da teslim edilemez. O kayıtsız şartsız ulusun bütününe ait bir haktır ve sadece onun tarafından kullanılabilir. Ne devlet, ne hükümet ve ne de muhalefet bu sorunun çözümünde samimi ve dürüst değiller. Bu sorunun çözümüne gerçekçi, hakkaniyetli ve doğru yaklaşabilmek için öncelikle demokrat olmak gerekir. Bugünkü meclisten ve mevcut devlet stratejisinden çözüme dair bir ışık gözükmüyor. Çünkü demokrat değiller. Dünyanın neresine bakarsak bakalım, ezilen ulusları silahlı direnişlere ve ayrılığa zorlayan gerici rejimlerin bizzat kendi silahlı zorbalığı olmuştur. Bugün de onu görmüyor muyuz?

Gösterimi ve festivallere katılımı yasaklanan Zenne filmi yaşanmış bir olay üzerinden sinemaya uyarlanırken, ordunun ve toplumun eşcinsellere şovenist ve feodal bakış açısını teşhir ederek, bu bakışa güçlü bir karşı koyuşla izlenmeye değer bir yerde duruyor

yoğunluğuna yaşayan Cihan’ın konuşmaları üzerinden verilen mesajlarla Ahmet’le arasında geçen diyaloglar hikayeye ivme kazandırır. Bu bölümdeki sahneler şovenizmin bireyler üzerinde etkileri ve çatışmasını gerçekçi bir şekilde izleyiciye vermesiyle de anti-şoven bir bakış açısını filme kazandırır. Burada Cihan’ın yaşadığı travmanın şovenizme güçlü bir karşı koyuş olarak ortaya konuluyor. Cihan’ın yaşadığı travmayı en yakından hisseden ve eşini ‘Güneydoğu’da bir çatışmada kaybeden annenin diğer oğlu Can’ı koruma savaşı iç içe geçer. Anne diğer çocuğunu da kaybetmek istememektedir. Anne bütün bu yaşadığı gerilimlerden dolayı Can’ın askere gitme kararına karşı koyar. Durumu kabullenmek istemez.

Daniel’in yaşadığı gerilim Filmin rollerinden birinde yer alan Daniel, İstanbul’a gelmeden önce Afganistan’da savaşın sürdüğü koşullarda çektiği fotoğraflarla ödüller almış bir fotoğrafçıdır. Afganistan’da fotoğraf çekerken güvenli bölgeler dışında çeşitli acılar çekerek babalarını yitiren ve her şeye rağmen gözlerindeki umuttan bir şey kaybetmeyen çocukların fotoğraflarını çeker. Fotoğraf çekimi sırasında çocuklardan üçü mayın patlaması sonucu hayatını kaybeder ve Daniel geçen zamana rağmen bu acıyı yüreğinde hissederek kendini suçlu hisseder. Savaş koşullarında her gün pek çok insan ölmesine rağmen Daniel bu suçluluk duygusundan kurtulamamaktadır. Daniel’in yaşadığı travma ve Afganistan’daki savaş koşullarını gerçekçi bir şekilde veren görüntüleri ve çeşitli diyaloglarla verilen mesajı güçlendirmesi boyutuyla da film izlenmelidir.

Eşcinsellerin “özgürleşme” mücadelesi Mevlana’nın “Kendi kanında dans et. Özgürleşinceye kadar dans et” sözlerinin ekranda gösterilmesiyle başlayan film, eşcinsellerin tüm toplumsal baskılara rağmen kendi olma mücadelesini çok iyi veriyor. Bir yandan yaşadıkları baskılar ve olaylar üzerinden birbirlerini daha iyi tanımayı öğrenen üç eşcinselin birbirleriyle dayanışmasını anlatan film, diğer yandan da toplumumuzda halen kanayan bir yara olan toplumun eşcinsellere karşı bakış açısını teşhir ediyor. Film feodal değer yargılarıyla şovenist bakış açısının bireyler üzerinde yarattığı travmayı anlatması boyutuyla da dikkate değer mesajlar veriyor. Film bütün baskılara rağmen ayakta kalma savaşı veren bireylerin verdikleri mücadeleyi ve yaşamda birbirlerini tanımayla birbirlerine güvenme süreçlerini öğrenmeleriyle ve bütün bu öğrendiklerini dans ederek taçlandırmalarıyla da zirve yapar. Film bütün bu özellikleriyle toplumumuzdan halen dışlanmaya ve tecrit edilmeye devam edilen eşcinsellerin ayakta kalma mücadelesini ortaya koyması boyutuyla izlenmeye değer bir yerde duruyor.

Zorbalıklar karşısında ezilenlerin her türlü direnişi masum bir meşruiyete sahiptir. Elbette Kürt siyasi hareketinin de es geçilmez yanlışları oldu ve onları her zaman eleştirdik, yine de eleştirilmelidir. Fakat bunca devlet zorbalığı ve inadı sürüp giderken üstelik eski vahim hatalarından hayli uzaklaşan Kürt siyasi hareketine yüklenmek adaletli olamaz. Bazı aydınların ve politikacıların kamuoyu önünde “PKK zorbalığı”na vurgu yaparak devlet şiddetine yönelik eleştirilerini bir nevi dengeleme eğilimleri tutarsızlıktır. Etnik ve dinsel nitelikli kavgaların bazı tehlikeli gelişmeleri tırmandırmaya elverişli olduğu gerçektir, ama bundan ezilenlerin kendi hakkından vazgeçmesi istenemez. Tersine onları şiddete zorlayan egemen güce, devlete yüklenmek gerekir. Öte yandan Kemal Burkay’ın Kürtlerin radikal direniş tarzının tasfiyesinde eski alışkanlığını sürdürmesi de herhalde bugünkü hükümete güveninden ileri geliyor. Elbette “hain”, “ajan” ithamlarına katılmıyoruz, ama bir zamanlar Zana ile aynı siyasal çizgiyi paylaşan ve onlara önderlik eden Burkay’ın Zana’nın bu kadar gerisine düşmesi düşündürücüdür. Zana doğru söylüyor, Kürtlere kendi geleceğini belirleme hakkı tanınması kaçınılmazdır ve maalesef bugünkü dünyada silahı olmayanların hiçbir şeyi yok demektir. Bugünkü Ortadoğu konjonktüründe halkların birliği ve kardeşliği çok büyük önem kazandı. Bölgedeki emperyalist provokasyonlar ve saldırılara karşı iki halkın öz güven ve dostluğunu pekiştiremezsek onların işini kolaylaştırmış oluruz. Ülkenin devrimci aydınları ve politikacıları bütün ezilenlere sevgi ve hoşgörü, egemen şoven politikalara ve devlet “zalim”liğine karşı da kararlı bir duruş sergilemezlerse bu güven geliştirilemez. Hrant Dink olayındaki devrimci tutum, Kürtlere karşı zorbalıklarda da gösterilemezse caniliklere ve katliamlara karşı sağlam duruş sağlanamaz. Eninde sonunda bütün ezilenlerin sorunu bir bütündür. Fakat böyledir diye, farklı sorunların kendisini özgün biçimde ortaya koymasına ve kendisini zorunlu hissettiği mücadele biçimlerine itilmesini anlamak gerekir. Elbette bütün ezilenlerin birleşmesine elverişli tek siyasal eksen, sınıf hareketi ve sınıf mücadelesidir. Bunun önünü açacak, diğer çelişkileri buna tabi kılacak büyük bir toplumsal devrim hareketi geliştirebilmek için hiç değilse geçmişin ayrıştırıcı siyasal tarikatçılığından farklı olarak ortak bir dil kullanabilmeliyiz. Bu dil; bütün ezilenlerin her türlü direnişine saygı duymak; bütün emperyalist müdahale ve karışmalara izin vermemek; bütün ezilenlerin birliğini ve ortak direnişini kollamak ve kolaylaştırmak; her türlü gericiliğe ve faşizme amansızca karşı durmak; kime yapılırsa yapılsın bütün adaletsizlikleri ve insan hakkı ihlallerini protesto etmektir. Bir de aydınların “gıcık eleştirisi” karşısında biraz sabırlı olmak ve hemen “hain”, “ajan” damgası basmamak gerekir.


24_Layout 2 2/10/12 11:19 AM Page 1

Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Hıdır Gürz Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Bölgesel SüreliYönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL

Ya ku suc pêk dine

ev pergala ye

Li Antalya’yê zarokek 13 salî ji hêla bavê xwe ve 6 sal berê tê firotandin. Ev bûyera ne a ewil e ne jî wê bibe dawî.Çimkî esas kiryarê vê bûyerê û ya ku van suca pêk dîne ev pergala ku dadî jêre rê vedike ew bi xwe ye.

L

i Antalya’yê zarokek 13 salî, ji hêla bavê xwe ve bi pera tê firotandin. Bavê zarokê bipeyman zaroka xwe difroşe yekî 54 salî. Ew şexsê ku zarok dikire ango Yûsif gelek caran tecawizê zarokê dike. Zarok niha bûye jineke 19 salî û di binê bandora vê travmayê nikare xilas bibe. Ji bo vê pişgiriya psîkolojîk hildide. Ev bûyera û bûyerên wek vê gelek caran hatin jiyan û tên dijîn. Raya giştî wek vê bûyrê hinek caran pê dihise hinek bûyeran jî nahise. Pergala ku li ser milkên taybet saz bûye bi girêdayê vê jî civaka ku parçeyê çînan bûye û dadiya li ser vê pergalê saz bûye ji jiyana van pirsgirêkan re wek bangê ye. Çimkî pergala cezayê di dadiyê de wek rewşa milkên taybet derdikeve holê. Metaya herî mezin mirov bi xwe ye. Ev pergala mirov dixe rewşeke wisa ku mirov zaroka xwe bi xwe bi pera difroş e û tu meşruiyeta vê pergalê tune.

Di vê bûyerê de tu giringiya darizandina mirovan tune. Dîsa em dizanin şexsên ku navê wî Osman e ango bavê zarokê jî yê ku zarok bi pera ve kiriye ango şexsên ku navê wî Yûsif e wê pergala dadiya ku milkê taybet esas digre bi wî awayî wê bên darizandin. Biryar çibe jî em dizanin ku wê lehê wan mirovan de bê danîn. Mê darizandineke waha çend meh berê dîsa dît. Ew jî doza N.Ç. bû.Kî, kê didarizîne, ceza û tiştên wek vê li hember kê pêk tê. Zarokên ku travmaya pskolojîk dijînê hesabê wan bûyera ji kê û çawa tê pirsîn wê bê pirsîn. Kîjan pergala dadîyê rewşa ku rûmeta mirov hildide bin pêyan dikare darizîne. Di vê rewşê de jiyana zarokan a mezin ku wenda bûye kîjan dadgeha cezayê dikarê hesabê vê rewşê darizîne? An jî ya ku berpirsiyariyê van bûyera ye ango ev pergala dikare ku di dadgehên wxe de darizandina xwe bi destê xwe bike û ceza bide xwe? Tê zanin ku berpisiyarê hemû van pisrgirêkên

civakê ev pergala ye. Bê fikarê ku sedemên hemû pirsgirêkên civakî ev pergal e. Nasnameya çînî ya sazbûna civakê jî girêdayî vê sedemê ye. Çimkî pirsgirêkên ku di civakê de derdikevin yên ku milkên taybet pêk dînin û yên girêdayê van in. Jin, mêr, ciwan, kal, pîr, xwendekar, karker, gundî… Hemû çînên civakê ku van pisgirêkan dijînê ji ber rewşa çînî, milkên taybet û cudakeriya dadiyê ye. Bi girêdayê vê jî dadiya ku milkên taybet ve sazdibe pirsgirêka çareser nake. Çareserbûna van pisgirêka dîsa dijî vê pergala milkên taybet û hemberê vê dadiya milkên taybet e. Erê evan şexsana hemû sûcdar in. Yên ku hemberê van bûyeran bêdeng dimînin hemû sûcdar in. Lê belê herê serî de ya ku sûcdar e û hewceye bê darizandin û pênûsa wê bê şkandin ev pergala bi xwe ye. Qasên kiryaran yên ku ji van kiryaran re bûye hevpar hewceye ew jî bênê darizandin.

Cezayê lêxistina zingilê polîs:Lînç! “Ceza” yê bi nezanî çûyîna derê polîs û lêxistina zingilê polîs linç e. Li bajarê Wanê navçeya Elbaxê esnaf Ensar Aladag “xeletiyek” pêk anî. Roja 1’ê Sibatê bûyera wextê êvarê de Aladag ji hêla polîs ve kete rewşa nexweşxaneyî. Li bajarê Wanê navçeya Elbax’ê Ensar Aladag karê kombersa Casperê dikir. Roja 1’ê Sibatê ji bo ku Aladog ji bo ku pirsgirêka înterneta kiryarê xwe çareser bike çû apartmana Yildirim û zingila polîs xist. Wê demê polîs derket û niqaş pêk anî. Aladag rewş ji polîs re anî ziman û ji polîs lêborîn xwest. Li hemberê vê rewşê polîs hêjî zordariya xwe domand. Li gorî dîtîya jî polîs bi qundaxa çeka xwe ve li serê Aladag xist. Bi lêxistinê re Ensar Aladag teraza wî xerab bû û kete erdê, li ser vê polîs bi pehîn û sîleha ve êriş bir ser Aladag. Bi alîkariya cinarê polîs Fettah Yildirim polîs hat serkut kirin. Li dawiya bûyerê bi şika travma mêjî Ensar Aladag sewkê Wanê bû. Aladag hêjî xetereya jiyana xwe derbas nebûye. Polîsê ku êriş bir ser Aladag ji hêla polîsen din hat birin.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.