HG-33

Page 1

kapak42_Layout 2 3/30/12 10:31 AM Page 1

Gazetemiz sesimiz sözümüz silahımızdır sf 12-13

Zulmün kale burçları aşılmaz deme Maoist Komünist Partisi (MKP)’nin 4. Genel Sekreteri Komünist Önder Cüneyt Kahraman ve yedi yoldaşını ölümsüzlüklerinin 15. yıl dönümünde saygıyla anıyoruz. “Zulmün kale burçları aşılmaz deme devrim sınır tanımaz” şiarını bayraklaştıran Savaş; yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor

sf 22-23

Halkın Günlügü

1-10 NİSAN 2012 Yıl: 2 Sayı: 33 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

k ü l t r ö d t Dör

pîroz be!

m z i ş a F

fGÜNCEL 02-03

RedHack ‘Birimizi durdurabilirler fakat hepimizi asla’

ISSN: 2147-0499

4+4 oyunda 4+ rşı u m a k e v üme ka alışılan irilmeye ç e öngürülen dönüş ver güçç e g ta a y -yurtse temind ndan ha AKP tarafı lendirilen eğitim sis evrimci-demokratik tirdi. Bütün sals d olarak isim an KESK üyeleri ve m bir faşist terör e rinde kararlı ta ık le i, alanlara ç n kolluk kuvvetler emekçiler direniş n a lere saldır şı geri adım atmaya r dırılara ka

Newroz

Kürt ulusuna yönelik yoğunlaşarak devam eden faşist saldırılar eşliğinde karşıladığımız 2012 Newroz’u bütün baskı ve engellemelere rağmen yüz binlerin alanları doldurmasıyla büyük bir coşku içinde kutlandı. Newroz gösterilerini engellemeye çalışan devletin estirdiği faşist terör sebebiyle İstanbul’da Hacı Zengin katledildi. Yüzlerce kişi gözaltına alındı, onlarcası tutuklandı. Kürt ulusuna teslimiyet ve tasfiyeyi dayatan devlete Newroz vesilesiyle verilen mesaj oldukça net; Zulmün ve baskının olduğu yerde isyan ve direniş meşrudur. Newrozu karşıladığımız bahar aylarıyla beraber, gerilla alanlarında da hareketlenmeler başladı. Kuzey Kürdistan’ın birçok bölgesinde Türk ordu güçleriyle HPG gerillaları arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyor.

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

28-29 Mart tarihlerinde ülke genelinde alanlara çıkan eğitim emekçilerine kolluk kuvvetleri tarafından saldırı gerçekleştirildi

RÖPORTAJ SF 04-05

Sivas’ın katili patron-ağa devleti

06

“Dostları” Suriye için İstanbul’da toplanıyor

16

Devlet ile hükümet münasebetine dair

20


2-3_Layout 2 3/29/12 7:12 PM Page 1

02 güncel haber

Halkın Günlüğü 1-10 NİSAN 2012

Newroz’un ateşiyle baharı y Kürt ulusal meselesi gündemdeki yerini bütün yakıcılığıyla korurken, Newrozda başta Amed ve İstanbul olmak üzere ülke genelinde alanlara çıkan yüz binler, zulme karşı direniş bayrağını yükseltme kararlılığını haykırdı

Devlet tarafından topyekün saldırı ve baskı politikasıyla engellenmeye çalışılan Newroz tam bir direniş ve isyana dönüştü. Saldırılarla sonuç alamayan devlet güçleri “yasak(!)” olmasına rağmen birçok ilde geri çekilip, alanları açmak zorunda kaldı. Newroz politikası da iflas eden AKP sözde “şiddet karşıtlığı” kisvesi altında BDP’yi suçlayarak durumu kotarmaya çalıştı.

Kürtlere saldırı, Kürte “açılım” Kürt ulusuna yönelik yoğunlaşan saldırılarla beraber karşıladığımız bu yıl ki Newroz, bütün baskı, tehdit ve engellemelere rağmen başta Amed ve İstanbul olmak üzere yüz binlerin alanlara aktığı, taş, molotof, barikatla zulme karşı isyan ettiği bir güne dönüştü. Sözde “açılım” politikalarıyla Kürt ulusuna teslimiyet ve tasfiyeyi dayatan TC Devleti, bu politikasında başarılı olmayınca 88 yıllık planını daha etkin bir şekilde işletmeye çalışarak tümden imha-inkar, teslim alma politikalarına yöneldi. “KCK operasyonları” adı altında yapılan saldırılar neticesinde binlerce Kürt siyasetçi tutuklanarak hapishaneye konuldu. Gerillaya yönelik teknik-teknolojik bütün imkanlar kullanılarak imha saldırıları gerçekleştirildi. Bu politikalara karşı duran, muhalefet eden herkes tehdit edilerek, sindirilmeye, baskı altına alınmaya çalışıldı. Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen-emekçilerine karşı topyekün saldırı furyasının olduğu böylesi bir dönemde bahar aylarının gelmesiyle beraber siyasi süreçde oldukça hareketlenmeye başladı. PKK tarafından yeni sürecin ilk adımı olarak ele alınan Newroz kutlamaları ülke genelinde yasaklanarak tam bir polis terörü estirildi. İçişleri Bakanlığı’nın genelgesiyle 21 Mart dışında yapılacak bütün gösterilerin yasaklandığı Newroz eylemleri bir hafta boyunca tüm ülkede yüz binlerin katılımıyla kutlandı. Newroz dolayısıyla başta Amed ve İstanbul olmak üzere İçişleri Bakanlığı genelgesine riayet edilmeyen her alanda azgın bir devlet terörü estirildi. Yapılan her gösteriye gaz bombaları, tazyikli su, biber gazı kullanarak saldıran kolluk kuvvetleri İstanbul’da yapılan Newroz gösterilerine katılan Hacı Zengin’i katletti. Yüzlerce kişi gözaltına alındı, onlarca kişi tutuklandı. Özellikle Kuzey Kürdistan illerinde yapılan eylemlerde kolluk kuvvetleri halka ateş açarak birçok kişinin yaralanmasına sebep oldu.

Her gün onlarca Kürt siyasetçinin gözaltına alınıp tutuklandığı, imha operasyonlarının yapıldığı, en temel demokratik hakların dahi engellenmeye çalışıldığı bir süreçte AKP “ikinci açılım paketini” açıklayarak trajikomik bir durum sergiledi. Kürt ulusunun kolektif hakları için inkar politikasını olduğu gibi devam ettiren AKP, bir yandan BDP üzerinden Kürt ulusuna teslimiyet ve onursuzluğu dayatırken diğer yandan ise “Kürt sorununu çözeceği” vaadinde bulunarak nasıl da “demokratik” bir politik hatta sahip olduğunu göstermenin telaşında. İlk elden burjuvafeodal medya üzerinden kamuoyuna duyurulan ardından bizzat Tayyip Erdoğan tarafından yapılan açıklamalar önümüzdeki dönemde TC Devleti’nin halka yönelik saldırılarının tırmanacağının işaretini veriyor. “Ya teslimiyet ya imha” paradoksuyla hareket eden AKP, özellikle Suriye’de yaşanacak olası gelişmeler sonrası Irak benzeri federatif bir Kürt oluşumunun önüne geçmek için bazı kırıntılarla Kürt ulusunu teslim almaya çalışıyor. “Yeni açılım” sürecine ilişkin gazetecilerin sorularını yanıtlayan Tayyip Erdoğan “Benim daha önceden yapmış olduğum bir açıklama var. Bu açıklama hükümetimizin ana ilkesidir: Terör örgütüyle sonuna kadar mücadele, siyasi uzantısıyla müzakere. Biz buna her zaman hazır olduğumuzu söyledik. Tabii ki terör örgütüyle bizler siyasi irade olarak bir masada asla bir görüşme yapmayız. Fakat parlamento çatısı altında olan uzantılarıyla arkadaşlarımızın görüşmeleri oldu, dürüst davrandıkları sürece bundan sonra da olacak. Ama onlar da dürüst davranmazlarsa onlarla da görüşecek değiliz. Tabii bizim derdimiz çözümdür. Kendi iradeleri yoksa kendi iradelerini kullanmıyorlarsa İmralı ve Kandil’in ağzıyla konuşuyorlarsa onlarla da müzakereleri keseceğiz.” diyerek “açılım” adı altında var olan politikaların daha sinsice

yürütüleceğini işaret etmiş oluyor. Sözde “Parlamento çatısı altında çözüm” demagojileriyle BDP üzerinden PKK etkisiz kılınmaya çalışılarak, Kürtlerin olmadığı bir “Kürt sorunu çözümü” devreye konuluyor. Hükümete getirildiği gündem bugüne özellikle liberal kesiminin de desteğini arkasına alan AKP’ye “ikinci açılım paketi” için oldukça temkinli bir yaklaşım söz konusu. PKK ve Abdullah Öcalan faktörlerinin göz ardı edildiği bir “çözümün” çözümsüzlükten başka anlam ifade etmeyeceğini ifade eden birçok liberal AKP’den daha etkin “reform” adımları bekleniyor. Fakat Suriye üzerinde oynanan

oyunlar ve TC’ye biçilen bölgesel piyon rolü, hakim sınıflar içinde ayyuka çıkan çelişkiçatışkı durumu ve Kürt hareketiyle beraber canlanan toplumsal muhalefet önümüzdeki dönemin bazı kırıntılar ekseninde saldırı politikalarının yoğunlaşacağı bir sürece işaret ediyor.

Çatışmalar yoğunlaşıyor Bahar aylarıyla birlikte Türk ordu güçleri ile gerillalar arasında çatışmalar yoğunlaşmaya başladı. Çıkan çatışmalarda onlarca gerilla yaşamını yitirirken, Türk ordu güçlerinden de onlarca asker öldürüldü.

Hapishanelerde insanlık dışı uygulamalar Faşizm yaşamın her alanında sömürü ve zulüm inşa ederek yüzündeki kanlı peçesini göstermeye devam ediyor

Olay ve şikâyetler

nulmadığı ve hiçbir bilgi verilmediği

vurgulanarak açıklama sonlandırıldı.

Osmaniye T Tipi Hapishanesi’nde bulunan tutuklu ve hükümlülerin bir takım hak gasplarına uğradığına ilişkin olarak aileleri tarafından yapılan başvuruda şunlar paylaşıldı;

7-Görüşlerin çok kısıtlı yapıldığı

İHD Diyarbakır Şubesi, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi 2011 Yılı Cezaevleri Raporunu “ açıkladı

Son süreçte artarak devam eden tutuklu ve hükümlü tutsaklara yönelik hak gaspları Çukurova bölgesinde bulunan İnsan Hakları Derneği (İHD) şubeleri tarafından yapılan basın açıklamasıyla teşhir edildi. İnönü Parkı’nda 24 Mart Cumartesi günü gerçekleştirilen eylemde hapishanelerde yaşanan yoğun hak gaspları ve tutsaklara onursuzluğu dayatan insanlık dışı uygulamalara dikkat çekildi.

1-Osmaniye T Tipi Hapishanesi’nde girişte herkesin zorla çırılçıplak soyulduğu

Ulaştırılan şikâyet ve olayları tespit eden İnsan Hakları Derneği yapılan uygulamaların hukuksuz bir şekilde gerçekleştirildiği ve gerekli önlemlerin zaman geçirilmeksizin alınması gerektiği vurgulandı. Açıklamanın devamında Pozantı Hapishanesi’nde yaşananların aynı “gerçeklikle” hala devam ettiği ifade edilerek kendilerine bildirilen olayların bunlarla sınırlı olmadığını ve insanlık dışı uygulamaların takipçisi oldukları

2-Esas duruş ile konuşturulduğu 3-Esas duruş şeklinde yürütüldüğü 4-Duvar dibinden yere baktırılarak yürütüldüğü 5-Her sabah giyimli esas duruşta ve sayı saydırılarak sayım yaptırıldığı 6-Verilen şikâyet dilekçelerinin işleme ko-

8-Görüşe gidenlerin kılık kıyafeti nedeniyle zorluk çıkarıldığı 9-Yanlarında getirilen eşyaların bir kısmı keyfi nedenlerle hükümlülere verilmediği

Kapsamlı bir şekilde hazırlanan raporda, ilk olarak bir değerlendirme yazısı yer alırken, Adalet Bakanlığı’nın hapishanelerdeki tutuklu ve hükümlü sayılarına ilişkin 29 Şubat’ta açıkladığı rakamlar da yer alıyor. Cezaevlerinde yaşanan hak gasplarının istatistiğinin bulunduğu raporda, ayrıca gaspların ayrıntılı verileri de başlıklar halinde işleniyor. Raporda bölge hapishanelerinde toplam bin 453 hak gaspının yaşandığına yer verilirken, hapishanelerde hala 256 ağır hasta tutuklunun bulunduğu belirtildi. İHD Diyarba-


2-3_Layout 2 3/29/12 7:12 PM Page 2

1-10 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü

03

yangına çevirelim gerçekleştirdi. Çatışmada 8 öldü, birçok askerde yaralandı. Ayrıca çatışma sürerken 12.00-14.00 saatleri arasında alanın kobra tipi helikopterler ve savaş uçakları tarafından bombalandığı aktarıldı. Yine 21 Mart günü 14.00-17.00 saatleri arasında Medya Savunma Alanları’na bağlı Zap’ın geneline yönelik hava saldırısı girişiminde bulunduğu, bölgede alçak uçuş yapan uçakların gerillaların hava savunma bataryalarıyla etkili şekilde karşılık vermesi üzerine bombardıman yapmadan alandan uzaklaşmak zorunda kaldığı belirtildi. Aynı gün 22.00-24.00 saatleri arasında Haftanin’e bağlı Xantur tepesi ve Şeraniş Köyü’ne yönelik hava saldırısı düzenlendiğini belirten HPGBİM, öğle saatlerine kadar ise Zap’ın Şehit Colemerg, Şehîd Baran Tepeleri, Şifreza, Hilalê Köyleri, Kanî Cennetê ile Ertuş alanlarına yönelik havan ve obüs saldırısı düzenlendiğini aktardı. 26 Mart günü sabah saatlerinde Hakkari-Çukurca Bilican Alayı’na bağlı birliklere yönelik HPG gerillaları tarafından gerçekleştirilen bir dizi eylemde 13 asker öldürüldü, 6 asker de yaralandı. HPG-BİM’in çatışmayla ilgili yaptığı 26 Mart günü sabah sularında gerçekleşen gerilla eylemleriyle ilgili açıklamada “40 kişiden oluşan bu birliğe yönelik olarak gerillalarımız tarafından bir dizi eylem gerçekleştirilmiş, gerçekleştirilen eylemler ve yer yer yaşanan çatışmalar sonucunda düşmanın 13 askeri gerillalarımız tarafından öldürülürken 6 düşman askeri ise yaralanmıştır. Eylem alanına müdahale edemeyen ve gerillalarımızın direnişiyle karşılaşan TC ordusu alana yönelik olarak sis bombası attıktan sonra ölü ve yaralılarını 3 sefer kobra tipi helikopterler desteğinde skorsky tipi helikopterlerle alandan uzaklaştırabilmiştir.” Denildi. Savaş uçakları ve tankların devrede olduğu Hakkari, Bitlis, Şırnak, Amed, Bingöl, Muş vd. bölgelerde çatışma ve operasyonlar şiddetlenerek devam ediyor. Hakkari’nin Çukurca İlçesi’nde Türk ordu güçleri ve gerillalar arasında çıkan çatışmada 8 asker öldürüldü ve çok sayıda askerde yaralandı. HPG Basın-İrtibat Merkezi (HPG-BİM) yaptığı açıklamada, 21 Mart günü saat 07.00 sularında Hakkari’nin Çukurca İlçesine bağlı Bilican Alayına ait bir tepeyi tutmak isteyen Türk ordusuna bağlı askerlerin, 3 ayrı koldan alana girmek istediğini bildirdi. Alana girmek isteyen askerleri denetime alan gerillalar 3 ayrı koldan 3 ayrı eylem

15 kadın gerilla yaşamını yitirdi Bitlis merkeze bağlı Çeltikli Köyü kırsalında çıkan çatışmada 15 kadın gerilla yaşamını yitirdi. Çatışmada 1 korucu ölürken 3 korucu da yaralandı. Siirt’in Baykan ile Bitlis’in Hizan ilçeleri sınırında bulunan Çeltikli Köyü kırsalındaki Sehi ormanları mevkiinde 24 Mart’ta yaşanan çatışmada yaşamını yitiren 15 HPG gerillasının cenazesi, Malatya Adli Tıp Kurumu’na getirildi. Kadın gerillaların naaşları ailelerine verilmek üzere bekletiliyor. Ayrıca Şırnak’ın Cudi Dağı’nda çıkan çatışmada yaşamını yitiren 5 HPG gerillasının cenazesi de, Malatya Adli Tıp Kurumu’nda bekletiliyor.

artarak devam ediyor kır Şube Sekreteri Raci Bilici, sürekli olarak devletin ilgili organlarını yaşanan gasplar hakkında bilgilendirmelerine rağmen hak gasplarının son bulmadığını belirterek, yaşanan hakgasplarına başta Adalet Bakanlığı olmak üzere devletin ilgili kurumlarının da ortak olduğunu söyledi. İHD Diyarbakır Şubesi, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi 2011 Yılı Cezaevleri Raporu”nu düzenlediği kitlesel bir basın açıklamasıyla kamuoyuna duyurdu. Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi önünde düzenlenen basın açıklamasına İHD üye ve yöneticileri, Amed’de bulunan bazı sivil toplum örgütü temsilcileri ve hapishanelerde yakınları bulunan yurttaşlar katılırken, “Tecrit bir insanlık suçudur, tecride son!”, “Cezaevlerinde ölüme son, hasta mahpuslar serbest bırakılsın”, “Hasta tutsaklara özgürlük”,

“Pozantı Cezaevi bu ülkenin utancıdır” ve üzerinde hapishanelerde yaşamını yitiren hasta mahpusların isimlerinin yazılı olduğu dövizleri taşındı. Rapor öncesi bir basın açıklaması yapan İHD Diyarbakır Şube Sekreteri Raci Bilici, hapishanelerin hak ihlallerinin yaşandığı en önemli alanlar arasında yer aldığını belirterek, “Birçok kez yaptığımız açıklamalarla dikkat çektiğimiz, kimi zaman ise özel heyetler oluşturarak gezdiğimiz cezaevlerinde nasıl hukuk dışı uygulamalar ve hak ihlalleri yaşandığı aslında kamuoyunun da bilgisi dahilindedir. Bunu sadece bizler ve duyarlı kamuoyu değil, ayrıca yetkililer de biliyor. Nitekim derneğimize yapılan başvurular veya yaptığımız incelemeler sonucu tespit ettiğimiz hak ihlallerini her fırsatta devletin ilgili birimlerine bildirmekteyiz” dedi.

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

NEWROZ ATEŞİNİ BÜYÜTELİM emirci Kawa’nın zalim Dehak’a karşı asırlar önce yaktığı isyan ateşi günümüz zalimlerini, çağdaş Dehakları korkutmaya devam ediyor. 2012 Newroz’u zulme karşı isyanın, başkaldırının sembol eylemlerinden olmuştur. Bütün yasaklamalara, baskı ve tehditlere rağmen yüz binlerce kişi alanlara çıkarak faşizme net bir mesaj vermiştir; zulmün olduğu yerde isyan ve direniş meşrudur. Yine gerilla alanlarında karların erimesiyle beraber yoğun çatışmalar yaşanıp, karşılıklı kayıplar verilmektedir. Cudi’de aldığı ağır darbeyi hazmedemeyen faşist Türk ordusu Bitlis’te en ağır silahlar ve teknolojiyle 15 kadın gerillayı katletti. Kadın gerillalarının şehit düşmesi Türkiye-Kuzey Kürdistan ezilen-emekçileri açısından oldukça anlamlıdır. Kürt ulusuna karşı geliştirilen teslimiyet ve tasfiye politikalarına karşı Kürt Ulusal hareketi ile dayanışma içerisinde olmak savsaklanamaz görev iken asıl vazife Maoist Parti öncülüğünde özellikle Kuzey Kürdistan’da gerilla mücadelesini güçlendirerek faşizme karşı mücadeleyi yükseltmek ve Kürt ulusal sorunu da dahil her türlü soruna bilimsel sosyalizm yolunda müdahil olmaktır. AKP tarafından “ikinci açılım paketi” olarak lanse edilen yeni saldırı konseptinin eskisinden herhangi bir farkı yoktur. Amaçlanan aynı sinsi oyundur; Kürtlere rağmen bazı kırıntılarla Kürtleri teslim alıp tasfiye etmek…Geçmişe nazaran değişen ise çok geniş bir kesimin bu oyunların farkına vararak, ikna olmaması, tepki göstermesidir.

D

AKP rüzgarı olarak lanse edilen “demokratikleşme” sürecinin durma noktasına gelmesi ve belirgin bir tepkinin ortaya çıkması, halka yönelik saldırıların yoğunlaşmasıyla beraber gelişen toplumsal muhalefet bağrında ciddi devrimci dinamikler taşımaktadır. Görece devam eden AKP’nin denge oyunu bozulmuştur-bozulmak durumundaydı. Emperyalist efendilerinin talimatları doğrultusunda yeni saldırılara hazırlanan AKP’nin ciddi bir toplumsal muhalefetle karşılaşacağının sinyalleri mevcut durumda verilmektedir. Eğitim sisteminden, sağlığa, en temel insan haklarına yönelik kapsamlı bir saldırı furyasının yaratılmaya çalışıldığı bu sürecin toplumsal bir kabarma zemini taşıdığını da ifade etmek gerekiyor. Kürt ulusal meselesinden, en temel hakların gasp edilmesine buradan Suriye üzerinde oynanan oyunlara geniş bir yelpazede devam eden saldırıların gücünü kırarak emperyalizme-faşizme karşı mücadeleyi yükseltmek komünist-devrimcilerin omuzlarında asılı bir görev olarak durmaktadır. Bahar güneşinin içimizi ısıttığı şu

günlerde bölge gündemi de oldukça hareketli bir süreçten geçiyor. Emperyalizmin Ortadoğu üzerinde hayata geçirmeye çalıştığı kirli emellerinin yapı taşları birer birer döşenmeye çalışılıyor. “Arap Baharı” olarak adlandırılan dalga Suriye’nin kapılarını dövüyor. Bizzat emperyalizm tarafından desteklenip, güçlendirilen sözde “muhalefet” güçleri efendilerinin icazetiyle Suriye’de iktidara gelerek uşaklık misyonlarının gereklerini bir an önce yerine getirmek istiyor. Mısır, Tunus benzeri bir “değişimin” Suriye’de yaşam şansı bulmaması neticesinde kolları sıvayan emperyalistler 1-2 Nisan tarihlerinde İstanbul’da yapılacak olan toplantılarla işgalin son rötuşlarını kararlaştıracaklar. TC devletinin etkin olarak görevlendirildiği Suriye meselesinde Rusya ve Çin faktörü birçok hamleyi zora soksa da özellikle “insanı yardım” safsatalarıyla işgalin zemini hazırlanmaya çalışılıyor. İstanbul’da yapılacak olan toplantı komünist-devrimci-yurtsever-ilerici güçler tarafından en sert-radikal bir şekilde protesto edilip, engellenmeye çalışılması gereken bir toplantıdır. 2004 yılında yine İstanbul’da yapılan NATO toplantısında bütün eksikliklerine rağmen, bu eksikliklerden dersler çıkartılarak 1-2 Nisan tarihlerinde yapılacak olan toplantıya aynı ciddiyet ve önemde yaklaşmak gerekiyor. Yanı başımızda hayata geçirilmeye çalışılan emperyalist politikalara karşı durmayan, pratik geliştirmeyen her hareketin komünist-devrimciliği sorgulanmaya muhtaçtır. AKP eliyle İslam faktörü en etkin şekilde kullanılarak halkın bilincinde yaratılmaya çalışılan faşist-şoven manipülasyona karşı en etkili araçlarla mücadele yükseltilmelidir. Bu açıdan “Emperyalist saldırganlığa ve faşist teröre geçit vermeyeceğiz” şiarıyla ülke genelinde örgütlenecek çalışmalar oldukça önemlidir. Genel durumu oldukça iyi özetleyen ve çok geniş bir kesimi etrafında toplayabilme potansiyeline sahip olan bu şiar etrafında birleşmek bütün devrimcilerin elzem görevlerindendir. Devrimci hareketin parçalı-dağınık-marjinal durumu acilen aşılması gereken bir sorundur. Bu sorunun aşılmasındaki yegane anahtar ise doğru politikalar etrafında kitlelerle buluşmak-bütünleşmektir. Maoist Parti’nin yaşadığı sorunları ivedilikle çözerek gerilla alanlarından, şehirlere kadar gücünü en etkin şekilde kullanarak sürece müdahil olması, sürecin kodlarını çözümleyerek, etkin yöntemlerle çalışmalarını yükseltmesi, dışındaki komünist-devrimci-yurtsever güçlerle eylem birliktelikleri geliştirerek faşizme etkili darbeler vurması sürecin gidiş hattını etkileyebilecek parametrelerden biridir. Görev ve sorumluluklar bizleri bekliyor. “On bin yıl çok uzun, sarıl güne sarıl saate…”


4-5_Layout 2 3/29/12 12:59 PM Page 1

04 güncel röportaj Kısa bir süre önce 8 ilde eş zamanlı yapılan baskınlarda 17 kişi gözaltına alınarak, 7’si tutuklanmıştı. Burjuva-feodal basında “RedHack operasyonu” olarak verilen haberler sonrası tutuklu(!) RedHack üyeleriyle bir röportaj gerçekleştirdik. RedHack grubuyla yüz yüze görüşme şansımız olmadığı için mail üzerinden gerçekleştirdiğimiz röportaj, şu an tutuklu bulunan 7 kişinin grupla herhangi bir bağlantılarının olmadığının ve yapılan “operasyonun” tamamen göstermelik ve reklam amaçlı yapıldığının kanıtıdır aynı zamanda. Devlet tarafından büyük bir sevinçle servis edilen “operasyon” sonrası RedHack grubu eylemlerine devam ederek “Biz buradayız” mesajını verdi. Bütün tartışmalar ve spekülasyonlara cevap mahiyetinde ele alabileceğimiz bu röportajımızda RedHack kimdir? Sorusundan, eylem anlayışlarına kadar birçok meseleyi ele aldık.

fKısa bir süre önce “RedHack operasyonu” adı altında 18 kişi gözaltına alınıp, 7 kişi tutuklandı. Grubunuzdan yakalanan ya da tutuklanan oldu mu? Eğer olmadıysa şu an hapiste yatan 7 kişi kim? Gözaltına alınan 17 kişiden sadece 4’ünün kimliklerini bilmekteyiz. Bunların kimliklerinin “kim olduğunu da” tutuklamalar sonrası basın sayesinde öğrendik. Bu tutuklananların bizimle tek bağları, haberlerimizi paylaşmalarıdır. Tutuklananlardan 2 arkadaşda IRC server’umuze gelerek bizimle sohbet eden, sorular soran, hack öğrenmeye çalışan insanlardır. Örgütsel olarak “kesinlikle” hiçbir bağları bulunmamaktadır. 7 kişiden 3’unun kim olduğunu bilmediğimizden kaynaklı “bize olan yakınlıklarını da” bilmemekteyiz. Fakat emin olduğumuz tek gerçek, gözaltına alınan ve tutuklananlarla kesinlikle “örgütsel bir bağımızın” olmadığı ve onların RedHack’li olmadığıdır...

arın

insanl ez” ve , t e l v e d ilm Burjuva yüttüğü “yen kanizma

bü me gözündeı olmayan” bir değerlendi“açıklar . Bu açıklar iyi ma veya değildir lbette yakalan . rilirse e a olayı zorlaşır bulunm

Birimizi

durdurabilirler fakat hepimizi asla

fAnkara Emniyet Müdürlüğü’ne yönelik yaptığınız eylem sonrası gündemin ilk sıralarına yerleştiniz ve hakkınızda çok şey yazılıp-söylendi. Kimsiniz siz? Amacınız nedir? Bizler 1997 yılının 18 Mayıs’ında kurulmuş, devrimcilerin siber saldırı, savunma ve araştırma-geliştirme grubuyuz. Amacımız devrimcilerin bu alanda gelişimini sağlarken “Marksizm’in “hiçbir aracı reddetmeme” ilkesiyle devrimci harekete “örgüt ayırımı yapmadan” kan taşımak, “antifaşist, antiemperyalist” mücadelemizi ve blogumuzu yaptığımız yoğun A/P ile geliştirip güçlendirmektir. Komünistlerin “her alanda” olmasını düşünen bizler, bu alan vasıtasıyla komünizm hayaletini dijital kablolar vasıtasıyla, geniş kitlelerle tanıştırmaya çalışıyor, hedefliyoruz…

fBirçok devlet kurumunun internet sitesine sızarak çökertiyor ve bilgileri kamuoyuyla paylaşıyorsunuz? Elinizde yayınlamadığınız, önemli gördüğünüz bilgi-belgeler var mı? Halen yayınlamadığımız belgeler var. Gündemin biraz soğumasını bekliyoruz çünkü “geniş” bir zamana yaymak istiyoruz eylemlerimizi. Taktiksel olarak bunu daha uygun görüyoruz an itibariyle.

fÖzel Yetkili Savcılık tarafından hakkınızda soruşturma açılmış durumda? Birçok çevreden korkup geri adım atacağınıza dair bir algı oluşmuş durumda. Bundan sonrası için planlarınız nelerdir? Hrant Dink olayında yıllardır silahlı örgüt bulamayan devlet RedHack’i 1 haftada “silahlı örgüt” ilan etti. RedHack şu an dünyada bir ilk bu anlamda ;) Evet böyle bir kanı oluştuğu acıktır. Fakat “özel savcı” olayı girer girmez belgeleri yayınlamaya devam ettik. Bununla da kalmayarak Mersin’den alınarak tutuklanan 3 masum insan için “AKP Mersin Yenişehir” sitesini kırdık, bir kaç kaymakamlık hackledik ve en son olarak da “Ankara emniyet yurtları” resmi sitesini kırarak polise “biz buradayız” dedik. Yani bizi halen tanımayanlar bilsin ki, bizler “devrimcilikten etkilenen” insanlar değiliz, bizzat devrim davasının içinde olan insanlarız, özel tüzel genel ne tür savcı veya güç olursa olsun geri adım atmayacağımız açıktır. Bizi durdurmanın tek yolu iktidarı devrimcilere bırakıp acilen emperyalist bir ülkeye iltica etmelerinden geçer, böylesi bir durumda bile durmayacağımız açıktır. Zira devrim davası var oldukça RedHack var olacaktır çünkü RedHack bir

grup değil, sosyalizmin bu alana yansımasıdır yani bir felsefedir. Somut koşulların somut tahlilinin basarılı bir tezahürüdür...

fBizler mail kanalıyla bu kadar kolay iletişim kuruyorken, yüzlerce teknik elemanı ve teknolojik imkânlarıyla devlet sizlere nasıl ulaşamıyor? Burjuva devlet, insanların gözünde büyüttüğü “yenilmez” ve “açıkları olmayan” bir mekanizma değildir. Bu açıklar iyi değerlendirilirse elbette yakalanma veya bulunma olayı zorlaşır. Fakat bu lafımızdan kesinlikle “düşmanı küçümsediğimiz” sonucu çıkmasın, onları önemsiyor ve ona uygun davranıyoruz. Önlemlerimizi “teknik” olarak aldığımız gibi günlük yaşantımızda da ona uygun davranıyoruz. IP bilgisi MAC bilgisi gibi konuları maniple etmeden mail’imize bile girmiyoruz. Buna rağmen “yakalanmaz” ve “dokunulmaz” değiliz. Günün birinde yakalanabiliriz fakat 15 senedir yaptığımız her hareketten oldukça keyif aldık, bugün yakalanırsak kesinlikle “üzülmeyeceğimiz” dik duracağımız ve devrimcileri duruşumuzla onurlandıracağımız açıktır. Biz bu alanda “klavye” ile savaşıyor olabiliriz ama günlük yaşantımızda sizlerin içindeyiz, belki de yanınızda slogan atan

çok samimi yoldaşlarınızdan biriyiz. Hal böyleyken “çelik ve su” diyalektiği babında, su’yu unutmanın ihanet olduğunu bilen bir neslin ardıllarıyız. Yakalanırsak İbrahim’leri ve direnen devrimcileri örnek alarak direnişi büyütmekten ve halka “korkacak bir şey olmadığını” göstermekten başka gayemiz yok. Yakalanırsak, yakalanmamız bile devrime hizmet edecek…

fGrubunuza dahil olmak, sizinle çalışmak isteyenler olursa sizlerle nasıl bir bağ kurmaları gerekir, hangi yöntemi izlemeliler? Bizimle bağ içine girmeleri bu koşulda biraz zorlaştı, çünkü kolluk kuvvetleri “sızarak” bizleri yakalamaya çalışıyor. Buna uygun yeni bir yöntem geliştiriyoruz. RedHack’i grup bünyesinden çıkararak bir manifesto yayınlayacağız. Bu manifesto çerçevesinde herkes RedHack adına eylem yapabilecek. Bu sayede iki üç kişilik gruplar birleşerek hücre oluşturabilecek. Yani “tamamen” bir felsefe olacak. Fakat bu Anonymous gibi kontrolsüz olmayacak, manifesto dışında iş yapanlar merkez tarafından eleştirilecek gerekirse dışlanacak. Olay şu an bir satranç gibi işliyor ve biz de bu oyunu iyi bildiğimize inanıyoruz.


4-5_Layout 2 3/29/12 12:59 PM Page 2

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

MEVCUT DURUM VE İYİMSERLİK! irlik sürecinde nerdeyiz? Geçmişe oranla değişen hiçbir şey yok mu? Kanaatimiz o ki var; iyimseriz. Düne göre iyi, yarına göre yetersiz-geri durumdayız. Bu tabloya rağmen durumun iyi olduğu söylenebilir. Geleneğin tabanından yayılan iyimserlik ve olumlu yaklaşımlar ve hatta ortak pratikler durumun iyi olduğunu söylememize yeterli verilerdir. Abartılacak bir durum olmamakla birlikte, kötümser olmaya da yer yoktur. Bilakis geleceğe bilimsel umutla bakmak geçerli tutumdur. Düne göre iyi olmak ileriye doğru bir olumluluk taşır. Anın dinamiği geleceğin daha güçlü olumlanmasını sağlayabilir bir dinamiktir. Birlik konusunda tarafların kararları yerinde durmaktadır. Birlik konusunda taraflar bilinenin ötesinde bir teminat vermiş değildir. Buna rağmen birlik süreci dinamiktir ve birlik kavrayışı açısından egemen atmosfer müspettir. Geleneğin geniş tabanı birlik konusunda ikna sürecini aşarak netleşmiştir. Kimi cılız pürüzlerden söz edilirse, bunun yadırganacak bir şey olmadığını söyleriz. Salt görüş yoktur. Egemen görüş vardır ki, bu, birlik hakkında olgunlaşmış ve gelişme ivmesi yükselen görüştür.

B

fGazetemiz aracılığıyla son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? Ek olarak devrimcilerin bu alana bakışını sorgulamaları gerektiğini ivedilikle belirtmekte yarar görüyoruz. 15 senedir var olmamıza rağmen “bugün” fark edilmemiz sevinilecek bir durum değildir. Bundan 40 yıl önce devrimciler birçok alanda kapitalizmin karşısına çıkabilirken, bugün bu alan dahil birçok alanda devrimcilerin “çok gerilerde” kalması gerçekten kabul edilemez bir durumdur. Öyle ki 2003 senesinde siz daha Devrimci Demokrasi’yken size bile haberlerimizi gönderirken “kusura bakmayın yayınlayamayız” cevabını almıştık. Tabiî ki sizi bu tavırdan dolayı suçlamıyoruz kesinlikle ;) O süreçte sadece siz değil diğer devrimci gazetelerde bu olaya mesafeli yaklaşmışlardır. Bunun sebebini “dogmalar” ve kemikleşmiş statükolarla açıklayabiliyoruz. Bu maalesef bocalama ve yeniye olan “genel” tavrımızla ilintili. Özellikle “internetin” çok kötü kullanılması, gereğinden fazla zaman harcanması ve ona bağımlı hale gelmenin de bu dogmalara sarılı kalma olayını güçlendirdiğini düşünüyoruz. Bizce her yapı kendine ait bize benzer bir tim kurmalı, bunlara üst düzey eğitimler verilmeli, sadece siber savaş değil, savunma, bilgi gizliliği, kriptoloji’den tutunda hosting, grafik, programlama dillerine kadar. Bu bahsettiğimiz eğitim olayı bir hayal mi bilemiyoruz çünkü halen bilgisayarla bir şeyler yapmak isteyenlere “klavye devrimcisi” denildiği bir süreçten geçiyoruz. Umudumuz bu tür geriliklerin aşılması ve yarıyeni-sömürge olan ülkemizde emperyalizme bu alanda da bir karşı koyuşun güçlü bir şekilde kendini belli etmesidir. Çünkü komünistler ilkesel olarak mücadelenin hiçbir aracını reddetmez... Son olarak; yakalanabiliriz, evet öldürülebiliriz, başka bedellerde ödeyebiliriz fakat her ne olursa olsun “örgüt ayrımı” yapmadan bir bütün olarak devrimci hareketi yanımızda görmek isteriz. Çünkü bizim devrimci hareketten, yani o büyük ailemizden başka kimsemiz yok. Bizimle röportaj yaptığınız için teşekkür ederiz. Özellikle halka gerçekleri götürmek için yıllardır birçok bedeller ödeyen ve tasfiyeci sürece rağmen devrimci ilkelerden taviz vermeyen, özgür gelecek müjdecisi kimlik sahibi bir yapının röportajı bizi onurlandırdı. “Birimizi durdurabilirler fakat hepimizi asla!” Halk için hack!

Herkesten farklı olarak bildiğimiz gizli bir bilgi ya da somut bir bilgiyi referans almadan, izlenebilir emarelerden ve devrimci iyimserliğimizden hareketle söylüyoruz ki, düne göre bugün birlik konusunda daha ileri, pozitif noktadayız. Bunu salt kendi cephemizden söylemiyor, karşılıklı olarak iki tarafın mevcut olumlu pozisyonu için söylüyoruz. Karşılıklı olumlu pozisyondan kastımız şudur; doğrudan veya somut olarak birlik tartışmasına dönük olmasa da, iki yapı arasında önemsediğimiz bir diyalog ve ilişkilenme sürecine fiilen girilmiştir. Girildiğini söylediğimiz süreç ise, gizli-gizemli bir ilişki değil, çeşitli siyasal faaliyet ve etkinliklerde bulunma pratiği ortaklığıdır. Bunun tüm kamuoyunca görülüp izlenebildiğini de eklemeliyiz. Yine karşılıklı olarak kırıcı olumsuz söylemlerde görülen belirgin düzelme bu olumlu sürecin diğer göstergesidir. Aslında her şey olması gereken devrimci zemine oturuyor ki, bu az olumluluk değildir. Kopuk ilişkiler ve kopuk ilişkilerin ürünü olarak ön yargılarla örülen ilişki düzeyinden daha yakın ilişki düzeyine geçiş durumu olumlulukların ilk aşaması ve eşiğidir! Bugün itibarıyla birlik hakkındaki stratejik anlayış ve yaklaşımları (somut birliğimizi kast etmiyoruz) daha açık öğrenmemiz olumlu olmuştur. Birlik tartışmalarına ilişkin yazılıp çizilenler birlik hakkındaki yaklaşımları daha güçlü anlamamıza yardımcı olmuştur. Tartışmanın her halükarda faydalı olduğu açıktır! Zira tartışmanın mantığı veya feyiz aldığı zemin ve elbette ki amacı doğruydu. Şimdi hepimize ve ilgili herkese görev düşmektedir. Bilinçli ve sorumlu yaklaşımlarla olumlu nüveleri geliştirip ileri taşımak bu görevin odağıdır. Eğer bir arpa boyu da olsa yol katedildi veya edilmiş ise, bu, sorumluluk bilinciyle belli görevlerin omuzlanması sayesinde

olmuştur. Buradan da anlaşılır ki, bilinçli iradi çaba ve insana ait bilinçli dinamik rol devrimci gelişmeler motorunun volan kayışıdır. Ne devrim sorunu, ne de birlik meselesi birilerinin tekelindeki meseleler değildir. Biz ipotek etmedik ama bakir bırakanlar da görev ve sorumluluk sahalarını parmakla işareti yle belirlemelidir. Birlik anlayışımız gibi birlik ısrarımız da doğruydu. Eksiklik şuydu; (muhatabımızın bizlere yaklaşım ve değerlendirmeleri süreçteki olumlu yaklaşımımızı negatif yönde etkileyen rol oynasa da) birlik tartışmasında ısrar ederken birlik muhatabımızla canlı görüşme koşulunu bugüne kadar yaratamadık, ısrarımızı bu noktada somut adıma dönüştüremedik. Bu da birlik noktasındaki tek taraflı ısrarlı söylemi en azından muhatabımız açısından sıkıcı-bıktırıcı hale getirdi; bu bir. (Bunun iyi ve iyi olmayan etkilerinin olduğunu kabul etmek gerekir.) İki; muhatabımızın birlik zeminini kollamadan ve göz ardı ederek birlik sorununu sistematik biçimde dillendirip ele aldık. (Burada da olumlu ve olumlu olmayan iki yandan bahsetmek gerekir. Muhatabımızda zemin olmadığı için ısrar etmemiz biçimsel olarak tepkilere-sıkıcılığa yol açsa da, bu ısrarımız hemen birlik yapalım yaklaşımı değildi, bilakis birliği bir süreç olarak ele alan temel yaklaşımdı ve ama öncelikle birliğe bakış açısındaki sorunların düzeltilmesini zorluyordu…) Kısacası bir diyalog eksikliği vardı; ki, muhatabımıza yönelik eleştiriye girmeden, bu eksikliğin giderilmesinde öncelikle üstümüze düşeni zamanında yapmadığımız (somut adım atmadığımız) için eksik davrandığımızı söylüyoruz. Çabamızın olumluluklarına ve süreci olumlu yönde zorlayan kazanımlarına rağmen, özellikle diyalog ve yakın ilişkiler kurma başta olmak üzere, eksik kaldığımız noktalardan söz edebiliriz. Payımıza konuşursak; birlik konusunda ısrarlı tartışmalar yürütürken, somut diyalog kurarak veya bu diyalogu zorlayarak daha somut tartışmaları gündeme getirebilir, süreci daha da hızlandırabilirdik. Dahası birlik muhatabı yoldaşlarla eleştiri, ideolojik mücadele vb vs konularındaki hukukumuzda her şeye karşın belli bir hassasiyeti oturtmamız ve özel paylaşımlarda bulunmayı önemsememiz gerekirdi… Yoldaş partinin birlik noktasındaki katı tutumu ve hatta söylemdeki kırıcı üslup ve değerlendirmelerindeki hatalı yaklaşıma karşın, bizlerin görev ve yükümlülük sahamız değişemez ki, esasta da genel yaklaşımımız buna uygun olmuştur. İlkede doğru davrandığımızdan kuşku duymamakla birlikte, tepeden tırnağa mutlak bir şekilde doğruyuz veya hatasızız iddiasında değiliz-olmadık da. Her süreçte doğru ve yanlış yanların olduğunu, hataların tek taraflı olduğu kaba görüşünde asla olmadık. Bunun tersini düşünen kesinlikle yanılgı içindedir. Birlik politikamız ve bu politikaya uygun birlik savunumuz ilkesel olarak açık bir doğruluğa sahiptir. Buna karşın bu doğru ilkesel yaklaşımın taktik savunusu ve güdülen taktik politikada bu yaklaşıma bire bir uygun davranıl-

dığını söylemek mümkün değildir. Ki tüm bunlar anlaşılır şeylerdir. Belirleyici olan temel yaklaşımın devrimci olması, ilkede sağlam ve samimi olunmasıdır. Bu aşamada önem kazanan yaklaşım, herkesin kendini eleştiri metoduna önem vermesi ve bu mekanizmayı işletmesidir. İdeolojik mücadele ve eleştiriyi yadsımadan, öz-eleştirel tutum öne çıkarılmalıdır. Önyargı ve güvensizliklerin giderilmesinde öz-eleştirel yaklaşım küçümsenemez bir adımdır. Ki, öz-eleştirinin gerçeğe uygun ve samimi olması şarttır. Yani, öz-eleştirel yaklaşım hataların görülmesi zemininde olmak durumundadır. Yoksa sadece güven verme kaygısıyla inanmadık özeleştirilerin verilmesi gibi bir tutum asla benimsenemez. Kısacası, meselenin özü şu; artık öz-eleştiri yapmada daha cesur ve kaygısız davranmanın zamanıdır. Bunu söylemek öz-eleştiride kaygılı davranıldığının itirafı değildir. Bilakis, hatalarımızı fark ettiğimiz anda öz-eleştirel yaklaştığımız geçmiş pratiğimizde sabittir. Dolayısıyla öz-eleştiride kaygısız tutum benimsenmesine dönük söylemimiz, taraflar olarak yeniden ve yeniden tavır-tutumumuzu gözden geçirerek tespit ettiğimiz hatalarımızın sakınılmadan ve yersiz kaygılara kapılmadan açıklanıp öz-eleştirisinin verilmesidir ki, sürecin bu tutuma ihtiyacı vardır. Her sürecin gelişmesinde bilinç unsurunun kesin bir rolü vardır. Bilinçli iradenin payı vardır. Hiçbir şey kendiliğindenciliğe havale edilemez. Öğrenme süreci de öyle… Deneyci olamayız. Doğrudan tecrübemizden elbette öğreneceğiz ama bilimsel teoriden destek almamız zorunludur. El yordamıyla öğrenmek ağır-geri öğrenme biçimidir. Genel teori ve tecrübeler ışığında bilimsel ölçüleri projektör ederek öğrenmek en etkilisi olarak yeğdir. Birlik güçlerini olumlu zeminde değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Yakın olmasa da mutlaka birliğe varılacaktır. Bu, ilgili tarafların genel stratejik eğiliminden çıkan sonuçtur. Kişisel gözlem yeteneğimizden çıkardığımız bu sonuç, özel bir yetenekten beslenmeyip yalnızca açık gerçeklerin yorumlanmasına dayanmaktadır. Kitlelerin eğilimiyle ilgilenen herkes birliğin daha yakın olduğunu soluyabilir. Dikkat çekilmesi gereken en önemli husus şudur: Birlik konusundaki bütün iyimser görüş, birlik konusundaki görevleri esnetmeye ve rehavete kapılıp gevşememize asla yol açmamalıdır. Bilakis daha fazla çaba ve sorumluluk özellikle bugün şarttır. Yanlış anlaşılmalara yol açmamak için tekrar edelim ki, birlik adına henüz ortada somut hiçbir şey yok. Dolayısıyla iyimser görüş ve yorumu abartarak sübjektif sonuçlara varmak doğru olmaz. Ortada tek gerçek var, o da iyimserlik iklimidir. Bu az şey değil, fakat biliyoruz ki her şey için yeterli değildir. Daha fazla bilinçli rol, daha fazla iradi çaba gelişmelerin ilerletilmesinde devre dışı bırakılmamalıdır. Geleceğe dair müspet inancımızı koruyalım, moralimizi yüksek tutarak görevlere sımsıkı sarılalım!


6-7_Layout 2 3/29/12 7:14 PM Page 1

06

güncel haber

Halkın Günlüğü 1-10 NİSAN 2012

Sivas’ın katili patron Sivas Katliamı Davası’nın 13 Mart’ta görülen karar duruşmasında dava zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle düşürüldü. Karara tepki gösteren on binlerce kişi alanlara inerek “Sivas’ın ışığı sönmeyecek” dedi

Sivas Katliamı Davası savcının talebi üzerine “zaman aşımı”ndan düşürüldü. Savcı, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 13 Mart’ta görülen duruşmada “zaman aşımı” mütealası verdi. Mahkeme heyeti katliamın “zaman aşımı”na uğradığına hükmederek davanın düşmesine karar verdi. 2 Temmuz 1993 yılında 35 kişinin yakılarak öldürüldüğü Sivas Katliamı’nın üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen ne failler, ne organizatörler bulundu. Devletin bütün katliamlarda olduğu gibi Sivas Katliamı’nda da izlediği yöntem değişmedi. Sözde yargılama adı altında 20 yıla yayılan katliam davasında savcı zaman aşımı talep ederek, devletin katliamdaki rolünü aklamayı tercih etti. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada, duruşma öncesi binlerce kişi Ankara Adliye Sarayı önüne gelerek savcının talebini protesto etti. Pir Sultan Abdal Kültür ve Dayanışma Derneği’nin çağrısıyla bir araya gelen kitle Ankara Adliyesi önünde toplanan kitle, adliye duvarına “Katliamı unutturmadık unutmayacağız”, “Sizin dindar gençleriniz canlarımızı katletti” pankartlarıyla katliamda hayatını kaybedenlerin büyük boy resimleri asıldı. Mahkemeden davasının düşürülmesi kararının çıkması sonrası eylemlerine devam eden binlerce kişiye kolluk kuvvetleri saldırdı. Mahkemenin davanın düşmesine karar vermesinin ardından başta Ankara ve İstanbul olmak üzere ülke genelinde Alevi kurumları, devrimci-demokratik

kurumlar alanlara inerek “Sivas katliamını unutmayacağız, unutturmayacağız” dedi.

DHF’den “Zaman aşımı” açıklaması Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) yaptığı açıklamayla, mahkemenin Sivas Katliamı davasına ilişkin verdiği kararı protesto etti. DHF tarafından yapılan yazılı açıklamada “Halkın Belleği ‘Zaman Aşımına’ Uğramayacak! Sivas’ın Hesabı Sorulacak”denilerek ‘Roboski Katliamı’nda, Hrant Dink ‘davasında’ milyonların gözü önünde katillerini ‘Aklayan’ devlet, Sivas davasında da ‘zaman aşımına’ karar verdi!” ifadeleriyle devam etti. Açıklamada şu ifadelere yer verildi: TC tarihi boyunca ezilen milyonlara dönük baskı ve katliam politikalarını büyük bir ‘kararlılıkla’ sürdüren faşist diktatörlük, hayata geçirmekte olduğu güncel politikalarla, devraldığı katliamcı mirası daha da büyüyen bir ‘kararlılıkla’ sahipleneceğini ilan etmiştir! Neden? Çünkü Suriye, İran ve bir bütün olarak Ortadoğu’yu kaplayan ABD’nin ‘yapısal dönüşüm’ saldırıları giderek boyutlanmaktadır. Ve boyutlanan saldırılar içerisinde Türk hâkim sınıfları son derece önemli uşaklık görevleri üstlenmişlerdir. Kürecik’te, İncirlik’te ve onlarca noktada emperyalistlerin askeri üssü haline getirilen topraklarımız büyük felaketlerin eşiğindedir! Ve yine ülkemiz, Suriye’ye gerçekleştirilmesi düşünülen ‘askeri saldırının’ merkez üssü durumundadır! Emperyalistlerin örgütlediği, silahlandırdığı, finanse ettiği ‘Suriyeli işbirlikçilerin’ koordine merkezidir! Tam da bu nedenlerle AKP’ye, ezilenlere dönük saldırıları yoğunlaştırma direktifi verilmiştir. Toplumun bütün kesimlerine dönük hayata geçirilen pervasız saldırılarla ve gözlerimizin içerisine baka baka adeta dalga geçercesine ilan

edilen ‘faşist kararnamelerle’, ezilenlere gözdağı verilmektedir.

cesiz, geleceksiz yaşamaya mahkûm edilmeleriyle emekçilere… gözdağı verilmektedir!

Roboski’de Kürtlere, Hrant Dink davasında ve sözde ‘Hocalı anmasında’ Ermenilere, Gazi ve Sivas davalarında Alevilere, üniversite ve liselerde artan saldırılarla gençlere, katledilmelerinin ‘sıradanlaştırılmasıyla’ kadınlara ve güven-

AKP şahsında ezilenlere verilen mesaj nettir: ‘ABD ve AB uşağı patronlar ve ağalar olarak yeni görevler üstlendik! Yolumuza çıkmayın yoksa sonunuz Roboski, Gazi, Sivas gibi olur!’ Tehditler Sökmeyecek! Halkın Acılarıyla Oyna-

Devletin Kaypakkaya korkusu Dersim Demokratik Haklar Derneği’ne yapılan baskınlar sonucu tutuklanan 5 DHF faaliyetçisine verilen hapis cezalarını, DHF; İstanbul, Adana, İzmir, Ankara ve Dersim’de yaptığı eylemlerle protesto etti DHF Dersim örgütlülüğüne yönelik 5 Aralık 2011 tarihinde yapılan saldırılar sonrası gözaltına alınıp tutuklanan Evrim Konak, Murat Kur, Deniz Kırbağ, Hıdır Yıldız ve Tuğçe Özgül’e Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 21 Mart günü görülen karar duruşmasında, hapis cezaları yağdırıldı. DHF üyeleri katıldıkları çeşitli demokratik eylemler nedeniyle, “terör örgütü üyeliğiyle” suçlandı. DHF’lilerin her birine “örgüt üyeliği” ve “örgüt propagandası” yaptıkları iddialarıyla cezalar verildi. Mahkeme tarafından verilen cezalarda “örgüt üyeliğine” delil olarak ise çeşitli eylemlerde İb-

rahim Kaypakkaya ile ilgili atılan sloganlar gösterildi. DHF faaliyetçilerinden Evrim Konak’a 14 yıl, Murat Kur’a 12 yıl, Deniz Kırbağ’a 11 yıl 2 ay, Hıdır Yıldız’a 10 yıl 4 ay, Tuğçe Özgül’e 8 yıl 8 ay hapis cezaları verildi. Mahkeme verdiği bu kararla, devletin Kaypakkaya korkusunun halen devam ettiğini de tescillemiş oldu.

Hapis cezaları protesto edildi DHF; Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilen hapis cezalarını protesto eden eylemleri “Kaypakkaya sloganları atmaya 56 değil, 1000 yıl da ‘ceza’ verseniz nafile!” şiarıyla örgütledi. DHF yaptığı eylemlerde, açıklamasında “Kaypakkayaları savunmanın emperyalist tahakküme, “Suriye Savaşı” çığırtkanlıklarına ve onun uşakları olan ağaların, patronların, cemaatlerin faşist terörüne karşı verilecek en güçlü yanıt olacağını” belirtti. 23 Mart günü İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve

Dersim’de yapılan basın açıklamalarında, DHF faaliyetçilerine verilen hapis cezaları protesto edildi. Yapılan basın açıklamalarında, Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin DHF üyelerine yalnızca hapis cezaları vermediği ayrıca Dersim Demokratik Haklar Derneği’ni kapatmak için de harekete geçtiği ifade edildi. Basın açıklaması şu ifadelerle devam etti: “Tutuklanan arkadaşlarımız hakkında yapılan ‘suç’ tanımına bakıldığında, devletin niteliği çıplak bir şekilde kendisini göstermektedir. Örneğin devlete göre: Kaypakkaya sloganları atmak, zorunlu din derslerine karşı çıkmak, Grup Munzur konseri düzenlemek, yozlaşmaya ve çeteleşmeye karşı çıkmak, 1 Mayıs’a katılmak, genel seçimleri boykot amacıyla afiş asmak,’38 Dersim katliamını lanetlemek, Halkın Günlüğü Gazetesi dağıtmak, Munzur Doğa ve Kültür Festivali’nde stant açmak ‘suç’tur.” Verilen cezalara rağmen demokratik haklar mücadelesi engellenemez” Açıklamada Dersim doğasının ve kültürünün

talan edilmesine, halkın yozlaştırılarak uyuşturulmasına, Dersim’de cemaatçilerin örgütlenmesine seyirci kalmayan DHF’nin, halka yapılan bu saldırılara karşı güçlü bir mücadele örgütlediği belirtildi. Açıklamada DHF’nin yaptığı çalışmalardan rahatsız olan devletin DHF Dersim örgütlülüğünü hedefleyerek hapis cezalarıyla sindirmeye çalıştığı anlatıldı. Basın açıklaması şu ifadelerle sona erdi: “Kaypakkaya sloganlarına 56 yıl değil, 1000 yıl da ‘ceza’ verseniz nafile! Kaypakkaya ve demokratik haklar mücadelesi şahsında bizlere biçilen “cezaları” seve seve kabul ediyoruz! Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) olarak, faşist baskı ve terörle sesimizi kısmaya çalışan sömürü düzenine, ülkemizin dört bir yanında politik kitle faaliyetlerine daha fazla yoğunlaşarak ve daha fazla örgütlenerek cevap vereceğiz! Bütün duyarlı kamuoyunu faşist baskı ve teröre karşı dayanışmayı ve mücadeleyi yükseltmeye çağırıyoruz.” 23 Mart’ta İstanbul, Ankara, İzmir, Dersim ve Adana’da yapılan basın açıklamalarında DHF faaliyetçilerine verilen toplam 56 yıl 2 ay hapis


6-7_Layout 2 3/29/12 7:14 PM Page 2

1-10 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü

güncel 07

ağa devleti

Bu zihniyet, katilleri yurtdışına çıkaran, evlendiren, ehliyet-pasaport veren, hürmette kusur etmeyen zihniyettir! Bu zihniyet, yüzlerce yıldır bu topraklarda varlığını koruyan gerici-faşist devlet geleneğinin ta kendisidir! Şimdi ise Cemaat, AKP yandaşları, satılık kalemşorlar, burjuva liberaller bir taraftan ‘katliamları lanetleyerek’ demokrasi, özgürlük havarisi kesilmekte, diğer taraftan ise devleti aklayarak gerçekleştirilen katliamları ‘üç-beş kişiye’ fatura etmektedirler. ‘Halkın Belleği Zaman Aşımına Uğramayacak!’ Kararlılığıyla Alanları Dolduralım! Katillerini “Aklamakla” yetinmeyen devlet, Ankara’da toplanan ilerici, demokratik, devrimci kurumlara azgınca saldırmayı da ihmal etmedi! Bu tablo her şeyi anlatmaya yetmektedir! Devlet, kendisini ve tetikçilerini aklayarak ‘zaman aşımına’ karar verebilir ama halkın belleği zaman aşımına uğramaz! Halkın belleği katliamların hesabını sorma bilincini yitirmez! Başta üye ve taraftarlarımız olmak üzere bütün duyarlı kamuoyunu, faşizmin yükselen saldırılarına karşı meydanları doldurmaya ve devlet katliamlarını lanetlemeye çağırıyoruz.”

Alevi örgütleri 31 Mart’ta alanlarda

yan Katliamcıları Unutmayacağız! Mahkeme salonlarında acılarımızla dalga geçen, yıllarca katillerini besleyen devleti çok iyi tanıyoruz! Bu zihniyet, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde ‘İnsanlık suçunda zaman aşımı olmaz ancak bu suçu işleyenler kamu görevlisi değil sivil oldukları için davanın düşmesine karar verildi.’ diyen zihniyettir!

Sivas Katliamı davasının zaman aşımından düşürülmesi sonrasında Ankara'da bir araya gelen Alevi kurumları, 31 Mart'ta İstanbul'da bir miting gerçekleştirme kararı aldı. Alevi Bektaşi Federasyonu, Avrupa Alevi Dernekleri Konfederasyonu, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Alevi Kültür Dernekleri ve Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı'nın yanı sıra birçok yöre derneği ve vakfın da katıldığı toplantı sonrasında "Adalet için 31 Mart'ta Kadıköy'de buluşuyoruz" başlıklı bir açıklama yayımlandı. Yapılan açıklamada 31 Mart’ta Kadıköy’de Sivas’ın ışığının söndürelemeyeceği mesajının net bir şekilde verileceği ifade edildi.

devam ediyor cezası protesto edildi. Yapılan eylemlerde “Kaypakkaya sloganlarına 56 yıl değil, 1000 yıl da ‘ceza’ verseniz nafile!” yazılı pankartlar açılırken, “Kaypakkaya’yı savunmak suç değildir”, “Halkın Günlüğü Gazetesi dağıtmak suç değildir”, “Grup Munzur konseri düzenlemek suç değildir” dövizleri taşındı. Çok sayıda devrimci-demokratik kitle örgütü DHF’yi desteklemek için eylemlere katılırken, kitle tarafından “Devrimci önderler onurumuzdur” , “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez” , “Önderimiz İbrahim Kaypakkaya” , “Devrimci tutsaklar onurumuzdur” , “Baskılar bizi yıldıramaz” , “Yaşasın devrimci dayanışma” sloganları atıldı.

DHF’liler ile Özgür Gelecek okurlarına hapis cezaları verildi DHF Dersim faaliyetçilerine verilen hapis cezalarından bir gün sonra 22 Mart’ta Malatya Ağır Ceza Mahkemesi DHF üyeleri ile Özgür Gelecek Gazetesi okurlarına yeni hapis cezaları verdi. DHF üyeleri Cömert Metin, Yıldız Ataş, Zafer Güven, Yaşar Oğuz, Onur Yeşil, Ali Ekber Aslan, Metin Aslan ile Özgür Gelecek Gazetesi okurları Candan Şafak

Dönmez, Mert Yazar, Kader Fındık, Serda Göçer ile ESP üyesi Zülfikar Ali Samsun’un Malatya Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davaları görülürken mahkeme devrimcilere yine hapis cezaları yağdırdı. 1 Mayıs 2011’de “örgüt propagandası” yaptıkları iddia edilen Cömert Metin, Şafak Dönmez, Mert Yazar, Kader Fındık, Yıldız Ataş, Ali Ekber Aslan, Onur Yeşil, Metin Aslan’a “Önderimiz İbrahim Kaypakkaya” sloganı attıkları gerekçesiyle 10 ay hapis cezası verildi. Ayrıca ESP üyesi Zülfikar Samsun’a, “Komünistler yaşıyor Maoistler savaşıyor” sloganı attığı gerekçesiyle 10 ay hapis cezası verildi. 18 Mayıs 2011’de Kaypakkaya anması yaptıkları iddia edilen Özgür Gelecek Gazetesi okurları Şafak Dönmez, Serda Göçer, Mert Yazar, Kader Fındık ile DHF üyeleri Cömert Metin, Yaşar Oğuz, Yıldız Ataş, Zafer Güven’e, “örgüt üyeliği ve attıkları sloganlar içinde örgüt propagandası yaptıkları” gerekçesiyle mahkeme tarafından 7 yıl 1 ay hapis cezası verildi. “Yeni yasa çıkacak bu cezalarınız inecek” nidalarıyla demokratik eylemleri illegal örgüt faaliyetleriymiş gibi gösteren Malatya Savcılığı, ‘ileri demokrasi’ safsatalarının esasında faşizm olduğunu da böylece göstermiş oldu.

MAYA

≫ arıf bilgin

ZAMANI AŞAMAYANLAR

2

Temmuz 1993’te, Türkiye’nin Sivas denilen bir kentinde, 16’ıncı yüz yılda yine bu kentin siyaset meydanında idam edilen eşsiz bir ozanın anısına dikilen Ozanlar Anıtı’nın açılışına istinaden bir kültür şenliği yapılıyordu. Zahirler şiirlerini okuyor, ressamlar resimlerini, karikatirüstler karikatürlerini sergiliyorlardı, yazarlar konuşmalar yapıyor ve kitaplarını imzalıyorlardı. Söz konusu olan, ünü arşa yürümüş büyük bir Alevi halk ozanı olunca, elbette ki semahlar-semazenler, ozanlar- türküler ırmak ırmak akacaktı; aktı da… Tarihin az kaydettiği güzel yaz günlerinden birini yaşıyordu Sivas. Öyle görkemli bir ışık akmıştı ki Sivas’a, karanlık dehlizlerin bütün haşeratı uyanmıştı. “Laik devlet yıkılacak elbet!”, “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak!” diye yırtınıyorlardı. Cumhuriyetin ordusu, polisi ve il erkânının seyirci kaldığı bu azgın kara saldırı, Pir Sultan Abdal niyetine taşları ısırdı, salyalar döke döke Madımak’ın önüne geldi ve içindeki insanlarla birlikte ateşe verdi, yaktı. Katliam, Solingen’deki gibi üç-beş Nazi müsveddesinin geceleyin gizlice yaptığı bir kundaklama sonucu oluşmamıştı, güpegündüz, on binlerce kişinin “öldür!”, “yak!” çığlıkları eşliğinde yapılmış ve insanların kavrularak yanmasına sevinç hurdaları ile eşlik edilmişti. Tam 12 saat boyunca devlet yoktu o kentte. Oysa Sivas Üçüncü Ordu’ya bir adımdı, Kayseri’ye uçakla bir nefeslik yoldu, Ankara hemen onun yanındaydı. İsteselerdi, açıkça “cumhuriyet rejimi”ni yıkmaya kalkışmış bu güruhu bir-iki saat içinde enterne edebilirlerdi. Şimdi yaşamayan o güzel insanların belki de burnu bile kanamazdı. O günkü yöneticilerin nerdeyse tümü böylesi insanlık suçlarından sabıkalı siyasal kuruluşların elemanlarıydı ve çoğu, kişi olarak da zaten şaibeliydi. Bugünkü iktidar partisi AKP’nin selefi olan parti katliamın başaktörlerinden biriydi. Başbakan ise, tıpkı Erdoğan gibi Amerika’ya sadık bir matmazeldi ve “otelin dışındaki yurttaşlarımıza bir şey olmamıştır” diye oh çekiyordu. Cumhurbaşkanı Demirel, “çok şükür vatandaşa bir şey olmamış” diyebiliyordu. Hepsi birden “çok şükür vatandaşa bir şey olmadı” diye sevinmişlerdi. Katliama karşı olan iktidar ortağı bir partinin lideri ise, MİT’in “Bazen bazı hareketlerin (İslami hareketleri kastediyor) gazını almak için onlar serbest bırakılır. Yapılan budur” yanıtı karşısında susuyor. Olay tartışmasız biçimde “insanlığa karşı işlenen suçlar” ve “soykırım” kapsamındadır. 1 Haziran 2005’te yürürlüğe giren 5237 sayılı TCK’nin 77. maddesinde düzenlenen “zaman aşımı olmayan” ve yargı işlemleri “geriye doğru işleyebilen” suçlardan biridir. Çünkü katliam, esas olarak Osmanlıdan bugüne kadar sistemli ve bilinçli bir biçimde yok edilmeye çalışılan Alevilere karşı yapılmıştır. Devletin bu katliamda, en hafifinden seyirci kalmak, önlememek ve göz yummaktan dolayı kesin ve sabit suçlu varken tek bir soruşturma bile olmadı. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, “İnsanlık suçunda zaman aşımı olmaz ancak bu suçu işleyenler kamu görevlisi değil sivil oldukları için davanın düşmesine oy birliği ile karar verdi“ diyor. 1945 Londra Statüsü ve 1946 Nürnberg Nazi yargılamalarından başlamak üzere durmadan geliştirilen ve hiçbir istismara mahal bırakmayacak biçimde tahkim edilen “insanlığa karşı işlenen suçlar” ve “soykırım” suçlarına dair düzenlemelerin Türk ceza kanunlarına Osmanlı hilesi yapılarak aktarılması bu suçların niteliğini değiştirmez. Kaldı ki Türkiye’de işlenen böylesi büyük katliamların hepsinin “sivil” görüntü altında yapılan devlet organizasyonları olduğu, Maraş, Çorum, Malatya, Gazi, Ümraniye katliamlarından ve Dink cinayetinden bilinmektedir. Madımak katliamının derin devlet organizasyonlarının ayyuka çıktığı bir dönemde olması yeterli kanıttır. Zaten Özel Hareket Dairesi subaylarının ve MİT yetkililerini itirafları ortalığı doldurmuyor mu? “Sivas Katliamını biz yaptık” demiyorlar mı, gerici ve faşist partiler “devlet bizi kullandı” diye yakınmıyorlar mıydı? Katliamcıları savunan 26 avukatı milletvekili yapan, zaman aşımı kararına “hayırlı olsun” diyen başbakanın, “gazanız mübarek olsun” diyen Karamollaoğlu’ndan ne farkı var? Almanya’ya pasaportla iltica eden 9 katilin iade isteminde eksik belge düzenleme gibi hilelerle yardım edildi. Kırmızı bültenle aranan Cafer Erçakmak evinde ömrünü huzur içinde tamamladı. İhsan Çakmak, aranırken 27 Temmuz 1999’da Sivas Altınyayla Belediyesi’nde evlendi, askere gitti, hatta emniyetten ehliyet bile aldı. Bazılarının belediyelerde memurluk yaptığı ortaya çıktı. Kimi yargılamalar mağdur savunmanlarından adeta gizlendi; 7 sanık hakkında bir davanın sürdüğünü onlar 5 Kasım 2008’de gazetelerde çıkan haberlerden öğrendiler. Neticede “zaman aşımı” kararıyla hukuki yardım da sağlanmış olmaktadır. Hem de öylesine bir yardım ki, uluslararası “insanlığa karşı işlenen suçlar” sözleşmesini tahrif etmeye bile cüret edilmektedir. “Sivas Davası sanıklarının zaman aşımına uğramaması” için CHP’nin verdiği yasa teklifini reddeden bu iktidar partisinin vekillerinden Mehmet Metiner, utanmadan bu insanlık suçu davasını 12 Eylül mağduru Dev-yol davasıyla kıyaslamaya kalkıyor. Oral Çalışlar, bir MİT yetkilisinin E.İnönü’ye, “Bazen bazı hareketlerin (İslami hareketlerin) gazını almak için onları serbest bırakıyoruz, yapılan budur...!” dediğini aktarıyor. Davayla ilgili zaman aşımı kararının, iktidarın desteklediği Taksim Hocalı mitingi ve Adıyaman’da Alevilerin evlerinin Maraş katliamını anımsatır şekilde işaretlenmesi, herhalde bir tesadüf sayılmaz. Yoksa bütün bunlar yine çürümüşkokuşmuş hareketlerin gazını almak için mi yapılıyor? Milyonların ayağa kalkışı, hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını gösteriyor. Akıllı bir Başbakan, katliamcıları korumaz, gidip Madımak’ta diz çökerek insanlıktan ve katliama uğrayanlardan özür diler. Var mısın? Bak 2 Temmuz geliyor, “one minute”! Zamanı aşamayanlar, zamanı aşabilenleri katlederek yaşayamazlar.


8-9_Layout 2 3/29/12 8:58 PM Page 1

08 emek haber

Halkın Günlüğü 1-10 NİSAN 2012

Enerji-Sen

direnişte kararlı Tüm baskı, saldırı ve yıldırma politikalarına karşı Enerji-Sen üyeleri başlattıkları direnişlerini kararlılıkla sürdürmeye devam ediyor Özellikle enerji alanında yoğunlaştırılan sömürü, dünya emperyalistleri tarafından ciddiyetle(!) uygulanırken, ülkemiz hâkim sınıfları da örnek “model” olmaya devam ediyor. Kirli politikalar bir avuç sömüreni daha da karlı hale getirirken, üretimde bulunan emekçileri ise günden güne yoksullaştırarak güvencesiz ve geleceksiz yaşama mahkûm etmekte ısrar ediyor. İşten atılmalar, taşeronlaştırma ve güvencesiz çalışma koşullarına karşılık emekçiler ülke ve dünya genelinde birçok iş kolunda direnişler başlatarak tepkilerini alanlara taşımaya devam edeyor. Son örnek olarak Adana’da işten çıkarılan TEDAŞ işçilerinin bir aylık sürecine yaklaşan direnişini göstermek mümkün. TEDAŞ (Toroslar Elektrik Dağıtım AŞ) da çalışan Enerji-Sen (Elektrik, Gaz, Su ve Baraj Çalışanları Sendikası) üyesi 48 taşeron işçisi 3 aydır maaşlarının ödenmemesine tepki göstermesiyle birlikte hiçbir gerekçe gösterilmeksizin işten atıldılar.İşten atılmalarının ardından EnerjiSen üyesi işçiler, yapılan hak gaspının giderilerek işe geri dönmeleri için 5 Mart 2012 tarihinde çadır kurarak direnişe geçtiler.

“Kaldırımı işgal eden” ve “kabahatli” direniş! İş kanunları gereği yasal olarak da haklılığında ısrar eden enerji işçileri direnişleri boyunca çeşitli kılıflarla saldırı ve para cezası uygulamalarıyla karşı karşıya kalmaktalar. Direnişe başladıkları günden bu yana çadırlarına (19. ve 22. günlerinde) polis-zabıta işbirliğinde kolluk kuvvetleri tarafından iki defa saldırı gerçekleştirilirken direnişteki onlarca işçi de “kabahatler kanu-

nuna muhalefet ” ve ”kaldırımı işgal ettikleri” gerekçeleriyle gözaltına alınarak, para cezalarına uğratıldı ve ardından serbest bırakıldılar. Saldırılar sonrası yürüyüş ve basın açıklamaları örgütleyen Enerji-Sen üyeleri yapılan saldırı ve gözaltıları teşhir ederek direnişlerine devam kararlılığını şu ifadelerle vurguladılar “Buradan bir kez daha söylüyoruz. Asıl kabahatli 3 aydır maaşlarımızı ödemeyen yetkililerdir. Asıl kabahatli anayasal haklarını kullandıkları için işçileri kapının önüne koyan yetkililerdir. Asıl kabahatli işçileri baskıyla, tehditlerle boş senetlere imza atmasına, maaşlarının uydurma gerekçelerle kesilmesine göz yuman, sendikal faaliyet düşmanlığı yapan TEDAŞ Genel Müdürü Mahmut Nimet Dalkır’dır. Bizleri işsizliğe, açlığa mahkum eden TEDAŞ yetkililerine sesleniyoruz. Bizler TEDAŞ önünde işimize, ekmeğimize, geleceğimize sahip çıkıyoruz ve bugün yaptığımız gibi bundan sonrada direnmeye devam edeceğiz. Çünkü bizler biliyoruz ki direnmeden hiçbir şey kazanılmıyor.”

Enerji-Sen: Baskılar bizi yıldıramaz

Karanlığa teslim Halkı tam anlamıyla baskı altına almak isteyen hakim sınıflar ve siyasi temsilcisi AKP, çıkardığı yeni KHK ve yasalarla ‘korku cumhuriyeti’ yaratıyor. Halka örgütsüzlüğü ve geleceksizliği dayatıyor

Adana’da yapılan saldırıların yanı sıra aynı zamanda 26.03.2012 tarihinde Elbistan’da örgütlenme çalışmaları için bulunan Enerji-Sen Genel Başkanı Ömer Kamil Kartal’a yönelik silahlı saldırıda da bulunuldu. Yapılan saldırılar gün içinde Adana ve İstanbul’da Enerji-Sen üyeleri tarafından basın açıklamalarıyla protesto edildi.

AKP hükümeti attığı her adımla, emperyalist sermayenin çıkarlarını garanti altına alırken, emekçi kitlelere saldırmaktan geri durmuyor. Sağlık sisteminde özelleştirmelerin son adımını atan AKP yine bu doğrultuda eğitim sistemini de siyasal-ideolojik hedefleri doğrultusunda biçimlendirmek istiyor. Toplumsal yaşamın hemen her hücresini kontrol altına alıp dilediği biçimde yönetmek isteyen hakim sınıflar, bununla da sınırlı kalmayıp Kanun Hükmünde Kararnameler yayınlayarak, örgütlenme özgürlüğü önündeki engelleri barajlara tabi kılarak herkesi susturmak istiyor.

Direniş süresince yapılan eylemliklere destek veren Dev-Sağlık İş, KESK, Halkevleri, BDSP, DHF, ESP, Mücadele Birliği’nin içerisinde olduğu birçok devrimci-demokratik kurum direniş çadırına destek ziyaretleri düzenlemekte.9.03.2012 tarihinde aileleriyle birlikte valiliğe yürüyüş düzenleyen işçiler burada valiyle görüştüler. Ancak şu ana kadar bir yanıt alamayan işçiler, işlerine geri dönene kadar direnişlerini mesai saatleri boyunca sürdüreceklerini ifade ettiler.

4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununda yapılmak istenilen değişikliklerle kamu emekçilerini, gerici faşist sendikalara mecbur ederek grevsiz toplu sözleşme ve örgütlenme önündeki engelleri artırarak örgütsüzlük dayatılıyor. 12 Eylül’de yapılan anayasa referandumunda “kamu emekçileri ile toplu sözleşme yapılacak” söyleminin ardından çıkanlar, grevlerin yasaklanması ve siyasi iktidarın belirleyicisi olduğu Üçlü Danışma Kurul, Hakem Kurulu uygulaması gibi anti demokratik uygulamalar oldu. AKP iktidarı mevcut düzenlemeyle Kamu Görevlileri Sendikaları Heyeti ve Hakem Kurulu gibi “toplu görüşme” düzeninden bile geri olan değişiklikleri dayatıyor. Bu kurullarda da kendi belirleyiciliğini garanti altına alarak, aslında kamu emekçilerini sözde bir sendika yasasına tabi kılıyor. Böylece adı sendika olan ama kendisi siyasi iktidarın politikalarının bir parçası haline gelmiş “örgüt” ortaya çıkmış olacak. Kamu emekçilerinin 4 aydır zamsız maaş alması da

Sahte sendika yasasına hayır

süreci daha net özetliyor. Elbette sadece kamu emekçileri değil bütün emekçi kesimler bu saldırıların hedefinde. 2821 ve 2822 sayılı yasaların birleştirilmesiyle oluşturulan Toplu İş İlişkileri Yasa tasarısıyla da işçi sendikaları, genel olarak da sendikal hareket, işkolu, işyeri ve işletme barajlarıyla kuşatılıyor. Ekonomik Sosyal Konsey üyesi konfederasyonlara üye sendikalar dışında, kalan bağımsız sendika kurulmasını engellemek amacıyla yüzde 3 oranında işkolu barajı getirilerek grevlerin yasaklanması ve örgütlenmenin engellenmesi gibi anti-demokratik uygulamaların önü açılıyor.

Gerici eğitimin yeni adı: 4+4+4 4+4+4 modelinin, Erdoğan’ın “dindar nesil yetiştirmek istiyoruz” açıklamasına paralel olarak gündeme getirilmesi tesadüf olmasa gerek. Zira bu kadar çok tesadüf aynı zamana denk gelmez. Yoksa yaşamın kendisi tesadüfler silsilesi olur ki; başbakan dini inancı gereği böyle bir şeye inanmaz. Piyasanın ihtiyacı, sağlıktan sonra özelleşecek alan olarak eğitimin merkeze alınması, dindar nesil... ve bunlar takiben ortaya çıkmış olan model 4+4+4. Her bir kademesi paralı hale getirilen, piyasaya uygun eğitim yapan sistemi yaratarak kesintisiz hale getirilen bir eğitim, sorunları karmaşıklaştırmanın ötesinde bir anlam ifade etmeyecektir. Öğretmen, derslik, bina açığı gidermek yönünde herhangi bir plana sahip olmayan AKP, ırkçı, gerici, anti-demokratik ders müfredatının değiştirilmesi yönünde bir adım atmazken (siyasi ve sınıfsal niteliği gereği böyle bir şey yapmaz) tam da bunun daha gerici bir niteliğe kavuşması için çabalıyor. Böylece piyasaya uygun hale gelmiş gerici bir eğitim sisteminde uygulanacak olan 4+4+4 kademeli eğitim modeli hayata geçmiş olacak.

Kamu emekçileri alanlarda AKP’nin çıkarmayı hedeflediği, sendika ve eğitim modelinde değişiklik getiren yasalara karşı çıkan emekçileri 28-29 Mart tarihlerinde iki günlük grev ilan ederek alanlarda tepkilerini dile getirdi. Ülkenin


8-9_Layout 2 3/29/12 8:58 PM Page 2

1-10 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü

09

GENÇ YORUM

CENGİZ ÇANDAR’DAN NAĞMELER

Ş

m olmayacağız dört bir yanından Ankara’ya gelen emekçilere saldıran devlet, İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı genelgeyle bütün illerde terör estirdi. Devletin tüm baskı ve yasaklamalarına karşı İzmir, Aydın, Balıkesir, Manisa, Kocaeli, Bursa, Malatya, Batman, Diyarbakır, Urfa, Konya, Hatay, Zonguldak, Tokat gibi illerden araçlarla Ankara’ya gitmek isteyen kamu emekçileri polis barikatlarıyla engellenmeye çalışıldı.

KESK’liler 4 koldan Ankara’ya girmeye çalıştı Ankara’ya 4 koldan giren kamu emekçilerinin bir araya gelmesini engellemeye çalışan polis, biber gazı ve tazyikli suyla kamu emekçilerine saldırdı. Yaşanan saldırılara karşı grevin ilk günü Ankara’da her yer eylem alanına çevrildi. Gün boyu yaşanan çatışmalar sonrası KESK üyeleri geceyi GMK Bulvarı’nda ateşlerler yakarak ve halaylar çekerek geçirdi.

Emekçiler iki gün alandaydı İki gündür 4+4+4 kademele eğitim ve 4688 sayılı yasayla ilgili olarak Ankara’da eylem yaparak Meclise yürümek isteyen KESK üyelerine, polis grevin 2 gününde de saldırdı. Seslerini Meclis önünde duyurmak isteyen yüzlerce KESK üyesi polis önce tazyikli su sıktı. Ardından yoğun bir şekilde gaz bombası attı. Yaşanan çatışmalar sonrası çok sayıda kişinin yaralandı. Polis saldırısına rağmen gruplar halinde yürüyüşlerine devam etmeye çalışan kamu emekçileri polisle çatıştı.

İzmir’de polis barikatı aşıldı Ankara’ya gidişlerinin engellenmesi üzerine Konak’ta oturma eylemi yapan KESK üyelerine polisler, gaz bombalarıyla saldırdı. Polis ilk olarak gece saat 02.00’de bir

araya gelerek Ankara’ya gitmek isteyen kitleye saldırdı. Gece yaşanan saldırı sonrası 28 Mart günü Eski Sümerbank önünde toplanan emekçiler Konak Belediyesi’ne doğru yürüyüşe geçti. Barikatla karşılaşan emekçiler ne olursa olsun alana gireceklerini dile getirmelerinin hemen ardından saldırı ile karşılaştı. Barikatı yıkan emekçiler tazyikli suyla geri püskürtülünce TOMA’lar, panzerler barikatın arkasına çekildi. Yaklaşık 15-20 dakika süren çatışmanın ardından pazarlık edilmeye çalışıldı. Aynı zamanda polis Karşıyaka’dan gelen emekçileri de iskelenin orada ablukaya alıp diğer emekçilerle buluşmalarını engellemeye çalıştı. Burada da saldırıya uğrayan emekçiler tüm engellemelere rağmen Sümerbank önünde bir araya geldi. Uzun bir bekleyişten sonra yapılan pazarlıklar sonucu barikatlar kaldırıldı. Emekçiler belediye önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi.

Adana’da gözaltı terörü Ankara’ya gitmek isteyen 84 kamu emekçisi polisin saldırısı sonrası gözaltına alındı. Yaşanan gözaltı terörüne tepki gösteren binlerce kişi 28 Mart günü yürüyüş yaptı. Eğitim-Sen önünde toplanan kitle, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “Gözaltılar tutuklamalar baskılar bizi yıldıramaz”, “Yaşasın örgütlü mücadelemiz’’ sloganları atarak İnönü Parkı’na kadar yürüyüş yaptı. Yapılan yürüyüşün ardından İnönü Parkı’nda basın açıklaması yapıldı. Yasaklanan Ankara mitingi sonrası Antalya, Mersin, Çorum, Edirne, Amed, Dersim, Balıkesir, Konya, Eskişehir İstanbul başta birçok şehirde kamu emekçileri alanlara çıkarak yaşanan devlet terörüne tepki gösterdi.

≫ sinan çakıroğlu

aşalı Suriye gezisi ardından “kardeş” Esad ile aile pozları veren Recep Tayyip Erdoğan’ın, bu resimden kısa bir süre sonra, “kardeşlik” sınırlarını “yeniden” çizdiğini hepimiz tanık olduk. Sadık “dost” TC, bölgede “istikrarı” sağlayabilmek için, yılanbaşı olarak adlandırdığı, Kürt ulusuna dair her türlü inkâr ve imha saldırılarını güderken, Esad rejiminin “dostane” yaklaşımına her zaman ihtiyaç duymuştu. “Hükümet” olmak zor iş! Söz konusu “milli” çıkarlar olunca “kardeş” de oluyorsun, kanlı da. Evet, şu malum göbek bağına sıkı sıkıya dolanarak Ortadoğu’da naranın ekosu olan TC devleti, büyük ve kanlı bir hesabın sondaj bekçiliğini yapmakta olduğunu hayli zamandır ilan etti. “Barış” fizibilitesi için, kolları sıvamış durumdadır. İşin trajikomik yanı, Esad rejiminin barbarlığına son vermek için girişimde (okuyucu bunu emperyalist işgal anlasın) bulunulmasını, teorik anlamda üst perdeden dillendiren “demokrasi” tacirlerinin başını Cengiz Çandar çekmektedir. “Büyük Ortadoğu” stratejisyeni kimliği ile boy veren Çandar, yeni tipte bir Saraybosna katliamını engellemek için savaş tamtamları çalmaktadır. Gelin hep birlikte, bir kardeşleşme dramının nasıl senaryo edildiğine tanık olalım. Çandar, ‘Suriye’ye birde böyle bakın’ adlı makalesinde, Sosyal Emperyalizmin yıkılmasından sonra, Yugoslavya’da patlak veren iç savaşta, Sırp ırkçılarının diğer milliyetler üzerindeki katliamlarını dile getirmektedir. Çandar’ göre, Hırvatlara ve Müslüman Bosnalılara karşı gerçekleştirilen katliamda, tüm dünyanın sessiz kalmasının payı vardır. Bunda da belirleyici etmen, bu katliamın iç savaş olarak ele alınması ve Birleşmiş Milletler’in müdahale etmemesidir. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra ordunun büyük bir kısmını elinde tutan Sırpların, neredeyse silahsız olan diğer milliyetler üzerindeki orantısız gücü, bu katliamı başından itibaren tescillemektedir. O halde yapılması gereken, “orantısız” bir durumda, “insani” bir müdahale yaparak, katliamların önüne geçmektir. Bu şekliyle, tüm insanlığın rahat bir nefes alması sağlanabilecektir. Yukarıda aktardığımız örnekte görüleceği gibi Çandar, emperyalist işgal için argüman yaratmakta, evvellerini aratmamakta. Güç ve orantı üzerinden değerlendirme yapan Çandar, bir sorun olarak sadece Suriye’yi görmekte ama yanı başında 4 parçaya bölünmüş, bölge gerici güçleri tarafından katliamlara uğramış Kürt ulusunun meşru gerilla mücadelesinin, son 30 yıldır bir “denge” bir “cephe” savaşı olduğunu söyleyecek kadar politik körlüğe kapılmaktadır. Köyleri boşaltılan, kurşuna dizilen, sürgün içinde sürgün yaşayan, dili ve kültürüyle aşağılanan, en büyük emek sömürüsüne maruz kalan Kürt halkının yaşadığı savaş, dünyanın görmüş olduğu en orantısız savaşlarından bir tanesidir. Lakin sayın Çandar’ın “orantı” üzerine bina etmiş olduğu “destek” projesi, söz konusu Kürt ulusu olduğunda, yelkenleri suya indirmektedir. O halde sorun, Suriye’deki Esad rejiminin barbarlığına karşı ayağa kalkan ezilen kitleleri desteklemek değildir. Sorun, Esad rejimine muhalif olan ve emperyalist efendilerle şu ya da bu oranda bağlantıları olan güçlerin açıktan desteklenmesi ve iç savaşın kızıştırılarak olası bir işgalin hızlandırılması için zemin yoklamasıdır. TC devletinin tüm tarihsel geçmişi, bölge halklarıyla kardeşlik üzerine değil, boğazlaşma ve yayılma politikaları boyutuyla şekillen-

miştir. Bugün açısından tablo zerre kadar değişmemiştir. Suriye sınırında yaşanan hareketlilik buna kanıttır. TC, Hatay’a büyük bir konteynır yerleşim birimi hazırlamakta. Binlerce kişilik kapasitesi olan bu konteynır köy, orta okul ve lise barındırmakla birlikte, iki de cami ön görülmektedir. Okulların ve ibadethanelerin yapımı şu gerçekliğe işaret etmektedir. Eğer bölgede uzun süreli bir savaş olursa, hazırlığının da uzun süreli olması gerekir. Anlaşılan o ki TC, bölgede uzun süreli bir savaşı, en azından Esad rejiminin yerine, emperyalizmin taşeronluğunu üstlenebilecek bir yönetimin oluşacağı sürece kadar “tedbirli” olduğu görülmektedir. Bu “tedbirin” iki ayağı bulunmakta; birincisi, emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda harekete hazırlıktır. Bu olgu, emperyalizme bağlı TC açısından birincildir. İkinci olgu ise, Esad rejimi sonrasında, bölgede doğabilecek bir Kürt otonomisini fiilen engellemek ya da kontrol markaj uygulayabilmektedir. Bilindiği üzere, Irak’ın işgali sonrasında görece “çekimser” kalan TC, bunun ağır sonuçlarıyla karşılaştı. Her ne kadar Güney Kürdistanlı Kürt ağaları ve işadamlarıyla hatırı sayılır bir ortaklığa sahip olsalar da, Irak’taki federal bir Kürt otonomisinin varlığı, burjuva-feodal sınıfları rahatsız etmektedir. Aynı taleplerin Kuzey Kürdistan’da da dile gelmesi ve bu yönlü mücadelelerin büyümesinden çekinmektedirler. Suriye’de azımsanmayacak derecede bir Kürt nüfusu bulunmakta. İç savaşın ilk günlerinde Kürt gruplar, ‘Esad’ı eleştiriyoruz ama eylemlere destek vermiyoruz’ açıklamalarında bulunmuşlardı. Fakat gelinen aşamada, muhalif güçlerle yakinen bir temasın olduğu görülüyor. Aynı zamanda Şubat ayında Humus’ta gerçekleştirilen yürüyüşte on binlerce Kürt’ün katılımı da, TC açısından bazı tartışmalara vesile olmuştur. Bölgede 3 milyona yakın Kürt’ün bulunmasından dolayı, Suriye’ye işgalin olması ve Esad rejimine son vererek yeni uşakların bulunmasını en fazla TC arzulamaktadır. Bölgenin en önemli sorunlarından olan Kürt ulusal sorununu çeşitli yanlarıyla ele aldıktan sonra, Çandar’ın “insani” bakış açısının sınıfsal arka planını görmüş oluyoruz. Sözde Esad rejiminin katliamlarına engel olmak ve iç savaşa son vermek için, “orantısız” gücü kınayan Çandar, esas olarak temsil ettiği sınıfların çıkarlarına “hümanist” kılıflar ayarlamanın yolunu tutmuştur. Suriye’nin Arap âlemi üzerindeki etkisini bilen ABD emperyalizmi, Şii azınlığın Suni çoğunluğun üzerindeki etkisini kırmak ve doğal olarak İran’ın bölgedeki etkisini kırmak için, uzun erimli bir tasfiye planı içerisindedir. Bu planın baş aktörlerinden AKP, Türk burjuva-feodal sınıfları hem emperyalist efendilerinin ihtiyaçlarına cevap olmak istemekte hem de olası bir Kürt otonomisini engellemek ya da en kötü ihtimalle kontrol altına alabilmeyi gütmektedir. Böylesi bir hedefler topluluğu içerisinde timsah gözyaşı döken Çandar, burjuva-feodal sınıf çıkarlarının ideolojik temellerini “iç savaş katliamı” olarak ortaya koymaktadır. “Birleşmiş” Milletler safsatası altında, sınıf farklılıklarını gizleyerek, sözde insani amaçlı özde ise emperyalist-kapitalist dünya gericiliğinin hükmünde olan teşkilatlar değil, ezilenlerin daimi kurtuluşu için, başta işgal ilgasını gündeme getiren merkezler olmak üzere, Suriye’nin başında despotik karargâhlar oluşturan Esad’ın bayrağı altında toplanmış gerici sınıfları tarihin çöplüğüne göndermek için mücadele yürütülmelidir. Cengiz Çandar’ın baktığı fotoğrafı, ‘bir de böyle görelim’…


10-11_Layout 2 3/29/12 7:20 PM Page 1

10 kadın haber

Halkın Günlüğü 1-10 NİSAN 2012

Devletin makul eşitlik

Ailenin çözülüşü; kadın ve çocuk üzerinde yıkıcı etkisini sürdürürken, çıkarılan yasayla korunan ailede yine yıkıntı var!

6284 Sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de onayıyla 20 Mart 2012 tarihli Resmi Gazete’nin 28239 sayısında yayımlanarak yürürlüğe girdi. Anayasanın “Aile Türk toplumunun temelidir ve eşler arası eşitliğe dayanır” 41. maddesini AKP kendi ‘eşitlik’ formülüyle çıkardığı yasayı hiçbir kadın örgütünün görüş ve önerisini almadan, tek kadın bakan Fatma Şahin’in kanatları altında, toplumun temeline dayadı. Kadın örgütlerinin ve demokratik kitle örgütlerinin uzun süredir üzerinde çalıştıkları ve günde en az beş kadının öldürülmesinden hareketle sokağa taşan kadın mücadelesinin sinerjisinin açığa çıktığı dönemde, erkek egemen sistemin ‘kadın yasası’ aldatmacasıyla ailedeki doğal eşitliğin de ortadan kaldırıldığı bir yasa ancak bu kadar ‘ustaca’ çıkarılabilir. Taciz ve tecavüzün kadının yoksullaştırılmasındaki buluşmalarında senet-belge karşılığı ‘namus bekçileri’ kız çocuklarını ağalara-patronlara satıyor. Diğer yandan yeni yasa diye eski yasadaki hakları da kırpan burjuva-feodal sistemin uşağı AKP göz boyamaya devam ediyor. “Bakıcı anne” kadrosu kanunda yerini alırken, koruduğu ailenin çocukları için sadece ‘2 aylık süreyle sınırlı olmak kaydıyla gerektiğinde ücreti karşılanmak üzere kreş imkanı sağlanabilecek’ diyen yasayla devletin sorumlusu olduğu sorunlara çözüm bulması beklenemez. Açtığı yıkımlara bakamayan AKP savaş kabinesinin taşeronu Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin kadın örgütlülüğünden gelmiş olması masumiyet zırhını da kuşansa, ne çocuğu, ne kadını, ne de aileyi korur. Korunan aile yasasıyla devletin sistematik şiddeti sürdükçe, çocuklarla kadınların hayat öyküleri burjuva-feodal medyanın ekranlarına dün olduğu gibi yarın da önce övgüyle sonra sövgüyle taşınmaya devam edecek.

Yeni yasa yeni ‘utanç’lara açık Göreceli kadını koruyucu özellik taşıyan maddelerin yeni yasadan çıkarılması, tedbir kararların mülki amirlerin keyfiyetçi rızalarına bırakan ve hukuki sürecin de ‘tahrik

Sistemin

tecavüzleri

sürüyor!

indirimi’ ve ‘zaman aşımına uğraması’ gibi mahkeme kararlarıyla tacizci, tecavüzcü ve katillerin korunacağı çok açık. N.Ç.’ nin 26 tecavüzcüsüyle birlikte olması ‘utanç davası’ olarak belleklerde yer edinmişti. Yerel mahkemelerle Yargıtay’ın küçük bir kız çocuğunun kendi rızasıyla tecavüzcüleriyle cinsel ilişkide bulunmasına itiraz etmemesiyle karar onanmıştı. Ancak dava insan hakları savunucuları avukatlar tarafından AİHM’e götürüldü. Eski yasada bulunan uluslararası sözleşmelere yapılan atıfların kaldırılmasıyla kadına yönelik şiddetin artması durumu doğduğu gibi yerel hukuk sürecinden sonraki uluslar arası hakların da önü kesilmiştir. Yine kanunda şiddet görenin başvurusuyla alınacak yasal tedbirle sınırlandırılması da toplumsal zihniyetteki cinsiyet farkındalık yaratılmasının önünü de kesmektedir. En son Bartın’da zeka gelişimini tamamlayamamış Ç.K.’nın onlarca kişi tarafından tecavüze uğramasına rıza gösterdiği kararına varan Cumhuriyet Savcısı’na, 14 yaşındaki zeka engelli çocuk nasıl başvuru yapacak? Yasada bunun karşılığı yok.

Yürürlüğe giren bu kanun kapsamında; şiddet mağdurları ve şiddet uygulayanlar hakkında hakim, kolluk görevlileri ve mülki amirler tarafından, istem üzerine veya re’sen verilen tedbir kararlarının alınma yetkisi mevcut erkek egemen sistemin elini güçlendirmektedir. Kadına yönelik katliam ve şiddetin her geçen gün tırmanarak devam etmesinin yarattığı karşı duruş sürecinde kadın örgütlerinin öneri ve görüşlerinin dikkate alınacağı söylense de ‘tek kadın’ hegemonyasında yeni yasa ailedeki kadını yalnızlaştırma ve kimliksizleştirme yasası olarak çıktı. Yasa beklentisiyle hareket eden her bir kadının, kadın örgütlerinin ve kurumlarının vicdanları bir daha kanadı. Ailenin özel mülkiyetin sömürü temeli olduğu günden bu yana parlamentoya bel bağlayanların hayalleri aile-kadın ikileminde devlet tarafından bir daha kurşunlandı.

‘Aile yılı’-‘kadın yılı’ sömürü yılı... “Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunması” yasasının “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi” olarak değiştirilmesinin esasında toplumun en küçük çekirdeği olarak sömürülmesinin esası yatıyor. Aile denilen kavramın onlarca tanımından birisi, birlikte yaşasın ya da yaşamasın ebeveynler ve onların çocuklarından oluşan grup olarak ifade edilmektedir. Aile aynı zamanda evlilik, kan, evlat edinme gibi meselelerin en baştan akla geldiği, ancak

Bartın’da merkeze bağlı bir köyde ilköğretim öğrencisi 14 yaşındaki Ç.K.’nın durgun ve içine kapanık oluşu okul yönetiminin dikkatini çekti. Bunun üzerine uzman psikolog eşliğinde bir görüşme sağlanarak, küçük kız öğrencinin tecavüze uğradığı açığa çıkarıldı. Ardından bilindik bürokratik işlemler tek tek sıralandı. Ç.K.’nın durumu İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bildirildi ve Bartın Cumhuriyet Savcılığı olayla ilgili soruşturma başlattı. Cumhuriyet Savcısının yürüttüğü soruş-

özellikle günümüzde emperyalist kapitalist sistemin aile kavramı ise ücretli iş ve hane içini birbirinden ayırarak özel-kamusal alan üzerinden bölerek, parçalayarak yönetilen bireyler topluluğudur. Günümüz koşullarında aynı evde aile bireyleri birbirini ev içinde bile göremeyecek kadar yaşamları parçalanmıştır. Erkek ekmek parası kazanan, kadın ise gelen ekmekle evi geçindiren tarihsel ve sınıfsal rolüyle vardır. Bu yaklaşımla; emeği en ucuz işgücünü yaratan, koruyucu ve kurtarıcı rollerinin iflas ettiği yerde de yine yoğun emek gücü harcayan aileler sistemi yeniden yeniden üretiyor. En iç dinamik gücü ailede yaşamı kotarabilmek için üstlenen kadının ‘kurban’ edilerek yapısal krizlerin çözümü yaklaşımından hareket eden erkek egemen sistem daha çok krizlere gömülmektedir. Birleşmiş Milletler’in 1994 yılını Uluslararası Aile Yılı ilan etmesinden bugüne kadar, aileler içine düşürüldüğü dönüşümle birlikte politik rekabet çelişkileriyle yanılsamalı

turmada zeka düzeyinin yeterince gelişmemiş olduğu kararına vardığı Ç.K.’nin ifadesine göre 22 kişi gözaltına alındı ve bunlardan 18 kişi nöbetçi mahkemeye sevk edildi. 18 kişiden İ.Ö. ve E.Ö. tutuklanırken, 16 kişi ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

Tecavüzcü devlet sen çok yaşa! Bartın Cumhuriyet Savcısının soruşturmadan sonra yaptığı açıklamada, Ç.K.’nın da tecavüzcülerine rıza gösterdiği iddia edildi. Açıklamada; “Yapılan tespit ve toplanan

tartışmalarını yeniden dizayn edilen sömürü sistemi empozesinde sürdürdü/sürdürmektedir. Yine Dünya Bankası tarafından 2012 yılı Kadın Yılı ilan edilmesiyle ve ülkemizin ‘model ülke’ seçilmesinin bütün bu uygulamalarla direkt ilişkisinin arka planını iyi okumak gerekir. Adı ne olursa olsun sömürü yıllarıdır.

Krizli sistemi, aile kurtaramaz Arap Baharı’nda en ön saflarda eylem alanlarına çıkan kadınların ‘özgürlük, kurtuluş, mutluluk’ beklentisiyle hayal kırıklığı yaşayıp, kendi direnişleriyle kurulan gerici iktidarlara karşı tekrar sokaklara çıkmasının önemi Mısır, Lübnan, Fas, Cezayir, Ürdün vb ülkelerdeki kadınların bilince çıkardığı bir gerçekten bağımsız değildir. Hele ki Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da en geniş aile ortamında yaşanan bir halklar topluluğunda kadının rol almasının anlamı oldukça önemlidir. AKP’li doktrinerlerin ekonomik krizi at-

delillere göre, mağdure Ç.K.’nın zeka düzeyinin yeterince gelişmemiş olduğu, ailevi problemlerinin bulunduğu, anne ve babasının ayrılması neticesi psikolojik sorunlar yaşadığı, düştüğü bu durum neticesi bir çoğu rızaya dayalı ilişkiler yaşadığı, bunlardan birinin (halk arasında anlaşıldığı şekilde) tecavüz niteliğinde gerçekleştiği, diğerlerinin ise cinsel istismar ve cinsel taciz mahiyetinde olduğu, soruşturmanın halen devam ettiği, mağdurenin bu aşamada koruma altına alındığı anlaşılmıştır.”


10-11_Layout 2 3/29/12 7:20 PM Page 2

1-10 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü

kadın 11

yasası çıktı! maya çalışılıyor. Yasa ev içi şiddet, aile mahkemesi hakimi, kadına yönelik şiddet ve şiddet tanımıyla yasadaki “birey” terimine karşı gösterilen tahammülsüzlük “kişi”leştirilerek ‘tek tip’ yaşamı ev içinde tam da aile koruması zırhına büründürülerek parlamentodan çıkarıldı. 20. Maddeki vergi, masraf ve davaya katılma har(a)çlarında ‘birey’ kelimesinin gözden kaçırılmış olmasının hangi kaygıdan kaynaklandığı ise önümüzdeki dönemde açığa çıkacak diye bekliyoruz. Çünkü BM, Dünya Bankası, IMF, ABD ve AB’li batılı modern aile sisteminin emperyalist efendileri bunu istemektedir.

Tanımlı şiddetiyle suç işleyen devlet Çiçeği burnunda ve üzerinde fırtınalar koparılarak çıkarılan yasaya baktığımızda; “kişinin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfî engellenmesini de içeren, toplumsal, kamusal veya özel alanda meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranışı” şiddet olarak tanım bulmaktadır. Ancak yasanın yazılı sözleri bu kadar açık iken, Dünya Bankası’nın ilan ettiği kadın yılını, TC devleti tüm kurum ve yasalarıyla Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in liderliğinde kadın üzerinde uygulayan politikalarla suç işlemektedir.

latmada aile yapısını örneklemeleri, ama bir Yunanistan ve İtalya’nın krizden çıkamaması örnekleri vermesi öyle ‘hayra alamet’ değildir. Dünya Bankası’nın ‘kadın yılı’ projesini Fatma Şahin’in Antep’te başlatmasının en önemli kriteri en ucuz kadın işgücü kenti olmasından gelmektedir. Feodal, egemen, gerici burjuva kültürün dokusu yoksulluğu besleyerek palazlanması modelinin en önemli güzellemesidir. Şahin’in kendi hem cinslerine kendi hem şehri erkeklerin desteğini de alarak parlamentodaki tek kadın bakan temsiliyeti sıfatıyla yapacağı en büyük icraatı Dünya Bankası’nın sömürüsüne Antepli kadınları seferber etmek oldu. Aşiretten cemaate, Antep’ten Washington’a uzanan bir yasanın sinsiliğinin aile içinde üremesi ve üretilmesi üzerinde önemle durmak gerekir. ‘Krizdeki Aileler’i yaratan ‘Aile’nin gömülmesine hizmet etmedikçe nice ‘aileler’ krizlere gömülecek. AKP’nin toplumu içine düşürdüğü açlık ve yoksulluk koşullarında kadının yoksullaşması ve yoksulluğun kadınlaşması din adına uzun tarihsel dönüşümle birlikte yerli yerine oturtul-

14 yaşındaki küçük kız çocuğunun onlarca kişinin tecavüzüne uğraması haberinin basına yansıması üzerine; Bartın Valisi İsa Küçük, olayla ilgili açıklama yaparak, “Kurumlarımız üzerlerine düşen görevi yerine getirdi. Jandarma olsun, Emniyet olsun ve Milli Eğitim Müdürlüğü olsun. Olay şu an savcılıkta. Bu konuyla ilgili yorum yapmam doğru olmaz” dedi. Mardin’de tecavüze uğradığında 11 yaşında olan N.Ç. her meslekten kamu görevlilerinin de aralarında bulunduğu 26 kişinin tecavüzüne uğramış ve yerel mahkeme alt sınırdan ceza vermiş, bir üst mahkeme 11 yaşındaki

Kadını birey olarak görmeyen anlayış kadını ezilen kişi olarak nesneleştirerek ailenin kurucusu ve yapıcısı rolünü göz ardı ederek Hz.Muhammed’in ‘evlenen dininin yarısını korur. Diğer yarısı için de Allah’tan korksun’ diye buyurarak dini nesil yetiştirmenin yasaları günümüz koşullarına uyarlanmaktadır. Bütün bunlar yapılırken de ‘aile’nin korunması maskesi kullanılmaktadır. Daha önce de gazetemizde önemle üzerinde durduğumuz ‘aile ve evlilik’ sertifikasının da parayla mutluluk dağıtmayı görev edinen devletin yerel yönetim ve diyanetle beraber el atmış olması ‘nikah akdi’ni şarta bağladı. Aileyi mülkiyetin temeli olarak alan erkek egemen sistem her dönemin üretim ilişkileri içerisinde kendi arzusu ve egosu doğrultusunda istediği şekle büründürmeyi de asla ihmal etmedi. Toplumun güçlü oluşu, ileriye gitmesi, modernleşmesi, çalışkanlığı vs vs aileye bağlanarak, sistem kendi yarattığı krizlerinden ‘suç’lu ve ‘cahil’ ilan ettiği ‘yoksul’ ve ‘eğitimsiz’ anne, baba, genç, kadın, işçi, köylü, çocuk, öğrenci, dede, nine, torun akraba bağlarına yükleyip ‘krizdeki aileler’den dini nesil yetiştirmeyi bu çöküşten çıkarmayı hedeflemektedir. ‘Kadın da çocuk da olsa gereğini yapın’ anlayışından ‘ailenin korunması’ açılımı devam ediyor…

N.Ç.’nin kendi rızasıyla tecavüzcüleriyle ilişkiye girdiği kararını savunmuştu. Kadın örgütlerinin ve insan hakları savunucularının müdahil olduğu davanın kararı temyiz edildiğinde ise Yargıtay Başsavcılığı belirlenen sürede itiraz etmeyerek tecavüzcülerine rıza gösterdiği kararını onamış ve dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınarak, yargı tarihine ‘utanç davası’ olarak geçmişti. Yeni çıkan yasayla da cinsel istismar ve cinsel tacizin tacizci ve tecavüzcüleri koruyup, kollayacağı ‘tahrik indirimi’ mahkeme kararlarından anlaşılmaktadır.

ÖNCÜ KADIN

≫ rojda demir

ATEŞTEN YÜRÜYÜŞ

M

ücadele içinde yer alan devrimcilerkomünistler; “Nerden başlamalı” ya da “Ne yapmalı” sorularını kendine ve örgütüne sorar, sormalıdır da. Aslında bu sorular yeniden bir şeylerin keşfi değil, ama pratik içerisinde, bazen çıkışsızlığın, bazen de arınarak saflaşmanın, ısrarla ilerleyerek kazanmanın ihtiyacı olarak karşımıza çıkar. Mücadeleyi ve tarihi kendimizden başlatmadan, ama her yeni gün yeniden mücadelenin tarihi özüne uyarlayabilme soluğunu kesintisiz alıp verelim. Tarafı olmadığımız eksiklikleri aşmada kendimizdeki hatalı yönlerimizden başlamak, hem devrimci olandır ve hem de ön açıcı olandır. Geçmişe sahip çıkmadığımız ve öznesi olmadığımız tarihi, mücadeleyi ve geleceği anlatmamız zorlaşır. Nerden başlamalı sorusunun cevabı bugün açısından geç de olsa, her yerden olduğu zaman anlamını ve gerçek karşılığını bulur. Erkek egemen sistemin her yerde, her alanda ve canlı yaşamın her hücresine azgınca saldırısı karşısında her yerden mücadeleye akmalıyız. En sıradan bir demokratik hak mücadelesi talebine vahşice saldıran ırkçı-cinsiyetçi bir faşist devletin zulmü altında emekçiler ve her kesimden halk tabakaları bu kadar eziliyorsa… Saldırılara karşı sürecin toplamının sınırsızlığını kuşanmak zamanı gelmiştir. Nerden başlamalı, ne yapmalı soruları çok boşta kalır, günün ihtiyacı gerçekten Dehaq’ların zulmüne karşı, Komünist önder Cüneyt Kahraman(Savaş)’ın pratiğindeki gibi Kawa’laşabilmektir. Newroz’un ateşten çocuklarını da en iyi devrim doğuran kadın anlar ve kadının kızıl mücadelesi anlatır. Alplerden Munzurlara akan enternasyonalin sırtı mavzerli Anna Barbara Kistler olmanın anlamını kavramak kadının gerçek kurtuluşudur. Dağlar, vadiler, uçurumlar, kuytu kayalıklar, akan isyan dalgalı nehirler bile zulüm altındayken, nerden başlamalı diye düşünmek bile zaman kaybıdır. Evet her yerden başlamalı, kendimize vurarak, arınarak, tasfiyeciliğin, reformizmin ve oportünizmin dibeğinden çıkmak için mücadele zamanının önemini kavrayalım. Ezilen ulusun, cinsiyetin ve bilcümle emekçilerin sırtına yüklenen bunca çifte standartlı yükün ağırlığı altında bilincini direniş hattına çeviren binlerce kadının alanlarda buluşan rengin armonisi mücadeleyi işaret ediyor. Kürt kadının savaşan devrimci militan duruşu Newroz’da mücadele ateşi olan Zekiye Alkan (Zilan)’ın tıp doktorluğundan halkına adayışından geliyor. Yasemin Çiftçi’nin 2012 yılının Zilan’ı olmasını daha da bilince eriştirmeliyiz. Bu devrimci savaş tarihini yaratan Kawa’nın bilinçli başkaldırısıdır ki, bugün köyünden, yerinden zorla göç ettirilen ve şehirlerin ‘ucube’ köşelerinde yaşamaya mahkum edilen Kürt yoksul köylüsü ka-

dınların mücadele azmini alanlara taşımaktadır. Erkek egemen sistemin zorla sürgün, taciz, tecavüz, işkence, gözaltı, tutuklama, infaz, katletme, göç ettirme, hapishanelerde ‘teslim ol’ çağrılarıyla diri diri yakma ve her türlü kirli yöntemini uygulaması kendi özelliğidir. Buna karşılık devrimci mücadelede zincirlerini parçalayıp, çelikleşen kadınlar geleceği kazanmak için zafere kilitlenerek aktılar 8 Mart ve Newroz alanlarına… Aynı azim ve kararlılıkla 1 Mayıs alanlarına akacak. Mücadelenin kızıllığını kadınlaşarak kuşanan Garzan’daki 15 YJA Star kadın gerillaları müjdeliyor ezilen halklara. Şimdi ezilen halkların ve sömürülen emekçilerin her gün direniş, her gün mücadele demesidir özgürlüğümüzün ve kurtuluşumuzun adı. Kuzey Kürdistan’dan Karadeniz’e, Ege’den Akdenize, Toroslara, hapishanelerde dağların derinliğinde, zulmün koynunda tarihe yol işleyen yoldaşlar, siper yoldaşlarımızın ardılları sınırsızlığı kucaklıyor. Kawa’nın ateşten yürüyüşüne çıkan devrimci militan “bizim çocuklar” patika yollarda devrimci savaşa tanıklık ediyor. Açlığını, yoksulluğunu, kimliksizliğini, inkarını ve imhasını sınıf kardeşleriyle direniş cephesinde yıkılmaz bir güce dönüştürüyor, en sıradan ezilen emekçisinden, en devrimci savaşçı militanına kadar. Evet, sürecin toplamının sınırsızlığında direnmek ve kazanmaktan başka bir seçeneği bırakılamayanlar olarak, haklılığımızdan doğan gücümüzü örgütlüyoruz. Düş ile gerçek ayrışımındaki çizgilerimiz netleştikçe kavgamız daha da kızgınlaşıyor, mücadele büyüdükçe de düşman azgınlaşıyor ve saldırıyor. Tüm emekçilerin direnişleri saldırılarla karşılaşıyor. Garzan’da Mart’ın kızıllığını kuşanan 15 kadın gerillanın kış koşullarında Dersim’deki beşler misali devrimci savaş pratiğinde omuz omuza çarpışan Abidin, İsmail ve Ozan’ın çeliğe su olma kavrayışında Haziran’da yıldızlaşmaları bir başka yol gösteriyor. Zamana meydan okuyarak ilerleyen halkların mücadelesinde zaman aşımı yitirmiştir hükmünü 2 Temmuzlarda… Bugün her yerde ve hep beraber dağların zirvelerinden tarihin akışına yol gösteren direnerek savaşan halkı için canını feda eden Kızıldere’nin Mahir Çayanları olmalıyız. Bugün attığımız ‘Meral, Berna, Hasret; Halk Savaşında Israr Et!” sloganlarımızı bizi ezen ağalı-patronlu erkek egemen sistemi yıkmada iradeleştirmeliyiz. Newroz çocuklarının ateş yürüyüşünde aldığı suyu unutmadan çelikleşen devrimci savaşçı Garzan’ın 15 kadın gerillası başta olmak üzere mücadele çığırını açanlara şan olsun. Nisan güneşinin 40. yılında Maoist komünist selamlarımızla devrim sözümüzü yineliyoruz.


1-10 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü

Gazetemiz sesimiz söz Gazete sesimiz, sözümüz ve ‘’silah’’ımızdır. Dilimiz, siyasetimiz, çizgimiz, dünya görüşümüz, ideolojimizdir gazete. Gazete tavrımız, tutumumuz, savunumuz ve doğrultumuzdur. Amacımızı, hedeflerimizi, görüş ve düşüncelerimizi geniş kitlelere tek merkezden ileten önemli bir olanak ve sayılı araçlardandır gazete… Okumalı, okutmalı ve dağıtmalıyız gazeteyi Sessizlik ya da suskunluk, kabulleniş ve onamanın bir biçimi olarak egemenlerin işine yarar. Egemenler, iktidar veya saltanat düzenlerini sürgit devam ettirebilmek için itirazsız ve uysal kölelerden bir toplum yaratmak isterler. ‘’Sessiz yığınlar’’ olgusu, tam da egemenin bu burjuva tutkusu, gerici hırsı, isteği ve bencil çıkarlarının sonucudur. Egemen, egemenliğini hissettirip nüfuzunu göstermek için alttakileri bastırır, sindirir, susturur ve yasaklar koyarak köleleştirir... Özellikle bugünlerde sıcağı sıcağına yaşamaktayız; (hapsedilenlerin hepsi değil ama) konuşan hapsediliyor, konuşma sakıncalı eylem olarak yasaklanıyor, itiraz suç sayılıp ‘’cezalandırılıyor.’’ İşte, bu koşullarda, yani, ‘’konuşmanın yasak olduğu yerde bir tek ses-söz bile isyan demektir’’ ve bizler bu isyanı büyütmek durumundayız. (Demek ki, biçim-kavram ve içerik olarak isyan; tarihsel ve toplumsal şartlarda bunlara uygun farklı nitelikler gösterir.) İsyanı çoğaltmak, yaymak-yaygınlaştırmak, büyütmek; daha fazla konuşmak, daha fazla yazıp itirazda bulunmak ve daha fazla karşı koyup başkaldırmak, demokratik ve devrimci dinamikler olarak tarihsel görevimizdir. Her zaman hasmın susturmasına gerek kalmaz. Bazen kendi kendimizi sustururuz. Hasmımızın yapamadığını kendimiz hasmın lehine başarmış oluruz. Elbette ki, karşılaşılan bu durumun çok acı ve trajik olduğunu herkes kabul eder. Acı ve kahredici durum da olsa, görevlerimizi yapmamakla ve hatta görevlerimize sıkı sıkıya sarılmamakla, düşmanın beceremediğini kendimiz becermiş oluruz. Hiç de kalın çizgi yok; işimizi yapmadığımızda kapımıza kilit vurmayı kabul etmiş sayılırız. Anlaşılmayacak bir

Gazetemizi güçlendirelim

durum yok, mesele bu kadar basit. Ancak söyleyelim ki, iş yapmayanlara, çalışmayanlara, görevlerine sahip çıkmayanlara rağmen, her türlü zorluk ve yoksunluğa karşın; tarihsel sorumluluğu yerde bırakmayacak kararlılıkta irademiz ve takatimiz her zaman vardır. Bir şey daha ekleyelim; “iş yapmayanlar’’ ifadesinden kastımız, asla dar çerçeve hedefli veya saha çalışanlarına yönelik bir atıf değil, ilgili olan en geniş bileşenin ortak görev ve sorumluluklarda sergilediği kayıtsızlıktır. Okurundan dağıtımcısına, destekleyen-taraftar kitlesinden yazarına kadar bilcümle alakadar çevreyi kast ediyoruz ‘’iş yapmayanlar’’ sözünden ve bu bileşene sesleniyoruz gazetenin önemini küçümsemeyip önemsemeleri için… Evet, gazete sesimiz, sözümüz ve “silah’’ımızdır. Dilimiz, siyasetimiz, çizgimiz, dünya görüşümüz, ideolojimizdir gazete. Gazete tavrımız, tutumumuz, savunumuz ve doğrultumuzdur. Amacımızı, hedeflerimizi, görüş ve düşüncelerimizi geniş kitlelere tek merkezden ileten önemli bir olanak ve sayılı araçlardandır gazete… Okumalı, okutmalı ve dağıtmalıyız gazeteyi. Örneğin, gazetenin en geniş çevrede okunması, fabrikadan okullara, semtlerden tek tek evlere kadar tüm emekçi ve ilerici halk yığınları içinde yaygın dağıtımı, hiçbir bakımdan küçümsenemez bir çalışma, siyasi faaliyet ve etkinliktir. Çünkü gazete bizlerin dilidir, somut olarak bizlerin fikir ve düşüncelerinin taşıyıcısıdır. Bir kez daha karikatürize edersek; ‘’ben-sen-amcaoğlu’’ bilmem ne mahallesinde bodrumda oturan işçi Ahmet ile Fatma’ya ve çocuklarına gidemez-ulaşamayız. Onlara gitsek bile ötekine gidemeyiz. Ama gazete daha kolay

Şimdi kendimize soralım ve yanıtlayalım; merkezi bir gazetenin devrim mücadelelerinde devrimlerin örgütlenmesindeki önemi, devrimler tarihinde sabit değil midir? Sabittir. Ülkelerin koşulları ve gündemdeki devrimin niteliği farklı da olsa, buna bağlı olarak gazete somut parçada esas ya da esas olmayan bir mücadele veya örgütlenme biçiminden de olsa; bütün bu sebepler gazetenin

ulaşabilir; gidemediğimiz en ücra köşeye kadar rahatlıkla gidebilir. Biz olmasak da adımıza gazete gider; konuşur, anlatır, yol göstermeye çalışır, yani, politik görüşlerimiz temelinde bilinçlendirip örgütler. Ama iş o ki, gazete oralara kadar dağıtılsın… İş o ki, gazetenin öyle çalışkan dağıtımcıları olsun… iş o ki, okurlar o bilinçle hareket edip gazetenin doğal dağıtımcısı, muhabiri gibi davransın… İş o ki, hepimizin birer parçası olduğumuz ortak davamız uğruna kolektif bilinç ve çalışma tutumu sergileyen kavrayış olsun… Yeter ki, kafamız açık, bilincimiz berrak, bilimsel inancımız keskin ve tavrımız net olsun! Mesele olarak tanımladığımız duyarsızlık, azim yetmezliği ve kararlılık zayıflığı çerçevesindeki sorun, kuşkusuz ki köklü bir meseledir. İçimizde/dışımızda kök tutmuş sorunların ürünüdür ‘’iş yapmama’’ hali, daralma realitesi ve varlık gerekçelerimizden kopma alarmı veren hal… Yani, birçok sebep, birçok sorun ve sorumlu vardır bu matlaşmış kabuklar altında. Sadece tembellerle, kararsızlarla vb açıklayamayız tıkanma eğilimi taşıyan devrimci hareketin dayandığı tasfiyeci eşiği… Uluslararası komünist hare-

örgütleme, toparlama, aydınlatıp bilinçlendirme ve benzeri fonksiyonlarını ortadan kaldırır mı? Hayır. Gazete bir somutta esas örgütlenme biçimi olarak kullanılsa da, bir diğer somutta esas olmayan örgütlenme biçimi-aracı olarak kullanılsa da; gazete her durumda demokrasiyi, devrimi propaganda eden, görüşlerimizi kitlelere taşıyan ve proletarya ile halk kitlelerin-

ketin yaşadığı sorun ve sıkıntılar, bu zeminde yaşanan örgütsel bunalım, siyasi kısırlık, teorik bocalamalar ve ideolojik münakaşalar; öte taraftan evrensel çapta yürürlüğe konan emperyalist proje ve stratejileriyle derinleştirilen saldırı, bunlarla yaratılmak istenen ve belli düzeyde yaratılan kaotik tasfiyeci ideolojik atmosfer, bu atmosferin egemenliğindeki şartlar komünist ve devrimci hareketin sorunlarının temel dokusudur. Böyle de olsa, sorunu dışarıya atarak işin içinden sıyrılma yoluna gidemez; ‘’genel durumdur’’, ‘’süreçtir’’, ‘’konjonktürdür’’ gibi, somut sorunları genel-geçer doğrulara boğarak geçiştirme ya da pratik gerçekleri teorik lafazanlık ve zorlama gerekçelerle öteleme, kendimizden uzağa atma durumunda olamayız. Yani, irademiz dışındaki gelişmelerin olumsuz etkilerine karşın, bahsi geçen genel olumsuzlukların irademiz dahilinde olup çabalarımızla tayin ettiğimiz yanları da vardır. Ve bunlar asla küçümsenemez miktardadır, hatta olumsuzlukların esasını bunlar oluşturmaktadır. Tartışma konusu gazete ise (ki öyle), bu meselede olumsuz pratiğe yol açan an-

den yana işlev gören bir araç değil midir? Açık ki, öyledir. Gazete ister esas araç olarak kullanılmış olsun, isterse tali araç olarak kullanılmış olsun, her iki durumda da devrimi propaganda etmez mi, devrimci güçleri bilinçlendirip örgütlemez mi ve birleştirme özelliği göstermez mi? Tartışmaya gerek yok ki gösterir. Belli bir ideolojik-siyasi çizgideki bir ga-


perspektif

zümüz ve silahımızdır kezi ajitasyon-propaganda aracı olarak ender bir örgütleyici ve toparlayıcı bir araçtır. Çünkü gazete karanlıkları aydınlatan ve gerçekleri geniş kitlelere taşıyan araçtır. Medyanın rolüyle birlikte, egemen güçlerle aramızdaki olanak ve imkan eşitsizlikleri göz önüne alındığında; gazete gibi bir damarın veya merkezi kan taşıyıcı ve kan pompalayıcı bir aracın ne demek olduğu bütün önemiyle kendiliğinden açığa çıkar.

layış gazetenin önemini küçümseyen hatalı fikirdir. Söylemeye gerek yok ki, gazetenin önemsiz olduğunu düşünen yaklaşım hatalı ve sakattır. Gazeteyi daha esas dediğimiz mücadele ve örgütlenme biçimleriyle kıyaslanması ya da karşı karşıya konması son derece hatalı sığ yaklaşımdır. Gazete, daha esas olan biçim, metot ve araçlara göre daha az önemde, tali bir görev, biçim, araç vb olabilir. Ama bu gerçeklik, gazetenin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Gazete, diğer araçlarla birlikte yaşamsal öneme sahiptir. Ya da kendi sahasında oldukça önemli bir araçtır. Gazete iki ordunun silahlı savaşını yürütmez veya ifade etmez. Ama bu orduların savaşında biri lehine ötekinin aleyhine güç ve avantajlar yaratır. Dahası, iki düşman tarafın ideolojik-teorik alandaki savaşımını yürüten bir araç olarak vazife üstlenir. Gazete, silahlı bir çatışma aracı değildir, kuşkusuz ki onun fonksiyonunu oynamaz ama kendi sahasında anlamlı bir çatışmayı temsil eder ve bu sahada en önemli fonksiyonları üstlenerek gerçekleştirir. Tartışmamızdan da anlaşılır ki, yazı boyunca kullandığımız ‘’gazete’’ ibaresi, politik ve sınıfsal nitelemeden muaf bir

zetenin geniş kitlelere daha etkin ve daha yaygın ulaşması o çizgiyi daha çabuk geliştirmez mi? Geliştirir. Hakeza kitlelerin o çizginin etrafında birleşmesine hizmet etmez mi? Eder. Adı geçen bu gazete iki temel sınıf kampı karşısında açıktan bir taraf mıdır? Evet. Bu taraf, dünya gericiliğine karşı proleter dünya devrimi cephesi midir? Evet. Faşizme, feodalizme ve

tanım değildir, bilakis siyasi-ideolojik çizgisi itibarıyla Yeni Demokratik nitelikte bir gazeteden söz edilmektedir. Bu gazete proletarya ve halktan yanadır. Bu gazete demokrasiden ve dolayısıyla devrimden yanadır. Bu gazete bütün uluslardan halkların birliği ve ulusların eşitliğinden yanadır. Bu gazete, ezilen sömürülen ve zulme uğrayan çilekeş halklardan ve mazlum uluslardan yana, bilumum gerici sınıfların karşısındadır. Bu gazete, dil, din, cins, renk ayrımı gibi gerici ayrımlara karşı olduğu gibi, sınıf ayrımından yana olup, devrimci sınıfların yanında saf tutandır… Evet bu gazete, sesimiz ve ’’silah’’ımızdır. Onun susturulması, demokrasi mücadelesi ve halk kitleleri adına yükselen sesimizin susturulması-susturulmamız anlamına gelir. Onun susturulması silahsızlandırılmamız anlamına gelir. Onun susturulması sesimizin halk kitlelerine gitmesinin engellenmesi anlamına gelir. Ajitasyon-propagandamız ve örgütlenmemizin güdükleştirilmesi, geriletilmesi, engellenmesi anlamına gelir onun susturulması… Çünkü gazete, en geniş kitlelere ulaşmanın ender araçlarından olup, merkezi kitlesel örgütleyici, mer-

emperyalizme karşı mıdır bu gazete? Tartışmasız olarak karşıdır. Yani, üç anti karakteri var mıdır? Var, hem de çok güçlü ve kesin olarak var! Somutta milli baskıya, inançlar üzerindeki baskıya, kadın üzerindeki cinsiyetçi ve ayrımcı baskıya, nihayetinde insanın insan üzerindeki her türlü baskı ve sömürüsüne karşı mıdır bu gazete? Öyledir.

Devrimin toplumsal bir konsept ve komplike bir toplumsal proje olduğunu düşünebilen herkes, devrimin örgütlenmesinin de o kadar geniş araç, yöntem ve biçim kapsayacağını kolaylıkla anlar. Ve her bir aracın, yöntemin ve biçimin devrimci örgütle ya da örgütlenmede ne kadar yakıcı bir ihtiyaç olduğunu kavrar. Ama devrim projesinin çapını tam olarak anlayamayan ya da devrim mücadelesini, ‘’ben-sen-amcaoğlu’’ ironisindeki gibi bir basit oyun sanıp hobiye indirgeyen hayalci-ütopik dogmatikler asla devrimin taktik ve stratejik değerde kullandığı/kullanacağı silahları sistematik bir bütünlük içinde kavrayamazlar, bakış açılarını değiştirmedikçe bu araçların önemini bilince çıkaramazlar. Kuru sloganlara hayranlık duyarlar ama göz alıcı olmayan uzun vadeli gerçek devrimci çalışmaları küçümserler. Silahı kutsayıp teoriyi küçümserler ya da tersinden teoriyi yüceltip silahı küçümserler. Molotof atmaya ‘’bayılır’’ ama makale yazmaya burun bükerler. Görsel ve popüler işlere büyük bir öncelik verir ama işçiler içinde ter dökücü bir örgütlemeye yanaşmazonu küçümserler. Bu zincir bildik bütün ikilemlerde klasik poz olan lafazan radikalizm tarafı olma biçiminde devam edip gider. Çok ilginçtir ki, bunlar bir türlü keskin savunu ve ‘’beğenileri’’ doğrultusunda bir tek gerçek (devrimci) adım da atmazlar. Her şeyi sözde yaparlar, gerçekte ise militan mücadele adına yaptıkları bir tek şey yoktur özünde. Gazetenin önemsiz olduğu görüşü, ister açık olsun isterse kapalı olsun, yaygın olan hatalı görüştür. Bu sol düşünüş tarzı açıktan savunulmasa da zımnen kabul

Uzatmayalım; şüpheye yer bırakmayacak kadar açık ki, bu gazete ideolojikpolitik çizgi ve hedefleri bakımından ezilenlerin, sömürülenlerin, ötekileştirilenlerin, horlananların, mazlumların toplamı yoksul dünyanın; yani, proletarya ve halk kitlelerinin bir kürsüsü veya onların sınıf çıkarlarını savunmayı görev alan ve üstlenen sözcüsü durumundadır.

edilen düşüncedir. Hatalı anlayışta ısrar eden bu dar dogmatik görüşün inadı aşağıdaki izahı hak etmektedir. Kulak gözün görme fonksiyonuna sahip değildir. Göz gibi görmez. Nasıl ki gözün meziyeti görmekse, kulağın yeteneği de duymaktır. Biri ötekinin işlevine-fonksiyonuna haiz değildir. Dilin rolü, göz ve kulaktan farklı olarak konuşma veya iletişim aracı olma özelliğindedir. Beyin daha üstün bir yetenek sergileyerek, görüngü veya algıyı süzgeçten geçirir, seçer, kurgular, anlamlandırır ve en önemlisi de düşünür, daha da ileri giderek komutlar verir. Bütün bunlarla anlatmak istediğimiz şudur; azalarımızın her birinin yaşamsal önemde görevleri, fonksiyonları ve işlevleri vardır. Her bir organ, her bir araç kendi görev alanında yetkindir ve orada rol oynar. Dolayısıyla da her bir fonksiyon kendi görevi bağlamında önemli bir araçtır. Dahası, bu araç veya organların hepsinin vücuttaki toplamı veya hepsinin beden üzerinde bir aradaki varlığı insan denen kabiliyetli varlığın sağlıklı bütünlüğünü olanaklı kılar. Ancak, insanı bütünleyen bu özellik ve organlardan bir veya birkaçı eksik olduğunda, insan denen varlığın kimi yetenek ve özelliklerinden yoksun kalarak, özürlü-engelli-sakat nitelemesine denk düşen eksik fonksiyonlu bir insan olmasını gündeme getirir. Açık ki, tüm aza ve uzuvlarıyla birlikte var olan insan ile gözleri vb olmayan bir insanın fonksiyonu bir ve aynı olmaz. O halde, her organ belli bir alanda rol oynar, hepsinin görevi farklı olup, hepsine ihtiyaç duyulduğu bir saha vardır ve tüm organların bir arada bulunup fonksiyonlarını oynamasıyladır ki, en verimli etkinlik ve aktivite ortaya konabilir. Ancak doğru ve yerinde kullanıldığı takdirde her araç, her yöntem ve her faaliyet etkili bir silahtır. Buradaki basit yasa hemen her şeyde geçerlidir. Örneğin, devletin ordusu, polisi, mahkemesi, hapishanesi olmasa, devlet, devlet olma özelliğini sürdüremez. Ya da bir gazetenin yazarları, dağıtımcıları ve hatta okurları yoksa o gazete, gazete olma özelliğini sürdüremez. Buradaki mantığı-anlayışı kavramak hayati değerdedir.

O halde bu gazetenin desteklenmesi, geliştirilmesi hepimizin ortak görevi ve tarihsel sorumluluklarındandır. Gazetemizi en geniş yoksul halk ve emekçi kitlelere, ilerici, demokrat ve devrimci kitlelere ulaştırmak için seferber olalım. Bu görev ve sorumluluğu yerine getiremeyenler, daha ileri görev ve sorumlulukları asla ve asla layıkıyla yerine getiremezler.


14-15_Layout 2 3/29/12 1:03 PM Page 1

14 gençlik

Halkın Günlüğü 1-10 NİSAN 2012

25-26 Şubat 2012 tarihlerinde 6. Konferansını toplayan Yeni Demokrat Gençlik(YDG) ile konferansa, Kürt ulusal meselesine, gençliğin sorunları ve bu sorunların çözümüne ilişkin hayata geçirilmesi gereken politikalara dair bir sohbet gerçekleştirdik

YDG Türkiye gündeminin

esasını Kürt ulusal meselesi oluşturuyor f25-26 Şubat tarihlerinde 6. Konferansınızı topladınız. “Dokunsak da yansak da dokunacağız/Em Ji Livirim” şiarıyla gerçekleştirdiğiniz 6. konferansı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sonuçları itibariyle ve tartışmaların içeriği, önümüzdeki sürece müdahale noktasında YDG açısından nasıl bir konferans gerçekleştirildi? YDG- İlk önce konferansımızın konularını nasıl belirlediğimizi çok kısaca anlatırsak herhalde daha iyi olur. Biz YDG’nin divan toplantısında tüm alanlarımızdan bir araya gelen temsilci yoldaşlarla birlikte meseleyi şöyle tartıştık; uzun bir süredir Kürt ulusal sorununu tartışıyoruz, zaten bu bizim örgütümüzün faaliyetine başladığı ilk yıldan bugüne gündemi ama son süreçte yaşanan gelişmeler, saldırılar düşünüldüğünde gerçekten Türkiye halkının, devrimci-demokratik kamuoyunun, devletin, çok ciddi şekilde gündeminde olan bir mesele Kürt ulusal sorunu. Özellikle son süreçte de Halkların Demokratik Kongresi(HDK)’ne dair bir politik yönelimimiz var ve Demokratik Özerklik’e dair bir bakış açımız var. Bunun dışında yaşanan gelişmelere müdahale etmek istiyoruz, sonuçta birçok gelişme yaşanıyor. Neredeyse her aya bir-iki tane operasyon düşüyor ‘KCK operasyonu’ adı altında. Roboski’de daha yeni 35 kişi katledildi. Kürt sorunu cephesinde sürekli gelişmeler yaşanıyor. Sonuçta biz buna aynı şekilde pratikte müdahil olmak istiyoruz. Biz bir şekilde bu işin öznesi olmak istiyoruz. Ulusal mücadele veren bir örgütlenme değiliz. Daha farklı bir kulvarımız var ama en nihayetinde ulusal mücadele noktasında da bir iddiamız var. Biz de bu noktada güncel gelişmeleri göz önünde bulundurarak, YDG’nin son süreçteki politik yönelimlerini göz önünde bulundurarak, böyle bir konuyu bütün gün tartışmak gerektiğini düşündük. Konferansımızın esas gündemi olarak da bunu belirledik. Zaten bizim her yıl konferanslarımızda, özellikle son üç konferansımızda böyle bir yöntem deniyoruz, hani bir konuyu daha esasımıza alıyoruz, daha esaslı olarak tartışıyoruz. Ama diğer belli başlı konulara ihtiyacımız olan, belli başlı

gündemleri de daha tali bir biçimde tartışıyoruz. Sonrasında da bu belirlemenin çok olumlu bir belirleme olduğunu gördük. Kendi aramızda tartıştığımızda hem örgütsel konulardan daha çok politik bir gündemi tartışmak, güncel politikada da ciddi bir şekilde yansımasını bulan bir gündemi tartışmak, hem de örgütlülüğümüzün de bu konuda netleşmesi açısından Kürt ulusal sorununu tartışmayı, politikalarımız noktasında belirleyici olacağı açısından bunu esas bir gündem olarak almamızı olumlu olarak değerlendirdik. Ya da konferans günü de daha çok zaten bu yönlü bir bakış açısı vardı. YDG- Konferansta ana şiarımız, esasta öne çıkarmak istediğimiz şiar “Em Ji Livirim” şiarıydı. Hani dokunan yanacaksa dokunacağız meselesini biz divan toplantısında zaten şu boyutta tartıştık; bugün reel politik süreçte esasta Kürt meselesi üzerinden bir ilişkilenme yakalayan herkes o alana dokunmak isteyen herkes, aydınlarından demokratik kitle örgütü temsilcilerine kadar bir dokunma eğilimi gerçekleştirmek herkesin tutuklamalarla, baskılarla karşılaştığı gibi bir gerçeklik söz konusu. Konferansın bakış açısını o temelde kamuoyuna biraz daha geniş bir şekilde duyurmak için belirlediğimiz bir slogan yansak da dokunacağız sloganı. Em Ji Livirim sloganı Kürt ulusal hareketi cephesinden tutuklamalara karşı geliştirilen bir tepki. Biz de süreci hem politik açıdan karşılayan bir slogan olduğunu düşünerek hem de bizim pratik duruşumuzu anlamlı bir şekilde ifade edeceğini düşündüğümüzden kaynaklı öne çıkarttık. Diğer açıdan ben yoldaşın değinmediği birkaç konuya değineyim. Normalde konferanslar sürecinin bizim örgütsel ve politik çalışmalarımızda şöyle bir işlevi oluyor; bizim bütün çalışmalarımızın belirlendiği, tartışıldığı ve o hat üzerinden de pratiğe dökülmeye çalışıldığı toplantılar oluyor bunlar. Ve örgütümüzde şöyle bir olgunlaşma oldu konferanslarla ilgili, konferanslar sürece ilişkin pratik duruşumuzu en çok netleştiren hem örgütlülüğümüz nezdinde hem de bizim kamuoyuna ilan ettiğimiz po-

litikalarımız çerçevesinde olumlu bir yerde duruyor. Özellikle son üç yıldır daha çok güncel gelişmeleri, öğrenci gençliğe, işçi gençliğe, işsiz gençliğe, köylü gençliğe saldırı kapsamında politikalarımızı belirliyoruz, konferanslar yoluyla. Konferanslarımızın ana gündemleri bu anlamda eğitimin ticarileştirilmesi, bir yanını bu oluşturuyor saldırıların. Diğer yanı da örgütümüzün devrimci bir gençlik örgütü olarak, Türkiye devrimci gençlik hareketinin kapladığı alandan dolayı nasıl bir müdahale gerçekleştireceği, dolayısıyla geçmiş yıllarda mesela, militanlık, sonra söz ve eylem birliktelikleri, söylem ve pratik arasındaki bağlar gibi meseleleri tartıştık. Bunlar daha çok içe dönük olarak ele aldığımız meselelerdi. Tüm bunlar Türkiye devrimci gençlik hareketinin ihtiyaç duyduğu konular. Bu anlamda bir yönelim belirliyoruz, bu yıl da ülkemizdeki bütün gençlik örgütlerinin bu konuda bir hassasiyet gözetmeleri gerektiğini düşünüyoruz. Son olarak da şunu belirteyim konferans üzerine: Konferansımız, altı yıl içerisinde bizim gerçekleştirdiğimiz en nitelikli konferans oldu diyebiliriz. Her yılın, her dönemin özgünlüğü ayrı olmakla beraber, hem kitleselliği, hem de politik tartışmalar boyutuyla, geçen yıl yaptığımız konferansla şöyle bir kıyaslama yapabiliriz. Geçen yıl daha heyecanlı, daha coşkulu, ama katılan kitlenin politik konulara ilişkin tartışma düzeyi daha geriydi. Nitelikli bir konferansa evrimle sürecini çalışmalarımızın sonucunda görmüş olduk. Geçen yıl ki konferansla bu zamana kadar geçen sürede kitlemizin ciddi bir eğitim sürecinden geçtiğini, ciddi bir birikim sağladığını düşünmekteyiz. Sağlanan bu birikim, reel politika oluşturma noktasında bu konferansımızda kendisini açığa çıkarmıştır. Konferans sürece müdahale etme açısından bizim için çok esaslı bir yerde durur. Bir

diğer şey ise, tam da bahar sürecinin başında yapılmış olması da örgütsel çalışmamızda daha etkili daha nitelikli bir seviye yakalamamıza vesile oldu.

fSizin de belirttiğiniz gibi konferansın ana gündemini Demokratik Özerklik ve Halkların Demokratik Kongresi ekseninde Kürt ulusal meselesi oluşturuyor. Konferans tartışmalarından takip ettiğimiz bu başlıklara ilişkin YDG’nin yaklaşımını biraz daha açar mısınız? YDG- Demokratik Özerklik ile başlayacak olursak, konferansımızda da bir başlık olarak ele aldığımız konulardan biriydi. Demokratik Özerklik, baktığımızda daha çok burjuva demokratik toplumlarda karşılaştığımız bir sistemdir. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası, özellikle Avrupa’da çok ciddi bir şekilde yaygınlaşmış bir sistemdir. Demokratik Özerklik, gerek Türkiye açısından gerekse ezilen ulusların olduğu bütün coğrafyalar açısından ulusal sorunun çözümü noktasında esas aldığımız bir sistem değildir. Ulusal sorunun çözümünü biz başka bir noktadan ele alıyoruz. Çünkü Demokratik Özerklik gerçekleştiği zaman Kürt ulusunun üzerindeki baskının tamamen kalkacağını düşünmüyoruz. Yani bu Kürt ulusunun kendi geleceği hakkında karar verdiği anlamına gelmiyor. Demokratik Özerklik’in tam olarak hayata geçirilebilmesi için ise, Kürt ulusunun bir bütün kendisinin karar vermesi gerekiyor bu sürece. Sorunun çözümünde temel ilkelerimizden biri Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkıdır. Kuşkusuz böyle bir durumun gerçekleşmesinin bizlerin verdiği devrimci mücadeleyle direkt bağı vardır. Devrimci mücadeleyi başarıya ulaştırdığımızda ve Demokratik Halk Devrimi’ni gerçekleştirdiğimizde Halk Demokrasisi koşullarında ulusların kendi kaderinin tayin hakkının yaşamsallaşabileceğini düşünüyoruz. Ama şöyle bir durum var: Demokratik Özerklik, Kürt ulu-


14-15_Layout 2 3/29/12 1:03 PM Page 2

röportaj

1-10 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü

sal sorununun esas çözümü olarak bizim açımızdan görülmüyor, ama bugün açısından baktığımızda Demokratik Özerklik, gerçekten demokratik bir muhteva taşıyor. Bu demokratik muhtevayı nerden çıkartıyoruz, nasıl böyle bir kanıya varıyoruz? Bir kere Demokratik Özerklik faşizmle çelişen bir sistem. Ki zaten dünyada bildiğimiz kadarıyla, faşist sistemlerde gerçek bir demokratik özerklikle yani bugün burjuva demokrasisinin olduğu ülkelerde gördüğümüz (İspanya, Belçika, Fransa vb) demokratik özerklikten bahsetmek mümkün değildir. Türkiye’de faşizmin doğasına uygun olarak, merkezi devlet sistemi oldukça güçlüdür. Demokratik Özerklik merkezi devlet yapısını tam olarak bozan ya da iktidar ilişkilerini değiştiren, işte faşizmi ortadan kaldırmakla ilgili bir sistem olmasa da ciddi şekilde merkezi devlet yapısını sarsabilecek, işte merkezi devletin belli başlı kurumları sekteye uğratabilir. Bugün belediyelere verdiği

idari yetkilerin bir kısmını, Demokratik Özerklik sağlanırsa siyasi bir kısmını da yerel yönetimlere vermiş olacak. Zaten bunu faşist TC devletinin istemediği de, çok net, bir tahammülsüzlük gösterdiği açık. Demokratik Özerklik evet sistem içi bir taleptir. Evet, Kürt ulusal sorununun esas çözümü değildir. Ama en nihayetinde faşizmle çelişen bir sistemdir, bu anlamda demokrasi mücadelesi açısından demokratik özerklik mücadelesinin önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü demokrasi mücadelesi noktasında zaten Türkiye’de faşist yapıdan kaynaklı demokrasi ve devrim mücadelesi iç içe geçmiş bir durumda. Biz devrimci bir gençlik örgütü olarak demokrasi mücadelesinin de verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu bağlamda, Demokratik Özerklik talebine tavrımız destek tavrıdır. Bundan doğru Demokratik Özerklik talebini ve Demokratik Özerklik talebini yükseltenleri desteklemek, yanlarında olmak gerektiğini düşünüyoruz.

YDG- Ben yoldaşın bıraktığı yerden meseleyi diğer bir soruyla bağlamaya çalışayım HDK ile ilgili. Şöyle bir gerçeklik var, tam da demokrasi mücadelesinin hangi dinamolar, hangi kuvvetler üzerinden yürüdüğü sorunu bizi şöyle bir şeye götürüyor. Türkiye devrimci gençlik hareketinin durumundan sendikal mücadelenin ve işçi sınıfı mücadelesinin durumu, kadın mücadelesinin durumu, ezilen ulus ve azınlık milliyetlerin yürüttüğü mücadelenin durumu ve diğer bütün ezilen kesimlerin; çevrecilerden eşcinsel harekete kadar geniş bir çerçevede faşizme karşı yürütülen bir fiili mücadele ve faşizmin baskı aygıtlarını şekillendirmesi ya da arttırdığı dönemler, incelttiği dönemler söz konusu. Şimdi böyle bir tablo içerisinde şöyle bir gerçeklik var, mesela reformist hareketlerden devrimci hareketlere kadar esas ve tali ayrımı yapmadan böyle bir toptancı yaklaşım geliştirebiliriz. Reformist hareketlerin de yine işte sınıf mücadelesinin önder gücü olduğunu iddia eden hareketlerin de faşist yönetimlere karşı demokrasi mücadelesi yürüttüğü ya da demokratikleşme eğilimi taşıyan taleplerin sahibi, bilfiil yürütücüsü olduğu gerçekliği var. HDK esas anlamda bugün reformist hareketin -ki Kürt Ulusal Hareketi (KUH)’nin esas niteliğinin biz zaten reformist olduğunu düşünüyoruz- ortaya koyduğu ve içindeki çeşitli devrimci gruplar dışında esas olarak reformist bir özden beslenen bir oluşumdur. Taşıdığı ideolojik özden kaynaklı ya da günümüzde evrildiği süreçten böyle yaklaşım ya da böyle bir niteliği söz konusu. Bu nitelikten doğru taleplerinin reformcu, reformizmi güçlendiren ya da yine HDK’nin ortaya çıktığı projenin demokratik modernite ya da işte ulus-toplum paradigması çerçevesinde gelişen ideolojik argümanlar üzerinden bir proje olduğu ortada. İşte ulusal hareketin ülkemizdeki sol, ilerici güçleri bir araya getirmesi yönünde bir projesi söz konusu. 2002’li yıllarda siz de hatırlarsınız, daha çok sistemin egemen sınıf partilerine yönelen ya da onlarla dirsek teması geliştirmeye yönelik belli başlı adımlar atıyordu. Keza AKP’den de belli beklentileri olmuştu, bu hareketin böyle bir gerçekliği de söz konusuydu. Sonra süreç itibariyle devletin politikasının tam olarak tasfiyeyi amaç edindiğini keza bizce ulusal harekette net olarak anlamıştır. Böyle bir süreçte ulusal hareket yüzünü ülkemizdeki demokrasi güçlerine daha fazla dönmüştür. Bu anlamda HDK’nin aslında ulusal hareketin bizim tabirimizle cephe politikası gütmek için oluşturduğu bir şey olduğunun farkındayız. Ama ulusal hareketin barış talebi, müzakere talebi dahil olmak üzere, her şey faşizmi geriletmeye, demokrasi mücadelesini ilerletmeye hizmet ediyor. Ulusal hareket faşizme karşı yürüttüğü mücadelede faşizme geri adımlar attırıyor. Bunlar bazen anayasal haklar temelinde dahi faşizmin geri adım atmasına yol açabiliyor. Temelde HDK’nin az önce bahsettiğim temel üzerinden ifade ettiği bir şey var. Biz şimdi tam da sizin dediğiniz gibi sürecin egemenlerin halka yönelik saldırılarında ana muhalefet dinamiklerinin başında Kürt Ulusal Hareketi’nin geldiğini düşünüyoruz. Türkiye Devrimci Hareketi’nin de kendisine sorması gereken bir soru zaten bu durum, bizim cephemizdeki soru işareti? Anlatmak istediğim şey yanlış anlaşılmasın yani bizim oturup halk deyimiyle şapkamızı önümüze koyup, düşünmemiz gereken bir şey. Türkiye Devrimci Hareketi’nin kronik sorunlarına dair düşünmemiz gereken bir şey. Sonuç olarak böyle bir muhalefet gerçekliği de odak noktasında olma gibi bir gerçekliği var. Keza Milli Güvenlik Kurulu toplantıları, Başbakan Erdoğan’ın ulusa sesleniş konuşma-

15

larının ana gündemlerinden her şey egemenlerin ekonomik tavırlarının yanında ana cephede Kürt Ulusal Hareketi ve Kürt meselesi egemenlerin bu politikaları vb şeylerde kendini gösteriyor. Ortadoğu’daki gelişmeler de bu çerçevede değerlendirilmekte. Dolayısıyla çok güçlü saldırılar gerçekleştiriyorlar. Evet biz ülkemizdeki devrim aşamanın Demokratik Halk Devrimi olduğunu düşünüyoruz. Bu anlamda demokrasi güçleri anlamında reformist güçlerden en ilerici güçlere kadar geniş bir çerçevede bir fikrimiz söz konusu, kamuoyunun da bildiği şeyler bunlar. Ve ulusal hareketin bugün taşıdığı potansiyelin taşıdığı devrimci dinamiğin sistem karşısında var olma reel ana muhalif duruşundan kaynaklı uğradığı saldırıların aslında demokrasi mücadelesi, demokratik haklar temelli Türkiye devrimci hareketinin yine ulusal hareketin önderliğinde yürütülen mücadelenin kazandırmış olduğu demokratik haklara yönelik ciddi bir saldırı söz konusu. Ve ulusal hareket faşizmi gerileten hamleleri de yapıyor bu bizce aşikâr. Bu temelde sarı-kırmızı-yeşil Türk şovenizmini, faşizmi geriletmek adına ve Türkiye demokrasi adına oldukça önem arz ediyor. Ülkemizdeki demokrasi mücadelesinin devrim mücadelesinin iç içe geçmesiyle de yapılanın devrimci talepler olduğunu düşünüyoruz. İçerik olarak reformist olmakla birlikte fiili anlamda yarattığı sonuçlar itibariyle devrime hizmet eden bir yerde duruyor ulusal hareketin tavrı. Yeni Demokratik Gençlik programını belirlerken, kitlenin olduğu yeri, en geri taleplerin savunulduğu kitle hareketlerinin bile içerisinde olmayı oldukça önemsiyoruz. Genç-Sen’in reel durumunun olumsuz yanlarına rağmen, Genç-Sen’de yıllardır faaliyet yürütmeyi bu örgütün taşıdığı örgütlü potansiyelden dolayı orada olmayı özellikle önemsedik. Bu temelde HDK’nin bir dinamik olduğunu düşünüyoruz, bu dinamikten dolayı HDK’de olmayı önemsiyoruz. Fakat ana temamız esas anlamda ulusal harekete yönelik saldırı ve HDK’nin demokrasi güçlerini bir araya getirmedeki merkezi konumundan kaynaklı HDK’de çalışma yürütüyoruz. Fakat bizim HDK’deki çalışma biçimimiz, esas anlamda eylemsellik üzerinden şekilleniyor. Bürokratik sürecinde yer almayı düşünmüyoruz. HDK bileşeni olan örgütlerin farklı HDK’de tahayyülleri, farklı şeyleri var. Kimisi işte devrimi gerçekleştirecek güç olarak tanımlıyor, kimisi de hani sıradan bir eylem platformu olarak değerlendiriyor. Biz de bu süreçte faşizmin saldırılarına karşı etkili, eylemsel bir hat örülmesi temelinde işlevli bir araç olduğunu düşünüyoruz. Bu aracın da büyütülmesi, yükseltilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla ulusal hareketin taşıdığı, öne sürdüğü bütün talepler demokratik muhteva taşıyor. Ve bunun sonuna kadar desteklenmesi gerektiğini söylüyoruz. Keza burada referansımız İbrahim Kaypakkaya oluyor. İbrahim yoldaşın şöyle bir belirlemesi söz konusu, Şeyh Sait İsyanı’na tartışmalarında, spekülasyonlara karşı şöyle bir şey diyor: Velev ki; Şeyh Sait ayaklanması İngiliz emperyalizminin desteklediği bir ayaklanma olsa bile ulusal hareketin egemen Türk ulusunun baskısına karşı yürüttüğü mücadelenin demokratik muhtevasından kaynaklı biz bunu sonuna kadar destekleriz. Bu temeldeki örgütlenmelerde bizim tarafımızdan önemsenmesinden kaynaklı HDK’nin içinde yer almanın önemli olduğunu düşünüyoruz. NOT: YDG ile yapmış olduğumuz söyleşinin devamını www.halkingunlugu.net adresinden okuyabilirsiniz


16-17_Layout 2 3/29/12 7:22 PM Page 1

16

dünya haber

Halkın Günlüğü 1-10 NİSAN 2012

Suriye’de çatışmalar devam ediyor. Muhalifler 1 Nisan’da İstanbul’da yapılacak olan “Suriye’nin ‘dostları’ grubu” toplantısına hazırlanırken, Esad liderliğindeki Suriye yönetimi Annan Planı’nı kabul ettiğini açıkladı

“Dostlar” yine toplanıyor Suriye “Arap Baharı”nın en sancılı geçen mekanı oldu. Bir buçuk yıl önce başlayan, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu etkisi altına alan, Tunus, Mısır ve Libya’da varolan iktidarların devrilmesine yol açan isyanlar, Yemen, Bahreyn, Katar gibi birçok ülkede başarısız olurken Suriye’de de doğum sancıları yaşıyor. Esad liderliğindeki Şam yönetimiyle muhalif gruplar arasındaki çatışmalar, Birleşmiş Milletler (BM) ve Arap Birliği’nin “arabulucuk” faaliyetleri, Rusya ve Çin’in alınan kararlara itiraz ederek veto etmesi... tüm bu gelişmeler ekseninde ele alındığında ortaya çıkan tablo, yeni sürecin Esad’sız devam etmesinde mutabık olmaya varıyor. Her ne kadar kısa vadede bu meselede bir uzlaşma olmasa da önümüzdeki günlerde sürecin buraya doğru evrileceği ortada. Efendiler ve uşaklar arasındaki ilişkinin seyrini efendinin çizdiği sınırlar ve uşağın efendiye hizmeti belirler. Ortadoğu ve Afrika’da yaşanan değişimlerin bu özgülde gerçek-

leştiği ve yeni enerji, işgücü ve pazar alanları olduğu yani emperyalistler açısından sömürge alanları olduğu unutulmamalıdır.

Suriye’nin ‘dostları’ İstanbul’da Geçtiğimiz Şubat ayında Tunus’ta toplanan Suriye’nin “dostları” 1 Nisan tarihinde İstanbul’da toplanıyor. Toplantı öncesi biraraya gelen Suriyeli muhalif gruplar kendi aralarında pazarlıklarını tamamlayarak, “dostlar” meclisine ortak fikirle gitmeyi hedefliyor. Orada kendi karşılarında oturacak olan efendilerine uşaklık rolünde uzlaştıkları mesajını iletecekler ve yardım dileyecekler. Yani majestelerine karşı savaşan yeni majesteleri, bir hükümdar belirlemeye çalışacak. Esad yönetiminin bir dikta rejimi olduğu ve halkın üzerinde demoklasin kılıcı misali sallandığı herkesçe kabul ediliyor. Ama Suriye halkının yeni hükümdardan ziyade, gerçek bir demokrasiye ihtiyacı var. Bu demokrasinin de bu “dostlar” meclisinde çıkmayacağı aşikar. Emperyalist işgal için davetiye gönderen bu muhalif gruplar şimdiden demokrasi ithalatına başladıklarına göre, iktidara yerleşince daha neleri ihraç

edeceklerdir. Bütün zorba yönetimler aman dilemeyle başlar. Tarih sahnesinde yerini aldıktan sonra da önce kendisini savunduğunu iddia ettiklerine saldırır. Neticede iktidarını zulüm saltanatı üzerine kurar. Tarih bunun hep tanığı oldu. Tunus, Mısır ve Libya bu coğrafyadaki en son örnekleri. Bu haliyle bu örnekler de çoğalacak. Buradan Esad yönetimini desteklediğimiz gibi bir izlenim çıkmamalı. Zira Esad’ın liderliğindeki mevcut Şam yönetiminin sınıfsal ve siyasi niteliği üzeri örtülecek bir yerde durmuyor. Yıllardır ülkeyi yöneten bu zümrenin halka uyguladığı baskı ve zulüm politikaları ortadadır. Ancak sorun emperyalist bir işgal ve esas gücünü halkın örgütlü ve sınıfsız bir toplum, gerçek bir demokrasi özleminden değil de, emperyalizmden alan bir muhalefet grubunun demokrasi getireceği de hayal edilemez. Bu toplantıların yapılış amacı da efendinin

onayını alarak dünya kamuoyunda kendisini meşru kılma senaryosunun hayata geçirilmesidir. Ne hedeflediği ve nasıl bir yönetimi ortaya koyacağı daha somut olarak sunmuş değil. Keza sunsa da emperyalizme kölelik zeminini koruyacaktır. Transfer edeceği politikalarla kendisini var etme savaşına tutuşacaktır. Ancak bu kez Esad’lı Şam yönetimine karşı değil, kendi oturduğu koltuktan halka karşı. Bu coğrafyada son yaşanan örnekler bunu teyit etmekte.

Rusya ve Çin katılmıyor Toplantıya Rusya ve Çin katılmayacağını açıkladı. Rusya ve Çin Dışişleri Bakanlıkları yaptıkları açıklamada bu toplantıların çözüm üretmeyeceğini savundu. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hong Ley, “Suriye probleminin çözümü, Şam yönetiminin katılımı olmadan sağlanamaz. Uluslararası kamuoyu bu şartın sağlanması yönünde çaba göstermeli. Mevcut durum itibariyle “Suriye’nin Dostları”

Hindistan’da Maoistlerden Hindistan Komünist Partisi/Maoist (CPI(M))’e bağlı gerillaların iki İtalyan turisti rehin almalarının ardından Hindistan devlet güçleriyle yürüttükleri müzakerelerin tıkanması sonucu Jhina Hikaka adlı Orissa eyalet milletvekilini de rehin aldılar Hindistan Komünist Partisi/Maoist (CPI(M)) önce iki İtalyan turisti rehin alarak bölgede devletin saldırılarını durdurmasını, 13 talep içeren anlaşmayı kabul etmesini istedi. Ancak görüşmelerin durması sonucu Orissa milletikilini rehin aldı. Rehin alınan İtalyan turistlerin serbest bırakılması şartıyla 13 maddelik anlaşma metni sunan CPI(Maoist) müzakerenin yapıldığı eyalette ateşkes ilan etmiş ve

Hindistan devletinin adım atmasını istemişti. Ancak CPI(M)’ye bağlı güçlere Hindistan devleti tarafından saldırılar artmış, bölgede operasyon başlatılmıştı. Görüşmelerin tıkanması sonucu CPI(M)’ye bağlı gerillalar Jhina Hikaka adlı Orissa eyalet milletvekilini rehin alarak 13 maddelik müzakere metninin kabul edilmesi koşuluyla rehinelerin serbest bırakılacağını duyurdu. Bu duyurunun ardından İtalyan turistlerden biri serbest bırakıldı. Claudio Colangelo adındaki turist, arkadaşı Paolo Bosusco’nun durumun iyi olduğunu söyledi CPI(Maoist) tarafından sunulan 13 talep içeren metnin içeriği şöyle: Net bir biçimde ilan edilmelidir ki kabilelere ait araziler, ne turizmin nesneleri ne de kabine meskenleridir. Bu alanları taciz edenler tutuklanmalıdır. Yeşil Av Operasyonu durdurulmalıdır. İçeride kurulan tüm polis kampları geri çe-

kilmelidir. Devrimcilerle işbirliği içerisinde insanların ortak sorunlarını işaret eden uygun bir ortamın yaratılması için uğraşılmalıdır. CPI ve diğer örgütlere dayatılan yasaklamalar ortadan kaldırılmalıdır. Bu düzmecenin içerisinde yer alan ve Lalit Dehury, Junesh Badaraita ve Pradeep Majhi’nin ölümleri, Arati Majhi’ye tecavüz ile ilgisi bulunan tüm emniyet müdürleri ve polisler tutuklanmalı, cinayet ve tecavüzden yargılanmalıdırlar. Nayagarh’da yakalanan aralarında Ashutosh [Soren], Kamalakanta Sethi, Sujata, Kishore Jena, Pratap, Manjulata’nın da (Muduli) bulunduğu herkes serbest bırakılmalıdır. Mahkemece serbest bırakılan kişilerin yeni suçlar altında yeniden tutuklanmaları durdurulmalıdır. Bu bağlamda Subhashree Das, Lalit of Raigarh ve diğer yeniden yakalanıp tutuklanan kişiler koşul-


16-17_Layout 2 3/29/12 7:22 PM Page 2

1-10 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü

17

EKSEN

ERDOĞAN’IN RUS RULETİ OYUNU

A

KP iktidarının hayalperest ve ideolojik yaklaşımlarla malul politikasının ne derece göz boyamaca ve işbirlikçi olduğu NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in anti-balistik füze savunma sistemi veya daha popüler terimiyle “füze kalkanı”nı Türkiye’nin istediğini açıklaması ve radarların Kürecik’e kurulup Amerikan askerlerinin teşrifiyle bir kez daha kanıtlandı. Bu arada dikkat çekici bir gelişme de başlangıçta siyasal iktidarın bu kararından dolayı tepki göstermesi beklenen İslami kesimin derin bir sessizliğe bürünmesi oldu.

konferansına katılmayı şimdiye kadar hiç düşünmedik” dedi. Rusya Dışişleri Bakanlığı ise, İstanbul’daki toplantının çözümsüzlükte ısrar olduğunu vurguladı. Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Aleksandır Lukaşeviç daha önceki toplantılara da katılmadıklarına işaret ederek, ‘’Davet edilmemize karşın bu sefer de katılmama kararı aldık. Bu tip olayların tek taraflı siyasi yönü var’’ dedi.

Suriye Annan Planı’nı kabul etti Suriye’nin “Dost”ları grubu toplantı hazırlıkları yaparken Şam yönetimi; Arap Birliği ve BM tarafından özel görevlendirilen Kofi Annan’ın sunduğu metne onay verdi. Rusya ve Çin’in tavrını takiben böyle bir kararın yansıması belli bir uzlaşının sağlandığına işaret ediyor. Esad liderliğindeki yönetimle ikili ilişkileri olan Rusya ve Çin şimdilik Esad’ın gitme-

n

sine sıcak bakmıyor. Dolayısıyla BM’de çıkan kararları veto etmişlerdi. Bu iki ülke karşılıklı dalaşta diğer devletlerle bir uzlaşıya varamazlarsa yani bu dalaştan paylarını alamazlarsa mevcut pozisyonlarını korumak için Esad’ın yanında duracaklardır. Ancak göreli de olsa bazı noktalarda uzlaştıkları yansıyor. Zira Annan Planı olarak sunulan plana itiraz etmediler.

Annan Planı’nda neler var Altı maddelik Annan Planı’na göre “Beşar Esad’ın yerleşim merkezlerinden askerleri geri çekmesi, tarafların çatışmalara en azından günde iki saat ara vermesi ve insani yardım ulaşmasını engellememesi, Şam yönetiminin ilk eylemlerin başladığı günde bu yana gözaltına aldığı kişileri serbest bırakması” başlıkları yer alıyor. Bir diğer ayrıntı da Esad liderliğindeki Şam yönetimine bir takvim dayatılmıyor ve Esad’a görevi bırakma çağrısı yer almıyor.

hükümete uyarı suz serbest bırakılmalıdır. Maoist diye boş yere suçlanan Shatrughna Bishwal, Uttam, Sekhar, Sudarshan mandal, Ramesh Naik, Lata, Bijal, Ratna ve Rayagada’nın tüm suçsuz insanları Gajapati, Kandhamal, Ganjam, Nayagarh, Sambalpur, Mayurbhanj ve Keonjhar serbest bırakılmalıdır. ST statüsü olan Jodia, Kondadora, Acha Kui, Gauda Kui, Kumbhara Kui, Saora, Odia Kandha, Khaira and diğer kabilelerin bu statüsü geri çekilmemelidir ve olmayanlara da ST statüsü verilmelidir. Her köye içme suyu ve sulama olanağı ile ücretsiz sağlık ve eğitim hizmeti sağlanmalıdır. Posco – Vedanta’daki protestocular ve yerinden etmeleri protesto eden tüm hareketlerin üzerindeki polis zulmü durdurulmalıdır ve Abhaya Sahu, Narayan Reddy ve bunu protesto eden tüm liderler serbest bırakılmalıdır.

Gananatha Patra, Nachika Linga’nın erkek kardeşi, Darigibadi eski başkanının eşi, iki öğrenci ve bu hareketlerin içerisinde yer aldığı için tutuklanan herkes serbest bırakılmalıdır. Mandrabaju, Nendipadar, Gudari ve Narayanpatna’da toprakları için savaşan insanlar hakkında açılan davalar düşürülmeli ve bu davalardan yargılanmış olanlar serbest bırakılmalıdır. Bundan önce yakalanan ve nezarette gördükleri işkenceyle haklarından vazgeçmeleri sağlanan kişilerin durumları incelenmelidir. Polis işkencesi sonucu eli kırılan ve yıllarca Keonjhar polisi tarafından ev hapsinde tutulan Sangit Pradhan olayı bağımsız kişilerce incelenmelidir. Hükümet, Malkangiri Collector kaçırıldığında sıralanan taleplerin hepsini yerine getirmelidir.

≫ ahmet hacalişi k.

Başkan Reagan zamanında, soğuk savaşın tavan yaptığı ortamda “Yıldız Savaşları” adı altında tanıtılan gerçek adı “Stratejik Savunma İnisiyatifi” olan proje SSCB’den gelebilecek füze saldırılarını uzaydan saptamak ve imha etmek üzerine tasarlanmıştı. Sovyet imparatorluğu yıkılınca proje de rafa kalktı ama emperyalizmin bu hayali projesine karşı savunma harcamalarını artıran SSCB’nin çöküşünü çabuklaştırma gibi bir yararı da oldu.2008’de Bush projeyi diriltti ve füze kalkanını haydut devletler olarak nitelediği İran ve Kuzey Kore’ye karşı sözüm ona korunmak amacıyla yeniden gündeme aldı. Füzelerin Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne kurulacak olmasının kendisine karşı tehdit oluşturacağını ve taarruzi olacağını ileri süren Putin’in sert karşı çıkışları karşısında yapılanma ertelendi. Bu geri adımda dönem itibariyle ABD’nin Rusya ile dirsek temasını devam ettirme politikasının da etkisi oldu. Obama döneminde revize edilen 3 ayaklı proje NATO’nun yeni konsepti çerçevesinde kabul edildi. Buna göre kısa menzilli(1000-.) İran füzeleri için Türkiye’ye radar destekli füzesavar sistemlerinin yerleştirilmesi, orta menzilli füzesavarların Polonya ve Çek topraklarına, uzun menzilli füzesavarların Amerika’daki Colorado ve Alaska yörelerine konuşlandırılması kararlaştırıldı. İlk aşamada kısa menzilli füzelere karşı Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da konuşlandırılacak daha etkin ve ileri bir sistem için düğmeye basıldı. Buna göre 2015’e kadar Türkiye’de kurulacak alt yapı ve AN/TPY-2 tipi X bantlı radar erken uyarı sistemiyle beraber 6 ABD gemisinin Akdeniz’de mobil savunma kalkanı oluşturması, 2015’den itibaren ise daha kalıcı SM-3 füze kalkanı sistemi kurulması öngörülüyor. Sistemin merkezi ise ABD’nin Almanya Ramstein askeri üssünde. ABD’nin Türkiye’ye konuşlandırdığı radar sistemi birkaç amaca hizmet edecektir 1-Enerji zengini ve Avrasya jeopolitiğinde ağırlığı gittikçe artan İran, ABD elebaşılığındaki emperyalizmin Hazar, Ortadoğu ve Orta Asya planlarında enterne edilmesi gereken önemli bir oyuncudur. Nükleer faaliyetlerine devam eden İran’ın nükleer güce dönüşmesi halinde bölgedeki tüm dengeler emperyalizm aleyhine değişecektir. ABD bir yandan İran’ı dört bir tarafından kuşatırken diğer yandan İsrail’in her geçen gün yaklaşan İran operasyonuna karşı ateşlenecek İran füzelerine tedbir almanın peşinde. İran şu an elinde bulunan menzilli ŞAHAP 2 füzeleriyle İsrail’i vurabilecek durumda. İran’a karşı

tam bir koruma sağlayamayan İsrail füze savunma sistemi ise sorunlu. Kürecik’e kurulan füze savunma sistemi ile ABD’nin stratejik ortağı İsrail’e İran’ın mukabil füze saldırısına karşı korunma sağlanacaktır. AKP iktidarının kendi türbini için dillendirdiği, bilgilerin İsrail ile paylaşılmayacağı söylemi ise kandırmacadan ibaret. Nedeni ABD’nin İsrail’de de İran’a karşı aynı sistemi kurmuş olması. Her iki sistemden elde edilen istihbaratın bir noktadan sonra aynı veri tabanına aktarılmaması gibi bir şey düşünülemez. 2-Her ne kadar Lizbon zirvesinde Rusya ile veri alışverişi için mutabakat sağlansa da kurulan sistemin 48 saat içinde Rusya’ya da yönlendirilebilecek olması ve bu halde kapsama alanına Rusya’nın . içlerinin de girecek olması karşısında Rusya için bir tehdit algılaması olacağı akılda tutulmalıdır. 3-ABD’nin askeri stratejisinde, asıl kapışmanın ekonomik nedenlerle (enerji kaynaklarına erişim ve su ) orta vadede en büyük hasım olarak gördüğü Çin ile Pasifik’te olacağı büyük harflerle yazılıdır. Nitekim NATO’nun yeni stratejik belgesinde “Enerji Güvenliği” ve “Su Kaynaklarının” yeni tehdit algılaması içinde gösterilmesi de buna delalet etmekte. Çin ile gerçekleşecek mukadder bir çatışmada Avrupa’da çatışmaya sürükleneceği için kurulan sistem aynı zamanda Doğu’dan Avrupa’yı hedef alacak tehditleri savuşturma görevi de görecektir. Tüm bu gelişmeler alt alta sıralandığında eskisinden farklı, istikrarsızlık ve belirsizlik içeren yeni bir soğuk savaşın kapıda olduğunu söylemek kehanet olmayacaktır. Yeni soğuk savaşın eskisinden farkı ise Sovyetler Birliği döneminde Almanya cephe Türkiye kanat ülkesi iken artık yeni dönemde Türkiye’nin cephe ülkesi haline gelecek olmasıdır. AKP’NİN AÇIĞA ÇIKAN YÜZÜ Davutoğlu’nun yönlendirdiği “sıfır sorun”, “bölgesel güç”, “oyun kurucu” vs. söylemlerinin içi boş ve kandırmaca olduğu, gelmiş geçmiş en Amerikancı iktidar olan AKP’nin Amerikanın değişen stratejileri çerçevesinde davrandığı, son olarak füze kalkanı projesiyle bir kez daha doğrulanmış oldu. Şimdiye kadar İran’ın tehdit olmadığını söyleyen iktidar, topraklarına füze radarlarını yerleştirerek tehdidin varlığını kabul edip ABD elebaşılığındaki emperyalizmin yanında yerini aldı. Keza katil dediği Siyonist İsrail’in İran’a yapacağı saldırıya mukabele edecek İran füzelerine karşı İsrail’e koruma sağlayacak füze savunma sistemini topraklarında kurdurarak samimiyetsizliğini tescilledi. Daha düne kadar aşna fişne olduğu Suriye rejiminin emperyalizmin çıkarları doğrultusunda altını oyup iç savaş çıkarmaya, parçalamaya soyunup bunu da masada olmak gibi ahlaki olmayan bir politik atraksiyonla izah ederek işbirlikçiliğini kanıtladı. En korkuncu ise yaklaşmakta olan yeni soğuk savaşın cephe ülkesi olmayı kabul ile fillerin dalaşmasında halkımızın ezilecek çimen olmasını kabul ederek Amerikancı, teslimiyetçi yüzünü kitlelere gösterdi.


18-19_Layout 2 3/29/12 8:19 PM Page 1

18

kültür sanat

Halkın Günlüğü 1-10 NİSAN 2012

2. YGKSF

etkinlikleri

devam ediyor Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (YÇKM) tarafından düzenlenen festivalde, çeşitli dallarda ödül alan eserler belirlenirken, kısa film ve belgesel film seçkilerinin çeşitli semtlerde gösterimi yapıldı. Etkinlikler kapsamında yapılan sinema sohbetleriyle açılan fotoğraf ve karikatür sergileri ilgiyle karşılandı

Öykü ve Şiir Ödülleri 2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali kapsamında bir araya gelen Öykü Ödülleri Değerlendirme Kurulu ile Şiir Ödülleri Değerlendirme Kurulu çalışmalarını tamamlayarak bu dallarda verilen ödülleri açıkladı. Cemil Kavukçu, Nursel Duruel, Özcan Karabulut, Semih Gümüş ve Vecdi Erbay’dan oluşan Öykü Ödülleri Değerlendirme Kurulu ile Adil Okay, Hicri İzgören, Lal Laleş, Mehmet Çetin, Sezai Sarıoğlu ve Şükrü Erbaş’tan oluşan Şiir Ödülleri Değerlendirme Kurulu’nun yaptığı çalışmanın sonuçlarına göre, şiir ve öykü dallarında ödül almaya hak kazanan isimler açıklandı. Öykü Ödülleri’nde 3 eser sahibine eşdeğer Yılmaz Güney Ödülü, 4 eser sahibine ise eşdeğer Özendirme Ödülü verildi. Öykü dalında Yılmaz Güney Ödülü, Murat Taş’ın Habil ile Kabil, Murat Türk’ün Köprüdeki Düşman, Sinan Tepe’nin yazdığı Gözün Üşüdüğü öykülerine değer görüldü. Öykü dalında Özendirme Ödülü Erkan Şemin’in Adı Şerzan’dı, M.Ali Barış’ın Yeşil Zeytinler, Özlem Kavukçu’nun Bir Tutam Saç ile Yakup Tekintangaç Geven adlı öykülerine verildi. Yapılan değerlendirme sonuçlarına göre Şiir Ödülleri’ni; Türkçe şiir dalında Deniz Faruk Zeren’in Med-Cezir, Zafer, Ar ve Göğe Bakan, Ali Aktemur’un Göç, Suda Zaman Yok, Uzak Bir Ülke, Sokakta Zaman, Arzu Karadağ’ın Güneşin Tutundukları adını taşıyan şiirleri kazandı.

Türkçe Şiir Özendirme Ödülü ise Hasret Güzelsöz, Mustafa Akyürek, Ahmet Demiroğlu (Kırıklar F 1 Hapishanesi), Namık Kemal Demir, Cengiz Sinan ve Berdar Doğan’a verildi. Kürtçe (Kurmancki) Şiir Ödülü ise Ercan Doğan’ın Hewari, İlhami Özer’in Amin, Medya Azar Bozbay’ın Jinen Jiyane Dijwar şiirlerine verildi. Mimar Sinan Üniversitesi’nde 17-18 Mart tarihlerinde yapılan sinema sohbetleri verimliliğiyle dikkat çekerken, Yeşilçam Sineması’nda da sinema sohbetleri yapıldı.

Sinema karikatürleriyle Yılmaz Güney Portreleri dallarında ödüller verildi

Sinema Karikatürleri ve Yılmaz Güney Portreleri olmak üzere iki dalda düzenlenen 2. Uluslararası Yılmaz Güney Karikatür Yarışması’na 35 ülkeden toplam 356 eser katıldı. Yarışmada Sinema Karikatürleri dalında 40, Yılmaz Güney Portreleri dalında da 20 eser sergilenmek üzere seçildi. 18 yaşından küçük genç çizerler için verilmesi düşünülen “Umut Veren Genç Çizer” ödülü –yeterli katılım olmadığından verilmedi. Bunun yerine Yılmaz

Güney Onur Ödülleri’nin sayısı arttırıldı. Seçici kurulunda karikatür sanatçıları Paolo Dalponte (İtalya), Elena María Ospina Mejía (İspanya), Canol Kocagöz (Türkiye-Kuzey Kürdistan), Musa Gümüş (Türkiye), Kamil Yavuz (Türkiye-K. Kürdistan) ve Aşkın Ayrancıoğlu (Türkiye-K. Kürdistan)’nun bulunduğu yarışmada şu isimlere ödüller verildi: Sinema Konulu Karikatürler dalında Yılmaz Güney Onur Ödülleri; Vladimir Kazanevsky (Ukrayna), Oleksy Kustovsky (Ukrayna), Valentin Georgiev (Bulgaristan), Hamza Akın (Türkiye-K. Kürdistan), Marian Avramescu (Romanya)‘ya


18-19_Layout 2 3/29/12 8:20 PM Page 2

1-10 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü

2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali kapsamında sinema değerlendirme kurulunda yer alan Ahmet Soner, Elif Ergezen, Hasan Özgen, Hüseyin Karabey, Hüseyin Kuzu ve Özcan Alper, 15 Mart Perşembe günü bir araya gelerek yapmış olduğu değerlendirme sonuçlarını açıkladı.

Sinema ödülleri açıklandı Yapılan değerlendirme sonucunda Kurmaca Kısa Film dalında 5 film, AnimasyonDeneysel dalda 3 film, Belgesel dalında ise 7 eser “Yılmaz Güney Onur Ödülü”nü almaya hak kazandı. Kurmaca Kısa Film dalında Orhan İnce’nin yaptığı Ali Ata Bak filmi, Ömer Çakan’ın Bark filmi, İ. Serhat Karaaslan’ın Bisiklet filmi, Dönüşü Olmayan Yolculuk-Son Du-

19

rak Frankfurt Havaalanı filmi ve Bilal Çakay ile Ayşenur Uyanık tarafından yapılan Ölü Oğullar adlı filmler değer görüldü. Animasyon Kısa Film dalında Hakan Berber’in yaptığı Kız Çocuğu filmi ile Malık Adlı Bir Balık filmi ödüle değer görülürken, Deneysel Kısa Film dalında Toros Canavarı adlı film ödül almaya hak kazandı. Belgesel film dalında Amandine Faynot filmi, Ayten Başer’in Davutpaşa’nın Külleri filmi, Osman Şişman ile Özlem Sarıyıldız’ın İşte Böyle filmi, Abdurrahman Gök ile Ubeydullah Hakan tarafından yapılan Sınır ve Ölüm filmi, Hasan Basri Özdemir’in Toruk filmi, Özlem Sarıyıldız ile Bettina Frese’nin yaptığı Tuz, Su, Un filmi ödüle değer görülen filmler.

belli oldu verildi. Jüri Özel Ödülü’nü Nodar Khodeli (Gürcistan) alırken Yılmaz Güney Portre Karikatürleri dalında, Yılmaz Güney Onur Ödülleri; Halit Kurtulmuş Aytoslu (Türkiye-K. Kürdistan), Şevket Yalaz (Türkiye-K. Kürdistan), Levent Gönenç (Türkiye-K. Kürdistan), Kürşat Coşgun (Türkiye-K. Kürdistan), Raul Alfonso Grisales (Kolombiya)’e verildi. Yılmaz Güney Özgürlük Ödülü ise Haydar Bayar ile Raif Damar’a verildi.

Fotoğraf ve karikatür sergileri açıldı Festivalde yarışmaya katılan fotoğraflar İstanbul’da 10-20 Mart tarihleri arasında Taksim’de Mephisto Kitabevi Sergi Salonu’nda halka sunuldu. 20-30 Mart tarihleri arasında da yine aynı yerde Karikatür Sergisi açıldı. 23-29 Mart tarihleri arasında restore edilmiş Yılmaz Güney filmleri Yeşilçam Sineması’nda gösterime girerek izleyicilerle buluştu. Nurtepe, Bağcılar, Avcılar, 1 Mayıs Mahallesi, Okmeydanı semtlerinde restore edilen Yılmaz Güney filmlerinin gösterimleriyle belgesel film ve kısa film seçkileri kitlelerle buluştu. Belgesel film seçkileriyle kısa film seçkileri ayrıca Dersim, Amed, Isparta, Eskişehir, Antalya, İzmir ve Ankara’da yapılan çeşitli etkinliklerle kitlelere ulaştırıldı. Hacettepe Üniversitesi başta olmak üzere çeşitli üniversitelerde yapılan film gösterimleri de ilgiyle izlendi. 2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali’nin ödül töreni, 07 Nisan 2012 tarihinde Harbiye’de bulunan Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleştirilecek.

ANTAGONİZMA

≫ muzaffer oruçoğlu

EDEBİYAT SOFRALARI

E

debiyat sofralarına yabancı bir insan olarak, bu sofraların oynadıkları role ilişkin sezgilerimi, iç seslerimi, tahmin ve alametlerimi konuşturabilirim ancak. Edebiyat sofraları, içkisiz olmaz. İçki içmem. Sofra, bazı sanatçılar için kendi gerçeklerinin içinde, bazıları için de kendi gerçeklerinin dışında gezinmenin bir alanıdır. Sofraya oturan edebiyatçı, eğer yapıtına başlamak üzereyse, ya da yapıtı üzerinde yoğunlaşmışsa, açtır. Dikkkatini, kendi iç dünyasını örümcek ağı gibi saran imge sistemine, bu sistemi kavrayan sesin can alıcı felsefesine yöneltir. Bu tipler, doğal olarak, sofra sohbetinin iğfal edici, devindirici özüne yerleşirler ve özdeki ateşten geleceğe sızma çabası içine girerler; sofradan da genellikle, semereli, ahlaki değerlerin biçimlendirdiği düşüncelerle değil, sıra dışı, özgür düşüncelerle kalkarlar. Bir de benliğini, sofranın katkı maddesi haline gelmiş, emilmiş sanatçılardan ayırma zahmetine girmeyen derviş tipler var. İç dünyaları, yürüyüp de ulaşamadıkları mekânlarla, yaratmak isteyip de yaratamadıkları yapıtlarla dolup taşan tipler. Bir iki kadehten sonra bunların yüzlerine, kendilerini varedememiş olmanın ve duygu özgürlüğünün demlendirdiği tatlı bir perişanlık çöker. Bunlar, çekememezlik psikozu içinde olan, eleştirmenlere, “çoksatanlara” atıp tutan çenebazları efendice dinlerler. Bunların sofradaki davranışları, kendileri ile konuştukları ya da dinledikleri her edebiyatçı arasındaki uçurumun derinliğini yoklayan bir derinlik ölçeri gibi işler. Kanım en çok bunlara kaynar. Özellikle de bunların yaşlılarına; ölüm korkusunu, yenilenme gayreti ve çilesiyle alt etmeye çalışanlarına. Sait Faik, Orhan Kemal, Necib Mahfuz, Jean Paul Sartre gibi bazı edbiyatçılar için kahvehaneler ya da kahve masası, sofra masasından daha önemlidir. Şehzadebaşı kıraathaneleri, Sait Faik’in gençlik yıllarının vazgeçilmez ilham yuvalarıydı. “Severim kıraathaneleri,” diye yazar, Sait Faik. “... Soğuk, temiz, beyaz mermerli, ince belli çay bardaklı, mavi, sarı, turuncu fincanlı, köylü zayıf garsonlu, sarı yüzlü ocakçılı İstanbul kıraathaneleri ! İstanbul’u, İstanbul halkını, derdini, beğenisini, bilgisini, becerikliliğini sinemalardan, yılışık, ciddi tiyatrolardan, dahası, evlerden daha çok siz temsil ediyorsunuz. Siz birer tembel yatağı değil, birer bağımsız üniversitesiniz. Üniversiteden daha bağımsızsınız.’’. Bununla birlikte, Sait Faik’in esas beslendiği kaynak, Burgaz’daki balıkçı arkadaşlarıyla birlikte yer aldığı sofralardır. Üzeri pul biberli tam yağlı beyaz peynir, turşu, balık, haydari, kavun, zeytinyağlı barbunya, beyaz leblebi, şakşuka, tarama, enginar ve rakı. Mavi deniz sisinden ya da boşluktan çıkmış gibi bakınan yorgun balıkçılar, lodosu fazla yiyince sırlarını faş ederek ağlayan garibanlar... Sait Faik, bu sofralara, çoğu zaman, ilham almak için değil, ruhunu, baş döndürücü zaman gailesinden, yaşamın hesapçı, faydacı uğultusundan koparmak için sığınır. Sofrada, denizin ve sabit ilişkiler dünyasına ateş pareleri gibi düşen kahkahaların gücü yüksekse, oturur sabaha kadar onlarla. Orhan Kemal’in İkbal ve Meserret’i ile Kahire’li Necib Mahfuz’un, Han Halili’deki Fişhavi ve Erabi kahvehaneleri, tipler sofrasıdır ve aynı rolü oynarlar. Ne yaparlar? Her şeyden önce, bilince ve duyguya vuran bu tipler uğultusunun iç dünyasını, bunun yarattığı ilk duygulanımdan, görünmeyen bağlantılarına değin tüm yapısını çözümleyen, bir üst yapıda yeniden kuran, cevval bir hayal gücü sunarlar. Orhan Kemal’in kendine ve kendini vareden şartlara karşı soluk almayı seven ilginç tiplerinin bir bölümü buralardan ve böylesi bir hayal gücünden çıktı. Kendine ve romanlarını yazdığı kahvehanelerine haddinden fazla alışan Necib Mahfuz, kahvehane şairleri, küçük dükkancılar, emekli memurlar, tesbih ve seccade satıcıları, dilenciler, esrarın perişan ettiği fukara meczuplar, hırsızlar, haraçcılar ve sokak çocuklarından oluşan bir kitlenin parçasıydı. Sadece Nil deltasında yetişen ve çaya enfes bir tat veren nane ile nargile kokusu arasındaki esrarlı bakışlardan güç aldı; sürekli konuşan, anlatan bakışlardan...

“Sokağımızın her köşesinde bulunan kahvehanelerdeki şairler sadece kahramanlık çağlarını anlatırlar ve güçlüleri mahcup edebilecek şeyleri ortalıkta anlatmaktan kaçınırlar. Şarkılarında vekilharç ile çetelerini, sahip olmadığımız adaleti, tatmadığımız merhameti, görmediğimiz saygınlığı, var olmayan dindarlığı ve adını bile duymadığımız dürüstlüğü överler.” Midak Sokağı’nı yazmadan önce onlarca kahveyi gezen bu kahveci Kahire Balzac’ının, eserlerini yazarken, ilhamını Tanrı’dan değil, Cebelavi Sokağı’nın çocuklarından ve yaratıcı esini harlandıran, büyülü bir imge dağarına sahip olan kahve “Kerubiler”inden aldığı açıktır. Café Les deux Magots’a ve edbiyatçılar kahvesi Café Flore’a sık sık uğrayan Jean Paul Sartre’ın durumu, Necib’inkini andırıyor mu, huzur yıkan, derin estetiğini buralarda mı dokudu bilemiyorum. Bulantı’daki Bay Fasguelle’in kahvesi, Mably kahvesi, ve benzerleri, yazarın kahvelerden romana sızan yanıdır. Bulantı’da şöylle der: “Şimdiye dek yalnız kahvelere sığındım. İnsanlarla dolu, aydınlık, ışıklı diye.” Fransızların o yaygın içilen french press’lerini değil, demlikle sunulan çaylarını içmek için bu kahvelere ben de sık sık uğradım, seksenli yıllarda. Çayı, cebimden çıkardığım kıtlama şekerle içerken, envai çeşit tipler, kafalarını çevirip bakar, Karslı olduğumu bilmedikleri için sezdirmeden gülümserlerdi. Bana genellikle Orhan Kemal’i anımsattı bu kahveler. Buna rağmen, bu kahvelerle hemhal olamadım; gerçeğin gözünün kamaştığı yerler olmadıklarını düşündüm hep. Tabi bir de edebiyatın – lahana ve balık çorbası kokan Rus votka sofralarını bir kenara korsak- esrar sofraları vardır. Düşünceleri hayalle dolduran, taşırıp, hayale ve sanata katan, Dumancı Dalyan Baba Şeyh Zındâni sofraları. Bizim tekke ve divan edebiyatının ruhunu önemli ölçüde bu sofralar biçimlendirmiştir. Sofranın baş kahramanı, şairi şuaradan önce esrardır. Tanrı Vişnu’nun sırtında biten ve Hint rahiplerinin doğuran, yaratan anlamına gelen “Ananda” adını verdikleri bu tüylere edebiyat çok şey borçludur. Bu kutsal nesne, tarihimizde sadece şairlerin sofrasına değil, halkın sofrasına da ruh üflemiştir. İbrahim Peygamber’den, Hasan Sabbah’ın haşşaşin devletine kadar geçen zaman zarfı içinde kurulan esrar sofralarının yarattığı Arap ve Fars edebiyatını, insanlık henüz bilince çıkarmış değil. Esrar sofralarının Fransız sanat ve edebiyatındaki, özellikle de şiir ve plastik sanatlardaki yerini öğrenmek için, Parnasizmin kurucularından, Mineler ve Akikler’in yaratıcısı, şair, oyun yazarı, romancı, gazeteci ve eleştirmen Théophile Gautier’in “Esrar kullananlar Kulübü” adlı eserini okumak gerekiyor herhalde. Napolyon ordularının Mısır’da alışıp, dönüşlerinde Fransa’ya yoğun bir şekilde soktukları esrarın edebiyat sofralarındaki macerasını az çok biliyoruz. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında kurulan, daha sonra izlenimci ressamları ve Quartier Latin’de bohem bir hayatı seçen Baudelaire gibi şairleri de içine alan “Esrar Kullananlar Kulübü”nün esrar sofralarından edebiyata nelerin taştığını ise pek bilemiyoruz. Bildiğimiz, o dönemde, esrarın, esrar sofralarının, yeni biçimler, imgeler, yaşantılar yaratmada, sanatçılar için vazgeçilmez olduğudur. Birçok izlenimci ressamın, romancının, kalıpları bu “Fantastik esin kaynağı”yla kırdığıdır. 1848 Devrimine katılan Baudelaire’in, “Elem Çiçekleri” adlı eserinin ortaya çıkmasında esrarın ve esrar sofralarının belirleyici bir rol oynadığını; uygarlığa ve barbarlığa, “En iyi kural, kuralsızlıktır” ilkesiyle diklenen romantizmin son temsilcileri de bu gizemli dumanın sofrasından esin ve feyz aldıklarını söyleyebiliriz. Sofra, yaratıcı kafaları bir araya getiriyor, onları çatıştırıyor, yüklüyor ve edebiyata taşıyor. Sofradan sadece yenilen içilen yer anlaşılmamalıdır. Yemek sofrası, sohbet sofrası, alem sofrası, kurtlar sofrası, kumar sofrası ve Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler kitabındaki kader sofrası: “...gözleri kapalı oturduğumuz bu kader sofrasında, tatlandırdığımız acı veya tatlı her lezzete teşekkürle mükellefiz...”


20-21_Layout 2 3/29/12 7:31 PM Page 1

20 analiz

Halkın Günlüğü 1-10 NİSAN 2012

Devlet, bünyesinde birçok kurumu barındıran ve bütün bu kurumları-kategorileri temsil ve ifade eden, bunların toplamından oluşan en genel baskı makinesiyken; hükümet, bu makine bileşenlerinden sadece biri olup, devlet mekanizması ya da çarkının bir kurumudur. Yani devlete bağlı bir kurumdur; devlet dışında değildir

Devlet ile hükümet

münasebetine proleter açıdan bakış Devlet ile hükümetin aynı şeyler olmadığı, bu iki olgunun bir tek şey anlamına gelmediği, bilakis farklı nitelikler olduğu şeklindeki tartışma komünist ve devrimci hareket bünyesinde önemli bir tartışma konusudur. Devlet ile hükümeti aynı görmeyen doğru görüşün yanı sıra, devletle hükümeti aynılaştıran anlayışlar da yaygın olarak söz konusudur. Dahası, devlet ile hükümeti ayrı olgular olarak değerlendiren doğru görüş de kendi içinde hatalı yaklaşımlar barındırmaktadır. Buradaki hatalı yaklaşım devlet ile hükümeti tamamen bir birinden bağımsız gören görüştür. Ki, genel algı hatasıyla birlikte yazımız bağlamında esasta önemsediğimiz genelde doğru olan görüşün taşıdığı hatadır ve yazımızda esas olarak bunun üzerinde duracağız. Özcesi, bu tartışma sahasında doğru algı kadar hatalı algı da küçümsenemez ölçüde yaygındır. Dönüp tekrar tekrar tartışma yürütme ihtiyacı, bu hatalı algı ve kusurlu yorumun yaygın olması ile birlikte, meselenin aktüel olması da konuyu ele almayı gerektiren diğer unsurdur. Tartışmaya başlarken tartışma öznesi olan olgular veya kavramlar hakkında genel geçer tanımlar yaparak meseleye belli bir ışık tutmak doğru olacaktır. Tanımlarla birlikte konunun derinliğine doğru inmiş olacağız. Geçmeden önce bağımlı geri ülkelerdeki devlet ile hükümetlerin niteliği hakkında temel bir konunun altını çizmek faydalı olacaktır. Özellikle Türkiye-Kuzey Kürdistan gibi ülkelerde birden fazla emperyalist gücün sermayesi olup, buna bağlı olarak birden fazla komprador klik bulunur. Ki, bu komprador klikler sermayeleri oranında ve bağımlısı-işbirlikçisi olduğu emperyalist tekelci sermayenin ülkedeki ekonomik ve siyasi nüfuzuna paralel olarak devlet iktidarında o oranda pay ve söz sahibi olurlar. Yani, devlet veya devlet iktidarının çoklu

kliklerden oluşması, emperyalist güçlere bağlı birden fazla komprador kliğin varlığı ve aynı zamanda işbirlikçi kliklerin sermaye ve siyasi güçlerine bağlı bir realitedir. Çoklu emperyalist sermaye ve güçten biri esas tahakkümcü egemen güç durumundadır. Ülkede hangi emperyalist güç daha etkinse, siyasi iktidar veya hükümet de onun desteklediği işbirlikçi yerli kliğin egemenliğindedir. Buna hükmeden de ilgili emperyalist güçtür. Bu özellik es geçilerek devlet ve hükümetlerin niteliği yerli yerine oturtulamaz, tam doğru anlaşılamaz. Zira devletin karakteri, hükümetlerin niteliği ve değişiminden oluşumuna kadar tüm gelişmeler doğrudan egemen durumdaki emperyalist gücün etkisini taşır ve emperyalizmin çıkarlarına uygun belirlenirler. Hiç şüphesiz ki, devlet ile hükümet belli bir nesnel karşılığı olan olgu ve bu olguları karşılayan tanımlama ya da kavramlardır. Ve elbette ki esasta ikisi ayrı şeylerdir, fakat kesinlikle ilişkili olan ve belli özellikler bakımından örtüşen şeylerdir de. Bu gerçeği kaçıran görüş tek yanlı olup, yanlışa düşmekten kurtulamaz. İkisini aynılaştıran görüş ne kadar sakatsa, ikisi arasında var olan belirli bir ilişki ve bağı yok sayan görüş de aynı biçimde sakattır. Bir ayrıntı olarak not edelim ki, devlet (ve buna bağlı diğer kurum-kuruluşlar toplamı ve hükümet organı da) kesin bir sınıf niteliği taşır. Devletin sınıflar karşısında kayıtsız ve tarafsız olduğu şeklindeki Bonapartçı veya emperyalist neo-liberal stratejilerin aynı minvalde ortaya attığı çürük ve zırva safsata proleter devrimciler şahsında asla itibar görmez. Bunun gibi, devletin bütün halkın devleti olduğu şeklindeki demagoji ve yalan dizisi de o kadar itibarsız ve savruk bir tez, burjuva safsatadır. Devlet bir sınıfın öteki sınıf üzerindeki baskı aracıdır. Doğrudan bir zor örgütüdür,

zor aracı olarak örgütlenmiştir devlet. Eklemeliyiz ki, devletin bu ortak özüne karşın farklı niteliklerinden bahsetmek doğru olmakla birlikte şarttır da. Devleti sınıflar üstü bir olgu olarak görüp sınıflara göre nitelemeyen ya da kaba materyalist-formel mantıkla ‘’devlet devlettir’’ deyip devletin sınıf niteliğini atlayan yaklaşım, tüm teori ve somut gerçeğe aykırı paradokstur. Devletin sınıflarla birlikte ortaya çıkması devletin sınıf niteliğini kanıtlarken, devletin sınıflı toplumlar gerçeğindeki varlığı onun sınıf niteliğini açıklar vb. O halde devlet makinesine niteleme yapmak tek doğru olanıdır. Bu, elmanın kırmızı mı, yoksa yeşil mi olduğunun rengine uygun nitelemeye muhtaç olmasına benzer. Misal, burjuva devletin niteliği farklı, proleter devletin niteliği tamamen farklı şeylerdir. Ki, devletin zor örgütü olma özü ve ortaklığı, bu nitelik ayrımını ortadan kaldırmaz. Niteliği ne olursa olsun her nitelikte devleti bir ve aynı şey görmek, devletin sınıflar karşısında kayıtsız olduğunu savlayan burjuva safsatanın tersten (sağ özlü soldan gelen) tezahürüdür. Devlet, bünyesinde birçok kurumu barındıran ve bütün bu kurumları-kategorileri temsil ve ifade eden, bunların toplamından oluşan en genel baskı makinesiyken; hükümet, bu makine bileşenlerinden sadece biri olup, devlet mekanizması ya da çarkının bir kurumudur. Yani devlete bağlı bir kurumdur; devlet dışında değildir. Kısacası, devlet bütün baskı ve zor örgütlerini bağrında toplayan bir zor örgütüdür. İllegal örgütlenme ve faaliyetlerini saymazsak; devlet, burjuva yasal prosedüre göre yargı, yasama ve yürütme gibi temel kurumları

ihtiva eden şemadan teşekküldür. Devletin baskı kurumları; genel olarak ordu, polis, mahkeme, hapishane kurumları ve yasa dışı örgütlenmeleridir. Hükümet ise, devlet veya devlet iktidarının yürütmesi ve bunlar adına yürütme icrasıyla görevli siyasi temsildir. Yani, hükümet, devlet bünyesindeki kurum bileşenleri içinde yürütme organıdır. Bu tanımlardan yola çıkıldığında bile devlet ile hükümetin bir ve aynı şeyler olmadığı açıkça görülebilir durumdur.

Devlet iktidarı-Siyasi iktidar Altı çizilmesi gereken hususlardan biri de, devlet iktidarı ile siyasi iktidarın aynı şeyler olmadığıdır. Devlet erkini elinde tutan esas kuvvet devlet iktidarını da temsil eden-elinde tutan kuvvettir. Ama aynı şey siyasi iktidar için söylenemez. Siyasi iktidar devlet erkinin inisiyatifi ve güdümündeki hükümet temsilidir. Aslında hükümetin devlet iktidarından bağımsız bir siyasi iktidar olması da biçimsel ve göstermeliktir. Zira siyasi iktidar denen hükümet bütün yürütme görevini, iç-dış siyasi, ekonomik karar ve politikalarını devlet ya da devlet iktidarına sahip olan büyük sermaye güçlerinin ekonomik çıkarlarına uygun ve onların tayin ettiği biçimde alır. Bunun dışına çıkamaz; çıktığında ise değişmesihükümetten indirilmesi neredeyse kesin ve kaçınılmaz olur. Daha doğrusu, hükümetin, devletin sahibi olan büyük sermayenin güçlerinin kontrol ve denetimi dışında oluşması istisna denecek kadar özgün bir durumdur. Dolayısıyla, hükümetin devlete sahip olan güçler dışında kararlar alıp uygulaması genel bir durum değildir, istis-


20-21_Layout 2 3/29/12 7:31 PM Page 2

analiz 21

1-10 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü

lan bu yasa, kanun ve kararları onaylayarak meşruiyet vermeye yarayan piyonlar ve gizli erkin çıkarlarını koruyan kılıflar durumundadır esasta. Hükümet sermaye gücünden bağımsız olarak kararlar alıp uygulayamaz, kendi bağımsız inisiyatifiyle hareket edemez. Ekonomik gücü elinde bulunduran devletin gerçek sahiplerinden izin ve icazet almak durumundadır. Oysa devlet iktidarında kümelenen erk, komprador niteliğine uygun olarak bağımlı olduğu emperyalist gücü saymazsak, tamamen bağımsız hareket eder ve hükümetten icazet almaz, tersine hükümete dikte eder ve benzeri. Evet, genel kural olarak hükümetler, emperyalist güçler ile işbirlikçisi komprador sermaye kliklerinden bağımsız olmazlar. Buna karşın, hükümetle devlet iktidarı veya erkinin ters düşmesi genel olarak olasıdır. Çünkü, devlet iktidarında söz sahibi olan birçok sermaye kesimi ve çevresi olduğu halde, siyasi iktidara hükmeden kesim, bu güçler arasında sermaye gücü olarak en büyük ve etkin olan güçtür. Yani, devlet iktidarı birden fazla güçten oluşup bu güçler arasında her gücün, gücü oranında paylaşılmış ve söz hakkı olmuş olmakla birlikte, siyasi iktidar veya hükümette genel olarak ve esasta en güçlü olan sermaye kliğinin söz hakkı ağırlıktadır. Hükümet veya siyasi iktidar, devlette söz sahibi olan kesimler arasında devlet iktidarında ağırlığı olan kesimin damgasını taşıyan durumdadır.

nai durumdur. İstisnai durumları saymazsak, hükümet devlete hükmeden güçten bağımsız ucube bir şey ya da isteyenin gelip oturduğu-oluşturduğu bir şey olamaz. Bu, sermayenin ve egemen güçlerin doğasına aykırıdır. Genel kural olarak hükümet, devlete hakim olan güçler dışında tasavvur edilmez. İşte, hükümet ile devleti hiç bağlantısız şeylermiş gibi gören yaklaşımın yanılgısı bu gerçeği doğru kavramamasından ve elbette ki soyut ezber ve genel doğrunun mekanik kavranmasından ileri gelmektedir. Sermaye sahipleri veya devletin sahipleri ya da bunların hepsi her zaman gelip doğrudan hükümet etmezler. En azından hepsi etmez. Bunlar kendi siyasi partilerini ve temsilcilerini seçtirir, hükümete getirirler. Oluşturulan hükümet bunların siyasi sözcüsüdür bir anlamda. Bu hükümet siyasi iktidar görevini bu sermaye ve devlet sahipleri adına yürütür. Buradan anlaşılır ki, devlet ile hükümet arasında aşılmaz uçurumlar yoktur. Tersine hükümet devlete sahip ekonomik kuvvetin ve kesimin kontrol ve inisiyatifinde olmak durumundadır. Devlet iktidarı ile siyasi iktidar-hükümet arasında bu uyum ve alaka olmazsa, iki başlılık, kaos, karmaşa, istikrarsızlık ve benzeri durum süreğenlik arz eder. Dahası, genellikle ekonomik gücü elinde bulundurarak devlet iktidarında egemen olan erkle siyasi iktidar-hükümet arasında bir uyum sağlanamaz. Yani, birbirinden farklı olgu, oluşum ve kurumlar durumundaki devlet ile hükümet illa da ve somut, somut olduğu kadar zorunlu bir bileşikliğe ve ilişkiye sahiptir. Yani, devlet ile hükümetin aynı şeyler olmadığı doğrusundan hare-

ketle, ikisinin mutlak şekilde birbirinden kopuk ve tamamen alakasız şeyler olduğunu düşünmemek lazım. Ne var ki tek doğru sermaye sahiplerinin, yani devlet iktidarına sahip veya onda söz sahibi olanların hükümete fiilen katılmayarak, siyasi sözcüleri ve temsilcileriyle hükümet oluşturdukları ve benzeri şeklindeki doğru değildir. Bazen sermaye sahibi komprador kliklerin belli kesimleri bizzat siyasi iktidarda doğrudan hükümet ederler. Ama her durumda da hükümet egemen durumdaki kliğin (veya kliklerin) hükümetidir. Oysa, devlete sahip olan kesimler salt hükümet edenler veya hükümeti oluşturan kesimlerle sınırlı değildir. Hükümette olmadığı halde ve hatta siyasi iktidardan uzaklaştırıldığı halde, siyasi ve esasta da sermaye gücü oranında devlette söz sahibi olma pozisyonunda bulunan kesimler vardır. Devlet ve iktidarı sadece hükümette bulunan-siyasi iktidar durumundaki kesimle sınırlı değildir; ondan çok daha geniştir. Hükümetler değişen dengelere göre yıkılır, değişir-değiştirilir ama devlet egemen sınıfların toplamı tarafından itinayla korunur ve yerinde kalır. En azından devletin el değişimi hükümetin el değiştirmesi kadar kolay olmaz. Hükümet göstermelik de olsa ‘’seçimlerde seçilir’’ ama devlet iktidarı, devletin sahipleri seçimle değil, emperyalist sermaye gücü esasına bağlı olarak kendisi belirler devlet iktidarının kimin elinde olacağını. Anayasayı, çıkarılacak yasaları, alınacak kararları, uygulanacak politikaları vb tamamen devlet iktidarını elinde tutan güçler tayin ederler. Hükümetler ise, perde arkasında kararlaştırı-

Kısacası, devlet ile hükümet arasındaki nüanslardan biri de, devlet ile hükümeti oluşturan veya elinde tutan veya bunlara sahip olan sermaye ve siyasi güçler bileşeninin farklılıklar arz etmesidir. Yani, devlet birçok sermaye kesiminin ortak devletidir ama hükümet bunlardan en güçlü olan kliğin veya en güçlü olan iki, bilemedin üç kliğin oluşturduğu siyasi iktidardır. Ki, hükümetin bir kliğin elinde olması veya birden fazla kliğin elinde olması, esasen bu klikler arasındaki ekonomik-siyasi güç dengesine göre belirlenen bir durumdur. Birden fazla klik hükümet edebileceği gibi, bir tek klik de hükümet edebilir-eder-etmektedir de. Dolayısıyla devletle hükümet bu özellik bakımından da birbirinden ayrışır. Bilindiği gibi, devleti temsil eden veya devleti elinde tutarak ona sahip olan güçler esasta büyük sermaye sahipleri, grupları, kesim ve çevreleridir. Hemen söyleyelim ki, çeşitli şart ve dönemlerde siyasi olarak güç olan kesimler de bu bileşene dahil olurlar. Fakat esasta siyasal olarak güç olan kesimlerin büyük sermaye kesimleri olduğu da su götürmez gerçektir. Ekonomik olarak büyük güç olup siyasi olarak güç olmamak istisna olabilir. Ekonomik güç olmayıp da siyasal olarak güç olmak da aynı derecede özgül bir durumdur, ancak bunlar sosyal pratik tarafından doğrulanmış olup mümkündürler. Yani, büyük sermaye temsilcisi olmayıp devlet iktidarında esasta söz sahibi olmayan kesimlerin hükümet olması zor ve özgül bir durum da olsa mümkündür.

Devlet-Hükümet Sonuç olarak; devlet ile hükümetin bir ve aynı şeyler olmadığı hiçbir bulandırmaya yer bırakmayacak kadar net bir doğrudur. Ancak bu iki farklı şeyin kesin bir ilişki ve genellikle belli bir uyum içinde olduğu, bu bağlamda bunların mutlak biçimde birbirinden alakasız şeyler olmadığı da ikinci doğrudur veya doğrunun başka yönüdür. Hükümetin devletten-devlet erkinden ba-

ğımsız işleyen bir erk olduğu tezi tamamen gerçeğe aykırıdır ve böyle bir ilişkisizlik iddia edilemez. O halde bunların aynı şeyler olmaması ne demektir? Devletin de hükümetin de ayrı örgütlenmeler, ayrı kurum ve araçlar olduğu; aynı zamanda ayrı nitelik ve fonksiyonlar olduğu; bunun gibi bileşenlerinin farklı olduğu; temsiliyet ve belirleyicilik durumunun farklı olduğu; görev ve yetki alanlarıyla örgütlülüklerinin farklı olduğu; bağlayıcılık durumlarıyla işlevlerinin başka olduğu; en önemlisi de birinin(hükümetin) diğeri (devlet iktidarı) adına ve çıkarlarına bağlı görev yürütmesi veya sözcüsü durumunda olduğu; yani, devletin hükümet organını da kapsayan bütün kurumkuruluş ve erkin toplamı bir makine olduğu, buna karşın hükümetin bu makinenin sadece bir uzvu olduğu ve benzeri vs. anlamına gelir. Peki, ayrı şeyler oldukları halde bu ikisi arasında belli bir bağlaşıklığın, ilişkinin ve uyumun olması ne demektir-ne anlama gelir? Devlet, en küçükten en büyüğüne kadar tüm unsurları kapsayan bütünlüklü bir örgütlenmeyi-zor örgütünü ifade eder. Devletin veya devlet iktidarının bünyesindeki herhangi bir kuruma, fonksiyonel işleve, hele siyasi iktidar gibi bir araca karşı kayıtsız olması tasavvur edilemeyecek kadar mantığa ve gerçeğe aykırıdır. Dolayısıyla devlet ile hükümetin zorunlu olarak belli bir ilişki, uyum ve alaka içinde olduğu rahatlıkla söylenebilir. Dahası devleti veya devlet iktidarını elinde tutan ekonomik-siyasi güçlerin hükümetten bağımsız durması, ya da hükümetin esasta bu güce rağmen var olması düşünülemez. Hükümette bulunan kesimlerpartiler bir biçimiyle devleti elinde tutan kesimlerle bağımlılık ilişkisi içindedirler ya da hükümette bulunan kimi kesimlerpartiler veya hükümeti oluşturan esas kesimler doğrudan devlet iktidarında söz sahibi olan kesimlerdir. Nasıl ki, devleti elinde tutanlar ekonomik veya sermaye olarak güç olanlar ise, öyle de hükümet edenler de sermaye gücünden muaf değildirler. ‘’Eğer hükümet ediyorsa bunun devlet iktidarında-devlette söz hakkı yoktur’’ diye bir kural olamaz. Öyleyse, devlet ile hükümeti doğru noktada birbirinden ayırdığımız gibi, başka bir doğru noktada da bunlar arasındaki birliği görüp tespit edebilmeliyiz. Devlet ile hükümet bir ve aynı şeyler değildir şeklindeki doğru görüşe sarılarak, bunlar arasındaki hukuku, ilişki ve birliği toptan reddetme statikliğine düşmemeliyiz. Devlet eşittir hükümet demek gerçeği ters yüz eden kaba hatalı yaklaşımdır. Devlet ile hükümet arasında hiçbir benzerlik-birlik yoktur demek de aynı derecede gerçeği yadsıyan dar dogmatik yaklaşımdır. Bütün bunlardan sonra şu söylenebilir ki, hükümet eden kesimin aynı zamanda iktidar olması-devlet iktidarında söz sahibi olması tamamen mümkündür; somut olarak da bir gerçektir. Kuşkusuz ki, devlet iktidarının bütününü veya devletin toplamını hükümet eden gücün temsil etmediği söylenebilir; bu genellikle doğrudur. Yine genel bir doğrudur ki, devlet iktidarında esas güç durumunda bulunan klik veya kesim, aynı zamanda siyasi iktidara, yani hükümete de hükmeder ya da hükümeti temsil eder. Bunun tersini iddia etmek, olsa olsa teorik zorlamayla genel doğrunun arkasına sığınmak olur ve tam doğruyu temsil etmeyerek hataya saplanmak olur.


22-23_Layout 2 3/29/12 1:07 PM Page 1

22

tarih

Halkın Günlüğü 1-10 NİSAN 2012

15 Mart 1997 tarihinde yedi yoldaşıyla beraber ölümsüzleşen Maoist Komünist Partisi (MKP)’nin 4. Genel sekreteri Cüneyt Kahraman’ı ve yedi yoldaşını saygıyla anıyoruz. Cüneyt Kahraman tarafından kaleme alınan makaleyi güncelliği ve öneminden dolayı okurlarımızla paylaşıyoruz. Dünyayı değiştirmek amacıyla, enginleri fethedebilmek için mücadeleye atılmak zor bir iştir kuşkusuz. Kurulu düzeni değiştirmek, zorbaların saltanatına son vermek, zulmün kalelerinin temellerine açıktan açığa çekiç sallamak zordur gerçekten de. Eğer bu mücadelenin altından kalkabilecek şekilde silahlanmamışsan, silahlandığını sanıp, mevcut hazırlığı yeterli görerek kendini kandırmışsan, rakibini ve kendini tanıyamamışsan, bu zor kavgayı başarıya ulaştırma şansının olmadığı anlamına gelir. Zor üzerine inşa edilmiş bu kalelerin yerle bir edilmesi amacıyla başladığın savaşta, bu kalelerin sahiplerinin senin karşında hemen diz çökeceğini sanarak böyle bir beklentinin rahatlığıyla savaşa başlarsan. Düşmanın stratejik zayıflığını göz önünde bulundurup, taktiksel güçlülüğünü göz ardı ederek onu küçümsersen veya taktiksel üstünlüğünü abartıp, stratejik zayıflığını göremezsen. Düşmanın en zayıf noktalarının, en güçlü noktan, onun en güçlü noktalarının senin en zayıf noktan olduğunu bilinç üzerine çıkarıp, buna uygun tedbirler geliştiremezsen. Hasmının hakimiyeti elinde bulundurduğu ve bunu koruyabilmek için şartların elverdiği bütün imkanları seferber ettiği, yapabileceği her türden savunmayı ve de saldırıyı güçlendirici “silahlarla” kuşandırdığı bu kaleyi ele geçirmenin yolunu sadece “kapıya yüklenmek” olarak algılayıp, böyle bir hareket tarzı izlersen. Rakibin kalesinin en zayıf, zayıf ve nispeten zayıf yerleriyle, nispeten daha güçlü, güçlü, çok güçlü olan yerlerin belirlenmesine ve en zayıf yere yönelmeyle başlamak gerektiğine gereken önemi vermez ve nasılsa hepsi de hedef şeklindeki düz mantıkla hareket edersen. Tek başına “kahramanlığın” kalelerini zapt etmeye yeterli olacağı hayaline kapılarak diğer “silahlarına” gereken önemi vermezsen. Düşmanın “kalesine” yönelirken dahi kendi “kalenin” inşasını ve sağlamlaştırmasını sürdürme becerisini gösteremezsen. Kendi işini yine kendin zorlaştırıyorsun, kendi başarısızlığını kendin onaylıyorsun demektir. Bu olumsuzlananların olumlularını ve burada sayılmayan birçok önemli noktayı bir araya getirdiğin oranda, zor mücadelenin başarıya ulaştırılması için olumlu bir yönde gittiğin söylenebilir. Bu olumluluklara doğru atılan her adım ise işin daha da kolaylaştırılması, daha da kısa sürede yakalanması ve daha az acıların çekilmesi anlamına gelir. Ancak bunların hepsi her gün, yeni-

Zulmün kale

burçları aşılmaz deme devrim sınır tanımaz Kalelerin fethedilmesinin en temel yöntemlerinden birisi de fethetme işine girişenlerin sürekli olarak gidişata müdahale edip, yanlışların bırakılmasına ve doğruların bunların yerine geçirilmesine gereken önemi vermektir den ve yeniden hesaplanmak, gerekli düzenlemelerden geçirilmek, kısaca güçlendirmeye ihtiyaç duyar. Kalelerin fethedilmesinin en temel yöntemlerinden birisi de fethetme işine girişenlerin sürekli olarak gidişata müdahale edip, yanlışların bırakılmasına ve doğruların bunların yerine ge-

çirilmesine gereken önemi vermektir. Öncelikle; bu doğruların, yanlışların yerine konulması ve gelişmenin önünün açılabilmesi için kişinin kendi kendine karşı da bir iç devrim perspektifiyle yönelmesi şarttır. Kişi; kendi düşüncelerinde mevcut olan iki kale arasında çatışmada doğ-


22-23_Layout 2 3/29/12 1:07 PM Page 2

1-10 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü

23

Kendine karşı devrim yapmaktan korkmaması ve kendi düşüncesindeki devrim mücadelesini sistemli bir şekilde sürdürmesi gerekmektedir. İşte bunu başardığı oranda, genel devrim mücadelesinin başarıya ulaştırılması için bütün benliğiyle mücadele edip, doğruyu güçlendirerek, eski kalenin yıkılmasıyla değil, zaten onun yıkımına başlanmasıyla birlikte başlayan yeni kalenin inşasını sonuna kadar götürüp, koruyabilir. Burada da görüldüğü gibi devrim mücadelesinin etkilemediği hiçbir alan mevcut değildir. İnsanın düşüncesinde başlayan bu devrim önce proleter yanın gelişmesine, sonra esas yan durumuna gelmesine ve ardından da iktidarı alarak ve kendi kendini de gereksiz hale getirene kadar sürer.

Ancak bunu becerebilmek için de onu istemek ve istenenin olması için mücadele etmek gerektiği, bu iki ayrı ve birbirine kopmaz bağlarla bağlı iki devrimin aynı süreçte sürdürüldüğü bilinmelidir. Bunlardan birini ayırmak aynı şekilde diğer devrim mücadelesini de noktalamak anlamına gelir, bu nedenle de her iki devrimin iç içe yürütülmesi gerekmektedir ki, ancak o zaman kaleler zapt edilir ve onların korunması başarılabilir. ruyu temsil edenin-proleter yön-yanlışa karşı-burjuva yön- mücadelesinde safını belirginleştirmemişse, dışarıda mücadelede başarı elde etmesi imkansızdır. Dışındaki mücadeleyi her ne kadar “doğru” saflarında sürdürüyor olsa da, kendi düşüncelerindeki iç savaşta da doğru saflarına katılmada tereddüt eder, çekimser davranır, onu sürekli olarak güçlendiremezse, önce beyindeki iç savaşta, ardından da dışındaki savaşta yenilgiye uğrar. Bu nedenle de, dışındaki dahil olduğu iç savaşta “savaşta kendini ve düşmanı tanıma” ilkesinin kapsamı daha dar olsa da kendi beynindeki iç savaşa da uygulaması zorunluluktur. Düşüncelerde süren bu iki kale arasındaki mücadele, günlük sosyal yaşamdan, aktif mücadeleye kadar her ana yansır. Eğer bu yansımada ortaya çıkan sonuçta, harekete ve düşünceye yön verenin hangi kale olduğuna dikkat edilmez ve bunu her hareket için dahi kendi içinde değerlendirmeye tabi tutmaz, buna uygun tedbirler geliştirmezse, bir tek harekete dahi yön verenin “yanlışın kalesi” olduğunun anlaşıldığı durumda, o noktanın “doğrunun kalesinin” en zayıf yanı olduğu gerçeği dikkate alınmadığından, yanlışın etkin alanı büyür ve gelişir.

Diğer yandan bunların hangisinin esas yön olduğu sorulursa bunun cevabının da kişinin iç devrimi olduğunu belirtmeliyiz. Çünkü içteki bütün gelişmeler, geliştiği yönde dışa yansır ve ona damgasını vurur. Bu dıştaki gelişmelerin içe hiçbir zaman damgasını vuramayacağı anlamına gelmez. Dönem dönem iç devrimin başarısızlığa doğru sürüklendiği ve hatta başarısızlığa uğradığı durumlarda dıştaki mücadelenin içteki mücadeleyi başarıya doğru sıçratacağı durumlarla karşılaşılabilir. Bu bir anlamda mücadeleyi bırakan bir kişinin, yapılan bir eylemin coşkusuyla, uğradığı bir haksızlığın hırsıyla yeniden mücadeleye atılmasına benzetilebilir. Bu durumda tali duruma düşen iç devrim yönü, dıştaki gelişmenin etkisiyle yeniden esas hale gelmiş ve harekete yön vermeye başlamıştır. Sorun bundan sonraki sürecin gelişen doğru yönde güçlendirilmesidir. Çünkü o gelişme eğer daha da geliştirilmez, güçlendirilmez ve genelleştirilmezse etkisinin tıpkı çıkışta olduğu gibi bir olumsuzlukla birlikte tekrar kırılması veya belirtilen şekilde müdahale edilmediğinden dolayı uygun zemini bulunduğu için farkında dahi olmadan gelişen yanlış yönün hakim hale gelmesiyle noktalanır.

Ancak yine bir tek harekete dahi yön verenin doğrunun kalesi olduğunun anlaşıldığı durumda, eğer o güçlendirilmez ve genelleştirmeye götürülmezse bu da yine yanlışın doğrunun etki alanlarını da kendi hakimiyet alanına da katması sonucunu doğurur.

Görüldüğü gibi, ne kişinin kendi düşüncesindeki, ne de düşüncenin de dışına taşan devrim mücadelesinde kalelerin burçlarının aşılamaması diye bir şeyden bahsetmek yanlış kalesini olduğundan da güçlü görmek ve daha da güçlendirmek anlamına gelir.

Demek oluyor ki, başarının elde edilebilmesi için önce kişinin kendi düşüncelerindeki savaşta doğrudan yana tavır koyup, doğruyu sürekli olarak güçlendirmesi ve dolayısıyla da yanlışı zayıflatması gerekirken,

Aşılmaz gibi görünen o burçlarıyla nasıl savaşılması gerektiğini bilip, bildiğini uygulama alanına cesaretlice sürdükten sonra sınır tanımayan devrim onun iliklerine girip, kökünden kurutabilir.

TUTSAK PARTİZAN

≫ cafer çakmak

HER ALANDA İDEOLOJİK MÜCADELE

E

mperyalizm dünya ölçeğinde kukla işbirlikçileriyle en vahşi kanlı faşist yöntemleri kullanarak komünist-devrimci harekete karşı savaştısavaşıyor. Unutmamalıyız ki, egemen sınıfların faşist diktatörlüğünü yıkmak için savaştığımızda aynı zamanda emperyalizme karşı savaşmış oluyoruz.

olmamıştır. Oysa bir eğilim olarak tasfiyecilik bizzat savaş koşulları içinde de türer ve gelişir-gelişmiştir. Tarihimiz buna ışık tutmaktadır. Gerilla savaşını yürütenler ansızın barışçıl mücadeleye evrilip sınıf işbirliğine soyunurlar. Demek ki, tasfiyeci sağ-sol oportünist eğilimlere karşı her alanda ideolojik mücadele yürütmek komünist partisinin temel ertelenemez görevidir.

Devrimci iktidar uğruna mücadelede önder, savaşçı ve sempatizan yüzlerce yoldaşımız katledildi. Her seferinde “örgüt bitti” diyerek faşist katliamlarını sevinçle duyururlarken; devrimin işçileri eğilmez iradeleriyle beklemedikleri yerde karşılarına çıktılar. Gerici faşist diktatörlük asla komünist hareketin bittiğini görmedi-göremeyecektir. Hiç kimse mücadelenin kolay olduğunu söylemedi, ama zor olanı başarmanın devrimin görevi olduğunu partimizle tanışan herkes öğrendi.

Teorik olarak oportünizme karşı mücadele verilmesi gerektiği tespitini yapmak –gösterilirse- yeterli değildir. Çünkü daima tasfiyeci eğilimler partinin dışında bir olgu gibi ele alınmıştır. Sonuçları ise daima ağır ve yıpratıcı olmuştur. Bu gerçekten şu çıkar: Oportünizme karşı ideolojik mücadeleyi devrimci temelde kavramadığımız ve pratikte başarılı olamadığımızdır. En açık kanıtı ise, tüm savrulma, kopma, bölünme ve tasfiyeci felsefi anlayış ve pratiklerin partiden kopmadan, önce söz konusu burjuva anlayışların devrime düşmanlığını tahlil edip partiye taşıyan; parti güçlerini tasfiye etme eğilimlerine karşı uyaran, göreve çağıran pratiğin olmamasıdır.

Marksist felsefi görüşümüz net, sözümüz açıktır. Devrimci iktidar hedefli mücadelemiz şehitlerimizin tarihsel bedeli üzerine oturur. Sözümüz ve pratiğimiz devrimci savaşın içinde anlam bulmuştur. Gerçeği göremeyenler tarihsel köklerimizi yaratan nesnelliği ve ideolojinin pratikleşmesini kavramayanlardır. Devrim kitlelerin eseridir. Ama devrim aynı zamanda bir kadro hareketidir. Partinin siyasi amaçları doğrultusunda politikası kadrolar olmaksızın uygulanamaz. Bu anlamıyla mücadele tüm biçimleriyle kavranmak zorundadır. Engels bu biçimleri ekonomik, siyasi, politik ve ideolojik mücadele olarak ele alır. Tüm çalışmalarda ideoloji temeldir. Bu nedenle partimizin taktik ve stratejik çizgisinin teorik temellendirmesine bağlı olarak sadece düşmana karşı savaşmak yeterli değildir. Nedeni şudur: Güçlü bir komünist parti olmadan devrime önderlik etmek mümkün değildir. Kendi içindeki oportünist eğilimleri yenilgiye uğratmayan, ona karşı mücadele etmeyi süreklileştirip savaşın en önemli görevlerinden biri olarak kavramayan bir parti güçlenemez ve savaşı yönetemez. Ders çıkaralım ve öğrenelim. Tarihimiz göstermiştir ki, düşmana karşı savaşmayı öne koyup en değerli yoldaşlarımız en öne atılırkenki koşullarda bile, içte türeyen oportünist eğilimlerin daima partiyi sinsice vurduğunu göstermiştir. Ayrılıklar, kopmalar, savrulmalar, kendini öğüten ve sisteme karışan oportünizmin varlığına karşı tutarlı ve sistemli ideolojik mücadele verilmemesinin yarattığı sonuçlar, kayıpların artması ve devrim hareketinin darbelenmesine neden olmuştur. Devrimci proletaryanın ölümsüz önderi Lenin yoldaşın oportünizme karşı tutarlı mücadele yürütmeyenler emperyalizme karşı mücadele yürütemez belirlemesinin büyük anlamını ne yazık ki çok az komünist-devrimci tam olarak kavramıştır. Açıktır ki, partimiz devrimci savaşı büyütmeyi önüne koyduğu kadar –ki bu ertelenemez bir görevdir- oportünizme karşı ideolojik mücadeleyi önüne koymamıştır. Savaş çizgisi geliştikçe sağcı, tasfiyeci eğilimlerin yok olacağını düşünen yoldaşlarımızın sayısı hiç de az

Bizde eğitim dönüşümdür. Devrimci dönüşüm, devrimci pratiğin kendisidir. İdeolojik mücadele soyutlamaları tekrar etmek değil, ama bizzat kendi pratiğimiz üzerinde devrimci çizginin felsefi, siyasi, ekonomik, politik ve ahlaki olarak savunulmasıdır. İdeolojik mücadele tek-tek organlar, tek-tek bireyler arasında geçen kapalı tartışmalarla yürütülemez. Tasfiyeci eğilimlere karşı ideolojik mücadele ancak ve ancak partinin kendisiyle yürütülebilinir. Başka hiçbir yolu yoktur. Yöntemi ise, partimizde ortaya çıkan oportünist tasfiyeci eğilimleri hiçbir sakınca ve kaygı duymadan partiye taşımak, yoldaşlarını içimizdeki burjuva etkilere karşı uyarmak, devrimci-komünist çizginin savunulması zorunluluğunu temellendirmekten geçer. İşte bu mücadele ama yalnızca bu mücadelenin uzlaşmaz netliği komünist kadroları, kitleleri devrim yolunda eğitebilir. Halkın Günlüğü sayı 31. sayı Perspektif yazısında partimizin “tasfiyeciliğin kendisine ettiklerini tam olarak hesaplayamamış… içinde peydahlanan birçok eğilimin tasfiyecilikle bütünleştiğini genel olarak görememiştir” tespiti önemlidir. Tasfiyeci oportünizmin içimizdeki çizgisi eleştiriye tabi tutulmak zorundadır. Gerçeklere bağlı kalmak açık olmayı gerektirir. Devrimci çizginin anlatılabilmesinin yolu sol-sağ, pasifist tasfiyeci pratiğin devrimci eleştiriye tabi tutulmasıyla mümkündür. Aksi halde eskinin tekrarına düşmek kaçınılmazdır. İçimizde türeyen eğilimlerin, tasfiyecilikle bütünleştiğinin içeriksel, felsefi ve politik olarak partiyi, kitlelere taşımayı başardığı oranda, devrim hareketini güçlendirip, kitleleri tasfiyeciliğe karşı eğitebilir. Artık temel mesele siyasal eğilimin varlığını söylemek değil –ki bu da çok önemlidir- esas olarak varlığı açık olan burjuva etkilere karşı tutarlı, açık ve kararlı ideolojik mücadeleyi sürdürebilmektir. Devrim hareketi içindeki burjuva etkileri tespit eden irade ona karşı mücadele etmeyi de başarıyla sürdürecektir.


24_Layout 2 3/30/12 10:13 AM Page 1

Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın SüreliYönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL

Newroz; hember zilmê serhildan e!

Newroza ku ji hêla BDP’ê ve hat organîzekirin ji hêla dewletê ve hat qedexekirin.Lê belê gelê Kurd li hember van qedexekirina pratîkên fîîlî-meşrû derxit rastê û derketin qadan.Di serî de li Amedê û gelek bajaran gelê Kurd ev qedexekirina parçe kir

D

ewleta Tirk li hember têkoşîna neteweyê Kurd bi êrişên konsepta îmha û bişaftinê pratîkên xwe didomîne.Hê ku şerên felatbûna neteweyî bi awayekî rêxistinî derneketibû rastê polîtîkayên îmha,înkar û bişaftinê berdewam kirin.Ji Kurdan re zimanê wan û çanda wan hat qedexekirin.Li hember wan bi top û guleyan ve bûn nobedar û Kurd avêtin zindanan.Ev yeka polîtîkaya dewletê bû û sonda nokeriyê de jî ji civata navneteweyî jî emir hildabûn.Em îro jî dibînin ku ev polîtikayan hejî berdewam dikin. Di polîtîkaya dewletê te bilî tiştên têşeyî xwe parastina saziyê didome.Serî de gelê Kurd û hemû netewatiyên din ji ber qedexekirinê nikarin bi zimanê xwe biaxivin,çanda xwe bijîn û armanca xwe ya siyasî bijîn.Evan hemû ji wan re qedexe nin.Kê ku dijî wan qe-

dexekirina tiştekî bîne ziman tê îmhakirin.Kuştin,zindan û mişext polîtîkaya dewletê a jiber e ango tezahura faşîzma dewletê a hezar salî ye. Îsal ji hêla dewletê ve qedexekirina Newrozê jî pratîkên polîtîkayên dewletê nîşanê me dide.Di vê fîlmê de aktor jî heman kes bûn kareyên fîlmê jî wek hev bûn.Li dû newrojê jî titên ku hatin nivîsandin jî dîsa wek hevbûn. Her çiqas jî newroz ji hêla dewletê ve hat qedexekirin jî gelê Kurd qadên ku pêşte ji bo newrozê hatibûn diyarkirin tijî kirin.Ew qedên ku bi polîsan ve hatibûn dagirtin, gelê Kurd ev qedana fitiland qada arenaya têkoşîna fîîlîmeşrû û kûçeyan de jî li hevdan pêk hat.Li hevdana Stenbolê de encamê êrişên polîs Hecî Zengîn jiyana xwe dest da.Li Bakûrê Kurdistanê de di serî Amed û gelek bajan de qedexeyên

dewletê fîîlî hatin kênaştin û Newroz hat pîrozkirin. Û fînal;di piştî Newrozê daxuyaniyên dewletê dîsa wek hev bû.Serokwezîr R.T.Erdogan dema ku ji bo efendiyên xwe emir hilde diçû Başûrê Koreyê got ku wê ew projeya “neteweyî” bi eksena “biratiyê” de berdewam bike.Û daxuyakir ku operasyonên hember PKK’ê jî wê berdewam bikin.Kirpandin li ser operasyonê KCK’ê pêk anî û emrê berdewamiya operasyona da,du re balafirê suwar bû.Bi wan daxuyaniyan re êrişan destpêkir.Binçavkirinan,êrişan serî dan ser hav,êriş birin ser saziyan û Rojnameya Gundem hat girtin.Çareseriya ku dewlet ji bo neteweyê Kurd difikire bi polîtîkayên hezar salî ve diyar e.Ev bûyerên ku dema dawî tê dijîn jî dûbarekirina dîrokê ye.Hêla din wê çizgiyê sorê dewletê bikeve,dike.

Operasyonên

îmhakirinê

didomin

Opersayonên ku ji dewletê re bûne stratejiya çareseriyê berdewam dikin.Li Bakûrê Kurdistanê operasyonên ku TSK’ê li hember gerîlayên HPG’ê pêk aniye bi operasyonên hewayê ve didomin.Navenda Pêwediya Çapemeniyê a HPG’ê (HPG-BÎM),daxuya kir ku di navbera TSK’ê û gerîlayan de li Colemergê navçeya Çelê pevçûn pêk hat. Li Dêrsimê ji hêla TSK’ê ve operasyon hatin destpêkirin.Hinek çavkaniyên heremî dibêjin ku hinek cîh bi firokê hatin bombe kirin.Di herêma Çîçekliyê,Geliyê Rabatê,Çemê Dînarê û herêma Demirkapîyê de operasyon berdewam dikin.Tê îfadekirin ku erbeyên zirxê sewkê herêm dibin. Li navçeya girêdayê Bedlîsê a Xîzanê hat îfadekirin ku roja 24’ê Adarê pevçûn pêk hat û 15 gerîlayên jin jiyana xwe dest dan û li Şirnexê di pevçûna Çiyayê Cûdiyê de jî 5 gerîla jiyana xwe dest da.Gerîlayên HPG’ê ku pevçûnê de jiyana xwe dest dan cinazeyên wan anîn Saziya Tipa Edlî Meletî yê.Hat diyarkirin ku roja 13 Sibatê li Şirnexê pevçûna Qilanê de 15 gerîlayên HPG’ê ku jiyana xwe dest dabûn,cinazeyên 5 gerîlayan hat teslîm kirin,lê belê yên 9 gerîlayan jî li Goristana Bajarên Meletiyê hatin defin kirin.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.