Kapak 44 yeni_Layout 2 4/19/12 5:24 PM Page 1
Peri Suyu direnişine özel güvenlik saldırısı
sf 18
1 Mayıs’ta mücadeleyi yükseltelim Enternasyonal proletaryanın birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta emperyalist saldırganlık ve faşist teröre karşı alanları kuşatalım! İşçilere, köylülere, ezilen Kürt ulusu ve diğer azınlık milliyet ve inanç gruplarına yönelik, azgınlaşan faşist devlet terörüne karşı, 2012 1 Mayıs’ını birleşik, devrimci, militan mücadelenin kaldıracı haline getirelim.
sf 10-11
Halkın Günlügü 20-30 NİSAN 2012 Yıl: 2 Sayı: 35 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
ISSN: 2147-0499
Türkiye-Kuzey Kürdistan tarihinde bir milat
Demokrasi oyununda ikinci perde
28 Şubat fGÜNCEL 02-03 AKP tarafından hayata geçirilen “demokrasi” oyununda ikinci perde sahneye konuldu; 28 Şubat soruşturması. 12 Eylül Davası tartışmaları tüm heyecanıyla devam ederken, AKP yeni bir hamle daha yaparak 28 Şubat 1997 tarihinde yaşanan olaylara ilişkin operasyon başlattı. 28 Şubat 1997 tarihinde Refah Partisi hükümetinin düşürülüp, MGK eliyle ülkenin yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı o dönemin birçok general ve subay gözaltına alınarak tutuklandı.
ark MEZOPOTAMYA’NIN GÖZYAŞLARI
TECRiT iŞKENCEDiR TECRiDE SON
Uludere
anısına
D evrimci Ark bir tutsak dergisidir
DEVRiMCi
Yıl:1 SAYI: 01 N SAN 2012 FİYATI: 3 TL
Tutsakların
hazırlamış olduğu
Devrimci Ark dergisi çıktı
Gazete bürolarımızdan temin edebilirsiniz
Açlık grevleri ölüm sınırında
24 Nisan
‘72 kopuşu Sınıflar mücadelesinin Türkiye-Kuzey Kürdistan parçasında, 1972 komünist-devrimci kopuş bir milattır. Zira bu tarihsel süreç içerisinde özellikle İbrahim Kaypakkaya’nın temsiliyetinde somutlaşan Marksist-LeninistMaoist devrim çizgisi ayırt edici bir niteliğe sahiptir. İşte bu ayırt edici nitelikten dolayıdır ki Kaypakkaya güzergahı her daim hakim sınıflar açısından komünizmin en tehlikeli temsilcisi olarak görülmüş ve stratejik saldırıların hedefi durumuna gelmiştir.
24 Nisan 1972 Manifestosu Maoist Devrim İlanıdır
06
sf 12
Taşeron işçiler kurultayı yapıldı
08
Devletin kanlı yüzü hapishaneler
19
2-3_Layout 2 4/19/12 4:13 PM Page 1
02
güncel haber
Halkın Günlüğü 20-30 NİSAN 2012
12 Eylül Davası tartışmaları tüm heyecanıyla devam ederken, AKP yeni bir hamle daha yapıp 28 Şubat 1997 yılında yaşanan olaylara ilişkinde operasyon başlattı
Demokrasi oyununda ikinci perde;
28 Şubat soruşturması “12 Eylül’le hesaplaşma” adı altında 4-5 Nisan tarihlerinde Ankara’da başlayan ve sağcısından-solcusuna geniş bir kesimin içerisinde yer aldığı tiyatronun tartışmaları devam ederken, AKP bu kez de “28 Şubat’la hesaplaşma” hamlesi başlattı. 28 Şubat 1997 yılında Refah Partisi hükümetinin düşürülüp, MGK eliyle ülkenin yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı dönemin birçok generali ve subayı gözaltına alınarak tutuklandı. “28 Şubat soruşturması” sebebiyle haklarında yakalama kararı çıkartılan 31 kişiden 28’i gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar iki gün arayla Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği tarafından sorgulandıktan sonra, nöbetçi mahkemeye sevk edildi. Aralarında Emekli Orgeneral Çevik Bir’in de olduğu 18 kişi tutuklanırken, 10 kişi ise serbest bırakıldı. AKP eliyle “demokrasi” hamlelerinden birine daha şahit olduğumuz yeni operasyon dalgasının iş adamlarından, akademisyen ve gazetecilere kadar uzanacağı ve uzunca bir listenin hazırda bekletildiği iddiaları da burjuva-feodal basın tarafından özellikle servis edilmektedir. “28 Şubat süreciyle hesaplaşma” adı altında başlatılan ve uzun süredir göstere göstere hazırlıkları yapılan son operasyon sonucunda da yaşanılanların neresinde durmak gerekiyor tartışmaları hararetli bir şekilde sürdürülüyor. Özellikle liberal kalemşorlar tarafından “sol”a yönelik yeni bir saldırı-karalama hamlesine dönüştürülmüş durumda söz konusu operasyon. Yaşananları daha iyi tahlil etmek ve sürece en doğru tarzda müdahalede bulunabilmek için 28 Şubat 1997’yi öncesi ve sonrasıyla kısaca analiz etmekte fayda görüyoruz. Söz konusu analizlerimizi yaparken 1997-98 tarihlerinde çıkan ve o gün söylenenlerin bugün daha net bir şekilde anlaşıldığı dönemin yayın organımız olan Partizan Sesi Gazetemizi referans alacağız.
Devlet “buradayım” dedi “Tarihinin en derin siyasi krizlerinden birini yaşayan faşist Türk devleti, bu krizden kurtulmaya çalışırken giderek bataklığa
batmaktadır. Demokrasi havarisi kesilen tüm egemen sınıf klikleri, ordunun ‘balans ayarını’ ayakta alkışladırlar. Başta CHP, DYP, ANAP, DSP, İP, DİSK, TÜRK-İŞ gibi parti ve kurumların tümü ‘şeriata karşı’ olma adı altında Genelkurmaylığın siyasi arenadaki bir numaralı temsilciliğine soyundular. 28 Şubat 97’ tarihli MGK müdahalesiyle sözünü ettiğimiz kurum ve partilerin, hükümetten RP’yi düşürüp ‘laik demokrasiye’ sahip çıkma adına genelkurmaylığın emir erleri oldukları çok daha iyi bir şekilde anlaşılmış oldu(…) Bu politikayla birkaç kuş bir taşla vurulmaya çalışılıyor. Birincisi; faşist devletin gerçek güvencesinin ordu olduğu gerçeğini her kesime kabul ettirmek, ikincisi; düzen dışı söylemlerle hükümete gelebilme başarısı gösteren Refah Partisi’nin yükselen trendini aşağılara çekmek, üçüncüsü; refah aracılığıyla düzen dışı İslami akımların düzene monte edilmesi amaçlanmaktadır. (Partizan Sesi; 16-31 Mart 1997). Yaşanan tüm tartışmalar içerisinde o gün ifade ettiklerimizle sonrasında ve bugün yaşananları bir araya getirdiğimiz zaman emperyalizmin özellikle 2000’li yıllarla beraber TC devletini yeniden bir yapılandırma sürecinden geçirdiğini ve esasta da başarılı olduğunu ifade edebiliriz. 1990’lı yıllarda gerek Kürt ulusal hareketinin gerekse komünist-devrimci hareketin yakaladığı yükselme ve kitlesellik, devletin çeteci-kontra yüzünün birçok olayla (özellikle Susurluk olayı) gün yüzüne çıkması, yaşanan derin siyasi ve ekonomik kriz ve daha başka bazı parametrelerle beraber hakim sınıfların devleti yönetmekte zorluk çektikleri ve emperyalizmin bölge politikalarının tehlikeye girdiği bir döneme işaret ediyordu. Umulmadık bir şekilde seçimlerle hükümete gelen Refah Partisi’nin izlediği politikalar ve özellikle İran’la kurmuş oldukları ilişkiler ABD-AB emperyalizminin çıkarlarına aykırı bir seyir izliyordu. “İrtica tehdidi” sloganıyla başlatılan ve birçok sendikayla reformist kesiminde alkış tutup hizmet ettiği kampanya sonrası ABD’nin talimatı ve ordunun
“Balans ayarıyla” Refah Partisi hükümetten düşürüldü. Hükümete yapılan müdahaleyle yukarıda kısaca alıntıladığımız üç amacın da yerine getirildiğini söyleyebiliriz. Ordunun ve ordu eliyle hakim sınıfların (faşist devlet gerçekliğinin) parlamentoyu bir ahır olarak kullandıkları ve çıkarlarına ters düştükleri an peçe olarak kullandıkları parlamentoyu yırtıp atacakları bir kez daha görülmüştür. Refah Partisi’nin yükselen trendi durdurulmuş, belirli bir süre sonra sıfırlanmıştır. Ve asıl önemli olan üçüncü amaç da başarılı bir şekilde yerine getirilmiştir; düzen dışı İslami akımlar düzen içine çekilerek bugün yerli yerine oturtulmaya çalışılan ılımlı-İslam modeli inşasına başlanmıştır.
AKP 12 Eylül ve 28 Şubat’ın çocuğudur Bugünkü AKP iktidarını anlama kılavuzu olarak 12 Eylül AFC’si ve 28 Şubat sürecini iyi okumak gerekiyor. ABD emperyalizmi eliyle 12 Eylül’de şekle sokulan “Yeşil Kuşak” politikası, 28 Şubat süreci sonrası “Ilımlı-İslam” hamlesiyle bugünlere getirilmiştir. Başta Başbakan Erdoğan, Abdullah Gül, Fethullah Gülen ve şimdiki AKP kadrolarının tamamının “darbe mağdurları” olarak kendilerini pazarlamaya kalkışmalarına kanmamak lazım. AKP, 28 Şubat süreci sonrası başta Gülen Cemaati olmak üzere birçok cemaati-tarikatı ve
2-3_Layout 2 4/19/12 4:13 PM Page 2
03
20-30 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü
milliyetçisinden, sosyal demokratına geniş bir yelpazeyi bağrında toplayarak iş başına getirilmiştir. Refah Partisi’nden ayrıldıktan sonra Erdoğan tarafından sarf edilen “Milli görüş gömleğini çıkarttık” sözleri nasıl bir rotaya girildiğinin de göstergesidir. İddia edilenin aksine AKP “darbe mağduru” değil bilakis bu cuntalardan nemalanan ve cuntalar üzerinden göreve getirilen bir partidir. Yine mağdur sıfatıyla boy gösterenler arasında yer alan Fethullah Gülen de iddia edilenin aksine bizzat cunta destekçiliği yapmış isimlerdendir. Bir önceki sayımızda 12 Eylül AFC’ sine ilişkin sözlerine yer verdiğimiz Gülen, 28 Şubat sürecinde de aynı tutumunu sürdürerek sürece bizzat destek vermiştir. İşte 28 Şubat’a Gülen yorumu: “Darbe hiçbir zaman tam bir çözüm değildir.
Dağlama en son çaredir. Darbeciler iyi niyetlidir ama her darbe birikim ve tecrübe sahiplerini heba etmiştir. Ülkemiz kriz içinde. Gücü temsil edenler krizi önlemelidir. Bu hükümeti değiştirin demek daha demokratik olur. Burada ‘Askeriye muhtıra verdi’ diye suçlanmak isteniyor. İsteselerdi, bu öyle bu böyle olacak diyebilirlerdi. Oturup onlarla meseleyi altı saat mülahaza etmezlerdi. Demokratik yollarla problemler çözülsün istediler.(…) Askerlerimiz bir yönüyle yaptıkları bazı şeylerden ötürü bazı çevrelerce, belki anti-demokratik davranıyor sayılabilirler. Ama onlar konumlarının gereğini anayasanın kendilerine verdiği şeyleri yerine getiriyorlar. Hatta dahası, ben zannediyorum, onlar, bazı sivil kesimlerden daha demokrat. Herhalde onların temsil ettikleri kuvvet şu partiler arasında birbirini istemeyen insanların elinde olsa bir gece hızlı bir baskınla gelirler hasımlarını bertaraf ederler onun yerine otururlar. Kuvvet ellerinde olduğu halde çok mantıki davranıyorlar. Çok muhakemeli davranıyorlar. Epey zamandan beri. His öne çıkmıyor burada ve kuvvet, güç gösterisi şeklinde öne çıkmıyor. Bana demokraside daha dengeli geliyorlar, o açıdan.” Bu sözler 28 Şubat’la bugün mağduriyet edebiyatı yapanların ortak çıkarlarını net bir şekilde gösteriyor. Israrla vurgusunu yaptığımız, altını kalın çizgilerle çizdiğimiz realite tam da budur. Bugün AKP ve şürekasının yaptığı kendi varlık zeminleri olan bu tür olayları kullanarak geniş kitlelerin desteğini arkalarına almaktır. Devrimci-komünistler en ufak bir demokratik hak alma mücadelesini dahi önemser, ısrarla takip ederler. Yıllarca ezilenemekçilerin kanıyla beslenmiş, her türlü işkence ve katliamın altına imza atmış faşist generallerin göstermelikte olsa, “yargı” karşısına çıkartılmaları olumludur. Fakat bu olumluluk soyutlanmış bir tablonun neticesidir. Meseleyi yukarda özetlemeye çalıştığımız hali ve bütün yönleriyle ele aldığımızda bu “olumluluğun” hakim sınıflar lehine olduğu ve mevcut haliyle Türkiye-Kuzey Kürdistan halkının aleyhine işlediğini ifade etmeliyiz. AKP, kurulduğu günden bu yana “demokrasi, özgürlük” söylemleri ve mağduriyet edebiyatı üzerinden büyük bir desteği arkasına almıştır, almaya devam ediyor. Geçmişle “cesaretli bir yüzleşme” sürecini işlettiğini ifade eden AKP’nin bugün yaptıkları meselenin kilit noktasıdır. Bazı aklı evvel solcularımızın da katıldığı koronun ifade ettiği gibi AKP “samimi” ya da mağdur” değildir. ABD emperyalizminin kendisine biçtiği misyona uygun olarak uşaklık hizmetini yerine getirmektedir. AKP hükümetleri dönemiyle 12 Eylül ya da 28 Şubat süreçlerini kıyasladığımız vakit şekilsel farklılıkları bir kenara bırakınca özün aynı faşist diktatörlük olduğunu anlamak çok da zor olmasa. Hatta açıkça ifade etmek gerekir ki AKP, 12 Eylül generallerinden daha da tehlikelidir. Geçmişin kaba-fiziki imhaya yönelen süreci aynı özü muhafaza etmekle beraber oldukça sinsi saldırılar eşliğinde yürütülmektedir. Meselenin sadece hukuki boyutuna saplanıp kalan dar-sakat anlayışın sürüklendiği ve sürükleneceği mecra açıktır; sistemin pislik kokan iç labirentleri…
Son yerine Kısaca ifade etmeye çalıştığımız tüm bu gerçeklikler AKP ve sözde “yargılamaların” niteliği ve bu olaylar karşısında alacağımız tavrı bizlere göstermektedir. Komünist-devrimcilerin yaşanan bu kirli oyunları ve sinsi saldırıları teşhir ederek, halkı örgütlemek ve bu örgütlü güçle faşizmden ve faşist uşaklardan hesap sormak gibi bir görevi vardır ve bu görev hiçbir suretle ertelenemez, ertelenmemelidir.
SINIF TAVRI
≫ ismail uçar
“DEMOKRATİKLEŞİYORUZ”
T
ürkiye-Kuzey Kürdistan siyasi gündemi oldukça hızlı bir şekilde ilerliyor. “KCK operasyonları” adı altında Kürt ulusal hareketine yönelen saldırı furyası hız kaybetmeden devam ediyor. “demokratik çözüm” lafzını ağızlarından düşürmeyen hakim sınıfların zaten ayan olan faşist politikaları, şüphe götürmeyecek şekilde gün yüzüne çıkmıştır; teslimiyet ve tasfiye. Hazırlanan “KCK iddianameleri” faşist devlet gerçekliğinin resmidir bir nevi. Kendi göstermelik hukukuna dahi riayet etmeyen TC devleti, PKK ile yapmış olduğu ve kayıtlara geçen resmi görüşmelerini dahi “terör örgütü üyeliği” olarak lanse edip aslında kendi teröristfaşist karakterini ortaya koyuyor. Onca tecrübeyle sabit olmasına rağmen hala diğer meselelerde olduğu gibi Kürt ulusal meselesinde de devletten-AKP’den çözüm bekleyenler büyük bir yanılgı ve yanlış içindedirler. Bu hatalı tutumdan vazgeçilmeli, çözüm adresi olarak halkın örgütlü, meşru mücadelesi baz alınmalıdır. Kısmi “demokratik” iyileştirmeler sistemin genel karakterini zedelemeyecek şekilde hayata geçirilebilir. Bütünü kurtarma ve daha büyük çıkarlar elde etme amacıyla sistem bazı kırıntılarla durumu kotarma sürecini işletmiştir-işletiyor. Günümüz koşullarında ulusal sorunun doğru-devrimci tarzda çözümü ancak ve ancak komünistler öncülüğünde gelişecek devrim mücadelesiyle hayata geçirilebilir. AKP eliyle işletilen ve geniş emekçi kitlelerin ciddi bir manipülasyon yaşamasına vesile olan diğer bir önemli başlık da “demokratikleşiyoruz” yalanlarıyla hayata geçirilmeye çalışılan “darbelerle hesaplaşıyoruz” yalanlarıdır. Türkiye-Kuzey Kürdistan tarihi kan ve katliamlar tarihidir. Kuruluşundan itibaren faşist devlet aygıtı kah parlamento maskesiyle kah bu maskeye ihtiyaç dahi duymadan halkımız üzerinde tam bir faşist terör estirmiştir. Emperyalizme uşaklık ilkesi çerçevesinde her bir dönemde emperyalizmin değişen ihtiyaçları doğrultusunda yapılandırılmış, makyaj tazelemiş ama her bir durumda faşist özünü olduğu gibi muhafaza etmiştir. Bugünkü “demokrasi” şampiyonumuz AKP’de, sözde sosyal-demokrat CHP’de, dünün ANAP’ı da, MHP’si de, DP’si de vd. hepsi burjuva-feodal sınıfların sözcüleri durumundadır. Bu olguları görmeyerek emperyalizme-sisteme rağmen “darbe yapıldığı” ve “darbe mağdurlarının” bugün “darbecilerden hesap sorduğu” iddiaları içi boş kof hayalden ibarettir. Özellikle AKP dünden bugüne “darbelerden” nemalanan, emperyalizmin bizzat eğitip, görevlendirdiği faşist bir partidir ve demokrasiyle uzak-
tan-yakından bir ilişkisi yoktur, olamazda. AKP’nin işlettiği bu sürece alkış tutmayanları “statükoya” hizmet olarak atfeden özellikle liberal cenahın ise tarihten, tecrübelerden hiçbir şey öğrenmedikleri bir kez daha anlaşılmış oluyor. AKP’nin efendilerinden icazet alıp göreve geldiği günden bu yana sürekli olarak karşılıksız bir aşkın umutsuz tarafı olarak AKP’den demokrasi bekleyen bu zavallılar her seferinde bekledikleri karşılığı bulamasalar da “umutlanmaya” devam ediyorlar. “AB’ye uyum süreci, Kürt açılımı, Azınlıklar açılımı, Düşünce özgürlüğü, Alevi açılımı… ” ve saymakla bitiremeyeceğimiz başlıklarda büyük bir umut ve heyecanla AKP’den çözüm bekleyenlerin her seferinde elleri boş, umutsuzca geriye sarmaları herhangi bir ders niteliği taşımamış ki bugünde aynı AKP’den “darbelerle-statükoyla” hesaplaşmasını bekliyorlar. Nafile bir bekleyiş. AKP ve devletin faşist niteliğini anlamak için sadece ülke içerisinde vuku bulan olaylara bakmak yeterlidir. Fakat tatmin olmayanlar için TC’nin dış politik hattına da bakmakta fayda var. Çok kısaca özetlersek; TC, emperyalizmin direktiflerine uygun olarak, dün dediğini bugün inkar etmek pahasına bölge politikalarını şekillendirmektedir. Libya’da kısa süre önce ödül aldığı ve kardeşim dediği Kaddafi’yi efendilerinin talimatları doğrultusunda katil ilan eden, “aradaki bütün engelleri kaldırdık, iki kardeş ülkeyiz, Esad kardeşimdir” dediği Suriye’nin emperyalistlerce işgaline zemin hazırlanması için bugün en öne koşulan, kendi ülkesinde “kadında olsa çocukta gereken yapılacaktır” deyip, katliamlar yapan, Kürt köylülerini bombalayarak katleden, avukat, öğrenci, işçi, emekçi…sisteme muhalefet eden, sistemin karşısında duran herkesi baskı altına almaya çalışan, işkence eden, tutuklayıp hapse koyan ama bölgedeki diğer ülkelere “demokrasi” dersi vermeye kalkışan AKP’nin faşist karakterini anlamak için daha nasıl bir göstergeye ihtiyaç duyulduğunu anlamakta zorlandığımızı ifade etmek gerekiyor. Yaşanan tüm bu saldırılar altında karşıladığımız bahar aylarını devrimci mücadele için atılım sürecine çevirmenin objektif koşulları mevcuttur. Nisan Güneşi’nin doğuşunun 40. yılını Maosit Parti için her alanda yeniden bir kalkışma yılına çevirmek elzem görevlerimiz arasındadır. 40 yıllık tarihinde nice yengi ve yenilgilerle, yüzlerce kadro, üye ve savaşçısını şehit vererek bugünlere gelen Maoist Parti’yi önder Kaypakkaya şahsında bir kez daha selamlıyoruz… Çelik aldığı suyu unutmadı, unutmayacak.
4-5_Layout 2 4/19/12 3:52 PM Page 1
04 güncel
Halkın Günlüğü 20-30 NİSAN 2012
İlyas Aktaş mücadelemizde Gazetemizin Amed çalışanı İlyas Aktaş yoldaş, ölümsüzlüğünün 6. yılında ailesi ve yoldaşları tarafından mezarı başında anıldı Devlet güçlerinin 2006 yılının Mart ayında katlettiği 14 HPG gerillasının
cenaze töreninde yapılan saldırılarda gazetemizin Amed çalışanı İlyas Aktaş ölümsüzleşti. Polis tarafından hedef seçilerek başından kurşunlanan ve uzun süre verdiği yaşam mücadelesinde 14 Nisan 2006 tarihinde yaşamını yitirdi. Gazetemizin Amed Muhabiri İlyas Aktaş ölümsüzlüğünün 6. yıl dönümünde yoldaşları, ailesi ve dostları tarafından,
Amed’in Dicle İlçesi’ndeki köyünde mezarı başında anıldı. Mezar anmasında gazetemiz adına Amed temsilcimiz tarafından yapılan konuşmada “devletin katliamcı geleneğinden vazgeçmeden, her gün yeni katliamlar gerçekleştirdiğine vurgu yapıldı. “2006 Mart Serhıldanı’nda katleden devlet, öncesinde katlettiği gibi, sonrasında da
MİT raporlarına “Türkiye’de ihtilalci Komünizmin en tehlikeli ismi” olarak geçen Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya, geçen onlarca yıla karşın hâkim sınıfların en büyük korkusu olmaya devam ediyor
Kaypakkaya ismi korku salmaya devam ediyor Kaypakkaya’nın Seçme Yazılar kitabını bulundurmak, fotoğrafını taşımak veya ismini anmak hâkim sınıfların gözünde “suçlu” olmak ve onlarca yıl hapis cezasına çarptırılmak için yeterli nedenler. Tasfiyeci saldırıların doruk noktasına ulaştığı, devrimci mücadeleye, özelde Yeni Demokrasi mücadelesine saldırıların alabildiğince pervasızlaştığı günümüzde Kaypakkaya ismini dile getirmek dâhi yıllarca hapis cezası almanıza neden olabiliyor. “Kaypakkaya” konulu davalar ise her geçen gün artıyor. Kaypakkaya’yı andıkları ve Kaypakkaya sloganı attıkları için “suçu ve suçluyu övmek”, “terör örgütü propagandası yapmak” ve “terör örgütü üyesi olmak” iddialarıyla sanatçılar Pınar Aydınlar, Mehmet Özcan ve Ferhat Tunç ile birçok DHF üyesi ve taraftarına ceza verilirken çoğunun da soruşturmaları sürüyor. “Kaypakkaya” davalarında şampiyonluğu elinde bulunduran Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Dersim’de onlarca kişiye dava açarken, birçoğuna onlarca yılı bulan hapis cezaları verdi. Dersim’de DHF’ye yönelik yapılan saldırılar da tutuklu olarak yargılanan DHF temsilcisi Evrim Konak, DHF üyeleri Murat Kur, Hıdır Yıldız, Deniz Kırbağ ve Tuğçe Özgül, “Önderimiz İbrahim Kaypakkaya” sloganı attıkları ve demokratik eylemlere katıldıkları gerekçeleriyle toplamda 56 yıl ceza almıştı. Yine Dersim’de
18 Mayıs anmasına katıldıkları ve slogan attıkları için dava açılan 7’si DHF’li 12 kişiye de 64 yıl hapis cezası verildi.. Mahkemeye çıkarılan DHF’liler yaptıkları savunmada “Bizler Erdal Eren, Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan gibi devrimcilerin de yargısız infazlarını protesto ediyoruz. Ancak sadece Kaypakkaya davaya konu edinmiştir. TC mahkemelerince yargılanması tamamlanmadan infaz edilen İbrahim Kaypakkaya için ‘suçlu’ deniyor, ancak ortada sabit bir suç yoktur, dolayısıyla bir suçlu da yoktur. Önderimiz İbrahim Kaypakkaya sloganını attık. Bizler Kaypakkaya’nın anti-emperyalist fikirlerini, bağımsız bir ülkede özgür bir halk olarak yaşama iradesini savunuyoruz” ifadelerine yer verdiler.
Aynı slogana farklı cezalar “Önderimiz İbrahim Kaypakkaya” sloganı attığı için hakkında birçok dava açılan DHF taraftarı Cömert Metin, 2010 1 Mayıs’ında attığı slogandan 1 yıl, 2011 1 Mayıs’ında 10 ay, 18 Mayıs’ta yine aynı slogandan ise, 7 yıl 1 ay hapis cezası aldı. Aldığı cezalarla ilgili düşüncesini Cömert Metin: “Aldığımız cezalar, bu ülke egemen sınıflarının Kaypakkaya’dan ne kadar korktuğunu göstermektedir” diye açıkladı. Verilen bu cezaların meşru-demokratik mücadelelerini hiçbir şekilde gerileteme-
yeceğini ise Cömert Metin şöyle belirtti: “2010 1 Mayıs’ından 1 yıl, 2011 1 Mayıs’ından 10 ay, 18 Mayıs’tan ise 7 yıl 1 ay ceza aldım. İbrahim Kaypakkaya, Türkiye-Kuzey Kürdistan komünist-devrimci hareketinin gelişmesinde çok önemli bir noktada duruyor. Devrim mücadelesine gerek ideolojik ve politik olarak, hem Kürt ulusal sorununda hem de devrimin stratejik belirlemeleri konusunda ortaya koyduğu fikirler Kaypakkaya’yı bu denli önemli kılıyor.
Çünkü 1972 devrimci çıkışında Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu programatik görüşler, sınıf mücadelesinde bir çığır açmıştır. Çeşitli demokratik eylemlerde Kaypakkaya sloganı attığımız için “terör örgütü propagandası” iddiasıyla aldığımız 1 yıl ve 10 aylık cezalar ve 18 Mayıs’tan aldığımız 7 yıl 1 aylık cezalar var. Bu durum, düzen mahkemelerinin Kaypakkaya konusundaki tahammülsüzlüğünü gösteriyor. Verilen cezaların eylemlere göre değiştiğini görmekteyiz. Bu da önemli bir çe-
y
4-5_Layout 2 4/19/12 3:52 PM Page 2
güncel haber
20-30 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü
yaşamaya devam edecek katletmeye devam etti. Roboski Katliamı devlet katliamlarının bugün yaşanan en son örneğidir. 2006 yılında görevini yaparken vurulan İlyas yoldaş, sadece bir muhabir değildi. O halkın acılarının içerisinde süzülerek gelen ve kalbi o isyanlarda atan devrimci bir kişilikti. O, safını ezilen Kürt ulusundan, emekçilerden, ezilenden yana koyan bir devrimciydi” sözlerine yer verildi. Zulmün olduğu yerde isyan etmenin meşru be-
lirtilen vurgulanan konuşmada, “Ape Musaların, Hırant Dinklerin, Metin Göktepelerin ve İlyas Aktaşların görevleri, ardılları tarafından omuzlanarak, bıraktıkları miras daha ileri taşınacaktır. Bizler halkın zulme karşı isyanına sessiz kalamayız kalmayacağız” denilerek mücadele çağrısı yapıldı. Konuşmanın ardından yapılan 1 dakikalık saygı duruşu, İlyas Aktaş ve yeni demokrasi şehitleri anısına yapılan anma sona erdi.
Aldığımız cezalar kabulümüzdür Sözlerini sürdüren Metin; “Bize verilen cezalar da bu ülkenin ne kadar faşist bir ülke olduğunun kanıtıdır. Demokratik haklar mücadelesi meşru bir mücadeledir. Ezilenlerin mücadelesi hiçbir şekilde bu tür cezalarla yıldırılamaz, aksine daha da büyüyecektir. Sadece aldığımız cezalar Kaypakkaya propagandası yapmaktan da olsa, Dersim’de son dönemlerde, özellikle Tünceli üniversitesi ile burada bir cemaatleşmenin yaratılmak istendiğini çok iyi biliyoruz. Dersim’de barajlarla coğrafyamızı yok etmeye dönük politikalarını da çok iyi biliyoruz. Bunlara karşı verdiğimiz meşru mücadele de bu cezaları almamıza bir nevi neden olmuştur. Kaypakkaya bu ülke işçileri, köylüleri, ezilen ulus ve inanç gruplarının kurtuluşlarının simgesi durumunda olan komünist bir önderdir. Bu yüzden yürüttüğümüz mücadeleden dolayı aldığımız cezalar sonuna kadar kabülümüzdür.” Dersim’de Kaypakkaya sloganı attığı için toplamda 8 yıl ceza alan bir DGH üyesi de; “Son süreçlerde hâkim sınıfların devrimci önderler üzerinde yapmak istediği birçok diziye ve filme dâhi konu ederek halk katmanlarına “iyi çocuklardı, keşke ölmeselerdi” mesajı vererek bir bütün sınıf mücadelesinden ayırma tutumudur. Bu tutum Kaypakkaya’da tutmuyor. Yaşanan saldırıları da bu açıdan okumak gerekiyor. “Elbette ki programatik görüş ve yönelimleriyle tarih sayfasına Kaypakkaya çıkışı, bu minvaldeki pratik adımları hâkim sınıflar tarafından tehlikeli görüldüğü içindir ki Diyarbakır işkence hanelerinde katledildi.
lişkidir. Kaypakkaya konusunda aldığımız bu cezaların tamamen yıldırma amaçlı olduğunu düşünüyorum. Biliyorsunuz Demokratik Haklar Federasyonu’na dönük yapılan saldırılar sonucu 5 DHF’li tutuklandı. Değerlendirilecek somut hiçbir delil olmamasına rağmen on yıllarcı bulan cezalara çarptırılmaları, kararın çok daha önceden verildiğini gösteriyor. DHF’nin Dersim örgütlülüğününson yıllardaki çalışmalarının ve kitleselleşmesinin sistem tarafından çok iyi görüldüğünü ve tamamen önünü kesmeye dönük bir saldırı olduğunu düşünüyorum.”
Günümüzde de bu tarihi çıkışı sahiplenen ilerici, demokratik, devrimci bireyler ve kurumlar “tehlikeli” olmaya devam ederken, korkunun da büyümesine neden oluyor. İleriye atılan her adım, bu adımların Kaypakkaya ideolojisiyle bütünleşmesi tabii ki de sistemi korkutacaktır. Bundan doğal bir durum yoktur. Kendi varlığını ortadan kaldıracak sistemin savunucularına karşı gerçekleştirilen katliamlar, tutuklamalar, baskılar hâkim sınıfların-sınıf mücadelesinin doğası gereğidir.” diyerek devletin dün olduğu gibi bugün de Kaypakkaya korkusunun devam ettiğine vurgu yaptı.
Korkularını büyütelim Hakim sınıflar cephesinden ezilen, emekçilere yönelik saldırıların yoğunlaşarak arttığı, sisteme karşı sesini yükselten herkesin türlü baskılarla sindirilmeye çalışıldığı bu dönemde, Kaypakkaya’nın ortaya koymuş olduğu, teorik-pratik hattı rehber edinerek faşizmin korkularını büyütmek sisteme verilecek en iyi cevaptır. Fabrikalarda, tarlalarda, sokaklarda devletin bütün saldırılarına inat önder İbrahim Kaypakkaya’nın izinden yürümenin adıdır mücadele.
05
40. yılında
Kaypakkaya çizgisini güçlendir MKP Dava TutsaklarıMaoist Komünist Partisi’nin 40. kuruluş yıl dönümü nedeniyle bir açıklama yayınladı MKP Dava Tutsakları Maoist Komünist Partisi’nin 40. kuruluş yıl dönümünü selamlayan bir açıklama yaptı. Açıklamada şu ifadeler kullanıldı: “Dünyada üreten ve tüketenlerin, zengin ve yoksulların, sömüren egemenler ile sömürülen işçi, emekçi, köylü, geniş halk kitleleri arasındaki uzlaşmaz çelişkisi üzerinde sınıf savaşımı devam ediyor. Barış ve özgürlük söylemleri altında emperyalizm yerli uşaklarıyla dünyanın ezilen uluslarına ve sömürülen halklarına kan, ölüm ve açlık taşımaya devam ediyor. Çağımızda emperyalist halkayı kıracak, yeni gedikler açacak ve enternasyonal komünist harekete güç katacak tek yol proletarya diktatörlüğü yoludur. Proletaryanın partiden başka aracı yoktur. Devrim olmaksızın işçi sınıfı, emekçi, köylü ve geniş halk kitlelerinin özgürleşme olanağı asla yoktur. Açıktır ki, iktidar hedefi taşımayan tüm akımlar egemen sınıfların hizmetinde devrim mücadelesini yolundan saptırma, güçsüzleştirme ve yozlaştırma aracı haline gelmişlerdir. Türkiye- Kuzey Kürdistan’da proletarya diktatörlüğü ilkesine bağlı olarak 24 Nisan 1972’de yükseklere kızıl bayrak çekildi. Önderimiz İbrahim Kaypakkaya MLM ideolojik kavrayışla, tutarlı devrimci pratiğin iradesi oldu ve proleter devrimci iktidar kıvılcımını çaktı. Halk Savaşı’nın ilk mermisini attıklarında, aynı zamanda engellenemez bir mücadelenin kanla yoğrulacak geleceğinin, halk kitlelerinin ellerinde bedellerle yaratılacağının da bilincini ve pratik kararlılığını da tarihe kaydettiler. Her sorunu proletarya diktatörlüğü bakış açısından değerlendirme zorunluluğunu tüm teori ve duruşuyla ortaya koyan önderimiz İbrahim Kaypakkaya, Parti’mizin devrim yürüyüşündeki kararlı çizgisini hiçbir kuşkuya
yer bırakmayacak şekilde netleştirmiştir. Oportünizm, tasfiyecilik ve yalpalamanın proleter hareketi zehirlediği günümüzde partimizin doğuşunu ve tüm kuşatmalara karşı büyük bedellerle ısrarlı mücadelesini nasıl ileriye taşıdığının çok iyi bilinmesi bir görevdir. Nasıl ki, Kaypakkaya yoldaş; TKP oportünizmine, devrimcilik adına Kemalizmi kutsayanlara, parlamento yoluyla özgürlük geleceğini söyleyenlere, askeri darbelerden halk adına yarar bekleyenlere; Kemalistleri küçükburjuva devrimcisi görenlere, tüm sınıfları bütünleştirip emperyalizme karşı mücadele edeceğini söyleyip özünde (komprador) işbirlikçi burjuvaziye yedeklenenlere meydan okuyarak partimizin enternasyonal kızıl bayrağını yükseklere çektiyse, günümüzde de partimiz; oportünist ve tasfiyeci akıma karşı devrimci iktidar uğruna mücadelesini aynı ısrarla sürdürecektir. Sınıf savaşımı ölümcül yasalarıyla ilerliyor, bu nedenle muğlaklık taşımaz. Herkesin yeri bellidir. Savaşan ve özgürleşen kadın kimliği Meral Yakar’dan Barbara, Solmaz, Yeter ve Bernalarla anlam bulduğu gibi; Vartinik’ten Ali Haydar Yıldız’dan 17’lere uzanan tarihi kesitte can ve kanla yoğrulan, bedellerle sürdürülen Halk Savaşı ısrarı da devrim amacında anlam bulmaktadır. Dağda, şehirde savaşmanın, işkencelerde, hapishanelerde direnmenin devrimci hedefi aynıdır. Faşist diktatörlüğün hiçbir değişim, demokrasi ve reform vaatleri devrim yürüyüşünü durduramaz. Partimizin net ve açık olan MLM ideolojisi, tarihi pratiği günümüzde görevlerimize daha fazla sarılmamızı emrediyor. Devrim hedefini bir kenara bırakanların aksine Türk, Kürt, çeşitli azınlıklardan halkımızın tek kurtuluşunun devrimde olduğunu söylemeye ve bu uğurda savaşmaya devam edeceğiz. Mücadele bayrağını bedel ödeyerek elden ele taşıyan tarihi direnişler ve değerler yaratan şehit yoldaşlarımıza saygılarımızı sunarak Partimizi 40.yılında selamlıyoruz.
6-7_Layout 2 4/19/12 4:42 PM Page 1
06
güncel haber
Halkın Günlüğü 20-30 NİSAN 2012
Avukat görüşleri Açlık grevleri ölüm sınırında Ülke genelinde PKK ve PJAK’lı tutsakların hapishanelerde ve Avrupa’da başlattığı açlık grevleri kritik günlere girdi “Öcalan’a özgürlük, siyasi ve askeri operasyonların son bulması” gibi talepler doğrultusunda Türkiye-Kuzey Kürdistan hapishanelerinde ve Strasbourg’da başlatılan açlık grevleri kritik günlere girdi. Hapishanelerde bulunan PKK ve PJAK’lı tutsakların “PKK Lideri Abdullah Öcalan’a özgürlük, siyasi ve askeri operasyonların son bulması, anadil önündeki tüm engellerin kaldırılması, Kürtlere statü” talepleriyle 15 Şubat’ta başlattıkları süresiz, dönüşümsüz açlık grevleri devam ediyor. Açlık grevlerinde ölüm sınırına gelen tutuklular 66. günü geride bıraktı.
Demirtaş: CTP’nin sessizliği manidardır Partisinin grup toplantısında hapishanelerde süren açlık grevine değinen BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “Talepleri İmralı’da tecridin son bulması, müzakere ile barış sürecine geçilmesi ve yeni anayasada Kürtlerin haklarının verilmesidir. Strasburg’da 15 açlık grevcisi ölüm sınırına dayanmış durumda. Hükümetin ve AB kurumlarının sessizliği manidardır. Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT)’nin sessizliği de manidardır. İşkence konusunda artık Avrupa’nın bazı kurumlarının hükümetle suç ortaklığı yaptığı görülmelidir. AB temsilcileri Türkiye’deki durumu doğru görmeli ve kendi kurumlarını doğru bilgilendirmelidir. AB konseyi ve CTP aksi takdirde suç ortağıdır. İşkenceyi Önleme Komitesi bu işkenceye ortaktır diyeceğiz” şeklinde konuştu. Hapishanelerde sistematik bir işkencesinin olduğunu söyleyen
Demirtaş, “Sincan, Tekirdağ, Osmaniye ve Şakran cezaevleri sistematik işkence yeridir”dedi.
Açlık grevi kritik günlerde Fransa’nın Strasbourg kentinde 15 eylemcinin sürdürdüğü süresiz, dönüşümsüz açlık grevi 51. gününe girerken eylemcilerin sağlık durumları kritik aşamaya geldi. Eylemcilerden 4’ünün durumu ise ciddiyetini koruyor. Buna karşı eylemcilerin taleplerinin muhatabı konumundaki Avrupa Konseyi, CTP ve diğer kurumlar hala sessizliklerini koruyor. 15 eylemci, açlık grevlerinin kritik aşamasında Avrupa Konseyi’ni harekete geçmeye, halkı da “daha sonuç alıcı demokratik eylemlere” çağırdı. Kamuoyuna duyarlılık çağrısı yapan eylemcilerin açıklaması söyle: “Sağlık sorunlarımız her gün biraz daha derinleşerek devam ettiğini, bazı arkadaşlarımızın sağlık sorunları daha da ciddi bir noktaya ulaştğını vurgulamaya bile gerek yok. Başlatmış olduğumuz eylem insanlık onurunun zedelenmesine izin vermeme, Kürtlerin onuru, iradesi olan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın özgürlüğüne kavuşturma eylemidir. Başlatığımz bu süreç Avrupa Konseyi ve diğer uluslararası kurumların görev ve sorumluluklarının gereklerini yerine getirme süreci olarak da ele alınmalıdır. Kısacası taleplerimiz oldukça insancıldır, haklıdır., hukuka ve uluslararası normlara uygundur. Kürtler adalet istiyor, hak ve hukuk istiyor, tüm bunların bileşkesi olan statü talebinde bulunuyor ve Öcalan’a özgürlük istiyoruz. Gelinen kritik aşamada, artık halkımız eylemi sahiplenmelidir.” Avrupa’da yapılan açlk grevine destek olmak için Avrupa‘nın çeşitli ülkelerinde pek çok sayıda eylem ve etkinlikler düzenlendi.
Aralarında Mahmut Alınak, Doğan Erbaş, Yaşar Kaya ve gazeteci Cengiz Kapmaz gibi isimlerin de bulunduğu, büyük kısmı Abdullah Öcalan’ın avukatlarından oluşan 50 kişi hakkındaki ikinci KCK İddianamesi İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. İlkinde olduğu gibi ikinci iddianamede de “delil”den çok, iddianamenin dayandığı siyasi mantık ön plana çıktı. Zira delil olarak gösterilen e-posta yazışmaları, telefon dinleme tutanakları ve notların çok büyük bir bölümü ya avukatlarla Öcalan arasında İmralı Hapishanesi’nde devlet gözetiminde gerçekleştirilen görüşmelerde aynen konuşulan konular ya da şüphelilerin basında da dile getirdikleri hususlar.
Öcalan’ın her sözü "talimat" Temel dayanağı avukatların Öcalan’la görüşmelerinin tutanakları olan ikinci KCK iddianamesi, Öcalan’ın avukatlara söylediği her sözü bir “talimat” ve “eylem hazırlığı” olarak kodluyor. İddianamenin bu şekilde kurduğu mantığın bir örneği de Öcalan’ın Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’ndan seçimlere giren bağımsız aday gösterilmesiyle ilgili. Öcalan 4 Mayıs 2011’de yapılan görüşmede avukatlarına şunları söylüyor: “Batı'daki Türkiye kamuoyundaki çalışmaların yapılması, geliştirilmesi önemlidir. Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü ve diğerlerine selamlarımı söyleyin. Bu konuda onlara önemli sorumluluklar düşüyor. Bunun farkında olsunlar, çalışma-
larını genişletsinler, birliği sağlasınlar. Ertuğrul Kürkçü'ye özel selamlarımı söyleyin. Bu tarihi sorumluluktur. Bu onlar için de iyi bir fırsattır, tarihi rollerini oynasınlar.” Savcılar, avukatların tuttuğu bu görüşme notunu, sonuna “şeklinde Öcalan’ın talimatlar verdiği” ifadesini ekleyerek iddianameye alıyor.
"Kapalı/illegal iletişim ağı" İddianamede yer verilen “delillerin” büyük bir bölümü avukatlarla PKK yöneticileri arasında geçtiği iddia edilen elektronik yazışmalar. İddianame sürekli olarak “kapalı/illegal” bir iletişim ağına atıfta bulunarak bu yazışmaları aktarıyor. “Kapalı/illegal” denilen yazışmalar ise tamamı “yahoo” uzantılı bazı elektronik posta adreslerinin taslaklar bölümüne kaydedilen metinler. Bu “taslaklar”ın neredeyse tamamının Öcalan’la yapılan görüşmelerde aynı şekilde gündem olması dikkat çekiyor. Yani “illegal iletişim ağı” vasıtasıyla kurulan temaslarla, devletin gözetimi altında yapılan görüşmelerin içeriği aynı. Bu mantıkla devlet de “kapalı/illegal iletişim ağı”nın bir parçası oluyor. Çünkü Öcalan ve avukatlar arasındaki görüşmelerin hepsi kayıt altına alınıyor.
"Asrın Hukuk Bürosu KCK’nın bir parçası" İddianamede öne sürülen bir diğer iddia da Öcalan’ın avukatlarının bağlı olduğu Asrın Hukuk Bü-
Büyük bölümü Abdullah Öcalan’ın avukatlarından oluşan 50 kişi hakkındaki ikinci KCK iddianamesi, İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. İddianame büyük ölçüde avukatların Öcalan’la İmralı'da yaptıkları görüşme notlarından oluşuyor
HPG gerillaları ile Türk ordusu Devletin Kürt ulusal hareketine karşı başlatmış olduğu imha ve inkar politikasını her alanda hayata geçirmeye devam ediyor. Asılsız iddianamelerle “KCK” adı altında onlarca kişiyi tutuklayan Türk devleti, baharın gelmesiyle birlikte kırsal alanlarda da operasyonlarını yoğunlaştırarak gerillaya dönük saldırılarına hız verdi. Baharın gelmesiyle birlikte yaşanan çatışmalarda 2 gerillanın şehit düştüğünü duyuran HPG-BİM yaptığı açıklamayla, Şırnak Uludere’de 7, Amasya’da 4, Kars Kağızman’da 6 askerin öldüğünü duyurdu. Şırnak'ın Uludere İlçesi kırsalında TC askerleriyle gerillalar arasında çatışma çıktı. Çatışmada 2 uz-
man çavuş öldü, 3 asker de yaralandı. HPG Basın İrtibat Merkezi (HPG-BİM), Şırnak’ın Uludere İlçesi’nde 12 Nisan sabahı yaşanan çatışmayla ilgili açıklamada yaptı. Gerilla güçlerinin, sabah saat 07.00’da operasyona çıkan Sinek sınır karakoluna bağlı 20 kişiden oluşan Türk ordu birliğine yönelik bir eylem gerçekleştirdiği belirten HPG-BİM, eylemin sonuçları konusunda şu bilgileri verdi: “Gerillalarımız tarafından gerçekleştirilen eylem sonucunda 7 işgalci TC ordusu askeri öldürülmüş, 3 asker ise yaralanmıştır. Ayrıca işgalci TC ordusuna ait 1 adet melez (HK-33) tipi ferdi silaha da gerillalarımız tarafından el konulmuştur.”
6-7_Layout 2 4/19/12 4:42 PM Page 2
20-30 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü
güncel 07
i iddianame oldu rosu’nun KCK’nın bir parçası olduğu yönünde. Abdullah Öcalan’ın hukuk bürosuyla ilgili yaptığı öneriler ise bu iddianın temel dayanağı olarak gösteriliyor. Avukatlara karşı delil olarak kullanılan belgeler arasında avukatların müvekkilleri Öcalan’la görüşmek için Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdikleri dilekçelerin de bulunması dikkat çekiyor. Halen tutuklu bulunan gazeteci Cengiz Kapmaz’ın 2010 yılında T24 haber portalına verdiği röportajda Asrın Hukuk Bürosu’nun KCK yapılanmasının bir parçası olduğu iddiasına delil olarak sunuluyor. Kapmaz röportajda kendisini Öcalan muhabiri olarak tanımlıyor ve en önemli haber kaynağının da Öcalan’ın avukatları olduğunu belirtiyor. Savcı tarafından “Öcalan’ın avukatları” kısmının altı çiziliyor.
BDP’ye yönelik suçlama İddianame boyunca BDP’ye suçlamalar yöneltiliyor. Bu suçlamaların siyasi bir özeti, iddianamenin giriş kısmında şu şekilde verilmiş: “PKK, KCK/TM, yandaş oluşumlar ve BDP’nin, demokratik özerklik ilan edilmesi çerçevesinde yürüttüğü faaliyetler ele alındığında, öncelikli olarak özerklik talebine zihinsel bir hazırlık oluşturulmaya çalışıldığı, bu kapsamda yapılacak eğitim faaliyetleri ve akademik çalış-
malarla, “Demokratik Özerkliğin son derece makul, Türkiye’nin sosyal, siyasal ve ekonomik yapısına uygun, diğer toplumlarca da kabul gören bir talep” gibi lanse edileceği ve başta yandaş kitle olmak üzere bölge halkına benimsetilmeye çalışılacağı, (…) Özetle Demokratik Özerklik’in, terör örgütünün Birleşik Bağımsız Kürdistan kurma hayaline yönelik stratejisinin günümüze yansıması olduğu, “Yerel birimlerin güçlendirilmesi ve idari yapıda özerk yönetimlerin tesisi, bölgede emniyet ve adalet hizmetlerinin ortak olarak yürütülmesi vb.” taleplerin arka planında da önce özerk daha sonra Birleşik Bağımsız Kürdistan’ın kurulması hedefi açıkça görüldüğü, Terör örgütü açısından Demokratik Özerkliğin sürekli olarak gündemde tutulmasının, örgüt üst yönetimi tarafından ilan edileceği açıklamaların, BDP ve müzahir gruplarca masumane politik talepler gibi sunulmasının özellikle müzahir kitlelerin zihinsel hazırlığı ve kamuoyunun içselleştirmesi açısından önem arz ettiği ve bu nedenle sürekli olarak kamuoyu meşgul edildiği, (…)” KCK saldırıları kapsamında Kürt ulusal hareketini bir bütün kıskaca alıp tasfiye etmeye yönelen devletin faşist mantığı son iddianameyle kendisini bir kez daha gösteriyor.
UFUK ÇİZGİSİ
EMPERYALİZMİN SURİYE OYUNLARINI BOZALIM
E
mperyalizmin olduğu yerde katliam, kıyım ve kan eksik olmaz. Çünkü emperyalizm kanla beslenir. Azami kara bağlı olarak emek ve alın teri gaspına dayalı sömürü ve özellikle de bunun ulusal sınırlara sıkışmış hali emperyalist sistemin ayakta kalması için yetmez. Dolayısıyla kıyım ve kırımlar pahasına uluslararası arenaya düşen ilhak, işgal ve savaşlar gerçeği emperyalist saldırganlık, emperyalizmi tamamlayan unsur olarak sömürgecilik serüveniyle at başı gider. Emperyalizm, emperyalist sistemin varlığını sürdürmesi uğruna siyasi alanda komplo ve provokasyonlara koşut olarak, acımasız baskı ve zulüm uygulamasına tereddütsüz gözü karalıkla başvurur. Emperyalist saldırganlık belirgin karakteridir onun. Onun (yani emperyalizmin) savaş, kriz, bunalım ve burhan olduğu, tarihi tecrübe ve sosyal pratikler tarafından ispatlanmış katıksız doğrulardır. Emperyalizm hakkında eksik de olsa yaptığımız bu tarife karşı çıkıp emperyalist gericilik lehine tersini iddia edenler açık bir paradoks içindedirler. Emperyalizmin özetlediğimiz karakteri ve kanlı yüzü, tüm geçmişiyle kanıtlı olduğu gibi, bugün Suriye’de en çıplak biçimiyle gözler önüne serilmiş durumdadır. Suriye’de yaşanan çatışmalar, gerçekleştirilen katliamlar ve yaşanan tüm vahşet emperyalist güçlerden bağımsız olmadığı gibi, emperyalist gericiliğin içinde yaşadığı dalaşın doğrudan ürünüdür.
arasında çatışmalar Yol kontrolünün ardından çatışma çıktı Kars'ın Kağızman İlçesi'nde 13 Nisan günü HPG gerillalarının yol keserek propaganda eylemi yaptıktan sonra operasyon başlatan T.C ordusuyla HPG gerillaları arasında çatışma çıktı. “13 Nisan günü saat 09.00 sularında gerillalarımız tarafından gerçekleştirilen eylem sonucunda düşmanın 6 kişilik kontra birimi gerillalarımız tarafından imha edilirken, iki kola yönelik olarak gerçekleştirilen eylem sonucunda düşmanın ölü ve yaralılarının sayısı tarafımızdan netleştirilmemiştir” dendi.
Askeri araca saldırı Amasya’da 9 Nisan günü merkeze bağlı Çiğdemli Köyü Zana Köprüsü’nden geçmekte olan Türk ordusuna ait askeri araca gerillalar tarafından eylem gerçekleştirildi. HPG, söz konusu eylemde 4 askerin öldüğünü duyurdu. Eylem ardından Türk ordusu bölgede geniş çaplı operasyon başlattı. Operasyon sonucu merkez bağlı Ormanözü kırsalında çıkan çatışmada 2 HPG gerillası yaşamını yitirdi. Yaşamını yitiren gerillalar memleketlerinde binlerce kişinin katıldığı defnedildi.
bakış can
Emperyalizmin Suriye’ye her türlü müdahalesi ve Suriye’deki her türlü varlığı Suriye’nin içişlerine müdahalenin de ötesinde işgalin bir biçimidir ve her biçimiyle gericidir. Bugün Suriye’de silahlı çatışmalarda birbirini katleden Suriye halkı ve askeri olsa da, onları bir birine kırdıran emperyalist güçlerdir. Dahası, Suriye şahsında yaşanan çatışma, esasta emperyalist dünya gericiliğinin başını çeken emperyalist aktörlerdir. Daha açık ifadeyle söylersek, Suriye’de yaşanan savaş özünde ABD emperyalizmi ile Rus emperyalizmi arasında yaşanan bir savaş ve ‘’bilek güreşidir.’’ Karşılıklı emperyalist haydutlar bir taraftan rakiplerinin güçlerini sınamakta, diğer taraftan da ülkedeki tahakküm ve egemenlik ‘’hakkını’’ düzenlemektedirler. Ama insanların yaşamları, Suriye’nin kaos ve iç savaşa sürüklenmesi pahasına… Emperyalist baş aktörlerin Suriye’deki varlığı ve aralarındaki dalaş ve çatışmalarını Suriye üzerinden
sürdürmesi sonuna kadar haksız olup vahşice bir politika iken; başta ‘’TC’’ devleti olmak üzere, bölgedeki Arap ülkelerinin efendilerine hizmet için yarışırcasına Suriye’ye karşı saldırgan tutuma girmesi ve Suriye’de ayaklanan muhalif kesimi fiilen destekleme ve Esad’a yönetimi bırakma çağrısı gibi baskılar uygulayarak müdahalelerde bulunmaları emperyalist saldırganlıktan farksızdır. Zira emperyalist aktörlerin verdiği görevler yerine getirilmektedir. Emperyalist komplolar, kışkırtmalar ve gerici müdahalelerin maşası durumundaki bu güçlere karşı da, emperyalist müdahaleye karşı alınan tavra paralel tavır alınmak durumundadır. Ki, bu görev oldukça önemlidir. ‘’TC’’ devletinin Suriye’ye girme-işgal tehditleri çok boş değildir. Elbette, Rusya’nın açıktan Suriye-Esad yanlısı olarak ortaya koyduğu tavır, ABD ve onun piyonu olan ‘’TC’’ devleti, AKP iktidarını düşündürerek üzerinde bir baskı oluşturmaktadır. Bugüne kadar açıktan işgal anlamında müdahalenin gerçekleşmemiş olması tam da Rusya’nın bu rolü ve tavrından ötürüdür. Fakat bütün bunlar ABD’nin sonuna kadar Rusya’nın tavrına veya BM’de Rusya ile Çin tarafından ortaya konan şerhlere bağlı olarak geri duracağını anlamına gelmez. Elbette Rusya da Çin de önemli aktörlerdir. Ancak, daha önceki pratiklerden de anlaşılacağı ve görüldüğü üzere, gerektiğinde ABD emperyalizmi BM kararına ihtiyaç duymadan çıkarları doğrultusunda işgaller ya da müdahaleler gerçekleştirmektedir. Hiç şüphesiz ki, ABD’nin Suriye’ye dönük askeri hareket girişimi veya müdahalesi söz konusu olacaksa, bunda ‘’TC’’ devleti büyük bir rol oynayacaktır. Hali hazırda AKP iktidarı Suriye’ye müdahale etmenin alt yapısını önemli oranda oluşturmuş durumdadır. Ancak ABD ile Rusya arasında durum hala tam netleştirilmediğinden, AKP iktidarının söylemlerinin tek bir kıymeti bile yoktur. Rusya ile ABD arasındaki pazarlık veya anlaşmalardan sonuç alınmaz ve süreç tıkanırsa, askeri müdahale büyük olasılıkla devreye girecektir. Ki, Rusya’ya rağmen bir askeri müdahale çok da kolay olmayacaktır. Ama bu ihtimal yabana atılacak bir ihtimal değildir. Tam da burada ‘’TC’’ devletine görev düşecektir. Dolayısıyla şimdiden (ki, asla erken sayılmaz, bilakis geçtir bile), Suriye’ye yapılacak müdahaleye karşı kampanyalar yürütülüp işgalcilik ve haksız savaş teşhir edilmelidir.
8-9_Layout 2 4/19/12 4:16 PM Page 1
08 emek haber
Halkın Günlüğü 20-30 NİSAN 2012
Kartal’da Taşeron İşçileri Taşeron İşçileri Kurultayı Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP) tarafından Kartal’da örgütlendi. Kurultayda taşeron çalışmanın işçi ve emekçilerin yaşamı üzerindeki etkileri ve taşeronlara karşı mücadele yöntemleri tartışıldı Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP) tarafından örgütlenen Taşeron İşçileri Kurultayı açılış konuşmasının okunmasıyla başladı: “Taşeron sistemi zulümdür. Taşeron sistemi bizleri hiçleştirmekte ve nesne haline getirmektedir. Taşeronluk sistemi geleceğimizin gasp edilmesidir. Taşeronluk sistemi sigortasız, sendikasız çalıştırmadır. Taşeron sistemi şirket üst işverenini zengin etmekte, toplumu açlığa mahkum etmektedir. Taşeronluk geleceğin gaspıdır. Her gasp gibi taşeronluk özünde bir suçtur…” ifadeleri kullanıldı. Devrim şehitleri için yapılan saygı duruşunun ardından taşeron çalışmanın anlatıldığı sinevizyon gösterimi yapıldı.
Taşeron çalışma sistemi işçi sınıfının örgütlenmesini engelliyor Kurultay Komitesi adına Ersin Özdemir bir konuşma yaparak, taşeron çalışmanın işçilere kölece yaşamı dayattığını ifade etti. İşçi sınıfının örgütlü mücadelesinin önemli olduğunu dikkat çeken Özdemir konuşmasını: “Taşeron çalışma Tuzla’da olduğu gibi yüzlerce işçinin ölmesi demektir. Metal işçisinin kolunu kaybetmesi demektir. Taşeron çalışma güvenceden yoksun olarak çalışmak demektir.” sözleriyle bitirdi. Direnişte olan Elta işçileri, Bilişim işçileri, Metal işçileri, Kartal Belediyesi taşeron işçileri, İnşaat işçileri, kürsüye gelerek yaptıkları konuşmalarda, çalıştıkları iş yerlerinde taşeronlaşmanın giderek yaygınlaşan uygulamalarına dikkat çekerek, bu durumun işçi sınıfının yaşamı üzerine etkilerini anlattılar. İşçi sınıfına kölece yaşamı dayatan taşeronlara karşı örgütlü mücadelenin önemine vurgu yapan konuşmalar yaptılar. Kurultayda çeşitli illerden taşeron işçilerinin gönderdiği mesajlar da okundu.
‘CHP’nin yüzünü gördük’ Maltepe Belediyesi Taşeron İşçileri adına bir konuşma yapan İlhan Yıldırım, Maltepe Belediyesi önünde 120’li günleri bulan direniş süreçlerini
anlatarak, mücadelede kazandıkları deneyimlerini işçilerle paylaştı. Direnişleri sırasında; CHP’nin halk düşmanı yüzünün iyice teşhir olduğunu ifade eden Yıldırım, Belediye Başkanı Mustafa Zengin’in direniş karşısında önce acizleşerek işçilere saldırdı, sonra geri adım atarak, işten atılan 9 işçiyi yeniden işe almayı kabul ettiğini anlattı. Sendikal bürokrasiye karşı da mücadeleyi yükselttiklerini açıklayan Yıldırım konuşmasını: “Örgütlü ve kararlı mücadelemiz kazanımı getirdi. Mayanın tutmadığı yerde, biz direnerek kazandık” sözleriyle bitirdi. Kurultay sırasında BDSP adına bir konuşma yapılarak taşeron çalışma sistemi üzerine bilgiler verildi. Taşeronlara karşı işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin önemine vurgu yapıldı. 70 gündür direnişte olan Hey Tekstil işçisi, 420 işçinin işten atıldığı fabrikada, aylardır maaşlarını alamayan işçilere haklarını vermeyen Hey Tekstil patronu Süreyya Bektaş’ın, mal varlığını yakınlarına devrederek işçileri oyaladığını belirtti. Direnişteki işçi, burjuva basın-yayın organlarının tavrını protesto ederek Kanal D, Show TV, ATV gibi kanalları aradıklarında: “Orada bir yaralama ya da ölüm var mı? Eğer varsa gelelim” denilerek direnişlerinin görmezden gelindiğini açıkladı. “Örgütlü mücadele ederek kazanacağız. Bundan başka şansımız yok. Ancak direnirsek kazanırız.” diyen işçi, salondaki işçilerden alkış aldı.
Kürsü işçilerindi Kurultaya, İstanbul’un çeşitli semtlerinden gelen taşeron işçileriyle direnişte olan işçiler katılırken, yapılan konuşmalarda işçilere geniş yer verilmesi de kurultayın dikkate değer yanlarındandı. Bu yıl birincisi düzenlenen Taşeron İşçileri Kurultayı, çeşitli iş kollarından işçilerin geniş katılımının olduğu bir kurultay olmasının yanı sıra, taşeron firmalarda çalışma koşullarının işçi sınıfının yaşamına etkileriyle taşeronlaşmaya karşı mücadele yöntemlerinin tartışıldığı bölümleriyle de, verimli bir çalışmanın önünü açtı. Sanatçı Pınar Aydınlar da sahneye çıkarak ezgilerini kitleyle paylaştı. Yeni Demokratik Sendikal Birlik de, kurultaya katılarak destek verdi. Maltepe Belediyesi Taşeron İşçileri ile inşaat işçilerinden taşeron çalışma sisteminin işçi sınıfına dayattığı uygulamaları ve bunlara karşı mücadele yöntemleri üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
İşçiler, ‘Taşeron f Taşeron çalışma sistemi nedir? Taşeron firmalarda çalışma koşulları yaşamınızı nasıl etkiliyor?
Murat Karameşe (Maltepe direnişçisi) Taşeron sistemi köleliktir. Taşeronluk ölümdür. Taşeronluk insanları basitleştirmek yani işçi sınıfını yok saymaktır. Taşeron firmalar işçilere belli ücretler veriyor ancak işçileri cumartesi, pazar ve bayramlar da dahil olmak üzere çalıştırıyor ve haklarını ödemiyor. Taşeron işçilere, belediye meclis üyeleri ve başkan yardımcıları, kendi özel işlerini yaptırıyor. Bu uygulama karşısında hiçbir hak talep edemiyorsun. İşini kaybetme kaygısı yaşayan arkadaşlarımız var. Bu yüzden bu tür uygulamalar yay-
gın olarak devam ediyor. Bugün de burada olmamızın nedeni, bu uygulamalara son vererek, taşeronluk sistemini kaldırmak. Biz Maltepe Belediyesi Taşeron İşçileri olarak, taşeron sisteminin kaldırılması için mücadele ederek bir ateş yaktık. Yaktığımız bu ateşi daha da büyüteceğiz.
Cemal Genceldi (Maltepe direnişçisi) Taşeronda çalışırken bizim gecemiz gündüzümüz belli değildi. Normalde imzaladığımız sözleşmelerde cumartesi, pazar tatil diyorlar, ama böyle bir uygulama yok. Bizim sektörde cumartesi, pazar fark etmez, her gün çalışma var, bizi ararlar ve iş var gel derler. Gideriz. Eğer ‘gelmem’ dersek işten atılmakla tehdit ediliriz. Taşeronluk sisteminde var olan çalışma koşullarımız
Onların zenginlikleri işçilerin Patron-ağa devleti emperyalist efendilerine taşeronluğunu; işçilerin ölümlere üzerinden sağladığı karla düzeni devam ettiriyor. İş ve işçi güvenliği sorunsalının sürekli gündemde olduğu ve azami kar hırsı için sömürünün muazzam derecede uygulandığı Türkiye-Kuzey Kürdistan’da her ay onlarca işçi “iş kazaları” sebebiyle yaşamını yitiriyor. Hakim sınıflar tarafından “kader” denilerek geçiştirilmeye çalışılan ve ölen iş-
çilerin ailelerine “kan parası” adı altında verilen rüşvetlerle meselenin üstü kapatılmaya çalışılıyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin 2012 raporlarına göre sadece ilk 3 ay içerisinde 163 işçi “iş kazalarında” hayatını kaybetti. Mart ayında 59 işçinin hayatını kaybettiği bu sömürü koşullarında, Nisan ayında yine onlarca işçi güvencesiz ve iş güvenliğinden yoksun çalıştırılmalarının bedelini hayatlarıyla ödedi. Nisan ayının sadece ilk haftalarına bakıldığı zaman dahi onlarca işçinin güvencesiz, tedbirsiz çalışma koşullarına kurban edildiği
görülecektir. Özellikle çalışma koşullarının en ağır olduğu maden, inşaat vb işkolların da ölümlerin sıkça yaşanması tesadüfü değildir. Eskişehir’de, Karadeniz Maden Şirketi’ne ait bir madende meydana gelen patlama sonucu 4 işçi hayatını kaybetti. Elazığ’ın Maden İlçesi’nde 9 Nisan tarihinde akşam saatlerin de yaşanan fırtına ve ardından oluşan hortum, karayolu inşaatında çalışan 6 işçinin ölmesine, 7 işçinin de yaralanmasına neden oldu. Maraş-Kayseri Karayolu’nda 13 Nisan günü bir kot boyama fabrikasının buhar sisteminde meydana gelen patlama sonucu fab-
8-9_Layout 2 4/19/12 4:16 PM Page 2
emek haber
20-30 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü
Kurultayı yapıldı
09
BOSCH işçisine “sendikal” saldırı BOSCH Fabrikası’nda çalışan işçiler, Türk Metal-İş Sendikası’ndan istifa ederek Birleşik Metal-İş Sendikası'na üye oldu.
sistemi köleliktir’ kölece, hiçbir güvencemiz ve güvenliğimiz söz konusu değil. Kısaca şunu ifade edersek, taşeron firmalar işçisinin sağlığını ve güvenliğini değil, kendi geleceklerini yani kar hırslarını düşünüyor ve bize kölece çalışma koşullarını dayatıyorlar.
İlhan Yıldırım (Maltepe direnişçisi) Taşeronluk sistemi başlı başına 21. yüzyıl kölelik sistemidir. Kuralsız, güvencesiz, düşük ücretle çalıştırmanın, işten atılmanın, aç bırakılmanın, sendikasızlaştırmanın ve sigortasız çalıştırmanın adıdır taşeronluk. Yani taşeronluk sistemi bir cehennemdir. Düşünün geçtiğimiz yıl içerisinde ölen işçi sayısı 1500 civarında resmi rakamlara göre. Bu 1500 işçinin yaklaşık 1000 tanesi taşeron işçisidir. Size tersanelerde çalıştığım dönem tanık olduğum bir olayı anlatayım. Tuzla GEMSAN tersanesinde çalışıyoruz, bir arkadaşımız düşmüş ve ölmüş. 6 ay sonra gemi kalkıyor, geminin üstüne çıkmış olduğu havuz. 6 ay önce düşüp ölen arkadaşımızın cesedi çıkıyor, o kadar ağır koşullarda çalışıyoruz ki, arkadaşımızın düştüğünden haberimiz yok. Kimse bu adam nerede, niye işe gelmiyor, niye çalışmıyor
diye sormuyor. Havuzun altına cesedi yapışmış. İşte anlattığım bu olay taşeronluk sisteminin gerçek yüzüdür. Biz bu gerçekliğe karşı direndik ve kazandık. Ancak taşeronluğa karşı mücadelemiz her zaman devam edecek. Kölece çalışma koşullarına son vereceğiz.
f İş cinayetlerinin taşeron firmalarda bu kadar yaygın olmasının nedeni nedir sizce?
Ali Doğan (İnşaat işçisi) Benim bulunduğum inşaat sektörü taşeron çalışma sisteminin en ağır biçimde bulunduğu alan. Ağır iş kolu olarak geçiyor. İnsanın kafasına bir baret takmakla, insana bir demirli ayakkabı giydirmekle iş güvenliği önlemi alınmaz. İşçilerin yaşam koşullarını düzeltmediğiniz sürece, iş cinayetlerinin önüne geçemezsiniz. Günlük birkaç iş kazasının yaşandığı bir sektörden geliyorum. Gözümün önünde arkadaşımın üzerine kalıp düştü, 22’inci kattan. O günkü meteorolojik verilere göre, saatte 60 km hızla esen rüzgarda 22. katta kule vinçle kalıp sökülüyordu. Arkadaşımız bu koşullarda çalışmaya zorlandı.
ölümleriyle sağlanıyor rika işçilerinden Erkan Gölge, İlhami Çetin, Çelebi Başkurt ve Mahmut Nuri Özgener hayatını kaybederken 10 işçi ise yaralandı. Yine Adana’da 17 yaşındaki Abidin Atalay, Tekirdağ’daki fabrika işçisi Gökhan Genç, Bursa da vinç operatörü İbrahim Avcı ve onlarcası güvencesiz tedbirsiz ağır iş koşullarında çalışmaları sonucu hayatlarını kaybetti. Urfa ve Malatya’da aynı ihmallerle işçiler hayatını kaybetti.
Yaşananlar doğal değildir! Yaşanan bu işçi katliamları başbakan Erdoğan’ın belirttiği gibi ne “kaderdir” ne de “gayet doğaldır.” Sömürücü emperyalist güçler ve onun yerli işbirlikçi
uşakları yaşanan bu işçi katliamlarının birinci derece sorumlularıdır. Özellikle son 20 yılda ülkemizi efendilerinin isteklerine göre yeniden şekillendiren hakim sınıfların uyguladıkları neo-liberal politikalar, patronlar için her fırsatta kar yasaları çıkartılmaktadır. Özelleştirme-taşeronlaştırma-güvencesiz çalışma koşullarında her gün katledilmektedir, İşsizliğin katlanarak arttığı, yoksulluk sınırında yaşayan insan sayısının günbegün çoğaldığı ülkemizde emekçiler katlanan zor çalışma koşullarına mahkum edilmektedir. İşlerini kaybetmemek adına sessiz kalarak, her an ölecekmiş mormusuyla çalışmaktadır.
Bursa’da BOSCH Fabrikası’nda çalışan 6 bin işçi Türk Metal-İş Sendikası’ndan istifa ederek Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye oldu. Birleşik Metal-İş Sendikası Toplu İş Sözleşmesi yetkisini alırken, Türk Metal-İş yöneticileri ile üyelerinin sendika değiştiren işçilere baskılarının arttığı açıklandı. Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye işçiler 16 Nisan’da bir basın açıklaması yapmak istedi. Sendika değiştiren işçiler, Türk Metal Genel Sekreteri Muharrem Aslıyüce’nin yönlendirdiği bir güruhun taşlı, sopalı ve demir çubuklu saldırısına uğradı. Devletin güdümünde hareket eden Türk Metal-İş’in işçileri sendikadan istifaya zorladığı öğrenilirken,yapılan saldırı sonucu 7 Birleşik Metal-İş üyesi işçi yaralandı. İşçiler yaptıkları basın açıklamasıyla saldırıları protesto etti.
BOSH işvereni saldırılara zemin hazırladı BOSH işvereninin Türk Metalİş yöneticilerini cesaretlendirdiğinin anlatıldığı basın açıklaması şu ifadelerle sona erdi: “Bugün açıktan sarı sendikanın tarafında duran, çalışanlara baskı yapan, grup başlarını tek tek işten çıkarmakla korkutan, sözleşmeli çalışanlarının sözleşmelerini yenilememekle tehdit ederek istifaya zorlayan, çalışanlarını psikolojik baskı altına alan, fabrika içinde ve kapı önünde noterlerin çalışmasına izin veren, üretimi durdurarak sarı sendikanın propaganda yapmasına izin veren ve işçileri istifaya gönderen, sarı sendikanın bütün kadrolarına izin veren, toplu halde bölümleri gezerek işçilere gözdağı vermesine göz yuman da BOSCH işverenidir.”
BOSH işçileri İstanbul’da bulunan genel müdürlük binasında bir eylem gerçekleştirerek yapılan saldırıları protesto etti. İTÜ Ayazağa Kampüsü önünde bir araya gelen DİSK üyesi işçiler, üniversitenin Maslak çıkışında toplanarak sloganlarla Atatürk Sanayi Sitesi’nde bulunan, BOSH Genel Müdürlüğü önüne geldi. DİSK Genel Başkanı Erol Ekici’nin de destek verdiği eylem sırasında 6 bin BOSH işçisinin “30 yıldır esaret altında yaşadıkları sendikal düzeni değiştirmek için adım attıklarını” ifade edilerek, birçok ilde işçilerin Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye olmaya devam ettiği belirtildi. Ekici BOSH işvereninin, “sendikal değişimi desteklediğimiz söylenemez” ifadelerini kullanarak tavrını açıkça ortaya koyduğunu açıkladı. Ekici:“İşçi arkadaşlarımız 15 Nisan günü sendika seçme özgürlüğüne yapılan müdahaleleri kınamak, Birleşik Metal-İş üyesi olma iradesini bir kez daha ortaya koymak ve işvereni protesto etmek için basın açıklaması yapma kararı aldı. Bosch işçilerini her türlü tehdit ve yalanla yolundan çevirmeye çalışanlar, bunda başarılı olamayınca, demokratik hakların kullanılmasına engel olmak için basın açıklamasına saldırarak en büyük hatalarını yaptılar.” BOSH işvereninin Avrupa İş Konseyi, IG Metal Sendikası’na verdiği “tarafsızlık” sözünü tutmayarak güvenilirliğini ayaklar altına aldığını kaydeden Ekici, BOSH işverenine, şirketin kurucusu Robert Bosch’un herkes tarafından bilinen şu sözünü hatırlattı: ‘İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim.’” DİSK Genel Başkanı Erol Ekici, BOSH işçisinin onuruna ve geleceğine sahip çıkmaya devam edeceğini belirterek, BOSH işverenini sendika seçme hakkına saygı duymaya çağırdı.
10-11_Layout 2 4/19/12 5:34 PM Page 1
10 güncel haber
Halkın Günlüğü 20-30 NİSAN 2012
1 Mayıs’ta mücadeleyi y Enternasyonal proletaryanın birlik-mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta emperyalist saldırganlık ve faşist teröre karşı alanları kuşatalım
Avustralyalı taş ve inşaat işçileri 1856 yılında Melbourne kentinde kölece çalışma koşullarına karşı çıkarak, sekiz saatlik iş günü için iş bıraktı. çalışma hakları için greve giden işçiler bir araya gelerek yürüdüler. Ağır ve uzun süreli çalışma koşullarına karşı bir araya gelerek hakları için yaptıkları eylemde yarattıkları mücadeleden etkilenen işçiler, her yıl bir günü kendilerine ayırma ve iş koşullarını düzeltmek için eylem yapma kararı aldılar. 1886’da Amerikalı işçiler Chicago’da 1 Mayıs gününü ezilen işçilerin ve emekçilerin belirleyeceği birlik, mücadele ve bütün ülkelerin işçileriyle enternasyonalist dayanışma günü olrak ilan ettiler. İşçiler günde 12 saatlik ve haftada 6 günlük çalışma koşullarına karşı 8 saatlik çalışma için yüz binlerce kişinin katıldığı eylemler organize ettiler. Luizvil’de 6 binden fazla siyahi ve beyaz işçi birlikte omuz omuza yürüyerek, ABD’de siyahilere ikinci sınıf insan muamelesi yapan ırkçı ‘yasak’ları da işçilerin kardeşliği ve 1 Mayıs çıkışıyla karşıladılar. Dönemin gazeteleri ‘ön yargı duvarlarının yıkılması’ yorumlarını yaptı. Chicago’daki bu kazanımlar 11 Kasım 1887’de George Engel, Albert Parsons, Adolph Fischer, Agust Spies gibi işçi sınıfının önder-öncü kadrolarının idamlarıyla sonuçlandı. İşçi direnişlerini örgütlü mücadeleyle bir araya getiren birçok işçi idam istemleriyle hapishanelere kapatıldı, müebbet hapislere çevrilen cezalarla, yıllarca işkencelere maruz bırakıldı. İşçilerin çalışma haklarının düzeltildiği, baskının olmadığı, sömürüsüz, sınıfsız eşit ve özgür yaşam hakkı için bir çok eylem yapıldı. 1 Mayıs sonrası devam eden eylemlerden 4 Mayıs’ günü Haymarket Meydanı’nda toplanan işçilere saldıran polis kitlenin üzerine ateş açarak onlarca işçinin katledilmesine, yüze yakın işçinin yaralanmasına sebep oldu. Avusturya’daki işçiler de 1889’da yaptıkları uluslararası işçi kongresinde, Fransız delegelerin önerisiyle Bordeaux’lu işçi Lavigne’nin talebiyle 1 Mayıs işçilerin enternasyonal günü
olarak ilan edildi. İşçilerin, köylülerin ve tüm ezilen emekçilerin ağır bedeller ödeyerek kan ve can bedeli üzerinden kazandığı “1 Mayıs İşçi Sınıfının Enternasyonal Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günü” sömürü ve zulüm saltanatına karşı ülkemizde ve dünyanın her yerinde karşılanmaktadır.
1 Mayıs; sessizliği boğan mücadelenin haykırışıdır “Öyle bir zaman gelecek ki: Bizim suskunluğumuz sizin bugün ipe çektiğiniz seslerden daha güçlü olacaktır…”diye 125 yıl önce idam sehpasında August Spies'in sözleri bugün de işçilerin sömürüsüz, sınıfsız, kardeşçe bir yaşam için tüm ezilen emekçilerin 1 Mayıs’larda yükselen mücadelesinin haykırışıdır. Ülkemizde, Osmanlı döneminde İkinci Meşrutiyet’in ilanından bir yıl sonra, 1909’da Üsküp’te ve 1910-1911 yılında da Selanik’te Rum, Türk, Yahudi ve Bulgarlardan oluşan tütün, liman ve pamuk işçileri yaptıkları 1 Mayıs’ta alanlara çıktı. 1912 yılında
Pangaltı’nda gerçekleşen 1 Mayıs 1913’te yasaklandı. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde de ülkenin her bir karışı bugün olduğu gibi emperyalist postallarına çiğnetilirken işçiler, köylüler ve ezilen emekçiler ülkenin bağımsızlığı ve özgür bir halk olarak yaşama iradesiyle İstanbul, Ankara, İzmit, Adapazarı ve Mersin’de işçi mitingleriyle 1 Mayıs alanlarına çıktı.
TC devletinin ‘1 Mayıs yasak’ tarihi, AKP’nin açılımıdır 1923’te İzmir’de yapılan İktisat Kongresi’nde “1 Mayıs Amele Bayramı” olarak yasalaşan 1 Mayıs, 1925’te 1 Mayıs Amele Teali Cemiyeti'nin yayınladığı broşür gerekçe gösterilerek 50 yıllığına ‘1 Mayıs yasak’ döneminde ise gösteri düzenleyen, alana çıkan ve 1 Mayıs’ı sahiplenenler tutuklamalarla karşılaştı. İstiklal mahkemelerindeki yargılanmalardan geçti. 1935’teki dönemin “demokrasisi” gereği içi boşaltılan 1 Mayıs’ın adı da
‘Bahar Bayramı, Çiçek Bayramı, Hıdrellez’ olarak değiştirildi ve bugünkü ileri demokrasi gibi tatil ilan edildi. İlk kitlesel 1 Mayıs 1976 yılında yapıldı ve 2 Mayıs’ta Kasımpaşa’da gözaltına alınarak kontralar tarafından boğazı kesilerek infaz edilen Mehmet Kocadağ, 1 Mayıs’ın ülkemizdeki ilk şehidi olarak tarihe geçti. İstanbul Taksim Meydanı’nda 500 bin emekçi 1 Myıs için alana girerdi. 1 Mayısın coşkusuna tahammül edemeyen devlet güçleri kitlenin üzerine ateş açtı, Böylece 77 1 Mayıs’ın 36 işçi-emekçinin katledilmesiyle kanlı 1 Mayıs olarak tarihte yerini aldı. 1978 yılında da taksim alanına coşkulu bir şekilde çıkmak isteyen işçi ve emekçiler 77 1 Mayıs’ında katledilenlerin faillerinin açığa çıkartılmasını istedi. Sıkıyönetimin uygulandığı 1979 yılında ve devamındaki 12 Eylül 1980 Askeri Faşist cuntadan itibaren 1 Mayıs yasaklandı. 1 Mayıs’ın yasaklı döneminde de komünistler-devrimciler korsan eylemlerle 1 Mayıs’ı sahiplendiler. Sendika ağların ve reformist anayışların salonlarda 1 Mayıs kutla-
10-11_Layout 2 4/19/12 5:34 PM Page 2
20-30 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü
güncel 11
yükseltelim! Taksim, Kürecik ve İncirlik üslerine kalkan edildi
malarına inat işçiler-emekçiler 1 Mayıs’ı kızıllığıyla günümüze taşıdılar. 1980 AFC’sinde iki kişinin yan yana gelemediği baskı sürecinde Ankara TMMOB’da 1985 yılında kamu çalışanlırının sendikalaşma süreci titiz bir çalışmayla başlatılmış ve 1989 bahar eylemleriyle birikte 1 Mayıs işçi-emekçilerin katılımıyla tekrar alanlarda karşılandı. 1987 1 Mayıs’ı salonlarda yapılırken, diğer yandan Taksim’e 1 Mayıs anısına çelenk bırakıldı. 1989’da 1 Mayıs’ta Mehmet Akif Dalcı katledildi. 1990 yılında kitleye Kazlıçeşme’de ateş eden polis Gülay Beceren, Bektaş Özkan ve Nil Pınar Arın’ı yaraladı. Yaralananlar uzun süre tedavi gördü ve Gülay Beceren felç kaldı. 1996’da Kadıköy’de Dursun Odabaşı, Yalçın Levent ve Hasan Albayrak katledildi. Taksim’de 1977 yılında yapılan 1 Mayıs’tan sonra alınan yasak kararını 2000’li yıllarla beraber kaldırmak isteyen devrimci güçler, birleşik bir mücadele sonucu sendikalar ve reformist hareketleri de sürece dahil ederek, Taksim Meydanı’nın yeniden 1 Mayıs kutlamalarına açılmasını sağladılar.
1 Mayıs’ta özellikle 2009-2011 yılından itibaren Demokratik Haklar Federasyonu (DHF)’nun da içinde yer aldığı devrimci, demokratik, yurtsever güçlerin karşılaştığı faşist terör sonucu birçok insan yaralanmış, gözaltına alınmış, polis işkencesinden geçirilmiştir. Tüm bu baskılardan ve devlet teröründen sonra 2012 yılı 1 Mayıs çalışmalarına DHF günler öncesinden İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Bursa, Dersim başta olmak üzere, örgütlü olduğu tüm alanlarda başladı. “Emperyalist Saldırganlığa ve Faşist Teröre Geçit Vermeyeceğiz!” şiarıyla başlattığı 1 Mayıs çalışmalarını 1 Nisan’dan itibaren adım adım ören DHF; AKP’nin uşaklıkta kusur etmediği ve ABD’nin ekonomiksiyasi ve askeri çıkarları için Kürecik’te, İncirlik’te ve onlarca üste konumlandırdığı füze kalkanlarıyla Ortadoğu’ya karşı askeri karakol haline getirilmesini emperyalist tahakkümün teşhirini yaparak sürdürmektedir. Diğer yandan işçilere, köylülere, ezilen Kürt ulusuna ve diğer azınlıklara yönelik azgınlaşan saldırılara, HES yağmasına, tutuklu halk gençliğine, demokratik hakları için saldırıya uğrayan toplumun tüm kesimlerine yönelik zorbalıklara karşı milyonları alanlara çağıran DHF, 1 Mayıs emekçi semtlerde afişleme, broşür, bildiri dağıtma, ev toplantıları, sinevizyon gösterimi ve tiyatro etkinlikleriyle devam etmektedir. Esnek çalışma, taşeronlaştırma, tam gün yasası, sendikasızlaştırma saldırılarına karşı örgütlü mücadeleye halkı katarak Hrant Dink ve Sivas Davası’ndan Roboski Katliamı’na kadar güncel sorunlara çözüm üretmenin gücünü oluşturma perspektifiyle tüm faaliyetçilerini seferber eden DHF tüm çevre ilişkilerini de çalışmalara katmaktadır.
ÖNCÜ KADIN
≫ rojda demir
SESSİZLİĞİN GEDİĞİ
E
rzurum-TortumBağbaşı, Serdarlı, Pehlivanlı beldeleriyle Dikmen, Uzunkavak köylerinden geçen Ödük Çayı üzerinde HES projesi inşaatını başlatan Kayan A.Ş. ve Paldet A.Ş’ye karşı direnen köylü kadınlardır. ‘Canımızı veririz, suyumuzu vermeyiz’ diyen köylü kadınların direniş sembolü olan 17 yaşındaki Leyla Yalçınkaya’ya 9 yıl hapis cezası istendi. Çocuk Mahkemesi sıfatıyla ‘görevi yaptırmama, hakaret ve kasten yaralama’ suçlamalarıyla, zamların HES direnişçisi kadınlara fatura edilmesinden 12 Eylül yargısı fışkırıyor. Munzur üzerindeki baraj projelerinden biri de Peri Suyu üzerinde yapılıyor. Orhan Bakır (Armenak Bakırcıyan 13 Mayıs 1980)’ın vasiyeti üzerine defnedildiği Aşağı Doluca Köyü’nde Ermeni bir komünisti seven köylü kadınlara acı çektirmek için kemikleri mezarından çıkarılıp ortalığa saçılıyor. Köylülerin verdiği bilgiye göre kemiklerin bir kısmı da Peri Suyu’na atılıyor. Şu günlerde de köylülerin ekili tarlalarına buldozerlerle ve silahlarla LİMAK Şirketi giriyor. 12 Eylül işkenceleri günümüzde de ‘görev yaptırmama’ suçu olarak çıkıyor köylü kadınların huzuruna… Şehirlerde yolunacak ‘kaz’lar kalmayınca, devlet yasal kalkanlarıyla köylülere yeniden yöneldi. Van depremi sırasında kışı yazlık çadırlarda donarak, yanarak geçirmeye çalışan kadın ve çocuklara rağmen kullanmadıkları elektriği Van halkına TEDAŞ’ın misli katıyla fatura etmesi “dinen ve hukuken vaciptir”. Kışın dondurucu hava koşullarında yeme-içme-temizlik ve barınma ihtiyaçlarını karşılamada çektiği eziyet yetmezmiş gibi, gelen yardımlara el koyan devlet; depreme direnen kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeden Van halkının zararziyanından nasıl yararlanacağının hesabını yapıyor. Bunu da ‘kaçak elektrik kullanma’ suçlamasıyla kılıflıyor. HES’e karşı çıkan köylü kadınların ‘vatan hainliği’nden sebep oldukları doğalgaz zammı, kentsel dönüşüm adı altında çıkarılan talan yasasıyla suyuna, doğasına ve köyüne sahip çıkan kadınların ‘suçlu’ sayılma zammı peşi sıra geldi. Köylü Leyla’nın HES karşıtı davasını, Eşber Yağmurdereli’nin içinde olduğu avukatlar şikayetçi olan iki eri araştırıp, “bunlar Müslüm Gürses’in jiletçilerindendir. Psikopat tiplerdir” tespiti erkek egemen sistemin yönetim tipolojisidir. İster ekolojik, ister biyolojik, isterse doğa "afetleri" olarak bakalım; bu dengesizliklerin ve afetlerin ortaya çıkmasının sorumlusu daha fazla sömürü ve katliam politikalarına yol açan devlet gerçekliğidir. Bizim ki gibi ülkelerde her afet aynı zamanda zarar-ziyan görenden ‘büyüyen ekonomi’ için tahsilat demektir. Genelkurmay’ın yasal kurallarıyla yapılan Roboski Katliamı, AKP’nin katliam yerini ziyarete giden her beş köylüden birine verilen ‘sınır ihlali’ bedeli 10 bin para cezasının verilmesi
her yolla talanın meşrulaştırılmasıdır. Anaların gözyaşının kurumasını beklemeden Dersim özrünün balonunu Roboski Katliamı ile patlatan Erdoğan kan parasını teklif ederken yüzü kızadmadı. General paşaları gibi hiç eli titremedi. Kentsel dönüşümde de evleri başlara yıkmakla tehdit ederek zulme devam eden AKP, servetin candan önce geldiğini Arap Baharı’ndaki İslami liderlerin yaklaşımından bilmektedir. Direnişlerde ekranlara kadın ve çocukların görüntüsü yansıyor, depremde, selde, yangında, talanda, sokakta, hapiste, tarlada, çapada, köprü çöküşünde, grizu faciasında, sokak dilenciliğinde, uyuşturucuda, fuhuşta… Bu can pazarında bir ünite kanın bedelini şişirilen ekonomiden başka yaşamında duyumsayan var mı? Köylülerin “hakaret” davasıyla yargılanmasında görünen de o ki, cinsiyetçi-ayrımcı-ırkçı sistemin ayarı tümüyle kaçmış. Erzurum ve Dersim köylerinin aynı kareye benzer konuyla taşınması talandaki sömürü kardeşleştirilmesidir. Yoksa halkların kardeşleşmesi ayarı hiç değildir. Kayan, Paldet ve LİMAK Şirket’lerinin köylerin içine girip, oyun alanlarını inşaata çevirmesinin bireye, haneye, köye, doğaya “tecavüz”ün Leyla’ya açılan “hakaret” davasında somutlaşmasıdır. Karı-koca kavgasını, ses titreşimini kaydeden devletin hiçbir özel yetkili mahkemesi şirketlerin zararını-ziyanını hasarını görmüyor. LİMAK’ın tarihi bir kaplıcayı göçük altında bırakmasının ve dozerlerle Aşağı Doluca köylülerinin ekili tarlalarını alt-üst etmesinin aileden sorumlu bakanın nazarında önemi yok. Böylece N.Ç. ve Fethiye’deki B.S.’nin ‘kendi rızasıyla’ deyip onlarca tecavüzcüsünü aklayan Yargıtay kararıyla hareket eden egemen erkek sistemin kararı, HES karşıtı köylü kadının yargılanmasında da erkekçe tecavüzünü sürdürmesidir. HES yapımını üstlenen şirketler köylülerin topraklarına ‘devletin zoruyla’ girmektedir. Kadının bedenine yönelen şiddetin diğer inceltilmiş işkence biçimleriyle iç içe geçtiğinin derinliğindeki sessizliğin gediğini aşıp, alanlara taşalım!!! Geleceğimizin güzel günleri için emeğimizi birleştirelim. Dayanışmanın ve mücadelenin eşitçe paylaşımı için en az vakit geçirdiğimiz en yakınımızdaki ezilen kadınlarımızla kazanacağımız zaferin bayramı için 1 Mayıs’a katılalım… 1 Mayıs bu zamanın haykırışıdır. Emeğimizle gücümüzü birleştirerek Harik’ten Aşkale’ye sürgün görmüş ninelerin gözyaşlarından süzülmüş Armenakların doğanın renkleri zenginliğindeki Dersim’in mekanından sürgün veren kardelenlerin coşkusudur 1 Mayıs… Yeni umutlarla yazacağımız gelecek tarihimize 40. yılında komünist-devrimcilerin izini sürenlere şan olsun! Kurumuş mürekkeplerden arınan halkın gözyaşlarıyla taşınan işçi-köylü-gençlik ve tüm ezilenlerin havaya kalkmış yumruğuyla yazılan gerçek tarihin kızıl 1 Mayıs’ı hepimize kutlu olsun!
20-30 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü
24 Nisan 1972 Manifestos Maoist Parti, 24 Nisan 1972 yılında Malatya/Kürecik dağlarında kurucu önder ve başkomutanı İbrahim Kaypakkaya yoldaş tarafından, büyük zorluklar ve etrafını kuşatan örgütsel yoksunluklar içinde ve aleyhteki tüm ağır şartların göğüslenmesi pahasına kuruldu Maoist Parti’nin ismi, kuruluş süreci ve sonraki uzun mücadele dönemi boyunca TK(ML) idi. 2002 yılına gelindiğinde Maoist Parti ilk kongresini gerçekleştirerek bir dizi gelişmeye imza attı. Kaydettiği bu gelişmelerden biri de şüphesiz ki, TKP(ML) olan ismini bilimsel saiklerle MKP olarak değiştirmesidir. Yani Maoist Parti, ideolojik-politikörgütsel temellerde olmak üzere her alanda TKP(ML)’nin organik devamıdır. Bugün, yani 24 Nisan 2012 günü 40. mücadele yılına girmiş olan Maoist Parti, kucakladığı yeni mücadele yılını coşkuyla karşılamaktadır. Maoist Parti, örgütsel yetersizlik ve zayıflıklarına karşın, devrimci kararlılığı ve devrim ısrarından asla bir şey kaybetmemiştir. Gerilla siperlerinde ölümsüzleşen yoldaşlarımız, dünümüz ve günümüzün tüm pratiği bunun kanıtıdır. Vartinik’ten Mercan’a uzanan büyük mücadele tarihi, yüzlerce şehidin kızıl kanıyla sulanmış ve coğrafyamız devrim tarihine cankan bedeli yazılmıştır. Maoist Parti’nin tarihi coğrafyamız devrim tarihiyle büyük benzerliklerle örtüşmektedir. Maoist Parti’nin tarihi devrimimizin tarihinden bağımsız olmadığı gibi; Maoist Parti’nin coğrafyamız sınıflar mücadelesi arenasında en ciddi ve köklü aktörlerden biri olduğu da yalın gerçek olarak ifade edilmelidir. Maoist Parti’nin 40. kuruluş ve mücadele yılını devrim coşkusuyla selamlarken, tüm yoldaşları Maoist direktifler doğrultusunda parti/devrim görevlerinde sımsıkı birleşmeye, Halk Savaşı ekseninde kenetlenerek Maoist Parti’yi geliştirip mücadeleyi yükseltmeye çağırıyoruz.
Maoist Parti Faşist Terörün Azgın Saldırıları Altında Kuruldu
Maoist Parti’nin Tarihi Maoist Kopuşun Tarihidir
12 Mart 1971 Askeri Faşist Cunta koşulları tüm ağırlığıyla devam ediyor, azgın saldırılar dalga dalga yayılarak devrimci hareketi darbeleyip kırıyor, hızla geçici örgütsel yenilgisine sürüklüyordu. Kurucu ve önder kadroları başta olmak üzere, ülke devrimci hareketi, cuntanın saldırıları sonucu bir bir fiziki imhayla tasfiye ediliyor. Henüz kuruluşunun üzerinde birkaç ay geçmiş olan Maoist Parti ve kurucu önderimiz Kaypakkaya yoldaş da cuntanın öncelikli hedefi durumundaydı. Ve bu saldırılarla genel olarak hedeflerine ulaştı da… Özcesi, Maoist Partiin kuruluşuna tanıklık yapan veya Maoist Parti’nin kuruluşunda karşı karşıya kaldığı zorluklar, esasta bu faşist cunta şartlarıydı. Maoist Parti, tam da 12 Mart faşizminin coğrafyamızın her karış toprağını kudurgan terörle baskı altına aldığı koşullarda kuruldu. Maoist Parti’nin kuruluşuna eşlik eden yoksunluklar ise, tüm zorlamalara karşın Kaypakkaya yoldaşın kuruluşu gerçekleştirirken bir elin parmaklarını geçmeyen bir kadroyla bu işi gerçekleştirmiş olması veya gerçekleştirmek durumunda kalmasıdır. TİİKP revizyonizmiyle yoğun mücadele içinde Maoist Parti’nin tezlerini olgunlaştıran Kaypakkaya yoldaş, TİİKP içinde komplo ve entrikalarla kuşatılıp adeta tecrit koşullarına maruz kaldı. Demokratik şartlar ortadan kaldırılarak Kaypakkaya yoldaşın ideolojik mücadele olanakları anti-demokratik tarzda engellenerek sınırlandı… Böylece, Kaypakkaya yoldaşın örgüte ve hatta yakınındaki kadrolara ulaşması, önemli oranda engellenmiş oldu. Bütün bu şartlar altında, Kaypakkaya yoldaş ulaşabildiği az sayıdaki yoldaşla birlikte Maoist Parti’nin kuruluşunu ilan etti. Kaypakkaya yoldaşın Maoist Parti’yi kurduğu
Maoist Parti, ülkedeki örgütlü devrimci hareketinin anti-emperyalistlikle güdük kalan devrimciliğinin geleneksel zaaflarından; Kemalizm hayranlığı ve takipçiliğinden, onun devrimci hareket üzerindeki iz düşümü olan Kürt ulusal sorunu ve genel ulusal sorun karşısındaki Türk milliyetçiliği ve şovenizminin belirgin izlerinden, pasifist ve değişik türden reformist hastalıktan büyük bir kopuş sağladı. Bu kopuş köklü ve nitel devrimci bir kopuştu. Kaypakkaya ve onun şahsında kuruluşuyla
şartların, kadro ve örgütsel koşullar bakımından, son derece zayıf ve güdük olduğu berrak bir gerçektir.
rularak ideolojik-siyasi nitelikte çelikleşen ‘’yediverenleriyle’’ omuzlayıp biz ardıllarına devretti.
Her şeye karşın, çeşitli millet ve milliyetlerden Türkiye-Kuzey Kürdistan proletaryası ve geniş halk kitleleri, sınıf mücadelesinde stratejik bir silah ve araç olarak kullanacakları sınıf partilerine, öncü-önder örgütlerine ve savaş kurmaylarına kavuşmuş oldu. Aynı zamanda, bu gelişmeyle birlikte, geniş halk yığınları kendi kaderlerini devrimle tayin etme şansı ve iradesine daha da yakınlaşmış oluyordu.
İşte bugün tasfiyeci saldırıya göğüs geremeyerek düzen sularına yelken açan legalist ve reformist tasfiyeci eğilime, bir kesim devrimci hareketin tahrifatlara girerek aldığı derin yaralara karşın, Maoist Parti’nin militan devrimci çizgide dimdik duruşu başta olmak üzere, taşıdığı bütün pozitif özellikleri; onun ideolojik-teorik düzlemde taşıdığı bilimsel genleri ve yukarıda değindiğimiz/aşağıda değineceğimiz müspet esaslarıyla tüm tarihsel mirası sayesinde mümkün olmuştur.
12 Mart Askeri Faşist Cuntası’nın faşist saldırılarının hüküm sürdüğü koşullarda kurulan Maoist Parti, daha ‘’emekleme’’ aşamasındayken sert fırtına ve boranlarla boğuştu, azgın tipilere göğüs gerdi. Temelleri granitten sağlam olan Maoist Parti, uzun ve meşakkatli yürüyüşünde zaman zaman örgütsel bakımdan tökezlese, sendeleyip sarsılsa da, örgütsel yenilgiler alıp gerilemeler yaşasa da, asla devrimci yol ve doğrultusunu kaybetmedi, Maoist yörünge temelini reddetmedi, sınıf mücadelesinin hırçınlıkları ile kavganın amansızlıklarına teslim olmadı! Amansız kavgasını, bilimsel zemininde yoğ-
birlikte Maoist Parti’de yaşanan kopuş salt ülkedeki devrimci hareketin geleneksel, ulusalcı ve Kemalist lekeler taşıyan geri yan ve zaaflarından kopuş değil, Maoist çizgiye paralel Komüntern’in hatalarından da kopuşu ifade eden özellikteydi. Kemalizm’in faşist niteliğini, Kemalizm hayranlığının revaçta olduğu ve hatta bir tabu olduğu dönemde Kemalizm’in sınıfsal niteliği hakkında ortaya koyduğu tavrıyla, Komüntern’den olduğu gibi, Komüntern çizgisini sualsiz benimseyen ve komünist mirası anlamında önceli
Kuruluşundan bugüne kadar dağları mesken tutan Maoist Parti, komünist ciddiyet ve mücadeledeki kararlı militan duruşuna bağlı olarak, ülke devrimci hareketi nezdinde haklı bir saygınlığa ve güvenilirliğe sahiptir. Teorik-pratik mücadele tutarlılığı, gerilla savaşıyla anılan radikal devrimci savaş siması ve en önemlisi de devrimimizin tüm meselelerine yönelik ideolojik-politik-teorik ve örgütsel sahada proleter devrimci sınıf bakışıyla ortaya koyduğu tahlil ve tespitlerin bilimsel niteliği-özü, Maoist Parti’nin
olan Suphi’lerden de kopuştu Kaypakkaya ve Maoist Parti’nin çıkışı. Aynı şey Kürt ulusal sorunu açısından da geçerlidir. Dönemin devrimci hareketi, Türk milliyetçiliğinin zehrinden etkilenmiş, sosyal şoven tutum içindeydi esasta. Devrimci hareket o yıllarda devletin yaklaşımıyla birçok noktada örtüşen düşünce yapısına sahipti. Kaypakkaya yoldaş, devrimci harekete pranga vuran egemen eğilimin kuşatmasını yararcasına Kemalizm’in gerçek yüzünü çırılçıplak orta yere serme cüreti ve ye-
perspektif
su Maoist Devrim İlanıdır
ülke devrimci hareketi içinde öne çıkmasının yıkılmaz sebepleridir.
Kısaca Maoist Parti’nin Kuruluş Dönemi Şartları Kuşkusuz ki Maoist Parti’nin kuruluş koşulları ve kuruluşunun anlamı çok daha geniş bir çerçevede değerlendirilebilir. Uluslararası gelişmelerle birlikte, ülke içindeki köylü ayaklanmaları, toprak işgalleri, büyük grevler ve büyük işçi direnişleri, antiemperyalist tonda öğrenci gençlik hareketleri, kendiliğinden gelme kitle hareketleri ve genel sınıf hareketi biçiminde boy veren gelişmeler, şartların devrim için uygun olduğunu göstermekteydi ve hem objektif şartlar hem de devrimci hareket-dalga anlamında devrim için uygun koşullar sunmaktaydı. Devrimci durum ve şartlar, devrimci hareketin gelişmesi için son derece elverişli ve gelişkindi. Bunlar hem devrimci mücadele/devrimin gelişmesi için uygundu ve hem de örgütlü hareketin doğması için uygun şartlardı. Fakat bu koşullar doğacak bilinçliörgütlü hareketin ideolojik-politik niteliğini tayin eden etmenler değildi-değiller. Doğacak olan örgütlü hareketin ideolojik-politik
teneği gösterdi. Kürt ulusal sorununda ilk kez ayrıntılı analizler yaparak meselenin özünü deşifre etti. Türk hakim sınıflarının milli zulmünü teşhir ederek tavır aldı ve benzeri… Günümüz itibarıyla cılız da olsa kimi hareketlerin Kemalizm ve ulusal sorun konusunda henüz Kaypakkaya yoldaşın seviyesine ulaşamamaları, Kaypakkaya yoldaşın ne kadar ileri teorik düzeyde olduğunu göstermektedir. Elbette aynı üstün özellikler, Kayakkaya’nın tezlerini saptadığı Maoist
niteliği, ancak bilimsel felsefi düzlem ve ideolojik-teorik kaynak tarafından tayin edilebilirdi. Kendiliğinden gelme kitle hareketleri veya genel devrimci sınıf hareketinin etkisiyle ve tabii ki sübjektif kulvar dışındaki objektif şartların da elverişliliği, sınıf çelişkileri zeminindeki çatışmaların keskinleşmesi neticesinde, devrimci bir parti veya örgüt kurulabilir elbette. Ama kurulan bu partinin komünist niteliği ancak ideolojikteorik-felsefi etkileşimle mümkün olur. Ki, Maoist Parti’nin kuruluş yıllarına denk gelen bu dönemde, Marksist klasikler ülkede sınırlı olmakla birlikte, çevirileri yeni yapılmaktaydı. Dolayısıyla Marksist teori ve bilim tam olarak yayılmamış ve yeterince kavranmamıştı henüz. Ki, 71 devrimci çıkışı öncesi öğrenci gençliğin niteliği esasta antiemperyalistti ve Kemalizm’in etkisini bir kambur olarak taşıyordu. Devrimci hareket reformist, legalist, parlamentarist, Kemalist ve hatta ordunun darbe yapmasına bel bağlayan siyasi zeminde muğlak ve geri nitelikteydi. Demek ki, ülkenin bağrında taşıdığı çelişkiler, bilimsel ideoloji ve felsefeye rağmen, yani bilimin rol ve etkisi olmadan, kendiliğinden komünist nitelik yaratmazlar.
Aynı şart ve zeminde hareketlerin doğmasına itiraz edilemez, fakat o şartlarda doğan birçok hareketin küçük-burjuva devrimci niteliğine bakıldığında da anlaşılır ki, söz konusu şartlar örgütlü hareket doğurur ama bu hareketin ideolojik niteliğini objektif şartlar değil, bilimsel rol tayin eder. İdeoloji ve bilimin rolü inkar edilemez. Aksi halde, aynı şartlarda doğan hareketlerin niteliği, varlık gerekçeleri aynı şartlar olduğundan aynı nitelikte olmalıdırlar. Ancak tüm gerçek bunu reddeder.
rihsel bir gelişmeydi. Bundan dolayı Maoist Parti’nin kuruluş tarihi ülke devrim tarihinde bir dönüm noktası ve bir çığır anlamı taşımaktadır.
Bahsini ettiğimiz bu yıllar, Çin Büyük Proleter Kültür Devrimi (BPKD) etkilerinin tüm dünyayı sardığı gibi, coğrafyamızda da büyük bir yankı yarattı. Nitekim ’68 Gençlik Hareketi bu tesirin doğrudan ama kendiliğinden ürünüydü. Kaypakkaya yoldaş da bu şartların ürünü olarak yaşanan gelişmeler sayesinde nitel stratejik doğrultu ve komünist devrimci çizgisini oluşturdu. TİİKP revizyonizmiyle yürüttüğü ideolojik-teorik mücadelede, Mao Zedung ve dolayısıyla Maoist çizgiyi derinlemesine kavradı. Ve derinleşen bu kavrayışıyla kurduğu Maoist Parti’nin, BPKD’nin ürünü olduğunu açıkça ifade etti. Kültür Devrimi ve bunun etkisiyle Maoist fikirlerin öğrenilmesi gibi bir dalga yaşanmamış olsaydı, Maoist Parti’nin Maoist niteliği kendiliğinden oluşmazdı.
Maoist Parti’nin kuruluş ilanıyla birlikte, dünya proletaryasının coğrafyamız kurmayı olan Maoist Parti sınıflar mücadelesi arenasında dinamik bir güç olarak ve fiilen yerini almış oldu.
Maoist Parti’nin Ülke Devrimci Hareketi Açısından Taşıdığı Anlam Kuşkusuz ki, Maoist kulvarda bir partinin kurulması coğrafyamız devrimi ve sınıf mücadelesi açısından tarihsel önemde bir gelişme ve büyük ileri adımdı.
Maoist Parti’nin doğuşu, çeşitli millet ve milliyetlerden Türkiye-Kuzey Kürdistan halkları için devrimci kurtuluş yolunda şavkımış bir muştuydu. Maoist Parti’nin kuruluş ilanı, tartışmasız ki ülke devrim mücadelesi ve devrimi bağlamında son derece anlamlı, sevindirici ve ta-
Sonuç olarak;
Maoist Parti altına imza attığı birçok ilkle ve ileri değerle olduğu gibi, mücadele pratiğinde elde ettiği büyük deneyim, tecrübe ve sağladığı birikimle, Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimci hareketine büyük katkılar sunmuştur.
Tarih yüklü asil bir mücadele ve kanla yoğrulmuş mücadele yüklü bir tarih; 24 Nisan 1972! Büyük mücadelede geride bırakılmış ağır bedeller, devasa bir miras ve ser verme pahasına yaratılan köklü geleneklerin kazındığı kavga bayrağı... Büyük puntolarla yazılan ve yazılacak olan coğrafyamız devrim kervanında Halk Savaşı serüveniyle tutuşturulan ilk kıvılcım… Yenilgiler kadar, ayağa doğrulan ısrarla kazanımlara imza atan, zengin deneyim ve birikimlerle güneşin zaptına
Silahlı mücadele içinde kurulup, illegal mücadele ve ordu örgütlenmesi esaslarına göre konumlanan Maoist Parti; devrimci hareket yelpazesinin komünist mevzisi olarak Halk Savaşı cephesinde kararlılıkla ayağa dikildi. Maoist Parti, kuruluşuyla birlikte ülke koşullarını tahlil etmekten tutalım da, devrimimizin tüm meseleleri-ihtiyaçları hakkında ve devrimin örgütlenip gerçekleştirilmesi amacıyla bir dizi teorik tahlil ve tespitte bulunmuştur. Maoist Parti, proletaryanın öncü müfrezesi olarak, siyasi iktidar mücadelesinde ifade bulan devrim iddiasını, emperyalizmin, feodalizmin ve komprador bürokratik kapitalizmin tasfiyesi hedefiyle ortaya koydu. Devrimin hedefleri-düşmanları gibi, devrimin dostlarını da titizlikle tahlil ve tespit etti. Devrimin öncü gücünü proletarya, temel gücünü köylülük olarak açıklayan Maoist Parti, kır ve şehir küçük burjuvazisini, lümpen proletaryayı, milli burjuvazinin sol kanadını devrimin dostları arasında görür.
Maoist Parti’nin doğuşu proletarya ve halk kitlelerinin gerici sınıflara karşı yürüttüğü sınıf mücadelesinde gerçek öncü partilerine kavuşması demekti.
Parti için de geçerlidir.
Bir kez daha Maoist Parti’yi 40. kuruluş ve mücadele yıl dönümü vesilesiyle selamlarken, kurucu önder ve başkomutanımız Kaypakkaya yoldaşın komünist anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.
71 devrimci çıkışının yanı sıra, Maoist Parti’nin komünist nitelikte politik savaş örgütü olarak kuruluşu, ‘’Mustafa Suphi TKP’si’’ sonrası, üzerine ölü toprağı serilen ülke devrimci hareketinin derin uykuyla geçirdiği 50 yıllık sağ pasifist kabuğun kırılması anlamına geliyordu.
Devrimin niteliğini Yeni Demokratik Devrim olarak saptayan Maoist Parti, buna uygun olarak, devrimin yolunu kırlardan şehirlere doğru gelişen, kurtarılmış bölgeler yaratma vasıtasıyla iktidarı parça parça ele geçiren, uzun süreli savaş stratejisi olan Halk Savaşı Stratejisi olarak tespit etti.
uzanan Maoist öğretinin coğrafyamız parçasındaki tarihi… Silahlı mücadele pratiği ve tecrübelerinden olduğu kadar, hatalarından ve ideolojik mücadeleden öğrenerek sağlamlaşan bir parti tarihi... Karşı-devrimin kasvetli kara iklimini gerilla savaşındaki tutkulu duruşuyla aydınlatan devrimci ısrar… İşte, dünden bugüne Maoist Komünist Partisi’nin çetinliklerle örülü ve kor ateşler üzerinde yürüyerek bedellerle dolu, kanla yazılı tarihidir bu! Bu tarih, büyük devrimci kopuşun tarihidir!
14-15_Layout 2 4/19/12 3:55 PM Page 1
14 gençlik haber
Halkın Günlüğü 20-30 NİSAN 2012
Ya uy, ya uyu, yoksa F Farklı üniversitelerdeki birçok öğretim üyesinin bir araya gelerek oluşturduğu Öğrencime Dokunma Kampanyası Koordinasyonu, hapishanelerde tutuklu bulunan 600’ü aşkın öğrenciye dikkat çekerek ve öğrencisiz sıralara hitap etmek istemediklerini, yaptıkları eylem ve etkinliklerle sürdürüyor YÖK’ün üniversiteleri kışla yapmasına ve sıralarda olması gereken 600 öğrencinin F tipi hapishanelere kapatılmasına tepki gösteren öğretim elemanları “Öğrencime Dokunma” imza kampanyası başlattı. Kampanya 200’ü aşkın öğretim üyesinin desteklediği çeşitli eylem ve etkinliklerle sürüyor. Devletin kışla uygulamalarına karşı öğrenci, veli, öğretim elemanları ve eğitim emekçileriyle birlikte verilen mücadeleyle, içerideki 600’ü aşkın tutuklu ve hükümlü öğrencinin dışarıdaki sesi olmak, günün devrimci-militan faaliyeti ve ihtiyacıdır. Üniversitelere kontrollü girişle öncelikle siyasi kimliğinden arındırılmaya çalışılan gençlik, her yeni gün bir başka yargı ve hukuk saldırısıyla cendereye alınmaktadır. Üniversitelerde devletin sistemli saldırılarına karşı ve Yüksek Öğrenim Kurulu (YÖK)’nun üniversiteleri kışlaya çevirmesine tepki gösteren devrimci-yurtseverdemokrat öğrenciler, haklarında soruşturma açılmasına dahi gerek görülmeden, okullardan uzaklaştırılmaktadır. YÖKMEB’in yönetici kurulları tarafından düzenlenen uydurma ve keyfiyetçi tutanaklarıyla öğrencilerin kayıtları silinmekte, disiplin cezalarına tabi tutulmakta, ispiyonlama sonucu gözaltılarla, baskılarla siyasi polisin komplo fezlekeleriyle tutuklanmaktadır.
Öğretim elemanları; “Gelin ki sesimiz daha gür çıksın: “Öğrencime Dokunma” Farklı üniversitelerdeki birçok öğretim üyesinin bir araya gelerek oluşturduğu Öğrencime Dokunma Kampanyası Koordinasyonu, hapishanelerde tutuklu bulunan 600’ü aşkın öğrenciye dikkat çekerek ve öğrencisiz sıralara hitap etmek istemediklerini, yaptıkları eylem ve etkinliklerle sürdürüyor. Çeşitli üniversitelerden 200’ü aşkın öğretim elemanının oluşturduğu Öğrencime Dokunma Kampanyası Koordinasyonu; “Türkiye’nin bütün üniversitelerinde çalışan öğretim elemanlarını baskılara, tutuklamalara ve bunların bir uzantısı olarak açılan disiplin soruşturmalarına karşı öğrencilerine sahip çıkmaya çağırıyoruz. Gelin ki sesimiz daha gür çıksın: Öğrencime Dokunma” çağrısıyla kampanya başlattı. Kampanya 5 Nisan Perşembe günü Galatasaray Lisesi önünde yapılan basın açıklamasıyla duyuruldu. Kampanya koordinasyonu adına yapılan açıklamada “Yeni tutuklamalar, tahliyeler ve disiplin soruşturmaları neticesinde öğrencilikten çıkarılmalar nedeniyle doğru ve güncel verilere ulaşmak neredeyse imkânsız. Asıl üzerinde durulması gereken, öğrencileri terbiye etmeye, başaramayınca da tasfiye etmeye çalışan anlayıştır. Tutuklanan öğrencilere isnat edilen suçların çoğu ‘terör’ şemsiyesi altında birleştiriliyor” ifadelerine yer verildi. Kampanya kapsamında öğretim elemanlarının “Öğrencime Dokunma” logolu ‘stiker’ ve rozetlerle derse gireceği belirtilirken, çeşitli üniversitelerde basın açıklamaları yapılacağı duyuruldu.
Dicle Üniversitesi (mi?) kışla mı? Dicle Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Görevlisi Ersin Vedat Elgür “Öğrencime Dokunma” kampanyası çerçevesinde “İs-
ter toplayın 4’le 4’ü, isterseniz çarpın; Diyarbakır’da sonuç değişmiyor…” başlıklı yazısında, günün herhangi bir saatinde polisi karşısında gören öğrenciler kendilerine isnat edilen suçları dinliyorlar, kitaplarının arasındaki küçük notlara dikkatlice bakılıyor ve Elgür’ün felsefe tarihinin içinden geçirmek istediği öğrencilerine dair söyledikleri şu cümlelerle devam ediyor. “Siyasalın uzamında yargıda bulunmanın ağır yükünü idrak ediyorlar; keza muazzam bir
deneyimdir konuşmanın mekanından hızlıca ‘molotof, havai fişek ve ses bombası yapımı’yla suçlanmanın mekanına savrulma. Siyaset ile ‘suç’ arasındaki açının daral(tıl)masının şaşkınlığı içindeler.”
İçerideki öğrenciler için “Öğrencime Dokunma” dersi Öğrencime Dokunma Kampanyası Koordinasyonu, birçok hapishanede tutuklu bulunan öğrencilerin çoğunun Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’nde bulunması nedeniyle 15
ÇÜ’öğrencileri ‘formasyon Pedagojik formasyonun kaldırılması Çukurova Üniversitesi öğrencileri tarafından protesto edildi Yüksek Öğrenim Kurulu(YÖK) tarafından üniversite rektörlüklerine gönderilen bir yazıyla, pedagojik formasyon uygulamasının sonlandırıldığı bildirildi. YÖK tarafından üniversite rektörlüklerine gönderilen yazıda şu ifadelere yer verildi: “a) Yüksek Öğretim Genel Kurulu’nun 09.02.2012 tarihli toplantısında alınan öğretmenlik programlarında açık veya uzaktan eğitim sistemiyle lisans programlarına öğrenci alınmaması hususundaki kararı da dikkate alınarak 2012-2013 eğitim-öğretim yılı da dahil olmak üzere
Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi bünyesinde yer alan Okul Öncesi Öğretmenliği ile İngilizce Öğretmenliği programları ile öğrenci alan mevcut uzaktan eğitim öğretmenlik programlarının öğrenci alımının durdurularak kapatılmasına, b) Milli Eğitim Bakanlığı’nın öğretmen ihtiyacı olan Okul Öncesi Öğretmenliği, Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık, Özel Eğitim Bölümü öğretmenlikleri, İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği ikinci öğretim programları hariç eğitim fakülteleri bünyesinde yer alan diğer alanlardaki mevcut ikinci öğretim programlarının kapatılmasına, kapatılan alanlarda yeni ikinci öğretim programlarının açılmamasına, c) Yeni pedagojik formasyon sertifika programları açılmamasına ve daha önce açılmasına izin verilen programların da
14-15_Layout 2 4/19/12 3:55 PM Page 2
20-30 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü
15
tipi hücre
diye cevaplarken, demir barikatlara pankart asmalarına da jandarma aldığı yoğun güvenlikle “Devletin malı, olmaz” diye cevapladı. Tutuklu ve hükümlü öğrencilerin isimlerini okuyarak hapishanedeki öğrencilerin yerine öğretim elemanları “burada” diyerek hapishane önünde yapılan ders başladı. Yıldız Teknik Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Beyza Üstün ilk dersi başlatarak “Birimiz bile tutukluysak, hepimiz tutukluyuz. Öğrencilerimizin yeri burası, dışarı, bizim yanımız” diye konuştu. Ekolojinin de tutukluluğunu işleyen Üstün, suyun metalaştırılarak tutuklandığını, Birleşmiş Milletler (BM) kararlarıyla suyun satışa çıkarıldığını ve ülkemizdeki derelerin 49 yıllığına sermayeye kiralandığını açıkladı. Üstün anlattığı derste Dünya Su Forumu aracılığıyla bu kararların hayata geçirildiğini, oysa her insanın ücretsiz ve sağlıklı suya ulaşma hakkının olduğunu, ancak hidroelektrik santrallerle derelerin de hapsedildiğini, borularla taşınan suyun yaşamdan ve doğadan koparıldığını, suyun bu şekilde canlılara hizmet edemediğini anlattı. Üstün HES inşaatlarını hızla bitirmeye çalışan patronların, hem doğaya zarar verdiğini hem de işçilerin ölümüne sebep olduğunu, sadece HES inşaatlarında şimdiye kadar 300 işçinin yaşamına mal olduğunu açıkladı.
Nisan Pazar günü hapishane önüne giden öğretim elemanları, temsili ders vererek dayanışma eylemi düzenledi. Öğretim üyeleri beyaz tahta ve sandalyeleriyle hapishane önüne taşıyan öğretim elemanları öğrencilerine temsili ders vermeye gitti. Öğretim elemanları öğrencilerine ulaşabilmek için ceza infaz savcısıyla görüşme isteklerini ileten 10 akademisyeni, savcı “Beni böyle şeylerle rahatsız etmeyin, telefonla bile görüşmek zorunda değilim”
Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Saysel işlediği derste, 21. yüzyılı “ekolojik kriz” yüzyılı olarak tanımladı. Temsili derse Eğitim-Sen Tekirdağ Şubesi üyelerinin de katıldığı ve Eğitim-Sen adına konuşan Aytekin Çelebi de ekolojik problemleri mevcut sistemin çözemeyeceğini, ancak sosyalizmle çözülebileceğini ifade etti. Öğrencime Dokunma Kampanyası Koordinasyonu’nun Tekirdağ F Tipi Hapishanesi önünde verdiği temsili ders, tutuklu ve hükümlü öğrencilere dayanışma kartı yazılmasıyla sona erdi.
hakkımız engellenemez’ mevcut öğrencilerin işlemleri bittikten sonra kapatılmasına, karar verilmiştir.”
Formasyon hakkımız engellenemez! YÖK’ün, üniversite rektörlüklerine gönderdiği bir yazıyla 5 Nisan günü yapılan toplantıda alınan karar gereği, Fen-Edebiyat Fakültesi öğrencilerine pedagojik formasyonunun, ve eğitim fakültelerinin bazı bölümlerinin ikinci öğretimlerini kaldırılması Çukurova Üniversitesi öğrencileri tarafından protesto edildi. 17 Nisan Salı günü erken saatlerde FenEdebiyat Fakültesi önünde toplanan üniversite öğrencileriyle akademisyenler, alınan bu kararın haksız olduğunu ve öğrencilerin geleceksizleştirdiğini ifade etti. Ayrıca öğrenciler, ‘Alınan bu karara itiraz edeceğiz ve hukuki tüm yollara başvura-
cağız, hem bizlerin emekleri boşa düşürülmeye hem de ailelerimizi üzmeye kimsenin hakkı yok’ ifadelerinde bulunarak düzenli ve disiplinli bir örgütlenmeyle yapılacak tüm eylemlerin kazanımla sonuçlanacağı vurgusunu yaptılar. Konuşmalar sonrası, ÇÜ Fen-Edebiyat Fakültesi eski binasından yeni binalara yürüyüş gerçekleştirildi. Yürüyüş sırasında sık sık “Direne direne kazanacağız”, “Formasyon hakkımız engellenemez”, “YÖK’e karşı omuz omuza” sloganları atıldı. Yürüyüş sonrası bina önünde 5 dakikalık bir oturma eylemi gerçekleştirildi. Oturma eylemi sonrası, eylemler için komisyonlar oluşturuldu. Komisyonlar tarafından yapılan toplantıda bir eylem programı hazırlandı. Hazırlanan eylem programında önümüzdeki günlerde imza kampanyaları, ders boykotları ve çeşitli eylemler organize edilecek.
GENÇ YORUM
≫ sinan çakıroğlu
“FETİHÇİLİK”
B
atı kapitalizminin gelişim dinamiğini kavramayan ve Ortaçağ sömürü araçlarının devamlılığıyla ayakta durmaya çalışan Osmanlı devleti, politik hükmünün son 50 yılında, yarı-feodal bir yapıya bürünmüştü. Her ne kadar kendi dinamiklerine dayalı kapitalist üretim ilişkilerine sahip olsa bile, dışa bağımlılığın sonucu olarak, öz üretim emperyalizm eliyle darbelendi ya da, yedek hale getirildi. Bu iktisadi yapısına rağmen, Osmanlı geleneksel olarak ilerlettiği fetihçilik stratejisinden vazgeçmedi. Emperyalizme bağlı olarak gerici paradigma değişik biçimler aldı. Birinci emperyalist paylaşım savaşında, Alman emperyalizm saflarında tutuşulan kavga bunun ürünüydü. Yenilgi, Osmanlı'ya pahalıya patladı. Ama “fetihçiliğe” söz getirmeyen hakim sınıflar, kendilerinin değil de Almanya'nın yenildiğini ve Osmanlının da hükmen mağlup olduğunu söylüyorlardı. Gerici sınıf karakterleri ve ümmetçi ideolojilerinin bir tezahürü olarak kendini gösteriyordu. Fazla değil, birkaç 10 yıl sonra, ikinci emperyalist paylaşım savaşında, yine Alman emperyalizmden yana tavır takınıldı. TC her ne kadar fiilen savaşa girmese de, Hitler faşizminin en büyük lojistik destekçisi haline dönüştü. Balkanlar başta olmak üzere, Sovyetler Birliği Cumhuriyetlerinde, Türk kökenli insanlara, faşizmin kızıl şeytanı yeneceği söyleniyor ve Turancı paradigma ile birlikte, tüm Türk kökenli ezilenler, faşizm bayrağı altında, Sosyalist Kampa karşı savaşmaya çağrılıyordu. Ne mutlu ki, bu proje de tutmadı. Sosyalizm bayrağına sarılmış çeşitli ulus ve milliyetlerden ezilenler, faşizmin en büyük kale burçlarını devirmeyi başardı. TC hakim sınıfları, bu yarışta da ipi göğüslemek yerine, ezilen milyonların öfkesiyle karşılaştı. Giriş bölümünde aktarmaya çalıştığımız ve her bir ilerici-devrimci-komünist tarafından bilinen genel doğrularla okuyucuyu sıkma niyetinde değiliz. Ama TC gericiliğinin tarihselliği içerisinde zuhur eden ve günümüz açısından at başı giden fetihçilik “kahramanlığının”, sınıfsal arka planını açıklamak açısından önemliydi. Emperyalizme biatta sınır tanımayan Türk hakim sınıflarının dışa bağımlılığının (gelinen aşamada entegresinin) sonucu olarak, bölgede ileri karakol olmaya yönelik hamleleri bilinmektedir. Bu karakolun dönem bekçisi Erdoğan, nükleer karşıtı konuşmalarda “insani” değerlere dikkat çekerken, İran gericiliğini hedef gösteriyor ve bu yönlü araştırmaların bir an önce sonlandırılmasını dile getiriyordu. Bu söylediğimiz çok değil, yaklaşık birkaç hafta önce gerçekleşti. Ama aynı siyasetin kapı kulu, ABD emperyalizmi başta olmak üzere, dünyada 5 gerici devletin neden milyarlarca dolar parayı nükleer silaha ayırdığına dair bir tek açıklamada bulunmuyordu. Yine Atom Bilimleri Bülteni'nde (http://bos.sagepub.com/content/67/1/6 4.full.pdf+html) açıklanan rapora göre, İncirlik üssünde 60 ila 70 arası nükleer bombanın, hangi “tehdide” karşı konumlandırıldığı “es” geçilmektedir. Nükleer Silahları Önleme Anlaşması’na 1969 yılında imza atan Türkiye, İncirlik üssünde “vermiş” olduğu ruhsatla birlikte, kendi imzaladığı anlaşmaları fiilen çiğnemiştir. Ama dün olduğu gibi bugün de, bu tür anlaşmaların ve uygulamaların ancak sınıf çıkarlarına uygun olduğu takdirde kıymeti harbiyesi olduğu iyi bilinmektedir. TC devleti de, em-
peryalizme bağımlılık ilişkilerinin bir sonucu olarak, kah sosyal emperyalist kampa baskı oluşturmak için böylesi anlaşmalara imza atmış, kah bölge devletlerine karşı oluşturulacak kontrol markaj için topraklarını açmış, bu siyasetin en ileri savunucusu olmuştur. Evet, bu siyasetin, yani emperyalist yayılmacılığın en ileri savunucusu olmuştur derken, imla olarak vurgu olsun diye değil, politik anlamda bir gerçekliğe vurgu yapmak açısından bunu uygun gördük. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki yeni gelişmelere paralel olarak, TC devleti, “fetihçi” ruhunu bir kere daha göstermiştir. Bir yandan Libya'daki Kaddafi karşıtlığıyla dikkat çekerken, diğer yandan ise Mısır'ın Tahrir Meydanı’nda, büyük kalabalıklara seslenerek bunu yapmaktadır. Ama bu siyasal ayağın bir de askeri ayağı olmadığını düşünmek çocukluk olur. On iki senedir, sınır bölgelerine yapılan ve son teknoloji silahlarla donatılmış karakollar, buna sadece küçük bir örnektir. Keza profesyonel ordu çalışmaları ve yeni teçhizat donanımı, bölgede emperyalizmin gölgesi olmaya aday hazırlıklarıdır. Yine Reuters Ajansı’nın objektiflerine yansıyan Hür Suriye Ordusu’nun fotoğrafları, söylediklerimizi kanıtlar pozisyondadır. Türkiye'nin Hatay sınırında kurulmuş kamplarda, Esad muhaliflerinin bizzat TC tarafından desteklendiği, Times Gazetesi tarafından da onaylanmıştır. Bundan birkaç ay önce, Reuters tarafından atılan iddia ise, Suriyeli muhaliflerin oluşturduğu ordu, TC tarafından eğitilmektedir. Dağınık olan Hür Suriye Ordusu’nun merkezi bir yapısı bulunmadığını biliyoruz. TC tarafından bir eğitime tabi tutulma olanağı olmakla birlikte bunun sınırlı olduğunu da görmek gerekir. Ama asıl önemli nokta, Suriye'nin “Dostları” savaşında, TC hakim sınıfları, sınıf karakterlerine uygun karar almakta ve harekete geçmektedirler. Sonuç olarak faşist Türk Devleti, Osmanlı'dan günümüze uzanan “fetihçi” misyonerliğini modernize olan emperyal konsepte bağlı olarak devam ettirmektedir. Gerici Esad rejiminin, Annan Planı çerçevesinde bir ateşkes gerçekleştirmesi, BOP açısından bir sonucu değiştirmeyecektir. Emperyalist diktatörlük, Esad rejiminin yıkılması sonrasında Suriye'de kimi iktidara getireceğini bilmemektedir. İşgalin önünde en büyük engel budur. Diğer taraftan ise günbegün yalnızlaşan Esad gericiliği, ateşkesle birlikte güç toparlamak istemekte ve kafası karışık olan muhalifleri kendi cephesine çekmeye çalışmaktadır. Tüm bu gelişmelere paralel olarak TC, füze kalkanları, İncirlik Üssü ve modernize olan ordusuyla birlikte, Esad muhaliflerine askeri önderlik yapabilmenin telaşı içerisindedir. Yeni Demokrasi güçleri, emperyalistlerin Ortadoğu gündemini iyi takip edip, ülkemiz hakim sınıflarının bu gündem takibinde sürdürdükleri gerici politikalar, halklarımız nezdinde teşhir edilmelidir. Bir diğer açıdan ise, Suriye sınırında büyük otorite boşlukları doğacağı aşikardır. Şimdiden sondaj çalışmaları yaparak, gerici güçler arasındaki çatışma durumundan faydalanma ama hiçbir gerici grupla aynı kulvarda yer almama stratejisini izleyerek, Halk Savaşı'nın gelişmesi için fırsatları değerlendirebiliriz. Ancak bu fırsatları değerlendirdiğimiz takdirde, Halk Savaşı'nı ivmelendirmiş ve gerici TC’nin “fetihçiliğini” boşa çıkarmış oluruz.
16-17_Layout 2 4/19/12 4:17 PM Page 1
16
dünya haber
Halkın Günlüğü 20-30 NİSAN 2012
Nükleer pazarlık devam İran ile P5+1 olarak bilinen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya arasındaki nükleer müzakereleri 14 Nisan tarihinde İstanbul’da yapıldı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi (ABD, Çin, Fransa, İngiltere, Rusya)-Almanya ile İran arasında devam eden nükleer müzakerelerin sonuncusu İstanbul’da gerçekleştirildi. İran’ın uranyum nükleer programının denetime açılması ve sonlandırılması amacıyla yürütülen görüşmelerin bir sonraki durağı Irak olacak. Altılar grubu olarak anılan emperyalist güçlerin Ortadoğu politikaları ekseninde ele aldıkları İran’ın nükleer çalışmaları oldukça tartışmalı bir konu. Dünyanın her bir bölgesini emperyalist emelleri için sömürü alanlarına çeviren özellikle ABD gibi emperyalist güçlerin nükleer çalışmaları bahane ederek İran üzerindeki baskıyı arttırmaya çalıştıkları bilinen bir gerçekliktir. İşte bu gerçeklik içerisinde İstanbul’da yapılan toplantıda açığa çıkmıştır ki, emperyalist ülkeler kendi çıkarları doğrultusunda İran üzerinde baskı oluşturmaya devam edecekler. Görüşmelere, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi olan ABD, Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere ile Almanya’nın oluşturduğu P5+1 heyeti ve İran heyeti katıldı. P5+1 heyetine Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton başkanlık ederken, İran heyetinin başında ise İran Milli Güvenlik Yüksek Kurulu Genel Sekre-
teri ve Nükleer Başmüzakereci Said Celili yer aldı. Toplantıya ayrıca Ashton’ın yardımcısı Robert Cooper, Celili’nin yardımcısı Ali Bageri, ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Müsteşarı William Burns ile İngiltere, Almanya, Fransa, Çin ve Rusya Dışişleri Bakan Yar-
Mısır’da “demokrasi” yasakları Mısır Yüksek Seçim Komisyonu, adaylıkları reddedilerek cumhurbaşkanlığı yolu kapanan adayların itiraz başvurusunu da kabul etmedi
Seçimden men edilen Ebu İsmail'in yüzlerce destekçisi komisyon binasının önünde oturma eylemi yaptı. Adaylığının reddedildiğinin açıklanmasından sonra eylem başlatan Ebu İsmail'in bazı taraftarları binayı taş yağmuruna tuttu ve polisle çatıştı. Eylem üzerine bina askeri araçlarla çevrildi.
Mısır Mübarek sonrası dönemin ilk seçimlerine 23-24 Mayıs’ta gidiyor. Mayıs ayında yapılacak ilk tur seçimlerden sonra, 16-17 Haziran tarihlerinde ikinci tur seçimleri yapılacak. Mısır’da seçimler yaklaştıkça tartışmalar da boyutlanıyor. Başkanlık seçimlerinde adaylıkları kabul edilmeyen 10 kişinin itiraz başvuruları da reddedildi.
Nihai aday listesi, seçim kampanyasının resmen başlayacağı tarih olan 26 Nisan'da açıklanacak. İlk turda adaylardan biri yeterli çoğunluğu sağlayamazsa, en fazla oy alan iki aday, Haziran'da ikinci turda yarışacak.
Yüksek Seçim Komisyonu'nun adaylıklarını uygun bulmadığı isimler arasında Hüsnü Mübarek döneminde 18 yıl istihbarat servisi başkanlığı yapan Ömer Süleyman, Selefilerin adayı Hazım Ebu İsmail ve parlamentoda çoğunluğu elinde bulunduran Müslüman Kardeşler Hareketi'nin Başkan Yardımcısı Hayrat El Şatır da bulunuyor.
Hüsnü Mübarek'in devrilmesinin ardından iktidara el koyan Askeri Konsey, iktidarı 1 Temmuz'da yeni cumhurbaşkanına teslim edecek. Yüksek Seçim Kurulu 15 Nisan'da aldığı kararla cumhurbaşkanlığı yarışına katılmak için başvuran 10 adaya cumhurbaşkanlığı yolunu kapatmış, aralarında Arap Birliği eski Genel Sekreteri Amr Musa'nın da bulunduğu 13 adayın başvurusunu ise kabul etmişti.
dımcıları katıldı. Toplantıda emperyalist ülkelerin yer aldığı P5+1 heyeti, İran’ın uranyum zenginleştirme programını durdurmasını ya da Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) aracılığıyla barışçıl amaçlı bir program olduğunu ispatlaması talebini yinelediler.
Toplantının ardından P5+1 heyeti adına açıklamada bulunan AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Ashton, “Ayrıntılı ve yapıcı bir görüşme yapmayı hedeflemiştik, ancak İran tarafı bunun için hazır değil” diye konuştu. Ashton, “İran’ın, pragmatik bir tavır takınmasını ve olumlu
Taliban’dan
“Bahar Taarruzu” Emperyalizmin işgali altında olan Afganistan’da Taliban tarafından başlatılan “Bahar taarruzu” eylemlerinde NATO üsleri dahil, birçok noktaya saldırılar gerçekleştirildi
Taliban açıklamasında, 15 Nisan Pazar günü Kabil, Logar, Nangarhar ve Paktia bölgelerinde düzenlenen canlı bomba eylemleri ve elçilikler, ISAF karargahı, parlamento ve diğer askerhükümet binalarına yönelik saldırıların yaklaşık 24 saat sürdüğünü, bu eylemlerle bahar saldırılarının başladığını açıkladı.
Taliban tarafından 15 Nisan günü başlatılan ve birçok askeri üssü hedef alan saldırılarda onlarca NATO ve Afgan askeri öldürüldü.
Taliban, Kabil'de ABD ve NATO askerleri, yerel polis ve asker güçleri, yabancı diplomatlar dahil 93 kişinin öldürüldüğünü, yüzlercesinin de yaralandığını açıkladı.
Toplam 13 kişiden oluşan Taliban militanlarının eş zamanlı olarak Uluslararsı Güvenlik Destek Gücü (ISAF) karargahı, elçilikler, parlamento binası, başkanlık sarayı, Darul Eman sarayı ve diğer hedeflere saldırdığı belirtildi.
Logar'da da 6 ve 3 kişilik iki ayrı ekibin düzenlediği saldırılarda, 6'sı Amerikan olmak üzere 29 güvenlik görevlisi öldürüldü. Taliban'ın açıklamasına göre Celalabad'da ise iki ayrı grup, saldırılar düzenledi, NATO ve Afgan güçlerine
16-17_Layout 2 4/19/12 4:17 PM Page 2
20-30 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü
ediyor
17
ğini söyledi. İran’ın sivil nükleer enerji programı hakkını kabul ettiklerini iddia eden Ashton, “İran’ın programının sadece barışçı amaçlarla olduğunu ortaya koyması lazım. IAEA şu ana kadar bunu teyit edememiş durumdadır” diye konuştu. İran heyetini temsil eden İran Milli Güvenlik Yüksek Kurulu Genel Sekreteri ve İran’ın Nükleer Baş müzakerecisi Said Celili ise, açıklamalarında P5+1 heyetinin dayatmacı bir tavır takındığını vurguladı. Celili, İran’ın nükleer programıyla ilgili müzakerelerde, “konuşmaların faydalı olması için ilk önce ortak bir mantık olması gerektiğini, ortak mantık yerine başka bir şey kullanıldığında, bunun diyalog çerçevesinden çıkıp talimat çerçevesine girdiğini” söyledi. Cenevre’de ortak alanlarda, ortak işbirliği konusunda konuşmak üzere anlaştıklarını belirten Celili, özellikle ortak çıkarlar konusundaki işbirliğinde ilerleme kaydedilirse görüşmelerin başarılı olacağını söyledi. Celili, İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) ile işbirliği içinde olduğunu ifade ederek, kurum başkanının bunu konuşmalarında 25 kez ilan ettiğini, “İran’ın kesinlikle barışçıl olmayan bir girişimi yoktur, tüm girişimleri barışçıldır” denildiğini anlattı. bir yanıt göstermesini bekliyorduk. Kapı hâlâ açıktır ve tercih İran’ın elindedir” dedi. Ashton, bu görüşmenin ardından herhangi bir görüşme planlanmadığını ve İran’dan olumlu bir yanıt geldiği takdirde yeni görüşmelerin gündeme gelece-
Asılsız konular öne atılarak temel konuların gölgede bırakılmak istendiğini söyleyen Celili, “Niye Avrupa’da 200'den fazla nükleer tesis var? Uluslararası toplum bu konuda ne yapıyor? İsrail’in nükleer silahını kim ona vermiştir? Bu konuda hiç araştırma yapılmış mıdır?” diye sordu.
EKSEN
YENİ PUTİN DÖNEMİ VE RUSYA’NIN GELECEĞİ usya Federasyonu son 4 ay içerisinde gerçekleşen iki seçim sonrasında yeni bir döneme giriyor.”Komünist Parti”nin % 17, Batı’nın sevgilisi “Liberallerin” % 10 oy aldığı seçimlerde Putin % 64 oy ile yeniden ikinci kez başkan seçildi.
R
Batı basınının liberal orta sınıf olarak nitelediği muhalefetin oyunun çok cılız kalması ABD elebaşılığındaki emperyalizm için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Sistemin ağababaları, SSCB’nin çökmesiyle yalnız ideolojik bir zafer kazanmakla kalmadıklarını, ilaveten sistemin krizden çıkmasına yarayacak büyük bir imkan yakaladıklarını da düşünmüşlerdi. Çünkü yapısal bir ekonomik kriz içinde, fazla sermayeyi göndermeye, talan etmeye, kamusal alanların özelleştirilmesiyle büyük rantlar yaratmaya uygun yeni imkanların açılması sistem için yaşamsal öneme sahipti. Nitekim Yeltsin döneminde bu imkandan bolca yararlanıldı. SSCB ve Doğu Bloku çöktükten sonra uygulamaya konan IMF’nin neoliberal şok programı sonucu GSMH % 50 geriledi. İşsizlik, toplumsal kriz, alkolizm patladı. Ülkenin kamu malları ve doğal kaynakları “oligark” olarak adlandırılan bir grup eski bürokrat, partili, hırsız işadamı elinde toplanıp buradan da Batılı şirketlerin eline geçti. ABD’de, Gorbaçov döneminde verdiği sözleri unutup NATO kanalıyla eski Doğu Bloku ülkelerini yutmaya başlayınca Rusya bir üçüncü dünya ülkesi, yeni sömürge olmaya doğru hızla gitmeye başladı. Putin ile birlikte bu kapılar kapandı. Putin sadece bu kapıları kapatmakla kalmadı, elden kaçan enerji ve maden kaynaklarını yeniden devlet denetimine aldı. Batı’nın taşeronu oligarkları temizledi. Bu süreç içerisinde Rusya yeniden uluslararası alanda Batı’dan bağımsız, hatta muhalif tutumlar almaya başladı. Batı şimdi, kaçırdığı olanaklara yanarken sözde liberallerin marjinalleşmekten kurtulamamasını hazmedemiyor. RUSYA ARTIK “ZAYIF” DEĞİL
bağlı 27 kişinin öldürüldüğü belirtildi. Bu büyük saldırıların yanı sıra Pakistan'da düzenlenen saldırıda da Afgan güçlerinden 30 kişi öldürüldü.
pan Afgan ve NATO yetkilileri, ölü sayısını 21 olarak açıklamış, bunun büyük bir kısmının da Taliban militanı olduğunu ileri sürmüştü.
Küçük saldırılarda da ayrı ayrı çok sayıda kişinin öldürüldüğü belirtilen açıklamada yaralananlar arasında çok sayıda rütbelinin olduğu kaydedildi. Yaralı üst düzey yetkililerin sıkı korunan bir hastaneye nakledildiği ifade edildi.
Taliban üyesi 1200 kişi hapishaneden kaçırıldı
Afganistan'ın 4 eyaletinde ve Pakistan sınırında düzenlenen saldırılarda, ABD, NATO müttefikleri ve Afgan güçlerine bağlı 220 güvenlik görevlisinin öldürüldüğü kaydedildi. Saldırılarla ilgili daha önce açıklama ya-
Taliban tarafından yapılan eylemlerden birinin hedefi de Bannu kentindeki hapishane oldu. Hapishaneye yönelik yapılan eylem sonrası Afgan polisi 380 tutuklu ve hükümlünün kaçtığını belirti. Taliban sözcüsü Asimullah Musad tarafından yapılan açıklamada ise en az 1200 üyelerinin hapishaneden kaçırılarak güvenli bölgelere ulaştırıldığını ifade etti.
≫ ahmet hacalişi k.
1990’lı yılların Rusya’sı artık tamamen geride kalmıştır. SSCB’nin dağılmasından sonraki ekonomik çöküntü Rusya’nın iç ve dış politikasına da yansımış, NATO’nun gerek Balkanlar’da gerekse Doğu Avrupa’daki genişlemesini kabul etmek zorunda kalmıştı. Yeltsin döneminde ekonomik krizi ağır bir şekilde yaşayan Rusya 2000’li yıllarda 1. Putin döneminde belirli bir toparlanma yaşadı ve hızla çok kutuplu dünyanın önemli aktörü konumuna doğru ilerledi. Dünya ölçeğinde doğalgaza olan talebin artması ve petrol fiyatlarının hızla yükselmesi de toparlanmayı çabuklaştırdı. Silah ve enerji satışları sayesinde toparlanan ekonomiyle dış borçlar ödendi. Döviz rezervleri artırıldı. Baş ağrısı olan Çeçenistan sorunu 11 Eylül belasıyla uğraşan ABD’nin göz yumması yani konjonktürel olgu sayesinde halledildi. ABD, Çin ve AB’den daha fazla doğal kaynağa –petrol, gaz, kömür ve kereste- sahip olan Rusya’nın, 2. Putin döneminde enerji sektöründe hakim güç olma yolunda katettiği yol, Asya, Afrika, Latin Amerika ülkeleriyle kurduğu ilişki-
lerle çok kutuplu dünyanın süper gücü durumuna evrilme yolunda. RUSYA’NIN DEZAVANTAJLARI Rusya’nın geleceğine dair bir projeksiyon tutulduğunda bazı olumsuzlukları bünyesinde barındırdığını gözlemlemek mümkün. Bunların en başında sürekli azalan nüfusunu saymak gerekir. Rusya’nın sürekli azalan nüfusuyla (yıllık kabaca altı yüz bin) sahip olduğu geniş alan arasındaki oransızlık onun gelecekteki en büyük sorunu olacaktır. Bir başka husus da coğrafi olarak sahip olduğu alanın tek bir birim değil dört ayrı birim olduğu gerçeğidir. Volga havzasında yaşayan Avrupa Rusyası, Slavlar; Karadeniz ile Hazar bölgesi arasındaki Kafkaslar; Orta Asya’ya açılan kapı olarak Ural ve Sibirya bölgesi; Çin ve Moğolistan’a komşu Pasifik bölgesi. Etnik ve kültürel olarak farklılıklar barındıran, gelişmişlik düzeyleri farklı bu bölgelerin birleştirilememesi halinde tüm Avrasya haritası derinden etkilenecektir. Bugün Rusya kırsalının büyük kısmı hükümetleri tarafından kendi kaderine terkedilmiş ve kendilerini savunmaya çalışan insanların yaşadığı alt üst olmuş bir dünya tablosu çiziyor. Sibirya ve Pasifik bölgesinden Ruslar batıya göç ederken her yıl kabaca altı yüz bin kaçak Çin’li göçmen kuzeye, Rusya’nın azalan nüfuslu Uzak Doğusu’na doğru akıyor. Çin’in kuzeydoğu eyaletlerinde toplam nüfusu yüz milyonun üzerindeyken Uzak Doğu’da yalnızca yedi milyon Rus kalmıştır. Böylesine büyük bir demografik dengesizlik ve doğal kaynaklar, dünyanın en büyük hammadde ithalatçısı, gelişen Çin’in artan ihtiyaçlarıyla da birleşince siyasi sınırlardaki hareketsizliğin ne kadar süreceği sorusu akla gelmektedir. Çin Rusya’nın yapamadığı şekilde bölgeyi kalkındırdığı için kademe kademe ele geçirmekte. Bir dev gibi büyüyen ve nüfusu 1.5 milyara dayanan Çin yaratmakta olduğu ekonomik potansiyelle Rusya ile ortak çıkar alanlarını fiilen genişletiyor. Rusya, topraklarının batısında bir zamanlar kontrol altında tuttuğu bölgeler şimdi Avrupa tarafından emilirken ve doğu toprakları için de Çin tehdidi güçlenmekteyken, daha çok sınırları aleyhte değişmeye elverişli ülke portresi çizmektedir. Ekonomik olarak doğalgaza ve petrole dayalı dış ticaret geliri de Rusya için büyük riskler taşımaktadır. Her ne kadar günümüz konjonktüründe fiyatlar Rusya yararına seyrediyorsa da önümüzdeki yıllarda yenilenebilir enerjideki artışla ile Akdeniz ve Afrika’da yeni yatakların devreye sokulmasıyla durumun değişmesi güçlü olasılıktır. Keza büyümeye devam etmesi için Avrupa yatırımlarına ihtiyaç duyması da ayrı bir handikaptır. AB ile ekonomik ilişkilerini derinleştiren Rusya Avrupa’ya yaslanmak zorundadır. SON YERİNE ABD’nin uyguladığı yanlış strateji ve politikalar bir yandan AB’nin politik ve ekonomik gücünü zayıflatırken, Rusya’ya toparlanma şansı vermiştir. Ancak birçok kriter yan yana konulduğunda Rusya’nın gelecekteki çok kutuplu dünyada iki süper güçten bir değil de iki buçuğuncu güç olacağını söylemek doğru olacaktır.
18-19_Layout 2 4/19/12 3:58 PM Page 1
18
güncel
Halkın Günlüğü 20-30 NİSAN 2012
Devletin kanlı yüzü Hakim sınıfların aygıtı olan devlet, kanlı yüzünü ve en çürümüş halini etrafı beton duvarlarla ve demir kapılarla arkasında olan tutsaklara göstermeye devam ediyor F tipi tecrit ve tredman işkencesi can almaya devam ediyor. “Beş yıldızlı otel odası” olarak lanse edilen F tiplerinde son on yıl içerisinde 900’ün üzerinde tutsak hayatını kaybetti. Devrimci-yurtsever tutsaklar üzerinde yoğunlaşan baskılar, kazanılmış hakların keyfi bir şekilde gaspı ve türlü işkencelerle, her yıl onlarca tutsak katlediliyor.
Karataş ve Soysal yaşamını yitirdi Türkiye-Kuzey Kürdistan hapishanelerinde onlarca hasta tutsak bilinçli bir şekilde tedavileri engellenerek ve tahliye edilmeyerek devletin tecrit işkencesiyle ağır ağır öldürülüyor. Son bir hafta içerisinde iki hasta tutsak yaşamını yitirdi. İnsan hakları savunucularının ve ailesinin girişimleri sonucunda ölüm sınırından tahliye edilen Nurettin Soysal, tedavi gördüğü Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 9 Nisan tarihinde hayatını kaybetti. PKK davasından 16 yıl hapishanede kalan Soysal'ın cenazesi, memleketi Solhan'a gönderildi. Diyarbakır, Adıyaman ve Muş hapishanelerinde 16 yıl tutulan Soysal, lenf kanseri hastalığına yakalanmıştı. Adli Tıp Kurumu'nun kapısından "Şimdi git, daha sonra gel" denilerek geri çevrilen Soysal için, doktorları "6 aylık ömrü kaldı" demişti. Soysal, ailesinin ve insan hakları savunucularının girişimleri sonucunda, “cezası” ertelenerek, 2010 yılının Kasım ayında tahliye edildi. Ancak, Soysal tahliye edildi-
ğinde hastalığı ilerlemişti. Soysal'ın hapishaneden tahliye edildiğinde ilk sözü, "Halkıma bağlı kalmaya devam edeceğim" olmuştu. Ankara'ya götürülen Soysal'ın Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde tedavisine başlandı. Bir süredir hastanede tedavi gören Soysal, 9 Nisan’da yaşamını yitirdi. Yine şeker hastası olduğu için uzun süredir tedavi gören ve birçok kez tahliye talebinde bulunan fakat hapishanede tutulan Mahmut Karataş da 3 Nisan tarihinde hayatını yitirdi. Diyabet hastası olan Karataş özellikle son bir yıldır hastalığının etkisiyle görme yetisini kaybetmiş ve yatağa bağımlı bir şekilde yaşıyordu. Karataş ve aile-
sinin Adalet Bakanlığı, TBMM İnsan Hakları Komisyonu, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı’na yapmış olduğu tüm başvurular sonuçsuz kaldı.
10 yılda 900’ün üzerinde ölüm yaşandı 9 Nisan günü TBMM’de bir basın toplantısı yapan BDP’li vekil İdris Baluken, 2011 yılında 31 hasta tutuklunun yaşamını yitirdiğine dikkat çekti. Baluken, son 10 yılda yaşamını yitiren tutuklu sayısının 900'ün üzerinde olduğunu kaydetti. İdris Baluken, "AKP'nin anlayışına göre; 130 bini aşkın mahkûm içerisinde 520 ağır hasta mahkûmun özgürlüğüne kavuşturulması da ileri demokrasiyi sekteye uğra-
tan, siyasi bir olgu olarak değerlendirilmektedir. Oysa sağlıklı bireylerin bile katlanması mümkün olmayan ağır cezaevi koşullarında, hasta tutukluların bekletilmeleri, yani ölüme terk edilmeleri, siyasi pencereden bakılamayacak kadar ağır bir insanlık ayıbı olarak değerlendirilmelidir. Bir kişinin cezaevinde yaşamını yitirmesi hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk açısından suçtur. Umarım bu son can kaybı olur. Bu konulara siyasi pencereden değil, ahlaki pencereden bakılmalıdır. Cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlülerin yaşam hakkı, Avrupa insan Hakları Mahkemesi kararları, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi tarafından güvence altına alın-
LİMAK şirketinin paralı “Askerleri” Peri’de köylülere saldırdı! Peri Suyu üzerinde yapılması planlanan baraja karşı köylülerin verdiği mücadele türlü engelleme ve hukuksuzluklara rağmen devam ediyor. Danıştay’ın acele kamulaştırma yapılamaz yönünde yürütmeyi durdurma kararı vererek baraj yapımının hukuka aykırı olduğunu tescillemesine rağmen, LİMAK Şirketi’nin halkın topraklarına saldırma girişimleri devam ediyor. Peri Özgür Köylü Hareketi’nin Danıştay kararı doğrultusunda Karakoçan Savcılığı’na yaptığı suç duyurusu ve kararın uygulanması taleplerine rağmen, LİMAK şİrketi 17-18 Nisan tarihlerinde iş makineleriyle gelerek, köylülerin topraklarında çalışma yapmak istedi. Çalışmasının hukuksuz olduğunu söyleyen köylüler, iş makinesinin çalışmasını durdurarak şirket yetkilileriyle görüşme talebinde bulundul. Topraklarını işgal eden şirkete tepki gösteren köylüler, yaşanan hukuksuzluğa son verilmesini istedi.
Özel güvenlik “JİTEM”ten rol çalıyor Köylülerin iş makinesini durdurması üzerine LİMAK Şirketi’nin tuttuğu özel güvenlik elemanları ellerinde ağır silahlar ve kalkanlarla, Aşağı Doluca Köyü’ne girmeye çalıştı. Bölgede terör estiren özel güvenlik üyeleri, köylülerin tepkisine karşı, halka silah doğrultmaktan çekinmediler. Bölge köylülerin kararlı direnişi karşısında geri çekilmek zorunda kalan özel güvenlik elemanları hakkında köylülerin anlatımı ise özel güvenliğin JİTEM’i aratmadığını gösterir nitelikte. Kendi görev sahasını aşarak adeta resmi kolluğun görevini üstlenen özel güvenliğin, yol keserek kimlik kontrolü yaptığı, bölgede köylüleri sindirmek için, kendi görevi olmayan hukuksuz işlemler yaptığını söyleyen köylüler, “ortada bir suç varsa o da özel güvenliğin bu çalışmalarıdır” dedi. Özel güvenlik saldırdı, köylüler gece saat 02.00’a kadar ifade verdi! Özel güvenliğin köye saldırma girişiminin
köylülerce engellenmesi üzerine bölgeye sevk edilen Nazimiye Jandarma Komutanlığı’na ve çevre karakollarına bağlı askerler köyü ablukaya aldı. Yaşanan saldırı üzerine demokratik kitle örgütlerini arayarak destek isteyen köylülerin direnişiyle dayanışmak için bölgeye giden Demokratik Haklar Federayonu (DHF), Dersim Kültür Derneği (DKD) ve Partizan üyeleri, abluka altına alınmış köylülerle görüştü. Nazımiye jandarması tarafından savcılık emriyle başlatılan soruşturma kapsamında ifadesi alınan köylüler yapılan işleme tepki gösterdiler. İfade alımında hazır bulunan Tunceli Barosu avukatlarından Av. Uğur Yeşiltepe: “ortada soruşturulması gereken bir durum varsa oda şirketin ve onun özel güvenlik biriminin hukuk tanımayan tutumudur” dedi. İfade işlemleri sürerken özel güvenlik şefinin, ortada bir suç varmışçasına kahveye çağrılarak köylülerin teşhis edilmeye çalışılması üzerine, köylüler ve avukatları duruma tepki gösterdi. Yapıla-
nın usulsüz, hukuka aykırı bir işlem olduğu belirtilerek işleme son verilmesini istediler. Yaşanan tartışma ve köylülerin şefe sert tepki göstermesi üzerine, özel güvenlik şefi jandarma koruması altında uzaklaştırıldı. Hukuk kime yarar! Köylülerin sözcülüğünü yapan Özkan Akyol’un yaşananları anlatmasına rağmen özel güvenlik şefinin yalan beyanları üzerine Özkan Akyol ile birlikte bölgeye gezmeye giden bir üniversite öğrencisi ve bir köylü savcılığa sevk edildi. Yapılan hukuksuz işleme tepki gösteren köylüler araçlarla Nazımiye Savcılığı’na giderek yaşananlara tepki gösterdiler. Gece saat 02.00’ye kadar süren ifade işleminin ardından serbest bırakılan köylüler, yaşananların bir kez daha hukukun yoksulları değil şirketleri koruduğunu belirterek, topraklarına sahip çıkma mücadelesine devam edeceklerinin altını çizdiler.
18-19_Layout 2 4/19/12 3:58 PM Page 2
güncel haber
20-30 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü
19
hapishaneler açıp, sloganlar attı. İHD Şube yöneticisi Adnan Öğrü yaptığı açıklamada, kısa bir süre önce yaşamını yitiren Mahmut Karataş'ın sağlık raporlarına rağmen tahliye edilmediği ve hastanedeki tedavisinin yarım bırakılarak hapishaneye götürüldüğü için öldüğünü belirtti. Öğrü, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün hasta tutukluların durumunu dikkate almadığını ifade ederek, "2011 yılında devletin ihmali ve mahpusların hastalıkları nedeniyle bölge cezaevlerinde toplam 13 kişi yaşamını yitirdi. İnsan Hakları Derneği olarak yaptığımız araştırmalar sonucu 256 ağır hasta mahpus bulunmaktadır. Bunların 106'sı ölümcül hastalıklar nedeniyle ölüm sınırındadır. Cezaevlerinde ölümcül ağır hasta tutuklu ve hükümlülerin derhal salıverilmeleri gerekmektedir"dedi.
mıştır. Türkiye'de mahkûmların yaşam hakkına ilişkin yaklaşım evrensel normlara aykırılık teşkil etmektedir.” diye konuştu.
106 hasta tutuklu ölüm sınırında İnsan Hakları Derneği (İHD) Adana Şubesi, bölge hapishanelerinde 106 hasta tutuklunun ölüm sınırında olduğunu, 2011 yılında 13 hasta tutuklunun hayatını kaybettiğini açıkladı. İnsan Hakları Derneği (İHD) Adana Şubesi 7 Nisan 2012 tarihinde, hasta tutukluların durumuna dikkat çekmek için İnönü Parkı'nda basın açıklaması yaptı. İnsan hakları savunucuları, "Hasta tutsaklar serbest bırakılsın. Tecride son" yazılı pankart
İHD Bingöl Şube Başkanı Nihat Aksoy ise, hapishenelerde şu anda 255 ağır hasta olduğuna dikkat çekerek, şunları söyledi: “Bugün insanlık suçu işleyen insanların uygulamalarına şahitlik etmek üzere buraya geldik. Üç gün önce Bingöl’ün insan hakları ihlali raporunu açıklamıştık. Bingöl M Tipi Kapalı Cezaevi’nde yaşanan ihlal sayısının 108 olduğunu belirtmiştik. Mahmut Karataş ile ilgili Ağustos ayında şubemize başvuru yapılmıştı. Gerek genel merkezimiz, gerekse de ailesinin Cumhurbaşkanlığı ve Adalet Bakanlığı nezdinde yürüttüğü çabalar sonuç vermedi. 75 yaşındaki Mahmut Karataş, iki gün önce gece saatlerinde Bingöl M Tipi Kapalı Cezaevi’nde hayata gözlerini yumdu. Bu bir insanlık suçudur, insanlık dramıdır. Bu suçu işleyen Cumhurbaşkanlığı’nı, Adalet Bakanlığı’nı ve ilgili yetkilileri buradan kınıyoruz.” İnsan Hakları Derneği’nin verilerine göre, 2011 yılında 13 ağır hasta mahpusun, Türkiye’nin çeşitli illerindeki hapishanelerinde hayatını kaybettiğini ifade eden Aksoy, “Mahmut Karataş bunların on dördüncüsü oldu. Mahmut Karataş’ın durumunda cezaevlerinde yatan 255 kişi daha var. Bu insanlar Mahmut Karataş gibi ölüme terk edilmiş durumdadır” dedi.
Mücadelede kararlıyız Bütün yasaklamalara rağmen yüz binlerce insanın sokağa çıkmasını ve Newroz’a katılmasını sindiremeyen AKP, gözaltı ve tutuklama terörüne başladı İstanbul ve Amed başta olmak üzere tüm yasaklamalara ve tehditlere rağmen onlarca noktada yüz binlerce kişinin katılımıyla kutlanan Newroz gösterilerini sindiremeyen AKP, gözaltı ve tutuklama saldırılarına devam etti. İstanbul'da 18 Mart'ta kutlanan ve şiddetli çatışmalara sahne olan, bir kişinin atılan gaz bombası nedeniyle yaşamını yitirdiği, yüzlerce kişinin gözaltına alınıp, onlarcasının tutuklandığı Newroz sonrası, gözaltı ve tutuklama saldırıları sürdü. Newroz’a katıldıkları gerekçesiyle 10 Nisan günü İstanbul’da çeşitli semtlerde gerçekleştirilen ev baskınlarında, DHF üyeleri Muharrem Demir ve Kenan Ulaş, ETHA muhabiri Çağdaş Küçükbattal’ın da aralarında olduğu 19 kişi gözaltına alındı. Yapılan baskınlar sonucu gözaltına alınan 19 kişi savcılığa çıkartılarak ifadeleri alındı, İfade işlemlerinin ardından mahkemeye çıkartılan 2 DHF üyesinin de içerisinde yer aldığı 12 kişi serbest bırakılırken 7 kişi de tutuklandı.
Gözaltılar protesto edildi Devrimci basın ve özgür basın emekçileri; Newroz’a katılma gerekçesiyle gözaltına alınan devrimci-demokratik kurumların çalışanları, üyeleri ve ETHA muhabiri Çağdaş Küçükbattal’ın serbest bırakılmasını istedi. Gözaltıları protesto etmek için 10 Nisan günü Vatan Emniyet Müdürlüğü önünde bir araya gelen Atılım, Etkin Haber Ajansı (ETHA), Halkın Günlüğü, Kızıl Bayrak, Mücadele Birliği, Özgür Gelecek ortak bir basın açıklaması yaparak gözaltına alınanların serbest bırakılmasını istedi.
İstanbul’da polisin yaptığı baskınlar sonucu gözaltına alınanların 13 Nisan günü Beşiktaş Adliyesi’nde görülecek duruşması öncesi, Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP), Demokratik Haklar Federasyonu (DHF), Ekim Gençliği, Emek ve Özgürlük Cephesi, Mücadele Birliği, Partizan ile Milyonlar Adalet İstiyor İnisiyatifi yaptıkları açıklamalarla gözaltına alınanların serbest bırakılmasını istedi. Yapılan basın açıklamasında polisin 10 Nisan sabahı İstanbul’un farklı semtlerinde bir çok baskınlar düzenleyerek devrimci demokratik kitle örgütlerinin üyelerinin gözaltına alındıkları ve sözlü taciz, kaba dayak, keyfi üst arama ve parmak izi alma gibi işkenceye tasi tutulduğu ifade edildi. DNA testi ve tükürük örneği vermeyi kabul etmeyen devrimci ve ilerici güçlere polisin azgınca saldırdığı açıklandı. Adliye önünde eylem yapıldığı sırada çıkarıldığı mahkeme tarafından serbest bırakılan Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) üyesi Kenan Ulaş söz alarak keyfi gerekçelerle gözaltına alındıklarını, gözaltı sırasında kendilerine ait olmayan eşyalarla ilgili tutanaklar imzalatılmaya çalışıldığını ifade etti. Gözaltına alınmalarını açlık grevine giderek ve ifade vermeyerek protesto ettiklerini açıklayan Ulaş, gözaltı sırasında arkadaşlarından zorla kan ve tükürük örnekleri alındığını açıkladı. DHF üyesi Kenan Ulaş konuşmasını “1920’lerden günümüze faşizm aynen devam ediyor. Dün nasılsa bugün de faşizmin halk üzerinde baskıları var. Adana’da baraj inşaatında işçileri katledenlerle, iş cinayetlerinde, Koçgiri’de, Dersim’de, Maraş’ta, Sivas’ta halkı katledenler arasında hiçbir fark yok. Hakim sınıflar devrimcilere karşı saldırılarına devam ediyor. Ancak bizler yapılan saldırılara karşı mücadele etmekte kararlıyız. Baskılar bizi yıldıramaz. Yaşasın halkların kardeşliği. Yaşasın devrimci dayanışma” sözleriyle bitirdi.
20-21_Layout 2 4/19/12 3:59 PM Page 1
20
kültür sanat
Halkın Günlüğü 20-30 NİSAN 2012
Grup Yorum’dan “Bağımsız Türkiye” konseri Bu yıl ikincisi düzenlenen Grup Yorum’un Bağımsız Türkiye Konseri 15 Nisan Pazar günü Bakırköy Halk Pazarı’nda yapıldı. Halk Cephesi tarafından "ON'ların Türküsü" başlığıyla düzenlenen ve saat 15.00'de başlayan ücretsiz konserde Grup Yorum'a, sanatçı dostları Zülfü Livaneli, Aylin Aslım, Hüseyin Turan ve Aynur Doğan ezgileriyle, Nihat Behram da şiirleriyle destek verdi. Grup Yorum savaşın eşiğindeki Suriye
halkına, Arapça şarkısıyla selam yolladı. ABD emperyalizmi on binlerin sesiyle bir kez daha lanetlenirken Grup Yorum üyeleri, “Biz bugün burada ABD’ye bağımlılıklarını ilan edenlere karşı, bağımsızca türkülerimizi söyleyeceğiz. Tüm türkülerimiz ezilen halklar için hep bir ağızdan yükselecek. Bi-
zim bağımsızlık düşümüzü yok edemeyecekler. Bizler bu sözü Mahir’lerden aldık. Onun için diyoruz ki yaşasın tam bağımsız Türkiye” dedi. Halen Tekirdağ Hapishanesi’nde tutuklu bulunan Grup Yorum üyesi Seçkin Aydoğan’ın hatırlatıldığı, dev konserde TAYAD’lı aileler de beyaz tülbentleriyle en
ön sıralarda yer aldı. “Uğurlama”, “Cemo”, “Gazi Marşı,” Amerika Katil marş ve türküleriyle ve on binlerin attığı sloganlarla coşkulu bir konsere imza atıldı. Konserde ayrıca; çeşitli video gösterileri, danslar, orkestra ve geniş bir koro Grup Yorum'a eşlik etti.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi protesto edildi
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclis Komisyonu’nda İstanbul Şehir Tiyatroları yönetiminin sanatçılardan alınarak belediyenin bürokratlarına devredildi. Karar, tiyatro sanatçıları tarafından yapılan basın açıklamasıyla protesto edildi İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Şehir Tiyatroları yönetiminin sanatçılardan alınarak belediye bürokratlarına devredilmesi, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi önünde yapılan eylemle protesto edildi. Yüzlerce tiyatrocu yeni yönetmeliği protesto ederken, yönetmelik değişikliğiyle şehir tiyatroları yönetiminin, belediye bürokratlarına devredileceğini açıkladılar. Yapılan eylem sırasında sanatçılar adına bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın açıklamasına tiyatro sanatçısı Aslı Öngören okudu: “Bir süredir Şehir Tiyatrosu bir kısım medyanın iftira içeren haksız saldırılarına maruz kalıyor. Anlamlandıramadığımız bu saldırıların nedeni artık açıkça anlaşıldı. Amaç 98 yıldır sanatçıları tarafından yönetilen Şehir Tiyatromuzun, tüm sanatsal işleyişini, belediye bürokratlarına teslim edilmesiymiş. Bu yönetmelik hazırlığından kurumumuzun, genel sanat yönetmeninin, yönetim kurulunun, belediye başkanı
sanat danışmanının dahi haberinin olmaması manidardır. Bu yeni yönetmeliğe göre artık Şehir Tiyatrosu bir sanat kurumu olmaktan resmen çıkarılarak, basit bir şube müdürlüğüne dönüştürülecekmiş. Bizce muhafaza edilmesi gereken değerlerse açıktır. Bu yönetmeliği kabul etmiyoruz. Çünkü asıl sorumluluğumuz seyircimizle birlikte, daha özgür ve umutlu günlere yürümektir.” dedi.
‘Yönetmelik sanatın bağımsızlığını ve özgürlüğünü yok sayıyor’ Basın açıklaması sonrası tiyatro sanatçısı Mustafa Alabora bir açıklama yaparak şehir tiyatrolarının yönetiminin sanatçılardan alınarak bürokratlara devredilmesi girişimini protesto etti. Alabora açıklamasında: “Eğer yönetmelik geçerse belediye bürokratları şehir tiyatrosuna direkt müdahale edecekler. Bu da sanatın bağımsızlığını, özgürlüğünü yok eden bir şeydir.” diyerek İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın bu yönetmeliği imzalamaması çağrısında bulundu. Alabora açıklamasını: “Bu yönetmelikle direkt oyun seçiminden, oyuncuların seçimine ve yönetmenlerin hangi oyunu koyacaklarına kadar her şeye belediye bürokratları karar verecek. Ben kimseyi küçümsemek istemem ama ben de belediyeden anlamam. Biz sanattan anlarız, onlar da belediyeden anlar.” sözleriyle bitirdi.
İzmir’de Grup Munzur konseri gerçekleştirildi DHF İzmir örgütlülüğü 1 Mayıs öncesi “Emperyalist Saldırganlığa ve Faşist Teröre Geçit Vermeyeceğiz!” şiarıyla düzenlediği Grup Munzur konserinde, kitleleri 1 Mayıs’ta her türlü saldırılara; sosyal, siyasal, ekonomik yıkımlara karşı mücadele azmiyle alanlara çağırdı
DHF tarafından 15 Nisan tarihinde İsmet İnönü Kültür Merkezi'nde saat 19:00’da başlayan ve yoğun katılımın olduğu konser; ülkemizde ve dünyada yaşanan son gelişmeler ve egemenler tarafından uygulanan her türlü saldırı, gözaltı ve tutuklamaların konu edildiği ve tüm bu gelişmeler karşısında emperyalist saldırganlığa, faşist teröre geçit vermeme çağrısının yapıldığı, sinevizyon gösterimiyle başladı. Enternasyonal
20-21_Layout 2 4/19/12 4:00 PM Page 2
20-30 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü
21
TUTSAK PARTİZAN
≫ cafer çakmak
12 EYLÜL FAŞİZMİ SÜRÜYOR
4
Nisan 2012’de Ağır Ceza Mahkemeleri’nde “12 Eylül’ün yargılanması” başladı. Burjuva kalemşorların ifade etmekte sakınca görmedikleri “sembolik yargılamanın” gerçekte, 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası’nın yargılamasının mümkün olmadığını bilmek zor değildir. Cuntacı faşist generaller evlerinde tavla oynarken sembolik olarak başlayan yargılamanın nasıl ilerleteceğinden, nasıl sonuçlandırılacağından da haberdardırlar. Asıl mesele ülkede ve dünyada kamuoyu ve diplomasi çalışmasına dönüştürülen “demokrasi atağı”, “askeri vesayetten uzaklaşma” oyununa, mağdurların alet edilmesidir. Oportünist reformist yapılardan çeşitli devrimci hareketlere kadar genişleyen yelpaze aynı anlayışla Ankara Adalet Sarayı önünde 12 Eylül paşalarının yargılanmasına başlanmasına halay çekmekte, kutlamakta sakınca görmediler. Bir anda faşist diktatörlüğün günümüzde halk kitlelerine karşı sürdürdüğü politikası unutulmuş, darbeciler yargılanıyor havasına girilmiştir. Faşist AKP Hükümeti, mağdurları kamuoyunda gösterirken bakın “ben halka zulmedenleri yargılıyorum, darbeler dönemi kapandı. Artık demokrasi gelişti” demektedir. Oysa 12 Eylül yasaları ve politik işleyişi kendi koşulları içinde aynı faşist yöntem ve araçlarla sürdürülmektedir. Hukuksal yollardan faşist diktatörlüğün politikalarının elbette teşhir edilmesi için mücadele verilebilir. Halkımıza karşı kullanılan her şeye dur demek, teşhir etmek komünist-devrimcilerin görevleri arasındadır. 12 Eylül yargılamalarına müdahil olmak ancak devrimci değer ve amaçlar sahiplenilerek başarılabilir. Devrim amacını, değerlerini ve günümüzdeki devrim mücadelesini bir kenara bırakanlar müdahil olurlar, ama faşist diktatörlüğün demokrasi oyununun bir parçası olmaktan asla kurtulamazlar. Parlamentolardan özgürlük ve eşitlik geleceğine inanan yığınla dönek, devrime sırt dönmüş, devrimci hareketin “önder” mağdurları TV ekranlarında “darbeler dönemi kapandı, Türkiye geçmişiyle yüzleşmek zorunda” vb cümleleri arka arkaya sıralayarak neden müdahil olduklarını anlatırken, nedense (!) günümüzde sürdürülen politikanın 12 Eylül’den hangi farklar taşıdığından hiç bahsetmemektedirler. 12 Eylül’ü sürdürenler, nasıl 12 Eylül’ü yargılayabilirler ki; bu oyuna neden ortak olurnur. Faşist AKP Hükümeti Adliye önünde mağdurların toplanmasını arzu etmekteydi, çünkü mahkeme yoluyla mağdurların haklarını koruyan bir güç olduğunu göstermektedir. Barış annelerine, tutsak ailelerine, işçilere, öğrencilere, memurlara en küçük demokratik haklara dair basın açıklamalarına saldıran devlet her nedense, Ankara Adliyesi önünde slogan ve pankartlarıyla toplanan tüm parti, hareket ve çevrelere müdahale etmedi. TV’ler canlı yayın yaparak darbelerin kötülüklerinden bahsetti. Elbette geçmişte kalmış kötülükler olarak!
marşı eşliğinde saygı duruşu sonrası etkinlik, DHF adına yapılan sunumla devam etti. Yapılan sunumda egemenlerin tüm sorunları çözümsüz, karmaşık bırakarak karamsarlığı, umutsuzluğu, yılgınlığı yayarak varlıklarını sürdürmeye çalıştıkları ifade edilerek şöyle denildi: “Türk hakim sınıflarının tarihinden gelen, farklı uluslara, azınlıklara, muhaliflere, komünist ve devrimcilere yönelik katliamcı geleneklerini sürdürmekte, Maraş, Çorum, Beyazıt, Gazi, 19 Aralık, Hrant Dink, Roboski katliamlarında kullandığı tetikçilerini ve anlayışlarını kendi göstermelik mahkeme tezgahlarında aklamaya çalışmaktadır. Sivas katliamı davası zaman aşımına uğratılırken, 12 Eylül davası binlerce müdahil ve mağdur dışında tutularak sahneye konuluyor, 12 Eylül aklanmaya, hafifletilmeye çalışılıyor. Ancak tüm bu katliamların, toplumsal acıların hesabı yalnızca halkın meşru mücadelesiyle sorulacaktır. Tüm bu saldırılara karşı duran toplumun örgütlü kesimlerine yönelik düzmece ‘terör örgütü’ operasyonlarıyla devrimci ve komünistlere yönelik saldırılar artarak devam ediyor. Bu saldırılardan Demokratik Haklar
Federasyonu da payına düşeni almaktadır. Hayatın her alanında, halkın demokratik hak alma mücadelesinde yer alan DHF’ye yönelik, kuruluşundan bu yana yapılan operasyonlarla, yüzlerce üyesi gözaltına alınmış, onlarcası tutuklanmıştır. Son olarak Dersim Demokratik Haklar Derneği’ne yapılan operasyonla yöneticilerimiz tutuklanmış, onlarca yıla mahkûm edilerek derneğimiz kapatılmıştır. Gerekçe olarak, İbrahim Kaypakkaya yı anmak, 1 Mayıs’a ve Newroz a katılmak gösterilmiştir. Egemenler tüm sorunları çözümsüz, karmaşık bırakarak, karamsarlığı, umutsuzluğu, yılgınlığı yayarak kendi varlıklarını devam ettirmektedirler. Oysa biz, karamsar değiliz, umutluyuz, yılgın değil inatçı ve kararlıyız, çözümün örgütlü mücadeleden geçtiğini biliyoruz. Daha fazla örgütlenip büyüyerek yürüyeceğiz.” Devrimci kurumlardan gelen mesajların okunduğu etkinlik, “Yaşasın devrimci dayanışma”, “Önderimiz İbrahim Kaypakkaya”, “Yaşasın halkların kardeşliği” sloganlarıyla ve Grup Munzur’un İsyan Ateşi marşı eşliğinde çekilen halaylarla, 1 Mayıs’ta alanlarda buluşma dileğiyle sonlandırıldı.
Demokrasi dersleri eşliğinde “12 Eylül’ü yargılıyoruz” diyen faşist diktatörlük tüm hızıyla 12 Eylül’ü sürdürüyor ve bu yargılamaları kitlelere saldırı aracının büyülü perdesi haline getiriyorsa, devrimcilerin görevi bu yargılanmanın düzmece olduğunu ortaya çıkarmak ve teşhir etmek olmalıdır. Bu anlamıyla mahkeme binası önünde halay çekerek değil, ortak inisiyatiflerle “12 Eylül sürüyor! Bugünün katillerini kim yargılayacak!?” duruşuyla mahkemeye müdahil olunabilinir. Eğer dün, halkımıza yapılan katliamlar, zulüm ve işkenceler bugün yeni saldırıların yapılmasının perdesi haline getiriliyorsa –ki öyledir- buna izin vermemeliyiz, alet olmamalıyız. Emperyalizm ve işbirlikçileri komünist devrimci harekete, Kürt ulusuna, azınlıklara karşı en faşist yöntemlerle savaştı/savaşıyor. Meselemiz bir –iki generalin yargılanması değildir, meselemiz aynı amaç doğrultusunda faşizmin savaşımını, kitlelere karşı sürdürmüş olmasıdır. Evet, 12 Eylül sürüyor. Kim neyi yargılıyor?! 12 Eylül F tipi tecrit saldırısıdır. 12 Eylül, 19-22 Aralık’ta 28 devrimcinin katledilmesidir. 12 Eylül ölüm orucu direnişçilerini saldırılarla öldürmektir. 12 Eylül Mercan’da 17’leri katletmektir. 12 Eylül binlerce Kürt’ün, devrimcinin hapishanelere doldurulmasıdır. 12 Eylül, slogan attı, yürüyüşe katıldı, pankart tuttu, yazı, şiir yazdı diye halkımıza, yıllarca ceza yağdırmaktır. 12 Eylül yüzlerce gerillayı kimyasal silahlarla yok etmektir. 12 Eylül, 15 Kürt kadın gerillasını yok eden askeri güçlerini Başbakan ağzıyla kutlamak, tebrik etmektir. 12 Eylül, Roboski’de 34 Kürt köylüsünü katletmektir. 12 Eylül Ankara’da mahkeme sürerken Urfa’da Kürt milletvekillerinin dövülmesi, kitlesel tutuklanmaların yapılmasıdır. 12 Eylül, 10 günde 15 işçinin iş kazaları adı altında katledilmesidir. 12 Eylül birkaç faşist generalden ibaret değildi, yargılanması da mümkün değildir. Faşist diktatörlüğün, tarihsel yönetimsel karakteridir. Faşizm ancak devrimle yargılanır… Yargılayacağız. Dersim’de katliam yapıldığını söyleyerek Kürtleri öldürmek; 12 Eylül’den hesap soruyoruz deyip 12 Eylül’ü sürdürmek, faşist diktatörlüğün bugün halkımıza saldırısının en geçerli yanını oluşturuyor. Devrimci adalet daima hesap sordu, soracaktır. Devrimci değerler bir kenara bırakılarak faşizmin mahkemelerinde hesap sorulamaz. Bugün; 12 Eylül’ün bir tekrarı olduğunu haykıramıyorsanız, faşist AKP Hükümeti’nin demir pençesine eldiven olursunuz! Yalanlar gerçekler karşısında çaresizdir. Sınıf savaşı kendi yasasıyla sürüyor.
22-23_Layout 2 4/19/12 4:02 PM Page 1
22
polemik
Halkın Günlüğü 20-30 NİSAN 2012
‘Namus’ denen Gazi direnişi, açık biçimde halk kitlelerinin direnişiydi, devrimci güçlerin direnişiydi. Kimsenin tekelinde gelişmedi ve bir gücün kendi başına geliştirdiği bir hareket değildi. Eğer Gazi ‘namus’ ise, bu ‘namus’ tartışmalı olur. Neticede Gazi denen şey bir yerleşim birimidir
Gazi direnişine önderlik iddiası! “Gazi Halk Cephesi” imzalı açıklama şaşırtmayan tarzda Gazi semtini ve Gazi Direnişini sıkı sıkıya tapulamakta, verasetine almaktadır. Gazi direnişine önderlik yaptıkları iddiası, komik olmaktan öteye geçmeyen düşüncesizce sarf edilmiş bir sözdür. Aklıselim kimse Gazi direnişine önderlik yaptık tarzında bir iddiadan-söylemden olgunlukla sakınır. Kendiliğinden patlak veren bir direnişe (yaşlı bir dedenin katledilmesine gösterilen haklı tepkiyle spontane patlayan bir direnişe) önderlik yaptık iddiasıyla ortaya çıkmak inandırıcı ve ciddi olmaktan yoksundur. Kendiliğinden patlak veren hareket-direniş-ayaklanma içinde yer almak veya direniş içinde çaba sarf etmek vb vs bütün bunlar direnişe önderlik anlamına gelmez. Birçok devrimci ve komünist yapı Gazi Mahallesi’nde ve direnişinde örgütlü olarak bulunuyorlardı ve hemen her harekette gücü oranında önemli çabalar sarf etti. Hatırlanırsa polis panzerlerinin üzerine çıkanlar vb “Halk Cepheli” değil, diğer hareketlerdendi. Şehit düşenler, yaralananlar, işkence gören ve tutuklananlar çeşitli devrimci yapılardan, örgütsüz ve halktan direnişçilerdi. Direnişin bünyesi de oldukça çeşitlilik arz eden geniş kitleleri ve siyasi yapıları kapsıyordu. Her hareket kendi çapında belli bir kitleye (kitlesine) hitap ediyor, o kitleyi yönlendiriyordu. Direniş içinde oluşturulan ortak komite de kitlenin yönlendirilmesinde rol oynuyor, inisiyatif kullanıyordu… Direniş realitesi ve direniş süreci, kendiliğinden patlama niteliğinde, gelişip direniş içinde komünist ve devrimcilerin iradi müdahalede bulunması şeklinde iken ve hemen her harekette benzer çaba ve güç halindeyken herhangi bir hareketin önderliğinden söz etmek zorlama bir savunu olur. Kitleler kendiliğinden direnişe geçti, devrimci yapılar bu noktadan sonra devreye girip direnişe nitelik vermeye, direnişte yer almaya, direnişi olumlu-devrimci mecrada yönlendirme vb vs şeklindeki devrimci kaygılarla rol oynamıştırlar. Elbette kimileri de çeşitli yararlar sağlamayı esas alarak, bu kaygıları öne çıkararak direnişte rol oynadılar. Kısacası, hiç kimse-hiçbir yapı önderlik yapmadı. Kitleler direnişe geçti, devrimciler sonradan gidip dahil oldu! Bedel ödediler, fedakarca direndiler, devrimci pratik gerçekleştirdiler vb vs ama kitleler kendiliğinden direnişe geçti. Kimsenin önderliğinde değil. “Halk Cephesinin” Gazi direnişinde önderlik yaptığını gösteren ne var-ne gösterilebilir? Gazi direnişin “Cephenin” damgasını taşıyan hangi genel özellik ve yan vardı? Ayaklanmanın niteliğine, gelişim seyri ve sürecine yön veren hangi “Cephe” özelliği vardı? Gazi ayaklanmasına katılan geniş kitleler “Cephenin” sloganları, bayrağı, inisiyatif ve yönlendiriciliği altında mı harekete geçti? Bu iddiada bulunanlar mantığa uygun biçimde ve somut verilerle bu iddianın altını doldurmakla yükümlüdürler. “Biz yaptık” demekle yapmış olunmuyor. Geniş kitleler kendi tecrübeleriyle yaşadı bu di-
renişi. Tüm kitlelerin gözleri önünde cereyan etti bu direniş süreci. Halk kitleleri bu iddiaları ciddiye alır mı? “Cephe”den daha etkili olan devrimci ve komünist güçler vardı direnişte. Bazıları “Cephe” gibi, “biz önderlik yaptık” şeklinde yaklaşımlar sergileseler de, ama belirgin güç olarak-önemli kitlesiyle direnişte yer alan komünist güçler, hiçbir zaman böyle saçma iddialarda bulunmadılar. Bunu yapmak parsacıların işidir. Gerçek devrimciler devrimci pratikleri esas alırlar; “biz yaptık”, “biz vardık”, “biz direndik” vb vs şeklindeki “benci” dar kültüre tamah etmezler. İlginçtir ki, Gazi direnişine önderlik iddiasında bulunan “Halk Cephesi”, Gazi direnişi o kadar sahipleniyor ki, kendi dışındaki devrimcilerin Gazi anmasını yapmalarına bile tahammül gösteremiyor. Şöyle demektedir: “…, Gazi anması aynen ayaklanma gibi, Gazi halkının ve Cephe’nin onurudur. Kimse erken kalktım benim oldu diyemez.” Yani, Gazi anması da ayaklanması da Cephe’nindir!? Cephenin olan bir şeye de kimse katkı sunamaz, destek veremez, devrimci anlamda sahiplenemez… Cepheye önerimiz kendisini böyle yapay ve ucube teşhislerle bileyip keskinleştirmesin. Aksi halde devrimcilerin halk kitleleriyle ilişkilerine bile bencil kıskançlıkla müdahale eder. Ve iyi işler yapmış olmaz! Öyle ya, “Gazi anması Cephenin onurudur” dendiği vakit, Gazi anması yapan güçler de Cephenin onurunu elinden almış olurlar ve elbette ki Cephenin tahammülü sıfıra iner… Ne demektir “Gazi anması ve ayaklanması Cephenin onurudur” ifadesi? Ne anlama gelir bu? Elinden oyuncağı alınmış bir çocuğun gürültüsü ve yürüttüğü kavgaya benziyor “Gazi Halk Cephesi”nin bu çerçevedeki yazılı sözleri.
Feodal değer yargılarıyla motivasyon ve ulusçu- vatancı lügat İlgili açıklamanın göze batan sözlerinden bir bölümü şöyle;
“… Cephe’ye karşı kurulan birliklerle 12 Mart’a sahip çıkıyor gibi görünmek kimsenin yıllarca yaptığının üstünü örtemez ve onu temize çıkaramaz. Gazi onur, Gazi namus, Gazi vatandır. Gazi Cephe’dir.” (“Gazi Halk Cephesi” imzalı açıklama.) Gazi’nin şimdiki hali veya direnişçi ve devrimci kitlesi dışında, karşı-devrimci gerici kesimlerin de Gazi’de olduğu düşünülürse, sanırız bu durumda “Gazi Halk Cephesi” Gazi’nin onur olduğunu, namus olduğunu ve Cephe olduğunu söylemez-söylemek istemez. Elbette Gazi ifadesiyle Gazi direnişi kast edilmektedir. Ancak direniş anlamında sahiplenilen Gazi bugün itibarıyla aynı Gazi değildir. Onur ve ‘namus’ denen o direniş ruhu öyle ya da böyle erozyona uğratılmış ve yozlaştırılmıştır. Kaldı ki, Gazi direnişi devrimci geleneğin bir parçası ve
Gazi Halk Cephesi
imzalı talihsiz
açıklamaya yanıt -IIbüyük bir direniştir, ne ki aşırıya varan abartı kadar olağanüstü bir fenomen değildir; kendiliğinden gelmeciliğin önünde amade olan anlayışlar, Gazi direnişini gereğinden fazla yücelterek yere-göğe sığdıramamaktadır. Elbette ki büyük bedeller verilen bu büyük direniş asla küçümsenemez ama her şeymiş gibi de abartılamazabartılmamalıdır. Bu anlamda Gazi ayaklanması onur değildir, Cephe hiç değildir. “Gazi Cephe’dir” lisanı, “Gazi Cephe’nindir” lisanının gelişmiş hali veya yeni doğumu olsa gerek. “Cephe”nin bildik klasik kültürüne kalsa her yer “Cephe’dir.” Ve lisanın bir sonraki gelişme aşaması muhtemelen, “Cephe olan yere kimse izinsiz giremez” repliği olacaktır. Zira daha önce bazı semtler için “izin-icazet almadan giremez, faaliyet yürütemezsiniz” çıkışlarının yapıldığını hatırlamakta-bilmekteyiz. Şimdi de yapılan anmalar ve anma için oluşturulan platform için gürültü koparıp, “biz bedel ödedik” edebiyatı yapılıyor. Yani, perşembenin gelişi çarşambadan belli. Ama bu
hatalı ve sığ yaklaşım tutmaz. “Cephe” sol zabıta olmaya heveslenmemelidir. Bunun gibi solun referans alacağı merkez ve tüm sol emeğin mimarı olma iddiasından vazgeçmelidir. Öyle ya, orda biz şehit verdik, biz direndik, biz yaptık vb vs diyorlar. ‘Biz atlanarak nasıl Gazi anması platformu oluşturulabilir’ diyorlar. Daha önce ‘bizden izinsiz giremez-faaliyet yürütemezsiniz de’ dediler. Dolayısıyla kendilerini, solun zabıtası, referans mercii vb görüyorlar sözümüz haksız değildir. Uzatmayalım. Gazi nasıl Cephe’dir? Düşmanın karakolları ve tüm kurumları mevcut olup, düşmanın denetiminde ve yönetiminde bir bölgedir Gazi. Gazi’nin Cephe olması için, düşmandan temizlenmiş ve Cephe’nin kontrolü altında ya da yönetimi altında bir bölge olması lazım gelmez mi? “Gazi Namustur” sözüne gelince; feodal kavram ve argümanlarla motivasyon sağlamanın devrimci bir manası-değeri yoktur. Açıklamadaki kullanılış biçiminin tipik bir feodal yaklaşım ve kavramın feo-
22-23_Layout 2 4/19/12 4:02 PM Page 2
polemik
20-30 NİSAN 2012 Halkın Günlüğü
kullanmamalıyız! ‘Namus’ denen Gazi direnişi, açık biçimde halk kitlelerinin direnişiydi, devrimci güçlerin direnişiydi. Kimsenin tekelinde gelişmedi ve bir gücün kendi başına geliştirdiği bir hareket değildi. Eğer Gazi ‘namus’ ise, bu ‘namus’ tartışmalı olur. Neticede Gazi denen şey bir yerleşim birimidir. Hem de gerici sınıfların iktidarına bağlı ve onlar tarafından yönetilen bir yerleşkedir. Orada demokratik bakımdan duyarlı halk kitlelerinin olması ayrı bir şey ama oranın bir yerleşim birimi olması ve her yerleşke gibi bir semt olması ayrı bir şeydir. Bugün demokratik veya politik bakımdan ileri olur, yarın daha geri olur. Bugün devrimci güçlerin etkinliğinde ve hatta denetiminde olabilir, yarın gerici karşı-devrimci sınıfların denetiminde olabilir. Nitekim bugün gerici egemenlerin kontrolündedir. Bugün devrimci ve direnişçi bir rotada olduğu halde, yarın daha geri pozisyonda olabilir… Halk kitlelerine rağmen, semtin demokratik ve devrimci gelenek açısından duyarlı ve olumlu olması bu gerçeği değiştirmemektedir. Dolayısıyla değişken ve taktik konuların gereğinden fazla abartılmaması en doğrusudur.
dal kullanım olduğunu söyleyebiliriz. Hangi amaçla bu ifadeyi kullanmaktasınız? Ne anlatmak istemektesiniz bu sözle? Söylediğinizin anlamı nedir? “Gazi namustur” derken kimlere karşı bunu söylemektesiniz? Gazi’ye düşmanın sokulmaması anlamında düşmana karşı mı demektesiniz? Yoksa Gazi’de anma yapan devrimcilere (örneğin DHF’ye) karşı mı bu ifadeleri kullanmaktasınız? Bunları yanıtlamak “Gazi Halk Cephesi”ne düşer! Ama yanılmıyorsak düşman Gazi’de istediği gibi konumlanmakta, gezmekte, görev yürütmekte, kontrol etmekte, denetiminde tutmakta, her türlü hak ve yetkiyi kullanmaktadır Gazi’de!? O halde “Gazi namustur” ifadesinin muhatabı büyük ihtimalle “sol” olmalı!?
Düşmanın cirit attığı bir mekana ‘namus’ demek talihsiz bir beyandır! Açıklamanın talihsizliği burada patlamaktadır. ‘Namus’ denirken ne kast ediliyor? Şu mu? “Gazi namustur, onu ne pahasına olursa olsun kimseye vermeyiz, kimsenin sahiplenmesine, örgütle(n)mesine” vb vs müsaade etmeyiz.” “Ne pahasına olursa
olsun Gazi’yi korur, elde tutarız, kimseye kaptırmayız.” Yani, “Gazi bizim için namus sorunudur, onu namusumuz gibi sahiplenip savunuruz, kimsenin ora üzerinde söz etmesine, orayı ‘elimizden almasına’ asla izin vermeyiz. Kimse orada (faaliyet yürütmek ve anma yapmak vb dahil) hiçbir hak iddia edemez, zira ora (Gazi) bizim için namustur.” demektesiniz anlayabildiğimiz kadarıyla. Fazla uzatmayalım; düşmanla aramızda bir inatlaşma, irade çatışması ve “namus” sorunu haline getireceğimiz ilkesel meseleler olabilir. Bir; dost güçlerle “namus” sorunu yaparak paylaşmayacağımız bir mekan-mesele-değer-mevzikazanım olamaz. İki; düşmana karşı “namus” sorunu olarak ele alacağımız sorun ciddi ilkesel meseleler olabilir, taktik sorun ve konular “namus” meselesi olarak addedilemez, öyle ifade edilip ele alınamazlar. Zira bu taktik meselelerde geri çekilebilir, yenilgiler alabilir, geçici olarak inisiyatifi düşmana kaptırabilir, onları düşmana geçici olarak terk edebiliriz vb vs… Dolayısıyla bunları (taktik meseleleri) “namus” derekesinde ele alamayız. Aksi halde “namus”a zeval getirmemiz gündeme gelebilir. Kısacası, “namus” meselesini ulu orta
Gazi direnişi içinde oluşan direniş-ayaklanma komitesinin askerlerle yaptığı görüşme ve anlaşma hiç de onur, ‘namus’, cephe, vatan denen öze uymamaktadır örneğin. Sanki askerler bu devletten veya siyasi iktidardan farklı bir güçmüş gibi, farklı bir niteliğe sahipmiş gibi, faşist ordu değilmiş gibi devlete ve provokasyona karşı tavır alıp direnirken askeri bundan ayrı tutup onunla asker bu düzenin dışında ve halkın yanında bir güçmüş pozisyonuna sokulması biçiminde veya öyle bir algının oluşmasına yol açacak şekilde askere karşı tavır almayıp onunla görüşüp onu arabulucu pozisyona sokmak hiçde direnişin ruhu ve iddia edilen önderliklerin misyon ve nitelikleriyle örtüşmemektedir. Evet, ordunun-askerin devletten bağımsızmış, demokratikmiş, halkın dostuymuş gibi karşılanması, arabulucu, görüşmeci ve tarafsız bir güç olarak mükafatlandırılması direniş adına hiç de övülecek bir şey değildi. Yani, direnişte zaaflı yanlar da vardı ve bunlar önderlik sorunundan esasta kaynaklanıyordu. Yani, kendiliğinden gelişen ve Komünist ve bilinçli devrimci bir önderlikten yoksun olmasından ileri geliyordu. Yazık ki, öteden beri ülke devrimci hareketi kendiliğinden gelme kitle hareketleri karşısında doğru tavır alamamış ve onu abartarak kendiliğindenciliğe hayranlığı büyütüp beslemiştir. “Cephe”deki “Vatan” paradoksu “Cephe”nin kırılma noktası olarak ayrı bir konudur. “Cephe” için değil kuşkusuz ama proleter devrimci bakış açısına göre “Vatan” savunusu açıkça paradokstur. Çünkü onlar sınıfsız ve sınırsız bir dünya amacındadırlar. Teorileri ve pratikleri bu temel kurguya göre biçimlenir. Gerici egemenlerin devletinde ve bura toplumlarında işçilerin vatanı olamaz, genel olarak da işçilerin vatanı yoktur çünkü ancak sosyalist bir devlet olma anlamında, yalnızca bu anlamda onların vatanından söz edilebilir; diğer durumlarda işçiler sadece ezilip sömürülmektedir, işçilerin başka bir hakkı, imtiyazı, söz hakkı yoktur; vatan denen şey burjuvadır ve sömürücü egemen sınıflarındır, onların bayrağı dalgalanır ve işçi sınıfını topraklara-dile-dine göre bölen gerici bir kavramdır vatan… (Öyle ki, II. Enternasyonalin hain-dönek önderlerinin burjuvazileriyle birleşip proletaryaya ihanet ettiği nokta tam da gerici vatan –sosyalist
23
ana vatan savunması- safsatasıydı…) Ve çünkü işçilerin vatanı olamazdı, yoktur. Bunu “Cephe”nin de takipçiliğini kabul ettiği kuramcımız ve kuramımız söyler. Buna karşın vatan teorisi yapmak paradokstur. Gerçi “Cephe” geleneğinin kendisine hiçbir zaman komünist dememesi bazı görüşlerini anlaşılır kılıp, iç tutarlılığa sahip olduğunu gösterir. Ne ki, her şeye karşın ve tüm tarih boyunca “Cephe” bu zaafından kurtulamamıştır. Nitekim bu zaafı “Cephe”yi savurmaktadır.
Milliyetçiliğin de beslendiği en güçlü kaynaktır vatan argümanı. Nedense “Cephe” ne bu savunusunu terk etmektedir, ne de MLM açıdan bir açıklama getirebilmektedir bu zaaf veya yumuşak karnına… Kendisine MLM demese de, savunduğu devrimci teoriye uygun olarak milliyetçi burjuva söylem ve argüman olan “vatan” teorisini terk etmesi gerekmektedir. Fakat, “Cephe”nin devrimciliği proleter devrimcilik değil, küçük-burjuva devrimciliği olduğundan, devrimci teoriyi sınıfsal kökenine uygun uyarlamakta-savunmaktadır. Sonuç olarak; “Gazi Halk Cephesi” imzalı açıklamada daha yığınca hata ve eleştirilecek konu var ancak daha fazla ayrıntıya girmeye gerek duymuyoruz. Yalnız “Gazi Halk Cephesi”ne bir şey daha söylemeden bitiremeyiz. Çağrıyla birlikte şöyle diyor açıklama: “Bu nedenle kendine devrimci, sol diyen tüm güçleri; rekabetçi, sübjektif birlik çağrılarından çıkıp gerçekçi olmaya, gerçeklere saygı göstermeye ve halk saflarında tutarlı bir mücadele çizgisinde yer almaya davet ediyoruz…” (adı geçen açıklama. İtalikler bize aittir.) Bu metni kaleme alanlar Gazi üzerine söz etse de Gazi tarihinden ve özellikle direniş döneminden bilgisi olmayanlar olduğu kadar, devrimci ve komünist hareketleri de tanımayan ve salt “Cephe” ezberleriyle uyuyup büyüyenler olduğu, her acemiliklerinden belli olmaktadır. Gerçeklere saygılı olmaktan bahsetme ise adeta bir cürettir. Başka hareketlerin varlığını inkara yönelen bir yaklaşım nasıl olur da gerçeklere karşı saygılı olmaya çağırır… Hem yok sayacaksın, hem de halk saflarında tutarlı mücadeleye çağıracaksın… Bu tutarsızlıktır işte. Dahası, aklıselim bir devrimcinin, (eleştirse de) başka devrimci ve komünistleri halk saflarında tutarlı mücadele çizgisinde yer almaya davet etmesi düşünülemez. Sanki bu güçler halk saflarında değil de, orada tutarlı bir mücadeleye çağırıyor ilgili yer. Siz ancak ‘biz bu kadar bedel ödedik, bu kadar şehit verdik, bu kadar direndik’ vb vs diyebilirsiniz ve kendinizi bununla avutabilirsiniz. Ama dönüp başka bedel ödeyenleri görme mütevazılığında bulunsanız… Kaldı ki, tüketemediğiniz o kavramlar sonsuz bir kredi değildir, sizleri başkalarının karşısında üstün kılan değildir, zira başkaları da aynı şeyleri yapmaktadır. En önemlisi de bu övünçleriniz devrim yapmaya yetmez. Dolayısıyla, devrim siyaseti yapın artık, devrimcilerle yarış siyaseti değil. Bu siyaset tarzıyla bir yere kadar kendinizi var edersiniz ama bu yetmez. Devrimin sorunlarını, ideolojik-politik sorunları konu edip eleştirin. Kavganızı bura üzerinde yürütün. “Ben direndim, sen direnmedin, ben bedel ödedim, sen ödemedin” edebiyatıyla kitleni önyargıyla kemikleştirebilir-geçici olarak motive edebilirsin ama bu siyaset tarzıyla-bu siyasetle asla devrim örgütlenip gerçekleştirilemez… Bitti
24_Layout 2 4/19/12 4:03 PM Page 1
Halkın Günlüğü
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Serdar Kaya Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Yaygın SüreliYönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18
ROJANEYA GEL
Em sorahiya 1’ê Gulan’ê rapêçînin Dîktatoriya burjuva-feodal bi hovîtî êriş dibe ser karker,gundî,jin, hemû netewe,netewatî û olên bindest.Li hember êrişên vê pergala faşîsta bêperwa bi hêzên gelên birêxistinî ve di 1’ê Gulan’ê de werin qada…
T
êkoşîna Şoreşgerî bi nirxên xwe ve dijî û mezin dibe.Di her demên dîrokê de di hêla têkoşîna şoreşgerîde dîrok gelek dewlemend e.Bi hebûna çelîşkiya bindest û serdest ango bi hebûna civakên çîndar vir de,çelîşkiyên di nava çînan de li hember hev hebûna xwe berdewam kirine. Ev pevçûna hemberî hev têkoşîna çînî,rewşa têkoşîna çînî jî dîroka civakan pêşve dibe.
peryalîst-kapîtalîst polîtîkayên zilm û zordestiyê li kedkarên bindest disepîne.Kapîtalîzma hovî ji bo qezenca xwe li ser çînên bindest zordestiyên xwe zêde dike.Elbet li hember vê zordestiya çînên serwêr têkoşîna çîna karker jî zêde dibe.
Mîratê dîroka îroyîn di nava rewşa têkoşîna du de hev civya ye û bûye derya.Ev 1’ê Gulan’a ku bi dîroka can bedel xwinê hatiye nivîsandin ew e.1’ê Gulan’ê di çelîşkiya serdest bindest de ji çîna karkeran re,kedkaran re bûye referansa parçeka dîroka têkoşînê.
Kedkarên welatê me ji hêla çînên burjuva-feodal welatê me ve yên ku parçeyên pergala kedxwarî ve tên bindestkirin û zordariyê li ser kedkarên welatê me dikin.Dîktatoriya burjuvafeodal li ser gelê bindest terorê pêk dine,kê jî ku li hember van deng derxe an tê îmhakirin an jî dikeve heps û
Efendiyên cîhanê ango pergala em-
Di vê têkoşînê de 1’ê Gulan’ê di dîraka têkoşînan de giringiya wî gelek e.Ev roja ku bi xwîn û canê karkeran ve hat qezençkirin miratekî nemir û yekîtiya enternasyonela çînê îfade dike.
zindanan.Li hember çînên serwêr çeka gelê bindest ew e ku bi îdeolojiya xwe ya çînî ve bixemilîne û bibe hezeke birêxistin, wê demê gelê bindest dikare êrişên çînên serwêr belav bike.Dema ku kedkar hişmendiya dîroka rast,rastiya çînî a xwe ve bên ruyê hev û dema ku kedkar di têkoşîna çînî de bibe kirde wê demê kedkar dikare van êrişan hemû berteref bike. Neletiyên cîhanê,yên çîp rût,milyonên bindest divê bi xwedî derketina miratê xwe ve sorahiya 1’ê Gulan’ê rapêçînin.Di vê roja têkoşîn,alîkarî û yekîtiya proleteryaya enternasyonel de divê hemû gelên bindest bi hevre hemû rengê civakê repêçîne û bi dirûşmeya “bijî 1 Gulan”ve biqêre:”Em cîhanê dixwazin,ne hindikê wî!”
Ev êrişana nikarin têkoşîna me bifetisînin! Dewleta tirk çalakiyên Newrozê qedexe kir,lê belê ji gel re derketina qada û kûçeyan nikaribû qedexe bikira û gelek cîhî gel barîqatên polîs derbas bibû.Di dorê re çalakiyê Newrozê pêk hatibûn.Roja 10ê Avrêl’ê ji hêla polîsên girêdayê Serkariya Ewlehiya Stenbolê gelek taxande êriş ser malan çêbûn û 19 hev kes bi sedema tevlêbûna Newrozê hatin binçavkirin. Ev 19 kesên ku sewkê dadgeha Beşîktaşê bûn,ji wan 12 kes hatin berdan û 7 kes jî hatin girtin.Yên ku bi sedemên”Endamiya KCK’ê”,”Bi fermana KCK’ê ve beşdarbûna çalakiyan”,”Zirar dayina derdor”,”Kevir avêtina polîsan” 7 kes hatin girtin.Yên ku hatin girtin navê wan waha nin;Eren Yurt,Çagdaş Karabayraktar,Yigitcan Yirmibeş,İhsan Oguz Yuzgeç,Kadir Ev,Burcu Deniz û Alîkarên Serokên Giştî ên ESP’ê Çiçek Otlu ji hêl adadgehê ve hatin girtin. Ev binçavkirinan ji hêla saziyên şoreşger ve hat şermezarkirin.Çalekî li peşiya dadwexanê pêk hat.Di vir de hat gotin ku,”Terora dewletê û zordariyên faşîst têkoşîna azadiya neteweyê Kurd û têkoşîna şoreşgeriya di vê ernîgariyê tu carî nikare bifetisîne!”.