im12

Page 1

'aUEe \aSaPaPaQ×Q da\aQ×lPa] oaUesi]liùi 4

)XtERlXQ NesiN daPaUlaU×

14

\DíDVÜQ sosyalist

6D\Ü $ðXVWRV 7/

Var yok anlamaz

%LU oRFXN LVWHùL

LíÁL GHmokrasisi Meclis tatilde iüoileU ioiQ Ka]×UlaQ×\RU

Burjuvaların meclisi de –vekilliği kabul edilenleri, edilmeyenleriyle birlikte– tatile girdi. AKP hükümeti vakit kaybetmeden iç programını gündemleştirmeye başladı. Hayır, değişmez maddesi artıdeğer sömürüsü olan anayasa değil sadece, onun gerçek bütünleyeni ve özü olan çalışma yaşamının, işçinin yaşamının yeniden düzenlenmesinden bahsediyoruz. Kıdem tazminatının kaldırılması, bölgesel asgari ücret, esnek çalışma, mesleki eğitimin özelleştirilmesi… 3

.aPS oRN ER]dX

Tatil yapmak en temel toplumsal ihtiyaçlardan biridir. Kapitalistler tarafından yıl boyunca vahşice sömürülerek tükenen beden ve ruh sağlığını onarmak ve korumak, rahatlamak, dinlenmek, eğlenmek, doğayla kaynaşmak, farklı şeylerle uğraşmak, toplumsal ilişkilerini geliştirmek, çok kısa bir süreliğine de olsa kendi istediklerini istediği gibi yapma düşü olarak tatil yapmak… yaşamsal bir ihtiyaç 8-9

Mas daI iüoileUi $QNaUa \a \ U d DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası'na üye olmalarının ardından işten atılan Mas-Daf işçileri Ankara'ya yürüdü. Düzce'de yürüyüş öncesi jandarma tarfından 3 kez gözaltına alınan işçiler bu saldırılardan yılmayarak eylemlerini gerçekleştirdiler. Yürüyüş sonrası Ankara'ya ulaşan Mas-Daf işçileri burada ilk olarak İLO yetkilileri ile görüştü. İLO binasının önünde yapılan açıklamada, Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu, Mas-Ddaf işçilerinin bu mücadeleleri ile Türkiye'nin dört bir yanında 5 yaşanan hukuksuzluğu ortaya koyduklarına dikkat çekti.

Geçmişin iyi-kötü anılarını yad ederek, neler neler yapmıştık diye böbürlenerek değil, henüz yapamadıklarımızın peşine düşerek, sınırlarımızı bilerek, ama yalnızca onu parçalamak için bilerek yaşamak, yaşamı bugün akla bile gelmeyen yönleriyle, bütün hücreleriyle kucaklamak istiyoruz. 5. Üretiyorum Kampı, işte böyle bir perspektif üretti, yola böyle bir eksenle devam kararı aldı. 2


2

NƦN RJHQNXN

.DPS ÁRN ER]GX Okan Bayülgen'i sevmem. Niye sevmediğimi de uzun uzun anlatır, seveni de ikna eder tiksindiririm. Ama bugünlük gündem bu değil. Bir süredir Bayülgen'in TV programlarında hem müzik grubunda, hem de skeçlerde boy gösteren bir genç arkadaş var, Feyyaz. Kısa sürede mizah ikonu haline gelen bu arkadaşın bir videosuyla açılışı yapalım. www.vimeo.com/22604744 Kamp çok bozdu, baya baya bozdu, bi yerden sonra artık bozmaz dedik, iyice bozdu. Şaka bir yana, geride bıraktığımız 5 senede Lost kadar bozmadık kendimizi neyse ki. Yine de biraz bozduğumuz, birkaç sene daha Zeytinli'ye gidersek daha da beter bozacağımız kesin. 2007 yılında başlayan kamp maceramız 3 yıl boyunca istikrarlı bir nicel büyüme ve giderek artan bir organizasyon becerisi ortaya koydu. Ancak ölçülebilir verileriyle bir parça göz boyayıcı olan bu 3 senenin zaafları birikerek 4. yılda geriye doğru bir kırılma yarattı. Geçtiğimiz hafta yapılan 5. kampta, daha doğrusu 5. kampın öncesinde Üretiyorum Kolektifi'nin bugüne kadarki tüm birikimleri nesnel bir kriz olarak kendini gösterdi. Bu yüzden de alışageldiğimiz ve mümkün mertebe geniş bir nüfusla yapmaya çalıştığımız kamp tarzını kenara bırakıp, önümüzdeki krizi aşabileceğimiz bir ortam yaratmayı hedefledik. Üretiyorum'un 6-7 seneyi bulan kısa tarihinin detaylı bir analizi de önümüzdeki sürecin gündemlerinden olmakla birlikte, burada uzun uzadıya kafa şişirmeye niyetim yok. Özlüce toparlamaya çalışacak olursak: Geride bıraktığımız yıllarda pek çok farklı şehirde, oldukça geniş bir yelpazede yürütegeldiğimiz Üretiyorum çalışmalarının toplamı, başlangıçtan itibaren sözünü ettiğimiz "bilim, kültür, sanat, felsefe platformu" olabilmenin asgari gereklerini karşılamayı başaramadı. Ankara'da Tarım işçileriyle birlikte yürütülen fotoğraf çalışması (Polatlı serisi), İstanbul'daki "Sanat banka kasasına sığmaz" eylemleri, Çevre Haftası etkinlikleri, Hıdırellez Şenliği, Zeytinli'de beş yıldır devam ettirdiğimiz gelenekselleşme yolundaki kampımızla, şimdi akla gelmeyen

türlü çeşit etkinlik ve faaliyetle, az şey başarmadık aslında. 5. kampın 2. gününde gecenin bir körü hararetle yaptığımız toplantıyı uzaktan görüp yanımıza gelen genç ressam arkadaşlar bunu bir kez daha hatırlattılar. Büyük bir acımasızlıkla biz kendimizi dövmekle meşgulken, aslında neyi başarmış olduğumuzu anlattılar bize. Evet, iddia sahibi olduğumuz "bilim, kültür, sanat, felsefe" alanlarında elle tutulur bir birikim yaratamadık. Hedefe çaktığımız kapitalizmin bu alanlardaki ürünlerine denk, hatta yakınsayan ürünler ortaya koyamadık. Bağrımızdan bir akım, şu ya da bu sanat alanında bir üslup, tarz çıkaramadık. Ama bugün pek az topluluğun başarabildiği bir şeyi başardık. O genç ressamların bize anlattığı gerçek bir kolektif yaşam tarzını başarmış olduğumuzdu. Elimizdeki en değerli şey bu, biz bunu başardık. Hem de o kadar doğallığında ve rahatlıkla başardık ki. Aslında en çok susadığımız, bize en çok lazım olan oymuş. Ama bugün, o olağanüstü güzel yaşam tarzının da karın doyurmadığı noktadayız. Biz artık bir sayfayı kapatmak, daha fazla doldurulmak, daha fazla hırpalanmak, ve kimbilir sonra belki başka şeylere dönüşmek üzere yeni bir sayfa açmak istiyoruz. Gövdemizle, araçlarımızla, tarzımızla bü-

tün mevcudiyetimizi geride bırakıp daha ileri bir noktadan kendimizi tekrar var etmek istiyoruz. Bilim, kültür, sanat, felsefe, spor vs. diye uzayıp giden bir faaliyet alanı listesini geride bırakıp gerçekçi bir çerçeve ile yola devam etmek istiyoruz. El attığımız her işte güçlü bir birikim yaratmak, derinleşmek ve bu kez gerçekten burjuvazinin karşısına dikilebilmek istiyoruz. Geçmişin tulumlu, çekiçli, sınıf bilinçli işçilerini seviyoruz sevmesine, ama soylarının tükenmekte olduğunu, bugün bambaşka bir işçi sınıfı olduğunu biliyoruz. O bambaşka sınıfın parçalarıyız. Bilinçli, bilinçsiz, gönüllü, gönülsüz, bilerek veya bilmeyerek, Türkiye'deki 10 milyonlarca, dünyadaki milyarlarca işçi gibi, biz de bu sınıfın parçasıyız. Ve biz işte tam da buradan hayata bakmak, sınıfın gözüyle, sınıfın sözüyle, sınıfın üretkenliğiyle yeniden başlamak istiyoruz.

Geçmişin iyi-kötü anılarını yad ederek, neler neler yapmıştık diye böbürlenerek değil, henüz yapamadıklarımızın peşine düşerek, sınırlarımızı bilerek, ama yalnızca onu parçalamak için bilerek yaşamak, yaşamı bugün akla bile gelmeyen yönleriyle, bütün hücreleriyle kucaklamak istiyoruz. 5. Üretiyorum Kampı, işte böyle bir perspektif üretti, yola böyle bir eksenle devam kararı aldı. Bundan başka birtakım temel tartışmalar da kamp sonrası süreç için hedef olarak koyuldu. Bunları da kısa sürede web sitemizde görünür kılacağız. Yepyeni ve ezberleri tarumar eden bir üreti-yorum'u örgütlemek için yola çıkıyoruz. Yakında yeni haberlerle görüşmek üzere. uretiyorum.org

7aUiKteNi ilN tatil NaPS× sRs\alistti Modern anlamda ilk tatil kampı, 1906 yılında İngiltere'de sosyalist düşüncelere sahip J. FletchenDodd tarafından Caister'de açıldı. Adı, "Dodd'u"n Sosyalist Tatil Kampı" idi. Gerçi halen Isle of Man'de faaliyetini sürdüren Douglas Tatil Kampı, 1900 yılında açıldığı için türünün ilk örneği olduğunu ileri sürebilir ama, bu kampa, İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar yalnızca erkekler alınıyordu. Dodd'un kampına ait bugün elimizde olan en eski broşür, 1914 tarihini taşıyor. Bu broşürden anlaşıldığına göre, kampta 200 kişilik bir yemek salonu bulunuyordu. Güzel havalarda yemek servisi, açık havada yapılıyordu. Ayrıca, bir karanlık odası, bisiklet pisti, çiçek bahçeleri, okuma odası, nefis bir plajı ve bir mağazası

vardı. Bu mağazada, plaj giysileri, tütün, bisküvi, soda, gazete ve kartpostal satılıyordu. İçinde bir de piyano bulunan yemek salonu, öğün saatlerinin dışında amatör tiyatro gösterileri, konferanslar, münazaralar ve kıyafet baloları için kullanılıyordu. Ayrıca, açık havada tenis ve kriket karşılaşmaları, piknikler ve araba turları düzenleniyordu. Kampa gelen aileler, nüfuslarına ve ekonomik durumlarına göre iki ya da dört kişilik çadırlarda veya branda bezinden yapılan çadır-evlerde kalabiliyorlardı. Kampta çıkan yemekler, 20. yüzyılın başlarındaki sosyalizm anlayışına ters düşmeyecek şekilde düzenleniyordu. Alkollü içkilerin yasaklandığı kampta, denize girenler, mutlaka

yönetmelikte belirlenen örneğe uygun mayolar giymek zorundaydılar. Gece. 11'den sonra yüksek sesle konuşanlar, derhal kamptan atılıyordu. Ayrıca kamp sakinleri, idarenin günlük bazı işlerine de yardımcı olmak zorundaydılar. Kimi zaman, sosyalist bir kampta kalmak düşüncesinden rahatsız olan konuklar da çıkmıyor değildi ama Fletcher-Dodd, "Burada her tür düşünce temsil edilir" diyerek onları rahatlatıyordu. 1920 yılında kampın kapasitesi 300 kişiye çıkarıldı. Ayrıca, bazı ilave sosyal tesisler yapıldı. 10 yıl sonra kamp, bir kez daha genişletildi ve yeni eklentiler görüldü. Bu arada Bay Dodd da hayli yaşlanmıştı ama, disiplinli yönetimi eskisinden de sıkı bir biçimde sürüyordu.

İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı:12- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: Bereketzade Mah. Büyükhendek Cad. Portakal Sok. No: 2/11 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 251 20 89 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92


3

NƦN RJHQNXN

0HFOLV WDWLOGH LíÁLOHU LÁLQ KD]ÜUODQÜ\RU T

atile girdik. Ya da tatile girildi, demeliyiz. Biz işçilerin tatili dahi yok, var olan tatil zaten parası ve zamanı olana, satın alabilene, satın alabildiğin kadar tatil…

Türkiye anayasasının değişmez maddesi insanın insan tarafından sömürülmesidir. Hangi parti fabrikaları işçiler yönetecek, zamana ve mekâna burjuvalar değil, insanlar hükmedecek, sömürü yasaklanacak, komünizm olacak diyor? Tersine fabrikaların sayısı artacak, sömürü derinleşecek, işçinin buna onayı, kabulü arttırılacak. Hedeflenen bu

Burjuvaların meclisi de –vekilliği kabul edilenleri, edilmeyenleriyle birlikte– tatile girdi. Yazın bu sıcak günlerinde kan pahasına bir kez daha gerilim yükseltiliyor. Amaç meclis açılınca hızlanacak pazarlıkta pay yükseltmek. O yüzden meclis'in tatile girmiş olmasına bakmayın siz… Meclisleri açılır açılmaz anayasa tartışmalarında "yeni, renksiz, kokusuz, ideolojisiz, kısa, özlü bir metin" yazılması öne çıkacak. Şimdiden "AKP-CHP anlaşmasıyla bu işi kotarabilir miyiz" arayışları başladı bile. Geçenlerde bir işçi eyleminde bir sözde "solcu" milletvekili, "yeni anayasaya işçi haklarının girmesi için mücadele edeceğiz" sözünü verdi. Bırakın Allah aşkına! Türkiye'nin resmi dili zaten banka kasalarının "klik" sesi olmuş! Servet, ticaret ve yatırım (hiç koymayıp beş almak) olağan bir şeymişçesine toplumsal kabul görmüş. Türkiye'nin gayrı resmi giysisi – kravatlanıp makyajlanmış plaza sürümü dâhil olmak üzere- işçi tulumudur oysa. Sermaye birikimini, Türkiye'nin uluslar arası mali sermayeyle bütünleşmesini, Ortadoğu'daki "güçlü devlet" manevralarını, ordusunun taşıdığı silahları, gazcı polisinin maaşını, ithal dizilerinin yapımını, yükselen alış veriş merkezlerini, medyadaki kof şaşaayı ve ez cümle TOKİ binalarını, yediğimizi, içtiğimizi, giydiğimizi, çöpe attığımızı, söylediğimizi, söylemediğimizi yaratan ve sağlayan işçi sınıfıdır. Emek gücünden başka satacak şeyi olmayanlar, emek gücünü satmadan yaşayamayacak olanlar, emek gücünü satmaya mecbur olanlardır. Kapitalist üretimin temelinde işçi sınıfının sömürülmesi vardır. Şimdi anayasadan faşizm ve geri kapitalizm koşullarında ezilmiş, yok sayılmış, bir köşeye atılıp da üzerinden tır geçilerek vahşice çiğnenmiş olan kesimlere bir nebze, bir tutam, bir pay soluk borusu düşer düşüncesiyle bir beklenti yaratılmaya çalışılıyor. Bırakın İnsan aşkına! Türkiye anayasasının değişmez maddesi insanın insan tarafından sömürülmesidir. Hangi parti fabrikaları işçiler yönetecek, zamana ve mekâna burjuvalar değil, insanlar hükmedecek, sömürü yasaklanacak, komünizm olacak diyor? Tersine

fabrikaların sayısı artacak, sömürü derinleşecek, işçinin buna onayı, kabulü arttırılacak. Hedeflenen bu. Ortak kabul, insanın insan tarafından sömürüsünün, insanın doğa üzerindeki sözde tahakkümünün (doğa ve evren öyle veya böyle hatırlatır sana kimin ve neyin esas olduğunu!), insanların bu paraya çevrilmeye alışılmış ancak beş para değer taşımayan ilişki sisteminin sür-git, derinleştirilerek devam etmesidir. Metalar egemen, biz hiçiz, kapitalizmi sürdürdükçe, buna onay verdikçe hiç olmaya devam etmek istiyoruz demektir. Bu budur. AKP hükümeti yüzde 50'lik desteği alır almaz vakit kaybetmeden iç programını gündemleştirmeye başladı. Hayır, anayasa değil sadece, onun gerçek bütünleyeni ve özü olan çalışma yaşamının, işçinin yaşamının yeniden düzenlenmesinden bahsediyoruz. 1) Kıdem tazminatının fona devir yoluyla kaldırılması: Kıdem tazminatı, aslında patronun işçiyi sömürdüğünü kabul etmesidir. "Bu kadar yıl seni sömürdüm, üzerinden para kazandım, sermaye biriktirdim, şimdi işten ayrılıyorsun, al bu da sana para cinsinden diyet olsun. Yaşamak için çalışmak zorunda olan sen işçi, tüm yaşamını benim işletmeme hasrettin, ölürken de al, bununla idare et işte, kefenin yakışıklı olsun". Küfrün yetersiz kaldığı, insanın insan olana yapmayacağı bu davranışı bile, şimdi işçiye çok görmekte burjuvazi. "Ne tazminatı, neyi tazmin edeceğim, kalksın bu tazminat, rahat rahat işten atayım işçiyi. Hükümet müdahale et. Sendikaların zaten mecali yok, ama yine de tehdit etmeyi unutma, halledelim bu işi, zamanıdır, bak işçiler de sessiz, hem oy da veriyorlar sana, sen yapmazsan kim yapacak, seni niye oraya koyduk biz. Acele et…" 2) Bölgesel asgari ücret, bölge kalkınma ajansları: Demokrat Parti döneminde başlayıp '60'lı yıllarda da uygulandı. 1951–1974 yılları arasında uygulanan bölgesel asgari

ücret uygulaması yeniden gündemde. Anayasa ile birlikte AKP-CHPBDP'nin onayıyla gerçekleşecek yerel yönetim reformunun yapı taşı bu! Her bölgenin "kalkınması", işçinin emek gücünün harekete geçirilmesiyle, sermaye biriktirerek olmayacak mı? İşte her bölgede ayrı ayrı belirlenecek asgari ücret uygulamasıyla her bölgedeki ortalama işçi ücreti aşağıya çekilebilecek. Asgari ücret zaten işçinin ölmemesine yetecek kadar ücret vermek demek, şimdi bunun kıstası da ortadan kaldırılıp, üzerimize daha fazla abanmalarının fırsatını tanıyacağız burjuvalara. Özellikle de Kürt işçiler, kentin ve kırın yoksulları, bu yasa size! Kadınlar ve gençler bu yasa bize! 3) Esnek çalışma ve kayıt dışılığın engellenmesi: Esnek çalışma işsizliği falan gidermez. Burjuvayı işçiyi sömürürken mekâna ve zamana bağlılıktan serbestleştirir. Patronun işçiyi sömürme özgürlüğünü genişletir. Bizim esaretimizi arttırır. Evet, resmi işsizlik rakamlarında düşüşlere yol açabilir. Örneğin son üç ay içinde bir saat bile olsa herhangi bir gelir ve fayda getirici faaliyette bulunan, böylelikle işsiz sayılmayan "gizli işsizlerin" sayısı artar. Değişikliğin makyaj amacı da hükümet açısından işsizliğin bu kategori altında toplanıp sözde "azaltılması"dır. Oysa yapılan işsizliğin süreklileştirilmesi ve yaygınlaştırılmasıdır. Kayıt altındaki (resmi olarak sömürülen) işçilerin

kayıt dışı (vergi vermeden sömürülen) çalışma koşullarına yaklaştırılmasıdır. Burada bir çözüm yok. Kapitalizmde işsizliğe çözüm olmaz. Türkiye'de ve Kürdistan'da işçi, Avrupa'daki işçi arkadaşlardan her hafta 20 saat daha fazla çalıştırılıyor. 4)Mesleki eğitim özel sektöre devredilecek: Üstüne üstlük 25 yaş altındakileri çalıştırırken patron dört ay "deneme süresi" koyabilecek. Zaten staj adı altında bedavaya çalıştırılan genç işçi, eğitim sırasında da, sonrasında da sermayeye ücretli köle olarak hazırlanan gençlik enerji, sıfır güvencesiz, sıfır geleceksiz, sıfır umutsuz sadece önünü görebilen bir at gibi, deh babam deh sermaye birikimine koşulacak. Tüm burjuva anayasaların birinci maddesinde yer alan "insan onuru", işçinin "iş bulabildiği sürece yaşaması" ve her koşulda meta egemenliği karşısında bir hiç olması kuralı ile paçavraya çevrilir. "İleri demokrasi"lerin anayasalarının değişmeyen tek maddesi, mali sermaye egemenliği, artıdeğer sömürüsü ve meta üretim ilişkileridir. Anayasada açıkça yer almayan bu madde, Amerika'da kölelerin vücutlarının ateşle dağlanması gibi bütün toplumsal ilişkilere ve insanların bilincine kazılıdır. Onu bir işçi devrimi için mücadeleden başka hiçbir şey açığa çıkaramaz ve ortadan kaldıramaz!


4

NƦN RJHQNXN

'DUEH \DSDPDPDQÜQ GD\DQÜOPD] ÁDUHVL]OLðL

Sorun açık bir şekilde rejimin yapısındaki değişime uygun olarak burjuva demokrasisine ve devletin burjuva demokratik biçimine karşı mücadele olarak konulmadığında, tutumlar egemen sınıflar ve egemen sınıf partileri arasında birilerinin yanında yer alıp diğerlerine karşı olmak biçiminde belirlenir. Neoliberal burjuva demokrasisinin savunucusu olup faşizmi çözen parti olarak AKP'nin yanında yer almak, diğer yandan AKP'yi faşist görüp generallerle, CHP'yle aynı hatta yer almak, her ikisi de egemen burjuva siyasetine ve sınıf çıkarlarına hizmet etmektedir

"

Cumhuriyet tarihinin ilklerinden biri" daha gerçekleşti. Parlamento boykotundan sonraki bu "ilk" alışılmadık, olağandışı bir ilkti. Türkiye'de yakın zaman öncesine kadar olabileceği düşünülemeyecek bir ilkti. Cumhuriyet tarihi boyunca adlarını muhtıra ve askeri darbelerle duyurmaya alışmış, postal sesleriyle yeri titreten Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları görev yapamaz hale geldiklerini ileri sürerek "çaresizce" istifa ediyorlardı.

tek assubaya dahi dokunulamayan bir siyasal tarih! Böylesi bir süreçten tutuklamalara ve nihayetinde Genelkurmay Başkanı ve üç Kuvvet Komutanının istifasına uzanan bir duruma geçiliyorsa bu bir kurumun ve mensuplarının durumuyla ve ilk elde belirtilen gerekçelerle açıklanamaz. Gelişmeler, sadece güç dengelerindeki bir değişimi değil, rejimin yapısındaki değişimi de açıkça ve bir kez daha göstermektedir. Rejimin yapısında burjuva demokrasisi yönlü değişimle birlikte ordu da yeniden yapılandırılmaktadır.

Askeri darbelerden istifaya Emekli generaller ve eski kuvvet komutanları ile başlayan tutuklama ve tasfiye sürecini, görevde olan general ve subayların tutuklanması izledi. Büyük bir bölümü halen görevde olan 250 subay Ergenekon, Balyoz davalarında tutuklandı. "İrtica eylem planı" ve "İnternet andıcı" ile ilgili açılan son dava ile aralarında Ege Ordu komutanının ve koramirallerin de bulunduğu generallerin yakalanma kararı ise tasfiyenin son adımı oldu. Güç ve irade kırmayla toplum düzeyinde itibarsızlaştırma ile içiçe gelişiyor. Orduda birbirini izleyen tutuklama ve tasfiyelerin ardından Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının muhtıra vererek hükümeti istifaya zorlamak yerine kendilerinin istifa etmek durumunda kalmaları, siyasal güç dengelerinin tümüyle değişmiş olduğunu göstermektedir. Tenzil-i rütbe ve ordunun yeniden yapılandırılması Türkiye'nin siyasal tarihi sıkıyönetimler, muhtıralar, askeri ve yarıaskeri faşist darbelerin tarihidir. Devrimci halk hareketlerinin askeri faşist darbelerle bastırıldığı, generallerin iki dudağı arasından çıkan bir sözün kanun sayıldığı, ordunun temel ve kritik konularda son sözü söylediği, hükümetleri istifa ettirip yerine yenisini atadığı, parlamentonun işlevinin sınırlandırıldığı, bir

Faşist diktatörlüğün belkemiği, "dış düşman"a karşı olmaktan çok iç düşmana, halk isyanlarını bastırmaya karşı örgütlenmiş, iç siyasette temel ve kritik sorunlarda ilk ve son sözü söyleyen ordu, iç siyasetteki belirleyici rolünün dışına çıkarılmakta, bölgesel güç olma stratejisi doğrultusunda yeniden yapılandırılmakta ve konumlandırılmaktadır. Ülke içerisinde kitleler, faşist terörle değil burjuva demokratik stabilizasyon ve zorbalıkla kontrol ve denetim altında tutulacaklar, siyasette belirleyici rolü burjuva parlamento, hükümet ve siyasal partiler oynayacaktır. Askeri darbelerin teşvikinden parlamentonun ve hükümetin desteklenmesine Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının istifaları karşısında Hükümetin tutumunu hızlı bir açıklamayla destekleyen AP'nin ortaya çıkan "kriz"i kriz olarak görmeyip "demokrasinin güçlenmesi" biçiminde değerlendirmesi, ABD'nin ise "Türkiye'nin iç sorunu" diyerek normalize etmesi de emperyalistlerin ve dünya burjuvazisinin konsept değişimini göstermektedir. Tekelci sermayenin günümüzdeki küresel birikim koşullarına en uygun rejim yapısını neoliberal burjuva demokratik biçim oluşturduğu gibi, Türkiye'ye biçilen bölgesel ve küresel rol, ordunun NATO'nun yeni konum-

lanma stratejisine uygun konumlandırılmasını, iç siyasetin dışına çıkartılmasını da gerektirmektedir. Bu alandaki boşluk, AKP'nin Silvan sonrasındaki açıklamayla polis gücüyle doldurulacak, sayı ve silah donanımıyla, özel timleriyle ülke içindeki devlet terörünün uygulayıcısı bütünüyle polis olacaktır. Ordunun iç siyasetteki belirleyici konumu, devrimci sınıf mücadelelerinin, halk isyanlarının ordu elyile bastırılması, sıkıyönetimler, faşist askeri darbeler, başta ABD olmak üzere emperyalist burjuvazinin desteği olmadan olanaksızdı ve NATO'nun savaş konseptinin bir parçasıydı. Generaller bugün darbe yapamaz durumdalarsa askeri faşist darbenin dıştaki dayanaklarından, emperyalist burjuva destekten yoksun olmalarındandır. Komünistlere, devrimcilere, işçilere, Kürt halkına kan kusturan generallerin emperyalist burjuvazinin ve onların savaş örgütü NATO'nun desteğini arkasına almadığında "tık" diyemez hale düşmesi, onun gücünün nereden geldiğini göstermektedir. Devletin burjuva demokratik biçimine karşı mücadele Bu gelişmeleri Türkiye tekelci burjuvazisi ve emperyalist burjuvazinin sınıf ilişkileri ve sermaye birikim koşullarındaki değişim temelinde açıklamak yerine AKP ve hükümetle açıklayıp buna karşı bir tavır geliştirmeye girişecekler olacaktır. Marksist Leninist sınıf analizi ve faşizm tahlilinden uzak, gelişmeleri AKP'nin ve AKP hükümetinin faşizmi, Amerikancılığı, "mağdur" edilen ordunun ise ulusalcılığı ile açıklayan, generallerin düştüğü-düşürüldüğü duruma üzülen CHP, İP, TKP, Halkevleri vb.leri -örneğin, sendika.org sitesi istifalardan sonra "imamın generalleri" yazısını yeniden yayınladı- sadece bu görüşleriyle sınırlı kalmayıp bu kez demokrasi savunuculuğu ile maskeleyecekleri

Cumhuriyet Mitinglerinin yeni bir versiyonuyla ortaya çıkabilirler. Türk-İş'e bağlı bazı sendikalar üzerinden işçileri de bu kumpasa çekmeye çalışabilirler. Yeni anayasa sürecinin bu yönden karşıdevrimci politizasyonuyla burjuvazi, devlet ve burjuva partileri arasındaki çatışmanın bir kanadını oluştururlar. İşçi sınıfı ve devrimci örgütler bu tuzağa düşmemelidir. Bununla ve bu belirtilenlerle birlikte mücadelenin kapsamı ve içeriği burjuva demokrasisi içerisinde demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi ve burjuva demokrasisine karşı mücadeledir. Sorun açık bir şekilde rejimin yapısındaki değişime uygun olarak burjuva demokrasisine ve devletin burjuva demokratik biçimine karşı mücadele olarak konulmadığında, tutumlar egemen sınıflar ve egemen sınıf partileri arasında birilerinin yanında yer alıp diğerlerine karşı olmak biçiminde belirlenir. Neoliberal burjuva demokrasisinin savunucusu olup faşizmi çözen parti olarak AKP'nin yanında yer almak, diğer yandan AKP'yi faşist görüp generallerle, CHP'yle aynı hatta yer almak, her ikisi de egemen burjuva siyasetine ve sınıf çıkarlarına hizmet etmektedir. Neoliberal muhafazakarlıkla neoliberalizme eklemlenmiş burjuva modernizmi biçimindeki burjuva kamplaşması, siyasete ve toplumun bütününe egemen kılınmak istenmektedir. Yeni anayasa sürecinin tartışmaları da bu eksene oturtulacaktır. Bunların birine ya da diğerine yedeklenenlerin aralarındaki fark, ittifak olarak hangi burjuva partilerini seçtikleri, burjuva ideolojisinin hangi biçiminin peşine takıldıkları, izledikleri politikanın burjuvazinin hangi kesimine hizmet ettiğidir. Komünistler, işçi sınıfı ve devrimciler bu iki seçeneğin ikisini de red etmeli, mücadelelerini burjuva sınıf diktatörlüğüne ve burjuva demokrasisine karşı yöneltmelidirler.


5

NƦN RJHQNXN

0DV 'DI LíÁLOHUL $QNDUD \D \ÖUÖGÖ DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası'na üye olmalarının ardından işten atılan Mas-Daf işçileri Ankara'ya yürüdü. Düzce'de yürüyüş öncesi jandarma tarfından 3 kez gözaltına alınan işçiler bu saldırılardan yılmayarak eylemelrini gerçekleştirdiler. Düzce'den Ankara'ya yola çıkan işçileri Ankara girişinde, Göksu Park'ta DİSK ve KESK'e bağlı sendikaların üye ve yöneticileri karşıladı. Geceyi Göksu Park'ta geçirmek isteyen işçilere izin vermeyen polis işçilerin Ankara'ya yürümesine izin vermeyeceğini söyledi. Akşam saatlerinde Göksu Parkı'nda KESK ve DİSK'e bağlı sendikaların üye ve yöneticilerinin katılımıyla basın açıklaması yapan Mas-Daf işçileri, polisin yürüyüşü engelleme çabalarına rağmen Ankara'ya yürüyerek gitmekte kararlı olduklarını söyledi.

Çelik, sadece Mas-Daf işçileri adına değil, tüm işçi sınıfının hakları için yürüdüklerini ifade etti.

Göksu Park önünde yapılan basın açıklamasında işçiler adına konuşan Birleşik Metal-İş Sendikası Kocaeli Şube Sekreteri Talat Çelik, bir yıldır sendika ve TİS hakkı için başlattıkları mücadeleyi, 4 ay önce ise 120 işçinin işten atılmasıyla direnişe dönüştürdüklerini söyledi. 19 Temmuz'da Düzce'den yürüyüşe başladıklarını hatırlatan Çelik, Anayasa'nın 51. maddesi olan sendikalı olma hakkını, özgürce, hiçbir engelle karşılaşmadan, işten atılmadan, açlıkla terbiye edilmeden kullanmak istediklerini ifade etti.

28 Temmuz Perşembe günü sabah saatlerinde tekrar Göksu Park'a gelen işçiler tekrar polis engeli ile karşılaştılar. İşçileri kararlı duruşu sonrası polisin geri adım atması ile işçiler yürüşlerini başlattılar.

Birleşik Metal-İş Sendikası üyeleri olarak bedel ödeyen bir kültürden geldiklerini vurgulayan Talat Çelik, "Bu mücadele sonucunda yerimiz hapishane, gözaltı, dar ağacı olsa da biz boğazıma ilmeği geçirir, sandalyeyi kendimiz tekmeleriz" şeklinde konuştu. Çelik, mücadeleyi sürdüreceklerini söyledi. 19 Temmuz günü Düzce'den yola çıktıktan sonra yolda 3 kez gözaltına alınan Mas-Daf işçileri Ankara girişinde de polis engeli ile karşılaştı. Ankara'ya ulaştıkları akşam Göksu Parkı'ta konaklamasına izin verilmeyen işçiler otobüslere binerek geceyi geçirmek için Birleşik Metal-İş şubesine geldiler.

Yürüyüş sonrası Ankara'ya ulaşan Mas-Daf işçileri burada ilk olarak İLO yetkilileri ile görüştü. İLO binasının önünde yapılan açıklamada, Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu, Mas-Ddaf işçilerinin bu mücadeleleri ile Türkiye'nin dört bir yanında

6edat <a\lac× iüe JeUi d|Q \RU Sosyal-İş Sendikası üyesi Sedat Yaylacı, Çanakkale 18 Mart Üniversitesi'nde taşeron işçi olarak çalışırken işten çıkarılmıştı. Geçen süreçte sendika Çanakkale'de eylem ve imza kampanyası düzenleyerek işe geri alınma talebiyle çalışmalar yürütmüştü. Sosyal-İş Sendikası yaptığı açıklamada sendika ile üniversite yetkilileri arasında yapılan görüşmeler sonucunda Sedat Yaylacı'nın vasfına uygun bir göreve yerleştirilerek çalışmaya devam etmesinin kararlaştırıldığını duyurdu. Sosyal-İş Örgütlenme Daire Başkanı Hüseyin Kaşif konu ile ilgili yaptığı açıklamada,"Bugün yürüttüğümüz bu haklı mücadelenin başarı ile sonuçlanmasının mutluluğu içindeyiz. Evvela, sendikamız üyesi Sedat Yaylacı'yı bu zorlu süreçteki onurlu duruşu, sabrı ve sendikal disiplini nedeniyle kutlamak isteriz. Sedat Yaylacı başta olmak üzere hem Rektörlük hem taşeron şirkette görev yapan Sendikamız üyesi tüm işçi arkadaşlarımızı tebrik ediyoruz. Bu başarı hepimizindir. Bu süreçte Çanakkale kamuoyu bizi bir an olsun dahi yalnız bırakmamıştır. Bize desteklerini sunan tüm dostlarımıza yürekten teşekkür ediyoruz" ifadelerine yer verdi.

yaşanan hukuksuzluğu ortaya koyduklarına dikkat çekti. AKP‘nin seçim kampanyasında kullandığı "Aynı dağın yeliyiz biz" şarkı sözlerine gönderme yaparak, "Bu kimin hangi dağın yelidir? Hani hepimiz aynı dağın yeliydik? İşte biz başka dağların savurduğu insanlarız" dedi. Serdaroğlu, "Bugün Mas-Daf işçisi Türkiye'de haksızlığa uğrayan binlerce işçinin gözü kulağıdır ve o insanların da hakkını savunmak için buradadır" diye konuştu. Sinter Metal işçilerinin direnişi hatırlatan

Serdaroğlu, "Sinter Metal işçilerinin yarını, Mas Daf işçilerinin bugünü olmuştur" dedi. Açıklamaların ardından bir grup temsilci ILO'ya girerek, yetkililer ile görüşme yaptı. "ILO temsilcisi bu konuda Çalışma Bakanı ile de görüşme yapıldığını ve yasalarda mutlaka değişikliğe gidileceğini söyledi" diyen Serdaroğlu, görüşme sonrası ILO'nun raporu Çalışma Bakanlığı'na ve ILO Merkezi'ne gönderileceğini söyledi. İşçiler, daha sonra Çalışma Bakanlığı'na giderek, raporlarını buraya da sundu.

.ÜGHP WD]PLQDWÜ H\OHPL Herkese Sağlık Güvenlik Gelecek Platformu (HSSGP) ile birlikte Belediye-İş İstanbul şubelerinden işçiler kıdem tazminatı ve esnek çalışma ile ilgili saldırı yasalarına karşı Taksim'de bir yürüyüş düzenlediler. İşçi ağırlıklı bir bileşim olmak üzere birkaç yüz kişinin katıldığı eylemde, mücadeleden uzak ve mücadeleye içeriden barikat olan konfederasyonlar da protesto edildi. Yürüyüş için Galatasaray Meydanı'nda toplanıldı. Taksim Meydanı'na yürümek için oluşturulan yürüyüş kolunun önünde, "Kıdem tazminatının kaldırılmasına, esnek-güvencesiz çalışmaya, kiralık işçiliğe karşı birleşik mücadeleye / HSSGP" pankartı taşındı. Bu pankartın yanısıra Belediyeİş'in "Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz" pankartı taşındı. Eyleme Hava-İş üyeleri yanında HSGGP‘nin bileşeni olan kurumlardan katılımcılar ve Devrimci Proletarya okurları katıldı. Canlı geçen yürüyüş sırasında kı-

dem tazminatlarının gaspına karşı teşhir içerikli ajitasyon konuşmaları yapıldı. Yürüyüş Taksim Tramvay Durağı'nda son bulurken, burada ilk söz eyleme destek veren Blok milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder ve Levent Tüzel'e verildi. Kıdem tazminatının gasbının küresel saldırının bir parçası olduğunu söyleyaen Levent Tüzel, Türk-İş'in saldırıyı genel grev nedeni saydığını, ancak etkili bir mücadeleyi örmediğini vurguladı. "İşçi sınıfının yanında" olduklarını vurgulayan Tüzel, "Yeni anayasa ile işçilerin bu hak kayıplarını engellemeye çalışacağız" diyerek, birden burjuva anayasanın işçilere umut diye taşınması rolüne geçiş yapıverdi. Tüzel, sözlerini "Yaşasın işçilerin birliği, halkların kardeşliği!" diyerek bitirdi. Torba yasayı hatırlatarak saldırıların yeni olmadığını ve bir bütünlük taşıdığını ve kıdem tazminatı saldırısının genel greve gidecek bir mesele olduğunu vurgulayan Sırrı Sü-

reyya Önder "Emekçiler bu süreçte genel grev yapmayacaksa ne zaman yapacak!" dedi. Taksim İlkyardım Hastanesi'nde taşeronlaştırmaya karşı direnen "2.Türkan Albayrak", Güllü Hanoğlu‘nun direnişine değinerek, tüm oyunları bozmanın yolunun direnişleri birleştirmekten, genel grev silahını kuşanmaktan geçtiğini söyledi. Eylemin ortak basın metnini ise Belediye-İş üyesi Veysel Aslan okudu. Basın açıklamasında "AKP'nin çıraklık döneminde GSS'yi, kalfalık döneminde sağlıkta dönüşümü, ustalık döneminde ise kıdem tazminatını kaldırarak esnek-güvencesiz çalışmayı ve kiralık işçiliği dayattığı" vurgulandı. Kıdem tazminatı ve esnek çalışma ile ilgili hazırlanan kapsamlı saldırı programının içeriği anlatıldı. Basın açıklamasında ayrıca Hak-İş'in saldırılara destek verdiği, Türk-İş'in ise saldırıyı genel grev saymasına rağmen hiçbir şey yapmadığı anlatıldı. Açıklama, birleşik mücadele çağrısı yapılarak "Kahrolsun sendika ağaları!", "Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni!" sloganlarıyla son buldu.


6

NƦN RJHQNXN

3etNiP de iü\eUi teUNetPePe e\lePi Petkim işçilerinin 2011- 2012 yıllarını ve 2077 Petrol-İş üyesi işçiyi kapsayan Petkim toplu iş söşleşmesinde görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine başlattığı fabrikaya kapanma eylemi, 5. gününde anlaşma sağlanması üzerine sonerdi.

7aNsiP de * l EaKoesi

Eylem üzerine patronla Petrol-İş Sendikası arasında yapılan görüşme, anlaşmayla sonuçlandı. İşçiler başta yeni bir iş değerlendirmesi yapılması ve bu iş değerlendirmesine uygun ücret skalasının oluşması, herkesi kapsayacak şekilde iyi bir ücret zammı yapılması, 2006 ve sonrasında işe giren düşük ücretli işçiler için iyileştirilme yapılması talebiyle 18 Temmuz'da eyleme geçmiş önce yarım gün işe gitmeme ile başlayan eylemler 3. gününde işçilerin işyerini terk etmeme eylemine dönüşmüştü. İşçiler kapılardan giriş ve çıkışlara müsaade etmeyerek satışları durdurmuşlardı. Petkim'de patron ve sendika arasında 24 Temmuz 2011 tarihinde yapılan görüşmelerde hem iş değerlendirmesi hem de bu iş değerlendirmesine bağlı yeni bir ücret skalası üzerinde anlaşma sağlandı. Böylelikle 2006 ve sonrası işe girenlerin ücretleri iyileştirildi. Genel ücretlere de birinci 6 ay için yüzde 5.5, ikinci 6 ay için yüzde 5. 5, üç ve dördüncü altı aylar için ise enflasyon oranında zam yapılacak. Patron, daha önce konuşmak dahi istemediği maddeleri kabul etmek zorunda kalırken, işçiler anlaşmanın istedikleri yönde sonuçlanmasını halaylarla kutladı.

Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası üyesi Güllü Hanoğlu, Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi bahçesindeki direnişine devam ediyor. Direniş Türkan Albayrak‘ın direnişine benzerliği dolayısıyla Güllü Hanoğlu 2. Türkan diye anılıyor. Atlas taşeron firmasının "Haklarımdan feragat ediyorum" şeklindeki taahhütnamesini imzalamadığı için işten çıkartılan Dev Sağlık-İş üyesi Gül Hanoğlu, direnişini gece gündüz hastane bahçesinde sürdürüyor. Hanoğlu direniş alanına "Gül bahçesi" adını vermiş. Hastane yönetiminin sorun karşısında klasik yönteme başvuruyor; "Bizim işçimiz değilsiniz, taşeron firmanın işçisisiniz".

* l EaKoesi QdeQ QRtlaU Ben 8 yıldır Taksim Araştırma ve Eğitim Hastenesi‘nde çalışıyorum. Ortopedi servisinde. Burada sürekli 3 aylık, 5 aylık ihaleler yapılırdı. Girdi çıktımız çok olurdu yani. Ama şimdiye kadar böyle bir taahhütname ve bunu imzalama dayatması olmamıştı. Atlas taşeron şirketi gelene kadar. Bir kaç arkadaş tazminat davası açmış daha önce. Kendi ağızlarıyla da söylediler kütüphanede bizimle yaptıkları toplantıda "Biz firma olarak kendi hakkımızı korumak için koyuyoruz bu maddeyi" diye. Peki ben 730 TL maaş alıyorum, yol paramı da kendim veriyorum üstelik. Ben nasıl vazgeçeceğim hakkımdan, 8 yıllık emeğimden? Bir emek, bir ekmek, bir kavga var ortada. Bundan vazgeçin diyorlar. Biz de vazgeçmeyeceğimizi söyledik. Maddenin içeriğini biliyorsunuz zaten. "Bugüne kadar ki haklarımdan vazgeçtim, benden bir şey talep edemezsiniz ederseniz de bana faiziyle ödeme yaparsınız" diyor. Sözleşmeyi kabul etmeyeceğimizi söyledik.

Bu şirket 4 Nisan'da aldı ihaleyi. Ondan sonra baskılar başladı. Hastane yönetiminden Müdür Yardımcısı Aynur Polat, Müdür Hacı Çamlıdağ toplantı yapıp ikna etmeye çalıştılar. Hastane müdürü odasına çağırdı beni bizzat. "Yazık olacak sana, imzalasana" gibi sözlerle ikna etmeye çalıştı beni. Bende vazgeçmeyeceğimi, arkadaşlarımın da vazgeçmemesi için elimden geleni yapacağımı söyledim. Ortada hak var çünkü. Ben nasıl derim burada 16 yıldır emek veren arkadaşlarıma "imzalayın" diye. Bütün arkadaşlara hak, hukuk konusunda bilgi verdim, bilinçlendirdim. Kötü bir şey yaptığımı da düşünmüyorum. Sonuçta işten çıkarıldım. Hastane yönetimi çağırdı "İşine son vermişler" dedi. Başhekim "Sen bizim işçimiz değilsin, asıl patron taşeron" diyor. Taşeron bile kabul ediyor asıl patronun hastane olduğunu. Başhekime diyorum "Hocam taşeron bile yazmış bakın asıl patron sizsiniz, taşeron alt patron. İsteseniz işten çıkarmayı geri çevirebilirsiniz. Siz

Dev Sağlık-İş Sendikası Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, güvencesiz ve taşeron çalışmayı ortadan kaldırıncaya kadar bu mücadeleye devam edeceklerini belirterek, " Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi tek vücut olarak vicdanını ve aklını burada direniş çadırına koyması ile birlik, beraberlik ve dayanışmanın çok önemli bir örneğini ortaya koydu" diyor. Direniş çadırının önünde Güllü Hanoğlu'nun imzalamadığı taahhütnamenin büyütülmüş hali asılı. Taahhütnamenin özü şu: "Ben geçmişe dönük tüm haklarımdan vazgeçiyorum. Hatta ilerleyen günlerde mahkemede geçmişe dönük haklarımı kazanırsam bu haklarımı da Atlas şirketine faiziyle birlikte ödeye-

bunu yapmıyorsunuz. Kimin avukatlığını yapıyorsunuz?" diye. Ama bir faydası olmadı. Benimle birlikte 4 arkadaşı daha çıkaracaklarını öğrendim. 13 Temmuz'da basın açıklaması yaptık. O gün karar verdim burada süresiz oturmaya. Ailemim bile o zaman haberi oldu. Ben paravan oldum, o 4 arkadaşı çıkaramadılar. Ortopedi çok yoğun bir bölüm. Biz 2.sekreter talep ediyorduk. Onlar üstüne beni çıkarıp işi bilmeyen birini işe aldılar. Tüm dosyalar yığılmış, hasta giriş-çıkışı yapılmıyor. Herkes mağdur. Çalışan, hasta, doktor… Burada bir iş bırakma eylemi oldu. SES, Tabibler Birliği ve Dev-Sağlık İş beraber yaptı. Sağlık müdürü geldi o gün. Olaydan haberdar olduğunu ilgileneceğini söyledi. Biraz zaman istedi. Biz de bekliyoruz bakalım. Ne olur ne olmaz diye çadırı kaldırmıyoruz. Kazanacağıma inanıyorum. Ayrıyeten teşekkür de etmem lazım SES, Tabibler Birliği ve hastanedeki tüm arkadaşlar destek veriyorlar. Hiç yalnız bırakmıyorlar.

ceğim." Atlas Sağlık ve Sosyal Hizmetler Ticaret Sanayi Limited Şirketi Samsun'da Devrimci Sağlık-İş üyesi olduğu için 2 işçiyi 26 Ocak günü işten çıkarmış son olarak da 4 Temmuz'da 3 işçiyi daha işten çıkarmıştı. Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi‘nde ki "Gül bahçesi"nde devam eden direnişte sınıf kardeşleri Güllü Hanoğlunu yalnız bırakmıyor. Ellerinde meyvaları, içecekleri vs ile çadıra gelerek dayanışma dileklerini sunuyorlar. "Gül bahçesi'nde direniş sürüyor, dayanışma için hepimize kapısı açık. Bu direniş tek kişilik olabilir ama dayanışma binleri buluyor.

Burada taşeronda çalışan temizlik işçileri benim kahramanım. Nöbet koymuşlar gece-gündüz. Nöbetten çıkıp gelip yanımda nöbete devam ediyorlar. Çok onur verici gerçekten. Taşeron kaldırılsa herkes daha mutlu çalışır. Taşerona verilen parayı bizim maaşlarımıza yansıtsalar daha mutlu çalışırız. 730 TL'ye çalışmak var 1000 TL'ye çalışmak var. Hele ki İstanbul koşullarında. Ben Gazi çocuğuyum. Kolay büyümedim. 13 yaşından beri çalışıyorum. Mücadelenin ne demek olduğunu iyi bilirim. Diğer arkadaşların da imzalamasına engel olduğum için çıkarıldığım yazıyor çıkış kağıdımda. Ahlaksızlık yapmışım ben imzalamayarak. Tüm haklarımdan vazgeçince mi ahlaklı oluyorum. Ben kararlıyım işime haklarımı da alarak dönmeye. Burada oturmak kolay değil. Benim ihtiyacım da var çalışmaya. Ama haksızlığa uğramışsanız, başarılı bir elemanken bir taahhütmane yüzünden işiniz elinizden alınıyorsa o zaman mücadele etmek ve ucunda ölüm de olsa sonuna kadar gitmek zorundasınız.


7

NƦN RJHQNXN

/LPDQGD 3DWURQ WL\DWURVX

"

Uğursan Denizcilik Liman İşletmeciliği A.Ş. 35 işçiyi kapı önüne koydu" şeklinde başlayan bir cümle, sınıfın gündemine "Yine işçiler atılmış" şeklinde girerdi herhalde. Ama be sefer işler biraz farklı. Şöyle ki, "Bu sefer işçiler atılmadı, "sadece" kapının önüne konuldu." Nasıl mı? Daha fazla karıştırmadan anlatalım.

'Sendikalaştıkları için işçileri kapı önüne koyan ve aylarca süren direniş sonucu hem TÜMTİS'i hem de atılan işçileri limana almak zorunda kalan Akan-Sel şirketi ve Uğursan Denizcilik bunlardan sadece ikisidir. Her birinde 300 civarında işçi çalışan bu iki firma, kendi içlerinde 5-6 alt firmaya bölünerek hem bu sayıda işçi çalıştıran bir firmanın yapması gereken yasal yükümlüklerden kurtulmuş, aynı işi yan yana, omuz omuza yapan işçiler bölünmüş, parçalanmış ve birbirlerinden uzaklaştırılmış ve birbirlerinden koparılmaya çalışılmıştır. Son saldırı da Uğursan Denizcilik Liman İşletmeciliği A.Ş.'den gelmiştir

İlk özelleştirilen Liman olan Mersin Limanını satın alan Mersin Uluslararası Liman İşletmeciliği A.Ş.(MIP), PSA International ve AKFEN Holding ortaklığı ile kurulmuştur. 18 ülkede 26 Limanın işletmeciliğini yapan PSA ve Türkiye'nin 3. büyük İnşaat firması olan TEKFEN Holding'in ortaklığı bir tarafta devasa bir sermaye ve artıdeğer birikimi, diğer tarafta ise her zaman ki gibi sefalet içinde bir yaşam, iş kazaları, güvencesizlik oluşturmuştur. Büyük bir fabrika görünümündeki Mersin limanında binlerce işçi çalışmaktadır. Özelleştirme sonucu ilk yapılan da işte bu "tek bir işletme" görüntüsünü kırmak olmuştur. Bu kapsamda işlerin büyük bir kısmı değişik taşeronlara verilirken onlarda aldıkları işleri alt taşeronlara devretmişlerdir. Bir işin taşerona devredilmesi, onunda aldığı işi konusuna göre diğer taşeronlara pay etmesi sonucu limanda

resmi ve yasadışı olarak bir çok taşeron firma faaliyet göstermektedir. Sendikalaştıkları için işçileri kapı önüne koyan ve aylarca süren direniş sonucu hem TUMTİS'i hemde atılan işçileri limana almak zorunda kalan Akan-Sel şirketi ve Uğursan Denizcilik bunlardan sadece ikisidir. Her birinde 300 civarında işçi çalışan bu iki firma, kendi içlerinde 5-6 alt firmaya bölünerek hem bu sayıda işçi çalıştıran bir firmanın yapması gereken

yasal yükümlüklerden kurtulmuş, diğer taraftan aynı işi yan yana, omuz omuza yapan işçiler bölünmüş, parçalanmış ve birbirlerinden koparılmaya çalışılmıştır. Son saldırı da Uğursan Denizcilik Liman İşletmeciliği A.Ş.'den gelmiştir. Toplam 300 civarında işçi çalıştıran Uğursan, 40 yıllık firma olmanın "haklı" tecrübesinden olsa gerek işçiyi önce 40 parçaya bölme ve sonrada 40 misli fazla sömürme konu-

»

Direnişin ilk günü limana gelen Emniyet Müdürü, Uğursan patronları tarafından şirkete ait bir arabaya bindirilerek bilinmeyen bir yere götürüldüğü işçiler tarafından bizzat tespit edilmiştir. (İnanmayanlara, işçileri gözetlemek için her köşeye yerleştirilen kamera kayıtlarını izlemesi tavsiye edilmektedir.)

»

Uğursan patronu direnişe destek veren işçileri, eğer işe başlamazlarsa tutacakları bir tutanak ile işten atma hakkının olduğunu ve bu durumun işçilerin sicillerine işlenerek ömür boyu bir daha iş bulamayacaklarını söyleyerek korkutmuş. Ve bu tehditler etkili olmuştur.

»

Uğursan patronu kapı önüne koyduğu işçilere, olanca yüzsüzlüğü ile "Siz, 32 işçi bir şirket kurun, kuramıyorsanız ben yardım edeyim. Sonra bu işi size vereyim. İşinizin patronu olun" şeklinde kandırmaya çalışsa bile işçiler bu zokayı yutmamıştır. Gereken cevabı vermişlerdir.

» »

Ana firma olan MIP, işçilerden gelen "Bu işi çözün" isteklerine "Ama siz işten atılmadınız ki." şeklindeki cevaplar vererek bu tiyatroda ki baş rol oyunculuğunu kimseye bırakmayacakları ispatlamıştır. Tüm bu süreç boyunca limana gelmesi ve destek vermesi için yapılan tüm çağrılara, "Tatildeyim. Gelemem" şeklinde cevap veren Liman-İş Şube Başkanı hala ortalıkta görülmemektedir.

sunda kitaplara girecek yöntemler bulmasıyla ünlenmiştir. İş kolu olarak Ana firma ile aynı kulvarda olan Uğursan, MIP'nin taşeronu olarak aldığı işleri kendisine ait 3 ve taşeron olarak çalıştırdığı diğer bir 3 şirketle yani toplamda 6 şirket ile yürütmektedir. Burjuva yasaların bile sınırlarını zorlayan bu "taşeronun taşeronu" olma durumundan kaynaklı, aslında çemberin en dışında yer alan alt taşeron işçileri göstermelik olarak Uğursan bünyesinde göstermektedir. Tüm bu bölünmüşlüğüne rağmen, Akan-sel işçilerinin yolundan giden Uğursan işçileri (6 firmadaki işçilerinin hepsi) geçen sene topluca Liman-iş sendikasında örgütlendiler. Patronların, Akan-sel işçilerinin yaşattığı korkudan olsa gerek çok fazla itiraz edemeden kabullenmek zorunda kaldıkları bu durum, 1 senelik mahkeme, bakanlık tespitleri vs. aşamalarından sonra 23 Temmuz günü farklı bir aşamaya girdi. Bakanlığın TİS imzalanması için verdiği sürenin dolmasına 5 gün kala Uğursan Denizcilik'in 3 taşeronundan biri olan Nuri Çiftçi Lojistik (N.Ç. Lojistik) patronunun "İşi bırakıyorum" açıklamasına, Uğursan Denizcilik kendi bünyesinde çalıştırdığı N.Ç. Lojistik işçilerinin Liman Giriş Kartlarını iptal ederek cevap vermesi sonucu, 35 işçi resmi olarak işten atılmasalar bile, fiili olarak atılmış oldular. İşçiler bu "Patronlar Tiyatrosu"na 23 Temmuz günü sabah 8:00 vardiyasında direnişe geçerek cevap verdiler. İlk anda Uğursan bünyesinde ki bütün işçilerin desteğini alarak Liman A. kapısında başlayan direniş, Uğursan patronunun tehditleri sonucu işten atılan işçilerle sınırlandı. İşten atılırmış gibi yapılıp aslında atılamamış işçiler ise kapı önündeki direnişlerine kurdukları çadırda devam ediyorlar.


8

NƦN RJHQNXN

9DU \RN DQODPD] ELU ÁRFXN LVWHðL Tatil, neoliberal burjuva demokrasisinde vitrine konulan "herkese göre" bir avuç deniz, güneş, doğa, kültür, hobi, otantiklik, adrenalin, rahatlık, keyif, eğlence, spor seçenekleriyle, özgürleşme, doğallaşma, insanlaşma imajlarıyla, işçilerin, kadınların, gençlerin kapitalist rehabilitasyonu ve yeniden tekelci kapitalist kölece çalışma ve kölece yaşam disiplinine uyumlarını sağlama aracıdır

T

atil yapmak en temel toplumsal ihtiyaçlardan biridir. Kapitalistler tarafından yıl boyunca vahşice sömürülerek tükenen beden ve ruh sağlığını onarmak ve korumak, rahatlamak, dinlenmek, eğlenmek, doğayla kaynaşmak, farklı şeylerle uğraşmak, toplumsal ilişkilerini geliştirmek, çok kısa bir süreliğine de olsa kendi istediklerini istediği gibi yapma düşü olarak tatil yapmak… yaşamsal bir ihtiyaç. Küresel tekelci kapitalizmin insanı ve doğayı azami kar için un ufak eden çarkları, durmaksızın daha ağır vuruşlarla, daha kanatıcı, daha hızlı dönüyor. Çalışma temposu artıyor, çalışma saatleri uzuyor. Dinlenme araları ve izinler, hafta sonu tatilleri kısalıyor. Gün gün üstüne, hafta hafta üstüne, ay ay üstüne yorgunluk, yıpranmışlık, eziyet, gerilim birikiyor. Büyük kentlerdeki kapitalizmin boğucu ablukası ve temposu, trafik, gürültü, koşuşturmaca, insanın üstüne üstüne gelen beton, tv karşında alıklaşma, trafik, sinir harbi, itiş kakış, rekabet, zamanla yarış, teknolojiyle yarış, herşeyde başkalarıyla yarış, gerilim, yaşam gailesi, doğaya yabancılaşma, topluma yabancılaşma, kendine yabancılaşma birikiyor. Fakat en çok da özgürlüksüzlük, nesneleşme, köleleşme birikiyor. Yıl boyunca patronların sermayesini büyütmek için kölece çalışma birikiyor. İş dışı zamanlarda medyasıyla, alışveriş tapınaklarıyla, şikeci stadyumlarıyla patronların güdümlediği kölece yaşam. Kendine zaman ayıramama, kendi kararlarını kendi verememe, kendi istediklerini yapamama… Birikiyor. İşte bu yüzden yıllık tatil, işçiler, kadınlar, gençler, öğrenciler için böylesine yakıcı bir ihtiyaçtır. İple çekilen bir özlemdir. Kapitalizm çölünün ortasında buz gibi ırmaklarıyla bir cennettir. Bir çitmik rahatlama, bir kırıntı doğa, insan ilişkilerinde yabancılaşmadan bir nebze sıyrılıp doğallaşma, bir çay kaşığı kadar kendi istediklerini istediği gibi yapabileceğini sanma serbestisidir. Kendini birazcık insan gibi duyumsayabilme ihtimalidir. Sermaye tarafından gasp edilen zamanlarda açılan bir küçük delik, kendisi için bir nebze zamana sahip olma, ertelenlenen yaşamın, bastırılan dilek ve özlemlerin, haz ve isteklerin gerçekleşebilmesi için biraz zaman bulma hayalidir. Sömürülmenin, başkaları tarafından güdülmenin, katı zorunlulukların, yabancılaşmanın, mekaniklik ve yapaylığın olmadığı bir zaman ve yer düşüdür. Bir kendini gerçekleştirebilme çığlıdır. Bu yüzden işçilerin, emekçilerin gözünde tatil böylesine fetişleşir. Bir özgürlük düşü haline gelir. "Biz tatil için çalışıyoruz" şarkıları söylenir.

Kapitalist üretim ve tüketim bombardımanından bir nebze uzaklaşıp kendine gelmek değil, her türlü kapitalist uyarıcıya daha fazla maruz kalarak çıldırtılmak ve kendinden geçmektir. Çalışma yılı boyunca bastırılmış tüm güdülerin metalara kodlanarak liberalize edilmesidir. Çalışırkenkinden fazla yorulmaktır. Tatil müzikleri, tatilde okunacak kitaplar, tatilde seyredilecek filmler, tatilde oynanacak oyunlar, tatilde nasıl sevişileceği, tatilde ne yeneceği servistedir. Tatil yapmak değil, sermayenin belirlediği tatil tiyatrosunda, tatilci rolünü oynamaktır, tatil yapıyor-muş gibi yapmaktır. Tatil hayali ve hayali tatil Acı gerçekler Gerçek ise işçilerin sermaye için kölece çalışmaları sürdürülebilir kılmak için ola ki birkaç haftalık tatile çıkabilmeleridir. Tatil, tekelci kapitalizmde işçilerin ve tüm toplumun sermaye için çalışma verimliliğini artırma aracıdır. Tatil, neoliberal burjuva demokrasisinde vitrine konulan "herkese göre" bir avuç deniz, güneş, doğa, kültür, hobi, otantiklik, adrenalin, rahatlık, keyif, eğlence, spor seçenekleriyle, özgürleşme, doğallaşma, insanlaşma imajlarıyla, işçilerin, kadınların, gençlerin kapitalist rehabilitasyonu ve yeniden tekelci kapitalist kölece çalışma ve kölece yaşam disiplinine uyumlarını sağlama aracıdır. Neoliberal kapitalizm ve demokrasisi, tatil kavramını, önceki geleneksel toplumların holiday'inden (dini ibadet günü, kutsal gün) almış, tekelci sermayenin bir azami egemenlik, kar, yönetim ve hegemonya aracı olarak yeniden yoğurmuştur. Önceki toplumlarda, hristiyanlarda pazar, müslümanlarda cuma günü çalışılmaz, tüm işçi ve emekçiler dini ibadet mekanlarında toplanır, şeytan düşüncesiyle korkutulup cennet düşüncesiyle avutulup yeniden disipline edilir ve yeniden çalışmaya gönderilirdi. Neoliberal kapitalizmin tatil kavramı ise, işçi

Tatil artık meta-tatil paketlerinin yoğunlaştırılmış tüketim bantlarının birinden geçmektir. Tatil için alınan tüketici kredileri, şimdi tatil yap bir yıl boyunca öde mekanizması, herkese ve her bütçeye göre tatil seçenekleri, yalnızca uluslar arası değil yurt içi, hatta şehir içi turizmin de bir yaşam tarzı ve gereksinme olarak örgütlenişi, hepsi kapitalizmin sermaye birikimini canlandıran mekanizmalar

ve emekçilerin çalışırken bastırılmış özlemlerini gerçekleştirebileceğini vaat eden, ama onların yakıcı kendi istedikleri şeyleri istedikleri gibi yapma özlemini de sistem içinde terbiye eden, tatil hayaliyle daha çok çalıştıran, tatilde bastırılmış güdülerini meta-tatil demokrasisi paketleriyle yemleyen, bir neoliberal rehabilatasyon ve kapitalizme neoliberal kitle ibadeti biçimine dönüştürüyor. Tatil, tekelci kapitalizmde aynı zamanda dev çaplı bir sermaye birikim makinasıdır. Sistem, aşırı çalışma ve yabancılaşmadan doğan yakıcı tatil özlemlerini azami sermaye, azami meta egemenliği çarklarına bağladı. Tatil artık meta-tatil paketlerinin yoğunlaştırılmış tüketim bantlarının birinden geçmektir. Tatil için alınan tüketici kredileri, şimdi tatil yap bir yıl boyunca öde mekanizması, herkese ve her bütçeye göre tatil seçenekleri, yalnızca uluslar arası değil yurt içi, hatta şehir içi turizmin de bir yaşam tarzı ve gereksinme olarak örgütlenişi, hepsi kapitalizmin sermaye birikimini canlandıran mekanizmalar. İşçilerin, emekçilerin kendi yapmak istedikleri şeyler için özlem duydukları bir nebze özgür tatil planlarının hepsi hüsranla sonuçlanır. Tatil de, sermaye için çalışmanın, sermayenin istediği şeyleri sermayenin istediği biçimde yapmanın bir devamıdır.

Bir yıllık tüm yapılamayanların yapılmak istendiği, tüm özlemlerin yüklendiği, tüm ihtiyaçların odağına konan tatil idealizasyonu, korkunç bir tatminsizlik, hayal kırıklığı, aldatılmışlık ve kendini aptal gibi hissetmekle sonuçlanır. Tatil dönüşü ise, hem bu hayal kırıklığı, hem de fahiş fiyata satın alınmış bir metasoluklanmanın ardından yeniden vahşi sömürü cenderesine dönmenin travmatik etkisiyle birlikte genellikle deprasyonla sonuçlanır. Tatil, tekelci kapitalizmde paran kadar tatildir. Çeşitli araştırmalara göre Türkiye'de ücretli emekçilerin ancak yarısı kadarı (bulunduğu il dışında, bir tatil beldesinde) tatil yapabiliyor. Her iki ücretli emekçiden biri tatile para ayıramıyor. Tüm tatil yapabilenler içinde yüzde 69'u tatile kişi başına bin liranın altında, yüzde 16'sı bin-2 bin lira arasında para ayırabiliyor. Geri kapitalizm döneminin tatil biçimi olarak, tatili köyünde, memleketinde, akrabaları ile birlikte geçirme geleneği çözülmek ve ikinci sıraya düşmekle birlikte, tatil beldelerine gidecek parası olmayan çoğu işçi-emekçi için devam ediyor (yüzde 38). Birinci sıraya tatil beldelerine gitmek çıkmakla birlikte, ücretli emekçiler açısından bu da yüzmek, bisiklete binmek, yürüyüş yapmak


9

NƦN RJHQNXN

ile sınırlı tatilin ötesine genellikle pek geçmiyor (yüzde 43). Geçmiyor çünkü, uyumak, dinlenmek, kafa dağıtmak dışında tatili asıl tatil yapan farklı sosyal, kültürel, zihinsel, sportif aktivitelerde bulunmak hem tatil süresinin kısalığı, hem hepsinin paraya tabi olması, hem de bu gibi yetiler ve ihtiyaçlar geliştirmenin de çalışma yılı içinde serbest zaman ve asgari geçim üstünde para sahibi olmaya bağlıdır. Deniz tatilinde sörf, yelkenli, jet ski, dalma gibi çeşitlendirmek, çeşitli sporlarla uğraşmak, eğlenmek, oyun oynamak, farklı kültürleri keşfetmek, yerel mutfakları tadmak, farklı bilgi ve beceriler kazanmak, hobileriyle uğraşmak, okumak, kültürel aktivitelerde bulunmak, sosyal ilişki ve arkadaşlıklar geliştirmek, farklı ülkelere gitmek tarzı daha üst tatil biçimleri ancak orta ve üst sınıflara özgü tatil biçimleri olabiliyor. Ah tabii, neolibal kapitalizm tatile gidemeyenleri de düşünmüyor değil! Onlar için de fahiş fiyata bağlı bol koli basilli "halk plajları", girmekten mangal yapmaya, suya, tuvalete kadar herşeyin ayrıca paraya bağlı olduğu özelleştirilmiş piknik endüstrisi ne güne duruyor? Tekelci kapitalizmin dev çaplı tatil endüstrisine ve bunun neoliberal yaşam tarzının zorunlu bir bileşeni haline gelmesine, artan çekim gücüne karşın işçi ve emekçiler açısından tatil hakkı ve olanağı genişlemiyor, hatta daralıyor. Türkiye'de sigortalı işçiler için yıllık tatil hakkı 5 yıla kadar çalışanlar için yalnızca 8 gün, 10 yıla kadar çalışanlar için yalnızca 14 gün. Sendikasız sigortasız işçiler için ise patronun keyfine kalmış. Ekonomik kriz dönemlerinde ilk gasp edilen ve işçilerin de gözden çıkarmak zorunda kaldıkları yıllık tatil hakkı oluyor. 2009 krizi sırasında dünya çapında yapılan bir araştırmaya göre, ABD ve Avrupa'da patronların baskısı ve

Kayıtsız koşulsuz yaz ve kış tatilleri, parasız olmanın ötesinde, işçilerin dinlenmenin ve eğlenmenin ötesinde istedikleri her türlü en nitelikli zihinsel, sosyal, kültürel, sportif, sanatsal etkinlikleri kendileri için, özgürce ve kendi istedikleri gibi örgütleyip gerçekleştirebilecekleri, kendilerini çok yönlü geliştirebilecekleri tatiller, sosyalizmde temel bir sosyal hak olarak varolacaktır işinden olma korkusuyla sendikalı işçilerin yüzde 70'i dahi tatil haklarından vazgeçti. 2010 yılında Türkiye'de internetten 20 bin kişinin katılımıyla yapılan tatil planınız nedir anketinin sonuçları: Şimdi tatili düşünecek durumda değilim (yüzde 45), istiyorum ama maddi açıdan zorlanacağım için emin değilim (yüzde 23), maalesef bu sene tatile para ayıramıyorum (yüzde 16.7). Uzmanlar, tek başına uyuma ve dinlenmenin tatil anlamına gelmediğini, neoliberal kapitalizmin işçi ve emekçiler içinde yaygınlaştırdığı psikolojik tükenmişlik sendromunun bir nebze hafifletilebilmesi için, doğa ile iç içe, çeşitli sosyal, kültürel, sportif aktivitelerin de olduğu en az 2-3 haftalık kesintisiz bir tatilin zorunlu olduğunu belirtiyorlar. Buna karşın 1 hafta bile tatil yapamayanlar, yıl boyunca en basit toplumsal-insani ihtiyaçlarınını (akraba cenazesi, sağlık sorunları, vd) bile ancak yıllık tatil iznine sayılarak karşılayabildikleri için tatil yapamayanlar, tatillerinde ancak bütün yıl boyunca birikmiş aile, sağlık, ev, tadilat sorunlarınlarıyla uğraşmak zorunda kalanlar, tatilde evinden kıpırdamayanlar, tatilde bırakalım dinlenmeyi ikinci bir işte çalışmak zorunda kalanlar, ta-

1SPMFUBSZBOðO %JMJOEFO Tatil Kapitalizm insanlara kendine ait olmayan zamanlar yaşatır. İsteklerimiz, beklentilerimiz kendimize dair gerçekleştirmek istediklerimiz imkan, zaman bulamayan ötelenip duran şeyler olarak kalır. Çünkü yaşamımızın bizden başka bir sahibi vardır. Kapitalist düzen, yaşamak için emeğimizi, beyin ve kol gücümüzü aslında yaşamımızı satmak zorunda bırakır. Patronların daha fazla sömürü, daha fazla kar isteğine dayalı olarak tasarlanmış dünya en temel insansı dileklerin bile hayat bulmasını engeller. En verimli zamanlarımızı sermayenin daha da palazlanması için çalışarak geçiririz. Hızlı akan dünyada sürekli rekabet, yarış halinde doğadan, toplumdan, dünyadan uzaklaşmak zorunda kalırız. Bu insanı kendi doğasından yabancılaştırıcı ve sonunda yaşamaktan bıktırıcı bir döngüdür ve dinlenme zamanlarımız bile bu çarkın kontrolündedir.

Tatil kavramı işte bu karanlık döngüde bir nefes alma ihtiyacı olarak doğar. Bizim olmayan hayatta bize ait olacağını düşlediğimiz zamanlar olarak hayallerimize yerleşir. Çoğu patron hiç istemese de, elinden geldiği kadar budamaya çalışsa da bunun mecburi bir ihtiyaç olduğunu bilir. Bunun için kapitalizm kendi yarattığı tatil ihtiyacına kısmen yanıt verdiğini de düşündürtmeye çalışır. Bu küçük kendi de kapitalist olan tatil zamanları modern kölelerin yani bizlerin sene boyunca tatlı hayallerini süsler. Tatil ihtiyacı, emeğinden, kendinden, toplumdan, dünyadan ve insanlığın kendi karakterinden yabancılaştıran kapitalist çalışma ve rekabetten doğmuştur. İşçi sınıfına tatil yetmez. Tüm yaşamımızı dişlileri arasında eriten kapitalizmden iki haftalık kurtuluş umudu eriyen yaşamlarımızı kurtarmaz. Kapitalizm ufkumuzu da daraltıyor. Tümü kendimize

tildeyken bile cep telefonu, bilgisayar vb üzerinden çalıştırılmaya devam edenler, esnek çalışma nedeniyle 2-3 haftalık izinlerini bile kesintisiz değil ancak parça parça kullanabilenler, öğrenciler için yaz okulları ve yazın çalışma, işçi sınıfı için bir tarihsel mücadele kazanımı olan ücretli tatil izinleri ve tatil yardımları haklarının gasp edilmesi…

şında tatil diye bir istem ve düşüncesi dahi olmayan işçi ve emekçilerin de kanına girerek, tatili de zorunlu bir toplumsal-bireysel ihtiyaç haline getiriyor. Zorunlu, ama sermaye ve meta egemenliği altında hiçbir zaman tam, hatta hiç karşılanmayacak, dahası giderek daha büyük bir sınıfsal-toplumsal-bireysel gerilim konusu olan bir yok-ülke!

İşte tüm bu nedenlerle tatil, tekelci kapitalizmde işçiler için bir yokülkedir. İşte bu yüzden işçiler için tatil, kapitalizme karşı verilen kendileri için zaman, kendilerini gerçekleştirebilmek için zaman, insanca yaşanacak zaman, sosyalist ve komünist zamanlar için savaşımın bir konusu olarak ancak var edilebilir.

O vardır, sosyalizmde!

Küresel tekelci kapitalizmin bunaltıcı sömürü ve egemenlik sistemi, işçi ve emekçilerin tatil özlemini yaşamsallaştırıyor. Dev çaplı turizm-tatil endüstrisi, işçi ve emekçiler üzerinde artan bir çekim gücüyle bir özgürleşme, doğallaşma düşü, kendi istediklerini istediği gibi yapabilmeleri için bir yok yer ve yok zaman pazarlayarak, burjuva demokratik sınıf egemenliğinin önemli bir bileşeni oluyor. Ama, tatil nedir bilmeyen, köye gitme, uyuma, kahve köşelerinde pinekleme dı-

ait olması gereken yaşamın küçük kırıntılarıya bizi kandırmaya çalışıyor. Biz yaşamımız için mücadele etmeliyiz. Emeğimizin, üretkenliğimizin üzerindeki sermaye baskısını kırmanın rüyasını görmeye başlamalıyız. İşçi sınıfının kendi elleriyle yaratacağı dünyada ayrı bir tatil kavramına da ihtiyacı olmayacaktır. Mesele insanın üretimini, yaratımını gerçekleştirme biçimidir. Kapitalist çalışma hayatının ve rekabetin ortadan kaldırılmasıdır. Emeğimizin ve yaşamımızın üzerinde oturmuş özel mülkiyet egemenliğinin ortadan kaldırılmasıdır. İnsanlığın üzerindeki kara duman ancak bunların yerine tüm toplumun üretimin ve yaşamın öznesi haline gelmesiyle dağıtılabilir. Sosyalizm, insanlığın zamanını kendine ait kılacaktır. Çalışma biçimi ve saatlerimiz kendi ihtiyaçlarımıza uygun biçimde düzenlenecek ve insanın kendi isteklerinin, gelişim ihtiyaçlarının

İşgününün derhal 6 saat sınırından başlayarak kısaltılması, çalışma ve yaşam koşullarının hızla iyileştirilmesi, temel ihtiyaçlar ve geçimin sorun olmaktan çıkmasıyla, tatilin sosyalizmdeki anlamı da hızla değişecektir. Tatil kapitalizmdeki gibi, tükenmiş beden ve ruhların tamiratı, deşarj olma, bastırılmış güdülerin okşanması olmaktan çıkacaktır. Kayıtsız koşulsuz yaz ve kış tatilleri, parasız olmanın ötesinde, işçilerin dinlenmenin ve eğlenmenin ötesinde istedikleri her türlü en nitelikli zihinsel, sosyal, kültürel, sportif, sanatsal etkinlikleri kendileri için, özgürce ve kendi istedikleri gibi örgütleyip gerçekleştirebilecekleri, kendilerini çok yönlü geliştirebilecekleri tatiller, sosyalizmde temel bir sosyal hak olarak varolacaktır.

tümüne cevap verebilecek şekilde organize edilecektir. Bunaltıcı zamanlar yerini keyif alınan, istekler ve yeteneklerle bütünleşen, sınırsızca gelişilebilen insanlığın baharına bırakacaktır. İşçi sınıfının tarihin ipini eline alması artık kırıntı düzeyindeki tatilleri ihtiyaç olmaktan çıkarır. Yaşamın kendisi bir bayrama dönüşür. Artık hayallerimiz birkaç haftada yapacaklarımıza dair değil tüm hayatımıza dairdir. Bu tabloyu tersine döndürecek olan yine bizleriz. Dibe doğru sürükleyen burjuva yaşam biçimi ve kültüründen, bireycilik, rekabetçilikten kurtulamadıkça kara dumanın bir üreticisi de işçiler olacaktır. Yeni bir hayat, yeni bir yaşam kendimizi toplumun dönüşümünün öznesi olarak varettikçe bugünden karşılık bulma imkanına ulaşır. İşçi sınıfı, kollarını sıvayıp sosyalist dünyayı yaratma mücadelesine girdiği zaman yaşamını kendine dair kılmaya doğru ilk adımı atmış olur.


10

NƦN RJHQNXN

/LPDQ LíÁLOHUL GLUHQLíL DQODWÜ\RU İşçi Meclisi: Öncelikle kolay gelsin diyoruz. Bize kendinizi tanıtır mısınız? İsmim Murat, Nuri Çiftçi Lojistik'te tahmil tahliye işçisiyim. Yani gemilerden gelen veya gemilere yüklenecek sıvı ve katı maddeleri yüklemeboşaltma işi yapıyorum. Direnişe neden başladığınızı anlatır mısınız? Murat: Hepimiz N.Ç Lojistik işçisi olup, Uğursan bünyesinde çalışırken Nuri Çiftçi "Bu iş beni kurtarmıyor." diyerek Uğursan'la anlaşmasını bitirdi. Bunun üzerine Uğursan Liman Giriş Kartlarımızı iptal ettirdi. Şimdi ne içeri girebiliyoruz, ne Nuri Çiftçi bize yeni bir iş gösteriyor ne de iş aktimizi fes ediyor. Burada ki amaçları da belli, Toplu İş Sözleşmesi (TİS) yapılmış bir sendikayı limana sokmamak ve 5 gün sonra ki yasal grevimizi engellemek.

daşlar bizim yaptığımız işi yapmıyorlar. Bu nedenle patron İzmir'den işçi getirmek zorunda kaldı. Arkadaşlar kahvaltılarını bize getiriyor, giriş-çıkışlarda yanımıza geliyorlar. En az destek aynı sendikada örgütlü olmamıza rağmen MIP bünyesinde ki işçilerden geliyor. Bunun sebebinin aramızda ki kültür farkından kaynaklandığını düşünüyorum. Yani onların çoğu türk ama bizdekiler Kürt. Atılmadan önce ki çalışma şartlarınız nasıldı? Murat: Biz gemilerden limana ve limandan da gemilere sıvı ve katı yükleme-boşaltma işi yapıyoruz. Mesela Binlerce tonluk asit yüklü gemi limana yanaşır. Biz onları hortumlarla tankerlere boşaltırız. Ya da her çeşit nebati yağları tankerlere boşaltıyoruz. Yük bazen dökme çimento ya da petrokok olabiliyor. Tüm bunları yaparken iş güvenliği adına hiçbir şey yapılmıyor.

Yasal grev hakkınızdan bahseder misiniz?

İş güvenliği demişken patron kurallara uyuyor mu?

Murat: 1 yıldır devam eden süreç sonunda sendika, TİS için yetki aldı. N.Ç yapılan Hiçbir çağrıya cevap vermediği için sürekli "uyumsuzluk" tutanağı tutuldu. En sonunda 60 günlük sürenin sonuna gelindi ve bu süre ayın 2sinde bitecek ve grev kararı alınacaktı. İşte tüm bunların nedeni de bu grevin engellenmesi için. Bizim amacımız da bu yapılanları tüm Türkiye'ye duyurmak.

Murat: Ne bizim firmada ne de başka bir yerde iş güvenliği adına hiçbir şey yapılmamasına rağmen yapılıyormuş gibi yapılıyor. Bir çok limanda yasaklanmış petrokok

Cevat: Biz bunu yapmazsak diğer taşeronlarda çalışan 250 işçi de işinden olacak. Biz bırakır gidersek onlar da işsiz kalır. Bu 250 işçi hangi firmalarda çalışıyor? Murat: Uğursan'ın kendi dışında HUK Denizcilik ve İzmir Denizcilik diye 2 firması daha var. Biz bu firmalara "Ana Bünye" diyoruz. Bunlar dışında alt taşeron olarak çalışan Nuri Çiftçi Lojistik, Kardeşler Denizcilik ve AYPAR var. Bu firmaların ortak özelliği çalışan işçi sayısının 50'nin altında olması. Uğursan patronu Halil Demir'e bu süreçte "Bizi siz firmalarınzdan birine alın" dediğimiz de "Sizi bünyemize alalım da kör, topal mı çalıştıralım" demesi bu 50 sayısındaki ısrarı açıklıyor. Halil Demir'in bu lafı üzerine Körler Derneği ile bir basın açıklması yapmayı planlıyoruz. Diğer firmalarda çalışan işçilerden destek geliyor mu? Murat: Biz burada 24 saat bekliyoruz. Beklerken çok yoğun destek var. Gerek Uğursan bünyesindekiler, gerek Akansel ve MIP işçilerinden sürekli işçiler geliyor. İçerdeki arka-

kömürü Mersin limanına Cuma akşamı sessiz sedasız yanaşıp bütün yükünü boşaltır. Bunu yaparken gazdan korunmak için bize 80 TLlik maskeleri bile vermezler. Yerine 50 kuruşluk maske verirler. Tüm bunlar için Valiliğe gidip suç duyurusunda bulunduk "Bize işiniz var. Daha ne istiyorsunuz" tarzında bir cevap verdiler. Bu sırada iş güvenliğinden bahsedilebilir mi? Ya da yüksek basınçla sıcak yağ ya da sülfürik asit işi yaparken işi acemilere yaptırırlarsa iş güvenliğinden bahsedilebilir mi?" Asıl amaç maksimum kar olunca tabi ki iş güvenliği diye bir şey olmaz. Çalışma şartlarınız ve maaşlarınız nasıldı? Murat: Bir kere ne fazla mesai ücreti verilir. Bayram tatili, yıllık izin falan da yok düzgün doğru. Her şey patronun kafasına göre. Maaşımızda aynı şekilde primi az vermek için bankaya sadece asgari ücret kısmı yatar, geri kalan kısım elden verilir. Aldığımız üç kuruş para karşılında bazen 2-3 gün eve gitmeden burada çalışmak zorunda kalırız. Geçen gün yağ gemisi geldi 3000 ton yük boşalana kadar burada kaldık. Aralarda 2 saat uyuduk. Bütün hafta sonu burada kaldık.

Liman-iş direnişinize gerekn desteği veriyor mu? Murat: Şunu söyleyim. Sürekli Genel Başkanı aramamıza rağmen "Tatildeyim. Gelemem" diyor. Buradaki temsilcilerde bize mi patrona mı çalışıyorlar belli değil. 300 kişi dışarıda eylem yaparken eylemi kıran yine kendi temsilcimizdi. Ortada dolaşıp destek için gelen işçilere "Sizin ne işiniz var. Hadi içeriye" diyerek eylemi bitirmeye çalıştılar. Ya da başka bir örnek vereyim. MIP temsilcisi olduğunu sonradan öğrendiğimiz bir işçi günlerce önümüzden geçmesine rağmen bir merhaba bile demedi. Sonradan neden böyle davrandığını sorduğumuzda "Hastaydım" gibi çocuğu bile kandıramayacak cevaplar verdi. Bu sürecin nasıl biteceğini umuyorsunuz yani ne bekliyorsunuz ya da hedefliyorsunuz? Murat: Tüm bunlar sendikalı olduğumuz için başımıza geldi. Sendika bizimle birlikte içeri girene kadar direneceğiz. Daha Hiçbir şey yapmadık. Yavaş yavaş eylemimizi güçlendireceğiz. Ailemizi de bu işe sokacağız. Biz burada 35 işçiyiz ve bizim neler yapabileceğimizi herkes görecek. Teşekkürler

¡DOÜíPD %DNDQÜ

VHQGLNDODUD VRSD JÐVWHUGL Çalışma bakanı Faruk Çelik, çalışma hayatı ve ekonomi muhabirleriyle bakanlık konferans salonunda yaptığı toplantıda, kıdem tazminatının kaldırılmasına karşı çıkan sendikalara aba altından sopa gösterdi. Kıdem Tazminatı Fonu'nun oluşturulmasının hükümet programında bulunduğuna işaret etti. Kıdem Tazminatı Fonu'na geçişin sağlanacağını ama henüz gündeme alınmadığını ifade eden Çelik, konuyu çok da uzatmadan gündeme almaya amaçladıklarını söyledi. Çelik şunları söyledi: "Kıdem tazminatı gibi önemli bir konuda birlikte bir yere gelmemiz gerekiyor. Çok modeller tartışılabilir, tartışılıyordur. Tarafların görüşü ve kamunun buna bakışı şeklindeki iki görüşün bir masa etrafında yan yana gelişiyle şekil alacak bir düzenlemenin doğru

mesiyle ilgili çalışmanın mutlak suretle yapılması şartıyla SGK verileri esas alınıyor. Bu 6 ay süreyle uzatıldı. Bu dönem içinde ne sendikalar ne işçi işveren ne de hükümetimiz tarafından ötelenmesi istenmeyen bir konu."

olacağını düşünüyorum." Buradan konuyu sendikalaşma istatistiklerine bağlayan Çelik şöyle devam etti: "Sendikalaşma oranı işçilerde yüzde 59.8, memurlarda ise yüzde 67.3 görünüyor. Bu gerçek olmayan tablonun gerçek verilere oturtulması için SGK verilerinin esas alınmasını bir düzenlemeyle gerçekleştirmiştik. Buna paralel 12 Eylül ürünü olan sendika mevzuatının değişmesi, barajların kalkması veya makul noktalara çekil-

Bakan Çelik, "İstatistiklerin yayınlanması ve sendikaların durumlarını görmesi durumunda uzlaşma daha kolay olmaz mı" şeklindeki soruyu yanıtlarken şöyle dedi: "Çıkaracağınız sendika kalmıyor, önemli ölçüde sendika ortadan kalkmış olduğu için çok rahat çıkarırsınız. Ciddi bir oranda sendika devre dışı kalıyor. İstatistikler yayımlandığı zaman yanılmıyorsam 35 sendika devre dışı kalıyor. Haberleri var. TÜRK-İŞ'in 15-16 sendikası kalıyor. HAK-İŞ, DİSK tarihe karışmış oluyor. SGK verilerine göre, sendikalı işçi oranı yüzde 8.9. Bu da çok yüksek bir rakam."


11

NƦN RJHQNXN

=H\WLQEXUQX QGD ÜUNÁÜ VDOGÜUÜ

*a] ERPEal× sRNaN iQIa]laU×

Önce Mustafa Dağ, sonra da 18 aylık Mehmet Uytun, 60 yaşındaki Kazım Şeker, emekli öğretmen Metin Lokumcu ve Hatice İdin. Gaz bombasının son kurbanı ise 13 yaşındaki Doğan Teyboğa oldu.

I

rkçı saldırganlığın son dönemdeki yükselişi Zeytinburnu'nda Facebook gibi "sosyal paylaşım" sitelerinde örgütlenerek Kürtlere karşı bir linç gösterisine dönüşen olaylarla kendisini gösterdi. Bir haftaya yakın süren saldırılarda BDP binası ve Kürtlere ait işyerleri saldırıların ana hedefi oldu. Saldırılar sırasında ırkçı gruplara çok yakın noktalarda bulunan polis grupları ise herhangi bir müdahalede bulunmayarak saldırganları rahatlatan bir diğer faktörü oluşturdu. Çevik Kuvvet ekiplerinin olduğu bölgenin 30 metre yakınındaki Kürt kahvehanesi faşistler tarafından saldırıya uğrarken polisin oralı olmadığı görüldü. Facebook'ta kurulmuş olan "Zeytinburnu mehmetçikleri" isimli grubun kışkırtma sürecinde anarolü oynadığı düşünülüyor. 21 Temmuz tarihinde açılan bu topluluk kısa sürede 6 bini aşkın izleyiciye ulaştı. Saldırıların ardından provakasyon gerekçesiyle 125 saldırgan gözaltına alındı. Ancak çoğu gün yüzlerce kişiyi bulan saldırılar gerçekleşmesine karşın sadece 3 kişi tutuklandı. Diğer yandan saldırıya uğramalarına karşın gözatına alınan 22 Kürtten 5'i tutuklandı. Tutuklanma gerekçesi ise "Örgüt üyesi olmamakla birlikte, örgüt adına suç işlemek". BDP binalarına yönelik saldırılar Irkçı saldırılar BDP il binalarını da hedef aldı. Ankara, Bursa, İstanbul, Mersin, Aydın, Sakarya, Elazığ, Kocaeli ve Malatya‘daki il binaları saldırıya maruz kaldı.

Sakarya'da Kent Meydanı'nda yapılması planlanan yürüyüş öncesi ırkçı bir grup, BDP İl Örgütü'nün bulunduğu binaya saldırdı. Saldırı esnasında içeride kimsenin bulunmadığı parti binasının girmek için çelik kapıya yüklenip kırmak isteyen saldırganlar, başarılı olamayınca kapıda bulunan partiye ait tabelayı indirerek ateşe verdi. Daha sonra ise dışarı çıkarak binayı taşladı.

rilmesini istedi. Kalabalığın gitgide artması üzerine devlet bölgeye takviye polis gücü gönderdi. Kalabalık belediye başkanı ve kaymakam'ın olay yerine gelip açıklama yapmasının ardından dağılmaya başlarken, ırkçı kitlenin istediği oldu ve kürt işçiler "sınırdışı" uygulamasına tabi tutuldu. İşçiler 4 otobüs ve 4 kamyonla bulundukları yerde Afyonkarahisar'ın Dinar ilçesine götürülecek.

Elazığ'da ise önce kentte yürüyüş yapan saldırgan grup ardından ırkçı sloganlarla BDP binasına yöneldi.BDP'liler de parti binalarını korumak için bina önüne çıktı. Bunun üzerine taşlı sopalı kavga başladı. Olay yerine gelen polis BDP'lileri ve saldırganları uzaklaştırmak için gaz bombası kullandı.

Irkçı histeri Nazilli'de de yüzünü gösterdi

Kürt tarım işçilerine ırkçı saldırı Son günlerde Zeytinburnu'nda yaşananlarla gündeme gelen Kürtlere yönelik ırkçı propaganda ve saldırı sürüyor. Eskişehir‘in Mihalıççık ilçesine kiraz toplamak için gelen mevsimlik kürt işçilerle bölgede yaşayan köylüler arasında başlayan tartışma kavgaya dönüştü. Kavgada Osman ve Yaşar Çay bıçakla, 6 tarım işçisi ise darbedilerek yaralandı. Kavganın duyulmasının ardından ilçede toplanan bazı gruplar Türk bayrağı açıp, İstiklal marşı söyleyerek Kürt işçilerin ilçeden gönde-

Irkçı saldırganlık yüzünü son olarak Aydın'ın Nazilli ilçesinde gösterdi. 28 Temmuz günü sokak aralarında kimlik kontrolü yapan ülkücü gruplar Kürtlere hareketler ve tehditler savururken bir Nadir Gülenç isimli Kürt gencini de linç etmeye kalkıştı. Kürtlerin artık işlerine gidip gelemediklerini belirten Gülenç, "Ne zaman çatışma çıksa bizim buralarda bunlar yaşanıyor. Ülkücüler buralarda ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşırken, polis onlara bir şey demiyor. Ama ben bazen gece işten evime gidene kadar polisler tarafından belki 10 defa çevriliyorum. Buralarda yaşayan hiçbir Kürt vatandaşın can güvenliği yok. Çünkü faşistler yapıyor, polisler göz yumuyor. Bunlar sadece Nazilli'de yaşanmıyor, Aydın'ın her yerinde faşistler her çatışma çıktığında nerede bir Kürt görseler ona saldırıyorlar" diye konuştu.

Şırnak'ın Silopi ilçesi Cudi Mahallesi'nde 24 Temmuz akşamı son dönemlerde Kürtlere ve BDP binalarına yapılan ırkçı saldırıların protesto edilmesi istenmesi üzerine polis müdahalede bulunmuştu. Polisin attığı gaz bombası sonucu başından ağır yaralanan 13 yaşındaki Doğan Teyboğa, Diyarbakır Devlet Hastanesi'ne kaldırılmıştı. Beyin kanaması geçiren ve ameliyata alınan Teyboğa kurtarılamadı. Polis saldırısının görgü tanıklarından Sabriye Turan, Doğan Teyboğa'nın kanlar içinde olduğu sırada polisler tarafından tekmelendiğini belirtti. Mahalle sakinlerinden Şengül Tanrıverdi ise "Çocuk elini kafasına götürüyordu. Birkaç kişi hastaneye götürmek istedi. Ancak polis, ‘bırakın ölsün, hak etmişler' diyerek engelledi" dedi. Kürtlere karşı gerekleştirilen ırkçı saldırılar karşısında sessiz kalan polis, söz konusu Kürtler ve linçlere karşı yapılan protestolar oldu mu sessizliğini bozarak can alıyor.

&eQa]e\e de Ja] ERPEas× at×ld× Polisin gaz bombası nedeniyle yaşamını yitiren Doğan Tayboğa binlerce kişi tarafından toprağa verildi. Tayboğa'nın cenazesi, onlarca araçlık konvoyla Silopi'ye getirildi. BDP İlçe binası önünde toplanan binlerce kişi, Tayboğa'nın cenazesini "Şehîd namirin" sloganları ile karşıladı. Tayboğa'nın cenazesi çıkarılırken, damlardan ve balkonlardan tabuta güller atıldı.

BDP Beyoğlu İlçe binası önüne gelen ırkçı grup, küfürler ederek, binaya taşlarla saldırdı. Bir BDP üyesi atılan taşların isabet etmesi nedeniyle hastaneye kaldırıldı.

Başak Şehitlik Mezarlığı'na doğru yürüyüşe geçen kitlenin sayısı kısa süre içinde 10 bini buldu. Tayboğa'nın posteri ve "Katil Erdoğan hesap verecek", "Sizler öldürdükçe bizler çoğalıyoruz" yazılı büyük pankartın taşındığı 5 kilometre devam eden yürüyüşün ardından Tayboğa'nın cenazesi mezarlığa getirildi.

İstanbul'un bir diğer yanında ise 250-300 kişilik bir grup, BDP Ümraniye İlçe binasını kuşattı. Çevresini sardıkları ilçe binasının önünde Kürtlere dönük hakaret içerikli ve ırkçı sloganlar atan grup, içeride partililerin bulunduğu binaya girmek istediyse de başarılı olmadı.

Tayboğa'nın cenaze töreni ardından polis yürümek isteyen gençlere müdahalede etti. Müdahale esnasında iki çocuk daha gaz bombalarından yaralandı. Kulağından yaralanan Zeynep Ö. adlı çocuk hastanesye kaldırılırken, yaralanan bir diğer çocuk ise mahalleliler tarafından uzaklaştırıldı.


12

NƦN RJHQNXN

ñíÁL VÜQÜIÜQÜQ YDWDQÜ \RNWXU Sığınmacı, göçmen, yabancı/kaçak işçi sıfatları Türkiye ve Kürdistan halklarının çok yakından bildiği sıfatlar. Başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeri'nde ve bir çok farklı ülkede milyonlarca Türk ve Kürt bu sıfatlarla yaşamını idame ettiriyor. Hepimizin mulaka bir akrabası, yakını vardır bu sıfatlarda. Yalnız da değiller Afrika, Güneydoğu Asya ve Ortadoğu'dan sınıf kardeşleri ile birlikteler. Özellikle AB üyesi ülkeler, Amerika, Kanada, Japonya ve Avustralya göçmen işçi çeken ülkeler. Bu ülkelerin emperyalist birikimlerinde göçmen işçi sömürüsü önemli bir yer tutuyor. Kendi ülkelerinden daha iyi bir yaşam umudu ile göç ediyorlar. Gittikleri ülkelerde en azgın sömürü koşullarında en zor ve pis işleri yapmak zorunda kalıyorlar. Son yıllarda göçmen işçiler Türkiye'de de yoğunlaştı. Türkiye'de göçmen işçiler özellikle tekstil, kum taşlama, seyyar satıcılık, geri dönüşüm, inşaat gibi işlerde çalışıyorlar. Zaten azgın bir sömürünün olduğu bu sektörlerde dahada kötü koşullarda ve daha düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar. Bu sektörlerde çalışan göçmen işçilerin çoğu kaçak işçi. Bu durumda azgınca sömürülmelerini dahada kolaylaştırıyor. Bu işlerde çalışan işçilerin çoğu Türki Cumhuriyetler, Afrika, Afganistan ve Güney Doğu Asya‘dan geliyorlar. Tabii sadece bu sektörler çalışmıyor ve kaçak değil göçmen işçiler. Daha kalifiye işlerde çalışan göçmen işçilerde az değil ve gittikçede fazlalaşıyorlar. Özellikle İstanbul ve Antalya gibi illerde yoğunlaşıyor kalifiye göçmen işçiler. Şimdiden göçmen işçi kardeşlerimiz ile aramıza nifak sokulmaya çalışılıyor. Yıllarca Avrupa ülkelerinde yaşanan şey gibi. Orada Avrupalı işçilerin işini

elinden alan bizlerdik, burada da bizim işimizi elimizden alan başkaları. Bu masal anlatıldı hep bize. Avrupa'da Neo-Nazi grupları oluşturuldu, göçmen işçilere saldırtıldı, göçmenlerin evleri yakıldı, öldürüldüler. En son göçmen işçiler artık yeter diyerek Fransa'yı ateşe çevirmişlerdi. İşsizlik sopası bu şekilde sallandı hep başımızda, daha az ücrete daha kötü koşullarda çalıştırıldık. Birbirimizin kurdu haline getirildik. Küreselleşen kapitalizm için sömürdüğü işçinin rengi, ırkı, ulusu hiç mi ama hiç fark etmez. Onun istediği daha ucuz maliyet daha rahat sömürüdür. Tam da burada binbir ülkeden binbir ulustan dinden, ırktan, renkten olan işçi sınıfı, kolektif emeğinde küreselleştiği günümüzde örgütlenmesini buna göre yapmalıdır. En son UPS eyleminde bunun önemini, zorunluluğunu ve avantajlarını gördük. UPS direnişi sürerken ulaştırma sektöründe örgütlü sendikaların üst federasyonu olan ITF'in Meksika'da yaptığı toplantılnın ana konularından birisi UPS direnişi olmuştu. Arjantin'den Norveç'e bir çok ülkeden işçiler UPS işçilerine nasıl destek verebileceğini tartışmıştı. Onlarında bir çoğu UPS'de çalışıyordu zira. Şimdi çevremizdeki yanıbaşımızdaki göçmen işçilere birde bu gözle bakmalıyız hem birlikte çalıştığımız işyerlerinde sektörlerde birlikte örgütlenmenin yollarını aramalı hemde ülkelerimizdeki sınıf mücadelesini birleştirmenin yollarına bakmalıyız. Patron için farkımız yok bizim içinde patronların farkı olmamalı. Bizi sömürenin Türk, Kürt, Avrupalı, Amerikalı olaması fark eder mi?

Küreselleşen kapitalizm için sömürdüğü işçinin rengi, ırkı, ulusu hiç mi ama hiç fark etmez. Onun istediği daha ucuz maliyet daha rahat sömürüdür. Tam da burada binbir ülkeden binbir ulustan dinden, ırktan, renkten olan işçi sınıfı, kolektif emeğinde küreselleştiği günümüzde örgütlenmesini buna göre yapmalıdır

<RN ÖONHQLQ \RN LQVDQODUÜ Seyed Ahmedreza Mausavi henüz 5.5 yaşında bir Afgan göçmeni ve Türkiye‘de tedavisi olmayan bir tür deri hastalığı ile canı giderek yanmakta olan bir çocuk. Afganistan‘da yaşlı genç denilmeden herkesin savaşa zorlanmasından, kötü yaşam koşullarından ve yoksulluktan kaynaklı evlerini terk edip mülteci olarak Türkiye‘ye göç etmek zorunda kalan Afgan bir ailenin çoçuğu. Mülteci olarak gelen aileler ve kişiler insan haklarından yoksun, perişan ve mutsuz şekilde yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıyorlar. Aile bundan 4 yıl önce İran üzerinden Van‘a giriş yapmış. Van‘da Birleşmiş Milletlere sığınmacı olarak başvuru yapmış, 2 yıl Van‘da kaldıktan sonra Adana‘nın Özgür Mahallesi'ne gönderilmişler. Seyed‘in anne ve babası ve tüm akrabaları Avustralya‘da yaşadıkları için oraya gitmek için BM‘ye başvurmuşlar, ancak 2 kez reddedilmiş. Neden reddedildikleri konusunda ise BM bir bilgi vermemiş. Oysa

çocuklarının tedavisinin Avustralya'da daha rahat yaptırabilecekler. Ama istemedikleri halde Adana‘da yaşamak zorunda bırakılmışlar. Seyed‘in ilaçları akrabaları tarafından Avustralya‘dan gönderiliyor. Dermatitis Herpetiformis (Çocuk çağının kronik dermafozu) olarak adlandırılan bu hastalığa yakalanan Seyed ilaçlarını alamazsa her yanını su topluyor, yaralar döküyor ve 5.5 yaşında bir çocuk için dayanılmaz bir acı oluyor. En son olarak 160 dolar kargo parası ödemelerine rağmen ilaçlar Ankara‘da gümrükte bekletilmekte ve aileye teslim edilmiyor. Birleşmiş Milletler, dosyalarının silinmesini gerekçe göstererek gümrük işlemlerini durdurmuş bulunmakta. Seyed gibi binlercesi bu koşullarda farklı farklı ülkelerde bekletiliyorlar. Burjuvazi onlarca uluslararası anlaşma imzalamışken dahi kendi anlaşmalarını uygulamamaktan çekinmiyor. Çünkü Burjuvazi için Seyedler yükler ve yoklar.

.aUaNRlda iNiQci )estXs 2Ne\ YaNas× Türkiye'ye kaçak olarak giren Kongo vatandaşı 26 yaşındaki Hamedu Loufa Sayıd adlı genç karakolda ölü bulundu. Kongolu mültecinin Yumuktepe polis karakolunda bu sabah sat 07.00 sularında kalp krizi geçirdiği iddia edildi. Kısa bir süre önce kaçak yollarla Türkiye'ye gelen ve Edirne'de yakalanan ve ardından sınırdışı edilmek için Mersin Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesine gönderilen ve Yumuktepe polis karakolu nezarethanesinde kalan Kongo vatandaşı 26 yaşındaki Hamedu Loufa Sayıd adlı genç bu sabah nezarethanede ölü bulundu. Polisin 122 acil servisi çağırması üzerine hastaneye kaldırılan gencin kalp krizi geçirdiği iddiasıyla yaşamını yitirdiği öne sürüldü. Mersin Devlet Hastanesinde morga kaldırılan ceset morg işlemlerinin ardından cesedin otopsisi için Adana Adli Tıp morguna gönderildi.


13

NƦN RJHQNXN

ñQVDQOÜN 6RPDOL GH DÁOÜNWDQ ÐOÖ\RU

21.

yüzyılda teknolojinin geldiği düzey ve bunun sonucu artan toplam toplumsal ürün ve zenginliğe rağmen Somali'de insanlar açlıktan ölmeye devam ediyor. Kuraklığın etkisine aldığı tek ülke Somali'de değil, Kenya, Etiyopya, Cibuti ve Uganda'da kuraklığın korkunç yıkımıyla yüz yüze. Birleşmiş Milletler 1983'ten sonra bir kez daha resmi olarak Somali'de açlık ilanında bulundu. Somali, Etiyopya, Kenya ve Uganda'nın bulunduğu Doğu Afrika bölgesi en son 1980'lerde açlık krizi ile dünyanın gündemine oturmuştu. Birleşmiş Milletlerin Somali'de bir milyon 700 bin kişinin yani nüfusun yarısının açlıkla karşı karşıya bulunduğunu açıkladı. Somali'de halkın büyük çoğunluğu yaşamını tarım ve hayvancılık yaparak sürdürüyor. Son 60 yılın en kurak döneminin yaşandığı ülkede hayvancılık ve tarımsal üretim felce uğramış durumda. Somali'yle birlikte Bölgede bulunan Kenya, Cibuti, Sudan ve Etiyopya'da açlık ve hastalığa bağlı olarak on binlerce insanın yaşamını yitirdiği ve 12 milyon insanın da açlık ve ölümle karşı karşıya olduğu belirtiliyor. 1992'deki iç savaşta yaşanan kıtlık sırasında 200 bin kişi yaşamını yitirmişti ancak bu sefer çok daha fazla sayıda kaybın söz konusu olabileceği belirtiliyor. Yardım kuruluşları 2009 yılında Davos'ta yapılan zirvede yapılacak yardımlara dair verilen sözlerin yerine getirilmediği eleştirisini yönelttiler.

Somali'deki BM insani yardım koordinatörü Mark Bowden, "Somali'nin güneyinde bulunan Bakool ve Lower Shabelle bölgelerinde kuraklık, yoksulluk ve çatışmaların da etkisiyle açlık yaşandığını, bazı bölgelerde de her gün 6 kişinin yaşamını yitirdiğini belirtiyor." İngiliz yardım kuruluşu Ox-

1885'te Berlin'de kıtamızı paylaştılar Kimseye sormadan sefaletimize sahip çıktılar Yüzyıllardır süren sefaletimizden Çekip çıkarmaya geldiler bizi Eğitmeye geldiler Ve medenileştirmeye… Afrika'nın barışa kavuşturulması Afrika'da medeniyetin hayır işleri Araştırmacıların cesareti Kendini gözetmeyen hümanizm… Ama kimse Hiç kimse önem vermedi bize edilen hakarete Peşimiz sıra gelen aşağılamaya Halkımın kimliği öldü: sömürgeleştirildi fam da bölgede kuraklığın pençesinde bulunan 10 milyon kişiye 800 milyon dolar acil yardıma ihtiyaç olduğunu açıkladı. Açlık ve çatışma ortamından kaçan halkın büyük bir bölümü Kenya topraklarında kurulu bulunan dünyanın en büyük mülteci kampı olarak da kabul edilen Dabaab kampında barınıyorlar. 380 bin kişinin barındığı kampa her gün yaklaşık bin-bin beş yüz kişi gidiyor. Kenya devleti, geçici olarak kabul edilen mültecilerin kalıcılaşmasının kendileri için büyük sorunlar doğuracağını belirterek daha fazla mülteciyi kabul etmeyeceklerini ifade ediyorlar. Açlığın bir nedeni bölgede yaşanan kuraklık ise daha da önemli nedeni emperyalist mali sermayenin toplumu üretimden kopartarak, tarımsal üretimi yok etmesi, doğal zenginlik kaynaklarını, başta petrol olmak üzere yaratılan iç savaşlar yoluyla kendine bağımlı kılmasıdır. ABD'nin bu bölgede oynadığı rolü görmemek için kör olmak gerekir. Fakat ABD'nin çok açık müdahalesi gözler önünde olmasına rağmen yaygın burjuva medya yaşanan sorunları daha çok kuraklık ve bu bölgede emperyalistlerin piyonu olarak faaliyet gösteren gerici El Şabaab'ın giriştiği iç çatışmaları göstermektedir. Güya bu dinci

gerici örgüt yapılan yardımları da engelliyormuş. Oysa El Şabaab başta ABD olmak üzere diğer emperyalist güçler tarafından silahlandırılıp finanse edilmektedir. Keza "yardım" kuruluşları da aynı teraneyi tekrarlıyor ki onlar da mali sermayeye bağımlı kurumlar olarak emperyalist kapitalizmi iyi gösterme, ömrünü uzatma rolünü üstlenmiş durumdalar. Sermaye gruplarından aldıkları sadakaları açlık ve yoksulluk yaşayan topluluklara dağıtarak sistemin devamını sağlamayarak, gelişecek olen sınıfsal ve toplumsal muhalefetin önünü kesen fren rolü oynuyorlar. Sahraaltı Afrika'da IMF-Dünya Bankası'nın yapısal uyum programını devreye koymasıyla ürün kıtlığı yaşanmaya başladı. 1980'ler ve 1990'lar boyunca yaşanan açlık da büyük oranda bu "ekonomik ilacın" ürünüydü. Somali'de, uygulanan onlarca yıllık IMF reçeteleri, ülkenin ekonomik yıkıntı yaşaması ve kaosa doğru gitmesinin temellerini attı. Uzun yıllar uygulanan "kemer sıkma" politikaları sonrasında, kamu sektöründe ücretler aylık 3 dolara kadar düşürüldü. Yaşanan ekonomik kriz, 1991'de ABD destekli "iç savaş"ın başlamasına zemin sundu. Daha da trajik olansa "açlar ülkesi" Somali, önemli

miktarda petrol zenginliğine sahip. ABD'li dört petrol devi, 1991'deki Somali iç savaşı başlamadan önce kendilerine konum sağlamak için bütün önlemleri almışlardı. "Somali'nin yerüstünde yaşadığı trajedinin uzağında, yerin altında ABD'li petrol şirketleri on milyonlarca dönümlük Somali topraklarında arama yapma ve bu toprakları sömürme imtiyazı kazanarak muhtemel bir servetin üzerinde sessizce oturuyorlar." Görüldüğü gibi sorun ne tek başına kuraklık ve ne de emperyalistlerin desteğini arkasına alarak ülke içerisinde kaos ortamı yaratan gerici El Şabaab örgütünün varlığıdır. Yaşanmakta olan kuraklık doğa sorunu olarak kabul edilse dahi asıl sorun emperyalist mali sermayenin Afrika kıtasında uyguladığı teslim alma ve kendine bağımlı kılma ekonomi politikalarının sonucudur. Dünya bankası ve IMF'nin girdiği her ülke ve bölgeyi yapısal uyum politikaları adı altında başta tarımsal üretim sıfırlama olmak üzere ekonomik, siyasal ve askeri olarak mali sermayeye bağımlılık ilişkisini geliştirme ve derinleştirmeyi hedeflemiş ve çoğunlukla da bunda başarılı olmuştur. Bugün Somali'de yaşanan açlık ve kıtlığın da gerçek anlamı burada yatmaktadır.

Sahra Çölü güneyindeki Afrika'da, nüfusun yarısı günde 1 dolardan daha az parayla yaşıyor. Gelişmekte olan ülkelerde her gün 800 milyon insan, yatağına aç giriyor. Dünyada günde ortalama 24 bin kişi açlık veya açlığa yakın nedenlerle ölüyor. Güney Asya'da her dört kişiden biri, Sahra Çölü güneyindeki Afrika'da ise her üç kişiden biri açlıkla boğuşuyor. Afrika'da ortalama insan ömrü sadece 47 yıl. Avrupa'da ise bu rakam 78 yılı buluyor. Dünya'nın bir ucunda hastalar için teknolojinin son tedavi imkanları araştırılırken, diğer ucunda, Afrika'da, hala milyonlarca insan önlenebilir hastalıklar nedeniyle ölüme sürükleniyor. Bazı ülkelerde nüfusun yarısından fazlasının 25 yaşın altında olduğu Afrika'da, temel sorunu yetersiz beslenme ve enfeksiyonlar oluşturuyor.


14

NƦN RJHQNXN

)XWEROXQ NHVLN GDPDUODUÜ Bir soluk özgürlük

Top ağlar mı? Ya topu patlayan, oyunu elinden alınan çocuk? Oyunu yarıda kesilen oyuncu! Çocuklarını Fenerbahçeli yapan taraftar?! Şike bombalarının öldürdüğü kimdir? Futbolu futbol yapan onun sadece spor olmayıp oyun olmasıydı. Oyun neşeydi, oyun eğlenceydi, oyun zekiydi, oyun kıvraktı, oyun yaratıcıydı, oyun özgündü, değişkendi. Oyun, estetikti, oyun hayal gücüydü. Oyun düş kurmaktı. Oyun çocuktu. Oyun yaşamda durağan, sıradan, sıkıcı, değişmez ne varsa bunların tam karşısındaydı. Bundan dolayı futbol çarkların yaşamları öğüttüğü yerde, işçi sınıfının kalbinde doğdu. Günde 14-12 saat çalışan işçiler çalışmanın öldürücülüğüne karşı yepyeni bir oyunu, futbolu buldular. Çalışma kölelik, oyun özgürlüktü. Çalışmanın öldürücülüğüne, sıkıcılığına karşı yuvarlak bir top heyecanı, coşkuyu, yaratıcılığı kendisiyle birlikte koşturuyordu. İşçi sınıfı tenisi bulamazdı, işçi sınıf golfü bulamazdı. Sadece iki kişinin oynadığı oyunlar onlarcası, yüzlercesi bir arada çalışan işçilere yetmezdi. Onlara gereken hep birlikte oynayacakları bir oyundu. Futbol kolektifti, hemen fabrikanın yanındaki boşlukta oynanabilirdi. Oyunların en ucuzu, en kolay oynananıydı. Onu herkes oynayabilir, onu herkes anlayabilirdi. İşçi sınıfı için futbol bir soluk özgürlüktü. Sonraki döneminde futbol profesyonelleşti, endüstriyelleşti, matematikselleşti, mekanikleşti. Fabrika düzeninden kaçan oyun, fabrika düzenine benzedi; otomatlaşıp robotlaştı. Buna karşın oyun endüstriyel kapitalizmin karşısında sokak aralarından, arsalardan direndi. Futbol sokaklarda hala oyundu, eğlenceydi, zevkti, yaşamı anlamlandırandı. Futbol emekçi sınıfların çocuklarının başkasına sahip olamadıkları tek oyunlarıydı. Onun için futbola tutkuyla sarılıyorlar, onu oyun olarak yaşatıyorlardı. Kapitalizmin merkezlerinde futbol endüstriyelleşip robotlaşırken henüz kapitalizmin ele geçiremediği Latin Amerika'nın sokaklarında zekası, kıvraklık ve estetiğiyle kapitalizme meydan okurcasına oyun olarak koşuyordu. Oyunu oyun yapan özgür bir şekilde oynanmasıydı. Oyuncuyu özgür yapan oynadığının oyun olmasıydı. Burjuvazinin futbolu işçi sınıfının elinden alması Burjuvazinin futbola el atması, futbolun seyrinin zevkli olduğunun keşfedilmesiyle oldu. Bu keşiften sonra futbol endüstriyelleştirildi, dev karların üretimi alanı haline geldi.

Bilimin kapitalist kullanımı futbola egemen olup oyunu otomatlaştırdıkça sokak oyunla direndi. Bu her ne kadar oyunla bilimin bir savaşı gibi görünse de bilimle oyunun değil, bilimi kullanan kapitalistle oyunun savaşıydı. İkisi kapitalizm koşullarında bir yandan savaştı, diğer yandan birleşti. Kanıtlanan gerçek, oyunsuz futbol, futbol değildi. Oyun varsa trübünler dolar, maç oyun varsa seyredilirdi. Futbolu metalaştıran, futbolcuyu işçileştiren kapitalizm için ürünü satabilmesi için gerekli olan artık "oyun"u ele geçirmekti.

Oyunu ele geçirmek için oyuncu ele geçirildi. Artık sokak aralarından keşfedilen en yetenekli futbolcular, topa sihirle dokunan çıplak ayaklar büyük, sonra en büyük takımların sözleşmeli oyuncularıydılar. Futbol artık gazozuna oynanan bir oyun değildi. Burjuvazi futbolu işçi sınıfının elinden aldı, kapitalist sömürünün ve sınıf egemenliğinin bir aracı haline getirdi. Mafyadan, küçük kapitalistlerden holdinglere geçen egemenlik Kapitalist üretimin diğer her alanında olduğu gibi kulüpler de tekelleştiler. Büyük futbol kulüpleri mafyanın tekelinden, adını kulüp başkanlığı ile duyurmak isteyen küçük kapitalistlerden tekelci kapitalistlerin, holdinglerin kontrolüne geçti. 100 binlik stadlar, TV yayınları ile futbol, oyun, spor ve eğlence ürünü olarak büyüyen bir pazara sahip olduğu gibi, kulüplerin markalaşmasıyla satılan da sadece oyun değildi. Formadan havluya, ayakkabıdan çakmağa, telefon hatlarından losyona dek pek çok ürün kulüp markasıyla üretilip satılır oldu. Futbol burjuva sivil toplumun yığınsal bir gücü haline getirildi. Rejimin yapısı ne olursa olsun kitleleri kontrol ve denetim altında tutmanın, burjuva toplumsal yeniden üretimin başlıca silahlarından, güç kaynaklarından birisi oldu. Faşizmin üç F'sinden birisiyken, neoliberal ka-

Futbolu futbol yapan onun sadece spor olmayıp oyun olmasıydı. Oyun neşeydi, oyun eğlenceydi, oyun zekiydi, oyun kıvraktı, oyun yaratıcıydı, oyun özgündü, değişkendi. Oyun, estetikti, oyun hayal gücüydü. Oyun düş kurmaktı. Oyun çocuktu. Oyun yaşamda durağan, sıradan, sıkıcı, değişmez ne varsa bunların tam karşısındaydı pitalizmin burjuva demokrasisinde kulüpler grupsal ve bireysel aidiyet ve kimliğin oluşturucusuydular. Denildiği gibi Fenerbahçe sadece bir futbol takımı değil "Türkiye'nin en büyük sivil toplum örgütü"ydü.

sermayenin ortak oligarşik hakimiyetinin bir aracı ve gücü haline getiriliyordu.

Futbol kulüplerinin sermayeleri ve bütçeleri dev büyüklüğe ulaşmış, markalaşmış, medyayla bütünleşmiş, kitleleleri peşlerinden sürükler hale büründü. Büyük kulüpler, büyük bir gücün kaynağı olarak, kulüp başkanlığıyla güç ve konum elde etmeye çalışan kapitalistlerin, kişilerin keyfi yönetimlerinin, mafya patronlarının eline bırakılamazdı. Futbolda tekelci oligarşik hakimiyet, futbolun holdinglerin kontrolü altına alınması kaçınılmazdı. Futbol kulüplerine uzaktan destek veren, bir iki yöneticisiyle alt faaliyetlerinden biri olarak katılan holdingler, artık futbol imparatorluğunun başında yer almanın ekonomik, ekonomik olandan kat be kat fazla toplumsal gücünün farkına varmış olarak futbol kulüplerinin yönetimine birinci elden girmeye başladılar. Futbol kulüpleri tek tek şu ya da bu tekelci kapitalistin özel çıkarı için olmanın ötesinde mali

Futbolun oyun olarak küreselleşmesi, sermayenin küreselleşmesinden çok öncedir. Bundan dolayı futbol, sermayenin küresel temellerdeki birkimine geçişte geçişin ilk sağlandığı, geçişin en hızlı gerçekleştiği alanlardan birisidir.

Küreselleşme ve oyunun kurallarının yeniden düzenlenmesi…

Futboldaki tekelleşme ve sermaye büyümesi, sermayenin küresel birikim temellerine geçişle birlikte başdöndürücü bir hal aldı. Önceki dönemde ulus devletlerin ulusal ligleri ve ülkelerin birbirleriyle oynadığı milli maçlar vardı. Bugün ise, kulüpler arasındaki maç sayıları arttı. Şampiyonlar Ligi, UEFA ligi ülke liglerinin önüne geçti. Dünya tekelleri gibi dünya kulüpleri haline gelen, dünyanın her tarafında taraftarı olan takımlar, dünyanın her tarafında forması sırtlarda taşınan yıldız oyuncular var. Az sayıdaki tekel gibi az sayıdaki futbol kulübü

100 binlik stadlar, TV yayınları ile futbol, oyun, spor ve eğlence ürünü olarak büyüyen bir pazara sahip olduğu gibi, kulüplerin markalaşmasıyla satılan da sadece oyun değildi. Formadan havluya, ayakkabıdan çakmağa, telefon hatlarından losyona dek pek çok ürün kulüp markasıyla üretilip satılır oldu


15

NƦN RJHQNXN

dünya futboluna hükmediyor. Real Madrid, Barcelona, Milan, Manchester United, Bayern Münich markaları büyük karlar üretiyor, balta girmemiş Amazon ormanlarından kutuplara kadar her yerde biliniyor.

Artık sorun, oyunu, bütünüyle tekellerin ve borsanın egemenliğinden kurtarmak, özgürleştirmektir. Rekabetten de, tekelci egemenlikten de onu kurtarmak, oyunu da oyuncuları da alınır satılır olmaktan kurtarmaktır. Oyun o zaman yaşamın içerisindeki yerine yeniden dönerek özgürleşecek, birilerinin yaptığı büyük çoğunluğun ise sadece seyrettiği bir şey olmaktan da çıkacak, oynamanın coşkusu, heyecanı ve bilinciyle seyretmenin coşku, heyecanı ve bilinci içiçe geçecek, oyun sadece oyun olduğu için oynanacak ve sadece oyun olduğu için seyredilecektir

Futbol küreselleşmede de, toplumun burjuva yeniden üretimi ve toplumsallaştırılmasında da en önde koşuyor. Futbol sadece büyük karların üretiminin değil kapitalist küreselleşmenin ve toplumun yeniden üretimi ve kontrolünün büyüyen bir silahı. Medyayla, diğer kapitalist üretim dallarıyla içiçe geçiyor, bütünleşiyor. Sermayenin üst tekelci birikim evresine geçilmesiyle kapitalist bir dünya devleti eğiliminin gelişmesinin bir parçası ve bileşeni olarak ülke federasyonları, UEFA, FİFA gibi üst kurumlara doğrudan bağlı hale geliyorlar. Futbolda da da ülkelerdeki kurallar ve hukukun yerini Avrupa ve dünyadaki kurallar ve hukuk alıyor. Ordu-Fenerbahçe ilişkisi. Şike bahisçiliğinden borsanın oyun sahasına. "Temiz kramponlar operasyonu" mu, şikenin biçim değiştirmesi mi? Hedefinde Fenerbahçe yönetiminin olduğu operasyonda askeri ihalelerden nemalanan ve generallerle içiçe olan Aziz Yıldırım vb. nin tasfiyesinin politik bir nedeni olduğu da çok açıktır. Ordunun rütbe-i tenzilinin uzantısı olarak Fenerbahçe gibi geniş bir toplumsal tabana sahip olan bir kulübün başındakilerin hedeflenip tasfiyesi bir güç kırma operasyonudur. Fenerbahçe başkanları, asbaşkanları askeri ihalelerin tartışılmaz yüklenicileridirler ve ordu-generaller kombinasyonuyla sıkı ilişki halindedirler. Bu operasyonla generallerin Fenerbahçe üzerinden sağladıkları dolaylı toplumsal güce bir darbe vurulduğu gibi, askeri inşaat ihalelelerinin bundan sonra el değiştirmesi de mümkün olacaktır. AKP‘nin, Fetullah Gülen özel örgütünün ve dayandıkları burjuva kesimlerin bu güç kırma operasyonuyla siyaseten ve ekonomik olarak bir adım daha attıkları, giremedikleri bir alana girme hamlesi yaptıkları da görülebilir. Siyasal dengelerin değişmiş olmasıyla daha geriden dillendirilen operasyonun bu siyasal yönü dışında, yaygın ve hakim söylem bu operasyonun bir "temiz eller operasyonu" olduğudur. Operasyonun diğer bazı kulüplere doğru da genişlemesi kara kutunun açılması olarak değerlendirilmektedir. AKP‘nin kendisine en az zarar verecek düzeye indirdikten sonra Deniz Feneri operasyonu için de düğmeye basılmış olmasıyla "temiz eller" yaygarası artacaktır. İtalya'da neticesi Berlusconi gibi birisini iktidara taşımak olduğuna göre, farklı ellerin devrede olduğunu söylemek mümkün olsa da, bu eller denildiği gibi "temiz eller" değildir. Ki futbol, kapitalizmce ele geçirilmeye başladığı andan, oyun oyun olmaktan çıkartılıp alınır satılır kılınır hale getirildiği andan itibaren

kirlenmeye de başlamıştır. Bundan kurtulmadıkça da "eller temiz" olmayacaktır. Ne değişmektedir? Artık futbol mafyanın legalleşme, tekelci gelişim halindeki küçük boy kapitalistlerin konum kazanma ve etki sağlama alanı olmaktan, hatta tek tek kapitalistlerin kendi başlarına kullanacakları alan olmaktan çıkmaktadır. Futbol bahis ve bahisin şikeyle yönetilmesi olarak paralel piyasa biçimiyle her zaman var olacak olsa da artık bu ikincilleşmekte, futbol mafyanın oyun ve kendini perdeleme alanından çıkıp tekellerin ve borsanın oyun alanına geçmektedir. Şirketleşen, tekelleşen futbol takımlarının hisseleri borsada alınıp satılmaktadır. Borsanın kurallarının futbolun kurallarına hakim olduğu, oyunun borsaya tabi olduğu döneme geçilmiştir. Hukuk borsanın hukuku, kurallar borsanın kurallarıdır. Kazanılan her maç, kazanılan şampiyonluk, alınan büyük bir futbolcu, kulübün borsadaki hisselerinin değerini yükseltmekte, kaybedilen maçlar ve şampiyonluklar ise kulübün hisselerinin değerini düşürmektedir. Sahada kaybedilen maç, şampiyonluk sadece bir maçın ve şampiyonluğun kaybı olarak kalmayıp, kulübün marka değerini, kulüp adıyla satılan tüm ürünlerin satışını, televizyon gelirlerini, hepsini düşürmektedir. Işte bundan dolayı dün mafya bahisleri için yapılan şikenin yerini, tekelleşmiş az sayıdaki kulübün hiç bir durumda kaybetmeme hırsı ve borsa manipülasyonları almıştır. Tekelci kapitalizmin azami egemenlik kuralı futbolda ve kulüpler hiyerarşisinde de işlemektedir. Futbol hiyerarşisinin tepesinde yer alan az sayıda takım, en iyi oyuncuları toplamalarıyla, pahalı tesisleri ve sınırsız olanaklarıyla, borsaya sürülmüş hisse senetleriyle kazanmaları dışında tüm olasılıkları futboldan dışlamaktadırlar. Bundan dolayı

oyun olarak futbolun başına gelenler değil, Fenerbahçe‘nin borsada düşüşe geçen hisseleri konuşulmaktadır. Tekelleşen az sayıda kulübün karşısında mafyanın hırsı ve çevirdikleri dolaplar hiç kalır. Futbolda şimdi patron, küresel bağlantılarıyla ve adaletin hiç geçmeyeceği, hukukun hiçbir şekilde eşitliğe olanak tanımayacağı borsadır. Borsa sistemini belirleyen ve hakim olan da en büyük tekellerdir. Sistem, futbol üzerinden güç ve itibar kazanmak isteyen, kendi tekelini kurmaya çalışan kapitalistleri, mafyayı dışlar; futbol, mali oligarşinin kolektif hakimiyeti altına girerken, futboldaki kulüp tekelleri, borsa sistemi içerisinde ve dışarısında büyüyen bir rekabet ve savaşım içerisinde olacaklardır. Oyunun kurtuluşu ya da oyunun sadece oyun olduğu için oynanması Futbolu, her türlü sporu metalaştıran, yarış olmaktan çıkartıp rekabet alanına sokan, gladyatör dövüşüne çeviren, taraftarı pasifleştiren, holiganlaştıran kapitalizmdir. Futbol artık gazozuna oynanır olmaktan çıkmıştır. Futbolu futbol yapan, olasılıkların içerisinde en gerçekleşmez denilen, son sıradaki olasılığın dahi gerçekleşebilme ihtimalidir. Topun kaleye yarım metre mesafeden dışarıya gitmesi, 35 metreden köşeye takılıp gol olmasıdır. Tahminleri alt üst edebilme gücüdür. Zekanın oyundaki yansıması, yetenekle yaratıcılığın birleşmesi, oyuncunun ayağıyla resim yapmasıdır. Beklenmedik bir oyuncunun yıldızlaşmasıdır. Futbolda şike tüm bunları değiştirmekte, bozmaktadır. Oyunun dışından müdahale ile oyun istenilen sonuca, skora götürülmektedir. Tekellerin oyuna müdahalesi ise birkaç maça müdahalenin çok daha üstündedir.

Oyunu tümden oyun olmaktan çıkartmaktadır. Futbol tekellerinin egemenliği sınırsızlaştıkça oyun üzerindeki tekelci hakimiyet, kontrol ve denetim artmaktadır. Borsadaki hisselerin düşmesine yol açacak hiç bir gelişime, tesadüflere yer bırakmayacak, onları ihtimal dışı bırakan bir egemenlik sistemi getirilmektedir. Oyunun kuralları yerini tekellerin ve borsanın kurallarına, futbolun heyecanı yerini borsanın heyecanına bırakmıştır. Oyun artık tekellerin ve borsanın egemenliği dolayımıyla "oyun"dur. Rastlantılara, sürprizlere yer yoktur. Bundan dolayı artık sorun, oyunu, bütünüyle tekellerin ve borsanın egemenliğinden kurtarmak, özgürleştirmektir. Rekabetten de, tekelci egemenlikten de onu kurtarmak, oyunu da oyuncuları da alınır satılır olmaktan kurtarmaktır. Oyun o zaman yaşamın içerisindeki yerine yeniden dönerek özgürleşecek, birilerinin yaptığı büyük çoğunluğun ise sadece seyrettiği bir şey olmaktan da çıkacak, oynamanın coşkusu, heyecanı ve bilinciyle seyretmenin coşku, heyecanı ve bilinci içiçe geçecek, oyun sadece oyun olduğu için oynanacak ve sadece oyun olduğu için seyredilecektir. İşçi sınıfının fabrika düzeninin köleleştiriciliğinden kurtularak bir soluk özgürlüğü tatmak, yaşamak için bulduğu futbol, tüm oyunların içerisinde en fazla küreselleşen ve sadece küreselleşmeyip evrenselleşen oyundur. Kanayan, kapitalizmle kesilen futbolun damarlarıdır. Rüşvet gibi şike de kapitalizmde kaçınılmaz ve önlenemezdir. Tarihin bugünkü çağrısı işçi sınıfının fabrika cenderesinden kurtularak bir parça özgürleşmek, yaşadığını hissedebilmek için bulduğu bu oyunu, futbolu bir devrimle geri alma, bir oyun olarak futbolu ve tüm oyunları komünizmle özgürleştirme çağrısıdır.


Bizim için var olan tek savaş sınıfa karşı sınıf savaşı!

1RUYHÁ WHNL NDWOLDPD NDUíÜ RUWDN H\OHP Avrupa'da göçmen işçi emekçiler ile yerli işçi sınıfı ve emekçiler arasına bariyerler örme hedefli yürütülen ırkçı-faşist propagandaların tetiklemesi sonucu Norveç'te gerçekleştirilen katliam İsviçre Basel'de organize edilen bir yürüyüşle protesto edildi. Devrimci Proletarya'nın da imzacısı olduğu ortak eylem BirKar, Devrimci İnşa Basel, İDHF ve İGİF'ten oluşan İsviçreli ve Türkiyeli devrimci demokratik kurumların katılımıyla gerçekleştirildi. Yaklaşık 100 kişinin katılım sağladığı gösteri iki saat sürdü. Eylem boyunca, "Yaşasın enternasyonal dayanışma", "Sınıfa karşı sınıf mücadelesi", "Faşizme karşı omuz omuza", "No Pasaran" sloganları atıldı. Ortak metinde şunlar vurgulandı: "Anders Behring Breivik adlı

lerini garantiye almaya çalışıyorlar. Toplumda hergün daha da coğalarak köksalan yabancı düşmanlığı burjuvazinin ve medyanın ortak planladıkları ve uyguladıkları korku ve şiddet duygusundan dolayı Norveç örneğinde de görüldüğü üzere ezici ve yıkıcı bir etkiye sahiptir.

faşistin saldırısı bütün Avrupa'yı şoka uğrattı. Bu saldırıda 92 kişinin hayatını kaybetmesine rağmen, medya bu katliamı sadece dengesiz ve acımasız bir kişi tarafından yapılan bir saldırı olarak değerlendiriyor. Fakat bu katliam toplumsal ve siyasal bir bütünlüğü ifade etmektedir.

gINelileU %U Nsel e \ U \eceN İspanya'da haftalardır kent meydanlarında çadırlarda kalan "Öfkeliler", öfkelerini AB'nin merkezi Brüksel'e taşımaya hazırlanıyor. Uzun bir süredir İspanya'da ekonomik krizi protesto etmek için meydanlara çıkan ve kendilerini "Öfkeliler" olarak adlandıran eylemciler bu sefer Brüksel'e doğru bir protesto yürüyüş başlattılar. Barcelona, Valencia, Cadiz, Burgos, Coruna, Bilbao gibi kentlerden Madrid'e doğru yürüyüş başlatıldı. Eylemciler Madird£te biraraya geldikten sonrada Brüksel yürüyecekler. Yürüyüş Madrid'deki Sol Meydanı'nda başlayacak. Avrupa'nın farklı ülkelerinden gelecek katılımcılarla birlikte 8 Ekim'de Brüksel'de buluşarak öfkelerini bütün dünyaya duyurmayı hedefliyor. Eylemciler yürüyüş sırasında birçok toplantı ve gösteri düzenleyeceklerini ve yolculuk esnasında karşılaştıkları insanların eleştirilerini, önerilerini toplayacaklarını ifade ediyorlar. Yürüyüş yaklaşık 1500 km'lik bir yolun üç ülkenin üzerinden katedilmesiyle gerçekleşecek. Göstericiler bu yürüyüşün sebebi olarak ekonomik kriz süresince Avrupa'nın kendilerini hayal kırıklığına uğratmasını, Avrupa'nın tutumunun ücretleri azaltmak, işten çıkarmaları artırmak ve hizmetleri özelleştirilmek şeklinde olmasını ve ekonomik durgunluğun bedelinin emekçilere ödetilmesini gösteriyor. Mayıs ayının ortalarında başlayan ve İspanya'nın bütün büyük şehirlerinin meydanlarında binlerce kişinin meydanları işgal ederek günlerce bu meydanlarda sabahlaması şeklinde gerçekleşen eylemler Avrupa'nın diğer ülkelerinde de yankı buldu ve Eylül ayında diğer ülkelerdeki benzer hareketlerle de ortak bir eylem planlanıyor. İspanya Avrupa genelinde yüzde 21.3 işsizlik oranıyla en yüksek işsizliğe sahip ülke. Ülkede geçtiğimiz Mayıs ayından beri büyük kitle eylemleriyle hükümetin ve Avrupa Birliği'nin politikaları protesto ediliyor.

SVP temsil ettiği sınıfın zenginliğine zenginlik katmak için işçi sınıfına yüklenmektedir. İşçi sınıfını asıl düşmanı olan sermaye sınıfına karşı yürüttüğü sınıf mücadelesinden uzaklaştırmayı hedefliyor. Burjuvazi yabancı düşmanlığını tetikliyerek halk arasında korku ve saldırganlığın yayılmasını bizzat örgütleyerek kendilerini ve zenginlik-

Irkçılığın ve yabancı düşmanlığının bizim içimizde yeri yoktur. Bundan dolayıdır ki ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı etkin bir mücadele yürütüyoruz. Bizler patronların olmadığı, milliyetin ve dinin hiçbir rol oynamadığı bir dünya için mücadele ediyoruz. No Pasaran! Kahrolsun Irkçılık ve milliyetçilik! Bizim için var olan tek savaş sınıfa karşı sınıf savaşı!"

3UROHWDU\D HQWHUQDV\RQDOL]PL JHULFL NXPSDVÜ ERíD ÁÜNDUDFDN Ekonomik krizin işçi sınıfı ve emekçilere sosyal kesintiler, hak gaspları, çalışma saatlerinin düşürülmesi, çağrı üzerine çalışma, süreli çalışma ve işten çıkarmalar biçiminde fatura edilmesi toplumda sınıfsal çelişkileri derinleştiriyor. Derinleşen sınıfsal çelişkilerin burjuva sınıfa ve onun üzerinde oturduğu kapitalist sisteme yönelmemesi için göçmen işçi ve emekçiler burjuvazinin çıkarlarına malzeme ediliyor. Burjuva medya ve partiler tarafından, yerli işçi sınıfı ve emekçilere sorunun esas sorumlusu olarak göçmen işçi emekçiler gösteriliyor. Derinleşen sınıf çelişkilerinin, işçi sınıfı tarafından doğru hedefe, kapitalist sisteme

yönelmesini manipüle eden alışıldık bir burjuva siyaset tarzı ki, ilk kez de yapılmıyor. Buradaki ırkçı-faşizan propaganda ve yaklaşım burjuvazinin andaki ihtiyaçlarını karşılamaya dönük olarak anlaşılmalıdır. Yoksa öyle Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi dönem hatırlatmaları gibi abartılı "faşizm yükselişte-tırmanışta" tarzı bir söylem, ne gerçeğe uygun siyasal bir değerlendirmedir ve ne de mali sermayenin bugün için faşist iktidarlara ihtiyacı vardır. Buradaki asıl tehlike işi sınıfı içerisinde yaratılmaya çalışılan bölünme ve parçalanmadır. İşçi sınıfı devrimcilerinin görevi de

8NUa\Qa da PadeQci ciQa\eti Ukrayna'da 2 ayrı madende yaşanan patlamalarda 21 işçi yaşamını yitirdi, 16 maden işçisinden ise haber alınamıyor. İlk facianın adresi Lugansk bölgesiydi. Grizu patlamasında, 17 madenci hayatını kaybetti, 11'i yaralandı, 9'u kayboldu. Lugansk bölgesindeki patlamadan saatler sonra, Donetsk bölgesinin Makayevka kenti yakınlarında bulunan devlet kömür işletmeleri madenindende patlama haberi geldi. İçinde asansörün de bulunduğu tonlarca ağırlıktaki çelik yapı çöktü. 4 madenci can verdi, 7'si kayboldu. Yaralı yakınları, hastanelere akın etti. Kaza yerlerinde arama kurtar-

ma çalışmaları devam ediyor. Patronların kar hırsı nedneiyle kullanılan eski teknoloji teçhizat ve yetersiz güvenlik önlemleri yüzünden Ukrayna madenleri, dünyadaki emsalleri arasında en tehlikelilerinden. Bazı haber ajansları, bölgedeki maden yetkililerine dayandırarak, 252 kişinin çalıştığı ocakta metan gazı sıkışması sonucunda patlama meydana geldiğini duyurdular. Patlama, 2007'de 100 kişinin öldüğü maden kazasından sonraki en büyük kaza olarak kayıtlara geçti. Maden, Krasnodon Coal isimli Ukrayna'nın en büyük ikinci maden şirketi tarafından işletiliyordu.

bu tehlikenin bilincinde olarak proletarya sosyalizmini örgütleme çalışmalarını derinleştirmek olacaktır. İşçi sınıfının, ırkçı gericiliğe karşı geliştireceği proletarya enternasyonalizmi temelindeki sınıf kardeşleşmesi burjuvazinin kurmaya çalıştığı gerici kumpası boşa çıkaracaktır. Sınıfa karşı sınıf temelinde yaratılacak örgütlenmelerle sömürünün, ekonomik krizlerin, hak gasplarının, savaşların ve düşmanlıkların gerçek sorumlusunun kapitalist sistem olduğu açığa çıkarılacaktır. İnsanlığın gerçek kurtuluşunun dünya sosyalist devrimiyle hayat bulacağı bir dünya düş değildir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.