Seçimler ve Parlamentonun Solu
AKP sınıra dayanmıştır ve bundan sonrasını eskiden olduğu gibi sürdüremeyecek durumdadır. Ekonomi, dış ilişkiler, siyasal ve toplumsal çelişkiler, toplam tablo AKP’nin geriye doğru çözülüş sürecine girdiğini göstermektedir. Bu çözülmenin hızı ve temposunu belirleyecek olan önemli bir etmen, önümüzdeki genel seçimlerde alınacak sonuçlardır. Erdoğan’ın gücü ve iktidarı (ve parayı) kendisinde merkezileştirme çabaları, salt bir “kişisel diktatörlük arzusu” vb. ile açıklanamaz; esasen çözülme geciktirilmek istenmektedir, ancak bu yönde atılmak istenen her yeni adım (filli başkanlık uygulamaları, hükümete verilen ayarlar, tek başına anayasayı değiştirerek başkanlık getirme hayali, Erdoğan’ı eleştirenlerin tutuklama, soruşturma, basın davaları, gözdağıyla sindirilmek istenmesi, fitne hikâyeleri, Erdoğan’a örtülü ödenek yetkisi, başkanlığın AKP’nin seçim programına girmesi) ne kadar büyük olursa olsun, geçici etki yaratmaya mahkûmdur ve ayrıca yepyeni kriz öğelerini biriktirmektedir. '' 8-9
yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi Sayı: 56 Nisan 2015 1 TL
UMUT İŞÇİ SINIFINDA!
Biz İşçi Meclisi olarak umudumuzu, güvenimizi işçilerin bulunduğu her işyerinde, alanda, havzada, semtte işçi meclislerinde, komitelerinde, kurullarında… örgütlenmeye bağladık. Yaşamımızı zehreden, geleceğimizi ipotek altında tutan bu sistemi ancak örgütlenirsek geriletir ve nihayetinde yıkabiliriz. Bunu bilerek ve inanarak her yeni seçimde parlamento hayallerine girmeyi doğru bulmuyor, çözümün burada olmadığını düşünüyoruz.
Erkan Altun Yoldaş Ölümsüzdür! Kobané’de başlayan direniş ve buna karşı süren IŞİD saldırıları karşısında Kobané’ye geçerek burada süren direnişin bir parçası olmayı seçen Erkan Altun Kobané’de Komünist Nefer olarak ölümsüzleşti. Erkan Altun yoldaşın sosyalizme inancı üzerinden geçen yaşamı ve devrimci mücadeledeki iradesi, enerjisi ve direnci, sınıf devrimcilerine örnek olacaktır. " 10
Burjuva parlamentoda herhangi bir partiyi bir diğeriyle geriletme değil, işçi sınıfının burjuvaziyi geriletmesi aslolandır. Bu nedenle net bir şekilde belirtelim, seçimlerde bu partilere oy vermiyoruz… Eksik fazla, az çok demeden tüm zihnimizi, gücümüzü, emeğimizi, örgütlenmeye yönlendiriyoruz, umudumuzu örgütlü bir işçi sınıfına bağlıyoruz…
2
işçi meclisi
German Wings: Uçan tabut Barcelona-Düsseldorf seferini yapan German yetli havayolu” (low cost) konseptindeki neoliberal Wings havayollarına bağlı uçak, Fransa Alpleri’nde kutucuk mantığını uygulayacak olursak, “Ne yani düştü. uçmasa mıydı?” Uçacaktı tabii: Havaalanına indikten sadece 25 dakika sonra kalkarak, yani bakım ve Uçağın arandığı 2 bin 700 metre yüksekliğindeki kontrol için neredeyse zaman bırakmayarak; pilot bölgeden ayrılmayan televizyonlar, dün kameve hostesleri güvencesiz, sendikasız, çatlatırcasına ralarını geleneksel “olay yeri ziyaretleri”ni yapan çalıştırarak; uçuş sırasında su dahil ağırlık yapan Almanya, Fransa ve İspanya devlet başkanlarının her malzemeden kısarak, ya da ekstra ücretlendisuratlarına zumladı. Timsah gözyaşları tabirini rerek. eskitmeyen suratlara… Ağızlarından uçağın düşüş nedeninin altındaki neoliberal kapitalizm gerçe1999’da 13 milyon olan “düşük maliyetli havayolu” ğine dair tek kelime çıkmayan suratlara! Bu tür yolcuları işte tam da bu koşullarda daha 2004’te olaylarda hiç yabancısı olmadığımız üzere kiliselere 80 milyona çıkmıştı. Easy Jet, Ryan Air, German doluşan devlet erkanına! Wings gibi havayolları üzerinden Avrupa’da artık tüm uçuşların yüzde 20’sini, İngiltere’de ise yüzde ** 50’sini oluşturan low cost trafiği, Türkiye’de de yüzde 30-40 aralığında. Türkiye’de bu çığırı açan, Düşen uçakta ölen 6 havayolu işçisi, 16 lise öğren- Sabancı ailesinin hiperaktif ferdi Ali Sabancı’nın cisi, 2 öğretmen, 2 opera sanatçısı ve 2 bebek dahil Pegasus’u oldu. Pegasus, her yıl ortalama yüzde 42 150 kişiden televizyonlarda sınıflarına değil, milli- büyüyerek Avrupa ve Türkiye’nin en hızlı büyüyen yetlerine göre tasnif edilerek bahsediliyor. Kimse, havayolu konumuna yükseldi. Aynı German Wings gün gelip yolcularını ölüme uçuran bu uçaklara gibi o da iniş ve kalkış arasındaki süreyi en aza inancak iki rakamlı bilet fiyatlarını ödeyebilecek diriyor. Uçak “yan gelip yatmayacak”, günün nereolanların, yani her milliyetten işçilerin, kent yok- deyse 12 saati uçacak. Yakıt tüketiminin artmaması sullarının bindiğinden söz etmiyor. için uçağın ağırlığı her yolla düşürülüyor. Uçakların iki sefer arası temizliğini de 3 euro’ya hostesler Bunun yerine, her iş cinayetinde olduğu üzere, yapıyor. (Vatan gazetesinden) önce Lufthansa, sonra Airbus tarafından ardarda açıklamalar yapıldı. Bu açıklamalarda düşme seGerman Wings uçağı düştükten sonra yapılan ilk bebi sırlara gömüldü, hatta uçağın “mükemmel açıklamada “Uçuşlarımıza devam edeceğiz” denildurumda” olduğu söylendi. Düşen uçağın olaydan di. Buna karşın pilotlar dün uçmayı reddetti. Sınıf bir gün önce arıza geçirdiği ise 4 gün sonra ortaya kardeşlerinin acısı ve sınıf mücadelesinin dili ile çıktı. konuştular. Şirketin 30’dan fazla uçuşu iptal edildi.
Kazadan bir hafta önceydi. Havaalanındaydım ve German Wings yolcusuydum. Panodaki gösterge ve uyarılardan ana şirket Lufthansa’daki greve katılım oranını takip ediyordum. German Wings uçaklarının inmesiyle dolup kalkmasının bir olduğunu farketmem uzun sürmedi. Tam bu arada uçağımın da 2 saat rötar yapacağı duyuruldu: “Teknik bir problem”. Ama bu neydi? İnsanlık için küçük bir farkla, yani bir tesadüfle, düşen uçağın yolcusu değildim. Sınıf düşmanları! İşçilere tabut olan o uçaklara biz biniyoruz, gene bineceğiz. Türkiye’deki seçim propagandalarında kafamıza kakarcasına bahsedip durduğunuz uçak yolculuğu istatistiklerini yükselten biziz. Seyahat edebilmek için bakım, onarım kalitesi düşük, havayolu işçilerinin aşırı çalıştırıldığı uçaklara binmek zorunda kalıyor, çalışırken olduğu gibi yolculukta da bile bile lades demek zorunda kalıyoruz. Ölümlerimizin sorumlusu sizsiniz! Bedelini de siz ödemelisiniz!
Tabii, German Wings’in dahil olduğu “düşük mali- **
TİHV’in yanındayız! Yanında olmak zorundayız Kurulduğu 1990 yılından bu yana işkence mağdurlarına tedavi ve rehabilitasyon desteği sağlayan Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Gezi direnişi sürecindeki tutumu dolayısıyla baskı altına alınmaya çalışılıyor. SGK, Gezi Parkı olayları sürecinde işkence görenlere yoğun olarak hizmet sunulan 18-21 Haziran 2013 tarihleri arasında TİHV’e gerçekleştirdiği denetim sonucunda, başka bir kurumda sigortalı veTİHV’de yarı zamanlı çalıştığı belgeli olan bir personelin durumunu gerekçe göstererek, TİHV’e 130 bin lira para cezası verdi. TİHV Genel Sekreteri Dr. Metin Bakkalcı, “Bu parayı ödemeyeceğiz” dedi. TİHV Genel Sekreteri Dr. Metin Bakkalcı, 20 aydır bu kasıtlı para cezasının geri çekilmesi için hukuki yollar da dahil olmak üzere bütün yolları denediklerini belirterek, bugün gelinen noktada hiçbir sonuç alamadıklarını söyledi. Bu para cezasının TİHV nezdinde hiçbir hükmü olmadığını belirten Bakkalcı, “Bizim bütün emeklerimiz, temin ettiğimiz her kuruş, işkence görenlere, bu toplum adına bir özür dileme ortamı olan TİHV bünyesinde, tedavisi içindir. Tek bir kuruşun bizim vicdanımızda hesabı var. Vermeyiz, vermeyeceğiz” diye konuştu. TİHV’e en anlamlı desteklerden birisi bugün Wer-
nicke Korsakoff ve Eski Mahpuslarla Dayanışma Girişimi’nden geldi. Açlık grevleri ve Ölüm oruçları sürecinde, maphushanelerde ve gözaltılarda yaşanan işkencelerin alınan hasarların giderlimesinde TİHV’in desteğini gören dayanışma üyeleri TİHV’i yalnız bırakmadılar.
Dayanışma girişi adına bir ölüm orucu direnişçisi tarafından okunan basın metninde şu ifadeler yer aldı; “Açıkcası böylesi komik ve saçma bir gerekçeyle para cezası kesmelşerinin altında yatan gerçek neden TİHV’in Gezi direnişi sırasında, bütün siyasal argümanlar bir yana, onların unuttuğu hatta hiç bilmediği bir şeyi yapmalarıdır; İnsanlık!
Galatasaray Meydanı‘nda Cumartesi saat 14.00de bir basın açıklaması yaparak TİHV’e dönük baskıyı kınadılar. Doktorluk etiğinden daha güçlü bir durum var: İnsan olan, yaralı bir insana yardım eder. Berkin Elvan gibi 14’ünde bir çocuğu katleden, tetikçilere emir ben verdim diyen bugünün saraylıları ne doktorluk etiğini nede insanlığı bilirler. Bu yüzden TİHV’e yönelik bu saldırılarıi bir anlamda eşyanın doğası gereğidir.
İşkence ve sıklıkla karşılaştığımız sadlırlar sonrasında TİHV’i hep yanımızda bulduk. Gezi’de de TİHV yanımızdaydı. Şimdi de biz TİHV’in yanında olmak zorundayız. Bu hem siyasi hem insani bir zorunluluktur. Biz Çeliğe Su Verenlerle Elele çalışanları açıklıyoruz ki, TİHV’in yanındayız.Tüm dostları da TİHV’in yanında olmaya davet ediyoruz” Basın açıklaması “Baskılar bizi yıldıramaz”, “Yaşasın dayanışma ağı” sloganları atılarak sonlandırıldı.
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 56- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul - Email: posta@devrimciproletarya.net Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
3
işçi meclisi
Bizim İşçi Sınıfı Dışında
Bir Umudumuz Yok! Bahar aylarına bu yıl rengini 7 Haziran’da yapılacak olan genel seçimler veriyor. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve Newroz bu havanın etkisinde kutlandı. 8 Mart’ta Özgecan’ın öfkesi öne çıkarken Newroz’da Abdullah Öcalan’ın PKK’ye silah bırakarak yeni bir strateji üretme içerimli bir kongre çağrısı yapması seçimlerle birlikte işlendi. İstanbul’da Newroz kürsüsünde Selahattin Demirtaş “bir oy bir oydur” diyerek tüm HDP kitlesinin seçimlere odaklanmasını istedi. Şimdilerde seçimler “kim milletvekili olacak, kim daha demokrat olacak” fonunda en önemli konu olarak gündemi kaplamaya devam ediyor. Her yeni gelişme partilerin seçim stratejilerine meze edilmeye çalışılıyor. DHKP-C’nin yaptığı son eylemler bile AKP’nin “Alevilere karşı Sünni çoğunluğun temsilcisi” olarak oy arttırma çabasına kanalize ediliyor.
Biz İşçi Meclisi olarak umudumuzu, güvenimizi işçilerin bulunduğu her işyerinde, alanda, havzada, semtte işçi meclislerinde, komitelerinde, kurullarında… örgütlenmeye bağladık. Yaşamımızı zehreden, geleceğimizi ipotek altında tutan bu sistemi ancak örgütlenirsek geriletir ve nihayetinde yıkabiliriz.
İç Güvenlik Paketi meclisten çıkartıldı, bu hengâmenin arasında. Yavaştan ilerleyen kıdem tazminatı tartışmaları sürüyor, hazırlıklar devam ediyor, muhtemelen seçimler sonrasında kıdem tazminatlarının da gaspı saldırısı net olarak gelecek.
Bu yıl da İstanbul’da 1 Mayıs alanı olan Taksim Meydanı işçi ve emekçiler için adres olacak.
İşçi cinayetleri hız kesmeden devam ediyor. Her gün gelen şantiyelerdeki inşaat işçilerinin ölüm haberlerine mevsim dolayısıyla tarım işçileri de eklendi. Mart ayında 40 tarım işçisi -çoğu yollara savrularak- yaşamını yitirdi. Her gün birer ikişer katlediliyoruz.
Seçimler 1 Mayıs’ı değil, 1 Mayıs seçimleri belirlemeli. İşçi sınıfının birlik mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta burjuvazi işçi sınıfının nefesini ensesinde hissetmeli ve adımlarını ona göre atmalı. Burjuvazi ancak reformlarını, yasalarını işçi sınıfının basıncı altında gerçekleştirdiğinde işçi ve emekçiler açısından ezilen ulus, cins ve mezhep yönlerinden kalıcı kazanımlar olacaktır.
Bu ülkede işçi katliamı kadar kadın katliamı da hız kesmiyor. Özgecan’dan sonra sokaklara taşan öfke maalesef örgütlü bir kanaldan akmıyor ve kadın cinayetleri, taciz, tecavüzler de hız kesmeden sürüyor. Ve TC.vüzcü devlet kadın katillerini korurken, tecavüzcüsünü öldüren kadına en üst sınırdan ceza veriyor. Ülker ve Adore işçileri tazminat haklarını alarak direnişlerini sonlandırdılar. Dora Otel ve Divan işçilerinin direnişleri sürüyor. Metal işçilerinin grev yasağı süresi doldu. Ama Birleşik Metal ne yönde hareket edecek, bir açıklama bile yapılmadı daha. Ankara Kazan’da işçiler çalıştıkları fabrikayı işgal ettiler. Patron İlhami Yılmaz’ın iflas bahanesiyle 3 aylık maaş, mesai ve kıdem tazminatlarını gasp ettiği işçiler fabrikada nöbet tutuyorlar. Metal işçilerinin greve çıkışı çölde su gibi gelmişti. İşçi sınıfı adına adeta “oyunda biz de varız” dedi metal işçileri. Kobané’de IŞİD’in defedilmesinin ardından şimdi sıra civar köylerde. Buralarda da ilerleyiş sürerken bir yandan da Kobané’nin yeniden inşaası tartışılıyor. Ortadoğu’da hemen her gün değişen güç savaşları şimdi de Yemen üzerinden şekilleniyor. Suudi Arabistan ve İran üzerinden mezhepsellik sosu ile yaşanıyor mücadele. İşçilerin emekçilerin tek birleşme noktası sınıf çıkarları olunca, bu kadar basit olmayacak kapitalizmin işi. İşte 2015 1 Mayısına aşağı yukarı bu tablo eşliğinde giriyoruz. DİSK, KESK, TMMOB, TTB tarafından yapılan ortak açıklamada 1 Mayıs’ın “insanca yaşanacak ücret, çalışma koşulları, barış, demokrasi ve özgürlük” talebiyle tüm kentlerde ve birlikte kutlanacağı bildirildi. Açıklamada İstanbul’da 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanacağı duyurularak dayanışma çağrısı yapıldı.
1 Mayıs öncesi gündemlere baktığımızda seçimlere odaklanmış bir 1 Mayıs’ın bizi beklediğini söylemek güç olmaz.
Aksi halde burjuva parlamenter sistemin kendini yeniden yapılandırmasının piyonu, alkışçısı olmanın ötesine gitmek mümkün olmayacaktır. 1 Mayıs’ta alanlara en yakıcı taleplerimizle çıkmalıyız.
-gelecekleri çalınan, kapitalizme meze edilen gençlerin, -hakkın sokakta alınacağını en iyi bilen Kürt emekçilerin, -HES, nükleer, termik santrallerle, barajlarla doğanın, köylerinin katledilmesine dur diyen köylülerin, ekolojistlerin ayağına, diline, yüreğine pranga vurulmak isteniyor. Türkiye burjuvazisinin en sağlam kalesi AKP sınıra dayanmıştır ve bundan sonrasını eskiden olduğu gibi sürdüremeyecek durumdadır. Ekonomi, dış ilişkiler, siyasal ve toplumsal çelişkiler, toplam tablo AKP’nin geriye doğru çözülüş sürecine girdiğini göstermektedir. Türkiye burjuvazisi bölgesel ve küresel anlamda sıkışma yaşamakta. İşçilerin kanı, teri üzerinden büyüme destanları yazan burjuvazi yeni alternatifler peşinde.
İş kazası adı altında süren işçi cinayetlerine, devletin koruması altında kocası, kardeşi, akrabası, sevgilisi ya da başka bir erkek tarafından katledilen kadınların sesi olmalı 1 Mayıs.
Bunun karşısındaki en büyük engel, en büyük düşman sen ben biz… işçiler, kentin ve kırın yoksulları. Sokağa çıkacağımızı iyi biliyorlar ve bunun önünü almaya çalışıyorlar. Ya paketleriyle ya parlamento hayalleriyle…
Erkek egemen kapitalist sistem yıkılmadan çözülmeyecek bu sorunlar. Buna odaklanan, ama her an canımızı acıtan cinayetlere, “kaza”lara, taciz ve tecavüzlere de acil tedbirler alınmasını sağlamalıyız.
Ama nafile çözülmez çelişki; onların sefası bizim cefamızdan geçiyor. 1 Mayıs’ta görmeliler ki bizim üstümüzden sefa sürmek o kadar da kolay değil ve ilelebet sürmeyecek…
İşçi cinayetlerini durduracak İSİG önlemlerinin alınması, kadın cinayetlerine alt yapı olan uygulamaların durdurulması, paketlerin geri çekilmesi ilk elde taleplerimiz olmalı.
1 Mayıs’ta 1 Mayıs alanlarına!
İnsanca yaşamak isteğimiz temel talebimiz olarak çıkmalı öne. Ücretlerin insanca yaşanacak bir seviyeye çıkartılması ve ücret eşitsizliğinin ortadan kaldırılması 1 Mayıs’ta haykırılmalı. Grev örgütlenme ve eylem hakkımızın gasp edilmesine her ne şekilde olursa olsun izin vermemeli, bunun için grev ve örgütlenme yasaklarına 1 Mayıs’ta dur demeliyiz. İç Güvenlik Paketi adı altında; -hakkını arayan, örgütlenen, direnen işçilerin, emekçilerin, -devlet destekli erkek terörüne karşı sokağa çıkan kadınların,
Biz İşçi Meclisi olarak umudumuzu, güvenimizi işçilerin bulunduğu her işyerinde, alanda, havzada, semtte işçi meclislerinde, komitelerinde, kurullarında… örgütlenmeye bağladık. Yaşamımızı zehreden, geleceğimizi ipotek altında tutan bu sistemi ancak örgütlenirsek geriletir ve nihayetinde yıkabiliriz. Bunu bilerek ve inanarak her yeni seçimde parlamento hayallerine girmeyi doğru bulmuyor, çözümün burada olmadığını düşünüyoruz. Burjuva parlamentoda herhangi bir partiyi bir diğeriyle geriletme değil, işçi sınıfının burjuvaziyi geriletmesi aslolandır. Bu nedenle net bir şekilde belirtelim, seçimlerde bu partilere oy vermiyoruz… Eksik fazla, az çok demeden tüm zihnimizi, gücümüzü, emeğimizi, örgütlenmeye yönlendiriyoruz, umudumuzu örgütlü bir işçi sınıfına bağlıyoruz…
4
işçi meclisi
Dora işçileri: Sendika hakkımız engellenemez! Dora Otel işçileri sendikal örgütlenme yaptıkları için işten atıldıkları otelin yine önündeydi. 28 haftadır patronun işten atmasına karşı mücadele veren işçiler, Taksim’den Dora Otel önüne yürüyüş gerçekleştirdi. Eyleme Tüm Emek-Sen “Sendika haktır engellenemez” pankartıyla katılırken, İşçi Dayanışma Koordinasyonu ve Mağaza Çalışanları Platformu da destek verdi. Yürüyüş sırasında sık sık “Sendika haktır engellenemez”, “İşten atılanlar geri alınsın”, “Dora işçisi yalnız değildir”, “Örgütlü işçiler yenilmezler” sloganı atıldı. Tüm Emek-Sen otel önünde yaptığı basın açıklamasında Birleşik Metal İş’in aldığı grev kararını MESS dayatmalarının sonucu bakanlar kurulunun yasaklamasından sonra AKP hükümetinin ve Danıştayın bu tutumukabul edilemez olarak nitelendi. “Grev yasağı diktatörlük uygulamasıdır” denen açıklamada Türkiye’nin hukuk devleti olmaktan
çıktığı ve bu yüzden işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadelesi olarak karşılarına çıkacaklarını söyledi.
karına kar kattığını söyleyerek 9 Nisan’daki Dora Otel işçilerinin işe iade davasına emek dostlarını davet etti.
Diğer yandan İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi’nin yayınlamış olduğu iş cinayetleri raporunu açıklayarak artarak ölen işçilere dikkat çektiler.Konuşmacı AKP hükümetinin iş başına geldiği günden bu yana iş cinayetlerinin arttığını, sermayenin
Tekstil işçisinin son olarak söz aldığı eylemde birlik, dayanışma ve mücadele mesajı vardı. Eylem diğer haftada buluşulmak üzere sonlandırıldı.
Ankara Kazan’da İşçilerden Fabrika İşgali Ankara Kazan Sanayi Bölgesi’nde faaliyet yürüten Yılmaz Çelik Hasır firmasındaki işçiler patronun iflas bahanesi ile işçileri izne çıkartarak fabrikadaki makineleri başka yere götürme hamlesine karşı, fabrikaya gelerek işgal eylemi gerçekleştirdiler. Firmanın patronu olan İlhami Yılmaz’ın iflas bahanesiyle 3 aylık maaş, mesai ve kıdem tazminatlarını gasp ettiği işçiler fabrikada nöbet tutuyorlar. İşçilerin bir çoğunun 10-15 yıllık işçi olduğu fabrikada yaklaşık 35 işçi çalışıyor. Fabrikadaki en yeni işçinin 5-6 yıllık işçiler olduğu belirtiliyor. Patronun tazminatları da gasp etmesinde işçilerin alacaklarının yüklü miktarda olması da bir etken. İşçi Meclisi’ne konuşan işçiler patronun bir süredir iflas ettiği bahanesini öne sürdüğünü, bu gerekçe ile kendilerine izin verdiğini ve izin günü fabrikadaki makinaları başka bir yere taşımak istediği için fabrikada bulunan ustabaşının haber vermesi ile patronun bu girişimini engellediklerini belirttiler. İşçilerden ustabaşı olan Recep Güntutmaz İşçi Meclisi’ne fabrikada yaşanan gelişmelerle ilgili bilgi verdi. Recep Usta 20 yıldır fabrikada çalıştığını patronun üç aydır maaşlarını vermediğini, son olarak da iflas ettiğini söylediğini dile getirdi. İşçilerin izine çıkarıldığı gün kendisinin fabrikada olduğunu belirten Recep usta patronun başka bir firmaya borcu olduğunu söylediğini, bu firmada çalışan işçilerin izin günlerinde gelerek makinaları
almak istediğini, kendisinin duruma müdahale ederek diğer işçileri fabrikaya çağırdığını söyledi. İşçilerin gelmesi ile makinaları alamadıklarını, diğer firma olan Güneş Çelik patronunun bu durumda direkt fabrikaya gelerek işçilere “ben sizin bir aylık maaşınızı vereyim” dediğini söyledi.İşçilerin bu duruma tepki göstererek tüm alacaklarını istediklerini, yoksa makinaları vermeyerek sonuna kadar direneceklerini aktaran Recep usta bu durum karşısında Güneş Çelik patronunun “ben hepsini ödemem” diyerek fabrikayı terkettiğini söyledi. Ardından 21. dönem MHP Karabük Milletvekilliği de yapan patron İlhami Yılmaz’ın fabrikaya geldiğini ve işçilere eylemi bitirmeleri gerektiğini, “piyasadan alacağım var, gidelim birlikte alalım” dediğini, işçilerin “biz tahsilatçı mıyız sen hakkımızı vereceksin” dediğini söyledi. Yaşanan bu gelişmeler sonrasında patronun adam-
larının silahlarla fabrikaya gelerek işçileri tehdit ettiği, bir işçinin yaralandığı, işçilerden müdürler tarafından şikayetçi olmamalarının istendiği aktarıldı. İşçiler avukat tutarak alacaklarını icra yoluyla almak istediklerini belirtiyorlar. Bu sürecin yedi gün içerisinde netleşeceğini söyleyen işçiler hak ettiklerini alana kadar burada olacaklarını belirtiyorlar. Ostim İşçi Sağlığı Meclisi bileşenleri de kendi iş çıkışlarında hep birlikte direnişte olan sınıf kardeşlerini ziyaret ettiler. İşçilerin direnişleri boyunca yanlarında olacağını belirten İşçi Sağlığı Meclisi bileşenleri, yıllardır kendilerinin de bu tarz saldırılarla karşılaştıklarını, tek çarenin direnmek olduğunu söylediler.
Doğum yapmayı beklerken işten atıldı İstanbul Üniversitesi’nin güvenlik hizmeti ihalesini alan Uzay Güvenlik AŞ’de özel güvenlik görevlisi olarak çalışan Zarife Beyaz, doğum iznine 6 gün kala işten atıldı. “Hamileyken hem çalışmak hem eve bakmak zor. Eşim her konuda yardımcı oluyordu. Ben de eve gece 12’de geldiğim için akşam yemeğini, evin temizliğini sabahtan yapıyordum. 3.5 yaşındaki oğlum Adar’ı komşuma bırakıp işe gidiyordum” diyen Beyaz, bir gün işe gittiğinde görev listesinde adını göremedi ve işten çıkarıldığını öğrendi. İşten çıkarıldığı gün Uzay Güvenlik’e dava açan Beyaz hakkında İstanbul 4. İş Mahkemesi, “işe geri alınarak ücret ve diğer haklarının tahsil edilmesi”
kararını verdi. Aradan 1 yıl geçmesine rağmen işe geri alınmayan Beyaz, “7 aylık hamileyken şirket yetkilileri ve güvenlik amiri her hafta ofise çağırıp istifa etmem için beni tehdit etti. İstifa etmeyince yoğun olan kapılara sürüldüm. Her gün hakarete uğradım. Yaşadığım stres yüzünden erken doğum yaptım” dedi. İstifa etmeyince öğrenci giriş-çıkışının yoğun olduğu Fen Edebiyat Fakültesinin Laleli tramvay durağı tarafındaki girişine yerleştirilen Beyaz, bir sonraki hafta tekrar ofise çağırılarak güvenlik amirinin mobbingine maruz kaldı. “Beyazıt Meydanı’ndaki tarihi kapı o zamanlar tadilattaydı. O günlerde en yoğun kapı Rektörlüğün girişiydi. Güvenlik ofisi de bu kapıdaydı. Tekrar istifa et-
meyince buraya sürüldüm” diyen Beyaz, şunları söyledi: “Beni doğum iznindeki raporlu birinin yerine çalışmakla suçladılar. Ama ben 1 yıldır orada çalışıyordum. Böyle bir şey mümkün değildi.” İşten çıkarıldığı gün İstanbul 4. İş Mahkemesi’ne dava açan Beyaz hakkında, işe geri alınarak ücret ve diğer haklarının tahsil edilmesinin yanı sıra işe başlatılmaması durumunda da 4 aylık brüt ücretinin ek olarak verilmesi kararı verildi. Aradan 1 yıl geçmesine rağmen Uzay Güvenlik, Danışmanlık, Koruma ve Eğitim Hizmetleri AŞ bu kararların hiçbirine uymadı.
Çöken sadece elektrik sistemi değil neoliberalizmin ta kendisidir! 31 Mart 2015 saat 10.36 sularında 80 ilde elektrik kesintileri yaşanmıştır. Toplumda infiale yol açan bu durum için hala devlet kademelerinden dişe dokunur bir açıklama yapılmamıştır. Aklı cevval yetkililer, daha önceki tecrübelerimizle sabit ki konu teknik bir şey olunca üstünü kapatmak, insanların aklıyla alay etmek daha kolay diye düşünüyor.
30 Mart 2014 yerel seçimlerinde dahi kaç bölgede, kaç ilde elektrik kesintisini açıkla(ya) mayan bir Enerji Bakanlığı’nın ve Türkiye Elektrik Kurumu’nun bizleri ikna edebileceğini düşündüğü bir açıklamayı yapması kaç gün sürecek hepimiz göreceğiz. “Trafoya kedi girdi, 75 km hızla esen fırtına vardı” gibi söylemlerin arkasına sığınarak bizleri aldattığını düşünen zihniyet er ya da geç kandıramadığını anlayacaktır. Ama burada vahim ve elzem olan bir şey vardır ki her olayın geleceğe taşınması daha elim sonuçlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Salı günü yaşanan kesintilerin nedeniyle ilgili TEİAŞ (Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi), Enerji Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı açıklamalarda bulundular. TEİAŞ’tan yapılan açıklamada; “Avrupa-Anadolu enerji bağlantısındaki kopma” olarak gerekçelendirdiği elektrik kesintilerini, Enerji Bakanı Taner Yıldız “Arızanın sebebinin tespit edilmesi lazım. Özel sektöre ait bir santralin devre dışı kaldığı ve bunun domino etkisi yaptığı bilgisi var.” diyerek açıklamaya çalışıyor. Başbakan ve Cumhurbaşkanı ise konuyla ne kadar uzak olduklarını kanıtlama yarışına girmişlercesine Davutoğlu “terör dahil her türlü ihtimali araştırıyoruz” diyerek meseleyi daha da bulandırırken Erdoğan ise bir müteahhit fırsatçılığı yaparak nükleer santralin gerekliliğine işaret ediyor. Salı günü yaşanan elektrik krizinde, sırasıyla mikrofonların karşısına geçerek birbirinden komik açıklamalar yapan devlet erkanı yaşanan skandalı gizlemeye çalışmaktadırlar. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO)’nın yaptığı açıklamadan da anlaşılıyor ki böyle bir kesintinin yaşanması birkaç ihtimalden biridir. Temelde de elektrik üretimi ile enerji talebi arasında ki dengesizlikten kaynaklandığıdır. Sıradan bir gün ve saat karşılaştırılması yaptığımızda günün belki de en düşük gücünün – 00.00-06.00 hariç- talep edildiği anda böyle bir çökmenin (arz ve talep uyuşmazlığı) yaşanması akıllara tekelci kapitalizmin doğal hukukunu getiriyor.
inde ki gibi gereksiz gibi görerek sermayenin çıkarlarını sonuna kadar korumaya çalışmıştır. Dağıtım şirketlerine avantadan kaynak sağlayabilmek için son yapılan tarife değişiklikleri ile birlikte iletim bedeli düşürülürken, diğer tüm kalemlerde artış sağlanarak dağıtım şirketlerinin karı arttırılmıştır.
En kuvvetli ihtimallerden biri de şu an için özel üretim santrallerinin mevcut elektrik satış tarifelerinden rahatsız olup sabotaj silahını kuşanmasıdır. Daha fazla kar için daha fazla sefalet. Üretimi bilinçli bir şekilde keserek üretilen elektrik enerjisini, talebi karşılamayacak seviyelere çekerek bunu çok rahat başarabiliyorlar. 2006 yılında da İzmir’den İstanbul’a 13 ili kapsayan 11 saatlik kesintinin sebebi de enerji sektöründe ki Yaşanan elektrik sabotajı sermayenin neoliberal politikalarının bir üretim sermayesinin sansonucudur. Kirli yollarla elde edilen, tamamiyle sermayeye açılan, tralleri arıza bahanesiyle ücretsiz olması gerekirken soygunların yaşandığı, kalitesiz bir çalıştırmamasıdır.
elektrik sadece ve sadece sermaye diktatörlüğünün ömrünü uzatır.
AKP yazar ekibinin “paraleller” ve “geziciler” diyerek bu skandaldan hükümetlerini kurtarma girişimleri tutmayacaktır. Enerji Bakanı bile teyit peşinde koşarken ağzından kaçırmıştır bu işin arkasında ki sorumluyu. Eğer ki bu ihtimal doğru ise doğrudan sermaye doğası gereği büyük bir suç işlemiştir. Günümüzde elektrik üretiminin %69’u özel şirketler kontrolünde sağlanırken sadece %31’i kamu işletmeleri tarafından sağlanmaktadır. Böyle bir lovaktı yaşatmak tekelci anlayışın topluma verdiği en büyük zarardır. Diğer bir ihtimal ise haksız alınan kayıp-kaçak bedellerinin gerek tüketici koruma dernekleri gerek
Konuyla ilgili tüm kişilerin ortak kanaati böyle bir felaketin dağıtım sisteminden ziyade iletimden kaynaklanan bir problemle olabileceğidir. Üretimin %69’unun, dağıtımın ise tamamının özelleştirildiği elektrik piyasasında kamunun elinde sadece iletim hizmeti kalmıştır. İlk ihtimal olarak iletimde gerçekleşen arızanın sebebi olarak devletin sermayeye doğrudan olmasa da dolaylı olarak yaptığı peşkeşler göze batmaktadır. Arızayı var ise; meydana getiren temel olgu bakım hizmetlerinin yerine getirilmemesidir. Elektrik piyasasında ki neoliberal mantık, bakım sürecine de işçi sağlığı ve güvenliği hizmetler-
5
işçi meclisi
kalmasını istemedikleri kayıp kaçak bedelinin alınmasını yasallaştırılma tasarısını hızlandırmak için yapılmış bir basınçta olabilir. Tamamı özelleştirilmiş olan dağıtım şirketlerinin sahibi olan sermaye gruplarının üretimde de olan ağırlığını kullanarak bunu yapmaları da o kadar uzak bir ihtimal değildir. Dağıtım şirket sahibi gruplarının, özel elektrik üretim santrallerinin de birçoğuna sahip olduğunu unutmamak gerekir. Elektrik bulunmasından sonra toplumsal zenginliğin itici aracı olurken işçi sınıfınında sefaletini derinleştirmiştir. Enerji sektörünün bugün savaşların konusu olup, en temel insan hakkı olduğu dönemde burjuvazinin iç hesaplaşma arenası olmuştur. Dünkü yaşanan elektrik sabotajı sermayenin neoliberal politikalarının bir sonucudur. Kirli yollarla elde edilen, tamamiyle sermayeye açılan, ücretsiz olması gerekirken soygunların yaşandığı, kalitesiz bir elektrik sadece ve sadece sermaye diktatörlüğünün ömrünü uzatır.
ise EMO tarafından yapılan kampanyalarca abonelere bu bedellerin dağıtım şirketlerince iade edilmesinin önüne geçilmesi isteği olabilir. Meclis tatile girmeden, seçimlerden sonraya
Kesintisiz, temiz, ücretsiz ve kaliteli enerji hakkımız için hizmet üretmeyen devlet ve enerjiyi sektörleştiren sermayeye karşı mücadelemizi derinleştirelim.
6
Bakırköy Belediye İşçilerinin Grevi işçi meclisi
CHP’li Bakırköy Belediyesi’nin %51 ortağı olduğu Bakırköy Yapı İnşaat Ulaşım Hizmetleri AŞ’de (BYUAŞ) çalışan taşeron işçilerin sendikal hakları, toplu iş sözleşmesi ve işten atılan arkadaşları için başlattığı grev sürüyor. 21 Martta greve çıkan işçiler Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda grev çadırı açarak direnişlerine devam ediyorlar. Belediye işçilerinin çadırına çevreden ilgi oldukça yoğun. Onlarca Bakırköy’lü genç-yaşlı demeden, her gün grev çadırını ziyaret ediyor. Direnişteki işçilerin aileleri de her gün çadırda yerlerini alıyorlar. İşçilerin morali oldukça yüksek, neşeleri yerinde; biz zafer kazanacağız diyorlar. Türk-İş’e bağlı Belediye-İş Sendikası’na üye olan işçilere yetki hakkını aldıktan sonra baskı uygulanmış, toplu iş sözleşmesi sürecinin başlamasıyla iş yeri baş temsilcisinin de içinde olduğu bazı işçiler işten çıkarılmıştı. Sürecin tıkanması ve yasal sürenin dolması ile işçiler Bakırköy Belediyesi’ne grev kararını asarak grev çadırını kurdular. İş yeri temsilcisi Cengiz Ertaş, yaptığımız sohbette bize süreci anlattı: “2014 yılında sendikalı olduk. Seçim sonrası yeni Belediye Başkanı ile tanıştık. Bu sürecin daha başında iki aylık bir boşluğumuz oldu. Biz yine de iş yerini terketmeyerek nisan ve mayıs ayında bedava iki ay çalıştık. Burada amaç işimizi kaybetmemekti. Yetkisi olduğu için Belediye-İş Sendikası’na üye olduk. Bir ay içerisinde BYUAŞ şirketi üzerinden yetki belgesi aldık. Şirketin %51 hissesi belediyeye ait. İlk olarak 84 işçi sendikaya üye olduk, kısa sürede bu sayı 127 işçiye ulaştı. Zaten şirket bünyesinde 130 işçi çalışıyor. Belediyede toplamda taşeron olarak 545’e yakın işçi çalışıyor. İlk dönemde sendika bile bizim üye olduğumuzdan haberdar değildi. Biz kendi örgütlülüğümüzle bunu başardık.” “Sendika yetki hakkını alınca toplu sözleşme için başvurumuzu yaptık. Görüşme talep ettik, ancak siz de bilirsiniz ki patronlar toplu sözleşme sürecini hoş karşılamazlar. Aynısı burada da yaşandı. Görüşme taleplerimiz yok sayıldı. Bir arabulucu atandı, biz de şirket yetkilileri ve Belediye Başkanı ile görüşmeye gittik. Görüşmeye sadece şirket avukatları katıldı. Belediye Başkanı bu toplantıya gelmedi. Şirket avukatları arabulucuyu da, bu süreci de tanımadıklarını ifade ettiler. Hepimiz aslında belediyeye ait olan bu şirkette taşeron işçiyiz, ama Belediye Başkanı bizi görmezden geliyor. Asıl rahatsız oldukları şey taşeron işçilerin örgütlenmesi, bir araya gelmesi.” “Tıkanan bu görüşmelerin ardından, 60 günlük bekleme süreci başladı. Biz bu süreç içerisinde de defalarca görüşme talep ettik. Greve çıkmak istemedik, konuşarak çözeriz dedik, ama bizi dinlemek yerine iş yeri baş temsilcimizi işten attılar. Kadın hakları deyince, 8 Mart’ta bu meydanda etkinlik yapan kadınların önünde konuşan Belediye Başkanı kadın sekreterimizi de hayvan barınağına sürdü. İki aylık boşlukta bedava çalıştık, ama Belediye Başkanı göreve gelir gelmez bizim maaşlarımızı 1500 liradan 1050 liraya düşürdü. Sözde, Belediye Başkanı da CHP de işçi haklarını savunduğunu söylüyor. Ama bizlere hiçbir hakkımız vermiyorlar.” “Sürekli fedakarlık yapan bizler olduk. Biz greve çıkınca, “seçim süreci öncesi bize baskı yapıyorsunuz, bu süreci kötüye
Direniş tüm sıcaklığı ve umut dolu ateşiyle sürüyor. Sadece bahar değil, Bakırköy Belediye işçilerinin direnişi de ısıtıyor Özgürlük Meydanı’nı. İşçiler 24 saat çadırda kalıyorlar. Kadın işçiler saat 20.00’dan sonra gidiyorlar, ancak duramayacakları için değil, burada kadınlara pozitif ayrımcılık uygulandığını söylüyorlar. Gün boyu ziyaretçileri var. kullanıyorsunuz” diyorlar. Oysa bizim seçimle falan işimiz olmaz, biz hakkımızı istiyoruz, sözleşmenin kabul edilmesini istiyoruz. Grev süreci başlayınca Belediye Başkanı bizden yine iki ay süre istedi. Aklınca seçim sürecini kazasız belasız atlatmak istiyor. Biz de buna karşılık o zaman grev oylaması yapalım dedik. Kabul etmediler, korktular. Belediye Başkan Yardımcısı ve müdürler grev oylaması yapmamamız için ellerinden geleni yaptılar.” “Bizim greve çıkamayacağımızı düşündüler, özellikle başkan yardımcısı böyle düşündü. Bağırıp çağırıp susarsınız dedi. Ama 21 Mart’ta grev süreci başladı, bizler buradayız. Onurumuz için buradayız, bu çadır bizim onurumuz demek, onurumuzu simgeliyor. Burada bizim onurumuz var. Buradaki 50 işçi, sınıf mücadelesini, örgütlü mücadeleyi biliyorlar. Patronlar bunun farkında değil.” ”DİSK Genel-İş Sendikası’na kızgınız. Grev sürecinde buraya gelen Kani Beko Belediye Başkanı ile görüşerek örgütlenme çalışması yürütüyor. Buna kimse birşey diyemez ama burada grev var, direniş var. Toplu iş sözleşmesi süreci devam ederken bunu yapmak “grev kırıcılık” değil mi? Onlar bizim sınıf kardeşimiz, buraya dayanışmaya gelmeleri lazım. Bu yaşanan olumsuzluğun önüne geçmek için Kani Beko ile görüşmeye gittik, 25 işçi ile süreci anlattık. Dedik ki, örgütlenin, bunu biz de isteriz. Ancak bu süreç bitsin, bekleyin dedik. Ancak Beko bize “bu bizim hakkımız, bunu da yapmayacaksak dükkanı kapatıp gidelim” dedi. Orası dükkan değil, orası işçi sınıfının örgütüdür.” “Direnişte 45 işçi var. Kadın ve erkek işçi oranı hemen hemen aynı. Kadın arkadaşlarımız bu direnişi sahiplendi. Bu oldukça güzel ve anlamlı birşey. Biz 130 işçi ile birlikte greve çıkalım isterdik. Ama olmadı, biz buradayız, önemli olan bu. CHP, taşeronluk çağdaş köleliktir, diyor. Ama sadece lafta, burada yaşananlara bir bakın, bu bile anlamaya yeter bunları. İktidara gelince yapacağız diyorlar. Patron, yani Belediye Başkanı öyle diyor. Önce siz yerelde, iktidar olduğunuz belediyelerde bu sorunu çözün, taşeronluğu ortadan kaldırın. İşçilere haklarını
verin, asıl o zaman iktidar olursunuz diyoruz. Bizi uyarıyorlar, aranızda marjinaller var, diye. Buradaki işçilerin çoğu CHP’ye oy verdi, bizi kandırdılar. CHP buradaki işçilerden ve yakınlarından artık oy alamaz. CHP burada taşeronluğu en yüce değer yapmıştır. Başkan yardımcısı ve Kültür Müdürü bize küfür ediyor, hakaret ediyor. Bunların hepsinin cevabını bu direnişi kazanarak vereceğiz.” “Eğer bu sorunu çözmezler ise burada onlara seçim çalışması yaptırmayacağız. Hakkımızı alana kadar buradayız. Toplu sözleşme yapılana, işten atılan arkadaşlarımız işe alınana kadar buradayız. İçerideki arkadaşlara sesleniyoruz. Farkına varın artık, ama olsun biz onlar için de buradayız. Bu grev sonrası 50 işçi için sözleşme yapılsa da, seneye biz tüm işçiler için masaya oturacağız. 130 işçi için seneye sözleşme masasını kuracağız. Şimdiden taşın altına ellerini koymalılar. Belediyedeki 540 taşeron işçi için aslında biz burada direniyoruz. Perşembe günü itibariyle burada bir toplantı yapıp devrimci ve ilerici güçler ile bir dayanışma komitesi kuracağız. Emekten yana, işçilerden yana olan herkesi bu dayanışma komitesine bekliyoruz. Herkesi direnişi büyütmeye çağırıyoruz.” İşçilerin aktardıkları bunlar. Direniş tüm sıcaklığı ve umut dolu ateşiyle sürüyor. Sadece bahar değil, Bakırköy Belediye işçilerinin direnişi de ısıtıyor Özgürlük Meydanı’nı. İşçiler 24 saat çadırda kalıyorlar. Kadın işçiler saat 20.00’dan sonra gidiyorlar, ancak duramayacakları için değil, burada kadınlara pozitif ayrımcılık uygulandığını söylüyorlar. Gün boyu ziyaretçileri var. Herkes onları tanıyor. Bakırköy CHP’lilerin yoğun olduğu bir bölge. İnsanlar “CHP belediyesi işçilere bunu nasıl yapar” diyorlar. İşçiler ise, “gidip bunu onlara sorun, onlarla kavga edin” diyerek belediye binasını gösteriyorlar. Grev ateşini görmek ve işçiler ile dayanışmak için Bakırköy Özgürlük Meydanı’ndaki grev çadırını ziyaret etmek lazım. Her direniş, her grev bir okuldur.
7
Çağrı Merkezi İşçileri Örgütleniyor
Çağrı merkezlerinde 70 binden fazla kişi çalışıyor. Düşük ücret ve zor koşullardan şikayetçiler. Günde yaklaşık 500 kez Alo diyor, izinsiz tuvalete bile gidemiyorlar. Müşterilerin hakaretleri de cabası.
Çağrı Merkezleri Derneği’nin sitesinde yer alan bilgilere göre, sektörün pazar büyüklüğü 1.4 milyar doları geçti. Türkiye’deki 43 şehirde çağrı merkezi var. Merkezlerin yüzde 47’si İstanbul’da, yüzde 9’u Ankara’da, yüzde 5’i İzmir’de, yüzde 39’u ise diğer kentlerde.
Kaya, yıpratıcı bir sektörde çalıştıklarını hatırlatıyor:
“Sabahtan akşama kadar hep aynı sözcükleri, cümleleri kullanıyorsun. Kendini robot gibi hissediyorsun. Yaptığım iş, mesleğim değil. Fiziksel, psikolojik olarak zorlanıyorum.”
Sektörün 70 bini aşkın çalışanı var ve yüzde 43’ü 18-24, yüzde 38’i ise 25-29 yaş aralığında. Çalışanların yüzde 42’si lise mezunu, yüzde 30’u üniversite mezunu.
Atanamayınca çağrı merkezinde çalıştı
Mesleki hastalık riski altında olduklarını da belirten Kaya “Uzun yıllar çalışma zaman içinde işitme kaybına bile yol açabilir. 7.5 saat boyunca durmadan konuşmak zorunda kalıyorsunuz” diyor. Günde 500 çağrıya yanıt veriyor Alper Alkuş 25 yaşında. Beş yıldır sektörde. Aylığı 1130 TL. Dört yıl çalıştığı eski iş yerinde çağrı süresini 10 saniye uzattığı için aldığı uyarılar sonucu işten atıldığını söylüyor. Alkuş, “Daha fazla çağrı almamız için kısa tutmamızı istiyorlar” diyor. Alkuş, kıdem ve tazminat hakkının ödenmediği gerekçesiyle eski işyeri hakkında dava açtı. Davası sürüyor. Günde ortalama 350 ile 500 arasında çağrı aldığını anlatan Alkuş, çalışırken yanındaki arkadaşıyla konuşmanın, şahsi telefonunu, sosyal medya, haber sitelerini kullanmanın yasak olduğunu hatırlatıyor. İş yerinde bireysel fotoğraflarını çekmek, sosyal medyada paylaşmanın yasak olduğunu, paylaşanların hemen uyarı aldığını dile getiren Alkuş, “Bir arkadaşım raporluydu, Faceebook’tan Eminönü’nde olduğuyla ilgili ileti paylaştı. İşten çıkarılma gerekçesi sayıldı” diyor. Kullanımı yasak sözcükler Konu çağrı merkezi çalışanlarının kullanması “yasaklı sözcüklere” gelince Kaya ile Alkuş’un ilk aklına gelenler, “maalesef ”, “hayır”, “yok”, “para”, “sen”, “ben”, “efendim”, “buyurun” oluyor.
Çağrı Merkezleri Derneği’nin sitesinde yer alan bilgilere göre, sektörün pazar büyüklüğü 1.4 milyar doları geçti. Türkiye’deki 43 şehirde çağrı merkezi var. Merkezlerin yüzde 47’si İstanbul’da, yüzde 9’u Ankara’da, yüzde 5’i İzmir’de, yüzde 39’u ise diğer kentlerde.
Sektör çalışanlarının sıkıntıları ise ortak: Hakarete uğramak, düşük maaş ve zor koşullarda çalışmak.
Al Jazeera Türk, çağrı merkezi çalışanlarıyla konuştu.
Kaya günde 8 saat çalışıyor. Mola süresi bir saat. Aylık 900 TL ücret alıyor. Gün içinde ortalama 80 çağrıya yanıt vermek zorunda. Kaya, çağrı merkezlerinde çalıştıkları ortamdan, kullandıkları masa, sandalye, kulaklıklardan, ofisin havalandırmasından, ışıklandırmadan, mola sürelerinden şikâyetçi. Sağlık açısından sorunlar yaşadıklarını anlatan Kaya, “Hastaydım, sesim çıkmıyordu. Sesim çıkmamasına rağmen hasta halimle bile çalıştırıldım” diyor.
sitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden 2006’da mezun oldu. O da Tulum gibi işsizlikten dolayı çağrı merkezinde çalıştı. 2.5 yıl çalıştıktan sonra bıraktı.
Sektörün 70 bini aşkın çalışanı var ve yüzde 43’ü 18-24, yüzde 38’i ise 25-29 yaş aralığında. Çalışanların yüzde 42’si lise mezunu, yüzde 30’u üniversite mezunu.
Sektör çalışanlarının sıkıntıları ise ortak: Hakarete uğramak, düşük maaş ve zor koşullarda çalışmak.
Sevim Kaya 25 yaşında. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Bölümü mezunu. Atanamayan mağdur öğretmenlerden biri. 2013’te mezun olup iş bulamayınca çağrı merkezinde çalışmaya başlamış.
işçi meclisi
“Denetimler olmalı, koşullar iyileştirilmeli” Mevcut koşullarla sektörde ortalama üç yıl çalışmanın zor olduğunu söyleyen Alper Alkuş “Açsın, bir saat molan var ama istediğin zaman gidemiyorsun. Belirli bir saati yok, takım lideri belirliyor. Tuvalete gitmen gerekiyor. Mola istediğini belirtmek için elinle işaret veriyorsun. Takım lideri ekrana bakıyor. Çağrı sayısı fazlaysa seni bekletiyor” dediğinde, Kaya araya giriyor: “Bir gün saat 8’den 3’e kadar tuvalete gönderilmediğim oldu. İnsanca çalışma koşulları istiyoruz.” İki çağrı merkezi çalışanının yakındığı önemli konulardan biri de özellikle hakaret eden müşteriler. Müşteriler sinirlenip küfür, hakaret ettiklerinde kendilerini kötü hissettiklerini anlatıyorlar. Kaya “İşçi olduğumuzu unutmasınlar. Robot değil, insanız. Küfür ve hakaret işitmek istemiyoruz” derken, Alkuş, “Müşteri gülümseyerek ararsa kendimizi iyi hissederiz” ifadelerini kullanıyor. “Alo, ilk sevgilimi bulabilir misiniz?” Sıkıntıların yanında komik durumlarla da karşılaşıyorlar. Alkuş dört yıl boyunca bilinmeyen numaralarda çalıştığında çok değişik çağrılar aldıklarını hatırlatıyor: “5, 6 yaşlarında çocuklar arıyor. Anne, babasının numarasını istiyorlar. Yemek tarifi için arayan ev hanımları oluyor. Çocuklarının ev ödevini soran anneler var. İlk sevgilisini kaybettiğini, ona ulaşmak istediğini, yardımcı olmamızı isteyen, acıktığını söyleyip, bulunduğu yere en yakın açık lokantayı soranlar var. Hepsine internetten bakıp yardımcı oluyoruz. Bu komik durumlar bizi rahatlatıyor.” İki eski çalışan dernek kurdu Fatma Tulum, 2004’te Marmara Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden mezun oldu. Mesleğinde iş bulamayınca çağrı merkezinde çalışmaya başladığını anlatıyor. Tulum, bir yıl çalıştığı işi bıraktı. Gözde Duranay 33 yaşında. İstanbul Üniver-
Tulum ve Duranay, çağrı merkezi çalışanların yaşadığı sıkıntıları ve çözüm önerilerini ise şöyle dillendiriyor: “İşçiler fiziksel ve psikolojik olarak yıpranıyorlar. Yıpranmayı engellemek için koşullar iyileştirilmeli. Denetimler yapılmıyor. Havalandırma, ısıtma, aydınlatma, gürültü düzeyi, monitör, kulaklık, sandalye masa gibi fiziksel ortamda sıkıntılar var. Bunlar iyileştirilmeli. Servisler gece dışında yok. Mola süresi işçilerin bedenen ve ruh sağlığını yitirmeden çalışacağı şekilde düzenlenmeli. Sağlık raporlarının düzenlenmesinde hukuka aykırılık olmamalı. Bir robot gibi sürekli hız üzerine performans sistemi olmamalı. Örgütlenme önündeki engeller kaldırılmalı. Ücretler düşük, yükseltilmeli. Çağrı merkezlerinin kapatılmasını istemiyoruz. Koşulların işçiler için yaşanabilir şekilde iyileştirilmesini talep ediyoruz.” Teftiş raporu: Yoğun çalışmanın riski var Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2013’te İstanbul’daki çağrı merkezleriyle ilgili hazırladığı teftiş raporunda, yoğun çalışma temposu çağrı merkezi işçileri için en önemli risk olarak gösteriliyor. Raporda, İstanbul’daki 40 iş yeriyle ilgili, “Fazla çalışma için işçilerin onayının alınmadığı, fazla çalışma ücretlerin ya ödenmediği ya da eksik ödendiği, işçilere hak kazandıkları serbest zamanlarının usulüne uygun kullandırılmadığı ya da eksik kullandırıldığı, işçilere yıllık 270 saati aşan fazla çalışma yaptırıldığı” tespitlerde yer alıyor. Çalışanların yaşadıkları sıkıntıları ve sorunlarıyla ilgili Çağrı Merkezleri Derneği’ne yaptığımız röportaj talebimize ise olumsuz yanıt verildi. Kaynak: Al Jazeera Turk
işçi meclisi
8
işçi meclisi
9
Kürt Sorunu, Seçimler ve Parlamentonun Solu
Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve kent yoksulları geri düzeyde bir burjuva demokrasisi kapanında sömürülüyorlar. AKP’nin tarihsel rolü, burjuva demokrasisinin en geri muhafazakâr düzeyde tutulmasına hükümet etmek oldu. Ancak bu süreçte, özellikle de 3. döneminde, dış ve iç politikada yaptığı gerici ayarlarla karşısında kendisine karşı ciddi bir muhalefet potansiyeli de oluşturdu.
Hatırlayalım: Türk devleti Oslo’da PKK ile doğrudan görüşmelere başladı. Öngörüşmelerle birlikte yaklaşık 4 yıl süren bu süreç devletin Öcalan’ın hazırladığı yol haritasını reddederek müzakere protokollerini imzalamayacağını bildirmesiyle 2010 Mayıs’ında tamamen sona erdi. Bunun ardından devlet KCK operasyonlarıyla Kürt ulusal hareketini zayıflatmaya ve güçten düşürmeye yoğunlaştı. 2012’nin sonbaharında Türkiye’nin Kürt sorunu Suriye’de Kürt kantonlarının kurulmasıyla bölgeselleşirken hükümet bu yükselişin önünü kesmek için bu kez merkezine Öcalan’ı alan bir “süreç” kurguladı. Amaç “Kürt sorunu” olarak tabir edilen genel anlamıyla ulusal eşitsizlik sorununun çözümü, daha doğrusu kısmi çözümü bile değil, bir çatışmasızlık durumunun tesisi ve Öcalan’ın tutsaklık koşullarının yumuşatılması karşılığında PKK’nin silah bırakmasıydı.
istiyorsa “kamu düzeninin tesisi” koşulunu koymak istedi. “Kamu düzeni”, kentlerdeki Kürt milislerin dağıtılması anlamına geliyor. Devletin “kamu düzeni” talebini içeriklendirmesi, PKK’nin (silahları çekmesi yanında) tüm alan kontrolü çabalarını durdurması, Türkiye Kürdistan’ındaki fiili özerklik oluşumu yapılanmasını dağıtması demekti. Bunun PKK tarafından ağırdan alınarak reddedilmesine karşılık devletin adımı ise iç güvenlik yasasının geçirilmesi oldu. Meclis’te geçtiğimiz günlerde kabul edilen iç güvenlik yasası resmen içerdiği sıkıyönetim maddeleriyle devletin ve AKP’nin (yaklaşan 1 Mayıs’la birlikte Kürdistan’la da sınırlı olmayan) sokak hâkimiyeti amacıyla faşist uygulamalarına kılıf hazırlayan yasalar niteliği taşıyor. Öte yandan Kürt ulusal hareketinin kamu düzeni tanımıysa, “siyasal alanın yeniden yapılandırılması ve egemenliğin paylaşılması anlayışı” üzerine kurulu. Çözüm süreciyle hedeflenen de mevcuttaki yarı fiili paylaşımın yasallaşması, yapılanması, tanımlanması. Bunun devlet tarafından reddine yönelik olarak ortaya koyulan PKK tehdidi ise sokağın direnmesi, yani çatışma tehdidi… İki güç ve politika odağı arasındaki çatışmada Newroz öncesi ve sonrası hızla atılan bir adım ileri, iki adım geri karşılıklı adımların arkasında işte bu iki yaklaşım ve beklenti arasındaki çelişki ve gerilim yatıyor. HDP’nin seçime parti olarak girme kararı, Demirtaş’ın barajı aşmaya yönelik “seni başkan yaptırmayacağız” demeçleri, Öcalan’ın kongre tarihi vermeyişi, Erdoğan’ın “Kürt sorunu yok, verilen fotoğrafı doğru bulmuyorum, izleme heyeti gereksiz” açıklamaları, iç güvenlik yasasının meclisten zorla geçirilmesi, Genelkurmay’ın PKK’ye yönelik, PKK’nin askeri hedeflere yönelik kontrollü tacizleri, hükümetin Arınç’ın bir-iki mızmızının ardından seçime kadar izleme heyetlerini ertelemesi vb. Görüşmeler sona ermedi, Kürt sorununa burjuva çözüm yönünde adımlar olanağı tümden tükenmedi; ancak durdu ve ertelendi. Mevcut durumda Rojava ve Kobanê’yle patlayan tıkanıklığın onu üreten nedenle birlikte hala orta yerde durduğu, kartların seçimler sonrası yeniden dağıtılacağı görülmektedir.
Öcalan’ın bir patronaj ilişkisiyle PKK’yi çözmek için bir “alet” olarak kullanılması amacının sonuç vermeyecek, hayalperest bir girişim olduğu zamanla açığa çıktı. Yine de devlet ve AKP, Öcalan ile PKK ve HDP arasında çatlak yaratma, ayrım bulma ve oradan ilerleme politikasında ısrarcı oldu. Oysa siyasi çatlaklar, toplumsal-sınıfsal çıkar farklılıkları ve kriz durumlarında ortaya çıkarlar. Kürt ulusal hareketi bu dönemde krize girmek bir kenarda dursun, tam aksine uluslaşma yürüyüşünde yeni bir fırsat penceresinin açılmasıyla birlikte önemli bir atılım yaşadı. IŞİD’in Irak ve Suriye Kürtlerine saldırısına karşı örülen direnişte Kürtler arasındaki rekabet ve ihtilaflar zayıflayarak Kürt kimliğinin inşası hızlandı. Aynı anda devlet kanadındaysa özellikle AKP’nin 3. döneminde iç ve dış politikada hareket esnekliği kabiliyeti daralıyor, biriken toplumsal-sınıfsal çelişkilerin fonunda içeride Gezi Direnişinin kitlesel sokak militanlığıyla ve Gülencilerle kurulan koalisyonun dağılmasıyla, dışarıda AB’den uzaklaşma ve Ortadoğu’da Sünni İslam adına yürütülen vekâlet savaşlarında alınan yenilgilerle krizler ardı ardına patlak vermeye başlıyordu. Ekim ayında Türkiye Kürdistan’ındaki Kobanê eylemlerinin ardından “Kobanê direndi, devlet kaybetti” başlıklı değerlendirmemizde Türk devletinin, sınırlarının dibinde (biri resmi, diğeri fiili) iki özerk Kürt bölgesi varken ve bunları (resmen veya fiilen) tanımak zorunda kalırken, içeride Türkiye Kürtlerinin özerkliğine dair en ufka bir kırıntıyı dahi tanımamasının giderek zorlaştığı tespitini yapmış, PKK’yle müzakereyi hızlandırmak zorunda kaldığını vurgulamıştık. İşte geçtiğimiz ay Newroz öncesi ve sonrası yaşanan gelişmeleri bu arka plan içerisinden okumak gerekir. Başbakan yardımcısı, İçişleri Bakanı ve AKP grup başkanvekilinin Dolmabahçe’de HDP heyetiyle birlikte verdiği ortak fotoğraf, birikerek önlerine fatura edilmiş bir zorunluluğun sonucudur. Ancak o resmin öncesinde ve sonrasında atılan karşılıklı adımların da bir matematiği vardır: Kobanê eylemlerinden ürken devlet, sonrasında PKK’ye eğer müzakere
Seçimler 1) Devletin MGK düzeyinde, kırmızı kitabında Kürt sorununa yaklaşım parametrelerinde kökten ve esaslı bir değişiklik henüz yapılmamıştır. PKK’nin önerdiği silah bırakma karşılığında burjuva demokratik çözüm perspektifi (bulanık 10 madde esasen bunu önermektedir) AKP ve Genelkurmay tarafından, bir bütün olarak devlet tarafından kabul görmüş olmadığı gibi, meseleyi zamana yayma politikası devam ettirilmektedir. 2)AKP sınıra dayanmıştır ve bundan sonrasını eskiden olduğu gibi sürdüremeyecek durumdadır. Ekonomi, dış ilişkiler, siyasal ve toplumsal çelişkiler, toplam tablo AKP’nin geriye doğru çözülüş sürecine girdiğini göstermektedir. Bu çözülmenin hızı ve temposunu belirleyecek olan önemli bir etmen, önümüzdeki genel seçimlerde alınacak sonuçlardır. Erdoğan’ın gücü ve iktidarı (ve parayı) kendisinde merkezileştirme çabaları, salt bir “kişisel diktatörlük arzusu” vb. ile açıklanamaz; esasen çözülme geciktirilmek istenmektedir, ancak bu yönde atılmak istenen her yeni adım (filli başkanlık uygulamaları, hükümete verilen ayarlar, tek başına anayasayı değiştirerek başkanlık getirme hayali, Erdoğan’ı eleştirenlerin tutuklama, soruşturma, basın davaları, gözdağıyla sindirilmek istenmesi, fitne hikâyeleri, Erdoğan’a örtülü ödenek yetkisi, başkanlığın AKP’nin seçim programına girmesi) ne kadar büyük olursa olsun, geçici etki yaratmaya mahkûmdur ve ayrıca yepyeni kriz öğelerini biriktirmektedir. 3) CHP ve MHP’nin etkin birer siyasal aktör olmaları, ancak zayıf bir ihtimal olan seçimlerden sonra AKP’nin tek başına hükümet kuramaması durumunda gündeme gelir. Bu olmadığı koşullarda Türkiye siyasetinde belirleyici mücadele ve hamleler AKP ile HDP arasında cereyan etmektedir. 4) Seçimlerde HDP barajı aşarsa ne olur? AKP hükümeti kurulduğu müddetçe Kürt sorununda “idarecilik”, “çok az ve çok geç” atılan adımlar, bir süre sonra bu adımlardan da çark politikası sürgit sürdürülmeye çalışılır. Ancak orta vadede tıkanır ve başarılı olamaz. Ak Saray merkezli politika darbe alır, AKP’de yeni arayışlar gündeme gelir, parti içi kriz büyür. Çelişkili, çalkantılı, politik türbülanslara açık bir dönem daha yaşanır.
5) Seçimlerde HDP barajı aşamazsa ne olur? Mevcut İmralı masası dağılır, Türkiye’deki burjuva demokratik siyasal güçler HDP merkezli olarak büyük bir iç ve dış kampanya yürüterek seçimlerin yenilenmesini gündemleştirir, muhtemelen KCK tutuklamalarına benzer bir dönem daha yaşanır, bir süre sonra da mecburen Oslo görüşmelerine benzer yeni bir süreç başlar. Kısacası yine çelişkili, çalkantılı, politik türbülanslara açık bir dönem daha yaşanır. Parlamentonun Solu Bu tabloda seçimler öncesinde burjuva siyasetin “solunda” çözülüş ve HDP’de eriyerek toplaşma artmaktadır. HDP’yi parlamentoya taşımak ve onu parlamentonun soluna daimi bir üye olarak yerleştirmek gereği, daha önce bu görüşte olmayan birçok örgüt ve hareketin üzerinde dayanamadıkları bir basınç yaratmakta, HDP’ye “bu seçimler için” destek kararları açıklanmaktadır. AKP’nin tek yanlı bir çubuk bükmeyle ağırlaştırdığı burjuva siyaset zeminindeki zorlanma başta olmak üzere çeşitli güncel nedenlerin yanı sıra, bunun bir dizi köklü ve tarihsel nedeni var. Temelde yatan unsurlara değinmekle yetinelim: 1) Öncelikle ve esas olarak Türkiye’de geniş anlamıyla “solculuk” bir işçi sınıfı karakteri taşımamakta, esasen küçük burjuva bir sınıfsal karakterdedir. Kendisinin geniş bir şal olan “sol” yelpaze içerisinde olduğunu iddia eden, dolayısıyla burjuva meclisin solunda yer almayı hedefleyen parti ve örgütlerin tabanı da esasen kıyılardaki kent merkezlerine, orta sınıf semtlerine, sınıf kimliğinin önüne Alevi kimliğin geçtiği mahallelere, sınıf (işçi sınıfı ve kent yoksulu) kimliğinin önüne Kürt kimliğinin geçtiği kent ve mahallelere dayanmaktadır. Orta sınıf semtleri dışında, yukarıda sayılanların hepsinde aslında işçi kaynamaktadır, ama bu parti ve örgütlerin bu kesimler içerisinde yürüttüğü bir sınıf çalışması, bu yönde ürettiği talep ve formülasyonlar yoktur! Dolayısıyla sınıfsal olarak küçük burjuva bir “sol”la karşı karşıyayız. 2) Bu küçük burjuva sınıfsal taban, sınıfsal yapısına uygun bir toplumsalsiyasal-ruhsal davranış durumu sergiliyor. İdeolojik bulanıklığı, yaşam tarzı, konformizmi, dağınıklığı, oradan oraya savrulması ve rüzgâr nereden eserse kapağı oraya atması, hemen hiçbir zaman bağımsız ve iç tutarlılığa sahip bir duruşunun olmaması, her zaman daha büyük güçlerin gölgesine girmeyi gözetmesi, kötünün iyisi göreciliği, en radikal olduğu dönemlerde bile düzenden/sistemden kopamayışı ve en ufak şeyde beklentiye girmesi vd. bunun en tipik göstergelerinden birkaçıdır. Dolayısıyla büyük beklentilerden büyük hayal kırıklıklarına geçiş yapmak, Gezi’den sonra kolay sonuç alamama sonucu yorgunluk, hayal kırıklığı ve güçsüzlük duygusuna savrulmak, siyasette de güçlü olanın yanına kaymak bu kesimlerin yaşam alışkanlığıdır; kimseyi şaşırtmamalıdır. 3) Küçük burjuva siyasetin yaşadığı güncel dönüşümün arka planında kapitalizmin içsel neoliberal dönüşüm süreci yatar. Bu dönüşümün fonunda bu hareketler, sadece sistemin hâkim kıldığı (başta silahlı mücadele olmak üzere) kırmızı çizgiler sonucu sadece dışarıdan gelen baskı sonucuyla değil, bununla birleşik olarak içeriden de kapsadıkları küçük ve orta burjuva kesimlerin liberal yaşam tarzı ve ideolojisinin baskın etkisi karşısında çözülmektedirler.
demokrasisi kapanında sömürülüyorlar. AKP’nin tarihsel rolü, burjuva demokrasisinin en geri muhafazakâr düzeyde tutulmasına hükümet etmek oldu. Ancak bu süreçte, özellikle de 3. döneminde, dış ve iç politikada yaptığı gerici ayarlarla karşısında kendisine karşı ciddi bir muhalefet potansiyeli de oluşturdu. Son döneminde önemli bir güç ve iktidar merkezileşmesi de yarattı. Bu karşısındaki bloğu da netleştirdi. Bugün Türkiye’nin en kitlesel, en büyük partisi “Erdoğan’ı istemeyenler partisi”dir. Dünya ekonomisine entegre olmuş, yönü Batı’ya doğru olan tekelci burjuvazi de bunun farkında. Burjuvazinin kolektif çıkarı gereği atılması gereken kimi adımlar da (Kürt sorununun stabilizasyonu, yeni anayasa vd.) sürüncemede kalıyor. Burjuva siyasette yeni arayışlar hızlandı. CHP bu seçimlerde Kemal Derviş’e ekonominin sorumluluğunu şimdiden verme sözü vermiş bir parti olarak, aynı anda emek vurgusunu arttırma ve bunu kitlelere yutturma gibi zor bir işe girişti. O zaten hiçbir zaman parlamentonun solu bile olmadı, onu bir kenara bırakalım. Ama HDP şimdiden barajı aşma iddiasına uygun bir kampanya yürütmeye başladı. Geçiş döneminin alternatifsizliği ile parti programının bohça misali eklektik yapısı onu çekim merkezi haline getiriyor. Halkevlerinden EHP-ÖDP türü reformcu partilere, bir dönemin Maocu örgütlerinden bugün liberalizme çiğdem-çekirdek olmuş küçük grupçuklara, gazetecilerden liberal aydınlara dek çeşitli gruplardan HDP’ye destek açıklamaları başladı, ilerliyor. “Erdoğan diktatör olacak” korkusu duyanlardan bu yaz faşizmin gelmesini “sandıkta(!)” engellememiz gerektiğini savunanlara, HDP’ye oy vermemenin Rojava’ya destek vermemek, hatta şovenizm olduğunu propaganda edenlerden, Alevilerin kurtuluşu için HDP’ye oy vermek gerektiğini söyleyenlere dek türlü çeşitli gerekçelendirmeler yapılıyor. Oysa asıl gerçek şu, 1 Mayıs yaklaşıyor, bunu neden kimse söylemiyor: Kimse işçi sınıfı çalışması yapmıyor! Kimse işçi sınıfına güvenmiyor, orada bir güç, bir umut görmüyor! Kimse bir devrimi, hele hele bir işçi sınıfı devrimini, bir komünist devrimi hayal dahi etmiyor! Kimsenin programında işçi sınıfı yazmıyor! Hiçbirinin demokrasi mücadelesinde işçi sınıfının adı geçmiyor, hiçbiri bayrağına sosyalist demokrasiyi yazmıyor, hepsi demokrasiyi “sınıfsızlaştırıyor”! Sizi gidi küçük burjuvalar, sizi!
4)’80 sonrasında Türk ve Kürt solunun evrimi benzerdir, hatta genel planda dünya çerçevesinde de aynı evrim yaşanmıştır; sadece aralarında var olan 5-10 yıllık bir geriden gelmeden söz edilebilir. Komünist bir devrim programına sahip olmayan “sol”, antifaşist- antiemperyalist nitelikteki halkçı-ulusalcı bir hattan, kısaca devrimci demokrasiden önce liberal halkçılığa çözülmektedir. Bu parlamentonun soluna yerleşme hedefiyle de örtüşür. Bunun bir adım sonrası sosyal-neoliberal demokratlıktır. Sınıf mücadelesinin doğrudan değil dolaylı ve çarpık bir alanı olan “kültür savaşları” alanında mücadele etme önceliğine sahip yapı ve hareketler, bu çözülüşü daha hızlı yaşamaktadırlar. Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Pademos, Türkiye’de HDP de takipçilerine kendilerinden önceki örnekler olan Brezilya, Güney Afrika, Latin Amerika’da izlenen yolun tekrarını yaşatmaya adaydırlar.
Bu kafayla kim bilir daha kaç seçim öncesinde, seçimlerden sonra “Öcalan özgür olacak” dersiniz: Cezaevlerindeki tutsaklar özgür olsun istiyorsanız, bir işçi deryası olan bu ülkenin işçilerini kazanmalıydınız! Kim bilir daha kaç seçim öncesinde, seçimlerden sonra “AKP gidecek, barış, özgürlük, demokrasi gelecek” dersiniz: “AKP’ye bu kadar oy kimin yüzünden gidiyor, kim çalışmıyor, kim hangi sınıf içerisinde, hangi sınıfın çıkarları için çalışıyor?” soruları sorulmadan sizin seçim sonuçlarını anlamanız, ders çıkarmanız, başarılı olmanız mümkün mü?
Sonuç Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve kent yoksulları geri düzeyde bir burjuva
Ama biz de İşçi Meclisi’yiz. Bizim yolumuz sizden ayrıdır, bunu da biliniz.
Seçimlerden geçerek burjuva parlamentonun soluna yerleşmeyi ve Kürt sorununu çözmeyi hedefleyen arkadaşlara sesleniyoruz. Buyurun siz meclise gidiniz, size engel olacak değiliz.
10
işçi meclisi
Komünist Nefer Erkan Altun yoldaş ölümsüzdür!
Kobané’de başlayan direniş ve buna karşı süren IŞİD saldırıları karşısında Kobané’ye geçerek burada süren direnişin bir parçası olmayı seçen Erkan Altun Kobané’de Komünist Nefer olarak ölümsüzleşti. Erkan Altun yoldaşın sosyalizme inancı üzerinden geçen yaşamı ve devrimci mücadeledeki iradesi, enerjisi ve direnci, sınıf devrimcilerine örnek olacaktır. Kobané’de ölümsüzleşen Komünist Nefer Erkan Altun yoldaş Ihlamurkaya Mezarlığı’nda babasının yanında toprağa verildi. 12-13 Ekim gibi geçtiği Kobané’de YPG’li savaşçılarla Erkan yoldaşın IŞİD çetesi ile girdikleri bir çatışmada 10 YPG’li savaşçı ile birlikte Erkan yoldaş da ölümsüzleşmişti. Çatışmanın yaşandığı zamanda bölgenin YPG kontrolünde olmamasından kaynaklı ancak Kobané’nin IŞİD’den temizlenmesinin ardından bölgeye ulaşılabildi. Harabeye dönen binada yapılan mayın ve bomba temizliğinin ardından Erkan yoldaşın cansız bedenine ancak 11 Mart günü ulaşıldı. Kobané’de Kobane savaşçıları tarafından sınıra getirilen Erkan yoldaşın cenazesi ailesi ve dostları tarafından Suruç’ta teslim alındı. Erkan yoldaşın cenaze töreni 13 Mart Cuma günü İstanbul’da gerçekleştirildi. Sarıgazi Cemevi’ne saat 11.00 gibi getirilen cenaze burada bir süre bekletildikten sonra Cemevi bahçesine çıkartılarak ziyarete açıldı. Sabah saatlerinden itibaren Sarıgazi Cemevi’ne gelen ailesi, dostları, yoldaşları Erkan yoldaşın tabutu başında nöbet tuttu ve konuşmalar yaptı. Erkan’ın ailesini Kobané’de ölümsüzleşen MLKP’li Serkan Tosun’un babası Niyazi Tosun ve Yılmaz Selçuk’un kardeşi Semra Selçuk ile YPG’li Mustafa Can Şeker’in ailesi de yalnız bırakmadı.
mücadelesi diğeri ise Rojava direnişi. Onun bu anıtının ışığında iki mücadeleyi de sonuna kadar sürdüreceğiz. Erkan yoldaşa söz” dedi ve “Erkan yoldaş ölümsüzdür” diyerek konuşmasını sonlandırdı. Konuşmaların ardından Erkan yoldaşın cenazesi kızıl bayrağa sarılarak mezarına yerleştirildi. Mezarı karanfillerle donatıldı. Tören sloganlarla sonlandırıldı.
yalnız bırakmayan avukatı ve bir cezaevi arkadaşı söz aldı. Onunla görüşlerde uzun süre sohbetler etme fırsatını bulduğunu belirten avukatı “İçim sanki kendimden bir parça kopmuş gibi acıyor, onun avukatı değil yoldaşı oldum hep” dedi. Cezaevi arkadaşı ise “Bazen kısa konuşmak gerekir. Erkan’ın bıraktığı mücadeleyi sürdürmektir önemli olan” dedi.
Ortak törenin sonlandırılmasının ardından Devrimci Proletarya Erkan yoldaşın mezarı başında bir anma gerçekleştirdi.
Anma saygı duruşuyla sonlandırıldı.
İşçilerin ardından sözü 10 yılı cezaevlerinde geçen Erkan yoldaşla buradan tanışan ve onu
Komünist Nefer Erkan Altun ölümsüzdür…
Erkan Altun 90’lı yılların sonlarına doğru başladığı devrimci mücadeleyi yaşamının Devrimci Proletarya temsilcisi ilk sözü aldı. sonuna kadar sürdürdü. 34 yıllık yaşamını bir Erkan’ın tabutu başında konuşan abisi Ali Hıdır Konuşmasında her dönemin kendi kadrosunu devrimci olarak sosyalizm mücadelesine adadı Altun Erkan’ın devrimci yaşamından bahsederek yarattığını, Erkan yoldaşın da antifaşist müve Kobané’de ölümsüzleşerek bu yaşamını Erkan’ın yaşamından ve mücadelesinden gurur cadelenin yükseldiği 90’lı yıllarda örgütlendiğini, taçlandırmış oldu. duyduklarını ifade etti. mücadeleci ve inançlı yanının gelişkinliğinin altını çizdi. Erkan yoldaş proletarya sosyalizmine 2001 yılında cezaevlerinde süren Ölüm ESP Genel Başkanı Sultan Ulusoy ve HDP inanmış olduğunun ve onun mücadelesini Oruçlarına destek için yapılan bir eylem sonrası İstanbul İl Yöneticisi Rıza Taşdemir de Erkan sürdürdüğünün altını çizdi. yapılan operasyonun ardından tutsak düşmüştü yoldaşın tabutu başında birer konuşma yaptı. Erkan. Bu şekilde başladı 10 yıl sürecek tutsaklık yılları. Cezaevine girer girmez de yaşamın Konuşmalar sürekli “Erkan yoldaş ölümsüzdür”, Ardından genç kadrolar adına söz alındı. Konuşmacı Erkan yoldaşın gençlere verdiği hücreleştirillmesine karşı sürdürülen Ölüm “Biji berxwedana Kobané”, ”Yaşasın devrim ve değer ve emeğin herkes tarafından bilindiğini Orucu eyleminin bir parçası oldu. 380 gün kadar sosyalizm” sloganları ile kesildi. belirtirken, onun sınıf devrimciliği yönünün bu eylemin içerisinde yer alan Erkan, eylemin dikkat çektiğini ve gençler olarak bunu örnek sonlandırılmasının ardından da içeride hücre Saat 15.00 gibi cemevinden Ihlamurkaya alacaklarını vurguladı. tipine karşı mücadelenin bir parçası oldu. Mezarlığı’na hareket edildi. Araçların beklediği yere kadar Erkan yoldaşın tabutu omuzlarda Erkan yoldaşı en yakından tanıyanlardan olan 2011 yılında cezaevinden çıkar çıkmaz yine taşındı ve kortejler oluşturularak Sarıgazi içerdirenişçi işçiler de Erkan’ın mezarı başındaydı örgütlü mücadeleye sarıldı. Proletarya sosyalisinde yürüyüş gerçekleştirildi. Yürüyüşte sıklıkla ve söz alarak onu anlattılar. Süreyyapaşa işçisi izminin savunucusu ve örgütleyicisi olarak bu “Yaşasın Kobané direnişi”, “Erkan Altun Yoldaş ilk sözü aldı ve Erkan’ın saf devrimciliğinden, düşünceyi işçi sınıfı ve gençlikle buluşturmaya ölümsüzdür”, “Yaşasın devrim ve sosyalizm”, örgütçülüğünden ve emektarlığından ve örgütlemeye çabaladı. BU süre içerisinde İşçi “Yaşasın komünist devrim”, “Bedel ödedik bedel etkilendiğini belirterek “direnişlere emek koyar, Meclisi’nin de çıkarılması, dağıtımı ve örgütlenödeteceğiz” sloganları atıldı. yok olanı var eder, gerekirse kendisi bir şekilde mesinde de yoğun emeği geçti Erkan yoldaşın. bulup buluştururdu” diye ekledi ve onun işçi Ihlamurkaya Mezarlığı’na gelindiğinde Erkan’ın sınıfı mücadelesini sürdüreceğini belirtti. Kobané’de başlayan direniş ve buna karşı süren tabutu omuzlarda defnedileceği yere babasının IŞİD saldırıları karşısında Kobané’ye geçerek mezarının yanına kadar sloganlar eşliğinde Ardından Erkan yoldaş ile Hey Tekstil burada süren direnişin bir parçası olmayı seçen taşındı. direnişinde tanışan bir tekstil işçisi söz aldı Erkan Altun Kobané’de Komünist Nefer olarak ve şunları ifade etti: “Hey Tekstil işçilerinin ölümsüzleşti. Mezar başında Meyader adına Kürtçe bir direnişinde birçok siyaset ve kişi gibi gelip bir konuşma gerçekleştirildi. Ardından da Devrimci Erkan Altun yoldaşın sosyalizme inancı üzerProletarya temsilcisi söz aldı. “Bir devrimci öldü, görünüp yok olmadı, her eylemde yer aldı, yaz kış direniş çadırındaydı, orada geceledi sıklıkla. inden geçen yaşamı ve devrimci mücadeledeki Komünist bir Nefer sessizce sırasını savdı” diErkan farkını, sınıf devrimciliğini emeği ile soiradesi, enerjisi ve direnci, sınıf devrimcilerine yerek söze başlayan konuşmacı Erkan’ın mezarını mutlayan bir devrimciydi” örnek olacaktır. bir anıta inanmışlığın, iradenin, mücadelede ısrarın anıtına çevireceklerini belirtti ve “Erkan bize iki miras bıraktı, biri komünist devrim
1 Mayıs bizimdir!
11
işçi meclisi
Biz işçiler patronlar için değil, kendimiz için bir sınıf olduğumuzda, kendi özlem ve hayallerimizi gerçek kılmayı başardığımızda gelir özgürlük. Ulusal-cinsel-sınıfsal köleliğimize son vermek için yürüttüğümüz mücadelede en güzel elbisemizle, işçi tulumuyla sokakları zapt edip Gezi’nin proleter tekrarını yaşattığımızda sokaklarda yürür özgürlük. Zamanda ve mekânda özgürlük burjuva demokrasisiyle değil, sosyalist işçi demokrasisiyle gelir ancak. Bu yüzden bu 1 Mayıs’a şimdiden hazırlanalım, en kitlesel biçimde katılalım, özgürce sokaklarda ses verelim. 1 Mayıs işçi sınıfının birlik günüdür. İşçi sınıfı her bir 1 Mayıs günü tüm dünyada ve ülkemizde, tüm şehirlerde en büyük meydanlarda bir araya gelir. Kendi içerisindeki katmanları, ayrımları,
dolaştığımız, gösteri yaptığımız mekânlara da hükmetmek isterlerse, onlara yanıtımız her zaman anladıkları dilden olmuş ve olacaktır. Bu yüzden tarihte 1 Mayıslar patronların işçi
bozulur. Uyanır işçi sınıfı 1 Mayıslarda… Krizin büyümesinden, geminin karaya oturmasından korkuyor burjuvazi; peki ama bu geminin kürek mahkûmları olan bizlerin kaybetmek-
Seçimler bittiğinde il il seçim sonuçlarını açıklar ya televizyonlar… Biz sınıf bilinçli işçiler bunları değil, 1 Mayıs’ta hangi ülkede kaç işçinin sokağa çıktığını takip ederiz. Sandıklar işçi sınıfı ve emekçileri hipnotize ederler genellikle; işte bu büyü sokakta işçiler yürüdüğünde, fabrikada greve gittiğinde, plazada cayırtı kopardığında bozulur. Uyanır işçi sınıfı 1 Mayıslarda... farklılıkları, ücret, güvence, eğitim, yaşam tarzı farklarını bir gün için bile olsa bir kenara koyarak, onların üzerine çıkıp birlik olarak meydanları doldurmanın coşkusunu yaşar. Ne kadar kalabalık, ne kadar büyük, ne kadar güçlü, ne kadar canlı bir sınıf olduğunu kendisine ve tüm topluma gösterir. Tatil hakkını işletemiyorsa kendisini her gün boğan zoraki çalışmayı bir günlüğüne fiilen bırakarak, tatilse en güzel giysilerini üzerine çekerek kadınlı-erkekli, eşi, dostu, kardeşi, fabrikadaki, plazadaki yoldaşıyla sokaklara akar, sloganlarını atar, meydanları hıncahınç doldurur. Bu yüzden burjuvazi 1 Mayıslardan korkar. Biz işçilerin bu bir günlük saadeti, onuru, özgücümüze güveni tüm bir yıla yaymamızdan, bizi artık yönetemez olmaktan korkar. Bu yüzden patronlar devletteki memurları ve politikacıları aracılığıyla 1 Mayısları yasaklatır. İşçilerin en kolay ulaşılabilen, herkesçe görüldükleri meydanlara özgürce çıkmalarını istemez, onlara şehir dışındaki alanları işaret eder, barışçıl 1 Mayıs nutukları atar. 1 Mayıs işçi sınıfının mücadele günüdür. İşçiler bugün patronların dayatmalarına boyun eğmezler. İşçiler bugün devletin dayatmalarına boyun eğmezler. İşçiler bugün sendika bürokratlarının ve liberallerin dayatmalarına boyun eğmezler. Başbakanın, patron örgütlerinin, valilerin, polis müdürlerinin yasaklarına rağmen 1 Mayıs’ta işçi sınıfı bayram gününü tarihsel mücadelelerle kazandığı meydanlara akarak kutlar. 1 Mayıs Meydanı her şehirde kentin en büyük ve en canlı meydanı, işçilerin bu günü kutlamayı kendi iradeleriyle seçtikleri meydandır; devletin gösterdiği meydan değildir ve olamaz! Zamanımıza hükmeden patronlar,
sınıfını rahat yönetemediği her yerde bir kavga günü olmuştur, bundan sonra da olacaktır. İşçi sınıfının bu 1 Mayıs’ta da kavgadan kaçmayacağı görülecektir.
ten korkacak neyi kaldı? Gezi direnişi öcü gibi gösteriliyor, oysa özgürlük için ayağa kalkmanın bedelinden kaçılır mı hiç? İşçi sınıfının örgütlenmesini, eylemini, bilincini yükseltmesinin yolu açık değil, engeller var önümüzde; ne 1 Mayıs işçi sınıfının dayanışma günüdür. zaman olmadı ki? Özgürlük ve demokrasi küUluslararası bir mücadele günüdür 1 Mayıs. flü seçim sandıklarıyla değil, işçi sınıfının siPatronlar sınıfı olan burjuvazinin yarattığı yasette gücünü göstermesiyle gelebilir ancak. dünya paranın, çıkarın, bencilliğin, alışverişin Biz işçiler patronlar için değil, kendimiz için dünyasıdır. Onlar tüm dünyayı kendilerine bir sınıf olduğumuzda, kendi özlem ve hayalbenzetmişler, bütün dünyayı küresel çıkarları lerimizi gerçek kılmayı başardığımızda gelir temelinde yönetirler. Onların karşısında işçilerin özgürlük. Ulusal-cinsel-sınıfsal köleliğimize son kendi güçlerini tüm dünyada aynı gün göstervermek için yürüttüğümüz mücadelede en güzel meleri, aynı gün hep birlikte sokağa çıkmaları da elbisemizle, işçi tulumuyla sokakları zapt edip tesadüf değildir. İşçi sınıfı da, çıkarları patronlara Gezi’nin proleter tekrarını yaşattığımızda sokaktam tersi yönde ancak benzer biçimde küresel larda yürür özgürlük. Zamanda ve mekânda bir sınıftır. Ulus, milliyet, din, cins ayrımıyla özgürlük burjuva demokrasisiyle değil, sosyalist patronlar sınıfı tüm dünyada işçileri bölseler de, işçi demokrasisiyle gelir ancak. Bu yüzden bu 1 bir günlüğüne de olsa bütün dünyadaki işçiler Mayıs’a şimdiden hazırlanalım, en kitlesel biçimbu ayrımların üzerinde bir birliği mücadele de katılalım, özgürce sokaklarda ses verelim. içerisinde yaratabilecekleri bir dayanışma ruhunu kuşanırlar. Bütün uluslardan Amerikalı-Herkese insanca koşullarda çalışma ve yaşam Avrupalı-Afrikalı işçiler, aynı coğrafyadaki hakkı! farklı uluslardan, Türk-Kürt-Arap işçiler sınıf çıkarlarının ortak, güçlerinin bir olduğunu his-Esnek, güvencesiz çalışmaya, düşük ücretlere, sederler. Beraber sokağa çıkar, beraber slogan taşeronluk sistemine son! atar, beraber çatışır, beraber yürürler. Birbirleriyle dayanışmalarını sergilerler. -Plazaların, villaların, AVM’lerin saltanatını, sınıfsal-cinsel-ulusal köleliği yıkacağız! 1 Mayıs işçi sınıfının bugünü ve geleceğidir. Seçimler bittiğinde il il seçim sonuçlarını açıklar -Sermaye için değil işçiler için demokrasi! ya televizyonlar… Biz sınıf bilinçli işçiler bunları Yaşasın Sosyalist İşçi Demokrasisi! değil, 1 Mayıs’ta hangi ülkede kaç işçinin sokağa çıktığını takip ederiz. Sandıklar işçi sınıfı ve -Yaşasın 1 Mayıs, Biji Yek Gulan, Yaşasın emekçileri hipnotize ederler genellikle; işte bu Komünizm! büyü sokakta işçiler yürüdüğünde, fabrikada greve gittiğinde, plazada cayırtı kopardığında
12
işçi meclisi
Yılmaz Çelik Hasır Direnişi’ne İşçi Meclisi’nden Dayanışma Ziyareti 5 Nisan Pzar günü İşçi Meclisi okurları olarak, direnişlerinin 11. gününde Yılmaz Çelik Hasır işçilerini bir kez daha ziyaret ettik. Ziyaretimizde sohbet ettiğimiz işçiler, patronun her türlü ayak oyununa ve patronun adamları tarafından silahlı saldırıya uğramalarına rağmen tüm kararlılıklarıyla direnişe devam edeceklerini ve haklarını alana kadar da fabrikayı terk etmeyeceklerini dile getiriyorlar.
ilanını arabasına asmış. İşçiler direniş sürecinde aslında yasaların kimden yana olduğunu yaşayarak görüyorlar ve bunu da şu sözlerle ifade ediyorlar: ”Patronlar iflasını karar altına alarak her türlü borçlarını dondurup ertelerken, borçlanmak zorunda bırakılan bizler için,borç ödeyememenin herhangi bir mazereti yok, borcumuzu ödeyemeyince bankalar tepemize biniyorlar, herhangi bir erteleme hakkı tanımıyorlar!”
Patronun ilk günlerde kendilerine karşı ”Ben bittim, neden bana inanmıyorsunuz, size bu parayı ödeyecek gücüm yok, tüm samimiyetimle söylüyorum bana inanın” demesinin hemen ardından paralı adamlarını silahla işçilerin üzerine saldırttırması sonrasında işçilerin öfkesi daha da bileylenmiş durumda.
Gündelik zorunlu ihtiyaçlarını ise çevre fabrikalardan işçilerin ve çevrelerindeki yakınlarının dayanışmasıyla gideriyorlar.
Direnişçi bir işçi anlatıyor: ”Patron bizim bu kadar direneceğimizi tahmin etmiyordu, bir iki gün durur giderler diye düşünüyordu. Kararlılığımızı görünce bize 1 maaş ve tazminatımızın 1/3’ünü ödemeyi teklif etti ama biz ortak bir karar alarak bu teklifi kabul etmedik. En son Cuma günü alacaklı olduğunu iddia eden Güneş Çelik Hasır’ın sahibi ve avukatı yanlarında iki üç araba dolusu ülkücüyle beraber makinaları alma girişiminde bulundular ve kararlılığımızı görünce geri adım atmak zorunda kaldılar ve onları fabrikaya sokmadık. Daha sonra bize avukatımız aracılığıyla iki maaş ve tazminatımızın yarısını teklif ettiler. 6 Nisan pazartesi her şey netleşecek, yani anlayacağınız ”dananın kuyruğu” pazartesi kopacak. Gerekirse çoluğumuzu çocuğumuzu buraya yığacağız.”
İşçiler zorunlu durumlar haricinde fabrikayı terk etmiyorlar. Evlerine ise nöbetleşe gidiyorlar.
Başka bir direnişçi işçi diyor ki: ”Bu güne kadar bizim başımıza böyle bir şey gelmedi. İlk defa böyle bir direniş içersindeyiz. Buraya gelen sizin gibi işçi arkadaşlar kendi yaşadıkları deneyimlerini aktarıp bize önerilerde bulunuyorlar. Bizde bu direnişten sonra, nerede işçi direnişi olursa destek verecek ve deneyimlerimizi paylaşacağız.” İşgalin ilk günlerinde fabrikada rutin devam eden gündelik yaşam, süreç ilerledikçe kolektif bir yaşama doğru adım adım ilerliyor. Yemek, temizlik, bulaşık vb işleri hazırladıkları nöbet çizelgesine göre yapıyorlar. Gelen ziyaretçilerine de süreç hakkında bilgilendirme yapıyorlar. İşçilerin tümü bankalara zorunlu ihtiyaçlarından dolayı borçlu durumda. Maaşlarını alamadıkları için bu borçları ödeyemiyorlar. Ve kendi ifadesiyle ”iyi kötü” arabası olan bir işçi borcunu ödeyebilmek için dün aracını satmak zorunda kaldığını anlatıyor. Bir başka işçi de ”satılık”
Direnişe yapılan işçi ziyaretleri ve dayanışmanın kendilerine güç verdiğini ve motive ettiğini belirtiyorlar.
Sonra fabrikayı beraberce gezmeye başlıyoruz. Oldukça soğuk olan alanının şu an için mi böyle oduğunu sorunca yıllardır soğukta çalışmak zorunda bırakıldıklarını anlatan bir işçi ”Ben 20 yıldır burada – 12 derece soğukta çalıştım, burada benim emeğim var, patronun ben bittim demesiyle bu iş bitmez” diyor. Isınmanın bir maliyet olarak görüldüğü fabrikada sadece makinaların çalışabilmesi için ısıtıcılar mevcut, ısıtıcılar makinalara doğru çevrilmiş. ”Bizim üşümemizin bir kıymeti yok, makinalar bizden daha kıymetli” diyorlar. Direnişten yaklaşık 3-4 gün önce bir işçi akadaşlarının makinada parmaklarının koptuğunu anlatıyorlar. İşçi sağlığı ve güvenliğine dair hiç bir önlemin alınmadığını ve bunun sadece duvarlarda asılan levhalardan ibaret olduğunu söylüyorlar. Metal tozunu solumaktan kaynaklı hemen hepsinin ciğerlerinde sorun olduğunu belirtiyorlar. Son olarak bu direnişin en büyük kazanımının birlikte hareket etmenin gücünü fark etmek olduğunu söylüyorlar. Direnen Yılmaz Çelik Hasır İşçisi Yanız Değildir! Yaşasın Sınıf Dayanışması! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! İşçi Meclisi Okurları
Biliyorduk da… Eşleri işçi katliamında kaybeden kadınlar ve sadece kadın olduğu için evde, sokakta, kuytuluk bir yamaçta çığlık çığlığa acı çeken kadınlar. İkisinide ikili ilişkinin toplumsallaşmış haliyle gödük hep, yoksa yokmuydu önceden biliyoruz vardı, biliyorduk sonuçları bu olmadan önce nedenlerini. Dediler ki: “Tecavüz edilmiş”, “hayır yok edilmemiş”.
7. Alarm
arası eşitlik. Ortadan kaldırma, yok etme zorunluluğu yükümlülüğü. Bilselerdi, Soma madenci yakınları, Zonguldak madenci direnişlerini ve buna karşı bürokratların akıl oyunlarnı, 301 işçinin yanına, 301 bürokrat gömülürdü, sonra 301 kurum, 301 yıkım, 301 eylemleri. Biliyoruz da söylüyoruz: Ostim’de bir patlama daha olmuyorsa, bu bir sürü raslantının bir araya
Dedik ki: “Ne fark eder, niyet belli”. Dediler ki: “Sağ kurtulma ihtimali var” Dedik ki: “Sağ çıksa ne olur,çıkmasa ne olur,niyet belliydi” Nedenleri daha önceden bildiğim bir şeye üzülmüş gibi yapamam ben. Bekliyordum çünkü, ağlamıştım öncesinde ve bütün gücümle yüklenmiştim barikata, gerçek kendisiyle yüzleşmeden önce. Yarın için geçerli olan şeyleri dün söyledik, nedenlerini görürseniz, sonuçlarına şaşırmazsınız. Cinsiyetçi eğitim verirseniz, toplumsal kodlarınız çifte standartlarla doluysa eğer, telsiz seslerinde aranan suçlu sizsiniz. Cinsiyetçi değil, cinsel eğitim. Grev yasaklamalarıyla anılırsa adınız, baskı, gözaltı, tutklama. Siren sesleri sizin sesiniz ve göçük altında aradığınız şey, sizin eseriniz. Bütün merhumlar ketum sizin için, bildiğinizi neden ifşa edesiniz. Dedik ya:İkili ilişkiler sorunu, toplumsallaştırdı. Ostim’de patlamada yakınlarını kaybeden kadınlar, iş başa düştü dediler çıktılar sokağa. Yoksa Mehmet Efe biliyordu da söylemiyordu, işte işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerinin olmadığını. Ermenek’li kadınlar, iş başa düştü dediler de haykırdılar ya kafalarını para kasası yapmış o dolar beyinli oluşumların oluştuduğu karabalık havuzunda. Yoksa Mehmet Efe biliyordu da söylemiyordu. Hayat suyu yerin derinliklerin de böylesine can alıcı, kulak çınlatıcı, soluksuz bırakmaz insanı. Özgecan, biliyordu da söylemiyordu. Kadın olmanın sakınılası duygularını, o yüzden iş başına düştü ya feministler, yaşamı tek cins sorunu olarak görüp yanlızlaştırdılar ya. Biliyoruz da söylüyoruz: Kadın sorunu aynı zamanda erkek sorunu, yoksa her şey sadece kendisiyle sorun olamaz ve sadece kendisiyle sorunu çözemez. Biliyoruz devlet varlığı gereği kadın, erkek ortaklaşa yardımlaşa söylevlerini. Biliyoruz da söylüyoruz: Ortaklaşa yardımlaşa değil, zorunluluğu yükümlülüğü gereği olarak bile herkes. Biliyoruz da söylüyoruz: Cinsler arası karşıtlık değil, sınıflar arası kaşıtlıklar bizim nedenimiz, o yüzden olmaz, cinsler ve sınıflar
gelemeyişinden kaynaklı, yoksa varlık durumu buna müsait. Bilseydi söylerdi daha önce Özgecan olmuş genç canlar: Öncesi olanın sonrası da olur, önleyici olmazsan eğer oluşturucususunuz, engelleyici söylevleriniz boşuna. Biliyoruz da söylüyoruz kadınlarla üremekten başka derdiniz olsaydı, aynı saflarda rüku ederdiniz. Mahremiyet arkasına saklanmış masumiyet halleriniz boşuna, ırzına geçecek niyetleriniz var, gebe kalmış arzularınız, dogarsa ya reform yada sosyalizm olur, kürtaj hakkınız yok, tecavüzcünüzü tahrik ve teşvik ettiniz. Biliyordu ya özellikle söylemiyordu, elini silindire kaptıran Irmak arkadaş. Aklı o iğrenç adamın salyalı muhabbetindeydi, iğreniyordu da yine de kafasından atamıyordu, zaten burda yaşıtı olan bir kadında yoktu, aklı dağınıktı o yüzden. Derken bir kıtırdımıydı o anlamadan, çığlık çığlıga bastı “yaygarayı” tomurcuk, tomurcuk çıkan o yaşlar sanki baraj tazikliğindeydi. Biliyordu da, ara sıra söylüyordu o yüzden: Öncesinde ustabaşı olmayan o adamın, neden bu kadar rahat, salyalı muhabbetini. Yanlış yapılırsa hata, tekrarlanırsa karakter olur. Kadın doğmaz bir çocuk yada her çocuk erkek. Sermayeli yada sermayesiz, işçi sınıfının çocukları emek gücüyle doğar biliyoruz ve söylüyoruz: Toplumsallaşan emek, toplumcu kodlarından arınmış emektir, başka türlü olurmu ki, olmaz ki, olur mu hiç? Komünizm’de emeğin cinsiyeti olmaz ki, olurmu hiç?
13
Çanlar Kimin İçin Çalıyor
tika apartopar merkeze kaçırıldı. Şimdi hasar tespitiyle birlikte içine düşülen stratejik çukurdan nasıl çıkılacağı üzerine planlar yapılıyor. “Değerli yalnızlıktan” ve onun Suriye’nin neredeyse Şam hariç tüm şehirleri “ahlaki-insani”(!) harabeye döndü. Benzer bir süreç şu an da Irak’ta söylemlerinden da yaşanıyor. Musul kuşatmasına, saldırısına yol vazgeçmek ve bunu açmak için Irak’ın büyük kentlerinden olan Tikrit’i kitlelere yutturabilmek IŞİD’den geri almak için İran destekli büyük bir için yeni senaryolar saldırı başladı. Irak’taki mezhepçi Şii iktidara hazırlıyorlar. duyulan Sünni tepkiyi örgütlemiş görünen IŞİD’in ‘Sünnistan’ hayalleri geri adım atmayacağını gösÇanlar AKP’nin neoteriyor. İki karşıt gücün savaş meydanına dönecek liberal muhafazakar olan bu tarihi şehir diğer birçokları gibi harabeye iç ve dış politik vizyoçevrilecek. Emperyalist kapitalist politikaların nunun tümü için hep bölgesel işbirlikçileri aracılığıyla uygulandığı bu birlikte çalıyor. Vizyon tarihi coğrafyada bir gün gün yüzü görmemiş ve vitrin parıltılı neon bölge emekçi halkı iktidar mücadelesinin piyadesi ışıklarını yitireli çok olmaya, başkalarının savaşında dövüşmeye, kan olmuştu. Düne kadar uykulara uyanmaya devam edecek. Öyle ki, em“demokrasi tramvayı” gereği vitrine konulanlar peryalist-kapitalist kan emici güç merkezlerinin geri çekilmekte ve yerine dikta-başkanlık heveslersöylemlerine bakarsak yaşanılanların henüz fragini pekiştiren söylemler ve absürt komedi tadında man boyutunda olduğu görülecektir. Son 2-3 yıllık Duşakabinoğulları gibi dibe vuruşun sembolü sürecin zirvesi Musul kuşatmasıyla yaşanacak. haline gelmiş tek perdelik piyesler almaktadır. Emperyalist ve bölgesel kapitalist güçlerin rant Ekonomi toparlanamamakta, tüm göstergeler ve sömürü politikaları nedeniyle giriştikleri bu hızla derin bir ekonomik krize doğru ilerlendiğine yeniden yapılandırma savaşları dizginlerinden işaret etmektedir. Emperyalist, kapitalist tüm kuboşanarak tüm Ortadoğu bölgesini kan uykulara rumlarla “güç bende” ahmaklığıyla girilen yapay uyandıracak. 100 yıllık emperyalist politikalar it dalaşlarının sonucu işçi ve emekçilerin yaşamı sonucu birbirine düşmanlaştırılan emekçi halklar kabusa çevirmektedirler. Öyle bir hale gelmiştir birbirine kırdırılmaya, başkalarının davası uğruna ki sürdürülemeyen ve artık taşınamaz hale gelmiş dövüştürülmeye devam edilecek!… tüm bu politikalar polis zoruyla, payandasıyla ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Cumhurbaşkanına Türkiye mali oligarşisi AKP’nin politik göre artık faizleri indirmeyen M.B Başkanı, önderliğinde stratejik bütünsel bir politikayla Ekonomi Bakanı dahi vatan hainidir! Varın Osmanlıcı hayalleri Osmanlı bakiyesi topraklarda toplumsal muhalefete, sokağa çıkanlara, hak ve yeniden diriltme çabasına emperyalist ılımlı İslam özgürlük talep edenlere nasıl bir düşman sıfatı projesinin taşeronu seçilmesini de fırsat bilerek ve bulunacağını siz düşünün! Onlara sıfat değil şu biraz da güç yanılmasına kapılarak yüklenmeye günlerde en hakikisinden polis mermisinin yolu başlamıştı. Toplumsal-sınıfsal bir antineoliberal hazırlanmaktadır. AKP’nin ve politik temsilciliğini hareketin Arap coğrafyasında patlak vermesi ve yaptığı tekelci burjuva kesimlerin girdikleri bu peşinden hem Tunus’ta hem Mısır’da Müslüman yoldan dönüşleri artık pek mümkün görünmeKardeşleri iktidara taşıması AKP’nin gözlerinin mektedir. Battıkça çırpınacak, çırpındıkça daha Sünni İslamcı mezhepçilikle, Ortadoğu’nun lider çok batacaktır ve kendisiyle birlikte işçi sınıfı ve ülkesi olma hayaliyle parlamasını da doğurdu. emekçilerin yaşamlarını da kâbusa çevirecektir. Libya’da biraz tutuk davranmışlardı. Bu çılgınlığın temel nedeni başta Kürt emeSanki bunun özeleştirisini verir gibi Suriye’ye kçi halkı ve kadınlar olmak üzere geniş bir bütün gücüyle yüklendi. Dünyanın bütün lanetli, toplumsal-sınıfsal kesimin AKP’nin neoliberal gerici ve insanlık düşmanı katliamlara imza atan muhafazakâr politikalarına derin bir nefret ve cihatçılara Suriye’ye geçiş kapısını açtı, donattı. 3 reddediş içinde olmaları ve bu yüzden yönetme ayda gidecekti Esad ve Ortadoğu’nun yeni lider yeteneğinin yitirilmesindendir. Yönetilemeyen ülkesi Türkiye’nin ‘muzaffer’ (!) başkomutanı kitleler büyümekte, sokaklar sürekli hareketlenolarak R.T. Erdoğan, Şam’da Emevi Camii’nde mekte, sınıfsal taleplerle greve çıkan metal padişahlara has “şükür namazı” kılacaktı! Geişçilerinin eylemleri “milli güvenlik” safsatasıyla lin gürünki boyundan büyük silahı kuşanmış, bastırılmaya çalışılmaktadır. İçte ve dışta artık kaftanının etekleri ayaklarına dolaşan, kafasına değerli yalnızlıktan, depresif bir sosyopatiye doğru taktığı uyumsuz miğferin bozuk siperliği nedpupa yelken ilerlemektedir. Bu gemi emekçilerin eniyle sık sık görüşü kapanan “bornozoğulları” özlem ve ihtiyaçlarını bastırmak adına açtığı tüm kılıklı bu meczup tiyatral tipler şükür namazını o yelkenlerini indirmek, demokrasi ve özgürancak Süleyman Şah’ın kemiklerini kazasız belasız lük istemlerinin karşılamak yerine en bilindik kaçırma operasyonları neticesinde kılabildiler! yere sarılacak, emperyalizm ve onun bölgesel Ellerine yüzlerine bulaştırmamalarının nedpolitikalarıyla yaşadığı uyuşmazlık açığını gidereni de olsa olsa YPG’nin yüzü suyu hürmemek için tüm söylem ve pratiğini bordodan aşağı tine, korumasına bağlı olmalıdır! Senaristler atacak, ne kadar bağımlı olduğuna, işbirliğine şimdilerde bu kaçışın nasıl büyük bir askeri zafer hazır olduğuna dair söylem ve pratiğe yönelecekolarak sunulacağı üzerine kan ter içinde çalışıyor tir. olmalılar. Kobané direnişi ve zaferi AKP’nin dış politikasının Suriye’den “çok başarılı” bir şekilde kaçırılan şey tabutuna son çiviyi çaktıktan sonra başka şansları Süleyman Şah’ın kemiklerinden çok, galiba iflas da kalmamıştı. Son bir gayretle ya tutarsa diye etmiş bir bölgesel politikaydı. “Stratejik Derinlik” IŞİD çeteleri üzerinden Sünni mezhepçi bölgesel Ortadoğu’nun kurtlar sofrası ikliminde gerçekliğe politikasıyla Kürt halkının ulusal mücadelesine oldukça yabancı kalmış akademik bir hülya olarak düşmanlığını birleştirmesi de işe yaramayıp, kötürümleşti. Ve bir gece vakti bu kötürüm poliKürt halkının direniş duvarına çarpınca yapa-
işçi meclisi
Ortadoğu’da sarsıntılar arasında yükseltilmeye çalışılan yeniden yapılanma süreci bölgedeki çelişik güç ve hegemonya mücadeleleri arasında arkasında derin bir kaos ve yıkım bırakarak ilerliyor. Devasa bir savaş arenasına çevrilmiş bölge boydan boya bir neoliberal kriz ve yıkım içerisine sokulmuştur.
cak başka bir şeyi de kalmadı. Davutoğlu’nun jargonunda “öfkeli Sünni Arap gençlerinden” öte bir yer kalmayan IŞİD denen vahşi yapıya karşı girişilecek saldırılara askeri (şimdilik lojistik yardımlar şeklinde olsa da arkası gelecektir.) destek vereceğini açıklaması yenilginin ilanı oldu. O her ne kadar yaşadığı yenilgiyi kabul eder geri adımlar atıp, pratiklere girişse de bir kaç yıldır içine girdiği, emperyalist devletlerce küstahlıkla kodlanmış tüm o söylem ve pratikler ödettirilecektir. İşte Başbakan Davutoğlu’nun ABD ziyareti sorulan ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsünü “bilgim yok” demesinde olduğu gibi, kaale alınmama, denklemden dışlanma, etkisiz elemana çevirme şeklinde sürecektir. Benzer bir şey Suudi Arabistan’a Mısır’la aramızı düzeltin diye ricaya giden Cumhurbaşkanı’nda başına gelmiş, yeni Kral’la tercüme dahil 35 dakika konuşabilmiştir! Dışarıda böyle hırpalanan (Libya’da ki iktidarsız iktidar tarafından bile tüm ilişkileriyle birlikte kovulan bir ülke durumundadır.) bir siyasal iktidar, içte bugüne kadar yediği tüm o herzelerin faturasını ağır olacağını bilmekte o yüzden “iç güvenlik” adı altında sıkıyönetim yasalarına sarılmaktadır. Ne demiş şair: “Rüzgâr eken fırtına biçer”. Senin bugün toplumsal-sınıfsal muhalefetin tüm kesimlerine karşı hazırladığın tüm o zapturapt yasaları olduğu gibi bir gün sana uygulanır. Bundan kaçışın yok. Seçim sathı mealine girdiğimiz şu günlerde parlamenter-reformist hayallerin işçi sınıfı ve emekçilere pompalanmasına karşı en çok ihtiyaç duyulan militan-birleşik bir sınıf hareketini sokakta, fabrikalarda, okullarda örebilmektir. Mart-Mayıs sürecinin devrimci takviminin de yardımıyla devrimci bir sınıf hareketinin demokrasi ve özgürlük taleplerini kazanmak için tek yol olduğu gösterilmelidir. Parlementarist hayallerin küçük burjuva reformistlerince “umut” olarak pazarlanmasının yaratacağı hayal kırıklığının önüne geçebilmenin tek yolu budur. Bu cangıldan çıkış ve özgürlük ve demokrasinin kazanılması kapitalizmi ve onun tüm ideolojik-siyasal biçimlerini çöpe atmayı hedefleyen sınıf mücadelesiyle, kora kor bir devrimci savaştan geçecektir. Bugün her haliyle bir rezillik ve burjuva riyakârlığının ahırına dönmüş olan parlamentodaki birkaç sandalyeden değil! AKP ile birlikte verili egemenlik ilişkilerinin, sermaye diktatörlüğünün sonunu ilan edecek çanlar ancak işçi sınıfının kendi kaderini eline almasıyla özgürlüğüne ML ideolojisince sahip çıktığında çalacaktır!… Ercan Akpınar
14
işçi meclisi
Eğitim ve Toplumsal Cinsiyet Cinsiyet, kadın ve erkeği tanımlayan biyolojik ve fizyolojik özellikleri ifade ederken, toplumsal cinsiyet, sınıflı toplumlar boyunca üretim ilişkilerinin ve toplumsal cinsiyetçi iş bölümünün bir getirisi olarak hakim sınıfın oluşturmaya çalıştığı toplum dizaynı doğrultusunda mevcut iktidarın, toplumun ve iktidarın elindeki eğitim sistemi tarafından sosyal olarak oluşturulan ve bir toplumun kadına veya erkeğe uygun gördüğü rolleri, davranışları, etkinlikleri ve nitelikleri belirtir. Cinsiyet doğal bir oluşumken toplumsal cinsiyet oluşturulur. Bu oluşturma süreci, doğduklarından itibaren kızlara pembenin, erkeklere mavinin uygun görülmesiyle başlar; cinsiyete göre oyuncak ve oyun seçimiyle devam eder. Kent mekânlarının dizaynından, üretim araçlarının ergonomik donanımına kadar “kadın işi ve erkek işi’ni ayırır. Toplumun politik ve kültürel özelliklerini etkileme gücü bulunan eğitimde de kız ve erkek öğrencilere yönelik davranışlarda, beklentilerde ve mesleki yönlendirmede toplumun cinsiyetçi rejimine ve heteronormatif kalıplarına paralel olarak cinsiyet rollerinin yeniden üretimi devam eder. Toplumsal cinsiyetçi rollerin bu kadar keskin bir belirleyiciliğinin olmasının asıl nedeni ise iki cins arasındaki fizyolojik farklılıktan yararlanarak onlara biçtiği roller aracılığıyla üretime ve tüketime farklı boyutlarla dâhil edip hem kendi sisteminin devamlılığını sağlama hem de azami kar elde etme odaklı bir anlayışta yatmaktadır. Günümüz toplumunun içinde bulunduğu patriarkal neomuhafazakar kapitalist sistem; özellikle kadını ve LGBTİ’leri ikincil konuma iter ve kendi sisteminin devamlılığını sağlayacak araçlardan biri olarak da eğitimi kullanır. Toplumsal cinsiyet rollerinin çocukluktan yetişkinliğe kabulü ve yerleşik bir hale gelmesini sağlayacak şekilde müfredatı düzenler. Kadına korunmaya muhtaç, uysal, itaatkâr, duygusal, narin, şefkatli, anaç gibi özellikler atfedilip sekreterlik, öğretmenlik, hemşirelik gibi meslekler uygun görülürken; erkeğe özgüvenli, güçlü, lider, karar verici özellikler yüklenip doktorluk, mühendislik, avukatlık ve hatta siyasetçilik gibi meslekler özendirilmektedir. Tüm kapitalist toplumların pratiğine yayılmış söylemlerin ders kitaplarında da yeniden üretildiğini görebiliriz. Türk Eğitim Sistemi’nde cinsiyet eşitsizliğine, ayrımcılığa karşı kendi dönemi içerisinde de ne derece düzenlemelerin yapıldığına hep birlikte bakalım. İncelenen Kitaplar: Hayat Bilgisi 1 Ders ve Öğrenci Çalışma Kitabı. Dalkılıç H. ve Gölge N. (2011-2. Baskı) Hayat Bilgisi 2 Ders ve Öğrenci Çalışma Kitabı. Özdemir A. ve Çınar F. (2012-3. Baskıya Ek) Hayat Bilgisi 3 Ders ve Öğrenci Çalışma Kitabı. Eren Ö.E. ve Doğan N.C. (2012-3. Baskı) Sosyal Bilgiler 4 Ders ve Öğrenci Çalışma Kitabı. Kaya M.K. ve diğerleri. (2011-2.Baskı) “Annesi Başak’a güzel bir oyuncak bebek almıştı.” (Hayat Bilgisi 3) “Efendibabası misafiri çok severmiş. Yemekli, yatılı misafirleri çok olurmuş. Aynı şehirde yaşayan akrabalar, arkadaşlar ve dostlar bile misafirliğe yatılı olarak gelirlermiş. Ev işlerini evin genç kızları, gelinleri yaparmış. Ev işleri çok zaman almasına rağmen konu komşu ziyaretine de ayıracak zaman kalırmış.” (İlköğretim Sosyal
Bilgiler sf. 37)
“Annemin ve babamın sevgisi sarıyor bizi, sarıyor evimizi, lay lay lom.” (İlköğretim Hayat Bilgisi 2, 1. Sınıf / sf 95.) Yukarıdaki örneklerle görüyoruz ki Cumhuriyet tarihi boyunca toplumsal cinsiyetçi roller, kapitalizmi yeniden yeniden var eden ailenin kutsanması ve heteronormativizm tüm ders kitaplarına işlemiş durumda. Bu durum Avcı’nın döneminde de değişmeden üretilen politikalardır. Bugüne kadar yapılmış tüm araştırmalarda; ne yazık ki ders kitaplarının hiçbirinde heteroseksüel ifadelere ve bireylere yer verilmediği toplumda böyle bir yönelimin hiç olmamış gibi kabul edildiği ise başka içler acısı tablo… Yukarıdaki örneklerin yanı sıra hayatın tümüne yayılan bir ekonomik sınıfın bir diğer sınıfı ezdiği kalıpların çocuk yaştan benimsetilmesi için öğrencilerin başına bekçi gibi dikilen öğretmenlerden, öğretmenlerin başına musal-
lat olan okul müdürlerine derin bir hiyerarşi ile oluşturulan yönetim sisteminden, çocukların okulda, derste ve toplumsal yaşamın içinde de hiçbir söz hakkının ve inisiyatifinin bulunmayışından, yaşamdaki hücreleşmenin okul mimarisinde de hücre hücre sınıflardan ve bu sınıflar arası rekabetin körüklenmesinden tutalım; toplumsal cinsiyetçi ve heteronormatif kuralların yeniden inşasının kendini göstermesinde; tuvaletlerin fizyolojik “kız-erkek” ayrımıyla oluşturulması, beden eğitimi derslerinde oynanan oyunların yine bu ayrıma göre şekillenmesi, öğretmenlerin de bu normlara göre eğitilmesi gibi daha bir çok örnek sıralayabiliriz. Okullar, kapitalist sistemin suni olarak yarattığı toplumsal normların çocuğa kabul ettirilmesi için çok çeşitli araçlarla, derslerde, teneffüslerde; müfredatla ve gizil müfredatla hegamonik söylemin dayatılması ya da iyilikle kabul ettirilmesi için ideal bir alan haline gelir. Okul yaşamı LGBTİ öğrenciler için sistematik zorbalığa, damgalanmaya ve nefret suçlarına maruz kaldıkları önemli bir merkez olarak tanımlanabilir. Özellikle ergenlik döneminde gençler için okul, en önemli sosyalleşme alanı olarak yaşanırken toplumsal cinsiyet normlarının dışında kalan tüm gençler için en tehlikeli toplumsal alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Çocuk yaşta geliştirilen sistematik heteroseksist dayatmalar sonucu kendini keşfetmekten çok uzak bir çocukluk geçiren LGBTİ bir bireyin bu süreci ergenlik dönemi olan lisede toplumsal yapının hastalığını değil, kendinin hastalıklı olduğu inancı, intihar, dışlanma gibi sistematik ve politik yaptırımlarla çok ağır sonuçlanmaktadır. Günümüzde bırakalım toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretildiği, çok cinsiyetli eğitim yerine heteronormativitenin dayatıldığı bir eğitim sis-
temini; karma eğitimin de ortadan kaldırılmasına yönelik tartışmalar dönmektedir. Neoliberal, patriarkal Türk Eğitim Sistemi (Türk diyoruz çünkü toplumu Türkleştiren bir eğitim söz konusu), günden güne daha da somutlaşan uygulamalarla bir muhafazakârlaşma süreci içerisindedir. Eğitimde heteroseksizm ve patriarkal kapitalizm kendini derinlemesine karma eğitimde de yaşatırken bir de tek cinsiyete dayalı eğitimde kadınlar ve LGBTİ bireyler toplumun bir parçası gibi algılanmaktan daha da uzaklaşacaktır ve görünmezliği derinleşecektir. Okul, eğitim, kültür, toplum, ekonomi ve iktidar arasındaki ilişkiye Marksist bir yorumla bakmak gerekirse pedagojik pratiklerle ekonomik ve toplumsal olan arasında ayrılmaz bir bütünlük ve diyalektik vardır., Bu uygulamalardaki adaletsizliği, eşitsizliği ortaya çıkarmak, görünür kılmak ve dönüştürmek de biz Sosyalistlerin görevidir. Sosyalist eğitim anlayışını eğer eşitsizlikleri ve ayrımcılığı sorgulama ve bu sorgulamalarla birlikte bir dönüştürme çabası olarak ele alacak olursak okulda, sınıfta, sokakta, cinsiyet kimliğini, cinselliği, hazzı ve cinsiyetlendirilmiş bedeni sorgulatacak tüm çabalar eleştirel pedagojinin ve sosyalist eğitimin amaçladığı bir süreç olmalıdır. Yukarda verdiğimiz örnekler dâhilinde Hayat bilgisinden matematiğe ders kitaplarında ve derslerde, engelli bireyler de dahil olmak üzere tüm farklılıkların normalize edilmeden yaşamın içinde var olacağı şekliyle dil ve söylemi geliştirerek yaygınlaştırmak görsellerle olumlu örnekleri çoğaltmanın yanı sıra, bu sistemde ve sosyalist sistem de dahil olmak üzere bizim taleplerimiz; Bireycileğe karşı her türlü kolektif mekanizmayı işletmek, üretimin toplumsallaştığı bir sistemde bireyi de toplumsallaştıracak eğitim politikaları üretmek, Bireyciliğin, rekabetin vs. cinsiyetçilik nezdinde de gelinen noktada kadını “beceriksizlikle”, “hanım hanımcık”lıkla kodlayan sistemde, kolektif üretim sürecini işletmek ve bunu eğitimin temel halkası haline getirebilecek düzeyde çalışmalar yapmak, Okullarda, kampüslerde LGBTİ bireylerin kendini dışlanmadan ifade edeceği sağlıklı ortamlar yaratmak, cinsiyetsiz yurtlardan-WClere, kütüphanelerden, çeşitli toplu bulunulan ortamlara kadar fiili düzenlemeler yapmak, Ve en nihayetinde okulların ve top yekun eğitim sisteminin devrimci eleştirel bir tutumla steril-ayrıksı ortamlar olmaktan çıkarıp toplumsallaşmasını sağlamak olmalıdır. Yararlanılan kaynaklar: -Peter McLaren ve Natalia Jaramillo, “Pedagoji ve Praksis”, Kalkedon Yayınları. -Gümüşoğlu, F. “Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet”, Toplum ve Demokrasi, Eylül-Aralık, 2008. -Eleştirel Pedagoji 37. sayı Ocak-Aralık 2015. -kaosgl.org Sınıfsız
15
Söz Yetki ve Karar Üniversite Bileşenlerine
işçi meclisi
Üniversitelerin sermayenin dönüşümü ile birlikte, piyasaya açılan birer sermaye kurumu olduğunu birçok kez dile getirdik. Üniversitelerde güvencesizlik ve taşeron çalışmanın giderek daha yakıcı hale gelen bir uygulama olduğunu biliyoruz. Üniversitelerde sermayenin CEO’su konumundaki rektörlük seçimleriyle birlikte en başta rektör seçimlerinin işleyişi olmak üzere birçok noktada tartışmalar başladı.
Eğitimin tamamen piyasa temelinde yeniden örgütlenmesinin kampüslerdeki baş temsilcisi olarak CEO’luk görevini sürdüren rektörler aynı zamanda eğitimdeki gericileşmenin de garantisini sağlayan organ olarak başımızda durmaktadır. Rektörlük seçimlerinde en çok itiraz edilen nokta sandık iradesinin yok sayılması meselesi oldu. Burjuva demokratından, liberal soluna kadar geniş bir yelpaze bu noktaya özellikle vurgu yapıyor. Biz işçi öğrenciler cephesinden de tabi ki seçim iradesinin hiçe sayılması kabul edilemez bir durum, ancak zaten tüm bileşenlerin içine dâhil edilmediği bir seçimden nasıl bir irade beklendiği ise fulü kalmıştır. Rektörlük seçimlerinde asıl olması gereken yöntem akademisyenlerden, kamu işçisine, taşeron ve kadrolu işçilerden işçi öğrencisine kadar üniversitenin sınıfsal olarak da bileşeni olan bu güçlerin hepsinin temsil, söz ve karar hakkının olmasıdır. İstanbul Üniversitesi’nde demokrat ve ilerici unsurların adayı olarak seçimi kazanan Raşit Tükel’in rektör olarak atanıp atanmayacağı kampüsün bugün için ana gündemidir. Peki, İstanbul Üniversitesi’nde Ne Oldu? Devletin en istemediği seçim sonucu İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleşmiştir. İÜ’de yaşanan rektörlük seçimleri sonunda 1. sırayı 1202 oy ile Prof.
faşist saldırılar da hala devam etmektedir. Devrimci ve ilerici öğrenciler bu saldırılar karşısında kampüslerini ve üniversitelerini savunmaktadırlar. Ancak giderek buraya sıkışan ve savunma pozisyonundan çıkılamayan bir hat karşımızda durmaktadır. Her şeyden önce bu koşullarda bir nebze olsun yeni bir soluk görevi göreceği düşünülen bir adayın işçi öğrenciler içerisinde karşılık bulması da doğal ve normal olanıdır. İşçi öğrenciler olarak, Organize Sanayi Bölge Müdürleri’ne stajyer öğrenci sözü veren rektörleri de gördük, tekelci sermayeye laboratuvar, proje taahhüdü veren rektörleri de gördük, öğrencilerin üniversitelerini savunurken polisi okula “davet” eden rektörleri de gördük. Özellikle devrimci, demokrat, yurtsever öğrencilerin örgütlülüğünü yok etme adına rektörlük baskı sopasını elinde tutmaktadır. Raşit Tükel’in programının uygulanması ve gerçekten daha da ileriye çekilmesi bizler için ileri bir kazanım olacaktır. Raşit hocanın atanması durumunda programı ileriye çekmek ya da birlikte yöneteceğiz sözünü tutup tutmayacağı ayrı bir tartışmadır. İşçi öğrenciler olarak bu burjuva seçimden medet umarsak ve gerçekten bizim olan hakkımıza sahip çıkmazsak “yine tutmadı, bu da olmadı” demenin ötesine geçemeyiz. Ancak Raşit hocanın rektör olması durumunda onu gerçekten denetleyen hatta daha ileriye çekme konusunda ısrar eden olursak bu kazanım işte o zaman daha anlamlı ve değerli olacaktır. Elbette bir kampüste bir rektörün daha ilerici olması piyasa ve sermaye kıskacındaki üniversiteleri gerçekten bilimsel bilgi veren ve toplum yararına işleyen kurumlar haline getirmeyecektir. Ancak bir yerdeki kazanım birçok noktadaki yangının fitilini ateşleyecektir. Raşit hocanın rektör olarak atanmasının ardında hızla bütün bileşenlerin içinde olduğu üniversite meclislerini kurması konusunda ısrarcı olmalıyız. Raşit hocanın programında var olan dekanların seçimle gelmesi durumu tek başına yetersiz olup, tüm bileşenlerin seçimiyle gelecek dekanların da dâhil olduğu, ayrıca diğer tüm bileşenlerin içerisinde yer aldığı “fakülte konseyleri” oluşturulmalıdır. Bu bağlamıyla üniversite meclislerinde söz, yetki ve kararın tüm bileşenlerin içinde olduğu bir düzleme çekilmesi önemlidir. İkinci olarak Raşit hocanın programında silik şekilde yer alan tekno-kent, ARGE vb. yerlerde yapılacak akademik ve bilimsel çalışmaların tamamen toplumun yararına ilkesi ile işletilmesi, buralarda çalışan akademik personel ve işçi öğrencilerin özlük haklarının verilmesi talebini yazmalıyız. Ayrıca kampüs içerisinde çalışan işçi öğrencilerin sağlık ve ulaşım giderlerinin karşılanması, taşeron işçilerin hızla güvenceli çalışan statüsüne geçirilmesi talebini de yükseltmeli ve kazanmalıyız. Daha birçok noktada Raşit hocanın ve programının zorlanması önemli ve olmazsa olmaz bir durumdur. Ancak işçi öğrencilerin ufku bu demokratik kazanımlarla sınırlı olamaz, olmayacaktır da. Gerçek anlamda sosyalist bir eğitim sisteminin baştan aşağıya inşa edildiği üniversiteler gerçek anlamıyla bağımsız, özerk ve bilimsel olabilir. Bizler bu noktada Raşit Hoca’da bütünleşen demokratik üniversite özlemini ve talebini sahipleniyoruz. Raşit Tükel’in akademik özgürlük ve demokratik üniversite taleplerinin sahibi ve takipçisi olmakla birlikte özgür bir üniversiteye doğru politik bir hat örmeye çalışmaya devam edeceğiz.
Dr. Raşit Tükel, 2. sırayı 908 oy alan Prof. Dr. Mustafa Ak, 3. sırayı ise 382 oy ile Prof. Dr. Harun Cansız almıştır. Küba’ya gittiğinde bile “devrim seçimle olur” saçmalığını dile getiren Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın emrindeki kurum olan YÖK ikiyüzlülüğe başlamıştır. İlk 3 sıra böyle olmasına rağmen sistemin güvenliği gereği hızlıca YÖK’ün Cumhurbaşkanı’na gönderdiği listede 1. ve 2. sıradaki adayların sıralaması değiştirilerek Prof. Dr. Raşit Tükel’in hakkı gasp edilmiştir. Üniversite bileşeni diye tanımladığımız işçi-öğrenciler, akademisyenler, işçilerin hiçbir söz, yetki, karar haklarının ve kurumlarının olmadığı bir sistemde Raşit Hoca’nın rektör olması demokratik üniversite istemi için tek başına yeterli değildir. Ancak Raşit Tükel’in programını incelediğimizde görece ileri bir program olduğu ortadadır. Raşit Hocanın söylemlerinin işçi öğrenci kitlesi içerisinde kısmen de olsa karşılık bulmasında yatan en önemli etmense “Birlikte Yöneteceğiz” çağrısıdır. İstanbul Üniversitesi’nde baskının, saldırıların giderek arttığı, devrimci ilerici öğrencilere her fırsatta soruşturma ve çevik kuvvet saldırılarının yaşandığı bir gerçektir. Ayrıca bu senenin başından beri süre gelen gerici ve
İstanbul Üniversitesi’nin içinde bulunduğu durumda Raşit hocanın rektör olarak atanması için süregelen mücadeleye destek vermek işçi öğrencilerin bugün için önemli görevlerinden biridir. Şayet Raşit hoca rektör olarak atanmazsa “üniversitemize sahip çıkıyoruz” diyerek kampüs işgaline kadar varan güçlü bir mücadelenin ön saflarında yer almak da biz işçi öğrencilerin sorumluluğundadır. Mücadelemiz düşlediğimiz özgür toplum kurulana kadar sürecektir. Mücadelemiz daha yeni başlamıştır. Demokratik kazanımlarla başlayacak bu yolda bu kazanımlar bizim için yeterli olmayacaktır. Özgür toplum ve rektörsüz üniversiteler kurulana kadar devam edeceğiz. Rektörsüz Üniversite, tüm bileşenlerin içinde olduğu üniversite meclisleri ve bölüm konseyleri için mücadelemizi büyütelim. Sınıfsız