Im57

Page 1

Temel İhtiyaç Fiili, Meşru, Militan Sokak Siyasetidir! “Kaynak”, “bütçe” denilen şeyler esasında işçi sınıfının karşılığı ödenmemiş emeğinin bir kısmından başka bir şey değildir. (İşçi sınıfının bu tartışmaya yaklaşımı ise, “siz kime, neyi veriyorsunuz!!” şeklinde olmalıdır. Buradaki esas tartışma, işçi sınıfının alınteri ve kanı biriktirilerek oluşturulan bütçe üzerinde konuşma, tartışma, tasarruf hakkını gaspeden sermaye ve onun sözcülerinin defedilmesi olmalıdır. Kaynağı, bütçeyi üreten işçi sınıfıdır ama oradan işçi sınıfına kırıntı aktarılması, boş vaat düzeyinde bile gaspçı sermayenin tüylerini diken diken etmektedir. Asalak bir urdan başka bir şey olmayan sermaye sınıfının tasfiyesiyle kaynaklar özgürleşecek ve gürül gürül akan bir toplumsallık ve üretim içerisinde ihtiyaçlar insani bir temelde karşılanacaktır. İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşamını özgürleştirecek, insanileştirecek kaynak sermayenin defedilmesinde gizlidir. '' 8-9

yaşasın

sosyalist

işçi demokrasisi Sayı: 57 Mayıs 2015 1 TL

1 Mayıs’ın hemen ardından işçi sınıfının her kesiminin gözü kulağı seçimlerde olacaktır. İşçi sınıfına seçimlerde biçilen rol, edilgen bir seçmen olarak kendi kaderini kimlerin eline bırakacağına karar vermektir. Düzen partilerinin vaatleri, liberal reformizmin düzen partilerini aratmayan vaatleri arasında korkarız ki sınıfın mücadelesi ve talepleri silikleşip gidecektir.

ancak sosyalizm için yürütülecek sınıf savaşımıyla kazanılacağı ısrarla anlatılmalıdır. İşçi sınıfı ve kent yoksullarının 1 Mayıs’tan alacağı en önemli ders aslında istediklerimizi sadece ve sadece mücadele edersek kazanabileceğimiz gerçeğidir.

Gezi’de kazandık, 1 Mayıs 2015’i korkularımızla yüzleşerek kazandık; şimdi parlamentarist hayalleri değil, gerçekleri örgütlenBurjuva siyasetin maskesi indirilmeli, insanca yaşamın ve geleceğin menin zamanıdır.

“Dünyanın en güçlü pasaportları”

Adına pasaport denilen diktatörlük demokrasisi, demokrasi diktatörlüğü, işçilerin “yurt” dışına çıkışına diktatörlük, kapitalistlerin “yurt” içinde kalışına diktatörlük, işçilerin “yurt” içinde kalışına demokrasi, kapitalistlerin “yurt” dışına çıkışına demokrasidir. Yalnız lütfen sakın ola, eee ama Avrupa’da işçiler “yurt” dışına çıkabiliyor üstelik vizesiz falan demeyin n’olur: AB ne sizce? Fakat işin en komik, en eğlenceli yerine daha yeni geliyoruz: Pasaport sadece yukarıdaki anlamıyla pasaport değil; aynı zamanda maalesef krizdir! Pasaport krizi. Krizli pasaport. Pasaportun krizleşmiş hali. " 12


2

işçi meclisi

Başlangıçları Değiştirmek İçin

İşçi sınıfı sosyalist bir gelecek için yaşanılabilir bir dünyaya ihtiyaç olduğunun bilincindedir. Çevre sorunu, işçi sınıfının elleriyle kapitalist sistemi yıkacak mücadelesinin bir parçası haline gelmelidir. sonraki nesillere orada tehlikelinin gömülü olduğunu nasıl aktaracağı söz konusu bile değil. 1998 yılında İstanbul İkitelli’de bir hastanenin röntgen kaynağı olan kobalt 60 radyoizotopunun bulunduğu kaynak, hurdacıda ortaya çıktı. Oysa bunun Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK)’in kontrolünde yurtdışına gönderilmesi gerekiyordu. Bu kaynağı parçalamaya çalışan hurdacı ve ailesi, ani radyasyon zehirlenmesi sonucu kısa bir süre sonra öldü. Ortaya çıkan bir başka olay da İzmir’de kurşun üreten bir fabrikanın yıllarca yurtdışından ithal Kapitalist kendisine arzuladığı enerjiyi sunabilecek ettiği radyoaktif atıkları kendi arazisindeki toprağa her türlü öneriye isteklidir, fakat bir şartla “bu bana gömdüğü. İşte bu TAEK denen kurum Türkiye’de daha fazla kazandıracak mı?”. Hal böyle olunca zen- kurulacak olan nükleer santralleri denetleyecek! ginledikleri uranyumun yaydığı radyasyon onların umurlarında olmaz. Alınacak önlemlerin maliyeti Gelelim işçi sağlığından çok iş sağlığına önem veren sermayedarların bu kadar tehlikeli bir sistemde işonlara pahalıya patlar ve fakat kapitalist daha çok çiler için yazdıkları ölüm fermanına. Nükleer enerji paraya açtır, daha fazla önleme değil! sektöründe çoğunlukla iş güvencesi olmayan, işçi sağlığı ve güvenliği zaten olmayan, taşeron işçiler Peki ya nükleer atıklar? Nükleer enerji reaktörçalıştırılıyor. İş cinayeti riski, sakatlıklar, radyasyon lerinin yakıtı olan zenginleştirilmiş radyoaktif çubuktan enerji elde edildikten sonra geriye kalan gibi çok ciddi riskleri olan bu sektördeki tüm yasalar bildiğimiz gibi sermayedarları koruyup, sistemin kullanılmayan atık. Bu atıkları depolama sorunu tüm tehlike, risk ve açıklıklarını taşeron işçinin dünyanın hiç bir yerinde henüz çözülmedi. Atıksırtına yıkıyor. Taşeron işçiler nükleer santrallerlardan kurtulmak için yerin en az 300 metre altıde belirli bir süre çalıştıktan sonra ‘üst radyasyon na kapatılarak gömmek mümkün. Ama nükleer sınırı’ yüklendiklerinde santral ile tüm ilişkileri kesantral kullanan ülkelerin çoğu bu tür önlemlere siliyor ve mesleki hastalık tanısı alamıyor. Soma’da, girişmemiştir; çünkü maliyeti yüksektir. Nükleer atıktan kurtulmanın maliyetinin artışı, elde edilen Ermenek’te, Torunlar’da işçi katliamlarının sorumlusu burjuvazinin bu kadar riskli bir sistemde enerjinin cazibesini azaltır. binlerce işçinin güvenliğini sağlayabileceğini hiç sanmıyoruz! Hadi diyelim kapitalistler şaşırıp (ki bu imkansız) masrafları görmezden gelip öyle bir önlem alsınlar. Bu defa hiç bir zaman hesaba katmadıkları doğa, intikamını almak için devreye girecek. Fukuşima nükleer kazası bu öngörüyü doğrulamıştır. Zaten “Sonuçları değil başlangıçları bu atıklar gömülse dahi radyoaktifin etkisini tamamen yitirmesi 250 milyon yıl sürüyor. Fazlasıyla değiştirmek gerekir” Alain iyimser yaklaşalım ve en sıradan doğa olayının bile yaşanmadığını varsayalım. 250 milyon yıl boyunca Bir nükleer santral kurmak için zenginleştirilmiş uranyuma ihtiyaç varmış. Gelin önce zenginleştirdikleri uranyuma bir göz atalım. Nükleer reaktörler için zenginledikleri uranyumun maliyeti bir hayli yüksektir ve kapitalistler doğaları gereği “nasıl” sorusundan kaçınır, “ne kadar” sorusuna odaklanır. Nükleer enerjinin bugüne kadar yarattığı tahribat, termik santrallerin, hidroelektrik santrallerin yaşama verdiği zarar onun için olsa olsa imaj meselesidir.

Kapitalist düzenin bu pisliklerine sosyalist düzenin enerji alternatifi ne olabilir ona bir göz atalım. Görüldüğü üzere “iyi halli” nükleer yoktur; nükleerin nasıl daha zararsız hale getirilebilir olduğuna kafa yormaktan çok nükleeri tamamen nasıl yok edebilirizle ilgilenelim. Bu konuda doğa bize bütün imkanları sunmaktadır. Güneş, rüzgar, hidrojen, hidroelektrik, jeotermal… Ancak alternatif olan bu enerji kaynakları çevre sorunlarından çok çevre sömürüsü üzerinden rant elde eden kapitalizm tarafından kullanıldığında yine felaketlere yol açmaktadır. ABD’nin Kaliforniya eyaletinde 13 kilometrekarelik alana kurduğu Güneş Panelleri, kuruldukları daha ilk günlerde böceklerin ve kuşların yanılarak içerisine girmesine yol açıyor ve binlercesinin yanarak ölmesine sebep oluyor. Bu kadar geniş alana kurmak yerine daha küçük alanlara yerleştirmek kapitalistin “satılamazsa ne işe yarar” ilkesine ihanet etmesi anlamına geliyor. Bunun yanında yaşam bulan bir alternatif örneği olan Küba’da devrim olduğu zaman, 1959 yılında ülkenin sadece %56'sı elektriğe ulaşabiliyordu ve 30 yıl içinde bu oran %95'e çıktı. Bunun için çeşitli yollar izlendi ve halk bununla ilgili bilinçlendirildi. Küba örneği tabi ki ülke koşullarına göre yeterli enerjiyi sağlayabilecek pratik değildir. Fakat alternatif enerji yatırımlarını arttırarak ve enerji tasarrufu politikaları izlenerek bile kat edinilebilecek mesafe fazladır. İşçi sınıfı sosyalist bir gelecek için yaşanılabilir bir dünyaya ihtiyaç olduğunun bilincindedir. Çevre sorunu, işçi sınıfının elleriyle kapitalist sistemi yıkacak mücadelesinin bir parçası haline gelmelidir. Diğer bütün sınıf sorunları gibi çevre sorunlarının da gerçek sahibi ve savunucusu olduğunun bilinciyle kapitalist düzeni yıkarak ilerlemelidir. Unutmadan…

İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 57- Fiyat: 1 TL Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul - Email: posta@devrimciproletarya.net Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812 Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92


3

Bir Kez Daha Kaybettiler!

işçi meclisi

İşçi sınıfının görkemli Taksim 1 Mayıs kutlamalarından korkan sermaye iktidarı 2015 yılı dahil dört senedir başta 1 Mayıs mitingleri olmak üzere her türlü eyleme Taksim Meydanı’nı kapatıyor. Kapatıyor, ama nafile bir çaba bu. Haziran Direnişi bize bir gerçeği gösterdi. İşçi sınıfının, bugün konum kaybı yaşayan beyaz yakalı işçilerin, kent yoksullarının istediklerinde o meydanı sermayenin egemenliğinden kurtarabileceklerini, hatta sadece meydanı değil zamanı, mekanı ve yaşamı da özgürleştirebileceklerini onlar da biliyor.

Asıl korkuları bu; bu nedenle her geçen sene daha “sıkı” güvenlik önlemleri alıyorlar. Ancak Taksim alanını kapatıp “kuş uçurtmasalar” dahi her sokağın, her meydanın ve aslında daha da önemlisi, her yüreğin 1 Mayıs alanı olmasının önüne geçemiyorlar. Sabahın erken saatlerinden itibaren binlerce işçi ve emekçi Taksim Meydanı kararlılığı ile sokaklara çıkıyor. Saatlerce uğraşarak, önceden belirlenen toplanma alanlarına ulaşmaya çalışıyor. Onlarca noktada sermeye iktidarının saldırılarını zorlayıp aşa aşa, her alanı militanca bir öfkeyle Taksim Meydanı’na çevire çevire yürüyorlar. Bu sene de 1 Mayıs’ı sudan bahanelerle yasaklayanlar asıl olarak işçi sınıfının kolektif bilincinin en çok açığa çıktığı bu günden korktukları için bu günü savaş alanına çeviriyorlar. Her sene uyduruk bahanelerle 1 Mayıs alanını işçi sınıfına yasaklıyorlar. Bir sene inşaatı bahane edenler, bir sonraki sene trafiği bahane ediyorlar. Oysa sabahın erken saatlerinden itibaren her türlü ulaşım aracını yasaklayanlar nasıl olur da trafik bahanesini sunabilirler? Ya da turizm bölgesi diyorlar, diyorlar da turistlere bir soralım “bayram” şeklinde geçen 1 Mayıs eylemleri mi, yoksa gaz bayramı mı tercihleri olur?

1 Mayıs 2015’in tartışmasız kaybedeni asıl olarak işçi sınıfının belleğinden ve yüreğinden Taksim Meydanı’nı silemeyen burjuva iktidarı olmuştur. Kazanan ise yine ve yeniden işçi sınıfıdır. zaman işçi sınıfının bayramı olacaktır. Onlar varsın “1 Mayıs’ı biz bayram ilan ettik” desinler; biz biliyoruz ki yılların mücadelesi, sınıfın kararlılığı ve militanlığı asıl o bayramı yaratan. 1 Mayıs 2015’in tartışmasız kaybedeni asıl olarak işçi sınıfının belleğinden ve yüreğinden Taksim Meydanı’nı silemeyen burjuva iktidarı olmuştur. Kazanan ise yine ve yeniden işçi sınıfıdır. İşçi sınıfını alanlara taşımakta ısrarcı olmayanlar, bu sene Şişli kolunu değil de, seçim ve iç güvenlik paketi gibi kaygılarla Beşiktaş kolunu tercih edenler ve Şişli hattını zayıf düşürenler de aslında 1 Mayıs 2015’in kaybedenleridir. DİSK binasının yıkılmak üzere olduğu bahanesiyle “1 Mayıs ana kolunu Beşiktaş’a çekiyoruz” diyenlere bir soruyoruz: Sizden bina isteyen mi oldu? Bina olmadan da iki ana kol tabii ki de yapılabilirdi. Beşiktaş’ta bir bina vardı da biz mi görmedik? İşçi ve emekçiler burjuvazinin iç güvenlik paketini 1 Mayıs’ta kararlılık ve militanlıkla sokakta yenmiştir. Ancak bu paket sınıf savaşımının ta-

Kapitalizmin krizi seçimlerle çözülemez; krizsiz, yıkımsız bir gelecek ancak ve ancak sosyalizmde mümkündür. Programlarında sınıf olmayanlar şimdiden bir kez daha yanılmış ve yenilmişlerdir. Sınıf savaşı 7 Haziran’dan önce de 7 Haziran’dan sonra da sürecektir. Burjuvazi kavgaya davet etti, biz de davetleri kabulümüzdür dedik bir kez ve onların yasaklarına karşı kararlılık ve irademizle her sene 1 Mayıs birlik ve mücadele gününü kutlamak için sokaklarda olduk. Bir kez daha diyoruz ki siz yasaklasanız da biz yüreğimizdeki Taksim inancından vazgeçmeyeceğiz. 1 Mayıs, kapitalizm koşullarında sınıfa karşı sınıf kavgasının günüdür. Ancak sınıfları ortadan kaldırdığımızda, asıl o

biri yerindeyse canlı bir organizmasıdır. Burjuva sınıfın yasasıdır. 1 Mayıs’ta gözaltına alınanlara yöneltilen ve 1 Mayıs sonrasında yaşanacak saldırılar yine bu paket üzerinden olacaktır. İlk maçı kazanan da gözaltı ve tutuklamalardan korkmadan alanlara akan işçiler olmuştur. Şimdi gözdağı verme amaçlı sergilenen gözaltı-tutuklama saldırıları ve sonrasında gelecek diğer saldırılara karşı da inatçı ve kararlı bir duruş sergilenmesiyle bu

paket parçalanıp silinip gidecektir. Yüzlerce gözaltı, onlarca ton su, jop, gaz bombası ve plastik mermi ile saldıranlar çok güvendikleri iç güvenlik paketine rağmen militanca direniş sergileyenler karşısında silinip, yenilip gitmişlerdir. İşçi sınıfı kararlı duruşu ile 2015 1 Mayısı’nı kazanmayı başarmıştır. İstanbul dışında Türkiye ve Kürdistan’ın bir çok kentinde işçiler ve emekçiler sokaklara çıkmıştır. Kürdistan işçi sınıfı Batman’da kitlesel bir bölgesel mitingle 1 Mayıs birlik ve mücadele gününü kutlamıştır. 1 Mayıs’ta bahar ve umut kazanmış, karanlık ve kokuşmuş kapitalist düzen kaybetmiştir. 1 Mayıs’ın hemen ardından işçi sınıfının her kesiminin gözü kulağı seçimlerde olacaktır. Düzen partilerinin vaatleri, liberal reformizmin düzen partilerini aratmayan vaatleri arasında sınıfın mücadelesi ve talepleri silikleşip gidecektir. İşçi sınıfı ve kent yoksullarının 1 Mayıs’tan alacağı en önemli ders aslında bizim istediklerimizi sadece ve sadece mücadele edersek kazanabileceğimizdir. Gezi’de kazandık, 1 Mayıs 2015’i korkularımızla yüzleşerek kazandık; şimdi parlamentarist hayalleri değil, gerçekleri örgütlenmenin zamanıdır.

Kapitalizmin krizi seçimlerle çözülemez; krizsiz, yıkımsız bir gelecek ancak ve ancak sosyalizmde mümkündür. Programlarında sınıf olmayanlar şimdiden bir kez daha yanılmış ve yenilmişlerdir. Sınıf savaşı 7 Haziran’dan önce de 7 Haziran’dan sonra da sürecektir. 7 Haziran’ın asıl kaybedeni ne yazık ki işçi sınıfı olacak, kazananı ise her rengi ile kapitalist sistem olacaktır. Bu kapitalist hayalleri dağıtmanın yolunu Gezi’de, Soma’da ve en son 1 Mayıs 2015’de gördük. Şimdi sınıfın hayallerini, yaşamda, zamanda ve mekanda özgürlüğü yaratmanın yolu karşımızda duruyor. Baharı kazandık, sıra sınıf savaşını kazanmakta…


4

işçi meclisi

Metal işçileri ayakta Türk Metal Sendikası’nın örgütlü olduğu Bursa bölgesindeki fabrikalarda metal işçileri ayakta. Türk Metal Sendikası’na artık yeter diyerek eylemlerine başlayan metal işçileri Renault, Tofaş, Coşkunöz, Mako, Delphi gibi fabrikalarda gerçekleşen eylemlere sendika binası ziyaretleri, kent meydanında miting gibi bir çok farklı yöntemde ekleyerek mücadelelerini sürüdürüyorlar. 13 Nisan’da Bosch işçilerini kapsayan sözleşmenin göreceli olarak daha yüksek zam oranlarına sahip olmasının ardından başlayan huzursuzluk eyleme dönüştü. İşçiler seslerine kulak tıkayan asalak Türk Metal Sendikası’na 5 Mayısa kadar verdikleri sürenin dolmasının ardından sendikadan istifalara başladılar ve sürdürüyorlar.

ma garantisinin verilmesi.

Bosch’ta imzalanan sözleşme Türk Metal’in MESS’le imzaladığı TİS düşünüldüğünde çok daha yüksek zam oranına sahip, bu durum Bosch’ta çetin mücadeleler içerisinden geçmiş işçilerin eseriydi. Diğer fabrikalardaki işçileride bunun farkında ve onlarda Bosch işçisinin diliyle konuşmaya başladı.

4. Dayanışma aidatı ödemek istemiyoruz. Mev-

İşçilerin direnişi karşısında işçi düşmanı Türk Metal Sendikası ve patronlar işçilere ve onların yanında yer alan devrimci basına saldırmakta gecikmedi. Bu saldırılarda ise sadece patronlara ve Türk Metal çetesine dönük öfkeyi büyüttü.

Metal işçilerinin Bursa’da sarı sendikaya karşı başlattıkları mücadele tek başına ücret zammı eylemi olmanın çok ötesinde anlamlar içermektedir.

Eylemler ve Türk Metal Sendikası’na dönük tepkiler Bursa sınırlarını da aşarak bir çok ildeki Türk Metal’e üye fabrikaya da sıçradı. Gelinen aşamada işçiler eylemlerini dört taşep üzerinden sürdürüyorlar;

cut toplu sözleşmedeki haklar saklı kalmak koşuluyla ve sonradan yapılacak görüşmelere bağlı olarak gerçekleştirilecek ücret iyileştirmelerini baz alan bir yeni sözleşme.

Asgari ücretle neredeyse aynı seviyede olan ücretlerin iyileştirilmesi istenirken ve bu durum görüşülürken kendilerinin dışarıda bırakılmasına da dur diyorlar. Sendika ve patronun masabaşında belirledikleri sözleşmeleri kabul etmeyeceklerini ve bu işbirliğine karşı duracaklarını ve dur diyeceklerini gösteriyorlar.

2. Kendi seçtiğimiz temsilcilerimizin tanınması

Metal işçilerinin bu direnişi tüm sendikalı sendikasız işçiler içinde ışık oluyor. Tabanda örgütlenen işçi meclisler ve komitelerinin önemini, işçi örgütlülüğü açısından hayatiliğini ortaya koyuyor.

3. Bu süreçten dolayı herhangi bir işten atma-

İşyerlerinde, plazalarda, fabrikalarda, atölyelerde,

1.Ücret iyileştirilmesi

AVMlerde vb nerede örgütlenirsek örgütlenelim işçi komiteleri ve işçi meclislerini oluşturmak ve işlevlendirmek örgütlenmenin süreklileşmesi ve hak kazanımlarını gerçekleştirebilmesi için hayatidir. İşçiler olarak kendi öz taleplerimizi ve ihtiyaçlarımızı dolayımsız olarak patronlara iletmek ve bunun yerine getirlimesini sağlamak için kendi komitelerimizi ve meclislerimizi kurmalıyız. Bursa’da Bosch işçilerinin TİS kazanımıyla başlayan ve TOFAŞ, Renault gibi Türk Metal çetesinin örgütlü olduğu bir çok fabrikaya yayılan direnişlerinde öncesinde yıllara yayılan inatçı mücadele ve örgütlenme bulunmakta. Metal işçilerinin hem Türk Metal Sendikası’na hem metal patronlarına karşı süren mücadelesinde ön açması beklenen diğer sendikalar da yük olmaktan ve oyalamaktan öteye giden tavır ortaya koymadı. İşçi sınıfı kendi kaderini kendi örgütleriyle çizecek. Bürokratlaşmış asalaklardan ise hesap soracaklardır. Şimdi Bursa’da bir ışık yanıyor onu harlamalı ve her yere ulaştırmalıyız…

İstanbul üzerindeki uçuşlar durduruldu

HABER: 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü nedeniyle 1 Mayıs Cuma günü İstanbul Hava Sahası üzerinde helikopter gibi görerek şartlarda uçuş yapacak hava araçlarına izin verilmeyecek.

Notam olarak adlandırılan ve pilotları uçuş öncesinde bilgilendirme amaçlı yayınlanan yasağa göre, 1 Mayıs’ta gün doğumundan gün batımına kadar, Beyoğlu-Taksim Meydanı, Şişli-Mecidiyeköy, FatihSaraçhane, Beşiktaş-Dolmabahçe, Kadıköy-İskele Meydanı ve civarı görerek şartlarda uçuş yapacak hava araçlarına kapatıldı. Bu bölgelerde sadece Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı ve askeri hava araçları uçabilecek.

Notam nedir? Uçucu personele uçuş ve uçuş emniyeti ile ilgili herhangi bir havacılık, hizmet, kolaylık, yöntem veya tehlikenin varlığını, koşullarını ya da değişikliğine özgü bilgileri zamanında bildirmek amacıyla yapılan bir duyurudur. Notam bilgisini almadan pilotlar havalanamazlar.

görüntümüzü alma, çeviği hedeflendirme aracına dönüştürülmelerine kahrolduk. Bu yüzden 1 Mayıs eylemimizde taleplerimize, “Bütün helikopterlere özgürlük!”, “Bütün helikopterlerimize 1 Mayıs’ta tatil ve bayramlarına katılma hakkı!” taleplerimizi eklemeye karar verdik.

MİZAH: Başlığı görünce ne kadar sevinmiştik! Öyle değil mi ama: 1 Mayıs Bayramımıza katılmayacak diye üzüldüğümüz uçak kardeşlerimiz de en sonunda nihayet katılacaklardı…

(Not: Tüm şeyler, içtiğimiz sigaradan uçurduğumuz uçağa kadar bizim, işçi sınıfının emeğidir, ürünüdür. Fakat lanet ki tıpkı biz işçiler gibi, onlar da sermayenin malı, sermaye ilişkisidirler. Şimdilik!)

Sonrasında ise, çok üzüldük kahrolduk! Bazı helikopter kardeşlerimizin silah zoruyla bayramımıza katılmaları engellendiği gibi, onların bize gaz atma,

16 Mayıs’ta Soma’ya Sendikalar ve Meslek Odalar 16 Mayıs’ta sermayenin kar hırsı yüzünden vahşice öldürülen ve katledilen 301 madenciyi anmak ve iş cinayetlerini lanetlemek için somaya çağırıyor. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB 301 maden işçisinin yaşamını yitirdiği Soma Maden Katliamı’nın yıldönümü dolayısıyla 16 Mayıs’ta Soma’da düzenlenecek mitinge çağırıyor Sendikalar ve Meslek Odalar 16 Mayıs günü Soma’da vahşetin yaşandığı kentte büyük bir miting düzenlemeye hazırlanıyorlar.

Dört emek örgütü bugün bir basın açıklaması yaparak işçi ve emekçileri sokaklara çıkmaya Soma katliamini unutmamaya çağırdılar. 13 Mayıs’ta tüm Türkiye’de alanlarda anma etkinlikleri düzenleyeceklerini, 16 Mayıs Cumartesi günü de Soma’da olacaklarını açıkladılar. “İş cinayetlerini, işçi katliamlarını durduralım” diyen emek örgütleri sefalet ücretine, taşeron köleliğine, iş cinayetlerine karşı yaşamı savunmak için 16 Mayıs’ta herkesi Soma’da olmaya çağırdı.


5

işçi meclisi

Taksim ve Tüm Kent Meydanları İşçi Sınıfınındır! İstanbul'da 1 Mayıs

1 Mayıs 2015’de de yine yasaklı bir sabaha uyandı. Yıllardır devam eden direniş ve karşısında devlet saldırısı, polis barikatları bu sene de İstanbul’un geneline yayıldı. Polisin istisnasız her yeri ablukaya alması ve kamu güvenliği bahane edilerek tüm kamu hizmetlerinin kesilmesi işçi sınıfının direnişini kıramadı. İşçi sınıfının inanç ve azmiyle 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması kararlılığı devam etti İstanbul 1 Mayıs’ında direniş ve çatışmalar Şişli, Beşiktaş, Okmeydanı, Zincirlikuyu gibi kent merkezine giden ana harterlerde yoğunlaştı. Sabah saatlerinden itibaren polis Beşiktaş ve Taksim’e çıkan tüm yolları kapatarak emekçilerin alanlarda buluşmasını engellemeye çalıştı. Beşiktaş Meydanı’nda toplanmaya başlayan kitle Taksim’e gitmek için uzun süre bekleyişe geçti. Bu sırada sendika temsilcileriyle polis arasında süren görüşmeler sonuçsuz kaldı ve öğleden sonra buraya da müdahale oldu. Kitlenin ana gövdesi Beşiktaş’da olsa da çatışmalar, polis müdahalesi, gözaltılar ve polis terörü gün boyunca şehrin birçok farklı bölgesinde devam etti. Günün bilançosu ise çok sayıda emekçinin yaralanması ve 300’ün üzerinde eylemcinin gözaltına alınması oldu.

Berlin'de 1 Mayıs 1 Mayıs yürüyüşü sendikaların çağrısıyla Hackescher markt´a DGB binasi önünde , saat 10.00’da başladı. “Geleceğin işini biz şekillendiriyoruz’’ çağrısıyla düzenlenen yürüyüşe yaklaşık 6 bin kişi katıldı.DGB çatısı altında; IG BAU, IG BCE, EVG, GEW, IG Metall, NGG,GDL, GP, Ver.di sendikalarının organize ettiği yürüyüş geçen yıla göre daha canlı ve coşkuluydu. Bunda en önemli faktör; pek çok iş kolunda toplu sözleşmelerde yaşanan anlaşmazlıktır.Bu nedenle, kısa süreli de olsa- bir kaç saatlik ya da bir kaç günlük- birbirinden kopuk uyarı eylem ve grevleri yapılıyor.Genel olarak krizin neden olduğu sosyal hak gaspları, genel bir yoksullaşma tablosu 1 Mayıs alanındaki kitlesselikle karşılık buldu. Yürüyüşte taşeronluk sistemine, düşük ücret uygulamalarına, hak gasplarına karşı pankart ve dövizler taşındı. Berlin’de birkaç gündür grevde olan sağlık-beyaz blok- ve eğitim emekçilerinin kortejleri oldukça coşkuluydu. Devrimci 1 Mayıs yürüyüşü akşam saat 18.00' da Spreewald meydanında başladı. Burada yapılan konuşmalar ana temayı, kapitalizmin küresel boyuttaki krizi,sosyal yıkım, işsizlik, yoksullaşma, yüksek kiralar ve konut sorunu, ırkçılık ve yabancı düşmanı politikalar,göçmen sorunları oluşturdu. KKE temsilci Yunanistan´daki gelişmeleri aktardı. Kobane direnişi ve oradaki son gelişmeleri aktarmak üzere DESTAN kadın örgütlenmesi temsilcisi mesajını iletti. Yaklaşık olarak 3 saat süren yürüyüş boyunca polisle aramızda sürekli gerilim ve yer yer fiziki müdahaleler yaşandı. Bu yıl katılım yaklaşık olarak 33 bin kişiydi. Geçen yıllara göre oldukça bir artış vardı. Bu eylem için resmi olarak 7 bin polis ´görev´lendirilmişti. Eylem hedeflediğimiz alana ulaştıktan sonra polisle yaşadığımız çatışma

sonrası 34 kişi gözaltına alındı. Devrim Proletarya adına yapılan konuşmada; “Burjuvazinin saldırılarını her alanda yoğunlaştırdığı, kriz, savaş, işsizlik ve yoksulluk batağı olan kapitalizmin dünyayı işç sınıfı için cehenneme çevirdiği bir dönemden geçiyoruz. Burjuvazinin sermayesi hızla büyürken, işçiler, işyeri güvenliği, sağlık koşulları, örgütlenme ve grev gibi en temel haklarını dahi tanımayan bir siyasi ve hukuki sistem ile karşı karşıya oldukları koşullarda 1 Mayıs,işçi sınıfının burjuvaziye karşı uluslararası birlik,mücadele ve dayanışma günü olarak tarihe yazıldı… Tarih, barbarca sömürüsüyle, dayanılmaz eşitsizlik ilişkileriyle, kanlı emperyalist savaşlarıyla insanlığı yıkıma sürükleyen kapitalist sömürü düzenini sona erdirmek üzere işçi sınıfını büyük göreve çağırıyor! Devrimci Proletarya sizleri selamlıyor, yaşasın 1 Mayıs! Yaşasın sınıf dayanışması! Bütün ülkelerin işçileri birleşin! Yaşasın sosyalizm ve komünizm! ” sloganları ile sonlandırıldı.

Paris 1 Mayıs: İşçi sınıfı olarak daha fazlası gerek! İşçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs, Paris’te Republique meydanından Nation’a yapılan yürüyüş ve mitingle kutlandı. Fransa’daki eylemlere bu yıl toplamda sendikalara göre 120 bin kişi katıldı. Geçen yılki 1 Mayıs’a 200 bin kişinin katıldığı düşünüldüğünde, Fransa’nın bütününde olduğu gibi Paris’teki 1 Mayıs tablosunun da sadece nicelikle sınırlı kalmayan zayıflığı anlaşılacaktır. Paris 1 Mayıs’ı sendikaların rakamlarına göre 12 bin kişiyle yapıldı. Yine geçen yılki gibi ayrı ayrı yapılan 1 Mayıs gösterileri içerisinde öne çıkanı CGT, UNSA, FSU ve Solidaire’in düzenlediği, sol parti ve örgütlerin yanı sıra Türkiyeli ve Kürdistanlılar da içinde olmak üzere göçmen örgütlerinin katıldığı Republique meydanındaki idi. Miting ve yürüyüş sırasında sendikalar ve sol partiler başta Macron yasasının geri çekilmesi olmak üzere neoliberal politikalara ilişkin reform talepleri öne sürdüler. 1 Mayıs’ta miting ve yürüyüşte “Macron yasası çöpe!”, “Pazar günüme dokunma!” diyerek, “Krize karşı devrim kapitalizme karşı sosyalizm” temel sloganı ile yer aldık. Bunların yanında

“Eşit işe eşit ücret”, “Sınırları kaldırın! Göç etmek haktır”, “Krizsiz bir dünya için sosyalizm” dövizlerini taşıdık. Fransızca-Türkçe aşağıdaki bildiriyi dağıttık. Genç ağırlıklı bileşimimizle Nation meydanına kadar yürüdük. Alanda 1 Mayıs bildirimizin dağıtımını gerçekleştirdik.

Ankara’da 1 Mayıs Ankara’da 1 Mayıs, Gezi Direnişi’nde polisin katlettiği Ethem Sarısülük’ün vurulduğu noktada yapılan anmayla başladı. Saat 11.00 itibarı ile kitleler Gar önünde toplanarak alana doğru yürüyüş için biraraya geldiler. Önceki senelere oranla oldukça fazla olan katılım sayısı 50 bin kişi civarındaydı. Özellikle öğrenci toplulukları, kadınlar, taraftarlar ve LGBTİ bireylerin ve HDP’nin kitlesel ve renkli katılımları dikkat çekiciydi. Devrimci Proletarya “Kırıp Atın Şebnem Gibi Uykuda Üzerinize Düşen Zincirleri Yere, Biz Çokuz Onlar Az! “ pankartıyla katıldı. Kortejde Beyaz Yakalı işçiler, Mavi yakalı işçiler, işçi öğrenciler ve ev emekçilerinden oluşan sınıfın farklı bileşenleri yer aldı. 34 gündür direnişte olan Yılmaz Çelik Hasır işçileri de kendi pankartlarıyla kortejde yer aldılar. Yürüyüş boyunca “işçilerin birliği sermayeyi yenecek, Zafer Direnen İşçilerin Olacak, Yaşasın Sosyalist İşçi Demokrasisi, Kahrolsun Burjuva Diktatörlük, OSTİM’ i Unutma Unutturma, Somayı Unutma Unutturma, Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni” sloganları atıldı. Kobanê’ de ölümüsüzleşen Komünist Nefer Erkan Altun yoldaş ölümsüzdür, Erkan yoldaş kavgamızda yaşıyor sloganlarıyla anıldı. Devrimci Proletarya’nın da bulunduğu siyasetler arama noktasındaki barikatları yıkarak üzerlerini aratmadan, Ethem Yoldaş Ölümsüzdür, Katil Devlet Hesap Verecek, Bedel Ödedik Bedel Ödeteceğiz sloganları atarak alana girdiler. Soma İşçilerinin ve 34 gündür Kazan’da direnen Yılmaz Çelik Hasır İşçilerinin konuşmasıyla alnadaki coşku daha da yükseldi. Konuşmalar sıklıkla ‘”Yaşasın Sınıf Dayanışması, İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek, Zafer Direnen İşçilerin Olacak” sloganlarıyla desteklendi. Türkiye’ de ve bütün dünyada emeğin, barışın ve kardeşliğin hüküm sürdüğü, sınıfsız ve sömürüsüz bir gelecek yaratmak için mücadelemize kararlılıkla, azimle, inançla devam edeceğiz.


6

işçi meclisi

Gübretaş’ta grev ilanı asıldı Kocaeli Körfez Atalar Mahallesi’nde yer alan Gübretaş Yarımca Tesisleri’nde bulunan Gübretaş Fabrikası’nda Petrol-İş Sendikası toplu iş sözleşmesinde anlaşma sağlanamaması üzerine fabrikaya grev kararı astı.

Petrol İş Kocaeli Şube Başkanı Salih Akduman’ında katılımı ile yapılan yürüyüşte işçiler “Zafer direnen emekçinin olacak’’, “Vur vur inlesin işveren dinlesin’’, ‘’Üreten biziz, kazanan biz olacağız’’ sloganlarını attı. Açıklama yapan sendika başkanı “Bu yolun sonu grevse, grevden çekinmeyeceğiz” diyerek işçilerinin kararlılığını ifade etti. 219 işçiyi kapsayan Toplu İşsözleşmesinde anlaşmaya varılamaması sonucunda grev

kararını asan işçiler 60 gün içerisinde anlaşma sağlanmaması halinde greve gidecekler. 60 günün sonunda anlaşma sağlanmaması halinde Gübretaş Fabrikası’nda greve çıkılacak.

Dora Otel işçileri işe iadeyi kazandı

24 Eylül 2014 tarihinde 5 aişçi arkadaşı ile birlikte işten atılan Halide Mutlu, 7 Mayıs Perşembe günü Çağlayan Adliyesi 8. İş Mahkemesi’nde görülen İŞE İADE davasını kazandı.

cadelenin bir sonucudur.

İşten atılan 25 Dora Otel işçisi adına kazanılan bu mütevazi adımın bir başlangıç olduğunu biliyoruz.

Bu mütevazi adım, konaklama ve eğlence işkolunda turizm-otel işyerlerinde çalışan işçilerin “artık köle olmayacağız” kararının bir sonucudur.

Bu mütevazi adım, işçi sınıfı dostlarının mücadelemizin başından beri sürdürdükleri kesintisiz dayanışmanın bir sonucudur.

Bu mütevazi adım, ekmek ve onur mücadelemizde ısrarın bir sonucudur. Bu mütevazi adım, işyerlerimizde, sokakta, hukuksal alanda sürdürdüğümüz ardıcıl mü-

Dr. Oetker’de grev

Dora Otel özelinde kazanılan bu adımın Türkiye işçi sınıfının meşru ve haklı mücadelesine yaptığı küçük katkı ile “Mücadeleye devam zaferimizin teminatıdır” diyoruz.

Yandex assesor kıyımına sessiz kalma

İzmir Torbalı’da bulunan Dr. Oetker Fabrikası İle Tek Gıda-İş Sendikası arasında yapılan Toplu İş Sözleşmesi sürecinde yaşanan tıkanıklıktan dolayı Tek Gıda-iş Sendikasına bağlı işçiler greve başladı.

Fabrika önünde açıklama yapan Tek Gıdaİş Genel Başkanı Mustafa Türkel, örgütlü oldukları işyerlerinde en düşük ücretin Dr. Oetker’de olduğunu belirterek, “Bu kabul edile-

bilir değil” dedi.

İşveren ileyapılan son görüşmelerin de sonuçsuz kalmasıyla grev oylamasına 276 işçi evet demesiyle grev kararı asıldı.

Beyteks'te eylem sürüyor Beyteks fabrikası kapandıktan sonra paralarını alamayan işçiler, fabrika önüne aileleriyle birlikte eylem yaptı. Eylemci işçiler haklarının teslim edilmesi ve fabrikanın hemen açılmasını istiyor. Ceyhan’da çok zor şartlarda işsiz yaşayan işçiler, umudunu bu fabrikaya bağladılar. Beklenti içindeki işçilerin çoğu, evine ekmek

götüremediğini söylüyor.

Daha önceleri sorun yok diyen iki yüzlü patronsa, fabrikanın önüne diktiği polislerinden güç alarak, işçilerin eylemi üzerine sert tehditlerde bulunup”ayıp sizin yaptığınız” diyerek azarlıyor ve “fabrika açılana kadar günübirlik işlerde çalışın” diye talimat yağdırıyor. Patron üstüne üstlük yavuz bir hırsız gibi işçilerin eylem yapmasını, işsizleşen işçileri açacağını iddia ettiği fabrikaya almayacağını söyleyerek tehdit ediyor. Fabrika açıldıktan sonra bir çok işçiyi gözüne kestirdiğini ve kovacağını söylüyor. Ceyhan’da ve birde İlbeyli fabrikasında çalışmak kapitalist köleliğin ite kalka şeklidir.

İlçedeki işsizlik ve yoksulluktan yararlanan patron, işçilere karşı aslan kesilir. İki dudağı arasında işçilerin alınıp atılması gerçekleşir. İşçi güvenliğinin olmadığı bu fabrikada bir çok işçinin parmağı makina arasında kalmıştır. İlbeyli fabrikasını büyüten bir çok yoksul işçinin emeği ve kanıdır. İşçilerin öfkesine sebep olan patron ve onun çıkarlarını koruyan devletidir. Yemeklerinden içme suyuna kadar en kötü şartlarda çalışmak zorunda kalan işçiler, bugün çok kötü şartlara sahip olan o fabrikada çalışmak zorundalar.


7

işçi meclisi

Çelik Hasır işçilerine silahlı saldırı Kıdem tazminatları ve 2 aylık geciken maaşları için direnişte olan Yılmaz Çelik Hasır işçilerine patronun yeğeni silahlı saldırıda bulundu. Direnişin 33. Gününde dün icra işlemleri sırasında patronun yeğeni Metin Yılmaz makinanın sökümü için fabrikada içine giren ustabaşı Recep Güntutmaz isimli işçinin kafasına silah dayayıp “senin ne isin var burada çık dışarıya”diyerek işçiyi dışarıya çıkardı. Dışarıya çıkan Recep usta dışarda bulunan arkadaşlarına yaşadığı olayı anlattı. Fabrikadan çıkan Metin Yilmaz işçilerin yanına gelerek

silahını çekerek işçilerin üzerine yürüdü. İşçilerin ” direnen direne kazanacağız” sloganı atarak Metin Yılmaz’in müdahale ettiler.

Yılmaz Hasır Çelik işçilerine, direnişlerinin 29. gününde İşçi Meclisi ve Sınıfsız okurları olarak dayanışma ziyareti gerçekleştirdik. 1 Mayıs öncesi geleneksel olarak gerçekleştirilen pikniklerin aksine bu yıl direnişte olan Yılmaz Çelik Hasır işçilerinin yanındaydık. Evlerde hazırladığımız kekler, börekler ve vazgeçilmez olan kısırlarımızla direnişçi işçilerle dostların arasında güneşin sofrasını beraber kurduk.

bir kısmını yediemine götürülmüş. 11 işçi için de aynı şekilde icra işlemlerinin başlatılacağı bilgisini işçiler bizimle paylaştı. Ancak,işçiler tüm arkadaşları için aynı süreç tamamlanmadıkça fabrikanın önünde direnişe devam edeceklerini söylediler.

Metin Yılmaz direniş alanında bulunun İşçi Meclisi okuru bir galvaniz iscisini de ” seni buralarda surekli görüyorum. Sen bunlara destek veriyorsun. Seninlede görüsecegiz.” diye tehdit etti.

Yılmaz Çelik Hasır İşçileri’ne 23 Nisan’da Ziyaret

Yılmaz Çelik Hasır patronu işçilerin bir pankartta “hırsız” demesinden kaynaklı 20 işçiye hakaret davası açıp birde işçileri işgalci olarak suçlayarak polis zoruyla fabrika dışına çıkarmıştı. İşçiler soğuk havaya rağmen haklarını almadan fabrikanın önünden ayrılmayacaklarını söylüyorlar. Direnişin 29. gününde şimdilik 9 işçinin ödenmeyen maaşlarına karşılık işçilerin avukatı tarafından icra işlemlerine başlanmak üzere makinaların

Fabrikanın ön tarafında direniş çadırı kuran işçiler burada nöbetleşe direnişe devam ediyor. Direnişçi işçilerin eşleri ve çocukları da onları yalnız bırakmıyor. Ziyaret sırasında bir işçi eşiyle yaptığımız sohbette evin tüm geçim kaynağının ellerinden alındığını eşinden başka eve gelir getiren kimsenin olmadığını birde bunun üstüne bir çocuğunun askerde olduğundan ve kredi borçlarından bahsetti. Ancak herşeye rağmen bu direniş sayesinde haklarını alacaklarından umutlu olduğunu vurguladı.

Yılmaz Hasır Çelik İşçileri direnişi 34. gününde sonlandırdı. İşçiler fabrikadaki makinelere haciz koydurarak yediemine kaldırttı ve mahkemede devam ediyor. İşçiler direnişi bitirdiklerini şu açılama ile duyurdular; “34 gündür süren direnişimizi aldığımız karar sonucunda bugün itibari ile sonlandırdık. 34 gün bize çok şey öğretti. Direnisimiz boyunca bizlerle dayanışma içinde olan tüm kurum ve kişilere tesekkur ederiz.

Ayrıntılı açıklamayı ilerleyen günlerde yapacağız.

1 Mayıs alanında görüşmek üzere. Kahrolsun ücretli kölelik düzeni! Yaşasın sınıf dayanışması!”


işçi meclisi

8

işçi meclisi

9

Temel İhtiyaç Fiili, Meşru, Militan Sokak Siyasetidir!

Sermaye partilerinin seçim bildirgelerinde ekonomik vaatleri öne çıkartmalarının esası, işçi ve emekçi kitlelerin yaşamlarını sürdüremez bir noktaya doğru itilmiş olması ve buradan hızla yayılan toplumsal hoşnutsuzluk birikimi ve içten içe neoliberal kapitalizme duyulan tepkinin sınıf mücadelesinde yeni bir dönemin habercisi olmasıdır.

“…Ama bir sınıfı ezebilmek için, ona hiç değilse kendi kölece varlığını sürdürebileceği bir takım koşulların sağlanması gerekir… Modern emekçi ise, tersine sanayinin gelişmesiyle yükseleceği yerde, gittikçe daha çok kendi sınıfının varlık koşullarının altına düşüyor. Sadakaya muhtaç bir kimse oluyor ve sadakaya muhtaçlık, nüfustan ve servetten daha hızlı gelişiyor. Ve burjuvazinin artık toplamda egemen sınıf olarak kalacak ve kendi varlık koşullarını topluma belirleyici yasa olarak dayatacak durumda olmadığı burada açıkça ortaya çıkıyor. Egemen olacak durumda değildir, çünkü kölesini, onun tarafından besleneceği yerde, onun beslemek zorunda kaldığı bir duruma düşürmeden edemiyor. Toplum bu burjuvazinin egemenliği altında artık yaşayamaz, bir başka deyişle, onun varlığı toplumla artık bağdaşmıyor.” (Marx-Engels, Komünist Manifesto)

AKP’nin 12 yıllık iktidarı döneminde ayakta kalabilmesinin temelinde ciddi sarsıcı bir ekonomik kriz yaşanmaması vardı. Belli bir planda istikrarlı seyreden ekonomik verilerin son birkaç yıldır bu defa tersinden istikrarlı, düzenli bir şekilde gerilemesi, yükselen enflasyon, artan döviz kurları, faiz tartışmaları; ekonominin temel kaldıracı olarak seçilmiş inşaat sektörünün tıkanması, gerilemesi; tarımın emperyalist entegrasyon politikaları nedeniyle çökertilmesi sonucu hızla artan gıda fiyatları; azami kar–rant uğruna tüm ülke coğrafyasının talana açılması; Türkiye’nin periferisinde artan istikrarsızlık ve çatışmalar, bunlara Türkiye’nin dahil oluş biçimleri; AKP’nin emperyalist mali oligarşinin beklenti ve isterleri dışına taşan, kimi zaman karşıtlaşan dış politik ataklığı, AB ve ABD’yle hemen her alanda orantılı bir şekilde yükselen gerilim; içte hukuki, siyasal kural ve değerlerin tamamen çözülerek kaotik bir duruma geçişle yönetme yeteneğini tamamen yitirmesi; dış politikada “değerli yalnızlık” türü depresif tripleri, çığ gibi büyüyen yolsuzluk ve yüzsüzlük neoliberal ekonomi politiği artık tıkamıştır. AKP’nin medya, ekonomi ve siyaset üzerinde kurduğu kapsamlı hegamonya nedeniyle krize kriz denememekte, krizin parametreleri emekçi kitlelerden kaçırılmakta, gizlenmektedir. Bu hızla tekçi bir egemenlik biçimine doğru yol alan ve bu nedenle yönetme yeteneğini de kaybeden AKP, içten de yaşadığı baskılanma nedeniyle çatlamış, çıkar birliği zedelenmiş, her kafadan bir ses çıkar hale gelmiştir. Yaşananlar açık bir biçimde neomuhafazakar tüccar AKP’nin neoliberal vizyonunun çöktüğüne

de hatırlatıyor, “hepimiz düzen partisiyiz ve bu bütçe sermayenin kullanımındadır, işçi sınıfına fazla açamazsınız”. AKP’nin 12 yıllık iktidarı döneminde keser ve sap ilişkisi dönebildiği kadar döndü ve bu ilişki bu defa AKP’yi hedef almış görünmektedir. Özellikle ekonomik yıkımın boyutlanmasıyla iktidar ayağının altından kayacak ve egemenliğini yitirecektir. Toplumsal üretim koşulları gerileyen modern ücretli kölelerin, işçi sınıfının üzerinden kazandıklarını bu siyasallıkta sınırına getirmiş bulunmaktadır. İşçi sınıfının, emekçilerin, işsizlerin sadakaya muhtaç bir hale getirilmiş olması bir dönemin kapanmak üzere olduğunu göstermektedir bize. Burjuva düzen partileri etrafında, aynı esnada… Burjuva demokratik çerçevede başkanlık modeli dayatması karşısında temelli kimlik siyasetiyle neoliberal burjuva demokrasisinin sınırlarını

İşçi sınıfına biçilen rol, edilgen bir seçmen olarak kendi kaderini kimlerin eline bırakacağına karar vermektir. işaret ederken, yapıp ettiği herşeyle tutulduğu bu hastalıklı iktidar hummasını derinleştirmektedir. 2015 parlamento seçimlerinde sermaye partilerinin seçim bildirgelerinde bu defa ekonomik vaatlerini öne çıkartmalarının (AKP dışındaki muhalefet

İşçi sınıfına biçilen rol, edilgen bir seçmen olarak kendi kaderini kimlerin eline bırakacağına karar vermektir. partileri bunlar) bir yönü iktidar kapışmasında hamle üstünlüğü yakalayarak, hasmını çaresiz bırakmak olmasına rağmen esası, işçi ve emekçi kitlelerin yaşamlarını sürdüremez bir noktaya doğru itilmiş olması ve buradan hızla yayılan toplumsal hoşnutsuzluk birikimi ve içten içe neoliberal kapitalizme duyulan tepkinin sınıf mücadelesinde yeni bir dönemin habercisi olmasıdır. Burjuva düzen partileri neoliberal ekonominin hızla derin bir ekonomik krize doğru yol aldığını ve işçi sınıfında derin bir öfkenin oluştuğunu görüyor, hızlanan nabız atışlarını seçimler sayesinde teskin etmeye çalışıyor ve sermaye sınıfının kolektif çıkarlarına yaslanarak sistemin çıkarlarını korumaya, sürdürmeye uğraşıyorlar. Emeklilere yılda iki maaş ikramiye, asgari ücretin yükseltilmesi, çiftçilere doğrudan destek ve mazot fiyatlarının vergiden arındırılması, topluma kanserli bir ur gibi yayılan banka-kredi borçlarının borçlular lehine yeniden yapılandırılması, doğanın talanına-HES’lere dur deneceğinin açıklanması her ne kadar AKP politikalarına bir karşıtlık barındırsa da, esasında sermaye düzenine soluk borusu açma çabaları ve dolaylı olarak işçi sınıfını silahsızlandırma projeleridir. Öyledir çünkü bu vaatlerin hepsi, gerçekleşse dahi onları çok kısa sürede emekçilerden tahsil edecek kapitalist ekonomik çözümlere sahiptir. Birleşik kaplar yasasının benzeri burada da işler ve otomatik olarak tüm ekonomik göstergeler yükselir. Burjuva partiler arasındaki rekabet kitleleri ekonomik, demokratik, siyasi beklentilerinden yakalayarak (ve tabii ki o beklentileri sermaye ideolojisi lehinde manipüle ederek) seçimlerden güçlü çıkabilmeyi, iktidar olabilmeyi ve bu sayede devlet olanaklarını başta temsil ettikleri sermaye tekelleri lehine kullanabilmektir. İşçi sınıfına biçilen rol, edilgen bir seçmen olarak kendi kaderini kimlerin eline bırakacağına karar vermektir.

Burjuva düzen partileri seçim sath-ı mailinde emekçi kitlelerin temel gündemi olan yoksulluğu ve yoksunluğunu öne çıkartmaları iktidar partisinden beklenen karşılığı çabuk buldu: “Kaynak nerede?” “Kaynak nerede? Bol keseden dağıtıyorsunuz” diye feveran ediyor, burjuva devletin hazinesini dönemsel olarak kontrol eden AKP hükümeti. CHP’nin işçi ve emekçilere kırıntı düzeyinde sunduğu ekonomik vaatleri için soruluyor bu soru. Yanıt olarak da burjuva politik mahfillerde yolsuzluk ve sermaye devletinin “itibarı” için su gibi harcanan israf örnekleri hatırlatılarak “kaynak işte burada” deniyor. “Kaynak”, “bütçe” denilen şeyler esasında işçi sınıfının karşılığı ödenmemiş emeğinin bir kısmından başka bir şey değildir. (İşçi sınıfının bu tartışmaya yaklaşımı ise, “siz kime, neyi veriyorsunuz!!” şeklinde olmalıdır. Buradaki esas tartışma, işçi sınıfının alınteri ve kanı biriktirilerek oluşturulan bütçe üzerinde konuşma, tartışma, tasarruf hakkını gaspeden sermaye ve onun sözcülerinin defedilmesi olmalıdır. Kaynağı, bütçeyi üreten işçi sınıfıdır ama oradan işçi sınıfına kırıntı aktarılması, boş vaat düzeyinde bile gaspçı sermayenin tüylerini diken diken etmektedir. Asalak bir urdan başka bir şey olmayan sermaye sınıfının tasfiyesiyle kaynaklar özgürleşecek ve gürül gürül akan bir toplumsallık ve üretim içerisinde ihtiyaçlar insani bir temelde karşılanacaktır. İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşamını özgürleştirecek, insanileştirecek kaynak sermayenin defedilmesinde gizlidir.) Burjuva devlet bütçe denilen sermaye sınıfının arpalığından işçi ve emekçilere ayıracağı payı asgaride tutmaya çalışır. Neoliberalizm koşullarında bu asgari payı sürekli ve düzenli gerileyen işçi ve emekçilerin seçim dönemlerinde ekonomik vaatlere kulak kabartmaları bu nedenledir ve normaldir. AKP hükümeti de sermayenin çıkarlarını korumak ve kollamakla görevli bir parti olarak diğerlerine

genişletme ve sistemin tüm dışlanmış etnik, mezhepsel, cinsel, dinsel kimlikleri içererek genişlemesi siyasetini radikal demokrasi programıyla ifade eden HDP ve onun çekim etkisi altında kalanlar ise tipik bir reform programı sergilemekte olmalarına rağmen, tüm bu eşitsizlikleri üreten maddi yapının salt üstyapısal tasarruflar değil, kapitalist ekonomik temel ve işleyiş olduğuna gözlerini kapatıyorlar. Çekirdeğini ve lokomotifini ulusal Kürt hareketinin oluşturduğu bu yapı, ulusal Kürt mücadelesinin Ortadoğu’da kazandığı mevzilerin iklimi ve motivasyonuna yaslanarak hedef ve kapsamı genişletilmiş olmakla birlikte halen kapitalizmden kurtulamamış olması, her ne kadar anti-kapitalist kimi argümanları kullansa da, değer yasası ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin reddine kulaklarını tıkayarak düzeltilmiş bir kapitalizm ve -elindeki tüm güce rağmenneoliberal burjuva demokrasisi karşısında “haddini bilen” taleplerde takılıp kalması onun da ayağındaki prangadır aslolarak. Devrimci bir dönüşüm ve enerji ataklığıyla ayakta olan taban güçlerini bir reform programıyla prangalaması zayıf noktasıdır. Geldiğimiz aşamada ortaya koyulan seçim bildirgesindeki talepler bir parlamento seçimlerini aşan niteliktedir ve onların kazanılabileceği esas yer -niyeti olacaksa, varsa- sokaklar olacaktır. AKP’nin ve sermaye devletinin onu klasik bir burjuva düzen partisi formatına sokmak için provakasyonlarla korkutması, militan mücadeleyi seçim sath-ı mailinde ıskartaya alarak sokak siyasetine duvar örebilmek içindir. Sermayenin temel mottosudur: Seçimlerde partiler vaatlerde sınır tanımayabilir, bol keseden atabilirler! Buradaki kıstas bu taleplerin sokaklarda

işçi ve emekçilerle militan tarzda savunulmaması, bir hak bilinci ve mücadelesine dönüşmemesidir. Muhalefetteyken söylenen sözlerin iktidardayken unutulması vaka-i adiyedendir. İşçi sınıfı sazı eline almamalı, o dinleyici olmalıdır. Onun güzel sözlerle, beklenti ve ihtiyaçlarına ucundan dokunduran türkülerle avutulması esas olandır. Ve çünkü bujuva partilerin hepsi aynı nakaratı tekrarlar, hepsi “Osmanlı Bankasıdır”. Ve seçim sistemiyle murad edilen temel şey, sermaye düzeninin burjuva demokrasisinin/diktatörlüğünü düzenli aralıklarla emekçi kitlelere onaylatmaktır. Burjuva seçme ve tüketim özgürlüğü. Hepsi bu!… Şurası açık olmalıdır, işçi sınıfı ve emekçilerde Haziran Direnişi’nden bugüne ciddi bir bilinçsel dönüşüm yaşanmış ve bu dönüşümle birlikte talep edilen ekonomik, demokratik talep ve ihtiyaçlar manzumesinin kapitalizm sınırları içinde karşılanması mümkün değildir. Kapitalizmin özgürlüğüne, tadilatına soyunarak, pansuman tedbirlerle de karşılanamaz bunlar. Kitlelerin özlem ve talepleriyle verili kapitalist ekonomi-politik bir arada yaşanamaz. Anlatılan hikaye bilinen haliyle üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişki ve uzlaşmazlıktadır. Tekelci bir birikim ve siyasal merkezileşmeyi sürekli bir yoğunlaşmaya ilerletmek zorunda olan mali oligarşik neoliberal siyasallık, emekçi kitlelerin artan eylemli talepleri karşısında çareyi polisiye tedbirleri de artırmakta bulur. Bir yasadır bu: Ücretli modern köleye yaşamsal alan ve ihtiyaçları için tanınan maddi alan daraldıkça kitleleri yönetmek de zorlaşır ve “güvenlik” önlemleri arttırılır, burjuva demokrasilerinin diktatörlük yanı, demokrasi karşıtlığı iyice öne çıkar. Neoliberal burjuva demokrasilerinde seçimler sistemle kitleler arasında artan çelişkileri yönetilebilir pozisyonda tutma ve beklenti içine sokarak tahrip olan bağları yeniden sağlamlaştırma aracı olarak kullanılır. Devrimci proletarya mali oligarşik yapının verili politik iklim ve ilişkilerde parlamento seçimlerinin hangi anlama geldiğini, yaratılan umut ve beklentilerinin sahteliğini teşhir etmekle sorumludur. İşçi sınıfının beklenti, talep ve özlemlerinin bu koşullarda karşılanmasının imkansızlığını, sosyalizmin zorunluluğunu propaganda etmek temel görevdir. Burjuva siyasetin maskesi indirilmeli, insanca yaşamın ve geleceğin ancak sosyalizm için yürütülecek sınıf savaşımıyla kazanılacağı ısrarla anlatılmalıdır. Kaynak, proletaryanın devrimci potansiyelinde verilidir. Metal işçilerinin son günlerde gösterdiği kararlılık ve eylemsellik ihtiyacımızın ne olduğunu da göstermektedir. Sınıf mücadele sahnesine kararlıca indiğinde ara renkler, pasif tutumlar, reformizmin mızmızlığı, liberal tutumlar ortadan kalkar ve gerçek sınıf siyaseti, burjuvazinin meclis koridorlarında değil sokaklarda özgürce üretilir. Ve böyle de olacaktır; seçim sandıklarının bilinçlere vurduğu kelepçe kırılıp özgürleşecek proletarya seçimleri veto hakkını er geç kullanacaktır. Ercan Akpınar Sincan 1 No’ lu F Tipi Hapishanesi


10

işçi meclisi

Sağlık emekçileri, çalışırken

hastalanıyor, çalışırken ölüyor Sağlık emekçileri fiziksel, biyolojik, kimyasal ve psikososyal ciddi risk etmenleri ile karşı karşıya çalışmaktadır. Bulaşıcı hastalıklar, tükenmişlik, şiddet, mobbing, radyasyon ve kimyasallar gibi bir çok tehlike ve risk nedeniyle çalışırken sağlığını kaybetmektedirler. Aynı zamanda iş cinayetleri nedeniyle her yıl onlarca sağlık çalışanı hayatını kaybetmektedir. Madende, inşaatta, tarımda, enerji iş kolunda iş cinayetlerinin toplu katliamlara dönüşmesinin en önemli sebebi 2014 yılında açıkça görüldüğü gibi kapitalizmin neoliberal politikalarla çalışma hayatında piyasanın kurallarını hakim kılmasıdır. Sağlık hizmetleri de ‘Sağlıkta Dönüşüm Programı’ ile tam anlamıyla metalaşmış ve sağlık iş kolunda sermayenin tahakkümü kurulmuştur. Güvencesiz, esnek, emek yoğun çalışma biçimleri, kışkırtılmış sağlık talebiyle birleşerek sağlık hizmetlerini niteliksizleştirdiği gibi sağlık çalışanlarını da çalışırken hastalandırmakta, çalışırken öldürmektedir. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin iş cinayetleri raporuna göre 2014 yılında Sağlık ve Sosyal Hizmetler iş kolunda en az 28 işçi can verdi. Sağlık emekçilerinin büyük kısmı ‘çok tehlikeli işyerleri’ kapsamında yer alan hastanelerde çalışmaktadırlar. Bu ‘çok tehlikeli işyerleri’nden birisi olan İstanbul Tıp Fakültesi (ÇAPA) Hastanesi’nin sağlık çalışanları ‘ÇAPA İşçi Sağlığı Meclisi’ olarak son iki yılda yürüttüğümüz işçi sağlığı mücadelesini ve hastanede sağlığımızı tehdit eden uygulamaları raporlandırdık. Kuşkusuz sağlık iş kolunun barındırdığı tehlike ve risklerin boyutu göz önüne alındığında yürüttüğümüz bu mücadele mütevazı kalacaktır. Ancak işçi sağlığı mücadelesinde kazanıma götürecek en önemli tutumun, emekçilerin kendi işyerlerinde kendi sağlıklarına örgütlü olarak sahip çıkması olduğundan hareketle bu çalışmaların değerli olduğunu düşünüyoruz. İş cinayetinde kaybettiğimiz Zafer Açıkgözoğlu’nu unutmadık, unutturmayacağız. İstanbul Tıp Fakültesi Acil Travmatoloji binasının zemin katında 14 Haziran 2013 günü yoğun yağış sonrası kanalizasyon suları taşarak yaklaşık 40 cm yüksekliğe ulaştı. Hastanede taşeron firma üzerinden “temizlik işçisi” olarak çalışan işçiler olaya müdahale etmekle görevlendirildi. Hastane temizlik işçileri hiçbir güvenlik önlemi alınmadan ve kendi görev tanımlarının tamamen dışında olan lağım sularının içinde çalışmak zorunda bırakıldı. Bu müdahale esnasında Zafer Açıkgözoğlu tıkalı kanalizasyonun kapağını açmasıyla birlikte lağım suları içerisinde kaldı. Sonrasında işçilerde bulantı, ishal, karın ağrısı gibi şikayetler ortaya çıkmış ve acil servise başvurmak zorunda kalmışlardı. Zafer arkadaşımız şikayetleri gerilememesi üzerine on gün içerisinde üçüncü kez başvurduğu acil serviste bilinci kapanması sonrası karaciğer yetmezliği tanısıyla yoğun bakıma alındı ve iki gün içerisinde karaciğer nakli gerçekleştirildi. Yoğun bakımda yapılan tetkiklerinde Hepatit B virüsü saptandı.

virüsü daha önceden saptanabilirdi. İş güvenliği önlemleri alınmış olsaydı tıbbi atık poşetinden iğne batması gerçekleşemezdi. Zafer’e eline iğne batması durumunda ne yapması gerektiği işçi sağlığı eğitimleriyle anlatılmış ve iş kazası bildirimi yapılmış olsaydı erken tanı, takip ve tedavi şansı olabilirdi. Hukuki olarak hastane ve şirket yönetimlerinin yapmakla yükümlü olduğu bu işler yapılıyor olsaydı Zafer Açıkgözoğlu bugün aramızda olabilirdi. TAŞERON SİSTEM BAŞLIBAŞINA BİR MESLEKİ TEHLİKE KAYNAĞIDIR. Özel sektörün neredeyse tüm işkollarında temel istihdam yöntemi haline gelen taşeron çalıştırma kamuda sayısı yüz binlerle ifade edilecek boyutlara ulaştı. Sağlık Bakanlığı 100 binin üzerinde taşeron çalışanı ile bu alanda başı çekiyor. Kışkırtılmış sağlık talebi karşısında sağlık emek gücü yetersiz kalan hastaneler, çözümü daha az kişiye daha çok iş yaptırarak emek yoğun çalıştırma ve tüm bunları da hizmet satın alarak çalıştırdığı taşeron işçilere yaptırma gibi politikalarda buluyor. Çok düşük maaşlarla, yıllık izinlerini dahi çoğu zaman alamadan, aylık 240 saatin üzerinde uzun sürelerle çalıştırılan taşeron işçiler aynı zamanda iş kazaları ve meslek hastalıklarıyla boğuşuyor. Alt işverene bağlı çalıştırma; iş yerlerini, iş kazalarına bağlı sakatlıkların, iş cinayetlerinin ve meslek hastalıklarının artık rutinleştiği ve doğal sayıldığı ortamlara dönüştürdü. Taşeron çalıştırılan işçilerin görev tanımlamasının yapılmamış olması, adeta “joker”gibi hastanede sorun yaşanan her alanda çalıştırılmaları, yapılacak olan iş için risk değerlendirmelerinin yapılmamış olması, işçinin o işin barındırdığı risklere yönelik eğitim almamış olması ve kişisel ve çevresel hiçbir önlem alınmadan çalıştırıyor olması iş kazalarına açıkça zemin hazırlamaktadır. Tüm bunlara uzun çalışma süreleri ve işçilerin yaşadığı psikolojik baskılar (mobbing) de eklenince kazalar hayatın bir parçası olmaya başlamaktadır.

Siyasi iktidarın en yüksek mercilerince bile “kader” olarak değerlendirilen bu iş cinayetlerinin sorumluları net bir şekilde ortadadır. Taşeron çalışma koşullarını iş hayatının her alanına yerleştirmek için çabalayan sermaye sahipleri ve bunun hukuki ve sosyal altyapısını hazırlayan siyasi iktidar yaşanan iş cinayetlerinin kuşkusuz önde gelen sorumlusudur. Siyasi iktidarın politikalarını “kraldan çok kralcı” anlayışıyla uygulayan hastane yöneticilerin payı da yadsınamayacak kadar fazladır. Taşeron sisteme karşı İstanbul Tıp Fakültesi taşeron Zafer Açıkgözoğlu hastane binası içerisinde işçileri onlarca yürüyüş, basın açıklaması ve temizlik işçisi olarak çalışmaktaydı. Hastanede direniş süreçleri ile etkin bir mücadele yürütmetaşan bir kanalizasyona müdahale etmek onun işi ktedir. Son yasal düzenlemelerle beraber DİSK değildi. Hastane yönetimi iş tanımını ihlal ederek Genel-İş sendikasında örgütlenmeye başlayan olaya müdahale için İSKİ’yi çağırmadı. Taşeron taşeron işçiler, toplu iş sözleşmesiyle tüm çalışma olarak çalıştırılan işçiler sürekli işten atılma koşullarında iyileştirme ve kadro hakkı başta tehditlerine maruz kalmasalardı bu görevi kabul olmak üzere sosyal hakların genişletilmesi için etmeyebilirlerdi. İşe giriş muayenesi ve periyoörgütlü sendikal bir mücadele sürecini inşa dik muayeneleri eksiksiz yapılsaydı hepatit B etmektedirler.

– ‘İş sağlığı’ ve güvenliği kurulları işlevsel hale getirilerek düzenli toplanmalıdır. Bu kurullara çalışan temsilcisi ve sendika temsilcilerinin katılımı sağlanmalıdır. Kurullarda dile getirilen işçi sağlığı sorunlarının çözümü için alınan kararlar uygulanmalıdır. – Nitelikli, yeterli sürelerde ve her çalışanın yaptığı işe özgü tehlike ve riskler dikkate alınarak hazırlanmış içeriklere sahip işçi sağlığı eğitimleri verilmelidir. – Yasa ve yönetmeliklere uygun olarak konunun uzmanları ve sendikal katılım sağlanarak nitelikli risk değerlendirmeleri yapılmalı ve saptanan riskleri önlemeye yönelik eylem planları oluşturulmalıdır. – Deprem ve yangın gibi acil durumlara karşı acil eylem planı, tatbikat, bina güçlendirme/ kullanıma kapatma gibi önlemler acilen alınmalıdır. –İş kazası bildirim sistemi çalıştırılmalı, kaza sonrası tıbbi takip işlevsel hale getirilmeli, hastanede yaşanan iş kazalarının dağılım haritası çıkarılmalı ve önlemeye yönelik eylem planları oluşturulmalıdır. – Hastanede radyasyon riski bulunan tüm birimler kontrolden geçirilmeli, radyasyon bulunan alanlarda çalışanların tümüne dozimetri verilmeli, yüksek doz radyasyon şüphesi olan alanlarda çalışma durdurulmalıdır. – İş tanımları ayrıntılı bir şekilde yapılmalı ve iş tanımı dışında çalışma durdurulmalıdır. – Sağlıkta dönüşüm programı sonucunda ortaya çıkan emek yoğun çalışma biçimi durdurulmalı, sağlık çalışanlarının çalışırken tükendiği koşullar engellenmelidir. – Hastane içerisinde emek eksenli sendikal örgütlenmeyi engellemek için oluşturulan idari baskılar sona erdirilmelidir. – Taşeron şirketlerden hizmet alımı durdurularak güvencesiz çalışma biçimi sonlandırılmalıdır. İşçi sağlığı mücadelesini emeği örgütleyerek emek sürecine müdahale eden bir sürece dönüştürmek kelimenin tam anlamıyla ‘hayatidir’. Aksi takdirde iş cinayetlerini ve meslek hastalıklarını önlemek mümkün görünmemektedir. İşçi sağlığı konusu mahiyeti itibariyle emek-sermaye çelişkisini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. İnsanca yaşadığımız bir toplumsal düzeni inşa edinceye kadar emeğin tüm talepleriyle mücadeleyi yükselteceğiz. İş cinayetleri ve meslek hastalıkları nedeniyle kaybettiğimiz tüm emekçileri saygıyla anıyoruz. ÇAPA İŞÇİ SAĞLIĞI MECLİSİ


11

işçi meclisi

“Çalışma Riskleri: Hayatımızı Kazanırken Kaybetmemek”

Fransız sosyolog Annie Thébaud-Mony’nin ilk baskısı 1985 yılında yapılan “Çalışma Riskleri: Hayatını Kazanırken Kaybetmemek İçin” adlı kitabının yeni basımının tanıtımı Paris’te yapıldı. İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun bodrumunda yapılan tanıtıma Annie Thébaud-Mony’nin yanı sıra, doktor Philippe Davezies, avukat Laurent Vogel, istatistik uzmanı Serge Volkoff ve kitabın yayıncısı François Gèze katıldı. Ardından gerçekleştirilen soru ve tartışma bölümü ile birlikte tanıtım 3 saate yakın sürdü. Ve genç ve orta yaşlı, kadın ve erkek, işçi, uzman, sendikacı ve öğrenci 300’e yakın kişi canlı bir şekilde yer aldı.

Konuşmaların ardından soru ve tartışma bölümü başladı. Burada bir izleyici sendikaların işyerini ve iş’i kurtarmak adına daha fazla çalışmayı kabul ettiklerini söyledi. İnşaat sektöründen bir CGT del-

Annie Thébaud-Mony açış konuşmasında çalışma koşullarındaki ağırlaşma ve kötüleşmenin yeni örneklerinden söz etti. Verdiği örneklerden biri iki yıl önce 1200 işçinin toprağa gömüldüğü Rana Plaza katliamı oldu. Satın aldığımız kıyafetlerin onura yakışmayan şartlarda üretildiğini belirtti. Asbestin gemi ve bina sökümlerinde yarattığı riske, asbestin kanser yaptığının görünür kılındığına değindi. Temizlik işlerinde kimyasalların fazlasıyla kullanıldığına işaret etti.

Konuşmalarda 39 yaşında 2 ayrı kanser türüne yakalanmış olan ve 1 yıl içinde yaşamını yitiren bir işçiden söz edildi. Sağlık sisteminin yapısöküme uğratıldığı ve sorunun artık “bilgi sahibi olmamak” değil, “nasıl eyleme geçeceğini bilmemek” olduğu belirtildi. **

Biz her şeyi biliyoruz artık Serge Volkoff, konuşmasında kitabın bölüm içeriklerine değindi. Çalışmanın sağlık üzerindeki etkilerinin öncesinden farklı olarak görünürlük kazandığını ve bugün işçilerin yüzde 6’sında bu patolojilerin görüldüğünü belirtti. Beyaz yakalı işçilerde psiko sosyal sorunların mavi yakalılara göre 3 kez daha fazla yüzeye çıktığını, çünkü mavi yakalıların kendilerini fazla ifade etmediklerini söyledi. Hastalığın işten kaynaklandığını biyolojik olarak kanıtlamanın zorluklarına değindi. Burada işyerindeki çalışma koşulları ile makro düzeydeki çalışma koşulları arasında bağ kurma gerekliliğini vurguladı. Laurent Vogel ise işyerindeki koşulları değiştirmede toplumsal dinamiklerin önemine değinerek söze başladı. Büyük işletmelerde kurulu bulunan Hijyen, Güvenlik ve Çalışma Koşulları Komitesi’nin (CHCST) kaldırılmaya, onun yerine daha az etkili olan iş müfettişliğinin geçirilmeye çalışıldığını belirtti. İşçilerin bu kurumları çalışma koşullarını iyileştirmek için kullanmasının önemine işaret etti. Dünyanın her yerinde ortak sorunlarımız var, işçi sağlığı için dayanışma enternasyonal olmak zorundadır, dedi ve bunun derinlemesine politik bir sorun olduğunu söyledi. İşçilerin bilgisi arttığı ölçüde hiyerarşiye karşı ve daha demokratik bir sistem için mücadele edebileceklerini, ayrıca farklı ittifaklar kurulması gerektiğini vurguladı. Örneğin işçilerin çalışma koşullarının kötülüğü üretilen ürünlerin de kötü olmasını getiriyordu.

Asıl toksik madde, sınıf olarak davranamamak

tablonun ağırlığını çivi gibi çakmada rakamların rolü de atlanamaz. Verilen rakamlara göre, 1985 yılında 150.000 kanser sonucu ölüm varken günümüzde 353.000’e çıkmıştı ve inşaat, taşeronluk sistemi ve amyant ve radyoaktiviteye maruz kalınan işlerin bu rakamların artışındaki etkisi örtülemez hale gelmişti. Artık işçiler 1985’e göre 10 kat fazla kanser riski altındalar. Fakat çalışma koşulları ve ürünler ile hastalıklar arasındaki bağlantılılık genel düzlemde kurulamıyor -bunun asıl sebebi “biat eden bilim” iken, Fransa’daki sağlık sisteminin de aşırı derin bir işbölümü temelinde ve pozitivist işleyişi de sayılabilir sanıyorum; hatta bu sistem ve işleyişi, bilmeyen birine pozitivizmi somuttan öğretmek için kullanılabilir!

egesi kar amaçlı üretkenlik ve hız baskısına karşı mücadelenin önemini vurguladı. Diğer bir izleyici MEDEF’in (Fransa’nın TÜSİAD’ı) CHCST’yi kaldırmak için Macron yasası ile bir hamle daha yaptığına dikkat çekti. Konuşmacılar sorulara verdikleri yanıtlarda artık iş koşulları ile ölümler, hastalıklar arasındaki bağın bilindiğine işaret ettiler ve “Bir nedensellik kanıtlamasına hala gerek olsa bile biz artık neyin ne olduğunu biliyoruz” dediler. İşçilerin sendikalarla değil işyeri ile özdeşlik yaşadıklarına ve bunu gidermek için sendikaların işçilerle etkileşim halinde olması gerektiğine dikkat çektiler. Annie Thébaud-Mony, işçi sağlığı açısından en tehlikeli durumun taşeronluk sisteminde yaşandığının altını çizdi. Koşulların etkisini keşfederek daha hızlı eyleme geçme gerekliliği, toksik maddelerin sürekli arttığı ve bunun komplike bir süreç olduğu belirtildi. Söz alan izleyicilerden biri nano partiküllere karşı bir kılavuzun varlığına dikkat çekerek sendikaların bu konuda çalışma yürütmesi çağrısını yaptı. Bir diğeri 30 yıl önceki iş koşulları ile bugünkü arasındaki farkı sordu ve neye göre ölçüldüğünü öğrenmek istedi. Yanıt olarak tabii ki iş koşullarının geriye gittiği ve bunları ölçecek bir şeyin de olmadığı söylendi. Muhtemelen bunu açımlamak için de, işçilerin giderek daha fazla iş değiştirdikleri ve bir işteki hastalığın yerine (ya da ek olarak) bir diğerinin geldiği belirtildi. O rakamlar bizim yaşamımız! İnsan elbette ki rakamlara sığmaz! Fakat bir

Tanıtım, Soma mahkemesinin ikinci gününde yapıldı. Her ne kadar Türkiye işçi sınıfının ölüm ve acıları ağırlıklı oranlar bakımından Fransa’dakiyle farklılıklar taşıyorsa da, Soma katliamının altını bir kez daha çizmeden olmayacaktı. Söz aldığımda Soma mahkemesinin birinci ve ikinci günü yaşananları, işçi yakınlarının patronlar için “Onlar buraya gelecek, göz göze bakacağız!” haykırışını anlattım. Salondakilerin de patronları öfkeyle kafalarında canlandırdıklarını anladım gözlerinden. 9 Nisan’da Pazar ve gece çalışması ile gündeme gelen ama 200 maddelik bir “torba yasa” olan Macron yasasına karşı yapılan eyleme gitmiştim. Bundan bahsettim ama kazanmak için çok daha fazlasına ihtiyacımız var dedim. Kazanmak, dedim, kapitalizmden ve çalışma köleliğinden kurtulmaktır. Ve burada evet elbette öyle an kadar yakın anlamında değil ama kapitalizmden, sistemin kendisinden kurtulmaktan bahsedilmemesi de beni şaşırttı, diye de ekledim. Tanıtıma katılanlardan bazılarının elinde kitabın 1985 baskısını görmüştüm. Yeni baskısından da, imzalanmak üzere çokça getirilmişti. Eski kitabın boyutları ile yenisinin hacmi arasındaki fark, işçi sınıfı olarak çalışma koşullarımızın, ölümlerimizin, çalışma acılarımızın ağırlığına işaretti başlı başına! Bebek arabalarındaki birer ikişer çocukla işten dönen siyah ve beyaz kadın işçilerin sokaklarından eksik olmadığı (“görünürlük” sorununun ortadan kalktığı!), apartman merdivenlerinizde sabah saat 04.00’te uyanıp işe giden işçilerin ayak seslerini duyduğunuz “karanlıkta uyananlar” ülkesinde, tanıtımın yapıldığı penceresiz, havasız salondan, bana destek olmak için gelen hukuk öğrencisi arkadaşım ile ayrıldık. André Gorz’a lanet ederek!


12

işçi meclisi

“Dünyanın en güçlü pasaportları” Başlık onların. Onlara da bu yakışır. Onların tüm başlıkları gibi, bu başlıkları da ellerinde patlar. Boom olur. Şimdilik bu yazının da başında kalsın. Biz nasılsa kendi başlığımızı yazımızın sonuna çakar, onların başlığını onların alnına yapıştırırız.

biliyor. İnan olsun ki kolay değil tersine korkunç zor onun işi yav, düşünsene bir, onun bunun vatandaşlığı ile uğraşması yetmiyor, bir de dünya vatandaşlığı için çabalıyor… Ne müthiş iş ama…

Pasaport diyorlar, bunu konuşacağız zaten. Fakat pasaportu bile güç ile bağlantılandırmaları, gücü “en” ile ilişkilendirmeleri, gücü ve en’i dünyaya bağlamaları bir tuhaf!? Kriz mi var ne!?

Liste fena uzun, dünya kadar. ABD, Britanya, Almanya, Fransa, Güney Kore, … Ha Türkiye, ya burası biraz karışık, klasman olarak 29’uncu ligde; sıralamada ise 193 içinde 62’nci. Neyse şimdi rezil etmeyelim kendimizi elaleme, matematik nanay çünkü…

Amanın! Hem de ne kriz var ne kriz var. Pasaportun krizi var, güçlünün krizi var, en’in krizi var, dünyanın krizi var. Hepsi krizde: Çoklu kriz! Vay canına! Sadece tek tek ve çoklu kriz de değil bu yahu! Her birinin ve hepsinin birlikte bütünsel krizi. “Dünyanın en güçlü pasaportları” krizi. Vıy! Sermaye konuşuyor: Arton Capital, kapitalistlerin farklı ülkelerden “vatandaşlık” edinmesi konusunda uzmanlaşmış bir finans şirketi. Yav, bu sermayenin uzmanlaşmasına hayranlık duymamak elde değil gerçekten. Tek tek çoklu birleşik bütünsel uzmanlaşma: Sömürgen katliamcıların birikimlerinin tüm sınırlarını aşabilmeleri konusunda uzmanlaşma, sömürgen katliamcıların birikimlerini farklı ülke bölge kasalarına aşırıp saçıp çoklulaştırmalarına yönelik uzmanlaşma, sömürgen katliamcıların bizim gırtlaklarına asılıp kıtır kıtır kıtırdatma ihtimalimizin gerçekliğe dönüşmesinden an önce kıl payı fıyıp kapağı çoklulaştırılmış kasalarından birine atmalarına yönelik uzmanlaşma,… Gel bir de bizim halimizi gör: Hadi söyle bakalım, neyin neresinde ne kadar uzmanız? Mosmor olma durumu değil mi! Yok, bunda utanılacak bir şey yok elbette; eşitsiz gelişme elbette. Ancak sorun şu ki, eşitsizliğin gelişen tarafı sürekli üstelik sıçramalı olarak gelişirken; biz ne durumdayız? Eşitsizliğin gelişmeyen tarafının gelişmesinin iç engelinin duvarlaşmış haliyiz. Toplumsal proletaryanın evrensel düzeyde gelişmekte olan ve sermayenin geliştirirken sınırlamaya güdülü krizleşmesinin kanıtı olduğu, asla sınır tanımayan yeteneklerinin becerilerinin önündeki duvar halindeyiz. Yok, bunda utanılacak bir şey olmadığı gibi, moral bozacak bir şey de yok; gerçekten! Çünkü, biz istemeden de olsa istediğimiz kadar duvarlaşalım, ho ho ho, toplumsal proletarya hiçbir duvar tanımaz! Biz içerden en küçük bir destek atamasak dahi, o dışardan yıkar geçer gelir bizi duvarlaşmışlığımızdan kurtarır, hiç canını sıkmayasın… Of, duvarlaşmışlığımızdan kurtulamayacak denli duvarlaşmışsak eğer, of, yıkar ezer geçer, of n’apalım kader işte… Sermaye konuşuyor: Arton Capital, geçtiğimiz günlerde, dünyanın en etkili pasaportları listesini yayınladı. Ölçüt, pasaportla diğer ülkelere vizesiz giriş. Listeyi buraya aktarmaya gerek var mı? Mahalleden herhangi bir veledi çevirip listeyi hiç göstermeden sorsak, kuşkusuz listedeki 193 ülkenin tümünü bilemeyeceğinden birkaç yanlış yapacaktır ama, sıralamayı asla şaşırmayacaktır. Çünkü malum, sermaye gücü, devlet gücü, emek üretkenliği gücü, artıdeğer hortumlama hiyerarşik gücü, …, sayarız daha, gerekmiyor. Bizim velet bunlardan pek anlamaz, fakat tezahürlerinden ve sınıfsal toplumsal yaşantısından bilir. Hah, birinciyi bilmekte ne var anacım, iş yaptın sanki aferin yani; tabii ki ABD. Pasaportu alabilmek için işçiler, halklar, milletler, bölgeler, kıtalar birbirini yiyorlar. Hani iyi ki ABD ABD olarak var da, işçileri halkları milletleri kıtaları pasaport alabilmeleri için sıraya düzene soka-

Haber şöyle diyor: “….Ekonomisi güçlü gelişmiş ülkeler listenin üst sıralarında bulunuyor.” Canım ciğerim burjuva ideolojisi! Ekonomi diyor, gelişmiş diyor, güçlü diyor. Emperyalist kapitalizm diyemiyor, kendi kendini güçlü gelişmiş ekonomi eliyle sıkıp, ekonomisi güçlü gelişmiş ülkeler diyor. Herhalde yani, gerçeği dese hop ederiz, e o da cop etmek zorunda kalır ama biz hep hop ederiz… E bu yüzden, bizi ekonomisi güçlü gelişmiş ülkelere ninniyle mışıl mışıl yatırmak zorunda kalıyor. Zor lan bunların işleri hakkaten… Raporun haberinin haberine göre, “Türk vatandaşları 108 ülkeye vizesiz girebiliyor”muş. Heyt, olsun o kadar değil mi ya; ne de olsa son Osmanlı sultanı cansiperhane canı burnunda çalışıyor. Hakkaten yahu, hani dünya çapında bireysel emek üretkenliği araştırması yapılsa, bizimki kesin başa oynar. Başkanlık meselesi mi? Başkanlık bizimkinin önceki dönemki fiyatıydı, sermayenin ödemesi gecikti sadece. Başkanlık çok geride kaldı gülüm çok geride kaldı; sana ne diyorum, bizimki bireysel emek üretkenliğinde başa oynuyor. Biraz zorlanacak elbette; o kadar da olsun canım, karşısında Çar-Putin gibi nice çok önceden başkan olmuşlar, nice emperyal CEOlar var, ohoo… İşçiler çıkamaz, kapitalistler kalamaz: Pasaport! Adına pasaport denilen diktatörlük demokrasisi, demokrasi diktatörlüğü, işçilerin “yurt” dışına çıkışına diktatörlük, kapitalistlerin “yurt” içinde kalışına diktatörlük, işçilerin “yurt” içinde kalışına demokrasi, kapitalistlerin “yurt” dışına çıkışına demokrasidir. Yalnız lütfen sakın ola, eee ama Avrupa’da işçiler “yurt” dışına çıkabiliyor üstelik vizesiz falan demeyin n’olur: AB ne sizce? Fakat işin en komik, en eğlenceli yerine daha yeni geliyoruz: Pasaport sadece yukarıdaki anlamıyla pasaport değil; aynı zamanda maalesef krizdir! Pasaport krizi. Krizli pasaport. Pasaportun krizleşmiş hali. Krizin pasaportlaşmış hali. Hazır mısınız? Şenlik başlıyor! Bizim şenliğimiz başlıyor! Çok fena çılgın eğleneceğiz şimdi. Hazır mısınız? Haydi sahneye! Çok çılgın eyleneceğiz şimdi. Haydi sahneye! Haydi hep beraber! Önce karşımızdakini tanıyıp tanıtalım: Sermaye. Pasaportun krizinin, krizin pasaportunun, krizli pasaportun ta kendisi. Artıdeğer sömürüsünün kendi koyduğu sınırına dayanmış abanmış tüm gücüyle zorluyor garibim. Kendi pasaportunu kendi krizi yapıyor. Kendi krizini kendi pasaportu yapıyor. Kendini pasaport yapmışlığıyla krize giriyor biçare. Hani kafası olsa, kafayı yiyecek garibim dersin, o kadar yani. Onu böyle kıvrım kıvrım kıvır kıvır düğüm düğüm kördüğüm gördükçe, insanın yardım edesi bile geliyor! Fakat ne yazık ki biz, sermayenin insanı olan insanlığımızdan nefretle hiddetle şiddetle kopmak istediğimiz için, birbirlerine yardım etmesini engelledik maalesef.

Hey hey, yok öyle, kahkahanızın tümünü boşaltmayın hemen, doldurması zaman alır. Şaka şaka; eskidendi o; şimdiyse, onlar böyle kriz kriz krizleşip sürüm sürüm süründükçe, bizim kahkahalarımızı üreten nükleer santraller zinciri bütünsel kompleksine dönüşüyorlar. Şimdi sermayenin karşısındakini tanıyıp tanıtacağız: Bizi, kendimizi. Buyrun, sizi tanıyalım, kendinizi bize, seyircileşmeyi yarıp çıkmış çılgın eylencemize tanıtır mısınız lütfen? Eeee, he he, şey biraz utandım da, ilk kez yani, hani of ya çok kalabalık burası ter bastı birden herkes de niye bana bakıyor ne diyeceğimi bile unuttum valla boğazım kurudu bi su bardak pardon bir bardak su lütfen… Lütfen, biz bizeyiz, şenlik şenlik biz bizeyiz, şenlik biziz biz şenliğiz, anlatın kendinizi lütfen? Toplumsallaşmış eee propertar yok proletyar yani proletarya hah tamam toplumsallaşmış proletaryanın sınır tanımayan yani sınır tanımaz ihtiyaçları yetenekleri becerileri yani of bu işte ben işte bu kadar bu. Yani nasıl desem hah pasaport tanımaz proteryo işte pasaport çiğner geçer ezer geçer işte öyle yani. Hani yani şey işte öyle işte pasaport var ya krizli hani hah işte o pasaportdaki kriz de benim işte benim krizim krizin pasaportuydumken şimdi ne oldum işte her bi şeyin krizi oldum işte bu kadar yani… Biz nasılsa kendi başlığımızı yazımızın sonuna çakar, onların başlığını onların alnına yapıştırırız, demiştik ya. Var mı başlık öneriniz? Vaaaoov! Hey durun hey durun. Bunları aklımızda tutamayız imkansız yazmalıyız bir hey durun lütfen. Kayıt cihazı var mı? Hah. Fiuvvv! Vay canına be, canına yandığımız be! Bi durun gülüm ya, belleği tükendi bu zamazingoların, şuraya bak hele meydanın yarısı belleklerle doldu… Ne etsek acep? Ah bir Deep Blue’muz olsaydı! Yok, onun da canı biter, bizim başlık önerilerimiz bitmezdi canım. Ne yapsak? Mümkünü yok imkansız… Ne etsek… Yok, illa ki kuantum bilgisayarını oluşturmamız gerekecek, öf sanki hiç işimiz gücümüz yokmuş gibi. Of tamam biliyoruz biliyoruz bıdı bıdı etmeyin biliyoruz o da yetmeyecek…. Ne yapsak? Var mı bir öneriniz?


13

Atama ve Yer Değiştirme

işçi meclisi

Yönetmeliği neler getiriyor? MEB’in daha önce kanunlaşan ve Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliği ile eğitim alanında kapsamlı bir performans/yeterlilik sistemini uygulamaya hazırlanıyor. Yeni yönetmelikle KPSS’ye ek olarak ilk defa atanan öğretmenlere performans ölçüm kriterleri ve yazılı/sözlü sınav getirilirken önümüzdeki yıldan itibaren de kamudaki tüm eğitim emekçilerini kapsayacak bir performans/ yeterlilik sisteminin hayata geçirilmesi planlanıyor. Erdoğan’ın; “yok öyle; atandım, sonuna kadar çalışacağım demek. Herkes sözleşme imzalayacak!” sözlerini anımsamak bile bu uygulamanın başta işgüvencesini hedefine koyacağı kapsamlı bir programın habercisi olduğunu gösteriyor. Kapitalist üretim ilişkileri toplumsal emek üretkenliğini artırmada giderek daha fazla zorlanırken, bu durum artan ölçüde onun yapısal engeli haline geliyor. Bu nedenle krizin aşılabilesinin yolu; emek üretkenliğini/ sömürüsünü artıracak yeni ve de kapsamlı programların daha kararlı biçimde uygulanmasından geçiyor. Böylece bu son yönetmelikle de birlikte, eğitim sisteminde sarsıcı bir geçiş sürecinin yaşandığı bir süreçte, toplumsal emekgücünün yeniden üretiminin merkezinde duran eğitim emeği hedefe çakılarak, yeni bir sistem kurma yolunda altın vuruş yapılmış oluyor. Uzunca bir süredir özel okul ve dershanelerde etkin biçimde uygulanan, kamuda ise açık/örtük biçimlerde deneme adımları atılan performans/ yeterlilik sistemi böylece net bir uygulama olarak ortaya çıkıyor. Yönetmelik, eğitim emeği üzerindeki mutlak ve göreli sömürüyü arttırmanın, vasıfsızlaştırmanın, eğitim sürecini eğitim emekçilerinin bilgi ve becerilerine bağlı olmaktan çıkarmanın, rekabet ve yabancılaşmanın derinleştirilmesinin etkili bir adımıdır. Bu yolla eğitim emeği baskı altına alınmak, emek süreci üzerinde kapitalist azami kontrol ve güdüm mekanizması sağlamlaştırılmak isteniyor. 657’deki kırıntı düzeyinde kalan son kazanılmış hakların tırpanlanması, işgüvencesinin tamamen ortadan kaldırılması, bireysel iş sözleşmesi, özel sektörden hizmet satın alımı (taşeronlaştorma, özel istihdam büroları), çalışma saatlerinin artmasına karşın ücretlerin geri çekilmesi planlamaları… Yönetmeliği bu adımlarla birlikte düşündüğümüzde bizleri yakın gelecekte kapsamlı ve yıkıcı bir saldırı dalgasının beklediğini söyleyebiliriz. Uygulamanın ortaya çıkaracağı kimi bazı somut sonuçları sıralayacak olursak; -Öğretmen emeğini vasıflı kılan ve eğitim sürecinde ona öznel bir inisiyatif tanıyan; sosyal iletişim ve pedagoji gibi beceriler, bilginin üretimi ve yeniden üretimi gibi rollerdir. Ancak sözkonusu roller tüm niteliklerinden arındırılarak yerini; standart, metalaşmış hazır bilgi-eğitim paketlerinin vasıfsız aktarıcısı/pazarlayıcısı olma rolüne bırakmıştır. Bu yeni uygulama ile emeğin sayısallaştırılmış/ölçülebilir kontrolüne dayanan performans sistemleri ile sürekli yinelenen, bir takım basit işlerin tekrarlandığı, birbiriyle karşılaştırılıp ölçülebildiği bir sistem kurulmaya çalışılmaktadır. Öğretmenin öğrencileriyle dönem boyunca kaç soru çözdüğü, sınavlarda kaç öğrenciyi sıralamanın üst sıralarına taşıdığı, okula gelir getirici kaç projenin içinde yer aldığı, ne kadar bağış toplayıp kaç iş adamı ve esnafı

gezdiği… temel başarı ölçütlerinden sadece birkaçı olacaktır. Bu da eğitim emekçisinin mekanikleşen emek süreci üzerindeki kontrol ve inisiyatifinin kırılması, üretim sürecinin sıradan bir nesnesi haline gelmesi ve vasıfsızlaşmasını beraberinde getirecektir. Dolayısıyla, eğitim emekçisinin emeğine, öğrencisine, işine ve hatta kendine yabancılaşması kaçınılmaz olacaktır. -İş tanımının değişip, sınırların belirsizleşeği bir emek sürecinde esnek, kuralsız ve angarya çalıştırmanın kalıcılaştırılması, artacak çalışma saatlerine karşın ücretlerin düşmesi, yeni statü ve ücret farklılıklarının ortaya çıkması yönünde yeni adımlar peşi sıra gelecektir. İşlerini kaybetmemek için yeterliliklerini kanıtlamak zorunda bırakılacak eğitim emekçileri açısından, değil ücret ve statülerin yükseltilmesi mevcut durumun korunması dahi imkânsızlaşacaktır. -‘Yeterli’ olmak bir başka eğitim emekçisinin ‘yetersiz’liğine bağlı olacağı için rekabet yerleşik ilişki biçimi olacaktır. Eğitim emekçileri arasındaki dayanışma, bilgi, birikim ve deneyim paylaşımı ortadan kalkacak, dolayısıyla her koyun kendi bacağından asılacaktır. İşin giderek bireyselleşmesi, farklı statü ve tanımlamalarla eğitim emekçilerinin birbirlerinden tecrit edilmeleri sonucunu ortaya çıkaracaktır. Eğitim emekçileri yönetici, veli(müşteri) ve patronun bitmek bilmez istekleri karşısında yeter duruma gelmek için durmadan çalışmak zorunda kalacaklardır. -Yeterlilik, belirli bir tarihsel ve toplumsal bağlam içinde, belirli bir bütün ve deneyimin parçası olarak değil; sermayenin, patronun, müdürün sürekli değişkenlik gösterecek, bitmek bilmez beklenti ve emirlerine yetişme becerisi olarak tescillenecektir. Yeterli olunduğu düşünülen her yeni anda, sahip olunan bilgi birikim ve beceri anlık değişkenlik gösteren talepler ve başarı ölçütleri karşısında her an yetersiz olabilecektir. Yakalanan her yeni ‘başarı”, aşılan her yeni engel kaçınılmaz olarak yeni iş yükü ve engelleri beraberinde getirecektir. Eğitim emekçileri çoğunluğu ücretli olacak bir kurstan diğerine yetişmek zorunda kalacaklar, sertifika mezarlığına dönecek CW’ler yine de ‘başarılı’ olmaya yetmeyecektir. Yılları bulan eğitim hayatı, KPSS de dahil aşılan onlarca zorlu sınav ve ‘aday öğretmenlik’ engelini geçmek… Bitti denildiği her anda biri diğerini izleyecek türlü performans/yeterlilik sınav, ölçek ve formları… Hep öğrenci olma, hiçbir zaman reşit olamama hali… İşte size neoliberal eğitim sisteminin ‘Yaşam boyu eğitim’ programı! -Eğitim emekçileri patron, müdür ya da bir üst statüdeki diğer öğretmenlere itaat etme davranışını benimserken tepki ve taleplerini ifade etmekten de geri duracaktır. Tarihsel, kolektif sendikal, mesleki birikim ve mirasın tasfiye edilmesi böylece daha kolaylaşacaktır. Hangi ulustan olduğunuz, dininiz/mezhebiniz, cinsiyetiniz, kılık kıyafetiniz, engelli olma haliniz, siyasal tercihleriniz ve sendikanız… Kaç defa cuma namazına gittiğiniz ya da zikirmatikteki salavat istatistikleriniz gibi ölçütlerin belirleyiciliğini ise sakı unutmayalım.. -En yıkıcı sonuç ise, eğitim emekçilerini yukarıda

sıralanan davranışlara ve kaçınılmaz sonuçlara itecek olan ebedi yetersizlik duygusunun yerleşmesi olacaktır. Öyle ki, özellikle MEB’e yeni atanan öğretmenlerin sosyal medya ve forumlardaki paylaşımları; performans/yeterlilik uygulamalarının en etkin yöntemlerinden birisi olan KPSS’yi sahiplenmeye ve onu bir yeterlilik kıstası olarak görmeye dönük değerlendirmeleri meselenin nasıl zihinlere kazındığının, içselleştirildiğinin kanıtıdır. “Yıllarca okuduk, KPSS’de başarılı oluk şimdi de bu!” isyanının kısa bir süre sonra “bu engeli de aşacağız inşallah” motivasyonuna dönüşmesi; performans/yeterlilik sistemi ve çalışma rejiminin yarattığı/yaratacağı en yıkıcı sonuca örnek verilebilir. Yine ataması yapılmayan öğretmenlerin özellikle ailelerince; “komşunun kızı/oğlu atanmış!” yaklaşımıyla açık/ örtük biçimlerde başarısızlığın kaynağı olarak görülmelerinin temelinde de bu yetersizlik duygusunun tüm bir toplumda nasıl içselleştirildiğinin bir örneğidir. Bakan Avcı, bu yeni sistemi “daha nitelikli eğitim, daha yetkin öğretmenler” propagandası ile pazarlıyor. Bunun “çalışanla çalışmayan belli olsun” yanılsamasına dönüşebileceğini unutmamalıyız. Nasıl ki, tüm bir eğitim sistemini dershaneleştirme adımı bu sistemden bezmiş toplumsal kesimler tarafından destek bulmuşsa, sözkonusu propagandanın da ne yazık ki aynı oranda etkili olması mümkün. Sorulması gereken belirleyici soru; Bizim emeğimizin yeterliliğini kim ölçüyor? Kim bizim bilgimizin, becerimizin yeterliliğini/yetersizliğini neye göre ölçüyor? Ölçenler, seçiciler, karar verecek olanlar kimlerdir? Hangi sınıf hangi sınıfı neye göre ölçüp biçiyor, neye göre karar veriyor? Olmalıdır. Yanıt ise çok açıktır. Bu yeterlilik/ yetersizlik ölçütlerini koyan, açık ya da örtük performans/yeterlilik sistemleriyle sömürüsünü ve egemenliğini perçinlemek isteyen sermayedir, onun devleti, bakanlığı, kanun ve yönetmelikleridir. Ölçülüp biçilecek, değerlendirilecek, yetersiz adledilecek, kendisi ve birbiri ile ölesiye rekabete zorlanacak olan ise emeğimizdir. Bakanlık yönetmeliği tüm ilginin genel seçimlere odaklandığı bir dönemde ustaca bir zamanlama ve başarılı bir yönetişim taktiğiyle gündeme getiriyor. Bu saldırı programının; “AKP kendi memurunu yaratmak istiyor” biçiminde tek yönlü ve sınırlı, dar mesleki bir yaklaşımın aksine, sınıfsal bir karşı duruşla ve aynı ustalıkta bir tutumla cevaplanmasına fazlasıyla ihtiyaç var. Haluk Yücel Eğitim-Sen Tarsus Şube İşyeri Temsilcisi


14

işçi meclisi

“Şefkati yıkıcı, hakikatı hiddetli” bir büyülü gerçekçiyi;

Eduardo Galeano’yu yitirdik Uruguaylı yazar, edebiyatçı, eleştirmen, gazeteci, “büyülü gerçekçilik” olarak evrenselleşen halkçı Latin Amerika edebiyatının önde gelen temsilcilerinden Eduardo Guelano’yu yitirdik.

1940’ta Uruguay’ın başkenti Montevideo’da doğan Eduardo Galeano, çocukluğundan itibaren fabrika işçiliğinden banka memurluğuna kadar çok çeşitli işlerde çalıştı. On dört yaşındayken sol bir dergi için politik bant karikatürler çiziyordu. En büyük tutkusu futboldu ama sahalarda parlayamayınca bu tutkusunu da kelimelere döktü. Gölgede ve Güneşte Futbol, muhalif futbolseverlerin başucu kitaplarından biri oldu. Çoğu Latin Amerika ülkesi gibi Uruguay’ın da askeri faşist diktatörlük altındayken başladığı muhalif halk gazeteciliği nedeniyle yoğun baskılara uğradı. Bir çok kez gözaltına alındı, tutuklandı. Dünya çapında tanınmasını sağlayan Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabı, Türkçe dahil 20’den fazla dile çevrilmesine karşın kendi ülkesinde faşist cunta tarafından yasaklanarak yakıldı. Askeri diktatörlüklerin olduğu Brezilya, Arjantin ve Şili’de de yasaklandı. Uzun yıllar Arjantin ve İspanya gibi ülkelerde sürgünde yaşamak zorunda kaldı. Latin Amerika’nın Kesik Damarları yazarın dünya çapında en bilinen kitabı olmakla birlikte, Kucaklaşmanın Kitabı, Gölgede ve Güneşte Futbol, Zamanın Ağızları, Ateş Anıları (3 cilt), Tepetaklak, Yürüyen Kelimeler, Söz Mezbahası, Biz Hayır Diyoruz, Ayna kitapları da Türkçede yayımlandı ve özellikle gençler, sol ve devrimci çevrelerde ilgiyle okundu. Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı son röportajlarından birinde şöyle anlatıyordu: “Herhangi türden bir yoksulluk karşısında masum sayılabilecek hiçbir zenginlik yok; aynı şekilde, kölelikle ilgisi olmayan hiçbir özgürlük yok. Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nın amacı buydu, daha önce ayrı ayrı anlatılan tarihler ve tarihçilerin, ekonomistlerin ve sosyologların kullandıkları kodlanmış anlatımlar arasında bağlantılar kur-

maya çalışmaktı. Bu nedenle, herkesin okuyup keyif alabileceği bir türde yazmaya çalıştım. Casa de las Americas Ödülü’nü de bu yüzden alamadı zaten, jüri kitabın ciddi olmadığına hükmetti. O zamanlar solcu entelektüeller bir şeyin ciddi sayılması için sıkıcı olması gerektiğine inanıyorlardı. Bu yüzden, sıkıcı değilse ciddi de değildi. Daha sonra, talihime bakın ki, askeri diktatörlük kitabı çok ciddi bulup yaktı.”

Ünlü edebiyat eleştirmeni Jonh Berger onu şöyle tanımlamıştı: “Eduardo Galeano yayımlamak, düşmanı yayımlamak gibidir: yalanların, eşitsizliğin, hepsinden önemlisi de unutkanlığın düşmanını. Suçlarımızı unutturmadığı için ona minnettarız. Onun şefkati yıkıcı, hakikati hiddetli.” Guelano’yu “büyülü sözler”inden küçük bir seçkiyle anıyoruz: İlk başta ebemiz olan zaman, gün gelecek celladımız olacak. Dün zaman bizi emzirdi ama yarın yiyecek. Televizyonu bakan bir çocuğun yüzü beni korkutuyor. Daha doğrusu, küçük ya da büyük, televizyonu bakan herkesin yüzü beni korkutuyor; totemin karşısında hareketsiz, pasif, ama çocuklarda beni daha çok etkiliyor. Yarı açık ağız, hipnotize gözler: Onunla konuştuğunda seni duymuyor; dokunduğunda ferk etmiyor. Trans halinde, uyumuyor ama uyanık da değil; seri olarak, üretilmiş heyecanları tüketiyor. Üst sınıf istatistiklerle oynuyordu, orta sınıf bosada oynuyordu, alt sınıfsa spor toto oynuyordu. Beni güldürmeyen hiç bir şeyi ciddiye almamayı öğrendim hayatta. İtaatsizliği cezalandırmak ve özgürlüğü disiplin altına olmak için, hile geleneği, kadınları aşağılayan, çocuklara yalan söylemeyi öğreten

ve korku hastalığını yayan bir terör kültürünü sürdürmektedir. İnsan haklarının evde başlaması gerekir. Günümüzde insanlar hiçbir şeye saygı göstermiyor. Eskiden erdem, onur, gerçek ve yasalardan oluşan bir duyurumuz vardı. Günümüz Amerikan yaşamında çürüme günden güne yayılıyor. Başka yasalara itaat edilmeyen yerde, çürüme tek yasa olur. Çürüme bu ülkenin altını oyuyor. Erdem, onur ve hukuk hayatımızdan buharlaşıp uçtu. Dünyadalar ile obezlerin sayısı eşit. Açlar çöplüklerden topladığı; obezler ise mcdonaldstan aldıkları çöplerle besleniyorlar. Mutlu azınlığın doyması için yığınların açlıktan ölmesi gerekir. Dünya o kadar hüzünlü ki, gökkuşağı bile siyah beyaz çıkıyor ve o kadar çiikin ki, can çekişenlerin peşindeki akbabalar hemen üstlerinden uçuyor. Hayat lavabodaki pislik gibi, gidelden akıp gidiyor. Hayırseverlik dikeydir, aşağılan. Dayanışma yataydır, yardım eder. Kilise beden günahtır, diyor. Bilim beden bir makinedir, diyor. Reklamlar beden bir iştir, diyor. Beden, ben bir karnavalım, diyor.

Romancı Gunter Grass’ı yitirdik. Gençliğinde gönüllü olarak Nazi ordusuna katılan Grass, Amerikan ordusuna yaralı olarak esir düşmüş, daha sonra Sosyal Demokrat partisine katılarak yazarlığa başlamıştı.

En ünlü yapıtı olan Teneke Trampet, hem gençliğinde yaptıklarının bir tür özelleştirisi hem de kapitalizmin emperyalist savaş ve faşizmle geldiği çürümeyi protesto romanıdır. Ailesindeki, ülkesindeki çürümeden dehşete kapılarak büyümeyi reddeden, kendisine hediye edilen teneke trampeti çalıp camları indiren tizlikteki çığlığıyla dünyaya isyan eden bir çocuğun öyküsünü, aslında bir yerde kendi post-travmatik öyküsünü anlatır. Kitabın sinemaya uyarlanmış biçimi de, çürümeyi anlatan sahnelerindeki şiddet ve erotizmle çok tartışılmış, bir çok ülkede ya yasaklanmış ya da sansürlenerek gösterilmişti. Nobel ödülünün de sahibi Grass, yapıtlarıyla sosyal-demokratik bir tutum aldı. İsrail’i eleştirmesi nedeniyle İsrail’de “istenmeyen kişi” ilan edildi. Almanya’daki Türk, Kürt göçmen işçilerin içine çekildiği sömürü ve eziyeti an-

latan En Alttakiler röportaj-belgesel yapıtıyla Türkiye’de de tanındı. Nobel ödülünü aldıktan çok sonra gençliğinde Nazi ordusuna zorunlu asker olarak bile değil gönüllü katıldığını itiraf etmişti. Solda sevilen bir yazarken bu çok gecikmiş itiraf ve özrü, yoğun tepki ve eleştirilere neden olmuştu. Teneke Trampet kapitalizmdeki çürüme, faşizmin yükselişi ve emperyalist savaşa sürüklenmeyi travmatik bir öz hesaplaşmayla anlatan, sol edebiyatta iz bırakan bir roman olmasına,

diğer tüm yapıtları da Filistinlileri, göçmen işçileri gündemleştirmesine karşın, bu lekeyi silebildiği söylenemez.


Bir Yıldönümü Filmi:

15

işçi meclisi

“Low Cost’un Lanetlileri” Kabaca tasnif edildiğinde aynı güne sığan felaketlerin işçi sınıfına doğrudan dokunanı, 24 Nisan 2013’te Bangladeş’te gerçekleşen Rana Plaza katliamıydı. Katliamın yıldönümünde, “Low Cost’un Lanetlileri” adlı bir belgesel izledik. * Yönetmenliğini Anne Gintzburger ve Anne-Sophie Le Conte’un yaptığı, gösterimini “Dünya Kadın Yürüyüşü 2015”in organize ettiği bir belgeseldi bu.

İçlerinden bazıları kayıp, çoğu kadın, pek çoğu çocuk yaşta 1138 konfeksiyon işçisi, yüzlerce atölyenin bulunduğu Rana Plaza’nın çökmesi sonucu toprağa gömülmüştü. Üstüste gelen katliamların, iş cinayetlerinin ağırlığından mıydı, yoksa -ki bence asıl- sınıf hareketinin genel politik zayıflığının sonucu muydu; 2 yıl önce Güneydoğu Asya 1 Mayıs’larının militan merkezinde dursa da, Rana Plaza katliamı diğer kıtaları gereğince sarsamadan geride kalmış gibiydi. Film, genç bir kadının çıplak, yıpranmış ayaklarının dikiş makinesinin tahta pedalına -bu pedaldan makinenin “tevellüt”ü anlaşılabilir- basmasıyla başladı. Oradan başkent Dakar’ın yoksul semt caddelerinin şimdiki haline aktı kamera. Çoğu çocuk yaştaki işçilerin vardiyaya girişleri vardı karşımızda. Ardından yıkılan binanın 2 yıl önceki enkaz arama görüntüleri geldi. Yükselen çığlıklar, enkaz altında savrulmuş kol, baş, ayaklar. Toprağa bulanmış, toz içindeki marka giysiler… Dikiş makinesinin pedalına basan ayakların yerine, artık tekerlekli sandalyede, bir ayağı olmayan görüntüler geldi sonra. Bir hastane girişinde çok sayıda tekerlekli sandalye park edilmişti. Birçok işçi ayaklarını kollarını kaybetmiş, başlarından, kollarından ağır yaralar almış. Bu görüntüler, “ölenleri an, kalanlar olarak mücadele et”** çağrısının ulaşması gereken yeri -hepimizi- gösteriyor. Filmde katliamdan yaralı kurtulan ve henüz çalışamayan çocuk işçilerle

yapılan röportajlar var. Bir de tabii halen çalışan çocuklarla. Sakat kalan, annesini Rana Plaza’da kaybetmiş bir kız çocuğu tutamadığı gözyaşlarıyla “Çalışmak istiyorum” derken her şeye rağmen hapishanesinden dışarı çıkabilmesini sağlayan işçiliğini arıyor. Halen çalışan bir çocuk işçi ise, mikrofon tutulduğunda önce gerçek yaşını söylüyor, sonra mahçup gülerek “18!” diye düzeltiyor. Yaralarını gösterirken bile güzelliği belli olan gencecik bir kadın işçi, kendisini hastanede ziyarete gelen eşiyle birlikte olayı anlatıyor. Bu çifti, daha sonra eşinin onun için açtığı, toprak zeminli köy bakkalının boş halini gezerken, “Bu raflara şunları koyarız” diye hayal kurarken görüyoruz. Katil etiketler İşçiler tekrar tekrar enkazı geziyor, hala toprak altından bulunabilen giysilerden, katliamın sorumlusu uluslararası tekellerin marka etiketlerini bulup gösteriyorlar. Bazıları bu giysileri kanıt olarak çekmecelerde saklıyorlar. Tazminat davaları hala sonuca ulaşmış değil. Ödemeleri gereken tazminattan da paçalarını sıyırmaya çalışıyorlar. Emperyalist tekeller, üretim koşullarından sorumluluk kabul etmiyor, bu yıkımdan “tedarikçileri” sorumlu

tutuyor. Rana Plaza katliamından sonra oluşan tepkilerin sonucu, çocuk işçi çalıştırmama ve çalışma koşullarının denetlenmesi konusundaki anlaşmalara zorunlu olarak imza attılar. Fakat ne hepsi bu anlaşmaları imzalamış durumda, ne de zaten anlaşmalar uygulanıyor. Binden fazla tedarikçi var, biz bunları nasıl denetleyeceğiz, diyorlar. Filmin başlangıcındaki çıplak ayakların, yoksul harabe gibi evlerin karşıtında, fabrika enkazından işte bu hala toplanabilen giysi etiketleri ve satıldıkları ışıltılı vitrin ve raflar var: C&A, Benetton, Mango, Tex, Texman, Carrefour, Zara, Auchan, Camaïeu, Jennyfer… Rana Plaza’nın, çok daha ağır olsa da Davutpaşa katliamı benzeri bir hikayesi vardı! Binlerce işçi, hükümet partisi Awami Birliği bağlantılarıyla 5 katlık ruhsatına kafadan 3 kat eklenmiş Rana Plaza’da, hiçbir güvenlik tedbiri olmadan çalıştırılıyordu. İşyerleri bir değil birden fazla kapitalist hazır giyim tekelinin ve hipermarket zincirlerinin uzantısıydı. Katliamdan bir gün önce işçilerin duvarlardaki çatlaklara ilişkin uyarıları üzerine bina geçici olarak boşaltılmış ve bir gün sonra yeniden işbaşı yapılmıştı. Küçüklü büyüklü kapitalist patronların “güvenlik” anlayışı, işçilerin örgütlenme ve mücadele olanaklarını tespit edip yıldırma üzerine kuruluydu çünkü. İşçiler Rana Plaza katliamından 2 yıl sonra bugün de fiziksel saldırı, küfür, cinsel taciz, zorla fazla mesai, hamilelik için ücretli izin verilmemesi, ücret ve ikramiyelerin geciktirilmesi ya da hiç ödenmemesiyle karşı karşıyalar. Konfeksiyon sanayiin ülke ihracat gelirlerinin yüzde 80’ini bulduğu, Çin’in ardından dünyanın 2. konfeksiyon üreticisi olduğu düşünüldüğünde çoğu kadın 4 milyon işçinin bu çalışma köleliğine mahkumiyeti, hamile işçilerin sendika örgütledikleri için neden demir çubuklarla dövüldükleri… soruya bile gerek bırakmıyor. Fransa’da Afrika’daki eski sömürgelerinden ya da İspanya gibi AB’nin tarım depolarından gelen sebze ve meyveler, et ve deniz ürünleri, hayat giderek pahalılaşmasına rağmen, hele ki bunların birçoğunu tatmamış olan bizlerin beklemeyeceği şekilde ucuzdur. Bu ucuzluğun imkanını yaratan oralardaki çalışma koşulları, hedefi de, işgücünün yeniden üretim maliyetinin düşürülmesidir. Keza “low cost” giysiler de, daha kolaylıkla satılarak, günde 50 cent’e 12-14 saat çalıştırılan Bangladeşli işçilerden elde edilen yüksek artıdeğerin gerçekleştirilmesini sağlıyor. Bazı markaların değeri daha yüksek iken, hipermarket zincirlerinde piyasaya sürülenlerin ucuzluğu sayesinde Bangladeş’teki “tedarik süreci”nin payı daha düşük oluyor. Bu Fransa’daki emekgücü fiyatının düşürülmesinin de itilimini veriyor. Belgesel, gerçekleri çıplak tarzda ortaya koymasına rağmen olguyu “dışarda”, “uzakta” görmenin ve Avrupa’daki işçileri mücadelenin lojistiği gibi algılamanın -keza Sosyalist Parti’ye hayırhah bakışın- lekelerini taşıyordu. Mücadelenin bir boyutunu oluşturan “tüketici kampanyaları” ve “tüketici olarak yapabileceklerimiz”in sınırları fazla aşılamadı ve sınıfın iç rekabetine karşı birlik ve dayanışmanın bütün dünya işçileri için önemi ortaya koyulamadı. Bunun yanı sıra, sınır, çalışma acılarının, yıkımların tazmini ve sömürünün şiddetinin azaltılmasından, sınırlandırılmasından çekildi. Belgeselde karıncalar gibi iş işlerken gördüğümüzde daha da çarpıcı olan çalışma köleliğine, artıdeğer sömürüsünün kendisine son vermekten değil… 1 Mayıs’ı yaratan, işçi sınıfının başta 8 saatlik iş günü olmak üzere mücadele talepleri oldu. İşte bu yüzden, 1 Mayıs hem 8 saatlik işgünü talebi ile, hem de bu uğurda verilen bedeller ile anılır. İşçi sınıfı kapitalizme verdiği bedellerin yok edici ağırlığını ancak acılarını öfkeye, birlik, dayanışma ve mücadeleye akıtarak, gelecek kuşaklarına 1 Mayıs’ı bırakarak atabildi.

Rana Plaza katliamını izleyen 1 Mayıs, onbinlerce işçinin öfkeli katılımı ile gerçekleştirildi. Dünyanın her yerinden çığlaşması gereken, yine bu öfke. Ayaklan esirler dünyası! ––– * İzledik, diyorum ama 350 kişilik sinema salonunda 40 kişi falandık. 6 erkek, gerisi kadın. Gösterim ücretsizdi, Filmin Cuma akşamı gösterilmesinin hem ertesi günün çoğu kişi için tatil olması gibi bir şansı, hem de işçilerin haftayı bir an önce bira ve şarap eşliğinde silip atma isteği gibi bir şanssızlığı vardı. Filmi izlemeye birlikte gittiğim arkadaşımın yaşaran gözlerini farkettim: “İlkokulu bitirdiğimde beni de böyle konfeksiyona vermişlerdi. Daha çocuktum,” dedi. Filmdeki konfeksiyon patronu tipi konusunda da aynı fikirdeydik: “Nasıl, aynı bizdekiler gibi değil mi? Yıvış yıvış!” ** “Kalanlar için” değil, “kalanlar olarak”.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.