Irin bas

Page 1

DÜŞ ÜNE NHAYVANL AR I Z V EB OKUNUÇI KAR I Y OR UZ


MERHABA, BU BOKU BİZ SIÇTIK

Bu dergi benzeri “şey” senin çıkmazlarına, derslerine, gelecek kaygına, işsizliğine, bir milyon dolar kazanmana, sayısıyız kadın/adam ile birlikte olmana, gece boyunca sarı sokak lambalarının aydınlattığı, yalnızlık esanslı odanda düşlediğin kaçıp gitmek isteğine çare olmayacaktır (kim bilir?). Eğer böyle bir beklentiye sahipsen kaybetmiş, yorgun ayaklarını en yakın kitapçıya sür ve kişisel gelişim raflarından kendine bir safsata edin. Sizlere bu yazıyı 1 milyon dolarlık villamda yazmıyorum, muhtemelen hiçbir zamanda böyle şeylere ne siz ne de biz sahip olamayacağız. Çok geç olmadan Tanrı’nın öldüğünü ve adaletin katledildiğini kabul edin. Bu yazı, birkaç boru eskimesinden dolayı burnuma gelen kesif tuvalet kokusu ve kirden parlaklığını yitirmiş bir çaydanlığın hemen önünde yazılmaktadır. Eğer dünyada ölüm varsa işe yarayan hiçbir iş yoktur. Nasıl başladığı ve nasıl biteceği belli olmayan bu dünya hayatında “ömür” dediğimiz şey yalnızca bir bekleme halidir. Beklemek sıkıcıdır. Sıkılan insanın yaratıcılığının sonu yoktur; bazıları bilim adamı, bazıları başbakan, bazıları mühendis, bazıları cambaz olur. Bizde fanzin çıkardık. Hepimiz öleceğiz. Ki varoluşun temel taşı olan bireyin nasıl boktan bir hayat içinde olduğunu biraz olsun anlatabilirsek, bundan daha iyi bir işimiz olamaz sanırım. Bazen insanın göğsüne süt dolu dolgun memeleriyle bir inek oturur, karın boşluğuna sancılar girer onun gibi bir duygu bu, pazartesi saat 9:00’u gösteren

saate bakan gözlerdeki ölmek/uyumak isteği gibi bir psikoloji, televizyon spikerinin “burada hayat normale dönüyor” demesi kadar berbat bir hissiyat içindeyiz. Bizler 90 kuşağıyız, hayatlarımız fazla ışıklı. Aşırı ışığın körleştirdiği gözlerimize, kelimelerle süslenmiş, okurken hissedilen duygunun müzikleştiği edebi bir dans pisti hazırladık, sokağın tam ortasına koyduk. Kuyunun en dibine tırmanmış, bir dip daha var mı diye bakıyoruz, içiyoruz. Sokaklarda yankılanıp İzmir’in sıcak ve nemli havasının boğucu kasvetine işleyen bir hafakan; eğer bir kuyunun dibindeysen yalnızca karanlığa gülümseyebilirsin. Gülümseyin. Çekiyorum. Fotoğrafta ne gördüğümüzü yazıyoruz; Topluma atılıp erimiş şeker gibi bir birey. Afiyet olsun. “Hastalıklı bir topluma uyum sağlamak, sağlıklı olmanın bir ölçütü değildir!!!” Ezkaza işler yolunda giderse elbette bir sonraki sayı/sayılar çıkacak. Gelgelelim ne zaman çıkacağını bizde bilmiyoruz. Avrupalı adamın “kedi”si için ayırdığı bütçe kadar olan asgari ücretle ancak bu kadarını yapabildik. İRİN Fanzin, hiçbir kâr amacı gütmemektedir ve ASLA gütmeyecektir (“Hadi lan!” diyenler için: 25 Kuruş maliyeti bile karşılamıyor) Ayakta kalıp yazmaya devam edebilmemiz için, sadece bir şiir, bir öykü, bir paragraf, bir kelime eğer okuyucularımızdan birinin dahi hayatında tüy kadar hafif bir etki yaparsa ne âlâ, devam. Sizi etkilemiş, belki de

irinfanzin@gmail.com | facebook.com/irinfanzin twitter.com/irinfanzin | irinfanzin.blogspot.com

2

kişiliğinizin temellerinde sağlam destekler oluşturmuş, hatırladığınızda yüzünüzde tebessüm çiçekleri açmasını sağlayan bir anınızı, hatıranızı aklınızdan silinmesi pahasına başka bir insana satar mısınız? Örneğin; ilk seksiniz, ilk sevgiliniz, ilk sigara içişiniz vs. Bu anıları satarsanız kaç para istersiniz? Çok yüksek meblağların aklınızdan geçtiğinin farkındayım. Biz yaşanmışlıklarımızı sadece 25 kuruşa yazıyoruz. Öyle ki inandıklarımız uğruna bunu hiç tereddüt etmeden yapıyoruz zira edebiyat ebediyettir… İRİN, hem pdf hem de baskı olarak yayımlanmıştır. Eğer bilgisayar ekranından okuyorsanız, basılı yayını aşağıda yazılı olan mekanlardan ısrarla isteyin, olmadı mail adresinden bize ulaşın. İzmir dışında iseniz kargoyla şutlarız. İmla kuralları ya da çağdaş edebiyat ya da klasik edebiyat ya da yeraltı edebiyatı candır. Ne var ki burada türsel gruplamalar yoktur, yapmayın. “Dünya üzerindeki yazar sayısı kadar tür vardır” Olur da etkinlik ya da herhangi bir bok düzenleyecek olursak (ne bileyim gider bir yerlerde içeriz falan) sizlere Facebook ve Twitter hesaplarımızdan duyururuz, işiniz yoksa çıkın gelin. E-posta adresi de aşağıda yer almaktadır. Hani küfür edesiniz gelir, görüş bildiresiniz gelir… Herhangi bir şey için. Son bir şey daha; Sevişin… Noctem Carpe


HOMURTU

Karga meraklısı bir beynin Son nefretini duymak Kornayla uyanmak

Bağıran insanların, stres dolu yağları Soğuktan ve ağlamaktan akmış sümükler Kahve fincanında kaynayan, kahvaltısız sabahlar Sigaraların aydınlattığı beynin çırpınma ışıkları

Çakmaklar, başkaları, gürültü, müzik Bira bardaklarına dolan cüzdanlar Etrafında ağlamaklı, gülmeli, siki kalkmış memeleri dikleşmiş insanlar

Taşak kokan metroların, göt arayan gözleri Etraflarında podyuma gidememiş Orta halli makyaj kafaları

Kendini dinletemeyen bir milyar yüz bininci kanun Ezberlemek uğruna insanı unutan; hakimler, avukatlar

En kötüsü zavallı hayvanlar Akciğeri ayakkabı altına yapışmış bir karınca Farksız lağıma düşüp ölen bir adamdan

Gaz kaçıran florasan lambaları Bu yüzden ölmek adına lamba yakan ben

İçi ters çalışan makine misali Etrafına çakmaklık yapan dinamit dolu; öğretmenler,öğrenciler Hatta patronlar, sendika başkanları

Kendi dünyasını yaratmak adına kitap okuyan Hem de ağlayarak okuyan Oysa gerçekten kaçamayan Ve güneş batımı rengi sokak lambasının ışığında Hafif yağmur çırpınışlarını izlerken Tamda o sırada yalnızlığını hatırlayan Günün yorgun adamı Farkında olmaksızın kusan Yıllar sonra üstünden çocuğunu geçiren Baba Bir dolmuşta polisten eğilerek kaçarken Bağırarak telefonla konuşan yaşlı kadın

Aynılığın en aynı noktasında Farklılıkla mastürbasyon yapan İşte İnsan

Yazan: Tahir

3


KÖTÜRÜM V Zed ben. Karımı telefonla döverek bayılttığım için 4 aylık hapis cezası almıştım. Hapishane kariyerimin en uzun hapis dönemi olacaktı bu. Diğer seferlerde hep içeri tıkılmış, suçum hafif olduğundan kefaletle hemen salınmıştım. İyi bir deneyim olacaktı bu. Ruhumu ne kadar yaralarsam, o kadar iyi yazabiliyordum. Tipik mazoşistlik belirtileri.

Girdim içeri, güzel bir koğuştu, yaratıcıydı. İnsanın içinde sebepsiz yere gülme hissi uyandırıyordu. Daha çok bir tımarhane gibi. Bakındım etrafa, filmlerdeki gibi bir reis arıyordu gözüm. Ama kestirememiştim. Hepsinde büyük ölçüde nevrotik kasvet vardı. Herkes suskun ve aptaldı. Kapıya en yakın ranzaya gittim -içgüdüsel kaçma eyleminin en elverişli olduğu yer. Üst katı boştu. Çıktım. Yanımda herhangi bir eşya yoktu, uykum vardı, ancak uyumak mümkün değildi. Riskliydi en başta. Lunaparkta uyunabilir mi hiç? Sessizce geçen saatlerin ardından ranzanın altında kimin yattığını öğrendim; felçli bir genç. Garipsemiştim, merak ettim, devlet genelde bağışlardı felçlileri. İndim aşağı, nedenini sordum müşfik dostuma. "Ülkenin en iyi bankasını 7 dk içinde soydum" dedi. "Ayaklarını kımıldatmadan nasıl başardın bunu?" "Bilgisayar başında" dedi. Gülümsedi. Ayakları tutmuyordu ve elleri büyük ölçüde felçliydi -vücudunun diğer kısımları gibi. Buna rağmen gülümsedi. Zeki çocuktu ama, benim gibi zayıftı. O 1.70 boyundaydı, ben 1.82. O zekiydi, ben aptal, belki bir yazar. Öğle yemeği yemedim, "bahçe"

adı verilen yere çıktım. Millet bir şeyin etrafında toplanmıştı. Ha, merak işte. Bende gittim. İki taşın üstünde karşılıklı olarak oturmuş adamlar. Ortada eski ama düz bir masa - köşeleri yukarı doğru çıkık. Zar atıyorlar. Gardiyanın umurunda değildi. Belki de umurunda olmamak zorundaydı. Az ileride oyunu izleyen zeki kötürüm oğlana "bahis ne?" diye sordum "sigara- içkiporno dergisi" dedi. "Hangisini istersen.", "ne kaybediyorsun?" dedim, "sigara- içki- porno dergisi" dedi. Çocuk benden zekiydi, su götürmez.

Oyun bitti. Zenci adam kazanmıştı. Bahisçi bir adam vardı ayakta. Nazi gibi giyinmişti. "Sırada kim var?" dedi. "Ben" diye öne çıktım. Sebebini bilmiyordum. Sigara ve porno dergisi sanırım. Bahisçi güldü. Herkes güldü. "Yeni çocuk zed erken davrandı" dedi. Zeki kötürüm tekerlekli sandalyesiyle yanıma gelip "tehlikeli" dedi. “İşte,” dedim “bu iyi.” Oturdum taşa. Karşımda kaslı iri yarı bir adam vardı. Bizim koğuştan. Makul reis adayı. Bahisçi yüksek perdeden konuşarak "Neyini ortaya koyuyorsun iddia için?" diye sordu. "Hiçbir şeyim yok, kaybedersem dövüşebiliriz." diye yanıtladım. Zayıf ve güçsüz görünümlü bir adamın bunları demesi heyecan ve komedi yaratmıştı elbette. Reyting için çalışan bir tv programı gibi hissettim kendimi. Herkes memnundu. Kazanmak için şansı olmayan bir ahmağı izlemekten herkes memnun olurdu tabi! Gülüyorlardı. AHAHAHAHA! Zeki kötürüm yanıma geldi. Elini omzuma koydu. Kulağıma eğilip "Ben omzuna kaç kere dokunur-

4

sam, o sayıyı seç" dedi, sorun değildi benim için. Onayladım. Kaslı vücut "4 atacaksın" dedi. Kırmızı zarı elime aldım. Luke Rhinehart aklıma geldi. Duygu, salt duygu çözüldü içimde. Attım -tıkırtıktırt- 2 geldi. Herkes gülüyordu. Koca oğlan tutturamamıştı. Sanırım yanlışlıkla tımarhaneye yollanmıştım. Kaslı vücut yüzüme baktı. İğreniyordu benden. Korkuyordu. Herkes susmuştu. 1944 Nazi Almanya’sında ki hitlerin tek kelimesini bekleyen yüz binlerce askerdi onlar. Omzumda üç yumuşak vuruş hissettim. Sinyal gelmişti. Tabi, diğer hiç kimse bir kötürümün böyle bir hile yapacağını tahmin etmediğinden, elinin omzumda olmasını umursanmıyorlardı. Umursanmayacaktı da ileride. "Üç" dedim. Herkes tek ağızdan güldü: tragedya. Seviyordum bunu. Kaslı vücut zarı attı ve kenarları yukarı dönük, çıkıntılı olan masada dönüyordu zar -tırkırkıtkrt- üç gelmişti. Net. Herkes şaşakaldı ama bu kısa sürdü. Ardından en iyi yaptıkları şeyi icra ettiler: güldüler. Bahisçiye dönüp “bir paket sigara” dedim. Kaslı adam uzattı sigarayı. Meksikalı bir "şampiyon dövüşçü" edasıyla ayağa kalkıp sigara yaktım. Bazı sefil mahkumlara birkaç dal sigara dağıttım. Misyonerdim, mesihtim onların gözünde artık! Ardından kalabalık ve gülüşleri uzaklaşıp yok oldu. Birkaç dakika sonra kötürüm yanıma geldi. “Başardın,” dedi. Gülümsedim. Hapishanedeki delilik kanıma işliyordu. "Sağ ol evlat" dedi. "Zed" ,"Karşılığında 31 çekmeme yardımcı olmanı istiyorum, benim ellerim bu işi yapacak güçte değil" dedi. Şok olmuştum. Ondan bekle-


E MESİH

mezdim bunu. Hem… Siktir lan! Berbat bir şeydi bu. Düşüncelerimi cevaplar nitelikte konuştu "Bu işi beceremezsen ölürsün", "Oyunu izlersen ölürsün, hapishanede ki popüleritenin artması tek yaşama şansın, o Nazi kılıklı bahisçi seni sevdi, bu sebeple sana dokunmalarına izin vermez" dedi. Ha siktir. Bu konuşma başbakanı bile yoldan çıkarırdı. İtiraz edemeyecek kadar aptaldım. Onayladım. Kötürüm giderken bir sigara daha yaktım.

Bu aylarca böyle sürdü. Artık öğle yemeği yiyordum. Bir gün sigarasına, iki gün porno dergisine iddiaya giriyordum (hapishane sınırları içinde içkiye meyilim olmamıştır hiç). Sistematik. Sigarayı 2 günde bitirebiliyordum çünkü ve farklı porno dergileri kötürümün boşalmasını hızlandırıyordu. Tanrım, iğrenç bir oyundu bu! Her üç günde bir otuzbir çekiyordum ona. Boşalırken felçli bacakları titriyordu ve bana gülümsüyordu amına kodumun çocuğu. Ama yaşıyordum hala. Diğerleri daha kötü durumdaydı. Çocuk zekiydi, olayı çözmüştü zarı okuyordu, hesaplıyordu, anlayacağınız işini biliyordu. Bir sabah ranzamın altındaki ani patırtıyla uyandım. Ranza sallanıyordu. Aşağıya baktım. Kötürüm titriyordu. "ne oluyor amına koduğumun" dedim. Kızarmıştı. Morarıyordu hatta. Eliyle kaslı vücut Jimmy'yi gösterdi. Defalarca yendiğim potansiyel reis. Gülüyordu tüm koğuş. Özellikle Jimmy. Hile olayını çakmışlardı ama yaptıkları acımasızcaydı. Sonuçta bir kötürümdü o, ülkenin en zeki ve en abazan kötürümü. Doktorlar geldi, götürdüler çocuğu. 2 saat geçti. 2 saat boyunca soğuk terler

döktüm. Herkes beni izliyordu. Çakallar sürüsü. Aslan yalnız kalmıştı. Çocuk ölürse sonumdu bu. Dakikalar sonra doktorlar geldi. "Öldü." Kaslı vücut ıskalamamıştı hedefi. Yemek yemedim o gün. Bahçe zamanıydı. Çıktım. Herkesin gözü "yenilmez" bendeydi. "Şampiyon Zed". Oh, tanrım. Oynamaya mecburdum. Hapishanede geri adım atmak diye bir durum söz konusu değildi. Sigaram dün bitmişti. Kötürüm öldükten sonra koğuşta yapılan aramada tüm dergileri topladılar. Benimkileri özellikle. Neyse. Oturdum taşa. Kaslı vücut karşımdaydı. Kendine güveniyordu. "6" dedi. Attım. 6 geldi. "Eğer bilemezsen, kavga etmek zorundasın" dedi bahisçi. Herkes beni seviyordu oysa. Yüce Mesih. Suskunluk vardı. "5" dedim. Kaslı vücut Jimmy attı zarı; 1 . Sustu herkes. Gerçekten. Aslanın ölüşü. Çarmıhtaki Mesih. Kaslı vücut ve sırtlanları güldü bir tek. "Dövüş zamanı!" dedi bahisçi. En iyi oyuncusunu kaybedecekti. Yenilmez, yenilmişti ve dövüş düdüğü çaldı. Gardiyanın umurunda değildi. Belki de umurunda olmamak zorundaydı. Şehir mekaniksel yoğunluğunda yaşıyordu. Güneş batıyordu. Trafik ışıkları kansere yol açmaya devam ediyordu. Kuşlar göç ediyordu. Olağan tüm şeyler oluyordu. Kötürüm ölmüştü. Özleyecektim onu ve o güzel günleri -tüm 31’lere rağmen. Sigara içmeyi özleyecektim. Belki de sağ çıkamayacaktım buradan. Yaralanmıştım, ama ruhen ve fiziken yazabilirdim belki. Hiç değilse.

SE V G İ L İ GÜNLÜK Çoğu şeye söyleyecek bir sözüm vardır aslında. Hatta şu ana kadar her şeye diyebilirdim. Ancak bir Fransız, Peugeot kullanmasının sebebini “parçası ucuz abi” diye açıklayınca söyleyecek bir şey bulamadım. Sanırım tüm dünya olarak aynı şeyleri düşünüp aynı şeyleri yapıyoruz ama Amerika, Fransa falan ibneliğine kültürlü gibi, para sorun değilmiş gibi, sıçmıyormuş gibi davranıyor. Arada bunun gibi denyolar ağzından kaçırınca fark ediyorum. Bence tüm gelişmiş Avrupa ülkelerinin insanları ne kadar inkar etseler de içince sapıtıyorlar, düğünde kavga çıkartıyorlar, gelinin eniştesi votkanın verdiği enerjiyle orkestrayı esir ediyor. Bence bunlar oralarda da yaşanıyor. Dışarıya iyi gözüküp aile içinde entrikanın kralını yaşayan, yan komşu gibi bize çaktırmıyorlar. Filmlerde falan hep bir smokin falan “beyler, bayanlar” havada uçuşuyor. Bence hepsi birbirine “abi, abla, kanki” falan diyorlar. Bizi de zaten ondan almıyorlar kolay kolay memleketlerine fark edersek dilden dile yayılır falan diye. Hep zengin çocukları, okumuş adamlar gidiyor. E tabii elit sınıfı gösteriyorlar, bunlar bizimkilerde yiyiyor. Sıkıysa bizi alsalar ya, çok çakal bu gavurlar sevgili günlük. Bak nasıl ayar oldum şimdi…

Yazan: T.E.

Yazan: Vivente

5


AVRAT ZOR ZANAAT: Lucky Strike Sadece eve gelmesi için üç buluşma gerçekleşti. Anlamıyorum, zaten bir kızla çıkıyorsan uzun veya kısa vadede mutlaka onun tatlı vajinasının tadına bakacaksın demektir. Üç buluşmada harcadığımız zamanı ön sevişmelere ayırabilirdik. Ki ben ön sevişmeyi seksten daha lezzetli bulan bir adamım, önemsiz bir hayır yapamazmıydı bana? Bu kadar küçüleceğimi hiç ummazdım ama eve film izlemeye çağırdım “Ya ne bileyim hem daha sessiz bir ortam, film falan izleriz, bir şeyler içeriz” kahretsin, telefonun ucunda kıpkırmızı oldum. Bir haftadır bok götüren evimi gördüğünde yüzünün tam ortasına oturtacağı o sersem gülüşünü hayal edebiliyordum. Evi biraz toparlamaya çalıştım. Başaramadım. Yorgun götümü en yakın koltuğa koyup saate baktım; 9:13. Saat 10 diye anlaşmıştık. Sabah gelmesi gerekiyordu çünkü akşama kadar vaktimiz olmalıydı, tüm odalarda girmeli, tüm odalarda çıkmalıydım. Evin içinde gezinirken koltuklara, yatağa, banyoya bakıyor ve sertleşiyordum. Çünkü bu aptal eşyalar zevke tanıklık edecek tek varlıklardı. Biraz daha içsem iyi olacak diye düşündüm. Yoksa konuşurken tıkanabilirdim, ağzımın pek laf yaptığı söylenemez, kalemi tercih ederim. Hem çakır kafayla sevişmeyi kim sevmez ki? Ağzı alkol ve sigara kokan, uzun bacaklı, beyaz tenli ve kısa kotun bittiği yerde başlayan sıkı kalçalara sahip ve yine kısa kotun güçlükle tuttuğu harikulade bir göte haiz bir hatundan daha cazip ne var şu dünyada? Sokayım dünyaya. Filmi hazır ettim; Otomatik portakal. Entel sever genç kızların “aa çok acayip, mok acayip” diyerek üzerine bir sosyolog gibi toplum düzeni eleştirisi

yapıp, kendini gösterebileceği bir alanının sağlanabilmesi için oldukça ideal bir film. Tecavüz sahnesinde onda da bir kıpırdanma olacağına eminim, gerisini izleyemeyeceğimize de eminim. Ben işimi garantiye alayım da, tevekkül Allah. Saat 9:48 ve zil çalıyor. Sinir bozucu bir kuş sesi. İşte aramızda yalnızca kapı kaldı. Kapının kulpunu tutum ve en müşfik maskemi taktım, kapıyı açtım. Bembeyaz yüzündeki dudaklarında kıpkırmızı bir ruj. Başını 45 derece sağa yatırmış, en tatlı gülümsemesini suratına mimiklerine yedirmeye çalışıyor ve başarıyor, tahrik oldum, teslim oldum. - Hoşgeldiiin, dedim 23 diş sırıttım. - Hoş bulduk, dedi ve sarıldı. Sarıldığında çoktan erekte olmuştum. Umarım o an anlamamıştır. “Sen mutfağa geç ben bir lavaboya gireceğim” dedim. Lavaboya girme sebebimi çoğunuz bilirsiniz, bilmeyen lerde öğrensin. Elbette erekte olan aletimi eşofmanımın bel lastiğine sıkıştırmak için girdim lavaboya. - Vay bu kadar hamarat olduğunu bilmiyordum. Krepten küçük parçalar alıp ağzına atıyordu. Alt dudaklarını üst düşleriyle sıkıştırıp, başını hafif hafif sağa sola oynattı. Bu krep iyi olmuş demekti. - Un, süt, yumurta o kadar. Al sana krep. - Çay taze mi bari? - Seninle ilk buluşmamızdan beri kaynıyor, bir gün geleceğini biliyordum. Zoraki bir kıkırdamayla yüzüme baktı sonra yerdeki çantasına uzandı, elini çantasına sokup sigara ve çakmak çıkardı masaya koydu. Lucky Strike, bunu benim için aldığı bariz belliydi. Çünkü yanından ocağa, çayı koymaya giderken çantasına baktığımda Winston Box’ta

6

görmüştüm. - Artık Lucky içiyorum, dedi. Senin yalanını sikeyim ben. Ulan Maltepe içsen gene yatarım seninle. Debdeben kime? Çayları doldurup birini onun önüne bıraktım diğerini hemen sağıma. Havadan sudan konuşup kahvaltıyı bitirdik. Evin berbat göründüğünden ve istersem birlikte toparlayabileceğimizden söz etti. “Kalsın,” dedim. “temizlersem mikrop kaparım”. - Ee ne izleyeceğiz? - Otomatik portakal. Anthony Burgess yazdı, Stanley Kubrick yönetti. Seveceğin tarzdan. - Ben biraları açayım sen salona geç, dedim. Salona gitmek için masadan kalktı. - İlaç falan atma birama, dedi mutfağın kapısına doğru yürürken, ben kalçalarını beyn imin görme kısmında tekrar tekrar slow motion izlerken. Biraları bardaklara doldurdum. Çerezleri hazırladım. Elimde bir tepsiyle tam salonun kapısından küçük şakalarla girecekken “Amına koyayım senin orospu çocuğu!” diye çığlık atarak, omzuma çarpıp çıktı salonun kapısından. Biralar yere dökülmüş, bardaklar kırılmıştı. Yere baktım. Son paramla aldığım biraların köpürerek zemine yayılışını izledim. Bardakların amına koyayım bira ziyan oluyor “Noluyo Lan!” diye sormaktansa bira üzerine secdeye yatıp höpürdeterek içmeyi yeğlerdim, ama yapmadım. -Noluyo Lan! - Ebenin amı oluyor Noctem (Bir yandan çantasının fermuarını çekiyordu). O mesajlar ne lan pezevenk! - Ne mesajı? (“Şimdi sıçtım!”ın kibarcası) - Yarın 2. yılınızı kutlayacağınız sevgilinin mesajı. Seni seviyormuş git cevap at.(Kapıya doğru gidiyordu, durdursam ne diyeceğim?) Sana mutluluklar orospu evladı, ama bravo harika


VAR/OLUŞUM bir yalancıymışsın. Nasılda inandım sana, göt herif. - Bak, Sinem 2. yıl falan kutlanmayacak. Ben kafada bitirdim zaten o ilişkiyi, yarında ayrıldığımızı söyleyecektim ona. (Bu onursuzluğu yapmasaydım iyiydi) - At lan mesajı hadi. Benim yanımda at. At mesajı inanayım sana. “Ayrıldık” de, hatta ara konuş, beni sevdiğini söyle kalayım, gitmeyeyim. O an ne kadar düşünme payı bıraktım bilmiyorum. Ama 9869786 yıl gibi uzun geldi. Ölüm an’ım gibi tüm yaşananlar geçiyordu gözümden. Bunca hazırlık, harcanan üç hafta, iki ellilik bira, barda içilen biralar, küçük sevişmeler ve işte sikimi sürmeden gidiyordu harikulade göt. Diğerini arasam, “ayrıldık” desem yine gidecekti (gitmeyen kadın mı var? (kendi gitmese fikri gider)) amacı intikam almaktı. Son gülen olmak istiyordu. Ama “ya gitmezse” diy ordu vücudumun aşağı mahallesinde oturan ve bağrışmalardan mütevellit evine kaçmış bir vatandaş. “Gider.” dedim ona “Olriclik yapma, haddini bil, sen yalnızca bir siksin” - Bana güvenmeyenle benim hiç işim olmaz kızım. Ne o? Yanımda ara falan. Hadi gidiyorsan git, kalıyorsan bakkaldan iki bira kap gel. - Hassiktir, göt. Apartmanı sallayıp gitti. Kapı kırıldı sandım. Kırık bardakların üzerinden geçtim. Mutfağa girip sandalyeye oturdum. Yarım bıraktığı krepin kenarından bir parça kopardım ağzıma attım. Masanın üzerine baktım Lucky oradaydı. Ve yüzümde tüy kadar hafif bir gülümseme oldu. “Yakayım bari” dedim. Sigaraya uzandım. Bir gariplik var… Paket niye bu kadar hafif? İçine baktım, boştu. İşte bu gerçekten orospu çocukluğu! Yazan: Noctem Carpe

Bilimsel bir bakış açısına sahip bir insanın aşka bakışı da farklı oluyor; duygularda da nedensellik arıyorsunuz. Bir çok insan, sevgisinin nesnesi olan kişide, sevgisinin nedeni olabilecek bir özellik mevcut olmamasına rağmen sever ya da sevdiğini zanneder. Ancak bilimsel bir bakış açısına sahip bir insan, duygularını sağlam temeller üzerine oturtmak ister ve aşk mevzu bahis olduğunda bile “neden” sorusunu sormadan edemez. Böyle bir insanın aşık olabilmesi için, karşısındaki insanda, yani aşkının nesnesi olan insanda, o kişiyi diğer insanlardan ayıran, aşkının nedeni olan bir özellik bulunmalıdır. Ancak, bilim insanımızın, aradığı özelliklerin sahibi birini bulmasının güçlüğünden dolayı, aşık olması da oldukça zordur haliyle. Aşık ol(a)mayan insanın acı da çekmeyeceği yargısından hareket edilerek, bu durumun iyi bir şey olduğu sonucuna varılabilir ilk bakışta, ancak kazın ayağı hiç de öyle değildir. İnsan, karnını doyurup, başını sokacak bir yer bulduktan, yani ekonomik kaygılarından kurtulduk sonra, (en azından bana göre) çok daha önemli bir sorunla karşı karşıya kalır; hayatın anlamı sorunu. İnsanın hayatında artık, onu çepeçevre saran koca bir boşluk vardır ve kişinin, hayatını anlamlı kılabilmesi için, bu boşluğu bir şekilde doldurması gerekmektedir; eksikliğin, boşluğun, anlamsızlığın verdiği müthiş acıyla, yani nihilizmle karşı karşıya kalacaktır aksi taktirde. İnsan, hayatını anlamlı kılmak, kendini boşluktan çekip çıkarmak için, işte tam da burada anlamlar yaratmaya başlar. Ben, dinin, sanatın, hatta bilim ve felsefenin bile ortaya çıkışının önemli bir nedeni olarak bu anlam yaratma ihtiyacını bulduğum gibi, sevmenin de, insanın hayatını anlamlı kılma ihtiyacından kaynaklanan bir ihtiyaç olduğunu ve sevgi olmadan insanın hayatındaki boşluğun asla doldurulamayacağını iddia ediyorum. Bu sebeple, aşkın bir bela, aşık olamamanınsa bir nimet olduğu savının hiçbir gerçekliği yok, üstelik aksi geçerli. Sonra, aşık olamama durumu “duygusuzluk” olarak da alınmamalı; yaşanmak istenen duyguların gerçek dünyada karşılığının bulunamamasıdır söz konusu olan zira. Ve bu durumun, yani yaşanmak istenen duyguların gerçek dünyada karşılığının bulunamaması durumunun, kişinin hayal dünyasına çekilip, içine kapanmasına neden olduğunu ve bunun, şizofreniye bile sebep olabileceği söylüyorum. Yazan: Gönüllüişsiz

7


SAKİN OLUN: Afacan Dennis

1920 doğumlu bir adam. hale etmeden izler ve kaydeder. savaştan döner ve sefalet içinde Amerikalı. 40’ların başında Alice Daha sonra hepsini çizgi romana yok olur. 19772de babası Monadında bir kadınla evlenir. 44’de aktarır. 1951’de Dennis The Men- terey’e, Amerika’ya döner. Denbir çocukları olur. Kısa adı Hank ace adındaki çizgi roman ortaya nis’in annesi dışında iki kadınla olan Henry King, biz çizerdir. Çok çıkar ve bir gazetede yayımlanır. evlenmiş olan Hank, ölmeden yetenekli bir çizgi romancı. Ama 59 yılında Alice Katcham –ki çizgi önce sorulduğunda şöyle der: iki büyük sorunu vardır: romandaki Dennis’in annesinin ‘Oğlum mu? Bilmem. Galiba uyuşturucu bağımlısı karısı ve adı da Alice’tir- ‘over dose’tan ölür. doğuda bir yerlerde…’ Dennis hiperaktif çocuğu. Bir gün, Hank’in Hank çocuğunu yatılı bir okula The Menace adındaki çizgi atölyesindedir. Bir saniye bile terk eder ve Cenevre’ye taşınır. romanın albümleri dünya üzsabit durmayan çocuğa tokat atan Dennis’e sadece para yollar ve erinde 50 milyondan fazla Âlice, dönüp Hank’e şöyle der: onunla hiç görüşmez. Oysa oğlu, satmıştır ve Hank dolar milyoneri ‘Senin oğlun tam bir tehdit!’ Hank, çizgi romandaki adıyla ‘Dennis olmuştur. Kendi yaramaz çocuğu Yaramazlığına bir hafta sonra beş buçuk Mitchell’ olarak her zaman sayesinde. yaşındaki çocuğun sonsuz karşısındadır. Çünkü bu arada dayanamadığı için terk ettiği sayesinde. İşte, yaramazlığı üzerine kurulu bir çizgi filmleri yapılmaya, çizgi çocuğu çizgi roman senaryosu yaratır. roman albümleri dünya çapında zamanında Walt Disney için bile Kahramanın adı çocuğunkiyle tanınmaya, Amerika televizy- çalışmış olan Henry King dizileri çekilmeye Ketcham denilen bu adam sayılı aynıdır: ‘Dennis The Menace.” onunda Yani bizde bilindiği adıyla ‘Afacan başlanmıştır. Dennis Ketcham orospu çocuklarından biridir ve Dennis’. Yani ‘Tehdit Dennis’. girdiği bütün okullardan atılır ve bütün bunları çok az insan bilir.” Hank, çocuğun yaptığı bütün Vietnam Savaşı’na katılır. Gerçek Hakan Günday/Piç yaramazlıkları, kesinlikle müda- bir serseri olan Dennis Ketcham

ÖYLE BİR DÜNYA Öyle bir dünyada yaşasak diyorum öyle bir dünyada İyi insanlar hiç gitmese bilinmeyen uzaklara Öyle bir dünyada yaşasak diyorum Çocukluk hiç uzaklaşmasa Bir silgi kokusunun bir eski şarkının Bir resmin götürdüğü yerde kalsa insan Öyle bir dünyada yaşasak diyorum öyle bir dünyada Yepyeni şarkılar yapsa Cem Karaca Daktiloyu susturmasa Cemal Süreya Öyle bir dünyada yaşasak diyorum öyle bir dünyada Yaşamak yalanlara değil sevdalara bağlı olsa Yazan: Vivente

Tasarım: Emin Şakir - emin.sakir@gmail.com - www.solyayin.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.