Ferit EDGÜ (Bu yazı Cumhuriyet Gazetesi’nin 14 yıl önceki bir ek’inden alınmıştır.) Ne krallar, ne kilise; ne otoriter, ne totaliter rejimler; öngörür. 3 Eylül 1971 anayasası, her kişiye düşüncelerini ne anneler-babalar, ne hocalar; ne coğrafya, ne de tarih, söylemek, yazmak, basmak ve yaymak özgürlüğünü verir, cinselliğin dışa vurmasının, bir şiire, bir resme, bir romana, bir yazılan, basılan, yaymlanan hiçbir şey sansüre tabi, tutulamaz, türküye, bir filme dönüşmesinin önüne geçememişlerdir. Çünkü önceden denetlenemez, der. (İki yüzyıl önceki bu anayasa cinsellik insan gerçeğinin bir parçasıdır. Zaman içinde, toplum maddesini güncelliği dolayısyla, “özel olarak” aktardım buraya töresi, gelenekleri değişir, ama bu gerçek değişmez. Bir gerçek F.E.). Daha sonra şöyle der yargıçlara savunma avukatı Maurice varolsun da insanoğlu onu dile getirmesin, o gerçek sanat Garçon: “Şunu da belirteyim ki kamu ahlakı konusunda, yargı yapıtlarına yansımasın, görülmüş şey midir bu? organları, her zaman yaşadıkları zamanın 30 yıl gerisindedir.” Fransa’nın en saygın yazarlarının, düşünürlerinin Görülmediği için de, insanoğlu kendini bildi bileli, savunma tanığı olarak yer aldığı bu dava sonucunda yayımcı cinsellik gerçeğini, kimi dönemlerde ve ülkelerde özgürce, kimi Pauvert mahkum olmuş, Marquis de Sade’ın kitapları toplatılıp ülkelerde gizlice dile getirmiştir. Bunun da kimilerinin sandığı yok edilmiştir. gibi ümmet ahlakıyla, millet ahlakıyla bir ilgisi yoktur.* Yunan/Latin edebiyatı erotizmin başyapıtlarıyla 1956... Cezayir savaşının en kızgın dönemidir. Aradan doludur. Hindistan’da, tüm duvarları cinsel aşkın sahneleri ile 30 değil, 15 yıl geçmeden bu kitaplar, binlerce adet yayımlanmış donanmış tapınaklar vardır. Zen dininin Tantra mezhebinde, ve hiç bir kovuşturmaya uğramamıştır. 15 yıl içinde kamu kadın ve erkek cinsel organları kutsal simgelerdir. Tantra’nın ahlakında ne değişmiştir ki Sade’ın kitapları, ahlak bozucu, kutsal el yazmaları, cinsel organların (Yin ve Yang) ve çiftleşme yıkıcı, kışkırtıcı niteliklerini bu arada yitirmiştir? Tek örnek ne Fransa’dır, ne de Marquis de Sade olayı. (daha doğrusu tekleşme) sahnelerinin resimleri ile bezelidir. Örnekler her dönemde, her ülkede vardır. Nietzsche’nin ünlü, “Eros’u zehirleyen tek tanrılı Henri Miller’in, kendi yurdunda, Amerika’da dinler olmuştur.” sözü bir gerçektir, ama zehirlenmiş de olsa yayımlanması için 30 yıl beklemesi, Fransa’da ünlenmesi Eros yaşamını sürdürmeyi başarmıştır. Kilise baskısının en ağır gerekmiştir. İngiltere, bırakın Lady Chatterly’nin Aşığı’nı, oluğu ortaçağ Avrupası, cinsellikle dolu türküler, şiirler, majestelerinin bile okuyup anlamakta güçlük çekeceği Joyce’un destanlar, öyküler, masallar yaratmıştır. Belki tek tanrıya inanan Ulysses’inin yayımına izin vermemiştir. Eh, düşünce toplumlarda, cinsel sanat, Japonya’da, Çin’de olduğu gibi bir özgürlüğünün “Kabeleri”nden sonra başka bir örnek vermek gelişme göstermemiştir ama insan suretini yasaklayan İslam gerekir mi? dininin geçerli olduğu ülkelerde, topluluklarda bile erotik bir Tüm yasaklar, koruyacakları hiç bir şey kalmadığı sanat vardır. Kuşkusuz her toplum, kendi özellikleri içinde bir zaman, bir şeyi korurmuş gibi görünmek isteyen siyasal cinsel aşk sanatı yaratmıştır. Bu nedenledir ki bugün, bir Japon, iktidarların döneminde ortaya çıkar ve belli toplumsal bir Hint, bir Çin, bir Avrupa, bir İslam, bir Afrika, bir tabakalardan güç alma amacı taşır. Okyanusya erotizminden söz edilmektedir. Bugün Türkiye’deki durum da budur. Başta Binbir Gece Masalları olmak üzere, tüm İran ve Osmanlı (hem halk, hem divan) şiiri,Mevlana’nın ulu Sağdan ya da soldan ya da ortadan biri çıkıp sorabilir: Kamu ahlakını korumak gerekmez mi? Mesnevi’si erotik öğelerle, anlatılarla, betimlemelerle doludur. Kuşkusuz gerekir. Ama kamu ahlakını yalnız uçkur Tüm bunlar herkesin bildiği gerçekler. Bu bilinen gerçeklere, daha az bilinen bir gerçeği indirgeyenlerin koruyamadıkları başka ahlak değerleri vardır ekleyelim: Cinsel aşk sanatının geliştiği dönemler, o toplumların demektir. Toplumun tüm “maddi ve manevi” değerleri en az sorunlu olduğu dönemlerdir. Yunan/Roma sanatına korunduğunda, cinsellik de, onun dışa vurumu da, sanatı da, bakalım, Çin ve Japon erotizminin doruğa ulaştığı dönemi yaşamı da o ahlakın çerçevesi içindeki gerçek yerlerini alır. inceleyelim, toplumun görece huzur içinde olduğu dönemlerdir Böylece yasaklamadan ve yasaklanmaktan kurtulunur. bunlar. Yasaklama tutkusunu niteleyecek en hafif sözcük ‘ayıp’tır. Yasaklamaların ağırlaştığı dönemlere baktığımızda ise savaşları, toplumsal kargaşaları, ekonomik çöküntüyü ve siyasal * Müstehcenlik konusunun sürekli gündeme gelmesini “ümmet ahlakından yönetimin kendine olan güvenini yitirmeye başladığını millet ahlakına geçemedik de ondan” diye açıklayan, meraklısının tahmin görüyoruz. edeceği gibi Attila İlhan’dan başkası değil. Yazar, 19 Ocak 1986 günü Milliyet’teki “Temcit Pilavı: Müstehcenlik” başlıklı yazısında, o bildiğimiz Bugün bizde olduğu gibi. “ümmet/millet” şablonunu, bu kez de müstehcenlik olayına uygulayıp Dün batı toplumlarında olduğu gibi. şaşırtıcı sonuçlara ulaşıyor. Violette Leduc adlı Fransız kadın yazarın Örneğin çok değil 30 yıl önce, 1956 yılının Kasım 1960’larda yayınlanan “La Bâtarde/Piç Kız” adlı özyaşam öyküsünü örnek ayında bugün cep kitabı olarak satılıp da pek fazla bir okurun gösterip, “Fransa demokratik ve laik, Violette Leduc kitabını serbestçe yayımlamış: Beğenen övmüş, beğenmeyen yermiş, kimse ‘ahlak’ elden ilgisini çekmeyen, cinsel aşk edebiyatının en cesur yazarı gidiyor telaşına düşüp, yasaklar koymya kalkışmamıştır’ diyor. Marquis de Sade’ın kitaplarını yayımlayan Jean Jacques Pauvert Yazarın mantığını izleyecek olursak, son derece ilginç sonuçlar çıkıyor adlı yayman kendini yargı organlarının önünde bulur. ortaya: 1/Marquis de Sade’ı ölümünden 150 yılı aşan bir süre sonra yargılayıp Bir çoğu 475 adet basılmı, en yüksek tirajı 2.000 olan mahkum eden Fransa, 1956 yılında, demek oluyorki henüz ‘ümmet’ bu kitabı yaymlayarak kamu ahlakını bozmakla suçlanan toplumuydu. Pauvert’i savunan ünlü hukukçu Maurice Garçon, görkemli 2/Attila İlhan, ‘Fena Halde Leman’ adlı romanını (ki andığı Piç Kız bu savunmasında, düşünce özgürlüğü ve yasaklamalarla ilgili kitabın yanında cinsel fantazmlar açısından zemzemle yıkanmıþ gibi kalır) kendi sözcükleriyle “serbestçe yayımladığı, beğenen övüp, beğenmeyen tarihsel bilgileri verdikten sonra şöyle der: “İnsan Hakları yerdiği, kimse ahlak elden gidiyor telaşına düşüp yasaklar koymaya Evrensel Bildirgesi’ne, çağımızın bu kutsal kitabına varabilmek kalkışmadığı” için de Türkiye 1980 yılında “ümmet” değil “millet” ahlakına için yüzyıllarca süren bir çaba göstermiştir filozoflar, bunun sahipti. Peki ne oldu? Nasıl oldu da Fransa 15 yılda, “ümmet” toplumundan “millet” savaşımını vermişlerdir. Tüm uygar devletlerin imzaladığı bu toplumuna; Türkiye de gene 15 yılda “millet” toplumundan “ümmet” bildirge kişinin inançlarından ötürü ‘rahatsız’ edilemeyeceğini toplumuna dönüştü?
NİSAN-MAYIS 2000 SAYI:3 ISSN 1302-5015 SAHİBİ: ALİ EROL SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: ABDURRAHMAN BAHŞİŞOĞLU DİZGİ VE BASKI ÖNCESİ HAZIRLIK: KAOS GL BASKI: ARMONİ MATBAACILIK ADRES: Elgün Sokak 3/12 Sıhhiye ANKARA YAZIŞMA ADRESİ : Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci/ANKARA /TEL:+90 312 229 52 70 FAKS : +90 312 3639041 E-MAİL: kaosgl@ilga.org Internet Adresi : www.geocities.com/kaosgl YAYINLANMASI İSTEĞİYLE GÖNDERİLECEK ÜRÜNLER İÇİN ADRES: ALİ ÖZBAŞ P.K. 53 CEBECİ / ANKARA ali.ozbas@isbank.net.tr KAOS GL'Yİ BULABİLECEĞİNİZ KİTAPEVLERİ: DİYARBAKIR:Avesta Kitabevi (Ofis) , ERZURUM: Kültür Sarayı (Cumhuriyet Cad. No:36) ANTAKYA: Kelepir Kitabevi (Hürriyet Cad.) ADANA: Kitapsan (Gazipaşa Bulvarı) MERSİN: Kitapsan (Silifke Cad.) KAYSERİ: Kelepir/Ozan Kitabevi (Selanik Cad.) ESKİŞEHİR: Kelepir Kitabevi (Cengiz Topel Cad.), İnsancıl Sahaf Kitabevi (Yeşiltepe Sokak) DENİZLİ: Kelepir/İleri Kitabevi, Yaprak Kitabevi ANTALYA: Kelepir Kitabevi (Cumhuriyet Cad.) BALIKESİR : Kelepir Kitabevi (Şan Sinemasının Karşısı) İSTANBUL: Taksim Mefisto (İstiklal Cad.), Pandora Kitabevi (İstiklal Cad. Büyükparmakkapı Sok.), Pentimento (Beyoğlu Sineması Pasajı) ANKARA: Dost, Bilim&Sanat, İlhan İlhan (Karanfil 2 Sokak), Kelepir (Konur 2), Kitabevi (Olgunlar Sokak)
ABONELİK İÇİN Yurt içi 1 yıllık (6 sayı) abone bedeli 10.000.000.-TL/ 3 sayı 5.000.000.-TL. Yurt dışı 1 yıllık abone bedeli: 75 DM ya da 50 $ (posta dahil). Please, transfer 75 DM or 50 $ as 1 year subscription period to the following bank account: T. İş Bankası Meşrutiyet Şubesi (ANKARA) Ali Özbaş no:4213 0544328. Dekont ya da fotokopisini mutlaka Ali Özbaş P.K. 53 Cebeci/Ankara adresine postalayınız. Tek sayılık isteklerde 1.250.000.-TL’lık posta pulu gönderiniz. Tutsaklara ücretsiz gönderilir. Dergiler kapalı zarf içinde gönderilir
içindekiler
KAOS GL'den ................................................................................ 2 "Muzır"lık ...................................................................................... 3 İbne Teorisinin Yapısökümü - Steven Seidman.............................. 4 Kabızlaşmış Ruhlar Diyarında Bir Gezinti -Tanıklık ..................... 8 En Çok Neyin Yakınında Yaşamak İsteriz? - Murat Yalçınkaya . 10 Yalnız Bir Operet -A. Galip ......................................................... 12 Bu Kimin Hayatı? -Üstün Öngel .................................................. 16 Hımmm (Öykü) -Luis Rafael Sanchez ......................................... 19 Özel Sektör, Hayallerim, Geyliğim ve İşsizlik - Ahmet ............... 21 Kafka'dan Mektuplar -2 -Bayram Balcı ....................................... 23 Leylâ ile Leylâ -Zekeriya Gün...................................................... 25 Lezbiyenlerin Sıradan Bir Akşamı -Işık Güney .......................... 27 Theonoe-Leukippe Miti -Agathadaimon...................................... 28 İkimiz İçin Bir Hayat -Ümit Kader .............................................. 29 Basında Kaos GL ......................................................................... 31 Beat Kuşağı ve Ağır Topu Allen Ginsberg -Yusuf Eradam ......... 32 Allen Ginsberg'in Cesedi Üç Yaşında -B.H.Ergen....................... 37 O -Şiir -Lawrence Ferlinghetti..................................................... 39 Kadın mısın, Erkek misin -Ahmet ................................................ 40 Aşkımla Mü-Tafizik Oldum - -A. Galip....................................... 42 Günlerden Bir Günlük -Burak...................................................... 44 Bize Gelenler................................................................................ 46 Kır Çiçeği Zeynep -Coşkun Durmuş ............................................ 47 İçimdeki Hüzünlü Kuşlar -Ada Mabel ......................................... 49 Yol Öyküleri -Yasemin Şevval Özalp ........................................... 50 Kayıp Düşler -Tezer Kanık........................................................... 52 Mektuplardan ............................................................................... 53 Sevgili Gözüm Abla ..................................................................... 59 İletişim ......................................................................................... 60 Haberler........................................................................................ 61 Şiirler -Can Uğur ......................................................................... 64 Bu İşte Bir Terslik Var ................................................................. 65
KAOS GL 3 / 1
Dergimizin Nisan-Mayıs sayısı ile yine birlikteyiz. Bu sayımız bize iletilen tebligat nedeniyle kapalı bir zarf içinde ve "küçüklere zararlıdır" ibaresiyle çıktı. Bu konudaki gelişmeleri ve avukatlarımızla başlattığımız yasal sürecin durumu hakkında bilgileri hemen ilk sayfalarımızda bulabilirsiniz. Dergimizin "muzır" bulunmuş olması dolayısıyla da bu konuda gerekli tüm yasal yolları kullanarak bu ibarenin kalkması için vereceğimiz çabaların yanı sıra bu durumu bir fırsat bilerek önümüzdeki haziran-temmuz sayısında "müstehcenlik meselesi"ne yoğunlaşmamızın iyi olabileceğini düşündük. Türkiye'deki eşcinsellerin kendi sözlerini üretme ve bunları dile getirme mecrası olan dergimizin küçükler için zararlı olabileceği fikrinin arkasında yatan cinsel kimliklerimiz, yaşanan ve yaşatılmayan cinselliklerimiz üzerine dayatılan hikayeyi tartışmaya açmalıyız gibi geliyor bize. Küçüklere zararlı olduğumuz söylenirken, bizim de bir zamanlar küçük olduğumuz unutuluyor herhalde. Hiç birimiz de yurtdışından ithal eşcinsel olmadığımıza göre bütün çocukluk dönemlerimizi, ergenliğimizi, gençliğimizi bu topraklar üzerinde bizi zararlı bulanlarla birlikte, bazen yanyana yaşadık. Size de burada bir gariplik varmış gibi gelmiyor mu? Bu meseleler üzerine yazılarınızı önümüzdeki sayımız için dört gözle bekliyoruz. Bu sayımızda da sizler için dolu dolu ve iki ay süresince elinizden bırakamayacağınız bir sayı hazırlamaya gayret ettik. İçeride birbirinden ilginç, güzel, aydınlatıcı (!) yazılar bizleri bekliyor dememize gerek yok sanırız. Akademik yazılardan yaşamın içinden yazılara, öykülerden şiirlere, cinsellikten cinselliğin "c"sinin geçmediği (!) yazılara kadar oldukça geniş yelpazede yazılar var.
Seidman'ın gey-lezbiyen ve heteroseksüel akımlarca yürütülmekte olan normalleşmeye yönelik kimlik politikasını ortaya koyup eleştirmeyi hedefleyen ibne teorisini tanıttığı yazı ilginizi çekecektir umarız. Bu sayıda Yusuf Eradam'ın Beat kuşağının en ağır toplarından biri olan Allen Ginsberg hakkındaki incelemesini ve b. h. ergen'in Ginsberg'ten yaptığı çeviriyi bulabilirsiniz. Böylelikle üç yıl önce nisan ayında ölen grisakallı adama selam etmiş olduk. Ayrıca A. Galip'in Mungan'ın Yalnız Bir Opera şiiri üstüne incelemesini, Üstün Öngel'in psikiyatrinin iktidara ortak oluşunu sorguladığı yazısını, murat yalçınkaya'nın da açılma meselesine farklı yaklaşmayı denediği yazısını sayfaları çevirdikçe bulabilirsiniz. *** İstanbul Lambda'daki arkadaşlarımızın tekrar yayınlamaya başladıkları "cins" adındaki bültenlerinin ikinci sayısının çıktığını sevinerek duyduk. Duyduk, çünkü arkadaşlarımız her iki sayıyı da bize henüz göndermedikleri için elimize alıp, okuma şansımız olmadı. Bu nedenle size "cins"i tanıtamıyoruz. Arkadaşlarımıza çalışmalarında başarılar diliyoruz. Nihayet konuşabileceğimiz, sorularınızı yanıtlayabileceğimiz, eleştirilerinizi, dileklerinizi sesinizden alabileceğimiz bir telefonumuz var. Ancak bu telefonun başında devamlı bir arkadaşımız yok. Şimdilik Çarşamba günleri öğleden sonra murat yalçınkaya arkadaşımız sizlerin telefonuna cevap verecek. Diğer günlerde de şansınızı deneyebilirsiniz, bakarsınız bir arkadaşımız telefonun ucunda bekliyordur. Aşağıdaki telefon numarasını defterinize kaydedip, bizi arayabilirsiniz:
0.312.229 52 70 Önümüzdeki sayıda na-mazruf buluşmak üzere...
İlk sayfalarda Kerem Güven'in çevirdiği Steven
KAOS GL ALİ ÖZBAŞ, P.K. 53 CEBECİ / ANKARA FAKS:0.312.363 90 41 TEL:0.312.229 52 70 E-MAİL: kaosgl@geocities.com ali.ozbas@isbank.net.tr http://www.geocities.com/kaosgl
KAOS GL 3 / 2
SAPPHO'NUN KIZLARI
LAMBDA İSTANBUL
ALİ ÖZBAŞ (S.K.), P.K. 53, CEBECİ / ANKARA
MBE 222, 80080 TAKSİM / İSTANBUL
E-MAİL: sapphonunkizlari@hotmail.com http://www.geocities.com/ WestHollywood/Chelsea/9070/
FAKS: 0.212.22437 92 TEL:0.212.233 49 66 E-MAİL: lambda@lambdaistanbul.org http://www.lambdaistanbul.org Lambda-İstanbul, her Pazar saat:18.00'de İstiklal Cad. Bekar Sokak, Toplumsal Araştırmalar Vakfı'nda(Sappho Bar'ın üst katı) toplanıyor.
"Kurulunuzun, yayınlamakta olduğumuz Gey ve Lezbiyen Araştırmaları Dergisi - KAOS GL'nin birinci sayısından hareketle vermiş olduğu, 16. 02. 2000 tarih ve 2000/1 sayılı kararından, 07. 03. 2000 tarihinde bize yapılan bildirimle haberdar olduk. Bir sonraki sayı ile gelecek sayıların "küçükler için muzır nitelikli" olmadığını düşündüğümüzden, dergimizin yeniden incelenmesi için, Kurul kararından yaklaşık bir ay sonra haberdar olmamız ve bayram nedeniyle ancak başvurabiliyoruz. Yakında çıkacak olan 3. sayımız muzır nitelik taşımadığı halde, Kurul kararından hareketle bize bildirildiği şekilde, kapalı zarf içinde satılacaktır.
gerçeği, ne kendini eşcinsel olarak görenlerce ne de karşıcinsel bireylerce tanınmaktadır. Tanımamanın ve önyargının bir sonucu olarak da eşcinsel bireyler, "ahlâksız", "zararlı" görülebilmektedir. Eğer "eşcinsellik" denilince insanların aklına sadece, medyada sergilenen rezillikler geliyorsa, KAOS GL'nin "poşet" içinde satılması söz konusu önyargıları yeniden üretecek ve "eşcinsellik" denilince insanların aklına otomatikman kâr amaçlı pornografik yayınlar ve fuhuş gelecektir. Kendi cinsini sevmekten başka farkları olmayan bu ülkenin eşcinsel vatandaşlarının böyle bir ithamı hak etmediklerini düşünmekteyiz. Aynı şekilde Gey ve Lezbiyen Araştırmaları Dergisi - KAOS GL'nin de yayın politikamız gereği "küçüklere zararlıdır" damgasını hak etmediğini düşünmekteyiz.
KAOS GL Dergisinin, ülkemizde de onlarcası yayınlanan "erotik" ya da "pornografik" dergilerle uzaktan yakından alakasının olmadığı aşikardır. Dergimiz, eşcinsellik realitesini, başta sosyoloji ve psikoloji bilimleri olmak üzere, edebi ve bilimsel yaklaşımların yol göstericiliğinde tartışmak amacıyla yayınlanmaktadır. Eşcinselliğin sadece cinsellikten, cinselliğin de sadece pornografiden ibaret olmadığı gerçeği, KAOS GL Dergisini, cinsellik merkezli bildik yayınlardan ayrı bir kategoriye koymaktadır. Gey (erkek eşcinsel) ve lezbiyen (kadın eşcinsel) bireylerin kendi sözlerini üretme ve söyleme haklarını kullandıkları bir yayın olan KAOS GL, hiçbir yayın grubundan destek almadan, sınırlılıklar içinde ve amatörce yayınlanmaktadır. Altı yüz adet çoğaltılarak, sınırlı sayıda kitapevine dağıtılmaktadır.
Kurulunuzun kararından haberdar olmamızdan 1 ay önce yayınladığımız Şubat - Mart 2000 tarihli 2. sayımız incelendiğinde erotik ya da pornografik bir yayın amacımız olmadığı açıkça görülecektir. Her şeyden önce jenital organları odaklayan "açık saçık" fotoğraflar yer almamaktadır. Günlük gazetelerin bile "insan", "yaşam" ve benzeri sayfalarında yayınladıkları resimlerin yanında KAOS GL'de yayınlanan resimlerin fazlasıyla masum kaldığı gerçeği bir yana; insanların kafasında yer etmiş önyargılardan biri olan "eşcinseller seksten başka bir şey düşünmezler" yanlışını düzeltme gayretindeyiz.
Psikoloji ve Psikiyatri bilimleri eşcinselliği, "hastalık" listelerinden çıkaralı yaklaşık otuz yıl olduğu halde; Türk Ceza Kanunu eşcinselliği; "suç" olarak tanımlamadığı halde, ülkemizde eşcinsellik
Eğer "muzır" ve küçüklere zararlı olan eşcinsel varoluşumuz değilse şayet, dergimizde hangi fotoğraf ya da yazının muzır nitelikte olduğunu anlamakta güçlük çekmekteyiz."
Burada bir bölümünü aktardığımız dilekçeyi Kurul Başkanlığına ilettik. Yeniden inceleme talebimize olumlu bir karşılık almamız söz konusu olduğunda dergimiz "poşet"ten çıkacak. Dilekçenin karşılığı olumsuz olursa şayet yürütmeyi durdurma talepli iptal davası açabiliyoruz. Umarız gelecek sayımızda poşetten kurtulmuş oluruz... KAOS GL 3 / 3
Birçok farklı anlam altında yatıyor gibi görünse de, ibne, hem egemen heteroseksüel hem de egemen homoseksüel anlayışa karşı bir duruşu öneren bir kavramdır. Homoseksüel öznenin ele alınmasını ibne araştırmalarında merkezi bir yer olarak alıyorum. İbne politikası ve teorisi egemen gey-lezbiyen ve heteroseksüel akımlarca yürütülmekte olan normalleşmeye yönelik kimlik politikasını ortaya koyup, eleştirmeyi hedeflemektedir; ibne politikası tüm normalleştirilmiş hiyerarşilere karşıdır, ibne teorisi de gey ve lezbiyen yaşamının artık sorgulanmadan temelini oluşturan kimlik temelli söylem ve teorileri krize sokmayı hedeflemektedir. İbneler anarşizm ve radikal demokrat bir çoğulculuk arasında gidip gelen bir farklılıklar politikası temelinde başkaldırıyorlar. Ben daha çok teorik yönüyle ilgileneceğim.
Steven SEIDMAN Çev: Kerem GÜVEN
Deconstruction of Queer Theory Steven Seidman Social Postmodernism : Beyond Identity Politics Linda Nicholson, Steven Seidman Cambridge University Press,1995
KAOS GL 3 / 4
En azından 1950’lerden 1970’lerin ortalarına kadar, Amerikan toplumunda yaygın olan kanı homoseksüelliğin tarih boyunca tek bir temel anlamı olan bir fenomen olduğuydu. Hem Amerikan kamuoyu hem de homoseksüel toplum, homoseksüelliğin ortak bir kimliği ifade ettiğini varsayıyordu. Tartışmalar bu varsayılan gerçeğin ahlâkî sonuçlarıyla ilgiliydi daha çok. İkinci Dünya Savaşı sonrası bilimsel, tıbbi ve hukuki bir çok kurum homoeksüelliği psikolojik olarak anormallik, ahlâki olarak düşkünlük, sosyal olarak da sapkınlık olarak ele alırken, homoseksüel gruplar ve onları destekleyenler homoseksüelin “normal” olduğunu savunmaya çalışıyorlardı. 1970’lere gelindiğinde gey ve lezbiyen hareket homoseksüellikle ilgili stereotiplere karşı çıktığı halde, farklı bir insan tipi olarak “homoseksüel” kavramına karşı çıkmıyordu. Yapılan tartışmalar hemen homoseksüellerin dostlarına karşı düşmanları noktasına geliyordu. 1970’lerin sonlarına doğru ise “homoseksüel” üzerine yapılan tartışmalar belirgin bir şekilde değişti. Homoseksüelliğin tek ve değişmeyen bir durum olduğu varsayımı yerini aynı cinse yönelik cinsel arzunun toplumlar içinde ve arasında dikkate değer ölçüde değişen anlamları olduğu anlayışına bıraktı. 1980’lere gelindiğindeyse bir çok entelektüel için aynı cins cinselliğin anlamı ve buna bağlı olarak pratiği doğal ve evrensel değil, toplumsal ve zamansal bir mantığa dayanıyordu. Nedenselliğin yapısalcı sorgulanmasının sonuçlarından biri de eşcinsel topluluk içinde masumiyetin kaybı oldu. Lezbiyen ve gey topluluğun ortak bir fayda ve deneyim paydası çevresinde birleştiği varsayımı şüpheyle karşılanır oldu. Eşcinsellik üzerinden yapılan mücadelenin aynı zamanda farklı ve bazen birbiriyle çelişebilen değerleri, ilgi alanları, politik gündemleri olan lezbiyen, gey, biseksüel ve ibne birey ve gruplar arasında da yaşanan bir yüzü olduğuna da değinilir oldu. Bu altkültürlerin eşcinselliği temsili, heteroseksüel kaynaklı her türlü temsilin
karşılandığı gibi düzenleyici ve disipline edici rolü nedeniyle benzer şüphelerle karşılandı. Homoseksüellikle ilgili herhangi bir söylem ne kadar özgürlük yanlısı olsa da, sınırlı bir kesimin toplumsal çıkarlarını sergilediği ve belli politik hedefleri olduğu şüphesinden kaçamaz. Homoseksüelliği temsil etme çabasının Foucault’nun deyişiyle bilgi/iktidar etkileri vardır ve sosyal hiyerarşilerin yaratıcısı olarak algılanabilir. 1993’te bir dönemin bitmiş olduğuna inanarak yazıyorum. Irk ve cinsiyet tartışmaları lezbiyen ve geyler içinde derin bölünmelere yol açtı; AIDS birçoğumuzun kendimizi tanımlayıp, onun temelinde organize olduğumuz arzuları hastalık ve ölüm ile tehdit etti; bitmek bilmeyen açılma, açık olma ve insanları açma politikaları korku ve önyargılardan beklenen kurtuluşu sağlayamadı; lezbiyen-feminizmin şu andaki sorunları ve egemen eşcinsel çevrelerin asimile olmaya teslim olmuş politikalarının şüpheyle karşılanılması gereken zaferleri şu an baskın olan lezbiyen ve gey politika kalıplarının yıprandığını gösteriyor. Ortak bir kimlik varsayımı çevresinde oluşmuş olan “birlik” söylemi yerini toplumsal bölünmelere bıraktı; birbiri ardına konuşan bir çok ses, uyumsuz sesleri varsayılan bir birlik uğruna boğan monoton bir tek sesliliğin yerini aldı. Eğer bir dönemin sonuna tanık oluyorsak bu tek ve ortak bir cinsel kimlik fikrinin geçerliğini kaybeder gibi olmasıyla olmuştur. Kimliğin sorgulanması öncelikle seks ve ırk konularındaki tartışmalarla başlamıştır. Gey ve lezbiyen-feminist bir cinsel etiğin iyice katılaşmasını protesto eden cinsel başkaldırılar ve farklı ırklardan gelen insanların gey ve lezbiyen kişiden beyaz, orta sınıf birisi gibi bahsedilmesine eleştirileri egemen gey ve lezbiyen hareket içindeki krizin başlangıcındaki tartışmalar oldular. İbne politikası ve teorisinin ortaya çıkışını hem bu krize cevap hem de bu krizi anlamaya yönelik bir hareket olarak görüyorum. Birçok farklı anlam altında yatıyor gibi görünse de, ibne,
hem egemen heteroseksüel hem de egemen homoseksüel anlayışa karşı bir duruşu öneren bir kavramdır. Homoseksüel öznenin ele alınmasını ibne araştırmalarında merkezi bir yer olarak alıyorum. İbne politikası ve teorisi egemen geylezbiyen ve heteroseksüel akımlarca yürütülmekte olan normalleşmeye yönelik kimlik politikasını ortaya koyup, eleştirmeyi hedeflemektedir; ibne politikası tüm normalleştirilmiş hiyerarşilere karşıdır, ibne teorisi de gey ve lezbiyen yaşamının artık sorgulanmadan temelini oluşturan kimlik temelli söylem ve teorileri krize sokmayı hedeflemektedir. İbneler anarşizm ve radikal demokrat bir çoğulculuk arasında gidip gelen bir farklılıklar politikası temelinde başkaldırıyorlar. Ben daha çok teorik yönüyle ilgileneceğim. İbne teorisi bir kültür ve politika olarak eşcinselliği yeniden düşünmek için bir itici gücü temsil etmektedir. Böylesine bir kültürel değişim hareketinin çoğunluğu akademik çevrelerce şekillendirilmesi garip görünebilir. Gene de, prestij sahibi üniversitelerde çalışıyor olmaları, gey entelektüel kültür içindeki ağırlıkları, Queer Nation ve HIV/AIDS aktivizminin radikal politikaları üzerindeki etkileri gey ve lezbiyen kültür ve politikanın şekillenmesinde önemli bir yerleri olduğunu düşündürmektedir. Sosyal etkilerine işaret eden bir şey de eski entelektüel elitler tarafından eleştirel bir kabul görmeleri. Örneğin, Jeff Escoffier (1990) yapısökümü döndükçe gey entelektüellerin depolitize olmalarından şikayet eder. Benzer bir şekilde Simon Watney (1992) 1991’deki gey ve lezbiyen çalışmalarını derleyen bir konferansta ibne teorisinin AIDS politikalarını marjinalleştirdiğinden şikayet ediyordu. Daniel Harris (1991) yapısökümü sadece medya eleştirisi üzerine odaklanarak AIDS politikalarını abesleştirdiği için saldırıyordu. Bu eleştiriler çeşitli entelektüel ve politik konumlardaki elitler arasında kültürel bir çatışmaya işaret etmektedir. Bu çatışmayı sadece bir ideolojik karmaşa olarak almak yanlış olur. Kültürel elitler kişi ve toplumu, toplumsal normları ve politik stratejileri şekillendiren söylemleri üretirler. Muhabirler, yazarlar, film yapımcıları, aktör ve aktrisler daha çok insana ulaşabilmekteyseler de akademik çevreler bu kişiler aracılığıyla daha da geniş etkilere sahip olabilirler. Daha önceki nesildeki özgürleşmeci (liberationist) teorisyenlerin gey ve lezbiyen kültürel ve politik yaşamını belirlemeleri gibi, günümüzde de ibne teorisyenlerinin oluşturduğu nesil gey ve lezbiyen entelektüel kültürünü belirliyor. İbne teorisinin sosyal ve politik öneminin kavranabilinmesi için tarihsel süreçteki yerini ortaya koymaya çalışacağım. 1970’lerin başından günümüze kadarki gey ve lezbiyen entelektüel kültürün gelişimini kaba hatlarıyla yansıtmaya çalışacağım. Bu daha çok bir öneri şeklinde olacak. Bunu ibne teorisinin temel kavramları ve sosyal ve
politik anlamları ile ilgili kısım takip edecek. Son olarak da, bilgi politikalarına yaptığı önemli bağları takdir etmekle birlikte teorinin sessiz kaldığı noktaları sergilemeye çalışacağım. 1.
Stonewall sonrası kültürünün durumu
gey
entelektüel
Gey ve lezbiyen entelektüel kültürünün ilk safhası kabaca 1968 ve 1975 yılları arasındaydı. 1968’de henüz gey topluluklar oluşmaya başlamıştı ve bu da daha çok büyük şehir merkezlerindeydi. Eğer 1968’de bir kültürel donanımdan bahsedilecek olursa bu Mattachine Society ya da Daughters of Bilitis çevresinde örgütlenmiş olan daha önceki nesile aitti. Bu örgütlenmelerin yerel karakterini ortaya koyacak şekilde gey kimliğiyle çıkan ulusal dergi ya da gazete yoktu, kurumsallaşmış bir gey sanatı ya da tiyatrosu yoktu, sadece izole bir şekilde çalışmalar yapan gey olarak bilinen yazarlar vardı. Eşcinsel teori eşcinselliğin toplumun belli bir kısmına özgü ikincil bir psikolojik bozukluk olması ile insanlarda değişen şiddetlerde mevcut olan normal bir arzu olması arasında gidip geliyordu. Eşcinselliğin baskı altındaki bir azınlık olarak teorisinin başlangıcı Harry Hay gibi radikallerce dile getirilmekteyse de genellikle göz ardı edilirdi. Eşcinsel politikalar ağırlıklı olarak toplumsal asimilasyona yönelik vatandaşlık hakları çerçevesinde kuruluyordu. Hem toplumun zorla heteroseksüelleştirmesine hem de eşcinsel hareketin asimilasyona yönelmesine tepki olarak gey ve lezbiyen özgürleşmeci hareket ortaya çıktı (Adam 1987; Altman 1982; Fadermen 1991). Kültürel cephede önsaflarda kendilerini gey özgürleşmecileri (liberationist) ya da lezbiyenfeministler olarak tanımlayan, genellikle genç, beyaz, eğitimli kişiler bulunuyordu. Toplumda egemen olan heteroseksizmi ve seksizmi eleştiriyorlardı. Yeni soldan ve feminizmden aldıkları ilhamla Mattachine Society ve Daughters of Bilitis’in asimilasyona yönelik politikalarının yerine dönüştürücü politikalar koydular. Özgürleşmeci düşünce belli birkaç kola ayrılıyordu. Örneğin eşcinsellik genel olarak doğal, evrensel bir durum olarak kabul ediliyordu. Protesto edilen şey eşcinselliğin hastalıklı bir durum olarak gösterilmesiydi. Hetero/homoseksüellik çevresinde düzenlenmiş cinsiyet rejimine meydan okumadan, homoseksüelliğin doğal, normal ve iyi olduğu iddia ediliyordu. Bununla birlikte bazı özgürleşmeciler dışlayıcı olan cinsellik ve toplumsal cinsiyet sistemine karşı mücadele ediyorlardı; heteroseksüel/homoseksüel ya da erkek/kadın rollerinden, dar bir üreme-organı-merkezli cinsellikten sıyrılmış androjen, çok çeşitliliğe açık bir insanlık ideali güdüyorlardı. Diğer bir özgürleşmeci grup, özellikle de lezbiyenfeministler heteroseksüel ve homoseksüeller arasındaki farkları kabul ediyor ve benimsiyor, bunlar üzerinde yeni bir toplum ve kültür kurmayı amaçlıyordu. Sonuçta bazıları ayrılıkçı bir süreci
Gey ve lezbiyenfeminist bir cinsel etiğin iyice katılaşmasını protesto eden cinsel başkaldırılar ve farklı ırklardan gelen insanların gey ve lezbiyen kişiden beyaz, orta sınıf birisi gibi bahsedilmesine eleştirileri egemen gey ve lezbiyen hareket içindeki krizin başlangıcındaki tartışmalar oldular. İbne politikası ve teorisinin ortaya çıkışını hem bu krize cevap hem de bu krizi anlamaya yönelik bir hareket olarak görüyorum.
KAOS GL 3 / 5
talep ederken bazıları amerikan çoğulculuğuna hitap ediyordu.
Akademisyenlerce üretilen eşcinsellik söylemi ile günlük hayattaki eşcinsellik arasındaki boşluk genişledikçe gey teorisi ve politikaları arasındaki bağların zayıflaması olasılığı da ortaya çıktı. Teorisyenler ve aktivistler farklı toplumsal konumlardan geldiklerinden, farklı dilleri konuştuklarından ilişkileri yara alıp zayıflayabilir.
KAOS GL 3 / 6
mozaiğinin
1970’lerin başında ulusal çapta gey ve lezbiyen kültürel aygıtlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Özgürleşmeciler entelektüel kültürün şekillenmesinde öncülük ediyorlardı. Dergi, bülten ve gazeteler yayınlamaya başladılar, ulusal yayınlar gey ve lezbiyen sanat, edebiyat ve teorinin dolaşımını sağladı. Birçok gey ve lezbiyen entelektüelin akademiyle bağları olsa da (ki aslında çoğu üniversite mezunu ya da öğretim görevlisi idi) çalışmaları daha çok hareketin kültür ve politikasıyla sınırlıydı. Bu da kısmen, üniversite ile zayıf, olgunlaşmakta olan hareketle sıkı bağlarının belirtisiydi. Hareket içindeki kişisel ve sosyal kökenleri yüzünden entelektüel ve aktivist rollerini kaynaştırabiliyorlardı. Yazış tarzları ve dilleri aktivizme olan ilgilerini kanıtlayacak biçimdeydi, mesala eleştiriler analitik ve teorik kitaplardan çok kısa makaleler, şiirler, broşürler, manifestolar, kısa hikayeler, anı ve otobiyografik metinler halinde ifade ediliyordu. Çalışmaları pahalı olmayan bülten, gazete broşürlerde yayınlanıyor, kitap ve antolojiler toplumun geneline hitap edecek şekilde hazırlanıyordu. Kısacası gey özgürleşmeci ve lezbiyen-feminist hareketin ilk yıllarında gey /lezbiyen entelektüel kültür hareketin gündemi çevresinde dönüyordu. Bir başka deyişle, özgürleşmeciler halk entelektüelleri, bir toplumsal hareketin sözcüleri gibiydiler. Lezbiyen ve gey kültürün ikinci evresi kabaca 1970’lerin ortalarından 1980’lerin ortalarına kadar sürer. Gey ve lezbiyen hareketin politik olgunlaşması ve topluluk oluşturma dönemiydi. Amerika'nın belli başlı tüm şehirlerinde gey
topluluk kurumsallaşma aşamasına gelmişti. Bu toplumsal gelişmeye ulusal çapta bir kültürel aygıt olarak gazete ve süreli yayınların çıkması, sanat ve edebiyat birliklerinin oluşması öncülük etti. İlk kez 1980’lerin ortalarında Birleşik Devletlerde ulusal gey ve lezbiyen kültürden bahsedilebilirdi. Gey topluluk oluşturulmasında öncülük eden gey özgürleşmeciler, sonradan egemen olan gey ve lezbiyen akımlarca marjinalize edilmeye başladılar. Yeni bir insan yaratmağa yönelik özgürleşmeci bakış açısı yerini etnik nasyonalist kimlik modellerine ve asimilasyon idealleri olan, ya da lezbiyen-feministlerde olduğu gibi ayrılıkçı bir süreci hedefleyen belli grup çıkarlarına yönelik politikalara bırakmıştı. Lezbiyen ya da gey olmak doğal ve değiştirilemez bir durum olarak veya lezbiyen-feministlerde olduğu gibi politik bir tercih olarak kabul ediliyordu. Yeni bir entelijensiya ortaya çıkmaya başladı. Lezbiyen ve gey toplulukların ülke genelinde kurumsallaşmasını takiben yeni bir gey ve lezbiyen kültür işçileri (yazar, muhabir, artist gibi) gazeteler, dergiler, kitap yayımcıları ve tiyatrolarca desteklenir oldular. Dahası Birleşik Devletlerde eşcinsellere hoşgörünün yayılmasıyla birlikte eşcinselliği çalışma konusu olarak seçebilen gey ve lezbiyen akademisyenler ortaya çıktı. Bu akademisyenlerin büyük çoğunluğu gey özgürleşmeci ya da lezbiyen-feminist gruplardan geliyorlardı. Genel olarak, eşcinselliğin tarihötesi bir durum gibi görülmesini eleştiriyorlardı. Kimlik politikalarından fazla kopmadan, eşcinsel kimliğin sabit ve evrensel bir fenomen olarak tanımlanmasına yönelik çabalara karşı çıkıyorlardı. Eşcinselliği toplumsal ve tarihsel şartlara göre
değerlendiriyorlardı. Eşcinselliğin ve kimliğin ortaya çıkışı yakın batı tarihine ait bir olay olarak inceleniyordu mesela, evrensel ve doğal bir durum olarak değil. Bir önceki gey ve lezbiyen entelektüellere göre bu nesil akademiye daha bağlıydı. Çoğunlukla tarihçiydiler, akademik dergilere yazıyorlardı, kitapları üniversitelerce basılıyordu; açıkça gey ve lezbiyen bir kimliği benimsemelerine rağmen akademik bir başarı gösterebilmiş ilk nesildiler. Bu entelektüellerin çoğu akademisyen olsa da çalışmaları hareket kültür ve politikasından kopmuş değildi. Bu akademik çevrelerce tanınmayı ve kabul görmeyi amaçlasalar da, akademi dışı insanların da anlayabileceği bir dille yazıyor olmaları bunun bir göstergesi olarak alınabilir. Dahası birçoğunun toplumsal aktivizm geçmişi vardı ve politik ve toplumsal olarak lezbiyen ve gey yaşamının bir parçasıydılar; üniversite dışı topluluklar onların asıl hedef kitleleriydi. Eşcinsel kimlik ve toplumunun oluşumuna odaklanan çalışmaları 1970’lerin sonunda ortaya çıkmaya başlamış olan gey ve lezbiyen yaşamının azınlıklaşmasını (minoritization) hızlandırdı. Yani kısacası, birçoğu akademisyen olarak çalışmalarını sürdürüyor olsa da hareketin tarihi ve o anki politikaları ile sıkı bağlar içinde olmaları, toplumun eğitimine önem veren disiplinlerden gelmeleri akademisyen ve aydın kimliklerini kaynaştırabilmelerini sağlıyordu. Gelişmekte olan gey ve lezbiyen entelektüel kültürünün üçüncü evresi 1980’lerin ortalarından günümüze kadar uzanıyor. Topluluk oluşturma, gey ve lezbiyen toplum artık iyice kurumlaşmış bir altkültür olana kadar devam etti. Dramatik sosyal ve politik başarılara sahne olmuş olan önceki döneme göre bu dönemde egemen görüşlere uygun bir hareket olmaya yönelik politikalar hareketi yönlendiriyordu. Aslında 1970’lerin ortalarından 1980’lerin ilk yıllarına kadar görülen gerileme bu egemene uyum sağlayıcı politikaların başarısına kanıt olarak gösterilebilir. Bu politikalar bariz gey niteliklerine sahip bir modanın ticari başarısı, eşcinsellerin Rainbow Coalition’a (amerikan rüyasının her Amerikalı için gerçekleşebilecek bir şey olması için, azınlıkta kalan vatandaşların hakları için çalışan bir kurum) üye kabul edilmeleri, toplumsal ve kültürel seçkinlerin gey ve lezbiyenlikle birlikte anılmaktan duydukları endişenin azalmış olmasında kendini göstermektedir. Belki bunun en belirgin şekli de entelektüel kültürde meydana geldi. Çok satışlı egemen gazete, dergi ve yayınevleri, özellikle de akademik yayınlar gey ve lezbiyen yazarlara kapılarını açtılar. October, Social Text, Socialist Review, Radical America, South Atlantic Quarterly, Differences, Oxford Review ve Raritan gey ve lezbiyen konularıyla ilgili metinler yayınladılar. Önemli yayınevleri, Routledge ve Beacon’dan Chicago, Columbia, Duke, Minnesota ve İndiana gibi üniversite yayınlarına kadar
lezbiyen ve gey çalışmalarıyla ilgili güçlü kitap dizileri yayınladılar. Başlıca üniversitelerde gey/lezbiyen araştırma merkezleri ve bu konularda eğitim veren birimler kuruldu. Lezbiyen ve gey kültürün egemen olana teslim olması üniversiteyi gey ve lezbiyen söylemin başlıca üretim yeri haline getirdi. Tabiki, aynıcins deneyimlerle ilgili söylemler akademik olmayan çevrelerce de (film yapımcıları, gazeteciler, yazarlar, köşe yazarları, şairler, politik aktivistler gibi) üretilmeye devam etti. Buna rağmen gey ve lezbiyen bilginin üretiminin kontrolü gittikçe artan şekilde gey akademisyenlere ait olmaya başladı. Bu gelişme bir yandan gey ve lezbiyenlerin bilginin üretiminde ve dolaşımında daha güçlü bir sese sahip olacakları anlamına geliyorsa da gey entelektüel kültürünün hiçbir zaman olmadığı kadar akademik ve akademik olmayan gruplara ayrılmasına da yol açtı. Dahası, akademisyenlerce üretilen eşcinsellik söylemi ile günlük hayattaki eşcinsellik arasındaki boşluk genişledikçe gey teorisi ve politikaları arasındaki bağların zayıflaması olasılığı da ortaya çıktı. Teorisyenler ve aktivistler farklı toplumsal konumlardan geldiklerinden, farklı dilleri konuştuklarından ilişkileri yara alıp zayıflayabilir. Üçüncü evre gey ve lezbiyen entelektüel çevrelerde yeni bir itici gücün ortaya çıkmasına sahne oldu: ibne teorisi. Asıl okuyucuları gey ve lezbiyen toplum olan ve kendileri de bu toplumdan gelen gey ve lezbiyen yaşamıyla ilgilenen bazı kendi kendini eğitmiş entelektüeller (Katz, Martin. Lyon, Rich gibi) ve profesyonel tarihçi ve sosyal bilimciler (D’emilio, Trumbach, Weeks, SmithRosenberg) yaklaşımlarını konumlandırmak ya da tarif etmek için ibne terimini tercih etmeye başlamış yeni nesil akademisyen seçkinlere homoseksüellik bilgisini tariflerken dayanaklarını kaybeder gibi olmuşlardı. İbne teorisi özelikle Fransız postyapısalcı teoriye dayanıyor ve eleştiri yöntemi olarak da yapısökümü tercih ediyordu. İbne teorisini üretenler önceki dönemlerdekilere göre akademiye daha sıkı bağlarla bağlıydılar; çoğunluğu hem akademik olmayan kitlelere hitap ederken hem de üniversitedeki meslektaşlarından kabul görmeyi bekleyen İngiliz profesörleriydiler. İbne teorisyenler HIV/AIDS politikalarıyla yenilenmiş aktivizmle ve dönüştürücü politikalara yeni bir ruh getirmiş olan ACT-UP ve Queer Nation gibi gruplarla eşzamanlı olarak ortaya çıktılar. Bugün ibne teorisi gey entelektüel kültüre şekil veriyor, en azından daha önce bağımsız bilim adamlarınca, tarihçi ve sosyal bilimcilerce yön verilen kadarına. Not: Bu sayıda, yazının sadece ilk bölümünün çevirisi yer alıyor. Önümüzdeki sayıda ibne teorisi hakkında daha detaylı bilgi verdiği, daha sonra da kendince sessiz kaldığına inandığı yerleri belirttiği diğer bölümlerin çevirisi yayınlanacaktır.
İbne teorisinin sosyal ve politik öneminin kavranabilinmesi için tarihsel süreçteki yerini ortaya koymaya çalışacağım. 1970’lerin başından günümüze kadarki gey ve lezbiyen entelektüel kültürün gelişimini kaba hatlarıyla yansıtmaya çalışacağım. Bu daha çok bir öneri şeklinde olacak. Bunu ibne teorisinin temel kavramları ve sosyal ve politik anlamları ile ilgili kısım takip edecek. Son olarak da, bilgi politikalarına yaptığı önemli bağları takdir etmekle birlikte teorinin sessiz kaldığı noktaları sergilemeye çalışacağım.
KAOS GL 3 / 7
Adaletin temsilcileri, çok değerli zamanlarını eşcinsellerin cezaevlerinde konumlarına çözüm bulmak için harcamışlar. Erkek ya da kadın mahkumların arasına konulmamızda yaşanan zorluklardan ötürü de, adına "tek tek" denilen 2 kişilik hücre benzeri odalara konulmamıza karar vermişler. Benim sinirlerimin dalgalandığı nokta, bunun yeni ve en iyi çözümmüş gibi halka duyurulmasıydı. Bizler, yıllardır ırz düşmanı sapıklar ve eroinmanların kaldığı hücrelerde kalıyorduk zaten. Durup dururken, halka böyle bir demeç vermelerine ne sebep oldu? Bunu bir türlü anlayamıyorum. Bu yoksa, AB'ye girme sürecinde gerçekleşen bir göz boyamadan mı ibaret sadece?…
Cezaevindeki hücre benzeri odama geçene kadar 3 kapıdan geçirildim. Hepsinde de en mahrem yerlerime kadar kontrol edilerek… Asker ve gardiyanların önüne bir travesti olarak çırılçıplak kalmak!.. Koğuşa getirildiğimde dünyanın en uzun koridorundan geçtim. Koridorun sonunda beni bir sürpriz bekliyordu. Benim için bir masa hazırlamışlardı. Yumruklarını meze, tükürüklerini içki diye sundular bana. Çığlıklarım ise, onların jiletlenesi yüreklerini daha da coşturuyordu.
KAOS GL 3 / 8
Sesiz çığlıklar atıp, düzene boyun eğmek zorunda kaldığım günlerime yanıyorum artık. Bunları telafi etmek için "benim de konuşacak bir dilim ve sözüm var" diyerek bu yazıyı yazıyorum. Kalemim dilim, sözcükler de çığlıklarım olacak. Ben ve benim gibi onur mücadelemizi veren arkadaşlarım olduğu müddetçe de bu çığlıklar hep duyulacaktır. Ben E-5'in gediklisi bir seks işçisiyim. Ve iflah olmaz bir travestiyim. En büyük devrimcilerin bile yapmaya cesaret edemeyeceği bir şekilde, kendimi gizlemeden, genellikle yalnız ve silahsız bir şekilde topluma karşı yaşam ve onur mücadelesi veriyorum. Gerçi aşikar olan travestiliğimi saklamaya çalışmam, ağaca tırmandıkça kıçı daha çok gözüken maymunun durumuna benzer. Evet, ben travestiyim!.. Hani televizyonlarda kızarak, tiksinerek ya da acıyarak izlenilen, kimilerince erkekliğin yüz karası bir hilkat garibesi olarak görülen, polisten kaçarken vicdanının rotasını yitirmiş faili meçhul arabalar yüzünden paramparça olmuş vücutlarını gül yaprakları misali etrafa saçan çevre düşmanı, yürüyen taşlara bakmaktan yüreği taşlaşan, "falçatasız çıkmam abi!" sloganıyla hareket eden, bedeninden önce ruhu yaşlanan, eceliyle bile ölemeyen, öldükten sonra bile insan maskesi giymiş şeytanlarla kavga döğüş bir mezar bulabilen, rüzgara işer gibi yaşayan ben… Evet ben, bir travestiyim. Ölümün o soğuk nefesini her an ensemde hissederek çalıştığım sürprizi bol günlerden birinde beş heteroseksistin saldırısına uğradım. Egolarını tatmin etmek isteyen bu yaratıklardan kaçmama rağmen beni yakalamışlardı. Ellerindeki demir çubuklarla öldüresiye vuruyorlardı. Etrafımızda da büyük bir kalabalık birikmiş, "realiti şov" seyredercesine hiçbir tepki vermeden donuk
gözlerle seyre dalmışlardı. Bu nasıl bir insanlıktı ki hayvana bile gösterilmeyen eziyetin alâsını bana tattırıyorlardı. Benden bu denli nefret etmeleri ya da duyarsızca seyretmeleri için ne yapmıştım onlara?!.. Her kafamı çevirdiğimde istemesem bile polisi görmeme rağmen, çığlık çığlığa kurtuluşun kanatları altına koşarken onları görememiştim işte. Hepsi birden yıllık izne çıkmışlardı sanki. Belki de yüreklerinin kepenklerini indirmişlerdi, kim bilir?.. Tıpkı yalvarmama rağmen bana yardım etmeyenler gibi. İzne çıkmamış, içinde bir parçacık da olsa ümit gizli tebessüm eden yürekler aradım durdum. Ama nafile!.. Herkes gaddar bir tanrı edasıyla beni ezme pahasına son sürat gidiyorlardı. Yüreklerinin önüne atlamam ve yalvarmam bile onların katılaşmış yüreklerinin fayını kıramıyordu. Yoluk kanatlı bir kelebek gibi kalakalmıştım ortalıkta. Kendimi korumak isterken birinin kolunu yaraladım. Ben de aldığım darbelerden elim ve ayağımın birini kullanamadığım halde, sadece alkol muayenesine sokulup rapor bile alamadan ceplerimde hain eller ve yüreğimde kanlı göz yaşlarımla, ver elini Bayrampaşa Cezaevi Karantina M Üst Koğuşu!.. ERKEKLER Bölümü. Cezaevindeki hücre benzeri odama geçene kadar 3 kapıdan geçirildim. Hepsinde de en mahrem yerlerime kadar kontrol edilerek… Üstte iki göğüs, upuzun saçlar, kadınsı sayılacak bir vücut, altta ise bereket tanrısını önemli kılan bir uzuv ile asker ve gardiyanların önüne bir travesti olarak çırılçıplak kalmak!.. Koğuşa getirildiğimde dünyanın en uzun koridorundan geçtim. Koridorun sonunda beni bir sürpriz bekliyordu. Benim için bir masa hazırlamışlardı. Yumruklarını meze, tükürüklerini içki diye sundular bana. Çığlıklarım ise, onların jiletlenesi yüreklerini daha da coşturuyordu. Dışarıdaki tutsaklığımı anımsadım o anda. Önce birkaç damla, sonra sağnak bir yağmur gibi yıkıyordu koridoru boylu boyunca. Onların çamurlaşmış ruhlarını yıkamasını beklerken… ağlamayı gülmekten önce öğrenmiştim. O yüzdendi belki de hücreme girerken kahkahayla ağlamam ve hüngür hüngür gülmem. Hücrenin koridora bakan bir kapısı ve üzerinde de 10 cm2'lik bir delik vardı. Arkada güneşi bile karartacak kadar sık dokunmuş ince ve kalın parmaklıklar... Yemeğim kapının altından, kulübesindeki köpeğe verilir gibi tantana ile
sunuluyordu. Tuvaletim için ise deliler gibi yalvarmam ya da ceplerimi boşaltmam gerekiyordu. Aksi taktirde sancıdan kıvranıncaya kadar bekletiliyordum. İlk 7 gün bekletildiğim gibi… Banyoya çıkmam imkansız gibi bir şeydi zaten. Gardiyan ve mahkumların tacizlerine maruz kalmam da cabası… İlk defa cezaevine düşmüştüm. Bambaşka bir gezegende gibiydim adeta. Yine de herşeyi unutmaya ve tutsaklığıma alışmaya çalışıyordum. Ama unutmak zamanı hızlandırmıyordu ki!.. Tam aksine, burada zaman durmuş gibiydi sanki. Yıldızlar misali kayıp giden zaman burada oturmuyordu çünkü. Sudan çıkmış bir balık kadar savunmasız, yeni kozadan çıkmış bir ipek böceği kadar da ürkektim. Ruh artığı bir bedenle yapayalnız kalmıştım işte. Beni bu parçalanmışlıktan kurtaracak bir el aradım. Sadece yalnızlığımdı, bana uzanan derin bir yalnızlık!.. Peşimi bırakmayan bu sevgili ya çok seviyordu ya da taparcasına nefret ediyordu benden. Tutsaklık acısı ise bir kaya gibi oturmaya başlamıştı mideme. Hem de öyle oturuyordu ki içimdeki çocuğu bile kıpırdatamıyordum. Beni ben
eden aşk, sevgi, şefkat ve dürüstlük duyguları gitgide zayıflıyordu. Vücudumun her yanını saran azılı bir hastalığı andırıyordu adeta. Bu iğrenç düzenin mikrobu beni de esir almıştı. İçimde binbir ümitle besleyip büyüttüğüm o güzel, saf ve masum yüzlü, pembe gözlüklü çocuğu öldürmüştü. Onun saf ve masum, bir ömür diri kalmasını sağlayan özgürlüğümdü. O da onunla beraber kaybolup gitmişti işte… Gün be gün çürüdüğümü hissediyordum. Ama inadına yaşıyor ya da öyle gözükmeye çalışıyordum. Üflense dağılacak bir pamuk şekeri gibiydim artık. Kullanılmış bir konserve kutusu gibi atılmıştım işte. Hayallerimin yıkıntısında oturuyordum, beni ben eden değerlerimin hayaliye!.. Tek çare kalmıştı artık. O da içimdeki çocuğu yeniden yaratmak... Nasıl olsa 9 canlı bir kedicikti o!.. Rüzgâra işer gibi yaşayan ben, inadına bunu yapacak ve düzenin mikrobuna onu bir daha sunmamak için de onurumu kalkan yapacaktım kendime. Hem de duygularımın frenine basmadan, çığlık çığlığa, benim ve beni ben eden bütün değerlerimin doyumsuzluğuna vararak…
Hey mahkumlar, gardiyanlar hey! Tıkanmış kulaklarınızı açın Açın kapalı gözlerinizi Çıkarın, gem vurulmuş duygularınızı gün yüzüne Bir kulak verin ağıtlarıma, yalvarışlarıma, sevda hasret türkülerime Mazgalı kapalı da olsa Hayvan misali tıkılsa da kafese Bir insan evladı var o kapının arkasında Görün, kendimi savunurken aldığım yaralarımı Haksızca suçsuz damgası yiyişimin, hıncını duyan yüreğinizde Açık kendinizle hapsettiğiniz duygularınızın mührünü Kalpten duyun, candan hissedin Yüreğimi parçalarcasına dışarı çıkmak isteyen firari acılarımı Duyun yürek sancılarımı duyun Görün, gözyaşlarımı sevdalımın resmine nasıl fırlattığımı Ben ki, duygularına gem vurup çarmıha gerebilen bir deli Ağlıyorum şimdi, Elma şekerini düşürmüş çocuk misali Dışlanmışlığın acısını benden çıkaranlara inat Atıyorum voltamı bir ileri, bir geri. GÖBEK
ADIM
Hücrenin koridora bakan bir kapısı ve üzerinde de 10 cm2'lik bir delik vardı. Arkada güneşi bile karartacak kadar sık dokunmuş ince ve kalın parmaklıklar... Yemeğim kapının altından, kulübesindeki köpeğe verilir gibi tantana ile sunuluyordu. Tuvaletim için ise deliler gibi yalvarmam ya da ceplerimi boşaltmam gerekiyordu. Aksi taktirde sancıdan kıvranıncaya kadar bekletiliyordum. İlk 7 gün bekletildiğim gibi… Banyoya çıkmam imkansız gibi bir şeydi zaten. Gardiyan ve mahkumların tacizlerine maruz kalmam da cabası…
E-5
KAOS GL 3 / 9
murat yalçınkaya*
Geçenlerde bir gece, epey ilerlemiş bir saatte, kısa bir zamandan beri tanıdığım, ama ilk kez el sıkışıp birbirimize merhaba dediğimiz anda yollarımızın kesişmediği onca zaman boyunca konuşacaklarımızı ve paylaşacaklarımızı sabırla ve özenle ceplerimizde biriktirdiğimizi hissettiğim bir dostumla, onun odasına kapanmış, odalardan, odalarımızdan konuşuyorduk. Bir oda istemiştik hep. Daracık duvarları arasına sıkışıp, nefessiz kalmak için değil, kendi benliğimizi keşfetmek, onu zenginleştirmek, kendi dünyamızın haritasını çizmek, başka dünyaların haritalarını keşfedebilmek için, kendimizle yapacağımız kanlı hesaplaşmaların ya da şenlikli kutlamaların mekanı, mahremiyetimizin surları olarak istemiştik odayı. Hep kendi odaları olan insanlarla dostluklar yaşamış, bazen onlara aşık olmuştuk. Kendi sınırlarımızı geliştirmenin ötekinin haritası üzerinde yapılacak yolculuklarla da olacağını sezmiş, ama hep döneceğimiz bir odanın orda durmasına özen göstermiştik. Bir yanılsama mı yaşamıştık/yaşıyorduk?
Tek başıma kurduğum odada mesut bir hayatı sürdürürken, orda, dışarıda başka bir hale bürünme zorunluluğu en başta zoruma gittiği için eşcinsel olduğumu gizlemedim. Benden yalan söylememi istemelerine öfkelendim, bu istemlerini reddetmek, dürüst olmak için uğraştım.
Sonra arkadaşım benim izlemediğim bir kısa filmi anlattı. Filmin başında genç bir oğlan sıkıntıyla küçük odasında oturmaktadır. Kameraya döner bir ara ve elindeki heteroseksüel porno dergisinin bir sayfasını açıp göstererek "erkek istiyorum" der. Odasındaki yaşantısına tanıklık edilir sonra film boyunca. Kitap okur, televizyon seyreder, uyur, sanki yanında biri (sevgili?) varmış gibi onunla konuşur, tartışır, ona bağırır, ardından sarılır. Odasının büyük camına yaklaşır sonra: büyük bir kentin kalabalık sokakları, kocaman binaları, keşmekeşi görünür camın ardında. Yine kameraya (seyirciye?) dönerek "böylesi daha güvenli" der. Perde kararır. Odalar gerçekten daha mı güvenlidir? Odalar kaçak bir hayatın sürdürüldüğü mekanlar da olabilir. Yaşamamış, yaşayamayacak olan nesnelerin ve bazen ne yazık ki kazara oraya uğramış olan insanların kendilerinin değil, nesneleştirilmiş anılarının doldurulduğu bir mekan da… Dışarının tekinsiz sokaklarından, el yakan ilişkilerinden kendini yalıtarak, kaçak düşlerin aralıksız görüldüğü bir perde de gerilebilir dört duvara… Böyle düşünüldüğünde odalara olumsuz anlamlar yüklemek söz konusu edilebilir. Ama ben ile öteki arasındaki karmaşık ilişkiler ve aslında bunların birbirine geçişleri düşünüldüğünde, genç oğlanın camdan dışarı bakması salt bir soyutlanma isteğini değil, ötekiyle ilişki kurma isteğini de belirtmez mi? Orda bir dış dünyanın olduğunu bilmek ama
KAOS GL 3 / 10 myalcink@yahoo.com
ihtiyatla oraya camın ardından bakmayı sürdürmek… Ya da orda bulunmayı ancak kabul edilebilir "kimlikler" içinde yaşanır olarak algılamak, odadaki kimliğimizi kapının yanındaki askıya bırakıp, zırhları kuşanarak dışarı çıkmak. Odalarımızda kurduğumuz dünyayla başka dünyalar arasında yaşanılması kaçınılmaz olan o sancılı ilişki… Hepimiz bunu yaşamadık mı? Yaşamıyor muyuz? 2. Hepimize kaldırgaçlı görürgeçli dil kurumlarından yadigar kalan ve en son gay kelimesine musallat olup kelimeyi "gey" yapan yabancı kelimeleri komik biçimlerde Türkçeleştirme hasletimiz sanırım bir "come out" kelimesine bulaşmadı. "Açılmak", "açık olmak" dedik, yabancı metinlerden "dolaptan çıkmak" diye çevirdik çıktık işin içinden. Her bir araya gelişimizde konuştuğumuz ve elbette ki konuşmamızın gerektiği öneme sahip bir konu oldu açılmak. Açılmak, kendimizi bütün (bazen kısmen) heteroseksüel erkeklik ve kadınlık mitlerinin dışında bir yerde buluşumuzun ardından gelen ve ne yazık ki bazılarımız için hiç gelmeyen kendini kabul etme, eşcinselliğinle barışmam aşamasından sonra ötekine eşcinsel olduğunu açık etmektir. Öyle midir? Emin değilim. Herkesin hikayelerine göre farklılıkları içerebilecek genel bir tanım bulunamadığı her durumda yaşanan zorluk burada da geçerli. Kendi yaptığım tanımın bile baştan sona problemli olduğunu kolaylıkla söyleyebilirim. Ama ben en son ifadeye takılıp, yazıyı sürdürmek istiyorum: Neden açık edelim ki? Buna zorunlu muyuz? Tabi bu yazının başına oturup, buraya kadar da gelebildiğime göre bir yanıt önerimin olduğu aşikar: Çünkü odamdan kimliğimle çıkmak istiyorum. Bu nedenle de daha önceki tartışmalarda ve yazılarda da açılmak kelimesi yerine ya da dolaptan çıkmak kavramının yerine hemen odadan çıkmak kavramını koydum, durumu hep bu yönüyle anlamaya çalıştım. Tek başıma kurduğum odada mesut bir hayatı sürdürürken, orda, dışarıda başka bir hale bürünme zorunluluğu en başta zoruma gittiği için eşcinsel olduğumu gizlemedim. Benden yalan söylememi istemelerine öfkelendim, bu istemlerini reddetmek, dürüst olmak için uğraştım. Sokakları arşınlarken, sevgilimin elini tutmak yerine koluna girmemin daha doğru olacağını söyleyenlere güldüm ama sevgilimin elini montunun cebi içindeyken sıkıca kavradım, bırakmadım, liseli kızlar farkettiler, güldüler.
Odadan çıkarken yaptığımız komik ayrımlar da var tabii, eşcinsel arkadaşlarımın hepsi biliyor, heteroseksüeller bilmiyor ya da iş arkadaşlarım ve ailem dışında herkes biliyor ya da en olmadı sadece yattıklarım biliyor (doğal olarak!) gibi… Halbuki mesele gözlerini devire devire karşındakine bakıp "ben eşcinselim" demekte yatmıyor bence. Bu cümleden sonra kurulacak cümlelerin yansıttığı bir yaşam tarzının ne olduğunda düğümleniyor asıl mesele. Böyle olmasaydı "Hadi açılıyoruz arkadaşlar!!" kampanyası eşliğinde boyunlarımıza asacağımız bir kartonda "ben eşcinselim" diye yazar sorunu kesin bir biçimde çözerdik (!). Hem yaşadığımız şu ülkede, şu aşamada neyi ne kadar yapabileceğimizi, aşılması gereken sınırlarımızın neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Neyi ne kadar yapabildiğimiz, en çok kime ve nereye kadar açılmamızdan öte hayatımızın bu sınırlar içinde (bu sınırları kaldırma çabasıyla birlikte) nasıl kuracağımızı belirlemeliyiz gibi geliyor bana. Kendine ve başkalarına karşı dürüst olma ilkesiyle hareket etmeye çalıştığım günden beri en az kurduğum cümlelerden biridir herhalde "Biliyor musun ben eşcinselim" cümlesi. Böylelikle yaptığım tüm yolculukları eşcinsel kimliğimin haritası üzerinden yapmaktan da kurtulduğumu düşünüyorum. Ama o, karşımdaki biliyor ki ben odamda da böyle yaşıyorum: Masamın etrafında duran Foucault, Genet, Passolini resimleri onların eşcinsel olmalarının yanısıra daha başka bir sürü şeyi bana anımsattıkları, yaşattıkları için ordalar… Tıpkı Poulenc dinlediğimde olduğu gibi… beraber uyuduğum erkeklerle de, yalnız kalışlarımda da, bir toplantıda eşcinsellik hakkında konuşurken de, okuldaki işimi yaparken de "aynı" olmaya çalışıyorum. Hayatımı parçalara bölme, her parçasında başka bir tarafımla oyunu devam ettirme dayatmasına karşı çıkmaya çabalıyorum. Sonra yeni tanıştığım biri çekingenlikle (nedense) soruyor: Sen eşcinsel misin?
soruya takılıp kalmıştı en çok neyin yakınında yaşamak isteriz? Biliyoruz ki bu "kişinin kendini kurgulaması" diye anılan soğuk, akademik kavramın insani yönü. Yakınında yaşamak istediğimiz, yakınlarına sokulduğumuz, yanıbaşımıza çektiğimiz şeylerdir bizi "olduran" galiba. Giydiğimiz parlak pantolonların, dar bodylerin, yüzümüze oturttuğumuz "cool" ifadelerin kendisi değil, bunların tümünün imlediği yaşam tarzıdır aslında kendimizi kurgulamak denilen şey. Yaşam yanında olmak istediğimiz, ama bir türlü olamadığımız, aramıza soğuk uzaklıkların girdiği şeylere ulaşması çabasıdır belki de … Ama biliyorum ki ben en çok hem odamda hem de dışarıda yaşamak, dönebileceğim bir yerin olduğunu bilerek yaşamak istiyorum. En çok kendime yakın ama Onun ellerine uzak olmayan bir yerlerde yaşamak istiyorum: Tıpkı bir vakitler bir sevgilime yazmış olduğum gibi "Önce Ellerin Vardı".
3. Dostumla evdeki tüm sigaraları bitirmemizin bile kesemediği sohbetimiz, bir çok yere uğradıktan sonra, bir
KAOS GL 3 / 11
A. GALİP
Murathan Mungan’ın “Yalnız Bir Opera“sı hem çok az şiir çok fazla öykü hem de çok az öykü çok fazla şiir iç içe geçmiş ve birbirini dıştalayan ikili kurgulamaya dayalı başı ve sonu olan bir olay anlatılıyor olması bakımından bir öykü iken üslup bakımından bir şiir. Yine biçim bakımından bir şiir iken yana yan yazılacak olsa bir öykü. Ses ritmi ve zengin anlam çağrışımlarıyla yüklü imgeler barındırdığı için şiir, olay örgüsü ve dramatik yapı bakımından öykü.
Bırakıp gittin beni kalarak olduğun yerde Her yerde bırakıp gittin beni gözlerinle Düşlerin yüreğiyle bırakıp gittin beni Yarım kalmış bir cümle gibi bırakıp gittin Gelişigüzel bir nesne bir şey bir iskemle gibi Yazla birlikte biten bir kısa tatil Çekmecede bir kutu gibi bırakıp gittin Düşen hep ben oldum en küçük kımıldanışında senden L. ARAGON 1
Eserden kalkarak sanatçıya ya da sanatçıdan kalkarak esere ulaşmak isteyen eleştiri kuramı diğer rakip kuramlar arasındaki eski üstünlüğü artık kaybetmiş durumda; zira deniliyor ki eserin sanatçısından (yaratıcısından/üreticisinden) bağımsız bir bütünlüğü söz konusu. Okuyucunun/izleyicinin anlamlandırmasına ve yorumlamasına bağlı olarak değer kazanır. Bir eserin değerlendirilmesi sanatçıyı hesaba katmaksızın da yapılabilir. Hatta daha ileri gidilerek sanatçının o eser hakkında söyledikleri de bir tür değerlendirme etkinliğidir. Asıl olan o eserin kendi bütünlüğüdür ve ancak eserin izin verdiği ölçüde bir değerlendirme yapılabilir. Bağlı kalınacak şey eserin kendisidir ve onun söylettiği şeyler söylenebilir. Böylece eleştirmene eser dışı konuşma olanağı da tanınmamış olur. Şiir gibi imgesel anlatıma dayanan, sinema gibi simgesel dile dayanan sanatları ele aldığımızda eseri temel alan kuram(lar)a çeşitli itirazlar yöneltebiliriz. T. Eagleton‘un formüle ettiği gibi dönemin ideoloji üretimini, edebi tarzını ve sanatçıyı ait olduğu tarihsel ve sosyo-kültürel bağlama yerleştirmeksizin ve bütün bunlardan eseri yalıtarak ele almanın sakıncalarına dikkat çekebiliriz. Bu yazımda söz konusu kuramın tezlerini ve ona yönelik itirazları ele almayacağım. Murathan Mungan’ın “Yalnız Bir Opera” şiirinin bende neler uyandırdığını ifade etmeye bir de bu şiirin nasıl bir Murathan Mungan sunduğunu göstermeye çalışacağım. Girizgahta eseri merkeze alan eleştiri kuramını anmaktaki meramım da ne denli şahsi bir yazıya kalkıştığımı dolaylı olarak anlatmak içindi. Hem şahsi hem de iddiasız olduğunu da eklemek durumundayım. Zira 30’dan fazla eseri olan bir sanatçıyı bir tek şiirinden hareketle tüketmek mümkün olamaz. Öte yandan böyle bir şeyin anlamlı olmayacağına ilişkin kuvvetli iddialar da var. Örneğin “Yabancı”yı okuyup A. Camus’nün yaşamayı, hayatı saçma bulduğunu iddia etmek ne derecede geçerli olabilir. Kaldı ki eserden kalkarak sanatçıya ulaşılabilir iddiası yoklanacaksa eğer M. Mungan için ele alacağımız şiir değil otobiyografik unsurların en yoğun olduğu "Paranın Cinleri"2 kitabını, söyleşilerini seçmek gerekir. Benim böylesi bir iddiam yok. Benim derdim.... Neyse mevzuuya geçelim.
KAOS GL 3 / 12
Şiiri, şairin bireysel tarihi olarak görüyorum. Şairin yaşamışlığını, yaşamamışlığını, umutlarını, beklentilerini, hayal kırıklıklarını şiirin daha fazla taşıdığını düşünüyorum. Bütün bunlardan dolayı şiir kavgacı ve gürültücü oluyor. Diğer yazın türleri de sanatçının belli oranlarda yaşamışlığını ya da tersini barındırsa da şiir kadar doğrudan kaynağını buradan aldığını söyleyemiyorum. Örneğin roman, öykü, sinema gibi uğraşlar bir eğitimi gerektirecek belli teknik bilgi birikimini oluşturmuşken, şiir için aynı şey söz konusu edilemez. Roman Yazma Tekniği diye kitap yazmak mümkün hatta anlamlı da olabilir. Başlangıcından o güne kadar yazıla gelmiş belli başlı romanların belli başlı tekniklerini, olay örgüsü, dramatik yapı ve kurgusu, zaman ve mekan ilişkisi, kahraman ve karakter özellikleri gibi unsurlarını sistematik bir disiplin içerisinde sunmak anlamlı olabilecekken bir şiir yazma tekniği adı altında fazlaca bir şey bir araya getirilemez. Bu nedenle şiiri tekniği bakımından öğrenilebilecek olmaktan öte duyumsanacak /sezilecek bir sanat türü olarak görüyorum. Şiirin yazma/ yazılabilme süreci değil ancak okuma süreci bir teknik boyutu, bir kılavuzu gerektirir. Bu da şiirin yetkin örneklerini okuya okuya kazanılabilir. Öte yandan şiir, imgeye dayalı belli bir tür söyleşi olduğu için ancak ve ancak yaşanmışlığa ya da aynı oranda hissetmeye bağlı olarak yazılabilir. Bir romanda olay örgüsünün kazanacağı dramatik düğüm /karşıtlıklar ve karakterlerin takınacağı tavırlar ve ruh hali yazarın gözlem ve anlatma becerisine bağlı iken, şiir doğrudan şairin yürek atışı ve sesi olma özelliğini taşır. Şiirde romandaki (ya da diğer türlerdeki) gibi hesaba kitaba gelmeyen yön budur. Çünkü bir şairin kendi sesini, yürek atışını veren şiiri oluştururken kendinden başka bir başvuru kaynağı yoktur. Bu yüzden şahsidir ve şairin bireysel tarihidir. Murathan Mungan’ın “Yalnız Bir Opera“sı hem çok az şiir çok fazla öykü hem de çok az öykü çok fazla şiir iç içe geçmiş ve birbirini dıştalayan ikili kurgulamaya dayalı başı ve sonu olan bir olay anlatılıyor olması bakımından bir öykü iken üslup bakımından bir şiir. Yine biçim bakımından bir şiir iken yana yan yazılacak olsa bir öykü. Ses ritmi ve zengin anlam çağrışımlarıyla yüklü imgeler barındırdığı için şiir, olay örgüsü ve dramatik yapı bakımından öykü. Daha yakından bakalım. Birbirini dıştalayan ikili kurguyu örnekleyelim: “Ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda yorgun kirli ve umutsuz geçmişim Oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim Ben sende bütün aşklarımı temize çektim.”
Şiir bu dizelerle başlıyor. İki sevgili, iki aşık. Söz konusu şiiri söyleyen geçmişiyle hesaplaşıyor. Kirli, umutsuz ve yorgun diye nitelendirdiği geçmişi bu
yeni ilişkisinde bir teşkil ediyor. Ancak önemsiz bir engel. Çünkü ancak ölü bir yılan kadar tehlikeli. Kolaylıkla kaldırıp atılacak bir şey. Üstelik yeni sevgilisinde bütün aşklarını temize çektiğine göre ölü yılanı attıktan sonra kolaylıkla ellerini yıkayıp kirli geçmişinden de kurtulabilir. Ne var ki geçmişi sadece kirli değil yorgun ve umutsuzdur da. Sevgilisi ona bir umut aşılayıp dinçlik katabilecek mi? Şiiri söyleyeni kaygılandıran belki de bu sorundur. Ya da başka bir şey. Şiiri söyleyenin kaygısı okuyucuda bir merak öğesine dönüşüyor. "Dönüp ardıma bakıyorum Yoksun sen Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren"
Buraya kadar, şairden değil şiiri söyleyenden, şiirdeki kahramandan dinledik. Sanıyorum bu son dizeleri şaire, M. Mungan’a atfedebiliriz. Doğrudan şairin kendisi sesleniyor. “sözcüklerin ve sessizliklerin yeri”ni iyi ayarlayan şair “ışık isteyen yalnızlığı”nın çağrısına uyarak “kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı bil(diği)”için yaralarını sağaltacak olan bu öyküyü anlatır. “Acıyla baş etmeyi“ bildiği için bu kadar konuşkandır ve sözcüklerin gücünden kendisine yepyeni bir mazi yaratmıştır. İki biçimde yorumlanabilir. M. Mungan her şeyi hayata dönüştüren sanat aracılığıyla kahramanlar yaratıyor, onlara hayat biçiyor ve aşkın gücünü sınıyor. Aşka ve acıya beden ve ruh vererek onları yeniden yaşama sahnesine çıkartıyor. Aşkın ve acının olası yaşantı durumlarını yoklayarak insanın dayanıklılığını, yaşamın anlamını sorguluyor. Aşkla birlikte zenginleşen ve belki de biten bir aşkla hiçlenen yaşamın anlamını. Kapanış dizelerinin ikinci bir yorumu olarak ise doğrudan şairin biten aşkının arkasından yaptığı bir yargılamanın yazılı kayıtları olduğunu ileri süreceğim. Bunun için anlatılan öykünün bıraktığımız yerinden özetlemeye devam etmemiz gerekecek.
de geçerlidir. Şimdilik şu noktaya dikkat çekmekle yetineceğim. Şair kendi geçmişinin, yaşadıklarının sevgilisi tarafından “imrenilen, öfkelenilen, kızılan ve kıskanılan” olarak algılandığını bildiriyor. Oldukça karışık bir ruh durumu. İnsan kızdığı bir şeye imrenmez herhalde. Bakalım ilerde açıklanacak mı? Şimdi terk etme olayına dönelim. Yaz başıdır sevgili gittiğinde. Şairin “çıkılmış bir yolun ilk durağında” kimsesiz bir biçimde bekleyeceği yaz mevsimi vardır önünde. Kimsesizliğine bir teselli bulmakta gecikirsem “Senin için üç lirik parça yazmaya karar vermiştim ”der. Kaldı ki şair “aşkın bütün çağlarından gel(mektedir). Bir mevsim nedir ki. Belli sevgili üç aylık bir yolculuğa çıkmıştır. 16:06’da şairin kapısına “Eylül’de aynı yerde aynı insan“; olmasını istediği not 16:04‘de yerinden indirilir. Bu kısacık dört dakikalık gecikme bir vedalaşma sahnesinin yaşanmamasına neden olur. Sadece bu değil. Şairin içine bir kurt düşer. "Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını Takvim tutmazlığını Aramızda bir düşman gibi duran Zaman’ı Daha o gün anlamalıydım Benim sana erken Senin bana geç kaldığını"
“Kimsesiz bir yaz” boyu sevgilisini düşünür şair. Ona yazacağı üç lirik parçayla uğraşır. Lirik sözcüğünü en çok yüzüne yakıştırdığı sevgilisinin “munis, sokulgan, hüzünler resimler“iyle şiir yazmaya çalışır. "Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi uçucu ve Yumuşak şeyler geliyordu aklıma."
Yaz biter ve döner sevgili. Ne var ki bir şey kopmuştur artık, ilişkileri ağır aksak başlar ve yürümez. "Gittin. Şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana"
Sevgilisi karşısında duyduğu bir kaygıdan söz ediyorduk. Bu kaygı ilerleyen dizelerde açıklık kazanıyor. Sevgili, şair tarafından ne denli sevildiğinin farkında değildir. Şair tarafından biraz daha fazla sevilen, biraz daha önem verilen herhangi biri sanmaktadır. Oysa başlayışta böyle olmuş olsa bile şimdi artık şairin bütün benliğini gözünde zaman zaman, gündeliğin başıboş ayrıntılarında, şairin geçmişi geri tepip durmaktadır. Sevgilisini imrendiren, öfkelendiren, kızdıran, kıskandıran, şairin geçmişi yani sevgilisinin yaşanmışlık sandığı bütün o geride kalmış olan süreç bir engeldir. Bu engel ortadan kalktıktan sonra yani şairin bütün aşklarını onda temize çektiğini anladıktan sonra ise sevgili “ Bütün kazananlar gibi“ terk eder.
Giden, terk eden sevgilidir. Dönse bile kapıyı açmayacaktır, açamayacaktır. Şairin geçmişi mi engel olmuştur, yoksa sevgilisi mi değişmiştir? Bu aşkın bitmesine, iki ayrı enkaza dönmesine, acı çekip kendilerine gömülmelerine neden olan değişim nedir? Sevgilisinin naif, çocuksu halleri midir? İmrendiği şeye kızan, “yüzünde hüzün keder“ taşıyan sevgili neden gitmiştir? Şairin, kara ve soğuk bir mevsime, hoşnutsuzluğunun kışına girmesine neden olan ayrılış hakkında hiçbir şey söylemiyor, sevgilisini bir nasihatla uğurluyor.
Öykülerinde ve tiyatro oyunlarında göstermiş olduğu kurgulama ustalığını, sahne yaratma becerisini M. Mungan şiirlerinde de hissettirir. Adım adım genişleyen açıklamalar giderek açılan iç içe geçmiş sahnelerde okuyucuyu/izleyiciyi öykünün içine çeker. Kahramanların portresi metnin sonuna doğru tamamlanır. Bu son söylediğim şiirdeki sevgili için
Nedeni söylenmese de, şairin iliğine kadar işleyen bir aşk bitmiş ve ağır yaralar alınmıştır. Şiirin bundan sonraki bölümü şairin geçirdiği buhran ve yaralarını sağaltması üzerinedir. Giden unutulsa da aşkın açtığı yara kalmıştır şairde. Çünkü sorar:
"Gözlerindeki usul şefkati teslim etme kimseye, hiçbir şeye"
Öykülerinde ve tiyatro oyunlarında göstermiş olduğu kurgulama ustalığını, sahne yaratma becerisini M. Mungan şiirlerinde de hissettirir. Adım adım genişleyen açıklamalar giderek açılan iç içe geçmiş sahnelerde okuyucuyu/izleyiciyi öykünün içine çeker. Kahramanların portresi metnin sonuna doğru tamamlanır. Bu son söylediğim şiirdeki sevgili için de geçerlidir.
KAOS GL 3 / 13
"Ne kalacak bizden? bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim şu kırık dökük şiirim sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden Bizden diyorum ikimizden Ne kalacak?"
Belli ki bu aşktan geriye bir şeyler kalmasını istiyor şair, ancak bunların neler olması gerektiğini söylemiyor. Bu aşkın ona mutlaka bir şiir yazdıracağını biliyor. Kırık dökük olacağı için onu da istemiyor. Peki ne? Bu soruyla birlikte şairin aşkı nasıl yaşamak istediğinin yanıtını şiirin ilerleyen bölümlerinde göreceğiz. Bu aşamada şairin giden sevgilisinin arkasından sorduğu “Şimdi biz neyiz biliyor musun?“ sorusuna verdiği yanıta bir göz atalım. Çünkü vakitsiz biten bir aşkın şairde açtığı yara bu yanıtta gizli; "Şimdi biz neyiz biliyor musun? akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz birbirine uzanamayan boşlukta iki yalnız yıldız gibi acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca dehlizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız .......... Şimdi biz neyiz biliyor musun? Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibiyiz Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada Bir şey bulduğunda neyi ne yapacağını bilemeden çocuklar gibi Artık hiçbir duygusu anlamayan çocuklar gibi Ve elbet biz de bu aşkta büyüyecek Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz."
“Yalnız Bir Opera“ Murathan Mungan'ın yaygın olarak okunan şiirlerinden bir tanesi. Ancak, bu şiirin yaygın olarak okunması, beğeniliyor olması onun iyi şiirlerinden biri olduğu anlamına gelmiyor. Dahası bu durum “Yalnız Bir Opera“nın iyi bir şiir olduğu anlamını da taşımıyor.
Şairin bütün korkusu bir enkaza dönüşme, bütün duygularını kaybetme ve hayata verdiği bütün anlamları tüketme ihtimalidir. Hayıflandığı, öfkelendiği şey yaşanabileceklerin başka bir aşka ertelenmiş olmasıdır. Başka bir aşk! Bu mümkün müdür? “Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark” edilecek midir? Bitkisel bir yalnızlıkta asılı kalan şeyleri canlandırıp dışarıdaki hayatla dost olunacak mıdır yeniden? Hiç yaklaşmadığınız kadar yaklaşmış olduğumuz intihardan uzaklaşıp kendimizin içinden yeni bir kendiniz çıkartabilecek misiniz? Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek, uğruna içinizi öldürmek zaman alır. Biten bir aşktan arta kalan yaraları sağaltmak zaman alsa da yeni bir aşk mümkündür. Gün gelir bir gün başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide o eski ağrı ansızın geri teper. Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten Bitmişsinizdir ! "Yaz Geçer"in 16 sayfasını kaplayan “Yalnız Bir Opera“ şiiri/öyküsü yazılış süresi olarak 1986-87 dönemini kaplayan bir yıla yayılmış. Buraya kadar özetlemiş olduğumuz kısmından anlaşılacağı gibi
KAOS GL 3 / 14
şair, muhtemelen yaşadığı bir ilişkiden yola çıkarak ilgili şahısla olan hesaplaşmasını da tamamlamış oluyor. Sözcüklerin gücünden yalnızca yepyeni bir mazi yaratmakla kalmıyor “çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek“ gerektiğine ilişkin bir erdemin de altını çiziyor. Şairin bu vurgulamasında yukarda yanıtsız bıraktığımız, aşkı nasıl yaşamak istediğine ilişkin soru için de bir kalkış noktası bulabiliriz. Şair, Kötülükler İmparatorluğu olarak gördüğü dünyanın emek ve aşkla güzelleşeceğini düşünür. Hayat anlamını aşkta bulur. Aşksa kendiliğindenliği barındırmalıdır. Duyguların birliği kendiliğindenlikte saklıdır. Aşk saadettir, yokluğu ise mutsuzluk : "Ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla günlerin dökümünü yap benim senden senin benden habersiz alıp verdiklerini kim bilebilir ikimizden başka? sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren kendiliğindenliği yani günlerimiz aydınlıktan kaçırdığımız herşeyi bir düşün emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla Bunlar da bir işe yaramadıysa Demek yangında kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda"
Şair de ikna olmuştur artık vakitsiz çıkan yangında kurtarılacak hiçbir şeyin kalmamış olduğuna. Zamanın kendisi alıştırmıştır, ayrılık gerçeğine. Yeni mutluluklar edinmenin zamanı gelmiştir. Geçirdiği değişime kendisi bile şaşar ve bu yüzden sorar “Bu şiire başladığımda nerede,/ şimdi neredeyim?“ her ne kadar “yangınlarla bayındır kentler gibiyim“ dese de “içinin yıkanmış taşlığından“ bakmaktadır dünyaya. “İç dökmelerin vakti“ geride kalmıştır. Henüz şiiri bitirmemiş olsa da “Aşk ve acı usul usul eriyen bir kandil gibi sön“müştür. Aşk bitmiş ancak büyük bir şaşkınlık kalmıştır o fırtınalı günlerden. Şimdi neredeyim? Yalnız Bir Opera'nın son üç sayfası bu sorunun yanıtına ayrılmıştır. Yaşamı ve aşkı yerli yerine oturtan şair “şimdi her şey yeniden“ demektedir. Daha doğrusu “şimdi her şey yeniden“ diyebilecek gücü toparlamıştır. Aşkın yalnız bir opera olduğunu öğrenmiştir. Her menzilde at değiştirmek gerektiğini ve her yaşta aşkın ayrı bir yolu olduğunu da öğrenmiştir. Hiç kimseden Hiçbir şeyi ödünç almamıştır, almayacaktır da. Ölü şairlerin imgelerinden kalma yanılsamalardan sıyırıp kendini, yoluna devam edecektir. Şairin öğrenmiş olduğu bir şey daha vardır. Matarasındaki tuzlu suyla çıktığı yolculuktan döndüğünde acı çekecek yerlerini yok etmeden acıyla baş edebilme becerisidir. "Aşkın bir yolu vardır Her yaşta biraz gecikilen tespitini yapan şair; şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi şimdi her şey yeniden"
diyerek gecikmişliğini etmektedir, ayrıca;
de
kapatacağını
ima
"yüreğim, o eski aşk kalesi yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden"
dizeleriyle de hem aşkı kalbine kilitlemeyeceğini hem de maziyle hesaplaşmasını bitirdiğini bildirir. Yazıyı buraya kadar okuyup da "ee..!" diyen okuyucuyu hayal kırıklığına uğratmak istemem. Madem ki “Yalnız Bir Opera“ üzerine bir yorumlama çabasına giriştik. Son sözler babından bir genel değerlendirme yapmakla da yükümlüyüz. Ancak kimi okuyucunun beklentisine ters düşmemek için ekleyeceğim sonuç kısmı başka okuyucularda farklı hayal kırıklıklarına neden olabilir. Eğer saptamalarım yerinde ve doğru ise oluşucak hayal kırıklıkları da göze alınabilir. Bilmem, saptamalarımı tartışmaya hazır olduğumu eklememe gerek var mı? “Yalnız Bir Opera“ Murathan Mungan'ın yaygın olarak okunan şiirlerinden bir tanesi. Ancak, bu şiirin yaygın olarak okunması, beğeniliyor olması onun iyi şiirlerinden biri olduğu anlamına gelmiyor. Dahası bu durum “Yalnız Bir Opera“nın iyi bir şiir olduğu anlamını da taşımıyor. İyi bir şiirin ölçütü onun yaygın bir biçimde okunuluyor, beğeniliyor olması değildir. Kuşkuyla bakılması gereken bir ölçüttür bu. Ancak bunu kategorik bir şart olarak da öne sürmüyorum. Bir şey yaygınlaşmışsa kötüdür demiyorum. Dahası diyemiyorum da. Çünkü tersi örnekler istisna sayılmayacak kadar çoktur. Eğer bir şeyin yaygınlık kazanmasının koşulları olarak dönemin beğenisine düşmek, hedef kitleye en uygun araçlarla ulaşmak gibi öğeleri sıralarsak kolaylıkla kendi türü içerisinde değerli olmak gibi bir ihtimali de taşıyabileceğini de söyleyebiliriz. Belki burada “dönemin beğenisi“ kavramına bir itiraz getirilebilir. Yanıtım da bu kavramı sınırlı bir zaman dilimi olarak anlamadığımı, “günün tiranlığına“ övgüler dizmek diye anlamadığımı söylemek olacaktır. “Yalnız Bir Opera“ dönemin beğenisine uygun düşen bir örnektir. Hatta dönemin beğenisinin belirlenmesinde payı olan şiirlerden biridir. Çünkü son dönem yaygın bir biçimde okunan şiirler genellikle öyküleme tarzındakilerdir. Andığımız şiir de bu tarzın -son dönem- örneklerinden ilkidir. Kitap olarak okuyucuya ilk sunuluş tarihi 1992 yılına denk düşer. Hatırlanacaktır bu tarihten sonra Cezmi Ersöz'ün yazıları ve şiirleri de benzer bir tarzdadır ve çok okunanlar arasındadır. Bugün de aynı biçimde Cezmi Ersöz düzyazılarını Leman'da, bu yazılardan kırpıp şiir haline getirdiklerini Öküz'de yayınlatmaktadır. Bu tarza şiir kasetlerinden de örnekler verebiliriz. Ahmet Kaya’nın ve Yusuf Hayaloğlu’nun ayrı ayrı kasetlerinde okudukları “Rıza“ şiiri içerisine uyaklı sözlerin serpiştirildiği düpedüz bir öyküdür. Aydın Öztürk ise “Lirik metinler“ diyor kendisinin de bağlı kaldığı bu tarza. 3 Murathan Mungan‘ın söz konusu şiirini beğenmeme nedenim tamamen kişisel tutumumdan kaynaklanıyor. Şiirde imge yüküne ve dize kuruluşuna önem veririm. Olabildiğince kısa dizeler
ve imgelerin zengin çağrışımlarına dayalı olarak her şiirin okuyucunun oluşturabileceği bir öykü taşımasından yanayım. Zoraki bir biçimde herhangi bir öyküyü şiir gibi anlatmaya itibar edemiyorum. “Yalnız Bir Opera“ içerisine serpiştirilmiş yer yer çarpıcı imgeler taşımasına rağmen fazlasıyla sarkmış bir öykü olmaktan kurtulamıyor. Aşk ağrısı (ayrılık acısı mı desem, terkedilme sendromu mu desem) çeken melankolik bir ruh halini yansıtan melodramatik sahneler M. Mungan’ın yaratıcılığını yansıtmaktan uzaklar. Giden bir sevgilinin ardında anlamsız hale gelen bir dünya ve kendini boşlukta hisseden bir insan çıkartır karşımıza M. Mungan. Günlerce, ne yapacağını bilmeksizin boş gözlerle pencereden dışarıyı seyredersin. M. Mungan, Kerime Nadir romanlarını ve mektep çocuklarını (liseli aşıkları) hatırlatıyor. Benzer sahneler o romanlarda bol miktarda çizilmiş durumda. Liseli gençler arasında da aşk benzer bir anlayışla yaşanıyor. Ömür billah terk etmemeler. Sensiz yaşayamam halleri zaman karşısında fazla bir direnç gösteremiyorlar. Sanırım o yaşlarda aşk her şeyin üzerini örten bir anlam yüküyle yaşanılıyor. M. Mungan, aşkın her yaşta farklı biçimle yürünülen bir yolu vardır dese de farkı teke indirmiş durumda. Bu yazıyı M. Mungan’ın başka şiirlerinde de sık sık başvurduğu bir yönteme dikkat çekerek bitirmek istiyorum. M. Mungan'ın, kimi şiirlerinde başka şairlerin imgelerini, dizelerini ya doğrudan aktarmak ama tırnaksız, italiksiz ya da bir varyasyonunu oluşturmak gibi bir alışkanlığı var. Yaz Geçer’de A.E.POE'nin “senelerce senelerce evveldi” diye başlayan Annebill Lee şiirinin başlangıç dizelerini olduğu gibi alarak ona bir nazire yazmış. “Yalnız Bir Opera“ şiirinde ise İsmet Özel’in “mataramdaki suya tuz ekledim”, “acı çekebilecek yaşa geldiğimde/acıyan yerlerimi yok ettim” dizelerini “dönüştürmüş.”4
“Yalnız Bir Opera“ içerisine serpiştirilmiş yer yer çarpıcı imgeler M. Mungan’ın andığım şairler dışında başkalarının taşımasına rağmen da dizelerini “zenginleştirdiğini” örneklemeyeceğim. fazlasıyla sarkmış Ne dersiniz? bir öykü olmaktan NOTLAR : 1) Louis Aragon'un “ Bırakıp gittin beni “ şiirini Atilla kurtulamıyor. Aşk Tokatlı çevirmiş. Cevat Çapan, Eray Canberk ve Erdal Alova'nın derledikleri ağrısı (ayrılık acısı Çağdaş Dünya Şiiri adlı kitaptan aldım. Adam Yayınları 1998, s.218-219 2) Bir çok sanatçı Günce, Anı, türünden eserler kaleme almaktalar. Politikacı, mı desem, terkedilme sinemacı, şarkıcı, bilim adamı gibi meşhur simaların aynı tür eserlerinden farklı olarak edebiyatçıların ürünleri daha bir “edebi“ ve “sanatsal“ oluyor. N.Ataç, sendromu mu desem) M. M. Kemal, S. Birsel ve başka bir çok edebiyatçıyı sıralayabiliriz. Sormak istediğim soru şu: Bu tür otobiyografik eserler ne oranda otobiyografiktir? Ya çeken melankolik bir da ne kadarı kurgu ne kadarı yaşanmıştır? Aynı soru Murathan Mungan’ın "Paranın Cinleri" için de geçerlidir. Bu dipnot vesilesiyle Öküz dergisinde ruh halini yansıtan yayınlanan Ece Ayhan’ın güncesine ilişkin bir merakımı da dile getirmek istiyorum. Ayağa kalkanlar bölümünde “enteresan “ isimler zikrediyor E. melodramatik Ayhan. Örneğin Mahsun Kırmızıgül gibi. Bir de kimi filozof, romancı ve şairler hakkında çoğunlukla gerçekliği olmayan veya gerçekle bağı çok az olan sahneler M. “magazinel bilgiler“ aktarıyor. Mesela F. Nietszche ve L Salome hakkında. Mungan’ın Hey gidi Ece Ayhan..... Neyse bizde de bir merak uyandırdığına göre demek ki bir bildiği var! İnsan E. Ayhan gibi çaplı bir şairden dişe dokunur şeyler yaratıcılığını bekliyor. 3) Şiir-öykü türü bu andığım örneklerden ibaret değil. Destan-şiir, nehir-şiir yansıtmaktan gibi adlarla çok eskilere dayanır. Fakat zaten mevcut olan bu eğilim son uzaklar. döneminde belirgin bir biçimde öne çıktı. 4) İsmet Özel'in Erbain adlı kitabı ortada. M. Mungan'ın kimi ünlü şairlerin dönüştürdüğü dizelere ilişkin uzun uzun söyleştiğim şu kişileri anmak isterim. Şiirin Diyarbakır'daki adresi A. Hicri İzgören, yine Diyarbakır'da yaşayan, Öküz'ün yazarlarından şair Kemal Varol, Edebiyat Komseri Mehmet Tayak ve Bayram Balcı.
KAOS GL 3 / 15
*
Hayal/
Üstün ÖNGEL
Oyunun başlamasına az zaman kala salona giriyorsunuz. Sahnede oyun-yaşam başlamış bile; bir adam, hareketsiz uzanmış hasta yatağında, dikmiş gözlerini boşluğa, sadece yüzünü aydınlatan loş ışık altında, iki saatlik misafirlerine sessiz bir hoşgeldin diyor. Yoo, kendi kendine mırıldanıyor, bir şeyler söylemeye mi çalışıyor ne? 'Seyretmeye' gelmişiz ya, bize seslendiğinin farkına varamıyoruz. Biz yetişkinler alışık değiliz ne de olsa, istifimizi bozmadan yerlerimize oturuyoruz. Fakat o da ne, 12-13 yaşlarında bir kız çocuğu, sahneye yanaşıyor ve adama ne istediğini soruyor. Hareketsiz yatmaktan sıkılmış, konuşacak birini arıyormuş. Kız merakla ve bunun cesaret gerektiren bir hareket olduğunu düşünmeden, hoop, sahneye çıkıveriyor. Sohbete başlıyorlar. Ancak ön sıradakilerin duyacağı bir sesle konuşurlarken, aniden bir bağırtıyla irkiliyor herkes. Tiyatrohastane görevlisi 'oyunun' başlamak üzere olduğunu ve kızın seyirci koltuğuna dönmesi gerektiğini söylüyor sert bir ifadeyle. Adama da, 'ne yapmaya çalışıyorsun' der gibi bir bakış fırlatarak, sahne arkasına yöneliyor. Işıklar kararıyor ve olması gereken şekliyle, 'oyun' başlıyor. (Adamın sessiz yatıyor oluşu dışında, yukardaki paragrafta anlatılanlar gerçek değil, benim hayalim sadece.)
Seyirciyiz, seyrediyoruz; oyunyaşama dahil olmamıza izin yok. Zira, oyun-yaşamın 'oyuncuları', Devlet'in mesafeli ve nedense 'toplumu eğitmek üzere' öğretmen kürsüsüne dönüştürülmüş sahnesinde, 'görevlerini' yerine getiriyorlar, 'oynuyorlar'.
KAOS GL 3 / 16
Oyun: Güçlü metin, sıradan sahneleme, sıradan oyunculuk/ Yerinde bir tercihle "Karar Kimin?" denmiş, Adana Devlet Tiyatrosu'nun sahnelediği, Nüvit Özdoğru'nun çevirdiği oyunun Türkçe adına. Oyunun yazarı Brian Clark "Whose Life Is It Anyway? (Bu Kimin Hayatı?)" diyor, oyunyaşamın boynundan aşağısı felç olmuş heykeltraş kahramanının hayatı için. Güçlü bir metin var karşımızda. Brian Clark her şeyi düşünmüş; iç içe geçmiş birden fazla konuyu başarıyla ele alıyor, fakat 'olgunun' -ötenazininolduğundan daha tartışmalı bir niteliğe bürünmesine de izin vermiyor. Adım adım, heykeltraşın argümanlarına mahkum bırakıyor biz seyircileri. Örneğin, annesi, oğlunun kararının yanında yer alarak, sevgilisi/nişanlısı, heykeltraşın isteğine uyup uzaklaşarak, tercih yapmamızı kolaylaştırıyorlar. Üstelik bu kişiler oyunda yoklar, heykeltraşın ağzından dinliyoruz hepsini. Aksi olsa,
annesi ve sevgilisi işi zorlaştırsalar, biz de tercihimizde zorlanacağız. Dahası, heykeltraşın 'akıl sağlığının' yerinde olmadığını iddia eden başhekim, katı bir profesyonelizm içine hapsedilerek, gene tercihinizi heykeltraştan yana kullanmanız sağlanıyor. Seyirciyiz, seyrediyoruz; oyun-yaşama dahil olmamıza izin yok. Zira, oyun-yaşamın 'oyuncuları', Devlet'in mesafeli ve nedense 'toplumu eğitmek üzere' öğretmen kürsüsüne dönüştürülmüş sahnesinde, 'görevlerini' yerine getiriyorlar, 'oynuyorlar'. Sonuçta, belki her oyun/senaryo gibi, farklı yönetmenler ve tiyatro kumpanyaları elinde, derinlemesine dramaturjiyle farklı yorumlara ve sahnelemelere açık bu metin, yaratıcılığın mumla arandığı ve nadiren bulunduğu Devlet'in Tiyatrosunda, riski, yeniliği, yaratıcılığı ve tartışmayı sıradan başarıya feda eden, neredeyse metnin sahnede okunması düzeyinde metne sadık kalan bir anlayışla sahneleniyor. "Ölmek istemiyorum ki"/ Oyun, bu haliyle de çok etkileyici. Dikkatli seyirci, yazarın oyun içine yerleştirdiği birbiriyle ilişkili ayrıntıları yakalıyor ve sorguluyor. Yatalak veya ağır hastaya, bilhassa bizim kültürde sıkça rastladığımız acıma duygusuyla yaklaşmanın, aslında hastaya ne büyük kötülük ettiğini hissediyorsunuz. Bir zıpır karakter olarak resmedilen erkek hastabakıcı aracılığıyla, hastaya hasta gibi değil de, insan gibi yaklaşmanın ve aynı zamanda kendi hayatınızı suçluluk duygusuna yenik düşmeden doğal seyrinde devam ettirmenin güzelliği hatırlatılıyor size. Yaşam, her şeye rağmen devam ediyor! Başka bir sahnede, hastanın hastalığına ilişkin bilgi edinme hakkının nasıl ihmal ve ihlâl edildiği üzerine düşünüyor ve dolayısıyla hekimlerin, o bilgiyi kendilerine saklayan tutumlarıyla, hastanın üzerinde nasıl bir iktidara sahip olduklarını sorgulamaya başlıyorsunuz. Hastanın 'akıl sağlığının' bozulduğu gerekçesiyle hastaya sözde yardıma gelen sosyal hizmet görevlisinin, baştan aşağı yanlış yapılandırmış olduğu profesyonelizminden ödün vermeyen, mesafeli ve duyarlılıktan yoksun tutumu, psikolojik yardım hizmetinin niteliğini, nasıl olması gerektiğini tartışmaya götürüyor sizi. Ama hepsinden önemlisi, kişiye zorla yatıştırıcı ilaç vermekten tutun da, iki psikiyatrist imzasıyla * Bu yazı kısaltılmış haliyle Radikal İKİ'de 12 Mart'ta yayınlanmıştır.
kişinin 'akıl sağlığının' yerinde olmadığına hükmetmeye kadar, psikiyatrinin, her uygulamasında insanın iradesini nasıl yok saymaya çalıştığına şahit oluyor ve azıcık duyarlılıktan nasibinizi almışsanız acı çekiyorsunuz. Oyunun tartışma odağı da zaten bu psikiyatrik yaklaşım. Heykeltraşın, baştan ölümle sonuçlanacağı belli olan hastaneden ayrılma isteğine karşı çıkan başhekimin temel argümanı, hastanın 'sağlıklı' karar verebilecek durumda olmadığı. Çekinmeden, bir çırpıda 'depresyon' teşhisi koyuveriyor felçli hastasına ve hastanın itirazlarına aldırmadan yatıştırıcı iğneyi şırınga ediveriyor o mahkum bedene. 'Kötü' bir doktor olduğu için yapıyor değil bunu; o, hastasının 'iyiliğini' düşünen, işini çok iyi yapan bir doktor aslında. Dikkatli bakarsak, zaten yazar, oyunun başından itibaren, başhekimi katı ama hastalarını düşünen bir doktor olarak resmederek, bizi doktorun kişiliğine odaklanmayıp, doktorluk mesleğinin temel zaafları üzerine düşünmeye davet ediyor. Özellikle, oyunun da son sahnesi olan duruşma sahnesinde, yazar, mükemmel bir kurguyla psikiyatrik yaklaşımı ve yargıları silkeliyor. Hakim önce başhekime söz veriyor. Doktorumuz, hastanın depresyonda olduğunu, dolayısıyla 'sağlıklı' karar verebilecek durumda olmadığını ispatlamaya çalışıyor. Avukatın "bu tespitinizi neye dayandırıyorsunuz?" sorusuna karşılık, doktorumuz, "otuz yıllık tecrübeme" diye cevap veriyor. Ardından, hakim başka bir hastaneden ikinci uzman olarak duruşmaya katılan ve heykeltraş lehine tanıklık edecek psikiyatriste söz veriyor. Psikiyatristimiz, başhekimin tersine, heykeltraşın sağlıklı karar verebilecek durumda olduğunu, yaşadığı depresyonun 'yapısal' değil, 'tepkisel' olduğunu belirtiyor. Diğer bir deyişle, böyle bir durumdaki herkesin bu tür rasyonel tepkiler verebileceğini vurgulamış oluyor. Bu kez de hastaneyi temsil eden avukat soruyor: "Bu tespitinizi neye dayandırıyorsunuz?" Psikiyatristimizin cevabı ise, aynen başhekim gibi "tecrübeme dayanarak" oluyor. Dolayısıyla, bilimselliklerinden ve mesleki uygulamalarının nesnelliğinden kuşku duymayan iki doktorun öznel değerlendirmelerini buluyoruz karşımızda.
eğer onun iradesine/bilincine/aklına ve sonuçta verdiği karara saygı duymazsanız, yardımınız hiçbir işe yaramaz. Yaramadığı gibi, 'iyilik' yerine 'kötülük' üretmiş olursunuz. İşte tam da bu noktada, bu oyun bize 'iyilik' ve 'kötülüğün', meseleye nereden baktığımıza göre değiştiğini, yani göreceli olduğunu da hatırlatıyor. Gene oyunun sonunda duruşma sahnesinde, hakim 'ölme arzusunun' marazi yanına işaret ettiğinde, heykeltraşımız, "ben ölmek istemiyorum ki" itirazıyla karşılık verir. O, zaten kendini yaşayan bir ölü olarak görmektedir. Bu vurgu öylesine önemlidir ki, oyunun aslında 'ölüm arzusunu' değil, yaşamı, ama sadece soluk alıp vermekten ibaret olmayan yaşamı yücelttiğini derinden hissederiz. Psikiyatrinin iktidar ortaklığı/ Türkiye'de bu tiyatro oyununun bizlere sunduğu türden bir tartışma gündemine şiddetle ihtiyacımız var. Zira, tıp bilimi ve onun en tartışmalı dalı psikiyatri, hiç olmadığı kadar insanın iradesini yok sayıyor günümüzde. Tımarhaneler kendi rızası olmadan yatırılan ve medikal müdahaleye mahkum kılınan insanlarla dolu. Oyunun baş karakteri heykeltraş, 'depresyon' teşhisini doğrulayan ikinci bir psikiyatrist bulunduğunda 'akli dengesi' yerinde olmadığı hükmüyle, neredeyse ömür boyu yatıştırıcı ilaca ve o halde yaşamaya mahkum olacaktı. Bu karanlık durumdan kurtulması, aklının, bilincinin, iradesinin, yaşam sevgisinin ve isteğinin zaferi olarak görülmeli. Oysa tarihte ve günümüzde hâlâ, yaşam mücadelelerinde yenik düşmüş ve iradeleri sıfır noktasına yaklaşmış, dolayısıyla ömür boyu ilaca ve 'akıl hastalığı' etiketine mahkum edilmiş yüz binlerce insan var yeryüzünde.
Türkiye'de bu tiyatro oyununun bizlere sunduğu türden bir tartışma gündemine şiddetle ihtiyacımız var. Zira, tıp bilimi ve onun en tartışmalı dalı psikiyatri, hiç olmadığı kadar insanın iradesini yok sayıyor .günümüzde.
Oyunun ana karakteri heykeltraş, fiziksel açıdan çaresizliğine rağmen zihinsel olarak gücünü koruyabildiği için bu mücadelede yenilmiyor. Fakat, hayatının bir döneminde zihinsel karmaşalar ve zayıflıklar yaşayan sayısız insan, bu mücadelede ne yazık ki psikiyatrinin o korkutucu iktidarı
Hasta hakkında söz alan iki uzmanın öznel yargıları, "o halde niye hastaya kulak vermiyoruz" sorusunu akla getiriyor. Hakim de öyle yapıyor zaten. Fakat oyunun finalini oluşturan hakimin konuşması üzerinde, keşke biraz daha çalışılmış olsaydı demekten kendinizi alamıyorsunuz. "Madem iki öznel, üstelik de birbiriyle çelişen yargının ortasındayız, hastanın öznel tercihini kabul etmeliyiz" vurgusu büyük ölçüde güme gidiyor. Gerçi, iki doktorun görüşleri tamamiyle nesnel ve aynı yönde olsaydı bile, hastanın öznel tercihine saygı duymak gerektiğini akıldan çıkarmamamız gerekir. İnsana hangi yardımı sunarsanız sunun,
KAOS GL 3 / 17
karşısında yenik düşüyor. Örneğin, depresyonda olduğunuz ve ancak ilaçla 'iyileşeceğiniz' söyleniyor birileri tarafından. Aslında kendinizi/yaşamınızı yeniden anlamlandırmak için büyük bir fırsat olarak da görülebilecek bu sıkıntılı, çöküntülü süreci, hakkıyla yaşamanıza izin verilmiyor. Oyunun duruşma sahnesinde hastadan yana görüş bildiren psikiyatristimiz de aslında, 'depresyon' teşhisini tamamen reddetmiyor. Dikkat çektiği sadece, heykeltraşın 'yapısal' değil de, 'tepkisel' depresyon yaşadığı. Psikiyatrik/psikolojik terminolojide, endojen-exojen ayrımına işaret ediyor yani. Endojen (yapısal) dediği, kişinin doğuştan getirdiği özellikler. Kalıtım yoluyla, genetik yapıya bağlı olarak ortaya çıkan rahatsızlık. Exogen (tepkisel) ise, kişinin yaşam koşullarının zorluğu sonucu rahatsızlanmasına işaret ediyor. Geçerliliği olan bir ayrım değil bu yapısal-tepkisel ayrımı. Sadece bir varsayım. Kimse şimdiye kadar herhangi bir psikolojik rahatsızlığın yapısal olarak o kişide varolduğunu kanıtlayabilmiş değil. Ama varsayımlar uçuşuyor havada. Bu varsayımlara dayanarak 'bilimsel' tedaviler uygulanıyor insanlar üzerinde. Oysa aksi yönde, yani koşulların insanın üzerindeki etkisi hakkında birçok kanıt bulabilirsiniz. Benim için bir tanesi bile yeterli: Depresyon, kadınlarda erkeklere kıyasla iki misli daha fazla görülüyor. Kadınların genetik yapılarının depresyona sebep olduğunu mu söyleyeceksiniz bu durumda? Olabilir mi böyle bir şey? Oluyor, psikiyatri, erkek iktidarının utanmaz bir örneğini sunan psikiyatri, bunu fütursuzca iddia edebiliyor. Nasıl ki 1980'lere gelene dek,
HERKESLE BİRLİKTE ÖLÜRÜM Bayram BALCI ben herkesten önce ölürüm söner çırası günebakan evlerin beyhude kapıyı çalar rüzgar bir tek anneme değer yüzümün seli ben herkesten önce ölürüm geride hayatın kırılgan ağırlığı akıp giderim su gibi kıvrılarak birikmem vefasız hiç bir avuçta ben herkesten önce ölürüm yarına kalır babamın duası mirvari dalgalar çeker beni ay yere değer deniz olurum ben herkesle birlikte ölürüm Aralık/99
eşcinselliği bir hastalık olarak görmüş, dolayısıyla egemen kültürün/ahlâkın bekçiliğine soyunmuş ise, kadınların hâlâ ikinci sınıf insan olarak görüldüğü dünyada, kadının, koşulların altında zorlanması/ezilmesi sonucu içine düştüğü depresyonu genetik faktörlere bağlayarak, bir kez daha erkek egemenliğinin gücüne güç katmaya çalışıyor. Seyirci mi kalacağız? / Tüm bunlar olurken biz de seyrediyoruz. Tiyatro seyircisi, kendini yenileyemeyen tiyatronun, seyirciyi oyun yaşamın içine çekmek için hiçbir şey yapmamasına da bağlı olarak, her gittiği oyunda komik unsurlara odaklanıp, keyifli saatlar geçirmek üzere seyirci koltuğuna kuruluyor. Oyun-yaşama dışarıdan bakıyoruz öylece. Yaşam-oyuna da dışarıdan bakıyoruz, aslında yaşam-oyunun aktörleri olmamıza rağmen. Öylesine dışarıdan bakıyoruz ki, psikiyatrinin, insanın iradesini yok edecek düzeydeki uygulamalarına yaslanarak ele geçirdiği iktidarı, farkında olmadan desteklemek için elimizden geleni yapıyoruz. "Tımarhaneye" kendi ellerimizle teslim ediyoruz yakınlarımızı; yaşadıkları sorunlardan birinci derecede sorumlu olduğumuz çocuklarımızı ilaca kendi ellerimizle mahkum ediyoruz; kendi sorunlarımızı dışsallaştırarak, ilacın sözde kurtarıcılığına kendimizi bırakıyoruz. Yaşam üzerine, birilerinin bizlere nasıl bir yaşamı reva görüyor olduğu üzerine ve hepsinden önemlisi irade üzerine düşünmüyor, tartışmıyoruz. Yaşamın seyircileri olmaktan rahatsızlık duymuyoruz. Psikiyatrinin insanın iradesini yok eden uygulamalarına karşı mücadele, kendilerine 'akıl hastası' etiketi yapıştırılmış, yaşamlarının o zor dönemlerinde yardım adı altında 'kötülük' görmüş ve dolayısıyla mücadele gücü zayıflamış insanlar aracılığıyla değil de, bir şekilde zihin ve moral gücünü kaybetmemiş, dolayısıyla psikiyatrinin eline düşmemiş, düşmüşse de her nasılsa kurtulmayı bilmiş, mücadele gücü elinden alınmamış, alınmışsa da yeniden elde edebilmiş insanlar aracılığıyla yürütülmeli. Bu derginin "eşcinsellerin kurtuluşu aynı zamanda heteroseksüelleri de özgürleştirecektir" şeklinde ifade edilmiş ve katıldığım düsturunda olduğu gibi, 'delilerin' kurtuluşu, aynı zamanda 'akıllıların' da kurtuluşu olacaktır. Yanlış bir benzetim kurmuş olmayayım; elbette eşcinsellerin konumu, kendilerine 'akıl hastası' etiketi yapıştırılmış kişilerin konumuyla bir değil, zira 'akıl hastası etiketliler' çoğu zaman kendilerini hiç savunabilecek durumda değiller ve 'akıl hastalığı' kendi seçimleri değil. Dolayısıyla, egemen kültüre karşı mücadelede, 'akıl hastası etiketliler' çok daha zorlu bir konumdalar. O nedenle, psikiyatrinin iktidarına karşı mücadele, özellikle ve öncelikle tımarhaneden veya psikiyatriden bir şekilde kendini kurtarabilmiş kişilerin – psikiyatrinin eline hiç düşmemiş veya düşmüşse de kurtulmayı bilmiş kişilerin– vermesi gereken bir mücadele olmalı. Haydi!
KAOS GL 3 / 18
Rafi Rodriguez Abeillez’e adanmıştır Fısıltılar ağızdan ağıza dolaştı. Trinidad’ın oğlu yürürken kıçının yanaklarını öyle sıkı kasıyor ki götdeliği havasızlıktan neredeyse boğulacak, diye. Hop karaya konup hop denize dalan bir tatil kuşudur o top, diye. Günlerden Pazartesi ya da Salı bile olsa, o tutup Pazar’lık cicilerini giyinip kuşanıyor, diye. Atleti sahici dantelden çiçeklerle işlenmiş, diye. Alçak, yüksek seslerden, acı, zehir zemberek, nefret dolu sözler döküldü. “Hımm!” Her köşe başında, her evin girişinde, dolap içlerinde, kapı ağızlarında, dükkanlarda, kumarhane köşelerinde. “Hımm!” Her sabah, günsökümünde, öğleden önce, öğleyin, öğleden sonra, akşam, geceleyin, ve geceyarısında. “Hımm!” Erkekler, oynadıkları oyundan emin, sözleriyle ona sataşmak için hindistan cevizi bahçesinin yolunda bekliyorlardı. “Nono!” “Nonoş!” “Nonoşum!” “Dönme!” “Sümüklü dönme!” “İbne!” “Kırıtık!” Kadınlar, dişlerinin arasından kahkahalar patlatıyor, sataşma dolu sözleri yineliyorlardı: “Bayan!” “Küçük hanım!” Ta ki kuşbeyinli yankılanma, sesini ırmağın kıyısında yoğun bir hhh ııı mmm olarak duyurmaya başlayıncya dek. Trinidad’ın oğlu, sataşmalardan bıkıp, yalnızlık dolu bir varlık sürdürmek için perişan evine kapanmıştı. Güneş kırlara vuruncaya dek, düşleri bir kızdan diğerine dolaşır dururdu. Sonra, sesler yeniden: “Üstü başı buram buram Kam Tu Mi parfümü kokuyor! “Gözüne kalem çekiyor!” “Eğlence düşkünü kırıtığın teki o!” “Zenci dediğin sapına kadar erkek olur!” “Kırıtık olmaz!” Yemeklerini getiren kadın, Ochoteco, hasta olduğunu ve artık onun için yemek yapmak istemediğini söyleyen bir not yolladı. Perdolesia ütülenmiş gömleklerini getirip romatizmalarından yakındı. Kirlileri almadı. Berber Lulo, tepesindeki ‘arapsaçı’na elini bile sürmeyeceğini söyledi. Eneas Cruz da, kendi eviyle Trinidad’ın oğlununki arasına çit çekmek için tel getirdi. Trinidad’ın oğlu uzunca bir süre kararsızlık içinde kaldı. Sonra yüzünü sağ omzuna gömdü. Öylece, sessizce, usulca ağladı. Trinidad’ın oğlu kasabayı terk etmeye karar verdi.
Fısıltılar ağızdan ağıza uçuşuverdi. Öykü: Trinidad’ın oğlu gidiyor, çünkü kara tenli erkekleri beğenmiyor, diye. İşe yaramazın teki olduğu için, Luis Rafael Sánchez beyazlarla partilerde eğlenecek, diye. Karınca belli Çeviri*: M. C. Mert olma sevdasıyla iiiipinceciiiik olmuş, diye. Her köşede, erkeklerin ağızlarından bıçaklar fırlıyordu: “Trinidad’ın oğlu çamaşır suyuna batmış bir zenci.” “Trinidad’ın oğlu bi işe yaramaz zencinin teki!” “Trinidad’ın oğlu kasıntı zencinin teki!” Kadınlar, iki Amin arasında, fısıldaşmak için bir-iki dakika ara veriyorlardı: “Kötü örnek oluyor!” “İğrenç şey!” “Pis domuz!” “Domuzun biri!” “Domuzların ikisi!” “Domuzların üçü!” Trinidad’ın oğlu, ateş yakmakla bile uğraşmaz olmuştu. Gündoğumundan günbatımına, aynı çatı altında. Gündoğumundan günbatımına mezardaki bir ceset gibi. Gündoğumundan günbatımına manastıra kapanmış bir rahibe gibi. Gündoğumundan günbatımına açılan yaraları deşerek. Gittiği güne dek. Dedikodu bolluğundan geçilmiyordu. Veda etmemek için gece gidecek, diye. Öteki pis serseriler gibi kaçacak, diye. Kara derili erkeklerin anısını tükürüp atacak, diye. Erkekler evinin etrafını çevrelediler: “Seni ahlâksız!” “Baş belası!” “Ahmak!” “Şımarık muhallebi çocuğu!” Kadınlar kahve tenekelerine vurarak, hakaret yağdırdılar: “Yılan!” “Ne de nazik!” “Ödlek yaratık!” “Pek de kibar!” “Kokuşmuş muhallebi çocuğu!” Trinidad’ın oğlu karanlık çökünceye kadar bekleyip, elinde bir çıkınla yola düştü. Çıkınındakiler: keten kumaştan bir takım elbise, Vazelin, May Dreams pudrası, Come to Me parfümü, bir tarak, bir de yüzük. Daha üç adım atmamıştı ki, üzerine bir gölge düştü ve sözler tetiklerinden boşandı: “Uyanık!” Kafasını kaldırınca, iki ince gölgenin yolunu kestiğini gördü. “Nonoş!” “Deyus!” Sonra, sol yanından iki tane vay uyanık, sağdan da iki tane züppe zenci daha. Durakaldı.
* Metin İspanyolca aslından Rose M. Sevillano’nun “HUM!” başlığıyla İngilizce’ye çevirdiği biçimiyle ele alındı.
KAOS GL 3 / 19
“Kötü örnek oluyor!” “İğrenç şey!” “Pis domuz!” “Seni ahlâksız!” “Baş belası!”
KAOS GL 3 / 20
Kalbi küt, küt ediyordu. Gecenin içinde gölgeler kayıp geçti. Köşelerde, çatıların altında, kapı ağızlarında. Daha, daha, daha çok gölge, ışık tümden görünmez olana dek, geceye özgü seslerinin ve yıldızların olmadığı gece, korkunç, köse sakallı gece. Onu itelediler. Bir elin parmakları. Ağzında toprağın tadı. Kahkahalar gürledi, sanki yörenin çene kemikleri birbirinden kopup ayrılıyormuşçasına. Mırıldanmalar bir ok ya da kılıç gibiydi. “Cehennemin dibine git lanet olası!” “Geri de dönme!” “Ne dirin gelsin, ne de ölün!” Kadınlar çığlıklar atan bir koro olmuştu. “Geri dönme!” “Geri dönme!” “Geri dönme!” Ayağa kalkabilmişti. Sağına soluna baktı. Gölgeler kertenkele yumurtaları gibi çoğaldılar. Birden iki, ikiden yüz tane. Böyle sürüp gitti. “Köpekleri getirin!” Hırıltılıydı ses, patlayıvermişti, kulaklarını zonklattı. Onu beklediler. Uyuz itler, tek ayaklı itler, ayağı aksayan itler, havlamaları susturulmuş itler, kabalarında, bacaklarında. Sürü onu bir patikadan aşağıya doğru iteliyordu. Bir alay geçidiydi bu. İtler ve onun katıldığı. Arkalarında, tüm kent. Yok, daha iyisi, tüm kent, sonra o, sonra itler, ve son olarak da, yine ve yeniden, tüm kent. Daha fazla kan, daha fazla acı, daha fazla kahkaha, daha fazla ses, daha fazla gölge, daha fazla kara zenci gölgeleri, daha fazla kara zenci suratları, daha fazla kara zenci dilleri.
“Geri dönme!” “Geri dönme!” “Geri dönme!”
Trinidad’ın oğlu kanca gibi, iki büklüm kıvrılmış. “Geri dönme!” “Geri dönme!” “Geri dönme!” Kolları bir haçınkiler gibi iki yana açılmış. “Geri dönme!” “Geri dönme!” “Geri dönme!” Derisinin her yanında pıhtılaşmış kan. “Parti kırıtığı!” Kör gecede açılmış yara. “Kıvırcık zenci saçını düzleştiren Trinidad’ın oğlu nonoşun ta kendisi!” Irmağa ulaştı. “Nonoş!” “Nonoş!” “Nonoş!” Soğuk su ve sıcak kan. “Domuz!” “Domuz sürüsü!” “Domuz!” Pis itler kıyıda kaldı. Gölgeler de. Yaralayıcı sesler de. “Eğlencedüşkününonoşeğlencedüşkününonoşeğlen cedüşkününonoş!” Tüm kadınlar. Tüm erkekler. “Geri dönme!” “Geri dönme!” Kanla su birbirini ferahlattı / kan suya, su kana doydu. Daha az ses, havlamasız, hayır, daha az gölge, geri dönüyor. Ilık su, daha, daha ılık. Sesler, daha, daha cılız. Su foş etti. Sonra, geri dönme, geri dönme, geri dönme, Trinidad’ın oğlu. glug… geri glug… dönglug… me glug… dibe glug… battı.
Soğuk bir kış günü ve ben, sekiz yıllık çalışma hayatımda üçüncü defa işsizim! Yine de iyi bir sayı, yani iyi dayanmışım bu koşullara rağmen. Fakat her zaman söylemişimdir; çalışma hayatı hele de özel sektörde hiç bana göre değil. Şöyle zengin, galantör birisini bulup da GEYCİK GEYCİK (!) evimde otursam, eşimi bekleyip ona akşam yemekleri hazırlasam çalışmadan bedavadan yaşayan, hayatı lüks içinde olan bir "EV GEY"i mi olsam nedir? En azından daha huzurlu, daha rahat bir hayatım olurdu herhalde! Yani öylesine yüreğim yanıyor ki kardiş (!) bana neler düşündürüyor bu iş dünyası. Aaah geyliğim, vah geyliğim. Bu iş hayatındaki sözde başarısızlığım, tutunamayışım hep senin yüzünden galiba! Sana da kızamıyorum ki. Ruhumdaki o en tatlı zenginliğim, en güzel heyecanımsın! Ama özel sektörün kralı(!) olacağım, ileriki milenyumda göreceksiniz. Bütün eşcinsel patronları, müdürleri, koordinatörleri en stratejik görevlerde toplayıp, baştacı yapiceem, yemin olsun! Neler çektim şu heteroseksist iş hayatında bilemezsiniz. Şimdi bu satırları okuyup beni basiretsiz, başarısız, hiçbir şeyi beceremeyen memur zihniyet sahibi biri sanmayın lütfen. Zaten tanıyorlar bilirler, aslında işimi çok mükemmel yapma arzusundayım. Asıl anormal olan onlar; yani yöneticilerim! Aynı dertten muzdarip miyiz bilemiyorum ama, insanlar kendi becerisizliklerini ve ruhsuzluklarını iş hayatında, baskı, şiddet, erkeklik denen saçma egolarıyla bastırmaya çalışıyorlar. Sonuçta ise bizler gibilerini başarısız gösterip, ekmeği ile oynuyorlar. Son işimde bunun örneğini öylesine yaşadım ki... Başımda var olan bir basiretsiz patron, bir koordinatör (neyi koordine ediyorsa) ve ben... İnsanlar bir şekilde -aslında bir şekilde değil; zalimlik, abartı, entrika, acımasızlık, ikiyüzlülük ve yalakalıkla- bir yerlere oturup bana yöneticilik taslıyorlar! Görevlerini hakkı ile yerine getirseler kabul edeceğim, fakat adamların gerçek yöneticilikten haberleri yok (Hangi yönetenlerin var ki?) Benim görevlerimden olan halkla ilişkiler, tanıtım, promosyon vb. şeyleri bilmeyen ve de bendeki cevheri -kendimi övmek için- değil fark edip de kendi becerisizliğini içten içe fark ediyorsa adam size düşman oluyor. Aman Allah'ım "gözünün üstünde neden kaşın var" misali her yaptığınızda bir kusur aramalar, binbir entrika çevirmeler, (Bizanslılar bile daha az kahpedirler inanın!) ve daha neler neler... Kendilerindeki eksikleri, patrona olan yalakalıkları ile kapatmaya çalışan bu tip herifler oldukça, bir de gey ruhunuzu fark edip de bir türlü konduramıyor, fakat belirsiz bir rahatsızlık duyuyorlarsa siz de ruhunuzdaki o inceliğe mağlup iseniz, yandınız demektir. Bunu bu defa daha iyi anladım. Bunun gibilerle savaşırken bir de size askıntı olup da aradığı şeyi alamayan(!)
o kız arkadaşlarınız var ya, işte onlar da "ikinci dereceden yalaka" sınıfına dahiller. Ve de geyliğinizi çözemeyen fakat bu zengin ruhu, erdemi fark etmişcesine sizi pek desteklemeyen, hele karı-kız, futbol muhabbeti yapmadığınız için sizi önemsemeyen erkek arkadaşlarınız, bunlar da üçüncü derece. (Neden bunları üçüncü dereceye dizeledim. Torpilli mi bunlar, masumlar mı, yoksa başka bir nedeni mi var?!...) Her ne kadar devlet dairelerinde çalışan arkadaşların da buna benzer sorunları olsa da en azından ekmekleri ile oynayıp kolaylıkla işten atma olanakları yoktur.
AHMET
Ben satışta çalışan bir mühendisim! İnsanlarla gereksiz muhabbetler, seviyesiz, düzeysiz ilişkilerle satış geliştiremediğimden -bana ters geliyor- işten "şut"landım. En acısı da bu olayın koordinatör ve diğer kızlar ve aşırı hetero boyutundaki adamlar sayesinde meydana gelmesi... Patron, "Bir promosyon malzemesi düşünün ve yaptırın" dediğinde en yaratıcı fikri veren ve de takdir edilen ben, kendilerinin ancak kalem, defter vb. basit ve alışılagelmiş materyallerden başka bir şey düşünemeyen, iki kelimeyi bir araya getiremeyen o salak müdürlerin(!) oyununa geldim. Onların o akıllarına uyup da, başarımı ve potansiyelimi bile bile bana tavır alan bir Patronun Allah bin türlü cezasını versin, şirketi başına yıkılsın! (Mahalle kadını mı oldum biraz ne?) Bendeki veya benim gibi geylerdeki gerçek potansiyel o herifleri öylesine ürkütüp korkutuyor ki, adamlar bir gün terfi etmemizi hayal edip, kendilerinin yaptığı gibi yerlerine ortak veya oyunlarla direk sahip olacağımızı zannediyorlar. Beceriksizliklerini bağırıp çağırmayla kapatmaya çalışıp suçu hep birilerine atıyorlar. Hem de en "yumuşak" başlı kişilere... Başımdaki o koordinatör(!) işten ayrılırken bana; "Sizde sanatçı ruhu var, bunu değerlendirin, sizden iş adamı olmaz, Özel sektör insanı değilsiniz, yüreğiniz temiz, her zaman böyle kalın" diyerek bir de beylik geyikler yapmaz mı! Vicdanını rahatlatıyor zahir!. En çok içimi yakan şu cümlesine ne demeli; "Sizin olduğunuz yerde kökten sistem değişmeli, dünyanız çok farklı ve ideal, fakat bunu hiçbir patron istemez, onlar için tehlike arz edersiniz." Doğru aslında, Türkiye hep bu "tehlikeliler" sayesinde geriliyor!... Bu da, bana patronu karalayan fakat "şefkatli yönetici" ayakları aynı zamanda. Gerçekten söyledikleri doğru bu herifin! Bizim fikirlerimiz güzeli doğruyu, düzeni, ayrıntıları içeriyor. Sanatçı ruhlu, zengin yürekli gey milleti ne zaman takdir edilmiş ki! Oysa ben ayrıntılara verdiğim önemle insanın farklı olacağına inanıyor ve bunu savunuyorum. Bu fark beni birçok işten "şut"latsa da! Düzenleri
Üzerimizdeki hetero rolümüz ile, sırtımızdaki demirden bir kostüm ve seviyesiz seyirci ile (yöneticiler) oynanan kötü bir oyun size ne derecede zevk verirse, benim için de özel sektörde çalışmak böyle işte!
KAOS GL 3 / 21
bozulacak, başları boşuna derde girecek, fikirlerim ile gerçekten üstün (onlara göre) olan kişiliğim ortaya çıkacak diyerek beni dışlamak daha kolay. Milyar maaşları, şişme kariyerleri, karı-kız, futbol, entel barlardaki içki muhabbetleri onların olsun. Sevgilerden, saygıdan, huzurdan ve benim gibi tek yüzden bahsedenler -ki bunlar eşcinsel ruhlarda eminim daha fazla ön planda- "bu adam bizim gibi değil, işe yaramaz" sıfatıyla tanımlanıyor ve dışlanıyor. Bizden aslında KORKUYORLAR! Bu nedenle ben özel sektörde çalışmayı "Zor Zanaat" ve yukarıdaki "Geçer akçe" tipleri de KORKAK buluyorum. Korkak değilim, fakat artık yorulmaya başladım. Üzerimizdeki hetero rolümüz ile, sırtımızdaki demirden bir kostüm ve seviyesiz seyirci ile (yöneticiler) oynanan kötü bir oyun size ne derecede zevk verirse, benim için de özel sektörde çalışmak böyle işte! Aaah, ah, birisi bana kapıları açsa, patronum veya müdürüm bir "eşcinsel", çalışan kızların çoğu "lezbiyen", erkeklerin hepiciği "gey"(!) olsa iş hayatı ne zevkli olurdu!... Gerçi böyle bir yerde bu anlatılanlar mutlak yaşanır fakat eminim daha az bir yüzde ile olacaktır. Şüphesiz hepimizin hırsları, çılgın arzuları olacaktır. Fakat hetero duygu olmadığı için daha sağlıklı olur gibi hayal ediyorum, belki de öyle olmasını istiyorum. Çünkü % 100 hetero bir şirketin entrikalarını, % 50 eşcinsel kaynaklı entrikalara tercih ederim! Hiç değilse soy benim
KAOS GL 3 / 22
soyum, değil mi, sineye çekerim!!! Şu andaki işsiz ve sıkıntılı günler nedeni ile kafam çok bozuk. Bu düzene, bu şekilde çalışan şirketlere tahammülü daha ne kadar sürdüreceğiz? İş verilmeyen, sokaklarda fuhuşla, ölüm korkusuyla, bin bir çeşit tehlike ile, hepatitle, AIDS'le savaşan o transseksüellere şimdi daha çok üzülüyorum. Cinsiyetlerindeki, ruhlarındaki farklarla göze batan bu insanlara fuhuştan başka çıkar yol olmadığını daha iyi anlıyorum. Gizli, en ufak bir açık vermeyen bizler dahi geyliğin bedelini böyle ödüyorken bu insanlar ne yapsın?... Her zaman söylüyorum, beni iş hayatımda istediğim yere getirmeyen şey hep o hınzır geyliğim. Dostlar be, yok mudur en az 2-3 gey çalışanı olan bir şirkette bildiğiniz bir iş?! Müdürlerle söyleşinin her zaman satış geliştirmek, Anadolu'daki iş gezilerinde otele atılan karılar, seyredilen lig maçları, olmasından bıktım. Onunla biraz da Kaos GL'den, toplumsal gey-lezbiyen sorunlarından, homofobiden, heteroseksist düzenden vs. konuşmak istiyorum! Asgari de olsa. Dürüst, huzurlu bir ortam diliyorum. Yok mu bilen? Geceleri beni arayacak, iş dünyasını, gey dünyasına tercih etmeyecek gerçek dostlara, onların referanslarına ihtiyacım var. Geceleri 0.542.534.0726'yı arayın. Konuşalım. Zengin ruhları barındıran bir iş sahibi yok mu bu ülkede?
Kafka, benim en ZAYIF yanımdır. Şu koca İstanbul şehrinde kendimi sıkıştırılmış, dışlanmış ve acılı olarak duyumsamamın elbette derinlerde kalmış ve keşfedilmeyi bekleyen bir gücü vardır. Kafka, kendine yönelik yoğun gözlemleri sonucu, ZAYIF YANINI yazınsal gücünün temel kaynağı olarak saptamıştı. Geçen hafta Prag’dan postaya üçüncü verdiği mektubunda -ki bu sabah okula gitmek üzere evden çıktığımda posta kutumda buldum- şöyle yazıyordu; "Bildiğim kadarıyla, yaşam için gerekli koşulların hiçbirini beraberimde getirmiş değilim. Yalnızca insana özgü genel zayıflığın taşıyıcısıyım. Bu zayıflık sayesinde yaşadığım dönemin bana zaten çok yakın olan, savaşmak değil belli ölçüde temsil etmek hakkına sahip bulunduğum olumsuz yanını olanca gücümle özümsedim. Gerek kapsamı dar olan olumlu’daki, gerekse artık olumlu’ya dönüşmenin sınırına varacak boyutlar almış olumsuz’daki payı, kalıtım yoluyla elde etmiş değilim..." Kafka’nın ZAYIFLIĞI, mutlak bir savunmasızlık, en ufak baskı karşısında yenik düşme korkusudur; ardından, gün ışığının görülebileceği incecik bir zar gibidir, bu korku... "Bu testi daha suyoluna varmazdan önce kırılmıştı..." diye yazması, benim İstanbul kentindeki mutlak savunmasızlığımı ve korkumu da yansıtıyor adeta. Kafka’nın bir sarmaşık gibi uzamış olan hasta bedeni, her hangi bir ‘aşırılık’ karşısında sürekli savunma konumundadır. Bu savunma durumu, varlığını sürdürme içgüdüsüdür. Ki ben de herzaman şehre -İstanbula- indiğimde, kendimi hep içgüdüsel olarak bir savunma durumunda yakalıyorum. Belki bu İstanbul’a karşı, kendi varlığımı sürdürme içgüdüsüdür. Şehir, tüm karmaşıklıklarıyla yokedici bir cenderedir çünkü. Korkutucu devasalığı İstanbul’un her türlü özveriyi bir zayıflığa dönüştürüyor ve kolay harcanıyor insan. Kafka, kendisi konusunda tutumlu ve esirgeyici davranmıştır hep. Gücünü düşünülemeyecek kadar çok aştığını sezdiği zamanlarda herşeyden özveride bulunmuştur. Onun güvenlik altında olmaya ve ana kucağına duyduğu özlem, bedeninin zayıflığından kaynaklanır. İstanbul karşısında insanın ne kadar zayıf olduğunu sezgisel olarak kavradığımdan, Kafka, gibi ana kucağına değil belki ama, alkolün kucağına attım kendimi. Ama Kafka’nın yazınsal üretime olan tutkusu bedeninin zayıflığından daha güçlüdür. Benimse alkol tutkum şehre karşı zayıflığımdan daha güçlü. Kafka şöyle diyor mektubunda; "Yazma eyleminin, yaradılışımın en verimli yönü olduğu ortaya çıktığında, tüm gücüm bu noktada odaklaştı ve
cinselliğin zevklerine, yemeye, içmeye, felsefi düşünmeye, özellikle müziğe yönelir tüm yeteneklerimi ortada bıraktı. Bu yanlarımın tümünde zayıf düştüm. Bu da zorunluydu, çünkü sahip olduğum tek tek güçler bir bütün olarak o denli azdı ki, ancak hepsi bir araya geldiklerinde yazma amacına biraz olsun hizmet edebilirdi..."
Bayram BALCI
Üniversiteye başladığım yıllarda yazar olmak hayalleri kuruyordum. Edebiyat Fakültesi’ni kazanmama babam pek sevinmemişti ama, benim içim içime sığmıyordu. Babam ise, kendisinin dekanlık yaptığı üniversitede okuyacak olmamdan avuntu duyuyordu tabii ki. Yıllar, tatlı hayallerimi tersine çevirecek acımasızlıkla akıp gitti işte. Bir yazar olamadım ama, üniversitede bölüm başkanıydım. Acı ile bağırarak savurdum mektubu odanın ortasına. Kafka’nın bu denli duyarlı olan organizması, trajik kararlar verebilecek kadar da güçlüdür ve karmaşalıkla örgülenmiş hayatın baskısı karşısında insan her zaman trajik kararlar vermekle yüzyüze kalıyor. Peki ya ben? Hep kaçtım. Artık her gün bir jilet yarası çiziktirsem de İstanbul’un bileklerine, biliyorum nafile bir çaba benimkisi... Dün derste yaratıcı yazarlık ile ilgili konuşurken, beni bile şaşırtan şu cümleler döküldü dilimden; "Çoğu yazar, çalışma sürecini, aşırı enerji harcamaktan kaçınarak, her gün belli bir bölüm tamamlayabilecekleri bir akışa dönüştürebiliyor; başka bazı yazarlar ise ancak iç gerilimlerini bir doruk noktasına vardırarak, her türlü ölçünün dışına çıktıklarında üretebiliyorlar... İç gerilimin doruk noktasına ulaşması, her türlü ölçünün dışına çıkmak; o yazarı hep anlaşılmaz kılmıştır." Yaşadığımız çağda ve bu ülkenin bu zorba kentinde -İstanbul’da- genel geçer insan ilişkileri ölçüsünde bu anlaşılmaz kılınma zorunlu bir yalnızlığı da peşi sıra sürükleyip, kapıma dayıyor işte. Sonuçta insan ilişkileri zayıf ya da hemen hergün karşılaştığım bir eleştiri olarak, insanlarla ilişki kurmakta başarısız olduğum şeklinde anlaşılıyor bende ki, iç gerilimin bu doruk noktası. Kafka da iç gerilimi doruk noktasına ulaştığında yazabilen bir yazardır. Bu yüzden bir kez daha odanın ortasına savurdum mektubuna dönüyorum: "...Örneğin Yargı adlı öykümü akşamın onu, sabahın altısı arasında bir solukta yazdım. Öykünün önümde gelişmesi, bir suda ilerler gibi ilerleyişim, hem korkunç bir çaba, hem de mutluluk. Bu gece sırtımda bir kaç kez ağırlığını taşıdım... İnsan ancak böyle yazabilir, bedenini ve ruhunu bu denli bütünüyle adadığında..."
Kafka, toplumdaki çürümenin, günün bürokratında yarının saldırganının ve celladının tohumlarını gördü ve yıkımın kokusunu aldı. Çünkü onun bireysel konumu ile toplumsal konumu arasındaki koşutluk ve toplumdaki olumsuzluk, belirgin biçimde ortada görülüyor. Onun en temel yaşantısı YABANCILIK, dışlanmışlık, kendi kendine sürgün edilmişlik.
Ah... sevgili dostum Kafka, kim anlar, senin bir solukta yazmandaki, gizli erdemleri. Bir suda
KAOS GL 3 / 23
DÜŞ KAÇAMAĞI Ayaklarımda kımıl kımıldı dünya seferber olmuştu gene içimde incubus gözlerimi kaçırdım durdum devingen gözlerinden utanmasız velet düşmeyeyim diye dipsiz kuyuma adımı yitiriverdim ansızın zencimin tenine karşı kan ter içinde kaldım kaçtım kendimden sana kaçtım gözlerimi ayırmadan gözlerinden kaçtım kürt kırmızısı gömleğinin içine aşkın regl ay ışığı zifiri aydınlık dürttü kolumu oysa ada vapuru benden de çılgındı neresine konduracağını bilemedi beni orospu bilmem kaçıncı ayakta koşuyormuş beni kaybedeceğini bile bile sevdası kendi üstüne saçlarımı bıraktın rüzgâra usulca son olsun diye sarıldım bakışlarına işte bunun için alyansı çıkarıp kendi sevdası üstüne rüzgârla yarışmadan atladım vapurdan peşinden kalabalığa sebepsiz karıştım.
Şarmut A. İKARUS ilerlemek gibi harcadığın korkunç çaban, sonunda seni, insansızlığa sürüklüyor işte. "Coşku anını ne denli özlersem özleyeyim, o an karşısında özlemden çok korku duyuyorum..." Ama işte yukarda mektuptan aldığım satırlardan da anlaşılacağı gibi, Kafka, ancak böyle korkulu anlarında yazabiliyor. O an gelip çattığında dağarcığı o denli zenginleşiyor ki, özveride bulunmak zorunda kalıyor. Yani kendi deyimiyle önündeki akıntıdan bir şeyleri gözü kapalı alıyor, öyle önüne ne gelirse, el attıkça, o zaman bu aldıklarını düşünerek yazmaya başlayınca eski dağarcığı zenginliğini yansıtmaya yetmiyor, bu nedenle kötü ve insanı tedirgin edici bir nitelik alıyor varlığı. Kafka, yazın çalışmalarının bedelini dayanılması neredeyse olanaksız baş ağrılarıyla, uykusuzluk, bitkinlik ve kendini yıkıma götürmekle ödüyor. "Yapamıyorum, kendi yaşamımın saldırısına, kendi kişiliğimden kaynaklanan istemlere yaşın ve zamanın uykusuzluğa, deliliğin sınırına varmaya dayanamıyorum..." Evet, Kafka bütün bunları yalnız başına taşıyabilecek güçte olan biri değildi. Hem ben kendimden biliyorum; ya da kaç kişi hayatın saldırısına ve kendi istemlerine karşın deliliğin sınırlarında dolaşmaya dayanabilir ki... Ama, yazmanın dışında yararlı hiçbir şey öğrenmemiş oluşu ve -buna bağlı olarak- kendini bedensel bakımdan da yıkıma sürükleyişinin ardında bir amaç yatıyordu elbette. Yılların akışı içinde benim de kendimi Kafka gibi sistemli biçimde yıkıma götürmüş oluşum, gerçekten
KAOS GL 3 / 24
şaşırtıcı; her şey bir barjın ağırdan çöküşü gibi sanki. Ama tümüyle amaçlı bir eylem var ortada. Kafka da yaşamın ve her türlü kişisel mutluluğun karşısında seçimini bilinçli olarak sanata ve kendini yıkıma götürmekten yana yaptı. Dehasına uygun yazabilmek için gerilimli konumu gereksinmesi, büyük olasılıkla Kafka’nın yazarlığın doruklarına çıkmasına sebeb oldu. Kafka hemen her mektubunda olduğu gibi bu sabahki mektubunda da yine kendine yönelik acımalarla, yakınmalarla, zayıflığın kendisine acı çektirmesinden söz ediyor. Ama onun bütün bu yakınmalarının ardından bir yaşam dolusu kahramanlık, vurgulanan yetersizliğin ardında ise yıkıntılar, sanat yapıtına kaynaklık etsin diye kendini yıkıma götürmüş bir insanın büyüklüğü gizli.
Kafka, toplumdaki çürümenin, günün bürokratında yarının saldırganının ve celladının tohumlarını gördü ve yıkımın kokusunu aldı. Çünkü onun bireysel konumu ile toplumsal konumu arasındaki koşutluk ve toplumdaki olumsuzluk, belirgin biçimde ortada görülüyor. Onun en temel yaşantısı YABANCILIK, dışlanmışlık, kendi kendine sürgün edilmişlik. Benim bu İstanbul kentindeki durumumu da ortaya koyuyor. Gunther Anders, Kafka ile ilgili bir çalışmasında şöyle diyor: "Kafka bir Yahudi olarak tümüyle Hıristiyan dünyasının insanı değildi. Yahudiliğini umursayan -ki gerçekte umursamıyordu- bir Yahudi olarak tümüyle Yahudilerden sayılmazdı. Almanca konuşan biri olarak tam anlamıyle Çek insanı değildir. Almanca konuşan bir Yahudi olması nedeniyle tam anlamıyla Bohemyalı bir Alman olduğu da söylemezdi. Bohemyalı olması, tam anlamıyla Avusturyalı olmasını önlüyordu. Sosyal sigorta memuru olarak (da) tam burjuva değildi. Bir burjuva ailesinin oğlu olarak tümüyle emekçi sınıfına (da) girmiyordu; ama büro insanı da değildi, çünkü yazar olduğunu duyumsuyordu. Gelgelelim bir yazar da değildi, çünkü gücünü ailesi uğruna harcıyordu. Oysa aile çevresinde de bir yabancı gibi yaşıyordu." Okul biter bitmez annem ve babam bana evlenmem konusunda baskı yapmaya başlamıştı. Sonunda annemin beğendiği ve kolejden beri birlikte okuduğumuz Aylin ile evlendim; Aylin’in ailesi ile benim ailem arasında yıllardır devam eden bir dostluk olduğu için de evlenmemize kimse itiraz etmedi. Evlilik törenimiz ise oldukça görkemli olmuştu diyebilirim. Balayına Paris’e gitmiştik; ama ben nedense daha ilk günlerde Aylin ile hayata çok başka noktalardan baktığımızı anlamıştım ve bir hafta kaldığımız Paris’ten sonra gittiğimiz Arjantin’de Boines Aires’te dolaşırken tesadüfen aldığım bir Borges kitabının daha ilk sayfalarında; anladım ki; evlilik bana göre değildi. Şimdi anneme öyle çok kızıyorum ki; beni Aylin ile evlenmeye zorladığı için. Her ikimizin de hayatını zehir ettin anne. Kafka annesine "hepiniz bana yabancısınız" diye yazmıştı bir keresinde. Şimdi ailemin neden bana yabancı olduğunu daha iyi anlıyorum. Evet anne; Hepiniz bana yabancısınız.
Yazı dizimizde yer verdiğimiz eşcinsel öyküler hep erkekler arasındaki aşkı konu alıyordu. Bu bölümde ise iki kadın arasındaki aşkı konu alan bir metni irdeleyeceğiz. Öykü kahramanlarının iki kadın olması dolayısıyla yazımızın başlığını da meşhur Şark klasiklerinden Leylâ ve Mecnun'un Leylâ'sını esas alarak oluşturmayı yeğlemiş bulunuyoruz.
METİN1 "Kâtip Mehistî, o mayası temiz kadın, Sultan Sencer'in yakınlarındandı. Ay gibi bir yüzü yoktu ama padişah, onu yanından ayırmazdı. Padişah bir gece Radegân çadırındaydı. Mehistî de, padişahlar padişahı Sencer'in huzurundaydı. Gecenin bir kısmı geçince Sultan Sencer uyumak üzere yatağının bulunduğu yere gitti. Mehistî de huzurundan çıkarak kendi çadırına girdi. Sencer'e sâkilik eden bir köle vardı ki güzellikte hiçbir kusuru yoktu. Güzelliği alımına eşti. Padişah, güzelliğinden de murat alırdı, alımından da. Yüzlerce gönülle ona vurulmuş, deli divane olmuştu. Fakat o ayyüzlü güzel de Mehistî'ye meftundu. Padişah uykudan uyandı; onu aradı; yanında olmadığını görünce o yakut dudaklının canına kastederek, o gece yarısında sırtına yağmurluğunu attı. Kinle, hiddetle Hint kılıcını kuşandı. Öbür çadıra vardı. Bir de gördü ki Mehistî, o ayyüzlü dilberle orada. Sâkiyi kucaklamış; gönlünü o ayyüzlüye vermiş. Aşkıyla ağlayıp inleyerek rûd çalmada; güzel güzel şu nağmeyi söylemede: "Bu gece iplik eğirenlerin iğlerindeki iplik gerekse bana, çayır çimen kıyısında seni alırım kucağıma; aşk ipliğini sana sararım." Sencer, hali anlayınca bu beyti hemen ezberledi. Kendi kendine, "Bu gece", dedi öfkeyle, "belimde Hint kılıcı olduğu halde çadıra girersem, ikisinin de ödü kopar; bu iki çaresizin de kanına girmiş olurum." Biraz tereddütten sonra çadıra girmekten vazgeçti, kendi çadırına döndü. Sabah olunca padişah, dünyayı bezeyen bir meclis kurdu. Mehistî, padişahın huzurunda çeng çalmada, yüce sesle bir çalgı okumadaydı. Sâki de elinde kadeh, gözleri yerde, huzurda ayakta duruyordu. Padişah o gece Mehistî'den duyduğu beyti hatırında
1
Ferideddin-i Attar, İlâhinâme II, Çeviri: Abdülbaki Gölpınarlı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 1996, s. 68-72
tutmuştu. Bilmezlikten gelerek o beyti söylemesini istedi.
Zekeriya GÜN
Mehistî, padişahtan o beyti duyunca kucağından çeng düştü. Bütün âzası yaprak gibi titremeye başladı; aklı başından gitti; öylece tuzağa düştü kaldı. Padişah başucuna gelip eliyle yüzüne gülsuyu serpti. Mehistî kendine gelince Sencer'in korkusundan, evvelki gibi tekrar düşüp bayıldı. Gene kendine geldi; geldi ama aklı başında değildi âdeta. Padişah, "Benden korkuyorsan a kendisine, kendi canına düşman olan" dedi; "Emîn ol; canını bağışladım." Mehistî, "Ben bundan korkmuyorum" dedi. "Fakat bu beyit, bir gece benim dersimdi. Bütün gece dersimi tekrarlayıp durdum; kâh ikrar ettim, kâh inkâr. O geceden bir belirti seziyorum da cihan başıma daralıyor. Anlaşılıyor ki o gece , ben o haldeyken senin haberin vardır; gizlice beni gözetliyordun. İster bağışla beni, ister kov. Gönlün razı olmaz; bilirim, gene beni çağırır, affedersin. Ama beni bağışlamaz da öldürürsen, varlıktan kurtulur giderim. Ancak bu kadar korkmam şundan; Dünyaya rızık veren Tanrı, her an benimle beraberken, bir bak, ben her solukta nasıl bir iş peşindeyim. Tanrı tutar da yüz yıllık sırrımı yüzüme vurursa o zaman ben ne derim, ne ederim?" *** Tanrı, seni gece gündüz görüp duruyor ya; sen de muma dön; güzelce bir gül, yan yakıl. Bir anın bile, ona gönülden şükretmeden geçmesin; onu anmaksızın, gafletle bir nefes bile alma. Şükredersen dilediğini bulur, Tanrı cömertliğinden, dilediğin şeyi elde edersin." TAHLİL ÖYKÜ KİŞİLERİ Kâtip Mehistî: Sultan Sencer'in yakınlarından. Sâki Cariyenin mâşukası.
Öykülerini ve romanlarını heteroseksüel aşıklarla doldurup, gey ve lezbiyenlerden 'arındıran' günümüz 'edip'lerine örnek olarak sunuyoruz Attar'ı… Haksız mıyız?
Sâki Cariye: Sultan Sencer'in en çok sevdiği kadın kölesi.
KAOS GL 3 / 25
Sultan Sencer: 1086-1157'de yaşamış Selçuklu sultanı. (Melikşah'ın oğlu)
kadın her şeyi anlar ve büyük bir korkuya kapılır. Bayılır, kendine gelir, tekrar bayılır.
LEZBİYEN AŞKIN DIŞAVURUMU
Sultan'a yalvarır kendisini bağışlaması için... Sonuçta Sultan bağışlayıcılığını gösterir ve onları affeder.
Mehistî, öyküde "mayası temiz kadın" nitelemesiyle tanıtılır. Çok güzel değildir fakat Sultan'ın yanında değerlidir. Padişah onu yanından ayırmaz; onu bilgi ve becerileri nedeniyle sevdiği anlaşılıyor. Sâki cariye ise güzellikte eşsiz bir kadındır. Sultan, onun güzelliğine hayrandır ve "Yüzlerce gönülle ona vurulmuş" durumdadır. Ama gelin görün ki bu güzel kadın Mehistî'ye, yani bir kadına aşıktır. Sultandan habersiz buluşup sevişmektedirler. Öyküde bu sevişmenin ayrıntılarına, gey ilişkileri anlatan öykülerde olduğu kadar girilmez. Sadece kucaklaşmış oldukları betimlenmekle yetinilir. Dolayısıyla lezbiyen aşkın öyküdeki dışavurumu mümkün olduğunca ayrıntısızdır. LEZBİYEN İLİŞKİYE YAKLAŞIM Öyküde Sencer'in, birine aşık olduğu, diğerine ise çok kıymet verdiği iki kadına karşı tavrı genişçe işlenir. Sultan, önce çok öfkelenir. İki sevgiliyi öyle kucak kucağa görünce bir an kılıcıyla çadıra girmeyi ve onları oracıkta basmayı planlar ama bu düşüncesinden hemen vazgeçer. Yalnız sevişirken Mehistî'nin okuduğu bir beyti ezberler ve otağına döner. Ertesi gün Sultan'ın işret meclisinde iki kadın da hazırdır. Mehistî çeng çalmakta, Sâki Cariye ise hizmete âmade beklemektedir. Birden Sultan gece ezberlediği beyti okur. Beyti Sultan'dan duyan
KAOS GL 3 / 26
Bu olayların anlatıldığı beyitlerde aşkın gücüne vurgu yapılmıştır. Sultan'dan çok korkmalarına rağmen birbirine aşık iki kadın gizlice buluşmakta ve sevişmektedirler. Bu gerçekten cesaret isteyen bir tutumdur. Nitekim bayılma sahnelerinden, Mehistî'nin korkusunun derecesini anlayabiliriz. Attar, diğer öykülerinde olduğu gibi burada da aşkın gücünü vurgulamak istemektedir; bunu sağlamak için de bir lezbiyen aşk örneği sergilemekten çekinmez. *** Tasavvufî bir öykü olarak Mehistî öyküsünde de tasavvufî bir kıssadan hisse çıkartılır. Attar, Mehistî'nin son sözleriyle vurgular bunu: "Ancak bu kadar korkmam şundan: Dünyaya rızık veren padişah, Tanrı, her an benimle beraberken, bir bak, ben her solukta nasıl bir iş peşindeyim."2 Pişman olmuştur Mehistî ve Tanrı'dan utanmaktadır. Ama tekrar aynı ilişkiyi yaşamayacağına dair bir ipucu yoktur. Çünkü biliyoruz ki insanlar bir dine ne kadar inanırlarsa inansınlar, sonuçta o dinin 'günah' saydığı işleri yapıp durmaktadırlar ve bu hep böyle sürüp gidecektir de. Tövbeler edilecek ve bozulacaktır peşinden... Yine tövbe, yine günahlar; bir sürgit yaşanacaktır... Ve Tanrı affedicidir. Öyküde Sultan Sencer'in iki kadını affetmesi anlatılarak da Tanrı'nın affediciliğine gönderme yapılmış olur. Bu durum Attar'ın lezbiyen ilişkiye 'affedici' ve mülayim bir bakış açısıyla yaklaştığını gösterir. Yine de Attar'ın, öykü sonunda; "Tanrı, seni gecegündüz görüp duruyor ya; sen de muma dön; güzelce bir gül, yan yakıl."3 demek için öyküsüne iki lezbiyen kadını konuk etmesi önemlidir. Öykü kahramanlarını yer yer heteroseksüel, yer yer de eşcinsel aşklardan seçmesini gerçekçilik olarak görebiliriz. Bugün olduğu gibi onun yaşadığı çağda da heteroseksüeller, geyler ve lezbiyenler aynı toplumda birlikte yaşıyorlar ve birbirlerini seviyorlardı. Dolayısıyla tasavvufî kıssadan hisselerle dolu olsa da bir öykü kitabında bu tür kahramanların görünmesi son derece insanîdir. Öykülerini ve romanlarını heteroseksüel aşıklarla doldurup, gey ve lezbiyenlerden 'arındıran' günümüz 'edip'lerine örnek olarak sunuyoruz Attar'ı… Haksız mıyız?
2 3
Attar, a.g.e., s.71 Attar, a.g.e., s.72
Zeynep ve Dilek altı ay önce sevgili oldular ve birbirlerine çok aşıklar. Ne yazık ki farklı şehirlerde yaşıyorlar, görüşebilmek için fırsat yaratıp birbirlerinin yanına koşuyorlar. Tabii bu ziyaretler fazla uzun sürmüyor, en fazla 2 hafta olabiliyor ama her ikisi de bu kısa zamanları çok yoğun yaşıyorlar. Bu görüşmeler sürecinde Zeynep'in arkadaşları da Dilek ile tanışmak istiyorlar. Aslında Zeynep ve Dilek için görüşebildikleri zaman öylesine kısa geliyor ki tamamen yalnız kalmak ve aşklarını yaşamak istiyorlar. Ancak Zeynep'in arkadaşları, onun kime ve nasıl birisine aşık olduğunu merak ettiklerinden görüşmek için ısrar ediyorlar. Bu ısrarlar sonucunda iki sevgili, çevrelerinden tamamen ayrı kalamayacaklarını düşünerek ara sıra arkadaşlarla çıkmak gerektiğine karar veriyorlar. Bir akşam, Zeynep'in feminist ve politik çevresinden bir arkadaşı olan Ayşe ile çıkarlar ve üçü birlikte bir doğum günü partisine giderler : Ayşe: Dilek geldi, şimdi seni 12 gün göremeyiz. 12 gün dünyadan kopacaksın. Zeynep: Ne demek istiyorsun Ayşe: Dilek geldiği zaman bizi unutuyorsun, hiç aramıyorsun Zeynep: Ama sevgilimle çok kısa görüşebiliyoruz, fazla zamanımız yok Ayşe Dilek'e dönerek Ayşe: Zeynep sana anlattı mı geçenlerde sözleştik, ama beni ekti Dilek: Seni ekti mi, ama şu sıralar çok yoğun çalışması gerekiyor, işlerinden dolayıdır Ayşe: Hayır her zaman işi çoktu, ama sen piyasaya çıktığından beri herkesi ekmeye başladı. Zeynep: Tamam, Ayşe bu kadar şikayet yeter istersen. Doğum günü partisinde Ayşe, Zeynep ve Dilek'ten ayrılmaz, ne tarafa gitseler peşlerinden dolaşır. Dilek, Zeynep ile bir an önce yalnız kalmak ister ama partiden hemen ayrılamazlar. Yine de bir köşeye çekilirler ve Dilek dayanamayıp Zeynep'i öpmeye başlar, şakalar yapar. Zeynep çok eğlenir ve kahkahalarla güler. Ayşe sinirlenir: Ayşe: Öpüşmeyin, burası doğum günü partisi, yalnız değilsiniz. Bu tepki üzerine iki sevgili şaşırır ve ne diyeceklerini bilemezler. Sonra birbirlerine bakıp omuz silkerler ve öpüşmeye devam ederler. Bir süre sonra doğum günü partisinden ayrılıp bir bara gitmeye karar verirler. Partiden ayrılırken Ayşe'de onlarla birlikte gelmek istediğini söyler ve üçü birlikte çıkarlar. Barda, Ayşe aşk hayatından bahsetmeye başlar, birkaç yıldır evli olduğu erkekle boşanma aşamasına geldiğini ve son birkaç gündür başka bir erkeğin peşinde koştuğunu anlatır. O erkeği nasıl tavlayacağı hakkında fikir ister. Sonra nasıl olursa olur ve Ayşe bir keresinde bir kadınla uyumak
zorunda kaldığını anlatmaya başlar, kadın çok güzel imiş ama yine de rahatsız olmuş: Ayşe: Kadının nefesi ensemdeydi, rahatsız oldum. Zeynep: Sen de biraz kenara kaysaydın o zaman Ayşe: Yatak çok dardı, aaaa bak Dilek şu karşıda ki kadını görüyor musun, çok güzel, sence de güzel mi? Bu sırada Zeynep'in düşüncesinden geçenler: teşekkür ederim! sevgilime ne soruyorsun böyle, sevgilime asılma, ve bu "uyuduğun güzel kadın" hikayesini niye bana daha önce anlatmadın, şimdi sevgilime anlatıyorsun!!!! Dilek: Aaaa senin kadınlarla ilgilendiğini bilmiyorduk, ne iş, çevredeki kadınları süzüyorsun sen !! Ayşe saatine bakar ve Dilek'in gözlerinin içine bakarak : Aaahhh benim otobüs saatim gelmiş hemen kalkmam lazım, yoksa eve gidemem. Zeynep: Ok, o zaman acele et. Sorular ve Yorum Köşesi 1. Ayşe, Dilek ve Zeynep öpüştüğünde niye rahatsız oluyor. 2. Ayşe, Zeynep'in kendisini ekmiş olmasına kırıldığını niye doğrudan Zeynep'e söylemeyip Dilek'e şikayet ediyor. 3. Ayşe Zeynep'e, sevgilisi ile geçireceği zaman için "dünyadan kopuyorsun" diye niye sitemli bir şekilde çıkışıyor. 4. Ayşe kadınlarla ilgisi olduğunu ve onlarla yaşadıklarını niye daha önce Zeynep'e samimi bir ortamda anlatmıyor. 5. Ayşe Dilek'e niye başka kadınları gösterip güzel bulup bulmadığını soruyor
Işık GÜNEY
Bir çok heteroseksüel kadın, lezbiyenlerle karşılaştığında lezbiyenliğe açık olduklarını ima ederler, yine de arkadaşlarının sevgililerini sevgili olarak ciddiye almazlar, yaşanan sevgili ilişkisini gerçek bir ilişki gibi göremezler. Ya ilişkinin boyutunu test etmek amacıyla ya da lezbiyen çiftlerin her an başka kadınlarla rahatça ilişkiye geçecek veya başka kadınlarla da ilgilenerek flört edecek türden insanlar olduklarını düşünerek kendi şanslarını denerler. Heteroseksüel kadınlar bu tür davranışları çoğu zaman sadece bir kadın tarafından da beğenilmek ve ego şişirmek dürtüsü ile yaparlar, ancak karşıdaki insanın böyle bir oyundan nasıl etkileneceği pek umur konusu değildir ve bir çifte karşı yapılan bu davranışların saygısızlık boyutuna dayandığını ise algılayamazlar. Oysa ki arkadaşlarının sevgilisi karşı cinsten olduğunda, ne kimlerden ne derece hoşlandıklarını açık bir şekilde anlatır ne de bu çeşit flört girişimlerinde bulunurlar. Heteroseksüel feminist ve politik kadınlar "kadınız, feministiz ve politiğiz ve bu yüzden birbirimize karşı hiçbir sınırlama getirmeyiz" düşüncesiyle hareket ederler ve sınırları aşarak lezbiyen arkadaşlarını kırarlar. Tabii ki bu tür kırgınlıklara yol açan davranışları bilinç dışı yaparlar, çoğu zaman davranışlarının veya sözlerinin nereye varacağının farkında bile olmazlar. Bu tür tavırların altında, kimi zaman bazı bireylerin yanlarında çok mutlu görünen çiftlerin mutluluğuna ve enerjisine dayanamamak ve kendileri ön planda ve ya merkezde olmadıkları için her şeyi kullanma eğiliminde olmak ta yatabilmektedir. Hele ki feminist ve politik arkadaşlardan gelen bu tavırlar biz lezbiyenleri daha çok kırabilir. Çünkü onlardan böyle tavırları beklemiyoruz. Onlardan beklediğimiz, mutluluğumuzu sevinçle karşılamaları, ve şahsımıza sevgi saygı göstermeleridir.
KAOS GL 3 / 27
Dönersek Bir Vakit Mitologyanın Sarı Sayfalarına-3
AGATHADAİMON
(Bu yazı Lesboslu kahraman SAPPHO'ya ve Anatolialı kızlarına ithaf edilmiştir...)
… sürmek için izini cümle gizin çerağlarını yakıp yüreklerinde yürürler karanlıklar kentine mağrur lezbiyenler … SAPPHO'DAN … senin güzelliğin, giysilerin seni görenleri alıp götürüyor ve kalbim göğsümde çılgına dönüyor. sesin daha uyumlu arp'lerden sapsarı saçın daha varsıl altından ve tenin daha ak yumurtadan… Geldin! iyi de ettin, nasıl arzulardım seni Geldin! ve alevlendirdin istekle kendini yiyip bitiren yüreğimi … THEONOE-LEUKİPPE MİTİ "kim durabilir ki karşısında yazgı denen fırtınanın kim isyan edebilir ki karmaşık oyunlarına tanrıların tanrıçaların…" (fırtına kâhini'nden) … tanrı oğlu THESTOR! bilgeliğiyle büyüleyendi insanlığı en çok o haketmiyor muydu İDMON* sanını… neden böyle bir yazgıyı layık gördü tanrılar, bilinmez. (=zaten onların sayrılı erklerine hiçbir vakit akıl ermez…) Apollon ile Laothoe'nin oğlu Thestor, yapmış olduğu evliliklerin birinden THEONOE ve LEUKİPPE adında iki kıza sahip oldu. Kusursuz güzellikteki bu iki kız, çevrelerindekilerce sevilmekte ve beğenilmekte idi. Birgün Theonoe, deniz kenarında dolaşmaya çıktı. İçindeki tanımsız sıkıntıyı, denize taş atarak gidermeye çalışıyordu.
*
KAOS GL 3 / 28
İdmon: Yunanca çok bilgili anlamında
O sırada yakınlardan geçen korsanlar Theonoe'yi farkettiler… Bu güzel kızı kaçırıp iyi para kazanacaklarını düşünerek, deniz kenarında dalgın dalgın oturan biçarenin yanına iliştiler. Azgın korsanları gören Theonoe korkudan ne yapacağını şaşırdı ve direnemeden teslim oldu. Korsanlar, zavallı kızı büyük bir para karşılığı Karia kralı İKARUS'a sattılar. Kızının kaçırıldığını öğrenen THESTOR çılgına döndü. Gemisini hazırlatarak yola koyuldu. Ne var ki felaketler bu ailenin peşini bir türlü bırakmak bilmiyordu. Thestor'un gemisi Karia kıyılarında şiddetli bir fırtınaya kapılıp battı.… güçlükle kıyıya çıkmayı başaran Thestor İkarus'un adamlarınca kıskıvrak yakalandı ve zindana atıldı… Kardeşinden ve babasından bir türlü haber alamayan Leukippe, kederler içinde tanrı Apollon'un yanına gitti ve ondan yardım istedi. Apollon, Leukippe'ye saçlarını kesmesini ve bir rahip kılığında saraya gitmesini salık verdi. Leukippe bu öneriyi koşulsuz kabul etti ve yola koyuldu. İkarus'un cariyesi olarak yaşamını sürdürmek zorunda kalan Theonoe, uzaklardan gelen rahibi görünce ona sırılsıklam aşık oldu. Ancak bu aşkın mutlulukla noktalanmasının mümkün olmayacağını biliyordu. Çünkü kral İkarus böyle bir aşka hiddetle karşı çıkacaktı. Zor bir kararın eşiğine gelen Theonoe, rahip sandığı kızkardeşini öldürmeye karar verdi. Bu infaz için de saray zindanlarındaki bir tutukluyu görevlendirdi. Bu tutuklu THESTOR'du. Thestor kendisine dayatılan bu görevi kabul etmek durumunda kaldı. Leukippe'nin hüc-resine giren Thestor öz kızını tanımadı. Ona üzgün olduğunu ancak böyle bir görevle görevlendirildiğini söyledi, başından geçenleri ölüm mahkumu bu rahibe tek tek anlattı. Leukippe durumu hemen kavradı ve Thestor'un boynuna sarıldı. Baba kız hasret giderdiler. … Evet gerçekten tanrılar bu aileye kara bir yazgı yazmıştı.… Durum Theonoe'ye iletildi ve az kalsın büyük bir facia yaşanacağı anlatıldı. Theonoe durumdan çok hoşnuttu. Hem babasını hem kızkardeşini hem de sevgilisini bulmuştu. Evet! Theonoe, Leukippe'ye deliler gibi aşıktı. İkarus bu tuhaf olaylar karşısında aileyi memleketlerine yollamaya karar verdi. Bol armağanlarla beraber sarayından uğurladı... Memleketlerine dönen Thestor-Theonoe ve Leukippe mutluluk içinde yaşadılar. Theonoe ile Leukippe arasındaki bu eşcinsel aşk ise iyice gelişti, güzelleşti.
Fahriye için Bütün duygularım eşikte kaldı. Hiçbiri eşiği aşıp da içeri girmeyi başaramadı. Belki önünde durduğum eşikler bana göre değildi. Ama neden bilmem, eğer öyleyse bile, gönlüm hep onlarda kaldı. Çelimsiz bir çocuktum. Sokakta oyunlar oynayan oğlanların arasına karışmak yerine evde bebeklerle oynamayı seçerdim çok zaman. Yaramaz aynı zamanda çekingendim. Beğendiğim insanların dikkatini çekmek için oradan oraya fırlar, ele avuca sığmaz bir velet portresi çizerdim. Muvaffak olduğum da olurdu; yani beğendiğim insanları elde etmek anlamında. Ancak onların gözünde küçük masum kaçamaklardı benimle yaşadıkları, bu yüzden ciddiye alınmıyor ve işin kötüsü bunu sıkılmadan kabulleniyordum. Zamanla o küçük masum kaçamaklar yetmemeye başladı. Bir bütün olarak sevme-sevilme isteği sardı sarmaladı ve büyük yanlışların kucağına düşmekten alıkoydu beni. Onu o zamanlar tanıdım. Benden yaşça çok büyüktü. Ama sevgi dolu yüreğini benimle paylaşmaktan ve bildiklerini bana öğretmekten kaçınmadı. Ve sonunda gitmesi gereken gün geldi ve gitti. Hiçbir zaman unutmadım onu. Ama ne tuhaf yüzünü hatırlamıyordum; çok güzel olduğunu biliyor olduğum halde. Bu bana büyük bir acı veriyordu ve bu acıyı hafifletmek için karşılaştığım her insanda ona ait olduğunu düşündüğüm bir parça bularak dindirmeye çalışıyordum bunu. Dile kolay tam on bir yıl sonra rastlantı eseri karşılaştığımızda, kendimi avutmak için oynadığım o oyunun nasıl işe yaradığını gördüm; sokakta yanından geçip giderken tanıdım onu. Gittiği günden sonra, hani soluk alamayacağımızı düşündüğümüz insanlar vardır ya, onlardan sonra bir yaşam fikri bile ürkütürken; yaşayabildiğinizi, gülebildiğinizi fark edersiniz, işte tam da öyle, yaşadığımı soluk aldığımı fark ettim. O zaman bilmeyiz ama gerçekte yaşam bir fark etmeler toplamıdır. Her günümüzü yeni şeyler fark ederek yaşarız. Büyük bir yazarın söylediği güzel bir söz bu durumu ne yerinde ve çerçevesini dolduran bir resim gibi anlatır: "Öğrenmek şu anlama gelir; birdenbire tüm hayatınız boyunca bildiğiniz bir şeyi bambaşka açıdan görmeye başlamak." ( Doris Lessing) Evet, fark etmek sandığımız şey kelimenin bir anlamıyla da öğrenmektir. Öğrendikçe yeni şeyler fark etmeye başladığımızı ve çocukluk
günlerimizdeki saflığımızın gözden kaybolmaya başladığını hissederiz. "Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır. Hiçbir insan yüzde yüz kendisi olamamıştır, ama yine de herkes gücü yettiğince ilerler bu yolda, kimi biraz daha gözü açık, kimi biraz daha gözü kapalı." der Hesse. Her fırsatta kendimizden bir dünya kurar ve bulduğumuz ilk fırsatta yıkarız. Ve gelecek için her daim planlarımız mevcuttur. Ancak biz bu planları hayata geçirmeden bir de bakarız ki koca bir hayat ellerimizin arasından kayıvermiş. "Ben ne yaşadım ki?" diye isyan ederiz. "Yaşadım mı?" deriz. Evet, yaşadık yada tıpkı Jhon Lennon'ın söylediği gibi "Yaşam, biz gelecek için plan yaparken başımızdan geçenlerdir." anlar, başımızı vuracak duvar ararız.
Ümit KADER
Yetişkin biri olmuştum ve farklıydım, ne demekse. Herkesin bu farklılık için söyleyeceği sözler her zamanki gibi mevcuttu. Hayran olduğum kimseler vardı ve onlar gibi olmak, onların dünyasını kendi dünyam kılmak istiyordum. Sesimin güzel olduğu söyleniyordu ya "ben neden falanca gibi olamayayım; diğerleri gibi sokaklarda onun bunun maskarası olmaktan iyidir" tarzında bana ait olmayan, sakat düşünceleri suluyordum "bir gün elbet" diyerekten. Sonraları hepsi kabak tadı vermeye başladı. Hele her şeyi akıl süzgecinden geçirmeye başladıkça aslında benim olmayan ve bana uymayan bu düşüncelerden bir bir uzaklaştım. İlkokulu bitirdiğim yıl, 5-A sınıfı öğrencileri olarak bir veda partisi düzenlemiştik. Ben gerçek comingout'umu o zaman yapmıştım ama böyle düşünerek değil elbette. Herkes birilerini taklit ediyordu ben de Samime Sanay'ı taklit edeyim dedim; ama onların yaptığı gibi yarım yamalak değil tabii: ablamın ayakkabıları, kardeşimin elbisesi, komşudan alınmış makyaj dersleri ve kafaya sarmalanmış
KAOS GL 3 / 29
rengarenk tüllerle yapılan hazırlıktan sonra tıpkı bir güneş gibi doğarak sahnenin orta yerine, şarkımı söyledim. Herkes çok eğlendi, kimileri de parmak ısırdı mahallenin ibnesinin cesaretine. Yüz karası olduğumu söyledi bir arkadaşım (!) ama umursamadım; küçük zaferimin verdiği güçle hoplaya-zıplaya, Kırmızı Başlıklı Kız havalarında evin yolunu tuttum, kurtları hiç hesaba katmadan. O kasabayı hiç sevmedim, daha doğrusu sevmeme izin vermediler, bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Onun içindir ki bende yaşadığım mutlu günler kadar iz bıraktı. Oysa Murathan'ın Mardin'i sevdiği gibi sevebilmeyi isterdim. Aslında yaşadığım hiçbir yeri Onun Mardin'i sevdiği kadar sevmedim, bağlanmadım, özlemedim. Nasıl açıklar insanlar bunu bilmem ama herhalde bazı şeyler ancak küçükken öğreniliyor. Yani benim bir Mardin'im olmayacak, tekrar küçülmemin imkansızlığı gibi. Sadece alışmaya çalışacağım, yaşamak zorunda kaldığım yerlere, bu arada o şehir de ardımdan gelecek istemesem de. Bilinçli bir seçim değildi belki de, ama yerinde olduğu kesin, dışarıda insanların arasında bulamadığım dostluğu kitaplarda aramak tek yaptığım şeydi ilkokul sonrası dönem. Ve elbette cesaretimin bedeli de ödetiliyordu taksit taksit. Bu arada hayatımın tek aşkını yaşadım.
Anneannem ölmeden bir yıl önce, kimselerin anlatmadığı annemin hikayesini anlattığında, duyduklarım, tanımadığım bir insanla nasıl da benzer bir hayatı soluduğumu görmemi sağlamıştı. Tanımadığım bu insan annemdi. "Yaşarken her biri canından bir parça koparmıştı." Tıpkı benden kopardıkları gibi. Yarım kalan hayatını, onun yerine yaşayacak "ikimiz için bir hayat" kuracaktım. Duyduklarımdan sonra olmadığına karar verdim.
cehennemin
bir
yer
"Sen cehennemi bir yer mi sanıyorsun? O bir ruh halidir, bu ruh haline sahip olan insanların olduğu her yer cehennemdir." Annemin iki ayaklı cehennemlerin arasında yaşadıklarını hiç unutmadım: onlarda kutsal görevlerini... ben kaldığı yerden yaşarken onun hayatını, onlarda kaldıkları yerden devam ettiler... Ayak sesleri ardımdan, gülüşleri kulaklarımdan eksik olmadı. En dost bildiklerim bile yeri gelince "siktir edin o ibneyi." demekten geri durmadılar. Küçük insanların küçük rollerini oynamayı matah bir şey sandılar. Annem... "Bir erkek çocuğu bile olmadı" diyenlere inat bir erkek çocuk doğurmak istiyordu ama bir çocuk ölümü olacaktı, doktora göre. Olsun en büyük Ümidi buydu.
Bir gün birini sevdim... delice ... onun için yorganı başıma çekip geceler boyu dinmeyen gözyaşları döktüm, kaderime.
İstediği gibi bir erkek çocuğu oldu ama , O bunu öğrenmedi bile.
"O suskun, sevecen çocuk kasabanın iğrenç izbelerinin arasından geçip gitti. Ağır adımlarla uzaklaştı. İçimden arkasından koşmak geldi, ama her nedense utandım. Ömrüm boyunca o çocuğu aradım."
Bir erkek çocuğunun olması Ümit'iydi, ama Kader'e de karşı gelemedi.
"Oscar Wilde'ın Son Vasiyeti" Peter Ackroyd Büyük çalkalanmalarla geçen ortaokul ve lise yıllarından sonra ver elini İstanbul. Cinnetin eşiğinde günler, geceler.....
geçen
Sonra Dünyanın yaşanan uyanış.
ilk
istenilerek sabahına
Mutluydum. Birisini gelmiş, yokken,
KAOS GL 3 / 30
bulmuştum.
aramak için hiç hesapta kendimi
Evet,
İbrahim'e Ak kağıda yazılmış rakamlardı önce Sonra Usulca akan küçük bir dere Kenarında oturmuş Öylece bekleyen kim olsa Ah saat, 17:00 olsan Bir an önce derdi. Ak kağıda yazılmış Güzel sözlerdi önce Sonra kulağıma fısıldanan Bir çift tatlı söz Sonra da konuşamadığımdı -al gömlekten heyecanımkim olsaydı uçardı mutluluktan -kanatsız ben Emin'im . -memnun oldum. VAR MI ŞÜPHENİZ?
Derginiz fanzin tarzından vazgeçti. Nedeni nedir acaba? KAOS GL'yi, altı yıl önce fotokopiyle çoğaltıp, dağıtmaya başlamıştık. O zamanki maddi olanaklarımız ancak buna izin veriyordu. Bu zamana değin de derginin satışları, abonelerin, okuyucularımızın katkılarıyla çeşitli teknik değişiklikler yapmaya çalıştık. Son sayımızda yaptığımız değişiklikler de okuyucuya iyi bir dergi ulaştırma çabalarımızın son halkası olarak görülebilir. Dergimiz ilk sayısından itibaren Türkiye'deki geylerin, lezbiyenlerin ve antiheteroseksistlerin seslerini duyuracak bir platform olma işlevini görmeyi amaçlamış ve bu amacına da büyük ölçüde ulaşmıştır. Bu anlamda derginin şekli yaratıcılığımıza ve elbette ki maddi olanaklarımıza bağlı olarak değişiklikler gösterse de içeriğimiz Türkiyeli eşcinseller olarak kendi sözümüzü üretme kaygısıyla şekillenmektedir. Üstümüze giydirilmeye çalışılan heteroseksist kimliği reddetmek biz eşcinsellerin toplumun her kesiminde baskıya uğramamıza neden olmaktadır. Eşcinsel kimliğimizi açıkça ortaya koymak, kendi sözümüzü kendimiz söylemek, iktidara karşı bir muhalefet odağı olarak eşcinsel kurtuluş mücadelesini yürütmek temel amacımızdır. Bu kurtuluş mücadelesi sürecinde de dergimiz Türkiyeli eşcinsellerin iletişim ve etkileşim platformu olma işlevini üstlenmiştir. Derginizin karşılaştığı zorluklar neler? Türkiye'de bir tekel ya da sermaye odağı olmadan dergi çıkarmanın zorluğu hepimizin bildiği bir gerçek. Türkiye'de gey-lezbiyen dergisi adını koyarak çıkan ilk dergi olma özelliği taşıyan Kaos GL, atılacak her adımı kendi kendine tecrübe etmek zorunda kaldı. Ayrıca Kaos GL tek başına başladığı mücadelesini, Türkiye'deki muhalif, entelektüel kesimlerin görmezlikten gelme ısrarlarına rağmen, destek almadan tek başına sürdürmek zorunda da kalmıştır.
akademik çevrelerle kurulan diyalog sayesinde çeşitli panellere ve kongrelere de katıldık. Bu da eşcinsellik konusunda konuşulurken, sözün birincil sahibine verilmesi talebimizin gün geçtikçe daha çok gerçekleşeceği umudunu vermektedir. Avrupa'daki eşcinsel örgütlerin ve dergilerin uzun ve zorlu bir süreç sonunda elde ettikleri yerin elbette ki biz daha başlarındayız.
Öküz Aylık Kültür-Fizik Dergisi Şubat 2000
Yeni projeler var mı? Olanaklarımız ölçüsünde şu anda ancak Kaos GL'yi çıkartıyoruz. Yeni projeler geliştirmekte de en önemli engelimizi maddi olanaksızlıklarımız oluşturuyor tabii ki. Buna rağmen önümüzdeki aylarda dergimizde yayınlanan yazıların derlendiği iki kitabı yayınlamayı düşünüyoruz. Uzun vadede ise bir gey lezbiyen kültür merkezi ve kütüphanesi kurmayı düşlüyoruz. Derginin periyodu, tirajı, dağıtımı… 6 yıldır hiç aksamadan aylık olarak yayınladığımız dergimizi, Aralık-Ocak 1999-2000'den itibaren sayfa sayısını arttırarak iki ayda bir yayınlıyoruz.. Dergimizin son ay tirajı 600 adet olmuştur. Dergimizi herhangi bir dağıtım tekeli aracılığıyla değil, okurlarımızın gönüllü katılımıyla Türkiye'nin 13 ilindeki kitapçılarda dağıtıyoruz. Başta Ankara ve İstanbul olmak üzere Erzurum'dan Diyarbakır'a, Kayseri'den Denizli'ye kadar kitapçılarda Kaos GL bulunabilir. Ayrıca pek çok okurumuz Kaos GL'yi posta aracılığıyla ediniyor. Kolay gelsin, teşekkürler. İlginize teşekkür ederiz. İyi çalışmalar.
ThePINK PAPER 28 Ocak 2000 İngiltere
Kaos GL ile Batı'daki benzerlerini toplumda edindikleri yer açısından karşılaştırırsak…. Türkiye'de dergimiz kimi çevreler tarafından ısrarla görülmemektedir. Ancak bazı
KAOS GL 3 / 31
Yusuf ERADAM* Edebiyat ya da genel olarak sanat tarihi, akımların olduğu kadar bu akımları temsil eden grupların da tarihidir. İkinci Yeniler, Garipler, Modernistler, Post-modernistler, Simgeciler, İzlenimciler, Yitik Kuşak vb. Amerikan Edebiyatı söz konusu olduğunda ise 19.yüzyılın ortalarında Ralph Waldo Emerson, Henry David Thoreau, Bronson Alcott biraraya gelmeselerdi, Amerikan edebiyatının Hawthorne, Whitman gibi devleri de yol alamazdı. Kate Chopin gibi yerel renklerde yazanlar, ya da Amerikan düzyazısı denince akla ilk gelen isim Mark Twain bugün “bütün Amerikan sanatı o tek kitaptan türemiştir,” diye nitelenebilen Huckleberry Finn’in Serüvenleri’ni yazamayabilirdi. Bir kuşak bir önceki kuşaklara başkaldırarak ya da onlara sırtını dayayıp, ondan güç ve enerji alarak daha demokratik, daha özgürlükçü, daha şöyle, daha böyle bir yolda ilerlemiş, ama hep insana dair gerçekleri, insana özgü halleri kendi yol ve yöntemlerince anlatma, ama hep insanı anlatma telaşını gütmüştür. İnsanın güzel hallerini olduğu kadar savaş gibi rezilliklerini de sebep ve sonuçlarıyla sergilemiştir. Yitik Kuşak’ın (Lost Generation) Hemingway denli önemli bir başka temsilcisi F.Scott Fitzgerald’ın da saptadığı gibi gerçek bir kuşağın kendi yederi, sözcüsü olur ve yörüngesine kendinden az önce ya da az sonra doğan ve fikirleri kuşak sözcüsünün fikirleri denli keskin olmayabilen üyeleri toplar. Bir kuşağın üyelerinin kendi yaşam anlayışları, duyguları, düşünce ve özlemlerinde aynılık ya da benzerlikler olması, dünyayı algılama, anlama ve yorumlamada ortak bir ifade yolu, dili, biçemi, yöntemi izliyor olmaları beklenir, ya da bu kaçınılmazdır.
Çağın kokuşmuşluğuna karşı çıkan Beat kuşağının özü, Ginsberg’in biyografi yazarı Barry Miles’ın da dediği gibi, “herkesin kendi yarattığı düş dünyasında yitip gitmiş olduğunun bilincine varmış olmasıydı”
KAOS GL 3 / 32
Bu yargı, kuşkusuz, 2.Dünya Savaşı sonrası edebiyat dünyasını sarsan akımlardan Beat Kuşağı (“Yıkık Kuşak” diye de adlandırılıyor) için de geçerlidir. Amerika, daha sonra “böyle yapmasaydık 2.Dünya Savaşı bitmeyecekti” diyerek günah çıkartacağı atom bombasını Hiroşima ve Nagazaki üzerine atmış, yüzbinlerce insan kavrulmuş, milyonlarcası da acılar içinde bir yaşamı sırtlamak zorunda kalmıştı. Ardından gelen Soğuk Savaş dönemi ve dünyayı saran komünizm öcüsü özellikle 1940'lı ve 1950'li yıllarda Amerika’yı kasıp kavurmuştu.1 Modernistlerin 1. Dünya Savaşı’na tepkileri yeterli olamazdı. 2. Dünya Savaşı sonrası sanatçılar Fitzgerald’ın nitelemesiyle “kendilerinden önceki kuşağın delilerini ve yasadışı kişilerini” örnek almışlardı. Allen Ginsberg’in “Gizli Kahramanlar” dediği bu “örnek kişiler” arasında “bop” ya da caz müzisyenleri Charlie Parker, Dizzy Gillespie, Fransız şair Arthur Rimbaud, Gallerli ve bir şiirinde “anam beni mezara doğurdu” diyerek
yaşam-içinde-ölüm temasını ağırlıklı olarak işleyen alkolik şair Dylan Thomas ve Kaliforniyalı anarşist şair Kenneth Rexroth sayılabilir. Böylelikle Beat Kuşağı şemsiyesi altında biraraya gelen adların başlıcaları şunlar: Jack Kerouac, Allen Ginsberg, William Burroughs, Lawrence Ferlinghetti ve Gary Snyder. “Beat” sözcüğü 2. Dünya Savaşı sonrası Amerikan argosunda özellikle bop ve caz müzisyenleri ile sokak müzisyenleri (bizde niye tutmuyor sokak çalgıcıları?) arasında yaygınlıkla kullanılmış. 1944 yılında Times Meydanı’ndaki sokak çalgıcısı Herbert Huncke tarafından kullanılan bu sözcük ilk kez New York’ta yaşayan bir Harvard mezununun, William Burroughs’un dikkatini çekiyor çünkü onu uyuşturucuyla tanıştıran Huncke oluyor. Burroughs’dan sözcüğü o sırada Columbia Üniversitesi birinci sınıf öğrencisi olan Allen Ginsberg, ondan da savaş sırasında bir ticaret gemisinde denizci olarak çalışmış ve Columbia’dan atılmış arkadaşı Jack Kerouac duyuyor. Huncke’nin söyleminde ve daha sonra başkalarının söyleminde beat sözcüğü “Başıboş, sahipsiz, yapayalnız, düşkün, yoksul, bitkin, umarsız, çökmüş, yıkılmış, kepaze, uyku bilmez, gözünü kırpmayan, her şeyi derinlemesine algılayan, aşırı duyarlı, kendi başına, meczup ve toplum tarafından itilmiş sokak serserisi, murşide ermiş, münzevi” anlamlarında kullanılagelmiştir. Kerouac, birlikte kahve içerlerken Huncke’nin beat sözcüğünü telaffuz edişinde melankolik bir ince alay sezinlemiş ve cürüm işleyen çocukları değil de “uygarlığımızın ölü duvar penceresinden bize gözünü dikmiş bakan, kendilerine özgü bir tinselliğe sahip ve çeteleşmeyen münzevi Bartleby’leri”2 kastettiğini vurgulamıştır. Kerouac, Ginsberg ve onun sevgilisi Lucien Carr, sohbetlerinde Amerikan edebiyatının ilkörneksel (arketipik) uyumsuzu Katip Bartleby karakterinin gizemli ve tinselliği ağır basan yanlarını tartışırlar. Carr, o sırada ideal şair diye Arthur Rimbaud’yu Ginsberg’e salık verir ve uyuşturucu kullanan sevgililer edebiyata olan ilgilerini yepyeni bir sanat görüşü oluşturmaya yöneltirler ve Beat kuşağının düşünsel temelleri böylelikle atılmış olur. Onlardan yaşça büyük olan Burroughs, işi mum ışığında kendi kanlarıyla şiir yazmaya dek vardıran bu gençleri uyarır ve onları görüşlerini sağlam tarihsel temeller üzerine oturtsunlar diye Oswald Spengler’in Batının Gerilemesi ve Çöküşü3 adlı kitabını okumaya çağırır. Çağın kokuşmuşluğuna karşı çıkan Beat kuşağının özü, Ginsberg’in biyografi yazarı Barry Miles’ın da dediği gibi, “herkesin kendi yarattığı düş dünyasında yitip gitmiş olduğunun bilincine varmış olmasıydı”4. Yepyeni bir bakış açısı, bir
dünya görüşü (vizyon) ile yazan bu insanları Beat Generation diye adlandıran ise Jack Kerouac olmuştur; gene genç bir yazar John Clellon Holmes ile sohbetinde Kerouac, kendileri hakkında nerede ve ne yaptıklarını gerçekten çok iyi bilen, bütün biçim ve kalıplar canlarına tak etmiş huzursuzca kendi gerçekliklerini arayan insanlarız biz: “Ve sanırım bize yıkık kuşak denebilir,” deyivermiştir Lexington Bulvarı, 52. Sokak’taki sohbette. Bu etiket gruba yakışır ve Kerouac’ın ilk kitabı The Town and the City’deki (Kasaba ve Kent, 1948) öykülerden ve Kerouac’ın ve Ginsberg’in arkadaşı Neal Cassady’den çok etkilenir. Cassady’nin çok sık kullandığı Git (Go, 1952) sözcüğü Holmes’un ilk romanının adı olur. Roman, bu kuşağın bütün özelliklerinin beden bulmuş hali kabul edilen Cassady odakta olmak üzere Kerouac ve Ginsberg hakkındadır. Git’te yer alan Kerouac’ın bir sözü The New York Times kitap eleştirmeni Gilbert Millstein'in dikkatini çeker ve Millstein, Holmes’ün “This Is the Beat Generation” başlıklı bir makale yazmasını sağlar. Times’ın Pazar ilavesinde yayımlanan bu makalede grubun Yıkık Kuşak olduğu yazılı olarak ilan edilmiş olur ve terim yerleşir. Holmes’ün makalesi, daha sonra Ginsberg’in şiirleri Uluma ve Diğer Şiirler (1955-56) ve Kerouac’ın “Jazz of the Beat Generation” başlıklı yazısıyla romanı Yolda (1957) ile Kerouac’ın sözcüsü olduğu Beat Kuşağı’nın manifestosu iyice belirginleşmiş olur: Buna göre, Beat Kuşağı sürmekte olan bir kültürel devrimdir. 2.Dünya Savaşı ve ardından da Soğuk Savaş ile tinsel hiçbir değer yükleyemedikleri bir dünyada yaşadıklarına inanan genç sanatçılar her tür yetkeyi yadsıyor, geleneksel orta-sınıf değerlerini ve burjuvazinin materyalist özlemlerine boyun eğmeyi reddediyordu ve üretirken, toplumun yerleşik değerlerine başkaldırırken de göze fazla batmamak, usulluk, gizli kapaklılık esastı (Kerouac’ın kendilerini betimlemede kullandığı sıfat “furtive” dir). 1958’de Esquire dergisinde yayımlanan “Beat Kuşağı’nın Felsefesi” başlıklı yazısında Kerouac 1940'lı yıllarda grubun çekirdek kadrosunun kendisi, Ginsberg, Carr, Burroughs, Huncke ve Holmes’den oluştuğuna, ama her biri New York dışında bir yerlere dağılan bu yeni görüşün ömrünün kısa olduğuna, ama Kore Savaşı ile birlikte Beat kuşağının ruhunun yeniden canlandığına ve yeni rock’n roll gençliğinde de etkilerini sürdürerek haklılığını kanıtladığına işaret eder. 1950'li yılları gençlerine Beat dendiğinde, bu on yılın sonlarına doğru Kerouac’ın kullandığı sözcük “hipsters” ya da “beatsters”dır ve beat kuşağının bir alt kültür ya da karşı kültür olarak kazandığı anlamlar kaybolmuş ve sözcük, halde tavırda, giyim-kuşamda devrim isteyen, hep isyankâr ama bohem hayatı yaşayanlarla eşanlamlı olarak kullanılmaya başlanıır. Beat’in bu yeni uzantısına eski Beatçiler
Hip Kuşağı (Mailer), Yeraltındakiler (Ginsberg) ve Bop Kuşağı (Kerouac) gibi adlar takarlar. Ruslar 2 Nisan 1958’de Sputnik’i uzaya fırlatınca da San Francisco Chronicle köşe yazarı Herb Caen beatnik terimini türetir. Bunun üzerine Kerouac, sözcüsü olduğu kuşağın tinsel boyutlarını irdelemek için Haziran 1959’da Playboy dergisine “Beat Kuşağı’nın Kökenleri” başlıklı bir yazı yazar ve sözcüğün beatitude (uhrevi saadet), ya da beatific (takdis edilmiş, azizlik mertebesine yükselmiş sözcükleriyle de bağlantılarını kurar ve Beat felsefesini benimseyenleri mürşide ermişlikle eşanlamlı ilan eder ( Fransız yazar Jean Genet’ye de Aziz Genet lâkabının takılması da bu yüzdendir. Onlar yıkıkların azizleridirler). Bu azizlerden biri de ölmeden birkaç yıl önce Türkiye’yi ziyaret edip yazar çizerlerimizle tanışan Allen Ginsberg’dir.
ALLEN GINSBERG : “Yegane şiirsel gelenek yanan çalının Sesi’dir. Gerisi çöptür & tüketilecektir.” Allen Ginsberg
Özellikle düzyazı söz konusu olunca Beat Kuşağı’ndan akla ilk gelen On the Road (Yolda) romanıyla tanıdığımız Jack Kerouac’tır ama şiirde belki de Kerouac’ın da önüne geçen isim Allen Ginsberg olmuştur. Ginsberg 3 Haziran 1926’da Newark, New Jersey’de doğmuş. Allen daha birkaç yaşındayken Amerikayı kasıp kavuran Çöküntü yılları (1930'lu yıllar) sırasında annesi Naomi Ginsberg işçi partisi üyesi ve komünist imiş. Ama şizofrenmiş de. Sosyalist bir musevi olan babası Louis Ginsberg, Paterson’da İngiliz edebiyatı dersleri verirdi. Yani ailede iktidara, egemen kapitalist rejimin hükmüne başkaldırı ruhu varmış. Kimi kaynaklar, Ginsberg’in “hastalıklara” ya da “irrasyonel” ya da “asi” davranış biçimlerini çocukluğunda bu nedenle kolaylıkla benimsediğini ya da “böylelerine” hoşgörü gösterebilmeyi hatta eşcinsel olmayı bu “yüzden” öğrendiğini ileri sürerler. Dokuz yaşında da eşcinsel olduğunu anlayan Ginsberg lisede Whitman okumaya başlar. Kimine göre gerçekçi, kimine göre romantik Walt Whitman, Beat kuşağının ruhunu 19.yüzyıldan muştulayan ilk şair olarak da kabul edilebilir ve kuşkusuz Ginsberg’i de “kanı deli” çağlarında “zehirlemiştir”. Daima mazlumun yanında yer alıp onlar için savaşmak idealiyle yanıp kavrulan ve de kuralları ihlâl etmenin cazibesine kapılan Ginsberg işçi avukatı olmak niyetiyle Columbia Üniversitesi’ne girer. Hukuk okuyacak ve Whitman'ın sa "Song of Myself"de sorduğu gibi "Kim karşı duracak Leviathan'a" sorusuna "ben!" diyebilecektir. İncil'deki güç simgesi Leviathan canavarını
Kimine göre gerçekçi, kimine göre romantik Walt Whitman, Beat kuşağının ruhunu 19.yüzyıldan muştulayan ilk şair olarak da kabul edilebilir ve kuşkusuz Ginsberg’i de “kanı deli” çağlarında “zehirlemiştir”.
KAOS GL 3 / 33
Ginsberg alt edecektir. Edebi mizah dergisi Jester’in editörlüğünü yapar, 1947’de de Woodbury Şiir Ödülünü kazanır. Okuldan iki kez uzaklaştırma alır. Deliliği de “insan hali” diye benimseyen ve olumlayan Ginsberg’in Columbia Üniversitesi’nde tanıştığı kişiler arasında Lucien Carr, Jack Kerouac, William Burroughs, Neal Cassady ve Herbert Hunke var. Ama Ginsberg’in şiirsel ufuklarını açan ve en az Walt Whitman denli etkili olmuş kişi Kenneth Rexroth’dur. 1954 yılında Kaliforniya’ya taşınan Ginsberg, burada Rexroth’dan şiirsel biçimlerden, koşuklu, ölçülü katı kurallara bağlı şiirden kurtulup kendi keyfi için yazma cesaretini alır. Amerika’da Beat ruhu, yol alırken James Joyce ve Samuel Beckett gibi “daha ciddi” yazarları baştacı eden İngiltere için Beat kuşağı önceleri ilginç bir fenomen olmaktan öte gitmedi ama 1956 yılında oyunu Look Back in Anger (Öfke) adlı oyunuyla John Osborne ve The Outsider (Yabancı) adlı incelemesiyle de ünlenen romancı Colin Wilson Angry Young Men (Öfkeli Gençler) ya da Kitchen-Sink Writers akımları da Beat’ten etkilenmişlerdi. Amerika’da ise açık açık uyuşturucu kullanımını ve eşcinselliği övdükleri için lanetlenmelerine karşın Beat hiçbir zaman etkisini yitirmedi. Yapıtlarından sayısız seçkiler ve açtıkları yolda giden ve sadece 1950'li ve 60'lı yıllarda çıkan 235 dergi hep aynı ruhu yaşatmak içindi: Bütün politik ve edebi kalıplara karşı düşkırıklığını gösteren resmi bir tepki, bir isyan ruhu. Beat Kuşağı’nın Doğu Kanadı’nın (The East Coast) etkileri böyleyken Amerika’nın batısında yerleşen alternatif San Francisco Şiir Rönasansı üyeleriyle tanışmak üzere Ginsberg 1954 yılında San Francisco’ya William Carlos Williams’dan bir mektupla birlikte gider (5). Ginsberg Küba'da, Domuzlar Körfezi'nde
KAOS GL 3 / 34
Batı Sahili 1944’den bu yana W.C.Williams, Kenneth Rexroth, Kenneth Patchen, William Everson, Henry Miller, Anais Nin, Philip
Lamantia ve eşcinselliğini açıklayan ilk önemli şair Robert Duncan’ın şiirlerini Berkeley yayınları sayesinde tanıyordu. 1944 yılında Politics’deki makalesi “Toplumda Eşcinsel” başlıklı yazısında Duncan eşcinselleri ilk kez politik olarak baskı altında tutulan mazlumlar olarak gösterir. Onun etrafında birleşen Everson, Spicer gibi isimler Berkeley Rönesansı’nı oluştururlar. Kenneth Rexroth ise başka bir edebi çevrenin odağındadır ve evindeki toplantıların konusu seks ve anarşi olunca iğne atsan yere düşmez. İnsanlar üst üste oturur, hatta bazen biri yukarı katta, biri de aşağı katta iki ayrı toplantı aynı anda yapılır. Rexroth’un grubu iki önemli dergi çıkarıyordu: George Leite yönetiminde Circle ve anarşist çevrenin şiir dergisi Ark. San Francisco’ya gitmeden önce bu dergileri yakından izleyen Ginsberg’i çeken New York’un tekelci yayın organlarına karşın Batı’da deneysel edebiyatın ufkunu açan, eşcinselliğe daha anlayışlı bakan ve politikada daha radikal ve özgür bir yayıncılığın olduğunu görmesidir. Elinde W.C.Williams’ın Rexroth’a gönderdiği giriş yazısıyla taşındığı San Francisco’da Ginsberg kendini dostlar arasında bulur. Genç şairler Michael McClure ve Gary Snyder ile böylelikle tanışır. Daha sonra bir dairede Snyder, Peter Orlovsky ve ressam Robert LaVigne ile birlikte yaşamaya başlar. 1955 yılının yazında Kaliforniya Üniversitesi İngiliz Edebiyatı bölümünde bilim uzmanlığı programına kaydolur ve Yeni Eleştiri yanlısı akademisyenlerden ders almaya başladı. Ama yeni bir vizyon oluşturmaya çalışan genç bir şair için hiç de uygun bir ortam değildi “akademistan”daki zarif klasik anlayış. Sonbaharda, Montgomery Sokağı’ndaki dairede çeşitli uyuşturucular etkisiyle Ginsberg, özyaşamından esinli ve Rexroth ile yaptıkları sohbetlerden ve onun şiirlerinin etkilerini de taşıyan uzun bir şiir yazmaya girişir. Ortaya çıkan “Uluma” (Howl) başlıklı şiirini 13 Ekim 1955’de Six Galeri’de okur. Altı Galeri’de altı şair şiir okur o gün. Ginsberg’i ziyarete gelen Kerouac da zar zor ikna edilir ve Michael McClure, Gary Snyder, Philip Whalen ve Philip Lamantia ile birlikte altı şair Rexroth’un oturum yönetiminde şiirlerini okur. Whitman, Ezra Pound, A. Artaud, D.H.Lawrence gibi büyüklere sırtını dayamış bu genç şairlerin yeni vizyonu ve kuşağın sesi “Uluma” şiiriyle Ginsberg’den gelir. Yüz elli kişilik dinleyici kitlesi “Ben kuşağımın en iyi beyinlerinin delilikle mahvolduğunu, öfke içinde kendilerine bir iğne daha yapabilmek için şafak vakti zenci sokaklarda sürüne sürüne histeri krizleri içinde çırılçıplak açlıktan öldüklerini gördüm...” diye başlayan ve uzun uzun dizelerle ve konuşma ritmiyle ve süsten arınmış bir dil ve çarpıcı imgelerle gördüklerinin Whitmanvari bir listesini yapan Ginsberg’in bu şiirini dinledikten sonra coşar. O gece dinleyiciler arasında bulunan Ferlinghetti şaire bir telgraf çekip Cep Şairleri dizisinde Uluma’yı yayımlamayı önerir. Mayıs 1957 yılında Uluma ve Diğer Şiirler yayımlanır
yayımlanmaz “muzır” ya da “ahlâka mugayyir” bulunur. Ferlinghetti ise şiirdeki edepsiz, muzır, ya da ahlâka mugayyir addedilen dizelerin aslında atom bombaları, delilik sınırında milliyetçilik eğilimleri arasında insanlıktan çıkmış dünyamızın aynası olduğunu savunur. Şiirin yargılanması basında geniş yankı bulur ve Ginsberg ve Ferlinghetti’yi bütün Amerika’da ünlendirir ve o katli vacip siyah-beyaz şiir kitapcığı binlerce satar. Kitap aklanınca ise onbinlerce satar. Kamuoyunda Beat Kuşağı 1958’de Kerouac’ın Dharma Serserileri adlı özyaşamöyküsel romanı ile iyice perçinlenir, kabul görür. Doğu ve Batı Amerika edebi çevreleri arasında bağlar güçlenmeye başlar. Lawrence Lipton, Ginsberg ve doğu ve batıyı birleştirerek beat kuşağının tümüne kutsal barbarlar adını takar. Lipton’a göre beat sanatçılar Ben’lerini, benliklerini ararken kutsi, ulvi, uhrevi bir yoldaydılar ve barbarca ilerliyorlardı çünkü uygar addedilen bir dünyanın başarı, ahlâk ve nevroz standardlarının hepsini yadsıyorlardı. Ülkenin toplumsal, cinsel, politik ve dinsel yerleşik bütün değerlerine karşı, öteki ve alternatif bir edebiyat ya da sanat anlayışını temsil ediyorlardı. Ülkenin selâmeti açısından en az komünizm denli tehlikeli sayılan Beat söylemi her tür baskı ve yıldırma kampanyasına karşın yolunu aldı ve yayımlanan yüzlerce kitap, dergi sayesinde ülkeye bu yeni bilinç yayılır. Northrop Frye’ın nitelemesiyle “içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız toplumdan, içinde yaşamak istediğimiz bir toplum üretmeye” çalışan bu kuşak sanatçıları üyelerine belli kuralları dayatmadığı için daha da güç kazanır. Çoğulculuk ve çok renklilik esastır. Kadınların edebi anlamda pek varlık gösteremediği bu kuşağın temsilcilerinin kadınları ise sevgili ya da ev kadını rollerinin ötesine geçememişler, bazıları daha sonra ancak anılarını kaleme alabilmiş. Ginsberg’in Uluma’sında, Kerouac’ın Yolda’sında ve Burroughs’un Junky ve de Çıplak Yemek adlı yapıtlarında açıkça eşcinselliği destekliyor olmaları ve yansıtmaları dışında vurgulamak istedikleri bir şey daha var. Bugün American Beauty gibi filmlerde daha terbiyeli, edepli bir şekilde işlenebilen önemli bir konu Beat Kuşağı lanetlenirken hep gözardı edilmiştir. Beat Kuşağı üyeleri, insanı tüketen bu tüketim toplumunu ve tüm virüslerini besleyen çekirdek aileye ve onun tahammül edilmez baskılarına, aile idealleri üstüne de kurulu memurlaşmaya ve insanların kent dışlarında varoşlara mahkûm edilmelerine de karşıydılar. Aile bir illetti onlar için. Erkek dayanışması, yoldaşlığı bu yüzdendi. Bütün sanatçılarda görülebilecek önce olumlanma, gey sanatçılarda coming out gereksinmesini önkoşul olarak getirir. Daha sonra ise sanatsal yaratılarında “ötekilerinin” at koşturduğu konu ya da temalarda da yaratma gereksinmesi de gelebilir. Analojik olarak bağlamak gerekirse, bir kızılderili önce kızılderili olarak katlini, toplu kıyımlarını işleyecektir,
mitleri dahil tüm kültürel öğelerini yansıtacaktır egemen kültüre, ben de varım bu bütün içinde demek için. Sonra sanatsal ve entellektüel ve biçemsel kaygılarını daha rahat kullanacağı bir yaratı ortamına kavuşacak ve istediği konularda istediği biçim ve biçemde yazacaktır. Sanatçının genellenebilecek asal görevi ve savaşımı budur. Nobel alan tüm yazarlar böyle yapmıştır. Toni Morrison, kadın ve zenci olduğunu nasıl görmezden gelemediyse ve erkek egemen ırkçı bir toplumda zenci-kadın olmanın çifte-kavrulmuş bir sorun olduğunu hep işliyorsa, eşcinsel sanatçılar da önce insan olarak kendi doğrularını anlatırken cinsel tercihlerinden de ilham alarak homofobik bir toplumda karşı duruşlarını gerçekleştirmektedirler. Beat Kuşağı’nın Emerson, Whitman, Pound ve W.C. Williams’dan öğrendikleri “yeni bir şeyler” yaratmaktı. Yeni. İcat edin, yepyeni bir yol bulun, diyordu ustalar. Gelenek bu işte, dedi Ginsberg. Öylesine yeni bir şey yap ki başını dinle, kendi başına kal, ya da alıp başını gidebil. İşte bunu da çok iyi başardı Ginsberg ve arkadaşları, Zen Budizm'inden de güç alarak. Ginsberg bir şairdi. Hem de 1948 yılında üniversite odasında İngiliz romantik şiirinin babalarından William Blake’in sesini duyup da bunu bir çeşit vahiy addedip asıl yapmak istediğinin şiir yazmak olduğunu anladığı günden başlayarak. Kitleleri etkilemesini bilen bir hatipti o. Eşcinselliğini politik olarak gündeme getirmesi de kaçınılmazdı çünkü kokuşmuş olduğuna inandığı bir “toplumun” 6 değişmesi gerektiğine inandığı tüm değer ve yapı taşlarına saldırıyordu. Saldırıyordu çünkü hoşgörü istemiyordu. Hoşgörü gösterilmesi iktidarın hakkıydı ve Ginsberg bu iktidarı dili ve imgeleriyle utandırmak istiyordu. Beat Kuşağı’nın uyuşturucuyu tinsellik yolculuğunda ya da toplumdan mistik bir kopmayı sağlamak, toplumsal ve cinsel baskılardan kurtulmak üzere gevşemek üzere “bilinci açmak, genişletmek” için bir araç olarak görmesi uyuşturucu kullanmayanlar tarafından hep yadırganmıştır ama gerek eşcinselliğin başta Amerika olmak üzere bütün Batı’da diğerleri gibi bir cinsel tercih olduğunun ve dünyayı algılama ve ifadede yepyeni yollar açabileceğinin anlaşılması Beat Kuşağı sayesinde olmuştur. Onların açtığı yolda yasal bazı gelişmeler de olmasaydı, bugün Amerika’da eşcinseller toplumun çoğunluğu hâlâ homofobik olmasına karşın yasa karşısında eşit haklar iddia edebiliyor, Kaliforniya başta olmak üzere kimi eyaletlerde evlenebiliyor olamazlardı. Beat azizleri olmasaydı ve onlar cesaretle Amerikan toplumunun ve genel olarak Batı’nın çökmüş, kokuşmuş
KAOS GL 3 / 35
yanlarına parmak basmasalardı, bugün Amerikan sinemasında Matrix, American History X, Natural Born Killers, hatta American Beauty ya da Amerika dışından Trainspotting ve La Haine(Protesto) gibi filmleri izleyemezdik, 1968 kuşağı yol alamazdı, öğrenciler ve sağduyulu öğretim elemanları Vietnam Savaşı’nı ve yetişkinlerinin yetkesini protesto edemezlerdi. Onların izinde hippiler gelemezdi. John Baez, Bob Dylan ve hatta Prodigy gibi birçok rock vb. müzisyenin yapıtlarını dinleyemezdik. Hatta Küçük İskender olmazdı belki. Akımlar, edebi ya da sanat kuramları ya grupları miyatlarını doldurup kaybolabiliyor ama sonraki kuşaklara yapıtlarını, etkilerini, soluklarını hep bırakıyorlar.
unutuyordum, yurt içi ya da yurtdışında hangi kütüphaneye giderseniz gidin Whitman mutlaka vardır, Çimen Yaprakları’nı ateşe atan Whittier olmayabilir. Varsa da, ne tecellidir ki Whitman ve hakkındaki raflar dolusu kitabın yanında gene bir Whitman kitabına sırtını dayamış durur tek tük Whittier kitapları. Rezalet ile yan yana, omuz omuza durur, ilelebet.)
(*) Prof.Dr. Ankara Üniversitesi, DTCF, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı.
KAYNAKÇA Breslin, Paul. The Psycho-Political Muse:American Poetry since the Fifties. Chicago:The University of Chicago Press, 1987.
Notlar: 1. Bu yıllarda senatör McCarthy’nin başını çektiği Amerika’ya Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komisyonu önünde başta sanatçılar olmak üzere bütün demokratların sorguya çekilmeleri ve mahkeme tutanakları için Arthur Miller’ın Cadı Kazanı adlı oyununu ve Ülkü Tamer’in dilimize çevirdiği Eric Bentley derlemesi İhanet Yılları’nı mutlaka okuyun. 2. Ann Charters, “Introduction,” The Portable Beat Reader. New York:Viking, 1992: xviii. Katip Bartleby. 19.yüzyıl romantik Amerikan yazarlarından Herman Melville’in aynı adlı uzun öyküsünün “Yapmamayı tercih ederim” demesiyle ünlenen kahramanı. Tarafımdan yapılan çevirisi (sanırım Türkçe'deki 4. Bartleby olacak bu) Borges’in Dost Yayınevi tarafından yayımlanan fantastik edebiyat dizisinden pek yakında çıkacak. 3. Decline and Fall of the West 4. Ann Charters, xix. 5. Tıpkı Whitman’ın Emerson’dan icazet alması ve daha sonra Emerson’un ona bozulması gibi. Williams da başta desteklediği Beat kuşağı hakkında daha sonra daha temkinli ve çekinceli konuşacaktır. Whitman da kendi gününde ahlâka mugayyir bulunmuş, düzyazı gibi biçemi şiir olarak addedilmemiş, hatta zamanın akıllı bıdık şair ve eleştirmeni Whittier Çimen Yaprakları’nı “rezalet” diye şömineye atmış. Her dönemde sanata tükürmekle yüceleceğini, kendi doğru bildiğinden başka doğrular olduğunu görmek istemeyen gaflet ve dalalet içinde eleştirmen ve sanatçılar olabilir, ama dönemin şair-i azamı ve feylezofu Ralph Waldo Emerson onun şiirini onaylayıp, beğendiğini ifade eden ve şairi yücelten bir mektup yazarak onun için zarları attığını yazmasaydı bugün Amerikan şiiri dendiğinde akla ilk gelen Whitman olmayabilirdi. Gerçi 1855 yılında ilk kez yayınlandığında Çimen Yaprakları 85 sayfaymış, Emerson’dan icazet, güç ve cesaret aldığından ve şiiri için zar atılan Whitman ise tüm yapıtlarının ve yaşamının tek, yekpare bir kitap olmasını istediğinden kitabinin ikinci baskısına Emerson’un kendisine ilk baskıdan sonra gönderdiği kutlama mektubunu “Önsöz” olarak koymuş ve cinsel imgelerle yüklü, homo-erotik şiirlerini de eklemiş. Bittabi, Emerson bundan pek hazzetmemiş. Az kalsın
KAOS GL 3 / 36
6. Bu da ne demekse? Toplum; soyut sözcük. Varlığı ile yokluğu bir ve her zaman kolaylıkla suçlanabilen doğuştan hüküm giymiş bir sözcük!” Yanlış işleyen kurumlara, yasalara, değerlere vb., tümüne toplum der geçeriz.
Breslin, E.B. James. (1983) From Modernity to Contemporary: American Poetry, 1945-1965. Chicago:The University of Chicago Press, 1985, Charters, Ann. The Portable Beat Reader. New York:Viking, 1992:62-103. Çapan, Cevat. Çağdas Amerikan Şiiri Antolojisi. İstanbul:Adam Yayınları, 1988:156-163. Dyson, A.E. (ed). Poetry Criticism and Practice:Developments Since the Symbolists. London:Macmillan, 1986. Halman, Talat Sait. (Ed, Çev.) Yaşayan Amerikalı Şairler. İstanbul:Varlık Yayınları, 1992. Ginsberg, Allen. “Kaliforniya’da Bir Süpermarket” (Çev. Yusuf Eradam) Çağdaş Dünya Edebiyatı Seçkisi. Ed. Gürsel Aytaç. Ankara:T.C.Kültür Bakanligi Dünya Edebiyati, 1999:74-75. Hoffman, Daniel. “Poetry:Schools of Dissidents,” Harvard Guide to Contemporary American Writing. Ed. Daniel Hoffman. Cambridge, Massachusetts:The Belknap Press of Harvard UP., 1979. Howard, Richard. Alone with America. Essays on the Art of Poetry in the USA Since 1950. New York:Atheneum, 1971. Packard, William. The Art of Poetry Writing. New York:St. Martin’s Press, 1992. Plimpton, George (ed). Writers at Work:The Paris Review Interviews. Harmondsworth:Penguin, 1967: 279-320. Vendler, Helen (ed). Contemporary American Poetry. London:Faber and Faber, 1985. Vendler, Helen. Part of Nature, Part of Us:Modern American Poets. Cambridge, Massachusetts: Harvard UP., 1980. Wallace, Ronald. God Be With the Clown:Humor in American Poetry. Columbia:University of Missouri Press, 1984. Whitman, Walt. Leaves of Grass. Ed. S. Bradley & H. W. Blodgett. New York: W. W. Norton & Co., 1973.
Allen Ginsberg, “Death and Fame (Ölüm ve Şöhret)” adlı şiirine şöyle başlar: “Öldüğümde ne yapacakları umurumda değil cesedime ister havaya savursunlar küllerimi, ister ırmağa serpsinler isterlerse bir kavanoz içinde Yahudi mezarlığına gömsünler. Ama büyük bir tören isterim . . .” Bu 5 Nisan, Allen Ginsberg’in üçüncü ölüm yıldönümü. Beat kuşağı şairlerine meraklı olanlar onu yakından tanır. Çünkü Ginsberg bu kuşağın en önemli şairi olarak kabul ediliyor. Adları uyuşturucu, caz müziği, cinsellik ve Zen Budacılığıyla birlikte anılan Beat’ler ya da beatnikler (kötülüklerden arınmış, mutlu anlamında) bütün bunlar aracılığıyla kişisel uyanışı, kurtuluşu, arınmayı, aydınlanmayı savunuyorlardı. Bu hareketin içinde isim babası Jack Kerouac’ın yanı sıra şairler Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso, Gary Snyder, romancı William Burroughs ve bir çok müzisyen, ressam yer aldılar. Ferlinghetti’nin San Francisco’da açtığı City Lights kitabevinde biraraya gelen Beat’ler burada bir yandan caz müziği dinlerken bir yandan yüksek sesle şiirlerini okurlardı. Türkiye’de bu kuşak bazılarınca sokak şairleri olarak biliniyor, çünkü amaçları şiiri akademik ortamlardan kurtarıp ait olduğu yere, yani sokağa iade etmekti. Hareket, geleneğe karşı çıkan pek çok sanatçının kendini yetiştirmesine olanak sağladı. Hareketin bir özelliği de, diğerlerinin arasında eşcinsellerin de ilk kez seslerini yükselterek okuyucuya ve halka ulaşmalarını sağlayan bir ortam yaratmasıydı. Bu ortamda adını duyuran Ginsberg, peygamberlere özgü bir tavırla ses verdiği şiirlerinde eşcinsellik, uyuşturucu, Budacılık ve içinden kaçıp kurtulmak istediği maddeci, çıkarcı, duyarsız Amerikan toplumunun eleştirisi konularını işledi. Bu yazıda Allen Ginsberg’i, okuyucuya tanıtmak istiyoruz. 5 Nisan 1997’de New York ‘ta ölen Irwin Allen Ginsberg, 3 Haziran 1926’da New Jersey’de, Newark kentinde doğmuş;. Ünlü Amerikan Beat Kuşağı şairi, savaş karşıtı, ve gey aktivist. Çocukluğu Newark’taki Yahudi cemaati içinde geçmiş. Rusya’daki Yahudi soykırımından kaçan ailesi 1905’te Amerika’ya gelmiş. Naomi ve Louis Ginsberg çiftinin ikinci oğulları. Erkek kardeşi tanınmış bir avukat olmuş ve Eugene Brooks adıyla şiirler yazmış. Babası da, Paterson’da İngiliz Edebiyatı dersleri veren bir şairmiş. Bir sokak şairi olmasına karşın Ginsberg, akademik bir ortamda edebiyat üzerine öğrenim görmüştür. 1943’te New York’taki Columbia Universitesi’nde öğrenciliğe başlayan Ginsberg, burada Saint Louis’li heteroseksüel sınıf arkadaşı Lucien Carr’a
aşık olur. Carr onu, William Burroughs, David Cramer ve Jack Kerouac’ın da içinde bulunduğu bir arkadaş çevresiyle tanıştırır. Jack Kerouac, Ginsberg’le birçok kez cinsel ilişkiye girer, fakat duygularına karşılık bulamayan Ginsberg bu ilişkiden tatmin olmaz. 1945 yılında bir gece, öğrenciler Ginsberg’in odasına girerler ve pencerenin kirine elle yazılmış açık saçık sözlerle (Butler has no balls/Rektör Butler taşşaklı bir herif değil) karşılaşırlar ve Ginsberg’le Kerouac’ı aynı yatakta yakalarlar. Oysa Kerouac yatacak yeri olmadığı için orada yatmaktadır. Yine de Ginsberg okuldan bir yıl uzaklaştırma alır ve William Burroughs’un evine taşınır ve burada şehir hayatının dağdağasıyla tanışır. 1948’de okula döner ve mezun olur. 1950’de New York’ta çalınmış mallar satan birilerinin eşyasını bulundurmak suçundan hapse girmekten kurtulmak için sekiz ayını Psikiyatri Enstitüsü’nde geçirir. Peter Orlowski’nin bir resmini gördükten sonra onunla buluşur. 1955’in şubatında ikisi karşılıklı yeminle birleşirler. Seyahatle geçen birkaç yılın ardından, William Blake ve Walt Whitman’ın etkisi altında şiir yazmaya başlar. Uzun şiiri Howl’u (Uluma) 1955 Ekiminde San Fransisko şiir söyleşilerinde ezberden okur. Şiir gey erkeklerin açık saçık ilişkilerini açık seçik övmesinden dolayı San Francisco polisince bir müstehcenlik davası açılmasına neden olur.
b. h. ergen (bhergen@hotmail.com)
Peter ve Allen
Peter ve Allen Kısa bir süre sevgilisi olmuş Neal Cassady’nin ölümünden sonra Please Master (Lütfen Efendim) adlı şiirini yazar. Ginsberg daha sonra bu şiirin bir anlamda, heyecan verici bir nekrofili eseri olduğunu söyleyecektir. Onun ilgilendiği
KAOS GL 3 / 37
kişilerin ruhsal olarak dibe vurduğu ve içlerinde gizli kalanları söyledikleri o özel anlardır. Bir an görünüp kaybolan bu duygular, gizli olmasına gizlidir ama batık gemiler gibi hep ordadırlar ve kalbinizin bir özelliği olacak kadar sıklıkla yinelenirler. 1959’da Neil Cassady’ye yazdığı aşk şiiri The Mattachine Review adlı dergide yayınlanıktan sonra Ginsberg, Mattachine Topluluğunun San Fransisko şubesine katılır. 1960’ların başlarında New York Cinsel Özgürlük Cephesi’nin yönetim kurulunda yer alır. Bu grup 1964’te ABD’deki lezbiyen ve gey haklarına yönelik ilk toplu gösterileri organize eder. Ginsberg, Stonewall Direnişi’nin ikinci gecesinde ortaya çıkarak “Gey iyidir" (Gay is good) sloganını ortaya atar. 12 Temmuz 1972’de Demokratik Ulusal Birliğin ilk açık gey üyeleri arasında ulusal televizyon kanalına çıkar.
aşağı mahallelerinde bir apartman katında yaşadı ve bu evde Beat Kuşağı'ndan ve onların arkadaşlarından ve izleyicilerinden birçok kişiyi konuk etti. The Pink Paper gazetesinin 17 Ekim 1997 tarihinde çıkan 503üncü sayısının 17nci sayfasında, 500 lezbiyen ve gey dahi sıralamasında 277'nci sırada yer aldı. Meşhur şiirleri arasında "Maybe Love" (Aşk Belki), "Please Master" (Lütfen Efendim); kitapları arasında Howl and Other Poems, 1956 (Uluma ve Başka Şiirler), Kaddish and Other Poems, 1961 (Kaddiş ve Başka Şiirler), Journals, 1977 (Haberler), White Shroud Poems 1980-85, 1986 (Beyaz Kefen Şiirleri 1980-85), Snapshot Politics, 1993 (Şipşak Siyaset) ve Cosmopolitan Greetings: Poems 1986-92, 1994 (Geniş Görüşlü Selamlar: Şiirler 1986-92) sayılabilir. Ginsberg’in şiirlerinden bir derleme, Lawrence Ferlinghetti’den bazı şiirlerle birlikte Amerika adıyla Ferit Edgü ve Orhan Duru’nun çevirileriyle, 1976 ve 1985’te Ada Yayıncılık, 1998’de Altıkırkbeş Yayın tarafından basıldı.
Ginsberg, Beat hareketiyle özdeşleşmiş ve “çiçek gücü" (flower power) terimini yerleştirmesiyle ün kazanmıştır. 50 yıldan fazla bir süre New York’un
KALİFORNİYA'DA BİR SÜPERMARKET Allen GINSBERG Neler geçiyor aklımdan seni düşününce, Walt Whitman, çünkü ara sokaklarda yürüdüm gene ağaçların altında başımda bir ağrı kendimin bilincinde ve dolunayın peşinde. Aç yorgunluğumla imge peşinde koştururken filemi, ışıl ışıl bir meyve süpermarketine girdim senin numaralarını düşleyerek! O şeftaliler ne öyle, ya o yarı gölgeler! Herkes ma-aile alışverişte bu gece! Rafların arasındaki yollar kocalarla dolu! Karıları avokadoların, bebeleri de domateslerin içinde!---ya sen Garcia Lorca, senin ne işin var bakiim karpuzların dibinde? Seni gördüm Walt Whitman, çocuksuz, yalnız yaşlı eşeleyicibaşı, bir yandan buzluktaki etleri kurcalıyor, bir yandan da tezgâhtar oğlanları dikizliyordun. Her birine soru sorduğunu duydum: Bu domuz pirzolasını kim ezdi? Muz kaç para? Benim Meleğim sen misin? Senin peşinden rengârenk konserve rafları arasında dolaştım durdum ve peşimden de market dedektifinin geldiğini düşledim. Boş koridorlarda birlikte salındık yalnız düşlemimizde, enginarların tadına baktık, donmuş her nefasete sahip olduk ve kasanın yanından bile geçemedik. Nereye gidiyoruz Walt Whitman? Kapılar bir saat içinde kapanıyor. Hangi yönü gösteriyor sakalın bu gece? (Kitabına dokunuyorum ve süpermarketteki yolculuğumuzu düşlüyorum ve bir tuhaf oluyor içim.) Issız sokaklarda yürüyecek miyiz bütün gece? Ağaçlar gölgeye gölge katıyor, evlerde ışıklar yanmış, ikimiz de yalnız olacağız. Sevginin yitik Amerika'sını düşleyerek mi yürüyüp geçeceğiz karayolundaki mavi otomobillerin yanından eve, sessiz kulübemize? Ah, sevgili baba, grisakal, yalnız yaşlı cesaret hocası, Amerika ne yaptıysa sen de yaptın Chaton1 kürek çekmeyi bırakınca ve sen buğusu üstünde bir kıyıya indin ve durup izledin geminin unutkanlık ırmağı Lethe'in2 kara sularında gözden kaybolmasını.
Çev: Yusuf ERADAM 1. Charon: Yunan mitolojisinde, ölümden sonra ruhları Styx ırmağından geçiren kayıkçı. 2. Klasik mitolojide Hades'teki unutkanlık ırmağı.
KAOS GL 3 / 38
Allen Ginsberg & Lawrence Ferlinghetti, De Young Museum, San Francisco, 1966 foto: Tom McIntyre
Lawrence Ferlinghetti Bir peygamberdir o aramıza tekrar katılan Bir peruklu peygamberdir o aramıza tekrar katılan Eski Ahit’te bir de sakalı vardı kestirdi hepsini Paterson’a gittiğinde Mikrofonu da vardır boynuna asılı şiir söyleşisinde ve şairden daha fazlasıdır ve o habire bir şiir yazan bir ihtiyardır aklına gelen üçüncü şey Ölüm olan ve bir ihtiyar hakkında bir şiir yazan aklına gelen üçüncü şey Ölüm olan ve bir ihtiyar hakkında bir şiir yazan bir ihtiyar Quaker yulaf ezmelerinin üstündeki resim gibi bir kutuyu tutan birisini gösterir tuttuğu kutuda da bir başkasının resmi bir başka kutuyu tutan ve şekiller gitgide küçülür ve her defasında biraz daha uzağa büzülüp küçülen bir gerçekliğin resmidir Bir peygamberdir o aramıza tekrar katılan görmek duymak dosyalamak için küçülüp büzüşen bir dünyanın gidişatı hakkında elden geçmiş maruzatını Kopçalı düğmeler vardır gözlerinde onlarla açar gözlerini varoluşun adımlarına ve gerçekliğin mahiyeti üzre ayak bağı şayialara Ve kendiliğinden sabitleşir gözleri tepsi gibi insanların nesnelerin üstüne ve bekler hareket etmesini ölü beyaz bir fareyi tutmuş bir kedi gibi kaçıp kaybolacağından şüpheli
Değişim”den önceki Allen Ginsberg’e varoluşun belli belirsiz ışığı ve usulca bekler çünkü her şey bir gün kendini ele verir ya da her kadın ya da her erkek ve Tanrısı’nın kuzusu kadar uysaldır o kızgın pirzolalara dönmüş Ve şüpheli her nesneyi yakalar ve herkesi her şeyi eline alıp anlamak için evirip çevirip sallayarak tıpkı bir parça lastik bulmuş bir beyaz fare gibi tuttuğu şeyi canlı sanıp da konuşsun diye sallayan canlansın diye sallayan konuşsun diye sallayan Bir kedidir o geceleri sürünerek gezen ve gökyüzü eflatuna dönerken nirvanaya çekilir ve çırpılacak üç elin sesine kulak kesilir ve beyninin eleğinden geçen yazılarını okur varoluşunun hiyeroglifini Bir ibnedir o bastonuna tutunup konuşan iki bacaklı bir telsizdir o ve ahizesini ağzına götürür ve ahizesini kulağına götürür ve duyduğu Ölüm ölümdür Bir başı vardır bir de dili sallanıp duran ağzının gerisinde ve bir hayvan diliyle konuşur ve ademoğlu bir dil keşfetmiş ki başka hiçbir hayvan anlamaz ve onun dili görür ve onun dili konuşur ve kendi kulağı duyar ne dediğini ve yapışmış başına bırakmaz
ve duyduğu Ölüm ölümdür ve bunu söyleyecek bir dili vardır ki başka hiçbir hayvan anlamaz Bir ağaç köküdür o çatallı yürüyen kafasının ortasında budak deliği gözleriyle ve gözleri içe dışa dönüp durur ve görür ve çıldırır ve çıldırır ve görür Ve o dördüncü tekil kişinin kızgın gözüdür ondan kimse bahsetmez ve dördüncü tekil kişinin sesidir o sesle kimse konuşmaz ve yine de vardır yumurta kafası ve parşömen suratıyla ve ölümün uzun çılgın saçlarıyla kimsenin bahsetmediği ölümün Ve o kendinden bahseder ve ölüsünden bahseder ölü anasından ve Rose Halası’ndan onların durmadan büyüyüp duran uzun saçlarıyla uzun tırnaklarından ve onlar manikürsüz çıkar gelirler o konuşurken Ve simsiyah saçlarıyla gelmiştir o ve siyah gözleri ve siyah ayakkaplarıyla ve kara kaplı koca kitabıyla maruzatının Ve koca kara bir kuştur o tek ayağı havada kendini ele veren hayatı duymak için duyu merkezinin kabuğunda ve o şarkı söyleyip derisinden kurtulmak için konuşur ve diliyle gagalayıp durur kabuğunu ve gözleriyle yumruklar kabuğunu ve gördüğü ışık ışık duyduğu ölüm ölümdür kimsenin bahsetmediği ölüm Bir baş gibi bir baş olduğu içindir ve kertenkeleye benzediğinden ve açık tasviri kapı olduğundan durup beklediği ve işittiği bir kapı kapıyı çalan ve alkışlayan ve alkışlayan ve çalan eli Ölümünü Ölümünü Kendi ışığıyla kendinden geçtiği içindir ve kendi kendinin sanrısı olduğundan ve kendi kendinin deli doktoru olduğundan ve gözü dünyanın büzüşen kafasında döndüğünden ve duyduğundan aletinin Ölüm Ölüm dediğini bir sağır müzik Dünyanın sonu geldiğinde döndüğü içindir ve bir fiskeyle sözcüklere can verdiğinden ve söylediği sözcükleri etinde hissettiğinden ve de sözcük Ölüm olduğundan
Çev: b.h.ergen (Lawrence Ferlinghetti, Starting From San Francisco, New Directions Paperbook: New York, 1997, ninth printing, pp.24-27)
KAOS GL 3 / 39
AHMET
Herhalde İstanbul'da yaşayanların çoğu gazetelerin tiyatro-sinema ilan sayfalarında görmüştür; fakat İstanbul dışındakiler için söyleyeyim; 17 Şubat 2000'de Tiyatrokare oyuncuları tarafından gösterime sunulan "Kadın Mısın, Erkek Misin?" adlı komedinin gala gecesi travestilere özel olarak yapılmış, haber medyada yer almıştı. Bu nedenden ötürü oyunu ikinci gün izleyebildim. Yabancı bir yazara ait olan (Aldo Nicolai) oyun, aslında bizlere (eşcinsellere) pek yabancı olmayan türden! Oyunun ana teması tipik, top, travesti vb. gibi son günlerde topluma ve medyaya iyi bir malzeme olan konunun bir versiyonu niteliğinde. Bu versiyon pek de değişik değil. Oyun, bir kadın ile erkeğin yatak odasında başlıyor. Bir erkeği kocasından gizli olarak yatak odasına alan ve değişik cinsel fantezileri olan bu kadın ve onunla bir an önce yatmak için sabırsızlanan sekse düşkün bir erkek! Kadın sevişmeyi olabildiğince geciktirmek için uğraşıyor. Modacı olan kocasının Berlin'e gitmek için havaalanına gittiğini söyleyerek henüz uçmadan sevişemeyeceklerini söylüyor, hatta belki gitmekten vazgeçebileceğini belirtiyor. "Dario"
(Şafak Sezer) ise artık dayanamayacağını söyleyip soyunuyor. "Vanda" (Çiçek Dilligil Öztoprak) ise kocasının transeksüel bir manken tarafından sürekli takip edildiğini ve "Honey" isimli bu kadının (Serap Erincin) belki yine uçağa bindiğini ve kocasının da geri dönebileceğini söylüyor. Çünkü kocası bu mankenin bir dönme olduğunu öğrenince ondan nefret ediyor(!) Eve geldiğinde ise onları sevişirken yakalarsa silahı ile öldürebileceğini söyleyerek Dario'yu oyalıyor. Üstelik yavaş yavaş ve fanteziler ile sevişmenin daha hoş olduğunu ve en güzel fantezisinin de Dario'yu kadın kılığına büründürüp O'nu kendi elleri ile soyarak sevişmek olduğunu söylüyor. Adamcağızı zorla karşısına alıp ona kocasının dizaynı olan bir elbiseyi giydiriyor. Ayrıca Dario'ya makyaj yapıyor. (Bu arada Şafak Sezer'in erkeklikten kadınlığa geçişte yaşadığı ikilemler bizi epey güldürüyor.) Sabrı kalmayan Dario bu oyunun bitip sevişmeleri gerektiğini söyleyip zorla kadına abandığında kapı çalınıyor ve koca (!) eve geliyor. Vanda, korkudan titreyen Dario'yu bir kızarkadaşı olarak tanıtıyor. Adının da "Daria" olduğunu söylüyor. Çapkın adam Daria'ya hemen askıntı oluyor ve vücuduna hayran kalarak O'na mankenlik yaptıracağını söylüyor. Hatta O'nu evine bırakmayı teklif ediyor. (Dario'nun korkak, titrek, komik görüntüsü seyirciyi çok güldürüyor.) Eve geldiklerinde Dario'nun ev arkadaşlığını yapan "Buruno" eve bilmeden bir transeksüel getiriyor ve bu kadın da modacı adamın (Levent Tülek) nefret ettiği "dönme" olmuyor mu? Dario'yu kadın kılığında gören Buruno, Dario'ya kızarak üç yıl bu tercihini neden kendisine söylemediğinden yakınıyor. Tabii ki Dario olayın aslını anlatıyor, fakat erkek arkadaşı (Arda Esen) buna inanmadığını söylüyor. "Zaten ipuçları veriyordun, sende vardı birşeyler" diyerek O'na yardım etmeyeceğini söylüyor. Bu arada Dario kadınlığa iyice alışmış görünüyor! (Modacı öldürür korkusu ile sürekli kadın gibi davranmak zorunda kalıyor). Oyun bu şekilde devam ederken finale doğru tüm kahramanlar bir şekilde bir araya geliyor. Vanda güya elbiselerini vermek için Dario'ya geliyor, fakat O'nun elbiselerini giyerek! (Erkek gibi). Vanda, Dario'larda travesti Honey'i görüyor ve "Aaaa, nasılsın canım, muck, muck" diyerek öpüşüyorlar. Meğer eski arkadaşlarmış. Bazı gerçekler de böylece ortaya çıkıyor tabii… Modacı adamın Vanda'nın üvey abisi olduğu, aslında antimilitarist(!), silahtan nefret eden, hatta biraz yumuşakça olduğu da. Bu arada ahkamlar kesen Buruno'yu da kandırıp kadın kılığına koyan Vanda'nın da ameliyatlı olduğu ortaya dökülüyor. Erkekliğini ispat etme sırası gelen Dario dayanamayıp peruğunu çıkardığında ise
KAOS GL 3 / 40
erkekliğini, çapkınlığını ispat edercesine çırpınan (!), modacı adam şefkatle Dario'ya kollarını açarak, bildiğimiz ve bir çok filmde gördüğümüz, duyduğumuz o klasik cümle benzeri "Ne farkeder canım" diyerek oyunu finale ulaştırıyor... (Kızmayın lütfen, bu tür çok oyun gördük, finali onun için yazdım.) Evet, eminim bu son ile biten bir çok film veya oyun mevcut. Bu nedenle değişik bir konu olmamış, hele bize hiç yabancı değil! Fakat hoş olan tarafı; çoğu hetero olan seyirciyi sadece güldürmekle kalmayıp onlara bazı mesajlar da vermesi olmuş. Mesela oyunda iki erkek arkadaşın birbirleriyle tartışırken, normal olanın(!) kadın kılığındakine; "Bu tercihi daha önce söyleseydin ortak bir çözüm yolu bulurduk, hatta seni bir eşcinselle bile tanıştırırdım" demesi iç dünyada var olan gizli duyguların olduğu mesajını veriyordu. (Bunu mimiklerle daha iyi hissedebilirsiniz.) Ayrıca kadın kılığına girdiğinde (o kadar karşı çıkmasına rağmen) "Benim vücudum seninkinden güzel. Şu bacaklarımın güzelliğine bak" demesi en belirgin mesajdı. Dario'nun O'nu ikna ederken söyledikleri ise gerçekten çok güzeldi: "Cinsel tercihlerin yedi yılda bir değişebildiğini, her insanda erkeklik ve kadınlık hormonlarının var olduğunu ve bunların zaman zaman baskınlaşabildiğini, hiç kimsenin cinsel tercihinin net olarak bilinmediğini" söylüyor. Nispeten daha bilimsel cümlelerle seyircilere dönerek mesaj verici nitelikte söylemesi de oyuna pozitiflik katan kısımdı bence. Travesti olan kadının(!) sık sık "O'nu kıskanıyorsun değil mi?" deyip birlikte yaşayan iki "normal erkek"(!)in bile duygusalcinsel yakınlaşmasının var olabileceği fakat bunun bastırıldığı vurgulanıyor. Birbirlerinin yatak odalarına hiç girmediklerini söyleyen iki arkadaş bunu daha iyi belirginleştiriyor. Ayrıca finalde modacı adamın "Ne farkeder canım" demesiyle, insanların cinsel hayatlarındaki değişkenliğin çok zor veya fantezi olmadığı gerçeği iletiliyor. Bu da bir çok seyircide bir iç hesaplaşma yaratması açısından oldukça önemli… Oyun bunu başarabilecek bir yapıda. Komedideki oyuncular, özellikle Şafak Sezer oldukça komik, ev arkadaşı rolündeki Arda da çok hoş ve yakışıklıydı! Oyunu tüm homo-heterolara tavsiye ediyorum. Önyargıların, tabuların yıkılacağını, hatta gerçek yüzlerin ikilikten sıyrılıp ortaya çıkacağını düşünüyorum. Heteroların seyretmesi kesin gerekli!.. Nitekim oyunda bazı yaşlı erkekler vardı ve seyretmeye tek gelmişlerdi. Hepsi de yüzüklü idi ve hayatlarında en az bir defa hemcinsleri ile yatmış gibilerdi. (Bakışlarından bu fikre yöneldiğimi söyleyebilirim). Böylesi oyunlara, filmlere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. (Eşcinselliğe, travestilere, cinsel kimliklere olan bakış açısının değişmesi açısından). Sadece "çılgın bir komedi"olarak nitelendirmeden, gereken mesajları alarak izlemekte fayda var. Ne dersiniz, ruhumuzda taşıdığımız cinsiyet nedir acaba; kadın mıyız, erkek miyiz?!..
HUYSUZ ŞARMUTA Çıstara çıstara gelir gecenin dinine imanına dinelmiş yiğitleri çıstara çıstara dinelir imanına gözüm seyiren şahanları lakin emme lakin hiçbiri pencereden çıkamaz dışarı kapıyı tanrısal bildiklerinden babilu lakin hiçbiri kendini atmaz ki dışarı tutayım şahanlarla yiğitlerin yüreğinin taşaklarını hatta jarse jarse suratlarını kim demişse iyi demiş biri memet biri memiş geviş getirene bir de burnunu karıştırana ben ona aşk-u nalan dizeler uydururken hastir demek zamanı gelmiştir de cism-ü canımı kendime saklamak zamanı geçmekteymiş. (3-4 Ocak 1998, Ankara)
Şarmut A. İKARUS
Eminim bu son ile biten bir çok film veya oyun mevcut. Bu nedenle değişik bir konu olmamış, hele bize hiç yabancı değil! Fakat hoş olan tarafı; çoğu hetero olan seyirciyi sadece güldürmekle kalmayıp onlara bazı mesajlar da vermesi olmuş.
KAOS GL 3 / 41
A. GALİP
Aşk A priori bir ağrıdır Acısı tecrübeyle kavi kılınır Kadirşinas okuyucularım hatırlayacaklardır. Yazımın "Aşk Diye Bir Şey Var" başlıklı birinci bölümünde aşkı, tecrübe edildikçe biriken bir cahillik olduğu şeklinde tanımlayıp sözü orada bırakmıştım. Şimdi bıraktığım yerden devam etmeye geçmeden önce yazımın bir delil olarak gösterilmek suretiyle benim hiçbir zaman onaylamayacağım bir iddiayı kuvvetlendirmek gayretine giren birkaç zatı uyarmak istiyorum.
İnsana sunulmuş en büyük armağan olan aşk; gitmek, dönmemek ve yitirmek fiillerinin yaşattığı tedirginliği durmadan yeniden üretir çünkü aşk abartır, abartılır. Ya kıymeti ölçülemez ya da hepten terazi şaşırır. Giden dönmez, gelen gitmez sanılır.
Hiç bilmediğim bir şahıs "aşk derdiyle hoş değilem, ey dostlar derdime bir çare" diyerek Çekeneci ve Demir namlarıyla maruf, seneler süren hukuk talebeliği sonunda avukatlık lisansı almayı hak etmiş ve benim de şahsen tanıdığım bu kişilere baş vurduğunda şöylesi bir telkinle karşılaşmıştır. Kendisine, benim yukarıda andığım yazımın özellikle "Aşk yeniden kirlenmektir" cümlesinin altı çizilmiş olan bir nüshası sunularak aşk mevzuundan zinhar uzak durması tembih edilmiştir. Çekeneci ve Demir'i iki bakımdan onaylamadığım bir tavır sergiledikleri için uyarmak gereği hasıl olduğuna kanaat getirmiş bulunuyorum. I. "Aşk yeniden kirlenmektir." diye sarfettiğim cümlenin yoruma açık olduğunu kabul ediyorum. Lakin cümlenin sarfediliş bağlamına dikkat buyurmanızı reca ediyorum. Yalnızca bu cümleden hareket ederek her türlü kirden uzak durmak gerekir türünden bir manaya ulaşmamanızı da bilhassa istirham ediyorum. Tam tersine kirleneceksek eğer aşkla kirlenelim. Mevcut kirlerimizden arınıp aşkla kirlenelim. Aşka gark olalım. Aşk bize sebil olsun. Aşka huruç edelim. Aşk halleriyle cûş edelim. Zira aşksız bir ömrün tadı nedir ki? Tebasız hükümdar, mülksüz payitaht olur mu? Sırmasız bir kaftan kim giymek ister? Aşkla çarpmayan bir kalbin sesine kulak kesilmez başka bir kalp. II. Çekeneci ve Demir'in, mübalağasız, tüm zamanlarını aşk işgal ediyorken uzak durulması gerektiği ve bir çocukluk hastalığı olduğu yönünde telkinde bulunmaları haklı bir kuşkuya zemin teşkil etmektedir. Bu şahısların beyanlarından ya zamanlarını israf ettikleri ve hiç büyümediklerini ya da başka bir artniyet taşıdıkları anlaşılıyor. Ancak ben bir tevazu gereği meseleyi daha fazla tetkike heves etmiyor yalnızca uyarmakla yetiniyorum. Yeniden Aşk… Müptelası zaten bilir, ancak hiç yaşamamış olanlar bile aşk denilince acı ve hüznü yadederler. Acı, aşk
KAOS GL 3 / 42
hakkında tecrübe edilmeksizin, sanki apriori bir bilgidir. İster tensel, isterse tinsel olarak düşünülsün acı hep aşka içkindir. Fiziki bir acı değildir söz konusu olan. Gönül ağrısı, gönül sancısı, gönül acısıdır. Ağrıyla, sancıyla özdeş bilinen, özdeş sunulan aşk gönülde eyleşir. Tinsel de olsa tensel de olsa aşk gönül diliyle inler. Aşk Gönül gönül deyip Yitirmek midir insanı zikir içinde Bir vecd (trans) haliyle yaşanır tinsel aşk. Ona ancak zikrederek ve kendini yitirerek ulaşır insan. Aşk Aklı erteleyip Yanmak mıdır bir nice nur içinde? Aklın ve mantığın öte yanıdır tinsel aşk. Bir nice nur içine dalıp yanmama halidir. Bilginin değil inancın alanıdır. Aşk Seyrül Allah edip Aramak mıdır batını zahir içinde? Görüneni değil, görünmeyeni bilmektir. Dışarıyı değil içeriyi anlamaktır. Gönül gözüyle bakıp baktığını görmektir. Allah'a doğru yürümek, Allah'la yürümek ve sonunda Allah'ta yürümektir. Aşk Peşine takıp Yunus'u, Mansur'u Kumdan bir kale gibi tasavvufu İnsan içre örmek midir? Yürünen üç ayrı yol, geçilen üç ayrı safha ve varılan iki ayrı merhaledir tinsel aşk. Biri Yunus Emre'nin ulaştığı merhaledir: Yaratan ve yaratılan ikilisi. İkincisi ise Hallacı Mansur'un ulaştığı ve seslendiği yerdir: "Enel Hak"ta ifadesini bulan tekliktir. Aşk Tarihin karanlık bir boyutu, insanın en aydınlık yanı Gibi bir dilammadır. Kim unutabilir kendi kanında boğulmuş onca kahramanı Günah ve cürüm Ayrılık ve hicran Yaşanmamış ne varsa ve yaşanacak olan en halis efsane Gibi bir muammadır. Tinsel aşk yani tasavvuftaki tanrıya olan aşk dünyevi olandan uzak durmayı, ondan arınmayı ve tensel hazları horgörmeyi telkin eder. Aşk ulvidir, yücedir ve tanrıya yönelmelidir. Ne var ki aşk şaşırtıcıdır. Tanrıya da yönelse dönemin din otoriteleriyle
yollarını ayırır. Ancak acıya açılan kapı çoğu zaman aralıklıdır ve aşk oradan geçer. Kana bulanır aşkın destanı. Kulaktan kulağa günah ve cürümden söz edilir. Kalp kanar. Ayrılık ve hicran şarkıları söyler dil. Yeni bir efsanenin ışığı parlar gözlerde.
İnsana sunulmuş en büyük armağan olan aşk; gitmek, dönmemek ve yitirmek fiillerinin yaşattığı tedirginliği durmadan yeniden üretir çünkü aşk abartır, abartılır. Ya kıymeti ölçülemez ya da hepten terazi şaşırır. Giden dönmez, gelen gitmez sanılır.
Yaşananı reddeder ve bir çağrı bırakır geleceğe aşk.
Uyum sağlamakta zorlanılan bir serüvendir aşk. Ya hep geç kalınır ya da bir başka zamana ertelenir. Oysa ertelenmiş her aşk taammüden işlenmiş bir cinayettir.
Aşk Ne çok efsaneye bulanmış ne mistik bir inanış Arayan çok, bulan yok apaçık bir yalan Ki ancak kaf dağında dolaşan Zümrüdü Anka'nın kanadındaki tüydür.
Aşk acı olmayandır. Ne var ki acı aşkta gizlidir. Bu yüzden aşkıyla Mü-tafizik olur insan.
Tinsel olanla tensel olan arasındaki sürekli bir salınıştır aşk. Dünyevileştikçe keşfedilir. Yaşandıkça esrarına erişilir. Engellendikçe efsaneye bulanır, devleşir. Mecnun'u çöle Yusuf'u zindana düşürür. Aşk Melekleri çıldırtan, insana has kutsallıktır İştirakı mutlak suç, cezası cazip bir tutsaklıktır. Sayısız efkarın, türlü türlü cezanın adı; sefa diye yaşanılan bin bir ezanın buruk tadıdır aşk. Bitmez bir sabırla yüreğin atışı, damardaki kanın onunla akışıdır. Hüznü mutluluk diye sunan bir hile, her gönlün yazgısı, belki de bitmez bir çiledir aşk. Her şeye rağmen yine de sığınak bulduğu her kim ise yeni bir tanrı, yeni bir tanrıçadır aşk. Dokunur, ruh ve beden verir, sabit olan her şey harekete geçer, çöller birden yeşerir, tül tül ışıklar savrulur gece boyunca, Apollon konuşur, Diana rakseder, akla ziyan bir mucizedir. Aşk yaratır ve yeniden yaratılır insan. Tinsel aşk teni reddedip, uhrevi olanın peşinden gitmeye çalışırken tensel aşk dünyevi olanı yüceltir. Mecnun'un "aradığım bu değil" deyip Leylâ'yı tanımaması bu yüzdendir. Öte yandan tensel aşkın bir sınır durumu daha vardır ki bu da insan sıcağını aşk oyuncağına dönüştürme bataklığına sürüklenmektir. Her aşkla yeniden kendine dönen, kendi ıssızlığını yeniden keşfeden insan işleyeceği günahı ve yükleneceği vebali bilir. Çiğnenecek kural, verilecek ceza yeni baştan biçilir. Aşk Öncesiz, sonrasız yaşanan bir sorgulamadır Her celsesi bin infaz tek yargılamadır. Umudun ve yenilenişin adıdır aşk. Dünyayı anlamlandırmanın yoludur. Tek uçlu iki zıt kutup olan ölüm ve var-olma kavgasında bir'leşen iki yüreğin ölüme tersinden yürüyüşüdür. Sırf bu yüzdendir bütün zıtlıkların aşkta birleşmesi ve her birleşmenin aşkta çözülmesi… Aşk için söylenmiş bütün sözler eksik, ona yakıştırılan bütün sıfatlar çirkindir. Aşk Hayatı katlanılır kılan ne garip eğlencedir Gözlerdeki nem, yürekteki titreyiş Dönmeyecek biri için onca bekleyiş Tahammül öte, beyhude bir işkencedir.
MÜ
I. Gözlerine değil geceye sığındım ağladım Çünkü gözlerin bana benim gibi bakıyor Gözlerin kalbimi yanlışsız okuyor Gözlerin sanki ruhumu yakıyor Yalvardım. Kapadın. Sustum. Bu aşkı gözlerine gömdüm gecede son kez ağladım. Geceye değil gözlerine sığındım ağladım Çünkü tahammülüm yok geceden korkarım Çünkü gece tüketir yarım kalırım Gözlerine tutunursam çoğalırım Yalvardım. Açmadın. Ağladım. Bu aşkı geceye gömdüm gözlerinde son kez ağladım. II. Mutlu Aşk Yoktur'a değil Hadi Aşk Yoktur yalanına inandır beni Çünkü sen varsın Zamanın ayrılığa ilaç olduğuna inandır Çünkü ayrılık gittiğin andan başlayıp çürümesidir zamanın. III. Ne sen gittin ne ben Adı ayrılık oldu Hem sen gittin hem ben Geride aşk kaldı.
Uyum sağlamakta zorlanılan bir serüvendir aşk. Ya hep geç kalınır ya da bir başka zamana ertelenir. Oysa ertelenmiş her aşk taammüden işlenmiş bir cinayettir.
Bitmedi. Aşk Sınıfsal Bir Hadisedir bölümüyle devam edecek.
KAOS GL 3 / 43
BURAK
25 ŞUBAT Bugün yirmi beş şubat iki bin Cuma/ Saat sabah beş otuz/ Klavyenin başında tarihi ve saati yazmaktan başka hiçbir şey yapamaz halde oturmaktayım/ Aslında is there anybody going to listen to my story diye bir başlık atıp –ki bu cümle bir şarkı sözüdür-altına bir sitem yazısı yazmak belki de dün geceden sonra yapılabilecek en iyi iş olurdu/ Dizimin alt tarafında peyda olan bir kaşıntı yahut boynumla çenemin birleştiği yerde tenime batan ufak kıvırcık bir sakal kılı ile oyalanmak boynumda biriken gerginliğe hiç aldırmadan bu cümleyi tamamlamaya çalışmak uykum gelene dek yapabildiğim en iyi şey sanırım/ Uykum gelmezse şayet pembemsi ya da laciverdi bir gökyüzü istiyorum bu sabahtan İşte ezan okunuyor/İşte ezan okunuyor/ İşte ezan okunuyor Ezan beklemekte olan başka birileri olduğunu haber veriyor Ezan haber veriyor/ Ezan haber veriyor/ Ezan haber veriyor İnananlara inanmayanlara inanıp inanmamak hususunda hiç düşünmeyenlere düşünüp de karar veremeyenlere -bunların önemi var mı?Ezan bir şey/ Ezan bir/ Ezan/ Haber veriyor ezan Soğuk bir gün olacağını düşündürüyor gökyüzü/ Aksini gökyüzünü gören kimse iddia edemez/ Sert bir gün olacak/ Pembemsi ya da laciverdi bir gökyüzü göremeyeceğim bu sabah/ Gri bir gökyüzünü sevme biçimimi anımsayabilecek miyim?/ Ya anımsamaktan imtina etmem gereken şeyler/ Biri bana tabancasından söz etti bugün/ Çıkarmadan iki fişek attığından/ Belli ki iyi bir şey değil böyle bir sözü duymak/ Yoksa niye şimdi bundan söz edeyim Aslında soyunmak üzerine konuşmak lazım gibi/ Öyle ya şimdi bir sürü insan pijamalarını çıkarıyordur/ Kadınlar çaydanlıklara çoktan günaydın dediler/ Sırtlarında kimi kiremit rengi kimi gri el örgüsü yelekler/ Tanrım çocukluk çağında kimseyi nenesiz dedesiz koma İşte karanlık nöbeti devrediyor/ Yer yer maviye çalıyor gökyüzü/ Önce ılık bir suya ihtiyacım var/ Sonra uyuyacağım/ Uyanmak için ılık bir bakışa ihtiyacım var/ Sonra o bakışın suç ortağı olacağım *************************** yine yirmi beş şubat iki bin Cuma Bu kez saat on altı kırk dokuz Güneş monitörü görmemi güçleştiriyor/ İçeride bir ılıklık var ki nedeni güneşten çok az evvel aynanın kenarına/ iliştirdiğim bir fotoğraf/ İki adet yüz/ Yan yana duruyorlar/ Başlarını boyunları üzerinde dimdik tutmak için hiçbir çaba sarf etmeden/ öylece gülümsüyorlar/ Nasıl yalın
KAOS GL 3 / 44
nasıl aydınlık nasıl da bana yakın/ Ki o fotoğraf çekilirken -karenin dışında kalmış olsam bile-ben de oralarda bir yerlerdeyim/ Evet evet/ Nasıl da bana yakın Şimdi bir başka kare/ Sabah haberleri/ Spiker hizbullah örgütüne ait cezaevleri bulunduğu haberini okuyor/ eklemekten kendini alıkoyamıyor:cezaevi kurmak size mi kaldı?/ Evet akıllara gelebilecek muhtelif sorulardan biri de bu/ Yarına kalmadan görüntüleri yayımlanacak ele geçirilen cezaevinin/ herkes büyük bir şaşkınlıkla bakacak bu görüntülere/ spikerin cümlesiyle söyleyecek olursam ‘’içeride kaç kişinin BARINDIĞI’’ biliniyor olacak/ Bu güne dek oranın kaç kişiye mezar olduğu da Şimdi bu bilgileri alabilmek için televizyon karşısına geçen/ ‘’seyircilerin’’ iştahları konusunda bir söz sarf etmeye gerek var mı?/ bu topraklardaki bütün cinayet karelerini bir araya getirdiğimizde oluşan büyük karenin hizbullah karşısında dehşete kapılan bu ölü gömücü toplumun sureti olduğu aşikar değil mi? Şimdi hep birlikte soralım bakalım Burnumuzun dibinde olup bitenleri farklı mesafelerden seyrederken/ ellerimizdeki kanın kuruyup döküleceğini mi sanmaktayız? 2 MART Bugün iki mart iki bin Perşembe/ Saat on yedi kırk dokuz Gökyüzünde açık bir yara gibi duran şu pembe iz dışında boğucu bir grilik hakim Bir uçağın bırakmış olduğu bu iz her ne kadar çok kısa bir süre kendini gösterecek olsa da buradan başka bir yere gidilebileceğini haber veriyor gibi kendisine rastlayanlara Belki de bu cansız akşamın üzerinde oluşabilecek en ilginç hareketi az evvel bir yokuşu geri geri hızla inerek yapan vişne rengi o otomobil olmasa şimdi bu satırları yazmaktan çoktan vazgeçmiş olacaktım Şu an bu az ışıklı yarı ölü şehrin herhangi bir suyunun kıyısında yeniden uyuyabilmek için uyandığım kıyılara doğru sürüklenmemek için tutacak bir şeyim yok kelimelerden başka Kadınların öğleden sonra yaptıkları ev içi pasta börek toplantılarında çay bardakları karışmasın diye çay tabaklarının kenarına renkli küçük mandalcıklar tutturduğunu öğrendim birkaç gün önce Şimdi tutmak fiili bu yeni bilgiyi çağrıştırdı bana Misafir (guest) nikneymli biri yatacak birini bulmak üzere otomatik mesajla telefon numarasını yolladı az evvel herkese gey çet odasında İhtiyacım var diye de eklemiş
Şimdi yarası olanlara ithaf edilmiş bir yazıdan bir alıntı ‘korkuyorum doktorcukum ve bir korkuluk bile yok uçurumla aramda’’ şimdi bu bölük pörçük günün bu bölük pörçük cümlelerini bırakıp bir fincan çayın içerisine nane yaprağı atıp içmek için sokağa çıkacağım Ama daha evvel kimin yazdığını hatırlamadığım bir şeyi alıntılamak istiyorum (akut vertigo) korkuluğu yok dünyanın ondan bu baş dönmesi döne döne boşa dönen bu son 13 Mart bugün onüç mart ikibin Pazartesi/ saat sıfırbeş ellibir ankara’dan bu gece gelen bir dostumun evinde, onun çalışma masasının –belki de çalışamama demeli- üzerinde yazmaktayım/ kolumun yanı başında kahve poşetleri ve paskalya çöreği duruyor/ masanın ortalarında yüzükler ve bir adet küpe –ki o küpeyi ben takmaktayım- bir paket uzun lm (light) sigarası, bir çakmak ve bir kül tablası var/ ve nihayet kalem, masanın üzerinde bir kap dolusu kurutulmuş kestane olduğunu yazmakta/ işte bütün bunları kurutulmuş kestane dolu bir kap diyebilmek için yazdım az evvel bir uzun lm (light) sigarası yaktım ve bu sigara paketindeki tonda mavi bir gökyüzüyle, streç film gibi pencereye yapışan sabahı gördüm/ sanki pencerenin diğer tarafında olsaydım içeriyi aynı mavilikten görecektim gitgide beyazlayan bir sabahın içerisindeyim şimdi/ kapılar açılıyor/ kapılar kapanıyor/ kapılar yeniden açılıyor/ kapılar yine kapanıyor/ kapıların hep kapalı durduğu bir apartmanın, kapısı kapalı bir dairesinin, kapıları kapalı /odalarından birinde, katlanarak kapanan bir iskemlenin üzerinde, gözlerimi dolduracak bir şey aranmaktayım sevgili murat bir battaniyenin altında uyumakta/ gözlüğü sehpanın üzerinde/ çoraplar, seyahat çantası, giysiler, soluk beyaz çiçekler, yastıklar, terlikler, gazeteler işte bunları da kurutulmuş kestanelerden söz edebilmek için yazdım önceki gün geyçet odasında parke taşları ve karayel takma adlı birini gördüm/ o biri bendim bu gece boyunca seninle parke taşları üzerinde yürüdüğümü gördüm/ ismini her söylediğimde, ılık bir suyun, usulca nehre döküldüğünü gördüm az evvel kurutulmuş kestanelerin kımıldadığını gördüm ve aramızdan bir su geçiyor/ ve sen şimdi uyumaktasın/ ve ben kendimi uykuya bırakmadan evvel, gözpınarlarından öpüyorum e----
16 mart Uzunluğu snm dany brillant’dan brahms’a ve sonra seyyan hanım’a geçiş yaptım/ içmekte olduğum sigarayı özlem kıbrıs’dan getirmişti/ üzerinde king size, london-paris-new york yazıyor/ kalan son üç sigarayı içene kadar yazmayı sürdüreceğim/ şimdi bu sigaranın şerefine bir satır yazacağım/ KASIMPAŞA-GALATA-TOPHANE/ bugün on altı mart ikibin Perşembe/ saat sıfırbir kırk yedi/ şimdi marie keyrouz’a geçiyorum/ az evvel ekmek yedim/ ekmeğin içerisinde peynir vardı/ peyniri de yedim/ cola içtim/ bu tutuk satırları sigaram bitene dek yazmakta inat ettim/ bu gece bütün sevgililerimi terk ettim/ bir gün birine –biri ki iyi tanıdığım biri (?)- sen her defasında aynı kişiye aşık oluyorsun dedim/ bugün kendime, sen aslında türkçe’yi hiç bilmiyorsun dedim on beş gün önce/ özlem karşıma dikildi/ sen kendine ediyorsun dedi/ bir hafta düşündüm/ iki hafta düşündüm/ şimdi üçüncü haftayı düşünüyorum/ sigaradan iki tane kaldı/ bir tane daha yaktım/ şimdi geriye bir tane kaldı/ hemen peşinden kendime, sen aslında matematiği de hiç bilmiyorsun dedim/ sen yaşayabileceğin alanların üzerinde(n) hafifçe kayıyorsun dedim/ biri bana, sanırım duygusal birisin dedi/ ben de adımı parantez içerisinde yazmaya karar verdim/ kuzeydoğu rüzgarı estikçe parantezi kaldırıp adımı havalandıracağımı/ kimseye söylemedim ANNEN SENİ BİR AJAN GİBİ İZLİYOR OĞLUM! mustafa dedi ki bu cümleyi bir kez de benim için söyle, yalnızca benim için/ olga dino seni bir ajan gibi izliyor mustafa/ işte söyledim/ bir sigara daha yaktım/ bir yürek ile bir yürek arasındaki sözcükleri düşündüm/ özlem’e dedim ki:/ bir erkekle bir erkeğin arasında vahşi bir orman vardır/ bedenin yırtılan yerinden çocukluğun likit öfkesi sızar/ murat’a hastalanmaktan çok korkuyorum dedim/ ben de dedi/ anneannem dedi ki insanın eti yenmez gönü giyilmezmiş/ yenir anneanne/ giyilir anneanne/ şimdi bir sigara daha içilir anne anne/ yaşasın sigara bulundu/ insan, insanla ilişkisi bozulunca nesnelerle daha mı iyi anlaşıyor ne?/ sigaralar, deniz kabukları, kurutulmuş kestaneler, boyun atkıları,/ koltuklar, koltukta sebepsiz yere otururken kendini bulmalar/ ne mutlu sevgililerime ki ben sıcak, afacan bir çocuktum/ ne mutlu onlara ki şimdi donuk, katı biri oldum/ evet/ öyle öfkeler vardır ki havanın yumuşaklığına bürünür/ sakin, usul, dingin/ insan kendini bir koltukta sebepsiz yere otururken bulur/ biri bir yerde uyuyordur/ bu durumda bu cümleyi söyleyen diğeridir/ kumbaracı yokuşu’ndan tophane’ye inilir/ belki balat’ta bir banka oturulur/ kadırga’dan sahile çıkılır/ sandalcılarla çay içilir/ onlar demlenir, çocukluk çocukluktur, çay içilir, sandalcılar demlenir/ cankurtaran’da yıkık bir minare belirir/ gözler ayasofya’ya deydirilir/ biri bir yerde uyuyordur/ bu cümleyi söyleyen diğeridir/ aralarından leopar biçiminde bir nehir geçmektedir/ diğer olan parantezi açar, adını yazar, parantezi kapar/ ve ekran kararır
Şimdi hep birlikte soralım bakalım Burnumuzun dibinde olup bitenleri farklı mesafelerden seyrederken/ ellerimizdeki kanın kuruyup döküleceğini mi sanmaktayız?
KAOS GL 3 / 45
PROUST YAŞAMINIZI NASIL DEĞİŞTİREBİLİR? Alain de Botton Çev: Banu Tellioğlu Şubat 2000 SEL Yayıncılık Tel&Fax 0.212.511 10 05 www.selyayincilik.com
e-mail: posta@selyayincilik.co
EYLEMDE ANARŞİ Colin Ward, Çev: H. Deniz Güneri Nisan 2000, Kaos Yayınları Tel&Fax:0.212.518 25 62 www.geocities.com/kaosyayinlari e-mail: kaosyayinlari@yahoo.com "Yaşamak istediğiniz toplumun, sömürü, savaş, diktatörlük ve açlık gibi birkaç küçük ve yerel sorun dışında, zaten burada olduğunu farketseydiniz ne hissederdiniz?"
m
"Bugünü yaşamayı nasıl sevebiliriz? Kendimiz için okumayı nasıl öğrenebiliriz? Zamanı nasıl iyi kullanabiliriz? Nasıl başarıyla acı çekebiliriz? Duygularımızı nasıl ifade edebiliriz? Nasıl, iyi bir arkadaş olabiliriz? Gözlerimizi nasıl açabiliriz? Aşkta nasıl mutlu olabiliriz? Kitapları nasıl elimizden bırakırız?"
VAHŞİ ZEVKLER Lev Tolstoy Çev: Dominik Pamir Mart 2000 Kaos Yayınları "Vahşi Zevkler: Savaş Et Yiyiciler Avcılık"
ANARKO SENDİKALİZM Rudolf Rocker Çev: H. Deniz Güneri Şubat 2000 Kaos Yayınları "Ömrünü anarko-sendikalist mücadeleye adamış olan Rudolf Rocker, bu kitabında işçi sınıfının mücadele tarihini amaç, yöntem ve ilkelerini anarşist bir sendikalistin bakışıyla ortaya koyuyor." www.geocities.com/kaosyayinla ri e-mail: kaosyayinlari@yahoo.com
KAOS GL 3 / 46
CANIMA DEĞMEZ HAYAT Bayram Balcı Aralık 1999 Ütopya Yayınevi Şiir Tel&Fax: 0.312.433 88 28 "ağlarım mevsimler değişir vazifeli bir kurşun vurur kardeşimi sokaklar kürdilihicazkâr infaz makamı tilili revasız hawar nafile şiir yalan dağları çağrı pusulası taşı bile çürütür erken ölüm acısı"
Pencere Düşün Sanat Edebiyat Seçkisi Yayın Yönetmeni: M. Mahzun Doğan İletişim:P.K. 177 06442 Yenişehir ANKARA e-mail: mahzun@marketweb.net.tr
değil o - da değil antiperiyodik akşamüstleriçıkar izmir
Zeynep, Doğu Karadeniz'de, yeşil bir dağın yamacında kurulmuş 200 haneli bir orman köyünde annesi ve babasıyla yaşıyordu. Abileri İstanbul'a, gurbete gitmişlerdi. Zeynep, annesi ve babasıyla beraber yağmur çamur demeden tarlada, çayırda, bayırda, ormanda durmadan çalışıyordu. Ahırda yedi ineği beslemek, her yaz beş ton çay toplamak, ormandan kışlık odun yapmak, ineklerin kışın yiyeceği otları kesip kurutmak (vs.) kolay değildi. Al yanaklı, zeytin gözlü, esmer güzeli Zeynep hiç şikayet etmiyordu çalışmaktan. Çünkü o gençti. Köyünü, annesini dahası yaşamayı seviyordu. Erkekler gurbete gittiğinden bu köylerde kadınlar tarla işleriyle uğraşır, sırtında yük taşır, erkeklerin ise bu işleri yapması ayıp sayılırdı. Sırtından yük, yüzünden ise gülücükler eksik olmayan Zeynep, tarla işlerinden fırsat buldukça okula gidip ilkokul diploması almıştı. Okuma yazmayı zar zor öğrenebilmişti. Ama olsun. Bu da yeterliydi. Tarlada çalışmak için yüksek okul diploması gerekmiyordu. Hem kız olan kişi, katip olacak değildi ya. Evlerinde TV vardı ama işten güçten seyretmeye vakti yoktu. İyi huyluydu Zeynep, iyi bir kızdı. Bütün komşuları onu severdi. Dünyanın hangi ücra köşesinde olursanız olun, medeniyetin ister yakınında, ister uzağında bulunun, yine de biyolojinin değişmez kurallarıyla yüzleşmeniz kaçınılmazdır. Ve biyolojik gerçekler, ergenlik dönemine girmiş olan Zeynep'i ormanın gölgesindeki köyünde arayıp bulmuştu. Artık Zeynep bir başka kız olmuştu. Geceleri uyumuyor, TV'deki dizileri seyrediyor, babasından gizli müzik dinliyordu. Sabahları erken kalkamıyor, asabileşiyordu. Dahası Zeynep, tarlada yada ormanda tek başına çalışırken, kendi kendine şarkılar mırıldanıyor, zeytin gözlerinden süzülen iri yaş damlaları, yüzündeki ter damlacıklarına karışıyordu. İştahı kapanmış, aksi bir kız olmuştu artık Zeynep. Eskisi gibi gülmüyordu. Bu kıza bir şeyler olmuştu. Gerçi işlerini aksatmıyordu ama bu hırçın hali babasının hoşuna gitmiyordu. Babasının onu birkaç defa dövmesi de işe yaramamıştı. Zeynep sık sık odasına kapanıyor, sessizce ağlıyordu. Yoksa Zeynep'in başında sevda rüzgarları mı esmeye başlamıştı. Evet, Zeynep, köyün aşağısında oturan fakir mi fakir bir gence, Tahsin'e sevdalanmıştı. Gençler görücü usulüyle evlendiğinden aşk, sevda gibi kavramlar hele bir kız için çok ayıp ve alay konusu olurdu. Bu namus problemleri genellikle, kızların dövülmesiyle örtbas edilirdi. Bu nedenle Zeynep de babasından çok dayaklar yedi ama hiçbir işe yaramadı. Zeynep yalnız
kaldıkça yanık sevda türküleri söylemeye devam etti. Dedikodu mekanizmasının kusursuzca işlediği bu köyde, Zeynep'in Tahsin'e olan aşkını artık bilmeyen yoktu. Zeynep'in babası, seni o fakire vermem diyerek, Zeynep'i çok dövdü. Ama Zeynep sevdasından dönmedi. Yaz kış, yağmur çamurda sırtında taşıdığı yükler Zeynep'in gül yüzünü solduramamıştı, ama bu sevda ne illettir ki Zeynep'i bir deri bir kemiğe çevirdi. Zeynep'e en çok annesi acıyordu. Güzel kızı gözleri önünde eriyip gidiyordu.
Coşkun DURMUŞ
Aslında Zeynep, Tahsin'i çok da iyi tanımıyordu. Birkaç defa onu çay alım evinde görmüştü. Sonra ara sıra kaçamak telefon görüşmeleri ve ormanın kuytularında ayaküstü birkaç yüzleşme. Hepsi bu. Zeynep, şehir toplum görmemiş, ıssız ormanın kenarında büyüyen bir kır çiçeği gibi sevgiye, ilgiye, insana susamıştı. Zeynep'in hayalinde, Tahsin bu susamışlığın adıydı. Issız yalnız dünyasında kurduğu pembe düşlerin adıydı. İçine kapanık, monoton yaşamında bu sevda, gökyüzünün maviliğine açılan, özgürlük, heyecan ve yaşama sevinci veren bir pencereydi. Bu pencerenin kapanması yaşamın da sonlanması olurdu Zeynep için. Tahsin, Zeynep'in babasına ve abilerine hiç benzemiyordu. Onlar gibi sert ve maço değildi. Aksine Tahsin bir kız gibi kibar ve nazikti. Zeynep'in abisi İstanbul'da bu sevdayı duyunca şok oldu. Çünkü, Zeynep'in abisi ile Tahsin çocukluk arkadaşıydılar ve Zeynep'in abisi Tahsin'in eşcinsel olduğunu iddia ediyordu. Yer yerinden oynardı da biricik kız kardeşi eşcinsel Tahsin'i sevemez, ona verilemezdi. Tahsin gerçekten de çok kadınsı bir çocuktu. Davranışları, sesi, konuşması o kadar kadınsıydı ki, sıradan bir travestiden farksızdı. Zaten Zeynep, Tahsin'in bu yönünü seviyordu. Üstelik gurbete çıkmamış, köyde tarlada kadınlarla beraber çalışıp büyüyen diğer bazı gençlerde de feminen (kadınsı) davranışlar gözlemlenebilirdi. Bu durum erkek toplumuna girmeyen genç erkelerde model eksikliğinden kaynaklanabilirdi. Yani feminen davranış, her zaman eşcinsel anlamına gelmezdi ama Zeynep'in abisinin Tahsin hakkında bildiği
KAOS GL 3 / 47
başka şeyler de var mıydı bilinmez. Zeynep'in abisi öncelikle Tahsin'in 'eşcinsel' olduğunu herkese duyurdu ama bu bir işe yaramadı. Sonra köye gelip Zeynep'i dövdü, gözünü morarttı ama işe yaramadı. Bir gece Tahsinler'in evini kurşun yağmuruna tuttu, Tahsin'i ve babasını ölümle tehdit etti ve İstanbul'a gitti. Zeynep seviyordu ve üç yılda tam üç kez çok miktarda hap içerek intihara kalkıştı. Muhtarın ve köyün ihtiyarlarının "gençlere kıyma, günahtır" nasihatlarıyla Zeynep'in babası bu evliliğe razı olmuştu. Ama Zeynep'in abisi ölüm tehditlerini sürdürüyordu. Zeynep'in babası Tahsin'e haber göndererek "kızımı kaçırsın" dedi, ama Tahsin korkuyor bu iş güzellikle olsun istiyordu. Aradan üç yıl geçti. Zeynep'i görenler tanıyamaz oldu. Zeynep'in gül yüzü kararmış, daha yirmisinde Zeynep, yürüyen bir ceset gibi olmuştu. Zeynep kalbini yakan sevda ateşiyle sanki her gün biraz daha ölüme yaklaşır gibiydi. Zeynep ağlıyor, annesi ağlıyor, baba çaresiz. Evlilik olursa oğlu katil olacak, evlilik almazsa kızı genç yaşta ölüp gidecekti. Sonunda muhtar ve bütün köy halkı Zeynep'in evinde toplandı. Zeynep'in babasına, "bu düğün olsun, oğlum silaha sarılırsa bütün köyü karşısında bulur." Dediler. Bu baskı karşısında Zeynep'in babası "evet" dedi ve haberi İstanbul'daki abilerine ulaşmadan alelacele yapılacaktı. Önce resmi nikah sonra imam nikahı yapıldı. Altınlar alındı ve fakir Tahsin borç harç yaparak düğün için yaklaşık iki milyar harcadı. Düğün günü gelmişti. 15 Ağustos 1999'da havanın güneşli olmasına rağmen köylüler işlerine gitmemiş herkes düğüne koşmuştu. Çünkü Zeynep'in aşkı, üç yıldır, gencinin ve yaşlısının, bütün köy halkının kalbini yakmıştı. Ve herkes bu mutlu sonu coşkuyla kutlamak istedi. Düğüne silahlarıyla katılan kalabalık saatler süren mermi atışıyla köyü inletmişti. Kadınlar Tahsin'in evinde, erkekler ise eve yakın olan ilkokulun bahçesinde toplandı. Döner, pilav, baklava servisinden sonra yine silah atışıyla kadınlı erkekli büyük bir kalabalıkla Zeynep'in evine gidildi. Zeynep'in başına oyalı yazma örttüler. Sonra iki kadın Zeynep'in iki kolundan tutarak onu evden dışarı çıkartırken, işte o an, Zeynep'in annesi hıçkırıklara boğuldu ve "güzel kızım nazlı Zeynep'im bizi bırakıp nereye gidiyorsun", diye haykırdı. Karşıki dağlar mermi sesiyle inlerken, Zeynep bu
KAOS GL 3 / 48
kalabalık eşliğinde Tahsin'in evine getirilince, kalabalık dağıldı. O gece saat 11'de yürekleri yanık iki sevdalı, iki kelebek gibi gerdek odasına süzüldüler. Ancak yarım saat sonra kaynana ve ev halkı gerdek odasından, kanlı çarşaf ile gelecek olan müjdeyi beklerken, odadan yükselen damadın acı feryadıyla dehşeti yaşadı. Zeynep'in yatak çarşafının kanlanmamış olmasıyla aile top yekun sinir krizine girdi. Gecenin yarısında Tahsinler'in kararmış, eski ahşap evinden yükselen acı ve öfke dolu feryatlar, gecenin zifiri karanlığına karışmaya başladı. "Sen bunu bize nasıl yaptın?" diye acıyla haykıran Tahsin elleriyle kendi saçlarını yolarken, kaynana ve görümceler bu bağırıp ağlaşmalar esnasında Zeynep'in bütün altınlarını, yüzüğünü ve küpelerini çıkartıp aldılar. Zeynep'in çıplak bedenine eski bir kazak ve bir kirli etek giydirerek, "evimizden defol kaltak!" diyerek onu gecenin karanlığında, evden dışarı attılar. Öldürülme korkusuyla Zeynep, babasının evine gidemedi. Ay ışığında şuursuzca koşmaya başladı. Zeynep hiç durmadan koşuyordu. Cehennemi yaşadığı gerdek gecesinden, babasından, abilerinden, kendinden ve korkularından, törelerden kaçıyordu. Zeynep ıssız ormanlardan ve karanlık derelerden koşarak geçti. Bir saat sonra ulaştığı dedesinin evi önünde düşüp bayıldı. Ninesi, Zeynep'in başını kucağına aldı. Terden sırılsıklam olmuş kazağın içinde Zeynep'in çıplak bedeni korkudan tir tir titriyordu. Hemen sonra muhtar ve birkaç kişi gelip Zeynep'i aldılar ve zorla doktor muayenesine götürdüler. Doktor, "Zeynep kız değil, eskiden olmuş bir olay" dedi. Muhtar, öldürülmesin diye Zeynep'i koruması altına aldı. Muhtarın evinde Zeynep'e büyük baskı yapıldı. Ve Zeynep, ölümüne sakladığı sırrını açıkladı. Çocukken; akli dengesi bozuk olan amcasının oğlu, Zeynep'in anne ve babası ormandayken, eve gelmiş ve Zeynep'e zorla tecavüz etmişti. Zeynep, aile içi kan dökülmesin diye bu sırrı yıllarca, ölümüne saklamıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla Zeynep acele olarak uzak bir şehre, bir akrabasının yanına gönderildi. Tahsin 'ibne' olmadığını ispatlamış ve rahatlamıştı. Fakirlikle özdeşleşmiş Tahsin'in ailesi ise yıllarca boynu bükük oturdukları, döküntü, köhne evlerinin üzerinde dalgalanan namus bayrağıyla daha bir gururluydular.. Köyün erkekleri kahvede bıyık altından gülümseyerek, olayı birbirlerine defalarca anlattılar. Ama en acımasız eleştiri köy kadınlarından geldi. Kocaları gurbette olan, bir çeşit köle hayatı yaşayan ve belki de yaşamları boyunca hiç orgazmı yaşamamış bu köy kadınlarına göre, Zeynep o gece, çıplak olarak kayalardan aşağı atılmalıydı. Çıplak bedeni dilim dilim doğranmalı, canlı canlı toprağa gömülmeliydi. ("Biz oruçluyken sen nasıl olur da yasak elmalardan yersin ha!" sendromu). Yaklaşık altı ay sonra köye bir haber geldi. Zeynep'i İstanbul'da, çocuklu, fakir orta yaşlı bir adamla evlendirmişler. Ve Zeynep diyormuş ki "Köyümü ve Tahsin'i çok özledim. Ben onlar gibisini bulamam."
Gelmeni beklemiyorum bu sabah çünkü yüreğimde siyah bir bulut var ve gözümün kenarındaki gözyaşımız bırakan bir yolculuğa çıkacak gibi. Sabah sahile indiğimde martılarla aramdaki benzerliği düşünüp epey kafa yordum. Hani bazen dünyanın bütün boş işlerini birilerinden miras almış gibi inatla yerine getirişime şaşıyorum. Sahi ne demek martlılar ve ben.... Hava epey soğuktu, rüzgar bir şarkı tutturmuş gidiyordu, gitme desem ya da beni de rüzgar yap birlikte gidelim desem duyar mıydı? Hayır hiç sanmıyorum. Ama dalgaların boyunu iki buçuk insan boyu ile ölçtükten sonra rüzgara verip yüzümü kollarımı açıp martıları taklit ettim. Martılar çaresizdi kötü taklitlerine hiç bir şey yapamamaktan... hem onların beyaz, gri hatta yağmur kaçağı sevdalarda maviye kaçan tüyleri vardı. Benim...
Ada MABEL
Tenim sanırım eski bir tanrıçadan veresiye alınmıştı ve soluksuz bir aşkın kıyısında hemen kendini bırakıverecekti. Neden bilmem herkese ve her şeye inat sen tenine, bu teni yakıştırmıştın. Aslında aşık olmak sana çok yakışıyordu. Ellerin yağmurdan sonra çırpınan serçe kuşları gibiydi, beklemelere ve gözlerine baktığında bütün denizlerdeki fırtınaları dindirecek bir sevgiliye çok inanıyordun. Ve tabi gitmelere de... Senin kendine olan bu güvenin beni rahatsız ediyordu, çünkü içimdeki tüm limanlar yıkılmıştı ve epey fırtına atlatıp yorulmuştum. Biliyorum bu mazeret değildi güven duygumun eksik olmasına ama sen sanki yüzyıllar önce gelip bu dünyaya her şeyi öğrenmiş bilgiç tavırlı çocuk haline takılmıştım. Takılmak mı? Vurulmuştum sanırım ve biraz da kıskanmıştım. Beni ilk kez öptüğünde yüreğimden bir kuş havalanıp gitmişti çok uzaklara sonra gagasının arasında bütün kalp kırıklıklarımı unutturacak sen kokan bir merhem getirmişti. “Böyle oluyor aşk” demişti bir dostum “insanı çılgına çeviriyor”. Kalbimdeki yaraları ellerinle sarma cesaretin bağlamıştı beni sana. Bu yeryüzünde insana adanan her kuralı bir yana atıp inanmana hayran kalmıştım, aşka, beklemelere, gözlere ve gitmelere... Üzerinden kaç mevsim geçti gidişinin bilmiyorum, hatırladığım tek şey bu senin inanmandı “inanıyorum” demiştin giderken, sanırım dudaklarım kitlenmiş ki soramadım “neye” diye. Gitmeye mi yoksa dönmeye mi? Seni beklemeli miyim sevgili yani inanarak beklemeli miyim? Gelir misin bıraktığın o yere deniz fenerinin kıyısına ? Bak içimde şimdi hüzünlü bir bulut geziniyor üstelik sarılacak taze yaralarım da var... Seni sevdiğim zamanlarda oluyor bu kaçıp kaçıp içimdeki sığınaklara sığınma isteğim. Ne kadar savunmasızım bir baksana. İçimdeki yorgun kuşları kafeslerinden çıkartıp özgür bırakıyorum. Ve gidiyorum sevgili, beklemeye gidiyorum ... sen gelirsin diye.
KAOS GL 3 / 49
Yasemin Şevval ÖZALP
I
II
Parmak uçlarımızın ilk temaslarında ellerimi korkuyla geri çektiren ve kendi içindeki bütünlüğünün mutlaklığıyla sözcüklerimi ve dokunuşlarımı kilitleyen şeyler karşısında durduğumda duyumsadığım o şaşkınlık ve karmaşa duygusunun, o “şeylerin” zamanla zihnimde önce kavramlaşıp sonra somutlaşarak, ilk tepki, öfkeye dönüşmesi sürecinde, aldığım uzak yollar ve sorduğum sorulardan başka bir şey değilim şimdi. Soruların bana açtığı hücrelerden kendimi “şeyler” karşısında konumlandırmam gereken yerlerde buldukça, son bir inatçı çabayla, parmak uçlarımın bütün bu kuşatmanın arasında soluk alacak alanlar aralayabileceğine kendimi inandırmaya çalışıyordum. Vahşi ritüellerden korunmaya ve saklanmaya çabaladıkça; “şeylerin” dokunuşlarımı ve sözcüklerimi incitmekten ve beni, kendimi karşılarında konumlandırdığım yere hapsetmekten başkaca bir işe yaramadığını, kaçtığımı sanırken kendi üzerime kapattığım kapılardan öğrendim. Kapattığım kapıların gerisinde, kapattığım kapılar olarak, parmak uçlarımın soğukluğunu duyuyorum.
Sen yoksun sanıyordum yeşil gözlü çocuk. Uçurum diplerini özlüyordum. Hiçbir yerde değildim belki de. Gözlerimi karanlığa açıyordum. Düşlerin yolculukları terk etmişti beni. Oyun bahçelerimin büyüsü tükenmişti. Sen yoksun sanıyordum.
♥♥♥♥ Her sabah seni göreceğimi (ve yalnızca bunu) duyumsayarak, akşamları benim bir yerinde kaldığım ve senin gidişini izlediğim kaldırımlar, bedenimde ve ruhumda başkaca bir titreşim hissetmeden geçirdiğim saatler ve boşlukta hiçbir şeye tutunmadan, yalnızca sabah seni görebilmek için katlanmak zorunda olduğum geceler öfkelendiriyordu önce beni. Kapıların gerisinde kendimi anlamsız ve bırakılmış hissediyordum. “Şeylere” ve kendime yüklediğim her anlam ve konum sessizce dağılıyor ve beni düştükçe daha da sana ait olan bir boşlukta sürüklüyordu. Sözcükler kırılıyordu ve ben bildiğim bütün sözcükler içinden sana ait olanları bulup çıkarıyor ve sözcüklerin büyüsünden korkuyordum. Sana ait olanları içimde saklı tutarak kalan sözcüklerin diliyle anlatmaya çalışıyordum kendimi. Anlaman bir ölüm çağrısıydı. “Şeyler” konumlandıkları yerlerden sözcüklere hükmediyor ve bize sessizliğe tutunmamızı öneriyorlardı. Konuşsam gidecektin. Gitmeni bekledim. Gitmedin..... Sustum.
♥♥♥♥ Yanlış kapılara mı açılıyordu tüm sokaklar yoksa yanlış kalmamış mıydı? O sokaklarda kendime yürüdüm geceler boyunca. Gündüzleri hiç duyumsamadan...
♥♥♥♥ Kürtaj oldum bütün erkeklerden. Döl yatağımda kız çocukları haykırıyor. Artık çok geç anne.
♥♥♥♥ Neredesin diye sormuyorum Üşümüyorum. Buradayım sadece.
KAOS GL 3 / 50
artık.
Git.
♥♥♥♥ Susuyorum. Suların öldüremediği ateşler içimde. Kendini noktalamış bir nokta bütün sözcüklerim. (Bu kapı girişlere açılmaz sanıyordum yeşil gözlü çocuk.) Buradayım. Bütün yolculukların tükendiği noktada. Lanetimin şehvetiyle buradayım. (Gelmeyeceksin sanıyordum yeşil gözlü çocuk.)
♥♥♥♥ Gece ölümcül bir senfoninin ara notalarında. Kaçmıyorum artık yeşil gözlü çocuk. Gökyüzünden düşüyorum bahçelerine. Dokunuşların tedirgin. Dokunmalara sığmıyorum. Canımı acıtıyor sözcükler. Masalım lanetlenmiş. Ağlamıyorum yeşil gözlü çocuk. Suda kayboluşunu izliyorum. Irmağa sürgün bir nergis.
III Varoluşun ilk anında/mucizesinde kutsandı tenimin sonsuzluğu ve sonsuzluğu önce düz bir çizgi gibi suların üzerinde yürüdü. Buzullarla sevişti, ışıkla dansetti, toprağı okşadı. Tenime ilk dokunuşum büyüledi beni. Yolculuğum böyle başladı benim. İşte buradayım; yeniden ve ilk defa. Sana dokunmak için yürüdüm uzun yolları. Bütün yolculuklar için hazırım.
♥♥♥♥ Suskunluğumun ulaştığı suların sesini dinlemiyorsun. Her şeyin anlattığı tek bir mucize aslında. Orada, suyun kıyısında, ellerinle kulaklarını kapatmış ve gördüklerine inanmayarak durmak istiyorsun şimdi. Seni izleyebilirim yalnızca, sevebilirim bir de. Ama anlatmamı bekleme benden. Söylenmemiş bir sözcük nasıl telaffuz edilir? Hiçbir dilde karşılığı yok bunun. Seslerden uzaklaşmalısın duymak için. Işıkla kutsanıyorum ama ışığı anlatamam sana. Oysa sana geldiğimi duyumsuyor çam ağaçları çünkü bakıyorum onlara. Yapraklarını ışığa dönmeleri bundan.
♥♥♥♥ Işık ve karanlığın oyunu bu. Başka türlü nasıl anlatabilirim bu öyküyü? Yolculuklar ışık ve karanlığa doğrudur yalnızca. Bir de kendine. Ve en çok kendine. Sorduğun ve sormadığın sorulara bu kadar yalın bir yanıt veriyorum diye kızıyorsun bana ve yaşamına kimsenin bulamadığı bir yanıt arıyorsun. Gördüklerine ve duyduklarına benziyor belki ama ışık ve karanlıktan başka. Sokaktan geçen insanların sıkkın ve her biri diğerinden başka yaşamlarında bildiğinden ve beklediğinden farklı
bir şeyler olmasını umuyorsun. Sana anlatamam ki yolculukları. Senin yolculuğun bu belki. Işığa ya da karanlığa; ışıkla ve karanlıkla. Basit; bacak bacak üstüne atışına yüklediğin bütün anlamlar dağılıyor ve bu yüzden sevmiyorsun beni. Yüzünü çocuksu bir inatla karanlığa çevirmeni izliyorum. Sözcüklerle sıkmıyorum seni ve değişmeni beklemiyorum. Senin yolculuğun bu işte; sonsuzsun yani “bir”sin. Bir türlü zihninde çözülmeyen o çokluk seni yanıltan. Kızıyorsun bana, anlamaz gözlerle bakıp direniyorsun. Bana yüklediğin anlamlardan başkayım ben. Adımın önünde ve bedenimin üzerindeki sıfatlardan arınmak için yolculuk yapıyorum. Sıfatlarla birlikte tükettiğim yaşamları kendimde saklayıp “hiç” olabilecek kadar kendim olmak için. Bu yüzden anlatmadığım öyküler için kızma bana. Çünkü ben soru sormuyorum artık. Tutsaklığa, eşitsizliğe, acıya, şiddete, aşka, yaşama yanıt aramıyorum. Karşılık beklemiyor benim yolculuğum. Ve salt kendisiyle olduğu için bu kadar yakın ateşe, suya, ışığa ve yalnızlığa. İncitildiğimi sanıyorsun ve acıyorsun bana. Her şey beni incitemeyecek kadar kendine ve bana ait. İşte bu yüzden susuyorum ben ve anlamanı bekliyorum. Aradığın yanıt bu değil. Küstah buluyorsun beni. Nükleer santralleri ortadan kaldırmak, silah fabrikalarını yakmak, bütün denizleri temizlemek ve seni aramadığı için o adamdan ve hayatın boyunca babandan nefret etmek istiyorsun. Devlete karşı ve politik olmak istiyorsun. Ya da tüm bunları düşünmeden içki içmek ve anlamamak. Ya da “Best Seller” kitaplar okuyup sana cep telefonu alan sevgilinle anlamını bilmediğin rock şarkılar dinlemek. Her şey ya da hiçbir şey, dedim ya, bu senin yolculuğun. Her an sonsuz olanaklar ve olasılıklar açılıyor önüne. Sonra sana sonsuzluğun durduğunu, tekilleştiğini ve kendi içine gömüldüğünü söylüyorum. Burada, ben oturup seni beklerken. Delirdiğimi düşünüyorsun ve “Kimsenin bu kadar delirmeye hakkı yok” diye geçiriyorsun içinden. Deliliğe tahammülün yok senin. Sakatlığa, çirkinliğe, yaşlılığa, aşka. Ama bu senin yolculuğun. Benzemeyi ve “onlardan biri” olmayı anlamazsan ulaşamayacaksın kendi eşsizliğine.
sanıyorlar, ama dedim ya, o mucizeye tanık olmadı hiçbiri. Beni aldattığını sanıyorlar, benim seni tokatladığımı. Şehveti, tutkuyu, aşkı, şiddeti öldürüyorum ben. Kendim olmak için yapıyorum bunu. Bunun için sevişiyorum seninle. Kendi yolculuğumu anlatamam ki bir başkasına. Başka yolculuklara ihanet edemem ben. Bu yüzden susuyorum ve soru sormuyorum. Ve bu yüzden sevişiyorum seninle. Oysa sen mavi benekli topuyla oynayan çocuğu öldürdün ama söylemiyorum bunu kimseye. Seni katil sanırlar ve anlamazlar diye. Susuyorum ve sevişiyorum seninle. Dudaklarımda tuzlu kan tadı. “Deniz suyu muydu yoksa?” diye düşünüyorum. Sense onu aldattığını düşünüyorsun ve nefret ediyorsun benden. Yatağına dökülen kadın saçları ürpertiyor seni ve suçluluğun korkutuyor.... İçinden geçiyorum, bedenim yok benim. Suçum ve cezam yok. Doğru ve yanlışım. Güzellik ve çirkinlik inancım. Aslına bakarsan iyi ve kötü de yok. Ben buradayım, bu yatakta. Zaman ve uzamla tanımlanabilen bir varoluş durağında. Bir yanım burada doğrusu ve sence görünen bu. Sana yıldızları, kara delikleri, ateşi ve ışığı anlatmıyorum bu yüzden. Benden nefret ettiğin anın eşsizliğini ve kapıdan çıkarken yalnızca bir kadın olmadığımı. Burada olmaktan başka bir kavramım olmadığını gizliyorum senden. Ve bu gizle çıkıyorum kapıdan. Dolmuş şoförüne parayı uzatıyorum ve "İşte bu an, tam bu an ne kadar eşsiz” diye düşünüyorum. Karanlığı anladığın zaman geri döneceksin (kendine), biliyorum. ♥♥♥♥ “Gökyüzü bu kurşuni renge bürünmeyi istemek için ne kadar bekledi” diye düşünüyorum. İşte o anda silah tüccarlarını, eroin kaçakçılarını, katilleri, borsacıları, BM barış temsilcilerini, faşistleri, sosyalistleri, diktatörleri, çöpçüleri ve seni anladığımı duyumsuyorum. Ve varoluşun her anı için kendimi (ve dün gece onunla uyuduğun için seni) bağışlıyorum. (Aralık 1996-Şubat 2000, Ankara)
♥♥♥♥ Sana zaman ayırmıyorum diye bana kızarken aslında zamanı hiç anlamadığını söyleyemem sana. Sana çiçek getirmeyi unuttuğum için özür diliyorum bu yüzden. Yalnızca sabah gözlerimi açtığımda içimde orada kalmak ve başka hiçbir yerde olmamak isteği uyandıran, yatağımda bıraktığın o sıcaklık ve koku, sonsuz güzel kirpiklerinin altında oynaşan çocuksu ve muzip yeşil gözlerindeki anlam için özür diliyorum senden ve varoluşun bu anındaki eşsiz mucize ile doluyorum. Sana bu yüzden tapabileceğimi ve gittiğinde bu nedenle ağladığımı anlamıyor kimse. Sen gittin diye ağladığımı sanıyorlar. Çünkü o eşsiz mucizeyi duyumsamadı hiçbiri. Teninin sınırlarında yolculuğun bittiğini sandıkları için susuyorum ben de. Dahası, seni sevdiğimi
KAOS GL 3 / 51
“Açılmış sarmaşık gülleri kokularıyla baygın en görkemli saatinde yıldız alacasının gizli bir yılan gibi yuvalanmış içimde keder uzak bir telefonda ağlayan yağmurlu genç kadın” Attila İlhan
Tezer KANIK
Günün erken saatlerinde dünyaya silbaştan bir merhaba demenin o sanki hiç hatasız başlangıçların rahatlığını yaşıyor çocuk... Yitirilmiş tüm sevdalarını gecenin kollarından bahçeye yağmış çiğ damlalarında buluyor kimi sabahlarda... Ellerini eski bir çınar ağacının kökleriyle ovuşturup yüreğini serçelere sunuyor... Esrik bir güz sonrasında terkedilen anılar sarnıcına hangi yeni anılar demetinin takılı olduğunu ayrımsayamıyor çocuk... Anısız yaşamaya başladı çocuk nicedir... Ve serüven duygusunu penceresindeki sardunyaya verdiğinden beri büyüdü tavanı sardı çiçek... Artık sözcükleri dallarından toplayamıyor çocuk... Gecenin ilerleyen saatlerini kayıp senfonilerinin sığınağında bir şarap şişesinin dibinde yitikliyor çoğu zaman... Kentin sokakları ayın hüzün sarılığına kendini bıraktığı saatlerde yitirilmiş savruk sevileri toplamaya çıkıyor usulca... Ve gece kendini yeni bir güne devrederken torbasında bir demet terkedilmiş umutla dönüyor eve!... Artık sokaklarda terkedilmiş pek çok umut bulabiliyor çocuk... Çünkü düşlerini taşıyamayan insanlar hergün usulca soyunup boş kaldırımlara terkediyorlar onları...
Sevgilisi olduğu kadınları ve sevgilisi olamamış kadınları kuşanmayı bıraktığından beri anlamlar imlasını çizmeyi de terkedermiş insan!... Ve şimdi çocuk bedenler taşıyor bedeninde anlamların yerine... Bedenler bedenini yitiklerken çığlığı geceyi bölüyor kimi saatlerde... Çok uzaklardan belki isimsiz bir kadın duyuyor bu çığlığı ve gece uykusunu bölen bu çığlığın rüyası mı gerçeği mi olduğunu ayrımsayamadan usulca kalkıp bir cigara içiyor samsun tütününden, sonra usulca yatağına dönüyor... Geceyle hiç tanışmamış olan yabancı bir adamın koynunda tanıdık bir
KAOS GL 3 / 52
hüzne uyuyor kadın... Üzerinde düşünemediği bu çığlığı balkona kitledikten sonra.... Bedenlerini taşıdığı insanlarla gülüyor, bedenlerini taşıdığı insanlarla ağlıyor çocuk... Tek olamadığı dünyasında terk olunmuş sevilerin izlerini kar yangını gibi bedeninde taşıyor çocuk... Çünkü sevdalarından geriye kalan ve silinemeyen tek izdüşüm bu artık... Dudakları taşıdığı dudaklardan yorgunken cümlelerini imlasız savuruyor gökkubbenin griliğine... Başka bedenlerle paylaştığı bedenler aynı anda yüklendiği iki beden ve şimdi silinmiş izlerle bile anımsayamadığı ilk kadın bedeni... Onu tuzlarken çok canı yanmış mıydı? İlk memeyi avuçlarında bulduğunda hangi imgeler sarmıştı beynini hatırlamıyor çocuk... Taşımayı reddettiği bedenler hangi bedenlerin yüküdürler şimdi ve hangi bedenin katili... Bilmiyor... Yitik yüzler acıtıyor en çok çocuğu... Umut çatısında döşenmiş evlerin yitişi... Yanışı... Dünyanın ciddi imgesi yüklediği kadınların çalıntı zamanlarda ona emanet ettikleri çocuklarını taşıyor çocuk... Yetişkin bedenlerden ellerinde kalan bu çocuklarla ufalıyor çocuk... Kadınlar büyüdükçe küçülüyor artık çocuk... Ona emanet edilmiş bu çocuklar kimi geceler loş kuytuluklarda ağlamaya başladıklarında çocuk sokaklarda aramaya çıkıyor bu çocukların yetişkin bedenlerini. Ama tanımıyor artık onu kadınlar... Bedenlerini yükleyecekleri yeni bedenlerle evlerine gidiyorlar gece yarıları... Bazıları da alkol duvarında düşlerini bir kundakta kaldırım üzerine bırakıyor usulca... Küçük bir not iliştirilmiş oluyor çoğu zaman bu umut kundaklarına çocuğun anlayamadığı bir dilde yazılmış... Ellerinde terkedilmiş umutlarla dönüyor çocukların yanına... Çok iyi tanıyor bu çocukları çocuk... Aşık olmuştu onların yetişkin bedenlerindeki zamanlarında hepsine... Bazı geceler tansıklarında unuttukları bedenlerini göstermek ister onlara ama yapamaz bunu... Bilir ki onları terkeden bedenler değildi aşık olduğu işte dünyanın hiç bilmediği bu çocuk yüzleriydi çocuğa arda kalan... Ama kadınların bedenlerini bedeninde taşımaya hüküm giydiğinden beri çocukların diline yabancı kalmaya da mahkum edildi... Yalnızca gözlerini görebildiği çocuklarla geceyi ve günü karşılayabiliyor artık ...
Dicle F/ DiyarbakÄąr O HĂ‚L'DEN Bu Ĺ&#x;ehre geleli 3 ay olmuĹ&#x;. Bu surlar Ĺ&#x;ehrinin en kĂśtĂź ilçelerinden birinde ise 2 ay... BĂźyĂźkĹ&#x;ehirde doÄ&#x;muĹ&#x;, bĂźyĂźmĂźĹ&#x;, ilkĂśÄ&#x;retimden yĂźksekĂśÄ&#x;retime kadar Ĺ&#x;ehirde okumuĹ&#x;, ailesi kÄąr kĂśkenli olsa da kendini Ĺ&#x;ehirli hisseden biri için burasÄą 'Cehennem' Ekmek kavgasÄą ve devletlĂťnun buyruÄ&#x;u burda yaĹ&#x;amama sebep. Oysa daha 7-8 ay Ăśnce yÄąllarÄąn biriktirmiĹ&#x;liÄ&#x;iyle geçirdiÄ&#x;im evreler vardÄą. Ben neyim, daha sonra: Ne olduÄ&#x;umu biliyorum, duygusal cinsel yĂśnden artÄąk kendimden eminim ve sonuncu olarak artÄąk benim gibi dĂźĹ&#x;Ăźnen insanlarla bir araya gelip bir oluĹ&#x;uma gitmeliyiz, basamaklarÄą. O arada gĂźzel bir sevgilim, dost olabileceÄ&#x;im- olduÄ&#x;um lezbiyen gey arkadaĹ&#x;larÄąm olmuĹ&#x;tu. Hayata artÄąk biraz daha net bakabiliyordum. KadÄąnlar, yumuĹ&#x;ak tenli, hoĹ&#x; kokulu, aĹ&#x;Äąk olduÄ&#x;um kadÄąn... Birbirini seven, taĹ&#x;Äąyan aĹ&#x;Äąk kadÄąn dostlarÄąm. Nefsini doyurmaya çalÄąĹ&#x;an, erkekçe, lezbiyenliÄ&#x;i yaĹ&#x;ayan sevemediÄ&#x;im kadÄąnlar... Ne gĂźzel anlaĹ&#x;Äąyorduk, lezbiyenlik, feminizm, yeni bir yaĹ&#x;am oluĹ&#x;umu hayalleri. Her hafta yapÄąlan sohbetvari toplantÄąlar. CoĹ&#x;ku, heyecan, yalnÄąz deÄ&#x;ilim duygusu ve Ĺ&#x;u baĹ&#x; belasÄą deprem. Korkulu gĂźnler, sefil dÄąĹ&#x;arÄą yatmalarÄą. Tedirginlik ve gerginlik. Ve kadÄąnÄąm, Ĺ&#x;ehr-i Ä°stanbul'da oturmamasÄąna raÄ&#x;men, ĂślĂźmĂź gĂśze alÄąp bana can yoldaĹ&#x;Äą olan sevgilim. Ve çekilen kurayla bana, payÄąma dĂźĹ&#x;en DÄ°YARBAKIR... Her Ĺ&#x;eyi, sevdiÄ&#x;im Ĺ&#x;ehri, sevdiÄ&#x;im insanlarÄą, yeni bulduÄ&#x;um benim gibi olan dostlarÄą, ailemi geride bÄąrakÄąp, yanÄąma aldÄąÄ&#x;Äąm ev eĹ&#x;yalarÄą ve can yoldaĹ&#x;Äąm, sevgilim. DiyarbakÄąr'da kaldÄąÄ&#x;ÄąmÄąz ilk gĂźnlerde Ĺ&#x;ehirden Ĺ&#x;ehir kĂźltĂźrĂźnden geldiÄ&#x;imizi anladÄąÄ&#x;ÄąmÄąz o garip anlar. Yeni bir yaĹ&#x;am ve onun ĂśrdĂźÄ&#x;Ăź bir kĂźltĂźrde yaĹ&#x;amak gerekliliÄ&#x;i...
Rengini belli etmemek zorunluluÄ&#x;u. 15 yÄąldÄąr dengeleri deÄ&#x;iĹ&#x;en bir savaĹ&#x;Äąn, dengesini yitirdiÄ&#x;i kĂśylĂź feodal bir toplum. Ä°stisnalar haricinde genel olarak savaĹ&#x;Äąn insanlarÄą erezyona uÄ&#x;rattÄąÄ&#x;Äą bir memleketteydim. Ä°hbarcÄąlÄąÄ&#x;Äąn geriliÄ&#x;in bir kiĹ&#x;ilik ĂśzelliÄ&#x;i olduÄ&#x;u bu yerde benim de gĂźvenlik adÄąna bir rengim olmamalÄąydÄą. Bu surlarÄąn Ĺ&#x;ehrinde ne feministtim, ne lezbiyendim, ne solcuydum, ne Alevi kĂźltĂźrden gelmiĹ&#x; bir ailenin çocuÄ&#x;uydum hatta ne kadÄąndÄąm. Gerçi bunlarÄąn memleketimin hiçbir yerinde deÄ&#x;eri yoktu ya... Neyse. Beni ben eden hiçbir alt kimliÄ&#x;im olmamalÄąydÄą. BurasÄą baĹ&#x;kaydÄą. Genel olarak geçmiĹ&#x;e gĂśre bir yumuĹ&#x;ama olsa da burasÄą batÄądan okuduÄ&#x;umuz, gĂśrdĂźÄ&#x;ĂźmĂźz, "O HĂ‚L"di! Ĺžeytan ßçgeni denilen bĂślgelerinde kurĹ&#x;un izleri, yollarÄąnda yakÄąlmÄąĹ&#x; kĂśyleri, solgun gazete fotoÄ&#x;raflarÄąndan gĂśrdĂź-Ä&#x;ĂźmĂźzden daha gerçek, bir utancÄą sergilercesine Ăśylece hâlâ durmaktaydÄą. Burda insan (normal) olabilme kimliÄ&#x;ini taĹ&#x;Äąrken bile zorlanÄąrken alt kimliklerini taĹ&#x;Äąmak daha da zor ve riskliydi. Tabi burda halka gĂśre daha avantajlÄą durumum olduÄ&#x;unu da belirtmeliyim. Burda sevgilimin ziyaretlerinde "kuzen" oluyoruz. Ama kuzenden ziyade devletlĂťnun bizi bu "O hal"lere koyduÄ&#x;u için daha çok kÄązar oluyoruz. KÄązÄąyoruz, aĹ&#x;kÄąmÄązÄą bĂśyle gizli yaĹ&#x;ayabildiÄ&#x;imiz, akrabadan baĹ&#x;ka bir açĹklamanÄąn insanlarÄą tatmin etmediÄ&#x;i için. Ă–zel hayat yok burda. DÄąĹ&#x;ardan gelmiĹ&#x; olsan da... Gerçi kuzen gibi gĂśrĂźnmenin avantajlarÄą da var: Rahat bir Ĺ&#x;ekilde kalabilmemiz, asÄąlmÄąĹ&#x; kuzen fotoÄ&#x;raflarÄą, yazÄąlmÄąĹ&#x; aĹ&#x;kÄą ilan Ĺ&#x;iirler duvarlarda. Samimi iki kuzenin birbirine dĂźĹ&#x;kĂźnlĂźÄ&#x;Ăź iĹ&#x;te, birbirine desteÄ&#x;i. ÇoÄ&#x;u genç kÄązlar lezbiyenliÄ&#x;i ismen ve kĂśtĂź bilseler de akÄąllarÄąna gelmiyor. ÇßnkĂź biz akrabalÄąÄ&#x;Äąn kutsal suyuyla yÄąkanmÄąĹ&#x;Äąz. SapÄąk olduÄ&#x;umuz gibi bir de ensest olamayÄąz herhalde....!? Burda da
her yerde olduÄ&#x;u gibi yokuz, olmadÄąÄ&#x;ÄąmÄąz gibi heteroseksĂźeliz iĹ&#x;te. En tehlikeli kimlik burda da eĹ&#x;cinselliÄ&#x;im, zararlÄą olmazsam sol Ăźtopyam bile bundan belki de daha az zararlÄądÄąr. Belki çoÄ&#x;u yerde bu bĂśyle ama kßçßk yerlerde daha dikkatli olmak, mantÄąÄ&#x;a oturtmak gerekiyor iliĹ&#x;kileri. Evet, tam 3 ay oldu... BÄąraktÄąÄ&#x;Äąm dostluklar sevgililer deÄ&#x;iĹ&#x;ti, gĂźzel Ĺ&#x;ehrim duyduÄ&#x;uma gĂśre deprem histerisiyle sallanÄąp duruyormuĹ&#x;, tadÄą kalmamÄąĹ&#x; ama ben hâlâ onu çok ĂśzlĂźyorum. Burada yaĹ&#x;amaya çalÄąĹ&#x;tÄąÄ&#x;Äąm koĹ&#x;ullar içinde zaman zaman duygusal patlamalar yaĹ&#x;ayÄąp, bunu telefon faturalarÄąna yansÄątsam da, o Ĺ&#x;ehir ve sevdiklerim, alÄąĹ&#x;kanlÄąklarÄąm için her Ĺ&#x;ey. KĂśksĂźzlĂźk duygusu burda hissettiÄ&#x;im. Bir gelsem Ä°stanbul'a kÄąsa da olsa bir gelsem, kalabalÄąklarÄąn arasÄąna karÄąĹ&#x;Äąp, kendimi rahat hissettiÄ&#x;im renklerimi bilen arkadaĹ&#x;larÄąmla sohbet edip, yaĹ&#x;amdan, kadÄąnlÄąÄ&#x;ÄąmÄązdan, lezbiyenliÄ&#x;imizden, aĹ&#x;klarÄąmÄązdan, Kaos'tan bahsedebileceÄ&#x;imiz anlarÄą tatsam, artÄąk Ĺ&#x;urda az bir zaman kalmÄąĹ&#x;ken, bir an Ăśnce artÄąk gelsem, aitlik duygusunu hissetsem ve O HĂ‚L'DEN, BU HALLERÄ°MDEN BÄ°R KUR-TULSAM!!!
Alp Sevgili KAOS GL Size belki on tane mektup yazdÄąm ama gĂśnderemedim. Bu biraz benim sÄąkÄąlganlÄąÄ&#x;Äąmdan ĂśtĂźrĂź. Size biraz ĂśvgĂź, biraz yergi dolu karÄąĹ&#x;Äąk bir mektup yazmak istedim. Ve Ĺ&#x;u anda aklÄąma gelenleri yazmaya karar verdim. Ă–ncelikle Ĺ&#x;urada anlaĹ&#x;alÄąm; bĂśyle kaliteli bir dergi çĹkardÄąÄ&#x;ÄąnÄąz için ne kadar ĂśvĂźnseniz azdÄąr. Kimimiz daha kendisi için, hakkÄąnda karar veremezken siz bĂśyle bir dergi çĹkartÄąp yĂźreÄ&#x;inizi koyduÄ&#x;unuz için herĹ&#x;eyden Ăśnce sizi kutlamak isterim. Ben yirmi
Siz de MektuplarÄąnÄązÄą ALÄ° Ă–ZBAĹž P.K. 53, CEBECÄ° ANKARA adresine postayla; 0.312.363 90 41 no.lu faksla; ya da ali.ozbas@isbank.net.tr e-mail ile gĂśnderebilirsiniz.
KAOS GL 3 / 53
beĹ&#x; ‌ yaĹ&#x;Äąnda kendi iĹ&#x;inde çalÄąĹ&#x;an bir geyim. Derginizi internet yoluyla ĂśÄ&#x;rendim. AslÄąnda derginizi bir kitapta okumuĹ&#x;tum. Ama aramama raÄ&#x;men bulamamÄąĹ&#x;tÄąm. Ä°nternette arkadaĹ&#x; bana bu dergiyi bulabileceÄ&#x;im adresi verdi. Ben de o zamandan bu tarafa yani altÄą aydÄąr derginizi takip ediyorum. YalnÄąz kafama takÄąlan bazÄą sorunlar var. LĂźtfen yanlÄąĹ&#x; anlamayÄąn maksadÄąm eleĹ&#x;tirip sizi soÄ&#x;utmak deÄ&#x;il. 1) Ă–nce bir ayda çĹkan dergiyi iki aya çĹkardÄąnÄąz. Ben bir aya sabÄąrsÄązlanÄąrken, iki ay benim için çok uzun geliyor. 2) İçerik bana çok karÄąĹ&#x;Äąk ve Ăźslup olarak aÄ&#x;Äąr geliyor. Bu da benim okuma Ĺ&#x;evkimi kÄąrÄąyor. YanlÄąĹ&#x; anlaĹ&#x;ÄąlmasÄąn ben okumayÄą seven bir insanÄąm, Ĺ&#x;u ana kadar akĹ&#x;amlarÄą kitap okumadan geçirdiÄ&#x;imi hatÄąrlamam. Ama derginin içi beni hiç cezbetmiyor; açĹkçasÄą bu aÄ&#x;Äąr dil beni sizden soÄ&#x;utuyor. 3) Dergide hiç resim olmayÄąĹ&#x;Äą (seks manasÄąnda deÄ&#x;il) pek sarmÄąyor. Daha çok resim gĂśrmek istiyorum. 4) Dergi madem iki ayda çĹkÄąyor hiç olmazsa sayfa sayÄąsÄąnÄą çoÄ&#x;altalÄąm. EÄ&#x;er fiyat artar diyorsanÄąz cĂźzi bir zamma kimsenin itirazÄą olmaz. 5) Bence geylerin takÄąldÄąÄ&#x;Äą yerlerin isimlerini verelim. ÇßnkĂź çoÄ&#x;umuz kendi ilimizdeki yerleri bilmiyoruz. AyrÄąca geyler hakkÄąnda film, vcd, dvd gibi Ĺ&#x;eyleri temin edeceÄ&#x;imiz yerler nereler? Benden bu kadar ama Ĺ&#x;una inanÄąyorum ki bunlarÄą yapmasanÄąz bile ben sizleri seviyorum. Ama yaparsanÄąz bu sevgi iki katÄąna çĹkacaktÄąr. Kendinize ve dergimize iyi bakÄąn.
Kar Tanesi / Ankara Bizi Biz Anlatmazsak Kim Anlatacak?
KAOS GL 3 / 54
Merhaba sevgili KAOS GL okurlarÄą. Ĺžu an dÄąĹ&#x;arda (ANKARA'da) çok tatlÄą bir kar yaÄ&#x;ÄąĹ&#x;Äą var. Kar taneleri adeta dans edercesine gĂśkten boĹ&#x;alÄąyor. Bilemiyorum, belki de onlarÄąn gĂśkten boĹ&#x;almasÄą, beni de içimdeki duygularÄą satÄąrlara boĹ&#x;altmaya itti. Ne zamandÄąr bu yazÄąyÄą yazmayÄą dĂźĹ&#x;ĂźnĂźyordum. Demek kÄąsmet bugĂźneymiĹ&#x;. DeÄ&#x;erli DOSTLARIM; KeĹ&#x;ke bu dĂźnyadaki herkes bu kar taneleri kadar temiz olsa. KeĹ&#x;ke biz insanlar onlarÄą Ăśrnek alsak kendimize. Kar tanelerinin herbirini bir fert olarak kabul edersek, onlar bizden çok çok daha kalabalÄąk. Fakat siz de biliyorsunuz ki, onlar yere dĂźĹ&#x;ene kadar birbirleriyle hiç çatÄąĹ&#x;mÄąyorlar. Ama biz insanlar ise birbirimizi yemekten, birbirimizin kuyusunu kazmaktan baĹ&#x;ka bir Ĺ&#x;ey yapmÄąyoruz. "Ama o zaman da hayatÄąn tadÄą olmaz ki canÄąm" dediÄ&#x;inizi duyuyor gibiyim. Kabul ediyorum, rekabet Ĺ&#x;art ama tatlÄą bir rekabet, insafsÄązca deÄ&#x;il. "BoĹ&#x;ver, dĂźnyayÄą ben mi kurtaracaÄ&#x;Äąm?" diyemiyorum iĹ&#x;te. ÇßnkĂź ben Ĺ&#x;una inanÄąyorum. Fertler kendilerine çeki dĂźzen verdikçe toplum da otomatik olarak dĂźzelir. Ve biz eĹ&#x;cinseller de kendimizi dĂźzelmiĹ&#x; bir topluma çok daha rahat anlatabilir ve kabul ettirebiliriz. Ama biz kendimizi anlatmamÄąz için toplumun "sĂźtten çĹkmÄąĹ&#x; ak kaĹ&#x;Äąk" olmasÄąnÄą beklersek kÄąyamete kadar bekleriz. Peki ne yapmalÄąyÄąz canÄąm kardeĹ&#x;lerim? YazmasÄą bana dĂźĹ&#x;meyen bu satÄąrlarÄą, isterseniz kendi acizane dĂźĹ&#x;Ăźncelerime gĂśre birkaç madde halinde sÄąralayalÄąm: 1- Ä°Ĺ&#x;e Ăśncelikle kendimizi tanÄąmlamakla baĹ&#x;lamalÄąyÄąz. Ben kimim, neyim, neciyim? Davam ne? Evet yanlÄąĹ&#x; okumadÄąnÄąz. DAVA diyorum. ÇßnkĂź bence bu duygu, bu
yaĹ&#x;am tarzÄą bir davadÄąr. Hem de tam bir dava. DiÄ&#x;er davalardan çok çok farklÄą bir dava. Bu davayÄą savunanlar arasÄąnda olup olamayacaÄ&#x;ÄąmÄąza karar vermeliyiz. Bu davada elimizi taĹ&#x;Äąn altÄąna sokup sokamayacaÄ&#x;ÄąmÄąza karar vermeliyiz. Bu davada uykusuz kalÄąp kalamayacaÄ&#x;ÄąmÄąza, bu davada gĂśrev aĹ&#x;kÄąyla tutuĹ&#x;up tutuĹ&#x;amayacaÄ&#x;ÄąmÄąza karar vermeliyiz artÄąk. ÇßnkĂź Ĺ&#x;airin dediÄ&#x;i gibi "Bu dava hor, bu dava ĂśksĂźz". Bu davayÄą sĂźrĂźnmekten kurtarÄąp hakkettiÄ&#x;i mertebeye çĹkaracak yĂźrekte miyiz? Bir tek kendimiz kalsak bile davamÄązdan dĂśnmeyecek kadar kararlÄą mÄąyÄąz? Bir soralÄąm kendimize. 2- Kendimizi yetiĹ&#x;tirmeliyiz. Bunun için çok kitap okumalÄąyÄąz. Dergi, gazete okumalÄąyÄąz. Biliyorum, TĂźrk insanÄąnÄąn genel hastalÄąÄ&#x;ÄądÄąr okumamak ama, biz bunu aĹ&#x;malÄąyÄąz. AĹ&#x;mazsak ancak kaplumbaÄ&#x;a gibi yĂźrĂźrĂźz. Fakat bizim tavĹ&#x;an gibi koĹ&#x;mamÄąz lazÄąm. Ama tavĹ&#x;an gibi yaptÄąÄ&#x;ÄąmÄązÄą yeterli gĂśrmeden, her zaman daha çok çalÄąĹ&#x;malÄąyÄąz. Bir toplumda sohbet edildiÄ&#x;inde bizim de sĂśyleyecek iki çift sĂśzĂźmĂźz olmalÄą. "Ne kĂźltĂźrlĂź insan" dedirtmeliyiz kendimiz için. UnutmayalÄąm ki bize saygÄą duymayanlar davamÄąza hiç saygÄą duymazlar. Ă–rneÄ&#x;in; ben bir çirkeflik yapsam, hiç kimse bunu anlatÄąrken "(Rumuz Kar Tanesi) bĂśyle yaptÄą" demez. Ya "Falanca kiĹ&#x;inin oÄ&#x;lu bĂśyle yaptÄą" der; ya "Ĺžu Ăźniversite ĂśÄ&#x;rencisine bak. Ăœniversite okuyor gĂźya, yaptÄąÄ&#x;Äą harekete bak" der. Belki bu tutum yanlÄąĹ&#x;tÄąr. KiĹ&#x;inin hareketi ailesini, kurumunu veya savunduÄ&#x;u fikri baÄ&#x;lamaz ama, insan psikolojik olarak bunu hemen bĂśyle yorumlar. Bir dĂźĹ&#x;Ăźnelim. Hangimiz bu yorumlardan birini yapmayÄąz
ki? Sevgili CÄ°ÄžERPARELERÄ°M; Bu yĂźzdendir ki çok okumalÄąyÄąz. Hal ve hareketlerimizin nasÄąl olmasÄą gerektiÄ&#x;inin ders kitaplarÄąnda yazmadÄąÄ&#x;Äą konusunda sizinle hemfikirim. Fakat sosyal içerikli kitaplarda, romanlarda ve diÄ&#x;er çeĹ&#x;itli kitaplarda yazÄąyor dostlar. Okudukça hareketlerinizdeki deÄ&#x;iĹ&#x;ikliÄ&#x;i siz de farkedeceksiniz. ÇßnkĂź bu dava sokaklarÄąn davasÄą deÄ&#x;il. Bu dava protestoyla, yÄąrtÄąnÄąp dĂśvĂźnmeyle hallolacak dava deÄ&#x;il. ÇßnkĂź bu dava o kadar basit bir dava deÄ&#x;il. Bu dava mĂźrekkeple, kalemle, kitapla, masabaĹ&#x;Äąnda, açĹk oturumda hallolacak bir dava. Tarihte çok ĂśrneÄ&#x;i vardÄąr; savaĹ&#x; meydanlarÄąnda kazanÄąlan Ĺ&#x;eylerin, masabaĹ&#x;Äąnda kaybedildiÄ&#x;inin. Bu yĂźzden biz agresifçe deÄ&#x;il, medenice ve kalemimizle savaĹ&#x;malÄąyÄąz. Hem, ne gĂźzel demiĹ&#x; atalarÄąmÄąz: "Kalem, kÄąlĹçtan keskindir." 3- Kendimize çeki dĂźzen verip, etrafÄąmÄązdakilerle sÄącak ve samimi iliĹ&#x;kiler kurmalÄąyÄąz. Onlara her zaman yanlarÄąnda olduÄ&#x;umuzu hissettirmeliyiz. Onlarla konuĹ&#x;urken kelimelerimizi Ăśzenle seçmeliyiz. Onlarla boĹ&#x; tartÄąĹ&#x;malardan daima kaçĹnmalÄąyÄąz. Herkes tarafÄąndan kiĹ&#x;iliÄ&#x;imizle Ăśrnek gĂśsterilmeliyiz. DĂźĹ&#x;ĂźnĂźn bir kere. Hiç sevmediÄ&#x;iniz bir insan gelip size bir Ĺ&#x;eyler anlatsa, bu anlattÄąklarÄą ne kadar doÄ&#x;ru olursa olsun onu kaale bile almazsÄąnÄąz deÄ&#x;il mi? Ama bir de çok sevdiÄ&#x;iniz, saydÄąÄ&#x;ÄąnÄąz, gÄąpta ile baktÄąÄ&#x;ÄąnÄąz bir kiĹ&#x;i gelip bir Ĺ&#x;eyler anlatsa onu can kulaÄ&#x;Äąyla dinler, belki de sĂśylediklerinin doÄ&#x;ru olup olmadÄąÄ&#x;ÄąnÄą dĂźĹ&#x;Ăźnmeden kabul edersiniz Ăśyle deÄ&#x;il mi? Biz de kendimizi bĂśyle sevdirirsek davamÄązÄą anlatmak çok daha kolay olur ve insanlara eĹ&#x;cinselin ne demek olduÄ&#x;unu, eĹ&#x;cinsellerin nasÄąl
insanlar olduklarını kendi yaşantımızla anlatmış oluruz. Böylece, zaman geçtikçe toplumdaki "Eşcinsel saldırgandır, falçata atar, rezalet çıkartır, vb." imajı da silmiş oluruz.
söylediğimde dostluğumuzun bozulacağından korkuyorum" dedim. O an hiç ummadığım bir şey sezdim can dostumda. Sanki ondan hoşlandığımı, fakat söyleyemediğimi düşünüyordu. (Nitekim herşeyi anlattıktan sonra, öyle düşündüğünü ve eğer anlatmasaydım hep öyle düşüneceğini söyledi.) Fakat öyle bir şey benim aklımın
"Evet, o yarım anladığın şey" dedim. Ve hıçkırıklarla ağlamaya başladım. Çünkü her ne kadar aramızdaki samimiyetin zerre kadar azalmayacağına söz verdiyse de ben artık bittiğini düşünüyordum. Ve bu beni perişan ederdi. Ben bunları düşünürken: "Eee, Ne var bunda? Olabilir. Çok doğal" dedi. O an sanki dünyalar bana
"İyi, güzel de, nasıl anlatacağız bunu?" diye soracak olursanız, size başımdan geçen bir olayı anlatayım. Belki bir ön fikir olur: MERHABA 1999-2000 eğitim-öğretim Ne mutlu bize ki artık kendimizi anlatabildiğimiz yasal bir yayın yılı başlamıştı. Doğal olarak organımız var; KAOS GL. O zaten vardı ama şu anda dergimizin bölümümüzün birinci sesini daha çok duyurmamız ve bu sayede kendi varlığımızı da sınıfına yeni arkadaşlar hissettirmemiz daha kolay görünüyor, tüm bu zorlukların içinde. gelmişti. Fakat, ben üçüncü Buna benzer "Haydi Arkadaşlar Birlik Olalım" çağrılarına daha sınıfta olduğum için onlarla önce de rastlamıştık dergimizde ve bu da bir çağrı; karşılaşmam biraz zordu. Eskişehir'deki tüm kadın ve erkek eşcinseller, biseksüeller için… Sağolsunlar, ikinci sınıftaki arkadaşların sayesinde Herkes çok rahat değil belki cinsel kimliğini ortaya koymakta. onlarla da tanıştık. Biraz Bu çağrıya cevap vermeniz, herkes tarafından eşcinsel benim samimi ve girişken bir olduğunuzun anlaşılacağı anlamına gelmiyor. Rahat olun ve insan olmam nedeniyle, biraz sizin gibi olan bir dolu insanın varlığını görmezlikten gelmeyin. da onların pırıl pırıl, neşeli Öncelikle önemli olan birbirimizi tanımamız, birbirimizden ve hoş sohbet arkadaşlar haberdar olmamız: Başkalarının bizi tanıması daha doğrusu olması nedeniyle kısa hakkımızda düşündüğü saçmalıklar hiç önemli değil. zamanda aramızda çok samimi bir dostluk Bu yazıyı okuyorsan ve ESKİŞEHİR'deysen lütfen ses ver. oluşuverdi. Hele hele, Hayatı sevmek, paylaşmak, haketmek ve yaşanmışlıklara, içlerinde bir kız arkadaş yaşanacaklara dair olup biten herşeyi konuşmak için vardı ki, kız kardeşim gibi yapabileceğimiz en iyi şey bir araya gelmek, seslerimizi sevmiştim onu. Onunla birleştirmek. aramızda olan samimiyet diğerlerinden çok farklıydı. ESKİŞEHİR'de oluşturulacak bir topluluk, grup için bu bir şans. Birbirimizden gizli hiçbir Herkesi benimle irtibata geçmeye çağırıyorum. şeyimiz yoktu. (Tabii, benim eşcinselliğim dışında). MURAT P.K. 31 26001 MERKEZ/ESKİŞEHİR 14 Şubat SEVGİLİLER GÜNÜ' ydü. Can dostumla fakültenin kantininde buluşmuş, açıklanan final notlarımıza bakacaktık. Bir şeyler almış, kantinde yiyorduk. Arkadaşım derin bir iç çekerek: "Ah, ah. Sevgililer Gününde bir gül hediye edecek sevgilimiz bile yok" dedi. (O dakikada her şeyi ona anlatmaya karar vermiştim.) "Senin yine gelecek Sevgililer Gününde sevgilin olur. Ama benim çok zor" dedim. "Olur, niçin olmasın?" dedi. "Olmayacağını biliyorum. Fakat bazı sırlar, insanın kendisinde kalır ve onunla mezara girer" dedim. "Bana da söylemeyecek misin?" dedi. "Maalesef. Çünkü
ucundan bile geçmiyordu. O an kendi kendime: "Ok yaydan çıktı artık. Herşeyi anlatmalısın" dedim. Ben bunları düşünürken o da bana: "Ama anlatmazsan aramıza bir duvar örmüş olacaksın zaten. Ve ister istemez bir soğukluk olacak aramızda" dedi. "Peki. Gel benimle" dedim ve sınıfa çıktık. Çok çekiniyor, adeta su dökülmüş gibi ter boşalıyordum. Arkamı ona döndüm ve: "Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Fakat ben…" dedim. "Evet. Sen?" dedi o da. "Beni de Allah yarattı. Bilmem anlatabildim mi?" dedim. "Tam anlayamadım" dedi.
bağışlanmıştı. Birbirimize sarıldık ve beni teselli etmeye çalıştı. Ve bana: "Aramızın bozulacağını düşünüyordun. Bak tam aksine daha da iyi oldu. Çünkü artık aramızda gizli saklı hiçbir şey yok" dedi. *** Düşünün bir kere. Ben o kız arkadaşımla o kadar samimi olmasaydım, bırakın anlattığımda hoş karşılamasını beklemeyi, anlatmaya bile cesaret edemezdim. Böylece davamı hoş karşılayan bir kişiden mahrum olacaktım. İşte insanlara kendini sevdirmenin, onlarla güzel
dostluklar kurmanın gereği de burada yatıyor değerli dostlarım. Böylece onlara bazı şeyleri yavaş yavaş, acele etmeden anlatabilirsiniz. Böyle CİĞERPARELERİM.
işte
Belki, diyeceksiniz ki; "Sen bir kişiye anlattın. Ya diğer insanlar. Onlar ne olacak?" Haklısınız. Fakat her şeyin bir anda olmasını bekleyemeyiz ki. Yavaş yavaş olacak. Önce bir taban oluşturmalıyız kendimize. Hem ne güzel demiş atalarımız. "Damlaya damlaya göl olur". Ben bir kişiye anlattım. Türkiye'deki her eşcinsel çok samimi olduğu birisine uygun bir dille anlatsa ve en azından onun bu davaya olan önyargısını kaldırsa, Türkiye çok kısa zamanda sosyal bir toplum olur ve eşcinsellerin rahatça yaşayacağı bir ülke olur. Bunlar hayal değil bence sevgili arkadaşlar. Çünkü azmin elinden hiçbir şey kurtulamaz. Belki biz göremeyiz iki erkeğin sokakta elele tutuşup gezdiğini fakat, bu çorbada bizim de tuzumuz olursa ne mutlu bize. Bu konuda bir hikâye anlatayım size. Yavuz Sultan Selim bir gün, atına atlayıp yanındaki birkaç kişiyle gezmeye çıkmış. Yolda giderken 80 yaşlarında bir ihtiyarın meyve ağacı diktiğini görmüş ve yanına yaklaşmış. "Bu ağaçları niye dikiyorsun ihtiyar. Bunların meyvesinden sen yiyemezsin ki. O zamana kadar ölürsün" demiş. Yaşlı adam Yavuz Sultan Selim'e dönerek: "Olsun padişahım. Dedelerimiz de öyle düşünseydi biz şimdi ne yiyecektik?" demiş. Bu söz padişahın çok hoşuna gitmiş ve yaşlı adama bir kese altın vermiş. Yaşlı adam Yavuz'a: "Bak, gördün mü padişahım? Benim ağaçlarım daha dikmeden meyvesini verdi" demiş. Bu söz de Yavuz'un çok hoşuna gitmiş ve yaşlı adama bir kese altın daha vermiş. Yaşlı adam Yavuz'a:
KAOS GL 3 / 55
Ĺ&#x;aĹ&#x;ÄąrsÄąnlar. Diyelim ki bunu yapamÄąyorsun uz. KAOS GL'yi aldÄąnÄąz. DiÄ&#x;er eĹ&#x;cinsellerin de almasÄąnÄą saÄ&#x;layÄąn.
"Bak padiĹ&#x;ahÄąm. Sen bunlarÄąn meyvesinden bir kere bile yiyemeyeceÄ&#x;imi sĂśylemiĹ&#x;tin. Fakat ben, iki kere yedim" demiĹ&#x;. HazÄąr cevap adama altÄąn yetiĹ&#x;tiremeyeceÄ&#x;ini anlayan padiĹ&#x;ah, oradan uzaklaĹ&#x;mÄąĹ&#x;. Ä°Ĺ&#x;te bĂśyle BÄ°TANELERÄ°M. Ĺžuur bu olmalÄą. Bu davanÄąn Ĺ&#x;uuru bu olmalÄą. Dava insanÄą "BEN" diye deÄ&#x;il, "BÄ°Z" diye dĂźĹ&#x;Ăźnmeli. DĂźĹ&#x;Ăźnmezse ne kendisi yarar gĂśrĂźr ne de gelecek nesiller. Fakat ben hiçbir eĹ&#x;cinselin egoistçe dĂźĹ&#x;ĂźnebileceÄ&#x;ine inanmÄąyorum. YukarÄąda, arkadaĹ&#x;Äąma kendimi nasÄąl anlattÄąÄ&#x;Äąm ile ilgili olan bĂślĂźm, insanlara kendimizi nasÄąl anlatmamÄąz gerektiÄ&#x;i hakkÄąnda bir Ăśnfikirdi. Bir de komple bu davayÄą anlatmak var. Onu nasÄąl mÄą anlatalÄąm? Benim acizane fikirlerimden çok daha gĂźzel fikirlerinizin olduÄ&#x;unu biliyorum ama, yine de belki bir katkÄąm olur diye yazmak ve sizinle paylaĹ&#x;mak istiyorum. Ă–rneÄ&#x;in; KAOS GL'ye fikirlerinizi, anÄąlarÄąnÄązÄą yazÄąp yollayÄąn. KAOS GL çalÄąĹ&#x;anlarÄą, muhteĹ&#x;em fikirlerinizin yer aldÄąÄ&#x;Äą birbirinden ilginç ve orijinal mektuplarÄąnÄąz içinden hangisini yayÄąnlayacaÄ&#x;ÄąnÄą
KAOS GL 3 / 56
Dergiyi okudunuz. Yeni yeni bilgiler edindiniz. AlacaÄ&#x;ÄąnÄąz notlarÄą bir deftere aldÄąnÄąz. Daha sonra ne yapÄąn biliyor musunuz? (Ben bĂśyle yapÄąyorum.) Dergiyi orijinal haliyle bir toplu taĹ&#x;Äąm aracÄąnda bÄąrakÄąn. Ciddi sĂśylĂźyorum bĂśyle yapÄąn. Olur ya, belki eĹ&#x;cinsellere nasÄąl ulaĹ&#x;acaÄ&#x;ÄąnÄą bilemeyen bir eĹ&#x;cinsel kardeĹ&#x;imiz bulur da bizlere ulaĹ&#x;Äąr. Veya heteroseksĂźel birisi bulsa bile, dergiyi okuduÄ&#x;unda yazÄąlanlardan etkilenir ve eĹ&#x;cinsellere artÄąk Ĺ&#x;artlÄą olarak bakmaz. Bir yerde konu açĹlÄąp eĹ&#x;cinseller aĹ&#x;aÄ&#x;ÄąlandÄąÄ&#x;Äąnda: "Ya arkadaĹ&#x;lar. Onlar, Ăśyle sizin bildiÄ&#x;iniz gibi dĂśvĂźĹ&#x;en, falçata atan, rezalet çĹkaran insanlar deÄ&#x;il. OnlarÄąn bir dergisi var ve o dergide çok daha deÄ&#x;iĹ&#x;ik Ĺ&#x;eyler yazÄąyor" der ve bĂśylece davamÄąza bir kiĹ&#x;i veya kiĹ&#x;iler en azÄąndan Ĺ&#x;artlÄą bakmaz. Ben Ankara'da oturuyorum. Bu gĂźne kadar, siyasi gĂśrĂźĹ&#x;te yazÄąlmÄąĹ&#x; (gerek solcu, gerek saÄ&#x;cÄą, gerek dinci) birçok dergi, gazete, kitap vb. yayÄąnlarÄą otobĂźslerde çok gĂśrdĂźm. Ne yani, onlarÄąn oralarda unutulduÄ&#x;unu mu zannediyorsunuz? HayÄąr, kesinlikle hayÄąr. Eminim ki kasÄątlÄą olarak bÄąrakÄąlÄąyorlar. Onlar davalarÄą uÄ&#x;runa neler neler yapÄąyorlar da biz niye yapmayalÄąm? Biz niye kendimizi anlatmayalÄąm? Bizi biz anlatmayacaÄ&#x;Äąz da kim
anlatacak? mÄą?
Sokaktaki
adam
Biliyorum, baĹ&#x;ÄąnÄązÄą aÄ&#x;rÄąttÄąm ama, bunca yÄąllÄąk dertlerimi dĂśkmek için bu satÄąrlar çok az bile. Elinizi vicdanÄąnÄąza koyup kendi kendinizin avukatÄą deÄ&#x;il, savcÄąsÄą olmaya davet ediyorum sizleri. Sorun kendinize: "Ben bugĂźne kadar bu dava için ne yaptÄąm?". Elinizi taĹ&#x;Äąn altÄąna sokun artÄąk. Bu davayÄą hep birlikte hakettiÄ&#x;i mertebeye çĹkaralÄąm. Ĺžunu unutmayÄąn ARKADAĹžLARIM.
DAVA
MesleÄ&#x;iniz ne olursa olsun, muhakkak sizin de yazacaÄ&#x;ÄąnÄąz bir Ĺ&#x;ey vardÄąr. Yeter ki siz isteyin.
Bilge / Antalya Antalya'dan selamlar. LezbiyenliÄ&#x;imi 11-12 yaĹ&#x;larÄąmda çaktÄąm, ama ismini koyamÄąyordum; bu da beni çekilmez yapÄąyordu ve de acayip geriyordu. 13 yaĹ&#x;Äąmda lezbiyenliÄ&#x;imin adÄąnÄą az çok koymaya baĹ&#x;lamÄąĹ&#x;tÄąm, 1 sene kadar bir biseksĂźellik dĂśnemi yaĹ&#x;adÄąm. 14 yaĹ&#x;Äąmda ilk deneyimimi bĂźyĂźk bir aĹ&#x;kla (tutkuyla) yaĹ&#x;adÄąm ve bu deneyimle birlikte LEZBÄ°YEN kimliÄ&#x;ime tam anlamÄą ile kavuĹ&#x;tum. 2. deneyimim baĹ&#x;Äąma bir sĂźrĂź dertler açtÄą ve ailem lezbiyenliÄ&#x;imi eski sevgilimin aÄ&#x;zÄąndan duydu, sonra karĹ&#x;Äąma kÄązÄąnÄąn lezbiyenliÄ&#x;ine bir hastalÄąk gibi bakan iki Ăśfkeli insan dikildi, kim olacak tabi ki annem ile babam, beni karĹ&#x;ÄąlarÄąna oturtup (pardon DÄ°KEN ĂœSTĂœNE demeliydim): -KÄązÄąm bak sen bizim kÄązÄąmÄązsÄąn hem de ne olursa olsun sen hâlâ bizim kÄązÄąmÄązsÄąn Ĺ&#x;imdi sorularÄąmÄąza çok ama çok doÄ&#x;ru bir Ĺ&#x;ekilde cevap ver oldu mu kÄązÄąm. -E, Ĺ&#x;ey, kem, kĂźm ta ta tamam -Sen lezbiyen misin?
-Ĺžey be be ben mi? Bilmem ki, Ĺ&#x;ey belki de bilirim (soruyu bir daha alabilir miyim) ama bilsem mi ki e, e, evet (-na na nassÄą yani? gibi bir diyalogdan sonra bir kaç tokatla baĹ&#x;layan sĂśzlĂź... aralarÄąna tekmelerde eklenerek ambulansta sona erdi. Beni Ăśyle her tarafÄą kanlar içinde gĂśren doktorlar ve polisler -N'oldu bu kÄąza yav?!. diye sorunca annem de; -Hiiiç; arkadaĹ&#x;larÄą iĹ&#x;te, diyince, ben de oradan atlayÄąp -ne arkadaĹ&#x;larÄą (annemle babamÄą gĂśstererek) onlar yaptÄą, diyince, bi'de hastaneden sonra bizi karakolda da misafir ettiler tabii. E ben hastanede kalçama 2 diyazemi yiyince karakolda da normal olarak uyuyordum. Sonraki gĂźn evde uyandÄąm ve direk kapÄąya yĂśnelip kapÄąyÄą kitledim, sonra 2 hafta arkadaĹ&#x;ÄąmÄąn yanÄąnda kaldÄąm ve okul dolayÄąsÄąyla 2. haftanÄąn sonunda eve dĂśndĂźm. Sonra okul ve ben toparlandÄąm. Babam yavaĹ&#x; yavaĹ&#x; kabullendi ve beni gey arkadaĹ&#x;larla tanÄąĹ&#x;tÄąrdÄą ve ben bir sĂźre sonra çevreme de açĹldÄąm. Evet Ĺ&#x;u an kendimi sĂźper hissediyorum. 16 yaĹ&#x;ÄąmdayÄąm, LEZBÄ°YENÄ°M ve LEZBÄ°YENLİĞİMLE GURUR DUYUYORUM. Ve de en gĂźzeli ve en sĂźperi KENDÄ°MÄ° SEVÄ°YORUM. Bana kendimi sevmesini ĂśÄ&#x;reten ve kimliÄ&#x;ime kavuĹ&#x;mamda bĂźyĂźk etkisi olan ilk KADINIMA ve beni bu yazÄąyÄą yazmamda ikna eden biricik GEY dostuma TEĹžEKKĂœRLER.
Esma / Ä°stanbul Selam ben Esma. 22 yaĹ&#x;ÄąndayÄąm ve 7 senedir eĹ&#x;cinsel camianÄąn içindeyim. 7 sene boyunca hiç bir dergiye yazÄą yazma ihtiyacÄą duymadÄąm nedense. Ama son gĂśzlemlerim artÄąk bana yazÄą yazma zamanÄąmÄąn geldiÄ&#x;ini
sĂśylĂźyor. Beynimi kurcalayan o kadar çok soru var ki, burada hepsini yazmaya kalksam sayfalar yetmez. O yĂźzden benim kafamÄą en çok kurcalayan sorudan baĹ&#x;lamak istiyorum. CÄ°NSELLÄ°K. Ĺžimdi bu konuda nereden çĹktÄą diyenleriniz olabilir. Ben bu yazÄąda cinselliÄ&#x;i farklÄą yĂśnleri ile ele alacaÄ&#x;Äąm. Beni rahatsÄąz eden bir noktayla baĹ&#x;lamak istiyorum. Yeni bir insanla tanÄąĹ&#x;Äąp ona cinsel kimliÄ&#x;imi sĂśylediÄ&#x;imde nedense bir tedirginlik yaĹ&#x;Äąyor karĹ&#x;Äą taraf (genellikle kadÄąnlar). Sanki ben lezbiyenim diye ondan bi beklentim varmÄąĹ&#x; gibi benden uzaklaĹ&#x;Äąyor. ArdÄąndan ilk sorduklarÄą soru nasÄąl yapÄąyorsunuz ya da hoĹ&#x;landÄąÄ&#x;Äąm heteroseksĂźel bir bayana duygularÄąmÄą açtÄąÄ&#x;Äąm zaman ilk tepkisi ben daha Ăśnce hiç yapmadÄąm bilmiyorum ki nasÄąl olur falan filan. Tamam haklÄądÄąr korkularÄąnda ama ben ona hadi gel seninle yatalÄąm demiyorum ki. KafalarÄąnda lezbiyen denince ilk akÄąllarÄąna gelen dĂźĹ&#x;Ăźnce seks. Sanki bizim hayatÄąmÄąz sadece sekse baÄ&#x;lÄąymÄąĹ&#x; gibi. Ĺžu zamana kadar (istisnalar hariç) duygularÄąmÄąz hakkÄąnda ya da nasÄąl yaĹ&#x;adÄąÄ&#x;ÄąmÄąz hakkÄąnda kimseden bĂśyle bir soru almadÄąm. Tek sorduklarÄą ve merak ettikleri Ĺ&#x;ey seks. Ĺžimdi bu konuya neden bu kadar taktÄąÄ&#x;ÄąmÄą dĂźĹ&#x;Ăźneceksiniz. Ben 6 sene bir insanla beraber oldum. Onun beni sevdiÄ&#x;ini dĂźĹ&#x;ĂźnmĂźĹ&#x;tĂźm hep ama zamanla anladÄąm ki bu iliĹ&#x;kinin temeli cinselliÄ&#x;e dayanÄąyormuĹ&#x; ve doÄ&#x;al olarak bu iliĹ&#x;kiyi bitirdim. Çevremdeki insanlardan aldÄąÄ&#x;Äąm tepkiler de hep bu yĂśndeydi. ArdÄąndan internette sohbet etmeye baĹ&#x;ladÄąm. Selamdan asl'den sonra direk benimle seks konuĹ&#x;mak istediklerini sĂśylĂźyorlardÄą. Sizin de bildiÄ&#x;iniz gibi lezbiyen kanalÄąnda lezbiyenden çok erkek var.
Onlara neden hemen seks konuĹ&#x;mak istiyorsunuz diye sorduÄ&#x;umda aldÄąÄ&#x;Äąm tepki kanalÄąn adÄąna baksana burasÄą seks kanalÄą. Ä°lginç bir tepki ama o insanlarÄą yargÄąlayamam. ÇßnkĂź bizim o insanlara verdiÄ&#x;imiz onlarÄąn gĂśrmesini saÄ&#x;ladÄąÄ&#x;ÄąmÄąz tek Ĺ&#x;ey cinselliÄ&#x;imiz oldu. Onlara bunun Ăśtesini gĂśsteremedik. Daha doÄ&#x;rusu biz kendimize gĂśsteremedik, Kendi içimizde bu bilince varamadÄąk. Mesela toplantÄąlarda konuĹ&#x;amamamÄązÄąn sebebi herkesin oraya kendine bir eĹ&#x; bulmak amacÄąyla gelmesinden kaynaklanÄąyordu. Yok efendim bunun kaĹ&#x;Äą, onun gĂśzĂź sonuç ne oldu, sÄąfÄąra sÄąfÄąr elde var sÄąfÄąr. Yeni bir insanla tanÄąĹ&#x;tÄąklarÄą vakit o insana arkadaĹ&#x;ça yaklaĹ&#x;mak yerine ben bu hatunu bu akĹ&#x;am gĂśtĂźrĂźrĂźm mantÄąÄ&#x;Äąyla yaklaĹ&#x;tÄąlar. Neyse artÄąk daha fazla yazmak istemiyorum. Biz ne zaman kendi benliÄ&#x;imizi bulup kendimizi kabullenirsek içimizdeki çeliĹ&#x;kileri yok edersek inanÄąyorum ki toplum da bizi kabullenecek bizim hakkÄąmÄązdaki çeliĹ&#x;kilerini beyninden silecek. Ä°nĹ&#x;allah 2000'li yÄąllarda her Ĺ&#x;ey daha farklÄą olacak.
GĂśkmen Milkan Kaos GL dergisini yayÄąnlayançĹkaran ve bu dergiye emeÄ&#x;i geçen tĂźm herkese kendim ve binlerce, yĂźzbin, hatta milyonlarÄą aĹ&#x;an Gey ve eĹ&#x;cinseller adÄąna teĹ&#x;ekkĂźrler. SayÄąmÄąz milyonlarÄą geçse de biz TĂźrkiye eĹ&#x;cinselleri olarak hâlâ gizleniyor ve benliÄ&#x;imizi saklÄąyoruz. Sesimiz cÄąlÄąz kaldÄąkça ve sustukça da yok gĂśrĂźleceÄ&#x;iz. HorlanacaÄ&#x;Äąz, aĹ&#x;aÄ&#x;ÄąlanacaÄ&#x;Äąz, ayÄąplanacaÄ&#x;Äąz, kÄąnanacaÄ&#x;Äąz, dĂśvĂźleceÄ&#x;iz, sĂśvĂźleceÄ&#x;iz. Herkesin hayatÄą kendinin bir insan baĹ&#x;kasÄąna zarar vermediÄ&#x;i ve genel ahlâk ve toplum kurallarÄąna uyduÄ&#x;u
sĂźrece kiĹ&#x;ilerin Ăśzel hayatÄą kimseyi baÄ&#x;lamaz. EĹ&#x;cinselim, mutluyum ve gurur duyuyorum kendimle. ÇßnkĂź farklÄąyÄąm, çßnkĂź modern ve hoĹ&#x;gĂśrĂźlĂźyĂźm, çßnkĂź ince ruhlu, insan kalbi kÄąramayan, kimseye bir tokat dahi atamayan, sanki Ăśzenle yaratÄąlmÄąĹ&#x; biriyim.
umutla baÄ&#x;landÄąÄ&#x;Äąm hayat sebebimi? Amaç olarak Ăśne sĂźrdĂźÄ&#x;Ăźm dĂźĹ&#x;Ăźncelerimi ve yaĹ&#x;am tarzÄąm olmuĹ&#x;, kalÄąplaĹ&#x;mÄąĹ&#x; cĂźmlelerimi... Ve de... OlacaÄ&#x;Äąna hiç ihtimal vermiyorum imkansÄąz‌ Ya da olmasÄąna inanmadÄąÄ&#x;Äąm için gerçekleĹ&#x;meyecek. Kim bilir ki?..
TĂźrkiye'mizde sanatçĹsÄą, politikacÄą, esnafÄą ve çeĹ&#x;itli kesimlerde bir hayli ĂźnlĂźdeÄ&#x;erli ve yerini kimselerin dolduramayacaÄ&#x;Äą ve dolmayacaÄ&#x;Äą eĹ&#x;cinseller var ama nedense kimseden tÄąk yok. Kimse kimseyi tÄąklamÄąyor.
Bir Ăźmit, bir hayal deÄ&#x;il mi, bizim yaĹ&#x;ama sÄąmsÄąkÄą sarÄąlmamÄązÄą saÄ&#x;layan? Hayatta kalmamÄąz için bize anlamlÄą nedenler gĂśsteren‌ hepsi bir hayal sayesinde‌ hayalim olan seni dĂźĹ&#x;ĂźnĂźp ĂźstĂźne kurdukça umutlarÄąmÄą, sen de o kadar kaçĹyordun benden. Ne kadar yaklaĹ&#x;sam, teninin kokusu ne kadar kuvvetlense burnumdan sen de o hÄązla uzaklaĹ&#x;Äąyordun. Peki sebebin neydi? GĂśzlerin gĂźzel derdim ama aslÄąnda gĂśzbebeÄ&#x;indi benim hoĹ&#x;uma giden gĂśzbebiÄ&#x;imdeki sen. Onu istiyordum; fakat her fÄąrsatta benden uzak tutmayÄą bĂźyĂźk bir ustalÄąkla baĹ&#x;arÄąyordun. DĂźĹ&#x;Ăźncelerimizle ve taleplerimizle verdiÄ&#x;imiz savaĹ&#x;ta kazanmak en bĂźyĂźk amacÄąmdÄą. KazanmayÄą istiyordum; çßnkĂź kazanÄąrsam eÄ&#x;er seni de kazanacaktÄąm. YÄąlmadan sonuna kadar savaĹ&#x;tÄąm. Pes etmek? DĂźĹ&#x;ĂźneceÄ&#x;im en son iĹ&#x; bile deÄ&#x;ildi! Seni kazanmayÄą ne kadar istediÄ&#x;imi anlamÄąĹ&#x;sÄąndÄąr herhalde.
Oysaki biz farklÄąyÄąz. Ă–rnek olmamÄąz, birleĹ&#x;memiz, Ĺ&#x;u kÄąsa hayatta en iyi ve mutlu yaĹ&#x;amamÄąz lazÄąm. Ellerimizi kalplerimizi birleĹ&#x;tirelim. Bu dĂźnya bizim. Hep beraber mutlu yaĹ&#x;ayalÄąm.
Murat Çelik / Ä°stanbul SÄąkÄąldÄąn mÄą canÄąm dalarÄąm gĂśkkubbedeki hazinenin içine‌ Elbet oradan bir yÄąldÄąz parçasÄą bana gĂśz kÄąrpacak ve de bir tanesi yavaĹ&#x; yavaĹ&#x; sĂźzĂźlerek, iz bÄąrakarak kaybolacak. Ä°Ĺ&#x;te ben de o zaman diÄ&#x;erlerinin yaptÄąÄ&#x;Äą gibi dilek tutacam. Onlar gibi dolacam umut dĂźnyasÄąna‌ Siyah rengin olmadÄąÄ&#x;Äą o umut dĂźnyasÄąnda‌ Her zaman dĂźĹ&#x;Ăźnenlerden çok ama çok uzakta kalan ve artÄąk olmasÄąna bir ihtimal bile verilmeyen umut ve hayal dĂźnyasÄąna. Ne geçecekti elime? Birkaç dakikalÄąk mutluluk ve heyecandan baĹ&#x;ka olacak mÄąydÄą ki bu dilekler? O birkaç dakikayÄą harcamaya deÄ&#x;er miydi bu aptalca Ĺ&#x;ey için?.. Yoksa o dakikalar bir Ăśmre bedel miydi? MutluluÄ&#x;un için her fÄąrsatÄą deÄ&#x;erlendiren ben hiç deÄ&#x;ilse- az da olsa mutlu olmaya çalÄąĹ&#x;tÄąm. Ne mi diledim?.. Unuttun mu o hayallerimi? Bir
Sonra o bĂźyĂźk ve beyaz olan gĂśkkubbeyi karanlÄąkken aydÄąnlatmayÄą baĹ&#x;aran ve de hazinenin en deÄ&#x;erli parçasÄąna gĂśzĂźm takÄąldÄą. Bembeyaz rengi herĹ&#x;eyden çok seni bana hatÄąrlatÄąyordu. Bana karĹ&#x;Äą ne kadar temiz ve saf olduÄ&#x;unu‌ Ve o tenin‌ AklÄąma bunu da getiriyordu. O en gĂźzel ve en gĂśz alan hazine parçasÄą benimdi artÄąk. (Bir de yÄąldÄązÄąmÄąz vardÄą, seninle benim aramda geçenleri bir baÄ&#x; kuran ve sevgi mesajlarÄąmÄązÄą alan ufak yÄąldÄązÄąmÄąz...) GĂśk kubbemin en gĂźzel ve en
KAOS GL 3 / 57
bĂźyĂźk parçasÄą. Onu kendime ait sayÄąyordum... ĂœstĂźne sahiplik duygum koyulmuĹ&#x;tu artÄąk. Ve o sen olmadÄąÄ&#x;Äąn gecelerde her ne kadar olmasa bile yerini tutacaktÄą benim için. BaktÄąkça seni hatÄąrlayacaÄ&#x;Äąm varlÄąk da benden kaçĹyordu(!). Onu gĂśremediÄ&#x;im zamanlar bir bulutun arkasÄąna saklandÄąÄ&#x;Äą gĂźnler olurdu. Bazen hiç gĂśrĂźnmezdin ortaya hiç çĹkmazdÄą. Bazen gĂśz alÄącÄą bir Ĺ&#x;ekilde parlar ve kendini bĂźtĂźn gĂźzelliÄ&#x;iyle gĂśsterirdi. TÄąpkÄą senin gibi. UzanÄąp dokunamÄąyordum o hazineye; sana dokunamadÄąÄ&#x;Äąm gibi... TutamazdÄąm elinle hissedemezdim sarÄąldÄąÄ&#x;Äąnda sÄącaklÄąÄ&#x;ÄąnĹ‌ GĂśrebiliyor fakat somutluÄ&#x;unu dokunarak hissedemiyordum. TÄąpkÄą senin gibi‌ Ben konuĹ&#x;uyordum, peki ya onlar beni duyuyorlar mÄąydÄą? Yoksa duymamazlÄąktan mÄą? Anlam verebiliyorlar mÄąydÄą acaba gĂśzlerime, ses tonuma, halime? ĂœzĂźlĂźyorlar mÄąydÄą, durumuma yoksa bana acÄąyacak kadar acÄąmasÄązlar mÄąydÄą? AÄ&#x;lasam teselli edebilirler miydi? Sevinsem ortak olurlar
mÄąydÄą bana? Yoksa bunlarÄą yapmak istedikleri halde onlarÄą tutan bir Ĺ&#x;ey mi vardÄą? OnlarÄą engelleyen; fakat nasÄąl bir Ĺ&#x;ey olduÄ&#x;unu bilemedikleri bir gßç mĂź vardÄą içlerinde? Yenik mi dĂźĹ&#x;mĂźĹ&#x;lerdi acaba içlerindekine? Gerçekten isteseler yapamazlar mÄą? Bir Ĺ&#x;eyi istiyorsan onu gerçekleĹ&#x;tirmek için uÄ&#x;raĹ&#x;maz mÄąsÄąn? Çabalamaz mÄąsÄąn içindekini somutluÄ&#x;a dĂśkebilmek için? ArtÄąk yenik dĂźĹ&#x;Ăźyor ve bunu kabulleniyorlardÄą. TÄąpkÄą senin gibi‌ Ama seviyorlardÄą beni. Her akĹ&#x;am ortaya çĹkmalarÄąndan belliydi beni sevdikleri‌ Benim için geliyorlardÄą, hiç deÄ&#x;ilse mutlu olmam için gĂśrĂźnĂźyorlardÄą. Belki de‌ Kim hergĂźn beni gĂśrmek için çĹkardÄą ortaya? Kim bu kadar sevebilir ki beni?‌
Yunus KarakuĹ&#x; (I) GĂźneĹ&#x;in ÄąlÄąk olduÄ&#x;u bir yaz vakti, hĂźcrelerimizi paylaĹ&#x;Äąyoruz olasÄą bir mekanda, en yakÄąĹ&#x;ÄąklÄą menilerini salÄąyorsun ruhuma. Ă–ylesine yoÄ&#x;un paylaĹ&#x;Äąmlar içinde, en klas bir Ĺ&#x;ekilde tanÄąĹ&#x;tÄąrÄąyoruz hĂźcrelerimizi. Kimden kime geçtiÄ&#x;ini dĂźĹ&#x;ĂźnĂźyoruz bu en maÄ&#x;Ĺ&#x;uĹ&#x; karÄąĹ&#x;ÄąmÄąn, gĂźmĂźĹ&#x;i bir karÄąĹ&#x;Äąm. (II) RĂźyada Ĺ&#x;iir yazmak... Poe, elinde tuttuÄ&#x;u Ĺ&#x;arap Ĺ&#x;iĹ&#x;esini dikiyor, sigarasÄąndan derin bir nefes çekip kuĹ&#x; tĂźyĂźnden kalemini mĂźrekkebe batÄąrÄąyor. Berbat bir zamanda berbat bir Ĺ&#x;iir yazmanÄąn tadÄąnÄą çĹkarÄąyor, Poe. Ä°lk satÄąr Ăśylesine sem kokuyor. GĂśzlerinden damlayan yaĹ&#x;lar letheyi andÄąrÄąyor ve adam, kendi gĂśzyaĹ&#x;larÄąnÄą ĂśpĂźyor, tĂźm korkularÄąnÄą yalÄąyor, Ăśylesine periĹ&#x;an ve adam rĂźyada.
BazÄą zamanlar kÄązdÄąÄ&#x;Äąm halde her zaman gĂśrĂźnĂźyorlarsa bana beni‌ Ä°Ĺ&#x;te beni mutlu eden de bu oluyor. Her akĹ&#x;am bana gĂśrĂźnmek isteyen, bunu yapan ve beni mutlu eden bir hazinem var.
Poe, kahkahalar atarak uyanÄąyor daldÄąÄ&#x;Äą hayalden. Poe hayatÄąn eskizini yaĹ&#x;Äąyor, her Ĺ&#x;ey siyah beyaz. KaÄ&#x;ÄądÄąn her yanÄąnÄą kßçßk beyaz kediler kaplÄąyor, yĂźzlerce kßçßk beyaz kedi. Her yan belirsiz, Poe Ĺ&#x;imdi sessiz.
Ä°kinci satÄąrda kßçßk bir siluet violensel çalmaya baĹ&#x;lÄąyor. GĂźz oluyor her yan, her yerden hĂźzĂźn akÄąyor ve kaÄ&#x;Äąt ÄąslanÄąyor. Kediler boÄ&#x;uluyor. KaÄ&#x;Äąt artÄąk boĹ&#x;, anlatacak bir Ĺ&#x;ey kalmadÄą. ArtÄąk hayatÄą yaĹ&#x;a Poe. BÄąrak artÄąk eskizi, eskizi bÄąrak. Ä°kinci paragraftaki yaĹ&#x;lÄą bir kadÄąn baÄ&#x;ÄąrÄąyor avaz avaz, ''Eskizi bÄąrak Poe, hayata baĹ&#x;la''. Poe irkilip gĂśzlerini açĹyor, korkularÄą çiftleĹ&#x;iyor. Her Ĺ&#x;ey kontrol dÄąĹ&#x;Äą artÄąk. ĂœĂ§ĂźncĂź sayfa ve Gece. Koyu gri, kendi içinde devinip Poe'nun boÄ&#x;azÄąndan aĹ&#x;aÄ&#x;Äą doluyor. Gece, Poe'nun soluÄ&#x;una karÄąĹ&#x;Äąyor. gecenin tonu maddeyi dĂśvĂźyor. BeĹ&#x;inci sayfa;Poe beĹ&#x;inci sayfadaki fahiĹ&#x;eye aĹ&#x;Äąk oluyor. Renkli olan tek sayfa burasÄą. Ĺžehvetin kÄązÄąl rengi. İçeride bir parti, herkes eÄ&#x;leniyor.
KAOS GL 3 / 58
Hermafrodit bir kedi Poe'ya bakÄąyor. Ufak bir gĂźlĂźcĂźk ve sonunda etrafta koĹ&#x;uĹ&#x;an spermler. Hermafrodit spermler, barÄąĹ&#x; kokan spermler. AltÄąncÄą sayfada rĂźzgarÄą onarÄąyor periler. FÄąrtÄąna zor bir doÄ&#x;um geçirmiĹ&#x; duyumlarÄą geliyor. ''BU rĂźzgarÄąn bĂźyĂźmesi gerek Poe'' diye haykÄąrÄąyor kßçßk bir peri. Sonbahar gecelerine doÄ&#x;an kßçßk rĂźzgar. Uykudan Ăśnce melodi demleyip içiyor periler. Kaçak melodiler vuruyor duvarlara. Uyku, gĂśzkapaklarÄą dĂźzĂźyor ve her Ĺ&#x;ey teslim ediyor kendini, bilmeden ahir bir uykuya dalacaÄ&#x;ÄąnÄą. Kabuslar, tatlÄą rĂźyalarÄą kovuyor, simsiyah bir rĂźzgar esiyor kabuslara. Ăśylesine ironik bir rĂźya. Hiçbir Ĺ&#x;ey kendi anlamÄąnda deÄ&#x;il. DiÄ&#x;er bir sayfa;yine gecenin bir vakti, tenha bir sokak. Ă–lĂźm salgÄąlÄąyor gĂśkyĂźzĂź. YokuĹ&#x; aĹ&#x;aÄ&#x;Äą inen bir sokaÄ&#x;Äąn ĂślĂźm besleyen gri kaldÄąrÄąmÄąnda mavi tenli bir travesti yĂźrĂźyor. Sol elinde, zincirin ucunda sallanan kahverengi bir sandÄąk var. İçinde seviĹ&#x;tikten sonra ĂśldĂźrdĂźÄ&#x;Ăź insanlar. TaĹ&#x;Äąrken zorlanmÄąyor sandÄąÄ&#x;Äą çßnkĂź hiçbirini sevmemiĹ&#x;ti. AynÄą sayfanÄąn ikinci paragrafÄąnda Poe, kendisini gĂśrĂźyor. SeviĹ&#x;tikten sonra gardroba astÄąÄ&#x;Äą bedenleri, ruhlarÄąndan ayÄąrÄąp içkilerine katÄąyor, her gece kokteyl yapÄąp dikiyor usul usul. Arda kalan ruhlarÄą da çerçeveleyip duvara asÄąyor. Hepsini boyayla besliyor, her gece boyuyor onlarÄą Poe. BeĹ&#x;inci sayfadaki partide herkes ĂśldĂźrĂźlĂźyor. FahiĹ&#x;eler, hermafroditler, kediler... Her yan kan kÄąrmÄązÄą zevke geliyor. CansÄąz bedenleri geride bÄąrakan zaman, dĂśnĂźp dolaĹ&#x;Äąp yelkovanÄą sikiyor. ArtÄąk her Ĺ&#x;eye boĹ&#x;veriyor evren. Duygusal boyut ufalanÄąp kßçßlĂźyor ve tĂźm tanrÄąlar koklaĹ&#x;Äąp gĂźlĂźĹ&#x;Ăźyorlar Olympos'un karlÄą zirvesinde. ArtÄąk sevi yok, her Ĺ&#x;ey porno. (Benimle yazÄąĹ&#x;mak isteyenler ''absodid23@yahoo. com. '' adresine yazabilirler.)
Sevgili Gözüm Abla, Ben çok tanınmış ve çok özel bir şirkette genel müdür olarak çalışan 53 yaşında bir beyim. Çevremde çok saygı duyulan biriyim.Nereye gitsem "Ooo! Müdür Gey hoşgeldiniz!" diyerek ayakta karşılanıyorum. Fakat Gözüm Abla benim kimseye açamadığım bir sırrım var. Eğer bu sırrım bilinirse benim tüm mesleki kariyerim biter. Ben mahvolurum.İnanın rezil olurum korkusu ile bu mektubu yazarken bile ışıkları söndürdüm, takma sakal, bıyık ve gözlük taktım. İnanın nereye, nasıl ve hangi araçla gideceğimi bilmiyorum. Benim derdim şu Gözüm abla; 3 yıl önce vefat eden amcamda bir hastalık varmış. Biz bu hastalığı rahmetli ölürken farkettik. Bütün aile başına toplanmıştı. (Ben ve tüm kariyerim de oradaydık.) Birden rahmetli bilincini yitirdi ve "Syk! Syk!" deyip öldü. O günden beri beni bir korku aldı.Bu hastalık ya bende de varsa, ya ölürken ortaya çıkarsa ben ve kariyerim ne yaparız gözüm abla. Bu hastalık ırsi midir bilemiyorum. Ne olur bana bir cevap verin. Ama cevabınızı Sultan Ahmet Mezarlığı'ndaki büyük çınarın dibinde bir taş vardır, oraya bırakın ben gidip alırım. Ne olur ihmal etmeyin Çözüm Abla.. Rumuz: Kariyerim de kariyerim!
A benim salak Çözüm-bekler'im; İlk önce ben senin nereden ablan oluyorum. Gelmişsin 50 küsur yaşına, kıçının kılları sade spagettiye dönmüş ve hâlâ benim gibi bir tazeye (ve de bakireye) abla deyip duruyorsun. Getirtme beni oraya. Eğer adımın çıkmayacağını bilsem alırım paçanı aşağı. İnşallah Ahmet Vardar'ın köşelerine konu olursun da senin iki kulağınla başının üzerine gelecek şekilde fiyonklu bir düğüm atar.Neyse, ben sorumluluğunu bilen bir köşe bakiresiyim, aman köşe yazarıyım.Yine de engin alçak gönüllülüğüm ve örnek görev bilincimle sana cevap vereyim. A salağın önde gideni evladım, hepimizin başkalarına açamadığı sırları vardır. Ama bu sırlar adam gibi sırlardır. Bu yaşıma geldim, elime erkek şeyi yani eli Sevgili Gözüm Abla; Ben 21 yaşında, kendi organından başka bir erkek organı görmemiş bir gencim. Pembe rengi çok severim. Gözüm ablam benim iki tane sorum olacak. Ben işin içinden çıkamadım. İlki; ben bir rüya gördüm Çözüm abla: Rüyamda ben bir tarladaydım. Tarla bir erkek organı tarlasıymış. (Syk diyecektim ama ayıp olur diye demiyorum) Her yerden boy boy, renk renk, desen desen organ fışkırıyor. Ben de çok susamışım. Kendi kendime "Bir serap gördüm sanki. Ne güzel her yer organ burgan!" deyip dalıyorum tarlanın içine.Tam bir organı elime alıp susuzluğumu gidereceğim kan ve ter içinde uyandım. Teri anladım da kan nereden çıktı diye düşünürken baktım ki uykumda elim kıçıma gidivermiş ve kaşımış, kanatmış. Şimdi gözüm ablacığım bu rüya ne anlama gelir. Ben devlet memurluğu sınavına girmiştim. Acaba onu kazandım da devlet bana söylemedi mi? İkinci sorum ise acaba bu kaşıntı ve kanama neye işaret? Askerliğime mani olur mu? Rumuz: Tarla Kuşu.
Tarla Kuşu evladım; İşin içinden çıkamadığını yazmışsın. Her genç erkek gibi senin de bir takım sıkıntıların var tabi ki... Sakın intihar falan edeyim deme olur mu yavrum, yerim seni. (Cesaret vermek için yerim diyorum. Yanlış anlaşılmasın sakın) Benim güzel tarla kuşum, kendi organından başka bir erkek organı görmediğini söylüyorsun. Yani insanın içine bir kurt düşüyor: neden göresin ki evladım? O gizli bir yer... Herkes malı meydanda geziyor da senin gözünden kaçmış gibi hayıflanışına da bak. Olur mu evladım? Gençsin, dimdik, adaleli ve dipdirisindir... Niye erkek organı göresin ki? Tık! Tık! (Tahtaya vurdum şekerparem.) Neyse, bunu kimsenin yanında söyleme valla yatırmadan sykerler seni. (Syk demek elbette ayıp ve benim gibi bir bakireye de yakışmıyor ama bir genci uyarmam gerekiyorsa ben hakkımda çıkacak lafları göze alıp o nahoş kelimeyi kullanırım. Burada bir gencin hayatı söz konusu. Tamam mı Üzüm Abla yırtığı, rakip köşe şıllığı sana diyorum. Syk, syk, syk... Oh be! Bir genç kurtuluyor burada.) Neyse, evet evladım; rüyanı bir bilirkişiye sordum. (Artık herkes öğrenmeli: Biz bilmeden konuşmuyoruz. Hep
değmedi, ama ne böyle bir sır duydum ne de böyle bir ölüm. Bunca yıllık köşe güzeliyim ama böyle bir mektup da almadım. Bence evladım sen 31 olsan çekilmez bir adamsın. Ama ben yine de senin bu sorunun uzman bir bevliyeci dostuma danıştım. (Kıymetimi bilin sayın okurlar!) Uzman dostum bana her ne kadar amcana otopsi yapılmadan hastalığın ne olduğunu anlamanın mümkün olmadığını söylemesine rağmen bilimsel fikrini şöyle açıkladı: "Syk! Syk! deyip ölmüş olamaz. "Biraz kolonya sıkın" anlamında "Sık! Sık!" deyip ölmüştür dedi. Bir uzmanın bilimsel görüşü tabiki daha doğrudur değil mi evladım? (Bana bak evladım diyorsam işim gereği tamam mı? Ben işim için, sanat için gerekirse soyunurum bile tamam mı?)Neyse sen için rahat tut olur mu? Böyle bir ırsi hastalık ne duyulmuş, ne de görülmüştür. Cevabımı da o mezarlığa falan getiremem. Sahi! Nedir o taşın altına cevap bırakma suikasti? O taş dötüne girsin senin. Kesin o geçimsiz Üzüm abla'nın bir komplosudur bu. Sen de onun ajanısın değil mi. Siz bir bakirenin o ıssız mezarlık köşelerinde görünerek adını çıkarmak istiyorsunuz. Ama yemezler! Hah hah hay! Neyse. Umarım derdine bir çare olmuşumdur (kesin olmuşumdur) yavrum.
uzmanlara danışıyoruz da öylece dertlere deva oluyoruz. Özellikle rakip köşenin kuru Üzüm ablası bunu böyle bile.) Evet, bir bilene sordum ve dedi ki "O iffetli genç hiç üzülmesin. Rüyalar tersine çıkar. Şimdiye kadar el syki görmemiş bundan sonra da görmez. (İnan ben rahatladım Karayağızım. Ne işin var senin elalemin sykiyle tikiyle?) Kıçının kaşınması ise herkeste olur tabi ki ama senin ki niye böyle ısrarlı kaşınmış o önemli. (Yüreğim ağzıma geliyor zaman zaman inan.) Bu hususu da bir bilirkişiye sordum. Seçkin bir üniversitenin Dübüroloji Anabilim Dalı başkanı dostum ve yakın ahbabım Prof. Orhan Kestane'ye göre bilimsel araştırmalar kıç kaşınmasının kısmete işaret ettiği yolundaymış. Ahbabım Orhan (Ben ona bey bile demem samimiyetim gereği. Orhan o kadar. Hatta biraz alkol alınca zor olsa da Orh! Orh! diye seslenirim.) evet, ahbabım Orh diyor ki "Bu kaşıntıya göre o devlet memurluğu sınavını kesin kazanmıştır ama bir yanlışlık olmuştur da bildirilmemiştir. Bir itiraz dilekçesi ile yeniden başvursun. Dal gibi oğlanın, dipdiri gencin, böyle amansız bir erkeğin, 21 yaşında bir afetin kıçı syk istediği için kaşınacak değil ya?" Haklı tabi ki. Askerliğime mani olur mu demişsin. Olur mu hiç evladım, yalarım seni. Kıçının deliği var ki kaşınıyor, değil mi? Gerine gerine kaşı. Bizim de çeşitli uzuvlarımız zaman zaman kaşınıyor. (Hatta ben şuan bir elimle cevabını yazıp diğer elimle de kaşıyorum. Ayıp değil bu güzelim.) Kaşı yani. Elin değmişken benimkini de kaşı. Hah hah hayyyyyy! (Okurlarımla bu samimi ilişki seni çatlatıyor değil mi Üzüm karısı?) Saygılarımla efendim! Not: Mahzun Kırmızıgül'ün parmak izi damgalı kolyeleri 2 gün içinde 50 milyar liralık satmış. Ben de sağ meme başım damgalı ayakkabı çekeceği ve gazoz açacaklarımı satışa sunuyorum. Saçmalıkseverler'e duyurulur. Dergi adresimizden isteyebilirsiniz. Mailleriniz için: gozumabla@usa.net Mektuplar için: Dergi iletişim adresini kullanabilirsiniz.
KAOS GL 3 / 59
İletişim köşesinde ücretsiz yayınlanmak üzere kısa mesajlarınızı adreslerimize iletebilirsiniz: Ali Özbaş, P.K. 53, Cebeci ANKARA / Fax: 0.312.363 90 41 / e-mail:kaosgl@geocities.com
25 yasında İstanbullu çalışan bir geyim. Yazışabileceğim arkadaşlar arıyorum. Ayrıca yeni bir sevgili de.... cengiz cengizs@gayweb.com Karaman ilinde sizi sevgiye ve dostluğa çağıran, herşeyin ille de cinsellik olmadığını savunan, erkek bedeninde erkek özlemi taşıyan 25 yaşında Yusuf'un kapısını çalar mısınız? 0.542.596 50 39 P.K:18 70100 Karaman Hi, my name is Wayne Jacques, and I am a gay American guy living on the Gold Coast in Australia. I would like to meet and correspond with some nice gay Turkish guys anywhere in Turkey. Would you please be so kind and pass on my name and address to any guys that would like to contact me, my address is: Wayne Jacques 4/66 Sarawak Ave PALM BEACH, QLD AUSTRALIA 4221 my email address is: hawaii@sogold.au.com E-mail arkadaşları arıyorum. Her konuda yazışabiliriz. cengiz@members.gayweb.com Ben Selçuk. 20 yaşında üniversite öğrencisiyim.170 cm. 61 kg. esmerim. Konya, Adana ve çevre illerdeki arkadaşlarla güven ve samimiyete dayanan dostluklar paylaşmak istiyorum. selcukp@usa.net 0.542.263 53 35 Hello.. I am EDWIN , 27 years old from Ujung Pandang (makassar), INDONESIA. I am Looking a friends from another country.... If you don't mind, i want to be your friend. and if you interest plaese reply me soon Edwin edwinjrd@indosat.net.id Homofobi'si olmayan herkes bana yazabilir!.. bilge_cik/Antalya bilge_cik@usa.net Selamlar, 29 yaşında, 1.67 boyunda, gerçek dostluk ve arkadaşlık isteyen birisiyim. İstanbullularla görüşebilir, tanışabiliriz. Gerisi mi? O zamana kalmalı. Gökmen, 0.532.396 97 79 Macera değil, seviyeli ve düzeyli bir ilişkiyi, kısacası gerçek "sevgiliyi" arıyorum. "Böyleyim" diyebilenlere selam olsun. Ahmet, İstanbul. 0.542.534 07 26 (Geceleri 22:00'den sonra arayabilir, gün içinde mesaj yollayabilirsiniz)
Neden bu ilanı okuyorsun? Peki ben neden "22 yaşındayım, İstanbul'dayım, üniversiteyi bu yıl bitirdim, deliler gibi çalışıyorum..." gibi şeyleri buraya yazıyorum. Ya seninle konuşmak istemezsem? Ya telefondaki ses tonun bana hiçbir şey anlatmazsa, ya da seçtiğin kelimeler bana herşeyi anlatırsa? Ya bu ilanı ciddiye almaz ve evin kuytu bir köşesine fırlatırsan? O zaman seni nasıl bulurum? Bilemiyorum… Gökçe, 0.532.505 60 56 30-100 yaş arasında, entelektüel/feminist/lezbiyenlere ulaşmak istiyorum. Sedef Dicle e-mail: sedefdicle1@hotmail.com Derginin ulaştığı tüm kadınlardan mektup bekliyorum. Dilek, P.K. 96, Karşıyaka/İZMİR Seviyeli, düzeyli, sindirilmiş, komplekssiz, kültürlü, elit ve öz eşcinsel arkadaşlık ve dostluk için İstanbul'dan resimli mektuplarınızı bekliyorum: P.K. 135 Şişli/İSTANBUL 25 yaşındayım. İstanbul'da oturan geylerle tanışmak, arkadaş olmak istiyorum. Engin Cesur, Dereyolu Ferhat Sokak, No:12, Murat Apartmanı Şirinevler İSTANBUL
arkadaşlarla tanışmak isterim. Kaan Yağmur: Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Öğretmenliği Bölümü. Antakya Hatay. Gökhan. 23 yaşındayım. Tiyatro, müzik ve edebiyatla ilgileniyorum. Burcum akrep, yükselenim yay. Matrixask@yahoo.com 0 532 798 73 20 21 yaşında, üniversite öğrencisiyim. Ankaralı lezbiyenlerle tanışmak istiyorum. Ceren: P.K. 179 Cebeci Ankara Gerçek arkadaşlığı ve dostluğu arayanlar, bana yazabilirsiniz. Murat: sgulyan@hotmail.com 23 yaşında üniversite mezunuyum. Ankara'daki geylerle tanışıp görüşmek ve diğer illerdeki geylerle mektuplaşmak istiyorum. Sinan: P.K. 153, 06592, Cebeci / ANKARA Arkadaşlık önemlidir diyen herkesin mektubunu bekliyorum. Ümit Kader P.K. 192 ERZURUM İstanbul'da oturuyorum. 26 yaşında, 1.80 boyunda bir geyim. Her yaşta arkadaşlar beni arayabilir. Aşkın Güneş: 0535 731 95 96 0532 296 35 69
28 yaşında, tiyatro oyuncusu bir geyim. Enerji dolu atletik yapıdayım. Dost olmanın sorumluluğunu üstlenecek, kültür-sanat etkinlikleriyle yakından ilgilenen gey arkadaşlar beni arayın. Bülent, P.K. 12, Kocamustafapaşa, İSTANBUL 0.532.580 16 08
22 yaşında, esmer, İstanbul'da yaşayan bir bayanım. Gerçekten ciddi sevgiye inanan ve kalıcı bir arkadaşlık isteyenler beni arayabilirler. Lütfen bayanlar arasın. LÜTFEN. Nazlı: 0532 256 48 63
Merhaba, adım Murat. 21, 1.87, 67. Ankara'da yaşayan bir geyim. Özellikle uzun sureli ilişki arayan tüm yaştaki erkeklerin mesajını bekliyorum. P.K. 561 06444 Yenişehir Ankara e-posta: ektushomoer@hotmail.com
35 yaş, 1.80 cm, 73 kg, kumral, kariyer sahibi yakışıklı bir erkeğim. Antalya ve çevresinden güvenebileceğim, sevgi ve saygıya önem verenlerle dostluk kurmak istiyorum. Akşam 22.00'dan sonra arayın. Mert: 0532 316 87 27
Sevgiye, dostluğa, aşka inanan bir geyim. Mesajlarınız için sabırsızlanıyorum. baver=lokalanestezi@hotmail.com 35 yaşında, 1.73 boyunda, 70 kilo, kumral, mutlu bir insanım. Sadece biseksüellerle görüşüp tanışmak isterim. Lütfen hafta içi 12 ile 14 saatleri arası arayınız. Cenk: İstanbul. 0 532 610 66 62 Adanalıyım, 21 yaşında, 60 kilo, 1.71 cm. Antalya Alanya civarındaki
19 yaşında bir erkeğim. Antalya'da oturuyorum. 25 yaşa kadar olan Antalya'da oturan arkadaşlarla yazışmak istiyorum. Resimli mektuplarınızı bekliyorum. M. Fatih Ataç: P. K. 533 Antalya Aşık olmak istiyorum. Ve daha fazla tahammülüm yok. Beni sevecek kadar yüreğin varsa ve aşka, sevgiye seksten daha fazla önem veriyorsan, hatta bazen dostluğa ihtiyacın varsa çık
KAOS GL 3 / 60
ortaya.. Artık dayanamıyorum şu aptal seks meraklılarından bıktım. Şu aptal görüntü, vücut ölçüleri meraklılarından da bıktım. Hadi gel ve kurtar beni... fellini2@excite.com P. K. 2 , 34590 Bahçelievler İstanbul 21 yaşında, 1.72 cm, 62 kg, sarı-kısa saçlı, renkli gözlü bir üniversite öğrencisiyim. Yakışıklı sayılırım. İzmir ve çevresinden gey ve biseksüel arkadaşlarla tanışmak istiyorum. Serkan: P. K. 2 35620 Çiğli İzmir 27, 170, 60 kg. ölçülerinde, sportik, atletik yapılı, yakışıklı, üniv. mezunu, kültürlü, dürüst bir geyim. Amacım özellikle İstanbul'da ve diğer şehirlerdeki geylerle tanışmak, buluşmak, çeşitli aktivitelerle zaman geçirmek, arkadaşlık, dostluk kurabilmek. Yakışıklı, kültürlü, geyler tercihimdir. Yeni arkadaşlıklar kurmak umuduyla... kybele88@gmx.de Eğer aşk diyorsan, sadakat diyorsan, sevgiyi zirvede yaşamak istiyorsan, sevmek ve sevilmek istiyorsan bana email yolla. bora_oz@yahoo.com
ILGA (International Lesbian and Gay Association) e-mail: ilga@ilga.org internet adresi: www.ilga.org IGLHRC (Uluslararası Gey Lezbiyen İnsan Hakları Komisyonu) e-mail: iglhrc@iglhrc.org fax: +415-255-8662 Amnesty International (Af Örgütü) e-mail: amnestyis@amnesty.org internet adresi: www.amnesty.rog İNSAN HAKLARI DERNEĞİ Genel Merkez Tel&Fax: 0.312.425 95 47 Ankara Şube Tel:433 74 81 Fax:435 76 15 İstanbul Şube Tel:0.212.244 44 23 Fax:0.212.251 41 55
YARGITAY, ''EŞCİNSEL BİRLİKTE YAŞAM'' VE ''AKİTSİZ İŞ İLİŞKİSİNİ'' YORUMLADI... Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, ''eşcinsel birlikte yaşam'' ve ''iş ilişkisinin'' iç içe olduğu bir davada emsal teşkil edecek bir karar verdi. Yargıtay, iş akdinin mevcut olmadığı olayda, tarafların ve tanıkların beyanlarını dikkate alarak iş akdinin bulunduğunu, taraflar arasındaki ''eşcinsel ilişkinin'' özel hayatı ilgilendirdiğine işaret etti. Karar, yerel mahkemeler açısından, bu tür anlaşmazlıklarda emsal niteliğinde olacak. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun kararına konu dava şöyle gelişti: M.B adlı doktorun muayenehanesinde 1988 ve 1995 tarihleri arasında, ''özel şoförlüğünü, sekreterliğini'' yaptığını, 1991-1993 tarihleri arasında davalının askerlik görev nedeniyle Diyarbakır'da özel muayenehanesinde çalıştığını ve burada, davalının ikametgâhında birlikte kaldığını ileri süren çalışan S.M, ''sigortasının yapılmadığını, ücretlerinin ödenmediğini, kendisine yönelik vaatlerini yerine getirilmediğini, işten çıkarıldığını'' iddia ederek, 86 aylık ücret, hafta ve genel tatil, fazla mesai, kıdem ve ihbar tazminatının ödenmesi istemiyle dava açtı. Davalı doktorun avukatı, taraflar arasında hizmet akdinin mevcut olmadığını, 19891995 yılları arasında aynı evi paylaşarak birlikte yaşadıklarını ileri sürerek, tarafların arasındaki ilişkinin ''cinsel ilişki'' olduğunu, ilişki süresince hiçbir geliri olmayan davacının ''bütün ihtiyaçlarının'' davalı doktor tarafından karşılandığını savundu. Avukat, davanın reddini istedi. -YEREL MAHKEME: ''HİZMET AKDİ YOK''İstanbul 3. İş Mahkemesi, taraflar arasındaki ilişkinin ''eşcinsellik ilişkisinden'' öteye geçmediği ve aralarında hizmet akdi bulunmadığı gerekçesiyle reddetti. Davacı bu kararı temyiz etti. Temyiz istemini görüşen Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, taraflar arasındaki uyuşmazlığın hizmet akdinin bulunup bulunmadığı yönünde toplandığına işaret etti. Borçlar Kanunu'nun 313. maddesinin ''Hizmet akdi bir mukaveledir ki onunla işçi muayyen veya gayrimuayyen bir zamanda hizmet görmeyi, iş sahibi dahi bir ücret vermeyi taahhüt eder'' hükmünü
düzenlediği hatırlatılan kararda, hizmet akdini belirleyen unsurların ''bir işin ifası, ücret, muayyen, gayrimuayyen bir çalışma süresi'' olduğu, bu tanım içinde işverene bağlılık ilkesinin önemli bir öğe olduğuna işaret edildi. İş Kanunu'nun birinci maddesinde işçi ve işveren tanımlanırken, ''bir hizmet akdine dayanarak'' denilmek suretiyle bu akdi mevcut ve unsurlarının belli olduğunun kabul edildiği kaydedilen kararda, şöyle denildi: ''Davalı, davacı hakkında Cumhuriyet Başsavcılığı'na yapmış olduğu başvurusunda, davacıyı 5 yıldır yanında çalıştırdığını ifade ettiği gibi polise verdiği ifadesinde de aynı hususları tekrarlamıştır. Davalı bu beyanlarında davacıya ücret vermemekle beraber yeterince para verdiği ve diğer ihtiyaçlarını karşıladığını, büro işlerinde çalıştırdığını ve sonra işine son verdiğini ifade etmektedir. Davalının, şikayet dilekçesinde gösterdiği tanıklarda, davacının, davalıya ait işyerinde çalıştığını ve davalı tarafından işine son verildiğini belirtmişlerdir.'' -''ASLOLAN ÖZEL HAYAT DIŞINDAKİ AKDİN VARLIĞI''İş Mahkemesi'nde dinlenen tanıklarında davacının 5-6 yıldır davalıya ait işyerinde çalıştığını ifade ettikleri belirtilen kararda, daha sonra şöyle denildi: ''Taraflar arasında varlığı ileri sürülen ilişkinin özel hayatları ile ilgili olduğu açıktır. Aslolan bu özel hayat dışında taraflar arasında bir hizmet akdinin mevcut olup olmadığıdır. Mahkeme dışı ikrarları doğrulayan tanık beyanları ve dosyadaki diğer bilgilerden ve ceza dosyasındaki davalı ve tanık beyanlarından davacının 5-6 yıldır sürekli olarak davalının doktorluk muayene işyerinde işveren durumunda bulunan doktorun verdiği para karşılığında onun emir ve talimatı altında bulunduğu ve çalıştığı açıkça ortaya çıkmaktadır.'' Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, bütün bu maddi olguların taraflar arasında geçerli bir hizmet akdinin varlığını ortaya koyduğunu, yerel mahkemenin aksine düşüncelerle taraflar arasındaki bağlantıyı ''başka türlü yorumlayarak'' davayı reddetmesinin hatalı olduğuna dikkati çekti. Daire, bu gerekçelerle yerel mahkemenin kararını bozdu. Konuyu yeniden görüşen İstanbul 3. İş Mahkemesi, aynı gerekçelerle ilk
kararında direndi. Davacının yeniden temyizi üzerine konu, bu kez bir üst kurul olan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nda tartışıldı. Genel Kurul, 15'e karşı, 30 üyenin oyuyla yerel mahkemenin direnme kararını bozdu. Genel Kurul'un, kararında şöyle denildi: ''Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre Hukuk Genel Kurulu'nca da benimsenen Özel Daire (9.Hukuk Dairesi) bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.'' Genel Kurul'un verdiği bu karar bağlayıcı olduğu için yerel mahkeme, ücret ve tazminat istemlerini kabul edecek. -KARŞI OY: ''AHLAKA AYKIRI''Karara karşı oy kullanan üyelerden Güven Çankaya, gerekçesinde, tanık ifadeleri ve davadaki delil durumun sıraladıktan sonra çözümlenmesi gereken hususun taraflar arasında hizmet akdi ilişkisi olup olmadığı, varsa bu ilişkinin hukukun geçerli sayılıp sayılamayacağına işaret etti. Çankaya, özetle şu görüşlere yer verdi: ''Davalının uzman doktor ve gelir sahibi, davacının ise gelirinin bulunmadığı, ev ve özel giderlerinin davalı tarafından karşılandığı taraflar arasında belirlenmiş bir ücret sözleşmesi bulunmadığı, tarafların birlikte yaşadıkları evde ve ev dışındaki yaşamda birbirlerine evliliklerde mevcut karı-koca dayanışması gibi yardımcı oldukları, bu ilişkin temelini yasalarımız korumadığı, toplumuzun ahlak yapısına uymayan adaba aykırı birlikteliğe dayandığı olayımızda, hizmet akdinin unsurları oluşmamıştır. Hizmet akdinin varlığı kabul edilse bile mevzunun ve temelinin ahlaka aykırı bulunması nedeniyle Borçlar Kanunu'nun 19 ve 20. maddeleri gereği mutlak butlan sebebiyle tamamiyle batıldır. Böyle bir akde dayanılarak dava açılamaz. Yerel mahkemenin kararının onanması gerekir." (16 Mart 2000) DDD AVRUPA PARLAMENTOSU'NDA İNSAN HAKLARI RAPORU:''İDAM CEZASI OLAN ÜLKE AB'YE GİREMEZ''
Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu, Dışişleri ve İnsan Hakları Komisyonu tarafından sunulan "Dünyada İnsan Hakları'' konulu bir raporu ve karar
KAOS GL 3 / 61
tasarısını oybirliğiyle kabul etti. İsveçli liberal parlamenter Cecilia Malmström tarafından hazırlanan raporda, dünyanın çeşitli ülkelerinde insan hakları ihlalleriyle ilgili görüş ve iddialar yansıtılırken, ''İdam cezası uygulayan hiçbir adayın, AB'ye tam üye olamayacağı'' ifadesine yer alıyor. Raporun idam cezasıyla ilgili bölümünde, bu cezanın ''Ortaçağ'dan kalma, insanlık dışı, çağdaş toplumlara yakışmayan bir uygulama'' olduğu üzerinde duruldu ve 1998 yılında, 37 ülkede 1625 mahkumun infaz edildiği bildirildi. Sadece ABD'de halen 3 bin 500 mahkumun infaz koridorlarında bekletildiği kaydedilen raporda, ''AB'ye aday ülkelerde idam cezasının kaldırılmasını sağlamanın büyük bir başarı olduğu, Türkiye'nin da artık bu uygulamaya son vermesi gerektiği'' ifade edildi. Raporda kadınların, eşcinsellerin, mültecilerin ve azınlıkların haklarını ele alan görüşlere de yer verildi. Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu'nun da Rapora ilişkin olarak kabul edilen karar tasarısının, ''AB'nin genişlemesi'' ile ilgili bölümünde, AB'ye aday ülkelere, Kopenhag kıstaslarına uyabilmeleri için daha fazla destek sağlanması gereği üzerinde duruldu. Bu bölümde Türkiye dışında hiçbir aday ülkeye ismen atıfta bulunulmazken, ''Avrupa Parlamentosu, Türkiye'nin tam üyelik müzakereleri sırasında, Kürt halkının ve diğer etnik grupların hakları meselesinin görmezden gelinmemesini istiyor'' cümlesine yer verildi. Tasarının bu bölümünde, aday ülkelerle tam üyelik müzakereleri sırasında eşcinsellere yapılan ayrımcılık sorununun da gündeme getirilmesi istendi. (24.02.2000) DDD DOĞUM KLİNİKLERİ, LEZBİYENLERE AYRIMCILIK YAPIYOR Hollanda'da, suni döllenme yöntemiyle hamile kalma olanağı sağlayan özel kadın ve doğum klinikleri, lezbiyen kadınlara karşı ayrımcı davranıyor. Eşit Muamele Komisyonu, kendilerine yapılan bir şikayet üzerine 13 ayrı klinikte yaptığı araştırmada, kliniklerin lezbiyen ve evli olmayan kadınların hamile kalmak için yaptıkları başvuruları geri çevirdiklerini saptadı. Komisyon, lezbiyen kadınların hamile kalma istemlerinin geri çevrilmesinin yasalara aykırı olduğunu ve bunun
KAOS GL 3 / 62
ayrımcılık anlamına geldiği görüşüne varırken, yalnız yaşayan evli olmayan kadınların hamilelik isteklerinin yerine getirilmemesinin doğru bir karar olduğunu bildirdi. Bazı klinikler, evli olmayan kadınların hamile kalmasını ilke olarak kabul etmediklerini belirtirken, bazıları da, çocuğun aile ortamında büyümemesinin iyi olmayacağı görüşünden hareketle, lezbiyenlerin hamileliğine karşı çıktıklarını dile getirdiler. DDD EŞCİNSEL YAŞLILARA ÖZEL HUZUREVİ Hollanda hükümeti, yaşlı eşcinsellerin kalabilecekleri özel huzurevleri açılacağını, bu amaçla ilgili bakanlık bütçesinden gerekli ödeneğin sağlanacağını bildirdi. Refah ve Spordan Sorumlu Devlet Sekreteri Margo Vligenhart, ilişkin yaptığı açıklamada, kararın, eşcinsellere karşı izlenmesi öngörülen program çerçevesinde alındığını söyledi. Yaşlı eşcinsellerin toplumdan dışlanma tehlikesinin arttığını belirten Devlet Sekreteri, özel huzurevleri yanında, bu kişilerin internet aracılığıyla birbirlerine daha kolay ulaşabilmeleri için de, bu olanağın onlar açısından daha kullanılabilir hale getirileceğini söyledi. DDD ÇILDIRTAN TESADÜF! TRAVESTİLER, ARKADAŞLARINI DÖVEN YARALI POLİSİ HASTANEDE LİNÇ ETMEYE KALKIŞTILAR...
E-5 Karayolu, Cevizlibağ durağında müşteri bekleyen travestilerden "Dilek" takma adlı İbrahim Biçer, önceki gece saat 00.30 sıralarında, bıçaklı üç kişi tarafından gasp edildi. Travestinin 60 milyon lirasının alındığını gören Bahçelievler Asayiş Şubesi'ne bağlı bir ekip otosu ise, iddiaya göre bu duruma seyirci kaldı. Parası gasp edilen travesti Dilek, ekip otosunun yanına giderek, "Olayı gördünüz de neden müdahale etmediniz?" diyerek polislere çıkıştı. Polisle travesti Dilek arasında çıkan tartışmanın büyümesi üzerine polis memurlarından biri Dilek'i dövdü. Bunun üzerine travesti arkadaşları yaralanan Dilek'i İstanbul Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırdılar. Oay sonrası Bahçelievler istikametine giden ekip otosu da Merter rampasında bariyere çarparak kaza yaptı. "Dayakçı" polis kazada hafif yaralanınca, olay yerine gelen başka bir ekip otosuyla İstanbul Tıp
Fakültesi'ne kaldırıldı. Yaralı arkadaşlarının yanına gelen travestiler, kazada yaralanan polis memurunu karşılarında görünce, işte o anda kıyamet koptu. Dayakçı polisi linç etmek isteyen öfkeli travestileri, diğer polisler araya girerek zor yatıştırdı. Yaralı polis başka bir servise kaldırılarak olayın daha fazla büyümesi engellendi. (Sabah, Ramazan Kaya) DDD "BU KAZA DEVLETLE TRAVESTİLERİ BARIŞTIRDI" Kaza yapan Aşkın adlı travesti, ambülans beklerken polis memuru tarafından teselli edildi. Gösterilen şefkat 'devletle travestiler barıştı' şeklinde yorumlandı. Kazanın etkisiyle yan çevrilen araçtan kendini atan Aşkın Çarıkçı ağır yaralı olarak asfalt üzerinde yardım beklemeye başlamadı. Olay yerine gelen polislerden biri, Aşkın Çarıkçı'nın elinden tutarak ambülans gelene kadar moral vermeye çalıştı. (11.03.2000, Sabah) DDD GAY'LİK YAŞI 16'YA İNDİ
İngiltere Parlamentosu, erkeklerde homoseksüel ilişkiye "yasal olarak" girebilme yaşını 18'den 16'ya indirmeyi öngören bir yasayı kabul etti. Yasanın kabul edildiği oylamada, Başbakan Tony Blair ve Muhafazakar Parti'den bir süre önce ara seçimde parlamentoya girerken "eski eşcinsel tecrübelerini" itiraf eden gölge Maliye Bakanı Michael Portillo "evet" oyu kullandılar. Muhalefet lideri William Hague ise oylamaya katılmadı. Halen normal (heteroseksüel) erkek ve kadınlar ile lezbiyenlerde 16 olan "eşcinsel ilişkide bulunabilme yaşı"nı eşcinsellerde de aynı yaşa getiren kanun son üç yıl içinde parlamentoya üçüncü kez geldi. Yasa, daha önce Avam Kamarası'nda kabul edilmesine rağmen Lordlar Kamarası'nda reddedildiği için, yeniden parlamento gündemine alınmıştı. Önceki gece yapılan oylamada partiler grup kararı almazken, yapılan serbest oylamada 263 kabul, 102 ret oyu kullanıldı. Kabul edilen yasaya eklenen bir madde ile, okul, yetiştirme yurdu ve benzeri yerlerde 18 yaşından küçük erkeklerle ilişki kuranların, "öğretmen, yetiştirici, yönetici" olması halinde, bu ilişki yine suç sayılacak. Avam Kamarası'ndaki oylamanın en ilginç yanlarından biri, 1997 seçimlerinde
seçilemediği halde, geçen yılın sonlarında, ara seçimle parlamentoya giren ve seçim kampanyası sırasında "Öğrencilik yıllarımda eşcinsel deneyimim oldu" diyen Muhafazakar Parti'nin "ağır top"larından Michael Portillo'nun, siyasi bir "U dönüşü" yapmasıydı. Portillo eşcinsel deneyimlerini açıklamadan önce parlamentoda eşcinsellik konusundaki yasalarda hep olumsuz oy kullanmış, Savunma Bakanlığı sırasında da silahlı kuvvetlerde eşcinselliği yasaklamıştı. Bu arada, eşcinsel hakları konusunda kampanya yürüten "Outrage!" (Öfke) adlı kuruluş, "Bundan böyle sauna, umumi helalar ve diğer kamuya açık yerlerde, aleni olmadıkça eşcinsel ilişkinin suç sayılmaması için yeni bir yasa daha çıkarılması" çağrısında bulundu. (12 Şubat 2000 Milliyet, Zafer Arapkirli, Londra) DDD DÜNYANIN EN GENİŞ KATILIMLI EŞCİNSEL FESTİVALİ AVUSTRALYA'DA YAPILDI: FESTİVALİN TELEVİZYONLARDAN NAKLEN YAYININA İZİN VERİLMEDİ
Dünyanın en geniş katılımlı eşcinsel festivali Avustralya'nın Sydney kentinde yapıldı. Festival yürüyüşüne katılan 10 bin eşcinseli 750 bin kişi izledi. ''Sydney Gay & Lezbien Mardi Gras'' adıyla bu yıl 23. kez yapılan festivalin 2 hafta süren etkinlikleri bugün yapılan festival yürüyüşü ile son buldu. Tiyatrolar, şovlar, konferanslarla devam eden etkinliklerin en gözdesi olan festival yürüyüşü büyük ilgi gördü. ABD, İngiltere, Almanya, Kanada ve Japonya'nın yanısıra dünyanın pek çok ülkesinden bu etkinliği izlemek ya da katılmak için 10 bin kişinin Sydney'e geldiği belirtildi. Eşcinsellerce ''özgürlük'' sembolü olarak gösterilen ve ''dünyanın en geniş katılımlı özgürlük hareketi'' olarak nitelendirilen yürüyüş için Sydney'in merkezindeki Oxford Caddesi 12 saat süreyle trafiğe kapatıldı. Yaklaşık 7 saat süren yürüyüşe katılanlar ''daha fazla özgürlük, eşitlik ve hak'' istediler. Yürüyüşe, 50 polisten oluşan bir grup da katıldı. ''Sosyal etkinliklerde halkla birlikte'' sloganını kullanan polisler, yürüyüşte resmi üniformalarıyla yer aldı. Kadın ve erkeklerden oluşan polis grubu kortejin ortasında yürüdü ve hem halkın hem de eşcinsellerin büyük ilgisiyle
karşılandı. Avustralya'daki en büyük turizm hareketi konumunda olan etkinlik ülkeye 150 milyon dolar kazandırdı. Bu arada, geçen festivalin televizyondan canlı yayını sırasında, ekranlara çocukların izlemesinde sakıncalı görüntüler yansıdığını bildiren Avustralya Yayıncılık Kurumu, bu yıl yürüyüşün televizyonlardan canlı yayınlanmasına izin vermedi. Bu nedenle eşcinsellerin yürüyüş görüntüleri ''Çocukların izlemesi sakıncalıdır'' ikazı yapıldıktan sonra banttan yayınlandı. (06.03.2000)
DDD 1. GAY OLİMPİYATLARI SYDNEY'DE YAPILACAK 1. Gay Olimpiyat Oyunları'nın Avustralya'nın Sydney kentinde yapılması kararlaştırıldı. 2002 yılındaki eşcinsel olimpiyatlarında sert spor dallarına yer verilmeyecek. Sydney Gay ve Lezbiyen Festivali Düzenleme Komitesi, 1. Gay Olimpiyatları için Sydney Olimpiyat Oyunları Düzenleme Komitesi ile bir protokol yapıldığını açıkladı. Bu yıl, Eylül ayında yapılacak 2000 Sydney Yaz Olimpiyat Oyunları'nın gerçekleşeceği tesislerin 2002 Gay Olimpiyatları'nda kullanılacağı belirtildi. Komite, ''Dünyadaki en geniş katılımlı özgürlük hareketi'' olarak nitelendirilen Sydney Eşcinsel Festivali'nin, her geçen yıl gördüğü büyük ilgi nedeniyle olimpiyat oyunları düzenleme kararı alındığı kaydederken, hangi ülkelerden nasıl bir katılım izleneceğini ise şöyle açıkladı: ''Pek çok ülkede bulunan eşcinsel dernekleri, katılacak sporcuları belirleyecek. Eşcinsellerin dernek kurmasına izin verilmeyen ülkeler davet edilmeyecek. İlk kez düzenleniyor olması nedeniyle, eşcinsel sporcularda bir baraj uygulaması da aranmayacak.'' Birinci Eşcinsel Oyunları'nda, normal olimpiyatlarda olan bütün spor dallarının olması beklenmiyor. Bu konuda yapılan çalışmalarda yeterli sporcu bulunmayacağı gerekçesiyle boks, judo gibi sert spor dalları, Gay Olimpiyatları'nda bulun-mayacak. Oyunlarda yer verilecek branşlardan bazıları ise şöyle: Atletizm, (koşu, atlama ve atma), binicilik, yüzme, halter ve güreş. -LEZBİYENLER YARIŞMAYACAKSydney'de 23 yıldır lezbiyenlerle birlikte eşcinsel festivali düzenleyen komite, olimpiyatlarda lezbiyenleri yarışma dışında bıraktı. Oyunların tam bir ciddiyet içinde yapılması için büyük gayret gösterileceği belirtilmekle beraber, her yarışla ilgili bir de şov hazırlanması planlandı. Bu aşamada
lezbiyenler, geylere destek olmak için ortak şovlarda yer alacaklar.
DDD KIRIK BİR AŞK HİKAYESİ İki kez evlendirilen ikisinde de kısa süre içinde boşanan, kaçırdığı kız intihar eden Hanım Kara'nın tek isteği ameliyatla erkek olmak ve son sevgilisi ile evlenebilmek AFYON - Birbirlerine âşık olup bir buçuk ay önce birlikte kaçan iki kadının aşk hikâyesi gizlice sürüyor. Ailelerinin baskısı üzerine aşklarını kaçak yaşamak zorunda kalan 44 yaşındaki Hanım Kara ile 25 yaşındaki Emine Topkaya, 'Bizi rahat bırakın' mesajı verdikleri gizli evlerinde, cinsiyet değiştirmeye hazırlanan Hanım Kara'nın ameliyatı için yardım istiyor. Kara, "Türkiye'de ve dünyada benim gibi binlerce insan var. Utanmıyor, duygularımı bastırmaya çalışmıyorum" diyor. Hocalar ilçesine bağlı Ahurhisar beldesinde yaşayan Hanım Kara, 26 yaşımdayken ilk evliliğini yapmış. Ama iki yılda boşanmış. 1984 yılında aynı beldede yaşayan kız sevgilisiyle kaçmış. Yakalanacaklarını anlayınca ağrı kesici içerek intihara kalkışmışlar. Sevgilisi ölmüş, kurtulan Kara'yı ailesi yine evlendirmiş. Ama bu evlilik de ancak bir yıl sürmüş. Bir süre babasının benzin istasyonunda çalışan Kara, 1991 yılında köylülerle birlikte pamuk toplamak için gittiği Manisa'nın Salihli ilçesinde şimdiki aşkı Emine'yle tanışmış ve birlikte yaşamaya başlamış. (23 Mart 2000, Radikal) DDD YARIŞMA PROGRAMI KANAL D'YE CEZA GETİRDİ Mehmet Ali Erbil'in sunduğu Çarkıfelek programı, Kanal D'ye kapatma cezası getirdi. Mehmet Ali Erbil'in müzisyen Murat Can ile arkadaşlarını konuk ettiği programda, ''eşcinselliği'' çağrıştıran konuşmalar ve el hareketleri yapılması nedeniyle Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, Kanal D'ye bir gün süreyle yayın durdurma cezası verdi. RTÜK'ün Yayın İzleme Değerlendirme Raporu'nda, sanatçının konuklarıyla yaptığı konuşmalarda eşcinsel görüntüler sergilendiği ve bunların daha çok yarışmacılara yönelik olduğunun gözlendiği belirtilerek, bu tutumun katılanları toplum önünde aşağılayıcı nitelik taşıdığı belirtildi. Ayrıca, bu tür programların özellikle gençler ve çocukları olumsuz yönde etkilediği kaydedildi. (02.03.2000)I
KAOS GL 3 / 63
opus 61
nerde kırılmış gönlü gecelerde kalmış bir keşiştim hayatımı eskiten hayal şehirlerinde üzerimde tunçtan elbiseler güneşe uzanan yolum karanlık dehlizlerindeydi kalbin
ne oktu ne sancı ne de ölüm gökte işlenen bir cinayetin kanlarıydı ruhum şimdi beni oyalayan şarkılar gelir yüzyıllar öncesinden gelir bir tanrı buyruğuyla yüzümü eskiten rüzgarlar
ben çok uzaklardan gelen yıldızların altında şarkılar söylerdim gam makamında aradığım neydi szenden başka bilinmez bilinmez tuz tadında bir ten mi yoksa o tene uzak ayrılıklar mı bilinmez daha bestelenmemiş hüzünlerin bir deniz havasında geçtiği günler ey gülümsemesi bir tek fotoğraflarda kalmış sen duy beni ben her gün batımının eylül sonrasında tekrar dirilen mor esrimesi gecelerin ne sende ne kendinde bilinmez nerde
ben öldüm dedi deniz dünya perdesiz bir oyundur dedi kum ama ruhum ama ruhum sanki devrilişiydi dağların şimdi herşey opus 61 mayına basan deli çocuk çocuğunu göklerde bırakan ana ve bir kuyruklu piyano uğruna duygusuzca sevişen o kadın hepsi o
merhaba (ya da kimsiniz?) Kimliğimi sordular, "Yabancıyım" dedim. "Neye yabancısın?" dediler, "Herşeye" dedim. "Nerde kalıyorsun?" dediler, "Boşlukta" dedim. "Seviyor musun?" dediler, "Hayır" dedim. Tekrar sordular, "Sen kimsin?" "Bir Hiçim" dedim. Uzaklarda yağmurlar yağıyordu. Gökyüzü sanki yarılmış ve vahşi yağmur damlaları tapınakları ve cesetleri durmadan yıkıyordu. Uzaklardaki insanlar büyük bir haykırış içindeydi. Bir kendileri vardı, bir de karanlık gökyüzü. Kentleriniz çok doluydu. Kentlerinizde çok yüzlü insanlar ve yoğun ihanetler vardı. Tam dört yıl o pis kentlerinizde kaldım. Tam bu dört yıl içinde en ücra hücrelerime kadar çözüldüm, aynen buzdağları gibi. Sonra kendimi toprağa ve o kutsal psikiyatrinin ilaçlarına bıraktım. Şimdi yapayalnız, Hiçliğinin farkında bir Hiçim. Uzun bir aradan sonra, şimdi size tekrar yazıyorum. Sadece Hiçliğimin yoğunlaşması için yazıyorum. Çünkü ne kadar yoğunlaşırsam Yabancı olmanın dayanılmaz ağırlığını hissediyorum. Sonuçta yalnızca kendi Tinime ait oluyorum. Bu da beni mutlu ediyor. Peki, ya siz kimsiniz?
Can UĞUR KAOS GL 3 / 64
"Enerji sorunumuz var" diyorlar tek çözüm öneriyorlar: "nükleer santral" Enerji sorunu olduğu savlanan bu ülkede (ve bu dünyada), böyle bir 'sorun' olduğu için mi insanların daha fazla tüketmeleri, harcamaları, 'kullanıp at'maları için reklamlar, kampanyalar, hediye puanı benzeri kandırmacalar beyinlere gün geçtikçe daha fazla pompalanadurmaktadır? HAYIR. Enerji sorunu olduğu için mi elektrikli diş fırçaları icat edilmekte, harcadığımız her on liranın en az üçü silahlanmaya gitmekte, özel taşıt edinimi özendirilmekte, yüz programlı çamaşır makineleri piyasaya sürülmekte, toplu taşımaya (sözgelimi demiryollarına) yıllardır ciddi bir yatırım yapılmamaktadır? HAYIR. Enerji sorunu olduğu için mi bugün Türkiye'de hidroelektrik potansiyelin yalnızca yüzde otuzu özensiz yöntemlerle- kullanılmakta, rüzgar, güneş gibi yenilenebilir alternatif enerji kaynaklarının araştırma geliştirme çabalarına destek sağlanmamaktadır? HAYIR. [Ekonomist açıdan düşünenleri, insanları istatistiksel öğeler olarak görenleri, cent hesabı yapanları, hesaplarını kaza ve deprem risklerini göz önüne alarak ve kazaya yol açmayacağı(!) savlanan bir nükleer santralin bile 5-8 milyar dolara mal olduğunu iyice bir algılayarak konuşmaya davet ediyoruz. ] "Tükettiğim ve sahip olduğum oranda varım" diyen bireyler (daha doğrusu 'şey'ler) durumuna getirilmek istenmekteyiz. Bu sürecin belki ufak ama çok önemli bir ayağını oluşturan 'enerji sorunumuz var' savı, nasıl olduysa tam da Akkuyu ihalesinin karara bağlanma aşamasında ortaya çıkıveren 'zorunlu' elektrik kesintileri ile gündeme getirildi. İhaleden rant uman şirketler ve onların medyadaki (ve daha birçok yerdeki) uzantıları, fazla tüketmeyi insansal gelişmişliğin bir ölçütü sanan bilim insanları(!), atom bombası sevdalısı sözde idealistler ve tüm bu trajikomediye seyirci kalarak onay veren bizler edilgen desteğimizle usul usul nükleer santrallere "Evet" demeye zorlanmaktayız. Enerji sorunumuz yoktur, 'insan olma ya da olmama' sorunumuz vardır. "Yok olmaktan kurtulma amacı bütün ötekilerden önce gelmelidir."1 Bizler yok olmak, yani 'şeyleşmek' istemiyoruz; nükleer bir kaza sonucu yanarak, kan kanseri olarak... ölmek de. 'Dünyayı torunlarımızdan ödünç aldığımızın' ayrımındayız; her yeni nükleer santralin gelecek kuşakların genlerinde onulmaz izler bırakacağının da. Nükleer santral istemiyoruz! Nükleer bir kaza olduğunda bunun kesinlikle gizleneceğini,
karşımızda "bakın hiçbir zararı yok" yalanları söyleyecek olanların bu kez 'mersin portakalı' yiyeceklerini2, gerçeği söylemeye kalkışacakları 'derin' yollarla susturup derdest etmeye çalışacaklarını,3 "devletimiz her şeye hakimdir" palavralarını hiç gocunmadan yineleyeceklerini,4 birkaç yıl sonra marifetlerini gizleyemeyince de "dün dündür" ilkesizliğine başvuracaklarını biliyoruz. Nükleer santral istemiyoruz! Çünkü nükleer santralleri sigortalayabilecek denli enayi bir şirketin bugüne değin bulunamadığını, 'yeni' olduğu savlanan teknolojilerin 1970'lerden kalma olduğunu ve artık 'batı'ya yutturulamadığı için Türkiye gibi, Pakistan gibi, Brezilya gibi, Hindistan gibi üçüncü dünya ülkelerine 'kimi komisyon ve ricalarla' peşkeş çekiledurduğunu biliyoruz. Nükleer santral istemiyoruz. Çünkü kendi koyduğu yasalara bile saygı göstermeyen kurum ve kişilerin5 "bize bir şey olmaz" zırvalarına artık tokuz. Nükleer santral istemiyoruz. Çünkü nükleer santral yapımı kararının özerk olmayan, taraflı siyasi bir kurum tarafından kararlaştırıldığını6 ve denetlen(mey)eceğini biliyoruz. Nükleer santral istemiyoruz. Akkuyu'da yaşayanlar da istemiyor.7 Nasıl dünyayı bir ticarethane olarak gören zihniyetin hevesi Seattle'da kursağında kaldıysa, nasıl Bergamalı köylüler siyanürle ölmeyi reddettilerse, bizler de nükleer ölümler istemiyoruz. Bu işte bir terslik olduğunu düşünüyorsanız ve nükleer santralin köylü, çocuk, yaşlı, genç, ideoloji, kadın erkek demeden ölüm saçacağının ayrımındaysanız gelin insana, toprağa, havaya, suya düşman bu tezgaha karşı insanlığımızla duralım. BU İŞTE BİR TERSLİK VAR! NÜKLEERE HAYIR!
İletişim için: terslik@yahoo.com 1. Bkz. Einstein, Albert, Dünyamıza Bakış, Alan Yay., Çev.:İ. Öztürk, İstanbul,1987, (s.110). 2 Bkz. Çernobil Katliamı'ndan sonra ölüm çaylarını içirenler. 3 Bkz. Atom bombasını insanlık dışı bulan ABD'li bilim insanlarını, Çernobil Katliamı'ndan sonra 'radyasyon vardır' diyebilen Türkiyeli bilim insanlarının başlarına gelenler. 4 Bkz. 17 Ağustos1999 Depreminden sonra söylenenler. 5 Bkz. Üniversite süsü verilmiş orman katliamları, Cargill'e zehirlenmesi için 'pazar'lanan topraklar. 6 Bkz. TAEK 7 Bkz. Yerel yönetim ve greenpeace tarafından 1999 temmuzunda yapılan referandum: % 84 HAYIR.
Bu işte bir terslik olduğunu düşünüyorsanız ve nükleer santralin köylü, çocuk, yaşlı, genç, ideoloji, kadın erkek demeden ölüm saçacağının ayrımındaysanız gelin insana, toprağa, havaya, suya düşman bu tezgaha karşı insanlığımızla duralım.