Mücadele 233

Page 1

Sayı: 233 • Ekim 2013 • Masrafı: 2€

ATİK (Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu) Yayın Organı ● İnternet: www.atik-online.net

AVUSTURYA VE ALMANYA’DAKİ SEÇİM SANDIKLARINDA KEMER SIKMA POLİTİKASI ÇIKTI!

22 Eylülde Almanya’da ve 29 Eylülde Avusturya’da gerçekleştirilen genel seçimler burjuva partilerin sahte çekişmelerine sahne olsa da, gerçekte değişen bir durum olmadı. Seçim süreçlerinde sosyal adalet, işsizliğe karşı mücadele, istihdam yaratma politikalarından bahsedilmekte, ancak seçimler sonrası tam tersi politikaları uygulanacaktır.

ATİF NSU DAVASININ GÖRÜLDÜĞÜ MAHKEME ÖNÜNDE MİTİNG DÜZENLEDİ!

GEGEN IMPERIALISMUS, FASCHISMUS und REAKTION JEGLICHER ART

Ausgabe: 233 • Oktober 2013

Presseorgan der ATIK (Konföderation der Arbeiter aus der Türkei in Europa) ● www.atik-online.net

ATIF PROTESTIERT VOR DER

GERICHTSVERHANDLUNG DER NSU IN MÜNCHEN

PROTESTE GEGEN NAZI DEMONTRATION IN WUPPERTAL

Nationalsozialisten machen mit ihrem Verbrechen weiter indem sie sich einfach umbenennen. Nun heißen sie „Die Rechte“. Am Samstag, den 21. September 2013 ging “Die Rechte” in Wuppertal auf die Straße um ihre menschenverachtenden Gedanken zu verbreiten. Dieses wurde durch antifaschistisches Organisieren verhindert.

Stefan Engel im Interview:

“Pyrrhussieg für Kanzlerin Merkel!”


2

mücadele - 233

LAMPEDUSA’DA KATLİAM! GÖÇMENLERİ TAŞIYAN GEMİ BATTI

Katar da Haftada 12 İşçi Dünya Kupası İçin Ölüyor

kurtarılmıştı. Hayatını kaybedenlerin sayısı giderek artıyor. Lampedusa Favarolo rıhtımına getirilen cenazelerin buradan da havaalanı hangarına taşınacağı bildirildi.

Denizdeki aramalar Sicilya’nın güneyindeki Lampedusa Adası’nın yakınında bulunan Tavşan Adaları civarında sürüyor. Soruşturmacılara göre, gemi yolcuları ticari gemiler tarafından görülmek için battaniyeleri ateşe verdi. Mazot nedeniyle geminin alevler içinde kaldığı ve battığı bilgisi verildi.

İtalya’nın güneyindeki Lampedusa Adası yakınında yüzlerce Tunuslu ve Somalili göçmeni taşıyan bir geminin batması sonucu en az 92 kişi hayatını kaybederken, yüzlerce göçmen de kayboldu. Ansa haber ajansına konuşan Lampedusa kadın Belediye Başkanı Giusi Nicolini, ağlayarak “Bu korkunç bir şey, korkunç. Sürekli cenazeler taşınıyor” dedi. Nicolini, bunlar arasında kadın ve çocukların olduğunu belirtirken, Vatikan’da Papa François “utanç verici” dedi. Sahil güvenliğin verdiği geçici bilançoya göre şu ana kadar 92 cenaze denizden çıkarıldı.

Gemide 400 ile 500 arasında göçmenin bulunduğu belirtiliyor. Yerel saatle 11.30 sıralarında 151 göçmen canlı olarak İtalya sahil güvenliği ve balıkçı tekneleri tarafından

MÜCADELE GAZETESİNİ OKU, OKUT! ABONE OL, ABONE BUL!

Ansa ajansına göre, kurtarılanlar arasında bulunan bir Tunuslu, hayatta kalan diğerleri tarafından “tacir” olarak gösterildikten sonra polis Tunuslu genci gözaltına aldı.

2022 Dünya Kupası’nın ev sahibi Katar, ülkeyi büyük bir inşaat alanına çevirdi. İnşaatlarda çalışan işçiler ise ölümle burun buruna çalışıyor. Çünkü haftada 12 işçi yaşamını yitiriyor 2022 Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak olan Katar’da tüm ülke şantiyeye dönüşmüş durumda. Yeni stadyumlar, oteller, AVM’ler ve metroların inşaatı için 62 milyar dolarlık bir bütçe ayrıldı. Bu büyük

pasaportlarına zorla el konulduğunu, bazı işçilerin 24 saatten fazla çalıştırıldığını, kalabalık koğuşlarda yaşamak zorunda bırakıldığını, hatta açlık çektiklerini ve ücretsiz içme suyundan bile mahrum bırakıldığı yazdı. 5 ayda 82 işçi hayatını kaybetti Katar’daki Hindistan Büyükelçiliği’nin açıklamasına göre, bu yılın ilk 5 ayında 82 Hintli işçi yaşamını yitirdi. Bin 460 işçi ise kötü

bütçeli yapıları inşa eden işçiler ise ölümle burun buruna insanlık dışı çalışma koşullarında çalışıyor. İngiliz Guardian gazetesinin, Katar’daki göçmen işçilerin çalışma koşullarıyla ilgili yaptığı araştırmaya göre, 1.2 milyon göçmen işçi “modern kölelik” koşullarında çalıştırılıyor. Haberde haftada 12 göçmen işçinin yaşamını yitirdiği, sadece 4 Haziran-8 Ağustos tarihleri arasında 44 Nepalli göçmen işçinin kötü çalışma koşullarına bağlı olarak hayatını kaybettiği belirtildi. Guardian, çoğu Nepal ve Hindistan kökenli göçmen işçilerin 50 derece sıcak altında çalıştırıldığını, maaşlarının aylarca ödenmediğini,

çalışma koşulları ve başka problemler nedeniyle Büyükelçiliğe başvurdu. “Böyle giderse 4 bin işçi daha ölecek” Göçmen işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesi için FIFA ve Katar hükümetini göreve çağıran Belçika merkezli Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ITUC), 1.2 milyon göçmen işçinin mevcut koşullarda çalıştırılması halinde, 2022 Dünya Kupası’nın başlamasına kadar 4 bin işçinin yaşamını yitireceği uyarısında bulundu. Ayrıca ITUC, “Bu kadar fazla ölüme rağmen Katarlı yetkililer hiçbir önlem almıyor” dedi.

Soruşturmacılar geminin Libya’da yola çıktığını söylerken, gemi içerisindekilerin çoğunluğunun Somalili olduğu belirtildi.

Pazartesi günü çoğunluğu Eritreli olan 13 göçmen Sicilya’nın güney doğusundaki Ragusa Adası’na ulaşmaya çalışırken boğularak hayatını kaybetti. Bunların 200 kişiyi taşıyan gemiden atladıktan veya tacirler tarafından atıldıktan sonra boğulduğu belirtiliyor.

Başta Sicilya kıyıları olmak üzere İtalya’ya yılın başından bu yana 22 bini aşkın göçmen ulaştı. Bu da geçen yılın tümüne kıyasla üç kat daha fazla göçmenin İtalya’ya ulaştığı anlamına geliyor.

Abonelik Formu İsim:................................................................................................... Soy isim:...................................................................................... Adres:.............................................................................................. ..................................................................................................................

Not:

Abonelik tutarını ödedikten sonra, bu formu aşağıdaki adrese gönderiniz. ATIK Kaiser-Wilhelm Str. 284 47169 Duisburg

Abonelik süresi

1 Yıllık 2 Yıllık

Almanya içi

Almanya dışı

36,00 € 70,00 €

46,00 € 90,00 €

Hesap Numarası: İsim: ST CONF VAN ARBEIDERS UIT TURKIJE IN NEDERLAND IBAN: NL08INGB0006068972 BIC/SWIFT: INGBNL2A

Impressum: V.i.S.d.P I. Yildirim Postapart nummer 15809 6802 JX Arnhem - Nederland

Yazışma Adresleri: Nelson Mandela plein 1 2575 T.H. Den-Haag - Nederland haber göndermek için: mucadele1976@yahoo.de Internet: www.atik-online.net e-mail: atik2@atik-online.net


3

mücadele - 233

AVUSTURYA VE ALMANYA’DAKİ SEÇİM SANDIKLARINDA KEMER SIKMA POLİTİKASI ÇIKTI! 22 Eylülde Almanya’da ve 29 Eylülde Avusturya’da gerçekleştirilen genel seçimler burjuva partilerin sahte çekişmelerine sahne olsa da, gerçekte değişen bir durum olmadı. Seçim süreçlerinde sosyal adalet, işsizliğe karşı mücadele, istihdam yaratma politikalarından bahsedilmekte, ancak seçimler sonrası tam tersi politikaları uygulamaktadır. Bu anlamda önümüzdeki süreçte herhangi bir değişikliğin olmayacağı saldırıların tüm pervasızlığıyla süreceği bir gerçektir. Seçimler burjuva egemen güçlerin sistemi yeniden teşhis ettikleri ve halk kitlelerine onaylattıkları süreçlerdir. Bunu Marx’, “her üç ya da altı yılda bir, parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ‘temsil edeceğini ve ayaklar altına alacağını” şeklinde ifade ederek, seçimlerin esasta kimlere hizmet ettiğini ortaya koymuştur. Tüm yapay ve sahte çekişmeler ve yalanlar kitleleri manipüle etme amaçlı yapılmaktadır”. Son seçimlerde de bu gerçeklik bariz bir şekilde yaşandı. Almanya’da Seçimlerin Galibi Tekeller! Almanya Seçimlerinde %9 oylarını artırarak seçimi kazanan CDU/ CSU partisi Merkel başkanlığında sermayenin saldırı politikalarının birincil derecede uygulayıcıları olacaklardır. Seçim barajını aşamayarak parlemento dışında kalan FDP

ile koalisyon hedefleri olan Merkel bu durumda SPD ile yetinmek durumunda kalacaktır. SPD oylarını yaklaşık 2,6 artırarak yüzde 25,6 oy oranına ulaştı. Ancak bu durumda aslında SPD’nin hezimeti olarak değerlendirilmelidir. Seçimlerde % 3’e yakın oy kaybeden Yeşiller ve % 4’e yakın oy kaybeden Sol Parti de yüzde 8’er oy aldı. Seçimlerde on Türkiye köken-

li adayda meclise girmeyi başardı. Bunlar; Cemile Yusuf; Hristiyan Demokrat Birlik Parti (CDU) Aydan Özoğuz; Sosyal Demokrat Parti (SPD), Metin Hakverdi; Sosyal Demokrat Parti (SPD), Mahmut Özdemir; Sosyal Demokrat Parti (SPD), Gülistan Yüksel; Sosyal Demokrat Parti (SPD), Cem Özdemir; Yeşiller Partisi Ekin Deligöz; Yeşiller Partisi, Özcan Mutlu; Yeşiller Partisi, Sevim Dağdelen; Sol Parti, Azize Tank; Sol Parti. Seçimler yeni dönem Alman tekelci burjuvazisinin istem ve taleplerine en iyi yanıt olacak partilerden oluşacağı kesindir. Bu durumda büyük koalisyon olma ihtimali yüksek görünmektedir. Ancak nasıl bir koalisyon gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, Alman işçi ve emekçileri açısından değişen bir şey söz konusu olmayacaktır. Almanya’nın savaş politikaları devam ettirilecek, bankaların ve tekellerin imtiyazları sürdürülecek kriz bahane edilerek emekçilere yeni saldırılar gerçekleştirilecektir. Bu açıdan bakıldığında seçimlerin galibi sermaye sınıfları olmaktadır. İşçiler, Emekçiler ve Göçmenler açısından değişen hiç bir şey olmayacaktır. Seçimler sonucunda ortaya çıkan tabloya bakıldığında emekçiler açısından olumlu bir durum yaratmadığı ortadadır. CDU/ CSU partileri seçimde yakaladıkları başarının arkasına sığınarak daha pervasız saldıracaklardır. Avusturya’da Genel Seçimler ve Sonuçları Avusturya’da seçimlere geçen döneme oranla daha fazla partinin katılması daha fazla renklilik katsa da esasta bu partiler birbirlerine benzeyen ve belirli nüans farklılıklarının dışında farklılıklar arz etmemekteydiler. Seçimler işsizliğin, yolsuzluk ve partilerin kısır çekişmelerinin gölgesinde geçti. SPÖ-ÖVP hükümetinin geçen süreçte uyguladıkları politikaların sonuçları bakımından ciddi sorunlar yaşayan emekçi kitlelerin öfkesinin diğer partiler yoluyla düzen sınırları içerisinde tutulması amaçlı ortaya yeni çıkan partiler, bu tepkileri

topallayacak popülist söylemlerle kitlelerden oy almaya gittiler. Seçim sonucunda iktidar partileri oy kayıplarına rağmen seçim yarışını ilk sırada tamamlayarak koalisyonun devam ettirecekler . Avusturya da Genel Seçimler 29 Eylül 2013 de gerçekleşti. Seçim

sonuçları daha önceden yapılan Kamuoyu araştırmalarının oranlarını doğruladı. Özelikle SPÖ (Sosyal Demokrat Parti) ve ÖVP (Halk Partisi) sinin dört yıllık iktidarı döneminde uygulanan ekonomi politikalar Avusturya Halkı tarafından reddedildi. Üç Türkiyeli Kadın Meclise girmeyi başardı. Yeşillerde Alev Korun Viyana’da ve Aygül Berivan Aslan Tirol da, SPÖ’den Nurten Yılmaz Viyana’da Meclise girmeyi başardı. Avusturya da yapılan Genel seçimlerde Göçmen kökenli adayların seçim malzemesi olarak kullanıldığı ve Göçmenlerin oylarını almak için Partilerin birbirleriyle yarıştığını belirtebiliriz. Özelikle seçilemeyecek yerlerden aday gösterilen Göçmen adaylar daha çok Göçmenlerin tercihli oylarını aday oldukları partilere taşımak dışında bir misyonlarının olmadığı görüldü. 100 bin Türkiyeli Göçmenin oy kullandığı seçimlere ilgi büyüktü. Bu ilgi Göçmenlerle sınırlı kaldı. Çünkü Yerlilerin seçime katılım oranı % 7 düşerek katılım % 65,9‘u geçmedi. SPÖ’den Kemal Yıldız, Şafak Akçay, Aziz Gülüm, Mustafa Yenici, Ekrem Resul Gönültaş, Öztürk Şenay, Aslan Ergen, SPÖ’nün milletvekili adayı oldular. ÖVP’den Türkiyeli kökenli Şirvan Ekici, Hasan Vural, Mustafa İşcel, ÖVP ve SPÖ Avusturya vatandaşı olan Türkiyelilerin oylarını hedefliyor. Yabancı düşmanı parti olarak bilinen FPÖ’den Türkiyeli kökenli aday yok. Avusturya Komünist Parti’sinde (KPÖ) Salzburg’da

Türkiyeli iki aday vardı. Bunlar Resul Şen 3. sırada Süleyman Vurgun 6. sırada aday oldu. SPÖ ve ÖVP in Türkiyeli Göçmenleri son sıralarda yada seçilemeyecek yerlerde aday göstererek bir taşla iki kuş vurma niyetindeydiler. Samimi olmadıkları tüm politikalarında görünen bu iki partinin ne yaman Göçmen dostu olduklarını da seçimlerde daha net ortaya çıktı. Göçmenlere seçme ve seçilme hakkını savunma yerine, Göçmenleri kendi tekelerinde oy potansiyeli olarak gören bu Burjuva Partiler bunun farkında olan Göçmenlerden iyi bir tokat yediler. Göçmenleri Dil, Din yada Türkiye de ki siyasal Partilere göre bölmeye çalışanlar bu seçimde yine hüsrana uğradılar. Özelikle Irkçı ve Faşist anlayışlı Türkiyeli bazı Göçmen kurumları Türkiye de ki politik gelişmelerden hareketle gerici tavırlarını Avusturya ya taşıyarak, seçim propagandaların da Irkçı ve Faşist söylemlerle Göçmen kitleleri gerçek sorunlarında uzaklaştırma gayretine girdiler. Fakat bu kara Propaganda da Göçmenler arasında çok etkili olmadı. SPÖ-ÖVP in dört yıllık iktidar döneminde Sosyal hak gaspları ve Tasarruf paketleri uygulamaları ile İşçilere ve çalışanlara yönelik ciddi saldırılar söz konusuydu. İşçi ücretlerinin dondurulması, Taşeron firmaların desteklenmesi ve Taşeron işçilerin haklarının gasp edilmesi, sağlık ve emeklilik kesintileri, ev kiralarının yükselmesi, tüketici fiyatlarındaki artış, öğrenci tarçları gibi saldırılar iki partinin oy kaybetme-

sini beraberinde getirdi. Kapitalist krizle birlikte bankalara verilen milyarlarca fonlar ve özelleştirmelerle SPÖ-ÖVP-FPÖ gibi partilere akan yüz milyonlarca rüşvet Avusturya kamuoyunun bilgisi dahilindeydi. Tüm bunlara


4

mücadele - 233

rağmen seçmenler iki iktidar partisinin tekrardan büyük koalisyon kurmaları yönünde tercih oylarını kulandılar. SPÖ 2009 Seçimlerinde % 29,26 ve 2013 seçimlerinde ise 27,1 oranında oy almıştı. 2013 Seçimlerinde ise % 2,20 oranında oy kaybına uğradı. ÖVP ise 2009 seçimlerindeki % 24,98 oranı 23,8 indirerek %2,2 oy kaybı yaşadı. Bu bir bakıma halkın iki partiye verdiği mesaj olarak algılanabilinir. Özelikle Krizle birlikte gelişen işsizlik, yoksulluk ırkçılığın gelişmesinin de olanaklarını yaratmıştı. Avusturya da Irkçı FPÖ (Avusturya Özgürlükler Partisi) Devlet olanaklarını da kullanarak yerli ve göçmen işçiler arasındaki sınıf dayanışmasını ayrımcı-Irkçı politikalarla engelleyerek ırkçılığı seçim propagandası haline getirmişti. Her seçim döneminde ırkçı partiler göçmenleri hedef tahtasına oturtmakta ve işsizlik, yoksulluk ve krizin sorumluları olarak göstermişlerdir. Irkçı ve faşist partiler devletin desteğiyle bu politikalarda kısmi başarılı olmaktadırlar. İşte bu Seçimde de en avantajlı parti olarak yine ırkçı-faşist FPÖ çıktı. FPÖ oy oranlarını yaklaşık % 4 arttırıp %21,4 oy alarak Parlamentoya 40 Milletvekili gönderdi. Yeşiller Partisi ise oy oranını 1,1 artırarak parlamentoya daha fazla milletvekili göndermeyi başar-

giren iki Parti Parlamentoya girmeyi başardılar. Team Stronach isimli Parti % 5,8 oy alarak 11 Milletvekili aldı. Team Stronach kimdi? Avusturya da yaşayan Kanadalı bir milyarderin kurduğu Partidir. Bu Parti daha çok sağcı ve ırkçı bir parti olma özeliğini taşımakta. Kurulduğu günden beri çeşitli partilerdeki Milletvekillerini satın alarak Parlamentoda grup kurmuştu. Daha çok BZÖ (Avusturya’nın Geleceği İçin Birlik) partisinin kadrolarını yanına alarak ilk seçimde barajı aştı. Fakat kamuoyu araştırmalarının çok gerisinde kalan bir parti oldu. Çünkü Team Stronachın %8-9 gibi bir orana ulaşacağı tahmin ediliyordu. Yine seçimlerin diğer bir galibi ise NEOS (Yeni Avusturya Partisi) denilen ve ilk kez seçimlere giren daha çok Liberal politikalarla kendinden söz ettiren bir parti olma özeliğini taşımakta. Bu Partide de % 4,8 oy alarak 9 Milletvekili Parlamentoya gönderdi. BZÖ (Avusturya’nın Geleceği İçin Birlik) ise %10,7 oy oranını % 3,6 ya indirerek meclis dışında kaldı. Bu parti de ırkçı ve faşist politikaları olan yabancı düşmanı bir partidir. FPÖ den ayrılan Jörg Haider tarafından kurulmuştu. KPÖ ve Piraten ülke barajına takılan ve parlamentoya milletvekili gönderemediler. Özet olarak bu partilerin hepsi-

dı. Yeşiller 2009 Seçimlerindeki % 10,43 lük oranı 12,2 ye yükselterek seçimin ikinci avantajlı partisi oldu. Yeşiller bazı eyaletlerde oy oranını %4 artırarak çıkış yaptı. Yeşiller de iki Türkiyeli kökenli Milletvekili Parlamentoya göndermeyi başardı. Özelikle Tirol’da yeşillerin adayı Aygül Berivan Aslan ciddi çalışmasıyla milletvekili seçildi. Tirol Demokratik Güç Birliğinin de desteklediği ve çalışmasını yürüttüğü Yeşiller partisi adayı Aygül Berivan Aslan Avusturya parlamentosuna seçilen ikinci Türkiyeli göçmen olarak ta tarihe yazıldı. Yine seçime ilk defa bu dönem

nin birbirlerinde nicel farklılıklar içerdiği ve işçilere, halklara, göçmenlere yönelik ekonomi politikalarının sömürüden başka bir şey vaat etmeyeceklerini bilmeyenimiz yok. Sonuç olarak; burjuvazinin temsilcileri olan büyük partiler, burjuvazinin çıkarlarını korumak içinde işçi ve göçmenlere yönelik saldırılarını daha da artıracaklardır. Avusturya ve Almanya’da seçimlerde kemer sıkma politikası çıkmıştır. Yerli ve göçmen emekçiler olarak, yaşamın her alanında omuz omuza vererek bu politikalara karşı mücadele etmemiz bir elzemdir.

Refah Şovenizminin Zaferi MURAT ÇAKIR Almanya yeni parlamentosunu seçti ve partiler yelpazesini tarihsel bir sarsıntıyla yeniden çıkardı. Şansölye Merkel görevine devam edecek, ama Federal Parlamentonun kurulduğu günden bu yana her zaman hükümet ortağı olan liberal FDP’nin tarihin sayfalarına gömülmek üzere olmasından dolayı kendisine yeni bir ortak seçmek zorunda kalacak. Bu sefer olmasa da, önümüzdeki dönemde FDP’nin rolünü üstlenmeye aday yeni parti, sağ popülist »Almanya için Alternatif« (AFD) olacak gibi. AFD parlamentoya giremedi, ama varlığıyla CDU ve CSU’nun daha da sağa kaymasına neden olacak. Seçimler neo-liberal cephenin bir diğer birliğini, yani SPD ve Yeşiller koalisyonunun olanaksızlığını ortaya çıkardı. Sosyal demokrasinin, CDU/CSU-FDP birlikteliğinin sadece »renk farkı« olan kırmızı-yeşil stratejisi yenildi. Kapitalist dünyanın merkez ülkesi Almanya’nın yurttaşları imtiyazlı coğrafyada yaşadıkları bilinciyle »orijinal istikrarı« seçtiler. Ama aynı zamanda da neoliberal cephenin bütün bileşenlerini yeni koalisyon denemelerine zorladılar. Almanya solu DIE LINKE geçen seçimlere nazaran hafif oy kaybetmesine rağmen Almanya’nın üçüncü büyük partisi olarak yeniden parlamentoya girdi ve gene neo-liberal cephe karşısında tek muhalefet partisi olmaya aday. Aslında sosyal demokrat bir şansölyenin seçilebilmesi aritmetik olarak olanaklı, ama gerek SPD, gerekse de Yeşiller DIE LINKE ile federal düzeyde birlikte çalışmak istemiyorlar. Aynı anda yapılan Hessen eyalet parlamentosu seçimlerinde de tekrar meclise girmeyi başaran DIE LINKE, ülkede siyaset değişikliğini sağlayacak en güçlü aday olmasına rağmen, bunu birlikte gerçekleştirebileceği bir partnere sahip değil. Yeni parlamentodaki oy ve sandalye dağılımı şöyle: CDU/CSU yüzde 41,5 ve 311 sandalye; SPD yüzde 25,7 ve 192 sandalye; DIE LINKE yüzde 8,6 ve 64 sandalye; Yeşiller yüzde 8,4 ve 63 sandalye. SPD son seçimlere nazaran (%23,0) oylarını biraz artırabildi, ama federal seçimlerdeki en kötü sonuçlarından birisini elde etmiş oldu. Gerhard Schröder dönemindeki politika değişikliği ile neo-liberal cepheye geçen SPD hâlâ temel seçmen tabanında hayal kırıklığı yaratmaya devam ediyor. Taraftarlarının bir kısmını DIE LINKE’ye kaybeden SPD, »yeni orta« olarak adlandırdığı toplumsal katmanlar arasında, bu katmanların sınıfsal çıkarlarını temsil eden CDU’ya karşı mevzii kazanamadı. Fukuşima Felaketi ile önemli bir toplumsal destek elde eden Yeşiller, FDP ile liberal iktisat politikaları konusunda yarışmaya girmeleri ve CDU’ya göz kırpmaları nedeniyle büyük hüzün yaşadılar. Merkel’in »Almanya’nın istikrar için güçlü hükümete ihtiyacı var« diyerek büyük koalisyon sinyali vermesi ile CDU-Yeşiller rüyaları da bitti gibi görünüyor. Ancak Yeşiller yönetimi her defasında yeterince oportünist olduğunu gösterdiğinden, mutlaka »olmayacak« demek de yanlış bir analiz olur. Sonuç itibariyle Almanya’daki seçimlerin refah şovenizminin bir zaferi olduğunu vurgulamak gerekiyor, çünkü neo-liberal iktisat politikalarını, sosyal hakların kısıtlanmasını, tasarruf paketlerini ve militarist saldırganlığı temsil eden siyasî söylemi kullanan bütün partiler Alman seçmeninin desteğini alabildi. SPD ve Yeşilleri muhalefet içerisinde saysak dahi, CDU/CSU, FDP ve AFD’nin aldıkları oy toplamı yüzde 52’nin üzerinde. Bu aynı zamanda CDU/CSU’nun yanı sıra SPD ve Yeşiller üzerinde de sağ popülizmin baskısının artacağını, diğer taraftan ise, bilhassa SPD ile 140 yıldan uzun bir süredir aynı »yatağı« paylaşan sendikalara sosyal hakların ancak »sol« bir hükümet kurulabilirse savunulabileceğini gösteriyor. Bu gerçeğin sendikaların DIE LINKE’ye karşı uyguladıkları boykot politikasında değişime yol açıp açmayacağını zaman gösterecek. Belli olan tek şey var: o da, AB üyesi ülkelerin içerisinde bulunduğu ekonomik ve malî krizin tek kazananı Almanya olduğu müddetçe ve AB Almanya’nın »iç pazarı« kalmaya devam ettikçe, Alman seçmeni refah düzeyini koruyacak hükümetleri seçecektir – hem de komşu halkların aleyhine olacağını bilerek ve isteyerek!


5

mücadele - 233

ORTADOĞU’DA MEVCUT DURUM

Gerçekler İnatçıdır

Uluslararası egemen sistemin sömürüye ve baskıya tekabül eden yapısı giderek daha uç boyutlara tırmanıyor. Mevcut yapının ürettiği sorunların üstesinden gelinemiyor. Gelinemediği gibi daha kronik bir yapıya bürünüyor. Sınıf çelişkileri ve diğer tüm sosyal çelişkiler gittikçe keskinleşmiştir. Bunun sonucudur ki sistemin ürettiği çelişkiler çözülmediği gibi daha keskin bir hatta sürklase etmiştir. Bu sorunların kendisini en öne çıkardığı alanlardan biri Ortadoğu ve Kuzey-Afrika bölgesi olmuştur. O yöre halkı, uluslararası finans kapitalin sermayesini en fazla ihraç ettiği ve en fazla sömürüye tabi kıldığı halklardandır. Bunun sonucudur ki, Ortadoğu halkı giderek yoksullaşıyor. Kırsal alandan şehre hız kazanan göçler yörenin sorunlarını daha tırmandırmıştır. Şehre göç arttıkça emperyalizme bağımlı ve pre-kapitalizmle iç içe geçen sosyo-ekonomik yapı, beraberinde işsizliği ve yoksulluğu iyice artırmıştır. Artık tüm dünyada olduğu gibi Ortadoğu’da da, işsizlikten en hissedilir boyutlarda ve en çok etkilenen kesim toplumun, en enerjik ve en dinamik potansiyel gücünü oluşturan gençlik kitlesi olmuştur. Katmerleşen sorunlar ve derinleşen çelişkiler sosyal patlamaları beraberinde getirmiştir. Gençlikle beraber kitlelerin diğer halk katmanları da bu ayaklanmalarda yer almışlardır. Mısır, Tunus, Bahreyn, Yemen, Ürdün, Cezayir, Türkiye vb. Ortadoğu ve Kuzey-Afrika ülkelerinde kitleler ayaklanmışlardır. Mevcut iktidarları sarsmışlar ve sınıf çelişkilerini uç boyutlara tırmandırmışlardır. Elbette ki bu hareketler kendiliğinden hareketler olduğundan sistemi ve gerici iktidarları devrim perspektifiyle hedef almamışlardır. Ancak sınıf mücadelesi yeni bir ivme kazanmış ve yeni deney ve tecrübeleri beraberinde getirmiştir. Libya ve Suriye’deki olaylar daha farklı minvalde bir hat izlemiştir. Bu hareketler daha çok emperyalistler arası pazar kavgasına tezahür eden hareketler olmuştur. Rojava’da ki mücadele dışında, Suriye ve Libya’daki durum emperyalistler arası ve gerici kesimlerin iktidar mücadelesine tekabül etmiştir. Önderlik eksikliğine karşın bölge halklarının sorunları tüm derinliğiyle devam ediyor. Dolayısıyla sınıf çelişkileri daha gelişecektir. Sınıf çelişkileri emperyalizmin sömürüsünden kopuk değildir. Ancak ABD emperyalizminin yıllar öncesinden Ortadoğu’ya has uygulama-

ya koyduğu BOP(Büyük Ortadoğu Projesi) ve bu emperyalist projenin din kisvesiyle kamufle edilmesini içeren “Ilımlı İslam Politikası”, artık sallantılı bir rotaya girmiştir. Emperyalist emellerle yapay dini çelişkileri üreterek piyasaya süren ve sınıf çelişkilerini kamufle etmeyi hedefleyen ABD emperyalizminin bu girişimleri, halkların mücadelesiyle birlikte giderek deşifre olmuştur. Emperyalistler tarafından piyasaya sürülen dini örgütler saldırganlaştıkça halklar nezrinde deşifre olmuş ve halkların tepkisine neden teşkil etmiştir. Nitekim Mısır’da kitleler Mursi’nin ve Müslüman Kardeşlerin yönetimine başkaldırırken, bilinçsiz de olsa ABD’nin “ılımlı İslam Politikası”nı hedef almışlardır. Ancak devrim perspektifinden yoksun kitleler düzen içinde kalırken, ABD askeri kurum üzerinden sürece müdahale etmiştir. Tüm bunlara karşın

önümüzdeki dönem yeni süreçleri beraberinde getirecektir... Diğer bir sorun da emperyalistler arası pazarların yeniden paylaşım kavgasıdır. Ve bu kavga günümüz koşullarında Suriye’de yoğunlaşmıştır. ABD ve Avrupalı emperyalist müttefikleri, kendilerine bağımlı bazı devletler üzerinden Suriye’de “iç savaş” çıkartmışlardır. Emperyalistler ve TC, Suudi Arabistan, Ürdün, İsrail gibi devletler üzerinden oluşturulan ÖSO(Özgür Suriye Ordusu) ve -El Kaide bağlantılı- El Nusra gibi onlarca taşeron çeteler üzerinden hunharca saldırı ve katliamlar gerçekleştirilmiştir. Ancak Esad’a bağlı Suriye ordusu, ilk başlarda bazı alanlarda kaybettiği toprakları son dönemlerde tekrar ele geçirerek ÖSO ve çeteler üzerinde üstünlük sağlamıştır. Esad ordusu Şam, Humus, Hama, Halep gibi illeri birleştiren M5 Otoyolunu ele geçirmiş ve onları böl-

geden püskürtmüştür. İran Devrim Muhafızları ve Hizbullah da o stratejik bölgeye yerleşmişlerdir. Ayrıca 2013’ün Haziran ayında el Kuseyr ve el Kuneytra’yı ele geçiren Suriye Ordusu oradan da muhalif taşeron çeteleri uzaklaştırdı. Zaten düzenli ordu olmayan ve birbirlerinden kopuk bu çeteler üst üste verdikleri bu kayıplar üzerine epey güç kaybettiler. Üstelik bu taşeron yapılar Suriye’nin yerli halkından ziyade dış ülkelerin El kaide bağlantılı elemanlarından oluşmaktadır. Dolayısıyla yerli Suriye halkından kopuk çetelerdir. Türkiye Devleti de bu hareketlere açık destek veren devletlerden biridir. Türkiye’nin Hatay, Antep, Urfa gibi sınır illeri bu çetelere açık tutulmuştur. Yapılan silah yardımları, sağlanan askeri eğitim olanakları ve her türlü destek Türk Devletinin komutasında yapılmaktadır. Nitekim

ÖSO ve El Nusra çeteleri bizzat Türk hakim sınıflarının devleti tarafından sevk ve idare edilmektedir. Bu durum iyice açığa çıkmıştır... Benzeri durum Suudi Arabistan, Ürdün, İsrail gibi ülkeler için de geçerlidir... Rojava Kürtleri 19 Temmuz 1912’de özerklik ilan ettiklerinde Suriye ordusu ile El Nusra, ÖSO gibi gerici ve bağnaz güçlerin saldırısına maruz kalmıştır. Bunu sindiremeyen Türk devleti çeteler üzerinden Rojava halkına yönelik saldırıları bizzat yönlendirmiştir. Dolayısıyla Rojava Kürtlerine yönelik en saldırgan konumda olana bizzat TC Devletidir. İlk başlarda El Nusra tarafından yapılan saldırılar, PYD(Partiya Yekitiya Demokrat) önderliğindeki YPG(Halk Savunma Birlikleri) tarafından püskürtüldü. YPG her türlü gerici güce karşı mücadele vermektedir. Suriye’de en ileri mevzide Rojava halkı yer almaktadır.

Nitekim Rojava’daki Kürt ulusal hareketi giderek kendisini kabul ettirmiştir. TC Devleti açıktır ki bundan rahatsızlık duymaktadır. Bunun sonucu Türkiye’nin resmi yetkilileri tarafından PYD Başkanı Salih Müslim Türkiye’ye çağrılarak birtakım mesajlar verilmek istenmektedir. Her şeye rağmen YPG askeri mücadelesini devam ettirmektedir. Suriye’deki bu gelişmeler ABD emperyalizmini ürkütmüştür. Esad’ın toparlanması ve güç kazanması ABD’nin işine gelmemiştir. Kendine bağımlı kılmak istediği Suriye’de Esad’ın toparlanması ABD’yi rahatsız etmiştir. Bunun üzerine Suriye’de kimyasal silahlar sonucu 1400 kişinin öldürülmesi sonucu ortam daha gerginleşir. ABD ve Fransa, İngiltere gibi müttefikleri sert çıkışlarıyla Suriye’yi açıktan tehdit ettiler. Akabinde ABD ve Fransa daha ileri giderek askeri müdahale kararı aldılar. Ancak dünya konjonktürü 1989’92 döneminde Rus Sosyal Emperyalizminin havlu atması sonucu, ABD liderliğinde oluşan tek kutuplu dünya konjonktürü olmaktan çıkmıştır artık... ABD’nin ve Avrupalı müttefiklerinin karşısına artık Çin ve Rus emperyalizmi çıkmıştır. Dünya emperyalistler arası ilişkide çift kutuplu bir sürece girmiştir. Bunun sonucu derinleşen çelişkiler kendisini Ortadoğu’ya ve Suriye somutuna da yansıtmıştır. Bundan dolayı Suriye’ye önce askeri müdahale kararı alan ABD’ye, Rusya’nın kendi çıkarlarında diretmesi ve mevcut Suriye devletine açık destek sunması geri adım attırmıştır. Öyle ki; Rusya’da G20 Zirvesi’nde bir araya gelen devletler uzlaşamadıkları gibi mevcut çelişkiyi daha derinleştirdiler. Rusya’nın, Suriye’de bulunan kimyasal silahların teslim edilmesi teklifini kabullenen Amerika ilan ettiği askeri operasyon kararını durdurmuştur. Sorun karşılıklı görüşmeler sonucu Birleşmiş Milletlere taşınmıştır. İleride bu sorunun hangi boyutlarda seyir izleyeceği gelecekte daha açıktan belli olacaktır. Çin ve Rus emperyalistleri pazar kavgasına da eski emperyalistlere karşı kendilerini giderek öne çıkarmışlardır. ABD’nin Ortadoğu’daki hakimiyeti devam etmekle birlikte diğer pazar alanlarında olduğu gibi Ortadoğu’da da Rusya ve Çin emperyalistleri ABD, Fransa, Almanya, İngiltere gibi devletlerin karşısında rakip güçler olarak yerlerini almışlardır. Tüm gelişmeler böylesi bir sürece girildiğinin göstergesidir...


6

mücadele - 233

Zürich’te Türkiye ve Suriye’deki Saldırı ve Katliamlar Protesto Edildi! İsviçre Demokratik Güç Birliği 13.09.2013 tarihinde Zürich kentinde, Türkiye ve Suriye’deki saldırı ve katliamlara karşı protesto eylemi gerçekleştirdi. Zürich Parlamentosu önünde toplanan grup, Ahmet Atakan şahsında tüm demokrasi şehitleri için yapılan saygı duruşuyla başlanıldı. İsviçre Türkiyeli İşçiler Federasyonu (İTİF)’inde içinde yer aldığı İsviçre Demokratik Güç Birliği bileşeni kurumlarının yanı sıra, Yeni Kadın ve YDG’de döviz ve flamalarıyla protesto eylemine katılarak destek verdiler. Güç Birliği adına yapılan konuşmada, “Bugüne kadar besledikleri gerici Esat rejimin zulmünü bahane etmek isteyen emperyalistler, en son binin üzerinde insanın kimyasal silah kullanılarak katledilmesini gerekçe yaparak bu ülkeye girmek istemekteler. Bizzat kimyasal silah üreticisi ve kullanıcısı emperyalistler, Obama’nın sözcülüğünde askeri ilhak tehditleriyle Suriye’deki iç savaş ve kaos ortamını derinleştirmek yoluyla Ortadoğu’yu çıkarları doğ-

rultusunda yeniden dizayn etmek için katliamlar yaşanılmaya devam ediyor. Emperyalist saldırganlığına hayır diyerek, Suriye halkının yanında olduğumuzu ilan ediyoruz.” “Faşist Türk Devleti, bir yandan

eylemlikleri sürecinde halka her türlü saldırı metotlarını uygulamış, onlarca sakat ve yüzlerce yaralı ve tutuklamaların yanı sıra beş kişinin ölümüyle, direnişler kitleselleşerek çeşitli biçimlerde bugünlere taşın-

emperyalist efendilerinin savaş çığırtkanlığını yaparken diğer taraftan, Rojova’daki Kürtleri, beslediği El Kaide’ye bağlantılı El Nusra çeteleri aracılığıyla da katletmeye devam etmektedir. Gittikçe saldırganlaşan Faşist TC devleti, özellikle gezi

mıştır.” “ODTÜ örgencilerinin bu kez başlattığı direniş tekrar ülkenin birçok şehrine yayılmış ve gezi ruhuyla tekrar ayaklanan halka karşı saldırmaya ve katletmeye devam et-

Göçmen Emekçiler Basel`den Haykırdı;Rojava Halkı Yalnız Değildir!

Suriye Kürdistanı‘nda, başta Rojava olmak üzere bir çok kentte, Kürt ulusal hareketlerinin önderliğinde, Kürtlerin kendi topraklarında, kendi öz-yönetimlerini oluşturmaları karşısında hırcına dönen gerici güçler, katliamlar gerçekleştirmektedirler. Emperyalist güçler ve onun uşakları olan başta faşist Türk devleti olmak üzere, diğer güçlerin denetim ve beslemeleri olan faşist şeriatçı El-Nusra vb. örgütlerle Kürt ulusuna ve halkına saldırmakta ve vahşice insanlık dışı katliamları uygulamaktadırlar. Kürtlerin kendi topraklarında hakimiyet kurmaları ve kimi kazanımlarını hazmedemeyen TC devleti, şeriatçı-faşist güruhları devreye sokmada gecikmedi. Çoğunluğu Türkiye topraklarında eğitilip, her türlü lojistik destek sunularak donatılan şeriatçı faşist çeteler her gün onlarca Kürdü rehin almakta, çocuk, kadın, erkek demeden vahşet estirmektedirler. Tüm bu saldırılara rağmen kendilerini savunan Kürtler, örgütlenerek saldırıları püskürtüp topraklarını ve kendilerini savunmaktadırlar. İsviçre`de yaşayan göçmen emekçiler de Rojava`da yaşanan faşist gerici katliamları kınamak ve Kürt ulusunun haklı ve meşru mücadelesini selamlamak amacıyla, 10 Ağustos 2013 tarihinde Basel şehrinde kitlesel bir yürüyüş ve miting gerçekleştirildi. İsviçre Kürt Dernekleri Federasyonu FEKAR tarafından organize edilen yürüyüşe, 3 bine yakın coşkulu bir kitle katılımı sağlanmıştır. Her ulustan göçmen emekçilerin katılım sağladığı yürüyüşe, FEKAR, İTİF, İGİF`in yanı sıra, devrimci yurtsever örgüt ve kurumlardan PYD, PARTİZAN, Halkın Günlüğü, Proleter Devrimci Duruş, vb katılım sağladılar.

Coşkulu ve öfke dolu kitle yürüyüş boyunca „Biji Berxwedan`a Rojava“,“Rojava Halkı Yalnız Değildir“,“Kürdistan Faşizme Mezar Olacak“,“Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam“vb sloganların yanı sıra almanca „Hoch Die Internationale Solidarität“ vb sloganları durmaksızın haykırdılar. Basel Claramattpark`tan başlayan yürüyüşte, yol boyunca kitlelerin yoğun ilgisi dikkatlerden kaçmadı. Yürüyüş boyunca coşkulu davranan İTİF kitlesi, „Schweige Nicht zur ROJAVA Massaker!“ yazılı pankartıyla ve ATİK, Yeni Kadın flamalarıyla oldukça ilgi toplamış ve yerli basının ilgisini çekmiştir. ATIK bildirileri dağıtımı gerçekleştirilirken, miting alanında kurumlar adına yapılan konuşmalarla etkinlik sonlandırılmıştır. Kurumlar adına yapılan açıklamada, yine eylemlerin devam edeceğini ve 17 Ağustos 2013 Cumartesi günü Zürich`te gerçekleştirilecek merkezi yürüyüşe geniş katılım çağrısı yapıldı.

mektedir. Öğrencilerin direnişini sahiplenen Ahmet Atakan, Antakya’da başına gaz kapsülünün isabet etmesi üzerine, bu süreçte altıncı şehit olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Şehitlerimizi bir kez daha anıyor, günlerdir sokaklarda devlet faşizmine karşı direnişi sürdüren halkımızı selamlıyoruz.” “Faşist Türk devleti Kürt politikasında olduğu gibi bu kez de ikiyüzlülüğü Aleviler karşısında da sürdürmektedir. “Alevilere kardeşlik” adına, Fetullah Gülen’in finanse ettiği “Cami-Cemevi-Aşevi” aynı bahçede projesine karşı, Tuzlu Çayır halkının onurlu direnişini selamlıyoruz.” “Güç Birliği olarak gerçekleştireceğimiz eylemelere aktif destek vermeye, emperyalist saldırganlığına ve devlet faşizmine karşı direnen halkımızın yanında olmaya çağırıyoruz.” diyerek sözlerini tamamlayan temsilci, “Ahmet Atakan ölümsüzdür!” “Yaşasın Halkların Kardeşliği!” “Faşizme Karşı Omuz Omuza!” sloganları eşliğinde protesto eylem bitirildi.

Basel’de Savaşa ve Asimilasyona Hayır Mitingi Gerçekleşti!

İsviçre Alevi Birlikleri Federasyonu tarafından örgütlenen ve göçmen demokratik kurumlarında destek verdiği, “Savaşa ve Asimilasyon Politikalarına Hayır!” mitingi gerçekleştirildi. 14.09.2013 tarihinde gerçekleşen mitingde, demokrasi şehitleri için yapılan saygı duruşuyla başlanıldı. Ardından Federasyon yetkililerin yanı sıra, başkan Duran Mor bir konuşma gerçekleştirdi: “Savaşlar masum insanların yok olması, açlık ve yoksulluğun artması demektir. Emperyalistlerin oyununa gelmeyelim ve Suriye halkının yanında olalım ve savaşa karşı çıkalım…Gerici AKP hükümeti biz Alevileri yok saymaya ve asimle etmeye çalışmasını kınıyoruz. ..Sözde bize kardeşleriminsiniz diyen AKP camilere konulmak istenilen cemevi projesi nasıl kardeş olarak gördüğünü çok net anlatmakta…Bu zihniyet asırlardır devam ede gelmiş ve devam ettirmek istiyorlar ama aleviler bunu asla kabul etmeyecektir!.” Duran’ın konuşmasından sonra kitleye yapılan anonslarla, Gezi döneminde şehit düşenlerin isimleri okunarak, kitle de ölümsüzdür diyerek şehitler bir kez daha anıldı. Miting de İsviçre Demokratik Güç Birliği adına da bir konuşma gerçekleştirildi. Temsilci mitingi selamlayarak ve Güç Birliği’nin hedeflerini, amaçlarını anlattı. Ardından ise kitle Ahmet Atakan şahsında tüm demokrasi şehitlerini saygıyla andı. Yağan yağmura rağmen 150 civarında bir katılım sağlanılan mitinge, İsviçre Türkiyeli İşçiler Federasyonu (İTİF) - Yeni Kadın ve çeşitli Devrimci ve Demokratik göçmen kurumları da flamalarıyla protesto eylemine katılarak destek verdiler.


7

mücadele - 233

İsviçre’de 15 Bin İşçi ve Emekçi Taleplerini Haykırdı! Demokrasi ve insan hakları merkezi olduğunu iddia eden İsviçre, dünyayı sarmalayan ve giderek derinleşen ekonomik krizi atlatabilmek için önlemler almaya devam etmektedir. Bahsedilen demokrasinin burjuva demokrasisi olduğunu unutmayalım. Hepimizin bildiği gibi burjuva demokrasisi kısmi olarak halka belli haklar tanısa da, esasta burjuvaziye hizmet eder ve burjuvazinin çıkarları söz konusu olduğunda ise, merkeziyetçiliğe bürünerek tüm demokratik hakları bir çırpıda yerle bir eder. İsviçre’yi de bu temelde ele almak gerekir, aksi takdirde demokrasi anlamında farklı şeyler beklememiz bizleri yanılgıya düşürecektir. Aldıkları önlemler içinde her zaman olduğu gibi, yine işçi ve emekçilere saldırı ve hak gaspları en başta gelmektedir. Çıkardıkları yasalarla yaşam standartlarını her geçen gün biraz daha aşağı çekerlerken, biz göçmenlere yönelik de ırkçı ve ayrımcı politikaları devreye sokmaktalar ve milliyetçiliği tırmandırarak, yerli ve göçmen işçi ve emekçilerin kaynaşmasını ve ortak sorunları etrafında örgütlenmesini engellemektedirler. Dolayısıyla insanın en temel hak ve özgürlükleri “demokratik yasalar” adı altında yapılan düzenlemelerle her geçen gün kısıtlanarak yok edilmektedir. Yeni dönemle beraber birçok yasanın daha referanduma götürülmesi beklenilmektedir. 22 Eylül 2013 günü yapılan referandumla yeni saldırı paketleri oylandı. İsviçre’deki sağ partilerin sürekli olarak birçok yasayı tekrar tekrar referanduma götürmesi dikkat çekicidir. 22 Eylül de Referanduma sunu-

lan benzinlik marketlerinin 24 saat açık olması İsviçre halkının 55,8 i tarafından kabul edilerek yasallaştı. Bu yasa benzin istasyonlarının 24 saat açık kalması ve Bratwurst gibi yiyeceklerin gece de satılmasıdır. Bununla burjuvazi tarafından amaçlanan çalışma saatlerinin daha fazla uzatılması ve dolayısıyla işgücü sömürüsünün daha da artması ve karşılığında kârın arttırılmasıdır. Bu yasayı çıkartmak istemlerini şu uyduruk gerekçelere dayandırmaktadırlar; işsizliğe bir çözüm üretmek, öğrencilere ek iş imkânı sağlamak ve daha fazla vergi toplamak. Aslında asıl amaçları daha fazla vergi toplamak ve sermayenin büyümesini sağlamaktır. Çünkü bu yasa ile sadece benzin istasyonları değil aynı zamanda birçok işyeri de yararlanarak daha fazla çalışma süresi ile, yeni işçi almadan mevcut personeli uzun sureli çalıştırmanın önü açılmış oldu. Aynı referandumda İsviçre‘de mecburi Askerlik görevi kaldırılsın diye evet oyu veren 26,81 e karşı 73,19 hayır diyerek mecburi askerlik görevinin devam etmesini sağladı. Diğer bir yasa ise, emeklik fonu için alınan vergilerin düşürülmesidir. Aynı zamanda AHV olarak adlandırılan emeklik fonunun yeniden yapılandırılması. Planlanan değişikliklerle emekçilerin ellerindeki hak-

lar alınmak istenmektedir. Özelikle İsviçre’de emek gücünün büyük bir kesiminin göçmenlerden oluşması ve göçmenlerin büyük oranda bu çıkacak yasaların oylamasına katılamayacak oluşu, oy kullanma haklarının ellerinden alınmasından kaynaklı emek gücü olarak var olmalarına rağmen, kendilerini ilgilendiren kararların oylanmasında haklarının olmaması İsviçre’nin ne kadar “demokrat” bir ülke olduğunu göstermesi için yeterli bir kanıttır. Krizle birlikte hak gaspları artarken, emperyalist devletlerin yaptığı gibi İsviçre’de savaş sanayisine bütçe ayırmaktan vaz geçmemektedir. Uzun süredir gündem olan 20 adet savaş uçağı alımı ile ilgili onay mecliste bekletilmektedir. İsviçre’deki birçok şirket göçmenleri çalıştırırken hiçbir güvence sunmadan işleri bitince geri ülkelerine göndermektedir. Diğer yanda sınır ülkelerinden günlük gelip giden işçiler sayesinde iş gücünü daha ucuza mal etmektedirler. Ülkedeki işsizlik oranındaki artışın temelinde bu nedenler yatmaktadır. Yaşanan ekonomik kriz ve krizin yarattığı işsizliğin “nedeni” göçmenlere fatura edilmektedir. Yaz dönemi boyunca “sessiz” geçen politika arenası Ekim ve Kasım aylarıyla beraber yeniden hareketleneceğinden dolayı, İsviçre’nin başkenti Bern’de sendikalar bu saldırılara karşı merkezi bir eylem gerçekleştirdi.

21 Eylül 2013 cumartesi günü İsviçre Sendikalar Birliği öncülüğünde gerçekleşen mitingde, göçmen demokratik kitle örgütleri de katılarak taleplerini haykırdılar. Bern Parlamento önüne kadar yapılan yürüyüşün akabinde parlamento önüne toplanan 15 binin üzerindeki işçi ve emekçiler, asgari ücretin 4000 Frank’a çıkarılmasının yanı sıra, emeklilik kasasındaki hakların korunması ve göçmen politikasındaki ırkçı ve ayrımcılığa karşı seslerini birleştirdiler. İsviçre Türkiyeli İşçiler Federasyonu (İTİF), Yeni Demokratik Gençlik (YDG) ve Yeni Kadın olarak yürüyüş öncesi kitleye mitinge katılması için çağrı yaparak, merkezi katılım sağlandı. Oluşturduğumuz İTİF – YDG ve Yeni Kadın Kortejimizde, flama ve dövizlerimizin yanı sıra; “ Irkçı ve Ayrımcı Politikalara Son!” “ Herkese Eşit Haklar!” “ İltica Hakkı İnsan Hakkıdır!” sloganlı iki Almanca pankartlarımızla yerimizi aldık. İTİF – YDG – Yeni Kadın imzalı “ Asgari ücretin 4000 franka çıkarılması, Taşeron firmaların kaldırılıp, güvencesiz esnek üretime son verilmesi, Yabancılar yasasının kaldırılarak, koşulsuz herkese seçme ve seçilme hakkının tanınması, Gençliğin stajı adı altında emek sömürüsünün durdurulması ve cinsiyetçi ayrımcı yasaların kaldırılarak, eşit işe eşit ücret verilmesi.” taleplerinin öne çıktığı Almanca broşürün yoğun bir şekilde dağıtımı yapıldı. Coşkulu gecen yürüyüş ve miting, sendika yetkililerinin yaptıkları konuşmalar sonrasında bitirildi.


8

mücadele - 233

Almanya`da Metal ve Elektrik Sektöründe Toplu Sözleşme ve IG-Metal Sendikasının Tavrı Metal ve Elektrik sektöründe bir toplu sözleşme süreci daha sona erdi. 3,7 milyon işçiyi ilgilendiren toplu sözleşme, IG-Metal Sendikasının yıllık %5,5 ücret artışı talep etmesi ve işveren temsilcilerinin % 2, teklif vermesi üzerine, yürütülen uzun müzakere ve mücadele sonucu, sağlanan bir anlaşma ile son buldu. Toplu pazarlık sürecini etkilemek ve işveren üzerinde baskı oluşturmak amacıyla Baden Würtemberg, Kuzey Ren Westfalya, Bavyera, Sachsen-Anhalt, eyaletlerinde, Hamburg ve Bremen gibi bölgelerde işçiler, sendikanın çağrısı üzerine uyarı grevine gittiler. 1 Mayıs’tan 14 Mayıs’a kadar süren eylemlere 3000 işletmeden 750.000 den fazla işçi katıldı. Uyarı grevlerinin yansıra, miting ve yürüyüşler düzenleyen IG Metal Sendikası, taleplerinin karşılanmaması durumunda uyarı grevini, greve dönüştürmeye kararlı olduklarını belirttiler. IG-Metal Sendikasının işveren temsilcisiyle sürdürdüğü müzakere süreci yapılan 4.Toplantıda alınan kararla, Mayıs ve Haziran ayında ücret artışı olmaması kaydıyla, 1 Temmuz’dan itibaren ücretlere %3,4 zam yapıldı. Mayıs 2014`ten 31 Aralık 2014`e kadar %2.2 arttırılacak. Yeni toplu sözleşme 20 ay sürecek. Sendika bu iki aşamalı ücret artışı toplamının % 5,6 olduğunu, talep ettiklerinden de fazlasını elde ettiklerini ileri sürmektedir. Oysa % 5,6’nın 20 aylık bir süreci kapsadığı sendikanın talebinin yıllık %5,5 olduğunu u n u t t u r m aya çalışıyor. Yıllık bazda hesap edildiğinde % 3.4`e tekabül etmektedir. Geçen yıl 13 aylık süre için % 4,3 ücret artışı elde edilmişti. Yapılan eylemlilikler, uyarı grevleri ve işçilerin hak alma mücadelesine gösterdiği duyarlılığı ve arkasına aldığı sınıfın desteği hesaba katıldığında, daha fazlasını elde etmek mümkünken, sendikaların Alman ekonomisini olumsuz etkileyeceği, diğer ülkelerle rekabetin gerisinde kalma endişesini, göz önünde bulundurarak böyle bir sonucu makul görmüştür. IG Metal sendikası yaptığı değerlendirmede; isçilerin, sendika üyelerinin, işçi temsilcilerinin gösterdiği mücadele azmi ve verilen çetin mücadele ile böyle bir başarıya ulaştıklarını, belirtti. Yapılan toplu sözleşmeler sonucu, Almanya’daki işçilerin güvenini, gelecek perspektifi ve ekonomik hedefine ulaştıklarını, Almanya ekonomisine sundukları katkıdan işçilerin payına düşeni aldıklarını açıkladı. Esasta sendikanın buradaki genel anlayışı tekellerin çıkarlarına zarar vermeden ve Alman ekono-

misini olumsuz bir şekilde etkilemeden kendilerine göre bir sonuca ulaşmaktır ve bunu da her seferinde başarabilmektedirler. Metal ve elektrik sektöründe çalışan işçiler açısından bakıldığında, işçilerin büyük bir bölümü elde edilen ücret artışından memnun gözüküyor. Yapılan bu toplu sözleşme tüm Almanya’daki sendika üyelerini kapsamaktadır. Bazı işverenler işçilerin sendikaya üye olmamalarına rağmen bu sözleşmeyi onlar içinde uygulamaları, işçilerin sendikaya üye olmalarını gereksiz kılmak içindir. İşçilere açısından en büyük kazanım yerli ve göçmen işçilerin haklarını elde etmek için birlikte mücadeleyi yükseltmiş olmaları, geçmiş yıllara göre yapılan grevlere daha yüksek bir katılımın sağlanması, hak alma mücadelesinde gelecek için iyi bir moral kaynağı olmuştur. IG Metal sendikasının yaptığı bu sözleşmenin ardından henüz bir kaç ay geçmişken Demir- Çelik devi Thyssen Krupp`ta yaptığı yeni bir şirket özel sözleşmesi ile 20.000 işçinin ayda 180 Euro daha az kazanmasına imza attı. Krizin etkisini üzerinden atamadığını bahane eden Thyssen Krupp, sendika ve işçi temsilciliği yeni bir sözleşmeye yanaşmazsa 2000 işçiyi işten çıkaracağını belirtti. Bunun üzerine çıkışları önlemek amacıyla masaya oturan sendika, işverenle “şirket özel sözleşmesi“ imzaladı. Sözleşme gereği haftalık çalışma saati 34’den 2018`e kadar 31 saate (32 saat ödenecek), 2018-2020 yılına kadar 33 saate ( 33.5 saat ödenecek) düşürülecektir. 2020 yılından sonra kriz atlatılırsa tekrar 35 saate çıkarılacak. Bu arada yeni çırak alımlarına aynen devam edilecek ve yarım gün çalışmaya ağırlık verilecektir. İşçi çıkışları sosyal plan çerçevesinde yapılması da bu yeni sözleşmenin içinde yer almaktadır. Sendika ve işveren temsilcileri yapılan bu sözleşmeden memnun olduklarını, böylece 20.000 işçinin geleceğini 2020 yılına kadar garantilediklerini açıkladılar. İşçilerin büyük bir kısmının tepki göstermesi üzerine sendika bu sözleşmenin geçici olduğunu, Thyssen Krupp`ta işlerin düzelmesinin hemen ardından bu sözleşmeyi fesh edip yeni bir sözleşme yapacaklarını açıkladılar. ABD ve Brezilya’da yaptığı yanlış yatırım ve planlamada milyarlarca Euro zarar eden Tyhssen Krupp krizi de bahane ederek bu zararı işçilerin sırtına yüklemeye ve bunu da işçi sayısını ve işçi ücretlerini düşürerek gerçekleştirmeye çalışmaktadır... Duisburg’dan Bir Mücadele Okuru

AKP SAVAŞ ÇIĞIRTKANLIĞINA DEVAM EDİYOR

ÇETİN ÇETİN

Bir on yıldan fazladır Orta-Doğu coğrafyasını kendisine göre geliştirdiği ve isimlendirdiği bir projeyle kan gölüne çeviren ABD emperyalistleri son üç yıldır Suriye’yi de adeta bir savaş alanına dönüştürdüler. 2003 yılında kimyasal silah yalanıyla Irak’ı işgal eden ABD emperyalizmi bu ülkeyi harabeye çevirdikten, hesaplanması mümkün olmayan insan hakları ihlalleri yaptıktan, tasarlayıp almak istediklerini aldıktan sonra Irak’tan çekildi. Çekilmeden önce de Irak’ın kaynaklarına (özellikle de petrole) yaptığı anlaşmalarla el koymayı ihmal etmedi. Ne de olsa Irak’a demokrasi götürmek için, Irak halkını zalim bir diktatörün zulmünden kurtarmak için gelmişlerdi! Ama girerken katliam, işkence ve tecavüzlerle… Irak’ı terk ederken de petrol anlaşmalarıyla şirketlerinin kasalarını doldurarak ayrıldılar. Aradan tam on yıl geçtikten sonra bu kez Suriye’de B. Esad halkına karşı kimyasal silah kullanıyor iddiasıyla Suriye’ye saldırı/işgal planı yaşama geçirilmek istendi. Hem de BM’de Rusya ve Çin’in sürekli emperyalist işgale ve saldırı planlarına karşı durmalarına rağmen. Ama bu kez ABD emperyalistleri AB’li dostlarından destek alamadılar. İlk önce parlamentodan savaş kararı çıkaramayan Cameron havlu attı. Ardından Fransa yan çizdi. ABD başkanı Obama savaş kararı alma yetkisi olmasına rağmen çark ederek senatodan karar çıkarmak için başvuracağını duyurdu kamuoyuna. G20 zirvesinde (öncesi de vardır) ikili görüşmelerde Rusya’nın ‘’Suriye kimyasal silahlarını BM denetimine sunsun’’ önerisine Obama dört elle sarılarak Suriye’ye yönelik saldırı/işgal planını şimdilik de olsa ertelemek zorunda kaldı. Tüm bu gelişmeler yaşanırken ABD’nin Suriye’ye yönelik saldırı/işgal planını en çok destekleyen, saldırının bir an önce olması için her türlü fedakarlığı (uşaklığı) yapmaya hazır AKP ve R.T.E. bu görüşme ve planlamalardan habersiz savaş kışkırtıcılığı yapmaya tam gaz devam ediyordu. Hatta R.T.E. ABD başkanı Obama’nın Suriye’ye yönelik kısa süreli bir bombalamayla B.Esad’ın kulağının çekileceği açıklamalarıyla yetinmeyerek Suriye’ye yapılacak bir saldırının B.Esad iktidardan uzaklaştırılıncaya kadar devam etmesi yönünde açıklamalar yapıyordu. Meğerse R.T.E. ne kadar savaşı seviyormuş! Hâlbuki olimpiyat 2020 için barıştan, kardeşlikten bahsediyordu… ABD başkanı Obama’nın yaptığı açıklamanın ardından R.T.E. ve AKP çok rahatsızlık duydular. Kendilerini o kadar savaşa hazırlamışlardı ki R.T.E. Cuma namazını Şam’da kılmaya kendini o kadar hazırlamış ki Obama’nın kararı onu hayal kırıklığına uğratmış. 16 Eylül’de tüm tv kanalları son dakika haberleriyle sınırlarımızı ihlal eden bir Suriye helikopterinin T.C.’nin savaş uçakları tarafından vurulduğu haberini geçti. TV haber kanallarının heyecanla verdiği haberin hemen ardından AKP hükümetinin (ağlayan adamı) aynı haber programlarına zafer kazanmış kumandan edasıyla çıkarak sınırlarımızı ihlal eden Suriye helikopterinin savaş uçaklarımız tarafından vurulduğunu açıkladı. Aynı tv kanallarından helikopterin düşüşü ÖSO diye adlandırılan çeteler tarafından ‘’allahu ekber’’ sesleriyle karşılandığı görülürken, paraşütle atlayan pilotlara da yere inişlerinin ardından ateş açıldığı ayan beyan reklam ediliyordu. Böylece; R.T.E.’nin AKPsi ve medyası tarafından El Kaideci, El Nusracı gruplarla ortak operasyon yapıldığı(!) dünyaya duyuruluyordu. T.C.’nin Dışişleri Bakanı tv’lerden azı endam ederek ‘’kimse bir daha Türkiye’nin sınırlarını ihlal etme cüretini gösteremeyecektir’’ dedi. Şimdi burada A.Davutoğlu’na günaydın demek gerekmez mi? Suriye’le Türkiye arasında geçilmeyen bir sınır mı kalmış diye sorsak acaba A.Davutoğlu ne yanıt verecek? Bizim bildiğimiz, tv’lerden izlediğimiz, gazetelerden okuduğumuz kadar son üç yıldır çeşitli ülkeden getirilen El Kaideciler bu sınırdan silahlı bir şekilde gide gele sınır taşı kalmadı. İnsanın Davutoğlu’na sorması geliyor; Sabah silahlarını kuşanmış Suriye’ye gidip akşam Türkiye’ye yemeğe dönen çetelerin ki ne? Bunların akrabaları orada da misafirliğe mi gidiyorlar? AB’den ABD emperyalistlerine kadar herkes ama herkes şimdilik de olsa savaşı bir kenara koymuşken R.T.E. ve AKP’si Suriye ile bir savaşın yolunu açmak, çatışmaları bir üst boyuta taşımak için her türlü gayreti gösteriyor. Gerçi zaten Suriye’de Türk devletinin bir fiil içerisinde olduğu bir savaş sürüyor. Sudan’dan Libya’ya, S.Arabistan’dan Çeçenistan’a kadar dünyanın çeşitli ülkelerinden toplanıp uçaklarla Türkiye’ye getirilen buradan da Suriye sınırında eğitilip silahlandırıldıktan sonra Rojava’ya savaşa gönderilen katiller sürüsü R.T.E. ve AKP adına savaşıyorlar. Rojava’da ortaya çıkan Kürt Özgürlük Hareketini boğmak istiyorlar. R.T.E. ve AKP ülkemizde Kürtlerle çözüm sürecinden, barıştan dem vururken Rojava’da kiralık katillerine Kürtleri boğazlatıyor. Kürtlerle içeride çözüm, barış, Rojava’da savaş… AKP’nin yeni projesi bu. T.C.’nin 90 yıllık Kürtlere yönelik imha ve inkâr siyaseti Rojava’da AKP eliyle El Kaide, El Nusra cephesine uygulatılıyor. Bu gerçeklik bize; Bugün ülkemizde iktidar olan R.T.E.’nin AKP’sinin Kürtlerle çözüm, barış siyasetinin değil T.C.’nin 90 yıllık tarihi boyunca Kürtlere yönelik imha ve inkâr siyasetinde derinleştiğini gösteriyor. Bu da görmek isteyenlere… Emperyalist devletler şimdilik de olsa, geçici de olsa savaş olasılığını bir kenara koymuşken bizim ülkemizi yönetenlerin bu savaş aşkı ne! Neden bu kadar savaş istiyorlar? Halklar savaş karşıtı gösteriler yaparken, savaşa karşı yürürken R.T.E. ve A.Davutoğlu’nun dünyada ve ülkemizde savaşı bu kadar hararetle istemelerinin altında yatan acaba nedir? Son olarak Suriye’ye yönelik olası bir savaşta sizin çocuklarınız cephede hem de ön cephede olacaklar mı? Yoksa siz ve iktidarınız yoksulların çocukları savaşta ölürken sizin çocuklarınızın şirketlerinin kasaları dolacak, banka hesapları şişecek diye mi savaş istiyorsunuz? Diye sormak gerekiyor R.T.E.’ye ve A. Davutoğlu’na.


9

mücadele - 233

WÖRGL’DE GÖMEN ÇOCUKLARININ AYRI SINIFLARDA EĞİTİLMESİ PROJESİNE İZİN VERİLMEDİ Avusturya’nın Tirol eyaletinin Wörgl kasabasında yaşayan Türkiyeli göçmen emekçi aileler çocuklarının yeni okul döneminde Almanca yetersizliğinden kaynaklı ayrı bir sınıfa (sprachstart klasse) alınacakları haberi iletilerek bu durumu kabullenmeleri istenmiştir. Söz konusu çocuklar Tirol doğumlu olup 3 yıl anaokuluna gitmiş bulunmaktadırlar. Bazıları yeterlilik testi (Reife prüfüng) denilen sınavı olumlu bir şekilde geçmelerine rağmen böyle bir uygulamaya tabi tutulmuşlardır. Ailelere gönderilen mektuplarda kendi fikirlerine dahi başvurulmadan çocuklarının mecburi olarak bu sınıflara gitmek zorunda oldukları belirtilmiştir. Avusturya’da uzun bir dönemdir yapılan ayrımcı uygulamalar bu sefer çocukları hedef almış .Bu proje ile göçmen çocukları Avusturyalılardan ayrı sınıflara alınarak ve sözde Almanca öğretilecekti. Sınıfın kurulabilmesi için gerekli olan

sayıya ulaşabilmek amaçlı yeterlilik sınavını veren çocuklarda bu sınıfa alınmıştır. Bu projede velilerin hiçbir fikri alınmadan kendilerine durumu kabullenmeleri dayatılmıştır. Aileler bu durumdan rahatsızlık duyarak nelerin yapılabileceği konusunda ATİGF Wörgl derneğinden yöneticilerle görüşmüşler ve neler yapa bilecekleri hakkında bilgi istemişler. Dernek adına yapılan açıklamada bu durumun Avusturya’da sistemli bir projenin bir ön adımı olduğu gerçekliğinden hareketle ailelerin kesinlikle tavır koymaları belirtilmiş ve ailelerle birlikte bu olumsuz duruma karşı mücadele yürütüleceği belirtilmiştir. Yapılan araştırmalardan sonra ilk toplantı 29 Mayıs günü dernek lokalinde gerçekleştirilerek ailelere gönderilen mektuplar değerlendirilmiş ve mutlaka itiraz dilekçelerinin yazılması gerektiği belirtilerek, bölge eğitim müfettişliğine itiraz dilekçeleri yazılmıştır.

Ailelere gönderilen mektuplarda itiraz haklarının bulunmadığı kesin olarak belirtilmiş, bu durum sanki bir mahkeme kararı gibi yansıtılmaya çalışılmıştır. Bu eşine ender rastlanan bir hukuksuzluk örneği olmuştur. Ailelerle nelerin yapılabileceği tartışmasında bir imza kampanyasının yürütülmesinin olumlu olacağı kararlaştırılmış ve ATİGF temsilcisine konunun muhatabı kurumlarla görüşme yetkisi verildi. 13 Haziran’da Eyalet Parlamentosunda bir milletvekili ve platform Bleiberecht’en Stefan Blasnig ile kitleye açık toplantı gerçekleştirilmiş. Toplantıda etraflı bilgiler sunulmuştur. Çeşitli kurum, dernek ve camilerden 60 kişi bu toplantıya katılarak tartışmış bu durumun medya üzerinden geniş kamuoyuna duyurulması kararı alındı. Bu süreçte ailelerin topladığı 700 üzerinde imza eyalet bakanı sayın Bauer’e teslim edildi. ATİGF ve Platform Bleiberecht temsilcileri eyalet entegrasyon sorumlusuyla görüşme gerçekleştirerek, ailelerin mesajını iletmiş çocuklarının Almanca öğrenmesi konusunda bir sıkıntılarının olmadığını, ancak çocukları ayrı sınıflara alarak ikinci insan muamelesinin doğru olmadığını bu durumun çocukların psikolojisine etkileyeceği ve çocukların izole edileceği bunun ayrımcılık olduğu vurgulandı. Müfettişliğin itiraz mektuplarına cevabı gecikmedi, projenin uygulanmasında herhangi bir hukuksuzluğun olmadığı velilerin çocuklarını bu sınıflara göndermeleri gerektiği belirtilmekteydi. Bu

durum üzerine Wörgl derneğinde yeniden bir toplantı gerçekleştirildi. Toplantıya Wörgl entegrasyon danışmanı Peter Warbanof davet edildi. Warbanof yaptığı açıklamalarda bu projenin hiçbir şekilde çocukların dil öğrenmesine katkı sunmayacağını açık yüreklilikle ortaya koydu. Bu konuda bilirkişi raporlarının olduğunu belitti. Bu durum göz önünde bulundurularak tekrar eyalet eğitim müfettişliğine itiraz dilekçeleri yazıldı ve bu durumun açık ayrımcı ve ırkçılık olduğu vurgulandı. Ayrıca Peter Warbanof’un belirttiği bilirkişilerin konuya ilişkin araştırmalarından bazı bölümlerde eklendi. Eyalet bakanı Beate Palfrader ile bir görüşme yapılarak kendisine yaşanan sorun anlatıldı ve duyarlı olması istendi. Toplanan 1500 imza gösterilerek temsilcilerin 7 aileyi temsil ederek kendisiyle görüşüldüğü izah edildi. Bakan bu durumu araştıracağını ancak kendisinin bir şekilde anılmak istemediğini belirtti. Bir diğer görüşme ise Sosyal Demokrat Fraksiyondan Peter Bock ile gerçekleştirildi. Bock bir gün sonra bir basın toplantısı gerçekleştirerek

bu duruma tavır aldı. Temsilcileri arayarak görüşmek istediğini belirtti. Bize ilettiği bilgide bu sınıfa 155.000€ gibi bir bütçenin ayrıldığını bunun bir bölümünün eyaletten, geri kalanının belediyeden karşılanacağını belirti. Ayrıca bunun en ateşli savunucusunun Wörgl ilkokul müdürü olduğunu belirtti. Bunun üzerine tekrar ailelerle bir toplantı gerçekleştirildi bu toplantıya Wörgl belediye encümeni de davet edilerek bu konuda duyarlı olması istendi. Belediye encümeni olumlu tavır göstererek çocukların tekrar bilirkişiler tarafından test edilmesini önereceğini belirtti. Bu süreçte Tirol eyaletinde bulunan ilerici derneklere E-mail üzerinden bilgi gönderilerek bu duruma tavır almaları istendi. Bu kurumlardan bir çoğu olumlu tavır sergilediler. Bu kurumlar bu sorunu tüm platform toplantılarında dile getirerek müthiş bir destek sundular. Okulların açılmasına az bir yamanın kalmış olması olumsuz bir durum yaratıyor olmasına rağmen baskının artmasıyla birlikte bu sınıf için belirlenen öğretmende geri adım atarak böyle bir projenin içinde olmak istemediğini belirtmiş, eyalet ve belediyede uzun uğraşlar sonucu bu durumun hukuki olmadığını ve okulu bir dayatması olduğundan iptal edilmesini kararlaştırdığını açıkladı. Bakanlık aranarak kararın teyit edilmesinden sonra ailelere haber verilerek çocuklarının yaşıtlarıyla birlikte aynı sınıfa başlayacakları ve bu hukuksuz durumdan geri adım atıldığı bildirildi. ATİGF olarak bu süreçte olumlu deneyimler edindik ve hak alma mücadelesinin mütevazi bir örneğini, sorunları yaşayanlarla birlikte omuz omuza aştık. Bu süreçte desteklerini esirgemeyen tüm kurum ve kişilere teşekkür ediyoruz. Wörgl’den Mücadele Okuru


10

mücadele - 233

Uluslararası emek göçü tarihinden bazı kesitler ve Frontex Ufuk Berdan Uluslararası göç hareketleri 21. Yüzyılın en yakıcı, en aktuel ve sosyal eleştirel açıdan en önemli sosyal sorunların başında gelmektedir. Büyük sermaye güçlerinin yıkıcı küreselleşme saldırganlığı koşullarında emekçi kesimlerin fakirleşmene bağlı olarak uluslararası emek ve insan göçü daha fazla gündemleşmektedir. Bunun yanında burjuva toplumların demokrasi, özgürlük, adalet, refah ve kalkınma gibi geleneksel normları göçmen/mülteci hakları ölçütüne vurulduğunda başarısız olmakta ve haksız görünmektedirler. Almanya’da ‘göçmen yasası’ olarak lanse edilen normlar eski yabancılar yasasının dıştalayıcı özünün korunarak yeniden yasal olarak meşrulaştırılmasıdır. Bu yasanın özü gericidir, çünkü göçmenlerin özlük haklarını, meşru taleplerini gözardı etmekte, tersine sermayenin, devletin ve çoğunluk toplumun çıkarlarını gözeterek düzenlenmiştir. Bu temel haksızlık Almanya’da ve Avrupa’da yapısal dıştalamayı, süreğen horlamayı ve günlük, toplumsal, devletsel ırkçılığı koşullandırıyor. Bütün burjuva devletlerde ve batı demokrasilerinde yasama, yürütme ve yargılama erkleri üzerinden yürütülen farklı kültürlere, farklı yaşam tarzlarına, farklı düşünenlere ve ekonomik ve sosyal açıdan güçsüz olanlara karşı sürdrülen dıştalamalar, ötekileştirmeler ve diskriminizasyonlar sistemsel-kurumsal ve devletsel ıkçılığın da temelidir. Kapitalist küreselleşme dünya çapında toplum sürekli ‘işe yarayan - işe yaramayan’, toplumun en kenarına itilen ‘artık insan’ gibi tipleleri yaratarak emekçileri, göçmenleri ve toplulukları ha bire kutuplaştırıyor. Burjuva politikalar ve onların sistemi taşıyan örgütleri bir çok konuda olduğu gibi uluslararası göçün kapsamlı sorunlarını çözecek anlayışa ve güce sahip değiller. Onlar toplumları parçalayan sosyal yıkımları bırakalım farketmeyi, tersine teşvik ediyorlar. Bu nedenle kapitalist emperyalist ekonomi ve politikalar insanlığın temel toplumsal ve evrensel değerlerini de yıkıyor, insanları yığınlar halinde sürgüne, kitlesel göçe zorluyorlar. Bugün Suriye de ve Orta-Doğu’da olduğu gibi kitleler hakim güçler arası egemenlik kavgası ve çıkar çatışması zulümünden de kaçıyorlar. Uluslararası göç: Binlerce yıldır insanlar bir yerden başka bir yere sürekli göç ediyorlar. Göç sacede modern çağların bir sorunu değil, aslında insanlık ortaya çıktığından beri var olan bir fenomen. İster beslenme, barınma veya yeni yaşam arayışları ya da emek göçü olarak olsun, isterse de savaş, siyasal baskı ve takibatlardan kaçış ve güvenli bir yaşam arayış olsun, insanlar hiç bir zaman ‘süreğen yerleşik’ durumda olmadılar. Kırdan şehirlere iç göç veya bir ülkeden başka ülkeye dış göçler,

çıkış nedenleri çok farklı olsa da, bütün bu insan hareketlerin temelinde insanların daha güvenlikli yaşam arayışları vardır. BM verilerine göre 2007 yılından beri şehirlerde yaşayan insanların sayısı kırda yaşayan insanlardan daha fazla (% 52) olduğu tespit edildi ve bu artışın 2050 yılında % 70 civarında olacağı öngörülmekte. 2008 yılından beri ise göç eden insanlar içinde kadınların oranı da % 50’yi aşmış bunlunmaktadır. Bu iki durum yeni perspektifleri gündeme koymaktadır. Göçmenlik ilk ortay çıktığından

Kim hala doğduğu yerde yaşıyor? Kim hala büyüdüğü yerde yaşayabiliyor? Kim bu rekabet ve randıman baskısı altında hayatının nereye evrilebileceğini kestirebiliyor? Göçmen veya mülteci, legal veya illegal göçmen, emekçi veya sürgün olarak hepimiz biraz muhacir değilmiyiz? Bu nedenle; göçmenlik sürecinin ortaya çıkardığı sosyalizasyon, emanzipasyon soruları ve buna bağlı olarak göçmenlerin özlük hakları, insan hakları, kendini tanımlama ve sosyo-poli-

beri insan yaşamının, kültürün ve sivilizasyonun bir şekli olmuştur. Göçmenlik insanlar ve gelecek nesilleri için onurlu ve adil yaşam arayışları süreci olarak genel bir öneme haizdir. Göç hareketleri çıkış biçimleri olarak birbirini koşullandıran ve etkileyen ekonomik, politik, kültürel, sosyal, demografik, ökolojik ve etnik sebeplerden kaynaklı olarak var olmaktadır. Ne ırmaklar, ne dağlar ne de sınırlar insanların göç hareketlerini engelleyememiş ve son olarak sınıfların, devletlerin ortaya çıkmasıyla belirgenleşen zengin fakir ayrışımlarından etkilenerek kitleselleşmesini sürdürmüştür. Dolayısıyla insanlar sürekli ve halihazırda çeşitli biçimlerde mobil olmuş, bazen üretim ve bölüşüm ilişkilerindeki adaletsizliklerden, bazen kalkınma ve refah krizlerinden veya savaş ya da baskılardan kaynaklı kitlesel bir hareketlilik halinde olmuştur. En son olarak modern zamanların kapitalist evresinden sonra toplumsal iş bölümü ve azami kar hırsı saldırganlığına bağlı olarak sermaye birikimi süreçlerine hizmet etmesi için beşeri sermaye olarak insanlar kitlesel göçe maruz kalmaktadırlar. Göç hareketleri, gönüllü veya gönülsüz, zorunlu ya da zoraki, iç veya dış göçlerin hepsi göçün en özgün biçimi olan emek göçüne dönüşmektedirler.

tik katılımcılık hakları 21. yüzyılın en önemli toplumsal meseleleri arasındadır. Başka çok az başka olgu veya görüngüler bilimsel inceleme alanlarında bu kadar yer bulmaktadır. Ekonomiden, sosyolojiye, politikadan antropolojiye, nüfus biliminden psikolojiye, tarihten gelecek perspektiflerine bir çok alanda bu denli yaygın tartışılan ve çözüm arayışı içinde olan çok az konu vardır. Bu yüzdendir ki; göç alan veya göç veren bütün devletler, sistemleri korumak veya onları değiştirmek isteyen bütün güçler, göç hareketlerinin ortaya çıkardığı sosyalizasyon meseleleri karşısında elbette her kes kendi dünya görüşü çerçevesinde bir yaklaşım sergilemekte ve çözüm önermekteler. Ancak geleneksel verili toplumsal sınırlar içinde önerilen bütün çözümler yetersiz kalmakta göçmen kitlelerin ve ailelerinin temel sorunlarına gerçek çare olamamaktadır. Burjuva çözümler devletlerin, çoğunluk toplumların ve sermayenin çıkarlarını merkeze alan ve göçmen emekçi kitlelerin sorun ve taleplerini inkar eden yaklaşım içindedirler. Yurttaşlık hakkına erişmek ve en azından hukuksal olarak eşitlenmek bile bir çok demokratik ülkede imkansızdır. Söylenebilir ki; insanların var olma

veya yaşam hakkı ile göçmen insan olarak sahip olması gereken haklar birbirinden kopartılamaz ve herkesi ilgilendirmektedir. Nitekim ilk insanların Kuzey Afrikada ilk ortaya çıkmaları ve yerküreye yayılmalarından beri, yaşam hakkı ve yeni alanlara yerleşim mücadelesi var olma hakları ile hep iç içe gelişmiştir. Değişmeyen tek değer ve sonuçsal vargı şudur ki; hangi gerekçelerle olursa olsun, göç hareketi insan için köklerinden kopmak ve yeni yerleşim alanlarında tekrardan kök salabilmektir. Göç eylemleri kökünden kopma ve yeniden kök salma arasındaki sosyolizasyon ve sivilizasyon sürecidir. Bundan kaynaklı olarak insanların ve emeğin göç hareketleri çıkış nedenlerinden ve onları etkileyen dış dünyanın müdahalelerinden nispeten bağımsız olarak daima kendine özgün, ve özgül bir karaktere ve kendi kendini belirleyen bir özelliğe de sahip olmuşlardır. Devletlerin ve politik iktidar güçlerinin bütün yönlendirme girişimlerine rağmen kendini özgün tanımlama bağımsızlığı dolayısıyladır ki; göç hareketleri öznel ve sosyal boyutlara sahiptir. Buna bağlı olarakta sermaye ve emek arasındaki mücadeleden etkilenmekte ve beslenmektedir. Almanya’ya olan örneğin göç hareketleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında değil, 18. yüzyıl sonlarında başlamıştır. 1920’li ve 1950’li yılardan sonra iş pazarı rekabetine bağlı olarak Polonya, Çekoslavakya ve İtalya’dan işçi mübadelesi anlaşmaları çerçevesinde ilk göçmenler gelmiştir. İşçi göçü 1960’lardan sonra yaygınlaşmıştır. Emek göçünü durdurma ve geriye dönüş yasaları il olarak 1932 de ve 1974’ler sonrası çıkarılmıştır. FAC ve TC arasında ilk resmi işçi mübadelesi 30 Ekim 1961’de Bonn şehrine yakın Bad Godesberg kasbasında imzalanmıştır. Bu o dönem Almanya’sında sessiz ve pragmatik bir anlaşma olsa da Türkiye de çok yankılanmıştır. Türkiye den gelen Türk ve Kürt kökenli insanların hayatında çok değiştirici etkileri olmuştur. Almanya hükümeti İtalya (1955) İspanya (1960 ) Yunanistan (1960) sonrası 4. ülke olarak TC hükümetiyle anlaşarak misafir işçi getirmiştir. 1961’de toplam Türkiyeli işçi sayısı sadece 6800’dür. Gelen insanlar, hızarcı, makina tamircisi, inşaat işçisi, rençber, mesleksiz, ağırlıklı olarak erkek, çok az sayıda kadınlardan oluşmaktaydı. Alman ekonomisi kalkınma hamleleri içindeydi ve yoğun bir işgücü açığı vardı. Türkiye’de ise gelişemeyen bir ekonomi, katlanan cari ve ticari açıklar ve hızla yükselen işsizler ordusu ve hoşnutsuzluk söz konusuydu. Türkiyeden gelen insanların iki temel eşdeğerleri vardı: birincisi artık hepsinin iş mukavemelesi vardı. İkincisi hepsi Türk vatandaşıydı. Bunun


11

mücadele - 233 haricinde farkları ortak yanlarından çok olan insan kümeleriydi. Bu Türk vatandaşlarının çoğu erkekti, en azından üçte biri Kürt kökenli ve alevi kökenliydi. Çoğunluğu kırda yetişmiş sunni müslümandı. Fakat aralarında resmi olmasa da Arap, Çerkez, Boşnak, Rum, Laz, Ermeni kökenli insanlarda vardı. İlk gelen işçiler arasında çok az da olsa Hristiyan, Yahudi, Ezidi, ateistkomunistlerde vardı. Çoğu 20’li 30’lu yaşlardaydı. Bunların hepsi sıkı sağlık kontrollerinden ve endüstri üretimine uygunluk testlerinden geçirildi. Hiç biri Almanca bilmiyordu. Madende, fabrikalarda, alt yapı hizmetlerindeki çok ağır ve pis işlerde çalıştırılmak için Almanca bilmelerine o zaman gerek görülmüyordu. Bir çokları bunu bir şans ve refah içinde yaşamanın ön adımı olarak görüyordu. Bazıları geleneksel ağır aile bağlarından kurtulmanın yolu olarak değerlendiriyordu. Başkaları ise zengin olma ve sınıf atlamanın çaresi olarak algılıyordu. Çok az bir kesim ise eğitimini, kültürünü ilerletmek için öğrenci statüsüyle geliyordu ve okuyanlar çoğunlukla tercüman oluyordu. Sonraları mültecilik akımları baş gösterince, yığınlarca insan siyasi baskı ve takibatlardan, hapis ve işkencelerden kaçmak için geldi ve mülteci oldular. 1960’lı yıllarda Türkiye güçsüz bağımlı ekonomisi, istikrarsız politik yönetimi, kabaran etnik sorunları, patlama derecesine varan toplumsal krizleri nedeniyle fakir ve etkisiz ülkeler kategorisindeydi. Ülke o zamanlar 29 milyonluk bir nüfusa sahipti. Özellikle sunni ve Türk kökenli olmayan halktan insanlar baskı, devlet şiddeti, inkar ve asimilasyonun en katmerlisine maruz kalıyorlardı. Türkiye bir kaç defa askeri ve faşist cuntaların yönetime el koymasıyla çalkalanıyordu. Binlerce insan katledildi, kaybedildi veya mahpuslara tıkıldı. Kurtulanlar ise Avrupa ülkelerine, en çokta Almanya’ya mülteci ettiler ve sürgün oldular. Kürtler, Aleviler, Süryaniler, Ermeniler, Ezidiler ve sosyalistler, entellektüel aydın insanlar ülkelerinden kaçmak durumunda kaldılar. Mülteci olarak gelenlerin çoğu ve çocukları emekçi oldular ve bazıları kendilerine kariyer edindiler. Gastarbeiter oldular, gurbetçi oldular, Almancı oldular ama bir türlü kendileri olamadılar. Yaban elden ve gurbetten ülkelerine, topraklarına dönenlerin çoğu refahtan, asaletten ve hasretlikten, vatan özleminden, yalnızlıktan bahsediyordu ama bugün çoğumuzun vatanı oldu Almanya veya Avrupa. Irkçılıktan ve dışlanmaktan horlanmaktan şikayet eder oldular. Bugün 52 yıl sonra Türkiye’den gelen emekçi ve mülteci insanların sayısı 3 milyon civarında ve en büyük göçmen kitlesini oluşturuyorlar. Bunların içinde Kürt kökenlileri ayırmak gerekiyor artık. Kürtleri Türk kökenli topluma maletmek siyasi bir hatadır ve vazgeçmek bir zorunluluktur. Kürtlerin ise sayıları bir milyona yaklaşmakta olduğu söyleniyor. Bu üç milyon Türkiyeliler arasında yaklaşık yarısı Alman vatandaşlığına geçmiş bulunuyor. İşçilikten

küçük esnaflığa terfi eden Türk veya Kürt kökenli işverenlerin sayısı hızla artıyor ve bunların yanında binlerce insan istihdam ediliyor. Etnik ekonomi kategorisinde iş yapan göçmen kökenli işverenlerin işlerinde çalışan insanların çalışma koşulları her geçen gün hukuksal davalara daha çok konu oluyor ve prekarize işler bu alanlarda çoğalıyor. İşçi mübadelesi anlaşmaları: FAC und Italya – 1955 FAC und İspanya – 1960 FAC und Yunanistan – 1960 FAC und Türkiye – 1961 FAC und Fas – 1963 FAC und Portekiz – 1964 FAC und Tunus – 1965 FAC und Jugoslavya- 1968 FAC 2000’li yıllardan sonra bir göç ülkesi olduğunu kabullenebildi ama hala bunu içselleştirebilmiş bir toplum gerçeği yok karşımızda. Entegrasyon (bütünleşme) ve inklusyon (iç-

la yeniden düzenleniyor. Emek göçü içinde vasıflı-yüksek eğitimli emek artık daha çok tercih ediliyor. Teknolojik devinimler sayesinde emeğin üretkenliği artmasına rağmen, çalışma sürelerinin hala yüksek olması ve ortalama 10 saat çalışılıyor olması ve göçmen emekçiler içinde buna itiraz edenlerin en az olması ve bu emeğin oldukça ucuz olması da göçmen emeği teşvik ettiriyor. Göçmenlik politikaları Avrupa ve Almanya’da nispi bir değişim sürecinde olsa da, gerici ve sermaye yanlısı özü değişmiyor. Horlama, dıştalama, siyasal baskılama, ırkçılık ve neo-faşizm toplum ve iktidar erkleri içinde güçlenerek yayılıyor. Almanya ve Avrupa’da Mültecilik hakkında son durum: 2013 Haziran ayından beri Avrupa’da ortak bir mültecilik hukuku geçerli. Avrupa Birliği Bakanlar Kuru-

selleşme) ve asimilasyon (özümseme) tartışmaları çok yaygın yürütülüyor ancak göçmenlerin eşit hakları buna rağmen sürekli gözardı ediliyor. Vatandaşlık hakkına erişipte kendine yabancı muamelesi yapıldığını düşünenlerin sayısı hala çok yüksek ve Almanya’daki çoğunluk toplumu göçmenleri hala dıştalıyor. Çoğunluk toplumu içinde barışçıl kaynaşma duyguları ve yaklaşımları azalıyor, azınlık göçmen toplumlar içinde kendi içine kapanma eğilimleri güçleniyor. Burdaki insanlar nasıl düşünüyor bunu çok merak ediyorum? Almanya’da artık Türkiye ve T.Kürdistanı’ndan gelen insanlar içinde dördüncü kuşak yetişiyor. Bunlar toplumsal refaha, iktisadi kalkınmaya çok büyük katkı sunuyor olsalarda, Almanlar kadar aynı oranda pay ve karşılık alamıyor ve dıştalanıyorlar. Göçmenler ve göç kökenli yeni vatandaş insanların sorunları farklılaşma gösterse de; 58 yıllık göçmenlik tarihine rağmen sosyal-politik katılımcılık sorunları her geçen gün büyüyerek çoğalıyor. Hukuksal ve politk eşitlik, emanzipasyon (özgürlük), katılımcılık, fırsat ve erişim eşitliği, kendini tanımlama hakları sistemsel olarak engelleniyor. Göç hareketlerinin ortaya çıkardığı enerjiler, göçleri yönlendirme ve denetleme gibi yeni politikalar sayesinde sermayenin çıkarlarına peşkeş çekiliyor. Bu hareketleri yönlendirme, sınırlama ve denetleme çabaları beyhude bir çaba olarak sürekli geri tepiyor. Sermayenin birikimine, transferine ve yayılmasına hizmet edecek tarzda özellikle emek göçü hareketleri mavi kart ve yeşil kart uygulamalarıy-

lu bu konuda ortak direktifler ve kuralla belirlemiş bulunuyor. Bunlar şu konuları düzenliyor; Mültecilerin hangi hakları var ve hangi kriterlere göre sığınma hakkı kabul görecek? Mülteciler başvuru süresi boyunca hangi sosyal yardımı alacak ve hakları nelerdir? Veya, iltica işlemleri hukuksal olarak nasıl düzenlenecek, ortaklaştırılmış AB direktiflerine ve kurallarına herkes nasıl uyacak? Sadece İngiltere, İrlanda ve Danimarka kendilerine has özel statüler kabul ettirmeyi başardılar. Fakat mültecilik hukuku konusunda AB standartları ülkelere kendilerine özgü değerlendirme yetkisi de verdi. Ortaklaştırılmış meseleler en minimum ortak paydalardır ve çok daha önemli konularda yetki üye ülkelerin kendi inisiyatifine bırakıldı. Bu yetkilere göre mültecilerin haklarında bir ilerleme yok ve devletlerin yetkilerinde bir artış söz konusu ve fiili olarak iltica hakkı yine zorlaştırılmış durumda. Frontex: kurumsal mülteci ve göçmen kriminalizasyonu: Verimli olmayan, uyum sağlamayan ve topluma ayak uydurmayan göçmenler, mülteciler sistem kenarlarına hatta dışına zorla da olsa itilebiliyor veya hiç içeri alınmıyorlar. Bu görevi Frontex diye bir kurumlaşma sayesinde başarıyorlar. Frontex AB sınırlarını korumak, göçmen ve mülteci akımını durdurmak için örgütlenmiş, güçlü ekonomisi, gelişmiş teknolojisi ve çok etkili askeri operasyonel

araçları ve silahları olan çok özel bir güvenlik kurumudur. Fontex özellikle deniz sularındaki sınırları denetleyen ve bu sınırlardaki mülteci kamplarını örgütleyen bir kurumdur. Artık AB ülkelerine giriş sadece ekonomik olarak güçlü olduğunu kanıtlayabilmiş ve ‘geçerli iltica sebebi’ne sahip kişiler için makuldür. Beslenme kısıtlılığı, fakirlik, işkence ve kanıtlanmamış siyasal takibatlar iltica sebebi bile sayılmıyor. Fontex uygulamaları ve politikaları ve insanlık dışı acımasız uygulamaları, mültecileri göz göre göre açık denizlerde ölüme terketmeleri sivil toplum örgütleri ve politik çevrelerce ağır eleştirilere maruz kalıyor. Frontex kurumu genel militarist politikalar, ve gerici göç ve mülteci yasaları sayesinde hukuksuzluk ve dokunulmazlık sınırları içinde istediği gibi hareket etme yetkisiyle donatılmış bulunuyor. Bırakalım mültecilik başvurusunda bulunanları, mültecilik hakkına kavuşanlar veya çeşitli düzeylerde oturum hakkına erişenler herhangi bir avrupa ülkesini ziyaret ettiklerinde her an interpol tutuklama emri var ve iadesi isteniyor gerekçeleriyle aylarca tutuklanıyor veya iade edilebiliyorlar. Mülteci hakkına kavuşanların kaçtıkları ülke tarafından iadesinin istenmesi hukuk dışı bir interpol derneği ve bunların listesi tarafından rahatça uygulanabiliyor. Göçmenlik ve siyasi mültecilik hakkı insan hakkıdır. Bu haklarımızı ellerimizden alanlar, gerici yasal düzenlemelerle fiili olarak boşa çıkaranlar ve göçmenler/mülteciler/sığınmacılar üzerinden toplumsal bölünmüşlükleri derinleştirerek ırkçılığı ve neo-faşizmi boyutlandıranlar sermaye güçleri ve onların emrine amade militarist-gerici politik güçlerdir. Yerli ve göçmen kitleler olarak, parçalanmış, karşı karşıya getirilmiş ve ve bölünmüş olsakta, toplumsal ve sınıfsal çıkarlarımız aynıdır. Avrupalı veya Alman vatandaşları ile göçmen yurttaşlar arasına düşmanlık tohumları ekerek, egemen güçler bizleri asıl toplumsal sorulardan uzak tutmak istemektedirler. Buna karşı birleşik, ortak ve güçlü direniş mevzileri oluşturmak bir elzemdir. Bu parçalanmışlıkları aşmak için siyasal şu talepleri öne sürmeliyiz: Göçmenlik ve Mültecilik hakkı insan hakkıdır! Seçme ve seçilme hakkı tanınmalıdır! Her türden ırkçılık red edilmeli ve mücadele edilmelidir! Herkese iş ve 10 Euro asgari ücret temin edilmelidir! Irkçı ve faşist partiler yasaklanmalıdır! Parasız, demokratik ve fırsat eşitliğini geliştiren eğitim sistemi kurulmalıdır! Herkese yerleşim hakkı verilmeli ve sınırlar serbestleşmelidir! Göçmenler, kiralık işçiler ve kadınlar için eşit işe eşit ücret hakkı! Kürtlerin ayrı bir toplum olarak siyasal statüsü tanınmalıdır!


12

mücadele - 233

KADININ GÖRÜNMEYEN EV İÇİ EMEĞİ VE EV İÇİ EMEĞİNİN GÖRÜNÜR KILINMASI 12. Kongremizde; siyasal perspektif taslağımız; “Avrupa’da İşçi Sınıfına Yönelik Saldırılar, İşçi Sınıfı İçinde Kadınların Durumu ve Görevlerimiz” konusunu irdelemekteydi. Perspektif taslağı doğrultusunda yürütülen tartışmalarla iki yıllık siyasal perspektifimiz netleşti. Üretim alanlarında kadın emeğinin ucuz ve yedek işgücü olarak görülmesi gerçekliğinin yanı sıra, esnek çalışma sisteminde neden kadın emekçilerin daha yoğunlukta çalıştıkları, perspektif tartışmasının ana konularından birisi oldu. Esnek çalışma sistemi, üretim alanlarında zaten ucuz olan kadın emeğini daha da ucuzlatırken aynı zamanda kadının ev içindeki emeğinin de daha görünmez olmasını sağlamakta. Böylece sistem kârını ikiye - üçe katlayıp kadının görünmeyen emeği üzerinden kendisini yeniden yeniden var ederken, kadının evi içi köleliğini de meşrulaştırmaktadır. Aynı zamanda kadının görünmeyen emeği üzerinden, işçi sınıfını bölüp – parçalayarak örgütsüzlüğü dayatmakta, erkek emekçiyi sömürürken görünmeyen emekten faydalanmakta, emekçinin ücretinin düşük tutulmasında görünmeyen emek rol oynamaktadır. İşin acı olan yanı ise, ne yazık ki çoğumuz bu durumun farkında değiliz. Bu nedenle kongremizde “kadının evi içi emeğinin tanınması” ve “esnek çalışma sistemi” öne çıkan konular olmuş, iki yıllık faaliyet sürecimizde, iki aşamalı bir kampanya çalışması olarak ele almayı Kongre’de karar altına almıştık. Birinci toplantımızda; yürüteceğimiz kampanyayı nasıl ele alacağı-

mızı ve araştırma için konu başlıklarını belirledik, görev dağılımı yaptık. 2. Toplantımızda araştırmalardan elde ettiğimiz verileri bir araya topladık ve 3. Toplantıya kadar tartışma taslağını hazırladık. Üçüncü Toplantımızda ise kampanyamızın afiş, pankart, çağrı vb. görsel hazır-

lıklarını, kamp yerlerini, tarihlerini ve kampanya sürecinde gerçekleştireceğimiz diğer eylem türevlerini netleştirdik. Birinci etap için hazırladığımız tartışma taslağı, alanlarda yapacağımız eğitim kamplarında tartışmaya açılacak ve eğitim kamplarının sonunda, alttan gelen eleştiri ve öneriler de göz önünde bulundurularak taslağın son hali verilecek ve 1. etap 8 Mart 2014’te sona erecektir. Kampanyamızın ikinci etabında, esnek çalışma sisteminin ne olduğu, üretim alanlarında esnek çalışma sistemine neden ihtiyaç duyulduğu, neden bu çalışma sisteminde daha çok kadınlar istihdam ettirilmekte ve Kadının Ev İçi Emeği ile Esnek Çalışma Sisteminin nasıl bir bağı olduğunu ve bu durumun işçi sınıfının genel çalışma yaşamı üzerindeki etkilerini bu bağlamda örgütlenmenin önemini ortaya çıkartmaya çalışacağız. 2. etabın bitiş tarihi ise 25 Kasım 2014 olacaktır. Hiç şüphe yok ki; esas görevimiz kadınları üretime katılmaya teşvik etmektir. Çünkü kadın, evinin dört duvarının arasından çıkıp dışarıdaki üretime katıldığı sürece sosyalleşecektir. Ancak üretime katılan kadın da, sorunlarının yeterince farkında olmadığından, özgürleşmek yerine genelde boynuna dolanan kölelik halkası ikiye katlanmış olmaktadır. Bunun içindir ki; üretime katılan kadın, “hayatı boyunca çifte mesai yaptığını kabul etmekte ama bunu kadın olmanın doğallığı olarak” görmektedir. Sistemin onun bu durumundan nasıl faydalandığının, işçi sınıfı üzerindeki baskı ve sömürüyü büyütmek ve sınıfın örgütlü gücünü parçalamak için kadının bu “doğal” toplumsal görevlerinden nasıl yararlandığının işsizliğin gerçek rakamının gizlenmesinde ve ücretlerin düşürülmesinde de araç olarak kullanıldığının farkında değil. Bu nedenle kendi içimizde öncelikle “emek” ve “kadının görünmeyen ev içi emeği”nin ne olduğunun anlaşılması, “ev içi emeğinin nasıl görünür kılınabileceği” noktasında hemfikir olmak önem taşımaktadır.

İNKÂR EDİLEN, GÖRÜNMEYEN EMEĞİMİZE SAHİP ÇIKIYORUZ!

Diğer taraftan ücretli üretime katılmak istemesine rağmen birçok nedenden dolayı katılamayan kadınlar, hayatları boyunca çalışmalarına rağmen, yaptıkları işlerin hiçbir karşılığı yoktur ve bu işler sürekli yok sayılır, görülmez. Kaldı ki; kadının ev içinde yaptığı bu işler, evin dışına yani kamuya açıldığında hepsinin mutlaka bir ekonomik karşılığı vardır. Hiçbir ekonomik güvencesi olmayan kadın, hayatı boyunca erkeğe olan ekonomik bağımlılığından dolayı, maruz kaldığı şiddetin her türüne katlanmaktadır. Bu durumdan da milyonlarca kadın etkilenmesine rağmen, çözüm gücü olmadığından veya “kadın olmanın sonucu, yaşanan doğal bir seyir” olarak gördüğünden, yaşadıklarını sessizce sineye çekmektedir. Bizlerin Yeni Kadın olarak bu kadınlar için de bir perspektifimiz ve örgütleme çabamız olmak zorundadır. Kısacası kampanyamızın konusu, her tabakadan kadını yakından ilgilendirmektedir. Öğrenci genç kadın, ücretli üretime katılan kadın, “çalışmayan ev kadını”, emekli kadın vb. vb... Bu sorun görünmeyen emeğin direk sahipleri olan kadınların sorunları da değil tek başına.. Kadının emeğinin görünmezliğinin yarattığı sonuçlar, erkek emekçinin de sömürüsünün önemli aracı olmaktadır. Bu gerçeklik içinde kadının görünmeyen emeğini sahiplenmek, toplumsal farkındalık ve bilinç sıçraması yaratmak için mücadeleyi örmek ve yükseltmek önemli bir görev olarak karşımızda durmaktadır. Bu hedefler doğrultusunda gerçekleştireceğimiz seminer ve hafta sonu eğitim kampları, kampanyamızın verimli geçmesinde önemli bir yer tutarken, birlikte tartışmak, ortak aklı egemen kılmak, kampanyamızı başarıya götürecektir. Yeni Kadın Yazı Kurulu

12. Kongremizin bize sunduğu perspektif doğrultusunda iki yıllık ‘‘EVİÇİ EMEĞİ VE ESNEK ÇALIŞMA SİSTEMİ“ konulu kampanyanızın startını vermiş bulunuyoruz. Kampanyamızın birnici etabında Kadının Ev İçi Emeğini araştırıyoruz ve tartışıyoruz. Tartışmalarımızı tüm Avrupa’da örgütlediğimiz haftasonu eğitim kampları ile kollektifleştirerek, ortak emek ve enerji ile zenginleştiriyoruz. KAMP PROGRAMI: 12 Ekim Cumartesi 13:00-14:00 Açılış ve Tanışma 14:00-14:30 Kahve Molası 14:30-16:00 Grup Çalışması 1. Grup: “Emek nedir? Kadın emeğini nasıl tanımlayabiliriz? 2. Grup: „Emekte cinsiyet ayrımcılığının nedeni“ 3. Grup: “Ev içi emeğinin kapitalizmle ilişkisi 4. Grup: Kadının görünmeyen emeği nasıl görünür kılınabilnir? 16:00-17:00 Grup çalışmalarının sonuçlarının tanıtımı 17:00-18:00 Yemek Arası 18:00-19:00 MYK’nın sunumu 19:00-19:15 Mola 19:15-21:00 Tartışma 21.00 Serbest 13 Ekim Pazar 08:00-09:00 Kahvaltı 09:00-10:00 Sunum: „Emeğin görünmezliğinin yarattığı pskolojik etkiler “ - Psikiyatrist dr. Berna Yılmaz 10:00-11:00 Tartışma 11:0011:15 Mola 11:15- 12:00 Kampanyanın örgütlenme yöntemleri üzerine fikir tartışması 12:00-13:00: Kampın değerlendirilmesi 13:00 Kapanış TARİH: 12 – 13 Ekim 2013 SAAT: 13.00 YER: Schullandheim Zusamzell St. Nikolausstr. 10 86450 Zusamzell - Augsburg

Yeni Kadın-Güney Almanya


13

mücadele - 233

“Sanatın Muhalif Rengini Veren Sanatçıdır” ATİK bünyesinde kurulan kültür sanat komitesinin çalışma ve faaliyetlerini bize anlatması için sorularımızı kültür sana komitesi üyesi Hasan Sağlam’a sorduk. ATİK-Kültür-Sanat Komitesi neden kuruldu? Bu komiteyi uzun süredir eksikliği derinden hissedilen kültür sanat çalışmalarında ki yetersiz çalışma ve faaliyetlerin giderilmesi, yozlaşmaya ve kültür emperyalizmine karşı devrimci gücü daha güçlü duruşla ortaya koymak için kurduk. Bu genel bir ihtiyacın karşılığıdır. Her gün eriyen kaybolan halkın kültürü, renk yitiren sanat, kaybolan diller ve inançların emperyalist ve kapitalist güdüme karşı ayakta durabilmesi için kültür sanat komitesi olarak faaliyetler için çalışmaya başlamıştır. Neden bu komitede yer aldınız? Amacınız nedir? Sanatın muhalif rengini veren sanatçıdır. Nerede halkın duygu düşünce kültür ve sanatına saldırı varsa orda sanatçılar olmak zorundadır. Bu komite tamda bu temel mantıkla ortaya çıkmış ve dayanışmanın sanatsal alanda da olması gerektiğini bilhassa belirtmiştir. Amacımız kendi kültürünü sanatını yapan koruyan katkı sunan çalışmalar yapan, yalnız kal-

KIRMIZIYI SEVMEK Hasan Sağlam

hasansaglam@gmail.com

EYLÜL; ON İKİDEN VURULDU „Eğer bir toplumda, devrim ve toplumsal değişim için koşullar olgunlaşmışsa, ama bu toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir güç yoksa o toplum için için çürümeye başlar.“ Yılmaz Güney

Sanatçının nasıl halkın hamalı olduğunu, burjuva kültürüne kendilerini kaptırıp şöhret olmanın hevesi ile kendi kültüründen kopmaması gerektiğini, gerek ülkeden gerek diasporadan getireceğimiz konuklarla da destekleyerek bunları anlatacağız. Hedefi ve amacı nedir? Hedef kültür sanatına sahip çıkan devrimci dayanışma anlayışını her zaman gösterecek duyguyu kazandırmak. Bilinçli bir sanatçı olmayı “nasıl üretime katı-

Mevsimler değişmez, sarsılmaz renklerini bezenerek, coşarak, sararıp solarak mutlak ve vazgeçilmez döngüsü ile devam eder. Eylül hazin sarımtırak rengini kuşanarak “kürdili hicaz” makamında gelip göğüs kafesimize dayanır. Darbelenmiş ayak izleri, potin seslerinde toz duman olmuş gencecik nefesler, yırtılmış kitaplar, yakılmış defterler, diz boyu işkenceler, idamlar ve uzun soluklu hapisler… Üstünden yılların geçmesi asla eskitmedi, eksiltmedi sancısını on iki eylülün. Mağdur edilmiş bütün bir hayatın hesabını kırılgan birkaç kelimeyle telafi etmek olanaksız.

Darbenin kralları hâlâ devletin protokol defterinde önemli şahıslar olarak hayatlarını yüksek güvenlikli korunaklı evlerde sürdürüyorlar. Ve eylül en hazin makamıyla gene kapımızdan geçiyor.

Deli dolu hırçın, duraksız militan ve ne desem eksik kalacağını düşündüğüm; tanımlarken, kelimelerin ötesine düşmüş, pratik yaşamıyla bugün hâlâ belleğimizde dip diri, onurlu ve devrimci duran, Yılmaz Güney’i de, bir eylül günü kaptırdık o sarımtırak rüzgâra. Gidişi bir yaprağın düşmesi gibi değil, bir çınarın devrilmesi gibiydi, gölgesiz kaldı filmler, şiirler. Ama unutulmadı, Anadolu halkı, işçiler, köylüler, devrimciler asla unutmadı Yılmaz Güney’i. Omuz omuza dizilmiş işçiler gibi gülümserdi dişleri. Kurak topraklardan su koparan hıncı ile mercimek ve pamuk tarlalarında güneşe sataşırdı. Narin sevdalar beslerdi kursağında. “Söğüdün yaprağı narindir narin” türküsüyle okşardı sevdiğinin ayak izlerini.

mış, uzak bırakılmış, yetenek ve becerilerini ortaya çıkaramayan özellikle genç arkadaşları bu kervana katarak onlara bu alanda yer yaratmak ve onların enerjisini sinerjiye çevirmek. Komite nasıl çalışacak? Komite yerel bölgelerde dernek vb yerlerde panel söyleşi seminer gibi faaliyetlerle kültür sanatın önemi amacı üzerine sohbetlerle nasıl kültür sanat faaliyetlerinde bulunulacağı anlatılacak. Sadece sanat yapmak değil aynı zamanda tüketici olarak ta nasıl bilinçli tüketicilik olur ve bu nasıl üretime yönlendirir bizi, bunlar üzerinde durarak gerekirse alt komisyonlar kurarak devam edecek.

lacağı nasıl aydın olunacağı” bilinmelidir. Her sanatçının aydın her aydının sanatçı olmadığını anlatarak, popülizmden uzak halkın dertleri sorunları ve kaybolan kültürüne nasıl sahip çıkacağı ve koruyacağını anlatmak ve uygulamak. Konser salonlarında nasıl müzik dinleneceği, tiyatronun nasıl izleneceği ve bu alanların kulis alanı olmadığını, o an yapılan faaliyetin ciddiyetinin farkındalığını ve önemini anlatarak kavratarak hedefe ulaşmayı amaçlıyoruz. Herkesi bu yolculukta duyarlı desteğe bekliyoruz. Sadece icracı değil, sanatı daha güçlü ve güzel duyumsamak tadına varmak için bu şart.

“Arkadaşlar, Yoldaşlar!” diye başlardı söze. İkilemez, teklemezdi. Namlu gibi bakardı hasmının gözlerine. Sürgün, mevsiminde açıldı uzak bir okyanusa, balıkçılara gülümsedi, haber bültenlerini ıskaladı, gazeteleri okumadı. Yüreğini bir uzak şiire yatırdı. Gayrı gerisi yoktu, film bu defa acı bitecek. Bir eylül sabahında Paris’in seyrek mavisine karıştı.

On iki eylül bin dokuz yüz seksenden sonra otuz üç sene geçti. Sancılı duruyor her yara, kabuk tutsa da diz kapakları, ciğerin başı hep açıktır. Yılmaz Güney’in yolculuğu yirmi dokuz sene oldu. Hâlâ her adım başı gençlerimiz kıyılıyor. Eylül ağır yaralı geçiyor ömrümüzden.

Bu sene Yılmaz Güney’i; taksim direniş ruhu ile devrimin seyir defterine güler yüzlü resimler bırakan yoldaşlarımızı selamlayarak anıyoruz. Ne on iki eylülü unuttuk ne Yılmaz’ı ne Ahmet’i ne Ethem’i ne Medeni’yi ne Abdullah’ı ne de Ali İsmail’i… Göğsümüzdeki yeriniz hep sıcak kalacaktır.


14

mücadele - 233

MÜNİH ANTLAŞMASININ 75. YILDÖNÜMÜNDE ULUSLARARASI SAVAŞ KARŞITI EYLEM 2005 yılı Mayıs ayında 2. Dünya Savaşı’nın sona erdirilmesi ve Hitler faşizminden kurtarılışın 60. yıl dönümü dolayısıyla hazırlanan uluslararası savaş karşıtı “Yıkım ya da Semavi Dörtlü” adı altında yapılmak istenen etkinlik Berlin Senatosu tarafından yasaklandı. Bizim kurtarılışımızı sağlayan Sovyetler Birliği, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa’ dan 2. Dünya Savaşı Gazileri, ancak 13 ve 14 Mayıs 2006 yılında gerçekleştirilen Uluslararası Manifesto kapsamında Berlin ve Postdam’da konuşabildiler. 2007 yılında Berlin de Babylon Sinemasında 2006 yılında gerçekleştirilen Uluslararası Manifestonun belgesel hali “Her Yıldönümünde Hitler Faşizminden Kurtarılışımızı

‘’kan ve silah’’ ile çözülebileceği gerçeğidir. ‘’Egemenler ne zaman barıştan bahsetseler, halkım savaş olacağını bilmektedir’’. (Bertolt Brecht) Dünyanın her köşesinde, her yerinde, tüm kıtalarda insanlık, giderek artan bir yoksulluk, savaş, kargaşa, ayaklanma ve umutsuzluk içinde yaşamaya mahkum edilmiştir. Böyle zamanlarda, varlığını insanlığın %95’ini sömürerek, talan ve yağma ederek, onlara baskı ve zulüm ederek sürdüren, %5’lik egemen kesim yataklarında rahat uyuyamayacaklar. Kendilerine şu soruları yöneltmeliler; Peki, bu öfke ve umutsuzluk kendilerine karşı örgütlenirse ne olur? Ya bu umutsuz ve öfkeli halklar savunma durumundan saldırıya geçerse? ‘’Artık daha

Hatırlamak” başlığıyla seyirciyle buluşturuldu. Bunu Bremen ve Nürnberg de düzenlenen büyük savaş karşıtı toplantılar izledi. “Dünya Savaşı yerine Sınıf Mücadelesi” adlı Eylem Konvoyu 2011 yılında Federal Almanya’dan ve onun tarafından ilhak edilen Doğu Almanya, Çek Cumhuriyeti ve Polanya’dan katılımcılar tarafından hayata geçirildi. Konvoy Berlin üzerinden Gdansk’a (1939 yılında İkinci Dünya Savaşını başlatan ilk ateşin edildiği yer) doğru harekete geçti. 29 Eylül 2012 yılında Münih Anlaşmasının 74. yıldönümü nedeniyle Uluslararası Savaş karşıtı toplantı Münih’te Müzik ve Tiyatro Yüksek Okulunda (Eski adıyla “Führerbau/ Başbakanlık Konutu) gerçekleştirildi. Almanya’nın her geçen gün artan yeni bir paylaşım savaşı tehdidine karşı Alman, Çek ve Polonyalı savaş karşıtlarının hazırladıkları Çek Cumhuriyetine doğru yola çıkacak bu yılki Uluslararası Savaş Karşıtı Konvoyu’na sende katıl, güç ver! Platformun BRD ve İlhak Edilen DDR Kurumlarının Açıklaması Herkesin bildiği gerçek artık apaçık ortada. CDU’dan Alexander Gauland’ın sözlerinde yankı bulan, büyük sorunların ancak ve sadece

fazla böyle yaşamak istemiyoruz’’ derlerse ve de bu anlayış bir önderliğe kavuşursa? Eğer yeryüzünün ‘’lanetlileri’’ sahip oldukları tek silaha sarılırlarsa? Günü kurtarmak, sofrada yenecek bir lokma ekmek bulabilmek, bir hastalığa çare bulmak ve gelecek kuşaklara az da olsa insanlık bırakabilmek, ancak var olan sistemin yıkılmasıyla mümkündür, yani bu ancak işçi ve emekçilerin kendi gücüyle gerçekleşecektir. Çürüme her yere yayıldı. Brezilya gecekonduları veya Güney Afrika varoşları değil, zira ‘’medeniyetin beşiği’’ Avrupa Kıtası ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) tarafından dünyanın bir numaralı sosyal yangın yeri olarak gösteriliyor. Yerinde bir tespit. Avrupa kıtasının geniş bir kesiminde artık sömürünün hat safhaya dayandığı gibi, aylıklı çalışmanın ne demek olduğunu sadece duymaktan bilen yeni bir kuşak yetişiyor. Sadece Doğu Almanya’da, 1990’dan bu yana Alman kapitalizminin saldırısıyla 10 Milyonun üzerinde insan sokağa atıldı. Bu rakam toplam çalışan Polonya nüfusundan daha fazlasına denk düşmektedir. Savaş ve cenazeler kapitalistlerin en son umududur. Onlardan, ha bire savaş tetikleyicisi olan, Birinci ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşlarını çıkartmış bu ülkenin efendilerinden başka bunu kim daha

iyi bilebilir ki? DDR’ın bağımsızlığını ilhak eden BDR, gündelikçilik, taşeron ve esnek çalışma, yeni ve kısıtlanmış emeklilik yasaları ve Hartz IV ile ülkeyi bir düşük ücretliler ülkesine dönüştürerek, büyük ekonomik krizden-ki bu kriz hiçbir zaman aşılamayacaktır-tek kazançlı olarak çıkmayı başardı. Emperyalist ülkelerinin kurumu OECD’ nin açıklamasına göre, endüstri ülkelerinin hiçbirinde zenginlik, Almanya ve ilhak edilen Doğu Almanya kadar eşitsiz dağılmamaktadır. Yerli ve yabancı müşteriler ekonomik olarak çökmüştür ki, özellikle Avrupa ülkelerinden Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İtalya bu duruma en iyi örneklerdir. Elde kalan kredi ile borçlandırma silahı da artık işe yaramaz hale gelmiştir, zira Alman Bankasına borcu olanlar borçlarını

şından sonraki ilk hamlelerini gerçekleştirdiler. Yugoslavya’ya karşı savaşı kışkırttılar daha doğrusu organize ettiler. 1 Haziran 1993 de Çekoslovakya’nın yıkılışını gerçekleştirdiler. Hindukusch’a askerlerini göndererek İnsan hakları Yasalarını çiğnediler. Hollanda ordusu Alman komutası altında hareket etmektedir. 1. Alman Panzer Taburu Polonya Ordusunu ta içinden komuta etmektedir. Birkaç hafta önce Alman Donanmasının, Polonya Donanması üzerinde söz sahibi olduğu ortaya çıktı. Erlerinden Genel Kurmaya kadar Çek Ordusu, Alman Ordusu tarafından eğitilmektedir. Prag Havaalanında Alman polisleri devriye gezmektedir. Alman Devleti nereye gitse, zafer edasıyla arkasından rövanşitler

ödeyemez haldedirler. Amerikan gazetesi Weekly Standart şöyle yazmaktadır. ‘’Alman bütçe disiplini (ya da gerçekte Avrupa ülkelerine dayatılan hırsızlık paketleri), 70 yıl önce silahlı kuvvetlerin iktidarının başaramadığını başarmıştır’’. Fakat fabrikalarda sömürü kendileri için yeterli değildir çünkü üretilen malların alacaklıları tükenmiştir. Borçlu ülkelerin artık verecek bir şeyleri kalmamış, bu ülkelerdeki hammadde kaynakları rakiplerin ellerine geçmiştir. Yani kendileri için ölüm çanları çalmaktadır. Bu sorunların çözümü ‘’Kan ve silahla’’ olacaktır. ‘’Ya öldürürsün ya da seni öldürürler’’, ‘’gelişmiş, medeni’’ kapitalizmin insanlığa dair son sözleridir. Yani emperyalistler arası ama halklara karşı savaş. Bu savaş sana karşı, taşeron işçilik ve geçici iş sözleşmeleriyle “özgür işçi” olma hakkının gasp edilip zorunlu işçi olarak savaş için çalıştırılacağın günlere doğru savrulmaya başladığından itibaren çoktan başladı. Yoksa işçi mahallelerinde uygulanan savaş tatbikatlarıyla değil. Nihayetinde Naziler taşeron işçiliği icat etti, yeni bir buluş değil. Eğer bir gün Avrupa yanarsa, kundakçısı Alman olacaktır. Doğu Almanya’nın ilhakı ile tarihin yakından tanıdığı Alman kundakçılar en son Emperyalist Paylaşım Sava-

yığınını da beraberinde sürüklüyor. Örneğin Südet Almanları (Almanların yoğun olduğu Çek Cumhuriyeti içinde bir bölge) Hemşeriler Birliğinin gelecek teşkilat toplantısını Çek Cumhuriyetinde yapmayı planlamaktadır. Alman emperyalizminin Bay Schäuble’nin yirmi yıl önce Doğu Avrupa ekonomisinin düzeltilmesi için önerdiği geleneksel yöntem işte bu! Bu şeytani yöntem çoktan uygulandı, hatta sadece Doğu Avrupa’da değil. Yunan Gazetesi ‘’Avgi’’ Alman tahsildarı şöyle karşılamıştı: ‘’Heil Schäuble, Ölüme mahkum edilenler seni selamlıyor’’. Ama hala ‘’barış’’ sürmekte. Öyle ki savaşa neden olan bir barış. Aynı 1913 deki barış gibi ve kendi ağızlarından insanının şu cümleleri sarf etmesine neden oluyor: ‘’ 2013 Avrupa’sının ilişkilerinin yüzyıl öncesine olana benzerliği beni çok şaşırtıyor. İblisler ölmemiş, sadece uyuyorlar’’. (Jean-Claude Juncker, Lüksemburg Başbakanı). Bu 1938’in ‘’ileri, medeni’’ hırsızlarının, ‘’geri’’ Hitler Almanyasına Çekoslovakya’yı feda etmesinin barışı. Bu 80 Milyon insanın öldüğü İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşından bir yıl önce İngiliz Başbakanı Chamberlain’nin “çağımızın barışı” dediği barış. Bu Alman barışı ki, ‘’bağımsız’’ diğer Avrupa ülkeleri yöneticilerinin, Ba-


15

mücadele - 233 yan Merkel’in daha doğrusu Alman emperyalistlerinin emirlerine nasıl itaat etmesi gerektiğinin kurallarına göre şekillenen bir barış (Frankfurter Allgemeine Zeitung). Alman Bankasının İspanya, Portekiz ve İrlanda gibi ülkelerde hükmünü sürdüğü Alman barışı. Alman ekonomisinin Yunanistan’a girmesinden bu yana 600.000 kişinin açlık sınırının altında bir ücretle yaşama mahkum edildiği bir barış. ONLARIN BARIŞI ANCAK ÇÖLDE BİR SERAPTIR! Bu ‘’barış’’ daha doğrusu gizli savaş durumu ne kadar daha dayanabilir? Kendi cevabını ver başka cevap bekleme. Sendika ağalarının işçi ve emekçilere verdikleri yegane öğüt: Soğuk kanlı olalım. Şimdi değil zamanı gelince, yani sonra. Evet ve sonra? Sonra çok geç olacak, savaşacak gücünüz kalmayacak, çünkü militaristleri çoktan koynunuza almış olacaksınız.

yaratacaklardır. Bu da ancak savaşa - Alman emperyalistlerinin daha önceki iki büyük ekonomik krizden kurtulabilmek için çıkardıkları iki emperyalist savaş gibi- karşı birlikte, örgütlü ve uluslararası bir mücadele ile mümkündür. Tüm bunları göz önünde bulundurarak, işçi ve emekçilerin şanlı geleneğini kuşanarak harekete geçmeye karar verdik. Savaşı her seferinde yenen Kızıl Ordu Tugayları, Sherman Panzerleri veya Anti-Hitler-Koalisyonunun Bombacıları gibi. 29 Ocak 1933 de yapılan AlmanPolonya-Çekoslovakya Özgürlük Konferansının sloganı ‘’Üç ülke, tek bayrak, tek düşman, bir savaş ve bir zafer’’ olarak bize ışık tutuyor. 2011 yılında Alman savaş tehdidine karşı Polonyalı mücadele edenlerle ortak olarak, güzergahı ilhak edilen DDR, Çek Cumhuriyeti, Polonya Cumhuriyeti olan, bir konvoy eylemi düzenlendi. 2012 yılında yine onlarla,

‘’ Avrupa Birliği’’ barış için bir korunak değil bilakis, herkesin herkese karşı olduğu bir savaş bölgesidir. Artık Avrupa’nın hiçbir yerinde 1938 yılında Çekler ve Slovakların bütünlüklerine dair garanti sunan, savaş tehlikesini onlarca yıl kontrol altında tutabilen Sovyetler Birliği gibi işçilerin iktidarda olduğu bir yer yok. Doğu Avrupa’da Polonya’da, Çek Cumhuriyetinde halkların, geleneksel Alman egemenliğine karşı sahip olduğu yegane şey kendi güçleridir. Ve bizler şunu çok iyi bilmeliyiz ki, bizim ülkemizin egemenleri başka ülkeleri baskı altında tuttukları, sömürdükleri sürece bizlerin özgür olma şansı yoktur. Hiç şüphe yok ki, işçi ve emekçiler , sömürücülerin eski dünyasını yıkıp yerine yeni bir dünya düzeni

1938 Münih Antlaşmasının yıldönümünde Münih’teki ‘’Führerbau’’da savaş karşıtı bir eylem yapıldı. 2013 yılında ise Münih Antlaşmasının 75. Yılı vesilesiyle ‘’Dünya Savaşı Yerine Sınıf Savaşı’’ adlı konvoy Münih’ten Prag’a gidecek. 15. Yüzyıl Bohemya Savaşlarından, Hitler Almanyası’nın işgaline ve yine 1990 sonrası ülkeye giren Alman kapitalizmi ve Alman devlet aygıtının hegemonyasına karşı hep iki düşmana karşı savaşan işçi ve emekçilerin ülkesinin Başkenti Prag’a. ‘’Eğer barış istiyorsan, savaşı hazırla!’’ Egemenler yüzyıllardır ezenlere hep bu şarkıyı söylediler. Evet biz de bu şarkıyı söylüyoruz; ‘’Kendi egemenlerimize ve onların kan ve silahlı çözümüne karşı Halk Savaşı!’’. ‘’DÜNYA SAVAŞI YERİNE SINIF SAVAŞI’’

Uluslararası ‘‘Dünya Savaşı Yerine Sınıf Savaşı” İsimli Savaş Karşıtı Eylemi Düzenleyen Platform Aşağıdaki Kurumlardan Oluşmaktadır:

Aktionsbüro „Das Begräbnis oder DIE HIMMLISCHEN VIER“ in Aktionseinheit mit Arbeiterbund für den Wiederaufbau der KPD, Arbeitsund Koordinationsausschuss der Vierten Arbeiter- und GewerkschafterKonferenz gegen den Notstand der Republik, Freie Deutsche Jugend, 35 IG Metall Vertrauensleute und Betriebsräte von Mercedes Werk Bremen, IG Metall Kollegen Jungheinrich Norderstedt, Mitglieder der IG Metall Vertrauenskörperleitung manroland Offenbach, IG Metall Kollegen ercedes Benz, Werk Wörth- GLC Germersheim, Jugendaktionsausschuss

- Notstand der Republik, Sozialistische Jugend Deutschlands - Die Falken, Bezirk Niederbayern/Oberpfalz, Agitproptruppe Roter Pfeffer und Mitglieder des Bertolt Brecht Jugendprojekts Bremen, Revolutionärer Freundschaftsbund e.V. (annektierte DDR) und weitere, Tschechische Republik: Klub českého pohraničí (Klub des tschechischen Grenzlandes), Komunistický svaz mládeže (Kommunistischer Jugendverband), Vojácí proti válce (Soldaten gegen den Krieg) usw., Republik Polen: Kommunistyczna Partia Polski (Kommunistische Partei Polens)

TAKSİM - GEZİ DÜN DEĞİL, GELECEKTİR XWE Metin Ayçiçek

aycicek@gmx.net

Taksim-Gezi Direnişi, sadece politik iktidarlarla tanımlanan statükoların değil, ama aynı zamanda bilim, sanat, kültür, düşünce alanlarında kurulmuş olan statükoların da sorgulanmaya başlandığı bir sürecinin de tetikleyicisi olmuştur. Örneğin, egemen sistemin savunusunu daha açıktan ve pervasızca yapmaya yönelen üniversitelerin içinden “Diren Üniversite” sloganını haykıran öğretim üyeleri de seslerini yükseltmeye başladılar. Taksim-Gezi bitmedi. Tersine, o artık iktidarın nefes borularını zorlayan bir karabasandır. Korku İmparatorluğu, nelerin gelişmekte olduğunu yorumlayamamanın yarattığı panikle, ilk kez, kendi yarattığı dünyanın en karanlık hücrelerine kapandı. İktidar, küçümseyerek konuşsa da “ayakların, marjinallerin, çapulcuların” egemen sınıflar üzerinde yarattığı dehşet karşısında, tehditlerini ve saldırılarını da artırdı. İktidar sözcülerinden daha akıllıca olan utangaç iktidar destekçilerinin Gezi değerlendirmeleri akı karayı ayırt etmemize yardımcı olacak bir turnusol kağıdı görevi üstlendi. Taksim-Gezi Direnişi’nin önemini küçümseyerek “olur böyle vakalar; Türk polisi yakalar” tekerlemesini geveleyen liberal - ‘sol’ aydınlarımız, Duran Adam örneğinin muhteşemliğini göklere çıkarırken, “kırıp dökerek devrim olmaz” çıkarsamasına dayanarak, polise taş atan ya da barikat kuranları neredeyse suçlu olarak tanımlayacaklardı. Gezi’den yeni bir devrim modeli üretmeye kalkanlar, çağımızın iyi okunması gerektiğinin altını çizerek, devrim için devrimci örgütlere, devrimci ideolojilere, devrimci şiddete artık gerek olmadığı saptamasını yapıyorlardı. Buradan sosyalist solun gereksizliği çıkarımında bulunanlar bir adım daha atabilselerdi eğer sosyalistleri devrim düşmanı olarak ilan etmeye kadar vardıracaklardı analizlerini. Oysa Gezi ne bir devrimdi ne de tarihsel önemi küçümsenerek anılabilecek bir direniş. Görülecektir ki Gezi, Türkiye devriminin yeni bir sürecinin ilk adımı olacaktır. Gezi analizlerinin neredeyse herkes tarafından paylaşılan ilk ortak saptaması, 20 bini aşkın sokak infazının yaşandığı bir Korku İmparatorluğu’nda, özellikle orta ya da alt-orta sınıf gençliğinin ‘korku eşiğini’ aşarak öfkesini kitlesel bir direnişle dışa vurmuş olması; korku duvarını yırtmasıdır. Kitlesel olarak heterojen bir yapıya sahip olsa da, neredeyse birkaç muhalif yayın istisnası dışında sistem basınının büyük çoğunluğunun polisle birlikte çalışarak penguenleştiği bu eylemlilik hali, “Anadolu’nun batısında da artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı” gerçeğinin altını çizmekteydi. Taksim-Gezi Direnişi, başlangıçta çoğunluğu milliyetçi/ulusalcı gruplardan oluşan bir kitlesel içerikle başlamıştı. Ama bu bileşim sosyalistlerin olaya daha aktif müdahalesi ile kısa zamanda değişerek daha özgürlükçü, daha çoğulcu, daha katılımcı bir mücadele platformu haline dönüştü. Direniş kısa zamanda destek eylemlilikleri ile yetmişten fazla kent ve kasabaya yayıldı. Suskun ve beyninden tutsak edilerek köleleştirilmiş bir halk gerçeğine inandırılmaya çalışan dipte sıkışan büyük dinamik, bir deprem halinde dışa vurulabildi. Sadece iktidar ve egemen sınıflar tarafından değil ama aynı zamanda parlamentarizmden başka bir politik değişim aracının varlığına inanmayan liberal ‘sol’ ve sağın bütünü tarafından aşağılanmaya çalışılan “marjinaller ve manjinallik”, gerçekte devrimcilerin özgünlüğünün, başlangıçta azınlık olan ‘devrimci yeninin’ ifadesi idi. Ve bu topraklarda mücadele ederek canlarını vermekten kaçınmamış olan devrimcilerin ve devrimci mücadelenin biriktirdiği o büyük güç o muhteşem potansiyel enerji açığa çıkarılmak için yeniden devrimcilerle buluşmayı beklemekteydi. Devrim öldü diyenlere, “”hayır, dünya üzerinde sömürü var olduğu sürece devrimler de devrimciler de var olacaktır!” uyarısının bir ifadesinden başka bir şey değildi Gezi. Sadece devrim gerçeğinin vurgulanması değil, devrim düşüncesinin yeniden kitleselleşmesine de neden olabilecek bir yeteneğe sahiptir bu direniş. “Elbette bunun için gerekli olan diğer olanaklar, yani bu büyük potansiyeli yönlendirebilecek örgütlülük ve önderlik de hazırsa ya da en azından çok kısa bir süre içerisinde hazırlanabilirse bu mümkün olabilir.” Devrimci Sosyalist Hareket’in bu direnişi değerlendirmesi, bu direnişin Türkiye halkları üzerinde yarattığı sonuçlar, başka bir deyişle de, Gezi’nin sergilediği devrim olanaklarını üzerinde yoğunlaşmalı; eksiklikler ve bu eksikleri tamamlamak için atılması gereken adımlar üzerinde yoğunlaşmalıdır. Örneğin Kürt Özgürlük Hareketi’nin yasal-siyasal iradesi olan BDP’nin sürecin hassasiyetlerini algılama tarzından kaynaklanan eleştirileri bu çerçevede ele almak gerekir. Bugün egemen sınıfı ve onun siyasal varlığının ifadesi olan devleti barış ve demokratikleşme sürecine zorlayan asli faktör, Kürt halkının on yıllardır sürdürdüğü gerilla mücadelesinden halk serhildanlarına, gerçekleştirilen kararlı direniş idi. Kendiliğinden hiçbir demokratik hakkı vermeye gönüllü olmayan sömürgeci bir devletin, gönülsüz olarak da olsa masaya oturmasının biricik nedeni böylesi bir direniş karşısında her alanda yaratılan sıkışmışlığıdır. Sürecin böyle algılanmaması Gezi direnişine ilişkin ürkek bir tutum alınmasına neden olmuştur. KCK açıklamaları ise gerçeğin altını çizmekte biraz geç kalmıştır. Aylardır verdiği sözleri bile tutmamakta ısrarlı davranan AKP-Devleti’nin “Gerillanın geri çekilişini durdurması” üzerine hızla yeniden paket hazırlanamaya çalışması, bu gerçeğin bir ifadesidir. O halde, bu direnişten çıkarılacak ilk gerçek, Türkiye halklarının birlikte mücadele ve sömürgeci-kapitalist sisteme karşı direniş gücünün eksiklerini de tamamlayarak birlikte büyümesi devleti alaşağı etme yeteneğine sahiptir. Gezi Direnişi Sistemin ayırmaksızın bütün başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün ezilenlere düşman olduğu gerçeğini deşifre etmiştir. Şimdi bu gerçek üzerinden kitlelerin örgütlülüğünün de eylemliliğinin yükseltilmesi, bileşenlerinin genişletilmesi, örgütlülüğünün yaygınlaştırılması ve çalışmalarının derinleştirilmesi gerekmektedir. Türkiye halkları, bütün renkleriyle birlikte mücadele cephesini eylemlilik üzerinde yükselttiği takdirde, devrim bir hayal olmaktan çıkarak, ete kemiğe bürünmüş bir somutlukta halkları selamlayabilir. Çabaların bu doğrultuda yoğunlaşması, devrimci çalışmanın da esasını oluşturmalıdır. “Türk halkı da Kürdistan’da olduğu gibi barış ve demokrasi için, özgürlükler ve emeğin kurtuluşu için serhildanlarla yükselmelidir. Hoşnutsuzlar direnişi’nin bileşenleri hoşnutsuzluğun dillendirildiği alanlarda Türk olmayan halklarla birlikte, bütün farklılıkları kucaklayarak sürdüreceği bir eylemlilik içinde enternasyonalist bir kültürü içselleştirebilir… Elbette bu (direniş) kapitalist sistemi köklü bir dönüşüme zorlama yeteneğine sahip değildir. Ama böylesi bir mücadelede muhalif güçlerin zaferinin, asgari kazanım olarak demokratik haklar ve özgürlükler alanının genişlemesi olacağı açıktır. Bu kazanımların kalıcılığı ve devrimci bir niteliğe dönüştürülmesi görevi ise öncelikle anti-kapitalistlerin ve özellikle Marksist sosyalistlerin görevidir.”


16

mücadele - 233

ATİF NSU DAVASININ GÖRÜLDÜĞÜ MAHKEME ÖNÜNDE MİTİNG DÜZENLEDİ! 6 Mayıs 2013 tarihinde, Münih te başlayan NSU Davasının 42. Oturumunun görüldüğü 2 Ekim 2013 Çarşamba günü, ATİF´in (Almanya Türkiyeli İşçiler Federasyonu) çağrısı üzerine, iş günü olmasına rağmen Mahkeme önünde toplanan 70 kişilik kitle, Irkçılığı protesto etti ve NSU faşist çetelerinin katlettiği 9 Göçmen insanı pankartlar ve dövizler açarak , sloganlar atarak andı. Basın-Medya ve TV kanallarının ilgi gösterdiği kitlesel miting saat 9.00 civarında başladı ve 11.30’a kadar sürdü. ATİF in çıkarmış olduğu Almanca basın açıklamasının okunması ardından kitlesel olarak şu sloganlar atıldı; „Faşist partiler ve örgütler kapatılsın„ „NSU cinayetlerinde katledilen Göçmenleri anıyoruz” “Alman Anayasayı koruma örgütü lağvedilsin“ “Faşizme ve ırkçılığa karşı omuz omuza” „Alman devletinin Nazi çetelerini koruma ve kollamalarına son verilsin„ Mitingin organizesinde görevli Mahmut Özkan “Türkçe yaptığı konuşmasında: Irkçılık toplumları ve halkları zehirler. Irkçılık faşizmdir. Bu-

girdiler. Mahkeme Salonunun önünde öldürülenlerin resimlerinin olduğu tişörtlerle mahkemeye girişe izin verilmedi. Tişörtler çıkarıldıktan sonra Mahkeme salonuna girilebildi. Edinilen izlenimler Mahkemenin göstermelik yapıldığına dairdi. Davanın görüldüğü Münih Yüksek Eyalet Mahkemesinin şu ana kadarki tavırları, bu davanın arkasında ki gerçeklerin örtbas edilmeye çalışıldığı yönünde. Davanın kişisel bir cinayet olarak yönlendirildiği ve politik-siyasal nedenlerin ise görmezden gelindiği artık ortaya çıkmış durumda. Bu davada devletin ve bürokrasinin rolü net iken, faşist NSU örgütünün Göçmenlere karşı seri cinayetleri, bir kaç çeteci figüranın cezalandırarak davanın kapatılacağı yönünde kaygılar ön planda. Münih Adalet Saray önünde toplanan kitleye hitaben bir konuşma gerçekleştiren ATİF Başkanı Süleyman Gürcan şunları söyledi;” Bugün burada NSU cinayetleri sonucu katledilen göçmenleri anmak ve mahkeme sürecini takip etmek için toplandık.. Biraz önce Mahkemenin seyrini izledik. Katil Beate Zschäpe’nin küstah tavırları Alman devletinin ayıbıdır. Alman

gün burada sayımız azda olsa, insanlığın vicdanına sesleniyoruz. Dünyada ezilen milyarlarca insanın duygularını buradan dillendiriyoruz. Irkçılığa karsı durun. Nazi çetelerinin katliamlarına sessiz kalmayın. Katledilen ve hedefe konan insanlıktır. Dünyanın neresinde olursa olsun egemenler halkları birbirine düşürmek için milliyetçiliği körüklüyorlar. Milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı koyalım. Alman devletinin kurumsal ırkçılığına karşı sesimizi yükseltelim„ dedi YDG (Yeni Demokratik Gençlik) Başkanı Mustafa Uçar’da yaptığı konuşmada davanın takipçisi olacaklarını ve kamuoyunu bilgilendireceklerini dile getirdi. ATİF bileşenleri daha sonra 20 kişilik bir grupla Mahkeme salonuna Mahkemeleri burada bir tiyatro sergiliyor. Davada yargılanan katil sadece bir figürandır. Gerçek sorumlular ve devlet kurumlarında bu çetelere destek verenler açığa çıkarılmalıdır. Biz ATİF olarak bu davanın takipçisi olacağız. Basın ve medya bu davada duyarlılık göstermelidir. Göstermelik yargılamalarla gerçeklerin üstü örtülmemelidir. Kapitalist tekellerin, Emperyalist politikaları sonucu, ırkçılık Almanya’da tırmandırılıyor. Sorunların kaynağını gizlemek için, göçmenler ve mülteciler hedef gösteriliyor. Ama biz biliyoruz ki bütün sorunların ve ırkçılığın kaynağı sermaye sistemidir. Bunlara karşı mücadele etmeli ve halklar arası, işçiler arası kardeşliği güçlendirmeli ve faşist ırkçı politikalara karşı koymalıyız. ATİF olarak bunu yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz” dedi. Basın mensuplarına verilen dosyalar ve atılan sloganlar sonrası ATİF Başkanı Gürcan bir kapanış konuşması yaparak gelenlere teşekkür etti. Sonra ki duruşmalarda buluşmak umuduyla miting bitirildi.


17

mücadele - 233

GENÇLİK FESTİVALİ VE SAHİPLENME MESELESİ ÜZERİNE Gençlik festivali, siyasi içeriğe de sahip olmakla birlikte bir yıl boyunca kültürel ve sanatsal anlamdaki tüm çalışmalarının sonucudur ve biz bunu nasıl sahipleniyoruz ve ne şekilde ele alıyoruz. Aslında bütün bunları sorgularken gençlik kesimi dışındakileri hedef almak gerekmektedir. Gençlik ne olarak görülmektedir ve nasıl ilişkilenilmektedir? Bir bireyin veya toplumun belli bir bilinç seviyesine ulaşabilmesi ve devamlı olarak da bu seviyeyi yükseltebilmesi için ilk önce kendini gerçek anlamda tanımlayabilmesi lazımdır. Bilginin elde edilmesi sürecinin devamında gelişen bilinç oluşumunda kendini tanımlama temel noktadır. İnsanda bilinç durumu sürekli olduğundan kaynaklı diyebiliriz ki insan her koşulda kendisi için bir tanımlama getirmektedir. Bir çocukta veya bir gençte de elde edilecek bilgi ve tecrübe çok az olmasına rağmen, bir bilinç ve kendini tanımlama durumu vardır ama bir çocukta veya gençte farklı olan şey, onların tanımlamalarının sabit değil değişken olmasıdır. Bir çocuğun veya gencin kendini tanımlaması değişken olduğundan dolayı bilinci de sürekli değişkendir. Bunun gencin fiziksel özellikleriyle de bağlantısı olsa da esasta bilincin oluşma sistematiği bunun temel sebebidir. Bilginin edinimi sonucu bilincin oluşumu sonrasında bilinç faktörü kendi içinde bir dogma halini alır. Çünkü böyle olmak zorundadır yoksa bilincin düşünsel dünyada yerleşmesi ve bir noktaya gelme durumu oluşamaz. Sistemi değiştirme iddiasında olan bizler bazen, sistemin en kalın zincirlerinin tek tek insanların bilinçlerinde olduğunu unutuyoruz. Bazen, bilinçlenme ve yeni bir bilinç sahibi olma üzerine saatlerce konuşmanın bilinç oluşturduğuna da inanabiliyoruz. Halbuki en net olan noktayı kaçırıyoruz. Bilinci en iyi şekillendirebileceğimiz alan gençlik alanıdır. Kendini tanımlama sürecinde olan gençlik açısından diyebiliriz ki, bilince en fazla müdahale edileceği zaman gençlik dönemidir. Burada sorun bilginin az yada çokluğu değil, bilginin alımı sonrasında gençliğin kendini nasıl tanımladığı sorunudur. Aslında bu sorunun kavranmış olması en normal olanıdır. Çünkü şimdinin görece yaşlı olanları da bu gençlik döneminden geçmişlerdir, ama birçok durumda sanki kendileri bu dönemi hiç geçirmemişler gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu tespit, gençlikle olan çok yetersiz durumdaki bağlarından ortaya çıkmaktadır. Aslında bu durum, şimdinin görece yaşlıları açısından bir yabancılaşma durumudur. Bir bütün kendi yaşamının bilincinde olmayan, yani daha doğrusu bir zamanlar ne yaşamış olduğunu anlamamış insan kendisine yabancılaşmış insandır. Bu durum bir sorgulama ve özeleştiri konusu olmalıdır Hiçbir şeyin tam olarak tanımlanmadığı ve muğlak bırakıldığı ve özellikle sistemin kendi tanımı muğlaklaştırdığı bir ortamda gerçekten önemlidir, her şeyden önce kendini tanımlayabilmek. Bir şeyler tanımlamaya uzak olduğumuz bu zamanda gençliğin de tanımlamalar getirememesi elbette sürpriz olmadı. Bir

insanın kendi tanımını başkasının ağzından duyması ne kadar kötü bir şeydir. Gençlik açısından konuştuğumuzda buradaki en temel sorun gencin kendisini tanımlayabileceği ve ifade edebileceği alanı veya ortamı bulamamış olmasıdır. Buradaki başka bir sorun gencin kendini nasıl ifade edeceğini bilmeme durumudur. Kendini ifade etmeyen veya edemeyen hiçbir insan gelişmez, ilgilenmez, merak etmez ve dolayısıyla da ilerlemez. Genel kitle psikolojisi bu yönlüdür. Kitle kendi iradesini gördüğü yerde yer alır belirlemesinin de anlamı budur. Bu belirleme gençler için daha temel durumdadır. Gençler açısından bir yerlerde kendini göstermek ve bir yerlerde kendini görmek çok daha fazla önemlidir. Bir arayış halinde ve daha çok da kendini tanımlama aşamasında olan gençlik, kendi her koşulda göstermek ister ve gösterdiği şeyin de gerçekten görülmesini ister. Yaptığı işin görülmesinden bahsederken aslında burada değer verme olayından bahsediyoruz. Gençliğin, kendi yaptığı şeye önem verildiğini görmesi gerekir ve bunun sadece bir görme yada gösterme bağlamı içerisinde değil, gerçek anlamda bilince çıkarılması gerekir. Bir şeyleri değiştirme ve insanları örgütleme perspektifiyle hareket edildiği zaman gençliğe yaklaşım konusundaki ciddiyet daha fazla bilince çıkacaktır. Özellikle şuandaki konumuz olan kültür-sanat anlamında. Çünkü kendini tanımlama ve gösterme evrelerindeki gençlik için kültür-sanat çalışmaları en çekici olanı oluşturmaktadır. Bu çalışmalara gençlik büyük ilgi göstermektedir. Bu çalışmaları bir genç hem kendini gösterme hem de sosyalleşmenin bir yöntemi olarak görmektedir. Bu çalışmaların içinde aynı zamanda kendine bir yön çizmektedir ve ortak iş yapma pratiği ve bunun sonucunda şekillendirdiği kolektif kültürle birlikte örgütlülüğe adım atmaktadır. Bu süreç doğru yönlendirme sonucunda gençler için daha kolay bir süreç haline gelebilecektir ve gelebilmektedir. Gençlik örgütlenmeye en açık kesimdir ama biz bunu nasıl bilince çıkartıyoruz, işte burası önemlidir. Gene olarak görülen şudur ki, gençliğe sadece basit anlamda dinamik yapısı üzerinden bakılmaktadır. Gençlik dayanıklıdır, uzun süre çalışır, uykusuz kalır, iyi eşya taşır mantığı artık muhabbet arası laflar olmaktan çıkıp süreklileşerek, genel bir bakış açısı haline gelmiştir ve bunun farkında çoğu zaman olunmamaktadır. Gençlik sistem içi hareketler tarafından böyle algılanabilir ve onlar böyle de davranabilirler ve böyle davranmaktadırlar zaten. Ama bizim gençliğe bakış açımız bu tür anlayışların baktığı gibi olamaz ve olmamalıdır. Sistem, gençliği kendi varlığının devamı için düşünür ve o şekilde ele alır. Bu durumda biz de gençliği sistemin yıkılması ve değiştirilmesi ekseninde ele almalıyız. Gençlik, doğru bir yönlendirmeyle sistemin baş belası haline gelebilir. Sistemin, gençlik örgütlenmelerine verdiği stratejik önem ve tersi yandan bizim

vermemiz gereken stratejik önemin nedeni budur. Bu stratejik önemin esas ve en önemli nedeni gençliğin dinamik rolü değildir. Çünkü sisteme karşı verilen mücadelede sahip olduğun dinamik gücün niteliği değil, sahip olduğun iradi gücün niceliği önemlidir ve savaşta insan iradesi faktörü sıkça duymuş ve okumuş olduğumuz bir şeydir. Gençliğin öneminin esas nedeni, sistem içinde aldığı konumlanmadır, tabi ki kendi içinde de çok farklı konumlanmaları da barındırmaktadır. Üretim yaşamı içerisinde olan gençlikle okuyan gençlik arasında elbette davranışları ve düşünce tarzları açısından belli farklılıklar mevcuttur ama özellikle Avrupa’da hem okuyan hem de çalışan ve sayıları gittikçe artan bir gençlik kesiminin olduğunu da hesaba katarsak bu anlamda da birbirine yakınlaşma durumu söz konusudur. Bütün bu benzerlik ve farklılıkların dışında gençler açısından ortak durum sistemin zincirlerine henüz birçok anlamda girmemiş olmamalarıdır. Görece bağımsız durumları ortak karakter olarak söylenebilir. Burada özellikle evlilik ve aile kurumlarından bahsetmek gerekir. Avrupa’da aile kurumu görece yıpranmış gibi gözükmesine rağmen halen aile sistemin en küçük yapı biçimidir ve sistemin ilk ve en etkili şekilde empoze edildiği yerdir. Avrupa’daki bireyci yaşam şekillenmesinden kaynaklı aile kurumunda bir yıpranma varsa da sistem bu kurumu tamamen dejenere etmek istememektedir. Bu yönlü tartışmalar da bunun göstergesidir. Gençliğin hem kendi büyüdüğü aile içindeki aykırı duruşu hem de evlenerek oluşturduğu aile içindeki görece bağımsız duruşu incelenmeye değildir. Gençlik, aile bağlarını en kolay biçimde atabilecek olan kesimdir. Yaşamdaki duruşu aile bağlarına ters bir durum içermektedir. Evlense bile duruşu aykırıdır ve bu bağdan her anın kopabilecekmiş gibi bir eğilimdedir. Boşanmaların en çok genç yaşlarda oluşu bu konuda bir fikir verebilir bize. Buradan çıkaracağımız şey, gencin sistemle olan çatışmalı halidir. Aile kurumu içinde empoze edilen sisteme doğallığında bir başkaldırısı vardır. Bu anlamda, bir gencin sistemle bağını ne adar kolay koparabileceğini görmemiz gerekir. sistemin empoze ettiği ilişkiler içerisine girmesiyle birlikte ve sonrasında artık kopması çok zorlaşır ve yapabileceği şeyler de azalmaya başlar. Bizim gençlik açısından bakmamız gereken en önemli nokta budur Peki biz gençlikle nasıl ilişkiye geçiyoruz? Bu sorunun cevabını festival çalışmalarına yaklaşımda görebiliriz. Görülmektedir ki sadece merkezi yaklaşım anlamında ortaya koyulan güzel fikirler, teorik yaklaşımlar ve hatta merkezi oluşturulan kurumlar bile yeterli olmamaktadır. Gençlikle doğru ilişkilenme ve yönelimler, merkezi planlamanın dışında esasta yerellerde önemlidir ve buralarda başarıldıkça gerçek anlamda tüm örgütlülüklere ve merkeze de yansıyacaktır. Yerellerde komitelerde ve özellikle dernek işleyişlerinde ciddi yenilenmeler olmalıdır. Gençliğin iradesi ve dolayısıyla inisiyatifi arttırılmalı ve

bunu yapabilmek adına gençliğe küçük yada büyük sorumluluklar verilmeli ve sorumluluk kültürü geliştirilmelidir. Yapılacak en küçük görevlendirmenin bile gençler üzerinde ne kadar olumlu bir etki bıraktığı unutulmamalıdır. Sorumluluk ve bir şeyler yaptığını hissetme duygusu her insan için tetikleyici bir durumdur ama özellikle yaşamda kendini tanımlama noktasında olan genç için çok daha fazla önemlidir. Bunu yanında gençliğin düşüncelerine önem vermek diğer en önemli noktadır. Bize aykırı, garip gelen düşüncelerle karşılaşabiliriz ki bu tür düşüncelerle herkes, her an ve her yerde karşılaşabiliyor. Ama bu durum düşünceyi önemsizleştirmemizin ve saygısızlık yapmamızın gerekçesi olamaz. Her insan ve özellikle bir genç, ortaya koyduğu düşüncenin karşıda bir etki bıraktığını görmelidir. Hatta bazı düşüncelerin pratik içinde yanlışlığının veya doğruluğunun sınanmasına izin verilmelidir, biz bunun yanlış çıkacağına yüzde yüz emin olsak bile. Gençlik kendini yansıtmalıdır ve bizde onun yansıttığı şeyin bize gerçekten yansımış olduğunu göstermeliyiz ve genç kendi yansıttığı şeyi birebir kendisi görmeli yani biz ona göstermeliyiz. Bir insan ve özellikle de bir genç yansıttığını görmezse, kendi yanlışını da göremez. Her anlamda ve özellikle de kültür-sanat alanında yeniliklere gerçek anlamda açık olmak gerekir. Yaşamdaki her olguyu amaçlarımız doğrultusunda şekillendirebilme ve kollanabilme potansiyeline sahip olmalıyız. Yaşam içinde bize en zararlı olan ve en büyük zararı verecek olan, doğmatik ve değişime kapalı anlayışlardır. Genç demek, her zaman bir şeylerin arayışında olmak demektir. Dogmayı ve kapalılığı hazmedemez ve eğer zaten bunu hazmedecek olursa gelişemez. Bu durum, bizim yaptığımız ve yaşayacağımız en kötü durumdur. Dernek işleyişindeki planlamalarda gençliğin sözü çok önemli olmalıdır. Gençlik hem kendisi proje üretmelidir ve bunun için teşvik edilmelidir hem de gençlik için kapsayıcı, sosyalleştirici projeler yapılmalıdır. Dernekler içinde gençlik komisyonları oluşturulmalı ve inisiyatif sınırları genişletilmelidir. Bu komisyonlar derneğin kendi gençlik yapılanmaları olarak işlemelidir. Bu komisyonlar dernek faaliyet planlamasında etkin olmalıdır. dernek faaliyetleri içinde gençliği yoğun biçimde kapsayan kültür-sanat faaliyetleri en önemli ve en çok yapılan faaliyetlerden olmalıdır Konu gençlik festivaliydi ama konuya değişik noktalardan daha ayrıntılı girilmesi gerekiyordu. Bu amaçla bu şekilde bir yazı oluştu. Ama temel anlamda gençlik festivalinin ciddi bir şekilde sahiplenilmesi gerektiğinin anlatılmış olduğu kanaatindeyim. Esas önemli olan nokta, gençliğe ciddi bir şekilde sahip çıkılması gerektiğinin bilince çıkarılması. Gençlik gelecektir sözü bunu anlatmıyor bence çünkü aslında hepimiz geleceğin parçasıyız ve hepimiz geleceğiz. En doğru slogan ’’Gençlik Gelecek, Biz de Geleceğiz” Frankfurt’tan Bir Mücadele Okuru


18

mücadele - 233

AKP’NİN YENİ OYUNU ‘’DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ’’

Metin Atak

Kamuoyunun uzun bir süredir beklediği “Demokratikleşme Paketi” nihayet 30 Eylül 2013 tarihinde yeni Başbakanlık binasında, bizzat hükümetin başı Erdoğan tarafından açıklandı. Hiçbir muhalif gazete ve televizyon kuruluşunun yer almadığı basın toplantısında, Bakanlar Kurulu üyeleri ve yandaş basının Ankara temsilcilerinin yer aldığı basın toplantısında, Erdoğan tek kişilik bir tiyatro oyunuyla ‘Demokratikleşme Paketi’’ni açıklayarak salondan ayrıldı. Paketin açıklandığı böylesi bir basın toplantısında muhalif basına dahi tahammülü olmayan bir hükümetin sunduğu “Demokratikleşme Paketi”den sanıldığı gibi bir demokrasi çıkmayacağı açıktır. Devrimci ve ilerici kesimler açısından bu paketin içinin tamamen boş olduğu zaten tahmin ediliyordu. Açıktır ki, bu paket AKP hükümetinin 2015’te yapılacak olan genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir yatırımdır. Net bir belirleme olarak belirtmek gerekirse demokrasi sorunu sınıfsaldır. Demokrasiyi sınıfsal özünden ayırarak kendi başına bir olgu olarak ele alamayız. Emperyalist-kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Bu demektir ki, dünya iki kampa bölünmüş, birinci kampta, bir avuç egemenler, diğer kampta ise çoğunluğu oluşturan emekçiler yer almaktadır. Sınıfsal bakış, bizi tüm meselelerde olduğu gibi, tarihsel gelişmelere de doğru yaklaşmamızı zorunlu kılar. Marks ve Engels, tarihin tüm aşamalarında somutu içermeyen, ezbere dayanan tüm metotlarla doğal olarak alay ettiler. Bunun içinde bugüne bıraktıkları en temel miraslardan biri öğretimizin bir doğmalar toplamı değil, bir eylem kılavuzu olduğu gerçeğidir. Evet demokrasi bir devlet biçimidir. Çeşitli devlet biçimlerinden biri olarak da kabul edilmektedir. En gelişmiş burjuva devlet tiplerinden biri parlamenter demokratik cumhuriyettir. Bu burjuva devlet tipinde iktidar parlamentoya aittir. Devlet aygıtı burada da olduğu gibi burjuvazidedir. Sürekli ordu, polis ve mahkemeler burjuva devlet aygıtını korumakla görevlidir. “Burjuva topluma özgü merkezi devlet iktidarı, mutlakıyetin çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. Bu devlet makinesinin en ayırt edici iki kurumu, bürokrasi ve sürekli ordudur. Marks ve Engels, yapıtlarında birçok kez, bu kurumları burjuvaziye bağlayan binlerce bağın sözünü ederler. Her işçinin deneyi, bu bağlılığı açıklıkla ve göze çarpar bir biçimde gösterir. İşçi sınıfı kazık yiye yiye, bu bağı tanımayı öğrenir. Bu nedenle, işçi sınıfı, bu bağın kaçınılmazlığını açıklayan bilimi, kü-

çük-burjuva demokratların, onlardan pratik sonuçlar çıkartmayı unutarak, onu “genel olarak” kabul etmek gibi daha da büyük bir hafifliğe düşmedikçe, bilgisizlik ve hafiflik yüzünden yadsıdıkları bu bilimi, büyük bir kolaylıkla kavrar ve iyice sindirir.” Engels, devletin kökeni adlı yapıtında çok açık ve net olarak dile getirdiği gibi, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet devam ettiği müddetçe, burjuvazinin hâkim olduğu hangi devlet olursa olsun, bu devletin işçi sınıfını, köylüğü ve toplumun tüm kesimleri üzerinde bir baskı ve boyunduruk aracı olarak orta yerde durmaktadır. Parlamento, genel oy hakkı özü değiştirmeyen bir tür sözleşmedir. Demokratik burjuva cumhuriyet, feodalizme göre ileri bir devlet şekliydi. Burjuva demokratik cumhuriyet proletaryayı bir araya getirme ve örgütleme imkânı verdi. Köylüler feodal sisteme karşı ayaklandılar. Kendi haklarını kazanmak için büyük bedeller ödeyerek özgürlüklerini kazandırlar. Ancak hiçbir zaman sınıf bilinçli bir çoğunluğu sağlayarak kendi partilerini kuramadılar. Burjuva cumhuriyet, parlamento ve genel oy hakkı, tüm dünyada işçi sınıfının gelişmesi, özgürlüklerin genişletilmesi, sendikaların kurulması, kadın örgütlülüklerinin yaratılması bakımından önemli ilerlemeler sağladı. Parlamento ve genel oy hakkı olmaksızın bu ilerleme olmazdı. “İnsanlık, kapitalizme doğru ilerledi ve ancak kapitalizm, kent kültürü sayesinde, ezilen proleter sınıfına, kendini sınıf olarak görme ve kitlelerin mücadelesini bilinçli olarak yöneten o milyonlarca işçiyi, o sosyalist partileri yaratma imkânını verdi. Parlamentarizm olmaksızın, oy hakkı olmaksızın, işçi sınıfının bu gelişmesi olanaksız olurdu” Ancak demokratik burjuva cumhuriyet hangi renge bürünürse bürünsün, isterse en demokratiği olsun, eğer özel mülkiyet varsa ve sermaye tüm emekçileri ücret köleliğine tabi tutuyorsa, bu devlet bir sınıf adına başka bir sınıfı baskı altında tutuyor demektir. Devrimciler, yıllardır Türkiye’nin demokratik olmadığını, faşizmle yönetilen bir ülke olduğunu haykırıp durdular. Bunun için büyük bedeller de ödediler. Burjuvazi her fırsatta, Türkiye’nin “demokrasiyle” yöneltildiğini, “örnek bir ülke” olduğunu söyleyip durdu. Son 11 yıldır da Erdoğan aynı şeyi bağırıp duruyordu. Açıklanan “Demokratik Paket”le nihayet Türkiye’nin demokratik bir ülke olmadığı gerçeği de açıklanmış oldu. Erdoğan’ın açıkladığı “demokratikleşme” paketinin boş olduğu ger-

çeği 45 dakika süren ön konuşmayla başından belliydi. Belirli kesimlerin önde gelen simgeleşmiş isimleri olarak “Gazi Mustafa Kemal” “Adnan Menderes” “Turgut Özal” ve “Necmettin Erbakan”ın ülke “demokrasisine” “büyük katkılar yaptıklarını” konuşmasının birkaç yerinde tekrarlayan Erdoğan, sundukları paketin, öncekilerin bir devamı olduğunu birkaç kez vurgulama ihtiyacı duydu. AKP hükümetinin sunduğu “Demokratikleşme Paketi”nin Kürt Ulusal Hareketiyle yapılan görüşmeler ve pazarlıkların bir sonucu olarak açıklandığı bilinmektedir. 11 yıldır hükümette bulunan AKP’nin son bir yıldır diline doladığı “demokratikleşme” lafını bir yana bıraktığımızda, AKP’nin hiçte demokrasi yanlısı olamadığı, tam tersine baskıcı, gerici ve totaliter bir devlet yanlısı olduğu açıktır. Son gezi olayları AKP’nin ülkeyi nasıl yönetmek istediğinin açık bir uygulamasıydı. Demokratik haklarını kullanarak Gezi Parkındaki ağaçların kesilmesine karşı çıkan çevrelere karşı görülmemiş bir sadırı düzenleyen, beş göstericiyi katleden bir hükümettin nasıl bir demokrasi vaat ettiği bellidir. AKP, iş başına geldiği günden itibaren baskıcı ve inkârcı bir politika izleyerek, başta Kürtler olmak üzere, azınlıkları, Alevileri ve diğer inanç çevrelerini hep yok saydı. Alevilere en büyük hakaret AKP hükümeti döneminde oldu. Sivas davasının zaman aşımına uğratılmasının ardından bizzat Erdoğan tarafından ‘’milletimize hayırlı ve uğurlu olsun’’ diyerek Alevilerle alay etmişti. AKP, 11 yıllık hükümeti dönemi boyunca hep Kürtlere saldırdı, katletti. Kürtlere yapılan her saldırı sonrası “çocukta olsa, kadında olsa benim polisim gerekeni yapar’’ diyen AKP hükümetiydi. Kürt ulusal direnişçilerini kimyasal silahlarla öldüren, Roboski’de 34 Kürt emekçisini katleden yine AKP hükümetiydi. AKP hükümeti döneminde onlarca kişi gözaltında kaybedilmiş, 152 çocuk öldürülmüş, KCK operasyonlarında on bin kişi gözaltına alınarak bunların yaklaşık yedi bini tutuklanmış, davaları devam etmektedir. Seçim dönemlerinde Kürtçe propaganda yaptıkları için tutuklanan, çeşitli cezalara çarpıtılan onlarca Kürt siyasetçiye verilen onlarca yıl hapis cezalarını AKP hükümeti unutmuş gibi. AKP hükümetinin büyük bir “değişim”, “tarihi bir adım” olarak sunduğu ‘’Demokratikleşme Paketi’’ içi boş bir adımdır. Paket içinde yer alan birçok başlığın şimdiye kadar beklenmesine gerek olmayan, genelgeler yayımlanarak haledilebilecek konular olma-

sına rağmen, beklenip beklenip, bir içinde sunulması göz boyamadan ibarettir. “Demokratikleşme Paketi” nin yaklaşık sekiz aylık bir serüveni var. Abdullah Öcalan’ın hükümete gönderdiği mektup ve ardından başlayan görüşmeler, Newroz’da okunan Abdullah Öcalan’ın mektubu, gerillanın geri çekilmesiyle başlayan aşamalar içinde hazırlanan bu paketin esası Kürt Ulusal Hareketinin öne sürdüğü şartların toplamından ibaret olacağı sanılırken, paketin açıklanmasının hemen ardından Kürt Ulusal Hareketinin verdiği ilk tepkiler, AKP’nin verdiği sözleri tutmadığını, istemlerini karşılamadığını göstermektedir. Anadilde eğitim Kürt ulusunun temel bir talebi olmasına rağmen, pakette yer almaması, AKP’nin ciddi olmadığını, ‘ben ne verirsem sende kabul et’ demektir. Anadilde eğitim sorunu, eğer demokratikleşmenin temel bir unsuru olarak kabul edilecekse, pakette yer almaması, paketinde demokratik bir içerikte olmadığının en tipik göstergesidir. AKP, dalga geçer gibi, özel okullarda isteyen anadilde eğitim yapabilir diyerek, şimdiye kadar ısrarla dile getirdiği “tek dil, tek millet, tek bayrak” anlayışından geri adım atmayarak, ırkçı ve şoven devlet politikasından taviz vermemiştir. Paket açıklanmadan önce de bunun böyle olacağı biliniyordu. Hükümet sözcülerinden Bülent Arınç’a paketle ilgili sorulan sorulara verdiği yanıtlarda “kimse bu paketten anadilde eğitim beklemesin” diyordu. Pakette yer alan köy ve yerleşim yerlerinin yeniden Kürtçe isimlerle değiştirilebileceği bir geçiştirmedir. Fiili olarak zaten hükmü kalmayan önceki uygulamaya karşı Kürt illerindeki belediyelerin geliştirdiği otoriteyi tanımamayla Türkçe isimle anılan yerleşim yerleri Kürtçeyle anılmasıyla bu hak zaten elde edilmişti. Kürt ulusunun 30 yıldır kan ve can bahasına verdiği mücadeleyle pratikte elde ettiği bir hakkı, AKP hükümeti paketle sunuyormuş gibi açıklaması bir hiledir. Kaldı ki, pakette yer alan Köy ve yerleşim isimleri dışında kalan il ve ilçe isimlerinin ancak kanunla değiştirilebileceği hükmü dahi, AKP’nin ciddi olmadığını göstermektedir. Keza “W, X, Q” harflerinin kullanılabileceği de aynı içeriktedir. AKP hükümeti normal şartlarda bu harflerin kullanılmasına karşıdır. Nitekim paket açıklanmadan önce verilen tüm demeçlerde bunu görmek mümkündür, ancak, Türkçe olan köy ve yerleşim yerlerinin Kürtçeyle değiştirilebileceği söylendikten sonra “W, X, Q” harflerinin serbest bırakılması zorunlu hale gelmiştir, zira birçok Kürtçe isimde


19

mücadele - 233 W,X ve Q harfleri oldukça yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Kürtçe isimlerin deşikliği gündeme geldiğinde W,X ve Q harflerinin serbest bırakılmaması değişimde fiili bir engelleme olacağından AKP istemeye istemeye bu harflerin kullanılması razı olmuştur. AKP hükümeti 11 yıllık hükümeti döneminde azınlıklara ve farklı dini inançlara sahip kesimlere hep düşmanca baktı. Sünni Hanefi dini esas alan bir anlayışla diğer dinlere hep mesafeli durdu. Alevilere karşı iki güzlüce yaklaşan AKP hükümeti, diğer dinden topluluklara da hiçbir zaman sıcak bakmadı. Vakıf mallarının geri verilmesi, bazı kiliselerin ibadete açılması iç kamuoyu ve uluslar arası kamuoyunun baskısı sonucu olmuştur. Ancak Alevilik meselesinde dış baskılar daha geri bir düzey de olduğundan AKP hükümeti Alevilere karşı bilinen politikalarına devam etti. Birçok kez Alevi kurultayı yapan AKP, Alevileri kendilerine biat eden bir düzeye getiremediği içinde bir daha bu Alevi kurultaylarını yapmadı/yaptırmadı. Pakette, Alevilere büyük bir jest yapılmış havası yaratılarak Nevşehir üniversitesine Hacı Bektaşi-i Veli adının verilmesiyle Alevilerin ağzına bir parmak bal sürülmek istenmiştir. Alevilerin temel istemi olan Cem Evlerinin ibadet yeri olarak kabul edilmemesi, Aleviliği ısrarla İslam’ın içinde gören bir hükümetten Alevilere demokrasi çıkmaz. Üçüncü Boğaz köprüsüne Yavuz Sultan Selim isminin verilmesine karşı çıkan Alevilerin bu talebini dahi ciddiye almayan bir hükümetten demokrasi beklenebilir mi? Alevilerin artık yüzlerini devrimcilere dönmeleri, bu Kemalist faşist devletin kendilerine hiçbir şey vermeyeceğini bilmeleri gerekir. Pakette “Nefret suçlarına” verilen cezaların daha da artırılacağı vurgulanmaktadır. Toplumun yıllardır şoven ve ırkçı söylemlerle eğitildiği, yönlendirildiği, Kürlere, Alevilere, Ermenilere ve diğer tüm azınlık ve dini topluluklara karşı nefretin bir devlet politikası olarak uygulandığı bir ülkede, yasal bir değişikle bunun tersine çevrilmesi oldukça zordur. Bundan sonra, Kürtlere hakaret edilmeyeceğini kim garanti edebilir? Zorunlu din dersini ret eden bir Alevi çocuğunun okulundan tecrit edilmeyeceğini kim garanti edebilir? Bu ‘’yasal değişikliğin’’ daha çok türban ve başörtüsü takan kesime yönelik alındığı algısı toplumda ağır basmaktadır. Ebetteki bizler başörtüsü takan insanlara karşıda saygılıyız. Onların yaşam biçimlerine karışmaktan çok, onları bilinçlendirmek, dönüştürmek politikasını benimseriz. Bir toplum sadece yasaların değişmesiyle dönüştürülemez. Esas olan bilinçlendirmek ve inandırmaktır. Korkuyla yasakla, toplumsal nefretler değiştirilemez. Paketle hiç bir şey değişmeyecek, ırkçı ve şoven kesimler kin ve nefret söylemlerine devam edeceklerdir. Örneğin AKP, her fırsatta Kürtlere saldıran, hakaret eden MHP’ye karşı tavır alabilecek mi? Paketin açık-

landığı saatlerde Demokratik Toplum Kongresinin Batman Sağlık Meclisi tarafından çeşitli ülkelerde yaşayan Kürt sağlıkçılarının katılımıyla Kürdistan sağlık Kongresi için hazırlanan Kürtçe afişlere Batman Emniyet Müdürlüğü tarafından “izin alınmadan çağrı yapılıyor” gerekçesiyle izin verilememesi, Kürtlere ve diline karşı nasıl bir tahammülsüzlük olduğunu göstermesi bakımından bu olay birçok şeyi açıklamaktadır. Nefret suçlarına karşı yasa çıkartan AKP hükümeti acaba Batman Emniyet Müdürüne karşı bir dava açacak mı? AKP hükümeti Türkiye’nin ‘’demokratikleşme’’ yolunda attığı en önemli adımlardan birinin de Toplantı Ve Gösteri Kanunu hakkında yapılan değişiklik olduğunu açıkladı. Gezi ayaklanması sonrası çizilen imajını tersine çevirmek, öldürülen beş direnişçinin üstünü örtmek, polisin orantısız güç kullanmasını unutturmak için yeni bir hamle yaparak, gösteri ve yürüyüş kanununda değişiklikle “sessiz devrim” yaptığını ilan etmiş bulunuyor. Yürüyüş saatinin fazlalaştırılması neyi değiştirecek? Ya da Hükümet Komiserliği yerine ‘’Düzenleme Kurulunu’’ nasıl demokratik davranacak. Yürüyüş ve toplantılarda polis ‘’Düzenleme Kurulunun’’ yasakladığı bir toplantı ve yürüyüşe polis yine saldırmayacak mı? Polis kurşun sıkmayacak mı? Gaz kullanmayacak mı? Gözaltı, işkence ve tutuklamalar olmayacak mı? Bunların hepsi olacak, polis istediği şekilde saldıracak, gözaltına alacak, işkence yapacaktır. Bu durumda yapılan değişikliğin biçimsel bir değişiklik olduğu açıktır. Paket o kadar şişirilerek sunuldu ki, dileyenler de bir şey varmış sandılar. Örneğin siyasi partilere üye olmayı kolaylaştırdıklarını, partilerin tüzüklerine Eş Başkanlık hükmünü ekleyerek demokrasi yolunda çığır açtığını ilan eden AKP’nin sihirbazlıkları paketle daha da hoş bir durum almış bulunuyor. AKP, “Demokratikleşme Paket” ile tartışmaya açtığı seçim kanununun her üç seçeneği de hükümeti etkilemediği için, bunu tartışıp birini seçmek hükümetin zararına olmayacaktır. Burjuva demokrasisinin en temel özeliği olarak kabul edilen katılımcılıkta, temel kural her kesimden temsilcilerin eşit bir şekilde seçimlere katılmasıdır. Türkiye’de hiçbir zaman demokratik bir seçim sistemi olmadı. Burjuvazi sadece kendilerini temsil edecek partilerin seçimlere katılımını düzenleyen kanunlarla ülkeyi yönetti. Legal partilerin bir bölümü dışında, ilerici ve demokrat olan hiçbir partinin hazine yardımı alamadığı, eşit şartlarda seçime giremediği bir ülkede yaşıyoruz. AKP vb partiler dışında kalan ilerici ve demokrat partiler yeri geldiğinde yasa dışı ilan edilerek, operasyonlar yapılmakta, üye ve yöneticileri tutuklanıp yargılanmaktadır. DEP, HADEP yöneticilerinin neler yaşandığını herkes biliyor. Sırf mecliste Kürtçe yemin ettikleri

için on yıl cezaevinde yatan Kürt milletvekillerinin başına neler geldiği hala unutulmuş değildir. Keza BDP’ye karşı yapılanlar ortadır. Birçok BDP yöneticisinin cezaevlerinde olduğu, birçoğunun ceza aldığı, parti binaların basılarak tahrip edildiği, yakıldığı şartlarda, seçimlere katılımda eşit ve adil bir yarıştan söz edilebilir mi? Paketle birlikte Okullarda “Andımız”ın kaldırılacağının açıklanması, Kürt ulusunun ağzına sürülmek istenen acı bir baldır. Hükmü kalmayan, burjuvazinin de uygulamasında pek hayrını görmediği “Andımız” uygulamasına son verilmesi, başta anadilde eğitim olmak üzere, Kürt ulusunun diğer temel haklarının önünü kesmeyi amaçlamaktadır. Pakete elle tutulur değişiklik uzun yıllardır hazırlığı yapılan başörtüsünün kamu kurum ve kuruluşlarında serbest bırakılmasıdır. En büyük seçim yatırımı olarak yasallaştırılan başörtüsü serbestliğiyle AKP’nin din ağırlıklı devleti yönetme politikasının önü açılmıştır. AKP, Polis, Savcı, hâkim ve Askeri personel dışındaki tüm alanlarda başörtüsünün serbest bırakılmasıyla 2014 yılında yapılacak olan yerel ve 2015 yılında yapılacak genel seçimlerinde almak istediği oyları daha şimdiden garanti altına almayı hedeflemiştir. Sonuç olarak; AKP’nin sunduğu “Demokratikleşme Paketi”nin içi boştur. Temel hak ve özgürlüklerin önünü açan bir içerikten uzaktır. Kendi istem ve hedefleri doğrultusunda yaptığı düzenlemeyle AKP, 2015’e sağlam adımlarla yürümek istiyor. Dolaysıyla; Paket; Kürt uslusunun beklentilerinden uzaktır. Paket; işlerin iş güvencesini düzenleyen içerikten uzaktır. Paket; kadınların yaşam güvencesini garanti altına almaktan uzaktır. Paket; gençlerin gelecek güvencesinden uzaktır. Paker; azınlıkların beklentisinden uzaktır. Paket; alevilerin istem ve taleplerini karşılamaktan uzaktır. Paket; cezaevlerindeki politik tutsakların istemlerini karşılamaktan uzaktır. Paket; işkence, tecavüz, kötü muameleye son vermekten uzaktır. Paket; Köylülerin istem ve taleplerini karşılamaktan uzaktır. Bunları daha da uzatmak mümkündür. Türkiye faşizmle yönetilen bir ülkedir. Bu gerçek AKP’nin sunduğu sözde “Demokratikleşme Paketi”ne rağmen böyledir. AKP, 2002 yılında hükümet olduğundan bu yana Kürt meselesinde, demokrasi, temel hak ve özgürlükler sorununda hep oyalamacı bir yol izledi. Bunların değişmesi için hiçbir zaman ciddi olmadı. Tüm düzenleme ve değişimler AKP’nin kendi istem ve arzularının karşılanması üzerine kuruldu. Her seçim dönemi yaklaştığında toplumu ‘heyecanlandıran’ laflar etti.

Seçimler olup bittiğinde AKP bildiğini okudu. AKP, Kürtleri de sürekli oyaladı, kandırdı. Verdiği sözlerin hiçbirini tutmadı. Önce “kardeşlik projesi” dedi, Dağdan inen gerillaları apar topar yakalayıp cezaevine koydu. Ardından büyük operasyonlar yaparak tam bir terör saldırısı gerçekleştirdi. İşkence, gözaltında kaybetmeler AKP’nin değişmez politikası olarak günümüze kadar geldi. AKP, tüm toplumu karşına alarak saldırdı. İşçi ve emekçilerin çalışma şartlarında görülememiş değişikler yaparak kazanılmış birçok hakkını gasp etti. Tekel işçilerinin direnişinde olduğu gibi, Türk Hava Yolları grevlerini de zorla bastırdı. Kazanılmış haklarını vermediği gibi, binlerce işçi işten atıldı. Kentsel dönüşüm yasasıyla milyarlarca lirayı kendi yandaş firmalara peşkeş çekti. “Demokratikleşme paketi” olarak sunulan bu paket bir oyalama adımıdır. Kürt ulusal direnişini pasife etme, tasfiye etme planı üzerine inşa edilmiş olan bu paketle AKP, seçimlere kadar nefes almak istiyor. Seçimlere sorunsuz ve çatışmasızlıkla girmek isteyen AKP’nin sunduğu paketin deşifre edilmesi kaçınılmaz bir görev olarak durmaktadır. AKP, bir yandan demokratikleşme diyor, ancak bir ülkede olmazsa olmaz olan örgütlenme ve ifade özgürlüğü önündeki hiçbir engeli kaldırmaya yanaşmıyor. “Terörle Mücadele Yasası”nın orta yerde durduğu bir ülke hiçbir zaman demokratik olamaz. AKP, sunduğu pakette bu uygulamanın değiştiğini açıklamasını bir yana bırakın, bunun en kısa zamanda tartışmaya açılacağı, ya da kaldırtacağına ilişkin en küçük bir vurgu dahi yokken, paketin demokratik bir içeriğe sahip olduğunu kim iddia edebilir? Öte yandan toplumun önemli bir talebi olan gözaltında ve yargısız infazlarda katledilen devrimci ve yurtseverlerin naaşlarının ailelerine verilmesi isteminin sözünü bile etme gereği duymayan bir hükümetten demokrasi açılımı beklemek hayaldir. Türkiye’de cezaevleri tam bir işkence merkezlerine dönüştürülmüş durumda. Yargılamalar tamamen göstermelik yapılıyor. Devrimci ve komünistlere cezalar en yüksek maddelerden verilmekte, ömür boyu ve ağırlaştırılmış ömür boyu cezaları sıradan cezalar haline getirmiş bulunuyor. Cezaevlerindeki keyfi uygulamalar ve disiplin cezalarıyla devrimci tutsakların infazları yakılmaktadır. Cezaevlerinde 300’ün üzerinde hasta tutuklu bulunmaktadır. Bu soruna hiçbir çözüm getirmeyen bir paket demokratik olabilir mi? Değişim ve demokrasi AKP’nin sunduğu bu paketle de karşılanamaz. “yetemez ama evet’ tavır bizim tavrımız olamaz. Bu pakete karşı demokrasi, hak ve özgürlükler mücadelemiz devam edecektir. Ülkemizde gerçek bir demokrasi, herkesin eşitçe yaşadığı, ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin ettiği, azınlıkların ve inanç gruplarının baskı görmeden yaşadıkları bir ülke er ya da geç kurulacaktır.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.