ATiK
EMPERYALİZME, FAŞİZME ve HER TÜRDEN GERİCİLİĞE KARŞI
Sayı: 247 • 1 Ocak 2015
ATİK (Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu) Yayın Organı ● İnternet: www.atik-online.net
2015 Yılı İşçi Sınıfı ve Ezilenler İçin; Direnişlerin, Mücadelenin, Başarıların ve Umutların Büyütüldüğü Bir Yıl Olsun!
Avrupa‘da Aralık Ayı Katliamlarına İlişkin Anmalar Gerçekleştirildi
AB Göçmenlik Politikası; Frontex’den Eurosur’a Militarize Sınır Birliği
ATİF‘DEN KAMUOYUNA ÇAĞRI!
Avrupa Birliği üye ülkelerin yarattığı sonuçlardan kaynaklı kendi ülkelerinde yaşamlarını sürdürme olanağı olmayan binlerce kişi göç yollarına düşmektedir. Savaş, katliam, işkence, tecavüzden kaçan mülteciler yollarda AB’nin oluşturduğu Frontex, Eurosur gibi ‘önlemler’ yüzünde her gün onlarcası denizlerde hayatlarını kaybediyor.
Avrupa’da bir çok ülkede Maraş, Roboski ve 19 Aralık Cezaevleri katliamlarına ilişkin anma etkinlikleri gerçkeleştirildi. Anma etkinliklerinin çoğu yerellerde oluşuna Demokratik Güç Birliği Platformları tarafından düzenlendi.
Irkçı PEGIDA Hareketine Karşı Toplumsal Muhalefeti Geliştirelim!
2
mücadele - 247
YENİ KADIN 13. MERKEZİ KONGRESİNE ÇAĞRI
EMPERYALİST SALDIRILARA KARŞI EMEKÇİ KADINLAR İSYANI ÖRGÜTLÜYOR! Emperyalistlerin, ezilenlere
ve işçi sınıfına yönelik siyasi, ekonomik ve ideolojik saldırganlığı, çok yönlü olarak devam ediyor. Ama bu saldırılar karşısında ezilenlerin ve işçi sınıfının de mücadelesi giderek büyümekte. Hiç şüphe yok ki; kadınlar da bu sürecin önemli bir parçası. Çünkü egemenlerin saldırı politikalarından en büyük pay emekçi kadınlara düşmektedir. Kadına yönelik şiddete ve cinsiyet ayrımcı politikalara karşı dünya genelinde verilen mücadelede, iş yeri grevlerinde, Türkiye’de Gezi direnişindeki sokak barikatlarında, Ortadoğu’da Rojova ve Kobane direnişinde kadınların üstlendikleri öncü rol umutlarımızı büyütüyor... Bu ayağa kalkış ağır aksak ilerleyip istenilen hızda olmasa da, dünyanın her yerinde aynı şiddette hissedilmese de, kadınlar, sistemin kendilerine lâyık gördüğü edilgen ve suskun kimliği parçalayarak, mücadelelerini tüm ihtişamı ile sürdürüyorlar. İşsizliğe, açlığa, yoksulluğa, sosyal - siyasal güvencesizliğe, şiddete ve katliamlara maruz kalmanın adının daha çok kadın olduğu günümüz dünyasında; Avrupa’da yaşayan göçmen kadınlar cephesindeki mücadele alanını güçlendirmek zorunluluğumuzdur. 7 – 8 Şubat 2015’te, “Emperyalist Saldırılara Karşı Emekçi Kadınlar İsyanı Örgütlüyor!” şiarı ile gerçekleştireceğimiz 13. Kongremizin sürece yanıt olabilmesi, Yeni Kadın’ın 24. ve 25. mücadele yıllarında daha donanımlı ve daha güçlü bir şekilde mücadelesini sürdürebilmesi için alt hazırlıklarımızı, kongremizi ve katılımlarımızı, sokağın militan ruhuna uygun bir tarzda hayata geçirmeliyiz.. Bu hedef doğrultusunda başta kadın üyelerimiz ve arkadaşlarımız olmak üzere, bütün alanlarımızın üzerlerine düşeni yapacaklarına inanıyoruz.
Yeni Kadın 13. Merkezi Kongremizde Buluşulalım!
TARİH: 07/08 ŞUBAT 2015 SAAT: 11.00 YER: Haus der Jugend-Frankfurt Deutschherrnufer 12, 60594 Frankfurt am Main
YENİ KADIN 12. DÖNEM MYK Impressum: V.i.S.d.P I. Yildirim|Postapart nummer 15809|6802 JX Arnhem - Nederland Yazışma Adresleri: Nelson Mandela plein 1|2575 T.H. Den-Haag - Nederland | haber göndermek için: mucadele1976@yahoo.de|Internet: www.atik-online.net
3
mücadele - 247
2015 Yılı İşçi Sınıfı ve Ezilenler İçin; Direnişlerin, Mücadelenin, Başarıların ve Umutların Büyütüldüğü Bir Yıl Olsun! Bir yılı daha kazanımları ve kayıplarıyla geride bırakıyoruz. Gerek uluslararası arenada ve gerekse de Avrupa’da işçiler, emekçiler ve göçmenler için 2014 yılı mücadeleyle geçen bir yıl oldu. Dünya’nın birçok coğrafyasında olduğu gibi Avrupa’da da, 2014’te ekonomik kriz bütün yakıcılığı ile ezilenlerin ve işçi sınıfının ensesinde idi. İşçi ve emekçilerin bir dizi mücadeleler sonucu kazandıkları siyasi – sosyal ve ekonomik haklar budanmaya, işsizlik yükselmeye devam etti. Almanya ve Fransa’da Hava ve Demiryolu çalışanlarının grevleri ulaşımı felç ederken, hemen hemen bütün ülkelerde birçok fabrika ve farklı iş yerlerinde işçiler greve giderek haklarını ve işyerlerini korumaya çalıştılar. İngiltere’de sosyal hak kısıtlamalarına karşı kitlesel protesto eylemleri gerçekleştirildi. Yine Almanya, İsviçre, Avusturya ve Fransa’da devletlerin eliyle yükselen ırkçılığa karşı defalarca kitlesel sokak eylemleri gerçekleştirildi, çoğunda neo – nazi uzantısı yapılanmalarla çatışmalar yaşandı. Dünyanın tüm coğrafyalarında olduğu gibi, kendisine “medeniyetin beşiği” diyen Avrupa’da da cinsiyet ayrımcı politikalar, kadın emeğinin ucuz ve yedek işgücü görülmesi, ev içi emeğinin hiç görülmemesi, sürekli budanan sosyal hak gasplarının sonuçlarının en fazla da kadın emekçilere yüklenmesi, kadına yönelik şiddet, taciz – tecavüz, işyerlerindeki olanak ve ücret eşitsizliği 2014’te de artarak devam etti. Evet, 2014’te de hali hazırda Avrupa işçi sınıfı ve ezilenler, kendilerine lâyık görülen yaşama karşı, çok ciddi karşı duruşlar sergileyebilecek güçle sahnede değildi ama, sistemden hoşnutsuz olduklarını, Yunanistan’dan, Fransa’ya, Almanya’dan İsviçre’ye, Belçika’ya, İtalya’dan İspanya’ya, kadar çeşitli direniş, grevler, sokak eylemleri ile gösterdiler. Avrupa’da 120 milyon yoksul yaşamaktadır. 43 milyon insan ya aş evlerinden besleniyor, ya da bağışlarla yemek ihtiyacını karşılıyor. İşsizlik oranı yüzde 12 olarak açıklanıyor. Oysa gerçek oran bunun en az iki katı kadardır. Geçinemeyen, temel gıda maddelerini almakta zorlanan, ev kirasını ödeyemeyen on milyonlarca insan var. Bu nedenle her yerde sokakta yatıp kalkan, dilenen insanlara rastlamak artık mümkün. Dünya nüfusunun %70’i toplam gelirlerin %3’ünü alırken, %1’lik en zengin kesim dünyadaki toplam gelirin % 42’sini elinde bulunduruyor! 2014; bir yandan Emperyalistlerin kendi aralarındaki egemenlik ve çıkar çatışmalarına, ama diğer yandan da çıkarları gereği ezilenlere ve işçi sınıfına karşı nasıl tek ses, tek yumruk olduklarını, ancak bu saldırılara karşı ezilenlerin, sömürülenlerin direniş ve dayanışmayı nasıl büyüttüğünü gösteren bir dizi gelişmelere sahne oldu. Henüz ilk ayın sonlarında Ukrayna hükümetinin Avrupa Birliği ile yapacağı ortaklık anlaşmasını askıya alması üzerine ülkede başlayan protestolar kısa sürede siyasi krize dönüştü. Başbakan Mikola Azarov’un istifasına rağmen sular durulmadı ve süreç içinde iç savaşa dönüştü. Ordu ile ayrılıkçıların çatışma-
larında çok sayıda kişi hayatını kaybetti. Silahlı Kuvvetler tarafından düzenlenen özel operasyonlarda, 18-25 yaş arası 382 kadın kayboldu. Ateşkes sonrası aramalarda, tecavüz edilip, ensesinden vurulmuş 286 kadın cesedi bulundu. Emperyalistlerin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme telaşoyla yarattıkları savaşlar, 2014’de, Rojova ve Kobanê ile büyütülmek istendi. Onların eli kanlı uşağı TC’nin de desteğiyle, ulus, din ve mezhepçilik üzerinden emperyalizmin çıkarlarına hizmet edecek şekilde yön verilen IŞİD çeteleri, Musul’un Sincar ilçesini ele geçirdikten sonra Şengal’e girip binlerce kişiyi katletmiş, binlerce çocuk ve kadını kaçırmış, yüzlerce kadını intihara, yüz binlerce Ezidi’yi göçe zorlamıştır. Ardından Kürt ulusunun kazanımı olan Rojava’yı kan gölüne çevirmek için başlattıkları saldırı, PYD ve PJD güçleri tarafından geri püskürtülürken, emperyalistlerin de Ortadoğu’ya ilişkin bütün planları alt üst oldu. Diğer taraftan 2014’te Güney Kore’deki çoğu okul öğrencisi ve öğretmen olup 300 ki-
2014’e ülke tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonuyla girildi. Yılın sonuna doğru ise; şüphelilerin paraları faiziyle geri verildi, yolsuzluk dosyası kapatıldı; “Kürt sorununda” bütün bir yıl boyunca, “Çözüm Süreci”nin garanti olduğu propagandası ısrarla sürdürüldü, ama hiçbir adım atılmadı. “Alevi açılımı” adı altında, “cem evi – cami projesiyle” Alevilik yeniden tarif edilip, “Alevilere Alevilik öğretildi”. “Muhafazakar Toplum İnşası” uğruna; eğitim, “Dini Eğitim Şurası”na dönüştürülmeye çalışıldı. “Dindar Gençlik Yetiştirmek İstiyoruz” söylemlerini sürdürmenin eşliğinde, “Kadının Erkekle Eşit Değil “EŞDEĞER” Oldukları, Eşitsizliğin Kadının Fıtratında Olduğu” söylemleriyle kadın, ortaçağ karanlıklarına gömülmeye çalışılırken, 2014’ün ilk 10 ayında 255 kadın erkekler tarafından katledildi. LGBTİ bireyler, “hasta”, “sapkın” olarak tanımlanarak, adına da ahlak denilen, özünde ahlaksızlığın en büyüğü
şinin öldüğü feribot kazası, daha iyi bir yaşam umuduyla çıkılan göç yollarında yaşamlarını yitirenler, soğuk hava, sel baskını, yanardağ patlaması, toprak kayması vb. doğa felaketleri dünyanın dört bir tarafında binlerce can aldı. Batı Afrika ülkelerinde 6 binden fazla insan Ebola salgını nedeniyle hayatını kaybetti... 2014 Yılında Rojava Enternasyonal direniş merkezi oldu. IŞİD çetelerinin Rojova ve Kobanê’ye saldırmalarıyla birlikte başta Avrupa olmak üzere hemen bütün dünyada dayanışma eylemleri örülerek direnişteki Kürt halkının sesi duyurulmaya çalışıldı. Daha da önemlisi başta Türkiyeli devrimciler olmak üzere, Yunanistan’dan Arjantin’e kadar dünyanın birçok coğrafyasından ilerici – devrimci insanlar Kobanê’ye bizzat IŞİD’e karşı savaşmaya gittiler ve Kobanê sokaklarında muazzam bir enternasyonal dayanışma örüldü. Dünya’nın Türkiye coğrafyasında ise; 2014’te yaşananlara, günlük hatta bazen günde birkaç kez değişen gündemlere yetişmekte, takip etmekte zorlandık. Herşey başdöndürücü bir hızla gelişiyordu adeta... AKP’nin devlet politikalarını kısaca özetlersek;
olan ve insan haklarını hiçe sayan kurallarla, toplum dışına itme çalışmaları, sokakta, işyerinde uğradıkları taciz, şiddet, hak gaspı yetmezmiş gibi, yaşam hakları dahi ellerinden alınmaya devam etti. Basın özgürlüğü ve toplu gösteri hakkı gibi halkın kendisini ve düşüncelerini ifade edebileceği en doğal yasal hakları, önceki yılları bile aratacak biçimde ayaklar altına alınmaya devam edildi. “Sıfır Sorun” vaadinde bulundukları, komşu ülkelerle ilişkiler politikalarında, Suriye politikalarıyla tamamen dibe vurdu. Soma Maden Ocaklarında 300’ün üzerinde, Ermenek’te 18 işçinin yaşamını yitirmesi, maden ocaklarındaki çalışma koşullarını bir kez daha sorgulatırken, mevsimlik işçilerin taşıma süreçlerinde yaşadıkları katliam gibi ölümler, 11 işçiye mezar olan Mecidiyeköy Torun Center inşaat sektöründe yaşanan asansör kazası, inşaat sektörlerinde yaşanan işçi ölümleri, sağlıklsız iş koşullarında yaşanan hastalıklar sonucu meydana gelen ölümlerle 2014’te iş cinayetine kurban giden işçi sayısı 1700’lere dayandı. Böylece Türkiye, iş kazalarında yıllardır dünyada üçüncü,
Avrupa’da birinci sıradaki yerini korumuş oldu. Doğa, tarih, kültür katliamında sınır tanımıyarak, TMMOB’un yetkileri budanıp bakanlığa bağlandı. Her yolla ve fırsatta katledilen doğa, toprağın kentlerin dokusunu yok eden girişimler, halkın tüm protesto gösterilerine rağmen devam etti. Mücadelenin 2015’e Yükledikleri 2014’te demokrasi ve emek mücadelesi cephesinde yüzgüldüren gelişmeler de yaşandı. AKP’nin yolsuzluk ve rüşvet skandalı Adliye’de kapatılsa da kitleler bunu unutmadı, unutacak gibi de görülmüyor. Aleviler kendilerine yönelik saldırıları kitlesel sokak eylemleriyle protesto ederek haklarını aramayı büyüttüler. Kobanê direnişinde sembolleşen Kürt direnişi, Türkiye’nin aydın ve devrimci çevrelerinde, muazzam bir dayanışma ruhunu tekrar diriltti. Kadınların mücadelesi, AKP’nin tüm gerici propagandalarına rağmen, geçmiş yıllara göre daha kitleselleşerek ileri bir mevziye taşındı. LGBTİ bireyler demokratik hakları ve insanca yaşam ve yaşam haklarını korumak için kitlesel eylemlilikler örgütlediler. Mücadeleleri sonucu Gezi Direnişinden bu yana LGBTİ bireyler Türkiye genelinde daha görünür oldular. İşçiler, kamu emekçileri yıl boyunca, iş güvenliği talebiyle ve taşeronlaştırmaya karşı sayısız eylem yaptılar, hak mücadelesi eylemlerini yaygınlaştırdılar. HES’lere karşı mücadeleden kentsel dönüşümlere, maden aramalarının tarım alanları tahribinden nükleer santrallerin yapımına karşı süren sayısız çevre/yaşam hakkı mücadelesi 2014 boyunca aralıksız sürdü. Bizler biliyoıruz ki egemenlerin isteği; kadını eve hapsederek suskunluğunu ve edilgenliğini sürdürmesini sağlamak ve onun üzerinden suskun, itaatkâr, köle bir toplum yaratmak, gençliği apolitik hale getirerek kendilerinin dizginsiz sömürü politikalarına “dur” diyebilecek kimsenin kalmamasını sağlamak, işçi ve emekçileri bölüp parçalayarak onların üretimden gelen güçlerinin farkına varmalarını engelleyerek kendi iktidarının devamlılığını sağlamaktır. Hayat boyunca ay sonunu getirmek üzere kurulmuş bir yaşama isyan etmek meşrudur, haktır. Ebu Zerr el Gifari’nin 1400 yıl önce dediği gibi “yiyecek ekmeği olmadığı halde kılıcından sıyrılmış bir kın gibi isyan etmeyen insana şaşarım”. Çalışanın, patronlar için değil, kendisi ve insan kardeşleri için ürettiği, barınma, beslenme, sağlık ve eğitim gibi temel hizmetleri düşünmediği çok daha güzel günler hedefiyle 2013 bir başlangıçtı, 2014’te bu başlangıcı geliştirdik. 2015’te daha ileriye taşımak, zirveye bir adım daha yaklaşmak için haydi sokakları daha fazla doldurmaya, haydi mücadeleyi ve dayanışmayı daha fazla büyütmeye... 2015; İşçi Sınıfı ve Ezilenler İçin Direnişlerin, Mücadelenin, Başarıların ve Umutların Büyütüldüğü Bir Yıl Olsun! Bizim Yılımız Olsun!
4
mücadele - 247
AB Göçmenlik Politikası; Frontex’den Eurosur’a Militarize Sınır Birliği Avrupa Birliği göç politikaları gün be gün ötekileştirici, ayrımcılık yasalarıyla sınırlarında binlercenin ölümüne sebeb olmakta ve göçmenleri “kurumsallaşmış tutukluluğa” maruz bırakmakta. Göçmenlere yönelik yasalara bürünmüş bu baskı sistemi rahatlıkla insan haklarını ayaklar altına alabilmekte. Avrupa’ya göç düşünüldüğünde hafızalara Avrupa kıyılarında batan gemilerinden denize savrulan, boğulmuş ve sahillere dalgaların attığı göçmenlerin cesetlerinin görüntüleri gelmekte. Bunlar ötekileştirme ve ölümün görüntüleri. Sınır bekçiliğinin gelmiş olduğu aşama güvenli yollardan göçlere ve aynı zamanda devlet baskı ve zulmünden farklı ülkere mülteci etme yollarınında kapatılması, sınırlarda binlerce insanın ölümüne sebep olurken, Afrika ve merkez Asyadaki göçmenlerin özgürçe hareket etme haklarının ortadan kaldırmasının beraberinde getirmektedir. Avrupa’ya giriş yapabilenlerin karşı karşıya kaldığı zorunlu tutukluluklar adeta görülmemekte. AB yasalarının altında yatan derin ırkçılık, baskıcı göçmenlik yasaları ve sınır koruma sistemlerinde belirginleşmiştir. Frontex ve Eurosur olarak şekil alan bu politikanın sistemlerini irdeleyelim. Kaleleştirilmiş Avrupa AB göç politikasının özünde yatan dış sınırlarının, “kaidesiz göçmenlerden”- Ortadoğu, Afrika ve Asyadan gelen mülteci ve göçmenlerden korunmasıdır. 1980 ve 90lı yıllarda üye devletler arasındaki sınırların açılması, taşımacı yaptırımılar, ulusal sınır güvenliği ve algılama teknolojiis için finansman ve ‘telafi edici önlemler’ ile askeri donanım orantısı büyüdü, multi-milyar avroluk piyasa yaratan gözetleme ekipman ve sistemleri Avrupa devletleri arasında yeni sömürgeci ilişkilerin önünü açmıştır. Bu piyasa yaratımı ikili görevini bu şekilde yerine getirirken, AB gerici, ırkçı yasaların zeminini güçlendirmiş ve kapitalizm besleyici piyasalar üretmiştir. Bu militarizasyon sürecinde birçok sistem yaratılırken, bunlardan bazıları ön planda yer almış ve insan hakları örgütlerinin ve ilerici devrimci demoktratik kitle örgütlerinin dikkatlerini üzerine toplamıştır. Bu kurumlar özellikle Frontex ve Eurosur hakkında hak ihlallerine yönelik uyarılarda bulunmuş ve raporlar yayınlamıştır. Avrupa çapında teşir ve protesto etkinlikleri düzenlenmiştir. Fakat henüz geniş kamuoyu yaratılamamıştır. Ölümün adı Frontex 2004 yılında Avrupa Komisyonu yönetmeliği ile kurulan Frontex (Avrupa Birliği Dış Sınır Güvenliği Birimi), AB üye devletlerine dış sınırların gayri resmi göç yollarını ortaklaştırılmış istihbarat ve ortak keşiflerle kapatmaya çağırır. Kanarya Adalarından gemi ilen gelen göçmen akımını asgariye indirdikten sonra, hala tam kont-
rolleri altında olmayan güzergahlar, Sicilya-Evros Boğazı ve Türkiye-Yunanistan sınırı, üzerine yoğunlaşmaya başlanmıştır. Bu süreç içersinde göç veren 14 ülke ile anlaşmalar yapmış, 8 ülke ilede bu anlaşma süreci hala sürmekte iken bu anlaşmalar kamuoyuna açık değildir ve hiç bir parlamento yada Avrupa Adalet Divanı onayına tabi tutulmamakta. Frontex tarafından koordine edilen tevki operasyonları, ve ikili anlaşmalarla yapılan geri gönderme operasyonları, Italya Libya arasında olduğu gibi, binlerce insanın gemilerle göç etmeye çalıştıkları ülkelere iadesini beraberinde getirirken. Bu iade süreci hiçbir şekilde Cenevre Mülteci Sözlemesini yada herhangi insan haklarını dikkate almamış ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından kınanmıştır. Bu birimin ve katılımcı üye devletlerin yaptırımları geniş çaplı kınamalara yol açtı ve 2011 ekim ayında Frontex, iade yasalarına ve insan hakları gereklerine uymadığından dolayı yeni araştırmaya tabi tutulmuştur. Bu araştırma sonucu Frontex’e bazı yeni
lan binlerce insan hayati tehlikleri göze alarak yolculuklarına başlıyor. Sayının çok yüksek olmasından ve kullanılan göç yollarının çok iyi bilinmemesinden kaynaklı seyahatları esnasında ölenlerin sayısı tam iyi bilinmemekte. Bu zor ve tehlikeli yoldan sonra AB sınırlarında onları polis güçleri, tutuklama/alıkoyma merkezlerinde tutulma beklemekte. Göçmen akım rakamlarında düşüş medyada sözde güvenlik sistemlerinin ve Frontex başarıları olarak lanse edilmekte. AB ve üye devletlerinin katı ve acımasız sınır denetim politikaları yasallaştırılırken, Avrupa Temel Haklar Tüzüğüne aykırıdır. Bu politikaların etkisi Lampedusa trajedisinde görülmekte. Avrupaya gelenlerin ‘Merkez Akdeniz Rotası’ olaraka bilinen rotada birçok göçmen Avrupaya bu küçük İtalyan adasında adım atmakta. 3 ekim 2013 tarihinde Libya’dan gelen bir gemide 500 kişiden fazla yolcu taşıyan bir gemi Lampedusa sahil sularında batmıştır. 359 insan yaşamını yitirirken 155 kişi Akdeniz sularından kurtarılmıştır.
şartlara uyma zorunluluğu getirildi. Bunlar, Avrupa Sınırları Hafızlarını insan hakları hükümlülük konusunda eğitecek, Frontex operasyonları için davranış kodu hazırlanacak ve ortak iade operasyonlarının denetimini sağlayacak bir kod hazırlanacak. Aynı zamanda Temel Haklar Stratejisi uygulanacak vs. Frontex’in uyması gereken birçok şart pratikde hiçbir değişiklik yaratmamış, aksine Frontex hakkında sınırsız şiddet kullanıldığına dair şikayetler ortaya çıkmış ve hatta Yunanistan-Türkiye arasındaki iade ve red operasyonlarında Frontex’in sistematik bir şekilde düzenlediği ve katıldığı ortaya çıkmıştır. Bu red ve iade operasyonları 2014 ocak ayında 12 Afganlı göçmenin ölümü ile sonuçlanması AB Ombusmanı Frontex’in daha geniş araştırılması gerektiği eleştirisini yapmıştır. Frontex ve Temel Haklar Göçmen haklarına olan hiçe sayma tutumunda dolayı Frontex ciddi eleştirilerle karşı karşıya kalmakta. Hergün Avrupa sınırlarına girmek umuduyla ülkelerini terk eden yada terk etme zorunda ka-
Lampedusanın balıkcıları bu kurtarmada önemli rol oynamıştır. Bu olay ve yüksek yaşam kaybı avrupada birçok demoktratik kurum ve kuruluşlar tarafından eleştirilip kınanmıştır. Bu hareket AB sınırları içersinde göçmenlerin daha iyi muhamele görmesi taleplerini gündeme almıştır. Yaşanan bu trajediler sadece AB sularında değil karayollarında’da yaşanmakta. Bunlardan en sorunlu olan Yunanistan-Türkiye sınırıdır. Human Righs Watch (2011), Uluslararası Af Örgütü (2013) ve 2013 kasım ayında ProAsyl Raporunda bu sınırda iade, red ve insan hakları ihlalleri konusunda raporlar sunmuşlardır. Dahası, Yunan mülteci sisteminin sistematik sorunları vardır; Yunanistanda tutulan mültecilerin sürekli hak ihlalleri tehdidi AIHD ve Avrupa Adalet Divanı’nın 2011 yıllında tartışmalı olan Dublin II Sözleşmesi çerçevesinde davacıların Yunanistana iadesi kararı alınmıştır. Bu ve benzeri birçok trajedi göç akımında Frontex’in hak ihlalleri konusunda büyük rol oynadığının belirtisidir. Frontex temel hakları ile birebir tezat oluşturan
bir sistemdir. Demoktratik ve ilerici kurumların Frontex’in teşirini sürekli bir şekilde ele alma önemi açiliyetini korumaktadır. Frontex: gerçekler ve veriler Frontex’in görevi üye devletlerin ulusal sınır denetim sistemlerini yerini almak değil, aksine istihbarat araçlarını kullanarak bu sitemleri güçlendirmektir. Bu birim tarafndan kullanılan istihbarat araçları ise, AB sınırlarında geçişleri gözlemleyen, denetleyen ve analiz eden bilgisayar programlarıdır. Bu programlar AB üye devletlerine toplanılan veri ve istihbaratı aktarmaktadır. Frontex esasen, AB’nin Entegre Sınır Denetleme sisteminin çekirdeğini oluşturmakta. Bu 2001 de Leaken Süreci olarak bilinen, AB’nin anayasallaşma sürecinde belirlenmiş bir mekanizmadır. 2004 yılından beri Frontex, AB çalışmalarında en çok finansman ve personel alan projedir. Özellikle 2011’de birimin gözden geçirilmesi sürecinden sonra fonların ve personel artması Frontex’e düşünülen daha önemli rolün ve verilen daha çok görevlerin olacağının açık bir belirtisiydi. AB üye devletlerine 2011 den sonra verilen talimat ise Frontex ile sınır denetim konusunda daha sıkı ortak çalışma yönlüydü. İnsan hakları ihlalerli konusunda alınan eleştiri ve Avrupa çapında düzenlenen teşir protestolarına yanıt olarak, İnsan Hakları Sorumlusu ve Danışma Forumu olarak iki yeni görev alanı açıldı Frontex içersinde. Fakat bu yeni iki kurum göreve başladıktan sonra hiç bir değişiklik yaratamaması bunların mevcut protestoları ve muhalifleri pasifize etme yönlü düzenlenen içi boş makamlar oldukları kanısını güçlendirmiştir. Kısacası Frontex’in görevl ve yetkilerini özetlersek: • Frontex üye devletlerle ortak koordine ettiği kara, hava ve deniz yollarında ortak operasyonlar yapar. Aynı zamanda ekipman ve personel, Avrupa Sınır Koruma Ekipleri (EBGT) şeklinde olanak sağlamak. • Üye devletlerin sınır denetim güçlerinin eğitimini sağlamak. • AB dış sınırlarında olası göç durumunu asgariye indirmek için gelecek operasyonların risk analizi ve araştırmasının yapılması ve üye devletlerin sınır denetiminde en ileri teknoloji olanakları ve istihbarat sağlamak. • Ortak operasyonlarda üye devletleri desteklemek. Bunda AB’ye girmeyi başaran “kaidesiz göçmenlei” uçuşlarla tesbiti ve ülke dışına çıkarılması en temel görevdir. • AB sınırlarında giriş ve çıkış bilgilerini paylaşabilme iletişim sistemleri geliştirmek ve bu alanda olan tüm teknolojilerinin takibi. • AB sınırları dışında yapılan aktivitelere katılmak, (Kanarya Adaları enternasyonal suları). AB/Schengen dışı, göç için kullanılan rotala üzerindeki ülkelerin sınır denetleme ekipleri
5
mücadele - 247 ve güçleri ile yakından ortak çalışmak. Avrupa Parlamentosu Frontex üzerinde olağanca az denilecek kadar kontrol etme mekanizması vardır, daha doğrusu alenen bilinen bu yönlü. Frontex yıllık programının uygulanışı hakkında az bilgiye sahip olmasını sebep olarak gösterilmekte. İç işleri Bankanlıkları yada milli sınır savunma birim sorumluları Frontex Yönetim Kurulunda yer aldığındandolayı daha çok üye devletlerin bilgisine ve katılımına bırakılmış gibi bir görünüm verilmekte. Bu şekilde AB resmi “demokratik” kurumları Frontex konusunda asgari sorumluluk taşımakta ve Frontex denetimsiz hareket edebilmekte. Avrupa Adalet Divanı tarafından Frontex’in görev ve sorumluklaının berrak bir şekilde yorumlayamayışı 2004/2007 ilk Frontex sözleşmesinde bazı değişiklikler talebini gündeme getirmiştir. Bu çerçevede 2011 Düzenlemesinde, Frontex öncülüğünde askeri operasyonlar yapılabileceğini belirlerken, Frontex’in askeri faaliyetlerinin yasal zeminini hazırlamıştır. Frontex’in diğer temel haklara yönelik faaliyetleri tartışma yaratmıştır: • Kişisel verilerin işlenmesi • (AB sınırları dışında faaliyetlerini içeren) üçüncü ülkelerle çalışma düzenlemelerinin imzalanması. • Ortak operasyonlara ve özellikle Yunan-Türk sınırındaki operasyonlara katkı sunulması. (RABIT ve Poseidon operasyonları gibi) Bu üç noktada olağanca gizlilik sürmekte ve denetim yapılmamakta. Özellikle Frontex’in AB sınırları dışında başka ülkelerle anlaşmalar yapabilme yetkisi, o topraklarda aracıları görevlendirme ve o ülkelerde operasyonlar yapma yetkisi ciddi derecede sorgulanmalı. Örneğin, Kanarya Adaları, Senegal sularında Hera I ve II operasyonları UAÖ tarafından hak ihlali ve iade anlaşmasının ihlali olarak değerlendirilmiştir. Bu uygulamaları teşiri için AB destekli Frontex’in bu faaliyetlerinden ve işlenen suçlarından dolayı birebir sorumlu tutulması oldukça önemlidir. Denizlerde ve sahillerde ölümle sonuçlanan göçleri kullanıp, dahada sıkı ve tavizsiz sınır denetimi talebinde bulunan AB oluşturduğu kalenin meşruiyetini kurmaya çalışırken, esasen göçmen ve mültecilerin maruz kaldı insanlık dışı muamelenin sorumluluğunu göçmen ve mültecilerin sırtına yüklemekted. AB’nin bu uygulamalarda belirleyici rolünü ve üye devletlerinin ırkcı politikalarının teşirinde ve sorgulanmasında demokratik kitle örgütlerine ve ilerici hukukculara önemli görevler düşmekte. Eurosur’un ortaya çıkışı Resmi olarak Avrupa Komisyonu tarafından şubat 2008 de lanse edilen Eurosu initiyatifinin kökeni oldukça karmaşıktır. Kökenlerinden birisi AK tarafından 2003 yılında sunulan bir raporda, Avrupa İstihbarat Merkezi olarak adlandırılan bir birliğin ulusal merkezlerden alınan istihbaratların merkezi bir yerde ortaklaştırılmasının
öngörülmesidir. Burada özel yetkiler verilen ve denizlere yönelik takip ve tevkif operasyonlarından bahsedilmekte. Burada henüz “kurtarmadan” bahsedilmemekte. Frontex oluşumundan sonra sensör ve ulusal merkezlerin birbirine bağlanılması ve genel tablo raporları fikri dahada geliştirilmiştir. 2006 yılında BORTEC olasılık raporunda Eurosur denetim inisiyatifi dahada kabul edilir hale getirilmiştir. Avrupa komisyonu Eurosur gözetim araçlarının can kurtaracağını kamuoyuna pazarlamaya çalışırken, hiçbir şekilde bunu yapabilecek teknolojinin yada yöntemlerden bahsedilmesi birçok İnsan hakları kurumu tarafından eleştirilmiştir. Lampedusa sularında gerçekleşen insanlık utancı olan 359 göçmen/mültecinin ölümünü kullanarak Eurosur gözetim sistemlerinin dahada çok geliştirmesini öne sürerek sınırları göçmenlerin giremeyecek hale getirme hedef ve amacını gizlemeye ve kamuoyunu yanıltmaya devam etmektedir. Eurosur istihbarat mekanizmasını insansız uçaklar (drones), radarlar ve satelitler katmıştır- bunun yanısıra üye devletlerin sunduğu raporlarla beraber Avrupa sınırlarına
adeta bir demir perde örmüşlerdir. Öncelikle Eurosur’un 3 ekim trajedisini önleyebileceği argumanı başlı başına Eurosur’un amacı ve kuruluşu ile çelişkilidir. Olasılık raporundan, öneriye ve sonra Düzenlemeye Eurosu inisiyatifi hızlıca şekil almıştır ve Frontex ile beraber göçmen ve mültecilerin Avrupa sınırlarına girişini engellemenin iki önemli birimlerinden birisini oluşturmaktır. Eurosur Düzenlemesi 22 ekim 2013 yılında kabul edilmiş ve operasyonlar resmi olarak 2 aralık 2013 yılında başlamıştır. Eurosur İşleyişi Eurosur AB üye devletlerinin ve komşu ülkelerin ulusal gözetim sistemlerini birbirine bağlayıp ek olarak üstün teknoloji sensörlerini katarak sözde AB üye devletlerinin ülke sınırlarındaki faaliyetlerde ve buna yönelik hareket etme kapasitelerini yükseltmeyi öngörür. Bu görev açıklaması sözde sınır aşan kriminel aktiviteleri önlemek, kaidesiz göçmenlerin Schengen sınırlarını geçmesini durdurmak ve denizlerde ölümlerin sayısını düşürmek. Bu anlamda, üye devletleri Ulusal koordinasyon merkezleri kurma zorunlulukları var, toplam 24 merkez düşünülmekte.
Bu merkezler dış sınırları hakkında bilgi toplayıp ve Ulusal durum raporu olarak bilinen düzenli rapor sunma görevleri vardır. Bu raporlar diğer üye devletlere ve Frontex’e sunulmakta. Frontex bu 24 merkezden aldığı verilerle ‘Avrupa durum raporu’ ve ‘Ortak Sınır Öncesi İstihbarat Tablosu’ çıkartır. “Sınır öncesi” AB’nin dış sınırları bölgesinde başlar fakat dış sınırları olmayan bölgeye içerir. AB dışı ülkelerin sınır denetim kapasiteleri yükseltilerek bu tabloya katkı sunmaları sağlanır. İnsansız uçaklar, uydular ve AB’nin Ortak Araştırma Merkezi (JRC), Avrupa Birliği Uydu Merkezi (EUSC) ve Avrupa Deniz Güvenliği Ajansı (EMSA) tarafından sağlanan görüntü ve analizler ek gözetim araçları olarak kullanıma alınacaktır. Bu iddialı hedeflere ulaşmak için, Eurosur’a önemli finansal ve teknik destek verilmiştir. Komisyonun Eurosur’un uygulama maliyetinin 2011-2020 arasında € 340 milyon olacağı tahmini açıklanmıştır. Haziran 2012 de yayınlanan eleştirel bir raporda aynı dönemin uygulama maliyetinin esasen €837.7 milyon olacağıdır. Bu derece büyük yatırımlarla ve gözetleme kapasitesi ile dahi Lampedusada 359 göçmenin hayatlarının kurtarılamaması Eurosur’un gerçek hedefleri arasına göçmen yaşamlarını kurtarmak olmadığı tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmakta. Küçük gemilerin bu tür gözetleme sistemleri tarafından görülmediği bilinmekte. AB Ortak Araştırma Merkezinin 2009 da Frontex tarafından görevlendirilerek yaptığı bir araştırmada, SAR radar sistemi kullanılmasına rağmen bu küçük botların görülmediğini dair veriler kamuoyuna yansımıştır. Eurosur hedef ve amaçları düzenlemesine kurtarma görevi Avrupa Parlamentosunun Konsey ile müzakeresi sonucu ilave edilmiştir, bu birçok üye devletin istemine karşı uygulanmıştır. Her derde deva olarak sunulan, uzaktan algılama teknolojisi, göçmenlerin kullandığı botları, keşfetmede sınırlı kapasiteye sahip olduğu bu raporlarda açığa çıkmıştır. Bu konuya yönelik herhangi bir gelişmeden yana söz edilmemekte SAR tarafından yapılan diğer raporlarda. Eurosur kamuoyuna sözde “can kurtarıcı” olarak yansıtılmak istenilsede kullanılan teknoloji, yapılan operasyonlar ve sunulan maddi kaynakların hiçbirinin can kurtarmak gibi bir amacı olmadığını vurgulamakta. Bugüne
kadar Eurosur yürürlüğü ve Frontex inisiyatifi hiçbir şekilde kurtarma zorunluluğu olmadığının tekrar tekrar vurgulanmalıdır. Bu düzenleme ve birimlerde mülteci hakkını tanımamakta. AB’nin on yıldan uzun süredir sertleşen sınır denetim yöntemleri kaçak göçmenleri ve mültecileri caydırmakta başarılı olamadı. Geri Kabul Anlaşması, AB’nin mülteci sorununu AB’ye komşu ülkelere havale etme çabasının yansımasıdır. Bu amaçla AB’ye komşu ülkelere çeşitli “vaatler” ve “rüşvetler” sunulmaktadır. Geri Kabul Anlaşması karşılığında Türkiye’ye, Avrupa’ya vizesiz seyahat edebilme hakkı vadediliyor. Türkiye’nin ve AB’nin kabul ettiği “Geri Kabul Anlaşması”, iltica hakkını hiçe sayan, temel insan haklarına aykırı, göçmen düşmanı, gerici ve kirli bir anlaşmadır. Irak ve Afganistan’ın işgalini onaylayan, Suriye’de iç savaşı harlayan, Sudan’da, Somali’de emperyalist hegemonya kavgasının uzantısı durumuna getirilen iç savaşların tarafı olup pay kapmaya çalışan, işlerine geldikçe diktatörlük rejimlerini destekleyen Batılı devletler, milyonlarca insanın bu ülkelerden kaçmaya çalışmasında hiçbir payları yokmuş gibi, “kendi” sınırlarını bu yoksul ve çaresiz durumdaki insanlara kapatma hakkını kendilerinde görüyorlar. Türkiye de, Avrupa’ya vizenin kaldırılması gibi, ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği belirsiz, sınırlı bazı uygulamalar dışında muhtemelen hayata geçirilmeyecek bir vaat uğruna AB’nin bu kirli göçmen politikasına ortak olmuştur. Fakat mevcut çerçeve defalarca üye devletler tarafından sorumluluk almama yöntemi olarak kullanılmıştır. Bunun Avrupa çağında yarattığı ırkçı zemin bugün göçmen ve mülteciler için yaşamı zorlaştırmakta. Aynı zamanda bu tutum, denizde ve sahil kıyılarında hayat tehlikesi yaşayan göçmenlerin yardım ve kurtarma operasyonlarında sorumluluğunu almamakta ısrarcı olan bu üye devletleri için Frontex ve Eurosu, göçmen ve mülteci akımının durdurulma politikasının maskesi olmuştur. AB politikalarının ırkçı, ötekileştirici yanı ve bunların uygulanmasındaki araçların yetkileri konusunda açıklık getirilmesi konusunda talep önemli olmakla birlikte yetersiz kalmakta. Esasen çesitli kurum ve yollardan bu politikaların sürekli teşiri ve bu faaliyetlerinin durdurulması talebi ancak bu saldırgan ve ırkçı kurumların önünü kesebilecektir.
6
mücadele - 247
Maraş ve Roboski Katliamları Londra’da Anıldı Maraş katliamının 36, Roboski katliamının 3’üncü yıldönümü vesilesiyle İngiltere’nin başkenti Londra’da bir anma etkinliği düzenlendi. Kürt Toplum Merkezi’nde ‘Maraş’tan Roboski’ye Unutmadı Unutturmayacağız’ adı altında yapılan anmada, Türk devletinin kendi karanlık geçmişiyle yüzleşme çağrıları yapıldı. Britanya Demokratik Güçbirliği Platformu (Britanya Kürt Halk Meclisi, Day-Mer, Dersim-Der, ElCom, Göçmen İşçiler Kültür Derneği (Gik-Der), İngiltere Alevi Kültür Merkezi ve Cemevi, Kırkısraklılar Dayanışma Merkezi, Komkar, Londra -Koçgirililer Derneği,Tilkililer Derneği, Tohum Kültür Merkezi, Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi, Kaşanlılar Derneği) tarafından organize edilen anma etkinliğine, Mehmet Şeker, Aziz Tunç, Ahmet Güven’in yanı sıra Roboski’den Ferhat Encü skype aracılığıyla programa katıldı. Maraş katliamının bazı mağdur ve tanıkları da anmada birer konuşma yaparken, Almanya’da yaşayan Hozan Temelli adlı Kürt şair anmada iki tane şiir okudu. Maraş ve Roboski’de yaşamını yitirenlerin yanında Kobane ve Şengal’de yaşamını yitirenler anısına bir dakikalık saygı duruşu ile başlayan anma Maraş katliamı unutulmaz adlı belgesel gösterimi ile devam etti. Belgesel gösteriminin ardından ilk konuşmayı Maraş katliamının tanıklarından da olan araştırmacı Mehmet Şeker yaptı. Maraş’ın coğrafik
ve demografik yapısıyla ilgili genel tekniki bilgiler verdikten sonra Maraş katliamında, resmi rakamlara göre 111 kişinin öldürüldüğünü, 1000’den fazla kişinin yaralandığını, 552 ev ve 289 işyerinin yakıldığını ve katliam sonuncunda binlerce
ailenin göç ettirildiğini ifade etti. KATLİAM MİT VE MHP TARAFINDAN GERÇEKLEŞTİRİLDİ Katliamın belgesinin Bülent Ecevit’in çekmecesinden çıktığını hatırlatan Şeker, 3 Ocak 1979 tarihli belgenin içeriğinde yer alan bilgileri paylaştı; ‘Kahraman Maraş olayı MİT’in müşterek planlamalarıyla çıkarılmıştır. Türkeş Maraş olayını rahatlıkla tertip ettirmiştir. Mit olayın içinde olmasaydı Maraş’tan her türlü istihbaratı aylar evvel alır ve olayın zuhur etmesine meydan vermezdi.’
MARAŞ KATLİAMI ETNİK SOYKIRIM AMAÇLI BİR DEVLET OPERASYONUDUR Maraş katliamını konu alan ‘Maraş Kıyımı’ ve ‘Beni Sen Öldür’ adlı kitapların yazarı Aziz Tunç ise Maraş katliamının,
etnik arındırma ve soykırım amaçlı bir devlet operasyonu olduğunu ifade etti. Tunç konuşmasında şunları belirtti: ‘‘Maraş ve Roboski katliamı gibi, yaşanan tüm katliamlar devletin siyasal operasyonlarıdırlar. Siyasal egemen devlet yönetmek durumunda olduğu toplumları yönetmekte acze düştüğü zaman bu katliamları değişik formatlarda gerçekleştirmektedir. Hem Maraş, Hem de Roboski katliamlarının üstü örtüldü. Maraş katliamı bir Kürt katliamıdır, Alevi katliamıdır, solcu katliamıdır şeklinde kategorileştirmeye
gerek yok, Devlet ne Kürtlüğümüzü, ne Aleviliğimizi, ne de solculuğumuzu tasnif etmeden koşulları olduğunda bizi öldürebiliyor.’’ Maraş, Roboski katliamları ve 19 Aralık operasyonlarında yaşamlarını yitirenleri anarak başlayan yazar Ahmet Güven, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi boyunca Alevilere yönelik sürdürülen baskı ve zulümlere değindi. Güven’in konuşmasından sonra Kaşanlı köyleri adına Rüstem Özdemir bir konuşma yaparak, katliamda yaşamını yitirenleri andı. Katliamda annesini kaybeden ve katliam yaşandığında 5 yaşında olan konuşma ve duyma yetisini kaybeden Dilek Boz işaret diliyle duygularını anlattı. ‘YASIMIZ DEVAM EDİYOR’ Bir süre önce çekilen ‘Gidenlerin Ardından’ adlı belgesel gösteriminin ardından Roboski’den programa skype aracılığıyla katılan Ferhat Encü, Roboski’deki son durumu anlattı. Acılarının ilk günkü gibi taze olduğuna dikkat çeken Encü şunları belirtti: ‘‘Köyde hiç bir şey eskisi gibi değil. Yasımız halen devam ediyor. Belli olan failler hakkında hiç bir şey yapmamanın yanında bizim yürüttüğümüz adalet mücadelemizde dahi bize sürekli sıkıntı çıkartmaktadırlar.’’ Davanın yasal gidişatını da eleştiren Encü, tüm engelleme ve baskılara rağmen adalet arayışlarının devam edeceğini belirtti.
Fransa’da Aralık Katliamları Etkinlikleri Gerçekleştirildi
Aralık ayı katliamları için, Avrupa’nın birçok bölgesinde olduğu gibi Fransa’da da çeşitli etkinlikler düzenlendi. Fransa’nın Reims şehrinde, Reims Mezopotamya Derneği’nde 19 Aralık katliamı ve ölüm oruçları, Maraş ve Roboski katliamlarını anmak için Partizan ve Yeni Kadın öncülüğünde ve KCK eşbaşkanı Murat Ceylan’ın katılımıyla 27 Aralık günü bir panel gerçekleştirildi. Etkinliğe 1 dakikalık saygı duruşu ile başlandıktan sonra Yeni Kadın adına konuşan temsilci, 19 Aralık’la ilgili ATIK ( UPOTUDAK ) ve NAV-DEM imzalı ortak bildiriyi okudu. Ardından konuya ilişkin sinevizyon gösterimi sunuldu ve Partizan adına sözü alan ölüm orucu direnişçisi Ersin EROĞLU, 19 aralık katliamı ve ölüm orucu süreci ve Maraş katliamının önceki ve sonraki durumunu siyasi ve ekonomik yönleriyle birlikte değerlendirip faşist devletin toplumsal muhalefetin tüm kesimlerine içeride ve dışarıda katliam, imha ve inkar
politikalarıyla saldırdığını ifade ederek, örgütlü mücadele etmenin zorunluluğunu ifade etti. Sonrasında sözü alan KCK Eş Başkanı Murat CEYLAN, Maraş katliamında yaşanan olayların Roboski katliamıyla birlikte faşist TC devletinin Kürtler üzerindeki katliamcı zihniyetini ifade ettiğini bildirerek, Ortadoğu’da Rojava ve Kobanê direnişinin günümüzde Kürt halkının üzerine düşen görevleri ve birlikte hareket edilmesi gerektiğini, yine Sibel BULUT şahsında kadınların savaşta etkin rol aldıklarını belirtti. Karşılıklı soru cevap şeklinde devam eden panel, şehit aileleri komisyonu başkanının da Şengal’de şehit düşenleri anarak sözlerine başladı ve süreci kısa bir değerlendirdikten sonra etkinlik sona erdi. Yine 19 Aralık katliamı Paris’te gerçekleştirilen meşaleli bir yürüyüş ve basın açıklamasıyla kınandı. Paris’teki devrimci kurumların oluşturduğu Paris DEKÖP (Demokratik Kitle Örgütleri Platformu) tarafın-
dan Strazburg Saint Denis bölgesinde gerçekleştirilen meşaleli yürüyüş boyunca Fransızca ve Türkçe katliamı kınayan ve devrimcilerin büyük bir inanç ve kararlılıkla hayatları pahasına direnişlerine vurgu yapan sloganlar atıldı. Yürüyüş bitirildik-
ten sonra Fransızca ve Türkçe basın açıklaması okundu. Eylemin izinsiz yapıldığı gerekçesiyle polisin bir müdahalesi gerçekleşti. Buna rağmen eylem atılan sloganlarla sona erdirildi.
7
mücadele - 247
Mannheim’da Aralık Katliamları Stuttgart’ta Aralık Katliamları Konulu Panel Gerçekleşti Konulu Panel Gerçekleştirildi Almanya’nın Mannheim şehrinde Demokratik Güçler Birliği bileşenleri NAV-DEM, ATİF, AGİF ve ADHF’nin 19 Aralık cezaevleri, Maraş ve Roboski katliamları konulu panel gerçekleştirildi. Öncelikle programa tüm devrim şehitleri için yapılan saygı duruşu ile başlandı. Panel yapılan açılış konuşmasından sonra NAV-DEM temsilcisinin sunumu ile devam etti. Temsilci sunumunda özellikle 28 Aralık tarihinde 3 yılını dolduran Roboski katliamının hala adaletsizliğinin sürmesi ve bunun mücadelesinin hala sürdüğünün altını çizdi.
Panelde aynı zamanda Kobane direnişine ve Ortadoğu’da ki son gelişmelere yer verildi. Özellikle Kobane direnişinin sadece Kürt halkının direnişi değil aynı zamanda enternasyonal mücadelenin bir parçası olduğu vurgulandı. Kobane direnişinde YPG-YPJ güçlerinin dışında enternasyonalist, devrimci güçlerinde direnişte yerlerini aldıkları vurgulandı.
Panelde Maraş katliamının tarihsel dönemi vurgulanırken o dönemde iktidarda olan Bülent Ecevitin katliamdaki provokatif rolünün politik, mezhepsel çelişkileri derinleştirdiğini anlatıldı. 200’ü aşkın kişinin katledildiği 24 Aralık gününden beri aynı katliamcı ve baskıcı sistemin devam ettiğine dikkat çekildi. Maraş katliamını anmak hala yasak olmasının yanısıra, bütün yasaklara rağmen yapılan anmalara baskıların sürdüğü bilinmekte. 28 Aralık 2011 tarihinde 34 kişinin ölümüne sebep olan Roboski katliamı Maraş’tan 33 yıl sonra olmuş olması ve aynı şekilde hiç bir adalet bulunmamış olması, katliam sisteminin tamamen sistemsel yapıldığının göstergesidir. O dönemin başbakanı R.T. Erdoğan Genel Kurmay başkanını Roboski bombalamasından dolayı kutlamış olması kamuoyunda ciddi tepkilere yol açmıştı. Roboski için adalet arayışları hala sürmekte ve devletin baskıcı ve katliamcı zihniyetine karşı muhalefet ve direniş büyümekte.
çabalarının boşa çıkartılmasının bir acil ihtiyaç olduğun üzerinde duruldu.
Ortadoğu değerlendirilirken Türkiye ekseninde Alevilere yönelik olası saldırılar ve devletin Kürtler ve Aleviler arasında çelişki yaratma
Panel de yer alan AGİF temsilcisi 19 aralık cezaevlerine yönelik operasyonun adının Hayata Dönüş olduğunu hatırlattı. Cezaevlerinin F-tipi gelişmesinin önce İngiltere’de sonrada Avrupa’nın diğer ülkelerine yayıldığını vurguladı. Esas hedef burada devrimcilerin örgütlülüğünü ve örgütlü direnişini kırmak olduğunu vurgularken, devletin bunu başaramamasının altı çizildi. “Bayrampaşa cezaevinde 6 kadın tutsak diri diri yakıldığını fakat kimsenin direnişi bırakmadığını. Sistem kadına baskıyı, taciz , tecavüz sürekli kadın kimliğine saldırmakta. Gezi sürecinde de gözlemlendiği gibi. Fakat şuanda Kobane ve Rojavada görüldüğü gibi kadınlar efsane yazmakta ve direnişin en ön saflarındalar ve tarihlerine sahip çıkmaktalar” diyerek sözlerini tamamladı. Panel soru yanıt bölümü ile sonlandırıldı
Stuttgart’ta 28 Aralık’ta “Maraş, 19 Aralık ve Roboski katliamlarını şiddetle lanetliyoruz” şiarıyla bir Panel gerçekleştirildi. Stuttgart Tohum Kültür Merkezi tarafından örgütlenen panel önce katliamlarda ve sonra bütün devrim ve demokrasi mücadelesinde yitirdiklerimiz için bir dakikalık saygı duruşu ile başladı. İçeriğinde üç katliamında ortak olarak ele alınmış olan sinevizyon gösterildikten sonra Onur Olgun cezaevleri ve katliamlarla ilgili müzik dinletisi sundu. İlk önce AABF Temsilcisinin yapmış olduğu konuşmada katliamların sadece sol hareketlere değil, bütün insanlığa işlenmiş olduğunu belirtti. Tekleştirme mantığı ile kurulan faşist Türk devleti, sistemlerini ret edenleri katletmekte acımadı ve halende acımamakta diyerek sözlerine devam etti. Sonrasında Kürt Toplum Mer-
kezi Temsilcisi yapmış olduğu sunumda devletin kendi varlığını azınlıkları soykırımdan geçirerek yaşattığını belirterek yaşanan bütün katliamların sorumlusu düşmanca yaklaşan devlet olduğunu belirtti. Ardından ATİF Temsilcisi katliamların sistemlerden kopuk ele alınmaması gerektiğine değinirken, darbe ve katliamların mücadeleyi sindirip yenilgiye uğratma amaçlarıyla uygulanmakta olduğunu belirtti. Yapılan sunumların ardından soru cevap bölümüne geçilirken panel canlı bir tartışma bölümüne sahne oldu. Ardından son olarak moderatörün toparlama bölümünde yapmış olduğu sunumda katliamların sorumlularının ortada olduğu ve onlardan hesap sormanın gücünü katledilen insanlarımızdan alıyoruz, vazgeçmedik ve vazgeçmeyeceğiz diyerek panel sonlandırıldı.
Tarihi kan ve katliamlarla dolu faşist Türk devletinin Aralık ayında gerçekleştirdiği katliamlar Hannover’de yapılan bir mitingle kınandı. 19-26 Aralıkta Maraş’ta Aleviler, yine 19 Aralıkta Hapishanelerde devrimci ve komünist tutsaklar ve yine bundan tam üç yıl önce 28 Aralıkta Roboski`de Kürtler acımasız ve vahşi bir şekilde katledildiler. Bu katliamlar ne ilkti nede sonuncu olacak, faşizm alt edilmediği
müddetçe tüm toplumsal muhalif kesimler aynı acıları yaşatmaya devam edecektir. Çözümün ortak ve örgütlü mücadeleden geçtiği bilinciyle ortak direnişler örgütlenmelidir denilen etkinlikte; Kürt Halk Meclisi, ATİK ve ADHF tarafından organize edilen eylem, yitirdiklerimiz anısına bir dakikalık saygı duruşu ile başladı. Kürt Halk Meclisi ve ATİK adına yapılan açıklamalarda suçlulardan hesabı soruluncaya kadar katillerin unutulmayacağı ifade edildi. Yoğun soğuğa rağmen yaklaşık 1.5 saat süren canlı bir atmosferde geçen eyleme 100 civarında kişi katıldı. “Hoch die internationale Solidarität”, ”Faşizmi döktüğü kanda boğacağız” ve “Biji Berxwedane Kobane” vb sloganların atıldığı miting yapılan açıklamaların ardından sonlandırıldı.
Hannover’de Miting ” Unutmayacağız Hesabı Sorulana Kadar”
Irkçı PEGIDA Hareketine Karşı Toplumsal Muhalefeti Geliştirelim! Almanya’da ırkçılık çeşitli isimler adı altında güçlenerek gelişmektedir. Eylül ayında başlayarak, ilk önce Holiganların ırkçı eylemleri, daha sonra da kendilerini Avrupa’nın yurtseverleri olarak ortaya koyan, bilinen bütün ırkçı ve faşizan hareketlerinin toplamının içinde yer aldığı yeni bir hareket ortaya çıktı. “Batının İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar” olarak ortaya çıkan ve kısaltılmış adı PEGİDA bu hareket; Dresden, Bonn, Düsseldorf gibi bir çok ilde Pazartesi günleri eylemler düzenlemektedir. Aşırı sağcı ve ırkçı futbol holiganları ve PEGİDA gibi oluşumlar, sistemik bir kangren haline gelen ve yeniden yükselişe geçen faşizan düşün ve eylem tarzının, gelişen toplumsal ırkçılığın son örnekleridir. “Biz halkız, Alman halkını biz temsil ediyoruz, Müslüman tehlikesine kaşı Alman halkını koruyoruz” gibi demagojik ve yalancı çarpıtmalarla Dresden şehrinde sokakları işgal edenler sıradan ve kendiliğinden gelişen bir kitle hareketi mensupları değiller. Üstelik Almanya’da Müslümanların en az tercih ettikleri ve somut olarak en az yaşadıkları Dresden gibi bir şehirde ‘Müslüman yayılmacılığı tehlikesi’nden bahsetmek abesle iştigal değilmidir? Toplumsal ger-
güçlenmeye başladı. Bu durum, ne zamandır bu ülkenin devrimci ve demokrat fikirli gerçek toplumsal muhalefet güçlerince zaten sıkça eleştiriliyordu. Ne var ki, bu eleştirel kanaatin haklılığının anlaşılabilmesi ancak NSU skandalı patlak verdiğinde mümkün olabildi. 4 Kasım 2011 tarihinde patlayan NSU skandalıyla ortalığa saçılan bilgi ışınlarıyla, Alman devlet bürokrasisi, güvenlik güçleri, hakim politik partileri, sermaye baronları ve medyatik güçler içindeki ırkçı ve faşizan zihniyetin kökleşme düzeyinin adeta röntgenleri çekiliyordu. Alman toplumu ve devlet sistemi içinde ırkçı, faşist, paramiliter odakların kendilerine varlık zemini bulabilmesi başlı başına bir tehlikedir zaten. İstihbarat ve güvenlik birimleri, bürokratlar ve bazı politikacıların desteğiyle NSU’nun yıllarca örtülü ve yönlendirmeli bir şekilde göçmenlere ve göçmen kökenlilere yönelik seri katliamlar yapmış olması, bu devletin derin özü içindeki ‘kirli ve tehlikeli ilişkiler ağı’na işaret ediyordu. Bu kirli ve tehlikeli ilişkilerden arınmak şöyle dursun, sistemik güçler yeni biçimler, yeni taktikler ve yöntemler geliştirerek
PEGIDA Yeni Bir Olgumu? MURAT CAKIR
Her Pazartesi akşamı Alman televizyon kanallarının ilk haberi hâline gelen kitlesel ırkçı gösteriler, kafaları karıştırmaya devam ediyor. Yapılan değerlendirmeler toplumsal gerçekleri yansıtmaktan uzak yüzeysel tespitlerden ibaret ne yazık ki. Aslında soru basit: PEGİDA vb. adları taşıyan kitlesel ırkçı hareket yeni bir olgu mu? Yanıtı da basit: Hayır!
Pazartesi günleri Almanya’nın çeşitli kentlerinde düzenlenen ve katılımcılarının sayısı 20 bine ulaşan kitlesel ırkçı gösteriler, imtiyazlı coğrafyanın refah şovenisti çoğunluk toplumunda kökleşmiş ırkçı ve yabancı düşmanı yaklaşımların ifadesidir. Doğru, bu hareket neofaşist diye tanımlanamaz, ama neofaşizmden daha tehlikelidir. Sorulması gereken »gösterilerin bir dalga gibi yayılmasını sağlayan koşullar ve nedenler nedir?« sorusudur. Yanıtı bulmak için toplumsal gerçeklere bakmak gerekir: Almanya’daki çoğunluk toplumu – aynı Batı Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi – 1990’larda hızlandırılan neoliberal tedbirler ve sosyal devlet erozyonu nedeniyle derin bir travma yaşamaktadır. Geliri ve satın alma gücünün, Avrupa ortalamasının üzerinde olmasına rağmen, sosyal statüyü kaybetme ve yoksullaşma korkusu, çoğunluk toplumunda reel ruh hâline dönüşmüştür. Ayrıca gösterilere katılanların çoğunluğu öyle iddia edildiği gibi, »başarısızlar« değil, aksine durumları gayet iyi olanlardır. Maddi temelden yoksun iddiaların ileri sürüldüğü, göçmen ve mülteci düşmanlığının yanı sıra, siyasetçilere, AB’ne, kurumlara ve medyaya güvensizliğin ifade edildiği gösterilerin kitleselleşmesi, AfD gibi sağ popülist partilerin son seçimlerde oy patlaması yapmaları ile doğrudan bağlantılıdır.
çeklerle asla örtüşmeyen, homojen toplumlar yaratma istemleri öne sürerek veya ‘Yahudi, Müslüman, Siyahi veya Yabancı fobisi’ gibi çok tehlikeli düşünce ve hissiyat tarzları yaratarak, toplumu birbirine düşman etmeyi hedeflemektedirler. Emekçi halk kitlelerin beyinlerini zehirleyerek ve yapay toplumsal algılar yaratmak istiyorlar. Almanya devlet bürokrasisi içinde var olan ırkçı ve faşizan eğilimler bir kaç on yıldır giderek güçleniyor. Özellikle 1990’lar sonrası, geçirdiği neo-liberal dönüşüme bağlı olarak, kendi içinde ‘sosyal devlet’ politikalarında hızlı bir aşınma sürecine girdi. Ayrıca emperyalist karakterli bu burjuva devletin, sermayeci ve politik yayılmacı gücünün Avrupa Birliği içinde ve küresel düzlemde hızla artmasıyla birlikte, Almanya toplumu içinde de sosyal şövenist eğilimler, ırkçı ve faşizan saldırganlıklar yeniden
özellikle emekçi kitleler içinde ve orta kesimin alt gelir tabakaları içinde ırkçılık zehrini yüksek dozlu aşılamaya devam ediyorlar. Emperyalistkapitalist ülkelerde giderek büyüyen ‘’eskisi gibi yönetememe krizleri’’ egemen güçleri giderek dümeni daha fazla sağa kırmakta buluyorlar. Bu sistemik ama örtülü güç odakları ırkçı ve faşizan düşün ve eylem tarzına medyatik ve kitlesel olanaklar sunarak onları fikirsel kundakçılar olarak sokaklara itiyorlar. Irkçı düşüncenin etkisindeki kitleleri üst üste bindirilmiş linç kıtaları gibi öne sürmek en gerici burjuva egemenlerin, faşistlerin ve despot rejimlerin en iyi becerdikleri işlerdir. Yunanistan’da, Ukrayna’da, Macaristan’da ve şimdi de Almanya’da gelişen ırkçı, aşırı milliyetçi ve faşizan kitlesel hareketlere karşı yerli ve göçmenler olarak sokakları doldurarak, toplumsal karşıt mücadeleyi geliştirmeliyiz.
Sağ popülizmin seçim başarıları ise, egemen politikanın neoliberal ve militarist politikalarına dayanmaktadır. On yıllarca uygulanan kurumsal ve yapısal ırkçı ve yabancı düşmanı politikalar, »günah keçisi« söylemleri, »terörizme karşı savaş« propagandası ve İslam karşıtı resmi ideoloji, sosyal devlet kazanımlarının geri alınması, burjuva demokrasisinin içinin boşaltılması, sermaye lehine ekonomi ve mali politikaların uygulanması ve AB Komisyonu gibi ulus devlet üstü kurumlarla parlamenter kontrolün yok edilmesi için araç olarak kullanılmışlardır. Şimdi ise kitlesel ırkçı gösteriler Almanya’nın emperyalist stratejilerini ve Federal Ordu’nun modernize edilerek, yurtdışı operasyonlara gönderilmesini meşru kılmak için kullanılmaktadır. Burjuva medyasının gösterileri »sıradan vatandaşların anlaşılabilir hassasiyetleri« olarak lanse etmesi bundandır. Nasıl 1993’de sığınma hakkını anayasadan çıkarmak için neonazi saldırılarını kullanıldılarsa, bugün de gösteriler dış politikanın militaristleştirilmesinin meşrulaştırmak için kullanılmaktadır. İddiaya var mısınız?: Alman ordusunun DAİŞ’e karşı »savaşma« ve mülteci yasalarında sertleşme kararı alınsın, gösteriler bıçakla kesilir gibi bitecek. *
Paris Katliamını, Roboskî’yi, Soma’yı, Gezi’de düşenleri, Şengal’i, Kobanê’yi; Arîn’i, Suphi Nejat’ı, Kader’i, Serkan’ı, Sibel’i ve daha nicelerini unutmadık. Anılarının devrimci mücadelede yaşam bulacağı bir 2015 umuduyla…