Onsoz_15

Page 1



D. Dağlı ANA VE DEMÝR ÖKÇE’NÝN DEVRÝMCÝ ÝÇERÝÐÝ

M

. Gorki’nin dünyada çok iyi tanýnan eseri Ana ve J. London’ýn çok iyi bilinen eseri Demir Ökçe birer proleter roman örneðidir. Proleter roman 19. yüzyýlda ortaya çýkar, fakat asýl önemini ve niteliðini 20.yüzyýlda kazanýr. Demir Ökçe ve Ana 20. yüzyýlýn ilk güçlü proleter roman örnekleridir. Proleter devrimci nitelikleriyle ayný zamanda partizan roman özelliði gösterirler. Daha sonra yazýlan pek çok proleter roman, bu iki güçlü eserin izlerini taþýr. Bu iki eserden sonra proleter roman yüzyýl içinde gitgide yaygýnlýk gösterir. Demir Ökçe ve Ana emekçilerin içinde bulunduklarý o çok kötü yaþam koþullarýný sergilemekle kalmaz; bu insanlýk dýþý koþullara karþý ayaklanan emekçi insanlýðýn örgütlü mücadelesini de yansýtýrlar. Dünyayý örgütlü olarak deðiþtirme yönelimi proletaryanýn temel bir yönelimidir. Burada anlatýlan proleterler örgütlü, bilinçli ya da bu yönde ilerleyen insanlardýr. Roman kahramanlarý bilinç ve örgütlülüðün verdiði kendine güven içinde hareket ederler. Sosyalist bilimle donanmýþ, baðýmsýz sýnýf partisinde örgütlenmiþ ya da onun tarafýndan harekete geçirilmiþ kimselerdir yeni yüzyýlýn proleterleri. Bu romanlarda karþýmýza çýkan proleterler edilgen deðil son derece aktif devrimcilerdir. Ana ve Demir Ökçe olgunlaþmakta olan proleter dünya devriminin ilk coþkulu anlatýmýdýr. Her iki eser yalnýzca bu iki ülkedeki devrimci mücadelenin geliþimi deðil, dünya devriminin geliþimini de yansýtýrlar. Dünya devrimi anlayýþý, dönemin bir devrimci anlayýþýdýr. Komünistler kendi bulunduklarý ülkelerde devrim mücadelesi verirken, bu mücadeleyi dünya devrimiyle baðlantýlý olarak ele alýrlar. Ana ve Demir Ökçe bu baðlantýyý ve anlayýþý, yani proletaryanýn evrensel kurtuluþ mücadelesinin nasýl tüm ülkelerin devrimci emekçilerinin ortak bir davasý ve ortak bir anlayýþý olduðunu iþler. Her iki romanda da ayný devrimci kararlýlýðý ve ayný proleter ateþliliði görüyoruz. Devrimci coþku, eski sömürü toplumunu yýkmaya giriþen ve yerine yeni bir toplum, sýnýfsýz bir toplum koymak için sýnýrsýz bir özveri ve büyük bir canlýlýk içinde kavgaya atýlan devrimci sýnýfýn varlýðýndan ve savaþýmýndan geliyor. Devrimci hareketin o an içinde bulunduðu durum ne olursa olsun, burjuva saldýrýlar ne denli aðýr biçimde sürerse sürsün, hareket tüm o kapitalist dehþet ve vahþetin orta yerinde bir devrimi hazýrlýyor ve ona yöneliyor. Demir Ökçe yazýldýðý zaman Amerika’da sosyalistlere karþý katliamlar düzenleniyor, en aðýr hapis cezalarý veriliyor, kýsacasý kapitalist barbarlýk en üst düzeye týrmanýyordu. Ana’nýn yazýldýðý Rusya’da ise 1905 devrimi yenilgisi etkisini sürdürüyor, gericilik bütün aðýrlýðýyla toplum üstüne çöküyordu. Ýþte Demir Ökçe ve Ana tam da bu sýrada, gericiliðin orta yerinde yazýldý. Devrim davasýnýn sürdüðünü ve devrimi yaratan koþullar oldukça, kitlelerin çok daha büyük bir öfke ve güçle ortaya çýkýp devrimci esrelerini tamamlamak istediklerini ortaya koymuþlardýr. Emekçilerin bu yönelimini ve kararlýlýðýný en güç koþullarda ortaya koymasýný bilmiþlerdir. Ana ve Demir Ökçe’nin tam da egemen sýnýflarýn gericiliðinin en koyu þekilde uygulandýðý bir sýrada yazýlmasý bu iki eserin devrimci önemini daha bir artýrmýþtýr. Tarihsel süreç çeliþkiler içinde ileriye doðru ilerlerken, eski toplum parçalanýp

Güz ‘09

7


daðýlýyor. Eski düzenin egemenleri devrimci güçlere karþý saldýrýlarýný arttýrdýkça güncel toplumun parçalanmasý ve daðýlmasý da o derece derinleþiyor. Üzerinde durduðumuz romanlar, eski toplumun çürüyüp daðýlýþýný, olaylarýn seyri içinde ve çeþitli yönleriyle ortaya döküyor. Özel mülkiyet toplumu tepeden týrnaða parçalanýp daðýlýrken, onun yerini alacak gelecek toplumun bütün çizgileri de güncel toplumun baðrýnda iyice belirginleþiyor. Eski toplum ölü, donuk ve katýlaþmýþ iliþkilerle karakterize edilir. Yeni toplumun, sosyalizmin güçleri ise canlýlýðýn, yaþamýn ve geleceðin insanca iliþkilerini temsil ediyor. Demir Ökçe ve Ana bu yaþam dolu geliþmeyi, bu gürül gürül akan nehri bütün gerçekliði ve coþkusu içinde betimliyor. J. London’un ve M. Gorki’nin burada anlattýklarý insanlar, yeni insandan baþkasý deðildir. Tüm yaþama sevincini yitirmiþ o eski toplumun insanýnýn yerini bu toplumu dönüþtüren, kendisi de eylem içinde ve eylemle dönüþen, yaþam yüklü, diri, capcanlý ve önünde büyük bir gelecek uzanan yeni insan. ANA Maksim GORKÝ Sosyalist romancýlýðýn ilk ve temel yapýtlarýndan olan Ana ayný zamanda devrimci sanatýn da güçlü bir örneðidir. Proleter yaþam biçimi kapitalizmin olduðu her yerde aynýdýr, evrenseldir. Ýþçi çalýþtýðý fabrikaya, makinelere ve ürettiklerine yabancý gözüyle bakar. Üretimin tüm sonuçlarý iþçinin kendi öz toplumsal emeðini temsil eder, ama ona yabancýlaþmýþ bir güç olarak. Her iþçi caný sýkkýn olarak gider çalýþmaya. Fabrikayý ve iþi sevmez. Ölüme gider gibi gider fabrikaya. Suratý asýktýr, hýrçýndýr, býkkýndýr. Küfürcü ve kavgacýdýr. Yüzü gülmez çalýþýrken, yaþam onun için yoktur orada. O orada kendisine ait deðildir –bir baþkasýdýr. Fabrikadan adýmýný dýþarý atar atmaz yüzü güler, içine canlý bir hava dolar, farklý bir insan, kendisine ait bir insan oluverir. Evde, kahvede, meyhanede biraz olsun zevk almaya baþlar. Bunlar da olmasa, insan olarak yaþamasýnýn hiçbir anlamý olmazdý. Evinde, mahallesinde hep kavga çýkarýr. Birbirlerine ve ailelerine karþý katý ve acýmasýzdýr. O, insanlýk dýþý koþullarýn, toplumsal çevrenin bir ürünüdür yalnýzca. Çalýþma koþullarý aðýr ve tüketici, çevreyle olan iliþkileri düþmancadýr. Karýsýna ve çocuklarýna karþý dahi kaba ve yabancýlaþmýþtýr. O, aðýr ve sefalet içerisindeki koþullarda yaþamýný çabuk tüketir ve genç ölür. Yaþadýðý kapitalist toplumda emekçilerin yaþ ortalamasýnýn düþük olmasý bu yüzdendir. Emekçilerin kendi ezilmiþliklerinin, soyulmalarýnýn farkýna varmasý mülk sahipleri için büyük bir tehlikedir. Onlar bu yüzden hak kitlelerine obskürantizmi (onlar bilmesincilik) uygularlar, kitlelere bilinç taþýyan komünistleri, ilerici yazarlarý en aðýr baský altýna alýrlar. Ama yine de emekçilerin gerçekleri öðrenmelerinin önüne geçemezler. Ýþçilerin devrimci politik bilinçle ilk temaslarýnda kendi aralarýnda olan nefret, rekabet ve güvensizlik ortadan kalkar; yerini güven ve dayanýþmaya býrakýr. Ýþçiler yaþadýklarý ülkede kendi yaþam koþullarýnýn farkýna vardýklarý zaman dünyadaki bütün iþçilerin de durumlarýný kavrar, ayný sýnýfsal durumda olduklarýný ve ayný ortak amaçlara sahip olduklarýný bilirler; bütün ülkelerin iþçilerinin mücadelesini kendi mücadeleleri olarak görürler.

8

Güz ‘09


Sýnýf mülkiyetinin egemen olduðu her dönem ezilen bireyler yalnýzca baský altýnda kalmamýþ, ayný zamanda aþaðýlanmýþ ve hakarete uðramýþtýr. Kiþiliði ve onuru ayaklar altýna alýnmýþtýr. Her birey bu durumla mutlaka karþýlaþýr. Proleter yaþam koþullarý onlarý birleþmeye zorlar. Kendi ortak çýkarlarý ve kendi ortak savaþmalarý için giriþtikleri örgütlenme ve birleþme hareketi onlarýn kendi hareketi haline gelir. Ýçinde bulunduklarý koþullara karþý geliþen bilinç kendiliðinden bir bilinçtir. Ýþçilere dýþarýdan devrimci bir bilinç götürülür. Bundan sonradýr ki emekçilerde yeni bir bilinç, sosyalist bilinç geliþir. Duygularý bencillikten kurtaramamýþ bireylerin toplumla çatýþma içerisinde olduðu, yabancýlaþmanýn egemen olduðu sýnýflý toplumlarda insanlar kendinde olaný sever; komünist toplumda ise benim olaný sevmekten, insanlarý seveceksin, geliþmiþlik ve olgunluk düzeyine varýlýr. Ücretli köle bir kere uyanýp harekete geçtikten sonra, egemenlerin önüne çýkardýðý engeller ve yaptýðý baskýlar onu çelikleþtirmekten baþka bir iþe yaramaz. Ýþçiler uyanýp harekete geçince, egemen sýnýflarýn saldýrýsý da bir o kadar þiddetlenir, baskýlar artar; burada her þey karþýtlarýn mücadelesinin doðasýna uygun geliþir. Komünistlerin, iþçilerin baðýmsýz olarak örgütlenmesi görüþü iþçi sýnýfý içinde yanký bulur ve maddi bir güce dönüþür. Uzun mücadele deneyimleri emekçilere bunu öðretir ve örgütlülüðün verdiði güçle daha ileri atýlýrlar. Ýþçilerin içinde olduklarý koþullar, yani emekçilerin varlýk koþullarý onlarý bu koþullarý ortadan kaldýrmaya götürür; emekçi hareketi bu koþullarýn kaçýnýlmaz bir sonucu olarak ortaya çýkar. Bu hareket, politik öncülerinin onu hýzlandýrmasýna gereksinim duyar. Sosyalistlerin öncülüðünde yapýlan eylemler, iþçileri ayaklanmaya hazýrlar ve devrimi hýzlandýrýr. Emekçi kitlelerin bir anda, komünist partizanlar olmalarý beklenemez. Bunun için uzun bir bilinçlenme ve mücadele sürecinin geçmesi gerekiyor. Ve bu süreç iniþli-çýkýþlýdýr. Köylülerin, kýr yoksullarýnýn desteði olmadan, iþçi sýnýfý sýnýf düþmanýný yenemez, ereðine ulaþamaz. Önceki yüzyýlýn toplumsal devrimlerinden ders çýkaran devrimci Rus iþçileri ve onlarýn politik öncüsü, köylüler arasýnda çalýþmayý, onlarý devrim ve sosyalizm davasýna kazanmayý temel bir ilke haline getirir. Özgürlüðün elde edilmesi, sosyalizme geçilmesi, emekçi sýnýfýn ve devrimci komünistlerin büyük özverisi, saðlýðý ve yaþamý pahasýna süren bir süreçtir. Ýþçi sýnýfý; Paris Komünü’nde olduðu gibi, 1905 Rus Devrimi’nde de bu gerçeði ortaya koyar. Emekçi kitlelerin yaþamý kendi dýþýnda egemen güçler tarafýndan, sömürücü sýnýflar tarafýndan belirlenir; ama gerçeklerin ayýrýmýna varan ve harekete geçen ezilen, sömürülen insanlar, artýk kendi yaþamlarýný kendi ellerine almak ister. Her devrimde, önce az sayýda insanýn enerjisi harekete geçer ardýndan geniþ halk kitlelerinin enerjisi harekete geçer. Bu geliþme, bir devrimin gelmekte olduðunun en güçlü belirtisidir. Emekçi halk kitleleri devrimci düþüncelerle tanýþma ve egemenlere karþý eyleme geçme sürecinde devrimcileþir, mücadeleye kendisi öncülük eder. Eski düzeni yýkmaya giriþenler devrimci kitlelerdir. Proletarya egemen güçlerle karþý karþýya geldi mi, bu karþý karþýya gelme, bu sýnýf savaþýmý kendini her alandan gösterir: Fabrikada, sokakta ve mahkemelerde.

Güz ‘09

9


Eski sistem yýkýma yüz tutunca, bu yýkýmý hýzlandýran devrimci güçlere karþý saldýrýlarýný arttýrýr ve þiddetlendirir. Aðýr hapis cezalarý ve katliamlar en üst noktaya týrmandýrýlýr. Tüm bu saldýrýlar ve baskýlar eski düzenin parçalanýp daðýlmasýný biraz daha hýzlandýrýr. Burjuvazinin o donuk ve katýlaþmýþ iliþkileri, çorak ve coþkusuzluk çaðý ile proletaryanýn yükselen sosyalizmi, canlý, diri yaþam gücü ve engin coþkunluðu, proleter devrimler çaðý mahkemelerde de karþý karþýya gelir. Komünistlerin eski toplum mahkemelerindeki yargýlama süreci bu iki ayrý sýnýfýn, iki ayrý dünyanýn ve iki ayrý çaðýn çatýþmasýný çok iyi yansýtýr. Sýnýf mücadelesinin geliþmesi, bireylerin devrimci mücadeleye atýlmasý, onlarýn duygularýný ve düþüncelerini deðiþime uðratýr. Devrimci mücadele içerisinde dönüþüme uðrayan bu insanlar emekçilerin kurtuluþu için dövüþen yeni insanlar haline gelirler. Uyanmýþ, harekete geçmiþ bir halkýn hareketi bastýrýlsa ve sesi susturulsa da sonunda kazanan halk olacaktýr. DEMÝR ÖKÇE Jack LONDON BÝR. Demir Ökçe’nin daha ilk baþlarda hemen göze çarpan yönü Amerikan iþçi sýnýfýnýn, iki sýnýf arasýndaki savaþýmýný bütün keskinliði ve derinliðiyle anlatmasýdýr. Romaný okurken söz konusu dönemi sýnýf savaþýmýnýn bütün boyutlarýyla öðreniyoruz. Yazar sýnýf çözümlemesini yaparken ve sýnýf savaþýmýný anlatýrken sosyalist bakýþ açýsýna, materyalist yönteme dayanýyor. Ýnsanýn bütün estetik, sanatsal, düþünsel, politik vb. etkinliðinin temelinde ekonomik etkinlik, pratik etkinlik vardýr. Yazar Amerikan kapitalizminin geliþimini, tekelci aþamaya varýþýný iyi bir þekilde gözlemliyor. Bize dönemin ekonomik durumu hakkýnda detaylý bir tablo sunuyor. Amerikan gerçeði hakkýnda, gerçek iliþkileri ortaya çýkaracak, gerçek bilgiler veriyor. Bu yönüyle J. London ve J. Steinbeck birlikte ele alýnýnca her iki edebiyatçýnýn Amerika’daki sýnýf gerçeði hakkýnda romanlarýnda verdikleri bilgiler çok sayýda Amerikan ekonomist ve teorisyeninden daha saðlam ve daha derinlikli. ÝKÝ. Demir Ökçe’de, toplumun sýnýf iliþkileri ve sýnýf savaþýmý bütün dinamizmi, canlýlýðý ve keskinliði içinde veriliyor. Zaten J. London’ýn üslubu canlý, dinamik ve derinlikli bir kavrayýþý yansýtýr. Olaylarý ve kiþileri en çarpýcý, en enerjik ve belirgin çizgileriyle verir. Demir Ökçe, yazarýn bu üslubunun çok iyi bir örneðidir. Baþka bir söylemle Demir Ökçe’yi bu kadar öne çýkaran, bir de yazarýn bu dinamik güçlü üslubudur. Durgun, cansýz ve ýlýmlý bir anlatým Amerika’daki toplumsal çalkantýlarý ve toplumsal alt-üst oluþlarý gerçekçi bir þekilde yansýtamazdý. Amerika’da köleliðin resmi olarak kaldýrýlmasýndan sonra proleterlerle kapitalistler arasýnda savaþým öne çýkmýþ ve þiddetlenmiþtir. Eðer gerçekliðe baðlý kalýnacaksa Amerika’daki toplumsal gerçekler en belirgin çizgiler içerisinde anlatýlmalýdýr. Demir Ökçe bunu baþardýðý için dünya proleter hareketi içinde kalýcý bir yer edinmiþtir. ÜÇ. Roman kahramaný Ernest Everhard’ýn burjuva temsilcileriyle yaptýðý tartýþmalar, daha doðrusu kapýþma, romanda “yadýrganacak” biçimde kurgulanmýþ deðil. Tartýþmalar çok canlý biçimde sunuluyor ve bu yön eserin ayýrt edici bir yönüdür. Tartýþmalar sýrasýnda ortaya konulan düþünceler, birer alýntý havasý içinde deðil, sanatsal bir biçimde verilmiþtir. Hem polemikler bölümü ve hem de kitabýn genel yapýsý bir bütünlük içinde ele alýndýðýnda Demir Ökçe’nin sanatsal aðýrlýðý açýkça görülür.

10

Güz ‘09


DÖRT. Demir Ökçe yalnýzca kapitalistlerin o döneme kadar emekçi sýnýfa karþý sürdürdüðü baskýlarýn, saldýrýlarýn ve aldatmacalarýn bir tablosunu çizmekle kalmýyor; sömürücülerin ileride neler yapabileceðini de þaþýlacak denli doðru olarak gösteriyor. Örneðin, herkesin fiþleneceðini ve denetleneceðini son derece keskin biçimde ifade ediyor. Bugün emekçi sýnýf hareketini denetlemek için kullanýlan yöntemlerin nerelere kadar vardýðý göz önünde tutulursa, Demir Ökçe’de bu konuda ele aldýðý tahminlerin ne denli doðru çýktýðý daha iyi anlaþýlýr. Yazarýn bu öngörücü yönü, onun kapitalizmi ve burjuvaziyi ne kadar iyi kavradýðýný gösteriyor. BEÞ. Sosyalizmin kaçýnýlmazlýðýný vurgulamasý oportünistlerin tersine, sýnýf savaþýmýnýn zorunlu olarak devrimci biçim alacaðýný söylemesi ve göstermesi, seçimlere giden sosyalistlerin zorunlu olarak silaha sarýlmak zorunda kalacaðýný söylemesi; tutsaklarýn kaçýrýlma (özgürleþtirilme) eylemini övmesi ve hatta ABD’de gericiliðe karþý mücadeleden söz etmesi oportünizme ve reformizme güçlü bir darbe indiriyor. ALTI. Yazar Amerikan iþçi sýnýfýnýn durumunu ve sýnýflarýn karþýlýklý iliþkilerini anlatýrken aslýnda, dünyadaki tüm iþçilerin durumu ve mücadelesini anlatmýþ oluyor. Bu yüzden her iþçi Demir Ökçe’yi okurken orada kendi durumunu ve mücadelesini görür. YEDÝ. Yazar kitabýn sonuna doðru sosyalistlerin sanki bir komplocu grup gibi hareket ettikleri düþüncesini iþliyor. Aslýnda yazarýn burada anlattýðý devrimci gruplarýn benimsediði mücadele biçimleri ve örgütlenme anlayýþlarýnýn tamamen içinde bulunulan koþullarýn ürünleri olduðu biçimindedir. Þartlar deðiþtiðinde seçimlere katýlan yasal sosyalist bir partinin nasýl komplocu yöntemlere baþvuran gerilla gruplarýna dönüþeceðini gösteriyor. Þartlar ne olursa olsun her þartta parlamenter mücadeleyi, yasallýðý aslileþtiren oportünist ve reformist hareketlere sert bir eleþtiridir Demir Ökçe ayný zamanda. SEKÝZ. Yazarýn devrimci mücadeleyi bu denli öne çýkartmasý ve ona tarihi bir önem vermesi; devrimci emekçi hareketini köhnemiþ eski burjuva dünyasýný yýkacak yegane güç olarak görmesi ve insanlýðýn artýk yaratýcý entelektüel faaliyetinin kaynaðýný devrimci mücadelede görmesinden ileri geliyor. Ýnsanlýðýn burjuvazide yitirdiði ileri olan ne varsa, proletaryanýn devrimci mücadelesinde daha üst düzeyde yeniden ortaya çýkar. Proletarya bununla da kalmaz sürekli yeni ve zengin deðerler yaratýr. DOKUZ. Demir Ökçe’nin çok belirgin yanlarýndan biri de proletarya hareketinin enternasyonalist bir hareket olduðu düþüncesini iþlemesidir. Demir Ökçe’de iþlenen enternasyonalist anlayýþ, o sýrada bütün kapitalist ülkelerde hýzla geliþen en-

Güz ‘09

11


ternasyonalist sosyalist hareketin durumuna da uygundur. Demir Ökçe’nin yazýldýðý tarihten çok kýsa süre önce uluslararasý sosyalist hareket Amerika’da kendi bürolarýný açmýþ, iþçi sýnýfý bunun etkisiyle kendi sýnýf partisini örgütlemiþtir. ON. Demir Ökçe’de dünya devrimi fikri çok açýk. Yazarýn bu düþüncesini Avrupa’daki emekçilerin ayaklanmalarýný anlatmasý sýrasýnda da görüyoruz. Demir Ökçe dünya devriminin çeþitli örneklerini verse de o bunu hayali olarak yapýyor. Ancak sürecin bu yönde ilerlediðini doðru bir þekilde görüyor. Zaten Demir Ökçe’nin yazýlmasýndan kýsa bir süre sonra Rusya’da ve Avrupa’da devrimci ayaklanmalar ortaya çýkýyor. ONBÝR. Demir Ökçe sosyalist-enternasyonalist bilinci öne çýkarýyor. Kitabýn yazýldýðý tarihten kýsa bir süre önce Birinci Emperyalist Dünya Savaþý’nýn baþlamasý karþýsýnda resmi sosyalist partilerin savaþta sosyal-þoven bir politika izledikleri hatýrlanýrsa yazarýn bu eserde iþlediði proleter enternasyonalist anlayýþýn ne kadar anlamlý olduðu daha iyi anlaþýlýr. Bu yapýtta her ülkenin kapitalistlerinin, kendi ülkelerindeki emekçilerin devrimci mücadelesini saptýrmak için þovenizmi nasýl kullandýðýný ve bunun pratikte emekçilerin sýnýf savaþýmý için nasýl bir tehlike oluþturduðunu ders verici biçimde iþliyor. ONÝKÝ. Kapitalistlerin egemenliði ve onlarýn emekçiler üzerindeki diktatörlüðü, küçük burjuva eleþtiride hafif ve yumuþak gösterilir. Küçükburjuvazi, sýnýflara bölünen, karþýtlarýn birliði ve mücadelesine dayanan kapitalist toplumun gerçek doðasýný kavramamýþtýr. Demir Ökçe küçük burjuvaziden tamamen farklý bir yaklaþýmla hareket ederek Amerikan finans kapital oligarþisinin gerçek doðasýný bütün çizgileri içerisinde gözler önüne seriyor. Bunu ýlýmlý sözcüklerle deðil, en sert ve eleþtirel devrimci ifadelerle yapýyor. Demir Ökçe bu yönüyle kapitalist toplumun keskin çeliþkilerini olduðundan daha yumuþak gösteren oportünist ve reformist hareketin bununla nasýl da burjuvaziye hizmet ettiðini göstermiþ oluyor. Demir Ökçe bu yönüyle, küçük burjuvazinin binlerce sayfa tutan uzlaþmacý literatüründen çok daha fazla þey veriyor iþçi sýnýfýna. ONÜÇ. Demir Ökçe’nin son bölümlerinde anlatýlan geliþmeler hayalidir. Ancak devrimcilerin mücadelesini anlatýrken ortaya koyduðu görüþler yeni toplumun nasýl kurulacaðýna dair belirli saptamalarý ve ezilen ve sömürülen sýnýfýn büyük özverisi ve devrimci giriþimleri olmaksýzýn sýnýfsýz toplumun kurulamayacaðýný anlatmasý eserin devrimci anlamýný pekiþtiriyor. Demir Ökçe bu yönüyle, gelecek toplumu barýþçýl bir mücadelenin sonucu olarak düþleyen reformizme güçlü bir eleþtiri yöneltiyor. ONDÖRT. Demir Ökçe’nin deðiþik bir anlatým tarzý var. Burada ikili bir anlatým var. Biri olaylarý anlatan Avis. Diðeri alt yazý olarak geçiyor. Bu kitabýn, 1910’daki olaylarý anlattýðý günlük, 700 yýl sonra bulunuyor. Ve 700 yýl sonrasýndan kitabýn anlattýðý 1910’lara bakýlýyor. Olaylarý anlatan Avis Everhard, roman kahramaný Ernest Everhard’la evli. Romanýn baþkiþisi Ernest, Avis’in anlatýmýnda var. Olaylarý anlatan ve bizzat anlattýðý olaylarýn içerisinde yer alan Avis olmakla birlikte romanýn baþkiþisi o deðil Ernest’tir. Romanýn tüm örgüsü Ernest Everhard’ýn yaþam öyküsü temelinde anlatýlýyor. Roman kahramanýný anlatan Avis ise romanýn ikinci kiþisidir. Demir Ökçe Engels’in “sosyalist sorun romaný” dediði bir içeriðe sahiptir. Proleter iyimserlik, tarihsel iyimserlik Demir Ökçe’nin belirgin çizgisidir.

12

Güz ‘09


afetlere hazIr mIsInIz ? Temade Çýnar

yabancýlaþmaya karþý beyin egzersizleri

ütün kanallardan uyarýlar aldýk “aþýrý yaðýþlar ve sel geliyor, hazýr olun”. Nasýl hazýr olacaðýmýz hakkýnda hiçbir fikrimiz yok. Bireysel olarak nasýl hazýr olabiliriz? Biz örgütlü bir toplum deðiliz ki. Toplanalým, mahallemizde, okulumuzda uzmanlarla birlikte tehlikeyi en az zararla atlatmak için plan yapýp çalýþalým. Logarlarýmýzý kontrol edelim. Dere yataklarýmýzý gözden geçirelim. En önemlisi, bugüne kadar yapýlanlar bizim dýþýmýzda, birileri tarafýndan, ne yapýldýðýný bilmediðimiz bir þekilde yapýldýðý için, altyapýmýz hakkýnda saðlam olmadýðý dýþýnda hiçbir fikrimiz yok. Bizler çeþitli uzmanlarýn, çeþitli ve birbiriyle çeliþkili yorumlarýný dinleyip her alanda uzmanlaþmaya çalýþtýk. Deprem oldu fay hatlarý üzerine yorum yaptýk, kuþ gribi oldu tavuklarýmýzý öldürüp öldürmeyeceðimiz hakkýnda ikiye ayrýldýk, þimdi de sel oldu suçun doðada mý, bizde mi yoksa baþkalarýnda mý olduðunu tartýþýr olduk. Eðer örgütlü bir toplum olsaydýk, yani okuldaki öðrenciden, fabrikasýndaki iþçiye kadar herkesin bir araya geldiði bir örgütlenme modelimiz olsaydý, merkezi bir açýklama yapýlýr, hepimiz uzmanlar eþliðinde yapacaklarýmýzý bilir, yapardýk. Mademki biz örgütlü bir toplum deðiliz bireysel olarak umutsuzca kaçmaktan ya da binalarýmýzýn üst katlarýna doðru çýkýp çatýlarda yeni bir tehlike oluþturmaktan baþka yolumuz yok gibi. Evlerimizin çamurlarla dolmasýna ya da yýkýlýp gitmesine, en yakýnlarýmýzýn bu çamura ya da topraða gömülmesine seyirci kalmaya mahkûmuz. Doðal afetlerle tek tek bireyler olarak baþ etmemiz mümkün deðil. “Herkes evinin önünü süpürsün, sokaðýmýz temiz kalsýn” türünden bir sorun deðil ki bu. Her gelen afette evimizi terk edecek lüksümüz de yok. Üstelik bütün hayatýmýzý o evi yapmaya harcamýþýz. Ve belki de on yýl, yirmi yýl sonrasýna borçluyuz. O zaman milyonlarca insaný tekil birer çaresizliðe iten, yetkilerin ve olanaklarýn hepsini elinde bulunduran “yetkililerden” medet umacaðýz. Öyle ya bir afet bekleniyorsa bunu sadece biz beklemiyoruz. Belediyeler, onlarýn alt kuruluþlarý afet planlama merkezleri, il yönetimi, baþbakanlýk… Tüm bu “bilgili, yetkili ve etkili” makamlar, siz yapamazsýnýz biz yaparýz, cinsinden üst perdeden bakýþla bizi edilgin bir konuma itip, sonra da ortalýk karýþýnca vatandaþýn bilgisizliðinden dem vurup, yüzsüzlüðün bu kadarý dedirtecek cinsten bir sorumsuzlukla afete uðrayanlarý býrakýp, siyasi konumlarýný kurtarmak için çene yarýþtýrýyorlar. Eðer biz fakir bir ülke olsaydýk hiçbir þeyimiz olmasaydý “yokluk” der kurtulurduk bu hesaplaþmadan. Dünya bunca bolluk içindeyken biz neden bu kadar yokluk çekiyoruz, doðal kaynaklarýmýz nere-

B

Güz ‘09

13

K

ýtalararasý füze gönderme teknolojisine sahip, uzaya çýkar, gen haritasýný çözer, atomun çekirdeðiyle uðraþýr bir durumdayken insanlýðýn binlerce yýllýk birikiminin sadece bir grup asalaðýn çýkarlarý için kullanýlmasý olaðan mý? Sadece bizim ülkemizde deðil dünyanýn her yerinde felaketler nüfusun büyük bir çoðunluðu için bir daha yerine konulamayacak kayýplarla geliyor. Gelecek de…


ye gidiyor diye düþünürdük belki. Ama görüyoruz ki bir baþka ülkenin baþkaný geleceði zaman öyle önlemler alýnýyor ki Hollywood filmlerini aratmýyor. Yollar kapatýlýyor, yüksek güvenlik önlemleri, alarmlar… Uçaklarýn yönü deðiþiyor. Sonra bir afet oluyor birden hokus pokus! Yok oluyor her þey. Bir yokluk bir ýssýzlýk. Herkes tek baþýna. “ Kendi önlemlerini kendin al, kendi baþýnýn çaresine bak.” Her ülkenin kaynaklarýný nereye aktaracaðýný planladýðýný biliyoruz. Peki sürekli sel baskýnlarýna maruz kalan Karadeniz bölgesi hakkýnda ya da deprem kuþaðýyla ilgili alanlarda, “zorunlu deprem sigortasý” gibi rant üzerine kurulmuþ bir yöntemin dýþýnda nasýl bir planlama yapýlýyor? Sel felaketine uðramýþ Silivri halkýnýn Kadir Topbaþ’a baðýrdýðý gibi: “Lalelere kaç trilyon harcadýnýz, bizim için ne yaptýnýz?” Gerçekten felaketin 4. günü enkazý görmeye gitmek, o güne kadar basýna demeç vermek dýþýnda hiçbir þey yapmamýþ bir büyükþehir belediye baþkaný için gaflet olsa gerek. ASKOM’dan yayýn yapýlýyor. Acil sivil koordinasyon merkezi ASKOM, þehrin göbeðinde son teknoloji ile donatýlmýþ. Tüm mobeseler dev ekrandan izleniyor. Birçok uzman bilgisayarlarla donatýlmýþ bu merkezde hava raporlarýnýn seyrini görüyorlar. Bu kadar masraf eðer sel ve deprem gibi olaðanüstü durumlarda kullanýlmayacaksa - ki bize onun için yapýldýklarý söylendi, kullanýlmadýðýna da tanýk olduk- ne iþe yararlar. Ufacýk bir gösteriyi anýnda haber alýp on binlerce polisi, robokopu bölgeye yýðanlarýn, tepeden helikopterleri eksik etmeyenlerin iþine yaradýðý kesin. Bunca görevli, gaz bombalý, tam teçhizatlý “vatanperver”, selde depremde nereye kaybolurlar? Bu soru sakýn onlarý böylesi anlarda yanýmýza çaðýrdýðýmýz anlamýna gelmesin. Adapazarý’nda, Ýzmit’te deprem kurtarma anýnda kimlik kontrolü yapmaya çalýþanlara da, saðlýk çadýrlarýný “valilik onayý” olmadýðý gerekçesiyle -valilik makamý da, belediye yöneticileri de þehri çoktan terk etmiþ- mühürlemeye gelenlere de ihtiyacýmýz yok. O dönemde olduðu gibi emekçi halkýn bir anda ne de görkemli örgütlenmeler oluþturacaðýný biliyoruz. Hatýrlatmakta fayda var: Felaket alanlarýndan uzaklaþanlardan daha çok insan deprem bölgelerine doðru her yönden hareket ettiler. Öyle ki Saðlýk Bakaný Osman Durmuþ; “Saðlýkçýya ihtiyaç yok, herkes yerinde kalsýn” dediði halde doktorlar, hemþireler iþ yerlerine döndüklerinde bu emre sadýk kalmadýklarý için soruþturmaya uðrayacaklarýný bile bile nöbet izinlerini, senelik izinlerini alýp, ilk yardým çantalarýný kendi imkânlarýyla doldurup yola çýktýlar. Zonguldak maden iþçileri kazma kürekleriyle geldiler. (Daha sonra “Zonguldak’tan otobüslerle yaðmacýlar geldi” denilecekti.) Maden iþçileri “yerin altý bizim iþimiz” dediler ve yýkýlma

14

tehlikesi olan binalarýn altýna girip insanlarý çýkardýlar. Üniversite öðrencileri gruplar oluþturup arama kurtarma ekiplerine katýldýlar. Yurtdýþýndan gelen arama köpeklerine bile gümrük vergisi kesmekten baþka bir iþe yaramayan ve deprem yolsuzluðunun her türlüsünü yapmaktan baþka bir yere el atmayan “bilgili, yetkili ve etkili” sorumlular böylesi bir felaketten karlý çýkmanýn her fýrsatýný deðerlendirdiler. Deprem bölgelerinde ölülerini topraðýn altýndan çýkaranlar uzun “defin ruhsatý” kuyruklarýna tahammülleri kalmayýnca köylerine götürüp cenazelerini “kalp krizi” vb raporlarla ruhsat alýp gömdüler. Bu konuda her türlü “kolaylýk” saðlandý. Depremin 7. gününde, topraðýn altýndan 2 hafta sonra kurtulanýn olduðu Erzincan depremi gibi bir tecrübeden sonra bile, bütün enkazlarýn üstü örtüldü. Yüz binler konuþulurken ölü sayýsý birden on yedi bine düþtü ve deprem bölgeleri afet bölgesi olmaktan kurtuldu. Böylece devlet afet bölgesi için yapmasý gereken yükümlülüklerden de sýyrýlýp çýktý. Bu kadar mý? Meclis apar topar toplandý. Ne için? Afetten zarar görenlerin zararlarýný bir miktar da olsa telafi etmek için mi? Hayýr! O güne kadar emekçilerin aleyhine olan ve dirençle karþýlaþtýklarý tüm yasalarý bir çýrpýda geçirdi. Çünkü bütün emekçi örgütleri depremle meþguldü. Bitmedi. Deprem için toplanan yurtdýþýndan gelen yardým paralarýyla memur maaþlarýný daðýttý. Daðýtmasý gereken memur maaþlarýný böylece “arttýrmýþ” oldu. Yine depreme yardým için gelen týrlar dolusu çok deðerli týbbi malzeme ve ilaçlar “yetkili” kiþilerin yakýnlarýnýn hastane depolarýndan çýktý. Tüm bunlardan sonra orada neredeyse bir ortak yaþam kuran, birlikte aç kalan ya da yiyip içen, birbirlerinin yarasýný sarmaya çalýþanlarýn yarattýðý paylaþýmý öne çýkarmak bir yana, yok saydý. Hatta “yaðma için oraya gidiyorlar” diye kýyameti koparttý. Orada bulunamayanlar için söyleyelim, haftalarca evler, çadýrlar tamamen açýk kaldý. Birkaç hýrsýzlýk dýþýnda ve depremden zarar görmüþ bir evin eþyalarýnýn çalýnmasýnýn söylenmesi dýþýnda bir þey olmadý. Tüm eþyalarýmýzý býrakýp gittiðimiz halde, hiçbir þeyimiz kaybolmadý. Yoksulluðun olduðu yerde hýrsýzlýk ve yaðmacýlýk olacaktýr. Bunlarý ortadan kaldýrmanýn yolu tüm insanlarý potansiyel suçlu olarak görüp yargýlamak, parçalamak deðil, suçun potansiyelini ortadan kaldýrmaktýr. Eh insan dünyayý kendi gözleriyle görür diyelim. Depremde yaðmayý yapanlar belli. Bu uzun hatýrlatmadan ve selin alýp götürdüðü onca insandan sonra, kaybedilen yýllarca biriktirilmiþ, uðruna yýllarca çalýþýlmýþ evler ve eþyalarýndan sonra baþbakan “Üsküdar’a” –ama sel bölgesine deðil- gecekondulara iftar yemeðine misafir oluyor. Gecekondularý geziyor ve emekçilere evlerini býrakýp TOKÝ’ye geçmelerini, zira sel olayýndan dolayý üzgün olduðunu

Güz ‘09


söylüyor. Çamurun içinden kurtardýðý battaniyesini, elbisesini yýkama derdindeki insanlara “evini býrak” demek ne gariptir. Baþbakan bir tuðla için bir iþçinin kaç saat çalýþtýðýný biliyor mu? Onun çarpýk çurpuk gördüðü o evlerin bir ömür olduðunu? Elbette onlarý orda býrakmak deðil, ama yýllarýný ona geri vermek gerek. Yýllarca gecekondulaþmadan rant saðlayanlar, þimdi ayný topraklardan ikinci kez kazanmanýn peþindeler. Sözcüleri ve iþbirlikçileri iþ baþýnda. Üstelik yaptýklarý Baþakþehir’in 4. etabý da selden nasibini aldý. Týpký Ýzmit’e yapýlan deprem konutlarýnýn “depreme dayanýksýz” raporu aldýðý gibi. Gecekonduda yaþayanlar TOKÝ taksitlerini ödeyemeyeceklerini söylüyorlar. Tabii baþbakanýn asgari ücretten haberi yok. Yirmi yýl ödenecek ayda beþ yüz, altý yüz liranýn lafý mý olur? Hem orasý daha güvenli ve güzelmiþ. Burada saklý bir tehdit de var: “Felaket olursa sizin için de üzülürüz.” Böylesi bir felaketin ardýndan gariban sofrasýna oturup onlardan biriymiþ gibi iftar yapmanýn mutlaka bir nedeni olmalý deðil mi? “Burjuvazi gölgesinde yatmayacaðý aðacý keser” misali. Herhalde evine geri döndüðünde bir “oh” çekmiþtir. Ýnsanlarýn yüksek sabýrlarý sayesinde kurtardýðý caný için. Sel þimdilik arkasýndan salgýn tehdidiyle dolu balçýk ve çamuru býrakarak gitti. Ýnsanlarýn birçoðu günlerce yapayalnýz çamurlarýn içinde elleriyle çocuklarýný aradýlar. Baþka bir yerde televizyonlarýn merkezindeki bir baþka çocuðun helikopterler ve timlerle aranýþýný izledik. Her can deðerli elbet, ama eþit deðerde deðil. Oysa böyle olmak zorunda mý? Tüm bu olup bitenler bizim suçumuz mu? Ankara büyükþehir belediye baþkanýnýn dediði gibi, logarlarýn üzerindeki yapraklarý temizlemediðimiz için mi oldu bunlar? Kanserin tek sebebi de sigara zaten. Yineleyelim: Sigaranýn tüm zararlarý onu gerçekten hayatýn dýþýna atmamýzý þart koþuyor. Ama kanserin, ozonun delinmesi, fosil atýklar, genetik kirlenme, doðanýn yýkýma uðratýlmasý gibi onlarca sebebinden en masrafsýz olanýna yönelmek ve insanlarý mahkûm etmek akýl karý deðil. Baþka hangi alaný mahkûm edebilirlerdi ki zaten? Petrol tekellerine savaþ açmak ne mümkün! Siz sigara içmeyin bütün sorunlarýmýz çözülsün. Hatta insanlarý ikiye bölelim, sigara içmeyenler içenlere düþman olsun, kýlýçlar çekilsin. Bunun yaþamýn yýkýma uðratýlmasýna karþý giriþilen mücadelenin baþlangýcý olduðuna inanan varsa onun hayallerini yýkmayalým. Biz yine konumuza dönelim. Evet, insanoðlu tarihinin bütün evrelerinde doða ile sürekli mücadele etmek zorunda kaldý. Tüm diðer canlýlar gibi. Kah yendi, kah yenildi. Ancak bugün durum farklý. Kýtalararasý füze gönderme teknolojisine sahip, uzaya çýkar, gen haritasýný çözer, atomun çekirdeðiyle uðraþýr bir durumdayken insanlýðýn binlerce yýllýk birikiminin sadece bir grup asalaðýn çýkarlarý için kullanýlmasý olaðan mý? Sadece bizim ülkemizde deðil dünyanýn her yerinde felaketler nüfusun büyük bir çoðunluðu için bir daha yerine konulamayacak kayýplarla geliyor. Gelecek de… Tüm bu yaþadýklarýmýz tarihin tecellisi ya da baþka bir deyimle kader mi? Daha birkaç yýl önce Amerika’daki Katrina kasýrgasýndan Küba bir tek insanýnýn canýna zarar gelmeden kurtuldu. Küba, Amerika’dan daha mý zengin? Sorun þu ki kasýrga Amerika’da Manhattan’ý vurmadý. Zencilerin, Güney Amerikalý göçmenlerin yaþadýðý bir bölgeyi vurdu. Amerika’nýn o bölgeye kýymetli parasýný ve olanaklarýný, üstelik ona kat kat kar getirmeyeceðini bile bile yatýrmasý düþünülebilir mi? Amerika felaketlerin anasý olduðu kadar, görkemli kurtarma operasyonlarý naklen yayýnlarýnýn da ustasýdýr oysa. Katrina geldiði sýrada Amerika büyük tekellerin çöküþüyle ne yazýk ki çok meþguldü. Küba’nýn tek bir insaný bile deðerlidir ve yalnýz deðildir. Çünkü sosyalist bir ülkede tüm ülke en alttan en üste doðru örgütlenmiþtir. Herkes birbirine sýký baðlarla baðlýdýr. Toplumda bir tek insanýn bile varlýðý diðerlerini tamamlar. Olanak-

Güz ‘09

15

K

üba’nýn tek bir insaný bile deðerlidir ve yalnýz deðildir. Çünkü sosyalist bir ülkede tüm ülke en alttan en üste doðru örgütlenmiþtir. Herkes birbirine sýký baðlarla baðlýdýr. Toplumda bir tek insanýn bile varlýðý diðerlerini tamamlar. Olanaklar tüm topluma daðýtýlmýþtýr. Herkes bir savaþ ya da afet durumunda ne yapacaðýný bilir. Gerekli araç gereci zamanýnda saðlanýr.


lar tüm topluma daðýtýlmýþtýr. Herkes bir savaþ ya da afet durumunda ne yapacaðýný bilir. Gerekli araç gereci zamanýnda saðlanýr. Amerika’nýn Domuzlar Körfezi çýkartmasýnda halkýn silahlarýyla Amerikan askerlerini ele geçirmelerinde olduðu gibi. Amerikan askerleri daha sonra savunmalarýnda þaþkýnlýkla “bizi köylüler teslim aldý” diyeceklerdi. Ama tüm halký silahlandýrmak, her türlü afete karþý teçhizatlandýrmak büyük bir özgüven gerektirir. Kübalýlar kasýrgayý haber aldýklarý anda hazýrlanmaya baþladýlar. Saðlýk merkezleri toplanýp, kasýrga sonrasý olasý bir salgýna karþý ülke çapýnda eylem planý hazýrlayýp görev yerlerini aldýlar. Örgütlü bir toplumun tüm ambargoya ve kýsýtlý olanaklara raðmen baþ edemeyeceði bir felaket olmadýðýný gösterdiler. Kasýrganýn hemen arkasýndan hasar gören evler, yine tüm toplumca kýsa sürede onarýldý. Küba’da kimse yas tutmadý. Oysa dünyanýn her yerinden, felaketlerin içinden, umutsuz ve acý dolu gözlerle bakan insanlar hücum ediyor belleklerimize. Yani felaketlerle baþ edebilmek sadece olanak deðil, sistem sorunudur. Kapitalizm’de de bunun türlü yollarý var, ama hepsi ciddi giderler demek. Bu giderler karþýlýðýnda güç, görkem ve kar yaratacaksa yatýrýma deðer. Reklam yatýrýmlarýnda olduðu gibi. Kriz ortamýnda çöken büyük þirketlerin yanýnda, sefil insanlarýn ne önemi var? Üç beþ yýl baþta kalacak bir yönetici, neden elli yýllýk bir altyapý planý yapsýn ki? Üstelik hem daha pahalý bir iþ bu, hem de üç beþ yýlda bir kazanacaðý alaný elli yýl kapatmak demek. Yani her þey kar zarar hesabý. Kapitalist bir ülkede yaþýyorsanýz siz de bu kar zarar hesabýnýn birer nesnesisiniz. Ne olur? Sel bölgesinde insanlar her þeylerini kaybederler ve sonra her þeylerini yeniden alýrlar “alýn verin piyasaya can verin!” deðil mi ya. Her þey piyasa için. Siz onun için karlý bir yatýrým mýsýnýz? O zaman sizin için pek çok þey yapabilir. Ama sizin için yapacaklarý karýndan asla daha fazla olamaz. Selde iþçilerin iþyerlerini kaybettikleri için alým güçleri de ortadan kalkmýþ olsa da yaþam devam etmek zorunda. Her felaket kapitalizm için son derece karlý. Savaþlarla yýktýklarý þehirlere, ellerinde Bond çantalarý ve inþaat planlarýyla geri dönerler. Alýrsýnýz bombalarý ve ölümü; verirsiniz özgürlüðünüzü ve hayatýnýzýn anlamlarýný, piyasaya can verirsiniz. Alacak gücünüz var mý? Ýþsiz misiniz? Eve götürecek ekmeðin hesabýný mý yapýyorsunuz, ne önemi var? Selin arkasýndaki haftada bir otobüste klimalar çalýþmýyor. Herkes sýzlanýyor. Bir kadýn “olur mu caným böyle” diyor. Bir baþka kadýn “olur neden olmasýn, siz kendinizi deðerli mi sanýyorsunuz?” diyor. Önce herkes kadýnýn bu çýlgýnca çýkýþýna þaþýrýyor “Sizler deðerli misiniz, kendinizi deðerli hissediyor musunuz?” diye

16

çýkýþýyor kadýn bu kez herkese. Herkes birbirine bakýyor. “Deðiliz” diyorlar tek tek birbirlerine bakarak. Sel konuþuluyor, deprem konuþuluyor, trafik ve baþka þeyler tartýþýlýyor. Klimalar bu uðultunun arasýnda çalýþmaya baþlýyor. Ne içler acýsý bir durum. Ýnsanlarýn deðersizliðini hissediyor olmasý. Ayný zamanda toplumun bu durumun farkýnda olmasý ne kadar umut verici. Felaketlerle baþ etmek tüm toplumu bir plana dahil etmekle mümkün. Yani doðanýn afetleriyle baþ etmek örgütlü toplumlarýn iþidir. Hangimiz bir felaket halinde ne yapacaðýmýzý, bize düþen görevin ne olduðunu biliriz ki? Kendiliðinden hareket eden milyonlarý yönlendirmek, felaket içinde bir baþka felakettir. Üç kiþinin bir araya gelmesini suç olarak gören her türlü örgütlülükten korkan ve saldýrma güdüsüyle davranan burjuva zihniyetin, “gecekondulardan gelip boðazýmýzý kesecekler” karabasanýyla bu felaketlerle baþ etmesi mümkün deðil. Mahallenizde, okulunuzda, iþyerinizde isterseniz böyle bir birlik oluþturun. Fikri bile baþýnýza gelebilecekleri aklýnýzdan geçirmeye yetiyor deðil mi? Bergama köylülerinin baþýna gelenleri… Bugün hayatýnýzýn güvenliði için yapacaðýnýz her þey sistemle karþý karþýya gelmeniz demek. Çünkü onlarýn çýkarlarýyla bizim çýkarlarýmýz ayný deðil. Hatta taban tabana zýt. Olanaklar ve karar hakký onlarýn elinde ve siz ister istemez bunlarý onlardan isteyeceksiniz. Diyelim ki afet koordinasyonunun bu sistemin olanaklarýyla yapýlabileceðine inanýyorsunuz. Herkesin baþýna bir polis dikemeyecekleri gibi her mahalleye, iþyerine bir afet ekibi yerleþtiremezler. Ekip o yerin insanlarýndan bile oluþsa, bu iþ hem çok karmaþýk hem de hiç karlý deðil. Üstelik bu kadar ekibe malzeme, eðitim… Bir sürü iþgünü kaybý demek. Yapýyormuþ gibi yaparak sizi oyalamaktan baþka bir sonuç çýkmaz. Onlar sadece afetlerin içinden çýkaracaklarý karýn hesabýný yaparlar. Bir de kurtaracaklarý canlarýnýn ve mallarýnýn. Yani bu hayalden de umut yok. Kapitalizmden insanlýk ve duyarlýlýk beklemekle, birikip gelen sel sularýnýn bize zarar vermemesini ya da depremde evimizin yýkýlmamasýný ummak arasýnda bir fark yok. Bize soruyorlar “afetlere hazýr mýsýnýz?” diye. Afetlere hazýr olmak için örgütlenmemiz gerektiðini biliyoruz. Yaþadýklarýmýzýn kader olmadýðýný da. Kendimizi deðerli ve güvende hissedeceðimiz bir sisteme, sosyalizme ulaþmanýn yollarýný da biliyoruz. Ýnsanlýðýn baþýna gelmiþ en büyük felaket kapitalizmdir. Tüm doðayý yýkýma uðratan ve fosil yakýtlarýyla küresel ýsýnma sonucu bu felaketleri doðuran kapitalizm. Onun felaket doðurmaktan baþka insanlýða verecek hiçbir þeyi yok. Onlara sormanýn zamaný geldi “ya siz felaketlere hazýr mýsýnýz?” Ya da siz unutun bütün bu olup bitenleri, “alýn verin piyasaya can verin.”

Güz ‘09


Tarihsel Toplumsal Gelişme ve Sanattaki Yansıması -3Özgür Güven

Rus Gerçekçiliði Batý Avrupa’da serbest rekabetçi kapitalizmin geliþmesi, proletaryayý birbiri peþi sýra bütün Avrupa’yý sarsan devrimlere, devrimci kalkýþmalara iterken; biraz geç de olsa kapitalizm Rusya’da da geliþmeye baþlamýþtý. Kapitalizmin geliþimi Batý Rusya’da yoðunlaþmýþtý. Moskova ve Petersburg’u, iki baþkenti sanayi merkezlerine dönüþtürmüþ, Kafkasya ve Ural gibi maden ve petrol bölgelerinde büyük geliþme kaydetmiþti. Ancak bu bölgeler dýþýnda kalan Rusya’nýn çok daha büyük kesiminde feodalizm egemenliðini sürdürmeye devam ediyordu. Bir yandan kapitalizmin eski toplumsal yapýyý çözmeye baþlamasý, bir yandan da eski toplumsal sistemin ayak diremesi arasýnda sýkýþýp kalan köylülüðün dayanýlmasý çok zor, katlanýlmaz acýlarla dolu yaþamý, Ruslarýn ve Rusya’nýn en baþta gelen sorunlarýndan biriydi. Bu büyük kitlelerin içinde kývrandýðý acýlarla dolu yaþamý, 19. yüzyýldaki tüm önemli Rus sanatçýlarýn baþat konusu oldu. Ýster þehir yaþamýný iþlesinler eserlerinde isterse kýrsal yaþamý, hepsinde ortak olan yan Rusya’daki deðiþime duyulan ihtiyaç ve deðiþim isteðidir. Bu deðiþim isteði, 19. yüzyýlda Rus gerçekçilerinin hepsinde ifadesini bulur. Bu deðiþimin nasýl gerçekleþebileceði ise Lenin ve Bolþevikler tarih sahnesine çýkýp iþe el atýncaya kadar ne cevaplanabilmiþ ne de gerçekleþebilmiþtir. Rusya’da gerçekçi sanatýn doðumu için gereken yataðý hazýrlayan tarihsel toplumsal koþullarda Rus gerçekçiliði ilk filizini Lermontov, Turgenyev gibi, bir ayaklarý hep romantizme basan sanatçýlarla vermiþ olsa da, asýl çiçeðini Puþkin’le açtýðýný belirtmek gerekir. Çerniþevski, her ne kadar Marx’ýn ve Marksizm’in Batý Avrupa’da iþçi sýnýfý hareketi içinde etkisinin ve aðýrlýðýnýn belirginleþmeye baþladýðý bir tarihsel kesitte yaþamýþ olsa da, Çarlýk baskýsý, uðradýðý kovuþturmalar, tutuklamalar ve hayatýnýn en verimli yýllarýný geçirmek zorunda kaldýðý Sibirya’daki çalýþma kamplarý nedeniyle Marksizm’le tanýþamamýþ olduðu biliniyor. Bu nedenle Çerniþevski gibi bir düþünür ve sanatçý, Rusya’da deðiþimin gerekliliðini kabul etmekle birlikte, “nasýl” sorusunun cevabýný, tasarým yoluyla çizdiði ütopik romaný “Nasýl Yapmalý?” da verme çabasýndadýr. Onun eksiði de diðer ütopyacýlar gibi sýnýf mücadelesi ve iþçi sýnýfýnýn tarihsel rolünün kavranamamýþ olmasýndan kaynaklanýr. Rus gerçekçi sanatýnda öne çýkan isimlerin hepsinin ortak yanlarýndan biri de, kendi çaðlarýnda þu ya da bu biçimde, deðiþim ve geliþme için çaba içinde olmalarýdýr. Bunlarýn önde gelenleri Puþkin, Dostoyevski, Tolstoy ve tabi Dekambrist hareketin þiirlerine damga vurduðu Nekrasov’u da eklemek gerekir. 19. yüzyýlýn ortalarýna doðru ve bilhassa 40’lý yýllardaki Rus sanatçýlarýnýn hemen hepsi Çarlýk baskýlarý ve feodalizmin devam eden toprak köleliði koþullarý altýnda yaþayan Rus köylülüðünün acýlarýný kendi içlerinde derinden hissetmiþlerdir. Fakat bu acýlarý eserlerinde yeterince iþledikleri söylenemez. Bunun nedeni ise yeterince güçlü biçimde çizmede zayýf kalmalarýdýr ya da çarlýk baskýlarý ve sansür nedeniyle tedbirli davranýp yumuþatarak aktarmalarýdýr. Burjuva aydýnlanma ile baþlayan yeniyi arayýþ ve deðiþim uðruna yapýlanlarý yansýtmayý baþaranlardan birisi Nekrasov oldu. Nekrasov’un þiirleri acýmasýz ve serttir. Adeta okurlarýyla kavga edercesine yazar ve onlarý suçlar. Sert olduðu kadar da karamsardýr o, ve þiirlerinin hepsinde halkýn acýlarýný iþler.

Güz ‘09

17

“O halk þarkýlarýný ve masallarýný yeteneðinin yýldýzlarýyla süsledi, ama bunlarýn içerik ve güçlerini deðiþtirmeden býraktý.”


(…) “Baktým göz ucuyla þu dünyada birilerinin Yürekten süzülen gözyaþlarýna Gözyaþlarýna yoksul annelerin Yer yok yüreklerinde onlarýn unutmaya Ölen çocuklarýný kanlý topraklarda Suya sarkan dallarý sanki salkýmsöðütlerin Hep eðik baþlarý, hep aþaðýda.” “Savaþ Anneleri” þiirinden aldýðýmýz bu dizelerde olduðu gibi acý ve karamsardýr þiirleri. Ama bunun yanýnda keder ve intikama da önemli oranda yer verir. Nekrasov’un bugün bile eserlerinin beðeniyle okunmasýnda, halkýn çektiði acýlarý, keder ve intikam gibi duygularý verirken kullandýðý dilin de etkisi var. Çünkü Nekrasov þiirlerini halkýn kullandýðý günlük dille yazmýþtýr.

Aleksandr S. Puşkin 1799 1837

P

uþkin’in kendisi de aristokrat tabakadan gelmesine raðmen, bütün yaþamý boyunca hem eserleriyle hem de yaþamýyla çarlýk otokrasisine karþý özgürlük mücadelesi saflarýnda oldu. Defalarca tutuklanýp sürgüne gönderildi. Onun otokrasiye ve kölelik sistemine (serflik) olan nefreti Puþkin’i De kambrist hareke tin sanat alanýndaki önde gelen isimlerinden biri haline getirmiþtir.

Puþkin (1799–1837) ve Dekambrist Hareket Rus edebiyatýnda Puþkin’den önceki dönemde egemen olan klasisizm ve romantizmdir. Bu iki akým da Batý Avrupa’nýn etkisi altýnda doðup geliþmiþti. Puþkin de önce romantik eserler verdi. Ama bütün eserlerinde, ister þiir ister roman ya da öykü olsun, hepsinde Batý Avrupa’nýn burjuva aydýnlanma düþüncesiyle Rus halkýnýn kendine özgü yanlarýný birleþtirmeyi baþarmýþtýr. Puþkin’in kendisi de aristokrat tabakadan gelmesine raðmen, bütün yaþamý boyunca hem eserleriyle hem de yaþamýyla çarlýk otokrasisine karþý özgürlük mücadelesi saflarýnda oldu. Defalarca tutuklanýp sürgüne gönderildi. Onun otokrasiye ve kölelik sistemine (serflik) olan nefreti Puþkin’i Dekambrist hareketin sanat alanýndaki önde gelen isimlerinden biri haline getirmiþtir. Dekambristlerle tanýþýp iliþki kurmasý Petersburg’daki öðrencilik yýllarýnda olur. Bu dönemde birlikte olduðu dostlarýndan dördü, daha sonra çara karþý komplo hazýrlama nedeniyle idam edildiler. O yýllarda Dekambrist harekette iki ayrý görüþ vardý: biri Çarýn yetkilerini sýnýrlamayý amaçlayan anayasacý monarþist görüþ, diðeri, monarþiye tamamen son vermeyi amaçlayan burjuva cumhuriyetçi görüþ. Aydýnlanma hareketinin ve modernizmin Ýngiltere ve Fransa’daki yarattýðý burjuva toplumun bütün Batý Avrupa’da egemen olmasý Rusya’da da yankýsýný buldu. Rusya’da aydýnlanma hareketinin önde gelen isimleri Novikov ve Radiþçev özellikle önemlidir. Bu ikili, Rusya’da toprak köleliðine ve otokrasiye karþý tavýr aldýlar. Radiþçev için çariçe II. Ekaterina’nýn “O bir ayaklanmacý. Pugaçov’dan daha kötü.” sözleri, çarlýðýn devrimden korkusunu da açýkça ele verir. Çarlýðýn ve aristokrasinin burjuva aydýnlanma hareketi sonucu yaþanan geliþmelerin, doðmakta olan kapitalizmin önüne geçebilmek için, tarihsel olarak ömrünü dolduran her sýnýf gibi yeni olan karþýsýnda eski olana sarýlýp, Dekambristlere karþý baþlattýðý tutuklama ve sürgünler karþýsýnda Puþkin, en önemli þiirlerinden biri olan “Özgürlük” þiirini kaleme alýr. O, bu þiirinde Rus halkýna þöyle seslenir: “Tiranlarý dünyanýn! Titreyin! Sizlerse cesaretlenin ve kulak kesilin, Baþkaldýrýn, ahlaksýz köleler.” Puþkin bu eserini Fransýz burjuva devriminden sonraki “eþitlik-kardeþlik” beklentilerinin çökmesinden çok sonra yaþanan hayal kýrýklarý sonrasýnda yazdý. Henüz “kutsal ittifak” kurulmamýþ, Avrupa’da gerici restorasyon baþlamamýþtý. Rusya’da

18

Güz ‘09


çarlýk 19. yüzyýlýn ilk çeyreðinde devrimden ve Napolyon’un toplarýyla bütün aristokrasiyi kasýp kavurmasýndan duyduðu korkuyla, reform-anayasa vaadinde bulunduðu bir dönemde kaleme alýnan bu eser, daha sonraki kuþaklar tarafýndan bir devrim çaðrýsý olarak elden ele dolaþtý. “Puþkin, devrimci arzularýn insan tabiatýný sýkmak zorunda olmadýðý gibi esaretten kurtaracaðý, daha geniþ, daha açýk bir hale getireceði, çünkü devrimlerin insanlar tarafýndan insanlar için, insanlarýn daha rahat yaþamasý için yapýldýðýný kabul ediyordu.” (V.Ý.Kuleþov. Puþkin; sy. 54) “Kutsal ittifak” ve restorasyon gericiliði, Napolyon’un yenilgisinden sonra bütün Avrupa’da geliþen ulusal hareketleri baský altýna almaya, bastýrmaya giriþti. Buna karþý protestolar baþladý, hoþnutsuzlarýn eylemleri geldi. Bu dönemde Rusya’da geliþen romantik protesto, Dekambrist harekette ifadesini buldu. Ancak gerek burjuva aydýnlanma hareketinin gerek Fransýz devriminin etkisiyle olsun Rusya’da reform umutlarý da uyanmaya baþlamýþtý. Oysa bu reformlarýn pratik olarak hayata geçirilme þanslarý yoktu. Bu dönemde birbiri ardýna tahta gelen çariçe ve çarlar (II. Ekaterina, I. Pavel, I. Aleksandr) “Kutsal Ýttifak”ýn Napolyon’u devirmesinin de etkisiyle içine düþtükleri zafer sarhoþluðuyla bütün Avrupa’nýn krallýklarýnýn kurtarýcýsý olmuþ, Rusya’daki ilerici hareketleri bazen politik reform vaatleriyle, manevralarla, daha çok da sert baský yöntemleriyle ezmeye, yok etmeye çalýþmýþlardýr. Avrupa seferinde Çarýn ordusunda yer alan ve bütün Avrupa’yý geçerek Paris’e kadar giden pek çok genç subayý özellikle Fransa’da ve Batý Avrupa’daki ekonomi ve sosyal koþullardan etkilenmiþ olarak, reformlara dair kendi somut gözlemleri ve canlý deneyimleriyle Rusya’ya döndüler. Her ne kadar askeri olarak yenilseler de kültürel ve ekonomik olarak ileri olanlar gerçek anlamda zafere ulaþtýlar. Napolyon’a (aslýnda kapitalizme) karþý sefere çýkanlar, þimdi Fransýz burjuvazisinin yaptýklarýný yapabilmek için büyük “vatansever” duygularla Rusya’da deðiþim istiyorlardý. Romantizmin en belirgin özelliklerinden biri, varolan durumdan hoþnutsuzluktur. Ancak romantikler bu durumdan çýkýþ yolu olarak ulusal yaþamýn geleneksel olan yerleþik yanlarýný öne çýkararak, geleceðin kuruluþu için dayanak olabilecek argümanlarý geçmiþte arýyorlardý. Rus romantiklerinde giderek belirginleþen tarihsel bakýþ, Puþkin’in de yeni arayýþlara yönelmesini getirdi: Rus halkýna özgü olaný arayýp bulmak. Bu arayýþ Puþkin için önemli olmaya baþladý. Bu dönem, Puþkin’in folklorik araþtýrmalar yaptýðý, halk masallarý ve söylenceler üzerinde çalýþtýðý dönem oldu. Onda masallara yöneliþ, hiç de sanatýn iþlevine aykýrý deðildi, aksine onu besledi. Ki daha sonraki dönem gerçekçi eserlerinde, bu dönemde yaptýðý araþtýrmalarýn, incelemelerin izlerini bulabiliriz. Bu konuya iliþkin olarak Maksim Gorki: “O halk þarkýlarýný ve masallarýný yeteneðinin yýldýzlarýyla süsledi, ama bunlarýn içerik ve güçlerini deðiþtirmeden býraktý.” (Aktaran V.Ý. Kuleþov. Puþkin, sy. 218) derken, bir yandan onun folkloru edebiyat sanatýna nasýl soktuðunu, ama ayný zamanda romantiklerin hemen hepsinde var olan folklorik araþtýrmalarýn ansiklopedik bir yaklaþýmdan öteye geçmediðini ifade eder. Ayrýca olmasý gerekenin bu halk türküleri, destanlarý ve masallarýnýn yeni bir içerikle donatýlýp, halkýn özgürlük mücadelesinde güçlü bir silah olarak kullanýlabileceðine de iþaret ediyordu. Puþkin, masallarý “Prenses ve 7 Kahraman” örneðinde olduðu gibi daha çok þiir ve fabl biçiminde yazdýðý halde, daha sonraki dönem roman tarzýnda yarattýðý eserlerinde de bunlardan yararlandý. Kaldý ki sadece Rus masallarý deðil, Kuzey ve Batý Avrupa masallarý da onun ilgisinin dýþýnda kalmýyordu. O, bu masallarý da Rus tarzýnda yeniden yazdý. Puþkin’de romantizmden kopup gerçekçiliðe yönelme belirli bir süreci kapsar. Ýlk dönem gerçekçi eserlerinde Shakspeare etkisi olduðu pek çok edebiyat bilimci tarafýndan öne sürülüyor. Zaten bu dönem mektuplarýnda bizzat Puþkin’in kendisi de bunu ifade ediyor. “… Shakspeare þahane! Kendime gelemiyorum. Byron onunla kýyaslanýnca ne

Güz ‘09

19

“Ýn giliz fabrika iþçilerini dinleyin bir, saçlarý nýz diken diken olacaktýr. Ne korkunç iþkenceler, ne akýl almaz eziyetler! Ne soðukkanlý bir barbarlýk; öte yanda ne korkunç bir yoksulluk! Sanýrsýnýz firavunlarýn piramitleri yapýlýyor, Mýsýrlýlarýn kýrbaçlarý altýnda Yahudi ler çalýþýyor. Deðil tabi i, sadece Mr. Smith’in iplikleri ile Mr. Jackson’ýn iðleri yapýlýyor. Ayrýca þu da var, bir kötü davranma, bir suç, deðil bu, her þey yasalarýn kesin sýnýrlarý içinde yapýlýyor. Dersiniz ki Ýngiliz iþçisinden daha talihsi zi yoktur her halde, ama bir bakýyorsunuz yeni bir makine icat olmuþ, hadi bu kez aðýr iþte çalýþan beþ-altý bin insan bir anda kovuluyor, tümü gün lük geçiminden oluyor.”

Puşkin


Nikolai A. Nekrasov 1821-1878

B

urjuva aydýnlanma ile baþlayan yeniyi arayýþ ve deðiþim uðruna yapýlanlarý yansýtmayý baþaranlardan birisi Nekrasov oldu. Nekrasov’un þiirleri acýmasýz ve serttir. Adeta okurlarýyla kavga edercesine yazar ve onlarý suçlar. Sert olduðu kadar da karamsardýr o, ve þiirlerinin hepsinde halkýn acýlarýný iþler.

kadar küçük!... Byron kendi karakterinin özelliklerini kahramanlarý arasýnda paylaþtýrýyordu: birisine gururunu, diðerine nefretini, bir üçüncüsüne ise acýsýný vb. veriyordu. Bu yolla karamsar ve enerji dolu tüm bir karakterden birkaç tane cýlýz karakter yaratmýþtýr.” (age. sy. 146) Puþkin de, bu çok yönlü kahramanlarýný yaratýrken kendisini aþtý, romantizme son verip, Rusya’da ilk defa gerçeði gerçekçi bir yöntemle vermeye baþladý. Bu dönemde yarattýðý eserler, Puþkin’in kendi sanat yaratýmýnda zirveye çýktýðý eserleridir. Defalarca sahnelenen, filme alýnan, bestelenen Boris Godunov ve Yevgeni Onegin bu dönemde yazdýðý eserlerdendir. Puþkin tragedyalarýný týpký Shakspeare gibi þiir tarzýnda kaleme aldý. Bu tragedyalarda çizdiði kahramanlarý öyle büyük bir baþarýyla ve öyle gerçekçi biçimde çizdiði içindir ki günümüzde de pek çok dilde ilgiyle okunmakta ve izlenmektedir. Puþkin’in bu dönemde yazdýðý eserleri Shakespeare’den izler taþýsa da, kendisine özgü özellikleri belirgindir; yüce olan ile küçük olan, trajik olan ile komik olan, týpký yaþamda olduðu gibi birlikte ve iç içe verilir. Bu, gerçekçi estetiðin en temel ilkelerinden biridir. Puþkin, “Boris Godunov”da tarihsel olaný çözümlemeyi ve çizmeyi Klasizm ve romantizmden farklý biçimde göstermeyi baþarýr; gerçekliði gerçekçi biçimde verirken hem kiþiyi hem de çevreyi iç içe ve karþýlýklý etkileþimi içinde çizerek gerçekçi bir eser yaratýr. Puþkin’in bu dönemde baþardýklarý, daha sonraki Rus gerçekçileri için olduðu kadar toplumcu gerçekçi sanat için de önemlidir. Bizde, Puþkin’in “Boris Godunov”da yaptýðýný daha ileri taþýyan Nazým Hikmet oldu. Þiir tarzýnda, insaný çevresiyle birlikte ve tarihsel hareketi içinde yazdýðý destanlarýnda Nazým, Puþkin’in geliþtirdiði bu sanatsal yaratým tarzýndan ve estetik prensiplerden yararlanmýþtýr. Puþkin “Boris Godunov”dan sonraki eserlerinde de ayný biçimde gerçekliði gerçekçi bir tarzda vermeyi sürdürür. Burjuva sýnýfýn doðuþunu anlattýðý “Satýcý Martin’in Perpetuum Mobili”nde sonsuz hareketi gerçekleþtirecek bir makine yapmaya çalýþan simyacý mucit Þuarts’ý olaðanüstü bir baþarýyla çizer. Bir burjuva satýcý olan Martin, mucit Þuarts’tan altýn yapmanýn bir yolunu bulmasýný ister. Çünkü ona kolay yoldan para getirecektir bu. Oysa mucit Þuarts bilim peþindedir. Ona gereken para –altýndan önce bilimdir. Satýcýya “Ben yalnýzca gerçeði arýyorum” der. Satýcý bay Martin’in cevabý ise “Gerçeðin caný cehenneme, bana yalnýzca altýn gerekli” olur. Bir burjuvanýn kar hýrsýnýn en açýk biçimde ifadesidir bu. Oysa bilim adamý açýsýndan amaç da altýn kadar önemlidir. O bunu, “Eðer sonsuz hareketi bulursam, o zaman insanýn yaratma gücünün sýnýrýný göremiyorum” diyerek ifade eder. Oysa bir burjuva açýsýndan ne bilim önemlidir ne de sonsuz hareket. Onu ilgilendiren sermayenin sonsuz hareketi ve böylece gelecek olan altýndýr, kardýr. Batý Avrupa’da gerçekçilik ve bunun temelinde bulunan tarihsel-toplumsal olana bakýþ; sanayi devriminin geliþimine baðlý olarak kapitalizmin çeliþki ve çatýþmalarýnýn açýða çýkmasýyla doðdu. Aristokrasi ile köylülük arasýndaki çeliþkinin ön planda yer aldýðý; geçmiþ köylü ayaklanmasýnýn mujikleri derinden etkilediði, hatta tüm canlýlýðýyla onlarýn hatýralarýnda yaþamaya devam ettiði, çarlýk ve soylularýn, halkýn, emekçi sýnýfýn çok büyük kesimini oluþturan Rus köylüsünü halen toprak köleliðinin, feodalizmin tüm zincirleriyle baský altýnda tutmaya devam ettiði; toplumsal yapýdaki eþitsizliðin ve adaletsizliðin her kesim tarafýndan açýkça görüldüðü bir Rusya’da o bunu, yani gerçekçiliði ve tarihsel-toplumsal olanýn farkýndalýðýný sanat yoluyla ve bir sanatsal yaratým yöntemi olarak bu koþullarda baþardý. Üstelik

20

Güz ‘09


Batý Avrupa’da devrimin bütün coþkunluðuyla sürdüðü, proletaryanýn burjuva devrimleri sonuna kadar ilerletmek için harekete geçtiði bir dönemde, “Kutsal Ýttifak” ve Napolyon’a karþý savaþýn, gerici restorasyonun içinde ve Dekambrist hareketin “deðiþim” rüyasýnýn Rus halkýnda yarattýðý karmaþýk duygularla, ulusal-toplumsal bilincin yeni yeni uyanmaya baþladýðý bir süreçte Puþkin kendi tarihsel kavrayýþýný geliþtirdi ve bunu sanat yoluyla açýða vurdu. Rusya’da mujiklerin içinde bulunduðu dayanýlmaz sefalet ve acýnacak yaþam koþullarý, Puþkin, Radiçev gibi Dekambristlerden Tolstoy’a varana dek bütün Rus aydýnlarý, düþünürleri ve sanatçýlarý üzerinde derin etkiler býraktý; onlarý, köylüyü iliklerine varana dek sömüren, soyup soðana çeviren aristokrasiye karþý mücadeleye yönlendirdi. Kendileri de birer aristokrat olmalarýna raðmen bu düþünür ve sanatçýlar köylülüðün saflarýnda yer aldýlar. Ama buna raðmen, Suçkov’un dediði gibi “Puþkin bir köylü ozaný deðil, gerçek bir ulusal ozandý.” Köylülüðün içinde yaþamak zorunda býrakýldýðý koþullarýn deðiþtirilmesi ve toprak köleliðine son verilmesini saðlayacak bir deðiþim arayýþý, Puþkin’in hemen bütün eserlerinde üzerinde durduðu temel konu olmuþtur. Suçkov’a göre Puþkin’in bütün yazdýklarýnýn temel dürtüsü (leit motif) “Halký özgür görebilecek miyim acaba?” sorusu olmuþtur. Bu arayýþ Puþkin’i insanýn insan üzerinde sömürüsünü ve egemenliðini saðlayan asýl gücün ne olduðunu, nedenlerini ve özel mülkiyete dayalý toplumsal koþullarda insanýn durumunu irdelemeye yöneltti. Bu irdeleme sadece Rusya’yla sýnýrlý olmadý, Batý Avrupa’yý da irdeledi. Burjuva devrimlerden sonraki Avrupa’yý gezdi, inceledi, sonuçlar çýkardý. Bu gezi araþtýrmalarýna dair notlarýnda þunlarý yazýyordu: “Ýngiliz fabrika iþçilerini dinleyin bir, saçlarýnýz diken diken olacaktýr. Ne korkunç iþkenceler, ne akýl almaz eziyetler! Ne soðukkanlý bir barbarlýk; öte yanda ne korkunç bir yoksulluk! Sanýrsýnýz firavunlarýn piramitleri yapýlýyor, Mýsýrlýlarýn kýrbaçlarý altýnda Yahudiler çalýþýyor. Deðil tabii, sadece Mr. Smith’in iplikleri ile Mr. Jackson’ýn iðleri yapýlýyor. Ayrýca þu da var, bir kötü davranma, bir suç, deðil bu, her þey yasalarýn kesin sýnýrlarý içinde yapýlýyor. Dersiniz ki Ýngiliz iþçisinden daha talihsizi yoktur her halde, ama bir bakýyorsunuz yeni bir makine icat olmuþ, hadi bu kez aðýr iþte çalýþan beþ-altý bin insan bir anda kovuluyor, tümü günlük geçiminden oluyor.” (aktaran Boris Suçkov. Gerçekçiliðin Tarihi, sy 80) Gerek Rusya’da gerek Batý Avrupa’da yaptýðý araþtýrmalar ve irdelemeler Puþkin’in toplumu ve insaný ele almasýnda, ona bakýþýnda da sonuçlar yarattý. Puþkin’de artýk “insaný her türlü toplumsal adaletsizlik biçiminden kurtarmanýn yollarýný ve araçlarýný aramayý içine alan yeni tip bir hümanizm ortaya çýkmýþtýr.” (age. sy.73) Puþkin’de tarihsel ve toplumsal düþüncenin geliþimi Rusya’da olsun, Batý Avrupa’da olsun toplumsal yapýda insan iliþkilerini koþullayan kapitalizmin yarattýðý birbirine düþman, bencil insanýn mahkum edilmesine varýr. Avrupa romanýnda gerçekçilik öncesi dönemde egemen olan, týpký Homeros’un “Odissea”sýnda olduðu gibi, roman kahramanýnýn sonu gelmez bir olaylar dizisi içinde karþýsýna çýkan sayýsýz engellerle boðuþmasýna dayanýr. Bütün bu olaylar dizgesi içinde roman kahramaný, dýþ dünyadan gelecek tüm etkilere kapalýdýr. Hiçbir þeyden etkilenmeksizin kendi hedefine doðru yürümeye devam eder. Puþkin’deyse çizilen kahramanýn karakteri dýþ dünyayla, toplumsal koþullarla baðlantýlý, olarak verilir. “Maça Kýzý”nda olsun, “Küçük Tragedyalar”da olsun ya da diðer öykülerinde olsun, çoðunlukla bencil ve kötücül bireyler olarak çizdiði kahramanlarýnýn manevi dünyalarýnýn ahlaka aykýrý, diðer insanlarý küçümseyen, ezen, çevresine hep düþmanca davranan kiþiler olmasý; kahramanýn içinde yaþadýðý toplumun ahlaka aykýrýlýðý; kapitalizmin bütün bireyleri acýmasýz bir rekabet içine ittiði koþullarýn bir sonucudur. Kahramanýn o, baþýboþ yaþamý ve her istediðini yapabilmesi özgürlüðü, baþkalarýnýn özgürlükten yoksunluðu pahasýnadýr. Puþkin’in kahramanlarý müthiþ bir iç zenginliðiyle doludur. Çatýþmayý genellikle kadýn-erkek karþýtlýðýna ve aþk üzerine kuran yazar, bu iç zenginliðiyle donanmýþ duy-

Güz ‘09

21

A

ncak romantikler bu durumdan çýkýþ yolu olarak ulusal yaþamýn geleneksel olan yerleþik yanlarýný öne çýkararak, geleceðin kuruluþu için dayanak olabilecek argümanlarý geçmiþte arýyorlardý. Rus romantiklerinde giderek belirginleþen tarihsel bakýþ, Puþkin’in de yeni arayýþlara yönelmesini getirdi: Rus halkýna özgü olaný arayýp bulmak. Bu arayýþ Puþkin için ö nem li olmaya baþladý. Bu dönem, Puþkin’in folklorik araþtýrmalar yaptýðý, halk masallarý ve söylenceler üzerinde çalýþtýðý dönem oldu. Onda masallara yöneliþ, hiç de sanatýn iþlevine aykýrý deðildi, aksine onu besledi


gularý oldukça geniþ bir dýþ dünya, toplumsal çevre içinde çizer. Karakter çizimindeki bu kapsamlý yaklaþým, daha sonraki bütün gerçekçi sanatçýlar açýsýndan ortak bir özellik oldu. Gerçekçi sanatta psikolojik çözümleme daha sonraki sanatçýlar tarafýndan oldukça zenginleþtirilip geliþtirilse de, bunun temellerini atan Puþkin olmuþtur. Puþkin kendi çaðdaþý olan kahramanlarýný çizerken de ayný yöntemle, tarihsel koþullarý içinde çizer. Onun kahramanlarý her zaman bir toplumsal çevre içinde ve dýþ dünyayla karþýlýklý etkileþim içinde vardýrlar. Ancak yine de insanla çevresi, insanla toplum arasýndaki iliþkilerin çiziminde kiþilere eleþtirel yaklaþmýþ ve böylece sentezcil bir yöntem yaratmýþ, bununla da “yeni tip gerçekçiliðin” temellerini atmýþtýr. Puþkin’in yarattýðý bu yöntem geliþme dönemi boyunca gerçekçi sanatçýlarýn hepsinde görülen bir yöntem olmuþtur. Rusya’da kapitalizmin Batý Avrupa’dan daha az geliþmiþ olmasýna raðmen, Puþkin’in Batý Avrupa kapitalizmini ve burjuva yaþamý tanýmýþ olmasý, toplumsal yapýda yer alan çeliþki ve çatýþmalarý kavramasý, bunun, bireyin içi dünyasý ve ahlaki yapýsý üzerindeki etkilerini çözümlemesinin bir sonucu olarak “Maça Kýzý”nda çizdiði Herman karakteri, burjuva bireyin tipik özelliklerinin en gerçekçi biçimde çizilmesini getirmiþtir. Kendi bencil çýkarlarýndan baþka hiçbir þeyi gözü görmeyen Herman, bencil olduðu kadar da hesapçýdýr. Amacý olan zenginliðe, paraya ulaþabilmek için yoluna çýkan her þeyi çiðner, bir yana savurur, kendisini hiçbir þeyin durdurmasýna izin vermez. Toplumu bir savaþ alaný, diðer insanlarý ya bir rakip ya da kullanabileceði bir araç olarak görür; artýk en vahþi en karanlýk yanlarýyla baþ baþa, yalnýz ve bencil bir burjuva bireydir çizilen. Puþkin, kendi sanatýnýn olduðu kadar, gerçekçi yöntemle yaptýðý yaratýmýnýn da doruðuna “Yüzbaþý’nýn Kýzý”nda eriþir. Bunu yazmazdan önce o, bir tarihçi titizliðiyle araþtýrmalar yapar. Araþtýrmalarýnýn sonunda önce bir tarih belgeseli olarak “Pugaçov’un Öyküsü”nü kaleme alýr. Bu araþtýrmalar sýrasýnda bulduðu vargýlarý notlarýnda þöyle anlatýyor: “Pugaçov’un ardýndaki tamamen cahil olan halktý. Ruhban sýnýf ona lütufkar davrandý, yalnýzca papazlar ve keþiþler deðil, baþpiskopos ve piskopos da. Yalnýzca soylu sýnýf açýk bir biçimde hükümetin yanýndaydý. Pugaçov ve suç ortaklarý ilk önce soylu sýnýfý da yanlarýna çekmek istiyorlardý, ama onlarýn çýkarlarý kendi çýkarlarýna son derece zýttý.” (aktaran V.Ý.Kuleþov – Puþkin, sy.228) Bu notlarýnda açýkça görüldüðü gibi Puþkin, tarihsel-toplumsal olanýn özünü, sýnýf karþýtlýðýný ve sýnýflar mücadelesini kavramýþtý. Bu güçlü kavrayýþýný sanatýna da yansýtmayý baþardý. “Yüzbaþý’nýn Kýzý”nda bir kerelik olaný ve bu olayýn kahramaný olan özgün bir karakteri ele alýr, anlatýr. Ama bunu anlatýrken bir defalýk o-

22

lanýn, özgün olanýn yaþamýn içindeki köklerini, kaynaklarýný, beslendiði toplumsal yapýyý da açýkça göstererek çizer. Olayýn kahramaný isyancý lider Pugaçov, hiç de alýþýldýk, sýradan, ortalama bir Rus köylüsü deðildir. Ama Puþkin, Pugaçov’un bu farklý, özgün karakterini çizerken onu, lideri olduðu köylü isyanýnýn içinde ele alýr, onun özgünlüðünü, köylü isyanýnýn niteliklerine baðlý olarak çizer. “Pugaçov’un ve ‘generalleri’nin psikolojileri ile sýnýf bilinçleri, bunlarý ortaya çýkartan toplumsal çevreden, yani ayaklanmanýn gücünden ve görkeminden ayrý tutulamazdý.” (B. Suçkov – Gerçekçiliðin Tarihi, sy. 70). Suçkov bunlarý söylerken, ayný zamanda Puþkin’in tarihsel geliþmeyi nasýl kavradýðýný ve bu geliþmenin özü, itici gücü olan sýnýflar mücadelesini nasýl gözlemlediðini de belirtiyor. Puþkin’in ölümünden yýllar sonra en iyi dostlarýndan biri olan Gogol, onun gözlem gücü ve bunu çizmedeki baþarýsýný belirtirken þunlarý yazýyordu: “Açýklýk ve sadelik eserde öyle yüksek bir düzeye yükseliyor ki, bunun karþýsýnda gerçeklik, yapmacýk ve karikatür gibi gözüküyor. Bunlar ilk gerçek Rus karakterleri: Sýradan bir kale komutaný, yüzbaþýnýn karýsý, Poruçik, yalnýzca bir tek topun bulunduðu kale, zamanýn muðlaklýðý ve sýradan insanlarýn sýradan büyüklüðü –bunlarýn hepsi yalnýzca gerçeðin kendisi deðil, sanki gerçekten daha iyi.” (Gogol’dan aktaran V.Ý. Kulesov. Puþkin. sy.235) Puþkin’le ilgili söyleyeceklerimizi þunu da eklemeden bitirmemek gerekiyor: O, sýnýflar mücadelesinin basit bir gözlemcisi olmanýn ötesinde, tarihsel geliþmenin yönünü, toplumsal deðiþimin gelecekteki durumunu anlamak için, sezgileriyle de olsa, bulunduðu yerden geleceðe dair bir bakýþ açýsý geliþtirme çabasý içinde olmuþtur. Bu çaba, diðer gerçekçi sanatçýlarýn hepsinde olduðu gibi, zaten gerçekçi estetiðin kendisinde var olan bir özelliktir. “Bir bakýþ açýsýný arayýþ, gerçekçiliðin kendi doðasýndan ileri gelir ve onun olmazsa olmazýdýr.” (B. Suçkov. Gerçekçiliðin Tarihi, sy.79). Bir sanatçý gerçekliði irdelerken, ayný zamanda araþtýrdýðý yaþamýn ve dünyanýn deðiþiminin, geliþim ve hareketinin ne yöne olduðuna dair bir bakýþ açýsýna ulaþmak durumundadýr. 19. yüzyýlýn gerek Rus, gerek Batý Avrupalý bütün gerçekçi sanatçýlarý, burjuva toplum olan kapitalizme dair tavýr alýrken, iþte bu bakýþ açýsýndan hareketle burjuva toplumu eleþtirmiþ ve bu özellikleriyle demokratizm saflarýnda yer almýþlardýr.

Güz ‘09


DÝL ÜZERİNE -3Ahmet Aydın KAPÝTALÝZMÝN DOÐUÞU SÜRECÝNDE DÝL

K

apitalizm feodalizmin baðrýnda geliþmeye baþladýðýnda dilde de önemli geliþmeler baþladý. Kapitalist ekonomi geliþirken kendinden önce var olan kapalý ekonomiyi yýkarak geliþti. Kapalý ekonominin hakim olduðu topluluklar kapitalist üretimle birlikte deðiþip daha geniþ alanlarda diðer topluluklarla ekonomik, toplumsal iliþkiyi sürdürmeye baþladýlar Geliþen bu iliþkiler dillerin de geliþmesini saðladý. Kapalý ekonominin tasfiyesiyle, ortak ulusal pazarýn oluþup geliþtiði dönem topluluklarýn dilleri de tek bir ulusal dil haline geldi. Kapitalizmin ayak sesleri duyulurken yaþanmaya baþlayan deðiþim dilde çok açýk görüldü. Kapitalist geliþme ulusal çapta üretim ve deðiþimin gerçekleþmesiyle ulusun tamamý öncekinden daha büyük bir toplum ayný dili konuþmaya baþladý. Bazý küçük boy ve topluluklarýn dilleri yok oldu. Engels’in kapitalizmin doðuþu ve geliþimi sürecine iliþkin ve bu süreçte dil ve yazýn alanýna iliþkin tespitleri konumuz için aydýnlatýcýdýr. Engels, Eski çað sonundaki durum ve Orta Çað sonundaki durum üzerine deðerlendirmeler yapýyor. Orta Çað sonu kapitalizmin de ortaya çýkmaya baþladýðý süreçtir. “2.Yunanlýlar, ya da Romalýlar ile barbarlar arasýndaki karþýtlýk yerine, þimdi, Ýskandinav dili vb. sayýlmazsa, uygar dillere sahip altý uygar halk vardý. Bu dillerin hepsi on dördüncü yüzyýldaki büyük yazýndaki yükseliþe katýlabilecek ölçüde geliþmiþlerdi ve eski çaðýn sonunda çökmekte ve ölmekte olan Yunan ve Lâtin dillerinden çok daha zengin bir kültürü güvenceliyorlardý.” (Yazým ve Sanat üzerine C.1 sf–212). “Hala kötü olsa bile, genel eðitim üniversiteler dolayýsýyla çok daha yaygýnlaþmýþtý. “Konstantinopol’ün yükselmesi ve Romanýn çökmesiyle birlikte eski çað sona erer. Orta Çað’ýn sonu Konstantinopol’ün düþmesiyle çözülmez biçimde baðlýdýr. Yeni Çað, Yunanlýlara dönüþle baþlar- Yadsýnmanýn Yadsýmasý!” (Yazýn ve Sanat Üzerine CI, syf–213) Engels, kapitalizmin doðuþ sürecinde etkin olan uluslarý onlarýn dilleriyle belirtiyor. Geliþmiþ toplumlarda dil de geliþmiþ durumda. Antik çaðýn geliþmiþ toplumu olan Antik Yunan toplumu artýk geri kalmýþ olduðundan dilleri de güçlü, etkin dil olarak görülmüyor. Üniversitelerin yaygýnlaþmasý, eðitimin yaygýnlaþmasý ayný zamanda dil ve edebiyat alanýnda geliþmeler için önemli bir temel oluþturuyor. Üniversiteler olsun, araþtýrma yapan aydýn ya da bilimciler olsun Antik Yunan ve Lâtin dillerinde yazýlmýþ eserlere tekrar dönerken geçmiþin bilim ve felsefe alanýndaki geliþmelerini ele alýp yeni geliþmeleri hýzlandýrmak için çalýþýyorlar. “Ýlk kapitalist ulus Ýtalya’ydý. Feodal ortaçaðýn sonuna ve modern kapitalist çaðýn baþlangýcýna dev bir kiþi damgasýný vurdu: hem ortaçaðýn son þairi hem modern çaðýn ilk þairi olan bir Ýtalyan: Dante. 1300’de olduðu gibi bugün de yeni bir tarihsel çað yaklaþýyor. Ýtalya, bize, bu yeni, proleter çaðýn doðuþ anýna damgasýný vuracak yeni Dante’yi verecek mi?” (A.G.E – syf: 214–215) Dante bugün de çok okunmakta. Elbette bunun nedeni bir çaðýn bitiþi ve yeniça-

Güz ‘09

23

“Dil insanlar arasýnda çok önemli bir iletiþim aracýdýr; dilin birliði ve onun engelsiz geliþmesi, hem çaðdaþ kapitalizme tekabül eden gerçekten özgür ve geniþ ticari alýþveriþin hem de halkýn çeþitli sýnýflarý içersinde özgür ve geniþ þekilde gruplaþmasýnýn en önemli koþullarýndan biridir.” V. İ. Lenin


ðýn baþlangýcýna damgasýný vuran düþünceleri ifade eden iyi bir edebi eser ortaya koymasýdýr. Yüzyýllar boyu etkili olacak bu eser kapitalizmin, yeni modern çaðýn ortaya çýkýþýnýn yarattýðý etkiyi edebi olarak ortaya koymasýndadýr. Dil açýsýndan hem ölümsüz bir eser ortaya çýkarmasýyla hem de Ýtalyanca için temel oluþturan bir eser ortaya çýkarmasýyla Dante büyük önem taþýyor. “Bizans’ýn çöküþünden kurtarýlmýþ elyazmalalarýyla, Roma örenlerinden kazýlarla çýkarýlmýþ eski yontularla þaþa kalmýþ batýya yeni bir dünya, eski Yunanistan’ýn dünyasý gösterildi; bu dünyanýn parlayan biçimleri karþýsýnda ortaçaðýn hayaletleri yitip gitti: Ýtalya’da klâsik eski çaðýn bir yansýmasýný andýran ve bir daha asla eriþilmemiþ olan, düþü görülmemiþ bir sanat geliþmesi baþladý. Ýtalya, Fransa ve Almanya’da yeni bir yazýn, ilk modern yazýn doðdu: Bunun hemen ardýndan Ýngiliz ve Ýspanyol yazýnlarýnýn klâsik çaðý geldi. Eski orbisterrarum’un (eski dünya anlamýnda) sýnýrlarý aþýldý, ancak o zaman dünya ilk kez gerçekten keþfedildi.” (Engels age. Syf:218) Engels, Orta Çað’ýn karanlýðýnýn “kilisenin insanlarýn zihinleri üzerindeki diktatörlüðü”nün yýkýlmasýný, “Latinler arasýnda ise Araplardan aktarýlarak alýnmýþ ve yeni keþfedilen Yunan felsefesiyle beslenmiþ son bir özgür düþünce ruhu”nun geliþtiðini belirtiyor. Bütün bu geliþmelerde çevirilerin önceden kalan yazýlý eserlerin okunmasýnýn etkileri de açýkça görülüyor. Dil ve yazýn yoluyla aktarýlan bilgiler, belgeler yeniçaðýn kurulmasýnýn malzemeleri arasýnda yerini alýyor. “Bu, o güne deðin insanlýðýn baþýndan geçmiþ en büyük ilerletici devrimdi. Öyle bir zamandý ki, devler istiyordu ve devler yarattý: düþünce, tutku ve karakter gücünde, evrensellikte ve öðrenmede devler yarattý. Burjuvazinin modern egemenliðini kuranlar burjuva sýnýrlamalardan baþka hiçbir sýnýr tanýmadýlar. Tersine, o çaðýn serüvenci karakteri onlarý az ya da çok esinledi. O zamanýn önemli kiþileri arasýnda çok ülke görmemiþ, dört-beþ dil konuþmayan, birkaç alanda ün kazanmamýþ kimse pek yoktu” (Engels- age, syf: 218–219) Bir çaðýn açýldýðý dönemin, bu çaðý açan önemli insanlarýnýn dört-beþ dil bilmeleri, dil yoluyla fazla bilgiye ulaþma ve geleceðin temellerini atacak bilgiye ulaþmada rol oynamasý nedeniyle önemlidir. Sosyalizmin kurucularýnýn, Marx-Engels-Lenin’in, çok dil bilmeleri, Yeni Çað açanlarýn genel bir özelliði olarak görülmelidir. Engels Leonardo da Vinci, Albert Dürer’e deðiniyor. Devamýnda þunlarý ekliyor: “Machiuelli devlet adamý, tarihçi, þair ve ayný zamanda modern zamanlarýn dikkate deðer ilk yazarýydý. Luther yalnýzca kilisenin pisliklerini deðil, Alman dilindeki pislikleri de arýttý; modern Alman düzyazýsýný yarattý ve 16. yüzyýlýn Marseillaise’i olan, utkuya duyulan güvenle dolu utku ilâhîsinin sözlerini ve melodisini düzenledi. O çaðýn

24

kahramanlarý, kendi ardýllarýnda tek yanlýlýða yol açan kýsýtlayýcý etkileriyle dikkatimizi sýk sýk çeken iþbölümünün tutsaðý deðillerdi”. (age. Syf–219). Kapitalizmin ortaya çýkýþý sürecinde yaþanan devrimlerin devrimcilerinin edebi eserler ortaya koymalarý, dil alanýnda etkili olmalarý kapitalizmin doðuþu sürecinde dil alanýndaki etkinlik biçimlerindendir. Engels, 17. yüzyýldan 19. yüzyýl baþlarýna kadar Almanya ve Alman kültürünü incelerken; “Yalnýzca iki yaþam belirtisi: askeri yetenek ve yazýn, felsefe, titiz nesnel bilimsel araþtýrma Fransa’daki siyasal yazýlar, en üst katmanýnda da olsa ta 18. yüzyýldan beri her þeye egemenken, Almanya’da tüm bunlar gerçeklikten idealler alemine bir kaçýþtý. Ýnsan olarak insan ve dilin geliþmesi, 1700 barbarlýk, 1750 Leasing ve Kant ardýndan Goethe, Schiller, Wieland, Handel, Gluck, Mozart.” (Yazýn ve Sanat Üzerine, C:2, syf–86) sözleriyle dil ve edebiyat alanýndaki geliþmelerin ileri olduðunu belirtiyor. Devamýnda Almanya’daki olumsuzluklara deðinen Engels, yazýnda ümit olduðunu belirtiyor. “Geliþmeye iliþkin tek ümit, ülkenin yazýnýnda görülüyordu. Bu utanç verici siyasal ve toplumsal çað ayný zamanda Alman yazýnýnýn yüce dönemiydi. 1750 dolaylarýnda Almanya’nýn tüm üstatlarý doðmuþtu: þairler Goethe ve Schiller, filozoflar Kant ve Fichte ve hemen hemen yirmi yýl sonra da son büyük Alman metafizikçi (metafizikçi, deneyim alaný dýþýnda kalan þeyleri inceleyen felsefe anlamýnda kullanýlmýþtýr) Hegel. Bu devrin en önemli yapýtý o zamanki Alman toplumunun tamamýna bir meydan okuma ve baþkaldýrý ruhunu yansýtmaktadýr.”(age., syf-87-88) Engels, Almanya’nýn bu üstatlarýnýn düþtüðü olumsuzluklara da deðiniyor. 1886 yýlýnda dil üzerine yaptýðý bir anlatýmda Engels dil üzerindeki deðiþimi ifade ediyor. Bu anlatýmda görülen dilde deðiþimin çok hýzlý olduðudur. 1886’da söylenen sözlerle 1848 devrimleri öncesinin dili ile sonrasýnda dil açýsýndan yaþanan deðiþim de görülüyor. “Kötü zamanlarýn ve tümcenin buyruk ucundan sarkan, özneden on mil uzunluðunda bir metinle ayrýlmýþ eylemleriyle kafalarýmýza týka basa doldurulan þu pek sevdiði Almancaya gelince –onu öðrenmemek otuz yýlýmý aldý. Bu bürokrat öðretmenlerin Lessing’i yok sayan Almancasý, bugün Almanya’da bile ortadan kalkýyor.” “Almanca tümce yapýsý ve noktalama kýrk elli yýl önce okullarda öðretildiði biçimiyle, yalnýzca çöp kutusuna atýlmaya yaraþýr. Bugün Almanlarýn yaptýðý da budur.” (Yazýn ve Sanat Üzerine C-I, syf 86–87) Kapitalizmde dile iliþkin Lenin’in; “dil insanlar arasýnda çok önemli bir iletiþim aracýdýr; dilin birliði ve onun engelsiz geliþmesi, hem çaðdaþ kapitalizme tekabül eden gerçekten özgür ve geniþ ticari alýþveriþin hem de halkýn çeþitli sýnýflarý içersinde özgür ve geniþ þekil-

Güz ‘09


de gruplaþmasýnýn en önemli koþullarýndan biridir.” sözleriyle dilin kapitalist iliþkiler açýsýndan önemini ortaya koyuyor. Bu sözleri aktaran Stalin’in dil üzerine söylediði “…dil, insanýn üretici faaliyetine ve ayný zamanda çalýþmasýnýn istisnasýz bütün alanlardaki öteki faaliyetlerine doðrudan baðlýdýr.” (Son Yazýlar. syf–28) sözleri dilin geliþimi açýsýndan kapitalizmin doðuþu sürecinde geliþmesine de ýþýk tutuyor. Kapitalizmin doðuþu süreci ulusal dillerin geliþmesi sürecidir. Bu süreçte, bütün alanlarda geliþmeler oldu. Edebiyattaki ve dildeki geliþme diðer alanlardaki, ekonomik, kültürel, sosyal, bilimsel vs. tüm alanlardaki geliþmelerin yansýmasý olarak da gerçekleþti. ULUS VE DÝL Dil birliði ulus olmanýn temel özelliklerinden birisidir. Ulus olmak için ulusu oluþturanlarýn ayný dili konuþmasý gerekir. Ayný dili konuþmayan, ortak dile sahip olmayanlar ulus oluþturmaz. Uluslarýn oluþum süreci çoðunlukla dil birliðinin oluþmasý süreci olarak da yaþanmýþtýr. Feodalizmde, ayrý beylikler, derebeylikler, topluluklardan oluþan, bir dili ya da farklý dili konuþanlardan oluþan imparatorluklar vardý. Bazý devletler ortak dil ya da ortak dilin farklý lehçelerini konuþurken bazý devletler tamamen ayrý diller konuþuyordu. Kapitalizmle birlikte girilen uluslaþma sürecinde birçok dil ve lehçe etkisizleþmeye baþlarken, bazýlarý geliþip ulusal dil halini aldý. Kapitalist iliþkiler geliþtikçe kapalý ekonomi yýkýldý ve uluslaþma baþladý. Uluslarý oluþturan bütün bölgeler birbirleriyle olan iliþkileri nedeniyle gittikçe artan þekilde dil birliðini saðlamaya baþladý. Uluslaþma süreci ile kapitalizmin oluþmaya baþladýðý süreç ayný süreçtir. Ancak uluslaþmanýn temelini oluþturan bazý koþullar çoðunlukla çok eskiden feodalizm döneminde ya da daha öncesinden oluþmaya baþlamýþtýr. Kapitalizmde ise ulus olmanýn koþullarýnýn hepsi tamamlanmýþtýr. Dil birliði oluþmadan ulus olmaz. Uluslar oluþtuktan sonra her ulus artýk kendi ulusal dilini konuþmakta. Bir ulus farklý dilleri konuþan topluluklardan oluþmaz. Ulus dil birliðinin gerçekleþmesiyle oluþur. Kimi uluslar yüzyýllar öncesinden beri ayný dili konuþan topluluklarýn uluslaþmanýn diðer temellerinin oluþmasýyla oluþtular. Bazý diller farklý uluslar tarafýndan konuþuluyor. Ýngiliz ulusu ve Amerika ulusu ayný dili kullanýyor. Dil birliði tek baþýna uluslaþma için yeterli deðildir. Ayný dili konuþan farklý uluslar bunun ifadesidir. Ýspanyolca dili birçok farklý ulus tarafýndan konuþuluyor. Ayný dili konuþan tüm topluluklar için tek ulus denmesi yanlýþ olur. Uluslaþmanýn diðer koþullarýyla birlikte dil birliðinin oluþmasý gerekir. Dil-uluslaþma iliþkisi ulusu oluþturan diðer temel unsurlara deðinmeden eksik olacaktýr. Stalin yaptýðý u-

Güz ‘09

lus tanýmýyla bu temel unsurlarý ortaya koyuyor: “Ulus, tarihsel olarak oluþmuþ, kararlý bir dil, toprak, iktisadi yaþam ve kendini kültür ortaklýðýnda dile getiren ruhsal biçimlenme birliðidir.” (Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, syf. 15, Sol Yay.) Stalin’in ortaya koyduðu bu temel unsurlarýn dil ile iliþkileriyle ayrýca ortaya konulmasý anlamlý olacak. Toprak birliði, o topraklar üzerinde yaþayan insanlarýn dillerine etki eder. Mýsýr’da yaþayanlarýn kültüründe Mýsýr coðrafyasýnýn etkisi vardýr ve bu, dilde ifadesini bulur. Amazon nehri ve ormanlarýnýn olduðu Brezilya’da insanlarýn yaþamýnda Amazonlarýn etkisi vardýr ve bu dile yansýr. Moðolistan coðrafyasýnýn dile yansýmasý, dilde etkisi farklýdýr. Amazonlarýn Brezilyasýnda topraðýn, coðrafyanýn dile yaptýðý etki farklýdýr. Her coðrafya dilde kendi özgünlükleriyle yeralýr. Bilim ve Gelecek dergisinin 42.sayýsýnda ortaya konulan bilgiler bu açýdan bir örnektir. “Hititçe ‘þamamma’ kelimesi Türkçede susam, ‘zerfum’ kelimesi zeytin, ‘nuurma-nurmu’ kelimesi nar, ‘zupu’ kelimesi zufa (çörtük) otu, ‘kattanipa’ kelimesi keten, ‘hassika’, kelimesi haþhaþ olarak kullanýlmaya devam etmektedir.” deniliyor. Anlaþýlan Hititlerden sonra yüzyýllar ve bin yýllarý bulan sürede Anadolu’da yaþayan halklar buranýn bitkilerini dillerinde Hitit dilinden aldýklarýyla adlandýrmýþtýr. Türkler Anadolu’ya geldiðinde önceden Anadolu’da yaþayanlardan buradaki bitkilerin adlarýný alýp kendileri sürdürmüþtür. Anadolu coðrafyasýnýn Türkçeye etkisi çok deðiþik biçimlerde görülebilir. Her ulusun yaþadýðý coðrafya o ulusun ruhsal biçimlenmesine ve diline etki eder. Bir dili konuþmak için bir arada olmak gereklidir ve toprak birliðiyle, ayný yerde yaþayarak bu gerçekleþir. Ruhsal biçimlenme uzun süreci kapsar. Her ulus ruhsal biçimlenmeyi oluþturan bir tarihsel süreci yaþamýþtýr. Her ulusun kendi ruhsal biçimlenmesinin kültürünün kendine özgü yanlarý olur. Sevinçleri, hüzünleri, eðlencesi, dinlenmesi, þenlikleri, giyimi, davranýþlarý, yemekleri, yaþama iliþkin birçok þey her ulusta kendine özgü biçimlere sahiptir. Bu özgünlükler her ulusun kendi dilinde özgün bir anlatýma sahip olabiliyor. Ulusal dil ulusun karakterini yansýtan özgünlüðe sahiptir. Her ulusal dil ulusun ruhsal biçimlenmesiyle, kültürünü yansýtan özellikleriyle ayný zamanda ulusun ruhunun, kültürünün en önemli parçasýdýr. Bir ulusun ruhsal biçimlenmesi ve kültürü oluþurken diliyle birlikte oluþur. Her ulusun kendine has kültürü olup, kültürü olmayan ulus olmayacaðý için kültürel özellikleri olmayan ulusal dilde olmaz. Her ulusal dil ulusun ruhsal, kültürel þekillenmesinin ifade edilmesinin bir biçimidir. Ýktisadi yaþam birliði, bir ulusun ulus olmasýnýn temel unsurlarýndandýr. Dil ulusun oluþmasýnda zorunlu bir süreç olan iktisadi birliðin oluþmasýyla birlikte ulu-

25


sal birliði oluþturan bir dil haline gelir. Dil ekonomik iliþkiler sürecinde ortak bir dil haline gelir. Ulusu oluþturanlarýn kesintisiz, sürekli olan ekonomik iliþkileri, iletiþim, konuþma ve birçok yönde etki yapar, bunlar dili geliþtirir, ortaklaþtýrýr. Ýktisadi olarak farklý koþullara sahip olan ve ayný dili konuþan ayný geçmiþe sahip olan uluslar, iktisadi yaþam farklýlýðý sürdükçe dil farklýlaþýr. Farklý uluslar haline gelirler. Stalin’in dil konusundaki açýklamalarý uluslaþma ve dil açýsýndan aydýnlatýcý. Kapitalizm öncesinde eskiden beri oluþmuþ dillere sahip olan boylar ve ulusal topluluklara iliþkin açýklamalardan sonra ulusal dile iliþkin açýklama yapýyor: “Kuþkusuz buna paralel olarak lehçeler ve yerel þiveler bulunmaktaydý; ama boyun ya da ulusal topluluðun bir tek ve ortak dili, bu þivelere üstün geliyor ve bunlarý buyruðu altýna alýyordu.” “Sonralarý kapitalizmin doðuþuyla, feodal bölünmenin tasfiyesi ile ve ulusal bir pazarýn kurulmasýyla ulusal-topluluklar, ulus olarak ve ulusal topluluk dilleri de ulusal diller olarak geliþti. Tarih bize, ulusal bir dilin, bir sýnýfýn dili olmadýðýný, ama halkýn tümünün ortak bir dili, ulusun üyelerinin ortak ve ulus için bir tek dili olduðunu göstermektedir. (Son Yazýlar – syf. 1617) Pospelov “Edebiyat Bilimi” adlý eserde, edebiyat üzerine açýklamalarýnda dilde vurgunun ulusal özgünlüðünü belirtiyor: “Vurgularýn saptanmasý öyle her sözcükte bir vurgu iþaretlenerek mekanik biçimde yapýlamaz. Her ulusal dilde belli vurgulama özellikleri vardýr. Ýþte bu özelliklere dilin ‘prosodi’si (saðdesi) deniliyor. (yun: Prosadia-Vurgu, vurgulama)” syf. 415 Plehanov’da ulusal edebiyat geleneðine iliþkin düþüncelerini ortaya koyarken dil üzerine ve ulusal geleneðe yönelik belirlemelerde bulunuyor. “Bu unsurlarýn baþýnda dil gelir. Dil kendine has ifade araçlarýyla sanatýn ilk unsurudur. Bir ulusal dilin ne gibi spesifik vasýflara sahip olduðunun kesin bir þekilde belirtilmesi loguistiklere düþer” “Þüphesiz ki dil kadar istikrarlý olmamakla birlikte yine de ulusal gelenek içinde yer alan edebi þekiller de vardýr.” “Ulusal geleneðin oluþumunun açýklanmasý, ancak sýnýf mücadelelerinin tarih boyunca büründüðü þekillerin incelenmesiyle yapýlabilir. Bilim dýþý metafizik formülleri ýrkçý açýklamalarýn bertaraf edilmesi ancak bu surette mümkündür.” (Sanat ve Toplumsal Hayat sf. 220-221) Sonuç olarak, dil uluslaþmanýn temelini oluþturan en önemli unsurdur. Her ulusun kendi ulusal deðerleri, kültürü kendi diline yansýr, her ulusun kendi dilinde kendine özgü telaffuz, ifade biçimleri vardýr.

26

ULUSAL SORUN VE DÝL Ulusal sorun bir ulus ya da ulusal topluluðun kendi kaderini tayin hakkýnýn engellenmesi veya uluslarýn eþitliði ilkesinin çiðnenmesi ve bunlara baðlý sorunlardýr. Ulusal sorunda dili ele alýrken burjuvazinin ve proletaryanýn dil sorununa yaklaþýmýnýn farklý olduðunu belirterek baþlayalým. Her ulus burjuvazisi kendi ulusal çýkarlarý doðrultusunda yaklaþýr, diðer uluslara baský uygularken proletarya uluslarýn tam eþitliðini ister. Uluslarýn tam eþitliði ilkesi, baþta, hiçbir ulusun diðer uluslar karþýsýnda ayrýcalýklara sahip olmamasýdýr. Her ulusun dilini, kültürünü, baðýmsýzlýk hakkýný özgürce kullanma hakkýna ve olanaklarýna sahip olmasýdýr. Dil sorunu birçok deðiþik biçimde ulusal sorunun parçasý olarak karþýmýza çýkar. Dil sorunu ezilen halklarýn ve uluslarýn önemli bir sorunudur. Anadil her insanýn kendini kiþilik olarak, düþünce olarak, insan olarak geliþtirmesi ve ifade etmesi için gerekli ve zorunludur. Ulusal sorunda, burjuvazi, çözüm olarak, bazý koþullarda, ulusal kültür ve ulusal haklarýn tanýnýp anadil kullanýmýný ikiyüzlüce savunur. Halklarý düþman etmek, emekçileri parçalamak amacýný güder. Ezilen ulus burjuvalarý bu düþüncelerle uzlaþmacý bir yol izler ve kendi ulusu üzerinde egemenliðini sürdürmek ister. Proletarya uluslarýn tam eþitliðini savunur; ulusal dilin, anadilin konuþulmasý, anadilde eðitim ve her türlü yayýn, iletiþim olanaklarýna sahip olunmasýný, tüm kýsýtlamalarýn kalkmasýný savunur. Burjuvazi milliyetçilik ve þovenizmi savunur. Proletarya ise, bir proleterin diðer ulus proleterleriyle ayný haklara sahip olup, ulusal baský ve aþaðýlanmayý, yasaklarý yaþamadýðý zaman kendini geliþtireceðini bilir. Egemen sýnýfýn kendi ulusal dilini dayattýðý bazý ilkelerde ezilen ulusun dili yok edilmeye çalýþýlýr. Ýlhak edilen ülkelerde ezilen ulustan olanlarýn dillerini yaþatmalarý, geliþtirmeleri ve konuþmalarý engellenip, yok edilerek ulus olarak ortadan kaldýrma amaçlanýr. Ulusal sorunda dilin önemi ulusun varlýðýný sürdürmesinin temel araçlarýndan olmasýndandýr. Bir ulusun dili engellenmedikçe ulusal varlýðýný engellemekte zorlaþýr. Diðer þeyler yanýnda dilde engellenerek ulusal birliðin sürmesi, ulusal bilincin sürmesi engellenmeye çalýþýlýr. Pratik biçimler olarak, anadilde eðitimin engellenmesi, kamu hizmetlerinin anadilde yasaklanmasý veya kýsýtlanmasý, resmi yazýþmalarýn anadilde yapýlmasýnýn engellenmesi ve kýsýtlanmasý, ezilen ulus dilinde þarkýlarýn, türkülerin engellenmesi, anadilde þiirin engellenmesi, ezilen ulus dilinde radyo, tv, internet, gazete, kitap, dergi vs. yayýnlarýn engellenmesi veya kýsýtlanmasý, ezilen ulusun dilinde yazýlmýþ tarihi kitap ve eserlerin yok edilmesi, tahrip edilmesi ve incelenmesinin engellenmesi, kütüphanelerin kurulmasýnýn engellenmesi, üniversitelerde ezilen ulus dilini geliþtirecek bölümle-

Güz ‘09


rin, kürsülerin kurulmasýnýn engellenmesi, kýsýtlanmasý, ezilen ulus dilinin yaþayýp geliþmesinde büyük önemi olan yazýlý ve sözlü edebiyatýn tamamen engellenmesi ya da baský altýnda tutulmasý gibi biçimlerden bazýlarý ya da tamamý uygulanarak ezilen ulus dilleri engellenmeye çalýþýlýr. Buna anadilde konuþmanýn engellenip kýsýtlanmasýný, þovenist baskýyla ezilen ulusun aþaðýlanmasýnýn etkilerini eklemek gerekiyor. Ezilen ulusun ekonomik ve toplumsal açýdan geliþmesinin engellenmesi, sömürülmesi nedeniyle ezilen ulustan olanlarýn yaþamý zorlaþtýrýlarak ezen ulusun dilini ve kimliðini taklit etmeleri, benimsemeleri için çabalanýr. Franz Fanon’un Afrika halklarý için yaptýðý incelemelerde ve yazdýðý eserlerde bu çok çarpýcý olarak belirtilmiþtir. “Siyah Deri Beyaz Maske” adlý eser ezilen ulus insanlarýnýn ezen ulus insanlarýna benzemek, onlardan biri olmak, onlar gibi yaþamak çabasýný ve kendi kimliðinden kopuþunu belirtiyor. Ezilen ulustan insanlar dilini bile konuþmak istemez hale getiriliyor. Devlet dili, resmi dil, ezilen ulus dillerini baský altýnda tutmayý, yok etmeyi amaçlar, þovenizme ve milliyetçiliðe dayanýr. Ezen ulus için her türlü olanak ve araç dilin geliþmesi amacýyla kullanýlýr. Ezilen ulusun dilini engellemek için kullanýlan yöntemlerin, kýsýtlamalarýn tam karþýtý yöntemler, olanaklar ezen ulus dili için kullanýlýr. Böylece ezilen ulus dilinin özgürce geliþimi engellenirken ezen ulus dilinde özgür bir geliþim göstermeden zorlama yollarla geliþtirilmeye çalýþýlýr. Kürtçe ya da azýnlýk dillerine yönelik uygulamalarda bu durum açýkça görülüyor. Eðitim ve bilimsel araþtýrmalarýn yapýlmasýnda ezilen ulus için kýsýtlamalar ve engeller olduðundan bilimsel geliþmelerin dili geliþtirici etkisi de engellenir. Ezilen ulusun diliyle adlandýrýlmýþ yerleþim isimlerinin ve diðer isimlerin deðiþtirilmesi yasaklanmasý, ezilen ulustan insanlarýn çocuklarýna kendi uluslarýna ait isimlerin konulmasýnýn yasaklanmasý, engellenmesi de uygulanan yöntemlerden. 2007 yýlýnda Kültür Bakaný ANÝ Harabelerini gezerken, buranýn adý ANI olsun, bugüne kadar birçok yerin adý deðiþti, bunu da ben deðiþtireyim, þeklindeki sözlerle dil üzerindeki baskýyý açýkça gösteriyordu. Ermeni tarihine ait önemli bir eser olan ANÝ Harabeleri böylece Türkleþtirilmiþ olacak! Ýlhak edilen ülkelerde asimilasyonlar, katliamlar uygulanýp, ezilen ulusun reddedilmesiyle, onlarýn ezen ulusun parçasý olduðunun söylenmesi, dilin bütün geliþme ve kendini devam ettirme olanaklarýný ortadan kaldýrmaktadýr. Ezilen ulus, ulus olmaktan, ulus olarak varolmaktan çýkartýlmaya çalýþýldýðýndan dili her yolla engellenir. Ýlhak edilmiþ ülkelerde ezilen ulusun durumunun nüfus sayýmlarýnda, seçimlerde ortaya çýkmasý engellenir. Bilimsel araþtýrmalarda ezilen ulusa iliþkin bilgilerin ortaya konulmasý engellenir. Bütün olanaklar

Güz ‘09

resmi dil, ezen ulus dilini geliþtirmek için kullanýlýr. Resmi dili Lenin’in açýklamasýyla belirtelim. “Devlet, kültürel birliðin bir doðrulanýþýdýr… Resmi bir dil, devlet kültürünün asli bir bileþkenidir… Devlet otorite birliði üzerine kurulu olup, resmi bir dil bu birliðin aracýdýr. Resmi dil, devletin bütün biçimleri kadar zorunlu ve zorlayýcý güce sahiptir.” Resmi dil ulusal sorunda ezilen ulusun dilinin iktidar yoluyla yok edilmesine, baský altýnda tutulmasýna hizmet eder. Bunu en açýk olarak kendi yaþantýmýzdan biliyoruz. Ýktidar her türlü olanaklarýyla, ekonomik, askeri, kültürel, siyasi vs. yollarla ezilen ulus dilini yok etmeye çalýþmýþ, ezilen ulusu ulus olarak asimile etmeye çalýþmýþ, iktidar gücünü ezilen ulusun dilini yok eden bir araç olarak kullanmýþtýr. Ülkesi ilhak edilmiþ, ülkesi sömürgeleþtirilmiþ ya da ulusal baský altýnda olan ülke halklarýnýn birçok yolla dilleri engellenmektedir. Ýngilizler Ýrlanda’yý iþgal ettikten sonra Ýrlanda dilini, kültürünü, direniþ ruhunu yaþatan, gezici türkü söyleyen ozanlara kadar katliam uygulamýþtýr. Türküler ezilen ulusun dilini yaþatmasýnda önemli bir yer tutar. Lenin ulusal sorun üzerine tartýþmalarda proletaryanýn yaklaþýmýný ortaya koyup çözüm yolunu iþaret ediyor. “Ulusal sorunda iþçi demokrasisinin programý da þudur: hangi ulus ve hangi dil için olursa olsun her türlü ayrýcalýðýn kesin olarak ortadan kaldýrýlmasý, uluslarýn siyasal kaderlerini kendilerinin tayin etmesi sorununun, yani bunlarýn tamamen özgür ve demokratik yoldan ayrýlmalarý ve baðýmsýz devlet kurmalarý sorununun çözüme baðlanmasý; uluslardan birine herhangi bir ayrýcalýk tanýyacak olan (…) uluslarýn hak eþitliðini bozacak olan ya da ulusal azýnlýðýn haklarýný baltalayacak olan her türlü davranýþý yasaya aykýrý ve geçersiz sayan ve devletin her yurttaþýna anayasaya aykýrý olan bu tür tasarruflarýn geçersiz sayýlmasýnýn talep etme hakkýný tanýyan ve ayný zamanda böyle hareketlere giriþecek olanlarý cezalara uðratan genel bir yasanýn kabulü” (UKTH- syf. 18-19) Lenin’in ulusal soruna yönelik düþüncelerinin yer aldýðý dil sorununda çözümler ortaya konuluyor. “Sosyal demokratlar (komünistler bn.) devletin hangi bölümünde olursa olsun, tüm ulusal azýnlýklarýn haklarýný koruyan, devletin her yöresinde geçerli bir yasanýn çýkarýlmasýný isterler. Bu yasa, ulusal çoðunluðun kendisi için ayrýcalýklar koymasýna ya da ulusal bir azýnlýðýn (eðitim alanýnda, özel bir dil kullanýlmasýnda, bütçe iþlerinde vb.) haklarýný kýsmasýna olanak saðlayabilecek tüm esaslarý yürürlükten kaldýrdýðýný ilan etmeli ve bu tür esaslarýn konmasýný suç sayarak yasaklamalýdýr.” (syf. 83) “Sömürüye, kar elde etme ve didiþmeye dayalý olan kapitalist toplumda herhangi bir biçimde ulusal ba-

27


rýþ ancak bütün ulusal topluluklarla dillerin tam eþitliðini güvence altýna alan, resmi zorunlu bir dil tanýmlayan, halka bütün yerli dillerle öðretim yapacak okullar saðlayan ve anayasasý herhangi bir ulusal-topluluða herhangi bir ayrýcalýk verilmesini ve herhangi bir ulusal azýnlýðýn haklarýna saldýrýlmasýný önleyici maddeleri kapsayan A’sýndan Z’sine demokratik, cumhuriyetçi bir hükümet sistemiyle saðlanabilir.” (syf. 193) Ulusal soruna iliþkin tartýþmalarda Lenin’in yaptýðý bu açýklamalar içinde geçen “Demokratik, cumhuriyetçi bir hükümet” söyleminin çarlýk döneminde söylenmiþ olduðunu belirtelim. Lenin dil önündeki engellerin kaldýrýlmasýnýn hem yasal bir güvenceyle saðlanmasý hem de eþitsizliklerin kaldýrýlmasý gerektiðini ifade ediyor. Lenin’in düþüncelerini aktararak devam edelim. “Bugün gördüðümüz þu: Farklý ulusal topluluklar, sahip olduklarý haklar ve geliþme düzeyleri bakýmýndan eþit deðildirler. Bu koþullar altýnda, okullarý ulusal topluluklara göre ayýrmak, gerçekte ister istemez, daha geri uluslarýn durumunu daha da kötüleþtirecektir. Amerika’nýn Güney’inde eski köle devletlerinde, zenci çocuklar hala ayrý okullarda okumaktadýrlar.” (age. syf. 96) Lenin ABD’deki ýrkçýlýða iliþkin bu sözleri 1914’te söylüyor. Ve bu ýrkçýlýk 1960’larýn sonlarýna kadar açýk ve yasal olarak sürdü. 1960’lardan sonra ise fiili olarak devam ediyor. Güney Afrika’da ise sömürgecilik 1990’lý yýllara kadar sürdü. “Her ‘ulusal kültür’ için özel okullar kurulmasýndan yana olmak gericiliktir, oysa gerçek bir demokraside, okullarý ulusal topluluklara göre bölmeksizin, öðrencinin kendi dili, kendi tarihi hakkýnda dersler düzenlenmesini güven altýna almak olanak içindedir.” (age. syf. 105) 1914 yýlýnda yapýlan tartýþmalarda ulusal azýnlýklarýn haklarýnýn korunmasýna iliþkin tasarýda Lenin’in ortaya koyduðu çözüm önerilerinden dile iliþkin olanlar konumuz açýsýndan önemli. “Devletteki bütün uluslar mutlak olarak eþittir; herhangi bir ulusa ya da sahip olduðu dile her türlü ayrýcalýk anayasaya aykýrý sayýlýr ve hiçbir biçimde kabul edilemez.” (age. syf. 155) “Belli bir bölge ya da çevrede, devlet ve kamu iþlerinin yürütülmesinde hangi dilin kullanýlacaðýna yerel öz yönetim kurumlarý ve özerk rejimler karar verecektir; ancak bütün ulusal azýnlýklar, eþitlik ilkesi temeline dayalý olarak kendilerinin mutlak biçimde korunmasýný isteme hakkýna, örneðin devletten, kamu kuruluþlarýndan, onlara hitabedilen dilde karþýlýk alma hakkýna vb sahip olacaklardýr. Ulusal azýnlýklarý da kapsayan dillerin eþitliði ilkesini ihlal eden zemstvolar, kent (…) vb. tarafýndan parasal, yönetsel, yasal alanlarda ve öteki a-

28

lanlarda alýnmýþ kararlar ve önlemler geçerli sayýlmayacak ve nerede oturursa otursun, devletin herhangi bir yurttaþýnca yapýlacak itiraz üzerine iptal edilecektir. (age. syf. 155) “12. Devletin her yöresinde her on yýlda bir yurttaþlarýn kullandýðý dili dikkate alan bir nüfus sayýmý yapýlacaktýr; karma nüfuslu bölgeler ve çevrelerde nüfus sayýmý her beþ yýlda bir yapýlacaktýr.” (age. sf. 156) “13. Eðitim kurumlarýna alýnan ve uluslarýn ya da bölge halkýnca kullanýlan dillerin tam eþitliðini ya da kültürel ve eðitsel harcamalarýn ulusal azýnlýklarýn nüfus içindeki oranýyla uyumlu olmasý ilkesini ihlal eden tüm karar ve önlemler geçersiz sayýlacak ve her nerede oturursa otursun herhangi bir yurttaþýn itirazý üzerine iptal edilecektir. “Dünyanýn hiçbir yerinde Marksistler (hatta demokratlar) derslerin yerel dilde okutulmasýna karþý çýkmýþ deðillerdir.” (age. sf. 161) Lenin, ulusal sorunda dile iliþkin bu çözümleri de ortaya koyuyor. Lenin demokratlarýn bile yerel dilde eðitime karþý çýkmadýðýný belirtiyor. Yaklaþýk yüzyýl oluyor 1914’ten bugüne geçen süre. Bu önemli bir belirleme. Ulusal sorunda dile yaklaþým açýsýndan ayýrt edici bir tespittir. Bugüne geldiðimizde durum nedir? Eðitim-Sen anadilde eðitimi programýna gecikmeli de olsa koymuþtu. Ancak bu madde faþist baskýlar nedeniyle tekrar kaldýrýldý. Bugün eðitim alanýnda eðitimcilerin ilerici bir örgütlenmesi olarak görülen Eðitim-Sen’in programýnda anadilde eðitim talebi yok. Çarlýk Rusya’sýnda sýradan bir demokratýn savunabileceði yerel dilde eðitim, anadilde eðitim hakkýný günümüzde Eðitim-Sen programýnda savunamýyor. Ezilen ulusun dilinin bütün baskýlardan kurtulmasý için bugün atýlacak en önemli adým ezilen ulus proletaryasýnýn Komünist Partisi örgütlenmesini oluþturup birleþik Komünist Partide, Leninist partide mücadeleyi yükseltmesidir. Ezilen ulus proletaryasýnýn geleceðe güvenle yürümesi için özgürlük hakkýný kullanma olanaklarýna da sahip olmasý gerekir. Ezilen ve ezen ulus proleterlerinin ortak mücadelesi ulusal sorunu; dil üzerindeki baskýyý ortadan kaldýrýr. 1974’e kadar sömürgeciliði sürdüren Portekiz’de 1974’te gerçekleþen devrim sömürgelerin baðýmsýzlýðýný da saðlamýþtýr. Ekim Devrimi’nde bunun bir örneðidir. Kürt halkýnýn özgürlük mücadelesini yükseltmeye baþladýðý yýllarda ayný zamanda dillerini daha fazla geliþtirmeye baþladýklarý yýllar oldu. Ezilen ulusun dilinin yaþatýlmasý, egemen ulus adýna egemenliði sürdüren sýnýfýn egemenliðini yýkmadan, ezen-ezilen ulus gerçeðinin dayandýðý temelleri yýkmadan tam anlamýyla gerçekleþemez. Ezen ve ezilen ulus, burjuva sýnýfýn sömürüsü temelinde oluþur. Burjuvazinin egemenliði yýkýlýnca bu sorunda ortadan kalkar.

Güz ‘09


Atila Oğuz

Eugene Guillevich’in şiirine dair

Þiirin coþkun akýþlý ýrmaklarýndan olan GUILLEVIC 5 Aðustos 1907’da 907’de Carnak (Morhiban) da doðdu. Babasýnýn denizci olmasý ve daha sonra jandarma olarak görevlendirilmesi sonucu 1909 Jeumont’da (kuzeyde) 1912’de Saint Jean-Breveldy’de ve 1919’da Yukarý Ren’de görevlendirildi. Dünyanýn bir çok yerinde uygulanan yasaklar, burada da uygulanmýþtý ve bunun sonucunda Brötancayý öðrenememiþ, ancak Azakça’yý ve Almancayý öðrenmiþti. 1920’den 1925’e kadar Altkirich ( Yukarý Rhin) kolejinde devam etti. Daha sonralarý Alzak’ta ve Ardennes’de görev yaptýktan sonra maliyeye de çalýþtý ve Þubat 1935’de ekonomik yönetime girdi. Daha sonralarý Paris’e yerleþti ve orada yaþamaya devam etti. 1967’de ulusal ekonomi müfettiþi olarak emekliye ayrýldý. Ýspanya iç savaþýndan sonra komünizme sempati duydu ve ikinci emperyalist paylaþým savaþýnda komünist partiye katýldý. Kitaplarýný ilerleyen yaþlarýnda yayýmlattý ve ilk kitabý olan Terreke 1942’de yayýnladý. Ýkinci kitabýný 1947’de savaþ boyunca en iyi arkadaþý olan Paul Eluard’a adamýþ Executoire’yi. Bütün yapýtlarý sýrasýyla þöyledir. Ýzlenen Toprak (1942) Gerçekleþtirilen (1947) Kazanmak (1949) Mutluluk Topraðý(1954) Otuzbir Sone ((1952) Karnak (1961) Alan (1963) Ýle (1966) Euclid’e Göndermeler (1967) Þehir (1969) Kayýt Düþme (1970) Ýç Bölme (1970) Ekler (1973) Barýnak’tan (1977) Kanal (1979) Diðerleri (1980) Geçitler (1981) Görev (1983) Guýllevýc, sürrealizmin egemen olduðu dönemlerde, þiire baþladý ve bu etkiye kapýlmadan kendi þiirini yaratma yoluna gitmiþti, ancak bu tamamen baðýmsýz bir þiir deðildi, tabi ki etkilendiði þairler vardý ve yükselmekte olan bir akýmla birlikte þiirini örmüþtü. Guýllevýc’in çocukluðu ve çocukluðunu yaþamýþ olduðu yerlerin, topra-

Güz ‘09

29


ðýn derin bir iz düþümü vardýr þiirlerinde. Sessiz bir ormanlýðýn kenarýnda oturur ya insan ve yaprak kýmýltýlarýný bir ezgi þenliðinde dinler ya insan, iþte öyle anlarýn usa düþmesiyle ve küçük þeylerin içine konulur ve yeniden hayat bulur nesneler, iþte Guýllevýc’in þiirlerinde kýr hayatý ve taþ uygarlýðý ve doðanýn vazgeçilmezliði kendini böyle baþ köþeye oturtur. Guýllevýc þiirlerini örerken sorumluluk almaktan korkmaz ve yeni bir þeyler bulma yada yeni bir þeylerin yolunu açmak için emek harcar. Þiirlerini yazarken de kendini imge dünyasýnýn dýþýnda tutmaz ve hem kendini hem de bir bütün olarak toplumun mutlu olmasý için yazar. Þiirlerinde insana dair ne varsa her þeyi konusu edinmiþ ve hiçbir þeyden çekinmeden kendi gerçekleriyle ördü þiir duvarýný. Guýllevýc’in þiirlerini besleyen en önemli kaynaklarý kendi deyimiyle orman ve topraktýr. Ormanlýk alanda büyüyen çocuklarý bir düþünün, sessizlik içinde yürünen patika yollarda ve kurulan düþler insan hayatýnda mutlaka derin izler yaratýr ve onu bir de yýllar sonra kent hayatý yaþarken bir düþünsenize nasýl da bir film þeridi gibi akar insanýn gözleri önünde. Bu durum elbetteki insanýn yaptýðý iþlerinde etki yaratacaðý ve hele bu iþler birde þiirse nasýl coþar imgeler ve bu imgelere bir de aydýn sorumluluðu eklenince geleceðe dair yeni bir yol yöntem gösterme sorumluðunu bir düþünün. Artýk küçük þeyler çýð olup akmaktadýr,küçük ýrmaklar nehirleþmekte ve denizler okyanuslaþmaktadýr. Zamaný durdurmanýn zamaný yoktur ve her gün yeni bir dünya doðuyor, hem maddi hayat üzerine hem de her yazýlan imgeyle birlikte artýk yeni bir düþle uyanmaktadýr her canlý. Þairler beklide çocukken þairdirler ama farkýnda deðildirler ve yine çocuk olurlar ilerleyen yaþlarýna raðmen. Nedendir acaba, þiiri çocuk yüreði mi besliyor da büyümüyor þair. Guýllevýc’de kendisiyle yapýlan bir söyleþide söylediði gibi ‘’Çocukluðumdan bu yana hiç deðiþmediðimin duygusunu taþýyorum.’’ Guýllevýc’in þiirlerine kýsa kýsa deðinelim þimdi. …“Uzanýp yatýlabilir baþ baþa Ve þarký söylenebilir korkuya karþý.’’ Evet dünya üzerinde yaþanan ve yaþanmakta olan baskýlara karþý, insanoðlu her þeye raðmen direnerek karþý koyup, kendine yaþam alanlarý yaratmaya çalýþmýþtýr, insaný insan yapan en büyük öðe de bu deðimli zaten. … “Sessiz kanlarýdýr Güçlü yapan atlarý… … Karþýdaki ev Ve tuðladan duvarý. Tuðladan ev Ve soðuk karný. Kýrmýzýnýn üþüdüðünü Tuðladan ev.’’ Ýnsaný içine koymadan, insan gerçekliðini anlatmak gerçekten zor bir iþtir ve Guýllevýc bu gerçekliði çok baþarýlý bir þekilde insanýn beklide kendi yararý için ev-


cilleþtirdiði hayvan olan at ve barakalardan tuðlayla, acýmasýz yaþam koþullarýna karþý durup, bugüne kadar verilmiþ olan bütün mücadeleler ve kazanýmlarýn hala insan hayatýný rahata ulaþtýramadýðýný ve bu mücadelenin büyük bir hýzla devam ettiðini imler bize. Çýplak gözle okunduðunda belki de çok bir þey ifade etmiyor gibidir imgeler, ancak bu imgelerin insan hayatýndaki yerlerini ve önemleriyle düþündüðümüzde iþte o zaman büyük gerçeklikle karþýlaþmýþ oluruz. …“Ama isterler Sahte bir sevgiyle yoksullaþtýrdýklarýndan…. …Yetmeyecek Elini çabuk tutmak onlar için Güzel sözlerle ve gülücükle…. …Daha çok isterler baþarsýnlar diye Öç gereksiz oluncaya. … …Binlerce sarý göz parlar derinliðinde ormanýn… …Bir an kapasam gözlerimi, Üþüþecekler üstüme, Ve yok edecekler karatoprakta’’… Kapitalist sistemin bireylere ve emekçi toplumlara reva gördüðü hayat iþte tam olarak budur. Demokrasi adý altýnda emekçi halklarý oyalayýp, yükselmekte olan emekçi halk muhalefetini bastýrmak. Bunun için insanlarýn hak arama mücadelelerinin önünü çeþitli bahanelerle keser ve onlarýn hak ettiði hayat buymuþ gibi göstermek ve hiç kimsenin kimseden üstün olmadýðý ve alacaklý olmadýðý masalý anlatýlýr ve sürekli olarak çýkardýklarý yasalarla el koyduklarý artý deðeri meþrulaþtýrma çabasý içindeler. Guýllevýc yukarýda örnek verdiðim ‘’Alacaklýlar’’ adlý þiirinde bu konuyu çok baþarýlý bir þekilde anlatmýþtýr. Emekçi haklarýn rehavete düþtüklerinde onlarý nasýl bir hayatýn beklediðini ülkemizden çok canlý ve sýcak bir örnekle vereyim, halkýmýzýn oylarýnýn büyük bir bölümünü dini duygularýný kullanarak alan ve iktidara yerleþenler, var olan kazanýlmýþ haklarý nasýl birer birer gasp ettiklerine tanýk olmadýk mý ve bu süreç bütün hýzýyla devam etmektedir. Ýþte Guýllevýc’in dizelerine tekrar dönelim ve bir daha düþünelim. …“Bir an kapasam gözlerimi, Üþüþecekler üstüme, Ve yok edecekler karatoprakta’’... Evet bu dizeler üstüne daha ne söylenebilinir ki. Birde þu dizelerine bakalým, …’’Vurulmuþ bir kuþ Kanýyor gecede Üstünde katedralin Ve altýnda bulutlarýn ‘’Mutluydum maðaralarda Daðlarýnda atalarýmýn Çiçeklerin baðrýnda.’’ Ýþte modern çað, insanlarý nasýlda medeniyetler öncesinden daha beter bir yaþamla karþý karþýya býraktýðýný ve insanlarýn sürekli geçmiþ zamanlarý aramalarý boþuna deðilmiþ herhalde Yukarýda aktardýðým dizelerde de bu konu çok yalýn bir þekilde iþlenmiþtir. Bütün bu yaþananlarý insan denilen yaratýklar bu güne taþýdýlar ve yarýný da örecek olanlarda iþte bu insanlar olacak, yaþanan bütün yaðma dolanlara raðmen, çünkü her zaman bir umut vardýr ve var olacaktýr insanoðlu yaþam mücadelesi içinde olduðu müddetçe. Evet Guýllevýc þiirlerini büyük bir duyarlýlýkla örmüþ ve þiirlerinde belirgin imgeler olarak karþýmýza çýkan toprak, genel olarak kýrlar ve deniz önemli bir yer tutmaktadýr. Guýllevýc’in bir dizesiyle þimdilik veda edelim. ‘’Sonsuzluðun kýyýsýndaki deniz’’…

Güz ‘09

31


Ruhan Mavruk

incinmesin kıyılarımız günlerin benzi soldu ölü kuşlar yağıyor eteklerime ne yapsam susturamıyorum gözlerini suçluyor beni yaşatamadığım yavru kediler bile ben şimdi bir soluk yaşam bir katre şiir bir yakut öfke sen hep kehribar hep suskun dikenli tepe rüzgar da tozlanır sevdiğim ve biz incitebiliriz kıyılarımızı şarkımızı söylerken hep kırmızı ve asi kal öyle esmerliğin yürüsün sınırlarıma ateşle sınanmamış şiirler ölüdür sevdiğim beni liman işçilerine götür beni saçlarından tutulup yerden yere sürüklenen nehirlere bitecekse böyle bitsin çekilsin bu ömrün pimi de böyle.

32

Güz ‘09


Devrimler ve m端zik

Dosya


Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Pir Sultan Abdal 16. yüzyýlda yaþamýþ halk ozanýmýz Pir Sultan Abdal’ýn asýl adý Haydar’dýr. Yaþamýnýn büyük bölümünün Sivas’ýn Yýldýzeli ilçesinin Çýrçýr Bucaðýna baðlý Banaz köyünde geçtiði bilinmektedir. Ölümünün, 1547-1551 ya da 1587-1590 arasýndaki bir tarih olduðu sanýlýyor. Halk arasýnda Yedi Ulular olarak bilinen Yedi Ulu Ozan’dan biridir. Tekke ve tasavvufun kalýplarýný aþýp geniþ bir halk kesimine seslenmeyi baþarmýþtýr. O halkýnýn ozaný olmuþ ve bu uðurda yaþamýný vermiþtir.

34


Devrimi Müziksiz Düþünememek “kimi daðlarý deler gürz ile / adýna Ferhat derler kimi saltanata baþkaldýrýr saz ile adýna Pir Sultan derler” “Ýnsanlarýn türküleri kendilerinden güzel / kendilerinden umutlu / kendilerinden kederli /daha uzun ömürlü kendilerinden / Sevdim insanlardan çok türkülerini / insansýz yaþayabildim / türküsüz hiçbir zaman / Kadýnlarýmý aldattým, türkülerini asla / Hiçbir zaman aldatmadý beni türküler de / Türküleri anladým hangi dilde söylenirse söylensin / Bu dünyada yiyip içtiklerimin / gezip tozduklarýmýn / görüp iþittiklerimin / dokunduklarýmýn, anladýklarýmýn / hiçbiri, hiçbiri / bahtiyar etmedi beni türküler kadar.” Büyük komünist þairimiz Nazým Hikmet, böyle anlatýyor türküleri, böylesine büyük bir deðer ve anlam biçiyor onlara. Tek baþýna türkülerin deðil ama bir bütün olarak müziðin insan için ne kadar önemli olduðunu anlamak için müziðin en zorlu þartlarda insan ruhunu nasýl ayaða kaldýrabildiðine tanýklýk etmiþ olmak gerekir belki de. Kýrk kilitli kapýlar arkasýnda iþkence altýndaki bir komünistin yoldaþýnýn ýslýkla seslendirdiði bir þarkýyla tüylerinin nasýl diken diken olduðunun öyküsünü bilmek gerekir. Ama denilecektir ki müziðin insaný harekete geçirici, canlandýrýcý etkisinden bahsedebilmek için mutlaka böyle anekdotlardan haberdar olamaya gerek yoktur. Müziðin tarihi hakkýnda genel bilgilere sahip olanlar bilir ki tarihin en eski dönemlerinden bugüne müzik insanlara yoldaþlýk etmiþtir. Tarýmsal üretimin baþladýðý ilk günlerden bugüne dans ve müzik insanýn ayrýlmaz parçalarý olmuþtur. Üretimde bulunan insanlar, hasat zamanýný dans ederek ve þarký söyleyerek karþýlamýþlardýr. Bu bir tür ayin yerine geçmiþtir onlar için. Elde ettikleri ürünün sevincini dans ederek, þarký söyleyerek göstermiþlerdir. Bu onlarý hem o an için mutlu kýlmýþ hem de bir sonraki yýl için motive etmiþtir. O zamanýn gýrtlak yapýsý ve dilin geliþiminin henüz ilkel düzeyde olmasý nedeniyle akustik anlamda tam bir harmoni saðlanamasa da, yine de müzik insanlarý coþkulandýrmýþ, sevinçlerini çoðaltmýþtýr. Yine ölülerinin arkasýndan yakýlan aðýtlar, taa ilkel dönemden günümüze gelen bir gelenektir. Ve müzik sevinçlerin paylaþýlmasý kadar acýlarýn paylaþýlmasýnda da aracý bir rol oynamýþtýr. Bir nevi katalizör görevi görmüþtür. Ýlkel enstrümanlarýn keþfiyle müzik zenginleþmiþ, giderek insan sesi ve hayvan seslerini taklit etmenin yanýsýra insanlar doðanýn da yardýmýyla yeni sesleri keþfetmiþlerdir. En ilkel müzik aletleri kýsa ve uzun sopalardýr. Ýlkel insanlar bunlarý birbirine vurarak hepsinden ayrý ayrý sesler aldýklarýnýn farkýna varmýþ ve deyim yerindeyse tüm müzik aletlerinin atasý sayýlan piyanonun ilkel halini keþfetmiþlerdir. Tarih içerisinde müzik enstrümanlarý geliþmiþ, üretim iliþkileri ve üretici güçlerin geliþimine paralel olarak yeni enstrümanlar üretilmiþtir. Enstrümanlarýn çeþitlenmesiyle birlikte müzik de tek seslilikten çok sesliliðe doðru evrimleþmiþtir. Müzik, halklarýn tarihinde önemli rol oynamýþtýr. Yazýlý edebiyatýn yeterince geliþkin olmadýðý halklarýn tarihine baktýðýmýzda müzik yoluyla sözlü anlatýmýn güçlü olduðunu görürüz. Örneðin Kürt ve Türk halklarýnýn tarihinde halk ozanlýðý, aþýklýk, ve dengbejlik geleneði oldukça yaygýndýr. Müzik adeta ezilenlerin egemenlere kafa tutmasýnýn simgesi durumuna gelmiþtir. Ozan Hasan Hüseyin’in deyimiyle “kimi daðlarý deler gürz ile / adýna Ferhat derler / kimi saltanata baþkaldýrýr saz ile / adýna Pir Sultan derler”

35

Karacaoðlan (Sevdanýn Ozaný)

H

alk edebiyatýnda büyük bir çýðýn açan Karacaoðlan’ýn yaþadýðý ve öldüðü tarih hakkýnda henüz bir bilgiye rastlanýlmadý. Þiirlerinden yola çýkarak anladýðýmýz kadarýyla 16. yüzyýlýn sonu ve 17. yüzyýlýn baþlarýnda ve Mersin ilinin Bahçe ilçesinde doðduðu biliniyor. Þiirlerinde genellikle yalýn bir dil kullanýr, doða betimlemeleri aðýrlýk basar. Eserlerinin ana temasý aþk, doða ve gurbettir. Yaþadýðý devirde birçok ozaný etkilemiþ olan Karacaoðlan’ýn ne zaman nerede öldüðü hakkýnda bir bilgi bulunmamýþtýr.


Aþýk Ýhsani 1932-2009.

Ýþimiz bu heheheyt be Sosyalizmi örüyoruz Kýrmýzý bir bayrak gibi Maviliðe yürüyoruz .... iyarbakýr’da doðdu. Asýl adý Ýhsan Sýrlýoðlu’dur. Þiire çok küçük yaþlarda baþladý. Aþýklýk geleneðine iliþkin bilgisini de zamanla pekiþtirdi. Yaþamý boyunca deðiþik iþlerde çalýþan Ýhsani 1957 yýlýnda Uþak Þeker Fabrikasýna girdi. Ýlk kez 1958 yýlýnda radyoda türkü söyledi. Anadolu’nun çeþitli yörelerini dolaþtý. 1963’e dek geleneksel türküler söyleyen Aþýk Ýhsani, sonraki yýllarda özellikle politik aðýrlýklý türkülere yöneldi. Ömrünün bir bölümü hapishanelerde geçti. Onun müziði geleneksel aþýk müziðinden ziyade, marþlara yakýndýr. On binlerce kiþilik yürüyüþ kollarýnda söylenmeye uygun türkülerdir. Zaten coþturucu içerik ve müzik kabaran devrimci dönemin marþlarý olmuþtur. Ýhsani baðlamanýn yanýsýra davul, klarnet, ney, flüt gibi müzik aletlerini de kullanarak müziðinin kitleler üzerindeki etkisini artýrmýþtýr.

D

Bütün dünya halklarý kendi tarihleri içinde sistemle, egemen sýnýf ya da sýnýflarla olan çeliþkilerini ya sözlü edebiyatla ya yazýlý edebiyatla anlatmýþlar, müzik ile seslendirmiþlerdir. Müzik sözlü olabildiði gibi sözsüz de olmuþ, notalardan yükselen çýðlýklar belki de onlarca edebiyat eserinin anlatamayacaðý derinlikte katliamlarý zorbalýklarý, acýyý anlatmýþtýr. Yine þen notalarda insanlar sýkýntýlarýný unutup, eðlenmeyi baþarabilmiþ, müziðin ritmiyle coþmuþ, motive olmuþlardýr. Bazen savaþa, bazen avlanmaya giderken müzik ve danslarla hazýrlýk yapmýþ, kendilerini cesaretlendirmiþlerdir. Kýzýlderililerin, Maya yerlilerinin savaþ danslarýndan tutunda, Afrikalýlarýn müzik eþliðinde ritmik yürüyüþlerine Ýskoçyalýlarýn gaydasýndan tutunda Ruslarýn balalaykasýna, günümüzde Kürtlerin stranlarýna, halaylarýna, Yunanlýlarýn rembetikosundan Türklerin davul-zurnasýna, Ermenilerin duduðuna, Lazlarýn tulumuna kadar bir çok müzik türü ve enstrumaný tarihsel süreç içinde insanlarý hem savaþa, hem düðünlere, hem aðýtlara, hem zafer kutlamalarýna çaðýrmýþtýr. Müzik insanlarýn biraraya toplaþmasýna, birlikte hareket etmesine vesile olmuþtur. Müziðin ritmiyle harekete geçen insanlar, onu adeta gizli bir silah olarak kullanmýþlardýr. Bu nedenledir ki, ünlü yazar Shakespeare “Bir ülkenin türkülerini yapanlar, yasalarýný yapanlardan daha güçlüdür” diyebilmiþtir. Müziðin insanýn ruhsal yapýsý üzerindeki etkisi bilindiðinden sadece ezilen ve sömürülenler deðil egemenler de müziðin gücünden yararlanmak istemiþlerdir. Roma, seferlerine hazýrlanýrken borazanlar çalýyorken, Avrupa’nýn Lejyon ordularý mýzýka ve trampetleri savaþ sýrasýnda kullanmýþlardýr. Osmanlý Ýmparatorluðu Mehter Marþý eþliðinde fetih savaþlarýna giriþmiþtir. Günümüzde hiçbir ordu yoktur ki bir bando takýmý olmasýn. Yine dinsel ayinlerde müziðin kullanýlmasý çok eski zamanlardan beri süregelen bir adettir. Kilise ve camilerde müzik etkili bir þekilde kullanýlýr. Müzik her dönem devrimciler, komünistler içinde önemli olmuþtur. Bir nevi ezilenlerin feryadýný ve isyanýný dile getiren ezgiler, devrimcilerin dilinde birer savaþ narasýna dönüþmüþtür adeta. Her dönem kendi müziðini yarattýðý gibi, devrimci dönemler de kendi müziðini yaratmýþtýr. Müzik giderek ezilenlerin iç çekiþi olmaktan çýkmýþ, insanlarý isyana, baþkaldýrýya çaðýran bir içerik taþýmaya baþlamýþtýr. Aþk ve sevda þiirleri, serenat yapmak için bestelenmekten çýkýp, insanlarý kavgaya çaðýran bir ezgiye güfte olmaya baþlamýþlardýr. Lenin özellikle devrim dönemlerinde devrimci, en azýndan insanlarýn kanýný hareketlendiren müzikler dinlemenin öneminden bahsetmiþ, devrimci dönemlerde insanlarýn kanýný uyuþturan müzikler dinlemenin sakýncalarýna iþaret etmiþtir. Hatta çok sevdiði Beethoven’ýn Ayýþýðý Sonatýný devrim dönemlerinde dinlemekten vazgeçtiðini söylemekten çekinmemiþtir. Elbette bu bizi mekanik bir anlayýþa itmemelidir. Biz kavga þarkýlarýný ve türkülerini olduðu kadar insanýn ruhunu dinlendiren klasik müzik parçalarýný da, ya da aþký, sevdayý anlatan ezgileri de ayný coþkuyla dinleyebilmeli, onlarýn bize verdiði tüm enerjiyi devrime kanalize edebilmeyi bilmeliyiz. Müzik ayný zamanda duygularýmýzýn incelmesi, coþku ve moralimizin artmasýnda bir aracý rolü de oynayacaktýr. Duygu dünyamýzý zenginleþtirecektir, ruhumuzu besleyecektir. Komutan Fidel Castro’nun “Hasta la Victoria Siempre”yi her dinleyiþinde duygularýnýn kabarmasý, boþuna olmaza gerektir. Bizim duygularýmýzý kabartan onlarca marþ, þarký ya da türküyü düþünürsek müziðin toplumsal mücadelede ne kadar önemli bir yer tutuðunu bir kez daha görebiliriz. Hem devrim de insanlýðýn en güzel senfonisi deðil midir?

36


latinler ve yeni türkü T

eknolojinin ilerlemesiyle birlikte medya aygýtlarýnýn geliþmesi ve bunun yanýnda pazar ekonomisinin derinleþmesi tüm sanat dallarý gibi müziði de bir para kazanma yöntemi haline getirdi. Daha doðrusu bu durum zaten mevcuttu ama iyice belirgin bir hale gelmiþ oldu. Üretilen bir müzik eseri radyo ve televizyonlar aracýlýðýyla geniþ bir kitleye ulaþtýrýlabiliyor, bu þekilde hedef kitle olarak kabul edilen insanlar istenildiði gibi yönlendirilebiliyor. Elbette bu durum medya gücünü elinde bulunduranlar açýsýndan gözardý edilemeyecek kadar önemli ve güçlü bir silah olarak kullanýldý ve halen de kullanýlýyor. Müzik kanallarý ve radyo istasyonlarý son derece seçici olarak belirledikleri eserleri kitlelere ulaþtýrýrken genellikle gizli bir içeriði de insanlarýn bilinçaltýna yerleþtirmiþ oluyorlar. Günümüzde bu, en belirgin olarak düþünmeyen, boþ iþlere beynini yoran bireyler yaratmak için uygulanýr. Popüler kültür adý verilen çerçevenin içerisindeki müzik eserleri incelendiðinde görülecektir ki yaþamýn aslýnda çok basit olduðu, insanlarýn sadece gününü yaþayarak, ikili iliþkiler ve cinsellik dýþýnda hiçbir þey düþünmeden yaþamalarýnýn ne kadar mutluluk verici olduðu anlatýlýyor. Elbette bu demek deðildir ki üretilen tüm müzik eserleri bu nitelikle sýnýrlý kalýyor. Bunlarýn dýþýnda, yaþamýn gerçeklerini son derece öðretici ve eðitici bir nitelikle sunan, toplumsal sorunlarý gündeme taþýyan ve hatta çözüm getiren bir çok yapýt üretiliyor ve kitlelere ulaþtýrýlmaya çalýþýlýyor. Yani yozlaþtýrýcý kültür ne kadar yaygýn kullanýlsa da bunun karþýsýnda yer alan ve düþünen, bilinçli insanlarý yaratmak amaçlý toplumcu gerçekçi sanat da yok edilemiyor. Birbirine karþýt iki kültürün üretimleri kendi arenalarýnda savaþlarýný sürdürürken bizlere bir gerçeði sunmuþ oluyorlar; o da müziðin toplumu yönlendirme ve geliþtirmedeki etkisinin ne denli güçlü olduðudur. Þili’li sosyalist önder Salvador Allende de ayný gerçeði þu sözlerle ifade etmiþti: “Her þeyimizi elimizden alabilirler ama türkülerimizi alamazlar.” Bu sözün önemi Latin Amerika’nýn yaþadýðý sosyal, politik ve ekonomik süreç incelendiðinde daha kolay anlaþýlýr. Avrupa’lý sömürge devletleri bu bölgeyi ele geçirmek için sadece ateþli silahlarý deðil kültürel araçlarý da kullandýlar. Sömürgeleþtirme sadece zora dayalý olarak deðil, ayný zamanda bölge insanlarýnýn bilinci deðiþtirilmeye çalýþýlarak da yapýlýyordu. Sömürgeci ülkeler yerli halka kendi kültürlerini benimseterek çýkarlarýný korumayý ve geliþtirmeyi kolaylaþtýrmýþ oluyorlardý. Elbette bunun karþýtý doðmakta gecikmedi. 20. yüzyýlýn ikinci yarýsý Latin Amerika’da “Yeni Türkü” akýmýnýn doðduðu dönemdi. Bu akým tam olarak bahsettiðimiz asimile amaçlý yozlaþtýrma kültürünün karþýsýnda, Latin halklarýný sömürgecilere karþý bilinçlenmeye ve dahasý mücadeleye çaðýran bir anlayýþýn ürünü oldu. “Yeni Türkü” akýmýnýn temsilcileri olarak kabul edilen ve ayný zamanda kýtanýn çeþitli ülkelerinde bu politik mücadelenin birer parçasý olan birçok müzisyen o günlerde yarattýklarý eserleri ve yaþamlarý ile sonraki dönemlerde de bir çok sanatçýya örnek teþkil ettiler.

37

Atahualpa Yupanqui 31 Ocak 1908 yýlýnda Arjantin’in Buenos Aires kentinde doðdu. Yaþamý boyunca Latin Amerika yerlilerinin mücadelelerini savundu ve onlarla birlikte mücadele etti. Arjantin Komünist Partisi içerisindeki politik çalýþmalarý ve ortaya çýkardýðý eserleri nedeniyle Arjantin Devleti tarafýndan Avrupa’ya sürgüne gönderildi. Þarkýlarýnda yerli halkýn yaþamýný ve kültürünü yansýttý. Yupanqui ayný zamanda bölgenin yerli halkýnýn kültürü ve tarihi konusunda da önemli araþtýrmalar yapmýþtýr. Bölge halkýnýn kendi ezgilerini hiç bozmadan icra etmesinin yaný sýra kendi üretimleri ile de onlarýn sorunlarýnýn ve yaþantýlarýnýn tercümaný haline gelmiþtir. Ayný zamanda sömürgecilere karþý duruþu ve bunu eserlerinde dile getirmesi nedeniyle ülkesinin iktidarý tarafýndan yoðun baskýlara maruz kalmýþ, sürgüne gönderildiði Fransa’da 23 Mayýs 1992’de 84 yaþýnda hayatýný kaybetmiþtir.


Gracias Sosa Gracias

H

aydée Mercedes Sosa 9 Temmuz 1935’de San Miguel’de Tucuman’da doðdu. Müziðe 15 yaþýnda yerel bir radyoda þarký söyleyerek baþladý. Ýlk yýllarýnda yoðun bir þekilde Atahualpa Yupanqui’den etkilendi. 1950’li yýllarda baþta Yupanqui olmak üzere gitarist þarkýcýlar, yeni gitar tekniklerine yaslanarak yoðun bir melodi dokusu ve içli bir þiirsellikle aðýrlýklarýný koydular. Yeni þarký fikri, bu yanýyla ilk önce Arjantin’de þekillenmeye baþladý. Bu çaba, müzisyenlerin aralarýnda fikir ve duygu birliði oluþturmasýna da yardýmcý oldu. Birçok Arjantin þarký formu yenileniyor, özgün düzenlemelerle dünyayý etkileyen-heyecanlandýran yeni bir þarkýya bürünüyordu. Sosa, iþte böyle bir müzikal devinim içerisinde parladý. Kendine özgü þiirsel ve politik þarkýlar söylüyordu. 1960’larýn baþýnda tango yeniden popülaritesini artýrmýþ, bütün ülkeyi tango ve benzeri dans müzikleri sarmýþtý. Buna alternatif oluþturan politik çizgi içerisinde Sosa, kendi adýndan sýklýkla söz ettirmeye baþladý. 1971’de efsanevi kaydý “Gracias A La Vida”yý (Teþekkürler Hayat) kaydetti. Þilili þair Violeta Parla’nýn þiirinden bestelenen þarký daha sonraki uzun yýllar boyunca cezaevlerindeki tutsaklar, yoksullar, devrimciler, isyancýlar ve kadýnlar tarafýndan eylemlerde söylenmiþ, slogan haline gelmiþtir. Gençliðinde, Juan Peron’un destekçisi olan Sosa, daha sonralarý sosyalist fikirlerle tanýþtý ve kendisini sosyalist olarak tanýmladý. 1979’da La Plata’da verdiði konser sýrasýnda sahnede tutuklandý ve cunta tarafýndan þarký söylemesi yasaklandý. Sürgün yýllarýný Paris ve Madrid’de geçirdi. Falkland Savaþý’nýn arýndan cuntanýn düþmesiyle 1982’de ülkesine döndü.

Latin Amerika’nýn sesi... Müziðin sosyalist divasý... Arjantinli sanatçý Mercedes Sosa’yý kaybettik...

38


TEŞEKKÜRLER HAYAT teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için iki göz verdin bana, her açtığımda onları kusursuzca ayırt edebiliyorum siyahı beyazdan, ve cennetin yıldızlı görüntüsünü, ve de kalabalıklar içerisinde sevdiğim adamı teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için bana ses ve harfleri verdin, ve onlarla haykırıp, düşünebildiğim kelimeler, anne, arkadaş, kardeş ve yanan ışık, bir de sevda, duygularıma yol gösteren teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için sesi verdin, bütün şiddetiyle hayatı içeren gece gündüz cırcırböceklerini ve kanaryaları kaydeden, çekiç seslerini, motorları, köpek havlamalarını, fırtınaları da, ve sevdiğimin yumuşak sesini de. teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için yorgun ayaklarımın adımlarını verdin onlarla şehirleri ve gölcükleri gezdiğim ve kumsalları ve çölleri, dağlar ve ovaları ve yürüdüğüm, senin evin, senin cadden, ve senin avlunu teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için bana gülüşü, gözyaşlarını verdin böylece yıkıntılardan iyi şansı ayırdığım şarkımı yapan iki maddeyi ve benim olan hepinizin şarkısını... teşekkürler hayat, bütün verdiklerin için Gracias a la vida (Violeta Parra)

39

Violeta Parra

Y

eni türkü akýmýnýn en önemli isimlerinden birisi olan Violeta Parra 14 Ekim 1917’de Þili’nin San Carlos þehrinde doðdu. Latin Amerika halkýnýn kültürünü daha geniþ kitlelere yaymak için çalýþmalar yaptý. Yerli halkýn enstrümanlarýný kullanarak yaptýðý çalýþmalarla bu müzik aletlerini de insanlara tanýtmayý amaçlýyordu. Üretimlerinde sýradanlýk yerine kendine özgü bir tarz ve anlatým ortaya çýkarmýþtý. Ülkesinin ve halkýnýn toplumsal durumunun yaný sýra onlarýn günlük yaþamlarýný ve aþklarýný da eserlerine taþýmayý ihmal etmeyen Parra 5 Þubat 1967’de yaþamýný yitirdi.


Gitarým ne zenginlerin gitarýdýr ne de baþka bir þeyin Þarkým bir yapý iskelesidir eriþtirir bizi yýldýzlara. Katýksýz gerçekleri þarkýsýnda söylerken bir insan ölmek pahasýna, anlamýný bulur o þarký damarlarýnda atarken. Victor JARA Yeni Türkü akýmýnýn da en önemli temsilcilerinden ve devrimci sanatýn simgelerinden biridir. Sanatçýnýn simgeleþmesinde ürettiði þarkýlar ve geliþtirdiði gitar tekniklerinin yaný sýra politik yaþamda üstlendiði rol ve verdiði mücadele önemli bir yer tutar. Yoksul ve emekçi insanlarýn yaþamlarý ile dünyanýn deðiþmesi ve güzelleþmesi uðruna verilen mücadele Jara’nýn üretimlerinde öne çýkar. Yeni Türkü akýmýnýn bir diðer önemli temsilcisi olan Violeta Parra ile de birlikte çalýþmalar yürütürler. 1960’larda Sovyetler Birliði’ne gerçekleþtirdiði ziyaret sonrasý sosyalizmin somut bir örneðini görmüþ ve incelemiþ olmak Jara’nýn dünya görüþünde ve sanatsal yaþamýnda önemli geliþmelere yol açar. Jara, 60’larýn ikinci yarýsýnda ise Yeni Türkü temsilcilerinden birisi olan Quilapayun Grubu’na katýldý.

V

ictor Jara, 1932’de yoksul bir köylü çocuðu olarak dünyaya gelir. 1957’de Þili Üniversitesi korosunda Violeta Parra ile tanýþarak, onu þarkýlarýný öðrenmeye ve söylemeye baþlar. 1960’lý yýllarda tiyatro çalýþmalarý yapar. Fabrikalarda, okullarda, sendikalarda, maden ocaklarýnda ve tiyatrolarda söyler þarkýlarýný. 1969’da geliþen Yeni Þarký hareketinin öncülerinden olur.

11 Eylül 1973’de Þili’de sosyalist Allende hükümetine karþý darbe yapýlýr. Baþkanlýk Sarayý yerle bir edilerek Allende orada katledilir. Þili halký Santiago stadyumuna doldurulur.. Aralarýnda Victor Jara’da vardýr. Baský ve iþkenceye karþý Victor Jara Venseremos diyerek parti marþýný okumaya baþlar. Askerler bu sesi susturmak için hemen üzerine atlarlar. Ellerini kýrarak onu susturacaklarýný sanýrlar ama o, aðzýyla devam eder þarkýsýna... Herkes onunla birlikte söylemeye baþlar. Bunun üzerine dipçiklerle saldýrýrlar, kafasýný parçalayýp, ibret olsun diye de görünen bir yere asarlar Jara’yý. Tarih 13 Eylül 1973’tür... Sanatçýnýn 16 Eylül günü Venceremos (Kazanacaðýz ) marþýný söylerken katlediliþini Sovyetler Birliði’nde yayýnlanan Pravda gazetesinin Þili muhabiri þu sözlerle yayýnlamýþtýr: “Victor Jara dudaklarýnda þarkýyla öldü. Onu yanýndan hiç ayýrmadýðý refakatçisiyle, gitarýyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve þarký söylemeye baþladý. Öbür tutuklular, gardiyanlarýn ateþ açma tehdidine raðmen melodiye eþlik etmeye baþladýlar. Sonra bir subayýn emri ile askerler Victor’un ellerini kýrdýlar. Artýk gitar çalmýyordu, ama zayýf bir sesle þarký söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasýna vurdular.” Yeni Þarkýnýn temsilcisi Victor Jara aramýzdan zorla iþte böyle alýnýr.

40


“Yeni Ýnsanýn oluþumunda gerçeklerin açýkça ve olduðu gibi söylenmesinden yanayým, gerçeklerden korkumuz yok. Kendimizi ve baþkalarýný her zaman daha iyiye götürmek için gerçekliði anlatýyoruz. Yollarýný bizden ayrý sürdürenlerin önünde, bizimkilerle bütünleþerek þarký söylemek istiyorum. Violeta Parra’dan teslim aldým bu duyguyu. Yapmakta olduðumuz þeylerin kýtasal deðeri olduðuna, kitleleri sürüklediðine inanýyorum. Devrimci þarký, devrimci bir güçtür. Bütün üçüncü dünya ülkelerinde sözü geçen güçlü bir silah.”

Þili Stadyumu Beþ bin kiþiyiz þehrin bu küçük bölümünde, Beþ bin kiþiyiz Ne kadar olacaðýz bilemem þehirlerde ve bütün ülke de Yalnýz burada on bin el tohum eken ve fabrikalarý iþleten insanlýðýn ne kadarý açlýkla, soðukla, korkuyla, acýyla baskýyla, terör ve delilikle karþý karþýya ... Kan madalyadýr onlara katliam kahramanlýk gösterisi istediðin dünya bu mu tanrým? Bunun için mi harcadýn yaratýcýlýðýnýn ve emeðinin yedi gününü Tükeniyor ömürler dört duvar arasýnda, ilerlemeyen bir sayý gibi, yalvararak ölümün bir an önce gelmesi için.

“Türkü söyleme aþkýmdan ya da sesimi dinletmek için deðil bunca türkü söylemem. Benim namuslu gitarýmýn sesi dünyanýn yüreðinden çýkar, kutsal su gibi þefkatli, bir güvercin gibi uçar... Benim gitarým okþar öleni ve yiðidi, Violetta Parra’nýn dediði gibi o, parýl pýrýl ve bahar kokan bir iþçidir. O cellatlarýn, paranýn ve egemenliðin deðil, yepyeni yarýnlar için çarpýþan halkýmýn gitarýdýr. Çünkü her þarký kendi yürek atýþlarý gücünce anlamlýdýr. Ve o türkü, ancak ölürken de erkekçe türkü söyleyendir. Ben pohpohlanmak ya da turistler içlensin diye deðil, bir uzun þerit gibi olan ülkem için söylüyorum, daracýk ama sonsuza dek derin.”

41

... Kara bir þarký oldu dilimden dökülenler yansýtayým dediðimde bu dehþeti! Dehþetli yaþadýðým, ölümüm dehþet Ezgileri oldular bu þarkýnýn þimdi sonsuzluða karýþan sessizlik ve çýðlýklarda nice, nice anlar Hiç görmemiþtim bu gördüðümü, hissetmemiþtim böylesine yürekten tomurcuðun doðacaðý aný. Victor Jara


“Ne þarký söylemek için, ne de sesimiz güzel olduðu için... Bu gitarýn ruhu ve aklý olduðu için þarký söylüyoruz.”

Carlos Puebla

K

übalý sanatçý Carlos Puebla 11 Eylül 1917 yýlýnda dünyaya geldi. Yeni türkü akýmý içerinde önemli bir yer tutan sanatçý ülkesi Küba’da da gerek eserleri gerekse politik duruþu ile baþta gelen müzisyenler içerisinde görülür. 12 Temuz 1989’da Küba’nýn baþkenti Havana’da yaþamý sona eren Carlos Puebla, Küba Komünist Partisi’nin ve devrim sonrasýnda da Sosyalist Küba’nýn önde gelen destekçilerindendi. Birçok ülkede gerçekleþtirdiði konserlerde ülkesinin ve ideolojisinin taþýyýcýsý ve temsilcisi oldu. Küba’da zaferle sonuçlanan devrim mücadelesinin kitlelere aktarýlmasýnda Puebla’nýn eserleri en büyük rolü oynar. Birçok önemli eserinin yaný sýra Che Guevara için yazdýðý “Hasta siempre” isimli parça tüm dünyada bilinen bir eser haline gelmiþtir.

Inti-Illimani Inti-Illimani grubu, 1967 yýlýnda Þili’de Santiago Teknik Üniversitesi’nde okuyan gençler tarafýndan kuruldu. Ýçinde yaþadýklarý emekçi ve yoksul halkýn duygularý ve yaþamlarý grubun müzikal yönelimini belirledi ve O’nu Yeni Türkü akýmýnýn temsilcilerinden birisi haline getirdi. Yerli halkýn türküleri grubun repertuarýnda geniþ bir yer tutarken bu halk müziðinde kullanýlan enstrümanlar da gerek halk türkülerini gerekse kendi besteledikleri þarkýlarý icra ederken grubun müziðinde dikkat çekici bir yer tutar. Bu enstrümanlar içerisinde vurmalý ve üflemeli çalgýlar belirgin þekilde göze çarparken bunlarýn yanýnda gitar, keman gibi daha modern müzik aletleri de grup tarafýndan kullanýlmýþtýr. Þile’deki seçim zaferini Avrupa’ya duyurmak için turneye çýkan grup, ülkelerine ancak 14 yýl sonra dönebildiler. Neden? Çünkü onlar sosyalizmin zaferini anlatýrken þarkýlarýyla dünya halklarýna 11 Eylül’de yerle bir edildi düþleri... Haberi aldýklarýnda, 11 Eylül’de Ýtalya’da 400 bin kiþinin karþýsýna çýktýlar. Gece faþizme, Pinocete karþý bir mitinge dönüþtü, tüm bir salon El Pueblo Unido Jamas Sera Vencido”, “Birleþen halklar ölümsüzdür.” Venceremos dünya halklarýnýn dillerinden hiç düþmedi. Ülkelerine ancak 18 Eylül 1988’de varabildiler. Ýlk yaptýklarý þeylerden birisi de Victor Jara anasýna Santiago stadyumunda konser vermek oldu. “Ne þarký söylemek için, ne de sesimiz güzel olduðu için... Bu gitarýn ruhu ve aklý olduðu için þarký söylüyoruz.” Ardýndan da “Victor’a Þarkýlar” adlý bir albüm yaparlar. 11 Eylül 2003’de Santiago’daki Ulusal Stadyuma Victor Jara’nýn adý veriliyor.

42


Carla yapayalnýz olduðu bu kentte sokaklarda þarký söyleyip dans ederek tutunmaya çalýþan bir kadýn... Baþýnda kýrmýzý bandý, boynunda kýrmýzý fularý ile o sokaklara ait olmadýðýný anlatýr sanki...

Carla’nýn Þarkýsý... Bir sinema filmi... Yanlýþ hatýrlamýyorsam 95 yýllarýnda sinemada izlemiþtim. O yýllar mücadelenin güçlü ve zorlu olduðu yýllardý. Birçok genç mücadelenin içinde oradan oraya koþtururken, Nikaragualý Carla ve Antonio’nun hikayesi bizden bir kesitti sanki... Devrimler ve Müzik Dosyasý’nda bir sinema filminin neden yer aldýðý sorulabilir. Bu soruya cevabý filmin kendisi verecek, en iyisi filmin konusundan bahsetmek. Glaskow’da yollarý kesiþen iki insan... Carla ve George... Carla Nikaragualý bir mülteci... George ise Ýskoçyalý bir otobüs þoförü... Carla yapayalnýz olduðu bu kentte sokaklarda þarký söyleyip dans ederek tutunmaya çalýþan bir kadýn... Baþýnda kýrmýzý bandý, boynunda kýrmýzý fularý ile o sokaklara ait olmadýðýný anlatýr sanki... Film ilerledikçe Carla’nýn hikayesi yavaþ yavaþ belirir. Carla Nikaragua’da bir müzik grubunun üyesidir ve bu grubun dansçýsýdýr. Müzik grubu devrimini gerçekleþtirmiþ Nikaragua’da devrimin coþkusuna kendi sesini katmak için köy köy, kasaba kasaba, þehir þehir dolaþýr. Bir turne için çýktýklarý yolculukta karþý-devrimcilerin saldýrýsýna uðrarlar ve kimisi katledilirken kimisi de aðýr iþkencelerden geçirilir. Carla tüm bunlarý saklandýðý bir köþeden izler ve bu onun dünyasýnda büyük travmalara neden olur. Gruplarýnýn yaþadýðý bu saldýrýyý gündeme taþýmak için Avrupa’ya gelirler. Carla bu sýrada bir intihar giriþiminde bulunur ve arkadaþlarý Nikaragua’ya döndükleri halde o orada kalmak zorunda kalýr. Ýþte George ile tanýþmalarý da bu süreçten sonra olur.

43

Quilapayun Grup ilk olarak 1960’larýn sonlarýnda Victor Jara ile adýný duyurdu. Grup üyeleri devrimci müziðin ve ayný zamanda iþçi sýnýfý mücadelesinin içinde yer alarak üretimlerini ve yaþamlarýný bu doðrultuda þekillendirmiþlerdir. Bu yönüyle Quilapayun, örgütlü mücadele içinde sanatýn nasýl yapýlacaðýnýn da bir örneðini sergilemiþtir. Þili’li grup 1973 yýlýndaki faþist askeri darbenin ardýndan bir süre çalýþmalarýný Avrupa’da sürdürmek zorunda kaldý. Emekçilerin yaþamlarýný ve sorunlarýný eserlerinde estetik yönü ihmal etmeksizin yansýtan Quilapayun, halk türkülerini eþsiz bir güzellikte yorumlamanýn yaný sýra uluslar arasý alanda iþçi sýnýfý mücadelesine de çok sayýda marþ kazandýrmýþtýr.


Paul Robeson 1898-1976

Bize türkülerimizi söyletmiyorlar Robson İnci dişli zenci kardeşim Kartal kanatlı kanaryam Türkülerimizi söyletmiyorlar bize Korkuyorlar Robson, şafaktan korkuyorlar Görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar Yağmurda çırılçıplak yıkanır gibi ağlamaktan Sımsıkı bir ayvayı dişler gibi gülmekten korkuyorlar Sevmekten korkuyorlar bizim Ferhat gibi sevmekten (Sizin de bir Ferhatınız vardır elbet Robson, adı ne?) Tohumdan ve topraktan korkuyorlar Akan sudan ve hatırlamaktan korkuyolar Ümitten korkuyorlar Robson, ümitten Korkuyorlar kartal kanatlı kanaryam Türkülerimizden korkuyorlar

George için sýrlarla doludur Carla... Geceleri neden çýðlýklar atarak uyandýðýný bilmez, gözlerindeki hüznün anlamýný çözemez. Ama onun dünyasýna girmek ve yardým edebilmek için elinden gelen her þeyi yapar. Çünkü aþýk olmuþtur Carla’ya... Carla’nýn yanýndan hiç ayýrmadýðý Nikaragua’ya ait bir resim, onun yurduna olan özleminin simgesidir. George Carla’nýn daðlarý özlediðini düþünerek onu þehrin kalabalýðýndan alýp daðlara doðru bir gezintiye çýkarýr. Tanýþmalarýnýn þerefine kadeh kaldýrdýklarýnda Carla, “tüm aileme, bütün arkadaþlarýma, onlarýn çabalarýna, çalýþtýðým gruba, çaldýklarý müziðe, hayallerine” diye kadehini kaldýrýr ve ekler, “Ve Antonio’ya... Her neredeyse...” “Nikaragua... özgür Nikaragua’ya...” Carla’nýn gözlerine sinen o büyük özlemin ülkesine ve oradaki sevdiði insana ait olduðunu böylece öðreniriz. Carla bir kez daha intihar giriþiminde bulunur. George’nun arkadaþý onu bulduðunda bilekleri kesilmiþ durumdadýr ve her yaný notalarýn yazýlý olduðu kaðýtlarla doludur. Bu giriþimin ardýndan George Carla’yý Nikaragua’ya götürmeye karar verir. Çünkü bilir ki, geçmiþte yaþadýðý acý gerçeklerle yüzleþmeden Carla’nýn yaþamla olan baðýný güçlendirmesi mümkün deðildir. Bir düþün peþine düþmüþ ve bu düþü gerçek kýlmýþ, diktatör Somoza’yý ülkelerinden kovarak özgürlük þarkýlarý söyleyen Nikaragua halkýnýn büyük coþkusuna Latinlere özgü bir yolcu otobüsünün üzerinde tanýk oluruz. Coþkuyla, heyecanla, gururla köylüler devrimin onlara neleri kazandýrdýðýný ve bu kazanýmlardan asla vazgeçmeyeceklerini anlatýrlar. Carla gözyaþlarý ile çevirir bu sözleri George. Köylülerden bir biri, bir diðeri alýr sözü; çok bedel ödedik... Yakýnlarýmýzý kaybettik... Ýhtilal bize ait, kimse onu bizim elimizden alamaz... Artýk yabancýlar gelip topraðýmýzý alamaz, çünkü bu ihtilali biz yaptýk... Kimse bunu bozmak için Nikaragua’ya dönemez... Haydutlar kardeþlerimizin kaný üzerine basamazlar... Artýk özgürüz... Bu özgürlük için ölünceye kadar savaþacaðýz... Hayatlarýný bu ihtilal için vermiþ canlarýmýzý asla unutmayacaðýz... Carla Antonio’yu ararken, bir yanda Nikaragua halkýnýn devrimin inþasý için giriþtiði hummalý çalýþmaya, öte yandan da Nikaragua devrimini boðmak isteyen Amerikan emperyalizmin ölüm mangalarýnýn katliamlarýna tanýk oluruz. Kendi arka bahçesinde bir devrime asla tahammülü yoktur ABD emperyalizminin ve ne pahasýna olursa olsun yýkýlmalýdýr. Ama karþýsýnda ne pahasýna olursa olsun devrimini ve kazanýmlarýný korumak isteyen Nikaragua halký vardýr. Carla ve Antonio yaptýklarý müzikle inþa sürecinin bir parçasýdýr. Onlar müziðin dinamizmini ve coþkusunu Somoza diktatörlüðü altýnda ezilen Nikaragua halkýnýn kültürel zenginleþtirilmesi için bir silaha dönüþtürdüler. Sevinç iþçileri olarak mücadeledeki yerlerini aldýlar. Sanki onlarýn hikayesi And daðlarýnýn isyancý sesini yükselten Inti Illimani’nin hikayesidir. Þili Stadyumunda ölümsüz þarkýyý söyleyen Victor Jara’nýn hikayesidir. Ve dünyanýn dört bir yanýnda, çýðlýðýný, halklarýn özgürlük çýðlýðýna katmýþ tüm Carla ve Antoniolarýn hikayesidir. Bu yanýyla da Devrimler ve Müzik dosyasýnda bu filmi sizlerle paylaþmak istedik.

44


“Ne onlar beni aldattý ne de ben onlarý”

Adam Yayýnlarý tarafýndan Ruhi Su’nun ölümünden sonra yayýnlanan Ruhi Su’ya Saygý kitabýndan derlenmiþtir.

“Türkü söylemek benim için bir aþk halidir. En güzel aþklarýmý türkü söylerken yaþadým. Ne onlar beni aldattý, ne de ben onlarý. Türkü söyledikçe yeþeriyor, çiçekleniyordum.” diyen Ruhi Su, 1912’de Van’da doðdu. Birinci Dünya Savaþý’nýn ortada býraktýðý çocuklardandý. Anasýz, babasýz... Van’dan Adana’ya yollandýðýnda yanýna yerleþtirildiði yoksul ailenin kendi ailesi olmadýðýný “amca” diye bellediðinin amcasý olmadýðýný sonradan öðrenecekti; Adana Ýngiliz ve Fransýz iþgalindeyken ve o “amca”yla birlikte Toroslara kaçýp, Toroslara sýðýndýðýnda... Adana’da Öksüzler Yurdu Darül Eytam’da çocukluðunu yaþamaya ve müziðe baþladý o zamanki adýyla Mehmet. Sesi gür diye marþlarý, þarkýlarý hep o söyleyecek, okula alýnan kemaný müzik hocasý dýþýnda o kullanacaktý. Yýl 1925. Ankara’da Müzik Öðretmen Okulu kurulmuþtur. 11 yaþýndaki Mehmet’in Öksüzler Yurdu’ndan çýkýp bu okula girmesi yalnýz ve yalnýz inadýn, azmin, direniþin, inancýn, dinmeyen bir kavganýn, müthiþ bir gücün öyküsü ve serüvenidir ki, þuradaki birkaç satýra sýðdýrýlamaz. Ýlk sýnavý kazanacak, hakkýný, kendi dileðiyle son fýrsatý olan bir arkadaþýna verecek... Bir yýl sonra yine kazanacak bu kez yeni yasa gereði, Öksüzler Okulu’nu bitiren tüm çocuklarla askeri okullara yollanacak. Ýstanbul Halýcýoðlu Askeri Lisesi’ne... (Askeri okulda herkese “kibar” isimler verilirken, onun adý da Mehmet Ruhi olacak) askeri okuldan kaçýp Ankara’ya Müzik Öðretmen Okulu’na gitmeye çalýþacak, yakalanacak, yeniden kaçacak, Ankara’ya varacak, bu kez “geri dön, dilekçeyle baþvur” yanýtýný alacak... Dilekçeyle baþvuracak, yanýt almayacak... Sonunda kendini askeri okulda “çürüðe çýkartacak.” Tamam çürük çýktý, artýk ver elini Ankara Müzik Öðretmen Okulu. Hayýr yanýt gelir: Mektebimize ek bina yapýldýðýndan yerimiz yok, alamayýz. Ve gerisin geriye Adana Öksüzler Yurdu! Adana Lisesi’nde parasýz yatýlýdýr Mehmet Ruhi. Sonra Adana Öðretmen Okulu’nda... Hep sürdürmektedir kemaný... Yaz aylarý geldi mi evi olanlar evine, evi olmayanlar Konya’da bir okula yollanmaktadýr. O, evi olmayanlardan. Konya’da, kendi gibi evi olmayan, Ankara’dan, Ankara Müzik Öðretmen Okulu’ndan gelmiþlerle tanýþacak. Ýçi yeniden müzik eðiti-

45

“Ruhi Su’da ‘Halk türküleri davasý’ kendi benliðinden ayrýlmaz bir hale gelmiþtir. Ruhi’de beðendiðimiz þey; halkýn mücadeleci ruhunu, asýrlar içinde süze süze eriþilmez bir kolaylýða ve insaniliðe çýkardýðý melodi örgülerini, dümbelek gürültülerine, masa kadeh þýkýrtýlarýna boðmadan, ezmeden büzmeden bize vermiþ olmasýdýr. Ruhi’yi dinlediðimiz zaman, halkýn çeþit çeþit meselelerle adeta gözümüzün önünden geçtiðini görüyoruz.” “Ruhi Su halkýn halis temlerini bugünün geliþmesine uygun bir çerçeve içinde ele almayý baþarabiliyor. (...) Ruhi Su hakiki bir davanýn þimdilik yalnýz baþýna müdafaasýný yapmaktadýr.”

Nezihe Araz Kuvvet, 26 Mayýs 1947


“Bizde halk sanatýna gönül vermiþler var. Ama neylersin ki bunlar çok az. Bu az olan kiþilerden biri de Ruhi Su’dur. Ruhi Su’yu çok eskiden beri tanýrým. Türküyü iþ edinmiþtir. Bulur, derler, söyler, tanýtýr. Bir bakýma Ruhi Su bu derleyip bulduklarýný yeniden yapar. Yepyeni söyler. Hani bir þey derler, bir sanat yapýtý için, gerçekten daha gerçek derler. Ruhi’nin türküleri de türküden daha türküdür. “Ruhi’nin bu türküleri yepyeni, alýþmadýðýmýz bir çeþitte söylemesi, yeniden yoðurup yapmasý, ama türkünün türkülüðünü de yitirmemesi. Bu bence Ruhi Su’nun yirmi yýllýk çabasýnýn, durmadan dinlenmeden didinmesinin, aþkla, þevkle türkülere gönül vermesinin bir sonucudur. “Ruhi Su’yu büyük sanatçý yapanlarýn hiç olmazsa bir kýsmý bunlardýr. Sanatçý kiþiliði, sesinin güzelliði üstünde durmuyorum. Ýþ gönül meselesi, inanmak meselesi, çaba meselesidir.” YAÞAR KEMAL Cumhuriyet, 9 Nisan 1961

miyle tutuþacak. Tüm öteki öksüz çocuklarýn topladýðý parayla Ankara’nýn yolunu tutacaktý. Aylardan Eylül. Bir ay sonra giriþ sýnavý var. “Konçerto falan çalmýyor musun dediklerinde çok þaþtým. Ýlk kez duyuyordum bu sözü. Armoni, müzik imlasý sözlerini de... Öðretmenlerden biri, bir konçerto verdi: Vivaldi, Sol Majör Keman Konçertosu. Bu öðrenciden de ödünç keman alýp gece gündüz çalýþtým.” Tüm giriþ sýnavlarýný baþarýyla veren Mehmet Ruhi, sonunda okula girdi. Okula girdi ama kimi, “arkadaþ parasýyla okunamaz, sen Konya’ya geri dön” dedi. Kimi Çocuk Esirgeme’ye yolladý. Orada “sen her öðlen kabýný al gel biz yemek verelim” dediler. Kimi “hastayým diye revirde idare et” dedi, kimi “misafir” diye gösterip idare etti... Ýdare ede edile birinci yýlý baþarýyla bitirince, parasýz yatýlý okula girmeye hak kazandý Ruhi Su. (Bu okuldaki ilk yýlýnda “güzel, yalýn, söylenmesi kolay ve çok sevdiði için” Su adýný almýþtý.) 1935-36. Hem okulda, hem de “Reisicumhur Orkestra”sýndadýr. 1936-42, Konservatuvarýn opera bölümünde. Þan hocasý Prof. Hay, “sesinin bazý tonlarýnýn zayýf çýkmasýný istemiyorsan kemana daha az çalýþmalýsýn” deyince Ruhi Su, kemaný “daha az” çalýþamayacaðýndan tümüyle býrakacaktýr. 1942-52 yýllarýnda Devlet Operasý’nda sayýsýz roller birbirini izleyecektir: “Fidelio”, “Satýlmýþ Niþanlý”, “Bastien Bastienne”, “Figaronun Düðünü”, “Maskeli Balo.” Bu arada 1943’ten baþlayarak, iki haftada bir pazar günleri basbariton Ruhi Su, radyoda türkülerimizi söylüyordu. (Opera kanunu çýkýnca öðretmenliði býrakmýþtý.) Ve radyodaki programlarý dillerden düþmüyordu: “Müzik eðitimim, müzikteki geliþmem, dünyaya bakýþ açýmdaki geliþmenin, türkülere eðilmeme çok yararý oldu. Batý’nýn ‘lied’leri gibi bizim türkülerimiz de çeþitli konulardaydý. Her konunun kendine özgü yorumu olduðunu, olmasý gerektiðini anlýyordum. Klasik Türk musikisinde konu tekti, hep aþktý. Oysa halk, türkülere korkusunu, yangýnýný, sevincini, pireden rahatsýz oluþunu, kýsaca dýþarýya duyurmak istediði ne varsa hepsini koymuþtu... Türküye eðiliþim, gördüðüm eðitim sonucu farklýydý. Hem sesimi kullanýyordum, hem yorumumu.” O güne dek türkücünün eðitimi, “þarký geçmek”ti. Ses formlarý, bilgi, müzik kültürü yoktu... Sonra, sonra, çarklar dönmeye baþladý... Radyodan halkýn sesi, halkýn sözleri, halkýn türküleri çok gür, kimilerine göre de gereksiz gür çýkýyordu... Sonuç radyodaki iþine son verildi. 1952’de elinde olmayan nedenlerden dolayý operadan ayrýlmak zorunda kaldý. 1952-57, beþ yýl tutukluluk. (Yaþam arkadaþý Sýdýka Hanýmla mapusta niþanlandý, mapusta evlendi.) Sonra Konya’nýn Çumra kasabasýnda 20 ay gözaltý. Sonra iþsizlik. Sonra hep yasaklar, yasaklar, yine yasaklar... “Halkýmýn desteðini gördüðüm için sürdürdüm ve hep bu iþle yaþadým. Ýþimin hiçbir zaman furyasý olmadý ama sevenler ciddi biçimde sevdiler, derinden baðlandýlar. Çünkü halk, iþime ciddiyetle eðildiðimi biliyor, seziyor ve ileriye dönük olaný benimsiyor...” “Sözü ve ezgileriyle halký en iyi anlatabilen türküleri aldým. Zaten ilk þimþekleri radyoda bu yüzden çektim ya!.. Bunlarý seslendirirken halkýn söyleyiþinden çok yararlandým ama, halkýn aðzýna öykünmekten, taklitten, özenmekten kaçýndým...” “Bir þeyler getirmiyor, ileriye bir þey deðiþtirmiyorsa yaþýyor sayýlmaz bir sanat. Gelenekler bile, yaþayanla zenginleþir. Yaptýðýmýz iþ, hem halkýn özlemlerini gerçekleþtirmeli, hem de halkýn özlemlerini geliþtirmeli.”

46


benim sanat anlayýþým “Toplum bir savaþýmýn içindeyse sanat da, sanatçý da o savaþýma bir katkýda bulunmalýdýr” “Halk türküleri, halkýn hayatý içinde geliþe geliþe bugünkü eriþilmez sadeliðini bulmuþ bir ifade vasýtasýdýr. Kendi ölçüleri içinde halký en iyi ifade eden ve milyonlarca insaný asýrlardan beri duygulandýran bu melodilerin ve ritimlerin herhalde bir sanat deðeri olsa gerek. Halk türkülerinin inkiþafa (deðiþime) deðil, inkiþaf etmiþ sanatçýlara ihtiyacý vardýr. Bizim asýl beklediðimiz þey, bütün sanat türkülerinin halký anlatmakta veya halka birþey anlatmakta halk türküleri kadar hayata girmiþ olmalarýdýr. Sanatý, günlük hayatýn gerisinden çýktýsýndan kurtulmuþ yüksek bir insan faaliyeti olarak düþünmeye alýþanlar, haklý olarak insani hakikatle yüz yüze getiren sanatý yadýrgýyor. Halk, tabiatta ve toplum düzeninde hayatýna tesir eden ne olursa, su baskýný, zelzele, kýtlýk, ölüm, askerlik, seferberlik, memleket iþgali, kahramanlýk, yiðitlik, aþk, coþkunluk, gurbet, yoksulluk, din, iskan, sürgün, atýna, öküzüne varýncaya kadar her þeyin, yazý ile söyleyip yazmak imkanýndan yoksun toplumlarda, türküler ve oyunlar, hem kitabýn, gazetenin gördüðü iþi görür, hem tiyatronun, konserin yerini alýr. Halk türküleri, söyleyeceðini söylemiþ, donmuþ bir sanat deðil, yaþayan bir varlýk gibi her an deðiþen yeniden doðan bir sanattýr. ‘Bir senfoniyi özü ile bir halk türküsünden, bir oyun havasýnda bulmak mümkündür.’ demek bir doðruyu ifade eder. Bu sebeple, bizi çok sesli müziðe götürecek en saðlam yol, esasýnda zaten polifonik (çok seslilik) bir karakterde olan halk müziðimizin yoludur. Müziðimizin bu yolda adým atabilmesi ise yalnýz kompozitörlerin deðil, bütün icracýlar topluluðunun iþidir... ... Türküleri söyleyen insanlarýn baþka imkanlara da sahip olmasý gerekir. Mesela fonetekle, diksiyonla, türkülerin birtakým halk edebiyatýyla baðlantýsýný bulabilecek kadar folklorla ilgili birtakým bilgiler edinmesi lazýmdýr... Bunlarý bilen bir insan görür ki, türkülerin bir kýsmý þarký anlamýna gelen lied (þarký) bir kýsmý arya, bir kýsmý da resitatif karakterdedir. Bunlara sahip olmakla bizim þarký sesimiz, birtakým cilveli oyunlardan, aðlamaklý miyavlamaklý olmaktan kurtulabilir.

47

Ç

aðýmýzýn usta, bilinçli sesi Ruhi Su bize yeni, usta bir Karacaoðlan getiriyor. Onun bitip tükenmez çabalarýnýn, araþtýrmalarýnýn, Çukurova’da Karacaoðlan havalarý üstüne halk arasýnda bitip tükenmez uðraþlarýnýn tanýðýyým. Karacaoðlan’ýn hemþerisi bu büyük usta da, Karacaoðlan havalarýný kendi kiþiliðinde yuðurarak, biraz daha oluþturarak, belki de en gerçek biçimde yaratarak bize yeni bir Karacaoðlan getiriyor. Ruhi Su’nun sesinde bütün insanca duygularý, ölümü, ayrýlýðý, sevdayý, zulmü, doða güzelliklerini halkýmýzla birlikte yeniden yaratýlarak bulacaðýz. Ruhi’nin Karacaoðlan’ý yeni, eriþilmez bir mutluluðumuz olacak. Karacaoðlan ne demiþ: Arýlar da konmaz oldu pürene Þükür olsun bu sevdayý verene Þükür olsun Karacaoðlanlara, Ruhilere... YAÞAR KEMAL Aralýk 1972


D

ünyanýn en büyük sanatçýlarýndan biri olan Arjantinli gitarist Atahualpa Yupanki ne ise bence Ruhi Su da odur. Ben Türkçe bilmiyorum, ama Ruhi’nin türkülerini, müziðini anlýyorum. Ruhi’nin muazzam bir sesi var, müthiþ bir nefesi var. Bu öyle bir þey ki, sanatçýnýn sözlerini anlamadan ne söylediðini, ne duyduðunu anlýyorsunuz. Çok sýcak þeyler söylüyor. Dünyanýn her yerinde anlaþýlacak þeyler söylüyor. Bazen þiir okuyor, ama o da bir çeþit müzik. Hiç anlamadýðým halde bunlarý da hiç býkmadan dinliyorum. Ruhi sesi ile sazý arasýnda çok baþarýlý bir uyum yaratmasýný bilmiþ. Bir bakýyorsunuz saza geçiyor, ayný sesi sürdürüyor sazýyla. Hem bunu öyle bir kolaylýkla yapýyor ki... Afrika müziðinde örneðin Mali’de bazý groilarýn (saz þairleri) söylediði türküler ruhi’nin türkülerini andýrýr. Onlar da böyle sýcak, yanýk ve duyguludur. Örneðin Mali’li ünlü sosyolog Hampate Ba’dan bir süre önce bu çeþit havalar dinlemiþtim. Hampate Ba’nýn sesi deðil ama havasý Ruhi’ninkine benziyor. Her yerin folkloru vardýr. Folklor gerçekte ham maddedir, ilkeldir. Bazý kiþiler çýkar bundan gerçek müzik yaparlar. Bence Ruhi Su iþte böyle bir þey yapmýþtýr. ... FRANCÝS BEBEY

Toplum bir savaþýmýn içindeyse sanat da, sanatçý da o savaþýma bir katkýda bulunmalýdýr Hangi türü olursa olsun sanat bir eylemdir. Sanatçýnýn düþüncesi de, sevgisi de sanatýnda belli olur. Devrim sözcüðünden, uygarlýða, özgürlüðe ve insanca yaþama yönelik çabalarý anlýyorum. Ýster hazýrlayýcýsý, ister yansýtýcýsý olsun, sanatýn da (sanatçýnýn da) hem bu çabalarýn içinde, hem de bu çabalarýn sonucu olarak var olmasý gerekir. Müzik insanýn olduðu yerde olan bir þeydir. Bir araçtýr müzik. Dolmuþlar, otobüsler gibi bir araçtýr. Neyi yükler, neyi bindirirsen onu alýr götürürsün. Bu yüzden devrimci müzik, ekmekten aþka kadar halkýn yaþamak isteyip de yaþayamadýðýnýn, özlemini çektiði þeylerin neþesini, yürekliliðini verecek, yaþama sevincini artýracak bir müzik olmalý bu. Sözleriyle de böyle olmalý, çalgýlarý ile de. (Ülkemiz için sözsüz müziðin devrimci niteliðini çok sesli olup olmamasý belirler. Çoksesli müzik devrimcidir.) Müzik yerine göre eðlendirmek, dinlendirmek, toplumun estetik deðerlerini zevkini geliþtirmek iþlevini de üstlenebilir. Toplum bir savaþýmýn içerisindeyse, müzik o savaþýma da katkýda bulunmalýdýr. Ýþlevi koþullara baðlý olarak, böylece geliþir. Karþýlýklý etki-tepki konularýna da baðlýdýr bu. Koþullar deðiþtikçe toplumu, sanatý da deðiþir. Bu iliþki karþýlýklý olarak birbirini daima deðiþtirerek, geliþtirerek sürer. Arabesk; aþkýn ve kaderciliðin sulandýrýlmýþýdýr “Arabesk bir bunalým müziðidir. Bizdeki bu “arabesk müzik” deyimi uydurma bir deyimdir. Belli ölçüler içerisinde yapýlan, belli bir müzik biçiminden çok, bir derbederliði, içeriðindeki melodramý sergileyen argo bir deyimdir bu. Böylesine yüzeysel bir benzetmeyle yalnýzca Arap müziðine deðil, Hint müziðine de, Türk sanat müziðine de, Türk halk müziðine de benzer. Aslýnda bu müzik ne yenidir ne de ileri bir anlatým gücüne sahiptir. Bütün yaygýnlýðýna ve canlýlýðýna karþýn, anlatabildiði hep daha sulandýrýlmýþ olarak ayný konu, hep ayný dünya görüþüdür. Aþk ve kader. Yeni bir müzik deðil, çünkü “Fosforlu Cevriye”lerden, eski Sulukule ve meyhane havalarýndan eskinin kenar mahallelerinden geliyor.” “Toplulumuz neredeyse sanatýmýz da oradadýr. Toplumuz hangi koþullardaysa, nasýl bir kültür yapýsý içerisindeyse, sanatý da ayný yapýdadýr. Toplumun içinde bulunduðu kültürel koþullardan soyutlanarak sanatýný ele almasý olanaksýzdýr. Arabesk müzik bir yozlaþmadýr, ama bir gerçeði de yansýtýyor. Bu müzik, toplumun dýþýnda oluþmamýþtýr. Ticari kurumlarýn, iletiþim araçlarýnýn etkinliði ile yayýlmýþ bir müzik, ama bir ihtiyaca cevap verdiði de gerçek. Toplumdaki geliþmenin ortaya getirdiði bir olgu bir sonuçtur. Bu müziði beðenmiyorsak toplumumuzun içinde bulunduðu kültürel yapýyý da beðenmiyoruz demektir.”

Mahsus mahal derler kaldım zindanda Kalırım kalırım dostlar yandadır İki elleri kızıl kandadır kanda Ölürüm ölürüm aklım sendedir... 48


Her sanat dalýnda yeni bir okul kuran öncülerin, o okulun en iyi yapýtlarýný verdikleri pek seyrek görülmüþtür. Ruhi Su, Türk halk müziðinde hem yeni bir okul kurdu, hem okulun en güzel yapýtlarýný yarattý.

AZÝZ NESÝN Tarihi 1985 yýl önce Ýsa’nýn doðumuyla mý baþlatýyoruz? Yoksa dört bin yýl önce yazýnýn bulunuþuyla mý? Yoksa on bin yýl önceki insanýn maðara resimleriyle mi? Ýnsanlýk tarihi kaç on bin yýllýk olursa olsun tarihin hiçbir zamanýnda ve dünyanýn beþ anakarasýnýn hiçbir yerinde ve bugün de dünyanýn 160 küsur ülkesinde insanlar milletvekili sýkýntýsý çekmemiþlerdir ve baþbakan sýkýntýsý çekmemiþlerdir ve devlet baþkaný sýkýntýsý hiç çekmemiþlerdir. Niçin? Çünkü bunlar tarihin her döneminde ve coðrafyanýn her yerinde, her zaman istenilenden, gereksinilenden daha çok olmuþlardýr. Deðil bir tek dünyaya, yüzlerce dünyaya yetecek kertede vardýr bunlardan. Ama tarihin her döneminde ve dünyanýn her yerinde her zaman Ruhi Su’lar yoktur. Ruhi Su’lar çok deðil gereðince bile bulunmazlar. Ve Ruhi Su’lar bir gelir bir giderler. Ýþte tarihin her zamanýnda ve dünyanýn her yerinde gereðinden çok bulunanlar, dünyaya pek seyrek gelen (Ne mutlu bize ki yurdumuza gelen) Ruhi Su’ya tedavisi amacýyla yurt dýþýna çýkmasý için hiçbir neden de olmadan, hiçbir bahane de uydurulamadan pasaportunu vermediler. Uygar ülkelerin sanatçýlarý, bilimcileri, aydýnlarý, Türkiye’nin her zaman gereðinden pek çok bulunan yetkililerini Ruhi Su’ya pasaport verilmesi için baþvuru yaðmuruna tuttuktan sonradýr ki Ruhi’ye pasaportunun verilmesi zorunda kalýndýðýnda Ruhi Su ölüm yolculuðuna, dönüþü olmayan göçe hazýrlanýyordu. Artýk hiç kullanmadýðý ve kullanamayacaðý pasaportu ile öldü. O kullanýlamayan pasaport özenilerek saklansýn. Çünkü bizden sonraki kuþaklar bugünü öðrenkek ve anlamak için kullanýlmayan pasaportu müzede görmelidirler. Her sanat dalýnda yeni bir okul kuran öncülerin, o okulun en iyi yapýtlarýný verdikleri pek seyrek görülmüþtür. Ruhi Su, Türk halk müziðinde hem yeni bir okul kurdu, hem okulun en güzel yapýtlarýný yarattý. Bugün onun kurduðu okulun aramýzda övündüðümüz pek çok ustalarý var. Elbette Ruhi’yi ölümsüzleþtiren salt sesinin biricikliði ve güzelliði deðildir. Onun büyük deðeri Türk halk müziðini çaðdaþlaþtýrarak yenileþtirmesi, yeni üretimlere yol açmasý, böylece Türk sesini dünya sesi yapabilmiþ olmasýdýr. Sesi güzel, iþi güzel, kendi güzel, içi güzel, bir insaný yitirdik. Kendisinden geriye dünyamýzda durmadan su gibi akacak güzellikler kaldý. Tevfik Fikret’in Nefi için söylediði (Eyvah ki, bir çorak vadide akýp gitmiþsin) dizesindeki gibi Ruhi Su da çorak yönetimlerin çölünde akýp gitti. Ama gönüllerimizde yerini alarak. Bütün bir Türk halkýnýn, hepimizin sesi olduðu için dünyanýn da sesi olmuþtu. Türk halkýnýn baþý saðolsun, hepimizin baþý sað olsun, dünyanýn baþý sað olsun. Sanat Dergisi, 1 Ekim 1985

49

“Kafam uðulduyor. Utancýmdan elimi yüzüme kapýyorum. Ruhi Su, elinde sazý ile gelip oturuyor mikrofon önüne. Çalýyor, söylüyor. Bir ses, bir yiðit ses ki, süslü püslü salona sýðmýyor. Buralýk ses deðil bu ses... Söyleyen Ruhi Su deðil... Onun aðzýnda bütün bir yurt dile gelmiþ. Kapalý gözlerimin önünden bozkýrlarýn çarýklýlarý, yaylalarýn yarýk tabanlarý, bitmeyen tozlu yollarýn yolcularý, gurbetçiler, sýla özlemcileri geçip gidiyor. Bir film görüyorum: aðaçsýz topraklar, topraksýz sular... Topraðýn insana özlemi, oynayan gelinler, dönüþü yok yollar, aþýlmaz daðlar, bitkisiz ovalar, halýlar, kilimler, çoraplar, nakýþlar... Ruhi Su türkü çaðýrýyor. Bütün bir yurdu taþýyan gür, yanýk, içli ses, bu süslü aynalý, yaldýzlý salona sýðmýyor.” “Yiðit sesi, süslü salona sýðmayan Ruhi Su, bir baþýna, ama hepimizden yüce....” AZÝZ NESÝN Akþam, 18 Ocak 1960


Hangi taşı kaldırsam anamla babam Hangi dala uzansam hısım akrabam Ne güzel bir dünya bu İyi ki geldim Süt dolu bir torbayla şöylece çıkageldim Kime elimi verdimse Döndürüp yüzümü baktımsa

“Ruhi Su’ya göre, halk türküleri melodi ve þiir bakýmýndan tam kývamýný bulmuþ sanat eserleridir, ses ve okunuþ bakýmýndan pürüzlerinden ayýklanýnca klasik denecek kadar saðlam ve belirli bir ses mimarisine eriþmiþ þaheserlerdir.” “Ruhi Su kendi anlayýþý içinde söylediði bu türkülerin sürekli deðerlerine, gelecekte de canlý kalacak deðerlerine bel baðlýyor. Türk halkýnýn ses yolundan, söz yolundan tarih boyunca yaþayacak eserler verdiðine inandýðý içindir ki Ruhi Su, bunlarý arýyor, buluyor, ayýklýyor, deðerlendiriyor.” ABÝDÝN DÝNO Yaprak, 15 Mart 1950

Ruhi Su, ömrünü Aþýklara ve onlarýn türkülerine adamýþ insandýr. Gezgincilerin babasýdýr, türkülerin izini sürer, köy köy dolaþýr, bir yitik dizeyi þurda, baþka birini ötede bulur, bir ezgiyi þu bölgede saptar, sazdaki bir iniþ çýkýþý bir baþka yerde. Bir müzikbilgini gibi deðil, bir müzik vurgunu, kendine özgü bir Aþýk gibi; bir “türkü devþirici”dir o, galiba Toros eteklerinde iþittim bu lafý, türkü aradýðýný, zamanýn yýkýntýlarý altýndan bulup çýkardýðýný anlatmak istiyorlardý besbelli. Ama Ruhi Su bir kelebek avcýsý deðildir. Kelebeklerin (türkülerin) karnýna iðne batýrýp cam altýna yerleþtirmez, okur onlarý, yüzyýllarca deniz altýnda kalmýþ eski çað yontularýna yapacaðýmýz gibi, üstlerindeki zaman köpüklerini temizleyerek o güzelim sesiyle söyler, yaþar; altta baþyapýtý ortaya çýkarabilmek için, üsttekileri dikenlerle kabuklu hayvanlarý büyük bir dikkatle kazýmak gerekir. Ruhi Su, eþsiz bir sabýrla baþarýr bu iþi. Onun sayesinde yeniden canlanan türkülerin aralýksýz yetkinleþtirilmesini baþaran bu yaratýcýnýn çalýþmasý kuþaklar (bir mi, iki mi, üç mü?) izleyegelmiþtir. Yirmi yýllýk ayrýlýktan, yurdumdan ayrý geçirilen yirmi yýldan sonra, yeniden dinledim kimi türküleri, -deyim yerindeyse- daha bir güzelleþmiþ, daha bir billurlaþmýþlardý. Her aþamasý insana sonmuþ gibi gelen bu yetkinleþtirme araþtýrýsýnýn sonu yoktur. Ruhi Su bu yapýtý, belirli zaman aralýklarýyla gözetim altýnda tutularak, izlenerek, köþelere kýstýrýlarak, hapse atýlarak yaratmýþtýr. Neden mi? Yozlaþmaz saygýnlýðýný ve direngenliðini simgelediði Anadolu Türk köylüsünün büyük baþkaldýrý dizisinin bir halkasý olduðu için belki. Ruhi Su yakýþýklýdýr, saygýndýr, bir Hitit yontusu gibi genç ve ölümsüzdür. Üç telli saz, Ruhi Su’nun elinde, en güzel gitarlarýn beþ teline denktir. (Sazdan çýkardýðý ritmik yapýlar, 1930’larda Anadolu’ya gelmiþ olan Bela Bartok’u -dinleyebilseydi- mutlaka kendinden geçirirdi.) Ruhi Su’nun sazýnda, çeyrek tonlar, hem kesik kesik, hem de birbirine baðlý bir deyiþe (üsluba) eþlik eder; ansýzýn çok özel bir titreþim iþitilir, müziðin doruðuna çýkan çalgýyla insanýn sarmaþ dolaþ olduðu görülür, dünyanýn olumsuzluðuna karþý giriþilmiþ bir kavga, bir öç almadýr bu. Üstelik iþ bu kadarla da kalmaz, Ruhi Su yeni ezgiler bestelemiþtir, ne olursa olsun, her kuþakta söylenecektir bunlar; çaðýmýza tanýklýk edecektir bu ezgiler. Fransa’da yayýnlanan Guitare et Musique dergisinden çeviren Bertan Onaran. 1974

ABÝDÝN DÝNO

50


Kısmet kapıyı çaldı, kör pınara su geldi Ben şakıyıp durdukça öyle Gülün kokusu geldi Bebesi olmayana, bunalıp da kalmışa Acılarla yüklü dargın yüreklere Yetiştim geldim İyi ki geldim... 1945’lerde her Pazar Ankara Radyosu’nda verdiði dinletilerle tanýdýk biz Ruhi’yi. Bir çoklarýmýzýn, uzun yýllar anýlarýnda yankýlanan sesi, sazý ve yorumladýðý ezgilerle yeni bir coþku dünyasý yaratýrken bu coþkuya koþut olarak düþündürüyordu. Bilirsiniz, neredeyse yüzyýllýk tartýþmadýr: Sanat ulusal mý olmalý, evrensel mi? ‘Batý Kopyacýlýðý’ kavramýný dilinden düþürmeyen kimi düþünürlerimiz bile bu soru iþaretine yanýt aradýklarý zaman, aþaðý yukarý þu ilkeleri öne sürmüþlerdir: Batýnýn tekniðini öðreneceðiz. Ulusal benliðimizi yitirmeden, bileþim olanaklarý arayacaðýz. Sorun sanatta tek düzelikten, daralmaktan, bilimde yoksunluktan kurtulma sorunuydu.” Daha 1940’larda bu ayrýmýn bilincine varmýþtý Ruhi.” Ne yapmýþtýr Ruhi? Saza güvenmiþtir önce. Alabildiðince güzel ve verimli bir baðlanmadýr bu.” Sazýn bir yandan eskiyle bunca ilgili olmasýna karþýn, yeniye alabildiðine açýlma olanaklarýný ilk gören adam Ruhi’dir. 1951’de tutuklamalarýnýn 53 faslýnda Harbiye Askeri Cezaevinde iki yýl ceza nöbeti tuttum Ruhi ile. Dördüncü Koðuþ dediðimiz kesimin koridorunda o bitmez tükenmez sabrýyla çalýþýrken geleceðe -yani bugünlerehazýrlandýðýnýn tam bilincindeydi. Bilir misiniz, çoklarýmýzýn deðerleri en yalýna indirmek istediði yaþam koþullarýný da içinde taþýr cezaevi. Ortak yaþamýn en uç sýnýrlarýnda içsel özelliklerimizi, bu özelliklerin doðal ürünlerini yitirme tehlikesiyle karþý karþýyayýzdýr. Bu nedenle, bilimsel çalýþmalara ters düþmeyen birlikte yaþama, sanat gibi tekil uðraþlarda, uðraþýna tutkuyla baðlananlara zaman zaman acýlar verir. Oyuncu sahnesini, ozan saz þölenlerini özleyecektir. Ruhi, kalabalýktan uzak olduðu direnç döneminde bu en haklý ve doðal gereksinmeyi bile çalýþmaya dönüþtürebilen adamdý. Sazýna ve kendi tükenmez pýnarýnýn gücüne inandýðý için. Öðrencisi Sümeyra’ya bu anýlarý çok genel çizgileriyle yansýtarak ‘Hangi düþüncelerin Ruhi’yle çalýþmasýna etkin olduðunu’ sordum. Konservatuvarda þan Bölümünde öðrenim gördükten sonra Ruhi’yi toplumsal içeriðinden soyutlamadan deðerlendirdiðini, yaptýðý iþin iþlevine inanarak birlikte çalýþmaya baþladýðýný söyledi. ‘Kendimiz seçmiþsek sanattaki öðretmenin adý ustadýr’ dedim. Gözleri ýþýdý. ‘Ustamdýr’ dedi.

ÞÜKRAN KURDAKUL Yürüyüþ, 6 Aðustos 1979

51

H

alktan yana, halkýn mutluluðu için düþünen, uðraþan halk aydýnlarýmýz da halkýmýz gibi; çileli, dertli, halkýmýz gibi boyun eðmez... Büyük halk sanatçýmýz Ruhi Su: O, yýllarca, binbir türlü engellemeye, acýlara, yoksulluklara, hapislere, sürgünlere, göðüs gere gere, halkýmýzýn yüzyýllardýr gönlünde ve sesinde yaþattýðý Pir Sultan Abdal’lara, Yunus Emre’lere, Köroðlu’lara yeni bir nefes, bir taze can verdi. Gericiliðin yüzyýllardan beri yozlaþtýrmaya, unutturmaya çalýþtýðý, barýþseverlik, insanseverlik, doðruluk, yiðitlik, özgürlük deðerlerini halkýn belleðinde yeniden diriltti. Ülkemizin pek çok yöresinden binlerce türkü derledi, halk aþýklarýyla tanýþtý. Ýzlenimlerini ve derlediði türküleri, insan sevgisinin, halk sevgisinin, müzik bilgisinin, geliþkin estetik duygusunun süzgecinden geçirip, derlediði güzelliklere bin güzellik daha kattý. Ruhunun aynasý olan o güzel, yalýn, derin, cömert ve sýcak sesiyle bu güzellikleri sonsuza kadar halkýna armaðan etti. Onun türküleri ile dünyamýz bezendi, çoðaldý, güzelleþti. O, halkýna ve halkýnýn mutluluðu davasýna sarýlmýþtý. Halkýmýz da onu baðrýna bastý. Ruhi Su’nun cenaze törenine ülkemizin dört bir yanýndan gelen on binin üzerinde insan katýldý. Bütün baský ve engellemelere raðmen onu son vatanýna kadar türkülerle uðurladýlar. “Ruhi’ler Ölmez” diye seslendi binlerce insan. Polisi saldýrttýlar. 200’e yakýn insaný gözaltýna aldýlar... Pir Sultanlarý astýran, sarayýn paþalarý çöküp, yýkýlýp gittiler. Pir Sultanlar, Köroðlular, halkýn gönlünde yaþadý, sesinde sürdü, geldi Ruhi Su oldu. Yunus Emre Ruhi Su, Pir Sultan Abdal Ruhi Su, Köroðlu Ruhi Su, Karacaoðlan Ruhi Su halkýmýzýn gönlünde ve sesinde sürüp tazelenecek... Bu dünya zalimlere ve zorbalara kalmayacaktýr.

SÜMEYRA ÇAKIR Haber Bülteni Ekin 1985


ANADOLU’DA ETNÝK GRUPLAR VE MÜZÝKLERÝ

Feqiyê Teyran,

1

590’da Hakkari’nin Bahçesaray ilçesinin Verezus köyünde doðdu. Cizre Medresesi, Finike, Hizan medresesinde eðitim gördü. Tarih, sanat, felsefe alanýnda eðitim aldý. 1621’de Meleye Ciziri ile tanýþtý. Esas adý Muhammeddir. Muhammed Feqiyê Teyran.... Bazý Þairler vardýr mirlere, beylere söylemiþlerdir. Bunlar önemli eserler verememiþlerdir. Bunlarý eleþtirmiþ “Sen ne yaðmursun, ne rüzgarsýn, sen ezilenlerin ozanýsýn, dengbejisin” demiþtir “Benim halkýn yanýnda yer almam lazým, mirlerin ve beylerin yanýnda deðil”. Kalemini kaðýdýný alýp zindana atmýþlar, iþkence etmiþler, kalbini kýrmýþlar. Bu kadar zulme raðmen, demiþ ki, “ben piþmaným demeyeceðim. Ben gideceðim Kürt halkýna anlatacaðým kahramanlýðý yiðitliði, onlara yol göstereceðim” demiþ. Ümidini hiç kaybetmiyor. Bir gün gelecek, aþk öne geçecek, halk uyanacak, kendine gelecek, bu zalim mirlerin tahtýný ortadan kaldýracak. Bu söylediklerim halkýmýn elinden düþmeyecek, onlarýn elinde altýna dönecek ve her zaman orada ayný deðerde kalacak.

GÝRÝÞ: Bugün Türkiye’de birçok farklý lisan, anadil olarak konuþularak var olma savaþý vermektedir. Etniklik bir devletin içindeki diðer gruplarla örtüþmeyen özellikleri tanýmlar. Maddi ve manevi (din, dil, tarih, fiziki, folklor vb.) unsurlarý farklý olan, kendini farklý hisseden ve baþkalarý tarafýndan da farklý görünen topluluklardýr. Anadolu bu açýdan dünyada en zengin etnik yapýya sahiptir. Dil; sosyal-milli bir varlýktýr ve bir milleti ilgilendirir. Bir milleti ayakta tutar, fertleri birbirine baðlar, sosyal hayatý düzenler ve milli þuuru besleyen bir unsur olarak dilin oynadýðý rol çok büyüktür. Diller; “lehçe”, “þive” ve “aðýz” olmak üzere üç alt baþlýkta incelenir. Türk dilinde bulunan lehçe, þive ve aðýz gibi unsurlar, Kürt, Ermeni, Çerkez (Çerkes), Laz, Hemþinli vb. birçok farklý kimliðin dillerinde de mevcuttur. Türkiye Cumhuriyetinde, büyük bölümü yaygýn olarak kullanýlmasa da otuza yakýn dil kullanýlmaktadýr. Türkler (Türkmen, Tahtacý, Kýpçak, Karapapak-Terekeme, Azeri, Çepni, Karaçay, Dadaþ…), Çerkezler (Adige, Abhaz, Ubýh, Oset…), Kürtler (Kurmanc, Sorani, Gorani, Zaza), Romanlar (Rom, Çingene, Poþa, Mýtrýp, Abdal…), Lazlar, Hemþinliler, Araplar, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Nasturiler, Gürcüler, Arnavutlar, Boþnaklar, Pomaklar ve daha birçok farklý kimlik vardýr. Türkiye’de; Türkler ve devlet politikalarýyla asimle olarak Türkleþenler hariç diðer kimliklerin toplam nüfusu elli milyona yakýndýr. Türkiye Cumhuriyetinin farklý kimliklere olan tutumu, 1923 yýlýndan öncesine dayanmaktadýr. Ýttihat ve Terakki Cemiyeti, içinde Türkçülüðü ve Turancýlýðý savunan bir askeri kanattýr ve 1913 yýlýnda iktidarý tümüyle ele geçirmiþtir. I. Dünya Savaþý’nýn baþlamasýyla, iktidarý ele geçiren bu grup, tek uluslu bir devlet yaratma düþüncesini yavaþ yavaþ geliþtirmeye baþlar. 8 Mart 1916 yýlýnda “Aþâir ve Muhacirîn Müdüriyet-i Umumiyesi” isimli bir teþkilat kurulur. Bu teþkilat, ülkedeki Kürtler, Lazlar, Aleviler ve diðer tüm etnik ya da kültürel gruplar hakkýnda araþtýrmalar ve incelemeler yapmýþtýr. Asýl amaçlarý ise bu gruplarý asimile etmenin politikalarýný geliþtirip bu asimilasyonun temellerini atmaktý. 1923 yýlýndan itibaren tek dilli, tek kültürlü ve tek tarihli bir toplum oluþturmaya çalýþan Türkiye Cumhuriyeti, bu projenin uygulanmasý için en ciddi sorunun Kürtler olarak görmekteydiler. Çünkü Ermeniler 1915 yýlýnda Ýttihat ve Terakki Cemiyeti tarafýndan ülke dýþýna çýkarýlmýþ, Rumlar ise çok büyük oranda Yunanistan’a yollanmýþtýr. Dolayýsýyla ulus-devlet yaratma projesinin önündeki en ciddi sorun özellikle Kürtlerdi. Bu politikalara bilim adamlarý da sessizce boyun eðmiþ, zaman zaman onaylayýp katkýda bulunmuþ ve tarihte bu etnik gruplar hiç olmamýþ gibi davranýlmýþtýr. Etnik gruplar kendi kültürlerini geçmiþten günümüze bozmadan getirebilmiþlerdir. Türkiye egemen güçlerince, kamuoyunda hiç adý geçmeyen diller, “ev dili”ne indirgenmiþtir. Günümüzde, bir yandan alabildiðine baskýlar sürerken bir yandan da uygulanan yasaklar farklý çevrelerce tartýþýlýr durumdadýr. Halklarýn yýllardýr sürdürdüðü çok yönlü mücadeleler sonucu yasaklarý koyan egemen güçlerde zorlanmaktadýr. Anadolu halklarý binlerce yýldýr ister istemez beraber ve kültür alýþveriþiyle yaþamýþlardýr. Toplumlar arasýnda ortak yasamý paylaþmaktan kaynaklanan benzerlikler, kültürel süreçlerin doðal bir sonucudur. Böylece tarihsel mirasta yer alan ortak sanat ürünleri oluþmuþtur “Etnik Anadolu Folkloru”. Etnomüzikoloji terminolojisinde “Transnational Melodies” adý verilen

52


ve “ayný ezginin pek çok halk tarafýndan benimsenerek kullanýlmasý” tezi Anadolu’nun halklarýnda sýklýkla rastlanmaktadýr. Örneðin; Trakya’daki Rumeli müzikleriyle, Ege’deki Yunan ve adalar müzikleriyle, Güney’deki Arap müziðiyle, Kafkaslarda Çerkez ve Gürcü müzikleriyle, Doðu Anadolu’da Ermeni ve Kürt müziðiyle, Doðu Karadeniz’de ise Laz müziðiyle yakýn iliþkisi olan birçok Türk halk müziði örnekleri bulunmaktadýr. Bu türden ezgi alýþveriþi ezginin bütününde görülebildiði gibi, bazý müzik cümlesinde, bazý motiflerde veya ritim ve usul kalýplarýnda da görülebilmektedir. Bu ezgilerin sahibi, bölgede yasayan ve bu ezgiyi benimseyerek kullanan tüm farklý topluluklardýr. Genellikle halklarýn dilleriyle baðlantýlý olarak þekillenen bu ortak ezgiler yine her topluluðun kendine özgü ses kültürü ile anlam kazanýr. Örneðin; Laz ve Hemþinli müzikleri dýþarýdan bakanlar açýsýndan tam bir benzerlik gösterebilir ancak içerdekiler için elbette farklýlýklar vardýr. Bu etkileþim sadece müzikte deðil; giyim kuþam, yemek kültürü veya efsaneler gibi birçok folklorik ürünlerde de yaþanmýþtýr. Etnik müziklere dünya çapýnda büyük bir ilgi varken, her türlü araþtýrma ve geliþme yolu aranýrken, ülkemizde tam aksine etnik müzikler yasaklanýp, erozyona uðratýlmasý saðlanarak yok olmaya terk edilmiþtir. Bu yazýnýn devamý olarak “Lazlar ve Laz Halk Müziði”, “Hemþinliler ve Hemþinli Halk Müziði”, “Kürtler ve Kürt Halk Müziði” ile “Ermeniler ve Ermeni Halk Müziði” baþlýklý konular bir ön çalýþma olarak iþlenmiþtir. KÜRTLER VE KÜRT HALK MÜZÝÐÝ Kürtçe, Hint-Avrupa dil ailesinin, Hint-Ýrani kolunun Kuzeybatý Ýrani grubuna ait bir dildir. Kürtçe, bugün Türkiye, Ýran, Irak, Suriye, Ermenistan, Lübnan gibi deðiþik devletlerin sýnýrlarý içinde yaþamakta olan Kürtlerce konuþulur. Dil içerisinde, Farsça kelimeler de bulunmaktadýr. Dilbilimciler, genel olarak Kürtçeyi baþlýca dört lehçeye ayýrmaktadýrlar. Kürtler, köken itibariyle Mazdeizm’den türemiþ olan, merkezi Musul’daki kutsal Þeyh Adi Tapýnaðý olan ve Yezidilik olarak bilinen dine sahip olmalarýna raðmen, bugün büyük çoðunluðu Sünni-Müslüman (Þafii mezhebi aðýrlýklý) olup bir kýsmý ise Alevidir. Ayrýca Þii, Yezidi, Yahudi ve Hýristiyan olan Kürtlerde vardýr. Bir yazý dili olarak 7. yüzyýlda kullanýlsa da, ilk kez 10. ve 11. yüzyýllarda ve sýnýrlý sayýda þair tarafýndan (en önemlileri Baba Tahir Hamedâni ve Fegiyê Teyran) edebiyat dili olarak kullanýlan Kürt dili, bir kültür dili statüsünü bölgedeki beylik saraylarýnda (Botan, Þemdinan, Bedlis, Erdelan) kazanmýþtýr. Bu dilde verimli ve çeþitli edebiyat yeþermiþtir. 7. yüzyýlda Ýslam ordularýnýn istilalarýna uðrayan Kürdistan, 10. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren Baðdat halifesinin kontrolü altýna girmiþtir. Bir kýsmý tamamen baðýmsýz, diðerleri ise çoðu zaman tamamen sembolik biçimde Abbasi saraylarýna baðlý olan devlet ve beylikler kurmuþlardýr. Diyarbakýr’daki Mervani’ler, Þeddadiler, Hasnaviler gibi. Türkiye’deki Kürtler eskiden beri Güneydoðu Anadolu ve Doðu Anadolu bölgesine yerleþik olarak yayýlmýþlardýr. Osmanlý döneminde Konya, Kýrþehir ve Aksaray gibi Ýç Anadolu’nun köylerine sürülmüþ ve Cumhuriyet döneminde Ýstanbul, Ýzmir, Ankara, Adana, Mersin, Samsun, Tokat, Amasya, Artvin ve Bursa gibi Türkiye’nin büyük kentlerine ve diðer ülkelere göç etmiþlerdir. Bu nedenle, özellikle Anadolu’nun batýsýnda yaþayan Kürt kökenli nüfusun, Doðu ve Güneydoðu’ya göre çok daha fazla olduðu tahmin edilmektedir. Bir kýsmý ise çeþitli Avrupa ülkelerine göç etmiþtir. Kürt Halk Müziði: Kürt Halk Müziði de Türk Halk Müziðinde olduðu gibi bölgesel olarak çeþitlilik göstermektedir. Kürt müziði bulunduðu coðrafya itibari ile komþu birçok halkýn müzikleri ile etkileþim içinde olmuþtur. Hakkâri, Þýrnak ve Cizre coðrafyasýnda Keldani ve Nasturilerin makam ve söyleyiþ üslubunun etkisi vardýr. Enstrüman kullanýmý ve çeþitliliði, makam ve vokal kullanýmý açýsýndan Fars Müziði ile etkileþim söz konusudur.

53

Kurmancî Lehçesi: Türkiye sýnýrlarý içindeki Kürtlerin büyük bir bölümü ile Suriye, Lübnan ve Kafkaslardaki Kürtlerin tümü, Irak ve Ýran Kürtlerinin ise bir bölümü tarafýndan bu lehçe konuþulur. Sorani Lehçesi: Bu lehçeye zaman zaman Güney Kürtçesi (Kýrmancî Xwarû) veya yaygýn olarak “Soranî” de denir. Bu lehçe Irak ve Ýran’daki Kürtlerin çoðunluðunca konuþulur. Kirdkî, Zazakî veya Dimilî (Dimilkî) Lehçesi: Bu lehçe Türkiye sýnýrlarý içinde kalan Kürtlerin bir bölümünce konuþulur. En çok konuþulduðu yer, Dersim, Çewlig, Xarpêt, Diyarbekir, Ezirgan illeri ile Sêwreg, Gimgim (Kela), Motki, Palo, Varto gibi ilçelerdir. Bu lehçenin en çok konuþulan iki þivesi, Dersim þivesi ile Çewlîg-Dîyarbekýr-Sêwreg þivesi diye adlandýrýlan þivesidir. Gorani Lehçesi: Hewrami lehçesi olarak da adlandýrýlan bu lehçe Kýrdki (Zazaki, Dýmýlki) lehçesine yakýn bir lehçe olup Irak ve Ýran Kürdistaný’ndaki Kürtler tarafýndan konuþulur.


Kürdistan’ýn farklý bölgelerinde farklý formasyonlarda dengbêjler yetiþmiþtir. Bölgelere göre birkaç dengbêj örneði verecek olursak: Serhat bölgesi; Þakîro, Ekremo, Kerem, Zahiro, Nuro. Botan bölgesi: Fadýl, Mirado, Dengbêj s. Hesen, Elmaz Mihemmed. Bahdînan bölgesi; Ýsa Berwarî, M.Arif Cizrawî, Meryem Xan, Kawîs Axa, M. Þexo. Soran bölgesi; Hasan Zîrek, Aziz Sharok, Ali Merdan, Tahir Tefiq. Erivan bölgesi; Þeroyê Biro, Efoye Esed, Reþidê Baso, Egîdê Tecir, Neçoyê Cemal, Mecidê, Sileman, Xana Zazê, Egîdê Cimo, Aramê Dîkran, Karapetê Xaco, Salihê Qubinê, Teyiboyê Siertî. Dengbêjlerin yaný sýra, “stranbêj” (þarký söyleyen) ve “çirokbêj” (hikaye anlatan) denilen halk þairleri de vardýr.

Serhat Bölgesinde “dîlok” tarzý içine giren govend ve aðýr govendlerde Ermenilerin “gorani” formu ile etkileþim olmuþtur. Diyarbakýr, Elazýð, Harput, Urfa þehir müziklerinde (Doðu Sanat Müziðinin bir farklý bir uzantýsý) önemli bir etkileþim vardýr. Kuran’da kullanýlan makamlarýn seyirleri Arap menþelidir ve bu makamlarýn Kürt müziði üzerinde etkileri de kaçýnýlmazdýr. Dersim ve Harput dolaylarýnda rastlanan klarnet ve keman kullanýmý da Ermenilerden alýnmýþtýr. Mýtrýplarýn da (Kürtlerin çingenelere verilen isim Mýtrýp’týr) Kürt müziðine etkileri olmuþtur. Kürt düðünlerinde davul-zurna çalgýcýlarý Mýtrýplardýr. Kürtlerde davul ve zurnanýn çalýnmasý ayýp karþýlanýr. Buradaki mýtrýplar zaman içinde asimile olup Kürtleþmiþlerdir. Bu hususta Çingeneler sadece Kürtleri deðil, Ortadoðu, Balkanlar ve Anadolu’daki bütün halklarýn müziklerini etkilemiþlerdir. Orta Anadolu’daki Abdallar gibi. Kürt müziðinde genellikle kullanýlan usuller; 6/8, 2/4, 10/8’lik usullerdir. Kullanýlan makamlar genellikle rast, kürdî, çargah, buselik, hicaz makamlarýdýr. Ezgi genellikle inici ve çýkýcý-inici bir seyir izler. Ölçü içerisinde genellikle “es” (sus iþareti) kullanýlmaz. 17’li perde anlayýþý vardýr. Bu sistem Türkler, Farslar, Araplar ve Pakistanlýlara kadar bu bölgede birçok halk tarafýndan kullanýlmaktadýr. Kürtlerin müziði çok eskilere kadar gider ve orijinalliði günümüze kadar korunmuþtur. Kökenleri vokal icraya dayanan bir uzun havadýr ve genellikle besteci bir kadýn olmuþtur. Þarkýlar yaratýldýktan sonra köyden köye, mezradan mezraya geziler yapan “dengbêjler” aracýlýðýyla anonim hale gelir. Çok güçlü bir hafýzasý olan dengbêj, güzel bir sese sahip veya iyi bir çalgýcý olan bir köylüdür. Dengbêjler kendilerinin veya baþkalarýnýn yerel eserlerini, Kürtlerin yaþadýðý tüm bölgeyi bir ucundan diðerine gezerek yayarlar. “Deng” ses anlamýnda, “bêj” ise söyle, aktar anlamýna gelir. Saz ile müzik yapanlara “hozan” ya da “tenbûrvan” denilir. Halk Ozanlýðý tüm dünya halklarýnda benzerleri olan ve farklý yönleri bulunmakla beraber Kürtlerdeki karþýlýðý da “dengbêj”dir. Dengbêjler gezgin sanatçýlardýr. Dengbejliðin doðasý doðaçlama üzerine kuruludur. Derleme yöntemleri ezbere dayalý olduðu için neredeyse bütün kýlamlar (müzik) deðiþime uðramýþ, her dengbej derlediði kýlama ya kendisinden bir þeyler eklemiþ ya da tersine, bazý bölümleri unuttuðu için anlatýyý tahrip etmiþtir. Dengbejliðin bu aktarýcý rolü sayesinde birçok kýlam, onu yaratan kadýnlardan alýnmýþ, yeniden derlenerek daha geniþ dinleyici kitlesine ulaþmýþtýr. Aksi halde birçok kýlam, yaratýcýsý köylü kadýnlarýn ölümüyle birlikte unutulup gidecekti. Dengbêj anlatýmýnda önemli olan anlatýlan hikâyelerdir. Ezgi ise, anlattýðý dünyaya girmek için bir araçtýr. Ezgi dengbêjin hafýzasýný güçlendirir. Kullandýklarý makamlar ise genellikle; hüseynî, uþþak ve hicazdýr ve okuma üslubu resitatiftir (konuþur gibi). Üç türde dengbej olduðu söylenebilir: a) Halk dengbêjleri; halkýn içinde dolaþan insanlardýr. Bunlar efsaneleri, mitolojik olaylarý, tarihsel olaylarý, gelenek görenekleri alýp halk arasýnda dillendirirler. b)Beylerin, aðalarýn, mirlerin kendi dengbêjleri. c)Kapý kapý dolaþan ve Kürt halký içerisinde kendilerine “mýtrýp” (Çingene) denilen insanlar. Dengbêjler gittikleri yerlerde büyük bir saygýyla karþýlanýr ve aðýrlanýrlar. Genellikle o yörenin beyinin evinde veya köy odasýnda baþlayan gecelerde dengbêj destanlar, manzum öyküler anlatýr. Dengbejler genellikle sazsýz müzisyenlerdir. Þarkýlarda saz eþliði olmadan, yalnýzca sözlerin terennümlerinden ibaret olabilir. Kürt müziðinin kökeninde enstrüman olmadýðýndan dolayý; dengbejler, hem söyleyeceklerine konsantre olup yön vermek, hem de dinleyenin dikkatini vermesi açýsýndan çok geniþ bir terennüm yapýsý yaratmýþlardýr. Yine bu nedenler, çeþitli gýrtlak nüanslarýnýn oluþmasýna etki etmiþtir. Bu gibi durumlarda þarkýnýn gereðini yerine getirebilmek için, sözler arasýndaki boþluklarý özel bir anlamý olmayan lê lê, lô lô, dýloy, de hayê hayê, Eman eman vb. sözcüklerle müzik yaparak doldurur (Kürt

54


müziðinin bu özelliðine müzik literatüründe terennüm adý verilir). Dengbej, anlatýmýna baðlý olarak bazen þarkýyý keser, öykü anlatmaya geçer, ardýndan uzun havaya dönerek öncekine benzer bir melodik çizgide anlatýmýna devam eder. Çoðu kez bir dengbêj anlatacaðý öykünün sözlerini ancak ezginin yardýmýna baþvurarak hatýrlamaktadýr. Dengbêjler yaptýklarý iþin karþýlýðýnda bir ücret almazlar; ama iyi bir dengbêjin ihtiyaçlarý zaten halk tarafýndan ya da mîr (bey) tarafýndan karþýlanýr. Çalýþmasýna gerek kalmaz, ondan sadece hikayeler, masallar anlatmasý ve kendi tarihlerini bu yolla diri tutmasý beklenir. Kürt müziði diðer doðu toplumunda olduðu gibi tek seslidir. Ayný ezgiler farklý bölgelerde farklý enstrümanlar tarafýndan icra edilmiþtir. Göçebe kültür (dað kültürü) ile yerleþik kültür (ova kültürü) arasýndaki müzik farklýlýðý çok belirgindir. Daðlýk bölgelerde yaþayan halkýn müziðinde üflemeli çalgýlar kullanýlýrken, ovalýk bölgelerde aðýrlýklý olarak telli çalgýlar kullanýlýr. Ancak Kürt þarkýlarý ister ovada ister daðda olsun birçok ortak karakteristik özelliðe sahiptir. Sünni ve Alevi Kürtlerin müziklerinde farklýlýklar oluþmuþtur. Dersim’li Kürt Alevilerinin ibadet dilleri Kürtçe olmasýna karþýn ibadet sýrasýnda okunan þarkýlarýn sözleri aðýrlýklý olarak Türkçe’dir. Bunun yanýnda Dersim’de, Kürtçe’nin Zazakî ve Kurmancî lehçesindeki semahlara da rastlanýr. Semah sözlerinin aðýrlýklý olarak Türkçe olmasýnýn nedenlerinden biri Aleviliðin geliþtiði dönemde en önemli Alevî halk þairlerinin (Pir Sultan, Þah Hatayî...) þiirlerinin Türkçe yazmýþ olmalarý diðeri ise cumhuriyetin kuruluþundan sonra bu bölgede bilinçli olarak uygulanan devlet politikalarýdýr. Bu arada Aleviliði bir Türk dini olarak bilenlere hatýrlatalým; Alevilik bir din deðildir, bir inanç ve yaþam felsefesidir. Zamanýnda Türk, Kürt, Ermeni, Arap ve daha birçok millet Alevi olabilmiþtir. Alevilik özellikle Dersim’de farklýdýr. Bu da, Anadolu Aleviliðinden farklý olarak Zerdüþt dinini koruyabilmiþ olmalarýndan kaynaklanýr. Maraþlý Kürt Alevileri, Kürtçe’nin Kurmancî lehçesini konuþurlar. Ama semah sözlerinin aðýrlýðý ayný sebepten dolayý yine Türkçe’dir. Bunun yanýnda Kurmancî semahlara da rastlanýr. Alevi Kürt yoðunluklu aþiretler arasýnda gerek âþýklar ve halk ozanlarý, gerekse dini törenleri yürüten pirler aracýlýðýyla dindýþý kýlam, stranlar ile dini ayet ve beyitler sýnýrlý da olsa bugün de yaþamaktadýr. Cumhuriyetten bu yana Kürtçe þarkýlara gelen yasaklarla, bazen Kürt müzisyenlerine Türkçe söylemeleri teklif edilmiþ, bazen de Kürt müzisyenlerinin yasaklardan dolayý, Kürtçe sözleri Türkçeye çevirerek okumalarý saðlanmýþtýr. Cumhuriyetin ilk dönemlerinden baþlayarak Diyarbakýrlý Celal Güzelses, Urfalý Mukim Tahir, Kel Hamza, Cemil Cankat, Kazancý Bedi vb. sanatçýlar, günümüzde yaygýn uygulamalarýna tanýk olduðumuz bu geleneðin temelini atmýþlardýr. Daha sonraki yýllarda ise Nuri Sesigüzel, Ýbrahim Tatlýses, Ýzzet Altýnmeþe, Selahattin Alpay, Hüsamettin Subaþý, Mahmut Tuncer, Burhan Çaçan, Hülya Süer ve daha birçok isim bu geleneði devam ettirmiþlerdir. Cumhuriyetten itibaren konservatuarýn ve radyolarýn organize ettiði tarama ve derleme çalýþmalarýnda, diðer halklarýn ürünlerine Türk etiketi yapýþtýrýlmýþtýr. Sonraki yýllarda, özellikle Muzaffer Sarýsözen ve 1970’lerde Nida Tüfekçi gibi isimler Kürt halk müziðinin orijinal sözleriyle ilgisi olmayan çevirilerini keyfi olarak deðiþtirilmesi sürecine giriþmiþlerdir. Bu arada Kürt halk müziðini Türkçeye çevirirken müzikal akýþý bozmamak için terennümleri (le le, lo lo, diloy…) aynen kullanmak zorunda kalmýþlardýr. Aslý Kürtçe olan, ancak bugün müzik piyasalarýnda söz sahibi olanlar tarafýndan uydurma Türkçe sözlerle söylenen örnekler çoktur. Bunlardan birkaç örnek verecek olursak; Yek Momik (anonim) - Bir Mumdur (Celal Güzelses - Ýbrahim Tatlýses), Le Dotmam (Muhammet Þexo)-Ben yetim (Ý. Tatlýses-Küçük Emrah), Güle rabe sübeye (anonim)-Güle uyan sabahtýr (Atakan Çelik), Oy Fýrat Fýrat (Þivan)-Oy Fýrat Fýrat (Ýzet Altýnmeþe), Ez ke-

55

Kürt Halk Müziðinde Türler: Lawje (Lawij, Lawik): Belli bir ritmi olmayan serbest havalardýr. Dengbêjler; lawje de, destan da okurlar. Ama lawje’ler çîrok ve destanlara göre daha kýsadýrlar. Aralarda sürekli dönen bir ezgi kalýbý, nakaratý vardýr. Lawje, Kürtlerin en karakteristik serbest formudur ve inici bir makamsal seyre sahiptir. Serbest tartýmlý olarak seslendirilen, xulxulandin (gýrtlak titretme, vibrasyon) üslubunun hâkim olduðu lawjeler, havînî bölümlerinin dýþýnda resitatif bir þekilde okunur. Lawjelerin sözleri genellikle gerçekleþmemiþ aþklar ya da ölen birisinin ardýndan yakýlan bir aðýttýr. Lawje daha çok Bahdinan ve Cizre’de yaygýn olan bir müzikal gelenek olmasýna raðmen Hakkari bölgesinde de kullanýlýr. Lawje geleneðinin güçlü olduðu Serhat bölgesi dengbêjlerinde ziqziq (titretme) tavrý belirgindir.


Heyranok/Stranên Evînê (Aþk Þarkýlarý): Kadýn ve erkek tarafýndan karþýlýklý olarak söylenen aþk þarkýlarýdýr. Dans sýrasýnda söylendiðinde bir kadýn ve bir erkek ya da dans edenlerden iki grup tarafýndan karþýlýklý olarak söylenir. Bir grup sözleri söyler, diðeri de tekrar eder. Þarkýlarda mutluluk ve sevgi hisleri çok güçlüdür. Farklý formlarda olmakla birlikte Kürtlerin yaþadýðý hemen her bölgede örnekleri vardýr. Süryanilerle etkileþim halindeki Hakkâri Pînyanîþî’de makamlar farklýdýr. Makamlarý genellikle inici karakterlidir ve üçlü, dörtlü atlamalar içerir. Lawikê Siwaran (Kahramanlýk Þarkýlarý): Savaþý ve göçü anlatan þarkýlardýr. Bunlara ova halký tarafýndan “delâl” (güzel), dað halký tarafýndan da “lawikê siwaran” (savaþçý þarkýlarý) adý verilir. Delâl, genellikle tenbûr eþliði ile icra edilir. Lawikê Siwaran ise daha az düzenli bir melodik çizgiye, kesik ve canlý bir ritme sahiptir. Söz ve müzik sýký sýkýya baðlýdýr. Yiðitlik duygusundan dolayý marþ karakteri gösterir.

wokým le le (Hasan Cýzravi)-Hele yar zalim yar (Selahattin Alpay- Ý. Altýnmeþe), Sineme (anonim)-Zap suyu (Celal Yarýcý), Eware ewarerabe narine (anonim)-Ay doðdu suya düþtü narine (Celal Yarýcý), Hey hey gidiye heyroke (Þivan)-Hey hey gidiye güzel yar (Atilla Kaya), Cotyar (Tahsin Taha)Beyaz gül kýrmýzý gül (Ý. Tatlýses, H. Subaþý), Ber çem ber çem diçume (anonim)-Esmerim biçim biçim (Ý. Altýnmeþe), Hat kerwane Mardinê (Fahri Bamirne)-Mektebin bacalarý (Muazzez Türüng), Ende were paytahte (Ego Dino)-Mardin kapý þen olur (Anonim), Daykamýn (anonim)-Maden daðý dumandýr (Ý. Altýnmeþe) vs.. Bu örneklerin sayýsý binlere ulaþýr. Bunun yanýnda Kürt müziðine emektarlýk yapmýþ, müziðin yapýsýný ve karakterini saptýrmadan yorumlayan M. Arif Cizrevî, Hesen Cizrevî, Kawis Axa, Mele Ehmedê Batê, Þakiro, Ýsa Berwarî, Mêremxan gibi müzisyenler de olmuþtur. 1970’lerden sonra Þivan Perwer ve Nizamettin Ariç Kürt Halk Müziðine emeði geçmiþ en önemli isimlerdir. Bu arada Kürt müziðinde yenilik arayýþlarý da olmuþtur. Ciwan Haco ilk Kürtçe rock grubu Koma Wetan, yine Koma Rewþen, Rojhan Beken, Jan Axin gibi isimlerin ardýndan aralarýnda Þiwan Perwer’in de bulunduðu diðer birçok sanatçý vizyonlarýný deðiþtirerek yeni çalýþmalara imza atmaya baþladýlar. Zazaca müziðin özgün yorumcularýndan Metin ve Kemal Kahraman kardeþler ile Mikail Aslan da yeni çalýþmasýyla Kürt müziðine yeni bir boyut kazandýrmýþtýr. 1950’li ve 1960’lý yýllarda Ermenistan’daki Erivan Radyosu ve Irak’taki Baðdat Radyosu Kürtçe dilinde de kültürel yayýnlar yapmaya baþladýlar. Sonra Urmiye, Kirmanþah ve Tahran Radyolarý Kürtçe yayýna baþlamýþtýr. O yýllarda bu radyolarýn Kürt kimliðinin geliþmesinde etkisi büyüktür. Radyolar, büyük oranda Kürt Müziði yapmaya baþlayan birçok Kürt müziði sanatçýsýný etkilemiþtir. Dîlok-Stranên Dîlanê (Dans, Düðün ve Merasim Þarkýlarý): Dîlok’lar, çeþitli þenlik ve eðlencelerde icra edilen dans þarkýlarýdýr. Ezgileri, oyun hareketlerine ve figürlerine uygun þarkýlar, yalnýz söylenebildiði gibi oyun ile birlikte de söylenir. Bu eðlencelerde dans edenler arasýndan bir kiþi tarafýndan söylenen ve bir diðeri tarafýndan da tekrar edilen þarkýlardýr. Sözleri genelde çok sayýda kýtadan oluþur ve her kýtada deðiþir ama her kýtanýn ezgisi aynýdýr, ezgi deðiþmez. Dîloklar her türlü olaydan ve hikâyeden bahsedebilirler. Bölgeden bölgeye deðiþmek üzere Bilûr, Dembilg, Def, Zurna, Tenbûr çalgýlarý kullanýlýr, bazen de sadece el çýrpýlarak eþlik edilir. Enstrümantal olan dans þarkýlarýnda ise genellikle davul ve zurna kullanýlýr ki yine bunlar genellikle çingeneler (mýtrýplar) tarafýndan profesyonelce icra edilirler. Birkaç kiþi ilk sözü söyler, birkaç kiþi de onlarýn son hecesinden sözü devralarak aynýsýný tekrarlar. Sonra ilk grup onlardan tekrar devralarak ikinci sözleri söyler ve bu böyle devam eder. Ayný ezgiye devam edilirken baþka bir þarkýnýn sözlerine geçilebilir. Söylenen ezgi ve kullanýlan ritim, dansýn hangi aþamasýnda olunduðuna baðlýdýr. Bütün bu oyunlarda þarkýlarýn sözleri çok önemlidir. Çünkü sözler ve ritim oyunu birebir belirler. Stranên Karan (iþ þarkýlarý): Bulgur çekme, dibek dövme (mîrkut), ekin biçme, pamuk çapalama gibi toplu olan ve teþi (kirman), yayýk dövme, un eleme gibi tek baþýna yapýlan iþlerde söylenir. Ýþ þarkýlarýnýn metinlerinde görülen iþin özelliklerinden söz edilmesi gerekmez. Deðiþik iþ þarkýlarý, bu iþe ve iþin gerektirdiði hareketlere uyan ezgiyi ve usul gibi öðeleri saðlar. Ermenilerde çift sürülürken söylenen “horoveller” de bunlara benzerler. Lorik (Ninni): Ninnilerin sözleri yumuþak ve sakinleþtiricidir. Küçük çocuklarý uyutmak, sakinleþtirmek ve eðlendirmeyi amaçlar. Ninnilerin içeriði her türlü tarihi ya da kiþisel olay ve kiþi olabilir. Kürt Halk Müziði Çalgýlarý: Kürt müziðinde enstrümanlar ikinci bir role sahiptir. Þarkýnýn kendisi temelde vokal bir karaktere sahiptir, enstrüman eþliði dinleyiciyi vokalin mesajýný daha iyi algýlaya bileceði bir ruh haline sokmak üzere eklenir.

56


Bilûr (kaval): Kürt müziðinde kullanýlan temel enstrüman “bilûr” adý verilen bir çoban flütüdür. Boyutlarý standart deðildir. Arkadaki ses deliðiyle beraber sekiz ya da on deliði vardýr. Çalgýcý borunun içine þarký söyler gibi üfler ve nefes alma iþlemi belirgindir. Genellikle daðlýk bölgede yaþayan halklar kullanýr. Dûdûk (mey): Diðer Ortadoðu halklarýnýn müziklerinde de kullanýlan ve genellikle erik veya kayýsý aðacýndan yapýlan kamýþlý bir üflemeli çalgýdýr. Türklerde Mey, Azerilerde Balaban, Ermenilerde Duduk adý verilir. Kürtlerde daha çatlak bir ses rengiyle kullanýlýr, Erivan Kürtleri bu enstrümaný Ermenilerin kullandýðý renge yakýn olmak üzere daha yumuþak ve insan sesine yakýn bir renkte kullanýrlar. Ön yüzünde sekiz arka yüzünde ise bir ses deliði vardýr. Zirne (zurna): Ortadoðu’dan Hindistan’a ve daha birçok ülkede kullanýlan bir üflemeli çalgýdýr. Genellikle çingenelerin (mýtrýp) kullandýðý bir çalgýdýr. Kürtlerde zurna çalmak çoðu bölgede ayýp olarak karþýlanýr. Genellikle her bölgede davul ve zurnayý o bölgenin çingeneleri kullanýr. Duzare: Daha çok Bahdinan bölgesinde kullanýlan çift kamýþlý bir çeþit zurnadýr. Tembûr (bisk): Kürt udu ya da sazý olarak bilinir. Ud ve buzuki arasý bir ses rengi vardýr. Daha çok Suriye ve Irak Kürtlerinin kullandýðý bir enstrümandýr. Santûr: Kanuna benzeyen fakat daha az teli olan, çubuklarla vurularak çalýnan bir çalgýdýr. Daha ziyade Ýran Kürtlerinin müziklerinde kullanýlýr. Dembilk (dombak): Zarp adý da verilen vurmalý bir çalgýdýr. Aðaçtan yapýlýr ve darbukaya benzemekle birlikte daha kalýn bir deri takýlarak kullanýlýr. Çeþitli boylarý ve tonlarý vardýr. Def (erbane-arbana): Ýki türü vardýr. Birincisi kasnaðýna yuvarlak ziller geçirilen bendir þeklinde (bildiðimiz tefin büyük hali gibi) bir enstrümandýr. Ýkincisi ise daha yaygýn kullanýlan, özellikle zikir ayinlerinde ve dengbêjler tarafýndan, kasnaðýnýn içerisine yuvarlak halkalardan oluþmuþ zincirler takýlan bendir þeklindeki bir enstrümandýr. Dahol (davul): Tüm dünyada benzeri olan bir vurmalý çalgýdýr. Farklý bölgelerde farklý boylarda kullanýlan çift tarafý deriyle kaplý geniþ kasnaklý bir enstrümandýr. Bir tarafýna tokmak, diðer tarafýna ince bir çubukla vurularak çalýnýr. Kürtler davulu daha çok üç temel amaç için kullanmýþlar: Ýþe çaðrý, Kavgaya Çaðrý ve Þenliðe çaðrý. Rebab: Kemençeye çok benzeyen, üç telli bir enstrümandýr. At kýlýndan gerilmiþ bir yayla çalýnýr. Biri dem tutmak için diðeri ezgi çalmak için olmak üzere genellikle birden çok teli bir arada kullanýlýr. Keman: Daha çok Dersim’de kullanýlýr. Bunun yanýnda Güneydoðuda da kullanýlmýþtýr. Aynen rebab gibi birden fazla tel bir arada kullanýlýr. Kemane gibi diz üstünde çalýnýr. Kürtlerin Ermenilerle bir arada yaþadýðý dönemde bu enstrümaný onlardan öðrendikleri bilinir. Qirnata (klarnet): Daha çok Dersim, Elazýð civarýnda kullanýlýr. Genellikle aðaçtan yapýlan türü deðil metalden yapýlan türü kullanýlýr. Mey ve zurna arasý çatlak bir ses rengiyle çalýnýr. Cûmbûþ: Sýra ve mesire geceleri kültürünün etkisiyle bazý geleneksel müzik icracýlarý bu enstrümaný da kullanmýþlardýr. Baðlama: Geleneksel Kürt müziðinde (semahlar dýþýnda) pek yeri olmayan bu enstrüman daha yakýn dönem icracýlarýn geleneksel þarkýlarý yorumlamasýnda kullanýlmaya baþlanmýþtýr. Daha ziyade politik temalý þarkýlarda kullanýlarak Kürt müziðine girmiþtir. Kürtler, Anadolu’da Farsça saz adý verilen (günümüzde baðlama) çalgýyý aðýrlýklý olarak ovalýk bölgelerde kullanmýþlardýr.

57

Kürt Halk Danslarý: Kürt halk danslarýnýn genel olarak üç tipi vardýr: a) Halaylar ve Barlar b) Solo Danslar c) Grup Halinde Danslar. Kürt halk danslarý çok çeþitlidir, bazýlarý ait olduðu bölge adýyla (Amedi, Botan) anýlýrlarken, bir kýsmý da dansta kullanýlan hareketlerin adýný almýþtýr. En yaygýn olan dans, kadýn ve erkeklerin kol kola girip bir halka oluþturarak oynadýðý ve “Govend” adý verilen danstýr. Bu dansýn, Sêpayî (Üç Adým), Çarpayî (Dört Adým), Giranî (Aðýr Halay), Milane, Teþiyok adý verilen birçok çeþitlemesi vardýr. Sekerek icra edilen “Copî” dansý da çok yaygýndýr. Bu dansta, el ele tutuþmuþ olan dansçýlar öne doðru ilerleyip, geriye doðru çekilerek salýnýrlar. Bunlarýn yanýnda daha birçok dans türleri vardýr. Baþka kültürlere ait ama Türk kültürüne mal edilmesine bir baþka çaba halk oyunlarý alnýnda da yürütülmüþtür. Çoðu dansýn adý korunsa da (örneðin; Govent, Ahçik, Arkuþta, Çepik vs.) bunlarýn belli yörenin ve etnik kesimin danslarý olarak deðil de, resmi yönetim illeri olan Muþ, Erzurum, Kars, Antep vs. adlarla anýlmasý istenmiþtir. Bu da bir asimilasyon politikasýdýr.


Yüreklerin Sesi: Müzik Ortadoðu’da Müzik azzali müzik ile insan ruhu arasýndaki baðý kurarken þöyle demiþtir: “Kalbe kulaklardan baþka giriþ yoktur. Müzikal tonlar, ister ölçülü ister hareketli olsun kalptekini, onun güzelliklerini ve kusurlarýný aktarýr... müzik ve þarký sesi kalbe ulaþtýðýnda, orada aðýr basan ne varsa onu canlandýrýr.” (Aktaran Albert Hourani-Arap Halklarý Tarihi) Gazzali’nin bu yalýn ama yoðun bir düþüncenin ifadesi olan satýrlarýnýn arka yüzünde esas olarak “Tanrý aþký” olsa da müziðin genel olarak insan yaþamýnda olan þeyleri yansýtan ve onun duygularýný etkileyen bir araç olduðunun özlü anlatýmýný buluruz. Þöyle bir düþünün, güzel ve içli bir hasret türküsü duyduðumuzda o an hangimiz içimizdeki hasret duygusunu o ezgilerle alabildiðine yaþamayýz? Ya da bir kahramanlýk þarkýsý sadece þarkýda geçen kahramaný tanýtmaz, onu hissetmemizi saðlamaz, ayný zamanda kendimizi de onda buluruz ve þarký yüreðimize o cesareti koyar. Ortadoðu’nun tanýnmýþ Tanrýbilimcilerinden olan Gazzali’nin yukarýdaki satýrlarý onun metafizik felsefesiyle çeliþmektedir. Çünkü O, o an icraedilen müziðin insanýn kalbine Tanrý tarafýndan konulduðunu iddia eder. (Geçmiþ zamanlarda halk ozanlarýnýn yeteneði karþýsýnda halkýn onlara ermiþ gözüyle bakmasýnýn altýnda bir yanýyla bu düþünce yatmaktadýr.) Bu nedenle Gazali’ye göre müzik Tanrý aþkýný ve dinsel duygularý anlatmalýdýr. O dönemin genel toplumsal ve dinsel kurallarý gereði müziðin kadýnsýlýktan uzak, þehveti, hakareti ve asiliði (elbette tanrýya, o günkü yönetime, büyüklere vs. karþý) içermemesi gerektiðini bilhassa savunur. Yani yapýlan müzik Tanrý’dan gelmedir, onadýr ve bu inanca hizmet etmelidir! Gazzali’nin bu yaklaþýmý, islamiyeti kabul etmiþ devletin, genel olarak sanata yönelik resmi tutumuyla örtüþmektedir. Yahudilik, Hýristiyanlýk ya da Ýslamiyet, hangisinin dönemi yaþanýrsa yaþansýn hepsinin ortak özelliði müzikle tanrýya ulaþmanýn beraberinde, arýnma, kutsanma vs. ritüellerini müziðin yardýmýyla ajitte durumuna çýkarmadýr. Neredeyse tüm ilahi dinler müziðe karþý önce direnmiþ, düþmanca yaklaþmýþ, sonra onu kendi amaçlarý doðrultusunda kullanma yoluna gitmiþlerdir. Bu nedenle müzik ve danslar dinin egemenliði baskýsý altýnda uzun yüzyýllar geçmiþtir. Örneðin, islamiyetin egemen olduðu topraklarda kimi müzik aletleri (gitar gibi) kadýnsýlýk ve þehvet taþýdýðý, yani þeytani olduðu gerekçesiyle yasaklanmýþtýr. Kadýnlarýn, erkeklerinde bulunduðu bir topluluk önünde þarký söylemesi (ölüm-yas törenleri çoðu zaman bunun dýþýnda kalan tek alandýr), dans etmesi, bir aleti çalmasý ve insan ruhunda tanrý ve din duygularýnýn dýþýnda baþka caiz olmayan duygularý uyandýrma ihtimali taþýyan müzik çeþitliliði de ayný sebeple yasaklý olmuþtur. Fethedilen her toprakta geçmiþ zamandan oluþagelen kültür ile dinin kurallarý ve yasaklarý sürekli çatýþma halinde olmuþtur. Bu zaman içinde o kültüre ait müzikler, danslar ya yeraltýna çekilmiþ, baþka biçimlerde sürmüþ, ya o din inancýnýn bir parçasý olmuþ ya da yenilmiþtir. ... “Hýristiyanlýk gibi, Müslümanlýðýn da tiyatro, oyun ve dansa etkisi olumsuzdur. (...) Önce kilise bunlarý yoketmeye çalýþmýþ, gözdaðý vermiþ, cezalandýrmýþ, kovuþturmuþ, ama sonra gözü açýlmýþ, bunun dini yaymakta en önemli araç olduðunu anlamýþ ve mimus oyuncularýyla iþbirliði yapmýþtýr. Öte yandan köylünün bilinç altýna sinmiþ, kökleþmiþ inançlarý sarmýyacaðýný anlayýnca da uzlaþmaya, kendi takvimini, köylününkine uydurmak yoluna gitmiþ; köylü bilinçaltýnda Dionisos gibi eski bolluk tanrýlarýn yerine Ýsa’nýn doðumunu, ölümünü ve yeniden doðumunu kutlamaya baþlamýþtýr. Bunun gibi Ýslam da bu alanda bir þey yaratamamýþtýr. Tersine halkýn geleneksel dansalarýný, oyunlarýný, islam öncesi kütürle iliþkisini kesmek için yasaklamak yoluna gitmiþtir. Bunun baþýnda danslar gelir. (...)

G

Ümmü Gülsüm 1904-1975

T

amay Zahayra köyünde fakir bir imamýn çocuðudur. Küçük yaþlarda çevre köylerde -kýzlarýn topluluk içinde okumalarý hoþ karþýlanmadýðýndan- erkek kýyafetiyle ilahiler okuyarak tanýnmaya baþladý. Ümmü Gülsüm, kendisini olduðundan farklý hiç göstermedi ve köylü geçmiþinden asla utanmadý. Bu doðallýðý daha da sevilmesine neden oldu. Konserleri unutulmazdý, þarký söyleyeceði saatlerde Arap ülkelerinin liderleri konuþma yapmazdý. Sokaklar boþalýr, halk sokaklara çýkarýlan radyolarýnýn baþýnda onun sesini dinlerdi.

58


Bugün Araplar arasýnda kökeni çok eskiye giden bir ölüm töreninde kadýnlar ve genç kýzlar elele tutuþarak iki halka yaparlar, Raksa denilen bir dans oynarlar ve dans ederken þarký söylerler. Eski Mýsýr’da gördüðümüz ölüm danslarýnýn kalýntýlarýný bugünkü Mýsýr’da gene buluyoruz. (...) Ýslam’a raðmen, halkýn gelenekleri sürdürülmüþtür. Oyun yasaðý, bugün Anadolu’da yüzlerle dramatik oyuna, belki sayýsý birkaç bini bulan danslarýn yaþamasýný engellememiþtir. Ayrýca Türkiye dýþýndaki Ýslam ülkelerinde de bunlarý buluyoruz. Üstelik Ýslam’ýn yok etmek istediði Ýslam öncesi inançlarý içeren uygulamalar da, büyüsel anlamlý oyunlar da bulunmaktadýr. Bunlar arasýnda en ilginci Mýsýr’da görülen Zar dansýdýr. Ýslam inançlarýna aykýrýlýðý dolayýsýyla Hýdiv zamanýnda yasak edilmesine çalýþýmýþtýr. Zar’ýn sözlük anlamý kesin bilinmemektedir. Fakat yayýldýðý alan geniþtir: Fas, Cezayir, Tunus, Trablus, Mýsýr, Sudan, Doðu ve Batý Arabistan, Ýran, Malaya, Hindistan vb. (...) Bu dans çoðunluk bir hasta iyi etmek için bir zenci kadýnýn yaptýðý bir büyü dansýdýr. Birçok bakýmlardan Orta Asya Þaman danslarýna da benzer. Ýslam dininin yanýsýra yaþayabilen üçüncü dans türü o ülkenin kendi halk danslarýdýr. Hele bunlarýn içinde kadýnlý erkekli danslar ayrý bir önem taþýr. Uluslar kendi danslarýna öylesine baðlý oluyorlar ki din, bütün sertliðine raðmen bunlarý kaldýramýyor. Hatta Comte Gobineau gezi kitaplarýnda Suriye’deki Ansariye’lerde, Ýran’da gördüðü danslarda Avrupa’daki danslardan rande, farandale’de olduðu gibi, bir kadýn bir erkek elele tutuþtuklarýný yazýyor.” (Metin And-Oyun ve Büyü) Bu uzun alýntýdan da anlaþýlacaðý gibi dinsel yasaklar o topluluklarýn yaþayýþý ve kültürü üzerinde yalnýzca bir baský oluþturmakla kalmamýþtýr, onlarý kendi içine hapsederek yerel ve ilkel biçimde sürmesini saðlamýþ, bir yanýyla geliþimi sekteye uðratmýþtýr. Ortadoðu ülkelerinde ölüm dansý diðer þenlik danslarý kadar farklýlýk ve yaygýnlýk göstermektedir. Örneðin Mýsýr’ýn en eski halklarýndan Kýpti’lerde ya da Umman’ýn liman kentlerindeki Ölüm Dansý 20. yüzyýl boyunca dahi sürmüþ ancak yeni yeni unutulmaya ya da deðiþmeye baþlamýþtýr. Bu iki danstan örnekler aktarmadan önce belirtmek gerekir ki, Kýpti’ler hýristiyan inancý taþýrken Umman ise Ýslam inancý taþýr ama her ikisinde de ölüm dansý bu inançlarýna aykýrýdýr. Fakat dans ve müzik geçmiþ insan topluluklarýndan beri yaþanýlan her türlü duyguyu ifade etmenin en önemli araçlarý olduðundan dinsel yasaklar bu ifade biçiminin önüne geçememiþtir. Nerede çalgý orada kalgý” deyimini bir kenarda býrakýp, yeniden müziðin bu coðrafyadaki geliþimine dönersek... Bu uzun çatýþmalý, yasaklý dönem boyunca müzik eðitimi ile din eðitimi din kurumlarýnýn egemenliði altýnda tek bir eðitim biçiminde ele alýnmýþtýr. Böylece müzik eðitimi saray ve din çevresine ait olan “aðýr baþlý ve müziðin ilahi biçimi”nin geliþimine hizmet etmiþtir. Eðitimli müzisyenler tarafýndan icra edilen bu müzik türü halkýn içine neredeyse girememiþ, belli bir zümrenin müziði olarak kalmýþtýr. Yani ayný dönemde iki farklý müzik yaþamýþtýr. Diðeri ise, doðrudan halkýn yaþamýndakileri konu alan ve halk ozanlarý-þarkýcýlarý tarafýndan icra edilen, her yörenin, bölgenin kendi özelliklerini taþýyan müzik türüdür. Ortadoðu’da din kurumlarýndan baðýmsýz ilk müzik eðitimi veren okul ya da enstitüler 20. yüzyýlýn baþlarýnda Mýsýr ve Beyrut’ta açýlmýþtýr. Bunun altýnda yatan en önemli neden kapitalist geliþimin bu coðrafyada boy veriþiyle ulusalcýlýðýn uyanmasýdýr. Ýletiþim araçlarýnýn toplumsal yaþama giriþiyle de müzik ayný dili konuþan halklar arasýnda yerellikten çýkýp ortak duygularýn, özlemlerin ifadesin de ve ulusal savaþýmýn içerisinde en öne çýkan bir araç haline dönüþmüþtür. Yarým yüzyýl boyunca müzik eðitimi yaygýnlaþmakla kalmayýp yeni biçimler de ortaya çýkmýþtýr. Bu okullarda bir yandan “... icra edilen doðu Arap müziðine has deðiþik tarzlar üzerinde .... [çalýþýlýrken] ... kendi coðrafi bölgeleri ya da dýþýndaki Arap müziðinin ortak ya da daha az ortak deðiþik ritimleri...” öðrenildi. (Ortado-

59

Feyruz

A

sýl adý Nouhad Haddad olan Feyruz, 21 Kasým 1935’de Lübnan’da doðdu. Feyruz, müziðe okul korosunda baþladý. Lübnan radyosu korosunda yer aldý. Ýlk çalýþmalarý geleneksel bir þarký olan “Elbint Elshalabia”nýn (en popüler þarkýlarýndan biridir) yeni bir düzenlemesi ile söz ve müziði Rahbani kardeþlere ait olan “Nehna Wel Amar Jiran”dýr. 1955 ‘ün Temmuzunda Assy Rahbani ile evlendi. Lübnan Ýç Savaþý (1975 1990) sýrasýnda Lübnan’ý terk etmedi. “Ýnanýyorum, bir gün Filistin’de bombalarýn sustuðunu ve çocuklarýn güldüðünü göreceðim!” diyerek her koþulda sesiyle özgürlük umudunu taþýdý her yana. Feyruz sadece müzik yapan bir sanatçý deðil, ayný zamanda ulusal deðerlerine sahip çýkan, kendi halkýnýn kültüründe yer alan etnik, ahenkli ve þiirsel özellikleri sanatýna yansýtan bir efsanedir Ortadoðu’da. Ve bu efsanenin arkasýndaki en büyük destek, eþi Assi Rahbani ve Mansur Rahbani’dir. Yeni tarzlar geliþtirip Arap müziðine önemli katkýlar sunmuþlar, sunmaya devam ediyorlar.


Kazım Koyuncu 1971-2005 ayatým boyunca ezilenlerin ve maðdurlarýn yanýnýda olmaya çalýþtým. Haksýzlýklara karþý müziðimle, sanatýmla göðüs gerdim. Ýnsanlarý çok seviyorum, hayatý ve haylaþmayý çok seviyorum. Sevginin ve barýþýn egemen olduðu bir dünya benim için çok önemli. Yaþamým boyunca da bu deðerlere sadýk kalacaðým. Yaþamak ve yaþatmak çok güzel. Ýnsanlar kendilerine verilen bu güzellikleri kötü niyetle kullanmamalý.

H

ðu’yu Anlamak) Öte yandan Avrupa müziði ve enstrümanlarý da ele alýndý ve Arap müziðinin klasik enstrümanlarýnýn yanýnda diðer Batýlý enstrümanlar da kullanýldý. Kapitalist iliþkilerin bütün gelenekçiliðe darbeler indirmesiyle, belki de müzik, ilk defa bir nefes almýþ oldu. Ancak müziðin bu nefes alýþý, kitlelerin uyanýþý, ezilen yýðýnlarýn yeni özgürlük eðilimlerini beslemesi bakýmýndan emperyalistleri ve onlarýn iþbirlikçi iktidarlarýný rahatsýz etti. Sanatýn hemen her dalýna olan muazzam ilginin altýnda kitlelerin siyasal mücadeleye uyanýþý yatmaktaydý ve ayný biçimde müzik ya da tiyatro siyasal mücadelenin bir parçasý biçiminde ilerliyordu. Bir çok yazarýn altýný çizdiði gibi Ümmü Gülsüm böylesi bir dönemin sembolüdür. Bu sembollerin ise daha çok Mýsýr ve Beyrut’tan çýkmasý ekonomik ve siyasal merkezlerin buralar olmasýndan dolayýdýr. Þimdi Ümmü Gülsüm ve Muhemmed Abdül Vahab’a daha yakýndan bakalým: “Ümmü Gülsüm, 1950’lerde ve 1960’larda, kendi eliyle geliþtirdiði rolü üstlenerek ulusal kahraman oldu. Kendisini, Mýsýr’ýn saðladýðý ilerleme ve geleceðin Mýsýr’ýna biçim verecek olan temel kavramlarýn temsilcisi olarak görüyordu. Röportajlarda, geçmiþinde köylü bir kadýn, yani fellah olduðundan sýklýkla bahsediyor, böylesine alçakgönüllü bir geçmiþi olmasýndan, topraða ve ülkesine yakýn olmaktan dolayý gurur duyduðunu ifade ediyordu. Halka yönelik faaliyetlerinde, zamanýnýn ve parasýnýn çoðunu “Arap kültürü” için adadý. Müzik projeleri ve kültür kurumlarý için cömert baðýþlarda bulundu. Arap dünyasýnda, Mýsýr elçiliði rolünü memnuniyetle kabul etti, devlet baþkanlarý gibi karþýlandý: Gittiði her ülkede programa meçhul asker anýtý, parlamento, baþkanlýk sarayý ve kraliyet sarayý ziyaretleri konuyordu; o, bir müzisyenden daha çok “Mýsýr’ýn sesi ve yüzü” haline geldi. (Ayrýca Müzisyenler Sendikasý’nýn da baþkanýydý-bn) Kahire’nin sokaklarý yaklaþýk elli yýl boyunca, her ayýn ilk perþembesi, evlerine gidip radyonun etrafýna toplanarak Ümmü Gülsüm’ün saatlerce þarký söylemesini dinleyenler yüzünden boþalýyordu. Çocukluðunda, Irak’tan gelip Hayfa’nýn merkezinde Filistinlilere ait evlere yerleþen Yahudilerin ve 1948’deki etnik temizlikten kurtulmayý baþaran az sayýdaki Filistinlinin, Karmel daðýndaki Dürzi topluluklarýn hepsinin nasýl ayný alýþkanlýkla radyo dinlediðini hatýrlýyorum. Ýlk yayýn Kahire’den Araplarýn sesi kanalý, Sawted-Arap tarafýndan yapýlýyordu, daha sonra Kudüs, Ramallah, Amman, Beyrut ve Þam’daki yerel kanallarýn hepsi birden “Doðu’nun Yýldýzý”ný Hayfa, Filistin ve Arap dünyasýnýn geneline yayýnlýyorlardý. (...) Ulusal kahramanlýða eriþen diðer bir þarkýcý Muhammed Abdül Vahab’dý. Uzun kariyeri 1930’larda baþladý ve 1970’lerde sona erdi. Eriþtiði popülaritesinin kanýtlarýndan birisi de 1991’deki ölümünün ardýndan Mýsýr hükümetinin onun için devlet töreni yapýlmasýna karar vermesiydi. (...) Birçoðuna göre o büyüleyici bariton sesiyle, küreselleþen dünyada, geçmiþteki Arap medeniyetinin yeniden doðmasý için gerekli olan görkemi temsil ediyordu. Melodileri incelendiðinde, Arap ve Batý müziðinin geliþmiþ ölçekteki bir harmaný olduðu anlaþýlýyor. (...) Çok fakir bir aileden geliyordu ve katý Ýslami bir eðitim almýþtý. Bunlarý, bir kumpanyaya katýlarak arkasýnda býrakmýþtý. Sonra Kahire’de çaðýnýn þarkýcý ve oyuncularýnýn mezun olduðu Arap Müziði Enstitüsü’nde daha düzenli bir eðitim aldý.” (Alan Pape-Ortadoðu’yu Anlamak) Abdul Vahab ile Ümmü Gülsüm arasýndaki en büyük fark ise Vahab’ýn Mýsýr Devrimine kadar monarþist iktidarýn tarafýnda olmasý ve sonradan deðiþimiydi... Yine de her iki sanatçý da çaðdaþ Arap müziðinin temsilcileri ve kurucularý olarak kabul edilir. Arapça’da güneþin battýðý yer anlamýna gelen Maðrip’te ise müzik “yerel folklardan ilham aldý. Bu tarz, Ra’i olarak bilindi ve Cezayir’in batýsýnda 1920’lerde, göçmenlerin kýrsaldan batýdaki büyümekte olan kentlere gittikçe artan oranlarda göç etmesiyle ortaya çýktý. O günlerde, müzik kenti, müzik ve boþ vaktin her þeye açýk metropolü imajýna kavuþan O-

60


ran’dý. Göçmenler müziklerini beraberlerinde getirdiler. (...) Ra’i en azýndan kurumsallaþmýþ müziðin bilinen biçiminden belirgin bir kopuþ anlamýna geliyordu ve bir o kadar da kadýn-erkek birlikte dans etmeyi özendiren müziðin ileri bir biçimiydi. Müziðin yarattýðý heyecanlarý ve duygularý aktarmak kolay deðil. (...) Bugün, bir çok kültür için kolay ulaþýlýr ve akýlda kolay kalan, hatta sözlerini anlamasalar bile insanlarýn genellikle keyif alarak dinlediði, Çingene, Latin Amerika, Yunan ve Arap müziklerinin bir karýþýmý. Ra’i þarkýlarýndaki sözler, 1930’lar ve 1960’larda toplumsal ve ulusaldý. Göçmenlerin günlük sýkýntýlarý ve Fransýz sömürgeciliðine karþý verdiði mücadele deðiþik müziksel etkilerle birleþti. Ancak, kýsa süre sonra, aþk, nefret, evlilik ve boþanma konularý þarký sözlerinde aðýrlýklý olarak yer almaya baþladý. Ra’i özgür ruhlu bir sanat biçimi olarak baðýmsýzlýðýn ilk günlerinde ulusal kültürün sade ve katý düþünceleri altýnda çok yol alamadý. (...) 1979’da Ra’i, modern kayýt tekniklerini kullanan geliþmiþ bir sanayi haline geldi. Sadece Cezayir’de deðil Maðrip’in tümünde ve ötesinde toplumsal ve kültürel olaylarda en popüler fon müziði oldu. (...) Ra’i, siyasal islama karþý açýk bir protesto ve düþman haline geldi. Ra’i þarkýcýlarý Cezayir’de 1980’lerin sonlarýnda iç savaþ çýktýðýnda ve yüzyýlýn sonunda, savaþýn büyük zarar verdiði ülkede, kan dökmeye aþýrý düþkünlüðün önemli kurbanlarý arasýndaydýlar. Hükümet, þarký sözleri üzerinde baský kurmaya çalýþtý, radyoda çalýnmasýný yasakladý ve þarkýlarý söyleyenleri cahil olmakla itham etti. Fakat müzik, sadece bir bölgeyle sýnýrlý deðil; o aslýnda Ortadoðu haritasýnýn sýnýrlarýný yeniden çiziyor. Bu yüzden, Suriye’nin Dir el-Zar kasabasýnda popüler tarz, Lübnan ve Filistin’de ayný coþkuyla yapýlan (Ýsrail’de Yahudilerin kendilerine “Ýbrani Dansý” olarak mal ettiði) geleneksel dans Debka’nýn eþlik ettiði Baðdat müziðidir. Müzisyenler, 1980’lerde genellikle Ra’i ve Batýlý Pop müziðini bu karýþýk repertuara katarak yeni ve farklý bir ses yarattýlar.” (age) Buraya kadar olan kýsmý toparlarsak; Ortadoðu bilindiði üzere insanlýk tarihinin en eski vatanýdýr ve biraz abartýyla dünyanýn en zengin ve birbirinden en farklý kültürlerini binlerce yýl baðrýnda taþýmýþtýr. Bunlarý irdelemek bu yazýnýn konusu olmadýðýndan, bu yazý farklý dönemlerde müziðin nasýl algýlandýðý ve baskýlandýðý üzerine, ama toplumsal sýnýflarýn deðiþimiyle birlikte bunlarýn da bir anda -evet, yüzyýllarla kýyaslandýðýnda elli yýl bir andýr- kendine yeni geliþim kanallarý açtýðý, açýlan bu kanalda kitlelerin mücadelesinde güçlü bir araç haline geldiði üzerine küçük bir fikir verebilir. Ümmü Gülsüm’ü efsane haline dönüþtüren þey yalnýzca sesinin muazzam güzelliði deðil, bu muazzam ses kitlelerin emperyalizme baþkaldýrýsýnda baðýmsýz olma düþünü yansýladýðý için de ama ayný zamanda bu muazzam ses insan kalbindeki ket vurulmuþ duygularý yeraltýndan yer üstüne taþýdýðý içinde unutulmaz olmuþtur. Yahut göçmen müziði Rai’nin küçük kasabalardan bütün Ortadoðu’ya yayýlýþý için de ayný þey geçerlidir. Ama Ortadoðu bir köylüler toplumu olmaktan çýkmasaydý, teknik ilerlemenin ürünleri toplumsal yaþamda yaygýnlýk göstermeseydi, geleneksel geri kültürlere toplumsal ilerleme darbeler vurmasaydý ayný baþarýyý gösteremezdi. Müzik insan yaþamýnýn canlýlýðý ve çeþitliliði içinden çýkmýþ ve onun geliþimiyle canlýlýðýný ve çeþitliliðini sürdürmüþtür. Bu nedenle insanýn geliþiminden doðan her devrim de kendi müziðiyle doðmuþtur ve müzikteki yeni, güçlü, derin kapsayýcý arayýþlar toplumsal yaþamýn geliþim arayýþlarý ile birlikte yol almaya devam edecektir.

61

Dmitriy Þostakoviç (1906-1975)

Ý

lk Senfonisi’yle büyük baþarý kazanan Þostakoviç, Sovyet Devrimi’nin 10. yýldönümünde bu devrimi anlatan Ýkinci Senfoni’sini yazdý. Diðer ünlü eserleri arasýnda Leningrad ve Stalingrad Savaþý senfonileri de yeralan Þostakoviç, birçok bestecinin yetiþmesinde de dolaysýz katkýda bulundu. Dimitriy Þostakoviç, hiç kuþku yok, 20. yüzyýlýn en önemli müzik adamlarýndan biridir. Özellikle senfonik müzik alanýnda çaðýmýzýn yüzaký olan sanatçýnýn üyesi olduðu Sovyetler Birliði Komünist Partisi, ülkesi, halký, Ýkinci Dünya Savaþý ve en önemlisi sanatý hakkýndaki düþünceleri konusunda þimdiye kadar çok þey söylendi. Öyle ki, onun inanmýþ bir anti-komünist olduðunu bile yazmaya cesaret edebildiler. SSCB Yüksek Sovyet Milletvekili, Lenin Niþaný sahibidir. Çaðýn büyük Rus bestecilerinden Stravinski, bir daha dönmemek üzere vatanýný terk ederken, Þostakoviç, hiçbir zaman ayrýlmadýðý ülkesine, hep derin bir baðlýlýk içinde kaldý. Ülkesinin sanat elçisi olarak dýþ dünyada kabul gördü.


PROKOFYEV (Sergey Sergeyeviç), 1891– 1953

D

âhi çocuklardandý; daha beþ yaþýndayken bir dans besteledi. Ýlk müzik öðrenimini çok iyi piyano çalan annesinden gördü. R. Gliere’in öðrencisi oldu, daha sonra Petersburg konservatuvarýna devam etti ve Rimskiy-Korsakov ile Lyadov’dan beste, Yesipova’dan piyano, Nikolay Çerepnin’den orkestra yönetimi dersleri gördü. Prokofyev üstünde bu sonuncunun etkisi büyük oldu. Eserinin özelliði, seçtiði temalarýn sadeliði, genellikle diyatonik olmasý, köþeli ve belirli ritimler seçmesi, ton geliþmelerinin paralelliðine dayanan ve kelimenin tam anlamýyle bir «eksenler kontrapuntosu» meydana getiren ses uyuþmazlýklarýdýr. Bir okul yaratmamakla beraber, yeni-klasik bir besteci olan Prokofyev, senfonik müzik, oda müziði, opera ve bale müziði alanýna çok þey getirdi.

BAROK MÜZ K Yenilenmede Özgürlüðe Doðru Barok Dönem, 1600 ile 1750 yýllarýnda, Ýtalya’daki denemeler ile baþlamýþ. Barok, Portekizce ‘barocco’ (düzgün olmayan inci) sözcüðünden gelir. XVII. yüzyýl baþlarýnda, Avrupa’da yüksek düzeyli müzik, saraylar ve kiliseler ile sýnýrlý olmaktan çýkarak, Link salonlara, aka ve salonlara girmiþ, böylece daha geniþ kitleye ulaþmýþ ve müzisyenlerin baðýmsýzlýklarýný kazanmalarýna olanak saðlamýþ. Batý’da Klasik Müziðin dönüþümü, kamusal alanda dolaþýma girmenin, müziði nasýl aristokrasinin hegemonyasýndan çýkardýðýný gösteren canalýcý bir örnek. XVIII. yüzyýlda, Handel, Haydn, Mozart, Bach eserler vermiþ; ancak, müzik, feodal aristokrasinin bir alaný olarak kalmýþ. Rönesans dönemi, tüm sanat dallarýnda, sadelik, temizlik, saflýk dürtülerini güçlendirmiþ, duygular daha yumuþak bir anlatýmla betimlenmiþ. Barok Müziðin Rönesans ya da klasik Fransýz dengeciliðine göre deðiþik özelliði, zýtlýklarý, kabýna sýðmayan imgelem gücü ve görkemli bezemelerdir. Barok dönem ile birlikte, müzik, ‘kontrast’ kavramý ile tanýþýr. Ayný týnýlardaki çalgýlar, birbirleri ile savaþýrlar adeta; birbirleri ile karþýtlýk oluþtururlar. 1580-1640: Yeni Platoncu düþünceden esinlenen aydýnlar, müziksel anlatýmda kendini sorgular ve reçitative (Opera ya da oratoryonun içinde, konuþurcasýna, özgür þarký söyleme þekli.) dayalý ‘Stile representatiro’yu (sembolik üslup) tanýmlarlar. Kont Giovanni Bardi tarafýndan Canmerata Fiorentina -Floransa Akademisi-nin üyeleri olan Jaco-

62


po Peri ve Gulio Caccini, bu araþtýrmalarýn en iyi temsilcileridir. Monteverdi, insanýn en ateþli coþkularýný dile getiren eserler ile primma prattica (Rönesans’ýn coksesliliði) ile recunda prattica (çokseslilik-tekseslilik arasýndaki sentez) arasýnda bað kurmuþ. Heinricih Schütz, Otuz Yýl Savaþý’nýn yýkýma uðrattýðý Almanya’da Ýtalyan Müziðini tanýtmýþ, ama Lutherciliðe duyduðu derin inancý da görkemli seslere aktarmýþtýr. XVI. yüzyýlýn son çeyreðinden baþlayarak müzik dünyasýný derinden sarsan düþünceler hareketi, çok kýsa sürede vokal müzikte büyük bir yanký uyandýrmýþ; 1957-Floransa’da ‘comerata’ denilen derneklerde biraraya gelen yenilikçi müzisyenler biraraya gelmiþ. Bir buçuk yüzyýl içinde, eski kurallar ve polifonik takýntýlardan yeni bir biçim ve kural geleneðine geçilmiþ, kadanslar (Bir müzik cümlesinin sonunda yer alan notalar ya da akorlar grubu) ya da armonik geri planlar üzerindeki melodi ortaya çýkmýþ; bu, armoniler için sequence’i (zincirleme) getirmiþ ve ritmik geliþmeler doðmuþ. Rönesans’tan Barok’a sýçrayan metne baðlý anlatým, konuþma dilindeki vurgularýn abartýlmasýný getirmiþ. A capella’nýn (eþliksiz) yerini, stille nuvo (yeni üslup) almýþ. Müziksel anlatýmda ‘piano’ (düþük ses) ve ‘forte’ (gür ses) terimleri -keþfedilen ve gleþien iþaretler- ile, ses þiddetinin önemi ve katkýsý görülmeye baþlamýþ. Barok dönemin bir diðer özelliði, ‘tonalite’dir. Barok dönem ile birlikte, besteciler, bir anahtardan diðerine atlamaya baþlamýþ; kromatik (Skaladaki sesleri yarým ton aralýklarýndan oluþan on iki sesin akýþý içinde kullanýþ.) müziði üretmeye baþlamýþlar. Ýtalya, yaklaþýk yüzyýl boyunca, enstrümantal müziðin temellerini atmýþ ve geliþtirmiþ. Ýtalya’nýn dýþýnda, ‘süt’ adý verilen dans parçalarý da yaratýlmaya baþlamýþ. Kontat (vezinli bir metnin iki ya da daha çok ses için yazýlmýþ dramatik vokal türü.) ve oratoryo, (dinsel bir temele kurulu dramatik müzik yazýsý. Kökünü Roma’dan almýþ, Avrupa’ya yayýlmasý ise AlmanÝngiliz besteci George Friedrich Handel sayesinde olmuþ.) sesler ile çalgýlar arasýndaki diyalogu ve bireysel vokal anlatýmý, ‘stile nuvo’dan almýþ. Barok dönemin temel müziksel olgusunu, sürekli bas oluþturur; hem mimari, hem armonik, hem de süsleme ilkesi olarak. Monodikteksesli- þarký, opera ve oratoryaya doðru geliþir. Melodiler basit, kontrpuan (notkaya karþý nokta anlamýnda bir müziksel doku. Ýki ya da üç eþ anlý müzik çizgisinin uyumlu örgüsü.) sýnýrlýdýr ve sürekli bas, melodinin zorunlu dayanaðýdýr. Barok müziðin, baþlýca özellikleri; büyüklük duygusu, görünüþe önem verme, karþýtlýklara düþkünlük, kararsýzlýk, süsleme, zigzag, hayal, simetridir.

63

F

Aram Haçaturyan 1903 - 1978

akir bir ailenin çocuðu olarak Tiflis’te dünyaya gelen besteci, ilgisine rağmen bilgiyle beslenmesi mümkün olamadý. Müzik okuluna gidemeyen, nota okumayý da öðrenme þansý bulamayan genç adam, yalnýz okul grubunda kendi imkanlarýyla bariton çalabilmiþti. Rotasýný Moskova’ya çevirerek Gnessin Müzik Okulu’na girmenin yollarýný aramaya baþladý. Bu uðurda ne Rusça bilmiyor olmasý, ne teknik bilgisizliði, ne de baþlamak için bir ölçüde geç kalmýþ olmasýnýn dezavantajý onu caydýrabildi. O yýllarda Haçaturyan’ýn yaþýnda olan Prokofiev ve Shostakovich gibi besteciler, önemli kompozisyonlara imza atmýþlardý. Haçaturyan’ýn iþi gerçekten de oldukça zordu. Ama o sosyalist gerçekçiliði en mükemmel þekilde eserlerinde yansýtmayý baþardý. Yöresel halk þarkýlarýný yeniden yorumlarken, folkloru kendi tarzýyla iþledi. Sakin ama heyecan verici yapýda eserlerine yürek titreten bir canlýlýk kattý. Haçaturyan, Rus geleneðiyle beslenmiþ yöresel halk þarkýlarýný yeniden yorumlarken, folkloru da kendi tarzýyla iþleyerek kullanmayý tercih etti. Sakin ama heyecan verici yapýda eserlerine yürek titreten bir canlýlýk katmýþtýr.


“Bir harp büyücüsüydü. Kolombiya ovalarýnda onsuz yortu olmazdý. Bir yortunun yortu olmasý için Mese Figuereda orada olmalý, danseden parmaklarýyla havayý aydýnlatýp bacaklarý canlandýrmalýydý. Bir gece, ýssýz bir patikada, hýrsýzlarýn saldýrýsýna uðradý. Hýrsýzlar saldýrýp onu dövmeye baþladýklarýnda, Mese Figuereda, katýr sýrtýnda bir düðüne gitmekteydi, bir katýrda o diðerinde harp. Ertesi gün biri onu buldu. Bir çamur ve kan paçavrasý gibi patikada yatmaktaydý; canlý olmaktan çok ölüydü artýk. Ve paçavra, sesten geriye kalanlarla konuþtu: “Katýrlarý aldýlar” Devam etti: “Harpý da” ve derin bir nefes aldýktan sonra güldü; güldü kan tükürerek: “Ama müziði alamadýlar” (Eduardo Galeno)

Nasýl alabilirler ki, müziði… Aramýzdan nicelerimizi aldýlar ve alacaklar daha nicelerimizi… ama müziðimizi asla alamayacaklar. O gür, güçlü, doðanýn tüm muhteþemliðini yansýtarak, yayýlmaya devam edecek. Birinin bitirdiði yerde, baþka birisi baþlayacak. Hiç susmayacak insanlýk müziði…


“Ateþle Sýnanmýþ Þiirler” Ruhan Mavruk

röportaj

969 doðumlu olan þair Nazým Akarsu devrimcilerle lise yýllarýnda tanýþtý. Üniversite yýllarýnda örgütlü bir eylemci olarak süren yaþamýnda tutsaklýðý ve iþkenceyi yaþadý. 1993-2003 tarihleri arasýnda zindan katliamlarýna tanýklýk etti. Sistemin kendisiyle direk olarak savaþan bir devrimci olmasýnýn yanýsýra þiirde de gerçek bir emekçi olmayý yeðleyen þair, þiirlerinde yaþamý ve kavgayý direk olarak yansýtmýþ, okuru sözcüklerin ve imgelerin büyülü dünyasýna ulaþtýrmýþ bir yazýneridir. Dinamit patlarlýðý ve karanfil inceliðindeki þiirlerini bizle paylaþtýðý Umut Tufaný adlý ilk yapýtýyla insanýn karþýsýna güçlü bir duruþla çýkan Nazým Akarsu’ya þiir dünyamýza “hoþgeldin” diyoruz.

1

“Benim iþim þairlik Hayattan þiir yaparým” Ruhan Mavruk: Niye þiir? Nazým Akarsu: Þiir; çünkü yüreðim dolup taþtýðýnda, içimde bir þeyler çaðýldadýðýnda, duygularýmýn, düþüncelerimin akacaðý bir kanal olmasý gerekiyordu. Þiir sabýrsýzdýr. Barajda biriken sular gibi kapaklarý zorlar. Kendine akacak bir yatak arar. Onu o anda bulmanýz gerekir; sonraya býrakamazsýnýz. Bir olay, bir imge, bir bakýþ, bir söz içinizi çaðýldatýr. Sanki o anda orkestranýn bütün enstrümanlarý ayný anda harekete geçer. Size düþen sadece onlara maestroluk yapmaktýr. Kelimeler, cümleler sökün ettiðinde siz bunu bir roman ya da hikaye oylumuna sýðdýrmayý bekleyemezsiniz. Elinize kalemi alýr yazmaya baþlarsýnýz, mýsralar birbiri ardýna sökün eder… Týpký bir sel gibi önüne ne çýkarsa alýp götürür. Þiir; çünkü daha küçük yaþlarda Nazým Hikmet’in þiirleriyle tanýþtým. Deyim yerindeyse vurgun yemiþe döndüm. O þiirlerdeki ses, o seslerdeki uyum, seçilen kelimelerdeki derinlik beni çarptý adeta. Kendimi bir anda coþkun akan bir selin içinde buldum ve Nazým Hikmet’e hayran oldum. O hem benim yeni yeni tanýþtýðým komünist dünya görüþünün þairiydi, hem en güzel aþk þiirlerini, aþk mektuplarýný yazan þairdi hem diyalektik materyalizmi þiirlerinde en iyi anlatan þairdi… Duygu ve düþünce dünyamýn Nazým’la çok benzeþtiðini fark ettim. Sonra Hasan Hüseyin, sonra Ahmed Arif ve Enver Gökçe… Böylece þiire olan ilgim, tutkum geliþti. Nazým Hikmet’in kendi sesinden þiirlerini ilk dinlediðim aný unutamýyorum. Ahmed Arif ve Hasan Hüseyin’in kendi sesinden þiirlerini de. Beni en çok etkileyen Ahmed Arif’in okuyuþu olmuþtu. Onun sesi, kendi þiirleriyle özdeþleþmiþti adeta… Sonralarý onlarýn þiirlerini arkadaþ toplantýlarýnda, etkinliklerde yüksek sesle okumaya baþladým; beðenildi ve artýk kaçýnýlmaz bir þekilde þiir ýrmaðýnýn içinde yol almaya baþladým. Ýlk þiirlerimi onlardan etkilenerek, sevda ve kavgayý ayný þiirin içinde birleþtirmeye çalýþarak yazmaya baþ-

Güz ‘09

65


ladým. Þiir hep benimle oldu; çünkü her zaman sevdalýydým ve her zaman kavganýn içindeydim. Her zaman þiir biriktirdim içimde, mýsralar boylu boyunca akýp geçti aklýmdan ama bunlarý yazmadým; çok sonralarý þiir yazmayý ciddiye aldým, yazmaya baþladým. Niçin þiir? Çünkü þiir yaþamýn kendisidir; aþkla, kavgayla, doða ve insan sevgisiyle yoðrulmuþ yaþam da bir þiirdir. Ruhan Mavruk: Þiiriniz hangi kaynaklardan beslendi? Nelerden ilham aldýnýz? Nazým Akarsu: Aslýnda birinci sorunuza cevap verirken bu soruyu da cevaplamýþ oldum sanýrým. Yine de þunlarý ekliyeyim: bir sevgilinin, aþýk olunan bir insanýn bakýþlarýndan tutun da, deðiþik zamanlarda hafýzamda yer etmiþ aç ve yoksul insanlarýn bakýþlarýna, emekçi insanlarýn ellerine, çocuklarýn aðlamaklý, suçlayýcý bakýþlarýna, insanýn içine iþleyen gözlerine, sýnýf gerçekliðine, emekle-sermaye arasýndaki mücadeleye, þarkýlarýn, türkülerin ezgilerine kadar, bir suyun akýþýndan bir kuþun ötüþüne, bir pýnarýn kaynayýþýna, bir yapraðýn kýmýldayýþýna, bir gülün açýþýna, bir gelinciðin zerafetine kadar her þey ilham kaynaðým oldu. Yani insana ve yaþama dair her þey, ama daha çok da sevda ve kavga. Örneðin zindanlarýn, zindanda verilen mücadelenin özel bir yeri var þiirlerimde. Bunun bir nedeni kendimin de uzun süre zindanlarda kalmýþ olmamsa bir diðer nedeni de zindanlarda yaþanan destansý mücadeledir. Oradaki katliamlar, baskýlar, teslim alma politikalarý, soldurulmak istenen çiçekler, öldürülmek istenen umutlar, hasretler… Þiirime konu oldu, olmak zorundaydý. Zindanlarda yaþanan direniþler, savaþlar… Ölüm orucu eylemi, 19 Aralýk Katliamý… Bunlar, þair olmayaný bile þair yapabilecek süreçlerdi, öylesine yoðun duygular, öylesine yoðun anlar, kahramanlýklar yaþandý ki, ben kendi adýma bunu yeterince yansýtabildiðimi de düþünemiyorum. Ýçimde bir yerlerde o süreç hala patlamaya hazýr bir tomurcuk gibi duruyor. Bir gün belki de patlayacak ve ortaya yeni þiirler çýkacak. Devrimin güllerinin zindanda nasýl koparýlmaya, yapraklarýnýn nasýl daðýtýlmaya çalýþýldýðýnýn anlatýlmasý gerekiyor. Bunun karþýsýnda verilen o büyük mücadelenin, en zor koþullar altýnda yitirilmeyen umudun anlatýlmasý gerekiyor. Elbette bunlar anlatýldý, anlatýlmadý deðil; benim yazacaklarým bir katký olabilir belki de. Þiirlerim sanýrým Pir Sultan’dan tutun da, Karacaoðlan’a, halk türkülerinden tutun da Beethoven’a kadar çok çeþitli kaynaklardan beslendi. Masallar, romanlar, hikayeler, sýnýflar mücadelesi içinde bizzat yaþananlar, tanýklýk ettiklerimiz, iþittiklerimiz… Ýzlediðimiz filmler, güldüðümüz, aðladýðýmýz, sevdalan-

66

dýðýmýz anlar… Gördüðümüz bir resim, içimizi ezen bir müzik, okuduðumuz kitaplar… pek, pek çok kaynaktan beslendi. Ruhan Mavruk: Þiir yazma süreciniz nasýldýr? Nazým Akarsu: Bir tomurcuðun çiçeðini patlatmasý gibi desem… Birikip birikip taþan bir su gibi; biranda çaðýldamaya baþlayan, akan bir su… Bir þelale gibi… Bir noktadan sonra kendini tutamayan, kendini býrakan damlalar gibi… Yaðmurun büyük bir hasretle topraða yaðýþý gibi, topraðýn büyük bir hasretle yaðmur suyuna kavuþmasý gibi. Bir imge, onu takip eden bir mýsra, o mýsrayý býrakamayan baþka mýsralar. Kaðýt ve kaleme koþma, sonra birbiri ardýna sökün eden mýsralar. Bitene kadar durmama… Sonra dönüp yeniden yeniden okuma… Beðenmediðin yere baþka kelimeler mýsralar arama, bulana kadar iç huzursuzluðu, bulunca rahatlama... Bazen þiir durup dururken düþer aklýma. Belki de yüreðimin aklýmýn kýyýsýndadýr bir anda pat diye “ben buradayým” der, o imgeyi, ya da mýsrayý not ederim bir yere. Yanýmda mutlaka kaðýt ve kalem bulundururum; þiirin ne zaman kapaklarý zorlayacaðý belli olmaz çünkü. O anda hemen yazmak gerekir. Sonra üzerinde düþünüp daha uygun, daha güzel, imgeler yakalamak mümkün olur. Bazen bir mýsra günlerce, aylarca, yýllarca dolanýr beynimin içinde; ona güzel bir eþ bulana kadar epeyce uðraþýrým. Bazen kaðýt kalem bulamadýðým için aklýma gelen mýsralarý not edemediðim, sonra hatýrlayamadýðým da olmuyor deðil. Ruhan Mavruk: Sanatçý ve yapýlanma iliþkisi nasýl olmalýdýr sizce? Nazým Akarsu: Bu apayrý bir konu. Önemsemek gerekiyor. Konuyla ilgilenenlerin ciddi bir çaba göstermesi gerekiyor. Sanatçýlarýn örgütsüzlüðü baþlý baþýna bir sorun. Varolan sanatçý örgütlenmeleri yeterli deðil ve haksýzlýk etmek istemem ama deyim yerindeyse birçoðunun suyu çýkmýþ. Dejenerasyon almýþ baþýný yürümüþ. Halktan kopuk, halka uzak, iþçi sýnýfý ve emekçilerin mücadelesine yabancý, entelektüalizm hastalýðýna tutunulmuþ, tanýnmak, star olmak, eserini ya da eserlerini pazarlama kaygýsýyla popüler kültürün peþine takýnýlmýþ, az emek, az ürün ile çok önemsenmeyi bekleyen bir anlayýþýn hakim olduðu bir camia. Kendi dünyasýnda, “kendi yüreðinin kabuðunda” yaþayan, sadece kendisiyle, kendi egosuyla ilgili, toplumsal olaylara duyarsýz, üstenci, burnundun kýl aldýrmayan, “her düðünde damat, her cenazede ölü” bir yýðýn. Küçük burjuva hastalýklardan mustarip, yeni bir þeyler yapmaya takati olmayan, yorgun, umutsuz, devrime inancýný yitirmiþ, bi-

Güz ‘09


limsellikten uzaklaþmýþ, baþkalarýnýn baþlarý üzerine basarak yükselmeye çalýþan insanlarýn ortalýðý kapladýðý bir ortam. Sýrtýný bir yerlere dayayarak ün yapmaya çalýþan, sanatý meta haline getirmiþ insanlarýn çoðunluðu oluþturduðu bir atmosfer. Sanat üzerine herkesin ahkam kestiði, bilirkiþilerden geçilmeyen, “büyük þairler”, “büyük yazarlar”ýn dünyasý. Kendi imkanlarýyla ayakta kalmaya çalýþanlarýn, iyi niyetli bir þeyler yapmak isteyenlerin arkadan çelmelendiði, kumpaslarýn, ayak oyunlarýnýn döndüðü boðucu, kapitalizmin aydýný aydýna, sanatçýyý sanatçýya yabancýlaþtýrmayý baþardýðý bir ortam. Aydýn kendini beðenmiþliðinin, zor beðenirliðin, bireyciliðinin, disiplinden ve örgütlülükten kaçýþýn envai çeþidine rastlayabileceðimiz bir ortam. Ne yazýk ki günümüz sanat ortamý kapitalizm tarafýndan bozulmuþ, üzülerek söylüyorum, çürütülmüþtür. Bu durumda genel olarak sanatçýlar, yazarlar, özel olarak da þairler ne yapacaklar? Ne yapmalýlar? Öncelikle sizin sözlerinizle söyleyeyim, suyun baþýndan ayrýlmamalýlar; çünkü suyun baþýndan ayrýldýklarýnda kýmýltýsýz gölcüklerde çürüyüp gidiyorlar. Onlarýn yeri her zaman iþçi sýnýfý ve emekçilerin yaný olmalý. Deyim yerindeyse orada yýkanýp arýnmalýlar. Ýþçi sýnýfýna ve emekçilere yakýn durmalýlar. Onlarýn örgütlülükleriyle sýký iliþkiler içinde olmalýlar. Elbette sanatçýlar kendi örgütlülüklerini de oluþturmalýlar. Tavrýný emekten, iþçi sýnýfýndan yana belirlemiþ olan sanatçýlar ortak örgütlenmeler içinde olabilirler. Bu sendika, dernek gibi demokratik kitle örgütleri olaübileceði gibi, ayný anlayýþa sahip sanatçý ve yazarlarýn biraraya gelerek oluþturabilecekleri deðiþik örgütlenmeler de olabilir. Önemli olan aydýn ve sanatçýlarýn örgütlülükten kaçmamalarý, sýnýfsal bir bakýþ acýsý kazanmalarýdýr. Lenin’in dediði gibi aydýnlarýn proleterleþmesinin yolu buradan geçer. Aydýnlarýmýzýn, sanatçýlarýmýzýn, yazarlarýmýzýn (tabii ki onlar da aydýndýrlar) proleterleþmelerinin baþka türlü mümkün olacaðýný doüþünmüyorum. Ýþçi eylemlerinde, grev çadýrlarýnda, iþçilerin yaktýklarý ateþlerin baþýnda sabahladýklarýnda aydýnlar proleterleþmeye baþlamýþlar demektir. Sanatçýlarýn, yazarlarýn üretim süreci de bir emek sürecidir. Onlar fikir emekçileridirler. Fiziksel olarak kol gücüyle çalýþmýyorlar diye onlar emekçi kategorisinin dýþýna itilemezler. Ozanlar sýrça köþklerde þiir yazmýyorlar. Onlar da yaþamýn içindeler. Yaþantýsýz ozan olmaz elbette. Kendini Olimpos daðýnýn tepesine çeken, oradan biraz da Zeusvari bir kibirle insanlarý izleyip þiirler yazan þairler yok mu, var? Bunlar gerçeklikle (toplumsal gerçeklik de demiyorum salt gerçeklik) baðýný önemli ölçüde yitirmiþ, kendi hayal dünyalarýnda yaþayan, yüreklerinin

Güz ‘09

kulaklarý saðýr olmuþ þairler, yazarlardýr. Gözlerinin önünde yaþanan tarihsel olaylara tanýklýk etmekten bile aciz, korkak, sinik, bencil tiplerdir bunlar. “Bana dokunmayan yýlan bin yaþasýn” diyebilen, hani Nazým’ýn bir þiirinde “hiç kimseyi, hiçbir þeyi sevmedi / kedilerle köpekleri / ama yalnýz kendininkileri” diye betimlediði tiplerdir. Ve bu tür, tabirimi hoþ görün, sanatçý takýmý bizim ayaðýmýzdaki en büyük prangadýr. Ýþçi sýnýfýna, emekçi halka yabancýlaþmýþ gerçeklikten kopuk bu takým, sanatý toplumsal mücadelenin bir parçasý olarak görenlere karþý öfke duymakta kendilerince onlarý küçümsemektedir. Hani Orhan Veli diyor ya, “hiçbir þeyden çekmedi / nasýrlarýndan çektiði kadar” Biz de bu hiçbir þeyden çekmedik bu sanatçý bozuntularýndan çektiðimiz kadar! Ruhan Mavruk: Bu sistemde sanatçý olmanýn zorluklarý neler? Nazým Akarsu: En baþta eðer sisteme karþý ya da sistem muhalifi bir sanatçý iseniz, doðrudan devletin baskýsý ve tehditleriyle karþý karþýya kalýyorsunuz. Neyi ne kadar yazacaðýnýza, düþüneceðinize onlar sizin adýnýza karar veriyorlar. Bu sýnýrlarýn dýþýna çýktýðýnýzda þarkýda denildiði gibi “senin yolunu gözlüyor, hapishane kapýsý, polis copu filan” Bu ülkenin onurlu aydýnlarý, yazarlarý sanatçýlarý yýllarca zindanlarda kaldýlar, iþkence gördüler, baskýlara maruz kaldýlar. Ýþçi sýnýfý ve emekçilerin yanýnda yeralmanýn bedelini fazlasýyla ödediler. Bunlarýn yaný sýra sanatçýlar, sistemin aðýr ekonomik terörüyle de karþý karþýyalar… Günümüzde, verili sistemde, ne yazýk ki þairler, yazarlar, ressamlar vb. sanat ürünleri üretmenin dýþýnda baþka iþlerde çalýþmak zorunda kalýyorlar. Sadece sanatsal üretimde bulunarak yaþamýný idame ettirebilmek bu sistemde mümkün deðil. Eðer piyasa sanatçýsý deðilseniz, ki onlara sanatçý da denilemez zaten, bu sistemde yaþayabilmek için sanatsal üretimin dýþýnda da bir þeylerle uðraþmanýz, para kazanmanýz gerekir. Zaten sanatçýlarýn birçoðunun açmazý buradadýr. Ürettiði þeyin bir meta olacaðýný düþünen bir sanatçý iyi þeyler üretemez; istediði gibi üretemez. Yaratýcýlýðý geriye ket vurur. Sanatçý üretmek için yaþamayý býrakýp, yaþamak için üretmeye baþlarsa sanatçý olmaktan çýkar; bu nedenle üzerinde yaþadýðýmýz topraklarda sanatçýlarýn çoðu, sanat üretiminin yaný sýra baþka iþlerle de uðraþýyor, uðraþmak zorunda kalýyor. Ancak sosyalist sistemde sanatçýya hak ettiði deðer verilebilir ve onlarýn sadece sanatsal ürün vermeleri için gerekli koþullar saðlanabilir. O zaman sanatçýlar özgürce üretebilirler ve geçim kaygýsý duymazlar.

67


Özgürlük seni en çok gözlerimizdeki içtenlik ve dillerimizdeki türkülerle caddelerde gezerken düşündük

Nazım Akarsu

Özgürlük seni en çok içerimizdeki derinlik ve ellerimizdeki güllerle bahçelerden geçerken düşündük Özgürlük seni en çok işçilerden masmavi tulumlarıyla söz ederken düşündük Özgürlük seni en çok işçilerle gelecek masmavi bir gelecek olarak düşündük 14 Haziran 2009

68

Güz ‘09


Sena Demir

iki

roman... kadın...

N.G. Çerniþevski’nin “Nasýl Yapmalý” romaný ile Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” romaný arasýnda bir bað kursak, mukayeseye kalýþsak, her iki kitabý okumuþ olanlar þöyle diyecektir: “Ama olmaz ki! Kurulacak bir bað da mukayese de yazarlara çeþitli þekillerde haksýzlýk olur. Çünkü her iki kitap da zamanlarý, konularý, erekleri, kahramanlarý vb. bakýmýndan birbirinden farklýdýr. Bunlar edebiyatta birer çeþitliliktir.” Bu yargýya katýlmakla birlikte her iki yazarýn da kadýn-erkek iliþkisi, aþk-sevgi temalarý -roman kahraman karakterleri farklý olsa da- birçok noktada paraleldir. Bu da, ikisini bir yazý içinde ele almaya, onlarla bir takým þeylerin altýný çizmeye yetmez mi? Nasýl Yapmalý’yý daha önceden okuyanlar sonradan Kürk Mantolu Madonna’yý okumuþlarsa ya da tersi bir sýrayla okunmuþsa, þimdi de þöyle diyeceklerdir: “ Evet, her iki kitapta da bu söyledikleriniz var. Ýtiraf edeyim ki kitaplarý okurken ben de küçük bir karþýlaþtýrma yapmýþtým. Ama yine de… Evet, iþ “ama”lara gelince sayfalarca yazý ortaya çýkar ve sonuçta ilk yargý-düþünceye varýlýr: zamanlarý, konularý, ele alýþ biçimleri, sanatsal nitelikleri, kahraman tipleri vs. bakýmýndan birbirinden farklýdýr. Peki, ama zaten iþi cazip kýlan þey de bu deðil mi? Ama içimiz rahat etsin diye Çerniþevski’ye þunu söyleyelim: “Üstadým, hakkýn, yerin elbet bakidir, ne seni ne eserin herhangi bir þekilde sýradanlaþtýrmak gibi bir niyet, amaç burada yoktur. Eserin üzerinden nerdeyse yüz elli yýl geçmiþtir ama o hala aramýzda yaþamakta, bizi düþündürmektedir. Ve görüyorsun ki bu yazý biçimi (ve devamý da) senden bir taklit taþýmaktadýr, lütfen bunu da hoþ gör! Çünkü anlatýlacaklarýn senin anlatýþ tekniðinle daha rahat ortaya serileceði kanýsýný taþýmaktadýr. Sabahattin Ali’ye de bir þeyler demek lazým: “Sayýn yazar, adýnýzýn bir yazýda, Çerniþevski ile birlikte anýlmasýndan hoþnutluk duyabilir, öte yandan, sýkýntý da duyabilirsiniz. Ama sizin þanssýzlýðýnýz sizin sorununuz deðil. Siz o kadar genç yaþta adi bir suikaste uðramasaydýnýz belki ileride sizden baþka bir Nasýl Yapmalý okuyabilirdik. Nazým ustaya katýlmamak elde mi? Sizde dikkate deðer bir yetenek vardý! Düþ gücünüz, hümanistliðiniz, gel-gitli de olsa yeni bir toplum arzunuz vb. eserlerinize bir þekilde yansýmýþtýr. Sizin þanssýzlýðýnýz sadece adi bir suikaste uðramak da deðil, henüz Türk edebiyatýnýn birkaç yaþýndaki çocuk adýmlarý attýðý bir deneyimdeydiniz. Ve siz de henüz bu uzun edebiyat ve siyasal yolculuktan vazgeçip, arayýþlardaydýnýz. Aramýzdan çoktan ayrýlmýþ olan yazarlarýn ruhlarýný çaðýrýp konuþmaktan artýk vazgeçip, hala aramýzda yaþayan ve bizleri düþüncelere süren eserlerine bakalým… Romanlar Hakkýnda Kýsa Hatýrlatma Kürk Mantolu Madonna’da Sabahattin Ali bir aþk hikâyesi anlatýr. Onun kahramanlarý mükemmel insanlar deðildir, hatta ne büyük iddialarý vardýr ne de büyük arzularý, istekleri… Sýradan olan bu insanlarýn hayatlarý bir kurumda (iþ yerinde) kesiþir ve yazar romaný, bu kesiþme noktasýnda býrakýp o iþ yerinde memurluk yapan Raif Bey’in gençliðinde yaþadýðý aþkýna odaklar okurlarý. Kitabý okuyanlar romanýn giriþ bölümündeyken ilerleyen sayfalarda þunu bulacaðýný sanýr: Yazar bize toplumdaki sýnýflarýn birbiriyle olan iliþkileri, yaþayýþ biçimlerini anlatacak; peki ama Kürk Mantolu Madonna da ne oluyor?

Güz ‘09

69

N

.G. Çerniþevski’nin “Nasýl Yapmalý” romaný ile Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” romaný arasýnda bir bað kursak, mukayeseye kalýþsak, her iki kitabý okumuþ olanlar þöyle diyecektir: “Ama olmaz ki! Kurulacak bir bað da mukayese de yazarlara çeþitli þekillerde haksýzlýk olur. Çünkü her iki kitap da zamanlarý, konularý, erekleri, kahramanlarý vb. bakýmýndan birbirinden farklýdýr. Bunlar edebiyatta birer çeþitliliktir.”


Nazým usta bu kitap hakkýnda yazara þunlarý yazmýþtýr: “ Kürk Mantolu Madonna, bu kitabý hem sevdim hem kýzdým. (…) Kitabýn birinci kýsmý bir harikadýr. Bu kýsmýn kendi yolunda bir inkiþafý yeni bir küçük burjuva ailesinin iç yüzünün tahlili öyle bir haþmetle geniþlemek istidadýnda ki, insan buradan ikinci kýsma geçerken, elinde olmayarak, yazýk olmuþ, bu çok orijinal, çok mükemmel baþlangýç ve imkân boþuna harcanmýþ, keþke bu baþlangýç harcanmasaydý, diyor. (…) “Gelelim ikinci kýsmýna, o kýsým, baþlý baþýna büyük bir hikâye olarak güzeldir ve böyle bir tecrübe gerek senin için gerekse Türk edebiyatý için lazýmdý. Sen bu tecrübeyi baþarýyla yaptýn.” Evet, yazar okurlarýný atlatarak baþka bir þeyi, kadýn-erkek, aþk-sevgi konusunu iþleyerek kitaba devam etmiþtir. Ama esasen kimseyi de atlatmamýþtýr. Raif beyi, yani bir burjuvayken entrikalar-hilelerle servetinin büyük bir kýsmý elinden alýnmýþ, geriye bir konak ve tercüme memuruyla (ki bu da Almanca biliyor oluþundan, yani bir servetin dolaylý parçasý…) kalmýþ olan, hayalperest, içe kapanýk, karamsar, düþünebilen ama iþ hayatý, onun sorunlarýna ve çözmeye geldiðinde inançsýz, atýl bir küçük burjuvayý anlatmýþtýr. Nazým ustanýn beklentisi ise onun iyimserliðindendir. Ýkinci kýsým için ne yazýk ki yazarýn yarattýðý karakterler daha fazlasýna izin vermemiþtir, izin verebilmesi için de bu sefer yazarýmýzýn daha usta ve þanssýz olamamasý gerekliydi… O nedenle bizim de bu hikâyeyi böyle kabul etmekten baþka çaremiz kalmamaktadýr. Nasýl Yapmalý da ise Çerniþevski adým adým yeni insaný ve onlarla birlikte yeni bir toplum hayalini kurgular; ilginç tekniði ile de okuyucu kitlesini romanýn içine sokup, onlara ayna tutar. Yerilecek karakter öðelerini bizzat kendisi kahramanlarýn aðzýndan yaparak eserini hem korumaya alýr hem de geliþmiþ insanlarýn ne olduðunu bizlere gösterir. Sýký bir evrimci anlayýþa ve yeni insaný anlatýrken teknik-mekanik kalmasýna raðmen harika bir kitaptýr. Çerniþevski ulaþtýðý bilincin bütün sýnýrlarýný zorlar bu yapýtta. Kahramanlarý birer kuramcýdýr ayný zamanda, en büyük felsefeleri daima ileri, hep ileri… Durmak kiþinin geliþimini de haliyle mutluluðunu, aþkýný, iliþkilerini de öldürür, soldurur… Ýmkânsýz yoktur, sadece aþýlmasý gereken engeller vardýr ve aþmanýn biricik ölçüsü ileri bakmak ve gerçekçi olmaktýr. Karamsarlýk, geçmiþe takýlýp kalmak doðal bir yasaktýr, geliþimi isteyen kiþi de zaten karamsar olamaz. Ve roman, daha birçok nitelikli yanlarýyla bu kahramanlarýn üzerine kurulmuþtur. Vera Pavlovna’nýn hiç istemediði bir evliliðe mecbur býrakýlmasýyla ve onun çaresizce sadece düðün gününü ötelemeye uðraþmasýyla hikâye örgüsü baþlar. Bu sýrada Lopuhov’la tanýþýr ve Vera’nýn kurtuluþu onun

70

ilk sorunu olur. Bu kurtarma planlarý arasýnda birbirine giderek yakýnlaþan çift, sonunda aþýk olurlar ve Vera’nýn ailesini tongaya düþürerek evlenirler. Böylece Vera için yeni bir yaþam, bütün özgürlüðü ve baðýmsýzlýðýyla baþlar. Birkaç yýl sonra ise yeni bir aþk ortaya çýkar: Vera ile Kirsanov aþký! Yazar bu iki aþký, kiþilerin geliþimi, karakterleri doðrultusunda biz okurlarýna öyle bir anlatýr ki bütün yavan, kliþe aþk masallarýný kafamýzda alt-üst eder. “Ve hayatlarýnýn sonuna kadar birbirlerine aþýk kalarak mutlu yaþamýþlardýr.” soyutlamasýnýn, kiþilerin geliþimi, hayatýn zenginliði ve somutluðu ile ele alýnmadýðý sürece bir deðerinin olmadýðýný acýmasýzca yüzümüze çarpar… Raif Bey- Maria Puder Aþký Raif beyden yukarýda birkaç cümleyle bahsetmiþtik, oradan devam edelim. Ne demiþtik? Raif Bey karamsar, hayalperest, içe kapanýk, insanlara inancý, güveni olmayan ve sonradan bunu tamamen kaybeden, pasif bir kiþiliktir. Ama ayný zamanda, eðitimli, kültürlü, aydýn düþünceli, resim sanatý konusunda da yeteneklidir. Raif beyin hayatý iki bölümdür. Birincisi gençtir, arayýþ içindendir. Yaþadýðý dönemin insan iliþkilerini, insanlarýný, geriliklerini görmekte ve bundan kendini tecrit etmeye çalýþmaktadýr. Çok kitap okumakta ve okuduðu roman kahramanlarýný toplumda görme arzusundadýr. Bunu yaþadýðý topraklarda bulamayacaðý kanýsý güçlüdür. Babasýnýn “Belki adam olur” düþüncesiyle Avrupa’ya göndermesi onda yeni umutlar yaratýr. Avrupa’da o kahramanlarý görme umudu… Ama orada da yoktur… Ancak orada Kürk Mantolu Madonna’yý bulur ve aþýk olur! Bu bir tablodur! Bir portre! Aradýðý insan, roman kahramaný, aþýk olabileceði yegane kadýn bir portre olarak karþýsýnda durmaktadýr. Günlerce o tabloyu izlemek için sanat galerisine gider… Portre ressamýn kendi portresidir. Sonunda tanýþýrlar “Kürk Mantolu Madonna” ile… Raif beyin yaþamýnýn ikinci bölümü ise her açýdan bir felakettir. Raif bey önce babasýný ardýndan servetini ve en son Maria Puder’i kaybeder. Babasý ile serveti onun hayatýnýn yýkýlýþý, daha doðrusu duygusal olarak çöküþünü getirmez. Elinde kala kala küçük bir serveti kalmýþtýr. Bu da Maria Puder’le bir hayat kurmalarýna yeter gözükmektedir. Ancak bir gün Maria Puder’in mektuplarý kesilir… Kitabý okuyanlar hemen önsezileri ve dikkatliliðiyle durumu anlamýþlardýr, ama Raif bey? Hayýr! O, Maria Puder’in onu terk ettiðine inanmýþtýr. Raif beyin bir aþkla baþlayan insanlara, hayata olan güven, inanç, umut, deðiþim, bir aþka olan inancýn, güvenin son bulmasýyla yýkýlmýþtýr! Bu ne kadar acý ve âcizane bir þey!

Güz ‘09


Ama Raif bey romanýn içinden þöyle karþý çýkacaktýr (tabi karþý çýkacak kadar hayatýn içindeyse… Gördüðünüz gibi Raif Bey, size yalnýzca acýyorum ve bu acýma duygusu, merhametsizliðini kýþkýrtýyor!): Nasýl böyle söylersin! Maria Puder’i anlattým size! O tanýdýðým harikulade kadýndý, bu zamanýn ender insanlarýndandý. O benim ruh ikizimdi. Onunla insanlara güven ve inanç duymaya baþlamýþtým. Umudun olduðunu görmüþtüm… O yaþayan umuttu… Evet, gel-gitleri, eksikleri de vardý ama kimin yok ki… Ve ben yaþamaya artýk baþlamýþken o umut, o güven, o inanç beni terk etti… En çok güvendiðim, en çok inandýðým, baðlandýðým ve artýk ikimizi tek bir insan olarak gördüðüm o bile bunu yapmýþsa, öyle bir insan bunu yapmýþsa… Ben artýk nasýl bu riyakâr, bu alçalmýþ, bu rezil dünyada umut taþýyabilirdim… Yapacaðým tek bir þey kalmýþtý, kendi kabuðuma daha çok çekilmek, ne insanlardan bir þey beklemek, ne de onlarda kendimle ilgili bir beklenti yaratmak… (Siz… Evet, evet! Siz! Þuradaki genç adam ve genç kadýn! Bakýyorum da Raif beyin sözleri size çok dokunaklý gelmiþ, hemen birbirine melankoliyle bakýp “Beni sakýn terk etme… Etmezsin di mi? zavallý Raif bey! Ne kadar da tesellisiz bir durum bu!” diyorsunuz! Öyle mi? O zaman þimdi iyi dinleyin…) Hayýr Raif Bey, bu söyledikleriniz sizi ne baðýþlatýr ne, ne de kurtarýr ya da haklý çýkarýr! Siz hayatý, umudu, güveni, aþký-sevgiyi yalnýz kendinden ve tek bir kadýndan menkul sayan, karamsar ve hasta bir ruha sahipsiniz! Siz Maria Puder’den çok kendi farklýlýðýnýza aþýktýnýz! Hatýrlýyor musunuz, Maria size “Artýk görüþmeyelim.” dediðinde nasýl da kendi ölümünüzü ve bunun Maria üzerindeki yýkýcý etkileri olan onlarca düþ kurmuþ, düþte planlar yapmýþtýnýz! Görünüþte sadece onsuz yaþayamama gibi bir hayli soylu gelen bu davranýþ aslýnda bencilliðin daniskasýdýr! Kendinizi öldürecektiniz ve bunu öðrenen Maria “Ah, ben ne yaptým? Nasýl kýydým size! Oysa ben de sizi seviyordum! Tanrým, bundan sonra ben nasýl yaþarým bu acýyla…” diyecek ve siz de mezarýnýzda gayet memnun kalacaktýnýz! Aman ne büyük sevgi! Ne büyük bir aþk bu böyle! Hani aþk, birbirinin mutluluðunu istemekti! Hani bir aþkta karþýlýklý zorbalýk olmazdý! Neyse ki bundan vazgeçip Maria’ya bir kez daha zorbalýksýz koþtunuz. Maria Puder’in size hayat, umut aþýladýðý doðru ama kendinizi kandýrmayýn, siz o aþký yaþarken dahi insanlarla yaþamayý sizler gibi insanlarý aramayý ya da deðiþtirmeyi hiç düþünmediniz, çabalamadýnýz da. Bu nedenle, ülkeye geri dönmek zorunda kaldýðýnýzda ve bir süre sonra Maria’nýn mektuplarý kesildiðinde Berlin’de onun dýþýnda bir dostunuzun olmadýðýný gördünüz! Ah Raif bey, hemen onu yargýlayýp bir baþka aþkýn peþine düþtüðünü kabul ettiniz. (üs-

Güz ‘09

telik de onun böyle yapmasýnda sizinle ilgili bir þey yok da, kendi yapýsý gereði olduðunu düþündünüz… Oysa Maria sizden bir þey saklamadý ki… Onu ne kadar az anlamýþ, tanýmýþsýnýz böyle!) ve bu da size korkunçtan da öte geldi… Peki ama bu nasýl güven, dostluk, aþktýr böyle? Bu nasýl arayýþ, deðiþimdir ki yaþayan ölüye döndünüz?! Kabul edin, siz yalnýz kendinizle yaþadýðýnýz gibi aþký da kendinizle yaþadýnýz… Bu haliniz sizi bir proleterden, emekçiden çok hasta ve karamsar bir küçük burjuva yapar! (Siz, deminki genç adam ve genç kadýn! Hala Raif beyin durumunu tesellisiz mi buluyorsunuz ya da Raif beyin kendini savunan sözlerini haklý mý buluyorsunuz, orada kendinizi mi görüyorsunuz hala? O halde ruhlarýnýz daha fazla hastalanmadan kendinize, iliþkinize bir daha bakýn!) Maria Puder, yani Kürk Mantolu Madonna portresini yapan ressam, þarkýcý ve yalnýz olan Alman kadýn… Raif beyin biricik aþký, umudu ve umutsuzluðunun sebebi… Maria Puder, Raif beyin aksine hayatýný, kendi kazanmaya mecbur olmuþ insanlardan. Babasýndan kalan küçük bir miras, ona sadece okul masraflarý için yetmiþtir. Kendi deyimiyle: “Para kazanmaya mecbur oldum. Çalýþmak hiç de fena bir þey deðil. Bana dokunan ruhlarýmýzý alçaltmadan çalýþma isteðimizin hoþ görülmemesi…” Maria bir gazinoda þarký söylemektedir, bu acý sözlerimin sebebi, gazino ortamý ve oraya gelen erkeklerin onun sanatýyla deðil, güzelliði ve vücuduyla ilgilenmeleridir… O, esasen ressamdýr ama “Resim yaparak geçinmek istemiyorum. Çünkü o zaman kendi istediðimi deðil, benden istenileni yapmaya mecbur olacaðým… Asla… Vücudumu pazara çýkarmayý tercih ederim. Çünkü onun bence ehemmiyeti yok…” Maria Puder’in bu sözlerinden de anlayacaðýmýz gibi o, bir hayli ileri görüþlü bir kadýndýr. Ne istediðini bilen, bir yanýyla nasýl toplumsal bir sistemde yaþadýðýnýn farkýnda olan ve böyle bir sistemde yaþamak istemeyen bir kadýndýr. Daha sonra anlatacaðýmýz sözlerinden de anlayacaðýmýz gibi, bu sistemin yarattýðý geri erkek ve kadýnlar tarafýndan dýþlanan Raif beyin tersine yalnýzlýðý mecbur olduðu için “tercih” eden-yaþayan bir kadýndýr. Ayrýca özgürlüðüne, baðýmsýzlýðýna düþkün olduðu kadar, doðruluðuna emin olduðu düþüncelerin gereði gibi yaþayan bir kadýndýr. Onun en büyük kusuru insanlara, deðiþime olan inancýný yitirmesidir ki, amiyane tabirle onun gibi feleðin çemberinden geçmiþ bir kadýn için normaldir. Böyle olduðunun o da farkýnda deðildir, ta ki Raif beyin aþkýnýn gücüyle karþýlaþana kadar… O aþka inana kadar. Maria hayatýn hep içinde, insanlarla iliþki halinde olarak, gözlemleyerek, bu gözlemlerinden bir sonuca

71


ulaþarak yaþamýþtýr. O nedenle, o, ilerlemeye açýk bir kadýndýr. En büyük kusurunu aþkla geride býrakmýþtýr. Ancak Maria’nýn ömrü iþte bu anda sona ermiþtir. Yazarýmýz hüzünlü bir aþk öyküsü yazmak yerine, sevgilileri kavuþtursaydý o zaman görürdük ki Maria ulaþtýðý sonuçlara yenilerini eklemeyi sürdürecek ve bu sefer de bu aþk baþka bir “hüzün”le karþýmýza çýkacaktý. Maria, özgür ve baðýmsýz bir kadýndý ve bu onun yalnýzlýðýndan dolayý deðil, ekonomik baðýmsýzlýðýndan ileri gelmekteydi. Bir araya gelebilselerdi, Maria, Raif beyin bütün ileri yanlarýna raðmen onunla devam edemeyecekti. Öncelikle ekonomik olarak Raif beye baðýmlý olacaktý, bu da onu boðacaktý. O çalýþmaya kalktýðýnda bildiði tek iþ þarkýcýlýktý, buna da ne koþullar ne de iliþkileri pek olanak vermeyecekti. Ressamlýða devam edebilirdi elbette ama biliyoruz ki o bunu para için, pazar için yapmayý reddediyor. Belki ona göre bir iþ yine de bulunabilirdi. Peki Raif bey bunu kaldýrabilecek miydi? Her neyse, yazarýmýz da birçok açmazý görmüþ olmalý ki sevgilileri henüz birbirlerini severken, iliþkileri tazeyken kavuþturmamayý tercih ediyor. Þimdi ukalalýk yapýp kitaba yeni sayfalar eklemsinin gereði yok. Denilecek ki, önce Raif beyi yerden yere vurdunuz, sonra Maria Puder’i övdünüz; peki nasýl oldu da onlar bu aþký doðurdular? Raif beyin yerden yere vurulmasý gereken yanlarý var ama baþta da belirtildiði gibi Raif bey aydýn düþünceli, ince ruhlu, kültürlü-eðitimli bir insandýr ve bir kadýný kendi tahakkümüne almayacak kadar en azýndan bundan kaçýnacak kadar ileri bir erkektir. Ýþte onun gücü budur. Maria Puder’in beklentisini karþýlayan, ona aþýk olabileceði en büyük vasfý budur ki bu bir aþkýn özgürce sergilenmesi için önemlidir. Maria Raif beyle dostluðunun baþýnda ona þöyle der: “Þuna dikkat edin ki, benden herhangi bir þey istediðiniz gün her þey bitmiþ demektir. Hiçbir þey, anlýyor musunuz, hiçbir þey istemeyeceksiniz.” Raif Bey, bu ve bundan sonraki konuþmalarýnýn üzerine þunu söyler ve söylediklerinde dürüst davranýr: “…Pek az insanla tanýþtým ve daima kendimle yaþadým. Görüyorum ki baþka yollardan gittiðimiz halde ikimiz de ayný neticeye varmýþýz: ikimiz de birer insan arýyoruz, kendi insanýmýzý… Eðer birbirimizde bunu bulursak harikulade bir þey olur… Asýl ehemmiyeti olan budur… Kadýn, erkek, münasebetlerine gelince hiçbir zaman korktuðunuz cinsten bir insan olmadýðýma emin olabilirsiniz… Kendim kadar hürmet etmediðim ve kendim kadar kuvveli bulmadýðým bir insaný sevebileceðimi aklýma bile getirmedim. Demin tezlil edilmekten bahsettiniz. Bir erkeðin buna müsaade edebilmesi bence kendi þahsiyetini inkâr etmesi asýl kendini tezlil etmesi demektir. (Kýskançlýk konusunda ise…)

72

… Ýçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kiþiye inhisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasýný bekleyemez.” Raif beyin hakkýný verdikten sonra, Maria Puder’in þu uzun, acýmasýz ve sitemli konuþmasýna dikkatle kulak verelim. Yalnýz bu noktada lütfen sabýr… Bu yazý konunun uzatýldýðýnýn farkýnda ama þimdi bunlar kuru-yavan bir yazýyla ifade edilmiþ olsaydý, birçok okur belki de yazýnýn ahkâm kestiðini düþünecek, erkekler ise okumakta pek az sabýr göstereceklerdi! Maria’yý dinleyelim: “Ýnsan, bilhassa kadýn ve erkek münasebetleri o kadar karma karýþýk ve arzularýmýz, hislerimiz o kadar anlaþýlmaz ve bulanýk ki, hiç kimse ne yaptýðýný bilmiyor ve akýntýya kapýlýp gidiyor. Ben bunu istemiyorum. Beni yüzde yüz doyurmayan, bana tam manasýyla lüzumlu görünmeyen þeyleri yapmak beni kendi gözlerimde küçültüyor. (Bravo Maria!) bilhassa tahammül edemediðim bir þey, kadýnýn erkek karþýsýnda her zaman pasif kalmaya mecbur oluþu… (Þimdi anlýyor musun Maria’nýn Raif beyi neden terk etme ihtimalinden söz edildiðini!...) Neden? Niçin daima biz kaçacaðýz ve siz kovalayacaksýnýz? Niçin daima biz teslim olacaðýz ve siz teslim alacaksýnýz? Niçin sizin yalvarýþlarýnýzda bile bir tahakküm, bizim reddediþlerimizde bile bir aciz bulunacak? (Devam et Maria, dök içindekileri… Bu arada siz, geçenlerde ayrýlan ve þimdi göz ucuyla birbirine bakan çiftimiz… O neydi öyle… Kadýn artýk aþýk olmadýðý için ayrýlmak isterken erkeðin davranýþlarýndan ötürü kendini suçlu ve büyük bir hata yapýyormuþ gibi hissediyordu… Alacaðý tepki onu nasýl da endiþelendiriyordu öyle… Ayrýlýk bile böyleyken, kavuþmak ve dolu dolu bir aþk yaþamak… Tahakkümsüz ve korkusuz?! Düþünmeye deðer!) çocukluðumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul etmedim. Niçin böyleyim, niçin diðer kadýnlarýn farkýna bile varmadýklarý bir nokta bana bu kadar ehemmiyetli görünüyor. Erkek tahakkümü görmeden, yani tabii olarak büyüdüm. Mektepte kýz arkadaþlarýmýn miskinliði, emelleri beni daima tiksindirdi. Hiçbir þeyi kendimi erkeklere beðendirmek için öðrenmedim. Hiçbir zaman erkeklerin önünde kýzarmadým ve onlardan bir iltifat beklemedim. Bu hal beni müthiþ bir yalnýzlýða mahkûm etti. Kýz arkadaþlarým benimle ahbaplýk etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarýna aykýrý buldular. Hoþ tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu. (Biliyorum kýzýyorsunuz: Býrak da kadýn konuþsun, çekil aradan, diyorsunuz. Haklýsýnýz! Ancak bu yazýnýn bir olayý aktarmasýna izin verin. Genç ve güzel kadýn sevgilisi tarafýndan güzelliðinin görülmesini ve i-

Güz ‘09


tiraf edilmesini istiyor, geciken iltifat karþýsýnda da darýlýyordu. Sonunda Romeo’muz dile geldi ve söyledikleri bizim Juliet’i içten içe sevindirdi. Romeo ona þöyle demiþti: Ben kýskanç bir adamým. Sevdiðim kadýný kýskanmam kadar doðal ne olabilir, üstelik sevdiðim güzelken… Bizim Jul, cümlenin baþýný deðil de sonunu duymuþ sanki, onu terk etmeye hazýrlanacaðýný düþünürken o da ne? “Sevgilim! diye boynuna atýlýyor! Ah Jul o kadar acý çekmen mi gerekiyordu, kýskançlýðýn bir kadýn ve bir iliþki için hangi taraftan gelirse gelsin tahammül edilecek, hoþ görülecek bir yaný olmadýðýný görmen için? Romeo için ayný þeyleri söylemek zor! Tüm bunlarý söylerken yanaklarý bile hala kýzarmadý! O halde Maria’yý iyi dinle.) Erkeklerle de arkadaþ olmadým. Aradýklarý yumuþak lokmayý bende bulamayýnca müsavi kuvvetlerle karþý karþýya gelmektense kaçmayý tercih ettiler. O zaman erkek azminin ve kuvvetinin ne olduðunu gayet iyi anladým: dünyada hiçbir mahlûk bu kadar kolay muvaffakiyetler peþinde koþmaz ve hiçbir mahlûk bir erkek kadar hodbin (bencil), kendini beðenmiþ ve nahvetli (kibirli), fakat ayný zamanda korkak ve rahatýnda düþkün deðildir. Bir kere bunlarý fark ettikten sonra erkekleri sahiden sevebilmem imkânsýzdý. En hoþuma giden ve birçok hususlarda bana yakýn olan adamlarýn bile, küçük vesilelerle bu kurt diþlerini gösterdiklerini: her ikimize de ayný derecede zevk veren beraberliklerden sonra özür dilemeye, himaye etmeye çalýþan, fakat ayný zamanda herhangi bir þekilde muzaffer olduðunu zanneden ahmakça bakýþlarla yanýma sokulduklarýný gördüm. Hâlbuki acýnacak halde olan, zavallýlýklarý meydana çýkan onlardý. Hiçbir kadýn, ihtiras halindeki bir erkek kadar aciz ve gülünç olamaz. Buna raðmen bu hallerini bir kuvvet tezahürü zannedecek kadar yersiz bir gururlarý vardýr… Aman yarabbi insan deli olur… (…)… Ben tabiatý çok severim… Tabii olmayan þeylere karþý her zaman çekingen davranýrým… Bunu için muhakkak bir erkeði sevmem lazým geldiðine inanýyorum… Ama sahiden bir erkek… Hiçbir kuvvete dayanmadan beni sürükleyebilecek bir erkek… Benden bir þey istemeden, bana hakim olmadan, beni tezlil (hakaret) etmeden beni sevecek ve yanýmda yürüyecek bir erkek… Maria’nýn bu sözlerine Raif beyin yanýtýný yukarýda vermiþtik. Raif bey Maria’nýn istediði yanýtý vermekle kalmýyor, gerçekten de herhangi bir kendini zorlayýcýlýða girmeden, tam da içinde taþýdýðý duygular-düþüncelerle davranýyor. Eðer Raif bey bunlarý kiþiliðinde taþýmýyor olsaydý, bu bir þekilde bakýþýnda, laf arasýnda söylediði bir sözde vs. belli olurdu. Nihayetinde o sýrada deðil ama daha sonra hayatýnýn ikinci bölümünde belli olan yanlarý da bir hayli üstü örtülü biçimde gördük… Yine de, demek ki (Maria’nýn da vurguladýðý gi-

Güz ‘09

bi) esaslý bir dostluðun temelinde bile olmamasý gereken tezlil, himaye, zorlama, küçümseme vs. durumu ayrý cinsler arasýndaki iliþkilerde çok daha hassas bir konudur. Bir erkek, kadýný nasýl olur da küçük görerek, onu bir kadýn olduðu için korumasý ve himaye etmesi vb. gerektiðini düþünür ya da bir kadýn ona bu hakký verir! Mümkünatý yok! Böylesi bir iliþkinin varlýðýndan-saðlamlýðýndan daima þüphe etmek ve yargýlamak kaçýnýlmaz bir þeydir. Raif Bey-Maria Puder dostluðunda bunu göremeyiz. Bu yanýyla da bu iliþkinin özgürlüðü içinde kýsa sürede Maria duygularýný daha iyi görür ve erkeklere olan nefretinin yol açtýðý kiþilere-deðiþebilmeye inançsýzlýk, bir aþka inançsýzlýk Raif beyin davranýþlarý, sevgisinin gücüyle son bulur. Maria gözlemciliði ile Nasýl Yapmalý’nýn Vera’sýna benzer. Ýkisi de yaþamlarýndaki olumsuzluklardan, baskýdan, aþaðýlanmadan, sürekli rahatsýz edilmekten ve gerçek insanlar yerine konulmamaktan vb. yola çýkarak olmamasý gerekenleri bulur, ama bu ikisini de duygusal olarak ve yaþama biçimi olarak yalnýzlýða iter. Tüm bunlara raðmen Maria, kendini akýntýya kaptýrmamýþ, inanmadýðý þeyleri yapmamýþtýr. Ayrýca Vera’dan bir adým öne geçerek hayatýnýn akýþýný ilk elden kendi eline almýþtýr. Yine de Vera Pavlovna Maria’dan daha ileridir. Çünkü Vera hala umutludur, en azýndan kitaplardan da yola çýkarak baþka bir hayatýn, dünyanýn olabileceðini, bunun bir düþ-istem olarak kalmamasý lazým geldiðine inanýr. Maria ise bir hayli karamsardýr ve onu bu umuda uyandýracak bir Lopuhov’u yoktur. Ancak Raif Bey yine de Maria’dan umutsuzluðu, karamsarlýðý alabilmiþtir. Þimdi birçok okur belki de þöyle diyecektir: o halde Raif bey ile Maria yan yana gelselerdi bir de bu nedenle ayrýlabilirlerdi. Evet, kim bilir, belki de öyle olacaktý ama dedik ya, yazarýmýza karþý ukalalýk yapmayalým. En iyisi bu aþký burada bitirip iþin bir de daha ileri boyutta yaþanýlanlarýna bakalým. Vera-Lopuhov Aþký Daha önce roman hakkýnda kýsa hatýrlatmamýzda dile getirmiþtik. Vera Pavlovna, özellikle annesi tarafýndan zengin ve soylu bir damat adayý ile evlenemeye zorlanmaktadýr. Bu sýrada Lopuhov (Dimitri Sergeyiç) Vera’nýn erkek kardeþine ders vermek için gelen bir üniversite öðrencisidir. Bir zaman sonra aralarýnda dostluk kurulur. Vera, en azýndan damat adayýnýn kendini çok sevdiðine inanmak gayretindedir, ama öte yandan o damat adayýný hiç sevmemekte, yalnýzca onun bu karþýlýksýz aþkýna acýmakta ve bu acýma duygusunun sevgiye dönüþebileceðini umut etmektedir. Ýþte bu noktada Lopuhov’dan ilk dersi alýr.

73


Lopuhov ile dans ederlerken þöyle der: ? Seviyor mu? Size böyle benim baktýðým gibi bakýyor mu, bakalým? Bakýþlarý böyle mi onun? Vera: ? Siz dimdik insanýn yüzüne, gözlerinin içine bakýyorsunuz. Hayýr, bakýþlarýnýz beni incitmiyor, aþaðýlamýyor… (Hatýrlarsanýz Maria Puder erkekler için bunu söylemiþti; davranýþlarýnda, bakýþlarýnda bile bir tezlil, tahakküm okunur… Maria böyle bakýþlarýn, davranýþlarýn bir sevgi, olmasý gereken bir iliþki barýndýrmayacaðýný anlar.) Lopuhov, damat adayýnýn Vera’yý sevmediðini, Vera’nýn bu hususta yanýldýðýný ona ispatlar. Bunun için ne bir oyuna gerek oluyor ne de olaðanüstü bir çabaya. Çünkü Vera’nýn gözleri ve aklý boþ arzularla, mülkiyet hýrsýyla vb. baðlanmamýþtýr. O sadece özgürlüðünü ve mutluluðunu arzulamaktadýr. Ama o sýrada buna umut olacak bir þey olmadýðý için çaresizce damadýn onu çok sevdiðine inanýr, böylece çektiði acýlarý bir parça dindirme isteði taþýr. Bu ona, elbette bir evlilik için yeterli gelmez ama Veroçka ne yapsýn? Annesinin þirreti ve þiddetini uzak tutmak için bu niþanlýlýðý kullanýr. Belki bu esnada iþler deðiþir ya da son çare intiharla kurtulacaktýr! Bu niþanlýlýk boyunca Vera Pavlovna düþünsel olarak da geliþir, özellikle Lopuhov’un getirdiði kitaplarla ve onunla yaptýðý tartýþmalarla… Vera yaþadýðý baskýdan, mülkiyet, zenginlik, soyluluk tutkunluðundan öylesine iðrenmektedir ki, onu asýl köleleþtiren, baðýmsýzlýðýný ve mutluluðunu elinden alan þeyin ne olduðunu apaçýk görür. Gerçekten baðýmsýz ve mutlu olabilmesi için tüm bunlardan kurtulmasý gerektiðini, bütün insanlarýn ezilmeden, sömürülmeden yaþarsa hem onlarýn hem kendisinin daha fazla mutlu olacaðýný anlar. Bu nedenle de þimdi bu niþanlýlýk ve ailesiyle geçirdiði hayat, her açýdan, her zamankinden daha aðýr, ýzdýrap verici gelir. Hayatý üzerinde, davranýþlarý, zevkleri, eðitimi, duygularý vs. üzerinde neredeyse hiçbir söz hakký yoktur. Her taraftan kuþatýlmýþ, saldýrý altýndadýr Veroçka! Çevresindeki tek iyi insan, onun kurtuluþu için çabalayan, onu anlayan, seven ve ona yepyeni bir dünyanýn resmini çizen insan Lopuhov’dur. Lopuhov ne iyi, ne yüce bir insandýr öyle! Ne kadar akýllý, duyarlý, dürüsttür! Bakýþlarýnda tek bir aþaðýlama, yapmacýklýk, davranýþlarýnda tek bir kýrýcýlýk, küçümseyicilik, kabalýk, tahakküm yoktur… Mutsuzluk, keder, zayýflýk, melankoli, mülkiyet, kariyer hýrsý… Hayýr, bunlar Lopuhov’da asla bulunmaz! Vera Pavlovna, Lopuhov’a elbette aþýk olur… Çevresindeki herkesten on kat, yüz kat mükemmel bu insana nasýl olmasýn? Onun yanýnda yürüyecek, onun

74

geliþimini destekleyecek, onun baðýmsýzlýðýný tanýyacak böyle bir insana neden, niye, nasýl aþýk olmasýn? Hem Vera, bunlarýn dýþýnda baþka þeyleri düþünecek, baþka þeyler arayacak durumda mýdýr ki? Ya Lopuhov? Lopuhov’un da mý çevresinde Vera gibi geliþmeye açýk, bütün insanlarýn mutluluðunu isteyen, bu yolda yürüyen, bir insanýn baðýmsýzlýðýna ve mutluluðuna büyük önem veren kimse yoktur? Vardýr elbet… Ama Vera’nýn o sýrada taþýdýðý baþka özellikler Lopuhov için çok uygundur. Vera-Lopuhov çiftimizin nasýl yaþayacaklarýna dair kurduðu plan her ikisinin o zamanki özelliklerini de göstermektedir: “Demek ki bizim iki odamýz olacak, senin odan, benim odam, bir üçüncü odamýz daha, oturma odamýz. Bu odada biz çayýmýzý içer, yemeðimizi yeriz, misafir kabul ederiz. Yani öyle misafirler ki senin de benim de misafirimiz olsun. Canýný sýkmamak için senin odana girmem yasak… Sen de benim odama giremezsin. (…) Demek ki üç: Benim de sana bir þey sormaya hakkým olamaz. Sen kendi iþlerin hakkýnda bana bir þey söylemek istersen, kendin anlatýrsýn. Ben de öyle. Al sana üç kural.” Ýkisi de bu yaþam biçimini onaylarken, Vera bu baðýmsýz olma, hiçbir þeye zorlanmama ve böylesi bir ortamda yalnýz kalýp yaþadýðý tüm ýzdýrap ve baskýnýn etkilerini üstünden atma isteðindeydi. Bunun dýþýnda kendini ortaya koymasý beklenemezdi ve tersi onu ezebilirdi. Lopuhov ise kendi deyimiyle: “Ben içe kapanýk insanlardaným. (…) Benim kendimi tam anlamýyla özgür ve rahat hissettiðim zamanlar, tümüyle yalnýz kaldýðým zamanlardýr. (…) Bendeki bu alýþkanlýk, baðýmsýz ve özgürlüðe dayanýlmaz bir eðilimden, bir tutkudan baþka bir þey deðildir.” Böylece koþullarýn bir araya getirdiði bu iki insan aþklarýný, hayalini kurduklarý biçimde yaþarlar. Ýster beðenelim, ister beðenmeyelim, bizi onlarýn ayrý odalarýnda ya da evlerde yaþadýklarý ya da her an koklaþmalarý, nasýl mutlu olduklarý ilgilendirmez. Aslýnda Vera ile Lopuhov’un birbirlerine aþýk olup olmadýklarý da bizi ilgilendirmez. Biz aþk ölçer miyiz caným?! Onlar böyle hissediyorlarsa vardýr bir bildikleri. Yoksa siz hala bu yazýnýn amacýnýn aþký tartýþmak olduðunu mu sanýyorsunuz? Hayýr, hiç de sandýðýnýz gibi deðil! Vera’yý böyle kendi özgür geliþiminden alýkoyan, Maria’yý erkeklerden ve oyuncak yerine konan kadýnlardan uzaklaþtýran, onu yalnýzlýða iten nedenleri ve bu koþullar altýnda bir kadýnýn geliþiminde özgür olmamasý gibi aþkýn da özgür olamamasýný roman kahramanlarý aracýlýðýyla görmeye çalýþýyoruz. Sadece bu yanýyla bu aþk hikâyeleri bu yazýyý ilgilendirmektedir. Vera, Lopuhov ile huzurlu, mutlu, baðýmsýz, yalnýz bir hayat içinde hýzla geliþti. Ama eski yaþamýn bütün

Güz ‘09


baskýsýndan, boðuculuðundan kurtuldukça daha özgür düþünmeye ve kendini geliþtirirken gerçek benliðini de açýða vurmaya baþladý. Ýþte bu noktada, Lopuhov ile hiç de kiþisel-ruhsal uyumlarý olmadýðý anlaþýldý. Birbirlerine mutluluk, huzur ve baðýmsýzlýk veren iliþki, sýkýntý ve külfete dönüþtü. Sonuçta kiþilere duyulan aþk sonsuz deðildir, soyut anlamda aþkýn kendisi sonsuzdur ki bu da insanýn ve insanlýðýn geliþimi ve elbette kadýnýn özgürleþmesi ile baðlantýlý olarak kendi sonsuzluðunu ve somutluðunu bulur. Diðer türlüsü tutuculuk olurdu ki bu, geliþimi sýnýrlamak, onu sýnýrlý bir þey olarak algýlamak anlamýna gelirdi. Böylesi bir algýlayýþýn kadýnýn üzerinde bir baský oluþturduðunu anlamak-fark etmek hiç de zor deðildir. Sistemin yozlaþmasý ve çürümesi öyle bir safhaya varýr ki toplum da bundan payýna düþeni alýr. Böylesi bir dönemde kimi insanlar –üstelik de toplumun ileri, aydýn, devrimci görüþteki kesimler içindeki insanlargüzel olan þeyleri koruma adýna, yozluk ve çürümeden kendisini tecrit etmek için tutuculaþmaya ya da tutucu eðilimler taþýmaya baþlar. Oysa tutkulu bir seviþ ile tutucu eðilimler taþýyan aþk arasýnda büyük bir fark vardýr. Birisin de kadýnýn özgürlüðü içinde kiþiliðini, duygularýný özgürce ortaya koymasý varken, diðerinde kadýnýn ve kiþilerin onlarca gerekçe ile sýnýrlanmasý vardýr. Evet, farkýndayým ve siz deminden beri kaþýnýzgözünüzle, kýzgýnlaþan bakýþlarýnýzla itiraz ediyorsunuz… Buyurun, söyleyin… ? Peki ama biz, yani bu toplumun ileri insanlarý olarak, toplumsal görevlerimizin ve tarihi zorunluluklarýmýz çerçevesinde yaklaþabiliriz. Yani bazen daha ileri gitmek için kendimizi sýnýrlamak, geri çekmek zorundayýz. Bu tutuculuk ya da kadýnýn geliþimini sýnýrlama eðilimi deðildir. Üzgünüm, bu tam da reddettiðiniz þeydir. Getirdiðiniz açýklama, henüz deðiþmemiz, toplumsal sistemin ve insanýn özgürce geliþiminin önünde engel olan özel mülkiyet iliþkilerinin doðurduðu her türlü baský ile davrandýðýnýzý göstermekte. Bu yazý þunu söylüyor, kadýn –bilhassa o- ve erkek bu sistemden kurtulmadýðý sürece çeþitli þekil ve düzeyde sýnýrlanacaktýr. Bu yazý, bu durumun ve ileri insanlarýn bu koþullarda taþýdýðý tutucu eðilimler gösterme tehlikesinin farkýnda olmaktan söz ediyorken, siz bunun gerekli olduðunu söylüyorsunuz. Aradaki fark bu… Siz bu tutuculuðu (sizin hatýrýnýz için korumacýlýk da diyebiliriz, deðiþmez…) Savunma eðilimi taþýyorsunuz, bu yazý ise hiçbir þeyi kendiliðindenliðe býrakmamaktan, bilinçlice yaþamaktan ve ilerlemekten, çünkü baþka türlü bu sýnýrlanmýþ koþulda daha iyisini yaþama-yaratma olanaðýnýn olmadýðýndan söz ediyor.

Güz ‘09

Ama konudan fazla sapmadan devam edelim, Vera-Lopuhov aþkýna yeniden gelelim… Vera’nýn ilk seçimi koþullarýn onun üstündeki dayatmasý ve geçici olan ruhsal özelliklerinin iki tarafý da yanýltmasýydý. Ama bu ilk niþanlýlýðýna göre on kat, yüz kat daha ileriydi. Vera önce seçimsizdi ve seçme hakký da yoktu, henüz düþünsel olarak küçük bir kýzdý. (soylu(!) adamýn kendisini sevdiðine inanacak ve onun bu karþýlýksýz aþkýna(?) üzüntü duyacak kadar) ve yoðun bir baský görüyordu. Karþýsýna Lopuhov çýktý, ama hala koþullarý deðiþmemiþti. Sadece ona hiç kimse tarafýndan verilmese de seçebileceði, sevebileceði, sevilebileceði bir adam vardý. Öyle ya, kirasý aynýysa neden daha konforlu, rahat, lüks, ulaþým sorunu olmayan, kendini mutlu hissedeceði bir daire yerine damý akan, pencereleri kýrýk, izbe, pis, adým adým ölüme götüren bir barakayý tercih etsin? Acý ama Vera’nýn mülksel olarak deðilse de, manevi durumu buydu ve bu durum bile (iyi dairede oturmasý), hayatýn deðiþimi açýsýndan büyük adýmdý, çok ileri bir aþktý. Çünkü kendi tercihini kendisi yapmýþ, hayatýna en olumlu müdahaleyi gerçekleþtirmiþti. Bir kez bunu yapabildikten sonra durmadý. Çünkü Nasýl Yapmalý’nýn kahramanlarý durmayý reddeder. Vera da o reddedenlerdendi. O, ilerledikçe mutlu olduðunu, daha büyük mutluluklar yarattýðýný gördü. O bütün insanlarýn rahat, mutlu, sömürüsüz, baskýsýz yaþamasýný –üstelik bunlarý kurduðu atölyesinde hayata geçirirkenonlar için daha fazlasýný isterken kendisi için de istedi ya da tersi kendisi için istediyse bütün insanlar için de istedi. Çerniþevski’nin sözleriyle bu insanlar (Vera-Lopuhov gibiler) için bu iki þey tektir, tek bir cümlede birbirini ifade eder. Evet, sevgili Vera Pavlovna, Lopuhov’la ayrýlýk vaktin geldi, bunun için üzülmen yersizdir artýk! Çünkü bu iliþkiye devam etmen yýkýcý bir tutuculuk olacaktý. (maalesef aramýzda yapýcý bir tutuculuk olduðunu iddia edenlerimiz var ve durum deðiþmediði sürece, bu bizi ezmediði sürece uzlaþmak da bir seçenektir) Ama durun! Lopuhov’un durumu açýklayan o çok güzel deðerlendirmesinden bir þeyler okuyalým önce: “Gördüðü korkunç rüyadan ürkmesi, gerçek duygularýný açýða vurdu, ama iþ iþten geçmiþti artýk. Yalnýz bunun önceden farkýna varsaydýk, ikimiz de kendimize karþý zor kullanarak, artýk ölünceye dek birbirimizden memnun kalacak hale gelebilir miydik bakalým? (…) Diyelim ki karakterimizi deðiþtirmeyi baþardýk, iliþkilerimizin bize yük olmasý söz konusu olamazdý artýk. Ama karakterlerin deðiþmesi yalnýz ve yalnýz kötü bir þeyin iyi bir þeye döndürülmesi amacýyla olsa, iyi bir sonuç verir. Oysa ki onun kendi karakterinde, benim de kendi huylarýmda ve zorla deðiþtirmeye uðraþacaðýmýz þeyler de kötü bir yön yoktu. (…) Ama bir karakterin

75


zorla deðiþtirilmesi bir zorbalýk, kýrýp dökme gibi bir þeydir. Kýrýp yýkmada çok þey kaybolur, zor kullanmaktan çok þey canlýlýðýný, hayatiyetini yitirir. Onun da benim de belki elde edeceðimiz sonuç, bakalým böylesine bir kayba deðer miydi? Biz ikimiz, kendi kendimizi çok renksiz bir hale getirecektik ve hayatýn tazeliðini az çok boðmuþ olacaktýk içimizde. Faydasý ne olurdu bunun? Sadece belirli odalarda belirli yerlerimizi korumak.” Lopuhov’un bu cesaretli ve güçlü açýklamasý yapýcý tutucularýmýza da bir cevap gibi… Onun bu sözlerinden de anlayacaðýmýz gibi bu iliþki artýk bitmiþtir ve bitme nedeni de kiþilik uyuþmazlýðýdýr. Kiþilik uyuþmazlýðý nedeniyle ayrýlýk özgür insanlar açýsýndan doðal bir gerekçedir. Bu doðallýkta onlarý onulmaz, abartýlý aþk acýlarýna sokmaz. Kiþilik uyuþmazlýðýnýn bir iliþkinin sona ermesi için yeterli olduðu anlaþýlmakta. Ki bir okur oradan þöyle seslenmekte: “Vera bu uyuþmazlýk yüzünden biten öyle çok iliþki var ki!” Demek öyle! Bu yazý size bir daha düþünmenizi tavsiye etmekte. Çünkü sizin þahitliðini yaptýðýnýz çoðu þey esasen kadýnýn ataerkil toplum yapýsý ve bunun biricik yakinen uygulayýcýsý eþi tarafýndan sistematik biçimde baskýlanmasýyla ve ayný zamanda yoksulluk, aþýrý çalýþma vb. ile artýk iliþkide kadýnýn (özellikle onun) bunalmasý, hýrçýnlaþmasý, her þeye tepki göstermeye baþlamasýdýr; dayanamayacak noktaya ulaþýp eþinin iyi-sevecen yanlarýný bile itici bulmasýdýr. Kiþilik uyuþmazlýðýndan rahatça söz edebilmek için her iki tarafýn da özgür ve saðlýklý bir toplumda yaþamasý, en azýndan birbirlerini baskýlamayan, özgür ve bilinçli kiþiler olmalarý gerekmektedir. Lopuhov-Vera iliþkisi böyledir. O nedenle kiþilik uyuþmazlýðý onlarýn ayrýlmasýnda temel etkendir. Lopuhov, Vera’yý anlayacak, gerçekliði olmasý gerektiði gibi kavrayacak, bu doðrultuda üzerine düþen pratiði yapacak kadar üstelik bunlarý yaparken kendini gereksiz duygusal anafora sokmayacak kadar güçlü bir erkektir. Kirsanov ise, yani Vera’nýn uyuþtuðu biricik sevgilisi Lopuhov’un yakýn arkadaþýdýr, oldukça samimi eski dostlarýdýr. (Þimdi burada bir takým tepkili sözler bu yazýnýn içinde kendini duyurmaya çalýþýyor: ? Adama bak, en yakýn arkadaþýnýn karýsýný ayarlýyor! Hayýr pek ahlaklý okur, ne söylediðinizi bilmiyorsunuz, en iyisi yorum yapmayýn! Kirsanov’dan söz ediyoruz burada! ? Ýþte devrimcilerin bozuk ahlaký, þimdi siz bir de bunu savunacaksýnýz öyle mi?

76

Bakýn bay burjuva kýrmasý, ahlak dersi veremeyecek tek kiþisiniz. O iðrenç, leþ kokulu ahlak anlayýþýnýzý alýp derhal bu yazýyý terk edin! Anlaþýlan siz Vera’nýn o soylu niþanlýsý ya da daha beterisiniz. O iðrenç, öldürücü barakanýzda sayýsýz Vera’nýn cesedi var. Burada konuþmaya sizin hakkýnýz yok!) Bu noktada Lopuhov ne denli güçlü, özgürse, Kirsanov da en az onun kadar güçlü ve özgür bir kiþiliktir. Bu nedenle de Kirsanov da ele alýnmaya deðer bir karakterdir. Kirsanov Vera’ya, Lopuhov’la evlendikten bir süre sonra aþýk olur. Bu aþký hiçbir biçimde Vera’ya ya da Lopuhov’a belli etmez. Çünkü onlar o günkü koþullarda, iliþkilerinde gayet mutludurlar. Vera çok sancýlý bir dönemden çýkmýþtýr. Onun kafasýný, üstelik de Lopuhov’a aþýk olduðuna inanýrken karýþtýrmak, Vera’nýn hayatýna ve kiþiliðine yýkýcý, uygunsuz bir müdahale de bulunmak demektir. Aþk sevdiðin insanýn mutlu olmasýný istemektir. O halde Kirsanov, bu mutluluðu kendi duygularýnýn tatmini için bozacak kadar düþkün olamaz. Ýki yýl boyunca Vera’yý sevdiði halde ona hiçbir þey söylemez, hatta ondan uzaklaþýr. Ýþte bu noktada deminki tutuculuk tartýþmamýza son bir nokta daha koyabiliriz: Toplumun ileri, devrimci insanlarý katettikleri geliþimle, kültür-ahlak düzeyiyle –o sistem ne kadar yoðun yozluk ve çürüme içinde de olsa- kurmak istedikleri toplumun bir tezahürü olduklarý bilinciyle çok daha üstün deðerler, güzellikler yaratýrlar. Bunu “korumak” için de mekanik bir sýnýrlamaya, zorakiliðe düþmezler, bu onlarýn doðallýðýdýr… Kirsanov’da iþte bu yanlar görünmektedir! Daha doðrusu bu hususta Kirsanov ile Lopuhov, bir madalyonun iki yüzüdür. Güzellikleri “korumanýn” tek yolu, ilerlemektir. Vera-Lopuhov iliþkisi, Vera’nýn Kirsanov’a aþký ile son bulmaz. O, baþka birisine aþýk olduðu için deðil, evli olduðu erkekle eski mutluluklarýnda devam edemeyeceklerinden, bu iliþkinin birbirini doyurmaktan, birbirinde güzellikler yaratmaktan artýk uzak olmasýndan dolayýdýr. Kirsanov’a aþýk olmasý da bunun sonucudur. Vera bundan sonrasýnda hayatýnda yeni güzellikler, mutluluklar yaratarak, geliþimin, ilerlemenin bir insan ömrü sýnýrý içinde en ileri noktalarýna ulaþarak yol alýr. Þimdi özel bir soru: Kitabý okuyan genç erkekler ve hala kendini genç hisseden okurlar, Lopuhov ve Kirsanov olabilmeyi (Rahmetov’u bir kenarda býrakýyorum maalesef…) düþlemiþler midir? Yoksa Maria Puder size acýmasýzca kýzmakta, hatta ne söylese haklý mýdýr?

Güz ‘09


ÖLÜM KOKMAYAN EKMEK İSTİYORUZ. Ergül Çiçekler Uzlaşmazlığın değerini haykırın Ciğerlerinizi yırtarcasına Şimdi bunun tam sırası Haykırın Köz / Olsun Mağma / dağ Ve Eriyik demir gibi Binlerce Santigrat Alkor dehşet olsun. Sizde haykırın. Yanlış çalıştırıldığınız için Aç itler gibi hırlayarak El kol koparan Makine dişlileri Ve Sen Batman’ın petrol işçisi Kapkara yağa bulanmış güzel insan Servet kuyularının başında Açlıktan ölen adam Ve Sen Kağızman 35’inde öleceksin Tuz ocağı işçisi En olgun yaşında kan tüküre tüküre Ve Kaçak odunda ölen Göle’nin orman işçisi Sen Karadeniz’in fındığını Rize’nin çayını Çukurova’nın pamuğunu kaldıran Sen yapan toprağının kahrını çeken Tarım işçisi

Güz ‘09

En çok ta siz haykırın En çokta sizindi Gülistan Ey Kürt proletaryası. Haykırmalısınız sıralarca Okullarca Kitaplarca Lê Memoste Sen de susku yurdunda ölüm yasasıdır Ey hekim Sen haykırmadan Dikiş tutmaz, derman bilmez bu yara Haykırmalısınız Destan destan Renk renk Fırça tutan el, ressamlar Yürek yürek mısra döken şairler Müzisyenler yontucular Hem dil haykırmalı Hem de heykeller. İsyanın sesidir bu Çoğu kez benzemez bu ses Sakin ve titrek akışlı derelerin sesine Burada Kanın kan biçtiği bu yerde Ölümün öldürüldüğü bu yerde Katillere madalya takılan bu yerde Ve halka Ana avrat sövülen bu yerde Bu it sürüleri uludukça Çalıştıkça bu makine dişlileri yanlış Ve Kanadıkça yüreği halkımın İsyanın sesi Barut ateşinde bulur Kendi yankısını

77


İlle de kutsal olsun insan emeği

Burada ölüm kokuyor ekmek Sömürülmüşlüğü haykırıyor Suların sesi Kelepçeler vurulmuş nehirler Işık üretiyor ama Bize Değil! Ve Tutsak suların altında Kilitli kaldı tarihimiz Ve De Kardeşliğimiz Açıkçası o da yaralıydı zaten Kandırmayalım şimdi bir birimizi Böğrüme süngü dayadığın gün Toprağıma ayak bastığın an Yaralandı kardeşliğimiz

Satılmasın Ona / buna /hiç kimseye Ondan sonra Çiçeklerde mis kokar Başaklar da zehirsiz olur Dalda da elmalar büyür Ama Ondan /sonra! Ama O ana değin Yok, uzlaşacak bir şey İşte Tepemizde beş yüz bin süngü Kim sıkabilir ki elini Üstüne gelen kurşunun Yok uzlaşacak bir şey Yok

Burada Çiçeklerde küf Dalda dinamit Başakta zehir büyüyor Ve Açlık /açlık /açlık Burada vahşi bir hayvan gibidir açlık.

Yürek yürük Yok Göz göz Yok Diş diş Yok işte kardeşlerim Uzlaşmayın

Ama bizim istediğimiz Bu / değil! Sömürülmüşlüğü anlatmayan Su /yun Özledik/ tadını!... Ekmek istiyoruz Nar gibi kızarmış olmasa da Olur. Dünyanın en güzel unundan Yapıl /ma /sa /da /olur Ölüm kokmasın yeter bize Ve Yaralı olmayan kardeşlik

Babalarınızın, sizin Ve doğacak çocuklarınızın Yani Dünkü Bugünkü /ve yarınki düşmanınızla sıkmayın onların pis ellerini Uzlaşmazlığın değerin bilin. 2006

78

Güz ‘09


Elif Can

Köy Enstitüleri ve sonrası

85-91 yýllarý arasýnda Hasanoðlan Atatürk Öðretmenler Lisesi’nde eðitim aldým. Eski Hasanoðlan Köy Enstitüsünün devamý niteliðinde olan bu okula en son 2003 yýlýnda gezme amaçlý olarak tekrar gittim. Ve gördüm ki minicik ellerle yaratýlan alanlar harabeye dönmüþ. Köy Enstitülerinin kurulmasýna 1944 yýlýnda baþlanmýþtý. Müfredatýnýn genel çerçevesi %25 teknik, %25 tarým ve %50 ise kültürel eðitim þeklinde çizilmiþti. Müfredattan da anlaþýlacaðý üzere asýl olarak köylülüðün bilinçlendirilmesi, kýrlardaki feodal kalýntýlarýn ezilmesi ve kapitalist ortak pazara dahil edilmesi amacýyla köy enstitüleri kurulmuþtu. 10-15 yaþ arasý yoksul köy çocuklarý köylerde kurulan enstitülere yatýlý olarak gelip eðitim görmekteydiler. Ne var ki köy enstitüleri 50’li yýllarda kapatýldý. Kapýlarýna kilit vurmak yerine okulun müfredatý deðiþtirilerek öðretmenler lisesi olmuþtu. Yine ilkokul sonrasý girilen sýnavda belirli bir baþarý kazanan öðrenciler parasýz yatýlý olarak okula alýnmaya devam ediyordu. Bugün ise enstitünün alanýnda düz lise ve Anadolu Lisesi olmak üzere iki okul mevcuttur. Okuldayken, okulun geçmiþ tarihine iliþkin pek fazla bir bilgim yoktu. Ta ki, 1987 yýlýna kadar! O yýl bir öðretmenimiz, bizim sýnýfý, okul alaný içerisinde bulunan müzeye götürdü. Daha önce önünden pek çok kez geçmiþ olmama karþýn kapýsýnda kalýn kilitler bulunan bu binanýn ne olduðunu merak edip araþtýrmamýþtým. Ne kadar zamandýr kapalý kalmýþtý kim bilir bu kapý... Öðretmenimiz kapýyý açarken onca zamandýr kapalý kalmasýnýn acýsýný çýkarýrcasýna bir gýcýrtý yükseldi. Tarihi binanýn içerisine girerken zamanda yolculuða çýkmýþýz hissine kapýldýk. Sessizce ve saygýyla fotoðraflara, eserlere bakarak yürümeye baþladýk. Neler yoktu ki! 1944’te ve sonrasýnda çekilen fotoðraflar, yoksul kýyafetli çelimsiz çocuklar okul tabelasýný asarken, Hasanoðlan’dan geçecek olan tren yolunun inþasýný yaparlarken, açýk hava tiyatrosu için kocaman taþlarý taþýrlarken, meyve aðaçlarýnýn fidelerini dikerlerken, ellerinde çapalar, ektikleri sebze bahçelerinde çalýþýrlarken, kendi okul sýralarýný, kara tahtalarýný marangozhanede yaparlarken… Kýsacasý her çalýþma fotoðraflanmýþ. Fotoðraflar siyah-beyaz olmasýna raðmen renkli bir yaþam yansýyordu karelerden bize. Yaratmanýn, üretmenin coþkusu, çocuk gülüþlerine yansýmýþtý. Okula yeni gelenler ve mezun olanlarýn fotoðraflarý, ödül alma görüntüleri, yine okul mezunu ressamlarýn, þairlerin, heykeltýraþlarýn yaptýklarý eserler ve kýsa özgeçmiþleriyle birlikte belgelenmiþti. Okula konuk olarak gelmiþ ünlü ozanlarla, þairlerle, yazarlarla, bilim insanlarýyla, öðrencilerin sazlý sözlü eðlence fotoðraflarý da yer almýþtý. Gezerken müzeyi, bizim yaþýmýzdakilerin mutluluklarýna biraz kýskanarak baksak , 40 yýl önce bunca emek ile yaratýlan, þimdi, üzerinde yürümüþ olduðumuz yollara, atölye ve laboratuvarlara, dallarýndan meyve topladýðýmýz aðaçlara daha bir deðer vererek, hissederek bakmaya baþladýk. Köylerinden kopup okumak için bunca uzak mesafedeki bir köye gelmiþlerdi. Bomboþ bir arazi öðrenimleri için tahsis edilmiþti. Her yeni gelenle elele verip kendileri için yaþanýlabilir, eðitim görülebilir bir alan oluþturdular.

Güz ‘09

79


Öðrencilerin alýnteriyle kurulan mekanlar yarattýlar. Kendi yiyecek yakacak ihtiyaçlarýný da kendileri karþýlamak için adýmlar attýlar. Eðitimcilerinde katkýlarýný da dýþtalamamak lazým. Onlarýn yol göstericiliði ve desteðiyle boþ araziyi birkaç yýl içinde verimli alanlara dönüþtürdüler. Bizler, müzede gördüðümüz fotoðraflarda yer alan öðrenciler gibi neden kendine güvenli, giriþken ve yaratýcý olamamýþtýk... Neden sadece tüketir konumdaydýk… Bu sorularý o zamanlar kendimize soracak kadar bilinçli deðildik. Sonradan sordum kendime “neden” diye… Öncelikle bizler farklý dönemlerin çocuklarý-gençleriydik. 83-84 öðretim yýlýnda ilkokuldayken sýnýf öðretmenimizin çabasý sayesinde yörenin en modern geliþmiþ tavuk çiftliðine gezi düzenlenmiþti. Hemen 100 metre ilerideki bu çiftlik Hasanoðlan Öðretmenler Lisesinin alaný içindeydi. Çiftliðin içindeki binaya girerken ayakkabýmýzý kimyasal bir sývýya –dezenfektan- batýrýp öyle girmiþtik. Tavuklara dýþarýdan mikrop taþýmamamýz içinmiþ bu sývý. Ýçerde çok fazla tavuk ve civciv olduðunu görmüþtük. Yumurta toplama saatine denk gelmiþtik. Ýlk defa bu kadar çok tavuðu bir arada görüyorduk. Meðerse eskiden daha çokmuþ. Bir kýsmý bakýmsýzlýktan telef olmuþ, büyük bir kýsmý ise satýlmýþ. 85’te okulda okumaya baþladýðýmda tavuk çiftliðinin alanýnýn kapatýldýðýný gördüm. 80 öncesine kadar inek çiftliði de varmýþ. Cins inekler satýn alýnarak yüksek verimli süt üretimi yapýlýr, ürünlerin –süt, peynir, yoðurt- satýþýndan elde edilen gelir döner sermayeye aktarýlýp öðrencilerin ihtiyaç duyduklarý malzemelere harcanýrmýþ. (Bu çiftliklerdeki üretim salt satýþ için saðlanmýyormuþ, ürünlerin öðrencilerin saðlýklý beslenmesine yetecek kadarý ayrýlýp kalan ürünler satýlýrmýþ.) Ancak çiftliklerdeki hayvanlar yok pahasýna elden çýkarýlýp yeniden oluþturulmuþ olan okul yönetimindeki öðretmenlerin ceplerini doldurmuþtu. Çiftlik hayvanlarý satýlýnca alan kullanýlmayýp harabe olmuþtu. Týpký meyve bahçeleri gibi, týpký kapalý tiyatro salonu ve açýk hava tiyatrosunun bulunduðu alanlar gibi öðrencilere yasaklanmýþtý. Köy enstitüleri, kýrsal alanlarda, kapitalizmin egemenliðinin tam olarak saðlanamadýðý bir dönemde kurulmuþtu. Ayný zamanda Ýkinci Paylaþým Savaþý sosyalizmin zaferiyle sonuçlanmak üzereydi. Türkiye savaþa fiili olarak girmemiþ olsa da savaþýn yarattýðý ekonomik yýkýmdan payýna düþeni fazlasýyla almýþtý. Yiyecek kuyruklarý uzamýþ, açýktan ölümler baþ göstermiþti. Ekonomik kriz siyasal krizi de beraberinde getirdi. Proleter hareket güçlenmeye, özgürlükçü düþünceler yoksul ve ezilenler arasýnda yeniden boy vermeye baþlamýþtý. Köy enstitülerinde gönüllü eðitmenlik yapanlar sosyalizmden etkilenmiþ ilerici aydýnlar olduðu için öðrencilere özgürce, tartýþarak, sorgulayarak ve uygulamalý olarak eðitim veriyorlardý. Ancak yine de sýnýrlýydý. Bu sýnýr kapitalist siste-

80

Güz ‘09


min sýnýrlarýydý. Burjuvazi kendine hizmet edecek gençlik yetiþtirmek için açmýþtý bu okullarý. Beklenilen hizmet çok yönlüydü. Feodalizmin kapalý ekonomisini kýrarak, kapitalist ortak pazarý geliþtirmek, tarýmda bilimsel üretime geçip ilerlemek, köylerdeki bürokrasi aðýný kurabilmek… Ancak genel dünya koþullarý Türkiye’nin ilerisindeydi. Bu yüzden okullardaki özgürlükçü eðitim, burjuvazinin çizdiði sýnýrlarýn dýþýna çýkmasýna yol açýyordu. Sosyalizmin artan prestiji enstitülerin içinde kendisini hissettiriyordu. (Bu yüzden kýsa bir süre sonra Köy Enstitüleri kapatýldý.) Bizim okuduðumuz dönem ise; tekelci kapitalizm her alanda egemenliðini oturtmuþtu. Burjuvazi ve proletarya arasýndaki savaþta proletarya geçici yenilgi almýþ, tekelci kapitalizm faþizmle toplumun her kesimini baský altýna alýp, terörcü diktatörlüðünü gerçekleþtirmiþti. Burjuvazinin hiçbir özgürlükçü, yaratýcý düþünceye ihtiyacý kalmamýþtý. Özellikle yatýlý okullarda faþist darbenin yýkýcý, gerici etkileri tartýþýlmaz bir þekilde gözler önündeydi. Üretmenin, yaratmanýn özgürlüðü öðrencilerin ellerinden alýndý, ezberciliðin okulu olmuþtu, gençlerin beyinlerini örümcek aðlarýyla dolduran, gerici, gereksiz bir yýðýn bilgiyi ezberlemeye zorluyordu. (Din derslerinin zorunlu hale gelmesinin 80 darbesiyle birlikte olmasý tesadüf deðildir.) 80 askeri faþist darbeyle ilerici, devrimci, demokrat öðretmenlerin bir kýsmý tutuklandý, büyük bir kýsmý ise sürgüne gönderildi. Onlardan boþalan yerlere, üniversitelerde faþist hareket içerisinde yer almýþ, finallere dahi girmemelerine raðmen üniversite diplomasý verilen kiþiler, yatýlý okullara yönetici olarak atandýlar. Körpecik beyinlerin köhne fikirlerle kýsýrlaþtýrýlmasý, itaatkar, sindirilmiþ kiþiliklere sahip insanlarýn yetiþmesi amaçlanmýþtý. Faþistleþtirilmiþ okul yönetiminin ilk icraatlarýndan biri de, öðrenciler ile kitaplar arasýnda duvar örmekti. Bölgenin en geliþmiþ kütüphanesine sahip bu okul, binlerce kitabý depolara kaldýrýp çürümeye terk etmiþti. Kütüphanede sadece ders kitaplarý, yardýmcý kaynak kitaplarý kalmýþtý. Ýlerici öðretmenlerin yokluðunun yanýna bir de kitaplarýn yokluðu eklenmiþti. 12-17 yaþlarý arasýndaki yatýlý öðrenciler gecenin bir yarýsý ranzalarýndan apar-topar kaldýrýlarak MHP toplantýlarýna taþýnýr olmuþtu. Yine o yýllar okul mescitlerle tanýþtý. Öðrencilerin her türlü sosyal etkinlikleri kýsýtlanmýþ, yatakhane, yemekhane, derslik binalarý ve kantin dýþýndaki geniþ okul alanlarýnýn kullanýmý yasaklanmýþtý. Görsel uygulamalý eðitim rafa kaldýrýlmýþ, dört duvar arasýndaki eðitim baþlamýþtý. 1985 yýlýnda okula giriþ yaptýðýmda “solcu abi ve ablalarýmýz” vardý, ancak oldukça pasif durumda idiler, seslerini biraz yükseltseler köylerine geri dönmek zorunda kalacaklarýný bildiklerinden sessizce kendilerini ve güvendikleri insanlarý geliþtirmeye çalýþýyorlardý. O-

Güz ‘09

kulda kalan birkaç demokrat öðretmen ise okul yönetimiyle fazla sorun yaþamak istemediklerinden uygulama ve yaptýrýmlara karþý çýkamýyorlardý. Ancak ara sýra müfredatta yer alan konularý ezberci eðitim yerine göstererek –uygulamalý- olarak iþlemeyi tercih ediyorlardý. Geçmiþte yapýlmýþ ve teknik atölye binasýna; kimya, fizik ve biyoloji laboratuvarlarýna, resim atölyesine, müzik salonuna, yabancý dil atölyesine götürerek sýnýflarýmýzdan bizleri çýkartýyorlardý. Her biri farklý mekanlardý, binalar teknik donanýma sahipti. Ancak yýlda birkaç kez gidebilmiþtik bu atölyelere. Müzik salonuna ise sadece bir yýl sýk sýk gitmiþtik. Müzik öðretmenimiz piyano kullanýrdý ve her birimiz ilk kez piyanoyu orada görmüþtük. Piyano dýþýnda daha pek çok müzik aleti mevcuttu, ancak onlarda kapalý kapýlar ardýndaydý. Müzik salonunun bulunduðu bina yarým daire þeklindeydi ve düz bir bina ile kesiliyordu. Bu düz bina kapalý tiyatro ve sinema salonu idi. Okul öðrencilerinin mezuniyet programlarý ve çeþitli etkinlikler bu salonda yapýlýyordu –1200 kiþilik bir salon- 2003 yýlýnda dolaþmak için gittiðimde bu alan da artýk harabeydi. Binalarýn içinde ne kapý ne pencere kalmýþ, sývalarý dökülmüþ, çeþitli yazýlamalar yapýlmýþ, içerisinde para eder ne varsa hepsi çalýnmýþ ya da para için satýlmýþtý. Dönem sonlarý öðrencilerin etkinlikleri için kullanýlan bu binanýn yok olmasýnýn tek sebebinin kar getirmemesi olmadýðýný öðrendim. Meðer asýl suçu þekliymiþ. Yukarýdan kuþbakýþý görüntüsünün orak çekice benzemesi ve sosyalizm çaðrýsý yapmasý imiþ! Tüm yokluða, sýnýrlandýrýlmýþlýða, baskýya, yasaklara raðmen eðitim sistemi içerisinde nefes almayý baþarmamýzýn olanaklarýný bu alanlar ve ilerici öðretmenlerimiz saðlýyordu. Ancak bizden sonrakiler daha kýsýtlanmýþ alanlara hapsedildiler. Eskinin Köy Enstitülerinin yeniden kurulmasý diye bir düþüm yok. 60 yýl önce Köy Enstitüleri ilerici bir rol oynamýþtý. Bugünden bakýnca ilerlemenin oldukça gerisinde kalmýþ okullar olduðunu görmek mümkün. Çok daha geliþmiþ olanaklar sunulmalý yeni kuþaklara... toplumsal üretimin içinde yer alarak, bilimsel olanaklardan sonuna dek yararlanmalý gençlik. Yozlaþma ve çürüme öncelikli olarak yeniyi temsil eden gençliði hedef alýr. Bu duruma karþý gelmek eskinin ilerici olan yönüne sarýlmakla mümkün deðildir. Ýnsanlýðýn geliþiminde rol oynayan tüm birikimini sahiplenip ileriye doðru yürümek gerekir. Yarýnki kuþaklarýn özgür-bilimsel eðitimleri ancak sosyalizmde saðlanacaktýr. Çevresine duyarlý, paylaþýmcý, birlikte çalýþmaktan ve üretmekten zevk alan, olaylara eleþtirel bakabilen, yeniliklere açýk kuþaklarýn yetiþmesi sosyalist sistem altýnda mümkün olacaktýr. Bugünden yarýnýn temellerini atabilmek için mücadele ettikçe yeni insaný kendimizde geliþtirecek ve özgürleþeceðiz…

81


Kazým Demir

BÝR ÝÞÇÝNÝN GÜNLÜÐÜ

18.05.2009 Öðle yemeði vakti balkonda oturuyoruz. Yaz sýcaðýnda serin rüzgar bir sevgili gibi öpüyor yüzümü. Yedinci katýn görkemli dairesinde insanlara tepeden bakýyorum. Ýnsanlar karýnca gibi görünüyor. Her biri bir þeyler için koþturuyor. Þöyle ayaklarýmý uzatýp bütün yorgunluðumu kusasým geldi. Ama öyle açým ki, öðle yemeðimi yiyip çayýmý içtikten sonra balkon sefasýný sürerim. Þöyle bir deniz manzarasý da olsa dedim, arkadaþým, kendine gel, dedi, Antep’te deniz ne gezer! Parasýyla deðil mi onu da getirttiririz. Hep beraber güldük. Desenli mermer döþeli, mutfak kapýsýnda, bir o kadar pahalý olan evin sedef boyasý gözlerimi kamaþtýrýyordu. Büyük bir emeðin ürünüydü. Lüks avizenin yaný sýra spot lamba dediðimiz duvara uygun renkte asma tavana monte edilmiþ ampuller, eve zengin ayrý bir güzellik katýyordu. Mutfak ve antre dýþýnda diðer odalara döþenen parke çok güzel bir görünüm saðlýyordu. Ýnsan emeðinin muhteþem eseriydi. Onlarca iþçinin eli deðmiþ, harcýna teri karýþmýþ, Nazým’ýn dediði gibi yapý yükselmiþ kan ter içinde… Evet, insan emeði bütün bu güzelliklerin yaratýcýsýydý, ama emek veren insan hiç birine sahip deðildi. Neyse, ben çayýmý yudumlayýp manzaranýn tadýný çýkarayým. Birden kaba ses tonunu tamamlayan, buruþuk, öfkeli bir insan simasýyla karþýlaþtým,“haydin, öðle paydosu bitti, herkes iþ baþýna, çabuk olun, sallanmayýn. Serin yeri buldunuz hemen mayýþtýnýz, çabuk olun haydi, haydi!” Yarýn, yine ayný saatte, balkon sefasýna, kaldýðýmýz yerden devam ederiz. Odalarýn tavanýný boyamaya devam… Cuma dayý, kendi kendine konuþup þarkýlar söylüyor. Tamirat yaparken gözden kaçýrdýðý yerler oluyor ara sýra. Cebinden göz damlasýný çýkarýp bir iki damla gözüne damlattý. Bazen aniden tuhaf bir ses tonuyla kahkahalar atýyor. Konuþurken otomatiðe baðlanýyor, hep ayný þeyleri konuþuyor, “yeþil parayý götürüyor,” “Cuma parayý düþürür” gibi kalýplaþmýþ cümleler kullanýr. Çayý çok sever. Öðle yemeðinde kiþi baþýna düþen çay iki bardak ama Cuma dayý, otomatiðe baðlandýðýnda dikkat daðýtýp dört beþ bardak çay içer, bazen de çaydanlýðý yarýlar. Bunun demi az olmuþ, þekeri

82

çok olmuþ, diye üzerine ekler. Mehmet, öðle yemeðinde ne yiyeceðiz, diye sorduðumda hep ayný klasik cevap: küncülü ekmek… Çünkü karýn doyuracak kadar küncülü ekmek 1 TL’ye mal oluyordu. Ustabaþý “lan Mehmet yine mi küncülü ekmek?” Ustabaþýnýn yevmiyesi Mehmet’in yevmiyesinin üç katýydý ve parasýný alabiliyordu. Alamasa bile yan geliri vardý. Anlaþýlan o ki, sýnýflar içinde bile sýnýf var. 22.07.2009 Her gün ayný sokakta eve gidiyorum. Sokaða giriþte kadýnlar, genç kýzlar, çocuklar toplanmýþ sohbet eþliðinde ceviz kýrýyorlar. Biraz daha ilerlediðimde 10 yaþlarýnda bir çocuk “darý, darý, kaynamýþ süt darý” diye baðýrýyor. Ayaðýnda plastik ayakkabý, elinde þeffaf yað kabýna konmuþ iki üç tane darý.. Satmak için insanlarýn gözünün içine bakýyor. Yorgun hali yüz hatlarýnda gerginleþmiþ, hýzlý adýmlarla ilerliyor. Yaþlý bir kadýnýn ceviz çuvalýný sürüklüyor. Genç bir kýz koþarak yaþlý kadýnýn yanýna gelip yardým etti. Biraz ilerisinde ise orta yaþlý bir kadýn, bir çuval cevizi sýrtlamýþ gidiyordu. Ayný sokakta ceviz kýran kadýnlar, ona bakýp “bugün baya hýzlýsýn, ikinci çuvalýn deðil mi?” diye sordular. O da onlara dönerek “çeneleþmeyin, iþinize bakýn. Siz de iki çuval kýrýn.” Sabahýn ilk ýþýklarýyla baþlýyordu varoþlarda ceviz kýrma. Çok az para karþýlýðý kýrýlan cevizler beylerin sofrasýna zahmetsiz iniyordu. Kabuklarý ise kurutulup kýþýn yakmak için seriliyordu güneþe. Çocuklar, kabuklarýn içinde belki küçük bir parça ceviz kalmýþtýr umuduyla tek tek yokluyorlardý. Sanki define arýyorlardý. Onlarýn küçük bir parça ceviz için yaptýklarýný görmez beyler. Onlarýn sofrasýna fazlasýyla gelir hem de en iyisinden. Artaný çöpe dökülür. Küçük bir çocuk elinde su, ucuz meyve suyu tuzundan yapýlmýþ meyve suyunu eline bir bardak alarak satmaya çalýþýyor. Beþ altý yaþýndaki çocuk, özene bezene yöresel kýyafetler giydirilmiþ þekilde “meyve suyu, meyve suyu” diye baðýrýyordu. Etrafýndaki oyun oynayan çocuklara baktý. Ýç çekerek yoluna devam etti. Elimi cebime attým. Ama bende de hiç para kalmamýþtý. Bende çocukken simit satardým, ayakkabý boyardým. Bir keresinde, kahvede bir adama terlikleri uzat-

Güz ‘09


tým o da bana boyamam için ayakkabýlarýný verdi. Dýþarýda ayakkabýyý sildim, boyayý sürecekken beyaz boya için süngerim olmadýðýnýn farkýna vardým. Sebze kasasýndan yapma sandýðýmdan siyah süngeri çýkarýp beyaz boyayý ayakkabýya sürdüm. Güzel bir desen olmuþtu. Ayakkabýnýn sahibi kesin beðenir diye düþündüm, çünkü farklý olmuþtu. Sabahtan beri güneþin altýnda dolaþmaktan baþým dönüyordu. Yaptýðým sanat eserine hayranlýkla bakarak adama götürdüm. Adam dona kaldý. Ayakkabýyý yere býraktým. Adam ayakkabýlarý giyer giymez beni kovalamaya baþladý. Ben terliði, sandýðý kaptýðým gibi fýrladým. O gün de eve boþ gidiyordum. Bu insanlar sanattan anlamýyordu ama anlayacaklar. Yola devam ediyorum… Beþ yaþlarýnda bir çocuk, pet þiþeden yapýlma, tekerlekleri þiþe kapaðý olan arabasýný, iplik baðlamýþ, hýn hýn, diyerek peþinde sürüklüyordu. Alým gücü olmayan zeki varoþlar, yokluktan var edenler… Gelecek güzel günlerin mimarlarý olacaklar… 16.08.09 Güneþ bütün þiddetiyle yakýp kavuruyor. Sabahýn ilk saatleri… Su berrak ve durgun… Esmerleþen tenim yanýyor. Yaz bitene kadar buradayýz. Daha önce fabrikada çalýþýyordum, dört duvar arasýnda. Þimdi güneþin kavurduðu bir insaným. Son zamanda gündemi takip etme olanaðým olmamasý beni rahatsýz ediyor, ama duyumlardan yola çýkarsak, Kürt açýlýmý, diye bir þey var. Her yerde yazýyor “Kürt açýlýmý” ama yok bu kelimenin bir açýlýmý.Bu tartýþmayý piyasaya süren, Kürt sermayedarlarý mý yoksa her ýrktan sermayedarlarýn ortaklýðý mý bilemiyorum, ama hiçbir açýklama yapýlmamasý çýkacak olan ürünü cazip kýlýyor. Valla ben bile bir tane alýrým, içinde Kürt kelimesi var. Bence Kürtler de alýr bir iki tane kendi bütçelerine göre, belki de koliyle de alan olur. Yanýmdaki arkadaþ bu ürünün ana sponsoru AKP diye bir holding diyor, ben de þu AKP denilmesinde hoþlanmayanlar mý? Evet, dedi. Pekiyi kendileri neden bu açýlýmýn açýlýmýný yapmýyorlar? Artýk beynimiz bunalmaya baþladý. Güneþ iyice üzerimize çöktü. Burasý bir yüksekokul inþaatý. Biz okul bahçesinin demirlerini boyuyoruz. Ýçerde sývacýlarýn iþleri bitmedi ki þöyle serin bir yerde çalýþalým. Duvarýn dibindeki su birikintisinin berraklýðýnda kaplumbaðalar yüzüyordu. Bizi gördüklerinde ürktüler. Doðrusu ben de kendimden ürküyorum. Yanan tenim kabuklanýyordu, arkadaþ fenalaþtý ardýndan ben… Eve gitmeye karar verdik, ama geçen ev kirasý, bakkal borcu, faturalar, kredi kartý… Gidip gitmeme arasýnda kalmýþken artýk çaresi kalmadý patronu aradýk, durumu anlattým. Tep-

Güz ‘09

kiyle karþýladý, ama bu þekilde çalýþýrsak da iþ çýkmayacaðýnýn farkýndaydý. Dolmuþta uyukluyorduk. Eve vardýðýmda hemen bir duþ alýp aðýr bir kum çuvalý gibi yataða düþtüm. Ne kadar çok bina yaptýk. Okul, ev, iþyeri, güzel þekiller verdik, güzel renklere boyadýk. Arabý, Kürdü, Türkü hep ayný güneþin altýnda yandýk. Arabýn, Kürdün, Türkün evlerini, iþ yerlerini, okullarýný yaptýk. Ama biz üretendik. Arap, Kürt, Türk ne fark eder ki gündüz sýcaktan yandýk; gece gecekondularýmýz da sivrisineklerle boðuþtuk. Oysa bizim yaptýðýmýz evler lüks ve temizdi. Yapan bizdik, keyfini süren parasý olandý, çalýþan bizdik. Nasýl, nerden getiriyorsa çalýþmayanýn parasý vardý. Benim patronum Kürt açýlýmýndan sonra, Kürtçe olarak, daha çok çalýþýn, diye baský yapacak. Kürt açýlýmý, Kürtleri iliklerine kadar asimle etme politikasýdýr. Sýnýflar ortadan kalkmadan, hiçbir ulusun özgürlüðü söz konusu olamaz. Bu yapýlan, yüzyýllardýr mücadele veren, adý tarihe mücadele olarak geçen bir halkýn direniþini kýrmaktýr; yani Kürdü Kürtlüðüyle bitirmek. Ýþçi sýnýfý iktidarý için bütün halklar bir yürek olup bu düzenin oyununu bozalým.

yolculuk yollar yılan sırtına benziyordu simsiyah yollar dağları delecek kadar merhametsizdi tasasız kaygısız yaşamdan yaşanacaktan habersizdi köylerden geçiyordu mezarlıklarından yıkık evlerinden yaşayan yaşamı kanlı bir gömlek gibi taşıyanlardan habersizdi yollar uzuyordu katran karası yollar yarıyordu mavi atlası KAZIM DEMİR 22.08.2009

83


Bahar Derin

küçük prens ve gül

S

eni ilk kez bir çorbacýda gördüm. Ýkinci kez evinde… Ama kelimenin tam anlamýyla gördüm, sadece gördüm. Seni üçüncü kez gördüðüm günün baþý hiç de moral verici deðildi. Selam verdiðim bir arkadaþ beni görmezlikten gelip selamýmý almamýþtý. Yine bir baþkasý gülümsememe, sevinçle selamlaþmama raðmen, suratý beþ karýþ kuru bir merhaba deyip geçmiþti. Ben de tam “insanlara fazla yüz vermeye gelmiyor” diye düþünürken, günün sonunda gittiðim bir yerin merdivenlerinde seni gördüm. Seni üçüncü kez gördüm. Ve sana da yine o gün yaþadýðým tüm olaylarý unutarak, sýcacýk bir gülümseyiþle “merhaba” dedim. Sense bana baktýn, baktýn hiç cevap vermeden, yukarý çýkmaya devam ettin. Bense o gün kendimi üçüncü kez deðersiz hissetmiþtim. Yukarý çýktýk. Ýkimiz de ayný yere girdik oturduk. Bana baktýn, baktýn sonra “Bahar deðil mi?” dedin. Ben de soðuk bir “evet” dedim. Meðer merdivenlerde beni tanýmamýþsýn. … Çok hastaydýn evimize geldiðinde. Çok halsiz görünüyordun. Ayakta uyuyordun. Gözlerinde derman kalmamýþtý. Seni yatýrdýk, üstünü sýký sýký örttük. Öyle masum, öyle tatlý uyuyordun ki… Sanýrým ilk o anda duyumsadým bir karabataðýn yüreðimin derinliklerine bir yere dalýþ yaptýðýný. Annelik duygusuyla karýþýk bir sevgi kapladý içimi. Seni hastaneye götürüþüm, kapüþonlu eþofman üstün, parmaklarýn, yere çöküp oturmalarýn… Her þey bugün gibi aklýmda. Kotunu ve patiklerini severek (sevgiyle) yýkadým, temizledim. Bunu adeta zevk alarak yaptým. …. Kendimi hiç bu kadar güvende ve huzurlu hissetmemiþtim. Seninle ayný evi paylaþmak… Týraþ olmaný ve pijamalarýnla, çýplak ayaklarýnla evde dolaþmaný ve büyük bir ciddiyetle “Uluslararasý Ýþçi Hareketleri” kitabýný okuyuþunu izlemek…. …. Sana yakýn olmak, tüm günümü, yeni havadisleri sana anlatmak, her þeyimi seninle paylaþmak

84

artýk benim vazgeçilmezim olmuþtu. Yol Cafe’de beni dinlerken benim üzüntülerime üzüldüðünü gördüðümde sende de ayný duygularý gözlemledim. Ve duygularýmýzýn birbirine karýþmasýna izin verdik. … Seninle birlikte uykuya dalmak, seni solumak… sanki ben bir kuþtum ve senin göðsüne yatmak, kendimi yuvamda uykuya dalýyorum hissi veriyordu. …. Bana, emin misin, diye sordun bir gün. Emin deðilim dedim ve dudaklarýnýn kenarýna kondurdum cevabýmý. O an kahkahalara boðulduk. Biz coþarak güldük ve sevincimiz için her þey diyalektik bir akýþtý, bir baþlangýç ve bir son aramak anlamsýzdý. Ve su yürüdü aðacýn dallarýna… … Bana her sabah çiçek getirdin. Bazen içinde sarý sarý kýr çiçekleri ve gelincikler… Bazen bir sümbül veya papatyalar… Her sabah getirdin güler yüzünle birlikte… Ben getirdiðin küçük çiçekleri su dolu bir bardaðýn içine koyardým. Birlikte neþe içinde kahvaltýmýzý yapardý. Kahvaltýyý hep sen hazýrlardýn. Beni öperek, severek ilgiyle itinayla uyandýrýrdýn. Ýlk gördüðüm elindeki tatlý çiçekler olurdu. Bana kýrýlgan bir gül gibi davranýrdýn. Belki de sana o yüzden “Küçük Prens” kitabýný aldým. Ben senin gezegenindeki tüm ilgi ve sevgini isteyen nazlý gülün olmak istedim. (Bilincimiz ve yüreðimiz büyüdükçe gezegenimiz büyüdü) … Bir gün birlikte kýrlara çýktýk; yanýmýzda domates, biber, peynir, sýcacýk ekmek ve güneþ… Ýlkbahar geliþini aðaçlarda pembe, beyaz, sarý küçük küçük açmýþ çiçeklerle haber veriyordu. Güneþ içimizi tatlý tatlý ýsýtýyordu. Ben bir þeyler hazýrladým. Sen gazeteye göz attýn. Ýçim öyle mutluydu ki… Ayaklarýmýz çimlerde, açýk havada domatesi ve biberi senle paylaþmak… Seninle güneþi, baharý ve sevgiyi paylaþmak… Böyle bir günde senle beni paylaþmak… * Sevgiyi hak etmek lazým!

Güz ‘09


görüş günü

öykü

Kadýn sedirde oturan kocasýnýn yanýna yaklaþýp bir köþeye oturdu. Kocasýný önce tatlý dille ikna etmeye çalýþtý. “Kaç yýldýr kýzýmý göremiyorum. Geçen sen gittin, beni götürmedin. Önceki sene yaylaya erken çýktýk, sonra hasta oldum diye beni götürmedin. Býldýr oðlan kýz kaçýrdý diye bir yýðýn çekiþmeden, düðün-dernek hazýrlýðýndan yine göremedim, gidemedim. Bu yýl bahar baþýna, söz verdiydin, gelin hamile, nereye gideceðiz dedin… ama kalktýn, kendin gittin. Sen onun babasýysan, ben de anasýyým. Benim yüreðimin yerinde taþ mý var sanýyon… Nere gitsem gözümün önünde… bostana iniyom, kýzým aklýmda…onun tey çocukken diktiði fideler büyüdü, kaç kez yemiþ verdi.. kýzým bu aðaçlarýn bir kez bile yemiþini yemedi… göz yaþýmla suluyom köklerini… tarlaya gidiyom, sanýyom kýzým orda beni bekliyor, oturmuþ baðlarýn üzerine benden ekmek bekliyo diye keltepeyi aþýyom… baðlar yerde, oturan baþkalarý… Pýnara gidiyom, elime onun sitilleri deðiyor… hani topraðý bol olsun, rahmetli kaynanam, o ufacýkken çarþýdan ona iki küçük sitil getirmiþti, kýz hizmete pek hevesliyor, helkiler büyük taþýyamýyor diye… etrafý topluyom, aha, dolabý bi açýyom, onun karnesi belgeleri, kitaplarý, orada… sýðamýyorum eve… benim yüreðim taþtan deðilki… Diyon ki, gidip görünce, sonra hasta oluyorsun… Kurban olduðum Hýzýr da biliyo ya, ben görmeyince de hasta oluyom… hiç deðil görünce hasta olduðumu unutuyom… Aðrýlarým yokmuþ sanýyom…” Kadýn kapýp koyvermiþti kendini… anlattýkça anlatasý geliyordu. Arada bir susup kocasýna bakýyor, onun “iyi! Hadi o zaman hazýrlan! Ben de gidip biletleri alayým!” demesini bekliyordu. Kocasý yüzünü pencereden tarafa dönmüþ, çýt çýkarmýyor, bir kez olsun kadýnýn yüzüne bakmýyordu. Kadýn biraz daha konuþtu, bir þey deðiþmeyince, yumuþak yumuþak konuþmayý býraktý. -“Benim yüreðim deðil ama seninki taþ kesilmiþ sanki!... Tabi n’olacak ki, bu dünyada her þey sana serbest, her þey sana kolay! Sen, bi gökten ha deyince yaðmuru yaðdýramazsýn, bi de ölüyü diriltemezsin…! Bunlarý da yapabilseydi bu erkek milleti, artýk sizin zalimliðinizden hepten kýrýlýp giderdi kadýnlar!

Güz ‘09

Bana bak bana! Bu çocuklarýn hepsini ben doðurdum! Hepinize, hasta oldum, iyi oldum ben hizmet ettim! Sen iþe gidip para kazanmakla yetinirken, ben elime verdiðin üç kuruþla bütün ihtiyaçlarýnýzý görmeye çalýþtým. Hem ben mi istedim çalýþmamayý…. Ah, ah! Bilseydim, bu dünyada, hiç görülmeyecek yaptýklarým, kimseyi dinlemez ben de bir iþe girerdim… Bulunurdu nasýl olsa bana göre de bir iþ…. Olmadý ben öðrenirdim iþi… Sankim sen, anandan doðdun bildin bütün iþleri…. Hem iþleri bilsen n’olur, bunca yýllýk karýna kýzýný görmeyi çok görüyorsun…” Adam hiç istifini bozmadý, yüzünü dönmedi. Elini aklaþmýþ seyrelmiþ saçlarýna götürdü, sanki bir rüzgar onlarý daðýtmýþ gibi düzeltti þöyle bir… Onlarca çizginin toplandýðý göz çevresinde çizgiler daha derin bir hal aldý. Küçük gözlerini pencereden görünen dut aðaçlarýna sabitlemiþti. Dutlar bir-iki kalmaz þerbetlenecekti. Kýzýnýn geliþine kadar hepsi olgunlaþmýþ olacaktý. Dutlar, kýzýlcýklar, armutlar… o hepsini severdi, yine kedi gibi bir çýrpýda bütün aðaçlara týrmanacak ama sonra “Baba! Bana yardým et, inemiyorum” diyecekti, … o da ona “çýkarken çýktýn, þimdi de kendin in” diye kýzacak, sonra yardýma kalktýðýnda bu sefer kýzý “Tamam, ben ineceðim! Kimseden yardým istemiyorum” diyecekti… ama yine de kýzý inene kadar bekleyecekti aðacýn dibinde…. Hep böyle olmamýþ mýydý? Bekleyecekti, bir gün mutlaka gelecekti… O gelince isterse burda onlarýn yanýnda oturmasýndý, kasabadan bir ev bulurlardý… Yok, o bunu da kabul etmezse, bu sefer büyük yemin verirdi… -Sen hakikatten insaný çýldýrtýrsýn… Bak! Bak o pencereden… Sen daha çok bek-

85


lersin, çok bakarsýn ordan… Hele söyle bana, bilet alýyor musun, almýyor musun? Sustu, kesip atmak istemiyordu. Kaç gündür ayný konuþmalarý buraya getirip býrakýyordu. Ertesi gün kocasý kasabaya ineceðini söyleyince, -Dur! Bende gelecem! Dedi. -Senin ne iþin var? -Senin ne iþin varsa, benim de o iþim var! Bekle! Hemen üstümü giyerim. Valla, yemin ediyom beklemez gidersen, kendim çýkarým yola… Sanki bilmediðim yol mu? Adam bir þey söylemedi. Çýktý evden, ufak ufak yol aldý. Pek uzaklaþmamýþ, evin karþýsýna düþen tepeye, Kilisebeli denen yere varmamýþtý ki, yanýnda nefesi kesilmiþ karýsýný buldu. Kadýnýn kocasý hiçbir þey yokmuþ gibi konuþmaya baþladý. -Dün gece bir düþ gördüm, dedi. Nazlý kýzýmla onun arkadaþý Sevgi kilisebelinden bu yana seðirtiyorlardý. “Babaaaa, baba… biz geldik… Hepimizi býraktýlar. Biz geldik…” diyorlardý… Bende seninle aha böyle yürüyorduk, çekçikrenliðine gidecektik… -Bu taraftan çekçikrenliðine gidilmez kim -Ya ben de biliyom ama düþümde öyleydi… Neyse, lafýmý kesme… Þurdaki pelitin orda kavuþtuk… Sen aðlýyordun… Sana diyorum “Bak! Kaç gündür baþýmýn etini yiyordun, kýzýmý göremedim diye… Demedim mi gelecek… -He, ben aðlýyom, sen gülüyordun sanki… -Yav, sana da bir þey anlatýlmýyor… Ýkisi de sustu… pelit aðacýný geçip gittiler, adam kafasýný bir ara çevirip geri baktý… Ýki gün sonra kadýnla kocasý Ýstanbul yolundaydýlar… Sabahýn erken saatinde vardýklarý otogarda eþyalarýný þirketin emanetine býrakýp metroya geçtiler. Beþ dakika sonra inecekleri duraða geldiler. —Buraya mý getirmiþler kýzýmý, dedi kadýn. —He… Kendi istemiþ. —Yok… Aynýymýþ hepsi… Geçen gördüðümde sordum. O da “orasý çok sapaydý… buraya daha rahat gelirsiniz diye geldim… dediydi. —Kilo almýþ mýdýr? —Gidince kendin görürsün… Yarým saat sonra cezaevinin kapýsýnda diðer ailelerle sýraya girdiler. Bir saat geçti… kuyruk daha da uzadý. Kapý görevlisine soruldu, daha vakit gelmediði söylendi… Bir saat daha geçince azar azar ziyaretçiler içeri alýnmaya baþlandý. Kadýn sordu: “Bizi neden almýyorlar” Adam kadýnýn sorusunu görevliye sordu. Görevli kime gelindiðini sordu. Söyledi adam… Aldýðý yanýtta karýsýnýn yanýna geçti… “Bizim kýzýn görüþ saati en sonmuþ… istersen gidip bir þeyler yiyelim… daha çok var… —Yok, ben burda bekleyecem… —Ýyi… O zaman ben gidip þurdan ekmek arasý bir þey alýp geleyim.

86

—Olur… Sen bilirsin… Saatler geçti… Otogardan buraya, metro ve yayan, hepsi toplam yarým saat sürmüþtü… Ama þu kapýdan içeri girip kýzýný görmek için tam altý saattir bekliyordu. —Bizi almayacaklar mý? —Niye almasýnlar… Kimliðimiz yanýmýzda… Kütükten çýkardýðýmýz kâðýtta cebimde… Baþka da bir þey istemiyorlar… Gidip bir kez daha görevliyle konuþtular. Saatin geldiðini öðrenince kadýný bir heyecan sardý. Günlerdir kocasýna onca dil dökmüþtü. Bu yaþta, o kadar hastalýðýna raðmen saatler süren otobüs yolculuðuna sesini çýkarmadan katlanmýþtý. Kapýda altý saat boyunca kaç kez bayýlacak gibi olduysa da kimseye bildirmeden ayakta kalmayý baþarmýþtý. “Sonunda bir kez daha kýzýmý göreceðim… Bir daha ne zaman gelip görmek kýsmet olur ki… Yaþlýyým, hastayým… bir ayaðým çukurda artýk benim… Hem bu gün bir de açýk görüþmüþ… o cezaevine girdiðinden beri, on bir yýl… on bir yýldýr saçýna elimi sürmedim… Bu koca olacak adama kaç kez dedim, madem açýk görüþe çýkmaya baþladýlar beni de götür, diye ama… kendisini gidip elimi tuttu, yüzünü öptü de, beni hep camlarýn ardýnda görmeye götürdü.” diye kendi kendine dert yandý… —Bayan! Kimliðiniz? —Adýnýz – soyadýnýz? —Nesi oluyorsunuz? —Hangi suçtan? Burda siyasi yok! Hangi suçtan? Bayan! Siyasi yok, terör suçlularý var! Terör yani!... Peki, peki, þu tarafa geçin, üstünüz aranacak… Görevli kadýnýn verdiði bilgileri aðýr aðýr ve dünyanýn en büyük iþini yapar ciddiyetle kaydetti, önündeki bilgilerle karþýlaþtýrdý… iki dakikada tamamlanacak iþ, on dakikada bitmemiþti ama henüz bütün kayýt bölümlerinden geçilmemiþti. Kadýn ve kocasý kimlik bilgileri alýndýktan, üst aramasý yapýldýktan sonra baþka bir kýsma gönderildiler. Ayný þeyler orada da tekrarlandý, ayný yavaþlýkta ve ciddiyette sürdü iþlemler… Yalnýz bu sefer üst aramasýnýn yanýnda retina taramasý da vardý. Adam daha önce geldiðinden tüm bu iþlemleri biliyordu. Kadýn ise her iþlemden sonra kýzýný þimdi göreceðim düþüne kapýlýyordu… kocasý, retina okuma kýsmýný tarif etti. —Burada gözüne bakacaklar. Yani gözünün izini alacaklar, çýkarken sen misin deðil misin anlamak için… —Niye, kimliðimden anlayamýyorlar mý? —Öyleymiþ… Ýçerdekiler kaçamasýn diye… Retina okuma kýsmýnda dakikalarca kaldýlar. Makine bir gözü okuyor, diðerini boþ geçiyordu… Görevli tekrar tekrar denedi, ama sonuç aynýydý. —Bayan! Gözünüzde ne var? -Ne olacak kýzým gözümde?!

Güz ‘09


—Bayan gözünüzün birinden iz alamýyoruz. Bu iþlem bitmeden sizi içeri alamayýz. Kadýn tedirgin oldu. Sonra birden gözünün olmayýþýndan böyle olduðu aklýna geldi… öyle çok zaman olmuþtu ki gözünü kaybedeli… Yirmi beþ senedir bir gözünün yerinde göz gibi duran ama ne gören ne hareket eden bir cam vardý… Birkaç günde bir týpký takma diþler gibi onu göz çukurundan çýkarýp ilaçlý suya koyar, sonra yine takardý… Ýlk yýllar gözünün olmayýþý onun için kederli günler; yarým olmak anlamýna geliyordu. Uzun yýllardan sonra, baþka hastalýklarý çýkýp, iyice yaþlanýnca gözünün olmayýþýna da alýþmýþtý. Ama gözü olmadýðý için baþýna böyle bir sorun geleceðini hiç tahmin bile etmemiþti… —Þey… Kýzým, benim gözüm takmadýr… isterseniz çýkarayým þimdi, diyebildi… —Takma mý? —Karýmýn bu gözü camdýr. Þimdi izin verinde geçelim, diye araya girdi adam… —Olmaz! Geçemezsiniz! Bekleyin þurada… Ben yukarýda haber vereceðim… sormam lazým… -Ýyi sor kýzým da, çabuk olun, dedi kadýn karma karýþýk olmuþ duygularla.. —Çabuðu yok… Soracaðým, þurada bekleyin… Dakikalar sonra “yukardan” sorumlu personel geldi… Görevliler önce kendi aralarýnda konuþtular, sonra: —Bir daha retina okumaya geçin… —Daha önce geçtim ya… bu gözüm yok benim, çýkarayým da bakýn… —Teyze, tamam! Geç þöyle…! Yeniden bakýldý, görevliler kendi aralarýnda yeniden fýsýldadýktan sonra kadýna sordular: —Senin gözünün olmadýðýný ispatlayan doktor raporun var mý? -Rapor?! Karý-koca birbirlerine baktýlar. Adam: —Karým yirmi beþ yýl önce kaybetti gözünü, þimdi nerden bulacaðýz raporu ki! —O zaman olmaz içeri alamayýz… Þimdi burayý daha fazla oyalamayýn, geri dönün… Arkadaþýmýz size eþlik edecek… —Kýzým biz uzaktan geldik! Kaç yýldýr kýzýmý görmüyorum… On bir yýldýr içerde… hiç elini tutmuþ deðilim… Þimdi nasýl göstermezsiniz kýzýmý… —Bayan… Rapor getirince görüþürsünüz… Ben burda kural ne diyorsa onu yaparým… Lütfen çýkýn artýk… —Rapor alýnca benim gözümün olmadýðýný mý anlayacanýz… Aha iþte, yok gözüm… Gözünü çýkarýp eline aldý, görevlilerin burnunun ucuna uzattý. Personel bu ani hareketlenmeden önce irkildi, ardýndan el içinde bir gözle karþýlaþmadan tiksinti duyanlar yüzlerini öte yana çevirdi…

Güz ‘09

—Bayan! Çekin þunu! Tamam, gözünüz yok, gördük… ama bunun doktor raporu olmalý, ne olduðunu nerden bileceðiz… Sonra bizi sorumlu tutuyorlar… Adam araya girdi, karýsýnýn gözünü tutuðu elini, eline aldý; —Hadi gidelim… tamam, dedi. —Hayýr, ben hiçbir yere gitmiyorum. Ben yýllardýr kýzýmý görmüyorum, onca yoldan geldim… Evet, benim gözüm yok… Bakýn! Yok! Aha, bakýn gözümün içine de bakýn! Yok! Görevlilerden biri telefonla “yukarý”yý aradý. Amirine durumu anlattý, aldýðý cevapla daha bir kendinden emin, güvenle kadýna döndü. —Yok! Aradým müdürümü söyledim… Olmaz diyor. Mevzuat böyle… Raporunu getirirsen olur… Þimdi hemen çýkýn buradan. Kadýn sabahtan beri sizlerle uðraþýp duruyoruz, sizin yüzünüzden görüþ aksýyor… Bir-iki personel kadýnýn kolundan tutmaya çalýþtý, kadýn hiddetle çýkýþtý onlara… —Kimlik dediniz verdim, arama dediniz geçtim… Þeytan görmüþ gibi baktýnýz, sözetmedim… Çözüm yok diye içeri almýyorsunuz, siz de hiç mi din-iman, vicdan kalmadý… —Çözüm yok diye deðil, raporun yok diye… -Ýkisi de ayný þey…! Býrakýn beni!... Bir daha kýzýmý nasýl göreceðim, ne zaman geleceðim belli deðil. Kýzýmý gösterin bana….! Kim bilir onlara nasýl davranýyordunuz…! Adam, personele “Tamam, dokunmayýn siz… ben hallederim, dedi… Karýsýnýn koluna girip, “Hadi gidelim…” dedi, onu teskin etmeye çalýþarak yürüdü… Kadýn teskin olmaktan uzak bütün kýrýklýðý, acýsýyla söylenmeyi sürdürdü. -Aha, benim kýzým da bunlarý görsün…! Memleketi kurtaracaðým diye genç ömrünü mapuslarda geçiriyor… Aha bu insanlar için mi…! Ama dur! Düþmez kalkmaz bir Allah… Belli mi olur, bir gün gerçekten kurtarýrlar memleketi… Benim de andým olsun o zaman, bize bu dünyada böyle köpek gibi davrananlarýn hepsine bize yaptýklarýndan daha fazlasýný yaparlar inþallah… A buralara atarlar inþallah, kapýya da beni dikerler… -Þþþt… Sus bi…. Tamam, baþka zaman geliriz… Bak, böyle yaparsan seni de atarlar içeri… -Atsýnlar…! (Ellerini uzattý, o sýrada kapýda gördüðü askerin önüne) Atýn! Hadi, tutuklayýn beni… Hiç deðil içerde kýzýmýn yanýnda olur, onu rahat rahat görürüm… Asker tüm bunlara umursamaz baktý, yalnýz sertçe bir kaþýný kaldýrdý. Adam, “Biz çýkacaðýz… Kimliklerimizi verirseniz…” dedi. Kimlikler alýndý. Kadýn hýrsýný alamamýþ olmanýn öfkesiyle söylendi, durdu…

87


DURULMUÞTU SULAR Ruþen TUTKU / H- Tipi Kapalý Cezaevi / G. Antep I aðlarý kendine mekân eden insanlarýn yurduydu buralar. Dað rengi sinmiþti tenlerine. Üþürdü toprak, dökülürdü aðaç dallarýndaki yapraklar. Ve sonra savrulurdu bakýþlar. Bakýþlara kar yaðardý, göz kapaklarýna beyazlýk düþerdi. Daðlara sýkýþtýrýlmýþ düþler konardý kirpiklere. Yaðmur eritirdi içlerindeki boranlarý. Avuçlar terlerdi yaz zamanlarýnda. Dað kanununa göre yaþamak zor olsa da var olma savaþýnýn kanunu geçerliydi. Bir ezgi baþlamýþtý. Aþktan, sevdadan, umuttan çalýyordu ustalar. Ýnceden, derinden ve notalarýyla kazýnýyordu topraða. Ezgi ruhlarý teslim aldýkça dilden dile yayýlýyordu. Nazlý bir çiçek, dingin bir su ve terli bir toprak besteleniyordu. Daðýn dili kendi ezgisini yaratýyordu. Yol almaya hazýrdý gerillalar. Daðlara karanlýk çöktükçe suskunluk boy verirdi vadilerde. Vadiler kör kuyunun dilsizliðine dönerdi. Suskunluk daðlarla sýnýrlý deðildi. Bazen daðlarýn yamaçlarýndaki köylere de ölüm sessizliði konardý. Evlerde yanan gaz lambalarýnýn ýþýðý uzaktan belli belirsiz takýlýrdý gözlere. Newal köyü gerillalarýn sýk sýk gittiði yerdi. Delil’in evinde bir hareketlilik alýp baþýný gitmiþti. Delil’in eþi Dilber’in doðum sancýlarý baþlamýþtý. Zor gece nefes nefese akýyordu. Gözler þafakta, doðacak güneþteydi. II Güneþ daðlarýn ardýnda kaybolmuþtu, gece basmýþtý ortalýðý. Gündüzden kalma son bakýþlar aðaç dallarýnda açmaya hazýr tomurcuklarda kalmýþtý. Yorgunluklarý, aðýz dolusu gülüþleri akan ýrmaklarda dalgalanmýþ, deniz mavisi gökyüzünde kalmýþtý. Noktalarýný deðiþtirmek için son hazýrlýklar tamamlanmýþ, silah kuþanýp yol almýþtý gerillalar. Adýmlar akþam karanlýðýnýn kalbine atýlmýþtý. Yol yeni bir güne ya da ölüme çýkabilirdi. Ölüm ile yaþam iç içe yakýndý gerillalara. Bu daðlarda yol almak her þeyi göðüslemekti. Yürüdüðün yollarda kan damlayabilir, gökyüzünde yýldýzlar sönebilir, bedenler yýkýlabilirdi kendi gölgesinde. Bir çiçek, bir fidan ve bir karýnca gibi incinebilirdi insan yürekleri. Acý haykýrmalar, yaþlý gözlerin masumluðu kurtaramazdý kimseleri. Koca bir kýþ daha geride kalmýþ, baharýn rengine erken yakalanmýþlardý. Bahar deðiþtirmemiþti dað rengini almýþ gerillalarýnýn tenini. Bahar kadar ve bahar gibi deðiþmiþlerdi ancak. Biraz daha canlý ve biraz daha coþkundular ancak. Kimileri deðiþen doðanýn rengiyle çocukluðuna, deli dolu delikanlýlýðýna ve kimileri de vakitsiz vurulan yoldaþlarýnýn son nefesine dalýp giderdi. Büyümüþtü birileri ve ezik duygularýn utancýyla küçülmüþtü birileri. Dalýp gidenlerin izi kapanmaz yaralar açýyordu göz renklerinde. Akýyordu ýrmaklar. Durmadan bu topraklarýn ve zamana yenilmiþ halini taþýyordu yeni diyarlara. Suskunluklarý, yalnýzlýklarý ve gecelere sýðýnan eþkýyalarýn son hikâyelerini alýyordu koynuna. Eþkýyalarýn dað dað des-

D

88

tanlarý þimdi yoktur gayri. Þimdi gerilla vardý ýrmak bakýþlarýnda. Yýldýzlar bir bir parlýyordu gözlerde. Sürgün yemiþ insanlarýn ahý viran edilen köylerin yýkýntýlarý ve analarýn göðüs kafeslerinde aðlayan çocuklarýn sesleri yýldýzlarda ve ýrmak akýþlarýnda canlanýrdý. Dað patikalarýnda hayatý adýmlamak ölümle dans etmeye benzer. Yani ölümle barýþýk olman gerekir. Tökezlenen bir adým, kayan bir ayak ve ansýzýn kapanacak bir göz uçurumlarda kayabilir. Uçurum kenarlarýnda kanatlanmak her zaman payýna düþmüþ. Uçurumlar seni alýr koynuna. Ondandýr, yol alanlar patikalarýn acýmasýzlýklarýna yapýþýr. Yarým kalmýþ bir masalýn ve tamamlanmamýþ bir yolun yolcularý olmak istemiyorlardý. Yaþamý çýlgýnca sevenler daðlara vurulmuþ patikalarý adýmlamýþtý. Parça parça bölünmüþ bir sevdanýn çarký arasýnda ezilmek istemiyorlardý. Sevdalarýn daðlardan da yüce olmasý bundandý. Alýnan þekil, vurulan kalp atýþlarý yaþamdý onlar için. Daðlarý, denizleri, çiçekleri, çocuklarý ve dört parçaya bölünen umutlarý çýlgýnca sevmiþlerdi. Gidilecek ve alýnacak daha çok yollarý vardý herkesin. Hiç biri acý damýtan gitmelerin zamansýz kahramanlarý olmak istemiyorlardý. Gidiþlerin izini karda deðil gözyaþlarýnda aramak paylarýnaydý. Ýçindeki baharý ölmemeliydi hiç kimsenin. Büyümeliydi çýlgýn yanlarý, savrulmalýydý umutlarý. Daðlarýn en tenha yerlerinde hýçkýrýlmamalýydý rüzgârlar. Kendine aðlamalýydý tüm rüzgârlar. Yüreklere yangýn düþmemeliydi. Gidenlere gitmek yakýþýyordu. Kalanlara boynu büküklük düþüyordu film karelerine. Kendi yolunu çizenler ve ayný yolda bir duruþ sergileyenlerin gidiþi isim býrakýyordu geride. Ýsimleri yeniden daðlarýn gamzelerinde filizlenirdi. III Sabaha çok vardý halen. Ufuk çizgisi rüya gibi dizilirdi. Odanýn bir köþesinde sinip sigarasýnýn dumanýnda yitip giden Delil eþinin doðum sancýlarý arasýnda akan geceye asýlýyordu. Dilber’in sancýlarý geceye hançer gibi saplanýyordu. Gece yeni bir güne hazýrdý ve belki de doðum sancýlarýnýn ardýndan doðacak çocuðun sesiyle güne baþlayabilirdi. Dilber’in doðumuna ebelik yapan yaþlý kadýnlar sabrýn son sýnýrýndaydýlar. Tükenen sabýrlar zamanla yarýþýyordu. Doðum zorlu gülüþlerin, kanter içinde hayatla boðuþanlarýn sesi gibiydi. Savaþta ölenlerin, savaþla dirilenlerin acý ve sancýlarýný salýyordu geceye. Her þey kendi rengine bölünmüþtü. Belirsizlik, yalnýzlýk, çaresizlik bir renk olmuþtu. Dað rengini alanlarýn gece yürüyüþü soluksuz devam ediyordu. Çið zamansýz düþebilirdi gri geceye. Mesela kayabilirdi bir yýldýz, bir çocuk hayata gözlerini açmadan sarýlabilirdi kefene, ya da Dilber çocuðuna sarýlmadan karýþabilirdi geceye. Zaman her þeye gebeydi. Belki de ondandý ebelik yapan kadýnlarýn derin iç geçirmeleri. Zorlu bir savaþýn orta yerinde ölen insanlarýn cesetlerini taþýr gibiydiler. Aðýr, hareketsiz cesetlerle boðuþmak bitirmez mi insanlarý? Sarkan kollar,

Güz ‘09


açýk gözler korkutucuydu. Ölü bedenlerin açýk gözlerinde geleceði aramak ölümü sýrtlamaya benziyordu. “Biraz daha dayan kýzým” dedi yaþlý bir kadýn. Tüm sözler kontrolsüzdü. Zaman daraldýkça korku ve kaygýlarý çoðalýyordu herkesin. Yaþlý kadýnýn alnýndaki derin çizgiler yorgunluðun ve tükenmeye hazýr sabrýn terini atýyordu. Uykusuz göz kapaklarý aðýrlaþmýþtý. “Ýkisinden birini kurtarmalýyýz” dedi baþka bir kadýn. Her söz, her sancýdan sonraki çýðlýk odanýn içinde yankýlanýyor, geceye acýyla karýþýyordu. Geceleyin acýlar da kýyýlara çekiliyordu. Aðlatan, yargýlayan ve aðýr yaralayan bir hava vardý kýyýlarda. Bütün pýnarlarýn suyu çekiliyor, gözyaþlarý aðlara takýlýyor. Düþler ay ýþýðýnda hançerleniyordu. Hançerlerin kabzalarýnda ihanetin, puþt tanrýlarýn izleri belirginleþiyordu. Daraðaçlarýnda boy veriyordu tüm ipe çekilenlerin gölgeleri. Loþ, ýþýksýz buz gibi suretler nara atýyordu. Delil’in soluðu yüreðinde boðum boðum yankýlanýyordu. Ter basmýþtý kýllý göðsünü. Sigara dumanýndan sararmýþ býyýðý, parmaklarýnýn arasýnda sabýrsýzlýðýn biçimini aldýkça nikotin kokuyor, kýzarmýþ gözleri gaz lambasýnýn ýþýðýnda solgun bakýyordu. Dilber terden sýrýlsýklam olmuþ, doðum sancýlarýnýn acýsýndan takatsiz düþmüþtü. Dudaklarý kurumuþ, solmuþtu yüz hatlarý. Adeta ruhu çekilecek son nefesin ayak sesi sinesine yýðýlýyordu. Tüm umutlarýn yýkýldýðý anda doðum gerçekleþmiþti. Bitkindi Dilber. Baþý yastýkta, gözleri odanýn tavanýnda suskundu. Nefeslerin alýndýðý bir anda kurþun sesleri, geceyi delmiþ, doðum sonrasýnda odaya çöken suskunluðu bozmuþtu. IV Zaman yorgun, akýp giden yol taþýyamýyordu habersiz vurulanlarý. Yol yürüyüþünde vurulmuþtu gerilla. Býçak saplanmýþtý geceye. Çekilmiþti tetik. Namlu ölüm taþýmýþtý. Ýçleri donmuþ, ayaz üþütmüþtü bakýþlarýný. Vurulan gerillalarýn arkadaþlarý þaþkýndý, öfkeliydi. Öfkeleri sýðmamýþtý bedenlerine. Kör kurþun nereden gelmiþti, neden tek el ateþ açýlmýþtý bilinmiyordu. Karþýlýklý ateþ açýlmamýþ, çatýþma çýkmamýþtý. Patika kanamýþ, uçurum büyümüþtü. Masal yarým kalmýþ, nokta konulmuþtu gerillanýn yaþamýna. Umudun savaþçýsý yürüyüþünü arkadaþlarýna devretmiþti. Kurþun sesi yamaçtaki köyün suskunluðunu bozmuþtu. Kurþun sesiyle sarsýlan gecenin sabahý gelmiþti. Tan vakti yýldýzý sönmüþtü usuldan. Meraklý gözler önce evlerin pencerelerinden dýþarýyý gözden geçirmiþ, sonra daðlarýn zirvelerine kilitlenmiþti. Kurþun daðlara, direniþ zirvelere ve ölüm yine daðlara yazýlýyordu. Köylüler çok geçmeden bir gerillanýn vurulduðunu öðrenmiþlerdi. Durulmuþ sular. Delil yýkýlmýþ duygularla, yorgun ve suskun adýmlarla eþinin baþucuna gidip oturmuþtu. Bebeði yanýndaydý Dilber’in. Dilber soracak gücü kendinde bulamamýþtý. Ölüm ve acýlarý kaldýracak takati yoktu. “Bir gerilla vurulmuþ, adý Agit’tir” demiþti titrek dudaklarla Delil. Dilber bebeðini kollarýnýn arasýna alarak “Agit” demiþti aðlamaklý sesiyle. Ruhu dirilmiþti Agit’in.

Güz ‘09

89

AFA /İkitelli’de selin ardından

... Kentler ki gökyüzünün sırtına saplı bir bıçak gibi yükselen gökdelenlerin olmadığı. Kentler ki her yağmurun ardından derme çatma evlerin gözyaşlarıyla alev alev yanmadığı. ...

A FA / İ k i t e l l i ’ d e s e l i n a r d ı n d a n


Merhaba Þu anda gecenin bir vakti, sesinizi duyuyorum yine. Nasýl ki sizin sesiniz ulaþýyor bana, biliyorum ki benim sesim de size ulaþýyor. Yüreðimin atýþlarýna karýþýyor, sizin yürek atýþlarýnýz. Sonra kocaman bir yürek oluyor sol yanýmda. Yürek… nasýlda dolu doludur yüreklerimiz... Neleri neleri sýðdýrmamýþýz ki biz yüreklerimize. Benim yüreðimde öyle çok þey var içimde. En baþta o büyük sevgili; karanfil kokularýmýz, yaný baþýmda kokusu kýr çiçeklerine karýþanlarýmýz, sizler, canlarým, tüm sevdiklerim, yarým býraktýðým her þey, sevgisini hissettiðim herkes… Ne zamandýr dara düþse yüreðim, acýya kesse bedenim parmaklarýmýn ucuna dokunuyorsunuz, gözleriniz deðiyor gözlerime, bu küçük hücrem kalabalýklara karýþýyor, birden çok ses çýkarýyor. Ben içinde kala kalýyorum. Her sese tebessümle cevap veriyorum. Bilerek deðil, kendiliðinden! Sizler ise gülen gözlerinizle karþýlýyorsunuz içimden kopan her sesi. Ýster yaný baþýmda olsun, ister bir adým ötemde kapý önünde, ister bir sokakta olun, ister herhangi bir þehrin, bir yerinde oturun, ister adli týp önünde oturun ben sizleri hissediyorum. Sýcaklýðýnýz, gücünüz, sesiniz, beni sarýp sarmalýyor. Bundandýr bu illet her sýkýþtýrdýðýnda karþýsýnda baþýmý dik tutmam. Ona çelme takmaya hazýrlanmam bundandýr. Sizler benimlesiniz ya gerisi boþ! Hele kýsacýk bir yolda gözleriniz, gözlerime takýlýnca bir serçe telaþýnda oluyor yüreðim. Evet sizlerden bahsediyorum Adana’nýn sýcaðý kadar sýcak yüreklilerim, Seyhan’ýn yakamozlarý gibi parlayan ýþýl ýþýl gözlülerim. Seviyorum sizleri. Kapý önünde deðil, iþte tam þuram da oturuyorsunuz. Þimdi birde kavgamýn þehrinde oturanlar var. Günlerdir oradasýnýz ve ben kim bilir kaç kez uzandým sizlere bilir misiniz? Uzanýp dokunuyorum size, en çok da umutlu hallerinize. Hani o yüreðinizin sesinin gözlerinizin terine karýþtýðý anlardaki hallerinize, ben hep sizinleyim, her seferinde çoðalarak dönüyorum hücreme. Ve her seferinde sizin gücünüzle yerle bir ediyorum hücremi. Sarýlýyorum ellerinize sýmsýký, sarýlýyorum bütün gücümle. Sonra gönlümün hep hareketli derinlerinde olanlar var. Sevgisini, yoldaþlýðýný, dostluðunu satýrlara yükleyip her seferinde buraya koþan, her seferinde umut taþýyan canýmýn caný yoldaþlarým; öyle özledim ki sizleri, öyle seviyorum ki ben sizleri… Dostlarýmýz da var tabi bu kavgada. Dost yürekleriniz her daim yanýmda bunu bana hep hissettirdiniz. Sesinizi sesime kattýnýz. Her kavgada insan dostunu omuz baþýnda görünce duygusu farklý oluyor biliyorsunuz. Bir dost gülüþü gönderiyorum sizlere; sevgiden, kavgadan yana… Selam olsun sizlere. Kime ne desem, ne yapsam yarým kalacak biliyorum. Hangi köþesini tutsam bir baþka köþe eksik kalacak iyisi mi burada bitirmek. Ama gözlerinizin ta içine dikiyorum gözlerimi. Sevgimin derinliðini görün diye. Ve son olarak tekrar ediyorum; seviyorum sizleri… hem de çok! Güler Zere

90

Güz ‘09


Söylenceler... OGUGO ÇE ONAVROZÝS

Derleyen / Atila Oğuz

Gugo ile navrozun hikâyesi çok acýklý bir aþk hikâyesidir. Gugo ile Navroz’un tam olarak ne ve nasýl bir yaratýk olduklarýný da bilen yok. Ancak Gugo ile Navroz’un bir tür kuþ olduklarý dilden dile yayýldý durdu nice yýllar boyu. Gugo her yaz baþlarý büyük bir özlemle guggu diye ötermiþ. Yaz baþýnýn gelmesiyle birlikte köylülerin çoðu yaylaya çýktýklarýndan dolayý köyün yarýdan fazlasý göç etmiþ olur. Yaz baþýnýn serin esen havasýna Gugo’nun o kasvetli sesi eklenince, insan yüreðinde dayanýlmaz derin duygusal sancýlar sarar ve takýlýr gider Gugo’nun sesinin peþi sýra. Gugo’nun bir tür kuþ olduðunu söylemiþtim, ama nasýl bir kuþ olduðu kesin bilinmemekle beraber çeþitli rivayetler var, bunlardan en yaygýn olanýysa, kargadan biraz büyük ve geniþ kanatlý, alaca renkli, kimilerine göreyse gri renkli, aslýnda her ikisinin de doðruluk payý var. Aslýnda alacalý olan Gugo bir türlü Navroz’la birleþemediði için rengi solmuþ ve sesinden baþka, onu gören olmamýþtý. Her yaz baþýnýn gelmesiyle o yanýk sesiyle Ocenanýn vadilerini inim inim inletir ve insanlarý derin bir hüznün içinde kaybolup gitmelerini saðlar. Yaþlý insanlardan bir birlerine yakýn farklý hikâyelerini dinlemek, insana doyumsuz hazlar yaþatýyor. Bizler aþký hep insana mahsus bir olgu olarak bilirdik, ancak bu söylencede görüldüðü gibi insanýn dýþýnda da aþklar yaþanabiliniyormuþ. Yine günlerden bir gün ýrmaðýn kenarýnda, þarýl þarýl akan suyun yanýnda konuþtuðum yaþlý bir Ocenalýdan Gugo ile Navroz’un hikâyesini tekrar dinlemiþtim ve çok etkilenmiþtim. Yaþlý Ocenalý dinle torun deyip söze baþlamýþtý. Dünya kuruldu kurulalý, bütün canlýlar bir þekilde kendilerine bir eþ buldular ve çoðalarak yaþayýp gittiler, ancak Gugo her nedendir bilinmemekle beraber eþi olan Navroz’la bir türlü bir araya gelemedi, çünkü lanetlenmiþti, ama Gugo bütün bunlara raðmen sevdasýndan vazgeçmedi ve bin yýllardan beri her yaz baþý gelip eþini aramaktadýr ve bunu yapmaktan hiç vazgeçmeyecek, çünkü bize de eskilerimizin anlattýklarýna göre Gugo ile Navroz eðer bir araya gelirlerse dünya yýkýlacakmýþ. Evet Gugo ile Navroz bir araya gelirlerse dünya yýkýlacakmýþ, gerçektende büyük bir aþktýr bu. Düþünsenize bütün tanrýlar size karþý ve birleþmenize engeller, ama siz vazgeçmiyorsunuz sevdanýzdan binlerce yýl geçmiþ olsa bile. Belki bir gün Gugo ile Navroz birleþirler. Dünya yýkýlýr mý yýkýlmaz mý? Bilemem ama binlerce yýl sevda çekenlerin kavuþmasýna bence deðer. Gugo ile Navroz’un hikayesi bana insanlýðýn ortak sevdasý olan sýnýrsýz, sömürüsüz bir dünyayý hatýrlattý ve inanýyorum ki insanlýðýn sevdasý bu kadar uzak ve karamsar deðil çünkü bu mümkün ama Gugo ile Navroz’un sevdasý sadece bir söylence olarak insanlýk tarihiyle birlikte yaþamaya devam edecektir.

Güz ‘09

91


geleceğe yolculuk Ütopya

Özgün DENÝZCÝ

“Týp alanýnda çok önemli geliþmeler kaydediliyor. Artýk insan fizyolojisi daha iyi tanýnýyor. Bunun bir sonucu olarak insan vücudu dondurulup derin bir uykuya dalmasý saðlanacak ve onlarca yýl sonra, ayný fiziksel yaþta ve ayný biyolojik özelliklere sahip olarak uyandýrýlýp yaþamýna devam edebilecek.” Gazetedeki bir haberde geçiyordu bu paragraf. Genç hekimler, yaptýklarý araþtýrmanýn milyonlarca insana ulaþacaðý düþüncesinin verdiði bir gurur ve heyecanla okuyorlardý haberi. Haber þöyle devam ediyordu: “Söz konusu uygulama þu ana kadar sadece hayvanlar üzerinde ve kýsa süreli olarak denenebildi. Yetkililer, bu iþlemlerin insanlar üzerinde denenebilmesi için bir dizi çalýþmanýn daha tamamlanmasý gerektiðini açýkladýlar.” Aslýnda bahsedilen çalýþmalar tamamlanmýþtý; hatta gönüllü bir denek üzerinde uygulanmýþtý ve sonuç baþarýlý olmuþtu. Ancak bu deneme sadece iki hafta sürmüþtü. Bu süre sonunda, üzerinde deney yapýlan insan uyandýrýlmýþ ve vücut fonksiyonlarýnda herhangi bir olumsuzluk yaþanmamýþtý. Oysa uykudan bir daha uyanamama ihtimali de vardý. Denek öncelikle ameliyatlarda kullanýlan yöntemle yani narkoz verilerek uyutuluyor. Bir yandan denek çok miktarda kana eþdeðer serum vücudunun tüm hücrelerine ulaþýncaya kadar takip ediliyor, diðer yandan kan vücuttan çekiliyordu. Bu iþlem yapýlýrken ortam sýcaklýðýnýn yavaþ yavaþ düþürülmesi gerekiyordu. Böylece vücut fonksiyonlarýnýn da yavaþlayarak en sonunda tamamen durmasý saðlanýyordu. Sýcaklýk -45 dereceye kadar düþürüleceði için çalýþan görevliler de özel kýyafetler giymek zorundaydý. Ýþlem tamamlandýktan sonra kalp atýþlarý da dâhil, tüm yaþam fonksiyonlarý durmuþ olan denek, özel bir kapsül içerisine yerleþtirilecek, kapsül içerisindeki ýsý -150 dereceye ulaþacak ve uykusunu burada sürdürecekti. Öyle bir uyku ki, beyin hücreleri de durmuþ olduðu için rüya görmek dahi mümkün deðildi. Araþtýrma ekibindeki görevlilerden birisi olan Taylan, deneyin kendisi üzerinde uygulanmasýný istiyordu. Ekip toplantýlarýnda denek olarak kendi üyelerinden birinin kullanýlmasýnýn ne kadar doðru bir yöntem olacaðýný tartýþýyordu. Bu konuda tereddütlü olsalar da, Taylan onlarý ikna etmeyi baþardý. Ýçinde bir daha uyanamama ihtimalinin verdiði korkuyu da taþýyordu elbette ama böyle tarihi bir deneyde rol almanýn vereceði onur onu heyecanlandýrýyordu. Ne olursa olsun, bu riske deðerdi. Belirlenen gün gelmiþti. Taylan’ýn son kez saðlýk kontrolü yapýldý. En küçük bir pürüz bile yaþanmamasý gerekiyordu. Taylan, laboratuarda hazýrlanan operasyon masasýna uzandý. Araþtýrma ekibinin baþkaný Aylin Hoca, Taylan’a yaklaþtý ve hazýr olup olmadýðýný sordu. Taylan, arkadaþlarýna dönüp gülümseyerek, “Görüþmek üzere” diye seslendi. Sonra da Aylin Hoca’ya dönerek “Haydi baþlayalým hocam” dedi. Hemþire uyumasýný saðlayacak olan ilacý vermeye baþladý. Taylan, tavanda kendine doðru dönmüþ olan ýþýklara bakýyordu. Gözlerinin kapandýðýný hissetti… Birden gözlerini açtý. Karþýsýndaki ýþýðýn rengi biraz daha kýsýk gibi geldi. Çevresine bakýndý. Burasý uykuya daldýðý yer deðildi; baþka bir laboratuardaydý. Etrafýndaki insanlarýn da hiç birini tanýmýyordu. Anlaþýlan uykuda geçen süre içinde araþtýrma ekibinde ve laboratuarda deðiþiklikler olmuþtu. Bu deneyin 10 yýl sürecek bir uykunun sonunda bitirilmesi planlanýyordu. 10 yýlda bu kadar þey deðiþmiþ olabilir miydi? Acaba uyku süreci planlanandan daha uzun mu sürmüþtü? Taylan’ýn kafasýndan bu düþünceler geçerken bir yandan da bulunduðu ortamý algýlamaya çalýþýyordu. Kendini çok yorgun hissediyordu. Tekrar uykuya daldý. Uyandýðýnda bu kez bir hastanede olduðunu fark etti. Muhtemelen bir yoðun bakým ünitesindeydi. Hücre akýþý ve diðer vücut fonksiyonlarý monitörden kontrol ediliyordu. Þimdi kendini daha iyi hissediyordu. Birkaç dakika sonra odaya iki hekim girdi. Taylan onlara bakarken yaþlý olan “Merhaba” diyerek söze baþladý: “Ben Mustafa. Sizin baþlatmýþ olduðunuz projenin bugünkü ekibindeyim.” Taylan’ýn kafasýnda bir sürü soru vardý. “Ne kadar uyudum?” diye sordu. Mustafa cevapladý: “Planlanandan bir hayli fazla.” “Ama nasýl oldu bu? Ben 10. yýlýn sonunda uyandýrýlacaktým. Böyle planlamýþtýk.” “Doðru. Kayýtlara göre 10. yýlýn sonunda deney bitirildi. Senin vücudun da normal olarak çalýþmaya baþladý. Yalnýz nörolojik bir sorun yaþandý. Uzun bir süre dondurulmuþ olarak kaldýðýn için beyin hücreleri fonksiyonla-

92

Güz ‘09


rýný yitirmiþti. O günün koþullarýnda nöroloji bilim dalý seni tekrar hayata döndürmeye yetmedi. Bir yýl kadar bitkisel hayatta kaldýn. Bu yüzden o dönemin çalýþma grubu, durumuna çözüm bulamadýklarý için seni yeniden dondurmaya karar verdi. Geçen uzun süre ise týp bilimi için son derece verimliydi. Artýk önlenemeyecek hastalýk yok. Dolayýsýyla senin beyin hücrelerinle ilgili problem de aþýlabildi. Buna raðmen uyandýrýlma sürecinin sorunsuz geçtiðini söyleyemem.” Taylan içinde bir burukluk hissetti. Arkadaþlarý ve evi artýk yoktu. Yepyeni bir toplumun içinde yeni bir hayata baþlamasý gerekiyordu. Acaba kendisini nasýl bir dünya bekliyordu? Eskisi gibi mutlu olabilecek miydi? Hekimlere, ayaða kalkmasýnýn sakýncasý olup olmadýðýný sordu. Mustafa “Tüm vücut fonksiyonlarýn normale döndü. Uykuya dalmadan önceki haline dönmen için epey uðraþmamýz gerekti. Artýk yaþamýna devam edebilirsin.” diyerek ayaða kalkmasýna yardým etti. Taylan büyük bir merak içindeydi. Acaba bu kadar sürede dünyada neler deðiþmiþti? Mustafa Hoca’nýn yanýnda gelen Aynur, genç bir hekimdi. Taylan’a “ilk gün rehberin olabilirim. Gel seninle biraz dolaþalým.” dedi. Taylan kalkýp üzerini deðiþti. Yeni ekip arkadaþlarýnýn kendisi için hazýrladýklarý kýyafetleri giydi. Caddeye çýkýnca etrafýna bakýnmaya baþladý. Gözü hep farklýlýklarý arýyordu. Uzaya kadar uzanan asansörler falan beklemiyordu elbette ama insanlara, caddeye, binalara baktýkça bambaþka bir yerde olduðunu hissedebiliyordu. Aynur, soru yaðmuruna tutulacaðýný biliyordu. Taylan hala ilk þaþkýnlýðýný üstünden atamamýþtý. Bir süre daha dolaþtýlar. Taylan sorulara baþlamýþtý. “Neden hiç otomobil yok?” “Otomobili artýk çok nadir görebilirsin. Eskisi gibi fosil atýk yakan araçlar kalmadý. Yenilenebilir enerji kaynaklarý kullanýyoruz. Ama söylediðim gibi, çok nadir ve gerekli durumlarda. Zaten ihtiyaç da yok. Ýstediðin her yere birçok yolla ulaþabilirsin.” Gerçekten de yürüyüþ boyunca hiç taþýt yolu görmemiþti. Tüm caddeler yaya yolu olarak tasarlanmýþtý. Öyle ki, yollarýn her iki tarafýnda yürüyen bantlar vardý. Ýnsanlar daha çok yolun orta kýsmýnda yürümeyi tercih ediyor, acelesi olanlar ve yaþlýlar ise yürüyen bantlarý kullanýyordu. Taylan sorulara devam etti: “Peki ama ya burada bir yerde yangýn çýkarsa! Ýtfaiye gelebilecek mi?” “Artýk tüm binalarda yangýn söndürme ve ilk yardým tertibatý var. Bunun yaný sýra herkes bunlarý kullanabilecek yeterliliðe sahip. Ama elbette bunlarýn dýþýnda, daha geliþkin merkezler daha büyük çaplý sorunlarda devreye giriyor. Örneðin, senin uyandýðýn hastane gibi. Birer meyve suyu içelim mi?” Taylan “tamam” dedi gülümseyerek. “Ama sen ýsmarlamak zorundasýn. Benim paralarým tedavülden

Güz ‘09

kalkmýþtýr.” Aynur da gülerek “haydi gel” dedi. Bir kafeden iki þiþe meyve suyu aldýlar ve çýktýlar. Taylan, Aynur’a döndü: “Eeee… Ödeme yapmadýk.” Aynur yine gülümseyerek “Artýk para kullanmýyoruz” dedi. Taylan dalga geçip geçmediðini anlamaya çalýþýyordu: “Ciddi deðilsin herhalde!” “Hayýr ciddiyim. Bugün, engeli olmayan tüm insanlar günün küçük bir bölümünde çalýþýyor. Karþýlýðýnda ise sizin zamanýnýzdan farklý olarak para almýyor ama toplumdaki tüm olanaklardan yararlanabiliyorsun.” “Fakat bu insanlarý savurgan hale getirmez mi? ‘Nasýl olsa bedava’ diye her þeyi çarçur ederler.” “Artýk sizin zamanýnýzda deðiliz. Senin böyle düþünmen çok normal. Ama bugünün insanlarý bilinçli. Birlikte yaþamayý öðrendik. Çevrende gördüðün herkes en az bir bilim alanýnda uzman. Üstelik eðitimin ilk aþamasýndan itibaren birçok mesleki alanda eðitim alýyoruz. Bunun yanýnda hepimiz sanatýn deðiþik dallarýnda çalýþmalar yapýyoruz. Günümüzde sanatçýlar parmakla gösterilmiyor. Bir grup oluþturan ya da bireysel olarak sanatsal üretim yapan herkes bu üretimlerini diðer insanlara ulaþtýrabiliyor. Her bölgede konser ve tiyatro salonlarý var.” “Çok güzel. Fakat bütün bunlarý yapacak zamaný ve enerjiyi nasýl bulabiliyorsunuz?” “Söylediðim gibi, günlük çalýþma saatimiz çok kýsa. Senin yaþadýðýn dönemde ekonomik sistem çok kötüydü; günde 10 saat çalýþmak normal sayýlýrdý ve bazýlarý için iþ günü 15 saati bulurdu, ama bir o kadar insan da iþsizdi. Þimdi iþsizlik yok. Bütün iþler paylaþýlýyor. Böylece hem iþsizlik olmuyor, hem de aþýrý yoðunluk ve yorgunluk ortadan kalkýyor. Þöyle de diyebiliriz: Bir insanýn günde 12 saat çalýþmasý yerine ayný iþ, birden fazla kiþi ile paylaþýlarak çok daha kýsa sürede bitiriliyor.” “Peki iþ saati azalýnca insanlarýn maaþlarý da azalmýyor mu?” Aynur gülümseyerek elindeki meyve suyunu gösterdi. “Bunu nasýl aldýðýmýzý hatýrlasana.” “Anladým” dedi Taylan gülümseyerek. Ve devam etti: “Diyelim ki bir kiþi çalýþmayý reddetti veya iþini özensizce, savsaklayarak yaptý. O zaman ne olur?” “Ne olursa olsun insanlarýn ihtiyaçlarý karþýlanýr. Bugünkü gibi bir eðitim sisteminde yetiþip de böyle bir toplumsal sistemde yaþarken, buna raðmen çalýþmak istemiyorsa, o kiþide bir saðlýk sorunu olduðu düþünülüp yardýmcý olunmaya çalýþýlýr.” “Peki ya ben açgözlüysem? Defalarca gidip 5 – 10 tane alýp çýkarsam ve depolarsam oradaki meyve sularýný tek baþýma tüketmiþ olmaz mýyým?” “Ne zaman ihtiyaç duyarsan veya istersen gidip alabilirsin. Dolayýsýyla fazla almaný gerektirecek bir durum da yok.” “Bizim dönemimizde insanlarýn çoðu büyük bir fakirlik ve kýtlýk içinde yaþýyordu. Þimdi nasýl oluyor

93


da tüm kaynaklar herkese yetebiliyor? Nüfus mu azaldý?” “Hayýr. Dünya nüfusu hemen hemen sizin zamanýnýzdakiyle ayný. Fark þurada: O dönemlerde çoðunluk fakirdi, ancak belirli bir azýnlýk aþýrý bir bolluk içindeydi. Yapýlan üretim ise o dönemde bile tüm insanlarýn ihtiyaçlarýný karþýlayabilecek düzeydeydi. Günümüzde yapýlan, sadece iþlerin ve üretilenlerin eþit þekilde daðýtýmýný saðlamak oldu. Ýþsizlik sorununun çözüldüðünü anlatmýþtým ya. Zaten üretim de önceki dönemlerin çok çok üzerinde.” 90’larda ve 2000’lerin baþlarýnda çok tartýþýlan konularýndan biri de elektrik tellerinin yer altýna alýnmasýydý. Haliyle bu durum Taylan’ýn aklýna geldi. “Hiç elektrik teli görmüyorum. Sanýrým hepsi yeraltýndadýr. Bildiðim kadarýyla tamamen yeraltýna alýnamamýþtý.” “O yýllarla bu günün önemli bir farký var; o da þu: Artýk yapýlan iþlerin ne kadar kar getireceðine deðil, insan yaþamýna ne kadar katký sunacaðýna bakýlýyor. Elektrik telleri insanlar için tehlike oluþturan bir unsur, ama yeraltýna alýnmasý ekonomik getiri saðlayan bir iþ deðildir. O yüzden sizin zamanýnýzda üzerinde fazla durulmadý. Ancak bugünün þartlarýnda yeryüzünde insanlara zarar verebilecek ne tel, ne de baþka bir þey görebilirsin.” Taylan çevresini gözlemlemeye devam ediyordu. Ýnsanlarýn farklý dillerde konuþtuklarýný fark etti. “Ne kadar çok turist var” dedi. “Aslýnda onlar turist deðil. Eðitim sisteminin geliþtiðinden bahsetmiþtim. Artýk insanlar pek çok dili kullanabiliyorlar.” Taylan, geçen zamanýn uzunluðunu düþündükçe bu kadar deðiþime þaþýrmasýnýn anlamsýz olduðunu hissetti. Bunlarý düþünürken merdivenli bir sokaktan aþaðý iniyorlardý. Bir anda ayaðý takýldý, týrabzanlara tutunmaya çalýþtý. Uzandý ama yetiþemedi. Dengesini kaybetmiþti ve yuvarlanmaya baþladý. O sýrada baþýný duvara çarptý. Gözlerini açtýðýnda kendisini evinde ve kendi yataðýnda buldu. Hemen uzanýp takvime baktý. 2 Haziran 2009. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Baþýný tekrar yastýða koydu ve gözlerini tavana dikip kendi kendine mýrýldandý: “Neden olmasýn ki!”

94

Elif Can

Düşlerin güzel, yaşanılası düşlerin bir dünya Bırak kendini düşlerin sonsuzluğuna nefes al sonsuzluğun boy verdiği dünyada Yaşam alan tanımıyorsa “düşlerinde yaşa” demiyorum sana gerçekleşmesi için çabala düşlerinle soluklan düşlerinle umutlan düşlerin/kuvvet olsun sana aşılasın yaşama sevinci Düşlerin uyansın yarına güzelleştirmek için dünyayı doyurmak için çocukları yaratmak için yeni insanı emek ile Düşlerin uyansın yarına! 1 Ağustos 2009

Güz ‘09


Dersim’in Gürleyen Sesi Gezi Notları

Munzur D

ersim… Geçmiþinin hafýzalardan hiç silinmeyeceði, Munzur’un sesini, doðduðu topraklardan, daðlardan aldýðý þehir. Ve Dersim’in tüm güzelliklerinin insanlarla paylaþýldýðý 9. Munzur Doða Festivali… Her yýl yapýlan festivale bu yýl 9 kiþilik bir grup ile katýlacaktýk. Benim gibi ilk kez gidecek olan birkaç arkadaþým daha vardý. Konferansýn verdiði tatlý yorgunluðu unutmuþ Dersim’e gidecek olmanýn heyecaný ile hazýrlýklara baþlamýþtýk. Dergiler, kartpostallar, kitaplar birer birer paketleniyor, bir yandan da eksiklikler araþtýrýlýyor, öte yandan yol için yiyecek vs. hazýrlanýyordu. Malum önümüzde 22 saat gibi uzun sürecek bir yolculuk bizi bekliyordu. 30 Temmuz’da baþlayacak ve 3 Haziran’da sona erecek olan Munzur Festivali’nin ilk günü orada olmak için 29 Haziran Çarþamba sabahý yola çýkacaktýk. Grup içinde 4 kiþilik Ayýþýðý Müzik Topluluðu’nun elemanlarýnýn da yer almasý bize keyifli bir yolculuðun ve festivalin geçeceðini haber veriyordu. Ýlk kez gideceðim festivalde yaþayacaklarýmýzýn mutluluðumuzu katlayacaðýný da ele alýrsak, çok güzel bir 5-6 gün bizi bekliyordu. Ve geldi çattý 29 Haziran sabahý. Otobüsün kalkacaðý yerdeki derneðe gidiyoruz. Daha yola çýkmadan baþlýyor sýcak iliþkiler. Herkeste Dersim’i görecek olmanýn coþkusu var. Otobüsün 13.00’da hareket edeceðini öðreniyoruz. Vakit daha var ve baþlýyor bizim müzik gurubu elemanlarý gitar ve baðlamayý çýkarýp þarký, türkü söylemeye. Derneðin giriþi ve merdivenler bir anda insanlarla doluyor. Herkes hep bir aðýzdan söylüyor türküleri. Kimi türkülerin içinde derin bir sessizliðe dalmýþ kim bilir belki de özlemini duyduðu topraklarý anýmsýyordurbazýlarý ise gülümseyen yüzlerle eþlik ediyordu söylenenlere. Biz tam konser havasýna girmiþken otobüsün geldiði haberini aldýk. 9 kiþi idik, birimizin protokol sebebiyle baþka bir araçla gideceðini öðrendikten sonra 8 kiþi kalmýþtýk. Eþyalarý da yerleþtirdikten sonra 6 kiþilik koltuklarda, yolculuðumuzun ilk dakikalarý baþlamýþ oldu. Kimimiz koridorda kimimiz iki koltuk arasýnda, sürekli yer deðiþtirerek sürüyordu yolculuk. Aramýzda Ayýþýðý Müzik Topluluðu olacak da yolculuk sessiz mi geçecekti?… Elemanlar hemen ellerine aldýlar müzik aletlerini ve baþladýk hep beraber þarký, türkü ve marþlarý okumaya. Kendi bestelerini de dile getiren müzik grubu, otobüstekilerden de büyük beðeni toplayýnca birbiri ardýna geliyor türküler. Otobüstekilerin istekleri ve durmayan alkýþlarý karþýsýnda müzik grubu kendisini tanýtma imkaný buluyor ve bu arada çýkacak kasetin haberini de ekliyorlar. Ve ardýndan devam ediyor türkü-

Güz ‘09

95


ler ve ayný zamanda þiirler… Yolculuk böyle devam ederken gecenin geç vakitlerine ulaþýyoruz. Bu sýrada otobüste çýkan bir arýzadan dolayý 3-4 saatlik bir beklemenin ardýndan yolumuza devam edebiliyoruz. Bir ara otobüs durduruluyor Erzincan dolaylarýnda. Kimlik kontrolü yapýldýðýný öðreniyoruz. Sonrasýnda ise sorunsuz bir þekilde yola devam… Öðleden sonra gecikmeden dolayý, 15.00 sýralarýnda Dersim’e giriyoruz. Önce uzaktan yemyeþil daðlarýn arasýndan merhaba diyor Dersim. Munzur ile soluk alan bu þehrin doða güzelliði karþýsýnda þaþýrýyorum. Kafamda canlandýrdýðým þehir bu kadar güzel deðildi açýkçasý. Bu sýrada yanýmda, Dersim’den 4 yaþýnda çýkan ve Dersim’i 20 yýl sonra tekrar görecek olan bir bayan ile sohbet etme imkaný buluyorum. Tatlý bir sohbete baþlýyoruz. Çok küçük dahi olsa burada yaþadýklarýný hatýrlamakta zorluk çekmediðini söylüyor. Büyük özlem duyduðu Dersim anýlarýný anlatýrken, tanýdýk yerler görmeye baþlýyor. Bu andan itibaren gözlerinde biriken yaþlarý daha fazla tutamýyor. Ablasý geliyor yanýna ve ona sarýlarak dindirmeye çalýþýyor gözyaþlarýný. Ne kadar uzun bir zaman geçse de, Dersim’de yaþananlarý unutamýyor kimse. Ve sadece o deðil, otobüsteki birçok kiþide ayný durumu fark ediyorum. Derin bir sessizlik baþlýyor. Ve anlýyorum ki herkes anýlarýný birer birer canlandýrmaya baþlamýþ… Otogara vardýktan sonra eþyalarýmýzý -epey bir eþya vardý- indirmeye baþlýyoruz. Her birimiz bir paket sýrtladýktan sonra standlarýn olduðu Kýþla Meydaný’ndaki festival alanýna doðru gidiyoruz. Alan henüz kalabalýk deðil, çünkü hava bir hayli sýcak bu saatlerde. Kendi standýmýzýn baþýna gidiyor ve öncelikle Mücadele Birliði pankartýný asmakla baþlýyoruz hazýrlýða. Kitaplar, dergiler, kartpostallar, broþürler vs. yerleþtiriyoruz özenle birer birer. Sonrasýnda acýktýðýmýzý hissediyor ve atýþtýrýyoruz bir þeyler. Akþama doðru çoðalýyor insanlar, her yerde standlar kurulmuþ. Yiyecek, giyecek, dergi, kitap gibi her türden ihtiyacý karþýlayacak standlar mevcut. Rengârenk giyimli, güler yüzlü insanlar ile ortalýk cývýl cývýl. Sonra Ferit abi geliyor yanýmýza. Ferit abi kim mi? Geçen yýl da bizim yanýmýzda açmýþ küçük tezgâhýný. Bu festivalde de yan yana olacaðýz. Arkadaþlar hemen tanýyor kendisini. Tanýþýp kaynaþýyoruz onunla, oldukça esprili ve güler yüzlü bir insan. Kendisinden alýþ-veriþ yapanlara tatil hediye edeceðini söylüyor. Onun bu sýcak esprisi insanlarýn dikkatini çekmiþ olacak ki tezgâhýnda bir yýðýn insan görüyordum bazý anlarda… Sadece Ferit abi deðil, yakýnýmýzdaki tüm stand açanlar ile yakýnlýk kuruyoruz daha ilk günden. Herkes festivalin de etkisinden olsa gerek çok mutlu görünüyor. Akþama doðru dergi daðýtýmý için gruplara ayrýlýyoruz. Önsöz daðýtýmý ile festivalin ilk günü baþlýyor

96

bizim için. Munzur’un kenarýna inmek için yola koyuluyoruz. Daðlarýn arasýnda yemyeþil bir ýrmak Munzur. Gürleyen sesiyle, geçmiþinden izler býrakarak çýnlýyor kulaklarýmýzda. Geleceðe doðru hiç durmadan akarak, Dersim’in dününü, bugününü ve geleceðini barýndýrýyor içinde. Dersim’in hiç susmayan sesi oluyor adeta… Daðlarýn tepelerinde sýralanan evleri görüyoruz. Yaþam ondan doðuyor olsa gerek ki hepsinin de yüzü Munzur’a dönük. Munzur’u görmek, yaþam demek Dersim’de. Munzur kenarýna gitmek için epeyce bir yokuþ inmek gerekiyor. Bu yokuþlarda kafeler mevcut. Biz de buralardan baþlýyoruz Önsöz’leri daðýtmaya. Ýnsanlarla diyaloða geçme fýrsatý buluyoruz. Birçoðu festival için þehre gelmiþ. Dersim’e benim gibi ilk kez gelenler de çoðunlukta. Ve onlar da bu güzellik karþýsýnda þaþkýnlýklarýný dile getiriyorlar. Dergimize bakýyorlar. Dergi, festival ve Dersim üzerine sohbetler ile geçiriyoruz ilk günü. 18.00 gibi standa dönüyoruz. Saat 19.00 gibi konserler baþlýyor. Festivalin ilk konseri stadyumda baþlýyor. Stadyum ise merkezden biraz uzak. Araçla gidilmesi gerekiyor. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürüyor konserler ve gece yarýsýndan sonra ortalýkta stand sahipleri dýþýnda kimse kalmýyor. Çadýrý olan çadýrda sabahlýyor, olmayanlar ise karton, kaðýt, yatmak için uygun olan ya da olmayan ne varsa onun üzerinde uykuya dalýyor. Dersim’de 2. güne, Dersimli iki bayan arkadaþýn evinde merhaba diyoruz. Sýcacýk bir gülümsemeyle günaydýn diyerek karþýlýyorlar bizi. Hep birlikte kahvaltý hazýrlýyoruz ve sonrasýnda standýmýza gidiyoruz. Arada bir dergi daðýtýmýna çýkýyoruz, bazen de stantta duruyoruz. Öðleden sonra çoðalýyor insan sayýsý. Pankartýmýzý görenler yavaþ yavaþ yaklaþýyor, incelemeye koyuluyorlar. O esnada sorulan sorularla birlikte sohbete baþlýyoruz. Standýn arkasýna geçip uzun uzun konuþuyoruz kimileriyle. Akþama doðru ise halaylar çekilmeye baþlanýyor festival alanýnda. Kimi zaman biz de eþlik ediyoruz bu halaylara. Sonraki günler de ise yine gruplar oluþturularak Mücadele Birliði, Genç Yoldaþ ve Önsöz daðýtýmý için çýkýyoruz yola. Munzur’un eteklerinde dergi daðýtmak oldukça zevkli geçiyor. Hava sýcak, ancak Munzur’un serin sularý bizi bu bunaltýcý havadan kurtarýyor. Kafe sahipleri bizi tanýyor artýk, güler yüzle karþýlýyorlar, hatta dergilerden birer tane de onlar alýyor. Sonra masalarda oturanlara yaklaþýyoruz. Aralarýnda Önsöz’ün arþivini bulunduranlar dahi var. Alamadýðý son sayýlarý hemen alýyorlar. Bazý masalarda oturanlar ise çay hatta yemek ýsmarlamak istiyor. Yemek yiyecek vaktimiz yok, fakat bir bardak çaya hayýr demiyoruz çoðu zaman.

Güz ‘09


Munzur’un yanýndaki Çadýr alanlarýný da görüyoruz ve dergimizle tanýþtýrýyoruz onlarý da. Akþama doðru yorgun, ancak elimizde tükenen dergilerin mutluluðu ile standa dönüyoruz. Ýlçelere giden arkadaþlarda da günü mutlu bitirmenin coþkusunu görülüyor. Ýlçelerde de devam eden festivalin oldukça kalabalýk ve hareketli olduðunu öðreniyoruz. Festival süresince öylesine doðal ve sýcak iliþkiler kuruyoruz ki, tanýþtýðýmýz aileler bizi evlerine davet ediyorlar. Hatice abla da onlardan biri. Rahat olmamýz için elinden geleni yapýyor. Biz de hiç yabancýlýk hissetmiyoruz onun bu samimiyeti karþýsýnda. Kimileri yaptýðý yemeklerden getiriyor, kimisi ise bir demlik çayýný bizimle paylaþýyor. Her gün bir önceki günden daha güzel ve daha verimli geçiyor. Festivalin 3. gününde uzun bir zamandýr yapýlan ve gelenekselleþen “Munzur Özgür Akacak yürüyüþüne katýlýyoruz. Yapýlacak olan baraj çalýþmalarýna bir tepki bu yürüyüþ. Neredeyse tüm Dersim orada. Mavi Köprü’den Dikilitaþ’a kadar “Munzur Özgür Akacak”, “Faþizme Karþý Omuz Omuza” sloganlarýyla 1-2 km yürüyoruz. Yürüyüþün sonunda yapýlan bir basýn açýklamasýndan sonra baþlayan konsere katýlýp standa geri dönüyoruz. Ayný günün akþamý ise devrimci tutsak Güler Zere için TAYAD tarafýndan Merkez Sanat Sokak’da yapýlan basýn açýklamasýna, “Zindanlar Yýkýlsýn Tutsaklara Özgürlük” sloganlarýyla katýlýyoruz. Sonrasýnda ise TAYAD’lý bir ananýn basýn açýklamasýný yapmasýyla eylem sona eriyor. Festival, bizim açýmýzdan sorunsuz bir þekilde sürüyor, fakat festivali üstlenen kurumlarýn hatalarýndan kaynaklý bazý düzensizlikler de göze çarpýyor. Munzur’un kenarýnda yapýlacak konser yerine ulaþmada büyük sorunlar yaþanýyor. Çünkü konseri izlemek isteyenleri Munzur’dan geçmeleri için bir köprü bekliyor (Mavi Köprü). Ancak köprünün, iki kiþinin yan yana yürüyebileceði geniþlikte olmasý büyük sorun yaratýyor. Uzun bir kuyruk ve sonunda ise ter kan içinde köprüden çýkmaya çalýþan bir yýðýn insan... Bu sebeple birçok kiþi konseri izleyemeden geri dönüyor. Stadyumda yapýlan konserler de ise organizatörlerden kaynaklý sorunlar var. Birçok sanatçýnýn sahne alacak olmasý sorunun en büyük nedeni. Bazý sanatçýlarýn sahneyi uzun süre kullanmasý, bazýlarýnýn ise zaman yetersizliði sebebiyle sahneden indirilmek istenmesi, ortamda büyük gerginliklere yol açýyor. Konserlerden bu sebeple istenen verim alýnamýyor doðal olarak. Bir diðer sorun ise festival alanýnda müzik seslerinin geliþigüzel çalýnýyor olmasý. Her bir siyasi yapýnýn standýndan çýkan sesler

Güz ‘09

birbirine karýþýyor ve ortaya büyük bir ses kirliliði çýkýyor. Bir dahaki festivalde oluþmamasý için bu ve bu gibi sorunlarýn, yapýlan çalýþmalara daha özverili yaklaþýlmasýyla ortadan kalkacaðýný düþünüyorum. Ve artýk 4. gün, festivalin son günü gelip çatýyor. Elimizde kalan son dergileri alýp çýkýyoruz standtan. Kafelerden baþlýyoruz her zamanki gibi ve yabancý olmadýðýmýz bu þehir ve insanlarý, bizleri son kez, sýcacýk gülümsemeleriyle karþýlýyorlar. Her bir masaya elimizde kalan Önsöz arþivinden sayýlarý uzatýyoruz. Dört kiþinin oturduðu bir masaya yaklaþýyorum. Ýçten bir merhaba ile karþýlýyorlar. Sonrasýnda ise dergiden bahsediyorum. Arþivden her birine uzatýyorum birer tane. Daha çok bilgi almak istiyorlar ve masaya davet ediyorlar. Ben de bir çay eþliðinde hem derginin içeriðinden hem de nereden, nasýl temin edeceklerinden bahsetmeye baþlýyorum. Çok beðeniyorlar ve “Ben alayým bu dergiyi” diyor içlerinden biri ve sonra diðeri “Ben de alayým bir tane.” Derken dördü de alýyor dergiyi. Bu esnada diðer arkadaþým da geliyor, onu da davet ediyorlar masaya. Sonra sohbet baþlýyor… Aralarýndan biri Dersimli, ancak Diyarbakýr’da öðretmenlik yapýyor. Dersim’de bulunan bazý yapýlardan þikâyet ediyor. Gençliðin enerjisinin gereksiz yere harcandýðýný belirterek, 18-25 yaþ arasýndaki gençlerin olumsuz deðiþimlerine deðiniyor ve biz de buna dayanarak gözlemlerimizi aktarýyoruz. Bizleri burada görmekten memnun olduklarýný aktarýyorlar, daima görmek istediklerini her fýrsatta belirtiyorlar. Bu arada hýzla geçiyor zaman ve artýk kalkmamýz gerektiðini söyleyip ayrýlýyoruz yanlarýndan. Ýçten bir merhaba ile oturduðumuz masadan, tekrar görüþelim dilekleriyle ayrýlýyoruz. Yepyeni insanlara Önsöz götürme heyecaný ile çýkýyoruz o kafeden de. Herkesle bu kadar uzun sohbet etme imkâný bulamýyoruz, ancak insanlarla mümkün olduðunca çok þey paylaþmak için elimizden geleni de yapýyoruz. Dersim’de geçireceðimiz son akþam… Munzur’un kenarýnda ateþ yakarak geçirmek istiyoruz son günü. 4 günün yorgunluðunu Munzur alýp götürüyor adeta. Festival süresince tanýþtýðýmýz kiþileri de çaðýrýp ateþin etrafýnda bir halka oluþturuyoruz. Türküler eþliðinde baþlayan geceyi ardýndan sohbetler ile sürdürüyoruz. Güne merhaba derken ayný zamanda Dersim’e hoþça kal deme vakti geliyor. Otogarýn yolunu tutuyoruz. Ellerimizde eþya yok denecek kadar az artýk. Saat 11.30 civarý yolculuk baþlýyor. Pencerelerden el sallýyor herkes dýþarýdakilere, ayný zamanda Dersim’e. Hepimiz umuda türküler söyleyerek geldiðimiz bu þehirden, bu kez biraz hüzünlü, fakat çoðalan umutlarýmýzla birlikte tutuyoruz Ýstanbul’un yolunu…

97


size çığlığım diyeceğim (Sahne: Dizlerinin üzerine çökmüþ 3 kiþi üzerlerindeki siyah örtülerle sahnede durmaktadýrlar. 1. anlatýcý sahneye çýkar ve anlatmaya baþlar.) 1. Anlatýcý: Kayýplar, infazlar, katliamlar… Kaybedilenler, sokak ortasýnda öldürülenler ve katli vacip görülenler… Peki ya kaybedenler, umarsýzca öldürenler… Neden? Nedeni ne bu ölümlerin… Aslýnda çok da açýk deðil mi cevabý… Kaybedenler, kaybettikleri için günbegün canlar alýyorlar, çoluk çocuk genç yaþlý demeden... Gerçekleri yok etmeye çalýþýyorlar… Ama o gerçeklerden kaçamayacaklar ve o gerçekler onlarý tahtýndan sallayarak alaþaðý edeceði güne kadar her geçen gün çoðalacaklar çoðalacaklar… (Silah sesleri duyulur ve anlatýcý kulak kabartýr bu sese) Ýþte bir gerçeði daha yok etmek istiyorlar savaþ borazanlarý eþliðinde… (Anlatýcý Uður Kaymaz’ýn üzerindeki siyah örtüyü kaldýrýr ve sahneyi terk eder.) Uður Kaymaz: Ben bugün 12 yaþýndayým… Kaným sýcaktý… Kurþunlar sýcak, gece soðuk… Babamý severdim, babam oracýkta öldü… Ben bugün 12 yaþýndayým ve 13 kurþunla öldürüldüm… 13 kurþunlu yüreðimle size kendi çýðlýðýmý veriyorum… Al onu, çýðlýðým sizde yaþasýn, sizin çýðlýðýnýz UÐUR olsun. Uður, Uður, Uður, hani 13 kurþunlu Uður… Kayýplarý bilir misiniz? Silinen, çalýnan zamaný, geçmiþi artýk yarým yamalak olanlarý… Size kayýplýðýmýn susmayan çýðlýðýný veriyorum… Adým: Uður Soyadým: Kaymaz Yaþým: 12 Yaram: 13 SUÇUM : …??? (En son kelimeyi söyledikten sonra Uður sahnede ayakta beklemektedir.) 2. Anlatýcý: Hep gidenlerin deðil ya yaþayanlarýn da çýðlýklarý var. Ama ne yaþamak… Parmaklarý kopan tamirci çýraklarýna, yaþamlarýný tersanelerde kaybedenlere ne dersin? Onlarýn da çýðlýðý var yürek parçalayan…(fabrika sesleri duyulur ve bu seslerin ardýndan anlatýcý Selim’in üzerindeki siyah örtüyü kaldýrýr.)

98

Ýzmirli Selim: Ben Selim, Ýzmir’de bir iþçi. Ýzmir’i bilir misiniz? Ýzmir’e hiç gittiniz mi? Ben Selim’im. Ýzmir Çiðli’de bir iþçi, makineye kolunu kaptýran 19 yaþýnda kara yaðýz bir oðlan. Ve artýk sevdiði kýza layýk olmadýðýný düþünen. Ben Selim’im. Ýzmirli iþçi. Hastane köþelerinde itip kakýlan, tek kollu, 19 yaþýnda kara yaðýz bir oðlan. Ve genç. Ve artýk sadece sizin yüreðinizde bir çýðlýk olan. Adým: Selim Yaþým: 19 Yaram: Kolum Suçum : ….??? (Der ve sahnedeki yerini alarak ayakta beklemeye koyulur.) 3. Anlatýcý: Gözaltýlar, iþkenceler, tutuklamalar ve zindanlar... Zindanlar… Yaþamak nasýl uçsuz bucaksýz bir hürriyetse, tutsaklýkta bu yaþamýn bir karesiydi güneþi yüreklerinde hissedip benlikleri özgür olanlarýn… Bedenleri düþünceleriyle hapsettiklerini sananlar, yanýlgýya düþtüklerini anladýklarý anda, kafa kafaya verip düþünce üreten beyinleri ayýrmaya, onlarý ayrý ayrý hücrelere koymaya giriþti. Karanlýða karþý yekvücut olanlar bu mücadelede, savaþ alanýna bedenleriyle barikatlar kurdular. (Müzik girer) Ýþte, özgür bir Anka kuþu daha güneþe doðru kanatlarýný çýrpmaya baþladý. ( Der ve ölüm orucu savaþçýsýnýn üzerindeki siyah örtüyü kaldýrýr.) Ölüm Orucu Savaþçýsý: Ben bir özgürlük savaþçýsýyým. Geceleri aç yatýlmayan, gündüzleri aç gezilmeyen ve çocuklarýn pembe yanaklarýyla çevresine gülücükler daðýttýðý dünya için savaþan bir savaþçý. Bedenlerimizi yok etmekle kurtulacaklarýný sananlar, bedenimi benden almýþ olabilirler. Ben, tarihsel haklýlýðý olan bir düþünceyim, ne yaparsanýz yapýn beni ve benim gibileri asla yok edemeyeceksiniz. Adým: Ýnsan Yaþým: 1.000.000 Yaram: Ýnsanlýk Suçum : …??? (Der ve sahnedeki yerini alarak ayakta beklemeye koyulur. ) 4. Anlatýcý: Çýðlýklarý duydunuz mu? Sizi bilmem ama ben bu çýðlýklarý, ülkelerimizde yaþanan bu

Güz ‘09


acýlarý, her gün hissediyorum, yüreðimin en derinliklerinde. 12 yaþýnda 13 kurþunla öldürdünüz bizi (Sahnede ayakta duran Uður Kaymaz yere düþer.) ; fabrikalarda, tersanelerde kum çuvalý yerine koyup öldürdünüz bizi ( Sahnede ayakta duran Ýzmirli Selim kolunu tutar ve yere yýðýlýr.) ; iþkencelerde, zindanlarda katlettiniz bizi (Ölüm Orucu Savaþçýsý kollarýný açarak sahnede bir tur atar ve kendini yere býrakýr kuþ gibi.). Sizler bizi katledenler, er geç yok olacaksýnýz, insanlýðýn üzerinde kara bir bulut olan sisteminizi çýðlýklarýmýzla boðacaðýz. Siz bizi dinleyenler kalplerinizin üzerindeki siyah örtüleri kaldýrýn (yerdeki siyah örtülerden birini alarak gösterir) ve gerçekleri görün. (Der ve sahneden çýkar) (Müzik girer) (Ýlk olarak Uður kalkar yerden, üstünü baþýný çýrptýktan sonra konuþmaya baþlar.) Uður Kaymaz: Çýðlýðýmý duydunuz mu? (Sonra Ýzmirli Selim kalkar yine üstünü baþýný çýrptýktan sonra elinde ki çekici kaldýrarak konuþmaya baþlar.) Ýzmirli Selim: Çýðlýðýmý duydunuz mu? (Son olarak Ölüm Orucu Savaþçýsý kalkar yerinden üstünü baþýný çýrptýktan sonra elindeki oraðý, çekicin yanýna getirir ve konuþmaya baþlar.) Ölüm Orucu Savaþçýsý: Çýðlýðýmý duydunuz mu? (konuþmadan sonra Uður Kaymaz, Ölüm Orucu Savaþçýsýyla Ýzmirli Selim’in önünde diz çöker ve zafer iþareti yapar) ( 3’ü beraber) Çýðlýklarýmýzý duydunuz mu? Oyuncular ve Kýyafetleri: Uður Kaymaz: Üzerinde 13 kurþun yarasý olan bir kefen olacak. Ýzmirli Selim: Üzerinde iþçi tulumu olacak ve sað kolu yok. Ölüm Orucu Savaþçýsý: Üzerinde Ölüm Orucunda ölümsüzleþenleri simgeleyen kýzýl bir elbise olacak. 1. Anlatýcý 2. Anlatýcý 3. Anlatýcý 4. Anlatýcý NOT: Ergül Çiçekler’in “Dört Ateþten Gün Dört Ölümden Gece” kitabý temel alýnýp, bu kitaptan kurgulanarak oyunlaþtýrýlmýþtýr.

Güz ‘09

99

YÜRÜDÜKÇE ÖĞRENMENİN ŞARKISI Yürüdükçe öğreniyorum ayaklarımızın da konuştuğunu yürüdükçe sorular sorduğunu, yankılar bıraktığını ardında öğreniyorum gök ne uçsuz bucaksız, ne göründüğü kadar mavi bulut değil rüzgârın taşıdığı bir tek, vakti gösteren saat değil yürüdükçe öğreniyorum, kendiliğinden ışımıyor sabah bile Söylendiği yerde kalmıyor söz, durmadan ilerliyor alevi - içinde bir yürek varsa bir sözün, içinde bir alev varsa yüreğin bir alan bir başka alanın, bir kent bir başka kentin yürüdükçe katıyor sınırlarına kendi sabırsız genişliğini Yürüdükçe öğreniyorum, elimize neyi alırsak alalım - bir somun parçası, aşınmış bir çift ayakkabı, bir bayrak yeni bir dili konuşuyor tutup kaldırdıkça havaya öğreniyorum bir kıvılcıma yol verdiğini parmaklarımızın neyi tutarsak tutalım ellerimizin her biri bir şalter Kemal Özer


Özgür Güven

H

Dağla Randevu

alo kalktý, sýrtýný bize siper olan kayaya verip oturduktan sonra yattýðý yerden sanki bir þey koparýrmýþ gibi çekerek tüfeðini çýkardý. Tüfeðin dipçiði buzlanmýþtý. Halo bizi rahatsýz etmemek için tüfeðini altýna alýp, vücudunun yarýsý toprakla buzun kesiþtiði yere gelecek þekilde yatmýþtý. Günün ayazý da tüfeði yere yapýþtýrýp buzlanmasýna neden olmuþtu. Vücudunun geldiði kýsýmdaysa sert topraðýn buzu iyice gevþemiþ, gömülmüþtü. Bu durumu gören Sarý biraz þaþkýn, biraz kýzgýn sordu. “Halo bu ne hal? Buza yatmýþsýn. Niye dürtmedin, biraz öteye gideydik?” “Ne fark eder ki yoldaþ. Bu sefer öte baþtaki yoldaþ buza düþerdi.”

Daha önce defalarca gelmiþ olmama raðmen bu kez otobüs kente yaklaþýrken kalbim atýyor, içim içime sýðmýyor, heyecanlanýyordum. Ýþte bu tepeyi de aþtýk mý kent görünecekti. Bu kez beni kentten alacaklardý. Oysa daha öncekilerde hep doðrudan köye giderdim. Eðer gelip gidiþimin bilinmemesi gerekiyorsa, ana yoldan deðil, Araban üzerinden gelir ve köy dýþýndaki yoldaþýn evine giderdim. O da hava karardýktan sonra ve kimseye görünmeden. Bu kez bir farklýlýk vardý. Bunu, daha gideceðimi söylediklerinde fark etmiþtim. “Bu gece aþaðýya gideceksin. Birlikte çalýþtýðýn yoldaþlar dâhil, kimseye bir þey söyleme. Bir süre orada kalabilirsin, ama yanýna fazla bir þey alamana gerek yok” Ýþte þimdi kaçýncý defa geldiðimi bile unuttuðum bu kente gelirken heyecan doluydum. Her geliþimde yoldaþlarý göreceðim için elbette için için coþar, sevinç duyardým, ama bu kez farklýydý. Nihayet hava kararýrken otobüs kente girdi. Ýþten çýkanlar, okullardan çýkanlar sokaklarý doldurmuþtu. Ýlk anda geldiðim kentin Ýstanbul’un kalabalýðý yanýnda bu kentin bomboþ olduðunu düþündüm, ama bu kente göre kalabalýktý. Otobüs kent merkezine yaklaþýnca, otogardan önce indim. Otogarlar denetim altýnda olduðundan, zorunlu olmadýkça gitmeyi sevmezdim. Elimde küçük bir çanta, sanki okuldan çýkmýþ bir öðretmen gibi kentin kalabalýðýna karýþtým. Birkaç sokak dolaþýp son bir kez daha temiz olduðumu kontrol ettikten sonra, kendimden emin adýmlarla, bakýrcýlar çarþýsýna yöneldim. 8–10 dakika sonra Mustafa ustanýn dükkânýndaydým. Mustafa ustayý pek tanýmazdým. Daha önce dükkânýna iki kez gittiðim kýrk yaþlarýnda, dinç bir adamdý. Ýlkinde, Ýstanbul’daki yoldaþlardan birinin isteðiyle, beni dükkâna götürüp tanýþtýrmýþlardý. Ýkincisindeyse yine yönetici yoldaþlardan birinin isteðiyle Mustafa ustadan aldýðým iki tabancayý Ýstanbul’a götürmüþtüm. Bir yýldan fazla olmuþtu bu kente de, Mustafa ustanýn dükkânýna da bir daha gelmemiþtim. Dükkâna girip bir müþteri gibi selam verdim. Mustafa usta, çarþýdaki pek çok esnaf gibi elindeki iþi býrakmýþ, dükkâný kapatmaya hazýrlanýyordu. Sanki akþamýn son müþterisiymiþim gibi karþýladý. Ne istediðimi sordu. Sorarken bana dikkatle bakýp, tanýdýðýný belli etti ve gözüyle çýraðýný iþaret ederek dikkatli olmam konusunda sessiz bir uyarýda bulundu. Sonra çýraða döndü. “Sen git oðlum. Ben de birazdan kapatýr çýkarým. Sabah erken gel ha!” 12–13 yaþlarýndaki delikanlý-çocuk elindeki takýmlarý yerine koydu. Boynundan asýlý önlüðü çýkarýp duvara astý, çividen ceketini alýp giydi. Bu sýrada Mustafa usta raftan indirdiði birkaç tepsiyi bana gösteriyor, akþamýn son müþterisini kaçýrmak istemiyormuþ gibi benimle pazarlýk yapýyordu. Çýrak çýktýktan birkaç dakika sonra ben de çýktým. Dediði gibi aðýr adýmlarla ilerdeki sokaða sapýp yokuþ yukarý yürümeye baþladým. Az sonra da Mustafa usta yetiþti. Bu kez daha sýcak ve içten bir sesle konuþtu. “Hoþ geldin yoldaþ. Nasýlsýn? Yolculuk rahat mýydý? Dükkândaki münasebetsizliðim için kusura kalma. Benim çýrak iyi çocuk, temiz çocuk ama biraz meraklý. Bir de saða sola bakmak için iyi bir þeydi akþam müþterisi.” “Hoþ bulduk yoldaþ. Bunun kusuru mu olur. Sen doðru olaný yaptýn.” Bir yandan bunlarý söylerken, bir yandan da onu tartýyordum. Hem çýraðýna, hem de çevreye dikkat etmesi, bu konularda iþini bilen bir yoldaþ olduðunu gösteriyordu. Tedbirli olmasýný takdirle karþýladým. Bu arada hava da iyice kararmýþtý. Önünden geçtiðimiz bir fýrýndan birkaç ekmek aldý. Elindeki Pazar torbasýna koyduktan sonra torbayý bana uzattý. Aldým, yürümeye devam ettik.

100

Güz ‘09


“Torbada bir çantayla yiyecek bir þeyler var. Seni teslim alacak yoldaþ da daha yememiþtir, yolda yersiniz. Çanta da senin için.” Bunlarý söylerken biraz yavaþladý, köþede çaktýrmadan geriye baktý ve yine yavaþ yavaþ, iþten dönen yorgun adýmlarla yürümeye devam ettik. Az sonra arkamýzdan sessiz, ama hýzlý yürüyen birinin ayak sesleri geldi. Hemen sonra da bir el omzuma dokundu. “Merhaba yoldaþ. Saðlam geldin mi?” Yürümeye devam ettik. Ýlk köþeden Mustafa usta saptý. Biz ikimiz biraz daha tempolu bir yürüyüþle kentin dýþ mahallelerini de aþýp yola koyulduk. Bir süre sonra da yoldan sapýp aðaçlarýn arasýna girdik. Yanýmdaki yoldaþ elimdeki çantayý aldý, bir aðaca sýrtýný verip oturduktan sonra bana da oturmamý iþaret etti. Çantadakileri çýkardý. Yere koyduðum Ýstanbul’dan beri elimdeki çantaya bakýp, Mustafa ustanýn bahsettiði sýrt çantasýný da uzatarak konuþtu. “O çantayý boþaltýp, orda býraksan daha iyiydi ya, neyse. Þimdi karnýmýzý iyice doyuralým yoldaþ. Yolumuz uzun, zorlu bir gece bekliyor bizi.” Çantada ekmek dýþýnda domates, biber, soðan, bir tas dolusu kavurma ve bir de büyükçe bir þiþe su vardý. Usta her þeyi düþünmüþtü. Týka basa karnýmýzý doyurduk. Yoldaþ bir sigara yaktý, bir de bana uzattý. Sigarasýnýn ateþinden sigaramý yaktým. “Yürürken kesinlikle sigara içmek yok. Ancak otururken, ayrýca, ateþini de avucunda sakla, görünmesin. Mümkün olduðunca hýzlý ve sessiz yürüyeceðiz.” Sigaralarýmýzý içerken, elimdeki çantayý sýrt çantasýna yerleþtirip hazýrladým. Sigaralar bittikten birkaç dakika sonra yoldaþ yemek çantasýný hýzla topladý, ne varsa sýrt çantama yerleþtirdi. Yerde kalan bütün izleri karýþtýrdý, sigara izmaritlerini topraða gömdükten sonra; “Hadi yoldaþ. Yalnýz bir adým gerimden, bastýðým yere bas, iz býrakmamaya çalýþ.” dedi. Yürümeye baþladý. Sýrt çantamýn bir kolunu takýp peþine düþtüm. Gökte yarým bir ay ve o güne dek hiç görmediðim kadar yýldýz vardý. Þehrin ýþýklarýnýn kaybettiði bütün yýldýzlar bu gece yürüyüþünde bize eþlik ediyordu. Ilýk bir gece, hafif bir ay ýþýðý altýnda uzun ve yorucu bir yürüyüþtü benim için. Ýki kez mola verdik ve yürüdük, yürüdük…. 6–7 saat sonra, önde yürüyen yoldaþ bana sessiz olmamý iþaret etti. Dikkatle çevreyi dinledi. Uzaktan cýrcýr böceklerinin sesleri geliyordu ve biz yaklaþtýkça sönen ateþ böceklerinin göz kýrpmalarý vardý. Birden bir ses patladý: “Dur! Kimsiniz!” Öndeki yoldaþ aniden döndü bana baktý; ben de ona. Ne olduðunu tam anlayamamýþtým, ama yoldaþa

Güz ‘09

101


bakýyor, onu beliyordum. Çok uzun süren birkaç saniye sonra yoldaþ cevap verdi: “Tamam, yoldaþ, biz geldik.” Aðaçlarýn arasýndan üç kiþi çýktý. Karanlýkta tam göremedim. Bize peþlerinden gelmemizi söyleyip ilerlediler. 5 dakika kadar sonra diðer yoldaþlarýn yanýna geldik. *** Eðitim döneminin sonunda bize de yakýn köylerle iliþkilerde görev vermeye baþladý yoldaþlar. Bir bölümünü daha önceden bildiðim bu köylerde, onlarla beraber okuma gruplarý oluþturup dergi, kitap okuyor; ekonomi-politik, felsefe, sosyalizm, dünyanýn içinde bulunduðu konjonktür, politik süreç ve o sýrada gündemde olan her þey üzerine konuþuyor, tartýþýyorduk. Kýþ tam bastýrýp kar mevsimi gelmeden bir grup Nurhaklara gidip gelecekti. Ben de Nurhaklarý, o ölümsüz savaþçýlarýmýzýn adýmlarýný bastýðý ilk gerilla topraðýný görmek için gönüllü oldum. Amacým, ayný zamanda gördüðümüz eðitimin iþe yaradýðýný da görmek, göstermekti. Gönüllü ve ýsrarcý olunca yoldaþlar beni de ekibe kattýlar, böylece 5 kiþilik küçük bir ekip hazýrlandýk ve hava kararýrken yola çýktýk. *** En önde hepimizden birkaç adým ilerde yürüyen Veli durdu. O durunca hepimiz durduk. Gece olduðu halde sanki güneþ ýþýðýný keser gibi elini gözlerine siper yapýp bir süre ileriye doðru, gideceðimiz yöne baktý. Yamaçtan aþaðý uzayýp giden beyazlýðý yer yer kayalarýn sivri karartýlarý bölüyordu. Taa ilerde, kayalýktan sonra aðaçlarýn karartýlarý da belliydi daha. Sonra geriye döndü, birkaç adým gediðimiz yöne yürüdü. Kar ayaklarýnýn altýnda kýtýr kýtýr ezildi. O sakince durdu. Ayný dikkatli keskin gözlerle, geldiðimiz yöne, iki saatten fazladýr týrmandýðýmýz tepeden aþaðýlara baktý. Geride, sadece arkamýzdan sürüklediðimiz çalýnýn birkaç metre sonra belirsizleþen, karda kaybolmaya baþlayan izi dýþýnda hiçbir þey görünmüyordu. Çalýyý da orman bitip kayalýk bölgedeki týrmanýþ baþlayýnca küçük grubumuzun en sonunda yürüyen Sarý, omzundan uzattýðý bir ipe baðlamýþtý izlerimizi bozsun diye. Þafak çizgisi daha yeni yeni belli olmaya baþlamýþtý. Ama ayýþýðýnda iyice parlayan kar, gün gibi ýþýtmýþtý her yeri. Neredeyse 12 saattir yürüyorduk. Týrmanmaya baþlayalý da 2 saati aþmýþtý. Aþaðýlarda karla kaplý çam aðaçlarýnýn belli belirsiz siluetlerine bir süre daha baktýktan sonra Veli bize döndü: “Burada konaklayabiliriz yoldaþlar” dedi. “Þafak sökmeye baþladý bile. Daha uygun bir yer görünmüyor. Akþamý bekleyecek bir yer bulamazsak gün ýþýðýna kalýrýz. Daha 7-8 saatlik bir yolumuz var.” Ýþaret ettiði yer hemen yan tarafýmýzdaki büyük kayanýn altýna doðru azýcýk geniþleyen küçük bir duldalýktý. Tilki yuvasý gibi bir yerdi ve burada toprak gözüktüðüne göre rüzgara, yaðmura karþý da korunaklýydý. Hepimiz oraya yöneldik, sessizce omuzlarýmýzdan si-

102

lahlarý indirip oturduk. Sýrtýmýzdaki giysilerimiz ve silahlarýmýz dýþýnda pek bir yükümüz yoktu. Sadece içinde yiyeceklerimizin olduðu bir sýrt çantasý, bir de transistörlü radyo. 10 gün önce gittiðimiz Nurhaklardan geriye dönüyorduk. Ýlk akþamdan bu yana yürüyorduk. Bir de dün geceki yürüyüþ. Dün gündüz ormanlýk bölgede konaklamýþtýk. Ormanda çok daha kolay hatta konforluydu; yere, kuru dallardan biraz yükselti yapýp, üzerine de yeteri kadar kuru yaprak yaydýn mýydý tam bir yatak edinmiþ olursun. Üzerine de özellikle çam dallarýnýn bol yapraklý kýsýmlarýndan bir çadýr-yorgan yaptýn mýydý ne yaðmur, ne rüzgar, hiçbiri dokunamaz artýk sana. Hepimiz rahat bir uyku çekip dinlenmiþtik. Kar sorunu çýkmasa bugün bu sýralarda Körkün’e varmýþ olurduk, ama olmadý, kara yakalandýk. Henüz kar mevsimi deðildi, aslýnda yaðmamasý lazýmdý. Bu yýl erken yaðdý yukarýlara. Gerçi bazý yerlerde yaz kýþ hep kar olsa da bizim bu yol boyunda böyle yerler pek yoktu. Biz yola çýkarken, son iki gün kaldýðýmýz köyde bizi aðýrlayan, köylüler çok ýsrar ettilerdi, kalýn bu gece, gitmeyin, hava bozacak diye. Biz de görüyor, biliyorduk bozacaktý. Ama bu mevsimde böyle kar yapacaðýna pek ihtimal vermemiþ, olsa olsa biraz yaðmur yeriz, bir þey olmaz diye düþünmüþtük. Zaten daha gece yarýsýndan önce ilk tepeyi yeni aþmýþtýk ki yaðmur baþladý. Sabaha kadar bazen yaðýp bazen durdu. Ama sabaha doðru da kara çevirdi. Gerçi tipi deðil, ayaz deðil, sessiz, ýlýk, lapa lapa yaðan güzel bir kardý. Arkamýzda iz býrakma sorunundan da böylece kurtulmuþtuk. Ama kar yürüyüþ tempomuzu düþürmüþ, iki kere de fazladan mola vermemize neden olmuþtu. Yoldaþlarla randevumuz olmasa kalabilirdik birkaç gün daha belki, ama yarýn sabaha dek bizden bir haber alamazlarsa, bu kez onlar bizi aramaya adam gönderirlerdi. Dönmeliydik. *** Veli Kýlavuzumuzdu. Araban’a baðlý dað köylerinden bir yoksul köylü. Köyün özelliði ekilecek arazisinin hiç denecek kadar az olmasýydý. Bir de, dað köyü dedik ya, bu köy, daðýn zirvesinde kartal yuvasý gibi kayalýk bir yere kurulmuþtu. Ýçme suyunu bile eþeklerle taþýyýp sarnýçlara dolduruyorlardý. Köy böyle olunca, köylülerin büyük bölümünün geçim kaynaðý kaçakçýlýk ve hayvan hýrsýzlýðý üzerinden saðlanýyordu. Veli, bu iþin her ikisinde de ustalýðýyla tanýnmýþtý. Onun devrimci mücadeleyle tanýþmasýndan önceki yaþamý için geçerli olan bu iþler, devrimci mücadeleyle birlikte bitmiþtir. Bahsetmekten pek de hoþlanmadýðý bu eski yaþamýnda kazanmýþ olduðu birçok özelliði devrimci mücadeleye atýlmasýndan sonra da çok iþe yarýyordu. Yaz ya da kýþ olsun hiç fark etmez, bir defa geçtiði yolu bir daha unutmaz, þaþýrmazdý. En zifiri karanlýk gecelerde bile yolunu bulurdu. Onun bu yanýnýn kaçakçýlýktaki maharetinden kaynaklandýðý açýktý. Bu yüzden çoðunlukla Kýlavuzumuz Veli’ydi. Hatta kaç kez en tehlikeli

Güz ‘09


yerlerden, askerlerin burnunun dibinde yoldaþlarý bir kedi sessizliðiyle alýp götürdüðünü biliyordum. Bu yanýný da hýrsýzlýktaki ustalýðýna borçluydu herhalde. Haceli Halo’nun* köylüsüydü. Küçük bir çocukken babasýný kaybetmiþti. Bu yüzden bir avuç toprakla çok küçük yaþtan itibaren boðuþmak zorunda kalmýþ yoksul köylü yoldaþlardan biriydi. Öyleki, tarlayý sürerken, sabana gücünün yetmediðini, gömülmesi için sabahýn çatalýna taþ koyup tarlayý öyle sürdüðünü anlattýydý bir seferinde. Gençliðinden itibaren de topraðý býrakýp, bir minibüs almýþ Malatya-Adýyaman arasýnda dolmuþçuluk yapmaya baþlamýþtý. Bu grupta, bir Halo’yu bir de Haceli’yi tanýyordum önceden. Haceli yakýn köylerden bir kýzla evlenmiþti ve köydeki babadan kalma evde oturuyorlardý. Büyüðü 8–9 yaþýnda 3 çocuklarý vardý. O bir avuç toprakta halen kardeþi uðraþýyordu ve biz onunla tanýþtýðýmýzda büyük ablasý çoktan evlenip gitmiþti. Sarý’yý ise pek tanýmýyordum. Kürt yoldaþlardan birisiydi, kiþisel özellikleriyle pek çok konuda örnek bir yoldaþýmýzdý. Yýllar sonra Avrupa’da kanserden öldüðünü duymuþtum. Haceli ile ikisi teknik iþlerde çok ustaydý. Araba, traktör, silah yada baþka bir alet bozulduðunda mutlaka bir çözüm bulur çalýþtýrýrlardý. Özellikle bu iki yoldaþ patlayýcý yapýmýnda uzmanlaþmýþlardý. 1977’de iki dinamit lokumu ile yaptýklarý 5 kiloluk bir bombayý yýllar sonra (sanýrým 80’de), bozulmuþtur artýk, nasýl olsa patlamaz diye Gölbaþýnda göle attýklarýný, ama neredeyse gölün suyunu çizgi filmlerdeki gibi havaya kalkýp indiðini ve göldeki pek çok balýðýn ölümüne yol açtýðýný anlatmýþtý birisi. “Burada dinlenelim. Günü burada geçirirsek iyi olur.” Diye tekrarladý Veli. Akþamdan beri yürüyorduk. Neredeyse 12 saat olmuþtu. Þimdi biraz uyuyup dinlenebilirdik. Kayanýn duldasýna iyice sýðýþtýk. Sarý yoldaþ sýrt çantasýndan birer dürüm çýkartýp hepimize daðýttý. Gerçi gocuklarýmýzýn ceplerine köyden ayrýlýrken kuru üzüm doldurmuþlardý. Yolda yavaþ yavaþ atýþtýrýyorduk. Böylelikle hem soðuk karþýsýnda bünyemizi güçlendiren etkili bir yola baþvuruyor hem de yürümek için gereken enerjiyi alýyorduk. Zaten köydeki yoldaþlar da bu havalarda yola giden için kuru üzümün ne demek olduðunu iyi bildiklerinden, ceplerimizi týka basa doldurmamýz için ýsrar etmiþlerdi. Sarý’nýn þimdi daðýttýðý dürümleri de onlar hazýrlayýp vermiþlerdi. “Bu dürümlerde bizim köyün misafir yemeði olmasýn.” Veli bunu der demez, hepimiz Haceli’ye bakýp gülmeye baþladýk. “Tamam tamam, o sýkýçaputu** deðil dürümlerdeki. Susun da yemeye bakýn.” Haceli bir yandan böyle kýzgýn kýzgýn söyleniyor, ama ayný anda kendisi de býyýk altýndan gülümsüyordu. Geçen yýl Haceli bir süreliðine Veli’nin köyünde kalmýþ. Kendisini evinde konuk eden köylüler sanki

Güz ‘09

sözleþmiþ gibi yemekte hep çökelek dürümü çýkarmýþlar. Ýkinci günün akþamý Hacel’i dayanamayýp Veli’ye patlamýþ: “Geldim geleli boðazýmdan geçmeyen bu sýkýçaputunu yedim. Sizin köyde hiç baþka bir þey yemezler mi? Bulgur da mý yok?” Tabi Veli basmýþ kahkahayý. Gözünden yaþ gelene kadar gülmüþ. “Bu bizim köyün misafir yemeði. Sana kýymet vermiþ, seni aðýrlamýþlar. Daha ne istersin!” “Kurban olam yoldaþ. Sen söyle, beni misafirden saymasýnlar. Onlar ne yerse bende onu yerim. Aha bu sýkýçaputu boðazýmý yara etti, yutamýyorum bile.” Karnýmýzý iyice doyurduktan sonra ilk nöbeti Halo aldý. Biz dördümüz kayanýn altýna doðru iyice kayýp yan yana topraða uzandýk. Az ilerdeki bir baþka kayaya sýrtýný dayayýp oturan Halo, tüfeðini bacaklarýnýn arasýna kýstýrýp bir sigara yaktý. Tam bir sessizlik. Ara sýra rüzgârýn nerden kaldýrýp önüne kattýðý belli olmayan kar tanelerini sürükleyerek yaptýðý gezintinin fisiltisine karýþan, dünyanýn en rahat döþeklerine yatmýþçasýna rahat bir uykuya dalan yoldaþlarýn düzenli nefes alýþ veriþleri…. Muhtar çakmaðýnýn üst üste çakýlmasýndan çýkan sese gözümü açýp baktýðýmda, Veli de Halo’nun yanýna çökmüþ, sigarasýný yakmaya çalýþýyordu. Eminim Halo ile akþam hangi yolu takip edeceklerine dair konuþuyorlardý sessizce. Akþama doðru en son nöbeti tutan yoldaþ hepimizi uyardý. Toparlanýp olduðumuz yerde oturduk. En uçta gün doðarken ilk nöbete kalan Halo yatýyordu. O kalkmadan geçmek zor olduðu için sabýrsýzlanan Sarý, Halo’yu dürttü. “Hadi Halo hadi. Kalk hele, çekil yoldan.” Halo kalktý, sýrtýný bize siper olan kayaya verip oturduktan sonra yattýðý yerden sanki bir þey koparýrmýþ gibi çekerek tüfeðini çýkardý. Tüfeðin dipçiði buzlanmýþtý. Halo bizi rahatsýz etmemek için tüfeðini altýna alýp, vücudunun yarýsý toprakla buzun kesiþtiði yere gelecek þekilde yatmýþtý. Günün ayazý da tüfeði yere yapýþtýrýp buzlanmasýna neden olmuþtu. Vücudunun geldiði kýsýmdaysa sert topraðýn buzu iyice gevþemiþ, gömülmüþtü. Bu durumu gören Sarý biraz þaþkýn, biraz kýzgýn sordu. “Halo bu ne hal? Buza yatmýþsýn. Niye dürtmedin, biraz öteye gideydik?” “Ne fark eder ki yoldaþ. Bu sefer öte baþtaki yoldaþ buza düþerdi.” ….. * Halo: “Delioðlan” öyküsünün kahramaný. ** Sýký çaputu: Av tüfekleri için fiþek doldururken barut sýkýþtýrmaya yarayan çaput.

103


Sonbahar dallarda çýrpýnan son yapraklarý acýmasýzca savururken, yeni bir umut, topraðýn baðrýný delercesine hayata tutunmak için çýrpýnýyordu. Oysa bu mevsimde kuþlar göçer, çiçekler son yapraklarýný dökerdi. Karanlýk, kuytu hücrede gün yüzü görmeden bir umut yeþermiþti. Neþeyle dolan gözler, ilk çocuðunu kucaklayan anne þefkatiyle selamladýlar, bütün olumsuzluklara raðmen yeni hayata, merhaba, diye haykýran çiçeði. Oysa ne kadar uzak bir hayaldi; kurutulmuþ çayý ve meyve kabuklarýný kurutup topraða çevirecek, sonra çiçek yetiþtireceklerdi. Zordu bu iþ, ama imkânsýz deðildi onlar için. Boran, hayata gözlerini yeni açmýþ çiçeði sevgiyle sularken ondan önce yeþeren bir tek çimen yapraðýna bile ne kadar sevindiðini anýmsadý. Ýnsan dýþarýdayken hayatýn akýþýyla o kadar hýzlý ilerliyor ki etraftaki topraðýn, çiçeklerin ve gökyüzünün hatta ezip geçtiðimiz, ayaklar altýnda inadýna direnen otlar bile pek deðerli oluyordu buralarda. Gökyüzünü görmeyeli hayli zaman olmuþtu ve gökyüzünün bu kadar güzel ve sonsuz olduðunu ilk defa düþünüyordu belki de. Acaba daha önce hiç seyretmemiþ miydi semalarda dönen kuþlarý, siyaha boyanmýþ gece deryasýnda yýldýzlarý. Hatýrlayamýyordu, tek hatýrladýðý sabahýn köründen geceye kadar makineler ve iþ kargaþasý. Sabah iþe akþam eve… Boran, yoksul bir çocuðun sahip olduðu ilk oyuncaðýn heyecanýyla bakýyordu bu çiçeðe. Hiç oyuncaðý olmamýþ… Arkadaþlarýnda olan ama onda olmayan! Çocukluðunu anýmsadý birden. Hiç oyuncaðý olmuþ muydu acaba, hatýrlamaya çalýþýyordu fakat olmuyordu. Tek hatýrladýðý küçük yaþtan beri çalýþtýðýydý. Kendi yaþýtlarý oyun oynayýp okula giderken o çalýþýyordu. Taa, o yaþlarda üretimin bir parçasý olmuþtu bile ve o küçük eller, kendi yaþýtlarý daha iyi, daha lüks koþullarda okutulsun, çeþit çeþit oyuncaklar alýnsýn diye, özel paralý dersler görsünler ve bir giydiðini bir daha giymesin, bir yediðini bir daha yemesin diye üretiyordu. Ve kendisi sabah yürüyerek iþe giderken onlar babalarýnýn özel arabalarýyla okullarýnýn kapýsýna býrakýlýp alýnsýn diye üretiyordu. Her þey onlaraydý. Bu çeliþki daha o zamanlar kurcalamýþtý beynini: Neden okuyamamýþtý onun gibi niceleri? Neden bu minik bedenler küçücük elleriyle kendilerinden nice büyük ve aðýr koþullarda yaþýyor ve çalýþýyorlardý. Onlarýn geceli gündüzlü çalýþýp evlerine götürdükleri paranýn kaç misli yaþýtlarýnýn günlük harcamalarýydý. Bu kadar rahat yaþayýp her istediklerini yiyip içsinler diye miydi? Peki kendilerine ne düþüyordu bu paydadan. Kardeþini sevindirebilmek için bir çikolata bile alamýyordu. Ama yaþýtlarý hiç çalýþmadan her þeye sahiplerdi. Neden? Boran, çocukluðunda oynadýðý tek bir oyun bile bulamadý. Hala çiçeðin yaný baþýnda, düþünceler beyninden þerit

104

gibi geçiyordu tek tek. Sanki hayatýný perdeler halinde kesik kesik seyrediyordu. Saksýda iki çiçek vardý. Fakat birisi hücrenin karanlýðýyla giriþtiði savaþta yenilmiþti. Ötekisi her þeye inat, zayýf fakat dinç mahkumlarý selamlýyordu. Özlemleri oluyor insanýn ister istemez, mesela kuþlar… En son ne zaman kuþlarýn cývýltýsýný dinlemiþti acaba. O güzelim cývýl cývýl naðmelerle hiç hayal kurmuþ muydu? Havalandýrmada bir parça gökyüzü görünüyordu. Ama kuþlar hiç geçmiyordu buradan, kendilerini bekleyen gözlerden habersiz. Bol bol kitap okuyordu Boran. Burada zamaný en iyi kullanmanýn yolu kitaptýr. Okumak, durmadan okumak… Oradan çýkýncaya kadar kendini en iyi þekilde geliþtirmek istiyordu. Yapacaklarýný düþündükçe heyecanlanmamasý içten bile deðildi. Buradan çýkýnca bambaþka olmalýydý. Boþa geçmemeliydi bunca zaman. Ýþte teoriyi geliþtirmek için istemediðin kadar zaman ve kitap. Yenilenmeli ve her gün biraz daha ilerlemeliydi. Nasýl ki mücadeleye ilk atýldýðýnda yeni yeni þeyler keþfederken içi içine sýðmýyorsa þimdi de öyleydi. Beyni birçok þeye açlýk duyuyordu. Bitmek bilmeyen bilgi açlýðý ve öðrenme hýrsý, içindeki coþkuyu günden güne daha da alevlendiriyordu. Hareket alanýnýn kýsýtlanmasý üzüyordu Boran’ý. Oysa dýþarýda olmak, yoldaþlarýyla bütün iþlere koþturmak, fabrikada iþçilere, mahallelerdeki yoksul halklara bilinç taþýmak, onlarla konuþup yoksulluklarýnýn, açlýklarýnýn, çaresizliklerinin nedenlerini ve çözümlerini anlatmak istiyordu. Burjuvalara ürettikleri servet karþýlýðýnda evlerine götürdükleri açlýðý, sefaleti anlatmak istiyordu. Burjuvalarýn çocuklarý yurtdýþýnda, özel, pahalý kolejlerde okuyup, en lüks þartlarda mastýr yaparken, kendi çocuklarýnýn sefalet içinde, onlarýn yoz kültürüyle yetiþip, sonra, yine vatan, namus yalanlarýyla sadece ama sadece sermayenin ve zenginlerin çýkarlarý uðruna savaþlara sürülüp öldüðünü haykýrmak istiyordu. Evet yoksullara, ezilen insanlara tek getirisi bunlardý; açlýk, yoksulluk ve çocuklarýnýn tabutlarý… Boran’ýn þimdi yüreði çarpýyor, gözlerini öylece çiçeðe dikmiþ düþünüyordu. Yoldaþlarýný, dýþarýda olup bitenleri, mücadele ettiði günleri, eylemleri ve mitingleri. Mitingler, birbiri ardýna yürüyen iþçi kortejleri, devrimciler haykýrýyor: “Yaþasýn Devrimci Dayanýþma”… Sloganlar hala kulaðýnda çýnlýyordu. O iþçilerin içinde olmak, onlara en doðru politikayý götürmek gerektiðine inanýrdý ve öyle de yapardý. Yakalandýðý gün canlandý gözünde. Yine böyle bir miting günüydü. Ýnsanlar coþkulu, iþçiler, emekçiler, yoksul ve ezilen halklar özgürlük þarkýlarý söyleyip sloganlar atýyorlardý. Boran ve yoldaþlarý pankartlarý ve kýzýl bay-

Güz ‘09


raklarý en yükseklerde dalgalandýrýyorlardý. Boran yoldaþlarýyla birlikte kitlelerin arasýnda dolaþarak ajitasyon çekip, gür seslerle sloganlar atýyor, bir yanda gençlerle, iþçilerle konuþuyorlardý. Boran ve yoldaþlarýnýn attýðý sloganlara herkes uymaya baþlamýþtý. Sesler artýk daha gür, gözler ve yürekler öfke doluydu. Pankart artýk tanýmadýklarý gençlerin elinde en öndeydi. Herkes Boran’larýn ellerinden kýzýl bayraklarý alýp daha da yükseklerde, aðaçlarýn üstlerinde dalgalandýrýyordu. Miting yasaklandý. Yürüyüþ yapýlmadan hemen orada insanlarýn daðýlmalarý istendi. Akrepler, panzerler, çevik kuvvet çoktan almýþtý kan kokusunu. Binlerce insan alanda geri adým atan korkak inisiyatiflere raðmen Boran ve yoldaþlarýnýn ajitelerini haklý buluyor, sloganlara en gür sesleriyle coþku katýyorlardý. Ve barikatlarý aþýp meydanlara doluþmak, serhýldan ve özgürlük ateþini yakmak istiyorlardý. Boran’ýn sesi kýsýlmýþtý, fakat buna raðmen olanca gücüyle konuþuyor, anlatýyor ve sloganlar atýyordu. Artýk olanlar oldu. Barikatlar darmadaðýn edildi. Bir süre sloganlarla yürüdükten sonra bir fýrtýna koptu, bir insan seli ne olduðunu anlamadan üzerlerine sular, gaz bombalarý ve biber gazlarý yaðdýrýldý. Kurþunlar uçuþuyordu baþlarýnda. Onlarýn tanklarýna, toplarýna, silahlarýna iþçiler taþlarla, sopalarla karþýlýk verdi. Baþka neleri vardý ki canlarýndan baþka. Saatler geçiyor çatýþmalar bitmiyordu. Öldüresiye dövülenler, üzerlerine panzer sürülenler. Yollar kan revan içindeydi. Gözlerini kan bürümüþ bu yaratýklar genç, yaþlý, çocuk, kadýn demeden tek tek coplardan geçirip, tartaklayýp bayýltýncaya kadar öldüresiye dövüyorlardý. Karþýlarýndaki halk, silahý, tanký olmayan iþçi-emekçilerdi. Nasýl olur da bu halkýn içinden çýkýp da yine bu halka karþý gözlerini böyle kan bürüyordu, bunlarý anlamak istemiyor insan. Herkes daðýlmýþtý artýk. Polisler yolda yakaladýðý herkesi coplarla tartaklayýp, iþkenceler yaparak götürüyordu. Boran yoldaþlarýný o karmaþada kaybetmiþti. Zaten pek iyi bilmediði bu kentin sokaklarýnda nereye gittiðini bilmeden aðýr aðýr yürüyordu. Her yaný kan içinde ve bitkindi. Etrafta hala koþturanlar vardý. Keþke tanýdýk birine rastlayabilsem diye düþünüyordu. Belli belirsiz savaþ anýný aratmayan görüntüler belleðinde allak bullak dolanýyordu. Takati yoktu. Aðýr aðýr adýmlarla yürürken arkadan iki tane silah dayandý ve ardarda kafasýna inen coplarýn sayýsýný hesaplayamadý. Þimdi hayatýna yeni konuk olan ve içindeki çocuksu duygularý su yüzüne çýkaran çelimsiz fakat bu güzel çiçeðe bakarken gelecek güzel günlerin özlemiyle yüreði dolup taþýyordu. Acýlar, ilk deneyimler onu korkutmamýþ, tersine, çelikleþtirmiþti. Elbet diyordu, o gün gelecek. Sýnýfsýz-sömürüsüz bir dünya inþa etmek için hiç gözünü kýrpmadý, tereddüt bile etmeksizin bedenlerini ölüme sunan devrim iþçilerinin kapatýldýðý bu zindanlar yýkýlacak ve insanlara bu acýlarý yaþatanlarý tarihin çöplüðüne sonsuza dek gömüp, insanlarýn insanca yaþayacaðý bir dünya kurup, þafaðýn ilk ýþýklarýyla, þarkýlarla doðacaðýz.

Güz ‘09

105

YALNIZ Yalnızlık; Karanlık boşluklarda kaybolmak Geçmişi... Anımsamaktan bıkmak Ellerini uzatıp Yaşamsal gerçeğe, Seyirci kalmak, Umut kırıntılarıyla, Gün geçirmek. Arzulamak. UMUDU. Diren RÜZGAR Benim dostum benim sırdaşım uzaktan sesini bana getirir benim yoldaşım can arkadaşım uzaktan nefesini bana getirir. Çıkarım dağlara sohbet ederiz bazen ağlayıp bazen güleriz getirdiğim azıkları beraber yeriz uzaktan selamını bana getirir onu kızdırırım yırtının durur bazen kendisini yere vurur uzak menzillere tez zaman varır senin vuslatını bana getirir.

Abbas DOSTUM Biz yaşamı yarınlara sakladık. Gömdük, mavzerlerimizi yüreğimize. Kavgayı, Sevmeyi, Aşkı, Kısacası yaşamayı erteledik dostum Biz yaşamaya yarın başlayacağız Kahpesiz yalansız Sömürüsüz bir dünyada Yaşamaya yarın başlayacağız dostum Evet biz yarın başlayacağız yaşamaya Dalga dalga öbek – öbek Bir kara buluttan boşanırcasına Biz yaşamaya yarın başlayacağız yoldaşım

İnci


şiirimde iki dönem 30 Haziran 2009 günü sonsuzluğa uğurladığımız Kemal Özer’i saygıyla anıyoruz

Kemal Özer’le daha önce yapılan bir röportajdan alınmıştır

Ýki ana dönemden geçip geldiðini söyleyebileceðim bir þiir serüveni sözkonusu oldu benim için. Ýkinci Yeni dönemi bir bunalýmla baþladý. Yazdýklarýmý baþkalarýnýn yazdýklarýndan ayýranýn ne olduðunu aramak diye özetleyebileceðim bu döneme, kendimi ve kendi yaþantýmý þiire özne kýlmak bir çözüm getirdi. Kim olduðumu ve yaþantýmýn ne olduðunu kavrarken, o günkü bilgilerimin elverdiði kadarýyla yetindim. Bunlar içgüdüsel bilgilerdi, bu yüzden de Ýkinci Yeni benim için içgüdüsel bir dönem oldu. Kendimi tanýrken böyle olduðu gibi, þiiri tanýrken de okuduklarýmdan edindiðim görgü bana kýlavuzluk etti. Hem o zamana deðin yazýlanlara ulaþabildiðim oranda, hem o gün yazýlanlar baðlamýnda. Ayýrýcý olan neydi diye baktýðýmda, bu görgünün bende þiirsel bir sezgi yarattýðýný, bir beðeni ölçütü, sözcükler ve imgeler karþýsýnda bir seçme duyarlýðý oluþturduðunu görüyorum. Ýkinci Yeni döneminde yazdýðým þiirler, kendimi yansýtma ve kendim gibi yazma açýsýndan, içgüdüsel de olsa, baþarýlý bulunabilecek bir düzeye taþýdý beni. Toplumcu dönem, yine bir bunalýmla baþladý. 1960 sonrasýnýn koþullarý, bir yandan ilk kez karþýlaþtýðým Nâzým Hikmet ve baþka toplumcu ozanlarýn þiirleriyle yüz yüze getirdi; bir yandan da kendimi kavrarken yararlandýðým bilgilerin yetersiz kaldýðýný duyurdu zamanla. Kýlavuzluk eden görgü olsun, içgüdüsel bilgiler olsun geçersiz kýlýnýnca, uzun bir süre alacak arayýþ dönemine girdim. Arayýþ bir bilinçlenmeyle sonuçlandý. Elbet düz bir çizgi boyunca ilerlemedim; çeþitli duraklamalar, savrulmalar, hatta zaman zaman bocalamalar yaþadým. Ama sonunda þiir görgüsünden þiir bilgisine, içgüdüsel bilgiden bilimsel bilgiye doðru bir geliþme ortaya çýktý. Ozan olarak da, insan olarak da kendimi kavrayýþým deðiþti. Bir seçim yapacak, kendimi ve neyi nasýl yazacaðýmý belirleyecek duruma geldim. Bu bilincin kaynaðýnda, sanatýn (þiirin) doðuþundan bugüne geçtiði yol ve geçirdiði aþamalarý kavramak, kendi þiirimizin yol haritasýný ana çizgileri ve önemli dönemeçleriyle belirlemek yer aldý. Kendimi emeðiyle tanýmlanan toplumsal bir ürün olarak algýlar hale gelmenin, nerde duracaðýmý ve nereye bakacaðýmý belirlediðini buna eklemeliyim. Ýnsana, topluma ve þiire yalnýz bakmak deðildi bu; onlarý oluþturan iliþkileri görecek bir konuma ulaþmaktý. Bu konuma ulaþmakta Nâzým Hikmet’i doðru okumanýn, onun pratiðini her bakýmdan kaynak olarak kullanmanýn büyük katkýsý oldu. Bilinç emek ister. Vardýðým yeri sýnamayý sürdürmekten, girdiðim yolda yürürken arýnarak ilerlemekten, kendimi bu seçime göre donatarak yaþamaktan geri durmadým hiçbir zaman. Sizin yorumlarýnýz, özetle andýðým yolun amaçlarýna ve hedeflerine ulaþtýðýný düþündürüyor, bu yolda aldýðým sonuçlarýn görülebilir bir düzeye geldiðini gösteriyor bana.

106

Güz ‘09


AYIÞIÐI SANAT MERKEZÝ 6. KONFERANSI SONUÇ BÝLDÝRGESÝDİR 1- Ekim ayýnda tüm sanat merkezlerimize dönük olarak yaþanan saldýrýnýn ardýndan geçen sekiz aylýk süreci deðerlendiren konferansýmýz, kimi çalýþanlarýnýn tutuklanmasýna raðmen Ayýþýðý çalýþmalarýnýn aksamadan sürmesi, hatta geniþlik ve yaygýnlýk kazanmasýný operasyonun boþa çýkartýlmasý olarak görmektedir. 2- Kitle iletiþim araçlarýnýn, özellikle de internetin aktif bir þekilde kullanýlmasýný önemseyen konferansýmýz, bu alanda baþlattýðý çalýþmalarýn yetersizliðini tespit ederek, daha etkin ve kalýcý hale getirilmesini görev olarak önüne koyar. 3- Kültür-Sanat-Edebiyat yayýnýmýz ÖNSÖZ’ün beþ yýlda ulaþtýðý düzeyin önemli olduðu, ama artýk bu düzeyin üzerine çýkmasý gerektiði düþüncesiyle hareket eden konferansýmýz, 15 Aðustos–1 Ekim tarihleri arasýnda “1000 Abone” kampanyasý düzenleme kararý almýþtýr. 4- Konferansýmýz, uzun zamandýr çalýþmalarýný yürüten müzik gruplarýmýz Emeðe Ezgi ve Denize Ezgi’nin, baþlatmýþ olduðu albüm çalýþmasýný 2009 yýlý sonuna kadar sonuçlandýrmasýný talep eder. 5- Konferansýmýz, 2010 Avrupa Kültür Baþkenti Ýstanbul adý altýnda yürütülen kampanyaya karþý “Kavgamýzýn Baþkenti Ýstanbul” adlý alternatif kampanya yürütülmesini hedef olarak önüne koyar. 6- Önümüzdeki bir yýllýk dönemde Ayýþýðý çalýþmalarýnda, atölye çalýþmalarýna aðýrlýk verilmesi, herkesin somut sanatsal üretimler ortaya çýkarabilmesi için ön açýcý çalýþmalar yapýlmasý, üretimlerin iþçi ve emekçilerin mücadele alanlarýna taþýnmasý için yaratýlmýþ kimi olumlu örneklerin çoðaltýlmasý karara baðlanmýþtýr. 7- Devrimci-demokrat aydýn ve sanatçýlarla sýký baðlar geliþtirip ortak çalýþmalar yürütme, varolan sanat örgütlerine katýlma genel yaklaþým olarak belirlenmiþtir. 8- Baþarýyla sonuçlandýrýlan 6. Konferansýmýz, 7. Konferansýn 2010 yýlý Temmuz ayýnýn üçüncü haftasý yapýlmasýna ve “Emeðin Pratik Örgütlenmesi Açýsýndan Sanat” konusunun ele alýnmasýna karar vermiþtir.

Güz ‘09

107


YENÝ ÝNSAN VE SANAT* * Ayýþýðý Sanat Merkezi 6. Konferansýnda yapýlan sunumun özetidir.

Tasarým Yeni insanýn sanatla iliþkisi incelenirken konunun baþlangýcýnda bazý kavramlarý tartýþýp netleþtirmek gerekiyor. Ýþe biraz konunun dýþýndan baþlayýp, merkeze doðru yaklaþmak istiyorum. Ýlk olarak yapmamýz gereken þey “yeni insan”ý kafamýzda netleþtirmek olacaksa her þeyden önce tasarým kavramýný ortaya koymamýz gerekiyor. Bir þeyi tasarlamak demek, onu hayal gücümüzün sýnýrlarý içerisinde var etmek, dizayn etmek demektir. “Hayal gücümüzün sýnýrlarý” içerisinde. Öyleyse tasarým yaparken istediðimiz gibi hayal kurabiliriz. Örnek olarak bir gemi tasarýmcýsýnýn yeni bir araç tasarladýðýný düþünelim. Bu araç gemi olarak kullanýlabildiði gibi, sualtýnda da hareket edebiliyor. Bunun yaný sýra kara ve hava seyahatleri de bu vasýta ile yapýlabiliyor. Taþýtýmýzýn boyutlarý bir otomobille hemen hemen ayný ve 6 kiþi taþýyabilmesi planlanýyor. Tasarýmcýmýzýn tek sýnýrlayýcýsý kendi hayal gücü olduðu için bu araca daha pek çok özellik ekleyebiliyor. Örneðin tek bir düðmeye basýlarak kaporta rengi deðiþtirilebiliyor. Hatta tasarýmcýmýz bu iþi daha da abartýp bu araca bir de görünmez olabilme özelliði ekliyor. Üstelik aracýmýz ayný zamanda gezegenler arasý seyahat de yapabiliyor. Hem de ýþýk hýzý ile. (Þaþýrmayýn lütfen. Tasarýmcýmýzýn hayal gücü yüksek.) Tasarým yaparken hayal kurmak bile yetiyor. Ancak iþ bunu hayata geçirmeye gelince bütün bu özellikleri bir araya getirmek mümkün olamayabiliyor. Tasarýmcýmýz, yaptýðý bu tasarýmý makine mühendisine sunduðunda mühendis muhtemelen þunlarý söyleyecektir: “Bir aracýn sualtý, su üstü, kara ve havada hareket edebilmesi için ayrý ayrý motor mekanizmalarýna sahip olmasý gerekir. Bütün bu mekanik aksamýn otomobil büyüklüðünde bir taþýta sýðdýrýlabilmesi mümkün deðil. Bir de bu araçta 6 kiþi taþýyabilme kapasitesi olacaksa yolcu vapurundan daha küçük olamayacaktýr.” Elbette bu, günümüz teknolojisi açýsýndan böyle. Gelecekte teknolojik geliþmeler sayesinde bahsi geçen motor mekanizmalarý daha küçük malzemelerle, daha az yer kaplayarak üretilebilirse taþýtýmýz da tasarlandýðý þekilde imal edilebilir diyebiliriz. Daha somut ve güncel bir örneði ele alýrsak konu daha kolay anlaþýlýr bir hale gelecektir. Yaklaþýk 15 – 20 yýllýk bir mazisi olan cep telefonlarýnýn bugün gelmiþ olduðu düzey uzay yolu filmlerinde seneler önce izlemiþ olduðumuz teknolojinin gerçekleþmiþ halidir. 20 yýl önce bu iletiþim yöntemleri gerçekleþmemiþken o günün tasarýmcýlarý görüntülü görüþme yöntemlerini hayal etmiþlerdi. O hayal, bugün hemen her insanýn cebinde bulundurduðu küçücük cihazlarla gerçekleþtirilmek üzere. Toparlayacak olursak, bugünkü olanaklarýn elvermiyor olmasý tasarýmcýnýn iþini yapmasýný engellemez. O yine hayal edebildiði her þeyi tasarlar. Bunun gelecekte mümkün olamayacaðý iddia edilemez.

Yeni Ýnsan Tasarým iþini netleþtirdikten sonra bu iþlemi yeni insan kavramý için uygulayabiliriz. Yeni insaný tasarlarken sadece hayal gücümüzle sýnýrlý olduðumuza göre aklýmýza getirebildiðimiz her türlü özelliði bu insan tasarýmýna ekleyebiliriz. Þimdi kýsa bir özellikler listesi yapalým: Güçlü, atletik, temiz, zeki, bilgili vs… bu liste daha da uzatýlabilir. Bunun yanýnda bir çok bilim alanýnda ve çeþitli mesleklerde yetkin diyebileceðimiz düzeyde bilgi ve beceri sahibi olsun. Ayrýca spor ve sanatýn çeþitli dallarýyla da uðraþsýn.

108

Güz ‘09


Bu noktada tasarým konusunu yeniden hatýrlayalým. Günümüz þartlarýnda mümkün olmayan nitelikler gelecekte gerçekleþebiliyordu. Ayný durum yeni insan tasarýmýmýz için de geçerli elbette. Bugünün dünyasýnda yaþayan insanlarýn sadece kültürel geliþimlerini ele aldýðýmýzda bile hayalini kurup tasarladýðýmýz bu yeni insana ulaþmalarý somut olarak gerçekleþemiyor. Çünkü toplumun büyük bir çoðunluðu gününün yarýsýndan çoðunu çalýþarak, kalan zamanýný da yeniden çalýþabilmek için dinlenerek geçirmek zorunda. Bireysel olarak spor, sanat, bilim gibi alanlarda geliþebilmesi için zaman ve enerji ayýrabilmesinin pratikte pek de mümkün olduðunu söyleyemeyiz. Burada þu noktayý özellikle belirtmemiz gerekiyor. Yeni insan kavramý tarihin her safhasýnda, baþka isimlerle de olsa tasarlanmýþ ve gerçekleþmiþtir. Bizim burada yaptýðýmýz, bugün itibariyle ortaya konulan yeni insan tasarýmlarýndan bir tanesidir.

Yeni Ýnsan Ve Sanat Þimdi, bu yeni insanýn var edilebilmesi için sanat nasýl kullanýlýr; buna bakalým… Tasarladýðýmýz yeni insanýn var edilebilmesi için öncelikle kendisinin ileri, kendini geliþtirebilecek bir bilince sahip olmasý gerekir. Ayrýca, bu insan eðer uzaydan gelmeyecekse, içerisinde yaþadýðýmýz toplumdan çýkacaktýr. Öyleyse bu toplumun insanlarýna hitap eden, ayný zamanda hitap ederken onlarýn bilincini geliþtiren, yenileþtiren unsurlara ihtiyaç var demektir. Bu özelliklere ve etkinliðe sahip olan unsur ise sanattýr. Ýnsanlara birey birey deðil, kitleler halinde ulaþabilen ve bunu yaparken onlara sýkýcý dakikalar deðil, eðlenceli bir zaman sunan ve bilinçlerinde deðiþimlere yol açabilen sanat. Þu halde, her þeyden önce sanatçýnýn bu bilince sahip olmasý gerekiyor. Tabii ki bu da yeterli deðil. Sahip olduðu bu bilinci uyguladýðý sanat vasýtasý ile insanlara taþýmasý da gerekiyor. Örneðin bir roman yazarý sahip olduðu jeoloji bilgisini ürettiði bir roman içerisinde öyle bir kullanmalýdýr ki, okuyucular hikayenin gidiþatý içerisinde, belki de farkýna bile varmadan bu bilgiyi almýþ olsunlar. Ya da bir ressam, tarihsel bir olayý öyle bir anlatmalý ki resme bakan, inceleyen kiþiler bu tarihle ilgili bilgileri edinebilsinler. Yeni insana doðru yapýlan çalýþmalarýn en önemlisi de toplumsal sistem ile ilgilidir. Tasarýmýný yaptýðýmýz insanýn, çalýþma zamanýnýn yoðunluðundan dolayý bugünkü toplumda var olamayacaðýný belirtmiþtik. Öyleyse buradan yola çýkarak þu belirlemeyi yapabiliriz: Yeni insan için yaptýðýmýz tasarýmýn gerçekleþebilmesi için, bugünkünden daha ileri bir toplumsal yapý kurulmasý gerekiyor. Öyleyse sanatçý üretimlerini yaparken bu toplumsal deðiþime yönelik çalýþmalar ile de yeni insanýn var olmasý için hareket etmiþ olacaktýr.

Güz ‘09

109

Nasılsın! Görüş Günü Konuşması Oğul ben senin görüş gününe dağları devşirerek geldim -bizim oranın dağlarınısevincimi ırmaklarda arıtarak -bizim oranın ırmaklarındasabah yeliyle örerek saçlarımı -bizim oranın sabah yeliyleo şimdi özlemiştir dedim sesimi bizim oranın çiçeklerine değdirerek geldim: Nasılsın? İşte yıllardan sonra oğul yüz yüzeyiz yine seninle aramızda duruyorsa bu telörgü sen de benim alnıma bakmalısın dağılana dek birer birer bulutlar görünene dek bizim oradan senin için taşıdığım gökyüzü. Bu telörgü durduramaz çünkü ne senin bakışını ne benim yeter ki gözlerimiz susmasın: Nasılsın... Oğul ben senin görüş gününde ninniler söylemeyi isterdim -avutmak için uykusuz gecelerinitürküler söylemeyi isterdim -düğününe sakladığım türkülerinice ağıtlar düğümlendi boğazımda -birer harman yangınıydı her birisöylemeyi isterdim yasak olmasa bana kendi dilimizi kullanmak. Ama bu da durduramaz oğul ne senin söyleyeceğini ne benim yeter ki bir tek sözcüğe sığsın: Nasılsın! Bir tek sözcükle alırım ellerini elime -üşüdükçe ovalayıp ısıtmak içinbir tek sözcükle basarım bağrıma seni -en öksüz saatinde kuşluk vaktininbir tek sözcükle duyururum öğütümü -gördüğün zulum mayanı berkitsinbir tek sözcükle ulaşır sana dileğim -gün devrilsin ama sen devrilmeyesinboşuna bunca zulüm,bunca yasak ve engel, onları aramıza koyanlar utansın: Nasılsın?! Kemal Özer


Türkiye Tiyatro Kurultayý Ýstanbul’da Yapýldý Ýzmir’in Urla’sýnda geçtiðimiz yaz 3. Türkiye Tiyatro Buluþmasý’nda bir araya gelen tiyatro kuruluþlarýnýn ve topluluklarýnýn örgütlediði “Türkiye Tiyatro Kurultayý” Ýstanbul’da yapýldý. 8 sivil toplum kuruluþu, 9 tiyatro örgütü, 32 kültürsanat kurumu, 85 tiyatro topluluðunun destek verdiði kurultaya Türkiye’nin deðiþik illerinden toplam 180 sanatçý katýldý. 7 saat süren kurultayýn ilk bölümünde bir panel gerçekleþirken ikinci bölümde tüm katýlýmcýlarýn söz aldýðý bir forum yapýldý. Uzun bir süreden sonra ilk kez amatör ve profesyonel, üniversite ve azýnlýk tiyatrolarýný bir araya getiren kurultayýn açýþ konuþmasýný tiyatro sanatçýsý Nedim Saban yaptý. Seller altýnda boðulan kültür baþkenti Ýstanbul’da bir tiyatro kurultayý toplandýðýný belirterek sözlerine baþlayan Saban, sanat dünyasýnda da olasý bir deprem ve sel felaketine karþý þimdiden tedbir alabilmek için bu toplantýnýn örgütlendiðini söyledi. Saban sözlerini þöyle sürdürdü: “Bugün 12 Eylül Tiyatro Kurultayý’nýn sonunda örgütlenmeyi baþaralým ki, karþýmýza çýkacak büyük afetlerde kahramanlara gerek duymadan, sadece beyin gücümüz ve insanoðlunun dayanýþma bilinci sayesinde karþý duracak gücümüz olsun” Saban’ýn konuþmasýnýn ardýndan yazar, düþünür Temel Demirer ve tiyatro sanatçýsý Ersan Uysal, kurultaya katýlanlarý selamladý. Demirer ülkenin içinden geçtiði traji-komik ortamda sanatçýlarýn örgütlenme perspektifi ile bir araya gelmelerinin önemine deðindi. Ersan Uysal ise örgütlenme konusunda 60’lý yýllarda üç sanatçýnýn bir tiyatro sendikasý var etmek için verdikleri büyük mücadeleyi anlattý. Konuþmalarýn ardýndan baþlayan panelde ise 9 sanatçý örgütü ve koordinasyon komitesi adýna konuþmalar yapýldý. ... Toplam 12 sanatçýnýn söz aldýðý panelde örgüt temsilcileri konuþmalarda ülkemizde sanat örgütlenmelerinin içinde bulunduðu konuma dikkat çekerek sanat alanýnýn içinde bulunduðu sahipsizlikten çýkmasýnýn yolunun tüm örgütleri kucaklayacak bir çatý örgütlenmesi olduðunu belirttiler. Kurultayýn ikinci bölümünde ise moderatörlüðünü Zafer Gecegörür’ün yaptýðý bir forum gerçekleþti. Toplam 35 sanatçýnýn söz aldýðý forum 4 saat sürdü. Bakü, Ýzmir, Ankara, Bartýn, Trabzon, Kocaeli, Bursa, Bulancak, Siirt ve Ýstanbul’dan kurultaya katýlan sanatçýlarýn söz aldýðý forumda ülke tiyatrosunun için-

110

de bulunduðu durum ve gerçekleþtirilmek istenen çatý örgütlenmesine iliþkin görüþler ortaya kondu. Kurumlarý adýna konuþan konuþmacýlar öncelikle temel gereksinimlerden birinin tiyatro yasasý olduðuna vurgu yaparken öte yandan da sonuç alýcý örgütlenme modellerinin oluþturulmasý gerektiðine dikkat çektiler. Devlet yardýmýnýn paylaþýmý, salon ve izleyici yaratma konusunda acil giriþimlerde bulunulmasý, deðiþik birimlerdeki topluluklarýn yapýlandýrma çalýþmalarýnýn hýzlandýrýlmasý hedefiyle çalýþtaylarýn örgütlenmesi önerileri foruma katýlan deðiþik tiyatro alanlarýndan konuþmacýlarca dillendirildi. Kürt, Ermeni tiyatrosundan da konuþmacýlarýn söz aldýðý forumda çok dilli ülke tiyatrosunun içinde bulunduðu durum da konuþuldu. Ermeni tiyatrocular ülke tiyatrosu tarafýndan görmezliðe gelindiklerini belirtirken Kürt tiyatrosu temsilcileri ise yaþadýklarý yoðun baský ortamýndan yakýndýlar. Kurulmasý düþünülen çatý örgütlenmesi için daha yoðun tartýþmalarýn yapýlmasý ve ilkelerin belirginleþmesi için diðer illerde de toplantýlarýn yapýlmasý talebi üzerine Kasým ayýnda Ankara’da gerçekleþecek 14. Ankara Tiyatro Festivali’nde de bir toplantý düzenlemeyi kararlaþtýran kurultay katýlýmcýlarý Ýstanbul Buluþmasý için yayýnlanacak sonuç bildirgesi için de öneriler yaptýlar. Kurultayýn kapanýþýnda söz alan Orhan Aydýn ise tüm tiyatrolarý sel felaketinde büyük bir yýkýma uðrayan Aziz Nesin Vakfý ile dayanýþmaya çaðýrdý. Bu çaðrý üzerine yapýlan önerilerle bir komite kurularak önümüzdeki günlerde etkinlikler örgütlenmesine karar verildi. Kurultay katýlýmcýlarý önümüzdeki Kasým ayýnda Ankara toplantýsýný örgütlemek üzere hazýrlýklara baþlýyor.

Güz ‘09


Tiyatro Eðitimine Baþlarken Devinim Tiyatro atölyesi Mehmet Esatoğlu yönetiminde 18 Ekim Pazar 2009 Saat: 13.00’de çalışmalarına başlıyor. Mehmet Esatoğlu’nun kaleme aldığı metin tiyatro çalışmamızın temelini oluşturacaktır

T

iyatro insanýn on binlerce yýldýr kendisini ve iliþkilerini ifade etmek için ürettiði bir sanat dalýdýr. Avlanarak yaþayan insan topluluklarýndan bu yana tiyatronun bir iletiþim aracý olarak yaþamýmýzda yer alýyor. Binlerce yýl önce ateþin baþýnda o gün yaþanan avýn öyküsünün anlatýldýðý, kimi zaman izleyicinin de deðiþik tepkilerle katýldýðý gösteri, sanatýn yaþayan insanla iliþkisini yalýn bir biçimde ortaya koyar. Gündüz ava giden avcý, gece ateþin baþýnda yaþadýðý serüveni kah kendini taklit ederek kah avladýðý hayvanýn postuna bürünerek anlatýr. Ýzleyiciler karþýlarýndaki yapýlanýn bir gösteri olduðunu her an hissederek kimi zaman kendileri de oyuna katýlarak yapýlaný paylaþýrlar. Sýnýflarýn henüz ortaya çýkmadýðý insan topluluklarýnda görülen sanat üretiminin bu biçimi, gelecek için de önümüze ilginç veriler sunar. Sanatý elit bir etkinlik olarak ele alan anlayýþlara yaþamýn içinden gelen bir yanýttýr bu. Akýp giden zaman içinde toplumda sýnýflarýn, yani ezen ve ezilenin ortaya çýkýþýyla her sýnýf bu etkili silahý, yani tiyatroyu kendi çýkarý doðrultusunda kullanmak için birbirleriyle adeta yarýþtý. Binlerce yýllýk insanlýk tarihinde her sýnýfýn dünyaya bakýþýný yansýtan deðiþik örnekler ortaya çýktý. Bu süreçte tiyatro, kimi zaman insanoðlunun yaþadýðý uzun macerada din kurumunun ya da istilacý saldýrganlarýn elinde bir araç olurken, kimi zaman da Pazaryerlerinde her türden gericiliðin ve baðnazlýðýn yakasýna yapýþtý. Kapitalizmin ortaya çýkýþýyla keskinleþen sýnýfsal çeliþmeler içinde ayný yansýmalar deðiþik biçimlerde görüldü. Burjuvazi 1600’lerde feodal iliþkileri eleþtirmek üzere çeþitli yapýtlar ortaya koydu. Ýþçi sýnýfý da bir sýnýf olarak tarih sahnesine çýktýðý günden

Güz ‘09

bu yana düþlediði dünyaya iliþkin özlemlerini deðiþik yapýtlarla sundu. Özellikle sýnýfsal iliþkilerin çýkmaza girdiði savaþ dönemleri öncesi, krizin ortalýkta kol gezdiði dönemlerde emekçiler bir yanda meydanlarda taleplerini haykýrýrken hemen yaný baþlarýnda da bunun sanatý üretildi. Ýþçi sýnýfýnýn tarihinde onun yarattýðý büyük mücadeleler kadar bu mücadeleler sürecinde yaratýlmýþ sanat ürünleri de önemli bir yer tutuyor. Binlerce yýldýr sýnýf mücadeleleri sürecinde yaratýlmýþ, 1871 Paris Komünü Günleri, 1917 Ekim Devrimi öncesi ve sonrasý, 1920 den sonra Avrupa’da yükselen sýnýf mücadelesi ve dünyanýn altýda birinin hýzla sosyalistleþtiði dönemlerde üretilmiþ yapýtlar insanlýðýn ve sosyalist kültürün önemli hazineleridir. Ülkemizde ise tiyatro alanýna muhalefetin yansýmalarý 50’li yýllarýn sonlarýna doðru kendini gösterir. Dönemin baþýnda kurulan amatör topluluklar önlerindeki ekonomik, politik ve estetik sorunlarý yenerek ve engelleri aþarak mücadelenin içindeki yerlerini alýrlar. Süreçte profesyonel alaný da etkileyen bu geliþmeler tiyatromuzun atýlým yaptýðý, yazarýndan yönetmenine oyuncusuna bir dolu nitelikli insanýn sanat alanýnda öne çýktýðý ve toplumu derinden etkilediði yýllar olmuþtur. Bugün ülkemizin içinde bulunduðu çürüme ve kirlenmeden gerçekçi bir biçimde çýkýþý ve insanca bir yaþamýn nasýl kurulabileceði tartýþmasýný sanat alanýmýzýn belli bir kesimi yapýyor. Bu tartýþmanýn yaygýn bir biçimde yapýlmasý ve hayata geçirilmesi, sömürü ve baskýnýn olmadýðý bir dünya özlemiyle çalýþmalar üreten sanatçýlarýn yaygýnlaþmasýna baðlýdýr.

111


Devrimci tiyatro geleneðimizin ýþýðýnda yeni bir tiyatro atölyesi çalýþmalarý öncesi oyunculuk eðitimine iliþkin izleyeceðimiz hattý belirlemek üzere þu saptamalarý yapýyoruz: Öncelikle sanat üretebilmek için yeteneðin gerekli olduðu ileri sürülür. Yetenek ticari ve bürokratik tiyatro alaný için gerekli olabilir. Çünkü bu alanlar hýzla eðitim yaparak eleman kazanma hedefiyle hareket ederler. Kiþiyle uzun vadeli uðraþmak bu alanlar için para kaybý anlamýna gelir. Parasal kaygýlarla hareket etmeyen amatör tiyatronun ise perspektifi farklýdýr. Sanat yaþayan insanýn -her insanýn- kendini, çevresini iliþkilerini ifade alanýdýr. Bu nedenle yetenekli, yeteneksiz her insan kendini sanat yoluyla anlatabilir. Sanat alaný çok geniþtir. Yaratýcýlýk, icracýlýktan sýradan gibi görünen iþlere kadar yapýlacak bir dolu iþ vardýr. Sanat alanýnda yer alanýnda yer almak isteyen kiþi eðer bu alaný kendini teþhir edecek bir alan olarak görmüyorsa yapabilecekleri üzerinden giderek üretimin bir yerinde yer alarak kendini var eder ve geliþtirir. Kimileri sahne üzerinde baþarýlý iþler üretebilecekken, kimileri de sahne arkasý diye tabir edilen dekordan, ýþýktan, kostümden, aksesuara dek bir dolu alanda üretim yapabilir. Aslolan sanat üretiminde bulunmak ve bu bilince sahip olmaktýr. Bu da süreç içinde okuyarak, çalýþarak, üreterek elde edilir. Tiyatro eðitiminin temeli oyunculuk çalýþmalarýyla sýnýrlý deðildir. Çaðýmýzýn tiyatrosu oyunundan dekoruna müziðinden kostümüne ve ýþýðýna dek bir bütündür. Bu nedenle yeni bir tiyatro hareketi var etme iddiasýndaki tiyatro insanlarýnýn tüm bu bilgilerle donanmýþ olmasý gerekir. Oyuncunun eðitimi onun enstrümanýnýn eðitiminden geçer. Bu da oyuncunun kendisidir. Bu enstrümanýn oyun üretir hale getirilmesi için gövde, duygu, ses, nefes ve diksiyon çalýþmalarý yapmak gerekir. Sahnede anlatýmýn temel araçlarýndan biridir gövde. Onun iþe yarar bir “araç” olarak kullanýlabilmesi, hareketlerinin denetim altýna alýnmasýyla baþlar. Günlük yaþamda doðal iþlevini yapan gövde, sahnede izleyicinin önünde istem dýþý etkiler altýnda kalýr. Öncelikle gövdenin kas gerginliklerinden arýtýlarak anlatýlana uyumlu biçimler almasý için bir dizi çalýþmaya ihtiyaç vardýr. Sahnede karakteri yaratmak için gerekli olan bir baþka çalýþma da duygularýn eðitimidir. Günlük yaþamda karþýmýza çýkan sevgi, nefret, coþku, öfke gibi duygularý sahnede yeniden üretmek için oyuncu iç duygusunu harekete geçirmek üzere çalýþmalar yapar. Oyuncu için gereken bir baþka çalýþma grubu da nefes, ses, diksiyon ve tonlama çalýþmalarýdýr. Sahne-

112

de rol oynayan kiþi sesini ve sözlerini izleyicilere anlaþýlýr bir biçimde duyurmakla yükümlüdür. Bunu baþarmanýn ilk yolu doðru bir yöntemle soluk almaktan geçer. Sesin ve soluðun denetimi için ise diyafram çalýþmalarý yapýlmalýdýr. Sözcüklerin net bir biçimde anlaþýlabilmesi oyuncunun bunu doðru söylemesine baðlýdýr. Sözcüklerin aðýzdan doðru çýkýþ noktalarýndan çýkmasý ve anlaþýlýrlýðý diksiyon çalýþmalarýyla gerçekleþir. Sözcüklerin anlamlarýný vurgulamak içinse önce deþifre ve tonlama çalýþmalarý yapýlmalýdýr. Sahnede teknik çalýþmalarýn yaný sýra oyun kiþiliðinin var edilmesi için de denemeler yapýlmalýdýr. Oyuncu kendi kimliði dýþýndaki bu yeni insaný önce gözlem yaparak tanýmaya çalýþýr. Karakterin zenginleþmesi için onun kimliðini zaman ve mekan boyutlarý içinde araþtýrýr. Yukarýda anýlan çalýþmalarýn yaný sýra müzik dans ritm ve mim sanatý üzerine de yapýlacak çalýþmalar oyuncunun sahne üzerindeki etkinliðini geliþtirir. Çaðýn oyuncusu sahnede asgari düzeyde de olsa þarký söyleyebilmeli, ayrýca dansý bir anlatým aracý olarak kullanabilmelidir. Bir olayý hareketlerle anlatan mim sanatý ve onun anlatým biçimleri oyuncunun önüne yeni olanaklar sunar. Boþ bir alanda adým adým inþa edilen oyun giderek süreç içinde dekorlar aksesuarlar ve kostümlerle donanýr. Sahneye konacak her bir unsur anlatýmýn önemli bir parçasýdýr. Çaða yaraþýr bir tiyatro için harekete geçen sanatçý adayý dekor konusunda kimi ön bilgilere sahip olmalýdýr. Aksesuarlarýn ve kostümlerin iþlevli kullanýmý onlarý yakýndan tanýmaktan geçer. Tiyatro eðitimi yalnýzca sahne ve onun araçlarýnýn tanýnmasýyla sýnýrlý deðildir. Sanatçý adayý tiyatroya iliþkin bilgilerin yaný sýra resim heykel estetik gibi konular üzerine de dikkatle eðilmelidir. Yaný sýra oyunu doðru bir biçimde yorumlayabilmek için politika, edebiyat, felsefe ve tarih bilgileriyle donanmalýdýr. Bütün bu çalýþmalar yapýlýrken sanatçý adayý þunu göz önünde bulundurmalýdýr: Sanatta kalýcý olan alelacele çýrpýþtýrýlarak üretmek yerine uzun vadeli çalýþarak emek harcanarak yapýlanla gerçekleþir. Yýðýnlarý uyutan ezen bilimden kültürden sanattan soðutan sisteme karþý ciddi atýlýmlara gereksinim vardýr. Bu da kararlý ve yoðun bir çabayla gerçekleþir.

Güz ‘09




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.