Halkin Gunlugu kapak 1_Layout 2 1/6/11 12:03 PM Page 1
NBKP(M) yeni eylemlere başlıyor SAYFA 16 WikiLeaks’lerin Amerika’yı aklama serüveni
Köylülük ve talana dönüştürülen üretim
18
11
113 maddelik torba yasa kimi koruyor
08
Halkın Günlüğü 10-20 Ocak 2011 Sayı: 1 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net
YENİ DEMOKRASİ BAYRAĞI HALKIN GÜNLÜĞÜ’NDE
GÜNCEL 2-7
Demokratik özerklik ve MGK toplantısı Uzunca bir dönem, DTK ve BDP tarafından çalışması yapılan Demokratik Özerklik projesi kapsamında başlatılan iki dilli yaşam kampanyasına MGK’dan yanıt gecikmedi. Devlet erkanı yaptığı toplantıyla bir kez daha resmi dili olan faşizmde karar kıldı. BDP ve DTK ise bu çalışmalarının meşru ve yasal bir zemini olduğunu vurgulayarak, çalışmalarına devam edeceklerini duyurdular.
Yeni Demokrasi’den Devrimci Demokrasi’ye uzanan tarihsel sürecin yarattığı mirasın üzerinden kendini var eden Halkın Günlüğü, bu bayrağın temsilcisi ve taşıyıcısıdır
Orantısız güç ya da aşırı demokrasi
Yeni Demokrasi mücadelesinde uzun yılları bulan basın-yayın faaliyetiyle ülkemiz emekçilerinin bir kürsüsü olma misyonu ile hareket eden Devrimci Demokrasi, üzerinden yükseldiği devrimci değerleri kendisine rehber edinerek yarına uzanacak olan devrim ve demokrasi mücadelesine gücü oranında katkı sunmuştur. Yeni demokrasi mücadelesinin ve genel olarak dünya, özelde de ülkemiz proletaryasının, halkların ve ezilen ulusların kürsüsü olan Devrimci Demokrasi, 2011 yılı itibariyle yoluna Halkın Günlüğü ile devam ediyor. Demokrasi ve özgürlük yalanları ile kendi gerici iktidarlarını sağlama almaya çalışan, emekçi kitleler tarafından özlemi duyulan demokrasi olgusunu
YORUM-SÖYLEŞİ SAYFA 15
NATO nükleer silahlara karşı mı? NATO toplantısı ile birlikte Füze kalkanı projesi yaşama geçirilmeye başladı. NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in açıkladığı 38 maddeden oluşan 11 sayfalık belgede geçen “NATO nükleer silahlara karşıdır; ancak dünyada nükleer silahlar bulunduğu sürece NATO nükleer bir güç olarak kalmaya devam edecektir” ifadesiyle nükleer silahlanmaya “karşı” olunduğu belirtiliyor! Peki bu silahları kim üretiyor?
manipüle ederek buradan nemalanmaya çalışan her türlü burjuva-feodal akıma karşı, rotasını sınıf mücadelesinin belirlediği bir yayıncılık anlayışı ile yola çıkan Halkın Günlüğü, gücünü halktan, kaynağını sınıf mücadelesinden alır. Halkın Günlüğü her türden gericiliğe karşı aktif mücadele yürütür ve mücadele yürütenlerin sesi olma misyonuyla hareket eder. Egemen sınıfların gerici iktidarlarının halkın üzerindeki baskı ve sindirme politikalarına karşı halkın yanında saf tutar. Ülkemiz halklarını, emekçilerini, işçilerini, köylülerini, bağımsızlık, halk demokrasisi, sosyalizm ve komünizm mücadelesinde taraf olmaya çağırır ve bu uğurda yürütülen mücadeleye, olanakları ölçüsünde omuz verir.
Asgari ücret mi, azami açlık mı?
DOSYA lllllll
GÜNCEL 4-5
e-posta: halkingunlugu@hotmail.com
BU SAYIMIZDA İSMAİL BEŞİKÇİ VE EMEP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI ENDER İMREK’İN GÖRÜŞLERİNE YER VERİYORUZ
SAYFA 9
Kürt ulusal sorunu
İmha, inkar ve asimilasyon politikalarına maruz kalan Kürt ulusal sorunu, on yılları bulan bir mücadele sonucunda bir çok “uç” noktası ile beraber tartışılırken, aydınlar, yazarlar, siyasi kurumlar ve konunun muhattapları soruna nasıl yaklaşıyorlar? Dizi şeklinde yayınlayacağımız dosyamızda, her sayımızda farklı görüşleri okurlarımızla buluştururken güncel olarak kamuoyunda tartışılmaya devam eden konuya kendi bakış açımızla katkı sunmaya çalışacağız. 20-21-22’de
2-3_Layout 2 1/6/11 10:54 AM Page 1
02 gündem
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2011
Basın özgürlüğü mü?
DTK çalıştayından demokratik özerklik kararı çıktı
son dönemlerde devrimci-demokrat-yurtsever basına yönelik baskılar, yasaklamalar, kapatma davaları, tutuklamalar ve fiili saldırılar “demokratikleşiyoruz” söylemleri altında artarak devam ediyor.
Özgür Düşün 1 ay kapatıldı Halk gençliğinin Demokratik Halk Üniversiteleri yaratılmasının mevzilerinden biri olan Özgür Düşün dergisinin 52.sayısı İstanbul 14.Ağır Ceza Mahkemesi tarafından bu sayıda yer alan “Güncel gelişmelerle birlikte Kürt Ulusal Sorununa kısa bir değini” başlıklı yazıda “PKK-KONGRAGEL” örgütünün propagandası yapıldığı iddiasıyla 1 ay kapatıldı. Ayrıca dergiye toplatma kararı verildi. Aynı uygulamaya Devrimci Demokrasi gazetesi de maruz kalmıştı.
BDP ve DTK uzunca bir süredir çalışmasını yaptığı Demokratik Özerklik Projesi taslağını kamuoyuna sundu. Hazırlanan proje sekiz başlıktan oluşuyor. Kürt ulusunun yürütmüş olduğu ulusal kurtuluş savaşı gelinen noktada kendi eksik ve çalkantılı durumuyla birlikte bir dizi gelişmenin de adresi durumundadır. Bu gelişimin özel bir boyutunuda siyaset üreten kurumların önüne koyduğu hedeflerdir. Yaşanılan sorunlar ekseninde çözümsel noktada duran güçlerin sürece yaklaşımı ve yapacağı çalışmalar sürecin gelişim dinamizminide belirleyecektir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da devrim ve demokrasi mücadelesinin politik özneleri kitlelerin dinamizmini devrimci bir önderlikle tesis etmek durumundadır. Bu da somut politikalarla kitleyle buluşma noktasında olabilecektir. Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında demokratik hak arama mücadelesinin kısıtlandığı ve faşist baskıların arttığı bir dönemden geçmekteyiz. Sözde demokraitkleşme eğilimi ya da demokrasi naraları altında ezilen halk kitlelerine saldıran Türk devletine karşı örgütlenen her ileri adım önemli bir noktada durmaktadır. BDP’nin ve DTK’nın demokratik hak arama mücadelesinde ele aldığı ve Kürt ulusunun bir talebi olarak ortaya koyduğu irade, Kürt ulusunda belirleyici bir ölçekte yer almaktadır. Demokratik Özerk Kürdistan Projesi de yine ulusal taleplerin bir yansımasıdır. Bu taleplerin ileri yanlarıyla buluşmak, geri yanlarını ise eleştirerek devrimci bir zemine çekmek gerekmektedir. DTK’nın uzunca bir süredir çalışmasını yaptığı Demokratik Özerklik Projesi siyasal, hukuki, öz savunma, sosyal, ekonomik, kültürel, ekolojik ve diplomasi şeklinde sıralanan sekiz başlık altında ele alınıyor. Hazırlanan projenin sunumunda özerkliğin tanımlaması yapılarak, demokratikleşmenin bir şartı olarak ifade ediliyor . Uluslararası sözleşmelere değinilen açıklamada
Kürt ulusuna yönelik saldırı dalgası Azadiya Welat gazetesi de Devrimci Demokrasi gazetesi ve Özgür Düşün dergisi gibi benzer baskılarla karşı karşıya. Azadiya Welat gazetesinin eski yazı işleri müdürleri yüz yılı aşan hapis cezaları aldı. Renge Heviya Jine (Kadın Umudunun Rengi) adlı kadın dergisi ve Havar gazetesi yazı işleri müdürleri de tutuklu gazeteciler arasında bulunuyor. Yine Kürt Ulusal sorunuyla ilgili yazdığı yazıdan dolayı İsmail Beşikçi ve yazıyı yayınlayan derginin (Çağımızda Toplum ve Hukuk) yazı işleri müdürü Zeycan Balcı Şimşek halen yargılanmakta.
Nevin Berktaş tutuklu halkın kendi öz güçleriyle bir yönetimin altı çizilirken “Toplumun kendi öz ve sivil örgütlenmeleri ile birlikte ele alınması gereken Demokratik Özerklik uygulaması, özünde az devlet çok toplum, başka bir ifadeyle az yasak çok özgürlük anlayışının açık bir modelidir. Bunun içindir ki, toplumun tüm sorunlarının çözümünün devletten beklenmediği, sivil ve bağımsız kurumlar aracılığı ile toplumun kendi sorunlarına çözümler geliştirebildiği daha pratik, daha demokratik ve daha katılımcı bir sistemdir. Ekonomiden çevre sorunlarına, sağlıktan eğitime, kültür ve sanattan kadın özgürlüğüne kadar toplumsal yaşamın her alanında öz yeterliliği esas alan özerk birimler planlanmaktadır. Bunun anlamı toplumun, kendi demokratik özerklik sistemini, kendi iradesi ile inşa etmesidir. Kongremiz, bir yandan devlet yapılanmasında reformu öngörürken öte yandan beklemeksizin toplumun kendi örgütlenme sistemini kurmasını kararlaştırmıştır.” şeklinde ifadelere yer veriliyor.
Yaşam alanlarımızda Kürtçe konuşalım Bir ulusun ya da halkın verdiği mücadeleyi, istediği taleplerin günün ilerisinde mi yoksa gerisinde mi ayrımını gözeterek tavır belirlemek gerekmektedir. Kürt ulusnun ve onu temsil eden kurumlarının ele
Basın-yayın özgürlüğüne her zaman vurgu yapmaktan çekinmeyen hakim sınıflar bu söylemleriyle çelişen bir başka adım daha atarak “İnancın Sınandığı Zor Mekanlar Hücreler” kitabının yazarı Nevin Berktaş’a bu kitabı nedeniyle 10 ay hapis verdi. 19 Aralık 2000 saldırısı öncesi yaşadıklarını anlattığı kitap hakkında çıktıktan bir hafta sonra toplatma kararı verilmişti. Yaşamının 21 yıldan fazla zamanını hapishanelerde geçiren Berktaş şu anda tutuklu bulunuyor.
aldığı taleplerde bu ölçekte değerlendirilmelidir. Proje kapsamında bir çok çalışmanın startı verilirken, Kürtçenin yaygın kullanımı noktasında özel bir hassasiyetle duruluyor. Bir ulusun keni dilini konuşup konuşamayacağı hiç bir tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık ve nettir. Bırakalım salt konuşmayı günlük yaşamdaki ihtiyaçlarından tutalımda eğitimine, kamusal alanda yazı dili olmasından hukukuna kadar yaşamın bütün alanlarında kullanılmak durumundadır. Bu bir bağış değildir. Her bireyin insani temelde hakkıdır. İki dilli yaşam olarak ele alınan bu kampanya sahiplenilmeli ve Kürtçe gündelik yaşamın dışında yazınsal olarak da öne çıkarılmalıdır..
Yürüyüş Dergisi’ne baskın Daha onlarca kişi aynı gerekçelerle tutuklu ya da hakkında onlarca yılı bulan ceza istemleriyle yargılanırken, bu saldırı furyası Yüryüş dergisiyle devam etmektedir. Derginin Şişli Abide-i Hürriyet Caddesi’nde bulunan bürosuna İstanbul Emniyet Müdürlüğüne bağlı TMŞ polisleri tarafından gece saatlerinde baskın yapıldı. 12 kişinin gözaltına alındığı baskında dergiye ait çok sayıda belgeye ve teknik ekipmana inceleme yapılacağı gerekçesiyle el konuldu.
Kürtçenin yaygın ve kamusal alanda kullanımı için başlatılan kampanya her alanda yaygın bir içerik ve kendine özgü yanlarıyla zenginleştirilerek güçlendirilmelidir. Yeni Demokrasi mücadelesinin halk savaşıyla taçlanacağı ve gerçek bir demokrasinin ancak böyle tesis edileceği gerçeği olsa da bugünün politik sorunlarına dair çözümsel yaklaşımlar ve ilerici politikalarda buluşmak önemli bir yere sahiptir. Bu nedenledir ki Kürt ulusunun bu ilerici talebi görmezden gelinemez, gelinmemektedir. Var olan olanaklar ölçüsünde yapılacak her bir katkı bu ulusun ezilen emkeçileri ile buluşmada önemli bir işleve sahiptir.
Gözaltına alındıktan sonra Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne götürülen Yürüyüş dergisi çalışanı ve okuru 12 kişi çıkarıldıkları savxılık tarafından tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edildi. Mahkemeye çıkarılan Remzi Uçucu, Kaan Ünsal, Naciye Yavuz, Musa Kurt, Halit Güdenoğlu, Cihan Gün, Mehmet Ali Uğurlu tutuklanarak Sincan F-Tipi hapishanesine götürülürken 5 kişi ise serbest bırakıldı. Basın-yayın özgürlüğünden sıkça bahsedildiği bir dönemde bu tür baskınlar çok manidar bir durum yaratmaktadır. Halikopter eşliğinde yüzlerce polisle bir dergi bürosu basılırken, onlarca kişi “yargılanırken”, sokak ortasında katledilirken ve dergi-gazeteler toplatılırken hangi basına nasıl bir özgürlüğün tanındığı tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır.
Halkın Günlüğü
KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı Şleri Müdürü: Hıdır Gürz Yayın Türü: Bölgesel Süreli Yönetim Yeri: Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksi Sokak NO: 11 Kat: 4 BEYOĞLU/İST
Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96
Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A Blok Yenibosna Bahçelievler-İST. Tel ( 0212) 654 94 18
BÜROLAR
1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 İZMİR: Şehit Fethi Bey Cadde No: 13 Eski Eshot İşhanı Kat:4 Konak/İzmir Tel-Fax: : (0232) 482 01 63 ● KARTAL: İstasyon Cad. Pınar İşhanı Kat:2 Daire:38 KARTAL Tel-Fax: (0216) 389 65 63 ● MERSİN: Çankaya Mahallesi 4702. Sok. No:8 KAt:3 Akdeniz/Mersin ● AMED: İskender Paşa Mah. İnönü Cad. MA-GÜL İşhanı Kat:4 No:10 Dağkapı/Amed ● ATİNA: Spiro trikoupi 21 10683 eksarxia GREECE/Yunanistan e-mail: devrimcidemokrasi_yunanistan@yahoo.com.tr ● YD TEMSİLCİLİĞİ: Kaiser-Wilhelm Str. 275 47169 Duisburg/DEUTSCHLAND e-mail: d.demokrasi@googlemail.com
2-3_Layout 2 1/6/11 10:54 AM Page 2
güncel
03
19 Aralık’ı unutma
19 Aralık hapishaneler katliamı ve devrimci tutsakların sergilediği büyük direniş ülkenin birçok yerinde yapılan eylem ve etkinliklerle anıldı.
Tam 10 yıl önce, 19 Aralık 2000 günü devletin gerçekleştirdiği katliamda, 20 hapishanede, 28 devrimci tutsak katledildi. Emperyalizmin GOP ile Ortadoğu’da atacağı adımlar toplumsal dinamiklerin zayıflatılmasını koşulluyordu. Bu koşullar ise toplumun ileri kesimlerinin kontrol altına alınması ile önemli bir mesafe kaydedecek ve diğer kesimler bu gerilemenin hızıyla egemen sınıflara daha çabuk entegre olabilecekti. Özellikle tecrit koşullarında yaşamakla yüz yüze kalacağı için karşı koyuşlar daha mesafeli bir hal alacaktı. Çözüm olarak ise Ortaçağın Enginizasyonu’nu aratmayacak bir formül bulundu; Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde geliştirilen F-Tipi hapishaneler. Böylece hem halkın ileri kesimi olan devrimci ve komünist tutsaklar bertaraf edilmiş olacak hem de dışarıda kalanlar bu tutsaklığın bedelini ağır ödemenin koşullarına karşı mesafeli bir duruş ortaya koyacaktı. Hedeflenen boyutuyla toplumsal dinamikler asgari bir düzeye çekilecekti. Bu arka plan günlerce medyada yapılan anti propagandayla manüple edilerek katliamın startı verildi. 19-22 Aralık tarihi bu gerçekliğin pratik olarak hapishanelerde devrimci irade ile karşı devrimci iradenin çatışması olarak ifade edilecek bir tarihtir. Gerçekleşen katliamın 10 yılında DHF, Partizan, BDSP, ESP, Halk Cephesi, Alınteri, Devrimci Hareket, KÖZ gibi siyasi kurumların organize ettiği anma, eylem ve etkiniklerde, “19 Aralığı unutma hesap sor” şiarı öne çıktı.
19 Aralık paneli 19 Aralık Hapishaneler Katliamı’nda bedenini ateş topuna çevirerek ölümsüzleşen Ali İhsan Özkan’ın ve yeni demokrasi şehitlerinin mezar ziyareti ile başlayan anma programı düzenlenen panelle devam etti. TAKSAV konferans salonunda düzenlenen panel saygı duruşuyla başladı. Şehit ve tutsak ailelerinin de katıldığı panel, 19-22 Aralık Devrimci Kahramanlık Haftası’na ithafen hazırlanan sinevizyon gösteriminin ardından panelistlerin konuşmaları ve katılımcıların katkılarıyla devam etti. Panele, araştırmacı yazar Temel Demirer, YDSB adına Yaser Günday, şehit yakını Ali Rıza Bektaş, SES Genel Merkez çalışanı Cahide Sarı, DHF temsilcisi Berivan Dinler ve ölüm orucu gazisi Tekin Yıldız konuşmacı olarak katıldı.
Temel Demirer, 19 Aralık hapishaneler katliamının sınıflar mücadelesinin bir parçası olduğunu, burjuva iktidarın ezilenlerin tamamına yönelik uyguladığı şiddetin bir yansıması olduğunu belirtti. Yaser Günday, 19 Aralık saldırısının hukuksal, siyasal, hümanist ve sınıfsal boyutlarının olduğunu, ancak bunlar içersinde sınıfsal olanın esas alınması gerektiğini söyledi. “Kahramanlık haftasını yaratanları devrimci iradeyle selamlıyorum” şeklinde konuşmasına başlayan Tekin Yıldız, direnişin 4 günle sınırlı olmadığını, saldırının da direnişin de tarihsel arka planını iyi kavramak gerektiğini söyledi. Yıldız, “Egemenler 19 Aralık’ta katliam düzenleyerek kendi tarihsel rollerini hayata geçirmişlerdir. Bizlere düşen görev ise 4 günü yaratan ideolojik irade ile tarihsel değerlerden öğrenerek mücadeleyi yükseltmek, aynı öz ile evrensel olan gücümüzü hissetmek ve ilerlemektir. Bugün temel sorun sosyal yaşamın içerisinden tecrite karşı duyarlılığın nasıl arttırılacağıdır” dedi.
Bayrampaşa’da protesto 19 Aralık günü Bayrampaşa Hapishanesi önünde saat 11.00’da bir araya gelen Tutuklu ve Hükümlü Yakınları Birliği (TUYAB) üyeleri burada bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Devletin göstermelik mahkemelerle üzerindeki katliam lekesini silmeye, asıl suçluları gizleyerek bir devlet politikası olan katliamcı yüzün maskelemeye çalıştığına değinildi. Hukuk Dernekleri Platformu’nun da destek verdiği eylem Grup Munzur ve Kutup Yıldızı’nın söylediği marşlar ile son buldu. TUYAB tarafından yapılan açıklama sonrası TAYAD üyeleri de Bayrampaşa Hapishanesi önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi.
DHF’den kitlesel protesto 19 Aralık katliamı DHF tarafından Taksim’de yapılan bir eylemle protesto edildi. DHF adına yapılan açıklamada, “19 Aralık katliamında, devrimci tutsakların sergilemiş oldukları direniş tavrı, devrimci iradenin asla ve asla teslim alınamayacağını haykırmaktadır. Bugün tecrit içinde tecrit olan F tibi hücrelerde kendi değerlerinden, politik doğrulardan taviz vermeden, hayatı yeniden ve yeniden devrimci içerikte üreten tutsaklar, onurumuz olmaya devam etmektedirler.” İfadeleri kullanıldı. DHF açıklaması, “bizler, yeni demokrasi güçleri olarak tecrit duvarlarını yıkacağımızı, tutsakların tecrit zulmünün elinden koparılıp alacağımızı, buradan bir kez daha yenilemek istiyoruz” denilerek son buldu.
19 Aralık hapishaneler katliamı ve devrimci tutsakların sergilediği büyük direniş ülkenin birçok yerinde yapılan eylem ve etkinliklerle anıldı.
SINIF TAVRI ismail uçar
YANLIŞ DOĞRUYU GELİŞTİRİR AMA DOĞRU YANLIŞI YALNIZCA YADSIR!
G
enel kural olarak doğrunun yanı başında her zaman yanlış vardır; hatta bizzat içinde vardır. Diyalektik felsefede salt doğru veya salt yanlış diye bir şey yoktur. Zıtların birliği bunu açıklar. Yanlış doğruyu geliştirir; bir anlamda doğrunun gelişmesinin önemli gerekçelerindendir yanlış. Evet, yanlış doğruyu besler denebilir ama doğru asla yanlışı beslemez, gerekçesi ve geliştirici nedeni olmaz. Yanlış doğrunun ilerlemesine zemin sunarak gelişmesine yataklık yapar; ancak doğru yanlışı sürekli yadsır. İki yanlış bir doğru yapmadığı gibi, bir doğru bir yanlışın toplamı da bir doğru etmez. Ne diyalektikte ne de pratik yaşamda bu matematik değişmez. Yazık ki, bunun tersini yapmaya kalkışanlar hep olur. Doğruya yanlışı ekleyerek harman ederler ve savundukları doğruyu güdükleştirirler. Doğrunun kuyruğuna yanlışı takarak ikisini alakalı gösterirler. Tam da burada doğru ile yanlışın seçilmesi zorlaşır ama mutlak bir şart olur. Zira, doğruyla bezenmiş yanlış ya da yanlışa yedirilmiş doğru en tehlikelisidir. Din, bilimsel olan her şeyin okkalı bir düşmanıdır. Uyuşturucu olma esprisi mecazi değil, adaplı bir gerçektir. İlerleme-değişme-değiştirme teori pratiğinin yumuşak ama köklü bir engelidir din. Fikrin çürüklüğü pratiğin çürüklüğünü de koşullar. Kadere inanan devrimi aklına-ağzına almaz. Bu engel ya da düşmanın mağlup edilip aşılması zorunludur. Eskinin hepsine ve dine saldırmak şart olduğu gibi, devrimci teorinin esaslı vazifelerindendir de… Uzatılması mümkün olan doğru görüşleri daha fazla sıralamak olası ama söylemekle yetindiklerimizin ana fikri buraya kadar doğru. Ama düşman kavramını da hedef alıp saldırma kavramını da formel mantıkla ele alamayız; analitik olmak, nüansları yerli yerine oturtmak, dine saldırma şartı kadar önemli bir şarttır. Siyasetle stratejiyi fonksiyonuna ve içeriğine uygun olarak kullanmak durumundayız. Din en kötü niteliğiyle, siyasallaşmış veyahut yalın haliyle de, toplumsal kişiliğe ve hatta daha ilerisinde duran devrimci kişiliğe bile öyle ya da böyle sinmiştir, içine çökmüştür. Din ile amansız düşmanlığımızda bu gerçek bizi nesnel gerçeğe uygun hareket edip siyasete yöneltir. Gerçeği atlayan siyaset, yanlışın kuyruğuna takılmış doğrunun çökme kaderindeki kaçınılmazlık gibi, iflas etmekten kurtulamaz. Komünistlerin, dahası komünist teorinin hücrelerinde bulunduğu iddia edilen din’in, ne kadar tehlikeli olduğu doğruyken, ne kadar ustaca saldırmamızın gerektiğini de açıklamaktadır. Salt düşmanın tehlikeli oluşuyla değil, onu hangi usullerle alt edebileceğimizle de ilgilenmek-alakalı olmak durumundayız. Ki bu, daha çok stratejik görüş ya da ideolojik güdüme has siyaset işidir. Velhasıl, eskiyi yıkma veya dine saldırma şeklindeki öz-ana düşünceyi, siyaset sahasına doğru uyarlamamızı, orada da iyi temsil etmemizi gerektirir. Buradaki doğruyu atladığımızda, ana doğrudan-doğrultudan uzaklaşmak niyetten bağımsız bir yol olur. Siyaset meselelerinin stratejiye/araçların amaca tabi ele alınması bozulmanın işareti değil, toplumsal ve tarihsel gerçeğin nesnel yasalarından çıkan teorinin izidir. Komünizmin kaçınılmazlığı teorisi ne kadar din ise, ‘’Devrimin çok uzun bir mücadeledir. Sabır gerektirir.’’ demek de o kadar dindir. Oysa, komünizmin kaçınılmazlığı da, devrimin çok uzun bir mücadele olduğu da bilimsel doğrudur. Biri pratik ve tarih tarafından doğrulanmıştır; öteki komünist öngörünün bilimsel yeteneği ile gerçeğe uygun olarak açıklanmıştır. Sübjektif değil, nesnel pratiğin teorik ürünleridir. Ama sabır
telkini ucu açık söylemdir. Bütün bunlarda bir nokta önemlidir: Teorik çerçeveyi aşamamaktan malul olan entelektüel rantçılık, gerçeğin tahtasına basamaz ve yaşam pratiğinde prim yapmaz. Kitabi kıyaslarla komünizmin örtülü mahkumiyeti ilan edilemez. Komünizm ne dinle barışıktır ne de ‘’birinci evresiyle eskimiştir.’’ Birinci evre, sosyalizm ise, sosyalizm eskimedi. Komünizm bir toplumsal sistem olarak tek dünya toplumunu anlatıyorsa, bu hiçbir açıdan eskimedi. Kuramsal yapısı eskidi deniyorsa, bu kuram o toplumsal statüden güç alıyor ki, o ütopya eskimedi… Sabırlı olmayı salık veren görüşün yoruma açık esnekliği dinle akrabalaşırken, bu merteği görmeden ‘’TKP(ML)’’nin kirpiğiyle uğraşmak veya ‘’gözünün üstünde kaşın var’’ bahanesiyle anlamsız bir hırs beslemek yersizdir. Daha çıplak söylersek; sağ gösterip sol vurmak, kulağı tersten göstermek veya yanlışa hücum ederken doğruya salvolar yollamak tuhaftır. Açıklığı üryan edelim; on yıllar önce TKP(ML)’den kopan ve geldiği yerle güzergahını saklamayan Cem Somel’in ‘’günahı’’ TKP(ML)’ye yıkılamaz, fatura ona kesilemez. Cem Somel’in HAS Parti’de boy göstermesinden TKP(ML)’yi eleştirme vazifesi çıkarılamaz. Somel’in bu serüveninden çıkarsama yapılarak, ‘’Maoist ekolün, artık 21. yüzyılda, yeni bir sentezle buluşmadığı taktirde, zıddına dönüşebileceğidir.’’ şeklinde ders çıkarılamaz, bu alakasızlıkla TKP(ML) hakkında hükme varılamaz. Bunun gibi, dolambaçlı falsolu yollarla komünizmin hesabını görüp, geçer ayak bir şamar da oraya patlatma tavrı yanlış olduğu kadar yersizdir de. Ama görülüyor ki, bütün bunların esrarı, ‘’Komünizmin kapanmış birinci evresi…’’ iddiasında saklıdır. Evet, balans ayarı komünizmin (‘’birinci evresi’’ adına) eskimiş olduğu yargısından çıkmaktadır. Komünizmi eski sunan görüş elbette TKP(ML) yeni bir senteze davet edecektir; hem de Cem Somel tecrübesinden destek alacak kadar gülünç gerekçeyle… Komünizmin (‘’birinci evresi’’ itibarıyla da olsa) eskitilmesi o kadar tutarsız ki, yeni aşamanın ne olduğu-hangi toplumsal düzen olduğu tarif edilemez. İdeoloji ve teoride yeni aşamalar mümkün ve anlaşılırken, komünizmde-yaşanmamış komünizmde eskime veya yeni bir evre keşfetmek son derece garip ve ucubedir. Meseleyi biraz kabalaştırarak koyarsak; komünizmin (isterse ‘’birinci evresi’’, itibarıyla densin) eskidiği teorisi ile sınıf mücadeleleri tarih oldu mucitlikleri arasında bir benzerlik yok mudur? Eskiye saldırma meraklısı çok. Ama gerçekte neye saldırdıkları ‘’meçhul’’. Eskinin-eskimenin nerede, nasıl, ne zaman geçerli olduğunu iyi seçmek gerekir. Mekanik mataryalizme düşmeden… Yoksa, komünizme eski demekten, belki de ultra-küresel ekleriyle yamamaktan sakınamayız. İcad edildikten bu yana proleter devrim dediğimiz olguya, ‘’artık eskide kaldı, yüz yıl oldu söyleneli’’ gerekçesiyle bile, yeni tarifler liyakatı gösterilebilir. Yüz yıllar da geçse, devrim devrimdir; başka bir şey denemez. Zaman aşımı tüm suçlarda geçerli değildir. Şayet gerici egemen sınıflar iktidar gasp etme suçu işledilerse, bu suçlarının cezası ömür billah değişmez, devrimle cezalandırılırlar. ‘’Yüzlerce yıl önce devrim dedik hala devrim diyoruz’’ gibi garabet güdüyle devrim demekten vaz geçilemez. Doğru ile yanlış titizlikle ayrıştırılmaz, bilakis iç içe serpilirse oradan yeni çıkmaz.
4-5_Layout 2 1/5/11 3:31 PM Page 1
UFUK ÇİZGİSİ
bakış can
Kalem Kullanmak
K
endimi eleştirmekten yola çıkıyorum. Ama bana benzeyenlerin de hatalarımdan ders almasını istiyorum. Yazarken birçok noktayı ihmal ediyor ve daha nitelikli yazılar yerine vasat yazılarla yetiniyorum. Bu niyetimden bağımsız olup, hatalı yöntemimden kaynaklanan sübjektif bir durumdur. En temel bir kural olan plan çıkarma kuralına uymadan yazıyorum. Aceleci davranıp, apar-topar yazarak görevimi yerine getirdiğimin rahatlığına kavuşuyorum. Sonra yanlış yaptığımı fark ediyorum. Aynısı olmasa da başka makalelerde de hatalı yanlar görüyorum. Bazı makalelerin somut-pratik ihtiyaçlardan kopuk, soyut teorik çerçevede kalarak talep edilenden uzak ezberler olarak kaleme alındığını görüyorum. Yani, kendimle meşgul olduğum kadar diğer yazarlarımızla ya da yazmayanlarımızla da meşgulüm. Çünkü kolektifin parçaları olup, karşılıklı sorumluluklar taşıyor oluşumuzun eleştiri hakkı tanıdığının bilincindeyim. Her eleştiri doğru olmasa da, eleştirinin (tabi ki özellikle doğru eleştirinin) muazzam bir alet olduğunu ve asla unutulmaması gerektiğine inanıyorum. Eleştiri ilgime takılan bu kimi makaleler, kanaatimce son derece ağır teorik damgalı ve anlaşılması güç bir karmaşa durumundadır. Bunlar karşısında “kime ne faydası olacak”, “ne anlatılmak istenmiş ki” diye düşünmekten-sormaktan alamıyorum kendimi. Entelektüel çerçeveyi aşmalarının gerekli olduğunu düşünerek, hatalı olduklarında ikna ediyorum kendimi. Teorik, felsefi makaleler elbette gereklidir. Teorik sorun ve tartışmaları aydınlatmak ya da bu konularda perspektif verip bakış açısı sunmak ve okuru bilinçlendirerek donatmak gibi birçok bakımdan faydası tartışma götürmez bu makalelerin. Ne var ki, bu makalelerin somut, anlaşılır ve sade olması fevkalade önemlidir. Elbette politik dil, kültür ve bilincin yerleştirilmesi ve bu düzeyin geri çekilmemesi, tersine ilerletilmesi için teorik-entelektüel seviyeyi korumamız gerekir. Fakat bu, çoğunluğun göz ardı edilip, entelektüel bilgelikle kendi dilimizden konuşmamızı haklamaz. Halkın dilini kullanmak her zaman yeğdir. Yazarken verilen emeğin ürün vermesi, yazının okur kitlesiyle buluşması durumunda gerçekleşebilir. Bu bağ yakalanmaz ise, emeğin hibe edilmesi veya okurun dikkate alınmadığı sonucu doğar. Oysa yazı ve makalelerimiz doğru düşüncelerin en geniş kitlelere ulaşarak oralarda kök salması için önemli araçlardandır. Ajitasyon-propaganda ve örgütleyici özelliği ancak yazılanların kitleler tarafından anlaşılıp alınmasıyla mümkündür. Okura anlatmayı-kavratmayı beceremiyor veya doğru dil ve anlatma yöntemiyle onlara hitap edemiyorsak aracı doğru kullanmıyoruz demektir. Bu ve benzeri eksikliklerden hareketle bazı önerileri tecrübe etmenin faydalı olacağı kanısındayım. Bunlar salt köşe yazarlarına ilişkin söylenenler değil, adaylar için de söylenmiş sözlerdir. Kalem büyük bir silahtır; onu doğru ve etkili kullanalım! Yazım tarzında ideal olan yöntem nedir? Basmakalıp yazılardan kaçınmak ilk hatıra gelen kuraldır ve doğrudur. Makale yazarken, yazının sade ve anlaşılır olmasına önem verip klişelerden uzak durarak tekrarlara düşmemek; dilinin yalın olup anlatılan şeyin somut anlatımına önem vererek lafı dolandırmadan direk konuya girmek iyi bir makale için her bakımdan gereklidir. Bu yetmez; tema edilen konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmak, ya da makaleyi kaleme almadan önce gerekli inceleme ve araştırmayı yaparak ne yazacağımızı bilen yeterli duruma gelmek, makalede verilmek istenenin tatmin edici derecede verilmesi için gerekli aşamadır. Buradan çıkaracağımız bir sonuç, yeterli ha-
zırlığa sahip olmadan veya ne yazacağımızı bilmeden, salt yazmış olmak için yazmaya kalkışmak yanlıştır. Bu zoraki yazmaktır; zorlamayla ve hazırlıksız olarak yazılan makale de verimli olmaz. Yazarken dikkat edilecek hususlardan biri de, yazdıktan sonra gözden geçirip gerekli düzeltmeleri yapmaktır. Tüm bunlara uygun hareket ettiğimizde, yazdığımız yazıda konu ettiğimiz mesele hakkında istenilen yanıt ve aranan sorulara cevap vermiş oluruz. Şayet makale-yazı ortada duran soruları açıklayıp perspektif vermiyorsa, o yazı iyi değil kötüdür. İsterse en tumturaklı sözcükler dizilsin veya en beylik ve en keskin laflar edilmiş olsun, hatta biçimsel olarak kurallı olsun, eğer sorun anlaşılır ve somut biçimde ortaya konmamış ve anlaşılır olmaktan uzak ise bu yazı başarılı değildir; hedefine ulaşmış sayılmaz. Okurun kafasındaki soru işaretlerini gidermeyi karşılama görevi yazara ait olduğu kadar, daha ileri soru işaretlerinin yaratılarak toplumsal meseleler üzerinde devrimci merakın derinleştirilmesiyle bilimsel bir yönlendirmeye sebep olmak da yazar ve makalenin vazifesidir. Kişisel sorun ve tartışmaları makalelere taşımak yersizdir, yanlıştır. Çünkü bu sorunlar başkasını ilgilendirmez. Gerekli değildirler ve okura faydalı şeyler vermez. Egoların tatmini ve kişisel münakaşalar bu kürsülerden yapılamaz. Konu ve içeriğin toplumsal sorunlar ve kolektif ihtiyaçlara uygun olarak seçilmesi isabetle gereklidir. Makalenin mümkün mertebede özet olması gerekmektedir. Bu da tek bir konuyu ele almayı ve daldan dala atlayarak konuyu dağıtmamayı, ana tema üzerinde yoğunlaşmayı zorunlu kılar. Her konuyu bir araya getirerek yazılan makaleler iştah kaçıran çorbalar gibidir. Ne anlatmak istediği bu karmaşa içinde kaybolup gitmektedir. Makalelerde işlenmesi gereken konuları veya yazmayı tespit ettiğimiz meseleleri önce özetleyerek tanımlamalıyız. İkinci aşamada tanımladığımız meseleyi ayrıntılarıyla ortaya koyup iyice anlaşılmasını sağlamalıyız. Üçüncü aşama olarak da tartışma konusu yaptığımız meselenin önümüze koyduğu görevi tespit ederek, sentezleyerek perspektif çıkarmalıyız. “Nedir, niçin, niye, nasıl, neden, ne?” sorularını yanıtlamak iyi bir yazıda vazgeçilmez noktalardır. Genel geçer bir doğruyu hatırlatma babında söyleyelim ki, örgütsel tartışma ve iç sorunların merkezi kitle yayın organı sayfalarına yansıtılması doğru olmadığı gibi, köşeler de bu tartışmaların platformu değildir. Genel olarak kolektifin merkezi görüşleri ve ihtiyaçları ile ideolojik-politik şekillenişe hizmet eden kürsüler durumundadır-olmak zorundadır buralar. Yazarlar salt kendi kişisel ya da özel meramı peşinde olmamalı, kolektif kaygının ortağı olmalıdırlar. Buna karşın, kolektifin örgütsel bağlayıcılığı altında olmayan yazarlara ait belli köşe ya da bölümlerde, imza sahibini bağlayan (ilerici-devrimci olmak kaydıyla) farklı fikirlerin kendisini ifade etmesi, yayın politikasının geniş demokratik anlayışı tarafından tanınmış bir haktır. Bu hakka sahip olan yazarların kolektifin demokratik anlayış ve yaklaşımını suistimal etmeden gerekli duyarlılığı göstermesi ise, yazarın kendisine ait olmakla birlikte, beklentimizdir de. Bu duyarlılık farklı fikirlerin ifade edilip edilmemesine ilişkin beklenen bir duyarlılık istemi değil, bazı özgün durum ve hassasiyetlerin kollanması ya da devrimci teori, pratik ve ilkelere karşı sistemli bir mücadelenin yürütülmesi vb. gibidir. Yani, devrimci kürsünün kendisini yıkma-devrimci gayesini boşa çıkarma emeline sahip olan sistemli, ısrarlı ve kökten tezat bir gayeye alet edilmemesine dikkat edilmelidir.
04 haber yorum
NATO-Füze kalkanları Belli bir süredir özelikle NATO’nun kurulma koşullarının ortadan kalkmasıyla beraber NATO’nun işlevi üzerine gizli tartışmalar yapan emperyalist devletler, Lizbon’da 29 Kasım tarihinde yaptıkları toplantı ile NATO’nun yeni yol haritasının ipuçlarını kamuoyuyla paylaştılar. Üye devletlere göre “tarihi” olarak atfedilen NATO zirvesinin ardından her ülke, emperyalistlerin ortaya koydukları yeni stratejiden paylarına düşenine ikna olarak ülkelerine geri döndüler. Öncelikle ‘tarihi NATO” zirvesinde öne çıkanları kısaca hatırlayalım: NATO toplantısının ikinci gününe Rusya gözlemci olarak davet edildi. İttifak’ın gelecek on yıldaki yol haritası olan yedinci stratejik belge kabul edildi. NATO üyeleri özel olarak bir devleti tehdit olarak göstermedi. Türk devleti sınırları içerisinde Füze kalkanlarının kurulmasının ön kabülü kabul edilmekle birlikte kalkan yapım projesi kararlaştırıldı. Silahlanmanın 200 Milyon Euro’ya mal olacağı tahmin ediliyor. Ve her üye ortak bir şekilde külfetin altına girecek. NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in açıkladığı 38 maddeden oluşan 11 sayfalık belgede, füze kalkanına ilişkin şu ifadeler yer aldı: “İttifak’ın bölünmez güvenliğine katkı yapan kolektif savunmamızın asli unsuru olarak topraklarımızı ve nüfusumuzu balistik füze saldırılarına karşı savunma kabiliyeti geliştireceğiz.” Yine aynı belgede “Modern güvenlik ortamı, NATO’nun toprakları ve nüfusuna karşı geniş ve dönüşen tehditler içermekte.” ifadesi de dikkat çekti. Belgede Türk Devletine ilişkin Ankara’nın Avrupa-Atlantik bölgesinin güvenliğine çok önemli katkıda bulunduğuna dikkat çekildi. Belgede, “NATO nükleer silahlara karşıdır; ancak dünyada nükleer silahlar bulunduğu sürece NATO nükleer bir güç olarak kalmaya devam edecektir.” ifadeleri ile nükler silahlanma gerçekliği kayda geçirildi.
biçilen ödev akabinde gelişen ılımlı İslam modeli. 2AB üyeliği için yeni çalışmalar ve AB uyum paketlerinin devreye konulması. 3-Kürt ulusal meselesi ve diğer azınlık uluslar ve etnik dini topluluklar için geliştirilen çalıştay ve açılımlar. 4- Ortadoğu ve Asya’da bulanan devletler ile TC’nin ABD himayesi altında siyasal ve ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesi. 5- Ülkede dev özelleştirmeler ve yeni konsepte uygun sermaye gruplarının yaratılması, karşı duran sermaye gruplarının ise hizaya getirilmesi 6- Ordu içerisinde kemikleşmiş ve yeni konsepte uygun olmayan topluluk ve bireylerin lağvedilmesi. 7- Nabucco Boru Hattı Projesi 8- İran, Suriye, Irak ve Kürt yönetimine, Kıbrıs, Ermenistan, Azerbeycan, Yunanistan’a yönelik eskiden uygulanan siyasi yol haritası AKP ile birlikte uzlaşmacı ve “birlik” yönünde değişmesi. 9- Afrika ülkeleri ile yapılan anlaşmalar. 10- TC-İsrail ilişkilerinin önce en üst düzeye çıkarılması ve ardından “One minute” tartışmalarına dönüşmesi. 11- Türk Hava Yollarının büyüyen rekabet gücü ve girdiği sponsorluk anlaşmaları. 12- Anayasa değişikliği. 13- Çalışma koşulları-sağlık-sosyal güvence uygulamalarının değiştirilmesi. Siyasi arenada bunlar öne çıkarken öte yandan bazı gelişmelerde dikkat çekeceğiz. Formula 1 pistinin açılması. Obama ve güçlü emperyalist devletlerin başkan ve cumhurbaşkanlarının Türkiye ziyareti ve ekonomik-siyasi anlaşmaların yapılması. Türkiye’nin Basketbol Dünya Şampiyonası’na ev sahipliği yapması. Üniversitelerarası Kış Olimpiyatları’na bu yıl Erzurum’un ev sahipliği yapması. İstanbul’un 2010 Kültür başkenti olması. Ve yine uluslararası birçok siyasi ve kültürel organizasyonun ülkemizde yapılması için ev sahipliği başvurusu.
Türk devleti’nin AKP hükümeti üzerinden geliştirdiği mağdur ve mağrur ajitasyon dili ile ilerlemeci, gelişmeci bir ekonomik siyasi hat içerisinde olduğunu dayattığı şu günlerde birbiri arkasına gelen ekonomik ve siyasi anlaşmalar ve dalaşların ulusal ve uluslararası gerçek niteliği neyazık ki toplum tarafından tam idrak edilememekte. Ve bu gelişmelerin içerisinde yaşanan ülkemiz ve dünya halklarına yönelik saldırılar ise hasır altı olmakta. Füze kalkanı ve ABD-NATO ve Türkiye ilişkilerini yazmadan önce AKP hükümette iktidar olduğu 2002’den bu yana ülkemizde öne çıkan ekonomik-siyasal ve kültürel meselere dikkat çekmekte fayda var. Dünyada ve ülkemizde gelişmekte olan ve hükümetler tarafından şişirilen meselelerin arka planına bakıldığında ve karşılaştırıldığında dünya üzerinde emperyalist devletlerin neler yapmak istediği ve dünya halklarına ne dayattıkları daha rahat bir şekilde anlaşılabilir. Biz ülkemize dönecek olursak, AKP hükümet olduğu 2002 yılında bu yana içerisinde bulunduğu dünya üzerindeki değişmelerle beraber eski hükümetlerin izlediği yol haritası dışında bir ilerleme kaydettiği açık. Ve özellikle ekonomik kriz ve yine dünya üzerindeki siyasal krizlerde Türk devletinin fazla yıpratılmadığı ve aşağıdaki gelişmeleri kaydettiği bir gerçek. 1-ABD’nin değişen Ortadoğu planı ve Türk devletine
Kaypakkaya Katıldığı konser sırasında yaptığı konuşmada 1973 yılında işkencede katledilen komünist önder İbrahim Kaypakkaya’yı övdüğü gerekçesiyle hakkında Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. maddesi gereğince ‘örgüt propagandası’ yapmaktan dava açılan sanatçı Pınar Sağ, hakim karşısına çıktı. Dava öncesi bir açıklama yapan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD), herkesi düşünce ve ifade özgürlü-
4-5_Layout 2 1/5/11 3:31 PM Page 2
haber 05
10-20 OCAK 2011 Halkın Günlüğü
ve Türk Devleti TC ekseni ABD çıkarları tarafında çizilmiştir
Yukarıda aktardığımız AKP dönemindeki gelişmeler, Türk devletinin ekonomik-siyasi-kültürel tablosunun dünya kamuoyunda gündem olmasına neden oldu ve çeşitli şekillerde yansımalara yol açtı. Şimdi 8 yıllık AKP süreci içerisinde gelişen olgular paralelinde dünya kamuoyunda ortaya çıkan TC algısı, ulusal ve uluslararası düzlemde bir dizi siyasal avantajlar sağlamakta TC’ye. Ülkemizde ve bölgede gelişmekte olan bütün siyasal-ekonomik ve kültürel gelişmelerle birlikte bölgedeki devletler arasında avantajlı bir konuma sahip olan TC artık batı devletlerinin ve toplumunun kriter olarak gördüğü bazı ödevleri yerine getirme noktasında istikrarlı bir maratoncu, batı karşısında konumlanan Asya ve Doğu devletleri ile toplumları arasında ise pazarın birleştirici köprüsü görevini görmekte. Bu nedenle yukarıda aktardığımız ve AKP döneminde gelişen gelişmelerin yarattığı ekonomik ve siyasal avantajın TC veya AKP tarafından değil tam da bu gelişmelirin ortaya çıkmasında motor görevinde olan ABD devleti tarafından bizzat yaratıldığı gerçekliğinin kavranmasıdır. Dünyayı hakimiyeti altına alan emperyalist sistem içerisinde temel taşlar olan
ABD, İngiltere, Çin, Rusya, Almanya, Fransa devletlerin birbiriyle girdikleri dalaş içerisinde bizimki gibi ekonomik yönden geri kalmış ülkeler bu tartışmalar ekseninde dünya üzerinde konumlandıkları jepolitik duruma göre üzerlerine düşen görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getirme gayreti içerisinde. Bu gayrete tabii ki tek başlarına sarılmıyorlar, kuklası oldukları emperyalist devletin destekleri ile. Türk devleti artık bulunduğu bölge içerisinde, israil’in yıpranmışlığı karşısında ABD’nin tüm dünyaya makul derecede kabul ettirebileceği ekonomik ve siyasi yönden kuvvetli bir jandarması durumuna gelebilecek nitelikte. Ve füze kalkanı projesi yatırımında Türk devletinin öne çıkması ya da çıkarılması Türk devletine ABD’nin biçtiği payeden kaynaklıdır. Dünya halklarının ve geri kalmış devletlerin baş düşmanı ABD, siyasi areneda yarattığı yeni oyuncularla bölge halklarına kan kusturacak. Hem de kendisini geride tutarak. İşte NATO üzerinden barış ve güvenirlilik safsataları arasında ülkemize kurulmaya çalışılan füze kalkanları ile birlikte olası emperyalistler arasında veya geri kalmış ülkeler arasındaki savaş ve tehdit kaosuna ne yazık ki bu gibi projelerin yaşama geçirilmesiyle birlikte bizde zorunlu olarak gireceğiz.
DHF: Aktif bir mücadele içerisinde olacağız Türk devletinin emperyalistlerin ihtiyaç duydukları Balkanlar, Orta Asya ve Ortadoğu’nun jeopolitik şekillenmesinde iyi bir konumda olması ve diğer ülkelere göre devlet olma özelliğinde tarihsel bir istikrarının bulunması, emperyalist devletlerin bölgedeki jandarma adayları arasında Türk devleti 1’inci sırada yerini muhafaza ediyor.
’yı övmek suç değildir ğünün açıkça ihlal edildiği bu davayı yakından takip etmeye çağırdı. Pınar Sağ, Malatya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki dava için, İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi’nin talimatıyla ifade verdi. Pınar Sağ, kendisine açılan dava ile ilgili yaptığı açıklamada, konuşmasında İbrahim Kaypakkaya’dan söz ederek suç işlemediğini belirterek, İbrahim Kay-
pakkaya’nın yargılanmadan katledildiğini ifade etti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Erdal Eren ve daha birçok devrimcinin ismini söylediği zaman alkışlandığını hatırlatan Pınar Sağ, sanatçıların sahnede bu isimleri andıkları için yargılandığını ve örgüt propagandası yapmış sayıldıklarını belirtti. Pınar Sağ’ın ifadesinin ardından mahkeme heyeti, duruşmayı 26 Ocak 2011 tarihine erteledi.
Demokratik Haklar Federasyonu, Füze Kalkanları’nın inşasına karşı aktif bir mücadele içerisinde olacağını ve emperyalizmin yeni bölgesel saldırılarına karşı işçilerin, köylülerin ve ezilenlerin devrimci mücadelesiyle karşı koyacağını açıkladı. DHF, NATO zirvesinin ardından çıkan sonuçları değerlendirerek, ülkemizin bir kez daha bölge halklarına karşı emperyalizmin 21. yüzyıldaki “ileri karakolu” haline getirildiğini belirtti. DHF, NATO içerisinde Türk devletine verilen görevler sonucunda, topraklarımız ve emek gücümüzün, bir kez daha emperyalist barbarlığın, yeni kanlı senaryolarının hizmetine sunulduğunu ifade ederek, “Ülkemiz, emperyalizmin silah deposu haline getirilmektedir.” belirlemesinde bulundu. Ülkemizde kurulacak füze kalkanları ile ilgili olarak Başta AKP kurmayları olmak üzere Türk hakim sınıflarının “Boyun eğmiyoruz, mutabakata varıyoruz” çıkışlarının aldatmacadan
ibaret olduğuna dikkat çeken DHF, “başta ABD olmak üzere emperyalist kuvvetler ülkemizdeki ve bölgemizdeki sömürü ve zulüm aktörleri olmaya devam ediyorlar. Ülkemizde bugün AKP eliyle son rötuşları tamamlanan ekonomik, sosyal, siyasal dönüşümün askeri ayağı da bu bahisle “sözleşmeli er” tanımlamasıyla gündeme sokulan adımlarla hayata geçirilmektedir. Yeni “paralı asker orduları” kurulmakta ve emperyalistlerin bu yeni konseptine göre, bölge halklarına karşı yeni saldırılara hazırlık yapılmaktadır.” diye belirtti. Bu oyunları bozarak ve bağımsız bir ülkede özgür bir halk olarak yaşama iradesini yaşamsallaştıracağını açıklayan DHF, Füze Kalkanları’nın inşasına karşı aktif bir mücadele içerisinde olacağını ve emperyalizmin yeni bölgesel saldırılarına karşı işçilerin, köylülerin ve ezilenlerin devrimci mücadelesiyle karşı koyacağını ilan etti.
Hükümetin imha açılımı devam ediyor Kürt ulusu üzerindeki saldırılarını her alanda sürdüren devlet, yeni katliamların provalarına devam ediyor. Ahmet Açar, Fatih Tekin, Abdullah Duran, Enes Ata, Mahsun Mızrak, Emrah Fidan, İsmail Erkek, Yahya Menekşe, Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz ve daha onlarca katliam... Başbakan’ın deyimiyle çocuk, kadın demeden gereğini yapan devlet yine gereğini yaptı. Yüksekova-Van yolu üzerinde askerler, BDP' lilerin yer aldığı iki aracı durdurdu ve arama sırasında DYG Yüksekova Meclis Üyesi Sedat Karadağ’ı vurdu. Jandarmanın açtığı ateş sonucu ağır yaralanan Karadağ’ın önce kendi kendini vurduğu iddia edildi, daha sonra ise olay sırasında orada bulunan askerlerin “Sedat Karadağ’ı ara-
banın arkasına götürüp vurdular” şeklinde açıklamaları geldi. Hastaneye götürülmesi jandarma tarafından keyfi olarak engellenen Karadağ, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Hastanesi’nde kendine geldiği zaman yaptığı açıklamada “beni vurdular, beni kafamdan vurdular” diyerek gerçekleri ortaya çıkarmış oldu. Benzer bir olay da Van’ın Çatak İlçesi'nde gerçekleşti. Çatak’tan köylerine giderken Büyükağaç (Tengê) Köyü yakınlarında Jandarma Kontrol Noktası’nda jandarmanın açtığı ateş sonucu Ahmet Çağla, Muaz Alptekin ile eşi Bahar Alptekin yaralandı. Yaralılar Çatak Devlet Hastanesi ve VYÜ Araştırma ve Eğitim Hastanesi’nde getirilerek, tedavi altına alındı.
6-7_Layout 2 1/5/11 4:15 PM Page 1
06 güncel
10-20 OCAK 2011 Halkın Günlüğü
Dersim’de çarpıtılan gerçek DHF Dersim örgütlülüğü yaklaşık iki aydır gerici yoz kültürün bölge üzerindeki yozlaşma saldırılarına karşı bir kampanya başlatmış durumda. Çeşitli dönemlerde yapılan toplantılarla beraber çıkan kararlar gereği, birahanelerde kadın bedenin pazarlanmasını durdurmak ve bölgede madde bağımlılığını bitirmeye dönük öncelikli hedefleri arasında.
Kampanyaya dair izlenimler DHF’nin öncülüğünde yapılan çalışmalara halkın duyarlılık göstermesi, çalışmaları olumlu bir rotaya doğru sürüklemekte. Özellikle yapılan yürüyüş sonrası halkın izlenimleri oldukça olumlu ve aktif bir katılımı var. Belediye meclis üyesi olan bir kişi durumu kısaca tarihi ve siyasi arka planını tarif ettikten sonra geçmişte yapılan bu tarz çalışmaların plansız olduğuna değinerek ‘’Kadınların bedenleri üzerinden çok ciddi paralar kazanılıyor. Bağımlı madde kullanımı yaygınlaşmış durumda. Ancak bu sorunlar aşılabilinecek sorunlar, bu tür olumsuz durumlara karşı örgütlü bir mücadele verilmesi gerekir” diyor. Yürüyüşe katılanlar ise bu tür çalışmanın uzun erimli ve sürekli olması gerektiğini savunuyor. Örgütlü mücadelenin gerekliliğine vurgu yapıyor.
Medyada ele alınış biçimi daha çok karalama olduğunu ancak burada kirliliğin asıl birahaneler tarafından üretildiğine dikkat çekiliyor. Öyle ki hemen her gün kavga ve tartışmaların çıktığı, burada zaman geçirenlerinde evlerinde huzursuzluk çıkardığı önünde görüşler mevcut. Hatta bazılarının ailesinde bunun örnekleri de var. Şimdi artık sokaklarda şiddetin yok denecek kadar az olduğu da dile getirilen görüşler arasında. “Bu çalışma ilk başladığı dönemde insanlar, bende dahil, bu çalışmanın başarıya ulaşmayacağını düşünüyordu” şeklinde görüşler beyan edenler gelişen durumu olum bir şekilde tarif ediyor ve çalışmaların içerisinde yer alıyor.
Üç birahane kapatıldı Dersim’de yaşanan gelişmelerin ardından üç bi-
rahane kapatıldı. Dersimde yaşanan yozlaşmalara değinen Dersim Belediye Başkanı Edibe Şahin ‘’Belediye olarak zaman zaman bu birahaneleri denetliyor ve bulduğumuz eksiklikler sonrası gerekli cezai yaptırımları uyguluyorduk. Bizim ruhsatları tamamen iptal etmek gibi durumumuz yok. Emniyet Müdürlüğü’nün yaptığı denetimler sonucu bize gönderilen tutanaklarda bu işyerlerinin birahane gibi değil farklı işletildiği yönünde rapor gelmesi üzerine biz de belediye kanunlarını uygulayarak 3 işyerini süresiz kapattık” diye konuştu. Kadınların metalaştırıldığını söyleyen Şahin ’’Bu birahanelere giden erkekler eve döndüklerinde eş ve çocuklarına şiddet uyguluyor. Maddi, gerek manevi olarak zarar verildiği için halk doğal olarak tepki gösteriyor. İçkili yerlerin denetlenmesi için de belediye meclisinde komisyon kuruldu” dedi.
DHF, kampanya ve sonrası süreci değerlendirdi Kampanyanın örgütleme sürecine ve 18 Aralık 2010 tarihinde gerçekleştirilen eyleme dair bilgiler sunan DHF, eylem sonrasında burjuva medyanın ve Dersim’e yönelik yayın yapan kimi internet sitelerinin olayları çarpıtarak yayınladıklarını ifade ederek ‘’Gerçekleştirdiğimiz eylem sonrasında burjuva-feodal medyaca yapılan haberlerde sorun, “kadın garson’ çalıştırılma sorunuymuş gibi verilirken; Dersim’e yönelik yayın yapan kimi sitelerde ise, kampanyanın hedefinde ve sorunların kaynağında “kadınlar’ varmış gibi verildi. Hemen hemen bütün ana haber bültenlerinde, birçok internet sitesinde, burjuva basında ve özellikle Dersim’e yönelik faaliyet gösteren www.newededersim.com ve www.tunceliemek.com.tr sitelerinde yer alan değerlendirmelerde, gerçekleştirdiğimiz kampanyanın farklı şekillerde çarpıtılmaya çalışıldığına tanık olduk” açıklamasında bulundu. Dost düşman ayrımı doğru temelde yapılması gerektiğini vurgulayan DHF, devamla şu ifadelere yer verdi; ‘’DHF, restoranlarda içki içildiği için böyle bir çalışma başlatmadı. Sistem tarafından bilinçli bir şekilde yaygınlaştırılan ve yozlaşmanın önemli kaynaklarından olan fuhuşa karşı bir çalışma başlattı. Binlerce Dersimlinin ortaya koyduğu tepki, sistemin Dersim’i teslim alma politikalarından birisi olan yozlaşmaya duydukları haklı ve meşru tepkidir. Devletin yobaz, gerici, milliyetçi kültürüne bedeller ödeyerek karşı durmuştur. Gerek Kayseri ve Erzurum gerekse de diğer illerimizde devletin uyguladığı politikaların yanı sıra halkın örgütsüz
olması, egemenleri ve gerici yoz kültürlerini daha da pervasızlaştırıyor. Halk saflarında değerlendirdiğimiz kişilerin, burjuva-feodal gericilikle örtüşen bir takım değerlendirmelerde bulunmalarına anlam veremediğimizi ifade etmek isteriz. Bu dostlarımız eğer devletin on yıllardır Dersim’de uygulaya geldiği yozlaştırma politikalarına karşı değillerse, birahanelerde kadınların cinsel bir meta olarak sunulmasını yozlaşmanın bir parçası olarak görmüyorlarsa, uyuşturucu madde kullanımının yaygınlaştırılmasına karşı çıkmıyorlarsa kendilerine çok fazla söyleyecek bir şeyimiz yok. Dostlarımız gerçekleştirilen eylemle uzaktan yakından alakası olmayan olayları, süreçleri kullanarak gerçekleri çarpıtmaktan vazgeçmelidir. Gerçekleştirilen eyleme dair fikirleri ne ise açıkça ortaya koymalı ve tutarlı bir şekilde bu fikri sahiplenmelidirler. Bütün provakatif, saldırgan tutumlarına rağmen hala dost olarak gördüğümüz arkadaşlardan beklentimiz yanlışlarını görmeleri ve Dersim halkının çıkarlarına hizmet etmeyen bu tutumlarından hızla uzaklaşmalarıdır. Gerçekleri çarpıtarak Dersim halkının haklı ve meşru eylemine karşı saldırgan bir tutuma giren dostlarımız devletin kirli politikalarına alet olmakta ve bu politikaları meşrulaştırmaktadırlar. Yok eğer dostlarımız, devletin bu kirli politikalarına gerçekten karşı iseler takındıkları tutumun Federasyonumuza karşı bilinçli düşmanca bir tutum olmaktan başka açıklaması kalmamak-
tadır. Dostlarımız, bizden haz etmiyor olabilirler. Bu hakları vardır. Fakat böylesi bir yaklaşımları varsa dahi, bu, doğruları sahiplenmelerine engel olmamalıdır. Dostlarımızı Zaman, Taraf, Star gibi hakim sınıfların sözcülüğünü yapan kesimlerle ‘’söylem düzeyinde” dahi olsa yakınlaştıran gerekçe nedir? Dostlarımız Dersim halkının bu kitlesel sahiplenişinden neden bu kadar rahatsız olmuşlardır? Bu eylemin sahiplenilecek hiç bir yanı yok mudur ki dostlarımız koro halinde devletin başlattığı karşı kampanyayı güçlendirmektedir? Bu eylem vesilesiyle, buldukları her fırsatta ‘’kadın hakları savunucusu” kesilenlerin ve ‘’kadın emeği engelleniyor” feryadında bulunanların ufku düzenin yarattığı bataklıkları aşmamaktadır. Bu kesimler ‘’kadınlar özgürce devletin kirli politikalarının aleti olarak kullanılsın” demektedirler! ‘’Kadınlar yozlaşma politikalarının, fuhuşun odağı olmaktan kurtulmasın” demektedirler. Evet, bu kesimlerle aynı görüşte değiliz ve sonuna kadar da böylesi görüşlerin karşısında olacağız! Zorlama tespitlerle Dersim halkının haklı eylemini çarpıtmaya, zayıflatmaya çalışanlara en güzel cevabı Dersim halkının verdiğini düşünüyoruz. Eylemin haklılığı ve doğruluğu Dersim halkının alanlara taşan kitlesel sahiplenişiyle kendisini ortaya koymuştur. Bu sahipleniş hem sınıf düşmanlarımıza hem de dostlarımızın geri ithamlarına verilen en anlamlı cevaptır.”
MKP: Açıktan beyan ediyoruz ki hesap soracağız Maoist Komünist Partisi (MKP) Dersim Bölge Komitesi, bölgede hakim sınıflar tarafından halka dayatılan burjuvafeodal kültürün saldırılarına destek verenleri yaptığı yazılı açıklama ile uyardı. Bölgede bulunan birahanelerde kadın bedeninin meta haline getirilerek pazarlanmasına hizmet eden kişileri, esrar satışı ve dağıtımı yapanları ve yine gençler arasında mafyavari çeteleşme girişimlerine alet olanları son kez uyardığını açıklayan MKP Dersim Bölge Komitesi, “Bu son uyarıları dikkate almayan herkesten bu halka yönelik yapılan, devlet politikalarının parçası olduklarından, açıktan beyan ediyoruz ki hesap soracağız” dedi. Bölgeye dönük hakim sınıfların bu saldırıların gelip geçici olmadığına dikkat çekilen açıklamada, “Bunlar sistematik saldırılardır. Bir cephesi barajlar ve çevre katliamı, nüfus ve mesken alanlarına dönükken, diğer bir cephesi ise halkın devrimci mücadelesinin sonucu olarak ortaya çıkardığı onurlu duruşuna dönüktür. Kültürel olarak yozlaştır ve tahrip et, çürüyene yeni yeni yaşam alışkanlıkları edindir siyaseti, bahsettiğimiz emperyalist politikaların ta kendisidir, hedefsiz olarak ortaya çıkmış olgular değildir. Sistemin kitlelere sunduğu yaşamın ürünüdür. Sunulan ürün ise her şeye kıt kanaat amennadır. Bu onursuz itaatçiliği devletin sınıfsal teorilerinin binlerce ifadelerinden biri olarak değerlendirmeliyiz.” denildi. Dersim halkının devrimci tarihinden aldığı güçle bu sorun karşısında harekete geçmesi gerektiğini söyleyen MKP Dersim Bölge Komitesi, ayrıca her ne sebeple olursa olsun, direkt ya da dolaylı yoldan bu kirli politikalara hizmet eden kişilere çağrı yaparak, bu yanlış tutumlarından bir an önce vazgeçmeleri noktasında son kez uyarı yaptığını açıkladı.
6-7_Layout 2 1/5/11 4:15 PM Page 2
Halkın Günlüğü
güncel
10-20 OCAK 2011
07
Devletin
resmi dili; FAŞİZM Milli Güvenlik Kurulu(MGK) sonuç bildirisi ve Abdullah Gül’ün Amed çıkartması devletin aynasıdır Diyarbakır’a hoş geldin ama burası Amed…
‘A
Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet' anlayışını ve önde gelen ortak paydalarımızdan birini teşkil eden Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilmeyeceğinin bilinmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir.''İfadelerine yer verilen MGK sonuç bildirisi devletin Kürt ulusal sorunu kar şısındaki resmi yaklaşımının değişmediğini göstermektedir
KP hükümeti döneminde sistematik bir şekilde emperyalist politikalar ekseninde geliştirilen açılım süreci ve bu sürece engel teşkil etmeye çalışan ‘’güçlerle” yapılan muharebeler sonrası özellikle liberal kesim tarafından sürekli bir şekilde propagandası yapılan askeri vesayetin ortadan kaldırıldığı yalanları son MGK toplantısında bir kez daha gün yüzüne çıktı. TC tarafından hayata geçirilmeye çalışılan ‘’demokrasi” açılımları ve bu eksende gündemdeki yerini koruyan ”Kürt sorunu” nun çözümü için atılan adımlar ve hakim sınıfların meseleye yaklaşımı her geçen gün daha net bir şekilde gözler önüne serilmektedir. Kürt ulusu üzerinde hiçbir baskının olmadığını iddia ederek, sürekli bir şekilde ‘’sorunun” kaynağının PKK’nin varlığı ve yürüttüğü silahlı mücadele olduğu demagojisi yapan hakim sınıflar, yaptıkları son
Anadil ve Demokratik Özerklik talebine tahammül yok
Milli Güvenlik Kurulu(MGK) ve TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Amed (Diyarbakır) ziyaretinde sarf ettiği sözler ile ‘’soruna” nasıl yaklaştıklarının da altını bir kez daha çizmiş oldular. BDP ve DTK tarafından yapılan Demokratik Özerklik Çalıştayı’n da karar altına alınan Çift Dilli Yaşam politikası devleti oldukça ürkütmüş olacak ki peşi sıra tehdit açıklamaları ve saldırılar gelmeye başladı.
Askeri vesayet kalktı yaşasın yeni askeri vesayet Demokratik Özerklik gündemi ile toplanan MGK, yayınladığı sonuç bildirgesinde şu hususlara vurgu yaptı ‘’Halkımızın her zaman ortaya koyduğu kardeşlik ve huzur içinde bir arada yaşama kararlılığın Türkiye Cumhuriyeti'nin birlik ve beraberliğinin en güçlü teminatı olduğunun altı çizilmiştir. Bu bağlamda devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü, toplumsal barışını hedef alan tahrik
Abdullah Gül tarafından yapılan ziyaret sonrası açıklama yapan Osman Baydemir, Kürt siyasi hareketinin barışçıl bir çözüm için oldukça yoğun bir çaba içerisinde olduğunu belirterek şöyle dedi ‘’Haziran 2011'e kadar alınan eylemsizlik kararı çok önemli bir fırsat olarak ele alınmalı, bu eylemsizliğin kalıcılaşması için teşvik edici adımlar atılmalıdır. Yerinden yönetimin esaslarından olan anadil ve demokratik özerklik konularında devletin atacağı adımlar katılımcı demokrasi ve toplumsal barışın tesis edilmesini kolaylaştıracak, ekonomik ve sosyal kalkınmanın da önünü açacaktır. Sizlerin de ifade ettiği gibi Türkiye'nin en büyük sorunu Kürt sorunudur. Bu sorun mevcut haliyle
ve girişimleri milletimizin kardeşçe yaşama iradesi karşısında hiçbir sonuca ulaşamayacağına katı inanç bir kere daha vurgulanmıştır. Toplantıda, toplumda infial yaratabilecek ve demokrasiye, kişisel hak ve özgürlüklerin gelişimine, toplumsal barışa ve kardeşlik duygusuna zarar verecek yaklaşımlardan kaçınılmasının ve herkesin sorumluluk içinde hareket etmesinin büyük önem taşıdığına işaret edilmiştir. Bu bağlamda, 'Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet' anlayışını ve önde gelen ortak paydalarımızdan birini teşkil eden Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilmeyeceğinin bilinmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir.'' Yapılan bu açıklama sonrası özellikle Taraf gazetesi ve diğer liberal kesimlerin gösterdiği tavır(sızlık) ise askeri vesayetin kalktığını propaganda edenlerin aslında neyi amaçladıklarına da ayna tutmakta.
sadece Kürt yurttaşlarımızı değil, tüm ülke insanını etkilemekte; sadece bugünümüzü değil geleceğimizi de ipotek altına almaktadır." Baydemir uyrıca ‘’Artık iyice görülmüştür ki bu soruna asayiş ve güvenlik perspektifinden yaklaşmak sonuç vermemektedir. Bugüne kadar yaşadıklarımızı sonuçları herkes için ağır olan bir 'isyan ve bastırma' döngüsü olarak özetlemek mümkündür. Oysaki sorunun özü insan ve halk olmaktan kaynaklı hakların kullanılamaması sorunudur. Bu bağlamda Türkiye'nin Kürt sorunu bir Anayasal ve yönetsel demokrasi sorunudur. Çözüm de demokratikleşme, yeni bir Anayasa ve adem-i merkeziyetçi bir siyasi-idari yönetim anlayışı
MGK toplantısı sonrası tartışmalar devam ederken Abdullah Gül tarafından Amed’e yapılan ziyaret bir anda gözleri buraya çevirmiş ve Kürt ulusal sorununun “çözümü” noktasında yeni beklentiler yaratmıştı. “Kürt sorununda iyi şeyler olacak” sözü ile başlatılan “açılımlar” sürecinin startını veren Abdullah Gül, Amed’de yaptığı açıklamalarda tek dil meselesine vurgu yaparak MGK kararlarını yinelemiş oldu. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ile 45 dakikalık bir görüşme yapan Gül “Resmi dil Türkçedir. Farklılıklarımız zenginliğimizdir” açıklaması yaparak büyük bir “hayal kırıklığı” yarattı. BDP yetkilileri tarafından kalabalık bir şekilde ve Kürtçe pankartlarla karşılanan Gül, beklenenin aksine Kürt ulusal sorununa çok kısa değinerek şunları söyledi “Diyarbakır sadece Anadolu’nun büyük merkezlerinden değil, tarih boyunca bütün Ortadoğu’nun merkezlerinden biri olmuştur. Ve tarih boyunca da çok eskilere giden izi vardır. M.Ö 3000 yıllara kadar giden izi vardır. O günlerden bugünlere sürekli insanların yaşadığı büyük bir yerleşim yeridir. Buralarda tarihin izleri vardır. Diyarbakır aslında açık bir hava müzesi gibidir. Diyarbakır’da yaşayanlar, her gün bunun önünden geçenler fark etmeyebilirler. Buradaki her eser gerçekten çok değerlidir. Gelinip görülmesi gereken güzellikte tarihi değer ifade etmektedirler. Bugün için de Diyarbakır çok önemli bir merkezdir. Yine Türkiye’nin her zaman gündemindedir. İnanıyorum ki çok daha fazla gelişecek ve kalkınacaktır” dedi. Osman Baydemir tarafından hediye edilen Kürtçe-Türkçe sözlüğü kabul eden Gül neredeyse MGK bildirisiyle aynı olan sözler sarf ederek şunları söyledi ‘’Türkiye Cumhuriyetinin resmi dili Türkçedir bu böyle de devam edecektir. Ayrıca devletin ve kamu kurumlarının dili Türkçedir, ortak dilimizdir. Ama şu da bir gerçektir ki, halkımızın içerisinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında farklı farklı dilleri konuşan vatandaşlarımız vardır, yörelerimiz vardır. Burada nasıl Kürtçe konuşuluyorsa başka yerde Arapça konuşan vatandaşlarımız vardır. Sayıları azalmış bile olsa gayrimüslim vatandaşlarımızın konuştuğu diller var. Tüm bunların hepsi de bizim dilimizdir, hepsi de bizimdir.” Havuç ve sopa politikasının tipik bir örneğini sergileyen Türk devleti bir yandan bulunurken diğer tarafından Cumhurbaşkanı’nın ağzından yumuşak bir şekilde Kürtlerin akıllı davranması gerektiğini telkin etmektedir.
ile mümkündür” dedi.. Demokratik özerklik ve "iki dilli yaşam" tartışmalarına da değinen Baydemir, ‘’Dünya uygulamalarından edindiğim izlenim ve bir yerel yönetici olarak şahsi tecrübeme dayanarak ifade etmek isterim ki; yerinden yönetimin esaslarından olan anadil ve demokratik özerklik konularında devletin atacağı adımlar katılımcı demokrasi ve toplumsal barışın tesis edilmesini kolaylaştıracak, ekonomik ve sosyal kalkınmanın da önünü açacaktır" dedi. Abdullah Gül, büyük bir ‘’hayal kırıklığı” yarattığı Amed çıkartmasını ünlü Diyarbakır Surları’nı gezerek sona erdirdi.
8-9_Layout 2 1/5/11 3:35 PM Page 1
08 emek yorum
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2011
Torba yasa kimi koruyor? Toplamda 113 maddeden oluşan ve gerekçeleriyle birlikte 163 sayfayı bulan yasa tasarısında yok yok. Öğrenci affından alkol satışına, engelli istihdamından memuriyette kademe artırmaya pek çok değişik başlığı ele alan torba yasa, emekçilere dönük kapsamlı bir saldırı olarak göze çarpıyor.
29 Kasım 2010 tarihinde TBMM’ye sunulan ve 3 Aralık’ta da “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” başlığı altında ek maddelerle genişletilen torba yasada iş kanunundan, sosyal güvenliğe kadar pek çok alanda, “önemli” değişiklikler yapılıyor.
“Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” adıyla 29 Kasım 2010 tarihinde TBMM’ye sunulan ve 3 Aralık’ta da “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” başlığı altında ek maddelerle genişletilen torba yasada iş kanunundan, sosyal güvenliğe kadar pek çok alanda, “önemli” değişiklikler yapılıyor. Emekçilere dönük kapsamlı bir saldırı programı olan torba yasaya karşı, çeşitli sendika, meslek odası ve siyasi kurumlar tarafından protesto eylemleri yapılıyor. Söz konusu yasa hazırlanırken, 4857 sayılı İş Kanunu’nun Üçlü Danışma Kurulu başlığını taşıyan 114. maddesine göre, mevzuat çalışmalarının ve uygulamalarının izlenmesi amacıyla hükümet, işçi ve patron konfederasyonları arasında etkin danışmayı sağlamak üzere kurulmuş Üçlü Danışma Kurulu’nun bilgilendirilmemesi, Kurul’a fikir danışılmaması yasanın, başka bir yasayı ihlal ederek hazırlandığını ortaya koyuyor. Yasa, Türkiye’nin imzalamış olduğu Üçlü Danışmaya İlişkin 144 sayılı ILO Sözleşmesi’ne de aykırı.
Değişiklikler asgari ücrete de yansıyor Asgari ücretteki yaş ayrımını 16’dan 18’yükselterek düşük ücretle çalıştırılma yaşının yükseltilmesi öngörülüyor. Bu değişikliğe göre mevcut durumda 16 yaş altı ve üstündekiler için ayrı şekilde belirlenen asgari ücret, bu yasa ile 18 yaş altı ve üstündekiler için ayrı ayrı belirlenecek. Bu da 16-18 arasında olanların ücretinde düşmeye yol açacak. Böylelikle, bugün 16 yaşından büyükler için net 629 liralık asgari ücret 546 liraya düşecek. Yani genç işçiler iki yıl daha az ücretle çalıştırılarak katmerli sömürüye maruz bırakılacak. Tasarının 62. maddesi ile mevcut İş Kanunu’nun 15. maddesinde tüm işçiler için azami 2 ay olan deneme süresi, 25 yaşın altında olan işçiler için azami 4
ay’a çıkarılıyor. Genç işçileri ayrımcılığa maruz bırakan ve gençlerin dört ay süreyle çalıştırıldıktan sonra işte çıkarılmalarını meşru kılan maddede şöyle deniyor: “Yapılan düzenleme iş sözleşmesine konulabilecek deneme süresi iki ay ile sınırlandırılmakta, genç işçilerin tecrübelerinin ve istihdamlarının arttırılabilmesi amacıyla yirmi beş yaş altındaki işçiler için iş sözleşmesine konulabilecek deneme süresinin dört aya kadar uzatılabilmesine imkân tanınmaktadır” Ayrıca tasarının 64. maddesindeki ifadelerde turizm sektöründe istihdam düşüklüğüne neden olacak. Tasarıda geçen “Denkleştirme süresi turizm işletme belgeli işyerleri için dört aya kadar uzatılabilir” bu sektördeki sömürünün ağırlaştırılması yasalaştırılmaktadır.
Engeli istihdamı kalkıyor Mahalli idarelerin ihtiyaç fazlası işçilerine ilişkin hükümler’ alt başlığındaki 109. madde ile il özel idareleri veya belediyelerin sürekli işçi kadrolarında çalışan “ihtiyaç fazlası” işçilerin, Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatındaki sürekli işçi kadrolarına atanması gündeme getirilerek sürgün edilmesi tasarlanıyor. İhtiyaç fazlasının neye göre belirleneceği ise muğlak bırakılıyor. Böylelikle sürgünlerin önü açılarak yasalaştırılmış oluyor. Taşeronlaştırmaya da elverişli hale getiren değişiklikteki hükümler, kadrolu işçi alımını beş yıla kadar yasaklarken, 5 gün içinde başlamayan çalışanın iş akdi fes ediliyor. Tasarının 63. maddesi ise engelliler için. “Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, işverenin başvurusu üzerine işin niteliği veya teminde güçlük nedeniyle işyerinde özürlü çalıştırma konusunda güçlük yaşanıp yaşanmayacağını karara bağlar” şeklinde geçen madde patronların engelli çalıştırılması zorunluluğunu ortadan kaldırıyor. Böylelikle engelliler istihdam alanlarından uzaklaştırılıyor.
Stajer ücretleride yasadan nasibini alıyor 61. maddede ise kısa süreli; “çağrı üzerine çalışma”, “evden çalışma” ve “uzaktan çalışma” gibi çalışma tanımları oluşturuluyor. Bu iş tanımlarıyla çalışan işçilere kimi sosyal haklar sağlanmış olsa da, bu işçiler uzun vadeli iş haklarından ve kazanımlarından yararlanamıyor. Ayrıca esnek çalışma iş kanunu içerisine alınarak
kuralsız ve güvencesiz çalışma yasal hale getiriliyor. 82. maddede ve 657 sayılı Kanunun 122. maddesinde “Başarı, üstün başarı değerlendirmesi ve ödül” başlığı altında tasarlanan düzenleme ile performans kriterleri gündeme getiriliyor. Böylelikle kamuda çalışanlar arasında rekabetin arttırılması, dayanışma ve kolektif çalışma kültürünün ortadan kaldırılması hedefleniyor. Haliylede daha az işçi alımı yapılarak, bir kaç kişinin yaptığı iş bir kişiye yaptırılarak iş yükü arttırılacak. Tasarının 54. maddesinde geçen “Asgari ücretin % 30’undan” ibaresi “asgari ücretin net tutarının % 30’undan şeklinde değiştirilmiştir” ifadesi ile meslek liselerinde staj yapan öğrencilerin aldıkları ücretler düşürülüyor; stajyerlik için uygulanan asgari ücret 229 TL’den 178 TL’ye çekiliyor. Aynı maddedeki bir başka ifade ile stajyer çalıştıran iş yerleri için çalıştırılması gereken işçi sayısı sınırı 20’den, 5’e çekilerek, denetimin en az olduğu alanlar stajyer sömürüsüne açılıyor. Yani bir yandan ucuz emek sömürüsünün bir biçimi olan stajyerlik uygulaması genişletiliyor, öbür yandan ödenecek ücretler düşürülüyor. Meslek liseliler sömürüye daha fazla maruz bırakılıyor.
‘Silikozis’ meslek hastalığı sayılmıyor Kot taşlama işçilerinin yakalandığı silikozis hastalığının meslek hastalığı olduğu yine kabul edilmiyor. Silikozis hastalığı nedeniyle meslekte kazanma gücünün en az yüzde 40’ını kaybeden işçiler engelli katagorisinde değerlendiriliyor.. Bu durumda kot işçileri, meslek hastası işçilerin yararlandığı haklardan çok daha geride olan ‘özürlü’ kategorisine dahil ediliyor. Tasarının 56. Maddesi’nde şöyle deniyor: “Ayrıca Kanuna eklenen madde ile silikozis meslek hastalığında, kayıt dışı çalışmış olanların işyerleriyle çalışma ilişkisinin kurulamaması nedeniyle iş kazası ve meslek hastalığı sigortasından yararlanamayanların 2022 sayılı Kanundan yararlandırılarak sosyal güvenliklerinin sağlanması amaçlanmaktadır”. Bu ifade ile neredeyse tamamı kayıt dışı, kaçak ve sigortasız çalıştırılan kot taşlama işçilerine silikozis raporu almaları halinde iş göremez gelirinin bağlanması için işçinin çalıştığını ispat yükümlülüğü de kaldırılmıyor.
Patronlara mükafat verilyor Tasarının 59. maddesi ile yapılan değişiklik patronların çıkarına yapılıyor. 59. madde ile 18–29 yaş arası işçiler için patronun ödemesi gereken sigorta primi, işsizlik sigortası fonundan karşılanacak. Bir başka deyişle, işçilerin emekleriyle oluşturulan fon, patronlara vergi indirimi olarak yansıyacak. Bunun sonucunda patronların prim desteğinden yararlanabilmek için 29 yaş üstünde olan işçileri işten çıkarması ya da işe almaması söz konusu olacak. Eğitim-Sen eğitim uzmanı Erkan Aydoğanoğlu konuyla ilgili şunları belirtiyor: “Bu düzenleme yürürlüğe girdiğinde, işverenler prim desteğinden yararlanabilmek için 29 yaş üstünde olan işçileri işten çıkarmak için çeşitli yollar deneyecek. 29 yaş altında olanları daha çok istihdam ederek prim desteğinden yararlanmaya çalışacak. İlk bakışta “istihdamı teşvik” gibi algılanabilecek bu uygulama sonucunda 30 yaş ve üzeri çalışan işçilerin işe alınması neredeyse imkânsız hale gelecek. Bu uygulama sanıldığının aksine istihdamı teşvikten çok, özellikle 30 yaş üzerindeki işsizlerin istihdamını neredeyse imkânsız hale getirecek”.
Af geldi okul ücretleri arttı Torba yasanın göze çarpan maddelerinden biri de “öğrenci affı”. Bu madde, uygulamada zaten var olan “paran kadar eğitim”in yasalaşmış halini ifade ediyor; eğitimin bir kar-kazanç kapısı haline getirildiğini net bir şekilde gösteriyor. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın “son öğrenci affı” olarak nitelendirdiği torba yasa kapsamındaki affın ardından yükseköğretim kurumlarından mezun olmak için konulan yıl sınırlaması kaldırılacak. Öğrencilerin okulu uzatmamaları ekonomik baskı kurarak sağlanacak. Zamanında mezun olmayan öğrenci okulunu uzattıkça ödeyeceği har(a)ç ikiye katlanacak. Zaten yüksek olan harç ücretleri okulunu birkaç sene uzatan bir öğrenci için neredeyse özel üniversitelerinkilere denk olacak.
İçki satmaya ceza geliyor Torba yasa tasarısına son anda eklenen maddelerden biri de internet üzerinden alkol satışını yasaklıyor. İlgili ek maddeye göre internet üzerinden içki satanlar 20 bin liradan 100 bin liraya kadar para cezasına çarptırılacak. Eğer satan olursa, satışı yapan şirketin internet sitesi erişime kapatılacak.
8-9_Layout 2 1/5/11 3:35 PM Page 2
emek
09
EMEĞİN KÜRSÜSÜ dursun baştuğ
DEVRİM İŞÇİ VE KÖYLÜ KİTLELERİ İÇERİSİNDE YEŞERECEKTİR
H
‘Asgari ücret’ mi,
Azami açlık mı?
Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın işsiz, işçi, emekçi ve köylük alanlarında yani ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu ifade eden kesimlerin yeni dönemde de asgari açlık sınırına mahkum edilmesi için devletin yaptığı çalışmalar sonuçlandı. Asgari ücret azami açlıkta sabit kaldı. ANKARA
Fedekar işverenler!
Üç milyon çalışanı ilgilendiren ve ülkenin en büyük toplu sözleşmesinde, 28 Aralık’da toplanan “Asgari ücret tespit komisyonu”, işsiz, işçi, emekçi ve köylük kesimlerde yaşam mücadelesi veren milyonlar için, asgari açlık sınırını belirledi. TÜİK’in sunduğu rapora göre asgari ücretin Aralık 2010 itibariyle 899. 10 TL olması gerekiyor. “Asgari ücret tespit komisyonu” ise bu veriler ışığında patronların lehine bir rakam belirleyerek rutin işleyişini devam ettirdi. Ocak 2011’den itibaren geçerli asgari ücret 4.7’lik zam oranı ile 629 TL oldu.
Zam oranları için büyük fedakarlık yaptıklarını söyleyen işverenlerin kabul ettikleri asgari ücret zam oranları gerçek tabloyu ortaya çıkarıyor. İlk altı ay için yüzde 4.7, ikinci altı ay için yüzde 5.1 oranı belirlenirken, 2011 yılında asgari ücretteki artış ortalama artış yüzde 10.1’i düzeyinde. 16 yaşını doldurmuş işçiler için 2011 yılının ilk altı ayında brüt 796.50 TL, net 629.96 TL. İkinci altı ay için ise bürüt 837 TL, net ise 655.57 TL olarak belirlendi. 16 yaş altı işçiler için brüt 679.50, net 546.20 TL, ikinci altı ay için brüt 715.50, net 571.97 TL olacak. Bu rakamlara göre “Asgari ücret tespit komisyonu” kimlerin lehine
çalıştığını bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Gerçek adı azami açlık sınırını belirleme komisyonu olması gereken “Asgari ücret tespit komisyonu” nun yandaş işçi sendikası (Türk-İş), yandaş emekçi sendikası (Memur-Sen) ve geriye kalan toplamın devlet- hükümet ikilemi ve bunların çıkarını savunduğu kesim düşünüldüğünde açıkça görülecektir. Devlet ve hükümet ilişkisi düşünüldüğünde yine bunların iç olduğu kadar dış sermaye (kapitalist-emperyalist) düzenin sermayedarlarının çıkarlarını da düşündüğümüzde bir bütün olarak ezilenlerden yana bir tespit yapması mümkün görünmemektedir.
Kaşıkla ver kepçeyle al İçinden geçtiğimiz süreçte belirlenmesinde oldukça oyalamacı bir tutum sergilenen azami açlık ücretinin, gelecek yeni yıl zam furyası ve enkazının altında kalacağı kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca önümüzdeki günlerde yasalaşması beklenen ve “Torba Yasa” olarak bilinen tasarının, Gerekçeli 23. Maddesinde “asgari ücret tanımındaki 16 yaş 18 olarak” değiştirilmektedir. Bu, bundan sonra yapılacak düzenlemeyle asgari ücretin “16 yaşından küçükler
ve büyükler” diye değil, “18 yaşından küçükler ve büyükler” şeklinde tanımlanması anlamını taşıyor. Yani, asgari ücret 16 değil 18 yaş altı ve üstü şeklinde belirlenecek. Bu 16 ve 17 yaşında olanların artık ayda 80 lira daha az ücret alması anlamına geliyor. Değişiklik daha resmi olarak deklare edilmeden SGK’nın bunun gereklerini yerine getirmesi ise dikkat çekici. Uygulamayla 16 ve 17 yaşındaki çalışanlar daha çok SGK primi ödeyecekler.
er toplumsal sistemin, belli bir üretim ilişkisi üzerinden şekillendiğini, Marksizm’den az çok nasibini almış herkes bilir. Bu toplumsal sistemin kendi içindeki çelişki aynı zamanda çeşitli toplumsal mücadelelerin de nedenidir. Bu toplumsal mücadeleler çeşitli şekillerde tezahür edebilir. Burada asıl belirleyici olan bu mücadelelerin devrimci bir önderlik altında olup olmadığıdır. Daha da önemlisi bu mücadelelere komünistlerin önderlik edip etmediğidir. Tersi durum, her dalgalanmanın gökyüzüne yükselen buhar gibi tekrar sistemin kendi ırmağına yağmasıdır. Bu sebepten kaynaklı egemen sınıfların esas hedefi de bu önderlikler olmuştur. Sınıf mücadeleleri tarihi boyunca da bu böyle olmuştur. Bugün için, esas olarak egemen sınıflar, devrimci olan sınıfı veya sınıfları önderliksiz bırakarak yükselecek bir muhalefeti kendi minderlerinde nakavt etmeye çalışmaktadırlar. Hem sömürü oranını arttırmak hem de sömürü sisteminin süresini uzatmak için böyle yapmaktadırlar. Emekçileri önderliksiz bırakarak reformizmin veya sivil toplumculuğun peşine takmaktadırlar. Bu durum onlar için daha kabul edilebilir bir noktadır. Egemen sınıflar tasfiye saldırılarını esas olarak iki yönlü sürdürürler. Dönemsel olarak biri öne çıksa da her dönem iki yön de iç içedir. Bazı dönemler fiziki saldırıyı öne çıkarırlar ve ideolojik tasfiyeyi buna bağlı olarak ele alırlar. Kimi dönem ise ideolojik tasfiyeyi öne çıkarırlar ve fiziki saldırıyı buna bağlı olarak ele alırlar. Ancak devrimci örgütlerin esas tasfiyesi kendi içinden gelir. Egemen sınıfların saldırıları ancak bu durumda bir sonuç alabilir. İçte yaşadığı kırılmalar ve sapmalar devrimci hareketleri tasfiyeye sürükler ve en sonunda sistem içi bir kulvara sürüklenmelerine neden olur. Sistemin saldırıları aynı zamanda devrimcileri ya belli bölgelere sıkıştırır ya da rutin bir devrimci faaliyetin içine sokarak kısır bir döngünün içinde erimelerine neden olur. Bu durumda geniş halk yığınları artık önderliksiz bırakılmış ve sömürü canavarı dizginlerinden boşandırılmış olur. Bugün ülkemize baktığımızda tablonun aynen böyle olduğunu görürüz. Reformizm dalgasının kimi dostlarımızı da önüne katıp sürüklediğini ve egemenler cephesinden yüksek “demokrasi”nin bir gereği olarak övünülecek bir şey olduğunu görüyoruz ve duyuyoruz sıklıkla. Yine devrimci hareketlerin belli bölgelere, alanlara sıkışmaları ve rutin bir faaliyetin içinde (Daha çok da sınıf çelişkilerinin türevi olan belli meseleler üzerinden politika üretmeye çalışmaları) debelenmeleri bu tabloyu tamamlamaktadır. Elbette ki devrimci hareketlerin bu meselelere de eğilmeleri gerekir. Bu noktada da çözüm gücü olmaları gerekir. Ancak mesele bunu hangi perspektifle yapacaklardır. Sınıf eksenli faaliyeti tam da bu şekilde anlamamız gerekir. Bilimsel ideolojinin yol göstericiliğinde dost düşman ayrımını yaparak yaslandığımız zemini doğru bir şekilde tarif etmeli ve faaliyetimizi buna göre planlamalıyız. Bugün ülkemizde devrimin filizleri işçi ve köylü kitleleri içinde yeşermektedir. Elbette bunların farklı sorunları da olmakla birlikte mücadelenin keskinleştiği ve bizim de olmamız gereken yerler işçilerin ve köylülerin yaşamı var ettikleri üretim alanlarıdır. Bu ülkenin köyleridir, tarlalarıdır, fabrikalarıdır, atölyeleridir... Buralardaki güçlü kalkışmalara önderlik edebilmek için bu alanlarda güçlü örgütlülükler inşa etmemiz gerekir. Kooperatifler ve komitelerin yanında değişik toplumsal sınıfları da barındıran halk meclisleri de bugünden yaratılmaya çalışılmalıdır. Gelecekteki halk iktidarının hücreleri olan bu örgütlenmeler sistemli ve kurumsal bir faaliyetin de yürütülmesinde etkili olacak araçlardır. Tam da burada bir yanılsamaya dikkat çekmek gerekir. Sınıf eksenli faaliyet denildiğinde çoğu zaman bir komisyon kurularak tüm işlerin bu komisyona devredilmesi gerektiği anlaşılıyor. Ancak şunu unutmamak gerekir ki her bir devrimcinin asıl işi kendisini var eden sınıfla bağ kurarak bu sınıfın önderliğine geçmesi ve sınıf savaşına kumanda etmesidir (Bulunduğu örgüt aracılığıyla). Yani hiçbir devrimci, işçileri ve köylüleri örgütlemekten muaf değildir. Farklı işleri ve görevleri olsa da… Bu örgütlenmeler ülkemiz devriminin çizgisine hizmet edecek tarzda olmalıdır. Var olan çelişkileri yakın devrim hedefi olan Yeni Demokratik Devrim süreciyle çözüme kavuşturmak için işçi ve köylü kitleleri ile birlikte devrimin diğer dost güçleri olan küçük burjuva ve orta burjuvazinin sol kanadını da yanımıza çekerek halk savaşı denizinde komünist toplumun engin kıyılarına doğru yeni demokrasinin istimiyle yola koyulmalıyız. Bunun için de var olduğumuz alanlardaki çelişkileri doğru bir şekilde çözümleyerek esas yoğunluğu çelişkinin en keskin olduğu noktaya yöneltmeliyiz. Sadece bu da yetmez esas olarak üretimin can damarları dediğimiz alanlarda uzun vadeli bir planlamayla güçlü örgütlülüklerin inşa edilmesi için bugünden çalışmalıyız. Her bir devrimcinin de bu meseleyi kendisine görev bilmesi gerekir. Egemen sınıflar fabrikada makinenin başında, tarlada ekinin hasadında kendilerini var etmeye başlıyorlar. Biz de savaşı burada kabul etmeliyiz. Savaş mevzilerimizi tam da buraya kurmalıyız.
10-11_Layout 2 1/6/11 11:05 AM Page 1
ÖNCÜ KADIN rojda demir
KENDİ ÖLÜSÜNÜ SIRTINDA TAŞIYAN ÖLÜ SİSTEM ÇÜRÜMÜŞ YUMURTAYI PİŞİRİYOR
S
“…ofya Cezaevi’ne gelişimle, hapishane yönetimi, benim kişiliğimde yeni bir eziyet çektirme vesilesi bulmuş oluyordu. Çocuğu yıkamak için ısıttığım suyu döküyorlardı ya da içine pis şeyler atıyorlar, hazırladığım lapayı yiyorlardı, giysilerinin düğmelerini koparıyorlar, yıkayıp avluya astığım zaman, pis ellerini ve yüzlerini siliyorlar, böylece taşıdıkları pis hastalıkların çocuğa bulaşmasını istiyorlardı. Tuvalet, çamaşırhane ortaktı...” diyordu II.Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Bulgaristan mücadelesinde yenilgiden zafere yürüyüşünü sürdüren militan anne. “Ben arkadaşlarımla kitlenin ortasında yer alıyordum. Dolmabahçe’ye doğru ilerlerken, birden yakın mesafeden gaz sıkmaya başladılar. Ne olduğunu anlamadan birden çevik kuvvetlerin üzerimize doğru geldiğini fark ettim. Geriye doğru kaçmaya çalışırken biri beni yakaladı. Ancak tam darp edecek iken elinden kurtulmayı başardım. Koşmaya başladım. Beni kovalayan aynı çevik kuvvet bir an ayağı takılıp yere düştü. Ancak daha sonra peşimden koşarak beni yakaladı. ‘Dur vurma hamileyim’ dememe rağmen copla karnıma vurdu. Birden etrafım sarılmıştı, biri arkadan belimi ve sırtımı coplarken, diğeri karnıma vuruyordu. Yere yığıldım, ancak bu defa postal darbeleriyle vurdular. Yerde acı içinde kıvranıyordum. Arkadaşlar yardımıma koştu. Beni yerden alarak Kabataş İskelesi’nin oraya götürdüler. Yediğim gazdan ve darpların etkisiyle kanama geçirdiğimi o anda anlamadım. Daha fazla dayanamadım ve baygınlık geçirdim.” Diyen anne adayı bir üniversiteli genç kadın. 2010 yılında Avrupa’nın kültür kenti İstanbul-Dolmabahçe Sarayı’ndan sesleniyor günümüz insanına. TC devleti uyguladığı baskı, işkence ve şiddeti nasıl kanıksatmış ki; üniversitesinde “embriyon” bilinciyle soru soracak bir genç, bir insan, bir gazeteci dahi istemiyor. Sokak ortasında adayı olduğu Avrupa’nın başkentinde işkencenin şiddeti o kadar büyük oluyor, polisin postallarıyla karnından embriyonu olmuş yumurta dışına çıkıyor, sorulan soru şu: “O hamile kadının orada ne işi var” sorusuyla görsel ve yazılı medya çalkalanıyor. “Varta”ları atlayarak ezilen emekçileri baskı altında tutmanın binbir türlü aracını harekete geçiren “kurt ağızlı” ileri teknoloji donanımlı egemenler, dünyayı dijital hapishaneye çevirerek etik değerleri yere sererek göklerde korunan “namus” u, üniversiteli bir kadının karnındaki bebeğe uzanarak insanların özelini ayaklar altına seriyorlar. Bu sahne çok yeni bir durummuş gibi davranan medyasından aydınına, ilericisinden gericisine herkesin diline pelesenk olan ‘çocuklara vahşet’ bulamacıyla devletin varlığını, devrimci-komünistlere uyguladığı işkenceyle sürdürdüğünü 19 Aralık katliamı yaşanmamış bir ülkenin insanları gibi ele almaları bilinçli tecritin en büyük işkencesidir. Medyanın 19-22 Aralık Kahramanlık Haftası boyunca ‘kendilerini yaktılar, örgüt yaktı, jandarma kurtardı’ paranoyasının yenilerdeki tekerlemesiydi. Medya gücüyle kanıksatılan ve reformizmin etkisiyle bulamaca bandırılan devletin terörü haksızlığa karşı savaşana, mücadele edene ve direnene karşı değil de ‘masum-mazlum-ehli-başı okşanası çocuklara’ uygulanan basitleştirilmiş bir sokak şiddeti gibi gösteriliyor. Bedeninden başka silahı olmayıp, dışarıdaki yaşanan tüm bu zulme karşı içeride direnip, haksız savaşa karşı ölüm orucuna başlayanların şanlı direnişinin içeriğini, sahip çıkarken boşaltmanın dolacak günleri de elbette vardır ezilen halkların haklı savaşlarında. Şunu anne karnından düşürülen ve faşist Kemalist diktatörlüğün ülkesinde yaşam değil, doğma hakkı bile tanınmayan o embriyon da artık bilir ki; zaferin yolu çiçekli, kırmızı halı döşeli değildir. Dikenli ve acıların ateşini Dolmabahçe’nin denizleri bile söndüremez. Yengilerle, bozgunlarla, yanlışlıklarla doludur.
10
kadın yorum
EMPERYALİZM kadın ve füze kalkanı
ABD’nin başını çektiği emperyalist kampın NATO imzalı füze kalkanı projesiyle, kalkanın Türkiye-Kuzey Kürdistan topraklarına yerleştirilerek taçlandırılması hedefleniyor. Ortada bir saldırı yok iken böyle bir savunma aracına ihtiyaç duyulması ve bu kalkanın ABD’nin Ortadoğu üzerindeki planları akla getirildiğinde, ülke topraklarına yerleştirilecek olması, “savunmadan” çok bir saldırı amacıyla yerleştirildiğini akla getiriyor. Emperyalistlerce herhangi bir ülke topraklarına böyle bir saldırı gerçekleştiğinde Türkiye-Kuzey Kürdistan halkının bu savaşın ortasında kalacağı, ilk elden hedef alınacağı gün gibi ortadadır. İşin İçerisinde ABD ve NATO olunca olabileceklerin gerçekleşmesi durumunda füze kalkanın kadınlara şiddet, taciz, tecavüz, fuhuş, katliam olarak geri döneceğini söylemek sanırız abartılı olmayacaktır. Emperyalizmin “demokrasi, özgürlük” vb. yalanlarla gerçekleştirdiği adı ister savaş ister işgal olsun kadınlar cephesinden, tecavüz, cinsel taciz, ezenlerin politik amaçlarına ulaşmada değişmeyen kirli savaş yöntemleridir.
Emperyalist savaş ve tecavüz Sınıflı toplumlarda gerçekleşen her savaşta egemenlerin algısı toprak savunması eşittir, kadınların namusunun savunması şeklinde olagelmiştir. Kadınların ‘namus’unu koruyamamak ülkeyi koruyamamakla aynı anlama gelir. Bu anlayış yüzyıllardır kadın ve toprağın özdeşleştirilmesinden bağımsız değildir. Erkek egemen düzenin yarattığı bu anlayış gene kendi yarattıkları savaşların bir parçası haline getirilerek kadın bedenine, kimliğine yönelik saldırı amacının aracı haline dönüştürülerek, bir ülkeyi ele geçirmenin olmazsa olmazı haline getirilmiştir. Bu günün talan ve sömürü politikası üzerine oturan emperyalist savaşlar gerçekliğinde bu savaşların kadınlar cephesinden bilançosuna göz atmak füze kalkanın kadınlara kan, gözyaşı ve acı olarak döneceğini anlamakta faydalı olacaktır.
Emperyalist paylaşım savaşları Birinci emperyalist paylaşım savaşında Alman askerlerinin Belçika ve Fransa’yı işgali sırasında binlerce kadın tecavüze uğradı. İkinci emperyalist paylaşım savaşı sırasında binlerce Rus ve Yahudi kadını Alman askerinin tecavüzüne uğradı.
Kore 1950’de ABD, TC’nin de içinde yer aldığı çoğu NATO üyesi 15 devletle Kore’ye saldırdı. Üç yıl süren bu savaşta yüzlerce kadın tecavüze uğradı, katliamlardan geçirildi.
Somali 4 Aralık 1992’de ABD Somali’de yaşanan açlığa ‘umut’
olmayı vaat ederek BM’nin kararıyla Somali’yi işgal etti. ’Umut’ askerleri halkın karşısına silahlarıyla dikildiler. Çıkan çatışmalar ve askeri operasyonlardan sonra çoğu kadın dört yüz bin Somali’li Kenya’ya mülteci kaplarına sığındılar. Bu kamplarda 5 yaşın altında küçük kız çocuklarının da bulunduğu binlerce kadın BM’nin güvenlik güçleri tarafından tecavüze uğradı.
Bosna-Kosova 1999’da etnik iç çatışmaları bizzat körükleyen NATO, Yugoslavya’ya savaş ilan etti. Yugoslavya Federasyonu’nu dağıtma işlemini “başarıyla” tamamlamasının ardından ilk elden Bosna Hersek’i daha sonra Kosava ve Makedonya’yı işgal etti. Bosna’nın işgalinde yirmi binden fazla kadın tecavüze uğradı.
Irak Yine 2003’te ABD’nin ‘demokrasi’ götürüyoruz söylemleriyle girdiği Irak’ta binlerce kadın tecavüze uğramış, katledilmiş, ağır işkencelere uğramıştır.
Kadın ticareti ve fuhuş Emperyalizmin sömürülerini, baskı ve zulümlerini gizlemek için ‘savunma’ ve ‘barış güvercini’ gibi söylemlerle besleyip büyüttüğü NATO ve BM, savaşlarda kadın ticaretini ve fuhuşu teşvik ederek, askerlerinin motivasyonları düşünülerek cinsel ihtiyaçlarının giderilmesi için bütçe ayırıp, genelevler açan, açtıran, birçok belgeyle teşhir olmuş kurumlardır. Somali, Balkanlar, Afrika, Kore, Ruanda vs. bu kurumlar eliyle kadın ticaretinin ve fuhuşun teşvik edildiği yerler haline getirilmiştir. Öyle ki; Bosna ve Kosova işgalleri sırasında BM ve NATO eliyle Balkanlar kadın ticaretinin merkezi haline getirildi. Uluslararası Af Örgütü’nün 2004’de tanıkların ifadelerine yaslanarak sunduğu raporda ‘’İnsafsız olan şudur ki, bu kadınları ve kız çocukları korumak için orada bulunan tam da aynı kişiler, bulundukları pozisyonu kullanarak, onları korumak yerine kullanmaktadırlar.’’ ifadeleri bu kurumların gerçek yüzlerini ortaya koymaktadır.
Savunma değil; saldırı, barış değil; kan ve gözyaşı, boyun eğmek değil; mücadele! Emperyalistlerin ağızlarından düşürmediği ‘’demokrasi, özgürlük, umut, dünya barışı’’ vb. gibi sözler katliamcı yönlerini bu söylemlerle gizlemekten başka bir şey değildir. Gelişebilecek bir saldırı, işgal durumunda başta Ortadoğu’nun ezilen kadınları olmak üzere Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın ezilen kadınlarına yaşatılacaklar, gün gibi ortadadır. Ancak, dün olduğu gibi bu günde emperyalizmin saldırganlığına, talan, sömürü, baskı ve zulmüne kadınlar geçit vermeyecek, mücadele edeceklerdir.
Ödenen bütün bedellere rağmen yenilmez devrimci savaş iradesinin pekişmesinin, kökleşmesinin en önemli etkeni de ideolojik savaştır, faşist ve ezen düşmana karşı zafere olan kararlılığın kesintisiz sürdürülmesi mücadelesidir. Yumurtayı taşla özdeşleştiren ‘taşkafalı’ yönetemezlerin “balığı yakalamak için havuzu boşaltmak” girişimleri halkların tarihinde mevcuttur. Oysa Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki gerçeklik, doğan embriyonun bile taşla tanışmanın gerçekliğini kavramaktır aslolan. Bağımsız bir ülke ve özgür bir halk olarak yaşamanın tanışıklığını taş atan yüreğiyle karşılayan o embriyon militanların mücadelesini kim küçümseyebilir ki? Ama ne yazık ki, taş atabilecek ellerin hala çürümüş yumurtalarla boy göstermesinin bürokrasiden, kabilecilikten, eziyetçilikten, buyrukçuluktan, bireysel kahramanlıktan, anarşizmden, liberalizmden, aşırı demokrasicilikten ve de sorosculuktan beslenen revizyonizm olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak bir maoist sorumluluk gereğidir. Devletin en üst işkencesini sokakta en açık ve canlı yayında yaşayan ve bebeğini düşüren “tekrar bir kadına daha bu acıyı yaşatmalarını istemiyorum. Onun için saldırının emrini verenden uygulayana kadar topluca cezalandırmaları ve görevden alınmalarını istiyorum. Bu işin peşini bırakmayacağım” diyen genç üniversiteli kadının tekil acısını toplumsal mücadelenin tarihsel acısıyla bütünleştirmek bu ülkede faşizmden sözlü, düşünsel, fikirsel, psikolojik ve zamansal dahi payını alan her bir bireyin boynunun borcudur.
Erkek egemen sistem tarafından örülen ve dünya halklarına katliamdan başka bir şey getirmeyen emperyalist savaşlar, kadın ve toprağın özdeşleştirilmesiyle, kadın bedenini, kimliğini saldırı amacının aracı haline getirmiştir.
10-11_Layout 2 1/6/11 11:05 AM Page 2
yorum 11
10-20 OCAK 2011 Halkın Günlüğü
Köylülük ve talana dönüştürülen üretim Ülkemizde yaşayan insanların yüzde 90’ı ya köyden gelmiştir, ya da köylülükle bir bağlantısı bulunmaktadır. Çünkü ‘Türkiye Cumhuriyeti’ kim ne derse desin hala bir tarım ülkesidir.
Küçük ve orta çaplı işletmelerin ve tüm tarımsal üretimin sonu hazırlanıyor. AKP hükümeti ise kâğıt üzerinde sürekli destekleri arttırdığından bahsetmektedir. Fakat artan desteklerden gerçek üretici faydalanmamaktadır.
Hani hep şaşırarak seyrederiz ya! İnsanlar asgari ücretle nasıl geçiniyorlar? Şehrin varoşlarında, köyden göç ederek yaşayan onca yoksul insan nasıl yaşıyor? İşte köyle bağlantısını koparmayan insanların (biz koparamayan diyelim), devletin istatistik verilerinde yer almayan, geçim yolu da köyden çuval çuval götürdükleri erzaklardır. Ama son yıllarda bırakın erzak götürmeyi köylü kendi karnını doyuramaz duruma gelmiştir. Ve bu yaşananlar köylüyü göçe zorlamaktadır. Köylü borç batağındadır. Küçük ve orta çaplı işletmelerin ve tüm tarımsal üretimin sonu hazırlanıyor. AKP hükümeti ise kâğıt üzerinde sürekli destekleri arttırdığından bahsetmektedir. Fakat artan desteklerden gerçek üretici faydalanamamaktadır.
Kayseri Şeker Fabrikası bir örnek
Koalisyon hükümetinin kriz ortamında köylülüğe verdiği desteklerin çoğu kaldırılmıştır. Örneğin, Doğrudan Gelir Desteği(DGD) dekar başına 16 TL verilirken, 2007 yılında bu tamamen kaldırılmıştır. 2002 yılında 4 kg buğdaya 1 litre mazot alınırken, şimdi 7 kg buğdaya 1 litre mazot alınabilmektedir. Bu rakam şeker pancarında daha da vahimdir. 2002 yılında 14 kg şekerpancarına 1litre mazot alınırken, şimdi 25 kg şeker pancarına 1 litre mazot alınabilmektedir. Mazotta herkesin de bildiği gibi yüzde 70’e varan vergiler mevcuttur. Üretici, lüks bir ciple yakıtı aynı olan traktör mazotunu aynı fiyata kullanmaktadır. Özellikle İçanadolu Bölgesi’nin geçim kaynağı olan şeker pancarı, uygulanan politikalar sonucunda üretilemez konuma getirilmiştir. R. Tayyip Erdoğan,
Tüm Avrupa ülkelerinde NBŞ kotası, toplam üretimin yüzde 2’sini geçmezken, bu oran ülkemizde yüzde 15 olarak belirlenmişti. Bu, ülkenin ihtiyacı olan 2 bin 200 milyon ton şekerin yüzde 15’ini Cargıll’ın karşılaması demekti. Bundan önce Kemal Derviş’in düzenleme yaptığı şeker yasası da zaten bu son gelişmeye zemin hazırlamıştı. Özelleştirme furyası içerisinde bazı şeker fabrikalarının kapatılması, bazılarının özelleştirilmesi öngörülüyordu. Bu çerçevede Kayseri Şeker Fabrikası da bölge üreticisinin birliği olan Panko Birlik’e satılmak suretiyle özelleştirilmişti. Fabrikanın sahibi de artık üretici olmuştu. 1954 yılında kurulan bu fabrika Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın en büyük fabrikalarından biridir. 80 bin üyesi bulunan fabrika, yıllardır binlerce ailenin
iktidara geldiğinde yaptığı ABD ziyareti sonrasında (hani ayak ayak üstüne atmıştı ya) C. W. Bush’un iki ‘ricası’ olmuştu: birincisi, Motorola’nın Cem Uzan’daki alacaklarının tahsis edilmesi, ikincisi ise, NBŞ (Nişasta Bazlı Şeker)’nin kotasının yüzde 10’dan yüzde 15’e çıkarılması idi. Sebebi ise büyük tarım tekeli olan Cargıll’in Türkiye’de fabrika kurup, NBŞ üretimi yapmasıydı. Tabi Bush’un bu ricası kırılmadı hemen yerine getirildi.
ekmek kapısıdır. Özelleştirmeyle birlikte inkar edilemez bir başarıyla yeni yatırımlar yapmış, Boğazlıyan Şeker Fabrikası’nı kendi bünyesinde inşa etmiş, Antep Şeker Fabrikası’nı kendi bünyesine almış, irili ufaklı bir çok şirket kurmuştur. Tabi iş büyüdükçe tadı da kaçmaya başlamıştır. Bir kamyon şoförü olan Yönetim Kurulu Başkanı Vedat Ali Özışık, bu büyüme ile muazzam bir servet yapmış, ailesini, yakınlarını, köylülerini hatta birçok sanatçı ve manken’i (basına da yansıdı) de ihya etmiştir. Tabi bu değirmenin suyunun nereden geldiği ve her yıl yönetim kurulu başkanlığına nasıl seçildiği merak konusudur. Kayseri ve Boğazlıyan Şeker Fabrikası, Sivas, Yozgat, Kayseri, Nevşehir ilçe ve köyleri olmak üzere üretilen şekerin büyük kısmının işlendiği yerdir. Özışık’ın, üretim alanına giren bölgenin birçoğunun siyasi parti, il ve ilçe başkanları ve Kayseri’deki bir çok yetkili insanla ilişkileri vardır. Size bu konuda bir örnek verebilirim, Yozgat’ın Yenifakıllı ilçesinde CHP İlçe Başkanı, Kayseri Şeker Fabrikasına bağlı Antep Şeker Fabrikası Yönetim Kurulu üyesidir. Yine AKP İlçe Başkanı Denetim Kurulu üyesidir. Son seçimlerin ardından seçilebilmek için birçok çiftçi, ‘’Var olan kotalarınızı ellerinizden alırım” demek suretiyle tehdit edilmiştir. Fabrikanın
şubelerinde çalışan görevliler başkanın birer askeri gibi hareket ederek, şantaj, yıldırma hatta çiftçilere para dağıtarak oy almışlardır. Bilindiği gibi şeker fabrikalarını iç piyasaya satabileceği belli miktarda şeker kotası vardır. Fabrika üretim kotasını, mevcut üreticiye dekarına göre dağıtır. Bir çiftçi yüz dekar pancar ekiyorsa, ortalama 500 ton pancar kotası gerekmektedir. Bunun üzerinde üretim yaparsa, ya peşin parayla yani ürün hasat döneminde satmak zorunda, yoksa C Kotası denen uygulamaya maruz kalmaktadır. C Kotası ürün teslim fiyatı, bu yıl 70 kuruş olarak belirlenmiştir. Pancar taban fiyatı yaklaşık 115 kuruştur. Yukarıda anlattığımız durum olması gerekendir. Ama burada Kayseri Şeker Fabrikası’na bağlı üretim yapan çiftçiler, başkana yakınlığı derecesinde kota sahibidir. Hiç pancar ekmeyen, üretmeyen zengin köylülerin ellerinde çok büyük miktarda şeker pancarı kotası vardır. Pancar üretebilmek için üretimin çeşitli safhalarında, fabrika, gübre, mazot, çapa avansı, söküm ve sulama avansı vererek maliyeti yüksek üretime katkı sağlamaktadır. Mesela 1 ton pancarın maliyeti çiftçiye 80 kuruş civarındadır. Bunun ortalama 50 kuruşunu fabrika bahsettiğimiz desteklerle karşılamak zorundadır. Kotası olmayan çiftçi bu desteklerden faydalanamaz. Üretim de yapamaz. Şimdi gerçek üreticinin kotası çok sınırlı olduğu için bu desteklerden faydalanamazken, üretici olmayan zengin köylü, ellerindeki yüksek miktardaki kotalarla fabrikanın imkânlarından faydalanarak, gerçek üreticinin ürettiği şeker pancarını daha tarlada iken çok ucuza almaktadır. Bu yüzden oluşan tefeciler gitgide zenginleşirken gerçek üretici yoksullaşmaktadır. Borç batağı içerisinde kıvranmaktadır. Bu yüzden intihar eden çiftçiler bile vardır. En son yapılan bir operasyonla yaptığı yolsuzluklar dolayısıyla içeri alınan Özışık, şu an yargılanmaktadır. Fabrika yönetimine kayyum atanmıştır ve 1 yıl içerisinde tekrar yönetim seçilmek zorundadır.
Pandoranın kutusu Ülkenin en büyük şeker fabrikası olan ve gerçekten çiftçinin alın teriyle müthiş bir kar kapısına dönüşen bu işletme ne yazık ki gerçek sahibi üretici köylünün cellâdı olmuştur. Üretici hariç birçok insan buradan zengin olmuş, saltanat kurmuştur. Yargı aşamasındaki bu olayda belki köylünün iyi bildiği gerçekler ortaya çıkacak, belki de herkes yaptığı ile kalacaktır. Üreticinin şimdi düşündüğü tek şey ürettiği ürün parasının 2011 Mayıs’ında ödenip ödenmeyeceğidir. Bir de köylünün kendi aralarında konuştuğu, Kayseri Şeker Fabrikasının Kayseri’nin göbeğindeki paha biçilmez arsasıdır. Bunu da zaman gösterecektir. Kayseri Şeker Fabrikası pandoranın kutusu gibidir. Bu kutu açılırsa çok insan yanacaktır. Çok insanın da kar kapısı kapanacaktır. Aslında buradaki esas sorumluluk üretici köylüye aittir. Yıllardır özellikle bu bölgede, sendika çalışmaları olmuştur. Üretici köylü bir sendika çatısı altında birleşebilseydi, lehine gelişen bu tür olaylar karşısında daha net ve dik bir duruş sergileyebilecekti. Korku ya da yılgınlık olmayacaktı. Bu alternatif hala mümkündür ve artık bir zorunluluk halini almıştır.
Akdeniz çivi işçieri kararlı İşe geri dönmek için mücadelelerini sürdüren çivi işçileri bir süre önce başlattıkları imza kampanyasını da sürdürüyor. İşçilerin topladığı imza, TBMM İnsan Hakları Komisyonuna ve CHP Genel Merkezi'nde yetkililere verilecek Hakları ve işleri için mücadele eden çivi işçileri mücadelelerini işlerine dönene dek devam ettireceklerini ve bunda kararlı olduklarını belirtiyor. Şu anda imza kampanyasına sendikaları önünde devam eden çivi işçileri açtıkları dövizlerle, bildirilerle ve stant çalış-
masıyla halkla buluşuyor ve sendikaya üye oldukları ve haklarını aradıkları için işten çıkarıldıklarını ve bu nedenle direndiklerini anlatıyorlar. Bu hak arama mücadelesinin kendileriyle sınırlı olmadığını, toplumsal bir sorun ve sistem sorunu olduğunu belirterek direnişi sahiplenme çağrısı yapıyorlar.
İşe iade davası açtılar İşlerine geri dönebilmek için işe iade davası açan işçiler hukuki açıdan da mücadelelerini sürdürüyor. Birleşik Metal-İş üyesi çivi işçi-
lerinin işe iade davasının ilk duruşması 20 Aralık günü Mersin'de görüldü. Dava 24 Ocak 2011 tarihine ertelendi. Akdeniz Çivi Fabrikası'nda 83'ü sendikalı 110 işçi, patronun lokavt ilan etmesi ile işten atılmıştı. Akdeniz Çivi işçileri, sendikaya üye olunca işten çıkarılmış, patronun CHP’li kimliğine vurgu yaparak CHP il binasını işgal etmişlerdi. Sendikaya tahammül edemeyen Akdeniz Çivi’nin mali işlerine de CHP Mersin İl Başkanı Yılmaz Şanlı bakıyor.
12-13_Layout 2 1/5/11 7:58 PM Page 1
10-20 OCAK 2010 Halkın Günlüğü
Yeni Demokrasi bayrağı Siyasi iktidarın “demokratikleşme’’ nakaratı eşliğinde “ileri demokrasi’’ yalanıyla kopardığı tasfiyeci-gerici yaygaranın, bugün yarattığı kirli havada, devrimci halk sınıflarının temsil ettiği gerçek demokrasi bayrağının daha parlak, daha berrak ve daha cüretkar kaldırılmasını ivedi kılmaktadır. Bu bayrak, Halk Demokrasisi ve Devrimci Demokrasi’nin ideolojik-politik çizgisi hattında yayın hayatına başlayan Halkın Günlüğü gazetesinin temsil ettiği bayraktır.
Komprador Zümrenin “Demokratikleşme’’ Karartmasını Yeni Demokrasi Bayrağı İle Aydınlatalım!
Siyasi zeminde (ve iktidar meselesine bağlı olmak kaydıyla), özgürlük ve demokrasi sorunu, ezelden beri ezen-ezilen/sömürensömürülen çelişkisi denkleminde sınıf kategorilerine bölünmüş insanlık toplumunda en temel sorun olmuştur. Devrimci halk sınıflarının demokrasiden mahrum bırakılmalarının ürünüdür ki, demokrasi ve özgürlük, ezilen emekçi kitleler nazarında kadim bir erek ve elde edilecek ulvi bir değer ola gelmiştir. Özgürlük ne kadar az ve ne kadar köreltilmiş ise, özgürlük özlemi ve özgürlük talebiyle boy veren mücadele o kadar büyüktür. Baskı biçimleri ne kadar fazlaysa, baskıya karşı koymanın biçimleri de o kadar zengindir. İnsan ve toplumsal yaşamının kopmaz parçasını teşkil eden özgürlük ve demokrasi arayışı, siyasi mücadeleleri besleyen baki bir dinamik temel olmuştur. Türkiye-Kuzey Kürdistan toprağı, faşist iktidarların hükmü altındaki yönetimlerle bilumum anti-demokratik baskıları tanıdığı gibi, sonu gelmeyen demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin zengin deneyimine de yataklık yapmıştır. Sınıf devrimi ve mücadelelerinin teorikpratik tarihi tecrübesinin verdiği birikimle, coğrafyamızın demokrasi-devrim mücadelesi Yeni Demokrasi mücadelesi biçiminde ifade bulur.
proletarya önderlik yapıyordu. Bunun anlamı, devrim sonrası iktidar burjuvaziye ait değil, halka aitti; kurulan iktidar halk iktidarıydı. İkinci özellik olarak, gerçekleştirilen demokratik devrim, burjuvazinin önderliği altındaki gibi yerinde çakılıp kalmadan kesintisiz olarak sosyalist devrime geçişi hedefleyen niteliğe sahipti. Yeni Demokratik Devrim ve Yeni Demokrasi mücadelesi bu şartlarda başladı ve bu özelliklerle ortaya çıktı.
Türkiye-Kuzey Kürdistan proletaryası ve çilekeş halklarının demokrasi/devrim mücadelesi çetin çarpışmalar çeşnisi içinde büyük fedakarlıkları takip ederek, ağır bedellerle omuzlanmaktadır. Devrim, karşı-devrimin amansız, bir o kadar da azgın saldırıları, fütursuz baskı ve mezalimi altında hasıl olmaktadır. Faşist diktatörlüğün kanlı-kansız terörü, değişik ulus ve azınlıklara karşı imhainkar odaklı asimilasyon ve soykırıma dayalı ırkçı, şoven milli baskı politikaları, ülke halkları ve devrimci hareketine karşı ‘’de-
mokratikleşme’’ sosuyla tatlandırılan tasfiyeci saldırıları ve barbarlığa taş çıkaran uslanmaz baskıları; devrimci güçleri amansız mücadeleler içinde sertleşmeye itmekle birlikte, devrimci yapıları daha sıkı, daha kararlı, daha nitel ve profesyonelce organize olmaya itmektedir.
Faşist hakim sınıfların zor örgütü olan devlet mekanizması ve bu makinenin tüm kurum kuruluşlarıyla, çeşitli millet ve milliyetlerden ülke halkları üzerinde uyguladığı vahşi baskı ve sömürüyle, haksız ve hukuksuz yasaklar zinciri içinde kazanılmış hakların gaspıyla, insan hak ve özgürlüklerini sonuna kadar kırparak insani yaşam koşullarını yutmaya varan büyük bir canavarlık dalgasıyla tam bir terör estirmektedir. Örgütlenme-gösteri-yürüyüş hakkı, din-vicdan özgürlüğü, eleştiri ve düşünce beyanı ile basın özgürlüğü, kadın hakları, eğitim ve sağlık sorunları, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı bağlamında millet ve milliyetlerin hak ve
Yeni Demokratik Devrim mücadelesi, burjuvazinin devrimci barutunu tüketerek gericileştiği, dolayısıyla da demokratik devrimlerin, kendi adına tarih sahnesine çıkan proletaryanın omuzlarına bindiği; diğer bir değişle, burjuva demokratik devrimleri döneminin kapanıp proleter devrimleri döneminin açılmasıyla birlikte, burjuva demokratik devrimini tamamlamamış olan toplumda filiz verdi. Bu tarihten itibaren demokratik devrimlere burjuvazi değil, proletarya önderlik etti. Proletaryanın, tamamlanmamış olan bu görevi tamamlamak üzere gerçekleştirdiği demokratik devrimler, eski tip demokratik devrimlerle biçimde aynı, özünde ise farklıydı. Artık demokratik devrimlere burjuvazi değil,
Yeni Demokrasi mücadelesinde yeni bir mevzi; Halkın Günlüğü Coğrafyamızda siyasi iktidar hedefiyle beliren bu davranış ve mücadele çizgisiyle saptanan somut görev, Yeni Demokratik kültürün ideolojik-politik-örgütsel inşasıyla Yeni Demokrasisinin egemen kılınması görevidir. Bu görevin başarılması için kullanılan örgüt-örgütlenme ve mücadele biçimlerinin önemli bir parçası hiç kuşkusuz ki, Halkın Günlüğü çizgisindeki ideolojik-kültürel cephe ve bunun basın yayın faaliyetidir. Buradan hareketle, “Halkın Günlüğü” gazetesi, TürkiyeKuzey Kürdistan coğrafyasında Halk Demokrasisi/Yeni Demokratik Cumhuriyet uğruna verilen mücadelenin önemli bir parçası olarak rol üstlenir ve Yeni Demokrasiye duyulan ihtiyacı karşılamanın bir unsuru olarak yayın hayatına girer.
Yayın politikası ve siyasal çizgisini, proleter demokrasi perspektifinde ‘’halk için demokrasi’’ prensibiyle tayin eder, bu değerlerle belirler. Halkın Günlüğü gazetesi, ezilen emekçi halk kitlelerinin ideolojik-kültürel cephedeki sesi ve kürsüsü pozisyonunda olup, devrimci halk kitlelerinin proletarya önderliğinde gerici hakim sınıflara karşı verdiği mücadelenin basın-yayın alanındaki devrimci misyonunu üstlenir, temsil eder. Halkın Günlüğü gazetesi, proletarya ve halk kitleleri ile emperyalizm-feodalizm ve komprador bürokratik burjuvazi arasındaki mücadelede; kitlelerin sınıf bilinciyle aydınlanıp örgütlenmesi göreviyle halktan yana pozisyon alır, buradaki yöneten-yönetilen çelişkisinin çözümü için devrimci kaygıdan
feyiz alır. Halkın Günlüğü gazetesi, emperyalist neo-liberal strateji ve her türden burjuva uzantısı akımın ideolojik-siyasi saldırı furyasına karşı, bilimsel sosyalizm teorisi ışığıyla geniş halk yığınları adına yanıt olan güzergahta demokratik-devrimci bir araç-organ vasfıyla görev alır. Gerici egemen sınıfların yönetme ve iktidarlarını koruyup sürdürmenin bir unsuru olarak kullandıkları kendi burjuva basın-yayın organları ve tüm medyaları üzerindeki tekelleriyle, halk kitlelerini yalan, çarpıtma, taraflı, sansasyonel ve asparagas haber ve tek yanlı bilgilere dayalı bilinçli politikalarla manipüle ederek yönlendirip şekillendirdikleri, halk kitlelerinden gerçekleri gizledikleri, bilgi ve haber kaynaklarını ki-
12-13_Layout 2 1/5/11 7:58 PM Page 2
perspektif
ı Halkın Günlüğü’nde eşitlik sorunu anlamında milli sorun, emperyalist tahakküme bağlı olarak bağımsızlık sorunu, toprak sorunu ve benzeri gibi bütün hak ve özgürlükler kapsamı bu feodal-faşist sınıf iktidarının (ve terörünün) gadrine uğrayan alanlardır. Bu tablo, gerici egemenlerin burjuva anlamda da olsa demokrasi ve özgürlüklerin köküne kibrit suyu döktüğünün resmidir. Daha da önemlisi, bu tablo, demokrasi ihtiyacını açığa çıkarmakta ve demokrasi sorununu konu alan mücadeleyi gündeme taşıyarak devrimin önüne öncelikli olarak koymaktadır. Yani, Yeni Demokrasi niteliğindeki demokrasi-devrim ihtiyacı aktüel bir sorun olarak öne çıkmakta, gündemdeki devrimin biçimini tayin etmektedir. Asgari devrim programı olarak gündemde olan devrim Yeni Demokratik Devrimdir ki, bu Yeni Demokrasi’nin egemen kılınması demektir. Bu, coğrafyamızda demokratik devrimin gerçekleştirilememiş olmasının koşulladığı iktidardaki hakim sınıf-
ların sınıf karakteri, devlet yapısı ve yönetim biçimi ile toplumsal sistemin yarı-feodal/yarısömürge niteliğinin ürünüdür.
Komprador faşist düzenin zalimane baskılarına yaşamın her alanında maruz kalan proletarya ve emekçi halk kitleleri, adeta ‘’ölüm-kalım mücadelesi’’ olan bu güçlükler içinde sınıf mücadelesini örgütlü güçleri ve çeşitli mücadeleleriyle temsil edip yürütmektedirler. Gerçek manada hiç tattırılmayan ve hatta yok edilmiş demokrasi ve özgürlükler, halklarımızın aynı saiklarla ve aynı uğurda dinmeyen mücadelelerine tanık olmakla birlikte, bu mücadele gerici egemen sınıflar tarafından kerelerce kana boğulup şiddetle bastırılmasına karşın durmaksızın gelişip serpilmektedir. Bu mücadele demokrasi sorununu devrim sorununa bağlayarak anlam kazanmaktadır. Özetle, coğrafyamızdaki siyasi iktidar için verilen sınıf mücadelesi toplumsal şartlarımızın özellikleri itibarıyla demokrasi mücadelesi olarak biçimlenmektedir. De-
mokrasi meselesinin çağımızda ve toplumumuz şartlarında aldığı nitelik, Yeni Demokrasi mantalitesinde Yeni Demokratik Devrimde karakterize olur.
Demokrasi her haliyle bir sınıf niteliği taşır, sınıflar üstü bir demokrasi tasavvur edilemez. Bunun gibi, her demokrasi kesinkes bir diktatörlük biçimi olarak belli bir sınıf diktatörlüğünü temsil eder. Her sınıf kendi demokrasisini kurarak öteki sınıfa baskı uygular; demokrasisini öteki sınıfın üzerinde egemenlik kurma, yönetme unsuru olarak kullanır. Yeni Demokrasi de proletarya önderliğinde halkın diktatörlüğü veya halk iktidarının yönetim biçimidir. Burjuva demokrasisi ile Yeni demokrasi (Halk Demokrasisi), sınıf niteliklerinde ayrışırlar. Burjuva demokrasisi halk kitleleri üzerinde bir baskı ve egemenlik aracıyken, Yeni Demokrasi de proletarya önderliğinde halk kitlelerinin burjuvazi üzerindeki baskı ve egemenlik aracıdır. Dolayısıyla, burjuva demokrasisi ile Yeni Demokrasi sınıfsal özleri
açısında temelden farklı niteliklerdir.
Yeni demokrasi mücadelesinin geliştirilmesi tarihsel bir öneme sahipken; halklarımızın demokrasi ve özgürlük talebini karşılayıp, toplumumuzun demokratikleşme sorununu çözmek ve mevcutta hüküm süren toplumsal sistemin devrimci yoldan değiştirilerek yerine Halk Demokrasisinin kurulması için gerekli ve şarttır. Türk hakim sınıfları devletlerini sürecin ihtiyaçları temelinde onarırken, ‘’demokratikleşme’’ demagojisiyle derin bir tasfiyecilik ekmektedirler. Faşist sistemlerinin tahkim edilip devletlerinin yeniden yapılandırılması için sahte ‘’demokrasi’’ sürümü yapmaktadırlar. Bu çürük sürüm, devrimci hareketin tasfiye edilmesi için manivela edilirken, faşist diktatörlüğü peçelenmek ve faşizmi güncellemenin unsuru olarak da kullanılmaktadır. Kısacası, ‘’demokratikleşme’’ yalanı altında faşist diktatörlük pekiştirilmektedir. Tasfiyecilik büyük bir tehlikeyken, bu tasfiyeciliği başarı yoluna sokan unsur, hilelisinden ‘’demokrasi’’ silahıdır. Tam da burada, Yeni Demokrasi, bu tehdit ve tehlikelerin savruşturulması adına kazılan sağlam ve anlamlı bir mevzidir. Siyasi iktidarın ‘’demokratikleşme’’ nakaratı eşliğinde ‘’ileri demokrasi’’ yalanıyla kopardığı tasfiyeci-gerici yaygaranın, bugün yarattığı kirli havada, devrimci halk sınıflarının temsil ettiği gerçek demokrasi bayrağının daha parlak, daha berrak ve daha cüretkar kaldırılmasını ivedi kılmaktadır. Bu bayrak, Halk Demokrasisi ve Devrimci Demokrasi’nin ideolojik-politik çizgisi hattında yayın hayatına başlayan Halkın Günlüğü gazetesinin temsil ettiği bayraktır. Halkın Günlüğü gazetesinin temsil ettiği bu bayrak, özü proleter olan Yeni Damokrasi bayrağıdır. Halkın Günlüğü gazetesi, açıktan devrimci halk kitlelerinden yana olduğunu beyan eder; proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü mücadelede sakınmadan ve tereddütsüzce proletarya saflarında yer alır. Halkın Günlüğü gazetesi, kendi sahasında anti-emperyalist, anti-feodal, anti-faşist mücadele ve güçlerin sözcüsüdür. Halkın Günlüğü gazetesi, sınıflara karşı olduğu kadar, sınıflar mücadelesine ve sınıf iktidarlarına karşı da kayıtsız değil, proleter devrimci sınıf tavrıyla açıktan taraftır.
ralayıp satın alınarak denetimlerinde tutup sınıf çıkarları doğrultusunda kullandıkları, bu anlamda iktidar ve devlet bekaları uğruna ideolojik-kültürel hegemonya kurdukları şartlarda; Halkın Günlüğü gazetesi bu kokuşmuşluğa alternatif olarak demokratik-devrimci-sosyalist kültür ve ideolojinin yayılması rolüyle doğru haber ve bilgi kaynağı olarak son derece önemli bir yer tutmaktadır. Halkın Günlüğü gazetesi, çeşitli ulus ve azınlıklardan Türkiye-Kuzey Kürdistan işçi sınıfı ve köylülüğü başta olmak üzere bütün devrimci sınıf ve ara katmanlarının proletarya ideolojisi önderliğinde, bilumum gerici zümreye karşı açtığı büyük meydan okuyuşun demokratik mücadele cephesinde kayıtsız şartsız ve alenen yer alır, sözcülüğünü üstlenir. Halkın Günlüğü gazetesi, Maoist ideolojik-siyasi doğrultusunu sakınmadan deklere eder, saklama gereği duymaz. Sınıf siyaseti ve tavrı adına sahiplendiği misyonunu, gerici-faşist saldırılara boyun eğmeden bedeller ödeme pahasına gö-
ğüsler, yerine getirir. Her türden gerici kuşatma ve baskıya karşın, temsil ettiği ideolojik-siyasal çizgisi ve devrimci geleneğinden ödün vermez. Halkın Günlüğü gazetesi, ülkenin demokratik siyasi mücadele gündemi ve görevleri hakkında gerekli sorumlulukları sınıf tavrına uygun kararlılıkta taşıma bilinciyle hareket eder. Sonuç olarak, ideolojik-teorik-politik ve tüm doğrultusuyla Devrimci Demokrasi gazetesinin temsil ettiği Yeni Demokrasi geleneğinden beslenen Halkın Günlüğü gazetesi, omuzladığı geleneğin bütün içerik ve iddialarını taşımakla birlikte, bu içeriği daha da geliştirip ileri taşıma hedefiyle yayın hayatına başlamıştır. Başlarken, içeriğin zenginleştirilmesi hedefine bağlı olarak yazar bileşenini genişletmenin yanı sıra, okur kitlesine daha erken ulaşma ve okura teknik kolaylıklar sağlama amacıyla, gazete ebatlarını küçültmüş ve yayın süresini şimdilik on güne çekmiştir. Hakim sınıfların her türlü baskısına maruz kalarak büyük
zorluklar içinde yayın yaşamını sürdüren devrimci basın sınıf mücadelesinde küçümsenemez bir fonksiyona sahiptir. Halkın Günlüğü gazetesi söz konusu basın içinde gözde bir yere sahip olup ileri bir fonksiyondur. Bu mevzinin etkin kullanılması demokrasi mücadelesinin örgütlenip geliştirilmesi ve güçleriyle buluşması bakımından fevkalade gerekli bir ihtiyaçtır. Gerek bu ihtiyaçtan ötürü ve gerekse de karşı karşıya olduğu zorluk ve imkansızlıkların karşılanıp, demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak etkin kullanılması için, okur ve yazar bileşenlerimiz başta olmak üzere demokrasi mücadelesine karşı sorumluluk taşıyan her ilerici-demokrat-devrimci ve aydın kişinin Halkın Günlüğü’nün ihtiyaçları temelinde katkı sunması, bu mevziiyi ileri taşımak için dayanışmada bulunması önemlidir. Halkın Günlüğü gazetemizin başladığı yayın yaşamı serüveninde başarılı olacağına inancımızı paylaşıyor, selamlıyoruz!
14-15_Layout 2 1/5/11 3:38 PM Page 1
GENÇ YORUM sinan çakıroğlu
ÜNİVERSİTELERDEKİ GELİŞMELER VE “YENİ” BURJUVA JARGON ündemi taşarcasına dolduran onca “hengâmenin” arasında, “medyanın bilinçli olarak ekranlara taşıması sonucunda”, öğrenciler cephesinde bir dizi gelişmelere tanık olduk. ‘Eşit, parasız, bilimsel, anadilde eğitim’ emeli için mücadele yürüten üniversite gençliği, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP)’nin Eş Başkanı Erdoğan’ı protesto etmek için Dolmabahçe’ye doğru yürüyüşleri esnasında “ileri demokrasinin” gazabına uğradılar. Büyük ileri “atılımın”, “muasır medeniyetler” seviyesine çıkmanın bedeli bir şekilde ödenmeliydi. Halk gençliğinin bu bedelde payına düşen faturanın kesilmemesi hoş karşılanamazdı. Mademki “durmak yok, yola devam”, toprağı işlercesine biçer-döverden geçirilen tüm toplumsal tabakalar “rolünü oynamalıydı”. İki büyük sınıfın bir birinin boğazına acımasızca –bu oyunun temel kuralıdırgeçirdiği ellerin, hangisinin diğerini dize getireceği uğraşının olduğu bir toplum –sınıflı toplum- gerçekliğini gün gibi çıplak ve net görenler, giriş bölümünde çizilen resme –hatırlarsanız, “sevgili” Batum, bizlerin faşizmin resmini çizemeyeceğimizi söylüyordu. Çokta haksız sayılmaz. Faşizmin resmini ezilenler değil ezilenlere bu zulmü uygulayanlar çizebilir!- anlam verecektir. Tablo yarım kalamazdı. Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın Guernica’sı an be an çizilerek “sanat” ifşa eden “yeni düzen” inşa edilmeliydi. Hacettepe Üniversitesi’nde “konferans” diye nitelendirilen fakat bizzat gerici dünyanın yeniden üretimi için “kadro” temeli olan düzenleme, devrimci-demokrat öğrencilerin katılmak istemesi sonucunda “şaşkınlıkla” karşılandı. Hakim sınıflar o kadar “şaşırmıştı” ki, modern besleme ÖGB’ler eşliğinde halk gençliğine saldırmaktan kendilerini alamadılar. Yine bir başka “şaşkınlık” tezahürü olarak, gençler ulu orta tacize uğradılar. Hani şu geçtiğimiz aylarda seçim havasında geçen Anayasa Referandumu, öyle geliyor ki egemenlere “yeterlilik” sağlamamış. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, “Türkiye’de Anayasa” başlığı altında düzenledikleri konferansa katılan hakim sınıfların iki klik sözcüsü, tabiri caizse gafil avlandı. Öğrenci halk gençliğine yönelik onca yapılan saldırıdan sonra, öğrencilerin “meramını” dinlemek ve onlarla “tartışmak” hesabı, çarşıdan geri döndü. Haklı olarak tepkilerini dile getiren öğrenciler, her iki klik sözcüsünün de onların hangi sınıfları temsil ettiklerini bilerek, meşru bir tavır sergilediler. İlk önce Batum ile tartışmaya tutuşan gençler, hazırlıklarını okun sivri ucu olan AKP gericiliğine saklayarak, hak edene hakkını verdiler. Netice olarak ziyan olan yumurtalar, iki gerici kliğinde teşhirine vesile olduğu için meşru tavrın başoyuncuları oldular. Yaşanan gelişmelerden sonra, tüm ekranlar öğrenci gençliğine kilitlendi. Orantısız güç teorilerinden, 68 ruhuna, yumurta şenliğinden “gaz” açılımına kadar birçok konu iğdiş edildi. Olayların gelişim seyri bir kenara bırakılarak, “Avrupa-i protesto” gibi burjuva bulamacından geçirilmiş bilindik jargonun “yeni” yüzü resmeylendi. Hâkim sınıflar terim yarışında yalnız kalmadılar. Yanı başlarında duran neo-liberal solcularımız, “bu yarışta bizde varız” dediler. Bizim açımızdan net olan
G
bir şey var ki, post modern jargon olguları sınıflar üstü alma uğraşında olduğu kesindir. Kıymeti kendinden menkul orantısız güç teorisi anlattıklarımıza canlı bir örnektir. Sanki laboratuar ortamında fizik denemesi yapılıyor da hammaddenin oranını hesaplayacağız. Kantar kimin elinde? Hangi sınıfa ait? Şiddetin belirleyicisi kim? Tüm bu sorulara ‘devlet’ cevabını verenler, yine aynı sonuca işaret etmektedirler; sınıflar üstücülük! Yine diğer bir belirleme olan Avrupa-i protesto, sınıflar arasında açılan makasın öğrenciler cephesinde saklanmasının başka bir adıdır. Hakim sınıflar, kendilerine karşı öğrencilerin girişmiş olduğu en pasif tavrın dahi radikalize olmaması, devrimci mecraya akmaması için burjuva kanallar açıyor. Eylemleri gerçekleştiren ve gönülden destekleyen öğrenci gençlik ve gençlik tabanının sınıf bilinciyle buluşabilme ihtimalinden, Frankeştayn’dan korkar gibi ürperen egemenler, yaşananları tasvip etmediklerini, “demokratik” bulmadıklarını söylüyor ama aynı zamanda “özgürlük” bayrağını sallayarak Avrupa-i protestolar maskesi altında, ezilenleri manipüle etmek istiyorlar. Çağrı oldukça yalın; kısmen bağırabilirsin, konfeti hatta ve hatta yumurta dahi atabilirsin ama çerçeven Avrupa-i kalmalıdır! Bilimsel komünist literatürdeki karşılığı ise şudur; burjuvazinin minderinde onu beğenmesen de, tepkilerini dile getirebilir ama bunun ötesine çıkamazsın. Taleplerin sadece sistemin tekrar üremesi ölçütünde kendisini gösterebilir. Burjuva-feodal gericilik alt edilmez, reforme edilebilir. Terimler üzerine yürütülen bu tartışmalarda hâkim sınıf klikleri bir bütün hem fikir olsa da esas itibariyle tartışmaları burjuva liberaller yürütmüştür. Her ne kadar CHP gericiliği, AKP gericiliğinin kitle tabanına oynamak için “değişim” çizgileri gösterse de, oyunları tuttuğu söylenemez. “Demokratik tartışma”, en demokratik üslubuyla peçesini çıkarmış ve bilindik faşist rolünü oynamıştır. Yine Cemil Çiçek’in ‘68 hareketini taklit etmeye meyilleşmeyin zira sonunu çok iyi biliyorsunuz’ tehdidi bunu göstermektedir. Gelişme bölümünde de dile getirdiğimiz gibi, neo-liberal solcular Avrupa hayranlığının “görkemine” kapılarak burjuvaziye sol kuyruk olmuşlardır. Birgün gazetesinde ‘Haksızlık etmeyeyim; bir haber daha var: Polisin orantısız güç kullanıp kullanmadığını belirlemek için müfettiş görevlendirilmiş… Yetmez ama, iyidir’ diyen L. Doğan Tılıç’ta da çok iyi görülebilir ki, olguların sınıf zeminine inmek yerine, ezilen sınıflara, sınıf uzlaşmacılığı reva görülmektedir. Görünüşe göre sayın Tılıç, bu “iyi” niyet gösterisinden, ezilenlerin yararına sonuç çıkarmak istemektedir. Ama bizler açısından Tılıç ve hempalarının içerisinde bulundukları misyon, tam da zıttın da bir yerde, egemenlerin hanesinde zikretmektedir. Burjuva-feodal sınıfların kulvarında sallanan bayrağın üzerinde, büyük puntolarla KOMÜNİST dahi yazsa zerre kadar ama zerre kadar kar getirmemektedir. Demokratik Halk Gençliği, ezilenlerin sınıf mücadelesi “niyet” sınırları içerisine hapsedenlere karşı teorik bir acımasızlık gütmelidir. Dünya gericiliğine sol kuyruk çizenler bahsini ettiğimiz münakaşa altında ezilmeden mutlak bir zafer mümkün değildir. Bilimsel komünizmin özüne yabancı retorik saldırılar defedilemeden, Demokratik Halk İktidarı yürüyüşü gerçekleştirilemez.
14 gençlik haber
MKÜ’de sağanak halinde ‘ceza’ yağıyor Demokratik hak ve taleplere olan tahammülsüzlük ve devlet eliyle “çözüm” olarak görülen şiddet, soruşturma, gözaltılar, hapishaneler vb. baskı uygulamaları bugün sömürü düzenini hâkim kılmak isteyen güçlerin estirdiği terör rüzgârları olup, aynı zamanda onların varlık koşullarıdır. Son süreçle beraber üniversite alanlarında da ayyuka çıkan bu faşizan uygulamalara Hatay’da bir yenisi eklendi. Mustafa Kemal Üniversitesi’nde 20 öğrenciye 40’tan fazla soruşturma açan üniversite yönetimi soruşturmaları sonuçlandırmaya başladı. Geçtiğimiz haziran ayında faşistlerin okula silahla girmesi ve devrimci, demokrat, yurtsever öğrencilerin ise bu olaya sessiz kalmayarak ’‘Üniversitede silah değil bilimsel eğitim istiyoruz” sloganıyla basın açıklaması yapmak istemişti. O esnada öğrencilerin yapacağı basın açıklamasına ÖGB ve Jandarma biber
gazı ve copla saldırmış, saldırı sonrası bir çok öğrenci yaralanmıştı. Öğrenciler ve ‘’güvenlik” güçleri arasında yaşanan çatışma sonrasında devrimci, demokrat, yurtsever öğrenciler üzerinde yıldırma politikası izleyen üniversite yönetiminin açtığı çeşitli soruşturmaların sonucunda; 15’den fazla öğrenciye en az bir hafta olmak üzere okuldan uzaklaştırma ‘’cezası” verilirken, aralarında DGH’li bir öğrencinin de bulunduğu 7 öğrenciye ise1 yıl uzaklaştırma verildi. Ayrıca soruşturma açılan öğrencilerin çoğunun son sınıfta olması yani mezuniyetlerine bir dönem kalmışken öğrencilere birer yıl uzaklaştırma verilmesi saldırının boyutlarını ve amaçlarını ortaya koyuyor. MKÜ’lü öğrenciler, verilen birer yıllık uzaklaştırmalar karşısında, eğitim haklarının ellerinden alınmasına izin vermeyerek, haklarında açılan soruşturmalara karşı üniversite yönetimine dava açtılar.
Ege Üniversitesi’nde panel İZMİR- Ege Üniversitesi’nde polisin ajanlık teklifini kabul etmediği için katledilen Ali Serkan Eroğlu, 24 Aralık 1997 yılında Ege Üniversitesi İletişim Fakütesi tuvaletinde asılı olarak bulunmuştu. Polis tarafından ajanlık teklif edilmiş ve kabul etmediği için bayıltılarak asılan Ali Serkan Eroğlu çeşitli eylemlerle Ege Üniversitesi’nde anıldı. Ali Serkan Eroğlu’nu anma etkinlikleri çerçevesinde devrimci-demokrat öğrenciler Mühendislik Fakültesi’nde bir panel düzenledi. Taylan Akdağ, Mehmet Tursun, Temel Demirer ve birçok öğrencinin katılımıyla gerçekleştirilen panelde ilk sözü alan Ali Serkan Eroğlu’nun arkadaşı Taylan Akdağ konuşmasında Serkan’ın fikirlerini hayata geçirdiğini, düzenli ve programlı yaşayan bir öğrenci olduğunu, herkesin beğenisini kazandığını ve onun yoldaşı olmaktan mutluluk duyduğunu belirtti. Panelin devamında polisin ‘dur ihtarı’na uymadığı gerekçesiyle polis tarafından katledilen Baran Tur-
sun’un babası Mehmet Tursun söz aldı. Mehmet Tursun Türkiye’de faili meçhullerin, kayıpların, infazların bitmediğine dikkat çekerek, Baran Tursun davasında kendisine ve ailesine yönelik baskı ve tehditlerin olduğunu ama bu tehditlere boyun eğmediklerini ve oğlunun davasını sonuna kadar sürdüreceğini söyledi. Mehmet Tursun’un ardından söz alan Temel Demirer, devlet tarafından yapılan baskıların kendisine de uygulandığını ve hakkında birçok davanın açıldığını belirterek, “Bu davalarda devletin katil olduğu gerçeğini söylemekten suçlanıyorum ama bugün yine A.Serkan Eroğlu ile birlikte tekrar bu devletin katil bir devlet olduğunu söylüyorum” dedi. Demirer, kendisinin de bir zamanlar Ege Üniversitesi öğrencisi olduğunu ve o zamandan bu zamana değişen hiç bir şey olmadığını, devletin zulüm ve baskılarının devam ettiğini söyleyerek “her şeye rağmen umudun gençlikte, geleceğin gençlikte olduğunu biliyorum. Ve mutlaka bu kapitalist düzenin yıkılacağına kuvvetle inanıyorum.” dedi
Aydın Erdem anıldı Geçtiğimiz yıl BDP’nin kapatılmasını protesto amacı ile gerçekleştirilen eylemler sırasında polis kurşunu ile vurulan Dicle Üniversitesi öğrencisi Aydın Erdem bir çok üniversitede yapılan eylemlerle anıldı. Aydın Erdem’i anmak amacıyla Dicle Üniversitesi başta olmak üzere, Urfa, Hakkari, Mardin, Van, Muş, Siirt, Kocaeli, İzmir, Muğla, Isparta ve Dersim’ de eylem ve etkinlikler düzenlendi. Aydın Erdem’in polis kurşunuyla öldürülmesini protesto eden binlerce öğrenci dersleri boykot ederek, sınavlara girmedi. Yoğun katılımın olduğu eylemlerde bu tür olaylarda polisin aklandığı vurgulanarak, adeta teşvik edildiği dile getirildi. Aydın Erdem’in de devletin faşist zihniyetinin sonucu olarak kimliğinden kaynaklı hedef seçildiği belirtildi.
14-15_Layout 2 1/5/11 3:38 PM Page 2
gençlik yorum 15
10-20 OCAK 2011 Halkın Günlüğü
Orantısız güç ya da aşırı demokrasi Demokrasi tartışmaları bilinçli olarak AKP ve CHP ekseninde yapılıyor. Burjuva medyanın yaptığı bu manipülasyon kitlelerde kafa karışıklığına yol açarken, bazı “sol” örgütlerde bu duruma yedekleniyor.
malardan galip çıkmıştır.
AKP’nin faşist yüzü ortaya çıkmıştır Bugün yapılan saldırılar da hem muhalif üniversitelilerin önünü kesmek, hem de toplumun tamamına korku salmak amaçlıdır. Yaşanan polis saldırıları kendisini darbe karşıtı ilan eden, demokrasi havarisi olarak nitelendiren AKP hükümetinin faşist yüzünü ortaya çıkarmıştır. Bu noktada hak mücadelesi verenler olarak, etkili teşhirlerle, mağdur siyasetinin bir adım ilerisine olsun geçebildiğimizde mücadelenin olumlu sonuçlarının artacağını düşünüyoruz.
İstanbul Dolmabahçe’de R.Tayyip Erdoğan ve üniversite rektörleri bir araya gelerek YÖK’e ilişkin bir toplantı yaptılar. Yapılan toplantı, çeşitli öğrenci örgütleri tarafından protesto edilerek birçok eylem organize edildi. İstanbul’da yapılan eylemler içerisinde iki tanesi hem eylem sırasında yaşananlar hem de (özellikle) eylem sonrası yaşananlar-yazılanlar-konuşulanlar itibariyle ön plana çıkıyordu. Öğrenci Kolektifleri ve Genç-Sen tarafından organize edilen iki eyleme farklı noktalarda polis saldırmış, bildik görüntüler eşliğinde öğrencilerin bazıları gözaltına alınmış, geri kalanı ise eylemlerini bitirmek zorunda bırakılmıştı. İlk etapta gayet sıradan ve normal görünen bu tabloya yaklaştığımızda ise karşımıza bambaşka şeyler çıkmaya başladı. İlk önce belirli televizyon kanallarında her zaman yapıldığı gibi kısaca gösterilen saldırı görüntüleri, diğer gün sanki bir kumandaya basılmış gibi, başta Doğan medya grubunun basın-yayın organları olmak üzere birçok burjuva-feodal basın organında geniş yer bularak adeta demokrasicilik yarışı içerisine girildi.
Demokratik Gençlik Hareketi: Popülist eylem tarzları kutsanıyor!
GençSen, DHG ve Öğrencileriyle Kolektifleri ile yaptığımız söyleşilerde, Radikal bir “devrim” yaparak son günlerdeki öğrenci eyvizyonunu yenileyen ve Taraf gazetesinin misyonuna soyulemleri üzerine medyada yanan Radikal gazetesi tarafınpılan tartışmaları, bu tartışma- bir durum olsa dan manşete taşınarak, o gün neredeyse bütün köşe yazarların amacı, üniversitelerdeki gerek. Burjularının bu konu özgülünde yazva-feodal polis destekli saldırılar ve de- medyada maları, yine birçok gazete ve güninternet sayfalarında benzer mokratik hak arama mü- lerce manşetlerhaber ve yorumların yer alması ve tam cadelesine etkisi üzerine birde verilen ve final olaraktan (bir eylemcinin “demokrasi” saldırı sırasında aldığı darbelerden kısaca düşünceler tartışmaları arenadolayı bebeğini kaybettiği haberi dusına döndürülen söz aldık yulunca) televizyon kanallarında ardı konusu eylem sonrası yasıra tartışma programları yapılarak, şiddet ve demokrasi üzerine haylice geniş “sohbetler” yapıldı, çözüm önerileri sunuldu. Son yıllarda aslında alışık olduğumuz ve fakat bu kadarına bünyemizin alışık olmadığı bir “demokrasicilik” oyunu ile karşı karşıyayız. Bir taraftan had safhaya çıkan hak gaspları, sokak infazları, işten atmalar ve en küçük demokratik hak alma eylemlerine yapılan saldırılar, diğer taraftan ise tüm bu yaşananları sözde eleştiren ve demokrasi ile bağdaştırmayan “demokrasi” havarilerimiz. Son yaşanan olay üzerine özellikle CHP ve hatta MHP’nin gösterdiği “tepki” oldukça düşündürücü ve fakat bu kesimlerden medet umup, bunların kendilerine sahip çıkmalarına sevinen aklı evvel solcularımızın tavırları ise bir o kadar düşündürücü olmaktadır. Özellikle CHP tarafından yapılanlar AKP “karşıtlığı” için iyi bir malzeme yapılarak “zulüm, orantısız güç, terör” olarak damgalanıp, buradan prim kapma çabasına girilmiştir. Yapılan eylemde saldırıya uğrayan bazı öğrencilerin CHP’li “vekilleri” tarafından Meclis’e davet edilmeleri ve bu davetten duydukları gururu yansıtan görüntüleri bizce yapılan saldırıdan daha vahim bir olgudur. Oldukça haklı bir eylem sonrası, faşizmin karakterinde olan saldırı politikasına karşı, halk nezdinde oluşan haklı bir tepki, sokakta halkla birlikte örülecek bir sürece evriltileceğine, o saldırının en yaman savunucularından olan (şekilde tersini iddia etseler de) CHP gibi faşist bir partinin minnetine başvurmak oldukça trajik
zılanlar, tamda AKP öncülüğünde estirilen “değişim” politikalarının tipik karikatürlerini oluşturmakta.
Genç sen: Öğrenci muhalefetini sindirmek istiyorlar! Şimdi şöyle Genç-Sen eyleminden sonraki sürece baktığımızda, aslında ilk başta herkes, öğrencilerle birlikte muhalefet havası oluştu gibi oldu. Birçok köşe yazarı ilk başta bu kadar orantısız gücün kullanılmaması gerektiğini söylüyordu. Ancak daha sonrası için bu öğrencilerin aleyhine bir şey oldu. Çünkü bence bir anlamda hükümetin, bu muhalefetin artmasından korktuğunu düşünüyorum. O yüzden de bizim aleyhimizde yazılar yazılmaya başlandı. Oraya katılan eylemcilerin kadrolu eylemci oldukları, illegal örgüt militanları oldukları gibi şeyler yazılıp çizilmeye başlandı ve giderek çirkinleşerek devam ediyor bunlar. Bunları aslında öğrencilerin muhalefetini sindirme politikası olarak değerlendiriyorum.
Faşist uygulamalar geçmişten bu yana devam ediyor Üniversitelerde faşist uygulamalar geçmişte de vardı şu anda da devam ediyor artarak devam ediyor. En küçük bir hak alma mücadelesine karşı çok sert müdahaleler gerçekleşiyor. Bu aslında üniversiteli genci apolitikleştirme, yozlaştırma politikalarıdır. Yani bu aslında oluşan
en ufak bir muhalefeti sindirmeye çalışıyorlar. Polisler üniversitelerde zaten vardı ancak şu anda üniversitelerde polis terörü giderek daha da fazla artıyor. Devrimci-demokrat-yurtsever öğrencilerin üstünde çok aşırı bir şiddet ve terör var. Şu anda aslında bu sistemin, üniversite öğrencilerini getirmek istediği noktayı şu süreçte çok daha iyi görüyoruz. Artan bir kısım muhalefet var ancak hükümetin sindirme politikalarıyla birlikte, öğrenciler bundan korkmaya çekinmeye başladılar. Ve artık öyle bir duruma geldiler ki, uzattığımız gazeteyi, bildiriyi almaz durumdalar şu anda. Bununla ilgili üniversitelerde, biraz daha öğrencilere biraz daha temas etmek, onlara dokunmak, yaratıcı eylemlilik çeşitlilikleri yaparak çekim merkezi haline gelmek gerek.
Öğrenci Kollektifleri: Medya sürecin nabzını tutuyor! AKP’nin üniversite üzerinde saldırılarını artırdığı son süreçte, paralel olarak öğrenci hareketi de yükselişe geçti. Bu durumda kimi medya kuruşları sürecin nabzını tutmaya çalışmakta, kimileri sansasyon haber aramakta, yandaş medya diye nitelendirdiğimiz kimileri ise karalama kampanyaları başlatıp sürdürmektedir. Özellikle Ankara Üniversitesi SBF’ de Burhan Kuzu’ya yapılan yumurtalı protesto basında geniş yer aldı. Protesto aracı olarak kullandığımız yumurta AKP medyası terör aleti olarak ilan ederken, kendisine solcu diyen birçok köşe yazarı da eylemi şiddet olarak değerlendirmeyi tercih ediyor. Yumurtalı protestolara öğrencilere yapılan saldırıları görmezden gelerek değerlendirme yapmak ya da “o da kötü bu da kötü” şeklinde yaklaşmak ancak ve ancak AKP’nin neoliberal saldırılarının daha kolay kana karışmasını sağlar. Bu süreçte başbakan, bakanlar, yandaş medya birleşip, yumurtalı protestoları karalama kampanyası başlattılar. Yine de yumurtayı atanlar, yumurtanın meşruluğunu hissedenler, savunanlar tartış-
Öncelikle söylemek gerekir ki burjuva-feodal medya, kendisiyle aynı eksende durmayan bir ideolojik-politik hatta sahip olan bir eylemin teşhirini yapmaz, yapsa dahi onu çarpıtmaktan kendini alıkoyamaz, Burjuva medyanın yaptığı “uzun soluklu” tartışma programların, yaldızlı manşetlerin bir çıkarına hizmet ettiği ortadadır. Öncelikli olarak bizi ilgilendiren bir durum olarak, popülist eylem tarzı izleyen küçük burjuva sol örgütlerin eylemleri kutsanarak, ilerici-devrimci öğrenciler de aynı mindere çekilmeye çalışmaktadırlar. Zira eylemlerden sonra, yapılan “yumurta polemikleri” zinhar dostlarımızın maruz kalmaması gereken bir duruma işaret etmiştir. Diğer yandan bakılacak olursa yapılan tartışmalar daha çok Kemalist kliğin as oyuncularının ya da onların çanak yalayıcılarının kanallarında AKP üzerine saldırı biçiminde kurgulanmaktadır. Dikkatle bakılırsa söz konusu kanallarda yapılan tartışmalarda katılımcıların büyük kısmı Kemalist tandanslı olarak seçilmekte ortalarına atılan AKP “muhafızları” ile usanmaz bir biçimde kapışmaktadırlar ve klik dalaşına ilişkin önemli enstantaneler sunmaktadırlar. En somut durum olarak düne kadar öğrencilerin hiçbir sorununa yönelmeyen CHP’nin bu öğrencilere sahip çıkmasıdır. Burjuva-feodal medyanın öğrenci eylemliliklerine ne önem atfettiği, yakın bir dönemde ülkemize emperyalistler eliyle kurulacak olan Füze Kalkanı’na karşı devrimci-demokrat öğrencilerin göstereceği mücadelenin onların ekranlarında, gazetelerinde ne kadar yer bulacağı ile ayyuka çıkmış olacaktır.
Devrimci-demokrat öğrenciler faşizmin hedefindedir! Bir ülkenin eğitim sistemi aynı zamanda onun sistemine yaslandığından her yetişen öğrencinin yine o sistemin ihtiyacına cevap olması beklenmektedir. Bu durumda da yarı-feodal ülke gerçekliğinde, hangi öğrenci akademik-demokratik taleplerde bulunuyorsa, işte o faşizmin boy hedefi haline gelir. Buradan hareketle de öğrenci gençlik bu dönemde çok saldırıya maruz kaldı dersek: 16 Mart’ı, 80 faşist darbesi ile üniversitelerden devrimci-demokrat öğelerin tasfiye edilmesini, 95-96 döneminde fahiş zamları protesto eden öğrencilere yönelen saldırıları, 2008 senesinde Bolu’dan Bursa’ya, Ankara’dan Antalya’ya kadar yapılan saldırıları nereye koyacağız. Bu saldırılar yapısaldır sadece bu dönem itibariyle medya tarafından daha fazla yansıtılmaktadır. Buna ek olarak da dönemin sözüm ona demokratikleşme-açılım dönemine denk getirilmesi yine ilgilerin bu tarz şeylere kaymasına neden olmaktadır. Bu saldırıların demokratik hak mücadelesine nasıl sirayet edeceği sorusuna ise aslında biraz önce zımni olarak cevap verdik. Öğrenci gençlik geçmişten bugüne sistematik olarak saldırıya maruz kalıyorsa bu onun hala muhalif-devrimci tavrını koruduğunu göstermektedir. Bu saldırılar ilk değil ve son olmayacaktır. Öğrencilerin mücadelesini ezmeye çalışanlar, kendi gerici aygıtlarıyla birlikte tarihin çöplüğüne gömülmeye mahkûmdurlar.
16-17_Layout 2 1/5/11 3:47 PM Page 1
16 dünya çeviri
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2011
Nepal devrimi ve
iki çizgi mücadelesi tinin önde gelen üç isminin yapılması gerekenlere dair fikir ayrılıkları vardı. Palungtar MK toplantısında Merkez Komite’ye, bu üç ayrı makalede belirtilen siyasi görüşlerin uzlaşısının sağlanması ve farklı hatların tek bir hatta dönüştürülmesi görevleri düşüyordu. Makalelerin her birinde partinin baş düşmanlarına ve ana çelişkiye dair tezlerin yanı sıra Chunwang toplantısından (2005) bu yana partinin tarihsel muhasebesi yer alıyordu. Genel Başkan Prachanda “Hindistan, yayılmacılığı ve yerli karşıdevrimcilerin birlikteliğinin” baş düşman olduğunu belirlerken; Kiran sadece “Hindistan yayılmacılığının”, Bhattarai ise sadece “yerli karşıdevrimcilerin” baş düşman olduğunu savunmakta. 17 Aralıkta yapılan MK toplantısında, Kiran’ın “Hindistan yayılmacılığının ve yerli karşıdevrimcilerin birlikteliğinin” baş düşman olduğu tezini kabul etmesiyle, Prachanda’nın makalesi kabul edildi. Genel Başkan’ın makalesi barış ve anayasanın yazılması süreçlerine destek çıkılması gerektiğini söylerken, bir yandan da halk ayaklanmasına vurgu yapıyor.
NBKP(M) eylemlere başlıyor NBKP(M), barış ve anayasa için mücadele programı uyarınca, 30 Aralık’tan itibaren sürekli gösteriler ve yürüyüşler yapmayı planlıyor. Parti kadroları da 14 Ocak 2011 tarihine kadar yeni bir eğitim programına tabi tutulacaklar. Ayrıca parti, Ocak ortalarından Şubat ortasına kadar sürecek yoğun bir propaganda kampanyası başlatmayı amaçlıyor. Maoist Halk Savaşı’nın 1996 senesindeki başlangıç tarihi olan ve yıldönümü kabul edilen 13 Şubat’tan itibaren de mücadelenin yoğunlaştırılması planlanıyor. Janaandolan Günü olan 7 Nisan’dan başlayarak anayasa ve barış için mücadele programının daha da yoğunlaştırılacağı belirtiliyor.
17 Aralık 2010 tarihinde toplanan Nepal Birleşik Komünist Partisi (Maoist)-Merkez Komitesi (MK), Genel Başkan Prachanda’nın barışı ve yeni anayasa sürecini sekteye uğratma girişimlerine karşı ayaklanılması gerektiği yönündeki tezini kabul etti. Son yapılan Merkez Komitesi toplantısında üç farklı rapor sunulmuş ve yapılan oylamada Genel Başkan Prachanda tarafından sunulan rapor kabul edilmişti. Parti Genel Merkezi’nde yapılan toplantıda oylamaya sunulan Prachanda’nın makalesi, Genel Başkan Yardımcısı Kiran tarafından aynı meseleye ilişkin farklı bir makale sunulmuş olmasına rağmen, Kiran, tarihsel muhasebe kısmı hariç, Genel Başkan’ın makalesine katıldığını belirtti. NBKP(M)’nin bir diğer Genel Başkan Yardımcısı olan Baburam Bhattarai ise Prachanda’nın ma-
kalesinin karşıdevrimcileri kışkırtacağını savunarak, söz konusu tezlere destek vermeyeceğini fakat acil sorunlar konusunda Prachanda’nın çözüm için sunduğu eylem biçimlerine destek vereceğini açıkladı. Bütün farklı fikirlere rağmen bu üç liderin acil sorunlara ilişkin değerlendirmelerde ortaklaştıkları görülüyor. Maoist sözcü Dina Nath Sharma toplantıdan sonra durumu şöyle özetledi: “Genel Başkan Prachanda’nın Palungtar MK toplantısında sunduğu tezleri içeren makale bu toplantıda kabul edilmiştir.” Üç lider arasında Palungtar’da yapılan MK toplantısında farklılığa yol açan meseleler ise şunlardan oluşuyor: Prachanda, Kiran ve Bhattarai, Palungtar MK toplantısında karşılarındaki acil sorunlara ve onların çözümüne dair üç ayrı makale sunmuşlardı. par-
Palungtar MK toplantısında, Parti’nin önde gelen isimlerinin farklı siyasi çizgilerinin Parti içinde ve dışında tartışmaya açılması kararı alınmıştı. Maoist Sözcü Sharma, MK Toplantısı’nda alınan karar uyarınca, “Bichar Dhara” isimli yeni bir yayının çıkarılacağını ve bu yayında liderlerin arasındaki ideolojik farklılıkların tartışılacağını belirtti. Alınan bu karara ilişkin Dr. Bhattarai’nin çizgisine yakınlık besleyen kimi kadrolar ve önderler buna karşı çıkarak, bu tür bir yayının açık tartışmaya kapıları kapayacağını iddia ediyorlar. MK toplantısına ilişkin bir açıklama yapan Kiran, Chunwang toplantısında Genel Başkan Prachanda’nın ve Dr. Bhattarai’nin öne sürdüğü ve partiyi barışın sürdürülmesi ve anayasanın yazılması şiarlarını sahiplenmeye iten ve federal demokratik cumhuriyet güzergahına oturtan tezlerin doğruluğuna dair şüphelerinin olduğunu, Halk Savaşı’na son verilmesinin ve Kızıl Siyasi İktidarların ortadan kaldırılmasının hatalı olduğunu söyledi. Ayrıca Maoist Parti’nin hükümette olduğu dönemi korkunç bir başarısızlık örneği olarak değerlendirdiğini, zira bu dönemde hiçbir programatik görüşün ve hedefin uygulamaya geçirilememiş olduğunu dile getirdi. Diğer yandan Bhattarai ise, Prachanda’nın makalesi için şöyle dedi: “Bu eylem planı uyarınca, hem ulusal hem uluslararası durumu değerlendirirsek karşıdevrimin elini güçlendirmiş oluruz.” Bhattarai’ye göre Genel Başkan’ın sunduğu hat izlenirse ne barış gelebilir, ne anayasa yazılabilir, ne de bir halk ayaklanması gerçekleşebilir.
FKP 42. kuruluş yıldönümünü kutluyor 42. kuruluş yıldönümünü kutlayan Filipinler Komünist Partisi (FKP), Şubat 2011’de başlaması beklenen barış görüşmelerine rağmen eylemlerini sürdüreceklerini açıkladı. Ulusal Demokratik Cephesi’nin Kuzey Doğu Mindanao sözcüsü Jorge Madlos, 26 Aralık tarihinde çok sayıda basın kuruluşunun izlediği törende, “Barış görüşmelerine rağmen, devrim sürecek” dedi. Madlos, yüzlerce militanın ve sempatizanın katıldığı kutlamada, “Yeni nesil savaşçılar devrimin süreceğinin garantisi. Onlarla devrimin süreceğini bilmenin mutluluğunu yaşıyorum.” dedi. Bölgede 42 gerilla üniteleri olduğunu belirten, son dönemde 250 eylem gerçekleştirdiklerini ve 200’ü aşkın silaha el koyduklarını söyleyen Madlos, FKP’nin 42. kuruluş yıldönümünde, maden şirketlerini de uyardı, doğayı tahrip eden ve işçilerin haklarını ihlal eden şirketlere saldırılarda bulunacaklarını belirtti. Filipinler Komünist Partisi ve silahlı kanadı olan Yeni Halk Ordusu, 1968’den beri Filipinler’de gerilla mücadelesi vererek, Filipinler devleti ile savaş içerisinde bulunuyor. Hükümetin baş görüşmecisi Alexander Padilla ise FKP’nin açıklamalarına rağmen barış görüşmelerinin süreceği yönünde umutlu olduğunu söyledi. Yeni reformist hükümetin devrimcilerin taleplerini göz ardı etmeyeceğini söyleyen Padilla, Şubat 2011’de, 6 yıllık bir aradan sonra başlayacak barış görüşmelerinde ortak bir yol bulunabileceği görüşünde. Norveç’te süren barış görüşmeleri 2004’de dönemin başbakanı Gloria Macapagal Arroyo, AB ve ABD’ye FKP’yi terör listesine aldırdığı için kesilmişti.
16-17_Layout 2 1/5/11 3:47 PM Page 2
dünya haber 17
Yunanistan’da sosyal yıkım bütçesi onaylandı Emperyalizmin içerisinde bulunduğu ekonomik kriz durumu Yunanistan devletini yutmak üzere. IMF ve Avrupa Merkez Bankası tarafından Yunanistan devletine dayatılan sosyal yıkım anlamına gelen 2011 yılı bütçe tasarısı 24 Aralık tarihinde Yunan parlamentosu tarafından yapılan oylamada 142 oya karşı 156 oyla kabul edildi.
şimdiye değin kazanılmış birçok hakkın tırpanlanması anlamına gelen bütçe paketine karşı binlerce kişi protesto gösterileri düzenledi. Bütçe görüşmeleri sürdüğü sırada başkent Atina’da yapılan grevler ve protesto gösterileri nedeniyle hayat felç oldu. Grev nedeniyle otobüsler ve trenler çalışmadı.
Kemer sıkma bütçesi kapsamında sağlık sektörü ve savunma alanındaki bazı harcamalar kesiliyor. Buna emeklilik maaşlarının dondurulması ve vergilerin artırılması da dahil. Bütçe paketi, Yunanistan’ın Avrupa Birliği ve Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF) aldığı 145 milyar dolarlık acil yardım fonunun koşullarını da yerine getiriyor. İşçi ve emekçiler açısından
Bütçe paketi ekseninde 2011 yılında öngörülen reform uygulamalarına karşı sendikalar grevler yapma kararı aldı. Tasarının gündeme geldiği andan itibaren on binlerce kişi sokağa çıkarak Yunan devletini protesto etmişti. Son aylarda grev dalgalarıyla sarsılan Yunanistan’da önümüzdeki dönem de yeni grevler gerçekleştirilmesi bekleniyor.
Dr. Binayak Sen’e ömür boyu hapis Hindistanlı doktor ve insan hakları aktivisti Dr. Binayak Sen, “isyana teşvik” ve “komplo” suçlamalarıyla 24 Aralık 2010 günü Hindistan’da yapılan yargılamada ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Uzun süre Hindistan’ın Chhattisgarh bölgesinin kırsal alanlarında sağlık hizmetlerini yoksul halk arasında yaygınlaştırmaya çalışan ve “yoksulların hekimi” olarak tanınan Binayak Sen, Hint polisinin ve özel milis güçlerin bölge halkına karşı uyguladığı şiddeti ve katliamları kamuoyuna duyuruyordu. 2007’de, hükümet güçleriyle HKP(M) gerillaları arasında yoğun çatışmaların yaşandığı Chhattisgarh eyaletinin başkenti Raipur kentinde “Maoist isyancılara yardım etmek” suçlamasıyla tutuklanan Binayak Sen’in davası, uluslararası tıp ve insan hakları savunucusu çevreler tarafından yakından izleniyordu. Tutuklandığında Binayak Sen’in destekçileri, Raipur, Delhi, Kalküta, Bombay, Londra, New York gibi Hindistan’daki ve dünyadaki birçok kentte protesto gösterileri düzenlemiş, 16 Haziran 2007 tarihinde Noam Chomsky ve tanınmış bazı uluslararası aydınlar yaptıkları bir basın açıklamasında, “Sen’in tutuklanması”nı, “bölgedeki insan hakları ihlallerini dile getiren PUCL’ye [Halkın Sivil Özgürlükler Birliği] ve demokratik çevrelere açıkca
bir gözdağı verme girişimi” olarak nitelendirmişti. 9 Haziran 2007’de İngiliz Tıp Dergisi’nde [British Medical Journal] yayınlanan bir yazıda Binayak Sen, “Hayatını barışa ve yoksul halka hizmet etmeye adayan saygın bir uluslararası tıp doktoru, bir barış ve tarafsızlık savunucusu” olarak tanımlanıyordu. Binayak Sen yargılanması süresince kendisine yöneltilen suçlamaları sürekli reddetti. Uluslararası Af Örgütü’nün Sen’in tutuklanması sonrası yayınladığı bir bildiride, “Sen’e yönelik suçlamaların temelsiz ve politik gerekçeli” olduğu vurgulanarak, karara ilişkin “Bölgede halkın sorunlarına çözüm için barışçıl bir yol sağlayan insan hakları aktivistlerini tehdit ediyor” ifadelerini kullandı. Hindistan’da Maoistler önderliğinde yürütülen Halk Savaşı, Hint egemenleri tarafından ülkedeki bir numaralı tehdit olarak görülmekte ve oldukça büyük kaynaklar ayrılarak, Maoistlerin bastırılması için özel politikalar hayata geçirilmektedir. Aynı şekilde ülkedeki Halk Savaşı mücadelesine destek veren, sempati duyan ya da Hint egemen politikasına muhalefet eden bir çok aydın-yazar-akademisyen de soruşturmalara uğramakta, gözaltına alınarak tutuklanmaktadır.
EKSEN ahmet hacalişi k.
KIBRIS SORUNU-RUSYA’NIN AKDENİZ AÇILIMI
R
usya Devlet Başkanı Medvedev Akdeniz açılımına Ekim ayında Kıbrıs’a resmi ziyaret düzenleyerek başladı. Medvedev ile Hristofyas çeşitli alanlarda 15 ayrı anlaşma imzaladı. Medvedev Kıbrıs sorununun çözümünde Moskova’nın tutumunun değişmediğini, hedefin tek uluslararası temsiliyeti olan birleşmiş bir devlet olmaya devam ettiğini söyledi. Moskova, Sovyetler Birliği zamanında başlayan özel ilgi ve desteğini bugün de sürdürüyor. İlk bakışta bu ziyaret iş gezisi olarak görülse de tayin edici olanın karşılıklı siyasi çıkarlar ve hesaplar olduğu aşikar. Moskova Kıbrıs’a bağımsızlığını kavuştuğu tarihten itibaren yakın ilgi gösterdi ve tarihi hesapları doğrultusunda adayı Akdeniz’e inmek için sıçrama tahtası olarak gördü. Soğuk savaşın sona ermesinden sonra da bu ilgi ve stratejik hesaplar devam etti. Bölgedeki nüfusunu canlı tutmak için Kıbrıs yöneticileriyle geleneksel ilişkilerini sürdürmeye devam ediyor. Moskova’nın seyahatinin esas amacı stratejiktir. Rum tarafı için de bu ilişki büyük önem taşıyor. Zira Rusya Kıbrıs sorununun başlangıcından itibaren Rum tarafının görüşü olan birleşik Kıbrıs tezini destekledi. Bununla beraber Moskova’nın özellikle son zamanlarda hızla gelişen Türk-Rus ilişkileri karşısında fazla öne çıkmamaya çalıştığı da bir gerçek. 1878 Osmanlı-Rus savaşında İngilizlere verilen Kıbrıs 1959’da imzalanan Zürich antlaşmasına kadar İngilizlerin işgalinde kaldı. 2. paylaşım savaşından itibaren Kıbrıs’ı ele geçirme siyasetini izleyen ABD emperyalizmi bu siyasetin aracı olarak Yunanistan’daki uşaklarına “enosis” fikrini ortaya attırmıştı. Bu amacını gerçekleştirmek için ada ve ada halkının mücadelesi üzerinde türlü oyunlar tertipleyerek 1955 senesinde faşist EOKA teşkilatını kurdurmuş, böl-yönet siyasetini yürürlüğe sokmaya çalışmıştır. Türk hakim sınıflarının da “Ya ölüm Ya taksim” haykırışlarıyla ABD emperyalizminin siyasetine uygun olarak başlattıkları propaganda ile şovenizm körüklendi. Adadaki Türk ve Rum milliyetinden halk ve Yunanistan ile Türkiye halkı arasında düşmanlık tohumları ekilip bu ülkelerdeki uşaklar eliyle emperyalist amacın parçası olarak bu çelişmeler körüklendi. Burada zikredilmesi gereken önemli satırbaşı Rumların İngilizlere karşı direnişi esnasında Fazıl Küçük’ün liderliğini yaptığı Kıbrıslı Türklerin birlikte mücadele yerine İngilizlerin yanında saf tutmuş olmasıdır. Mücadelenin ve Kıbrıs’ın iki milletten halkının boğazlaşmasının ivme kazanması üzerine 1959’da Londra’da imzalanan Zürich antlaşmasıyla bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kurduruldu. 15 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ta faşist bir darbe teşebbüsü oldu. Bu girişim ile SSCB’nin uşağı Makarios yönetimi yıkıldı ve yerine “Yunan Kıbrıs Cumhuriyetinin “ kurulduğu ilan edildi. Yunanistan’daki faşist askeri cuntanın yürüttüğü bu darbenin arkasında ABD vardı. ABD Kıbrıs’ta uşakları vasıtasıyla böyle bir darbeyi tezgahlayarak planları önünde önemli bir engel olan SSCB güdümündeki Makarios yönetimini devirmek ve adada kesin bir hakimiyet kurmak istiyordu. Böylece Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs, Rus sosyal emperyalizminin denetim alanı içine girmeyecekti. ABD’nin ope-
rasyonunun başarıya ulaşması halinde iki amaç gerçekleşmiş olacaktı. 1-Askeri açıdan önemli, “Batmaz uçak gemisi “ şeklinde tanımlanan Kıbrıs sayesinde çevredeki haberleşmeler izlenerek kontrol sağlanacak, herhangi bir durum karşısında konuşlanacak savaş gemileri ile bölgeye müdahale için atlama üssü olarak kullanılacaktı. Böylece hem Kıbrıs’ın hemen yanı başında bulunan dünya petrol üretiminin çok önemli bölümünün çıkarıldığı alan denetlenecek hem de onlar arasında etkili olan emperyalist devlet Rus Sosyal Emperyalizmine karşı ada güçlü bir manevra alanı olarak kullanılacaktı. 2-Darbe başarılı olduğu takdirde Yunanistan halkından tecrit olmuş olan kendi kurdurduğu faşist Yunan cuntası güç kazanacak; Yunan halkının geçici de olsa desteğini sağlayarak yerini sağlamlaştıracaktı. Fakat darbe başarıya ulaşmadı. ABD hemen işe koyularak durumu kurtarma politikasını yürürlüğe soktu. Başka güçleri harekete geçirdi. Başlangıçta “Bu Rumların iç işidir” diyerek gizliden gizliye darbeyi destekleyen Türk hakim sınıfları birden “Garantör devlet” olduklarını hatırladılar ve 20.07.1974’de Kıbrıs’a 1959 senesinde Londra’da imzalanan Garanti Antlaşmasının 3.maddesine dayanarak emperyalizmin icazetiyle askeri müdahale yapıldı. Bu saldırı hareketinin amacı ilan edildiği gibi Kıbrıs Türklerini kurtarmak değil emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda adayı bölmek, devlet olarak varlığını sona erdirmekti. Sonuç olarak Türk ordusunun Kıbrıs müdahalesi Kıbrıs’a esenlik, barış ve demokrasi değil felaket ve zulüm getirdi. Çevresindeki denizlerin büyük petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip olduğu saptanan Kıbrıs adasının önemi işgalden bu yana ABD elebaşılığındaki emperyalizm ve süper güç olma yolunda ilerleyen emperyal Rusya için daha da artmış durumdadır. Bu gün adada iki devlet olmasına karşın ABD, İngiltere ve AB adanın tümüne tamamen hakimdir. O kadarki Türkiye’nin adadaki hava üssü Geçitkale özelleştirilerek ABDİngiltere ortak şirketi CAS’ye ihale yoluyla satıldı. ABD elebaşılığındaki emperyalizmin stratejisinde Ada kısa vadede tamamen askeri üsler bölgesi olacak, enerji geçiş sisteminde odak noktası ve stratejik hale gelecek, Irakta kurdurulan devletin güvenliği ve Stratejik Süveyş ve İskenderun Körfezi’nin kontrolü Kıbrıs üzerinden sağlanacaktır Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’in petrol ve doğalgaz olarak önemi devam ettikçe bu süreç devam edecek, Kıbrıs’ta zamanla Yunanistan ve Türkiye’nin etkisi giderek azalarak İngiliz üslerinin yanına ABD, AB üsleri de gelecektir. Ancak Çin’in gelişmesini devam ettirmesi halinde orta vadede sürecin kesintiye uğrayacağı ve ABD elebaşılığındaki emperyalizmin yerini Çin’in alacağını söylemek kehanet olmayacaktır. Kıbrıs’ta tek adil ve kalıcı çözüm Kıbrıs halkının bağımsızlık ve halk demokrasisi uğruna yürüteceği birlik halindeki mücadelenin sonunda gelecektir. Emperyalistlerin “çözüm” planlarının Kıbrıs halkını köleliğe mahkum edici, emperyalist emelleri uğruna çözümler getiren çözümsüzlük planları olduğu zamanla anlaşılacaktır.
18-19_Layout 2 1/6/11 10:57 AM Page 1
18 analiz
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2011
WikiLeaks’lerin
Amerika’yı
aklama serüveni WikiLeaks’in ABD üzerinde yoğunlaşmasının ana nedenini anlamak ve anladıklarımızı anlaşılır bir süzgeçten geçmesini sağlayabilmek için, kısa da olsa bazı tarihsel olayların resmini çizmek gerekiyor.
g
A. CAN ATAŞ
Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin iki yüz yıllık kuruluş tarihinde (1) savaş ve işgallerin devamla merkezde olduğu bir devlet olma profilini (1790=220) hep yansıta gelmiştir. Bu devlet yapısı – savaş, tehdit ve gözyaşıyla tercübe edildiği bir devlet geleneğinin olmazsa olmazından başka hiçbir şey olmamıştır. Diğer bir ifadeyle, ABD’nin devlet gerçeği bir savaş devleti olmuş olmasıdır. ABD’de, bu gelenekteki devlet yapısının yönetimindeki yansıması tehdit unsuru olmuştur; ısrarla savaşları kazanmak, askeri sanayinin bir önceki yıla veya iktidara oranla daha çok büyütmek, yeni savaş bölgelerini yaratmak, stratejik etkinliğini sağlamak vs’ler devletin iç ve dış politikasının temel dinamikleri olmuştur. Dolayısıyla, böyle bir geleneğin ısrarındaki ABD, devlet sicilinin temiz olması mümkün değildir, WikiLeaks’lerin devamla ABD üzerinde ki yoğunlaşmasını her düşündüğümüzde…
WikiLeaks(ler) nedir? Bununla neler anlatılmak veya bilinmek isteniliyor? WikiLeaks; anlam olarak ‘çancı’ demektir, yani birçok kişi veya kişilerce bilinmeyen ve de saklı tutulan haber/olayları “duyurmak, iletmek, gün ışığına çıkartmak ve çanını çalmak” demektir. Çancı olayları kamuoyu ile paylaşırken, zannedildiği gibi tek tek bireylerin Robin Hood’un (kurtarıcı rolü) olağanüstü kahramanlık cesareti ve ne de çabasındaki hayal dünyasıdır. Bütün bilgiler esas olarak kaynağı gizli tutulan ve devlet kadar bir o güce sahip adreslerden aktarılan verilerdir. Tüm bunlar genel olarak gizli diplomatik yazışmalar olup, ve de bakan veya devlet başkanlarına ait resmi belgelerdir. WikiLeaks’in ABD’de üzerinde yoğunlaşmasının ana nedenini anlamak; ve anladıklarımızı anlaşılır bir süzgeçenten geçmesini sağlayabilmek için, kısa da olsa bazı tarihsel olayların resmini çizmek gerekiyor. Bugünün
WikiLeaks’ine benzer olaylar, geçmişte de ABD’yi hedef alan bir çok defa gündeme geldiği de bilinmektedir. Çancılık görevi yapan/lar’ Amerika yönetimi tarafından ya ‘vatan haini’ olmakla tehdit edilmiş, veya ‘ABD’nin düşmanı’ olarak hedef gösterilmiştir. Ancak tüm bu söylemlere rağmen; söz konusu kişiler belli bir zaman aşımından sonra, geçmişin popülaritesini yeni dönemin aktif siyasal ortamında rahat bir şekilde sürdürdüklerini de biliyoruz. Örneğin; The Washington Post gazetesinde çalışan Bob Woodward, ele geçirdiği belgeleri yayınlar ve Devlet Başkan’ı Richard Nixon’nu Watergate Scandal’ı (2) ile suçlarken (1972 seçimlerinde kanunsuz işlerin yapılmış olması (…) vs.), Nixon’un 09.08.1974’de istifa etmesine neden olur. Woodward can güvenliği olmadığı gerekçesiyle, bir dönem Avrupa ülkelerinde yaşamını sürdürmek zorunda kalır. Philip Agee 1957 yılında CIA (Merkezi Haberalma Örgütü) adına Güney ve Orta Amerika ülkelerinde görev yapar, aynı dönemlerde de Washington D.C. gazetesinde de bir gazeteci sıfatıyla çalır ve öyle bilinir. Agee, 1975 yılında CIA’nın Latin Amerika ülkelerinde devrimci ve sol görüşlü örgüt, sendika veya partilerin ileri kadrolarının nasıl pervasızca katledildiklerini ve de zaman zaman ortadan kaybedildiklerini uluslararası kamuoyuna yansıtır. ABD yönetimi ve medyası bugün Julian Assange yapılan saldırıların aynısını da o dönemde Agee karşı yapar. Scott Ritter Cumhuriyetci Parti’den olup, Körfez savaşı (1990-1991) döneminde de Amerikan askeridir. William Rivers Pitt ise Demokrat Parti’den, aktivist, gazeteci ve yazar kimliğiyle bilinir. Her ikisi de 1998’de Birleşmiş Milletler silah-denetcileri komisyonunda bulunup kitle imha silahlarını bulmak iddiasıyla bir süre Irak’ta araştırmalarda bulunurlar. Amerikan yönetiminin iddia ettiği gibi hiçbir bulguya raslamazlar. Bu durum oları “Georhe W. Bush’un Bize Anlattıkları” adlı bir kitabı yazmalarına neden olur. Bu kitapta “Een Fraai Armageddon” (Bir cici kıyamet günü) (3) bölümünü eklemeleri ve Amerikan yönetimine karşı eleştirel bir bakış açısıyla Irak’ta ki izlenimlerini aktarırken, bu durum onların Amerika’da rahatça yaşamalarına pek te bir olumluluk ortamını sunmaz olur. Her zaman olduğu gibi; onlar ‘Amerikan karşıtı’, veya ‘Amerikan düşmanları’ oldukları iddiasıyla suçlandılar veya tehdit edildiler.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız ve tarihin değişik kesitinden bazı örneklerle bugünün WikiLeaks’ini daha iyi anlamak için bu verileri vermek istedik. Geçmiş dönemlerde yaşanan tüm bu olaylar, şüphe yok ki WikiLeaks’in ilk versiyonlarıdırlar. Yukarıda verilen örneklere benzer daha birçok isim sıralamak mümkün. O dönemlerde internet, hızlı ve geniş iletişim ağı ve teknolojisi bugün kadar etkili ve güçlü olmadığı için, onların o dönemde bugünün Wikileaks’i kadar etkili olmamaları ise doğaldır. Ancak temel amaç Avrupa ve Amerika’da çok popüler olan ‘çancılık’ geleneğinin dün olduğu gibi bugün de devam etmiş olmasıdır.
Julian Assange’nın WikiLeaks gizemliği WikiLeaks sitesi 2006’da kurulur, ilk olarak 15 Ocak 2007’de The Washington Post Gazetesinde Çin yönetimi karşıtı kişilerce bu sitenin kurulduğu duyurulur. WikiLeaks, bu sitenin Ocak 2007 yılında Çin yönetimince bloke edildiği (4) iddiasında da bulunur. Ancak, bunun gerçek olmadığı ve sadece hedef şaşırtmaktan başka bir şey olmadığı, sitenin esas sorumlusunun Avusturalya kökenli 39 yaşındaki gazeteci/yazar Julian Assange’nın olduğu duyurulur. Assange 2007/2008 yıllarında verdiği birçok demeçle (pek dikkate alınmaz iken) ülkelerin gizli ve kirli işlerini yayınlıyacağını, büyük bir deşifre kampanyasını sürdüreceğini söyler. Assange, 2008 yılında Kenya’da yüzlerce insanın faili meçhul bir şekilde katledildiklerini ortaya çıkarır ve Uluslararası Af Örgütü’nden ödül alır. WikiLeaks 5 Nisan 2010 tarihinde 2007’de Bağdat’ta ikisi Reuters muhabiri 12 sivilin Amerikan askerleri tarafından helikopterden vurularak öldürülme görüntülerini yayınlar, ve de Amerikan askerlerinin Afganistan’da beş yıl boyunca tutulan gizli yazışma/günlüklerin sızdırıldığı önemli belgelerin belli bir bölümünü yayınlar. Bu tarihten itibaren Assange Amerikan yönetimince arananlar listesine alınır (5). WikiLeaks’in 1,2 milyon dökümana sahip olduğunu, ancak bunun 250 bin adetini yayımlandığı söylenir. WikiLeaks 25 Temmuz 2010 tarihinde Afganistan’da ki savaşa ilişkin 92.201 belge yayınlarken; Amerikan Task Force özel birimi 373 sivil Afganı öldürdüğünü sitede yayınlar (6), Amerikan yönetimi böyle bir bilgi yayınlama çabasını bir sorumsuzluk örneği olarak adlandırır (7). Bu siteye yönelik eleştiriler çoğalınca; sorulacak birçok soruda hız kesmeden gündemde kalır; bu siteninde kuruluş ve içeriği bilinmiyen kay-
naklardan devamla bilgi ve belgelerin aktarma garantisinin (8 ) söz konusu olmuş olması, şüphesiz var olan kuşkuları da giderememiştir. Zira, birçok çevreden insanlar WikiLeaks’in CIA tarafından kurulduğu (9) düşüncesindeler. Başka çevreden uzmanlar ise, ‘Assange’nın esas amacı belli ülkeleri deşifre etmektir’ (10), yoksa birçok kişinin düşündüğü gibi, tüm bunlar Assange’nın ‘kapitalizme karşıt yeni bir sosyal dönüşüm hareketi’ değildir. Sıralamaya çalıştığımız tüm bu olaylar zincirinde; İsrail’e ilişkin ciddi bir belge veya belgelerin olmaması – bu sitenin kuruluşunda iddia edildiği gibi ‘haksızlıkları’ ve de ‘olumsuzlukları gün ışığına çıkartmak’ olduğu düşüncesi noktasında önemli ölçüde bir olumsuzluk örneği sergilediğini söylemek mümkündür. Ortadoğu bağlamında Türkiye’nin devamla söz konusu belgelerde olduğundan fazla yer alması, süpriz değildir. Orta Doğu çemberinde BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ve GOP (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) projelerinin köprü ayakları hep Türkiye’den atılmıştır. Assange 02-12-2010 tarihinde Londra’da tutuklanır ve 16-122010 tarihinde para karşılığında tekrar serbest bırakılır. Assange, ABD’li yetkililerce ülkenin bir numaralı düşmanı (El Kaide’den daha tehlikeli olarak ABD hükümet yetkililerince dünya kamuoyuna demeçlerde bulundular) olmakla suçladılar ve hemen tutuklanıp ABD’ye iadesini talep ettiler. Oysa ABD’nin Küba’daki Guantanamo Bay üssünde 8 veya 9 yıldan beri El Kaide üyesi olmakla suçlanan birçok müslüman kökenli tutuklu, halen son mahkemeye bile çıkmış değiller. İşte bu noktada Amerikan ve müttefiklerinin gerçek düşmanlarının akibeti hiçte Julian Assange’nınkine benzemiyor demek ki...! Kaynak ve kullanılan notlar: J. Van Oudheusen, “De Amerikaanse geschiedenis in een notendop”, Bert Bakker Amsterdam 2004, sayfa 25-31. A. Kuiper, “De Val van Richard Nixon”, Het Spectrum Antwerpen 1974, sayfa 9. W. Rivers Pitt & S. Ritter, “Oorlog tegen Irak”, Het Spectrum, Manteau 2002, sayfa 5. Will WikiLeaks Work, Dan Goldberg, Mart/Nisan 2007. Ravagedigitaal.nl-WikiLeaks wijkt mogelijk uit naar Zweden, 18 juli 2010. NRC.nl – WikiLeaks plaats duizenden documenten over oorlog Afghanistan, 26 juli 2010. Volkskrant.nl – 90.000 stukken over Afghaanse oorlog gelekt, 26 juli 2010 Tecnology.newscientist.com – How to leak a secret and not get caught, Paul Marks, 12 januari 2007. Will WikiLeaks Work, Dan Goldberg, Mart/Nisan 2007. NOS-NOVA, 12-12-2010 Nederland.
v
18-19_Layout 2 1/6/11 10:57 AM Page 2
çevre 19
Enerji yalan, amaç kar Bugün ülke genelinde 2009 itibarıyla işletme halinde 187, inşaat halinde 138, proje aşamasında ise 1700 civarında daha HES projesi bulunuyor. DSİ verilerine göre, inşa halindeki 138 HES’ten 41’i Trabzon’da, 23’ü ise Rize’de bulunuyor. Diğerleri ise Artvin, Giresun, Gümüşhane, Samsun, Kayseri, Antalya, Bursa, Mersin, Ordu, Dersim, Muğla, Zonguldak, Sinop, Eskişehir, Sakarya, Şırnak, Denizli gibi illerde yapım aşamasında. Enerji üretiminde dışa bağımlılığı azaltmayı amaçladığını öne sürerek, halkı yanıltmayı ve HES'lere karşı tepkilerin önüne geçmeyi hedefleyen hükümet, HES projeleri ile doğal kaynakları emperyalist tekellere peşkeş çekiyor. Tüm HES projelerinin tamamlanması halinde, ülkedeki elektrik ihtiyacının %5 'ini karşılayacağı düşünüldüğünde, HES projelerinin amacının ne olduğunu anlamak çok zor değil. Elektrik üretiminde dışa bağımlılığı azaltmak ya da Erdoğan'ın söylemiyle "Su zaten boşa akıyor değerlendirelim" çabası olmadığı da bir gerçek. Emperyalist-kapitalist tekellerin istekleri doğrultusunda sebatla ilerleyen hükümet HES projelerinin hayata geçmesinin önündeki engellemeleri ise kaldırmaya devam ediyor. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun İkizdere'yi SİT alanı ilan etmesinin ardından, hükümet, SİT alanı ilan etme yetkisini hazırlamış olduğu Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı ile eline almayı amaçlıyor. Bu tasarının yasalaşması halinde İkizdere Vadisi'nin SİT alanı olamayacağı gibi mevcut olan SİT alanlarının statüsü tekrar gözden geçirilecek ve bu yasa ile SİT alanlarınımilli parkları “kullanıma” açacak. Tasarının adının Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Ko-
ruma Kanunu olması gerçekte bunu yansıtmadığı gibi, tabiatı ve biyolojik çeşitliliği korumayı amaçlamaktan uzak olup, sermaye sahiplerinin korunmasını amaçlamaktadır. Asıl amaçlananın ve hayata geçirilmeye çalışılanın yeni rant kapıları oluşturmak olduğu gün gibi açık. Bu projelerde halkın sağlığının ve doğanın büyük bir tehlike içerisinde olduğu ise bütün çıplaklığı ile ortada. Doğa katliamı ve toplumsal yaşamdaki tahribatı yaratacak olan bu projelere karşı çevre örgütlerinin yaptıkları ise sistemin çizdiği çerçevenin dışına çıkamayacak kadar dar ufuklu olmaktadır. HES'lere karşı verilen hukuksal mücadeleler sonucu, bazı HES projelerinde yürütmeyi durdurma kararları çıkmasına rağmen, bu durdurma kararları bu şirketlerin doğayı talan etmesinin önünde engel teşkil etmiyor. Projelerin yapımına kaçak olarak ya da hukuksuz bir şekilde devam ediliyor. HES'lere karşı mücadele eden çevrecilerin, çeşitli platform ve kuruluşların hukuksal mücadelesinin, kalıcı çözümlere ulaşmamasını nedeni ise; cellattan merhamet bekleme yönündeki girişimleridir. Bu ifadeden eylemler yapılmasın veya olanaklar kullanılmasın anlamında bir çıkarsama yapılmamalıdır. Ancak yapılacak eylemler ve hedefler daha isabetli seçilmeli ve bu tahribatı yaratan sistem okun ucuna yerleştirilmelidir. Diğer taraftan bu eylemlerde halkın dinamizmi öne çıkarılarak onların öfkesini sisteme karşı yönlendirmek yolu tutulmalıdır. Özellikle bu tahribatların yapıldığı bölgelerde yaşayan halk bu sürecin dinamikleridir. HES projeleri ile gerçekleştirilen bu saldırılarda halka destek vermek, yanlarında olmak önemli bir görevdir.
ELEŞTİRİ SİLAHI emrah cilasun
HALEP ORADAYSA ARŞİV BURADADIR
2
004’de, Doğu Alman arşivlerinde TKP ile ilgili çalışma yaparken, bu partinin uluslararası ilişkileri ile Kaypakkaya camiasının, uluslarası ilişkilerini kıyaslamayı düşünmüştüm. O günden bu yana, ağır aksak bu alanda çalışmamı devam ettiriyorum. Geçenlerde, Bob Avakian’ın Yeni Sentez’i hakkında yürütülmesi gereken, teorik tartışmaya ilişkin genç bir okuyucumdan gelen bir e-posta, böylesi bir çalışmanın ne kadar önemli olduğunu, bana hatırlattı. Genç arkadaşımız, haklı olarak, teorik tartışma yerine, ortalıkta dolaşan dedikodulardan şikayetçiydi. Tabii ki, dilin kemiği olmadığı gibi, dedikodunun da sınırı yoktur. Sınıflı toplum varolduğu müddetçe, dedikodu yapanlar da olacaktır.
Tüm HES projelerinin tamamlanması halinde, ülkedeki elektrik ihtiyacının %5 'ini karşılayacağı düşünüldüğünde, HES projelerinin amacının ne olduğunu anlamak çok zor değil.
Söz uçup, ak kağıt üzerindeki mürekkep kalacağı için, bu tip işgüzarlıkların önü bir miktar alınabilir. Nasıl mı? Kimin geçmişte ne dediğine ve ne yaptığına, serin kanlı bakarak. Yani? Yani, arşivleri karıştırarak. Ben, şimdilik bunların sadece bir kaçını ele almak istiyorum. Arşivleri karıştırdığımızda, ilginçtir. Kaypakkaya camiasında, 1978’den bu yana ne kadar önderlik gelip geçmişse, hepsinin birleştiği tek bir nokta olmuştur: RCP düşmanlığı. Burada mevzubahis olan bütün bir Kaypakkaya camiası değil onun çeşitli dönemlerdeki önderlikleridir. Aşağıda okuyacağınız makalede, Kaypakkaya camiasından kastedilen, budur. RCP ise, 1978’den bu yana sabırla ve inatla, Kaypakkaya camiası ile seviyeli, dedikoduya dayanmayan, ilkeli bir iki çizgi mücadelesi vermiştir. Dönemin özelliklerini kaydetmek için, şunların hatırlanmasında fayda vardır: -Ekim 1976’da, kızıl Çin’de karşı devrimci bir darbe olmuştur. Hua Gua Feng ve onun arkasına gizlenen Teng Siao Ping gibi kapitalist yolcular, Mao’nun çizgisinin savunucuları olan ve 4’lü çete diye adlandırılan, devrimci komünistleri derdest etmişlerdir. Çin’in muhtelif yerlerinde isyanlar çıkmıştır. (bkz. Mobo Gao, The Battle For China’s Past, Pluto Press, London, 2008) -O döneme kadar Mao Zedung’u, bulundukları ülkenin konumuna göre, kâh sosyal şoven, kâh devrimci milliyetçi yorumlayanlar, devrimle alakalarını açıktan iptal ederek, bu karşı devrimci darbeyi ve darbecilerin dünya politikasını desteklemişlerdir. (Türkiye’de Doğu Perinçek bunun örneğidir) (bkz. Yaşasın Başkan Mao’nun Dörtlü Çete’ye Karşı Zaferi, Aydınlık Yayınları, İstanbul, 1977)
Orya direnişi devam ediyor Bir aya yakın zamandır İstanbul’da bulunan Orya (Ümran Boru) firmasının Kabataş’ta bulunan firması önünde oturma eylemi yapan Loç Vadisi köylüleri, bütün baskılara ve ağır hava koşullarına rağmen direnişlerini sürdürüyorlar. Kastamonu’da bulunan Loç Vadisi’ne yapılan HES projelerine karşı mücadele eden yöre halkı ve onların yanında yer alan yaşam savunucuları HES projesi sahibi şirketin baskı ve yıldırma girişimlerinden İstanbul’daki eylemde de nasiplerini aldı. Yörenin geleneksel kıyafeti olan sarı yazmalarıyla HES karşıtı mücadelenin simgelerinden birisi haline gelen Loçluların eylemi üzerine Orya çalışma özgürlüğünün engellendiğini öne sürerek savcılığa şikayette bulundu.
-O döneme kadar, tamamen milli çıkarlarından ötürü kızıl Çin’e yaslanan, fakat darbenin ardından Çin’li revizyonistler, dünyadaki saflaşmada ABD’nin yanında yer alınca, Enver Hoca da, Arnavutluğun milli çıkarları gereği, ürkekçe de olsa Moskova’nın yanına geçmiş, Çin ve Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin kazanımlarına hayasızca bir saldırı başlatmıştır. (bkz. Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim, Yıldız Yayınevi, İstanbul, 1979) İşte böylesi bir dönemde, 1973’de aldığı objektif yenilgi sonrası, 1978’de, toparlanan Kaypakkaya camiası, bırakalım Mao Zedung Düşüncesi demeyi, Mao Zedung’u, Dimitrov ve Enver Hoca ile aynı düzlemde görmekte ve adeta Mao Zedung demeye bile dili varmamaktadır.
(bkz. Komünist, sayı: 1, 1978), RCP ise, o dönem, Çin’deki darbeye açıktan tavır almakla kalmayıp, dörtlü çeteyi savunup savunmamayı uluslarası komünist harekette bir ayrışım çizgisi yapmıştır. (bkz. Bob Avakian, The Loss in China and the Revolutionary Legacy of Mao Tsetung, 1979) RCP, ABD’ye resmi bir ziyaret yapma hazırlıklarında olan Deng Siao Ping aleyhine başlatacağı kampanyaya, Kaypakkaya camiasının da katılması için canla başla uğraşmıştır. (bkz. Komünist, sayı: 7, 1979) O yıllarda, Kaypakkaya camiasına önderlik eden ve daha sonra Bolşevik Partizan adı altında ayrılan menşevikler, RCP’nin bu önerisine açıktan karşı çıkmışlar, dahası kendileri gibi olan Alman ve Avusturyalı dostlarıyla, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti ile uluslararası dayanışma etkinlikleri düzenlemişlerdir. (bkz. AEP’e mektuplar, Le Ya Yayınları, 1979) Maalesef, Hareketimiz Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünüdür diyen Kaypakkaya’nın devamcısı olduğunu iddia edenler, Enver Hoca ile dayanışırken; ABD’de, her gittiği yerde üzerine kırmızı boya atılan, suratına Kızıl Kitap sallanan Deng Siao Ping’i, ev sahipleri, gösterilerden köşe bucak korumuş; Washington sokaklarında, atlı polislere, polis köpeklerine, biber gazına göğüs gerip, kelle koltukta karşı koyan bizzat Bob Avakian ve onun yoldaşları olmuştur. O yüzdendir ki, ABD burjuvazisi, devlete karşı isyan teşebbüsünde bulunmaktan ötürü Bob Avakian’ı 200 küsür seneye mahkum etmiş fakat, tehlikeyi sezen RCP, önderini Fransa’ya kaçırmıştır. Avakian, ancak 24 sene sonra ABD’ye geri dönmüştür. (bkz. Bob Avakian, From Ike to Mao, Insight Press, 2005) 1981’de, Kaypakkaya camiası, Bolşevik Partizan’dan kurtulup, Mao Zedung’a sadece bir miktar yanaşmıştır. Çünkü, Kaypakkaya camiasına göre, “1956 sonrası” Mao Zedung, daha hâlâ araştırma konusudur. (bkz. İkinci Konferans Belgeleri, Partizan Yayınları, Yurt Dışı, 1981) 1980’de, dünyada bir avuç kalmış Mao yanlısı gücü, ilkin bir temel döküman etrafında tartışmaya davet edip, daha sonra birinci uluslararası konferansı örgütleyip, Kaypakkaya camiasını da orta yolculuktan vaz geçirmeye çalışan, RCP olmuştur. (bkz. Marksist-Leninistlerin Birliği ve Uluslararası Komünist Hareketin Çizgisi İçin Temel İlkeler, RCP/USA ve RCP/Şili, Partizan Yayınları, Yurt Dışı, Aralık 1982 ve ayrıca aynı eserde bkz. Bütün Ülkelerin Marksist-Leninistlerine; İşçilerine ve Ezilenlerine başlıklı 13 Komünist Parti ve Örgütün Kominikasyonu) Kaypakkaya camiası, bütün bu çağrılara, özellikle Mao Zedung Düşüncesi’ne, ancak ve ancak şerh düşerek, kerhen katılmıştır. (bkz. 20 Mayıs 1981 tarihli “Enternasyonal dergi Kazanılacak Bir Dünya’nın Koordinasyon Komitesi’ne Açık Mektup”, Komünist, sayı: 10, 1981) Peki, ya sonra? Sonrası gelecek sayıya. Avakian’ın Yeni Sentez’inin ayrışımıyla, yeni yıla ve Halkın Günlüğü gazetesine, merhaba!
20-21_Layout 2 1/5/11 3:50 PM Page 1
10-20 OCAK 2011 Halkın Günlüğü
İmha ve inkardan ‘demokratik açılım’a Baş döndürücü bir hızla ülkemiz siyasi gündemine her gün yeni bir şeyler giriyor. Yaşanan bir gelişme ile ilgili tartışmalar yürütülürken bir başka mesele gündeme oturuyor. Son yılların, özellikle son bir yılın, en çok gündem olan, en çok tartışılan konularından birisini Kürt ulusal sorunu oluşturuyor. Devletin imha ve inkar politikası artık bu topraklarda yaşam şansı bulmakta zorlanıyor ve Kürt realitesi oldukça diri bir şekilde kendisini ortaya koyuyor.
PKK tarafından otuz yılı geride bırakılan Kürt ulusal kurtuluş savaşının geldiği aşama, faşizme karşı nasıl bir mücadele yürütüleceğinin de işaretlerini taşıyor bağrında. Dili, kimliği, varlığı tümden inkar edilen ve yoğun bir asimilasyon politikası doğrultusunda kendi özünden uzaklaştırılmaya çalışılan Kürt ulusu, on yıllarca bedeller ödemiş, muazzam direnişlere imza atmış ve son olarak PKK önderliğinde büyük bir kalkışma yaşayarak bütün dünya ülkelerinin
dikkatini çeken büyük bir güç haline gelmiştir. TC devleti kuruluş sürecinde tek dil, tek bayrak, tek millet ırkçı-faşist politikası üzerine kendisini bina ederek, bu topraklarda yaşayan her türlü farklılığı büyük bir tehtid olarak lanse etmiş ve yok edilmesi gereken tehlikeli unsurlar olarak damgalamıştır. Fakat zulmün olduğu yerde direniş, sömürünün olduğu yerde başkaldırı ezilen dünya halklarının tarihinde sürekli bir şekilde yer edinmiş pratiklerdir.
Bugün ki tartışmalarda silahlı DOSYA
KÜRT ULUSAL SORUNU 1
‘
Bugün Türkiye’de Kürt sorunu tartışılabiliyorsa, bunda silahlı mücadelenin, fedakar ve vefakar mücadelenin çok büyük rolü vardır.
İsmail BEŞİKÇİ
Röportaj soruları
Sosyolog-Yazar ❶›› 87 yıldır devam eden Kürt ulusal sorununu gelinen aşamada nasıl değerlendiriyorsunuz? Devletin ve PKK’nin bu soruna yaklaşımı doğru bir yaklaşım mıdır? ❷›› AKP tarafından hayata geçirilmeye çalışılan “açılım” politikalarının asıl amacı sizce nedir? Sizce demokratikleşiyor muyuz? ❸››Buna karşın PKK’nin izlemiş olduğu strateji sizce doğrumudur? PKK bu süreci nasıl ele almalıdır? ❹›› KCK operasyonları ile amaçlanan nedir? ❺›› Demokratik Özerklik tartışılıyor kaç zamandır? Sizce nedir bu demokratik özerklik? Bu coğrafyada yaşam bulma şansı nedir? ❻›› Kürt ulusal sorunu ve Kemalizm arasındaki ilişkiyi nasıl tarif edebiliriz? Dünden bugüne PKK’nin Kemalizm ve devlet olgusuna yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? ❼››Silahlı mücadele miadını doldurmuş mudur? PKK silahlı mücadele vermeseydi bugün bunları konuşuyor olacak mıydık?
Kürtçe mecburi eğitimi savunmak gerekir ❶›› 40-50 yıl öncesine nazaran çok önemli değişikliklerin olduğu söylenebilir. Nereden nereye gelindi, denebilir. Bunun için pek çok kanıt da gösterilebilir. Ama şu da söylenebilir; bunca mücadeleye rağmen, çok ağır ödenen bedellere rağmen kazanımların çok az olduğu da söylenebilir. Bu düşünceyi doğrulayan kanıtlar da gösterilebilir. Fiili bazı kazanımlar olduğu açık. Devlet de bu fiili kazanımları kabullenmiş durumda. Ama hala inkarcı ve asimilasyoncu tavırlar da sürdürülüyor. PKK’nin, BDP’nin, iki dilli hayat üzerinde ısrarlı olması olumludur. Aslında, Kürtçe mecburi eğitimi savunmak gerekir.
❷›› Kanımca hükümet, çözüm için adım
atmaya çalıştı. Ama kendi tabanından, muhalefetten, ordudan gelen itirazlar üzerine geri adım attı. Bunun için hükümetin biraz risk alması gerekir. Ordunun Türk siyasal hayatı üzerindeki ağırlığının geriletilmesi demokratikleşme olarak değerlendirilebilir.
❸›› Kürtler kendi kendilerini yönetebilmelidir. Kürt kimliği kazanılmalıdır. İki dilli hayat, Kürtçe eğitim, Kürtçe mecburi eğitim savunulmalıdır. Kürtler kendi geleceğini belirleme hakkına sahip olmalıdır. Kanımca, PKK, BDP bu ilkeler doğrultusunda çaba sarf etmelidir.
Özerk Kürdistan için çaba sarf edilmelidir ❹›› KCK operasyonları, PKK’nin siyasallaşmasını engelleme çabalarıdır. Ama devletin bu çabası boş bir çabadır. Siyasallaşma sürecektir. ❺›› “Demokratik özerklik” belirsiz bir kav-
ramdır. Özerk Kürdistan daha belirli bir kavramdır. Kürtler, Özerk Kürdistan için çaba sarf etmelidir. Bugün, çözüm konuşuluyor, modeller üzerinde duruluyor. Aslında sorunun kendisini özünü konuşmak çok daha önemlidir. BASK modelini, İRA modelini kavramak önemli olabilir. Ama şu konular üzerinde durmak daha önemlidir. Güney Kürdistan’da, Kürdistan Bölgesel Yönetimi nasıl kuruldu? Peşmerge nasıl güvenlik gücü haline geldi? Türk Devleti Kuzey Kıbrıs’ta
200 bin Türk için neyi savunuyor? 20 milyon Kürt için neden “şu olmaz, bu olmaz” denerek, esaslı hiçbir şeyin olamayacağı ima ediliyor? Türk devleti bu cesareti nereden alıyor? Türk devleti, Filistinliler için istediğini neden Kürkler için hiç düşünmüyor? Bunlar üzerinde düşünmek, Kürtler ve Kürdistan hakkındaki bilgilerimizi zenginleştirecektir.
❻›› Kemalizm, Kürdü, Kürdistan’ın tarihlerden, yeryüzünden silme hareketidir. Kürtleri Türkleştirme, Alevileri/Kızılbaşları Müslümanlaştırma hareketidir. Öcalan’ın, PKK’nin bu konudaki düşüncesi çok yanlıştır. Eleştirilmesi gerekir.
❼›› Bugün Türkiye’de Kürt sorunu tartışılabiliyorsa, bunda silahlı mücadelenin, fedakar ve vefakar mücadelenin çok büyük rolü vardır. v
20-21_Layout 2 1/5/11 3:50 PM Page 2
kürt ulusal sorunu dosya Neden Kürt ulusal sorunu? Gerek 87 yıllık “Cumhuriyet” tarihinde gerekse son 30 yıllık süreçte ülke gündeminin en ön sıralarında yer alan bir sorun olarak karşımıza çıkmakta “Kürt sorunu”. On yılları bulan bir mücadele sonucunda eskinin inkar edilen ve imhası planlanan Kürt realitesi geldiğimiz aşamada bir çok “uç” noktası ile beraber tartışılabilmektedir. Böylesi tersi (imha ve inkardan, demokratik özerkliğin tartışıldığı) bir değişimin en önemli dinamiği olarak Kürt ulusal hareketini yani PKK’yi adres göstermek, bir çok farklı yönüyle be-
raber, doğru olandır. Bizlerde Halkın Günlüğü Gazetesi olarak Kürt ulusal sorununun geldiği aşamayı birçok yönü ile tartışmak ve bu sorun ekseninde sunulan birçok farklı perspektifi sayfalarımızdan vererek gücümüz oranında bu sorunun gerçek, devrimci çözümü için küçükte olsa bir katkı sunmayı bir görev olarak görmekteyiz. Kısaca özetlediğimiz bu kaygıdan kaynaklı birçok siyasi parti, örgüt ve kurum, aydın, yazar ve akademisyen ile görüşerek röportajlar gerçekleştirdik. 1 Ocak 2011 tarihli ilk
sayımız ile başlayarak iki aylık bir zaman diliminde bu dosya çalışmamızı sonlandırmayı düşünüyoruz. Belirli bir format ekseninde bazı teknik sebeplerden dolayı her sayımızda iki, en fazla üç röportaj yayınlayarak mümkün olduğunca en geniş çerçevede sorunu tartıştırmaya çalışacağız. Bu sayımızda Sosyolog İsmail Beşikçi ve Emek Partisi ile yaptığımız röportajları yayınlıyoruz. Dosya çalışmasına katkı sunan, emek veren bütün dostlarımıza teşekkürlerimizi sunuyoruz.
mücadelenin, büyük rolü var PKK, demokratik haklara dayalı çözüm arayışını sürdürüyor ❶›› Kürt sorununun çözümü konusunda
Sömürü ve zulüm düzeni her türlü iktidar aracı ile ezilen haklara en barbar şekilde saldırırken, zor olgusunun ve bunun ülkemiz somutundaki adı olan silahlı mücadelenin etkisi her geçen gün kendisini daha net bir şekilde ortaya koymaktadır.
‘
Bugün Kürt ulusal hareketi tarafından gündemde tutulan “Demokratik Özerklik” önerisi üzerinde durulması, günümüz için önemsenmesi gereken bir “çözüm seçeneği”dir.
Ender İMREK
EMEP Genel Başkan Yardımcısı
ülke tarihinde bu kadar yaygın ve farklı kesimleri içine alarak yürütülen bir tartışma ilk kez oluyor. Kürt sorununun çözümünün kendini bu denli dayatmasında başta Kürt halkının ulusal hak mücadelesi olmak üzere, birçok faktörden söz etmek mümkündür; bölgesel gelişmeler, uluslararası gelişmeler ve Kürt ulusal mücadelesinin güç kazanması gelişmelerde önemli rol oynamaktadır. Gelişmelerin halkın kazanımlarıyla ilerletileceğine ilişkin fazlasıyla veri bulunmakla birlikte, sorunun ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerinin mi, inkar ve şiddette ısrar edenlerin mi, yoksa Kürt halk hareketi ve emek-barış-demokrasi güçlerinin mi çıkarı temelinde çözüleceği sorusunun cevabı, bu güçler arasında süren mücadelenin seyri tarafından belirlenecektir. Zira Türkiye’de, Kürt sorununun nasıl çözüleceği konusu, kendi başına bir sorun olmakla birlikte, bölgesel dengeler ve yönelimler bakımından ‘uluslararası’ bir sorun olarak önemini korumaktadır. ABD, “AKP açılımları” üzerinden Kürt halkının ulusal demokratik içerikli mücadelesinin etkisizleştirilmesi, bireysel ve kültürel haklarla sınırlı kırıntılarla yetinilmesini istemektedir. AB’nin tutumu da bu yöndedir. Bir yandan “terör örgütü olarak ifade ettikleri “PKK meselesi”nde Türkiye’yi desteklediğini açıklayan ABD, çözüm konusunda Türkiye’ye Güney Kürtlerini adres olarak göstererek bu güçlerin kendi politik çıkarları ekseninde birleştirilmesinin önünü açmaya çalışmaktadır. Özetle, sorunun “güvenlik/PKK” boyutunun çözümü, Türkiye’nin Kürdistan’dan ve Kafkaslar’dan Afganistan’a kadar ABD taşeronluğunu sorunsuz yürütmesi ve “enerji geçiş güvenliği” bakımından ABD tarafından da istenir bir durumdur. Bu temelde ABD, sorunun çözümünde bölgesel çıkarlarına yedeklenen/ yedeklenebilecek bütün güçleri dengeleyecek kontrollü bir “çözüm süreci” öngörmekte ve bu süreçte ABD ekseninin dışında kalan, bu ekseni benimsemeyen unsurların tasfiyesini amaçlamaktadır. Devletin inkar politikası bozulmuş olsada, devlet demokratik bir çözüme yanaşma dinamiklerine sahip değil. Devlet, yanlışını AKP üzerinden değişik düzeylerde sürdürmek istiyor. PKK için gün-
demde olan ve yürürlüğe sokulmak istenen plan da budur. Ancak bunu bozacak güçlü halk dinamiğinin varlığı göz ardı edilmemelidir. Devletin tutumu karşısında PKK, demokratik haklara dayalı çözüm arayışını sürdürüyor.
leteceğini düşünüyor. Bu amaçla Kürt ulusal uzlaşma kanalları açmak, buna yatkın etkin muhataplar yaratmak istiyor. TSK ile anlaştığı temel konulardan biri bu. Aynı zamanda, artık hem Türkiye ölçeğinde hem de uluslar arası ölçekte tartışılması abes olan bazı konularda adım atmayı, demokratikleşme olarak kabul etmemizi istiyor. İşin aslı astarı budur.
Demokratikleşme işçi ve emekçilerin mücadelesiyle kazanılabilir ❸›› Ulusal bir hareket olarak PKK’nin hü❷›› Kürt sorununda yaşanan gelişmeler, kümeti ve diğer gerici klikleri zora soktuğu sorunu ve çözüm tartışmalarını ülke gündeminin en başına taşımış bulunuyor. Yaşanan bölgesel gelişmeler ve Kürt ulusal mücadelesinin mevziler kazanması, Türkiye egemenlerinin sorunu bastırma ve çözümü erteleme olanaklarını neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Bu temelde bir süreden beri AKP hükümeti tarafından, sorunun ‘çözümü’nde inisiyatifi ele almaya yönelik çeşitli hamleler yapılmaktadır. Ancak bu gelişmeler, egemenlerin, uluslararası güçlerin niyetlerinden bağımsız olarak sorunun demokratik halkçı çözümünün olanaklarını arttırmaktadır. Zira demokratikleşme işçi ve emekçilerin mücadelesiyle kazanılabilir. AKP Kürt halkının, Alevilerin, işçi ve emekçilerin demokratik hak ve özgürlük taleplerini sömürü ve yedekleme malzemesi olarak kullanmayı bir yere kadar yapabilir. AKP, diğer statükocu ve gerici partilere buradan yükleniyor. Ancak burjuva gerici kliklerin kendi aralarındaki kavgadan ve egemenlik sağlama hesaplarından demokratikleşme çıkmayacağını, bu çelişki ve çatışmaların işçi ve emekçiler, Kürt halkı, Aleviler ve tüm halkımızca kendi çıkarları için daha etkin olarak değerlendirileceği günlere doğru yol alıyoruz. Kürt halkının on yıllardır mevzi kazanarak büyüyen mücadelesi karşısında sıkışan, baskılanan bir devletten ve hükümetten söz etmek mümkün, ancak AKP hükümetinin “açılım” politikası demokratikleşme değil, oyalama, kafa karışıklığı yaratma, ulusal direnişi kırma ve hareketi yedekleme amaçlı bir politikanın ürünü olarak bunları gündem yapıyor. Kürt liberal çevreleri ve genel olarak liberaller içinde bir etki sağlamak istiyor. 12 Eylül Referandumu süresinde bu yönlü atraksiyonları bariz biçimde görüldü. Gücünü ve iktidarını arttırma hesabı içindeki AKP hükümeti, Kürt hareketini bölmek, parçalamak ve teslim almak istiyor. Kendi “açılım” ve “çözümü”nün yolunu buradan iler-
bir gerçek. Devleti ve burjuva hükümetleri çıkmaza sürükleyen, uzun yıllara dayalı bir mücadele, birçok aracı kullanan bir ulusal hareket olarak yol aldıklarını görüyoruz. Çatışmalara son verecek, demokratik ve barışçı bir çözüm arayışının da gerekli olduğu görülüyor. Türk ve Kürt halkı el ele vererek bir çözüm yolu bulmalıdır. İki halkın eşit ve demokratik koşullarda yaşayacağı bir yol bulmak için bu süreç oldukça önemli. Önümüzdeki sürecin bu çerçevede tüm emek, barış ve demokrasi güçleri olarak ortak yürütülmesinde büyük yarar var. Kürt halkının haklı mücadelesine, Türk işçi ve emekçilerinin destek ve güç vermesi daha da önem kazanmış bulunuyor. Bunu gözeten, karşılıklı sorumluluk almayı gerektiren bir yaklaşıma ihtiyaç var. Biz her ulustan ve her inançtan Türkiye halklarının sınıf partisi olarak, Kürt halkının haklı ulusal talepleri için sürdürdüğü mücadeleyi önemsiyoruz. Kürt halkı ve hareketiyle dayanışma içindeyiz. Kürt işçi sınıfının ulusal tam hak eşitliği mücadelesiyle sınıf taleplerini birleştirme mücadelesinde her türlü olanağı değerlendirmeyi sürdüreceğiz.
KCK operasyonu, tasfiye ve tecrit politikasıdır ❹›› KCK operasyonu, Kürt hareketinin meşru halkçı ve demokratik kurum ve mevzilerine yönelik bir tasfiye ve tecrit politikasıdır. Giderek yaygınlık ve meşruiyet kazanan demokratik mücadeleden korkunun ifadesidir. KCK operasyonu Kürt halkının iradesine, seçilmiş halk temsilcilerine yönelik bir saldırıdır. Yerel seçimlerden hemen sonra harekete geçen AKP hükümeti, Kürt ulusal güçlerinin kazanımlarını yok etmek, yerel yönetimleri ve diğer demokratik kazanımları işlemez hale getirmek istedi.
g devamı sayfa 22’de
22-23_Layout 2 1/6/11 12:13 PM Page 1
22 güncel Gözaltı ve tutuklama furyası başlatıldı. 18 ay sonra ilk duruşması yapılan KCK davasına, hükümetin tutumunu protesto etmek, Kürt halkıyla dayanışma içinde olmak üzere parti olarak genel başkan düzeyinde bir katılım sağladık. Kürt Bölgesi’nde TSK ile tam bir mutabakat içinde sürdürülen operasyonlar hala dinmiş değil. Operasyondan ve tutuklama furyasından bu yana iki yıla yakın bir süre geçmesine rağmen, demokratikleşme sözcüğünü ağzından düşürmeyen hükümet, belediye başkanlarını, parti yöneticilerini, aydınları, insan hakları savunucusu kadın, erkek, yaşlı ve genç binlerce kürdü tutsak etmeye devam ediyor. Bu gelişme, AKP’nin ve devletin “açılım” ve demokratikleşmeye dair söylediklerinin tümünü yalanlamaya yetiyor.
Kürt halkı ulusal kölelik koşullarından kurtulmalıdır ❺›› Emek Partisi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunan devrimci bir sınıf partisi olarak tam hak eşitliğine dayalı çözümde ısrar etmektedir. Kürt halkı ulusal kölelik koşullarından kurtulmalıdır. Dil, kimlik, kültürel tüm haklar, siyasal özgürlükler olmadan sorun çözüm yoluna giremez. Bugün Kürt ulusal hareketi tarafından gündemde tutulan “Demokratik Özerklik” önerisi üzerinde durulması, günümüz için önemsenmesi gereken bir “çözüm seçeneği”dir. Bölgesel özerklik, “muhtariyet”, “otonomi” aynı kapsamdaki ifadeler ve çözüm formülasyonları olarak tartışılmalıdır. Türk ve Kürt halkının birlikte ve eşit koşullarda yaşamasına bir kapı aralayacak
bu formülün yaşam şansı ise, halkların demokrasi ve özgürlük mücadelesinde gösterecekleri kararlılığa bağlı. Kürt Bölgesi’nde anadilde eğitim, Bölge’de kamuda Kürtçenin kullanımı, yerel demokratik yönetimlerin ve bölgesel parlamentonun gündeme alınması gibi çözümlerle birlikte ele alınması gereken bir formül olabilir. Ordunun Bölge’den çekilmesi, valilerin, kaymakamların, emniyet müdürlerinin halk tarafından seçilmesi ve halk tarafından görevden alınmasına olanak tanıyan demokratik bir işleyiş de bu kapsamda ele alınmalıdır. Kürt işçi ve emekçilerin örgütlenmesi ve bu mücadelenin Kürt ulusal halk mücadelesine güç katarak ilerletilmesi, yani Kürt sorununun demokratik halkçı çözümü, partimiz için Bölge’deki mücadelesinin birbiriyle iç içe girmiş iki temel yönünü oluşturmaktadır. Bunun anlamı, ulusal baskının son bulması, ulusal tam hak eşitliğinin sağlanmasını savunmak, desteklemek ve işçi sınıfının kurtuluş mücadelesini örgütleyerek ilerletmektir. Partimiz bu tutumunu kararlıca sürdürecektir. Bu bakımdan operasyon ve çatışmaların son bulması kararlıca savunulurken, tarafların karşılıklı olarak ateşkes ilan ederek, halkın taleplerini karşılayacak bir plan için diyalog kurmaları istenmelidir. Siyasi bir genel affın ilan edilmesi, halkların eşitliğini temel alan, hak ve özgürlüklerin genişletildiği, eşit yurttaşlık ve ulusal hak eşitliği temelinde demokratik bir anayasanın yapılması, anadilde eğitimin ve Kürt dili-kültürünün önündeki engellerin kaldırılması, yerel ve bölgesel özerkliğe olanak tanıyan düzenlemelerin yapılması, Kürtçe’nin belediyelerle bir-
Halkın Günlüğü 10-20 OCAK 2011
likte, tüm kamu alanında kullanılır olması, koruculuk siteminin kaldırılması, özel kuvvetlerin bölgeden çekilmesi, suç örgütlerinin ve sorumlularının yargılanıp cezalandırılması ve hayatın normalleştirilmesi için kapsamlı önlemlerin alınması gibi, ulusal-demokratik talepler partimiz tarafından koşulsuz olarak ve kararlıca sahiplenilip savunulmaktadır.
❻›› Anlaşıldığı kadarıyla yanıtlayacak olursak, Kemalizm olarak ifade edilen ideolojik politik tutum, Kürt sorununu bu aşamaya getirmiş oldu. Kemalizm, ekonomik, sosyal ve siyasal gıdasını kapitalizmden, burjuva yönetim tarzından almaktadır. Ayrı bir devlet yapısı değil. Burjuva gerici devlet yapılanmasının ulusal şekillenişi hali de diyebiliriz. PKK, bir ulusal anlayış olarak, Kemalizm olarak ifade edilen, ama esas olarak burjuva gerici-faşist devlet yapısının Kürt sorunundaki inkârcı ve asimilasyoncu politikalarına tepkinin ürünü olarak gelişip güçlendi. Bir ulusal hareket olarak PKK’nin Kemalizm ve devlet olgusuna yaklaşımı oldukça kapsamlı, röportajın sınırlarını aşan bir konu. Bir ulusal hareketin devlet olgusuna yaklaşımının sınıf partisinden farklı olması da anlaşılır bir durum.
Cumhuriyet tarihi Kürt halkı için büyük acı ve kıyımların yaşandığı bir tarih oldu ❼›› İnkâr ve asimilasyon politikaları ve buna eşlik eden şiddet on yıllar boyunca Kürt halkına büyük acılar çektirdi. Lozan anlaşması Türkler için bir başarı olurken, Kürtler için inkârın ve ulusal asimilasyonun manifestosu haline ge-
tirildi. Devlet silahı ve şiddeti tek yönetme biçimi olarak benimsedi. Böylece, Cumhuriyet tarihi Kürt halkı için büyük acı ve kıyımların yaşandığı bir tarih oldu. Kürt halkının demokratik her talebi ve mücadele eğilimi, örgütlenme ve özgürlük talebi şiddetle yanıtlandı, kanla bastırıldı. 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu ile başlayan süreç bir halkı tüm ulusal benliğiyle yok etme ve Türkleştirme süreci olarak işletildi. Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi ve bunları destekleyen kurum ve organizasyonlar başkaldırının koşullarını besleyip, büyüttü. Kürt Bölgesi yüz binlerce askerin yığıldığı, her köye ve mezraya operasyonların düzenlendiği, Kürtçe konuşmanın yasaklandığı, zindanların Kürt gençleriyle doldurulduğu, işkencenin yaygınlaştığı bir bölge haline getirildi. Bu kötü koşullara karşı bir çok mücadele ve direniş yaşandı, ancak lokal kalan her mücadele bastırıldı. Ortaya çıkan silahlı direnişin ulusal bir niteliğe bürünerek yaygınlaşması, yıllardır bastırılamaması ve bu denli destek bulması bu yaşananlardan bağımsız düşünülemez. PKK, silahlı çatışma sürecinin diyalog ve müzakere sürecine evrilmesini gündeme getiriyor. Defalarca “ateşkes” ya da “çatışmasızlık” kararları açıklandı. İnkâr ve asimilasyon politikalarının iflasa sürüklendiği, Kürt halkının önemli başarılar elde ettiği 25 yıllık silahlı direniş sürecinin diyalog ve müzakere aşamasına doğru ilerletilmek istenmesi önemli. Mücadele araçlarını fetişleştirmeden, dönemi, koşulları ve başkaca birçok faktörü gözeterek yol alınabileceği bir gerçek. Ancak görünen o ki, devlet Kürt halkının ulusal demokratik taleplerini kabul etmedikçe, sorun birçok yönüyle devam edecek gibi. v
32. yılında Maraş katliamı Maraş katliamının 32. yıl dönümünde ülkenin dört bir yanından Maraş’a giden binlerce insanın katıldığı miting ve yaşanan faşist saldırılar tekrar o tarihi hatırlattı. Bilindiği üzere 19–25 Aralık 1978 tarihinde Maraş’ta faşist saldırılar 111 kişinin ölümüne, 210 ev, 70 iş yerinin tahribine yol açmıştı. 32 yıl önce yaşanan olayların aslında daha önceden düşünüldüğü ve ileride yapılacak olan şeyler için zemin hazırlamak maksadıyla yapıldığı o tarihten bu tarihe kadar gözler önündedir. Sinema salonuna bomba konması, Alevilerin bulunduğu bir kıraathanenin bombalanması, iki Töp-Der üyesi öğretmenin yol ortasında öldürülmesi, cenaze sırasındaki provakatif ve halkı galeyana getiren söylemler bu olayların örgütlü bir şekilde yapıldığını göstermişti.
Faşistler katliamı sahiplendi Katliamın 32. yılında ilk defa Maraş’ta düzenlenen mitinge katılımın yoğunluğu, hala insanların içlerindeki sızının ve öfkenin bir kanıtı durumunda. Mitinge katılmak için İstanbul, Ankara, Adana, İzmir, Adıyaman, Antep, Mersin ve birçok ilden gelen insanların yürüyüş sırasındaki katliamcılardan hesap sorma coşkusu ve binaların pencerelerinden alkışlarıyla destek sunan halkın duygularındaki bütünsellik, Maraş’ta ve daha nice Maraş’larda yaşananların unutulmadığının
göstergesidir. Maraş katliamında bir numaralı sanık olarak yargılanan ve beraat eden ve son olarak AKP’nin Alevi Çalıştayına protokolden davet edilen Ökkeş Kenger (Şendiller)’in 32 yıl sonra yapılan bu miting sırasında orada bulunuyor olması ise devletin tetikçilerine verdiği önemi simgeliyordu. Faşist bir grubun mitinge yönelik yapılanları sahiplendiklerini göstererek kitleye yönelmesi ve yaşanan bu saldırıyı irtibat bürosunun bal-
konundan izleyen Şendiller’in rahatlığı göze çarpan bir ayrıntı olarak öne çıktı. Yine MHP Kahramanmaraş İl Başkanı Mustafa Bastırmacı’nın miting sonrası yaptığı basın açıklamasında: “Kahramanmaraş dışından gelen, bazı mihrakların maşası olan ve AKP’nin şımartmasıyla azan bölücü ve provokatörler, şehrimizi yine karıştırmaya kalkışmışlardır. Organizasyonu duyduğumuz andan itibaren camiamızı sağduyuya davet ettik.” kullandığı ifadeleri
ise MHP’nin siyasi niteliğini açık bir şekilde gösteriyordu. Ankara, Eskişehir, Kocaeli, Denizli, Malatya, Mersin gibi yerellerde yapılan eylemler, paneller de kitleler tarafından yoğun bir şekilde ilgi görerek desteklendi. Ülkenin dört bir yanında aynı yakıcılıkla hissedilen katliamların acısı ve öfkesi geniş kitle yığınlarını sokağa, alanlara çıkmanın gerekli olduğunu yerellerde yapılan eylemler vesilesiyle bir kez daha görmüş olduk.
22-23_Layout 2 1/6/11 12:13 PM Page 2
kültür sanat
23
Tutsak ürünleri halka sunuldu Tutsakların ürünleri Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi’nde halkla buluştu
Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (YÇKM), tutsakların ürünlerini sergileyerek halkla buluşturdu. Devrimci-komünist tutsakların üretimlerinin yer aldığı sergide kara kalem resimler, yazılar, kartpostallar vb. sanatsal çalışmalar yer alıyor. Daha önceki dönemlerde de bu tür çalışmalar yapan YÇKM, hapishanelerdeki devrimci-komünist tutsakların kendilerine dayatılmaya çalışılan tecrit koşullarına rağmen ürettikleri çalışmalara yer vererek içerden dışarıya köprü oluşturuyor. 12 Aralık-9 Ocak tarihleri arasında açılan segide etkinlikler yapılarak hapishanelerdeki tecrit koşulları işleniyor. Ağır tecrit koşullarında yaşayan tutsakların kısıtlı imkanlarla yaşam verdiği ürünler, devrimci iradenin bir yansımasını ve tecrite karşı mücadelede yapılması gerekenler noktasında en iyi örneklerden birini oluşturuyor.
Oruçoğlu, sanatsal üretimlerine devam ediyor Hakkında açılan davalardan dolayı sürgünde yaşayan 1968 kuşağının önder kadrolarından Muzaffer Oruçoğlu, sanatsal üretimleriyle de halkla buluşmaya devam ediyor. Sanatın farklı alanlarındaki üretimleriyle dikkat çeken Oruçoğlu, “Antogonizma” adını taşıyan resim sergisiyle İstanbul’da halka ulaştı. Yazarlığının yanında heykel ve resim alanında da profesyonel olarak üretimler yapan Oruçoğlu, “antogonizma” adını taşıyan resim sergisiyle Taksim’de Mephisto Kitap-
evi’nde sanatseverlerle buluştu. Muzaffer Oruçoğlu’nun kardeşi Ergüder Oruçoğlu sergi açılışında yaptığı konuşmada kardeşinin yıllardır sürgünde yaşamak durumunda bırakıldığını ve ülkeye giriş yasağı nedeniyle serginin açılışına katılamadığını belirtti. Sergide, Oruçoğlu’nun akrilik, kolaj ve karışık tekniklerle yaptığı yeni resimleri sergilendi. 19-22 Aralık Katliamı’nda yaşamını yitirenlere adanan sergi, 18 Aralık-5 Ocak tarihleri arasında yapıldı.
Kardelen Yayıncılık’tan kampanya 10 yılını geride bırakan ve birçok farklı kitabı kitlelerle buluşturan Kardelen Yayımcılık yeni bir kampanya başlattı. Yayınevinden çıkan kitapları setler halinde okura sunan Kardelen Yayıncılık onlarca kitabı kampanya dâhilinde aşağıdaki fiyatlarla kitlelere sunuyor. 1. Kaypakkaya seti kampanya fiyatı 30 TL 1- İbrahim Kaypakkaya Seçme Yazılar 2- Bir Komünistin Biyografisi 3- Kanla Yazılan Tarih Silinmez 4-Tohum 5-Partizan Şiirleri 6-Dinmedi Halk Tufanı 2. Set kampanya fiyatı 20 TL 1- Küçük Amerikalıların Entergrasyonu 2- Yeni Dünya Düzeni 3- Uluslararası Sermayenin Savaş Diplomasisi
k
4- Türkiye’de İnsan Hakları ve Demokrasi 5- Küçük Burjuva İdeolojisi 6- Kar Beyazı Düşler 3. Set kampanya fiyatı 20 TL 1- Yoldaşlarla Omuz Omuza 2- Nepal Gerçeği 3- Devlet Ulustan Federasyona 4- Suçumuz İnsan Olmak 5- Zafere Halay 6- Nazlı Vatan 4. Set (Muzaffer Oruçoğlu) kampanya fiyatı 40 TL 1- Gruzi 2-3
2- Huruç 3- Mavi Munzur Masalları 4- Çıplak ve Özgür 5. Set (Muzaffer Oruçoğlu) kampanya fiyatı 40 TL 1- Gül Demir Çığlık 2- Denemeler 3- Filozof 4- Aşk ve Işık İçinde 5- Brunswick Delilerİ 6- Karyaditler 6. Set (Muzaffer Oruçoğlu) kampanya fiyatı 40 TL 1- Dersim 2- Kangurular 3- Sanat ve Edebiyat Yazıları 4- Baba İshak Destanı
5- Sevdalı Kız 7. Set kampanya fiyatı 25 TL 1- Soğuk Cam 2- Mektuplar 3- Yıldızların Yaralı Göğsünde 4- Şilan Çocukları 5- Bahar Kokuyor Yaram 6- Sevdalar da Soğur En Sıcak Yerinden 7- Parlayan Kızıl Yıldız 8- Gizli Mücadele 9- Düşlerin Ezgisi 10- Adsız Fırtınalar Doğuyor
İletişim Tel: (0212) 238 37 96 adresi e-posta: kardelenyayincilik@hotmail.com
ANTAGONİZMA muzaffer oruçoğlu
PROKROUSTES YATAĞI
S
iyaset, ilkin düşüncede gülümser. Sonra örgütünü kurar. Amacını, dostunu, düşmanını, amaca giden yolunu, taktiklerini, stratejilerini, mücadele ve örgütlenme biçimlerini tespit eder. Hayat karşısındaki kendi bağımsız yaratıcı gücünü tek başına harekete geçiremeyen insanları örgüte almaya başlar. Örgüt, bir Prokroustes Yatağı’dır. Yönetici ve yönetilen diyalektiğinin işlettiği bu yatağa girmek isteyen herkesi yatağa uydurur. Uzun boyluların bacaklarını, yatağa cuk oturacak şekilde keser; kısaları da çekip uzatır. Ve böylece herkesi, kendisini hiçleyen, yatağı ise yücelten standart Prokroustes bendeleri haline getirir. Kesilmeyi veya uzamayı kabul etmeyenleri kendi içine almaz. Yatağın yönetici erki, gücünü yönetilenin itaat ruhundan ve uyruk bilincinden alır. Yönetici erk, kendi bilincini de bilincini biçimlendirdiği kitlenin bilinciyle bağlar ve onu kolay kolay bu bağdan dolayı değiştiremez. Bu, tutsakları yöneten bilincin, tutsak bilinçler tarafından tutsaklaştırılması durumudur. Tutsak bilinç. Prokroustes Yatağı’na, yani örgüte giren birisi eğer güçlü bir özgürlük duygusuna sahipse, kendisini gerçekleştirememe, tam olamama krizine girmişse, mayasını kendi iç özgürlüğünden ve özünden alamayan bir bilinç haline geldiğinin farkına varmışsa, hayatı bu örgütle dönüştüremeyeceğine ve de bu örgütü dönüştüremeyeceğine inanmışsa örgütü terk eder; terk etmezse, örgütün içinde örgüte karşı bir bilincin yeşermesine yol açar. Bu, ya yeni tipte bir Prokroustes Yatağı’nı ortaya çıkarır, ya da yatak tarafından dıştalanır. Yatak içindeki mücadeleler, yönetici erkin kanatları arasında geçtiği gibi, bir bütün olarak, yönetenlerle yöneticiler arasında da geçebilir. Böylesi bir mücadelede bile, yönetilenlere önderliği çoğu zaman, yönetenlerin, yönetime muhalif kanatları yapar. Ne gariptir ki insan, tarihi insanın özüne ve derin özgürlük duygusuna ters olan bu Prokroustes Yatağı’yla yapıyor, ilerletiyor. Ruhunun cehennem çanağından iğne ucu kadar aldığı ateşle işe başlayan Prokroustes, yaratıcı ve kahredici büyük cehalet sürüsünü kendi yatağına sokuyor, ona cennetin dereceleriyle cehennemin derekelerini belletiyor, kendi peşine takıyor, ve böylece, tek başına bir şey yapamayan boynu ve ruhu tasmalı, sefil, çaresiz kulları veya iradeleri, birleşik, zinde bir iradeye dönüştürerek tarih sahnesine çıkarıyor; karşısına dikilen sistemleri, devletleri, kutsal değerleri yıkıyor; kendisini devlete dönüştürüyor, kendi iç sistemini ise devletin ve toplumun sistemi haline getiriyor. Kendi rahminde yeni bir Prokroustes Yatağı gelişip doğuncaya ve kendisini yıkıncaya kadar sürüyü güdüyor. Görüşleri ne olursa olsun, her Prokroustes’in doğal eğilimi, yönettiği sürünün, sürü ahlakını güçlendirmedir. Onun sürüyü kolayca gütmesi, sürü ahlakının, kendi görüşleri doğrultusunda güçlenmesine bağlıdır. Çürüme, devlete dönüşen Prokroustes Yatağı’ndaki yıkıcı yaratıcı kadroların, devlet arpalıklarında tahıl bitine dönüşmesiyle derinleşir. Bu tahıl bitinin düşünce sistemi ve cesareti de devleti almadan önceki şahin karekterini yitirir, -o karekterde az veya çok sürünün öfkesi vardır- ve onun yerini şahini çağırmak için kullanılan yapay kuş, peftere alır. Tabii, söz konusu şahin de artık sürü değildir, tahıl bitini ve onun sistemini koruyan ordudur. Sürü, Prokroustes yatağının varlık şartıdır. Prokroustes’i ortadan kaldıracak bir Theseus’un ortaya çıkışı, tarihsel şartların olgunşamasıyla, yani sürünün, darlık ve ihtiyaç zilletinden, mülk duygusundan, yönetme ve yönetilme kültünden kurtulup, tek tek özgür bireylerden oluşan bir halka dönüşmesiyle mümkün olacaktır. Sürü çok yavaş değişiyor. Bilime değil, iki üç bin yıl öncesinin inanç sistemlerine, ebediliğin delinmemiş dibinde ışıldayan ilahi huzura sığınıyor. Prokroustes’in ömrü, sürünün ömrüne bağlıdır. Sürü çağında yaşıyoruz ve herkesin içinde capcanlı bir Prokroustes vardır. Devrimler onun önderliğinde yapılır ve onun tarafından gaspedilir veya yıkılır. Elimize özgürlük bayrağını veren, bizi tarih sahnesine çıkaran, iktidara yönelten, iktidar eden ve iktidarla ezen odur. O, devletin bir türünü reddederken, bir başka türünü savundu ve bu anlamda hep devletçi olarak kaldı. Onun asıl aşkı, devlet olma, yönetme aşkıdır. Devlet olamadığı müddetçe “özgürlüğü” sever. Bu sevgi, kendisi devlet haline geldiği an zayıflar ve giderek kaybolur. “Sürü, devletsiz olmaz” ilkesi, onun altın ilkesidir. Sürüye güvenir gibi hareket eder, ama aslında güvenmez. Devletin görevlerinin sürüye devredilmesine, sürünün kendi kendini yönetmesine, halk haline gelmesine ateş püskürür. Biçimi ister özel, isterse devlet mülkiyeti olsun, mülkiyetçidir. Gelgelelim ki, hiçbir şey kalıcı değildir. Büyük tarihsel çağlar, vahşet ve barbarlık çağı gelip geçti. Uygarlık çağı da geçecek. Adına ister cennet, ister Altın Çağ, isterse komünizm diyelim, insanlığın en ideal çağları da gelip geçecek. Eski çelişkilerin yerini yeni çelişkiler alacak. Değişmezliğine inandığımız her şey, değişimin yasaları bile değişecek. Bir iğnenin ucunda, farklı türlerde, sonsuz derecede çelişki vardır. Her çelişkinin ruhunda bir Prokroustes ve onunla mücadele halinde olan bir özgürlük vardır. Sonsuzluğun bağrında akıl almaz bir değişim ve dönüşüm cereyan ediyor. Işık karanlığa, karanlık ışığa, organik inorganiğe, inorganik organiğe dönüşüyor. Maddi alemin baş döndürücü, akıl almaz muhteşem zenginliğini, hercümercini görebilsek, duyumsayabilsek, çıldırırız. İdeoloji siyaseti, siyaset ise Prokroustes Yatağı’nı doğuruyor. Böylesi bir dünyada hayalim hep, özgürlüğün özünden doğan bir ideolojiye, Prokroustes’i tarih sahnesinden silecek şartların olgunlaşmasını en geniş şekilde sağlayacak bir ideolojiye, sürünün iç özgürlüğünün seferber olmasına ve doğrudan bir demokrasiye ve özgürlüğe yönelmesine kayıyor.
24_Layout 2 1/5/11 3:54 PM Page 1
Rojaneya Gel Zımanê me nanê me ye Tekoşîna netewek an jî gelek daye, xwestiyên wî pêşiya roj e an jî paş e ev cudatiyê were ber çav li dor wî helwest were nîşandan. Netewa Kurd û xwestiyên wan girtiye dest, saziyên ku wî dinimînin di vî pîvekê de divê binirxînin. Îro xebatên ku destpêkiriye kampanyaya axaftina Kurdî kampanya ya nasnameya ev netewê diyardike ye.
g
Em Kurdî diaxivin Di jiyane hemî dîrokan de polên serdest ji bo desthilatdariyên xwe gelên ku dipelçiqin di ser xwîna wan de sazumanî kirine. Li ser vî rastiyê bi girseyên karker-gundîkedkar re netewên pelçiqî û gelan jî nesînên xwe jê girtine. Turkiye-Erdnigariya bakurê Kurdistan xwediyê dîroka ev tedê û tevkujî re govanî kiriye. Ji ber wî xestiyên karker-kedkar û netewên ku pelçiqîne li dijberê serdestan divê perdeya heri bilind de were parastin. Xala ku tekoşîna netewî ya ku Netewa Kurd meşandiye niha hatiye kêmasî û rewşa tevlîheviyê bi hev re bûye navnîşana pêşketinên rêze. Ev pêşketinê dîmena taybetiyê de armanca saziyên ku sîyasetê hildiberînin xistine pêş xwe. Di pirsgirêkên tewere têjiyîn de hêzên ku di xala çareseriyê de dimînin, ev nêzîkbûna pêvajoyê û di xebatên çêkirinê de dînamîzma pêvajoya pêşketinê we diyar bike. Turkiye-Bakurê Kurdistanê de şoreş û tekoşîna demokratîk de azîneyên kirde dînamîzma girseyê bi serokatiyek şoreşker de divê were sazkirin. Ev jî bi azîneyên şênber re bi girseyan re hevdîtinek e. Em di heyama Turkiye-Erdnigariya Bakurê Kurdistanê de kutkirina mafa demokratîk û zêdebûna zordestiyên faşîstan de derbas dibin. Dûgela Tirk, gora ku nêzîkbûna demokratîk an jî di binê qîrîna demokratîk de girseyên gelên ku dipelçiqin re êrîş dikin dijberê wan rêxistinek pêşdixin her gavek xalek girîng de cih digre. BDP û DTK tekoşîna mafî ya demokratîk de tiştê
Dı Gerndeka Pêşnûma Xweserıya Demokratîk De Xebat Destpêkırın
BDP û DTK, demekî dirêj de xebata ku hatiye meşandin gelaleya Pêşnûma Xweseriya Demokratîk pêşkeşê raya hemûyê kir. Xweseriya demokratîk, di teşeya rêzanî de, dadî, xweparastin, civakî, aborî, çandî, eqolojî û dîplomasiyê de binê heşt bendan dinirxîne. Gelaleya ku ji aliyê hevserokê BDP’ê Seleheddîn Demirtaş ve hatiye amedekirin pêşkeşê serokatiya TBMM’ê re
hatiye kirin. Teksta ku hatiye weşandin, têde salixdana xweseriyê hatiye vekirin, di vî welatê de tê îfadekirin digihîje koka dîrokî. Ev daxuyaniya ku digihîje Peyvnameya navnetewî de hêza gel ya xwe de desthilatdariyek binê wî hate xêzkirin “Civaka ku bi xwe û bi rexistinên neferma re bigrin dest û divê nerîta xweseriya demokratîk, di bingeha xwe de nêrina dûgela
ku girtiye dest û îradeya ku wekî xwestiya netewa Kurd xistine hole, di netewa Kurd de pîvekek diyarkerê de cih digre. Proja Xweseriya Ya Demokratîk Kurdistan jî dîsa xwestiyên neteweyî nîşan dide. Ev xwestiyên aliyê pêşîn re hevdîtin, ên paşîn re jî were rexne kirin rûzamîna şoreşiyê re were kişandin Gelek bi zimanê xwe biaxive an neaxive ev tişt cih nahêle tu niqaşek ev rastî vekirî û xwerû ye. Em dev ji tenê axaftinê berdin, jiyana rojanê de jî pêdiviyên wî heya perwerdehiyên wî, di warê hemuyê(sazî) de zimanê nivîsê heya dadî hemî qadan de were bikaranîn. Ev ne bexşek e. Mafek bingehînî ye ji bo her mirovan. Ev her dû zimana wekî jiyan girtine dest ev kampanya re xwedî derketin û Kurdî xeyn ji jiyana nivisî de jî derkeve pêş. Ji bo her aliyê belavbûyî û saziyê de bikaranîna Zimanê Kurdî kampanyaya ku destpêkiriye di her alî de were belavkirin bi aliyên xwe yê serbixwe bi hêzek were dewlemendkirin. Tekoşîna Demokrasiya nû bi şerê gel were kirin û ev rastiya demokrasiya rast bi vî awayê were tesiskirin jî îro pirsgirêkên azîneyê re lê nêz bûna çareser û azîneyên pêşve de hevdîtin de cihekê girîng de ye. Bi vî sedemê ye ku xwestiya netewa Kurd nabe ku neyê dîtin. Derfetên ku ji destê me de ye di vî bergehê de were kirin, serzêdekî de bimînin kedkarên vî netewê re hevdîtin xwediyê karekî herî girîn digre.
kêm civaka pirr, bi îfadeyek din jî qedexeya kêm azadiya pirr de modelek vekiriye. Ji ber vî yekê ye ku, hemî pirsgirêka civakê ji dugelê naye girtin, bi navgîniya saziyên neferma û serbixwe li ser pirsgirêkên civakî de çareseriyên herî kirdarî pêşbixînin, herî demokratîk û herî sazûmanek tevlîbûn e. Ji aboriyê heya pirsgirêkên doralî, ji tendûristiyê heya perwerdehiyê, ji çandiyê heya
huneriyê heya azadiya jinan û li her aliyê jiyanê de pisporiya pûxt mena tê biplankirin. Wateya wî xweseriya demekratîk ya civakê bi serbixwe bi îradeya xwe ava bike. Komcivîna me aliyek sazumana dûgelê de reformek pêşdibîne, di aliyek din jî nayê sekinandin ku sazumana rexistina civaka ya bi xwe sazumaniyê biryar girtiye” bi vî awayê îfadeyan cih digre.