Barış Süreci, Sol ve Mücadele 9 Aralık 2012’de ülkenin dört bir yanındaki eylemlerle başlattığımız yürüyüşümüzü 9 Haziran’da İstanbul’da birleştiriyoruz.
SAYI 13
ÖDP yayın organıdır.
MAYIS 2013
AKP düzenini yıkıp, ülkemizi eşitlik ve özgürlük temelinde yeniden kurmak için mahalle mahalle, sokak sokak örgütlenerek 9 Haziran’a yürüyeceğiz. Bu düzen böyle gitmez diyen herkese çağrımızdır, sesimizi birleştirelim...
Türkiye’yi Yeniden Kurmak İçin 9 Haziran’da İstanbul’da Buluşuyoruz
Sömürücü Zorba AKP’yi Durdurmanın Tek Yolu
Halkın Örgütlü Gücü AKP iktidarı yeni baskı ve sömürü yasaları ile emekçi halka saldırılarını yoğunlaştırıyor. Doğanın ve kentlerin talanı ile emekçi yoksul halk mülksüzleştiriliyor. Yaşam alanlarına el konularak ve emek güvencesizleştirilerek taşeron düzende herkes ucuz iş gücü haline getirilmeye çalışılıyor. Dini tevekkülle ve zorbalıkla boyun eğdirilmeye çalışılan halk şimdi yaşamını ve emeğini savunmak için baş kaldırıyor. AKP’nin taşeron düzenini durdurmanın, yaşam alanlarımıza, geleceğimize ve emeğimize sahip çıkabilmenin tek yolu ise halkın örgütlü gücünde saklı. Direnmenin ve kazanmanın tek yolu köylerde, iş yerlerinde, okullarda örgütlenmek. Şimdi her yerde halkın örgütlü gücünü büyüterek, halkın yükselen muhalefeti ile ülkemizi yeniden kuracak bir iradeyi geliştirerek mücadelemizi büyütelim.
2
Barışa Evet, Sivil Diktatörlüğe Hayır!
Merhaba, 1 Mayıs’la yeni bir baharı karşıladığımız günlerdeyiz. Emekçiler dirençleri ve güzel günlere dair umutlarıyla alanları doldurmaya hazırlanıyor. Yalnızca bugün için değil, biliyoruz ki yarınlar için milyonların yürüyüşü her gün güç kazanarak büyüyecek.Bunun izlerini şimdi dünyanın dört bir yanında görüyoruz. O yüzden biz de ‘bak işçi tulumu giymiş umut’ sözlerini dilimize dolayıp, ıslıkla marşlar söyleyip düşüyoruz yollara... *** 1 Mayıs’ın hemen ardından da, 9 Haziran’da İstanbul’da gerçekleştireceğimiz büyük Miting hazırlıklarımız için kollarımızı sıvayacağız. 9 Haziran 2012’de başlaşmıştık. O günden bu yana her yerde mücadelemizi geliştirmeye, emekçi halkın özgür ve ülkemizin bağımsız olduğu bir geleceği kurmanın yegane yolunu inşa etmeye çalışıyoruz. Elbette biliyoruz ki, bu zorlu ve uzun bir mücadele. Ama biz de bu uzun yolu yürüyecek sabır, onun dolambaçlı ve engebeli yerlerini geçecek irademiz var. 9 Haziran’da kadar şimdi mahallelerde, sokaklarda ÖDP’nin Türkiye’yi Yeniden Kuralım çağrısını yükselteceğiz. Yine duvarlara umutlarımızı kazıyacağız. Evet yorucu ama o kadar da neşeli günleri geride bırakıp 9 Haziran’da İstanbul’da olacağız. Otobüslere ayak basar basmaz, arka sıraları dolduranların ‘Bekle Bizi İstanbul’ ile başlayıp ‘Yeniden Kurulacak Bir Ülkeyi Aşkla Örmeye Benzer Devrimci Olmak’ marşlarıyla geceyi yıldızlarla aydınlatacağız...Ve elbet daha bir çok şey... O zaman sözü uzatmadan yürümenin
zamanı... V Dayanışma’ya gelince, biraz gecikmeli çıktı. Yine, diyenlerin sesi kulağımıza geliyor. Biz de ama diye yanıt vermiyoruz! Sadece daha sık karşılaşacağımız söylemekle yetinerek geçiyoruz.
Kürt sorununda önemli bir eşikteyiz.
Aynı zamanda bir de çağrımız var!
Türk -Kürt insanımızın ortaya koyduğu barış iradesine sahip çıkmak ve güçlendirmek bugün hepimizin en temel sorumluluğu olmalıdır.
V Dayanışma, soğuk kelimelerin değil sıcak mücadelenin sesinin bir yayınıdır. Geçen sayımızda da çağrı yapmıştık, birimlerde, sokaklardaki mücadeleleri, buradan çıkan deneyim ve tartışmaları V Dayanışma ile paylaşalım diye. Doğruyu söyleyelim pek de kulak veren olmadı. Herhalde zaten şurda burda haber çıkıyordur diye düşünüyorsunuz. Öyle de gerçekten. Her şeyin hızlı akıp gittiği bir zamandayız. Bu hızla baş etmek de önemsiz değil elbet, bunun için de zeminlerimiz var. Ama bu hız aynı zamanda anlık akış ve hızlı tüketimin de mekanlarıdır. V Dayanışma işte aynı zamanda bu hıza direnmenin de bir mecrasıdır. Yalnızca anlık haber akışının değil, yapıp ettiklerimizin bilincinin ve sonuçlarının da tartışılacağı bu mecraya hep birlikte daha çok katkı sunmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatıyoruz. 2 ve 3. sayfamız bu tartışmalara ayrılacak artık. *** Bu sayımıza gelince, manşetimizde Tonya’lılar var. Ankara’ya yürüdüler. Tonya’daki seslerini Ankara sokaklarında Meclis’e taşıdılar. Her yanı siyah takım elbisilerinin çirkin sözlerinin kapladığı, siyasetin para babalarının ellerinde kirletildiği günlerde Tonya halkı pek çok yerdeki benzer direnişin de bir sesi olarak siyaseti kendi ellerine alıp meydan okudular! Belki de son aylarda, Ankara’daki en güzel görüntü onlardı! V Dayanışma’da ayrıca, elbette içinden geçtiğimiz barış sürecine ilişkin değerlendirme ve yazılar var. Ortadoğu’dan üniversitelere yönelik gerici saldırılara kadar güncel gelişmelerle birlikte siyasal islam ve gerçek laiklik üzerine mini bir dosyada yayınlıyoruz. 1 Mayıs’ın ardından yeniden görüşmek üzere...
V Dayanışma- Eşit ve Özgür Bir Dünya için Muhalefet Dergisi’nin Özel Eki’dir. (ISSN 214-846X) Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Deniz Bulunmaz * Atatürk Bulvarı No:127 Kat:10 Bakanlıklar-Ankara * 03124251316 / Baskı: Mattek Matbaacılık (Adakale Sokak 32/27 Kızılay-Ankara)
Yıllardır süregelen savaş acı sonuçlar üretti. Ölmenin ve öldürmenin normalleştiği, acının sıradanlaştığı karabasan içinde tek umut ışığı insanlarımızın kalbinde sıcak kalan barış ve kardeşlik özlemi oldu. Bugün halen barıştan söz edebilmemizi mümkün kılan da budur.
ÖDP, yıllardır bütün platformlarda Kürt sorununun çözümünün diyalogdan ve görüşmelerden geçtiğini dile getirdi. Hangi gerekçeyle olursa olsun bugün görüşmelere yeniden başlanmış olması önemlidir. Görüşmeler kesintiye uğramadan sürdürülmeli ve tüm açıklığıyla halkla paylaşılmalıdır. ÖDP, kalıcı ve köklü bir çözüm içermese de, Kürt emekçilerinin ve yoksullarının sorunlarına gerçek çözüm sunmasa da sorunun bu aşamasında akan kanın durması, bir arada yaşamın zeminlerinin güçlendirilmesi, daha kalıcı ve köklü çözüm imkânlarının geliştirilebilmesine katkı sunacak adımları destekleyecek, barışa tereddütsüz evet diyecektir. Aynı zamanda Kürt sorununun da köklü çözüm yolu olarak Türkiye‘yi tüm emekçiler ve ezilenlerle birlikte yeniden kurma mücadelesinde de kendi yol haritasından şaşmayacaktır. Barış yalnızca yukarıdan sürdürülecek görüşmeler ve varılacak mutabakatla sağlanamaz. Türklerin ve Kürtlerin bir arada yaşam zeminlerini güçlendirecek adımlar atılmadan, yani toplumsal barış için mücadele edilmeden gerçek barış mümkün olmaz. Bu yüzden, Trabzon‘dan Diyarbakır‘a, İzmir‘den Mardin‘e, Edirne‘den Siirt‘e halklar arasında barış köprüsünü kuracak bir barış dili ve siyasetine ihtiyaç var. Barış, ancak memleketimizin her yerinde elini kolunu sallayarak özgürce dolaşabildiği zaman gerçekleşecektir. AKP bu süreci Başkanlık Sistemi‘ne geçişin ya da “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” adı altında “tek adam tek parti” çoğunluk diktasını anayasa ile kurumsallaştırmanın aracı haline getirmeye çalışmaktadır. Barışın bedeli olarak dayatılmaya çalışılan bu sivil diktatörlük kurma çabasına karşı mücadele etmeden ülkemizin demokratikleşmesi ve halkların özgürleşmesi mümkün olmayacaktır. ÖDP, fiilen uygulanan tek adam tek parti diktasının anayasa ile sivil diktatörlüğe dönüştürülerek kurumsallaştırılmasının karşısında olacaktır. ÖDP aynı zamanda Kürtlerle barışın, “Türk-Kürt El Ele Bölgesel Seferberliğe” yaklaşımıyla Suriye, İran ve bölge halklarına karşı bir savaşa dönüştürülmesine de asla izin vermeyecektir. *ÖDP Eş Genel Başkanı Alpe Taş tarafından, 06.03.1013 tarihinde Trabzon’da yapılan basın açıklamasından özetlenmiştir.
3
Barış Süreci, Sol ve Mücadele Silahların susması ile barış imkanını çoğaltan bu tür bir gelişme içerisinde, AKP’nin ya da emperyalizmin planlarına bakılarak, sürecin gerisinde kalınması ya da karşısında tutum alınması elbette sol bir politika olmadığı gibi, böylesi bir çizgiyle bu arayışlar karşısında mücadele etmek de olası değildir.
B
arış süreci ile yeni bir döneme girildi. AKP’nin yeni Kürt açılımına neden olan pek çok tartışma bir yana, böylesi bir hamle ile birlikte AKP ülkenin temel sorunlarının -elbette kendi ideolojisi
temelinde- çözüm adresi olduğuna ilişkin algıyı kuvvetlendirerek üç seçimi içerecek yeni dönem öncesi güç kazanıyor.
linde yeniden kurma mücadelesinde birleştirilmesine yönelen yeni bir siyasetin ve onun araçlarının yaratılmasıdır.
Bunun karşısında, ülkenin tüm ilerici, demokrat, devrimci potansiyelinin, AKP düzeni karşısında yeni bir düzen kurma mücadelesinde birleştirilemediği bugünkü koşullarda ülkenin geleceğinde söz sahibi olabilmek de mümkün olmuyor. Emperyalizmin küreselleşme politikaları karşısındaki tutum alışla birlikte şekillenen sağ liberal ve milliyetçi akımların toplumun ilerici-demokrat potansiyelinde yarattığı dağınıklığın etkileri -gelişen her sorun karşısındaki tutum alışlar içinde- her alanda yansımaya devam ediyor. AKP karşısında toplumun farklı kesimleri arasında gelişen tepki ve direnme eğilimleri bunun bir sonucu olarak parçalı ve etkisiz kalıyor. Aslında artık yıkılmış olan eskinin muhafazasına dayanan devletçi ve milliyetçi akımlar etrafındaki siyaset çizgisi sonuçta tepkiselliğin ötesine geçemiyor.
Yeni Kürt Açılımı ve Barış Süreci
O yüzden temel mesele bugün toplumun ileri, demokrat, devrimci potansiyelinin ülkenin geleceğini eşitlik, özgürlük, bağımsızlık teme-
İkinci Kürt açılım süreci ile birlikte ateşkeş ile başlayan, geri çekilme ile sürecek olan bir barış sürecine girilmiş durumda. Yıllardır ağır yaralar açarak, binlerce insanımızın ölümüne neden olarak süren savaşın sona ermesi imkanı kuşkusuz önemli bir gelişmedir. Bu yönde ortaya çıkacak olan her tür adım, arkasında ne tür bir amaç olursa olsun ve kim yaparsa yapsın, kuşkusuz herkesin desteklemesi gereken bir durumdur. Kürt sorununun demokratik bir yoldan çözümü yerine, silah ve şiddete dayanarak “çözme” arayışının aslında çözümsüzlük olduğu onlarca yıldır neredeyse herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Yine Kürt hareketi de uzunca zamandır bağımsız bir devlet kurmak yerine, Türkiye bütünlüğünde demokratik haklarına kavuşarak bir arada yaşama yönündeki iradesini ortaya koymuştu.
Bugün yaşananlar, özellikle Ortadoğu’daki gelişmelerden kaynaklanan nedenleriyle birlikte, uzunca zamandır savaşan güçlerin kabul ettiği ve bu yöndeki kimi arayışların da gündeme geldiği sürecin parçası olarak görülmelidir. Yıllardır kimseyi memnun etmeyen, ölümlerle halklar arasındaki mesafeyi büyüten savaşın sona ermesi, silahların susması demokratik çözümün tartışılacağı bir zeminle birlikte bir arada yaşam zeminlerinin güçlenmesine de olanak tanıyacak sonuçlar üretecektir. Ancak, bugün her şeyin iki vakte kadar olup biteceğini ummak da doğru değildir. Bugünkü süreç her şeyden önce bir mücadele alanı olarak görülmelidir.
İçerde ve Bölgede AKP Stratejileri Bugünkü gelişmelerin gündeme gelmesinin AKP’nin kendi iktidarını sürdürme doğrultusundaki stratejisinin parçası olduğu kuşkusuz doğrudur. Yoksa AKP’nin hakikaten ülkeyi demokratikleştirmek ve barışı inşa etmek gibi bir derdi olması zaten beklenemez.
4 AKP’nin hem içerde hem de bölge düzleminde biriken kriz dinamiklerini aşma noktasında yeni bir hamle ihtiyacı zorunlu olarak ortaya çıktı. Tekelci bir iktidar doğrultusunda yeni bir rejim tesis eden AKP, bu gücünü koruyabilmek için sürekli hamle yaparak hegemonyasını yenileme zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Bu, ülkemizin egemen sınıf ilişkilerinin çelişkili yapısı ile birlikte emperyalizmin yaşamaya başladığı genel krizinin ve Suriye’de yaşanan tıkanmanın da bir sonucudur. Son dönemde hem toplumun değişik muhalefet dinamiklerinin geliş-
tirdiği tepkiler hem de iktidar bloku içerisinde artan çelişkiler önümüzdeki üç seçim ve muhtemel anayasa referandumu öncesinde AKP’yi önemli oranda zorlayacak nedenler olarak ortaya çıktı. Ekonomideki daralmayı, Ortadoğu’daki yıkımdan pay kapma çabası ile aşmaya çalışan AKP’nin emperyalizm güdümlü aktif taşorunlukla bölgede daha etkin bir güç olma çabaları, Suriye’de rejim değişikliğinin gerçekleşmemesi nedeniyle önemli bir tıkanma noktasını açığa çıkardı. Suriye’de, PYD etkinliğinde Kürt özerk bölgesinin kurulması bu noktada, AKP’nin Ortadoğu planları-
Solu Anlamamak
B
arış süreci kuşkusuz bir mücadele sürecidir de. Bu noktada, herkes Kürt sorununun demokratik çözümüne ilişkin olduğu kadar, ülkenin geleceğine ilişkin de kendi tahayyül ve çözüm yolu ile bu mücadelenin parçası olacaktır. Bu noktada, bugün barışı tereddütsüz desteklemek ile AKP’nin barışı kendi planlarının parçası kılması noktasındaki çabalarına karşı çıkmak birbirinden ayrı değil, birbirini bütünleyen bir tutum olarak görülmelidir. Bu noktada, bu sürece ilişkin Kürt hareketinin nasıl bir konum alacağı da önemli bir mücadele konusudur. Kürt hareketinin kimi temsilcilerinin, Başkanlık Sistemi karşısında hayırhah yaklaşımları ya da “bölgesel güç olma” yaklaşımlarını içinde barından tutumları bir eleştiri konusudur. Sol, sivil diktatörlük arayışlarının karşısında mücadele edeceği gibi, Ortadoğu’ya yönelik emperyalizm güdümlü politikaların da karşısında mücadele ederek barışı savunacaktır.
Solun bu noktaki tutumu karşısında Kürt hareketinin temsilcilerinin solun barışı savunmakta tereddüt gösterdiği ve kendilerini anlamadığı yönündeki açıklamaları ancak solu anlamamak olarak açıklanabilir. Yine Mustafa Karasu’nun, “Yeni Özgür Politika” gazetesinde sola ve özelde ÖDP’ye yönelik kimi eleştirileri yer aldı. Karasu, bu eleştiride ÖDP’nin, Kürt hareketi ile doğru ilişki kurmadığını ve izleyici konumda kaldığını söylüyor! Ve HDK’nın başarısızlığını da ÖDP’nin bu yapı içerisinde yer almamasına bağlıyor. Karasu, bu şekilde “doğru ilişkinin” de HDK’ya katılmakla mümkün olduğunu anlatmış oluyor! Bu tür analizler, yıllardır tartışılanın ötesinde bir şey söylemiyor hakikaten. ÖDP’nin, bugün başkaca konularla birlikte Kürt sorununun demokratik çözümü ve barış konusunda inisiyatif alabilmesi bağımsız devrimci bir siyaseti savunan çizgisiyle ilgilidir. HDK’nın başarısızlığının cevabı aranıyorsa o da içinde şu ya da bu yapının yer alıp almamasında değil, burada bulunabilir.
nı da bozan önemli bir faktör oldu. Bütün bunların bir sonucu olarak, AKP hem içerde hem de bölgede yeniden güç toplama arayışı içinde yeni bir açılım sürecine adım attı. Bu anlamda AKP stratejisi içerde, tek adam tek parti fiili sivil diktatörlüğünü yeni anayasa ile Başkanlık-Yarı Başkanlık ya da fiili Başkanlık Sistemi ile kurumsallaştırmak, yine neoliberal ve dini muhafazakar yeni rejimi anayasal bir düzen haline getirmek öte yandan da bölgede de hem Kuzey Irak Federe Kürt Devleti hem de Suriye’deki güçlerle birlikte daha etkin bir güç olma çabası olarak özetlenebilir. Bu yöndeki arayış emperyalizmin bölge politikaları ve sermayenin yönelimleriyle de uyumlu olarak geliştirildi.
Barış Süreci ve Mücadele Bu anlamda AKP’nin barıştan çok “Büyük Türkiye”nin kurulmasından söz ettiği, arka planında bölgeye dönük emperyalizm güdümlü bir fetihçilik zihniyetinin olduğu bir süreçten geçiyoruz. Kuşkusuz en önemli nokta AKP’nin stratejilerinin ötesinde, bunun karşısında nasıl mücadele edileceği konusudur. Silahların susması ile barış imkanını çoğaltan bu tür bir gelişme içerisinde, AKP’nin ya da emperyalizmin planlarına bakılarak, sürecin gerisinde kalınması ya da karşısında tutum alınması elbette sol bir politika olmadığı gibi, böylesi bir çizgiyle bu arayışlar karşısında mücadele etmek de olası değildir. AKP’nin barışı kendi arayışlarının manivelası haline getirmesinin önüne geçebilmek bu alanda bir mücadeleyi gerekli kılar. Bu da her şeyden önce, silahların susması gibi barış imkanını çoğaltacak her tür gelişmeyi destekleme ve Kürt halkının demokratik haklarını savunarak bu sürecin ülkenin demokratikleştirilmesi ve özgürlüklerin güçlendirilmesi doğrultusunda geliştirilmesi yönündeki bir siyasetle mümkündür. Böylesi bir inisiyatif geliştirilmeden yalnızca AKP’nin stratejilerini anlatıp durmaktan ibaret bir politika kuşkusuz kendini taca atmaktan başka bir şey olmaz. Bu nedenle bugün sol, barışı yalnızca yukarıdaki müzakare-
lere bağlamayan, toplumsal alanda bir barışı inşa edecek bir çabayla ülkede ve bölgede kardeşliği, barış ve özgürlüğü birlikte savunan bir siyasetle bu mücadele alanında etkili olabilir. Bu sürecin bir parçası olarak AKP eliyle dayatılmak istenen sömürü düzeninin anayasasına ve Ortadoğu’ya yönelik yeni savaşçı politikalara güçlü bir karşı çıkışın örgütlenmesi de ancak böyle başarılabilir. Bugünkü gelişmeler karşısında solda farklı gerekçelerle bir pasif tutumdan ve kaçma eğiliminden söz etmek mümkün. Bir yanıyla, her şeyi müzakere sürecine bağlayarak bu konudaki her tür eleştiriyi “barış karşıtlığı” olarak damgalamaya çalışan sağ liberal eğilim öte yanıyla da barışın sağlanması konusunda bir tutum almaksızın başkaca gerekçeler altında adeta savaşın sürmesinden yana bir tavır alan sağ milliyetçi bir eğilim. Bu iki eğilimin de sol bir politika olmadığı ortada. Bazı kesimler, barıştan yana tutum almayı bir tür “AKP’ye kredi açmak” olarak gören bir yaklaşım içinde, bu konuda konuşmak yerine AKP’nin amaçlarını anlatıp durmayı bir siyaset sanıyor. Oysa, eğer sol yıllardır pek çok zorluğu göze alarak savunduklarını bir yana bırakırsa meydanı AKP’ye terk ederek iktidara kredi açmış olacaktır. Bugün de asıl yapılması gereken, ülkenin tüm ilerici, demokrat, devrimci potansiyelinin barışı ve özgürlüğü, içerde ve bölgede kardeşliği tüm iktidar güçleri karşısında savunan bağımsız devrimci bir siyasetle, aktif bir mücadele yürütmekten başka bir şey değildir. Bu çok yönlü sonuçları olacak ve farklı yönlerdeki salınımları ile dinamik olarak ilerleyecek süreç karşısında doğru politika kestirme yanıtlardan, kaçamak duruşlardan değil ancak bıçak sırtında yürümeyi göze alarak göğüslenebilecektir.
5
Yeni Anayasa, Başkanlık Sistemi ve
Sivil Diktatörlük Emperyalizmin ekonomik krizi ile birlikte derinleşme eğilimi taşıyan sosyal-ekonomik bunalım içinde yönetim ve karar alma süreçlerinin tekleştirilmesine dayanan otoriterleşme genel bir eğilim olarak da gelişiyor. Yine, AKP’lilerin de ifade ettiği üzere ‘Ortadoğu’nun krizli coğrafyasında yol almak’ da ancak daha otoriter bir yönetimi egemenler için ihtiyaç haline getiriyor. Bu noktada, AKP’nin Başkanlık Sistemi arayışı bütün bu ihtiyaçların bir sonucu olarak gündeme gelen ve bugün fiilen uygulanan sivil diktatörlüğün kurumsallaştırması çabasıdır.
A
KP’nin 2002’de iktidara geldiği günden itibaren yeni bir anayasa ihtiyacından söz ettiği malum. Anayasa tartışması, son seçimin ardından daha yoğunluklu olarak gündemde tutuluyor. Meclis Anayasa Komisyonu’ndaki çalışmalar ve her partinin kendi anayasa taslağını sunmasının ardından bu çalışmalar sürdürülüyor. Kuşkusuz, 12 Eylül Anayasası’nın tümden kaldırılıp yerine eşitlikçi, özgürlükçü ve sosyal bir anayasa ihtiyacı ortadadır. Ancak, bugün AKP’nin yeni anayasa ihtiyacı, asıl olarak 12 Eylül’ün kuruculuğunda gelişen düzenin bugünkü ihtiyaçlarına yanıt verecek bir arayıştan başka bir şey değil. Bir anayasayı demokratik kılan niteliği onun asker ya da sivil hükümet tarafından hazırlanması değil, elbetteki içeriğidir, muhtevasıdır. Bu bakımdan bugün, AKP’nin sivil anayasa yapımını demokratik olarak nitelendirme çabası bir yanıltma çabasından başka bir şey değil. AKP’nin anayasasının temel niteliği,
neoliberal düzeni ve onun bugün AKP eliyle tek adam tek parti diktası biçimindeki yönetimini kurumsallaştırmaktır.
ca RTE’nin Başkan olma arzusu ile açıklanamayacak düzenin bir ihtiyacı olarak gündeme getirilen bir konudur.
Başkanlık Sistemi Ya Da...
Özellikle, emperyalizmin ekonomik krizi ile birlikte derinleşme eğilimi taşıyan sosyal-ekonomik bunalım içinde yönetim ve karar alma süreçlerinin tekleştirilmesine dayanan otoriterleşme genel bir eğilim olarak da gelişiyor. Yine, AKP’lilerin de ifade ettiği üzere “Ortadoğu’nun krizli coğrafyasında yol almak” da ancak daha otoriter bir yönetimle mümkün olabilir.
AKP’nin anayasa taslağının en belirgin önermesi “Başkanlık Sistemi”. Dünyadaki Başkanlık Sistemi örnekleriyle birlikte tartışılmayacak, “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” olarak tanımlanan bir yönetim biçimi öneriliyor. RTE ve AKP’liler Başkanlık Sistemi’ni savunurken, “bürokratik oligarşi” karşısında “hızlı karar alma ve uygulama ihtiyacı” argümanlarını öne sürüyorlar. AKP’den ayrı bir “bürokrasi” var mı sorusu akla gelebilir; ama asıl mesele anayasa ile “güçler birliğinin” sağlanması ve tekleştirilmesi. Bu şekilde, emeğin ve doğanın sömürülmesi noktasındaki yeni sömürü politikalarının hiçbir engele takılmadan ve hiçbir şekilde muhalefet edilmeden uygulanabilmesi. Bu anlamda, Başkanlık Sistemi yalnız-
Bu noktada, AKP’nin Başkanlık Sistemi arayışı hem ekonomik planda yaşanan krizin hem de bölge düzleminde üstlenilen rolün de bir gereği olarak gündeme gelen ve bugün fiilen uygulanan sivil diktatörlüğün kurumsallaştırması çabasıdır. O yüzden, “Başkanlık Sistemi illa ki otoriter olmak zorunda değil, denetimi güçlü dünya örnekleri var” türündeki argümanların AKP’nin ortaya koyduğu öneriyle ilgili olmadığı ortada. Ancak, bütün bunlarla birlikte Baş-
kanlık Sistemi’nin AKP’nin olmazsa olduğunu söylemek de doğru olmaz. Bu tür, yalnızca Başkanlık Sistemi’ne odaklanmış bir muhalefet, asıl olarak yeni anayasının bütünün temsil edeceği neoliberal ve dini muhafakazar yeni rejimin kurumsallaştırma çabalarını ıskalayarak boşa da düşübelir. Zira, AKP de Başkanlık Sistemi tartışmasını aynı zamanda Yarı Başkanlık ya da Partili Cumhurbaşkanlığı tartışması ile birlikte sürdürüyor. Hatta, yine AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in ifadesiyle, “Kenan Evren’in yetkilerine göre düzenlenmiş olan ve şimdi halkın seçeceği bir Cumhurbaşkanlığı” ile fiili Başkanlık Sistemi’ne de geçilmiş oluyor. Bütün bu tartışmaların asıl işaret ettiği nokta ise, düzenin daha baskıcı ve otoriter bir biçimde sürdürüleceği, bu anlamda çarpık demokrasimizin dahi güçler ayrılığı ve denetim mekanizmaları türündeki yapıların da ortadan kaldırılarak bir biçimde tekleşeceğidir. Bunun emekçi halka yansımasaları bugün artan polis baskılarıyla birlikte yeni sömürü
6 alan bir çizgi de yanlıştır. Bu gelişme karşısında mücadelenin, “eyalet sistemi ile bölünme” denklemi içinde ele alınması milliyetçilikten başka bir şey değil. Asıl yapılması gereken elbette devlet otoritesinin merkezde tekleştirilmesi ve yerellerde çoğaltılması doğrultusundaki baskı politikalarıyla birlikte yerelleşme adı altındaki taşeronlaştırma ve özelleştirmeye karşı mücadele etmek olmalıdır.)
Sermaye politikalarının bir yansıması olarak gelişen yerelleşmenin merkezi-büroktatik merkezin demokratikleşmesi olarak görülmesi ne kadar yanlışsa bu gelişme karşısında devletin eski yapısını savunmayı esas alan bir çizgi de yanlıştır. politikalarının pervasızca hayata geçirilmesi demek olacaktır.
Ilımlı İslamcı Taşeron Tipi Cumhuriyet Anayasalar egemen olan gücün üst yapıdaki bir yansımasıdır. Bugün yeni anayasa ihtiyacının ortaya çıkmış olmasının en temel nedeni de, 12 Eylül sonrası gelişen ve özellikle AKP iktidarı boyunca derinleştirilerek sürdürülen neoliberal politikaların üst yapıda kurumsallaştırma, bu temelde dini muhafazakarlıkla bütünleştirilerek geliştirilen yeni rejimi anayasal düzen haline getirme ihtiyacıdır. Emeği güvencesizleştiren, taşeron çalışmayı yaygınlaştıran, sermayenin yeni bir kâr alanı olarak doğanın ve kentlerin talanının önünü açan neoliberal düzen, bugün pek çok alanda hayata geçirilmiş durumda. Sermayenin sınırsız bir tahakkümü doğrultusunda, belediyelerden üniversitelere kadar bütün alanlardaki işleyiş de yeniden düzenleniyor. Üniversitelerde yeni YÖK yapısı tartışması, Bütün Şehirler Yasası ile Büyükşehir’de gerçekleştirilen değişiklikler de asıl olarak böylesi
bir yönelimin parçaları olarak hayata geçiriliyor. Yeni anayasa ile idari yapının hem yukarıda tekleştirilmesi hem de yerelleşme adı altında devletin otoritesinin çoklaştırılması ve sermayenin egemenliğinin yerellere taşınması amaçlanıyor. Bu anlamda kapitalizmin önceki dönemdeki -ithal ikameci ekonomi modelinin de parçası olarak geliştirilen- merkezi ulus-devlet yapısının esnekleştirilmesi temelindeki bir değişimden söz edilebilir. (Sermaye politikalarının bir yansıması olarak gelişen bu değişimin merkezi-büroktatik merkezin yerelleşme doğrultusunda demokratikleşme olarak görülmesi ne kadar yanlışsa, bu gelişme karşısında devletin eski yapısını savunmayı esas
AKP’nin yeni anayasasının bir diğer niteliği de neoliberalizmle bütünleşerek gelişen dini muhafazakarlığın kurumsallaştırılmasıdır. Yeni rejim hem emek alanındaki sömürünün üzerini örten emek ve sermaye arasındaki “din kardeşliği” temelindeki özel bir ilişki ile birlikte aynı zamanda toplumun dini gericilik doğrultusundaki değişimine dayanan bir temelde kuruldu. AKP, hem toplumsal alanı hem de buradaki güce dayanarak kamusal alanı din temelinde dönüştürerek, -çarpık ve yanlış da olsa var olduğu haliyle- laikliğin tamamen ortadan kaldırılmasına dönük bir arayış içerisinde. 10 yıllık iktidarı boyunca bu yönde adeta bir mevzi savaşı sürdüren AKP, bugün demokrasi ve çoğulculuk adına İslami teokrasiden başka bir şey olmayan bir rejimi güçlendirme
çabasını sürdürüyor.
Ve Mücadele Yeni anayasa konusunda, kuşkusuz AKP’nin bunu barış sürecinin de bir parçası olarak bir torba biçiminde getirme olasılığı vardır. Buna karşı mücadele, aynı zamanda barış süreciyle birlikte açılan mücadele alanında, barışın demokratik bir doğrultuda geliştirilmesi konusunda alınacak inisiyatifden bağımsız görülemez. O yüzden bugün birbiriyle ilişkili olarak görülen bu süreçte AKP anayasasına karşı mücadele yalnızca böyle bir anayasa önümüze geldiğinde ona hayır demekle sınırlı olmayan, barış sürecinin buraya evrilmesinin de önüne geçmeye dönük bir mücadeledir. Öte yandan yeni anayasaya karşı mücadele aslında AKP düzenine karşı mücadelenin bir parçası olarak gelişen mücadelelerden de ayrı değildir. AKP’nin bugünkü gücüne dayanarak “despotik kurucu iktidar” rolünü oynamaya yöneldiği koşullarda, bu düzenin emekçi halkın örgütlü muhalefetine dayanan devrimci bir kurucu bir irade yaratılması mücadelesi ile ancak gerçek anlamda özgürlüklerin, demokrasinin, eşitliğin ve bağımsızlığın hakim olduğu bir ülke kurulabilir.
Askeri Diktatörlüklerden Sivil Diktatörlüğe Geçiş
E
mperyalizmin soğuk savaş dönemi politikaları çerçevesinde gündeme getirdiği askeri faşist diktatörlükler doğrultusundaki müdahaleleri, özellikle soğuk savaşın ardından küreselleşme doğrultusundaki “demokratikleşme paradigması” içerisinde farklılaştırıldı. Latin Amerika’dan başlayarak, askeri faşist diktatörlük yerine, daha çok bunun yapabildiklerini yerine getirebilecek sivil iktidarlar/ diktatörlükleri tercih bir eden bir yönelime doğru geçildi. Bu şekilde askeri faşist diktatörlüklerin açık baskıcı yapıları yerine, baskının daha az görünür olduğu biçimsel olarak demokratik yapıların inşası etrafında neoliberal dönüşümler gerçekleştirildi.
Ülkemizdeki değişim de büyük ölçüde bununla paralellik gösterdi. 12 Eylül sonrasındaki Özal ile sürdürülen değişimler, bugünküne benzer bir baskıcı yapı içerisinde demokratikleşme ve açılma söylemleri üzerine kurulmuş, o dönemde de yine bugünküne benzer şekilde Başkanlık Sistemi tartışmaları yapılmıştı. Bu gelişme içerisinde ekonomiyi tamamen siyasetin müdahale alanı dışına çıkartarak icat edilen yeni özerk kurumlar eliyle yürütülmesi, demokratik muhalefet alanını kapatan önemli bir sonuç üretti. Aynı zamanda sivil bir diktatörlük yukarıdan aşağıya sivil toplumu da örgütleyerek -ki Türkiye’de buna cemaat-tarikatleri de ekleyebeliriz- kendini inşa
etti. AKP, bu değişim ve gelişme içerisinde özel olarak da iktidar gücüyle devletin kurumları üzerinde kurduğu hakimiyet doğrultusunda kendi diktatörlüğünü kurabildi. Ülkemiz özelinde, ordunun egemen sınıfların kriz ve bunalım anlarında darbelerle devreye girdiği daha çok içe dönük rollerle şekillenen yapısı yerine daha çok emperyalizmin yönelimleri çerçevesinde dışa yönelen bir güce dönüştürüldü. Tekleşmiş bir yönetim yapısı ve aşağıya doğru polis gibi zor aygıtlarıyla birlikte cemaat-tarikat kuşatması altında bir sivil diktatörlük geliştirildi.
7
S
Suriye’de Yeni Hamle Hazırlığı
uriye’de iki yılı aşkın zamandır sürdürülen emperyalizm güdümlü iç savaş sonuç vermedi. Esat rejiminin kısa zamanda yıkılacağına dair beklentiler artık, Esat’la bir geçişin nasıl mümkün olabileceğine yönelik bir noktaya doğru ilerliyor. Harap edilmiş, yıkılmış bir ülke haline getirilen Suriye’nin geleceği artık büyük oranda Suriye halkının değil büyük güçler mücadelesinin sonucu olarak şekillenecek. ABD’nin İran’ı kuşatma ve Ortadoğu’da mutlak hakimiyet sağlama yönündeki çabasının parçası olan müdahaleler zinciri içerisinde Suriye kritik bir yerde duruyor. Suriye’nin yalnızca enerji kaynaklarının ele geçirilmesi bakımından değil, İran merkezli hattın zayıflatılarak İran’ın kuşatılması bakımından da kritik bir noktada duruyor. Bu amaçlarla bugüne kadar gerçekleşen ve sonuç vermeyen müdahalelerin yeni bir hamle ile gerçekleştirilmesine dönük bir hazırlığın yürürlükte olduğunu söylemek mümkün.
İç Savaş Güçleri ve Çelişkiler İç savaşın pat durumunda ilerlemesi, iç savaş güçlerinin ilişkilerini de içinden çıkılmaz bir noktaya getirdi. Herkesin küçük iktidar alanları yarattığı farklı güç ilişkilerinin zaman zaman birbiriyle savaştığı, iç savaş içinde bir iç savaş durumu işleri içinden çıkılmaz bir noktaya getirdi. Öte yandan da bölgeye akan silah ve para yardımı ile güçlenen cihadist güçlerin Batı’da yarattığı tedirginlik nedeniyle de askeri bir müdahale ile rejim değişikliğinin sonuçlarını da hesaplanamaz bir noktaya getiriyor. ABD, bir süredir iç savaş güçlerinin yeni bir koordinasyona ihtiyacı olduğunu ifade ediyordu. Son dönemde bölgeye dönük artan diplomasi trafiği içerisinde yeni bir denge sağlanmaya çalışılıyor. İç savaş güçlerinin yeni bir dengede buluşturulması kuşkusuz aynı zamanda AKP’nin de içinde olduğu bölgesel işbirlikçi aktörleri de aynı istikamete yöneltmeyle mümkün olabilir.
Kerry’nin Türkiye ve Ortadoğu Trafiği Böylesi yeni bir hamleyi gerçekleştirmek üzere, ABD Dışişleri Bakanı J. Kerry Nisan ayı içerisinde üç kez
Türkiye’yi ziyaret etti. Bu ziyaretlerin ana sebebi de Suriye’ye yönelik yeni hamlenin planlanması. Rusya’nın askeri bir müdahale konusundaki itirazının da ortadan kaldırılamadığı koşullarda, Esat’lı bir geçiş döneminin örgütlenmesi zorunlu bir seçenek olarak ortaya çıkabilir. Bu noktada, Türkiye’nin askeri müdahale ya da tampon bölge ile askeri ilerleme yolundaki isteği de yanıtsız kalmış olacak. Yeni hamle her ne kadar daha çok siyasi çözümle ilişkilendirilse de askeri yoldan iç savaşın derinleştirilip iç savaş güçleri lehine çevrilmesi ile birlikte sürdürülecek bir taktik olduğu da görülüyor. Hem Avrupa ülkelerinin hem de ABD’nin yeni iç savaş güçlerine yönelik yeni silah yardımı yapılacağı açıklamaları bunu gösteriyor.
Suriye Nereye? Suriye’nin bugünkü müdahalelerle yıkılmış olan yapısı ile eskiye dönüşün mümkün olmadığını şimdiden söylemek mümkün. Parçalanmış olan Suriye yapısının nasıl yeniden şekilleneceği, geçiş içerisindeki güç dengelerine bağlı olarak şekillene-
cek olsa da bugünkü fiili durumun bir devamı olacağı -kısa süreli bir bütünlük sağlanmış olsa dahi- yeni çatışma ve savaşlara açık bir yapı haline gelmiş durumda olduğunu gösteriyor. Bu bakımdan, İran merkezli olan güç merkezinin zayıflatılarak İran’ın kuşatılması noktasında yeni bir adım bu şekilde atılmış olacak. Ancak, bu sürecin mutlak ABD politikaları çerçevesinde ilerleyeceğini söylemek de doğru olmaz. Gelişen müdahalelerin yarattığı gerilim ve karşı çıkışlar farklı güç dinamiklerini de açığa çıkardığı oranda bölgenin kaderini de etkileyecek yeni süreçlere de gebe olan bir gelecekten söz ediyoruz. Ortadoğu’ya yönelik müdahaleler karşısında, her şeyden önce AKP’nin oynadığı taşeronluk rolüne ve ülkemizin bir operasyon merkezi olarak konumlandırılmasına daha büyük bir güçle karşı çıkılmaksızın Ortadoğu halklarının özgürlüğü de savunulamaz. O yüzden bugün emperyalizmin ülkemizi de içine alan bu müdahalelerine her yerde, hep birlikte karşı çıkmalıyız.
8
Direniş Komiteleri Üzerine
E
şit, özgür ve aydınlık bir geleceğe inananlar için zor bir dönemden geçildi. İnançlarıyla birlikte gelecek umudunu da yitirerek, bu günkü akıldışılığın, adaletsizliğin ve zorbalığın hükümranlığına boyun eğenler aslında kendi varlık nedenleri olan geçmişe saldırdılar. Bu yüzden geçmişi savunmanın geleceği savunmak olduğunu söylüyoruz. Böyle bir değerlendirme elbette ancak geçmişin bu gün içindeki anlamının doğru bir şekilde kavranmasıyla değer kazanacaktır. Çünkü geçmişi bilmek ve anlamak bu günü de daha iyi bilmeye ve anlamaya olanak verecektir. *** Devrimci Yol denilince akla gelen en önemli kavramlardan biri Direniş Komiteleri kavramıdır. Bu konu etrafında 1980 öncesinde yürütülen tartışmalar sadece geçmişin değerlendirilmesi bakımından değil, bu gün yaşadığımız sorunlar karşısındaki dersleri açısından da okunmalıdır. Bu gün Türkiye’de yaşanan adaletsizlik ve zorbalık düzeninin yarattığı çaresizlik ve karamsarlık ortamının dağıtılarak özgür ve eşit bir gelecek umudu büyütülebilecekse eğer, bu Direniş Komiteleri anlayışının temelindeki devrimci siyasetin ayak izlerinden yürünerek gerçekleşebilecektir. *** Direniş Komiteleri kavramı yetmişli yıllarda faşizme karşı bir mücadele ve örgütlenme biçimi olarak önerildi. Devrimci Yol yazıları kitabının ilk baskısının önsözünde Direniş Komiteleri önerisine yol açan koşullar şöyle özetlenmişti: “O dönemde özellikle MC Hükümetlerinin sonuna doğru faşist saldırılar tüm yurdu kaplamış durumdaydı ve hemen her gün her tarafta ölümle ya da yaralanmayla sonuçlanan olaylar yaşanıyordu. Sola, emekçi halk kesimlerine, aydınlara, demokratlara yönelen saldırılar, solun dağınıklığı, örgütsüzlüğü ve güçlü bir politik önderlikten
yoksunluğu vb. nedenlerle etkinlik sağlıyordu ve halk içinde bir direnme eğilimiyle birlikte geniş bir yılgınlık ve teslimiyet eğilimi de yaratıyordu. Önümüzde, halk içinde gelişen bu direnme eğilimine sahip çıkmaktan, onu geliştirmeye, örgütlemeye ve onunla birlikte örgütlenmeye çalışmaktan başka bir yol, başka bir umut ışığı yoktu.” Çatışmalar ülkenin her yanını kaplarken bir kamplaşma eğilimini de beraberinde getirdi. Anti faşist kesimlerin direniş mücadeleleri sonucunda ülkenin pek çok yerinde devrimcilerin etkinliğindeki bölgelerin oluştuğu bir ortamda devrimci mücadelenin ve yaşamın yeni bir anlayışla örgütlenmesi gereği de ortadaydı. Bu nedenle Direniş Komiteleri’nin, gelecekteki halk iktidar organlarının birer nüvesi olarak ele alınması, bu yolla halk kitleleri içinde daha şimdiden yeni bir yaşam biçimi, yeni bir demokrasi ve yönetim anlayışının ve kültürünün kendi öz deneyleriyle geliştirilmesi önerildi. Bu yönleriyle Direniş Komiteleri yalnızca o günkü gelişmeler karşısındaki rolüyle değil, aynı zamanda bir devrim ve sosyalizm anlayışının da somut bir deneyimi olarak bugünkü devrimci mücadele açısından da önemli dersler ve ipuçlarını içerisinde barındırmaktadır. Bu anlayışın başarıyla uygulanabildiği yerlerde, en çok bilinen Fatsa örneğinde olduğu gibi, sosyalizm ve demokrasi üzerine ciltler dolusu kitaptan daha değerli olan olumlu deneyler yaratılabilmişti. Fatsa’nın tek örnek olmadığı ülkenin pek çok yerinde benzer oluşumların yaşandığı da biliniyor. Bu anlayışın egemen kılınamadığı yerlerde ise tam tersine, sol içi rekabet anlayışlarından kaynaklanan pek çok olumsuzluğun ve kargaşanın yaşanmasının önüne geçilemediği de... *** Geleneksel revizyonist eğilimlerden köklü bir kopuşu ifade eden Direniş Komiteleri önerileri o dönemdeki
değişik gruplar tarafından değişik gerekçelerle, kimi zaman da sol lafızlarla reddedilmiştir. İleri sürülen itirazlar kimi zaman, “Direniş Komiteleri’nin bir cephe örgütlenmesi olması nedeniyle ancak proletarya partisinin kurulmasından sonra, onun önderliği altında gündeme getirilmesi gerektiği” şeklinde; kimi zaman da, “Direniş Komiteleri’nin yatay-kitle örgütlenmesi olması nedeniyle öncü savaşının reddini getirdiği” şeklinde kabul edilmesi olanaksız teorik gerekçelere dayandırılmak istenmiştir. Bugünden bakıldığında böyle bir öneriye neden karşı çıkıldığını anlamak elbette olanaksızdır. Partiyle cephesel örgütlenme biçimleri arasında veya kitlesel (yatay) örgütlenmelerle öncü savaşı ve “dikey” örgütlenme ve mücadeleler arasında böyle ikilemler yaratmak, farklı düzeydeki görevleri anlamsızca karşı karşıya getirmekten başka bir şey değildi. Hemen her çevre kendini proletaryanın gerçek temsilcisi olarak gördüğünden bir cephe örgütlenmesinin ancak kendi önderliği altında gerçekleşebileceğini varsaymıştır. Ne yazık ki biz bu gibi konular etrafında sürüp giden direniş mücadelelerine hiçbir faydası olmayan tartışmalar içinde boğulurken ülkemiz çok daha büyük bir karanlığın içine sürüklenmekten kurtulamamıştır. *** Bu kitap uzun yıllar sonra bütün bu konular üzerinde yeniden düşünme
ve tartışma imkânını sağlayabilirse kuşkusuz faydalı olacaktır. O dönemde bu konularda yürütülen tartışmalarda kimin haklı kimin haksız olduğu bu gün elbette çok da önemli değildir. Teori elbette önemlidir; ama sonuçta bütün yazıp çizdiklerimizin, bütün yapıp ettiklerimizin yaşadığımız ülkedeki gelişmelerin, yani hayatın karşısında ne manaya geldiğine bakılacaktır. Çoğunlukla içine düşülen hatalarımız, teorik, siyasi veya pratik meselelere örgütsel veya grupsal sonuçlarını önde tutan bir anlayışla yaklaşmak şeklinde karşımıza çıkıyor. Bunun sonucu örgütlerimiz ve partilerimiz sadece kendileri için siyaset yapan örgütlere dönüşüyor. Ötekinden bir adım geride kalmamak, berikinden iki adım öne geçmek için uğraşırken ülkenin nereye gittiğine bakamayan bir sol, sonuçta kuyruğunu kovalayan kediye dönmektedir. Geçmişimizin derslerinin Direniş Komiteleri ve diğer tartışmalarımızdan bu güne uzayıp gelen şifresi sır değil, bu gün yaşadığımız ülkenin siyasal haritasının orta yerinde, karşımızda duruyor! * Oğuzhan Müftüoğlu’nun Direniş Komiteleri’ne yazdığı önsöz.
9
Tonya Direnişi Ankara’ya Taşındı “Satacaklarmış topraklarımızı. 180 bin ağaç keseceklermiş. Bakan Bayraktar, gitsin babasının topraklarında yapsın fabrikayı. Biz orayı verurmuyuk. Kanlarımız karışmış oraya. Meramızı satıyorlar da bize söylemiyorlar. Başımızı sokacak bir evi zor yaptık biz. Benim evimin tam dibinden fabrika başlayacakmış. Nereye gideyum?”
T
rabzon’un Tonya İlçesi’ne yapılması planlanan çimento fabrikasının bölgeye ve doğaya vereceği zarar oldukça büyük. Düzköy’ün Çayırbağı Beldesi, Gülcana Mahallesi ve Abanohor Mahallesi’nde bulunan doğa harikası Çayırbağı Beldesi’nin simgesi Şahinkaya, çimento fabrikasında ham madde olarak kullanılmak isteniyor. Bölgeye kurulacak taşocaklarıyla koca koca kaya parçaları dinamitlerle patlatılarak yok edilecek. Kayanın etrafında bulunan 400 yılda yetişen nadir Ladin Çam ağaçları ise kesilerek bölgede çevre tahribatı yapılacak.
Av. Çelik: “16 tane taşocağı kurulmak isteniyor” Tonya’ya kurulacak çimento fabrikasının tahribatının çok büyük olacağını belirten Trabzon Barosu Avukatları’ndan Nedim Şenol Çelik, “Çevre Bakanlığı’na sunulan ÇED raporunu okudum. Beş bin sayfayı aşan ekleri incelediğimde, çimento fabrikasının dışında bölgeye 16 tane de taşocağı yapmak için ruhsat alındığını gördüm. Bu raporlara göre Şahinkaya ve bölgede bulunan ormanlar tamamen yok edilecek” ifadelerini kullandı. Tarım ve hayvancılıkla geçinen Tonya halkı ise “Dinamit patlamalarıyla ölüm tehlikesi altında yaşamak
istemiyoruz!” diyerek isyan ediyor. Tonya halkı, “Kurulacak çimento fabrikası ile yeraltı suları kimyasallarla kirlenecek, hayvanlarımız içtiği sudan, yediği ottan zehirlenecek. Şahinkaya’ya kurulacak taş ocakları ile koca kaya parçası acımasızca yok edilip 109 bin ağaç kesilerek ormanlar yok edilecek” diyerek ilk günden bu yana mücadele ediyor. Tonya halkı, defalarca eylemler, etkinlikler yaparak alanlara çıktı. EMBA Şirketi’ne seslerini duyurmaya çalışan Tonyalılar, eylemlerinde “EMBA Tonya’ya Gelma!’ , ‘Ne Fabrika, Ne taş Ocağı Yaşasın Tonya’nın Tereyağı!’ sloganları attı. Tonya halkı eylemlerinde “İnekler çimento yiyemezler ki!”, “Gel Deduk Gelmedun, Biz Gelduk!”, “Tonya’da Taş Ocağı ve Çimento Fabrikası İstemiyoruz!” dövüzleri taşıdı.
Tonya Mücadelesi Ankara’ya Taşındı! Çimento fabrikasını yapmak isteyen EMBA şirketine sitemleri bitmeyen Tonyalılar, son olarak da haklı mücadelelerini Ankara’ya taşıdı. Mücadeleyi sürdüren Tonya halkı Ankara’ya gelerek ‘Bakana gel deduk gelmedun, biz gelduk!’ dedi. Tonya Çevre Platformu’nun çağrısıyla Ankara’ya gelen Tonya halkı, Kızı-
lay’da horonlar oynayarak çimento fabrikasına karşı isyanlarını dillendirdiler. YKM önünden Meclis’in Dikmen kapısı önüne yürüyen Tonya halkı, ‘Çimentoya ve Taşocaklarına Hayır!’ tişörtleri giydi, isyanlarını horona taşıdı.
Tonyalı Teyzeler Neler Diyor? “Gel deduk gelmedun, biz gelduk!” 70 yaşındaki Yeter Sürül, “Biz kayamuzu vermezuk. Buraya gelmayun, kayaya gelmayun” derken, “Çimento fabrikasını yapmak isteyen EMBA Yönetim Kurulu Başkan vekili Mete Bülgün, Tonya’ya yapılacak çimento fabrikası için yaptığı bilgilendirme toplantısında, “Bu yatırımın artık geri dönüşümü yok. Yani birisi çıksa beni anlımın ortasından vursa, gene bu yatırım yapılacak bunun çaresi yok” demiş. Bize mi sormuş” diyor.
Nurden Günaydın: “Sığırcıklarımıza bakıyoruz. Sütlerini satıyoruz. Öyle geçiniyoruz. Bizi kanser etmek istiyorlar. Biz topraklarımızı vermeyük. Ben kendüm de yetüm yetiştim. Döndüm yetimlerimizi büyüttüm. 30 yaşında 5 çocukla dul kaldım. Çocuklarımı kara lahanayla, mısırla, patatasle büyüttüm. Biz topraklarımızı asla vermeyük. Bu hükümet isimlerini dahi bilmediğim adamların değil. Bu hükümet hepimizin, bizim için değil
mi? Onların hükümeti mi, bizim kimsemiz yok mu? Babamızın dedelerümüzün mezarlarını bekliyoruz. Gidecek başka yerümüz yok. Erkeklerimizi belaya koymayuk, orakla adam keserük. Ben onları vururum”.
Fatma Günaydın: “Satacaklarmış topraklarımızı, herifler hiçbir şeye katılmıyor. Her şeyi kadınlar yapıyor. 180 bin ağaç keseceklermiş. Bakan Bayraktar, gitsin babasının topraklarında yapsın fabrikayı. Biz orayı verurmuyuk. Kanlarımız karışmış oraya. Biz orada kan davasını bitirdik. Herkes siperde bakliyor. Geleni vururlar. Kim ödeyecek bunun bedelini. Meramızı satıyorlar da bize söylemiyorlar. Başımızı sokacak bir evi zor yaptık biz. Herkes siperde bakliyor. Benim evimin tam dibinden fabrika başlayacakmış. Nereye gideyum?”
Havva Bahadır: “Bakan bizi ikna etmeden sattı oraları. Bakan sattı EMBA aldı. Bizi niye kimse sormuyor. Çimento fabrikasının ardından 16 taş ocağı yapılacak. Bu halk ne olacak, düşünen yok ki. Köyde yaşamak kolay. Kendi kendinin ağası ve patronusun. Ben 35 yıldır orada yaşıyorum. Elimizden toprağımızı almaya çalışıyorlar. Onlar gelmedi biz geldik”.
10
Sağlıkta Şiddet Sona ERSİN!
S
ağlık emekçileri, sağlıkta kaliteyi düşüren performans, 7 gün 24 saat esnek, güvencesiz, baskı altında ve görev tanımı dışında çalıştırılma, gittikçe ağırlaşan iş yükü ve angarya, küçük düşürülme ve hedef gösterilme, sağlık çalışanları ve hastaların, hasta yakınlarının karşı karşıya getirilmesi sonucunda bozuk bir sağlık sistemi, tedavi olamayan hastalar ve sağlık emekçilerine yönelmiş bir öfke ve şiddetin olduğunu dile getirerek bozuk sağlık sistemine
ve şiddete son verilmesini istiyor. Sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesi ve sağlık emekçilerinin uzun çalışma saatlerine mecbur edilmesi nedeniyle hasta ile sağlık emekçileri karşı karşıya geliyor. AKP iktidarı, sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesine direnen sağlık emekçilerinin hedef haline getirdi. Bu nedenle sağlık emekçileri, 17 Nisan 2012’de bir hasta yakını
tarafından bıçaklanarak öldürülen Dr. Engin Arslan’ın ölüm yıldönümünde, sağlık alanındaki şiddete karşı tüm Türkiye’de g(ö)reve çıktı. 17 Nisan’da acil hastalar, kanser, diyaliz hastaları ve yatan hastalar dışında hiçbir sağlık hizmeti sunmayan sağlık emekçileri, öğlen saatlerinde tüm illerde belirlenen hastanelerin bahçelerinde toplanıp beyaz yürüyüşler ve bası açıklamaları gerçekleştirdi.
ÖDP, “Rant Planlarına Karşı Yaşam Alanlarımıza Sahip Çıkalım” dedi
Ö
zgürlük ve Dayanışma Partisi İstanbul İl Örgütü, İstanbul’da yaşanan kent yağmasına karşı sokağa çıktı. AKP iktidarının ranta dayalı kent politikalarını teşhir etmek, barınma hakkına, yaşam alanlarına, İstanbul’a sahip çıkmak için yapılan yürüyüş, Okmeydanı’nda “İstanbul Talan Ediliyor! Rant planlarına karşı yaşam alanlarımıza sahip çıkalım” sloganı ile gerçekleştirildi. Okmeydanı Mahmut Şevket Paşa Mahallesi Sağlık Merkezi önünde toplanan yüzlerce ÖDP’li Dikilitaş Parkı’na doğru yürüyüşe geçti. Yürü-
yüş esnasında “Rant için değil kalk için plan”, “Hırsız TOKİ mahallemden defol” “Afet yasası sermayenin maşası” “Yerine yurduna mahallene sahip çık!” sloganları atıldı. Yürüyüşün ardından, kentsel dönüşüm ile karşı karşıya olan ve riskli alan ilan edilen mahalle temsilcilerine ve yerel derneklere söz verildi. Yapılan konuşmalarda, Sarıyer Boğaziçi Çevre ve Dayanışma Derneği (BOÇEV) Başkanı Ramazan Korkut, Sarıyer’de kentsel dönüşüm projesi adı altında dayatılan rant planına karşı mahallede örgütlendiklerini, Sarıyerliler olarak Sarıyer’in talan edilmesine izin vermeyeceklerini;
GOP Karayolları Mahallesi halkı adına söz alan Erdem Ece bir süre önce mahallelerinin hiçbir gerekçe gösterilmeden, hiçbir rapor sunulmadan afet yasasına dayanılarak riskli alan ilan edildiğine değindi, mahallede konu ile ilgili bilgilendirme toplantılarına başladıklarını; Okmeydanı Çevre Koruma ve Güzelleştirme Derneği Başkanı Ali Çetkin ise Okmeydanı’nda kentsel dönüşüm planlarının yıllardır uygulanmaya çalışıldığını ancak Okmeydanı halkının birlik ve beraberlik içinde verdiği mücadele sonucu her defasında bu girişimlerin boşa çıkarıldığını ifade etti.
Mahalle temsilcilerinin konuşmalarının ardından ÖDP İstanbul İl Örgütü başkanı Avni Gündoğdu açıklama yaptı. Gündoğdu, açıklamasında, “Emeğin, emekçilerin, halkın yok sayıldığı bir İstanbul’a itiraz ediyoruz. Biz emeğin İstanbul’unu istiyoruz. Biz kardeşliğin egemen olduğu bir arada yaşanılacak İstanbul istiyoruz. Biz doğanın yok edilmediği bir İstanbul istiyoruz. Çok uluslu şirketlerin ve onların işbirlikçilerinin çıkarlarını kurban edilmediği yoksulların, emekçilerin, halkın söz kara yetki sahibi olduğu bir İstanbul istiyoruz.” dedi.
11
9 Aralık 2012’de ülkenin dört bir yanında başlattığımız yürüyüşümüzü, 9 Haziran 2013’de İstanbul’da birleştiriyoruz. Bu düzen böyle gitmez diyen herkesle bu yürüyüşümüzde bulaşmak için şimdi mahallerden, sokaklardan, fabrikalardan, üniversitelerden, köylerden 9 Haziran’a yürüyeceğiz. 9 Aralık 2012’de başlayan ve 9 Haziran 2013’de İstanbul’da mitingle bir dönemi sonlanacak olan mücadelemiz mahallerde Türkiye’yi Yeniden Kuralım tartışmaları ve eylemlerimizle sürüyor.
Ankara ve İzmir’de Bağımsızlık Mitingi Suriye’ye yönelik emperyalist müdahaleye ve AKP’nin işbirlikçi politikalarına karşı, uzunca zamandır sürdürdüğümüz mücadelemizin parçası olarak Ankara ve İzmir’de mitingler gerçekleştirdik. Miting öncesinde,Ankara’da ilçe ve mahalle çalışmalarında NATO’nun ülkemizde konuşlanması ve emper-
Türkiye’yi Yeniden Kurmak İçin 9 Haziran’da İstanbul’da Buluşalım toplantısı ve Ankara Batıkent’te Kent-Kop Mahalle Birimi tarafından gerçekleştirilen tartışmalarda Türkiye’nin yeni İslamcı rejimi ve gerçek laiklik mücadelesi konuşuldu.
4+4+4’e Karşı Mücadelemiz Sürüyor yalist müdahale planlarını anlatan çalışmalar yapıldı. İzmir mitingi öncesinde de Ege Bölge illeri ile birlikte İzmir’in ilçelerinde benzer bir çalışma gerçekleştirildi. Ayrıca, İzmir’de kurulan yeni NATO üssü önünde ‘İzmir NATO üssü olmayacak’ eylemi gerçekleştirildi.
Gerçek Laiklik Tartışmaları Türkiye’yi yeniden kurma mücadelesinin parçası olarak, gerçek laiklik tartışması ve mücadelesi üzerine tartışmalar birim çalışmalarımızın parçası olarak gerçekleştirildi. Eskişehir Gültepe Mahallesi’ndeki kahve
4+4+4 karanlığının sonuçları yaşanmaya başladı. Okulların imamhatipleştirilmesi doğrultusundaki değişimle birlikte, mahallelerdeki okulların kapatılmasının ortaya çıkardığı sonuçlara karşı eylemler gerçekleştirildi. Bu mücadelenin parçası olarak kurulan Öğrenci Velileri Derneği İstanbul Kartal’da okul dönüşümünü durdurmak için sokağa çıktı.
Taşeron Düzenine Direnenlerin Yanındayız AKP’nin emeği güvencesizleştiren taşeron uygulamaları karşısında pek çok yerde direnen işçilerle birlikte
mücadelemizi sürdürdük. Zonguldak’ta ve Trakya’da gerçekleştirilen mitingler öncesinde, mitinge çağrı çalışmaları ile birlikte ‘Emeğin İktidarını Kuralım’ çağrısıyla alanlardaydık.
NATO Varlığına Her Yerde İtirazımız Var
NATO varlığının ülkemizin dört bir yanında geliştirilmesine karşı itiraz ediyoruz. İzmir’de, Malatya’da, İncirlik’te şimdi de ABD askerlerinin Afganistan’dan çekilme üssü haline getirilen Trabzon’da NATO ve Amerikan askerinin varlığına itiraz ettik. Trabzon ÖDP İl Örgütü, NATO varlığına karşı mücadelesini ilan etti.
12
Halkın Örgütlü Muhalefetini Büyüterek
Türkiye’yi Yeniden Kuracağız Son yıllardaki ülkemizin pek çok yerinde gelişen eylem ve direnişler kazanmanın mümkün olduğunu bir kez daha gösteriyor. Koç Üniversitesi’nde taşeron firmanın işten attığı işçiler, öğrencilerle, hocalarla bir bütün olarak direnerek işlerine geri döndü. Şişecam’da işçiler, fabrikalarını boşaltmadı ve kazandı. Gerze halkı termik santrallere karşı birlikte mücadele edip, toprağının elinden alınmasına geçit vermedi. Üniversitelerde öğrenciler AKP zulmüne boyun eğmedi, ayağa kalktı. Tonya halkı, çimento fabrikasına karşı şirketi topraklarına adım attırmadı. Artvin madenlere izin vermeyeceği diye yürüdü. Halk örgütlendiği, birlikte mücadele ettiği her yerde kazandı. Mücadele edenlerin, direnenlerin farklı biçimlerde ama aynı saldırıya maruz kalan emekçi halk kesimleriyle birlikte mücadelesinin zeminlerini çoğaltmak, bu mücadelerinin ülkeyi yeniden kuracak bir irade doğrultusunda geliştirmek de bugün devrimcilerin en önemli görevi olarak görülmelidir.
Ü
lkemizde her şey bir dönme dolap misali, dönüp aynı noktaya geliyor. Yeni Türkiye’nin kuruluşu iddiasıyla AKP eliyle sürdürülen dönüşüm, eskinin baskıcı-otoriter ve emek düşmanı yapısı dini muhafazakarlaşma temelinde yeniden kurularak emekçi halkın sorunlarını daha büyüten sonuçlar üretiyor. Her şey değişiyor görünürken, hiçbir şeyin değişmediği sömürü düzeninin güçlenerek sürdürüldüğü bu gidişatın durdurulması ancak halkın örgütlü muhalefetinin güçlenmesi ile aşılabilecek. İktidarı kullananların el değiştirmesi sürecinde eskiyi koruma ya da yeniyi savunma temelindeki her tür sağ eğilimin etkisini kırılması, ülkenin tüm ilerici, demokrat potansiyelinin emekçi halk mücadelesiyle bütünleşmesi ile sağlanabilir. Bugün pek çok yerde gelişen muhalefet hareketleri, halkın direnme eğilimleri ve büyüyen öfkeleri bunun mümkün olduğunu gösteren işaretler olarak gelişiyor.
Türkiye’yi Yeniden Kurmaktan Başka Yol Yok Yıllardır uygulanan sömürü ve baskı politikaları karşısında halkın değişim talebleri düzenin restarosyunun bir parçası haline getirildi. AKP’nin tekelci bir iktidar doğrultusunda, tek
adam diktasına dayanan yönetimi altında sömürü düzeninin bütün ihtiyaçları karşılanıyor. Emekçilerin kazanılmış haklarını dahi yok eden, taşeron ve güvencesiz çalışmayı yaygınlaştıran, eğitim ve sağlığı paralı hale getiren, doğanın ve kentin yağmalanmasının önünü açan AKP iktidarı halka zulüm ve sefaletten başka hiçbir şey sunmuyor. Halkın her tür örgütlenme çabası da polis ve yargı yoluyla bastırılmaya çalışılıyor. AKP iktidarında yalnızca cemaatlerde, yandaş sendikalarda bulunmak serbest, örgütlenmek ise suç nedeni sayılıyor! Bu şekilde ülkemiz sermayenin ucuz iş gücü pazarı haline getirilirken, bütün kaynaklarımız da yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekiliyor. Yoksullar kentlerden sürülürken AKP’nin zenginleri için kent merkezleri yeniden kuruluyor. Köylüler toprağından edilip göçe zorlanıyor. Ekonomisi, dış politikası emperyalizme bağımlı olan ülkemiz AKP ile her alanda taşeronlaştırılıyor. Ortadoğu’daki yıkımdan pay kapmak için halkın başına yağacak bombalar ülkemizde konuşlandırılıyor, ülkemiz yeni NATO üsleriyle kirli bir operasyon merkezi ne dönüştürülüyor. Bu taşeron düzeninden kurtulmak, emekçilerin haklarını aldığı bir
düzen bağımsız ve özgür bir ülke kurabilmek ise ancak tüm emekçilerin ve ezilenlerin Türkiye’yi yeniden kuracak bir mücadelesiyle mümkün olabilecek.
Örgütlü Bir Halk Muhalefeti Kazanıyor Bu sömürü ve baskı politikalarının uygulayıcısı AKP iktidarına karşı bugün halkın kendi öz gücünden başka güveneceği başka hiçbir güç yoktur. Halk ancak örgütlü olursa, kazanabilir! Son yıllardaki ülkemizin pek çok yerinde gelişen eylem ve direnişler bunun mümkün olduğunu bir kez daha gösteriyor. Koç Üniversitesi’nde taşeron firmanın işten attığı işçiler, öğrencilerle, hocalarla bir bütün olarak direnerek işlerine geri döndü. Şişecam’da işçiler, fabrikalarını boşaltmadı ve kazandı. Gerze halkı termik santrallere karşı birlikte mücadele edip, toprağının elinden alınmasına geçit vermedi. Üniversitelerde öğrenciler AKP zulmüne boyun eğmedi, ayağa kalktı. Tonya halkı, çimento fabrikasına karşı şirketi topraklarına adım attırmadı. Artvin madenlere izin vermeyeceği diye yürüdü. Halk örgütlendiği, birlikte mücadele ettiği her yerde kazandı. Bugün pek çok yerde açığa çıkan bu muhalefet dinamiklerinin birbiriyle ilişkisinin yeterince kurularak bir direniş ağına ve bütünlüklü bir mücadeleye dönüştürülememesi
de en önemli eksiklik olarak ortada duruyor. Mücadele edenlerin, direnenlerin farklı biçimlerde ama aynı saldırıya maruz kalan emekçi halk kesimleriyle birlikte mücadelesinin zeminlerini çoğaltmak, bu mücadelerinin ülkeyi yeniden kuracak bir irade doğrultusunda geliştirmek de bugün devrimcilerin en önemli görevi olarak görülmelidir.
Aşağıdan Kurucu İnisiyatif Solun siyasete daha etkin müdahalesine ilişkin tartışmalar yıllardır, solda yukarıdan sağlanacak birliklere odaklanarak sürdürülür. Bu birlik her dönem bütün kapıları açacak bir anahtar olarak gündeme getirilir. Oysa bugün, yukarıdan sağlanacak birliklerle yoluyla değil, asıl toplumsal alanda gelişen hareketlenme içinde güç kazanmayı esas alan, her tür sorunu bu mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda ele alan bir siyasete ihtiyaç var. Emekçi halkın somut sorunlarına sahip çıkma ve çözme iradesi gösteremeyen bir siyaset fikir kulubü olarak kalmaya mahkumdur. Bu tür yapıların birleşmesi ile -örneklerine çokca rastladığımız- birleşmiş daha büyükçe bir fikir kulübü olmanın ötesine geçemez. Bu konudaki tartışmaların bir yanı da son dönemde AKP’ye karşı muhalefetin sürdürülmesine ilişkin gündeme getiriliyor. AKP karşısındaki tüm
13
Topraklarını zehirleyecek çimento fabrikasının kuruluşuna karşı çıkan Tonya’lılar, direnişlerini Ankara’ya taşıdı. 16 Nisan 2012’de Ankara’da Meclis’e yürüyen Tonya halkı, ‘gelun dedik gelmedunuz, biz gelduk’ diyerek mücadeleyi sürdürmekteki kararlılıklarını ortaya koydu. muhalefet dinamiklerinin yukarıdan birleştirilmesine dayanan, toplumsal gerçeklikle uzaktan yakından ilgisi olmayan bu mühendislik harikası projeler bir çıkış yolu olarak savunulabiliyor. Bugün, toplumun tüm ilerici-demokrat potansiyelinin mevcut sağ liberal ve milleyetçi savrulmalarının önüne geçecek şekilde ortak bir mücadele zeminde buluşturulması da ancak emekçi dinamiklerine dayanan bir örgütlü muhalefet hareketinin gücüyle mümkün olabilir. O yüzden bugün açığa çıkan direnme eğilimlerinin ülkenin geleceğini kuracak bir iradeye dönüştürülmesi ancak aşağıdan kurucu inisiyatiflerle güçlenmeye bağlıdır.
Mahalle Mahalle Sokak Sokak Örgütlenerek Başarılabilir İktidarın bütün devlet gücüyle birlikte aşağıda cemaat-tarikatler eliyle toplumu kuşattığı ülke gerçekliği karşısında mücadele etmek ancak mahalle mahalle sokak sokak örgütlenmekle mümkün olabilir.
Bugün, ülkede solun yeterince etkili olamamasının en önemli nedenlerinden birisi emekçi halk içerisinde örgütlenerek, gerici-sağ akımlarla bu doğrultuda güçlü bir mücadele yürütememesinden kaynaklanıyor. Hiçbir şey kendiliğinden gelişmez, ancak emekle ve mücadeleyle gelişebilir. O yüzden bugün halkın direnme eğilimleriyle buluşacak, gelişen direniş hareketlerini büyütecek ve güçlendirecek bir siyasete ve onun yeni araçlarının yaratılmasını önüne koyan yeni bir mücadele döneminin örgütlenmesi ihtiyaçtır. Bu doğrultuda solun yeniden konumlanması, mücadelenin içinde ve mücadelenin ihtiyaçları doğrultusundaki yeni arayışlarla bulunarak gelişecektir. Bugün, yalnızca bir siyasal hareket olarak değil, halkın somut, gündelik ihtiyaçlarına yanıt üretecek sosyal bir hareket olarak örgütlenmeye yönelen direnme ve dayanışma imkanlarını çoğaltan yeni adımlarla ülkemizin yeniden kurulması bugünün içinden
gelişecektir. O yüzden şimdi düzenin her tür saldırısına karşı direniş mücadelemizde, emekçi halk içerisinde yeni örgütlenme mevzileri ve bağları geliştirerek, dayanışmacı-paylaşımcı yeni deneyim alanları yaratarak Türkiye’yi devrimci bir anlayışla yeniden kuracağız.
Yeni Direniş ve Dayanışma Zeminleri Yaratalım AKP düzenine karşı mücadele bir yanıyla onun toplum içerisinde cemaat-tarikat ağlarıyla geliştirdiği baskı ve tahakküme karşı mücadele olmalıdır. Giderek daha büyük bir yoksullukla yaşamak zorunda kalan geniş kesimlerin ayakta kalabilme zeminine dönüştürülen cemaatler hem düzenin güvenliğini sağlayan hem de toplumsal yaşamı İslamı doğrultuda dönüştüren sonuçlar üretiyor. Bu tür bir örgütlenme ağıyla mücadele, kuşkusuz hak ve direniş
mücadeleleri ile birlikte dayanışmacı-paylaşımcı ağ ve yapıları kurarak mümkün olabilir. Belki bugün solun en önemli eksikliği, hayatın somut akışı karşısında sözünü örgütlediği bu tür deneyim alanlarının başka bir nayatın nüvelerinin nayata geçirildiği zeminlerinin eksikliğidir. Bu noktada böylesi iğneyle kuyu kazma sabrı ve emeğini kuşanmış, yaşamın içinde onu yeniden kuracak bir özne olarak konumlarak geleceği bugünden kurma, halkı örgütlü pratikler içinde kendi söz ve eylemiyle güçlendirme zeminleri aynı zamanda ülkenin tüm muhalefet dinamiklerini de birleştirmenin zemini olabilecektir. Şimdi, görev mahalle mahalle sokak sokak örgütlenerek sesimizi her yere taşıyarak Türkiye’yi Yeniden Kurma mücadelemizi büyütmektir. 9 Haziran’a mahallelerden, sokaklardan, üniversitelerden, fabrikalardan yüreyeceğiz...
14
Üniversitelere Gerici Saldırı ve Yeni Rejim
S
on haftalarda gerici güçler adeta sistemli olarak üniversitelere saldırdı. Dicle Üniversitesi’nde Hizbullah’ın saldırılarının fitildiği saldırılar, İstanbul’da kendisine Müslüman Gençler diyen maskeli grupların satırlı-sopalı saldırılarıyla devam etti. Pek çok üniversitede, öğrencileri ‘kendi yollarına çağıran’ aksi takdirden cezalandırılacakları tehdidini savuran bildiriler yayınlandı. Bu tür gelişmeler daha çok gizli güçlerin üniversiteleri karıştırma çabası olarak yorumlanarak, gerçek dayanakları görmezden gelinir. Bu kez de yine ‘barış sürecine’ ilişkin dışarıdan bir müdahale okuması yaygınlaşarak bu tür saldırılara zemin hazırlayan gelişmeler gözden kaçırıldı. Kuşkusuz, bu tip saldırıların ülke tarihinde de pek çok örneği olduğu şekliyle toplumsal muhalefeti bastırmaya yönelik devlet eliyle örgütlenmiş kontr-yapıların marifetleri olduğu malum. Kuşkusuz, bu saldırılar da önümüzdeki dönemler için içinde bu tür işaretleri barındırıyor. Ancak asıl önemli husus bugün böylesi bir toplumsal iklimin yeni rejimin parçası olarak yaratımış olması, bu tür akımların devlet eliyle yukarından aşağıya desteklenerek geliştirilmesidir. O yüzden, bu saldırıları geçici ya da bir sosyal gerçekliği dayanmayan salt komplolar düzeyinde okumak yanlış olur.
Yeni Rejim ve Gerici Kuşatma Devletin neo-liberal restorasyon süreci, AKP iktidarı döneminde İslamcılıkla bütünleşik bir temelde geliştirilerek, yeni bir rejim tesis edildi. 12 Eylül sonrasının ikliminde gelişen cemaat-tarikat yapılarının toplumsal alandaki gücü, AKP iktidarında yukarıdan aşağıya yeni bir toplumsal düzen inşa etmeye yöneldi.Radikal bir dönüşüm biçimde değil yukarıdan devlet ve aşağıdan cemaatlerin birlikteliği içinde ‘mevzi savaşları’ ile tedrici olarak toplumun İslamileştirilmesi doğrultusunda rejimin de dönüşümü gerçekleştiriliyor. Cemaat-tarikatler bu dönüşüm içinde giderek sivil diktanın bir uzantısı olarak işlevleniyor. Bütün sorunların dini referanslar çerçevesinde tartışılmaya zorlandığı bir iktidar yapısının yarattığı iklim içerisinde kuşkusuz İslami akımlar da bir bütün olarak gelişme imkânı buluyor. Popüler olan Cemaat ve AKP olduğundan, bunun dışındaki cemaat ve tarikatların etkinliğinin gözden kaçtığı da bir gerçek. Oysa artık neredeyse her mahallede bir cemaat ya da tarikatın yurdundan, kuran kursundan söz ettiğimiz bir toplumsal gerçeklik içerisinde yaşıyoruz. Neredeyse bu cemaat-tarikat yapılarıyla bağ kurmayanların hayata tutunmakta zorlandığı, hem toplumsal alandaki ağlar hem de devlet içerisinde cemaat-tarikat
odaklanmaları içerisinde bir bütün olarak gericiliğin geliştirildiği ve kurumsallaştırıldığı bir dönüşümle karşı karşıyayız. Bu gelişme içinde İslam’ın tonları arasındaki ayrım ya da birbirine karşıt görünen tüm İslam yorumlarının ortak yanı ise İslami bir toplumun -farklı yollardan da olsainşasıdır.
Neo-Hizbullah ve Geri Dönüş Hizbullah’ın bugünkü geri dönüşü büyük oranda bu iklimin bir sonucu olarak görülmelidir. Tarihsel olarak da özellikle Kürt halkı içerisinde etkinliği olan Hizbullah, 90’lı yıllarda devlet eliyle PKK’ya karşı savaşın aparatı haline geldikten sonra büyük bir gürültüyle katliamlarının sergilenmesi eşliğinde o günkü görevine son verilmişti. Ancak, bu Hizbullah’ın tasfiyesi anlamına gelmemişti. Hizbullah, yeni bir liderlik yapısı etrafında örgütlülüğünü -yeni siyasi iklimin de parçası olarak- düzenleyerek geliştirdi. Hizbullah, Ocak 2012’de “geri dönüş manifestosu” yayınlayarak, yeniden siyaset sahnesine döndüğünü Hüda-Par ile birlikte duyurdu. Bu “manifesto”da Kürtlerin “federasyon, özerklik ya da ayrılma” taleplerini, İslami bir yönetim altında olması kaydıyla destekleyeceklerini ifade ederken, Hizbullah, İslam dışı/karşıtı bir yapı olarak tanımladığı PKK’nin Kürt halkı içindeki etkisinin kırılmasına dönük mücadelenin de parçası ola-
cağını duyuruyordu.
Ortadoğu ve İslamcılık Ülkemizdeki İslami gelişme aynı zamanda Ortadoğu’nun da bir parçası olarak şekilleniyor. Emperyalizm güdümlü İslami iktidar kuşağı ile birlikte, bölgesel düzlemde dini tahakkümün daha fazla güç kazandığı bir dönemden geçiyoruz. AKP ve Cemaat’in temsil ettiği model kadar radikal akımların da güç kazandığı, bölgesel bir cihadist birleşik zeminlerinin inşa edildiği koşullarda ülkemizdeki İslami çizgilerin de bunun parçası olacağından kuşku yok. Bu noktada önemli olan, İslami hareketlerin kendi iç çelişkileriyle ve farklı konumlarıyla birlikte ülkemiz ve bölgemiz düzleminde topyekün güç kazanması ve toplumsal alanı kuşatıcı sonuçlar üreten gelişimidir. Bu manada, İslam bölgemizde bir “kardeşlik” şemsiyesi olmaktan ziyade emperyalizmin bir taşıyıcısı ve ona bağlı gelişecek olan savaş ve çatışma dinamiğidir. Ülkemizde ve bölgemizde siyasal İslamcı çizgi, konjonktürel uzlaşmacı taktikleri de dahil olmak üzere, tüm ilerici ve özgürlükçü dinamikleri boğmaya yönelmiştir. Buna karşı mücadele edilmeksizin özgürlükçü ve demokratik bir toplum ve düzen kurmak mümkün değildir.
15
AKP’nin Beslediği ve Beslendiği Bir Güç: İslami Sermaye İslami burjuvazinin sınıfsal çıkarı, küreselleşme ve onun kurumları ile daha az sorunlu, İslami-muhafazakâr kesimin politik taleplerini sistemle cepheleşmeden çözmeye çalışacak, muhafazakâr bir partinin kurulmasından yanaydı. Aslında İslami sermayedarlar 1990’ların henüz başında bu denli “küreselleşmeci” düşünüyorlardı.
A
KP’nin nasıl bir parti olduğu konusundaki tartışmalar açısından önemli bir nokta da AKP’nin kimliğinin oluşmasında önemli bir desteği olan ve bu desteğin karşılığını da fazlasıyla alan İslami sermayedir. Burada İslami’den kasıt elbette ki sermaye sahiplerinin iş yapış biçiminde İslami esasları tercih edip etmemesi, İslamcı iktidarlarla kurdukları ilişki ve diğer ayırt edici kültürel kodlamalardır. Sermayeden kasıt ise tarikat-cemaat gibi ilişkilerin içerisindeki iş adamlarının özellikle 1970’ler itibariyle yarattığı birikimdir. İslami sermayenin AKP iktidarı ile kurduğu ilişki diğerlerinden özeldir. Çünkü burada ikili bir yön vardır. Birincisi, Türkiye’nin 1980 sonrası sürecinde gerçek anlamda serpilmiş
ve kendi ideolojisini oluşturmuş bir sermayedar kesiminin bu ideolojisini bir siyasi partiye birebir uyarlamasıdır. İkincisi ise bu partinin değişik toplumsal kesimlerin de desteği ile büyük bir iktidar gücüne kavuşmasının bahsettiğimiz sermayedar kesimine sağladığı büyük katkıdır.
İslami burjuvazinin AKP ile kurduğu ilişkiyi, a) Partinin oluşum sürecinde ve devamında verilen ideolojik-politik ve maddi katkı b) AKP’nin iktidarı boyunca uyguladığı ekonomi politikalarının İslami sermayeye sağladığı doğrudan ve dolaylı katkı olarak ikiye ayırabiliriz.
Bu ikili ilişki ne 1980 öncesi/sonrası merkez sağ iktidarlarla tam olarak kurulabilmiştir ne de İslami sermayenin en güçlü ilişki kurduğu Refah Partisi zamanında yakalanabilmiştir. Bu sermaye kesimini birebir temsil ettiği düşünülen Refah Partisi, küreselleşmeyle birlikte İslami sermayenin yaşadığı ideolojik dönüşüme ayak uyduramamıştır. AKP ise tam da bu ideolojik dönüşümün bir partisi olabilmiştir.
AKP’nin oluşum sürecinde İslami burjuvazinin nasıl bir katkısı olduğu sorusuna, İslami burjuvazi kesiminin 28 Şubat sonrası tercihlerinin, AKP’nin kuruluş sürecinde belirleyici olduğu teziyle yanıt verilebilir. 28 Şubat sonrası Refah Partisi’nin devamı sayılan Fazilet Partisi’ndeki yenilikçi/gelenekçi ayrışmasında, İslam sermaye sahiplerinin tercihleri önemli rol oynamıştır: “Anadolu’da yerleşik olan ve adına rahatça İslami
diyebileceğimiz sermaye, yani İslami partilerin tabanında yer alan, bunlara insan kaynağı, parasal kaynak ve imkan yaratan, sunan kesim devletle çatışarak elinde tuttuğu sermayeyi büyütemeyeceğini anlamıştır. 28 Şubat krizi ve darbesi bir dönüm noktasıdır1.” Gerçekten de 28 Şubat sonrasında İslami burjuvazi, Erbakan’ın klasik Milli Görüş çizgisinden koparak yeni arayışlara girmiştir. Daha sonra AKP’yi kuracak olan ve Fazilet Partisi içerisinde yenilikçi olarak adlandırılan kesimler, İslami burjuvazi açısından yeni bir umut olabilmiştir. Burada ikili bir süreçten bahsetmek gerekir. Bir yandan “yenilikçi” kanadın temsilcileri Abdullah Gül, Bülent Arınç, Recep Tayyip Erdoğan gibi
16 isimler, bu kesimin desteğini almanın önemini görürken diğer yandan da İslami burjuvazi, bu yenilikçi isimlerde kendi gelecek vizyonunun bir yansımasını görmüşlerdir. Milli Görüş kökeninden gelen ve Fazilet Partisi ayrışmasında “gelenekçi” diye anılan Erbakan’ın yanında yer almış Mehmet Bekâroğlu, İslami burjuvazinin bu yeni siyasi oluşuma desteğini şu anekdotla anlatır:2 “MÜSİAD’ın 2000 yılında yapılan kongresi boğazına kadar Fazilet kongresine endeksliydi. Kongre sanki FP kongresi öncesi yenilikçiler için yapılan bir gövde gösterisiydi. MÜSİAD’ın eski ve yeni genel başkanları konuşmalarında Hoca ve FP yönetimini izledikleri politikadan ötürü acımasızca eleştirdiler.” Bahsedilen kongrede İslami burjuvazinin Milli Görüş’ü eleştirmesi aslında doğaldı. Bekaroğlu ve arkadaşlarının da aktardığı gibi, Erbakan’ın kafasındakiler, ekonomik yaklaşımları ile kontrollerindeki sermayenin istekleri örtüşmüyordu. Onlar elde ettikleri avantajlarla küresel pazara açılıyorlar, küresel pazarın getirdiği koşulları, istikrarı ve sermayenin önünün açılmasını istiyorlardı3. İslami burjuvazinin sınıfsal çıkarı, küreselleşme ve onun kurumları ile daha az sorunlu, İslami-muhafazakâr kesimin politik taleplerini sistemle cepheleşmeden çözmeye çalışacak, muhafazakâr bir partinin kurulmasından yanaydı. Aslında İslami sermayedarlar 1990’ların henüz başında bu denli “küreselleşmeci” düşünüyorlardı. Ancak bu sistemin kendileri açısından yarattığı getiri ideolojilerine de yansımıştı. Örneğin daha önce Avrupa Birliği’ne Hıristiyan Kulübü diye seslenen bir partiyi koşulsuz destekleyen MÜSİAD, AKP’nin kuruluş sürecinde Avrupa Birliği ile daha sorunsuz ilişkiler öneriyordu. İslami burjuvazinin bu küreselleşmeci politik yöneliminin AKP’nin ilk dönemindeki Avrupa Birliği (AB) yanlısı politikalarında etkili olduğu iddia edilmektedir:4 “AKP eğer AB konusunda CHP’den, MHP’den hatta DYP’den daha rahat bir tavır izliyorsa bunun nedeni sermayenin uluslararası entegrasyonunun getirdiği yeni bilinç katmanlarıdır. Sermaye,
onu elinde tutan adamın kendi içine kapanmasına izin vermez.” Gerçekten de 2004 yılında MÜSİAD Başkanı olan Ömer Bolat, göreve gelir gelmez AB yanlısı politikalarını şöyle ifade ediyordu: “MÜSİAD olarak niteliği ne olursa olsun AB ile yoğun ilişkiler halinde olmayı tarihi açıdan, coğrafi açıdan, sosyo-ekonomik şartlar ve siyaset açısından zorunluluk olarak görüyoruz5.” İslami sermayenin daha agresif bir piyasacılık modelini savunan, özelleştirmeci yaklaşımı AKP’de kendini bulmaktadır. AKP kadrolarının sadece İslami sermaye istediği için özelleştirmeci olduğunu söylemek doğru olmaz. Refah Partisi dahil olmak üzere 1980 sonrası sağ partilerin ajandasında en önemli yeri özelleştirme yanlısı politikalar almaktadır. Nitekim Refah Partisi dahi 1980 öncesi MNP-MSP döneminde farklı olarak özelleştirmeci bir söylem tutturmuştur. MSP’nin önde gelen sloganı olan “ağır sanayi” Refah’ın propaganda broşürlerinde küçük bir ayrıntı düzeyindedir. Yine Erbakan’a göre Refah Partisi gerçek özel sektörcü partidir.6 Bu politik ortamda, Refah Partisi’ne göre daha merkezde konumlanan AKP kadrolarının özelleştirme yanlısı olmayacağını düşünmek zordur. Ancak neoliberal politikalardaki agresifliğin, İslami burjuvazinin, TÜSİAD’la özdeşleşmiş burjuvaziye göre neoliberal politikalarda daha atılgan olmasıyla bir ilişkisi vardır. “MÜSİAD’ın güçlü bir Türkiye’nin
yaratılması ve bu vesile ile İslam medeniyetinin canlanması için ekonomik kalkınma öncelikli hedeftir. Ekonomik kalkınma da günümüz şartlarında, daha çok ihracat, daha çok neoliberalizm, daha çok piyasa rasyonalizmi demektir7.” Bu ideolojik eksen, AKP’nin de programatik olarak neoliberal politikaları izlemesini kolaylaştırır. İslami burjuvazinin AKP’nin politik yöneliminde belirleyici olduğu bir diğer nokta da TÜSİAD’la kurulan ilişkilerde kendisini gösterir. İslami sermayedarların, tarihsel olarak TÜSİAD sermayesine karşı bir tepkisellik içerisinde olduğu biliniyor. AKP’nin özellikle iktidarının ikinci döneminde TÜSİAD ile yaşadığı gerilimler, İslami sermayenin TÜSİAD’la kurduğu rövanşist ilişkide aranmalıdır. AKP kadroları söylem düzeyinde her ne kadar her iki tarafa da eşit mesafede gözükse de önemli tartışmalarda hep İslami burjuvazinin desteğini arkasında görmüştür. 2010 yılındaki Anayasa referandumu öncesinde MÜSİAD’dan tam destek alan AKP, TÜSİAD’tan açık destek alamamış ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “kusura bakmasınlar ama Anadolu sermayesi daha realist”8 demiştir. Yine aynı Erdoğan, Ecevit başta olmak üzere çeşitli başbakanlara sert eleştirilerde bulunan TÜSİAD ile ilgili şu sözleri söylemiştir: “Bu ülkeyi biz, sermayenin hegemonyasına terk etmeyeceğiz. Bunu çok açık söyleyeyim. Siz geçmişte, iktidarlarla kedi köpekle oynar gibi oynayabilirdiniz. Ama bu iktidar-
AKP politikalarında bürokrasi ile kurulan ilişkilerde de İslami sermayenin daha agresif tutumunun bir yansıması olduğunu görebiliriz. Geleneksel İstanbul burjuvazisine göre Anadolu sermayesi, yerleşik bürokratik güçlerle daha az ilişkili hatta çoğu zaman karşıt bir noktadadır. la oynayamazsınız. Herkes yerini bilecek.”9 AKP liderinin bu açıklamaları, partisinin sermaye karşıtı ya da sosyalist bir hatta kaydığını göstermez. 2000’li yılların sonlarına doğru İslami sermayenin ulaştığı nokta, AKP’nin TÜSİAD burjuvazisine karşı daha keskin bir söylem ifade etmesine olanak tanımaktadır. Bu olanak içerisinde ABD ile kurulan ilişkiler, iç politikadaki alternatifsizlik gibi siyasi etkenler de vardır. Ancak AKP’yi oluşturan kadrolar da bilmektedir ki Türkiye’de burjuvazi artık yekpare değildir. İslami sermaye gibi önemli bir faktör de mevcuttur. AKP politikalarında bürokrasi ile kurulan ilişkilerde de İslami sermayenin daha agresif tutumunun bir yansıması olduğunu görebiliriz. Geleneksel İstanbul burjuvazisine göre Anadolu sermayesi, yerleşik bürokratik güçlerle daha az ilişkili hatta çoğu zaman karşıt bir nok-
17 tadadır. Kimi muhafazakâr-liberal Koç: Arktur ve Medyakom şirketlerin yazarlarca CHP bürokrasisinin son sahibi - AKP Kurucu Üye. Nezir Alın: kalesi10 olarak nitelendirilen yargının İstanbul Tıp Merkezi Yönetim Kurulu değişime uğraması, İslami burjuvazi Bşk. - Esenler İlçe AKP Meclis Üyesi. tarafından tarihsel olarak arzulanan Hüseyin Memişoğlu: Makro Tekstil bir durum Y.K.B. - AKP iken İstanbul Denizli İl Yöburjuvazisi İslami sermaye ile AKP ara- netim Kurulu 12 açısından sındaki politik çıkar birliğinin Üyesi…” İşte kaygı verici AKP’nin kudışında maddi bir birlikteli- ruluşunda ve olabilmektedir. İslami bur- ğin de olduğu söylenmelidir. iktidarı dönejuvazi, tarihsel İslami sermaye sahibi büyük minde İslami olarak büroksermayenin işadamları arasında AKP rasi ile “olipolitik ve madüyesi, milletvekili, danışman garşik” olarak di katkısı AKP nitelendirpolitikalarının ya da dışarıdan para veya dikleri büyük insan gücü destekçisi önemli şekillenmesinsermayedarlar de önemli rol bir kesim vardır. arasında bir itoynamıştır. tifak olduğunu savunmuştur. AKP ile İsDolayısıyla bu ittifakı çatırdatacak lami sermaye arasındaki ilişkinin politikalar konusunda AKP’ye itici ikinci ayağı olarak AKP’nin varlığı güç olmaktadırlar. İslami sermave iktidar gücü de İslami sermaye ye ve AKP, temel eleştiri noktasını açısından devasa olanaklar yaratbürokratik, devletçi, otoriter, tepemıştır. Sermaye birikiminin iktidar den inmeci kamu yönetimi yapısına gücüyle kurduğu ilişki, AKP iktidarı odaklamaktadır.11 Buna göre devdöneminde tıpkı Özal döneminde letin hakim olduğu alanları oldukça olduğu gibi belirgindir. 2001-2002 geniş tutan bu anlayış, toplumun krizi sonrası IMF eliyle uygulanan nekendi dinamikleriyle kendini yenile- oliberal program, sermayenin önünü mesini ve ekonomik refahını engelle- açan önemli avantajlar sağlarken, mektedir. Dahası bu kamu yönetimi yerel yönetimler ve merkezi iktidar modernleştirme anlayışı toplumun olanaklarının siyasi ve ekonomik terkendi tecrübesiyle kurduğu kurum cihlerle belli bir kesime aktarılması, ve değerlere müdahale ederek karİslami sermaye birikiminin gelişigaşa ve huzursuzluk doğması riskini minde önemli rol oynamıştır. yaratmaktadır. Bu ortak eleştiri ikisinin buluştuğu ortak noktalardan Özellikle 2001 krizinden sonra birisidir. TMSF’de toplanan ve daha sonra ihaleye çıkarılan işletmelerin satışınİslami sermaye ile AKP arasındada İslami sermayenin atak davrandıki politik çıkar birliğinin dışında ğını, Ortadoğulu firmalarla birlikte maddi bir birlikteliğin de olduğu bu ihalelerden kârlı çıktıklarını söylenmelidir. İslami sermaye sahibi söylemek mümkündür. Ancak bu büyük işadamları arasında AKP sürecin ne kadar şeffaf işletildiği de üyesi, milletvekili, danışman ya aynı dönemde kamuoyunu oldukça da dışarıdan para veya insan gücü meşgul etmiştir. Devletin elindeki destekçisi önemli bir kesim vardır. bazı bankalardan kredi alınıp büyük Bu işadamlarının sayısı yüzlerle ifade medya kuruluşlarına sahip olunduğu edilmekle birlikte, AKP’de resmi iddiası basit bir dedikodu olmanın görev almış işadamlarından sadece ötesine geçebilmiştir. Yine enerji birkaçı şunlardır: “Cüneyd Zapsu: ihalelerinde meslek odalarının ihale Azizler Holding İcra Kurulu Başkakanunu ile ilgili eleştirileri basınnı - AKP Kurucu Üye ve Başbakan’ın da çokça yer bulmuştur. 2009’da Danışmanı. Mehmet Altan KarapaElektrik Mühendisleri Odası, dağıtım şaoğlu: Polimak Tekstil Yön. Kurulu ihalelerindeki yeni bir kanununu, Bşk. - AKP Kurucu Üye ve Bursa ihale sonrasında başka şirketlerin Milletvekili. Fatih Recep Saraçoğ%49 ortaklığına onay verdiği için lu: Doruk Holding Yönetim Kurulu eleştirmişti. Dönemin EMO Başkanı Başkanı - AKP Kurucu Üye. Ali Rıza Musa Çeçen, “Yasayla AKP yandaşı
şirketlerin, alıcı şirketlere monte edilmesi kolaylaştırılmaktadır” demişti.13 İhaleleri alan firmaların ise AKP’ye yakın İslamcı şirketler olduğu basına yansımıştı.
sermaye de iktidar olanaklarını AKP ile daha rahat bir şekilde kullanabilmiştir.
Dipnotlar 1. Hasan Bülent Kahraman, Türk Sağı ve AKP, (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2007): AKP’nin dış politikada Ortadoğu ile kurduğu ilişki de İslami sermaye açı- 125 2. Mehmet Bekaroğlu, Adil Düzenden sından önemli bir çıkış noktası oldu. Dünya Gerçeklerine Siyasetin Sonu, (AnKörfez sermayesinin 11 Eylül sonrası kara: Elips Kitap, Mayıs 2007): 223. batıyla kurduğu sorunlu ilişkide AKP 3. age, 223. devreye girerek bu sermayeyi çeke4. Hasan Bülent Kahraman, age, 119. cek söylemler geliştirmeye çalıştı. 5. Ömer Bolat, Medeniyet İdeali: Konuşmalar-Söyleşiler, (İstanbul: Küre Devlet Bakanı Kemal Unakıtan, Yayınları, Nisan 2007): 63 gazeteci Eyüp Can’ın “Hükümetiniz 6. Haldun Gülalp, age, 63. Körfez sermayesini likidite sıkışıklı7. Menderes Çınar, Siyasal Bir Sorun ğında sığınılacak güvenli bir liman, Olarak İslamcılık, (Dipnot Yayınları, bir çeşit B Planı olarak mı görüyor?” 2005): 164 sorusuna, “Ne B Planı Eyüp Bey! A 8. Anayasa’da kapsamlı değişiklik Planı, A Planı” cevabını vermişti.14 için tarih verdi!, http://www.cnnturk. Daha sonra göreve gelen Hazineden com/2010/turkiye/08/17/anayasada. Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet kapsamli.degisiklik.icin.tarih.verdi/586892.0/index.html, 24 Ağustos Şimşek de toplam 1.2 trilyon doları 2010 yöneten üç Arap ülkesine bu sermayeyi çekebilmek için bir ziyarette bu- 9. Erdoğan’dan TÜSİAD’a sert cevap, lunmuştu. Türkiye’nin İsrail ile Gazze http://www.hurriyet.com.tr/gundem/15578590.asp?top=1, 24 Ağustos sorunu üzerinden yaşadığı gerilimler 2010 de Arap ülkelerinin Türkiye’ye özel 10. Hasan Celal Güzel, CHP’nin jürisbir ilgi göstermesine neden oldu. tokrasi kalesi yıkılırken, Radikal Gazetesi, 01 Nisan Yine İsviç2010, http://www. radikal.com.tr/ re’de miAKP’nin dış politikada OrDefault.aspx?aTnarelerin tadoğu ile kurduğu ilişki de ype=RadikalYayasaklanzarYazisi&Articİslami sermaye açısından ması üzeleID=988972, 24 rine çıkan önemli bir çıkış noktası oldu. Ağustos 2010 gerilimde Körfez sermayesinin 11 Ey- 11. Menderes İsviçre banÇınar, age, 116 lül sonrası batıyla kurduğu 12. İşte Ak Partili kalarındaki Arap sersorunlu ilişkide AKP devreye İşadamları, Sabah 13 Hazimayesinin girerek bu sermayeyi çeke- Gazetesi, ran 2005, http:// Türkiye’ye cek söylemler geliştirmeye www.habervitgetirilmesi rini.com/haber. çalıştı. yönünde asp?id=177426, 24 AKP’li yetkiAğustos 2010 lilerin kimi 13. TEDAŞ’ın 3 şirtelkinleri keti yandaşlara gitti, Sol Haber Portalı, oldu.15 07.11.2009, http://haber.sol.org.tr/ekonomi/tedasin-3-sirketi-yandaslara-gitSonuç olarak AKP ile İslami sermaye ti-haberi-20186, 24 Ağustos 2010. 14. Eyüp Can, Kemal Unakıtan’ın A arasındaki bu dayanışma ilişkisi, Planı, Hürriyet Gazetesi, 21 Şubat 2002 sonrası Türkiye siyasi hayatına 2008, http://www.hurriyet.com.tr/ da yön vermiş oldu. Küreselleşme yazarlar/8275917.asp?yazarid=216&gisürecinde büyüyüp gelişen İslami d=61&sz=9937, 24 Ağustos 2010 sermayenin ihtiyaçları doğrultusun15. Bakan Şimşek’ten, Bağış’ın ‘İsda şekillenen AKP, iktidar olduğu viçre’deki Paranızı Çekin’ Çağrısına dönemde de bu sermayenin önünü Destek, İhlas Haber Ajansı, 02.12.2009, açacak pek çok uygulamaya imza http://www.lpghaber.com/Bakan-Simsek%60ten--Bagis%60in-%60isvicattı. Bu karşılıklı dayanışma ilişkisi, re%60deki-Paranizi-Cekin%60-CagriAnayasa değişikliği gibi ülke tarisina-Destek--haberi-321512.html, hinin önemli kırılma noktalarında 24.08.2010
da kendisini göstermiştir. İslami
18
Din ve Gerçek Laiklik Üzerine Başbakanın insanların değil devletin laik olacağını, insanların ise ya dindar ya da dinsiz olacağını söylemesi ve dindar nesiller vurgusu, Diyanet İşleri Başkanlığının üstlendiği yeni işlevler, Sünniliğin egemenliğinin aşırı mezhepçi vurgularla iç ve dış politikada ön plana geçirilmesi, dinselleştirmenin muhafazakârlık eşliğinde eğitim ve toplum yaşamının gözeneklerine nüfuz etmesi, bugün partimizin savunduğu gerçek laikliğin önemini birçok açıdan kanıtlamaktadır.
A
KP iktidarı altındaki Türkiye’de cumhuriyet ve laiklik konularının önemli bir yer tuttuğu biliniyor. Bu noktada uygulanan ekonomik, sosyal politikaların ideolojik, kültürel, siyasal politikalarla belirli bir paralellik ve belirli bağlantılar içinde yürütüldüğünü
görmenin çok önemli olduğunu belirtmeliyiz. AKP iktidarında ekonomik, ideolojik, kültürel, siyasal politikalar arasındaki mesafe gerçekte kısalmıştır. Ancak bu gerçeğin kitlelerin bilincinde yer edinmesi bir ya da birkaç hamlede gerçekleşmeyecektir. Maddi ekonomik çıkar gerçekliklerinin oluşturduğu sınıfsal temelin görülebilmesi için ideolojik, kültürel, sosyal, siyasal düzeylerin gerek kendi aralarındaki gerekse ekonomik gerçekliklerle bu alanlar arasındaki mevcut bağların görülüp kavranabilmesi gerekmektedir. Bu açıdan ideolojik, ekonomik, siyasal mücadele, kısaca sınıf mücadelesi bütünlüğünün kurulması, “parçalı” görüntü sunan toplumsal gerçekliklerin üzerine gitmede çok önem taşımaktadır. *** Türkiye kapitalizminin günümüzdeki sermaye birikim süreci gerekleri ile ideolojik, kültürel, siyasal üstyapı gereksinimlerinin bugün AKP’nin elinde düzene yeni bir renk vermede kaynaştığını görmemiz gerekiyor. Bu noktada AKP iktidarının, özellikle laiklik konusunu, kendi muhafazakâr otoriter toplum yapısı kurgusu içinde ama en önemlisi ekonomik-siyasal-toplumsal, altyapı-üstyapı bağlantıları içinde, kimi yasa/mevzu-
at düzenlemeleri ile birlikte istismar ettiğini ve gerilettiğini belirtmeliyiz. Örneğin 4+4+4 kesintili eğitim uygulaması ve “dindar nesiller” kurgusunun, sermaye birikim sürecinin gereksindiği (daha daha) ucuz emek gücünden çocukların istismarına ve laikliğin geriletilmesine dek uzantıları olduğu açıktır.
gelişmedir. Bundan sonraki kesitte ise cumhuriyetin burjuva sınıf egemenliği özü ve bu özle ilişkili biçimleri artık belirleyici olmuş; kapitalizmin ayrı ayrı her ülkedeki belirli toplumsal biçimlenişleri ve bu bağlamdaki siyasal devlet ve yönetim biçimleri (demokrasi, faşizm, ..) egemen olmuştur.
*** Bu noktada AKP’nin elinde bir dizi tahrifata konu olan cumhuriyet ve laiklik konularına kısaca ve özel olarak değinmekte yarar var.
Buraya kadar söylenenlerden sonra cumhuriyet olgusunun tarihsel bir ilerleme olmakla birlikte, egemen üretim tarzı, üretim ilişkileri, toplumsal oluşum ve biçimlenme ile belirlendiğini, ön plana çıkanın cumhuriyetin sınıfsal özü ve burjuva düzen-toplum-devlet biçimleri olduğunu belirtmek gerekir. Bu noktada devrimcilerin ve kitlelerin geriye değil ileriye bakmaları gerekir.
Modern anlamlarıyla cumhuriyet ve laiklik (bu sözcük veya kavram Batı dillerinden gelmedir: laicité, laity, laicità), Batı’da burjuva devrim süreçleri içinde, feodalizm ve kilise egemenliğinden çıkış koşullarında oluşmuştur. Bu çerçevede ve ilgili tarihsel kesitlerde laikleşme, dinsel düşünce, uygulama ve kurumların toplumsal önemlerini yitirme biçimlerini anlatmaktadır. Bu gelişmeye bağlı olarak cumhuriyet, feodalizmdeki zümre iktidarına karşıt olarak, sözcük anlamı itibarıyla “halk yönetimi, halk egemenliği” anlamına gelse de, tarihsel belirlenim itibarıyla, çeşitli biçimler altındaki burjuva sınıf egemenliğine tekabül etmektedir. Bu, içinden çıkılan tarihsel kesitle bağlantılı olarak ilerici, devrimci bir
Laikliğin kökeninde de, gene, feodalizm, ve mülkiyetin büyük ölçüde kilisenin elinde toplandığı mutlakiyetçi yönetim biçimlerinden çıkıldıktan sonraki yeni sınıf egemenliği koşulları içinde dinin, birey, toplum, toplumsal ilişkiler ve devlet yaşamındaki yerine ilişkin dünyevileştirici bir dizi bağıntısı olan düzenleme gereklilikleri bulunmaktadır. En geniş ve yaygın bilinen anlamıyla laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak açıklansa da konu bu yalnızca bu düzeyde ele alınamaz.
19 *** Feodalizm ve mutlak kilise egemenliği döneminde, bilindiği üzere bilimlerin gelişmesi engelleniyordu. Engels, kilise egemenliğinin tarihsel olarak kırılması gerekliliği ve burjuva egemenliğinin sağlanması sürecine dair şunları söyler: “burjuvazi, sınai üretimi geliştirmek için, doğal nesnelerin fiziksel özelliklerini ve doğa güçlerinin etki tarzlarını araştıran bir bilim gereksiyordu. Bilim, o zamana kadar, kilisenin horgörülen beslemesi olmuştu, imanın koyduğu sınırları aşmasına izin verilmemişti, ve bu yüzden hiç bilim olmamıştı. Bilim kiliseye karşı ayaklandı; burjuvazi bilimsiz edemezdi ve, bundan ötürü, ayaklanmaya katılmak zorunda kaldı”. (Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm.) Gene Engels, “18. yüzyılda burjuvazi de kendi sınıf görüşüne uygun, kendi öz ideolojisine sahip olacak kadar güçlendiği zaman, yalnız hukuksal ve siyasal fikirlere başvurarak, din ile ancak kendisi için bir engel olduğu ölçüde ilgilenerek, kendi büyük ve kesin devrimini, Fransız Devrimini yaptı. Ama eskisinin yerine yeni bir din koymaktan iyice sakındı; Robespierre’in bunda nasıl yenilgiye uğradığı bilinir” (Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu) diyerek, burjuvazinin “yeni bir din” alanına giremeyeceğini belirtir. Ancak burjuvazi bilimsiz edemeyeceği gibi dinsiz de duramazdı. Hatta “o çağda feodalizme karşı her savaşımın dinsel bir kılığa bürünmek” gerekliliği dışında, burjuvazinin (küçük ya da büyük, radikal ya da tutucu burjuvazi, tarihsel konumlanma ve evrimi açısından fark etmiyor) yeni toplumsal düzeninin, maddi dünyanın yüklerini azaltacak ideolojik dayanak açısından da dine gereksinimi bulunuyordu. Burjuvazinin kilise egemenliğine karşı gereksindiği kurtuluş vizyonu her ne kadar bilimlerin gelişimini gereksindi ise de bu gelişim ve kapitalizmin egemenliği ile birlikte bilimlerin kapitalist üretim tarafından teslim alınışı yanında materyalizmin sınırlanması, giderek karşıya alınması gerekiyordu. İşçi ve halk hareketlerinin ortaya çıkışı ile birlikte burjuva egemenliğinin tam sağlanması ve yürütülmesi açısından Engels, “Materyalizm, başlarını
Gerçek laiklikte devletin dinsel veya mezhepsel tercih ve yönlendirimi bulunamaz, diyanet işleri diye bir kurum ve zorunlu din dersi gibi uygulamalar olamaz, din tamamen kişisel bir inanç konusu olmalıdır. Yeni yürüyüşümüzde laiklik, emekçi halk içinde, toplumsal ilişkilerimiz içinde bütün gürlüğü içinde yeşertilecektir. belaya sokmuştu. ‘Din, halk için muhafaza edilmelidir’. Toplumu kesin yıkımdan kurtaracak biricik ve son araç din idi” der. Ama Engels şunu da belirtir: “Hukuk, felsefe ve din konularındaki idealarımız, belirli bir toplumda yürürlükte olan ekonomik ilişkilerin epey uzak uzantıları ise, böyle idealar, en sonunda, bu ilişkilerdeki tam bir değişmenin etkilerine dayanamaz. Ve doğaüstü vahye inanmadığımız sürece, hiçbir dinsel öğretinin sallanan bir toplumu, yıkılmaktan kurtaramayacağını kabul etmek zorundayız.” (Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm.) *** Tekrar laiklik konusuna dönersek, dinin örneğin feodal-mutlakiyetçi yönetim koşullarındaki varlık ve egemenliği ile, din ve devlet yönetimi ile toplum yaşamının laikleştirildiği (dünyevileştirildiği, sekülerleştirildiği, yercilleştirildiği) koşullardaki varlık ve egemenliği arasındaki en önemli ayrımlardan biri şudur: Feodal dönemdeki din ve mezheplerin varlıkları ve hatta aralarındaki savaşlar, burjuva toplumun laik formu içinde artık o eski varlık ve rekabete gerek kalmayacak bir biçimde yeni üretim tarzının gerektirdiği bir hiyerarşi içinde, kapitalizmin serbest rekabet düzeninin güvencesini sağlayacak bir çerçevede düzenlenmiştir. Laiklik ile ilgili bir diğer önemli konu da uluslaşma (ulus-devlet), te-
baa’dan yurttaşlık’a geçiş sorunu ve bir ulus-devlet içindeki farklı ulusal toplulukların iktisadi ve belirli çerçeveler içinde sınırlanan dinsel özgürlüklerinin güvence altına alınmasına ilişkindir. Kapitalizmin “din ve vicdan özgürlüğü” esprisinin dayandığı tarihsel gerçeklik buralarda kök bulmaktadır. Marx ile Bruno Bauer arasında Yahudi Sorunu’ndan hareketle gündeme gelen tartışma bu açıdan anlamlıdır. İktisadi özgürlüklerine kavuşmuş Yahudilerin siyasal özgürlüklerine de kavuşmaları için din ve devlet ilişkilerinin düzenlenmesi gerekmektedir. Bruno Bauer,çözümü, bir “afyon” olarak gördüğü dinlerin (Hırıstiyanlık ile Yahudiliğin) kaldırılmasına dayandırmış, Marx ise dini, “ezilen insanın içli ezgisi”, “kalpsiz bir dünyanın sıcaklığı”, “tinin (ruhun) dıştalandığı toplumsal koşulların tini” olarak açıklıyor ve ondan sonra Bauer’in sözü olan “Din, halkın afyonunu oluşturuyor” diyordu. (Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eletrisine Katkı. Giriş.) Ve Marx, Yahudi Sorunu’nda “Biz, Yahudilere, Bauer gibi ‘Jüdaizm’den köklü bir şekilde kopmadan siyasal olarak özgürleşemezsiniz’ demiyoruz; onlara daha çok şunu söylüyoruz: Jüdaizm’den tamamen ve köklü biçimde kurtulmadan siyasal olarak özgürleşebileceğiniz içindir ki tek başına siyasal özgürleşme, (reel) insanın özgürleşmesi değildir” diyordu. Çünkü siyasal özgürlük, siyasal eşitlik ya da eşit yurttaşlık hakkı gibi söylem ve idealler, burjuva düzenin mantığı olan ekonomi politik ve sömürü-baskı-ezilme süreçleri tarafından kuşatmaya alınıp belirlenmiştir. Marx ve Engels, kendilerinden önceki din eleştirisinin dar görüşlülüğüne karşı bilginin, toplumsal yaşamın ve devrimci değişimin kaynağına özellikle toplumsal pratiği, kitlelerin maddi hareketini, tarihsel maddeci gelişme kuramı ve eylemini oturtmuşlardır. *** Türkiye’de önce Saltanat sonra Hilafet’in kaldırılması, 1924 Anayasasında geçiş zorunlulukları itibarıyla “Devletin dini İslamdır” hükmünün varlığını korumasına karşın 1926’da Medeni Kanunun ilanı, 1920’li yıllar-
daki diğer reform ve inkilâplar, tekke ve zaviyelerin kapatılması, laikliğin 1937’de Anayasaya girmesi vb. gerçekte devleti din konusunda nötr bir hale getirmiştir. Ancak dini inanç “kişisel inanç” düzeyine indirilmedi, siyasal tehlike oluşturmadığı durumlar dışında “özgür” bırakıldı ve dini “tarihselleştirme” yanı sıra devlet ve toplumun dini temelleri “gizli” ya da örtük bir Sünniliğe dayandırıldı. 1946’da çok partili yaşama geçiş sonrasında dinin siyasette kullanılırlığı ve siyasallaşması giderek laikliği de belirlemiş, muhafazakâr ve İslamcı yorum ve etkinlikler 1950’ler, 1965-71, 1980 sonrası ve nihayet günümüzde artan dozajlarda ön plana geçmiştir. Din, bugün AKP iktidarı altında ticari-sınıfsal çıkarların istismar edilen bir aracı haline gelmiştir. Laiklik ise en yozlaştırılmış yorumlarla ortadan kaldırılmaktadır. Başbakanın insanların değil devletin laik olacağını, insanların ise ya dindar ya da dinsiz olacağını söylemesi ve dindar nesiller vurgusu, Diyanet İşleri Başkanlığının üstlendiği yeni işlevler, Sünniliğin egemenliğinin aşırı mezhepçi vurgularla iç ve dış politikada ön plana geçirilmesi, dinselleştirmenin muhafazakârlık eşliğinde eğitim ve toplum yaşamının gözeneklerine nüfuz etmesi, bugün partimizin savunduğu gerçek laikliğin önemini birçok açıdan kanıtlamaktadır. Gerçek laiklikte devletin dinsel veya mezhepsel tercih ve yönlendirimi bulunamaz, diyanet işleri diye bir kurum olamaz, din tamamen kişisel bir inanç konusu olmalıdır. Bugün laiklik en gerici yorumlarıyla AKP iktidarının sultası altında olmasına karşın işçi sınıfı ve tüm emekçilerin bu dünyanın maddi sorunları, sömürü-baskı-ezilmeye karşı kurtuluş kavgalarında sınıfsal bir içerik ve yeni bir ideolojik anlama sahip olacaktır. Yeni yürüyüşümüzde laiklik, emekçi halk içinde, toplumsal ilişkilerimiz içinde bütün gürlüğü içinde yeşertilecektir. Emekçi halk açısından gerçek laiklik, sermaye güçlerinden, devletten, AKP’den ihsan eylenecek bir dünyevi edim değildir; gerçek laiklik sınıf mücadelesinin gerçekleri ve oluşturduğu koşullar içinde AKP’nin yüzünde patlayacak tokatlardan biri ve gerçek aydınlanma ışıklarından biri olacaktır.
20
AKP’nin Taşeron Düzeni ve Emekçiler Alt işveren kavramını çalışma hayatının içine sokan taşeronluk, bir bütünlük taşıyan işlerin parçalanarak, her parçasının ayrı ayrı alt işverenlere verilmesi, işçilerin birden fazla işverene sorumlu olmasını sağlayan yeni bir çalışma biçimi olarak dayatılmaktadır.
A
KP ekonomisi bir yandan ithalata dayalı sanayi birikim modeliyle spekülatif küresel sermayeye olan bağımlılığını pekiştirecek piyasacı dönüşümleri hayata taşıyor, diğer yandan ise “ucuz emek” üzerinden sermayeye rekabet avantajı yaratmanın çabalarına girişiyor. Dış kaynağa bağımlı, her gün biraz daha borçlu ekonomiyi ayakta tutabilmek için emeğin değerini taşeronluk tipi güvencesizleştirmeyle sermaye için en aza indirmeyi hedefliyor. Belirsiz iş sözleşmeleri, ücretin/gelirin ve sosyal güvenliğin kalitesinin düşmesi, mevsimlik çalışma, geçici süreli- belirli süreli iş sözleşmesiyle çalışma, kendi hesabına veya birden çok işte çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, bugün güvencesizleşme dediğimiz sürecin kendisini oluşturmaktadır. Güvencesiz istihdam, iş kaybı tehlikesini, sendikasızlaşmayı, koruyucu düzenlemelerden yoksun kalmayı, çalışanın kendisi ve bakmakla yükümlü oldukları kişiler için düşük geliri beraberinde getirmektedir. Taşeronlaşmanın temel gerekçesi, işgücü maliyetlerinin düşürülmesi-ucuz işçilik- ve bu yolla işletmelere rekabet şansı/daha fazla kâr yaratılması olarak gösterilmektedir. Ucuz işçilik maliyeti ya da maliyetlerin azaltılması için yasal gerekleri
yerine getirmeyen alt işverenlerin, özellikle tersanelerde ve madenlerde önlem almadıkları için “önlenebilir” kazalar cinayetlere dönüşmekte, on binlerce işçinin ölümüne neden olmaktadır. İş cinayetleri 3 yılda 2 kat arttı ! 10 yılda yaklaşık 11 bin işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti!
Neden Esnek İstihdam? Kapitalizmin 1970 sonrası sermayenin birikim tıkanıklığını çözme arayışları, Fordist üretimin- standart bir bant sisteminin - yerine esnek üretim tarzını hayata geçirmiştir. Bu yenilenen modelde işgücünün de üretimle beraber esnekleştirilmesi ihtiyacı doğmuş, formel kalıplar terk edilerek yerine enformel kalıplar ikâme edilmiştir. Daha uzun ve esnek çalışma saatlerinin yanında sermayenin artık emek maliyetleri üzerinde rekabete odaklanması, daha da düşük ücretleri berberinde getirmiş, sosyal hakların gelişmediği, sendikal örgütlülüğün zayıflatıldığı ve engellendiği bir süreç emek için yaratılmıştır. Bu süreç aynı zamanda artan eşitsizliklerin, gelir dağılımı bozukluklarının, yüksek güvencesizliğin ve korunmasızlığın, çalışmaya ilişkin hakların gasp edildiği, örgütlenme hak ve özgürlüklerinin yaşama geçirilmediği bir süreç olarak tanımlanmaktadır.
Kapitalist gelişimini tamamlamamış, “gelişmekte olan ülkeler” adıyla anılan ve arasında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerde küreselleşme sonucu kırsal kesimden kentlere doğru hızlı bir göç dalgasıyla beraber eğitim seviyesi düşük işçilerin işlere uyum göstermemesi ve uluslararası şirketlerin giderek ağırlaşan çalışma koşullarında maliyet sebebiyle kaçınılan denetim sonucu iş cinayetlerinde ve meslek hastalıklarında hızlı bir artış meydana gelmiştir.
lemenin önemli bir aracı haline dönüşmüştür. Güvenceleri, gelecekleri elerinden alınan işçiler daha ağır koşullarda daha ucuza çalıştırılırken sendikalaşmanın yasal yollarla ve iş güvencesinin yok edilmesiyle engellenmesi, sömürü hacminin rahatça arttırılmasına olanak vermektedir. AKP, çalışma koşullarını 19.yy’ın ilkel kölelik sistemini aratmayan düzende yeniden inşa ederken, sınırsız kâr hırsında olan sermayeye dikensiz gül bahçesi imkânlarını vaat etmektedir.
Taşeronlaşma ve Güvencesizlik
2002 yılında yüzde 10 civarında olan işçilerin sendikalaşma oranı, 10 yılda yüzde 38 azalarak yüzde 6’nın altına düşmüştür.
Artan özelleştirmeler, üretimin, işgücü yapısının ve yasal mevzuatların esnekleştirilmesi gibi uygulamalar taşeron çalışmayı daha yaygın hale getirmektedir. Alt işveren kavramını çalışma hayatının içine sokan taşeronluk, bir bütünlük taşıyan işlerin parçalanarak, her parçasının ayrı ayrı alt işverenlere verilmesi, işçilerin birden fazla işverene sorumlu olmasını sağlayan yeni bir çalışma biçimi olarak dayatılmaktadır. “Taşeron” kavramı yerine alt işveren, alt sözleşme, aracı, müteahhit, alt müteahhit, tali müteahhit, tali işveren gibi kavramlar da kullanılmaktadır. Sömürünün her geçen gün perçinlendiği AKP döneminde taşeron çalışma, işgücünü daha da ucuz hale getirmenin, sermayenin yasal yükümlülüklerinden kurtulmasının ve işçilerin örgütlenmesini engel-
2012 yılında 16 milyon ücretliye karşılık toplu iş sözleşmelerinden yaralanan işçi sayısı 680 bin civarında kalmış, OECD ülkelerinde en düşük sendikalaşma oranı Türkiye’de izlenmiştir. Türkiye bugün sendikalaşmanın en hızlı gerilediği ülke konumundadır. Neoliberal politikalarla emeğe yönelik bütünlüklü bir saldırıya dönüşen uygulamalar, emek maliyetini düşüreceği gerekçesiyle atipik istihdam biçimlerini hızla hayata geçirmektedir. Bu düzen haline gelmiş sistemli eğilimle birlikte sendikal örgütlenmeler engellenerek, farklı istihdam biçimleriyle işgücünün ayrıştırılması ve sendikasızlaştırılması yaygın hale getirilmesi hedeflenmektedir. Bu amaç doğrultusunda işten atma
21 tehditleri, baskı ve yıldırma politikaları gibi yöntemler bugün karşımıza çıkan en bilindik yöntemlerdir. Bu yöntemlerin en belirgin hale geldiği hamlelerden biri de genel istihdam biçimini taşeron çalışma biçimine dönüştürecek çabalardır. Türkiye’de işçileri sınıfsal kimliğinden uzaklaştırmanın en yaygın yöntemi taşeron çalışma biçiminin yaygınlaştırılması olmuştur. Bu yöntem, işten çıkarmanın daha kolay hale geldiği ve bu sayede işsizliğin bir tehdit aracına dönüştürülerek, ücret-fazla mesai- yıllık izin vb. en asgari hakların bile işçilerin ellerinden alınmasının yolu olmuştur. Bu kapsamda sendikalaşmanın, örgütlenmenin önüne geçilmesinde en başat yöntemlerden birine dönüşmüştür. Türkiye’de özellikle AKP döneminde sendikalaşmanın/örgütlenmenin bedeli işten atılma olmuş, işçiler sürekli bir tehdit ve baskı altında örgütsüzlüğe mahkum edilmiştir. 2003- 2005 yılları arasında 15 bin 531 işçi, 2003- 2008 yılları arasında da yaklaşık 30 bin işçi sendikalara üye olduğu için işten atılmıştır.
Her yıl yaklaşık 10 bin işçi sadece sendika üyesi olduğu için işten atılmaktadır! İşsizlik Bir Baskı Unsuruna Dönüşmektedir… Sermayenin desteklenmesi amacıyla gelir vergisinden ve sosyal güvenlik primi ödemekten kaçınmanın yolu taşeron işçi çalıştırmak olarak öne çıkmaktadır. Yasalarda oluşturulan boşluktan faydalanılarak emek maliyetleri üzerinde gelişen bu rekabette sermaye desteklenmiş, emekçilerin çalışma koşullarının giderek bozulmasına, kazanılmış haklarının bu süreçte teker teker geri alınmasına göz yumulmuştur. Artan sömürü düzeninin en vahşi hale geldiği AKP düzeninde ise taşeron çalışma yasal düzenlemelerle meşru istihdam biçimi haline getirilmekte, var olan çalışma koşulları güvencesizleşmenin, kuralsız ve korunmasızlığın düzenine mahkum edilmektedir. Bu koşulların işçilere dayatılmasında ise “işsizlik” bir baskı unsuruna
Daiyang İşçileri Direniş ve Mücadeleyi Anlatıyor 77 gün önce başlayan ve bugün de açlık greviyle sürdürdüğünüz direniş sürecinizden bize biraz bahseder misiniz? Mücadelemiz 2010 yılının Ocak ayında işyerinde örgütlenme çalışmalarıyla başladı. Birçok haksızlıkla karşılaştık, işçi arkadaşlarımızın işten atılması gibi problemler yaşadık. İşe iade davaları açtık. Açtığımız bu işe iade davalarını kazandık. Ve uzun bir süreçten sonra 2012 yılının içerisinde bakanlıktan toplu sözleşme yetkisi alındı. 14 Kasım’dan itibaren bu iş yerinde toplu sözleşme görüşmeleri başladı. Fakat yapılan görüşmeler neticesinde işverenin uyuşmazlık durumu, anlaşmazlık durumu neticesinde resmi arabulucu aşamasına gelindi. Bu aşamada da bir-iki oturum yapıldıktan sonra herhangi bir ilerleme kat edilemeyince yasal olarak -yasal sürecimiz de bitmek üzereydi- 14 Kasım’da greve çıkmak zorunda kaldık. 14 Kasım’dan bugüne kadar da işveren devamlı toplu sözleşmeden kaçıyor.
Şu anda grevde bulunan kaç işçi var? 130 tane işçimiz, üyemiz var fabrikada. Bunlardan 10 tanesi grev kapsamı dışında. Sadece makine başında bulunması gereken arkadaşlarımız.
İşverenin Güney Kore’den kaçak getirdiği işçileri yasadışı şekilde fabrikaya soktuğuna dair kimi iddialar var. Böyle bir şey söz konusu mu gerçekten? Evet, Güney Kore’den işçi getirip üretim yapmaya çalışıyor işveren. Aşağı yukarı 15 işçi getirdi. Onlarla makineleri çalıştırmaya çalışıyor. Yasadışı bir şekilde yapıyor bunu. Ve bunun dışında da yine yasadışı bir şekilde fabrikadan mal çıkarmaya çalıştılar. Basına da yansıdı bu biliyorsunuz. Çok şiddetli bir darbeyle karşı karşıya kaldık. Gazla müdahalede bulundular hatta silah bile kullandı polisimiz; fakat polisin, emniyet güçlerinin aslında yasadışı iş yapanlara karşı bu muameleyi göstermesi lazım. Maalesef bizim ülkemizde AKP yönetimindeki devletimiz yasal grevini
yapanlara, yasaları yerine getirmesi gereken insanlara gazla, şiddetle karşı koyuyorlar ama asıl yasayı çiğneyen işverene karşı duyarsız kalıyorlar, görmezden geliyorlar. Ve hatta malları ekip otosuyla birlikte koruyarak fabrikadan çıkarıyorlar.
Şu anda açlık grevinde kaç arkadaşınız var? Açlık grevi birer haftalık süreyle beşerli beşerli devam ediyor. Bugün, ilk beş kişinin son günü. Yarın beş kişilik yeni bir ekip başlayacak. Bu bir ay sürecinde de toplu sözleşmeyle ilgili herhangi bir gelişme olmadığı takdirde bütün işçilerimiz Birleşik Metal-İş yöneticileriyle beraber ölüm orucuna yatacak.
Erdoğan’ın ODTÜ’ye gitmesini protestoyla başlayan ve tüm ülkedeki üniversitelere sıçrayan öğrenci eylemleri oldu. Bülent Arınç bu eylemleri gerçekleştiren öğrencilerle ilgili “seyyar” tabirini kullandı. Sokak muhalefeti, iktidardakiler tarafından sürekli “bir avuç insanın” eylemlilikleri olarak gösterilmeye çalışılıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? AKP muhalefeti hep küçültmeye çalışıyor. Aslında tüm ülkenin üniversiteleri ODTÜ direnişine sessiz kalmadılar. Her üniversite kendi öğrencileriyle bu eylemleri yaptı. Bizim Trakya Üniversitesi’nde de öğrenci arkadaşlarımız eylem yaptı. Dışarıdan gelen öğrenci yoktu. Yani bizim işçi eylemlerimiz için de bu geçerli. Mesela Edirne, Kırklareli ve Tekirdağ illerinde geçen gün emek ve meslek örgütleri grevdeki arkadaşlarına destek olmak amacıyla, polisin şiddetini kınama ve işverenin yasa dışı tutumuna karşı alanlarda kitlesel basın açıklamaları yaptılar. Buradan giden işçi olmadı. Edirne’deki, Tekirdağ’daki, Kırklareli’ndeki emek ve meslek örgütlerinin üyeleri geldi ve bir dayanışmada bulundular. Şimdi AKP’liler Daiyang işçileri gidip her yerde eylem mi yapıyor diyecek? Bu dayanışma sürdürülmek zorunda. Çünkü Trakya’da, Çerkezköy, Çorlu ve Lüleburgaz havzasında köle durumunda çalışan birçok örgütsüz
insan var. Örgütlü işçiler için de, örgütsüz insanlar için de önemli bu grev. Bu grevin başarıya ulaştırılması için bizler üzerimize ne düşüyorsa onu yapacağız. Bugün Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin ziyareti oldu. Her gün kurumlar ziyarete geliyor. Bu mücadele devam edecek. Bunu ancak birlikte başaracağız. Birlikte katkı süreceğiz emek mücadelesine.
Biliyorsunuz TEKEL İşçileri tarafından 78 gün süren, Ankara’nın göbeğinde bir Çadır Kent’e dönüşen önemli bir direniş gerçekleştirildi. Topkapı’daki Şişecam İşçileri’nin, fabrikayı işgal etmeleriyle başlayan ve kazanımla sonuçlanan bir direnişleri oldu. Bu direniş örneklerinin mücadelenizde bir etkisi oldu mu? En son Şişecam’da olan direniş çok önemliydi bizim açımızdan. O örnektir. Örnek bir mücadeledir. Mücadelenin sonucunda kazanımın nasıl olacağını o iş yeri bize göstermiştir. Orda da dayanışma had safhaya ulaşmıştır. Tekel İşçileri’nin mücadelesi de -daha başarılı da olabilirdi ama biraz sendikaların tutumundan dolayı tam olmasa da- başarılı bir mücadeledir. Yani bu mücadeleleri biz ancak kucaklayabilirsek; birlikte hareket edebilirsek; siyasi parti gözetmeksizin, emek örgütü gözetmeksizin hepsini emek mücadelesi olarak değerlendirebilirsek ancak başarıya ulaştırabiliriz. O bizden değil, şu bize yakın değil diye davranırsak onları yalnızlaştırmış oluruz ve başarıyı da yakalayamayız.
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? Sınıf mücadelesi, emek mücadelesi AKP’nin tüm anti-demokratik uygulamalarına karşı devam edecek. İşte görüyorsunuz yağmur, kar, çamur demeden grev çadırında insanlar açlık grevini yapıyor. Bizler ekmek mücadelemizin, anayasal haklarımızın peşindeyiz. Anayasal ve yasal haklarımızın uygulanması için AKP iktidarının ve onun temsilcilerinin, kaymakamın, valinin bu konuya duyarlı olması lazım.
22 dönüşmektedir. Günümüzde açlıkla biat etmeye zorlanan işçilerin, sürekli artan hayat pahalılığı karşısında yaşama imkânına sahip olmasındaki tek seçenek kölelik olarak dayatılmaktadır. Türkiye’de işgücü piyasası, işçilerin büyük çoğunluğunun koşulları dikkate alındığında kayıt dışı, ucuz işgücüne dayalı, vasıfsız, örgütsüz ve parçalı bir özelliğe sahiptir. Kayıtlı, vasıflı, sendikal ve soysal güvenceye sahip işgücü kentsel alanda yoğunlaşsa da toplam işgücü içinde azınlığı oluşturmaktadır. Diğer ülkelerin aksine Türkiye’de AKP’den önce de siyasal iktidarlar taşeronluğun yayılmasına ses çıkarmamıştır. Ancak AKP, yasal düzenlemelerle taşeronluğu yaygın ve meşru bir çalışma biçimine dönüştüren siyasal iktidar olarak diğer klasik sağ partilerden bir adım daha öne çıkmıştır.
Taşeron işçi sayısı AKP hükümeti döne-
minde 4 kat artarak 1,5 milyonu geçti! 1980’li yıllardan itibaren hastalık gibi yayılan taşeron çalışma, belediyelerin temizlik gibi tali işlerinden özel sektörde ana işlerin devredilmesine kadar yaygınlaşmıştır. AKP döneminde ise yasal düzenekle temel istihdam biçimi haline getirilmektedir. Şu an yürürlükte olan 4857 sayılı İş Kanunu’nda “Bir işverenden, işyerinde yürüttüğü mal veya hizmet üretimine ilişkin yardımcı işlerinde veya asıl işin bir bölümünde işletmenin (…) diğer işveren ile iş aldığı işveren arasında kurulan ilişki” olarak tanımlanan yasada belirtilen “asıl işin bir bölümü” ifadesi bu yaygınlaşmanın temel eksenini oluşturmaktadır. Artık taşeron çalıştırma istisnai değil, “tercih” meselesi olmaktadır. Özel sektörün yanında “kurallı çalışmanın kalesi” olarak bilinen kamuda taşeronluk hızla yaygınlaşmaktadır. Eğitim ve sağlık sektörü başta olmak üzere KİT’lerden belediyelere kadar kamu emekçilerinin güvencesizleştirilmesi süreci hızla sürdürülmektedir. Kamu hizmetlerinin
piyasanın ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi, kamu emekçilerine esnek, güvencesiz, performansa dayalı bir çalışma statüsü dayatılması konularında özellikle ciddi mesafelerin kaydedildiği bu son dönemde, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu üzerinde yapılan çalışmalar, bu hedefin hayata geçirilmesinde önemli bir düzenleme olarak kurgulanmaktadır. Bu düzenlemeyle işin, işyerinin, mesai saatinin, ücretin, çalışma süresinin belirsiz hale getirilmesi-başka bir ifade ile kamu istihdamında kuralsızlık ve güvencesizliğin kural haline getirilmesi amaçlanmaktadır. Kısaca hedef; kamu personel sisteminin örgütlü, nitelikli ve iş güvencesine sahip kamu emekçileri ile değil; esnek, savunmasız, iş güvencesi gösterdiği performansa bağlı olan, “günün şartlarına uygun” ve istendiği zaman kamu emekçilerinin kapı önüne konulabileceği bir yapıya dönüştürülmesi hedeflenmektedir. Üniversite hastaneleri hariç sağlık sektöründe taşeron işçilerin sayısı 140 bine yükselmiştir. Belediye çalışanların yüzde 22’sini ise bugün
itibariyle taşeron işçiler oluşturmaktadır. Sağlık alanı başta olmak üzere eğitim, yerel yönetimler gibi kamu kurum ve kuruluşlarında taşeron şirketlerde çalışan işçi sayısı son 10 yılda büyük artış göstermiştir. Tüm işkollarının yaklaşık yüzde 60’ına yayılan taşeronlaştırma sonucu 6 milyona yakın insan iş güvencesinden yoksun bir şekilde çalıştırılmaktadır. Taşeronlaşmanın hızla yaygınlaştığı alanlardan biri de belediyelerdir. Belediye çalışanlarının yüzde 22’sinin taşerona bağlı işçilerden oluşmaktadır.
İşverenin Kıdem Tazminatını Gasp Etme Taktiği… İşten atmanın yasal yollarının sonuna kadar patronlar için açıldığı taşeron çalışmada son dönemlerde işçilere kıdem tazminatı vermemede izlenen yöntem, kağıt üzerinde işçiyi işten çıkarıp tekrar işe alma şeklinde gelişmektedir. Kıdem ve ihbar tazminatı hakları elinden alınan işçilerin ise arkasında ne bir yasal koruma olduğu ne de sendika olduğu için bu
DEBA Mücadelesi Üzerine
D
enizli Basma ve Boya Sanaayi fabrikası (DEBA) 2009’da kapanmış bir fabrikadır. 800 civarı işçi, 10 aylık maaşları yanı sıra ortalama 20 yıllık kıdem tazminatları ödenmeden kapı önüne konulmuştur. İşçiler mahkeme yoluna da gitmişler, açtıkları davaları kazanmalarına rağmen hiçbir sonuç elde edememişlerdir. Bu süreç, herkes tarafından “olan oldu, biten bitti” şeklinde bir umutsuzlukla yorumlanırken, yaklaşık 3 yıl sonra 2011’in Aralık ayında Denizli’ye TEKSİF’i örgütlemesi için İzmir’den gönderilen eski TEKSİF örgütlenme uzmanı Ömer Atılgan’a TEKSİF çevresinden bir DEBA işçisinin çekine çekine anlattığı DEBA olayı ile geç de olsa mücadele başlamış, DEBA işçisi için bir umut ışığı gelişmiştir. 2012 Ocak ayında DEBA mücadele süreci, Denizli’nin Bayramyeri
Meydanı’nda 6 DEBA işçisinin eylemi ile başlamıştır. Sürecin örgütlenmesine yönelik gösterilen özveri ile gerek toplantılarda gerekse her Pazar Bayramyeri Meydanı’nda yapılan eylemlerde (29 hafta sürmüştür) katılım giderek artmıştır. Bu eylemler için mağdur DEBA işçileri bir eylem komitesi kurmuşlardır. Bugün DEBA sürecine dair yapılan eylemleri bizzat bu komite organize etmektedir. DEBA işçileri yaklaşık bir yıldır, sıcak soğuk demeden kim zaman ayaklarına taktıkları pranga misali zincirlerle kimi zaman ağızlarını siyah bantlarla kapatarak, Denizli’nin meydanlarında, polisin baskılarına rağmen Esat Sivri’nin evi önünde, İş Bankası önünde, kapanan DEBA fabrikası ve Organize Sanayi Bölgesi (ÖSB) önünde bilfiil eylemlerini sürdürmüşlerdir. İşçiler bununla da yetinmeyip Sivri ailesine ait İzmir’de faaliyet yürü-
ten ENDA Holding ve İstanbul’da İş Bankası’na ait İş Kuleleri önüne kadar mücadeleyi taşımışlardır. DEBA işçilerinin başlattığı mücadele, sayıları 45 bini bulan ve %80’ini kadınların oluşturduğu tekstil işçileri için de bir umut ışığı oluşturmuş, bilhassa OSB önünde yapılan eylemlerin diğer işçiler tarafından da alkışlanması üzerine, patronlar ve bizzat vali tarafından bu eylemler engellenmeye çalışılmıştır. Bu süreç, DEBA işçisine sınıfsal kimliğini öğretmiş, fabrika kapandığında ortaklaşa dava açmaktan bile yoksun, dağınık işçileri; ortak mücadele hattında ve eşine az rastlanır bir dayanışma örneği ile birleştirmiştir. İlk zamanlar çekingen duran, sloganlara katılmayan işçiler, süreç içinde yetkinlik kazanmıştır. Yine DEBA mücadelesiyle dayanışma içinde bulunan sol-sosyalist gruplara
karşı önyargılar barındıran işçiler, gelinen süreçte egemen sistemin kendilerine öğrettiklerini sorgular hale gelmiş, kendi deyimleriyle ”taşı kırmakta dostu düşmandan ayırmakta” ustalaşmışlardır. Mevcut kapitalist sistemin ve onun her türlü ideolojik aygıtının, var olan sömürü sisteminin devamı için bizzat işçi sınıfı üzerinde hegemonya kurduğunu pratik mücadele içinde sezinlemişler ve başta oy verdikleri burjuva partilerine karşı tavır almışlardır. Örgütlü mücadelenin gerekliliğini anladıkları için de yaşanan türlü olumsuzluklara ve güvensizliklere rağmen bir arada durarak işçilerin kardeşlik bağlarını geliştirmişlerdir. DEBA mücadelesinin şüphesiz en büyük kazanımlarından biri de işçi kadınların mücadeleye olan katkısıdır. Tekstil sektöründe çalışan kadınların oranı genel çalı-
23 soyguna dur deme güçleri de ellerinden alınmaktadır.
sel anlamda bir büyüme söz konusu değildir.
Emekçilere Büyümeden Düşen Pay Giderek Azalıyor!
Asgari Ücretli Son 8 Yılda Büyümeden Ne kadar Pay Aldı?
Tarım ve sanayinin gerilemesiyle inşaat, giyim, tekstil, gıda ve hizmet sektörü gibi güvencesiz istihdamın kalesi haline gelen sektörlerde istihdam yoğunlaşmakta, düşük ücretler ve sosyal güvenceden yoksunluk artık AKP döneminin genel istihdam biçimi olmaya yönelmektedir. Türkiye’de kayıt dışı çalışma hız kazanmakta, kaçak çalıştırılan işçi sayısı bugün AKP politikalarıyla toplam işçi sayısının üçte birine tekabül etmektedir. Diğer bir ifadeyle, her üç kişiden biri kayıt dışı çalıştırılmaktadır. AKP’nin finansal işlemlere, uluslararası tekellere dayalı kurduğu ekonomik yapı, gelir dağılımını daha da bozan, istihdam yaratmayan, topluma eşit düzeyde refah sağlamayan mevcut büyüme, sosyo-ekonomik kalkınma yaratmayan bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla nicel anlamda bir büyümeden bahsedilse bile nitelik-
şanların %80’i olduğunu yukarıda belirmiştik. Çocuklarının geleceği için, kadınlar DEBA sürecini kimi zaman erkeklerden daha güçlü omuzlamışlar, erkeklerin sustuğu yerde bile susmayıp direnerek, işçi sınıfı açısından özellikle de sistem tarafından belki iki kat fazla ezilen emekçi kadınların mücadelesine yönelik örnek oluşturmuşlardır. İşçilerin kararlı mücadelesi gelinen süreçte; iktidar-partiler-patronlar-bankalar-sarı sendikalar-hukuk ve kolluk kuvvetleri arasında yaşanan birlikteliği ve birtakım kirli ilişkileri de gün ışığına çıkarmıştır. Bunlar arasında; DEBA kapanmadan hemen önce 2009 Mart ayında 10 kişilik bir CHP heyeti Esat Sivri’yi ziyaret etmiştir. İşçilere göre bu ziyaret Esat Sivri’nin kurtarılması ve İş Bankası’ndan kredi sağlanması için yapılmıştır. Ayrıca CHP heyeti
Kamu Emekçileri Son 8 Yılda Büyümeden Ne kadar Pay Aldı? Marksizm’de eksik tüketim teorisi altında açıklanan tüketim maddelerine talep yetersizliği sorunu neoliberal yapıda borçlandırmayla kapatılmaktadır. Emek gelirlerinin düşmesi sonucu meydana gelen tüketim kabiliyetindeki düşüş, borçlandırma mekanizmasıyla bugüne kadar giderilmeye çalışıldı. Tüm dünyada bu eğilim yaygınlaşırken Türkiye’de borçla giderilmeye çalışılan ihtiyaçların en temel tüketim maddelerinde yoğunlaşması, asgari standartta bir hayatı sürdürebilmek için emekçilere borçlanmanın tek seçenek olarak işaret edilmesi, “dünyanın en hızlı büyüyen ülkesi” propagandasının ardındaki gerçeği; işsizlik, yoksulluk ve geçim sıkıntısı sarmalına itilen emekçilerin, toplumun geniş kitlele-
işçilerle hiçbir şekilde görüşme yapmamıştır. Yine bu süreçte eski Denizli Belediye Başkanı ve bugün AKP Denizli milletvekilliği yapan Nihat Zeybekçi, eylemlere tepki göstererek bir açıklamasında “ Esat Sivri’yi kurda kuşa yem etmeyiz” şeklinde bir ifade kullandığı işçiler tarafından belirtilmiştir. Gün geçtikçe yoğunlaşan ve derinleşen eylemlikler sonunda DEBA Fabrikası önünde çadır kurma ve bekleme boyutuna gelmiştir. İşçiler, bu eylemi gerçekleştirmeden bir gece önce, İş Bankası tarafından “Bu mülk İş Bankası’nın mülküdür” şeklinde pankart ve fabrikanın etrafını çevreleyen dikenli tellerin yerleştirildiğini görmüşlerdir. Kurdukları direniş çadırı da ertesi gün polis ve zabıta tarafından sökülmüştür. Bu arada enteresan bir gelişme daha yaşanmış, İş Bankası ve Sivri arasındaki ilişkiyi araştıran işçiler
rin üzerinden sürdürülen eşitsizliği ve sömürüyü ortaya koymaktadır. Bu durumda kapitalizmin gelişme yönünü, Marx’ın ifade ettiği “kapitalizm istikrarsızlığa mahkumdur, yalnızca iktisadi değil sosyal ve siyasal istikrarsızlığa mahkumdur” ilkesiyle bir kez daha açığa çıkartmaktadır.
rında daha fazla borçlanmak zorunda kaldığı ortaya çıkmaktadır. Yine 2012 yılında 0-1000TL arasında gelire sahip vatandaşların 3000-5000 TL gelir elde eden vatandaşlara kıyasla 40 kat daha fazla borçlu olduğu görülmektedir. Nitekim bu oran, resmi rakamların bizlere sunduğudur. Fiili durumda ise bu oranın kayıt dışı kesimlerden, yakın çevreden devşirilen fonlarla çok daha yüksek boyutlara ulaştığı bilinmektedir.
Türkiye’de borçluluk oranı giderek yükselmekte, halk borcunu ancak borçla kapatabildiği borç sarmalının içine itilmektedir. Kredi kartı, tüketici kredilerinin yanında eş-dosttan alınan borçlar hesaba katıldığında borçluluğun kullanılan geleneksel rakamların çok üzerinde olduğu görülmektedir.
2012 yılında tüketici kredisi borcu olanların yüzde 53’ünü emeği ile geçinen ücretli kesim oluşturdu. Bu oran 2007 yılında yüzde 55 idi.
Türkiye’de 0-1000 TL aralığında gelire sahip kesimler toplam tüketici kredisiyle yapılan harcamaların yüzde 38,8’ini oluşturmaktadır. Bu oranın 2007 yılında yüzde 25,4 seviyelerinde olduğu, geçen 5 yıllık zaman diliminde yoksulluk sınırının hatta açlık sınırının altında bir yaşam seviyesi sürdürmek zorunda kalan ailelerin günlük yaşamsal ihtiyaçla-
tapu müdürlüğünden fabrikanın 2005 yılında el değiştirdiğini, İş Bankası’na 2005 yılında geçtiğini öğrenmişlerdir. Üstelik bu gelişmeden işçilerin avukatı Yıldırım Aycan’ın da haberi olduğu ve kendini, “ben size söylemiştim” diyerek savunsa da hiçbir işçinin bu gelişmeden haberdar olmadığı ortaya çıkmıştır. DEBA işçileri bugün İş Bankası’na şunları sormaktadır: Denizli Basma ve Boya Sanayi A.Ş ile kurumunuz arasındaki ilişkinin niteliği nedir? Denizli Basma ve Boya Sanayi A.Ş ‘nin varlıklarına el koyma durumunuz var mı? Denizli Basma ve Boya Sanayi A.Ş’nin hangi varlıkları üzerinde el koyma ya da ipoteğiniz bulunmaktadır? Denizli Basma ve Boya Sanayi A.Ş’nin ödemelerinin periyotları nedir? Denizli Basma ve Boya Sanayi A.Ş ile yaptığınız sözleşme
Borçlu vatandaşların büyük çoğunluğu açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Aylık geliri 1000 TL’ye kadar olan vatandaşlar 2007 yılında toplam borçluların yüzde 25’ini oluştururken, 2012 yılında yüzde 39’unu oluşturdu.
hükümleri yerine getiriliyor mu? Denizli Basma ve Boya Sanayi A.Ş ile yaptığınız sözleşmeye göre son ödeme tarihi nedir? Satışı yapılan makinalar kimin adına satılıyor? Görüldüğü gibi son derece karmaşık bir sürecin yaşandığı, gizli birtakım anlaşmalarla işçilerin kimin adına çalıştırıldığının bile belirsiz hale geldiği, kazanılan hukuki sürecin hiçbir işe yaramadığı, işçilerin göbeklerinin bağını yine kendi örgütlü mücadeleleriyle kesmek zorunda olduğu, işçi sınıfının destanlarına bir yenisinin ekleneceğine yürekten inandığımız bir mücadele içindeyiz. ÖDP Denizli İl Örgütü olarak DEBA işçileriyle ilk günden beri devrimci dayanışmayı yükselterek; bu bozuk, çarpık ve yoz düzeni yıkıp yeniden kuracağımız bir ülke özlemiyle, umutla ve sabırla mücadeleyi yükselteceğiz. Yolumuz açık olsun...
Bana Göre Hayatın Anlamı İşçi sınıfının içinde doğmuştum ve şimdi onsekiz yaşına geldiğimde, ilk başta bulunduğum yerden de aşağılardaydım. Toplumun bodrum katındaydım, sefaletin yeraltı mahzenlerindeydim. İçinde yaşadığım karmaşık uygarlığın çıplak gerçeklikleriyle yüz yüze geldim. Yaşamak demek, yiyecek ve barınak demekti. İnsanlar yiyecek ve barınak elde etmek için bazı şeylerini satıyorlardı. Tüccar ayakkabı satıyordu; politikacı namusunu satıyordu. Her şey birer maldı, bütün insanlar alınıp satılıyordu. Emekçinin satabilecek biricik malı ise kaslarıydı. Ama arada bir ayrım vardı, hem de canalıcı bir ayırım. Ayakkabı, güven ve onur yenilenebilirdi. Onlar bozulmaz maldılar. Ama emekçinin kas deposunu yeniden doldurması olanaksızdı. Bunun üzerine, bilgi edinmek için çılgınca bir çalışmaya giriştim. Kaliforniya’ya döndüm ve kitapların arasına gömüldüm. Benden çok daha büyük beyinler, benim o güne kadar düşündüklerimi, hem
de çok daha fazlasıyla, daha ben doğmadan bulup yazmışlardı. O zaman anladım ki, ben bir sosyalistim. Sosyalistler devrimciydiler, çünkü bugünkü toplumu yıkmak ve onun yıkıntıları üzerinde geleceğin toplumunu kurmak için mücadele ediyorlardı. Ben de bir sosyalist ve devrimciydim. İşçi sınıfı ve devrimci aydınlar arasındaki gruplara katıldım ve hayatımda ilk kez düşünsel hayatla yüz yüze geldim. Burada çok zeki, çok akıllı insanlarla karşılaştım; burada hem sağlam ve hem işlek bir zekaya, hem de nasırlı ellere sahip işçilerle karşılaştım; inançları herhangi bir paraya tapanlar topluluğundan çok daha yüce olan cüppesiz papazlarla karşılaştım; bilgilerini insanoğlunun sorunlarının hizmetine verdikleri için, egemen sınıfların hizmetine koşulmuş üniversiteden uzaklaştırılan öğretim üyeleriyle karşılaştım.
soylu ve canlıydı. Burada hayat yeniden saygınlık kazanmıştı; yeniden güzel ve görkemli bir şey olmuştu yaşamak. Yaşadığım için sevinç duyuyordum. Böylece, doğduğum yer olan işçi sınıfının arasına döndüm. Artık yukarlara tırmanmak gibi bir derdim yok. Artık başımın üzerinde yükselen toplumun yapısı bana hiç çekici gelmiyor. Bu yapının temeli ilgilendiriyor beni. Burada mutluyum. Elimde kazma, aydınlarla, idealistlerle, sınıf bilincine varmış işçilerle omuz omuza çalışıyorum. Tüm yapıyı sarsıyorum. Bir gün, bize katılan kollar ve kazmalar çoğaldığında, onu bütün o kokuşmuş hayatıyla, canlı cenazeleriyle, korkunç bencilliğiyle ve çarpık maddeciliğiyle birlikte mezarına gömeceğiz.
İşte ben böyle bakıyorum dünyaya. İnsanların midelerinden daha değerli ve daha yüce bir şeye Aynı zamanda burada insanoğluna dayanarak ilerleyecekleri günün duyulan sıcak bir inanç, pırıl pırıl özlemini duyuyorum. bir idealistlik, çıkargözetmezlik, özveri ve ruhun bütün güzellikle*Jack Landon, ‘Bana Göre Hayatın rini buldum. Burada hayat temiz, Anlamı’ kitabından özetlendi.