Yaşayan Marksizm Yerel Süreli Yayın Ortaklaşa Yayıncılık Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Erdal Çınar 847. Sk. No:14/201 Kemeraltı İzmir Yönetim Yeri Katip Mustafa Çelebi Mahallesi Tel Sok. No:28 Kat:3 Beyoğlu / İSTANBUL Tel: 0 (212) 2936220
Kapak Tasarım Harman Şaner Mizanpaj Mustafa Horuş Basım Yeri Ezgi Matbaacılık Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No: 10 - A Blok Yenibosna / İSTANBUL Tel: 0 (212) 452 23 02 28.10.2009
●
İÇİNDEKİLER
●
• Eleştirel Bakış ..................................................................................................... 5 Mustafa Bayram Mısır • Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi ............................... 21 Ertuğrul Kürkçü • Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm ..................................................... 41 Muhsin Dalfidan • Kriz ve Hegemonya ......................................................................................... 67 Haluk Yurtsever • Sermayenin Çağının Sınırları ........................................................................... 101 Kenan Kalyon • Büyük Deprem -Bir Bilanço ........................................................................... 137 Ali İleri • İlkel Sermaye Birikimi ...................................................................................... 215 Yusuf Zamir • Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı ............................................ 227 Ümit Tanışır - Ali İleri • Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı .......................................................... 247 A. Hakan Güvenir • Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi ............................................................................... 263 Öznur Ağırbaşlı • Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi ......................................... 285 Nihat Balkanlı 3
Eleştirel Bakış
Obama’dan Önce ve Sonra Görev süresi doldu ve ancak böylece oğul Bush’un Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanlığı sona erdi. Bush’un görev süresi dolarken finansal piyasalardaki kriz patlak vermekle kalmamış, giderayak Bush’a mali sermayeyi rahatlatacak bir program hazırlama görevini yüklemiş bulunuyordu. ABD’li seçmen bu programa onay veren Obama’yı yeni Başkan’ları olarak belirledi. Program tartışma konusu olmayınca, seçimin dünya tarafından da izlenen en temel tartışması, Amerikan birliklerinin Irak’tan çekilip çekilmeyeceğiydi. Bugünden bakıldığında Obama’nın işgal siyasetini başka biçimlerle -imaja yönelen küçük bazı değişikler eşliğinde uluslararası işbirliği ile- sürdürmeye çalışacağı, buna özellikle Irak’ta işgalci güçlerin kısmi çekilişinin de eşlik edebileceği görünüyor; ancak seçim sürecinde, aslında bir bedahet olması gereken bu sonuç, sadece destekçileri arasında değil yoğun bir propaganda sonucu yığınlar arasında da Obama’ya yönelik aşırı hayallerle süslenmişti. Amerikan emperyalizminin stratejik siyasi-askeri yeniden yayılma politikasını güçlendirmesini, Amerikan emperyalizminin hegemonyacı gücünü sürdürmekte karşılaştığı nesnel kısıtların1 sonucu olarak değil de Bush’un tercihleri sonucu olarak okuyan yaklaşım için bu hayaller, seçim öncesi, gerçeğe yakındı. Halbuki, Ernest Mandel’in işaret ettiği gibi, zaten yirmi yılı aşan bir süredir ABD, ekonomisinin gerilemesi, doların düşüş eğilimleri ile ekonomisinde merkezi yer işgal eden silahlanma tarafından desteklenen siyasi-askeri aygıtının hegemonyası arasındaki asimetrinin yarattığı çelişki ile karşı karşıyadır2. Amerikan seçim kampanyalarının yürütülüş şekli, Amerikan politik sistemindeki çözülmeyi belli bir biçimde açıkça gösteriyor olsa bile bu çok derin eğilimler, Clinton, Bush, Obama ve hatta seçim mağlubu McCain arasındaki nüansları ya da farkları göre1 2
ABD hegemonyasının geleceği üzerine kapsamlı bir değerlendirme için bu sayıda Haluk Yurtsever’in “Kriz ve Hegemonya” yazısına bkz. Sabado, François. “IV. Enternasyonal Uluslararası Komite: Uluslararası Durum Üzerine Rapor”, http://sdyeniyol. org/index.php/doerduencue-enternasyonel/iv-enternasyonel-doekuemanlar/46-iv-enternasyonal-uluslararas-komiteuluslararas-durum-uezerine-rapor, 14.08.2009 Latin Amerika’ya dair değerlendirmelerimizde de bu rapordan büyük ölçüde yararlanılmıştır.
5
Yaşayan Marksizm
celileştiriyor. Çünkü temel çıkarlara ve ABD’nin yönetici sınıflarının siyasetine gelindiğinde, sorun, kesin olan ekonomik zayıflamanın saldırgan askeri politikayla telafi edilmesi, Irak ve Afganistan’ın işgali, İran’la ve daha düşük derecede de olsa Rusya ve Çin ile cepheleşme oluyor. Bu yönelim, zaten doğal kaynaklar ya da petrol gibi stratejik hammaddeler üzerinde kontrolün sürdürülmesi hatta genişletilmesini amaçlayarak belli ülkeleri ‘yeniden sömürgeleştirme’ siyasetini içeriyor.3 İşgal Siyasetinin Geleceği ABD’nin hem Irak’ta hem de Afganistan’da savaşı kazanmadığı ya da kazanamadığı ortada. Keza, İsrail de Lübnanlılara ve Hizbullah’a karşı savaşı kazanmadı ya da kazanamıyor. İran’da ‘Irak senaryosu’nu tekrar edemeyecekleri 2009 İran Seçimleri ile iyice görünür hale geldi. Rusya ile ABD arasındaki yeniden silahlanma gerilimi de dünya dengelerini etkiliyor. Pakistan’da, Afganistan’da, Afrika’nın belli bölgelerinde ve kontrol altında olmayan bölgelerde ortaya çıkan bütün çatışma alanları, daha önce görülmemiş savaş riskleri ile uluslararası durumda bilinmeyen unsurlar, belirsizlik faktörleri yaratıyor. ABD, askeri alanda bir numaralı güç olarak kalsa bile, tek kutuplu dünya düzeninden sonra, çok kutuplu güçler ilişkisinin unsurlarının ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Krizin yeni kapitalist güçleri daha da görünür kıldığı ve çok kutuplu güçler ilişkisini ABD aleyhine daha da hızlandırdığı, doların dünya parası olma niteliğinin açıkça tartışmaya açılması örneğinde olduğu üzere, gazete haberlerinden bile gözlenebiliyor. ABD’nin işgal siyasetinin geleceğini de sonuçları ile birlikte bu krizin belirleyeceği öngörüsü, bir kehanet değil: Kapitalizmin her büyük krizi gibi bu krizinde bir öncesi var ve bir sonrası olacak... Sonrasına ilişkin varsayımlar ortada uçuşuyor ve tartışmalar kapitalizmin hem yandaşları hem de karşıtları içinde hararetle sürüyor. Kriz: Yorumlar ABD konut kredileri piyasalarından ikincil ve üçüncül düzeyde malileştirilmiş (türev) kredi kağıtlarının (tahviller) ve bunlara dayanarak oluşturulan mali araçların (fonlar) piyasada işlem göremez ve yapamaz hale gelmesi ile “patlayan” krizin tarihsel niteliği üzerine bir dizi yorum mevcut. Kapitalizmin savunucularına göre, bu kriz, öncekiler gibi mali piyasalardaki (devletler dahil) aktörlerin yanlış tercihlerinden kaynaklanmaktadır ve sorun, hangi tercihin hangi nedenle yanlış olduğu tespit edilerek, aktör devletlerin düzeltici müdahaleleri ile çözülebilir.4 Bir kez yöntemsel olarak, yapısallaştırılabilir bir meseleden değil de “yanlış tercih”ten söz edildiğinde, çözümler arasında 3 4
6
Agy. Krizin gün gün seyri ve kapitalizmin sözcülerinin verdiği tepkiler ve çözüm önerileri için bu sayıda Ali İleri’nin “Büyük Deprem: Bir Bilanço” adlı yazısına bkz.
Eleştirel Bakış
neoliberalizmin bazı uygulamalarını aşmak yer alsa bile, yorumlar bolluğu içinde gerçek gizlenmiş oluyor. Açık ki, gerçeğin gizlenmesinden ve piyasanın körce savunulmasından ibaret bu yorumların herhangi birini ciddiye alarak, emekçiler ve ezilenler lehine bir siyasetin zeminlerini döşemek mümkün değil. Kapitalizmin eleştiricilerine göre ise, bu kriz yapısal ve tarihsel bir nitelik taşıyor. Ancak orada da tek bir görüşten söz edilemez; çok kabaca, üç ayrı görüşü ayrıştırabiliriz: 1) Salt neoliberalizmin eleştirisi temelinde gelişen düzenleyici ya da teslimiyetçi görüşler, 2) Nihai çöküşçü görüşler, 3) Emekçileri ve tüm ezilenleri dünya devrimine çağıran görüşler... Kendisini Marksist bile sansa iktisat disiplinin kör ettiği -ve büyük olasılıkla birinci kategorideki görüşlerden birine yatkın- bir dimağ için sınıflandırmanın bu şekilde yapılması en iyi ihtimalle analitik bir zayıflık olarak görülür. Krizdir Gelip Geçmez!.. Birinci kategorideki görüşler arasında, piyasa savunucularına yaklaşanlar olduğu gibi, kahinler de vardır. Bu fikirler, burada ele almayacağımız diğer varyantları ile de, esasen kapitalizmde krizlerin yapısal olduğunu inkâr etmez, sadece krizlerin kapitalizmin kendi düzenekleri içinde yönetilebilir ve düzenlenebilir olduğunu, sol siyasetin de bu düzenleme içinde daha eşitlikçi ve özgürlükçü önlemler teklif ederek gelişebileceğini ima eder. Bunlar arasında, piyasa savunucularına yaklaşanlar, bu krizin kapitalizmin neoliberal tercihlerinin bir sonucu olduğunu, dolayısıyla neoliberal tercihler terk edildiğinde bu krizin aşılabileceğini söylemektedir. Bu görüş, çeşitli varyantlarıyla hem Türkiye’de hem de dünya solunda son derece yaygındır ve muradı örgütlü kapitalizm dönemine benzer bir sosyal uzlaşma üzerine reformcu/uzlaşmacı sol siyaseti, majestelerinin “yeni solunu” inşa etmektir. Bu ne yazık ki, iki nedenle olanaklar arasında değil. Birincisi, (ekonomik, kültürel, siyasal ve ideolojik) bir tercihler ve uygulamalar toplamı olarak küreselleşme ve neoliberalizm bir neden değil, 1970’lerden itibaren sünerek devam eden krize verilmiş bir sermaye tepkisidir. Bu tepkinin dünyayı değiştirdiği elbette doğrudur ama kapitalizmin açmazlarını ortadan kaldırdığı, başka deyişle tarihsel ve yapısal kısıtlarını aştığı söylenemez. Derinleşerek devam eden son kriz, aşamadığını açıkça göstermiştir. İkincisi, karşı karşıya olduğumuz krizden bir tür yeni Keynesçilikle çıkmanın güçlüğüdür, üstelik Keynesçilikten anlaşılan sadece ve sadece ders kitaplarında okunan olunca: Bu majestelerinin “yeni solu” olmaya heves eden reformcuların teklifinin mantıki tek sonucu, başta Çin’in5 -ve ezilen dünyanın- başta ABD’yi -ve Batı’yı- finanse etmeye devam etmesiyle alınabilir ki, bunun yegâne anla5
Bkz. Husson, Michael. “Çin-ABD: Krizin Kesin Olmayan Sonuçları”, http://www.internationalviewpoint.org/spip. php?article1710&var_recherche=husson, 01.09.2009
7
Yaşayan Marksizm
mı Çin ve Hindistan başta olmak üzere “Batı-dışı” dünyanın proletaryasını açık kölelik koşullarında zincirlemeyi, Afganistan ve Afrika gibi bölgelerdeki nüfusu ise sistem-dışına atarak açlık ya da başka nedenlerle yok etmeyi teklif etmektir. Elbette, kürsülerinden ahkam kesen bazıları Keyneşçi teklifin dünya piyasasının tümüne yapıldığını -G20’de konuşulan açlıkla mücadele programı gibi programları örnek vererek- ileri süreceklerdir; ileri sürdüklerinde yaptıklarının söylediklerimizi doğrulamak olduğunu fark etmeden... E. Ahmet Tonak’ın belirttiği gibi, kısacası, eski zamanlar ileri zamanlardı; bugün, Marksistler Marx’ın, Keynesçiler Keynes’in gerisine düşmüştür.6 Mutluluk Veren Neoliberal Dönüşüm Bu kendini solda sanan adam ve kadınların Türkiye şubeleri ise sadece mide kaldırırlar; kriz karşısında söyledikleri tek söz, “piyasanın başlı başına kötülük ya da iyilik içermediği” gibi sade suya tirit önermelerden ibarettir. Gerçi bu önerme peşinden Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetlerini desteklemek üzere bazı sonuçlar çıkarma maharetine sahiptirler. Konudan bihaber olduklarını ileri sürmek lüks olacaktır. Yine de bu mahareti küçük görmeyelim, lükse kaçalım, bu adam ve kadınların aşağıda aktaracağımız kehanetten haberdar olduklarını varsayalım; ne de olsa, Türkçe’ye bu kehanet, bazılarının kuruluşunda emeği geçen bir yayınevi tarafından servis edildi. Fransız Ulusal Bilimler Akademisi üyesi Gerard Duménil ve Dominique Lévy Kapitalizmin Marksist İktisadı7 adlı broşürlerinde bu mutluluk verici kehaneti muştuluyorlar: Neoliberalizm kapitalizmi dönüştürmüştür. Duménil ve Lévy’ye göre, 70’lerden itibaren süren krizden neoliberal dönüşümle birlikte çıkılmıştır, bunun kanıtı kâr oranlarındaki düşüşün aşılması ve kâr oranlarının yeniden oluşmasıdır. Fakat çıkıldığında karşı karşıya kaldığımız neoliberal dönüşüm ardındaki yeni düzendir. Neoliberal dönüşümün temel hedefi, kapitalist yönetim kadrolarının içinde sadece işletmeci olanların egemenliğine son vermektir. Çünkü bu yeni düzende egemenler arası mücadeleler, kapitalist yönetici sınıf ile geleneksel (mülk sahibi) kapitalistler ve yöneticiler arasında da başta finans olmak üzere işletmecilere karşı sürmektedir: “Eğer herhangi bir üretim biçimi kapitalist üretimin yerini alacaksa bunu ilk elden sosyalizme veya sınıfsız bir topluma geçme olarak yorumlamamak gerekir. Her kapitalist olmayan düzen halkçı ve emekçi olmak zorunda değildir. Büyük olasılıkla, yönetici kadrolar post-kapitalist toplumda egemen sınıf rolünü üstleneceklerdir.” Kapitalizmin sonrasının illa sosyalizm olmayacağı açıktır ama yazarların bütün derdi, yeni reformizme alan açmak için devrimci Marksistleri kendi analitik araçları ile çürütmektir. Yazarlara göre, “kapitalizmin krizleri sonucunda ve mücadelesinin gücüyle proletarya 6 7
8
Tonak, Ertuğrul Ahmet. “Kriz, Savaş ve Keynes”, http://www.birgun.net/writer_index.php?category_ code=1186603347&news_code=1249731862&year=2009&month=08&day=08, 08.08.2009 Duménil, Gerard ve Dominique Lévy. Kapitalizmin Marksist İktisadı, çev. Selin Pelek, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009
Eleştirel Bakış
(işçi sınıfı)”nın devrimci kalkışma ile “iktidarı ele geçirme”si şeklinde bir süreç Marx tarafından düşünülmüştür ama, “Kapitalizm kendi değişimi pahasına da olsa, günümüze kadar gelen yapısal krizlerin ve savaşların üstesinden gelmeyi başarmıştır. Bu süreç bugün de derece derece devam etmektedir.”8 E o zaman, kapitalizmi aşacak bir sosyalist devrim için mücadeleye gerek yoktur, kapitalizm kendi krizinden dönüşmek pahasına, hatta finansı -mali oligarşiyiterbiye ederek çıkacaktır, zaten bu neoliberal dönüşüm sürecinin sonucudur!9 Nihai Çöküşçüler Immanuel Wallerstein başta olmak üzere, Giovanni Arrighi, Mingi Li gibi bağımlılık okulu mensubu sayabileceğimiz kimi yazarlar, Wallerstein’ın Tarihsel Kapitalizm’de kapitalizm özelinde özetlediği dünya sistemi kuramının yöntemsel önermelerine uygun biçimde mevcut krize değil bir tarihsel sistem olarak kapitalizmin sonuna odaklanıyorlar. Arrighi, daha özel olarak Uzun Yirminci Yüzyıl’da10 formüle ettiği, bir tarihsel sistem olarak kapitalizm içindeki birikim daireleri tezini Adam Smith Pekin’de11 adlı çalışmasında içinde bulunduğumuz çağ için güncellemekte ve küresel dönüşümün iki temel aktörü saydığı ABD ve Çin üzerine odaklanan çalışmasının sonunda, ABD birikim dairesinin ve hegemonyasının sonuna gelindiğini ancak, ABD ve Çin arasındaki işbirliğinden Adam Smith’in dünyadaki uygarlıklar arasında eşitliğe dayalı bir dünya-pazar toplumunun doğabileceğini ileri sürmektedir. Arrighi’nin görece iyimser yaklaşımının aksine, Wallerstein’ın daha kahince bir tutumla, tarihsel sistem olarak kapitalizmin 2025 yılına kadar göreli bir genişleme evresine girebileceğini12 ancak önümüzdeki elli yıldan sağ çıkmasının düşük olasılık olduğunu yazdığı ve güncelleyerek sık sık tekrar ettiği biliniyor. Bağımlılık okulunun yöntemsel yaklaşımı aslında son derece basittir; kapitalizm, içinde ticaret, sanayi, keşifler, buluşlar, fetihler, krizler, savaşlar, devrimler vb. mevcut uygarlığın akla getirdiği her ilişkiyi taşıyan ama temelde sermayenin sonsuz birikim eğiliminin yön verdiği tarihsel bir sistemdir. Bu tarihsel sistem içinde gerçekleşen krizler sadece tarihsel sistemin sağıltımına yararlar; sorun, tarihsel sistemin dönüşümüdür. İşte Wallerstein, içinde bulunduğumuz krizin bir dizi belirsizlikle karakterize olsa da, diğer -tarihsel sistem olarak kapitalizmi sağaltan, başka bir evreye sıçratan- krizlerden farklı, kendi yöntemsel araçlarına göre de kriz, yani tarihsel 8 9
Age, s.121 Türkiye’de çoğu Taraf Gazetesi’nde yazan ve kendini solcu hatta Marksist zanneden ve öyle lanse eden -liberal solcu ya da sol liberal, eski TKP’li vb.- ukala dümbeleklerinin çoğu farkında olarak ya da olmayarak Duménil ve Lévy’nin bu görüşlerinin daha sağ versiyonlarını savunurlar. 10 Arrighi, Giovanni. Uzun Yirminci Yüzyıl, çev. Recep Boztemur, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000 11 Arrighi, Giovanni. Adam Smith Pekin’de, çev. İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, İstanbul, 2009 12 Wallerstein, Immanuel, Liberalizmden Sonra, (çev.Erol Öz) içinde “Barış, İstikrar ve Meşruiyet”, ss.33-51, Metis Yayınları, İstanbul, 1998
9
Yaşayan Marksizm
sistemin sonunu getirebilecek bir süreçler toplamı olduğunu ileri sürüyor. Daha açık söylersek, tarihsel kapitalizmin ilk (ve son) krizi budur, eğer öyle ise de, 500 yıllık tarihsel kapitalizmin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bu yaklaşım, kulağa hoş gelse de, hem tarihsel hem de yöntemsel bir dizi sorunla maluldür. Bu sorunları bir yana bıraksak bile, tarihsel kapitalizmin sonunda Arrighi’nin iyimser perspektifi ile kurulacak bir dünya-pazar toplumunun bize vadettiği şey oldukça meçhuldür ve insanların kendi geleceklerini seçme eylemlerini kinik bir kaygısızlıkla ikame eder. Halbuki, karşı karşı olduğumuz şey, kapitalist üretim tarzının yapısal ve tarihsel bir krizidir ve ancak proletarya ve bağlaşığı olan tüm insanlık, kapitalizme karşı devrim cephesinde birleşirse, ve ancak bu devrimci eylemle sosyalist bir toplum kurulursa karşı karşıya kaldığımız barbarlık aşılabilir. Kriz ve Devrimci Seçenek Mali piyasalardaki çöküşle başlayan ve devam eden kapitalizmin krizinin tarihsel ve yapısal bir analizini tüm veçheleriyle burada gerçekleştirmemiz elbette mümkün değil13. Ancak hızlıca ve kabaca, karşı karşıya olduğumuz krizin, kapitalist gelişmenin son uzun dalgasının yetmişli yıllarda başlayan ve sünerek devam eden çöküş evresinin sonuna işaret ettiği söylenebilir. Elbette kapitalizmin krizine bu çerçevede yaklaşan devrimci Marksistler arasında da, krizin ampirik analizine dair bazı farklılıklar söz konusudur. Buna rağmen, bu krizin mali kriz olarak açığa çıksa da salt bir mali kriz olmadığı, kapitalizmde görülen kısa çevrimlerden kaynaklanan bir kriz olmadığı ve -tekrar olacak ama belirtelim- kâr oranlarındaki düşüş eğilimiyle aşırı birikimden doğarak mevcut uzun dalganın sünen çöküş evresinin sonunu işaretleyen bir kriz olduğu konusunda görüşler hemen hemen ortaklaşmıştır. Bu ortaklaşmaya varanlar açısından; kredi krizi, aşırı üretim/birikimden doğan genel krize onu ağırlaştıracak biçimde denk gelmiştir. Kredi sisteminin paralize olması/işlememesi, ekonomik etkinlikleri büyük oranda küçültmüştür. Arasındaki esaslı farklılıkları, krizin kendine has ve bütünsel karakterini göz ardı etmemek şartıyla 1929 kriziyle karşılaştırılabilirse de, bu kriz, niteliği itibariyle son derece kapsamlıdır: Kapitalizmin aynı tarihsel ve yapısal koşullarından beslenmekle birlikte, farklı kriz dinamikleri iç içe geçmiş görünmektedir; ekonomik kriz, banka ve mali piyasaların krizi, gıda krizi, enerji krizi, çevresel kriz/ iklim krizi. Ekmek, gül ve hürriyet günleri için yapılan çağrıda belirtildiği üzere, “sermayeye dayalı üretimin hem tarihsel hem de ekolojik-fiziksel sınırlarının 13 Bunun için başta bu sayımızda yayınlanan yazılar yanında, E. Ahmet Tonak’ın Birgün’de yayınlanan, anılan yazısı dışındaki ‘Eko Diyalog ve Günümüz Buhranı’- 13 Haziran 2009, ‘Büyük Resesyon? Yarım Depresyon’- 11 Nisan 2009, ‘Krizle Nereye Gidiyoruz?’- 24 Ocak 2009 tarihli yazılarına; İktisat Dergisi’nin 501 nolu “Krizi konuşuyoruz” sayısına ve özellikle, François Sabado’nun “Taking the measure of the crisis” ve “The crisis overdetermines all of world politics” [http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1561&var_recherche=crisis ve http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1625&var_recherche=crisis, 01.09.2009] başlıklı makalelerine bakılabilir.
10
Eleştirel Bakış
bulunduğu, günümüzde bu sınırlara hızla yaklaşıldığı, bu durumun insanlığı aynı zamanda bir uygarlık krizi ile yüz yüze getirdiği”14 bu krizle daha da görünür hale gelmiştir. Şüphesiz bütün bunlar kapitalizmin sonuna geldiğimizi göstermeye yetmez, çünkü henüz, ortada bir alternatif şekillenmiş, “sosyalizmi, kapitalist düzenin karşıt devrimci kutbu olarak yeniden var etme”15 eşiğini işçi hareketi ve sosyalist hareket aşabilmiş değil. Bu eşik aşılmadıkça, kapitalizmin -dönüşerek de olsayaşayabileceği, krizlerini sağıltabileceği; anti-kapitalist çözümler zorlanmadıkça, kapitalist sistemin “çıkış yok ki” yalanı eşliğinde yeni manevraları için bin bir dolap çevirebileceği tarihsel bir sır değildir. İşte bu nedenle devrimci Marksistler için kriz, ne kapitalizmde gelir geçer bir olgu, ne salt nihai çöküşün göstergesi ne de kıyametçi fanteziler için basamaktır. Hiçbiri değil fakat kriz, kapitalizmin sosyalist bir alternatifi olduğunu duyurmak ve emekçileri ve tüm ezilenleri bu alternatifi seçmeye, dünya devrimine çağırmak için bir fırsattır. Karşı karşıya olduğumuz krizin küresel kapitalizm adını verdiğimiz bir öncesi vardır ve sonrası, sınıf mücadelelerinin seyri ile kurulacaktır. Bunun E. Ahmet Tonak’ın belirttiği gibi, bugünden görünür hale gelen ucube bir kapitalizm16 mi olacağı, yoksa onu aşarak sosyalizme mi sıçranacağı, emekçilerin ve tüm dünya ezilenlerinin mücadelelerine bağlıdır. Bu bağ, programatik yenilenme ve talepleri güncelleme görevini önümüze koyar. Neoliberal model tümüyle çökmüştür, dolayısıyla salt neoliberalizmi aşmaya yönelen reformcu taleplerin bazıları bugün için gericileşme potansiyeli taşırlar. Günümüz reformizmini besleyecek olan kaynak da budur; mücadeleleri zaten aşılmış bulunan neoliberal tercihlere karşı çıkmakla sınırlamak. Kapitalizme karşı devrimci seçenek ise emekçilerin ve tüm dünya ezilenlerinin sınırlanmayan aynı mücadeleleri içinde yeşerecektir. Yeşil Devrimci Keynes: Çözüm mü? Kapitalist merkezlerde, devlet aktörleri piyasaya büyük oranlarda müdahaleler eder hale getirerek mevcut krizin aşılmaya çalışıldığı bir sır değil. Fakat bu başlı başına yeni Keynezyen bir döngüyü olanaklı kılmaya yeterli değil. Dünya çapında yeni Keynezyen bir döngünün inşa edilebilmesi için özellikle Çin ve Hindistan’ın üstlenmesi gereken ek maliyetler yanında, başka sınırlar da vardır: Yerleşik haliyle neoliberal uygulamaların yarattığı iktisadi davranış alışkanlıkları, finans aktörlerin dirençleri ve en önemlisi kapitalizmin rekabete ve bireyciliğe dayanan anarşik ve kaotik yapısı: Yeşil bir devrimin eşlik edeceği 14 “Ekmek, gül ve hürriyet günleri için çağrımız”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s.19 15 Yurtsever, Haluk. “Yeniden kuruluş bilinci”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, s.22 16 Tonak, Ertuğrul Ahmet, “Ucube Kapitalizm” http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1186603347 &news_code=1243679771&year=2009&month=05&day=30, 30.05.2009
11
Yaşayan Marksizm
yeni Keynezyen döngü belki egemenlerin bu yöndeki tercihlerini güçlendirmeleri oranında krize karşı bir alternatif -yeni kapitalist gelişme çevrimine temel- olabilirdi ama bunun için; yönetici sınıfların, mevcut sosyal ve politik güç ilişkileri içinde, tercih ve siyasetlerinde köklü değişiklikler olmalıdır. Ama kapitalizm, bu anlamda rasyonel bir sistem değildir -Türkiye’nin kadim başbakanı Demirel’in deyişiyle plancı değil, pilavcıdır!-; tekil kapitalistler ve her birinin farklı çıkarları arasında, kendi farklı çıkarları olduğunu varsayan uluslar arasında ve elbette onları temsil eden devletler arasında farklı tercihler ve rekabet vardır. Yine de kapitalizmin önündeki yörüngeyi, yeşil bir devrim -yeşil teknolojiler, yeşil enerji kaynakları, yeşil yeni yaşam kültürü vb.- ve ona eşlik eden Keynezyen bir döngüye oynama iradesini, G7 ya da G20 ülkeleriyle yapılan toplantılar, Dünya Bankası ve -farklı kaygılarla şekillendirilmiş görünse de- BM raporları ortaya koymaktadır. Ancak yeşil bir devrimin de önünde “kapitalist” engeller vardır: İlk engel zamanlama ile ilgilidir. Kriz, şu anda şimdi gerçekleşmektedir ama ya yeşil devrim? Mesela, enerjide hemen şimdi yeşil bir enerjiye nasıl geçilecektir? İkinci engel, kârlılıkla ilgilidir. Birçok sektörde vergi kolaylıklarıyla dahi, yeni eko-teknojilerle kârlılığı sağlamak mümkün görünmemektedir. Üçüncü engel, yeşil bir büyümenin finansmanı ile ücretlerin artışı arasındaki çelişkidir. Dördüncü engel, yine kapitalizmin “pilavcı” yapısıdır: Dünya ekonomisinin ekolojik reorganizasyonu için uluslararası ekonomik tercihleri, normları ve yönelimleri değiştirecek kısa, orta ve uzun dönemli planlama ve koordinasyon gereklidir. Kapitalizm ise, en kısa vadede en yüksek kâr güdüsü, sermayenin sınırsız birikimi yasası ile işler. Son olarak, bu tercihler, ancak dayanıklı bir yeni Keynezyen döngüyü geniş bir ekolojik büyümeyle bütünleştirebilecek sosyo-politik seçimlere yakından bağlıdır ki, bu da ancak ekososyalist dönüşümle mümkündür. Ya da şöyle soralım; çözümü ekososyalist bir devrime kalan kapitalizm, bu devrime razı olursa, bizim de ona rıza göstermememiz için ne gerekçemiz kalır ki? Özcesi, kriz sürecinde kapitalizm kendinden bir ucube yaratma yolunda hızla ilerlemektedir; sorun bu ucubeye razı olmayanların neyi tercih edecekleridir: Reform mu devrim mi? Bu soruya az ileride yeniden döneceğiz. Irak İşgali ve Türkiye Biz kriz üzerine tartışadururken ABD emperyalizminin yarattığı barbarlık manzaralarında şimdilik bir eksilme ya da değişiklik görülmedi. Hemen yakınımızda, yaşayanlarıyla aynı nehirlerde yüzdüğümüz Irak’ta, emperyalist kapitalizmin askeri patronu ABD, kendi yarattığı bataklıkta debelenmeye devam ediyor: ABD’nin askeri üstünlüğü otomatik olarak askeri zaferi anlamına gelmiyor, daha önce de gelmemişti. Amerikan medyasının diline pelesenk olan ‘yeni Vietnam’ 12
Eleştirel Bakış
deyimi, Amerikan ordusunun bölgedeki durumunu anlatmak için kullanılıyor. Bush yönetimi hem siyasi hem de askeri olarak gerçekten bataklığa saplandı; şimdi Obama yönetimi, ABD’nin bu bataklıktan hegemonyasını yitirmeden çıkması için atması gereken adımları incelikle örmeye çalışıyor. Bu adımlar içinde Türkiye’ye biçilen ve Türkiye tarafından da üstlenilen bazı roller olduğu anlaşılıyor. İslamlaşmayı milli kimliğin kurucu bir unsuru olarak alan Türkiye’de Osmanlı Saltanatını devirirken oluşan hakim ittifak, askeri vesayet ilişkileri içinde asgari bir ulusal demokratik programı yürütebilmiş; bunun sonucunda, kırılgan da olsa burjuva hegemonyaya dayanan, emperyalist üretim ilişkileri aşamasında da hakim ittifak içinde burjuvazi dışı sınıf güçlerini tümüyle dışlayan ya da ikincil pozisyona sokan kırılgan hegemonyaya dayalı (görece kararlı) bir rejim kurulabilmişti. Son Kürt İsyanı ile rejimin değişmek ya da kırılmak seçenekleri arasında gezinmeye mecbur edildiği, ABD’nin bölgesel çıkarları ve tercihlerinin özgül rolü dışlanmadan kabul edilmelidir. Fakat tercih sadece ABD’ye ait değildir: Bush yönetimi zamanında, Başbakanının ağzından “Büyük Ortadoğu’nun Eşbaşkanı” olduğunu açıkladığında Türkiye, “... bir yandan ABD’yi tamamlarken bir yandan da onun bıraktığı boşluklara sızarak bölgesel bir güç haline gelme, kendi özerklik alanını genişletme, çıkarlarının küresel kapitalist sistem içinde daha fazla meşru görülmesini sağlama ve Kürt sorununu büyüyerek çözme hevesi”17ni dışa vurmuş oluyordu. Bu hevesin tümüyle temelsiz olduğunu ileri sürmek güçtür. Bu heves, sadece Misak-ı Milli’nin vazgeçilmek zorunda kalınan sınırlarını yeniden düşündürttüğü için değil; aynı zamanda ve daha çok, Eşbaşkan Recep Tayyip Erdoğan’ın partisine ve hükûmetine “...ekonomik politikaları dolayısıyla yitirmekte olduğu nüfuzu ve hegemonyayı onarma imkânı verdiği... devletin güvenlik aygıtları üzerinde kalıcı bir denetime kavuşmasına ve adım adım, İslami değerlerle de sıvanmış bir ‘tek parti devleti’ni yukarıdan aşağıya adım adım kurmasına yardımcı olduğu...”18 için de son derece gerçektir. Türkiye’nin ABD ile ittifak halinde Kürt Sorununu bölgesel bir güvenlik siyaseti ekseninde çözme iradesi, başta Kürt Hareketi olmak üzere tüm bölge devrimci hareketlerine öncelikli “açılım” olarak dayatılıyor. Bölgesel niteliği baskın olan Kürt Sorununun Kürt Halkının talepleri doğrultusunda şu ya da bu şekilde çözümünü sağlayacak her türlü mücadelelerin içinde olmak görevi ile güçlerimiz ne kadar yetersiz olsa da bu emperyalist “güvenlik” dayatmasını yanıtsız bırakmamak görevi birbirini diyalektik bir şekilde bütünlüyor: Çözümü yakınlaştırmak, dayatmaya Kürt Halkının talepleri ile karşı durarak “...barış’ı halk iktidarının bir uğrağı olarak aşağıdan kurma...”19 mücadelesine bağlanıyor. 17 Kalyon, Kenan. “Bu kez farklı ama...”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s.7 18 Kürkçü, Ertuğrul. “Barış sokakta kurulacak!”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s.2 19 Agy.
13
Yaşayan Marksizm
İşgal, Direniş ve Program Irak’ta ve Afganistan’da işgal de İslami Fundamentalizmin başını çektiği direniş de sürüyor. Irak’ta ABD’nin müttefiki İngiltere ile birlikte işgale derhal son vermesi gerektiğinde bölge halkları neredeyse hem fikir. Direniş kapasitesini ölen ABD askerleriyle ölçen kerterizsiz işgal karşıtlığı ile işgalin son bulmasını isteyen anti-emperyalizm arasındaki tartışma ise, “ABD derhal çekilsin!” sloganında ortaklaşmak dışında, haklı nedenlerle şiddetlenerek sürüyor. Elbette devrimciler, emperyalist işgale karşı Irak ve Afganistan halkının koşulsuz olarak yanındadır ve işgalin derhal son bulması, emperyalistlerin bölgeden derhal kovulması en acil sorundur. Fakat bu, İslami Fundamentalizmleri desteklemeyi gerektirmediği gibi, sonuçları ile birlikte krizin şekillendirdiği bu kritik tarihsel momentte ayrıca ve özellikle tarihsel bir hata olur. İslami Fundamentalizmin sınıf karakterine vurgu yapmadan bu tartışmada devrimci Marksist bir pozisyon edinmek oldukça güç. İslami Fundamentalizm, sol içinde yaygın olarak iki şekilde anlaşılmaya çalışılıyor: İlk yaklaşım, pre-kapitalist sınıfların kendilerini çözerek başkalaştıran modern sınıf ilişkilerine karşı direnişinin doğurduğu siyasal-kültürel bir hareket olarak İslami Fundamentalizmi çözümlüyor. İkinci yaklaşım ise, İslami Fundamentalizmi modern sınıf mücadelelerinin özgül bir sonucu olarak doğan modern bir siyasi hareket olarak analiz ediyor. Bu ikinci yaklaşım, doğru olsa da, gerek iktisadi-siyasi-kültürel programı gerekse de sosyal-sınıfsal tabanı bakımından hareketi çözümlemede son derece anlaşılmaz bir dille konuşmakta; açık açık bu hareketin kitle temeli -kapitalizmin Orta Doğu’daki gelişim sürecinin özgüllükleri içinde şekillenmiş- küçükburjuvaziye dayanan ve bir kısım “ara sınıfı” ve “lumpen proletaryayı” müttefik haline dönüştürme becerisini gösterebilen, Poulantzas’ın çözümlediği şekliyle faşizan karakterli hareketlere benzediğini söylemekten kaçınmaktadır. Gerek Nasır örneğinde, gerekse de diğer BAAS’çı Arap ulusalcılığında İslam, milli kimliğin asli kurucu unsuru olarak yer aldı. Orta Doğu ülkelerinin çoğunda, bu ulusal hareketler kısa sürede, emperyalizmle işbirliği içinde ideolojik olarak İslam’a dayanarak, başa geçtikleri devletleri yarı askeri gerici diktatörlükler haline dönüştürdüler. Birbirine oldukça benzeyen, metropol sermaye- yerel burjuvazi ve asker-sivil bir zümre egemen ittifakına ve siyasal İslam temelinde mobilize edilmiş küçük-burjuvazinin kitle desteğine dayanan bu rejimlerden -Libya, Mısır gibi- çoğu halen ayaktadır. Kuruluşu itibariyle devrimci bir sürece dayansa ve ABD’ye karşı açık bir tutum geliştirse de İran’da da bu tür tipik bir gerici diktatörlük yerleşmiş ve varlığını sürdürmektedir. Bölgedeki diğer Arap rejimleri ise bağımlı sınıfları daha çok petrol gelirleri ile tarafsızlaştırarak ya da baskı altına alarak varlığını sürdüren ABD destekli krallıklar ya da şeyhlikler vb. siyasal biçimlerde örgütlenmiş gerici diktatörlüklerdir. Gerek Irak’taki gerek Afganistan’taki İslami Fundamentalizmler de, küçükburjuvaziye, kısmen işgalle konumları sarsılmış “orta sınıflar”a ve temel olarak 14
Eleştirel Bakış
da dinsel aşiretler şeklinde örgütlenmiş toprağa bağlı sömürücü sınıflara dayanmaktadır. İşgale karşı olmaları nedeniyle işçi sınıfının ve ezilenlerin bir bölümünü kendilerine karşı tarafsızlaştırmış olsalar bile, mevcut sınıf bileşimi ve programıyla bu hareketler, tümüyle gerici hareketlerdir ve “anti-emperyalist ulusal demokratik bir programa” dayanmazlar. İşgal karşıtlığının bu çevrelerdeki anlamı, mevcutlarına benzeyen yeni bir gerici diktatörlük kurmaktan ibarettir. Özellikle Orta Doğu’da ve Afganistan-Pakistan havzasında devrimci proletaryanın emperyalizmden sonra en azılı düşmanı İslami Fundamentalizmlerdir. Bölgesel bir karakter taşıyan Kürt Sorunu’nun siyasi-demokratik çözümü, ister iktidarda olsunlar isterse de muhalefette palazlansınlar, İslami Fundamentalizmlerin meşruluk alanlarının geriletilmesinde de özgül bir bölgesel rol edinme kapasitesine sahiptir. Bu durum, gerici İran rejiminin Kürt Sorunu söz konusu olduğunda Türkiye ile ittifaklar kurmaktan çekinmemesinde sadece basit bir kanıta kavuşmuş oluyor. İran Seçimleri ve Devrimci Kitle Seferberliği 12 Haziran 2009’da gerçekleşen seçimlerin hemen akabinde İran, devrimcidemokratik bir kitle mücadelesine tanıklık etti ve etmeye devam ediyor. Bu mücadele karşısında Batı merkezci, oryantalist sol bir kez daha sınıfta kaldı. Kimileri, Ahmedinejad’ın anti-emperyalist olduğunu keşfettiler ve gelişen devrimci hareketi, “küçük burjuva maceracıların ve züppelerin lastik yakma hareketi” diye yaftaladılar. O sırada İran’da mücadele eden komünistler, tüm dünyaya “Yaşasın Devrim!”20 diye haykırmakta olsalar da, bu erkek ve kadınlar ne İran’lı komünistleri duydular, ne de tutumlarını gözden geçirme ihtiyacı... Aynı “sosyalist” erkek ve kadınlar, işgal karşıtı hareket içinde de İslami Fundamentalistlerin işçi ve emekçilere yönelen kör terör eylemlerini suskunlukla geçiştirmekte mahirlik göstermişlerdi. İlginç bir tesadüftür ki, bu erkek ve kadınların Türkiye şubeleri de bugünlerde “darbeye karşıyım” bahanesi ile AKP’ye avanelik etmekle meşgul. Batı merkezci sol, gerek Orta Doğu’da gerekse Türkiye’de gelişen sınıf mücadelesi süreçlerini anlamaktan uzaktır. İran Komünist İşçi Partisi’nin analizleri gerçekçi görünmese bile, Saeed Rahnema’nın belirttiği üzere, “İran’da olan, bir seçim hilesinin başlattığı ancak otuz yılı aşkın süredir gerici ve acımasız bir rejim altında inleyen halkın gerçek talepleri eksenine oturan, kendiliğinden, yaratıcı ve bağımsız isyanıdır... (Halk,) İslami rejim ya da kendi potansiyelleri hakkında illüzyonlara kapılmış değil. Stratejileri, şiddete dayanmadan ve tedricen, İslami rejimi ve mevcut hegemonyasını, laik ve demokratik bir rejime dönüştürmek.”21 20 http://worker-communistpartyofiran.blogspot.com/2009/06/long-live-revolution-against-islamic_15.html, 15.06.2009, İran Komünist İşçi Partisi, süreci kısaca değerlendirip görevleri saydıktan sonra, “...Devrimci halkımızı parti bayrağı altında toplanmaya çağırıyoruz. Partimiz ve halkımız, şimdi, birlikte, bu nefret verici rejime karşı gelişen devrime yetişerek, İslam Cumhuriyetinin çıkmazını eşitlik ve özgürlük için bir devrime dönüştüreceğiz. Kahrolsun İslam Cumhuriyeti! Yaşasın Sosyalist Cumhuriyet!” diyordu. 21 Rahnema, Saeed. “Soldaki İran Söyleminin Trajedisi”, http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1694&var_ recherche=iran, 01.09.2009
15
Yaşayan Marksizm
Açık ki, bu süreç, oldukça hassas, uzun süreli ve anlamlı bir mücadeleye işaret ediyor. Bu mücadelede, İran Halkı’nın demokratik ve sivil yurttaşlık hakları için mücadelesinde, tüm dünya halklarının dayanışmasına ve özel olarak dünya solunun desteğine duyduğu ihtiyaç da ortada. Bu ihtiyaç ortadayken, bir Yahudi düşmanı faşist karikatürden, gerici bir diktatörden anti-emperyalist halkçı lider yaratmak, Batı merkezci sola nasip olabilecek bir miyopluk ve maharet; tıpkı tüm bölgede alt-emperyalist heveslerle at koşturan Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Erdoğan’da demokrat ve özgürlükçü değerler görmek gibi!.. İşte bu nedenle devrimci Marksistler, oryantalist solun İran analizlerine itibar etmedi ve seçimlerden sonra İran’da başlayan ve hala süren devrimci kitle seferberliğini desteklemekte kararsızlık göstermedi. Honduras Darbesi ve Latin Amerika ABD’nin Irak’ta batağa saplanmasının, Latin Amerika başta olmak üzere uluslararası sonuçları oldu. Obama yönetimi İran’da gelişen hareket karşısında destekleyici değil ılımlı bir tutum almıştı; Honduras’ta gerçekleşen darbeye karşı bir yaptırımda bulunmadıysa da en azından sözlü açıklamasında hoş görmedi. Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC-EP), bu tutumu, “Beyaz Saray, kıtamızdaki ilerici güçlerin gelişimini engellemek ve kendi hegemonyasını garanti altına almak için sağcı darbecilere başvurmakta hiçbir zaman tereddüt etmez. Washington hükûmetinin darbeyi sönük bir şekilde kınaması, sadece kibirli bir söz sanatından başka bir şey değildir ve onun şüpheli durumunu ortadan kaldırmaz. Onun gerçek kaygısı jeopolitiktir ve gözlerini bölgemizdeki talanını ve sömürgeci alanlarını sorgulayan ALBA`ya (Latin Amerika için Bolivarcı İttifak) dikmiştir. Devlet yönetiminin bugünkü önceliği, Amerika’mızda iki yüzyıl sonra tekrardan bağımsızlık çığlığı atan yurtsever eğilim ve hissiyatlara karşı koymak üzere aşırı-sağcı piyonlarını yeniden organize etmektir.”22 şeklinde değerlendirdi. Bu değerlendirme, Latin Amerika’daki bütün devrimci ve ilerici güçlerin ortak algısını yansıtıyor. ABD, Latin Amerika’yı arka bahçesi olarak görüyor ve Kolombiya’nın Venezuela ve Ekvator’a saldırıları ile bu, hafızalarda tazelenmişti. Tüm kıtada halkçı hükûmetler kısmi başarı sağlasalar ve kıta genel olarak dünya halklarına umut verse de, mevcut ekonomik krizin Latin Amerika kıtasındaki muhtemel sonuçlarını, kıtanın pozisyonunun kötüleşmesini özellikle tarım ürünleri ihracatı ve belirli hammaddeler ilişkileri içinde yeniden düşünmek zorundayız. Kıtanın pozisyonundaki böyle bir bozulma, ABD’nin baskısını arttıracaktır. Sabado’nun belirttiği üzere; “Hatta var olan ekonomik durumda, kıtadaki Amerikan yanlısı sağın özellikle onun ileri kolu Urribe’nin Kolombiya rejimi ile birlikte etkin olma kapasitesine de işaret etmek gereklidir. ABD ‘Kolombiya Planı’ ile epey yol aldı; Chavez’in 2 Aralık referandumunda mağlup edilmesi ABD em22 http://www.latinbilgi.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=2872, 01.09.2009
16
Eleştirel Bakış
peryalizmine yeniden etkinlik olanağı sağladı, Venezuela Petrol Şirketi’nin mal varlığı donduruldu, tüm bunlar yanında ABD’nin Paraguay’da askeri üsleri de mevcut. ABD, Bolivya’da ‘golpist’ (darbeci) sağa, Peru ve Meksika’da ‘liberalotoriter’ sağa destek veriyor. ABD’nin, Kolombiya’nın ve en gerici sağ güçlerin lehine olan bu manevralara ve değişimlere rağmen, Amerikan emperyalizminin kıtaya müdahale etme kapasitesinin zayıfladığının altını çizmeliyiz. Askeri düzeyde kıtaya müdahale hazırlığında olmak, Irak ve Afganistan müdahaleleri sonrasında görece zordur; ABD Güney Amerika’ya baskı uygulamaya devam ediyorsa da, kıtada Amerikan emperyalizmi ile bir dizi Latin Amerika ülkesi ile yeni güçler ilişkisinin var olduğu reddedilemez.”23 Bu güçler ilişkisi içinde ilk kutbu oluşturan Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Paraguay’da sol eğilimli ve kitleleri mobilize edebilen hükûmetler bir yandan ABD ile yeni uzlaşma zeminleri yaratırken, içeride de, kendi hesaplarına ve kendi usulleriyle neoliberal politikaları, ‘sosyal yardım’ unsurlarıyla birleştirerek sürdürüyorlar. Küba tarafından desteklenen ve her biri kendi özgünlüğü ile borçların boğucu hakimiyetini azaltmaya, kendi doğal kaynaklarının sahipliği ve kontrolünü tekrar ellerine almaya, gıda, sağlık ve eğitim için sosyal programlar oluşturmaya ve Amerikan ve Avrupa (özellikle İspanyol) baskısına karşı ulusal egemenliklerini yeniden sağlamaya çalışan ikinci grup içinde Venezuela liderliği altında birleşmiş görünen Bolivya ve Ekvator var. Venezuela, kıtadaki gelişmeler bakımından anahtar bir rol oynamayı sürdürüyor. Bolivarcı devrimci süreçte açığa çıkacak bir geri çekilmenin, Bolivya ve Ekvator’da da ani geri dönüşümlere yol açacağı söylenebilir. Bu nedenle Venezuela’da Bolivarcı devrimin ileri götürülmesi, hem kıta hem de -özellikle mevcut kriz koşullarında sosyalist bir alternatifi görünür kılabildiği orandadünya için oldukça önem taşıyor. Bunun için devrimin anti-kapitalist nitelikte sıçramalara ihtiyaç duyduğu sır değil. Sadece temelsiz anti-emperyalizm vehmiyle Chavez’in sıklıkla Ahmedinejad’ın koluna girdiği resimlerde değil, bizzat Venezuela’da gelişen içsel sınıf mücadelelerinde de bu ihtiyaç alenileşiyor. Venezuela’da emekçiler ve ezilenler sadece kendi kaderlerine değil, kıtanın ve dünyanın kaderine de karar verme eşiğine her geçen gün, üstelik ABD’nin Obama’yla örttüğü çizmelerini daha çok hissederek yaklaşıyor. Onlar bu tercihe yaklaştıkça, tarihin o meşhur sorusu da, işçi hareketinin ve sosyalistlerin önüne bir daha düşüyor: Reform mu, devrim mi? Hak Mücadeleleri Mandel’in vurguladığı gibi, Ekim Devrimi’nden bu yana, işçi hareketi, aynı zamanda iki ayrı politik strateji arasında tercih anlamına gelmek üzere iki politik 23 Bkz. (1) nolu dipnot.
17
Yaşayan Marksizm
pratik arasındaki tercihiyle cepheleşti: “Bu tercih, ekonomik ve politik mevcut nesnelliğe dair mücadelenin ‘tartışmalarıyla’ ilgili değildi. Seçimlerde takınılacak tutuma ve seçilen meclislere katılmaya dair bir seçenekle, sadece çıkarların propagandası ile değil bununla birlikte işçilere, toplumun dışlanmış ve baskı altına alınmış diğer katmanlarına lütufmuş gibi sunulan kimi hak çerçeveleriyle de ilişkili değildi, bu tercih.”24 Marx, sistematik olarak, haftalık çalışma saatinin yasal olarak düşürülmesi için mücadele etti. Kararlı bir şekilde, çocuk emeğine ve kadın emeğinin dışsallaştırılmasına karşı çıktı. Engels, bütün yurttaşlar için, sekiz saatlik iş günü, yalın eşitlik ve evrensel oy hakkı mücadelesinin bütün ülkelere yayılmasını önerdi. Keza Lenin de, Çarlık Rusya’sının özgül koşullarına rağmen, son derece benzer bir çizgiyi izledi. Bu mücadeleler gerekliydi, baskıcı bir devlet karşısında, proletarya, yeterli fiziksel ve moral gelişmişliğe ve sınıfsız topluma doğru devrimci bir hamle yapma kapasitesine sahip değildi. Bu mücadeleler, proletaryanın fiziksel ve moral gelişmişliğine hizmet edecek ve devrimci hamle kapasitesini arttıracaktı. Tarih bu bulguyu doğrulamıştır. Kendi başına ekmek kavgasının, sistematik bir anti-kapitalist mücadeleye, daha iyi bir dünya mücadelesine önderlik ettiği bir yer yok. Marx ve Marksistler tarafından izlenen yol, bir taraftan da, milyonlara, daha iyi bir dünya için anti-kapitalist mücadele gerekliliği bilincinin geliştirilmesi için önderlik etmektir.25 Reformizm ve Kapitalizmin Geleceği Mandel’in belirttiği gibi, reformistlerle devrimci Marksistler arasındaki tartışma, sonuç olarak, bu tercihlere değil, kapitalizmin geleceği ile ilgili farklı fikirlerine dayanır. Reformizm, gerçekte tedrici gelişmeden yanadır, aşamacıdır. Reformizmin gerçek teorisyeni Eduard Bernstein’in meşhur formülüyle; “hareket her şeydir, sonuç hiçbir şey.” Bernstein, burjuva toplumunun içsel çelişkilerinin düzenli olarak azalacağını ileri sürdü. Savaşlar, devletin baskıcı pratikleri, sosyal patlamaya yol açacak, çelişkiler daha da azalacaktı. Kautsky, Terörizm ve Komünizm adlı kitabında, buna, burjuvazinin daha çok yardımsever (kâr amacı gütmeyen), tatlı ve barışsever olacağını ekledi. Rosa Luxemburg ise, Bernstein’in teşhisine taban tabana zıt bir duruş içerisindeydi, 1871-1900 dönemine nazaran, savaşlar ve sosyal patlamalar daha da artacaktı.26 20. yy tarihi, Bernstein’ınkinin aksine -bizzat ölümüne neden olarak- Rosa Luxemburg’un teşhisini doğruladı. Bu tarihsel deneyimler ışığında: “Devrimci Marksizm tedrici geçiş illüzyonlarını reddeder. Deneyimler göstermektedir ki, hiçbir yerde, hiçbir ülkede, burjuvazi ekonomik ve siyasi iktidarını tedrici yoldan kaybetmemiştir. Reformlar bu iktidarı zayıflatabilir ama onu yok edemez. İşçi sınıfı, kendi merkezileşmiş iktidarını 24 Mandel, Ernest. “The material foundations of opportunism: The nature of social-democratic reformism” http://www. internationalviewpoint.org/spip.php?article857, 01.09.2009 25 Daha kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Mandel, agm. 26 Mandel, agm.
18
Eleştirel Bakış
inşada başarılı olamazsa, burjuva devleti varlığını sürdürür ya da kendini yeniden inşa eder. Bu, yirminci yüzyıl devrimlerinden çıkan ilkesel bir derstir. Ekim Devrimi defterlerinin olumlu bilançosu; Alman ve İspanyol Devrimlerinin, proletaryanın iki büyük bozgununun, olumsuz bilançosudur.”27 Venezula’daki devrimci süreç de bu bilançoya, müspet ya da menfi bir şekilde eklenecek görünmektedir. Fakat sorun sadece Venezuela’ya ait değildir. Bazı örnekleri yukarıda teşhir edilen çeşitli reformizmler, kapitalizm en büyük krizlerinden birini yaşarken, Dünya’da ve Türkiye’de sınır tanımaz bir pervasızlıkla servis edilmektedir. Çünkü, kapitalizmin bir geleceği olacaksa, bu, bu tür bir reformizmin işçi hareketi içinde geliştirilmesine de yakından bağlıdır. Kapitalizmin bir geleceği olmasın diye mücadele edenler açısından, bu sorunda, geçmişe yeterince soğukkanlı bir şekilde bakmak, onun geleceği aydınlatmasına, mevcut ve açığa çıkacak her hareketin o ışık altında devrimcileşmesine izin vermek, oldukça önem taşıyor. Çünkü o ışığın aydınlattığı tercih, reform değil devrimdir! Ekmek, gül ve hürriyet günleri için çağrı metninde yazıldığı üzere; “Gün o gündür!”28
Mustafa Bayram MISIR
27 Agy. 28 “Ekmek, gül ve hürriyet günleri için çağrımız”, Ekmek&Özgürlük, sayı 1, Eylül 2009, s.21
19
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi (*) Ertuğrul Kürkçü
K
arl Marx, 1848 Devrimleri’nin başarılı bir proleter devrimine dönüşmesine ilişkin sonuncu umudunun da Fransa’da III. Napoléon’un darbesi ile yıkılmasının ardından giriştiği bir genel muhasebe olan Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’nde şunları yazmıştı: İnsanlar, tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu, kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan verili olan ve geçmişten miras kalan koşullar içinde yaparlar. Ölü kuşakların bütün geleneği, olanca ağırlığıyla yaşayanların zihinleri üzerine çöker ve onlar kendileriyle birlikte kendi dışlarındaki dünyayı bir başka biçime dönüştürmekle,yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründükleri zaman bile, özellikle devrimci bunalım dönemlerinde, korkuyla geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar...1 ...Proletarya devrimleri, 19. yüzyıl devrimleri olarak durmaksızın kendilerini eleştirir, ilerleyişleri boyunca kendi gelişmelerini sürekli yarıda keser, tamamlanmış olana geri dönerek onu tazelemek ve canlandırmak için ilk girişimlerinin kararsızlık, zaaf ve zavallılığını acımaksızın didik didik ederler... kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında her türlü geri *
1
Bu yazıda daha önce Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi (İletişim Yayınları 1987-88) için kaleme aldığım üç yazı – Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi: Marx, Engels ve 1848 Devrimleri, Komünizm Hâlâ Mümkün mü? ve Devlet ve Devrim ile bianet.org’da yayımlanan Kolektif Sermaye’nin Zayıf Halkası’nın yanısıra, SEH kolektifinin, yazarları arasında olduğum bildirgesi Hayat Bizi Sosyalizme Çağırıyor’dan yeniden yararlandım. [Bu yazı, eklediğimiz dipnotlar dışında, Marx, Karl ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Yordam Yayınları, İstanbul, 2008, ss.251-270 içinde yer almakta olup, dergimizin ilk sayısında da önemi nedeni ile, Yordam Yayınlarının verdiği izinle yer almıştır. - Yaşayan Marksizm Dergisi Yayın Kurulu] Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1990, s.13-14]
21
Yaşayan Marksizm
çekilişi artık olanaksız kılıncaya kadar her seferinde yeniden gerilerler ve sonunda bizzat koşullar kendilerine haykırır: ‘Hic Rhodus, Hic salta!’2
Marx’ın burada yaptığı dökümün yalnızca “1848 Devrimleri”nin bir genel muhasebesiyle ilişkili olmadığını; “kendisini eleştiren devrim” metaforu ile kastedilenin, aslında, Engels’le birlikte kendisinin, “1848 Devrimleri”nin gidişat ve sonucuna ilişkin öngörüleriyle, bu devrim süreci içindeki pratiklerinin bir eleştirisi olduğunu düşünmek mümkün görünüyor. Örneğin, “ölü kuşakların bütün geleneğinin olanca ağırlığıyla yaşayanların zihinleri üzerine çökmesi”nin, yalnızca, Paris’te, Viyana’da, Berlin’de ayaklanan kitlelerin 1789 ve 1830’da olduğu gibi, başlarında burjuvazileriyle bir devrim yapabileceklerine dair hayallerinin edebi bir anlatımı olduğunu düşünmekle yetinilebilir mi? Bu gözlemin, en az bu kitlelerin hayalleri kadar, Marx ve Engels’in 1848 Devrimleri’nin gidişatının her evresinde yıkıma uğratılan beklentileri için de doğru olduğunu, Engels’in kendisi 1895’te yazdığı, Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ne “Giriş”te şöyle dile getirmişti: Şubat devrimi patlak verdiği zaman hepimiz, koşulları ve devrimci hareketlerin gidişini kavrama bakımından, geçmiş tarihsel deneyimin, özellikle de Fransız deneyiminin büyülü etkisi altındaydık. Genel altüst oluş işareti bu sefer de, 1789’dan bu yana tüm Avrupa’nın tarihine hükmetmiş olan Fransa’dan gelmemiş miydi? Bu yüzden Şubat 1848’de Paris’te ilan edilen ‘toplumsal’ devrimin, proletarya devriminin, nitelik ve gidişatı hakkındaki fikirlerimizin, 1789 ve 1830 modellerinin anılarının damgasını taşıması, aşikar olduğu kadar kaçınılmaz bir şeydi de.3
Aynı şekilde, “kendilerini eleştiren... ilk girişimlerinin kararsızlık zaaf ve zavallılığını acımaksızın didik didik edenler”, herhalde, Engels’in, “henüz, zaferden sonra izlenecek yol hakkında kesinlikle hiçbir fikirleri bulunma[dığını]”, “kendi İhtiyaçlarının ne olduğunu idrak edeme[diğini], bunları ancak belirsiz bir duygu halinde hisset[tiğini]” yazdığı (Fransa’da Sınıf Mücadeleleri) Paris ve Berlin proletaryası olamazdı. Bu eleştiri pratiğinin öznesinin, Manifesto’da “hareket hattını, koşulları ve proleter hareketinin nihai genel sonuçlarını açıkça kavrama üstünlüğüne sahip” olduğunu yazdıkları komünistler, yani en başta Marx ve Engels olduğunu düşünmek hem mantığa hem tarihsel gerçeğe uygun düşer. 1848 Devrimleri’nin bir genel bilançosu, Marx ve Engels’in faaliyetlerinin değerlendirilmesi bakımından paradoksal sonuçlar verir. Kesin olan iki şeyden söz edilebilir: Marx ve Engels, “proleter hareketinin nihai genel sonuçlarını” gerçekten de herkesten iyi kavradıklarını, Komünist Manifesto’da kanıtlamışlardı; ancak “1848 Devrimleri”, bunun pratikte doğrulanması için pek fazla kanıt sunmadı, Manifesto’da öngörülenin tersine, kapitalizmin gelişmesi 1848 den sonra daha da hızlandı. Manifesto’da sergilenen, kapitalist toplumun yerini bir 2 3
22
Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Age, s.18] Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Fransa’da Sınıf Savaşımları, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1996, ss.7-32 içinde Friedrich Engels, “Giriş”, s.11]
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
devrimle komünist topluma bırakmasının diyalektiği, “1848 Devrimleri”nden sonra da, henüz sadece bir teorik hakikatti. Kapitalizm, yıkılacağına dair hiçbir pratik işaret vermiş değildi. Almanya ve Polonya’daki devrimin “hareket hattını ve koşulları”nı ise, doğru tespit edememişlerdi. 1848 Devrimi, Engels’in deyişiyle “onları ve onlar gibi düşünenleri” haksız çıkardı. Manifesto’dan, Talepler’e “Proleter hareketinin nihai genel sonuçları”na ilişkin görüş, Komünist Parti Manifestosu’nda4 dile getirilmişti. “Avrupa’da bir heyula kol geziyor, komünizm heyulası”, cümlesiyle başlayan, başlıca dört bölümden oluşan bu metnin “Burjuvalar ve Proleterler” başlığını taşıyan Birinci Bölüm’ü, maddeci tarih anlayışının bakış açısından dünya tarihi üzerinde hızla göz gezdirdikten sonra, kapitalizmin gelişmesinin, bugün de parlaklık ve canlılığını koruyan, edebi bakımdan son derece güzel bir anlatımını verir. Proleterler ve burjuvalar arasındaki sınıf mücadelesinin doğasını, işçi sınıfını bir devrime götüren “tahammül edilmez” koşulları açıklar. “Proleterler ve Komünistler” başlığını taşıyan İkinci Bölüm, komünistlerin, devlet, toplum, aile, mülkiyet, toplumsal ilişkiler hakkındaki düşüncelerini açıklar ve devrimle egemen sınıf konumuna sıçrayacak olan proletaryanın burjuvaziyi mülksüzleştirerek, üretim tarzında bir devrim meydana getirmesinin programını, bir sosyalist programı ortaya koyar. “Sosyalist ve Komünist Literatür” başlığını taşıyan Üçüncü Bölüm, Avrupa ülkelerinde yaşamakta olan çeşitli sosyalist eğilimlerin karşılıklı ilişkilerini; proleter sosyalizmi ile, küçük burjuva, burjuva, gerici ve ütopyacı sosyalist hareketler arasındaki karşıtlıkları dile getirir. “Komünistlerin Varolan Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Durumu” başlıklı Dördüncü Bölüm’de de, komünistlerin öteki işçi sınıfı partileriyle olan ilişkilerini ve devrimin arefesinde özü demokratlarla ittifak olan, taktiğini formüle eder. Marx, 1848 Devrimleri’nden çıkarken, Manifesto’nun Dördüncü Bölümü’nü, askeri diktatörlüklerin darbeleriyle çökertilen parlamentoların yıkıntıları altında bırakacak, ama henüz bir nebula halindeki siyasal kavramlar donanımını da bu darbeler altında biçimlendirecekti. Manifesto’nun ilk üç bölümünü yazarken, Marx ve Engels’in zihinlerinin gerisinde kapitalizmin en gelişmiş biçimlerini barındıran İngiltere vardı. Sonuncu bölümü yazarlarken de geri, feodal-bürokratik bir rejim altında yaşayan Almanya’yı bir an olsun akıllarından çıkarmamış oldukları söylenebilir. Bütün ülkeleri bir devrimci kaynaşma haline sokan Avrupa devrimi içinde, yine de doğrudan eyleme girişebilecekleri tek ülkenin Almanya’dan başkası olamayacağı düşünülürse, Manifesto’nun kurgusundaki bu asimetriyi anlamak kolaylaşır. 4
Komünist Manifesto’dan yazı içinde yapılan tüm alıntılar kendi çevirim olmakla birlikte, Türkçesi için şu edisyona başvurulabilir: Marx, Karl ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Yordam Yayınları, İstanbul, 2008, ss.19-52 içinde “Komünist Manifesto”, çev. Nail Satlıgan.
23
Yaşayan Marksizm
Komünist Partisi’nin Almanya’daki Talepleri Komünist Manifesfo’nun taktik planının ayrıntılı bir reprodüksiyonu olan Talepler5 metni, Marx ve Engels’in Almanya’da yaklaşmakta olan devrimin karakteri hakkındaki görüşlerinin temel belgesidir. Bu taktik plan, bir burjuva devriminde proletaryanın en uç muhalefet partisi olarak kapitalizm çerçevesindeki taleplerinin bir formülasyonunu içerir. Talepler’in en çarpıcı yönü, Manifesto’da bir burjuva devrimini, proleter devrimine bağlayacak halka olarak kaydedilen “mülkiyet sorunu”nun herhangi bir biçimde dile gelmemiş olmasıdır. Manifesto’da komünistlerin devrimci demokratik hareketler içinde “o andaki gelişme derecesi ne olursa olsun başlıca sorun olarak mülkiyet sorununu öne çıkarmaları”nın gerekliliği özellikle vurgulanmış olduğu halde, Talepler’de hiçbir biçimde bireysel özel mülkiyet ile toplumsal mülkiyet arasındaki çatışmanın sözünün edilmediği görülür. Öne çıkartılan sorun, Almanya’nın bir demokratik cumhuriyet altında birleştirilmesi ve feodal ilişkilere son verilmesidir. Bütün bunlar, Marx’ın Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’ne Katkı. Giriş’te yazdıklarıyla karşılaştırılacak olursa daha da çarpıcı hale gelir. Marx, bu metninde, Almanya için hiçbir burjuva kurtuluş programı olamayacağını şöyle kaydetmişti: Almanya için bir ütopyacı düş olan şey, radikal devrim, insanın genel kurtuluşu değil, kısmi, sırf siyasal bir devrim, yapının temellerini ayakta bırakan bir devrimdir. (...) kısmi bir kurtuluş (...) sivil toplumun bir kesiminin kendisini kurtararak genel egemenliğe ulaşmasıdır. (...) Ama Almanya’da hiçbir sınıf, onu toplumun yıkıcı temsilcisi yapacak cüret, kararlılık ve acımasızlığa sahip değildir... Almanya sonuna kadar giden bir devrim yapmadıkça, devrim yapmış olamaz. Almanya’da Ortaçağ’dan kurtuluş Ortaçağ üzerindeki kısmi zaferlerden de kurtuluşla mümkündür.6
Oysa Talepler’de kısmi kurtuluş’un, yani burjuva devriminin, nihai kurtuluş’un, yani proleter devriminin ön şartı halinde ele alındığı görülür. Bütün bunlara karşılık, çelişik gibi görünen bu belirlemeler arasında bir iç bağlantının bulunduğunu söylemek mümkün. Üzerinde durulması gereken birinci nokta, tarihsel tecrübeyle ilgili. Bir proleter devriminin imkânları üzerindeki bütün teorik spekülasyonlara rağmen, 1848 Devrimleri patlak verene kadar dünya tarihinde bağımsız bir proleter devrimi gerçekleşmiş değildi. Engels’in yukarıda atıfta bulunulan pasajında dile getirildiği gibi, elde bulunan yegane model, burjuva devrimlerine ilişkindi. Bu tecrübeye dayalı varsayım şuydu: Bu azınlık devrimleri, mantıki sonuçlarına ulaşmak için hamle yaptıklarında bir tutucu ve bir radikal kanada bölünür5 6
24
Marx, Karl ve Friedrich Engels, “Demands of the Communist Party in Germany”, MECW Cilt 7, s. 3’den, http://www. marxists.org/archive/marx/works/1848/03/24.htm, 01.09.2009 adresinde aktarılmaktadır. Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1997, ss.191-209 içinde Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesine Katkı. Giriş”, s.204 ve 209.]
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
ler; radikal kanat, son bir çırpınışla, yüzünü pleblere döner onların taleplerinin sözcüsü haline gelerek yeni güçler derlemeye çalışırdı. İlk tarihsel eylemi, mutlakiyetçi rejimleri devirmek olan ve bu yüzden burjuvaziyi siyasal sahnenin merkezine doğru sürüklemesi beklenen 1848 Devrimleri’nde de, devrim mekanizması aynı şekilde çalışacak olursa, burjuva kampı eski düzenle çatışması sırasında bu şekilde bölündüğünde, Almanya’da 17. yüzyıl İngiltere’sine ve 18. yüzyıl Fransa’sına göre çok daha gelişmiş olan proletarya, “Avrupa uygarlığının çok daha ileri koşullarında”, küçük burjuvazi ve köylülerin başına geçerek radikal kanada düşen rolü oynayabilirdi. Sonuç olarak, yeni imkânlar ancak eski model içinde tasarlanabiliyordu. Yeni bir model, ancak yeni bir tecrübeden çıkabilirdi. Bunun için ise, proletaryanın bağımsız eylemiyle tarih sahnesinde yerini alması gerekliydi. Dolayısıyla, modelin zaafının mantıksal değil, tarihsel olduğu söylenebilir. İkinci nokta, kapitalizmin eşitsiz gelişmesinden doğan kendine özgü özelliklerdir. Almanya, uluslararası ticaretten beslenen bir ticaret burjuvazisi ve mali burjuvaziye sahip olmadığı halde, özellikle Ren ve Saksonya bölgelerinde yeni mekanize sanayi teknolojisi temeli üzerinde bir sanayi burjuvazisi gelişmişti. Proletaryanın, Marx’ın tabiriyle “doksan dokuz parçaya bölünmüş” olan Almanya’da merkezî bir güç haline gelebilmesi ve ulusal ölçekte bir nüfuz edinebilmesi için ihtiyaç duyduğu her şey, bu sanayi burjuvazisinin feodal rejime karşı talepleriyle bütünüyle örtüşüyordu. Proletaryanın gerçek bir toplumsal güç oluşturabilmesi, sanayinin gelişmesini, sanayinin gelişmesi ise monarşik rejimin parçalanmasını gerektiriyordu. 1848 Devrimleri’nin gidişatı, Marx ve Engels’in bu varsayımlara dayalı taktik çizgilerini sonuçsuz bıraktı. Fransa’daki “Haziran Ayaklanması”, Avrupa tarihinde ilk kez bir proleter devriminin pratik bir imkân haline geldiğini gösterir göstermez, Alman burjuvazisinin proletaryadan duyduğu içgüdüsel korku, dolaysız bir siyasal davranışı geliştirdi. Daha en baştan monarşi ile uzlaşma kapılarını açık tutmayı benimsemiş olan Alman burjuvazisi, kendisini gericiliğin, militarizmin ve despotluğun kollarına attı. Prusya burjuvazisi, eski toplumun temsilcileri olan monarşi ve soylular karşısında bütün modern toplumu temsil eden 1789’un Fransız burjuvazisine benzemiyordu. Bir tür zümre konumuna düşmüş...daha en baştan halka karşı ihanete meyletmişti...çünkü kendisi zaten eski topluma ait bulunuyordu.7
Neue Rheinische Zeitung’da Aralık 1848 de yayınlanan Marx’ın bu satırları, eski taktiğin sonunun geldiğinin de ilanıydı. Devrimin bundan sonraki hikayesi biliniyor. Önce Fransa’da, ardından Alman7
Marx, Karl. “Burjuvazi ve Karşıdevrim – İkinci makale”, Neue Rheinische Zeitung, 11 Aralık 1848. İngilizcesinden benim çevirim. [Türkçesi, Marx, Karl. Seçme Yapıtlar Cilt 1, Sol Yayınları, Ankara, 1976 içinde ss.169-173, s.172]
25
Yaşayan Marksizm
ya, Avusturya, Macaristan ve her yerde her milletin “paşaları”, kılıçlarını burjuvazinin emrine verdiler, bir proleter devrimi korkusuyla titremekten kurtardıkları burjuvalar da “kılıç hakkı” olarak onlara burjuva toplumunun yekpare siyasal egemenliğini kullanma hakkını bağışladılar. Bütün Avrupa başkentleri proleterlerin kanıyla yıkandı. Sürekli devrim ve proletarya diktatörlüğü Modern toplumun iki sınıfının bütün ulusu iki kampa bölerek birbirlerine karşı giriştikleri ilk çatışma olan 1848 Devrimleri, yeni bir maddi tecrübe mirası oluşturdu. Marx ve Engels’in bu tecrübenin üzerinden daha bir yıl geçmeden Merkez Komitesi’nin Tebliği’nde8 inanılmaz bir zeka kıvraklığı ile çıkarttıkları sonuçlar, proleter devrimlerinin daha sonraki gelişme yollarının perspektif ve taktiğini Manifesto’nun nihai genel sonuçlarına ekledi. Bu teorik faaliyetin iki ürünü, -sürekli devrim ve proletarya diktatörlüğü- proleter devrimin politik cephaneliğinin başlıca iki kavramı olarak teorinin ve sosyalist hareketin gelişimi bakımından büyük önem taşıdılar. Sosyalist hareketin tarihinde uğradığı her bölünme, bu iki kavram çevresinde bir teorik tartışma külliyatının birikmesine yol açtı. Sürekli devrim taktiği, önceki taktik çizgiden, burjuvaziye hiçbir devrimci rol atfetmemesiyle, öte yandan, eski rejim karşısında anlık olarak devrimci roller oynayabilecekleri varsayılan sınıflarla kesin bir örgütsel ayrım öngörmesiyle ve “bütün az ya da çok mülk sahibi olan sınıfların egemenlik mevkisinden uzaklaştırılmalarına, proletaryanın devlet iktidarını fethetmesine kadar devrimi sürekli kılmak” görevini gündeme getirmiş olmasıyla ayırt edilir. Marx, bütün Alman Devrimi boyunca Komünistler Birliği’nin Talepleri içinde ifade edilmiş olmayan şeyi, Mart 1850 de Merkez Komitesi’nin Tebliği’nde sürekli devrim taktiğinin hedefi kılar: Bizim için mesele, özel mülkiyetin şekil değiştirmesi değil, yok edilmesi; sınıf uzlaşmazlıklarının yumuşatılması değil; sınıfların ortadan kaldırılması; varolan toplumun iyileştirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulması olabilir ancak.9
Sürekli devrim taktiği, hâlâ, burjuva toplumun genel çerçevesi içinde kalabilecek bütün devrimci talepler gerçekleşmeksizin proleterlerin gerçek kurtuluş yoluna giremeyeceklerini öngörmekle birlikte, Alman Devrimi’nin tecrübesinden çıkan en önemli sonuçlardan biri olarak proletaryanın bu devrimde burjuva kurumların yanısıra, bir hareket üssü ve ikinci bir iktidar merkezi olarak yerel egemenlik organları oluşturmalarını öngörür ve modern proleter devrimin örgütlenmesi için de yepyeni bir gerçekleşme modeli sunar. 8 9
26
Marx, Karl ve Friedrich Engels. “Address of the Central Committee to the Communist League” London, Mart 1850, http://www.marxists.org/archive/marx/works/1847/communist-league/1850-ad1.htm, 01.09.2009 Agy.
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
Marx, 1848 Devrimleri’nin izini Fransa’da sürerken Fransa’da Sınıf Mücadeleri’nde sürekli devrim kavramını, yalnızca gecikmiş burjuva devrimlerinin sınıf mevzilendirilmesine ilişkin bir problematik içinde görmediğinin bir açıklamasını da vermiş olur. Marx, ilk kez 1848 Devrimi’nde kendisini fiilen öteki sosyalizmlerden ayrıştıran proleter sosyalizminin, tarihsel tecrübenin belirlediği niteliklerini sıralarken şöyle der: Bu sosyalizm, genel olarak sınıf farklılıklarının; bu sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin; bu üretim ilişkilerine tekabül eden bütün toplumsal münasebetlerin ortadan kaldırılmasına; bu toplumsal münasebetlerden çıkan bütün düşüncelerin alaşağı edilmesine varana kadar devrimin sürekliliğinin ilanıdır ve zorunlu bir geçiş uğrağı olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.10
Böylece, Manifesto’da “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” formülasyonuyla, henüz bu örgütlenmenin somut biçimlerinin tecrübeye dayalı bilgisi ortada bulunmaksızın belirlenmiş olan iktidar uğrağı da tarihsel formülüne kavuşur. Sanki bir kere daha 1844’te, Hegel eleştirisi sırasında elde edilmiş olan teorik pozisyona geri dönülmüş gibidir; bir kere daha Almanya’da “genel kurtuluş, herhangi bir kısmi kurtuluşun sine qua non’u”11 ilan edilmektedir. Ancak aradaki pratik momentin zengin bilgisinin yarattığı muazzam fark göz önünde tutulduğunda, bunun eski saf teorik pozisyonlara çekiliş olmayıp o teorik konumun sağladığı dayanakla tecrübenin zihinde yeniden üretilmesi ve böylelikle ileriye doğru atılan bir adım olduğu anlaşılır. Marx’ın, “yerine getirilmiş gibi görünene geri dönmek”le12 kastettiğinin bu olduğu düşünülebilir. “Eleştiri silahı”, teorik bir imkân olarak bir proleter devriminin bilgisini sağlamıştı, “silahların eleştirisi” ise imkânın gerçeğe dönüşme momentinin bilgisinin teoriye kazanılmasını mümkün kıldı.13 Böylece modern sosyalizm, maddeci tarih anlayışıyla geliştirilmiş siyasal donanımının en elemanter unsurlarını tıpkı kendi bilgisini oluştururken olduğu gibi akıldan değil, tarihten çıkarttı. 1848 Devrimleri, teoride spekülatif olan her şeyi toprağa gömerken, dolaysız tecrübeyi teori katına çıkarmanın tarihsel imkânını sundu. Marx ve Engels’in 1848 Devrimleri’nin gerçekleşmesine ilişkin yanılgıları bir bakıma teorinin doğruluğunun kanıtları olarak da kabul edilebilir. Marx , “Feuerbach Üzerine Tezler”inin 2’ncisinde “...insan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu yanlılığını (Diesseitigkeit) pratikte kanıtlamalıdır”14, demişti. 10 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl. Fransa’da Sınıf Savaşımları, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1996, s.130] 11 Bkz. Marx, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1997, ss.191-209 içinde Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesine Katkı. Giriş”, s.207 12 Bkz. Dipnot 2. 13 Bkz. Marx, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1997, ss.191-209 içinde Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesine Katkı. Giriş”, s.201 14 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels. Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1999, s.22 ve 26]
27
Yaşayan Marksizm
Ancak bir devrim, Marx’ın devrimin taktik anına ilişkin görüşlerinin, hakikatle ilgisini kurabilirdi. Marx ve Engels, tutarlı maddeciler olarak, Almanya’da devrim pratiğinin doğrulamadığı düşüncelerini bir yana bırakmakta duraksamadılar. Aynı şekilde, “silahların eleştirisi”nin ulaştığı bütün sonuçları da teoriye dahil ederek 1848’den çıktıklarında, modern sosyalizm, devrimin bilgisi ve kavramsal araçlarıyla donanmış bulunuyordu. Modern sosyalizmin sonraki bütün tarihi, bu bilginin bütün ülkelerin işçileri tarafından mülk edinilmesi için her somut durumda yeniden uygulanmasının tarihi oldu. Her seferinde öğrenilen, teorinin birçok değişkeni içermekle birlikte bir sabit unsurunun da bulunduğudur- her devrimin bilgisi ancak o devrimin kendisinden elde edilebilir. Manifesto’dan Devlet ve Devrim’e: Devrimin bilgisini mülk edinmek Lenin’in Devlet ve Devrim’i15 Komünist Manifesto’nun ruhunun ve perspektiflerinin 20. Yüzyıla taşınmasının başlıca teorik kaldıracı sayılabilir. Yazılmasının üzerinden 90’ı aşkın yıl geçmiş olmasına bir devrimci dönemin ortasında yazılmış olmasının dışarıda bırakılmasına yol açtığı, devletin birçok görünüşüne ilişkin bilgi ve deneyimin eksikliğine rağmen devlet, devrim ve sosyalizm arasındaki temel bağlantıların daha mükemmeli yazılmış olmayan bir açıklanışı olan Devlet ve Devrim’in başlıca amaçlarından biri de gelişmekte olan devrim karşısında burjuva devletinin koruyuculuğunu üstlenen “oportünist”lerin devlet ve devrim bahsinde Marksizm’le bir ilgilerinin kalmadığını sergilemek ve önderliğinin Rus proletaryasına düşeceği sezilen devrimin bilgisinin mülk edinilmesini sağlamaktı. Devlet ve Devrim’in Birinci Bölüm’ü Marksizmin maddeci tarih anlayışına dayanarak geliştirdiği devlete ilişkin görüşlerini bir arkeolojik kazı yapar gibi, kaynaklarına kadar giderek ortaya çıkartır ve bir araya getirir. Marx ve Engels’in devletin, toplumun sınıflara bölünmesinin sonucu olarak ortaya çıkan bır baskı aygıtı olduğuna ve sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte “söneceği”ne ilişkin düşüncelerini yeniden kurar. Çünkü, Marx ve Engels’in “söneceği”ni öne sürdükleri, yani ortadan kalkması için bir devrime gerek olmadığını düşündükleri devlet, proleter devriminden doğacak bir işçi devleti olduğu halde, II. Enternasyonal sosyalizmi, bir devrimle yıkılmasına gerek kalmaksızın burjuva devletinin de “sönebileceği” düşüncesine gelmişti. Lenin, böyle bir yorumun eğer “devrimi inkar etmiyorsa bile, onun önünü karartan en kaba bir çarpıtma” olduğunu ortaya koyar. İkinci Bölüm, 1848-51 Avrupa devrimlerinin tecrübesinin Marx ve Engels tarafından çözümlenip yorumlanmasına ayrılmıştır. Lenin, Marksizm’in devlete ilişkin teorisinin gelişmesini pratik tarihsel tecrübenin kavramlaştırılması süreci olarak 15 Devlet ve Devrim’den yazı içinde yapılan tüm alıntılar kendi çevirim olmakla birlikte, Türkçesi için şu edisyona başvurulabilir: Lenin, V. İ. Devlet ve Devrim, çev. Süheyla Kaya - İsmail Yarkın, İnter Yayınları, İstanbul, 1999. Kitabın Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Agora Yayınları vb. başka yayınevleri tarafından yaptırılmış çevirileri de vardır.
28
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
izlemeye başlar ve 1848’in “devlet olarak örgütlenecek” proletaryasının bulduğu biçimi, Marx’tan yeniden edinir: Proletarya diktatörlüğü. Ve burada Kautsky’nin bir kere daha Marksizmi “çarpıttığı”nı belirler. Kautsky, proletarya diktatörlüğünün Marx’ta bir sınıf egemenliği biçimi olduğunu kabule yanaşmaz. Üçüncü Bölüm, 1871 Paris Komünü tecrübesinden Marx ve Engels’in çıkarttıkları sonuçların biraraya getirilmesine, devlet ve devrim arasındaki ilişkinin belirlenmesine ayrılmıştır. Birincisi, devrimin varolan “devlet makinesini olduğu gibi alıp kullanamayacağı, bu bürokratik askeri makineyi parçalaması” gerektiğidir. Bu ise, zora dayanan bir devrimi şart koşar. Lenin, burada yalnızca Marx’ı devralmakla yetinmez, militarizm ve bürokrasinin her yerde devletin asli karakteri halini aldığı emperyalizm çağında artık egemen sınıfların barışçı yoldan egemenliklerini devretme imkanlarının son bulduğunu belirler. İkincisi, bu parçalanmış makinenin yerine ancak “daha tam bir demokrasi”nin geçebileceğidir: Düzenli ordunun lağvı, görevlilerin seçimle gelmesi ve geri çağrılabilir olması. Burada devlet artık, “bir azınlığın özel baskı aygıtı” olmaktan çıkar, büyük çoğunluğun baskı aygıtına dönüşür. Burada artık özel bir aygıta gerek yoktur. Böylece devlet sönmeye başlar. Üçüncüsü, bu yeni türden devlette parlamentarizmin son bulmasıdır. Marksist literatürün başlıca kaynakları arasında yer alan pek az eserin konusu Devlet ve Devrim’inki kadar içinde yazıldığı koşullarla örtüşmüş olabilir. Lenin ilk kez 1918’de yayımlanan Devlet ve Devrim’i Ağustos-Eylül 1917’de Finlandiya’da saklandığı sırada yazmıştı. Kamenev’e Temmuz’da yazdığı bir mektuptan iki satır, bu şartları kavrayabilmek için başka bir açıklamaya gerek bırakmaz: “Entre nous (aramızda Fr.): Eğer başıma bir şey gelecek olursa, senden ‘Devlet Konusunda Marksizm’ defterimi (gelirken Stockholm’de kalmıştı) yayınlamanı istiyorum.” Kitabın ilk baskısına 30 Kasım’da düştüğü notta ise şunlar yazılıdır: “Yedinci bölüm olan, 1905 ve 1917 Rus Devrimleri’nin Tecrübesi’nin planını çıkartmıştım. Ancak başlık dışında bölüm için tek bir satır bile yazamadım; bir siyasal bunalım -1917 Ekim Devrimi’nin arefesi- kesinti’ye yol açtı. Devrim tecrübesinden geçmek, devrim hakkında yazmaktan daha hoş ve daha yararlı.”16 Devrim pratiğinin teoriye ettiği kötülük! Bir devrim sürecinin orta yerinde, burjuva devletinin ölüm tehdidi altındaki bir devrim önderi olarak başladığı kitabını bitirdiğinde Lenin, bir işçi devletinin başındaydı. Buna bakarak, kimsenin konusunu kendisinden daha iyi bilemeyeceği ileri sürülebilir. Ama Lenin’in yapıtının önemi, dolaysız tecrübenin ürünü olmasında değildir, hatta belki de bütün bu şartlardan ötürü kitabın, kapsadığı alan üzerinde yalnızca en temel olanı ele almakla yetinmek zorunda kaldığı söylenebilir: Sınıf egemenliğinin siyasal düzeyi. Devletin ne iktisadi, ne de ideolojik aygıtları ve bunların işleyiş mekanizmaları; ne burjuva devlet biçimlerinin birin16 Lenin, Age., s.145
29
Yaşayan Marksizm
den diğerine geçişin diyalektiği; ne de devletin göreli özerkliği sorunu, Devlet ve Devrim’in çözümlemeleri arasında önemli bir yer tutar. Üstelik, Lenin’in kitabını ele aldığı dönemin atmosferi bütün bunlar üzerinde uğraşılmasını neredeyse gereksiz kılar gibidir: Burjuva egemenliğinin ve kapitalizmin sonu gelmiş, savaştan bir dünya devrimiyle çıkışın imkanları doğmuş bulunmaktadır. Bizzat Lenin, Devlet ve Devrim’in “Önsöz”ünde Şubat Devrimi’nin “emperyalist savaşın yol açtığı sosyalist proleter devrimleri zincirinde bir halka” olarak kavranabileceğini yazar.17 Bu bakış açısından, artık tükenmiş, kendi zamanını doldurmuş olduğunun bütün işaretlerini vermekte olan bir üretim tarzının üstyapılarının işleyişi ile ilgilenmenin ne bir gereği ne de bir değeri olabilir. Bugün, Ekim Devrimi’nin üzerinden 90’dan fazla yıl geçtikten sonra bile kapitalizmin dünya ölçeğindeki egemenliğinin hala sürmekte olduğuna bakarak Lenin’in bu perspektiflerinin sahiciliğine karşı kuşkular ileri sürülebilir. Ne var ki, emperyalist savaşın devrimci bir bunalımın içine sürüklediği bütün Avrupa’da kapitalizmin son bulmamış olmasının, bu devrimin imkan ve şartlarının 2. Enternasyonal’e bağlı proleter kitle partilerince idrak edilmemiş olmasıyla da çok yakın bir ilgisi olduğu göz ardı edilmeksizin böyle bir hükme varılamaz. Parlamentarizmin sınırları; çalışan bir meclisin gerekliliği Marx, Paris Komünü’nün sonuçlarını özetlerken, üzerinde en çok durduğu yönlerinden biri Komün’ün “parlamenter değil, çalışan bir kurul”, hem yasa yapan hem de yaptığı yasaları yürüten bir kurul olmuş olmasıydı. Bütün Avrupa’da bunun anlamını Lenin’den daha iyi kavrayabilmiş bir başka Marksist’in bulunabileceğini düşünmek zordur. Çünkü 1905 Devrimi sayesinde Lenin, Komün’e yaklaşan bir gelişmeye, 1905-1907 Sovyetlerinin imkanlarına ve bunların kudretine tanık olabilmişti. Lenin’in, Marx’la birlikte parlamentarizme itirazı, parlamentonun temsili bir kurum olmasından kaynaklanmaz. Tersine, “temsili kurumlar proletarya diktatörlüğü altında da vazgeçilmez”dir. İtiraz, parlamentoların yetkilerini hükümetlere devrederek, çıkarttıkları yasaların yürütülmesi üzerindeki bütün denetimlerini fiilen yitirmeleri ve bütün iktidarın “bürokratik-askeri makine”yi elinde tutan güce aktarılmasınadır. Bu, en tam burjuva demokrasisinde bile demokrasinin bir hayale dönüşmesinin başlıca nedenidir. Yasama ve yürütmenin birbirinden ayrılması ve her ikisinin de toplum karşısında bir imtiyaz kaynağı haline getirilmesinin karşısına Komün, halk temsilcilerinin ücretlerinin sıradan bir işçinin ücretiyle aynı olacak şekilde belirlenmesini geçirir. Böylelikle halka kendi üstünde durmayan, lafta kalmayan bir “hizmetkârlık” kurumu sağlanmış, daha doğrusu halkın gerçekten kendi kendisini yönetmesi ve yönetenlerle yönetilenler arasındaki farklılaşmanın sona erdirilmesini sağlaya17 Lenin, Age., s.8
30
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
cak bir mekanizma kurulmuş olur. Böylesi bir demokrasi, parlamentarizmin biçimsel demokrasisinden çok daha derine giden bir temsil imkânı sağlar. Çünkü birinci olarak o, işçilerin seçmeleri ve seçilmelerinin önündeki ilk engeli, kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırarak, ezilen sınıfı egemen sınıf haline sokan bir devrimin ürünüdür. İkincisi, yönetenleri halk, halkı yöneten haline getiren bir ilkeye dayanır: Temsilcilere işçiler kadar ücret vermek, onları her an geri çağırabilmek. Bu parlamentarizm eleştirisinin eksenini parlamentonun anti-demokratik karakterinin eleştirisi oluşturur. Demokrasiyi yönetilenler için bir hayale dönüştüren parlamentonun yerine, nüfusun asıl emekçi çoğunluğunun seçilmiş temsilcilerine dayalı meclisler işçi devletinin karakteristiğidir Lenin’e göre. Lenin, Marx ve Engels’ten devraldığı çok daha önemli bir noktanın altını durmadan çizer. Geçiş döneminden sonra, proletaryanın diktatörlüğü “sönme”ye başlar. Özgür emekçilerin birbirleriyle ve bütün toplumla kurdukları ilişki sınıflararası bir dolayımdan kurtulur, her bireyin birbiriyle ilişkisi toplum aracılığıyla olmaya başlar. Böylece devlet de onun bütün şekilleri de söner gider. Bu çözümleme demokrasinin fetişleştirilmesine de son verir. Özgürce birleşmiş emekçilerin özgür toplumunda en demokratik olanı da dahil olmak üzere bütün devlet biçimleri “tarih müzesine” kaldırılırlar. Ancak, Lenin bu arada önemli bir belirleme yapar, sınıfsız toplumun “sosyalizm” olarak adlandırılan alt evresinde, yani sınıfsız toplumun kapitalizmden çıktığı şekliyle geliştiği evrede, “henüz burjuva hukukunun dar ufku” içinde kalınır. “Tüketim mallarının dağıtımı bakımından burjuva hukuku kaçınılmaz olarak burjuva devletini şart koşar, çünkü hukukun standartlarına uyulmasını gözetecek bir aygıt olmaksızın hukukun da anlamı olmaz.” Böylece, “sınıfsız toplumda bir zaman için yalnızca burjuva hukuku değil, burjuvazisiz burjuva devleti de sürer.”18 Şu halde devlet ne zaman söner? Toplumun bütün üyeleri, ya da en azından geniş bir çoğunluk devleti kendileri yönetmeyi öğrendiklerinde, bu işi kendi ellerine aldıklarında, sayıları önemsiz kapitalist azınlık üzerinde denetimi örgütlediklerinde, işte bu andan başlayarak herhangi bir hükümet biçimine duyulan ihtiyaç da ortadan kalkmaya başlar. Demokrasi ne kadar tam olursa, onu gereksiz kılan an da o kadar yaklaşır. Zor aygıtı silahlı işçilerden oluşan, artık ‘kelimenin alelade anlamında devlet olmayan devlet’ daha çok demokratikleştikçe, her türden devlet biçimi hızla sönmeye başlar.19
Burada Lenin için demokrasinin ölçülebilir, nesnel bir tek temeli vardı: Gittikçe daha çok sayıda işçinin, gittikçe daha çok devlete ait alana müdahale ederek kendilerini yönetmeye başlaması. İşçileri sınıfsız topluma götürecek tek devlet biçimi buydu. 18 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Lenin, Age., s.110 vd.] 19 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Lenin, Age., s.120-121]
31
Yaşayan Marksizm
Bugünün Manifesto’su? Proletarya dikatörlüğü “sönmedi”. Yozlaştı ve yıkıldı. Marx ve Engels’in Ocak 1848’de birlikte yazdıkları Komünist Manifesto, “Avrupa’da bir heyula kol geziyor - komünizm heyulası” diye başlıyor ve bir meydan okumayla sürüyordu: Eski Avrupa’nın tüm güçleri: Papa ve Çar, Metternich ve Guizot, Fransız Radikalleri ve Alman polis ajanları bu heyulayı kovmak üzere bir kutsal ittifak kurdular. Komünistlerin, tüm dünyanın yüzüne karşı, kendi görüşlerini, amaçlarını, eğilimlerini, açıkça duyurmalarının ve bu Komünizm Heyulası masalına partinin kendi Manifesto’suyla karşılık vermelerinin zamanı gelmiş bulunmaktadır.20
Yepyeni bir dünya görüşü olmanın coşkusuyla, bu düşüncelerin varoluşlarının ifadesi olduğu geleceğin yeni toplumsal güçlerine aidiyetin verdiği cüretkarlıkla, tarihsel gelişmenin sırrını keşfetmiş olmanın güveniyle dolu bu cümleler, yazılmalarının üzerinden daha yüz elli yıl geçmeden sanki tarihin istihzasına uğramış gibi görünüyor. Bugün, “Avrupa’nın tüm güçleri” - şimdi buna ABD ve Japonya’yı da eklemek gerekiyor - “heyulayı kovalamış” olmanın rehavetine kapılmış gibiler. Bush ve Putin, Sarkozy ve Merkel, İslam fundamentalistleri ve yeni-sağcılar “kutsal ittifak”ın yeni “masal”ını anlatıyorlar: “Komünizm öldü!” Muhalefetteki hiçbir parti, artık iktidardaki hasımları tarafından “Komünist” diye damgalanmıyor, hatta “Komünist Partiler” bile. Çin’de, Rusya’da, Japonya’da, Fransa’da “Komünistler”, “tüm dünyanın yüzüne karşı, kendi görüşlerini amaçlarını, eğilimlerini değil, hasımlarının amaçlarını dile getiriyorlar: Piyasa, sosyal (!) piyasa... Oysa, günümüz dünyası, Marx ve Engels’in Manifesto’da tasvir ettiği, modern komünizmi müjdeleyen dünyayı bugün 1848 de olduğundan çok daha fazla andırmıyor mu? Birkaç pasaja bakmak yeter de artar bile: Burjuvazi, insanla insan arasında öz-çıkardan, vicdan tanımayan ‘peşin para’dan başka bağ bırakmadı. Dinsel tutkunun, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın yarattığı ilahi yücelişleri ‘bencil hesab’ın buzlu sularında boğdu. İnsan kıymetini değişim değerine çevirdi ve sayısız çiğnenemez fermanla kayıt altına alınmış özgürlüğün yerine tek, vicdandan yoksun özgürlüğü: Serbest ticareti geçirdi. Tek kelimeyle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla örtülü sömürünün yerine çırılçıplak, utanmasız, doğrudan, kaba sömürüyü koydu. Burjuvazi, bugüne kadar şerefli addedilen ve önünde eğilinen ne kadar meslek varsa, hepsinin üzerindeki haleyi kaldırıp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçilerine çevirdi. (...) 20 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Yordam Yayınları, İstanbul, 2008, ss.19-52 içinde “Komünist Manifesto”, çev. Nail Satlıgan, s.21]
32
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
Burjuvazi, ailenin üzerindeki duygusal örtüyü üzerinden çekip aldı ve aile ilişkisini sırf bir para ilişkisine indirgedi. (...) Üretimin sürekli devrimcileştirilmesi, tüm toplumsal koşulların kesintisiz altüst edilmesi, sonu gelmez bir belirsizlik ve kaynaşma burjuva çağını tüm önceki çağlardan ayırdeder. Tüm sabit, kaskatı ilişkiler, peşlerinde sürükledikleri eski ve saygıdeğer önyargı ve görüşlerle birlikte savrulup gider, yeni ortaya çıkanlar daha yerine yerleşemeden eskir. Katı olan herşey eriyip buharlaşır, kutsal olan ne varsa lanetlenir ve nihayet insan aklını başına toplayıp kendi gerçek yaşam koşulları ve kendi soyuyla olan ilişkileriyle yüzleşmeye mecbur kalır.21
Bu “yüzleşme”, modern burjuva toplumunun maddeci tarih görüşüyle eleştirisi, modern sosyalizmin fikir mirasını oluşturdu. Ancak, bugün Marx’tan yüz elli yıl sonra dünyanın tüm burjuvalarıyla birlikte tüm “resmî komünistler” de bu eleştirinin nesnesi olan kapitalizmin yaşar kalacağı üzerinde hemfikir görünüyorlar. Burjuva toplumunun eleştirisi, kapitalist üretim tarzının kendisine değil, onun bazı görünümlerine hasredilmiş gibi: Emperyalizm, savaş, faşizm, terör, militarizm, “aşırı” sömürü, “aşırı bireysel zenginlik”, adaletsizlik. Hepsi giderildiğinde bile burjuva toplumun tastamam kendisi olarak kalmaya devam edeceği bu görünümlerin gerisinde yatan toplumsal ilişkilerin - işbölümü, çalışma, özel mülkiyet, devlet, yabancılaşma- ise, tüm dünyaya ait evrensel sabitler olarak eleştiri dışı kılındığına tanık oluyoruz. Komünizm, Marx’ın zamanında ancak felsefi ve teorik bir eleştiriyle karşılaşabilecek kadar soyut bir gelecek tasavvurunu ifade eden bir kavramdı. Hiçbir yerde, komünizm adına kurulmuş bir toplumsal formasyon yoktu; dolayısıyla bu tasavvur, ancak onun gerçekleştirilmesinin öznesi olan işçilerin devrimci eyleminde cisimleşebilir, yalnızca bir imkân olarak işçilerde umudun, mülk sahiplerinde korkunun kaynağı olabilir, komünizmle devrim yapmakta olan işçilerin bedenleri üzerinde savaşılabilirdi. Marksist komünizm teorisiyse, bu imkânın kapitalizmin içsel çelişmelerinden doğup çıkışının bilimsel bir açıklanışı olduğu kadar, modern sınıf mücadelelerinin içinde sonuçlanacağı toplumsal formasyonun muhtemel ilişkilerinin de ilk zihinsel modeliydi. “Komünizm” komünizm miydi? 1917’den “sosyalist blok” tarih sahnesinden çekilinceye kadarki evredeyse komünizm, Marx’ın tasavvurunu, ancak bir “geçiş devleti”nin varlığı dolayısıyla andırdığı söylenebilecek “sosyalist blok” ülkelerindeki toplumsal ilişkilerin tarihini adlandırır oldu. Hem dünyanın bütün burjuvaları, özel mülkiyetin olmadığı ya da sınırlandığı tüm rejimlerde komünizmden başka birşey göremeyecek kadar özel mülkiyet hırsıyla belirlenmiş olduklarından, hem de bu devletlerin yöneti21 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Age, s.24 ve 25]
33
Yaşayan Marksizm
cileri için komünizm, Marx ve Lenin’den sonra ulus-devlet çerçevesine hapsolacak ölçüde daraldığından, dostları da düşmanları da bu ülkelerden “komünist” olarak söz etmekte bir sakınca görmediler. Burada öncelikle halledilmesi gereken bir tanım sorunu var gibi görünmektedir: Hâlâ Marksist teorinin çerçevesinde kalınarak bu toplumlar komünist olarak adlandırılabilirler mi? Öncelikle, komünizm Marx’ın teorisinde onu mümkün kılan koşullardan bağımsız keyfi bir tasavvur olarak değil, kapitalist toplumun bir devrimle dönüştüğü tarihsel bir süreç olarak tanımlanır. Komünist Manifesto’nun felsefi ve tarihsel arka planını oluşturan en temel metinlerden Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels muazzam teorik öneme sahip şu saptamalardan yola çıkarlar: Kapitalist toplumun ‘katlanılamaz’, yani kendisine karşı devrim yapılan bir güç haline gelmesi için yabancılaşmanın insanlığın büyük kitlesini “mülksüz” kılması ve bunu üstelik varolan bir zenginlik ve kültür dünyasına karşı yapması gerekir; her iki öncül de üretici güçte büyük bir artışı, üretici güçte yüksek derecede bir gelişmeyi şart koşar. Ve öte yandan, üretici güçlerin (daha bugünden yerel değil dünya tarihsel varlıkları içindeki insanların gerçek tecrübede varoluşlarını gerektiren) bu gelişmesi mutlak olarak gerekli bir öncüldür, çünkü bu olmazsa yalnızca yoksulluk ve kıtlığın genelleştirilmesinden başka birşey yapılmış olmaz ve kıtlıkla birlikte ihtiyaçlar uğruna mücadele yeniden başlar ve tüm ‘eski pislik’ canlandırılmış olur; ve çünkü, insanlar arasında evrensel bir ilişki ancak üretici güçlerin bir evrensel gelişmesiyle kurulmuş olur. Bu evrensel ilişki, bir yandan bütün ülkelerde eş zamanlı olarak ‘mülksüz’ kitleyi (evrensel rekabeti) doğurarak, her ülkeyi ötekilerin devrimlerine bağımlı hale getirir ve sonunda yerel bireylerin yerine dünya-tarihsel, tecrübede evrensel bireyleri geçirir. Bu olmaksızın 1) Komünizm ancak yerel bir fenomen olabilir; 2) İlişki güçlerinin kendileri evrensel, dolayısıyla katlanılmaz güçler olarak gelişmez; boş inançlarla kuşatılmış güdük koşullar olarak kalır ve 3) ilişkilerin her genişleyişi yerel komünizmi ortadan kaldırır. Ampirik olarak komünizm ancak hakim halkların “hep birlikte” ve eş zamanlı eylemi olarak mümkündür, bu da üretici güçlerin evrensel bir gelişmesini ve bunların kuşattığı dünya ilişkilerini şart koşar.22
Kapitalizmi bu koşullar altında yıkan komünizmin gelişme süreci ve bir üretim tarzı olarak temel özellikleri de Marx ve Engels tarafından şöyle belirlenmişti: Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, devlet burada, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka birşey olamaz.23 (Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi) 22 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels. Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1999, s.61 ve 62] 23 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M. Kabagil, Sol Yayınları, Ankara, 1989, s.41]
34
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve öncelikle üretim araçlarını devlet mülkiyetine devreder. Ama böylelikle proletarya olarak kendisini ortadan kaldırır, bütün sınıfları ve sınıf ayrımlarını ortadan kaldırır ve devlet olarak devleti ortadan kaldırır...Devletin onun aracılığıyla hakikaten tüm toplumun temsilcisi olarak öne çıktığı ilk eylemi - toplum adına üretim araçlarının mülkiyetine el koymak - aynı zamanda onun devlet olarak son eylemidir de.24 (Engels, Anti-Dühring)
Buradan komünist toplumun ilk evresine, daha çok, sosyalizm olarak adlandırılan evresine, “uzun ve sancılı bir doğumdan sonra kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekli ile” komünizme geçilir; bu evrede, “işçi topluma sunmuş olduğu aynı emek miktarını ondan başka bir biçimde geri alır”, “eşit hak burada hâlâ - ilke olarak - burjuva haktır”, “komünist toplumun ikinci evresinde, bireylerin işbölümüne kölece boyun eğmesinin ve onunla birlikte kafa ve kol emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasından sonra, emek yalnızca yaşama aracı değil, yaşamanın birincil ihtiyacı haline gelmesinden sonra, ancak o zaman burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılmış olacak ve toplum bayraklarının üzerine şunu yazabilecektir: ‘Herkesten yeteneğine göre herkese ihtiyacına göre!’”25(Marx, Gotha Programı’nın Eleştirisi) Kapitalizmin tahlili ve eleştirisi üzerine kurulu bu tanımdan yola çıkılıp “reel sosyalizm”lerin incelenmesinin ulaştırabileceği tek yargı, bunların komünist toplumlar olmadıklarıdır. Çünkü birinci olarak, bu toplumların hiçbirinde, birer devrimle işçi devletleri kurulduğunda “evrensel olarak gelişmiş” bir üretici güçler kitlesi bulunmuyordu. İkincisi, bu ülkelerin hiçbirinde proletarya “sönen bir devlet”i yönetmedi. Üçüncüsü, bu ülkelerin hiçbirinde, üreticiler kendi emeklerinin koşullarına egemen olmadılar. Nihayet dördüncüsü bu ülkelerin tümünde de kurulduğu kadarıyla komünizmin ilk evresi kısmi kaldı. Toplumun üzerinde durmaksızın büyüyen bürokratik aygıtlarıyla gelişmenin kösteği halini alarak bunalıma giren bu devletlerin kendi kurdukları “milli komünizm”lerinin içsel çelişmelerinin altında kalarak çökerken, hem egemenliklerini ve onun aygıtlarını ellerinde tutmak, hem de ekonomik çöküntüden kurtulmak gibi imkansız bir hedefe yönelmiş olan bürokrasilerin, “her ne pahasına olursa olsun” üretim artışı sağlayarak, işçi kitlelerinin huzursuzluklarını yatıştırma istekleri, onları tekeli burjuvazilere bırakılmış özgürlükleri savunmaya, beri yandan da kapitalist çalışma ve üretim yöntemlerini sisteme eklemlemeye yöneltince, “kutsal ittifak” komünizmin sona erdiğini söylemekte haklı olabilirdi- tek bir koşulla, bu rejimlerin eskiden komünist olmuş olmaları koşuluyla. Tarihsel tecrübenin gösterdiği, yeryüzünde kurulmuş, bütün “kısmi ko24 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Engels, Friedrich. Anti-Dühring, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 1995, s.400] 25 Kendi çevirim. [Türkçesi için bkz. Marx, Karl ve Friedrich Engels. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M. Kabagil, Sol Yayınları, Ankara, 1989, s.30 ve 31]
35
Yaşayan Marksizm
münizm”lerin bir dünya sistemi haline gelmedikçe “eski pisliği” yeniden ürettikleridir. Böylelikle 20. yüzyıl sona ererken Marksist komünizm teorisi iki bakımdan da doğrulanmış görünüyor. Birinci olarak, kapitalizmin “büyük çoğunluğu kendisine karşı bir devrim yapmaya sürükleyen” sömürüsü ve yabancılaştırıcı tabiatı kendisini olduğu gibi korumaya devam ediyor ve bir komünist devrimin imkânını teşkil ediyor. İkinci olarak yerel ve kısmi bir komünizm, komünizm olmuyor. Bugün komünizm Marksist teoride öngörüldüğü muhtevasıyla çok daha mümkün görünüyor: Üretim kapitalist küreselleşmenin bağrında hiç bir zaman olmuş olmadığı ölçüde bir dünya üretimi halini aldı, bütün ülkelerin işçileri şimdi, kapitalist özel mülkiyeti yıkmanın toplumsal gelişme için sağladığı imkânların daha çok farkında ve nihayet bürokratik rejimlerin komünist gelişmenin engeli olduğu daha çok aydınlandı. Bu üretici güçler ve bu tarihsel tecrübe üzerinde komünizmin hâlâ değil, artık mümkün olduğu söylenebilir. Çünkü dünya hiç bir zaman Kapital’de ve Manifesfo’daki tanımına bu kadar çok yaklaşmamıştı. Kapitalizmin doğal sınırları Kapitalizmin bugünkü küresel yayılışı koşullarında insanlık, üstelik dünya üzerindeki etkinliğini anlamlandırmak bakımından yalnızca felsefi/teorik değil varoluşsal bir sorunla da yüz yüze. Bütün göstergelerin işaret ettiği gibi, varlığına dünya çapında bir devrimle son verilmediği takdirde kapitalist üretim tarzı, insanlığı ve yerküreyi kendiyle birlikte yok oluşa sürüklemekle tehdit ediyor. Tarihsel bir atılımla kaderine sahip çıkamazsa, insanlığın önümüzdeki yüzyılda sermaye boyunduruğu altında yaşamayı sürdürmesi bile iyimser bir öngörü sayılabilir. Doğayı, kendini yeniden üretme gücünden daha büyük bir güçle bozunmaya götüren kapitalist üretim yordamlarının bugünkü işleyişi, yeryüzünde canlı yaşamın sürekliliğini ve varlığını tehdit ediyor. Bütün yerküreyi kasıp kavuran, seller, yangınlar, kuraklıklar; dondurucu soğuklar, kavurucu sıcaklar, susuzluk, toprağın, havanın, suyun zehirlenmesi ve türlerin yok oluşu ile bütün kıtalarda yaşayan bütün insanlara kendisini bir felaketler silsilesi olarak her gün daha çok duyuran ekolojik kriz, uygarlıktan kaçışı değil onu dönüştürmeyi, yeni ve daha ileri bir uygarlığa sıçramak için, insan-insan ve insan-doğa ilişkilerini bir ve aynı anda değiştirmeyi zorunlu kılıyor. Kapitalizm, emek gücüne ya da canlı emeğe karşı nasıl davranıyorsa doğaya da öyle davranıyor: Daha çok kâr için iliğine kadar sömürmek! Ekolojik dengenin süre gitmesi dahi üretim tarzında bir devrimi şart koşuyor: Yaşamak için devrim gerekiyor! Kapitalizm uygarlığı tehdit ediyor “Kalkınma”, “gelişme”, “büyüme”, “refah” ve “ilerleme” gibi “daha iyi bir ge36
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
lecek” vaat eden kavramlar sermaye dinamiği ve birikimiyle bağlantılı anlamlarından sıyrılıp insanlığın kurtuluşunun gerçek ve maddi imkanlarıyla ilişkilendirilmedikçe hepsinin başına bir “sürdürülebilirlik” eklemek yaklaşan felaketi durdurmak açısından “post modern” bir duadan fazla bir anlam taşımıyor. Kapitalist miyopluk insanı, doğa karşısında dediğim dedik ve başına buyruk bir efendi gibi konumlandırıyor. Kapitalizm, bilim insanlarının bütün uyarılarına kulaklarını tıkıyor, on yıllardır “geliyorum” diyen felaketin aslında artık gelmiş olduğunu gösteren bütün işaretlere gözlerini yumuyor. Doğanın milyarlarca yıl alan kimyasal ve biyolojik evrimle oluşmuş karmaşık bir üretim örüntüsü gibi işlediğini, bunun her türden toplumsal üretim sisteminin verili önkoşulu olduğunu yok sayıyor: Onun nobranlığı despotların binlerce yıldır değişmeyen ilkesinde özetlenebilir: “Benden sonra tufan!” Uzağı görmek, insanı doğanın bilinci, doğanın kendisi üzerine düşünme kapasitesi, doğanın evriminin doruğu ve tarih sahnesinde yer aldığı andan bu yana bu evrime bilinciyle de dahil olan bir öğesi olarak algılamak tarih boyunca hep ola geldiği gibi bu kez de ezilenlerin ve sömürülenlerin düşünürlerinin omuzlarına yüklenen bir görev. Artık bir ikilemin kapısındayız: Uygarlığın doğa ile barışarak ilerlemesi ya da kendisiyle birlikte biyolojik evrimi de geriye sürükleyerek yozlaşıp çözünmesi! Toplumsal tarihimizi doğanın tarihinin bir bileşeni olarak gören daha derin bir tarih bilinci insanlığa egemen olmadıkça yok oluş bir matematik denkleminin sonucu kadar kaçınılmaz ve kesin bir akıbet. Kapitalizm doğal sınırlara gelip dayanıyor, sürdürülemez! Uygarlığı sürdürmek için devrim gerekiyor. Sermaye sahipleri ve devlet adamları daha düne kadar, özellikle ulus-devlet ölçeğinde işlerin iyi gitmediği, krizlerin patlak verdiği ve emekçileri kemer sıkmaya ikna etmenin büyük önem kazandığı zamanlarda “hepimiz aynı gemideyiz” derlerdi. Şimdiyse, kapitalist küreselleşmenin tellalları yeni bir terane uydurdular: “Dünya artık büyük bir köy!” Gerçekten de ilişki, iletişim ve bağlantı şebekelerinin çeşitlenip güçlenmesine, zaman ve mekan algısının bir kez daha köklü biçimde farklılaşmasına, enformasyonun dolaşımında mekana bağımlılıktan büyük ölçüde kurtulmuş olunmasına bakarak, herkesin birbirini tanıdığı, derdiyle dertlendiği, sevincini paylaştığı yeni bir toplumsal ilişki biçiminin imkanlarının belirdiğini söyleyebilirdik. Tek bir koşulla: Bütün bunlar yalnızca sermayenin akışkanlığına hizmet eden olanaklar olarak kalmasaydı. Milyarların ulusal çitler içine hapsedildiği, bir tür küresel sıkıyönetim altında hanesinden çıkıp serbestçe komşusuna gidemediği, buna yeltenmesinin suç olarak tanımlandığı bir dünyada bu “köy” mecazı somut gerçekliği karartıp çarpıtan koca bir yalan! Servet ve kudret sahipleri yeryüzünün değneksiz gezdikleri bir “köy” olmasını ne kadar özleseler de, hemen yanı başımızda Schengen anlaşma37
Yaşayan Marksizm
sıyla takviye edilmiş bir Avrupa kalesi dikilir, bir utanç duvarı Filistin’i boydan boya kat eder, emeğin yeryüzünde serbest dolaşımı dikenli teller, köpekler, detektörler, sonsuz sayıda kırtasiye, vize ve diktatör gücüyle donatılmış sınır muhafızlarıyla sıkı sıkıya engellenir ve pek çok ülkede milyonlarca göçmen “illegal” olarak anılırken bu dünyanın “bizim [de] köyümüz” olduğuna, hepimizin aynı “küresel köy”ün sakinleri olduğumuza nasıl inanabiliriz. “İnsanlık” kavramını sözlüklerimize sokan aydınlanma ve Fransız Devrimi’ydi. Devrimin henüz gürbüzce geliştiği; kendi ilkelerini gerçeklemek için çocuksu bir heyecanla çırpındığı dönemin yurttaşlık anlayışında “yabancı” kavramına yer yoktu. Aydınlanmanın soyut ve türdeşleştirici evrenselliği, sömürge fetihleriyle kendi coğrafyasının dışına çıktığında Batı merkezci düşünüşün ve sömürgeciliği meşrulaştırmanın dayanağı haline geldi. Evrensel insanlık ve dünya yurttaşlığı ideali, Sovyet Devrimi’yle birlikte yeniden ihya oldu. Bir dünya devrimiyle sonuçlanmadıkça tamamlanmış olamayacağının bilgisiyle devrim, evrenselliğe ve yurttaşlığa her düzeydeki somut eşitsizlikleri aşmayı hedefleyen yeni bir içerik kattı. Maddi ve teknolojik olanaklar, üretimin her yerde bir dünya üretimi halini almış olması, tarih içinde 1917 Devrimi’yle gelinen bu en ileri düzeyin ötesine geçmeyi gerçekten de mümkün kılıyor. İnsan, evet, yerküreyi kendi yurdu olarak deneyimleyebilir, toplumsallığını türsel varlığıyla örtüşen bir kapsama eriştirerek “evrensel insan”ın doğuşunu müjdeleyebilir. Yeryüzü, ırkların, ulusların, kültürlerin, dillerin, uygarlığın farklı birikimlerinin, yepyeni kaynaşma ve çaprazlamalarla serpildiği rengarenk bir bahçeye, yaşamak bir şenliğe dönüşebilir. Bununla birlikte içine girdiğimiz yeni çığırın Manifesto’su henüz ortada yok. Gene de küreselleşme ile birlikte güç kazanan, beliren ya da zuhur eden ve bir önceki dönemin başka koşullarda tekrarıymışçasına basitleştirilemeyecek kadar özgün olan yeni üretim, birikim ve dolaşım biçimlerinin varlığı ve bunların ima ettiği yeni mücadele ve örgütlenme biçimlerinin üzerinde düşünmenin sunduğu bir çok ipucundan, Latin Amerika deneyimlerinden doğan bir dizi yeni pratiğin sağladığı esin kaynaklarından söz edebiliriz. Bu çağ dönümünün Manifesto’sunun dünya kapitalizminin “yenilmiş devrimler”in ardından edindiği daha önce görülmedik tümleşiklik düzeyi ve çok daha yüksek bir teknolojik temel üzerinde kendisini yeniden kurmuş olmasına, bununla birlikte edindiği yüksek denetim kapasitesi ve bunu meşrulaştıran küresel mekanizmalara, bunlar üzerinde yükselen toplumsal ilişkilere, bunlardan doğan yeni sınıf mücadelesi dinamiklerine ve bu dinamiklerin uyardığı yeni örgütlenme olanaklarına ışık tutmasını umabiliriz. Bunlar yokmuşçasına ve hiç olmamışçasına XX. yüzyıl başlarının iklimi ve sosyal coğrafyası üzerine bina edilmiş varsayımları tekrarlamaktansa, küreselleşme karşıtı muhalefetin deneyimlerinin içinden yeni devrimin ipuçlarını ara38
Komünist Manifesto: Teorinin Pratiği, Pratiğin Teorisi
maya girişmek bugünün Marksistine daha çok yakışır, Manifesto’nun ruhuna daha çok uyardı. Tarihin gösterdiği gibi, devrim hiçbir zaman mantıklı bir yol izlemez, çoğu kez, en önce tarihsel olarak onu gerçekleştirmekle yükümlü gücün bilincinde parlamaz. Kendiliğindenliğin teorizasyonu her zaman bilinçli ve örgütlü faaliyeti önceler. Küreselleşme karşıtlığının reflekslerini aşan bir derinlik ve kapsamda bir kitle hareketi ve ancak onunla bağlantıları içinde dillendirildiğinde gerçeklik kazanabilecek bilinçli devrimci bir faaliyet teorisi bu görevi üstlenecek aklı, kendi Marx’ını bekliyor henüz. Eğer kehanet iddiasında bulunmak sayılmayacaksa, denebilir ki, küreselleşme çağında Marx, bir kişi değil bir kolektif olabilir ancak.
39
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm Muhsin Dalfidan
E
mperyalist kapitalizmin bunalımını anlamak için sistemi karakterize eden dinamikleri incelemek gereklidir. Değer teorisi ve artı değer üretimi, sermaye birikimi sürecindeki aşırı üretim/aşırı birikim, üretimdeki rekabet ve anarşi, kâr oranlarının düşme eğilimi kapitalizmi karakterize eden temel dinamiklerdir. Bu çalışma, kapitalizmin temel karakteristiklerini, kapitalizmin bunalımı ekseninde ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bunu, Marx’ın tek başlık altında incelemediği ama değişik dolayımlar ile ayrıntılı incelediği kapitalizmin bunalımına ilişkin görüşlerini referans alarak ve bir yazı içinde özetleyerek yapmaya çalışacağım. Bu anlamıyla yazı, yeni teori üretimi olarak değil Marx’ın bunalım teorisinin özetlenmesi ve bundan ilk sonuçların çıkarılması çabası olarak görülmelidir. Bunu yapmadaki muradım: Bir yönüyle Marx’ın bunalım teorisi üzerindeki yanılsama ve yanlış yorumlarla tartışmanın önünü açmaktır. Diğer yönüyle, kapitalizmin bunalımını tekil olgularla ya da anın fotoğrafı/görünen yüzü1 üzerinden açıklama çabalarının eksikliğini vurgulamaktır. Kapitalizmin krizinin ne basit bir finans sorunu, ne salt eksik tüketim, ne yönetici hataları olmadığını gösterme çabasıdır. Bunalımın bir bütün olarak kapitalizmin hareket yasalarının ürünü ve kapitalizmin esas olarak bunalım düzeni olduğunu göstermektir. Konuya girerken sonraki bölümlere açıklayıcı olması için öncelikle, kapitalizmin, iki türden krizi olduğu notunu düşeyim. Birbirinden ayırt edilmesi gerekli olan bu iki tür krizin birincisi, esas olarak üretim ile tüketim arasındaki göreceli 1
Görünen yüzüyle ifadesini kullanmamızdaki muradımız kapitalizmin bunalımlarının yazı boyunca çeşitli yönleriyle anlattığımız kapitalist üretimin yapısından kaynaklandığıdır. Ancak bundan tüm bunalımların birbirinin aynı olguları içeren tekrardan ibaret olduğu sonucu çıkmamalıdır. Her bunalımın genel özellikleri yanında farklılıkları da olacaktır. Yine örneğin, son bunalımın görünen yüzü, ABD’deki konut üretimi ve kredi sistemidir. Bir başka durumda bir başka meta üretimi ve finansal araç öne çıkabilir. Ama her durumda işin özü kapitalist üretimin yapısı/birikim sürecinin çelişkili yapısıdır.
41
Yaşayan Marksizm
dengesizlikten kaynaklanan devrevi (periyodik) olarak belirli aralıklarla (kapitalizmin ilk dönemlerinde 10-12 bu gün ise 2-4 yıl gibi aralıklarla) gerçekleşen kısa süreli krizlerdir. İkincisi ise, uzun süreli aşırı birikim krizleridir. Bu gün yaşadığımız bunalım ile daha önceleri 1873-93 arası ve 1929-40 arası yaşanan büyük buhran diye nitelenmesi uygun olan krizler yapısal birikim krizleridir. Gerçekte, kapitalizmin iki tür krizi de yapısaldır. Sermayenin ideologlarının ve liberallerin öne sürdüğü gibi geçici, arızi veya sisteme dışsal olgular değildir. Devrevi olması arızi olduğu anlamına gelmemektedir. Bu yazıda yukarıda belirttiğim Kapitalist üretim tarzının hareket yasalarını (her biri ayrı yazı konusu olması gerekecek konuları burada belirli bir soyutlukta ve sınırlılıkla ele almak durumundayım) bunalımların yapısallığını ortaya koyma ile sınırlı olarak inceleyeceğim. Açıktır ki bütün bunları kapitalistlere akıl vermek için değil bunalıma neden olan dinamikleri tespit etmek ve bu dinamiklerin kapitalizmi alaşağı edecek konumlarını sınıf mücadelesinin/işçi sınıfının hizmetine sunmaya katkı için yapacağım. Kapitalist Üretimin Tek Amacı Sermaye Birikimi Sürecinin Hareket Ettirici Yasaları, Çelişkileri ve Bunalım Sermaye birikmiş emektir. Artı-değer yaratan emek ile artı değer yaratmayan/birikmiş emekten ibarettir. Kapitalist üretim ise, sermaye birikimi sürecinden ibarettir. Kapitalizmin ayırt edici karakteri birikim zorunluluğu, yani genişletilmiş yeniden üretimdir. Sermaye birikimi zenginliğin değer biçiminde- meta biçiminde birikimidir. Sermaye birikimi kârın maksimizasyonunu hedefleyen kapitalist genişletilmiş yeniden üretim olduğundan maliyetlerin düşürülmesi için üretim süreci sürekli olarak yeniden yeniden örgütlenir. Bu nedenle, sermaye birikim süreci olan kapitalist üretim sürecinde işçi; kişiliği, hakları, ihtiyaçları ve onuruyla bir birey/insan olarak görülmez. Kapitalist üretimde işçi sadece bir maliyet unsurudur. Dolayısıyla sermaye birikiminden ibaret olan kapitalist üretim sürecinin örgütlenmesinde insanlar birikimin araçlarına dönüştürülmektedirler. Sermaye birikiminin bu çelişkili süreci bunalımları yaratırken, sınıf çelişkilerini de daha çıplak hale getirir. Yine, emek-gücünün değeri işçinin verili bir düzeydeki üretim kapasitesini/iş gücünü, yeniden üretmek için (eski haline getirmek için) gerekli olan verili miktardaki tüketim mallarının değerinin eşdeğeri olduğu içindir ki, emek-gücünün üretkenliğindeki artış sonucu tüketim mallarının değeri azalır. Bu ise eşdeğer durumundan dolayı emek-gücünün değerinin azalmasını doğurur. Dolayısıyla, sermaye birikimi sürecinin bir başka deyişle üretim araçlarının/ makinelerin vb. donanımın gelişmesi sürecinin, emek-gücü değerini azaltan bir süreç olarak yaşanması sermaye birikimi sürecinin bir başka çelişkisidir. Toplumun toplam ürünü ve dolayısıyla toplam üretimi, üretim araçları ve tüketim malları olmak üzere iki ana kesime ayrılır. Birincisi sermaye tarafından tüketilen üretim araçlarının üretimi; ikincisi, tüketim mallarının üretimidir. Yeniden üretim ve üretim artışı iki kesim arasındaki değişimi gerektirir ve iki kesim ara42
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
sındaki karşılıklı ilişkiyi, her kesimin kendi içindeki devinimi olmaktan çıkarır. Her iki kesim açısından da, toplumsal ürünün tümünün tekrar yerine konulması iki şekilde olur. Basit yeniden üretim ve genişletilmiş yeniden üretim. Basit yeniden üretim: Burada artık-değer biriktirilmeyip harcanmaktadır ve birinci kesimin değişen sermayesi ve artık-değer toplamı ikinci kesimin değişmeyen sermayesine eşit olmalıdır. Bu üretimin aynı ölçekte gerçekleşmesi için gereklidir. Üretim araçları üreten birinci kesim, tüketim araçları üreten ikinci kesime üretim araçları ve üretim girdileri sağlar. Bunun çıktılarının ikinci kesim tarafından emilmesi için değişen sermaye ve artık-değerinin, ikinci kesimde değişmeyen sermaye haline gelmesi gerekir. Basit yeniden üretim aynı zamanda sermayenin ilk oluşumunun koşullarını da yaratır. Dolayısıyla, Sermayenin ilk oluşumu sanıldığı gibi, sermayenin ihtiyaç maddelerini, iş araçlarını, hammaddeleri, kısacası emeğin topraktan bağımsızlaşmış ve zaten insan emeğiyle ruh kazanmış olan nesnel koşullarını üst üste koymasıyla olmaz. Sermaye emeğin nesnel koşullarını yaratmaz. Sermayenin ilk oluşumu, salt parasal servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski üretim tarzının tarihsel çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel koşullarını satın alabilme, bir yandan da özgürleşen işçilerden para karşılığı canlı emek mübadelesine girebilme imkanına kavuşmasından ibarettir.2
Sermaye birikimi esas olarak kapitalist genişletilmiş yeniden üretimle olur. Genişletilmiş yeniden meta üretimini yine iki kesim üzerinden ifade edecek olursak: Birinci kesimdeki artı-değerin bir bölümü, diyelim ki yarısı sermaye olarak üretimin genişlemesine ayrılır. Bu genişletilmiş kapitalist meta üretiminin gereğidir. Birinci kesimdeki değişen sermaye ile artı-değer toplamı, ikinci kesimdeki değişmeyen sermayeden daha büyük olmasıyla sermaye birikimi gerçekleşir. İki kesim arası ilişkiye daha yakından baktığımızda; birinci kesimin değişen sermaye ve artık-değer tutarı ile ikinci kesimin değişmeyen sermayesi arasında, tüm toplumsal ürünün yeniden nasıl üretildiği ile ilgili bir oran olduğu görülecektir. Birinci kesimin değişmeyen sermayesi ile ikinci kesimin değişen sermayesi ve artık-değeri arasında bir gerçekleşme ilişkisi olmadığı halde, birinci kesimin değişen sermayesi ve artık-değeri tüketim nesneleriyle, ikinci kesimin değişmeyen sermayesi, üretim araçlarıyla değişmeksizin yerine konulamaz. Bu nedenle, birinci kesimin değişen sermayesi ve artık-değeri ile ikinci kesimin değişmeyen sermayesi arasındaki değişim, yeniden üretim için zorunludur. Tüketim için üretilen metaların toplam değerlerindeki artış hızının bu iki kesimdeki değişen sermaye toplamındaki artış hızından daha fazla olduğu görülür. Bunun içindir ki, tüketim metalarının toplam değerleri, iki kesimin değişen sermaye toplamlarından daha büyüktür. Yine, ikinci kesimin değişmeyen sermayesi, birinci kesimin değişen sermayesi ile artı değerinin toplamından küçüktür. Bu nedenle 2
Marx, K. Grundrisse, çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, 1979, s. 575
43
Yaşayan Marksizm
emek üretkenliği artırılmalı, emek-gücüne (canlı emek) duyulan gereksinim sınırlandırılmalı ve işsizlik artırılmalıdır. Bu da emek-gücünün yeniden üretimi için gerekli mal ve hizmetlerin ucuzlamasına, emek-gücünün değerinin düşmesine ve bütün bunlar kısır döngüye yol açar. Görüleceği gibi, iki kesim arası ilişki ve dengesizlikler krizin tek başına açıklaması olmasa da sermaye birikimi süreci olarak bunalımın oluşum çerçevesini gözler önüne serer. Sermaye birikimi olarak genişletilmiş meta üretiminin iki kesim ilişkisi üzerinden gerçekleşme sürecini özetledikten sonra bu sürecin diğer çelişkilerini incelemeye devam edelim. Tekrar belirtelim: Sermaye birikimi, kapitalist üretim sürecinin temel karakteridir. Sermaye düzeninde toplumsal zenginliğin ifadesi para, toplumsal yaşamın ifadesi ise piyasadan ibarettir. Toplumsal/genel zenginlik tekil kapitalistlerin çıkar çatışmaları üzerinden olur. Dolayısıyla genel zenginlik özel zenginliklerin birikmesi şeklinde olduğundan sürekli bir çelişki hali mevcuttur. Birikim sürecindeki, sermaye, toplumu üretir, ama kendi fiili üretimi özel bir üretim, yani özel bir çıkarı karşılamak uğruna tikel bir nesnenin üretimidir; toplumun fiilen toplum tarafından üretimi değildir... piyasa tanımı gereği, birbirinden karşılıklı bağımsız ve bu ilişki çerçevesinde karşıt olan mübadelecilerden oluşur. Sermayenin piyasa koşullarına kendisine uydurması, karşıtlıklar içinde ve sayesinde oluşan, karşıtlığı yeniden üreten bir birlik olmak; uyumsuzluktan doğan bir uyum, rekabet ve mücadeleden doğan bir düzen olmak zorundadır. Piyasa koşullarını oluşturmak, sermaye için içsel bir zorunluluktur; oysa bu koşullar, sermayenin kontrolü dışında, dışsal koşullardır. Bu çelişki, dönemsel krizlere yol açar.3
Ayrıca, sermayenin ilkel birikimden emek gücü dahil her şeyin meta haline geldiği kapitalist birikime geçişiyle sermayeyi sınırsız bir üretkenlik içine sokan yeni bir uygarlık olarak kapitalizm tarih sahnesine çıkar. Bu uygarlığın bir bedeli/açmazı vardır. Kapitalizmde toplumsal sermaye birikim süreci emeğin sömürüsünü ve artı-değer genel zenginliğinin artışını sağlarken diğer yandan geniş kesimlerin sınırsız yoksullaşmasını yaratır. Bu ise sermayenin bir başka çelişkisinden başka bir şey değildir. Şöyle ki: Sermayenin artık-değer üretme çabası, üretilen ürünün değerinin, başlangıçta sermaye tarafından piyasaya sürülen paraya (özellikle işçi ücretlerine) oranla artmasını gerektirir. Artık-değer dinamiği uyarınca, bir yandan piyasanın toplam alım gücü görece azalırken, bir yandan piyasaya satılmak üzere sunulan toplam ürün değeri artacaktır. Bu nedenle, artık-değer sömürüsünü giderek artırdığı her ‘istikrar’ döneminin sonunda, sermaye, kendi eliyle daralttığı piyasa tarafından boğulmak ve aşırı üretim krizine düşmek tehlikesiyle karşı karşıyadır.4 3 4
44
Age, s. 433 Age, s. 433-4
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
Sermaye birikimi sürecinin, “Bu başkalaşım biçiminin (metaların başkalaşımı) içinde yer alan genel bunalım olasılığı –alım ve satımın birbirinden ayrı düşmesi– demek ki, sermayenin de meta olması ve metadan başka bir şey olmaması koşuluyla, sermayenin içinde mevcuttur”5 ve “...tıpkı paranın –hem metaların doğal biçimlerinden bütün bütün farklı bir biçimi temsil edişi ölçüsünde, hem ödeme aracı biçimiyle– incelenmesi, nasıl ki, bunalım olasılığını içinde taşıdığını gösterdiyse, sermayenin genel yapısının –hatta gerçek üretim sürecinin önkoşulları olan fiili ilişkilere bile dalmaksızın– incelenmesi, bunu daha da açıklıkla ortaya koyar.”6 Ancak “...potansiyel bunalımın gelişme adımları –gerçek bunalım, ancak kapitalist üretimin gerçek hareketinden, rekabet ve krediden çıkarılabilir– bunalımlar sermayenin, sermayeye özgü özel yönlerinden çıktığı ölçüde o yönlere geri giderek izlenmelidir, yalnızca meta ve para olarak varlığında değil.”7 Bu anlatılanlardan çıkarılacak sonuç, sermaye/sermaye birikimi kavramını, kriz tartışmasının eksenine almak gerekliliğidir. Bu perspektifle sermaye birikiminin/ kapitalist üretimin teorisi emek değer teorisiyle devam edelim. Emek Değer Teorisi ve Bunalım Kapitalizmin bunalımlarının nedenini sermaye birikim sürecinin çelişkilerinde, diğer bir deyişle birikim sürecinin hareket ettirici dinamiklerinde aramak gerekir demiştik. Bunun için Marx’ın emek değer teorisini kavramak kapitalizmi ve kapitalizmin bunalımlarını kavramak için olmazsa olmazlardan biridir. Çünkü değer teorisi esas olarak sermaye birikim sürecinin teorisidir. Sermaye birikim sürecinin eşitsizliklerini ve çelişkilerini ortaya koyan teoridir. Kapitalist üretim tarzının temel bileşenleri olan meta, para ve emek arasındaki bağın ve çelişkilerin teorisidir. Sermaye birikimi demek artık-değer üretimi demektir. Artık-değer üretimi olmadan sermaye birikiminden söz etmek mümkün değildir. Çünkü, “artı değerin sermaye olarak kullanılmasına ve tekrar sermayeye dönüştürülmesine, sermaye birikimi denir.”8 Bu nedenle, sermaye birikim sürecinin kapitalist toplumsal ilişkilerin kendisi olduğunu ve bu toplumsal ilişkinin uzlaşmaz/antagonist yapısının görülmesi gerekiyor. Bunun görülmesi için toplumsal ilişki olarak sermayenin/sermaye birikim sürecinin görülür kılınmasını sağlayacak değer teorisini kapitalizmin bunalımlarını anlamaya katkısı düzeyinde inceleyip bundan sınıf mücadelesine çıkan sonuç üzerine bir not düşeceğim. Öncelikle okuyucunun heterojen yapısını gözeterek Kapitalist üretim sürecinin temel kavramlarını özetlemek yerinde olacaktır. Meta: Karşılığında başka maddi ürün ya da hizmetler (veya para) elde etmek 5 6 7 8
Marx, K. Artı-Değer Teorileri – İkinci Kitap, çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, Ekim 1998, s. 490 Age, s. 474 Age, s. 492 Marx, K. Kapital – I. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, İkinci Baskı: Mart 1978, s.595
45
Yaşayan Marksizm
için üretilen maddi ürün ya da hizmetlerin genel adıdır. Her meta üründür ama her ürün meta değildir. Sadece kullanmak için değil esas olarak satmak için üretilen maddi ürün ve hizmet metadır. Ürün, kullanım değeri üzerinden üretilebilir. Köle, köle sahibine, serf, feodal beye kullanım değeri üzerinden servet üretebilir. Fakat bu meta değildir. Ürünün meta olabilmesi için kullanım değerini tüketecek olan sahibin belli olmadığı bir başkası için değişim yoluyla devredilecek toplumsal kullanım değeri özelliği taşıması gerekir. Bu özellik kapitalizmde belirleyici olur. “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, ‘muazzam bir meta birikimi’ olarak kendini gösterir.”9 Görüldüğü gibi her metanın bir kullanım değeri ve bir değişim değeri vardır. Metanın kullanım değeri, o metanın yararlılığıyla, somut işlevleriyle ilgilidir. Değişim değeri ise, metanın diğer metalarla ilişkisini anlatır. Emek-değer teorisine göre, bir metanın değişim değeri, o metanın üretilmesi için gerekli (toplumsal) emek zamanıyla belirlenir. Yani bir metayı üretmek için ne kadar uzun bir süre boyunca emek harcamamız gerekiyorsa, o metanın değişim değeri de o oranda yüksek olacaktır. Kısaca değeri oluşturan şey, meta içinde kristalleşmiş gerekli emek miktarıdır. “Metanın değişim değerini hesaplarken en son kullanılan emek miktarına, metanın hammaddesi içinde daha önce katılmış emek miktarını da, onun gibi,bu emeğe yardımcı olan aletlere, avadanlıklara, makinelere ve binalara katılmış emek miktarını da eklemek gerekir.”10 Değer: Meta içinde maddeleşen toplumsal emektir. Sermaye: Birikmiş emektir. ...sermaye, bir nesne değil, toplumun belli bir tarihsel oluşumuna ait bulunan belli bir toplumsal üretim ilişkisidir ve bir nesnede kendisini ortaya koyarak bu şeye belirli bir toplumsal nitelik kazandırır. Sermaye, maddi ve üretilmiş üretim araçları toplamı değildir. Sermaye daha çok, sermayeye dönüştürülmüş üretim araçlarıdır ve tıpkı altın ya da gümüşün bizatihi para olmaması gibi, bunlar da bizatihi sermaye değillerdir. Sermaye toplumun belli bir kesiminin tekeline aldığı üretim araçlarıdır ve canlı-emek gücünün karşısına, bu emek- gücünden soyutlanmış ve sermayedeki bu zıtlık yoluyla kişileşmiş ürünler ve iş koşulları olarak çıkar.11
Sermaye, yeni hammaddeler, yeni iş aletleri ve geçim araçları üretmede kullanılan her çeşit hammaddelerden, iş aletlerinden ve geçim araçlarından oluşur. Sermayeyi oluşturan bütün bu parçalar, emeğin yarattığı şeylerdir, emeğin ürünleridir, birikmiş emektir. Yeni bir üretimin aracı olarak iş gören birikmiş emek, sermayedir. Değişmeyen sermaye: “Bu, üretken amaçlar için bu yolda kullanılan bütün üretim araçlarının değeridir. Bu da gene, makineler, emek aletleri, binalar, iş hay9 Age, s.49 10 Marx, K. Ücret, Fiyat ve Kâr, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Marx-Engels, Seçme Yapıtlar Cilt:2, Ankara, Temmuz 1977 içinde, s.61 11 Marx, K. Kapital – III. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, İkinci Baskı: Şubat 1990, s.715-716
46
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
vanları vb. gibi sabit sermaye ile ham ve yardımcı malzemeler, yarı-mamul ürünler vb. gibi üretim malzemeleri olarak döner değişmeyen sermayeye ayrılır.”12 Sermayenin üretim araçları, hammadde, yardımcı malzeme, çeşitli iş aletleri ve makineler tarafından temsil edilen kısmıdır. Değişmeyen sermaye üretim sürecinde nicel olarak herhangi bir değer değişimine uğramaz. Değişen sermaye: “Bu sermaye, değeri bakımından, bu üretim kolunda kullanılan toplumsal emek-gücünün değerine eşittir; bir başka deyişle, bu emek-gücü için ödenen ücretlerin toplamına eşittir. Bu sermaye, özü bakımından ise, eylem halindeki emek-gücünden, yani bu sermaye-değerin harekete geçirdiği canlı emekten ibarettir.”13 Sermayenin emek-gücü tarafından temsil edilen kısmıdır. Değişen sermaye üretim sürecinde değer değişimine uğrar. Kendi değerinin eşdeğerini yeniden ürettiği gibi, bir fazlalığı da, değişen koşullara göre az ya da çok bir artı-değeri de üretir. Emek: Maddi ya da hizmet olarak yapılan üretimde, insanın üretilen nesne ya da hizmette kristalize olan yararlı çabasıdır. Gerekli-emek ve artı-emek: İşçinin kapitaliste sattığı emeği değil emek-gücüdür. İşçi emek- gücünü harcayarak üretimde bulunur. Üretim sonucunda ücret alır. Ancak, işçi sadece ücreti karşılığı kadar değer üretmez. Daha fazla bir değer üretir. Gerekli-emek zamanı ve gerekli emek, işçinin, emek-gücünün değerini, yani gerekli geçim araçlarının değerini, yeniden üretmek için gereksinme duyduğu kısımdır. Gerekli emek zamanı, kapitalist tarafından ücret şeklinde ödenir. Artıemek zamanı ve artı-emek, artı-ürünün üretimi için harcanır. Kapitalist üretim tarzında, artı-ürün, kapitalistler tarafından mülk edinilen artı-değer biçimini alır. Artı-emeğin ya da ek-emek zamanının emeğe ya da gerekli-emek zamanına oranı, işçinin sömürü derecesini (artı-değer oranını) gösterir Soyut emek ve somut emek: Her türlü emek bir yandan fizyolojik anlamda, insan emek gücünün harcanmasıdır ve bu, özdeş soyut insan emeği özelliğinde oluşu ile metaların değerini/değişim değerini yaratır ve ona biçim verir. Öte yandan her türlü emek, insan emek-gücünün, özel bir biçimde ve belirli bir amaca dönük olarak harcanmasıdır ve bu somut yararlı emeğin özelliği ise kullanımdeğerlerini üretmesidir. Canlı emek: Meta üreten işçinin ona kattığı emektir. Artı-değeri üreten canlı emektir. Ölü emek: Üretim araçlarında cisimleşmiş olarak bulunan, üretim araçlarının daha önceki üretiminde onlara katılan/onlarda kristalize olan emektir. Toplumsal gerekli emek-zaman: Bir metayı, normal üretim koşulları altında, o sıradaki ortalama beceri düzeyi ve yoğunluğu ile elde edebilmek için gerekli zamandır. 12 Marx, K. Kapital – II. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, Üçüncü Baskı: Kasım 1992, s.353 13 Age, s.353
47
Yaşayan Marksizm
Gerekli emek-zamanı emeğin üretkenliğindeki değişime göre değişir. Emeğin üretkenliği ise toplumsal koşullara bağlıdır. Bunların neler olduğuna ilişkin öteki şeyler yanında, isçilerin ortalama beceri düzeyi, bilimin durumu ve onun pratikte uygulama derecesi, üretimin toplumsal örgütlenmesi, üretim araçlarının boyutları ve etkinliği ve fiziksel koşullar sayılabilir. Emek-gücü: Kapitalizmin oluşumunun temel koşullarından biri, “özgür”, üretim ve yaşam araçlarından yoksun insanların var olmasıdır. Bu durum, bu insanların (işçilerin) yaşamak için emek-güçlerini sermayeye satmak zorunluluğunu doğurmaktadır. Görüldüğü gibi, işçi kapitaliste doğrudan doğruya emeğini değil kullanım hakkını geçici olarak kapitaliste bıraktığı emek-gücünü satar. Dolayısıyla, insanın düşünsel ve fiziki çalışma yeteneği-gücü olarak tanımlanan emek-gücü alınıp satılan bir metaya dönüşmüştür. Artık alınıp satılan köle ya da toprağa bağlı serflerde olduğu gibi insanın kendisi değil onun emek-gücüdür. “Emek-gücü değeri, emek-gücünün üretimi, geliştirilmesi, bakımı ve sürdürülmesi için gerekli birincil nesnelerin değeri tarafından belirlenir.” 14 Ücret: Ücret, iş gücünün para ile ifade edilen değeridir, iş gücünün fiyatıdır. Emeğin karşılığı değildir. Emek-gücü alınıp satılan bir metadır. Dolayısıyla her meta gibi emek-gücünün de değişim değeri ve kullanım değeri olarak iki değeri vardır. Emek-gücünün değişim değerinin parasal karşılığı ücrettir. Burjuvazi, ücreti sömürü düzenini gizlemek olarak kullanır. Ücretin, işçinin emeğinin karşılığı, fiyatı olduğunu öne sürer. Bu tamamen bir aldatmacadır. Üstelik işçinin aldığı ücret kendi ürettiği metada sahip olduğu bir pay değildir. Kapitalist işçiye ücretini ürettiği malın satılmasıyla elde ettiği paradan değil daha önce üretilmiş metaların satışından elde ettiği paradan öder. Ücretin, para olarak ödeme şekli nominal ücret olarak adlandırılır. Bu her zaman iş gücünün gerçek karşılığı olmaz. Nominal olarak ücretler artarken ya da sabit kalırken işçi yoksullaşabilir. Bunu gerçek ücretlerle açıklayabiliriz. Gerçek ücret, işçinin ücretiyle alabildiği geçim araçlarının miktarıyla belirlenir. Bunun dışında, işçinin nominal ve gerçek ücreti sabit kaldığını varsaydığımız durumda bile göreli ücreti düşmektedir. Göreli ücret, kapitalistin kârı, kazancı ile karşılaştırmalı ücrettir. Emeğin yarattığı yeni bir değer olan metadaki kapitalistin payına oranla, emeğin payına düşen orandır. Kapitalist ücretlerin yüksekliğini sömürüyü gizlemek için kullanır. Ücretlerin yaratılan değer olan metanın kapitaliste kazandırdığı artı değerden bağımsız değerlendirilmesi mümkün değildir. Emeğin üretkenliği arttıkça işçinin mutlak yaşam düzeyi aynı kaldığı durumda bile göreli ücreti dolayısıyla sermaye sınıfına oranla göreli toplumsal yaşam düzeyi düşmektedir. Mutlak artı-değer, nispi artı-değer ve ek artı-değer: Kapitalist üretim tarzında bir iş günü emek-gücünün kullanılması yönüyle ikiye bölünür. Bunlar yukarıda 14 Marx, K. Ücret, Fiyat ve Kâr, s.69
48
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
tanımladığımız, gerekli-emek zamanı ve artı-emek zamanıdır. İşçi tarafından artıemek zamanında üretilen ve kapitalist tarafından el konulan değer artı-değerdir. İş gününün, artı-emek zamanının uzatılmasıyla elde edilen artı-değere mutlak artı-değer denir. İş günü zamanı aynı kaldığı halde, emek üretkenliğinin artması sonucu gerekli-emek zamanının azalması ve artı-emek zamanının artmasından doğan artı-değere, nispi artı-değer denir. Ek artı-değer nispi artı-değerin bir türüdür. Metaların değişim değeri toplumsal emek zamanı tarafından belirlendiği için emek-gücünün üretkenliğini sektörün diğer işletmelerine göre daha fazla artırmış olan tekil kapitalist fazladan ek bir artı-değer elde eder. Değer teorisini anlamamıza kaynaklık edecek özetlediğimiz temel kavramlar ışığında üretim sürecini dolayısıyla artı değer üretimini Marx’ın ifadeleriyle anlatalım: Kapitalistin kendisine malettiği ürün, örneğin, iplik ya da kundura gibi bir kullanım değeridir. Ama, her ne kadar kundura bir bakıma bütün toplumsal ilerlemenin temeli ve kapitalistimiz de kesin bir ‘ilerici’ olmakla birlikte, yine de kundurayı, sırf kunduralara olan aşkından yapmaz. Kullanımdeğeri meta üretiminde qu’on aime pour lui meme (kendisi için sevilen-ç.) bir şey değildir. Kullanım-değerlerini, kapitalistler, salt değişim-değerinin maddi özü ve taşıyıcısı oldukları için ve sürece üretirler. Kapitalistimizin gözünde iki amaç vardır: önce, değişim-değeri olan bir kullanım-değeri üretmek ister, yani satılacak bir mal, bir meta üretmek ister; sonra, değeri, üretiminde kullanılan metaların toplam değerlerinden daha fazla olan bir meta üretmek ister; yani ürettiği şeyin değeri, serbest piyasadan satın aldığı üretim araçları ve emek-gücünden fazla olmalıdır. Amacı, yalnız kullanım-değeri değil, onunla birlikte meta üretmektir; yalnız kullanımdeğeri değil, değer üretmektir; yalnız değer değil, aynı zamanda artı-değer üretmektir.15
Görüyoruz ki kapitalist üretimde her şey sermaye birikimi/artı-değer, daha fazla sömürü ve daha fazla kâr içindir. Bunun için kapitalist emek-gücünü satın alır. Amacı kişisel gereksinmelerini karşılayacak ürünleri ürettirmek değildir. Kapitalistin emek-gücünü satın almadaki “amacı, sermayesini çoğaltmak, karşılığını ödediği emekten fazla emek içeren ve böylece kendisine hiçbir şeye mal olmayan ve ancak metaın satışı ile gerçekleşen, bir değeri de içinde taşıyan metaları üretmektir. Artı-değer üretimi, bu üretim tarzının mutlak yasasıdır.” 16 Kapitalist birikimin diğer bir yasası ve çelişkisi, bir başka ifade ile “birikimin özünde saklı niteliği, emeğin sömürülme derecesindeki her türlü azalması ve kapitalist ilişkinin gittikçe büyüyen boyutlarda olmak üzere devamlı yenidenüretimini ciddi şekilde tehlikeye sokacak her türlü ücret artışını daima dıştalar.”17 15 Marx, K. Kapital – I. Cilt, s.202 16 Age, s.634 17 Age, s.638
49
Yaşayan Marksizm
olmasıdır. Kapitalistlerin ücret mücadelesinde kullandıkları en önemli araçlarından biri yedek sanayi ordusu/nispi artı-nüfustur. Yoksulluk, faal emek ordusunun hastanesi, yedek sanayi ordusunun safrasıdır. Sefalet, nispi artı-nüfusla birlikte ürer ve biri diğerinin zorunlu koşuludur; artı-nüfusun yanı sıra yoksulluk, kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir koşulunu oluşturur. … En sonu, işçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır.18
Bunlardan çıkaracağımız sonuç: Kapitalist üretim, sermaye birikim sürecidir ve sermaye birikim süreci artı-değer üretimidir. Bu süreç emek ile sermaye arasındaki antagonist çelişkinin sürekli bir savaşımı sürecidir ve değer teorisi emek ile sermaye arasındaki çelişkiyi ortaya koyar. Dahası, tekil kapitalistler/burjuva sınıfı arasındaki çelişkilerin ve mücadelenin üretim sürecinde işçi tarafından yaratılan artı-değeri el koyma mücadelesi olduğunu gösterir. Gerekli-emek zamanı ve artıemek zamanı işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki mücadelelerle belirlenir. Kapitalistin tüm amacı el koyduğu artı-değeri sürekli çoğaltmaktır. Kapitalist için artı değeri çoğaltmanın anlamı kârını çoğaltmaktır. Kapitalistlerin hep daha fazla kâr için mücadele etmeleri sınıflarının doğası gereğidir. “Kapitalistin iradesi, elbette ki, olanaklı olanın en fazlasını almak yolundadır. Bizim yapacağımız şey, onun iradesi üzerinde derin incelemeler yapmak değil, onun gücünü, bu gücün sınırlarını ve bu sınırların niteliğini incelemek”19 ve sınıf mücadelesi için sonuçlar çıkarmak olacaktır. Kapitalist üretimde elde edilen ve kapitalist tarafından el konulan artı-değer esas olarak sermayeye eklenerek (kapitalistlerin lüks tüketimleri tali kalır) sermaye büyür. Ancak değer teorisinin gösterdiği emek-sermaye arası çelişkiler, meta, emek ve para olarak ortaya çıkan üretim sürecinin dinamiklerinin çelişkileri sürekli büyüme eğiliminde/ihtiyacında olan sermaye birikimini/ artı-değer üretimini kesintiye uğratır. Kapitalizm bir kez daha bunalıma girer. Emek/sermaye arası mücadelenin görünen bir yüzü de ücretlerdir. Ücretlerde genel bir yükselme, kâr oranında genel bir düşmeye yol açar. “Demek ki, kârın azamisi, ücretin fiziksel asgarisi ve iş gününün fiziksel azamisi ile sınırlıdır. Açıktır ki, azami kâr oranının bu iki sınırı arasında, değişebilen sınırsız bir ıskala vardır. Kâr oranının fiili ölçüsü sermaye ile emek arasındaki kesintisiz savaşımla belirlenir”20 Bunalım dönemlerinde bu savaşım keskinleşir. Çünkü, kâr oranları düşen kapitalist önce ücretleri düşürme ve el koyduğu artı-değer miktarını koruma yoluna gider. Bu dönemde yapılması gereken, işçinin işini koruması için daha düşük ücretlere razı olmak, ya da savaşımı sadece ücret mücadelesiyle sınırlamak olmamalıdır. Marx’ın değer teorisinin hakkını vermek; kapitalist üretim tarzının işçi tarafından üretilen değerin artı-değer olarak kapitalistlerce el konmasından 18 Age, s.661 19 Marx, K. Ücret, Fiyat ve Kâr, s.40 20 Age, s.87
50
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
başka bir şey olmadığını bunalım koşullarının da avantajıyla ortaya koymak ve “adil bir iş günü karşılığında adil bir ücret” sloganını, “ücret sisteminin kaldırılması” sloganına dönüştürmek olmalıdır. O gün, bu gündür. Üretimde Anarşi ve Rekabet, Kapitalizmin Hareket Ettirici Yasası ve Bunalım Sermaye düzeni kapitalizm özel mülkiyet üzerinde yükselmektedir. Kapitalistlerin tek hedefi, daha çok kâr elde etmek, daha çok sermaye sahibi olmaktır. Bu hedefle her tekil kapitalist, daha çok üretmeye ve daha çok satmaya odaklanır. Kapitalizm budur. Dolayısıyla toplumun ihtiyaçlarının neler olduğunu, bu ihtiyaçlar ve satış olanakları vb. etkenler doğrultusunda hangi kapitalistin ne üreteceğini ve ne kadar üreteceğini planlayan ortak bir kurum yoktur/olamaz. Böylesi bir uyumlulaştırma kapitalizmin doğasına aykırıdır. Dolayısıyla, ... eğer alım ve satım batağa saplanmazsa, dolayısıyla zor yoluyla çekidüzene sokulması gerekmezse -ve öte yandan, para ödeme aracı olarak, hak istemlerinin karşılıklı yerine getirildiği ve böylece, ödeme aracı olarak paranın özünde var olan çelişkinin ortaya çıkmadığı bir doğrultuda işlerseve dolayısıyla bunalımın bu iki soyut biçiminden hiç biri gerçek olmazsa, bunalım ortaya çıkmaz. Alım ve satımlar birbirinden ayrılmadığı ve birbiriyle çatışmaya düşmediği ya da ödeme aracı olarak paranın yapısında yer alan çelişkiler fiilen işlevsel hale gelmediği sürece hiçbir bunalım olmaz; demek ki, bunalım, kendisini kendi basit formu içinde, yani alımla satımın çelişkisi ve ödeme aracı olarak paranın taşıdığı çelişki biçiminde ifade etmedikçe, söz konusu olamaz. Ama bunlar yalnızca biçimlerdir, genel olasılıklardır. ... Ancak potansiyel bunalımın gelişme adımları -gerçek bunalım, ancak kapitalist üretimin gerçek hareketinden, rekabet ve krediden çıkarılabilir.21
Öyleyse, kapitalizmde meta üretimin insan gereksinmeleri yerine “kâr” mantığına dayanması, kâr merkezli kapitalist üretimin rekabet içinde olmak zorunluluğu üretim ile tüketim arasındaki dengenin bir türlü kurulamaması sonucunu doğurur. Bu nedenledir ki, genişletilmiş meta üretimi/kapitalist meta üretimi tam bir anarşi süreci içinde gerçekleşir. Tekil kapitalistlerin daha fazla kâr elde etme hırsı, aralarındaki rekabeti artırır artan rekabet üretimin anarşik karakterinin şiddetini/yoğunluğunu artırır. Yine, kapitalizmin temel çelişkilerinden biri olan, üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki kapitalist üretimin anarşik karakterini şiddetlendiren diğer bir nedendir. Kısaca özetlediğimiz bu durum, kapitalist üretimin hareket ettirici yasalarından biri olan anarşi ve rekabettir. Bu anarşi ve rekabet kapitalizmin bunalımlarının da maddi ortamını/koşullarını oluşturur. Kâr oranlarının düşme eğilimi yasası da, aşırı meta üretimi de, aşırı sermaye birikimi de esas olarak kapitalist üretimin 21 Marx, K. Artı-Değer Teorileri, s.491-492
51
Yaşayan Marksizm
temel hareket ettirici yasası olan anarşi ve rekabet ortamında oluşmaktadırlar. Kapitalist üretimin temel karakteri olan bu durum pazarın “doygunluğa” ulaşmasına, meta üretiminin başta işçi ve emekçiler olmak üzere kitlelerin alım gücü sınırlarını aşmasına ve dolayısıyla genişletilmiş kapitalist meta yeniden üretimi için sürekli satılması gereken metaların satılamaması sonucunu doğurur ve bunalımlar patlar. Bunalım sürecinde, üretim sınırlanır kapasiteler boşa çıkar, üretimin paralelinde meta ticareti de sınırlanır, kredi sistemi çöker, krediler geri ödenemez duruma gelir, borsalar tepe taklak gider, hisse senedi, bono, tahvil ve türev ürünleri piyasası bozulur ve değerleri alt üst olur. Bütün bunlar başta küçük işletmeler olmak üzere iflasların ardı ardına gelmesine yol açar. Genel bir çöküntü durumu yaşanır. Çöküntü genelleşir ve yaygınlaşır. Emperyalist kapitalizmin ve mali sermayenin uluslararası niteliği gereği, bir üretim alanında başlayan kriz, tüm ülkeye ve tüm üretim alanlarıyla birlikte tüm ülkelere yayılır ve emperyalist kapitalizm kaçınılmaz olarak genel bunalım içine girer. Bu genel bunalım döneminde uluslararası mali sermaye tekelleri arası rekabet daha bir şiddetini artırır. Pazar paylaşım kavgalarının artması, savaşların ve işgallerin baş göstermesi bunalımın ve çıkış çabalarının ürünü olarak yoğunlaşır. Kapitalizm, rekabet ve anarşinin yarattığı çelişkiler içinde çevrimini sürdürmeye çalışır. Genişletilmiş Kapitalist Meta Üretiminde Aşırı Üretimin Kaçınılmazlığı ve Bunalım Kapitalizmin anarşik karakterinin ürünü olarak oluşan aşırı üretim toplumun tüm ihtiyaçlarının karşılanması ama buna rağmen talep fazlası üretimin varlığı şeklinde gerçekleşmez/gerçekleşemez. Bu kapitalist üretimin toplumsallığı ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin gereği olarak ve kapitalist yeniden üretimde, basit yeniden üretimden farklı olarak iş-gücünün de metalaşmış olması ve kapitalistin tümüyle satmak için üretimde bulunması gereği de mümkün değildir. Bunalım patlamalarına neden olan aşırı üretim göreli bir aşırı üretimdir. Kişilerin, talep sahiplerinin alım gücüne göre aşırı üretim söz konusudur. Hal böyle olduğu içindir ki, bunalım dönemlerinde işçi ve emekçi kitleler daha fazla yoksullaşırlar ve ihtiyaçlarını her zamankinden daha faza karşılayamaz hale gelirler. Dolayısıyla, üretken güçlerin hızlı gelişimi ile tüketimin sınırlılıkları arasındaki çelişki aşırı üretime yol açar. Aşırı-üretimi, sermaye üretiminin genel yasası özellikle koşullandırır; bu yasa, üretici güçlerin belirlediği sınıra kadar üretme, başka deyişle, pazarın fiili koşullarını ya da ödeyebilme gücüyle desteklenen gereksinmeleri dikkate almaksızın, belli bir miktardaki sermayeyle emeği azami ölçüde sömürme yasasıdır.22 22 Age, s.512
52
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
Ancak, aşırı üretim, salt insan gereksinmelerini dikkate almayan kapitalist meta üretiminin ve yine sadece “ödeme gücüyle desteklenen gereksinmeleri” dikkate almayan üretimin sonucu da değildir. Çünkü kapitalist yeniden üretim sadece tüketim nesnelerinin üretimi değil esas olarak da üretim araçlarının üretimidir. Değişmeyen sermaye olan üretim araçlarını nihai tüketici satın almaz. Elbette tüketim nesnelerinin aşırı üretiminin de bunalıma etkisi kaçınılmazdır. Fiili tüketimi ve fiili alım gücünü artırmakla aşırı üretimi dengelemek mümkün değildir. Çünkü, pazarda daha çok alıcı bulan meta kapitalistler tarafından daha çok üretilir, her tekil kapitalist bu metanın üretimine yönelir. Dolayısıyla alım gücünün artması aşırı üretimi azaltmak şöyle dursun artırıcı etki yapar. Kapitalizmin üretim yasalarını görmezden gelerek fiili tüketimi artırmanın koşullarını yaratarak bunalımı önleyebilme iddiasında olanlara diyeceğimiz odur ki: Bunalımlara, fiili tüketim ya da fiili tüketici azlığının neden olduğunu söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir. ... Bir kimse, eğer, işçi sınıfının kendi ürününden çok küçük bir kısım aldığını, bundan daha büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri yükselir yükselmez bu kötülüğe bir çare bulunacağını söyleyerek bu boş yinelemeye derin bir gerekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa, bunalımların, daima ücretlerin genellikle yükseldiği ve işçi sınıfının, yıllık ürünün tüketime ayrılan kısmından daha büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret etmek yeterli olacaktır.23
Ayrıca, kapitalist üretim sadece tüketim nesnelerinin üretimi değil esas olarak üretim araçlarının üretimidir. Üretim araçlarını ise işçi ve yoksullar satın almaz. Aşırı üretim, kapitalist üretim tarzının yapısından kaynaklanan çelişkilerin ürünüdür. Üretimin (ve dolayısıyla iç pazarın) esas olarak üretim araçlarından dolayı gelişmesi yanılsamalı görünür ve kuşkusuz bir çelişki teşkil eder. Bu, ‘bizzat kendisi amaç olan’ gerçek ‘üretimdir’ ... tüketimde buna tekabül eden bir genişleme olmaksızın üretimin genişlemesidir. Ama bu, doktrine ilişkin bir çelişki değil, gerçek hayatın çelişkisidir; tam da kapitalizmin yapısına ve bu toplumsal ekonomi düzeninin öteki çelişkilerine uygun düşen türden bir çelişkidir. Tüketimde buna tekabül eden bir genişleme olmaksızın üretimin genişlemesi, kapitalizmin tarihi misyonuna ve özgül toplumsal yapısına uygun düşmektedir; birincisi, toplumun üretici güçlerinin geliştirilmesinden ibarettir; ikincisi, bu teknik başarılardan nüfusun çoğunluğunun yararlanmasını engeller.24
Bu engelin yarattığı çelişkiler bunalımları tetiklerken, sınıf mücadelesini de keskinleştirir. 23 Marx, K. Kapital – II. Cilt, s. 366-367 24 Lenin, V.I. Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, çev. Seyhan Erdoğdu, Sol Yayınları, Ankara, Birinci Baskı: Eylül 1975, s. 41
53
Yaşayan Marksizm
Şimdi de sermaye birikiminin/kapitalist üretimin hareket yasalarından bir başkasına kâr oranlarının eşitlenmesinden düşmesi eğilimine, bu eğilimin nedeni olarak da kapitalist üretimin gerçekleşme biçimine göz atalım. Sermayenin Organik Bileşimi, Kâr Oranlarının Eşitlenmesinden Kâr Oranlarının Düşme Eğilimi Yasasına ve Bunalım Kâr oranlarının ortalama eşitlenmesi: Kapitalist üretimin dolayısıyla sermaye birikiminin temel karakteri, canlı emeğin ölü emekle ikame edilerek; toplam sermaye harcaması içinde giderek artan bölümün üretim araçlarına (donanım, makine, hammadde vb.) harcanmasıyla sermayenin organik bileşimindeki artış üzerinden genişlemenin, büyümenin gerçekleştiği genişletilmiş yeniden üretimdir. Bu temel karakter bir yandan kapitalist rekabetten diğer yandan sınıf mücadelesinden kaynaklanır. Artı-değer canlı emek tarafından yani sermayenin işgücü satın aldığı kısmı olan değişen sermaye tarafından üretilir. Dolayısıyla her tekil kapitalist satın aldığı ücretli emek tarafından üretilen artı-değerin tümüne doğrudan el koyamaz. Toplam toplumsal sermaye içinde temsil ettiği oran ölçüsünde toplam artı-değerden pay alır. Artı-değer toplumsal düzeyde yeniden bölüşülür ve her sektörde ortalama bir kâr oranı oluşur. Sermayenin organik bileşiminin toplumsal ortalamasının altında bir sermaye organik bileşimine sahip sektörler ya da tekil kapitalistler, satın aldıkları emek-gücü tarafından üretilen artı-değerin tümüne el koyamazlar. Bu artı-değerin bir kısmını sermayesinin organik bileşimi toplumsal ortalamanın üzerinde olan sektörlere ya da tekil kapitalistlere aktarmak zorundadırlar. Bu durum tekil kapitalistler arasında artıdeğerin yeniden bölüşümü nedeniyle rekabet yaratırken esas olarak tüm tekil kapitalistlerin sınıf olarak davranmalarını, dolayısıyla emek sömürüsündeki ortak sınıf çıkarlarının da maddi temelini oluşturur. Üretim aşamasında oluşan artı-değer toplumsal olarak dolaşım aşamasında kâr olarak karşımıza çıkar. (Artı-değer üretim aşamasında, kâr dolaşım aşamasında oluşur. Yine, tekil -kapitalist ve işçi- ilişkilerde artık-değer görülür. Toplumsal ilişkilerde ise kâr. Değer-fiyat arasındaki çelişki gibi artık-değer - kâr arası çelişkide özel/tekil olan ile toplumsal olanın çelişkisidir.) Sermayenin organik bileşimi yüksek olan sektörlerde daha düşük kâr oranı oluşurken, organik bileşimi düşük olan alanlarda kâr oranı yüksek olacaktır. Bu durum kâr oranının yüksek olan sektörlere daha fazla sermaye çekilmesine yol açar. Bu ise üretimi “talebin” üzerinde artıracak, fiyatlardaki gerileme kâr oranlarındaki gerilemeyi hızlandıracaktır. Tersi sektörlerde ise kâr oranı toplumsal ortalamanın altında olduğundan, bu sektörlerden sermaye çekilecek, üretim “talebin” altında kalacak ve fiyatlar sektördeki kâr oranı toplumsal ortalamayı yakalayana kadar yükselecektir. Görüldüğü gibi farklı sektörler arası sermaye akışı ve geriye akışı kâr oranlarının toplumsal olarak eşitlenmesinin temel dinamiğini oluşturur. Kâr oranlarının toplumsal olarak eşitlenmesi, kâr oranlarının düşme eğiliminin de salt tekil sektörlerde değil genel olarak toplumsal ölçekte olmasını koşullar. 54
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
Sermaye birikim sürecinin gereği sermayenin organik bileşiminin sürekli artışı birikim, kriz ve sınıflar mücadelesi arasındaki bağlantının bir başka boyutunu oluşturur. Bu nedenle sermayenin organik bileşimindeki artışın iç yüzüne bakmak gerekecektir. Sermaye hem kendi içindeki rekabet gereği rakiplerine karşı varlığını korumak hem de sınıf mücadelesini denetim altında tutabilmek zorunluluğundadır. Bunun için hem değerlenmek/üretilenlerin tüketilmesi hem de birikmek/genişletilmiş yeniden üretim zorunludur. Sermayenin artık değeri gerçekleştirebilmesi ve artığı çoğaltabilmesi/sömürüyü artırmak ise, maliyetlerden tasarruf edebilmesine ya da üretkenliği artıracak yöntemleri üretime sokabilmesine bağlıdır. Bu amaç doğrultusunda sürekli yeni sömürü yolları ve biçimleri devreye sokulur. Alınan tüm tedbirler ve yeni birikim/sömürü yolları, sermayenin organik bileşiminin yükselmesiyle sonuçlanır. Yani, değişmeyen sermayenin (ölü emeğin) değişken sermaye (canlı emeğe) oranı sürekli olarak artar. Bu da, kapitalist üretimde aşırı birikimi doğurur. Aşırı birikim sorunu, üretimle tüketim arasındaki dengeyi tümden altüst ederek, bir yandan eksik tüketim ya da fazla üretim diğer yandan kâr oranlarının düşme eğiliminin artmasına yol açar. Kâr oranlarında düşüş eğilimi göreceli yavaşsa yani sistem güçlü ise belirli tedbirlerle kendi içinde denge tekrar kurulabilir. Kapitalizm krizi periyodik bir krizle aşabilir. Kâr oranlarının düşme eğilimi sistemin güçsüz olması sonucu şiddetli olduğunda süreç dengeye getirilemez ve birikim bunalımı kaçınılmaz hale gelir. Sermayenin organik bileşimi arttıkça artı değer oranı-sömürü oranı artarken kâr oranları düşer. Bu durumu formüle edersek; D: Toplam üretim, C: Sabit sermaye. V: İş gücü değeri, S: Artı değer. Artı değer oranı: S/V, Kâr oranı: S/C+V’dir. Konunun daha anlaşır olması için durumu bir de sayısal örnekle açıklayalım: Örneğin, bir ülkede bir yıllık üretimde yaratılan toplam değer 500 birim. Bu 500 birimin 300’ü değişmeyen sermaye (makine ve donanım ve hammadde vb. yatırılan sermaye), 100’ü değişen sermaye (iş gücünün satın alınmasında kullanılan) ve 100’ü de artı-değer. (İşçilerin emeğinin ödenmeyen, kapitalistler tarafından el konulan bölümünün karşılığı olan değer.) Bu örnekte artı-değer oranı (artıdeğer/değişen sermaye x 100) 100/100 x 100 = % 100’dür. Kâr oranı ise (kâr/ [değişmeyen sermaye + değişen sermaye] x 100) 100/400 x 100 = %25’dir. Bu ülkede diyelim ki, 5 yıl sonra sermayenin organik bileşiminde bir yükselme olsun. Yeni teknolojik gelişmelerin gereği üretime yeni makine vb. sokulması sonucu, değişmeyen sermaye bölümünde 100 birimlik bir artış olsun. Diğer verilerde bir değişiklik olmasın. Yani yaratılan toplam değer 600 birim. Bu 600 birimin 400’ü değişmeyen sermaye; 100’ü değişen sermaye; 100’ü de artı-değer. Bu durumda artı-değer oranında bir değişiklik yoktur: 100/100 x 100 = % 100. Fakat kâr oranında bir düşme vardır.100/(400+100) x 100 = % 20. Bir bütün olarak yaratılan 55
Yaşayan Marksizm
değer büyümüştür; sermaye büyümüş, bu büyümede sermayenin organik bileşiminde bir yükselme olmuş, fakat buna bağlı olarak kâr oranı düşmüştür. Yani sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, ortalama kâr oranının düşmesine yol açmaktadır. Buna karşılık, düşme eğilimine karşı koyan etkenler de vardır. Emeğin sömürü yoğunluğundaki artışlar, ücretlerin emek-gücü değerinin altına düşmesi, değişmeyen sermaye ögelerinin ucuzlaması, nispi aşırı nüfus artışı, dış ticarete yönelim, hisse senetli sermaye artışı kâr oranlarındaki düşüş eğilimini azaltan ters yönlü etkilerdir. Etkilerin işleyişinin ayrıntısına bir başka yazıda değinmek üzere, bu etkileri yaratmak için kapitalistlerin yaptıklarını sıralayalım: Teknolojik gelişim ve yenilenme üzerine yoğunlaşmak. Sürekli yeni ve ucuz hammadde kaynaklarına sahip olma mücadelesi vermek. Emperyalist kapitalist sistemin doğası gereği daha fazla talep ve yeni pazar ihtiyacı için siyasi, ekonomik ve askeri işgallere ve pazar paylaşım savaşlarına hız kazandırmak. İş gücünü ucuzlatacak, sömürüyü katmerleştirecek yeni üretim teknik ve emek istihdam biçimlerini yaşama geçirmek. Ancak bu etki ve önlemlerin işlevi düşme eğiliminin sadece geciktirilmesinden ibaret olup aynı zamanda süreçle daha yıkıcı bir şekilde kâr oranlarının düşmesine de yol açarlar. Yanlış anlamaları önlemek için son olarak belirtmek gerekir ki; sanayi çevrimi içinde kâr oranlarındaki yükselme ve düşmelerin, üretimdeki yükselme ve düşmeler ile sıkı bir bağlantı içinde olduğu açıktır. Ancak tek başına kâr oranlarındaki düşme eğilimini krizin nedeni olarak açıklamak da doğru olmayacaktır. Kâr oranlarındaki düşme eğilimi diğer hareket ettirici yasaların işlerlikleriyle birlikte ele alınmalıdır. Ancak burada kâr oranlarının düşme eğilimi yasası en etkin dinamik olarak karşımıza çıkar. Sonuç olarak, kapitalizmin bunalımlarının yapısal olduğunu vurgulamakla her bunalımın özgün bir sebebin öne çıkmasıyla doğmuş olabileceğini, ancak tüm bunalımların bir neden sonuç diyalektik ilişkisi içinde değerlendirilecek olan kapitalizmin hareket yasaları sonucu ve nihayetinde üretici güçleri sürekli olarak kârlılık sınırının ötesinde geliştirmesindeki çelişkiden doğduğunu görmek gerekir. Bunun içindir ki sermayenin gelişme düzeyi ne kadar yüksekse, üretimin/üretici güçlerin gelişiminin önüne o kadar engel olarak çıkar. İnişli çıkışlı seyreden ama hep bir öncekine göre azalarak dalgalanan kâr oranları kârlılığı sınırlarken, üretici güçlerin gelişimi sürekli çıkış çizgisini takip eder. Bu antagonist çelişki kapitalizmi bunalımlara sürüklemekle kalmaz nihai olarak çöküşünün de nedeni olur. Bunalımlara Maddi Temel Sağlaması Yönüyle Sanayi Çevrimleri Devrevi bunalımlar emperyalist kapitalizmin tarihsel ve fiziksel sınırlarına dayandığı günümüzde sürekli denilebilecek kadar kısa aralıklarla gerçekleşmektedir. Aslında, kapitalist üretim tarzının karakteri gereği devrevi bunalımlar kapitalizmin tarihi boyunca gittikçe sıklaşan sürelerle görülmektedir. Sanayi çevrimleri 56
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
bunalımlara maddi temel oluşturur. Şöyle ki, Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında, bir çok yılı, diyelim ortalama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi bir yanda bu ömrü uzattığı halde, öte yandan da bu ömür, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devrimler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar fiziki olarak tükenmeden çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu getirir. Modern sanayinin temel dallarında bu yaşam çevriminin ortalama on yıl olduğu varsayılabilir. Ne var ki, biz burada kesin rakamlar ile ilgili değiliz. Şu kadarı açıktır: bu süre içerisinde sermayenin sabit kısmı tarafından hareketsiz tutulduğu birkaç yılı kapsayan birbiriyle bağıntılı devirler çevrimi, devresel bunalımlara maddi bir temel sağlar. Bu çevrim sırasında, işler, birbirini izleyen durgunluk, orta derecede faaliyet, hızlanma ve bunalım dönemlerinden geçer. Sermayenin yatırılmış olduğu dönemlerin birbirlerinden çok farklı olduğu ve zaman bakımından çakışmaktan çok uzak bulundukları doğrudur. Ama bir bunalım, daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur. Bu nedenle, bir bütün olarak toplumun bakış açısından, bir sonraki devir çevrimine az çok yeni bir maddi temeli sağlarlar.25
Yine devrevi bunalımların yaklaşık onar yıllık devirlerinin gittikçe kısalacağının ve sürekli bir hale doğru gideceğinin işaretleri daha serbest rekabetçi kapitalizm döneminde ortaya çıkmıştır. Daha o yıllarda, Engels’in Kapital’in “İngilizce Baskıya Önsöz”ünde belirttiği üzere, ...Üretici güç, geometrik oranla arttığı halde, pazarlar olsa olsa aritmetik oranla büyüyor. 1825’ten 1867’ye kadar durmadan yinelene gelen onar yıllık durgunluk, gönenç, aşırı üretim ve bunalım dönemleri, gerçekten ömrünü tamamlamış gibi görünüyor; ama yalnızca bizi devamlı ve süreğen bir depresyonun bataklığına bırakmak için. Özlemle beklenen gönenç dönemi gelmeyecek; bunu haber veren belirtileri görmekle bunların ufukta kaybolmaları bir oluyor(du).26
Emperyalist Kapitalizmin Son Genel Bunalımına Dair Yanılsama ve Kapitalizmin Boşa Çıkan Çabaları Küresel emperyalist kapitalizm ilk genel bunalımını yaşıyor. ABD’de başlayıp tüm Dünya’ya yayılan küresel kapitalizmin krizinden sıkça finansal kriz olarak söz edilmektedir. Bu ifadelendirme esas olarak finansal ve üretim alanlarını ayrı ele almanın ürünü olarak yapılmaktadır ki, bunun kapitalizmin krizini anlama, 25 Marx, K. Kapital – II. Cilt, s.170 26 Marx, K. Kapital – I. Cilt, s.39
57
Yaşayan Marksizm
işçi sınıfının lehine dünyayı değiştirme ve kapitalizmi yıkma mücadelesinin teorik argümanlarını üretmede yanılsama yarattığı açıktır. Emperyalist kapitalizmde finansal alan ile üretim alanının birbirinden ayrılması mümkün değildir. Bu iki alan birlikte değerlendirilmeli ve kapitalizmin salt finansal değil bir bütün olarak krizinden söz edilmelidir. Kapitalizmdeki sermaye birikimi ve emek-değer teorisine baktığımızda finansal alanın kapitalizmin reel sektör denilen (mal üretimi alanı) kadar reel bir unsuru olduğu görülecektir. Dolayısıyla, bugünkü kriz spekülatif finans hareketlerinin ürünü değil kapitalist üretimin doğası gereğidir. Sermayenin aşırı birikimi sermayenin değersizleşmesi riskini doğurur ve bunalım baş gösterir. Sermaye aşırı birikimi değersizleşme olmadan çözmek için harekete geçer. Yapabileceği sermayeyi meta ya da para sermaye olarak ihraç etmektir. Bu durum aynı zamanda Kapitalizmin yatay ve dikey gelişiminin de gerekliliğidir. Başlangıçta meta sermaye olarak bağımlı ülkelere açılarak aşırı üretimi dengelemeye çalışan sermaye, bu sefer para sermaye olarak bağımlı ülkelere ihraç edilir. Para sermaye bu ülkelerde bir yandan kredi olarak satışa sunulurken diğer yandan menkul kıymete dönüşerek tam anlamıyla mali sermaye olarak boy gösterir. Ancak bu çabaların önünde bağımlı ülkelerin kapitalist gelişimindeki sorunlar vardır. Kapitalist gelişmişlik ve üretken sermaye yatırımları çoğu yerde emperyalist kapitalistlerce satışa çıkarılmış kredi biçimindeki para sermayeyi alacak düzeyde değildir. Özellikle kriz dönemlerinde kredi alarak üretken sermaye yatırımlarını sürdürecek sermaye kesimi sınırlı kalır. Diğer yandan, kapitalizmin fiziksel sınırları vardır. Kapitalizmin pazar paylaşımının tamamlanmadığı yıllarda, sermaye yeniden üretim maliyetine katlanmadığı yeni kaynaklara ulaşabiliyordu. Yeni topraklara el konulması bunun en tipik örneklerinden biridir. Artık emperyalist kapitalizmin bu olanağı tükenmiştir. Son 20-30 yılda ise neo-liberal politikalar doğrultusunda ulusal devletlerin küçültülmesi adıyla tüm kamu hizmetleri metalaştırılıp sermayenin hizmetine sunularak sorun çözülmeye çalışılmaktadır. Ancak bunun da sınırına gelinmiştir. Aşırı birikmiş finansal sermaye üretken alanlara akamamaktadır. Aktığı durumda da kapitalistler arası şiddetlenen rekabet üretken alanın çekiciliğini yok etmektedir. Sonuç olarak kapitalizm, finansal sermayenin aşırı birikiminin önüne geçememekte, mali sermayede aşırı bir değerlenme baş göstermektedir. 70’li yıllardan bu yana finans piyasalarında yaşanan ürün çeşitlenmesinin nedeni de sistemin aşırı birikim krizine girmiş olmasıdır. Çoğunlukla sermayenin “reel sektörden çok finansal alanlardan kâr ettiği, bunun için kolay para kazanılan alanlar olarak finansal alana kaydığı” söylenir. Bu kapitalizmin hareket yasalarını göz ardı eden bir açıklama olup gerçeği yansıtmamaktadır. Dolayısıyla finansal alana yönelimin nedeni, bu alanın daha “kârlı” olması değil yazının bütünü içinde açıklamaya çalıştığımız sistemin yapısal işleyişinin getirdiği kaçınılmaz bir zorunluluktur. Ama bütün bu çabalar boşa çıkmış ve kapitalizmin bir dönemini kapatacağı kesin olan genel bunalım içine girilmiştir. 58
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
Bunalım Sonrası Emperyalizmin Küresel Tek Dünya Tekeline/Barış İçindeki Ultra Emperyalizme Dönüşmesi Mümkün mü? Bunalım sonrası, kapitalizm toplumsal formasyonlarındaki değişikliklerle devam etse bile (uzun bir süreyi kapsayacak olan genel bunalım sürecine rağmen en büyük olasılık bu görünüyor) bu gidiş küreselleşme ideologlarının dediği gibi tek bir dünya tekeli haline gelen dünya kapitalizmine gidiş olmayacaktır. Sermayenin sürekli yoğunlaşması ve merkezileşmesi tekelleşmeyi doğurmuştur. Her bunalım süreci iflaslar, şirket birleşmeleri, satın almalar vb. olaylar sonucu tekelleşmenin/sermayenin merkezileşmesinin daha da artığı dönemler olmaktadır. Ama bu durumun barış içinde, rekabetin ve tekil sermaye gruplarının olmadığı kapitalist geleceğin olanaklı olduğu ve gidişin oraya doğru olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü, “Kavramsal açıdan rekabet, sermayenin içsel dinamiğinin, özünü tanımlayan yapının, çok sayıda sermayenin karşılıklı etkileşimi biçiminde belirmesi ve realize edilmesi; iç dinamiğin dışsal bir zorunluluk biçiminde tezahür etmesidir. (Sermaye ancak çok sayıda sermaye biçiminde var olabilir ve dolayısıyla sermayenin kendi kendini yönlendirişi, bu çok sayıda sermayenin karşılıklı etkileşimi şeklinde gözükür.)” 27 Yine, “...tüm kapitalist gelişme, kapitalizmin çelişkilerinin giderek genişleyen bir ölçekte sürekli yeniden üretilmesi sürecinden başka bir şey değildir. Kapitalist bir ekonomi biçimiyle dünya ekonomisi gelecekte içerisindeki gizli uyum eksikliğinin üstesinden gelemeyecektir. Aksine bu uyum eksikliği giderek genişleyen ölçekte yeniden üretilmeye devam edecektir.”28 Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması tekeller arası rekabeti azaltmak değil şiddetlendirmek yönünde etki yapacaktır. Bu kapitalist üretimin genel karakterinin gereğidir. Sınıflar mücadelesi tarihi ultra-emperyalizmin değil, mutlak bir gün, Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır, böylece kabuk parçalanır, kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.29
önermesinin gerçekleşeceğini kanıtlamaktadır. Öyleyse, barış içinde bir süper emperyalizm çağı düşlemek “kapitalizmi yerinde bırakarak proletaryayı yok etmenin mümkün olabileceği hayali gibi ciddiye alınamayacak bir rüyadır.”30 Bunalım sonrası olasılıklardan biri emperyalizmin barışçıl çağı değil (böyle bir emperyalist çağ asla olmayacaktır) şiddet, baskı, zor ve savaşlarda ifadesini bulan çelişkileri keskinleşmiş bir emperyalist kapitalizm dönemi olacaktır. Kapitalist üretim rekabet olmadan yaşayamaz. Kapitalistler arası ‘barışçı uzlaşmalar’ tümüyle geçicidir. 27 Marx, K. Grundrisse, s.455-456 28 Buharin, N. Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, çev. G. Akalın ve U. S. Akalın, Spartaküs Yayınları, İstanbul, 1996, s.132 29 Marx, K. Kapital – I. Cilt, s.782 30 Hilferding’ten aktaran Buharin, N. Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, s.131
59
Yaşayan Marksizm
Diyelim ki, bütün emperyalist devletler bu Asya ülkelerini ‘barışçı’ yoldan bölüşmek için aralarında birlik kurdular. Bu birlik ‘uluslararası düzeyde birleşmiş bir mali-sermaye’ birliği olacaktır. ... kapitalist düzenin sürüp gitmesi koşuluyla (Kautsky tam da bu koşulu varsaymaktadır) bu ittifakların kısa süreli olmayacakları, olanaklı olan her biçimde ortaya çıkacak sürtüşmeleri, anlaşmazlıkları, savaşımı önleyecekleri düşünülebilir mi?... kapitalist sistemin gerçeklerine göre hangi biçime bürünürse bürünsün, ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi, isterse bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun, ‘inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifakları, kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki dönemlerin ‘mütarekeleri’ olmaktan başka anlam taşımamaktadır. Barışçıl ittifaklar savaşları hazırlar ve savaşlardan doğar; tek ve aynı temel üzerinde, dünya siyasetinin ve dünya ekonomisinin emperyalist bağlantı ve ilişkileri temeli üzerinde barışçı olan ve barışçı olmayan savaşımın almaşık biçimlerini yaratarak, biri ötekini koşullandırır.31
Kaldı ki, bu gün bunalım dönemidir. Bunun anlamı “uzlaşmaların” değil çatışmaların/şiddetin döneminde olunduğudur. Son otuz yıllık neo-liberal politikaların belirlediği ve emperyalist kapitalizm yerine küreselleşme kullanılarak yeni bir çağa girildiği yalanı ve bununla paralel tekrar dillendirilmeye başlanan ultraemperyalizm olasılığının mümkün olmadığı konusundaki parantezden sonra ne olacağı üzerine durmak gereklidir. Konunun sınıf güçlerini ilgilendiren en önemli kısmı da burasıdır. Büyük Buhran Sonrası Emperyalist Kapitalizmin Geleceği Son genel bunalım sonrası dünya toplumlarını nasıl bir gelecek bekliyor sorusuna dair ön görülerimize geçmeden önce yaklaşık 30 yıldır emperyalist kapitalizmin krizden çıkmak için öne çıkardığı politikaları tasnifleyerek özetlemek zorunluluk olacaktır. Çünkü emperyalist kapitalizmin bu güne kadar yaptıkları bundan sonra neleri yapıp yapamayacağınında ipuçlarını verecektir. Dahası kapitalizmin tarihsel ve toplumsal/fiziksel sınırlarının neresinde olduğunu görmemizi sağlayacaktır. Keynesyen politikaların belirleyiciliğindeki ekonomik/toplumsal formların krizleri önleyemediğini yaşayarak gören sermaye sınıfı, ekonomiyi, devleti ve toplumu yeniden dizayn etmek üzere son otuz yıldır yoğun bir çaba içine girmiş bulunmaktadır. Washington Uzlaşması olarak da ifade edilen neo-liberal politik yönelimle birincisi, kapitalist ekonomik işleyiş yeniden düzenlenmiş, liberalleşme adıyla, sermaye hareketini kısıtlayan her türlü engelin kaldırılması, spekülatif hareketlerde dahil olmak üzere sermayenin hiçbir kısıtlama olmadan istediği gibi hareket etmesi, her yere kimseye hesap vermeden girip çıkması için düzen31 Lenin, V.I. Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. Cemal Süreya, Sol Yayınları, Ankara, Yedinci Baskı: Haziran 1979, s.143-144
60
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
lemeler yapılmış; özelleştirme, taşeronlaştırma ve çalışmanın esnekleştirilmesi üzerinden işçiler örgütsüzleştirilmiştir. İkincisi, yeni bir toplum örgütlenmesine gidilmiş, sınıf mücadelesi dinamikleri parçalanırken, yeni toplumsal çelişkiler ve farklılıklar birbirinden kopuk ve bağımsız olarak toplumun gündemine sokulmuştur. “Sivil toplum” ve STK’lar ideolojik birer araç olarak öne çıkarılmış ve muhalif kesimlerin düzene entegre edilmeleri için kullanılmış/kullanılmaktadırlar. Bireycilik geliştirilmiş, toplum değil bireyin (aslında bireycilik) esas olduğu bir kültürel iklim yaratılmıştır. Üçüncüsü, özelleştirmelerin de bir yan desteği olarak “hantal devlet”ten kurtulma yalanıyla devletin ekonomik alandan uzaklaştırılması gerektiği düşüncesi işlenmiş ve ideolojik bir hegemonya kazanmıştır. Devletin ekonomik alana müdahale etmemesi olarak sunulanın, aslında kapitalistlerin tek yanlı çıkarları doğrultusunda yapılan müdahalelerin gizlenmesi yalanından başka bir şey olmadığı açıktır. Bu yalan rüzgarı sürecinde devletin yeniden yapılandırılması ve küçültülmesi adıyla yasal düzenlemelere gidilirken yönetişim uygulamalarıyla ademi merkeziyetçilik ve yerelleşme ile tüm alanlar sermayenin emrine verilmiştir. Ama bütün bu önlemler ara ara krizi ötelese de kaçınılmaz bir şekilde kapitalizm bir kez daha genel bunalımın içine düşmüştür. Böylece neo-liberalizmin iflasıyla 30 yıllık aldatmaca da sona ermiştir. Şimdi neo-liberalizmin kendi kendine iflasını da açık eden genel bunalımın son sürecine kısaca bir göz atalım: ABD’de patlak veren emperyalist kapitalizmin krizinin bir geçmişi vardır. Aşırı üretimin sonucu daha 1997 yılında ABD imalat sektörü, büyümeyi durdurma kararı almış idi. İzleyen yıllarda birçok sanayi sektörü fazla kapasite sorunuyla boğuşmaya başladı. 2002 yılında durum 1929 bunalımındaki düzeye gelmişti. Sermaye aşırı üretim ve birikimi aşmak üzere finans sektörüne yöneldi. Son olarak, kitlelerin alım gücüne göre göreli olarak aşırı konut üretiminin yarattığı satım ile alım arası yaşanan dengesizliği aşmak için kredilendirme yoluyla kitlelerin alım gücünü artırma yoluna gidilmiş (aslında kredi/borçlanma sistemi sadece göreli aşırı üretimin varlığında değil her durumda satma ve satın alma ilişkisindeki denge adına mali sermaye tarafından kullanılmaktadır) mali sermaye bankalar aracılığıyla kredi bolluğu yaratarak insanları geleceklerini satmalarına yönlendirmiştir. Kâr için yapılan üretimin alım satım dengesi bozulmuş, kredi bolluğu aşırı üretim ve birikimin çaresi değil yıkımı olmuştur. Kredilerin geri ödemelerinin olmaması önce bankaları vurmuş, giderek sigorta şirketlerine ve borsayı kıskacına alarak, tüm ABD ekonomisini etkisi altına alırken, küresel kapitalizmin doğal sonucu hızla uluslararası bir yayılmayla dünya kapitalizminin genel bunalımına dönüşmüştür. Bankaların iflası, el değiştirmeler veya devletleştirmeler ardı ardına gelirken nihayet General Motors’un 1 Haziran 2009 tarihi itibariyle iflastan koruma başvurusunda bulunmasıyla, şirketin %60 hissesi devletleştirilmiş oldu. ABD ekonomisindeki daralmaları ayrıntılı olarak rakamlara dökebiliriz. Ama gerek yok, her gün gazetelerden okuyoruz. İflasını ilan eden, üretimi kısan şirketlere her gün bir yenisi ekleniyor. ABD’den sonra İngiltere, Fransa ve Almanya gibi emperyalist ülkelerde de bunalım derin61
Yaşayan Marksizm
leşti. Almanya devleti Opel’e el uzatarak kurtarırken, Arcandor iflasını açıkladı. Bugün tüm dünyaya yayılan kapitalizmin genel bunalımı sürüyor. Kapitalizmin genel bunalımlarının birbirinin aynen tekrarı olmamakla birlikte ortak olan özelliklerinden biri de, genel bunalım sonrası kapitalizmin gerek ekonomik gerek siyasal olarak aynen devam edemediği/edemeyeceği gerçekliğidir. 1929 Büyük Buhran’ından sonra, uzlaşı ve sınıf işbirlikçiliğine dayanan bir üretim örgütlenmesi oluşturulmuş, refah toplumu ifadeleriyle ideolojik boyut kazandırılan toplumsal formasyona geçilmiştir. Siyasal üstyapıda da refah toplumunun paralelinde refah devleti/sosyal devlet modeli üzerinden sınıf mücadelesi Keynes’çi politikaların desteğiyle kontrol altına alınarak yeni sürecin toplumsal formasyonu tamamlanmıştır. Emperyalist kapitalizmin son genel bunalımı da, sadece ekonomik sonuçlar üretmeyecek, siyasal üstyapı kurumlarında da bir krize yol açarak yeni bir döneme geçilmesini kaçınılmaz kılacaktır. Çünkü kapitalist üretim demek sermaye birikimi demektir. Sermaye birikimi ise üretimin toplumsallığı ile özel mülkiyet çelişkisine dayanan, sınıf çelişkilerinin/mücadelesinin, dolayısıyla üretici güçler ile üretim ilişkileri çelişkisinin mücadele sürecinin ürünüdür. Yeni dönemin nasıl şekilleneceğini sınıflar mücadelesi belirleyecektir. Olasılık muhtelif değil iki tanedir. Ya emperyalist kapitalizm yeni bir birikim tarzına geçerek kapitalist üretim tarzını bu yeni formasyon içinde sürdürmenin bir yolunu bulacak ya da üretim tarzının devrim yoluyla değiştirilmesiyle sosyalist üretim tarzı ile sonuçlanacaktır. Kapitalizm bu yeni formasyona geçmesi öyle kolayca olmayacaktır. Örneğin Türkiye’de sermaye sınıfı ve sermayenin ideologlarının yaratmaya çalıştığı iyimser tablo yaşanmayacaktır. Tüketim kampanyaları düzenleyerek, ekonomik büyüme, dış ticaret dengesi, ihracatın artırılması gibi önlemler ile kalkınma ve refah toplumu haline gelmenin mümkün olduğunu vaaz ediyorlar ve bu doğrultuda tedbirler alınıyor. Daha önce ifade etmiştik, kapitalist üretim sermaye birikimi demektir. Öyleyse, ekonomik büyüme, kalkınma laflarıyla yapılmaya çalışılan sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin sağlanması çabasından ibarettir. Kapitalizm ile kalkınma yan yana gelebilecek olgular değildir. Geçmiş bunalım dönemlerinde olduğu gibi küresel kapitalizmin bu günkü genel bunalım dönemi de bir yönüyle, kapitalistler arası pazar mücadelesinin şiddetlendiği ve şiddet yoluyla süren mücadele sonucu bazı kapitalistler batarken diğerlerinin yeni bir formasyonla sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesini artırarak devam ettikleri süreçler olurken; diğer yanıyla, burjuvazi ile işçi ve yoksul sınıflar arasındaki mücadelenin de keskinleştiği, zora dayalı politika ve yöntemlerin yoğun bir biçimde yaşam bulacağı bir süreç olacaktır. Bu süreç ikinci olasılık doğrultusunda gelişip sosyalizm çağı ile tamamlanamaz ise diğer olasılık yeni bir birikim tarzı ile kapitalizmin devamı ile sürecektir. Kapitalizmin yeni birikim tarzı ile yola devam edebilmesinin koşullarının yaratılmasındaki zorluklar sürecin uzunluğunu, şiddetini ve barbarlık düzeyini belirleyecektir. Görünen o 62
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
ki, bunalımdan çıkış süreci dibe vurmuş bir şekilde uzunca bir süreyi kapsayacaktır. Bu süreçte “suyun” dibinden uzunca bir süre yol alabilecek araçlara sahip olanlar ya da başkalaşım geçirerek “solungaç” geliştirenler yaşamda kalacaklardır. Eğer, durum bu ise -ki, budur- dünya ölçeğinde şiddete dayalı politikaların geliştiği, kapitalistler arası rekabet ve şiddetin arttığı bir süreç yaşanacaktır. Benzer durum işçi sınıfı ve onun örgütleri sendikalar içinde geçerlidir. Yeni koşullara uzunca bir süredir zaten uyum gösteremeyen sendikalar, uzun sürecek bu dönem içinde yapısal değişime iyice zorlanacaklardır. Yapısal değişimin gereklerini iyi okuyan ve buna göre örgüt ve mücadele dinamiklerini geliştirenler ayakta kalacaklar, diğerleri tümüyle yok oluşla karşı karşıya kalacaklardır. Ne Yapmalı? Bugünden, krizin faturası işçi ve yoksul sınıflara ödettirilmeye çalışılmaktadır. Bu faturayı ödememek gerekiyor. Biliniyor ki, sınıflı toplumlarda dolayısıyla kapitalist toplumda, Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli gelişme derecesine tekabül eder. ... Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde devindikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelir. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, çok ya da az bir hızla altüst eder.32
Ancak bu altüst oluşların kendiliğinden toplumsal devrime yol açacağı düşünülemez: Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, iktisadi üretim koşullarının altüst oluşu ile ... insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik biçimleri ayırt etmek gerekir33
ve bu gereklilik işçi sınıfına/sosyalistlere görevler yüklemektedir. Bu görevleri bilince çıkarabilmek için öncelikle kapitalizmin kendiliğinden bunalım yoluyla çökmeyeceğini görmek gerekiyor. Kapitalizm için bunalım çöküşü ifade ettiği gibi sistemin kendini yenilemesini de ifade eder. Bugün bu yenileme kolay olmayacaktır. Çünkü, yazı içinde anlatılan bir çok etkenin yanında kapitalizm fiziksel ve tarihsel sınırlarına dayanmıştır. Bilindiği üzere kapitalist sistem iki boyutta geliştir. Bir yandan henüz kapitalist bağımlılık içine girmemiş alanlara doğru yayılır. Bu 32 Marx, K. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, Beşinci Baskı: Eylül 1993, ss.2127 içinde “Önsöz”, s.23 33 Agy.
63
Yaşayan Marksizm
“yaygın bir şekilde”34 büyümedir. Diğer yandan ilişkilerin derinliğine gelişmesi söz konusudur. Bu ise “yoğun bir biçimde” büyümedir. Artık emperyalist kapitalizm yaygın büyümenin fiziksel sınırlarına dayanmıştır. Bunun içindir ki, gün sınıflar mücadelesinin olabildiğince keskinleşeceği gündür. Keskinleşen sınıf mücadelesi bugün için devrimci bir durum oluşturacak gibi görünmüyor. Ancak şu da bir gerçek ki, bu dönemin özelliklerinin de etkisiyle işçi sınıfı ve sosyalist hareket yavaş da olsa nicel bir gelişim ve hareketlilik içine girecektir. Ancak burada, nicel gelişmelerin sosyalist hareketin farklı örgütleri tarafından nasıl okunacağı önem kazanacaktır. Bu nicel gelişim, her örgütlenme tarafından, kendinin sınıf mücadelesinin öncü gücü olma rolünü kazandığı şeklinde okunur ise devrim mücadelemiz bir kez daha başarı olanağını yitirir. Nicel gelişim, sosyalizmin yeniden kuruluş imkanlarının pratik yaşam içinde de filizlendiği şeklinde okunur ve bunun gereği teorik ve pratiğin birliğinin gücüyle, yaşam içinde sınana sınana yeniden kuruluş imkanları kuvveden fiiliyata geçirilebilirse sosyalizm sınıf müttefiklerinin olduğu gibi sınıf düşmanlarının gözünde de somut bir güç ve seçenek olarak boy verir. İşte burada işçi sınıfının bilinçli müdahalesi belirleyici rol oynayacaktır. Sosyalizmin bittiği, devletin ekonomiye müdahalelerinin tarihe karıştığı, her şeyi piyasaların belirlediği ve küreselleşen kapitalizmin tek ve ezeli seçenek olarak sürdüğü yalanını yayan neo-liberalizmin ideolojik hegemonyası son bunalımla büyük bir sarsıntıyla çöktü. Bu koşullarda işçi sınıfı mücadeleyi yükselterek karşı ideolojik hegemonyayı oluşturabilir/oluşturmalıdır. Kapitalizmin ideolojik hegemonya yitimi ve genel bunalımı bunun olanaklarını var etmiştir; işçi sınıfı ve sosyalist hareket bu olanağı fiiliyata geçirmek sorumluluğunu taşımaktadır. Bunun için 21. yüzyıl sosyalizmini geçen yüzyılın çöken sosyalizminin teorik, politik ve örgütsel boyutlarıyla kapsamlı bir eleştirisi üzerinden kitleler nezdinde tekrar ayakları üzerine dikmek göreviyle yüz yüzeyiz. Bu görevin diğer kısmını, işçi sınıfının tekrar kendi için siyasete müdahil olması merkezindeki yeniden yapılanma çalışmalarının sosyalist hareketin bileşik partisinin inşasıyla tamamlamak oluşturmaktadır. Bunlar işçi sınıfının bu günkü temel görevinin bir yanını oluşturmaktadır. Sosyalist hareketin ve işçi sınıfının bu günkü temel görevinin diğer yanı, devrimci demokrasi programı etrafında demokrasi cephesi olarak örülecek açık alanda bir örgütlenme oluşturmaktadır. Bu örgütlenme, Kürt özgürlük mücadelesi ile sosyalist hareketin stratejik ortaklığını sağlayacak şekilde tüm demokrasi güçlerini bir araya getirmelidir. Sosyalizmin yeniden kuruluş dinamikleri üzerinde yükselen bileşik bir işçi sınıfı partisi ve demokratik birlik hareketi örgütlenmesinin birbirini besleyen örgütlenmeler olarak yaşam bulmasıyla işçi sınıfının mücadelenin öncü gücü olarak tarihsel rolünü yerine getirmesi gerçekleşebilecektir. Böylesi bir örgütlenme ve mücadele, kapitalizmin bunalımını işçi sınıfı ve ezilen halklarımızdan yana çözmenin güvencesini oluşturacaktır. 34 Buharin, N. Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, s.13 vd.
64
Bunalım Düzeni: Emperyalist Kapitalizm
Kapitalizmin bunalımını ve geldiği noktayı ezber bozarak tahlil edip bu iki görevi yerine getiren ve işçi sınıfının bileşimindeki değişimleri gören bir yerden örgütlenme ve mücadele biçimlerini geliştiren sosyalistler; uluslararası enternasyonalist dayanışma ve örgütlülükle taçlandırdığı mücadeleleriyle sermayenin topyekun saldırısına, topyekun karşı saldırıyla karşılık vermelidirler/vereceklerdir. Bizi bekleyen ya sosyalizm ya da barbarlıktır!
65
Kriz ve Hegemonya Haluk Yurtsever
Giriş Tarihin ne denli önemli olduğu tam olarak ancak yaşandıktan sonra anlaşılacak dönemlerinin birinden geçiyoruz. Bu büyük buhran ve dönüşüm dönemini yaşarken kavramak sosyalizm mücadelesi açısından çok büyük önem taşıyor. Dergimizin bu ilk sayısında, bugünkü dünyayı ve derinleşerek süren kriz sürecini, kapitalizm-kriz ilişkisini, tarihsel, toplumsal ve güncel yönleriyle, teorik ve ampirik boyutlarıyla çözümleyen çeşitli yazılar yer alıyor. Okumakta olduğunuz yazının konusu ise, emperyalist-kapitalist sistemin kriz koşullarında ağırlaşan hegemonya sorunsalını değişen içeriği ve yol açmakta olduğu gelişmeler ufkunda incelemek. Burjuva ideologları, medya büyücüleri 1990’larda ideolojik taarruzlarını, “Marx öldü, Marksizm öldü. Kapitalizm üstün geldi!” üzerinden kuruyorlardı. Şimdi, “Marx haklı çıktı!” dedikleri duyuluyor. “Marx öldü” derken de “Marx haklı çıktı” derken de devrimci Marx’ın en önemli çağrısını, dünyanın pratik eleştirel insan eylemiyle değiştirilmesinin olanaklı ve gerekli olduğu iletisini unutturuyorlar. Marksistler arasında da krizleri “kapitalizmin sonu” olarak algılayan, en azından bu önermeye bir propaganda söylemi olarak sıkça başvuranlar var. Bu bakışa da, krizle kapitalizmin yıkılması arasında otomatik-mekanik bir ilişki kurduğu, edilginleştirici bir ileti verdiği için mesafeli durmak gerekiyor. Kapitalizm, doğası gereği krizsiz olamayan, yaşamını krizlerden beslenerek sürdüren, bugüne dek yaşadığı krizleri ekonomik-siyasal şiddetin eşlik ettiği “tersinden” çözümlerle aşan ama her seferinde krizlere yol açan çelişkileri, dinamikleri daha da güçlendiren bir sistemdir. Üretici güçlerin üretim ilişkilerine isyan ettiği, kapitalizmin çözümsüz çelişkilerinin keskinleştiği, verili sermaye 67
Yaşayan Marksizm
birikim sürecinde tıkanıklığın baş gösterdiği kriz uğrakları, aynı zamanda toplumsal altüst oluş dönemleridir. Bir kez böyle bir evreye girildiğinde olayların eski seyrinde yürümesi olanaklı değildir. Sistem, ilke ve işleyişlerini yenilemek, yeniden yapılanmak, ya da bir “sistem”e sistem olma niteliği kazandıran kendini yeniden üretme gücünü yitirmek olasılıklarıyla yüz yüzedir. Kriz dönemlerinin, buradan bakıldığında kapitalizmin temel sınıfsal çelişkisinin (emek-sermaye), kapitalizm-sosyalizm arasında tarihsel bir karşılaşmaya (konfrontasyon) doğru büyüdüğü, düğümün sınıf mücadelesi yöntemleriyle çözüldüğü uğraklar olduğunu söyleyebiliriz. Kriz ne denli derin ve keskin, sermaye birikimindeki tıkanıklık ne ölçüde büyük, hattâ devrimin nesnel koşulları (devrimci durum) ne düzeyde olgunlaşmış olursa olsun, kapitalizmden kurtulmak, yeni, sömürüsüzsınıfsız bir toplum kuruculuğuna yönelmek ancak siyasal ve devrimci bir emekçi hareketinin eseri olabilir. Krizi anlamanın ve kriz koşullarında devrimci bir seçenek oluşturmanın ipuçlarını genel olarak kapitalizmin hareket yasalarından, özel olarak da kriz koşullarında sermayenin ve emeğin karşılıklı konumlarından ve ilişkilerinden çıkarmamız gerekiyor. Sermaye Marx onyılların ötesinden bugüne, sermayenin niteliğini, hareketini, tek dünya pazarının, sermaye-devlet ilişkilerinin teorik özünü aydınlatan büyük bir ışık tutuyor. “Sermaye” için yazdıkları şöyle: Kavramsal açıdan rekabet, sermayenin içsel dinamiğinin, özünü tanımlayan yapının, çok sayıda sermayenin karşılıklı etkileşimi biçiminde belirmesi ve realize edilmesi, iç dinamiğin, dışsal bir zorunluluk biçiminde tezahür etmesidir. (Sermaye ancak çok sayıda sermaye biçiminde varolabilir (abç- HY) ve dolayısıyla sermayenin kendi kendini yönlendirişi, bu çok sayıda sermayenin karşılıklı etkileşimi şeklinde gözükür).1
Sermaye ancak çok sayıda sermaye biçiminde varolabilir! Bu olağanüstü değerde bir soyutlamadır. Kapitalizmin gelişme dinamiği ve ölümcül çelişkisi aynı yerdedir: Rekabet! Sermaye tanımı gereği, rakipsiz ve tek olamaz. Kapitalizm altında tek dünya tekeli olamaz. Tüm “ultra”, “süper” emperyalizm, tek dünya tekeli vb. önermelerinin kapitalizm altında olanaksızlığının teorik kanıtı buradadır. Tek dünya pazarının varlığına ve devlet örgütlenmesinin ölçeğini pazarın belirleyeceği önermesinin genel doğruluğuna rağmen, emperyalist kapitalizmin bugün tek dünya devletine geçmesinin önündeki en büyük engel de, sermayenin birbiriyle rekabet eden birden çok sermayeler olarak var olması ve bununla doğrudan bağlı eşitsiz gelişme yasasıdır. 1
68
Karl Marx, Grundrisse, Çeviren Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, Ekim 1979, s. 455
Kriz ve Hegemonya
Tüm dünyanın kapitalistleştiği, sermayenin hareketi önündeki ekonomik ve giderek siyasal engellerin yıkıldığı, tek dünya pazarının tüm dünya ekonomik etkinliklerini kendisine bağladığı bir tarihsel geçiş çağında dünya toplumları arasındaki tarihsel, ekonomik, toplumsal, kültürel fark ve eşitsizliklerin bu ölçüde büyüyerek sürüyor olması, eşitsiz gelişen, eşitsizlikleri rekabet dinamiği haline getiren kapitalizmin doğası gereğidir. Kapitalizmin kendi suretinde yarattığı dünya kesinlikle türdeş ve “ortak” bir dünya değildir. Bu sistem, tüm geri ve eşitsiz öğeleri çoğu kez koruyarak ama aynı zamanda sermaye birikiminin gereksinmelerine uygun biçimde dönüştürerek sistemine katmaktadır. Yaşadığımız dünya, kaba ve yalın bir ayrışma/taraflaşmayla son derece eşitsiz, eşzamansız, çelişkili ve çatışmalı süreçlerin iç içe olduğu bir dünyadır. Ne demek istediğimi, birkaç örnekle açmaya çalışacağım. Kapitalizmin anayurdu Batılı emperyalist ülkelerde sanayi proletaryasının toplam proletaryaya oranının azaldığı, hizmet alanındaki emekgücünün ise hem oran hem mutlak sayı olarak arttığı bir gerçektir. Başat eğilimi anlatan genel bir doğrudur. Ama aynı doğru bugünkü dünya coğrafyasının büyük bir bölümü için geçerli değildir: Çin, Hindistan, Brezilya vb… Bu ülkeler, İngiltere’nin, ABD’nin, Kıta Avrupa’sı ülkelerinin 19. ve 20. yüzyıllarda gerçekleştirdikleri sanayi devrimlerinin bir benzerini, o dönemden çok farklı koşullarda yaşıyorlar. ABD’de emekgücünün kabaca yüzde 30’u sanayide, yüzde 70’i hizmette istihdam edilirken, Çin’de emekgücünün yüzde 70’i sanayide, yüzde 30’u hizmet sektöründedir. Bu farklılığın bugünkü somut durumda önemsiz olduğunu söyleyemeyiz. Saydığım üç ülke, dünya nüfusunun neredeyse yarısını oluşturuyor. Bu bir yana, bu büyüklükte bir coğrafyada “şimdilik” kaydıyla da olsa dünya kapitalist sistemindeki egemen eğilimden farklı alan ve ilişkilerin varlığı bizzat sistemin kendisini ilgilendiren, etkileyen bir etmendir. Burada, yalnızca bir yönüyle resmetmeye çalıştığım eşitsizlik kökenli “işbölümünün” kapitalizmin tarihsel sınırlarıyla ilgili tartışmayı ilgilendiren bir yönü de var. İki yıl kadar önce şunları yazmıştım: … üretimin giderek daha az canlı emek kullanılarak yapılması kapitalist değer yasasına karşı işleyen bir süreçtir. Değer yasası, metaların toplumsal olarak gerekli emek miktarına göre değiştirilmesi demektir. Emek, zenginliğin ana kaynağı olmaktan, emek süresi de bunun ölçüsü olmaktan çıktığı anda değişim değeri de ölçü olmaktan uzaklaşacaktır. Çok az canlı emekle, çok fazla kullanım değerinin üretildiği bir durum değer-ötesi topluma geçişin maddi temelini oluşturur. İnsanın kendi emeğiyle yapmak zorunda olduğu şeyleri, nesnelere yaptırabilmesi sermayenin tarihsel misyonunun sona ermesi demektir. Kapitalizm hızla bu sınıra yaklaşıyor. 2
ABD, AB, Japonya gibi kapitalist anayurtlar için bu değerlendirmenin geçerli 2
Haluk Yurtsever, Yeni Bir Sol Atılım İçin, Kalkedon Yayınları, İstanbul, Ocak 2008, s.31
69
Yaşayan Marksizm
olduğundan hiçbir kuşkum yok. Ama dünyayı bir bütün olarak ele aldığımız, işin içine, yoğun canlı emeğin kullanıldığı, dünyanın yeni “atölyeleri” olan Çin, Hindistan ve benzeri ülkeleri kattığımız zaman durum başkalaşıyor. İkinci örnek: Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler’de “…devletin ulusal ekonomik ayağı, organik bir dünya pazarının oluşumuna yol açan nesnel dinamiklerin etkisiyle aşınmaktadır…” diye yazmıştık. (42. Tez)3 Dünya kapitalist sisteminin başat eğilimini, üstelik oldukça ihtiyatlı biçimde ortaya koyan bu tezin doğruluğundan da hiçbir kuşku duymuyorum. Dünya kapitalist pazarı organik bir bütün, tüm ekonomik birimler bu bütünün parçasıdır. Başat eğilim, ulus devletlerin doğrudan ekonomik aktörler olarak eski/geleneksel güç, etkinlik ve ağırlıklarının azalması, aşınması yönündedir vb. Ama, örneğin bugünkü Çin ve Rusya söz konusu olduğunda, başat eğilimi söyleyip geçmek yeterli ve doğru olmayacaktır. Bu iki ülkede devlet ekonomik aktör olarak da büyük bir ağırlık ve önem taşıyor ve bunun emperyalist paylaşım ve dünya siyaseti açısından kimi zaman son derece kritik sonuçları oluyor. Tüm dünya için gidiş yönünü son çözümlemede dünya kapitalist sistemine egemen eğilimler belirliyor. Egemen eğilimin kendi modelinde bir dünya yaratma gücü sistemin nesnel mantığından geliyor. Kapitalistler öyle planladıkları için değil, sömürü ve kâra endeksli sistemin içsel/nesnel mantığı öyle istediği için, egemen olan kendi modelini tüm dünyaya dayatıyor. Ancak süreç, kapitalist gelişme ve genişlemenin eşitsiz/eşzamansız karakteri nedeniyle dümdüz, pürüzsüz, çelişkisiz bir yolda, düzenli bir tempoyla ilerlemiyor. Engeller, karşıt eğilimler, tersinden çözümleri, sürtünme ve çatışmaları tetikliyor; gezegenimizde birikmiş fiziksel ve toplumsal patlayıcı madde yoğunluğu evrimci süreçleri yolundan çıkaracak, patlatıp çatlatacak yıkıcı (dünya tümden yok olmazsa, aynı zamanda devrimci/kurucu) enerjinin birikmekte olduğunu gösteriyor. Bu kısaca resmetmeye çalıştığım tabloya, bir de ekonomik/toplumsal gelişmelerle siyasal oluşumlar arasında işin doğasından gelen gerilimli bir ilişki, bir faz farkı olduğu gerçeğini eklemek gerekiyor. Olağan durumlarda bile altyapısal ilişkiler, eşzamanlı olarak, bire bir üst yapıya geçmiyor, ekonomik gelişme ve eğilimler, anında siyaseti belirlemiyor. Sermaye kendisinin engelidir Marx’tan altın değerinde bir soyutlama daha: Kapitalist üretimin gerçek engeli sermayenin kendisidir. İşte bu sermaye ve onun kendisini genişletmesidir ki, üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem amacı olarak görünür; üretim yalnız sermaye için üretimdir, ama bunun tersi doğru değildir; üretim araçları, sırf, üreticiler toplumunun yaşama sürecinde, devamlı bir gelişmenin 3
70
Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler, İstanbul, Ağustos 2008, s. 36
Kriz ve Hegemonya
araçları değillerdir… bu sınırlar, sermaye tarafından kendi amaçları için kullanılan ve üretimin sınırsız büyümesine, üretimin kendisinin bir amaç haline gelmesine, emeğin toplumsal üretkenliğinin hiçbir koşula bağlı olmadan gelişmesine doğru yol alan üretim yöntemleri ile sürekli bir çatışma haline girerler.4
Marx, bilindiği gibi kriz üzerine ayrı bir çalışma yapmamış, başı sonu belli bir kriz teorisi bırakmamıştır. Daha sonra, Marx’ın yazdıklarından birçok kriz teorisi üretilmiştir. Marx’ın sermaye ve kapitalizm analizinin, ekonomi politik eleştirisinin çeşitli tez ve önermelerini kimi zaman vurgu, kimi zaman kurgu farkıyla öne çıkaran bu kriz teorileri aynı olgu ve süreçlerin farklı yüzlerini anlamakta ve çözümlemekte yararlı olmakla birlikte indirgemeci ve körleştirici de olabilmektedir. Özel bir kriz teorisi geliştirmemesi Marx’ın teorisinin güçlü yanıdır. Marx, çalışmasının odağına kapitalizmin çöküşüne yol açacak, felaket/kıyamet çizgisinde bir kriz öngörüsünü değil, kapitalist toplumdaki çözümsüz çelişki ve çatışmaların temelini oluşturan özgün ve sürekli bir eğilimi koymuştur. Üretimin, doğrudan insan gereksinmelerini karşılamak yerine metaların değer olarak üretim ve dolaşımının yabancılaşmış etkinliği biçimini alması, emek ürünlerinin meta olarak dolaşımının ayırt edici özelliği olan alım satım edimlerinin birbirlerinden uzaklaşması ve ödeme aracı olarak paranın gelişmesiyle birlikte kriz kapitalist üretim tarzının en temel çelişkisinin dışavurumu olarak ortaya çıkmaktadır. Kapitalizm-kriz ilişkisini anlamanın temel, ayırt edici önermelerini şöyle sıralayabiliriz: • Sermayenin kendisinin engeli haline gelmesi ortalama kâr oranlarının düşmesiyle aynı şeydir. Sermayenin organik bileşimi yükselir, yani toplam sermaye içindeki sabit sermaye oranı artarsa, toplam kâr miktarı artsa bile kâr oranı düşer. Sermayenin organik bileşiminin, cansız emeğin canlı emeğe oranla artması, kapitalist üretim biçiminin temel eğilimi olduğu için kâr oranlarının düşmesi eğilimi bir yasadır. • “Kâr oranı, emek daha az üretken hale geldiği için değil, daha çok üretken hale geldiği için”5, “ işçi daha az sömürüldüğü için değil, genellikle yatırılan sermayeye oranla daha az emek kullanıldığı için”6 düşmektedir. Artı değer oranı aynı kalsa ya da artsa bile emeğin üretkenliğinin yükselmesiyle birlikte toplam sermaye artmakta, dolayısıyla kâr oranı düşmektedir. • Kriz, esas olarak metaların aşırı üretiminin değil, sermayenin aşırı üretiminin sonucudur. Çünkü, sorunun kaynağı önceki dönemin ortalama kâr oranıyla işleyemeyen fazla sermayedir. Kâr oranlarının düşmesi eğilimi yasası, sermayenin 4 5 6
K. Marx, Kapital, Çeviren Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, Ağustos 1978. Cilt. 3, s. 263 Agy, s. 252 Agy, s. 259
71
Yaşayan Marksizm
sonsuz sermaye birikimi peşinde koşan hareketinin ürünüdür. • Sermayeler arası rekabet aşırı üretimin hem nedeni, hem sonucudur. Sermayenin karşılaştığı engel piyasa sınırı değil, kârlılık sınırıdır. • O halde emeğin üretkenliğini artırarak artı değerin kitlesini yükselten gelişim, aynı zamanda kâr oranındaki düşme eğiliminin de nedenidir. Sermayedeki malileşme eğiliminin görülmemiş oranlara vardığı son kriz öncesi durum ve krizin kendisi, Marx’ın kapitalist üretimin gerçek engelinin sermayenin kendisi olduğu biçimindeki soyutlamasının muhteşem gücünü gösteriyor. Krizle ilgili teorik kavrayışın temeli buradadır. Sermayenin hareket alanını sınırlayan, daraltan bizzat sermayenin kendisidir. Sınıf mücadelesi kriz dönemlerinde keskinleşiyor Sınıf mücadelesi, kapitalist üretimin çekirdeğinde, meta üretiminde başlıyor. Marx, Kapital’in 3. cildinin, 3. kısmında “Kâr Oranının Düşme Eğilimi Yasası”nı incelerken ortalama kâr oranlarının düşmesi eğilimine karşı işleyen 5 “zıt yönde etkiyi” şöyle sıralıyor: İşgününün uzatılması ya da emeğin yoğunlaştırılması yoluyla emekgücünün yeniden üretilmesi için gerekli zamanı kısaltarak sömürü yoğunluğunu artırmak; ücretleri emekgücünün değerinin altına çekmek; değişmeyen sermaye öğelerini ucuzlatmak; nispi aşırı nüfus yaratmak; dış ticaret yoluyla değişmeyen sermayenin değerini düşürmek için mücadele etmek. 7 Sayılanların tümü, ama özellikle ilk ikisi siyasetin ve sınıf mücadelesinin gerçekleştiği alana ilişkindir. Sınıf mücadelesi meta üretimi sürecinde başlamaktadır. Meta üretimi sürecinden başlayan sınıf mücadelesi yalnız kriz ve devrimci durum dönemlerinde, burjuvaziyle proletaryanın ülke ve dünya çapında cepheden karşı karşıya geldikleri durumlarda değil, işlerin olağan seyrinde gittiği durumlarda da, hattâ taraflardan biri fiilen “mücadele” etmese de sürüyor. Kriz dönemlerinde ise zorunlu biçimde keskinleşiyor. Örneğin işgünü süresi, kapitalizmin ilk gününden bugüne son derece önemli, siyasal içerikli bir sınıf mücadelesi konusudur. Çünkü sermaye işgününün uzatılması ya da emek üretkenliğinin artırılması yöntemleriyle artıdeğer ve kâr oranlarını yükseltmek, sömürüyü yoğunlaştırmak için mücadele eder. İşçi sınıfı ise, toplam işgününün kısaltılması, emek üretkenliğindeki artışın işgünü uzatılmadan, emek yoğunluğu artırılmadan kendisine dönmesi için savaşır. Kriz dönemlerinde bu savaş keskinleşir; çünkü sermayenin kriz dönemi stratejisinin temeli sömürünün yoğunlaştırılmasıdır. “Krizin bedelini ortaklaşa ödeyelim” sermayenin değil, kendilerini ve üyelerini yanıltan uzlaşmacı sarı sendikacıların elma şekeridir. İşgününün kısaltılması için mücadelenin önemine ve siyasal karakterine Marx daha 1871’de işaret etmişti: 7
72
Agy. s. 245-251
Kriz ve Hegemonya
… işçi sınıfının yöneten sınıflara bir sınıf olarak karşı çıktığı ve dışarıdan basınç yoluyla zorlamaya çalıştığı her hareket siyasal harekettir. Örneğin, belirli bir fabrikada ya da hatta belirli bir iş kolunda grevler vb. yoluyla tekil kapitalistleri daha kısa işgününe zorlama girişimi katıksız bir ekonomik harekettir. Öte yandan, 8 saatlik işgünü yasasını kabul ettirme hareketi bir siyasal harekettir. Ve bu yolla, her yerde işçilerin tek tek ekonomik hareketlerinden siyasal hareket, yani sınıfın kendi çıkarlarını genel bir biçimde elde etme amacını taşıyan hareketi doğar.8
Emekgücünün kendisini yeniden üretmesi için gerekli, toplumsal olarak belirlenen miktar olarak tanımlanan “emekgücünün değeri”nin ne olduğu, nasıl saptanacağı ve nasıl uygulanacağı da sınıf mücadelesinin, üstelik siyasal içerikli bir sınıf mücadelesinin konusudur. Örneğin bugün Türkiye’de dört kişilik bir aile için “açlık sınırı”nın, “yoksulluk sınırı”nın ne olduğu ve neye göre saptanacağı sendikalar ile TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) arasında bir tartışma konusudur. Bu tartışmanın kendisi ve asgari ücretin sendikaların hesapladığı açlık sınırının bile altında belirlenebilmesi ülkemizdeki sınıf mücadelesinin, sendikaların durumu ve Türkiye işçi sınıfının koşulları ile ilgili somut bir veri oluşturmaktadır. Emek-sermaye çelişkisi, sınıf mücadelesi uluslararası bir çelişki ve mücadeledir. Sovyetler Birliği’nin çözülmesi, Doğu Avrupa’nın ve Çin’in kapitalist restorasyonu dünya çapındaki sınıf ilişkilerini birinci dereceden etkiliyor. Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa ülkeleri ve Çin’in kapitalist tek dünya pazarı içinde, dünya sermaye ve emek “piyasalarında” yer almaya başlamalarıyla birlikte, bu pazara, çok kısa bir zaman aralığında, çok büyük miktarlarda, üstelik nitelikli emekgücü arz edilmiştir. IMF’nin 2007 Dünya Ekonomisi Raporu’na göre son 20 yıl içinde dünya çapında emek arzı 1,2 milyar artmıştır. Artan emek arzının en önemli sonucu emekçiler arasında rekabetin yoğunlaşmasıdır. Emeğin dünya çapındaki rekabeti, emekgücünün, özellikle de nitelikli emek gücünün “fiyatı”nı, dünyanın en ucuz olduğu ülkelerdeki düzeye doğru çekmektedir. Rikardo’nun belirttiği gibi, emekgücü arzının sınırsız olduğu koşullarda rekabetin ücretleri yaşamda kalabilme sınırına çekmesi kapitalizmin demir yasalarından biridir. Bu gelişme bugün en çok emperyalist ülke işçi sınıflarını tehdit ediyor. Emeğin, tüm dünya ekonomilerinde milli gelirden aldığı pay, reel ücretler geriliyor, işgününün kısaltılması yönündeki kazanımlar geri alınıyor. Avrupa’da sosyal devletin tasfiyesi süreciyle birlikte eğitim, sağlık ve öteki kamusal hizmetlerin özelleştirilmesiyle “toplumsal ücret” düşürülüyor. Bu sürecin, bu coğrafyalarda sınıf mücadelesini keskinleştirmesi kaçınılmazdır. 2007 ortasından, özellikle de 2008 sonbaharından sonra Amerika’da ve Avrupa’da yaşananlar onlarca somut örneğiyle mali oligarşinin krizin bedelini proletaryaya çıkardığını gösteriyor. 8
Marx’ın Bolte’ye 23 Kasım 1871 tarihli mektubu. K.Marx- F. Engels, Selected Works in three volumes, Progress Publishers, Dördüncü basım, Moscow 1977, s. 423-424
73
Yaşayan Marksizm
Çin, Hindistan, Brezilya gibi kendilerine özgü dev ölçeklerde sanayi devrimleri yaşayan coğrafyalarda üretim artışının sağladığı kaynaklar aynı ölçeklerde bir servet/sefalet kutuplaşması yaratıyor; tıpkı ilk sanayi devriminde olduğu gibi akıl almaz uzunluktaki çalışma saatleri, açlık sınırındaki ücretler, çalışma kampı özelliği gösteren üretim organizasyonu, sağlıksız/yetersiz yaşam ve beslenme koşulları sınıflar kazanının altındaki ısıyı artırıyor. Çin ile ilgili ücret, işgünü, çalışma koşulları verileri; işçi sınıfının iş bırakma ve protesto eylemleriyle ilgili bilgiler, bu dünyanın en büyük üretim merkezinin emek-sermaye ilişkisi bakımından patlayıcı madde yüklü olduğunu göstermektedir. 9 Bu gelişmeler, tüm olgu ve süreçlere sınıf merceğinden bakan, krizin yarattığı büyük boşluk ve olanakları yeni bir toplumsal düzen amaçlı sınıf mücadelesi çizgisinden değerlendiren devrimci siyasal inisiyatife büyük bir alan açıyor. Komünist Manifesto’nun kriz betimlemesi Marx ve Engels’in 1848’de Komünist Manifesto’da kriz üstüne yazdıkları kapitalizmin krizinin aslına uygun ve tüm zamanlar için geçerli bir betimlemesi gibi duruyor. Şöyle yazmışlardı: Burjuva üretim ve mübadele ilişkileri, burjuva mülkiyet ilişkileri, o dev üretim ve mübadele ilişkilerini peyda etmiş olan modern burjuva toplumu, büyüler yaparak çağırdığı cehennem kuvvetlerine artık söz geçiremeyen büyücünün durumuna düşmüş bulunuyor. On yıllardır sanayinin ve ticaretin tarihi, modern üretici güçlerin modern üretim ilişkilerine karşı, burjuvazinin ve onun hâkimiyetinin yaşam koşulları olan mülkiyet ilişkilerine karşı isyanın tarihinden başka bir şey değildir. Dönem dönem tekrarlanarak her seferinde bütün burjuva toplumunun varoluşunu daha da korkutucu bir biçimde tehdit eden ticari bunalımları belirtmek yeter. Ticari bunalımlar sırasında yalnızca eldeki ürünlerin büyük bir bölümü değil, daha önce yaratılmış üretici güçlerin büyük bölümü de yok olur. Bu bunalımlar sırasında daha önceki bütün dönemlerde olsa olsa bir saçmalık olarak görünebilecek toplumsal bir salgın,- aşırı üretim salgını- baş gösterir. Toplum ansızın geçici bir barbarlığa döner (italik benim-HY); sanki bir açlık, genel bir imha savaşı bütün geçim araçlarının kökünü kurutmuş, sanayi, ticaret yok edilmiştir; peki neden böyle olur? Çünkü çok fazla uygarlık, çok fazla geçim aracı, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır (İtalikler benim-HY). Toplumun emrindeki üretici güçler artık burjuva mülkiyet ilişkilerinin daha da gelişmesini sağlayamaz olmuştur; tam tersine artık kendilerini köstekleyen bu ilişkilere göre çok fazla güçlenmişlerdir; bu ayak bağlarından kurtulur kurtulmaz bütün burjuva toplumunu altüst eder, burjuva mülkiyetinin varoluşunu tehlikeye 9
74
Daha fazla bilgi için, China Labour Bulletin’in Research Report No.5’deki “The Worker’s Movement in China (20052006)” metnine bakılabilir. http://www.clb.org.hk/en/files/File/research_reports/Worker_Movement_Report_final.pdf
Kriz ve Hegemonya
sokarlar. Burjuva ilişkileri bu üretici güçlerin yarattığı zenginliği kucaklayamayacak kadar dardır. Peki, burjuvazi bunalımlarının nasıl üstesinden gelir? Bir yandan yığınla üretici gücü zorla yok ederek; öte yandan da yeni pazarlar ele geçirerek ve eski pazarları daha da fazla sömürerek. Yani daha yaygın ve daha şiddetli bunalımların yolunu açarak ve bu bunalımları önleyebilecek araçları gittikçe azaltarak.10
Bu pasajların yoruma gereksinimi yok. Aşırı sermaye üretiminin yol açtığı bolluk içinde kıtlık, sermayenin nasıl kendisinin engeli olduğunun en açık anlatımlarından biridir ve kriz dönemlerinde kapitalizm barbarlaşmaktadır! I Hegemonya: Kavram Biz Marksistler, hegemonya kavramıyla Lenin ve Gramsci üzerinden tanıştık. Hegemonya, Lenin’de demokratik devrimde işçi sınıfının önderliğini, en başta köylülük olmak üzere devrimin bağlaşığı öteki sınıf ve katmanlar üzerindeki ideolojik-siyasal etki ve sürükleme yeteneğini, olayların gidişini belirleme gücünü, sonuç olarak “ittifak” içindeki bir ilişkiyi anlatan bir sınıf mücadelesi/devrim stratejisi kavramıdır. Dil köküne ve tarihsel kullanılış öyküsüne baktığımızda, hegemonyanın herhangi bir sistem, birim, küre ya da birlik içindeki üstün, baskın, sözü geçen gücü anlattığını görüyoruz. Hegemonya, Grekçe “otorite”, “lider” anlamındaki “hegemonia” sözcüğünden geliyor. Antik Yunanda, ötekiler tarafından otoritesine meydan okunamayan site devleti anlamında kullanılıyor. Bu kısa anımsatmalar, hegemonyanın farklı anlam ve kullanımlarının, iki temel çizgisini veriyor. Bir: Hegemonya, yakın kavramlar “egemenlik” ve “diktatörlük”ten farklı bir ilişkiyi anlatmaktadır. Yoksa bağımsız bir kavram olarak var olmazdı. İki: Her kavram gibi hegemonya kavramı da, veri alınan sisteme, birime, birliğe, kümeye; o tarihsel dönemin maddi ilişkilerine göre farklı içerikler kazanıyor. Bugünkü anlamıyla hegemonya kavramının kullanılmaya başlanması 1970’li yıllardan sonradır. Akademi ve siyaset dünyasında, bu tarihten sonra geriye doğru, daha önceki dönemlerin güç/iktidar ilişkilerini anlatmak üzere “hegemonya” kavramına daha çok, daha yaygın başvurulmaya başlandığını biliyoruz. Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması yazarı Lenin’in kapitalist10 K. Marx-F.Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, Çeviri: Nail Satlıgan, Tektaş Ağaoğlu, Olcay Göçmen, Şükrü Alpagut, Yordam Kitap, İstanbul, Nisan 2008, s. 26-27
75
Yaşayan Marksizm
emperyalist dünya sistemi içindeki ilişkiler bağlamında hegemonya kavramını hiç kullanmamış olması ilginçtir. Kitap 1916’da yazılmıştır. Tek bir sözcükle olsun hegemonyadan, hegemon devletten söz edilmemiştir. Lenin ve çağdaşı Marksistler’in hegemonya kavramını emperyalizmin temel bir kavramı olarak kullanmamaları nedensiz değildi. İlk kapitalistleşen, kapitalist dünya pazarının oluşturulmasında başrol oynayan, “topraklarında güneşin hiç batmadığı Birleşik Krallık” bir sömürge imparatorluğuydu. İmparatorluksömürgeleştirilmiş ülke ilişkisi yalnız askeri yönden değil, siyasal olarak da tabiiyet (bağımlılık, uyrukluk) ilişkisi biçimindeydi. Bu, hegemonyacı olmayan bir egemenlik ilişkisiydi. Burada, bir parantez içi not olarak, emperyalist hegemonyanın 1930’larda, ya da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Britanya’dan ABD’ye geçtiği biçimindeki bugünkü mekanik hegemonya anlayışlarının da kaynağı olan görüşü doğru bulmadığımı kaydetmek istiyorum. Emperyalist hegemonya tacının Britanya’dan ABD’ye geçtiği tezi bana, en başta Britanya’nın konumunun “hegemonya” olarak nitelenemeyeceğini düşündüğüm için yanlış geliyor. “Bir hegemonyacı güç düşerken yenisi çıkar” mekanizminin anlatımı olan “tahterevalli teorisi” kanımca materyalist ve tarihselci olmayan, “büyük güçlerin yükseliş ve çöküşleri”ni Paul Kennedy örneğinde olduğu gibi, üretim ilişkilerinden, sermaye birikim süreçlerinden, sınıf mücadelelerinden bağımsız biçimde, “ekonomik güç-askeri güç” ekseninde alan bir bakışın ürünüdür. II Britanya İmparatorluğu’ndan devletlerarası düzene geçiş Tarihin bize öğrettiği, her yeni kapitalist gelişme aşamasının, sermaye birikim sürecinin yönetilip yönlendirilmesinde de değişiklikleri dayattığıdır. Kapitalizm içindeki dönem ve evreleri anlamakta bakılacak ilk yer sermaye birikim rejimidir. Daha önceki hiçbir teritoryal hükümdarlık, İngiltere’nin on dokuzuncu yüzyılda fethettiği kadar çok toprağı ve nüfusu kendi egemenlik alanı içine katmamıştı. Britanya, zamanla, herkesi kendine bağımlı hale getiren bir dünya pazarının, serbest ticaretin merkezi ve taşıyıcısı oldu. Serbest ticaret uygulamalarını ve ideolojisini tek yanlı bir biçimde kabul etmesi Britanya’ya dünya kapitalizminin gelişme, dünya pazarının büyüyüp derinleşme nesnel gereksinimlerine yanıt veren bir kapasite kazandırdı. Alman korumacılığının engellemelerine rağmen 1879’dan 1931’e dek iç piyasasını tüm dünya ürünlerine tek taraflı olarak açık tutması Britanya’nın ayırt edici özelliği ve üstünlüğüydü. On dokuzuncu yüzyılda, kapitalist dünya ekonomisi Britanya imparatorluğu eliyle oluşturuldu. Bu imparatorluğun en önemli ve yeni özelliklerinden biri, evrensel olarak kabul edilmiş bir ödeme aracını, İngiliz Sterlinini dünya parası olarak kullanıma sokmasıydı. Dünya ticareti, kapitalist dünya pazarının geliş76
Kriz ve Hegemonya
mesi dünya parası olmadan düşünülemez. Dünya parası “üreticisi” ve “ihracatçısı” olmak, dünya egemeni olmanın en önemli göstergelerinden biridir. Değişim ilişkisi, metaların para karşılığında alınıp satılması biçimini alan dolaylı bir ilişkidir. Meta üretiminin ayırıcı özelliği, nesnelerin para kazanmak üzere satış için üretilmesidir. Para, “kendisine yabancılaşmış ve dışsallaşmış özel mülkiyetin kaybolmuş, kendisinden uzaklaşmış özüdür.”11 Birinci dünya savaşı, İngiliz sermayesinin teritoryal bir imparatorluğu taşıyacak güçten düştüğünü gösterdi. 1931’de Sterlin’in altına çevrilebilirliğinin askıya alınması Britanya egemenliğinin sonunun ilânı oldu. ABD’nin yükselişi 1870’lerden itibaren Britanya İmparatorluğu’nun önce Avrupa, sonra da dünya üzerindeki denetimi zayıfladı. Almanya ve ABD ekonomileri dünya gücü haline gelmeye başladılar. 1776 devriminden sonra Kuzey Amerika kıtasını hızlı ve kapsamlı biçimde fethetmeyi, kapitalist ilişkiler içinde yeniden düzenlemeyi başaran kıta boyutlarında “derinlikli” bir iç pazara, zengin doğal kaynaklara sahip ABD bu yarışta öne geçti. İç pazarı yabancı ürünlere kapatırken, yabancı sermayeye, işgücüne ve girişime açık tutan ekonomi siyaseti ABD’yi Britanya egemenliğindeki serbest ticaret döneminden en çok yararlanan ülke durumuna getirdi. Ona emperyalist gereksinmelere yanıt verecek öncü nitelikler kazandırdı. Britanya’nın ada olmasından gelen, rekabet ve çatışma alanlarından yalıtılmışlık avantajı, dünyanın “uzak” bir köşesindeki çok daha büyük bir “ada” konumunda olan ABD için de geçerliydi. Sömürgecikten emperyalizme, Avrupa siyasal yapısının oluşumu imparatorluklardan ulus devletlere giden bir güzergâhta ilerledi. Bu yol, çok önceden 1648 Westphalia Barışı ile açılmıştı. Bu anlaşma ile, devletlerüstü değil devletlerarası dengelerle belirlenen uluslararası hukuk ve ilişkiler sisteminin ilk adımı atılmıştı. Devlet sınırlarını gösteren ilk haritalar bu tarihten sonra çizilmeye başlandı. Westfalya Barışı ile ortaya çıkan yeni dünya yönetim sistemini aşağıdaki alıntı iyi özetliyor: Artık egemen devletler üzerinde bir örgütün veya yetkinin varlığı düşüncesi ortadan kalkmıştır. Bunun yerini, bütün devletlerin dünya ölçeğinde bir siyasal sistem kurduğu veya Batı Avrupa devletlerinin her ne şekilde olursa olsun tek bir siyasal sistem oluşturduğu düşüncesi almıştır. Bu yeni sistem devletlerin üzerinde değil, devletlerarasında işleyen bir uluslararası hukuka ve devletler üstü değil, devletlerarası bir güçle belirlenen güçler dengesine dayanmaktadır.12 11 K. Marx ve F. Engels, Collected Works, Progress, Moscow and Lawrence and Wişshart, London 1975, c. 3, s. 212 12 Leo Gross, “The Peace of Westphalia, 1648-1948” 1968, Aktaran Giovanni Arighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, s. 77
77
Yaşayan Marksizm
Almanya ve İtalya’nın gecikmiş burjuva devrimlerini, siyasal birliklerini gerçekleştirmeleri, sanayi devrimi, 1874 dünya krizi on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde kapitalizmin yeni bir aşamasına gelindiğinin habercileriydi. 1874’den 1914’e, yani Birinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönemin özgünlüğü, gelişmesini hızlanarak sürdüren, tekelcileşen kapitalizm tarafından belirlenen dünya ekonomisiyle, Hobsbawm’ın “İmparatorluk Çağı” diye tanımladığı son demlerindeki bir uluslararası ilişkiler düzeninin bir arada yaşamasıydı. Bu anlamda bir “ara dönem”, bir geçiş söz konusuydu. Bu geçiş aşamasının kritik bir dönemecinde sistem Birinci Dünya Savaşı ve 1917 Ekim Devrimiyle iki kez infilâk etti. Geçişler sessiz sedasız, çatışmasız, patlamasız yaşanmıyor. Birinci Savaş emperyalistler arasındaki paylaşım ve nüfuz sorunlarını kesin bir sonuca kavuşturamadı. İkinci Dünya Savaşı’nda, 1929 buhranından sonraki “yaratıcı-yapıcı yıkım” gereksinmesiyle birlikte, Birinci Savaş’ta yarım kalan hesap görülmüş oldu. İki dünya savaşı, ABD ekonomisine çok büyük üstünlükler getirdi. İki savaş arasında ABD ekonomisi ortalama yüzde 10’lar civarında büyüdü; kısa zamanda dünyanın en güçlü ekonomisi konumunu kazandı. III Sınıf mücadelesi boyutu Kriz ve geçiş dönemleri sınıf mücadelesinin keskinleştiği, şiddetlendiği, geçiş sorunlarının son çözümlemede sınıf mücadelesi yöntemleriyle çözüldüğü dönemlerdir. Büyük savaş öncesinde kapitalizmin var olduğu bütün ülkelerde yaşamını emekgücünü satarak sürdüren işçilerin sayısı büyük bir hızla artıyordu. On dokuzuncu yüzyıl sonunda nüfusu 100 binin üzerinde olan kentlerde çalışan insanların yaklaşık üçte ikisi sanayi işçileriydi.13 Bu dönemde Avrupa’nın her yerinde işçi sınıfına dayanan kitle partileri oluştu. 1914’e gelindiğinde Almanya ve İskandinavya’da sosyal demokrat partilerin oy oranları yüzde 35-40’lara yükselmişti. 1911’de Belçika İşçi Partisi’nin 270 bin, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin bir milyondan fazla üyesi vardı. 1914’de Fransız Sosyalist Partisi, 1.4 milyon oy alarak 103 milletvekili çıkarmıştı. ABD’de bile, sosyalist kitle partisi 1 milyondan fazla oy alabiliyordu.14 1913’te Orta Almanya’nın Naumburg-Merseburg seçim bölgesinde işçilerin yüzde 88’i SPD’ye oy vermişti.15 Emekçi tabanlı sosyalist ve sosyal demokrat partilerin üyeleri çok büyük bir çoğunlukla işçilerden oluşuyordu. Örneğin, 1911-12’de Hamburg’da 61 bin üyesi bulunan Sosyal Demokrat Parti’de 13 Eric Hobsbawm, İmparatorluk Çağı 1875-1914, Çeviren Vedat Arslan, Dost Yayınevi, 2.ci baskı, Ankara, Temmuz 2003, s. 131 14 Agy. s.133 15 Agy. s.147
78
Kriz ve Hegemonya
yalnızca 36 “yazar ve gazeteci” ile iki yüksek meslek sahibi üye bulunuyordu.16 Oyları artan partilerle üye sayısı büyüyen sendikalar dönemin tipik özelliğiydi. Ancak isyan ve ayaklanma gündemde değildi. İşçi sınıfı hareketi savaşla, özellikle de 1917 Ekim Devrim’iyle birlikte yeniden devrimcileşti. 1918 başlarında Bolşevikler Almanya ile barış yapmak için çırpınırken, siyasal grev, gösteri ve ayaklanmalar dalgası Viyana’dan Budapeşte’ye, Çekoslovakya’dan Almanya’ya kısa zamanda tüm Orta Avrupa’ya yayıldı. 1918 Kasım’ında Almanya’da işçi devrimi patladı. 1918 Kasım devrimi gerçek bir devrimdi. 1918 Kasım’ında, proletarya, burjuvaların herhangi bir direnişe yeltenemeyeceği caydırıcı bir güce sahipti. Daha 1917 Nisan’ında Berlin’de silah sanayinde çalışan 200 binden fazla işçinin ekmek karnesindeki kısıtlamalara karşı greve çıkması, Ekim Devrimi’nin birinci yıldönümüne rastlayan 8 Kasım 1918’de patlayan kitle hareketleri ve grevler, Berlin’de 500 bin kişinin katıldığı grev, Kiel’deki donanma askerleri isyanı, isyan ve grev dalgasının Hamburg, Hannover, Köln, Magdeburg, Münih, Stuttgart ve Almanya’nın öteki önemli işçi bölgelerine yayılması, imparatorun çok güvendiği Dördüncü Piyade Alayı’nın isyana katılarak Berlin’e girmesi, hükümetin düşmesi, Berlin İşçi ve Asker Konseyi’nin 3 bin delegesinin üç SPD’li (Alman Sosyal Demokrat Partisi) üç USPD’li (Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi) geçici halk komiserini hükümet kurmakla görevlendirmeleri, bütün Almanya’yı işçi ve asker konseylerinin sarması, ikili iktidar durumunun oluşması... 1918 Kasım Devrimi kısaca buydu. Alman Devrimi aralıklarla 1923’e kadar sürdü ama yenildiği tarih esas olarak 1919 başıdır. İtalya’da 1920 Eylül’ünde 3,5 milyon işçi fabrikaları işgal ederek kendi komitelerini ve silahlı muhafızlarını oluşturdular. Hükümet ve işverenler güçsüzdü. Özel faşist kuvvetler zayıftı. Kritik karar 11 Eylül’de Sosyalist Parti ve Emek Konfederasyonu tarafından alındı. 409 bine karşı 591 bin oyla kontrol Konfederasyona ve onun reformist önderlerine geçti. Başbakan Gioletti ile görüşmeler başladı. 19 Eylül’de, bir anlaşmaya varıldı; buna göre fabrikalar boşaltılacak, işçilere yüzde 20 ücret zammı ve işçi kontrolü hakkı verilecekti. Anlaşmanın özü fabrikaların boşaltılmasıydı. İşverenlerin, hükümetin, polisin, silahlı kuvvetlerin yapamayacağını sosyal demokrat reformist liderler yapmıştı. Almanya’daki 1918 yükselişi, İtalya ve Avusturya’daki savaşkan ve kitlesel işçi taarruzu dünya devrimi yönündeki umutları tazeledi. Tazeledi ama ne Almanya’da ne de Avrupa’nın başka bir yerinde Ekim Devrimi’ni tamamlayacak, dünya devriminin yolunu açacak yeni bir kopuş gerçekleşmedi. Dünya devriminin tıkanması, buna karşılık devlet iktidarının sosyalistlerin eline geçtiği, kapitalist gelişmişlik açısından geri ama toprakları, doğal kaynakları ve 16 Agy
79
Yaşayan Marksizm
insan gücüyle büyük tek bir ülkede bu iktidarı sürdürme çabaları uzun bir dönem dünyadaki bütün ilişkileri birinci dereceden etkiledi. Kapitalizmin anayurtlarında varolan düzeni tehdit eden sosyalist işçi hareketi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın üçte birini denetimine alan Sovyet bloğu ABD hegemonyasını gerekli kılan dışsal koşullardı. Bu koşullar anlaşılmadan ABD hegemonyası anlaşılamaz. Öte yandan, Birinci Dünya Savaşı’nın kendisi dünya ekonomisinin 1900’lerden beri içine girdiği düşüşün sonucuydu. Savaşın sonunda, var olan dünya düzenine meydan okuyan Almanya pençeleri sökülmeden durduruldu. Ama bu çatışma nedenlerini daha da güçlendirdi. Artık, Avrupa’nın ve dünyanın bir siyasal siteme sahip olduğunu söylemek bile güçtü. “Bu korkunç durumun tek alternatifi, ulusal egemenliğin ötesinde, örgütlü güce sahip bir uluslararası düzen kurulmasıydı.”17 IV İkinci Dünya Savaşı ve ABD hegemonyası 1929 büyük buhranı, Nazizm’in yükselişi, İkinci Dünya Savaşı, dünya piyasalarının çözülmesini, onunla birlikte devletlerarası hukuku düzenleyen Westphalia sisteminin ilke, kural ve normlarının daha önce hiç görülmemiş bir biçimde ihlal edilmesini getirdi. Dünya kapitalist sisteminde büyük bir dağınıklık, eşgüdümsüzlük, kaos baş gösterdi. Sovyetler Birliği savaştan güç ve prestij kazanarak, Doğu Avrupa’daki “halk demokrasileri”lerini kendi bloğuna katarak çıkmıştı. “Reel sosyalizm”, kapitalist dünya, özellikle de Batı Avrupa için hem içerden, hem dışardan; sınıfsal, jeopolitik, gerçek, büyük bir tehlike oluşturmakla kalmıyor, bu güç ilişkileri içinde sistem de “reel kapitalist” denebilecek bir yola giriyordu. 18 ABD hegemonyası özetlemeye çalıştığım sürecin, ortaya çıkan yeni durumun, yeni koşulların ürünüydü: Bir: Dönemin temel ve nesnel ekonomi politik gereksinimi üretken sermaye hareketinin ulus-devlet sınırları içinde tamamlandığı bir sermaye birikim rejiminin oluşturulmasıydı. Yirminci yüzyılın başlarında, emperyalist/tekelci aşamaya gelindiğinde sermayenin nesnel gereksinimi ulus devletlere dayanan bir dünya ekonomisi, ona uygun devletlerarası ilişkiler düzeniydi. Siyasal olarak bağımsız ulus devletlerarasındaki ilişkileri düzenleyen ilke, kural ve normları yeniden kurmak için devletlerarası sisteme önderlik edecek, bu sistemi yeni koşullara göre yeniden yapılandırıp yönetecek bir üstün güç gerekiyordu. 17 Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, Çeviren Ayşe Buğra, İletişim Yayınları,3. Baskı, İstanbul, 2003, s. 59 18 Haluk Yurtsever, Tarihten Güncelliğe Sınıf Savaşları ve Devlet, Yordam Kitap, İstanbul, 2006, s.225-227
80
Kriz ve Hegemonya
Kendi toprakları dışındaki ülkelerle ilişkisi doğrudan denetime dayalı sömürge tipi yöntemlere değil, uydu ya da itaatkâr devletler sistemine dayanan ABD yeni duruma, yeni düzene önderlik edecek en uygun adaydı. Amerikan Başkanı Wilson’un ilan ettiği 18 ilkeden biri olan self-determinasyon, yani ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı, yeni sermaye birikim modelinin öne çıkan ilkesi oldu. Dünya’daki bağımsız devletlerin sayısı 1913’ten 1990’a dört misli arttı. ABD’nin, ona emperyalist sistemin yeniden düzenlenmesine öncülük yeteneği kazandıran başka özellikleri de vardı: İkinci savaş öncesinde dünya sanayi üretiminin neredeyse üçte birini gerçekleştirmiş, dünya çapında endüstriyel üretkenlik üstünlüğünü ele geçirmişti. İngiltere’den ve kıta Avrupası ülkelerinden farklı olarak merkezi hükümet yetki ve otoritesinin eyalet ve daha alt yerelliklere doğru yayıldığı, güçler ayrılığı ilkesine dayanan pragmatik ve dinamik iç yönetim sistemi, ABD’ye köhne Avrupa karşısında daha “devrimci” ve “iş bitirici” bir varlık kazandırıyordu. Bunlara ek olarak, ABD sürekli göç alan büyük toprakları, sürekli büyüyen nüfusuyla “derinliği” olan bir kıta ülkesiydi. İki: Savaş ve devrimlerin ardından gelen kaosa karşı tek güvence yeni bir dünya düzeniydi. ABD hegemonyasının siyasal örgütleyici ilkesi Sovyetler Birliği’nin sınırlandırılmasıydı. Bu sınırlandırmayı dünya pazarını yeniden kurup işleterek gerçekleştirmenin iki ana aracı ise dünya parası ve askeri güçtü. Üç: Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki “halk demokrasileri”nin varlığı, kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı hareketi, çoğu eski sömürge azgelişmiş ülkelerin ulusal kurtuluş hareketleri birbirleriyle ilişki halinde, emperyalist kapitalizm için reel bir tehdit oluşturuyordu. Dünyanın iki karşıt kampa bölündüğü koşullarda emperyalist kampın bu yeni ve ortak düşmana karşı çok yönlü mücadelesinin yönlendirilmesi, yönetilmesi, koordine edilmesi, çok daha öncelikli görünen bir hedef olarak askeri güvenliğinin sağlanması gerekiyordu. ABD iki savaştan ekonomik ve askeri açıdan büyük ölçüde güçlenerek çıkmış, bu işlevleri yerine getirebilecek tek güçtü. Amerika hegemonyasına doğrudan ve birinci dereceden hizmet eden bir doktrin olarak “Soğuk Savaş” bulundu. Soğuk Savaş, dünyanın barış zamanlarında gördüğü en büyük silahlanma projesini olanaklı kıldı. Amerikan ekonomisinin büyük sorunlarına çözümler getirdi. Dünya ekonomisine, genişlemesi için gereksindiği olanakları yarattı. ABD’nin yurtdışına doğrudan asker gönderen, dünyanın birçok yerinde üsler kuran büyük bir askeri güç olmasının koşullarını oluşturdu. Dört: Dünyanın ilk proleter devletine, onun temsil ettiği “komünizm” tehlikesine karşı savaşta yalnız ekonomik ve askeri önderlik değil aynı zamanda ideolojik/siyasal öncülük gerekiyordu. Yukarıda sayılan özelliklerine ek olarak ABD kendisini dünyaya, büyük ve özgün bir devrimin mirasçısı, “üstün toplum”un “ideal/evrensel uygarlık modeli”nin temsilcisi ve taşıyıcısı olarak sundu. ABD, girişimci, cesur, “birey insan”ın doğayla mücadelesinde kendi yazgısını değiş81
Yaşayan Marksizm
tirmede dev adımlar attığı “fırsatlar ülkesi” bir “yeni dünya”ydı; tüm dünyanın örnek alacağı bir gelişme ve zenginlik “modeli”ydi. Doların dünya parası konumu kazanması, askeri nükleer ve teknolojik üstünlük, ABD kökenli tekellerin dünya ekonomisinde artan ağırlığı ABD hegemonyasının köşe taşlarını oluşturdu. ABD’nin 1945’ten sonra dünya sistemi içinde kazandığı konum tam da “hegemonya” kavramıyla, bu kavramın kök anlamıyla tutarlı olarak adlandırılacak özellikteydi. Emperyalist sistem, emperyalist ve bağımlı ülkeleriyle hiyerarşik bir diziliş içinde, ama siyasal açıdan özerk öğelerden oluşuyordu. Bu yeni tipten hiyerarşik ilişki, sömürge tipi ilişkilerden farklıydı. İkincisi, emperyalist/kapitalist sistemin karşısında bir rakip, bir alternatif olarak Sovyet blokunun varlığı, “ortak düşman” karşısında Lenin’in sınıf mücadelesi/devrim stratejisi bağlamında geliştirdiği hegemonya kavramını anıştıran bir taraflaşma, saflaşma yaratıyordu. Hegemonyanın sömürge tipi egemenlikten, ya da bir ülke içindeki sınıf diktatörlüğünden farkı, yalnızca birincinin ikna ve rızaya, ötekilerin çıplak zor ve şiddete dayanması değildir. Hiçbir erk, hiçbir önderlik, hiçbir yönetim geçici durumlar dışında yalnızca zor ve şiddetle ayakta duramaz. Hepsi, dönemlere, durumlara, sınıf mücadelesinin düzeylerine göre değişen ölçülerde rıza ve ikna yöntemlerini kullanırlar. Hükmedilenlerin hükmedenler karşısındaki pasifikasyonu, sömürgeci ya da sömürücü boyunduruğa sessizce boyun eğmeleri sömürgecilikten günümüze tüm egemenlik ilişkilerinde vardır. Hegemonyanın öteki egemenlik ilişkilerinden farkı, birliği, birimi oluşturan öğelerin hukuksal-siyasal özerkliği ve birliğin bir arada durmasında çimento işlevi gören ortak çıkarların varlığıdır. Hegemonyacı, sistem ya da birliği oluşturan öteki öğelerden üstün, baskın olandır. Güç burada da, son çözümlemede belirleyici olmakla birlikte bu gücün öteki öğelere her durumda, açık zor ve şiddet olarak uygulanması gerekmemektedir. Çünkü hegemonyacının gücü, iç dengeler korunduğu sürece ağırlıklı olarak içe değil, dışa dönüktür. Hegemonyacı güç, sistemin sürekliliğini ve ortak çıkarlara uygun işleyişini sağlayarak, hegemonyayı kabul edenlere de hizmet etmektedir. Öyleyse, hegemonyanın devamı, bir bütün olarak sistemin ve bileşenlerinin ortak çıkarlarının devamına bağlıdır. Hegemonyacı-hegemonya altına alınan ilişkisi sembiyotik bir ilişkidir. Hegemonyacı olan bu ilişkiden arslan payını, senyoraj hakkını, daha fazlasını alacaktır; ancak ilişkinin sürmesi bu payın sistemin işleyişini aksatacak, öteki öğelerin kaldırma (tolere etme) kapasitelerini aşacak noktaya gelmemesini gerektirmektedir. Gelirse, ilişki şu ya da bu biçimde, şu ya da bu yöntemle sorgulanacak, er ya da geç başkalaşacaktır. V ABD hegemonyasının çözülüşü 1945’te kurulan, dünyanın 45 yılına tartışmasız damgasını vuran ve halen bir biçimde sürmekte olan ABD hegemonyası, 1970’den sonra zayıflamaya başlamış, 82
Kriz ve Hegemonya
1991’den sonra bu süreç iyiden iyiye hızlanmış, 2008 buhranıyla birlikte varlığının sorgulandığı kritik bir evreye girmiştir. Bu süreçle ilgili olarak, daha önce birçok Marksist yazar tarafından ortaya koyulan saptamaları uzun uzun yinelemeyeceğim. Terminolojik tercihler ve önümüzdeki sürecin yönü ve hızı ile ilgili öngörü farklılıkları bir yana, ABD hegemonyasının ekonomik ve ideolojik temellerinin çözüldüğünde, siyasal-askeri üstünlüğünün ise devam ettiğinde görüş birliği var. ABD ekonomisi ABD, hâlâ dünyanın en büyük ekonomisi. Ama belirgin biçimde güç yitiriyor; üretim artış oranları düşerken, tüketim artış oranları yükseliyor. 1929’dan önce dünya sanayi üretiminin yüzde 44.5’ini ABD, yüzde 11.6’sını Almanya, yüzde 9.3’ünü İngiltere, yüzde 7’sini Fransa, yüzde 4.6’sını Sovyetler Birliği, yüzde 3.2’sini İtalya ve yüzde 2.4’ünü Japonya gerçekleştiriyordu.19 Günümüzde, ABD hâlâ en çok üreten ülke, ancak payı yüzde 45’ten yüzde 28’lere düşmüş durumda. ABD giderek daha az üretiyor, ama daha çok tüketiyor. Üretimi artırmadan tüketimi artırmanın tek yolu üretenden almak, dışarıdan kaynak aktarmaktır! ABD ekonomisi bugün çok büyük ölçüde dışarıdan aktarılan kaynaklara bağımlıdır. İç tüketimle büyüyor; bu tüketim dünyanın başka yerlerindeki üretimin sürekliliğini sağlıyor ve oralarda üretilen ekonomik kaynak ya da fazla ABD ekonomisini çeviriyor. Ekonominin siyasetten bağımsızlığını, piyasanın kendi kendine mükemmel biçimde işlediğini vazeden tezlerin gerçek dışı ve geçersiz olduğunun en iyi kanıtı, ABD ekonomisinin salt ekonomik olmayan düzeneklerle sürdürülüyor olmasıdır. Sermayenin tek dünya pazarındaki hareketi, kâr oranlarının düşmesi, dünya çapında “sermayenin malileşmesi” yönünde nesnel bir dürtü yarattı. Üretimdeki tartışılmaz egemenliğini yitiren ABD, sermayenin bu nesnel eğilimine stratejik bir yönelişle yanıt vermeye çalıştı. Bu, aynı zamanda derinleşen hegemonya krizine verilen bir tepkiydi. 1980’den bu yana, sermayeyi malileştirme ABD Hazinesi, Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) ve diğer mali kurumlar aracılığıyla ABD hegemonyasının rehabilite edilmesini amaçlayan bir strateji haline geldi. ABD bu stratejide geçici bir başarı sağladı. Ancak finans alanı en sonunda üretime bağlı olduğu için, bu başarının sürekli kılınması olanaksızdı. Böylece yakın zamanlara kadar Almanya ve Japonya’nın fazlalarıyla kapatılan ABD açıklarını dış ticaretleri fazla veren Çin başta olmak üzere Asya’nın “yükselen” ekonomileri karşılamaya başladılar. 2000’den sonra ABD ekonomisinin en belirgin özelliği, iç ve dış dengelerin, yani kamu ve ödemeler dengesinin birlikte bozulması ve ABD’nin tarihindeki en büyük kamu ve dış ticaret açıklarıyla yüz yüze kalmasıdır. Bu soruna bulunan 19 Emmanuel Todd, The Breakdown of the American Order/AFTER EMPİRE, Translated by C. Jon Delogu,Columbia University Press, New York, 2003, s.64
83
Yaşayan Marksizm
çözüm ise son derece yalındır: Dış açıkları, çoğu zaman ekonomik olmayan araçlarla dünyaya finanse ettirmek! 1950’den bu yana ABD’nin uluslararası güçlü paralar ve altın cinsinden rezervleri sürekli olarak düşüyor. Dolar bu koşullarda ekonomik olmaktan çok siyasal bir araç kimliği kazandı. Toparlamak gerekirse, 2007 başlarında ABD ekonomisi son derece kırılgan, giderek daha az oranlarda üreten, tüketimini borçlanarak sürdüren, dünyanın en borçlu, en yüksek cari açıklara sahip, kredi köpüklerinin büyüklüğü nedeniyle kriz ve durgunluğa en açık ekonomisiydi. Türkiye’deki Bağımsız Sosyal Bilimcilerin daha 2005 yılında belirttikleri gibi, süreç “ABD için bu kadar borcun, Asya için ise bu kadar alacağın fazla geleceği” bir kırılma noktasına doğru yol alıyordu.20 Dolar değer yitiriyor, düşen iç talep ABD ekonomisini durgunluğa ve küçülmeye sürüklüyor; zincirleme etkiyle ihracatçı ülke ekonomileri bu durumdan olumsuz etkileniyordu. Bütün bunlar ABD ve onun üzerinden dünya ekonomisinin son derece kırılgan ve krizlere gebe durumda olduğunun belirtileriydi. 2007-2008 krizi ABD ve dünya kapitalist ekonomisinin kırılganlığının pratik doğrulanmasıdır. Büyük buhranın merkez üssü, sistemin de merkezi olan ABD oldu. Kriz, ekonomik dinamizmi aşınmış, kâr oranları düşmekte olan, mali sermaye köpüğünün akıl almaz boyutlar aldığı hegemonyacı ülkede patlak verdi. Buhranın dünyasal ve aynı zamanda bir hegemonya krizi içeriğinde seyretmesinin önemli nedeni budur. ABD ekonomisiyle ilgili son ekonomik veriler elinizdeki derginin başka yazılarında var. Bunlara girmiyorum. Özetin özeti birkaç sonuç: ABD bugün ülke ve hane halkı olarak dünyanın en borçlu, ekonomisi devasa cari açıklar veren, giderek daha az ürettiği gibi, giderek daha az tasarruf eden, halkı giderek daha az kazandığı halde kazandığından fazla tüketime programlanmış bir ülkedir. ABD ekonomisiyle dünya buhranı arasında, kâr oranlarının düşmesi ile ABD hegemonyasının çözülmesi arasında bire bir ilişki var. Bu ikili krize tepki olarak ABD’de sermayenin bugüne dek görülmemiş ölçeklerde malileşmesi ise krizi tetikleyen esas nedendir. Özetle yazmak gerekirse, sermaye grupları arasındaki rekabetin şiddetlenmesi ve sermayenin malileşmesindeki devasa büyüme, ikisi birden son krizin ateşleyicileri oldular. ABD hegemonyasının yalnız ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik, siyasal ve kültürel temelleri de çöküyor. ABD’nin “demokrasi”nin, zenginliğin, gelişmenin, fırsat eşitliğinin evrensel temsilcisi bir yeni dünya olduğu imajı dünya halklarının gözünde çok ciddi biçimde sarsılmıştır. 20 Bağımsız Sosyal Bilimciler, “2005 başında Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yaşamı üzerine değerlendirmeler/Kapitalist dünyanın hegemon gücü olarak ABD ekonomisindeki gelişmeler”, Mart 2005, (http://www.bagimsizsosyalbilimciler. org/Yazilar_BSB/BSB2005Mart.pdf)
84
Kriz ve Hegemonya
ABD’nin, formasyonunu soğuk savaş döneminde kazanmış en bilinçli antikomünistlerinden, eski başkan Carter’in güvenlik danışmanı, son ABD seçimlerinde Obama’nın aktif destekçilerinden ve aynı zamanda dışişleri danışmanlarından olan Zbigniew Brzezinski ABD toplumunu şöyle resmediyor: Borçluluk, dış ticaret açığı, düşük tasarruf ve yatırım, endüstriyel rekabette gerileme, verimlilik artış oranlarında düşme, yetersiz sağlık hizmetleri, düşük düzeyli orta eğitim, bozulan toplumsal altyapı ve kent hizmetleri, açgözlü bir zengin sınıf, giderek derinleşen ırk ve yoksulluk sorunu, yaygın suç ve şiddet, kitleselleşen uyuşturucu kültürü, toplumsal umutsuzluğun yaygınlaşması, cinselliğin yozlaşması, görsel medyanın kitlesel propagandasının yarattığı ahlaki çürüme, yurttaşlık bilincindeki gerilemenin sonucu olarak ulusal devlet yararına herhangi bir hizmet ya da fedâkarlığın anlamsız hale gelmesi, ayrılıkçı bir çokluk kültürünün ortaya çıkması, politik sistemin kilitlenme belirtileri, giderek yaygınlaşan bir boşluk duygusu… 21
ABD toplumunun örnek olma gücünü giderek yitirmesi bir yana, bu emperyalist süper güç bugün insanlık için yeni ve ileri herhangi bir düşünceyi temsil etmiyor. Brzezinski 1989’dan 2008’e kadar olan dönemde ABD’nin kötü yönetildiğini belirterek, ABD aleyhine işleyen önemli jeopolitik eğilimleri şöyle sıralıyor: İslam dünyasını baştan başa kaplayan Batı’ya karşı düşmanlığın yoğunlaşması; patlamaya hazır Ortadoğu; Basra Körfezi’nde ağır basan İran; kararsız, nükleer silahlı Pakistan; bağlılığını yitirmiş Avrupa; içerlemiş Rusya; Uzak Doğu birliğini kuran Çin; Asya’da daha da yalıtılan Japonya; Latin Amerika’daki popülist Amerikan karşıtı dalga; silahsızlanma rejiminin bozulması.22
Brzezinski, son 20 yıllık dönemde Amerika’nın bağlaşıklarını bölerken, düşmanlarını birleştiren bir siyaset izlediğini, “korkuyu suistimal“ ettiğini, stratejik sabırsızlık göstererek ve kendini soyutlayarak diplomatik opsiyonlarını daralttığını ekliyor23 ve tüm bunların sonucu olarak “… tarihi olarak emperyalizm karşıtı, siyasi olarak Batı-karşıtı ve duygusal olarak giderek Amerikan karşıtı” bir “küresel uyanış”tan söz ediyor. 24 Brzezinski, egemenlere özgü bir serinkanlılıkla birçok solcu geçinenin görmediği gerçekleri görüyor. Geriye, hegemonyanın, hemen herkesin ABD’nin kesin ve tartışılmaz üstünlüğünü kabul ettiği askeri cephesi kalıyor. Silahlanmaya ayırdığı dev bütçeyle, 154 ülkeye yayılmış 850 civarındaki askeri üssüyle, elektronik teknolojisinin son buluşlarıyla donanmış silah kapasitesiyle ABD’nin bugün için askeri açıdan rakipsiz bir güç olduğu bir gerçek. 21 Z. Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, Çeviren Haluk Menemencioğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Aralık 1994, s. 114-119 22 Z. Brzezinski, İkinci Şans, Çeviren Yelda Türesi, Inkılap Kitap, İstanbul 2008, s.187 23 Agy, s.200 24 Agy. s.211
85
Yaşayan Marksizm
Strateji uzmanları kağıt üzerinde çeşitli denklemler kuruyorlar. Rusya-AvrupaJaponya ya da Çin-Rusya-Avrupa askeri bağlaşıklık ve güç birliklerinin ABD’ye denk bir askeri güç ağırlığı oluşturabileceği öne sürülüyor. Askeri uzmanlar, ABD’nin deniz ve hava kuvvetleri bakımından üstünlüğünün tartışılmaz olduğunu ancak kara kuvvetlerinin görece zayıf ve güçlendirilmesinin zor olduğunu öne sürüyorlar. ABD’nin, dünya egemenliği için ihtiyaç duyduğu kuvvet gösterisini Afganistan, Irak gibi askeri bakımdan zayıf güçlere karşı yapması, kısacası “kolay” hedefler seçmesi gücünün değil, zayıflığının belirtisi sayılıyor. “İmparatorluktan Sonra”sı üzerine akıl yürüten burjuva yazarlar, Rusya-Avrupa-Japonya yakınlaşmasının ABD’yi dengeleyecek bir askeri güç oluşturabileceğinden söz ediyorlar.25 ABD’nin ileri teknolojiyle donatılmış askeri gücü, dikkatlerden kaçan çok önemli bir zaaf taşıyor. Amerikan silahlı kuvvetlerinin teknik kapasitesi değil ama Amerikan toplumunun kapasitesi, “sınırsız”ı bir yana, Irak benzeri birkaç cephede birden savaşmayı kaldıracak durumda değil. Hegemonyayı sınırsız askeri güç kullanarak sürdürmenin en önemli sınırı, Amerikan toplumunun kendisidir. Devletinden yurttaşına borçlu ekonomisiyle, içindeki akıldışı eşitsizlik ve yoksullukla, evrensellik iddia ve inandırıcılığını yitirmiş ideolojisiyle, hedonist (hazcı) tüketim kültürü ve insanıyla bu toplum çok büyük sorun ve çelişkiler barındırıyor. Brzezinski, “vatandaşlık bilincinde gerileme sonucu, ulus-devlet yararına herhangi bir hizmet ya da fedâkarlık anlamsız hale gelmiştir” diyor.26 Bugün ABD’deki tek zorunlu yurttaşlık hizmeti, büyük tekellerin ve zengin Amerikalıların ciddi biçimde kollandığı vergi yükümlülüğüdür. Askerlik bir yurttaşlık görevi değildir. “Gönüllü” asker, maddi ve sosyal “özendirici”lerle, yani düpedüz rüşvetle toplumun en alt kesimlerinden devşirilmektedir. Irak işgalinden bu yana ABD işgal ordusu içinde ve ABD toplumunda olup bitenler burada giremeyeceğimiz ayrıntılı bilgilerle “Vietnam sendromu”nu anıştırır toplumsal travmalar yaşandığını göstermektedir. ABD Irak’ta, İran’da, Afganistan’da ve Pakistan’da yalnız ideolojik siyasal yönden değil, askeri bakımdan da zorlanıyor. Bu notlar, ABD askeri gücünün de mutlak ve sınırsız olmadığını görmek bakımından önemlidir. Ancak bugünkü gerçek değişmiyor: ABD silahlı kuvvetlerinin tek tek, hatta toplu olarak olası rakip ve hasımları karşısında tartışmasız bir üstünlüğe ve caydırıcılığa sahiptir! Son olarak, bu tür çözümlemelerde nedense pek az değinilen bir duruma dikkat çekmek istiyorum. ABD toplumunun çelişkisiz, uyuşuk, edilgen bir yığın olarak algılanması; çözümlemelerin büyük buhrana rağmen işçi sınıfının, yoksulların giderek kötüleşen koşullara hep sessizce boyun eğeceklerinin varsayımına dayandırılması verili durumu mutlaklaştıran yanıltıcı bir yaklaşımdır. Bunun ye25 Emmanuel Todd, The Breakdown of the American Order/AFTER EMPİRE, Translated by, C. Jon Delogu, Columbia University Press, New York, 2003, s.195 26 Brzezinski, Kontrolden Çıkmış Dünya, s. 118
86
Kriz ve Hegemonya
rine, krizin ve hegemonya savaşlarının gidişine bağlı bir öngörü olarak, ABD’de de sınıf mücadelesinin kendine özgü biçimler alarak yükseleceğini, keskinleşeceğini, ABD içindeki sınıf mücadelesinin ABD hegemonyasının çözülüşüne etki yapacağını düşünmek, bu etkeni de çözümlemelere katmak gerekiyor. VI Hiyerarşi ve hegemonya ilişkilerinin içeriği değişiyor Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nin bir yerinde şöyle yazıyorlar: Sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişme aşaması içerisinde, bireylerin maddi ilişkilerinin hepsini birden kucaklar. Sivil toplum, bir aşamanın ticari ve sınai yaşamının tümünü birden kucaklar ve bu bakımdan da, her ne kadar dışarıda ulus-topluluğu olarak kendini olurlamak ve içeride devlet olarak örgütlenmek zorundaysa da, devleti ve ulusu aşar… Sivil toplum, sivil toplum olarak ancak burjuvazi ile gelişir; böyle olmakla birlikte, üretimin ve karşılıklı ilişkinin doğrudan sonucu olan ve her zaman devletin ve ayrıca idealist üstyapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenme de her zaman aynı adla belirtilmiştir.27
Marx ve Engels’in başka metinlerde “sivil toplum”u buradakinden farklı bir içerikte kullandıklarını biliyoruz. Burada, “sivil toplum”la kapitalist üretim ilişkileri, kapitalist toplumsal formasyon kastediliyor. “Devletin ve üstyapının temelini oluşturan toplumsal örgütlenme” kapitalist üretim ilişkilerinin, burjuva toplumunun örgütlenmesidir. Yukarıdaki pasajda, Marx ve Engels kapitalist ilişkilerin “ulus devlet”i aşacağını öngörüyorlar. “Devlet” derken de “ulus devlet”i kastediyorlar. Aynı metnin birkaç sayfa sonrasında devletle ilgili ilginç bir formülasyon daha var: Şu halde, devlet egemen bir sınıfın bireylerinin onun aracılığıyla kendi ortak çıkarlarını üstün kıldıkları bir biçim, içinde bir çağın bütün sivil toplumunun özetlendiği bir biçim olduğundan, bunun sonucu olarak, bütün kamusal kurumlar, devlet aracılığından geçer ve siyasal bir biçim alırlar.28 (İtalikler benim-HY)
Devlet bir çağın üretim ilişkilerinin özetlendiği bir biçimse, bu ilişkilerin içeriğindeki değişiklikler bu biçimi, yani devleti de değişime uğratacak demektir. Sınırsız ve sonsuz sermaye birikimine dayanan kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olma sürecinde burjuvazi devleti ele geçirmiş, süreç içinde dünya pazarının oluşup güçlenmesiyle birlikte, en başından içinde taşıdığı “ulus devlet”i aşma yönündeki eğilim kuvveden fiile çıkmaya başlamıştır. 27 K. Marx-F. Engels, “Alman İdeolojisi Feuerbach”, Sol Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 2004, s.114 28 Agy. s. 116
87
Yaşayan Marksizm
Bugün içinden geçmekte olduğumuz “geçiş dönemi”, “ara dönem”in temel eğilimlerinden biri, sermayenin ulus devleti aşan hareketi ve bunun çeşitli düzeylerde yol açtığı yeni çelişki ve gerilimlerdir. Devletsiz bir kapitalizm ve emperyalizm konu dışıdır. On dokuzuncu yüzyılın ulus-devlet dalgası, mantığı gereği “ulusal pazar”ın inşasına, iç siyasal yapının güçlendirilmesine öncelik veriyordu. Adındaki “ulus”, “ulusal” sözcüğüne rağmen ulus-devlet esas olarak ülkesel (teritoryal) ve siyasal bir varlıktı ve bu durumuyla emperyalist gereksinmelere uygun bir temel ya da araç oluşturmuyordu. Ulusal sermayeler, ulusçuluk ve ırkçılık aşısıyla kendilerini emperyalist yayılmanın gereklerine uygun aktörler durumuna getirdiler. Böylece, ulus ve ulus-devlet temelli burjuva emperyalizmleri ortaya çıktı: İngiliz, Fransız, Hollanda, Alman, İtalyan emperyalizmleri...29 Emperyalistler arası rekabet ve çatışma iki büyük dünya savaşına yol açtı. Şimdi bu geleneksel ulus-devlet emperyalizmleri ve genel olarak da devletlerarası ilişkiler temelinde kurulmuş uluslararası düzen değişiyor. Bu son derece çelişkili ve sürüngen bir süreçtir. Çünkü değişikliğin temel aktörü ulus/ülke-devletlerdir ve olumlusundan çözüme gitmeyen her süreç gibi bu da sancılı, engelli bir yolda zikzaklarla ilerlemektedir. En başta, kapitalist üretimin, sermayenin hareketinin, artı-değerin gerçekleşmesinin, işgücü sömürüsünün dünya ölçeğinde, devlet örgütlenmesinin ise esas olarak hâlâ ülkeler ölçeğinde olması, bu durumun kendisi yeni çelişkilerin kaynağıdır: Sınıf ve iktidar mücadelesinin optimum siyasal birimi ulus ya da ülke devlettir. Öte yandan dünya tekelci sermayesi bugün ülke devletleri ekonomik/ siyasal egemenliği sınırlanmış alt birimler olarak yeniden yapılandırmak istiyor. Tekelci sermayenin çıkarı ile “ülke çıkarı” birbirinden ayrılıyor. Emperyalist devlet, dünyanın paylaşımının ve giderek daha da artan eşitsizlikleri dayatmanın en önemli aracı olmaya devam ediyor. Ancak artık esas olarak teritoryal bir yayılmanın değil, sermayenin zaman ve mekân olarak sınırsız hareketinin, derinliğine nüfuz etme etkinliğinin aracıdır. Dünyanın neresinde, hangi ülkesinde olursa olsun tekelci sermaye grupları arasında, ülke-devletlerle bağlı ve sınırlı olmayan, tümüyle kendi dinamik ve inisiyatiflerine bağlı organik bir bütünleşme gerçekleşiyor. Emperyalizmin bağımlı ülke devletlerini kendi teritoryal alanında iktidarsızlaştırma, etkisizleştirme, bu ülkeleri sömürgeci yöntemlerle çekip çevirme uygulamaları ile birlikte düşünüldüğünde ise bu bütünleşme, öncelikli amacı kendi ulusal pazarını elinde tutmak olan “ulusal burjuvazi” vb. kategorilerin tarihe karışması anlamına geliyor. Öte yandan, ülke-devletleri yeniden sömürgeleştirmek de kendi iç çelişkisini doğuruyor. Devlet hâlâ ama giderek azalan oranlarda, sermaye için kârlı olmayan ekonomik alanlarda etkinlik gösteriyor; kapitalist devlet her zaman güçlük içindeki tekelci 29 David Harwey, Yeni Emperyalizm, Çeviren Hür Güldü, Everest Yayınları, İstanbul, Kasım 2004, s. 39
88
Kriz ve Hegemonya
işletmeleri destekliyor; kamu varlıkları bir tür ilkel birikim yöntemi sayılacak el koyma uygulamalarıyla tekellere peşkeş çekiliyor; su gibi doğal kaynaklar devlet eliyle meta haline getiriliyor; tekelci devlet kendisine ait varlık ve işletmeleri, kamu hizmeti kavramına giren işlevleri özelleştirirken, kapitalist işletmelerin zararlarını yalnız içinden geçmekte olduğumuz büyük krizde değil her zaman topluma yüklemek üzere kamulaştırıyor vb. Devlet, sermaye birikiminin sürekliliğini güvence altına alan, sermaye grupları arasındaki rekabette taraf olan, tüm bu süreçlerin yönetilmesinde önemli roller oynayan siyasal örgütlenme olmaya devam ediyor. Yaşanmakta olan asla bir devletsizleşme süreci değildir. Yaşanmakta olan sermayenin ülke devletleri aşan hareketinin sonucu olarak devletlerarası düzenin, hiyerarşi ve hegemonya ilişkilerinin içsel yapısının değişmesidir. Tüm devletler, tekelci sermayenin, dünya mali oligarşisinin istek ve çıkarlarına bağlı olarak yeniden yapılanıyor. Bu değişimin itici gücü, kapitalin ve kapitalizmin nesnel gelişiminin olgunlaştırdığı iki başat eğilimdir. Bir: Artık üretken sermayenin hareketi ulus ya da ülke devlet mekânına bağımlı olmaktan çıkmıştır. Yeni bir sermaye birikim sürecine geçişin, önceki birikim süreci ile kimi zaman uzlaşarak, kimi zaman çatışarak ilerlemesi, geçmişten kalan ilişkilerin yeni uluslararası işbölümüyle yeni biçimlere bürünmesi başat eğilimin egemen olma hızını etkiliyor, ancak yönünü ve uzun erimde sonuç yaratması kaçınılmaz nesnelliğini ortadan kaldırmıyor. İki: Kapitalizm, rekabetin ağırlıkla ülke devletler üzerinden yürütüldüğü bir sermaye birikim sürecinden, ülke devletlerin yalnızca “ülke” menşeli tekellerin değil, genel olarak sermayenin, çokuluslu tekellerin rekabet koşullarının, çıkarlarının gözetildiği bir zemine dönüştüğü bir evreye ilerliyor. Evet, sermayenin hareketi ulus/ülke devletleri aşıyor. Artık tekelci sermaye grupları asla “bir ülke ekonomisine ait”, ona bağımlı, o ülkeyle kaim değiller. Tersine, artık yalnızca bu sermaye gruplarının sicil kaydı bakımından bağlı oldukları ülkeler değil, bütün ülkeler, bu büyük, çokuluslu, ulusötesi sermaye gruplarına aittir. Sermaye ülkelere değil, ülkeler sermayeye aittir! Dolayısıyla yalnızca dünya pazarının varlığı değil, sermayenin büyüklüğü ve hareketinin vardığı düzey de mevcut ülkelerarası/ devletlerarası ilişkiler zeminini aşıyor. Tekrarlayalım, “tek”,“süper”, “ultra” sermaye ve bu kavramlarla anlatılacak, içindeki çelişkileri söndürmüş bir kapitalizmden söz etmiyoruz. Birden çok sermayenin olmadığı, bunlar arasında rekabetin yaşanmadığı bir durum kapitalizm değildir. Sonuç olarak, emperyalizmin yeni evresindeki yeni ve önemli çelişkilerden biri, sermayenin ulus/devlet sınırlarını aşan hareketi ile mevcut ulus/ülke devletler gerçekliği arasındadır. 89
Yaşayan Marksizm
Yol açacağı siyasal sonuçlar ve sınıf mücadelesi açısından bizi doğrudan ilgilendiren en kritik saptama budur. Ulus devlet modelini aşan yeni bir burjuva devlet modeli oluşturulana dek bu gerçek değişmeyecek, ulus ya da ülke devlet sınıf ve iktidar mücadelesinin optimum siyasal birimi olmaya devam edecektir. Bu noktada herhangi bir belirsizlik yoktur. Çelişki ise duruyor. Yukarıda açıklamaya çalıştığım nedenler bu çelişkinin uzun, hattâ orta erimde ABD’nin hegemonyacı konumunu onarıp güçlendirmesiyle ya da ABD’nin bugüne dek yerine getirdiği işlevi üstlenecek yeni bir gücün hegemonyacı konuma yükselmesiyle çözülmesini olanaklı kılmıyor. İçerik değişmiştir; ilişkilerin “hukuk”u ve biçimi de değişecektir. Emperyalist kapitalizmin başat eğilimi budur. Bugünkü dünya durumunun ortaya koyduğu gerçek öz olarak şudur: ABD’nin ya da bir başka ulus devletin hegemonyası, ABD’nin ve düşünülecek herhangi bir hegemonya adayının gücünden de bir ölçüde bağımsız olarak, dünya kapitalist sisteminin bugünkü gereksinmelerine yanıt verecek bir model olmaktan çıkmaktadır. Dünya sisteminin nesnel isteği bugün yalnız mevcut ülke-devletlerarası ilişkiyi değil bu ilişkinin bir ürünü olan “hegemonyacı” devlet kavramını da aşan, uluslararası/uluslarüstü siyasal biçimler, örgütlenmeler istiyor. Başat eğilimleri seçmek, önümüzdeki dönemde ortaya çıkacak kimi zaman paradoksal olgu ve adımları büyük fotoğraf içindeki yerlerine yerleştirmek, geçici ve arızi etmenlerle, gelişmelere yön veren daha kalıcı dinamikleri ayırt etmek, mücadele yolunu aydınlatmak için gereklidir. Başat eğilimlerin, karşıt etki ve eğilimler içinde kendini hangi hızla, hangi biçimlerde, nasıl bir süreç içinde gerçekleştireceğini bugünden bilemeyiz. Bu kayıtla, maddi ilişkilerin içeriğindeki değişikliklerin, önümüzdeki orta ve uzun dönem için kabaca iki seçeneği sivrilttiğini öngörebiliriz: Bir; ABD’nin, bu iş için gerekli ve yeterli bir “dünya” savaşı ile tek devletli dünya diktatörlüğünü kurması. İki; Dünya tekelci sermayesinin gereksinmelerine yanıt verecek, somut biçim ve ilkelerini bugünden bilemeyeceğimiz dünya çapında kolektif, anonim bir yönetim sisteminin oluşturulması. Bu ikinci seçeneğinde, sermaye grupları ve ülke devletlerin yarın masa başına oturup uzlaşmalarıyla yaşam bulması olanaklı değil. Bu seçenekte, sermaye grupları ve emperyalist güçler arasındaki savaşreform, entegrasyon-rekabet-çatışma eksenlerindeki çelişki ve çatışmaların bir tür bileşkesi olarak biçimlenebilecektir. Brzezinski “küresel istikrarın birinci şartının Amerikan gücüne daha fazla dayanmak” olduğunu kaydettikten sonra, dayatmacı değil, bağlaşıkların ortaklığı ve uzlaşmasıyla yürütülen bir liderliğin “iki seçenekli” bir hegemonyaya dönüşmesi gerektiğini, bunun için de kendi ulusal çıkarlarının yanı sıra ahlâki bir adalet duygusundan da türeyen uzun vadeli bir anlaşmaya ihtiyaç olduğunu yazıyor.30 Ne var ki, bu sözler, ne yazarın ne de önemli ölçüde sözcülüğünü yap30 Z. Brzezinski, Tercih, Çeviren Cem Küçük, Inkılâp Kitabevi, İstanbul 2005, s. 263
90
Kriz ve Hegemonya
tığı ABD’nin dünyanın öteki “ortak”larla birlikte yönetileceği bir uzlaşmaya razı olduğu anlamına hiç gelmiyor. Brzezinski şöyle devam ediyor: Ortak çıkarlardan oluşan küresel topluluk dünya yönetimi ile karıştırılmamalıdır. Dünya yönetimi tarihin bu evresinde geçerli bir amaç değildir. Amerika bağımsızlığını, ortak bir hükümet için gerekli anlaşmadan yoksun bir dünyada, ulusal üzeri bir otoriteye vermeyecektir, vermemelidir. Şu anda, ancak uzaktan idare ile mümkün olabilecek ‘tek dünya yönetimi’ Amerikan diktatörlüğü olabilir ve bu da dengesiz ve son derece kendini yok edecek bir girişim olacaktır. Dünya yönetimi ya boş bir hayal ya da kâbustur. Ancak gelecek nesiller için ciddi beklenti değildir.31
ABD’nin savaşmadan geri çekilmesi düşünülemez. ABD hegemonyasının çatışmasız, savaşsız bir biçimde masa başında yenilenmesi, ya da sona ermesi olanaksızdır. ABD hegemonyasının çözülmesi emperyalistler arası çatışma ve mücadeleleri kızıştırıyor. Bölgesel, bir tarafında emperyalist güçlerin yer aldığı emperyalist savaş olasılıklarını güçlendiriyor. Bütün bunlar, büyük buhranın ve hegemonya krizinin entegrasyonla çatışmanın, savaş ve reform yöntemlerinin iç içe yürüyeceğini haber veriyor. VII Boşluğu kim dolduracak? Emperyalist-kapitalist dünya bir yandan buhranla uğraşırken bir yandan da önderlik ve yönetim boşluğunu bir biçimde doldurmanın yollarını arıyor. Kimileri, bu krizden de ABD önderliğinde çıkılacağını, ABD hegemonyasının bir biçimde restore edileceğini iddia ederken, birçok yazar ve akademisyen, bu yazıda “tahterevalli teorisi” dediğim bir yaklaşımla boşluğun, yeni bir ulus/ülke devletin/ devletler topluluğunun hegemonya kurmasıyla doldurulacağını savunuyorlar. Bu yeni bir tartışma değil. Burada bir parantez açıp önce tartışmanın geçmişine ilişkin kimi notlar düşmek istiyorum. 1970’lerde ABD hegemonyasının krizde ve inişte olduğu, Japonya ve Almanya’nın ekonomik alanda güçlenerek bu hegemonyaya meydan okumaya başladıkları çokça dile getiriliyordu. Giovanni Arrighi, 1994’te yazdığı, Türkçe’ye 2000 yılında çevirilen, değerli bilgi ve çözümlemelerle dolu kitabı Uzun Yirminci Yüzyıl ile hegemonya sorunsalına tarihsel ve teorik bir bakış getirdi. Arrighi, bu kitapta kapitalizmin doğuş zamanı sayılan on beşinci yüzyıldan bu yana evrim ve birikim modellerini inceleyerek, kendi deyimiyle “sistemik birikim dairelerinin karşılaştırmalı bir çözümlemesini” 31 Agy. s.263-264
91
Yaşayan Marksizm
yaptı. “Her biri dünya ölçeğindeki sermaye birikim süreçlerinin başlıca kurumları ile yapısının” birliğiyle nitelenen dört sistemik birikim dairesi tanımladı: On beşinci yüzyıldan on yedinci yüzyılın başlarına kadar bir Ceneviz dairesi; on altıncı yüzyılın sonlarından yaklaşık olarak on sekizinci yüzyılın sonuna kadar bir Hollanda dairesi; on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından yirminci yüzyılın başlarına kadar bir İngiliz dairesi; on dokuzuncu yüzyılın sonlarında başlayan ve günümüzdeki mali genişleme aşamasına değin süren bir Amerikan dairesi.32
Bu birikim dairelerine sırasıyla Venedik, Hollanda Birleşik Eyaletleri, Birleşik Krallık ve Birleşik Devletler önderlik etmişlerdi. 33 Öncekiler için daha çok “önderlik” terimini uygun bulan Arrighi Britanya ve ABD için “hegemonya” kavramını kullandı. Arrighi beş yüz yıllık kapitalist yayılmanın aynı zamanda, “dünya ölçeğinde sermaye birikiminin toplumsal ve siyasal ortamını denetim altına almak için daha büyük ve karmaşık örgütsel güçlerle donanmış siyasal yapıların kuruluşu ile” ilişkili olduğunu yazdı. 34 Arrighi, 1994’te Pirenne ve Braudel’e atıfla “yeni bir kapitalist gelişme aşamasına her geçiş(in), dünya ölçeğinde sermaye birikimi süreçlerinin önderliğinde de bir değişiklik” gerektirdiğini, “kapitalist dünya-ekonomisinin hâkim tepelerinde meydana gelen her nöbet değişimi(nin), ‘yeni’ bir bölgenin ‘eski’ bölge üzerinde ‘zaferini’ “yansıttığını”, “ … bir nöbet değişikliği ve yeni bir kapitalist gelişme aşamasına gelip gelmediğimizin henüz açık olmadığını”, ancak ABD’nin temsil ettiği ‘eski’ bir bölgenin yerini, ‘dünya ölçekli sermaye birikim süreçlerinin en dinamik merkezi olan “yeni” bir bölgeye (Doğu Asya) terk etmiş olması(nın) çoktan bir gerçeklik halini” aldığını yazdı.35 Japonya, Çin, Güney Kore, Tayvan, Hong Kong, Singapur’dan oluşan Doğu Asya ülkelerini ve ilişkilerini genel olarak, Japonya’nın durumunu daha yakından inceledikten sonra şu sonuca vardı: Japonya’nın dünya gelir ve nakit toplamından giderek daha büyük bir payı elde etme hızının ve kapsamının çağdaş dünya ekonomisinde bir eşi daha yoktur. Bu hız ve kapsam, Japon kapitalist sınıfını, her biri sistemik sermaye birikimi süreçlerinin yeni önderleri olarak kendi büyük sıçrama dönemlerinde bulunan Cenevizli, Hollandalı, İngiliz ve Amerikalı kapitalist sınıfların gerçek mirasçısı biçiminde kendi kategorisi içine yerleştirdi.36
“… Japonya önderliğinin gerçekten beşinci bir sistemik birikim dairesine dönüşüp dönüşmeyeceği”37nin kesin olmadığını belirterek ihtiyatlı bir dil kullanmış olsa da Arrighi 1994’te yeni hegemon güç adayı olarak Japonya’yı gösteriyordu. Arrighi, “Amerikan birikim rejiminin krizinin”, üç olası sonucundan söz edi32 33 34 35 36 37
92
Giovanni Arrighi, Uzun Yirminci Yüzyıl, Çeviren. Recep Boztemur, İmge Kitabevi, Ankara, Mayıs 2000, s. 23 Agy. s. 33 Agy Agy. s. 489-490 Agy. s. 494 Agy.
Kriz ve Hegemonya
yordu: Bir: “… eski merkezlerin tarihin gidişatını durdurması”, yani ABD hegemonyasının bir biçimde devam etmesi. İki: “eski nöbetçinin kapitalist tarihin gidişatını durdurmada başarılı olamaması”, yani Japonya önderliğindeki Doğu Asya sermayesinin “sistemik sermaye birikim süreçlerinde hâkim bir konumu” işgal etme durumuna gelmesi.38 Arrighi, Türkçesi bu yıl yayımlanan Adam Smith Pekin’de kitabında, Doğu Asya’nın yeni birikim dairesinin merkezi olacağı görüşünü korumakla birlikte Japonya ile ilgili görüşlerinde revizyona gitti. Burada parantezi kapatıp bu yazının temel tezini bir kez daha anımsatarak devam edebiliriz: Dünya sisteminin bugünkü önderlik ve siyasal örgütlenme sorunu bir hegemonyacı güç düşerken, yenisinin onun yerini alması yalınlığında değildir. Öte yandan, büyük buhran ve onunla birlikte daha da ağırlaşan hegemonya krizi sürerken, dünya ekonomi ve siyasetinin yükselen gücü Çin’in hegemonyanın el değiştirmesi biçiminde olmasa bile bir yeni dünya düzeninin oluşmasındaki olası rolü hakkında kimi kısa saptama ve tezler öne sürmeden bu yazıyı sonuçlandıramayız. Çin, bu ülkenin nüfus ve coğrafya ölçekleri gibi büyük ve boyutlu bir konu. Bu yazıda kısa ve genel saptamalar yapmakla, kimi tezler öne sürmekle yetineceğim. Önce, bir parantez daha açıp Çin toplumunun ve devletinin niteliğiyle ilgili notlar düşmem gerekiyor. Çin, belki de tarihin tanıdığı, en hızlı ve özgün restorasyon süreçlerinin birinden geçerek kapitalist dünya sisteminin en önemli ülkelerinden biri durumuna geldi. Çin’in kapitalistleşmesinin bugün vardığı yer, bu ülkenin ekonomik ve toplumsal bakımdan kapitalizm ve sosyalizm dışında bir “üçüncü yol”u temsil ettiği, hızlı kapitalist dönüşümün 1920’lerde Lenin’in Rusya’da sosyalizm yolunda “sıçramak üzere gerilmek” metaforuyla özetlediği Yeni Ekonomi Politika’nın (NEP) bugünkü koşullara uygun bir benzeri olduğu biçimindeki tezleri geçersiz kılıyor. Arrighi, Brenner’e dayanarak, Çin’de İngiltere’nin aksine, “pazara dayalı kalkınmanın sınırsız bir karakter kazanmayışının” nedeni olarak, Çin’de doğrudan üreticilerin üretim araçlarından kopmamasını, Marx’ın deyimiyle “ilkel birikim” koşulunun gerçekleşmemesini gösteriyor. 39 Bu kuşkusuz tarihsel olarak tartışılabilir bir yaklaşımdır. Ancak, Arrighi burada durmuyor ve bugünkü Çin için özgün ama kanımca yanlış bir saptama yapıyor: Pazara dayalı kalkınmanın kapitalist karakterini belirleyen şey kapitalist kurumlarla eğilimlerin varlığı değil, fakat devlet erkinin sermayeyle olan ilişkisidir. Pazar ekonomisine istediğiniz kadar kapitalist ekleyin; devlet, kapitalistlerin sınıfsal çıkarlarına tabi kılınmadığı sürece pazar ekonomisi kapitalist olmayan bir nitelik arz eder.40 38 Agy.s.25 39 Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de, İngilizceden çeviren: İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, İstanbul, Ocak 2009, s. 82 40 Agy. s. 334-335
93
Yaşayan Marksizm
Çin’de devlet, bir seferde değil ama adım adım kapitalist pazarın, dünya kapitalist sınıfının ve giderek Çin kapitalistlerinin çıkarına tâbi kılınmıştır. Devlet, kapitalistlerin devleti olmadan önce kapitalizmin devleti olabilmekte, kapitalist birikimin koşullarını oluşturabilmekte, birikim sürecinin etkin öğesi rolünü oynayabilmektedir. Gerekli koşul, kapitalist üretim ilişkilerinin dünya çapında egemen olmasıdır. Bugün bu koşul fazlasıyla var. Organik dünya pazarı var. Çin Komünist Partisi, 1979 yılında toplanan 3. Plenum’da “sosyalist piyasa ekonomisi”ne geçme kararı aldı. 2001’de Çin Dünya Ticaret Örgütü’ne girdi. 2004 Kasım ayında yapılan Çin Komünist Partisi (ÇKP) 16. Kongresi’nde kapitalist restorasyon yolunda önemli bir adım daha atıldı. Bu kongrede, kapitalistlerin de partiye üye olabilmesi için gerekli tüzük değişikliği kabul edildi. Böylece, Çin’de büyük bir hızla, kendine özgü bir ilkel birikim süreci ilerledi; toprak ve emekgücü metalaştırıldı; yoksul Çin’in devrim sonrası gurur kaynağı komünler tasfiye edildi; aile işletmeciliğine dayanan tarım yeniden yoksul köylü üretmeye başladı; sanayide kamu sektörü, devlet işletmelerinin batırılması, özelleştirilmesi, yerli ve yabancı özel sermaye ile ortak girişimler (joint venture) kurulması yoluyla yok edilmeye başlandı vb. Richar Walker ve Daniel Buck’un belirttikleri gibi, “Kapitalizm evrensel öğelere sahip bir sistemdir ama kapitalizme giden yol, tarihe, coğrafi ve siyasal durumlara göre farklı rotalar izleyebilir. Tıpkı bir virüs gibi, kapitalizm de bir yaşama alanı (living host) olmadan var olamaz…” O halde, Çin karakteristiğinde bir kapitalizmden söz edebiliriz. 41 Çin kapitalist sınıfı bu gelişme ve ilişkiler içinde kendine özgü biçimde oluştu. Bu yeni burjuvazi, yolsuzluklar ve kamu işletmelerinin yöneticiliğinden kaynaklanan gücün kullanılması yoluyla oluşturulan ilk sermaye birikimi yöntemleriyle aynı zamanda ülke dışındaki Çin burjuvazisiyle yakın ilişkiler içinde gelişti. Hong Kong, Tayvan ve Makao’nun Çinli burjuvazileri, Çin’de kapitalizmin gelişmesinde çok önemli roller oynadılar. Üretim ilişkilerinin kapitalist bir karakter kazanması ile adı hâlâ “komünist” olan bir partinin iktidar tekelindeki devletin sürmekte olması Çin’deki kapitalist restorasyonun özgün ve çelişkili yönüdür. Kapitalist ilişkilerin egemen olduğu, toplumun tepesinde ise bürokratik merkezi bir devletin bulunduğu bu özgün durumun hangi gerilim ve gelişmelere yol açacağı önümüzdeki dönemde daha açık görülecektir. Parantezi kapatıp kapitalist Çin’in durumunu, konumuz açısından kısaca incelemeye geçebiliriz. Son yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti, dünya ekonomik tarihinin bir dizi rekorunu üst üste kıran bir gelişme kaydetti. 1989-2006 arasında, ulusal geliri ortalama yüzde 9.5 oranında büyüdü. 2003-2006 arasında hiçbir yıl yüzde 10’un altına düşmedi. Aynı dönemde Çin, ulusal gelirinin yüzde ellisini tasarrufa, yüzde 45-46’sını 41 Richar Walker ve Daniel Buck, “Çin Yolu”, New Left Review, 46, July/Aug 2007
94
Kriz ve Hegemonya
yatırıma ayırdı. Amerika’nın büyüyen dış açıkları ile Çin’in sürekli artan dış fazlası bugünkü dünya ekonomisinin biri ötekini var eden, sürekli kılan bir özelliği haline geldi. Çin, artık, ABD’nin en büyük dış alacaklısıdır. Çin’in 2.1 trilyon dolarlık resmi rezervlerinin tahminen dörtte üçü dolara bağlıdır. 800 milyar dolardan fazlası doğrudan doğruya ABD Hazine bono ve tahvillerinden oluşmaktadır.42 Korkut Boratav, Çin’in son krizine kadar olan dönemde dünya kapitalist sistemine sunduğu yaşam öpücüğünü şöyle özetliyor: 1998-2007 arasında Çin ekonomisi, başta ABD olmak üzere emperyalist sisteme ve dış dünyaya toplam 1.1 trilyon dolar dolayında net kaynak aktarmıştır. Bu, Çin’in bu sürede yarattığı millî gelir toplamının yüzde 6’sını oluşturuyor. Çin halkından “esirgenen” bir kaynak, ABD devletinin emperyalist yayılmacılığının ve Amerikalıların aşırı-israfçı tüketiminin sürdürülmesini sağlamıştır.43
Şu görüşü de yabana atmamak gerekiyor: Çin ile Hindistan’ın dünyaya açılması ve ekonomik yükselişleri gerçekleşmemiş olsaydı, sadece işçiler için değil, kapitalistler için de neolieralizmin bedelinin çok yüksek olduğu görülebilir ve belki çok kısa bir uygulamadan sonra bitmiş olabilirdi.44
Çin, kapitalist dünya ekonomisine yedek emekgücü ordusunu artırıp ucuzlatarak, Çinli işçilerin ürettiği artıdeğerin bir bölümünü emperyalist metropollere aktararak, bu yolla oralarda kâr oranlarının düşmesini geçici olarak yavaşlatarak, dünya ekonomisinin “üretim” motoru işlevi üstlenerek, biriktirdiği döviz rezervleriyle ABD cari açıklarını finanse ederek paha biçilmez katkılar yapmıştır. Aynı süreç, doğal ve kaçınılmaz olarak Çin’in dünya kapitalizmi tarafından asimile ve bundan sonraki yaşamını kendine bağımlı hale getirme anlamında, deyim uygunsa sembiyotize edilmesi süreci olarak işlemiştir. Eşitsiz gelişmenin, arkadan gelene kazandırdığı hız ve avantajlara, ABD, Japonya, Almanya’nın arkasından gelen dünyanın dördüncü büyük ekonomisi olmasına rağmen45 Çin, bugün ekonomik, siyasal ve askeri yönden dünya liderliğini kaldıracak bir güce sahip değil. Çin’in dev ve hâlâ bakir iç pazarının varlığını, Çin’in kriz koşullarında da büyümesinin, aynı zamanda dünya krizinden çıkışın dinamiği olarak görenler var. Bunun dünya sistemi için bir olanak olduğu teorik olarak kabul edilebilir. Ancak bu olanağın zamansal, mekansal/ fiziksel ve sınıfsal bakımdan son derece kesin sınırları var. Örneğin, bugün için ABD ile AB’nin iç pazarı verili rakamlarla Çin iç pazarının on katı büyüklüğünde. Dünya ölçeğinde düşünürsek, bu büyük iç pazarın tıkanmasını 42 http://www.treas.gov/tic/mfh.txt 43 Korkut Boratav, “Kapitalizmin Krizi ve Çin”, soL, 22.02.2009 44 Minqi Li, Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü, Çevirenler: Aytül Kantarcı, Ercüment Özkaya, Epos Yayınları, Ankara, 2009, s. 105 45 2008 verilerine göre, Japonya’dan sonra üçüncü. 2009’da öteki ekonomiler küçülürken Çin büyümeye devam ediyor.
95
Yaşayan Marksizm
Çin’deki büyümenin dengelemesi olanaksızdır. İkincisi, Çin’in ekonomik büyümesini bu tempoyla sürdürmesinin, dünya enerji ve hammadde kaynaklarının büyük bir hızla tüketilmesine, dünyanın zaten sınırlarına dayanmış olan ekolojik, fiziksel olanaklarının geri alınamaz biçimde yok edilmesine yol açacağı kesindir. Üçüncüsü, Çin’in dünya pazarındaki rekabet gücü en başta ucuz işgücü avantajına bağlıdır ama bunun da daha şimdiden kendini gösteren sınırları var. Bir yandan, dünya kapitalistleri kâr oranlarını yükseltmek, birikiminin önünü açmak için sermayelerini başta Çin olmak üzere ücret ve vergilerini düşük olduğu coğrafyalara kaydırırken (gelişmiş kapitalist ülkelerle Çin arasındaki ücret aralığı kabaca 20’ye 1’dir)46, öte yandan Çin’in bu ücret ve sosyal haklar rejimini sürdürmesinin önünde de esaslı engeller daha şimdiden uç veren işçi direnişleri vb. bulunmaktadır. Öte yandan, elinde büyük bir ekonomik gücün biriktiğini ve Çin’in bu gücü usta biçimde kullandığını görmek gerekiyor. Çin, ekonomi ve ticaretin dünya siyasal güç ilişkilerinde oynamakta olduğu rolün, “şirket satın almanın ülke işgal etmekten daha ucuz” olduğunun farkındadır. Kriz koşullarında, hâlâ büyük üretim kapasitesine dayanan ekonomik gücünü kullanarak konumlarını güçlendirmeye çalışıyor. Çin’in bugünkü stratejisi iki sütun üzerine oturuyor. Birincisi, sembiyotik ilişki, “aynı gemide” olma gerçeğidir. Çin’in elinde bu kadar çok dolar rezervi varken bu paranın pul olmasından zarara uğrayacağı açıktır. Bu yüzden doları batıracak bir harekete girişmiyor. Kimi zaman tersine destekleyici tutumlar alıyor. İkincisi, Çin, koşulları iyi değerlendirerek, hem zamanı geldiğinde gemiyi kaptan köşkünden başlayarak batıracak ama aynı zamanda önceden hazırladığı araç ve olanaklarla bu kazadan en güçlü çıkacak manevra olanaklarını da elinde tutmaya çalışıyor. Altın stoklarını artırması, uluslararası düzlemlerde “yeni bir para”ya geçmenin gerekli olduğundan söz etmesi bu yöndeki işaretlerdir. Sonuç olarak, Çin’in ABD’nin yerini alması ya da dünya kapitalist sisteminin kurtarıcı önderi olması, bugünkü koşul ve veriler altında olanaklı değil. Dünyayı tükenmenin, barbarlığın eşiğine getiren kapitalist sistemin her şeyiyle dev Çin’in yükünü taşıyıp taşımayacağı, nereye kadar taşıyacağı ise yanıtını şimdiden veremeyeceğimiz bir soru. VIII Kaotik ve kritik bir ara dönem ABD hegemonyasının çözülmekte olduğunu ve yerini başka bir emperyalist hegemonyaya bırakacağını ısrarla savunanlardan biri olan Immanuel Wallerstein bile, dünyanın “anarşik ve çok kutuplu bir belirsizlik dönemine” girmesinin ABD’nin son bir çabayla hegemonyasını devam ettirmesi ve Çin’in ABD’nin yerini alması seçeneklerine göre daha güçlü bir olasılık olduğunu yazdı.47 46 Agy. s. 151 47 Immanuel Wallerstein, “Whose Century is the 21st Century?”, Commentary No. 186, 1 Haziran 2006
96
Kriz ve Hegemonya
Kaotik bir dönemden geçiyoruz. Dünya çapında bir hegemonya, önderlik, denetim boşluğu oluşuyor. Sistemin kendisini kısa zamanda onaramayacağı bir çöküş yaşaması, ya da bir toplumsal devrimle kapitalizmin yıkılması dışındaki olasılık, kapitalizmin eski ilke, norm, ilişki ve yöntemleriyle kalınan yerden yola devam etmesi değildir. Egemen sınıf eskisi gibi yönetemiyor; yönetemeyecektir. Yaşam ise boşluk tanımıyor. ABD hegemonyasının dağılmasıyla oluşacak boşluk yakın erimde, ABD’nin yerini bir başka süper gücün almasıyla doldurulacak gibi görünmüyor. Çok daha büyük olasılık, boşluğun irili ufaklı birçok güç tarafından doldurulmaya çalışılacağı, küçük ama etkili/silahlı güçlerin yaşam ve gelişme alanı bulabileceği tam anlamıyla “kontrolden çıkmış bir dünya”dır. Böyle bir dünyada, var olan, ancak kendi toprakları üzerinde egemenliği ciddi biçimde aşınan ülke devlet ordularının ne olacağı, ne yapacağı üzerinde durulması gereken ciddi bir sorundur. Bu, kendisini şimdilik en somut biçimde çözülmekte olan Pakistan devleti ve onun nükleer silahlara sahip ordusu örneğinde gösteren ama önümüzdeki dönemde başka coğrafyalarda da olabilecek bir gelişmedir. Ulus/ ülke devlete aidiyet bağı zayıflayan özerk silahlı kuvvetler kaotik dönemin olası manzaralarından biri olacak gibi görünüyor. Dönem aynı zamanda kritiktir. Çünkü bu evrede sorunun tarafı olan öğelerin atacağı her adım, girişeceği her eylem yol açacağı sonuçlar bakımından olağan zamanlardakinden daha farklı, kimi zaman yaşamsal sonuçlar doğuracaktır. Teorik olasılıklardan hangisinin gerçekleşeceği, nesnellikle ilişkileri içinde çok farklı sonuçlara yol açabilecek bu adım ve eylemlere bağlıdır. Kaotik bir evrede, doğru bir durum çözümlemesi yaparak, gerçek eğilim ve ilişkileri seçmek, gelişmenin yönünü kavramak, güçleri buna göre seferber etmek devrimci amaç ve eylemlilik açısından kritik önemdedir. En başta, buhran koşullarında çözümün sınıf mücadelesi yöntemlerinde aranacağını söylemek, bugün sınıf mücadelesinin hâlâ geçerli birimi olan ülke devletler içinde, ABD’den Çin’e iç çatışma ve sürtüşmelerin yoğunlaşacağı anlamına geliyor. Bugünkü güç dengeleri içinde, bu, emperyalist metropoller başta olmak üzere, tüm dünyada ekonomik şiddetle, siyasal şiddetin iç içe geçeceği, milliyetçi, otoriter/faşizan rejimlere yöneliş demektir. Francis Fukuyama, “Tarihin sonu” derken acele etmişti. “Devlet İnşası” derken (2004) kapitalist sistem açısından isabetli bir öngörüde bulundu. Devletin nerede küçültülüp, nerede büyütüleceğinin doğru ayırt edilmesi gerektiğinin altını çizdi.48 “Zayıf ya da başarısız devletlerin dünyasında, güvenliğe duyulan ihtiyaçla, bu kurumların bu ihtiyacı karşılama becerisi arasındaki açı”ya dikkat çekti.49 En etkin çözümün “tek bir hiyerarşik örgütün sınırları içinde toplanması” olduğunun altını çizdi.50 Yeniden “devlet” dedi. 48 Francis Fukuyama, Devlet İnşası, 21. Yüzyılda Dünya Düzeni ve Yönetişim, Türkçesi: Devrim Çetinkasap, Remzi Kitabevi, İstanbul, Mart 2005, s. 17 49 Agy. s. 139 50 Agy. s. 61
97
Yaşayan Marksizm
Ekonomik çöküşün önlenemediği, toplumsal yaşamın yalnız şiddetle değil, yürüyen/işleyen bir ekonomik/toplumsal rutinle denetim altına alınamadığı koşullarda neler olacağını önceden kimse kestiremez. Ekonomik, ideolojik siyasal temelleri çözülen, ancak şimdilik dengelenemez askeri üstünlüğü süren ABD, bu gücü kullanarak konumlarını korumak içinden elinden gelen her şeyi yapacaktır. ABD, “önleyici vuruş” doktrinin en önemli ve ilk uygulama alanı olan Irak ve Afganistan’da istediği sonuçlara ulaşamadı. Bugün hâlâ dünyanın birçok yerine askeri açıdan egemen olma, o ülkelerdeki rejimleri devirme gücü var. Ancak, birçok ABD ideolog ve stratejistinin ortaklaştığı üzere, başta Irak ve Afganistan olmak üzere bu ülkelerde yandaş ve istikrarlı düzenler kuracak ideolojik-siyasal güç ve prestije sahip değil. Kaotik dönemin yarattığı boşluğun en açık göründüğü yer 160 milyonluk nüfusuyla, nükleer silah gücüyle ABD, Taliban ve Hindistan arasında sıkışmış Pakistan’dır. Obama’nın Irak’tan Afganistan’a güç kaydırmasının altında da Pakistan sorunu var. ABD’nin Irak’tan çekilmesi nasıl olursa olsun yeni boşluklar yaratacaktır. ABD stratejistlerinin kendi aralarında yaptığı, metinlerine ulaştığımız tartışmalar, ABD’nin genel olarak Ortadoğu, özel olarak İsrail siyasetlerinde temel bir yön ve ittifak değişikliği anlamına gelmese de kimi revizyonlara gideceğinin işaretlerini veriyor. Tüm bunlar yeni dönemdeki emperyalist paylaşım ve öbekleşmelerin de farklı olacağını gösteriyor. Bu bakışla, önümüzdeki dönem emperyalist güçlerin “ABD hegemonyasına tabi olan ve kapitalizmin anakaraları üzerinde yükselen ABD-İngiltere, Avrupa ve Japonya bloğu ile Çin, Rusya ve İran’ın çevresinde yeni şekillenmeye başlayan blok”51 biçiminde saflaşacağı öngörüsünü fazla kategorik buluyorum. Son krizle birlikte dünya sisteminin eski matriksleri yerinden oynamış, sistem zeminindeki yarılmalar, geleneksel saflaşma eksenlerini de yataklarından çıkarmıştır. Büyük buhranın derinleşerek sürdüğü, tek ve organik dünya pazarının bileşenleri olarak aynı gemide olan, ancak tarihsel/ekonomik (eşitsiz) gelişmişlik düzeyleri, varoluş biçimleri, buhrandan etkilenme dereceleri, “çözüm” ve “çıkış” perspektifleri farklılaşan büyük güçler arasındaki ilişkilerin entegrasyon-çatışma gelgitinde seyrettiği koşullarda, paylaşım kavgası ile “küresel reform” arayışları aynı sürecin iç içe devinen farklı yüzleri olarak yeni biçimler alıyor. Bize düşen, ne kadar süreceğini şimdiden kestiremeyeceğimiz bu kaotik ara dönemin, egemenler arasında yarattığı çatlaklardan ve yarattığı fiili iktidar boşluklarından yararlanarak kriz koşullarında tutuşması kaçınılmaz antikapitalist isyan ateşlerini, insanlığın kapitalizmden kurtulacağı bir yangına büyütmektir. 51 Bknz. Ümit Tanışır- Ali İleri “Sermayenin sonsuz birikim sürecinin somut tarihsel ifadesi olarak dünya pazarı”, ….., s.
98
Kriz ve Hegemonya
Kapitalizm, yol açtığı sorunlar evrensel ortak bir aklı zorunlu kıldığı ölçüde, onları denetim altına alamayan bir düzendir. İnsanlığın evrensel yoksulluğu ve yoksunluğu kapitalizmin tarihsel sınırlarının en özlü ifadesidir. Merkezinde sonsuz kâr güdüsünün bulunduğu, toplumsal gereksinim kavramından boşanmış doğrusal üretim mantığının dünyayı içine sürüklediği yaşamsal sorunların üstesinden ancak evrensel ortak bir aklı harekete geçirme yetisine sahip başka bir uygarlık gelebilir. Bu uygarlık komünizmdir. 31 Temmuz 2009
99
Sermaye Çağının Sınırları Kenan Kalyon
Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl adlı çalışmasının sonunda, kendisinin “kriz on yılları” dediği geçen yüzyılın sonlarının sayısız belirsizliği ve hercümerci içinde, bir tarihçi gözüyle, bazı eğilimleri saptamaya ve böylece gelecek hakkında kestirimlerde bulunmaya çalışır. Saptadığı bazı eğilimleri sıraladıktan sonra, konuyu şöyle bağlar: Cehaletimizin ve ayrıntılı sonuçların belirsizliğinin oluşturduğu kesif bulutun altında, yüzyılı biçimlendiren tarihsel güçlerin işlemeye devam ettiğini biliyoruz. Geçmiş iki ya da üç yüzyıla hakim olan kapitalizmin kaydettiği gelişmenin devasa ekonomik ve teknik sürecinin ele geçirdiği, kökünden söktüğü ve dönüştürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Bunun ad infinitum (sonsuza kadar-ç.n.) süremeyeceğini biliyoruz ya da en azından böyle bir tahminde bulunmak akla uygundur. Gelecek, geçmişin bir devamı olamaz ve gerek dışsal, gerekse içsel olarak tarihsel bir kriz noktasına ulaştığımızı gösteren belirtiler var. (...) Dünyamız hem dışa hem de içe doğru infilak etme tehlikesiyle karşı karşıyadır.1
Besbelli, Hobsbawm her hangi bir krizden değil, bir tarihsel krizden söz ediyor ve kapitalizmin sınırları -kendisinin hem içsel hem de dışsal olduğunu sezinlettiği sınırları- sorununa anıştırmada bulunuyor. Aslında, Hobsbawm’ın Marksist bir tarihçi sezgisi ve içgörüsüyle ulaştığı vargıya, Ernest Mandel, Marx’tan beri ihmal edile geldiğini düşündüğü bir görevi; kapitalizmin hareket yasalarının ve çelişkilerinin serencamını sınıf mücadeleleri bağlamında izleme görevini sırtlandığı Geç Kapitalizm’de zaten ulaşmıştı: Kapitalist üretim ilişkilerinin bunalımı genel bir toplumsal bunalım ola1
E. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991, çev. Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, İstanbul, 1995, s. 666
101
Yaşayan Marksizm
rak görülmelidir – yani tüm geç kapitalizm çağı boyunca işleyen tüm bir toplumsal sistem ve üretim tarzının tarihsel gerilemesi olarak. Bu klasik aşırı-üretim bunalımları ile ne özdeştir ne de onları dışlar.2
Sermayenin yüzleşmeye başladığı ekolojik kısıtlara sıkça dikkat çekmekle birlikte, esas olarak onun içsel sınırlarına odaklanan Mandel ile hem içsel hem de dışsal sınırlar imasında bulunan Hobsbawm istisnai örnekler değil. Daha yakın zamanlarda, Paul Burkett, bu içsel ve dışsal sınırlar ayrımını, kendisinin de Mandel’e hak vererek var kabul ettiği “kapitalist ilişkilerin tarihsel krizi”ni daha geniş ve görece farklı bir çerçevede yorumlayarak aşmaya çalıştı: Bu tarihsel sınırlar, Marx’ın işaret etmiş olduğu aşırı birikim ve sermayenin karlılığının azalması yönündeki eğilimlerden daha fazlasını içerir. Bu sınırlar, kapitalist ilişkilerin, kar için üretim ile insan ihtiyaçları için üretim arasındaki yapısal çelişkisinin tarihsel olgunlaşması olan genel bir krizini de kapsar. Söz konusu çelişki bir çok biçim alır, bu biçimler birikim krizlerini de içerir, ama, sadece bu krizlerden ibaret değildir. Çevre krizlerini kapitalist ilişkilerin bu tarihsel krizinin bir parçası olarak incelemekle kapitalizmden komünizme geçişte ekolojik çatışmaların oynayacağı potansiyel rol görülebilir.3
Vurguyu içsel ve dışsal sınırları tek bir çerçeve içinde kaynaştırmaya kaydırmakla birlikte, Burkett’in yaklaşımının temelde Mandel’inki ile örtüştüğü açık: Bir öngörü ve projeksiyon olarak değil, somut ve karşı karşıya kalınan bir sorun olarak kapitalizmin sınırlarından, bu sistem tarihsel bir kriz evresine girmişse söz edilebilir. Bu tarihsel krizin pek çok dışavurumu ve tezahürü olabilir ama o bunlardan her hangi birine indirgenemez. Kapitalizm böyle bir evreye girmiş durumdadır. Bu yazıda paylaştığımız ve çeşitli yönleriyle irdeleyip açımlamayı deneyeceğimiz yaklaşım da budur. İçsel ve dışsal sınırlar bahsinde, farklı düşünenler de yok değil. Örneğin, Gilles Deleuze ve Felix Guattari, genelleşmiş meta üretiminin mantığının içinden bakıldığında, yayılması ve derinleşmesi boyunca kapitalizmin karşılaştığı her sınırı ve engeli yerinden etmeye muktedir olduğu, ama eninde sonunda doğal veya dışsal bir sınıra toslayacağı görüşündedirler. Hakeza, kapitalizmin sınırları etrafındaki tartışmanın kendisine değilse bile, içeriğine ve sürdürülüş biçimine, kantarın topuzu sermayenin hareket yasalarına ve diyalektiğine kaydığı, böylece iktisadi belirlenimci veya kıyametçi bir geçiş beklentisine davetiye çıkarıldığı ve bunun uzantısı olarak kapitalizmden komünizme geçişin gerçek süreçleri, dinamikleri, öncülleri ve hepsinden önemlisi de kurucu pratikleri gölgelendiği iddiasıyla soğuk bakanlar ya da itiraz edenler de var. Son zamanlarda pek çok çalışması Türkçe’ye çevrilen Antonio Negri bunlar arasında: 2 3
E. Mandel, Geç Kapitalizm, çev. Candan Badem,Versus Kitap, İstanbul, 2008, s. 751-52 P. Burkett, Marx ve Doğa: Al-Yeşil Bir Perspektif, çev. Ecüment Özkaya, Epos Yayınları, Ankara, 2004, s.215
102
Sermaye Çağının Sınırları
Peki komünizm nedir? Komünizm diye adlandırdığımız “bu en üst üretim tarzına” geçiş nasıl olacaktır? Bu soruna verilen geleneksel yanıt, komünizmin sermayenin diyalektiğine içsel, biricik bir süreç olduğudur. Komünizm, sermayenin antagonist gelişmesi tarafından yaratılan bir felaketin, bir sıçramanın ötesi olarak algılanır. Geçiş sorunu, bu tür bir komünizm tanımının arkasında yok olmuş ve komünizm tanımı da kapitalist gelişmenin karşısında bir aşkınlık olarak sunulmuştur.4
Ama öyle anlaşılıyor ki, Negri, sınır tartışmalarına kategorik olarak karşı değil. Aksi halde, İmparatorluk’ta Rosa Luxemburg’un bu konuyla ve emperyalizmle ilgili görüşlerinden, onları kendisinin “ya dünya komünist devrimi ya da imparatorluk” tezine soğurmaya çalışarak cömertçe yararlanmazdı. O, sınır tartışmalarının çoğunun aşırı nesnelci olduğu, proletaryanın sermayeye sınır dayatma veya sermayenin sınırlarını yakına çekme kapasitesini es geçtiği ve “geçiş” sorununu merkezine almadığı kanaatindedir. Sorunun bu yanına aşağıda yeri geldikçe döneceğiz. Tartışmanın Dünü Bugünü Aslında, Marksist hareket saflarında, kapitalizmin sınırları hakkındaki tartışmanın neredeyse yüzyıllık bir tarihçesi var. Ama daha eski tarihli olanları yakın geçmişin ve günümüzün tartışmaları ile karşılaştırdığımızda bazı farklılıklar ve vurgu kaymaları hemen göze çarpar. Geçmişte esas itibarıyla sermayenin içsel sınırları üzerinde durulurken, günümüze doğru yaklaştıkça dışsal sınırlar konusunun da giderek daha belirgin biçimde ilgiye mazhar olduğunu gözlüyoruz. Daha eski tarihli tartışmalar, daha ziyadesiyle kapitalizmin geleceği ve ömrü ile ilgili birer projeksiyon mahiyeti taşırken, günümüzde kapitalizmin kendi sınırlarına yaklaşmakta veya bunlarla yüzleşmekte olduğu tespiti giderek yaygınlaşan bir kabule dönüşmektedir. Geçmişte sermayenin içsel sınırları daha çok Marx’ın yeniden üretim şemalarından hareketle, dolayısıyla üretkenlik arttıkça daha yakıcı bir sorun haline gelen eksik tüketim eğilimi ve kapitalizmin oransızlıklarla baş edebilme kabiliyeti boyutlarıyla irdelenirken, günümüzde “kâr oranlarında eğilimsel düşüş yasası” ve bunu telafi eden karşı etkenler sorunsalı tartışmaların odağına yerleşmiş durumdadır. Daha erken tartışmaların bir bölümüne, tekelci aşamaya geçişle birlikte kapitalizmin bir durgunluk evresinde girdiği ve dolayısıyla üretici güçlerde bundan böyle anlamlı bir gelişme sağlayamayacağı varsayımı damgasını vururken, sonrasında, kısmen gelişmelerin tersini kanıtlaması, kısmen de bu muhakeme tarzının karşıt görüşte olanlarca çürütülmesi nedeniyle bu varsayım hemen hemen terk edildi. Aralarındaki bu farklılıklara rağmen, başka bir bakış açısıyla ve benzerliklerine göre, dünden bugüne süregelen sınır tartışmalarını başka bir şekilde tasnif etmek de mümkün: Sorunu, hareket halinde bir çelişki olarak, sermayenin aştığı 4
A. Negri, Marx Ötesi Marx, çev. Münevver Çelik, Otonom Yayıncılık, İstanbul, 2006, s.238
103
Yaşayan Marksizm
her engelden sonra durmaksızın daha büyüklerini kendi karşısına dikmesi ve böylece kapitalist üretim ilişkilerinin bütün çelişkilerinin giderek şiddetlenmesi minvalinde ortaya koyanlar ile bununla yetinmeyip bazı elle tutulur ve somut sınır ya da eşiklerden de söz edenler. Örneğin, Mandel somut ve hatta “mutlak” bir sınırdan söz edenler arasındadır: Burada kapitalist üretim tarzının mutlak iç limitine ulaşmış bulunuyoruz. Bu mutlak limit, ne Rosa Luxemburg’un inandığı gibi, dünya pazarına tam kapitalist nüfuzda (yani kapitalist olmayan üretim alanlarının tasfiyesi) yatar ne de Henryk Grossmann’ın inandığı gibi, yükselen bir artıdeğer kitlesiyle bile olsa birikmiş sermayeye değer kazandırmanın nihai olanaksızlığında yatar. O artı-değer kitlesinin kendisinin mekanizasyonotomasyonun nihai aşamasında canlı emeğin üretim sürecinden silinmesinin bir sonucu olarak zorunlu olarak azalması olgusunda yatar. Kapitalizm sanayi ve tarımın bütününde tam otomasyonlu üretimle uyuşmaz, çünkü bu, artı-değer yaratımına ve sermayenin değer kazanmasına izin vermez artık.5
Marx’ın konuya yaklaşımı, ilkin, sermayenin hareket yasalarının henüz tam olarak keşfedilmediği dönemde, örneğin, Komünist Manifesto’da, birincisine denk düşer: Peki burjuvazi bu krizleri nasıl atlatır? Bir yanda bir üretken güçler kitlesini zorla yok ederek, diğer yanda yeni pazarlar fethederek ve eski pazarları daha fazla sömürerek. Yani, daha yaygın ve daha yıkıcı krizlerin yolunu açarak ve krizleri önleme araçlarını azaltarak.6
Ama daha sonraları, çok farklı soyutlama düzeylerinde, değişik pencerelerden bakarak ve bazen de Negri’nin çok üzerinde durduğu düpedüz “geçişsel” bir perspektifle bize bir dizi eşikten söz eder ve bir ufuk turu yaptırır: Eşik, kah sermayenin kuşaklar boyu süren disiplini nedeniyle evrensel çalışkanlığın artık “sermayenin mahmuzu”na ihtiyaç duymayacak genel bir alışkanlığa dönüşmesidir; kah bilimin, doğa güçlerinin ve birikmiş ölü emeğin görülmemiş ve muazzam bir bileşiminin üretimin hizmetine koşulması nedeniyle canlı emek hırsızlığının pek sefil bir temele dönüşmesidir; kah katlanılmaz hale gelen bir yabancılaşma sürecine karşı bir isyan ve yeniden temellük hareketinin saatinin gelmesidir; kah değerin ve değişim değerinin gittikçe büyüyen toplumsal serveti ifade etmek açısında tamamen kullanışsız araçları haline gelmesidir; kah sermayenin kendi evrensellik iddialarının altında kalmasıdır; kah özgür ve belirlenimsiz faaliyeti bir azınlık için değil, bütün insanlık için mümkün kılan büyük bir toplumsal boş zamanın açığa çıkmasıdır; kah sermayenin uygarlaştırıcı ve tarihsel misyonlarının tersine dönmesidir; vb. 5 6
E. Mandel, Geç Kapitalizm, age., s.278-79 K. Marx-F. Engels, Siyasi Yazılar içinde, çev. Ahmet Fethi, Hil Yayınları, İstanbul, 2004, s. 29-30
104
Sermaye Çağının Sınırları
Yeri geldiği için değinmeden geçmeyelim. Kapitalizmin işleyişi, gelişimi, evrimi ve sermayenin içsel sınırlarıyla ilgili geçmişteki inceleme ve tartışmaların önemli bir bölümü, Mandel’in de ısrarla üzerinde durduğu gibi, Marx’ın yeniden üretim şemalarının yanlış ve tek yanlı kullanımı ve bunların aslında ne için tasarlandığının anlaşılamaması nedeniyle hatalı çıkarsamalarla sonuçlanmıştır: Marx’ın yeniden üretim şemaları onun kapitalizm analizinde yakından tanımlanmış ve özgül bir rol oynarlar ve onlar yalnızca tek bir sorunu çözmek için tasarlanmışlardır, o kadar. Onların işlevi, ekonomik yaşamın milyonlarca ilgisiz alış satış kararınca belirlendiği “saf” bir piyasa anarşisine dayanan bir ekonomik sistemin neden ve nasıl sürekli kaosa ve toplumsal ve ekonomik yeniden üretim sürecindeki kesintilere yol açmadığı, fakat bunun yerine genelde “normal” –yani (Marx’ın zamanında) yedi ya da on yılda bir patlak veren bir ekonomik bunalım şeklindeki bir büyük çarpışma ile- işlediğini açıklamaktır.7
Mandel haklı. Marx’ın yeniden üretim şemaları, çok sayıda sermayenin çelişkilerle yüklü, eşitsiz ve dolayısıyla orantısız hareketinin, geçici olarak ve zorla erişilmiş denge uğrağının bir soyutlamasıdırlar aslında: Ayrıca, tüm dengelemeler raslansaldır ve ayrı ayrı alanlarda kullanılan sermaye oranları sürüp giden bir süreçte her ne kadar eşitlenirse de bu sürecin bir türlü sona ermeyen varlığı, aynı biçimde, sürekli bir oransızlığın varolduğunu gösterir, ki bu oransızlık sürekli olarak ve sık sık da şiddetle düzeltilir.8
Evet, bu şemalar bize, saf kapitalist bir uzamda -ki bu bir idealizasyondur- dahi, bütün çelişkilerine rağmen sermaye çevriminin tamamlanmasının, sermayenin gerçekleştirilmesinin, yani değerlenmesinin ve de genişletilmiş yeniden üretiminin mümkün olduğunu söylerler. Ama bundan Rosa Luxemburg’un ortaya attığı sorunun -kapitalizm dışı ve öncesi bir çevrenin varlığı veya yokluğu sorununun- önemsiz olduğu sonucu, hiçbir şekilde çıkarılamaz. Zira bu çevre, tarih boyunca kapitalizme çelişkilerini yumuşatma veya ihraç etme, bir takım dışsallıklardan azami ölçüde yararlanma, sıkışmalarını ilkel birikim süreçlerini yeniden ve yeniden, ama artık asli değil de tamamlayıcı bir işlevle devreye sokarak aşma, büyük toplumsal gerilimleri göçlerle hafifletme ve mekansal kaçışın daha başka olanaklarını sundu. Diğer yandan, bu şemalara sanki kullanım değerlerinin mübadelesine dayalı bir takas ekonomisinde yaşıyormuşuz gibi muamele etmek, bağımsız bir değişken olarak paranın, hem genel eşdeğer hem de ödeme aracı vasfıyla barındırdığı çelişkileri tahlile dahil etmemek, kredinin rolünü -krizleri hem öteleyip sündüren ama hem de ağırlaştıran rolünü- layıkıyla takdir edememek, değer yasasının her 7 8
E. Mandel, Geç Kapitalizm, age., s.49 K. Marx, Artık-Değer Teorileri İkinci Kitap, çev. Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, Ankara, 1998, s.473
105
Yaşayan Marksizm
şey olup bittikten sonra ve dolaşım alanın dolayımından geçmiş biçimde hükmünü icra etmesi nedeniyle çeşitli sektör, işkolu ve kesimlerin eşitsiz gelişiminin sermaye düzeninin tipik bir özelliği olduğunu unutmak, ister istemez kapitalizmin dengeleyici dinamiklerinin abartılması sonucunu doğurur. Ancak, günümüzde tartışmanın odağının yeniden üretim şemalarından kâr oranlarında eğilimsel düşüş yasasına doğru kaymış olmasının, bütün ihtilafları ortadan kaldırmaya yetmediğini de belirtmek gerekiyor. Zira hem yasa çok farklı yorumlara konu olmaktadır hem de bütün önemine rağmen, uygun bir bağlama yerleştirilmediği taktirde, bu yasaya tanınan öncelik, yine kolaylıkla kapitalizmin tarihsel bunalımının tek nedenli ve dolayısıyla eksikli bir açıklamasına kapı aralayabilir. Genel Bağlam Bu girizgahtan sonra, şimdi içinden geçmekte olduğumuz “buhran” vesilesiyle, kapitalizmin sınırları sorununu çeşitli açılardan irdelemeye, tarihsel maddeciliğin Marx tarafından Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’de formüle edilen en önemli ve iyi bilinen “yasa”sı ile başlayabiliriz: Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.9
Bu pasajın, üzerinde çok tartışılan ve özellikle Ekim Devriminin bir “erken doğum” olduğu iddialarına dayanak oluştursun diye sıkça başvurulan bir devamı da var: (...) İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.10
Ekim Devriminin bir “erken doğum” olduğu iddiaları, aslında konumuzla dolaylı biçimde ilgili. O yüzden, bir parantezi hak ediyorlar. Bugünden ve sonuçlardan bakıldığında iddia sahipleri haklı gözüküyor. Ama çoğu kez olduğu gibi, birçok nedenle bu görünüş aldatıcı. İlkin, bizzat Lenin ve Bolşevikler Rusya’nın geriliğinin altını bir çok kez çizdiler; gerçekleşmesi halinde, bir Alman Devriminin Rusya’yı her açıdan ikinci plana düşüreceğini defaatle belirttiler. İkinci olarak, iddia sahipleri, kapitalizmin sosyalizme geçiş için olgunlaşması tespitinin, Lenin dahil, dönemin Marksistleri tarafından tek bir ülkeye bakarak 9 K. Marx-F. Engels, Seçme Yapıtlar I. Cilt içinde, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1976, s.609 10 Age, s.610
106
Sermaye Çağının Sınırları
değil, dünya-tarihsel bir değerlendirmeye dayanarak yapıldığı gerçeğini göz ardı ediyorlar. Üçüncüsü, Lenin ve Bolşevikler, aynı nedenle Rus Devrimine dünya devriminin ateşleyicisi gözüyle baktılar. Ekim Devrimini izleyen büyük devrimci dalga, insanlığın şu ana kadar bir dünya devrimine en çok yaklaştığı dönemi imler. Dolayısıyla, Lenin’in beklentisi temelsiz bir fantezi değildi. Dördüncüsü, bu dönem, aynı zamanda dünya proletaryasının sermayeden koparak veya yerine ve ülkesine göre ondan derece derece özerkleşerek bir tarihsel özne olma potansiyellerini, şu ana kadar en yaygın ve zengin biçimde sergilediği dönemdi de. Kapitalizmin sonraki tarihi bu dönemin damgasını silinmez biçimde yedi. Beşincisi, tarihsel maddeciliğin Marx tarafından keşfedilen yasaları, devraldıkları koşullar içinde kendi tarihlerini kendileri yapan insanları daima ve peşinen varsayar; bu yasalar, onların bilgisine sahip insanlar atalet içinde kendi eşref saatlerinin gelmesini beklesinler diye formüle edilmedi. Aksi halde, sadece Ekim Devrimine değil, Paris proletaryasının 1848 Haziran kalkışmasına ve Komün’e de rahatlıkla “erken doğum” denilip çıkılabilir. Oysa Marx, yenilmiş bile olsalar, bu devrimlere tamamen farklı bir gözle bakıyordu. Çünkü, burjuva devrimlerden farklı olarak, proleter devrimler: ...durmadan kendilerini eleştirir; sürekli kendi seyirleri içinde kendilerini kesintiye uğratır; yeniden başlamak için görünüşte bitmişe geri döner; ilk girişimlerinin yetersizliklerini, zayıflıklarını ve önemsizliklerini acımasızca yerer; hasımlarını sırf topraktan yeni bir güç alıp karşılarına daha devasa çıkabilsin diye yere sermiş gibi görünür; zaman zaman kendi amaçlarının belli belirsiz büyüklüğünden irkilirler; ta ki her türlü geri dönüşü olanaksızlaştıran durum yaratılıncaya ve bizzat koşullar şunu haykırıncaya kadar: Hic Rhodus, hic salta!11
Altıncısı, olayların sonraki seyri “ya sosyalizm ya barbarlık” tespitinin abartılı bir felaket tellallığı olmadığını ziyadesiyle kanıtladı. Evet, kapitalizm gelişmesini ve atılımlarını sürdürdü, ama insanlığa çok yüksek bir fatura ödetmek pahasına. Yani vakitsizlik iddiasını evirtip tersine çevirmek de mümkün: Ekim Devrimi mi “erken doğum”du, yoksa dünya devrimi mi gecikti? Parantezi kapatıp devam edersek, alıntının ikinci bölümü, birincisinin bir başka dille, vurgunun bu kez üretici güçlerden toplumsal oluşumlara ve üretim ilişkilerine kaydırılmasıyla açımlanmasıdır aslında. Aralarında bir tutarsızlık yok. Bir toplumsal oluşum, içerebileceği üretici güçler bakımından kendi kaplamına eriştiği oranda, üretici güçlerin mülkiyet ilişkilerince ketlenmesi de aynı derecede 11 K. Marx-F. Engels, Siyasi Yazılar, age., s.85
107
Yaşayan Marksizm
şiddetlenir. Hakeza, “yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri”, onların (ve buraya dikkat) hiç yoksa “maddi varlık koşulları” eski toplumun bağrında veya yarıklarında peydahlanmadan eskiye galebe çalamazlar. Öyle ya, daha üstün toplumsal oluşum tamamen iradi, ihtiyari ve keyfi tercihlerle kurulacak veya gökten zembille inecek değil. Bütün üretim tarzları, tarihsel gelişmenin ve toplumsal evrimin çeşitli fazlarının arkada bırakılan bütün tipik evreleri bakımından geçerli bir genelleme veya soyutlama olmakla birlikte, bu veciz ve özet ifadelerin en iyi feodalizmden kapitalizme geçiş için açıklayıcı bir çerçeve sunduğu tartışma götürmez. Bu da gayet doğal. Zira, geçmiş söz konusu olduğunda, “yasa” kendi evrensel doğrulamasına, tarihin ilk kez gerçekten tümleşik bir insanlık tarihi haline gelmeye başladığı ve önceki görece durgun çağlarla kıyaslandığında görülmemiş bir ivme kazandığı bu geçişin laboratuvarında kavuştu. Ayrıca, bu geçiş, “eski toplumun bağrında çiçek açma”nın da ideal örneğini oluşturur. Komünist Manifesto bu durumu şöyle betimler: O nedenle şunları görüyoruz: Burjuvazinin üzerinde yükseldiği temel olan üretim ve mübadele araçları, feodal toplumda yaratıldılar. Bu üretim ve mübadele araçlarının gelişiminin belli bir aşamasında, feodal toplumun üretimde ve mübadelede bulunduğu koşullar, tarımın ve manüfaktür sanayinin feodal örgütlenmesi, tek kelimeyle feodal mülkiyet ilişkileri, zaten gelişmiş olan üretken güçlerle artık bağdaşmaz duruma geldiler; bir o kadar ayak bağı oldular. Bunların parçalanmaları gerekiyordu; parçalandılar.12
Haddizatında, “tarihin yasalar”ı fiziğin yasalarına benzemezler. Özünde onlar hep “eğilimsel yasalar”dır; bir dizi gelgitin, bir dizi saptırıcı ve çelici etkenin, bir dizi farklı olasılığın içinden veya arasından geçerek, bazen adeta yeraltından kendilerine yol açarak “son tahlilde” hükümlerini icra etmeleri ve böylece tarihe belirli bir tutarlılık kazandırmaları “yasa” olmalarının yeterli koşuludur. Marx’ın formüle ettiği yasanın, yalnızca feodalizmden kapitalizme geçişte değil, bu koşulla genel geçerliliğinden emin olmak için, onu bir zamanlar iç eğitimimizin değişmez konusu olan ardışık “toplumlar” dizisindeki her bir geçişin tartısına vurmamız gerekmiyor. Zira gerçekte tarihin bu kadar düzenli bir akışı olmadığı gibi, Marx’ın kendisi de gerek serpiştirilmiş biçimde başka yerlerde, gerekse Grundrisse’in “Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler” bölümünde bize bambaşka, daha çok fazlı, daha renkli, daha karmaşık ve aslında yer yer bütün bir kapitalizm öncesi ile kapitalizm arasındaki karşıtlıklara ya da farklara daha çok vurgu yapan bir tarihsel gelişme tablosunun eskizlerini miras bıraktı. Engels, aynı şeyi Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’inde yaptı. Bu fazlasıyla düzenli ve ardışık “toplumlar” dizisi, her şeyden önce, tarihin uzunca bir dönemine damgasını vurmuş, kapitalist çağda olanlarla rahatlıkla aşık atabilir 12 Age., s.28
108
Sermaye Çağının Sınırları
büyük göçlere ve yeniden yurtlanmalara yol açmış uygarlık/barbarlık karşılaşmalarını (tarımcı toplumlar/göçebe toplumlar karşılaşmalarını), söz uygunsa buharlaştırdığı için yanlıştır. Bu karşılaşmaların sonuçları son derece dramatik oldu ve tarihin sonraki seyrini derinden koşullandırdı: Evet, evvel ahirde “fethedenler fethedildiler”, öncesinde yeryüzünün çok sınırlı bir alanını kaplayan uygarlık ciddi bir yayılım kazandı. Ama bu bazen barbarlığın istilasına uğrayan bir uygarlığın, o zamana kadar eriştiği yoğunlaşmayı seyreltmesi, bu anlamda daha ileri atılmak için geri mevzilere çekilmesi ve kısmi al baştan durumlarına mahkum olması pahasına oldu. Bunun tersine, bazen de yenişemeyen sınıfsal güçlerin birbirlerini karşılıklı olarak tüketmesi, dayandığı kaynakların kuruması veya bunların bir bileşimi (aslında, bugün artık barbarların olmadığı koşullarda bir varoluş/yok oluş çatallanmasının mecazi ifadesi olan ya sosyalizm/ya barbarlık ikilemini andırır bir durum) nedeniyle zaten çökmekte olan bir uygarlığın, bedeli ne olursa olsun, bir barbar aşısı ile belirli bir vadede kendini toparlamasının yolunu açtı. Öte yandan, daha karmaşık bir tarihsel evrimin haddinden fazla sadeleştirilmesi ve indirgenmesi anlamına gelen bu “toplumlar” dizisi, Marx, farklı bir bakış açısıyla gözümüze başka bir gerçeği çakmak istediği için de yanlıştır: Grundrisse’in anılan bölümünün muhakeme tarzına göre, insanlığın komünal geçmişine, bu geçmişin şaşırtıcı bir direnç sergileyen, çeşitli sömürü veya haraç biçimleri altında var kalmaya devam eden kalıntılarına, mirasına ve cemaat formunun farklı biçimlerine nihai ve öldürücü darbeyi kapitalizm (başka bir ifadeyle sermaye ilişkisi) indirdi. Bunu, emekçiyi kendi varoluşunun ve emeğinin nesnel koşullarından, yurtluğundan, onun “doğal laboratuvarı olan” topraktan, lonca düzeni içinde geliştiği kadarıyla diğer üretim araçlarından kopararak, bu demektir ki, geçim araçlarına erişmekten de yoksun bırakarak ve bu arada komünal geçmişin yaşayan bütün maddi ve manevi bağlarını çözerek yaptı. Özgür emekçi veya Engels’in tabiriyle “kuş gibi özgür emekçi” böylece zuhur etti. Şöyle de denebilir: O, sermayenin disiplini altına girmeye mecbur edilmek üzere çırılçıplak bırakılmış emek-gücü kapasitesidir. Madalyonun öbür yüzünde ise doğanın her türlü manadan arındırılarak, salt bir yararlanma nesnesine ve edilgen bir sahneye indirgenmesi vardı. Birbirinden koparılanların (emek ve üretim araçlarının en geniş anlamında doğa) ortak bir yazgıyı paylaşmak üzere sermayenin ögelerine dönüştürülmesi yepyeni bir çağın açılışı demekti. Son olarak şu eklenebilir: “Tarihin yasaları”, en başından, insan salt doğa içinde bir varlık olmaktan çıkmanın ilk adımlarını attığı ve bu anlamda kendisini doğadan ayırmaya veya özerkleştirmeye başladığı andan itibaren bilcümle verili değildirler. Bunun için toplumsal evrimin, tersinme olasılıklarını bertaraf ede ede belirli bir doğrultu ve kararlılık kazanması gerekirdi. Aslında, çok daha geniş bir bakış açısıyla ve karşılaştırma kabul etmez ölçüde daha uzun bir zaman aralığında aynısının doğal evrim için de geçerli olduğu söylenebilir. Doğa, kendi kimyasal ve biyolojik evrimini, başlangıçta önünde bulduğu neredeyse sınırsız bir olasılıklar kümesinin içinden birbirini izleyen seçici daraltmalar yaparak ilerletti. 109
Yaşayan Marksizm
“Tarihin yasaları” hakkındaki bu genel belirlemelerden sonra, sıra geldi Marx’ın formüle ettiği yasayla ilgili kısa bir şerhe. Marx, her toplumsal oluşumun seyrüseferini kabaca iki evreye ayırıyor: Üretim ilişkilerinin üretici güçlere uygun düştüğü, gelişmeleri için onlara mecralar açtığı ve gelişmelerinin koşulu olarak işlev gördüğü evre (aslında, Komünist Menifesto’da, burjuvazinin katı olan her şeyi buharlaştırarak, kendi suretinden bir dünya yaratarak ve insanlık tarihinin görece kısa bir kesitine çok şey sığdırarak elde ettiği başarımlar, bu kapsamda ve onun devrimciliğinin göstergeleri olarak takdir edilir) ve tersine, uyumun bağdaşmazlığa dönüştüğü, bu ilişkilerin üretici güçleri gemlemeye, onlara dar gelmeye başladığı, bütün bu açılardan belirli bir doygunluk ve dolgunluğun gözlendiği ikinci evre. Ama bundan, hiçbir şekilde ilk evreden ikincisine geçildiği uğraktan itibaren üretici güçlerin gelişiminin aniden ve mutlak anlamda durduğu sonucu çıkmaz. Bir kere, üretim ilişkilerinden kaynaklanan engellemeler etkilerini, bir anda ve toptan değil, süreç içinde ve yığılmalı biçimde gösterirler. Daha önemlisi, ikinci evrede de gelişme şöyle ya da böyle sürer, ama bağdaşmazlığı ve gerilimi giderek artıracak şekilde. Üretici güçler, geldikleri yeni gelişme düzeyinin tanınması için üretim ilişkilerini zorlar, esnetir ve hatta yer yer onların bağrında gedikler açarlar. İlgili sistemin bütün çelişkilerini giderek keskinleştiren de budur. Kapitalizmin Özgüllüğü Gelgelelim, tarihsel maddeciliğin hareket noktası olarak aldığımız bu yasasının yardımıyla kapitalizmin sınırlarını saptamaya kalkıştığımızda, daha ilk adımda birden çok güçlük beliriverir. Bunlardan ilki, sermayenin dinamizmi, burjuva çağın daha önceki bütün çağlarla karşıtlık oluşturan aralıksız değişim içtepisi, bir bakıma hareket-bereket (ya da yıkıcı yaratım) üzerine kurulu olması ve adeta sınır tanımaz tatminsizliğidir: Burjuvazi, üretim araçlarını ve dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte toplumun bütün ilişkilerini devrimci bir şekilde sürekli değiştirmeden var olamaz. Daha önceki bütün sınai sınıfların ilk varlık koşulu ise aksine, eski üretim tarzlarının değişmez biçimde korunmasıydı. Üretimin sürekli devrimci bir şekilde değiştirilmesi, bütün toplumsal koşulların kesintisiz bozulması, sonu gelmez belirsizlik ve ajitasyon, burjuva çağını bütün önceki çağlardan ayırt eder.13
İkinci güçlük, eski toplumun bağrında çiçek açma koşulundan -Marx’ın “asla” vurgusu ile olmazsa olmaz derecesinde kayda bağladığı koşuldan- kaynaklanır. Doğrudur, burjuvazinin üzerinde yükseldiği üretim ve mübadele araçları feodal toplumda geliştiler; ama o kadar da bu toplumun “bağrında” değil. Zira aynı zamanda, kendi kuluçka dönemlerini tamamlamalarını sağlayacak uygun me13 Age., s.26
110
Sermaye Çağının Sınırları
kansal ve toplumsal boşluklar ya da çatlaklar bularak gelişmelerinin belirli bir aşamasında, bu topluma has ilişkilerle bir bakıma “yan yana” da var olabildiler. Bizzat Marx, sermayenin ilksel biçimlerinin (tefeci ve tüccar sermayesinin) eski toplumun çatlaklarında kendisine hayat alanı bulduğunu söylemez mi? Ve yine bizzat Marx, kendi zamanındaki ütopyacı girişim ve denemeleri kararlılıkla reddettiğine, örneğin İkaryenleri Amerika’da ütopyacı ve komünist koloniler kurma girişiminden caydırmaya ve onları serpilip gelişmekte olan kapitalizmi kendisine kalkış noktası olarak seçen bir sosyalizm çığırına davet ettiğine, bunu sermaye tahakkümünün henüz “biçimsel” olduğu ve dolayısıyla ondan “kaçış” imkanlarının henüz tükenmediği bir dönemde yaptığına, sermayenin emek ve doğa üzerinde giderek ağırlaşan “gerçek boyunduruğu” artık çatlak veya deliklerin neredeyse tamamını kapattığına göre, komünizmin, kapitalizmin bağrında çiçeklenen öncüllerinden ne anlamalıyız? Üçüncüsü, nispeten durgun ve esas itibarıyla mevcudun muhafazası üzerine kurulu toplumsal oluşumların içerebileceği üretici güçler marjının darlığının, onların sınırları hakkında kesine yakın konuşmayı -örneğin, Marx’ın yaptığı gibi, “el değirmeni, size feodal beyli toplumu, buharlı değirmen ise sınai kapitalisti toplumunu verir”, diyecek şekilde- kolaylaştırmasının aksine, kapitalizmin devingenliğinin ve insanların gündelik deneyiminin ayrılmaz bir unsuru haline gelmiş yenilikçiliğinin bunu alabildiğine zorlaştırmasıdır. Doğrudan doğruya bu güçlüklere uğraşmak yerine, başka bir yoldan ilerleyerek konuyu aydınlatmayı deneyelim. Yasayı Çelişkiye Tercüme Etmek Tarihsel ilerlemenin yukarıdaki ünlü yasasını çelişkiye tercüme ettiğimizde basitçe şöyle diyoruz: Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uyumun veya birbirine tekabül etme durumunun, bunlar arasında bir çelişkiye dönüşmesi ... Alışılagelmiş, yerleşik ve yaygın kullanım budur. Oysa, Marx formüle ettiği yasayı, bazen açıkça bazen zımnen başka terimlerle de çelişkiye tercüme etti: Toplumsal oluşumların maddi içeriği ile toplumsal biçimi arasındaki birlik ve çelişki... Örneğin, Kapital’in III. cildinde sorunu şöyle ortaya koydu: Emek süreci, sırf insanla doğa arasında bir süreç olduğu ölçüde, bu sürecin yalın ögeleri, bütün toplumsal gelişme biçimlerinde ortak olarak bulunur. Ama, bu sürecin bir özgül tarihsel biçimi, kendi maddi temellerini ve toplumsal biçimlerini geliştirmeye devam eder. Belli bir olgunluk aşamasına ulaştıktan sonra, bu özgül tarihsel biçim ortadan kalkar ve daha yüksek düzeyde bir biçime yerini bırakır. Bu tür bir bunalımın gelip çattığı an, bölüşüm ilişkileri ve dolayısıyla, bir yandan, bunların tekabül ettikleri üretim ilişkilerinin özgül tarihsel biçimi ve öte yandan, üretici güçler, üretim kuvvetleri ve bunları yerine getirenlerin gelişmesi arasındaki çelişkiler ile uzlaşmaz karşıtlıkların ulaştıkları derinlik ve genişlik ile kendisini belli
111
Yaşayan Marksizm
eder. Bunu üretimin maddi gelişmesi ile, toplumsal biçimi arasındaki bir çatışma izler.14
Çelişkiyi böyle adlandırmanın, Marx’ın düşüncesinin ruhuna, onun insanın özgürleşim serüvenine yaklaşımına, doğayı paranteze almayan bir tarihsel maddecilik anlayışına, sermaye çağına siyasal iktisadın insan-insan ve insan-doğa ilişkilerini gizemlileştiren ya da bunları ayrıklaştıran mantığının ötesinden bakışına ve komünist gelecek tasavvuruna çok daha uygun olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Öte yandan, “maddi içerik” kavramının “üretici güçler” teriminden çok daha geniş bir kaplama haiz olduğu, ikincisinin olası -sadece olası değil, aynıyla vaki- salt nesnelci kavrayışlarının önünü kestiği, bu nedenle şu “çiçeklenme”nin kapitalizm koşullarına özgü tezahürlerini bilince çıkarmaya daha fazla izin verdiği de tartışma götürmez. Saflarımızda, Marx’ın Kapital’ini, bazen fazlasıyla “nesnelci”, bazen de hem nesnelci hem de yöntemi bakımından fazlasıyla “Hegelci” bulanlar olmuştur. Grundrisse’e sarılan A. Negri ilk grubun, Kapital’de kendi yapısalcı Marksizmine dayanaklar bulan Althusser’e kızgınlığını bir ölçüde Marx’ın kendisine de yansıtan E. P. Thompson ise ikinci grubun iddialı temsilcileridir. Negri’nin Grundrisse ile Kapital’i karşı karşıya getirmesinin nedeni, Marx’ın bilhassa altını çizdiği, araştırma yöntemi -araştırıcının kendi düşünüş süreçlerinin okuyucudan görece bağımsız işlediği, hele de söz konusu olan Marx ise, onun kanatlanıp çoğumuzun menzilinin dışındaki ufuklarda serbestçe gezindiği yöntem- ile odakta okuyucunun; yazarın düşünüş süreçlerine dahil olup onları kısıtlayan ve disipline eden okuyucunun bulunduğu sunuş yöntemi arasındaki farkı pek önemsememesidir. Negri’nin eserlerinin bir çoğunun, bu iki yöntemin, karışık ve biraz keyfekeder bir kırmasının timsali olması bundandır. İngiliz Marksizminin tarihçi okulunun en seçkin ve “sınıfçı” simalarından biri olan Thompson ise, aşırı tarihsel bir örgüye ve anlatım tarzına dayansaydı, yani çubuğu yer yer mantıksaldan yana bükmeseydi, Marx’ın sermayenin işleyiş ve hareket yasalarını asla bu netlikte açığa çıkaramayacağını unutuyor. Ama bu, Kapital’de okuyucuyu bekleyen bir sorun olmadığı anlamına gelmez. Eser, siyasal iktisadın içkin eleştirisi olduğu, çoğunlukla onun kategorilerinin içinde gezinerek onları tersyüz ettiği, bazı bölümlerinde mantıksal çözümleme kaçınılmaz olarak ağır bastığı ve bu beraberinde “toplumsal biçim”in bazen aşırı soyutlanmasına yol açtığı için, kendisini bu akışa kaptıran okuyucunun bütünselliği gözden kaçırması tehlikesi her zaman vardır. Galiba, Marx bu tehlikenin farkında olduğu için, sık sık adeta Brecht’inkini andırır “yabancılaştırma efektleri”ne başvurarak ya tarihsel anlatıma döner ya da maddi içerikle ilgili hatırlatmalarda bulunur. Örneğin, I. cildin “Mutlak Artı-Değerin Üretimi” başlıklı bölümünde birdenbire 14 K. Marx, Kapital 3. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1990, s.774
112
Sermaye Çağının Sınırları
“ilkönce, emek sürecini, belli toplumsal koşullar altında aldığı özel biçimlerden bağımsız olarak incelemeye”, yani maddi içeriğe bakmaya davet ediliriz: İş, her şeyden önce, hem insanın hem de doğanın katıldığı ve insanın kendisi ile doğa arasındaki maddi tepkimeleri dilediği şekilde başlattığı, düzenlediği ve denetlediği bir süreçtir. Doğanın ürünlerini kendi gereksinimlerine uygun bir biçimde ele geçirmek için, kollarını, bacaklarını, kafasını, ellerini ve vücudunun doğal güçlerini harekete geçirerek, doğa güçlerinden birisi olarak onun karşısına geçer. Dış dünya üzerinde bu şekilde etki yaparak onu değiştirmekle, aynı zamanda kendi doğasını da değiştirir. Uyuklamakta olan güçlerini geliştirir ve bunları dilediği gibi hareket etmeye zorlar.15
Bu alıntıyı izleyen birkaç sayfa boyunca, Marx, emek sürecini toplumsal biçimden tamamen soyundurulmuş olarak, bir kullanım değerleri üretimi olarak, doğanın hem doğrudan hem de dolayımlı biçimde katıldığı bir süreç olarak, insanın doğa üzerindeki bilinçli ve amaç güder dönüştürücü faaliyeti olarak, emekle doğa arasına iletici işlevlerle giren nesnelleşmiş geçmiş emeğin ürünlerinin bir çoğalması olarak, vb., hiçbir gize ve muammaya yer vermeyecek şekilde olanca yalınlığı ve saydamlığı içinde anlatılır. Sonra, “şimdi, biz, gene, bizim filizlenmekte olan kapitalistimize dönelim”16, denir. Marx’ın anılan bölümde, “bir yanda insan ile emeğini, öte yanda doğa ile onun sağladığı maddeleri ele almakla yetin”mesi ve “bu nedenle işçimizi, öteki işçilerle bağıntılı olarak gösterme”miş17 olması, yanılgıya sevk etmemelidir. Bunun sebebi, burada kendisini emek sürecinin en basit ögeleriyle sınırlamış olmasıdır; yoksa, bu noktadan itibaren “maddi içerik” sahasından çıkar “toplumsal biçim”in bölgesine gireriz diye düşünmüş olması değil. Tersine, Marx, üretimin maddi ve teknik gerekliliklerinden kaynaklanan her türden insanlar arası tertibat, örgütlenme ve düzenlemeyi; yeni üretim, ulaştırma ve iletişim araçlarının kendiliklerinden empoze ettiği ilişki ağlarını ve temas kiplerini; çalışmanın belirli bir teknik temel tarafından talep edilen ve desteklenen kolektif biçimlerini; bunların belirli bir tasarruf, mülkiyet, yetke ve denetim örüntüsünün içine alınmış veya kalıbına dökülmüş hallerinden önemle ayırt eder. “Maddi üretim ilişkileri” dediği birincilerini “içerik” dahilinde görür. “Maddi üretim ilişkilerinin, bunların tarihsel ve toplumsal belirlenişleriyle doğrudan birleştirilmesini”; yani, iktisatçıların sıkça düştüğü bir hatayı, “kapitalist üretim tarzının tam bir gizem haline getirilişini”n18 nedenlerinden biri sayar. Bu ayrımı da yaptıktan sonra, karşımızdaki soru şudur: Neleri maddi içerik kapsamında sayabiliriz? 15 16 17 18
K. Marx, Kapital 1. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1986, s.193-94 Age., s.200 Agy. K. Marx, Kapital 3. Cilt, age., s.728
113
Yaşayan Marksizm
Marx’ın 1844 El Yazmaları’ndan başlayarak yaptığı izahat ve tahlillerden hareketle şunlar söylenebilir: Emeğin o zamana kadarki nesnelleşmesinin devralınan bütün ürün ve sonuçları; mevcut toplumsal üretim biçimi altında gelişmiş bütün üretken güç ve kapasiteler; teknoloji; hem doğrudan veya dolaylı biçimde üretimin hizmetine koşulan tarafıyla hem de kendimize ve evrene bakışımızı, düşünüş ve algı biçimlerimizi değiştiren bir etkinlik olarak bilim ve bilimin gelişme derecesi; düzenlenerek yararlanılan doğal kuvvetler, doğayla metabolik alışverişin ve doğanın toplumsallaştırılmasının ulaştığı boyutlar; üretken faaliyetin farklı kollar halinde ayrımlaşma düzeyi; insanların tarih boyunca geliştirdikleri bilgi, beceri, yeti, duyum, vasıf, haz, zevk, arzu, beğeni ve gereksinimlerdeki çeşitlenme ve incelme; emek verimliliğini arttırıcı çalışma biçimlerindeki gelişme; insan ilişkilerinin zenginleşme ve çok yönlüleşme düzeyi; haberleşme ve iletişim araçlarındaki gelişme; insanın kendini açımlamak ve “uyuklayan güçlerini” açığa çıkarmak bakımından geldiği aşama; bütün bunlara koşut olarak ortaya çıkan yeni bilinç içerikleri; yine bütün bunlara koşut olarak insanların içinde faaliyetlerini konuşlandırdıkları ve anlamlandırdıkları zaman ve mekan koordinatlarında yaşanan başkalaşımlar; insanın sadece dış doğaya değil kendi doğasına da vakıf olma yolunda kat ettiği mesafe; bireysellikte meydana gelen ilerleyici değişimler; vb., maddi içerik kapsamına girer. Münhasıran kapitalizmden komünizme geçiş söz konusu olduğunda, eklenecekler var: Bireylerin dünya-tarihsel bireyler haline gelme doğrultusunda aldıkları yol; bir bütün olarak doğayı kendi “organik olmayan” bedeni kılmak ve böylece emeğini evrensel ölçüde toplumsallaştırmak suretiyle insanın türsel bir varlık olmaya yönelmesi; burjuva çağın soyut evrenselliğini çeşitli yönleriyle somut, yararlanılabilir, dahil olunabilir ve deneyimlenebilir bir evrensellik olarak yaşama olumsallıkları; zorunluluk aleminin damgasını taşımayan bireysel öz-etkinliklerin ve yeni toplumsal ilişki kiplerinin uç vermesi; insanlık fikrinin, bir soyutlama olmaktan çıkarak, gittikçe zenginleşen evrensel ilişki ve iletişim ağları, ırklar, kültürler ve farklı uygarlık birikimleri arasında gitgide artan çaprazlaşma ve etkileşimler ve çok çeşitli türden nüfus hareketleri (yasal ve “yasadışı” emek göçleri, turizm, yerleşme amaçlı olmayan daha başka insan trafikleri, vb.) eşliğinde ete kemiğe bürünmeye başlaması; emeğin üretkenliğinde meydana gelen ve hala değer yasasına dayanıyor olmayı bir saçmalığa dönüştüren çarpıcı artışlar; çoğunluğun artık-emeğinin insan zihninin bir azınlıktaki temsili gelişiminin koşulu olmaktan çıkması; kolektif emeğin sermayeyi ve kapitalist komutayı gereksizleştiren tecellilerinin, kurucu pratiklerinin ve çeşitli türden öz-örgütlenmelerinin birikimi; üretimin eriştiği toplumsallaşma düzeyinin ve buna koşut olarak serpilen çeşitli ortaklaşma, dayanışma, paylaşma, elbirliği, işbirliği, imece, eşgüdüm, kooperatif davranış ve ağ oluşturma biçimlerinin burjuva özel mülkiyet kabuğunu zorlaması; doğayla artan metabolik alış verişin ekolojik gereklerinin değer yasasına bir başka yönden sınır çekmeye başlaması; vb. 114
Sermaye Çağının Sınırları
Maddi içerik/toplumsal biçim çelişkisine bu kapsamda bakış, kapitalizmin tarihsel bunalımını yalnızca iktisadi çerçevede ve iktisadi terimlerle anlamlandırmanın niçin çok yetersiz olacağı konusunda da bize bir dizi ipucu verir. Onun aynı zamanda, çekirdek ailenin, bir değerler dizgesinin, alışılagelmiş cinsiyet rollerinin, okulun, dolayısıyla kapitalizmin yeniden üretim kurumlarının, ulus devletin, temsili demokrasinin, özgül bir insan-doğa ilişkisinin, sermayenin kıskacına alınmış bilimsel etkinliğin, burjuva çağın başat mantığının, kamusal alanın, bizatihi “ücretli emek” biçiminin, kapitalist işletme modelinin, kapitalist komuta, denetim ve disiplin biçimlerinin ve kapitalist kentleşmenin de bunalımı olduğuna işaret eden ipuçlarıdır bunlar. Kapitalizmin tarihsel bunalımı, sermayenin kendini haklılaştırdığı “mazeret”lerin neredeyse tamamının ortadan kalkması anlamında, bir “meşruiyet bunalımı”dır da. Habermas kendi “iletişimsel eylem kuramı”nı gerekçelendirirken bu “meşruiyet bunalımı”nı saptar; ama onun kaynaklarını yanlış yerlerde -araçsal aklın “yaşam dünyası”nı sömürgeleştirmesinde- arar. Öte yandan, maddi içeriğin bu çerçevede ele alınması, bizi Negri’nin haklı olduğu soruna yollar: Komünizm kapitalist gelişmenin karşısına “bir aşkınlık olarak” konulamaz... Tersine, içkin düzlemdeki bir geçişin gerçek süreçlerine ve dinamiklerine, kapitalizmin bağrında tomurcuklanan maddi öncüllere, toplumsal biçimin cenderesini zorlayan içeriklere ve komünist uygarlığın haberci göstergelerine dayandırılmalıdır. Dolayısıyla, kapitalizmin sınırları tartışması özünde bir geçiş ve geçiş stratejisi tartışmasıdır. Geçişi maddi içerik/toplumsal biçim çelişkisi bağlamına yerleştirmenin daha başka yararları da var. Örneğin, geçişe niçin aynı zamanda bir zihniyet devriminin eşlik etmesi gerektiğine ve tarihte de böyle olageldiğine ışık tutmak gibi. Ya da geçişin tamamının niçin aslında bir toplumsal devrim süreci ve siyasal devrimlerin de niçin bu sürecin özel ve sıçramalı uğrakları olduğunu anlamayı kolaylaştırmak gibi. Nitekim, Marx da “o zaman bir toplumsal devrim çağı başlar” demektedir. Yine, bu bağlam, Marx’ın komünizm perspektifinin daha doğru biçimde anlaşılmasını da kolaylaştırır. Marx’a göre insanlığın şimdiye kadarki tarihi, gittikçe zenginleşen bir içeriğin farklı toplumsal biçimlerle eşleşip durmasının, belirli aralıklarla kabuk değiştirmesinin ve bu kovalamacanın henüz nihayete ermemesinin tarihi ve bu anlamda gerçek ve evrensel bir insanlık tarihinin öncesidir de. Komünizm, bu çağı kapatacak, en aşırı ve “katlanılmaz” tezahürleri sermaye hükümranlığı döneminde görülen koca bir yabancılaşma dönemini sona erdirirken içeriği de özgürleştirecektir. Bundan böyle içerik biçimi kendisine tabi kılacak veya daha yerinde bir ifadeyle önceden verili ya da saptanmış olmayan biçimi, kendi kısıtsız gelişiminin hep oynak ve ötelenen sınırlarında bulacaktır. Alman İdeolojisi’nin bir bölüm başlığının “Komünizm: Bizzat İlişki Biçiminin Üretimi” olması bundandır. 115
Yaşayan Marksizm
Buraya kadar söylenenlerin, yukarıda, kapitalizmin özgüllüğünden hareketle var saydığımız güçlüklerden birini (komünizmin, kapitalizm altındaki öncüllerinden ve maddi varlık koşullarından ne anlaşılması gerektiği sorununu) önemli ölçüde giderdiği; maddi içeriğin “maddi üretim ilişkileri”ni de kapsayacak şekilde yorumlanmasının, bununla kastedileni daha anlaşılır hale getirdiği söylenebilir. Unutmayalım, Marx yeni ve daha üstün üretim ilişkilerinin bizatihi kendilerinin değil, maddi varlık koşullarının, yani çeşitli ilişki, işbirliği ve bilinç biçimlerini kapsayacak şekilde içeriklerinin “eski toplumun bağrında” çiçeklenmesini veya fiilileşmesini, bir geçiş çağının başlamasının olmazsa olmaz koşulu sayar. Bu anlamda, daha ileri düzene geçiş, içeriğin kendisine dar gelen kabuğu üzerinden atmasıdır. Onun şu sözleri, bu yaklaşımına bir başka örnek teşkil eder: Buna karşılık burjuva toplumunun, yani mübadele değerine dayalı toplumun içinde, her biri bu toplumu paramparça edebilecek birer mayın gücünde birtakım işbirliği ve üretim ilişkileri doğar (Toplumsal birliğin birbiriyle çelişen ve çelişkilerinin sessiz bir reformla uzlaştırılmasına imkan olmayan bir dizi tezahür biçimi. Öte yandan, varolan toplum içinde, sınıfsız bir toplumun ortaya çıkabilmesi için gerekli maddi üretim koşullarıyla, onlara tekabül eden işbirliği ilişkilerinin gizli varlığını keşfedemiyorsak, tüm mayınlama teşebbüsleri de Donkişotça olmaktan ileri gidemeyecektir.)19
Demek ki, Marx’ın “eski toplumun bağrında çiçek açma”yı bütün geçişlerin bir önkoşulu saydığı, kapitalizmden sosyalizme geçişi bundan muaf tutmadığı ve bu izleğe hep bağlı kaldığı gerçeğini hasır altı edemeyiz. Nitekim, aynı yaklaşım, farklı bir kelimelendirme ile olsa bile, bu kez felsefi bir metinde veya bir kapitalizm tahlilinde değil, Paris Komünü hakkındaki değerlendirmede de karşımıza çıkar: İşçi sınıfı Komün’den mucizeler beklemedi. Halkın Kararnamesi ile uygulanacak hazır ütopyaları yoktu. İşçi sınıfı kendi kurtuluşuna ve bununla birlikte bugünkü toplumun kendi ekonomik araçlarıyla karşı konulmaz biçimde yöneldiği daha yüksek biçime ulaşmak için, koşulları ve insanları dönüştüren bir dizi tarihsel süreçten geçmek zorunda olduğunu bilir. Gerçekleştirebilecekleri idealleri yoktur; çökmekte olan eski burjuva toplumun gebe olduğu yeni toplumun ögelerini özgürleştirme düşüncesindedir.20
Bu satırlar, Marx’ın Komün’e “erken doğum” demeyi niçin aklından bile geçirmediğini, “geçiş”e nasıl baktığını, işçi sınıfının kurucu pratiklerinin ve öznelliğinin çok çeşitli dışavurumlarla kendisini sergilemesini neden geçişin olmazsa olmaz bir veçhesi saydığını ve geçişin tamamını neden bir toplumsal devrim süreci olarak ele aldığını da gayet iyi özetliyor. 19 K. Marx, Grundrisse, çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, 1979, s.233-34 20 K. Marx-F. Engels, Siyasi Yazılar, age., s.140-41
116
Sermaye Çağının Sınırları
Kuşkusuz, her düzen, mevcut toplumsal biçim ile bağdaşmayan, ona aykırı düşen embriyon halindeki bu yeni içeriklere karşı bir dizi tepki geliştirir: Bastırmak, sınırlandırmak, soğurmak, tahrif ederek içermek, belirli ölçüde esnemek, üretim ilişkilerinin temel mantığına halel gelmediği ölçüde genleşmek, vb. Bu açıdan bakıldığında, kapitalizmin tarihi, aynı zamanda sermayenin işçi sınıfından öğrenmesinin, soğurma ve bastırma pratiklerinin bir karışımına dayanarak kendisini teçhiz etmesinin tarihidir de. Çelişkinin Kapitalizme Özgülenmesi Maddi içerik/toplumsal biçim çelişkisi, bütün toplumsal oluşumlar için geçerli bir üst genellemedir. Bu çelişkinin her bir üretim tarzındaki somut ve özgül belirişleri farklıdır. Kapitalizmde çelişkinin içerik tarafında kullanım değeri ve bütün tezahürleriyle üretimin (elbette yeniden üretimin ve doğanın da) gittikçe artan toplumsallaşması, biçim tarafında ise değişim değeri ve özel edinim ya da burjuva özel mülkiyet durur. Kapitalizmin tarihsel bunalımının ne kadar ağırlaştığı ve sermayenin kendi sınırlarına ne kadar yaklaştığı hakkında, sırasıyla eşleştirilmek üzere, bu iki çelişkinin keskinleşme derecesine bakarak hüküm verilebilir. Kullanım değeri/değişim değeri çelişkisinin kapitalist toplumun hücresi olan metada yuvalandığını biliyoruz. Ama besbelli, hücrede yuvalanan şey yapının veya bedenin tamamında kök salmış demektir ve meta durağan bir şey olmadığına, sermaye değerlenirken hep ve döne döne meta biçiminden geçtiğine göre, söz konusu olan, kendini çok çeşitli biçimlerde dışa vuran hareket halindeki bir çelişkidir. Değişim değerini bir melanet ve bütün zamanların en büyük talihsizliği saymak için her hangi bir neden yok. Marx, asla böyle bakmadı; değişim değerinin kullanım değerini kendine tabi kılmasının, belirli bir kerteye kadar oynadığı ilerici, geliştirici ve ittirici rolü çekincesiz teslim etti. Zenginlik, tek tek kullanım değerlerine ve somut emeklere kayıtsız genel ve soyut bir ifade biçimine (yani genel eşdeğer veya para biçimine) bürünmeden, ilkin hazır bulduğu kullanım değerlerine “görülmüştür” damgasını vuran ama giderek kendi kuramsal sınırsızlığını ispatlamak için onların durmaksızın çoğaltılan ve çeşitlendirilen bir kitlesini taşıyıcı olarak kullanacak bir dürtü kazanmadan, insanlık nispeten sınırlı gereksinimler ve ilişkilerce belirlenen evrelerde çakılır kalırdı. Tarih boyunca insan-insan ve insan-doğa ilişkilerinde meydana gelen sıçrama ve serpilmelerin en büyüğü gerçekleşmezdi. Ama değişim değeri, üretici güçlerin gelişimi üzerinde bu “mahmuz” rolünü bir yere kadar oynar. Bir yerden sonra, metada içkin olan kullanım değeri/değişim değeri karşıtlığı kendisini önce belli aralıklarla, daha sonra ise giderek daha müzminleşmiş bir biçimde açığa vurmaya başlar. Kapitalizmin her şeye rağmen gürbüzce gelişmeye devam ettiği dönemlerde, söz konusu karşıtlık esas itibarıyla kriz uğraklarında kendisini açığa vururken, günümüzde giderek daha süreğen bir hal almaktadır. Marx, bu duruma mahmuzun dizgine dönüşmesi ve “kulla117
Yaşayan Marksizm
nım değerleri üretiminin mübadele değeri tarafından sınırlanmış olması”21 der ve bunu “genel olarak üretimin değil, ama sermayeye dayalı üretimin bir sınırı vardır”22 önermesini temellendirirken söyler. Bu çelişki, en genel ve soyut düzeyde kendisini zenginliğin iki ifade biçimi arasındaki bir gerilim olarak gösterir. İlkin emekten tasarruf ve zorunlu emek zamanın azaltılması yönünde amansız bir baskı kurarak üretkenliği arttıran, gereksinimleri alabildiğine çeşitlendiren, doğanın yararlanılacak yeni yönlerinin ve nesnelerin yeni niteliklerinin keşfedilmesini sağlayarak kullanım değerlerini durmadan farklılaştıran değişim değeri, zamanla sahip olunan doğal ve toplumsal zenginlik birikimine ve kaynaklarına kıymet biçmenin, bunların üretimini, tüketimini, muhafazasını, bölüşümünü ve toplumsal tahsisini belirlemenin uygun bir ölçütü olmaktan çıkar. Bu tersine dönüşün kaynağında esas itibarıyla üç neden yatar: 1) Yaratılan toplam zenginlikte üretimin hizmetine koşulmuş bilimin, bu sayede düzenlenerek yararlanılan doğa kuvvetlerinin ve durmadan yetkinleştirilen makine sistemlerinin payı ve katkısı giderek yükseldikçe, canlı emeğinki bununla ters orantılı olarak küçülen bir cüze iner. Üretim sürecine nezaret, üretim araçlarının bakımı ve muhafazası, üründe gerekli kalite ve standartların tutturulmasına yönelik kontrol ve izleme canlı emeğin asıl işlevi haline gelmeye başlar. Bu durum, değer yasasının özünü ve itici gücünü oluşturan “toplumsal olarak gerekli ortalama emek zamanı” ölçütünü ya da artı-emeği gitgide önemsizleştirir. 2) Sermayenin fiili üretim sürecinde dayandığı, bir vasat gibi yararlandığı ya da önceden verili “dışsallıklar” olarak değerlendirdiği bedava edinimler zamanla artar. Bilim, bilgi, “genel zihin”, yararlanılan doğal kuvvetler, doğadan önceki bir emeğin ürünü olmaksızın çekilip alınan her şey, işgücünün yeniden üretimi, kolektif emeğin yeni kapasiteler yaratan işbirliği ve tertibat biçimleri, değerleriyle kıyaslanmayacak bir etkililik ve işlevselliği sahip makine sistemleri, vb. bunların ilk akla gelenleri. Bu kadar çok bedava edinime dayanan bir üretim tarzına hala değer yasası tarafından yön verilmesi giderek bir saçmalık haline gelmeye başlar. 3) Doğayla toplum arasındaki metabolizmanın ve dev ölçeklere varan madde alışverişinin düzenlenmesi, kıt kaynakların tutumlu ve ikame koşullarını hazırlayıcı kullanımı, yenilebilir kaynaklardan yenilenme hızlarını aşmayacak şekilde istifade edilmesi ve çevresel etkilerin hesaba katılması yakıcı bir sorun haline geldikçe, kullanım değerinden ve zenginliğin doğal özünden bir soyutlamayı temsil eden değişim değerinin, doğası gereği kullanışız olduğu yepyeni bir sorun alanı ortaya çıkar. Genellikle “sürdürülebilirlik” olarak ifade edi21 K. Marx, Grundrisse, s.459 22 Age., s.458
118
Sermaye Çağının Sınırları
len bu sorun, kullanım değeri odaklı bir zenginlik anlayışına dönüşü empoze eden bir basınca dönüşür. Bu en genel ve soyut düzeyin altına indiğimizde ise, çelişkinin daha somut ve gündelik yaşamla sarmaş dolaş tezahürleri içinde buluruz kendimizi. Bu tezahürlerden ilki, somut ve insani gereksinimlere yönelik üretim ile sermayenin dur durak bilmeyen çoğalma ve değerlenme dürtüsünün koşulladığı üretim arasındaki makasın giderek açılmasıdır. Somut gereksinimlere kayıtsızlık ve hatta onlardan soyutlanmışlık değişim değerinin özünde bulunduğu için, “üretim için üretim” ve sermayeye yeni üşüşme alanları bulma koşuşturması, tamamen yararsız ve hatta zararlı iş kollarının ve ürünlerin peydahlanmasına dahi yol açabilir ve sıkça tanık olduğumuz gibi açmaktadır da. Günbegün deneyimlediğimiz ikinci tezahür, Marx’ın belirttiği gibi, değişimin değerinin bir dizgine dönüşerek kullanım değerlerinin üretimini veya onlara erişimi düpedüz sınırlamasıdır. Mandel bu durumu, “ölçüye gelmeyen kullanım değerleri üretimi ile ahalinin satın alma gücüne bağlı olmaya devam eden mübadele değerleri realizasyonu arasındaki çelişki”23 olarak ifade eder. Eksik tüketimcilik anlayışına hiç prim vermeyen Mandel’in bu çelişkinin altını sıkça çizme gereği duyması nedensiz değil. Ama, burası artık, üretimin ilerleyen toplumsallaşması ile özel edinim arasındaki çelişkinin de olanca ağırlığıyla kendisini hissettirdiği düzlemdir ve bundan dolayı meseleye sadece dolaşım alanından ve tüketim boyutuyla bakmamız gerekmiyor. İşte, çelişkinin bu yüzünün iç içe yaşadığımız gündelik ve olağanlaşmış yansımaları: Halk kitleleri onlara şiddetle ihtiyaç duyduğu halde, satılamayan malların dağ gibi birikmesi veya zaman zaman imhası. Kapasite kullanım oranlarının ahalinin gereksinimlerinin seyrine göre değil, kârlılıktaki iniş çıkışlara bağlı olarak dalgalanması. Üretim araçlarının fiziksel ömürlerini doldurmadan ıskartaya çıkarılması. Yüz milyonlar açlık çekerken tarımsal üretim fazlası bulunan ülkelerde çiftçilerin ürünlerini yollara dökmesi (ülkemizde de zaman zaman görülen bir vaka). Yine, dünyada açlık ve yetersiz beslenmeye rağmen, bir çok ülkede hükûmetlerin, değer yasasının serbestçe işleyişine de müdahale anlamına gelecek şekilde, çiftçilerini ekmeleri ve dikmeleri için değil, tersini yapmaları için desteklemesi (ülkemizde de fındık dikim alanlarının sınırlanması ve şeker pancarı başta olmak üzere çeşitli tarım ürünlerinin kotalara bağlanmış ekimi örneklerinde olduğu gibi). Taksitli satışların yerleşik bir uygulama haline gelmesi. Tüketici kredilerinin toplam kredi hacmi içinde hatırı sayılır bir yer tutmaya ve krizlerin tetiklenmesinde önemli bir rol oynamaya başlaması (konut kredileri de bir çeşit tüketici kredisidir aslında). Borç vermenin mal alma şartına bağlanması. Tüketicilerin gelecekteki gelirlerinin ipotek altına alınması (kredi kartı uygulaması ve bunun yol açtığı bir dizi facia). “Esnek üretim”in bir çok unsurunun (sıfır stok, tam zamanında teslim, siparişe bağlı üretim, çok amaçlı makineler, vb.) bu duru23 E. Mandel, Geç Kapitalizm, age., s.266
119
Yaşayan Marksizm
ma bir tepkiyi ifade etmesi. Halkın muhtaç kesimlerinin fırsat çıktıkça yağmaya başvurması, vb. Söz “yağma”ya gelmişken Arjantin’e değinmemek olmaz. Arjantin, 2002 krizini takiben, sınıf mücadeleleri bakımından pek çok “ilk”in sahnesi oldu. Bunlardan biri de yaygın ve kitlesel “yağma” idi. Ama “yağma” sözcüğü Arjantin’de olup biteni aslına uygun olarak ifade etmiyor. Doğrusu şudur: Halk sözünü ettiğimiz çelişkiye örgütlü biçimde müdahale etti ve meta biçimi içinde erişemediği ihtiyaç maddelerine -aslında kendi emeğinin ürünlerine- el koydu. Aslında, muazzam bir bilinç sıçraması ve farkındalıktır bu. Marx, zamanında bunun önemini şöyle takdir etmişti: [Emeğin] ürünleri kendi eseri olarak kavraması ve kendi gerçekleşme koşullarından koparılmışlığını bir sakatlık, bir zor eseri, bir şiddet eylemi olarak değerlendirmesi muazzam bir bilinçtir ve bizzat sermayeye dayalı üretim tarzının ürünü olan bu bilinç, tıpkı kölenin bir başkasının mülkü olamayacağının bilincine, bir Kişi olma bilincine varmasıyla kölelik kurumunun salt yapay ve yozlaşmış bir varlık haline gelmesi ve üretimin temeli olma niteliğini uzun süre sürdürmesinin imkansızlaşması gibi, aynı zamanda bu üretim tarzının ölüm çanlarının çalmaya başlaması demektir.24
Kısacası, günümüzde yüzümüzü hangi yöne dönersek dönelim, değişim değerinin kullanım değerlerinin üretimini ve tüketimini sınırlaması, bu biçimin toplumsal serveti telef etmesi ve atıl durumda tutması ve bolluk üzerinde bir kilit veya dizgin işlevi görmesi olgusuyla karşılaşırız. Çelişkinin bu dışavurumu, üretkenlik düzeyi yükseldikçe kaçınılmaz olarak keskinleşir. Hatta, giderek baş edilmez çatışkı veya ikilemlere ve kriz dönemleri haricinde de sermayenin kendi karşısına diktiği tedricen yükselen bir engele; nüfusun ücretli emekçiler sınıfı haline getirilmiş büyük çoğunluğu yönünden ise yaratılan ve yaratılabilecek toplumsal zenginliğe erişememekten kaynaklanan bir mahrumiyete dönüşmeye başlar. Marx, bir açmazı andıran bu durumu şöyle ifade etmişti: Sermaye, işçileri zorunlu emeğin ötesine geçip artık-emek harcamaya zorlar. Değerlenmesinin ve artık-değer yaratmasının tek yolu budur. Öte yandan, sermaye zorunlu emeği ancak artık-emek varolduğu, ve bu artıkdeğer olarak realize edilebildiği taktirde ve ancak o zaman vazeder. Demek ki, artık emeği zorunlu emeğin ön varsayımı ve artık-değeri de nesnelleşmiş emeğin, yani genel olarak değerin sınırı olarak vazeder. Artık-değer vazedemediği sürece, demek ki, zorunlu emek de vazetmeyecektir ve verili temel çerçevesinde bunun başka türlü olması da düşünülemez.25
Bu sözleriyle, karşımızda, “eksik tüketimcilik” okulunu haklı çıkaran bir Marx yok elbette. Eksik tüketimcilik, artık-değerin gerçekleşmesi sorununa genellikle 24 K. Marx, Grundrisse, age., s.502-3 25 Age., s.465
120
Sermaye Çağının Sınırları
sadece tüketim ürünleri cephesinden baktığı, ücretli emekten ve ilaveten halkın diğer tabakalarından kaynaklanan fiili talebin yetersizliğini aşırı üretimin biricik nedeni saydığı halde, Marx burada sermaye dolaşımının evrelerinden birinde karşılaşılan bir kısıtın nasıl geri bildirimli ve zincirleme biçimde onun diğer evrelerine de yansıdığını anlatmaktadır. Ama bu sözlerin Grundrisse’in “İşçi Sınıfının Talep Kapasitesi”ni konu edinen bir bölümünde; kendi işçileriyle onların ücretlerini fiziksel asgariye indirmeyi amaçlayan bir emek-sermaye ilişkisi kuran tek tek kapitalistlerin, geri kalan tüm işçilere birer dolaşım odağı ve talep sahibi tüketici muamelesi yapmasının doğurduğu sorunların işlendiği bir bölümünde söylendiğini de unutmayalım. Dolayısıyla, söylenenler değişim değerinin kullanım değerlerinin üretimini ve onlara erişimi sınırlamasıyla doğrudan ilgilidir. Öte yandan, eksik tüketimciliğe prim vermeme kaygısı, nispeten yeni bazı olguların gözden kaçırılmasına yol açmamalıdır. Emek gücünün yeniden üretiminin ve hane halkının tüketiminin konusu olan ürün yelpazesinin günümüzde oldukça genişlemesi, bu olgulardan ilkidir. Pek çok ülkede artık nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan ücretli emekçiler sınıfından kaynaklanan talebin artan bir önem kazanması bir diğeridir. Günümüzde tüketim araçları ile üretim araçları arasındaki kategorik ayrımı kısmen bulandıran bir kesişim bölgesinin oluşması; sanayide veya hizmetlerde donanım olarak kullanılan bir dizi ürünün hane halkı tüketiminin -veya bireysel tüketimin- de konusu olabilmesi bir üçüncüsüdür. Sermayenin gittikçe hızlanan fiziksel ve mekansal devrinin halk kitlelerinin sınırlı alım gücü engeline aynı oranda daha fazla çarpması bir dördüncüsü. Kullanım değeri/değişim değeri karşıtlığının, üzerinde genellikle fazla durulmayan ve kurcalanmayan bir başka veçhesi daha vardır. Bu veçhede, bir yandan işçi sınıfı öznelliğinin en derin çekirdeği, öte yandan ise emek ve sermayenin taban tabana zıt saiklerle emek süreciyle ilişkilenmeleri ve bu süreç içinde devamlı olarak birbirini çelen tarzda konumlanmaları gerçeği duruyor. Bunların her ikisi de kullanım değeri/değişim değeri karşıtlığına ya da onun emek/sermaye karşıtlığı biçimine bürünüşüne göndermede bulunurlar. İşçi, yoksun bırakıldığı ve koparıldığı geçim araçlarına, yani kullanım değerlerine erişmek için emek-gücünü satar. Amaç insani ihtiyaçlardır veya bizde işçilerin sıkça kullandığı tabirle “çoluk çocuğa ekmek götürmek”tir. Bu yüzden, Marx, onun içinde yer aldığı ve “küçük dolaşım” dediği devreyi meta-para-meta (M-P-M) ile gösterdi. Buna karşılık sermayenin büyük dolaşım devresi, içindeki her tekil evrenin yalıtık görünüşünü bütünsel bir sürece uladığımızda, son tahlilde hep para-meta-paradır (P-M-P’). Diğer bir deyişle, sermaye işçinin emekgücünün kullanım değerini değişim değeri veya zenginlik üretmek ve kendisini çoğaltmak için satın alırken, işçi ihtiyaç duyduğu kullanım değerlerine kavuşmak için onu satar. Birinin amacı değişim değeri, diğerininki kullanım değeridir. Temeldeki bu amaç uyuşmazlığı kendisini ilk fırsatta “zorunlu emek zamanı” üstündeki çekişmede belli eder ve bu çekişmenin seyrine bağlı olarak küçük do121
Yaşayan Marksizm
laşım büyük dolaşımı her an sekteye veya kesintiye uğratabilir. Burası artık, çelişkinin bambaşka bir ifadeye büründüğü sınıf mücadelesi alanıdır. Diğer taraftan, kapitalistin kullanım değerini piyasa yasaları uyarınca satın aldığı şey, çok özgül ve istisnai bir metadır. O düşünen, eyleyen, yaratan, arzulayan, tutkuları olan, yabancılaşmasının bilincine erdikçe isyan eden, kendi gereksinimler alanını genişletmek isteyen, kendi kabından taşan, sermayenin değerlenmesini fırsat buldukça baltalayan ve bütün bu yönleriyle ele avuca gelmeyen bilinç ve irade sahibi canlı emektir: Fakat eğer kapitalist insanın emek gücünün bu ayırt edici niteliğine ve potansiyeline yaslanıyorsa, onun karşısına en büyük meydan okumayı ve sorunu çıkartan da tam da emeğin kendi belirlenimsizliği nedeniyle sahip olduğu bu niteliktir.26
Marx’ın çok sevdiği eğretilemeyle söylersek, o kendini ifade etmenin ve açığa vurmanın durmaksızın yeni yollarını keşfeden “köstebek”tir. Ondan değer yasasının (kendi değerini yeniden üretiminin asgari maliyetiyle belirleyen yasanın) uysal bir kabullenicisi olmasını beklemek, “eşyanın tabiatına” aykırıdır. Tam tersine, o en başından itibaren, değer yasasına potansiyel veya fiili bir itirazı -kategorik bir itirazı- temsil eder. Sermaye ise durmadan köstebeği zaptetmeye, itirazını kırmaya ve ona değer yasasını dayatmaya çalışır. Sermayenin bu yöndeki hamleleri, paradoksal biçimde, onu kendi sınırlarına -değer yasasını ilga etmenin yakıcı bir sorun haline geleceği sınırlara- bir adım daha yaklaştırır. Burası bir başka parantezin yeridir. Michael Hardt ve Antonio Negri, Marx’ın aslında iki emek-değer kuramı formüle ettiğini ileri sürerler: Ancak Marx’ın eserlerinde farklı bir biçimde sunulmuş bir emek değer teorisi daha vardır: Burada Marx, kapitalist teorilerden radikal bir kopuşla, kapitalist değerlenme süreçleri yerine kendi kendini değerlendirme (selfvalorisation: selbstverwertung) süreçleri üzerinde yoğunlaşır. Burada Marx, emeğin değerini dengeleyici bir figür olarak değil, antagonistik bir figür olarak, sistemde dinamik bir kırılma yaratan özne olarak görür.27
İki değer kuramı iddiasının kaynağı, Negri’nin Grundrisse’i yorumlama -bu eserin “Kapital’in nesnelciliği” karşısında proletaryanın öznelliğini temellendirmeye daha müsait olduğu şeklindeki iddiaya dayalı yorumlama- tarzıdır. Ancak, bu zorlama bir yorumdur. Grundrisse de dahil, Marx’ın eserlerinden iki değer kuramı çıkmaz. Ama Marx’ın ücretleri değer yasasının basit bir gölge olgusu olarak görmediği; bir sınıf mücadelesi alanı olan, göreli güçler dengesinin sonucu tayin ettiği ücret düzeyi mücadelelerine bu yasanın “tunçtan” mantığının prizmasından bakmadığı ve ayrıca işçilerin kendi aralarındaki rekabeti sona erdirerek sermayenin değerlenme süreçlerine çomak sokma kapasitesine erişmelerini, ücretlere yansımalarından bağımsız olarak, başlı başına bir olay saydığı sonucu, kesinlikle çıkar. 26 H. Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, çev. Çiğdem Çıdamlı, Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2008, s.80 27 M. Hardt - A. Negri, Dionysos’un Emeği, çev. Ertuğrul Başer, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.24-25
122
Sermaye Çağının Sınırları
Parantezi kapatıp devam edersek, ilk bakışta ilintisizmiş gibi gözükse bile, konu sermayenin tarihsel sınırlarıyla bir bakıma esastan ilgilidir. Çünkü, yalnızca sermayenin soyut hareket yasalarından kalkarak veya bunlara birazcık sınıf mücadelesi sosu bulaştırarak, onun sınırlarına dayanmaya başlamasını açıklamaya çalışan her girişim, kaçınılmaz olarak bize tarihsel kapitalizmin oldukça soluk, bir ölçüde insansız, tek yanlı bir tasvirini ve teknik tahlilini sunar. Oysa, emek/ sermaye mücadelelerinin tarihi, emeğin sermaye dinamiğinin bağımlı değişkeni olmadığı gerçeğinin mükerrer hatırlatmalarıyla doludur O, öznel varoluşu ile sermayenin “nesnel” hareket yasalarına sürekli müdahale eder. Bu yüzden, sermaye, emek üzerinde ne kadar “mahmuz” işlevi gördüyse, en az o kadar, emek de sermayeyi mahmuzladı ve onu kendi iç rekabetinin gerektirdiğinden çok daha yüksek bir hızla tarihsel sınırlarına doğru itekledi. Alalım, kâr oranlarında eğilimsel düşüşü izah etmek için ilk elden atıfta bulunduğumuz “sermayenin organik bileşiminin yükselmesi” konusunu. Bu, neden yalnızca sermayenin iç rekabetinin, kâr oranlarının eşitlenmesi mekanizmasının, teknolojik rantlar ve artı kârlar peşinde koşuşturmanın bir türevi olsun ki? Bunun temelinde, aynı zamanda, sermayenin işçiyle mücadelesi; işçiyi hizaya getirme, disipline etme, iş ritmini ve yoğunluğunu ona dışsallaştırma, emek sürecinin bilgisini ondan koparıp alma, onun kendi karşısına diktiği dirençleri, engelleri ve belirli bir dönemde değeri genişletmeye çektiği sınırları aşma yönündeki dinmek bilmez girişim ve çabaları yatmıyor mu? Ta başa gidersek, kapitalizmin tarihinin uzunca bir dönemine, sermayenin zanaat kökenli emekçiyi tahtından etmek için başlattığı zorlu mücadelelerin ve birbirini izleyen “teknolojik ve yönetsel saldırılar”ın damga vurduğunu görürüz. Marx’ın Kapital’de kendisine sıkça atıfta bulunduğu Ure, bu sürecin en sözünü sakınmaz anlatıcılarından biridir. Zira bu emekçi iş ritmini bildiği gibi sürdürüyor; parmaklarında birikmiş hüneri bir koz olarak kullanıyor, vardiya sistemine ve gece çalışmasına yanaşmıyor, emek süreci üzerindeki hakimiyetinden kaynaklanan her türlü serbesti ve özerkliği kullanıyordu. Bu emekçinin yerinden edilmesi ekonominin bazı dallarında görece erken gerçekleşirken, makine yapım sınainde 20. yüzyıl başlarına kadar sürdü. Öte yandan, sermaye nispi artık-değer üretimine (ki bu sermayenin organik bileşiminde bir yükseliş anlamına gelir), ancak işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve çalışma saatlerinin düşürülmesi doğrultusundaki inatçı mücadelelerinin mutlak artık-değer üretimine sınır çekmesiyle öncelik vermeye başladı. Taylorizmin ön koşullarını ve düşünsel iklimini hazırladığı fordizm de benzer bir değerlendirmeye tabi tutulabilir: Sermayeyi bu atılıma sevk eden dürtü, hala bir işkolundan diğerine rahatlıkla aktarılamayan, büyük sendikalara ve kitle partilerine vücut veren, sahip olduğu özerkleşme kapasitesiyle her elverişli konjonktürde sovyetleri ve konseyleri ortaya çıkarmaya çok yatkın olan meslekten işçiyi, parça işçi ile ikame etmekti. 123
Yaşayan Marksizm
Toparlarsak, sermayenin iç rekabeti, aslında onun emekle mücadelesinin üstbelirlenimi altında gerçekleşir. Özellikle de üretimin teknik temelinin ciddi biçimde yenilendiği ve dolayısıyla sermayenin organik bileşiminde çarpıcı bir yükselişin vuku bulduğu bütün dönemler, aynı zamanda sert sınıf mücadeleleri dönemleridir. Sermayenin böyle dönemlerdeki güdücü dürtüsü, emeğin bileğini bükmek, onun kendi karşısına diktiği engelleri ve değerlenme süreçleri üzerinde kurduğu baskıyı bertaraf etmek, emek sürecini artık-değer oranını arttıracak şekilde yeniden örgütleyerek yeni bir birikim tarzını yürürlüğe koymaktır. “Esnek üretim” ve “esnek birikim”, bunun günümüzdeki örneğidirler. Bunların sermayenin sınırları bağlamında ne anlam ifade ettiğine aşağıda döneceğiz. Toplumsal Üretim/Özel Edinim Çelişkisi Üretimin toplumsallaşmasından, her şeyden önce, toplumsal zenginliği oluşturan ürünlerde bireysel emekçinin izinin ve damgasının silinmesi, ürünün niteliğine, üretim birimlerinin ölçeğine ve bu birimler arasındaki ağlara göre, bunların değişen sayıda kişinin kolektif emeğinin ve farklı emek kategorilerinin (kafa ve kol, tasarım ve uygulama) birleşik çabasının cisimleşmeleri olmaları anlaşılmalıdır. Toplumsallaşma, aynı zamanda, üretimin bütün kolları ve sektörleri arasında karşılıklı bağımlılık, birbirini gerektirme, eklemlenme, bütünleşme ve iç kenetlenme düzeyinin sürekli yükselmesi, teknik ve toplumsal işbölümünün durmadan derinleşmesi anlamına gelir. Diğer taraftan, toplumsallaşma, sermayenin bu yollarla üretilmiş büyüyen bir ölü emek stokuna zamanla daha çok yaslanması; bilimin, iletişimin, dilin, bilginin, sanatın ve eğitimin kolektif olarak hasıl edilmiş birey-üstü bileşkesinin, yani “genel zihnin” üretimin, sermayenin değerlenmesinin ve hatta emeğin vasıflarının bedava edinilen genel vasatı haline gelmesi demektir. Toplumsallaşma düzeyi bu eksenler üzerinden ne kadar yükselirse, kapitalist üretimin basit meta üretiminden devralınan bütün ön varsayımlarını; yani, özel emeği, özel üretim aracını, özel hüneri ve özerk üretimi de o kadar olumsuzlar veya özel edinimin bu öncülleriyle o kadar şiddetli biçimde çatışmaya başlar. Engels’i yardıma çağırırsak, durum şudur: Üretim araçları ve ürünün kendisi aslında toplumsallaşmıştı; ama bireylerin özel üretimini ve, bundan dolayı, herkesin kendi öz ürününe sahip olmasını ve pazara götürmesine önkoşul sayan eski mal edinme biçimine bağımlı kılınmıştı. Üretim tarzı, ikincinin dayandığı koşulu ortadan kaldırmakla birlikte, mal edinmenin eski biçimine bağımlı kılınıyordu. Yeni üretim tarzına kapitalist niteliğini veren bu çelişki, bugünkü toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların hepsinin çekirdeğini içermektedir.28 28 K. Marx-F. Engels, Seçme Yapıtlar 3. Cilt ss.115-181 içinde, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, çev. Kolektif, Sol Yayınları, Ankara, 1979, s. 164-65
124
Sermaye Çağının Sınırları
Emek süreçleri ve bir bütün olarak üretim bambaşka bir karaktere büründüğü halde, bu öncüllere tutunmaya devam etmenin yol açtığı garabetlerden biri, üretimi ne kadar çok taraflı bir işbirliği ve eşgüdümü gerektirirse gerektirsin, ürünün ve dolayısıyla emeğin toplumsallığının sonradan, dolaşım alanında rüşdünü ispatlaması kaydıyla tanınması; bunun durmaksızın büyük israflara, toplumsal emeğin çarçur edilmesine yol açmasıdır. Benzer biçimde, toplumsallaşma düzeyi ne kadar yükselirse, kapitalizmin, sayısız failin eşgüdümsüz ve birbirini çelen kararlarından ileri gelen anarşik işleyişi o kadar taşınamaz bir yük ve o kadar tahripkar sonuçlar doğuracak bir aykırılık haline gelmeye başlar: Toplumsallaştırılmış üretim ile kapitalist mal edinme arasındaki çelişki, artık bireysel işliklerdeki üretimin örgütlenmişliği ile toplumdaki genel üretim anarşisi arasında bir uzlaşmaz karşıtlık olarak kendisini gösterir.29
Özetle, kullanım değeri/değişim değeri ve toplumsallaşma/özel edinim çelişkilerinin giderek keskinleşmesi; toplumsal ihtiyaçlar için üretim ile kâr için üretim arasındaki bağdaşmazlığın çok çeşitli biçimlerde şiddetle hissedilmesi, halk yığınlarının yazgısının kârlılıktaki dalgalanmalara ve sermayenin kaprislerine tabi kılınmasının maliyetlerinin giderek katlanması, “burjuvazinin modern üretken güçleri yönetmeye artık yetersiz olduğu”nun30 görülmesi, değer yasasının toplumsal zenginliğin üretiminin, hesaplanmasının, bölüşümünün ve üretken güçlerin toplumsal tahsisinin uygun mekanizması olmaktan çıkması anlamına gelir. Bu, aynı zamanda, burjuva özel mülkiyetin, aslında basit meta üretiminin öncüllerinin ters yüz edilmesine dayandığı, onun varlık gerekçesini emeğin yabancılaşmasından, üretimin birbirinden koparılmış nesnel ve öznel unsurlarını buluşturmaktan alan bir tahakküm, bir soyutlama, bir erk ve kırılması gereken bir kabuk olduğu gerçeği de bir o kadar ayyuka çıkar. Ama toplumsallaşma/özel edinim çelişkisinin ne ölçüde keskinleştiğini görmek için, sermayenin toplumsallaşmasına da bakmak gerekir. Çünkü, üretim toplumsallaşması ile sermayenin toplumsallaşması, aslında bir ve aynı süreçtir: Sermaye kolektif bir üründür ve sadece birçok üyenin birleşik eylemiyle değil, ayrıca son kertede toplumun bütün üyelerinin birleşik eylemiyle harekete geçirilebilir. Bu nedenle sermaye kişisel değil, toplumsal bir güçtür.31
Üretim gibi, sermayenin toplumsallaşması da, esas itibarıyla üç eksen üzerinden izlenebilir: İlk eksen, bütün tekil sermayeleri ve sermayenin bütün biçimlerini, bir an için büyük bir hisseli kumpanya gibi görülmesi gereken toplam sermayenin kesirleri veya “sermaye ailesi”nin mensupları haline getiren kâr oranlarının eşitlenmesi mekanizmasıdır. Sonuçları itibarıyla bu eşitlenme, salt sermayeler arası bir 29 Age., s.168 30 Age., s.173 31 K. Marx-F. Engels, Komünist Manifesto; K. Marx-F. Engels, Siyasi Yazılar içinde, age., s.40
125
Yaşayan Marksizm
hesap görme olarak kalmaz. Anarşik bir yeniden tahsis mekanizması olarak, emeği ve toplumunu da şu veya bu oranda kendi girdabına çekip yeniden kalıba döker. Dolayısıyla, bu olay sermayenin toplumsallaşmasının tezahürlerinden biridir. İkincisi, bir “sermaye piyasası”nın oluşması eşliğinde, tekil sermayelerin şahıs veya aile biçiminden sıyrılması, girişimlerin ve yatırım kararlarının bu biçiminin kısıtlarından kurtarılması, kredinin birikimin güçlü bir kaldıracı haline gelmesi, toplumun uzanılabilen bütün parasal birikimlerinin sermayeleştirilmesi ve böylece görece daha geniş bir kesimin toplam sermayenin değerlenmesi süreciyle şu veya bu yolla ilişkilendirilmesidir. Ama bu bahiste iki evrenin birbirinden ayırt edilmesi gerekir. Başlangıçta, bu eksendeki toplumsallaşma daha ziyadesiyle sermaye yetersizliklerinin giderilmesine hizmet ederken, zamanla kantarın topuzu gittikçe büyüyen toplam artık-değer kitlesi üzerinde hak iddialarının çoğalması, bunun araçlarının çeşitlenmesi ve Marx’ın “hayali sermaye” dediği şeyin oluşumundan yana kaydı. Lenin’in bu görüngüye “çürüme” dediği biliniyor. Evet, Lenin’den önce Marx ve Engels’in de vurguladığı gibi, madalyonun bir yüzünde kesinlikle çürüme var; öteki yüzünde sermayenin kelimenin tam anlamıyla bir “toplumsal sermaye” haline gelmesi, daha geniş kesimlerin sermaye çevriminin akıbetiyle ilişkilendirilmesi, hem toplam artık değer hem de toplam sermaye stoku üzerinde hak iddia etme yolunun, yozlaştırıcı bir biçim altında ve tabii ki sermaye sahiplerini güvenceye alan bin bir kayıt kuyutla birlikte görünüşte ve kuramsal olarak “herkese açık” hale getirilmesi duruyor. Üçüncüsü ve daha önemlisi, sermayenin zamanla tüm toplumu kendi çevrimi etrafında örgütlemesi, onu kendisine içermesi, toplumsal yaşamın her alanına nüfuz etmesi, toplumsal bünyenin tamamının içinden geçerek kendini değerlendirmesi, üretimin tüm koşullarını ele geçirmesi, bunları artık hazır bulduğu şekliyle kullanmakla yetinmeyip kendi ihtiyaçları uyarınca yeniden üretmesi; üretimle tüketim, üretimle yeniden üretim ve çalışma ile boş zaman arasındaki mesafeyi daraltarak aralarında bir geri besleme ilişkisi kurması; dili, iletişimi ve simgesel anlam üretimini kendi devri daiminin hizmetine koşması, bir dizi alanın göreli özerkliğini ciddi biçimde budaması ve adeta hiçbir “sermaye harici” bakiye bırakmamasıdır. Bu, bizi sık sık afallatan uz görüşlülüğüyle Marx’ın kendi zamanında henüz ilk belirtileri ortaya çıkmışken adını koyduğu “sermayenin gerçek boyunduruğu” evresinin, tam tekmil tecessüm etmesidir. Asıl şimdi tam boy gerçek boyunduruk evresinin içinde olduğumuz söylenebilir. Gerçek boyunduruk ne kadar ağırlaşırsa, sermaye kendi sınırlarına o kadar çok yaklaşmış demektir. Öte yandan, bu evrede bir takım yeni olgular da ortaya çıkar. Bunlardan ilki, sermayeye karşı mücadele cephesinin alabildiğine genişlemesi ve çok kanatlı hale gelmesidir. Doğrudan doğruya sömürünün gerçekleştiği mekan ve ilişkilerden taşarak yeniden üretim, kent ve mekansal üretim, doğayla ilişki biçimi, bilim ve bilimin işlevi, toplam artık-değerin yeniden dağılımı, dil, anlam üretimi ve iletişim, kültürel üretim ve boş zaman gibi alanlara giderek daha çok yayılma126
Sermaye Çağının Sınırları
sıdır. Bu durumun, tabiri caizse, artık bir sathı mücadele veya müdafaa stratejisini gerekli kılmasıdır. Bazı düşünürlerin (örneğin Alain Touraine’in) hatalı bir çıkarsamayla “merkezi çatışma” alanın yer değiştirdiği tespitinde bulunmalarının ya da post-Marksistlerin çelişkinin oynaklığından ve durmadan yer değiştirmesinden söz etmesinin nedeni bu olgudur. Doğrusu, merkezi çatışmanın alanının çeşitli dolayımlarla ve yeni bürünümlerle görülmemiş ölçüde genişlediğidir. İlk bakışta sermayeye “dışsal” imiş gibi gözüken toplumsal koşullar için verilen mücadeleler, çoğu kez, sermaye ile emek ve bunların karşılıklı yeniden üretim ve gelişme koşulları arasındaki uzlaşmaz karşıtlık olarak sermayenin gerçek bütünlüğü açısından bakıldığında içseldir.32
İkinci yeni olgu, doğayı ve işgücünün yeniden üretimini paranteze alan bir “üretim” soyutlamasına dayanan ekonomi politiğe karşı, maddi üretim devresinin bütünselliğini ve tamamını görünür kılan gelişmeler, dinamikler ve mücadeleler nedeniyle maddi içerik/toplumsal biçim çelişkisinin daha da şiddetlenmesidir. Üçüncü yeni olgu, gerçek boyunduruğa karşı bu çoklu mücadelelerin önemli bir bölümünün ima ve içerimlerinin, ileti ve temsillerinin, arzu ve taleplerinin yalnızca sömürüyü sınırlandırmaya değil, aynı zamanda yeniden temellüke dönük olmasıdır. Bu eğilim kendisini kah yeniden üretimle alakalı hizmetlerin metasızlaştırılması talebiyle, kah çok uluslu tekellerin gen bankacılığına karşı direnişle, kah evi içi emeği görünür kılma çabalarıyla, kah sermayenin doğa üzerindeki istenmeyen tasarruflarına set çeken protestolarla, kah bir ürün, hizmet veya bilgi üzerindeki tekeli kıran girişimlerle, kah fikri mülkiyetle ilgili uluslararası anlaşmalara itirazlarla, kah da çeşitli türden korsanlıklarla, “kaçak” ve lisanssız kullanımlarla dışa vurmaktadır. Slavoj Žižek’in de dahil olduğu “ortak varlıklar” tartışması, aslında bu yeni olguyla doğrudan ilgilidir: Başta, kültürün ortak varlıkları vardır ve bunlar bilişsel sermayenin hemen toplumsallaşan biçimlerini oluşturur; bunlar, ilk olarak iletişim ve eğitim aracımız olan dil olmak üzere toplu taşıma, elektrik, posta, vb. ortaklaşa altyapıyı sağlar. Eğer Bill Gates’e tekel oluşturması için izin verilseydi özel bir bireyin bizim temel iletişim ağımızın yazılım dokusuna sahip olduğu saçma duruma erişmiş olurduk. İkinci olarak, dış doğanın kirlilik ve sömürü tehdidi altındaki ortak varlıkları vardır -petrolden ormanlara ve doğal habitatın kendisine değin- ve üçüncüsü, iç doğanın ortak varlıkları olan insanlığın biyo-genetik mirasıdır. Tüm bu mücadelede ortak olan şey, bu ortak varlıkları serbest işletmeyle kuşatmasına izin verilen kapitalist mantığın -insanlığın kendini yok etmesi derecesinde olan- yıkıcı potansiyeline ilişkin bir farkındalıktır.33 32 P. Burkett, Marx ve Doğa: Al-Yeşil Bir Perspektif, age., s.257 33 S. Žižek,“Başka Bir Yol”, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=25128, indirilme tarihi: 02 Temmuz 2009.
127
Yaşayan Marksizm
Dördüncü yeni olgu, sermayenin gerçek boyunduruğu doğaya doğru da uzatması; hazır bulduğu verili haliyle doğadan yararlanmakla kalmayıp, onu kendi birikim mantığının gereklerine uygun olarak yeniden üretmeye, sadeleştirmeye, her açıdan nicelikleştirmeye tekdüzeleştirmeye ve doğal sınırları böylece ötelemeye koyulmasıdır. Genetiği değiştirilmiş ürünleri, endüstriyel tarım ve hayvancılığın birbirinden ayrılmasını, polimerleri, seramikleri, biyo malzemeleri, üstün iletkenleri, nano teknolojiyi ve bir bütün olarak yeni malzeme teknolojilerini, doğal ritmlere ve “eko-düzenleyici” süreçlere bağımlılık nedeniyle sermaye çevriminin yavaş olduğu üretim dallarında (tarım, hayvancılık, ormancılık, mayalanma işlemleri barındıran sınailer) üretim zamanını kısaltmaya yönelik çeşitli türden müdahaleleri, vb. bizatihi doğanın yeniden üretimi kapsamında telakki edebiliriz. Beşinci yeni olgu, sermayenin tüm toplumu kendisine içerme evresinin, paradoksal olarak, aynı zamanda sistematik bir dışlama, öteleme ve marjinalleştirme evresi olduğu, onun toplumu kendi etrafında işlevsel, simgesel ve toplumsal bakımdan bütünleştirmeye muktedir ve ehliyetli olmadığı gerçeğinin ayan beyan açığa çıkmasıdır. Sermayeyi “mazeretsiz” bırakan bu durum, için için kızışan bir meşruiyet bunalımının da temel nedenlerinden biridir. Bu yeni olguların, aynı zamanda yeni imkanlara da işaret ettiğini belirtmeden geçmeyelim. Zira saflarımızda dikkatlerini proletaryanın yeni bileşimine, köstebeğin yerin altında ve üstündeki ısınma hareketlerine yöneltmek yerine, işçi hareketinin kolektif görünürlüğünün geri gelmeyecek olan eski biçimlerinin ardından yazıklananlar, gerçek boyunduruk evresine öncelikle imkanlar yönünden bakmayı genellikle savsaklamaktadırlar. “Dışsal Sınırlar” Ne Kadar Dışsal? Ekmek&Özgürlük’ün birinci sayasında yayınlanan “Ekmek, Gül ve Hürriyet Günleri İçin Çağrımız” başlıklı metinde şöyle deniyor: Emeğin kurtuluşu mücadelesi ile kapitalizme yönelik ekolojik eleştirinin çelişmek bir yana, birbirini bütünlediğini ve güçlendirdiğini, yeni bir uygarlığa sıçramanın aynı anda hem insan-insan hem de insan-doğa ilişkilerini dönüştürmekten geçtiğini, Marksist zeminlerden kalkış yapan bir ekolojik eleştirinin sosyalist programımızın içkin bir boyutu haline getirilebileceğini iddia ediyoruz.34
Burada ve izleyen alt başlıkta bu savı gerekçelendirmeye çalışacağız. Kestirmeden gidersek, atılacak ilk adım, Paul Burkett’in uslamlama çizgisini izleyerek, ne kadar önemli olursa olsun, ekolojik krizi, kapitalizmin tarihsel krizinin bir veçhesi veya görünümü olarak kabul etmektir. Tabii ki, el çabukluğuyla değil, ikna edici bir tanıtlamayla birlikte. Açıktır ki, bu güzergahtan devam edersek, “dışsal sınırlar” adlandırmasının ken34 Ekmek&Özgürlük, Sayı 1, Eylül 2009.
128
Sermaye Çağının Sınırları
disi peşinen tartışmalı hale gelmeye başlar. Bu yazının buraya kadarki akışı boyunca ima edilen de budur. İma edileni açıklaştırırsak: Ekolojik krizin behemehal hatırlattığı sınırların “dışsal” gibi gözükmesinin nedeni, sorunun maddi içerikle toplumsal biçimin çelişkili birliği ışığında ele alınmaması; alındığında ise, maddi içeriğin doğa ile toplum arasında oylumu ve çeşitliliği giderek artan metabolik devridaim boyutunun -Marx’ın fırsat çıktıkça hatırlattığı boyutun veya maddi üretim ve yeniden üretiminin asıl büyük döngüsünün- gözden kaçırılması; toplumla doğa arasındaki “tepkimeler”in sermaye çevriminin “dışında kalan” bütün süreçlerinin ve sermayenin bedavadan yararlandığı bütün dışsallıkların içerikten elenmesi ve toplumsal biçim tarafından koşullanmanın etkisiyle, toplumsal üretimi, içinde gerçekleştiği büyük döngüden soyutlama tuzağına düşülmesidir. Oysa, aksi yapılırsa, kendini serimleyişinin en ileri uğrağında, söz konusunu çelişkinin aynı zamanda bir ekolojik kriz biçimine bürünmesinin kaçınılmaz olduğu rahatlıkla görülebilir. Bu durumda da içsel/dışsal sınırlar ayrımı büyük ölçüde hükümsüz kalır. Açıklaştırmaya devam edersek; Marx’a göre, toplumsal zenginlik özünde ve bütün insanlık tarihi boyunca kullanım değerlerinden oluşur ve değer biçimi bunun belirli bir çağa özgü toplumsal ifadesinden başka bir şey değildir: ...yararlı bir nesneyi değer olarak damgalamak, dil gibi toplumsal bir üründür.35
Yine, Marx’a göre, toplumsal zenginlik emeğin ve doğanın ortaklaşa hasılasıdır ve bu nedenle emek, onun biricik kaynağı olarak görülemez: Öyleyse görüyoruz ki, emek, maddi servetin, ürettiği kullanım değerlerinin tek kaynağı değildir. William Petty’nin dediği gibi, maddi servetin babası emek, anası da topraktır.36
Bu, Marx’ın hiç şaşmadığı bir yaklaşımdır ve üstelik, emeğin biricik kaynak olarak görülmesi, Gotha Programının Eleştirisi’nde, burjuva bir çarpıtma olarak mahkum edilir: Paragrafın birinci kısmı: “Emek bütün servetin ve bütün kültürün kaynağıdır.” Emek, bütün servetin kaynağı değildir. Doğa da, sadece doğanın bir gücünün, insan emek gücünün tezahürü olan emek kadar kullanım değerleri (ve kuşkusuz maddi zenginlik bundan ibarettir) kaynağıdır. (...) Burjuvaların emeğe sahte doğaüstü yaratıcı güç atfetmeleri için çok haklı nedenleri vardır; çünkü tam da emeğin doğaya bağımlılığı olgusundan, kendi emek gücünden başka hiçbir mülkiyete sahip olmayan insanın bütün toplum ve kültür koşullarında, kendilerini emeğin maddi koşullarının sahibi haline getirmiş olan öteki insanların kölesi olması gerektiği sonucu çıkar.37 35 K. Marx, Kapital 1. Cilt, age., s.89 36 Age., s.58 37 K. Marx-F. Engels, Siyasi Yazılar içinde, age., s.168
129
Yaşayan Marksizm
Bu çarpıtmanın Marx’ın burada zikrettiği çok ama çok önemli nedeninin dışında, başka yerlerde değindiği, en az o kadar önemli bir başka nedeni daha var: Değer biçiminin doğanın maddi zenginliğe katkısına karşı, istisnai hallerin yine bu biçime tercüme edilmiş istismarı dışında (toprak rantı ve başka doğal koşullar üzerinde tekel) kör olmasının yanı sıra, bu katkıyı yansıtmak veya takdir etmek bakımından da tümüyle uygunsuz bir biçim olması. O yalnızca emeğin katkısının bir göstergesi işlevini görür. O da, tarihsel ve kolektif emeğin fonda yer alan bütün katkılarının değil. Marx bu uygunsuzluğu, ekolojik duyarlılıklara sahip günümüz Marksistlerinin bir bölümünün yanlış anlayıp hayıflandığı şu sözlerle dile getirir: Değişim-değeri, bir nesne üzerinde harcanan emek miktarının belirli bir toplumsal ifade şekli olduğuna göre, doğanın bununla ilişkisi, kambiyo kurlarının saptanmasıyla olan ilişkisinden fazla değildir.38
Değer biçimi onu yansıtmaya elverişli değil diye, doğanın maddi zenginliğe katkısı elbette buharlaşmaz. Emek zamanı veya miktarı konusunda domuzdan kıl koparma hesapları yapacak kadar hassas olan sermaye, bu katkıyı bedavadan cebe indirir ya da Marx’ın tabiriyle, ona bir “armağan” muamelesi yapar. Ama doğa “ekmek elden su gölden” bir cennet diyarı olmadığına göre, doğa körü bir öz-niteliğe ve kendisini durmaksızın çoğaltmaya dönük bir içtepiye sahip olan değer biçiminin, gelişmenin belirli bir aşamasında hem bir ekolojik krizi tetiklemesi hem de toplumsal zenginliği ölçmenin veya takdir etmenin büsbütün yanıltıcı bir göstergesi haline gelmesi kaçınılmaz. Örneğin büyüme ve yurtiçi hasıla rakamlarımız toplumsal zenginlikte artışa işaret ederken, buna doğal ve toplumsal zenginlik kaynaklarınızın bir bölümünü kurutma, yaşam kalitesini bozma ve çevresel maliyetler pahasına eriştiğiniz için, gerçek durum tam tersi olabilir. Konunun bu yönünü Burkett’le bağlayalım: Başka bir ifadeyle, değişim değeri ile kullanım değeri arasında metada içkin olan çelişki aynı zamanda zenginliğin özgül kapitalist biçimiyle doğal temeli ve özü arasındaki bir çelişkidir.39
Sermaye veya değer biçimi ile doğa arasında, arızi değil, birincinin özünden kaynaklanan temelli bir çelişki varsa, içsel/dışsal sınırlar ayrımı ister istemez hükümsüz kalır. Böyle bir çelişkinin varlığı, soruna daha başka düzlemlerden bakarak da saptanabilir: 1) Sermayenin hareketi ve mantığı doğanın ontolojik olarak ayrı bir alan oluşturduğu gerçeğine tümüyle kayıtsızdır veya hatta bu gerçeğe karşıt yönde işler. İnsan doğa ilişkileri ne kadar çeşitlenir ve dolayımlı hale gelirse gelsin, insanın doğaya müdahalesi ve onu dönüştürme kapasitesi ne kadar artarsa artsın ve toplumsal evrim ne kadar ilerlerse ilerlesin, doğa ve doğal evrim tümüyle tari38 K. Marx, Kapital 1. Cilt, age., s.97 39 P. Burkett, Marx ve Doğa: Al-Yeşil Bir Perspektif, age., s.106
130
Sermaye Çağının Sınırları
he içerilemez ve tabi kılınamaz. Onun yoğrulabilirliğinin sınırları vardır. Aksi olsaydı, gittikçe artan ve çeşitlenen dolayımlı ilişkilerden söz etmeye de gerek kalmazdı zaten. Dolayısıyla, varıp varacağımız yer; doğanın yasalarının, işleyişinin ve evriminin olabildiğince yüksek bir bilgisiyle donanmış olarak, insan ile doğanın ortaklaşa, birbirini destekleyen, geliştirici, denetlenebilir ve sürdürülebilir bir evriminin ve üretiminin gerektirdiği ilişkileri akılcı ve müdahalelerimizin uzun vadeli etkilerini hesaba katacak biçimde düzenlemektir (ki bu, aynı zamanda, Marx’ın komünizm perspektifinin önemli bir boyutudur).
Doğanın ontolojik olarak ayrı bir alan oluşturmaya devam etmesi ile kastedilen budur ve şimdiye kadar hiç kimse bunu Engels’ten daha özlü ve çarpıcı biçimde ifade etmedi: Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen sonuçları vardır. (...) İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman, başka bir topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öteye gitmez.40
Marx ve Engels, sermayenin doğa ve ekoloji karşıtı mantığının, kendi zamanlarında ortaya çıkan sonuçlarını saptamakta gecikmediler. Örneğin, kapitalist sistemin akılcı bir tarımla bağdaşmadığını söylediler. Sermayenin çok dengesiz bir nüfus dağılımına yol açarak kent-kır çelişkisini doruğuna vardırdığını belirlediler. Kapitalizmin doğa ile toplum arasındaki madde alışverişinin döngüsünü bozarak büyük bir metabolik çatlağa yol açtığını teşhis ettiler. Doğayla emeği birbirinden koparıp her birini ayrı ayrı kendi ögesi haline getiren sermayenin, bu ayrılıktan güç alarak her ikisine de benzer bir muamele yaptığını ve onların sınırlarını zorladığını yazdılar. Çoğaltılabilir ama daha ne olsun. Onlardan kapitalizmin hayatta kalma süresini ve günümüzün ekolojik krizini açıkça öngörmelerin beklemek, kehanetle öngörüyü birbirine karıştırmak ve kendi tembelliğimize mazeret aramaktan başka bir anlama gelmez.
2) Sermayenin zamanı doğanın zamanı ile uyuşmaz. Her ne kadar o bunun etrafından dolanmanın ve doğaya kısa devre yaptırmanın bin bir yolunu bulursa da, sermayenin durmadan hızlanan devri, üretimin gittikçe büyüyen ölçeği ve işkollarının artan çeşitliği doğadan gittikçe daha fazla hammadde ve enerji çekilmesini, daha dev boyutlarda bir ikmali gerektirdikçe, buna büyüyen bir 40 K. Marx-F. Engels, Seçme Yapıtlar 3. Cilt ss.80-94 içinde, Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü, çev. Arif Gelen, Sol Yayınları, Ankara, 1979, s.90
131
Yaşayan Marksizm
atık sorunu eşlik ettikçe, bu uyuşmazlık kendisini daha keskin biçimde belli eder. Kapitalist üretimin, üzerinde yükseldiği doğal temelleri, doğanın yeniden üretim, onarım ve tazelenme süreçlerini baltaladığı ve onun özümseme kapasitesini zorladığı daha bariz biçimlerde görünür hale gelir. Zira Marx’ın tarımla ilgili şu sözleri, aslında kapitalist üretim ile ekosistem arasındaki ilişkilerin tamamı bakımından da geçerlidir: Yeniden-üretimin iktisadi süreci, kendine özgü toplumsal niteliği ne olursa olsun, doğal bir yeniden üretim süreci ile, bu alanla (tarımla) daima iç içe geçer. Bu sonuncunun açık koşulları birincinin koşullarına ışık tutmakta ve dolaşımın aldatıcı görüntüsüyle ortaya çıkan bir düşünce karışıklığını önlemektedir.41
3) Değer biçimi sınırsızca çoğalma içtepisinden ötürü doğanın sınırlılığıyla, her şeyi nicelleştirici ve türdeşleştirici yapısından dolayı da onun indirgenemez nitel çeşitliliğiyle çelişir. John Bellamy Foster’ın aşağıdaki karşılaştırması, değer biçimine içkin olan yalınlaştırma, standartlaştırma, mono-kültüre yönelme ve çeşitliliği yok etme eğilimini, temsili bir örnek üzerinden çok iyi özetliyor: Sanayi ağaçları plantasyonları, doğal ormanların zengin karmaşıklığı ile karşılaştırıldığında, biyolojik ve genetik çöllerdir. Bu ağaçların arasından akan derelerde çok az balık yaşar. Bitki, hayvan, böcek ve mantar çeşitliliği en az düzeydedir. Yaşlı bir ormanın tabanı, bitki örtüsünün oluşturduğu çok pahalı, gür bir halıdır; bir ağaç plantasyonun dibi ise bununla karşılaştırıldığında hemen hemen kıraç, bitkisiz bir topraktır.42
4) Doğanın milyarlarca yıllık bir evrimin ardından eriştiği yüksek öz-örgütlenme, enerji tutuklama, enerji akışlarını ve dönüşümlerini düzenleme düzeyi karşısında, sermaye mantığı düzensizliği ve dağıntıyı (entropi) gezegen çapında sürekli arttırıcı yönde işler ve bugün hakkında çokça konuştuğumuz “küresel ısınma” bunun biyosfer ölçeğindeki tezahüründen başka bir şey değildir.
Bu izahat tarzıyla sözü getirmek istediğimiz yer bellidir: Kendisine mündemiç eğilimleri nedeniyle sermayenin yüzleşmeye başladığı hiçbir sınır, aslında ve son tahlilde ona “dışsal” değildir; dolayısıyla, pekala ekolojik kriz kapitalizmin tarihsel krizinin bir veçhesi ve ekolojik eleştiri de “sosyalist programımızın içkin bir boyutu” olarak ele alınabilir. Hem de ayağımızı Marksizm zeminlerine sağlamca basarak.
Kapitalizmin Tarihsel Bunalımı ve Yeniden Temellük Üretimin öznel ve nesnel koşullarının birbirinden koparılarak sermayeleştirilmesine dayanan kapitalizm var olalı beri, inişli çıkışlı seyreden bir karşı hareket; yani, açıkça veya örtük biçimde bu kopukluğu sona erdirmeye yönelen bir hare41 K. Marx, Kapital 2. Cilt, çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1979, s.381 42 J.B. Foster, Savunmasız Gezegen, çev. Hasan Ünder, Epos Yayınları, Ankara, 2002, s.127
132
Sermaye Çağının Sınırları
ket de hep var olageldi. Toplumsal oluşumlara Marx’ın maddi içerik/toplumsal biçim ayrımı ışığında yaklaşmayan, sahip olduğu özselci ekonomi tanımı nedeniyle emek, toprak ve paranın metalaştırılmasını insan soyunun maruz kaldığı en büyük anomali sayan Karl Polanyi, bunu “ekonomiyi topluma tabi kılma” hareketi olarak adlandırdı. Biz ise yeniden temellük hareketi diyebiliriz. Bu bakımdan, günümüzün geçmişten farkı, her şeyden önce sermaye hakimiyetinin ulaştığı yaygınlık ve derinliğin bir gereği olarak, ama aynı zamanda kapitalizmin kendi sınırlarına dayanmaya başlamasının yeni çıkış noktaları sunması nedeniyle de, bu hareketin daha çok ögeli ve daha çok cepheli hale gelmiş olmasıdır. Kapitalizmin başlangıç döneminde, bu hareket çıkış noktasını esas itibarıyla fabrika ve işyerlerinden ve muharrik gücünü ise neredeyse yalnızca ücretli emek konumundan alırken, günümüzde, burası esaslı bir cephe olarak önemini korumakla birlikte, bizatihi ücretli emekçi de, aynı zamanda farklı konumlardan -bir yurttaş, bir kentin sakini, bir tüketici veya bir kadın konumundan- kalkarak bu harekete dahil olabilmektedir. Marx ve Engels bu hareketin hedefini ve şiarını “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” olarak belirlediler. Ama onların komünizm perspektifinden hareketle biliyoruz ki, bu, mülkiyetin herhangi bir el değiştirmesinin ve herhangi bir zoralımın çok ötesinde imaları olan tarihsel bir olaydır. Bu tarihsel hamlenin birbiriyle yakından bağıntılı üç yüklemi olacaktı: 1) Yeniden temellükü özel mülkiyetin olumlu bir aşılması olarak vaaz etmek; 2) Üretimin öznel ve nesnel koşulları (dar anlamıyla emekle üretim araçları, en geniş anlamıyla ise emekle emeğin evrensel aracı, konusu, işliği ve laboratuvarı olan yeryüzü veya doğa) arasındaki tarihsel kopukluğu gidermek, onları bir üst düzeyde ve bir ilişki olarak sermayeyi ortadan kaldıracak tarzda yeniden buluşturmak; 3) Doğa ile insanlık arasındaki metabolizmayı akılcı ve sürdürülebilir bir biçimde düzenleyerek üreticilerin ortaklaşa denetimine tabi kılmak. Olumlu bir aşmadan söz edebilmemiz için, bir durumun basit bir yasaklama ve bastırma yoluyla değil, Hegel’e özgü bir dille söylersek, “içererek aşma” işlemiyle ortadan kaldırılması gerekir. Özel mülkiyet bahsinde bunu mümkün kılan, her şeyden önce, erişilen yüksek toplumsallaşma düzeyinin, toplumsal emeğin yarattığı muazzam zenginliğin ve üretici güçler toplamının arı özel mülkiyeti gereksiz ve adeta arkaik hale getirmesi; ilganın bir zorlamaya veya kısıtlamaya değil de, esas itibarıyla ileri derecede toplumsallaşmış bir içeriğin biçimi kendisine tabi kılmasına dayanmasıdır. Ama öte yandan, bu temel üzerinde yükselen toplumsal mülkiyet, aslında, bireyleri toplumsal zenginliğin geneli üzerinde hak ve pay sahibi kılmak, bu birikimin çok çeşitli olanaklarından yararlandırmak suretiyle, onlara özel mülkiyetin ilgası nedeniyle yoksun kalmış gibi gözüktüklerinden çok daha fazlasını geri verir. Böylece, yabancılaşmanın kaynaklarından birini; nesnelere tek yanlı bir biçimde, sadece sahiplik saiki ile yaklaşmanın neden olduğu duyu, duyum ve yeti körelmesini gidermenin yolu da açılmış olur. 133
Yaşayan Marksizm
Üretimin öznel ve nesnel koşullarının yeniden buluşturulması da basit bir “vuslat” olarak görülemez. Bu buluşmadan beklenen sonuçlar, kendi yaratımlarının ve faaliyetinin ürünlerinin emeğin karşısına bağımsız ve nesnel bir güç olarak dikilmesine son vermesidir. Bunun eşliğinde, yabancılaşmanın dört temel biçimini (ürününe, faaliyetine, türsel varlık olarak kendine ve doğaya yabancılaşma) gidermesidir. Doğayı veya yeryüzünü temellük etme anlayışını köklü biçimde dönüştürmesidir. Bu son hususu, Marx şöyle ifade eder: Toplumun daha yüksek bir ekonomik biçiminin bakış açısından, dünyanın tek tek kişiler tarafından sahiplenilmesi bir insanın bir başka insanın malı olması kadar saçma gözükecektir. Bütün bir toplum, bir ulus, hatta belli bir anda var olan toplumların hepsi birlikte düşünülse bile, dünyanın sahipleri değildirler. Onlar, sadece dünyanın zilyetlerinden ya da kiracılarından ibarettirler ve iyi aile babaları gibi, onu daha iyi bir durumda gelecek kuşaklara devretmek zorundadırlar.43
Benzer biçimde, doğayla insanlık arasındaki metabolizmayı akılcı biçimde düzenlenmenin de birçok içerimi var: Üretici güçler kapitalizmden devralınmış halleriyle aynen korunup geliştirilemez. Doğrusal bir süreklilik yerine, bir tür makas değişikliği, kapitalizm koşullarında gelişmiş üretim kollarının ve yordamlarının seçici bir ayıklaması, tercihlerde bulunurken uygarlığın bütün birikimlerinin hesaba katılması kaçınılmazdır. Kır/kent çelişkisinin giderilmesi, tarımın ve toprak kullanımının uzun vadeli bir bakışla planlanması başta olmak üzere, üretimin ekolojik hassasiyetlere göre yeniden yapılandırılması, doğal bilimlerle beşeri bilimler arasında bir senteze yönelme, bilimi yeni disiplinlerle zenginleştirme, vb. de öyle. O halde, komünizm perspektifinden ve yeniden temellükün gereklerinden yaklaştığımızda da, ekolojik eleştiri “sosyalist programımızın içkin bir boyutu” olarak ele alınabilir. Bu eleştiri gücünü aynı zamanda doğanın “nesnel kamusallığı”ndan ve komünizmin onsuz düşünülemeyeceği bir “gezegen bilinci”nden almaktadır. Böyle düşünmeyenler yok değil. Örneğin, Ellen Meiksins Wood aksini düşünenlerdendir: Şunu da eklemeliyim ki, barış ve ekoloji konuları kapitalizm karşıtı duygular uyandırmak için çok uygun değildir. Sorun bir anlamda bu konuların evrenselliğidir aslında. Bunlar toplumsal birer güç oluşturmaz çünkü toplumsal kimlikleri yoktur – en azından işyerinde işçilerin zehirlenmesi ya da atıkların ve kirliliğin zengin banliyölerde değil de işçi mahallelerinde yoğunlaşması gibi sınıf ilişkileriyle kesiştiği yerler haricinde.44
Wood, dar sınıfçı yaklaşımı nedeniyle ekolojiyi “iktisat dışı” -veya sermayeye dışsal- alanlar arasında saymakta, ekolojik hareketin gitgide daha halkçı bir ka43 P. Burkett, Marx ve Doğa: Al-Yeşil Bir Perspektif, age., s.289-90’da yer alan çeviri tercih edildi. Karşılaştırın, K. Marx, Kapital 3. Cilt, age., s.682 44 E.M. Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev. Şahin Artan, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s.313
134
Sermaye Çağının Sınırları
rakter kazandığını görememekte ve üretimin evrensel koşulları üzerinde dönen bir mücadeleyi komünizme geçiş olanakları bakımından hafife almaktadır. “Yeşil Devrim” ve Esnek Üretim Sermaye çağının sınırlarına ilişkin bir yazıyı, kısaca iki konuya daha değinmeden bitirmek, ister istemez bir eksiklik hissi doğuracaktır. Bunların en güncel olanı, halen içinde olduğumuz bunalımla birlikte daha fazla tedavüle giren “yeşil devrim” veya “yeşil dönüşüm” konusudur. Eskiden tarımın sanayileşmesinin, tarımdaki verimlilik artışının ve bunun ücret mallarının fiyatlarında yol açtığı düşüşün kod adı olarak kullanılan “yeşil devrim” kavramının, yine genetikteki ilerlemelerin tarıma uygulanmasına da göndermede bulunsa bile, şimdi belirli bir anlam kaymasına uğradığına tanık oluyoruz. Şimdi bu kavramla kastedilen, kapitalizmin kendi enerji tabanını veya altyapısını ciddi biçimde değiştirmeye yönelerek fosil yakıtları yenilenebilir enerji kaynaklarıyla ikame etme ve aynı zamanda enerjiden tasarruf yolunda önemli bir sıçramaya imza atmasıdır. Ekolojik hareket ve sol bu konuyu on yıllardır ısrarla gündemde tuttuğu için şaşırtıcı gelse bile, birden çok nedenle böyle bir gelişme mümkündür. Bu nedenlerden ilki, böyle bir yönelişin, ciddi bir altyapı yenilenmesini de kapsayacak şekilde sermayeye değerlenebileceği, bunalımdan çıkış için kaldıraç olarak kullanabileceği yeni işkolları ve mahreçler sunacak olmasıdır. İkincisi, başta küresel ısınma olmak üzere alametleri gittikçe çoğalan ekolojik krizin, kapitalizmin kendi varoluş koşullarını da tehdit etmesi ve kâr oranlarında düşüş eğilimini güçlendirmesidir. Üçüncüsü, gittikçe artan talebe karşın azalan fosil yakıt rezervlerinin, kapitalizmi enerji kaynaklarını çeşitlendirmeye ve belli ikamelere başvurarak karşılaştığı doğal sınırları ötelemeye mecbur bırakmasıdır. Dördüncüsü, fosil yakıtların birim fiyatlarındaki artışların ve kaynakları elde tutan ülkelere aşırı bağımlılığın bir dizi ülkede yenilebilir kaynaklara yönelmeyi daha tercihe şayan hale getirmesidir. Almanya, ABD, İspanya, Avusturya, Danimarka, Çin, Hindistan ve bu kervana görece yakın zamanlarda katılan Güney Kore bu bakımdan başı çeken ülkeler arasındadırlar. Yani, yenilebilir kaynaklara yönelim afaki bir hedef olmaktan giderek çıkmakta, toplam enerji tüketimi içinde yavaş ama istikrarlı bir artışa işaret etmektedir. Beşincisi, sermayenin büyük bunalımlardan çıkış stratejilerinin, daima şu veya bu oran karşılaşılan muhalefet ya da dirençler tarafından da biçimlendirilmesidir. Kuşkusuz, yenilenebilir ve “temiz” enerji kullanımında çarpıcı bir yükseliş için, uygulamada hala aşılması gereken bir dizi teknik güçlük var. Bunların başında, yenilebilir kaynakların mevsim ve iklim koşullarında bağlı dalgalı ve istikrarsız doğasından kaynaklanan engellerin, enerji depolamaya imkan tanıyacak yollarla aşılması geliyor. Aksi halde, yenilenebilir enerji kullanımı belirli eşiklerin ötesine geçemeyebilir. Bunun aşmanın olası biricik yolu, yenilebilir enerji kaynaklarının amiral gemisi olan güneş enerjisinin, aynı zamanda depolanabilir bir enerji türü135
Yaşayan Marksizm
nün (sudan elektroliz yoluyla elde edilen hidrojenin) üretimi için kullanılmasından geçiyor gibi gözüküyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneliş, ilk bakışta sermayeye bir taşla iki vurma imkanı tanıyor gibi. Bir yandan ekolojik krizin en önemli habercisi olan küresel ısınma konusunda ciddi bir adım atmak, öte yandan ise bunu ekonomik krizden çıkışın bir imkanı olarak değerlendirmeye koyulmak... Ama ilk bakışın ayartıcılığına kapılmamak gerekiyor. Sermaye/doğa çelişkisinin yapısallığını yukarıda ele aldık. Ekonominin ekolojik önceliklere göre yeniden yapılandırılması sermayenin doğasına aykırı ve atılan veya atılacak olan adımlar da kesinlikle bu anlama gelmiyor. Değinilmeden geçilemeyecek ikinci konu esnek üretim veya birikim rejimidir. Bu konu hakkında çok şey yazılıp çizildi. Bunları tekrarlamak veya irdelemek yerine, burada, yalnızca ve kısaca esnek üretimin sermayenin sınırları bağlamında ne anlama geldiğinden söz edeceğiz. Esnek üretimin neredeyse bütün unsurları, sermayenin sınırları konusunda fikir verici göstergeler olarak ele alınabilir. Örneğin, esnek üretimle birlikte, sermaye, tümleşik (entegre) işletme ölçeğinde otomasyon düzeyini gitgide yükseltmekten çark etmiş ve Mandel’in tezini doğrularcasına merkezinde organik bileşimi yüksek ana işletmenin, çevrede ise organik bileşimi düşük yan veya yavru işletmelerin bulunduğu bir ağ düzenine geçmiştir. Canlı emeği durmaksızın makinelerle ikame edilecek bir rakip gibi görmekten belirli ölçüde vazgeçmiş, öteden beri sürüp giden bu ikamenin hızını kesmiş ve tersinden ona zihinsel, bedensel, dilsel ve iletişimsel bütün kapasite ve yaratıcılıkları soğrulacak bir tür makine ikamecisi, yani, aynı zamanda bir sabit sermaye ögesi muamelesi yapmaya başlamıştır. Sabit sermayenin ömrünü uzatmak ve kullanım alanını genişletmek -yani giderek yakıcı bir sorun haline gelen erken değersizleşmeyi yavaşlatmak- üzere çok amaçlı makineleri devreye sokmuştur. Hakeza, organik bileşimi sabit sermayenin döner kısmını azaltarak da düşürmek ve olası krizlere mümkün olabilen en az “aşırı üretim”le yakalanmak için, üretim sürecine bir dizi yeni uygulamayı (sıfır stok, sipariş üzerine üretim, tam zamanında teslim ve bir geri bildirim işlevi yüklenen sürekli piyasa araştırmaları) sokmaya başlamıştır. Çoğaltılabilir, ama bu kadarı bile şunu ileri sürmeye cevaz veriyor: Bir başka gözle bakıldığında, esnek üretim, sermeyenin ufukta belirmeye başlayan sınırlarından kaçışının ifadesi olan manevralar toplamından oluşmaktadır. Konuyu bu yazının ana fikri ile noktalayalım: Sermayenin sınırları hakkındaki tartışma özünde bir geçiş tartışmasıdır veya bu hale getirilirse amaçlarımıza daha iyi hizmet edebilir.
136
Büyük Deprem Bir Bilanço Ali İleri
A
BD Yeminli Mali Muhasipler Enstitüsü Terminoloji Komitesi, bilançoyu “muhasebe ilkelerine göre tutulan defterlerdeki hesapların belirli bir tarihte fiilen veya kuramsal olarak kapatılmasıyla saptanan ve gelecek döneme devrolunan borç ve alacak bakiyelerinin bir listesi veya özeti”1 şeklinde tanımlar. Bu tanıma göre kapitalistler, kendi işletmelerinin mali durumunu, üzerinde ortaklaştıkları genel kurallar çerçevesinde birbirlerine, devlete ve topluma aktarmak konusunda uzlaşmışlardır. Mübadele alanında karşı karşıya gelen sermayelerin birbirleriyle girdikleri rekabet ilişkisi, -aynı ilişkilerin sonucu sürekli tecavüze uğrasa da- asgari bir güven ortamını zorunlu kılar. Bilançonun karşı karşıya gelen sermayeleri az çok görünür kılmanın bir aracı olarak bu güven ortamının oluşumuna katkıda bulunması beklenir. Ancak, sermaye tüm parçalarıyla hareket halinde anlaşılabileceği için zorunlu olarak belli bir zaman diliminin ya da anın katılaştırılmasından ibaret olan bilançolar bu hareketin her zaman eksik bir görüntüsünü yansıtacaklardır. Üzerinde uzlaşılmış muhasebe kurallarının aynı verilerden farklı tabloların üretilmesine olanak tanıyan esnekliği, tablolarda yer alan rakamların mutlak doğru ve kesin olmaması, muhasebe kurallarının mali durumu etkileyebilecek çok sayıda özel koşulun tümünü kapsayamaması, oluşturulan mali tabloları ve buradan hareketle yapılacak analiz ve durum saptamalarını ayrıca sınırlar.2 1 2
Öztin Akgüç, “Mali Tablolar Analizi”, Muhasebe Enstitüsü Eğitim ve Araştırma Vakfı Yayın No:13, (genişletilmiş 8. bası), İstanbul 1990, s. 10. Öztin Akgüç, age., s. 11-12.
137
Yaşayan Marksizm
158 yıllık mali dev Lehman Brothers’ın Eylül 2008’de batışının ardından işin vehametinin farkına vararak ağız değiştiren “maestro” Greenspan’ın deyişiyle, “yüzyılın krizi”nin3 bir bilançosunu çıkararak, kimi öngörü ve kestirimler yapmayı amaçlayan bu yazı, başlıca dört nedenle kendisini söz konusu sınırlardan büyük ölçüde muaf saymaktadır: 1. Bilanço ve sonuçlarının analizi, krizin sermayenin sonsuz büyüme mantığının, onun doğasının çelişkili var oluşunun doğal ve kaçınılmaz ürünü olduğu bilgisi ve kabulü ile yapılmıştır. Kapitalistlerin üzerinde uzlaştıkları muhasebe kurallarına değil kriz konu olduğunda tarih önünde defalarca olumlu sınav vermiş bir kılavuza, Marksizme dayalıdır. 2. Burjuva kampta egemen olan popüler kavrayışın tersine, kriz Lehman’ın iflasıyla başlayan görece kısa bir zaman dilimine sıkıştırılarak ya da daha teknik bir bakışla 2007 Aralık sonundan başlatılarak değil, kapitalist gelişmenin dördüncü uzun dalgasının yükseliş evresinin (1940-1970) tükenmesiyle başlayan, sünerek bugüne uzayan depresif bir evre olarak irdelenmiştir. Çoğunlukla kriz olarak algılanan, öyle tartışılan ve Eylül 2008’den bu yana artarak şiddetlenen süreç, 70’lerin başında girilen bunalımın bir başka köpükle daha fazla sündürülememesinin sonucu patlak veren, tek başına ele alındığında ise öznel değerlendirmelere kapı aralaması kaçınılmaz olan ertelenmiş finalidir. 3. Bilançoya esas olan dönemin uzun vadeye yayılması, verileri ikincil dalgalanmaların etkisinden arındırmış, esasa dair daha nesnel ve güvenilir bir analiz yapmayı olanaklı kılmıştır. 4. Kriz, tek başına iktisadi bir olgu olarak değil, çok daha geniş kapsamla irdelenmiş; krizden çıkış ve sonrasına yönelik öngörü ve kestirimlerde egemen döngüsel yaklaşımın aksine, tarihsel ve doğal sınırlar kerteriz alınmıştır. Bu farklılık, yaşanan gerçekliği bütün hatlarıyla kavramayı ve yansıtmayı olanaklı kılmasının yanında, geleceğe yönelik tasavvuru günün üstesinden gelinmesi zorunlu pratik işi, görevi yapmıştır. Bilanço analizinin sınırlarına değinirken, yazının üç bölümden oluşacak kapsamı da belli oldu. İlk bölümde, 70’lerden bugüne -zorunlu değinmelerin dışındaağırlıkla ABD’nin merkeze alındığı depresif dalganın kronolojik seyri aktarılacak. İkinci bölümde, mevcut krizin kapitalist gelişmenin dördüncü uzun dalgasının depresif evresini oluşturması nedeniyle üçüncü bölümde verilere dayalı yapılacak kimi öngörü ve kestirimlere teorik bir çerçeve sunacak uzun dalgalar konu edinilecek. Üçüncü bölümde, kapitalist gelişmenin krizle birlikte belirginlik kazanan önemli siyasal sonuçlara gebe yeni ve başat eğilimleri ele alınacaktır. 3
http://blogs.abcnews.com/politicalradar/2008/09/greenspan-to-st.html, Alan Grenspan’ın ABC televizyonuna verdiği röportaj, 14 Eylül 2008.
138
Büyük Deprem Bir Bilanço
I Bilanço Altın Yükseliş (1940-1968) Şekil 14
1 Temmuz 1944’te toplanan Bretton Woods Konferansı’nda İngiltere’yi John Maynard Keynes, ABD’yi Harry Dexter White temsil etmişti. Keynes, serbest ticaret, esnek kur rejimi ve sermayenin uluslararası serbest hareketinin, tam istihdam ve hızlı kalkınma hedefleriyle uyumlu olamayacağı tezinin sahibiydi. Bretton Woods’ta bu teze bağlı olarak şu temel teklifte bulundu: Ana kredi sağlayıcı aynı zamanda dış ticaret açıklarından kaynaklanan dengesizliklerin giderilmesinden de sorumlu olmalı; bu, yatırım iklimini belirsizlikten ve büyük kur dengesizliklerinden koruyacak sabit ama ayarlanabilir bir kur sistemiyle birlikte bir Dünya Merkez Bankasının kurulmasıyla sağlanmalıydı. Keynes’in teklifine, White, ileride her ikisi de ABD hegemonyasının aracı olacak, altın standardına bağlanmış dolar ve Uluslararası Para Fonu (IMF) ile karşılık verdi. ABD’nin, iki büyük savaşı neredeyse hiç hasarsız atlatmış; mevcut halde dünya hâsılasının neredeyse yarısını üreten; savaş sonrası tahrip olmuş Avrupa’nın imarı için gerekli mal ve sermaye stoğunu elinde bulunduran ve hepsinden önemlisi, Avrupa’lı kapitalistlerin enselerinde hissettikleri komünizm tehlikesine karşı koyacak tek büyük güç olması, başka bir çözümü imkânsız kılıyordu. Keynes’in tüm karşı uyarılarına rağmen, White’in teklifi çaresiz bütün taraflarca kabul görecek ve ABD hegemonyası Bretton Woods anlaşmasıyla tescil edilecekti. 4
“Long Waves,Institutional Changes, and Historical Trends: A Study of The Long-Term Movement of The Profit Rate in The Capitalist World-Economy”, Minqi Li, Feng Xiao, Andong Zhu, Journal of World-Systems Research, 2007, Cilt XIII, Sayı: 1, Şekil 2, s.39
139
Yaşayan Marksizm
İkinci savaşla birlikte başlayan, ABD hegemonyasının tescilinin ardından savaşın ön ayak olduğu teknolojik gelişme ve yatırım açlığının verdiği ivme ile beslenen kapitalizmin “altın yükselişi”, 1960’ların sonunda kâr oranlarındaki gerilemenin eşliğinde tükendi. (Şekil 1) Yönünü düşüşe çevirdi. Emperyalist kapitalist sistem, bugüne değin tüm çabalarına karşın içinden çıkamadığı “tarihte görülmüş emsallerinin en uzunu, en müzmini”5 olan bir bunalıma girdi. Köpük transferleriyle sünerek uzayan bunalım, nihayet 2008’in son çeyreğinde aldığı ve halen devam ettiği biçimiyle 1929 benzeri şiddette, kapitalizmin tarihinde daha önce hiç görülmediği kadar eşzamanlı-evrensel bir çöküşe dönüştü. Düşüş Başlıyor Düşüş dalgası, 73 petrol krizinin de körüklediği yüksek enflasyon ile birlikte hız kazandı. Kapitalist sanayinin enerji altyapısı yüzyılın başında şekillenmeye başladığı biçimiyle tamamen fosil yakıtlara bağımlıydı ve Ekim 73’teki İsrail-Arap (Yom Kippur) savaşının ardından başlatılan petrol ambargosu ve 79’daki İran Devrimi’nin ardından yaşanan petrol krizi, başta ABD olmak üzere tüm dünyada enflasyonu ateşledi. 80’li yılların başına kadar, yükselen petrol fiyatları, sanayinin fosil yakıt bağımlılığı, genel enerji harcamaları ve enflasyon arasındaki bağlantının açığa çıktığı bir dönem yaşandı. (Tablo 1) Tablo 1 PETROL FİYATLARI-ENERJİ HARCAMALARI VE ENFLASYON ARASINDAKİ İLİŞKİ, ABD (1970-1988)6 YILLAR 1970 1971 1972 1973 1974 1975 1976 1977 1978 1979 1980 1981 1982 5 6
Ham Petrol Fiyatı $/Varil 1,80 2,24 2,48 3,29 11,58 11,53 12,80 13,92 14,02 31,61 36,83 35,93 32,97
E. Harç./GSMH (%) 8,0 8,0 7,9 8,1 10,2 10,5 10,6 10,9 10,4 11,6 13,4 13,7 13,1
Enflasyon (%) 5,90 4,30 3,30 6,20 11,00 9,10 5,80 6,50 7,70 11,30 13,50 10,40 6,10
Kenan Kalyon, “Bir Çağ Dönüşümünün Eşiğinde”, Çalışanlar Basın-Yayın, Haziran 2004, İkinci Baskı, s.13 TUFE verileri, U.S. Department of Labor Bureau of Labor Statistics (BLS) http://data.bls.gov/cgi-bin/surveymost?cu’den, http://www.bp.com/productlanding.do?categoryId=6848&contentId=7033471 (BP)adresinden ham petrol fiyat verileri, http://www.eia.doe.gov/emeu/aer/pdf/pages/sec1_12.pdf (DOE/IEA) adresinden enerji harcamaları/GSMH oranları alınmıştır.
140
Büyük Deprem Bir Bilanço 1983 1984 1985 1986 1987 1988
29,55 28,78 27,56 14,43 18,44 14,92
11,8 11,1 10,4 8,6 8,4 8,0
3,20 4,30 3,60 1,90 3,70 4,10
Yükselen enflasyona onu körükleyen bir başka olgu eşlik etti. 1944 Bretton Woods antlaşması ile en büyük savaş ganimetinin üstüne konan ABD, parasını dünya parası yapmış, ancak dolar uluslararası rezerv para olarak yaygın kullanım alışkanlığı kazandıktan sonra, karşılığında altın bulundurma taahhüdüne tek yanlı olarak 1971’de fiilen son vermişti. Böylelikle önemli bir ayak bağından kurtulan ABD, yalnızca işçilik, kâğıt ve mürekkep karşılığında dolar basma ayrıcalığını kazanmış; 1944’e eksikli olarak kazandığı senyoraj hakkını şimdi tam olarak elde etmişti. Karşılıksız basılan her dolar, öncelikle en yoksullardan başlayarak tüm dünya halklarına, sonra da diğer emperyalist kapitalist güçlere salınan vergi anlamına geliyordu. ABD Vietnam savaşının ve soğuk savaş dönemine özgü silahlanma yarışının tüm askeri harcamalarının finansmanını çoğunlukla banknot matbaası aracılığıyla yapmış, hegemonyasının bedelini dışındakilere ödetmişti. Emtia fiyatlarındaki baş döndürücü yükseliş karşılıksız basılan dolarları ele veren en açık göstergeydi. (Şekil 2) Şekil 27 ALTIN STANDARTININ TERKİNDEN SONRA MAL PİYASALARINDAKİ YÜKSELİŞ
7
http://www.resourceinvestor.com/pebble.asp?relid=26477
141
Yaşayan Marksizm
Bu dönemden belleklerde Nixon’un Hazine Bakanı John Connolly’nin, “dolardaki dalgalanmalar ve rezerv para olması dolayısıyla ABD’nin kendi enflasyonunu diğer ülkelere ihraç ettiği” yakınmalarıyla karşısına gelen Avrupalı delegasyona mütebessim bir ifadeyle verdiği o yanıt kaldı: “Dolar bizim paramızdır, ama sizin sorununuzdur”. Oysa doların ipini koparması ve ABD’nin senyoraj hakkına sınırsız sahip olmasıyla birlikte, Keynes’in 1944’te yapmış olduğu uyarılar birer birer gerçekleşiyordu. Uluslararası ödemeler dengesi bozuluyor, daha sonra seksenli ve doksanlı yıllarda “çeperlerde” ardı ardına patlayarak dış borç krizlerine yol açacak bir sarmal oluşuyordu. ABD hegemonyasının “belle époque”u8 başlamış; emperyalist hegemonyanın çözülüşünün ve kapitalist sistemde şimdilerde yaşanan depremin temeli o zamandan atılmıştı. İkinci Savaş sonrası yükseliş evresinde, Avrupa’nın ve Japonya’nın hızla ihracatçı ülkeler arasında yerini alması, ABD’yi daha çok para basmaya teşvik eden bir dış açık sorunuyla yüz yüze bıraktı. Doların maddi üretimle bağının kopması, kapitalist gelişmenin eşitsiz karakterini daha da körüklüyor, ABD ürettiğinden çok tüketen en büyük tüketim merkezine dönüşüyordu. Sermaye, azalan kâr hadlerinin teşvikiyle bir yandan hızla malileşirken, bir yandan da azalan kâr hadlerine karşı geliştirdiği küresel işbölümüyle doların egemenliğini sorgulayacak yeni güçlerin tohumunu atıyordu. Belli ki, bundan böyle dolar öncelikle ABD’nin sorunu olacaktı. Keynes haklı çıkmıştı. Ona göre, -ister esnek, ister sabit kur sistemine dayalı olsun- geleneksel uluslararası ödemeler sistemindeki “başarısızlığın temel nedeni”, ticaret yapan taraflar arasında ısrarlı ödemeler dengesi sorunları baş gösterdiğinde, sistemin sürdürülebilir küresel genişlemeyi gözetecek aktif müdahale yeteneğinin bulunmayışıydı. Keynes, olası başarısızlığın nedenini ayırt edici tek bir özelliğe indirgerken, seçeneğin ipucunu da verdiğini ileri sürdüğü şu saptamayı yapıyordu:9 Ayarlamanın temel sorumluluğunu uluslararası ödemeler sisteminde borçlu ülkenin –yani (bu bağlamda) kuramsal olarak zayıf ve hepsinden önce (bu amaçla) dünyanın geri kalanı olan diğer tarafın ölçeği ile kıyaslandığında en küçük ülke- üstüne yıkmak, serbest kur sisteminin karakteristik özelliğidir.10
Keynes, herhangi bir uluslararası ödemeler sisteminin tasarımında yapılacak iyileştirmenin, ayar sorumluluğunun borçludan kredi açana geçirecek bir müdahaleyi gerektirdiği sonucuna varmıştı.11 Bu yüzden, 2. Büyük Savaş sonunda Bretton Woods’ta bu teziyle tutarlı biçimde herhangi bir ulusal paranın rezerv para olarak benimsenmesinin sakıncalı olacağını ileri sürmüş; bir tür Merkez 8
Kapitalizmin gelişiminde serbest rekabetçi aşamadan tekelci aşamaya sıçramanın gerçekleştiği (1873-1913) dönemin özellikle 1895’den Birinci Savaşa kadar yaşanan yükseliş ve finansal genişleme dönemi, “altın çağ”. Ayrıca bkz. Giovanni Arrighi, “Adam Smith Pekin’de”, Yordam Kitap, Ocak 2009, Birinci Basım, s.169-171 9 Paul Davidson, “Reforming the world’s international money”, real-world economics review, 48.sayı, s.296 10 Keynes, J. M. (1941) “Post War Currency Policy”, aktaran P. Davidson, agm. 11 Paul Davidson, agm.
142
Büyük Deprem Bir Bilanço
Bankası işlevi görecek bir uluslararası birliği (IMF) ve onun dünya ticaretinde esas alacağı, değeri otuz değişik temsili metanın değeriyle belirlenecek bir dünya parasını, “bancor”u önermişti. IMF kurulmuş, ama “bancor” yerine Bretton Woods’a katılan bütün taraflar ABD heyetine başkanlık eden H. D. White’in önerisini; -altına bağlı olmak koşuluyla (1 ons altın=35 dolar)- doları rezerv para olarak kabul etmek zorunda kalmışlardı. “Altın yükseliş”in sona ermesi, petrol fiyatlarının olağanüstü artışı ve uluslararası rezerv para olan doların altınla bağının kopmasıyla birleşince enflasyon (Şekil 3), işsizlik (Şekil 4) ve ikisinin eşliğinde sınıf mücadelesi sertleşti. ABD’nin hegemonyasının ona tanıdığı ayrıcalıkla, doların mark karşısında (1971-1973) arasında %28, yen karşısında (1969-1973) arasında %50 değer kaybetmesine göz yumarak, imalat sanayinde karlılıkta artış sağlamayı başarması kapitalist sistemin bütünü açısından sonuç vermeyecekti. Tersine, Alman ve Japon tekellerinin ABD’li tekellerle rekabet edebilmek için karlarından fedakârlık yapmaları kâr oranlarında düşüşün devam etmesiyle sonuçlandı.12 Geriye yalnızca bir yol kalıyordu. Kâr hadlerindeki düşüş, işçi sınıfını geriletecek, gerekli emek ile artık emek arasındaki dengeyi sermayeyi cezbedecek biçimde yeni baştan kuracak yeni bir programı sermayeye dayatıyordu. İngiltere’de “Thatcherizm” Atlantiğin öte yakasında “Reaganomics” özgün adlarını alan ve 1980’lerin başında dalga dalga burjuva kampın geneline yayılan neoliberal saldırı işte bu nesnel zorunluluğun bir ürünüydü. Şekil 313 ABD TÜKETİCİ FİYAT ENDEKSİ (1913-2009*) (1967=100)
12 G. Arrighi, age., s.112-113 13 U. S. Department of Labor Bureau of Labor Statistics, http://data.bls.gov/PDQ/servlet/SurveyOutputServlet *Grafikte aylık enflasyon verileri kullanılmıştır. İlk veri 1913 Ocak ayına, son veri 2009 Haziran’ına aittir.
143
Yaşayan Marksizm
Şekil 414 ABD İŞSİZLİK ORANLARI (01 Ocak 1948- 01 Haziran 2009)
Neoliberal Saldırı Neoliberalizm, sermayenin 80’li yılların başından başlayarak, aşırı sermaye birikiminin sonucu kâr oranlarındaki gerilemeyle içine düştüğü bunalımdan kurtulma çabalarının bir toplamıdır. Burjuva partilerin programlarını aynılaştırıp, neredeyse bütün ülke devletleri hizmetine koşan ve öz olarak işçi sınıfının kazanılmış haklarını, burjuvazi ile giriştiği ezeli mücadelesinde elde ettiği mevzileri dağıtmaya yönelik bir saldırı programıdır. Harvey, sermayenin bu kapsamlı saldırısında gerçekleştirdiği keskin manevrayı şöyle özetler: 1970’lerde genel aşırı birikim krizinin iyice belirgin hale gelmesiyle neoliberal akım, Keynezyen ve diğer devletçi ekonomi politikalarına alternatif olarak ciddiye alınmaya başlandı. 1979’da seçildikten sonra döneminin ekonomik sorunlarını çözmek için yeni politika arayışında olan Margaret Thatcher, neo-liberal akımı keşfetti ve bu akımın think-tanklarının önerilerine başvurmaya başladı. Reagan’la birlikte Thatcher, devlet faaliyetlerinin odağını bütünüyle değiştirerek, refah devleti anlayışından “arz yanlı” sermaye birikimi koşullarını destekleyici devlet politikalarına keskin bir geçiş yaptı. IMF ve Dünya Bankası neredeyse bir gecede tüm siyasi çerçevesini değiştirdi ve birkaç yıl içinde neoliberal doktrin, önce AngloAmerikan dünyasında, fakat hemen akabinde Avrupa’nın ve dünyanın birçok belgesinde başat politika haline geldi.15
Burjuva ideolojisinin görsel penceresinden algılandığı biçimiyle, olguların baş 14 “Federal Reserve Bank of St. Louis”in http://research.stlouisfed.org sitesinden alınmıştır. Grafikte ABD Çalışma Bakanlığı İşgücü İstatistik Ofisi (BLS) verileri baz alınmış olup, taranmış alanlar NBER (National Bureau of Economic Resarch) tarafından belirlenmiş durgunluk dönemleridir. 15 David Harvey, “Yeni Emperyalizm”, Everest Yayınları, Birinci Baskı, Kasım 2004, s.131
144
Büyük Deprem Bir Bilanço
aşağı duran görüntüsü, burjuva kampta Engels’in deyişiyle16 sonuçların neden halini aldığı değerlendirmelere yol açıyordu. Bu değerlendirmelere göre neoliberalizm, tükenen yükselişe damgasını vuran Keynesçiliğe karşı popülerleşen bir tercih olarak burjuva hükûmetlerin programlarına girmişti. Oysa neoliberal saldırı, sermaye yönünden sıradan bir tercih değil, nesnel bir zorunluluktu. Mandel bu zorunluluğu 1980’de Marksizmin en temel önermesiyle şöyle açıklıyordu: Keynesçi tam istihdam önceliğinden enflasyonla savaş “monetarist” önceliğine geçişi son tahlilde belirleyen, genişleyici uzun dalgadan depresif uzun dalgaya geçişti. İktisadi gerçekliği değiştiren şey, egemen iktisadi öğreti değil, egemen iktisadi öğretiyi değiştiren şey, iktisadi gerçeklikteki değişmeydi.17
Sermaye neoliberal saldırıyla, faşizmi yenilgiye uğratan işçi sınıfının artan gücünü hesaba katan18 ve onun devrimci enerjisini “sosyal refah devleti” programıyla soğurmayı başaran Keynesçi uzlaşmaya son veriyordu. Burada ayrıntısına girilmeyecek başka nedenlerle birlikte kıvama getirilen işçi sınıfı ise, aynı saldırıya karşı bir önceki evrenin kazanımlarını dahi yeterince güçlü biçimde koruyamayacaktı. Verimsizliği ileri sürülerek özelleştirilen devlet işletmelerinin yağmalanması gibi, yığınların tarihsel kazanımı olan kimi yaşamsal kamusal alan uygulamalarının (parasız sağlık ve eğitim gibi) özelleştirilmesi de bu alanlardaki artı-değere sermayenin doğrudan el koyabilmesinin önünü açıyordu. Vergilendirmede gerçekleştirilen değişikliklerle, sermayenin üzerindeki vergi yükü hafifletiliyor; doğan fark dolaylı vergiler üzerinden nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının üzerine yıkılıyordu. Serbest kur, deregülasyon, rekabetin ülke-toplumsal ilişkiler düzleminden dünya-toplumsal ilişkiler düzlemine kaymasıyla uyumlu olarak ülke-devletlerin yeniden yapılandırılma girişimleri, emek süreçlerinin esnekleştirilmesi, işçi sınıfını örgütsüzleştirilmesiyle atbaşı yürütülecekti. Yeni gelişen küresel işbölümü kapsamında gerçekleştirilen “sanayi taşımacılığı”, “outsourcing”, “process trading” vb. üretim süreçleri, üretken sermayenin mekandan bağımsız deviniminin farklı biçimleri olarak gelişecekti. Kapitalizmin doğası gereği toplamda irrasyonel ve anarşik sonuçlar üretmeye19 açık olan bu politikalar, ABD hegemonyasının prizmasından geçerek uygulamaya girerken bir de bu nedenle sakatlanıyor; yapısal kriz hegemonya krizi ile harmanlanıyor; kapitalist sistem evrensel ölçekte onu sarsacak büyüklükte bir depremin enerjisini biriktirmeye başlıyordu. Kapitalist sistemin fay hatlarındaki ilk enerji boşalması, 19 Ekim 1987’de WallStreet’de gerçekleşti. Daha sonra “Kara Pazartesi” olarak anılacak günde, ABD borsası 1914’ten sonra en büyük tek günlük düşüşü (%22) gerçekleştiriyor, sar16 K. Marx-F. Engels, “Seçme Mektuplar”, Engels’ten Berlin’deki C. Schmidt’e (Londra, 27 Ekim 1890), Evrensel Basım yayın, Birinci Baskı, Ekim 1996, s.104 17 Ernest Mandel, “Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları”, Yazın Yayıncılık, Birinci Baskı, Ocak 1986, s.88 18 Kenan Kalyon, age., s.62 19 Kenan kalyon, age., s.62
145
Yaşayan Marksizm
sıntı sadece ABD ile sınırlı kalmıyor, belli başlı diğer borsalar da New York borsasını izliyordu. Arkası 1989’da kitlesel iflasların yaşandığı ABD mortgage piyasasından geldi. Enflasyonla mücadele başlığında Fed (ABD Merkez Bankası) faiz oranlarını yükseltmeye başlamış; bu politika değişikliği öncelikle 1987’de sayıları 3600’ü, toplam varlıkları 1,5 trilyon doları bulan kredi ve mevduat (Saving & Loan) kuruluşlarını vurmuştu.20 Mevduat bankalarında düşük faizle toplanan fonları, yüksek faiz ama otuz seneye erişen uzun vadeler ile “mortgage” kredisi olarak kullandıran bu kuruluşlar, kısa vadeli faizler ve maliyetlerdeki artışların, uzun vadeli mortgage portföylerinin -devir hızlarındaki düşüklük nedeniyle- getirilerini aşmasıyla iflas ettiler. Bu kuruluşların adı ile anılan “S&L” krizi, 1990 Temmuz’u ile 1991 Mart’ı arasında gerçekleşecek 8 aylık bir resesyonu da kapsayarak, tüm kalıntılarıyla birlikte yaklaşık yedi yıl içinde tasfiye edilebildi. 745 kuruluş batmış, bu kuruluşların tasfiyesi için kurulan RTC (Resolution Trust Corporation), daha sonra 1996’da FDIC (Federal Deposit Insurance Corporation)’a devredilmişti. Toplam zarar 160,2 milyar dolardı. Bunun 132,1 milyar doları vergiler dolayımı ile doğrudan halkın sırtına yıkılmıştı.21 S&L krizi ileride yaşanacak olan “subprime mortgage” krizinin mini bir provasıydı. Tabii henüz finansal türev enstrümanlarının işin içinde olmadığı, nispeten en basit haldi söz konusu olan. Bu dönem gerçekleşen ve sonuçlarından ziyade, işaret ettikleriyle önemli olan iki anlaşma bulunuyor. İlkinde, New York Plaza Hotel’de ABD’nin talebi üzerine, 22 Eylül 1985’te ABD, Federal Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya bir araya gelerek doların yen ve mark karşısında kontrollü biçimde devalüasyonu üzerinde anlaştılar. Böylece rakiplerinin desteğiyle ABD, GSMH’sının %3,5’ine ulaşan cari açığını kapatmayı başaracaktı. İkincisiyle, 22 Şubat 1987’de Paris’te G7 ülkelerinden İtalya hariç diğerlerinin katılımıyla imza altına alınan Louvre anlaşması ile dolardaki güç kaybı durdurulmak istenmişse de, Plaza anlaşmasını izleyen 10 yıl içinde zayıflayan dolar özellikle Japonya’yı vurdu. Hem aşırı sermaye birikiminin çözülememiş olması, hem de gerek Alman, gerek Japon rakipleriyle talebin gerilediği bir ortamda kızışacak rekabetin dönüp yeniden ABD’yi vurma olasılığı, büyük bir resesyonun içine yuvarlanan Japonya’ya bu defa ABD’nin el uzatmasını zorunlu kıldı. Fed Başkanı Greenspan, ters Plaza anlaşması önerdi. Başkan Clinton’un güçlü dolar politikası hem Japonya’yı içine düştüğü derin resesyondan kurtarma hamlesi, hem de sosyalist kampın dağılmasının ardından ABD’nin geliştirdiği önleyici savaş stratejisi ile uyumlu, dünya halklarına ve diğer kapitalistlere yönelik önemli bir mesajdı. Sosyalist kampın çözülmesi ve fethedilecek yeni geniş pazarların açılması, ABD’nin imparatorluk damarlarını kabartmıştı. Güçlü dolar politikası Japonya’yı krizden kurtaramamıştı ama, aşırı birikim sorununun çözümsüzlüğünü koruduğu bir konjonktürde finansallaşmanın önündeki bentleri kaldırmaya yetmişti. Kapitalizm tarihinin en hacimli finansallaşma evresine girdi. 20 Alan Greenspan, “Türbülans Çağı”, Boyner yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2008, s.124-126 21 ABD Genel Muhasebe Ofisi, Kongre’ye Rapor, Temmuz 1996, GAO/AIMD-96-123 RTC’s Financial Statements, sayfa:14, http://www.gao.gov/archive/1996/ai96123.pdf
146
Büyük Deprem Bir Bilanço
“Kara Pazartesi”sini 1994’te Meksika “Tekila”, 1997’de “Güneydoğu Asya Kaplanları”, 1998’de serbest piyasanın mazoşist hazlarına yeni kucak açmış Rusya mali krizleri takip etti. 1999’da Brezilya’nın ve 2000’de ellerinde boş tencereleriyle kadın yürüyüşçüleri ve “piqueteros”lu kaldırım eylemcileriyle Arjantin’in ardından, havada uçuşan anayasa kitapçığı ile Türkiye de 2001’de aynı katara katılacaktı. Çeperde süren fırtınaların yarattığı her tahribat, merkezde yalnızca fiyatlara yansıtılmakla yetiniliyor, burjuva iktisatçıların çok sevdikleri deyimle, piyasalar “düzeltme”lerle yoluna devam ediyordu. Sonuç olarak bir dönemin “kaplanları” bugün halen izlerini silemedikleri çok büyük maddi kayıplar yaşadılar. Her ne kadar mali fırtınalar ağırlıkla çeperlerde tahribat yaptıysa da, emperyalist kapitalist sistemin merkezlerinde de bazı “iş kazaları”na neden oldular. 1998 krizinde Long Term Capital Management (LTCM), bu kazalara verilebilecek en iyi ve en iri örnektir. LTCM, Rus devlet tahvillerine yatırım yapan bir “hedge” fondu. 1997 Asya krizinin doğrudan bir sonucu olarak, Rusya’nın borçlarını ödeyemeyeceğini açıklamasıyla iflasın eşiğine geldi. Dönemin Fed Başkanı Alan Greenspan, diğer yatırımcı kuruluşları “herkesin daha fazla kaybetme riskini ortadan kaldırmak ve sistemin ortak çıkarları adına” 3,5 milyar USD’lik bir kurtarma planına razı ederek, Kindleberger’in kapitalizmin erken tarihlerinden günümüze öyküsünü yazdığı22 “son kredi mercii” rolünün fevkalade başarılı bir örneğini vermişti. Greenspan “kutsal görev” çerçevesinde kurtarma birliğini oluştururken aynı zamanda olası bir likidite krizini önlemek için kısa aralıklarla hem piyasaya para sürmüş, hem de politika faizini kısa bir zaman aralığında 0,75 puan düşürmüştü. Böylelikle dünyanın bir ucundan diğer ucuna, birçok ülkeyi yıllarca sürecek maddi yıkıma sürükleyen bir fırtına, merkezde “bahşişi” ile birlikte 5 milyar doları geçmeyen bir fatura karşılığında fiyatlara yansıtılmış oluyordu. Köpük Transferleri 80’lerin başında girilen süreç rutinine kavuşmuş, monetaristlerin önderliğinde kâr oranlarındaki düşüşü dengeleyecek bir sürek avına, geçici de olsa hiç değilse bir süreliğine moralleri diri tutacak yeni heyecanlar arayışına dönüşmüştü. Peşine düşülen heyecanlar, hiç bir zaman bir önceki evreye benzer uzun soluklu bir yükselişe neden olamadıysa da, sistemin “reel sosyalizm”in çökmesi ve “yeni ekonomi” sektörü gibi finali geciktiren “köpük transferleri”23 ile oyalanmasına aracı oldu. Köpük transferlerinin temeli, üretimin altyapısında köklü dönüşümlerle birlikte yeni bir uzun yükseliş dalgasını başlatacak gerçek bir motivasyonun eksikliğine dayalıdır. Uzun dalganın aşağı yönlü ikinci etabında, belki de ABD’de, aşırı sermaye birikimi sorunu ve azalan kâr oranları cenderesinden kurtulmak adına en fazla heyecan yaratmış sektör “yeni teknoloji”, popüler adıyla “dotcom” sektörüydü. 22 Charles P. Kindleberger, “Cinnet, Panik ve Çöküş. Mali Krizler Tarihi”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2007 23 J. B. Foster, “Kapitalizmin Malileşmesi ve Kriz”, Kalkedon Yayınları, Eylül 2008, Birinci Basım, s.66
147
Yaşayan Marksizm
1990’lı yılların başından itibaren “yeni teknoloji” sektörü yeni bir heyecana lokomotiflik yaparken, dışarıda da pazarın genişlemesine en büyük katkıyı, başını 70 yıllık bir aradan sonra “serbest piyasa ekonomisi”ne dönüş yapan Rusya’nın çektiği “sosyalist” ülkeler yapıyordu. Ancak 2000’in başında son bir yılda %100’lük değer artışıyla işlem gördükleri Nasdaq borsasında “dotcom” hisselerinin görüntülerinin tersine bir kârlılığa ve varlığa sahip olduklarının muazzam keşfiyle “yeni ekonomi” balonu da patlayacaktı. Muazzam bir keşifti bu, çünkü “yeni” ekonomi şirketlerinin çoğu bir masa-bir iskemle şirketlerdi ve bunu on yıl gibi kısa(!) bir sürede keşfetmek, hakkını teslim etmek gerekiyor, oldukça muazzam bir işti. Bu durum, elbette gören gözler için, aşağı doğru sünen depresif dalganın hali pür melalini sergiliyordu. Belli ki bilinçli uzatmalar oynanıyordu. 1990’lı yıllar yukarı bir hamleyi başlatabilmek için ABD’ye en uygun dış konjonktürü sunmuştu. Ama sonuç hüsrandı. Dönemin Fed Başkanı Geenspan, -içinde yaşarken böyle düşünüyor muydu bilinmez- 2007’de kaleme aldığı “Türbülans Çağı”nda nedeni şöyle açıklayacaktı: Yeni ürünler ve yeni şirketler 1997 ve 2000 yılları arasındaki yeni hisse senetleri ihracındaki büyük artışın da nedenleridir. Ve o zamandan beri yenilikçi yani inovatif uygulamalardaki bariz düşüş, ihraç edilen hisse senetlerinin miktarında azalma yaratmıştır. Yeniliklerdeki yavaşlama, özellikle kuruluşların dahili nakit akışlarının (daha önceki yeni teknoloji uygulamalarından edinilen kazançların yarattığı nakit akışları) büyük miktarını sabit yatırımlardan çıkartıp, şirketin hisse senetlerinin geri alımına, şirket birleşmelerine, ya da şirket alımları sürecinde hissedarlara nakit dağıtımına yönlendirmelerinden bariz şekilde anlaşılmaktadır. Finansal olmayan kuruluşların hissedarlarına yapılan bu tür nakit iadeleri, 2003 yılında 180 milyar dolar seviyesinde iken, 2006 yılında 700 milyar dolara çıkmıştır. Öte yandan 2003 yılında 748 milyar dolar olan sabit yatırımlar 2006 yılında sadece 967 milyar dolara çıkmıştır. Bir kuruluş özsermayesini hissedarlarına, ancak kuruluşun mevcut varlıklarından elde ettiği getiri oranına göre daha yüksek seviyede riske ayarlı getiri oranları bulmak için elverişli bir ortam oluşturamadığı zaman iade eder. Hissedarlara büyük miktarda nakit ödeme yapılması genellikle şirketin varolan sabit yatırımlarına ilişkin getiri oranlarının azalmış olduğuna işaret eder ki, bu da büyük olasılıkla gerçekleştirilen yeniliklerden kaynaklanan yeni ve kârlı uygulamaların beklenen getiri oranlarının azalmasının bir sonucudur.24
Mali oligarşinin amiral köşkünde ikamet eden Greenspan gerçeğin farkındaydı ve özetle şunu söylüyordu: Kâr oranları düşüyor ve hâlihazırda ufukta bu eğilimi tersine çevirecek gerçek bir heyecan görünmüyor; güdük kalan her hamle ise sermayenin finansallaşmasını ivmelendiriyor, yaklaşmakta olan büyük depremin biriktirdiği enerjiyi artırıyordu. 24 A. Greenspan, age., s.480-481 (Vurgu bana ait)
148
Büyük Deprem Bir Bilanço
Yeni ekonomi düşünün sona ermesi, 1998 Asya krizini ustalıkla savuşturan ABD’yi, “dotcom” krizi olarak anılan ve bu defa kapitalist emperyalist sistemin merkezinde baş gösteren bir krize yuvarlamaya yetmişti. Ancak çok büyük bir resesyona ramak kala, ABD’nin imdadına S11 (New York Dünya Ticaret Merkezine yapılan 11 Eylül saldırısı) yetişiyor; S11 bahanesiyle yapılan Afganistan ve Irak işgalleri, yurtsever ABD’lilerin başkanlarının çağrısına uyarak tüketmeye devam etme kararı vermeleri ile son perde yine ileri bir tarihe öteleniyordu. Böylelikle monetaristlerin verdikleri ilk gazın ve dağılan “reel sosyalizm”in açtığı yeni pazarların kabarttığı iştahın ardından yeni teknoloji köpüğünü de tüketen sermaye, hiç vakit yitirmeden nöbeti devralacak yeni bir köpüğün peşine düşmüştü bile. Son köpük transferi, “subprime mortgage” krizi ile patlayacak ve büyük depremi tetikleyecek konut köpüğü oldu. Kapitalist sistem, finans simyacılarının parlak buluşları ve Fed Başkanı Greenspan’ın özverili çabalarıyla desteklenen zorlama ama nispeten sakin bir altı yıl daha kazanacaktı. 1987 yılı Ağustos’unda Başkan Reagan tarafından atanan ve “Reaganomi”yi Fed Başkanlığında toplam on sekiz yıl “başarıyla” uygulayan, 80 sonrasından günümüze uzayan sürecin baş aktörlerinden olan Greenspan, Ocak 2006’da yerini bir başka monetarist Başkana, Ben Bernanke’ye bıraktı. Greenspan Bernanke’ye Fed Başkanlık koltuğuyla birlikte, o zamana değin ekonomi tarihinin en büyük iflasını yaşama şansını da veriyordu. 9 milyar dolarlık bir “hedge” fon, Amaranth, Hurricane ve Katrina’nın ardından yüksek kaldıraç oranlarıyla girdiği doğal gaz fiyatlarının yükseleceğine dair bir bahsi kaybetmişti. Eylül 2006’da kayıpları 6,5 milyar dolara ulaşan fon iflas etti. Amaranth, ekonomi tarihinin en büyük iflası olarak tarihe geçerek Citadel ve JP Morgan tarafından devralındı. Konu böylece kapatıldı. Fonun batışı sonrası “hatalı” bahis kararını alanların “beceriksizliği, sorumsuzluğu” vb. tartışılmıştı ama artık sıradan insanın bile gündelik yaşamına sızmış kredi sisteminin kaldıraçlı kumar mantığı hiç sorgulanmamıştı. Çünkü maddi üretimden giderek elini eteğini çeken mali sermaye için finansal kaldıraç nirvanaya ermenin olmazsa olmaz aracıydı. Aşırı şişen sermayeye gerçek üretim alanı dar geliyor ve o da sanal alanda barbut atarak şansını denemek istiyordu. Finansal kaldıraç oynanan oyunu her defasında büyütmek; daha heyecan verici ve çekici kılmak için gerekliydi ve bu yüzden de oyunun tartışılmaz bir kuralıydı. Ayrıca maddi yaşamda var olan her gerçek değerin karşılığında yedi sanal değer dolaşıma girmiş, oyun çok büyümüş, oyuncuların hepsi kumdan yükselen azametli bir şatonun içine doluşmuşlardı. Gerçeği konuşmak hepsi için büyük bir felaketi başlatabilir, şatonun üstlerine çökmesine neden olabilirdi. Keyifler tıkırındaydı ve münasebetsizliğe de münasebetsizlere de aralarında yer yoktu! Üstelik hem keyifli hem de rahat bir iş yapıyorlardı, sanal alemin genişlemesi için maddi üretimde olduğu gibi gerçek lokomotiflere de, baş belası işçilere de gereksinim yoktu! Karşılığında servet ücretler ödenen ve bütün işi oyuna yeni renk katmak olan genç finans simyagerlerinin parlak buluşları oyunu sürdürmeye yeterliydi. 2006 Mayıs’ında, Fed’in faiz artırma olasılığının güçlenmesi ve büyük kreditör149
Yaşayan Marksizm
lerden Japonya’nın da elini sıkılaştıracağı spekülasyonları üzerine, 2001’den bu yana zorlama da olsa, sakin ve kesintisiz sürmekte olan “likidite bolluğu” döneminin biteceği endişesiyle, uluslararası mali piyasalarda birbirini takip edecek bir dizi türbülansın ilki yaşanıyordu. İkinci türbülans, rekor üzerine rekor kıran Çin Borsasında 24 Şubat 2007’de meydana gelen %9’luk düşüşün ve koltuğunu terk etmesine rağmen hala sözüne yeni Başkan Bernanke’den daha fazla değer verilen Greenspan’ın ABD ekonomisinde olası bir resesyon tehlikesine işaret etmesinin hemen ardından gerçekleşti. Üçüncüsü Temmuz 2007’de başladığında en iyimser burjuva iktisatçıları bile “türbülans” ya da “düzeltme” yorumu yaparken zorlandıkları ve en başta Fed olmak üzere, BOJ (Bank of Japan) ile ECB’nin (European Central Bank) piyasaya bol miktarda para zerk ederek paniği yatıştırmaya çalıştıkları, “subprime mortgage krizi” adıyla ABD patlayan, kapitalist sistemin bütününe neredeyse eş zamanlı olarak yayılan, yetmişlerden bu yana sünerek uzayan aşağı dalganın son perdesiydi. ABD Hane Halkları Borç Köpüğü ve Eşik Altı Tut-sat (“Subprime Mortgage”) Krizi Yeni ekonomi köpüğünün sönmesinin ardından, oyuna üzerinden devam edilecek alan hazırdı. Bu, neredeyse ABD GSMH’sına eş bir hacmi olan hane halkları borç kümesiydi. Bu kümenin içinde ağırlığı konut oluşturuyordu. Bir köpük oluşumu için gerekli olan bütün ögeler hazırdı. Kapitalizm tarihinde hiç olmadığı kadar malileşmiş; kâr oranlarının düşüklüğü, gelişmiş pazarlardaki doygunluk, maddi üretime çoktandır ilgisini yitirmiş büyük bir sermaye fazlası oluşturmuştu. Bütün iş, köpüğü şişirecek ek talebin yaratılmasına kalmıştı. Bunun için sermaye, sıkça başvurduğu o eski ideolojik cephaneye, “Amerikan rüyası”na başvuracaktı. Burjuvazinin yüzünü daha önce hiç kara çıkartmamıştı, şimdi de işe yarayacaktı, çünkü: 1870-1970 dönemini içeren 100 yıllık dönemde ABD ekonomisi zaman zaman kısa dönemli aşağı doğru gidişler yaşamış olsa da genelde canlılığını korumuş ve verimlilik artışları ve reel ücret artışları yaşamıştır. Bu ekonomik realite, Amerikan rüyası, tüketim ve Amerikan işçi sınıfının pasifizmi üzerine temelleniyordu (kent dışında bahçeli bir ev ve otomobil).25
Bu defa kent dışındaki bahçeli ev ve otomobil edinme fırsatı, şimdiye değin kapitalizmin kredilendirme filtrelerinden geçmesi olanaksız gelir düzeyi düşük geniş yığınlara açılacaktı. Doğacak riskler, sermaye piyasalarının gelişmiş araçlarıyla yönetilebilir, yetmediğinde finans simyagerlerinin yeni buluşları devreye sokulabilirdi. Öyle oldu. 2001’den başlayarak düşük gelirli kesimlere açılan “subprime” ve “Alt-A” kredileri genişledi. 2001’de 150 milyar dolar (%2,4) olan eşik altı kredilerinin hacmi, 2007 Mart’ında 1,3 trilyon doları (%14) buldu.26 “Alt-A” kredileri ile birlikte Subprime mortgage kredileri 2007 yılında toplam mortgage 25 Mustafa Durmuş, “Kapitalizmin Krizi”, Tan Kitabevi, Birinci Basım, Mayıs 2009, s. 130 26 Jacques Sapir, “Global finance in crisis”, CRASH, Why it happened and what to do about it vol. 1, real-world economics review Edited by Edward Fullbrook, Published by Real-world Economics Review, 2009, s.31
150
Büyük Deprem Bir Bilanço
kredilerinin üçte birini oluşturuyordu. Subprime kredileri konut köpüğünün dinamosu, finans simyagerlerinin durmaksızın piyasaya sürdüğü “yapılandırılmış yatırım araçları” da bu dinamodan yükselen bozuk seslerin kulağa hoş gelen armonilere dönüştürülerek yeniden piyasalara servis edildiği araçlar oldu. Piyasalar gelişmişti. Bu gelişme, pazarın evrensel ölçekte artan iç kenetlenmesinde ifadesini buluyordu. Ancak iç kenetlenme, pazara organik bir karakter ve sermayenin devinimine hız kazandıran bir özellik olduğu kadar, onun Aşil topuğunu da oluşturuyordu. Artık kapitalist sistem, her zamankinden daha fazla toplamda anarşik ve irrasyonel sonuçlar üretmeye hazırdı. Patladığında dünya finans piyasasındaki payı %2-3’lerle sınırlı olan “subprime mortgage” kredileri, yarattığı devasa etkiyi pazarın bu yeni özelliğine borçluydu. Kredi türevlerinden biri olan “mortgage kredileri” kredi sistemi tarafından, asıl işlevinin yanında, son çeyrek asır giderek önem kazandığı biçimiyle konut fiyatlarının yükselmesinden beslenen servet etkisini tüketime devşirerek özellikle gelişmiş yörelerde pazarın müzminleşmiş talep sorunuyla baş etmek amaçlı kullanılıyordu. Bu kredilerin ülkelerin GSMH’larında gelişmişlik derecesine göre %60-70 ağırlığa sahip olan tüketici harcamaları yönünden önemli yerini anlamak için emperyalist kapitalist sistemin merkezi ABD verilerinin yer aldığı Şekil 5’e bir göz atmak yetecektir. Şekil 527 HANE “MORTGAGE” BORÇLARI VE KONUT FİYATLARI (1980-2006)
Şekil 5’ e göre, 1980’de yaklaşık 1 trilyon dolar olan “mortgage” borçlanmaları, ev fiyatlarından daha ivmeli artarak 2006 sonunda yaklaşık 10444,628 milyar do27 Karen E. Dynan ve Donald L. Kohn, “The Rise in U.S. Household Indebtedness: Causes and Consequences”, s.42, Finance and Economics Discussion Series Divisions of Research & Statistics and Monetary Affairs, Fed, Washington, D.C. http://www.federalreserve.gov/pubs/feds/2007/200737/200737pap.pdf 28 http://www.federalreserve.gov/releases/z1/Current/annuals/a2005-2008.pdf “L.2 Credit Market Debt Owed by Nonfinancial Sectors”
151
Yaşayan Marksizm
larla on katını aşmıştır. ABD’nin 2006 GSMH rakamının 13178,429 milyar dolar olduğu göz önüne alınırsa bu kredilerin önemi daha iyi anlaşılacaktır. İki eğrinin 2006’ya doğru artış eğilimlerinin hız kazanması ve konut fiyatlarının mortgage borçlarındaki artışa göre hız kesmesi, Amerika’da S11’den sonra tutunulan konut köpüğünün de sonuna gelindiğine dair çok kuvvetli bir işaretti. Şekil 6, kaçınılmaz sonu ve özellikle 2000’den sonra eşik altı kredilerin yaygınlaşmasıyla birlikte konut köpüğünün nasıl hızla şiştiğini ve köpük patladıktan sonra konut fiyatlarının çıktığı gibi nasıl hızla gerilediğini gösteriyor. Şekil 7 ise bütün olan biteni açıklayan belki de en değerli bilgiyi sunuyor. Gerileyen kâr oranlarının pençesinden sıyrılamayan burjuvazi, bir yandan işçi sınıfının gerekli emek karşılığı almış olduğu payı küçültürken, bir yandan da bu hamlesinin doğal sonucu giderek müzminleşen talep sorununu işçi sınıfının gelecekteki gelirlerine el koyarak çözmeye çalışmaktadır. Onları borçlandırmakta, henüz üretilmemiş değerlerden medet ummakta, geçmişini, bugününü çaldığı insanların geleceğini de ipotek altına almanın peşine düşmektedir. Şekil 7, burjuvazinin içine düştüğü biçare durumu, onun toplumsal zenginliğin üretimi ve bağlı olarak sermayenin yeniden üretimi sorununu ne denli zayıf bir temelde çözmeye çalıştığını gözler önüne seriyor. ABD ekonomisi, 2001-2006 arasında gerçekleştirdiği büyümeyi ağırlıkla emekçilerin gelecekte yaratacağı değerler üzerinden sağlamış görünüyor. Krizle birlikte GSMH’da baş gösteren yüksek oranlı gerilemeler de bu tabloyu onaylamaktadır. Burjuvazi kendisi yuvarlanırken toplumu da içine sürüklediği bu zavallı durumla egemenliğinin sonuna geldiğini kanıtlıyor. Artık “egemenliğini sürdürecek durumda değildir, çünkü kölesine, köleliği çerçevesinde bir varoluş sağlayacak durumda değildir, çünkü kölesini, onun tarafından besleneceği yerde, onu beslemek zorunda kaldığı bir duruma düşürmeden edemiyor.”30 Şekil 631
29 U.S. Bureau of Economic Analysis (BEA), http://www.bea.gov/ 30 K. Marx-F. Engels, “Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri”, Sol Yayınları, Beşinci Basım, Ankara 2002, s.130 31 Robert J. Shiller, “Irrational Exuberance”, 2.Basım, Princeton University Press, 2005, Broadway Books 2006, ve ayrıca” Subprime Solution”, 2008. Veriler yazar tarafından http://www.econ.yale.edu/~shiller/data.htm adresinde her çeyrek güncellenmektedir.
152
Büyük Deprem Bir Bilanço
Şekil 732
Görünüşte sorun dünya finans piyasasındaki payı %2-3’lerle sınırlı “subprime” mortgage kredilerinin geri dönüşü ile ilgili bir tıkanmadan patlak vermişti. Bunda da ev almak isteyen Amerika’lıların fazla kredi alabilmek adına gelirlerini fazla göstererek, risk katsayısı yüksek, değişken faizli mortgage kredilerini (Adjustable Rate Mortgage - ARM) kullanmak istemeleri kadar, özellikle yükselen petrol fiyatlarının açığa çıkardığı serseri paranın ve Japonya kaynaklı likidite fazlasının kamçıladığı yüksek risk iştahı ile bankaların sadece müşteri beyanlarına dayanarak onların gerçek ödeme kapasitelerini dikkate almadan kredi açmalarının payı vardı. 2007 içinde yapılan mortgage sözleşmelerinin yaklaşık %47 si müşteri beyanına dayalı, finans teknisyenlerinin deyişiyle “liar loan” ya da “no doc loan” sözleşmelerdi. Buraya kadar anlatılanlar tek başına anlatılanlarla sınırlı kalsaydı kapitalizmin normal rutini içinde üstesinden gelemeyeceği sorunların nedeni olmayacaktı. Subprime krizinin sonuçlarını 1989’da yaşanan S&L krizinin sonuçlarından farklı kılan iki temel öge vardı. Birincisi, dünya pazarının 90 sonrası genişlemesinin yanında, iç kenetlenme düzeyini yükselterek, özellikle gelişmiş yörelerde organik bir karakter kazanmasıydı. İkincisi, aşırı sermaye birikimi sorununun çözülememesi sonucu malileşmenin ivmelenmesi, kontrolsüz büyümeye devam eden devasa bir finansal türevler piyasasının doğmasıydı. Finans simyagerleri mortgage kontratlarından teknik ayrıntılarına burada girilmeyecek biçim ve çeşitlilikte türev kâğıtlar ürettiler ve yeni kâğıtlar genişlemiş, gelişmiş pazarda emeklilik fonları da dâhil, sistemin belli başlı aktörlerinin port32 http://calculatedrisk.blogspot.com/ Grafikteki verilerin hazırlanmasında, Alan Greenspan ve James Kennedy’nin “Estimates of Home Mortgage Originations, Repayments, and Debt On One-to-Four-Family Residences” (Fed working paper no. 2005-41) başlıklı ortak çalışmasında sunulan sistem esas alınmıştır.
153
Yaşayan Marksizm
föylerine paylaştırıldı. Bu kâğıtların çok önemli bir ortak özelliği vardı. Hepsi de az ya da çok “subprime mortgage” virüsü bulaşmış bir sosla tatlandırılmıştı. “Subprime mortgage” kredileri, daha yukarıda belirtildiği gibi, çoğunlukla abartılı gelir beyanlarıyla ve açılması kolay olduğu için de daha çok değişken faizli, yani yüksek riskli “ARM”ler olarak açılmıştı. Artan faiz hadlerinin baskısıyla geri ödemelerde aksama başladı ve bu yolla ev satın alanların evlerine borç veren kuruluşlarca el koymalar başladı. Kriz patlamış, zincirleme reaksiyon başlamıştı: • Ödeme güçlüğü yüzünden satışa çıkarılan evler, düşmeye başlayan konut fiyatlarını aşağı çekmeye başladı. • 2. el ev arzının artması ve düşen fiyatlar, diğer yandan “sütten ağzı yanan” bankaların yeni açtıkları mortgage kredilerinde koşulları sıkılaştırması, konut inşaat sektöründe yeni ev siparişlerinin düşmesine yol açtı. • Yeni ev siparişlerinin düşmesiyle, ekonominin lokomotif sektörlerinden yeni konut inşaatlarında durgunluk başladı. Bu durgunluk özellikle, Ağustos 2007 tarımdışı istihdam verilerinde görüldüğü gibi (2003’ten bu yana ilk kez eksi bir değer geldi) işsizlik rakamlarına da olumsuz olarak yansımaya başladı. • Finans simyagerlerinin hüneri ile diğer borç kağıtlarının arasına sarılarak pazarlanan “subprime mortgage” borçları bir anda içine sarılarak ambalajlandığı diğer kağıtların da likiditesini olumsuz etkileyerek onların da değerlerini düşürdü. Sermaye piyasalarında oluşan güvensizlik ortamı, hızla nakde geçme dalgası yarattı. Borsaları satış furyası kapladı, fiyatlar hızla geriledi. • Subprime mortgage virüsü bulaşmış menkul değerlerin ticareti neredeyse tamamıyla durduğundan, büyük fonlar ve yatırım bankaları içinde bu borç senetlerinden bulundurdukları yatırım fonlarının cari değerlerini saptama müşkülü içinde yükümlülüklerini yerine getiremez duruma düştüler. • Kimin söz konusu virüsten ne kadar etkilendiği belli olmadığından, mali piyasa aktörleri arasında birbirlerine karşı güven bunalımı doğdu. Bu bunalıma bağlı olarak ise bilinen “likidite” krizi patlak verdi. • Başta “hedge” fonlar olmak üzere, büyük yatırım fonları yükümlülüklerini yerine getirebilmek için “sağlam” kalan diğer kıymetlerini finansal kriz gölgesi düşmüş piyasalarda değerinin altında satmaya zorlanarak büyük zararlar yazmaya başladılar. Özellikle yüksek kaldıraç oranları ile çalışan “hedge” fonların zararlarının katlanarak büyük miktarlara ulaştığı biliniyor. Ancak, bu fonlar şeffaf olmadığı için batığın toplam tutarı hakkında gerçekçi rakamlar halen tam olarak bilinemiyor. • Başta konut olmak üzere varlık fiyatlarının düşmeye başlaması servet etkisini ve dolayısıyla buradan kaynaklanan tüketimi olumsuz etkilemiş; gelecek kaygıları öne geçmiş ve Amerikalılar daha az harcamaya başlamıştır(Tablo 2). 154
Büyük Deprem Bir Bilanço
Tablo 2
ABD HANEHALKLARININ ELİNDE TUTTUĞU HİSSE VE GAYRİMENKULLERİN PİYASA DEĞERİ (TRL $ Enf. Arındırılmış)33 Yıl
Evler
Hisseler
Toplam
2006 4.Ç 2008 3.Ç Net Kayıp
19.0 15.5 -3.5
8.0 5.9 -2.1
27.0 21.4 -5,6
İlk Fireyi Bankalar Veriyor Subprime mortgage krizinin patlamasıyla birlikte, burjuvazinin köpük transferleri ile ötelediği büyük deprem başlamıştı. Fay hatlarında nerede duracağı belirsiz kırıklar, yeni çatlaklar oluşmuştu. FDIC (Federal Mevduat Sigorta Fonu) 24 Temmuz 2009 verilerine göre34, 2005 ve 2006’da hiç banka iflası yaşanmamış, 2007’de ise bir krizle doğrudan ilgisi bulunmayan bir iflas kaydı tutulmuşken, krizin patlak verdiği günden bu yana, 92 banka iflas etmiştir. İflas kayıtlarının içine doğal olarak 1 Temmuz 2008’de Bank of America’ya ve 29 Mayıs 2008’de JP Morgan’a yamanan ABD’nin en iri mortgage aracılarından Countrywide ve Bear Stearns yok. Yine aynı şekilde 14 Eylül 2008’de fiilen batan ama Bank of America’ya yamanan Merry Lynch ve 613 milyar dolar borcu ile dünya finans tarihinin en büyük iflası olarak kayda geçen Lehman Brothers da bu listeye dahil değil. ABD’de bir kural var, batamayacak kadar büyük olan (yani batması halinde sermaye yönünden sistemik tehlike arz eden) tekeller için “battı” sözcüğünün kullanılması dahi yasak. Bu duruma düşen tekeller diğerleri tarafından “kurtarılıyor”. Bu kuralı bir kez Lehman vakasında ihlal eden kapitalistler, bunun bedelini oldukça ağır ödediler. Son günlerde kapitalistler, oldukça neşeli. Birbirlerine sürekli moral veriyorlar ve krizin bittiğini müjdeliyorlar. İyimserlik, yaşamakta oldukları yükselişin muhtemelen gelecekte krizin ortasında oluşan bir köpük olarak anılacağı borsalardan yayılıyor. Ortada bu yükselişi onaylayacak hiçbir sağlıklı veri yok. Sadece kriz boyunca FDIC kayıtlarına geçmiş batık banka listesine bakmak yeterli. Listedeki 92 bankanın 28’i son iki ayda, bunun da yarıya yakını 24 Temmuz tarihi itibarıyla son bir haftada batmış görünüyor. Lehman Vakası Bear Stearns’ın Mart 2008’de JP Morgan Chase’e yamanması operasyonunu Fed yönetmiş ve JP Morgan’a bu iş için 30 milyar dolar teminat taahhüdünde bu33 Fed verileri kullanılarak düzenlenmiştir. http://www.hoisingtonmgt.com 34 http://www.fdic.gov/bank/individual/failed/banklist.html
155
Yaşayan Marksizm
lunmuştu. Ardından 7 Eylül 2008’de 13 trilyon dolarlık mortgage sektörünün %50 sini fonlayan bu yüzden de “batamayacak kadar büyük” olan, Fannie Mae ve Freddie Mac’ın 200 milyar dolarlık bir tür gizli “kamulaştırma” operasyonu, krizi önleme adına daha önce halka dağıtılan 150 milyar dolarlık vergi iadesinin geçici bir nefes alma dışında etkisiz kalacağı yorumlarına yol açan bardağı taşıran son damla oldu. 200 milyar dolarlık Fannie Mae ve Freddie Mac operasyonunun ardından bir hafta sonra, 14 Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın iflas haberi ile Merry Lynch’i kurtarma operasyonuna tanık olundu. İki pazardır art sıralı gerçekleşen bu operasyonlar gerek büyüklük, gerekse de nitelik yönünden kapitalizmin tarihinin ilkleridir. Bu yanıyla da yaşanmakta olan kriz, 29’daki büyük buhranı geçmiştir. Zaten bu gerçeği kapitalistler de görmeye başlamış olacak ki kendi gölgelerinden bile korkar hale geldiler. Krizin başlangıcında “bir düzeltmedir” “bu da geçer” türünden açıklamalarda bulunan “maestro” Greenspan, son zamanlarda iyiden iyiye ağız değiştirip yaşanan krizi son yüzyılın en büyüğü olarak nitelemeye başladı. Dehşete kapılmakla haklıydılar, çünkü: 1. İlk kez kapitalizmin tarihinde bu denli büyük bir iflasa göz yumuluyordu. Lehman 158 yıllık bir devdi. Lehman Brothers’in iflasının, içine girilen sermayenin değersizleşme sürecini ivmelendirmesi kaçınılmazdı. 2. Lehman’ın piyasa borçları ABD Avrupa ve Asya’ya dağılmış halde, yaklaşık 613 milyar dolar. 138 milyar dolarla en büyük iki alacaklı sırasıyla Citigroup ve Bank of New York Mellon. Her ikisi de büyük ve şimdi Lehman’dan ötürü derin bir yara almışlardı. 3. Lehman’ın ucu açık finans türevi anlaşmaları küresel finans yumağında çok bilinmeyenli denklemleri hareketlendirecek, şimdiye kadar az çok kontrollü büyüyen yangın, pazarın hiç beklenmedik yerlerinde umulmadık biçimlerde kendini gösterecekti. 4. Finansal türevlerin en başında gelen ürünlerinden CDS’leri (Credit Default Swaps) sigortalayan dünyanın en büyük sigorta devi AIG (American International Group) sallanmaya başladı. Lehman’ın iflasının ardından AIG Fed’in kapısına dayanarak taahhütlerini yerine getirebilmek için kendisini fonlamasını istedi. Fed bu isteği yerine getirmek zorunda kaldı. Çünkü AIG de “batamayacak kadar büyük”tü. 5. ABD’nin en büyük finansal yatırım bankalarının ilk beşi, sırasıyla; Morgan Stanley, Goldman Sachs, Merrill Lynch, Lehman Brothers, Bear Stearns’di. Sondan başlayarak batmaya başlamışlardı. İster istemez akıllara sıranın en büyüklerde olduğu düşüncesi geliyordu. 6. Burjuva iktisatçılar bundan önce yaşananlarda olduğu gibi, en kötünün yaşandığı; dibe gelindiğini vb. söylüyorlar; buna delil olarak da 12 Eylül 2008 Cuma günü hisse başına 17.05 $’dan işlem gören Merry Lynch hisselerine 156
Büyük Deprem Bir Bilanço
Bank of America’nın hisse başına 29 $ ödeyerek, toplam 44 milyar dolara onu satın almasını gösteriyorlardı. Oysa Bank of America, birkaç gün hiç bir şey yapmadan beklese, muhakkak ki bu ödediği bedelin çok altında bu satın almayı gerçekleştirebilecekti. Bunun iki açıklaması vardı. Birincisi, Bank of America’nın dev ABD’li tekeller içinde göreceli olarak daha “ulusal” bir yapıda olması ve “görev sorumluluğu” dolayımı ile üzerinde kurulan politik baskıydı. İkincisi ve aslolan ise; Marx’ın Grundrisse’de para mevzunu işlerken değindiği “zenginlik hırsı”; O’nun yazdığı biçimiyle, “sacra auri fames” yani “kahrolası altın açlığı”ydı. Kökleri 1700’li yıllara, Massachusetts Bank’a uzanan Bank of America (BoA), asırlık Merry Lynch’i satın alarak, rakipsiz olmayı; topladığı mevduat ile ABD’de başı çeken ama yatırım bankacılığı branşı zayıf olan BoA, böylelikle bu alanı da tahkim ederek büyümeyi hedefliyordu. Ama.. 7. Ama, bilindiği gibi BoA’nın mali yapısı da problemliydi. Hem devam eden krizin doğrudan hem de 11 Ocak 2008’de ilk problemli mortgage bankası Countrywide’in 4,1 milyar dolara kendisine yamanmasının dolaylı etkileri, BoA’yı yeterince örselemiş, zayıf düşürmüştü. Üstelik Merry Lynch’in satışında açıklandığı kadarıyla Fed’in JP Morgan Chase’e verdiği desteğe benzer hiçbir destek BoA’ya verilmemişti. Bu yüzden, yangından mal kaçırır gibi gerçekleşen bu 44 milyar dolarlık operasyonun, mevcut konjonktürde kabul görmeyecek bir kamulaştırmanın örtülü bir realizasyonu olması kuvvetle muhtemeldi: İleride bu birleşmeden ötürü BoA zor duruma düşerse, batamayacak kadar büyük olduğu için kurtarılması gündeme gelecek, kimse itiraz edemeyecek ve dolayısıyla onunla birlikte Merry Lynch de “kamulaştırılacaktı”. 8. Finansal türev piyasalarını kasıp kavuran kriz artık yönünü bankalardaki mevduata çevirmiş görünüyordu. İlk sinyaller hızlanan yerel banka iflaslarından gelmişti. Lehman vakası, burjuvazinin parçalı aklının kendi yarattığı dev pazar karşısında yetersizliğini gösteren çok iyi bir örnektir. Kapitalistler, bu vakada “deveyi yardan uçuran bir tutam ottur” deyişini haklı çıkaran bir oburluk sergilemiş; oburlukları köklü ve büyük kuruluşların asla ve kat’a batırılmaması gerekliliği kuralının önüne geçmiştir. Bedelini krizin ivme kazanmasıyla hep birlikte ödediler. 14 Eylül günü, mali oligarşinin baş aktörlerinden Barclays ve Bank of America (BoA) aslında Lehman’ı kurtarmak için bir araya gelmişlerdi. Ama sürpriz biçimde, oturdukları masadan Lehman’ın iflasına; Merry’nin eder fiyatının iki katına BoA’ya devredilmesine karar vererek kalktılar. İki gün sonra da, Lehman’ın batışı ile sarsılan ve kendi imkanları ile gereksinim duyduğu 75 milyar doları bulamayacağı belli olan AIG’ye bu paranın Fed tarafından verilmesi üzerine anlaştılar. Bu anlaşmaların büyük bir sahtekarlık olduğunu görmek için, Lehman, 157
Yaşayan Marksizm
Merry, BoA ve AIG’nin kurumsal ortaklık yapısını gösteren 30 Haziran 2008 tarihli mali tablolara göz atmak yeterli olacaktır: * Kaderine terk edilmiş görünen Lehman’ın büyük ortakları, aynı zamanda Merry’nin büyük ortaklarıdır. Lehman’ın terk edilmesi karşılığında Merry’nin eder değerinin iki katına yaklaşan bir değerle BoA’ya devredilmesine karar verilerek, gerçekte büyük ortaklar için, Lehman’ın ve Merry’nin birlikte batmasıyla vereceği zarar en aza indirilmiştir. * Lehman ve Merry’nin büyük ortakları aynı zamanda, BoA’nın büyük ortaklarıdır. Lehman ve Merry’nin zararları, Merry BoA’ya ederinin üstünde devredilerek bu işle ilgisi olmayan ve aslında çoğunluk olan küçük ortakların üstüne yıkılmış, böylece mali oligarşi bu operasyonu olabilecek en az hasarla atlatmıştır. Lehman vakası “örtülü kazancın” en sahtekarca düzenlenmiş biçimidir. * AIG’nin ortaklık yapısına bakıldığında da çoğunluk aynı gruplardan oluşmaktadır. Demek ki Fed’den alınan 85 milyar dolar da bu grubun cebine gitmiştir. TARP (Troubled Asset Relief Program), 700 Milyar Dolarlık RTC Bush giderayak mali sermayeyi sorunlu varlıklardan arındıracak bir kurtarma planı hazırlamış Kongre’ye sunmuştu. Mali sermaye plana tüm gücüyle destek veriyor, koro halinde sözcülerini konuşturuyordu: * H. Paulson ABD Hazine Bakanı: “Plan acil olarak geçmezse sadece Wall Street değil, ekonominin bütün alanları çöker.” * B. Bernanke, Fed Başkanı: “Plan kabul edilmezse ABD’de resesyon kesinleşir.” * Wall Street oyuncuları da bu düete eşlik ediyorlar; haber kanalları alt yazı geçiyordu: “Kurtarma planının geçmeyeceğine dair endişeler Wall Street’de Dow endeksinin düşerek psikolojik destek olan 11.000 puanın altına gerilemesine neden oldu..” Burjuva demokrasisi, belki de tarihinin en parlak örneklerinden birini ABD Kongresinde sergileyerek, kendisine inananların güvenini boşa çıkarmadı. Kongre, “öncelikle” çalışanların “refahı ve geleceği” için olduğunu söylediği ve bu yüzden de halkın büyük çoğunluğunun “kendi geleceği” adına özverisinden ibaret olduğunu buyurduğu “büyük kurtarma” planını senatodan sonra, 3 Ekim 2008’de temsilciler meclisinde de kabul ederek yürürlüğe soktu. Goldman Sachs’ın sabık CEO’su ABD Hazine Bakanı H. Paulson’un hazırladığı 3 sayfalık plan, önce 110 sayfaya şişirilmiş, en son senato’da 450 sayfa olarak, onların deyimiyle “tatlandırılmış” biçimde onaylanmış, temsilciler meclisine ikinci kez oylamaya sunulmuştu. Böylece orijinal planın 700 milyar dolarlık olan mali portresi, “tatlandırıcılarla” birlikte, temsilciler meclisinde onaylanmış haliyle 850 milyar dolara büyümüştü. Aynı paket içinde mevduat güvencesi de 100,000 dolardan 250,000 dolara yükseltildi. 158
Büyük Deprem Bir Bilanço
Dünya Pazarı 7’şer, 8’er, 15’er, 20’şer Hükmünü İcra Ediyor Kapitalizmin anakaralarının emperyalist devletleri, uzunca bir dönem sermayeler arası rekabetin aracı olarak işlev gördüler. Kendi özgün tarihleri ve hepsinde ortak bir özellik olarak görece özerk yapıları var. Bunların hepsi ve altyapının devinimi ile üstyapınınki arasında oluşan faz farkı, onların başında bulunan burjuvazinin sözcülerine eski alışkanlıklarıyla hareket etmelerine değilse de, halen gevezelik yapmalarına olanak veriyor. Ancak alışkanlıkların biçimlendirdiği katı söylemler, dünya pazarının kesin hükmü karşısında buharlaşıyor ve “ulusal” çıkarlarını dillendirenlerin sözlerini ağzına gerisin geriye tıkıyor. Dünya pazarı 7’şer, 20’şer onları yan yana getiriyor ve hepsinin ağzına çiğnemeleri için sadece bir tek sakız veriyor: “küresel krizi önlemek için üzerimize düşeni yapmaya hazırız ve de yapacağız.” “Ama”lar, “fakat”lar, “bizim ihtiyacımız yok”ları söyleyenler onlar değilmiş gibi ve de çok büyük işleri başarıyorlarmış edalarında, “birlikte hareket” ve “koordinasyon” anısına aile fotoğrafları çektiriyorlar. Kendilerine “ama”ları, “fakat”ları anımsatıldığında ise, tavırları “hem ağlarım, hem giderim” diyen gelin kızdan çok da farklı olmuyor. Ne de olsa geçerli ve önemli bir de mazeretleri var: “kendi halklarının geleceği”. Uzun lafın kısası, dünya pazarı hükmünü icra ediyor. 11 Ekim 2008, Bush’un kraker yemeye bile vakti yok. Bir toplantıdan diğerine “dünyayı kurtarmak için” koşuşturdu durdu. G-7 ülkelerinin maliye bakanlarının toplantısı ile G-20 IMF temsilcileri toplantısında Bush sınıf kardeşlerine bol ajitasyon çekti. Laf kalabalığını, söyledikleri arasında bir cümle özetliyordu: “İçice geçmiş bir dünyada hiçbir ulus bir başkasının üstüne basıp yükselemeyecek. Hepimiz aynı gemideyiz ve hep birlikte krizin üstesinden geleceğiz.” G-7 bu hamaset yüklü toplantıda aslında uzun zamandır nazlanarak da olsa ağızlarda gevelenenleri ortak bir sonuç bildirisinde toplamaktan başka bir şey yapmadı. Buna göre:35 * Önemli büyük finansal kuruluşlar desteklenecek ve batmalarına engel olunacaktı. * Donmuş kredi piyasasının yeniden çalıştırılması için tüm önlemler alınacak, darlık çekmemeleri için bankalar ve diğer finans kuruluşlarına likidite sağlanacak yeterince fonlanacaktı. * Gerek kamu kaynaklarından, gerek özel kaynaklardan temin edilerek bankaların yeni sermaye gereksinimi karşılanacak; böylece işlerini sürdürmeleri, hane halklarına kredi vermeye devam etmeleri sağlanacaktı. * Mevduat sahiplerine kendilerini güven içinde hissedecekleri her türlü güvence verilerek mevduat kaçışı önlenecekti. * Mortgage’a ve diğer varlığa dayalı türevlerin ikinci el pazarının yeniden canlan35 http://www.ustreas.gov/press/releases/hp1195.htm
159
Yaşayan Marksizm
ması için gereken tüm önlemler alınacaktı. G-7 toplantısı piyasa aktörleri arasında, yeni ve somut hiçbir şey söylenmediği yorumuyla düş kırıklığı yaratırken, piyasaların isteği 12 Ekim 2008 pazar günü Paris’te E-15 tarafından gerçekleştirilen toplantıda karşılandı. Piyasalar değersizleşen sermayenin önemli bir kısmının çalışan halka fatura edilmesini istiyordu. Amerikan halkının payına düşen 850 milyar dolar yeterli olmamış; bedel ödeme sırası kapitalizmin yaşlı anakarasına gelmişti. Ve Avrupa, kapitalizmin tarihsel anakarası olduğunu bu vesileyle herkese kanıtlarcasına, ABD’ye taş çıkartırcasına kapitalizm tarihinin en büyük kurtarma paketini (bir kısmı banka borçlarına garanti şeklinde, bir kısmı sermaye enjeksiyonu olarak) açıkladı: Almanya: 500 milyar Euro Fransa: 360 milyar Euro İngiltere: 320 milyar Euro Hollanda: 200 milyar Euro İspanya: 150 milyar Euro Avusturya: 100 milyar Euro
Yani, AB’nin kendi halklarına biçtiği bedel, teminat ve yeni sermaye olarak toplam 1 trilyon 630 milyar Euro’yu buluyordu. Bu Türkiye’nin üç yıllık GSMH’sını aşan bir değerdi. Dünya piyasası hükmünü icra etmiş, nazlanarak da olsa kapitalizmin anakarasının bütün burjuva fraksiyonları onun önünde selama durmuştu. Hafta sonu krizin başından bu yana en anlamlı sözleri sarf etmek ise Gordon Brown’a kısmet olmuştu:36 “Bazen aşikâr ve yıllarca önce yapılması gerekenin daha fazla ötelenemeyeceğinin kabulü için insanların bir kriz yaşaması gerekir. Ama bizler şimdi doğruca küresel çağın yeni finansal mimarisini yaratmalıyız.” Gordon Brown, “küresel çağın yeni finansal mimarisi” için önerilerini 15 Ekim’de Brüksel’de yapılacak AB toplantısında sunacağını belirtmişti. Avrupa’nın en “ulusalcı” Devlet Başkanı Sarkozy’nin, toplantıda Brown’ı gölgede bırakan çıkışlar yapması, aynı konuda onun da oldukça iddialı olduğunu gösteriyordu: AB devlet ve hükûmet başkanları, yeni küresel krizlerin engellenmesi için 2. Dünya Savaşı’ndan sonra toplanan Bretton Woods Konferansı’nda biçimlenen ABD merkezli küresel finans düzeninde köklü reform yapılması konusunda uzlaşma sağladılar. AB dönem başkanı Fransa’nın Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, ‘Herkes, bu konuda yakın gelecekte dünya zirvesi düzenlenmesi ihtiyacını paylaşıyor’ dedi. Dünya finans zirvesinin bu yıl içinde toplanması gerektiğini vurgulayan Sarkozy, bunun için en uygun zamanın kasım ayı olduğunu söyledi. Sarkozy, alınan önlemlerin küresel mali krizin sonu anlamına gelmediğini kaydederek, AB, ABD ve diğer büyük ekonomilerin ‘kapitalizmi tamir etmeleri gerektiğini’ anlattı. 36 http://uk.reuters.com/article/domesticNews/idUKTRE49C2HV20081013, (Vurgu bana ait)
160
Büyük Deprem Bir Bilanço
Sarkozy, yeni bir küresel ekonomik düzenden yana olduklarını ifade ederek, ‘Yeni bir Bretton Woods Anlaşması’na doğru gidiyoruz. Sistemi tamire gidiyoruz.’ diye konuştu. Sarkozy, AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile birlikte 18 Ekim’de görüşecekleri ABD Başkanı George W. Bush’a ‘bu mesajı ileteceklerini’ de bildirdi…37
G20 Sao Paulo Toplantısı (8-9 Kasım 2008) ve Washington Zirvesi (15 Kasım 2008) G20’yi oluşturan ülkeler; (ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Japonya) G7 ülkelerine ek olarak; AB, Rusya, Çin, Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Avustralya, Brezilya, Arjantin, Meksika, Türkiye, Suudi Arabistan, Güney Afrika’dan oluşuyor. Washington liderler zirvesine hazırlık niteliğinde 8-9 Kasım 2008’de Brezilya’nın başkenti Sao Paulo’da gerçekleşen Merkez Bankası Başkanlarının ve ilgili Bakanların bir araya geldiği G20’nin 10. yıllık olağan toplantısının sonuç bildirisinde38 öncelikle korumacılığa karşı maddeler dikkat çekiyordu: ...Küresel krizin küresel çözümler gerektirdiğini not ederek, düzenlenecek zirve uluslararası işbirliğini ilerletecek önemli bir adım olacaktır... (SaoPaulo/ Sonuç Bildirisi M.2) ...Bütün ülkelerin, ticaret ya da yatırım amacına bakılmaksızın korumacılık basıncına karşı direnmeleri üzerinde ısrarla duruldu... (Sao-Paulo/ Sonuç Bildirisi M.7)
Dünya pazarındaki son çeyrek yüzyıllık gelişmenin ve küresel işbölümünün öne çıkardığı yeni güçlerin varlığına dikkat çekiliyor; oluşan yeni güç dengelerine uyumlu, onu yansıtacak bir değişim gerekliliğinin altı yumuşatılarak çiziliyordu: ...Bretton Woods kurumlarının geniş biçimde reformdan geçirilmesinin altını çizdik. Böylece, onlar dünya ekonomisindeki değişen dengeleri yeterince yansıtabilir ve gelecekteki meydan okumalara daha etkili biçimde yanıt verebilirler. Yükselen ve gelişmekte olan ekonomiler, bu kurumlarda daha fazla söz ve temsil hakkına sahip olmalıdır... (Sao-Paulo/ Sonuç Bildirisi M.12)
Doların dünya parası olmasının bir sorun olduğu, dünyanın geri kalanında “sürdürülebilir bir kalkınma” için yeni yolların keşfedilmesi gerekliliği biçiminde diplomatik bir dille ifade edilecekti: Mevcut krizin en sağlıksız görünümlerinden biri özel kredi pazarlarındaki donma ve sermayenin krizin doğduğu kaynağa gerisin geriye dönme eğilimidir. Gelişmekte olan ülkelere, sürdürülebilir kalkınma ve devam eden altyapı yatırımları için kritik öneme sahip olan özel sermaye akışının ve 37 http://www.referansgazetesi.com, 16 Ekim 2008, (Vurgu bana ait) 38 http://www.g20.org/pub_communiques.aspx
161
Yaşayan Marksizm
bu ülkelerin kredi pazarlarına girebilmesinin yeniden sağlanması için yeni yollar bulunmalıdır. (Sao-Paulo/ Sonuç Bildirisi M.8)
Elbette sonuçları neden olarak görme, gösterme alışkanlıklarından vazgeçmediklerini kanıtlamaktan da geri durmamışlardı: ...mevcut mali krizin nedeni, geniş ölçüde bazı gelişmiş ülkelerin piyasalarda aşırı risk alma ve hatalı risk yönetimi pratikleri, mali düzenlemede yetersizliklerine olduğu kadar içte ve dışta dengesizliklere neden olan kararsız makro ekonomik politikalarıdır. (Sao-Paulo/ Sonuç Bildirisi M.3. Vurgu bana ait) ... bütün ülkeler, aşırı kaldıraç oranlarıyla ilişkili risklere tavır almalı ve ulusal ve uluslararası sistemik riskleri önceden saptamak ve karşılık verebilmek için; uluslararası işbirliğini güçlendirmenin yanında, mali kurumları geliştirilmiş risk değerlendirmesine ve yönetimine kavuşturmalı; finansal piyasalarda şeffaflık ve sorumluluğun gelişmesi için, düzenleyici ve denetsel rejimlerini iyileştirmelidirler. (Sao-Paulo/ Sonuç Bildirisi M.6. Vurgu bana ait)
G20 liderler zirvesi de beklendiği gibi sona erdi. Zirve sonrası, zirvede alınan kararların açıklandığı Beyaz Saray basın açıklamasında, neredeyse 8-9 Kasım’da Sao-Paulo’da yapılan G20 yıllık olağan toplantısında alınan kararlar, ikisi hariç yinelendi. Açıklamada yer almayan kararlar, beklendiği gibi dolaylı bir biçimde de olsa, yaşanan krizden ABD hegemonyasını sorumlu tutan, daha çok Rusya, Çin ve Hindistan’ın baskısıyla Sao-Paulo sonuç bildirisine giren 8 ve 12 no’lu kararlardı. G20 Washington 15 Kasım 2008 liderler zirvesi deklarasyon metni39’nin “ Mevcut Krizin Temel Nedenleri” bölümünde; Güçlü bir küresel gelişme periyodunda, gelişen sermaye akımları ve içinde bulunduğumuz on yılın başlarında uzun süredir devam eden istikrar ortamında, piyasa aktörleri yeterli risk değerlendirmesi yapmadan yüksek getiri peşine düştüler ve gereken özenli çalışmayı gösteremediler. Aynı zamanda, zayıf teminat standartları, güvenilir olmayan risk yönetimi pratikleri, artan ölçüde karmaşıklaşan ve şeffaf olmayan finansal ürünler ve aşırı kaldıraç oranları birleşerek sistemde saldırıya açık noktalar yarattı. Politika-yapıcılar, kural koyucular ve denetçiler, bazı gelişmiş ülkelerde, yeni finansal araçlar yaratma yarışını sürdürürken finansal piyasalarda biriken riskleri yeterince değerlendirmediler veya daha çok yerel düzenlemelerin yarattığı sistemik saçaklanma ile ilgilendiler. (Vurgu bana ait)
“ Finansal Piyasalar Reformu için Ortak Prensipler” bölümünde de; Şeffaflığı ve İzlenebilirliği Güçlendirmek: Kompleks finansal ürünlerde 39 http://www.g20.org/Documents/g20_summit_declaration.pdf
162
Büyük Deprem Bir Bilanço
gerekli açıklığın geliştirilerek ve şirketlerin mali durumlarının tam ve kesin dışavurumunu garanti altına alarak mali piyasaların şeffaflığını güçlendireceğiz… Uluslararası Finansal Kuruluşların Reformu: Bretton Woods Kurumlarının reformunu ilerletmeyi taahhüt ediyoruz, böylece onlar, kendi meşruluklarını ve verimliliklerini artırmak için, dünya ekonomisinde değişen dengeleri daha yeterli bir şekilde yansıtabileceklerdir. Bu bağlamda, en yoksul ülkeler de içinde olmak üzere gelişmekte olan ekonomiler daha fazla söz ve temsil hakkına sahip olmalıdır… (Vurgu bana ait)
deniliyordu. Kapitalistler, pek doğal olarak, krizlerde onları yaratan yapısal nedenler yerine, yüze vurmuş olgularla, sonuçlarla zaman harcarlar. Gerek SaoPaulo toplantısında, gerekse de Washington zirvesinde, özellikle türev piyasalarının krizden sorumlu tutulmasının ve bu piyasalara karşı, düzenleyici müşterek önlemler almaktan bahsetmelerinin; risk kontrolünden, kaldıraç oranlarının düşürülmesinden (deleveraging) dem vurmalarının nedeni budur. Türev piyasalarının varlık nedeni ve neden bu piyasaların özellikle son 10 yılda alıp başını gittiğinden hiç söz etmez, sorgulayamazlar. Çünkü gerçek derinlerdedir ve mevcut krizin 29 bunalımı ile karşılaştırılmasına da imkan veren iki yapısal nedenle iç içe geçmiştir. Birincisi, bütün krizlerde ortak olan, kapitalizmin dermansız çelişkisi, kâr hadlerindeki düşüştür; diğeri, bir dönem kapitalizmin hızlı gelişmesinin vazgeçilmez aracı olan malileşmenin, büyüdükçe bütün bünyeyi saran bir kansere dönüşmüş olmasıdır. Bu iki neden, aynı zamanda, burjuva iktisatçıların ve kapitalistlerin şimdilerde ağızlarından eksik etmedikleri “deleveraging”i neden gerçekleştiremeyeceklerini de açıklıyor. Çünkü kapitalist kârın kaynağı maddi üretim sürecinde üretilen artı-değerdir. Mali sermayenin tüm yaptığı, bundan daha fazla pay almanın çeşitli yollarını icat etmekten ibarettir. Sermayenin şiştiği, kâr oranlarının gerilediği bir konjonktürde pastadan daha fazla nasiplenmenin yolu ise yüksek kaldıraç oranlarıyla daha fazla risk almaktan geçiyor. Beyaz Saray, G20 zirvesi ile ilgili ayrıca bir basın açıklaması yaptı. İlk paragrafındaki şu sözler dikkat çekiyordu: Bu problem bir gecede doğmadı ve bir gecede de çözülmeyecek. Bu krizin üstesinden tek başına gelebilecek bir ulus yoktur, ama işbirliği ve kararlılığın devamıyla serbest ve açık piyasa koşullarını sürdürürken, finans sektörünün reformu taahhütlerine sadık kaldığımız sürece kriz alt edilebilecektir.40
G20 Sao Paulo toplantısı sonuç bildirisi ile G20 Washington liderler zirvesi deklarasyon metnini birbirinden ve Bush’un zirvenin ardından yaptığı Beyaz Saray basın açıklamasını da her iki metinden ayıran önemli bir farkın olduğunu belirt40 http://www.whitehouse.gov/
163
Yaşayan Marksizm
mek gerekiyor. Sao Paulo toplantısı sonuç bildirisi kararları, Washington zirvesi deklarasyonuna aynıyla içerilmiştir; biri hariç: Mevcut krizin en sağlıksız görünümlerinden biri özel kredi pazarlarındaki donma ve sermayenin krizin doğduğu kaynağa gerisin geriye dönme eğilimidir. Gelişmekte olan ülkelere, sürdürülebilir kalkınma ve devam eden altyapı yatırımları için kritik öneme sahip olan özel sermaye akışının ve bu ülkelerin kredi pazarlarına girebilmesinin yeniden sağlanması için yeni yollar bulunmalıdır. (Sao-Paulo/ Sonuç Bildirisi M.8) (Vurgu bana ait)
Washington zirvesi deklarasyon metniyle Bush’un Beyaz Saray basın açıklaması arasındaki farksa önemli bir sözcük: Bretton Woods. Bu sözcüğün, reformlar bazında bile olsa, Bush’un basın açıklamasında yer almaması için özen gösterildiği anlaşılıyor. Zirve, alttan alta olgunlaşarak gelişen başat eğilimlerin, olgusal ölçekte bile olsa, kapitalistlerin çoğunluğunu temsil edenlerin kabul görmesiyle sonuçlanmış, dünya pazarının organik bütünlüğünün zımnen kabulü anlamına gelen, korumacı önlemlerin kesin bir dille reddedilmesi ve öne çıkan reform vaatleriyle bu gerçeklik teyit edilmiştir. Obama’nın zirveye katılmaması ve Bush’un basın açıklamasında yukarıda değinilen ayrım, ABD’nin son krizle kredisini iyiden iyiye tükettiği hegemonyasından, en azından şimdilik, gönül rızası ile vazgeçmeyeceğinin işaretini veriyordu. Obama Başkanlık Andını İçti (20 Ocak 2009) 20 Ocak 2009’da, Barack Hussein Obama, Lincoln incili üzerine el koyup başkanlık yemini yapmış, ardından seçim döneminde vaat edilenleri bir kez daha dinlemeye gelen milyonluk kitleye, onların duymaktan hoşlanacağı sözlerin yanında gerçek temsilcisi olduğu sınıfa ve krize dair gelecekteki olası icraatına ışık tutacak mesajlar vermeyi de ihmal etmemişti:41 Önümüzdeki soru, piyasanın iyi ya da kötü bir güç mü olduğu da değildir. Onun zenginlik yaratma ve özgürlüğü genişletme gücü eşsizdir, ama bu kriz bize, tetikte bekleyen bir gözün denetiminin olmadığı koşullarda, piyasanın kontrol dışına çıkabileceğini -ve bir ulusun yalnızca zenginliği hedefleyerek zengin olmaya devam edemeyeceğini; ekonomimizin başarısının her zaman yalnızca ulusal gelirin büyüklüğüne değil, zenginliğe erişebilmeye; fırsatları istekli olan herkese sunma yeteneğimize dayandığını- bunun bir sadaka değil, ortak çıkarlarımız için en emin bir rota olduğunu hatırlatmıştır.
Sermaye yönünden krizlerden çıkışın değişmez iki temel koşulu olmuştur. Birincisi, sermayenin kendisini yeniden üretebileceği seviyeye erişinceye kadar 41 http://www.reuters.com/article/topNews/idUKTRE50J5PS20090120, (Vurgu bana ait)
164
Büyük Deprem Bir Bilanço
fazlasını değersizleştirmesi; ikincisi ise, kâr oranlarında ve dolayısıyla sömürü oranında, sermaye lehine onun körelen yatırım iştahını açacak yeni bir dengenin sağlanmasıdır. Bu, bir metaın üretimi için gerekli olan emek ile aynı süreçte yaratılan artık-emek arasındaki dengenin, yeniden sermaye lehine düzenlenmesi demektir. Yeni dengenin sağlanmasında, burjuvazi mutlak ve nispi artı-değeri artırdığı iki asal yolun yanında, ikisinin birlikte değişik bileşim ve biçimlerini içeren melez seçenekleri de yerine göre kullanır. Hangi seçeneğin hangi dozda kullanılabileceğine ya da kullanılamayacağına ise son tahlilde sınıf mücadelesi karar verir. Mutlak artı-değer oranının artırılması, fazladan sermaye yatırımı gerektirmediğinden burjuvazinin en sevdiği seçenektir. Ancak bilinçli bir işçi sınıfı tarafından kolaylıkla boşa çıkarılabilecek; hatta içinde sermayenin toplumsal boyunduruğu ve burjuvazinin siyasi erki aleyhine sonuçlar doğurma olasılığını da barındıran ters tepebilecek bir yol olduğundan, çoğunlukla uygun konjonktürlerde, emeğin örgütsüz, en çaresiz olduğu zaman ve mekânlarda kullanılır. Daha sürekli ve sıkça başvurulan seçenek ise, emek üretkenliğini artıran yatırımlarla artı-değerin nispi olarak yükseltilmesidir. ABD’nin yeni ve “sempatik” Başkanı Obama yaptığı ilk konuşmasında bu çetin meseleye de el atmıştı:42 Nereye baksak, yapılacak iş var. Ekonominin içinde bulunduğu durum acil ve cesur eylem gerektiriyor ve biz yalnızca yeni işler yaratarak değil, büyümenin yeni temelini oluşturarak hareket edeceğiz. Ticari faaliyetimizi güçlendirecek ve bizleri birbirimize bağlayacak köprüler, yollar, elektrik şebekeleri ve dijital hatlar inşa edeceğiz. Bilimi hak ettiği yere kavuşturacağız ve teknolojinin harikalarını, sağlık hizmetlerinin kalitesini artırmak; maliyetini düşürmek için kullanacağız. Güneşi, rüzgarı ve toprağı otomobillerimizin yakıt temininin ve fabrikalarımızın işletilmesinin hizmetine koşacağız. Ve okullarımızı, kolej ve üniversitelerimizi yeni çağın gereklerini karşılayacak biçimde dönüştüreceğiz. Bunların hepsini yapabiliriz. Ve bunların hepsini yapacağız.
G20 Londra Zirvesi Öncesi Manzarayı Umumiye G20 Nisan zirvesi öncesinde mali oligarşi ve temsilcileri, “krizin dibi görüldü” iddiası ile geniş yığınlarda yaratmaya çalıştıkları iyimserliğin tersine, bütün çabalarını krizin sonun başlangıcı anlamına gelebilecek bir depresyona dönüşmesini engellemek için yoğunlaştırıyorlardı. Kriz ise, büründüğü deflasyonist karakterle, şimdiden tüm zamanların ortalama resesyon süresini aşarak (Şekil 8) kendi doğal mecrasında derinleşiyordu. İşsizlik, geniş yığınların günlük yaşamında kalıcı tahribatlara yol açarken, işsiz kalma korkusu onların çoktandır süreklilik kazanmış olan gelecek kaygılarını daha da pekiştiriyordu. 42 Agy., (Vurgu bana ait)
165
Yaşayan Marksizm
Şekil 843
Sanayi üretiminde Ocak 2009’da en yüksek gerileme Japonya’da gerçekleşmişti: -%30,8. ABD’deki gerileme -%10 olurken, Rusya ve Çin’de aynı rakam sırayla, -%16 ve -%12,4 oldu.44 Avrupa’da da durum çok farklı değildi: AB’de ortak para kullanan 16 ülkenin dahil olduğu Avro Bölgesi’nde sanayi üretimi Ocak ayında, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 17,3 geriledi. AB istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre, Ocak ayında sanayi üretimindeki kayıp 27 üyeli AB’de ise yüzde 16,3 düzeyinde gerçekleşti. Ocak ayında sanayi üretiminin en hızlı gerilediği AB üyeleri yüzde 26,8’le Estonya, yüzde 23,9’la Letonya, yüzde 21,1’le İsveç, yüzde 21’le Macaristan ve yüzde 20,2’yle İspanya şeklinde sıralandı. Sanayi üretimi, Avrupa’nın en büyük ekonomileri Almanya’da yüzde 19,1, İtalya’da yüzde 16,7, Fransa’da yüzde 14,6 ve İngiltere’de yüzde 11,9 geriledi.45
Sanayi üretiminin temel hammadde girdilerinden olan çelik ve alüminyum üretiminde gerçekleşen Şubat ayına ait devasa gerilemeler ise bu durumun halen sürdüğünü teyit ediyordu. Dünya çelik üretiminin %85’ini gerçekleştiren ve en büyük 20 çelik üreticisinden 18’inin üye olduğu “Worldsteel Association”, Dünya Çelik Birliği’nin verilerine46 göre, Şubat ayında ham çelik üretimi 84 milyon ton gerçekleşerek bir önceki yılın aynı ayına göre %22 gerilemişti. Dünya alüminyum üretiminin %80’ini karşılayan “International Aluminum Institute”, Uluslararası Alüminyum Enstitüsü’nün verilerine47 göre ise, Şubat ayında 1,85 milyon 43 44 45 46 47
http://www.chartoftheday.com/20090403.htm?A http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/11176400.asp?gid=229 10 Mart 2009. www.milliyet.com.tr 20 Mart 2009. http://www.worldsteel.org/index.php?action=newsdetail&id=262 http://stats.world-aluminium.org/iai/stats_new/formServer.asp?form=1
166
Büyük Deprem Bir Bilanço
ton gerçekleşen alüminyum üretimi, geçen yılın aynı ayına göre %11,5’luk bir gerilemeye işaret etmekteydi. Sanayi üretiminde gerilemeye, başını Güney Afrika, İspanya, Türkiye ve Belçika’nın çektiği iki haneye yükselmiş işsizlik rakamları eşlik ediyordu.48 Krizin kalbinin attığı ABD’de, 26 Mart 2009 tarihli verilere göre, 2008 son çeyrekte GSMH, %6,3 gerileyerek 1982 ilk çeyreğinde yaşanan % 6,4 düşüşün ardından son çeyrek yüzyılın en hızlı düşüş oranı gerçekleştirmişti. Vergi sonrası şirket karları bir önceki çeyrekteki 1.300,1 milyar$ olan düzeyinden %28,4 düşerek 931,2 milyar dolara gerilemişti.49 Tekellerin kârlarındaki gerileme, mali oligarşinin krizin faturasını küresel ölçekte geniş emekçi yığınlara yıkma çabalarına karşın önlenemiyordu. Bu duruma, Wall Street’de New York borsasında işlem gören önde gelen 500 büyük şirketin hisse başı kazançlarında son 75 yılın rekorunu kırarak gerçekleşen gerileme, çok çarpıcı somut bir örnek oluşturuyordu. Tekellerin kârları, yine tekellerin doğayı amansızca sömürüsünün neden olduğu küresel ısınma sonucu eriyen Himalaya buzulları ile aynı kaderi paylaşıyor; hızla eriyordu! (Şekil 9) Şekil 950
48 http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/11185877.asp?gid=254 11 Mart 2009. 49 http://www.bea.gov/newsreleases/national/gdp/gdpnewsrelease.htm 50 http://www.chartoftheday.com/20090320.htm?A
167
Yaşayan Marksizm
Fed’in 18 Mart 2009 Kararları ve Geithner Planı Fed’in elindeki mevcut iki silahın birincisinin (politika faizi) mermisi çoktan tükendiğine göre, izleye geldiği kriz politikasında tutarlılığını bundan böyle dolar basarak sürdüreceğini tahmin etmek zor değildi. Bu politikaların tek dayanağı ise doların uluslararası rezerv para olma niteliğini koruyacağı varsayımıydı. Bu doğrultuda 18 Mart 2009 tarihli FOMC (Federal Açık Piyasa Komitesi) toplantısında çok önemli iki karar alındı:51 * Mortgage borçlanma ve konut sektörünü desteklemek amacıyla Fed’in bilançosu genişletilerek (yani para basılarak) daha önceden kararlaştırılmış olan 500 milyar dolarlık varlığa ek olarak, 750 milyar dolarlık varlığa dayalı (mortgagebacked) menkul kıymet satın alınacak, böylece bu yıl içinde bu varlıklardan toplam 1.25 trilyon dolarlık alım gerçekleştirilmiş olacaktı. Ayrıca, borç tahvillerinde 100 milyar dolarlık yapılacak ek alımla bu kalemdeki toplam satın alma 200 milyar dolara baliğ olacaktı. ** Piyasa koşullarını iyileştirmek için FOMC altı ay içinde 300 milyar dolara kadar uzun vadeli Hazine tahvili alımı gerçekleştirecekti. Kararların her ikisi de çok açık biçimde, “helikopter”52 Ben’in doların pimini çekmesi anlamına geliyordu. Ancak, alınan kararlarla banknot matbaasına yol verilirken, beraberinde çok önemli bir manevra daha gerçekleştiriliyordu. ABD’nin en büyük finansörü Çin, bu kararlarla rahatlatılıyor; bir taşla iki kuş vurulmak isteniyordu. Böylelikle, bu kararların hemen ardından 23 Mart 2009’ta açıklanacak Geithner planının bekası yönünden ileride ihtiyaç duyulacak büyük borçlanmaların başarısı ve konumu giderek kötüleşen doların rezerv para olma niteliği teminat altına alınmaya çalışılıyordu. Epeydir 2 trilyon doların üzerinde gezinen53 Fed bilançosunu daha da şişirerek 4 trilyon dolarlara (ve belki de daha büyük rakamlara) çıkartmak zorunda kalacak mali oligarşi için açıklanacak Geithner planı ile birlikte girişilecek büyük hamlenin başarısının tek koşulu, dolar egemenliğinin devam etmesinden, bunun da öncelikle ABD’nin en büyük finansörü olan Çin’le varılacak bir uzlaşmadan geçtiği açıktı. Önlerinde G20 zirvesi vardı ve ABD zirveyi, Geithner planına makul bir süre tanınması için ikna etmek zorundaydı. Ama artık ABD’nin yek başına esip gürlediği günler de mazi olmuştu. Taze kaynağa kuvvetle ihtiyacı olduğu sırada, ABD’den tersine fon akışı başlamıştı. (ABD Hazine bakanlığı aylık verilerine göre, Ocak 2009’da ABD’den dışarı 148,9 milyar dolar fon çıkışı gerçekleşti54) Yaralarını sarmak ve hızla çözülmekte 51 http://www.federalreserve.gov/newsevents/press/monetary/20090318a.htm 52 2001 I. Çeyrek Sonu başlayan “resesyon”dan çıkıldığı resmi olarak henüz kesinleşmediği (NBER 17 Temmuz 2003’de bittiğini açıklayacaktı) bir dönemde, Kasım 2002’de, yaşanmakta olan durgunluğun neden olacağı düşünülen olası deflasyon tartışmaları içinde, M. Friedman’ın bir sözüne atfen, “deflasyonun gerekirse para basılıp, helikopterlerle havadan dağıtılmak suretiyle üstesinden gelinebilecek bir olgu olduğunu” ileri sürdüğü konuşmasının ardından Ben Bernanke’ye takılan lakap. 53 http://www.federalreserve.gov/releases/h41/ Kriz öncesi dönemde bilanço büyüklüğü 700-900 milyar dolar arasında salınıyordu. 54 http://www.ustreas.gov/press/releases/tg57.htm
168
Büyük Deprem Bir Bilanço
olan hegemonyasını onarmak için zaman kazanması gerekiyordu. Uzlaşmak ve gereksinim duyduğu bu kritik süre için ise belli ki ödün vermek zorundaydı. Bu yüzden Fed kararları, öncelikle, Çin’in elinde bulunan yaklaşık 1 trilyon dolarlık mortgage tahvilleri ve ABD Hazine kâğıtlarıyla birlikte 2 trilyon dolara baliğ olan dolar rezervlerine verilen bir tür teminat niteliği taşıyordu. Çin ise mali oligarşinin krizden çıkmak için Fed’in banknot matbaasını fazla mesaiye sokarak dolar basmaktan başka çaresi kalmadığını görüyor, ABD hegemonyasına olan itirazını elindeki dolara endeksli varlıkların eriyeceği endişesi ile güçlendirerek daha bir yüksek sesle dile getiriyordu. Daha 5 gün önce, Çin Başbakanı Wen Jiabao, Londra G20 Maliye Bakanları ve Merkez Banka Başkanları toplantısında (13-14 Mart 2009, Londra) yaptığı konuşmada konuyla ilgili olarak şunları söylemişti: Birleşik Devletlere çok yüksek miktarda borç verdik. Pek tabiidir ki varlıklarımızın güvenliği ile ilgiliyiz. Dürüst olmak gerekirse, açıkça bir parça endişeliyim... ABD sözünü tutmalı, kredibilitesini korumalı ve Çin varlıklarının güvenliğini teminat altına almalıdır.55
Ve Çin’e verilen teminatın ardından, 23 Mart 2009 Pazartesi günü, mali oligarşi ABD’de düğmeye bastı. “Geithner Planı” adıyla bilinen “Kamu-Özel Yatırım Programı”nı, yüzyılın en utanmaz soygun planını açıkladı. Yakından incelendiğinde krizle birlikte büyük zararlara uğrayan mali oligarşinin zararlarını Amerikan halkı ile birlikte tüm dünya halklarına ödetme planı olduğu açıkça görülecektir. Üstelik mali oligarşi daha da ileri giderek bu operasyon üzerinden ayrıca kâr sağlamaya çalışmakta, kayda değer hiçbir risk üstlenmeden, bütün riski başta Amerikan işçi sınıfı olmak üzere, dünya işçi sınıfına ve yoksul halkların üzerine yıkmak istemektedir. Oligarşinin parlak çocuğu Geithner’in “parlak” planından kimi satır başları şöyle: ...Hazine –Federal Mevduat Sigorta Fonu (FDIC) ve Fed ile birlikte- iyileşme yönünde bizlere yardımcı olması için, sorunlu varlıklarla mücadele başlığında, hane halklarına ve büyük-küçük işyerlerine kredi sağlama ve finansal sistemimizin bilançolarını düzeltme çabasının bir parçası olarak Kamu-Özel Yatırım Programı’nı açıklıyor. Üç temel prensip: Özel yatırımcılardan ve Sorunlu Varlıklar Kurtarma Programı (TARP)tan 75 ile 100 milyar dolar kullanılarak sağlanacak sermaye ile oluşacak Kamu-Özel Yatırım Programı, sorunlu varlıkları satın almak için, zaman içinde 1 trilyon dolara genişleme potansiyeli olan 500 milyar dolar sağlayacaktır. Kamu-Özel Yatırım Fonu Programı şu üç prensip çerçevesinde tasarlanmıştır: 1. Vergi mükellefinin ödediği her doların etkisini maksimum kılmak... 2. Riski ve karı özel sektörle pay etmek... 55 http://www.nytimes.com 14 Mart 2009
169
Yaşayan Marksizm
3. ...Sorunlu varlıklara hükümetin ederinden fazla ödememesi için özel sektör yatırımcılarının birbirleriyle rekabetiyle sorunlu varlık fiyatının oluşması... ... Bu yaklaşım, bankaların muhasebe defterlerinden sorunlu varlıkları zaman içinde eritmelerini ummak, ya da doğrudan bu varlıkları hükümetin satın alması seçeneklerinden çok daha iyidir. Basitçe, bankaların bu varlıklardan zaman içinde kurtulacaklarını beklemek, Japon deneyiminde olduğu gibi, finansal krizin uzama riskini doğuracaktır. Diğer yandan, eğer hükümet sorunlu varlıkların satın alımında tek başına hareket ederse –hükümet temsilcilerinin varlıkların fiyatını belirlediği durumda vergi mükelleflerinin fazla ödemesi biçiminde oluşacak ilave risk ile birlikte- bu satın almaların bütün riski, vergi mükelleflerinin üzerine kalacaktır...56
Aynı açıklamada, konunun anlaşılabilmesi için, Geithner sorunlu kredilerin satın alınmasına bir de örnek verdi. Geithner’in örneği, FDIC’in gözetiminde yapılacak açık artırmada sorunlu krediden muzdarip bir banka, 100 dolarlık bir sorunlu varlığı satışa çıkardığında buna en yüksek 84 dolarlık teklif geldiği kabulüne dayalı. FDIC bu teklife 1/6 kaldıraç oranıyla garanti verecekti. Böylelikle 12 dolarlık (12+12X6=84) Kamu-Özel Yatırım Programı özkaynağı yeterli olacak. Teklifi veren “yatırımcı” 6 dolar koyarken, 6 dolar da Hazine verecek. Sonuçta bankanın kasasına 84 dolar girer ve bankadaki hareketsiz varlık likidite kazanırken, satın alınan kredi (ki öncelikle AAA notu almış olanlar değerlendirilecek) söz gelimi 6 puan fazlasıyla (90 dolar) bir yıl içinde tasfiye edildiğinde veya elden çıkarıldığında “yatırımcı” yıllık %50, kamu % 3,85 kazanmış olacak. Bir kayıp durumunda ise bu örnekte yatırımcının riski 6 dolarken, kamunun riski 78 dolar olacaktı. Ne kadar parlak ve “adil” bir plandı! Geithner verdiği örnekle şecaat arz ederken gerçekte sirkatin söylüyordu! Yinelenirse; mali oligarşi yönünden, Geithner’in bu son derece “adil” ve kendisi gibi “parlak” planının yürüyebilmesi, kredi aygıtının dişilileri yeniden dönmeye başlayıncaya kadar doların en azından şimdiki yerini korumasına bağlı görünüyor. G20 Londra Zirvesi (2 Nisan 2009): Mola Hiçbir resmi yaptırım gücü olmayan G20, 1990’ların sonlarında çeperlerde, “yükselen piyasalar”dan başlayarak gelişmiş kapitalist merkezlere “teğet geçen” küresel krizlerin ardından kurulmuştu. İlginçtir, ilk toplantıları haber niteliği bile taşımaz, sadece ekonomi sayfalarında “adet yerini bulsun” tadında yayınlanırken, şimdilerde, alacağı kararlara kapitalistlerce “bat ya da çık” (G. Soros) mertebesinde bel bağlanan, dünya pazarının vazgeçilmez bir organı haline gelmiş, burjuva basının manşetlerini işgal etmeye başlamıştı. Krizin kazanmış oldu56 http://www.ustreas.gov/press/releases/reports/ppip_fact_sheet.pdf
170
Büyük Deprem Bir Bilanço
ğu küresel karakter, mali oligarşiye ve bütün kapitalistlere ister istemez, toplam dünya hasılasının %90’ını, dünya ticaretinin % 80’ini gerçekleştiren ve dünya nüfusunun üçte ikisini temsil eden G20’nin liderler zirvesinden çıkacak kararlara bel bağlatıyordu. Kısaca, dünya pazarı hükmünü icra ediyor, geriye kapitalistlere yapabilecekleri tek şey kalıyordu: Ulûl-emre itaat etmek! Zirve öncesinde, Harward’lı ekonomistlerden Kenneth Rogoff, mevcut durumu şöyle özetliyordu: “Bir yandan O’nu (Obama’yı) ve Amerikan modelini eleştiriyorlar. Fakat hepsi de O’ndan bir mucizesi olduğunu işitmek istiyorlar.”57 Rogoff, bu sözleriyle gerçekte mevcut paradigma yıkılırken, yeni paradigmanın henüz şekillenmemiş olmasının yarattığı kaotik duruma işaret ediyordu. Gitmekte olanın yerini, yeninin henüz alamadığı kaotik ortam, emperyalist hegemonyaya, yaralarını sararak restorasyon amacıyla kullanabileceği fırsatlar veriyordu. Mali oligarşinin selama durduğu ve birdenbire finansal piyasalarda bir bahar havasına neden olan G20 Londra zirvesi kararları bir mucizenin değil deneyimli ev sahibi, eski kurt İngiltere’nin sıkı bir mutfak çalışmasının eşlik ettiği böylesi kaotik bir ortamın imkân verdiği geçici bir uzlaşmanın ürünüydü. Zirve öncesi İngiltere’nin ustalıkla yürüttüğü mutfak çalışmasında, neredeyse bütün teknik ayrıntılar ince bir diplomasi eşliğinde ilgili taraflara sızdırılmış, tartışılması sağlanmıştı. Olası tüm tartışmalar önceden tüketilerek, zirvede yaşanacak ve giderek derinleşen krizle iyice kırılgan hale gelmiş mevcut yapının daha derin bir komaya girmesine neden olacak türden bir sürprizin önüne geçilmek istenmiş, bunda büyük ölçüde başarılı olunmuştu. Bu tartışma sürecinde çok belirgin biçimde, zirveden beklentileri ile ayrışan üç tarafın varlığı öne çıkmıştı. Farklı beklentiler, aynı tarafları küresel krizden nasiplenme düzeyiyle tasnif edebilmeye de olanak sağlıyordu. İlk grupta, krizin başladığı ve en çok hasarın meydana geldiği ABD ve İngiltere yer alıyor, ikinci derecede tahribatın yaşandığı alanın liderliğini yapan Fransalmanya ittifakı ikinci tarafı, krizin diğerlerine kıyasla “teğet geçtiği” Rusya-Çin ittifakı ise üçüncü tarafı oluşturuyordu. Tarafların zirveden beklentilerini birer cümle ile özetlemek gerekirse şunlar söylenebilirdi: • ABD-İngiltere, krizde mola hakkı kullanmak; enkaz temizleme ve yeniden inşarestorasyon faaliyetlerinin finansmanını temin etmek; bunun için hem zaman kazanmak, hem de yeni kaynak yaratmak istiyordu. • Fransalmanya ittifakı enkazın kaldırılması ve yeniden inşa-restorasyon faaliyetinin finansmanına katkı yapmaya soğuk yaklaşırken, krizin bir daha yinelenmemesi adına, mevcut finansal yapının regülasyonu koşulu ile restorasyona olur veriyordu. • Rusya-Çin ittifakı, sistem içi yeni taleplerin sözcülüğünü yapıyor; masaya oturanlar arasında şimdiye değin krizden en az hasar almış ve elinde sermaye gücü en fazla taraf olarak, kendilerinden talep edilen finansman katkısını daha “adil” 57 http://www.nytimes.com/2009/03/29/washington/29global.html?_r=1&hp
171
Yaşayan Marksizm
bir paylaşım için daha “demokratik” bir katılım ve karar alma süreçlerini işletecek reform şartına bağlıyordu. G20 zirvesi beklentilerin üstünde bir uzlaşma görüntüsü içinde ve bir dizi somut ekonomik önlemin açıklandığı zirve bildirisinin yayınlanmasıyla son buldu. Zirvenin görünür sonuçları bildiriye yansırken, kimi önemli uzlaşmalar ikili görüşmeler trafiği içinde karşılıklı verilen ve zamanın sınamasına bırakılan diplomatik sözlerin içinde gizlendi. Zirve sonuç bildirisinde bütün taraflar memnun edilmeye çalışılmış, görünürde ABD-İngiltere tarafı istediği molayı ve finansman desteğini alarak en kazançlı taraf çıkmıştı: (...) 2. ... Küresel bir kriz, küresel bir çözüm gerektirir. 3. ... Sürdürülebilir küreselleşmenin ve herkes için yükselen refahın kesin dayanağı, piyasa prensiplerine, etkili düzenlemeye ve güçlü küresel kurumlara dayalı açık bir dünya ekonomisidir. 4. ... Birlikte hareket ederek… dünya ekonomisini resesyondan çıkaracağız ve benzer krizlerin gelecekte tekerrür etmesini önleyeceğiz. 5. Bugün ulaştığımız anlaşmalarla, IMF kaynakları üç katına çıkarılarak 750 milyar dolara yükseltilmesi, 250 milyar dolarlık yeni SDR tahsis edilmesi, çok taraflı kalkınma bankalarına (MDBs) 100 milyar dolarlık ek kaynak temin edilmesi, ticaretin finansmanına 250 milyar dolar destek sağlanması ve yoksul ülkelerin ayrıcalıklı finansmanında kullanılmak üzere, IMF’nin altın satmasıyla sağlanacak ek kaynakla, dünya ekonomisinde kredi, büyüme ve iş imkânlarının restorasyonu kapsamında toplam 1,1 trilyon dolarlık ek program oluşturulmuştur... 6. Üzerinde mutabakat sağlanmış, daha önce eşi benzeri görülmemiş, mevcut istihdamı koruyacak veya milyonlarca yenisini yaratacak, aksi durumda ise bir o kadarının tahrip olacağı, gelecek yılın sonunda 5 trilyon dolara baliğ olacak, üretimde %4 artış sağlayacak ve yeşil ekonomiye geçişi hızlandıracak mali bir genişleme yürütüyoruz... (...) 9. ... Bugün dünya ekonomisi için, uluslararası finansal kuruluşlarımız ve finans ticareti üzerinden ek olarak 1 trilyon dolar ek kaynak üzerinde anlaştık. (...) 17. ...yükselmekte olan ülkelerle gelişmekte olan ülkeleri desteklemek için küresel finansal kuruluşlar aracılığıyla kullanılmaya hazır 850 milyar dolar ilave kaynak temini üzerinde anlaştık. (...) 20. Krizi yönetmeleri ve gelecekte krizleri önlemelerinde yardımcı olmak için, finansal kurumlarımızın uzun erimli uygunluğunu, verimliliğini ve meşruluğunu güçlendirmeliyiz. Böylece, kaynakların önemli oranda artırılmasının yanında, bugün, üyelerine ve ortaklarına yüz yüze kalacakları yeni meydan okumalarda yardım edebilmeleri için, uluslararası finansal
172
Büyük Deprem Bir Bilanço
kuruluşları modernleştirme ve reform kararı aldık. Onların faaliyet alanlarında, küreselleşmenin yeni meydan okumalarına ve dünya ekonomisindeki değişimlere tepki verecek biçimde yönetimlerinde reform yapacağız ki böylece, yoksul olanlar da dahil, yükselen ve gelişmekte olan ülkeler daha fazla temsil ve söz hakkına sahip olsunlar... (...) 22. Dünya ticaretindeki büyüme yarım yüzyıldır refahın yükselişine katkıda bulundu. Fakat şimdi son 25 yıldır ilk kez geriliyor. Ticari kredilerin gerilemesi ve gelişen korumacılık eğilimleri yüzünden düşen talep daha da kötüleşiyor. Dünya ticaretini yeniden canlandırmak küresel gelişmenin restorasyonu için esası oluşturuyor. Önceki dönemlerin tarihsel korumacılık yanlışını tekrarlamayacağız... (...) 23. Doha Kalkınma Gündemi’nin acil olarak gereksinim duyulan başarılı ve dengeli bir sonuca ulaşmasını bekliyoruz. Bu, küresel ekonomiyi yıllık en az 150 milyar dolar etkileyecektir... (...) 27. Mali destek programlarıyla fonlanan yatırımların esnek, sürdürülebilir ve yeşil bir iyileşmeyi inşa etmek amacına uygun olarak en iyi şekilde kullanılması kararını aldık. Temiz, yenilikçi, kaynak verimliliğini esas alan, düşük karbon teknolojilerine ve altyapıya geçiş yapacağız. Çok taraflı kalkınma bankalarını (MDBs) bu hedeflere ulaşmakta rol almaları için teşvik edeceğiz... 28. Geri döndürülemez iklim değişikliği tehdidine karşı sorumluluklarda farklılığı gözeten bir ortaklık prensibine bağlı olarak dile getirdiğimiz taahhütlerimizi ve Kopenhag’da Aralık 2009’da toplanacak BM İklim Değişikliği konferansında bir anlaşmaya ulaşmayı yeniden teyit ederiz...58
Zarlar Hileli! Burjuvazi kumarı seviyor, ama kumarda hile yapmayı daha çok seviyor. En son numarası da Fed, ABD Hazinesi ve FDIC’ın birlikte yürüttükleri ve bir süredir kapitalistleri oyalayan “banka stres testi” adını verdikleri manipülasyon oldu. Manipülasyon sermaye piyasalarında kapitalistlerin kendi aralarında koydukları kurallara göre bağışlanmaz bir suçtur. Ama eğer manipülasyon, sistemin egemeni mali oligarşinin tepelerinden yürütülüyorsa suç olmaktan çıkıyor; kapitalistler için kısa süreli de olsa bir umuda,ama sahte bir umuda dönüşebiliyordu. Sahte baharın yaratacağı “öforya” geçici olacaktır, üstelik ardından sisteme yönelik daha büyük bir güvensizliği tetikleme riski de cabası! Ah O kahrolası altın açlığı yok mu? Bütün suç onun! “Stres testi” mali oligarşinin, sistemin en zayıf halkasını tahkim ve dışa dönük bir “aslında mesele abartılıyor, söylendiği gibi değil, işler yolunda ve kontrol altında” yanılsaması yaratmak amacıyla yaptığı makyajdan ibarettir. Testin açık58 http://www.g20.org/Documents/g20_communique_020409.pdf (Vurgu bana ait)
173
Yaşayan Marksizm
lanan amacı, aktifleri 100 milyar doların üstünde olan bankaların, içinde 2009 ve 2010 yıllarına dair büyüme, konut fiyatlarında değişim ve işsizlik oranları öngörülerinin bulunduğu biri görece “iyi” ve birincil, diğeri ise “kötü” ve ikincil senaryo koşulları altında (Tablo 3), sermaye yeterliliklerinin sınanması; böylelikle aralarında dünyanın en büyük finans devlerinin de bulunduğu 19 bankaya dair “söylentilerin” yerini “gerçeklerin” almasını sağlamaktı. Asıl umulan ise, testi, beklentilerin ötesinde “iyi” çıkacak sonuçlarından hareketle, sermayeye göre krizden çıkışın zorunlu ön koşulu ve şu sıralar paha biçilmez değerde olan bir güven ortamının yaratılmasına aracı kılmaktı. Tablo 3
Büyüme (%) 2009 2010 Konut fiyatlarında değişim (%) 2009 2010 İşsizlik oranı (%) 2009 2010
Ana Senaryo
Kötü Senaryo
-2 2.1
-3.3 0.5
-14 -4
-22 -7
8.4 8.8
8.9 10.3
Ve 7 Mayıs 2009’da ABD Hazine Bakanı Timothy Geithner, en kötü senaryoda dahi, beklentilerin ötesinde “iyi” sonuçlar alındığını açıkladı. Buna göre, toplam 12,144 trilyon dolar toplam aktifleriyle ABD kredi piyasasının %75’ine sahip olan 19 bankaya uygulanan stres testi, sadece 10 bankada toplam 74,6 milyar dolarlık yeni sermaye gereksinimi doğurmuştu. Şimdiye değin yalnızca ABD’de açılan kurtarma paketleri, verilen güvencelerin 11 trilyon doları aştığı göz önüne alınacak olursa, 75 milyar dolar devede kulaktı. Sonuçlar öncelikle haberi satın alan sermaye piyasalarını, borsaları ateşleyerek pazarın dört bir yanına sahte bir bahar havasının yayılması için yeterli oldu: “Dip görüldü! dönüş başladı; krizden çıkılıyor!”. Borsaların yanında emtia piyasalarında ve petrol fiyatında yukarıya doğru başlayan hareketlenme ise dipten dönüldüğüne dair algıyı pekiştiriyordu. Gerçekten, sadece AIG’nin kurtarılması için 200 milyar dolar para harcanmışken neredeyse sistemin tamamına yönelik riskin 75 milyar dolar olarak saptanması iyiden de öte, mükemmel bir sonuçtu. Üstelik bu sonuç, söylentilerin ötesinde “gerçek” verilere dayanarak, mali sermayenin lokomotifi üç “saygın” kuruluş tarafından yürütülen titiz bir çalışma sonucu elde edilmişti. Yani oldukça “güvenilir”di. 174
Büyük Deprem Bir Bilanço
Geithner test sonuçlarını açıklarken, ayrıntılara dair şu bilgileri vermişti: 1. “En kötü senaryo”ya göre 19 Bankanın 2009 ve 2010 yılı toplam kayıpları 599,2 milyar dolar olacaktı. 2. Aynı bankaların toplam riskinin % 9,1’ine karşılık gelen bu oranın büyük bunalımın 30’lu yıllarındakini aşıyor olması testlerin ne kadar “titiz”likle yürütüldüğünün bir kanıtıydı. 3. Bu toplam içinde ilk sırayı 185,5 milyar dolarla mortgage kaynaklı risk alırken, ikinci sıra 99,3 milyar dolarlık büyüklükle ticari kredilerin olacaktı. “En kötü” senaryoya göre iki yıl içinde gerçekleşmesi öngörülen toplam kaybın %70’ini 322 milyar dolarla mortgage ve tüketici kredileri (kredi kartları dahil) oluşturuyordu. Ancak, sıcağı sıcağına, Geithner’in açıklamasının hemen ardından, Wall Street Journal gazetesi, stres testini yürüten pek “saygın” kuruluşların saygıdeğerliğinin sorgulanmasına yol açacak bir iddayı ortaya atmıştı bile: “Citigrup’un 50 milyar dolarlık açığı bir gecede yapılan bir değişiklikle 5,5 milyar dolara düşürüldü”59. Bu ve benzeri iddialar, stres testi ile yapılmak istenenin “gerçekleri” ortaya çıkarmak değil, aksine gizlemeye yönelik bir makyaj olduğu kuşkusunu kuvvetlendirdi. Burjuvazi hile yapmış, gerçekleri makyajla kapatmaya çalışmıştı. Ama gerçekler direngendi, mızrak çuvala sığmıyordu: • IMF’nin gelecek senaryosu Geithner’inkinden daha yumuşak olduğu halde IMF, olası riskler karşısında ABD’li bankaların 275-500 milyar dolar ek sermaye gereksinmesi olacağını öngörüyordu.60 • ABD Bankalarındaki toksik varlıkların tutarı 4 trilyon dolar civarında olduğu biliniyordu ve bunun önemli bir kısmı mortgage esaslı varlıklardı. Buradan bakıldığında Geithner’in test sonuçlarında yer alan 185,5 milyar dolarlık mortgage kaynaklı risk hiç de gerçekçi değildi. • Bankaların varlıkları saptanırken “marked to market”, yani mevcut piyasa koşullarını göz önünde bulunduran kurallara göre değil, onun esnetilmiş haline göre değerlendirme yapılmış olması, bankaların gerçek varlıklarını, dolaylı olarak da test sonuçlarını kuşkulu kılıyordu. • Son açıklanan işsizlik verileriyle61 Geithner’in 2009 için “en kötü” senaryo değerinin (%8,9) daha yılın yarısında aşıldığı (%9,5) anlaşılıyordu. Yıl sonuna kadar en iyimser tahminle, işsizler ordusuna 1-1,5 milyon kişinin daha katılacağı düşünülürse, işsizlerin sayısının 15 milyonu, işsizlik oranının da %10’u aşacağı anlaşılır. Bu bile banka stres testinin mali sermayenin kendi stresini dağıtmak için giriştiği bir oyundan ibaret olduğunu göstermeye yeterlidir. 59 “ U.S. Banks Won Concessions on Tests” WSJ, 9 Mayıs 2009. 60 IMF “World Economic Outlook” Nisan 2009, s.xvii 61 US Bureau of Labor Statistics, http://www.bls.gov/news.release/empsit.nr0.htm, 2 Temmuz 2009
175
Yaşayan Marksizm
BRIC Yekaterinburg Zirvesi (16 Haziran 2009), G8 L’aquila Zirvesi (8-10 Temmuz 2009) BRIC ülkeleri, Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin dört ülke birlikte dünya nüfusunun % 40’ını oluşturuyor. Dünya ekonomisindeki payları her geçen yıl artarak 2008 yılı dünya hasılasının %14,73’üne62 ulaşmış. İlk resmi zirvelerini bu yıl, Rusya’da gerçekleştirdiler. G20 Londra zirvesinde alınan kararların yerine getirilmesi çağrısı yaptıkları zirve sonuç bildirisinde en çarpıcı bölüm şöyle: …yükselen ve gelişmekte olan ekonomilerin uluslararası finans kurumlarında daha çok söz ve temsil hakkı olmalıdır. Bu kuruluşların başkan ve yöneticileri açık, şeffaf ve liyakat gözeten bir seçim yöntemi ile tayin edilmelidir. Ayrıca kararlı, öngörülebilir ve temsil yeteneği yüksek bir uluslararası parasal sisteme güçlü bir gereksinim duyulduğuna inanıyoruz.63
Böylece küresel işbölümünün hammadde enerji ve ucuz işgücü ordusunu oluşturan BRIC ülkeleri bir kere de kendi zirvelerinde dünya kapitalist sisteminin mevcut işleyişine şerh koyarak, yeni oluşan güçler dengesi ile uyumlu pay istediler. G8 Temmuz zirvesi, G20 Londra zirvesinde verilmiş molanın gölgesinde sakin geçti. G20 Washington ve Londra kararlarının savunulduğu zirvede, iklim değişikliği başlığına ve yoksul ülkelerin sorunlarına karşı gösterilen yakın alaka, mali oligarşinin sermaye piyasalarından pompaladığı pembe tablo ile oldukça uyumluydu. Çok laf üretildi ve bolca havanda su dövüldü. Zirveden geriye akıllarda Birleşmiş Milletlerin Aralık 2009’da Kopenhag’da düzenleyeceği konferansa taşınmak üzere öne sürülen oldukça iddialı hedefler ve yoksulluğun, açlığın önüne geçmek için toplanacağı söylenen 20 milyar dolar kaldı.64 Bunlara bir de Berlusconi’nin ev sahibi sıfatıyla konuklara dağıttığı çeşitli hediyeler arasında geleceğin ABD-AB birliğinin simgesi olarak tasarlanmış sembolik para “eurodolar”ı eklemek gerekiyor. V’mi, U’mu, Yoksa L’mi? Burjuvazi, hile dâhil her türlü yol ve yöntemi deneyerek, krizin dibinin görüldüğünü ve öncü göstergelerin de gösterdiği gibi(!) bir “V” dönüşünün başladığına inanmak, inandırmak istiyor. Aslına bakılacak olursa, biraz daha sancılı olan U dönüşüne bile razılar! Çünkü olası bir L formasyonu burjuvaziye bir kâbus gibi geliyor. Bu yüzden koşulların krizde dip görülse bile bir dönüşün hemen gerçekleşmeyeceğine, ucu belirsiz bir L formasyonunun gerçekleşmesinin giderek daha büyük bir olasılık olduğuna işaret ediyor olması, mali sermayeyi kendisini aldatmaktan başka bir işe yaramayacağı en başından belli olan hilelere itiyordu. Mali sermayeyi bu denli çaresizliğe sürükleyen tabloyu ağırlaştıran nedenler, ağırlık derecesine göre sıralanırsa: 62 http://siteresources.worldbank.org/DATASTATISTICS/Resources/GDP.pdf 63 http://www.kremlin.ru/eng/text/docs/2009/06/217963.shtml 64 http://www.g8italia2009.it/static/G8_Allegato/Chair_Summary,1.pdf , “Chair’s Summary”, G8 L’aquila zirvesi, 8-10 Temmuz 2009
176
Büyük Deprem Bir Bilanço
1. Mevcut kriz bir uzun dalga krizidir ve sermayenin yeniden üretim döngüleri ancak ortalama kâr hadlerinde radikal bir sıçramanın gerçekleşmesine bağlı. Her ne kadar “yeşil enerji” imasıyla, mevcut sanayi altyapısında bir değişime gidileceğinden söz ediliyorsa da bu değişimin ortalama kâr hadlerinde yeni bir cazibe yaratıp yaratmayacağı henüz belirsiz. Sanayi altyapısında böylesi bir değişimin kütlesel ölçekte başarılıp başarılamayacağı da konjonktürel nedenlerle oldukça şüpheli görünüyor. 2. Kriz ile ABD hegemonyasının çözülüş süreci içiçe geçmekte, hegemonyanın çözülüşü krize özgün rengini vererek bu çözülüşün bir tezahürü olarak gelişmesine neden olmaktadır. Gerek iç kenetlenme düzeyinde yaşanan gelişme ile ivme kazanan pazardaki yapısal değişime, gerekse de yükselmekte olan yeni güçlerin “eşit ve daha demokratik” yeniden paylaşım taleplerine yanıt verecek yeni bir hegemonyanın henüz tarif edilememiş olması, vadesi belirsiz kaotik bir döneme kapı aralıyor. 3. IMF’nin, Dünya Bankasının ve OECD’nin son tahminlerine göre dünya ekonomisi 2009’da küçülecek. Bütün gelişmiş kapitalist merkezlerdeki gerilemenin dünya ortalamasının çok üstünde gerçekleşmesi bekleniyor. Dünya ortalamasını yükselten65 Çin’in beklenen büyüme oranı %6,5 ve bilindiği gibi %8’in altındaki büyümeler mevcut istihdam oranını ancak koruduğu için bu oran gerçekte bir gerileme anlamını taşıyor. (Tablo 4). Tablo 4
2009 BÜYÜME TAHMİNLERİ66
4. En Ufak bir pozitif eğilim abartılıyor, arka plandaki kötüye gidiş örtbas edilmekte ve sürekli zorlama bir bahar havası yaratılmaya çalışılıyor. ABD’de son açıklanan Haziran perakende satışlarının bir önceki aya göre %0,6 yükselmesi de böyle değerlendirildi. “Kâbus bitmiş, yükseliş başlamıştı”. Oysa abartılan verinin yer aldığı raporun itibar edilmediği bölümünde bir yıl öncesine göre, yani ilan edilmiş resesyonun devam ettiği koşullara göre tüketimin %9 daraldığı belirtiliyordu (Şekil 10). Bu veri, aynı zamanda kriz patladığından 65 Mevcut halde Çin’in %8’lik büyümesinin dünya ekonomisine en fazla +%0.5 etkisi var. Çünkü Çin henüz Dünya toplam hasılasında %7’lik bir paya sahip. 66 Mahfi Eğilmez, “V Tipi Çıkış Yok”, Radikal, 30 Haziran 2009
177
Yaşayan Marksizm
bu yana onca pompalanan likiditenin tüketime yönelmediğini, tam tersine yarın endişesine kapılan yığınların ellerine geçeni biriktirmeye başladığını gösteriyor. Mayıs 2009’da kişisel tasarruf oranının %6,9’a yükselmiş olması bu gerçeği doğruluyor (Şekil 11). Şekil 1067
Şekil 1168
5. Çin, G20 ile verilen molayı doların egemenliğini fiilen kırmak için başlattığı çabaları yoğunlaştırmakta kullanıyor. Çin Merkez Bankası (People’s Bank of China), G20 Londra liderler zirvesinin hemen arifesinde Arjantin’le, iki ülke arasındaki ticarette kullanılmak üzere 10 milyar dolarlık bir swap anlaşması 67 U.S. Census Bureau, “Advance Monthly Sales for Retail Trade and Food Services June 2009”,14 Temmuz 2009, http://www.census.gov/cgi-bin/briefroom/BriefRm 68 “Federal Reserve Bank of St. Louis”in http://research.stlouisfed.org sitesinden alınmıştır. Grafikte taranmış alanlar NBER (National Bureau of Economic Resarch) tarafından belirlenmiş durgunluk dönemleridir.
178
Büyük Deprem Bir Bilanço
yaptı. Buna göre, Arjantin’in Çin’den satın alacağı mallarda kendisine tanınan bu olanakla yuan kullanacak, halen uluslararası rezerv para olan dolar “by-pass” edilmiş olacaktı. Böylece Çin, Rusya’nın da desteğini alarak, Kasım 2008 G20 Washington zirvesinin hemen ardından başlattığı, dolaryuan takası anlamına gelen bir dizi swap anlaşmasına, Latin Amerika’nın krizden bir hayli etkilenmiş ülkelerinden Arjantin’i de ekledi. Daha önceki anlaşmalar genellikle Çin’in sınır komşusu ya da Rusya’nın hinterlandındaki ülkelerden oluşurken, son anlaşmada Çin’le önemli bir ticaret ilişkisi olmayan Arjantin’in seçilmiş olması ve anlaşmanın zamanlaması, işlemin kendisinden çok, Çin’in ABD’nin arka bahçesinden seslendirdiği mesajı öne çıkarıyordu. Çin Merkez Bankası’nın bu amaçla yapmış olduğu swap anlaşmalarının toplamı, son anlaşmayla birlikte, 650 milyar yuana (yaklaşık 95 milyar dolar) ulaştı. Kendisi ile anlaşma yapılan ülkeler, anlaşma tarihleri sırasına göre şöyle: Kore (180 milyar yuan, 12 Aralık 2008), Hong Kong (200 milyar yuan, 20 Ocak 2009), Malezya (80 milyar yuan, 8 Şubat 2009), Beyaz Rusya (20 milyar yuan, 11 Mart 2009), Endenozya (100 milyar yuan, 23 Mart 2009) ve Arjantin (70 milyar yuan, 29 Mart 2009).69 Çin Merkez Bankasının web sitesinden, bu politikanın başka ülkelerle yapılacak benzer anlaşmalarla yaygınlaştırılarak sürdürüleceği anlaşılıyor. Çin, kriz ortamında haklı gerekçelere (daralan dünya ticaretini canlandırmak, likiditeye katkıda bulunmak vb.) dayandırarak sürdürdüğü bu eylemiyle doların altını fiilen oyuyor. Nisan’dan başlayarak son zamanlarda gerek Petrol, gerekse de emtia piyasalarında hissedilen kıpırdanma, mali sermayenin sözcülerinin yorumladığı gibi bir dipten dönüşün işaretleri değil, daha çok Çin’in bu çabasının bir başka ürünüdür. Krizin başından bu yana elindeki büyük dolar rezervini çeşitlendirmeye çalışan Çin, başlangıçta 450 ton olan altın stoğunu 960 tona70 çıkarmakla kalmadı; altın stok hedefinin 5000 ton olduğunu söyledi. Çin elindeki dolarları sadece altınla değiştirmiyor, hızla petrol ve hammadde stoklayarak, halen görece yüksek değerini koruyan doları oldukça ucuzlamış hammadde ve enerji girdileri ile değiştiriyor. Nisan ihracatının %22,4 düşmesi, Mart ayında %8,3 büyüyen sanayi üretiminin Nisan’da % 7,3 gerilemiş olması, Çin’in hammadde talebinin esasının, rezervini hammadde ve enerji girdi stoğu ile çeşitlendirmek isteğinden kaynaklandığını gösteriyor. 6. ABD’nin açıkladığı kurtarma paketleri ve verdiği güvenceler dolayısıyla önümüzdeki dönemde borçlanma gereksinimi artıyor. Kaçınılmaz olarak bu durum bono ve tahvil faizleri üstünde bir basınca neden oluyor. Bunun ilk işareti ABD Hazinesinin 7 Mayıs Perşembe günü gerçekleştirdiği 14 Milyar dolarlık borçlanma ihalesinden geldi. ABD 10 yıllık Hazine tahvillerinin faizi son altı ayın en yüksek seviyesi olan %3,27’ye yükseldi. Sadece ABD Hazinesi değil, diğer gelişmiş kapitalist ekonomilerin de borçlanma ihtiyacı giderek 69 http://www.pbc.gov.cn/english/detail.asp?col=6400&id=1299 70 http://www.pbc.gov.cn/english/diaochatongji/tongjishuju/gofile.asp?file=2009S09.htm
179
Yaşayan Marksizm
artıyor. Alman bankalarının toksik varlık miktarının 1,1 trilyon doları bulduğu öne sürülüyor. IMF tahminlerine göre, 2009 ve 2010’da Avrupa bankaları olası kayıplardan ötürü, 475-950 milyar dolar; İngiltere bankalarıysa 125-250 milyar dolar ek sermayeye ihtiyaç duyacaklar71. Bütün bu ihtiyaçlar, faizler üzerinde basınç yaratırken dolaylı olarak mortgage faizlerini de yükseltecek ve konut fiyatlarında ilave düşüşlere yol açarken, tüketici talebini, yeni yatırım kararlarını etkileyecek; durgunluğu körükleyecektir. Veriler önümüzdeki dönemde tapınaklarına doluşmuş, dizleri üstüne çökmüş ve Tanrıya “L”nin bacağını kısa tutması için yakaran kapitalistler enflasyonu yaşanacağını haber veriyor. Tıpkı şimdilerde tanık olduğumuz sahte bahar havasının sarhoşluğuyla dans etmeye borsa salonlarına doluşanların yarattığına benzer bir enflasyona…
II Dördüncü Uzun Dalga Uzun Dalgalar Kuramı Spekülasyondan mı İbarettir? Kapitalist gelişmenin uzun dalgaları ilk kez 1920’lerin başlarında N. D. Kondratiyev tarafından ileri sürüldüğünden “Kondratiyev Döngüleri” olarak da bilinir. Akademik bir iktisatçı olan Kondratiyev geçici hükümette Kerensky’nin Gıda Bakanıydı. Sonradan “Kızıl Profesör” olarak ünlenmiş olsa da Marksist değildi.72 Bu faktör, Kondratiyev’in trajik sonu,73 uzun dalgalar bahsinin öncelikle Troçki’nin ilgisine mazhar olmakla kalmayıp burjuva iktisatçıların da iştahını kabartması, hepsi birlikte geleneksel komünist hareketin ana gövdesinin konuya uzak durmasına neden olmuştur.74 Bu yüzden kuramı geliştiren de ironik olarak karşı duruş sergileyen de Troçkist eğilim olmuştur. Kondratiyev’in kapitalizmin evriminde gözlemlediği ve bilinen sanayi çevrimlerinden oldukça uzun (ortalama 50 yıl) özgün gelişme evrelerini, yeniden ölçeklendirdiği sanayi çevrimlerinden hareketle açıklamaya çalışması75, “biçimcilik” eleştirilerini76 haklı kılar. Ama aynı eleştiri kapitalizmin evriminde, genel karakterini kapsadığı sanayi çevrimlerine yansıtan; birbirinden sadece sermaye birikim sürecinin özgünlüğü bağlamında salt “ekonomik” olarak değil, “siyasal” ve “kültürel” olarak da kesin olarak ayırt edilebilen tarihsel evrelerin varlığını ortadan kaldırmaz. Sınıf savaşımında isabetli öngörülerin yeri ve değeri ortadayken, 71 72 73 74 75 76
IMF “World Economic Outlook” Nisan 2009, s. xvii-xviii Alan Woods, “Marksizm ve Uzun Dalgalar”, http://www.marxist.com/languages/turkish/longwaves.html A. Woods, agm. E. Mandel, age., s.11 E. Mandel, age., s.32 A. Woods, agm.
180
Büyük Deprem Bir Bilanço
söz konusu evrelerin ortak dinamiklerinin soyutlamasının bu bağlamda sunacağı olanağa sırt çevirerek olgunun yalın saptamasıyla yetinmek anlaşılır değildir. Alan Woods’un bu olanağı ve ihtiyacı görmediğini söylemek, onun Kondratiyev eleştirisine verilecek aşırı kolaycı bir yanıt olacaktır. Gariptir ama ne yazık ki onun eleştirisi daha da basit bir özürle maluldür. Woods’un Kondratiyev eleştirisine, Mandel’e karşı takındığı ve husumete kadar vardırdığı tutumun gölgesi düşer. Kondratiyev’in saptadığı olgunun açıklamasını Marksist bir zemine yerleştirerek uzun dalgalar bahsini ekonomi politiğin egemenliğinden kurtararak kapitalist gelişmenin dönüm noktalarına yönelik daha isabetli öngörüler yapabilmenin önünü açan Mandel’in katkısı hazmedilememiştir. Woods gibi yetenekli birini yerinde bir biçimcilik eleştirisinin ötesine gitmekten alıkoyan, kendisinden önce bu işin Mandel tarafından yapılmış olmasıdır. Bizzat yaptığı eleştiriler, gerçekte bu bahiste bir soyutlamanın gereğine zımnen işaret eder ki bu da Woods’un konuyla kendisi arasında ördüğü duvarın öznel, zayıf temelini ortaya koyar: …kapitalizmin geniş tarihsel dönemlerinin varlığını güçlü bir biçimde akla getiren belli göstergeler mevcutsa da, Kondratiyev’in sözünü ettiği anlamda “uzun dalgaların” varlığı asla ispatlanmamıştır ve ileri sürüldükten üç kuşak sonra bile hâlâ spekülasyon aleminde durmaktadır. (…) Kapitalist gelişmenin geniş dönemlerinin belirlenmesi, açıkça, yeterince istatistiksel verinin bulunmasına bağlıdır… Sorun, Kondratiyev’in çok sınırlı verilerden son derece geniş bir tarihsel genellemeye gitme çabasıdır. (…) Kondratiyev’in kullandığı anlamda uzun çevrimlerin varlığını kanıtlamaya yetmeyeceği aşikârdır. Aslında bunu yapmanın tek yolu, bir çevrimin diğerini oluşturduğu kesin mekanizmayı kanıtlamak olurdu. Burada bir çeşit iç düzenleyici olmalıdır. Bu nokta açıklığa kavuşturulmazsa, tüm uzun iktisadi dalgalar fikri bir tarihsel süreç mistifikasyonuna indirgenmiş olur. (…) Ama başka bir anlamda, Kondratiyev’in yaratıcı beyni, tarihsel süreci kavramamıza yardımcı oldu. O, kendine has özelliklere sahip tarihsel dönemlerin varlığına dikkat çekiyordu. Bu, daha fazla araştırmayı hak eden her türlü sonuca gebe, zekice bir çıkarsamadır…77
Aynı yerde, Mandel’e yönelttiği pek çok benzer eleştiriden aşağıya aktarılan iki pasaj Woods’un Kondratiyev eleştirisinde asıl hedefini göstermeye yeterlidir: Biçimci teorilerin büyük avantajı, insanı düşünme gereğinden kurtarmalarıdır. Mandel, Kondratiyev’in tezini, kapitalizmin savaş sonrası uzun yükselişini açıklamak için kullandı. Aynı şekilde 1973-74’te başlayan sonraki krizi “açıklamak” için de onu kullandı. (…) Mandel şu gerçeği gözden kaçırdı: pek çok burjuva iktisatçısının Kondratiyev’in “uzun dalgalar”ını heyecanla kabullenmesinin nedeni, bu teori doğru olduğu takdirde, kapitalizmin bir çevrimden diğerine geçerek sonsuza dek yaşamaması için hiçbir sebep olmamasıydı. Eğer bir alçalış söz konusuysa, endişeye gerek 77 A. Woods, agm. (Vurgu bana ait)
181
Yaşayan Marksizm
yok, zira sonunda uzun bir yükseliş onu izleyecektir. Dahası, yapacak bir şey olmadığından, işçi sınıfının kemerlerini sıkıp edilgen biçimde bir sonraki “dalga”nın getireceği güzel günleri beklemekten başka seçeneği yoktur…78
Başlı başına uzun dalgaların eleştirisine ayırdığı uzun makalesinde, çok çeşitli örneklerle yinelediği “biçimcilik” eleştirisinin hakkı teslim edildiğinde ise geriye eleştiri hanesine yazılabilecek yalnızca iki iddia kalır: * Kapitalist gelişmenin tarihini uzun dalgalar halinde özgün gelişme evrelerine ayırabilmek için eldeki verilerin yetersizliği. ** Uzun dalgaları iddia olmaktan çıkararak teori düzeyine yükseltecek olan bir dalgayı diğerine bağlayan bir çeşit iç düzenleyici mekanizmanın yokluğu. Woods’un ilk iddiası bilginin yeterince toplanmadığı ve paylaşılmadığı geçmiş dönemler için kısmen geçerli olabilirdi. Ancak günümüzde geçersizdir. Bu yazının girişinde, Şekil 1’de yer alan ve belli başlı kapitalist merkezlerde 1855-2005 yılları arasında kâr oranlarının 10 yıllık hareketli ortalamasının değişimini gösteren grafikler Woods’un iddiasını çürütmektedir. Grafikler kapitalizmin genel kabul görmüş tarihsel evreleriyle çakışmakta, özellikle de Mandel’in ilgili çalışmasındaki verileri doğrulamaktadır. Söz konusu grafiğin yer aldığı makalede79 ve makale yazarlarından Minqi Li’nin daha sonra yayınladığı “Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü” kitabında yer alan kaynakların paylaşıldığı bölümler80 Woods’un iddiasının aksine, artık günümüzde konuyla ilgili oldukça zengin bilimsel bir veri tabanının olduğunu gösterir. İkinci iddiaya Mandel, bir uzun dalganın yükseliş evresinin tükenmesini endojen (içsel), yeni bir yükseliş evresinin başlamasını ise eksojen (dışsal) dinamiklerle açıklayarak81 yanıt verir. Her iki dinamik de -birincisi doğrudan, ikincisi dolaylı- ortalama kâr oranlarına bağlı olduğundan, uzun dalganın iç düzenleyici mekanizmasının ortalama kâr hadleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü Mandel’e göre, yeni bir yükselişi başlatan eksojen faktörler de sonrasında kapitalist hareketin yasalarına tabi olurlar: Kilit dönüm noktalarına, her ne kadar açıkça, dışsal/eksojen /iktisat dışı faktörlerin yol açtığını söylediysek de, bunlar bilahare, kapitalist hareket yasalarının iç mantığıyla açıklanabilen dinamik süreçler yaratırlar.82
Woods’un Kondratiyev’e “biçimcilik” eleştirisini yöneltirken zımnen oluşturduğu ihtiyaçların yanıtı ise toptan karşılığını Mandel’in uzun dalgalar tanımında bulur: 78 A.Woods, agm. 79 Minqi Li, Feng Xiao, Andong Zhu, agm., s.16-20 80 Minqi Li, “Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü”, Epos Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2009, s.182188 81 E. Mandel, age., s.53 82 E. Mandel, age., s.29
182
Büyük Deprem Bir Bilanço
Uzun dalgalar, tarihsel gerçeklikleri, kapitalist üretim tarzının topyekûn tarihinin kesin olarak ayırdedilebilir niteliklere sahip parçalarını temsil ederler. İşte zaten bu nedenden ötürü süreleri düzensizdir. İçsel iktisadi faktörleri dışsal /eksojen/ “çevresel” değişiklikleri ve bunların sosyopolitik gelişmeler (yani topyekun sınıf güçleri dengesinde ve kapitalistler arası karşılıklı güç ilişkilerinde meydana gelen dönemsel değişiklikler, ciddi sınıf mücadelelerinin ve savaşların getirdikleri) yoluyla dolayımlanmasını /mediation/ özel biçimde dokuyuşuyla, uzun dalgaların Marksist açıklaması uzun dalganın bu tarihsel gerçekliğine bütünleşik /entegre/ bir “tam” karakter verir.83
Son Uzun Dalganın Sünen Etabı Mandel kapitalist gelişimin tarihini, son dalganın ikinci etabının ucunu açık bırakarak dört uzun dalga ile özetler: 1. 1789-1848: Sanayi Devrimi. Büyük burjuva devrimleri. Napolyon savaşları ve sanayi malları için dünya pazarının oluşturulması dönemi: 17891815(25) «yukarı doğru» salınım; 1826-48 «aşağı doğru» salınım. 2. 1848-93: «Serbest rekabetçi» sanayi kapitalizmi dönemi 1848-73 «yukarı doğru» salınım; 1873-93 «aşağı doğru» salınım (serbest rekabetçi kapitalizmin uzun depresyonu). 3. 1893-1913: Klasik emperyalizmin ve finans kapitalin civcivli günleri; «yukarı doğru» salınım. 4. 1914-40: Kapitalizmin çöküş çağının, emperyalist savaşlar, devrimler ve karşıdevrimler çağının başlangıcı; «aşağı doğru» salınım. 5. 1940(48)-? : Dünya çapında, kapitalizmin aşılmasının tarihsel gecikmesinden ve işçi sınıfının 1930’lar ve 1940’lardaki büyük yenilgilerinden doğan ama aynı zamanda sistemin daha bir çöküşü ve ayrışması olgularıyla kol kola yürüyen geç kapitalizm: 1940(48)-67 «yukarı doğru» salınım (ama önemli ölçüde azalmış bir coğrafi alanla sınırlı); 1968-? «aşağı doğru» salınım.84
2008 sonunda şiddetli patlamalarla gelişen kriz, son uzun dalganın genliğine dair Mandel’in bıraktığı soru işaretine yanıt oldu. Böyle hesaplandığında son uzun dalganın sünerek 40 yıldır devam eden aşağı doğru etabı, yukarıdaki genel tablo içinde diğer dalgaların aynı etaplarından uzunluğuyla belirgin biçimde hemen ayrılıyor. Birinci bölümde bu sünmenin “Köpük Transferleri” başlığında değinilen tarihsel özgün nedenlerine, sermayenin kriz başlığında biriktirdiği deneyimi ve mali sermayenin eskiye oranla sahip olduğu çeşitli küresel kontrol araçlarını ve uluslararası kurumları da katmak gerekiyor. 83 E. Mandel, age., s.87 84 E. Mandel, age., s.93-94
183
Yaşayan Marksizm
Kâr oranları sermayenin risk alma iştahı ve yeni yatırım yapma isteği yönünden önemlidir. Sermayenin sonsuz büyüme arayışının, kendisini büyütebilmesinin biricik yolu yeni yatırımlardan geçmektedir. Düşük kâr oranları aynı miktarda kâr kütlesi elde etmek için daha büyük kaldıraç oranlarını zorunlu kılar. Halen devam eden faaliyetlerinde karlarını elde etmelerinde kullandıkları kaldıraç oranları (borç/ özkaynak) ise kapitalist işletmelerin mali yapılarının durumunu belirler. Düşük kâr oranları yüksek kaldıraç oranları kullanmaya, bu zorunluluk da işletmeleri borçlanmaya iter ve onların mali yapılarını bozarak iflas riskini arttırır. Son bölümde ayrıntılı olarak ele alınacak olan kapitalizmin malileşme olgusunun önceki evrelerle kıyaslanamayacak devasa boyutu ve sermayenin söz konusu açmazı en mahrem yönleriyle son uzun dalganın içinde bulunduğumuz sünen etabında sergilenmiştir. Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi kapitalizmi tarihi sınırlarına doğru taşıyan kader çizgisidir. Bu eğilim, sermayenin organik bileşiminin yükselmesinin sonucunda ortaya çıkan basıncın ters yönde kuvvetler üreten mekanizmalara baskın çıkması nedeniyle aşağı yönlüdür. Ters yönde kuvvetler doğuran mekanizmalar85 en başından mevcuttur ve kapitalizmin evrimiyle mevcutlara yenileri eklenir. Bu kriz, kapitalizmin döngüsel krizlerinin bilinen bütün genel özellikleri yanında içinden geçilen evrede olgunlaşarak öne çıkan yeni karakteristiklerini de sergiliyor. Bir örnek vermek gerekirse, son çeyrek yüzyılda enformasyon teknolojisinin özellikle dolaşım alanında uygulanmasıyla artı-değer üretimine doğrudan katkısı olmayan üretken olmayan emek yüksek oranda tasfiye edilmekte, bu gelişme kâr oranlarındaki düşüşe karşı belirgin bir etki yapmaktadır. Ama öte yandan, emek verimliliğinin düşük olduğu hizmet sektörünün özellikle de kapitalizmin gelişmiş yörelerinde aynı zaman diliminde hızla büyümesi, bu etkinin gücünü azaltmaktadır. Biliyoruz ki uzun dalgalar kapitalizmin evriminde yeni bir evrenin habercisidirler.86 Patlak veren kriz de, son uzun dalganın finansal genişleme döneminin sonuna denk düşmesiyle sermayenin birikim sürecinde önemli bir evrenin kapanış faslı olmaya adaydır. Finansal genişleme süreçlerinde mali sermaye egemenliği tüm ihtişamı ile boy gösterir: Her sistemik döngü bir maddi genişleme evresi ve bir finansal genişleme evresinden oluşur. Maddi genişleme evresinde, dünya kapitalist sisteminin gelişmekte olan hegemonik [hegemonyacı] gücü, maddi üretim ve ticarette hızlı genişleme ve kâr oranlarında yükselişe yol açacak biçimde emeğin genişliğine ve derinliğine gelişmesi için gerekli olan bir dizi jeopolitik ve kurumsal koşulları oluşturur. Ancak, maddi genişleme ilerle85 Kenan Kalyon, age., s.15 86 Kenan Kalyon, age., s.13-14
184
Büyük Deprem Bir Bilanço
dikçe, aşırı sermaye birikimi baş gösterir ve kâr oranları düşme eğilimine girer. Maddi genişleme sürecindeki krize tepki olarak önde gelen kapitalist aktörler, maddi üretim sürecine veya ticarete yeniden yatırmak yerine, sermayelerinin önemli bir bölümünü nakit olarak tutmaya meylederler; böylece mali sermayenin sanayi ve ticari sermayeye boyunduruk vurduğu finansal bir genişleme sürecini başlatırlar.87
Son genişleme sürecinin 29’a benzeyen bir finalini yaşıyoruz. Yeni bir dalganın başlaması, ortalama kâr oranlarında bir süreliğine de olsa yeniden kalıcı bir yükselişle mümkün. Değişik olasılıkların irdelenmesi sonuç bölümüne bırakılırsa, geriye Şekil 1’in işaret ettiği iki olguya değinmek kalıyor: * Ampirik veriler, son 150 yıl içinde kâr hadlerindeki gerilemenin kuramsal tartışmaların konusu bir eğilim olmaktan çıkarak, kapitalizmi tarihsel sınırlarına taşıyan olgusal bir gerçeklik kazandığını gösteriyor. ** Sermayenin tarihsel hareketinin bir sonucu artan iç kenetlenmeyle dünya pazarını belirleyen değişik kapitalist anakaralar arasındaki eşitsizliğin -gerek farklı kâr hadlerinin oluşumu, gerekse uzun dalgaların bir faz farkı ile gerçekleşmesi bağlamında- törpülendiği anlaşılıyor. Veriler ortalama kâr haddinin belirlendiği düzlemdeki kaymayı açıkça ortaya koyuyor. Kâr oranları evrensel ölçekte %1215 bandına yakınsamış, ülkeler arasındaki faz farkı kalkmış; dalgalanmalar daha eşzamanlı gerçekleşmeye başlamıştır. Her iki sonuç da organik bir dünya piyasasının anakaralardan başlayan oluşumuna işaret ederken, aynı olgu kapitalistler yönünden mevcut krizden çıkışı, öncekilere kıyasla zorlaştırıyor. Kendisini rekabetle var edebilen sermaye, varoluşuna karşı adım atmaya zorlanıyor. Zorluk yalnızca gelişmenin diyalektiğiyle sınırlı değil. Tarihsel misyonunu tamamlamış sermaye, özgürlük arayışının haklı isyanı karşısında kendi varoluşunu hiçbir gerekçeyle savunamaz durumda. Aksine, ekolojik sorunlarda olduğu gibi varlığının giderek tüm canlı yaşamı tehdit ettiğini zımnen kabul etmek zorunda kalıyor. Kriz koşulları, işçi sınıfının tarihsel misyonunun önemini, sorumluluğunu bu yüzden her zamankinden fazla arttırıyor. Çünkü sermayenin vadesi dolmuş gayrimeşru varlığını bir süre daha devam ettirebilmesinin vizesi işçi sınıfının ellerinde ve genişleyici yeni bir dalganın kaderini, daha öncekilerde olduğu gibi yine sınıf mücadelesi tayin edecektir: ...genişleyici yeni bir uzun dalganın ortaya çıkışı, buna öngelen depresif uzun dalganın -bu dalganın süresi ve vahameti /şiddeti/ne olursa olsuniçsel (yani aşağı yukarı kendiliğinden, mekanik, otonom) bir sonucu olarak görülemez. Bu dönüm noktasını tayin eden, kapitalizmin hareket yasaları değil, bütün bir tarihsel dönemin sınıf mücadelesinin sonuçlarıdır.88 87 Minqi Li, Feng Xiao, Andong Zhu, agm., s.35 88 E. Mandel, age., s. 8.
185
Yaşayan Marksizm
Kapitalizm, bütün krizlerde zorunlu olarak başvurduğu yollarla; onun hiç değişmeyen varlık temeli “yabancı emek süresi hırsızlığı”89 kadar eski ve değişmeyen yöntemler aracılığıyla krizden çıkmaya çalışmaktadır. Kapitalistler aşırı sermaye birikimi sorununu maddi üretimin zorunlu tahribiyle aşmaya çalışırken, sermayeyi cezbedecek bir kâr haddi ile yeniden üretmenin tercihe bağlı bir başka yolunu henüz keşfedemediler. Bu yol, zorunlu olarak ve iki tarafın iradesinden bağımsız, sınıflar mücadelesi arenasından geçmektedir. Hem de tam ortasından!
III Sonuç Başat Eğilimler Marx, Kapital’in hazırlığını yaparken kendisi için tuttuğu notlarda sermayenin “içsel ve zorunlu sınırları”nın bir özetini yapar. Sermayenin hareketinin ancak bu sınırları unutmasıyla mümkün olduğuna işaret eder ve aynı unutkanlığın ürünü olan kapitalist krizleri anlayabilmenin anahtarını verir. Sınırların zorunlu olarak hatırlandığı her durumda krizler kaçınılmazdır: Her şeyden önce, genel olarak üretimin değil, ama sermayeye dayalı üretimin bir sınırı vardır… Bu içsel ve zorunlu sınırların bizzat sermayenin özüyle, sermayeyi tanımlayan belirlemelerle çakışması gerekir. Sınırlar şunlardır: 1) Canlı emek kapasitesinin mübadele değerinin, ya da sınai nüfusun harcayacağı paranın sınırı olarak, zorunlu emek; 2) Artık-emek süresinin sınırı, ya da nispi artık-emek süresi olarak bakıldığında, üretici güçlerin gelişiminin sınırı olarak, artık-değer; 3) Bununla aynı şey demek olan, üretimin sınırı olarak paraya çevrilme sorunu, ya da genelde mübadele değeri; ya da üretimin sınırı olarak, değer temeline dayalı mübadele, ya da mübadele temeline dayalı değer. Bu da yine, 4) kullanım değerleri üretiminin mübadele değeri tarafından sınırlanmış olması, ya da gerçek zenginliklerin üretim nesnesi haline gelebilmek için belirli, kendisinden farklı ve kendisiyle mutlak özdeşlik içinde olmayan bir biçime girmek zorunda olması ile aynı şeydir. Öte yandan sermayenin genel dinamiği, 1) zorunlu emeğin canlı emekgücünün mübadele değerine; 2) artık-değerin artık-emeğe ve üretici güçlerin gelişmesine; 3) paranın üretime; mübadele değerinin kullanım 89 Karl Marx, “Grundrisse”, Birikim Yayınları, Birinci Basım, Haziran 1980, s.652
186
Büyük Deprem Bir Bilanço
değerleri üretimine getirdiği sınırları unutmasını, kendini bunlardan soyutlamasını gerektirir… Dolayısıyla aşırı üretim; yani, sermayeye dayalı üretimin bu zorunlu ögelerinin aniden hatırlanması; bizzat bu unutkanlığın sonucu olan genel değerlenmeme durumu. Bu durumla karşı karşıya kalan sermaye, şimdi üretici güçlerin daha yüksek bir gelişme noktasından vb. çabasına yeniden başlamak ve her seferinde sermaye olarak daha büyük bir çöküntüye uğramak durumundadır. Bu nedenle, sermayeyi üretime ve dolaşıma bir külfet haline getiren öteki çelişkiler bir yana, sermayenin gelişme düzeyi ne kadar ileri olursa, üretimin -ve dolayısıyla tüketimin- oluşturduğu ayakbağları o kadar büyük olacaktır.”90
Soyutlamasında üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi ile krizin gücü ve sermayede yaratacağı tahribat arasında bağlantı kuran Marx, böylece kapitalizmin daha ileri evrelerinde yaşanacak krizlerinin kapsamına dair ipucu verir. Kapitalist üretim tarzının içsel ve zorunlu sınırları, üretici güçlerin gelişmesine paralel, kapitalizmin tarihsel sınırının ögelerine dönüşürler. Zorunlu emek, emek üretkenliğinde sağlanan devasa artışla küçülür, canlı emek maddi üretim sürecinden hızla tasfiye olur. Yığınların artık-emeği yerini, toplumsal bilginin dolaysız üretici güce dönüştüğü oranda “general intellect”e91 bırakarak genel zenginliğin ön koşulu olmaktan çıkar.92 İhtiyaç olmayan ihtiyaçların üretilmesine kadar varan talep doygunluğu ve karlılıklarının düşmesine neden olarak kimi ihtiyaçların üretimden alı konmasına yol açan pazarın iç kenetlenme düzeyindeki artışla mübadele değeri kullanım değerlerinin üretimini giderek daha fazla sınırlar. Mevcut kriz bütün bu gelişmeleri yansıtıyor ve tarihsel sınırlara olan yakınlığın artan basıncı çıkış için kapitalistlere en iyi olasılıkla sürekli bir bunalım durumunu vaat ediyor, daha fazlasını değil! Bu kadarla kalsa iyi, durumu kapitalistler yönünden iyice kördüğüm yapan başka etkenler de var. Çünkü bu kriz, yalnızca sermayenin hareketine yön veren yasaların hükmettiği salt ekonomik döngüsel bir kriz değil, aynı zamanda ABD hegemonyasının sorgulandığı bir uzun dalga krizi ve burjuva uygarlığın yarattığı ekolojik sorunların canlı yaşamı tehdit ettiği bir uygarlık krizidir. Bu yüzden devam etmekte olan krizi doğru değerlendirebilmek, onu her üç yönüyle birlikte ele almayı şart koşar. Hegemonya sorunu, dergimizin bu sayısında Haluk Yurtsever’in “Kriz ve Hegemonya”93 yazısında ele alındığı, ekolojik sorunlar bağlamında kriz sorunu da Kenan Kalyon’un “Sermaye Çağının Sınırları”94 yazısında ele alındığı için bu yazıya ağırlıkla krizin üçüncü yönünü, kapitalizmin son uzun dalgasında olgunlaşan ve önümüzdeki dönemde sermaye hareketinin temel veri olarak alacağı 90 91 92 93 94
K.Marx, age., s.458-460. K. Marx, age., s.654 K. Marx, age., s.652 Bu sayıda Haluk Yurtsever’in “Kriz ve Hegemonya” adlı yazısına bknz. Bu sayıda Kenan Kalyon’un “Sermaye Çağının sınırları” adlı yazısına bknz.
187
Yaşayan Marksizm
belli olan kimi yeni olgusal özelliklerine değinilerek devam edilecektir. Gerek hegemonya sorununa, gerekse doğal sınırlar bahsine, gereksinim doğarsa bu olgular bağlamında sınırlı olarak girilecektir. Sermaye ancak hareket olarak anlaşılabilir.95 Bu hareket, sermayenin sonsuz arayışında kendi tarihsel sınırına doğru gelişiminin değişik yüzleri olarak bu gelişimin birbirinden ayırt edilebilir evrelerini tarif eden başat eğilimler biçiminde dışa yansır. Sermayenin hareketini anlayabilmek, gelişme düzeyini ve alacağı muhtemel yönü kestirebilmek, bu başat eğilimleri algılamak ve soyutlamakla mümkündür. Son uzun dalganın aşağı doğru etabında özellikle finansal genişlemeyle birlikte öne çıkan başat eğilimler şöyle sıralanabilir: 1. Organik bir dünya pazarının uç vermesi. Diğer başat eğilimler ancak bu eğilimin ışığında sermayenin hareketinde bütünsel bir değişimin farklı görünümleri olarak anlaşılabilir. (Bu eğilim Ümit Tanışır ve Ali İleri’nin “Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı”96 başlıklı ortak yazısında ele alındığı için burada girilmeyecektir.) 2. Bütün toplum sermayenin yeniden üretildiği bir fabrikaya, bu toplumun üyeleri de küçük bir azınlığın dışında toplumsal proletaryaya dönüşüyor.97 (Bu konu başlı başına ayrı bir yazı konusu olacak kapsama sahip olduğundan burada girilmemiş, yalnızca konuyla ilgili bir teze referansla yetinilmiştir.) 3. Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi belirginlik kazanırken tersine çalışan mekanizmaların etki gücü azalıyor. 4. Malileşme kangrenleşiyor. 5. Yeni küresel işbölümü ürettiği sonuçlarıyla hem mevcut hegemonyanın işleyişini hem de doğal sınırları zorluyor. 6. Değer Yasası İşlevini Yitiriyor. 7. Kapitalist devlet mali oligarşinin doğrudan uzantısına dönüşüyor. 8. İşsizlik kangrenleşirken, emekli nüfus artıyor. Tersine Mekanizmalar Etkisizleşiyor Yeniden Şekil 1’e dönülürse, neoliberal saldırının başladığı 80’li yılların başında saldırıyı başlatan merkezler ABD ve İngiltere’de başlangıçta kâr oranlarının yukarıya doğru hızla bir tepki verdiği ancak bu tepkinin güdük kaldığı, pazardaki iç kenetlenmeye rağmen sistemin geneline yayılamadığı görülecektir. Oysa bu dönemde neoliberal saldırı eşliğinde yukarı yönlü yeni bir dalgayı tetikleyecek esaslı nedenler bulunuyordu: 95 Karl Marx, “Kapital II”, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Haziran 1979, s.115 96 Bu sayıda Ümit Tanışır ve Ali İleri, “Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı” adlı yazısına bknz. 97 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, Ayhan Matbaası, Ağustos 2008, 35. Tez, s.30
188
Büyük Deprem Bir Bilanço
* İşçi sınıfı hareketi, sosyal refah devleti uzlaşması ile içine çekildiği düzen sınırlarının yarattığı atalet ile neoliberal saldırıya karşı mevcut mevzilerini savunabilecek yeterlilikte direniş gösterememiş; burjuvazinin emek süreçlerindeki esnekleştirme manevralarına yeni örgütlerle karşılık veremediği gibi giderek var olan örgütlenme düzeyi de etkisizleşerek gerileme sürecine girmişti. Üstüne “reel sosyalist” denemelerin düş kırıklığının sosyo-psikolojik travması eklenmiş; umudun tükenmesi örgütsüzleşme ile birleşince işçi sınıfının geniş kesimleri deklase olmuştu. * Deng’in reformları ile Çin’in kapitalist sisteme entegrasyon süreci hızlanmış; Gorbaçov’u reformları SSCB’de sistem üzerinde çoktandır eğreti duran “sosyalizm” esvabını çıkarıp atmış; her iki ülke birlikte, düşen kâr oranlarının cenderesinde kıvranan kapitalistlere ucuz işgücü, enerji ve hammadde kaynağı, aşırı sermaye birikimini hafifletecek yeni ve geniş bir pazar imkânı sunmuşlardı. * Enformasyon teknolojisinin üretim sürecine uygulanması ile emek üretkenliği ve sermayenin devir hızı bir önceki evreye oranla oldukça artmıştı. Bütün bu olumlu konjonktüre rağmen, sonuç ancak köpük transferleri ile mevcut aşağı dalganın sünmesine yetmiş ve nihayet 2007/2008 krizi patlak vermişti. Peki, neden böyle olmuştu? Kâr oranlarında yeni bir yukarı dalgayı başlatacak değişim oldukça uygun görünen koşullara rağmen neden gerçekleşmemişti? Tersine mekanizmaları işlemekten alıkoyan nedenler nelerdi? Çok geniş ve titiz bir incelemeyi hak eden sorulardır bunlar. Bu kayıtla, burada kendisini çabucak ele veren, ilk ağızda sıralanabilecek yanıtlarla yetinilecektir: 1. Sermaye malları ucuzlamış, ama özellikle Çin’i dünyanın atölyesi yapan küresel işbölümü önce hammaddelerin ardından da petrol fiyatlarının yükselmesine neden olmuştur. Sermaye mallarının ucuzlamasının organik bileşime yaptığı etki nötrleşmiştir. 2. Artık-değer oranı pazara giren ucuz işgücü ordusu ile mutlak, üretim sürecine uygulanan enformasyon teknolojisi ile de nispi olarak artmış; ancak kızışan rekabet, özellikle de yeni teknolojinin üretildiği ve uygulandığı sektörlerde sabit sermaye yatırımlarını çok kısa sürede demode yaptığı için98, özsermayelerin buharlaşması bu iki kaynaktan gelen etkiyi nötrleştirmiştir. Greenspan, Fed başkanlığı döneminde bu olguyu yakından gözlemlemiştir: Beni kuşkulandıran olaylardan birisi, Qwest, Global Crossing, MCI, Level 3 ve diğer telekom şirketlerini içeren milyarlarca dolar tutarındaki efsanevi rekabet olmuştu. On dokuzuncu yüzyıldaki tren yolu girişimcilerinin yaptığı gibi, interneti genişletmek için birbirleriyle yarışıyor, binlerce mil uzunluğunda fiber optik kablo döşüyorlardı. (Buradaki tren yolu benzetmesi sadece metaforik bir anlam taşımıyor. Mesela Qwest, fiber optik ağları gerçekten de eski tren yollarının güzergâhını kullanarak döşemişti.) Bunda yanlış bir şey yoktu, bant genişliğine talep katlanarak artıyordu, ancak ra98 A.Greenspan, age., s.511-512.
189
Yaşayan Marksizm
kip şirketlerin her biri ileriye dönük genel talebin yüzde 100’ünü karşılamaya yetecek miktarda kablo döşüyordu. Dolayısıyla bir yandan muazzam değerde bir şey inşa ediliyor, diğer yandan da rekabetçilerin çoğunun eninde sonunda batacağı, özvarlıklarının değerini kaybedeceği ve milyarlarca dolarlık özsermayenin buhar olup uçacağı açıkça görülüyordu.99
3. Yeni pazarların yarattığı tersine etki de iki nedenle işe yaramıyordu. Birinci neden aynı pazarlardaki işgücüne ödenen ücretlerin düşüklüğü, buralarda yaşayanların tüketim alışkanlıklarında yakın tarihlerinin ve geleneksel kültürlerinin henüz devam eden etkisi, yeterli tüketici talebinin oluşumunu önlüyor, toplam talep gelişmiş yörelerin doymuş, yorgun tüketicisi tarafından belirleniyordu. Bir sonraki başlıkta ele alınacağı gibi neoliberal saldırı sonucu gelişmiş yörelerin işçi sınıfının ücretleri de gerilemiş; kapitalizmin malileşmesindeki ivmelenmeye paralel, dünya talebini belirleyen tüketim, sanal bir temel üzerinde şekillenmişti. Bu talebin bir anda gerilemesine yol açacak üç temel zaafı bulunuyordu. Ağırlıkla henüz kazanılmamış gelecekteki gelirler üzerine inşa edilmişti, hisse senetleri ve konut fiyatlarındaki yükselişe endeksli servet etkisi ile diri tutulabiliyordu ve toplam talep içinde daha çok orta-üst gelir grubunun bir kriz anında kolaylıkla vazgeçebileceği ihtiyaç olmayan ihtiyaçlar, lüks tüketim malları önemli bir yer işgal ediyordu. 4. Sermaye devir hızının yükselmesi, maddi üretim sürecini değil, daha çok malileşen ve hızla üretim süreci dışına kaçarak sanal bir sahtekârlık ve kumar âlemine dalan sermayeyi ve devasa ölçekte şişmiş finansal alanı etkilemiştir. Finansal alanda sadece maddi üretim sürecinde yaratılan artı-değer paylaşıldığından, kâr oranlarının olumlu yönde etkilenmesi bir yana, dev sermaye grupları arasında kızışan rekabet, kaldıraç oranlarının yükselmesine yol açmış; gözü kara alınan risklerin sigortalandığı, ama patlayarak mevcut krizi bizzat tetikleyen ucu bucağı belirsiz büyük bir risk yumağı peydahlanmıştı. Bütün tersine mekanizmaları etkisizleştiren ana etken ise, olgunlaştıkça tarihsel sınırlarına yaklaşan kapitalist gelişmenin bizzat kendisidir. Çünkü kapitalizm olgunlaştıkça üretici güçlerin büyümesinin sermayenin ilgi alanı dışına çıkması kaçınılmazdır: ...sermaye verili bir anda ne kadar çok gelişmişse, ne kadar çok artık-emek yaratmışsa, yeniden -ve giderek küçülen bir oranda- artık-değer elde etmek için üretici gücü çok daha muazzam ölçülerde geliştirmesi gerekir. Gelişimin sınırı, işgününün bütünü ile bunun zorunlu emeği ifade eden kısmı arasındaki orandır: sermaye bu sınırlar içerisinde hareket edebilir. Zorunlu emeği ifade eden kesir ne kadar küçük ve artık-emeği ifade eden kesir ne kadar büyükse, üretici güçteki bir artışın zorunlu emeği ciddi bir 99 A. Greenspan, age., s.208
190
Büyük Deprem Bir Bilanço
ölçüde azaltması o kadar zor olur; çünkü kesir payı çok büyümüştür. Sermaye değerlendiği oranda, daha fazla değerlenmesi zorlaşır. Üretici güçlerin büyümesi, hatta bizzat değerlenme süreci sermayeyi ilgilendirmemeye başlar, çünkü artık-değerin artış oranı son derece küçülmüştür; sermaye sermaye olmaktan çıkar. Zorunlu emek 1/1000 iken üretici güç üç katına çıkarsa, zorunlu emek 1/3000’e düşmüş ya da artık-emek 2/3000 oranında artmış olacaktır. Bunun nedeni ücretin ya da emeğin üründen aldığı payın çok yükselmiş olması değil, tersine emeğin ürününe ya da işgününe oranla son derece küçülmüş olmasıdır…100
Malileşme Kangrenleşiyor Arrighi, malileşmeyi kapitalizmin kârlılık ve hegemonya krizine verdiği baskın tepki olarak yorumlar.101 İlk kısmı doğrudur, malileşme kapitalizmin kendi dermansız çelişkisine kâr oranlarındaki düşüş eğilimine karşı verdiği tepkidir. Bu tepki kâr oranlarındaki düşüş belirginlik kazandıkça (Şekil 1) ters orantılı olarak devasa boyut kazanmış; tarihsel sınırların gölgesinde kangrenleşmiştir. Onu hegemonya krizine bağlamak ise yanlıştır. Çünkü malileşme, tarihsel bir kategori değil, kâr oranlarındaki düşme eğilimine bağlı, sermayeyi rant alanlarına iten, kapitalist gelişmeye paralel ivme kazanan yapısal bir olgudur: Kâr oranıyla organik bileşim arasındaki ilişki, uzun vadede bir ters orantı ilişkisidir. Emeği maruz bıraktığı şey, yani zorunlu emek zamanını bir limit durum olarak sıfıra doğru zorlama, kâr oranı açısından sermayenin kendi başına da gelir. Gözüpek, atılgan ve girişimci sermayenin yerini kılı kırk yaran, nazlı, istifçi, bütün piyasa belagatine ve devletin ekonomiden el etek çekmesi gerektiğine dair söylevlere rağmen ikide bir kurtarsın diye devlete sığınan, rant alanlarına üşüşen ve getirisi uzun vadeli olan yatırımlardan kaçınan bir sermaye almaya başlar.102
Finansallaşma, kredi sisteminin maddi üretim sürecine hizmet etmesi gerekirken, bu ilişkinin tersine çevrilerek uç noktalara taşındığı bir olgudur. Gerçekte kredi sistemi kapitalist gelişme için zorunlu bir araçtır: …sermayeye dayalı üretim için, üretimin zorunlu koşulunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, yani kendi bütünsel sürecini oluşturan farklı süreçlerinin birbirini kesintisiz olarak izleyip izlemeyeceği, bir rastlantı sorunudur. Kredi, bu rastlantısallığın bizzat sermaye tarafından alt edilişidir. (Kredi olgusunun başka yönleri de vardır; ama bu yönü doğrudan doğruya üretim sürecinin karakterinden ileri gelir ve dolayısıyla gerekliliğinin temelidir.) Dolayısıyla daha önceki hiçbir üretim tarzında, gelişkin biçimiyle krediye rastlanmaz.103 100 K. Marx,” Grundrisse”, Birikim Yayınları, Birinci Basım, Haziran 1980, s.424 101 G. Arrighi, age., s.169 102 Kenan Kalyon, “Bir Çağ Dönümünün Eşiğinde”, Çalışanlar Basın-Yayın, Haziran 2004, İkinci Baskı, s.19 103 K. Marx, age., s.596
191
Yaşayan Marksizm
Ancak, kâr oranlarının düşüşüyle birlikte kredi sistemi, aşırı şişmiş sermayenin son sığınağı olur. Artık kredi sisteminin zıvanadan çıkması, devasa bir kumar ve sahtekârlık sistemine dönüşmesi kaçınılmazdır: Kredi sisteminin, aşırı-üretimin ve ticarette aşırı-spekülasyonun ana manivelaları gibi görünmesinin biricik nedeni, doğası gereği esnek olan yeniden-üretim sürecinin burada son sınırlarına kadar zorlanmasıdır; ve bu zorlanmaya da, toplumsal sermayenin büyük bir kısmının, bunun sahibi olmayan ve dolayısıyla işleri, bizzat kendi işini yürüttüğü zaman kendi malı olan sermayesinin sınırlarını dikkatle ölçüp biçtiği halde şimdi bambaşka bir biçimde ele alan kimseler tarafından kullanılması yol açar. Bu yalnızca şu olguyu gözler önüne serer ki, kapitalist üretimin çelişkili niteliğine dayanan sermayenin kendi kendisini genişletmesi, ancak belli bir noktaya kadar gerçek serbest bir gelişmeye izin verir ve böylece, aslında, sürekli olarak kredi sistemi ile yıkılması ve kopartılması gereken kaçınılmaz engeller ve bağlar yaratır. Dolayısıyla, kredi sistemi, üretken güçlerin maddi gelişmelerini ve bir dünya-piyasası kurulmasını hızlandırmaktadır. Yeni bir üretim tarzının bu maddi temellerini böyle bir yetkinlik derecesine yükseltmek, kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevidir. Aynı zamanda, kredi, bu çelişkinin şiddetli patlamalarını -bunalımları- hızlandırır ve böylece eski üretim biçimini çözüp dağıtacak ögeleri oluşturur. Kredi sisteminin özünde yatan iki karakteristiğinden birisi, kapitalist üretimin itici gücü olan, başkalarının emeğinin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi, en katıksız ve en dev boyutlara ulaşmış bir kumar ve sahtekarlık sistemi halini alıncaya kadar geliştirmek ve toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısını gitgide azaltmak, diğeri de, yeni bir üretim tarzına geçiş biçimini oluşturmaktır.104
Malileşme, uzun dalgaların finansal genişleme dönemleri olan ikinci etaplarında belirginlik kazanır. Bu bağlamda kronik bir arazdır. Son uzun dalganın aşağı doğru etabında ise bu olgu kangrenleşmiştir. Kangrenleşmenin nedenleri Foster’in sıraladığı yeni ve kârlı yatırım mahreçlerinin tükeniş nedenleri ile aynıdır: Kapitalist bir ekonomi, büyümeyi sürdürmek için, ürettiği büyüyen artık açısından sürekli yeni talep kaynakları bulmak zorundadır. Ancak, ekonominin tarihsel evrimi içinde sistemin devasa ve artan üretkenliğinin yarattığı yatırım arayan artığın önemli bir kısmının yeterli yeni kârlı yatırım mahreçleri bulamadığı bir dönem gelip çatar. Bunun nedenleri (1) ekonominin temel sınai yapısının, sıfırdan oluşturulmasının artık gerekli olmayıp basit bir biçimde yeniden üretildiği (ve bu nedenle de normal olarak yıpranma yatırımlarıyla fonlanabildiği) bir biçimde olgunlaşması; 104 K. Marx, “Kapital III”, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara, Ekim 1997, s.390 (Vurgu bana ait)
192
Büyük Deprem Bir Bilanço
(2) otomobilin devreye girmesinde olduğu gibi ekonomide çağ açıcı uyaranlar ve dönüşümler yaratabilen yeni teknolojilerin uzun dönemler boyunca mevcut olmayışı (bilgisayarların ve internetin yayılması bile ekonomi üzerinde önceki dönüştürücü teknolojilerinki kadar uyarıcı bir etkide bulunmadı); (3) ekonominin tabanındaki tüketim talebini sınırlandıran ve kullanılmayan üretken kapasite çoğalır ve zenginler ellerindeki fonlarla “gerçek” ekonomiye; mal ve hizmet üreten sektörlere yatırım yapmak yerine spekülasyona yönelirken, yatırımları azaltma eğilimi gösteren artan gelir ve servet eşitsizliği; (4) ve genellikle sistemin esnekliği ve dinamizminin arkasındaki temel güç olarak kabul edilen fiyat rekabetinin zayıflamasıyla sonuçlanan tekelleşme (oligopolleşme) süreci.105
Bu kangrenleşme, en iyi ABD’nin yakın tarihinde yapılacak kısa bir gezintiyle tüm çıplaklığıyla sergilenebilir. Gelir ve servet eşitsizliği iyi bir başlangıç noktasıdır. Çünkü bozulan gelir dağılımıyla hızlanan servet yoğunlaşması bir yandan spekülasyonu körüklerken, diğer yandan krediye olan talebi genel olarak yükseltir, aynı zamanda kredilerin ödenmeme riski artar. Servet yoğunlaşması riskli kredilerin ağırlığının giderek arttığı genişleyen bir kredi hacminin yaratılmasına neden olur. Artan kredi hacmi ve spekülasyon birbirini besleyen bir sarmal oluştururlar. Demek ki gelir dağılımındaki eşitsizlik, artan malileşmenin ve beraberindeki muhtemel bir depresyonun önemli bir işaretidir. Gerek 1929 bunalımı, gerekse mevcut bunalım öncesinde gelir dağılımındaki benzerlik, bu saptamayı doğrular niteliktedir (Şekil 12). Şekil 12106
105 J.B. Foster, “Sermayenin Malileşmesi ve Kriz”, Monthly Review, Haziran 2008, s.39-40 106 Thomas Piketty ve Emmanuel Saez, “Income Inequality in The United States, 1913-1998”, Quarterly Journal of Economics, 118(1), 2003, 2006’da yeniden gözden geçirilmiş hali, http://emlab.berkeley.edu/users/saez
193
Yaşayan Marksizm
Gelir dağılımındaki eşitsizliğin kaçınılmaz sonucu servet yoğunlaşmasıdır. 1929 büyük bunalımının hemen öncesi ABD’de %36,3 ile zirve yapan en zengin %1’in ulusal servetteki payı, daha sonra bunalım ve savaşla birlikte bir kısım sermayenin değersizleşmesiyle 1949’da % 20,8 ile dip yapmış; 1949 ile 1980 arasında ise %25-30 arasında dalgalanmıştır.107 Neoliberal saldırı sonrası ivme kazanan servet yoğunlaşması, 2004 yılında büyük bunalım öncesi seviyelerine yaklaşmış; en zengin %1’in ulusal servetteki payı %34,3’e ulaşmıştır.108 Böylece, son kriz öncesi ABD, 29 bunalımının iki önemli göstergesinden birincisinde kritik eşiği yakalamış oluyordu. Servetteki yoğunlaşmanın en temel kaynağı artı-değer sömürüsü olduğuna göre, yukarıda özetlenen gelişmenin tam tersini işçi ücretlerinin seyrini gösteren grafikte görmek sürpriz olmayacaktır (Şekil 13). Şekil 12 ve 13, birlikte ele alındığında son uzun dalganın neredeyse iyi bir özetini verirler. İkinci Savaş sonrasında başlayıp 70’lerin başında tükenen yükseliş dalgasında, özellikle “reel sosyalizm”in emperyalist kapitalist sistemle giriştiği rekabetin dünya işçi sınıfının mücadelesine yükselen bir ekonomizm olarak yansıması, burjuvazinin Keynezyen “sosyal refah devleti” uzlaşmasından ne denli kârlı çıktığını gösteriyor. Kâr oranları ile işçi sınıfının gerçek gelirleri birlikte artmış; burjuvazi bu uzlaşma karşılığında işçi sınıfının devrimci ruhunu satın almıştır. Sosyal refah devleti, emperyalist burjuvazinin yükselen işçi sınıfı hareketine verdiği, ders alınması gereken tarihi bir yanıttır. Şekil 13109
107 Ravi Batra, “Kriz 1990”, Altın Kitaplar, Birinci Baskı, Haziran 1988, s.153 108 Ekonomik Politika Enstitüsü (EPI), “The State of Working America 2006/2007”, Tablo 5.1, Wolff (2006). http://www. stateofworkingamerica.org/tabfig/05/SWA06_Tab5.1.jpg 109 Mishel, Lawrence, Jared Berstein ve Slyvia Allegretto, “The State of Working America 2006/2007”, Tablo 3.3, Ekonomik Politika Enstitüsü (EPI), http://www.stateofworkingamerica.org/tabfig/03/SWA06_Table3.3.jpg veriler 2005 dolar değeri esas alınarak düzenlenmiştir.
194
Büyük Deprem Bir Bilanço
80’lerle birlikte evrensel ölçekte burjuvazinin giriştiği neoliberal saldırının sonuçları yine her iki grafiğin 79 sonrasına damgasını vurur: Artan servet yoğunlaşması; üretkenliğin yaklaşık %70 arttığı (Şekil 14) ve işsizliğin %8’lerden % 4’lü rakamlara gerilediği (Şekil 4) koşullara rağmen yatay seyreden ücretler! Şekil 14110
Haliyle bu tablonun doğal sonucu üretimle tüketim arasındaki dengenin bozulması olacaktı. Çünkü ücretlerin GSMH içindeki payı 1970’de %53,5’dan 1995’de %45,5’e ve nihayet 2005 yılında %45’e düşmüştü.111 Toplumun geniş çoğunluğunun gelirleri gerilerken burjuvazi için bu gerileme sorun oluşturmaz mıydı? Normal olan, geliri azalan tüketicilerin daha az tüketmesi, toplam talebin düşmesi değil miydi?
Tablo 5 YILLARA GÖRE HANE HALKI TÜKETİMİ (1995-2005) ($)112
YIL
1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005
Tüketim 32264 33797 34819 35535 36995 38045 39518 40677 40817 43395 46409 $ Tablo 5, böyle olmadığını gösteriyor. Mali sermayenin kaptanlığında burjuvazi, ihtiyaç duyduğu talebi ABD hanehalkının omuzlarına yıkmış, kredi kaldıracı marife-
tiyle ve tamamen tüketime yönelik olarak halkın borçlandırılmasıyla bu sorunu kurulan saadet zinciri kopuncaya kadar askıya almayı başarmıştır. Çalışanların 110 ABD Çalışma Bakanlığı İşgücü İstatistik Ofisi(BLS)verileri, http://www.bls.gov/lpc/ 111 Mustafa Durmuş, age., s.133-134 112 http://data.bls.gov/PDQ/outside.jsp?survey=cx, US Department of Labor, Bureau of Labor Statistics (BLS).
195
Yaşayan Marksizm
yaşam standartları –bu ABD’de özel tüketim harcamalarının GSMH’nin %70’ini oluşturması nedeniyle aynı zamanda sermayenin yeniden üretiminin koşulu oluyordu- onların büyüyen pastadan pay almasıyla değil, harcanabilir ve aynı yükseliş boyunca hiç artmayacak olan gerçek gelirlerinin üstünde borçlanmaya zorlanmalarıyla sağlanmıştı (Tablo 6). Lenin, “Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” broşüründe, 20. yy. başlarında genel olarak sermayenin egemenliğinden mali sermayenin egemenliğine geçiş sürecinde bankaların, hammadde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu, irili ufaklı kapitalistlerin para-sermayelerinin hemen hemen bütününü emirleri altına alan tekeller haline gelirken, işlerinin gereği tuttukları cari hesap bilgileri aracılığıyla diğer kapitalistleri denetleyen, onların yazgılarını belirleyen yeni rollerine dikkat çeker.113 Malileşme sürecinin kangrenleştiği günümüzde bankalar, bu rollerini ücretler ve diğer bireysel gelirleri de kapsayacak biçimde genişlettiler. Böylece tüketiciler de bankaların denetim altına aldıkları, yazgılarını belirledikleri, gelirlerine el koyabilmek için “tekdüze bir şekilde işleme tabi tutabilecekleri standart birimlere” dönüştüler.114 Tablo 6 HARCANABİLİR GELİRİN YÜZDESİ OLARAK TÜKETİCİ BORÇLARI (1946-2008) (MİLYAR $)115 YILLAR
Tüketici Borcu
Harcanabilir Gelir
Borç/Gelir %
1946
28.0
161.1
17.4
1950
72.9
210.1
34,7
1955
138.0
283.3
48.7
1960
215.6
365.4
59.0
1965
338.7
498.1
68.0
1970
457.1
735.7
62.1
1975
734.3
1187.4
61.8
1980
1396.0
2009.0
69.5
1985
2276.5
3209.3
70.9
1990
3595.9
4285.8
83.9
1995
4862.9
5408.2
89.9
113 V.İ.Lenin, “Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, Sol Yayınları, 7. Basım, Haziran 1979, Ankara, s.38-44 114 Mustafa Durmuş, age., s.81-83 115 Veriler Fed’in http://www.federalreserve.gov/releases/z1/Current/data.htm adresinden “Flow of Funds Accounts of the United States/Historical Data” bölümünden derlenmiştir.
196
Büyük Deprem Bir Bilanço 2000
7008.3
7194.0
97.4
2005
11600.3
9062.0
128.0
2006
12797.5
9640.7
132.7
2007
13637.8
10170.5
134.0
2008
13504.5
10643.3
126.9
“Reel sosyalizmin” çözülmesiyle “karşı” kutbun basıncından da kurtulan mali sermaye, önceki yükseliş döneminden “sosyal devlet” namına ne kalmışsa hepsini, küreselleşme adını verdiği, evrensel ölçekte ayrım gözetmeksizin bütün ülkedevletleri kapsayacak biçimde uyguladığı bir programla budadı. Mali sermaye hiçbir engele takılmayacak serbestlik, akıcılık ve hız kazandı. Sonuç olarak, kredi sisteminin yüksek kaldıraç oranlarıyla kontrolsüz şişmeye başlamasıyla, ABD, 1929 büyük bunalımı öncesinin iki önemli göstergesinden diğerinde de tarihi zirveyi aşıyordu(Şekil 15). Şekil 15116
Kapitalizmin malileşmesi kangrenleşip bütün toplumu kuşatırken, artı-değer hızla mali sermayeye doğru yön değiştiriyordu (Şekil 16). Burada unutulmaması gereken ayrıntı, sınai kârların bu durumda bile bilançolarda faaliyet dışı kârlar başlığı altında yer aldığı biçimiyle finansal alanda giriştikleri operasyonların kârlarını içeriyor olmalarıdır. 116 Hoisington Management, http://www.hoisingtonmgt.com/
197
Yaşayan Marksizm
Şekil 16117
Buraya kadar anlatılanları bir cümleyle ve malileşme sürecinde ulaşılan uç noktayı gösteren son bir grafikle özetlemek mümkün. 1990’da 3,5 trilyon dolarla118 toplam dünya hâsılasının %27’sini oluşturan mali piyasalar, Haziran 2008’e gelindiğinde, patlak veren krizin tam ortasında 684 trilyon dolarla toplam dünya hâsılasının 11 katını aşıyordu. (Şekil 17) Şekil 17119
117 http://www.gpoaccess.gov/eop/, “Economic Report for the President 2009” Tablo B-1 ve B-91 118 http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org 119 http://upload.wikimedia.org/wikipedia/en/e/e8/Total_world_wealth_vs_total_world_derivatives_1998-2007.gif , Aralık 2007 ve Haziran 20008 verileri Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) “OTC Derivatives Market Activity in the First Half of 2008” Kasım 2008 raporundan alınmış ve grafiğe ilave edilmiştir.
198
Büyük Deprem Bir Bilanço
Malileşme kâr oranlarının düşme eğiliminin bir sonucuydu ama ulaştığı boyutla kangrenleşen, onmaz bir olguya dönüşmüş; yeni küresel işbölümünün sonuçları ile de birleşince “yüzyılın krizi”nin patlaması kaçınılmaz olmuştu. Küresel İşbölümünün Sonuçları Kapitalizmin azalan kâr oranları eğiliminin belirleyiciliğinde, pazarın iç kenetlenme düzeyinde gerçekleşen artışın ve kapitalizmin malileşmesinin bir sonucu da maddi üretimin önemli bir bölümünün dünya pazarına yeni eklemlenen pazarlarda ucuz işgücü ile yapılmasıdır. Çin Hindistan ve eski Sovyetler Birliği ülkeleri bu işbölümünde ucuz enerji, hammadde ve hepsinden önemlisi ucuz işgücü kaynağı ile işbölümünün maddi üretim ayağını oluşturdular. Gelişmiş yörelerse dünyanın “varlıklı” kölelerinin tüketim üzerinden sağıldığı meralara dönüştü. Buralarda yaşayan halkların kişisel tasarruflarını tümüyle yutan ve onlara yeni tasarruf olanağı tanımayan burjuvazi, türlü kaldıraçları devreye sokarak maddi üretimin gerçekleştiği “atölyelerde” biriken fonları meranın finansmanına aktarmış; geçmişte gelişmiş ülkelerden diğerlerine doğru olan sermaye akışını tersine çevirmişti. Tablo 7, istisnalar bulunmakla birlikte, fon akımında emperyalist kapitalist sistemde tersine gelişen bu yeni eğilimi, ülkelerin cari açık rakamları ile doğrulamaktadır. Tablo 7 DEĞİŞİK ÜLKE VE BÖLGELERİN CARİ DENGELERİ (MİLYAR $)120 Ülke ya da Bölge
1996
2000
2004
2005
2006
ENDÜSTRİ
31.1
-304.7
-296.5
-502.5
-607.3
ABD
-124.8
-417.4
-640.2
-754.8
-811.5
Japonya
65.7
119.6
172.1
165.7
170.4
Euro Bölgesi (*)
77.3
-37.0
115.0
22.2
-11.1
Fransa
23.4
22.3
10.5
-19.5
-28.3
Almanya
-14.0
-32.6
118.0
128.4
146.4
İtalya
36.8
-6.2
-15.5
-28.4
-41.6
İspanya
-1.4
-23.1
-54.9
-83.0
-108.0
Diğer
12.9
30.0
56.6
64.4
45.0
Avusturalya
-15.4
-14.9
-38.5
-41.2
-40.9
Kanada
3.4
19.7
21.3
26.3
21.5
İsveç
22.0
30.7
50.4
61.4
69.8
120 http://www.federalreserve.gov/newsevents/speech/bernanke20070911a.htm, Fed Başkanı Ben Bernanke’nin 11 Eylül 2007’de Berlin’de yaptığı sunuştan alınmıştır. (*)Euro alanına ait 13 ülkenin cari denge toplamından oluşuyor.
199
Yaşayan Marksizm İngiltere
-10.5
-37.6
-35.4
-53.7
-88.3
ABD Hariç ENDÜSTRİ
155.9
112.7
343.7
252.3
204.2
GELİŞMEKTE OLANLAR
-82.8
124.7
296.5
507.9
643.2
Asya
-40.2
77.0
172.4
245.1
352.1
Çin
7.2
20.5
68.7
160.8
249.9
Hong Kong
-4.0
7.0
15.7
20.3
20.6
Kore
-23.1
12.3
28.2
15.0
6.1
Taiwan
10.9
8.9
18.5
16.0
24.7
Tayland
-14.4
9.3
2.8
-7.9
3.2
Latin Amerika
-39.1
-48.1
20.4
34.6
48.7
Arjantin
-6.8
-9.0
3.2
3.5
5.2
Brezilya
-23.5
-24.2
11.7
14.2
13.6
Meksika
-2.5
-18.7
-6.7
-4.9
-1.5
Orta Doğu
15.1
72.1
99.2
189.0
212.4
Afrika
-5.2
7.2
0.6
14.6
19.9
Doğu Avrupa
-18.5
-31.8
-58.6
-63.2
-88.9
Eski Sovyetler Birliği
5.2
48.3
62.6
87.7
99.0
Çin Hariç Asya
-47.4
56.5
103.7
84.3
102.2
İstatiksel Aykırılık
-51.6
-180.0
0.0
5.4
35.9
Almanya ve Japonya özel konumlarından ötürü (Almanya’nın kendi doğusunu özümseme sürecini tamamlamasıyla ortaya çıkan sinerjinin fazlaya dönüşmesi ve Japonya’nın kronikleşmiş fazla problemi) ayrı tutulursa, neredeyse gelişmiş kapitalist ülkelerin tamamı cari açık vermektedir. Bu ülkelerin toplam cari açıklarının %70’ini de tek başına ABD’nin dış açıkları oluşturmaktadır. Tablo 8, aynı durumu, bu defa net sermaye hareketleri üzerinden, 1976-2006 zaman dilimi arasında net sermaye ihraç eder bir konumdan, net sermaye ithalatçısı konumuna düşen ABD örneği üzerinden daha çarpıcı biçimde sergiliyor. Sermaye hareketlerinin ülke gözetmeksizin (emperyalist ya da bağımlı) değişen yönü ve yakın zamanlara kadar dış borç ve açık sarmalında kıvranan gelişmekte olan ülkeler kuşağının hızla fazla veren ve sermaye ihraç eden bir nitelik kazanmaları, kapitalizmin tarihinde yeni bir olgudur. Bu olgu, elbette ilgili ülke sınırlarında yaşayan insanların esenliğine değil, ülke etiketleri sıyrılarak bakıldığında, başka bir temel olguya; ulusal niteliklerden kendisini çoktan arındırmış, mali sermaye egemenliği üzerinde yükselen bir mali oligarşiye ve ona çalışan devasa bir pazara işaret ediyor. 200
Büyük Deprem Bir Bilanço
Tablo 8 ABD NET SERMAYE HAREKETLERİ POZİSYONU (1976-2006) (MİLYAR $)121
Sermaye akışının tersine dönmesi olgusu, en çarpıcı örneğini ABD ile Çin arasında vermiştir. Son açıklanan Haziran 2009 verilerine göre, kriz koşullarında Çin’in döviz rezervleri 2,13 trilyon dolara122 çıkarken, sahip olduğu 801,5 milyar dolarlık123 hazine tahvili ile Çin, ABD’ye borç veren ülkeler arasındaki ilk sırasını korumuştur. Neoliberal saldırının eşliğinde gerçekleştirilen küresel işbölümü, ABD ekonomisinin son çeyrek yüzyılda belirgin bir biçimde güç yitirmesine yol açarken, diğer uçta Çin sıçramalı bir gelişme ivmesi yakalamıştır(Şekil 18). 121 Bureau of Economic Analysis (BEA), http://www.bea.gov/international/index.htm#iip 122 Çin Merkez Bankası, http://www.pbc.gov.cn/english/diaochatongji/tongjishuju/gofile.asp?file=2009S09.htm 123 ABD Hazine Bakanlığı, http://www.treas.gov/tic/mfh.txt
201
Yaşayan Marksizm
Şekil 18124
Eşitsiz gelişim sonuçta yeni güçleri tarih sahnesine çıkarmış, bir önceki evrenin öne çıkardığı güç dengesinin ürünü olan mevcut işleyiş yeni güçlerce sorguya alınmıştır. Derinleşen kriz sıradan bir sorgulamanın yeterli olmayacağını gösteriyor. Cüretkar girişimler var. En tipik örneğini Çin sergiliyor. Doların egemenliğinin altını oymaya yönelik fiili saldırılarının yanında kendisi için doğal ve meşru gördüğü bir başka amacın peşinde olduğunu gizlemiyor. Şimdiye kadar ekonomisine güç veren kaynağın, ABD’deki varlıklı meranın kurumaya başladığını görüyor ve elindeki devasa rezervi emperyalizmin tarihini iyi bilenlerce hiç de sürpriz sayılmayacak bir biçimde kullanmayı hedefliyor. Devletin desteğinde “kendi” sermayesine dünyada yeni alanlar açmaya hazırlanıyor. Bunu ilk kez en yetkili ağızdan, Başbakan Wen Jiabao aracılığıyla çekinmeden ilan ediyordu: ““Dışa açılma” stratejimizi hızlandırmalı, rezervlerimizin kullanımını girişimcilerimizin dışa açılma hamlesiyle birleştirmeliyiz.”125 “Dışa açılmak”; PetroChina, Chinalco, China Telecom ve Bank of China gibi dev devlet tekellerinin dış pazarlarda aktifler edinmesi, özellikle dışarıda zor duru124 Uluslararası Para Fonu IMF’in http://www.imf.org/external/datamapper/index.php adresinden “Data Mapper” kullanılarak çizilmiştir. Soldaki Y ekseni Çin’e sağdaki Y ekseni ABD’ye aittir. * 2007’den sonraki veriler IMF tahminleridir. 125 http://www.ft.com/cms/s/0/b576ec86-761e-11de-9e59-00144feabdc0.html?nclick_check=1, Financial Times, 21 Temmuz 2009
202
Büyük Deprem Bir Bilanço
ma düşmüş diğer tekelleri ele geçirmesiyle pazarda gerçekleştirilecek bir yeniden paylaşımla içeride süren pazarı derinleştirme çabalarıyla birlikte Çin ekonomisini ABD’ye olan bağımlılığından kurtarma stratejisine verilen ad. Krizde belirginleşen bu strateji ile Çin deyim yerindeyse bir taşla iki kuş vurmayı hedefliyor: Ekonomik gelişmeyi daha sağlam bir temele kavuşturmak ve patladığında her iki tarafa (ABD ve Çin) zarar vermesi kaçınılmaz bir bomba olan büyük dolar rezervinden kurtulmak. Rezervleri bu stratejinin hizmetine koşmak, ilk kez resmi, üst düzey bir ağız tarafından dillendirildi. Bu gelişme kuşkusuz emperyalist rekabeti kızıştıracak, emperyalist devletlerin arasındaki gerilimi yükseltecektir. Ancak Çin’in ve diğerlerinin yükseliyor olması hegemonya sorununu ağırlaştırmaktan öte, soruna yeni bir çözüm kapısı aralamıyor. Mevcut’un yerine neyin geçeceği henüz belirsiz. Bunu ne sorgulanan ne de sorguya çekenler söyleyebiliyor. Kapitalizm, daha önce böylesi belirsiz bir süreçten geçmedi. Bir yandan tarihsel sınırların basıncı yükseliyor, bir yandan doğal sınırlar ihlal edilmiş alarm veriyor öte yandan sistemin uluslararası mevcut işleyiş paradigması, ABD hegemonyası çözülüyor. Buna karşılık, burjuvazi sahte baharların afyonundan uyandıkça, tüm yaptığı iş, her zaman yaptığı gibi sonuçların neden olarak ele alındığı ihtişamlı toplantılar düzenlemek oluyor. Toplantılar 7’li, 8’li, 15’li, 20’li devam ediyor ama sadece sahanda su dövülüyor. Dönemi ise en iyi Arrighi’nin kaos kavramı anlatıyor: ...“kaos” ve “sistemik kaos”, açıkça ve tümüyle örgütlenmenin telafi olunamaz bir şekilde bulunmadığı bir durumu ifade etmektedir. Bu durum, çatışmanın güçlü bir karşı koyma eğilimi gerektiren bir şekilde ve geri dönülmez bir biçimde artması, veya yeni bir kurallar ve davranış biçimleri bütününün yer değiştirme amacı gütmeden eski bir kurallar ve değerler sisteminden kaynaklanması veya zorla onun üzerine gelmesi, ya da bu iki durumun bir birleşiminin ortaya çıkması nedeniyle meydana gelen bir durumdur.126
Bu kaotik süreçte çözülmekte olan hegemonyası ile en zor durumda kalacağı için en saldırgan ve elinde bulundurduğu silah gücü düşünüldüğünde en tehlikeli güç ABD olacaktır. Çünkü 2008 yılı GSMH’sının 14,2 trilyon dolar127 gerçekleştiği, toplam borcunun (hanehalkı, finans-finans dışı şirketler, kamu (yerel, merkezi ve federal) borçları olarak) 50,67 trilyon dolar128 olduğu göz önüne alınırsa, bozularak %357 gibi tarihi yüksek seviyelere tırmanan borçluluk oranının “Amerikan tarzı yaşam” standartlarına dokunmadan korunabilmesinin ya da nispeten daha düşük seviyelere çekilebilmesinin ön koşulu Amerikan dolarının egemenliğinin sürdürülmesidir. Bugünkü konjonktürde bu egemenliğin rızaya dayalı sürdürülebilmesi ise imkansız görünüyor. 126 G. Arrighi, “Uzun Yirminci Yüzyıl”, İmge Yayınları, Birinci Baskı, Mayıs 2000, s.58 127 http://www.bea.gov/national/index.htm#gdp 128 http://www.federalreserve.gov/releases/z1/Current/data.htm
203
Yaşayan Marksizm
Değer Yasası İşlevini Yitiriyor Toplumsal emeğin değişik üretim sektörleri arasında dağılma zorunluluğunun kapitalist toplumda aldığı biçim, özgün adıyla değişim değeridir: ...farklı gereksinmelere cevap veren ürünlerin kitlesi, toplumun toplam emeğinin farklı ve nicel olarak belirli bir kitlesini gerektirir. Toplumsal emeğin belirli oranlarda dağılması yolundaki bu zorunluluğun, toplumsal üretimin belirli bir biçimiyle ortadan kaldırılamayacağı, ancak bunun görünüş biçimini değiştirebileceği apaçık bir gerçektir. Hiçbir doğa yasası yok edilemez. Farklı tarihsel durumlarda değişebilecek şey, bu yasaların kendilerini ortaya koydukları biçimdir ancak. Toplumsal emeğin iç bağıntısının, emeğin bireysel ürünlerinin özel değişimi içerisinde ortaya çıktığı toplum düzeninde emeğin bu orantısal dağılımının kendisini gösterdiği biçim tamamen bu ürünlerin değişim değeridir.129
Üretimin dur durak bilmeyen toplumsallaşma süreci, bilgi teknolojilerinin üretime uygulanmasıyla toplumsal zenginliğin temelinin değişmesi, emek süresinin nicel ve nitel olarak giderek tali konuma düşmesi sonucuna yol açar ve değer yasasının ayağını kaydırır: Değer yasası söz konusu olduğunda, kullanım değeri/değişim değeri çelişkisinin akutlaşması madalyonun bir yüzüdür. Öteki yüzü, bizatihi emeğin ya da işgücünün değeri bakımından da değer yasasının işlevselliğini yitirmeye başlamasıdır. Çalışma zamanı ile çalışma dışı zaman, üretimle yeniden üretim arasındaki sınırlar bulanıklaşıyorsa, A. Negri’nin yerinde saptamasıyla bütün yaşam emek sürecine dönüşüyorsa, bu nedenle bileşik emeği basit emeğe indirgemek gittikçe zorlaşıyorsa, neredeyse her nihai ürün karmaşık bir teknik ve toplumsal işbölümünün birbirine bağladığı kolektif emeğin eseriyse değer yasası emeğin değerlenmesinin ölçütü olmaktan da çıkmaya başlıyor demektir.130
Değer yasasının işlevini yitirmeye başlamasıyla birlikte, kapitalizmin gerek toplumsal sefalete, gerekse doğanın tahribine neden olan çirkin yüzü, tıpkı bugün olduğu gibi öne çıkar, meşruluğunun toplumsal olarak sorgulanmasının önü açılır. Kapitalist Devlet Mali Oligarşinin Doğrudan Uzantısına Dönüşüyor Kriz patladığından bu yana türlü çeşit kurtarma paketleri açıklandı; yetmedi şirketlere hisseleri karşılığında sermaye veren kapitalist devlet onlara ortak oldu; yetmedi bankalar kamulaştırıldı. Bu operasyonlarda merkez bankaları başrolü aldılar, onların da kaptanlığını Fed üstlendi. Belli başlı Kapitalist merkezlerde burjuva hükûmetlerin Hazine Bakanları, Merkez Bankası Başkanları doğrudan mali sermayenin içinden, yönetici elitten atanıyor; hiç yadırganmıyor. Fed finans 129 K. Marx-F. Engels, “Seçme Mektuplar”, Evrensel Basım Yayın, Birinci Baskı, Ekim 1996, s.53 130 Kenan Kalyon, age., s.21
204
Büyük Deprem Bir Bilanço
piyasalarını, Fed’i de varlıklarının %57’sine sahip dört mali tekel kontrol ediyor: Bank of America, JP Morgan Chase, Wells Fargo, Citigroup. Şaşkın burjuva iktisatçılar, popülist bir söylemle, kurtarma paketlerini, kamulaştırmaları sosyalizm olarak niteliyor, bilinçleri bulandırırken kendilerince ciddi eleştiri yaptıklarını sanıyorlar. Oysa yapılanların hepsi bir tek amaç güdüyor; bir işlevi yerine getiriyorlar: Burjuvazi zararlarını kamulaştırıyor, işçi sınıfının sırtına yıkılıyor. Bu yöntemler ise hiç de yeni değil: ... kapitalist toplumdaki devlet tekeli, aslında, şu ya da bu sanayi alanındaki iflas sınırına gelmiş milyonerlerin gelirlerini artırmak ve güvence altına almak için kullanılan bir araçtan başka bir şey ifade etmemektedir.131
Lenin bu saptamayı daha 1915’te yapmıştı. Gerçekte burjuvazi bu yöntemleri o kadar fütursuzca kullanıyordu ki, kendi iktisatçılarına bile “bu kadarı da olmaz” dedirtiyordu: Kapitalizmin en temel kuralı kâr ile zararın ikiz kardeşler olduğu ve bireysel olarak üstlenilmesi gerektiğidir. Hangisi kamuya daha yakın diye bir soru sorulacak olsa kâr diye yanıtlanması daha makuldür. Çünkü kardan vergi ödenir ve kamu kesimine katkı yapılır. Oysa zarar, zarar edenin üstünde kalır. Temel kural budur. Piyasa sistemi ne zaman krize girse bu kural işlemez hale geliyor. 2008 yılındaki krizde kapitalizmin şampiyonu olan ABD’ de zararlar topluma devrediliyor, bankalar batıyor, zararlarını vergi mükellefleri ödüyor. Belki bu aşamada vergi mükellefleri işin içinde görünmüyor ama bir süre sonra fatura mutlaka önlerine konacak. Bu durumda zarar topluma devredilmiş ve ortaklaşa üstlenilmiş olacak. Kapitalizmin temel sloganını bir kez daha hatırlatalım: “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler: Bu sloganın devamının ister istemez, “Yapamayanlar batsın, yenileri çıksın” biçiminde olması gerekir. Ne var ki son küresel kriz, “Bırakınız yapsınlar ama bırakmayınız batsınlar” biçiminde yeni bir slogan geliştirmiş görünüyor.132
Sermayenin toplumsal bir ilişki olduğu bilinir ve sıkça söylenir. Ama sermaye en çok bu krizde nasıl bir toplumsal ilişki olduğunun somut, ampirik örneklerini verdi. Kapitalist devletin görece özerkliği onun tek tek kapitalistlerle arasındaki mesafesini anlatır. Kapitalist devlet, kapitalistlerden görece özerk ama genel olarak sermayenin organik bir parçasıdır. Mali sermaye, krizde giriştiği “kamulaştırmalar” ve “kurtarma paketleri” ile geniş yığınlara bu gerçekliğin somut, inkâr edilemeyecek kanıtlarını sundu. Önümüzdeki günlerde, sınıflar mücadelesinde işçi sınıfının devrimci siyasal hattı da kendisini tüm diğerlerinden bu nirengi noktasında ayırt edecektir. Bu bağlamda burjuvazinin kamulaştırmaları yalnızca onun kendi mevcudiyetinin gereksizliğini kanıtlar, daha fazlasını değil! Unutul131 V.İ.Lenin, age., s.47 132 Mahfi Eğilmez, “Küresel Finans Krizi”, Remzi Kitabevi, Aralık 2008, 2. Basım, s.122-123
205
Yaşayan Marksizm
mamalıdır ki devlet mülkiyeti de özel mülkiyetin bir biçimidir ve kapitalizm koşullarında devlet, Engels’in pek yerinde deyişiyle kolektif kapitalisttir: Eğer, bunalımlar, burjuvazinin modern üretici güçleri yönetmedeki yeteneksizliğini ortaya çıkarmış bulunuyorsa, büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin hisse senetli şirketler ve devlet mülkleri durumuna dönüşümü de, bu erek için burjuvaziden ne denli kolay vazgeçilebileceğini gösterir. Kapitalistin tüm toplumsal işlevleri şimdi ücretli görevliler tarafından sağlanır. Artık kapitalistin, gelirleri cebe indirme, kuponları kesme ve çeşitli kapitalistlerin karşılıklı olarak birbirlerinin sermayelerini kaptığı borsada oynama etkinliği dışında hiçbir toplumsal etkinliği yoktur. İşe işçilerin ayağını kaydırmakla başlamış bulunan kapitalist üretim biçimi şimdi de kapitalistlerin ayağını kaydırır, ve tıpkı işçiler gibi, onları da, daha şimdiden yedek sanayi ordusuna değilse bile, gereksiz nüfus içine atar. Ama ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır. Hisse senetli şirketler bakımından bu durum açıktır. Ve modern devlet de, burjuva toplumunun, kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını, işçilerden olduğu kadar tek tek kapitalistlerden de gelen saldırılara karşı korumak için kurduğu örgütten başka bir şey değildir. Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, esas olarak kapitalist bir makinedir: kapitalistlerin devleti, düşüncedeki kolektif kapitalist. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu doruğa vardıktan sonra, tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar.133
Emekli Nüfusu Artıyor Bu yeni bir sorun. Burjuvazi kendi yönünden sorunu çözmeye çalışıyor. Emeklilik yaşını elinden gelse mezara kadar taşıyacak. Ama insanlar bir ömür boyu sermayenin boyunduruğunda çalıştıktan sonra, günlerle sayılsa bile yaşamlarının geriye kalan kısmına sahip çıkmakta kararlılar. Burjuvazi ise, uzayan ortalama insan ömrü, insanların mezarda emekliliğe karşı direnişleri ve iç ettiği emeklilik fonlarının yeni emeklilere ödeme yapmayı olanaksız kılacağı gerçeğinin yakında ortaya çıkacak olması karşısında çaresiz, eylemsiz bekliyor. Maestro Greenspan, sorunun burjuvazi yönünden bir başka boyutuna daha dikkat çekiyor: Dünyadaki gelişmiş ülkelerin hemen hepsi, daha önce bir eşine daha rastlanmamış, dibi görülmeyen bir demografi kuyusunun eşiğine geldi. Muazzam büyüklükteki bir grup insan, yani “bebek patlaması” kuşağı, yakın133 F. Engels, “Anti Dühring”, Sol Yayınları, 2. Basım, Mart 1977, Ankara, s.441
206
Büyük Deprem Bir Bilanço
da üretkenlikten emekliliğe geçecek. Onların yerini alacak çok az sayıda genç çalışan var ve bu eksik nitelikli işçiler arasında daha da büyük boyutlara ulaşıyor. Değişimin ilk göstergeleri, özellikle yüksek işsizliğe rağmen had safhadaki nitelikli işçi açığının, giderek daha da arttığı Almanya’da kendini belli ediyor. Almanya’da bir insan kaynakları yöneticisi, 28 Kasım 2006 tarihinde Financial Times’a verdiği beyanatta şöyle demişti: “kaliteli çalışan bulma mücadelesi şimdiden başladı. Almanya ile Avrupa’nın güney ve doğusundaki demografik trendlere bakılırsa, durum yakında çok daha kötüye gidecek.” Bu yapısal değişim aslında yirmi birinci yüzyıla ait bir sorundur. Emeklilik, insanlık tarihinde göreceli olarak yeni bir olay sayılır. Bundan yüz yıl önce, gelişmiş ülkelerin çoğunda ortalama ömür kırk altı yıl olarak kabul ediliyordu ve emekli olabilecek kadar uzun yaşayan insan sayısı nispeten azdı.134
Yaşlı kurt gerisini söylemiyor ama yazdıklarından çıkan sonuç, kapitalizmin dermansız çelişkisinin kapitalistlerin uykusunu kaçıracak ölçüde keskinleşeceği gerçeğidir. Ya Ölü Yıldızlara Hayatı Götüreceğiz, Ya Dünyamıza İnecek Ölüm! Komünizm, tarihsel olarak insanlığın özgürlük arayışının önüne ket vuran kapitalizmin zorunlu, görünür ve artık elle tutulur tek seçeneğidir. “Ya Sosyalizm, Ya Barbarlık!” belgisi, daha önce hiç içinden geçmekte olduğumuz dönemde olduğu kadar yakıcı, yaşamsal bir gereksinmenin sesi olmamıştı. Ne var ki; kapitalizm günümüzde barbarlığı bile insanlık için lüks kılacak, kendi içinde seçeneği olmayan akıldışı bir serüvene dönüşmüştür. Şimdi tüm insanlığa “Ya Ölü Yıldızlara Hayatı Götüreceğiz, Ya Dünyamıza İnecek Ölüm!” diye haykırıyoruz.135
Ciltler dolusu bıraktığı eseriyle, bugünün kavranmasına ışık tutan, yapmış olduğu gelecek tasavvuru ile yeni bir uygarlığın bir ütopya değil, uğruna mücadele edildiğinde erişilebilir somut bir hedef olduğunu anlatan Marx’a göre, anlamak ve değiştirmek aynı eylemin iki değişik görünümüdür: “…varolan toplum içinde, sınıfsız bir toplumun ortaya çıkabilmesi için gerekli maddi üretim koşullarıyla, onlara tekabül eden işbirliği ilişkilerinin gizli varlığını keşfedemiyorsak, tüm mayınlama teşebbüsleri de Donkişot’ça olmaktan ileriye gidemeyecektir.”136 Bu yüzden, devrimci eylem onu geleceğe taşıyacak gerçekliğin üzerindeki giz perdesinin sıyrılıp atılmasıyla hedefine ulaşacaktır. Ancak gerçekliği kavramak ona değiştirme bilinciyle yaklaşmayı öngerektirir. Buraya kadar kapitalizmin içine yuvarlandığı bunalımdan hareketle, onun bugü134 A.Greenspan, age., s.416 135 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, Ayhan Matbaası, Ağustos 2008, 15. Tez, s.19 136 K. Marx, “Grundrisse”, Birikim Yayınları, Birinci Basım, Haziran 1980, s.234
207
Yaşayan Marksizm
nüne dair, sermayenin egemenliğine karşı yürütülecek siyasi mücadelede ipucu olma özelliği taşıyan başat eğilimlerine dikkat çekilmiş; dengesini yitiren kapitalizmi devrimci durumlara gebe kaotik bir dönemin beklediğine işaret edilmiştir. Burjuva kampın sonuçları neden olarak algılamakla malul yaklaşımı ileride başka bir bağlamda ele alınmak üzere bir yana bırakılırsa, bizim tarafta duran ve krizin analizinde ulaştıkları sonuçlarla birbirine karşı konumlanan iki yaklaşıma değinmek gerekiyor. Birincisi “kapitalizm doğası gereği kriz üreten bir sistemdir, krizlerle kendisini yeniler ve işçi sınıfı tarafından alt edilemediği koşullarda krizlerden güçlenerek çıkar” anlayışıdır. Bu yaklaşıma geçmişin gölgesi düşmüştür. Biraz da, döngüselliğin isabet avantajını kriz sonrası en sağlam öngörü sahipliğine tahvil etme gayreti bulunuyor. Kapitalizmin tarihi sınırları ve doğal sınırların ihlali, bu yaklaşımın görüş alanına bütünlüklü siyasal bir bakışın arka planı olarak henüz girmiş değil. Bu görüşün mensuplarının sermayeyi bir hareket olarak kavrayamadıkları için, kapitalizmin başat eğilimlerini, yeni olguları algılayabilmeleri ve devrimci bir karşılık üretebilmeleri zor görünüyor. Daha çok direniş çizgisinde, kapitalizmin kendi evriminde yıktığı setlerin savunusuna dönüşen eklektik bir programa esin kaynağı olabilirler. Diğer uçta, krizi kapitalizmin sonu olarak açıkça ilan eden, bu yüzden ilk bakışta radikal bir görüntü sergileyen eğilim var. Albenisi yüksek, bu nedenle düzene karşı cepheden bakanların kulağını okşuyor. Bu yaklaşım, soruna her ne kadar yakın gelecekten, kapitalizmin başat eğilimlerini de dikkate alan bir perspektifle bakıyorsa da, kendi “radikal” sonucuna daha çok sistemin tarih sahnesini terk etmekte olan mevcut hegemonik dizilişini esas alarak ulaşıyor: Dünya sisteminin çoklu ve birbiriyle rekabet eden politik yapılardan oluşması bu maliyetlerin düşük kalması için zorunlu bir politik koşuldur. Yani, kapitalizm bir devletlerarası sistem ya da bir dünya ekonomisi olmak zorundadır. Kapitalist dünya ekonomisi üç katlı bir yapı içinde örgütlenmiştir: Merkez, çevre ve yarı çevre. Dünyanın sömürülen çoğunluğunu birbirinden farklı iki bloğa ayırıp sömürücü merkeze karşı birleşik bir isyana girişmelerini önlemek için yarı çevre devletlerinden oluşan bir orta tabakanın varlığı zorunludur. Düzenden ve denetimden yoksun devletlerarası rekabet kısa sürede dünya sisteminin dağılmasına yol açardı. Bu yüzden devletlerarası rekabet, bu rekabeti düzenlemeye ve sistemin uzun vadeli, ortak çıkarlarını gözetmeye gücü yeten bir hegemonik [hegemonyacı] gücün düzenli aralıklarla yükselişiyle dengeye kavuşturulmalıdır. Öte yandan bu hegemonik [hegemonyacı] güç devletlerarası rekabeti bastıracak kadar da güçlü olmamalıdır. Öyle olsaydı, kapitalist dünya ekonomisi bir dünya imparatorluğuna dönüşecek biçimde yozlaşır ve artık sonsuz sermaye birikimince yönetiliyor olmaktan çıkardı.137 137 Minqi Li, “Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü”, Epos Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2009, s.233
208
Büyük Deprem Bir Bilanço
Bu temel, hegemonya sorununa ilişkin mutlak bir yaklaşımla birleşiyor: Kapitalist dünya ekonomisinin işleyişi ve genişlemesi, düşük ücret maliyetleri, düşük vergilendirme ve düşük çevresel maliyetlerin garanti edilmesine yardım eden bir dizi tarihsel koşula bağlıdır. Bu da, devletlerarası rekabet ve egemen güç arasında dinamik bir dengenin korunmasına bağlıdır. Kapitalist dünya ekonomisinin hacmi ve karmaşıklığı arttıkça, dünya sistemini düzenlemek için giderek daha büyük hegemonik [hegemonyacı] güçlere ihtiyaç duyulmuştur. Ancak, ABD hegemonyasının düşüşe geçmesiyle (Çin de dahil), diğer büyük güçlerin hiçbirinin, ABD’nin yerini alma ve bir sonraki egemen güç olma şansı bulunmamaktadır. Öyle ki, mevcut dünya sistemi, yeni bir egemen gücü ortaya çıkarmak suretiyle kendini yenileme ve yeniden yapılandırma yeteneğini tüketmiştir, sistem kendi tarihsel sınırlarına dayanmıştır.138
Böylece Çin’in hâlihazır gelişme potansiyelinin, zaten ihlal edilmiş doğal sınırlar üzerinde yaratacağı ilave basınçla birlikte kapitalizmin sonunu ilan etmek kolaylaşır. Bu yaklaşım, radikal bir görüntü ve söylemle çok farklı olasılıkların kapıyı çalacağı kaotik bir dönem boyunca içerdiği rehavet dolayısıyla siyasi olarak pasifizm tehlikesi taşıyor. Doğal sınırların ihlalinin ve biyosferde süregelen olumsuz değişimin ortalama 80 yıl gibi görece kısa bir yaşam süresine sahip insanların bilincinde doğrudan siyasal sonuçlar doğuracağını beklemek aşırı iyimserliktir. Bu iyimserliğin önce atalete, ardından da pasifizme yol açmaması ise neredeyse kaçınılmazdır. Mandel, 1980’de yazdığı “Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları” kitabında işaret ettiği “uzun temizlik döneminin” tamamlandığı bu günlerde yanıt verilmesi mutlak siyasi bir göreve dönüşen şu soruyu sormuştu: Kapitalist sistemin tarihsel çöküşüne karşın, sistem hala 1940(48)’deki “mucize”sini tekrarlayabilir mi ve 1970’ler ve 1980’ler boyunca süren uzun “temizlik” döneminden sonra, 1948-68 dönemiyle değilse bile 1893-1913 dönemiyle kıyaslanır yeni bir hızlanmış genişleme dönemi açabilir mi?139
Bu yazıyı Mandel’in sorusuna, zihinleri hiçbir yeni soruyla meşgul etmeyecek ölçüde tatmin edecek bir yanıt vererek tamamlamayı kim istemez ki? Ancak, “uzun temizlik günlerinin” finalini yaşadığımız bugün, bu o kadar kolay değil. Çünkü sorunun otuz yıl öncesinden farklı olarak kazandığı mahiyet, kolayca bir araya getirilebilen ekonomik verilerin alt alta sıralanarak az çok tatminkâr bir yanıtın üretilebileceği sadeliği aşmış durumda. Bu yüzden burada en fazla, krizin doğurduğu fırsatları devrimci bir seçeneğin olanaklarına dönüştürmek isteyenlere kolaylaştırıcı bir tartışma zemini sunulabilir. Sorunun yanıtı salt ekonomik cephede üretilemez. Şu üç cephede birden yanıt 138 Minqi Li, age., s.50-51 139 E. Mandel, age., s.94
209
Yaşayan Marksizm
aramak gerekiyor: Çözülmekte olan ABD hegemonyası ve yeni hegemonya sorunsalı; yeni bir kapitalist yükseliş evresinin doğal sınırlar yönünden irdelenmesi; nihayet, kapitalizmin ortalama kâr hadlerinde söz konusu yükselişi destekleyecek nitelikte uzun soluklu, radikal bir değişimi başarma şansının olup olmadığının maddi verilerle araştırılması. İlk cephede, H. Yurtsever’in “Kriz ve Hegemonya” yazısı, ikincisinde de Minqi Li’nin “Yükselen Çin ve kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü” kitabındaki ilgili bölüm140 oldukça yeterli bir tartışma zemini sunduğundan, yazıya üçüncü cepheye dair bir giriş yapılarak devam edilecektir. Zorunlu emek ile artık emek arasında bozulmuş olan dengenin sermaye lehine yeniden kurulacağı ortalama kâr hadlerinde gerçekleşecek radikal bir değişimin öncelikle çözmesi gereken, aşırı sermaye birikimi sorunudur. Marx’ın deyimiyle “susuzluktan haykıran bir tay gibi” inleyerek bir kenara çekilen sermaye fazlası, daha önceki krizlerle kıyaslanmayacak biçimde susuzluğunu giderecek yeni vahalar; yeni yatırım alanları bulmak zorundadır. Bunun için öncelikle pazarın genişlemesi yeni yatırım alanlarının açılması şart. İki yolu var: pazarın genişliğine ve derinliğine büyütülmesi. Dünya pazarının sermayeyi tatmin edebilecek ölçekte enine genişleme gerçekleştirebileceği fethedilmemiş yeni bir alan kalmadı. Oldukça çeşitlenmiş insan ihtiyaçlarının üstüne, ihtiyaç olmayan ihtiyaçlar yaratarak tüm olası potansiyeli tüketmiş görünen kapitalizmin ana karalarında pazarın derinliğine büyüme şansı da oldukça kısıtlı. Derinliğine büyümenin adresi olarak geriye yeni yükselen güçlerin pazarları kalıyor. Orada oldukça büyük bir potansiyel olduğu muhakkak. Ancak mevcut sanayi altyapısı, kullanılan enerji kaynakları düşünüldüğünde derinliğine büyüme sorunu doğrudan doğal sınırlar başlığında ele alınıp yanıtlanması gereken bir soruna dönüşüyor. Geriye burjuvazi yönünden iki seçenek kalıyor. Birincisi, var olan pazarın birbirlerine karşı zorunlu güç kullanarak kapitalistlerce yeniden paylaşılması; yani büyük bir savaş. Böylelikle sermaye kendisine yönelik “yaratıcı bir yıkım” gerçekleştirirken, talep sorununu da en azından yeni bir yükseliş evresine yetecek bir süre ertelemiş olacak. Mevcut hegemonyanın yükselen yeni güçlerce sorguya alınıyor olması, bu güçlü olasılığın hegemonya başlığında ele alınmasını gerektiriyor. Burjuvazinin zorlayacağı ikinci kapı, sanayi altyapısında ve emek üretkenliğinde en az büyük bir paylaşım savaşı kadar etki yaratacak bir değişim girişimini başlatmak olacaktır. Bu bağlamda, aşırı birikmiş sermayeyi büyük oranda yeniden maddi üretim alanına çekecek büyüklükteki biricik somut potansiyel, tükenmekte olan ve bu yüzden de aşırı fiyat hareketleri ile sistemin genelini istikrarsız ve güvensiz bir konuma sürükleyen fosil yakıtların yerine, yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarının geniş ölçekli kullanıma sokulması ve bu yeni kaynaklara 140 Minqi Li, age., s.189-231
210
Büyük Deprem Bir Bilanço
bağlı olarak kapitalist üretimin altyapısının tepeden tırnağa yenilenmesinde yatmaktadır. Bu değişim, oldukça geniş ve uzun vadeli yatırım alanlarının sermayenin önüne açılması anlamına gelecektir. Aynı değişimi tetikleyecek kıvılcım ise, bir dönem kapitalizmin üretim organizasyonunun temel paradigmasını oluşturmuş Ford, GM ve Chrysler gibi otomotiv tekellerinin çekmecesinde yatıyor: Yenilenebilir enerji ile çalışan yeni nesil bir otomobil. Kriz bu değişim için gerekli konjonktürü oluşturmuştur. Kıvılcım için, iflası konuşulan otomotiv devlerinin gerçekten iflas etmesi ve yeni tasarımlar için yeniden yapılandırılması gerekiyordu ki, bilindiği gibi bu doğrultuda önemli adımlar atıldı. Chrysler, % 20’si FIAT’a, % 8’i ABD ve % 2’si Kanada hükûmetlerine, % 55’i de sendikaya devredilerek; GM, 1 Haziran 2009’da Obama’nın özel çabasıyla iflas korumasına alınarak, hisselerinin %60’ı ABD Hükûmetine, %12’si Kanada Hükûmetine ve elbette %17,5’i sendikaya devredilerek yeniden yapılandırıldı. Burjuvazinin işi buraya kadar hiç zor olmadı. 23 Aralık 2008’de ABD Ticaret Bakanlığınca açıklanan verilere göre motorlu araçlar ve parçaları üretimi 2007’de toplam 440,4 milyar$ olup; GSMH’sının %3,2’sini oluşturmuştu. 2008 üçüncü çeyrekte üretim 370,7 milyar$’a düşmüş olup, bu oran %2,6’ya gerilemişti.141 Yani ABD bu üç devin iflasından batan Lehman Brothers kadar bile etkilenmeyecekti. Buradaki sorun, bu üç dev otomotiv şirketinde çalışanların şirketlerin iflası halinde uğrayacakları hak kayıplarıydı. Bu da şimdilik, işçi sınıfının da suça iştirak edilmesiyle halledilmiş görünüyor. 20 Ocak’ta Başkanlığı devir aldıktan sonra, Obama’nın açıklayacağı hükûmeti oluştururken küresel iklim değişikliği başlığında radikal bir politika değişikliğine gideceği belli olmuştu. Önce Nobel ödüllü Fizikçi Steven Chu’yu Enerji Bakanlığına atadı. Daha sonra, tanınmış iklim değişikliği uzmanlarından John Holdren’i bilim başdanışmanlığına getirdi. Her iki isim de görüşleri ve eylemleriyle küresel iklim değişikliği ve Kyoto başlığında geçmişten bu yana izlenen geleneksel politikaya karşı isimlerdi. Bu politika değişimi, otomotiv devlerinde başlatılan yeniden yapılandırma girişimleri ile birlikte düşünüldüğünde önem kazanıyordu. “Bilimi hak ettiği yere kavuşturmak”; “okulları yeniçağın gereklerine uyacak biçimde dönüştürmek”; “güneşi, rüzgarı ve toprağı, otomobillerin ve fabrikaların hizmetine, teknoloji harikalarını da sağlığın hizmetine koşmak”; “büyümenin yeni temelini oluşturmak”; Obama’nın başkanlık konuşmasında yer alan bu sözler, özünde burjuvazi yönünden artı-değerin nispi olarak artırılması ile eşanlamlı, emek üretkenliğini bulunduğu düzeyin daha ötesine taşımayı hedefleyen bir arayışın ifadesidir. Aynı arayışın izini daha sonra gerçekleştirilen G20 Nisan ve G8 Temmuz zirvelerinde de sürmek mümkün. Ancak gerek hegemonyanın çözülmekte oluşunun doğuracağı olası ve kaçınılmaz politik sonuçlar, gerekse geniş emekçi sınıflara dayatılan kriz faturasının onların yaşam tarzlarında doğura141 http://www.bea.gov/newsreleases/national/gdp/2008/pdf/gdp308f.pdf
211
Yaşayan Marksizm
cağı yıkıcı ekonomik sonuçlar ve buna verecekleri tepki, sermayenin Obama’nın sözünü ettiği türden bir hamleyi başarma şansını azaltıyor. Ayrıca burjuvazinin yeni yaptığı gelecek projeksiyonlarında fosil yakıtların halen geleneksel ağırlığını koruyor olması, bu hamlenin büyüklüğünün gerektirdiği köklü bir hazırlığın ve seferberliğin henüz olmadığını gösteriyor. (Tablo 9). Tablo 9 DÜNYA PETROL TALEP PROJEKSİYONU (Milyon Varil/Gün) (2008-2030)142 BÖLGELER
2008
2010
2015
2020
2025
2030
KUZEY AMERİKA
24.3
23.4
23.6
23.4
23.1
22.8
BATI AVRUPA
15.2
14.6
14.5
14.3
14.1
13.8
OECD PASİFİK
8.0
7.5
7.4
7.2
7.0
6.8
OECD
47.5
45.5
45.5
45.0
44.3
43.4
LATİN AMERİKA
4.8
4.8
5.2
5.6
5.9
6.2
ORTA DOĞU&AFRİKA
3.2
3.3
3.7
4.2
4.7
5.2
GÜNEY ASYA
3.5
3.5
4.4
5.5
6.7
8.2
GÜNEY-DOĞU ASYA
5.8
5.9
6.6
7.4
8.2
9.0
ÇİN
8.0
8.3
10.4
12.3
14.1
15.9
OPEC
7.7
8.2
9.0
9.8
10.6
11.5
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER
33.0
34.0
39.3
44.8
50.2
56.1
ESKİ SSCB ÜLKELERİ
3.1
3.2
3.3
3.5
3.6
3.7
DİĞER GEÇİŞ EKONOMİLERİ
2.0
1.9
2.1
2.2
2.3
2.4
GEÇİŞ EKONOMİLERİ142
5.1
5.1
5.4
5.7
5.9
6.1
DÜNYA
85.6
84.6
90.2
95.4
100.4
105.6
Ama hin-i hacette söylenenlerin çoğunun yaşama geçirildiği varsayılsa bile, bu, kapitalizm yönünden çok uzak olmayan bir gelecekte, çok daha ağır ve yeni bir krizin tohumlarının atılmasından başka bir anlama gelmeyecektir. Çünkü:143 * Güneş ve rüzgar enerjisi ile yeni baştan kurulacak sanayi altyapısının (yani büyümenin yeni temeli), fosil yakıtlara dayalı sanayi altyapısı kadar işgücü gerektirmemesi; 142 OPEC “World Oil Outlook 2009”, s.53 ABD Enerji Bakanlığı Enerji Enformasyon Birimi (DOE/EIA) tarafından yayınlanmış “International Energy Outlook 2009” daki 1990-2030 projeksiyonuyla uyumludur. İki kurumun beklentileri arasındaki fark ihmal edilebilir büyüklükte olup, DOE/EIA’nın beklentisi ortalama % 1,5 fazladır. 143 “Geçiş Ekonomileri” kategorisi altında anılan ülkeler “sosyalist sistem” dağılmadan önce Sovyetler Birliği’ne dahil olanlarla, bütünleşme öncesi diğer Avrupalı “sosyalist” ülkelerden ve ayrıca Malta ve Kıbrıs adalarından oluşuyor.
212
Büyük Deprem Bir Bilanço
* Sınai üretimin atıl kapasite sorununun kronikleşmesi; [Bu sorun, emek üretkenliğindeki artışla birlikte toplumsal zenginliğin üretiminin dayandığı temeldeki kaymanın bir sonucudur. Kapasitelerin genişliği, mevcut talepteki olası artışı karşılamada tevzi düzeltmeleri yeterli kılmakta, yeni yatırımların önünü kesmektedir. Krizle birlikte ABD’de görülen toplam sanayi kullanım oranları, “kriz ABD’de başladı, yükseliş de ABD’den başlayacak” beklentisi içinde olanları düş kırıklığına uğratacak tarihi seviyelere düşmüştür. Son açıklanan 1 Mayıs 2009 verisi son elli yılın en düşük kapasite oranına karşılık geliyor: % 68,3 (Şekil 19).] Şekil 19144 ABD TOPLAM SANAYİ KAPASİTE KULLANIM ORANI (Ocak 1967- Mayıs 2009)
• Özellikle kapitalizmin anakaralarında, insan ihtiyaçlarının çeşitliliğinde erişilen doygunluğun, pazarın derinliğine büyümesine ve yeni sanayi ürünlerinin tüketimine ket vuracak olması; • 1980’lerin ikinci yarısı ve 90’ların başında sosyalizmin geniş emekçi yığınların indinde somut bir kurtuluş yolu olarak itibarını yitirmesiyle, dünya işçi sınıfının, sınıf mücadelesinin bütün mevzilerinde oldukça geri bir konuma düşmesi, kazanılmış haklarının gasp edilmesi ve sonuç olarak geniş yığınların gerçek alım gücünde net bir düşüşün gerçekleşmiş olması; • Ağırlıkla yine gelişmiş kapitalist ülkelerde, bir önceki evrede tüketime pozitif yansıyan “servet etkisi”nin yaşanmakta olan krizin doğrudan bir sonucu olarak negatife dönmüş olması; • Yaşanan tüm değersizleşme sürecine karşın, mali oligarşinin sermaye üzerindeki egemenliğiyle birlikte, kâr hadlerindeki düşüş eğiliminin bir fonksiyonu olarak gelişen malileşmenin, kapitalizmin arızi değil, kangrenleşmiş kronik bir sorununa dönüşmüş olması; 144 http://research.stlouisfed.org/fred2/series/TCU?rid=13 Fed, ABD Merkez Bankası
213
Yaşayan Marksizm
Hepsi birden, daha fazla canlı emeği üretim sürecinden uzaklaştıracak ve sonuç olarak, özellikle kapitalizmin anakaralarında sürekli ve giderek ağırlaşan bir talep sorununa neden olacaktır. Genel üretici güçteki tüm olası gelişmeler, sermayenin ilkel, bu yüzden de “pek zavallı” ama vazgeçemeyeceği biricik varlık temelini, yani “yabancı emek süresi hırsızlığı” alanını, fiziksel olarak daha da daraltacak; sermaye, çaresizce, bir illüzyon ve geçici sarhoşluktan başka bir şey olmadığı devam eden krizle kanıtlanan sanal dünyasına yeniden yelken açmak zorunda kalacaktır. Ayrıca yukarıda sayılanlara ek olarak çok büyük bir müşkül daha var. Yeni küresel işbölümü çerçevesinde kurulmuş bulunan sermayenin evrensel ölçekte zayıflayarak da olsa halen devam eden ana akım devresinin öyle bir iki önlemle ve kısa erimde yeniden düzenlenmesi olanaksız. Dünya ölçeğinde tüm biriken fonların % 70’ine erişen büyüklüğünün ABD’ye transferi biçiminde gerçekleşen bu akımın devamı halinde ise, Obama’nın vaatleri onun kişisel pembe düşleri olmaktan öteye gidemeyecektir. Nedenini Arrighi şöyle özetliyor: Eylül 2006’ da Wall Street Journal, Birleşik Devletler’in doksan yıldan beri ilk defa, yabancı alacaklılara yurt dışındaki yatırımlarından elde ettiği miktardan daha fazla para ödediğini ve dolayısıyla Avrupa’ya fazlasıyla borçlandığı on dokuzuncu yüzyıldaki o eski durumuna geri döndüğünü yazmıştır. Birleşik Devletler’in borçlu bir ülke olarak on dokuzuncu yüzyıldaki durumuyla şimdiki durumu arasındaki temel fark, bu büyük miktardaki borcun Avrupa’dan değil artık Asya’dan alınması olgusunun yanı sıra, şudur: on dokuzuncu yüzyılda alınan borçlar demiryolları ve diğer altyapı yatırımlarını finanse etmekte kullanılıyordu, bu da ABD ekonomisinin üretkenliğini artırmaktaydı; oysa bugün bu borçlar özel ve kamusal tüketimi finanse etmektedir ki bunu, Birleşik Devletler’in rekabet edebilecek düzeyde üretmesi artık mümkün değildir.145 Sermayenin sonsuz birikim arayışının teorik menzili bir tek dünya tekeli oluşturmak ve kendi varlığına kendi eliyle son vermektir. Sermayenin bu hareketinin dışa vuruş biçimi, yani tekelleşme sürecinin aracı, rekabettir. Oysa rekabet eşitsiz gelişimin dinamik zemininde işleyen ve sermayeyi sürekli bölen bir ilişkidir. Cebir diliyle söylenirse, sermayenin genel hareketinin menzili, rekabetin ve eşitsiz gelişimin değişken olarak yer aldığı bir fonksiyonun, değeri sonsuz olan limitine eşittir. Ancak bu fonksiyon sıradan bir cebir işlemini değil, insanı ve tüm diğer canlılarla birlikte doğayı içine alarak ezen, insan faaliyetinin ürünü ama gerçekte insana aykırı ilişkilerin cenderesini, akıp giden gerçek hayatın içinde bir kısır döngünün trajik öyküsünü anlatır. Bu kısır döngüyü bozacak ve sermayenin cenderesinden kendisini kurtarırken bütün insanları ve doğayı da kurtarmaya yetenekli bir tek güç var: toplumsal proletarya! Aynı kısır döngüden bir tek çıkış var: komünizm! 2 Ağustos 2009 145 G. Arrighi, “Adam Smith Pekin’de”, Yordam Kitap, Ocak 2009, Birinci Basım, 44 No’lu dipnot, s.202
214
İlkel Sermaye Birikimi Yusuf Zamir
Sermaye Birikimi
E
konomi politik, işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçilerin ve işgücü satın alıcısı olan kapitalistlerin varlığını doğanın bir verisiymiş gibi kabul eder. Ekonomi politik, işgücünün niye metalaştığını asla sorgulamaz, işgücü metaı satıcısı ve işgücü metaı alıcısı sınıfların nasıl ortaya çıktığını hiç araştırmaz. Ekonomi politik, mevcut insana aykırı düzeni akli göstermekle işlevli olduğu için, mevcut verilerin tartışmasız kabulü temelinde zihinsel işlem yapar. Ekonomi politiğin zihinleri içeriden kuşatarak zımnen kabul ettirmeye çalıştığı gibi, işgücü satıcıları ve işgücü alıcılarının varlığı doğanın bir verisi olsaydı, insanların işçi geni ya da kapitalist geniyle doğmaları gerekirdi. İnsan türünde doğuştan böyle bir garabet olmadığına göre, yani doğa işçi ve kapitalist yaratmadığına göre, acaba bu akıl dışı durum nasıl ortaya çıkmıştır? Pazarda, bir yanda toprağın, makinelerin, hammaddelerin, geçim araçlarının, yani işlenmemiş topraklar hariç hepsi emeğin ürünleri olan bütün bunların (üretimin maddi koşullarının - YZ) sahibi bir dizi alıcının (işgücü metaı alıcısının, yani kapitalistin - YZ) bulunması, öte yanda ise kendi işgüçlerinden, çalışan kol ve beyinlerinden başka satacak bir şeyleri olmayan satıcıların (işgücü metaı satıcılarının, yani işçilerin - YZ) bulunması olgusunun, bu tuhaf olgunun nasıl ortaya çıktığını sorabiliriz. Birileri kâr etmek ve zenginleşmek için boyuna (işgücü - YZ) satın alırken ötekilerin geçimini temin etmek için hep (işgüçlerini - YZ) satması garabeti nasıl ortaya çıkmıştır? Bu soru, bizi, ekonomistlerin önceki ya da ilksel birikim dedikleri ama ilksel mülksüzleştirme denilmesi gereken şeyin araştırılmasına götürür. Bu ilksel birikim denen şeyin, emekçi insan ile emek araçlarının başlangıçtaki birliğinin bozulması sonucuna götüren bir dizi tarihsel süreçten başka bir anlama gelmediğini buluruz. (K. Marx, “Ücret, Fiyat, Kâr”, Haziran 1865, MESY, İng., c. 2, s. 55-56.)
215
Yaşayan Marksizm
Ücretli emek - sermaye toplumunda, bir yanda işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan doğrudan üreticiler, yani işçiler yer alır, öte yanda da üretim ve geçim araçlarına sahip olan kapitalistler vardır. Toplumun bu şekilde yarılmaya başladığını ilân eden ilk sermaye, “emekçi insan ile emek araçlarının başlangıçtaki birliğinin bozulması sonucuna götüren”, yani doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarını birbirinden koparagelen “ilksel mülksüzleştirme” sürecinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. İşçi ya da kapitalist olmak, insan türünün doğasında yazılı değildir. Kişiyi işçi ya da kapitalist yapan, kişinin içinde doğduğu toplumsal koşullardır. Toplumsal koşullar, tarih içinde kuşakların birbirlerine eklemlenen faaliyetlerinin ürünü olarak ortaya çıkar. Yani toplumsal koşullar, olgular, ilişkiler, biçimler, hepsi insan yapımıdır. Marx’a göre, işçi ile kapitalisti tarih sahnesine çıkaran süreç, “emekçi insan ile emek araçlarını”, yani doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarını birbirinden ayıran süreçtir. Marx, bu sürece, ilksel mülksüzleştirme süreci ya da ilkel sermaye birikimi süreci der. Kavramsal olarak bir de “normal” sermaye birikimi süreci vardır. “Normal” sermaye birikimi süreci şöyle çalışır: Kapitalist, el koyduğu artı-değerin bir bölümünü kişisel geliri olarak alır, geriye kalan bölümünü sermayeye ekler. Sermaye, artı-değerden kendine katılan bölüm kadar büyüyerek yeniden üretime girer. Artı-değerin bir bölümünün bu şekilde sermayeye katılarak onu büyütmesine sermaye birikimi denir. Artı-değerin bir bölümünün sermayeye katılarak sermaye birikiminin yapıldığı moment, mantıksal olarak, zaman skalasında daha önce artı-değerin üretildiği bir momenti varsayar. Yani sermaye birikiminin yapılabilmesi için, daha önce kapitalist meta üretiminin gerçekleşip artı-değerin üretilmiş olması gerekir. O halde, ilk kapitalist meta üretimini gerçekleştiren ilk sermayenin nasıl peydahlandığını açıklamak gerekir. İlk sermayenin nasıl ortaya çıktığına dair açıklamalar, sermayenin ne olarak anlaşıldığıyla doğrudan bağlıdır. Örneğin Adam Smith’e göre sermaye, “değerli varlıklar”dır, yani üretim araçlarıdır, geçim araçlarıdır ya da bunları satın alacak olan parasal birikimlerdir. Adam Smith, sermayeyi şey olarak anladığı için, ilk sermayenin ortaya çıkışını, “daha önceki sermaye birikimi” dediği “değerli varlıklar” birikiminin oluşmasıyla açıklamaya çalışmıştır. Marx’a göre şey’ler, yani üretim ve geçim araçları belli toplumsal koşullarda sermayeye dönüşebilirler ama bunlar kendiliklerinden sermaye değildirler. Sermaye denince, esas olarak, üretim ve geçim araçları yığını değil, fakat sermaye toplumsal ilişkisi anlaşılmalıdır. Parayı, üretim ve geçim araçlarını sermayeye dönüştüren tarihsel süreci Kapital şöyle anlatır: 216
İlkel Sermaye Birikimi
Üretim ve geçim araçları nasıl kendiliklerinden sermaye değillerse, para ve metalar da kendiliklerinden sermaye değildirler. Bunların sermayeye dönüşmeleri gerekir. Ama bu dönüşümün kendisi, ancak belli koşullar altında olabilir. Yani birbirinden çok farklı türden iki meta sahibinin yüzyüze ve temas haline gelmesi gerekir: Bir yanda, başkalarının işgücünü satın alarak ellerindeki değerler toplamını artırmak için tutuşan, para, üretim aracı ve geçim aracı sahipleri. Öte yanda, kendi işgüçlerini ve dolayısıyla emeklerini satan özgür emekçiler. Bunlar iki anlamda özgür emekçilerdir: Ne köleler, serfler vb. gibi üretim araçlarının ayrılmaz parçasıdırlar ne de mülk sahibi köylüler gibi üretim araçlarına sahiptirler. Bu nedenle, özgür emekçiler, kendilerine ait herhangi bir üretim aracının engellemesinden kurtulup özgürleşmiş emekçilerdir. Meta pazarındaki bu kutuplaşma ile kapitalist üretimin temel koşulları sağlanmış olur. Kapitalist sistem, emekçilerin emeklerini gerçekleştirebilecekleri araçlar üzerindeki her türlü mülkiyetten tamamen ayrılmış olmalarını öngörür. Kapitalist üretim kendi ayakları üstünde doğrulur doğrulmaz, yalnızca bu ayrılığı sürdürmekle kalmaz, aynı zamanda bu ayrılığı sürekli genişleyen ölçekte yeniden üretir. Bu nedenle, kapitalist sistemin yolunu açan süreç, emekçinin elinden üretim araçları sahipliğini alan süreçten başkası olamaz. Bu süreç, bir yandan, toplumsal üretim ve geçim araçlarını sermayeye dönüştürür, öte yandan, doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür. İlkel birikim denilen şey, bu nedenle, üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir. İlkel olarak görünür, çünkü sermayenin ve buna uygun düşen üretim tarzının tarih öncesi aşamasını oluşturur. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 668.)
Doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birbirlerinden ayrılması, hem ilkel sermaye birikimi sürecinin hem de artı-değere el koyma yoluyla gerçekleşen olağan sermaye birikimi sürecinin ortak karakteristiğidir. Her ikisinin de temeli, emekçiyi emek koşullarından ayırmakta olan aynı yabancılaşma sürecidir. Emekçi ile emek koşullarının spontane birliğini inkâr edegelen yabancılaşma süreci, ilkel sermaye birikimi momentiyle tarihsel bir sıçrama yapmıştır. Yabancılaşma süreci, bu niteliksel sıçramayla kapitalist üretim ilişkilerini örmeye başlamıştır. İlkel sermaye birikimi momenti, bu anlamda, kapitalizmin kurucu momentidir. Sermayenin bir toplumsal ilişki olarak kendisini egemen kılmak için verdiği sınıf mücadelesi momentidir. İlkel sermaye birikimi ile yeni toplumsal ilişkilerin ilk kurucu adımı atıldıktan sonra, yani ücretli emek ile sermaye ilişkisi bir kez yaratıldıktan sonra, kapitalist üretimin durmadan kendisini yeniden üretmesinden ötürü, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birbirinden ayrılığı süreğenleşir: 217
Yaşayan Marksizm
Paranın sermayeye dönüştürülmesi için metaların üretimi ve dolaşımından başka bir şey daha olması gerektiğini gördük. Bir yanda para ya da değere sahip olan kimsenin (kapitalistin - YZ), öte yanda değer yaratıcı cevhere sahip olan kimsenin (işçinin - YZ), bir yanda üretim ve geçim araçlarına sahip olan kimsenin, öte yanda işgücünden başka bir şeyi olmayan kimsenin alıcı ve satıcı olarak karşı karşıya gelmeleri gerektiğini gördük. Emeğin kendi ürününden, öznel işgücünün emeğin nesnel koşullarından ayrılması (doğrudan üreticilerin üretimin maddi koşullarından ayrılması - YZ), böylece kapitalist üretimin gerçek temeli ve başlangıç noktası oluyordu. Ama başta yalnızca başlangıç noktası olan bu durum, sırf sürecin sürekliliği yüzünden, basit yeniden üretim yüzünden kapitalist üretimin durmadan yenilenen ve süreğenleşen, kendine özgü bir sonucu haline gelir. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 535.)
Ücretli emek, sermayenin olmazsa olmazıdır. Ücretli emek, sermaye üreten emek demektir. Bunlar birbirinin ikiz kardeşidir. Onun için, sermaye ilişkisi denince, aslında kastedilen, ücretli emek - sermaye ilişkisidir. “İlkel” ya da değil, sermaye birikimi süreci içinde biriken, ücretli emek - sermaye toplumsal ilişkisidir. Sermaye birikimi süreci ilerledikçe, ücretli emek - sermaye ilişkisi giderek genişleyen ölçekte yeniden üretilir. Kapitalist üretim ilişkilerinin giderek genişleyen ölçekte yeniden üretilmesi, toplumun işçi sınıfı ve burjuvazi olarak giderek daha derinden yarılması demektir: Kapitalist üretim, bu yüzden, işgücü ile emek araçları arasındaki ayrılığı bizzat yeniden üretir. Kapitalist üretim, böylece emekçinin sömürülmesinin koşullarını yeniden üretmekte ve sürdürmektedir. Emekçiyi yaşamını sürdürmek için durmadan işgücünü satmaya zorlamakta ve kapitaliste daha da zenginleşmesi için bu işgücünü satın alma olanağını hazırlamaktadır. Kapitalist ile emekçinin alıcı ve satıcı olarak pazarda karşı karşıya gelmeleri artık rastlantı olmaktan çıkmıştır. Emekçiyi kendi işgücünün satıcısı olarak habire pazara gerisin geriye fırlatan şey bu sürecin kendisidir. Bu sürecin kendisi, emekçinin kendi ürettiği ürünleri, habire, başkasının emekçiyi satın almasını sağlayan araçlar haline dönüştürür. Gerçekte emekçi, daha kendisini sermayeye satmadan önce, sermayeye aittir. (İşçi geçimini temin etmek için daha baştan kapitaliste muhtaçtır. - YZ) ... Demek oluyor ki, kapitalist üretim sürekli bir bağlantılı süreç, yani bir yeniden üretim süreci olması nedeniyle yalnızca meta ve artı-değer üretmekle kalmıyor, aynı zamanda, bir yanda kapitalist öte yanda ücretli emekçi olmak üzere kapitalist ilişkiyi de üretiyor ve yeniden üretiyor. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 541-542.)
218
İlkel Sermaye Birikimi
İlkel sermaye birikimi süreci, geleneksel doğrudan üreticileri üretimin maddi koşullarından kopararak ücretli emek ilişkisi içine sokar, yani işçileştirir. İlkel sermaye birikimi süreci, doğrudan üreticilerden kopardığı üretim ve geçim araçları üstünde özel mülkiyeti tesis eder. İlkel sermaye birikimini “ekonomi dışı” yapan odur ki, üretim ve geçim araçları özel mülk haline getirilirken, mübadele ilişkisine başvurulmaz, yani karşılığında “ekonomik” bir bedel ödenmez. Ödenen bütün bedel, şiddet araçlarına ve şiddetin örgütlenmesine harcanandır. Doğrudan üreticiler ile üretim ve geçim araçları arasına özel mülkiyet sapkınlığı bir kez girdikten sonra, mülksüzlerin yaşamlarını sürdürebilmek için işgüçlerini kapitalistlere meta olarak satmaktan başka çareleri kalmaz. İlkel sermaye birikimiyle mülksüzleştirilmiş emekçi kapitaliste boyun eğip işgücünü ücret karşılığı satma sözleşmesi yaptığı anda, yani işgücünü metalaştırdığı anda kendi kendisini yeniden üreterek süreklilik kazanacak olan yabancılaşma girdabına girmiş olur. Çünkü işçinin işgücünü ücretle mübadele etmesi, gelecekteki geçim araçlarını kapitalistin mülkü olarak üretmeyi peşinen kabul etmesi demektir. İşçinin işgücünü ücretle mübadele ettiği an, aynı zamanda, kendisini gelecekte de geçim araçlarından ayrı kılacak olan toplumsal koşulları yeniden üretmeye başladığı andır. İşçi bir kez bu girdabın içine düştükten sonra, “ekonomik ilişkilerin sessiz zorlaması” gereği, yaşayabilmek için işgücünü ücretle, ücreti de kapitalistin mülkü olarak ürettiği geçim araçlarıyla mübadele etmeye devam edecektir: Emekçiyi kendi işgücünün satıcısı olarak habire pazara gerisin geriye fırlatan şey bu sürecin (emekçiyi emeğin maddi koşullarından ayıran ve bu ayrılığı sürekli yeniden üreten yabancılaşma sürecinin - YZ) kendisidir. Bu sürecin kendisi, emekçinin kendi ürettiği ürünleri (kapitalistin özel mülkü olarak ürettiği için - YZ), habire, başkasının (kapitalistin - YZ) emekçiyi satın almasını sağlayan araçlar haline dönüştürür. Gerçekte emekçi, daha kendisini sermayeye satmadan önce, sermayeye aittir. (İşçi geçimini temin etmek için daha baştan kapitaliste muhtaçtır. - YZ) (Agy.)
Çıplak zor kullanımı - “sessiz zorlama” İlkel sermaye birikiminin klâsik biçimi, on beşinci yüzyıl sonundan on sekizinci yüzyıl ortalarına kadar İngiltere’de yaşandı. İngiltere kırsalındaki emekçiler, bazı arazileri, meraları, ormanları, akarsuları, doğal kaynakları kuşaklar boyunca yerleşmiş gelenekler uyarınca ortaklaşa kullanıyorlardı. Ancak şehirlerden taşıp gelen pazar ilişkileri, kırdaki ortak yaşam alanlarının geleneksel toplumdan koparılıp özel mülkiyete alınması yönündeki basıncını giderek artırıyordu. Yerel egemenler, zamanla, geleneksel toplumun ortak malı olan alanların etrafını çitle çevirip ortak kullanıma kapatmaya başladılar. Yerel egemenlerin kır emekçilerini ortak üretim ve yaşam alanlarından zorla söküp atarak yarattıkları fiili özel mülkiyet, çok geçmeden kral fermanlarıyla yasal hale getiriliyordu. Böylece 219
Yaşayan Marksizm
devlet, kırdaki doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşulları arasındaki kendine özgü birliğin zorla ortadan kaldırılmasına, yağmalanan alanlar üzerinde özel mülkiyet kurulmasına açıkça destek vermiş oluyordu. Düpedüz soyularak mülksüzleştirilen kır emekçileri, bir geçim yolu bulmak umuduyla şehirlere akın ettiler. Mülksüzlerin şehirlere yığılmasıyla aylaklık, serserilik, hırsızlık aldı yürüdü. Devlet, şehirlerde asayişi sağlamak, mülksüzleri kapitalistlerin emrinde çalışma disiplinine sokmak için peş peşe terör yasaları çıkardı. Avare dolaşanlar yakalanınca önce kamçılanıyor sonra zorunlu çalışmaya mahkum edilerek iş yerlerine zimmetleniyordu. İkinci kez “serseri dolaşırken” yakalananların kamçılandıktan sonra kulağının yarısı kesiliyordu. “Serserilik”ten üçüncü kez tutuklananlar ölümle cezalandırılıyordu. Sadece Sekizinci Henri (1491-1547) zamanında, kapitalizmin çalışma disiplinini sağlama uğruna yetmiş iki bin kişi idam edildi. Böylece devlet, işgücünün metalaşması, yani ücretli emek ilişkisinin yaratılması sürecine doğrudan müdahil oldu. Devlet gücü, yani devletin şiddet uygulama ve yasa çıkarma tekeli, geleneksel ilişkileri ücretli emek - sermaye ilişkisine dönüştüren ilkel sermaye birikimi sürecinde can alıcı rol oynadı: Böylece tarımsal nüfus önce topraklarından zorla koparıldı, evlerinden atıldı ve işsiz-güçsüz kalabalıklar haline getirildi. Daha sonra kırbaçlanarak, damgalanarak, gaddar yasalar yoluyla işkence edilerek, ücret sisteminin gerektirdiği disipline sokuldu. Emeğin koşullarının (üretimin maddi koşullarının - YZ) toplumun bir kutbunda sermaye halinde yoğunlaşmış olması, toplumun öteki kutbunda ise işgüçlerinden başka satacak şeyleri bulunmayan insanların (mülksüzleştirilmiş doğrudan üreticilerin - YZ) toplanmış olması yeterli değildir. Hatta bunların işgüçlerini kendi istekleriyle satmaya zorlanmaları da yeterli değildir. Kapitalist üretimin ilerlemesi öyle bir işçi sınıfı ortaya çıkarır ki, işçiler eğitim, gelenek ve alışkanlıkları itibarıyla bu üretim tarzının koşullarını doğanın apaçık yasalarıymış gibi görür hale gelirler. Kapitalist üretim sürecinin örgütlenmesi, bir kez tamamlandı mı, bütün direnişleri kırar. Durmaksızın bir nispi artı-nüfus yaratılması, işgücünün arz ve talep yasasını, dolayısıyla ücretleri sermayenin isteklerine tekabül eden sınırlarda tutar. Ekonomik ilişkilerin sessiz zorlaması, kapitalistin emekçiyi tahakküm altına almasını tamamlar. Ekonomi dışı doğrudan zor, kuşkusuz hâlâ kullanılır ama ancak istisnai olarak kullanılır. İşlerin olağan gittiği sıralarda, emekçi ‘üretimin doğal yasalarına’ bırakılabilir. Yani, olağan hallerde işçinin sermayeye olan bağımlılığına bel bağlamak mümkündür. İşçinin sermayeye olan bağımlılığı, üretimin kendi koşullarından doğan ve üretimin koşullarının sürekliliğiyle güvence altına alınan bir bağımlılıktır. Oysa kapitalist üretimin tarihsel doğuşu sırasında, durum başka türlüdür. Yükseliş halindeki burjuvazi, ücretleri ‘düzenlemek’,
220
İlkel Sermaye Birikimi
yani ücretleri artı-değer üretimine uygun sınırlar içine girmeye zorlamak, işgününü uzatmak, emekçinin kendisini normal bir bağımlılık durumunda tutmak için devletin gücüne ihtiyaç duyar ve devlet gücünü kullanır. Bu, ilkel birikim denilen şeyin esas ögelerinden biridir. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 688-689.)
Kapitalizmin ilk egemen olduğu ülke İngiltere’dir. Onun için ilkel sermaye birikimine örnekler hep İngiltere’den verilir. Ancak, sermayenin İngiltere’deki ilk yükselişi, sadece İngiltere içinde değil, fakat bütün dünyada yaşanan ilkel birikim süreçlerinin sonuçlarını devşirmiştir: Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli nüfusun kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint Adaları’nın ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlaması, Afrika’nın siyahilerin satılmak üzere avlandığı bir alan haline gelmesi, kapitalist üretim çağı şafağının işaretleriydi. Bu sesiz gelişmeler, ilkel birikimin belli başlı adımlarıydı. Bu adımları, bütün yeryüzünü savaş alanına çeviren Avrupalı ulusların ticaret savaşı izler. Bu savaş, Hollanda’nın İspanya’ya isyan etmesiyle başlar, İngiltere’nin jakobenlere karşı savaşıyla dev boyutlara ulaşır ve Çin’e karşı afyon savaşı ile hâlâ sürer gider. İlkel birikimin farklı önemli anlarının özellikle İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere’de hemen hemen kronolojik bir sırayla yaşandığını görüyoruz. Bu farklı momentler, on yedinci yüzyılın sonunda, İngiltere’de, sömürgeleri, kamu borçlarını, modern vergi ve korumacılık sistemlerini kapsayan sistematik bir bileşime varır. Bu yöntemler, bazen, örneğin sömürge sisteminde olduğu gibi kaba kuvvete dayanır. Ama hepsi de, feodal üretim tarzının kapitalist tarza dönüşüm sürecini sera içine almışçasına hızlandırmak ve bu geçişi kısaltmak için, toplumun yoğunlaşmış ve örgütlenmiş gücü olan devlet iktidarını kullanır. Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir. Zorun kendisi bir ekonomik güçtür. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 703.)
Marx, ilkel sermaye birikiminde uygulanan zor için şöyle dedi: Tarihte, ele geçirmenin, köleleştirmenin, soymanın, öldürmenin, kısacası zorun büyük rol oynadığını herkes bilir. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 668.) Doğrudan üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, acımasız bir vahşetle ve en bayağı, en rezil, en küçültücü, en çirkin tutkuların dürtüsü altında gerçekleştirilmiştir. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 714.)
Vaktiyle İngiltere’de yaşananlar, ilkel sermaye birikimi sürecinin klâsik biçimidir. Marx, Kapital’de, ilkel sermaye birikiminin devlet iç borçlanma tahvilleri, uluslararası krediler ve aşırı vergilendirmeye dayalı öteki biçimlerini de anlatır: Ulusal borçlar, yani -ister despotik ister anayasal ya da cumhuriyetçi ol-
221
Yaşayan Marksizm
sun- devletin yabancılaşması, kapitalist çağa damgasını vurdu. Güya ulusal denen zenginlikten modern halkların ortak mülkiyetine düşen tek pay, zenginliğin ulusal borçlarıydı. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 706.) Ulusal borçların yıllık faiz vb. ödemeleri kamu gelirleriyle karşılandığı için modern vergilendirme sistemi ulusal borçlanma sisteminin zorunlu tamamlayıcısıydı... Aşırı vergilendirme bir kaza değil, daha ziyade bir ilkedir. İşte bundan ötürü, bu sistemin ilk uygulandığı Hollanda’da, büyük yurtsever De Witt, Özdeyişler’inde, ücretli emekçiyi uysal, tutumlu, çalışkan ve aşırı işle yüklü hale getirmenin en iyi yolu diye aşırı vergilendirmeyi göklere çıkarmıştı. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 707-708.)
İlkel sermaye birikimi, geleneksel üreticileri üretimin maddi koşularından ekonomi dışı zor kullanımıyla, yani çıplak zor kullanımıyla kopararak ücretli emek sermaye ilişkisini kuran süreçtir. Sermaye başlarda henüz kendisini kurarken esas olarak “ekonomik ilişkilerin gücü”ne değil, fakat devletin gücüne yaslanmıştır: Embriyon halindeki sermaye, gelişmeye başladığı sıralarda, artı emeğin yeterli bir miktarını emme hakkını sırf ekonomik ilişkilerin gücüyle değil, fakat devletin yardımıyla sağlama alır. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 258.)
Ücretli emek - sermaye ilişkisi kurulduktan sonra, zamanla “işçiler eğitim, gelenek ve alışkanlıkları itibarıyla bu üretim tarzının koşullarını doğanın apaçık yasalarıymış gibi görür hale” getirildikten sonra ekonomi dışı zor kullanımı geri plâna çekilir. Ücretli emek - sermaye ilişkisinin yerleşmesiyle derinleşen yabancılaşma süreci, mülksüzlerin etkili bir saldırısı olmadıkça, daha ziyade “ekonomik ilişkilerin sessiz zorlaması” ile yoluna devam eder. Ekonomi dışı zor kullanımının geri plâna çekilmesi için, yani işçilerin “ekonomik ilişkilerin sessiz zorlaması” ile işgüçlerinin metalaşmasına rıza göstermeleri için yüzyılların geçmesi gerekmiştir: ‘Özgür’ emekçinin yaşam gereksinimleri karşılığında bütün aktif yaşamını, çalışma kapasitesinin ta kendisini satmaya, bir tas çorba için doğuştan gelen haklarından vazgeçmeye razı olması, yani kapitalist üretimin gelişmesi yüzünden toplumsal koşullarca buna zorlanması yüzyıllar almıştır. (K. Marx, Kapital, 1867, İng., c. 1, s. 258.)
İlkel sermaye birikimi momenti, ekonomi dışı zor kullanımıyla, yani çıplak zor kullanımıyla bağlıdır. Sermayenin kendisine artı-değer katarak büyüdüğü olağan sermaye birikimi momenti ise ekonomi içi süreçlerle, yani “ekonomik ilişkilerin sessiz zorlaması” ile bağlıdır. Sonuçta her ikisi de aynı sürecin birbirlerini destekleyen farklı momentleridir. İlkel sermaye birikimi momenti, pozitivist yorumun ima ettiği gibi, kapitalizmin ilk doğuşunda yaşanıp bitmiş değildir. İlkel sermaye birikimi momenti, kapitalist üretim tarzının kurucu momenti olarak, ücretli emek - sermaye ilişkisinin günümüzdeki her genişlemesinde kendisini yeniden göstermektedir. 222
İlkel Sermaye Birikimi
Küresel sermaye, genişlemesinin önüne çıkan, eski güç dengeleri içinde oluşmuş ilişkileri ya da göreceli olarak geri kapitalist ilişkileri hem dünya pazarının “sessiz zorlaması”yla hem de ekonomi dışı zor kullanımıyla yıkmaktadır. Periferideki ülkesel-yerel ilişkiler içinde oluşmuş yaşam tarzları çökertilmekte, halklar ücretli emek sistemi dışında ulaştıkları geçim araçlarından yoksunlaştırılmaktadır. Küresel saldırı, geçmişte geleneklerin zorlaması ve sınıf mücadelesinin dayatmasıyla pazarın saf işleyişinden belli ölçülerde mesafeli yapılandırılmış bulunan eğitim, sağlık gibi hizmetleri özelleştirmekte, temel gıda maddelerinin, elektrik, su, doğalgaz gibi evsel girdilerin fiyatlandırılmasını vahşi pazara açmaktadır. Finansal dolandırıcılıklarla, borsa manipülasyonlarıyla emekçilerin birikimlerine, emeklilik fonlarına el konulmaktadır. Küresel sermayenin devlet borçlarına bindirdiği tefeci faizlerin ödenebilmesi için ağır vergiler salınmakta, peşin vergi, dolaylı vergi, sabit ödeme, katkı, kesinti adı altında düpedüz haraç alınmakta, bireysel kredi sistemiyle borçlandırılan emekçiler nefes almaksızın çalışmaya zorlanmakta, katlanarak artan faizler ödenemediği için emekçilerin elinde ne kaldıysa onlar da gasp edilmektedir. Yabancılaşma sürecini geriye sarmak Marx’ın yabancılaşma teorisindeki merkezi kavram, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birbirinden ayrılmasıdır. Yabancılaşmış faaliyetten kurtuluş teorisinin merkezi kavramı ise doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının “yeni bir tarihsel biçim içinde” yeniden birliğinin sağlanmasıdır. Doğrudan üreticileri üretimin maddi koşullarından koparagelmekte olan yabancılaşma süreci, ilkel komünal toplumları çözerek işlemeye başlamıştır. Yabancılaşma süreci, insanlar arasındaki doğrudan toplumsal ilişkileri kemirerek yerine metalar arasındaki toplumsal ilişkileri koymaktadır. Bu süreç ilerledikçe, hepsi de aynı sürecin çeşitli tezahürleri olan meta, mübadele değeri, para, pazar, ücretli emek, sermaye ilişkileri gelişerek hayatın her alanını ele geçirmekte, böylece yaratılan sahte dünyada insan giderek daha da insanlıktan çıkmaktadır. Sermaye, kendisine mütemadiyen yeni mübadele değerleri katarak büyüyemezse yaşayamaz. Sermaye, onun için, yeni mübadele değerlerinin üretilebileceği her faaliyet momentine, ortak yaşam alanlarına, geçmiş kuşaklardan kalan tarihsel mirasa, insanın inorganik bedeni olan doğaya azgınca saldırmaktadır. Sermaye, yaşamdan koparılıp gayri insanileştirilebilecek ne kaldıysa etrafını “çitle çevirip” metalaştırmaktadır. Böylece insanlar, kendi yabancılaşmış faaliyetleriyle yarattıkları insan yiyen canavarın gittikçe daha çok esiri olmaktadırlar. Yabancılaşma süreci, bilincin, sınıf mücadelesinin dışında gelişen “nesnel” bir süreç değildir. Burjuvazi, yabancılaşma süreci içinde kendi iktidarını ürettiği için, emekçileri emeğin koşullarından koparma sürecini an be an öznel müdahale ile içeriden itekler. Yabancılaşmış faaliyetin girdabına kapılarak kendisini kaybetmiş emekçiler de edindikleri fetişist bilinçle sürece katkıda bulunurlar. 223
Yaşayan Marksizm
Ancak, yabancılaşma süreci doğrudan doğruya insana karşı çalıştığı için öylesine dinamik bir karşı süreç yaratır ki, bu yabancılaşmış, tersine dönmüş, yalan dünyada “kendisinin iktidarsızlığını ve gayri insani varoluş gerçeğini” gören proletaryanın infiali yükselir. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesi, burjuvazi ile birlikte işçi sınıfını, dolayısıyla sınıf mücadelesini yaratan yabancılaşma sürecini hepten ortadan kaldırma hedefine açılır: Mülk sahibi sınıf da proletarya sınıfı da insanın kendisinden yabancılaşmasının aynısını sergiler. Fakat mülk sahibi sınıf bu yabancılaşmada kendisini huzurlu ve güçlenmiş hisseder. Mülk sahibi sınıf yabancılaşmayı kendi iktidarı olarak görür ve yabancılaşmada insanın varoluşunun dış görünüşünü bulur. Proletarya sınıfı yabancılaşmada kendisini yok edilmiş hisseder. Proletarya yabancılaşmada kendisinin iktidarsızlığını ve gayri insani varoluş gerçeğini görür. Bu, Hegel’in ifadesini kullanırsak, proletaryanın aşağılanma içinde aşağılanmaya karşı öfkesidir, infialidir. Proletarya, insani doğası ile insani doğasının kapsamlı, kesinkes ve yekten inkârı anlamına gelen yaşam koşulları arasındaki çelişki tarafından infiale doğru zorunlu olarak sürüklenir. Dolayısıyla, bu antitez içinde, özel mülkiyet sahipleri muhafazakâr yanı, proleterler de yıkıcı yanı teşkil ederler. Özel mülkiyet sahiplerinden antitezi koruma eylemi, proleterlerden de antitezi yok etme eylemi yükselir. (K. Marx, “Proudhon - Eleştirel Yorum No:2”, Kutsal Aile, Eylül - Kasım 1844, METY, İng., c. 4, s. 36.)
İnsanı insanlıktan çıkarmakta olan yabancılaşma süreci, aynı zamanda, süreci geriye döndürmenin, yani “işçinin karşısına bağımsız güçler olarak” çıkan emeğin koşullarını insana geri döndürmenin koşullarını da yaratır. İşçi sınıfı mücadelesinin içsel hedefi, yabancılaşma sürecini geriye sararak emek ile emeğin koşullarını yeniden birleştirmek, böylece ayrılığın yarattığı tahribatı ortadan kaldırmaktır: İlkel birikim, daha önce gösterdiğim gibi, emek ve işçinin emeğin koşullarından ayrılmasından başka bir şey değildir. Öyle ki, emeğin koşulları işçinin karşısına bağımsız güçler olarak çıkar. Tarihin akışı, bu ayrılığın toplumsal gelişmede bir faktör olduğunu gösterir. Sermaye bir kez oluştuktan sonra kapitalist üretim tarzı öylesine evrimleşir ki, bu ayrılığı, tarihsel geri döndürme gerçekleşinceye kadar devamlı artan ölçekte yeniden üretip idame ettirir. (K. Marx, Artı-Değer Teorileri, İng., c. 3, s. 271-272.)
Yukarıdaki “tarihsel geri döndürme” ifadesinin kastettiği, “çitle çevrilen” ortak yaşam alanlarının geriye alınmasıdır, mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesidir, metalaştırılan insan faaliyetinin sapkınlıktan arındırılıp insana geri döndürülmesidir, yaşamın her alanının adım adım komünalleştirilmesidir, sivil toplumun boğuşa boğuşa komünal topluma dönüştürülmesidir, yani komünist ya da sosyalist toplumsal devrimdir. 224
İlkel Sermaye Birikimi
Çağımızın toplumsal devrimi, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birliğini inkâr sürecini geriye sarma, yani inkârı adım adım inkâr etme sürecidir. Komünist ya da sosyalist toplumsal devrim, insana yabancılaşmış faaliyetin kitlesel olarak pratik eleştirisinin yapıldığı, böylece sahici insan faaliyetinin adım adım yaratıldığı, insan ile insanın inorganik bedeni olan doğanın uyumlu birliğine doğru ilerlendiği dünya-tarihsel geçiş dönemidir. Komünist ya da sosyalist toplumsal devrimin hedefi, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının ilkel komünal toplumlardaki spontane birliğini “yeni bir tarihsel biçim içinde yeniden” kurmaktır, yani evrensel komünal insanlığı yaratmaktır: Emek adamı ile emek araçları arasında bir kere ayrılma olduktan sonra, bu durum, yeni ve köklü bir devrim (komünist ya da sosyalist toplumsal devrim - YZ) üretim tarzını altüst edip başlangıçtaki birliği (ilkel komünal toplumlardaki birliği - YZ) yeni bir tarihsel biçim içinde yeniden kuruncaya kadar varlığını sürdürecek ve devamlı artan ölçekte kendini yeniden üretecektir. (K. Marx, “Ücret, Fiyat, Kâr”, Haziran 1865, MESY, İng., c. 2, s. 56.)
225
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı Ümit Tanışır - Ali İleri
Yaşamak… ne acayip iştir ki bu ne mene gidiştir ki TARANTA-BABU, «bu inanılmayacak kadar güzel» bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey: böyle zor bu kadar dar böyle kanlı bu denlü kepaze... (Taranta-Babu’ya Beşinci Mektup”tan)
B
ugün Taranta-Babu’ya bir mektup daha yazsaydık, herhalde, sermayenin kendi suretinde bir dünya yaratmış olduğunu, yaşamın o günden bugüne çok daha zor ve kepaze bir hal aldığını yazmak zorunda kalırdık. Yaşamı bu denli çekilmez kılan kapitalist üretim tarzı, bir süredir teklemeye başlamış, kendine olan güvenini yitirmiş ve öncekilere göre oldukça derin bir buhrana sürüklenmiştir. Acaba, bu buhrandan yükselen sesler, tıpkı kendisinden öncekiler gibi tarihsel bir dizge olan kapitalizmin ölüm çanları olabilir mi? Yoksa, yitirdiği özgürlüğünün peşindeki insan için, binlerce yıldır taşıdığı ve her geçen gün artarak katlanılmaz olan bu kaybın acısına son vereceği o nihai özgürlük savaşının vakti 227
Yaşayan Marksizm
mi yaklaştı? Bu sorulara anlamlı yanıtlar verebilmek; içinden geçmekte olduğumuz buhranın niteliğini anlamak ve olası sonuçlarına dair isabetli öngörülerde bulunabilmek için, öncelikle sermaye kavramını ve onun hareketinin en kapsamlı varoluş biçimi olan dünya pazarında geride bıraktığımız asırda meydana gelen değişimi ele almak gerekiyor. Sermayenin Tarihsel Mazereti, Özgürlük Arayışının Kefaretidir Marx, sermaye ile ürün arasında toplum açısından bir fark olmadığını ileri süren Proudhon’u yanıtlarken sermayenin geniş kapsamlı bir tanımını yapar: “Sermaye ile ürün arasındaki tek fark, sermayenin ürünün tarihi bir toplum biçimine özgü belirli bir toplumsal ilişkisini ifade etmesinden ibarettir.”1 Sermaye, bu ilişkiyi metalaştırdığı insan ihtiyaçlarının dolayımı üzerinden kurar ve onu kendi sınırsız büyümesinden ibaret olan sonsuzluk arayışına tabi kılarak sürekli yeniden üretir: Sermaye, gittikçe daha çok insanı, malzemeyi ve üretimi kendi kontrolü altına alarak sürekli olarak kendini genişletme arayışında ve eğilimindedir ve bu, tek amacı genişletilmiş toplumsal kontrol olan sonsuz bir büyümedir.2
Bu amaçtan ötürü de, boyunduruğu altına aldığı toplumun üyeleri ile arasında, egemenliğini genişlettiği ölçüde büyüyen bir karşıtlık oluşur. Çünkü insan, sermayeninki de dahil, bütün tahakküm biçimlerine karşıt ve en başından onun türsel varoluş çabasının3 ifadesi olarak gelişen başka bir arayışın, özgürlük arayışının sahibidir. Bu iki uzlaşmaz karşıt arayışın bir araya gelişinin sırrı, sermayenin sonsuz birikim sürecinin yapı taşında, artı-değerde gizlidir: Sermaye açısından artık-değer olarak beliren şey, işçi açısından, kendi bir işçi olarak ihtiyacının, dolayısıyla yaşamını sürdürmek için dolaysız olarak gerekenin ötesinde kalan artık-emektir. Sermayenin büyük tarihi rolü, işte bu artık emeği, salt kullanım değerinin, çıplak geçimlik üretimin bakış açısından fazlalık olan bu emeği yaratmaktır.4
Bu fazlalığın yaratılması, bir yönüyle sermayenin tarihsel mazeretiyse, diğer yönüyle özgürlük yürüyüşünün tarihsel kefaretidir. Marx, bu kefaret karşılığında, özgürlük arayışına kendi menziline doğru önemli bir sıçrama sağlayacak; ona “insan toplumunun tarih öncesi”ne5 son verecek ivmeyi kazandıracak koşulları sıralarken, sermayenin tarihi misyonunun ömrünü de aynı koşulların oluşumuyla sınırlar: Ne zaman ki ihtiyaçlar tüm yönleriyle gelişerek, zorunlu olanın ötesinde artık-emeği, bizzat bireysel ihtiyaçlardan doğan genel toplumsal bir 1 2 3 4 5
K. Marx, “Grundrisse”, Birikim Yayınları, Birinci Basım, Haziran 1980, s.337, vurgu bize ait. Harry Clever, “Kapital’i Politik Olarak Okumak”, Otonom Yayıncılık, Birinci Basım, Mayıs 2008, s.216 “Sosyalist Cumhriyet İçin Tezler”, 33 No’lu Tez, s.29 K. Marx, age., s.421, vurgu bize ait. K. Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”, Sol Yayınları, Dördüncü Basım, Temmuz 1979, s.26
228
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
ihtiyaç haline getirirler; ne zaman ki sermayenin katı disiplini, kuşaklar boyu etkisini sürdürerek, genel çalışkanlık ve üretkenliği yeni kuşakların ortak karakteri haline getirir; ne zaman ki sermayenin sınırsız zenginlik hırsıyla sürekli kamçıladığı emeğin üretici güçleri, bir yandan genel zenginliğin toplumun bütünü tarafından sahiplik ve muhafazasının çok daha az emek süresini gerektireceği, bir yandan da çalışan toplumun kendi genişleyen yeniden-üretim sürecine, sürekli daha geniş alanlarda gerçekleşen yeniden-üretimine bilimsel olarak hakim olabileceği aşamaya varırlar; dolayısıyla nesnelere yaptırabileceği şeyleri insanın kendi emeğiyle yapma zorunluluğu sona erer; o zaman sermayenin tarihi misyonu da tamamlanmış olur.6
Özgürlük arayışının önceki tarihsel dönemlerde karşıtlarıyla gerçekleştirdiği özdeş buluşmalarda olduğu gibi, bu buluşma da kesintisiz bir kavgaya sahne oldu/ oluyor. Özgürlük arayışı, kapitalist toplumdaki gerçek taşıyıcısı proletaryaya kavuştuğu andan başlayarak, sermayenin tarihi misyonunun doğal ömrünü tamamlamasını beklemeden, onun boyunduruğuna her fırsatta son vermek üzere isyan etmiş; bunun için siyasal olarak örgütlenmiş ve her aracı kullanmıştır. Burjuvazi ile proletarya arasında süregelen sınıf mücadelesinde geçen zaman içinde, sermaye yalnızca tarihsel sınırlarına yaklaşmakla kalmamış; sonsuz birikim mantığının kaçınılmaz sonucu dünyanın doğal sınırlarını da çiğnemiş; canlı yaşamın bütününe yönelik bir tehdide dönüşmüştür. Bu yüzden bugün sermaye egemenliğine son vermek, onun tarihsel varoluşunun hiçbir evresinde olmadığı kadar meşru ve bir o kadar da zorunludur. Sürüklenen Sermaye Sermaye ancak çok sayıda sermaye biçiminde var olabilir.7 Sermayenin iç dinamiği dışsal ifadesini, sonsuz büyümesini diğer sermayelerle rekabet ederek gerçekleştirebildiği hareketinde bulur. Bu hareket, yatay ve dikey olarak sürekli genişletmek zorunda olduğu bir dünya piyasasını gerektirir: Sermayeye dayalı üretimin koşullarından biri, o halde, sürekli genişleyen bir dolaşım çerçevesinin üretilmesi olmaktadır: bu, ya doğrudan doğruya çerçevenin genişletilmesi, ya da aynı çerçeve içinde daha çok üretim odağının yaratılması yoluyla olabilir. İlk başta sabit bir büyüklük olarak alınan dolaşım, burada bizzat üretim tarafından genişletilen, değişken bir büyüklük olarak gözükmektedir. Yani bizzat üretim sürecinin bir öğesidir. Demek ki, sermayenin dinamiği, bir yandan sürekli olarak daha çok artık-emek yaratmaya yönelirken, bir yandan da bunu karşılayıp bütünleyen mübadele odaklarını yaratmaktır; sadece mutlak artık-değer düşünüldüğünde, sermayenin dinamiği kendisini bütünleyecek daha çok 6 7
K. Marx, “Grundrisse”, s.421-422 K. Marx, age., s.455
229
Yaşayan Marksizm
artık-emeği yaratmaktır; son tahlilde sermayeye dayalı üretimi, ya da sermayeye tekabül eden üretim tarzını yaymaktır. Dünya piyasası yaratma eğilimi doğrudan doğruya sermayenin kavramında verilidir.8
Sermaye, artı-değeri gerçekleştireceği mübadele alanını yaratırken, gerçekte kendi iç dinamiğini dışsal koşulların etkisine açar. Bundan böyle, sermayenin hareketine dışsal koşulları kontrol çabası eşlik etmek zorundadır. Koşulların kontrolünden salt piyasa koşullarının kontrolü anlaşılmamalı, iki zıt arayışın zorunlu buluşmasının doğurduğu ve sürekli yeniden üreteceği kaçınılmaz çatışmanın sermaye yönünden sürekli kontrol altında tutulma gereği de aynı kapsamda değerlendirilmelidir. Örneğin, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin sorgulanmasının -zorun her biçiminin kullanılması da dahil- her yolla önlenmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin sürekliliğinin vazgeçilmez koşuludur. Burjuvazi, devletin -tekil kapitalistlerden özerkliğini korurken- birleşik kapitalist güç olarak kendi hizmetine koşulmasında belirleyici ağırlığı olan bu koşulun her dönem ayırdında olmuş, hakkını vermiştir. Aşağıdaki sözler, hatırı sayılır bir süre -1987 Ağustos’undan, 2006 Ocak sonuna- dünya mali oligarşisinin kaptan köşkünde ABD Merkez Bankası (Fed) Başkanlığı yapmış A. Greenspan’a aittir: Deneyimlerim bana büyümenin artmasını sağlayan en temel unsurun, devlet güvencesindeki mülkiyet hakları olduğunu düşündürüyor. Eğer bu haklar devlet güvencesinde olmasaydı, serbest ticaret sekteye uğrar, rekabetin ve mukayeseli üstünlüğün sağladığı muazzam faydalar ciddi şekilde engellenirdi.9
Toplumsal kontrol, meşru siyasal güç odağının yani devletin ele geçirilmesini zorunlu kılar. Sermayenin devleti ele geçirmesi, onu rekabetin nesnesi ve aracı yaparak, kendi sonsuz hareketinde daha ileri hedeflere erişebilmesinin de siyasi önkoşuludur. Bu yüzden, sermayeye dayalı üretim ilişkileri tarih içinde devletten bağımsız gelişmiş olsa da, sonradan devleti ele geçirmiş ve sonsuz birikim arayışının mantıksal sonucu olarak da onu aşmıştır: Sivil toplum, üretici güçlerin belirli bir gelişme aşaması içerisinde, bireylerin maddi ilişkilerinin hepsini birden kucaklar. Sivil toplum, bir aşamanın ticari ve sınai yaşamının tümünü birden kucaklar ve bu bakımdan da, her ne kadar dışarda ulus-topluluğu olarak kendini olurlamak ve içeride devlet olarak örgütlenmek zorundaysa da, devleti ve ulusu aşar.10
Farklı sermayeler arasındaki rekabet biçiminde gerçekleşen bu hareket, aynı zamanda endüstri sermayesinin para, meta ve üretken-sermaye olarak, birinden öbürüne sürgit dönüşerek tamamlamak zorunda olduğu devrevi bir harekettir. Sermaye sonsuz birikim sürecindeki genişlemesini devrevi hareketiyle gerçekleştirir. Ancak, bu hareketi boyunca sadece özgürlük arayışının isyanlarıyla ba8 K. Marx, age., s.445 9 A. Greenspan, “Türbülans Çağı”, Boyner Yayınları, Birinci Baskı, Mayıs 2008, s. 258-259 10 K. Marx-F. Engels, “Alman İdeolojisi Feuerbach”, Sol Yayınları, İkinci Baskı, Kasım 1987, s.123, vurgu bize ait.
230
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
şetmek zorunda kalmaz, ayrıca kendi doğasının çelişkili varoluşunun düzenli biçimde yeniden ürettiği krizlerle de boğuşur: Sermayenin piyasa koşullarını kendisine uydurması, karşıtlıklar içinde ve sayesinde oluşan, karşıtlığı yeniden-üreten bir birlik olmak; uyumsuzluktan doğan bir uyum, rekabet ve mücadeleden doğan bir düzen olmak zorundadır. Piyasa koşullarını oluşturmak, sermaye için içsel bir zorunluluktur; oysa bu koşullar, sermayenin kontrolü dışında, dışsal koşullardır. Bu çelişki dönemsel krizlere yol açar. Sermaye, üretim ile toplum arasındaki uçurumun varlığında, kendi gelişim sürecinin ayakbağlarını üretir, ve kendi ürettiği ayakbağlarına takılarak tökezler.11
Sermaye yarattığı ayakbağlarını sulh içinde değil, doğası gereği, kendisine ve dolayısıyla topluma yönelik bir “yaratıcı yıkım” etkinliğiyle12 çözmeye çalışır. “Yaratıcı yıkım”, bir faz farkıyla da olsa, üstyapıda karşılığını bulur. Ancak bir başka yanıyla aynı etkinlik, giderek yığınların artık-emeğini genel zenginliğin önkoşulu olmaktan çıkarır13; Lenin’in işaret ettiği gibi kapitalistlerin irade ve bilinçlerinden bağımsız, kapitalizmi tarihsel sınırlarına doğru sürükler: Emperyalist aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına doğru gitmektedir, iradelerine ve bilinçlerine aykırı olarak, kapitalistleri, tam rekabet özgürlüğünden tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklenmektedir.14
Daha yakın bir tarihte, sermayenin “uzgörülü” soğukkanlılığıyla nam almış bir sözcüsü bu sürüklenmeyi, biraz panik, biraz çaresizlik sinmiş sözleriyle şöyle itiraf edecektir: Hepimiz geleceğe doğru bir yarış içindeyiz ama geleceği biçimleyen bizim arzularımız değil, giderek artmakta olan değişimlerin hızıdır. Dünya sanki otomatik pilota bağlanmış ve hızı gittikçe artan ama hangi yöne gideceği belli olmayan bir uçağa benziyor.15
Sermayenin pazarı büyütmeye yönelik yaptığı her hamle, kontrol edilmesi gereken yeni koşullar olarak gerisin geri ona döner. Koşulları sürekli kontrol çabası, bunalımları giderek daha sürekli ve daha yaygın kılacak bir olguyu besler, büyütür; iç kenetlenme düzeyi artan dünya pazarı giderek organik bir karakter kazanır.16 Bu dönüşüm sürecinin -raylarını sınıf mücadelesinin döşediği- lokomotifi rekabettir. Rekabet, üretici güçlerin gelişmesine koşut, ağırlıkla vücut bulduğu zeminden, zamanın hızlandığı, pürüz ve dolayımların sadeleşmesi bağlamında mekanın daraldığı bir üst zemine doğru sürekli kayar. Bu kayma, tarihsel 11 12 13 14 15 16
K. Marx, “Grundrisse”, age., s.433 David Harvey, “Yeni Emperyalizm”, Everest Yayınları, Birinci Baskı, Kasım 2004, s.85-86 K. Marx, “Grundrisse”, age., s.651-652 V.İ.Lenin, “Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması”, Sol Yayınları, Yedinci Baskı, Haziran 1979 Ankara, s.32 Z. Brzezinski, “Kontroldan Çıkmış Dünya”, Türkiye İş Bankası Yayınları, İkinci Baskı, Şubat 1996, s: XII, vurgu bize ait. “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, 42 No’lu Tez, s.36
231
Yaşayan Marksizm
olarak eşitsiz gelişimin öne çıkardığı yeni güç yoğunluklarının yarattığı gerilimlerle birleştiğinde, sermayenin doğrusal hareketinde çözmeden devam edemeyeceği bir düğüm oluşur. Düğümün çözümü, bir süreliğine de olsa hane içinde bozulan huzuru yeniden kuracak; sermayeye görece hızlı yeni bir gelişme evresinin kapısını aralayacak, siyasal bir çözümü şart koşar. Böylece pazarın mevcut bütünlüğü önce parçalanır, daha sonra yeniden şekillenen siyasi coğrafyanın ve böylece meşrulaşmış yeni rekabet zemininin üzerinde yeniden kurulur. Pazarın dönüşümündeki bu nitel sıçrama, kapitalizmin gelişiminde yeni bir evreye karşılık gelir. Serbest rekabetin yerini tekellerin egemenliğindeki rekabete terk ettiği 20. yy. başında gerçekleşen sıçrama için Lenin kesin konuşur: “Avrupa için, yeni kapitalizmin, eskisinin yerini kesinlikle aldığı tarih, oldukça belirgin bir biçimde gösterilebilir: 20. yüzyılın başıdır bu.” 17 Kapitalizmin tarihinde yeni bir evrenin, emperyalist kapitalizmin mayalandığı bu dönemin ayırt edici özelliği, rekabetin tekellerin arasında kendi ulus-devletlerinin dolayımı üzerinden gerçekleştirildiği uluslararası bir zemine kaymış olmasıdır. Bu değişimi, üretici güçlerdeki gelişmenin olağanüstü hızlandığı 1893-1913 yılları arasında bozulan güçler dengesinin ardından yaşanan iki büyük “çatışma raundu”nun sonunda yeniden şekillenen siyasi coğrafya üzerinde yeni bir dünya pazarının kuruluşu izler. Ulusal ekonomilerin birbirine eklemlenmesiyle kurulmuş yeni dünya pazarı, yeni üstyapıdaki karşılığını ABD hegemonyası ve onun uluslararası kurumlarıyla bulmuştur: ...1873-1896 uzun daralma döneminin bitimini izleyen yarım yüzyılda, kapitalistler arası rekabet giderek politize oldu: Kapitalist girişimler arasındaki fiyat savaşlarından çok, yükselen ve gerileyen kapitalist devletler arasındaki gerçek savaşlar yatay ve dikey çatışmaların dinamiklerini güdümlemeye başladı. 1890’ların sonundan Birinci Dünya Savaşı’na dek bu dönüşüm, kârlılığı yeniden canlandırmada işe yaradı. Ne ki bu, en sonunda, merkezinde Birleşik Krallık’ın yer aldığı dünya pazarının çökmesine ve emperyalistler arasında yeni ve daha yıkıcı bir çatışma raundunun başlamasına sebep oldu. 1930’larla 1940’larda, kendisinden bahsedebileceğimiz bir dünya pazarı pratik olarak yoktu. Eric Hobsbawm’ın deyişiyle, dünya kapitalizmi “kendi ulus-devlet ekonomilerinin ve ilgili imparatorluklarının buzdan kulübelerine” çekilmişti.18
Benzer bir dönemden geçiyoruz. Bir önceki evrenin egemen paradigması ABD hegemonyası, bütün üstyapı kurumlarıyla birlikte sorguya çekiliyor. Rekabetin ağırlıkla emperyalist tekellerin kendi ülke-devletleri üzerinden yürüdüğü ülketoplumsal ilişkiler düzleminden bir üste; dünya ekonomisine egemen olan çok ülkeli şirketlerin kendi aralarında ya da tek başına birçok ülke ekonomisini içine 17 V.İ.Lenin, age., s. 27 18 Giovanni Arrighi, “Adam Smith Pekin’de”, Yordam Kitap, Ocak 2009, Birinci Baskı, s. 132
232
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
alacak büyüklüğe erişmiş aynı şirketlerin içinde farklı sermaye grupları arasında gerçekleştiği dünya-toplumsal ilişkiler düzlemine doğru kaydığına tanık oluyoruz. Bu kayma, halen devam eden dördüncü uzun dalganın19 depresif evresinde ortaya çıkan ve mevcut güç dengesini sarsarak yükselen yeni güç odaklarının yarattığı gerilimle de birleşerek, kapitalistleri yeni bir “çatışma raundu”na doğru sürüklüyor. Farklı sınıf ve toplumsal kesimlerin sözcüleri -elbette farklı amaçlarla- tüm bu değişimi anlamak ve anlatmak için sıklıkla aynı kavramı, “küreselleşme” kavramını kullanıyor. Küreselleşme, Sermaye Kavramında Doğrudan Doğruya Verilidir Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesinin itmesiyle, burjuvazi, yeryüzünün dörtbir yanına yayılıyor. Her yerde tutunmak, her yerde yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır. ...Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar ve hala da her gün yıkılıyorlar. Bunlar, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen ve ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. Ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinimlerinin yerini, karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinimler alıyor. Eski yerel ve ulusal yalıtımın ve kendine yeterliliğin yerini, ulusların çok yönlü karşılıklı-ilişkileri, evrensel karşılıklı-bağımlılığı alıyor. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek tek ulusların zihinsel yaratıları, ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve darkafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.20
Marx’ın Manifesto’da yaptığı sıkça başvurulan bu muhteşem betimlemesinin ardından, Lenin 1913’te, Severnaya Pravda Gazetesinde yazdığı bir makalesinde21 dile getirdiği “belli bir devlet içerisinde bütün ulusal-topluluklardan gelme işçilerin tek bir işçi örgütünde birleşmeleri ve kaynaşmaları istemini” eleştiren Bundçu F. Liebmann’a verdiği yanıtta, sermayenin küreselleşme eğilimine, “olgunlaşmış olan ve sosyalist bir topluma dönüşmeye doğru yolalan kapitalizmin niteliği” olarak değinmiş; içeriğini de “ulusal çitlerin yıkılması ve sermayenin, genel olarak iktisadi yaşamın, siyasetin, bilimin vb. enternasyonal birliğinin yaratılması” olarak özetlemişti.22 19 Ernest Mandel, “Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları”, Yazın Yayıncılık, Birinci Baskı, Ocak 1986 20 K. Marx-F. Engels, “Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri”, Sol Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara 2002, s. 120-121 21 Lenin’in 5 Eylül 1913’te kaleme aldığı “Diller Sorununda Liberaller ve Demokratlar” başlıklı makalesi. Sol yayınlarınca Ağustos 1998’te dokuzuncu baskısı yapılmış “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” derlemesi içinde 16-19. sayfalar arasında yer alıyor. Gerek bu makalenin, gerekse Lenin’in Liebmann’a yanıtının, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”nın günümüz koşullarına uygun olarak yeniden yorumlanmasına başlangıçta önemli katkı yapacağını düşünüyoruz. 22 V.İ. Lenin, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”, Sol Yayınları, Dokuzuncu Baskı, Ankara 1998, s. 24-25
233
Yaşayan Marksizm
Küreselleşme eğilimi, sermaye kavramında daha en başından doğrudan doğruya verilidir. Her aşamasında sınıf mücadelesinin belirleyici rol oynadığı sonsuz birikim sürecinde sermayenin “dışsal” koşulları kontrol etme refleksi, sürekli büyütmek zorunda olduğu pazara, giderek daha belirginleşen çizgilerle organik bütünlük kazandıran bir etkinlik biçiminde yansır. Küreselleşme eğilimi, zamanı ve mekanı daraltan bu etkinlikte vücut bulur. Harvey’e göre, “kapitalist faaliyetin coğrafi evriminin itici gücü” olan aynı etkinlik, o çok tartışılan gücün ülkesel ve kapitalist mantığı arasındaki dinamik ilişkiyi de koşullar: ...kuramsal olarak kapitalizmin tarihsel-coğrafi geçmişinden şu sonuca varılabilir: sermayenin geri dönüşünü hızlandırmanın yanı sıra mekansal engelleri ortadan kaldırmaya ya da en azından azaltmaya yönelik sürekli bir dürtü bulunmaktadır. Dolaşım maliyeti ve süresindeki düşüş, kapitalist üretim biçiminin zorlayıcı koşulu olarak ortaya çıkmıştır. Küreselleşme eğilimi de bu koşulun sonucudur. Aşama aşama gerçekleşen zaman-mekan daralması ise, kapitalist faaliyetin coğrafi evriminin itici gücüdür. Bu sürecin bir diğer sonucu da, kapitalist faaliyeti belirleyen coğrafi ölçeğin dönüşümüne yönelik sürekli dürtüdür. 19. yüzyılda demiryollarının ve telgrafın gelişi bölgesel uzmanlaşmanın ölçeğini ve türünü kökünden nasıl değiştirdiyse, son zamanlardaki yenilikler de (jet ulaşımı ve internet) ekonomik etkinliğin ölçeğini o denli değiştirmiştir. Bu dürtüler olmaksızın, hegemonyacı gücün değişen ölçeği hem maddi açıdan imkansız olurdu hem de kuramsal olarak anlaşılmaz. Avrupa Birliği (Aydınlanmacıların ve 19. yüzyılın başlarında Saint-Simon gibi ütopyacıların düşüydü) gibi siyasi yeniden ülkeselleştirmeler (re-territorializations) sadece daha gerçekleştirilebilir hale gelmediler, aynı zamanda ekonomik bir gereklilik halini aldılar. Elbette bu, siyasi değişimlerin mekansal ilişkilerdeki üstte bahsedilen maddi dönüşümlerin bir fonksiyonu olduğu anlamına gelmez; nedenler çok daha karmaşıktır. Fakat değişen mekansal ilişkiler, çevremizde gördüğümüz siyasi yeniden düzenlemeleri şekillendiren gerekli koşullar olarak işlevde bulunmaktadır. Bu noktada gücün ülkesel ve kapitalist mantıkları kesişmektedir.23
Küreselleşmeyi Popüler Kılan Nedir? Sermayenin hareketine en başından verili olduğuna göre, geçmişten farklı olarak, küreselleşme kavramının günümüzde yaygın kullanımına yol açan; onu popüler yapan nedir? Bu soruya kapitalizmin tarihsel gelişimi içinde, sermayenin devrevi hareketindeki değişim irdelenerek yanıt verilebilir. Kapitalist üretim tarzının kökenleri, ticari kapitalizm dönemini de içerecek şekilde 16.yy’dan veya İngiliz serbest ticaret kapitalizminden başlatılabilir. Her iki durumda da 20.yy ortalarına kadar pazardaki egemen ilişki, meta-sermaye dolaşımıdır. 23 David Harvey, age., s.83-84
234
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
19. yy sonlarına doğru, meta-sermaye ile beraber, para-sermaye ihracının da gelişmesi, pazardaki baskın ilişkinin niteliğini değiştirmemiştir. Çünkü, Lenin’in de belirttiği gibi, para-sermaye ihracı, ağırlıkla meta-sermaye ihracını kolaylaştırmak amaçlı yapılıyordu.24 1847’de el yapımı makinelerle çalışan tüketim malları üreten sektörlerde ortaya çıkan aşırı üretim krizi, 1873 krizi sonrası sektörler arası kâr oranlarının eşitlenmesine ve sonuçta bir “aşırı kapitalizasyon”a neden olmuştu.25 Bu durum, meta dolaşımının yaygınlaşmasının önündeki sorunları çözmeyi kolaylaştıracak para-sermaye ihraçlarını başlattı. Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi’nde, “meta ekonomisinin getirilmesi”26 bahsinde meta-sermaye dolaşımının kapitalistler tarafından demiryolları yapımı, limanlar, kanallar ve savaşlarla yaygınlaştırılmasını anlatır. Buharin, 20. yy ilk çeyreğinde dünya ekonomisini “bir üretim ilişkileri ve buna tekabül eden uluslararası ölçekte mübadele ilişkileri olarak tanımlamıştı”. Mandel’e göre bu eksik bir tanımdı. Dünya ekonomisi kapitalist, yarı kapitalist ve kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin, kapitalist mübadele ile birbirine bağlanmış ve kapitalist dünya pazarının egemenliği altında eklemlenmiş bir sistemdi.27 Sermayenin henüz hareketlilik açısından sınırlı olduğu ve kapitalist merkezlerle dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkinin meta-sermaye dolayımıyla kurulduğu aşamada, pazarın yapısı Mandel’in bu tanımına uyuyordu. Dünya ihracatının dünya GSYİH’na oranı 1870’te %4,6 iken, düzenli bir biçimde genişleyerek 2005’te %19,4’e çıkmıştır (Tablo 1). Toplam üretim içerisinde ticaretin kapladığı payın düşük ve karşılıklı bağımlılığın bugüne göre hayli sınırlı, kapitalizmin anakaraları (merkez ülkeler) dışındaki çoğu ülkenin dış ticaretinin az sayıda metaya bağlı olduğu pazarın bu eklemli yapısı karşısında, 1931’de İngiltere örneğinde olduğu gibi28, uluslar göreli bir hareket alanına sahipti. Tablo 129 Dünya İhracatının Dünya GSYİH’sı İçindeki Payı, (%), (1870-2005) Yıllar
1870
1913
1950
1998
2005
İhracat/GSYİH(%)
4.6
7.9
5.5
17.2
19.4
Özetle, Mandel’in dünya pazarının 20. yy başlarındaki durumu için ileri sürdüğü görüş, 1980’lere kadar geçerli olan eklemli yapıyı karakterize ederken, dünya pazarına egemen ilişki biçimini de doğru saptamaktadır: 24 25 26 27 28 29
V.İ.Lenin, “Emperyalizm”, age., s.79 Ernest Mandel,“Geç Kapitalizm”, Versus Kitap, Şubat 2008, s.253 Rosa Luxemburg, “Sermaye Birikimi”, Belge Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul, Ekim 2004 , s.294 Ernest Mandel, age., s. 79 Eric Hobsbawm,“Kısa 20. Yüzyıl, 1914-1991 Aşırılıklar Çağı”, Sarmal Yayınevi, Birinci Baskı, 1996, s.116 DTÖ, “World Trade Report 2007”
235
Yaşayan Marksizm
Son tahlilde, bir yanda metropol ülkeleri ile öte yanda sömürgeler ve yarı sömürgeler arasındaki gelişme düzeyi farkı, kapitalist dünya pazarının, kapitalist meta üretimini değil, kapitalist meta dolaşımını evrenselleştirdiği gerçeği ile açıklanmalıdır. Daha da soyutlarsak: Son tahlilde emperyalizmin dışavurumları kapitalist dünya ekonomisinde türdeşliğin yokluğu ile açıklanmalıdır.30
ABD hegemonyası altında, dünya ticareti 1940’lı yılların sonundan başlayarak daha önceki evreleriyle kıyaslanamayacak bir büyüme gösterdi (Tablo 1). Bu, rekabet düzleminde yeni bir kaymayı teşvik edecek ölçekte bir gelişmeydi. Bu gelişmeye 80’li yıllardan başlayarak aynı yönde daha önemli sonuçlar doğuracak başka bir olgu eşlik etti. Kapitalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrası birikim alanının daraldığı (Rusya, Doğu Avrupa, Çin) ve yıkımdan çıkmış haliyle, yeni bir genişleme evresine girdi. Bu dönemi kapitalizmin derinliğine geliştiği bir dönem olarak tanımlayabiliriz. Teknolojinin bir sektör haline geldiği, elektroniğin üretim sürecine uygulanmaya başladığı, ulaşım ve iletişimin gelişip maliyetlerinin düştüğü, sermayenin hareketlilik potansiyelinin arttığı ve neredeyse kapitalizmin anakaralarında kapitalistleşmemiş bir alanın kalmadığı bir ortamda, kapitalizm, 1966’dan itibaren bir durgunluğa ve 1975’te de krize girdi. Durum, 19.yy sonlarından, sermaye fazlasının o dönemdeki gibi yanıbaşında değerlenebileceği alanların (tarım gibi, makine üretimi gibi) olmayışı yönünden farklıydı. Değerlenemeyen sermayenin bir yandan malileşirken, diğer yandan kâr oranlarının yüksek olduğu coğrafyalara yönelmekten başka çaresi yoktu. 1980’lerden başlayarak giderek ivmelenen bu gelişme, sermayenin devrevi hareketinde önemli bir sıçramaya neden olacak yeni bir olgu ile birlikte gerçekleşti. Mevcut rekabet düzlemini temelden sorgulayarak, rekabeti ağırlıkla bir üst düzlemde gerçekleşmeye zorlayacak; kapitalizmin anakaralarında uç vermiş olan pazarın organik bütünleşme sürecini çepere doğru genişletecek; 90’lardan sonra pazara yeni açılan geniş coğrafi dilimleri de bu bütünleşmeye tabi kılarak, ona eklemleyecek bir olguydu bu. Sermayenin devrevi hareketinde, sanayi devrimiyle birlikte, giderek artan oranda ve evrensel ölçekte dolaşan meta ve para-sermayenin yanında, üretken sermaye de doğduğu ya da para-sermaye ihracı ile filizlendiği ülke sınırlarına olan tutsaklığından kurtuluyordu. Kapitalizmin ikinci büyük savaştan sonra girdiği son uzun dalganın yükseliş evresinin 70’li yılların başında sona ermesinin ardından, sermayenin azalan kâr oranlarına verdiği tepki, yarı-iletkenlerin keşfi ve yonga teknolojisinin gelişmesiyle ivmelenen bilimsel teknolojik devrimin sunduğu maddi-teknik olanaklarla birleşmiş; neo-liberal politikalar eşliğinde, bilgi yoğun teknolojilerin31 üretim süreçlerine uygulanmasına yol açmıştı. 30 Ernest Mandel, age., s. 122 31 Yusuf Zamir, “Marks Gerçekte Ne Dedi”, Alev Yayınları, Gözden Geçirilmiş İkinci Basım, Şubat 2009, s. 91-92
236
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
Gerçekte, sermayenin küreselleşme eğilimi yeni bir olgu değildi.32 Kapitalist gelişmenin her evresinde hükmünü icra etmişti. Yeni olan, bu defa pazardaki nitel değişimin aynı eğilimin üretken sermayeyi mekana bağlayan zincirlerden azat etmesiyle gerçekleşiyor olmasıydı. Dünya ticaretindeki baş döndürücü gelişme eşliğinde, üretken sermayenin mekandan bağımsızlaşarak tüm biçimleriyle sermayenin devrevi hareketine küresel bir nitelik kazandırması, küreselleşme eğiliminin etkilerini gündelik yaşamın en ücra köşelerine taşımıştı. Onu son çeyrek yüzyılda popüler kılan işte bu olguydu. Tablo 233 Dolaysız Yabancı Yatırımlara Yönelik Ulusal Düzenlemelerdeki Değişiklikler (1992-2002) 1992 1994 1996 1998 2000 2002
Yatırım rejimlerinde değişiklik yapan ülke sayısı
43
49
60
65
69
70
Düzenleyici nitelikteki değişikliklerin sayısı
79
110
114
145
150
248
DYY’lar için çok elverişli olan değişiklikler
79
108
98
136
147
236
-
2
16
9
3
12
DYY’lar için fazla elverişli olmayan değişiklikler
1980’lerle birlikte, aynı olgu, üstyapıda karşılığını neo-liberal “serbestleşme” politikalarında buldu.34 Bu politikalar, kapitalist ülkelerde neredeyse bütün burjuva partilerin programlarını sadeleştirerek aynılaştırdı. Giderek artan sayıda ülkedevlet, giderek artan oranda “ulusal” ekonomiyi, pazarda meydana gelen bu köklü değişime uyarlayan yasal düzenlemeler ve değişiklikler yaptı (Tablo 2). 1991-2002 arasındaki dönemde 165 ülke tarafından DYY (Doğrudan Yabancı Yatırımlar) ile ilgili mevzuatlarda yapılan 1641 değişikliğin 1551’i (yüzde 95) daha fazla serbestleştirme sağlayan değişikliklerden oluştu.35 Ülke-devletler, ulusal ekonomileri küresel sermayeye açabilmek, küresel sermaye birikiminden pay alabilmek için birbirleriyle yarışa girdiler. Bu politikalar eşliğinde “doğrudan yabancı yatırım”lar stoğundaki 80 sonrası olağanüstü artış, üretken sermayenin mekandan bağımsızlaşmasının hem önemli bir sonucu, hem de önemli bir göstergesi oldu (Tablo 3). Tablo 336 Ülkelerin dışarı DYY stokları, 1913-1995 (1900 fiyatları ile, milyar dolar) 1913 1929 1938 1950 1960 1971 1980 1990 1995 Dünya(Toplam) 11.5 …… 14.6 ….. 15.7 29.4 41.9 102.9 156.1 32 33 34 35 36
Kenan Kalyon, “Bir Çağ Dönüşümünün Eşiğinde”, Çalışanlar Basın-Yayın, Haziran 2004, İkinci Baskı, s. 49-50 C.C. Aktan, İ.Y. Vural, “Çokuluslu Şirketler”, Çizgi Kitabevi Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2006, s. 49 Gülten Kazgan,“Küreselleşme ve Ulus-Devlet”, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, Kasım 2000, s.162 C.C. Aktan, İ.Y. Vural, age., s.50 Kaynak: http://www.unctad.org/en/docs//iteiit33_en.pdf,s.93 , UNCTAD, “Research Note:Product characteritics and the growth of FDI”
237
Yaşayan Marksizm Avustralya …. ….. ….. …. - 0.1 0.2 1.7 2.0 Belçika …. ….. …. ….. 0.3 0.4 0.5 2.3 3.4 Kanada 0.1 0.2 0.4 0.3 0.6 1.1 2.1 4.7 5.7 Fransa 1.4 …. 1.4 … 1.0 1.2 2.1 6.1 18.4 Almanya 1.2 … 0.2 … 0.2 1.2 2.7 7.0 11.2 İtalya … … … ... 0.3 0.5 0.6 3.2 5.3 Japonya 0.2 0.5 0.9 … 0.1 0.8 1.8 11.2 11.6 Hollanda 0.7 … 1.5 … 1.6 2.4 3.7 6.3 9.1 İsveç … … … ... 0.1 0.4 0.5 2.7 3.4 İsviçre … … … … 0.5 1.6 1.8 3.7 7.0 Birleşik Krallık 5.2 … 5.8 1.0 2.5 4.0 7.0 12.9 15.3 ABD 2.1 3.6 4.0 3.6 7.7 14.1 18.9 40.9 63.8 ______________________________________________________________________ _____ Kaynak:Michael J: TWOMEY, “A Century Of Foreign Investment in the Third World”, Routledge, 2000, s.33
1995-2007 yılları arasında doğrudan yabancı yatırımlar akışı katlanarak büyüdü (Tablo 4). Tablo 437 Dünya Yıllık Doğrudan Yabancı Yatırım (DYY) Akışı 1995-2007 (Milyar Dolar, Nominal Kur) YIL
1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002
2003
2004 2005 2006 2007
DYY
341
561
718
390
486
705 1088 1398
824
625
959
1411 1833
Sermaye birikim sürecinde erişilen düzey ve yoğunlaşma; bir üst düzleme doğru kayan rekabet; üretken sermayenin onu ülke sınırlarına tutsak eden bağlarını koparması; bunlara eşlik eden neo-liberal politikalar, hepsi birlikte, küresel şirketlerin doğması ve bu şirketlerin son çeyrek yüzyılda dünya ekonomisinde diğerlerinin aleyhine ağırlık kazanmalarıyla sonuçlandı. Arrighi, bu gelişmeyi şöyle anlatır: ...ABD hegemonyası dünya pazarının yeniden tekleşmesini teşvik ettikten ve şirket yapılarının sayısı ve çeşitliliği dünya çapında hızla çoğaldıktan hemen sonra, dikey entegrasyon ile bürokratik yönetim yapısının avantajları sönümlenmeye başladı, buna karşılık -Smith, ve Marshall’ın vurguladığı üzere- enformel olarak koordine edilen toplumsal işbölümünün 37 Kaynak: http://stats.unctad.org/FDI/TableViewer/tableView.aspx?ReportId=1254 , UNCTAD, “Major FDI Indicators (WIR 2008)”
238
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
avantajları arttı. Bu durum, on dokuzuncu yüzyılın aile kapitalizmine geri dönüşe değil, hepsi de yirminci yüzyılın hakim işletme organizasyonundan kökten farklı olan ve oldukça büyük bir çeşitlilik arz eden -şirket ile şirket dışı yapıların birleşmesinden oluşan- melez biçimlere sebep oldu.38
Yeni gelişen ve oldukça büyük olmalarına karşın, daha esnek bir örgütlenmeye sahip olan bu şirketler ile uluslararası ya da çok uluslu şirketler arasındaki en temel fark, küresel şirketler sermaye birikimini dünya-toplumsal ilişkiler ağı içinde gerçekleştirirken, diğerlerinin ülke-toplumsal ilişkiler ağı içinde gerçekleştirmeye devam etmeleriydi.39 Bu değişim, hiç kuşkusuz gecikmeyle de olsa, üstyapıda yeni sermaye birikim sürecine karşılık gelen siyasal değişimleri zorunlu kılacaktı. “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” (MAI), “Hizmet Ticareti Genel Anlaşması” (GATS), ILO “Çokuluslu Şirketler ve Sosyal Politika İle İlgili İlkeler Üçlü Bildirgesi” (2003), OECD “Uluslararası Yatırımlar ve Çok Uluslu İşletmeler Bildirgesi” (2000) vb. gibi girişimlerle yeni sermaye birikim sürecinin gereksinmelerini karşılayacak, ülke devletlerin tabi olacakları yeni bir üst hukuk sistemine zemin hazırlanmaya çalışılması bu yüzdendir. Halen devam eden krizin, bir önceki evrenin temel paradigmasının ve kurumlarının sorgulanması sürecine dönüşmesi de yine aynı nedenledir. Üretken Sermayenin Mekandan Bağımsızlaşmasının, Pazarın Organik Bütünleşmesinin Sonuçları Sermaye birikim sürecinde, ülke-toplumsal ilişkiler ağının giderek yerini dünyatoplumsal ilişkiler ağına bırakıyor olması, çok önemli ekonomik ve siyasi sonuçlara yol açacaktır/açıyor. Bir giriş niteliğinde olmak ve konu bağlamıyla sınırlı kalmak kaydıyla bu sonuçlara dair şunlar söylenebilir: * Üretken sermayenin mekana bağımlılıktan kurtulması, ulusal ekonomilerin eklemlenmesiyle oluşmuş dünya pazarını giderek artan oranda organik olarak bütünleşmiş bir pazara dönüştürmektedir. Organik dünya pazarının uç vermesiyle, sermayenin ulus-ötesileşme süreci, üretken alanda da kendini göstermiş; bu gelişmenin meyvesi olan çok ülkeli şirketler, son çeyrek yüzyılda dünya ekonomisinde giderek artan bir ağırlık kazanmışlardır. Çok ülkeli şirketler, ulusal ekonomilerin sınırlarını aşarken onları bütünleştiren ekonomik faaliyetleriyle, Marx’ın Manifesto’da40 dile getirdiği gibi, pazara, içinde üretimin gerçekten kozmopolitleştiği bir nitelik kazandırdılar: ...o eski deyim (General Motors’un yararına olan Amerika’nın da yararınadır) artık geçerliliğini yitirmektedir; Wal-Mart, Çin’in en iyi müşterisi olması bir yana, Amerika’nın en büyük şirketi olarak General Motors’un yerini almış durumdadır. Fishman’ın iddiasına göre, bu genel kabul gören 38 Giovanni Arrighi, age.,s. 178 39 Yusuf Zamir,age., s. 94-95 40 K. Marx-F. Engels, age., s. 121
239
Yaşayan Marksizm
bir görüştür, “Çin, büyük ABD şirketlerine ve süper zenginlere öylesine muhteşem vaatlerde bulunmaktadır ki, ABD’nin ulusal çıkarı ile ekonominin uzun vadeli sağlıklılığının pek bir önemi kalmamaktadır.” Bu görüşü desteklemek için ABD’nin ihracat ve ithalatının neredeyse yarısının çok uluslu şirketler aracılığıyla gerçekleştirildiğine sık sık dikkat çekilmektedir; bu şirketler çok geniş bir alana yayılmış kendi fabrikaları arasında malzeme ve parça akışı sağlamakta ve maliyetleri, özellikle de ücret maliyetlerini azaltmak için üretimlerini ulusal sınırlar dışına taşımaktadırlar. Şirketler ve yatırımcılar bu tür bir operasyondan büyük fayda sağlasalar da, ülkelerin -Birleşik Devletler de dahil olmak üzere- bundan bir fayda görmediği iddia edilmektedir.41
Ulusların çok yönlü karşılıklı ilişkileri” yerini hızla “ulusların evrensel karşılıklı- bağımlılığı”na bıraktı. Bu bağlamda, aşağıdaki örnek, fazla söze yer bırakmayacak kadar açıklayıcıdır: Almanya’da Federal İstatistik Dairesi’nin 17 Şubat’da (2009) ilk kez açıkladığı verilere göre, 2006’da Almanya’da imalat sektöründe üretilen katma değerin %20’sini Almanya dışında ikamet eden şirketler üretiyor. Bazı veriler çok çarpıcı. Örneğin bu şirketlerin sayısı 20,000 ve Almanya’daki finans dışı sektörlerde yer alan bütün şirketlerin yalnızca %1’ini oluşturuyorlar. Şirketlerin %73’ünün merkezi Avrupa’da ve %58’i AB zonuna dahil. Yarattıkları katma değerin % 24’ü ABD, %14’ü Hollanda ve %12’si İngiltere’de üstlenen şirketlere ait. Verilerin açıklandığı basın toplantısında aynı şirketlerde istihdam edilen işçi sayısının 1,9 milyon kişi olduğuna işaret edildi.42
Üretimin kozmopolitleşmesinin; ulusların evrensel karşılıklı bağımlılığının artışının bir ölçütünü de metaların tıpkı burjuvazi gibi, giderek artan oranda tüm “ulusal” tortulardan arınması oluşturdu: Üretimin çokuluslu tekellerin oluşturduğu ve yayıldığı mekanda uluslarötesileşmesi, üretim süreçlerinin ulusötesileşmesi anlamına geliyor. Bir ürünün ulusallığı artık gülünç bir kavram oluyor. Japon tasarımı, sermayesi, teknolojisi ve büyük ölçüde parçalarıyla ABD’de üretilen, yani monte edilen bir otomobile “Made in USA” damgası vurulması ne ölçüde anlamlıdır? Endüstriyel ekipman ve bilgisayarlar için de öyle. Bir nihai ürüne giren parçalar giderek artan sayıda ülkede üretiliyor, çok çeşitli kanallardan geçerek bir araya geliyor. Son montajı İngiltere ve Hollanda’da yapılan Ford’un Escort tipi binek otomobilinin parçaları on beşten fazla ülkede üretiliyor.43 41 Giovanni Arrighi, age., s. 308-309 42 http://www.destatis.de/jetspeed/portal/cms/Sites/destatis/Internet/EN/press/pr/2009/02/PE09__056__429,templateId =renderPrint.psml 43 Coşkun Adalı, “Günümüz Kapitalizmi ve Devleti Üzerine”, Sarmal Yayınevi, Birinci Baskı, 1997, s.100-101
240
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
* Rekabetin ülke-toplumsal düzlemden, dünya-toplumsal düzleme doğru kaymasının belki de en önemli sonuçlarından birisi, beraberinde ortalama kâr oranının belirlendiği mekanın yer değiştiriyor olmasıdır: Ortalama kâr oranının oluşumu, ulus-devlet çerçevesindeki müdahalelerden uzaklaştıkça, dünya pazarının daha rekabetçi iklimine girmektedir. Sermayenin ulus-devlet mevzuatlarından kurtulup ülkeden ülkeye akışkanlığı arttıkça, dünyasal ortalama kâr oranının oluşması kolaylaşmaktadır. Böylece, dünya pazarının geri teknolojili, emek yoğun köşelerinden yüksek teknolojili merkezlerine, ekstra kâr biçiminde artı-değer aktarımı hızlanmaktadır... Ülke pazarı - dünya pazarı ayrımı üstüne oturan iç dinamik - dış dinamik kategorilerinin önemi azalmaktadır.44
İç dinamik ve dış dinamik kategorileri arasındaki ayrımın öneminin azalması, gelişmeye açtığı her uzamda yeni eşitsizlikleri tetikleyen küreselleşme eğiliminin “düzleştiren” yanına verilebilecek iyi bir örnektir ve sınıf mücadelesi yönünden önemli sonuçları bulunuyor. Olgunun anakaralardaki işgücü üzerinde, gerek işsizlik, gerekse sanayi taşımacılığı yoluyla ücretlerdeki gerilemeye yol açarak yarattığı basınç, bir yandan kâr oranlarındaki düşüşü yavaşlatırken; öte yandan, onun “düzleştiren” yanının değişik coğrafyalar arasındaki potansiyel farkı azaltan sonuçları aksi yönde etki yapmaktadır. Bu zıt yönlü kuvvetlerin sınıf mücadelesine yansıması, anakaralarla çeperlerde farklı sonuçlar doğuruyor. Gelişmiş yörelerde, işçi sınıfı arasında yabancı düşmanlığı şeklinde uç veren yeni bölünmelere yol açsa da, uzun erimde işçi sınıfının evrensel ölçekte birliğinin sağlanması önündeki çok önemli engellerden birinin varlık nedeni artık ortadan kalkıyor; kapanmakta olan evreye ait işçi aristokrasisinin nesnel temeli çözülüyor. Bununla birlikte, aynı süreç, giderek bir bütün olarak işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik genel bir saldırı halini almakta da gecikmemiştir. Bu saldırı, kaçınılmaz biçimde gelişmiş yörelerde işçi sınıfının elinde tuttuğu mevzileri savunmaya itecek, onun hareketlenmesine neden olacaktır. Ortalama kâr oranlarının dünya-toplumsal ölçekte belirlenmeye başlaması, anakaralardaki işgücü üzerinde yarattığı baskının tersine, “dünyanın atölyelerinde” vahşi sömürü koşullarına tabi tutulan proletaryaya, yaşam koşullarını düzeltebileceği potansiyel maddi olanaklar sunuyor. Elbette, onların da bunun için örgütlenmeleri ve mücadele etmeleri gerekiyor. Özetle, birbirine zıt etki ve saiklerle de olsa, önümüzdeki dönem, işçi sınıfının küresel ölçekte sınıf mücadelesini yükselteceği bir dönem olmaya aday görünüyor. * “Ulusal” kaygılarından arınmış en tepedeki burjuvazi için “ulusal” ekonomilerin sağlığı hiçbir şey ifade etmiyor. Bu kesime et ve tırnak gibi kenetlenmiş daha geniş kesim ise, aksini söylese de çıkarları gereği böyle bir gerçek duyarlılığa sahip değil: Sayıları giderek artan ulusaşırı kapitalist finansör, yönetim kurulu başkanı ve rantiye sınıfının, ülkesel egemenliği, çıkarlarını koruyan ve dünyanın zenginliklerini toplamalarına yardım eden bir çeşit kurumsal yapı 44 Yusuf Zamir, age., s. 97
241
Yaşayan Marksizm
olarak görmeleri ilginçti. Mekan olarak sınırlı bu sınıf, ulusal bağlılıklara veya geleneklere çok az önem göstermekteydi. Çok-ırklı, çok-etnili, çokkültürlü ve kozmopolit olmasının bir önemi yoktu. Eğer mali bakımdan acil bir durum varsa veya kâr arayışı fabrikaların kapatılmasını ve üretim kapasitesinin düşürülmesini gerektiriyorsa hemen gereken yapılıyordu. Örneğin Amerika’nın mali çıkar grupları, ABD’nin üretim üstünlüğünün zayıflamasından son derece memnundu. Bu sistem, Clinton döneminde Rubin-Summers idaresindeki Amerikan Hazinesi’nin uluslararası olayları çok riskli olsa da Wall Street rantiyesinin çıkarına yönlendirmesiyle zirveye ulaştı. Hazine, Japonya, Avrupa ve hepsinden önemlisi ABD’deki finans merkezlerinin, malları çok ucuza kapatmalarına izin verdi. Bu sayede, ağır devalüasyonlar ve geçim imkanlarının yok edilmesi pahasına, Doğu ve Güneydoğu Asya’dan gelen rekabet disipline edildi. Gerçi bu, gelişmekte olan dünyanın 1980’lerden sonra yaşadığı sayısız borç ve finans krizlerinden sadece bir tanesiydi.45
Emperyalist burjuvazi, “ulusal” niteliklerinden sıyrılarak uluslar üstü bir sınıf kimliği kazanmış; aynı ölçüde de kendini yeniden üreteceği ekonomik-politik yapılar içinde örgütlemiştir. Burjuvazi artık her ülkede öncelikle dünya burjuvazisinin bir parçasıdır. * Rekabet düzleminin gelişmiş yörelerden başlayarak değişmesi; sermayenin yoğunlaşması ve anonimleşmesinin aynı yörelerde erişmiş olduğu yüksek düzey; dünya ekonomisine, kapitalizmin anakaralarının (Kuzey Amerika; AB Zonu; Japonya) oluşturduğu, organik olarak bütünleşmiş bir pazar ve ona tabi (Rusya ve eski Sovyet ülkelerinden oluşan hinterland; Çindistan -Çin ve Hindistan- Güneydoğu Asya-Avustralya; İran ve Ortadoğu; Afrika; Orta ve Latin Amerika) coğrafyalardan oluşan bir görünüm kazandırmıştır. SSCB’nin dağılmasının ardından, 90’ların başından bu yana, artık kapitalizm için fethedilecek bir “dışarısı” kalmamıştır. * Altyapıdaki dönüşüm, son kertede, kendisini zorunluluk olarak ve ilinekler46 aracılığıyla belli eder.47 Bu diyalektik seyir, altyapıdaki dönüşüm ile üstyapıda buna karşılık gelecek değişim arasında bir faz farkına neden olur. Bugün dünya pazarında yaşanan dönüşüm de belli bir faz farkı ile siyasi düzleme yansımakta, egemen paradigma çözülmekte, sermayenin ayak bağına dönüşen eskiye ait kurum ve işleyiş mekanizmalarının altı boşalmakta ama henüz yeni paradigmanın ve kurumların tesisi için yeterli sayıda ilinek seferber edilemediğinden, sermaye sonsuz birikim sürecinde yükselen bir dalga eşliğinde yeni bir evreye geçememektedir. Eski biçimlerin ve işleyişin, yeni ve başat dinamiklerle bir arada yaşamaya devam ediyor olması, Engels’in deyimiyle baş aşağı yansıyan görünüm45 David Harvey, age., s. 155-156 46 İlinek: “Bir nesneye zorunlu olarak bağlı olmayan,onun özünde bulunmayan, rastlantıyla olan nitelik, araz.”, Dil Derneği, Türkçe Sözlük, Birinci Baskı, Aralık 1998, s.651 47 K. Marx-F. Engels, “Seçme Mektuplar”, Engels’ten Königsberg’deki J. Bloch’a(Londra, 21-22 Eylül 1890), Evrensel Basım Yayın, Birinci Baskı, Ekim 1996, s.101-102
242
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
leriyle48 yeterince kafa karışıklığına neden olan kimi olguları, iyice karmaşık bir kisveye büründürüyor ve bu durum, halen devam etmekte olan krize de yansıyarak kapitalistlerin klasik yöntemlerle krizden sıyrılmalarını zorlaştırıyor. Kapitalizm, devletli bir dünya sistemidir ve hegemonyacı bir işleyişe gereksinim duyar. Bir önceki evrede kurulan hegemonyacı işleyişin çözülmeye başlamasına karşın, çözülenin yerini alacak olanın işler hale geçmesi bir yana, tanımında bile henüz yeterli bir uzlaşmanın sağlanamamış olması, içinden geçilen döneme kaotik bir karakter kazandırmaktadır. Asıl belirleyici sonuç ve kapitalistler yönünden büyük sorun ise, pazarda organik bütünleşmeye yol açan dönüşümün, hegemonya kavram ve ilişkilerinin içeriğini de değiştiriyor olmasıdır.49 Pazarın giderek belirginleşen organik karakteri, olası bir yeniden kuruluş öncesi parçalanmanın “ulusal” ölçeklerde gerçekleşmesine olduğu gibi, yeni bir hegemonyanın yeniden ulus-devlet ölçeği üzerinden tanımlanmasına, kurulmasına da engeldir. Şekil 150 Dünyada Her Bin Kişiye Düşen Taşıt Sayısı* (2004) * Yeni küresel işbölümü, sermayenin sonsuz büyüme doğrultusundaki hareketinde, ona kıymetli bir olanak yaratmıştır. Tamamen fethedildiğinden, genişliğine büyümesinin sınırlarına dayanmış dünya pazarı, bu işbölümü ile, “dünyanın atölyesi” unvanını kazanmış ve neredeyse dünya nüfusunun yarısını barındıran geniş coğrafyalarda belki de tarihindeki en büyük derinliğine büyüme fırsatını yakalamıştır. Kapanmakta olan evrenin sembolü olan otomotiv sanayi yönünden örneklendiğinde bile, bu fırsatın büyüklüğü kolayca görülecektir (Şekil 1).
48 49 50
K. Marx-F. Engels, a.g.e., Engels’ten Berlin’deki C. Schmidt’e (Londra, 27 Ekim 1890), s. 104 “Sosyalist Cumhuriyet İçin Tezler”, 81 No’lu Tez, s. 58 OPEC, “World Oil Outlook 2007”, Şekil 2.1., s. 36 * Grafikte nüfus ve taşıt sayısı arasındaki ilişkide, nüfus eğrisi üzerindeki herhangi bir noktadan dikey olarak inildiğinde taşıt sayısını gösteren sütunlu grafikte o nüfusa o noktada ilave olacak her 1000 kişiye düşen taşıt sayısını göstermektedir. Örneğin, 2 milyarlık nüfusa ilave her yeni nüfus için sütunlu grafikte 50 rakamını gösteren nokta tekabül etmektedir, yani 2 milyarlık nüfus aşıldığında her 1000 kişiye 50 taşıt düşmektedir.
243
Yaşayan Marksizm
* Grafikten anlaşılacağı gibi, 4,3 milyarlık nüfus içinde 20 kişiye 1 taşıt bile düşmüyor. Çin ve Hindistan, mevcut durumda toplam 2,5 milyara ulaşan nüfusu ile bu kategoriye dahildir. Çin’in yükselişinin kapitalizmin çöküşü ile sonuçlanacağı tezinin51 sahibi Minqi Li’ye göre, kapitalist dünya ekonomisindeki işbölümünün sonucu, gerek üretim, gerekse mübadele alanlarında küresel meta zincirlerinin52 kurulmasına ve eşitsiz de olsa çevre ülkelerine artı-değerden düşen pay, onların güçlenmesine neden oldu. Li, verdiği bir örnekle de aldığı payın oransal küçüklüğüne karşın, gerek proletaryanın vahşice sömürüsü, gerekse dünya GSYİH’sı içindeki payının yükselmesiyle, Çin’in nasıl küresel ekonominin başlıca motorlarından biri haline gelerek, yüksek döviz rezervleri ile ABD’nin finansmanında önemli bir rol aldığını göstermiştir.53 Bu olgu, Çin’le birlikte, eski güçler dengesine dayalı mevcut hegemonyayı sorgulayan hammadde, enerji ve işgücü zengini yeni güçlerin yükselişine yol açtı. Kriz, kapitalizmin anakaralarında şiddetli sarsıntılara neden olurken, yükselmekte olan güçlerin fazlalarını derinliğine büyüme potansiyeline sahip “iç” pazarlarının hizmetine sokmalarıyla, aynı ülkelerin eşitsiz gelişiminde olumlu rol oynayan bir faktöre dönüşüyor. Kriz derinleştikçe ve uzadıkça, öyle anlaşılıyor ki güçler dengesi aynı doğrultuda daha da bozulacak ve hane içinde zaten dağılmaya başlamış huzuru iyiden iyiye bozacak. * Bu nedenle yukarıda değinilen olanak, gerek doğal sınırlar, gerekse mevcut hegemonyacı işleyişi sorgulayan sonuçları nedeniyle, sermayenin birikim sürecine sunduğu devasa fırsatın yanında, dünyaya yönelik bir tehdit54 ve sisteme yönelik potansiyel siyasi riskler içermektedir. Yükselen güçlerin yeni oluşan güç dengesinin meşruluğuna dayanarak “daha adil” bir işleyişi talep etmeleri, neşter vurulmadan çözümlenemeyecek bir siyasi gerilime yol açıyor. Bu gerilim, -şimdilikçıkar ortaklığı yönünden birbirinden hemen ayırt edilebilen iki ekonomik-siyasi kamplaşmayı doğurdu. Birincisi, söylenerek de olsa halen ABD hegemonyasına tabi olan ve kapitalizmin anakaraları üzerinde yükselen ABD-İngiltere, Avrupa ve Japonya bloğu; ikincisi ise, Çin Rusya ve İran’ın çevresinde yeni şekillenmeye başlayan bloktur. İki kamp arasında, ikinci bloğun başını çeken ülkelerin neredeyse 20. yy başlarındakine benzer emperyalist bir gelişme içinde olmaları nedeniyle göze çarpan bir çeşit anakronizm var. Çin ve Rusya, benzer bir tarihten ve devlet geleneğinden gelerek kapitalizme entegre oldular. Her iki ülkede de devlet emperyalist, yayılmacı ve militarist karakterini gizlemiyor. Çin’de daha belirgin ve ideolojik olarak gerekçelendirilmiş haliyle, diğerinde otokratik ve sanki eski Rus çarlığının modern sürümü görünümüyle, yaklaşmakta olan “çatışma raundu”nun ardından, organik dünya pazarının burgacında parçalanması kaçınılmaz bir tür devlet kapitalizmi hüküm sürüyor. Rusya, gücünü geniş coğrafyasından, yetişmiş işgücünden ve zengin enerji kaynaklarından alırken; Çin, sanayi devriminin ilk dönem İngiltere’sini bile aratacak, amansız bir sömürüye tabi tuttuğu kalabalık 51 52 53 54
Minqi Li, “Yükselen Çin ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü”, Epos Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2009 Minqi Li, age., s. 140 Minqi Li, age., s. 107-108 Minqi Li, age., s. 179-181
244
Sermayenin Sonsuz Birikim Sürecinin Somut Tarihsel İfadesi Olarak Dünya Pazarı
proleter ordusundan ve küreselleşmenin yakın tarihte yol açtığı büyük eşitsizliğin -yeni küresel işbölümünün- bir sonucu, Hindistan’la birlikte dünyanın atölyesi olma sıfatından alıyor. Otarşik bir diktatörlük olan İran ise, elinde bulundurduğu petrol ve doğalgaz kaynaklarının ona verdiği görece bağımsız gelişme dinamiği; jeopolitik olarak Orta-Doğu petrolünün dünyaya açılan kapısı Basra Körfezini kontrol ediyor olması ve köklü bir devlet geleneği üzerine kurulan mollalık rejiminin emperyalist kapitalist kamp tarafından bir türlü soğurulamaması nedenleriyle, yükselen bir güç odağı olarak Orta-Doğu’dan ikinci kampa dahil olmuştur. * Bilgi yoğun teknolojilerin canlı emeği üretim sürecinin dışına sürme hızının artması; yeniliklerin olağanüstü bir hızla üretim süreçlerine uyarlanmaya başlamasıyla, kapitalistlerin henüz geri kazanamadıkları sabit sermayelerinin ve dolaşımda henüz mübadele edilmemiş meta-sermayelerinin önemli bir bölümünü kaybetmeye başlamaları, kâr oranlarındaki düşüş eğilimini -tersine işleyen mekanizmalara rağmen- iyice belirginleştirmiştir.55 Kâr oranlarındaki bu belirgin düşüş, sermayenin finansallaşmasını inanılması güç seviyelere yükseltmiştir. Rakamlarla örneklemek gerekirse, türev enstrümanlar dahil, mali piyasaların hacminin 1990’da 3.5 trilyon dolarla dünya hasılasının %27’sini oluştururken, 2008 Haziran sonu itibarıyla akıl almaz bir seviyeye, 683,72556 trilyon dolara yükselerek, dünya hasılasının neredeyse 11 katına ulaşması gösterilebilir. Sermayenin maddi üretimle bağının ne denli zayıfladığının ölçütü olan bu akıllara zarar şişkinlik, aşırı birikim sorununu aşmada onun daha önce izleye geldiği yol ve yöntemlerin, mevcut halde oldukça yetersiz kalacağına işaret ediyor. Organik olarak bütünleşmiş dünya pazarının uç vermesi, sermayenin sonsuz birikim sürecindeki deviniminde yeni bir evrenin eşiğinde olduğunu gösteriyor. Ama beraberinde daha önemli bir başka şeye de işaret ediyor: Sermaye bu eşikte, özgürlük arayışının yükselteceği itiraz ve girişeceği tüm isyanlara rağmen, yeni bir gelişme evresini başlatabilecek takati gösterse bile, bu evre bir kelebeğin ömrü kadar kısa olacaktır. Çünkü mekan, sermayenin başka bir manevrasına izin vermeyecek kadar daralmış ve zaman, onun her yeni girişimini başlamadan irrasyonel kılacak kadar hızlanmıştır. Hepsinden önemlisi, doğanın bu sapkınlığa biçtiği vade çoktan dolmuştur.
55 Yusuf Zamir, age., s. 102, ayrıca bu sayıda bkz. Ali İleri, “Büyük Deprem Bir Bilanço ” yazısı içinde Şekil 1. 56 http://www.bis.org/statistics/derstats.htm, Uluslarası Ödemeler Bankası (BIS)
245
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı A. Hakan Güvenir İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar. İşte bunun gibi, Luther, havari Paul’ün maskesini takındı, 1789-1814 devrimi ardarda, önce Roma Cumhuriyeti, sonra Roma İmparatorluğu giysisi içinde kurum sattı ve 1848 Devrimi, kimi 1789’un, kimi de 1793’ün ve 1795’in devrimci geleneğinin taklidini yapmaktan öte bir şey yapamadı. İşte böyle, yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişi, onu hep kendi anadiline çevirir durur, ama ancak kendi anadilini anımsamadan bu yeni dili kullanmayı başardığı ve hatta kendi dilini tümden unutabildiği zaman o yeni dilin özünü, ruhunu özümleyebilir. Karl Marx1
F
inans sektöründe patlak veren, kısa zamanda likidite krizi ve kredi piyasalarındaki donuklaşma ile reel sektörü de etkisi altına alan krizin, bütün olası sonuçlarıyla yaşanıp kapitalizm açısından “normalleşme” sürecine girildiğini yahut krizle birlikte “eski” kapitalizmin/emperyalizmin hükmünü büsbütün yi1
Marx, Karl, Lois Bonaparte’in 18 Brumaire’i, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, İkinci Baskı: Haziran 1990, s.13-14
247
Yaşayan Marksizm
tirdiği yeni bir dönemin yaşanıyor olduğunu söylemek için henüz çok erken. Ancak öte yandan bu zeminde, sosyalist hareket açısından söylenmesi ve yapılması erken olmayan, hatta geç kalınan pek çok şeyin bulunduğunun da altını çizmek gerekiyor. Bu geç kalmışlığın bir sebebi; uluslararası kapitalizm zemininde yaşanan krizin emperyalist sistemin kısa dönem döngüsel, aşırı üretim krizlerinden birisi olarak algılanması, dönemin özelliğinin ise krizin şiddetinden kaynaklandığını ifade etme çabası ve eğilimi oldu. Meseleye bu eksenden yaklaşanlar, uzun dalga krizlerinin ve özellikle de krizden çıkış sürecinin, sermaye birikim modelinden başlayarak sistemin yapısına, işleyişine dönük etkilerine pek ilgi göstermediler. Böylesi bir ilgisizlik içerisinde sürecin içerisindeki değişim dinamik ve eğilimlerinin fark edilebilmesi olanaklı olmuyor. Krizleri tarifeli tren seferleri misali birbirini neredeyse birebir tekrar eden ve sosyalist siyaset açısından bulunmaz fırsatlar sunan şaşmaz bir döngü içerisinde ele alanlar, kapitalizmin tarihsel sınırlarına ulaşmakta olduğu, doğayı ve insanlığı tümüyle yıkıma sürüklediği cümlelerini, bu tespitlerin mantıksal sonuçlarından bağımsız zikredip manasızlaştırıyorlar aynı zamanda. Bu bakışa göre “kriz araları”, sistemin güçten düşüp dizlerinin üzerine çöktüğü kriz dönemlerinde yeniden toparlanıp ayakları üstünde dikilmesine fırsat vermeden soluğunu kesmeyi sağlayacak hazırlık faaliyetiyle geçirilmeli. Ancak bu hazırlık, krizi ardında bırakan sistemin ne tür bağışıklık mekanizmaları geliştirdiği yahut emek süreçleri, işçi sınıfı ve toplum yapısında hesaba katılması gereken ne tür değişimlerin tetiklendiği hesaba katılarak geçirilemediği içindir ki ortaya çıkan ihtiyaçlara bağlı olarak “dönem ve öncelikler” denklemi devrimci tarzda kurulamıyor. Hal böyle olunca, dönem değişiklikleri tarih değişikliklerinden öte bir anlam kazanmadıkları gibi, hazırlığın manası da, “güç kazanma” ihtiyacına indirgeniyor. Güç kazanma çabasının, doktriner bir çizgide mi yoksa programlardan çıkarsanamayacak günübirlik açılım ve kampanyalar çerçevesinde mi somutlanmaya çalışıldığı, ayrı bir mevzu; bu mevzuya burada girmeyeceğiz. Elbette ki bu meselenin bir yanı. Geç kalmışlığın diğer sebebi, dönem analizinden görece bağımsız, sosyalist hareketin bu güne kadar kendisini var ettiği siyaset kavrayışı ve zemininin bizzat kendisi. Bu zeminde köklü bir yenileme ve yeniden kuruluş ihtiyacı duymayanların, içerisinde olunan dönemin ortaya çıkardığı sorunlara devrimci çözümler üretebilmelerini beklemek, olmayacak duaya amin demenin siyasete tercümesi oluyor. Siyaset zemininde belirleyici bir eksen olarak var olamayan sosyalist hareketin, önümüzdeki dönemde, kapitalizmin karşıt devrimci kutbu olarak sosyalizmin yeniden üretileceği bir sürecin kurucu unsuru rolünü oynayabilmesinin bir yolu da kendi gerçekliğimizle yüzleşebilmemizden geçiyor. Bu noktada, uluslararası kapitalizmin içerisinden geçtiğimiz krizini ve değişim sürecini anlama ve dönemin ortaya çıkardığı devrimci ihtiyaçlara yanıt verme uğraşının, sosyalist ha248
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
reketin kendi gerçekliği ile yüzleşeceği bir alana adım atmasına vesile olacağını söylemek, iyimser bir temenniden ibaret değil. Bu ihtiyaca yaklaşım ve yeniden kuruluş iradesi, sosyalist hareketin önümüzdeki dönemde ayrışacağı temel eksenlerden bir tanesi olarak daha da belirginleşecek ve o noktaya kadar yenilenme ihtiyacı ve görevi, basıncını bütün ağırlığı ile sosyalist hareketin üzerinde hissettirecektir. Fırsat Hazırlıklı Olanın Kapısını Çalar Kapitalizmin içerisine girdiği kısa ya da uzun dalga krizlerinin, işçi hareketi ve sosyalist hareket açısından belirleyici önem taşıdıkları ve alternatifsiz fırsatlar sundukları tartışma bırakmayacak bir konu. Bu nedenden dolayı “kriz” kelimesi, sosyalist saflarda “fırsat” ve “görev” kelimeleri ile birlikte ele alınıyor. Ancak bu ele alışın somut siyasal/örgütsel sonuçlarına taşınabildiğinden, toplumsal/siyasal yaşamda karşılığı olan açılımlara dönüşüp siyasal pozisyonların alınabildiğinden söz edemiyoruz. Krizin siyasal bir zeminde ele alınamaması ve krize karşı devrimci seçeneğin somutlanamaması şeklinde özetleyebileceğimiz bu durumun birden çok sebebi bulunuyor. Bu noktada gözden kaçırılan ilk gerçek, kriz dönemecine geldiği ve alt üst edilemediği her koşulda, sistemin krize girerkenki halinin güçten düşmüş, zayıflamış, kısmen de olsa yıkılmış yahut tersinden sadece aynı gerçekliğin daha da güçlenmiş hali olmadığı. Kapitalizm, yaşadığı ve yıkılmadığı her krizde kimisi yapısal, ufak ya da büyük değişimler yaşayarak; bu anlamıyla farklılaşarak ve kendisini tahkim ederek, yoluna devam ediyor. Hele ki burada söz konusu olan uzun dalga krizleri ise yaşanan değişimlerin çok daha kapsamlı ve yapısal değişiklikler olduğunu biliyoruz. Bu farklılaşma ve tahkimin, siyasal yapı ve zor aygıtlarının yeniden yapılanmasından çok öte anlamları olduğu ise bütün açıklığı ile ortada. Kendi saflarından yükselen “kapitalizm değişiyor” başlıklı söylemleri takip eden, işçi sınıfına, sosyalizme elveda nakaratlarına sıklıkla tanıklık eden sosyalist hareketin, emperyalist kapitalizme dönük her türlü değişim saptamasının altında “emek-değer teorisi çöktü”den başlayan ve “artı-değer tarihe karıştı”, “işçi sınıfı mı kaldı”lara uzanan baklalar arayan bir kuşkuculuk taşıması anlaşılabilir. Ancak anlaşılır olmayan, bu kuşkuculuğun, değişimlerin devrimci temelde kavranabilmesini de olanaksız kılan bir tutuculukla kol kola yükselmesi ve günümüzü anlamaya dönük çabaları baskılaması. Bu tutucu yaklaşım; oluşumundan günümüze ve geleceğe, kapitalizmin ancak “serbest rekabet” ve “tekelcilik” kavramları ile özetlenen iki aşamasının ve döneminin bulunduğunu (ve bulunabileceğini) kabul eder. Bu nedenden dolayıdır ki, özellikle 19. yy.’ın sonlarından itibaren uluslararası kapitalizmin büyük buhranları; sermaye birikim rejiminde, sistemin hiyerarşik ilişki modelinde, sistemi oluşturan birimlerin yapı ve ilişkilerinde yarattığı değişimlerden bağımsız ele alınır. Ezberlerdeki “kapitalizmin atlattığı her kriz daha derin krizlere davetiye çıkartır” saptaması da böylesi bir tutuculuğun baskılamasıyla ele alındığı için sistemi bekleyen yeni krizlerin hangi manada 249
Yaşayan Marksizm
daha derin olacakları, bu derinliğin sistemin yapısı ve yapısal çelişkileri ile arasındaki ilişkisi ve nihayetinde kriz dinamikleri ile değişim dinamikleri arasındaki ilişkiler ve çelişkiler bütünsel bir bakışla ele alınamaz. Emperyalizmle birlikte en yüksek aşamasına ulaşmış bulunan kapitalizmi, devrimci fırsatlar sunan krizleri olağan ve rutin bir döngü içerisinde yaşayacak ve işçi sınıfının devrimci eylemiyle tarihin çöplüğüne atılmadığı sürece değişime kapalı bir toplumsal formasyon olarak ele alanlar için, sistemin yaşadığı değişimi görebilmek ve bu değişim ile uyumlu siyasal açılımları üretebilmek için öncelikle değişimin olabileceğini kabul etmek gerekiyor. Bu değişimin, sermayenin işçi sınıfı üzerindeki tahakkümünü pekiştirecek şekillerde emek örgütlenme süreçlerinden başlayarak hangi alanlarda, hangi araç ve yöntemlerle yaşandığını ortaya koyabilmek, barındırdığı gerilim dinamiklerini açığa çıkartabilmek görevleri ise bağımsız sosyalist siyasetin toplumsal bir gerçekliğe, kapitalizmin karşısında sahici ve devrimci bir alternatife dönüşebilmesinin koşulu olarak önümüzde duruyor. Bu noktayı, kriz dönemlerinde ortaya çıkan fırsatları kazanımlara dönüştürebilmeye yönelik hazırlığın zemini olarak ele alınmalıyız aynı zamanda. Mevcut durumda, kapitalizmin krizlerine toplumsal ölçekte devrimci yanıtlar verme şansından uzak olan sosyalist hareketin durumu da bir kriz halidir. Sosyalist hareketin durumu ve “krizi”, bir anlamıyla, öznel alandaki yeniden kuruluş ihtiyacına yanıt verilememesine bağlı, nesnel süreçlerdeki değişimlerin ortaya çıkardığı ihtiyaçlara da yanıt verilememesi şeklinde özetlenebilir. Bu nedenle bu dönemde “değişim” kavramının, biri kapitalizmin bünyesinde yaşanan, gerek ulusal gerek uluslararası ölçekte emek hareketinin kendini oluşturma sürecinde hesaba katılması gereken yeni durumları/olguları; diğeri ise sosyalist siyaset zemininde yeniden kuruluş hedefine bağlı geçmiş ve geleneksel siyaset zemininden devrimci muhasebe temelinde kopuş ihtiyacını anlatan iki farklı manası bulunuyor. Olan ve Olmakta Olan? Siyaset zemininde dönem tahlili ve analizi, sadece olanın tespitini değil, olmakta olanın açığa çıkartılmasını, değişim dinamiklerini ve yönünü ortaya koymayı da içeren bir çaba olmalı. Aksi durumda, tarihe ve yaşadığımız döneme fotoğraf çekmekten öte bir zeminden bakamaz, öngörü yoksunluğu içerisinde nesnel süreçleri geriden takip edip, işçi sınıfının ve bütün olarak insanlığın güncel ve tarihsel ihtiyaçlarına yanıt verecek bir hazırlığı yapma şansını yakalayamayız. Ayrıca bu konu özelinde bir noktanın daha altını çizmek gerekiyor. Sosyalist siyaset zemininde dönem, çağ, evre, aşama, kerte vb. kavramlar, dilbilimsel kökenlerinden “uzaklaştırılarak”, kullanıldıkları zemine ve çerçeveye göre anlam yüklenen kavramlar olmuşlardır. Bu nedenle, kelimeler üzerinden iz sürerek, gündemimizde olan “emperyalizmin yeni dönemi” gerçeğini anlayabilmemiz biraz güç. Bu güçlüğü hesaba katarsak, öncelikle bu kavramlaştırmayla neyin kastedilmediğini peşinen belirtmekte fayda var. “Yeni dönem” kavramlaştır250
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
masından, kapitalizm yahut emperyalizmin yapısında, mülkiyet biçimi, üretim tarzı, temel sınıfların tanımı ve konumlarında, niteliksel bir değişiklik yaşandığını ve kapitalizmin kapitalizm, emperyalizmin de emperyalizm olmaktan çıktığını anlamamak gerekiyor. Kavrama daha baştan böyle bir anlam yüklemek, dönem çözümlemesini emek hareketinin ve sosyalist siyasetin yeniden kuruluş ihtiyaçlarından büsbütün farklı bir zeminde ve ihtiyaçlar temelinde ele almak anlamına gelecektir. Ancak öte yandan, 20. yy boyunca emperyalizmin yapısında emek hareketinin ve sosyalist hareketin siyaset ve örgütlenme süreçlerini belirleyecek nitelikte kayda değer bir değişimin yaşanmadığı, yaşanan değişikliklerin ve içerisine girip çıkılan krizlerin sistemin iktisadi, siyasi yapısında hiçbir değişiklik yaratmadığı sonucuna varmak da doğru bir çıkarsama ve kalkış noktası olmayacak. Uluslararası kapitalizmin zemininde, sosyalist siyasetin yeniden kurgulanması sürecinde hesaba katılması gereken iki temel noktada yaşanan değişimlere kısaca değinmekte fayda var. 1. Emek sürecinin örgütlenmesindeki değişikliklere, üretimin daha küçük ölçekte birimlerde örgütleniyor olmasına, hizmet sektörünün gelişimine, ölü emeğin üretim sürecindeki rolünün ve ağırlığının artmasına, istihdam politikalarındaki değişikliğe, işsizliğin “yedek sanayi ordusu” tanımının çok ötesine geçecek bir muhteva kazanmasına bağlı olarak, işçi sınıfının yapısı değişiyor. Bu değişiklikler, işçi sınıfı açısından daha fazla çeşitlilik, üretim sürecinin örgütlenmeyi kolaylaştıran nesnel rolünün zayıflaması ve örgütsüzlüğün maddi temellerinin yaygınlaşması, sınıfın farklı kesimleri arasındaki mesafenin ve rekabetin derinleşmesi sonuçlarını doğurduğu gibi çalışan ve çalışmayanlarıyla bir bütün olarak işçi sınıfının toplumsal hacminin ve ağırlığının artmasına da vesile oluyor.2 Bu değişikliğin en belirgin hissedilen sonuçlarından birisi, işçi sınıfı zemininde örgütlülüğün hızla erimekte olması ve sınıfın özellikle yeni dönemde ortaya çıkıp büyüyen geniş kesimlerinin geleneksel örgütlerin kapsayabileceği alanın dışarısında kalmasıdır. Bu nedenle geleneksel sendikal örgütlülükler aracılığıyla işçi sınıfı içerisinde önemli yer tutarak sınıf hareketinin genelini ya da en azından önemli bir kesimini kontrol (olumlu yahut olumsuz manada) etme şansına önümüzdeki dönemde herhangi bir siyasal hareketin sahip olamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. İşçi sınıfı hareketini, onun içerisinde tutulan kilit pozisyon üzerinden sevk ve idare edebilme hedefiyle, geçmişte oynadıkları rolü bugün de aynı şekilde oynayabilecekleri düşüncesiyle geleneksel araç ve yöntemlere sarılan ve işçi hareketinin yeni temellerde kurulması ihtiyacına sırt çevirenlerin, bir bütün olarak işçi sınıfı ve hareketinin dışına düşmeleri ya da en iyi ihtimalle marjinal bir konuma mahkûm olmaları kaçınılmaz. 2
Yayınımızın ilerleyen sayılarında bu konunun mümkün olan bütün yönleriyle ele alınacağını hatırlatarak, bu yazı kapsamında konumuz çerçevesinde sonuçlar ve çıkarsamalar üzerinden değineceğimizi belirtmek gerekiyor.
251
Yaşayan Marksizm
Geleneksel sendikal örgütlülüklerin güç ve işlevlerinin, bu alanda varolan öznel zaaflardan görece bağımsız, nesnel sebeplere bağlı olarak adım adım ortadan kalkıyor olduğunun üzerinden atlayamayız. Açıklıkla belirtmek gerekiyor ki bu noktada yaşanan sorun, “sendikal hareketin krizi ve ihtiyaçları” başlığı altında ele alınamaz. Bu başlık, sadece ifade ettiği kadar bir önem taşımalı, işçi sınıfının mücadele ve örgütlenme sorunları bu zeminin darlığına sıkıştırılmamalı. Sorunun esas olarak düğümlendiği nokta, işçi sınıfının genel ve ortak çıkarları ekseninde örgütlenmesi ihtiyacıdır. Sendikal hareketin sorunları da esas olarak bu temel ihtiyaç ekseninde ele alınırsa anlamlı olabilir. Ancak asıl olarak sınıfının değişen yapısına bağlı, çalışma ve yaşam alanlarıyla, çalışanı ve çalışmayanıyla bir bütün olarak işçi hareketinin yeniden örgütlenmesine hizmet edecek kapsayıcı ve bütünleştirici araç-yöntemlerin, örgütlülüklerin yaratılıp geliştirilmesine yoğunlaşmak gerekiyor. Elbette ki bu sürece siyasal bir anlam kazandıracak mücadele hattı ve eylem çizgisinin yaşam içerisinde varedilmesi uğraşı ile birlikte. Bu yoğunlaşmayı, sosyalist hareketinin yeniden kuruluş sürecinin öncelikli görevleri arasında saymak gerektiği gibi bu yoğunlaşma alanını sosyalist hareketin kendisini yeniden kuracağı zemin olarak görmek gerekiyor. 2. Mali sermaye alanındaki aşırı yoğunlaşma ve merkezileşme, işbölümünün uluslararası karakterinin ulaştığı boyut, dünya pazarı ve dünya piyasası olgularının karşılıklı (ya da solun bir kısmı nezdinde tek taraflı) bağımlılık ilişkilerinin ötesine geçmesiyle tam entegrasyon ve özdeşleşme yolunda katedilen mesafe, uluslararası kapitalist sistemin, emperyalizmin yapısında meydana gelen önemli değişikliklerdir. Bu bütünleşme eğilimi ve sürecine paralel, sanayileşmesini görece olarak kapitalist sistemin dışında gerçekleştirmiş ve devletin ekonomide hala belirleyici bir ağırlığı bulunan ülkeler (Rusya ve Çin başta olmak üzere) de, üretim kapasiteleri, rekabet güçleri ve emek “zenginliği” ile son 20 yıl içerisinde uluslararası kapitalist sisteme dahil olmuşlardır. Uluslararası kapitalizmi tam anlamıyla bir dünya sistemi haline getiren bu genişleme süreci, sisteme sadece yeni ve geniş pazarlar sunmayıp, kapitalizmin uluslararası rekabetinin yeni öznelerini de yaratmıştır. Bu durum, önümüzdeki süreci şekillendirecek değişim, çatışma ve kriz dinamiklerinin net olarak hangi sonuçları doğuracağını bugünden net olarak söylemenin olanaksızlığı anlamına geliyor. Ayrıca, bu noktadaki denklemi nasıl kurarsak kuralım, işçi sınıfı bağımsız devrimci eylemi ile sahneye çıktığı anda, bütün denklemlerin bozulup yenilerinin kurulmasının gerekeceğini, süreçte asıl belirleyici olabilecek değişim ve çatışma dinamiğinin bu anlamıyla sahnedeki yerini henüz almamış olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Ayrıca, tüm bu noktalardaki belirsizlikler, içerisinden geçtiğimiz dönemin barındırdığı değişim ve çatışma dinamiklerinin bütün çıplaklıkları ile bilince çıkartılabilmesinin önünde bir engel değil. Tersine, bu koşullarda bu değişim ve çatışma dinamiklerinin bütün çıplaklıkları ile ortaya konulabilmesi, sosyalizmin somut bir siyasal seçenek olarak toplumsal ölçekte üretilebilmesinin ve işçi sınıfının bağımsız devrimci eylemiyle tarih sahnesindeki yerini alabilmesinin de önemli bir gereği olarak karşımızda duruyor. 252
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
Bu değişim sürecinin uluslararası kapitalizm açısından ne tür somut sonuçlar doğurup doğurmayacağından bağımsız olarak, geleneksel sosyalist siyaset üzerinde etkileri oldu. Bu etki esas olarak anti-emperyalizm meselesini sosyalist siyasetin ve sosyalizm için mücadelenin içerisinde tutarlı bir bütünlükle yerli yerine oturtma (daha doğrusu oturtamama) noktasında hissediliyor. Emperyalizm gerçeği ve anti-emperyalist mücadele anlayışı, kendilerini anti-kapitalist mücadelenin öznesi olarak kabul eden sosyalist hareketin bileşenlerince, geleneksel yaklaşımların eleştirisi üzerinde yeniden tanımlanmalı ve sosyalizm hedefine bağlı yerli yerine oturtulmalı. Sözlüklerde “emperyalizm” kelimesinin karşılığı olarak, “Aynı iktisadi ve sosyal bütünlük içinde etnik ve kültürel bakımdan farklı halkların, hakim halkın elinde olan merkezi bir iktidarın otoriter yönetimi altında bir araya getirilmesi eğilimi. Kolektif veya ferdi yayılma ve hakim olma iradesi. Bir milletin başka bir milleti siyasi ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, yayılmacılık.” ifadeleri bulunuyor. Kısaca geçmiş imparatorluklar tarzında düzen kurma eğilimi olarak tanımlıyor sözlükler emperyalizmi. Kuşkusuz bu tanım, burjuvazinin tanımı ve onun için de “kötü” bir şey. Burjuvazinin emperyalizmi, bir yandan gelişmiş ve güçlü bir ülkenin gelişmemiş ve zayıf olan ülke ya da ülkelere dönük yayılmacı eğilimleri, diğer yandan bu yayılmacı eğilimlerin ve girişimlerin sonucu olarak gelişmiş ve güçlü olan ülkenin, gelişmemiş ve güçsüz olan ülkeyi ya da ülkeleri kendisine bağımlılaştırması ve bu ülkelerin gelişimlerini engellemesi olarak tarif etmesi son derece normal. İşin aslına bakılırsa, burjuvazi açısından “emperyalizm” kavramı, her daim, bir başka kapitalist gücü ya da devleti, kendi egemenlik alanına dönük dışsal ve yayılmacı tehditler oluşturan ötekileri tanımlamak için kullanılan bir kavram. Ancak emperyalizmi böyle algılayanlar, burjuvaziden ibaret değil. Emperyalizmin burjuva kavrayışının toplum kesimlerindeki yansıması da, ülkenin, ülke ekonomisinin ve kaynaklarının, ulusal sınırların ve egemenliğin yayılmacı bir dış güç tarafından tehdit edilmesi biçiminde oluyor. Daha da kötüsü, burjuvazinin iktidarı karşısında sosyalizm mücadelesi verme iddiasında olan güçlerin önemli bir kesimi dahi emperyalizmi, ulusal ekonominin gelişimini engelleyen ve bağımsızlığa gölge düşüren, yayılmacı bir dış tehdit olarak algılayarak burjuvazinin tarifine paralel bir emperyalizm kavrayışını somutluyor. Bu nedenden dolayı, emperyalizmi, gelişmiş kapitalist ülkelerle dahası bu ülkelerin içerisinde dünyanın egemen ve hegemonyacı gücü olarak öne çıkan ABD ile özdeşleştiren söylem ve tutumlara rastlamak fazlasıyla mümkün. Ancak, emperyalizmin bu tarz kavranışının tümüyle hayal mahsulü olmadığını ve uluslararası kapitalizmin bu yanılsamayı besleyen kimi nesnellikler sunduğunu da görmemiz gerekiyor. 20. yy başları, kapitalist gelişme sürecinde, sömürgeciliğin ve sömürgeci dönem ilişkilerinin yerlerini emperyalizme bırakışına tanıklık etti. Bu süreç, kapitalizm için önemli bir değişim süreciydi. 253
Yaşayan Marksizm
Sermaye, içerisinde geliştiği yapı ve ilişkileri merkezileşme, yoğunlaşma ve yayılma eğilimlerini aynı anda barındıran doğasının ihtiyaçlarına bağlı değişmeye zorlar. Emperyalizm, kapitalist ilişkilerin ortaya çıkıp egemen hale geldikleri ulusal ekonomilerin dışlarında var olan “dış pazar” olgusunun ve kapitalist olmayan dünyanın, kapitalizmin yasaları ve kuralları ekseninde, kapitalizmin çemberine sokulduğu; kapitalizmin kendi suretinde bir dünya yarattığı bir büyük değişim sürecidir bu manada. Ancak bu değişim, emperyalizmin bir sistem olarak ortaya çıktığı yüz küsur yıl öncesinde, kapitalizmin önceki dönemlerinden kalan ve sermayenin eğilimlerini, yönelimlerini baskılayan yapı ve ilişkilerin bütünüyle buharlaşıp, beyaz bir sayfaya düşen mürekkepler misali yerlerine yenilerinin geçtiği bir “mutlak değişim” olarak yaşanmadı. Bunun sebeplerinin başında, sermayenin hareket kabiliyeti ve esnekliği karşısında, içerisinde geliştiği yapı ve ilişkilerin hareket kabiliyeti ve esnekliğinin fazlasıyla sınırlı olması ve aynı zamanda bu yapı ve ilişkilerin, sadece sermayenin ihtiyaçlarına yanıt verme göreviyle tasarlanmamış olmalarıdır. Tarih, herbiri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan farklı kuşakların ardarda gelişinden başka bir şey değildir; bu bakımdan, her kuşak, demek ki, bir yandan geleneksel faaliyeti tümüyle değişmiş olan koşullar içinde sürdürür, ve öte yandan, tümüyle değişik bir faaliyetle eski koşulları değiştirir; bu, kurgu yoluyla öyle çarpıtılabilir ki, daha sonraki tarih daha önceki tarihin amacı haline getirilir.3
Sermaye sınırsız hareket etme, yayılma ve merkezileşme eğilimlerine bağlı olarak başlangıç aşamasında ihtiyaç duyduğu uygun ölçekte ve özelliklerde pazar ve devleti sürekli olarak değişime zorladı ancak devlet ve pazarın bu değişim basıncına bağlı hareketleri aynı olmadı. Başlangıç aşamasında pazar ve devlet aynı coğrafya ve sınırları ifade ederlerken ve devletin sınırları, pazar için “içerisi ve dışarısı” ayrımının da somut ifadesi olurken, kapitalist gelişme ulusal devletler ve sınırları ortadan kalkmadan, “tek dünya pazarı” gerçekliğini ortaya çıkardı. Pazarların “bütünleşmesi” onları yaratan ulusal devletlerin ve ulusal ekonomilerin bütünleşmesi ile aynı anlamına gelmedi. Bu gerçeklik, tek dünya pazarını oluşturan birimlerin özdeş ve homojen birimler olmaması, aralarındaki farklılıkların bütünüyle ortadan kalkmaması anlamına da geliyordu. Bundan dolayıdır ki emperyalizm, sanayi sermayesi ile birleşen mali sermayenin devletler aracılığı ile dünya çapında açık veya örtülü paylaşım savaşları sürdürdüğü ve belirleyici bir özellik olarak meta ihracının ağırlığının sermaye ihracına kaydığı, eşitsiz ve birbirine bağlı ekonomik birimler temelinde tekelci kapitalizmin dünya egemenliği olarak ortaya çıktı. Meta ihracının ağırlığının sermaye ihracına kayması, sömürgeci dönemin tek yanlı bağımlılık ilişkilerinden farklı olarak, ulusal ekonomiler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkilerini yaratıp geliştirirken, bu ulusal ekonomilerin pazarın bütünleşmesine paralel iç içe geçmesini ve bütünleşerek 3
Marx, K. - Engels, F. Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, Üçüncü Baskı: Temmuz 1992, s.59
254
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
bir dünya ekonomisine yürümesini inanılmaz ölçüde hızlandırdı. Ancak ulusal ekonomiler de büsbütün ortadan kalkmadı. Bundan dolayıdır ki, kapitalist gelişmeye bağlı olarak emperyalizmin uzun (ve hala “kapandı” diyerek kestirip atılamayacak) bir dönemi, birbirinden görece bağımsız “ulus/ülke” ekonomilerinin hiyerarşik temelde birliğinin ifadesi olarak şekillendi. Emperyalizmin böyle bir gerçekliğinin bulunduğu koşullarda, elbette ki uluslararası rekabet ve paylaşımın başat aktörleri, ulus/ülke devletler oldu. II. Emperyalist paylaşım Savaşı’nın ardından sistemin, ABD’nin hegemonyasında geçmiştekinden farklı bir temelde yeniden yapılanmış olması da hesaba katıldığında, bütün bu gerçeklik, sosyalist hareketin emperyalizm ve antiemperyalist mücadele anlayışını belirleyen nesnel zemin olmuştur aynı zamanda. Ancak, kapitalist gelişmenin bir dönemine çekilen fotoğraf üzerinden siyasal bakış ve açılımlarını geliştiren sosyalist hareket, fotoğrafı çekilen dönemin, değişim sürecinin bir dönemi olduğunun üzerinden atlayarak, emperyalizmi, o dönemin hakim yapı ve ilişkileri üzerinden tanımlayan ve dahası bunlara indirgeyen bir dar görüşlülüğe saplanıp kaldı. Dolayısıyla, bu koşulların ve koşullarca belirlenen dönemin öncesi ve sonrası, bu anlamıyla sınırları olduğunu gözden kaçırdı. Bir “ekonomi”ye ulus ya da ülke ekonomisi niteliğini veren gerçeklikleri kısaca, kendi içinde bütünleşik ve “diğerlerinden” şu ya da bu şekilde ayırt edilen artıdeğer sağlama, sermaye birikim zemini; kendi içerisinde bütünleşik olan ve “diğerleri” ile arasında belli sınırlar bulunan pazar olarak sayabiliriz. Peki, tarihsel bir bakış içerisinde, yaşadığımız dönemde “ulusal ekonomi” gerçekliğini etkileyen ne türden değişiklikler oldu/oluyor? Artı-değer sağlama, sermaye birikim süreçleri farklılaşıp zeminleri değişiyor. “Farklı” ulus/ülke pazarları belli ölçülerde eşitsizliklerini hala muhafaza ederek özdeşleşiyor ve dünya pazarını meydana getiriyor. “Ulus/ülke” ekonomiler karşılıklı rekabet zemininden “karşılıklı bağımlılık” ve bir adım sonrasında iç içe geçerek bütünleşme zeminine taşınıyor. Bu değişim süreci, bütün açıklığı ile ifade etmek gerekir ki, ulus-ülke ekonomisinin yerini başka bir gerçekliğe bıraktığı, uluslararası kapitalizmin ekonomik ve siyasal birimlerinin yeniden ve yeni temellerde örgütlendiği bir değişim süreci anlamına geliyor. Emperyalizmi, mutlak surette ve sadece, görece olarak birbirinden bağımsız ulusal ekonomilerin ve o anlama gelmek üzere ulusal devletlerin hiyerarşik birliği olarak algılayanlar açısından böylesi bir değişim sürecinin algılanması kolay olmuyor. Sermaye ile şemsiyesi altında geliştiği ulus devleti mutlak surette birbirine bağlı sayanlar için, kapitalist rekabetin uluslararası biçimlerinin ulus devletlerden bağımsız ele alınması olanaklı değil. Ancak kapitalist rekabetin uluslararası biçimlerinin ulus devletlerden bağımsız ele alınamaması, bir yandan sermayenin asıl ihtiyaç duyduğunun burjuva devlet olduğu gerçeğini, öte yandan ise “diğer” sermayeler olmadan yaşayamayacak olan sermaye gerçeğini, rekabetin özünün sermayenin sermaye ile rekabeti olduğunu gözardı etmek anlamına 255
Yaşayan Marksizm
gelir. Bu aynı zamanda, burjuva devleti, asli görevi olan sermayenin emek ile mücadelesinin (ulus ve ülke zeminine bağımlı kalmaksızın) ve sermayenin sermaye ile rekabetinin aracı olarak değil, ulus/ülke ekonomilerine referansla tanımlanan rekabetinin özneleri ulus devletler olarak öne çıkartmak ve mutlaklaştırmak anlamına da gelecektir. Kuşkusuz ki ulus devlet ve ulusal ekonomi, bütünüyle ortadan kalkmış gerçeklikler değil. İçerisinde olduğumuz sürecin, çelişkilerden muaf, üzerinde tam mutabakat sağlanmış bir senaryonun bütün aktörlerin ve set ekibinin uyumuyla sahnelendiği bir nümayiş havasında ilerlemediği, ilerlemesinin ne denli güç olduğu ortada. Ancak uluslararası kapitalizm zemininde hakim olan eğilim, sermayenin yeni dönem ihtiyaçlarına bağlı olarak, uluslararası rekabetin yeni araç ve yöntemlerini, eskilerinin yerlerini alacak şekilde yaratıyor, eski yapı ve ilişkileri de yeni döneme göre uyarlıyor ve bu yönde şiddetli bir basınç uyguluyor. Dolayısıyla geçmiş dönemin rekabet ilişkilerinin merkezinde yer alan ulus devletten geriye “devlet” ve ancak o ölçüde varlığından söz edilebilecek ulusal/ülkesel ekonomiden öte pek bir şey kalmıyor. Emperyalizmin, dünyanın bir coğrafyası ya da ülkesine indirgenemeyecek bir gerçeklik olarak, bütün kara ve denizlerinde içsel bir olgu ve gerçeklik, bir bütünsel sistem olarak kendisini örgütlediği; bütünü oluşturan birimlerin hem yapı ve zeminlerinin hem de birbirleri ile ilişkilerinin değiştiği bu koşullarda, sosyalist hareketin anti-emperyalist mücadele ile sosyalizm mücadelesi arasındaki geleneksel denklemlerinin yeniden kurulması, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak önümüzde dikiliyor. Değişim Dinamikleri Sadece Kapitalizm İçin İşlemiyor Emperyalizmin kapanmakta olan dönemiyle birlikte, burjuva egemenliğinin zemini ve kurumları değişiyor; eski dönemin kurum ve ilişkilerinin varlık zeminleri ortadan kalkıyor. Ancak bu süreçte varlık zeminleri ortadan kalkan kurum ve ilişkiler sadece burjuva egemenlik alanında değil. Bunlarla aynı zeminden beslenen fakat bizzat sosyalizm mücadelesinin araç ve yöntemleri olarak benimsenen ve beslendikleri zemin yaşadığı ölçüde kendilerine önemli bir yaşam alanı bulan örgütlülük biçimlerinin, mücadele araç ve yöntemlerinin de varlık zeminleri kaybolup içleri boşalıyor. Kendi içerisindeki bütün bölünmüşlüğe karşın, sosyalist hareket bünyesindeki farklı akımların siyaset anlayışlarının bir ortak paydası bulunuyor. Bu ortak paydayı, sosyalist siyasetin genelini içerisine alan paradigma olarak adlandırmak mümkün. Bu paradigmanın beslenip kendisini örgütlediği, başlıca iki kanal oldu. Bu kanallardan birincisi, 19. yy sonlarında şekillenen sosyalist siyaset zemini; ikincisi ise İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında dünya kapitalizminin o zamanki yeni dönemini şekillendiren Keynesçi ekonomi politikalar ve sosyal devlet anlayışı. 256
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
II. Enternasyonal Siyaset Anlayışıyla Yaşamaya Devam Ediyor Komün yenilgisinin ardından, Avrupa merkezli olarak, bir yandan işçi sınıfı içerisinde sendikal örgütlülüğün güçlenen varlığı ve buna paralel sosyal demokrat ve işçi partilerin siyaset zemininde kalıcı yerler edinerek, parlamenter demokratik sistemin kurumsallaşmasında oynadıkları rol II. Enternasyonal siyaset anlayışının temelinde yatar. İşçi sınıfı, sendikal örgütlülükleri aracılığı ile ekonomik mücadele yürütür; onun politik temsilcileri ise siyasal örgütleri ile siyasal mücadele yürütür. Ekonomik mücadele siyasal mücadeleye bağlandığı; işçi hareketi siyasal örgütün iktidar yürüyüşünü ya da siyaset zeminindeki pozisyonunu güçlendirdiği ve bu dolayım üzerinden burjuva demokratik rejimin işleyişine katılıp kendisini temsil ettiği müddetçe sosyalizme yürüyüşün denklemi kurulmuş sayılır. Esasen sosyalist siyaset zeminindeki ekonomik alan ve siyasal alan ayrımının da böyle bir tarihselliği bulunuyor. Burjuvaziye karşı mücadele sürecinde iktidar değişikliğini toplumsal kurtuluşun temsilcisi (ve tabi ki öncüsü) olan bir siyasal örgütün iktidara gelmesi olarak algılayan ve işçi sınıfını siyasetin öznesi, iktidarın sahibi olarak kurgulamak yerine, toplumu selametle kurtuluşa götürecek olan partinin iktidarını yaratma ve sağlama alma yolunda vazgeçilmez bir dayanak olarak kavrayan bu siyaset anlayışı, eleştiricilerini dahi kendi zemininde bir varoluşa mahkûm edecek kadar güçlü bir paradigmadır. Bu nedenle, II. Enternasyonal patentli olmasına karşın itibar gördüğü alan II. Enternasyonal örgütlerinin etki alanlarının çok ötesinde bir genişliktedir. Ekonomik alanda sendikaların yahut siyasal alanında politik örgütlerin (ya da partilerin) mücadele çizgilerinin ve örgüt anlayışlarının farklı şekillerde tasarlanıp yaşam bulmuş olmaları, bu işi yapanları II. Enternasyonal zemininin ötesine taşımadığı gibi, bu paradigmayı tersinden II. Enternasyonal eleştiricilerinin eliyle güçlendiren bir etki yapmıştır. II. Enternasyonal meselesini “reformizm” ve “savaş koşullarında işçi sınıfına ihanet etmiş olması” ile sınırlı bir bakışla ele alanlar açısından, bu zeminde üretilen burjuva siyasetin, kısa dönemler haricinde bütün olarak dünya sosyalist hareketini belirleyen zemin haline geldiğini görmeleri mümkün değil. Bu siyaset anlayışının etkisi o denli güçlü ve kalıcıdır ki, II. Enternasyonal zeminini besleyen türden sendikal örgütlülüklerin bulunmadığı bir coğrafya olan Rusya’da devrime öncülük etmiş Bolşevik Parti ve kuruluşunu sağladığı Komünist Enternasyonal dahi, II. Enternasyonal’in bu siyaset anlayışından muaf kalamamıştır. Dahası, bir dönem sonra, II. Enternasyonal siyaset anlayışının Komintern’e bütünüyle egemen olduğunu söylemek mümkündür. Keynesçilik Sosyalist Siyasetin de Ufuk Sınırlarını Çiziyor Ekim Devrimi ve takip eden kısa dönem içerisinde, tarihsel açıdan en ileri formları yaratarak, en ileri mevzilerine ulaşan işçi sınıfı hareketi ve sosyalist hareket, özellikle II. Emperyalist paylaşım savaşının ardından kendisini, II. Enternasyonal 257
Yaşayan Marksizm
siyasetini beslemeye son derece uygun bir atmosferin içerisinde buldu. Bu atmosferi yaratan, Keynesçi ekonomi politikalar ve sosyal devlet anlayışı idi. Ulusal gelirin “adil” dağıtımı, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, dönemin üretim örgütlenmesine ve istihdam politikalarına uygun olarak sendikal örgütlülükler sayesinde işçi sınıfının geniş kesimlerinin kontrol altında tutulabilmesi, sosyal demokrat ve işçi partilerinin aktif katılımlarıyla parlamenter demokratik rejimlerin istikrara kavuşturulması vb… sadece II. Enternasyonal patentli siyaset anlayışına değil, Keynesçi ekonomi politikalarla kapitalist dünyayı yeni baştan ve yine hiyerarşik temellerde inşa etmeye soyunan burjuvazinin de zorunlu ihtiyaçlarına uygun düşüyordu. İki büyük dünya savaşıyla yerle bir olmuş toplumların gözünde SSCB’nin albenisi her geçen gün artarken, dünyanın belirli bir coğrafyasında yaşam bulan bu tablo, kapitalizm içerisinde kalarak ulaşılabilecek yeryüzü cennetlerinin kurulabileceğini ilan ediyordu dosta, düşmana. Elbette ki bu yeryüzü cennetleri, kapitalist dünyanın bütününde yaşam bulmadı. Bulmasına imkan da yoktu. Dahası, kapitalizmin, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından 1980’li yıllara uzanan dönemi kapanırken, SSCB’nin çözülmesine de paralel olarak, bu yeryüzü cennetleri hızla sararıp solmaya; mutlu mesut sakinleri olan “çalışanlar sınıfı” ise kendisini şiddeti her geçen gün artan yoğun bir saldırı karşısında bulmaya başladı. Bu dönem, 1980’li yılların sonunda geri dönüşsüz biçimde kapandı kapanmasına, ancak işçi hareketi ve sosyalist hareket, kendisini o dönem içerisinde var ettiği araç ve yöntemlerin devrimci eleştirisi temelinde yeni bir kuruluşa taşıyamadı. Yeniden kuruluş zorunluluğu, dönemin değişmesine bağlı olarak eski döneme uygun araç ve yöntemlerin yeni döneme uyum sağlayamayacak olmasından kaynaklanmıyordu tek başına. Çünkü eski dönemin siyasetinin hakim araç ve yöntemleri de işçi sınıfının, burjuva egemenliği karşısında devrimci bir siyasetin öznesi olarak ayakları üzerine dikilmesine değil, bu yeryüzü cennetinden payına düştüğü kadarıyla nasiplenmesine hizmet eden biçim ve içeriklerde idiler. Önceki dönemlerde şekillenen örgütlülük ve mücadele biçimleri, kapitalizmin bu yeryüzü cennetlerinin yaratıldığı dönemde ismen yahut şeklen varlıklarını devam ettirseler dahi başkalaşarak döneme gerici anlamda uyum sağlamışlardı zaten. Sendikalar, düzen içi ekonomik mücadelenin araçları olarak bu dönemin emek örgütlenme süreçlerine uygun bir zeminde yeniden şekillenirken, Lenin sonrası dönemde icat edilen “Leninist Parti” modeli de legal ve illegal versiyonlarıyla dünya komünist hareketinin bütününü belirleyen siyasal mücadele aracı olarak yaygınlaşıp kalıcılaştı. Bu formlara sağdan yahut soldan eleştirilerle öne çıkartılan “alternatif” modeller ve araçlar ise aslı ile aynı zeminden beslenen, bütün bir döneme ve dönemin siyaset yapış tarzına egemen olan ekonomik alan ve siyasal alan arasındaki yapay ayrımı veri kabul eden bir pozisyondan kurtulamadı. Bu sürecin bir belirleyeni, Keynesçilik, sosyal devlet ve SSCB’nin varlığının da üzerinde yükselen Avrupa işçi sınıfının “kazanımları” olurken, diğer belirleyeni 258
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
ise dünya sahnesinde sosyalizmi ulusal bir kalkınma modeli olarak revize ederek, “ulus-devlet” kimliği ile var olma yolunu seçen “sosyalist blok” ülkelerinin varlıkları, ulusal güvenlik politikaları ve diplomatik ihtiyaçları olmuştur. Günümüzde sosyalist hareketin, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından 1980’li yıllara uzanan dönemde kendisini var ettiği araç ve yöntemlerle, programatik zemin ve örgütlülük biçimleriyle, siyaset zemininde belirleyici bir rol oynaması olanaklı görünmüyor. Bunun temel sebebi, 20. yy işçi hareketine egemen olan sendikal örgütlülüklere ve parlamenter düzeni istikrara kavuşturacak kitlesel işçi partilerine, burjuvazinin ihtiyacının kalmamasıdır. İşçi sınıfının geçmiş dönemde de bu tür örgütlülüklere gerçek bir ihtiyacı yoktu zaten. Esasen bu tarz siyaset anlayışının geçmiş dönemde yanıt verdiği alan, işçi sınıfının bağımsız varoluş ihtiyaçlarını devrimci temelde karşılama arayışı değil, burjuvazinin işçi hareketini kontrol etme ve düzenini bu yolla da tahkim etme arayışları olmuştur. Yeniden Kuruluş İhtiyacı Kendisini Dayatıyor İçerisinden geçtiğimiz dönem, dünya kapitalist sisteminin uzun bir döneminde sosyalist hareketin “proleter devrimci siyaset zemininde” sayarak benimsediği mücadele araç ve yöntemlerinin sınırlı olduğu gibi sınırlayıcı nesnel beslenme zeminini de ayaklar altından çekip aldığı için, geçmişte gerçekleştiremediğimiz yenilenme ihtiyacı, bugün kendisini ertelenemez biçimde dayatmakta. Bu ihtiyacın üzerinden atlanması, sınırlı varoluş zeminlerini bile yitiren mücadele araç/ yöntemleri üzerinden hiçbir nesnel karşılığı olmayan tutumlara sarılarak somut siyaset zemininin dışarısında kalmanın en garantili yolu olacaktır. Bu dönemeçte, “esasen yeni ve köklü biçimde yenilenmesi gereken bir şeyler yoktur, yapılması gereken geçmişin eksikliklerini gidermek, savrulmadan yolumuza devam etmek ve ısrarlı bir çaba ile güçlenmektir” anlamına gelecek yaklaşımlarla, “dönem ve öncelikler” denkleminin devrimci tarzda kurulamayacağı ortada. Dünya kapitalist sistemi kendisini daha çıplak biçimde emek-sermaye karşıtlığı üzerinde var ederken, burjuva devlet dolaysız biçimde zor aygıtı olarak yeniden örgütlenirken; dönemin ihtiyaç duyduğu devrimci atılımın gerçekleştirilebilmesi, sosyalizm projesinin somut bir seçenek olarak yeniden üretilmesini içeren, kapsamlı siyasal bir kuruluş ekseninde mümkün olabilir. Bu yeniden kuruluş meselesinin, teknik bir örgütlenme ya da çoğalma sorununa veya işçi sınıfı ve hareketi ile ilişkilenme ihtiyacına indirgenemeyecek denli çok yönlü bir mesele olduğu açık. Söz konusu olan, yeniden ve daha güçlü şekilde örgütlenme sorunu değildir; söz konusu olan, işçi sınıfı ile kopan bağlarımızı tekrar ve kalıcı temelde kurabilme meselesi değildir… Elbette ki bu noktalarda çözülmesi gereken sorunlar bulunuyor. Fakat bu sorunlar, sosyalist hareketin içerisinde olduğu kriz halinin sebepleri değil; bütün çıplaklıkları ile yüzümüze çarpan, temel sorunlarımızın sonuçlarıdır. 259
Yaşayan Marksizm
Nereden Başlamalı? Yeniden kuruluş kavramlaştırması, yaşadığımız sorunları bir çırpıda çözecek bir sihirli değnek değil, dahası, yaşamın önümüze çıkardığı yakıcı sorunlara sırt çevirmenin gerekçesi olacak kapalı devre bir atölye çalışması olarak da ele alınamaz. Bu meseleyi, ideolojik, siyasal, örgütsel alanları kapsayan çok yönlü ancak her boyutu ve aşaması politik işçi hareketinin yaratılması zemini ve uğraşında ete kemiğe bürünebilecek bir muhtevada ele almamız gerekiyor. Kötü bir huyumuzdur; sorunları, güncellik ve aciliyet kazandığı halleriyle gündem edinip çözmeyi düşünüyoruz. Maalesef devrimci siyaset alanında, sorunları yaşandıkları alan içerisinde sınırlandırarak çözmek, genellikle mümkün olan ve uygulandığı takdirde kalıcı çözümler sunan bir yöntem olamıyor. 100 yılı bulan sürede birikmiş, kimi dönemlerde üzerlerine parmak basılmış teorik sorunlarımız var. Proletarya diktatörlüğünün ve bu yolla ulaşılabilecek sosyalizmin kapitalizm karşısında somut bir seçenek olarak yükselmesine olanak sağlayan bir devrimin yitirilmesinin ardından, parti, devlet, iktidar, bürokrasi, işçi hareketi ve örgütleri alanlarında hem teorik hem siyasal hem de örgütsel sorular ve sorunlar var, pratik alternatiflerini de üreterek yanıtlamamız gereken. İşçi sınıfı ve onun politik örgütlerinin siyaset zemininde belirleyici aktörler olarak yer aldıkları, işçi sınıfı hareketinin siyaset zeminini saflaştırıcı biçimde yaran varlığının eksik olmadığı uzun 20. yy.’ın ardından, toplumsal siyasal yaşamın neredeyse tümüyle dışına düşmüş, işçi sınıfı hareketiyle bağlarımızı büsbütün yitirmiş durumdayız. Dünyanın belki de hiçbir zaman olmadığı kadar sosyalizme ihtiyacı var, sosyalizmin ise siyasal bir akım olarak ortaya çıktığı günden bu güne kadar ilk defa yığınlar nezdinde inandırıcılığı olan somut bir siyasal seçenek olarak yeniden örgütlenmeye ihtiyacı var... Önümüzde birikmiş bunca sorun nasıl çözülecek? Daha da önemlisi, bu sorunların çözümüne somut katkılar sunma yolunda, nereden başlayacağız? Elbette ki bu sorunların yanıtlarının bütünüyle bu yazı kapsamında verilebilmesine olanak yok. Ancak, meselenin gerek elinizdeki yayın bünyesindeki yazılarda gündem edileceğini, gerekse de bazı sorunların yazarak değil yaparak çözülebileceği gerçeğine uygun olarak buradaki çabaya paralel somutlanmaya çalışılan siyasal bir faaliyetin varlığını bilerek bazı saptamalar yapabiliriz. 1. Teori, siyaset, örgüt alanlarında yaşadığımız sorunlar, ne tek başına bu sorunları tespit eden ve çözülmesi çabasını kendine iş edinen bir grubun sorunlarıdır ne de kendilerini hissettirdikleri alanlarda sınırlı kalınarak çözülebilirler. Bu sorunlar, kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömecek gerçek hareketin sorunlarıdır. Bu nedenle bu sorunların çözüm zeminini, bizzat bu hareketin kendi zemini, kendisini örgütleyeceği zemin olarak kurgulamak gerekiyor. 2. Bu sorunların çözümünü belirleyen ihtiyaçlar ve kalkış noktası da, bugünkü duruma son verecek gerçek hareketin ihtiyaçları; güncel olarak ise bu hare260
Anlamak Gideni ve Gelmekte Olanı
ketin kendisini kurması için yanıt verilmesi gereken ihtiyaçlar olmak zorundadır. Dolayısıyla faaliyetimizin gerek teorik, gerek pratik ve örgütsel yönelimlerini de bu hareketin ihtiyaçlarının giderilebilmesi hedefine bağlamak durumundayız. 3. Politik örgüt ile işçi hareketi ve ihtiyaçları arasındaki tabiiyet ilişkisi teori ve ideoloji düzeyinde kurulan, vekâlet ilişkisini çağrıştıran bir ilişki değildir. Politik örgüt ve politik işçi hareketi ilişkisini, mayalanma ve kuruluş süreçlerinden başlayarak iç içe ve sürekli bir karşılıklı etkileşim içinde; her defasında, örgütün siyasetin somut ve gerçek ihtiyaçlarına tabi kılınarak yeniden kurulduğu, elle tutulur, gözle görülür somut bir ilişki olarak anlamak ve yaşama geçirmek gerekiyor. 4. Tüm bunlara bağlı olarak; sosyalist siyasetin ve örgütsel ifadesinin yeniden kuruluşu meselesini; sınıflı toplumlar tarihine son verecek politik işçi hareketinin yaratılması zemini ve uğraşı içerisinde tarif etmek, böyle bir hareketin yaratılması görevini bugün için diğer tüm görevlerin tabii olması gereken öncelikli görev olarak örgütlü siyasal faaliyetin önüne koymak durumundayız. Her ne kadar bugün faaliyetimize yön vermesi gereken sorunlar ve ihtiyaçlar kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömecek gerçek hareketin ihtiyaçları olsa ve bu sorunların çözümüne ve ihtiyaçlara yanıt verilmesine katkı koyacak güçler dar bir grubun varlığı ve etki alanı ile sınırlı olmasa da, sorun ve ihtiyaçları tarif edenlerin sorumluluğu, sadece söylemeyi değil, bu yolda gecikmeden adım atmayı da zorunlu kılıyor. Ruhumuzu, sadece söyleyerek değil, aynı zamanda yaparak kurtarabileceğimizi bilerek atacağımız somut adımlar, kurtulmayı bekleyen ruhlara yapacağımız en anlamlı eleştiri, vereceğimiz en manalı yanıt olacaktır. Ağustos 2009
261
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi Öznur Ağırbaşlı
Egemen İdeoloji
İ
deoloji kavramı Marksist yazında toplumun maddi altyapısınca belirlenen siyasal, felsefi, dinsel, sanatsal vb. gibi düşünce biçimlerinin tümünü kapsayan bir üst yapı ürünü olarak tanımlanır. Maddi koşullarla (özellikle üretim ilişkileriyle) belirlenen düşüncenin göreli bir bağımsızlığı vardır. Belli bir noktadan sonra nesnel gerçeklikten koparak kendi iç yasalarıyla gelişmeye başlar. Altyapı dışı birçok etmenler de (çıkarlar, bireysel düşünceler, başka düşünceler vb. gibi) onu etkiler. İdealist düşünürler de ideolojinin düşünsel bir süreç olmasına bakarak ondan saf düşüncenin içeriğini ve biçimini çıkarır ve sadece düşünce gereçleriyle uğraşırlar. İşin temeline bakmadan bu gereçleri düşünceden çıkmış sayar ve daha uzaklarda düşünceden bağımsız kökenleri olup olmadığını araştırmak zahmetine katlanmazlar. Engels’in Mehring’e mektubunda belirttiği gibi, onların gözünde bu doğaldır; “çünkü kendini düşünce aracılığı ile gerçekleştiren her insan eylemi on[lar]a, son kertede yine düşünce üzerine kurulmuş olarak görünür.” İdeolojik görüşlerin bu görünüşte bağımsız tarihleridir ki insanların çoğunu aldatmaktadır.1 Sınıflı toplumlarda ideolojiler daima sınıfsal bir karakter taşırlar: 1
Engels’in Franz Mehring’e yazdığı 14 Temmuz 1893 Tarihli Mektup’tan. Bkz. Marx, K. ve F. Engels, Seçme Yapıtlar Cilt:3, Sol Yayınları, Aralık 1979, s.601-602
263
Yaşayan Marksizm
Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur. Bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir. Egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir. Şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler.2
Azınlığın çoğunluğu yönettiği sınıflı toplumlarda egemenlik, tek başına zor yoluyla sürdürülemez. İktidarın sürekliliği için toplumsal onay almak şarttır. Bu onay ancak ideolojik hegemonya ile sağlanabilir. İdeolojik hegemonyanın amacı, geniş halk yığınlarının yönetici sınıfların çıkarlarını kendi çıkarları olarak algılamasını sağlamaktır. Kapitalizm öncesi dönemlerde bu işlevi din ve din adamları yerine getiriyordu. Gerek kutsal kitaplar gerekse din adamları insanlara devlete ve yöneticilere boyun eğmeyi salık veriyordu. Burjuva aydınları tarafından “Aydınlanma” adı verilen dönemle birlikte dinin yerini “bilim”, “rasyonalizm-akılcılık” gibi kavramlar aldı. Öyle ki artık burjuva sınıfının hizmetindeki “bilim insanları”nın söylediği her şey tıpkı kutsal kitapların sözleri gibi algılanır oldu. 18. yüzyılda burjuva düşünürleri ve bilim insanları, bilimlere dayanarak dünyanın bilinebilir olduğunu düşünüyor ve bunu öğretiyorlardı; buradan, dünyanın insanın iyiliği için değiştirilebileceği sonucuna varılıyordu. Bir yüzyıl sonra ise bunların çoğunluğu önceki görüşlerinin tam tersini, yani dünyanın bilinemeyeceğini, şeylerin aslını bilemediğimizi ve hiçbir zaman da bilemeyeceğimizi düşünüyorlar ve bunu öğretiyorlardı. Ve dünyayı dönüştürmek istemenin saçma olduğu kanısı da bu sonuçtan çıkarılıyordu. Elbette ki, doğa üzerinde etkide bulunabileceğimizi kabul ediyorlardı. Ama şeylerin aslı bilinemeyeceği için doğa üzerindeki etki de ancak yüzeyde kalan bir etki olabilirdi. İnsana gelince, o, her zaman olmuş olduğu gibidir ve her zaman o olacaktır. Bir insan doğası vardır ki, bunun sırrını biz bilemeyiz. Öyleyse, toplumu iyileştirmek için kafa yormak neye yarar? 18. yüzyıl filozofları, toplumu gerçekten de dönüştürmek istiyorlardı. Çünkü o zaman devrimci sınıf olan ve feodaliteye karşı savaşım veren burjuvazinin çıkarlarını ve dileklerini ifade ediyorlardı. 19. yüzyılın filozoflarına gelince, bunlar (ister gizlesinler, ister gizlemesinler) artık iktidarda olduğu için tutuculaşan burjuvazinin, artık egemen sınıf olan ve proletaryanın devrimci yükselişinden korkan burjuvazinin çıkarlarını ifade ediyorlardı. Üniversiteleri ele geçiren bu burjuva düşünürleri/bilimcileri, pratikte politik bir tavır aldıkları halde, kendi2
Marx, K. ve F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Kasım 1987, s. 79
264
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
lerini politika üstü göstermek isterler ve bu nedenle vardıkları sonuca ne kadar nesnel ve zorunlu bir süreç sonucunda vardıklarını kanıtlamak için geniş teorik açıklamalar yaparlar. “Felsefe, siyaseti, belirli bir gerçeklik karşısında, belirli bir alanda, daha da kesin olmak istenirse bilimler alanında temsil eder ve bunun tersine gidişte de bilimselliği, sınıf savaşımına katılan sınıflar nezdinde, siyaset alanında temsil edecektir”.3 Burjuva düşünürlerinin ve bilimcilerinin kendilerini sınıflar üstü ve nesnel bilginin kaynağı olarak kabul ettirebildikleri, ezilenler üzerinde ideolojik hegemonyayı sağlayabildikleri oranda yöneten sınıfın işi kolaylaşır. Sınıflar mücadelesinde adeta bir hakem rolü üstlenirler. Elbette verdikleri kararlar hep egemen sınıfın lehine olacaktır. Ama bunu öyle bir “bilimsellikle” yaparlar ki, ezilenler adaletin yerine geldiğine inanırlar. Şüphesiz ideolojik hegemonya sadece lafla kurulmaz. Bir yandan devletin zor aygıtları devreye girerken, diğer yandan yönetilen sınıflar eskisine göre daha iyi yaşama şartlarına kavuşturulmalıdır. Örneğin Batı Avrupa’da burjuvazi iktidara geldikten sonra yoksul köylüler feodal soyluların ağır baskısından kurtuldu. Bir kısmı toprak reformları yoluyla kendi toprağını işlerken, bir kısmı da artık ülke içinde istedikleri gibi dolaşma olanağı elde ettiklerinden emeklerini kime satacaklarını kendileri belirleyen “özgür” işçiler haline geldiler. Kapitalizm emperyalizme dönüştüğü oranda dış sömürüden kendilerine verilen kırıntılar bile bu işçilerden hiç olmazsa bir bölümünü eskiden hayal edemeyecekleri yaşam standartlarına ulaştırdı. Resmi İdeoloji ve Resmi Tarih Yöneten sınıf ezilenlerin hayatında eskisinden görece daha iyi değişiklikler getiremezse, düşünürler ve bilimciler ideolojik hegemonyayı sağlayacak kadar tutarlı ve sağlam bir düşünsel arka plana sahip değilse ne olur? İşte o zaman resmi ideoloji devreye girer. Resmi ideolojinin yerleşmesi için tüm ideolojik nitelikteki kurumlar sıkı bir denetim altına alınır. Basın (genel olarak medya), okul, üniversite, estetik ve sanat alanları, cami vb. resmi ideoloji üretmek ve yaymak üzere harekete geçirilir. Bir kere iktidar tarafından “resmi gerçek” saptanınca, onun dışındaki her düşünce de “bölücü”, “yıkıcı” velhasıl “fesatlık” olarak ilan edilip lanetlenir. Devlet ve toplum için neyin iyi neyin kötü, neyin zararlı neyin yararlı olduğuna da resmi ideoloji üreticileri karar verir. Bu “resmi gerçekler” yasalarla da korunur... Ama yasalar da resmi ideolojinin mantığına uygun bir zihniyetin ürünü oldukları için, artık hemen her şeyi cezalandırmak mümkün hale gelmiştir. Böyle bir ideolojik- siyasal- toplumsal çerçeve geçerli olunca, muhalif ve farklı düşünceler ve o düşüncelerin sahipleri düşman ilan edilir. Resmi ideolojinin varlığı demek, 3
Althusser, L., Lenin ve Felsefe, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s.88
265
Yaşayan Marksizm
‘yurttaşların’ ait oldukları, içinde yaşadıkları yurtlarının sorunları hakkında görüş ortaya atmalarının yasaklanması demektir. Her resmi ideolojinin temelinde tarihin tahrif edilmesi vardır. Çünkü bir toplumun bugününe egemen olabilmek için, onun geçmişine de egemen olmak gerekir. Bu tahrifatın derecesi ve inandırıcılığı, egemen sınıfın hizmetindeki tarih yazarının yeteneğine bağlıdır. Üstelik bu tarihçilerin mutlaka devletten maaş alan memurlar olması gerekmiyor. Hatta çoğunluğu bu işi gönüllü olarak yaparlar. Yaptıkları iş, geçmişte yaşananları, yöneten sınıfın ideolojik ihtiyaçları doğrultusunda yeniden kurgulamaktır. Tarihi yazarken asıl hareket noktaları, olayların gerçekte nasıl yaşandığı değil bugünün ihtiyaçları açısından nasıl yaşanması gerektiğidir. Bunu yaparken deyimin tam anlamıyla “köpeksiz köyde değneksiz gezerler”. Çünkü devletin zor aygıtları her türlü aykırı görüşün tepesinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanmaktadır. Bunu bildikleri için rahatça ahkâm keserler. Yazdıklarının ve söylediklerinin yalanlanamayacağına güvenleri tamdır. Tarihi kafalarına göre yorumlamakla yetinmezler olguları değiştirirler. Olmuşu olmamış, olmamışı olmuş gibi yazarlar. Avrupa’da ortaya çıkan ve son zamanlarda Türkiye’de de yaygınlaşmaya başlayan neo-pozitivist anlayış ise tüm ideolojik eğilimlerden arındırılmış, salt nesnel olgulara dayanan bir bilimsel tarih yazılabileceğini iddia etmektedir. Özellikle akademik çevrelerde kabul gören bu anlayış, toplum üzerinde ideolojik hegemonya kurmuş olan egemen sınıfa hizmet etmekten başka bir sonuç doğurmamaktadır. Çünkü bunlar tarihin biriktirdiği eşitsizliği ve ezme-ezilme ilişkilerini veri olarak kabul etmekte, bugünkü durum üzerinden bir “tarafsızlık” sergilemektedirler. Genellikle olgulardan hareket ederler ve yalan söylemeye tenezzül etmezler. Fakat başka bir şey yaparlar. Gerçeğe şöyle bir değinip geçerler. Yalan söyleseler, birileri çıkıp buna itiraz eder, sonuçta bir tartışma olur ve isteyen istediğine inanır. Ama gerçeğe geçerken değinip sonra bunu bir sürü bilginin içinde boğmak, şu anlama gelir: “Evet geçmişte bizim de hatalarımız oldu ama yaptığımız iyi şeyler yanında bunların pek bir önemi yoktur”. Bu teknik değil, ideolojik bir tercihtir. Yapılan tercihin sonuçları da tarihçi istese de istemese de birilerinin çıkarlarına hizmet eder. Ancak bu okurlara ortak çıkarlarmış gibi sunulur. Çünkü tarihçi öyle bir eğitimden geçmiştir ki, eğitim ve bilgi, çatışan sınıfların, ulusların veya cinslerin değil, herkesin üzerinde ortaklaştığı bir mükemmele ulaşmanın araçları olarak görülür. Bu bilgiler bir politikacıdan değil de bilimsel nesnelliğine inanılmış kişilerden geldiğinden daha etkili ve dolayısıyla daha tehlikelidir. Resmi İdeoloji Olarak Kemalizm Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi, kavramı kullananın bakış açısına göre Kemalizm ya da Atatürkçülük olarak adlandırılır. Cumhuriyet çoğunluğu köylü olan halkın yaşam koşullarını iyileştirici yenilikler getirmiyordu. Tek köklü yenilik çoktandır gücü ve etkinliği kalmamış Halife Padişah’ın tasfiye edilmesidir 266
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
ki, bu da esasen tarımdaki bağımlı sınıfları zerrece ilgilendirmiyordu. Onları asıl ilgilendiren şey vergi toplayan memurların padişaha veya meclise bağlı olması değil, verdikleri verginin miktarıydı ve bu konuda bir değişiklik olması söz konusu değildi. Bu durumda yeni iktidarın ideolojik hegemonya kurması ve kitlelerden onay alma olasılığı kalmadığından resmi ideoloji oluşturmak zorunlu hale geldi. Türkiye’nin resmi ideolojisi Mustafa Kemal’in CHP’nin 1927 yılında kongresinde okuduğu Nutuk’a dayandırıldı. Bu nedenle okullarda okutulan tarih kitaplarına göre yeni Türk Devleti’nin tarihi siyasi bir kişinin kendi bakış açısıyla anlattığı olaylardan ibarettir. Bir yandan bu yapılırken diğer yandan Kemalizm’in bir resmi ideoloji olmadığı iddia edilir. Oysa bir devletin dünyaya bakışını ve dünyayı algılayışını belirleyen, iç ve dış siyasetini yönlendiren, kurumsal yapısını ve özellikle toplumsal-kültürel dokusunu biçimlendiren temel bir dünya görüşü varsa, onun bir resmi ideolojisi vardır. Bu ideoloji belli nedenlerle yönetici sınıfın bütün kesimleri tarafından benimseniyor ve halka mal edilmeye çalışılırken başka ideolojilere yaşama olanağı tanınmıyorsa, bu ideoloji resmi bir ideolojidir, demektir. Kemalizm/Atatürkçülük, bir anda ortaya çıkan bir görüşler bütünü değildir. Bir kısmı Mustafa Kemal’in sözlerinden ve uygulamalarından kaynaklansa da O’nun ölümünden sonra da ideolojik üretim devam etmiş ve bugünkü halini almıştır. Gerek “altı ok” diye bilinen ilkelerin, gerekse “devrim” olarak adlandırılan yeniliklerin temel amacı; Türk ulus devletini inşa etmek ve “çağdaş uygarlık seviyesi” olarak adlandırılan Avrupa kapitalizmine entegre olmaktır. Bu iki amaç 1920’ler ve 1930’lar Türkiye’sinin ne kültürel dokusuna ne de halkın ihtiyaçlarına uygun değildi. Bu nedenle söz konusu amaçlar ideolojik araçlardan daha çok zor aygıtı kullanılarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. 31 Temmuz 1951’de Demokrat Parti iktidarı tarafından çıkarılan ve kamuoyunda Atatürk’ü Koruma Kanunu olarak bilinen 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun ile Kemalizm’in resmi ideoloji olduğu tescillenmiştir.
Kemalist İdeolojinin Tarihsel Arka Planı Kemalist kadrolar ve bu kadroların kurduğu Cumhuriyet, Osmanlıların iki yüz yıllık batılılaşma serüvenin bir sonucudur. Osmanlılar daha 17. yüzyılda artık gözle görülür aksamalar meydana gelen askeri alanda ıslahatlar yapmaya başladılar. Eskiden iki saatte meydan savaşı kazanan ordu, artık aylar ve hatta yıllar süren seferlere çıkıyor ve pek de başarılı sayılabilecek sonuçlar alamıyordu. Bu dönemde Osmanlı yöneticileri Avrupa’daki gelişmeleri değerlendirmede eksik kaldıkları için gerçek durumu tam olarak kavrayamıyorlardı. Bu nedenle başarısızlıkta karşı taraftaki değişmelerin değil, kendi içindeki bozulmaların etkili olduğunu sanıyorlardı. Bu tam bir paradokstur. Değişmediği için yenilenler kendilerinin değiştiği/ bozulduğu için yenildiklerini zannediyorlardı. Bu nedenle alınan önlemler ve yapılan yenilikler hiçbir sonuç vermedi ve yenilgiler devam etti. 267
Yaşayan Marksizm
18. yüzyılda ıslahat anlayışında köklü bir değişiklik oldu. Artık Avrupa’nın bilimsel ve teknik alandaki üstünlüğü kabul edilmeye başlandı. Dolayısıyla Osmanlı tarihinde “batılılaşma” adı verilen süreç başlamış oldu. Artık ıslahat yapılırken amaç Avrupa’ya yetişmektir. Bu dönemde de askeri alandaki yenilikler ön plandadır. Çünkü Osmanlılar ordunun düzelmesi durumunda diğer sorunların kendiliğinden çözüleceğine inanıyorlardı. Bu nedenle bir yandan Avrupa’dan askeri uzmanlar getirilirken, diğer yandan modern askeri okullar açıldı. 19. yüzyılda devletin dağılmaya yüz tutması, tek gelir kaynağı halktan toplanan vergiler olan, topraklar azaldıkça toplanan vergilerin de azaldığını gören asker ve sivil bürokratları bu gidişatı değiştirecek çareler aramaya başladılar. Genel olarak Yeni Osmanlılar veya Jön Türkler olarak anılan bu Osmanlı okumuşları (aydın değil), programlarını Fransızca devrimci literatürden ve pozitivist sosyolojik kuramlardan ithal edilmiş kavramlar ve hedeflerle (adalet, eşitlik, hürriyet vb.) süslenmişlerse de özünde otoriter ve seçkincidir. Temel hedefleri ise imparatorluğun dağılmasını önlemek ve mevcut düzenin devam etmesini sağlamaktır. Fikirlerini böyle bir kaygıyla savundukları için aldıkları batılı eğitime rağmen halkı buna ortak etmeyi düşünmediler. Ancak yine aldıkları batılı eğitim sayesinde halkın ortak olduğu hareketlerin nasıl denetimden çıktığını bildikleri için hedeflerine halkın desteği ile değil, bir darbeyle yönetimi ele geçirerek ulaşmayı düşünüyorlardı. Bu nedenle Türkiye’nin son yüzyıl tarihi biraz da darbeler ve darbe girişimleri tarihidir. Jön Türkler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulmasıyla siyasi bir hareket haline geldiler. “Siyasi inkılabı toplumsal inkılap ile taçlandırmak” sloganı ile topluma bilimsel metotlarla bakmak, anlamak ve değiştirmek hedefini önlerine koymuşlardı. Durkheimcı sosyolojinin Osmanlılardaki en önemli temsilcisi, İttihat ve Terakki’nin ideologu ve Kemalist kadroların yol göstericisi olan Ziya Gökalp’e göre toplumsal bir kriz geçiren bir ülkede birçok şey hastalıklıdır. Gökalp, sorunların çözümü için inceleme, tanı ve iyileştirme yöntemini önerir. Toplumu kriz geçiren bir organizma olarak görmek/göstermek ve bunun tedavisi için aday olmak, pozitivistlerin kendilerini toplum nezdinde meşru kılmasına hizmet ediyordu. Gökalp bununla yetinmeyerek çok seslilik ve çok kültürlülüğü de krizin kaynağı olarak gösterir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1916 kongresine sunduğu bildiride, kitapçı raflarında çok çeşitli kitaplar olmasını ve bunun tüketici kitlesi olan aydınlarında Tanzimatçı, sufi ve Levanten gibi üç farklı zihniyete sahip olmasını “memleketimizin en büyük hastalığı” olarak değerlendirmiş ve bunun ıslahını önermiştir.4 Bilimsellik ittihatçıların sık kullandığı bir başka kavramdır. Bu kavramı, bir yandan entelektüelleri kendi çalışmalarına katmak, diğer yandan kendi milliyetçi ideolojilerine “objektiflik” kılıfı geçirmek için kullanmışlardır. Ayrıca bu kavram 4
Dündar, F., Modern Türkiye’nin Şifresi, İletişim Yayınları, İstanbul, 3. Baskı, 2008
268
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
sayesinde milliyetçi politikalarını bir uygarlık mücadelesi halinde sunarak, kendilerini evrensel uygarlık mücadelesinin bir parçası kılmak, böylece politikalarına evrensel bir meşruiyet kazandırmak istemişlerdir. Tüm sorunların sosyoloji ve istatistik ile çözümlenebileceğine inanan İttihatçılarda bu bilimsellik tutkusu, adeta bir dinsel inanışa dönüşmüştür. Elbette İttihatçıların sosyolojiye böyle hastalıklı olarak tanımladıkları toplumu hızla değiştirecek sihirli bir değnek gibi bakmalarının bilimsellikle alakası yoktur. Toplumu anlamada etkili olan sosyolojinin onu değiştirmede de aynı derecede etkili olacağı kanısına kapılmışlardır. Böylece idealist düşüncenin temel yanılgısından kurtulamayarak çubuğu olgu ile düşünce ikilisinden ikincisine doğru bükmüşlerdir. Kemalist Hareket, Milliyetçilik ve Ulusal Sorun Ulus kavramının ortaya çıkması kapitalist üretim biçimiyle doğrudan ilgilidir. Gelişmekte olan burjuva sınıfı feodalizmdeki siyasi bölünmeden ve feodal mülkiyetin cenderesinden kurtulmak istiyordu. Ayrıca sınırları belli bir toprak parçasında (ülke) komşu burjuvaların rekabetinden uzak bir biçimde iç sömürüyü yoğunlaştırarak sermaye birikimi sağlayabileceğinin farkındaydı. Bunun için feodal bölünmüşlükten en az kendileri kadar rahatsız olan kralların destekleyerek merkezi krallıkların kurulmasını sağladı. Devletin kurulmasından sonra milliyetçilik ideolojisinin rehberliğinde toplumların geleneksel ve yerel bağlarının çözülüp, onun yerine soyut ulusal bağlılıkların oluşturulması ve ulusal kimliklerin yaratılması çabalarına girişildi. Bunun için tarih en önemli araç olarak kullanılmış, tarihi ve ulusal önderleri mistikleştiren, gerçekleri adeta baş aşağı çeviren resmi tarihler ortaya çıkmıştır. Ancak iş bu ideolojik çabayla sınırlı kalmamış, bütün her yerde uluslaşmaya direnen topluluklar katliamlara uğratılmıştır. Türkiye’de de uluslaşma süreci farklı bir yol izlemedi. Cumhuriyet kadroları iktidarı ele geçirdiklerinde İttihatçılara göre bir avantaja sahiptiler. Onlar gibi imparatorluğun kurtarılması diye bir dertleri kalmamıştı. Şimdi gereken, yeni kurulmuş olan devlete bir ulus kazandırmak, bir yandan devletin Osmanlıların son zamanlarında zaafa uğrayan otoritesini halk üzerinde yeniden kurarken diğer yandan ekonomiyi emperyalist-kapitalizmle bütünleştirmektir. Bunun için öncelikle imparatorluk bakiyesi bir halka ulusal bilinç kazandırmak gerekiyordu. İstisnasız hepsi İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olan Kemalist kadrolar imparatorluğun yıkılmasını engelleme iddialarında başarılı olamamış, bu arada gayrimüslim azınlıkların yok edilmesi işine şu ya da bu derecede bulaşmış insanlardır. Sorumluluğunu taşıdıkları böyle bir geçmişin hesabını vermek durumundaydılar. Ancak bunun yerine geçmişi toptan reddetmeye yöneldiler. Bu da Türklere Osmanlı dışı bir tarih bulmak şeklinde oldu ve o tarihe de övünmeye bol bol yetecek kadar değerler yüklendi. Orta Asya Türklerinin tarihi, Osmanlı döneminin yerine monte edildi. Kaynakların ve akademik kadroların yetersizliği ise bir bakımdan bu tarihin zaten beklenebilir spekülatif ve şoven yanlarını 269
Yaşayan Marksizm
pekiştirdi. Ulus kavramının 17. yüzyıldan sonra yayılmaya başladığını unutup, Orhun ve Yenisey Yazıtları’nda Türk ulusu aramaya başladılar ve “buldular da”. Türk kelimesinin genel değil sadece bir kavmin ismi olduğunu bilmezden gelip, Orta Asya’da kurulan her kabile federasyonunu bir Türk Devleti saydılar. Böylece Türk devlet geleneğinin sürekliliği ve Türklerin devlet kurma konusunda ne kadar yetenekli oldukları “kanıtlanmış” oldu. Bu arada bilinçli bir politikayla yakın geçmişin hafızalardan silinmesi amaçlandı. Ortak dilin bir ulusun oluşmasındaki payı inkar edilemez. Bu konuda yapılan gramer çalışmaları, yeni sözcükler türetmek kendi mantığı içinde tutarlı önlemlerdi. Ama Türkiye’deki yazı ve dil reformu bunun da ötesinde bir şey ifade ediyor. Yazı değişikliğinin görünürdeki amacı Türk diline uymayan Arap harflerini bırakıp, bir takım değişikliklerle Latin harflerini alarak birkaç yıl içinde okumayazma bilmeyen yurttaş bırakmamaktı. Ancak defalarca yinelenen seferberliklere rağmen 80 yıl sonra gelinen nokta 2005 verilerine göre % 88’dir. Yazı değişikliği bu anlamda amacına ulaşamadı ama başka bir sonuç üretti. Artık günümüzden 80 yıl öncesinin birinci el kaynaklarını sadece bir avuç uzman okuyabiliyor. Osmanlının reddi sadece siyasi alanda değil, kültürel alanda da oldu. Ulusal bilincin yaratılması devralınan kültürel birikime değil, Kemalist kadroların kapitalist Avrupa ile bütünleşme tercihi doğrultusunda devlet zoruna dayandırıldı. Anadolu’nun İttihatçılara rağmen hala kalmış olan etnik zenginliği, vatandaşlık hukukuna göre tanımlanmış bir “Türklüğe” indirgendi. Artık sıra İttihatçılar tarafından din ortaklığı nedeniyle asimile edilebilir görülen ve bu nedenle fazla üzerlerine gidilmeyen Müslüman azınlıklara gelmişti. Laz, Çerkez, Arap, Boşnak, Pomak gibi topluluklar hem sayıca az olmaları hem de ülkenin değişik bölgelerine dağıldıkları için fazla bir sıkıntı çekilmeden asimilasyona uğratıldılar. Ancak Kürtler için bu durum söz konusu değildi. Osmanlı Padişahı I. Selim ile yaptıkları anlaşma sonucu doğu sınırını korumaları karşılığında 19. yüzyıla kadar özerk beylikler halinde yaşamışlardı. Osmanlı yönetiminin Tanzimat’la birlikte devleti daha merkeziyetçi olarak örgütleme çabalarına bir dizi ayaklanma ile karşılık verdiler. Kimisi şiddetle, kimisi de Kürt beyliklerinin kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanılarak bastırılan bu ayaklanmaların sonucunda beylikler ortadan kalktı. Bölgedeki diğer bir önemli gelişme ise Ermenilerin 1915’te etnik temizliğe tabi tutulmasıdır. Bu sayede Kürtler, yüzyıllardır Ermenilerle paylaştıkları topraklarda neredeyse homojen bir nüfus oluşturdular. I. Paylaşım savaşından sonra yaşanan karmaşada bağımsız bir devlet kurma olasılığı belirdiyse de batılı devletlerin tercihlerini Ermenilerden yana yapmaları Kürt aşiretlerini Ankara’daki Kemalist harekete yöneltti. Savaş devam ederken Kürtleri yanında tutmak için en yetkili ağızlardan “ortak bir devlet” sözü veren Ankara hükûmeti, savaşın kazanılmasından sonra “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” diyerek başka bir yönelim içine girdi. Bu arada Lozan’da Kürdistan bölgesi Türkiye, İran, İngiltere ve Fransa arasında bölündü.5 5
Daha sonra İngilizler Irak Devleti’ni, Fransızlar da Suriye Devleti’ni oluşturarak, Kürdistan’ın kendi paylarına düşen
270
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
Bu tarihten sonra izlenen inkârcı ve asimilasyoncu politikalarla, Kürt diline, kültürüne korkunç bir baskı uygulanmış, bağımsız gelişmesi tahrip edilmiştir. Kürt ulusunun bizzat varlığına yönelik olan bu politikalar, Kürdistan’ı ekonomik, sosyal, siyasal vb. yönlerinden diğer sömürge ülkelerden -biçimsel de olsaçok farklı bir yapının için sokmuştur. Bu politikalara karşı değişik zamanlarda isyan hareketleri görülmüşse de hepsi katliamlara varan şiddetle bastırılmıştır. Bu durum Kemalist ideolojide zaten içkin olan militarist geleneği daha da pekiştirmiştir. “Türk devletinin başlangıçtan itibaren militarist, otoriter, baskıcı, anti-demokratik bir nitelik kazanmasında Kürt sorunu önemli bir ağırlığa sahip olmuştur. Devletin militarist yönünün ağır basması, ‘güçlü bir ordu’ besleme zorunluluğu sadece dış düşmanların ‘sürekli ve yakın tehlike’ oluşturuyor olmalarıyla açıklanamaz.”6 Sonuçta aslında burjuva demokratik bir sorun olan ama Türkiye Cumhuriyeti’nin militarist ve şovenist yapısı nedeniyle çözülemeyen Kürt Sorunu Türkiye’de demokratik bir devrimin başta gelen görevleri arasında yerini korumaktadır. Devletçi Laiklik Laiklik Batı Avrupa’da kilisenin siyasal ve kültürel hegemonyasına karşı ortaya çıktı. Batı Avrupa’da bütün Orta Çağ boyunca egemen olan feodal bölünmüşlükten yararlanan Katolik Kilisesi siyasi erkten bağımsız bir güç olarak var oldu. Kilise toplam olarak en büyük toprak sahibiydi. Buralardan gelen vergiler ve bağışlar kilise hiyerarşisinin en üstünde yer alan din adamlarının tasarrufundaydı. Ancak kilisenin siyasi ve kültürel gücü maddi gücünden çok fazladır. Bir defa tüm eğitim kurumları kiliseye bağlı olduğundan bütün Avrupa devletlerindeki bürokrasi bunlardan oluşuyordu. Kralların danışmanları, bakanları hep kilise üyeleri arasından çıkıyordu. Kilisenin kültür ve sanat üzerinde de kesin bir egemenliği vardı. Her türlü bilimsel ve sanatsal çalışma kilisenin onayını almak zorundaydı. Onay alamayanlar engizisyon mahkemelerinde işkenceye uğruyordu. 15. yüzyıldan itibaren dünyayı yağmalamaya girişen Avrupalı tüccarlar denizaşırı ticaretin sağladığı büyük kârlar sayesinde hızla büyük sermayelere sahip, kelimenin bugünkü anlamında burjuvalar olmaya başladılar. Ancak feodal üst yapı, gelişen kapitalist üretim ilişkilerine engel oluyordu. Burjuvazi ile feodal senyörler arasında başlayan egemenlik savaşında kendisi de en büyük feodal egemenlerden olan Katolik Kilisesi, doğal olarak senyörlerin tarafını tuttu. Tarihe mezhep savaşları şeklinde yansıyan uzun mücadeleler sonunda Hristiyanlığın kapitalist üretim tarzı önünde engel oluşturan birçok dogması ya kaldırılıyor ya da törpüleniyor ve bu kez burjuvazinin çıkarlarını temel alan dogmalara yöneliyordu. Protestan olan ülkelerde artık din ve devlet işleri kesin biçimde birbirinden ayrılmıştı. Katolik Kilisesi ise ancak kendisinde yeni egemen sınıfların 6
parçalarını bu devletlere bıraktılar. Başkaya, F. Paradigmanın İflası, Doz Yayınları, Nisan 1991, İstanbul, s. 67
271
Yaşayan Marksizm
çıkarına uygun değişiklikler yaparak ve eski siyasi ağırlığından geri çekilerek varlığını sürdürebildi. Bütün Avrupa’da laik okulların açılmasıyla kilise elinde bulundurduğu eğitim tekelini kaybetti ve artık bürokrasi bu okullarda yetişenler arasından seçilmeye başlandı. Türkiye’de laiklik düşüncesinin ortaya çıkmasının Avrupa’daki gelişmelerle bir ilgisi yoktur. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin devamcısı olduğu Osmanlılar hiçbir zaman teokratik bir devlet olmadı. Doğu Roma’nın Ortodoks Kilisesi’ni denetim altında tutan merkeziyetçi devlet yapısı aynen devralındı. Din adamları Katolik Kilisesi gibi bağımsız siyasi özneler değil, devletin maaşlı memurlarıydı. İslam şeriatı ise esas olarak kişiler arasındaki ilişkilerde geçerliydi. Devlet işlerinde ise örf’i hukuk her zaman şer’i hukukun önünde yer alıyordu. Önemli kararların şeriata uygunluğu konusunda fetva alma geleneği hep devam ettiyse de devletin maaşlı memuru olan şeyhülislamlar bu konuda çok titiz davranmıyorlardı. Titizlenenler ise bunun bedelini canlarıyla ödüyorlardı. Din konusunda siyasi erki asıl rahatsız edenler din adamları değil, aşağıdan gelen muhalefet olmuştur. Ağır vergilerden bunalan köylüler ya da zorla iskân edilmeye çalışılan göçebe Türkmenler sık sık ayaklanma çıkarıyordu. Bu ayaklanmalara, devletin düzenini ezilenlerden yana değiştirecek politik bir muhteva kazandırmaya yetenekli örgütlü bir sınıf olmadığı için ayaklanmaların politik içeriğinin eksikliğini din gidermiştir. Sömürü için Sünni İslâm’ı kullanan Osmanlı merkezi yönetimine karşı halk kitleleri bu düşüncenin o dönemdeki karşıtı olan Aleviliğe yönelmiştir. İşte bu nedenle Türkiye’deki laiklik uygulamalarında söz konusu olan Kemalist kadroların öncüllerinden devraldıkları batılılaşma projesini geliştirerek siyasi iktidarlarını perçinleme istekleridir. Böylece iktidara karşı Müslümanlık temelinde gelişen muhalefetin zeminini ortadan kaldırmak hedefleniyordu. Bu hedefe bağlı olarak laiklik, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” şeklinde eksik olarak tanımlanmasına rağmen buna uygun bile davranılmadı. Laiklik uygulamada devletin dini kontrol altına almasının bir aracı olarak görüldü. Yine aynı nedenle Müslümanlık düzen için tehdit olmaktan uzaklaşınca Türkçe ezan gibi zorlamalardan vazgeçildi ve laiklikle zorunlu din dersinin bir arada bulunduğu dönemler geldi. Kendini solda sayanların hatırı sayılır bir bölümünün Cumhuriyetle birlikte teokratik devletin yıkıldığını, çağdaş, laik bir devletin kurulduğunu zannetmeleri Osmanlıların devlet yapısından habersiz olmalarından kaynaklanıyor. Birçoğu Kemalistlerin yaptığı laiklik uygulamalarını yeterli bir kazanım olarak görüyor. Zorunlu din dersi gibi uygulamaların yukarıda açıklanan hedeflerin bir sonucu değil, “karşı devrim” olarak niteleyenler var. Bu yanılsama kendine sosyalist diyen insanların bile zaman zaman yapay olarak yaratılan laik/ anti-laik çatışmasında devletin arkasında saf tutmalarına yol açabiliyor. Oysa bu konuda sosyalistlerin görevi; devletçi laikliğin gerçek yüzünü teşhir etmektir. Laikliği, dinin bütünüyle 272
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
cemaatlere bırakılması, devletin bütün inanışlar karşısında eşit mesafede olması, devletin görevinin sadece vatandaşların din ve vicdan özgürlüğünü garanti altına alması olarak tanımlayarak bunun propagandasını yapmaktır. Cumhuriyetin Kuruluşunda Sınıflar ve Halkçılık İlkesi İzlediği politikalarla emekçi halkın çoğunluğunun refahını değil, bir azınlık grubunun zenginleşmesini sağlayan Kemalist kadrolar, bu açığı gidermek için ideolojiye, şaşaalı törenlere daha fazla sarıldı. Kendileriyle diğer egemen sınıflar arasındaki ittifaklar kadar ülkede hızla keskinleşen sınıf mücadelesini de gözlerden gizlemeye çalıştılar. Kemalist ideoloji, bu gizlemenin aracı olarak “ herkesin mutluluğu için çalışan, sınıflar üstü devlet aygıtı” düşüncesini güçlendirmek için “halkçılık” ilkesine sarıldı. Mustafa Kemal “Bizim halkımızın menfaatleri yek diğerinden ayrılır sınıf halinde değil bilakis mevcudiyetleri muhassala-i mesaisi yek diğerine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada sami’lerinin çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve ameledir… Ve bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır.”7 sözleriyle bu ideolojinin temellerini atmıştır. Osmanlılardan kalma “kerim devlet” geleneği, ulusçu bürokrasinin Kurtuluş Savaşı’nda elde ettiği saygınlıkla birleşince böylesi toplumsal gerçeklerle uyuşmayan bir ideolojiyi yaygınlaştırmak kolay oldu. Zaten yapılan uygulamalar açıkça göstermektedir ki, burada söz konusu olan “halk” egemen sınıflardan başkası değildir. Çünkü onlardan başkası zengin olmamış, çalışanlar ve zenginliği üretenler Osmanlılarda olduğu gibi sömürülmeye devam etmiştir. Cumhuriyetin kimin için kurulduğunu anlayabilmek için sınıfsal dinamikleri ve bunlar arasındaki ilişkileri incelemek gerekir. Zaten bu ittifaklar da yeni Türk Devleti’nin kapitalizmden başka bir yola girmesini nesnel olarak olanaksızlaştırıyordu. Ülkenin o zamanki koşullarında kent ve kır emekçilerinin başat bir rol oynayacak gücü ve bilinci olmadığına göre “devleti kurtarmak” ve yeniden inşa etmek Osmanlı bakiyesi egemen güçlere kalmıştı. Bunların içinde Osmanlı topraklarından geriye kalan ne varsa paylaşmayı hedefleyen emperyalist politikalarla tam bir çelişki içinde olan en önemli grup çoğunluğunu askerlerin oluşturduğu bürokrasidir. Ancak onların anti-emperyalistliği nesnel koşulların zorlaması sonucudur ve asla tutarlı değildir. Bu grubu emperyalizmle karşı karşıya getiren nedenlerin başında Mondros Ateşkes Antlaşması’nın Osmanlı Devleti için 50 bin kişilik bir jandarma gücü öngörmesi ve küçülen devlette eskisi kadar asker-sivil bürokrata yer olmamasıdır. Bu binlerce subayın ve üst düzey memurun işsiz kalması demekti. Dolayısıyla ancak bir Kurtuluş Savaşı sonucu kurulabilecek olan ulusal devlet, onlar için varlık sorunuydu. İkincisi Jön Türklerin Osmanlıcılıkla başlayan fikri serüveni Panislâmcılık ve Pantürkizm gibi evreleri geçtikten sonra daha gerçekçi bir rotaya ve Türk milli7
İnan, A. Afet, İzmir İktisat Kongresi, TTK Yayınları, Ankara 1982, s. 68
273
Yaşayan Marksizm
yetçiliğine ulaşmıştı. Verili koşullarda emperyalizmle çatışmadan ulusal bir Türk Devleti’nin kurulmasının olanaksızlığı apaçık bellidir. Ama bu bürokratların kapitalizme karşı olduklarına dair hiçbir emare yoktur ve olamazlardı da. Osmanlılarda özellikle 19. yüzyılda çoğalan ve batılı eğitim veren Tıbbiye, Harbiye, Mülkiye gibi okullarda teknik eğitimin yanında o zamanki Avrupa kültürü de veriliyordu. Besbelli ki bu kültür burjuva kültürüdür. Bu insanlar genellikle toplumun alt sınıflarından gelseler bile aldıkları kültür gereği kendilerini burjuvaziye daha yakın hissediyorlar ve içinden çıktıkları emekçi sınıflara yabancılaşıyorlardı. Her ne kadar Avrupa kültürünün etkisiyle “vatandaşlık” kavramını dillerinden düşürmeseler de aslında yönetici sınıfa dâhil olunca tıpkı klasik Osmanlı bürokratları gibi halkı güdülecek bir sürü olarak görüyor ve onları devlet işlerine bulaştırmamanın yollarını arıyorlardı. Avrupa’daki gibi bir ekonomik ve siyasi düzeni istiyorlardı ama bu düşüncenin içinde emekçi halka yer yoktu. Zaten 19. yüzyıldan beri bütün faaliyetleri bu çerçevenin içinde gerçekleşmiştir. Yeni kurulan devletin kapitalist bir yola girmesini zorunlu kılan bir olay Kurtuluş Savaşı’nda kurulan ittifaklardır. Esas olarak İstanbul’da yoğunlaşan büyük ticaret burjuvazisi başından itibaren bu savaşın dışında kaldı. Öteden beri Avrupalı şirketlerin aracılığını yapan bu sınıf işgallerin getirdiği yeni düzende bir kayba uğramamıştı. Diğer egemen sınıflar Anadolu’daki büyük toprak sahipleri ve eşraf denilen tüccarlardı. Bunlar da aslında teorik olarak emperyalizmle uzlaşmaya yatkındılar. Ama önemli bir engel vardı. İttihatçıların uyguladığı etnik temizlik politikaları sonucu Anadolu’dan kovulan veya yok edilen Ermeni ve Rumların taşınır ve taşınmaz mallarının birçoğuna bunlar el koymuştu. Şimdi sağ kalanların işgal kuvvetleriyle birlikte gelerek eski mallarını geri istemesi ihtimali bu kesimlerin uykusunu kaçırıyordu. Bu durum onları ulusalcı bürokratların nesnel müttefiki haline getirmişti. Kemalizm ve İşçi Hareketi Devletin burjuvaziyi kollaması sadece devlet hazinesinden para aktarmakla sınırlı değildi. Sermaye birikiminin kolaylaşması için işçi sınıfının da kontrol altında tutulması gerekiyordu. Kemalistler daha cumhuriyetin ilk günlerinde, sınıf mücadelesinin anlamı, işçi sınıfının gücü konusunda yeterli bilgiye sahiptiler. Yalnızca Osmanlıların çöküş yıllarında yaygınlık kazanan işçi eylemlerinden dolayı değil 1917’de gerçekleşen ve bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de yakından etkileyen Ekim Devrimi’nin canlı hatırası da bu konuda önemli deneyim sağlamıştı. Kuşkusuz bunlara o dönemde bütün Avrupa’yı baştan başa sarmış bulunan işçi ayaklanmalarının etkisini de eklemek gerekir. Tüm bu etkenler Kemalistlerin işçi sınıfına dönük politikalarının oluşumunu etkiledi. İşçileri tümüyle örgütsüz bırakmak yerine, devletin inisiyatifinde örgütlemeye çalıştılar. Devletten bağımsız olarak kurulan Amele Teali Cemiyeti ise 1926’da kapatılarak bu tür bağımsız işçi örgütlenmeleri yasaklandı. Kemalistler, 274
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
bir yandan işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesini engellerken diğer yandan işçileri kendi ideolojisi etrafında örgütlemek ve mücadelelerini denetim altında tutmak istiyordu. Bu amaçla çeşitli iş kollarında dernekler ve işçi birlikleri kuruldu. Bu derneklerin başına CHP’nin yandaşı olan kişiler getirildi. Milletvekili seçimlerinde “işçi mebusu” adı altında, yukarıdan atanmış kişiler aday gösterilerek meclise sokuldu. Amaçlanan işçi sınıfını Kemalist rejime bağlı onun destekçisi bir kitle haline getirmekti. Yöneticilerin en çok korktukları şey işçilerin sınıf bilinci kazanmasıydı. İlk örnekleri faşist İtalya’da görülen “tek ve zorunlu sendikacılık” modelinin değişik bir biçimi olan işçi-esnaf birliklerinin kurulması, bu korkunun yansımasıydı. Yine bu dönemde fabrikalarda işçilerin her türlü yayını okuması yasaklandı. 1932’de bütün işçilerin parmak izleri alınarak polis merkezlerinde arşivlendi. 1929–1933 yılları arasında yaşanan ekonomik bunalım bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de derinden etkiledi. İşçilerin yaşam koşullarının daha da kötüleşmesi sonucu birçok şehirde grevler başladı. Öte yandan bu grevlerin tamamına yakınının yabancı işletmelerde olması ilginçtir. Hükûmet ve yerli işverenlerce de desteklen bu grevler, ancak devletin bütünlüğünü ve çıkarlarını tehlikeye attığı düşünüldüğü yani kontrolden çıktığı zaman güvenlik güçlerince bastırılmıştır. Örneğin 1927’de Fransız bir şirketin elinde olan Adana-Nusaybin demiryolu işletmesinde grev nedeniyle çok sayıda asker ve polis bölgeye gönderildi. Grev kırıcılarının yardımıyla çalışan bir treni durdurmak için rayların üzerine yatan işçilere ve ailelerine ateş açıldı. Böylece Kurtuluş Savaşı’nın ulusalcı ortamında yabancı sermayeye karşı kurulmuş görülen işçi- yerli burjuvazi ittifakının ömrü uzun sürmedi. Yerli burjuvazi ve onun çıkarlarını koruyan hükûmet gelişen işçi hareketi karşısında sınıfsal reflekslerini göstererek yabancı sermaye ile işbirliğine gittiler. Devlet yabancı işletmeleri satın alıp devletleştirince grevler 1933’te çıkarılan bir yasayla tamamen yasaklandı. Çünkü onların fikrine göre, sömürü ancak yabancı işletmelerde olurdu. Devlet işletmeleri bütün halkın olduğuna göre sömürü de söz konusu olamazdı, dolayısıyla grevler gereksizdi. Bu nedenle özellikle 1930’dan sonra greve giden işçiler “düzeni bozan fesatçılar” olarak değerlendirilmeye başladılar. 1934’de tüm işçilerin ve esnafın işçi- esnaf birliklerine üye olmaları gerektiği, üye olmayanların hiçbir işte çalışamayacakları, birliğin kimlik kartına sahip olmayanları çalıştıran işverenlerin cezalandırılacağı açıklandı. İşçi- işveren anlaşmazlıklarını düzenleyen bir iş kanununun yokluğunun yarattığı sıkıntıları aşmak için 8 Haziran 1936’da İş Kanunu çıkarıldı. Yeni yasaya göre iş günü 8 saat olarak kabul edildiyse de, özel durumlar için 11 saatlik iş gününün de yasal olduğuna karar verildi. Aynı yasaya göre işçiler, hastalık durumunda ücretlerinin belli bir kısmını alacaklar, kadınlar doğum izni kullanabilecekler, kadın ve çocuklar yer altında çalıştırılamayacaklardı. Ancak yasada yer alan diğer maddelere göre 10 kişiden az işçi çalışan işletmelerde bu yasa uygulanmayacaktı. Dolayısıyla 275
Yaşayan Marksizm
1937’de 400 bin civarındaki kayıtlı işçiden sadece 180 bini bu yasadan yararlanabiliyordu. Aynı yasayla grev ve lokavt yasaklanıyordu ve greve giden işçilere ağır hapis cezası getiriliyordu. Buna karşılık işverenlere yasanın taşıdığı boşluklardan yararlanarak lokavt yapma imkânı tanınıyordu. 1938’de çıkarılan 3512 sayılı Cemiyetler Kanunu da aynı anlayışı egemen kılıyor, derneklerin kuruluşu, etkinlikleri ve denetimleri bakımından tek parti iktidarına geniş yetkiler tanıyordu. Bu yasanın en önemli özelliği, sınıf esasına dayalı derneklerin yasaklanmasıydı. Cumhuriyet Döneminde Ekonomik Politikalar 20. yüzyılda bir ülkenin ekonomik olarak gelişmesinin iki yolu vardı. Biri esas olarak 19. yüzyılda Batı Avrupa’da biçimlenen kapitalizm, diğeri 1917 Ekim Devrimi ile Rusya’da yaşam bulan sosyalizm. Türkiye’deki resmi söylem Cumhuriyetin kuruluş yıllarında bu iki yolun dışında üçüncü bir yolun bulunduğunu iddia ediyor. Resmi tarihin yaptığı tahrifatla bunun böyle olduğuna kitleler inandırılabilir ama tarihsel olgular bu iddiayı doğrulamıyor. Bu arada “sosyalistler” arasında Mustafa Kemal’e “neden sosyalist bir cumhuriyet kurmadığı” yolunda serzenişte bulunanlar olduysa da bunlar tarihe sınıfsal açıdan bakmamanın verdiği arazlar olduğundan dikkate alınmaya değer değildir. Daha cumhuriyetin ilanından önce 17 Şubat- 4 Mart 1923 günleri arasında toplanan İzmir İktisat Kongresinde nihai karar verildi ve Türkiye kapitalizm yoluna girdi. Lozan Konferansı’nda görüşmelerin kesintiye uğradığı dönemde toplanan bu kongreyle Avrupalı kapitalist ülkelere Sovyetler Birliği’nin peşinden gidilmeyeceğinin güvencesi verilirken aynı günlerde ülke içinde büyük bir komünist takibatı başlatılarak bu güvence pekiştirildi. Zaten Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılan icraatlar da açıkça göstermektedir ki, 1923’ten sonra Türkiye açıkça kapitalizm yolunda ilerlemiştir. Ancak gerek cumhuriyetin devamcısı olduğu Osmanlı Devleti’nin yarı-sömürge niteliği, gerekse ülkenin kendi özgün koşulları nedeniyle Avrupa’da ortaya çıkana benzemeyen bir kapitalizmdir. İşte bu ayrı noktalar sanki başka bir icat yapılmış yanılsamasını yaratmıştır. Batı Avrupa’da feodal rejimin bağrında kapitalizmin doğmasını sağlayan ilkel birikim iki yolla ortaya çıktı. Bir yandan kır emekçileri yerel egemenler tarafından ortak kullandıkları topraklardan atılarak mülksüzleştirilirken diğer yandan Avrupa merkezli tarihçiliğin etkisiyle kitaplara “coğrafi keşifler” olarak yazılan, aslında dünyanın geri kalanının yağmalanmasından başka bir şey olmayan seferler sonucunda Avrupalı tüccarlar büyük bir sermaye birikimi elde ettiler. Yarı tüccar, yarı korsan olan bu yağmacılar için değerli maden, insan, hayvan, tarım ürünleri vb. her şey ticaretin konusudur. Feodal senyörlere karşı bir dayanak arayan kralların da desteğini alarak bütün dünyaya yayıldılar. Gerek İspanyollar tarafından yağmalanan Orta Amerika altınları, gerekse de İspanyol gemilerini vuran, yani yağmacıları yağmalayan İngiliz korsan gemileri tarafından Avrupa’ya taşınan tonlarca altın bütün üretim ilişkilerini alt üst etti. Para giderek zenginlik kaynağı olarak toprağın yerini aldı. İngilizler 1753 tarihinde Hindistan’ı ele 276
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
geçirerek Hint-Moğol imparatorlarının devasa hazinesine el koymuşlardı. Bu hazinenin İngiltere’ye taşınmasıyla bu ülke ekonomisinde ortaya çıkan sermaye olanakları, dokuma ve buhar makineleriyle ilgili tüm teknik buluşların neden 1758–1791 tarihleri arasında gerçekleştiğini açıklar. Kısaca buhar gücünün sanayiye uygulanması ve makinelerin üretimde el emeğinin yerini alması olarak tanımlanan Sanayi Devrimiyle birlikte kapitalist üretim biçimi bugünkü halini almaya başladı. Eski korsan tüccarlar ellerindeki sermayeyi sanayi alanına yatırırken, bazı büyük toprak sahibi senyörlerin de şehirlere göç ederek bunların arasına katılmasıyla sanayi burjuvazisi ortaya çıkmış oldu. Makineleşmeyle birlikte üretimin hızı ve miktarı olağan üstü derecede arttı. Üretimdeki artış eskisinden daha çok ham madde ve pazar ihtiyacını ortaya çıkardı. Avrupa devletleri bu ihtiyacı gidermek için sömürgeciliği hızlandırdılar. Yağmalanmaya hazır değerlerin azalmasıyla birlikte artık sömürgecilik de biçim değiştirmişti. Sömürgelerde büyük çiftlikler kurularak buralarda sanayi ham maddesi yetiştirildi. Bu ham maddeler merkez ülkede mamul maddeye dönüştürülüp yeniden sömürgede satılıyordu. Bu işlem sömürgelerle sınırlı kalmadı. Osmanlı, Çin ve İran gibi hiçbir zaman klasik sömürge olmayan ülkelerde bu gelişmelerden nasibini aldı. Avrupalı kapitalistler daha fazla para vererek bu ülkelerdeki sanayi ham maddesi olan ürünleri kendine çekti. Hem artık ham madde bulmakta zorlanan hem de lonca sisteminin kısıtlayıcı hükümlerinden dolayı ucuz Avrupa mallarıyla rekabet edemeyen yerli sanayiler çöktü. Eskiden mamul madde satan bu ülkeler ham madde satıcısı haline geldiler. Sanayi devriminin yıkıcı etkisiyle önce sanayi üretimi düşen ve dışa bağımlı hale gelen Osmanlı Devleti’nde 1838 Balta Limanı Antlaşması ile başlayan yarısömürgeleşme sürecini 1881 Muharrem Kararnamesiyle kurulan Duyun-u Umumiye İdaresi tamamladı. Artık Osmanlı Devleti dışarıdan borç almadan ayakta duramaz, kendi topraklarında vergi bile toplayamaz hale gelmişti. Avrupa malları kısa sürede Osmanlı pazarını ele geçirdi. Bu noktadan sonra yerli burjuvazinin Avrupalılarla başa çıkacak bir sermaye biriktirme olanakları kalmadı. Para kazanmak için yapabilecekleri tek iş Avrupalıların aracılığını yapmaktır. Nitekim öyle oldu ve sonradan komprador burjuvazi denilen sınıf böylece ortaya çıkmış oldu. Başka nedenlerin yanında gerek Avrupa dillerine aşina olmaları ve gerekse dini yakınlık nedeniyle Avrupalılar iş yapmak için Osmanlı tüccarları içinden gayrimüslim azınlıkları tercih edince bu yeni sınıf daha çok Rum, Ermeni ve Yahudilerden oluştu. Bu durum ileride İttihatçıların Anadolu’da etnik temizlik yaparken kullanacağı argümanlara temel olacaktır. Kemalist kadrolar Cumhuriyeti ilan ettiklerinde ellerinde yer altı ve yer üstü zenginlikleri yağmalanmış, sanayisi çökmüş, en basit mamul maddeler için bile dışa bağımlı hale gelmiş bir ülke kalmıştı. Üstelik İttihatçıların başlatıp Kemalistlerin tamamladığı etnik temizlik sonucu Türkiye elinde kalan vasıflı iş gücü ve sermayenin önemli bir bölümünü de kaybetmişti. Gerçi Anadolu topraklarından 277
Yaşayan Marksizm
sürülen gayrimüslimlerin taşınır ve taşınmaz malları yağmalanarak bir “milli” burjuvazi yaratılmaya çalışılmıştır. Ama bu “milli” burjuvazi, Avrupa’dakiler gibi risk alan, elindeki sermayeyi sanayi yatırımlarıyla büyütmeyi arzulayan insanlar değildi. Önemli bir kısmı İttihatçıların içinden çıkan eski bürokratlardı ve geçimlerini ekonomik faaliyetlerle değil, siyasi bağlantılarıyla sağlamaya alışmışlardı. Ermenilerin ve Rumların mallarına el koyan diğer bir kesim olan Anadolu eşrafının ufku ise azınlıkların elinde olan ticari etkinliği devralma, ithalat, ihracat işleriyle toptancı ticaretinin kendilerine devredilmesini istemekle sınırlıydı. Bu nedenle sermaye birikimi ağırlıkla devlet eliyle sağlandı. Doğrudan sanayi yatırımlarına yönelen devlet, daha sonra kurumlaşan bu işletmeleri ucuz yollardan burjuvaziye devretti. Şu çok açıktır ki, Kemalizm bütün sanayileşme söylemlerine rağmen başından beri ticaret burjuvazisinin istemlerine öncelik tanıyan bir ideoloji oldu. Cumhuriyeti kuran eski İttihatçı yeni Kemalist bürokratlar işgallere karşı birlikte hareket ettikleri Anadolu eşrafı ve büyük toprak sahiplerindense ticaret burjuvazisiyle yapılacak bir ittifakı kendi gelecekleri açısından daha uygun buluyorlardı. Bu nedenle sanayileşme hamleleri zannedilenin aksine kısaca ağır sanayi denilen “makine yapan makine” üretimine değil, tüketim maddeleri üretimine yönelikti. Ağır sanayiye en çok yaklaşan İskenderun ve Ereğli demir-çelik fabrikaları ve Seydişehir Alüminyum fabrikası gibi işletmeler ise satış tekeli tüccarlara verilmiş ucuz ara mal üretmek için kurulmuştu. Buradaki temel mantık şuydu; devlet kamunun her türlü olanağını ticaret burjuvazisine akıtacak, onlar da yeterli sermaye birikimi sağlayınca Avrupa’da olduğu gibi sanayi yatırımlarına girişecekti. Bu hedefi gerçekleştirmek için bir dizi önlem alındı. Mustafa Kemal’in bizzat sermaye koymasıyla kurulan İş Bankası’nda toplanan sermaye, doğrudan ticaret burjuvazisine akmaya başladı. Devlet altyapı yatırımlarına yönelerek burjuvazinin işini kolaylaştırmaya çalıştı. Büyük bir demiryolu yapımı hamlesiyle ticari malların ve ham maddelerin dolaşımı kolaylaştırıldı. Sanayi yatırımlarını özendirmek ve desteklemek için 1925’te Sanayi ve Maadin (madenler) Bankası kuruldu. Bu bankanın verdiği ucuz krediler ticaret burjuvazisine ve onlarla işbirliği yapan üst bürokratlara risksiz olanaklar sağlıyordu. Yabancı sermaye elinde bulunan demiryolu kumpanyaları, tütün rejisi, İstanbul ve İzmir limanlarının işletme hakkı devletleştirdi. Daha sonra liman imtiyazı, ticaret ve satış imtiyazları özel sermayeye devredildi. 19 Nisan 1926’da deniz ulaşımının tümü ve kabotaj hakkı, yalnız Türk vatandaşlarına tanınarak burjuvazinin önü daha da açıldı. 1927 yılında, 1913’de İttihatçıların çıkardığı Teşvik-i Sanayi Kanunu yeniden düzenlenerek yürürlüğe konuldu. Buna göre, sanayiye ayrılan arazi devletçe parasız olarak verilecek, fabrika için gerekli malzeme ve makinelerin ithalatında gümrük bağışıklığı, taşımada kullanılan kamu ulaşım araçlarında ücret indirimi, devletin ve belediyelerin daha pahalı olsa bile yerli malı alma zorunluluğu ola278
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
caktı. Bu kolaylıklar karşısında “milli” burjuvazi, ciddi yatırımlara girişmeksizin ortaya çıkan bu olanaklardan yararlanmaya çalıştı. Devletin parasız verdiği topraklar arazi spekülasyonunda, gümrük bağışıklıkları yalnızca aradan bir komisyon koparabilmek amacıyla işe yarasın yaramasın her türlü malın ithalinde, satış tekelleri aslında ucuz fiyatla dışarıdan getirilen malların yerli malı diye yüksek fiyattan iç piyasaya sürülmesinde kullanıldı. Kemalistler, her ne kadar ağırlıkla ticaret burjuvazisini ihya etmeye yönelmişse de hala taşrada egemen olan eşraf ve büyük toprak sahiplerini göz ardı edemezdi. Rejimin selameti açısından bunlara da bir sus payı verilmesi zorunluydu. Nitekim aslında sermaye birikiminin hızlandırılması için kırsal alana müdahale edip, oradaki artı-ürünün merkezi devlet eliyle burjuvaziye aktarılması gerekirken bundan kaçınılmak zorunda kalındı. Öncelikle büyük toprak sahiplerinin Kemalist rejime biat edenleri milletvekili olarak meclise taşındı. CHP’nin 1927 kongresinde yapılan tüzük değişikliğiyle milletvekili adaylarının saptanmasında tek yetkili haline gelen Mustafa Kemal Eskişehir’den Emin Sazak, Adana’dan Cavit Oral ve Damar Arıkoğlu, Aydın’dan Adnan Menderes, Van’dan İbrahim Arvas ve Hakkı Ungar, Diyarbakır’dan Zülfü Tigrel, Siirt’ten Halil Hulki ve daha çok sayıda toprak ağasını neredeyse ömür boyu sayılabilecek şekilde milletvekili olarak atadı. Bir burjuva devletinin yapması gereken toprak reformu toprak ağası milletvekillerinin de engellemesiyle bir türlü meclisten geçirilemedi. Aksine gerek Anadolu’dan sürülen gayrimüslimlerin toprakları, gerekse tarıma açılan devlet arazileri bu egemenlere peşkeş çekildi. Öyle ki, 1914’teki tespitlere göre Osmanlı devletinin bugünkü Türkiye’ye gelen bölümünde büyük toprak sahipleri tüm işlenen toprakların yüzde 40’ını elinde bulundururken bu oran 1920’lerin sonlarında yüzde 50 düzeyine ulaşmıştı. Yine bu çerçevede kurulan Toprak Mahsulleri Ofisi büyük toprak sahiplerine ve eşrafa devlet hazinesinden para aktarılmasının aracı haline geldi. Teoride tarımsal ürünü yüksek fiyattan alarak devletin üreticiyi desteklemesi için kurulan bu kurum sadece belli kent merkezlerinde şube açmıştı. Büyük toprak sahipleri kendi ulaştırma araçlarıyla ellerindeki ürünü bu şubelere getirip paralarını alıyorlardı. Ama kıt kanaat geçinen köylülerin böyle bir olanağı yoktu. Ürünlerine ya daha önce aldıkları borçlara karşılık eşraf denilen tefeci-tüccar el koyuyordu, ya da yok pahasına ağalara kaptırıyorlardı. Ziraat Bankası’nın tarımda makineye dayalı kapitalist üretimi geliştirmek için verdiği krediler tefeci-tüccar ve toprak ağaları tarafından, köylüleri daha da borçlandırmada ve ellerindeki topraklara el koymada bir araç olarak kullanılıyordu. Cumhuriyet ve Burjuva Demokratik Devrim Sosyalist çevrelerde, 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla bir burjuva devriminin yaşandığı kanısı hakim. Buna demokratik bir devrim diyenler de azımsanmayacak kadar çok. Bunların kimisi önümüzde duran demokratik devrim görevinin üzerinden atlayarak doğrudan sosyalist devrime yöneldiklerinden, 279
Yaşayan Marksizm
kimisi de Avrupa merkezli tarihçiliğin etkisi altında Türkiye’nin o yıllardaki sınıfsal kompozisyonunu dikkate almadıkları için böylesi bir yanlışa düşmektedirler. Öncelikle demokratikliği bir yana yaşanan değişikliklerin bir devrim olup olmadığı sorgulanmalıdır. Devrim kavramı, geniş anlamda Marksist felsefenin saptadığı üç büyük yasadan nicelikten niteliğe geçiş yasasıyla bağlantılı olarak doğasal, bilinçsel ve toplumsal her türlü nitelik değişmesini dile getirir. Türkçedeki devrim sözcüğü, Batı dillerindeki karşılıkları gibi, Osmanlıcanın hem nitelik dönüşmesi anlamındaki inkılâp, hem de zorla değiştirme anlamındaki ihtilâl sözcüklerini karşılar. Devrim, eskinin köklü ve hızlı bir biçimde yıkılışını içeren temel bir değişmedir. Bu kavramı toplumsal alana uyarladığımızda sınıfların konumlanışını dikkate almak zorunludur. 1789 Fransız Devrimi veya 1917 Ekim Devrimleri sınıfsal bir alt-üst oluş gerçekleştirdikleri için devrimdirler. Her iki devrimde de daha önce yönetilen konumunda olan sınıflar artık yöneten konumuna gelmişlerdir. Devrimi eski toplumun bağrında oluşan devrimci sınıf gerçekleştirir. Feodal düzen içinde devrimci sınıf burjuva sınıfıydı, kapitalizmde ise işçi sınıfıdır. Özellikle ulusalcı sol çevreler 1923 ile 1789 Fransız Devrimi arasında bir paralellik olduğunu ve buradan hareketle Türkiye’de bir “aydınlanma” dönemi açıldığını iddia ederler. Kanımca bu paralelliğin ne tarihsel koşullar ve de Türkiye’nin sınıfsal yapısı bakımından imkânı yoktur. 1789’da burjuva devrimcilerinin arkasında gerçek bir aydınlanma döneminin düşünsel birikimi vardı. Bu birikim sayesinde ezilenler üzerinde ideolojik hegemonya kurmuşlardı. Devrimi devlete değil, devletin dışında örgütlenmiş silahlı halk yığınlarına yaslanarak gerçekleştirdikleri için daha en başında sivil bir hareket olarak ortaya çıkmışlar, feodal devleti ve mülkiyeti tasfiye eden aşağıdan bir devrimin öncüsü olmuşlardır. Bu nedenle Fransız Devrimi demokratik sıfatını hak etmekteydi. Oysa ne cumhuriyeti kuran kadrolar ne de onları önceleyen İttihatçılar asla devrimci olmadılar. Onlar Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmaya çalışan, çoğunluğu asker olan bürokratlardı. Kurulu düzeni değiştirmeye değil, onu güçlendirmeyi amaçlıyorlardı. Gerçi Kemalistler Padişahı devirmişlerdi ama o Padişah çoktan beridir iktidarını yitirmiş bir görüntüden başka bir şey değildi. Burjuva sınıfına gelince; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda kapitalizm çoktan emperyalizm aşamasına geldiği için ne gelişmiş kapitalist ülkelerde, ne de Türkiye gibi yarı sömürgelerde bu sınıfın devrimciliğinden söz edilemez. İttihatçıların “ekonomiyi millileştirme” planı çerçevesinde gayrimüslim burjuvaziyi tehcir, sürgün ve katliamlar yoluyla tasfiye ederek yaratmaya çalıştığı Türk ve Müslüman burjuvazi hem nicelik olarak çok zayıftı hem de gücünü esas olarak ekonomik faaliyetlerinden değil siyasi bağlantılarından alıyordu. İstanbul’da yoğunlaşan bu yeni burjuvazi kendi başına ayakta duracak ve kendisiyle birlikte gelişen, daha şimdiden önemli mücadele deneyimleri kazanmış olan işçilere karşı koyacak güce sahip değildi. Bu durumda Cumhuriyeti kuran asker- sivil bürokrasinin ayrıcalıklı konumunu kabul etmekten ve büyük toprak sahipleriyle 280
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
uzlaşmaktan başka bir çaresi yoktu. Bu nedenle ne klasik burjuva cumhuriyetlerinde olduğu gibi bürokrasiyi kendisine bağlı hale getirebildi, ne toprak reformları yoluyla büyük toprak sahiplerini tasfiye edebildi. Bu durumda cumhuriyetle birlikte sınıfsal konumlanışta hiçbir yenilik olmadı. Osmanlı döneminde de emekçi halkın sırtında asker- sivil bürokrasi, toprak ağaları ve komprador burjuvazi vardı, cumhuriyet döneminde de. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte artık günümüzde büyük toprak mülkiyeti büyük oranda tasfiye olmuş ve büyük toprak sahipleri 40- 50 yıl öncesindeki siyasi ağırlıklarını kaybetmişlerdir. Ancak gerek askeri vesayet rejimi gerekse Kürt Sorunu, demokratik bir devrimin çözmesi gereken sorunlar olarak karşımızda durmaktadır. Cumhuriyet “Devrim”leri Kemalist bürokrasi iktidarını sağlama aldıktan sonra Tanzimat dönemiyle başlayan “batılılaşma” hareketini bir üst seviyeye çıkardı. Artık yenilikler parça parça değil bir bütün olarak ele alındı. Cumhuriyet döneminde yapılan bu yenilikler için kimileri “devrim” sözcüğünü kullanırken, kimileri de Osmanlıca “inkılâp” sözcüğünü tercih ediyorlar. Ancak bu iki kullanımda yanlıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi devrim/inkılâp sözcükleri sınıfsal bir alt-üst oluşu anlatırlar. Cumhuriyet dönemi yeniliklerini en iyi karşılayan sözcük, Osmanlıların devletin aksayan organlarında yaptıkları değişiklikler için kullandıkları ıslahat(iyileştirme-reform)tır. Nitekim yapılan işler karşılaştırıldığında bunun nedeni daha iyi anlaşılacaktır. Örneğin Osmanlılar gerek Lale Devrinde (1718–1730) gerek III. Selim (1789– 1807) ve gerekse II. Mahmut (1808–1839) dönemlerinde askeri alanın dışında da birçok yenilik yaptılar. Kütüphane kurulması, Tulumbacı Ocağı’nın kurulması, ilk Müslüman matbaasının açılması gibi bu yenilikler çok dar bir çevrenin bilgisi dâhilinde işlerdi. Bütün bu yenilikçi padişahların saltanatı birer ayaklanmayla son buldu. Bu olaylar resmi tarih tarafından gericilerin yeniliklere tepki duymasıyla açıklanır. Oysa bu ayaklanmaların gericilikle-ilericilikle bir alakası yoktur. Bu yenilikler halkın yaşamında hiçbir iyileştirme getirmediği halde bütün mali yükü yönetilenlerin sırtına yüklenmiştir. Örneğin İstanbul’un meşhur yangınlarını söndürmek için kurulan Tulumbacı Ocağı günümüzdeki itfaiye gibi değildir. Yangın söndürmeye girişmeden önce mal sahibi ile ücret pazarlığı yaparlardı. Yoksul insanlar bu nedenle onları yangınlara çağırmazlardı bile. Kendi olanaklarıyla söndürmeye çalışırlardı. Bu arada özellikle Lale Devrinde yönetici sınıfın lüks tüketiminin artması da yönetilenlerin tepkisini çekiyordu. Yapılan yenilikler onların yaşamına değmediği için yönetilenlerin gördüğü şudur; yeni vergilerle kendileri gittikçe daha fazla yoksullaşırken yönetenler onların paralarıyla lüks içinde yaşıyor. Öyle ki Osmanlı halkı artık ıslahat lafından korkar hale gelmiştir. Çünkü her ıslahat yeni bir vergi demektir. Cumhuriyet dönemi yenilikleri de nitelik olarak Osmanlı ıslahatlarından farklı değildir. Yenilik yaparken göz önüne alınan halkın ihtiyaçları değil devleti yönetenlerin ihtiyaçlarıdır. 281
Yaşayan Marksizm
Toplumsal yaşam ile üretim biçimi arasında dolaysız bir ilişki olduğuna göre, Cumhuriyetin daha ilk yıllarında yönünü kapitalizme çeviren Türkiye’de toplumsal yaşamın da buna uydurulması kaçınılmazdı. Batı uygarlığı bütün nitelikleri ve görünüşüyle birlikte kapitalizmle özdeşleştirildiğinden Türk burjuvazisi için batılı yaşam tarzına özenmek bir zorunluluk olmuştu. Hem madem Avrupalı kapitalistlerin aracısı olan gayrimüslim azınlıklar çoktan beridir batılı kıyafetleri benimsemişti, şimdi onların yerini almaya çalışan Türklerin de aynı yolu izlemesi gerekiyordu. Ancak nasıl ki, kapitalizm kendi iç dinamiğiyle gelişmemiştir, toplumsal yaşamdaki yeniliklerde kendi iç dinamiğiyle değil yukarıdan dayatmalarla ve hatta bazen zor kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Fes giyilmesinin yasaklanarak Avrupai tarz giyimin kanunla mecbur tutulması, Arap harflerinin yerine, Latin harfleri getirilmesi, hafta tatilinin Cuma günü yerine Pazar gününe alınması, eski ölçülerin yerine metre ve gram sistemine geçilmesi, uluslararası saat sisteminin kabul edilmesi, İsviçre Medeni Kanunu’nun ve İtalyan Ceza Kanunu’nun8 kabul edilmesi, soyadı kanununun kabulü, kadınlara seçme ve seçilme haklarının verilmesi9 hep bu yönde yapılan yeniliklerdir. Günümüzde ulusalcı- sol çevrelerde dillerden düşürülmeyen “cumhuriyetin kazanımları” sözü aslında egemen sınıfların çıkarı için yapılmış olan bu yenilikleri sanki emekçi halk için yapılmış gibi gösterme telaşından kaynaklanıyor. Zaten bu nedenle yapılan yenilikleri gerçek anlamıyla benimseyenler sadece azınlıkta kalan bir elit tabaka oldu. Nüfusunun büyük çoğunluğu köylü olan bir toplumda yukarıdaki yeniliklerin hiçbir getirisi yoktur. Bir kısmına yasal zorunluluklar nedeniyle uymak zorunda kalsalar da esasen köylerinde eskisi gibi yaşamaya devam ettiler. Birbirlerine soyadlarıyla değil lakaplarıyla hitap ettiler, tarlada çalışırken kravat bağlamadılar, fes giymediler10 ama fötr şapka da takmadılar, zaten çok azı okuma- yazma bildiği için harf değişikliği de onları etkilemedi, hafta tatili diye bir kavram köyde olmadığından gününün değiştirilmesi de onları ilgilendirmiyordu. Üstüne üstlük kendilerini ilgilendirmeyen bu yenilikleri benimsemedikleri için Kemalist elitler tarafından “iyilikten anlamayan, kaba, gerici güruh” olarak tanımlandılar. Bu tanımlama hala geçerliliğini sürdürüyor. 87 yıllık cumhuriyet uygulamalarından sonra emekçi kitleler hala her fırsat bulduğunda siyasi tercihini asker- sivil bürokrasinin işaret ettiği yönün tersinde kullanıyor. Bu durum güçlü bir sosyalist muhalefetin olmadığı koşullarda bürokrasinin karşısında mağdur rolü oynayan DP-AP-ANAP-DYP-AKP çizgisini her defasında iktidara taşıyor. 8 9
O sırada İtalya’da Mussolini’nin Faşist Parti’si iktidardaydı. Ünlü 141 ve 142. maddeler orada da yürürlükteydi. Kadınların daha Osmanlılar zamanından beri bu hakların alınması için mücadele verdikleri bir gerçektir. Ama mücadelenin boyutu ve yaygınlığı hak kazanmak için yeterli değildi. Dolayısıyla bu yenilik de tıpkı diğerleri gibi tepeden inme bir biçimde yapılmıştı. Kadınlara siyasal hakların verilmesi bir görüntüden ibaret olduğu için, günümüze kadar bu hakkın kullanılması yönünde gerekli koşullar oluşturulmamış ve bu nedenle kadınların siyasal alanda temsili sorunu çözülememiştir. 10 Zaten Osmanlılar zamanında da fesi şehirli elitler kullanıyordu.
282
Kuruluş İdeolojisi Olarak Kemalizm ve Sınıflar Mücadelesi
Kemalizm ve Sosyalist Hareket Kemalizm ile Türkiye sosyalistlerinin ilişkisi hala çözülememiş bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Bu sorunun kaynağını her iki düşüncenin daha Cumhuriyet ortada yokken aralarında kurulan ilişkilerde aramak gerekir. Yukarıda Kemalist kadroların İttihat ve Terakki Cemiyeti devamcısı olduklarını söylemiştik. Ama yalnız onlar değil, Türkiye’deki komünist hareketin de ilk önderlerinin önemli bir bölümü İttihatçıydı. Mustafa Suphi, Ethem Nejat, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, Dr. Şefik Hüsnü gibi TKP’nin merkez komite üyeliğini yapmış kişiler politik hayata İttihatçı olarak başlamışlardı. Elbette politikaya İttihatçı olarak başlamaları komünist olduktan sonra da mutlaka bu düşüncenin etkisinde olmalarını gerektirmiyor. Ama somut olgular bu yönde değil. Örneğin TKP’nin Şeyh Sait isyanında takındığı Kemalist devletten yana tavrın başka bir izahı yoktur. Onlar da tıpkı devlet yöneticileri gibi gerici olarak niteledikleri bu ulusal isyanın ardında İngiliz parmağı arıyorlar ve şiddetle bastırılmasını onaylıyorlardı. Zaten daha sonra bu isimlerden bazıları Kemalist rejime biat etmede ve çıkardıkları Kadro adlı dergiyle yönetenlere akıl vermekte bir beis görmemişlerdi. Gerek İttihatçılar, gerekse Kemalistler bir takım uygun koşulların bir araya gelmesiyle iktidarı ele geçirdikleri için zamanla sorunu olan insanlardır. Hastalık olarak niteledikleri toplumsal sorunları inceleme- tanı- tedavi üçlemesi ile çözüp bir an önce ilerlemek ve iktidarlarını sağlamlaştırma peşindeydiler. Bu nedenle yapılan düzenlemeler somut koşullar ve elbette toplumun istemleri dikkate alınmadan çok hızlı bir biçimde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Yeniliklerin yapılmasındaki hız ve radikalliği, eski düzenin yıkılması ve yeni düzenin kurulması olarak algıladıkları için bu durum sosyalistleri de etkisi altına almıştı. Bu etkilenme dar anlamda siyasi yanılgılara yol açmanın yanı sıra Türkiye’de burjuva devletinin oluşumunun teorik tahlilinde de ciddi zaaflara zemin hazırladı. Bu konudaki eksiklik daha sonraki yıllarda devlete ve orduya karşı tavır, laikliğin değerlendirilmesi ve Kürt Sorununa yaklaşım gibi bir dizi can alıcı konuda Marksizm dışı eğilimleri besledi. Sosyalistlerle Kemalistler arasında geçişkenlik sağlayan bir başka faktör, o yıllarda Stalinizmin de etkisiyle devletçiliği bir ekonomi politikası değil bir sistem olarak algılayan sosyalistlerin sosyalizm ile devletçiliği özdeş görmeleridir. Bu nedenle yabancılara ait şirketlerin devletleştirilmesi11, devrimci bir girişim olarak alkışlandı. Bu daha sonra “Kemalizm ile sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur” anlayışına kadar gitti. Ekim Devrimi’nin bütün Asya’daki kurtuluş savaşlarını etkilediği bir dönemde Mustafa Kemal’in gerek Sovyetler Birliği’ne, gerekse yeni oluşmaya başlayan ko11 Devletleştirmeler devrimci bir biçimde el koyma yoluyla değil, satın alma yoluyla gerçekleştirildi. Halktan toplanan vergilerle devletleştirilen bu işletmeler daha sonra burjuvaziye peşkeş çekildi.
283
Yaşayan Marksizm
münist harekete karşı işbirliğine yatkın tutumu, kullandıkları anti-emperyalist söylem ve Sovyetler Birliği’nin Ankara Hükümeti’ne verdiği destek, bu hareketin ilerici olarak nitelenmesine ve desteklenmesine neden oldu. Ancak daha cumhuriyet kurulmadan Karadeniz’de komünist önderliğin imha edilmesine, tek parti döneminde komünistlerin hayatlarının önemli bir bölümünü hapislerde geçirmesine, işkencelerde zulüm görmesine, burjuvazinin sermaye birikimi için işçilerin acımasızca sömürülmesine, köylülerin toprak ağalarının insafına terk edilmesine rağmen sosyalistlerin önemli bir bölümü bu fikrini değiştirmedi. 1960’lardan sonra yeniden dirilen sosyalist hareket üzerinde Kemalizm’in etkisi gücünden bir şey yitirmeden devam etti. 60 sonrası sosyalist hareketi etkileyen iki ana akım olan ve farklı kulvarlarda ilerleyen TİP ve YÖN çizgileri Kemalizm’e bakışta birbiriyle örtüşüyordu. Her iki akım da Kemalizm’i sosyalizme geçmede bir ara uğrak olarak görüyordu. Vatan ve milleti kurtarma dürtüsüyle hareket ettiklerine inandıkları Jön Türk-İttihatçı-Kemalist kadroları “milliyetçi devrimciler” olarak adlandırıp, kendilerini onların mirasçısı olarak tanımlamışlardır. Bir kısmı kendisini “ikinci Kuvvayı Milliciler” olarak tanımlarken, bir kısmı da Kemalizm’i “küçük burjuvazinin emperyalizme karşı sol radikal tavır alışı” olarak tanımlayarak “devrimin dolaysız müttefikleri” içinde saydı. Sonuçta sosyalist hareketin damarında dolaşan milliyetçilik kendi içindeki bütün farklılıkların örtüsü olma misyonuyla, sosyalist hareketi sosyal şoven bir karaktere büründürdü. Bu gidişatın tersine çıkışlar elbette oldu ama bunlar genelleşemedi. Sonuçta Türkiye Sosyalist Hareketi bir bütün olarak, Kemalizm’le tarihsel ve siyasal bir hesaplaşmaya giremediği ve Kemalizm’den köklü bir kopuş sağlayamadığı için genel karakter olarak enternasyonalist bir nitelik kazanamadı.
284
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi Nihat Balkanlı
T
ürkiye sosyalist hareketi zemininde hakim olan program yaklaşımı; Komintern’in VI. Kongresinde benimsenen, bulunulan toprakların -burjuva egemenliğin- ulusal, iktisadi gelişkinlik düzeylerine göre aşamalandırılarak belirlenen devrim modellerinin damga vurduğu program anlayışıdır. Bu program anlayışı, Marksizmden, Bolşevizmden çok, tarihsel ilerlemeci anlayışın izlerini taşır. Burada, ulusal iktisadi gelişkinlik düzeylerine göre belirlenen burjuva demokratik ve sosyalist görevler ve tarihsel gelişimin zorunlu yasaları gereği bu görevlerin yerine getirileceği iktidar biçimleri (burjuva demokratik, sosyalistproleter gibi) tanımlanır. Aşamacı bir zihniyetle birbirlerinden ayrı dört (4) devrim tipinin formüle edildiği 1928 Programı, devrim ve program anlayışı zemininde yaşanan tartışma ve ayrışmalara kaynaklık eden bir öneme sahip sosyalist hareketin saflarında. Demokratik devrim ve sosyalist devrim ana eksenleri üzerinde yaşanan bu tartışma ve ayrışmaların tarafları farklı programlara sahip olsalar dahi bu farklı programlar, aynı zeminden beslenmekte, aynı program yöntemi ile üretilmektedir. “Program” sorunu ve tartışmalarının, Komintern’in 1928 programının belirleyiciliğinde kapitalist gelişkinliğin “tahlili” ve bu gelişkinliğe bağlı olarak, tarihsel ve kategorik bakımdan burjuva demokratik devrim sürecinde çözülmesi gerektiği ilan olunan sorunların hangilerinin çözülüp hangilerinin çözülmeyi beklediğinin “tespiti” boyutuna indirgenmesi, devrimci program sorununun sosyalist yeniden kuruluş ve işçi sınıfının devrimci ihtiyaçları ekseninde çözümünü son derece zorlaştırdığı gibi; tartışmanın bu eksendeki taraflarının, Komintern şablonu yardımıyla bu görevden ustalıkla sıyrılmalarını da sağlıyor. Bunun yanında, program sorununun Komintern’in 1928 program anlayışı ekseninde “tahlil ve tespit” meselesine bağlanmış olmasının, sosyalizmin kalkın285
Yaşayan Marksizm
macı bir zihniyetle ulusal iktisadi bir sistem olarak kavranıp öne çıkartılması ile de dolaysız bir ilgisi bulunuyor. Uluslararası “sosyalist” merkezlerin çözülmelerine bağlı olarak, program tartışmaları da belli ölçülerde farklılaştı ancak bu farklılaşma, 1928 programında cisimleşmiş ifadesine kavuşturulan iktisadi determinizmle, ekonomizmle köklü bir hesaplaşma alanına uzanamadı. Bunun nedenlerinden birisi, program sorununun işçi hareketinin ve sosyalist hareketin somut ihtiyaçları ve yeniden örgütlenme görevi temelinde ele alınamaması; dolayısıyla yenilenme ve yeniden üretim alanlarından uzaklaşılması. Bir diğeri ise yenilenme ve yeniden üretim alanına adım atılmaya çalışıldığında dahi ufukları sınırlayan “demokrasi” meselesine bakış ve Marksizmin temel referanslarının bulanıklaşması. Sosyalist hareketin, demokratik hak ve özgürlükler meselesine ve demokrasiye bakışı ile bu alandaki ön kabullerinin, teorik yeniden üretimi olanaksız kılan sınırlayıcı bir çerçeve çizdiğini söylemek fazlasıyla mümkün. Bu sınırlayıcılık, en iyi durumda bile program sorununun, program yöntemi meselesi atlanarak eski yöntemler ve şablonlar üzerinden, doğrudan program maddelerini ve programı yeniden yazmak biçiminde gündem edinilmesini doğuruyor. İşçi hareketinin ve sosyalist hareketin yeniden kuruluşu ihtiyacına bağlı olarak devrimci sınıf programının üretilmesi meselesinin gündem edinilememesi, sosyalist hareketin ideoloji, teori, siyaset alanlarında yaşadığı sorunların üstesinden gelinebilmesini daha da güçleştiriyor. Kopulması, mesafenin açılması gereken ancak “bir sebeple” dünya sosyalist hareketinin bünyesine sirayet etmiş sosyalizm ve program anlayışlarının yeniden ve yeniden üretilmesiyle, gerçekten yeni bir açılımın ortaya konulabilmesi mümkün değil. Bunun yanında, bu yöntemle, Erfurt Programı ekseninde şekillenen II. Enternasyonal sosyalizm ve program anlayışı ile 1928 Komintern kongresi sonrasında uluslararası komünist hareketin sosyalizm ve program anlayışı arasındaki akrabalık ilişkisinin ortaya konulabilmesi olanaksızlaştığı gibi Lenin ve Bolşevik hareketin, hangi noktalarda II. Enternasyonal çizgisinden kopuşu temsil ettikleri ve kopuşun hangi sebep ve dinamiklerle geri dönüşe yenildiği de ıskalanmış oluyor. Gerek Türkiye gerek dünya sosyalist hareketinde, aşamacı program ve devrim anlayışlarına (bu aşamacılığın ister demokratik ister sosyalist devrim tarafında durulsun, fark etmez) 1928 Komintern Kongresi ve program yaklaşımının varlık ve meşruluk zemini sunduğunu söylemek mümkün. Ancak öte yandan, aşamacılığın beslendiği alan burası ile sınırlı değil. Hatta, 1928 programı (ve buna kaynaklık eden II. Enternasyonal yaklaşımı, Erfurt Programı) bir teferruat kadar önemsizleşebilir bu yaklaşımın farklı türlerini benimseyenlerin argümanlarında. Çünkü, bu eksendeki tartışmaların ve netleşmelerin kendilerine meşruiyet zemini aradıkları tek zemin burası değil. Lenin’in İki Taktik ve Nisan Tezleri çalışmalarının önemli bir yer tuttuğu referans alanı, birleşik cephe taktiği ve birleşik halk cephesi hükûmetleri, anti-faşist mücadele sorunu ve Dimitrov, devlet ve demok286
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi
rasi kavrayışı, toplumsal gelişim ve devrim süreçlerinin analizi, sanayileşme ve kalkınma meselesi, emperyalizm kavrayışı, ekonomi politik ve sosyalist ekonomi politik vb. başlıklarını da içerisine alıyor. Bu yazı, demokrasi ve demokratik haklar mücadelesi alanı ile sınırlı kalacak. Bu sınırlamanın üç temel nedeni bulunuyor. Birincisi; böylesi bir sınırlamanın, proleter devrim stratejisi ve devrimci sınıf programının oluşturulması alanına dönük üretimi ve tartışmaları kolaylaştıracağına inanıyorum. Demokrasi meselesinin sınıfsal içeriğinin bir kez daha hatırlanmasının yanında demokratik hak ve özgürlükler alanının darlığı ve genişliği meselesinin, güncellik kazanacak bir devrimin niteliğini ve ortaya çıkartacağı iktidarın sınıfsal niteliğini belirlemekten ziyade, işçi sınıfının kendi iktidarına bugünden başlayarak hazırlanabilmesi çerçevesinde ne bakımdan önemli olduğunun altının çizilmesi ve devrim stratejisi tartışmasının bu alanın darlığı ve genişliğine bakılarak demokratik devrimin tamamlanıp tamamlanmadığı kısırlığından kurtarılabilmesi gerekiyor. Bu sınırlamanın, böylesi bir sadeleşmeye hizmet ettiğini düşünüyorum. Sınırlamanın ikinci nedeni ise; devrim stratejisi ve devrim tipi tartışmalarının, hak ettiği biçimde, sadece devrimci durumun güncelliğinde değil, devrimci olmayan dönemlerden de başlayarak işçi sınıfının iktidarına yürümenin stratejik ve taktik sorunları alanına, yeni tipte iktidar ve devlet aygıtının yaratılabilmesinin sorunlarına odaklanması gerekiyor. Bu nedenle, siyasal özgürlükler alanına dönük yaklaşımların, işçi sınıfının kendi iktidarına hazırlanabilmesinin ihtiyaçlarının belirleyiciliğinde netleştirilmesi ve bu yolla “demokratik hak ve özgürlükler” meselesinin, iktidar ve iktidarın sınıfsal niteliğini gölgeleyen bir basınç yaratmasının önüne geçilmesi ve devrim stratejisi tartışmasının iktisadi-siyasi gelişkinliğin kantarına vurularak yürütülen “neyin yerine neyin geçirileceği” manasında bir model tartışması olmaktan çıkartılması önem taşıyor. Bu sınırlamanın üçüncü ve en önemli nedini; “proleter devrim stratejisi” gündemli bir çalışmanın, elinizdeki yayının gelecek sayılarında farklı çalışmalarla ele alınacak olmasının yanında, kapsamlı bir dosya olarak da başlı başına ele alınacak olmasının verdiği rahatlık. “Demokratikleşme” Sorunu ve Sol Hareket Türkiye’de demokratikleşme sorunu, egemen sınıf burjuvaziden ziyade, onun egemenliğini devirme iddiasıyla yola çıkan sol siyasetlerin gündeminde olan bir sorun ve başlık olageldi. Sosyalizme giden yolun ancak burjuva demokrasisinin kurulup geliştirilmesinden geçtiği, burjuva demokrasisinin “tarihsel kazanımlarına” ne pahasına olursa olsun sahip çıkılması ve gerici güçlerin saldırıları karşısında korunması gerektiği söylemi içerisinde mayalanmış olan sol hareketin büyük bir bölümünün tutumu, genel olarak burjuva demokratik sınırlarca ve bu sınırlara mahkûmiyetle belirleniyor. Toplumsal gelişim süreci, sosyalizm, kapitalizmden komünizme geçiş konularındaki aşamacı kavrayışlarla da beslenen bu tutumlar, yalnızca bu coğrafyayla sınırlı bir sorun değil maalesef. Toplumların evrimine-gelişimine ilişkin, bütün toplumların farklı zamanlarda ve kendi öz287
Yaşayan Marksizm
günlükleriyle de olsa aynı tarihsel yol üzerindeki aynı tarihsel duraklardan zorunlu olarak geçtiğini ve geçeceğini (daha da kötüsü geçmeleri gerektiğini) varsayan çarpıtılmış Marksizm yorumları, dünyanın bütün köşelerindeki küçük-burjuva sosyalist akımlar tarafından yaygın biçimde benimseniyor. Küçük-burjuva sosyalist akımların bünyelerine sirayet etmiş bu bakıştan, toplumların baskıcı rejimlerden demokrasiye doğru doğal ve kaçınılmaz bir evrim geçirdiği ve geçirmek zorunda olduğu gibi bir saçmalık da türetilebiliyor. İşçi hareketi içinde de burjuva devletin olmasa bile bunun “en demokratik”, “tarihsel olarak en ilerici” biçimi sayılan parlamenter demokratik sistemin, baskıcı yönetimler ve diktatörlükler (buna proletarya diktatörlüğü de dâhil) karşısında korunup geliştirilmesi gerektiğini ve sosyalizme burjuva demokrasisinin geliştirilmesi yoluyla ulaşılabileceğini savunan, aynı zeminden türeyen yanılgılar yayılmaya devam ediyor. İkinci Enternasyonal geleneğine sinmiş bu evrimci, idealist-mekanik bakış açısının, farklılaşmış ve “devrimci” etiket taşıyan sürümleri, SBKP ve Komintern zemininde de bir biçimi ile filizlenmiş, dünyadaki birçok akım tarafından benimsenmiş ve yaygınlaşarak günümüze kadar savunulagelmiştir. Burjuva demokrasinin gelişmiş kapitalist ülkelerdeki biçiminin her toplumun gelişiminin zorunlu bir uğrağı olduğunu savunan eğilimlerle, devlet olgusunun Marksist kavranışı arasında kalın ayrım çizgileri var. Sınıf mücadelesinin Avrupa’daki özgün seyri içinde şekillenmiş olan burjuva demokrasisinin, dünyanın farklı coğrafyalarındaki burjuva toplumlar ve devletler açısından sosyalizme giden yolda mutlak surette ve öncelikle ulaşılması gereken bir hedef olmadığının altının çizilmesi gerekiyor. Burjuva Demokrasisi Bir Sınıf Diktatörlüğüdür Günümüz burjuva devletlerinden bahsederken kullanılan “demokrasi” kavramının ya da “demokratik devlet” tanımlamalarının, esasen burjuva sınıf egemenliğinin biçimlerinden birisi, yani burjuva demokrasisi olduğunu bir an olsun akıldan çıkartmamak önemli. Burjuva demokrasisi ise en geniş halinde bile biçimsel bir demokrasidir. Parlamenter demokratik bir burjuva cumhuriyetin tüm vatandaşları siyasal olarak eşit varsayılır. Toplumun bir kesimi, yasalarla, mülk edinme, seyahat etme ve istediği yere yerleşme, oy kullanma, yönetime aday olma, vb. haklarından mahrum edilmez. Bu haklar, siyasal ve hukuksal açıdan, toplumun tümüne tanınan haklardır burjuva demokrasilerinde. Böylelikle sınıfsal ve toplumsal eşitsizliklerin üstü siyasal bir eşitlik görüntüsüyle örtülmüş olur. Bu özellikleriyle, burjuva demokrasisi normal dönemlerde kapitalizm için mümkün olan en elverişli, “olağan” yönetme biçimi sayılır, öyledir de. Burjuvazinin egemenliği toplumun iktisadi temelinden kaynaklandığından, siyaset sahnesindeki ve hükûmetteki kişilerin ya da partilerin değişikliği, dolayısıyla bu değişikliği sağlama yolunda ezilen ve sömürülen kesimlerin sahip oldukları genel ve eşit oy hakkı, otomatik olarak burjuvazinin egemenliğini sarsıcı 288
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi
ve dağıtıcı bir etki yapmaz. Aksine, burjuva demokrasisinin bu “değişebilirlik” özelliği onun gücünün ifadesidir bir yanıyla. Ancak burjuva demokrasisinin gücüne kaynaklık eden maddi temel, aynı zamanda onun sürekli bir istikrara ve sonsuz bir güvenceye sahip olamayışının da nedenlerini barındırıyor. Burjuva demokrasinin “politik istikrarının” maddi temelleri, kapitalizmin kaçınılmaz biçimde sürüklendiği ekonomik krizlerle birlikte sarsılır ve kimi zaman da parçalanır. Ama esas olarak, burjuvazi ile uzlaşmaz bir sınıf karşıtlığı içerisinde olan ve bizzat burjuva demokrasisinin sunduğu olanakları da kendi acil günlük çıkarları doğrultusunda kullanabilen işçi sınıfı ve onun devrimci mücadelesi, burjuva demokrasisinin istikrarını olduğu kadar bir bütün olarak varlığını da tehdit eden başlıca faktördür. Bu nedenle, en demokratik burjuva cumhuriyeti dahi burjuva egemenliğinin korunabilmesi yolunda; geniş yığınları “siyasal hayata katarak” düzene bağlamasına yarayan temsili ve seçimsel kurumlarla, yığınlar üzerindeki burjuva hegemonyasını pekiştiren ideolojik aygıtlarla ve işçilerin ücretli-emek sistemine gösterdikleri rızanın güvencesiyle yetinemez. Bunların yanı sıra kurulmuş bir baskı aygıtına (polise, orduya, mahkemelere ve hapishanelere) ihtiyaç duyar. Bürokratik ve askeri-polisiye aygıtlardan arındırılmış, bundan bağımsız var olabilecek bir “burjuva demokrasisi” hayal bile edilemez. Bu nedenle, burjuva demokrasisi, yalnız burjuvazinin hâkimiyet biçimlerinden birisi değil, aynı zamanda ve daima bir burjuva diktatörlüğüdür. En baskıcı olanları gibi en demokratik burjuva devleti de kapitalist sınıfın iktidarını ve egemenliğini korumaya hizmet eder. Bu hizmet ilişkisi, “efendinin efendi kalmasına bağlı” bir ilişkiye indirgenemez; bir bütün olarak burjuva toplum örgütlenmesi ve egemenliğin kurumlarının nesnel karakteri, örgütlenme biçimi, hizmet ilişkisinin esas belirleyenidir. Bu nedenle, burjuva devlet kurumları işçi sınıfı iktidarının kurulması yolunda devralınıp geliştirilecek araçlar olamaz ve işçi sınıfının üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verebilmesi yolunda iktidarı ele geçirebilmesi için öncelikle bunun bekçisi olan burjuva devlet aygıtının, baskı aygıtlarından başlayarak tümüyle parçalanması, burjuva demokrasisinin de içerdiği kimi hak ve özgürlüklerin proleter demokrasi tarafından aşılması yoluyla ortadan kaldırılması gerekir. Burjuva demokrasisinin de bir burjuva diktatörlüğü olduğunun saptanması, devrimci sosyalizmi, dün olduğu gibi bugün de küçük-burjuva sosyalistlerinden, küçük-burjuva devrimcilerinden, her türlü revizyonistten ve liberalden ayırt eden bir turnusol kâğıdıdır. Burjuva Demokrasisi Değil Burjuva Devlet Evrensel Bir Nitelik Taşır Burjuva sınıf egemenliğinin asıl vazgeçilmez unsuru ve varoluş zemini, burjuva demokrasisi çerçevesinde kurumsallaştırılmış kimi demokratik hak ve özgürlükler değil, kapitalist sömürü ilişkilerinin kendisidir. Bu nedenle kapitalist sömürü ilişkilerinin ve dolayısıyla burjuva iktidarın varlığı tehlikeye girdiği anda, kurumsallaşmış ve evrensel nitelik taşıyormuş sanılan demokratik hak ve özgürlükler de bizzat burjuva devletin asli unsuru olan baskı aygıtları aracılığıyla askıya 289
Yaşayan Marksizm
alınabilir ya da ortadan kaldırılabilir. Bunun yanında, burjuvazinin egemenliğinin tarihsel özgünlüklere ve sınıflar arasındaki mücadelenin düzeyine göre farklı biçimlere bürünebileceğini de gözden kaçırmamak önemli. Bu farklı biçimler, bir yandan, burjuvazinin kendi katmanları arasındaki uzlaşmayı ve ara sınıfların düzene hangi yollardan bağlandığını yansıtır, diğer yandan ise işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıfların, feodalizme karşı mücadeleden başlayarak burjuva egemenliği koşullarında kazandıkları mevzilerin ya da aldıkları yenilgilerin izlerini... Bu nedenle, burjuvazinin sınıfsal egemenliğinin şu ya da bu toplumda, şu ya da bu tarihsel dönemde büründüğü bir biçimi bu sınıfsal egemenliğin evrensel biçimi olarak tanımlamak doğru olmadığı gibi; bu egemenliğin biçimlerinden birisi olan burjuva demokrasisini de işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinde, aşılması için öncelikle ulaşılması gereken evrensel niteliklere sahip tarihsel hedef saymamak gerekiyor. Kökeni itibariyle Avrupa’da doğan ve ulus-devlet olarak şekillenen burjuva devlet örgütlenmesi yerel bir olgu olarak kalmamış, kapitalizmin dünya çapındaki egemenliğiyle birlikte dünya çapında bir gerçeklik haline gelmiştir. Bu anlamıyla, emperyalist aşamayla birlikte evrensel nitelik kazanan burjuva devlet, işçi sınıfının ve insanlığın kurtuluş mücadelesinin önünde, “tarihsel olarak ulaşılmış” ve aşılması için yıkılması gereken bir hedef olarak durmaktadır. Burjuva Demokrasisinin Çelişkili Karakteri ve Demokratik Hak ve Özgürlükler Mücadelesi Burjuva demokrasisinin her sınıf için aynı anlama gelen demokratik kurumlara sahip olduğu ve insanlığın özgürleşmesi yolunda evrensel bir model oluşturduğu yanılsaması, kendinden menkul bir burjuva aldatmacası değildir ve maddi temelleri de bulunmaktadır. Her şeyden önce burjuva demokrasisi, insanlığın tarihsel-kültürel biriminin ve ezilen-sömürülen yığınların mücadelelerinin sonucu olan kimi kazanımları gerçekten içerip, bu mücadelelerin izlerini taşımaktadır. Burjuva demokrasisi çerçevesinde var olan kimi “demokratik” kurumlar, içerilen hak ve özgürlükler, doğrudan ve yalnızca burjuvazinin tarihsel-sınıfsal ihtiyaçlarından doğmamıştır; farklı tarihsel-sınıfsal kökenlere ve içeriklere sahiptir. Bunun yanında burjuva demokrasileri, Ekim Devrimi ile birlikte somutlanan bir basıncın altında da kalmıştır. Burjuva demokrasisinin hüküm sürdüğü pek çok kapitalist coğrafyada, burjuvazi, bu basıncın da etkisiyle, bazı sosyal ve demokratik hakları içererek siyasal özgürlükler alanını genişletmek zorunda kalmıştır. Burjuvazinin kendi malı olmayan ama kendine mal ettiği bu hak ve özgürlükleri insanlığa bir hediyesiymiş gibi sunması, burjuva demokrasisi hakkındaki yaygın yanılsamaların nedenlerinden birisidir. Bu türden hak ve özgürlüklerin, burjuva devlet tarafından “içerilmeleri” burjuva demokrasisine çelişkili, ikili bir karakter verir aynı zamanda. Burjuva demokrasisi bir yandan demokratik bir rejim oluşturma eğilimindedir; ancak öte yan290
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi
dan, hem bu demokratik rejimin sınırları yaşamın tüm alanlarında sermayenin egemenliği çerçevesinde çizilmektedir, hem de uluslararası kapitalizmin kaçınılmaz olarak sürüklendiği krizler, burjuva demokrasisinin maddi temellerini de sarsmakta, demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması yolunda davetiye çıkartmaktadır. Dolayısıyla, burjuvazi, bu hak ve özgürlükleri, kimi demokratik mevzilerde somutlanmış kazanımları, ancak kendi sınıf egemenliğine aykırı olmayan bir biçimde kurumlaştırabilir. Bu nedenle biçimseldirler ve salt siyasal bir nitelik taşımaktadırlar. Burjuvazinin sınıf egemenliği koşullarında, işçi sınıfının demokratik hak ve özgürlüklerini geliştirme mücadelesi, kapitalizmi yıkma yolunda başvurulan bir taktikten ibaret değildir. Tarihteki hiç bir siyasal hareket yahut sınıf hareketi, demokratik ilişkilere, işçi sınıfı ve hareketi kadar gerçek bir ihtiyaç duymamıştır. İşçi hareketinin toplumsal, tarihsel ve politik ihtiyaçlarına denk düşen örgütsel biçimler demokratik, katılımcı ve aleniyetçi bir karakter taşımak zorundadır. “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır” sözünden anlaşılması gereken de budur bir manada. Bu nedenden dolayıdır ki, komünist (ya da sosyalist) siyasal mücadele genel olarak siyasal iktidar için mücadele olmaktan öte bir anlam taşır. Burjuva devlet aygıtının yıkıntıları üzerinde yükselecek gerçek bir proleter iktidarın kurulabilmesi hedefine bağlı olarak, işçi sınıfı saflarında politik bilincin olgunlaşması, sınıfın öz-örgütlenme ve öz-yönetim deneyimlerinin yaşanabilmesi son derece önemlidir. Bu yolda komünistlerin siyasal hedefi, oluşturdukları partinin ya da bu parti ekseninde örgütlenmiş bir “elitler” topluluğunun hükûmet olması, iktidara gelmesi değildir. İşçi sınıfını iktidarı almak üzere örgütlendirmek, bu yolda işçi sınıfının siyasallaşmasını ve örgütlenmesini sağlamak, onun siyasal mücadelesinin ve öz-örgütlenmesinin gelişmesine öncülük ve önderlik etmek, bunun için her bakımdan gerekli hazırlık ve donanımı işçi hareketine sunmak, komünistlerin varoluş sebebi, komünist siyasal faaliyetin esasıdır. İşçi sınıfı saflarında burjuva bilincin ve siyasetin yayılmasının özneleri olan reformist akımlara göre, işçi sınıfının olgunlaşması, gelişmesi, örgütlenip sosyalist bilincini geliştirmesi için en elverişli ortamı burjuva demokrasisi sunmaktadır. Elbette ki, sendikal örgütlenme ve işçi sınıfı partilerinin kurulabilmesi özgürlüğü, basın serbestliği, grev, toplantı ve gösteri yapma vb. hakların bulunması, bu haklardan yoksun olunan koşullara oranla, işçi hareketine gözardı edilemeyecek olanaklar sunar. Fakat bu olanakların varlığı ile işçi sınıfının tarihsel-siyasal hedefleri arasında somut bağların kurulabilmesi arasında mütekabil bir ilişki bulunmuyor. Rusya’daki “demokrasi yoksunluğu”, o topraklarda enternasyonalist komünist bir önderliğin gelişmesini de, işçi hareketinin tarihin gördüğü en demokratik karakterde politik ve örgütsel biçimlerde şekillenip kendi iktidarına yürümesini de engellememiştir. Ve yine, Batı Avrupa ülkelerindeki “demokrasi bolluğu”, orada işçi hareketinin üzerine çöreklenen çürümüş reformist önderliklerin palazlanıp kök salmasını engellemediği gibi, enternasyonalist komünist bir 291
Yaşayan Marksizm
önderlikten yoksun işçi sınıfının, proletarya diktatörlüğü ve komünizm doğrultusunda gelişmesini de otomatikman beraberinde getirmemiştir. Bunun yanında, söz konusu demokratik hak ve özgürlüklerin nasıl kazanıldığı temel önemde bir sorundur. Toplumsal bir yükselişin, işçi sınıfının devrimci savaşımının “yan ürünleri” olarak değil de, düzen saflarındaki gerici istikrar arayışlarının tamamlayıcı adımları olarak gündeme gelen demokratik hak ve özgürlükler, işçi sınıfı açısından ileriye dönük bir adım ya da kazanım olmaktan ziyade, burjuvazinin egemenliğini sağlamlaştırmaya dönük adımların ve gerici temelde yeniden yapılanma arayışlarının ifadesi olacaktır, olmaktadır da. Burjuva devlet çatısı altındaki kimi demokratik kazanımları yüceltmek ve bunlarla yetinmek oportünist bir çürümenin ifadesi olduğu gibi, bu kazanımların küçümsenmesi ya da reddi de sınıf hareketi içindeki bir “sol” çocukluk hastalığıdır. Kapitalist düzeni yıkmak perspektifiyle siyasal mevziler açmak ve savaşımla elde edilmiş kazanımları işçi sınıfı örgütleriyle korumak için mücadele anlayışı, devrimci sosyalistleri hem reformistlerden hem de “sol lafazanca” tutumlardan ayırır. Bu perspektifle, burjuva demokrasisinin gelişkin olmadığı, dolayısıyla demokratik hak ve özgürlüklerin sınırlı bulunduğu ülkelerde, demokratik hak ve özgürlükler için mücadeleyi kendi başına bir amaç, ulaşılması gereken bir ara durak, bağımsız bir aşama vb. olarak değil, bizzat proletarya diktatörlüğü için mücadelenin önemli bir parçası saymak gerekiyor. Kapitalist Gelişme ve Burjuva Demokrasisinin Sınırları Uluslararası bir sistem olan kapitalizm, dünya ölçeğinde eşitsiz ve bileşik gelişen bir sistem. Tarihsel olarak Batı Avrupa merkezli ortaya çıkan, dünyanın bütün kara ve denizlerine yayılan kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimi, egemen sınıf burjuvaziyi, farklı ülkelerde, farklı sınıf ve tabakalarla özgün ilişkiler geliştirmek ve söz konusu bölgelerde bu ilişkiler içerisinde gelişmek zorunda bırakmıştır. Bundan dolayı dünya üzerindeki farklı ulusal devletlerde ifadesini bulan burjuva iktidarlarının kendine özgü yanları vardır. Dahası emperyalist hiyerarşinin altlarında bulunan coğrafyalarda örgütlenmiş burjuva ulus devletlerle, hiyerarşinin yukarılarında yer alanlar arasında, burjuva demokrasisinin gelişkinliği, sınırları ve biçimlenişi bakımından farklılıklar bulunuyor. Bu farklılıklar, söz konusu burjuva demokrasilerinin göreli dayanaklılığını ya da dayanıksızlığını belirleyen faktörlerdendir aynı zamanda. Kapitalist gelişme sürecine daha ziyade emperyalizm çağıyla birlikte girmiş olan ülkelerde, kısa zaman aralığında yaşanan keskin ve hızlı değişimler; toplum bünyesindeki sınıf yapılarında, sınıfların bileşimlerinde, karşılıklı ilişkilerinde ve dengelerinde, toplumların siyasal örgütlenmelerinde de hızlı değişiklikleri beraberinde getirmiştir. Bu süreçte, yerli ve yabancı sermaye arasındaki ilişki ve dengeler, gelişen burjuvaziyle kapitalizm öncesi egemen sınıfların arasındaki 292
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi
ilişki, pay alma mücadelesi, ittifak ve mücadeleler, gerek eski gerekse de yeni egemen sınıflarla sömürülen ve ezilen yığınlar arasındaki ilişki ve çelişkiler, hızlı ve çatışmalı biçimde değişmiştir ve hala da değişiyor. Kapitalistleşme sürecini daha öncesinde tamamlamış ülkelerde devrimlerle çözülmüş sorunların ve yaşanan değişimlerin, geriden gelen ülkelerde kapitalist gelişme süreci tarafından baskılanarak başkalaşmaları ve “çözümlerinin” ise daha ziyade dışsal basınçların etkisiyle gündeme gelmeleri, sadece sömürülen ve ezilen yığınlarla egemen sınıflar arasındaki ilişkinin değil, mülk sahibi sınıflar arasındaki ilişki ve uzlaşmanın da sorunlu ve yer yer çatışmalı olmasını beraberinde getirmiştir. Bu gerçeklik, burjuva demokrasisinin sınırlarını belirleyen önemli bir etkendir. Ayrıca bu ülke egemen sınıflarının, dünya üzerindeki kapitalist sömürüden aldıkları payın görece olarak küçük olması, onların, emekçi sınıfların çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi yoluyla sınıfsal çatışmaları yumuşatma olanağını fazlasıyla sınırlar. Ve bu da bu ülkelerde burjuva demokrasisinin istikrarını zora sokan temel bir nedendir. Bu ülkelerde burjuva devlet, parlamenter cumhuriyet biçiminde örgütlenmiş olsa dahi, egemen sınıfların demokratik hâkimiyet biçimlerinin olanakları fazlasıyla sınırlıdır. Bütün bunların bir sonucu olarak; söz konusu ülkelerin siyasal yapıları, kapitalist gelişmenin düzeyi ve dinamiklerine, işçi sınıfı hareketinin durumuna bağlı değişen bir çeşitlilik göstermesine karşın, en iyi durumda güdük, polis devleti görünümünde bir burjuva demokrasisi, emperyalist hiyerarşinin alt basamaklarında yer alan ülkeler için ortak bir özelliktir denilebilir. Bunun bir sonucu olarak da klasik burjuva demokrasilerinin yaşandığı ülkelerden farklı olarak, “demokratikleşme” sorunu ve mücadelesi bu ülkelerin siyasal yapısına ve gündemine damga vurduğu gibi, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin genel bir “demokrasi mücadelesi”ne indirgenmesi de, bu ülkelerin sol hareketlerinin büyük bir kesiminin paylaştıkları bir yanılsama olmaktadır genellikle. “Demokrasi Mücadelesi” Emperyalist hiyerarşinin altlarında yer alan ve “az gelişmiş”, “gelişmekte olan” gibi kavramlarla tanımlanan ülkeler tarihsel bir geri kalmışlığı yansıtırlar ancak, böylesi bir geri kalmışlık, mutlak ve her alanda “geri kalmışlık” değildir; en modern ilişkileri de içerirler. İçerdikleri modern ilişkiler, bu toplumsal oluşumları, emperyalist hiyerarşinin üstlerindeki burjuva devletlerle ve toplumlarla benzeştirir; üretim tarzı ve ekonomik yapı, devlet, demokrasi, devrim gibi temel meselelerde, barındırdıkları tüm “farklılıklara” rağmen eşitler. Bu durum, emperyalist hiyerarşinin alt basamaklarındaki ülkelerde, emperyalist metropollerdekine benzer burjuva demokratik rejimlerin yerleşmesini sağlama uğraşında olan küçükburjuva akımlarla aramızdaki ayrım çizgilerinin kalınlaştırılması görevini öne çıkartmaktadır. 293
Yaşayan Marksizm
Gerek demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi, gerekse de ekonomik ve sosyal haklar mücadelesi, işçi sınıfının giderek büyüyen kitlesinin mücadeleye seferber edilmesi, işçi sınıfının siyasetin bir öznesi olarak örgütlenmesi, sınıfın öz örgütlenme ve yönetim deneyimlerinin yaşanabilmesi bakımından, göz ardı edilemeyecek olanaklar sunmaktadır işçi sınıfı hareketine; bu bakımından vazgeçilmez önemdedir. Reformistler açısından ise, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin işçi sınıfı hareketine kazandırabileceklerinden ziyade, burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi ve demokrasinin kök salıp yerleşmesi, kurumsallaşmış demokrasinin nimetlerinden faydalanılabilmesi birinci derecede önemli bir sorundur. Bu nedenden dolayıdır ki reformistler ve küçük-burjuva devrimcileri, komünistlerin proleter devrim hedefine bağlı olarak ele aldıkları demokratik haklar ve özgürlükler (alanının genişletilmesi) meselesini değil, başlı başına ulaşılması gereken bir hedef olarak “demokrasi”yi öne çıkartırlar. Sorun demokrasi mücadelesi olarak ortaya konulduğunda, mücadelenin hangi araç ve yöntemlerle yürütüleceği de son kertede önem taşımaz. Zira bu mücadeleyi, parlamenter demokrasinin kurumları ve zeminini kutsayarak verme yarışında olanlarla, “devrimci” araç-yöntemlerle verme arayışında olan küçük-burjuva devrimcileri, aralarındaki bütün “farklılık” görüntülerine rağmen, demokrasi saflarında yan yana yerlerini alırlar. Demokrasi mücadelesini, başlı başına, ulaşılması gereken demokrasinin kurulabilmesi ve yerleşebilmesi için verilen bir mücadele olarak ele alan küçük-burjuva solcularına göre, burjuvazinin zaten iktidarda olması, tarihsel anlamda burjuva devrimin tamamlanmış olduğu anlamına gelmez. Bunun tamamlanmış olması için, öncelikle “modern burjuva demokrasisi” olarak adlandırılan, iktisadi ve siyasal açıdan gelişkin burjuva topluma, burjuva topluma olmasa bile bu zeminde tanımlanabilecek “burjuva demokratik mevzilere” ulaşılması, ya da en azından tarihsel olarak burjuva demokratik devrimin çözmesi gerektiğine inanılan temel sorunların çözülmesi gereklidir. Burjuvazi, “feodalizmle mücadele” sürecinde sahip olduğu “ilerici” niteliğini, iktidara gelmesinden sonra yitirmiş ve gericileşmiş, “tarihsel olarak burjuva demokrasisi içerisinde ulaşılması gereken mevzi ve kazanımlara” yürüme isteğinden caymış olduğundan dolayı, burjuvazinin “yarım bıraktığı” işi, gerektiğinde onu da dışlayarak tamamlamak; burjuva demokrasisini, sosyalizmin eşiğine kadar geliştirmek, proletaryanın omuzlarına kalmıştır. İşçi sınıfı ve sosyalistlerin, bu doğrultuda, öncelikle burjuva toplumu olgunlaştırması, burjuva demokrasisini geliştirmesi gereklidir. Proletarya, şayet varsa ve hele de “tehlike altında” iseler bu mevzilere sahip çıkmalı, yok eğer boyunduruğu altında ezildiği burjuva iktidarı, bu mevzi ve kazanımlardan yoksunsa, bu mevzi ve kazanımları bayrağına yazmalı; bu mevzi ve kazanımlara ulaşabilmenin çetin savaşını ama reformlarla, ama devrimci yöntemlerle, gerekirse burjuvaziye rağmen vermelidir. Bu kavrayışın temel yanılgısı; burjuva demokrasisi ve burada somutlanan mevzi 294
Aşamacılığın Aşılabilmesi Yolunda Demokrasi ve Demokratik Haklar Mücadelesi
ve kazanımların, otomatik olarak, aynı zamanda proletaryanın sosyalizm mücadelesindeki mevzileri ve kazanımları sayılmasıdır. Burjuva demokrasilerinde somutlanan mevzilerin ve kazanımların, mevzi oldukları doğrudur, ancak bu mevziler, burjuvazinin sınıfsal iktidarının devam edebilmesine hizmet edebildikleri oranda burjuva iktidarı tarafından içerilir ve kurumsallaştırılırlar. Proleter mevzilere, burjuva demokrasisinde somutlanan burjuvazinin sınıfsal iktidarının mevzilerine ulaşılması ya da var olanların geliştirilmesi yoluyla değil, yadsınması temelinde ulaşılabilir.
295