ydi_hg_sayi_05

Page 1

kapak. 20_Layout 2

7/21/11

11:56 AM

Page 1

Maoist açıdan sorunlar nasıl çözülür PERSPEKTİF Sf. 12-13 Kürtlere karşı saldırılar öyle boyutlandı ki; konserde dahi Kürtçeye tahammül edilmiyor

Son beş yılda farklı isimler altında yürütülen “çözüm” süreci ve “Demokratik Özerklik”

❯❯SAYFA 04

❯❯SAYFA 14-15

YENİ DEMOKRASİ İÇİN

Halkın Günlüğü 20-30 TEMMUZ 2011 Yıl: 1 Sayı: 5 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

Dersim’de festival yoğunluğu fGÜNCEL 04-05 Bu yıl düzenlenen “11.Munzur Doğa ve Kültür Festivali”, hem festival tarihçesine bir atıf, hem de bu güncellemenin bir karşılığı olarak “Toprağına Geri Dön” çağrısıyla yapılıyor. Artık bu şiarı yaşamsallaştırmak için somut adımlara ihtiyaç var.

Maden işçileri direnişle kazandı Güncel Sf. 08-09

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

1915 Ermeni Soykırımı’nın izleri İnkar edilen tarihi gerçeğin izlerine devletin kendi kayıtlarında rastlamak mümkün. Merkez Bankası arşivleri Ermeni mallarına ait belgeler sunarken, Soykırım’ın parmak izlerini taşıyor

‘Köle pazarı’nın temelleri atılıyor f EMEK 11 Bir işçinin kıdem tazminatına hak kazanmak için 10 yıl çalışma zorunluluğuna katlanması gerekiyor. Patronlar herhangi bir gerekçeyle işten attıkları işçiye hiçbir ücret ödemeyecek. Ayrıca söz konusu fonun yönetimi kamuya bırakılarak işlevsizleştirilecek.

Tarihi inkar etmek mevcut gerçeği değiştirmiyor. Aksine o gerçekliği daha kalıcılaştırıyor. 1915 yılında gerçekleşen Soykırım o günden bu yana hep inkar edildi, yok kabul edildi. Ancak hem dönemin canlı tanıkları hem de o dönemin

arşivleri gerçekleşen olayı doğruluyor. Devletin Soykırım sonrası el koyduğu Ermeni mallarının arşivlerde kalan izleri, gerçekleşen katliamın gizli tanıklığını yapıyor. İnkarda ısrar edenlerin, dönüp arşivlerine bakmaları yeterlidir.

SAİT ÇETİNOĞLU’NUN YAZISI SF 19-20-21

❯ DÜNYA Ortadoğu’ya ithal demokrasi

sf 16-17

❯ EMEK Biçer döverin yerini tırpan aldı sf. 10-11


2-3_Layout 2 7/20/11 8:20 PM Page 1

02 güncel

Halkın Günlüğü 20-30 TEMMUZ 2011

DHF’liler serbest bırakıldı

İzmir’de gazetemiz çalışanı ve DHF faliyetçisi toplam 8 kişi, yapılan itiraz sonucu tahliye edildi. Öte yandan tutuklama ve gazetemize yönelik yayın durdurma kararı birçok ilde protesto edildi

İzmir’de “yasak yayın” dağıtımı yaptıkları gererekçesiyle tutuklanan 7 DHF’li ve gazetemiz İzmir muhabiri serbest bırakıldı. İzmir’in Menemen İlçesi’nde gazetemizin dağıtımına çıkan DHF’liler siyasi polisler tarafından gözaltına alınmış ardından çıkarıldıkları mahkemece tutuklanmıştı. Gerekçe olarak da “yasa dışı yayın” bulundurmak ve dağıtımını yapmak gösterilmişti. Avukatların mahkemeye itirazları sonucu tutuklu 8 kişi 15 Temmuz günü tahliye edildi.

Tutuklama terörü protesto edildi İzmir’de gazetemiz ve DHF faaliyetçilerine yönelik tutuklama terörü birçok ilde devrimci dayanışmanın coşkusuyla protesto edildi. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Dersim illerinde tutuklamalara karşı protesto eylemi düzenleyen DHF, tutuklama saldırılarının halkın örgütlenme mücadalesini engelleyemeyeceğini belirtti. DHF’nin düzenlediği eylemlere birçok devrimci demokratik kurum destek verdi.

‘Kahrolsun faşist diktatörlük’ İstanbul’da DHF’nin çağrısıyla bir araya gelen BDSP, BDP, SDP, ESP, Kaldıraç, EHP, SODAP, Mücadele Birliği TÖB üyeleri İzmir’de gerçekleşen tutuklama terörünü protesto etti. Galatasaray Lisesi önünde Kürtçe ve Türkçe “Sömürü ve Zulüm saltanatına karşı halkın haklı mücadelesini yükseltelim/ Gözaltı ve tutuklama terörüne son” yazılı pankart arkasında toplanan kitle, hep bir ağızdan, “Gözaltılar tutuklamalar, baskılar

bizi yıldıramaz”, “Devrimci basın susturulamaz”, “Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez”, “Yaşasın devrimci dayanışma”, “Yaşasın örgütlü mücadelemiz” sloganlarını haykırdı. Eylemde DHF adına yapılan açıklamada, DHF’nin örgütlenerek, kitleselleşerek ve yaygınlaşarak bu saldırıları boşa düşüreceği vurgulandı. Ankara Yüksel Caddesi’nde DHF tarafından yapılan basın açıklamasına birçok kurum da destek verdi. İnsan Hakları Anıtı önünde yapılan basın açıklamasında gazetemiz Halkın Günlüğü ve DHF flamaları taşındı. Tutuklama ve baskı terörüne karşı, devrimci dayanışmanın önemine vurgu yapılan açıklamada devletin faşist karakteri teşhir edildi. Basın açıklamasının ardından DHF faaliyetçileri sesli ajitasyon eşliğinde gazetemizin dağıtımını gerçekleştirdi.

‘Faşizme karşı omuz omuza’ DHF Adana ve Mersin faaliyetçi, üye ve taraftarlarının yanı sıra ESP, Halkevleri, Çağrı, EMEP, SDP, BDSP, Devrimci Proletarya’nın da katılarak örgütlediği eylemde saldırılara karşı devrimci dayanışma vurgusu yapıldı. DHF imzalı pankartın arkasında toplanan kitle İnönü Parkı’nda basın açıklaması yaptı. Yapılan açıklamada tutuklama terörü gündemiyle genel siyasi tablonun ezilenler ve emekçiler cephesinden değerlendirmesiyle birlikte, devlet tarafından yapılan saldırıların önümüzdeki günlerde daha

da artarak devam edeceğine dikkat çekildi.

‘Örgütlenerek boşa çıkaracağız’ Dersim’de tutuklamalar yürüyüş düzenlenerek protesto edildi. Sanat Sokağı’ndan bir araya gelen kitle, Türkçe ve Kürtçe “Zulüm saltanatına karşı, halkın haklı mücadelesini yükseltelim! Gözaltı ve tutuklama terörüne son!” yazılı pankart ve ellerinde Halkın Günlüğü Gazetesi’yle yürüyüşe geçti. Yürüyüş boyunca “Baskılar bizi yıldıramaz”, “Direne direne kazanacağız”, “Devrimci basın susturulamaz”, “Yaşasın devrimci dayanışma”, “Kahrolsun faşist Kemalist diktatörlük” sloganları atarak gelinen Seyit Rıza Parkı’nda DHF adına bir açıklama yapıldı. DHF tarafından yapılan açıklamada, “Ezilen milyonların kapsamlı saldırılara maruz kaldığı böylesi bir dönemde devrimci ve demokratik güçlerin dayanışmayı yükseltmesi, saldırıları kitlesel ve güçlü karşı koyuşlarla alanlarda karşılaması hâkim sınıfların saldırılarına gereken cevabı verme açısından önem taşımaktadır. Bir kez daha ilan ediyoruz ki DHF, Yeni Demokrasi perspektifiyle; örgüte ve örgütçülüğe dün olduğundan daha fazla vurgu yaparak, örgütlenerek, kitleselleşerek ve yaygınlaşarak bu saldırıları boşa düşürecektir. Bu gerici saldırıları her alanda mücadelemizi yükselterek, örgütlenme faaliyetlerini yoğunlaştırarak boşa çıkaracağız” ifadeleri kullanıldı.

YENİ DEMOKRASİ İÇİN Halkın Günlüğü

KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Hıdır Gürz Yayın Türü: Bölgesel Süreli Yönetim Yeri: Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sokak NO: 11 Kat: 4 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 ABlok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

BÜROLAR

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 İZMİR: Şehit Fethi Bey Cadde No: 13 Eski Eshot İşhanı Kat:4 Konak/İzmir Tel-Fax: (0232) 482 01 63 ● MERSİN: Çankaya Mahallesi 4702. Sok. No:8 KAt:3 Akdeniz/Mersin ● ● ATİNA: Spiro trikoupi 21 10683 eksarxia GREECE/Yunanistan e-mail: devrimcidemokrasi_yunanistan@yahoo.com.tr ● YD TEMSİLCİLİĞİ: Kaiser-Wilhelm Str. 275 47169 Duisburg/DEUTSCHLAND e-mail: d.demokrasi@googlemail.com


2-3_Layout 2 7/20/11 8:20 PM Page 2

20-30 TEMMUZ 2011 Halkın Günlüğü

Yenilgi itirafı

Silvan’da 20 askerin gerillalar tarafından öldürülmesinin ardından burjuva feodal basın tarafından yapılan haberlere içerlenen Genelkurmay, söz konusu haberlerin gerillanın gücünü arttırdığı itirafında bulundu. Önceki sayımızda “TSK ve savaş basını” hakkında yaptığımız haberde gerilla savaşına karşı faşist Türk ordusunun ve burjuva feodal medyanın yalan ve şişirme haberlerini teşhir ederek, gerilla mücadelesinin devleti nasıl köşeye şıkıştırdığına işaret etmiştik. Haberimizde, T.C. ordusu ve basınının, gerillaya karşı yapılan askeri saldırıları, içerisinde sözde kullanılan son teknolojik aletler ve özel birlikleri ekleyip manşetten sunarak, halkın gerillaya verdiği desteği ve gerillanın halk kitlelerinde yarattığı devrimci savaş gerçeğini yok etmek istediğine dikkat çekmiştik. Bu türden haberler her dönemde gerillaya karşı yapılan genel saldırı hareketliliğinde öne çıkarken, T.C. ordusu ve burjuva-feodal medya bu kirli haberlerden kolay kolay vazgeçmek niyetinde değil. Devletin gerillaya karşı yürüttüğü pisikolojik ya da asimetrik savaş siyasetinin bir yansıması olan bu durumun ge-

rillayı ve onun etrafında şekillenen hak kitlelerini etkilemezken devetin denetimi altında ve beyinleri milliyetçilik ve şovenizmle kirletilmiş olan kitleleri derinden etkiliyor. Ancak gelinen aşamada T.C. ordusu ile burjuva-feodal medya arasında zaman zaman kısa süreli çatlaklar meydana geliyor ve bu durum devletin kurumlarının gerçek yüzünü açığa çıkaran bir yerde duruyor.

Son olarak Silvan’da 20 askerin ölümünün ardından burjuva-feodal medya bir yandan gerillanın baskın şeklini ve peşi sıra askeri birliğin ihmallerini aktarırken diğer yandan şoven ve milliyetçi duyguları harekete geçirmek için “Kalleş pusu”, “Uykudayken vuruldular”, “Kınalı kuzucuklar yemek yerken öldürüldü”, “Bütün ülke yasta”, “Vatan sağolsun”, “Bir oğlumu daha şehit verim” tarzında haberlere imza attı. Yapılan haberlerden de anlaşılacağı üzere, 20 askerin savaş dışı kalmasıyla morali çöken burjuva-feodal medya bu sorunu önce gerillanın savaş taktiğine bağlamış fakat yaşanan olayı bir anda askerin ihmaline yormuştu. Özelikle 20 askerin içinde bulunduğu birliğin hareket tarzına ve askeri birliklerin bölgedeki konumuna ilişkin eleştiri haberlere imza atan medya, son teknolojik aletlerin ne işe yaradığını dahi sordu. Yaşanan keşmekeşliğin içerisinde medya, ister istemez askerin gerilla karşısında düştüğü çaresizliği aktaran haberlere ve demeçlere yer verdi.

İşte tam bu noktada Genelkurmay gerilla karşısında psikolojik olarak yenildiğini birkez daha tekrarladı. Genelkurmay ayrıca burjuva-feodal basının yaptığı haberlerin gerillaya destek sağladığını açıklayarak, burjuva fedal medyaya telkinlerde bulundu.

Genelkurmay: ‘Yenildik’ Çatışmayla ilgili basında çıkan haberlerin ardından açıklama yapan Genelkurmay Başkanlığı TSK’ya dönük eleştirilerin askerin moralini bozduğunu ve yapılan haberlerin gerillaya destek verdiğini açıkladı. İşte Genelkurmayın yenilgiyi itiraf ettiği açıklaması: “Her PKK saldırısından sonra, şehit askerlerin hakkını koruyormuş havası verilerek, TSK’yı ‘zayıf, haksız ve hatalı’; buna karşın PKK’yi “güçlü, haklı ve hatasız” gösteren haber ve yorumlar artık klişeleşti; mutat bir propaganda, psikolojik harekât yöntemi oldu. Basın yayın organlarına genel olarak bakıldığında propaganda üstünlüğünün PKK’ya geçtiği dahi söylenebilir. Propaganda desteği bakımından PKK kadar şanslı örgüt örneğine herhalde sık rastlanmamıştır.” İşte son dönemde binlerce askerin gerillaya karşı son teknolijik tesisatlarla verdiği haksız savaşın hali. Kurumsallığını burjuva-feodal düzenin tesisini devam ettirmek üzere oluşturmuş T.C. ordusu, aldığı bu kayıbın ardından kendi ağzıyla gerillaya karşı psikoljik olarak yenildiğini hemen itiraf edebiliyor.

güncel 03 Dayanışmayı büyütelim Yeni Demokrasi Aileleri Birliği’nin ”Köklerimize sarılıp içeride ve dışarıda umudu büyüteceğiz” şiarıyla başlattığı kampanya çalışmaları Mazgirt ve Hozat’ta halkın yoğun ilgisiyle karşılandı Yeni Demokrasi Aileleri Birliği (YDAB)’nin örgütlediği Köklerimize sarılıp içeride ve dışarıda umudu büyüteceğiz” şiarlı kampanya 9 Temmuz Cumartesi günü Mazgirt’te yapılan etkinlikle start aldı. Kampanya çalışmaları kapsamında aile ziyaretleri gerçekleştirilirken, siyasi tutsakların ağır tecrit koşulları altında yaptıkları üretimleri sergilendi ve paneller düzenlendi.

‘İçeride ve dışarıda umudu büyütmeliyiz’ Mazgirt Özgürlük ve Demokrasi Parkı’nda yapılan etkinlikte, Yeni demokrasi mücadelesinde ölümsüzleşenlerin ve devrimci-komünist tutsakların aileleriyle dayanışma çağrısı yinelendi. Etkinlikte yapılan konuşmada, dünün, bugünle güçlü bağını kurup özgür geleceğe emin adımlarla yürümenin temel amaç olduğu vurgulandı. İçerde ve dışarıda umudu büyütmek için tarihten öğrenmenin önemine dikkat çekilen konuşmada, gözlerin, “Yeni demokrasi mücadelesinde ölümsüzleşenlere ve bugün ağır tecrit koşulları altında bakışlarını ufukta doğan güneşten ayırmayan tutsakların duruşuna dikili olmalıdır” denildi.

Katil NATO Libya’dan defol

Beşiktaş meydanında “Emperyalist haydutlar Libya’dan defolun”, “Katil NATO-TC Libya’dan defol”,

YDAB tarafından Hozat’ta sürdürülen çalışmalar, Hozat Kültür Derneği’nde yapılan etkinlikle sonlandırıldı. DHF temsilcisi tarafından yapılan açılış konuşmasında etkinliğin amacı ve hedefi aktarılarak, devrim ve komünizm mücadelesinde ölümsüzleşenler için saygı duruşunda bulunuldu. Tutsakların ağır tecrit koşullarında yaptıkları kara kalem çalışmalarının sergilendiği etkinlikte, dünden bugüne hapishaneleri anlatan sinevizyon ile kayıp annelerinin mücadelesini anlatan “Çocuklarından Doğan Anneler” adlı belgesel gösterildi. Belgesel gösteriminin ardından yapılan panelde, YDAB adına yapılan konuşmada, hapishanelerin gerçekliğine dikkat çekildi. Hapishanelerin hakim sınıfların karşısındaki muhalefeti bastırmak için kurulduğuna dikkat çekilen konuşmada, gerici sınfların dün fiziki imhayla bastırmak istediği devrimci mücadeleyi bugün fiziki ve ideolojik teslim alma yoluyla bastırmak anlayışında olduğu ifade edildi.

Kampanya çerçevesinde YDAB ve DHF faaliyetçileri tarafından Hozat İlçesi ve köylerinde ev ziyaretleri yapıldı.

YDAB temsilcisinin ardından söz alan F tipi sürecini yaşayan Kazım Doğan da, devrimci irade karşısında hiçbir gücün, engelin duramayacağını söyledi. Egemenlerin F tipi hapishanelerle devrimleri yalnızlaştırmayı hedeflediğini fakat bunu başaramadığını örneklerle aktaran Doğan, hapishanelerdeki üretimin çok büyük olduğunu belirtti. Devrimci dayanışmanın en güzel örneklerinin hapishanelerde de yaşandığını söyleyen Doğan, bunun her alanda yaygınlaştırılması gerektiğini vurguladı.

Yeni demokrasi mücadelesinde ölümsüzleşen ve tutsak düşenlerin evlerinin tek tek

Yapılan etkinlik, katılımcıların, söz alarak fikirleri aktarmasının ardından son buldu.

Yanlızlaştırma saldırısına karşı koyalım

NATO ve Füze Kalkanı Karşıtı Birlik (Demokratik Haklar Federasyonu, Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu, Devrimci Hareket, Emek ve Özgürlük Cephesi, Emekçi Hareket Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Halk Cephesi, Kaldıraç, Odak, Proleterce Devrimci Duruş, Sosyalist Demokrasi Partisi, Toplumsal Özgürlük Platformu), SODAP ve Türkiye Gerçeği’nin çağrısıyla bir eylem gerçekleştirildi.

gezildiği çalışmalarda, şehit düşen halk savaşçılarının hayatları ve mücadeleleri hakkında bilgiler alındı.

“NATO’dan çıkılsın emperyalist üstler kapatılsın”, “Emperyalizm yenilecek, direnen halklar kazanacak”, “Katil ABD, işbirlikçi AKP-MGK”, “Yaşasın işçilerin birliği, halkların kardeşliği” sloganlarını atan kitle, Libya Temas Grubu’nun ülkemizi terk etmesini istedi. Kitle adına yapılan açıklamada Libya’ya dönük NATO şemsiyesi altında süregelen emperyalist saldırganlığın derinleştiği belirtilerek, “Libya, alçakça, fütursuzca emperyalistlerce bombalanıyor. Geride

kaç kişinin öldüğüne, kentlerinin nasıl yerle bir olduğuna aldırılmadan her geçen gün daha da fazla sayıda savaş uçağıyla bombalanıyor” denildi. “Dünya üzerinde emperyalizmin istediği şekilde at koşturduğu bir yer olmayacak” ifadelerinin kullanıldığı açıklamada, “Her işgal ettikleri ülkede kabusları biraz daha büyüyecek! Libya Temas Grubu, ülkemizden hemen defolmalıdır! Libya halkları üzerinde karar almaya yetkileri de, hakları da yoktur” denildi.


4-5_Layout 2 7/20/11 8:13 PM Page 1

04 güncel Türk milliyetçiliği kışkırtılıyor Kürtçe’yi bilinmeyen dil olarak tanımlayan zihniyet onun kendini ifade etmesine de, sanat yapmasına da izin vermiyor. Ve devletin faşist niteliği bireylere kadar iniyor. Caz festivaline gelen insanlar, yabancı sanatçılar toplamından oluşan bir konser etkinliğinde Kürtçe’ye tahammül edemiyor Geçtiğimiz günlerde 18. İstanbul Caz Festivali kapsamında Harbiye Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu’nda düzenlenen etkinliklerde Buika, La Shica, Sandra Carrasco ve Aynur Doğan “Suyun Kadınları-Mujeres de Agua” adlı konserde yer aldılar. Etkinliğin gerçekleştirdiği günün bir önceki gününde de Silvan’da 20 askerin öldüğü çatışma haberleri ve bilindik kin kusan ırkçı açıklamalar ekranlarda, gazetelerde geziniyordu. Ve bu çalışma “meyvesini” verdi. Aynur Doğan sahneye çıktığı etkinlikte, daha üçüncü parçasına gelmişti ki saldırgan grupların hedefi oldu. Kürtçe şarkı söylemesi salondaki bir grup tarafından kabul edilemedi ve yuhalamalarla, atılan pet şişe ve yastıklarla Aynur Doğan sahneden indirildi. Doğan’dan sonra çıkan yabancı diğer kadın sanatçı da bu azgın faşist yaklaşımdan payını aldı. Daha ilk şarkısını söylemeye başladığında salondan İstiklal Marşı yükseldi. Aynur’u sahneden indirmeye kadar giden o ırkçılık anlayışı elbette orayla sınırlı değil. Bugün hala dillerini dahi konuşmak için bedeller ödemek zorunda bırakılan bir halktan bahsediyoruz. Kürtçe’nin bir dil olarak kabul görmemesinin temelini elbette ki Kürtlerin bir ulus olarak görülmemesi, Türklük kimliği içinde eritilmek istenmesi yatıyor. 12 Şubat 1999’da Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül töreninde Kürtçe klip çekmek istediğini söylediği için saldırıya uğrayan Ahmet Kaya’da aynı anlayışın sonucu ile karşı karşıya gelmişti. Aynur Doğan’ı da aynı saldırının hedefi yapan ülkede var olan ve sürekliliği daima sağlanan ırkçılık… Kürtleri daimi olarak yok sayan anlayış elbetteki iki halkı birbirine düşman ederek kendi çıkarlarını korumayı sürdürüyor. Kürtçeyi bilinmeyen dil olarak tanımlayan zihniyet onun kendini ifade etmesine de, sanat yapmasına izin vermiyor. Ve devletin faşist niteliği bireylere kadar iniyor. Caz festivaline gelen insanlar, yabancı sanatçılar toplamından oluşan bir konser etkinliğinde Kürtçeye tahammül edemiyor. Ne yaman çelişkidir ki ezilen bir halkın sanatı olarak ortaya çıkan Caz müziğini dinlemeye gelenler ezilen bir halkın sanatçısını susturmayı kendinde büyük bir hak olarak görebiliyor… ‘Dilimizin nefrete dönüşmesi üzücü’ Konser sırasında gerçekleşen saldırıya ilişkin Doğan bir açıklama yaparak gerçekleştirilen saldırıya ilişkin şunları ifade etti: “Dün geceki konserde bana minder atan anlayış, benim gözümde bu ülkenin birliğine, kardeşliğine, barışına ve demokratik olabilme çabalarına vurulmaya çalışılan acı bir darbedir. İspanyolca, İbranice ve benzeri dillerde şarkılar söylendiğinde kurulan empatinin, yanı başındaki dile, kardeş Kürtçe dilindeki aşk şarkılarıyla kurulamaması, bunun nefrete dönüşmesi, gerçekten üzücü. Bunun ile beraber bu nefreti ve düşmanlığı, sanatın birleştirici gücü ile yenebileceğimize olan inancım, dün gecenin sonunda çoğunluğun bana verdiği destek ile yeniden yeşerdi. Aslında çoğunluk olan bizleriz, kardeşliğimizdir ve sanat da bu kardeşliği pekiştirmeye devam edecektir.’’

Halkın Günlüğü 20-30 TEMMUZ 2011

Toprağına Bu yıl 11.’si düzenlenecek olan Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin şiarı: “Dağların anahtarı, evliyaların diyarı, özgürlüğün ve ateşin kadim toprakları arınmaya, yaşatmaya ve özgürleşmeye Dersim’e geri dön” olarak belirlendi Bu yıl 11.’si düzenlenecek olan Munzur Kültür ve Doğa Festivali 28-31 Temmuz tarihleri arasında yapılacak. Festivalde çeşitli konularda paneller ve yürüyüşler düzenlecek. Festivalin müzik programında ise devrimci kültürün ve farklı ulus ve azınlık milliyetlerin kültürel değerleri sahne alacak. DHF, DEDEF, BDP, Partizan, Halk Cephesi, KESK, DİSK, HKM, ESP, EMEP ve belediyeden oluşan tertip komitesi, festivalin bu yılki ana şiarını “Dağların anahtarı, evliyaların diyarı, özgürlüğün ve ateşin kadim toprakları arınmaya, yaşatmaya ve özgürleşmeye Dersim’e geri dön” olarak belirledi. Tertip komitesi festival içerisinde bölgenin özgün sorunları barajlar, toplu mezarlar, yozlaşma, cemaatleşme konularını işleyeceğini açıkladı. Tertip komitesi adına Belediye Başkanı Edibe Şahin, “11. Munzur Kültür ve Doğa Festivali” porogramını açıkladı.

lışma yürüten demokratik kitle örgütleri ve ilçe belediye başkanlarıyla görüşmeler yaparak festival çalışmalarını başlattıklarını söyledi.

Belediye Meclis Salonu’nda gerçekleşen toplantıda konuşan Edibe Şahin, kentte ve kent dışında festival için ça-

Toplu mezarlar, yozlaşma, cemaatleşme konularının festival kapsamında

işleneceğini açıklayan Şahin, “Festivalin genel çerçevesi belirlenirken özellikle ilçelerimizle ortaklaşarak birbirini kesmeyen, aksine tamamlayan bir festival gerçekleştirme çabası içerisinde olduk. Festival toplantılarını büyük bir

İnançlar üzerinden asimilasyon Hozat’ın Bargini Köyü’nde Ağu İçen (Ağuçan) diye bilinen inanç merkezinde 23 Temmuz 2011 tarihinde “1. Geleneksel Ağu İçenler Anma Etkinliği” kapsamında, yüzyıllar öncesinden Dersim’e miras kalmış geleneksel inanç biçimi devlet erkânına meze yapılıyor Merkezi İstanbul’da bulunan Ağu İçen Karadonlu Canbaba Kültür ve Yaşatma Derneği tarafından 23 Temmuz 2011 tarihinde gerçekleştirilecek

“1. Geleneksel Ağu İçenler Anma Etkinliği”ne ilin “ileri” gelen tüm devlet erkânının davet edileceği öğrenildi. Validen, kaymakama, garnizon komutanından, Cem Vakfı yöneticilerine kadar halklar üzerindeki baskı ve asimilasyon politikalarının temsilcilerinin davet edildiği etkinlik, bölgede devletin kirli asilmilasyon politikalarının bir parçası olarak tanımlandı. Dersim coğrafyasının kendine has inanç biçimi, farklı yol ve yöntemlerle geçmişten bugüne yok edilmek istenen halk değerlerinin başında geliyor. Dağların, nehirlerin, güneşin özcesi doğanın bir bütün olarak kutsal sayıldığı Dersim’de son zamanlarda cemaat ve benzer yöntemlerle

derinleştirilen asimilasyon saldırısı şimdi de Hozat’ın Bargini Köyü’nde Ağu İçen (Ağuçan) ocağında gerçekleştirilecek anma etkinliğiyle devam ettiriliyor. Yaşanan gelişme karşısında devrimci-demokrat kurumlar ve belediye başkanları Bargini Köyü’nü ziyaret etti. Dersim’de faaliyet yürüten demokratik kitle örgütleri ve belediye başkanları bu durumu yerinde incelemek ve bu saldırı karşısında halkı bilgilendirmek için Bargini Köyü’ne gitti. Dersim Kültür Derneği, DAKAD, Hozat Belediye Başkanı Cevdet Konak, Dersim Belediye Meclis üyesi Hüseyin Tonç, EÖC, Halk Cep-


4-5_Layout 2 7/20/11 8:13 PM Page 2

güncel 05

geri dön ‘Bu sene 6 bin göç verdik’

olgunlukla ve birliktelikle sürdürdük. Bu birlikteliğin festivalle sınırlı kalmaması, sonrasında da devam etmesi noktasında fikir birliği yaptık.” dedi.

Şahin, “Her geçen gün kentimiz dışarıya göç vermekte. Bu yılın daha başlarında 6 bin kişi kentimizden eksildi. Dilimiz, kültürümüz, inancımız hala yok sayılmakta. Festival programını bu çerçevede belirledik. Geçen yıllardan farklı olarak etkinliklerimizi iç mekânlardan çıkardık. Yeraltı Çarsısı Üstü, Kışla Meydanı ve stadyumu etkinliklerin yapılacağı açık alanlar olarak belirledik.” şeklinde konuştu. Festival programında yerel sanatçılara daha fazla yer vereceklerini vurgulayan belediye başkanı, sözlerini şöyle sürdürdü; “Panelist ve sanatçı arkadaşların belirlenmesi konusunda görüşmelerimiz devam edecek. Festivalimiz, 28 -31 Temmuz tarihleri arasında gerçekleştirilecek ancak 27 Temmuz Çarşamba günü Düzgün Baba’ya yapılacak olan ziyaretle festivalimizi bir gün önceden başlatmış olacağız.”

politakası sürüyor hesi, Partizan ve BDP heyet olarak yerinde inceleme yaptı. DHF, EMEP, ESP’nin de müdahil olduğu incelemede, sürecin geldiği aşama ve bundan sonra takınılması gereken tavır hakkında köy halkıyla sohbetler gerçekleştirildi.

‘Etkinliğe katılmayacağız’ Dersim Demokrasi Platformu tarafından yapılan açıklamada, 24 Temmuz’da Hozat’ın Karabakır (Bargini) Köyü’nde yapılacak olan anma etkinliğine tepki gösterildi. Dersim’in Kürt kimliği ve Kızılbaş Aleviliğinin merkezi olduğuna vurgu yapılan açıklamada, “Bu kimliğinden ötürü Dersim tarihsel süreç boyunca sürekli inkar ve asimilasyona maruz kalmıştır” dedi. Dersim Demokrasi Platformu, İstan-

bul’da devletin desteğiyle kurulan ismi ve inancı asimile edilen “Ağu İçen Karadonlu Can Baba Kültür ve Yaşatma Derneği” adı altında faaliyet yürüten derneğin etkinliğine Dersimlilerin katılmamasını istedi. Platform, “Devleti AKP hükümetinin Türk İslam sentezini cemaatçi zihniyetini Dersim Valiliği’ni, üniversitesini ve bu politikaların uygulanmasından kendilerine görev biçen tüm kurum ve kuruluşları uyarıyoruz. Yüzyıllardır uyguladığınız sonuç alamadığınız gibi bundan sonra da alamayacaksınız. İnancımızdan, kültürümüzden ocak mürşit, pir ve rayberlerimizden elinizi çekin. Biz onurlu bir halkız, parayla, sahte yalan politikalarıyla bizi aldatamazsınız” uyarısında da bulundu.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

DEVRİM DAĞLARDA YUVALANMIŞ SEYİRCİ KALMAK OLMAZ

D

evrimin yolu Halk Savaşı stratejisidir. Devrim dağları mesken eyleyerek konumlanır, buradan kök salıp zafere ilerler. Bu nitelik ülke koşullarına uygun olarak saptanır ya da toplumsal çelişkiler Halk Savaşını koşullar. Devrim ile karşı-devrim arasındaki güç dengesi ilişkisi bu stratejik konumlanmanın askeri stratejisi bakımından rol oynar. Halk Savaşı stratejisi Yeni Demokratik Devrim’le özdeştir. Halk Savaşı’nın içeriği devrimin karakteri tarafından doldurulur veya tayin edilir. Halk savaşı uzun süreli savaş stratejisidir. Taktik olarak güçlü olan düşman stratejik olarak kof ve güçsüzdür. Taktik üstünlüğün devrimci güçler lehine tersine çevrilmesi uzun bir savaş dönemini gerektirir. Proletarya ve devrimci halka ait küçük güçler, bu savaş boyunca düzenli orduya dönüşür. Başından beri iktidarın ele geçirilmesinin teminatı olurlar. Halkın hazır bir ordusu yoktur ve halkın devrimci ordusunu savaş içinde inşa etmekten başka şansı yoktur. Düşman uzun süreli yıpratma savaşı içinde parça parça zayıflatılacak, devrimci kuvvetler güçlenerek büyüyecek. Bu savaş dönemi tüm özellikleri itibarıyla çetin ve kanlı geçecektir. Yeni Demokratik Devrim, kırlarda iktidarlaşarak gelişir ve bütün bir iktidarın ele geçirilmesinde ifadesini bulur. Sınıf çelişkileri ekseninde düşmanla aramızdaki çelişkiler savaş yöntemiyle çözülecektir. Savaş devrimci mücadelenin en ileri niteliği ve siyasetin doruğudur. Ordu devrimin temel silahlarındandır. Gerilla savaşı ordu örgütlenmesinin biçimi ve değişmez şartıdır. Devrimin stratejik mekânı dağlardır. Dağlara dayanmayan devrim, nesnel toplumsal gerçeğe uygun olmayıp ütopik kurgu ya da soyut tezden ibarettir. Devrimin tutarlı yolu dağlara çıkar; devrim ve “dağlar” ikilisi doğru orantılıdır. Bütün bunlar yalnızca Türkiye-Kuzey Kürdistan ve benzer ülkeler için geçerlidir; evrensellikle geçerlidir. Halk Savaşı ve bunun tutarlı paralelinde ordu örgütlenmesi, silahlı mücadele, gerilla savaşı, dağlar-kırlar esas gibi argümanlar TürkiyeKuzey Kürdistan coğrafyasında yeni demokrasi güçlerine has spesifik argümanlardır. Maoistler toplumsal çelişkilerin çözülüp faşizm olarak nitelenen gericiliğin tasfiyesini bu ilkelerde formüle ettiği devrimci strateji ile öngörmekte, devrimin teori-pratiğini bu zeminde geliştirmektedir. Bu, devrim ile karşı devrimin silahlı çatışma halidir. Kesin ki, devrimin ve Maoist Partinin üstün özellikleridir de bunlar. Sınıf çelişkilerinin basit burjuva demokrasisi mücadelesine indirgenerek yumuşatıldığı, sınıflar arasındaki iktidar sorununun adeta unutularak burjuva devlet düzeninin içten iyileştirilmesi mücadelesine çekildiği genel koşullara tanık olmaktayız. Devrimin tasfiyesinde anlam bulan bu yasalcı reformist eğilim sınıf hareketine egemen olmanın eşiğindedir. Bilinçli devrimci dinamikler bu zemine kayarak hızla erimektedir. Tarihin tanık olduğu belli kesitler gibi, bugün de, militan temeller üzerinde duran devrimci duruş, mübalağa edersek “bir avuç” bilinçli proleter devrimci yapıda temsil bulmaktadır. Devrimci direnç odakları örgütsel olarak zayıf ve tasfiyeci hortlağın soğuk atmosferinde çetin şartlar altındadır. Sınıf hareketi önemli bileşenleriyle tasfiyeciliğin zehirli şırıngalarına esir düşmüştür. Tam da bu şartlarda Maoistlerin Halk Savaşı perspektifiyle yürüttüğü gerilla savaşı devrimci bir kale olarak anlamını büyütmektedir. Bundandır ki, egemen sınıfların azgın saldırıları ve demagojik argümanlar eşliğinde yürüttüğü tasfiyeci terör dalgası Maoist partiyi ve tüm yeni demokratik güçleri özellikle hedeflemektedir.

Gerilla savaşı bölgesinde yeni demokrasi güçlerine yönelik yoğunlaşan saldırılar ve ölümsüz kahramanlarımız bunun açık kanıtıyken, ülkenin çeşitli bölgelerinde demokratik mücadelelere karşı yürütülen saldırı ve uygulanan baskılar da aynı özden beslenmektedir. Gerilla güçlerine karşı gerçekleştirilen hain pusular, imhaya yönelik sızma yeltenimleri, imha operasyonları her ne kadar gerillaları tarafından başarıyla boşa çıkarılsa da, savaş tabiatının kaçınılmaz sonuçları olan üç yoldaşımızın katledilmesi ve yoğunlaşan operasyonlar ile konjonktürel şartlar düşmanın Maoist parti güçlerine özel yönelimini açıkça göstermektedir! Bu özel yönelim anlamsız değildir fakat mutlaka kayda alınarak karşı taktiklerle boşa çıkarılmak durumundadır! Meselenin diğer boyutu ise tüm Maoist güçlerin tarihsel sorumluluk bilincine uygun davranarak gerilla güçlerini hedefleyen bu saldırılar karşısında gerillayı yalnız bırakmamak ve başta gerilla savaşına katılmak üzere yaşamın her alanında ve her biçimde buna dair görevler üstlenmesi gerekmektedir. Bu anlamda dağların mesken eylenmesi birincil görev ve sorumluluktur. Bu görev ve sorumluluk doğrudan devrime bağlı olup Maoist partinin öncelikli doğrultusudur. Devrimci savaş salt gerilla güçlerine havale edilerek savaş karşısındaki görevler ertelenemez, es geçilemez. Her militan, her örgütçü tepeden tırnağa savaş ruhuyla kuşanmalı, bir gerilla olarak şekillenmelidir. Buradan başlayan görev, gerilla kıtalarında yer alarak tamamlanmalıdır. Devrim, parti önderliğinde devrimci ordunun yürüttüğü savaşla kazanılıp gerçekleştirilecekse, devrimci iddiaya sahip her samimi aktivist yönünü dağlara-gerilla savaşına çevirmelidir. Halk ordusunu kurup geliştirmeden iktidara sahip olunamayacağı açıktır. Ordunun kurulmasıysa onun çekirdeği olan gerilla birliklerini geliştirmekten, her şeyden önce onlarda yer almaktan geçer. Bu hem devrimin talimatı, hem de şehit yoldaşlarımızın emaneti bir buyruktur. Emaneti devralalım, halkın iktidar davasına ve devrim yürüyüşüne sahip çıkalım. Sıradan yaşam devrimci ve komünistlere göre olamaz; devrimciler tutuk olamaz. Köprüleri atmanın, korkuları yıkmanın günüdür. İsyan ruhu sarmalıdır bedenleri. Bilinçler daha keskin, ileri atılan adımlara dair kararlar daha cüretkâr ve net olmalıdır. Ayak bağları koparılıp atılmalı, keskin kopuşlarla enginlere açılmanın ve çalkantılara göğüs gerip büyük dalgalarla boğuşmanın zamanıdır. Ertelemek olmaz. Halkın, devrimin ve destan yazarak düşenlerimizin bizlerden beklediği budur. Gün özne olmanın günüdür; birilerinden beklemek, ne uzak ne yakın durmak ya da kararsızlık içinde bocalamak olmaz. Savaşan yoldaşlarımızla övünmek ve onlara bakarak güç alıp göğüs germek iyidir; fakat yandaşlık sermayesini sigorta edip yetinmek olmaz. İleri çıkıp kavgayı solumak, devrim tarlasına bir filiz olarak dikilmek şart. Destekçi olmaktansa, desteklenen durumda olmak yeğ tutulmalı. Kuşatılmış beyinlerden, köhneleştirilmiş yaşamın parçası olmaktan, belirsizlik ve ikilemden, daha da önemlisi kemirgen karamsarlıktan kurtulmanın günüdür. Bunun tek yolu savaşa adım atmaktır; bunda evirip-çevirmek, falsolar ve eğriler çizmek, aklı tersten yola koyup lafazanlığın batağında açmazlar büyütmek olmaz. Devrim dağlara yuvalanmış, seyretmek olmaz. Dağlara bakın; kızıl saçan güneş gibi en berrak eşkâliyle devrim oradan doğuyor!


6-7_Layout 2 7/20/11 8:18 PM Page 1

06 güncel yaşam

Halkın Günlüğü 20-30 TEMMUZ 2011

Fethiye davasından yine sonuç çıkmadı Fethiye davası olarak bilinen ve bir kadının 8 erkek tarafından toplu cinsel saldırıya maruz kaldığı olayın 4. duruşmasından da bir sonuç çıkmadı. Tecavüzcüler sokağa salındı, dava yine ertelendi Muğla Fethiye’de 2007 yılının Haziran ayında meydana gelen toplu tecavüz olayının sanıkları devletin koruması altında. Fethiye’de 8 kişinin tecavüzüne uğrayan kadının davası yıllardır devam ediyor. Delillerin orta yerde durduğu davanın 4. duruşması geçtiğimiz günlerde görüldü. Fethiye Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmada tutuksuz sanıklar A. N. O., V. K., V. K., M. K., S. K. ve G. K. ile avukatları ve tecavüz mağduru kadını temsilen 15 avukat hazır bulundu. Tutuksuz sanıklardan ikisi duruşmaya katılmadı. Duruşmada sanık avukatları delillerin toplanmadığı iddiasıyla savunma yapmazken, sanık avukatlarından Selçuk Ayaz mağdur kadın ile birkaç ay beraberlik yaşadıklarını iddia ettiği İ.D. ve S.P. isimli şahısları bir sonraki duruşmada tanık olarak dinlenmek üzere hazır edeceklerini söyledi. Mağdur olan kadına yönelik “birlikte yaşadığı erkekleri” çağırarak tecavüzcüleri savunmayı hedefleyen sanık avukatına mağdur kadının avukatı Cevriye Aydın, “Bahsettiği kişilerin yargılama ile bir alakası yoktur. Dolayısıyla duruşmada tanık olarak dinlenemezler” şeklinde itiraz etti.

Deliller yok sayılıyor Mağdur avukatlarından Deniz Tuna, duruşmada kimi delillere dikkat çekti. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB)’ndan gelen telefon kayıtlarına göre mağdurun ve sanıkların telefonlarının, olay tarihi olan 25 Haziran 2007’de Girmeler köyünden sinyal verdiğini ifade eden Tuna, telefon görüşme trafiğinin de müvekkilinin beyanlarını doğruladığını, buna karşılık sanıkların savunmalarını yalanladığını kaydetti. Av. Cevriye Aydın bir önceki duruşmada dinlenen tanıkların verdikleri ifadelerinin önemine dikkat çekti. Feride Yıldırım Güneri ve Ayşe Özlem Mescioğlu’nun olaydan sonra mağdurla ilk görüşmeyi yapıp tıbbi tedaviye başlayan kişiler olduklarını kaydeden Aydın şunları ifade etti: “Bu tanıkların beyanları nazara alınarak mağdurenin toplu cinsel saldırıya uğradığı ve bu saldırının sanıklar tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıkmıştır. Ayrıca getirilen HTS kayıtları da bu durumu doğrulamaktadır. Yine geçen celse beyanda bulunan müvekkilin annesi, kızının cinsel saldırı öncesi ve sonrasındaki psikolojik durumu ile ilgili ayrıntılı beyanda bulunmuştur. Tüm deliller karşısında müvekkil katılanın cinsel saldırıya uğradığı ve bu saldırının sanıklar tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıkmıştır. Olay tarihinde sanıkların tamamının olayın gerçekleştiği iddia olunan kaplıcada olduğu tespit edilmiştir. Bu bir tesadüf müdür yoksa katılanın iddiasının doğruluğunu gösteren somut bir delil midir?”

Duruşmada bilindik sonuç Toplu cinsel saldırıya uğrayan kadının ifadelerinin ve ortadaki dellilerin yok sayıldığı Fethiye davasından yine bir şey çıkmadı. Tecavüzü gerçekleştirenler devletin koruma kalkanı altında sokağa salınırken duruşmayı gören mahkeme heyeti sanıkların tutuklanması talebini reddederek duruşmayı 14 Ekim 2011 tarihine erteledi.

Özelleştirmede sıra Anne sütü dışında besinlerle beslemenin (yapay beslenme) çokça dezavantajı ve zararı vardır. Anne ile bebek arasında duygusal bağda azalmaya sebep olur, enfeksiyon riski yüksektir, vitamin ve protein eksikliğine neden olabilir, egzama, astım gibi alerjik sorunlara eğilim söz konusudur, obezite riskini arttırır, doğal beslenen bebeklere göre IQ (zeka yaşı) daha düşüktür.

Anne sütü, yeni doğan canlının vazgeçilmez besin kaynağıdır ve bilinenden çok daha yararlı- gereklidir. Anne sütünün besin olma özelliğinin yanında, kültürden kültüre değişik anlamlar yüklenmiş, deyimlere, türkülere, atasözlerine konu olmuş, kimi zaman da mistik boyutta işlenmiş şiirsel başka bir yanı da vardır. “Ana sütü kadar helal…”, “Anadan emilen sütün burundan gelmesi”, “Sütünü helal et(me)mek” vs vs… Ancak yazımızın amacı, anne sütünün sağlık açısından önemini anlatmak ve anne sütüyle ilgili bazı çarpıcı bilgiler vererek okuyucunun bilincindeki ve tercihlerindeki yanılsamaları değiştirmektir.

Anne sütü bile özelleştirildi Anne sütünün tıbbi, sosyal ve ticari boyutta önemli bir yeri vardır. Ne yazık ki, bebek maması firmalarının “eşsiz katkıları” sonucu mamayla besleme ciddi artmış ve bu durum annelerde bebeğine değer verme ölçütü olarak lanse edilmiştir. Bebeğine pahalı mamalar alan anne-baba çocuğuna daha çok değer veriyor gibi bir anlayış oturtulmuştur. Hatta birçok hekim şahit olmuştur ki, bebeğine mama alamayan annelerde yetersizlik hissi, kendini suçlama davranışı gelişmiştir. Bazı eski mama reklamlarında “anne sütüne eşdeğer”, hat-

ta “bazı özelliklerinin anne sütünden daha iyi” olduğuna dair propaganda yapılıyordu. Süreçle anne sütünün önemi daha çok gündeme gelince, kampanyalar ve yasal düzenlemelerle mama firmaları geri adım atıp reklamlarda “anne sütüne en yakın” gibi söylemlerde bulunmaya ve ürünlerini çok daha ucuza satmaya başladılar. Eskiden sadece zengin ve orta sınıf ailelerin alabildiği mamaları artık fakirler de alabildiler. Ancak anne sütünün değerinin farkına varılınca zengin ve orta tabaka anneleri anne sütüne yönelmeye başladı. Böylece mamayı tercih eden anne sayısı gitgide artarken, bu annelerin çoğunluğunu fakir kesim oluşturdu.

Bebek anneye yabancılaştırılamaz Konunun bu kısmında detaylardan kaçınarak anne sütüyle ilgili bazı tıbbı bilgilere geçelim. Doğum süreci ve doğumdan sonraki 7-10 gün içinde anne memesinden salgılanan sütte ağız sütü (kolostrum) denir. Yoğun, konsantre, zengin görünümlü, sarımtrak renkte olup yoğun protein içerir. Normal süte göre daha çok protein daha az laktoz (süt şekeri) ve yağ içerir. Yoğun protein içeriğiyle kolostrum, bol miktarda immunoglobulin (Ig) içerir. Ig’ler savunmada görevli proteinlerdendir, özellikle kolostrumda yüksek oranda bulunan Ig A tüm sindirim sistemi yüzeylerinde savunma görevi görür. Doğumdan hemen sonra bebeğin emdiği kolostrum tüm bağırsakları adeta koruyucu bir tabaka gibi kaplar ve bebeği mikroplara karşı korur. Kolostrumun normal anne sütüne oranla sıvı miktarı daha azdır. Yeni doğanların böbrekleri yeterince gelişmemiş olduğu için bebeğin aldığı fazla sıvıyı süzme işlevini tam olarak yapamaz. Bu nedenle yeni doğanlar için en iyi besin kolostrum yani ağız sütüdür. Mama, inek sütü, keçi sütü ya da şerbet bebeklere uygun besin kaynakları değildir. Anneler, tam olarak açıklanamayan mekanizmalarla, bebeklerinin haftalarına ve ihtiyaçlarına uygun süt salgılamaktadırlar.

Yeni doğan bebeğe haftasına, gününe uygun kolostrum salgılanırken, bebek büyüyüp yeni doğanlıktan çıktıktan sonra bebeğin ayına uygun ve ihtiyaçlarını karşılayacak süt salgılanır. Anne sütünün diğer bir önemli özelliği, canlı olmasıdır. Daha doğru ifadeyle canlı savunma hücreleri içermesidir. Anne sütü mikroskopla incelendiğinde tıpkı kandaki gibi bazı savunma hücreleri görülebilmektedir.

Anne sütü beyinden salgılanan Prolaktin hormonuyla üretiliyor Doğumdan yaklaşık 1 hafta 10 gün sonra kolostrum yerini daha akışkan, laktoz (süt şekeri) ve yağ miktarı daha fazla olan normal süte bırakır. Sütün salgılanması tamamen hormonal mekanizmalara bağlıdır. Beyinden salgılanan Prolaktin hormonu sütün üretilmesini, Oksitosin ise salgılanan sütün süt kanallarına akışını, doğum sonrası büyümüş olan anne rahminin normal boyuta gelmesini sağlar ve anneyi rahatlatır. Bu iki hormonun salgılanmasında en önemli uyaran meme başı uyarımı, yani bebeğin anne memesini emmesidir. O halde doğum yapmamış bir kadın emzirebilir mi? Elbette ki emzirebilir. Hatta bebek evlatlık edinen ailelerde anne emzirmek isterse herhangi bir ilaç ya da hormon kullanılmadan belli metotlarla bu durum sağlanabilir. Önemli olan günde en az 10 kez ve yeteri süre memenin emilmesidir. Anne sütünün bebeğe sağladığı yararlar kısa bir yazıyla sıralanamayacak kadar çoktur. Ancak madde madde önemli noktaları belirtecek olursak; -Anne ile bebek arasında duygusal bağ kurulmasını sağlar -İmmün (bağışıklık) sistemini geliştirir -Ekonomiktir, mamayla beslenen bebeklerin ortalama yıllık mama masrafları 6001000 lira civarındadır -Kolay hazmedilir -Emen bebeklerde IQ daha yüksektir -Solunum yolu hastalıklarından ve ishalden korur ve idrar yolu enfeksiyonları riskini azaltır, fizyolojik sarılığı önler


6-7_Layout 2 7/20/11 8:18 PM Page 2

güncel 07

ÖNCÜ KADIN

≫ rojda demir

EMEĞİN ‘KUTSAL’ DEĞERİ

K

adın emeği daha ucuz olduğu için mi, ölümü bedava, katili bedelsiz kalmaktadır? Ya da tersten sorarsak, erkek egemen devlet katili bedelsiz bıraktığı için ucuz emeği yüce ‘değersiz kadın’ı en yakını olan sevdiği erk’ek’e öldürtüyor? Sözü uzatmadan “emek yüce değerdir” diyenlerin emeği ucuzlaştırması, emekçilerin daha fazla sömürülmesinin önünü açmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistem içerisinde zamanın tamamını hiçbir karşılığı olmadan harcayan kadın neyi kazanıyor?

anne sütünde -Nedensiz beşik ölümlerini azaltır -İnsüline bağımlı diyabet riskini azaltır -Emen çocuklarda ileride alerjik hastalık riski, emmeyenlere göre çok daha düşüktür

Anne de emen çocuk kadar avantajlı Emzirmenin sadece bebeğe değil anneye de çok sayıda faydası vardır. Toplumda, emzirmenin kadını kötü etkilediği, memelerde deformite bıraktığı yönünde yanlış bir algı var. Ancak sıralayacağımız maddelerde de görülecektir ki durum tam da inanılanın tersidir. Anneye faydaları ise; Oksitosin hormonu rahimin toparlanmasını sağlar. Adet kanamaları azalır. Hamilelik öncesi fiziki forma daha hızlı dönülür. Ovulasyona (yumurtlama) daha geç dönülür, istenmeyen gebelikler önlenir. Doğum sonrası düzenli ve yeterli emziren kadınlar, koruma tedricen azalmakla beraber, gebelikten korunurlar. Kemik re-mineralizasyonu daha hızlı olur. Menopozal kalça kırıkları daha az görülür. Premenopozal (menepoz öncesi) meme kanseri riski azalır. Over (yumurtalık) kanseri riski azalır.

Sağlığı riskli anne yapay besin kullanır Türkiye-Kuzey Kürdistan’da bugün anne sütüne alternatif kullanılan en sık besinler, hazır mamalar, inek sütü, keçi sütüdür. Belli başlı kıyaslamalarla aralarındaki farkları özetleyecek olursak, inek sütünde protein çoktur ancak sindirimi zordur. Yani inek sütündeki proteinlerin kullanımı kısıtlıdır. İnsan sütündeki C ve A vitaminleri inek sütünden daha çoktur. İnsan sütündeki emilebilen demir miktarı daha çoktur. Keçi sütüyle insan sütü arasındaki en belirgin özellik folik asit (B-9 vitamini) miktarıdır. Keçi sütüyle beslenen bebeklerde folik asit eksikliğine bağlı kansızlıklar ve kemik deformiteleri görülür. Nispeten bebek mamaları inek ve keçi sütüne kıyasla daha kullanılabilir. Ancak bebek için anne sütü gibi mükemmel bir besin varken anneleri mama kullanmaya teşvik etmek mantıklı değildir. Düz mantıkla düşünecek olursak inek sütü danalar için, keçi sütü oğlaklar için, insan sütü ise bebekler içindir. Mamalar ise emzirmesi yasak olan ya da mümkün olmayan kadınların bebekleri içindir.

Nedir bu durumlar? Örneğin, anne kanser hastasıdır ve radyoterapi ya da kemoterapi alıyordur, anne tüberküloz (verem) hastasıdır ve tüberküloz ilaçları kullanıyordur ya da annenin herhangi bir sebebe bağlı memeleri yoktur. Ortalama bir bilgi olarak denebilir ki, bir anne üç bebek doyuracak kadar süt üretebilir, yine tek memeye sahip anne bir bebeği doyuracak kadar süt üretebilir.

Yapay beslenme sağlık riski taşır Anne sütü dışında besinlerle beslemenin (yapay beslenme) çokça dezavantajı ve zararı vardır. Anne ile bebek arasında duygusal bağda azalmaya sebep olur, enfeksiyon riski yüksektir, vitamin ve protein eksikliğine neden olabilir. Egzama, astım gibi alerjik sorunlara eğilim söz konusudur, obezite riskini arttırır, doğal beslenen bebeklere göre IQ daha düşüktür. Filipinler’de 0-2 yas arası bebek ve çocuklarda yapılan araştırmaya göre sadece anne sütü alan bebeklerde ishal oranı %1 iken, anne sütü almayanlarda % 17 risk vardır. Yine Brezilya’da 0-2 yaş bebek ve çocuklarda yapılan başka bir araştırmaya göre pnömoni (zatürre) riski sadece anne sütü alanlarda %1, sadece inek sütü alanlarda %3.3, sadece bebek maması alanlarda % 3.9’dur.

İlk altı ay sadece anne sütü Öneriler; doğumdan sonraki ilk yarım saat ile bir saat içinde bebek emzirilmeli. İlk 6 ay sadece anne sütü verilmelidir. 6 aydan itibaren ayına uygun olarak ek besinler başlanmalıdır. 2 yaşına kadar ek besinlerle beraber anne sütüne devam edilmelidir. Anneler emzirme sonrası kalan ya da işyerindeyken sütlerini sağmalı ve uygun koşullarda bebeği ileride beslemek üzere saklamalıdır. Temiz ve uygun bir kaba sağılmış süt derin dondurucuda 5-6 aya kadar, buzdolabında 72 saat muhafaza edilebilir. Uluslararası birçok kuruluşun, örgütün desteği, önerisi hatta zoruyla ülkemizde yıllardır “bebek dostu” hastaneler ve iller oluşturma çabası içindedir. Bu politika doğrultusunda birçok eğitim çalışması ve denetim yapılmıştır-yapılıyor. Çok sayıda gönüllü hekim, hemşire ve ebenin özverili bireysel çabaları bir yana ülkemizde anne sütü çalışmalarının çoğu dostlar alışverişte görsün kıvamında yürümektedir.

Toplumsal rollere baktığımızda da, bu yüce değerli emeğin kime, nasıl, ne kadar ve hangi amaçla, neye hizmet ettiğini doğru okumak gerekir. Kadının emeğinin ucuzluğu, kadının öldürülmesini kolaylaştıran ve kadının yeniden yeniden görünmeyen/görünmez kılınan emeğiyle sistemi üretmesidir. Emeğin değerinin yüce paylaşım pazarlanması sonucu, sınıfsal sömürüde, kadın ve ezilen emekçinin yaşamındaki karşılığı ürettiği ürünün esiri olmasıdır. Diğer bir yönüyle kadın için karşılığı bir de cinsel sömürünün devamında posasıçıkarılmış “ölüsü de dirisi de beş paretmez’ diyen gerici burjuva feodal sitemin kadına verdiği “kutsal’ değeridir. Kendine yabancılaştırılan bedeni üzerinden sömürü iyice derinleştirilmiş ve ince yöntemlerle (ölü seviciliği) yaşamsal hakları ellerinden alınmış ve son büyük insani görevle(!) üstü örtülmüş ve hatta üzerine örtülen de, burjuva feodal medyanın kadını severken, överken metalaştıran gazetenin ‘ölü-kadın’ sayfası olmasıdır. Neye karşı çıkacağımızı, neyi birlikte omuzlamamız gerektiğini doğru ele alamaz isek, ezilmişlikten kurtulamayacağımız gibi, sınıfsal sömürünün sürmesiyle ulusal ve cinisel baskı, şiddetini ırkçı-şoven rollerin tüm yükleri altında önce kadın, sonra insan olarak kalırız. Eleştirdiğimiz eksikliklerin bir parçası olmakla karşı karşıya kaldığımızda, aldığımız tutum ve tavır örgütlü mücadeledeki duruşumuzu belirleyen olur. Açıktan eleştirmeyen, kapalı kapılar arkasında çokça sözünü ettiğimiz, ancak gerçek muhataplarıyla tartışıp, tartışmadığımız, tartıştırmadığımız her konu ertelediğimiz süreçte karşımıza daha büyük bir engel ve çözümsüzlük olarak çıkar. Bu açıdan, ev ortamındaki paylaşımlarımızdan tutalım, ortak yaşam alanlarını kullanmaya kadar, semtteki gazete dağıtımından tutalım da siperlerde mevzilenmeye kadar açık, samimi ve dürüstlük bizi devrimci kılar. Elbette yetmiş beş milyondan azade olmayan devrimciler de sistem içinde yaşamaktan kaynaklı birçok eksik ve hatalı yaklaşımı barındırır. Ancak bu eksik ve hatalı tutuma karşı devrimci bir kavrayışla mücadele etmeyip, liberal, reformist, oportünist ve dahası lümpen bir hal ve yol alıyorsa, o zeminde kırılma ve sapmadan söz etmek mümkündür. Burada da en basit diye değerlendirilen ve zaman zaman ne yazık ki, yeni demokrasi güçlerinin örgütlü bireylerinde sirayet eden ve en titiz çalışmalara rağmen dikkatten kaçan, devrimci kalemlerden çıkan yazılarla yayın orgalarına taşınan “kadın sorunu‘ meselesine bakıştan tutalım da yaşamın her alanındaki karşılığını nasıl

ele aldığımız meselesidir. Bugün toplumdaki burjuva feodal gericiyoz kültüre karşı olduğumuzu söyleyip, yaşamımızda pratiğimizi nasıl ve hangi ihtiyaç üzerinden bilince çıkarmamızdır. Yine ifade etmek gerekirse temizlik alışkanlığından, uyku alışkanlığına kadar, günümüzü esas ve tali üzerinden programlayıp bir devrimcinin bir günü nasıl yaşadığı meselesidir. Bizi kadın veya erkek kılan özün niteliğine uygun bir devrimci-militan bir duruşla erkek egemen sisteme karşı konumlanışımızdır. Siyasi iktidarı hedeflemeyen hiç bir yaşam bizi o özlü niteliğe eriştiremez. Bu ister kadın olsun ister erkek olsun, daraltılmışlıktan çıkışı yakalamak bizi yeni ve özgür insan kılar. Çünkü, öncelikle sorunu görmek, sorunun nedenlerini tahlil etmek ve sonra tahlil ettiğimiz soruna dair çözüm üretmemiz noktasında gösterdiğimiz çözüm yöntemlerimiz yolumuzu açar. Attığımız adım bize çıkış göstermeli ve yol aldırmalıdır. Sorunun etrafında psikolojisiyle uğraşıp dönmek değil, sorun diye gördüğümüz meselelere parmak basıp, çözmek için tüm bedenimiz ve benliğimizle içine dalmak çözüm üretir. Burjuva-feodal sistemin baskıladığı ve daralttığı yaşam koşullarında nefes almamız bu kadar zorlaştırılmışken, bu sistemin karşısında örgütlü halk gücüyle karşı çıkışımızı ve niteliğimizi yenileyerek ilerlemeliyiz. Nitelikli ilerleme ve esaslı çözüm sözle olacak bir şey olmadığı gibi, yerimizde oturarak “devrimci edebiyatı” yapmakla da hiç olmaz. Aşmak istediğimiz şeye önce kendimizi ikna etmemiz ve ikna olmayanları da ikna edebilmenin en önemli adımı pratikteki faaliyetimizdir. Örgütlemek/örgütlenmek için yaşça veya tecrübe olarak yeni bir bireyi etkilemek için ustaca-kitabi, ezber teorik alıntılarla söylediklerimiz belirlemez, belirleyen esas şey örgütlü pratiğimizin kendisidir. Devrimci yaşama dair ikna edici olmak için, savunduğumuz ideolojinin pratik karşılığı için her yeni doğan günde daha daha ileri çıkmaktır. Bu pratik karşılık da öyle herkesin “benim görüşüme göre, benim fikrime bakılırsa, ben temsilciyim, ben profesyonel faaliyetçiyim, ben gazeteciyim, ben komisyon temsilcisiyim” demekle değil, iradi kararlarla alınmış programın ve örgütsel işleyişin tüm kurum, kurul, komisyon, birim, komite ve kurallarıyla esas mücadeleyi dikkatten kaçırmadan işletilmesinin kendisidir. O halde öncelikle bizlerin cinsiyet ayrımında gösterdiğimiz eleştirel itinayı, devrimci-komünist yaşam tarzında da en üst özenle yaşamamız gerekir. Ezen erkek egemen sistemin yanılsamalı kadın-erkek tartışmalarına zamanımızı heba etmeden birleştirici ve hedefi doğru gözetleyen yerden mücadeleyi ilerletmemizdir. Bilinçli, örgütlü tercihlerimizi yeni demokratik cumhuriyet programı etrafında kenetlenerek, birbirimizi denetlemeyi-disipline etmeyi kontrollü muhtaçlıktan çıkarmış, devrim ve mücadelesinden yana çıkarı olan müdahil olup değiştiren, niteliği disiplinle, özle birleştiren, demokratik halk iktidarını kurmanın ve bu devrimi başarmanın öncüönder toplamıyız. Bu toplam ki; yaşanılası kazanılacak yeni bir dünya için özgür insan olma iradesiyle sömürüyü, kölelik zincirlerini, esareti kaldırmaya muktedirdir.


8-9_Layout 2 7/20/11 11:28 AM Page 1

20-30 TEMMUZ 2011 Halkın Günlüğü

Maden işçilerinin direnişi

Belimizi büken şey bu taşeronlaşma. Taşeronlaşmanın en büyük acısını biz, bundan bir yıl iki ay önce yaşadık. Karadağ müessesesinde 30 tane canımız gitti. Bunlar bizim mesai arkadaşlarımızdı. Bazıları okul arkadaşlarımızdı. Beraber, aynı masada ekmek yediğimiz, su içtiğimiz insanlardı Star İnşaat ve Ticaret A.Ş. adlı özel şirketin işçileri, 24 Haziran 2011 tarihi itibariyleTürkiye Taşkömürü Kurumu (TTK)’nun özel şirketlerde çalışan maden işçilerinin kaderini şirket sahiplerinin vicdanına terk etmesi sonucu uygulanan her haktan mahrum ağır çalışma koşullarının değişmesi için direnişe başlamışlardı.

Star İnşaat ve Ticaret A.Ş. özel kuruluşların tamamında olduğu gibi daha az para ödemek için yasanın boşluklarından faydalanarak asgari ücretin üstünde kalan maaşları işçilere elden ödeme yöntemini tercih ediyor. Asgari ücreti bankaya yatırmak zorunlu olduğu için her ay düzenli şekilde bu paralarını alabilen işçiler ise asgari ücretin üstünde kalan maaşlarını patronun keyfi bir şekilde geciktirmesinden, hatta bazı zamanlarda aylarca bu paraların teslim edilmemesinden kaynaklı yaşamlarını güçlükle idare ettirebiliyorlar. Emeklerinin karşılığını alamayan ve yoğun bir sömürüyle karşı karşıya kalan maden emekçileri ise buna karşılık direnişe başladılar. Günlerce süren direnişin ardından 10 Temmuz 2011 Pazar günü işçi temsilcisi Ayhan Gökgöz ile GMİS Şube Temsilcisi Tamer Güven ve AKP İl Başkanı Hamdi Uçar arasında bir görüşme yapıldı. Yapılan görüşmede işçilerin talepleri arasında yer alan; ödenmeyen maaşların ödenmesi, çalışmadıkları gerekçesiyle ödenmeyeceği açıklanan haziran ayı maaşının 21 Temmuz’da bankaya yatırılması, ödenmeyen senelik izin ücretlerinin ödenmesi, işçi maaşlarına zam yapılması, sigorta primlerinin işçinin aldığı net maaş miktarı üzerinden yatırılması, maaşların tamamının bankaya yatırılması, her ay sigortalı hizmet tablosunun işçilere düzenli verilmesi, işten çıkarıldığına dair hakkında evine tutanak gönderilen işçilerin hiçbirinin işten çıkartılmaması ve bundan sonraki süreçte de işçi çıkartmaların olmayacağının sözünün verilmesi talepleri görüşüldü. Yapılan bu görüşmenin ardından ekonomik taleplerinin tamamı kabul edilen işçiler 12 Temmuz 2011 Pazartesi günü yeniden işbaşı yaptı. İşçilerin aylardır alamadıkları asgari ücretin bir kısmı pazartesi günü ödenirken bir kısmı da cuma günü ödendi.

Yaşanan bu sürecin ardından özel şirketle bu sorunları düzenli olarak yaşayan 10 işçi kendi isteğiyle işten ayrıldı. Hakları için direnen ve kazanan maden emekçisi Mustafa Tuna ve Ayhan Gökgöz’le çalışma koşulları ve direniş nedenleri üzerine konuştuk.

fStar İnşaat ve Ticaret AŞ.’de uzun yıllardır belli aralıklarla işçi eylemleri örgütlendi. Son sürece baktığımızda 17 gün direniş

“İşçilere karşı ağız birliği yapılmış”

yaptınız. Bu direnişe neden olan çalışma koşullarınızı aktarabilir misiniz? Mustafa Tuna: İşçi temsilcisi arkadaşım ve ben patronlarla sabahlara kadar süren tartışmalar yaptık. Haklarımızı ve biriken ücretlerimizi almak için çok uğraştık ama maalesef diyalog yöntemiyle sorunu çözemedik. Bu eylemin asıl amacı mayıs ayı içerisinde alacağımız bakiye paraları için değil, patron bizim eylemimizi mayıs ayı alacaklarımız almak için yaptığımızı söylü-

fYaşadığınız haksızlıklara karşı TTK’nın tutumu nedir? TTK idare pozisyonunda olmalıdır. Şirketleri denetlemeli ve bu işin takipçisi olmalıdır. Bakıyorum sanki kol kola verilmiş bir düzenek oluşturulmuş, herkes işçilere karşı ağız birliği yapmış, gönül birliği yapmışçasına işçilerin üzerinden oyun oynamaya devam ediyor. İşçilerin “alacakları yok” deniliyor. Tamam işçilerin alacakları yok diyelim, siz haklısınız diye-

yor. Patron mayıs ayı alacaklarımızı ödediğini söyleyerek eylemimizi karalamaya çalışıyor. Şirket 2004 yılında kuruldu, bu şirkette ve biz 2007 yılına kadar 17 tane eylem yaptık, 2007’den bu yana 20 kere eylem yaptık. Toplam 7 yılda 37 eylem yaptık. Sürekli çözümsüzlük halindeyiz, kesintiler yapılıyor, hala birçoğumuzun alacağı var ve alamıyoruz. Eylemler içerisinde haklarımızı da öğrendik. Yer altında çalışıyoruz asgari geçim indirimi alamıyoruz diye biliyorduk

lim. 180 tane insan yalan mı söylüyor? Bu insanlar şov mu yapıyor? Hiç mi sıkıntısı yok da 17 gündür işe gitmiyor? Madem alacağımızın olmadığını iddia ediyorlar, önce bu sorulara cevap versinler.

fTaşeron firmayla imzaladığınız iş sözleşmesinin gereği olarak işçilerin sigorta primleri de düşük yatıyor. İşten atıldığınız zaman da tazminatlarınız ve emekli ikramiyeleriniz de oldukça düşük oluyor. Direnişini-

zin bu konuda bir iyileştirme talebi var mı? Sadece maaş üzerinden eyleme başlamıştık. Daha sonra çeşitli haklarımızın olduğunu öğrendik. Şunu dedik işverenimize: Bizim çalıştığımız bir birim fiyat var, herkesin mesleği var. İşçinin kendi branşı üzerinden, birim fiyatı üzerinden bir maaşı var. Benim maaşım 1000 TL ise, sigortam da 1000 TL üzerinden yatırılsın. Ben maaşımı bunun üzerinden alayım. Bunun bana kaybı çok. Az önce siz de belirt-


8-9_Layout 2 7/20/11 11:28 AM Page 2

emek röportaj

kazanımla sonuçlandı

‘Düzene boyun eğmek zorunda bırakılıyoruz’ fTTK bünyesinde çalışan diğer işçiler de sizinle benzer sorunlar yaşıyorlar mı? Yoksa sizce bu sadece taşeronlaşmanın bir sonucu mu? Bazı arkadaşlarımızın işten atılma tehlikesi var. İş bulamama tehlikesi var. En büyük tehlike, eve ekmek götürememe tehlikesi. Bu insanlar ne yapacak? Mecburen taşeronlaşmaya boyun eğmek zorunda. Düzene boyun eğmek zorunda. Çünkü düzen bunu buraya getirmiş. Sonuçta hep birlikte taşeronlaşmanın sonucuna katlanıyoruz. Belimizi büken şey bu taşeronlaşma. Taşeronlaşmanın en büyük acısını biz, bundan bir yıl iki ay önce yaşadık. Karadağ müessesesinde 30 tane canımız gitti. Bunlar bizim mesai arkadaşlarımızdı. Bazıları okul arkadaşlarımızdı. Beraber, aynı masada ekmek yediğimiz, su içtiğimiz insanlardı. Bu yaşananlar ne kader, ne alınyazısı. Bu insanlar taşeronlaşmanın kurbanı. Biz bunları söylerken iddia mı ediyoruz, hayır iddia etmiyoruz. Herkes şapkasını önüne koysun ve müfettiş raporlarını okusun. Yüzde yetmiş taşeronlaşmadan kaynaklanan bir sorun.

fTTK bünyesinde çalışan işçilerin ko-

öğrendik ki alabiliyormuşuz, iaşe bedeli alamıyoruz diye biliyorduk, öğrendik ki alabiliyormuşuz. İşyerindeki sosyal tesislerden yararlanabiliyormuşuz bundan haberimiz yok. Bunun gibi birçok hakkımız var ve bizim bunlardan haberimiz yok. Tüm bu sıkıntıların toplamı yaptığımız eylemi doğurdu. Bu eylemi çaresiz kaldığımız için gerçekleştirdik. Biz çalışarak paramızı alamıyoruz. Madem çalışarak hakkımız olanı alamıyoruz, hakkımızı başka türlü arayalım dedik.

tiniz. Emekli olurken kaybım çok, iş kazası geçirdiğimde kaybım çok, bankadan alırken kaybım çok… Zaten bütün sıkıntının temel kaynağı bu. 2009’da bir kanun çıkarılmış, denmiş ki; maaşlar elden ödenmeyecek, banka kanalıyla tekelden ödenecek. Sen benim maşımı asgari ücret üzerinden bankaya yatırıyorsun. Kanuni olarak yatırmak zorundasın, kaçarın yok. Zaten orada yaptığın bir usulsüzlük var, onu da kapatıyorsun. Geri kalanı nasıl alacağım ben? Ne zaman keyfi isterse o zaman alacağım. Keyfi uygulama!.. Sıkıntı buradan başlıyor. Eylemimiz buradan başlıyor zaten.

Madencinin kaderi mi olmalı ölüm, madencinin kaderi mi olmalı sefalet, yoksulluk. Gasp edilen hak hep madencinin mi olmalı. Çalışacaksa bu madenler, yaşayacaksa bu insanlar insanca yaşasın. Biz daha işçi olma sıfatına erememişiz güya işçiyiz. İşçi, ücreti karşılığında işini yapan, işinin karşılığını alan demektir. Biz alamıyoruz ki.

şullarıyla sizin çalışma koşullarınız arasındaki farklar neler? Kamu kurumu derken burada sadece TTK var. TTK’daki insanlar öyle ya da böyle devlet garantisi altında. Ayın 20’si geldi mi aldığı para belli vereceği para belli. Ama taşeronlaşmada böyle bir garantin yok. Benim hakkım ne olacak sorusu her ay kafamın içinde. Patronun uygun gördüğüne razı gelmek zorundasın. Ben yine söylüyorum insanlığın katilidir taşeronlaşma. Bir hakkın yok, bir statün yok, burada tamamen birtakım insanların eline bırakılmışsın. Bizim için al diyorlar, bunları evir çevir istediğin gibi kullan, vadesi dolduğunda kapı dışarı koy. Her türlü yetki bunların elinde. Herkes işçinin sırtından para kazanma derdinde, işçiyi sömürme derdinde. Ayhan Gökgöz: Patronlar para kazanmak adına her şeyi yapıyorlar bütün yükü de işçiye yüklüyor. İşçinin parasını kesiyor, işçinin sigorta primini kesiyor işte temel sorun bu. Biz TTK’nın genel müdür yardımcısına gittik ve bize ‘biz bir şey yapamayız’ dedi. Şimdi burada o bir şey yapamıyor, bu bir şey yapamıyo, kim bir şey yapacak? Garantör firma TTK’dır burada. Ama kurumun yaptığı hiçbir şey yok. Ben işçi temsilciyim, ayın 15’i geldiğinde işçiler parasını alsın diye muhasebe müdürüne yalvarıyorum. Onlara yalvarmak zorunda değilim, ben hakkımı istiyorum. Sadece kendi işim olsa belki de bu kadar yalvarmam ama orda bizimle birlikte 200 arkadaşımızı temsil ediyoruz. Yine siyasi çevrelerini kullanarak ihaleyi aldılar. Ama biz varımızla yoğumuzla yola çıktık.

fMaden ocağına indiğinizde neler yaşıyorsunuz?

Ben yerin 630 metre altına indiğimde dünyayla hiçbir bağım yok. Kolum kırıldı, parmağım kırıldı hastaneye, ambulans yoktu, taksiyle gittim. Zaten özel sektörün çalışma koşulları nasıl olabilir. Kurumun adamı aşağıda 1 saat çalışıyorsa, biz yerin altında 8 saat mücadele ediyoruz. Çok fazla çalışıyoruz. İnanın pazar günleri haricinde bizim sosyal bir etkinliğimiz yok. Zaten yorgun oluyoruz, gidiyoruz uyuyup kalıyoruz oturduğumuz yerde. TTK’da çalışanlar böyle değiller. Kendileri yormazlar verilen tertibi yaparlar. Bizim amirimiz günde 3-4 defa tertip veriyor. ‘O işi yapın oradan o işe geçin.’ Yani belki olması gereken işler ama bazen mevcut eksik oluyor. Zaten madende çalışan insan mutlaka iş kazası geçiriyor. Parmağı kopar, taş düşer… Arkadaşlardan biri kaza geçiriyor, istirahatta kalıyor onun yapacağı işi ben yapıyorum veya bir başkası yapıyor. Gerçekten madencilik işi çok zor, çok ağır. Dünya genelinde koşulları ağır zaten maden işçisinin. Ama taşeronlarda, özel sektörlerde daha da ağır. İşi metre bazında aldıkları için az elemanla çok iş yaptırmaya çalışıyorlar.

fMadencinin kaderi ölüm mü olmalı? Bizim maceramız evden çıkarken başlıyor. Örneğin gece vardiyasına gidiyorum. Herkesin uyuduğu bir saat. Herkes yarının hayallerini kuruyor. Biz eşimizle çocuğumuzla vedalaşıyoruz. Arkandan ‘uğurlar olsun’ deniyor. Uğurlar olsun demek güle güle demek aslında ölüme gidiyorsun demek. O yolun bir daha dönüşü olmayabilir demek. O indiğin kuyudan bir daha çıkamama ihtimalini bilerek aşağıya iniyorsun. Niçin, onurlu bir yaşam için. İnsanca bir yaşam için. Ailene bakabilmek, çocuklarına bir dilim ekmek getirebilmek için. Ben ateşleyiciyim. Madenciliğin en tehlikeli işini yapıyorum. Sorumluluklarım var. Yapacağım en ufak bir hata bir ekibin, bir ocağın, bir bölgenin sonu demektir. Ben aşağı inerken kafamın rahat olması lazım. Ben aşağı indiğimde birikmiş kira borcumu düşüneceğim, bakkal borcumu düşüneceğim, esnafa olan borcumu düşüneceğim. Madencinin kaderi mi olmalı ölüm, madencinin kaderi mi olmalı sefalet, yoksulluk. Gasp edilen hak hep madencinin mi olmalı. Çalışacaksa bu madenler, yaşayacaksa bu insanlar insanca yaşasın. Biz daha işçi olma sıfatına erememişiz, güya işçiyiz. İşçi, ücreti karşılığında işini yapan, işinin karşılığını alan demektir. Biz alamıyoruz ki. Ama yeter. Cesur olsun istiyoruz arkadaşlarımız. Şu an bizim Üzülmez Şantiyesi’ndeki arkadaşlarımız bizimle aynı sıkıntıları çekmelerine rağmen çalışıyorlar. Kızmıyorum onlara. Mecburlar. Ama ben bu mecburiyete ne kadar boyun eğeceğim. Bu şekilde hakkımı aramazsam ne kimse buna bir dur diyecek ne de kimse buna bir çözüm yolu bulacak.


10-11_Layout 2 7/20/11 4:38 PM Page 1

10 emek İş cinayetleri artarak devam ediyor YALOVA: Yalova-Altınova tersaneler bölgesinde faaliyet gösteren Sefine Tersanesi’nde çalışan Yalçın (32) isimli soyadı öğrenilemeyen bir tersane işçisi, kuru yük tamir gemisinin havuza yanaştırılması işlemi sırasında kopan donanım halatının çarpması sonucu öldü. Yalova’da 2010 yılından bu yana yaşanan iş cinayetlerinde 5 işçi hayatını kaybederken devletin iş güvenliği konusunda hala bir önlem almaması gözlerden kaçmıyor. İZMİR: İzmir’in Gaziemir İlçesi’ne bağlı Ege Serbest Bölgesi’nde bir fabrikada çıkan yangın sonucu fabrikada kimyager olarak çalışan Enis Babir yanarak öldü. Yangının fabrikanın deposunda boşaltılan Hekzon adlı sıvının alev alması sonucu çıktığı belirlenirken maddenin neden alev aldığı bilinmiyor. İzmir’in Buca İlçesi’nde de, bir markette yaşanan elektrik arızasını gidermek için oraya giden elektrikçi Serkan Ünal, elektrik çarpması sonucu hayatını kaybetti. SAMSUN: Samsun’un İlkadım İlçesi’nde iki inşaat işçisi iş cinayeti sonucu öldü. Bir yapı kooperatifine bağlı inşaatın 9’uncu katında sıva yaparken çıktıkları tahta iskeleden düşen işçiler Şükrü Altundal (42) olay yerinde ölürken, Sait Ahmet Uyanık (46) kaldırıldığı Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde hayatını kaybetti. İnşaat sektörü iş cinayetlerinin yaygın olarak yaşandığı bir sektör olma özelliği taşırken iş güvenliği konusunda neredeyse hiçbir önlem alınmayan bir sektör olmasıyla da dikkat çekiyor.

Sürgüne gönderilen işçiler kazandı Üyesi oldukları sendikadan Hizmet-İş Sendikası’na zorla geçirilen işçiler sürgün edildi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) işçileri, sendikalarını savunmak için direnişe geçti. Direnişteki Belediye-İş Sendikası üyesi işçiler İBB Yol Bakım ve Onarım Müdürlüğü önünde toplanarak sürgünleri protesto ederken binaya girilmesine izin vermediler. Eylem devam ederken Belediye-İş Sendikası 1 No’lu Şube Başkanı Muhammet Ceylan’ı arayan Yol Bakım ve Onarım Müdürü Mehmet Özçelik sürgüne gönderilen işçilerin iş yerlerine geri getirileceği sözünü verdi. Verilen söz üzerine eylemi bitiren işçiler adına Belediye-İş Sendikası 1 No’lu Şube Başkanı Muhammet Ceylan bir açıklama yaptı. Üyelerinin çeşitli baskılarla Hizmet-İş Sendikası’na zorla üye yapıldığını ifade eden Ceylan, yeniden Belediye İş’e üye olan işçilerin sürgün edildiğini açıkladı. Yol Bakım ve Onarım Müdürlüğü’nde İnsan Kaynakları Müdürü olarak çalışan Turgut Durmuş’un sürgünlerden sorumlu olduğunu ifade eden Ceylan, Durmuş’un yapılan görüşmeler sonucu kararı düzelteceğine dair söz vermesine rağmen bu sözünü tutmayarak sürgünleri onayladığını belirtti. Sürgünlere son verilerek işçilerin geri dönüşünün sağlanmaması üzerine direnişe geçtiklerini anlatan Ceylan, “Yaşanan süreç içinde işverenlerin art niyetleri devam ederse biz de bütün demokratik yolları kullanarak hakkımızı arayacağız. Birileri hukuk dışılıkta ısrara devam ederse bizden de hukuka bağlı kalmamızı beklemesinler. Eğer yasa varsa herkese eşit olmalıdır. Her türlü meşru mücadeleyi deneriz” diye konuştu. Üyelerini korumak için bu tarz eylemlere devam edeceklerini dile getiren Ceylan, kendilerine yönelik anti-demokratik uygulamaların sürmesi durumunda, doğacak sonuçların sorumluluğunu kabul etmeyeceklerini söyledi.

Halkın Günlüğü 20-30 TEMMUZ 2011

Biçerdöverin yerine tırpan Devletin, üzerine yıktığı maliyeti düşürmek isteyen üretici, ürününü toplarken kullandığı biçer döverin yerine zorunlu olarak tırpanı kullanmaya başladı

Neo-liberal politikaların her sektörde olduğu gibi toprak üretiminde de yarattığı derin ekonomik yıkım ve çöküntüye karşı Ege çiftçisi, ayakta kalabilmenin koşullarını kendi kol gücüne dayanarak buluyor. Aydın’ın Nazilli İlçesi Sevindikli Köyü halkı mazota, gübreye yapılan zamlarla birlikte, zarar etmemek için, makinelerini kullanmak yerine kendi emeğini yoğunlaştırmaya yöneldi. Çiftçiler, yıllık yaptıkları masrafı dengelemek için

zorunlu giderleri beden gücüne dayanan kazma, kürek, tırpanla kapatmaya başladı.

Emek gücüyle ayakta kalmaya çalışıyorlar Ege Bölgesi’nde toprak üretiminde gelişen makinelerden vazgeçen Sevindikli Köyü halkı, hasatını tırpanla biçerek üzerine yüklenen maliyeti düşürmeye çalışıyor.

AKP hükümetiyle birlikte her alanda güçlendirilen sosyo-ekonomik talanın en büyük payını yoksul köylülük çekiyor. Köylüler kendi emek gücüne yaslanarak, sömürü düzeninin özel mülkiyet araçları ve iletişimine karşı direnebilmenin yöntemini de kendi emek gücünü daha da fazla kullanarak çözme gayreti içerisinde. Çiftçilikle geçimini sağlayan Sevindikli Köyü’nden Mehmet Katranlı ANF”’ye verdiği ropörtajda içerisine düştükleri durumu

Tarım politikasında Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık, ülkemizin tarım politikalarını değiştirmediği sürece adım adım açlığa sürükleneceğini açıkladı Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık devletin tarımda uyguladığı politikaları değerlendiren bir açıklama yaparak “tahıl ambarı” olarak bilinen ülkemizde, buğday ithalinin bu seyirde devam ettiği sürece, ülkenin adım

adım açlığa sürükleneceğini ifade etti. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker’in buğdayın alım fiyatlarını açıkladığını belirten Atalık, devletin verdiği rakamlarla Hububat Sen’in talep ettiği rakamlar arasında uçurum olduğunu belirtti. Bakan Eker’in açıkladığı rakamlara dikkat çeken Ahmet Atalık, “Buğday üreticilerine temmuz ve ağustos ayları için kg başına 60,50 kuruş, eylül ayı için 61 kuruş, ekim ayı için 61,5 kuruş, kasım ayı için ise 62 kuruşun üzerinde fiyat verilecek.” ifadelerine yer verdi. “Hububat çiftçisinin örgütü Hubu-

bat-Sen yüzde 25 üretici kazancı ve yüzde 15’lik insanca yaşam payı ile birlikte buğdayın kg fiyatının 1,08 kuruş olması gerektiğini vurgulamıştır. Bu tespitlerden hareketle açıklanan 60,50 kuruşluk fiyatın buğday üreticisini memnun etmeyeceği açıktır.” diyen Atalık, “Buğday müdahale alım fiyatlarının sürekli olarak beklentilerin altında açıklanması çiftçimizi buğday üretiminden vazgeçirmektedir. Buğday ekim alanları 2002 yılından günümüze 12,1 milyon dekar azalmıştır. Türkiye’nin buğday üretimi 1990’lı yılların başında 20 milyon tonun üzerindeyken son beş yılın üretim ortalaması 19 milyon tonla 20 yıl


10-11_Layout 2 7/20/11 4:38 PM Page 2

emek 11

20-30 TEMMUZ 2011 Halkın Günlüğü

‘Başbakan simiti anlattıkça biz zamları göremedik’ Zorunlu olarak aldığı borçları ödemek için yıllardır tarlasına her bir şeyi ektiğini ancak hiçbir ürünün borcunu kapatamadığını ifade eden Katranlı sözlerine şöyle devam ediyor: “Hiçbirinin geliri bu borçları kapatmaya yetmedi. Aksine bizi daha da borcun altına soktu. Bu yıl ise tarlalarıma buğday ektim. Yine tarladan gelen gelir ancak tarlalara yapılan masrafı karşıladı. Yaptığım o kadar kısıtlamalara rağmen bana kalan para 3 bin TL oldu. Bununla altı nüfuslu bir aileyi nasıl geçindireceğim? Çiftçiler artık Türkiye’de iş yapamıyor. Hepsi borçlarla uğraşıyor. Bizim köyde yaklaşık yüz hane bulunuyor. Bu köyde herkes çiftçilik yapıyor. Eskiden köyde herkesin kapısında bir araba vardı, herkesin durumu iyiydi. Ta ki başbakan sokaklara çıkıp simit fiyatları ile bizim gözümüzü boyayana kadar. O simiti anlattıkça biz gübreye, mazota yapılan zamları görmezden geldik.”

Tırpan 21. yüzyılın tarım aleti oldu Yapılan zamlarla mazot ve gübre fiyatlarının yükseldiğini, buna karşılık buğday fiyatlarının yerinde saydığını belirten Katranlı, çiftçi olarak yaşam karşısında direnebilmek ve toprağı daha verimli işletebilmek için, dedesinin kullandığı tarım araçları ve yöntemlerine başvurmak zorunda kaldığını söylüyor. Katranlı, “Atalarımız gibi tarlalarımızı tırpanlarla biçiyoruz. Biçerdöverlerle biçmek bize çok pahalıya geliyor. Bunun için tekrardan işimizi insan gücü ile yapıyoruz. Başbakan sokaklarda bize simit anlatacağına, tarımda bir iyileştirme yapsın. Bu gidişle bu ülkede çiftçi diye bir şey kalmaz” dedi.

Mevsimlik tarım işçisi de artık işsiz

açıkca ifade ediyor. Katranlı, yıllardır bütün ailenin geçimini sağlayan kendilerine ait 300 dönüm arazinin, artık ailesinin değil kendisinin bile masraflarını karşılayamadığını belirtti. Gübre fiyatları ve mazot birim fiyatının çok yüksek olmasından dert yanan Katranlı, “Buğday ve arpa fiyatlarına gelince, yerinde sayıyor diyebileceğimiz kadar az zam yapıldı. Ektiklerimiz artık kendi masrafını karşılayamadığı gibi biz çiftçileri de borç altına koyuyor.” dedi.

Ege çiftçisinin ekonomik yaşam koşullarına karşı aldıkları tedbirin, mevsimlik çalışan Kürt tarım işçilerini de etkilediğini dile getiren Katranlı, elindeki toprağı işletmek için 50 mevsimlik işçiye iş imkanı sağladığını ancak gelinen durumda artık işçi çalıştıramadığını belirtiyor. Katranlı işçi çalıştıramamasının nedenini ise şu sözlerle açıkladı: “Çünkü onların parasını veremiyorum. Geçen yıl 5 işçi bana yardım etti, paralarını daha yeni verebildim. Bu gidişle de artık buraya ekmek parası kazanmak için gelen işçilerin hepsi, iş bulmadan memleketlerine geri dönecekler. Ben ve benim tanıdığım birçok çiftçi, işçi çalıştırmak yerine kendi ailelerinin yardımı ile işlerini yapıyorlar. Aksi durumda zarar ederler”

‘Köle pazarı’nın temeli atılıyor Kıdem tazminatı, bölgesel asgari ücret ve esnekleşme politikalarını yaşama geçirmek isteyen devlet, modern köle pazarının temellerini atıyor İşçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik 2009 yılında geniş kapsamlı olarak başlatılan saldırı konseptine göre Ulusal İstihdam Stratejisi’nin ayrıntıları netleşiyor. Ekonomi Koordinasyon Kurulu’nda görüşülmesine rağmen işçi ve emekçilerden gelecek tepki dikkate alınarak, Bakanlar Kurulu gündemine getirilmeyen ve bu nedenle nihai belge haline dönüşmeyen Ulusal İstihdam Stratejisi’ndeki kıdem tazminatı, bölgesel asgari ücret ve esnekleşme politikaları yeniden gündeme geldi. AKP bir önceki hükümet döneminde, gelecek güçlü tepkilerden dolayı ertelediği işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarının gaspına yönelik saldırılarıları hayata geçirmeye hazırlanıyor. İşçi ve emekçilerin çalışma ve sosyal yaşamını belirleyen temel faktörlerden kıdem tazminatı ve esnek çalışma üzerinde yapılacak değişikliklerle birlikte, ülkemizde modern köle pazarının temeli de atılmış olacak. Burjuva-feodal sınıfların uzun süredir avuçlarını kaşıyarak bekledikleri saldırı paketi, 61. Hükümet döneminde uygulamaya konulacak.

bu politikaların zararlarını bire bir yaşayan üreticilerin ayakta kalmaya çalışmasına rağmen bunda başarılı olamadıkları açıkladı. Devletin çok uluslu şirketlere kar kapısı araladığını ve üreticiye desteğini adım adım kestiğini, 2011 yılında üreticiye bütçeden, sadece 6 milyar TL destek ayırdığını ifade eden Atalık, tarıma yapılan desteğin yeterli olmadığını ve üreticinin mağdur edildiğini söyleyerek konuşmasını şu sözlerle bitirdi:

İşçi ve emekçilerin çalışma ve sosyal yaşamını ilgilendiren bu çok yönlü hak gaspı saldırısı hükümet programında, “İşçilerin büyük çoğunluğunun alamadığı, işletmelerin üzerinde ödeme baskısı oluşturan, çalışma hayatının en önemli sorunlarının başında gelen kıdem tazminatı sorunu kazanılmış hakları koruyan ve bütün işçilerin kıdem tazminatını garanti altına alan bir fon oluşturularak çözülecek” ifadeleri ile açıklanmıştı.

“Buğdayın anavatanı olan Türkiye bu üründe bile tamamıyla yurt dışına bağımlı hale getirilmiştir. Küreselleşmenin kendine biçtiği pazar olma rolünü benimseyen Türkiye tarım politikalarını değiştirmediği sürece adım adım açlığa sürüklenmektedir. Tarımımızın birileri tarafından Avrupa birincisi ilan edilmesi bu gerçeği değiştirmemektedir.”

Ancak sendikalar ve demokratik kitle örgütleri bu yasanın işçi ve emekçilerin yaşamını güvence altına almaya dönük olmadığını, hükümetin hedefinin patronların karını yükseltmeye dönük olduğunu açıkladı.

tehlike çanları çalıyor öncesinin altındadır. Oysa bu süreçte ülkemizin nüfusu 56,5 milyondan 73,7 milyona yükselmiştir. Türkiye, gıda sanayinin hammaddesinin yüzde 60’ını sağlayan, en önemlisi insanın temel gıdası ekmeğin de hammaddesi olan buğdayı giderek artan miktarlarda yurt dışından almaya başlamıştır. Son 9 yıllık süreçte toplam 17,8 milyon tonluk buğday ithalatına karşılık 7,5 milyar TL (5,2 milyar dolar) ödeme yapılmıştır. Ülkemiz, 2011 yılının ilk beş ayında yapılan 2,7 milyon ton buğday ithalatı ve ödenen 1,6 milyar TL (1 milyar dolar) ile olumsuz bir rekora daha koşmaktadır.” beyanlarında bulundu.

Devlet üretimi bitirmeye çalışıyor Devletin üretimi geliştirecek politikalardan giderek uzaklaştığına dikkat çeken Atalık, yaşanan

Patronlar sevinçli İşçi ve emekçilerin haklarını gasp eden bu yasalar patronların yüzünü güldürüyor. Zenginliklerine zenginlik katmak isteyen patronların talepleri doğrultusunda hazırlanan bu yasalarla birlikte, işçilerin emek güclerini sömürmek için daha rahat koşulların yasaları hazır.

Kıdem tazminatı almak hayal olacak Bir işçinin kıdem tazminatına hak kazanmak için 10 yıl çalışma zorunluluğuna katlanması gerekiyor. Patronlar herhangi bir gerekçeyle işten attıkları işçiye kazanılmış ücretlerini ödemeyecek. Ayrıca söz konusu fonun yönetimi kamuya bırakılarak işlevsizleştirilecek, kıdem tazminatı sadece emeklilikte o da eğer alınabilirse alınan bir hak olacak.

Köle pazarı kuruluyor Diğer bir önemli saldırı başlığı olan esnek çalışma uygulamasıyla işçilerin, düzenli bir çalışma yaşamı ortadan kaldırılarak ve geleceksizleştirilecek. İşçiler “part-time“, “evden çalışma”, “çağrı üzerine çalışma” gibi uygulamalar ile sokağa atılacak. Ardından sokakta biriken geniş işsizler ordusu iş bulabilmek için, bir biriyle yarışacak ve herhangi bir sosyal hak veya güvence aramadan ekmek parası kazanmak için kölece yaşam koşullarına mahküm edilecek.

Asgari ücret düşürülecek Ülkemizde ekonomik dağılımın büyük ölçüdeki eşitsizliğinden kaynaklı işçi ve emekçilerin emek gücüne verilen ücret illere göre büyük farklılıklar arz ediyor. Küçük illere göre büyük şehirlerden yoğunlaşan fabrikalar ya da hizmet sektöründe işçiye verilen ücretle arasında büyük fark var. Bu dönem asgari ücret 1 Ocak 2011’den itibaren 16 yaşından büyükler için brüt 796,50, net 629,96 lira olarak belirlendi. Ülkede genel olarak uygulanması zorunlu olan asgari ücret uygulaması zaten işçinin karnını doyurmaya yetmezken bir de illere veya bölgelere göre belirlenecek asgari ücret uygulamasıyla patronların zaten yasalara dayanmadan yaptığı ücret gaspı meşrulaştırılmış olacak.


12-13_Layout 2

7/21/11

12:08 PM

Page 1

20-30 TEMMUZ 2011 Halkın Günlüğü

Maoist açıdan soru Felsefi öncel ve temel ayrım Doğru anlayışa bağlı olarak doğru sonuçlara gitmek için, temel sınıfsal bakış açısına sahip olmak zorunludur. Bu bakış açısı, proleter sosyalist teorinin üçüncü nitel gelişme aşamasını ifade eden Maoist evrenin bilimsel bakış açısıdır. Diyalektik ve tarihi materyalist dünya görüşünü temel alan proleter sınıf ideolojisi ya da buna dayalı Maoist felsefe, ana bilim olarak elimize anahtar verip tüm sorunların çözümünü olanaklı kılmaktadır. Özel mülk dünyası toplumlarındaki her sorun, sınıflı toplum yapısının ürünü olarak vücut bulur. İki ana sınıfa bölünmüş dünyada, sınıflar ötesinde sosyal-toplumsal bir tek sorun tarif etmek mümkün değildir. İstisnasız olarak her sorun sınıf niteliği taşır ve sınıf zemininde çözülür. Tüm sorunlar sınıf karakteri taşıdığına göre, son tahlilde sınıf mücadelesi tarafından köklü biçimde çözülürler. O halde sınıf çelişkisi toplumsal her sorunda görülüp yankı bulur ve buraya ait her sorun sınıf mücadelesinin konusu olarak ona tanıklık eder. Her yerde süren çatışma sınıf mücadelesinin bir türü ve yansımasıdır. Sınıflı topluma ait her şey istisnasız olarak bir sınıfın damgası taşır. Nitelikleri ve çözüm metotları farklı da olsa bütün sorunların özünde yatan ortak yan çelişkidir. Bu çelişkinin evrenselliğidir. Çelişki her yerde ve her şeyde ortak öz olarak karşıtlığı ifade eder. Böyle de olsa, çelişkinin niteliği ya da özelliği değişir. Çelişkinin niteliği denen şey; antagonist olanla olmayan çelişki biçimindeki iki özelliktir. Birinci niteliktekinin çözümü şiddete dayalı-kanlıdır, ötekinin çözümü şiddeti reddeden-kansız veya barışçıldır. Niteliği ne olursa olsun, bütün çelişkiler iki yerde toplanır: Düşmanlar arası çelişki ve dostlar arası çelişki. Yani düşmanla aramızdaki çelişkiler ve kendi aramızdaki çelişkiler olarak iki ana kategoriye ayrılırlar. Kısacası, insan toplumuna ait olan her çeliş-

ki bu iki havuzda birikir-bulunur. Ancak, bu iki çelişki niteliğinin temelden farklı doğaya sahip olduğunu, çözüm muhtevalarının da mutlak şekilde ayrı nitelikte olduğunu eklemek gerekir. Sorunların çözülmesinde bilimsel olan en genel prensip, doğru-yanlış/haklı-haksız arasında ayrım yapma kuralıyla belirlenir. Sorunlar haklılık temelinde doğrulara bağlı kalınarak çözülür-çözülebilirler. Yanlış atılır doğru sahiplenilir, haksızlık mahkum edilir, haklılık yüceltilir. Haksız ve yanlış olan geridir ya da esasta gericiliğe aittir. Haklı ve doğru olan ise ileridir ya da ilericiliğe aittir, devrimcidir. Yanlış ve haksızlık dost sınıf kesimleri veya parti içinde de gündeme gelir-gelebilir. Bu kapsamdaki gerilikler ya da yanlışlar gerici-gericilik olarak adlandırılamaz, atfedilemez. Böyle de olsa, hatalar ve geri yaklaşımlar sınıf etkileşiminin birer etkisi olarak ideolojik mücadele konularıdır. Düşmanla aramızda geçerli olan haklı-haksız/doğru-yanlış meselesi, farklı nitelikte de olsa, içte de geçerlidir. Tüm mücadelelerin temeli budur bir anlamda. Düşmana karşı süren mücadelenin asıl çehresi siyasi mücadele iken, dost ya da devrimci sınıflar arasındaki mücadelenin en ileri çehresi asla ideolojik mücadeleyi aşmaz. Gericilikle aramızdaki sorun devrimci çözümü gerektirir. Gerici sınıf niteliğinden uzak, devrimci halk sınıfları içindeki geri-gerilikle teşekkül eden sorunlar iç sorunlar kapsamındadır ve çözümleri ikna eğitim esasına dayanır. Burada, tarihsel bir zorunluluk olarak demokrasi kuralı geçerlidir. Aynı biçimde parti içi sorunlar da çoğunluk iradesine uygun olarak aşılırlar. Ama bu, amaca bağlı ideolojik-teorik temel ilkelerin tayin edilmesinde bağlayıcı şart değildir. Burada temel niteliğe uygun hareket etmek kaçınılmazdır, nicelik bağlayıcı olamaz. Bunun gibi, “partiörgüt mü, kişi-azınlık mı tercih edilir” soru-

Birey ile örgüt arasındaki sorunun çözümü

Dünya halklarının sınıfsız-sınırsız dünyaya doğru özgürlük yürüyüşüne komuta eden tek kuvvet MLM ideolojisidir. Bunun açıkladığı değişmez ilkeler; devrimin zora dayalı gerçekleştirilmesi, proletarya diktatörlüğünün kaçınılmazlığı, Maoist partinin devrimde önderliği ve devrimin Proleter Kültür Devrimleriyle sürdürülmesi olarak somutlanırlar.

su anlamsızdır. Parti-örgüt esastır, fakat bu, doğru-yanlış ayrımına göre irade belirlemeyi engelleyemez. Siyaset ve ya taktik unsurlarda parti esas alınıp parça-birey feda edilir. Sorun ana ilkeler meselesi ise, ya da doğruyanlış noktasında irade beyanıysa, tarafımız tereddütsüz olarak temel ilkeler ve irademiz ise doğrudan yanadır. Bir sorunda yapılan tercih ve sergilenen irade tutumu, bütünüyle yapılmış bir tercih sayılamaz. Yani, tercihimiz, bireye karşı örgüt-azınlığa karşı çoğunluktur, ancak bu, somut sorunda doğruyu temsil eden bireyin haklı görülmemesi anla-

Parça bütünden-birey örgütten negatif eğilimle koparsa toplumsal nitelik önemini yitirir. Kolektifin çıkarlarını ihlal eden bireysel çıkarlar geriye doğrudur. Bireysel temele oturtulan hak ve özgürlükler ile kolektif ihtiyaçlar genel olarak çatışır. Bireysel haklar, kolektif-toplumsal hak ve özgürlüklerle tarif edilebilirler. Bireysel hak ve özgürlükler kolektif hak ve özgürlüklerle uyumlu olmak-gelişmek durumundadır. Aksi halde, karşı karşıya gelmeleri ve bireyin hak ve özgürlüklerinin gerici olarak kolektifin karşısına dikilmesi kaçınılmaz olur. Oysa bireysel hak ve özgürlükler ancak kolektif hak ve özgürlüklerle anlamlı olup var olabilir. Bireyler ko-

mına gelmez. Bireyin haklı görüldüğü durumda, “partiyi mi, bireyi mi esas alıyorsun” sorusu anlamsız ve dayatma eğilimidir. Kabul edilemez. Bütün sorunlar devrim lehine, dolayısıyla devrimci sınıflar yararına ve devrimci ideolojiye uygun çözülürler. Dünya halklarının sınıfsız-sınırsız dünyaya doğru özgürlük yürüyüşünü komuta eden tek kuvvet MLM ideolojisidir. Bunun açıkladığı değişmez ilkeler; devrimin zora dayalı gerçekleştirilmesi, proletarya diktatörlüğünün kaçınılmazlığı, Maoist partinin devrimde önderliği ve devrimin Proleter Kültür Dev-

lektifi oluşturur ama kolektif olmadan bireyler kendi başına fazla şeyi ifade edemez, ileriyi temsil etmez. Birey kendisini ancak toplumsal fonksiyonuyla-kolektif eylem içinde geliştirebilir. Hak ve özgürlüklerini bununla mümkün kılıp garanti edebilir. Bu anlamda birey ile partinin çıkarları özünde karşı karşıya konamaz. Birey hak ve özgürlüklerini kolektifle birlikte aramak, geliştirmek durumundadır. Toplumsal hak ve özgürlüklerin niteliği neyse, toplumsal bireyinki de odur. Dolayısıyla bireysel hak ve özgürlüklerin yolu toplumsal hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi yolundan geçer. Bireysel değil, toplumsal-örgütlü mücadele zorunludur.

Tekrar edelim ki, bütün sorunlar gibi, parti ile birey arasındaki sorunlar da devrim yararına çözülür. Devrimin çıkarları, partinin çıkarlarını da bireyin çıkarlarını da kapsar. Genel kural olarak partinin çıkarlarıyla devrimin çıkarlarının doğru orantılı olduğu doğrudur. Ancak, partinin çıkarları bazen halkın-devrimin çıkarlarıyla çatışabilir. Bunun gibi, bireyin hakları da parti ve dolayısıyla devrimin çıkarlarıyla çatışır. Nasıl ki, parti ile halkındevrimin çıkarları karşı karşıya geldiğinde halkın-devrimin çıkarları esas alınır, öyle de bireyin çıkarları ile partinin çıkarları çatıştığında partinin çıkarları esas alınır. Halkın veya devrimin çıkarları esas olmakla birlikte, bu


12-13_Layout 2

7/21/11

12:08 PM

Page 2

perspektif

unlar nasıl çözülür uluslararasındaki ilişkilerde; bağımsızlık, demokrasi ve özgürlüklerin teminatı herhangi bir ulus olamaz. “Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı” her ulus için geçerli olup, kayıtsız şartsız sahip olunan bir haktır. Milliyetçi, şoven ve burjuva olmayan yaklaşım budur. En nihayetinde, iki ülke ya da iki ulus arasındaki sorunun doğru devrimci çözümü, haklılık hukukuna uygun olarak tayin edilir-edilmelidir. Birinin güçlü-büyük, diğerinin küçük-güçsüz olması çözümün niteliğine etki yapmaz-yapmamalıdır. Uluslararasında egemenlik olgusu geçersiz ve gericidir. Bütün uluslar aynı haklara sahiptir, eşittir. Her nitelikteki ezen egemen ulus pozisyonu haksız, ezilen mazlum ulus pozisyonu haklıdır. İkisi arasındaki sorun, baskı, hükmetme ve her türden tahakkümün ortadan kaldırılıp tam ulusal hürriyet şartlarının sağlanmasıyla çözülür. Başka ulusun üstündeki egemenlik veya bir ulusun öteki ulus üzerindeki egemenliğine dayalı tek ulus egemenliği, bir ulusun diğer ulusa uyguladığı milli zulüm, talan-sömürü veya tek taraflı imtiyaz, zorla tahakküm altında tutma-ilhak, işgal gibi tüm haksızlıklara son verilerek; yani gerici olanın yıkılıp yerine ilerici olanın egemen kılınmasıyla çözülür.

-

rimleriyle sürdürülmesi olarak somutlanırlar. Proletaryanın burjuvaziye-hakim sınıflara karşı devriminde kullanacağı biricik silaharaç örgütten başka bir şey değildir. Ne idealizm ne de kırması revizyonist-reformist ve anarşist-ekonomist gibi temel akımlar ile bilumum tasfiyeci oportünizm MLM’ye karşı çare olarak sunulamazlar.

İki ulus arasındaki sorunun çözümü İki ülke veya iki ulus arasındaki sorun, herhangi birinin lehine değil, ikisinin lehine ve

çıkarları temsil etme kaydıyla ve halkın çıkarlarıyla çatışmadığı müddetçe partinin çıkarları da esastır. Dahası partinin menfaatleriyle bireyinki karşılaştırıldığında da hiç kuşkusuz partinin menfaatleri tercih edilir. Birey her durumda haksız değildir, bazen partiye karşı doğruyu temsil edebilir. Ama birey gerekli çoğunluğu sağlamadan azınlık durumunda kalıyorsa, hatta birey olarak kalıyorsa, yani bilimselliği ya da doğruluğunu ispatlayıp kabul ettirememişse, zorunlu olarak çoğunluğa tabidir ve elbette çoğunluğun görüşü esas alınır. Birey ya da azınlık, çoğunluğun merkezileşmiş kararlarına uymak durumundadır. İrade ve eylem birliği prensibinin korunması ancak böyle mümkün olabilir. Demokrasi, azınlığın

demokratik normlara göre çözülmelidir. İkisinin eşitliğine dayalı, eşitlik ilkesine göre ve her türlü imtiyazı kaldıran eşit haklar temelinde çözülmelidir. Taraflardan herhangi birinin üstünlüğü kabul edilemez. Ulusal bağımsızlık ve özgürlük hiçbir şarta bağlanamaz. Bunlar söz konusu ulusun kendiliğinden ulusal haklarıdır, birer nafaka ya da herhangi bir erkin tekelinde ve icazetinde değildir. Bir ulusun diğerine vereceği hak değil, her ulusa ait haklardır bunlar. Bütün uluslar tam hak eşitliğine sahiptir. Her ulusun kendi iradesi tek belirleyici unsurdur. Ülke veya

çoğunluğa uyması olarak tanımlanabilir. Aynı zamanda demokrasi, farklı fikirlerle bir arada kalma ve mücadele etme, onlara tahammül etme kültürü olarak da tanımlanabilir. Kendisine karşı mücadeleyi kabullenemeyen, kendi doğrusunu iknaeğitim ve ideolojik mücadele zemini dışında dayatan yaklaşım demokratik değil, anti-demokratiktir. Haksızlık bir tarafın hakkının çiğnenmesi demektir. Bu anlamda hak iki taraflıdır. Bir tarafın hakkını aşarak diğer tarafın haklarını ihlal etmesi haksızlık demektir. Haksızlığın tek hüneri hak yemektir. Bu onurlu bir iş olamaz. Doğrudan yana olmak hak ve haklıdan yana olmaktır. Haklı olmak, da doğru olmak anlamına gelir. Haksızlık küçüklük-bü-

Emperyalizm ve proleter devrimleri çağı ile birlikte, burjuvazi devrimci barutunu tüketmiş, burjuva demokratik devrimler dönemi ve dolayısıyla ulusal burjuvazinin önderliğindeki milli devrimler dönemi de kapanmıştır. Bu devrimleri bağrında taşıyan yeni tipte burjuva demokratik devrimi olan Yeni Demokratik Devrimler dönemi doğmuşbaşlamıştır. Burjuva demokratik devrimleri döneminin kapanmasıyla birlikte, burjuva demokratik mesele de proletaryanın omuzlarına yüklenmiştir. Özetle, proletarya tarih sahnesine çıkıp devrimini gerçekleştirdikten sonra, burjuva demokratik devrim sorunu gibi, burjuva demokratik meselenin tümü proletarya devriminin parçası haline gel-

yüklük miktarı açısından mütalaa edilse bile, son tahlilde haksızlık aynı damardan beslenir. Her türüne karşı çıkmak ilkedir. Güçlü olmak, çoğunluk olmak ya da örgüt olmak; haklılık için asla yeterli sebep olamaz, doğruluk garantisi görülemez. Aksi durum egemen kültürdür. Örgütün hatalarını gerekçe göstererek birey de kendisini haklılık abidesi göremez. Dahası, birey çoğunluk karşısında haksızlık yaparak yüzlerce-binlerce veya milyonlarca kişinin hakkını çiğneyemez. Ne kişinin haksızlığı, ne de partinin-kollektifin haksızlığı benimsenemez. Haklı ile haksız arasındaki sorun haksızdan yana çözülürse, yapılan iş gerici ege-

miştir. Emperyalist dünya şartlarında tarihsel haklılığını koruyan milli sorun veya devrimler, demokratik devrimle iç içe geçerek proletarya önderliğinde halk devrimi içeriğiyle birleşmiş, bizim gibi ülkelerde Yeni Demokratik Devrimin konusu olup, proleter devrimlerin birer yedeği olarak proleter dünya devrimi cephesinin yedekleri durumundadırlar. Stalin, ‘ulusal sorun toprak sorunudur da’ derken bir anlamda bunu kastediyordu. Sözün özü, ulusal sorunun çağımızdaki yegane ve gerçek çözüm metodu Yeni Demokratik Devrim modelidir. Ezen-ezilen/egemen-tabi iki ulus veya iki ülke arasındaki sorun, ancak ve ancak sosyalist çözüm perspektifiyle Yeni Demokratik Devrim niteliğiyle çözülebilir. Çünkü ulusal sorun sınıflar üstü bir sorun olmayıp sınıfsal bir yan taşır ve son tahlilde sınıfsal meseleye-sınıf mücadelesine bir yerde bağlanır ya da bağlıdır. Yarı-sömürge/yarı-feodal yapıya sahip ülkelerde, tek devlet sınırları içinde ezilen bağımlı ulus niteliğiyle biçimlenen-ortaya çıkan ulusal sorun; ezen ulus burjuvazisi ile ezilen ulus burjuvazisi arasında şekillenir. Bu zemindeki ulusal hareket, somut olarak, ezen egemen ulus hakim sınıflarının gericifaşist iktidarı durumundaki yerli işbirlikçikomprador sınıfların iktidarı şahsında emperyalizme yönelmek durumundadır. Bu ülkelerde, emperyalizm yerli uşakları vasıtasıyla-bunlar eliyle tahakkümünü kurar. Yerli uşak sınıflar, emperyalizmin birer maaşlı memuru olarak milli baskı ve zulmü uygularlar. O halde, ulusal sorunun çözümü, bu uşak sınıf iktidarının tasfiye edilmesiyle mümkündür. Dolayısıyla, bu tip ülkelerde; emperyalizm, komprador bürokratik burjuvazi ve feodalizmi temel çelişki ve tabii ki feodalizmi baş çelişki olarak alan Yeni Demokratik Devrim biçimi, milli baskı ve zulmü ortadan kaldırarak ulusal sorunu çözen tek devrimci yoldur.

men sınıfların adaletini uygulamaktan başka bir anlam taşımaz. Onların ekmeğine yağ sürmek olur bu. Adaletin temelinin egemenlerin mülkünü korumaya dayandığı, toplumsal yaşam ile birlikte her şeyin egemenlerin menfaatlerine göre düzenlendiği; güçsüz ve zayıfın adaletsizlikler ve haksızlıklar altında ezildiği bir sistemde, gerici sistem ve buna bağlı tüm haksızlıklara karşı savaşmayı yaşam tarzı olarak seçenlerin ilkesel olarak haksızlığın karşısında olup, doğruyu yanlıştan seçicilikle ayırması temel bir yaklaşımdır. Doğruyanlış/haklı-haksız ayrışımının ilerici olandan yana yapılması ve uygulanmasının şu veya bu gerekçeyle karartılması kabul edilir olamaz.


14-15_Layout 2 7/20/11 4:37 PM Page 1

14 güncel

Halkın Günlüğü 20-30 TEMMUZ 2011

DTK’nın Demokratik

Ezen ulus burjuvazisi ve emperyalizm neo-liberal politikalar uygulamasıyla dayanışma-paylaşım-kardeşlik-eşitlik-bağımsızlık-enternasyonalizm gibi özlü yaşamın yerine kendi yoz gerici burjuva kültürünün yabancılaşmasını dayatarak, üretmeden kazanan, söz, yetki karar mekanizmalarını sadaka dağıtarak elde eden, maddi olanaklar üzerinden örgütsüzlüğü geliştiren bir süreci işleterek örgütlenme ve direnme hakkı engellenmektedir

Küçük ve tarihi bir hatırlatmayı yapmayı önemli buluyoruz. Abdullah Öcalan’ın İmralı’da ortaya attığı “Demokratik Özerklik”in ön açıklamalarını oluşturan “Demokratik Cumhuriyet” tezi sonrasında Kürt ulusal hareketine yönelik büyük öngörüleri(!)nden hareketle her sözü mübah gören siyasi anlayışlar, o tarihten bugüne kadar ilerleyen süreç değerlendirmelerine bakma ihtiyacı hissetmeden “yeni süreç”e de balıklama atlamışlardı. Kürt ulusal hareketinin iki “barış” grubunu getirmesinden sonra “PKK orduyu tümden tasfiye edecek” diye de keramette bulunan küçük burjuva akımların dünü unutup, bugünün üzerinden bina inşaa etmeye çalıştıklarını ve Çatı Partisi’nin ‘minaresi’ne de aday olduklarını söylememiz abartı olmasa gerek. Bilindiği gibi yarı-sömürge ve çok uluslu yapının olduğu bizimki gibi ülkelerde, ulusal hareketlerin önündeki doğrudan engel güçler; egemen ulusun burjuvazisi veya devletidir. Bundandır ki; ulusal hareketler devleti değiştirmek, onu yıkıp yerine başka bir devlet kurmak için gelişmez. Kendi pazarını kendisinin sömürmesi için ulusal devlet kurmaya çalışırlar. Ki bu hareketlerin karşılarında ilk gördükleri engel de egemen ulus burjuvazisidir ki, ezilen ulus ve ezen ulus burjuvazisi arasındaki çelişkinin ana zemini de bu pazar kavgasıdır. “Demokratik Özerklik” tartışmalarının 2010 Aralık ayında yeniden başlatıldığındaki sürece ve Kürt ulusal hareketindeki gelişmelere baktığımızda ne tür gelişmelerin olduğunu doğru okumak mümkün ve bu gelişmelerin esasen neye hizmet ettiği de çok açıktır. “Demokratik açılım” ve “Kürt açılımı” süreçleriyle derinleştirilen ezen ulus egemen güçlerinin temsilcisi AKP hükümeti eliyle; faşist TC devletinin “kendi Kürt’ünü, Alevi’sini, devrimci’sini, komünistini yaratma” manipülasyonlarını “dinci-şoven-şekilci” politikalarıyla ‘80’lerde dayattığı faşist cunta baskılanmasıyla “en iyi devrimci ölü devrimcidir” uygulamalarına büyük bir istikrarla devam etmektedir. Neo-liberal politikalar eşliğinde sınıf savaşımının gereksizliği üzerinden estirdiği reformist-revizyonist teslimiyet çizgisi rüzgarı ‘Kürt sorununu kabul edelim, öyle imha edelim’ uyarlamasıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimin sorunu vardır” söylencesi de tam da bu konsep-

tin proje-babası-fikrin derinleşen stratejisinin temsiliyetidir. ABD, AB emperyalizmi başta olmak üzere yerli uşakları aracılığıyla AKP Hükümeti’ne verilen “liberal işgal-liberal teslimiyet” yumuşaklığında “sorundan beslenerek büyüyen ve öldüren kurtarıcı”lar yaratma projesidir. TC devletinin üçüncü dönemde de seçilerek 61. Hükümeti kuran AKP, yeni kurduğu savaş kabinesine atadığı kişilerle, kurduğu bakanlıklarla “savaş ekonomisi”nin alt zeminini de hazırladı. Şimdi emperyalistlerin dünyayı yeniden dizayn sürecinde “Ortadoğu’nun aktif rolünü oynayan model ülke” aktörlüğünü üstlenmede kolları sıvayarak ‘yarım kalan işler’i tamamlamak üzere uşaklık görevinin başındadır.

Türkiye-Kuzey Kürdistan sol-sosyalist-devrimci hareketlerinde derin teorik-politik yanılgılar yaratarak adalet-merhamet-vicdan konseptinde ulusal soruna yaklaşımda sosyal şovenizmi arkasına alarak “barış”, “demokrasi”, “açılım”, “referandum”, 2011 genel seçimleri” dönemlerinde aldıkları tavır-tutum bu yanılsamaları iyiden iyiye açığa çıkarmıştır.

‘Anayasal barışçıl çözüm’ Asıl konumuza dönecek olursak; “Demokratik Özerklik”in Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’yle 2010 yılında yeniden tartıştırılmasıyla ve bu tartışmalarla başlayan gerilim politikası; burjuva-feodal basına “Kürt aydınlarının tehdit edilmesi” diye yansıyan, 31 Mart’ta sona erdirilen “eylemsizlik” kararının 15 Haziran, 15 Temmuz, 15 Ağustos, 1 Eylül Dünya Barış Günü vb. periyodik devamla referandum, genel seçim, heyet görüşmesi, müzakere, mutabakatla sürdürüldü. Seçilmiş Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku milletvekillerinin TBMM’de yemin törenine katılmamasına, seçilmiş Kürt vekillerin hapishanede tutulması ve “Kürt sorununa anayasal demokratik çözüm” mitingleriyle ve sokak eylemlerine karşılık cevap bulamayan sürecin 14 Temmuz’da “Demokratik Özerklik” ilanıyla sonuçlanmasına kadar geldi. Referandum sürecinde devlet-Öcalan görüşmesi kamuoyuna açıklanmadı. Öcalan’ın yaptığı açıklamalarda “ölümler-tutuklamalar üzerine yapılan mutabakat”ın yerine getirilmediğini ve KCK operasyonlarının başlatılmasını eleştirmesiyle sürecin hangi dönemi kapsadığı da dolayısıyla ortaya çıktı; Hatip Dicle ve seçilmiş BDP milletvekillerin hapishanede tutulması, yargı ve hukuksal süreçleri, medya baskısının arttırılarak yapılan sınır berisi-ötesi operasyonların gözettiği hedeflerde yoğunlaşması, katledilen gerillalar ve cansız bedenlerine uygulanan vahşet... BDP meclisi boykot etmesiyle 4 Temmuz’da yapılan DTK’nın Daimi Meclis açıklamasıyla sürecin hatları çizilerek 14 Temmuz’da Aysel Tuğluk’un “Demokratik Özerklik”i ilan etmesiyle uç noktaya vardı. Sonrasında gelişen ve ‘90’lı yıllardaki ırkçı-şoven-faşist dalganın daha yüksek seyirlerde olmasının sebepleri üzerine düşünmeye gerek duymuyoruz. Çünkü soykırımcı-katliamcı zihniyetin neyi tasarladığını Balkan, Kafkas, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve diğer ezilen ulus, azınlık milliyet ve inanç gruplarına uygulanan katliam politikalarından görmekteyiz. Öcalan’ın yaptığı “Barış konseyi mutabakatı”

açıklamasından sonra ilan edilen “Demokratik Özerklik”in önemli bir adım olduğunu ve bu adımları tamamlayacak diğer komisyonları değerlendiren KCK Yüksek Konsey Üyesi Cemil Bayık 18 Temmuz 2011 tarihinde ANF ile yaptığı röportajda; “Önder Apo devletin bir protokol kabul ettiğini ve bunun da barış konseyinin kurulması olduğunu söyledi. Bu sadece bir protokoldü. Diğerleri de var, bunlardan biri de Anayasa Komisyonu’nun kurulmasıydı. Söz konusu komisyon, anayasa çerçevesinde Kürt sorununun çözülmesi için çaba sarf edecekti. Diğeri de güvenlik komisyonun kurulmasına yönelikti. Bu komisyonda ateşkesin çift taraflı olması ve savaşın tamamen bitirilmesi, operasyonların son bulması, siyasi tutukluların serbest bırakılması için çalışacaktı” diyerek, devletin bütün protokolleri kabul etmesini istedi. Diğer yandan AKP’nin ABD ile anlaşma yaparak ateşkes sürecinde operasyonları sürdürdüğünü ve onlarca gerillanın hayatını kaybettiğini ifade ederek, buna karşın Recep Tayyip Erdoğan’ın “kimse bizden iyi niyet beklemesin” açıklamasına tepki gösteren Bayık; “Önder Apo ve KCK; Kürt sorununu barışçıl yollarla çözmek istiyor, bu amaç için çalışıyor. Ancak devlet ve AKP halkı kandırmak ve hareketi tasfiye etmek istiyor. Ayrıca özgürlük hareketini oyalamak istiyorlar. Ne AKP ve ne de devlet Kürt sorununu barışçıl yollarla çözmek istiyor. Tamamıyla tasfiyenin peşindeler. Çünkü zihinlerinde imha var. İmha etmenin yeni metotlarını bulmak için de taktiklerini değiştiriyorlar ve görüşmeler gerçekleştiriyorlar” diyen Bayık barışçıl yollarla Kürt sorunun çözümündeki ısrarlarını tekrarladı.

Savaş hükümeti ve medya Ezen ulus burjuvazisi ve emperyalizm neo-li-

beral politikalar uygulamasıyla dayanışmapaylaşım-kardeşlik-eşitlik-bağımsızlık-enternasyonalizm gibi özlü yaşamın yerine kendi yoz gerici burjuva kültürünün yabancılaşmasını dayatarak, üretmeden kazanan, söz, yetki karar mekanizmalarını sadaka dağıtarak elde eden, maddi olanaklar üzerinden örgütsüzlüğü geliştiren bir süreci işleterek örgütlenme ve direnme hakkı engellenmektedir. Örnek verecek olursak; bütün ömrünü yerin metrelerce kör kuyularında geçiren bir maden işçisinin ısınabilmesi için kömür almaya gücü yetmediğinden dağıtılan bir torba kömüre muhtaç bırakılması ve yoksunlaştırılması gibi. Bunu diğer bir örnekle açıklayacak olursak doğan bir Kürt çocuğunun anadilinin Kürtçe konuşma hakkının engellenerek, doğal hakkının elinden alınması gibi. Yani özcesi “ileri demokrasi”cilik ve “açılımlar” oyunlarıyla ezilen ulus ve emekçilerin demokrasi, özgürlük, yaşamsal haklarının mercimek, makarna, patates, kömür poşet ve çuvallarında küflenmiş faşist Kemalist diktatörlük anlayışınca preslenmesidir. Ölü seviciliği üzerinden Silvan’da yaşanan çatışmada ölen 20 asker üzerinden yapılan açıklamalara baktığımızda “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı da artık daha nettir. Hakkari, Yüksekova, Çukurca, Dağlarca’da 22 Ekim 2007’deyaşanan konseptin aynı filmi tekrar başa sarmakta olduğunu görmekteyiz. Esir alınan 8 asker için söylenenler hatırlanacak olursa; bırakıldıklarında devlet bakanın ‘keşke ölselerdi bundan iyiydi’ demesi bugün ölen 20 asker üzerinden aynı faşist devlet zihniyetiyle başkaca ağızlarla ‘tek dil’le söylenmektedir. Yıllarca İçişleri Bakanlığı yapan Diyarbakır’lı AKP Genel Başkan Yardımcısı Abdülkadir Aksu’nun “özerklik ilanının on üç askerin ölümünden daha feci” olduğunu söylemesi, ya da


14-15_Layout 2 7/20/11 4:37 PM Page 2

güncel 15

Özerklik ilanı öz vardır.

Yalnızlaştırılan, yabancılaşan, yozlaşan, korkulu duygularından sıyrılmak ve masabaşlarında, köşebaşlarında, meclis kulislerinde, uluslararası diplomasilerde lütuf metası olarak parça parça kırılan ve kırıntı halinde pazarlanan sorunun çözülmesini beklemektir. Çözüm, halkların düşmanlarıyla paylaşım ve pazarlıklarda değildir. Ezilen ulusun, ezilen emekçilerin ve halkların kendi öz örgütlü demokratik halk iktidarı dinamizminden beslenen demokratik halk devrimindedir. Son kertede “demokratik özerklik” ilanından sonra; fırtınalar koparanlar, Aynur Doğan’ı düzenlenen caz festivalinde; Ahmet Kaya’ya atılan tabak, çatal, kaşık yerine üstüne oturdukları yastıklar ve su petleri fırlatarak linç yaşatan ‘sanatseverler’ Kürtçe ezgilere bile tahammül edemezken, müziğin, sporun, sanatın, ekonominin ırkçı dili bu kadar belirginleşirken, beyazların “zencilere” uygulamaları şekil değiştirerek, araç değiştirerek aynı özle aynı amaca hizmet ederek devam ederken hangi çözüm gerçek soruna parmak basar.

“İkili anlaşmalar ve bölgesel konular”

görevi devralan yeni İçişleri Bakanı Naim Şahin’in “ölümlerin sebebini araştırmak gidenleri geri getirecek mi” belirlemesi, “millet”ine ve “bölünmez bütünlük”ün “nöbet tutan asker”ine bakışını doğrulamaktadır. Tescilli faşist ve ustalık dönemini TBMM Başkanı ünvanıyla sürdüren Cemil Çiçek’in “en kutsal mekan”da halkları kamplaştırmak için ‘herkes safını belirlemelidir’ AKP, CHP, MHP üçlüsünün yayınladığı deklerasyon uyumu gerçek karakter(sizlik)lerini göstermektedir. Burjuva-feodal medyanın gazete manşetlerine taşan, köşe kalemini satanların yazdıklarına da bakacak olursak, aslında Nuray Mert ve Cengiz Çandar’da bütünleşen “Kürt ulusal hareketini kabul edelim, silahsızlandıralım, tasfiye edelim” korosu yine devrede... Kendisine biçilen görev gereği Taraf gazetesi attığı manşetle “Savaş Konseyi yine işbaşında; Abdullah Öcalan ‘Barış Konseyi için devletle anlaştık’ derken son bir yılın en kanlı çatışması yaşandı. İlk haberler PKK’nın pusu kurduğu yönünde. İki kuvvet komutanı bölgeye gitti, operasyonlar sürüyor.” diyerek dezenformasyonu sürdürüyor. Bütün bu katil sürüsüne karşı halkların direnmekten ve daha örgütlü bir güç olarak alanlara, meydanlara, sokaklara çıkmaktan başka çaresi yoktur ve halk haklı bir savaş sürdürmektedir. İnsanları uyandırmak için uyutulduklarını ve nasıl uyanacaklarını çözümlemek, devrimin anahtar sözcük tılsımıyla bilinçlendirmek ve birleştirmektir. Ama şunu çok iyi belirtmeliyiz ki; 12 Eylül darbesinden bu yana ve özellikle de 2000’li yıllarda tecrit ve hücreye sıkıştırılan yaşama karşı direnişin toplumdaki karşılığı ne kadar muhatap bulup, mutabakata vardırılmış ise, bugün “Demokratik Özerklik” meselesindeki gerçekliğin esasında da bu

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un İstanbul’da gerçekleştirdiği bir dizi görüşmelerde, halkların haklarını pazarlama pazarlıklarını “yavru vatan Kıbrıs”ı kapsayacak geniş bir konseptle sürdürmektedir. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile yaptığı görüşmede Clinton, Kıbrıs için “statükonun kimseye faydası olmadığını”, “iki toplumlu ve iki bölgeli bir federasyon istiyoruz” ifadeleri neyin karşılığıdır? Davutoğlu görüşmeden sonra, “ikili anlaşmalar dışında, bölgesel konuları kapsamlı bir şekilde ele aldık” ve Kafkaslar, Balkanlar üzerine de detaylı görüşmeler yaptığını açıkladı. Aynı ustalıkla CHP ile görüşmesini sürdüren Clinton, BDP ile görüşmenin ardından Tayyip Erdoğan ile de Dolmabahçe’de 1,5 saat görüşmesini sürdürdü ve görüşmenin içeriğine dair kamuoyuna bir açıklama yapılmadı. Ama bu görüşmenin gereği için Recep Tayyip Erdoğan verilen ‘bölgesel usta uşaklık misyonu aktif rolü’nü yerine getirmek için birkaç gün sonra Kıbrıs’a hareket etti. Çünkü tarihi suçlar ancak tarihi ortaklıkla çözülebilir diye düşünen emperyalizm ve uşakları “çifte beladan kurtulma” yöntemlerini “hasta Osmanlı”dan aldıkları feyizle “güçlü ordu, lider Türkiye” rolüyle komşu ülkelerle tarihi düşmanlıklarını kuzu postuna bürünen peçeyle “milli birlik ve kardeşlik”le yeniden tesis etmektedirler. Sonuç itibariyle ilk adım, “Demokratik Özerklik” ilanından önce Abdullah Gül’ün Ahmet Türk ve Şerafettin Elçi’yi yanına alarak Bulgaristan’a gitmesiyle Kürt sorunun uluslar arası “ikili anlaşma”sıyla başladı. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’la yapılan görüşme sonrası Recep Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıs ziyareti “uyum gezisi” olarak okunabilir.

ABD CIA Başkanı “çuvalcı general”in Türkiye-Kuzey Kürdistan’a gelmesi alışma ve alıştırma turlarıyla sürecin gerginliğinde ‘tek devlet’ anlayışındaki çatlak ısınacak günlerin habercisi olmaya devam edecektir.

GENÇ YORUM

≫ sinan çakıroğlu

SİLVAN ÇATIŞMASI VE “BARIŞÇIL” SÜREÇ

S

eçimler sonrasında “rahat” yüzü göremeyen hâkim sınıflar, yemin “krizi”, “temiz ayak” vb. gündemlerin arkasından, Silvan’da yaşanan çatışmayla “sarsıldı”. Gerici devlet aygıtının tüm mekanizmalarının koro şeklinde “sarsıntı” haberleri yaptığı ve “terörü” kınadığı bir saldırı gerçekleştirdi. Silvan çatışmasında, gerek hakim sınıflar nezdinde, gerekse ulusal hareketin politik özneleri cephesinde yapılan açıklamalara, detaylı olmasa da kısa bir değini yapma ihtiyacını görüyoruz. Öcalan’ın son görüşmesi sonrasında, ‘memnuniyet’ mesajlarının yollandığına, hepimiz tanık olmuştuk. Mutabakat sürecinin berdevam etmesi reform âleminde eteklerin zil çalmasına “moral” sağlamıştı. Tamda bu “umut dolu” açıklamanın, CHP’den AKP’ye “Kürt sorununda demokratik açılım” yarışının ve gaza gelmiş gazeteciler ordusunun “kardeşlik” methiyelerinin dizildiği bir süreçte, Silvan çatışması patlak verdi. Peki, sansasyonel niteliğe sahip olan çatışmanın, sansasyonel niteliği nerden ileri gelmektedir? Herkesin ‘Asker başlattı, gerilla başlattı’ tartışmalarını yürütmesine vesile olan çatışmanın sansasyonelliği nerden beslenmektedir? 14 Temmuz ile birlikte, tek ses yek vücut olmuş hakim sınıflar, sanki bu topraklarda hiç savaş yokmuş gibi, sanki bu topraklarda hiç asker ölmemiş gibi, kafalarını duvara “çarptılar”. Ya da bu izlenimi verme ihtiyacını duymaktalar. Aslında esas olan ikinci şıktır! Şöyle ki, “kardeşlik” ve “mutabakat” havarilerinin hüküm sürebilmesi ve tüm toplumu derinden etkileyebilmesi için, “sükunet” ortamının “talihsizce” bozulduğunu halk kitlelerinin kulaklarına fısıldamak, diğer bir deyişle, “barışçıl süreç” için zorunlu geçiş dönemidir. Gerici sınıflar, “halk acısı” metaforu üzerinden, bu “acılı” dönemin kapanması için sözde kardeşlik projesini geçer akçe olarak kitlelerinin önüne süreceklerdir. Hakim sınıflar, Silvan taktiği ile birlikte, aynı zamanda başka bir siyasete de kapı aralamaktadır. Yemin “krizi” ile birlikte zorluk çeken AKP, hem BDP’yi meclise çekerek, mecliste meşruluk kazanabilmek için, hem de kontrol markajı uygulayarak BDP karşısındaki mağlubiyetini, galibiyet olarak kendi hanesine yazabilmek için, Silvan çatışmasının baş aktörü olarak tanıtmaktadır. Gerek Erdoğan’ın gerekse, İçişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamalarda, BDP’nin adres gösterilmesi boşuna değildir. Zira bu açıklamalarla birlikte, Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın

birçok yerinde, BDP’ye yönelik saldırıların gerçekleşmesi, bu taktik saldırının kısmen başarılı olduğunu göstermektedir. Havanın “durulması” ve “mutabakat” ortamının yakalanması için, BDP’nin kısa vadede, meclisin “meşruluğuna” katkı sunacağı ihtimal dahilindedir. Egemenler cephesinde bunlar hesaplanırken, ulusal hareket nezdinde ise, ‘barışçıl süreç’ beyanları dolaşmaktadır. Gerici sınıfların tüm saldırılarına rağmen, uzlaşmacı çizgilerinden ötürü, saldırıların en parladığı dönemde, “barış” mesajları verilmektedir. KCK, Silvan çatışmasını üzerinden atabilmek için, ‘çift taraflı ateşkeslerin olmamasına’ işaret etmektedir. Ve ‘meşru savunma’ altında, yaşanılan “hoşnutsuzlukların” ancak, iki taraf ateşkes ile giderilebileceğini söylemektedir. Daha önceki yazılarımızda da aktardığımız gibi, Kürt ulusal hareketinin devrimci dinamiğini tasfiye üzerine kurulu bu sürecin, esas itibariyle başarı olduğu söylenebilir. Gerillaya yönelik hava ve kara saldırılarının yoğunlaştırıldığı, sınır ötesi operasyonların gerçekleştirildiği bir dönemde, tüm bu realiteye rağmen, ‘ölümlerin olmaması’ temennisi için; ‘Bunun tek yolu vardır: Askerleri saldırı pozisyonundan çıkarmak ve imha operasyonlarına son vermek… Bu tutum, karşılıklı ölümlere son verebileceği gibi, çatışmasız, barışçıl bir sürecin gelişmesinin ön adımı da olabilecektir’ açıklaması, tehlikeli bir yerde durmaktadır. Böylesi bir “mutabakat”, ezen ulusun ezilen ulusa yeni tarzda hüküm sürdüğü “barışçıl süreç” anlamına gelmektedir! Bölgesel özerklik beyanlarında, uçsuz “barış” deklarasyonlarına kadar, ezilen Kürt halkının devrimci isyanını sınırlandırarak, “meşru savunma” ve “çift taraflı ateşkes” için bir savaş değil, meşru iktidar mücadelesi ve tüm uluslara tam hak eşitliği için, proletaryanın bağımsız çizgisi uğruna bir savaş, bugün her zamankinden daha yakıcı bir ihtiyaçtır. Demokratik halk devrimi ile birlikte, komünizme yürüyebilmek için, özgün ama somut örgütlenmele, önümüzde görev olarak durmaktadır. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da, en devrimci dinamiği barındıran, ezilen Kürt gençleri içerisine nüfuz edebilmek için koşullar uygun. Sorun, devrimci bilinci, devrimci savaş gerçekliğine dönüştürerek, somut örgütlenmeler yaratabilmektedir. Ne olursa olsun bir başına Kürt Ulusuna destek için değil, bağımsız devrimci çizgimiz için, bu sorumluluktur.


16-17_Layout 2 7/20/11 8:06 PM Page 1

16 dünya haber

Halkın Günlüğü 20-30 TEMMUZ 2011

Ortadoğu’ya ithal Krizin Avrupa günlüğü Avrupa’yı etki altına alan ekonomik kriz, Yunanistan’ın ardından İtalya’ya sıçradı. Yunanistan iflasını açıkladı. İtalya kemer sıkmaya hazırlanıyor Krizin yükünü emekçilere yükleyen fakat iflastan kurtulamayan Yunanistan iflasını açıkladı. Eğer iflas kabul edilirse bir dizi Avrupa ülkesi aynı sorundan muzdarip duruma gelecek. Yakın zamanda ekonomik daralma Yunanistan’ın ardından İtalya’da benzer sorunlarla karşı karşıya. Euro bölgesinde Yunanistan’ın ardından kamu borç yükü en yüksek ikinci ülke olan İtalya’nın kamu borç yükü, gayri safi yurt içi hasılasının yüzde 120’sine ulaşmış durumda. İtalya, Avrupa’nın üçüncü büyük ekonomisi olarak biliniyordu.

Merkez Bankası’nda görüş ayrılığı Yaşanan finansal krizin etkileri Avrupa ülkelerini tek tek iflasa sürüklerken Avrupa Merkez Bankası’nda görüş ayrılığı ortay çıktı. Avrupa Merkez Bankası Başkanı Jean-Claude Trichet, yaptığı açıklamada Yunanistan’ın kurtarılırken iflas ile tercihli ya da tam temerrüte düşülmesinden kaçınılması gerektiği uyarısında bulundu. Euro Bölgesi’nde en kısa zamanda çözüm bulunmasını isteyen Trichet, iflası gerektiren herhangi bir seçenek tercih edildiğinde, Yunan bankalarının finanse edilmesinin durdurulabileceğini söyledi. Avrupa Merkez Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Ewald Nowotny ise kısa süreli tercihli iflas dahil olmak üzere bütün seçeneklerin değerlendirilmesi gerekliliğini vurguladı. İtalya ise borç yükünü emekçilere fatura etmeye hazırlanıyor. 7 milyon doların üzerinde tahvil satışa çıkaran Berlusconi hükümeti, kemer sıkma politikasını yaşama geçirdi. İtalya Senatosu’ndan geçen 48 milyar euro’luk tedbir paketi parlamentodan da geçerek onaylandı. İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi, çözüm için bir dizi önlem alacaklarını ifade ederek yaklaşık 68 milyar dolarlık kamu kesintisinin olacağını duyurdu. Her zaman olduğu gibi yine emekçilere fatura edilecek olan krizin en büyük etkilerinin, sağlık sisteminde yaşanacağı da belirtiliyor. Muayene ücretlerinden, sağlık personeli maaşları, emeklilikten işçi alımına kadar birçok şeye yansıyacak olan ekonomik kriz, emekçileri tedirgin ediyor. Yunanistan’ın ardından İtalya’da etkin olan kriz, İspanya ve Portekiz’i de tehdit ediyor.

Ortadoğu ülkelerinde son hizmet edecek düzeyde ilerletiyor. Kendiliğinden oluşan halk isyanlarının dönemde yaşanan halk temel handikapı da budur. isyanları, bölgeyi emper- Şimdilerde ise Libya ve Suriye’de yaşanan gelişmelere bakıldığında bu tabloyalizmin demokrasi pada da benzerliklerin yaşandığı doğrudan görülecektir. zarı haline getirdi. Libya Libya Temas Grubu’nun “Ulusal Geçiş Konseyi” “temas”ları İstanbul’da yaptığı topG-8 zirvesinin aldığı kararlar ekseninlantıyla efendilerinin te- de Libya lideri Kaddafi’ye yönelik yapılan çağrıların yanıtsız kalması; daha veccühünü kazanırken, doğrusu Kaddafi tarafından reddedilSuriye için de biraz daha mesi, bu grubun oluşmasının esasıdır. “reform”a ihtiyaç olduğu Libya diktatörü Kaddafi’ye karşı biraraya gelen muhalif “isyancılar”, yeni süsaptaması yapıldı recin hamiliğine soyunmuş durumdaUzun zamandır dünya gündemini meşgul eden Ortadoğu’da sular gittikçe ısınıyor. Halk isyanlarını kendi bildik yöntemleriyle alaşağı eden emperyalizm, yanına çektiği ya da daha işin başından beri yanında olan “muhalif”lerle yeni bir dizayna gitmeye çalışıyor. Çeyrek asrın üzerinde iktidar koltuğunda oturan, ekonomik ve siyasi ilişkiler bağlamında emperyalizme göbekten bağlı olan Ortadoğu ülkelerinde halkın rahatsızlığı büyük bir patırtı yaratmış, Tunus ve Mısır’da bu diktatörleri yerle bir etmişti. Ancak üzerinden geçen zamana bakılınca gelişmeler halkın talebinden ziyade emperyalizme yedeklenmiş güçlerin ele başlığında onlara

lar. Demokrasi, özgürlük gibi kavramları çokça dillendiren muhalif isyancıların yeni liderleri, yeni süreci emperyalizmle birlikte tesis edeceklerini, İstanbul’da yaptıkları toplantıyla ilan etmiş oldular. Yapılan toplantıda muhalif “isyancıların” kurduğu “Ulusal Geçiy Konseyi”ni tanıma kararı alan Libya Temas Grubu, Kaddafi’nin meşruiyetinin kalmadığını duyurdu. Böylece muhaliflerin emperyalizmle arasındaki uşaklık ilişkisi kabul edilmiş oldu. Bundan önce üç toplantı daha yapan grup bu toplantıyla birlikte efendilerine iyice yaklaşmış oldu. Bu Kaddafi’nin daha iyi olduğu anlamına gelmiyor. Bulunduğu süre zarfında Kaddafi de çok

farklı bir yerde durmuyordu. Ama ne varki eğer bir ülkede demokrasi inşa edilecekse; NATO ya da başka bir gücün müdahalesi ile değil, o ülkenin devrimci dinamikleri ile olacaktır. Diğer yandan Libya’ya yapılacak “müdahale”nin ana üssünün de İzmir olarak görüşüldüğü toplantı sonrası fikirlerini beyan eden Türk devlet yetkilileri, Dışişleri Bakanı Davutoğlu üzerinden açıklamalarda bulundu. Libya’nın “toprak bütünlüğü”nün korunmasına dikkat çeken Ahmet Davutoğlu “Libya’da kalıcı bir çözüm bulmak ve aynı zamanda Libya’nın toprak bütünlüğünü korumak büyük önem taşıyor. Bu bağlamda Libya Özel Temsilcisi sayın Hatip’in çabalarına elimizden geldiğince destek veriyoruz. Libya’daki siyasi geçiş anlamında Türkiye de çabalarını sayın Hatip’le birleştirmektedir. Sahadaki çabaları böyle bir geçişi daha da kolaylaştıracaktır.” diyerek “Geçici Konseyi” meşru gördüklerinin altını çizdi. İngiltere Dışişleri Bakanı William Hague ise Kaddafi rejimine karşı askeri operasyonların şiddetinin artacağı açıklamasında bulundu. Hague ayrıca, Kaddafi’nin iktidarı bırakması halinde iç savaşın sona ermesi için müzakere sürecinin koşullarını BM Genel Sekreteri’nin Libya Özel Temsilcisi Abdelilah El Hatip tarafından müzakere edileceğini söyledi.

Çatışmalar devam ediyor Kaddafi ve muhalif güçler arasında za-


16-17_Layout 2 7/20/11 8:06 PM Page 2

dünya 17

demokrasi man zaman şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Hala Trablus’u elinde bulunduran Kaddafi birlikleriyle NATO destekli “Geçici Ulusal Konsey” tarafından yönlendirilen muhalifler arasında yaşanan çatışmalarda onlarca kişi yaşamını yitirdi. NATO savaş uçakları Kaddafi’nin kontrolünde bulunan bölgelere bombardıman yaparken, çatışmaların, yer yer el değiştiren ancak şu anda Kaddafi denetiminde olan Libya’nın petrol kenti Brega’da yaşanıyor. Taraflar arasında yaşanan çatışmalarda son birkaç gün içerisinde onlarca kişi ölürken, yüzlerce kişinin de yaralandığı ifade ediliyor. Muhaliflerin sözcüsü Şemseddin Abdülmolla, Brega’da hafta sonu yaşanan çatışmalarda 12 muhalifin Kaddafi güçlerince öldürüldüğünü, 292 kişinin de yaralandığını duyurdu. Libya devlet kaynakları ise 19 Libya askerinin NATO savaş uçaklarının bombardumanı sonucu öldüğünü bildirdi.

Esad diktatörlüğü ve muhalifler Suriye’de devam eden muhaliflerle Esad arasında yaşanan çatışmalarda onlarca kişinin öldüğü belirtiliyor. Reform talebiyle başlayan gösterilerin, Esad karşıtı bir minvalde ilerlemeye başlamasıyla, Suriye devlet güçleri gösterilere müdahale etmeye başlamış, kitlenin üzerine ateş açmıştı. Daha sonraki yapılan eylemler de

karşılıklı çatışmalara dönüşmüş ve yüzlerce kişi yaşamını yitirirken, yine bir o kadar tutuklama olmuştu. Çareyi ülkeyi terk etmede bulan Suriyeliler, Hatay sınırından Türk devletine sığınmışlar ve mülteci kamplarına yerleştirilmişlerdi. Kamplardaki koşulların sağlıksız olması bir çok kişinin ülkesine geri dönmesine neden olmuştu. Suların hala durulmadığı Suriye’de emperyalist devletlerin baskısı devam ederken, Esad güçleriyle muhalifler arasında yaşanan çatışmalarda hala onlarca kişinin yaşamını yitirdiği belirtiliyor. Diğer yandan ise ülkemize gelen ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın yaptığı temaslarda Suriye konusunda da Türk devleti ile göürüşmeler yaptığı ve Suriye’ye “müdahale” konusunda anlaşmaya varıldığı ifade edildi. ABD “Reform”la ilgili Suriye’ye baskı yapılması için Türk devletiyle görüş birliği içerisinde olduğu belirtildi. Yine basına yansıyan bilgilere göre yapılan görüşmelerin Ortadoğu ve Kafkaslar’daki planların da görüşülerek fikir birliğine varıldığı ifade edildi. Füze kalkanı sistemi üzerine de görüşmelerin yapıldığı ziyarette kanaatlerin ortaklaştığı belirtiliyor. Bir dönem gündeme gelen İzmir NATO üssünün kara birlikleri komutanlığı ve füze kalkanı için kullanılacağı da yansıyan bilgiler arasında bulunuyor.

EKSEN

≫ ahmet hacalişi k.

YENİ JEOPOLİTİĞİN KALBİ: HAZAR BÖLGESİ ovyetler Birliği sürecinde “Hazar alanı” jeopolitik olarak emperyalist güçler arasında herhangi bir mücadeleye sahne olmadı. Zira bölgedeki zengin hidrokarbonların işletilmesi sadece Moskova’nın elindeydi. SSCB’nin kağıttan bir şato gibi çökmesiyle Hazar Denizi uluslararası güçlerin at oynattığı bir alan oldu. Özellikle de ABD elebaşılığındaki emperyalizmin Afganistan’a müdahalesiyle Washington’un Orta Asya’nın mahremine girmesi, bu alandaki jeopolitik manzarayı alt üst etti.

S

Hazar Denizi bölgesinde petrolün varlığı Ortaçağ’dan beri bilinmektedir. Buna karşı ekonomik olarak işletilmeye XIX.yüzyılın ikinci yarısında başlandı. Sovyet döneminde Hazar Denizi petrol üretimi SSCB üretiminin ancak % 3’ünü oluşturuyordu. SSCB’nin ortadan kalkması Orta Asya ve Kafkasya devletlerinin bağımsızlıklarına kavuşmasıyla bu bölge, hukuki statüsü sorunu bir yana Batılı petrol şirketleri için öncelikli bölge oldu. Günümüzde jeopolitik bakış açısından yayılmacı güçlerin zıt menfaatlerinin karşılaştığı ve çatıştığı bir “Hazar alanı’ndan bahsetmek mümkündür. Coğrafi olarak bu alan içinde Hazar Denizi’ne kıyıdaş olan ülkeler Rusya, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan ve İran, Gürcistan ile Kafkasya’da yer alan Rusya Federasyonu’nun bölgeleri Çeçenistan, ve Dağıstan yer almaktadır. 90’lı yılların ortalarından itibaren bu alanın çevresinde Hazar hidrokarbonlarına bir başka deyişle Kazak ve Azeri petrolleri ile Türkmen gazına egemen olmak için birçok güç arasında üstü örtülü sürtüşme sürüp gidiyor. Hazar hidrokarbonlarının Batı pazarlarına erişiminin kontrol edilmesi için “boru hatları savaşı” işte burada meydana gelmektedir. 1991’den itibaren Hazar petrol rezervleri için abartılı tahminler yapıldı. Hatta Ortadoğu petrolü ile bile mukayeseye tabi tutuldu. Ancak Hazar havzası konusunda 1998’de yapılan gerçekçi bir inceleme, petrol rezervlerinin 25 ile 35 milyar varil arasında yer aldığını saptadı. Bu daha önce dünya rezervlerinin %16’sını temsil etme iddiasındaki bir sayıdan yaklaşık % 3’e inilmesidir. Böylece ABD (22 milyar varil) veya Kuzey Denizi (17 milyar varil) karşılaştırılabilir bir değer olduğu, ama Basra Körfezi rezervleri yanında sözünün bile edilemeyeceği anlaşıldı. Tüketici ülkeler üretici ülkeler üzerinde baskı uygulamak için hayali rezerv tahminlerini her daim bir siyasi araç olarak kullanırlar. Ortadoğu’nun dışında da muazzam petrol rezervlerinin varlığını iddia ederek üretici ülkeleri petrol fiyatlarını sabit tutmak, indirmek maksadıyla özellikle de OPEC üzerine baskı yaparlar. Gaza gelince, Hazar Denizi kanıtlanmış hidrokarbon rezervlerinin üçte ikisi doğal gazdır.Kanıtlanmış rezervler bakımından Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan dünyanın en önemli yirmi gaz üretici ülkesi içerisinde yer alır. Ancak dikkat çekici ve acı olan Orta Asya cumhuriyetlerinin bağımsızlığından yirmi yıl sonra, Batılı şirketlerin bölgenin yaklaşık olarak rezervlerinin % 60’ını ellerinde tutmakta, kalan kısmının ise kıyıdaş ülkelerin ulusal şirketlerine ait olduğu gerçeğidir. Bu yoğunluk jeopolitik bakış açısından Batılı emperyalistlerin daha şimdiden bölgede etkileyici bir ağ kurduklarını kanıtlamaktadır. Coğrafi kapalılıklarından olduğu kadar, Sovyet ekonomik mirası yüzünden Orta Asya devletleriyle Azerbaycan petrol ve gaz üretimlerini pazarlara akıtmak gibi bir sorunla karşı karşıya bulunuyorlar. Dolayısıyla dışa açılma yolları bulunması Hazar bölgesine komşu ülkeler için

özellikle önemli bir meseledir. Hazar Denizi üretimlerinin dışa açılan boru hatları, topraklarından geçecek olan ülke sadece ekonomik yan etkilerden değil fakat daha çok gelecekte bölgenin bütünü üzerinde muazzam bir jeostratejik nüfuz kazanımından da yararlanacaktır. Sovyet döneminde bütün taşımacılık altyapısı Rusya yönüne dönmüş olduğundan Hazar üretimlerinin uluslararası pazara erişiminde mevcut yolların hepsi Rus topraklarından geçiyordu. Orta Asya devletleriyle Azerbaycan’ın bağımsızlıklarını elde etmesinden sonra bile bu durum Moskova’ya söz konusu devletler üzerinde çok güçlü bir baskı oluşturma imkanı verdi. 1990’lı yılların ortasından itibaren ABD Hazar Denizi ürünlerinin açılabilmesi amacıyla doğu-batı eksenini destekleme kararı aldı. Önerilen eksenin en büyük özelliği Rusya ile İran arasındaki kuzey-güney ekseninin önemini azaltacak olmasıydı. Söz konusu olan Hazar Denizi hidrokarbonlarının ihracatında Rusya’nın tekelini kırmak, İran’ın Hazar kıyıdaş ülkeleri için önemli bir dışa açılma yolu olmasında elverişli coğrafi konumundan yararlanmasını engellemek ve nihayet Körfez Savaşı’ndaki desteğinden ötürü Türkiye’yi mükafatlandırmaktı. Bunun dışında söz konusu yeni eksen, ekonomik kapasitelerini güçlendirmekle yeni devletlerin “bağımsızlıklarını” sağlamlaştıracak, Türkiye’nin bölgesel rolünü geliştirecek ve emperyalizmin çıkarlarını koruyacaktı.Bağımsızlıklarının üzerinden yirmi yıldan fazla süre geçtikten sonra, çok sayıda proje ve birkaç somut gerçekleşmeye karşın jeopolitik alanda Rusya kendi nüfuz alanında görmeye devam ettiği alanda, bugün hala Hazar üretimleri için en önemli dışa açılma yoludur. Her ne kadar Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Petrol Boru Hattı faaliyete geçmiş ise de bu durum Rusya’nın stratejisine bir darbe vurmamıştır. Çünkü bu hattan gelen petrol doğrudan ABD’ye sevk edilmekte olup Moskova’nın stratejisi esas olarak Avrupa, Çin, Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya pazarlarını yani BTC’den farklı pazarları hedeflemektedir. 2001 yılında terör karşıtı kampanya kapsamında 2002 Şubat’ında Amerikan birliklerinin Gürcistan’da konuşlanacağı kesinleşti. Bu yeni bir unsurdu. Çünkü Jeopolitik bakış açısından Gürcistan’da uzatılmış bir yerleşme ABD açısından Ortadoğu stratejisinin yeniden tanımlanması anlamına geliyordu. Bilindiği üzere 11 Eylül olayları ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerde önemli sorunların varlığını gözler önüne serdi. ABD’nin Riyad ile yakından ilgilenmesini gerektiren çok fazla çıkarı vardır. Ancak gerek Suudi Krallığı halkının her geçen gün artan düşmanlığı ve Bin Ladin ağının finansmanının büyük Suudi aileler tarafından sağlanması Amerikan birliklerinin Suudi topraklarında varlığını siyasi olarak tehlikeye atmakla beraber, askeri etkinliği de tartışılır hale getirmiştir. Orta Asya-Kafkasya ekseni boyunca askeri üsler oluşturulması ve ilaveten Suudi Arabistan’daki birliklerin yavaş yavaş geri çekilmesi halinde ABD üstlendiği siyasi risklerden kurtarmakla kalmayacak aynı zamanda “stratejik enerji elipsi” çevresinde daha etkin bir şekilde yeniden konuşlanmayı sağlayacaktır. Gürcistan’da ABD’nin uzun süreli askeri yerleşmesi bu alanın jeopolitik dengesini önemli ölçüde değiştirecektir. Rusya ve İran’ın kuşatılması bir yana, donanması ve Diego Garcia’daki üssü sayesinde Basra Körfezi ve Hint Okyanusu deniz yolları üzerindeki denetimine ilave olarak ABD Hazar petrolünün karadan dış pazarlara açılma yollarının denetimini de ele geçirmiş olacaktır.


18-19_Layout 2 7/20/11 8:25 PM Page 1

18 kültür sanat

Halkın Günlüğü 20-30 TEMMUZ 2011

Yıkılmaması için daha

sağlam bir anlayış gerek iktidarı karşısına almak istemeyen, bunu aklından bile geçirmemiş olan bir “sanatçı” toplamı. Kendi yaptığına üretimine bile gerektiğinde sahip çıkamayan bir “sanatçı” toplamı! İnsanlık anıtı eserinin güzelliği, estetiği bir başka tartışma, fakat o eser yıkılırken sanatçısının ve en önemlisi de geride kalan diğer sanatçıların o ürüne emeğe sahip çıkma süreci, o kadar cılızdı ki… Kimileri ise hiç ses çıkartmadı her zaman yaptığı gibi. Sistemle barışık olmanın her zaman nimeti yenmez! Bireyciliğe olabildiğince sarılan sanatçılarımız üretimlerini ise hep kendisi için yapıyor. Devletlerin politikaları ve anlayışlarıyla ters düşmeleri ve bir anlamda toplum için ışık olmaları gerekirken, olabildiğine karanlık üretenlerin kuyruğunda ilerliyorlar.

Çoğu zaman sistemle barışık olan ve asla iktidarı karşısına almak istemeyen, bunu aklından bile geçirmemiş olan bir “sanatçı” toplamı. Bireyciliğe olabildiğine sarılan “sanatçı”larımız üretimlerini yaparken devletlerin politikaları ve anlayışları ile ters düşmeleri ve bir anlamda toplum için ışık olmaları gerekirken olabildiğine karanlık üretenlerin kuyruğunda ilerliyorlar

Sanatçı olmak durumunu alabildiğine abartıp kendini toplumlar üstü, insanlar üstü görmeye başlayan sanatçılarımız kendi üretimlerine dahi yabancılaşıyorlar ki sahip çıkmak bile akıllarına gelmiyor. Ya da kolları sıvamak, rahatı bozmak, hiç “akıl karı” olmuyor. Ne de olsa böyle şeyler “ucuz marjinallerin” işi oluveriyor. “Sanat sanat içindir” söylemine kendilerini öyle alıştırdılar ki yıllar süren bir evrimle kendileri de duruma inandılar. Sanatçı siyaset yapmaz sözüne sığınarak kendilerini toplumdan, halktan onların acılarından tamamen soyutladılar. Küçük gruplar oluşturup, bir birlerine, bilene, bilmeyene anlamsız cümleler kurdular. Pahalı tütünlerini doldurdukları pipoları ile kapadılar ağızlarını kadınlı-erkekli. Kemalist diktatörlüğün faşizmini “ilerici” olarak öve durdular. Ve AKP’ye ise sızlanıyorlar. Halkın sanatçısı olabilmek fikri bir aşağılanma, saldırganlık algısına neden oldu. Her şeyi biçime sıkıştıran ressamlarımız, heykeltıraşlarımız en büyük değişime kendi biçimleri ile başlayıp(!) iç çelişkilerinin biçimlerini kendilerince “çok” anlamlı biçimlere soktular. Sanatın dilini de kendi dilleri ile birlikte kilitlediler.

“Ucube” kelimesinin bir anda kelime haznemize dahil edilmesi ya da saklı kaldığı yerden daha kullanılır bir hal için tekrar çıkartılması bilindiği üzere Erdoğan sayesinde oldu. Kelimelerle arası bir hayli iyi olan Erdoğan “edebiyatı” güçlü bir kişilik elbette! “Velhasıl kelam” her şeye rağmen sanatla arası iyi değil. Tabii Erdoğan özgülünde ifade edilen bu söylem bütün bir AKP çevresi İslamcı düşünceler için rahatlıkla söylenebilir. Sanatın burjuvazinin elindeki yozluğu, yabancılığı AKP gibi İslami ideolojiden beslenen kesimlerin elinde ise çok daha geri ve “mutaassıp” bir şeye dönüşüyor. Hele de heykel konusunda… Heykel sanatı coğrafyamızda oldukça köklü, kültürümüzde ise çok kısa bir öz geçmişe sahip. En çarpıcı ve en olgun dönemlerini Helenistik, Roma döneminde yaşayan heykel sanatı, bu uygarlıkların coğrafyamızda da var olması nedeniyle bu topraklara önemli bir miras bıraktı. Daha doğrusu bırakmak zorunda kaldı! İstilalar ve savaşlarla sonuçta Osmanlı’ya geçen coğrafyada, neredeyse heykel ve mimari açıdan da bir soykırım yaşatıldı. Heykeller toprak altlarına konur, parçalanırken, mimari eserlerin taşları, sütunları bina, camii yapımında kullanıldı. Birçok tarihi kilise yakılıp yıkılırken, bir kısmı da camilere çevrildi. Sonrası kısımlarda el altından, açıktan, dolaylı vs. şekilde yurtdışına çıkartılan, satılan, tarihi eserler oldu. Yerleşim anlamında bir hayli eski bir tarihe sahip olan İstanbul’da hala birçok yerde yapılan kazılarda tarihi eserler çıkabiliyor. Son örneğini Marmaray’da gördük. Özelde İstanbul’un tarihine ve birçok şeye ışık tutacak kadar değerli buluntulara rastlandı. AKP’ye dönecek olursak onun bu tarihi heyecana verdiği tepki ise “proje çanak çömlek yüzünden uzatıldı” oldu. Heykele olan yaklaşımı da tıpkı buradaki çanak çömlek anlayışı gibi elbette. Kars’ta “İnsanlık Anıtı” nı “ucube” olarak değerlendi-

ren Erdoğan “tez yıkıla” kararı çıkarttı. AKP’nin heykellere olan antipatisi elbette Kars’taki heykelle sınırlı değil, birçok ilde çeşitli yerlerde bulunan heykeller gizlice kaldırıldı. Esenyurt’ta bulunan Nazım Hikmet Heykeli belediye seçimlerinde AKP’li belediye başkanının işe başlamasıyla birlikte bir gece ansızın “kayboldu”. Metrelerce yükseklikteki Nazım anıtı “çalındı” gibi bahanelerle bir gecede kaybedildi. Heykellerin “tez toplatılması” kararının son örneği ise Elazığ’da meydana geldi. “Çayda Çıra” isimli kadın heykeli AKP’li belediyenin emri ile vinçlerle ortadan kaldırıldı.

AKP hükümeti ile birlikte ortadan kaldırılan heykeller kısmını geçecek olursak meselenin aslıyla yüz yüze kalmak kaçınılmaz. Sonuçta İslam inancında da heykel, resim gibi şeyler yasak. Biçim vermek, yaratmak ancak ve ancak tanrıya aittir inancının yer aldığı bir dine inanan AKP’lilerin yaptığı aslında bir anlamda tutarlı bir davranış. Diğer taraftan bu işleri kaldırılan, çalınan, yasaklanan vs. sanatçıların yaptığı da “tutarlı” (!) Kendisini burjuvaziye teslim eden, kalemini, fırçasını, emeğini onun için savuran bir “sanatçı” toplamı düşünün. Çoğu zaman sistemle barışık olan ve asla

Ve gelelim heykellerin kaldırıldığı yerdeki halka. Heykeller kaldırılırken heykellerin bulunduğu alanlarda yaşayan halktan hiç tepki gelmedi. Peki tepkinin gelmemesinin sebebi nedir. Çevresindeki doğal güzelliğin bozulmaması için HES’lere karşı direnen halk, neden yıkılan heykellerine karşı direnmedi. Çünkü onların heykeli olmamıştı. Sanatçının halkla kurma kaygısı taşımadığı o bağın kopukluğu, dönüp sanatçıyı kendi ayaklarından vurdu. Halkı sanattan bu kadar koparanların değirmenine su taşıyan “sanatçı”lar bundan vazgeçip, halktan yana bir tavır almadığı, onu tanımaya yönelik adımlar atmadığı sürece, daha başımıza çok heykeller yıkılır…


18-19_Layout 2 7/20/11 8:25 PM Page 2

DOSYA

f1915 Ermeni Soykırımı SF 19-20-21

İnkar edilecek bir yanı kalmayan 1915 Soykırımı’nın izini bu yazı çerçevesinde, bu kez devletin resmi mali kayıtlarından sürmeye çalışıyoruz

1915 Soykırımının T. C. Merkez Bankası kayıtlarındaki izleri ≫

Soykırım kurbanları olarak ölüm yolculuğuna çıkarılan insanların birikimlerine, Mevduatı Koruma Yasası çerçevesinde rahatlıkla bir kalemde el konulmaktadır.Bu miktarların bugünkü değerini de eklemek isterdim lakin başvurduğum Türk ekonomi profesörlerinin engin bilgilerinin buna henüz yeterli olmadığını gördüm.

SAİT ÇETİNOĞLU

nkar edilecek bir yanı kalmayan 1915 Soykırımı’nın izini bu yazı çerçevesinde bu kez devletin bir başka resmi mali kayıtlarından sürmeye çalışıyoruz. Mevduatı Koruma Kanunu gereğince 10 yıl ve daha fazla bir süredir aranılmayan mevduatın T.C. Merkez Bankası’nda toplanması bu konudaki araştırmamızı kolaylaştırmıştır. Bu hesaplar aranılamıyor çünkü hesapların sahipleri 1915 Soykırımı sürecinde ölüm yolculuğuna çıkarılmışlardır. Merkez Bankası’na devredilen bu hesapların sahipleri ve miktarları dönemin gazetelerinde ilan edilmiştir. Oldukça fazla olan bu miktarları biz sadece 1915 Soykırımı’nın kurbanları, Ermeniler ve Elenler açısından inceleyerek aşağıda listelendirdik.

İ

Bu konudaki bilgileri 27. 03. 2007 tarihinde dilekçeyle Merkez Bankası’ndan istendi lakin 24. 07. 2007 tarihinde verilen cevapta böyle bir kayıtlarının olmadığı şeklindeydi1. Aşağıda okuyucunun engin hoşgörüsüne sığınarak yapılan uzun listelendirmelerde açıkça görüleceği gibi Soykırım kurbanları olarak ölüm yolculuğuna çıkarılan insanların birikimlerine, Mevduatı Koruma Yasası çerçevesinde rahatlıkla bir kalemde el konulmaktadır.

günkü değerini de eklemek isterdim lakin başvurduğum Türk ekonomi profesörlerinin engin bilgilerinin buna henüz yeterli olmadığını gördüm. Okuyucunun bu eksikliğimi hoş görerek 1915’e dair herhangi bir kitabın okunmasıyla bu değerlerin ne ifade ettiğini kolayca kıyaslayabileceğini düşünüyorum. 30 mayıs 1933 tarihinde kabul edilerek, Resmi gazetenin 5 Haziran 1933 gün ve 2419 sayılı nüshasında yayınlanan 2243 sayılı Mevduatı Koruma Kanunu’nun 17. Maddesine2 göre “Bankalar ile emanet veya hesabı cari suretle para kabul edebilecek bilumum müesseselerde, mevcut nakdi ve ayni mevduat ile emanet ve hesabı cari şeklindeki her türlü mevduat, emanet ve matlubattan [alacaktan] en son talep veya muamelat tarihinden itibaren, on sene geçtiği halde ashabı [sahipleri] tarafından aranılmamış olanları, bu müddetin hitamından itibaren altı ay zarfında tanzim edilecek bir cetvel ile Cumhuriyet Merkez Bankası’na tevdi olunur. Bu kanunun neşri tarihinde, banka ve müesseseler yedinde bulunup, on seneden beri muamele görmemiş veya sahipleri tarafından aranılmamış olan mevduat, emanet ve hesabı cari şeklindeki her türlü matlubat hakkında bu hüküm tatbik

edilir. Cumhuriyet Merkez Bankası’na cetvel ile birlikte tevdi olunacak bu kabil haklar mezkür baka tarafından tevdi tarihinden itibaren dört sene müddetle muhafaza ve bu müddet zarfında sahip veya varislerini tahkika çalışmakla beraber her sene başı ashabı namına tebliğat icra ve gazeteler ile de sahip veya varislerinin bankaya müracaatları ilan olunur, dört sene hitamında sahibi veya varisi çıkmayan mevduat, emanet ve hesabı cari matlupları, devlete intikal eder.” Hükmüne istinaden bankalar ve diğer sandıklarda on yıldan beri muamele görmeyen ve sahipleri tarafından aranılmayan değerleri merkez bankasına tevdi ettirerek bunları madde hükmüne göre gazetelerde ilan etmiştir. 1915 yılında bankalarda bulunan Ermeni değerleri de tehcir adı altında ölüm yürüyüşüne çıkarıldıkları zaman bu alacaklarını almaya fırsat verilmemiştir. Soykırım sürecinde yok edildiklerinden de sonrasında da aranılamadığından işlem görmeyen ve sahipleri tarafından aranılmayan bu değerler gazetelerde ilan edildikten sonra hazineye gelir kaydedilerek soykırım kurbanlarının değerlerine el konulmuştur. Biz bu yazıda bu ilanların peşine düşerek Soykırımın izini sürdük.


20-21_Layout 2 7/20/11 4:42 PM Page 1

20 dosya

Osmanlı Bankasının Trabzon şubesinin 23/12/1934 tarihinde Merkez Bankası’na teslim ettiği3 Ermeniler ait hesaplara göz atılınca bu kurbanların bankadaki birikimlerini almaya fırsat tanınmadığını görmekteyiz: İSİM

ADRES TEVDİ T.

MEBLAĞ

Der. Meğ. Kaçayan

Meçhul

Andon Kaşkavaliyan

23/12/1934 “

Adam S. Nobarya

24.45

Onnik Boyacıyan

659.86

Armenak Tokmakyan

122.51

Kirkor Egisiyan

37.30

Mardiros Kazikiyan

30.60

Ohannes Paçacıyan

1102.30

Agop Çırakyan

306.40

K. Zarifiyan

120.30

Mardiros Egisiyan

865.99

K. Minasiyan

291.18

M. Gorgodiyan

114.66

Mesrop Godbaşiyan

298.48 205.59

100.70

Sutbeyaziyan Kardaşı “

27.70

Sarkis Çohayan

67.-

Dermeg Anbaryan

1433.50

Rum Ortodoks Cem.

78.-

f1915 Ermeni Soykırımı Osmanlı Bankası Samsun Şubesi Akbar Barsamyan adına 109.28, Güllü Çubukyan adına 626.10 ve H. Kazancıyan adına 130.88 lira, Petro Hulis adına 21.40 TL. Osmanlı Bankası Urfa Şubesi Karekin Türekyan adına 451.00. Adapazarı Şubesi Artin Tombulyan adına 186.88 lira ve M. Manukyan’a ait 85 TL, E. Mardizopules’a ait 33,82 TL, Ankara Şubesi; İzmirliyan Karnik adına 70.18, Aydeneyan Kirkor adına 68,69, Gullasiyan Kirkor adına 62.84, Kaziyan Kirkor adına 75.61, Şehirciyan Canik adına 69.12, Malcaniyan Kevork adına 93.32liranın,Osmanlı Bankası Mersin Şubesi’ndeki H. N. Kassapian’a ait 37,47 lira.Selanik Bankası Mersin Şubesi’nce Henry Philipossian’a ait 777,50, Osmanlı Bankası Mersin Şubesi’nce İstrati Efremoğlu’na ait 53,43 ve İstrati Peleşoğlu’na ait 42,49 TL. Gaziantep Osmanlı Bankası Şubesi’ndeki Fermaniyan Toros’a ait 21,22 ve Danielidis Elie’nin 236,01 TL Osmanlı Bankası Edirne Şubesi’nin teslimatı olarak Mihael Margariti’ye ait 30,81, Aleksadr Dimitriyades madam Marie Hruşeva Hacı Zelo’a ait 103,60. Osmanlı Bankası Tekirdağ Şubesi’nce tevdi edilen N. Aktiridis biraderlere ait 28,65. TL sı Merkez bankasına teslim edildiği ve hazineye gelir kay-

Halkın Günlüğü 20-30 TEMMUZ 2011

dedileceği Son Posta’nın 17 Ocak 1936 tarihli nüshasında yayınlanmıştır. Aynı gazetenin 6 Şubat 1936 tarihli nüshasında banka kiralık kasalarındaki mücevheratın devri ilanları bulunmaktadır: Vahan Çamiçyan’ın, 1 pırlanta benzeri taş, 2 yeşil taş,1 kahve renkli üzeri resimli taş, 1 iplik üzerine dizili on dört hurda inci. Madam Takoş Karamanyan’ın 2 Altın bilezik, 1 gümüş zincir bilezik, 1 mineli gerdanlık, 1 taklit iğne, 1 gümüş saat kösteği, 1 altın saat kösteği, 1 adi iğne, 1 gümüş kutu içinde hurda saat, Zaman gazetesinin 6 Şubat tarihli nüshasında; Bay Minas’ın (Beşiktaş Yeni Mahalle Rum Sokaka No:22) 35 lira değer biçilen 1 adet Roza tek taş yüzük ve 1 adet yıldız iğne, bay Nişan’ın (Kalekapısı Öz Sokak No:3) 12 adet gümüş kaşık (400 gr), bay Mığırdıç 15 lira değer biçilen1 adet Roza tek taş yüzük, bay Ohanes (Bakırköy Andoni Sokak) 1 çift Roza küpe ve 15 lira değer biçilen 1 roza yüzük, bayan Eliza Yuvanuva’ya ait 60 Tl değer konulan 1 adet pırlantalı nişan, bayan İda’ya ait 30 TL değer konulan 12 gümüş yemek kaşığı,5 gümüş kaşık, 11 gümüş çay kaşığı, 5 gümüş yemek çatalı, 3 gümüş büyük çatal, 3 gümüş büyük bıçak, 1 gümüş büyük kaşık, 1 gümüş

şeker makası, bayan Kiryakiçe’ye ait 2 adet altın yüzük. Mişel kirmiz’e ait, 1 etrafı elmas ortası taşlı yüzük, 1 elmas gül yüzük, 1 ufak kese, 1 mavi muhafaza içinde bros elmas, 1 elmas dal iğne ve 1 beyaz fildişi tarak, D.V.Afendopulos’a ait 2 şamdan, 1 oymalı gümüş parça, 1 çanta içinde madalyon (resimli), 1 ziynet çiçek iğne, 1 çift çiçek küpe, M. Stefani Jakson’a ait 27 birlik Türk altını, 3 yarımlık Türk altını, 6 yarımlık İngiliz altını, 1 on franklık altın, 9 mecidiye, 1 yarım mecidiye, M. Antuanet Hugo’ya ait 2 büyük çatal, 49 büyük küçük muhtelif gümüş yemek çatalları, 55 büyük küçük gümüş kaşık, 12 gümüş bıçak, 1 gümüş saplı siyan kaşık, Atanas Petkaki’e ait 8 gümüş tatlı kaşığı, 12 sapları oymalı kaşık, 1 sigara tablası, 2 ince altın bilezik, 1 çift altın küpe, 1 çift çeyrek altınlık küpe, 1 çeyrek altınlık yüzük, 1 taşlı gümüş yüzük, 1 kırmızı taşlı yüzük, 1 altın köstek, 1 taşlı gül altın yüzük altın saat, 1 çift altın taşlı küpe, 1 altın köstek, 1 taşlı altın haç, 3 taşlı yüzük, 1 16 dizi inci, 1 altın yıldız iğne, 1 tek taşlı altın yüzük, 1 taşlı altın yüzük, 1 taşlı altın gül yüzük devlete gelir kaydedilecekler arasındadır.

Son Posta gazetesinin 4 Şubat günlü nüs-

Soykırımın gazete arşivlerindeki Soykırımın izlerine devletin kendi tuttuğu kayıtlarda rastlamak mümkün. Banka kayıtları bile bu soykırımın parmak izleri ile dolu. Yola çıkarken ölümün kucağına atılan Ermeniler, canlarıyla birlikte mallarınıda devlet arşivlerine bıraktı Zaman gazetesinin 4 Şubat 1936 tarihli nüshasında Mıgırdıç Anbaryan’ın Osmanlı Bankasının Galata Şubesi’ndeki 21 adet beheri 250’lik F.F’ değeri yazılı Mısır Kredi Fonsiye 1903tahvili, J. Kolyanopulos’a ait 1 adet 92 FF değerinde Türk borcu tahvili, Silvestiros Vasillin 100Dr değerinde 2 adet Le gréce 1904, Akpar Barsamıyan’ın Osmanlı Bankası’nın Mersin Şubesi’ndeki 3 adet beheri 250 lik F.F’ Mısır Kredi Fonsiye tahvili, aynı banka şubesinin teslimatı olarak H. Kazanciyan’ın 250 F.F Mısır Kredi Fonsiye 1903 tahvili Güllü Çubukçıyan’ın 1 Panama Tahvili 60FF,6 Mısır Kredi Fonsiye tahvili beheri 250 FF ve 1 Türk borcu kesir Msk ve resepiye 40 FF. Jan A. Farasoğlu’na ait 1 adet 250 FF değerinde Mısır Kredi Fonsiye. Osmanlı Bankası Samsun Şubesinin teslimatı Sokrat Şerefoğlu’na ait adedi 60 FF değerinde 2 adet Panama tahvili ve 1 adet 40 FF değerinde Türk borcu Tah. J. Diyolidis’ e ait 1 adet 100 FF değerinde 1/5 Kredi fonsiye de France 1885. Ohanes Nişanyan’a ait 1 adet 40 FF değerinde Türk borcu tahvili. Osmanlı Bankası Bandırma Şubesi’nin teslimatı olarak Filiptohos Adelfotis’a ait 8 adet 100 Dr değerinde Yunan Milli Tahvili 1904. Kayseri Osmanlı Bankası Şubesi’nin Anzif Cevahirciyan’ın 1 adet Mısır Kredi Fonsiye 1903 tahvili 250 FF. Dr Afendulidis’e ait adedi 460 FF değerinde 4 adet Türk Borcu Tah. Osmanlı Bankası Eskişehir Şubesi’nin Maksut Ohancanyan’ın 1 adet 1 Türkborcu kesir Msk ve

resepiye 40 FF. Panos Panosyan’ın 1 adet 1 Türk borcu kesir Msk ve resepiye 40 FF ve 1 adet Kredi Fonsiye 1903 tahvili 250 FF. Mihran Mıgırdıçyan’ın 1 Türk borcu kesir Msk ve resepiye 40 FF. Karabet Markaryan 1 Türk borcu kesir Msk ve resepiye 40 FF. Şişkoyan 1 adet Mısır Kredi Fonsiye 1903 tahvili 250 FF. İstasyon Rum Cemaati ne ait

beheri 320 FF lık 4 adet Türk borcu tahvili ve beheri 250 FS değerinde 11 adet Anadolu Tahvili. Aleksandr Niyoti’ye ait 1 adet 250 FS lik Anadolu Tahvili 2. Tertip. Anastasyadis 1 adet 250 FF lık Kredi Fonsiye 1903. Zaman gazetesinin 23 İkinci Kanun 1936 tarihli nüshasında TC Ziraat Bankası’nın teslimatı olarak Suruç’da Diskiyan Kirke-

kisyan’a ait 30,78 TL (muhtemelen Suruç’a havale edilmiş alıcıya ulaşamamıştır). Gazetede yola çıkarılmış olanlara havale olduğunu düşündüğüm başka küçük miktarlar da vardır. İstipan Sivas Ermeni Kilisesi’nde 49,99 TL. Petridis’e ait 99,50 TL. Zaman gazetesinin 16 İkinci kanun 1936 tarihli nüshasında Selanik bankasının tev-


20-21_Layout 2 7/20/11 4:42 PM Page 2

dosya hasındaki Merkez Bankası ilanında hazineye gelir kaydedilecek tahviller listelenmektedir: Bunlar arasında; Selanik Bankası Samsun Şubesi’nin tevdiatı olarak Vahan Çerçiyan’a ait Mısır Kredi Fonsiye 1 adet 250 FF, Hayık Gülbenkyan’ın Mısır Kredi Fonsiye 1 adet 250 FF, Yine Selanik Bankasının teslimatı Bedros Melkonyan’a ait Mısır Kredi Fonsiye 1 adet 250 FF ve Doyçe Orient Bank’ın teslimatı Sogomon Kuyumcuyan’a ait Mısır Kredi Fonsiye 1 adet 250 FF, 1 adet Türk borcu Tahvil ve değeri konmamış 1 adet Rumeli Tahvili. S. Aleksopula’a ait doyçe Oriyet Bank’ın teslimatı olan 25 rm değerinde anleiheablösungaschuld, Dr. Bitran’a ait 62.50 değerinde anleiheablösungaschuld, E. Kostantinidis’e ait 12.50 değerinde anleiheablösungaschuld, M. Kostantinidis’e ait 12.50 değerinde anleiheablösungaschuld, Elia Hazan’a ait 25Rm değerinde anleiheablösungaschuld, madam J. Paskalides’e ait 25 Rm değerinde anleiheablösungaschuld, Dr N. Petalas’a ait 25 Rm değerinde anleiheablösungaschuld, Pencoko Boris’e ait 2 adet 250 FS değerinde Anadolu Demiryolu 3.

21

Ter.tah. Selanik Bankasının teslimatı olarak A. Genzolan’a ait 2 adet 100 FF değerinde Türk borcu tahvili, 1 adet 24 FF değerinde Türk borcu tahvili ve değeri konmamış 1 adet 1914 istikrazı resepisesi, Nikola Melanis’e ait 1 adet 250 FF değerinde Mısır Kredi Fonsiye 1886, Dimitri Skolis’e ait 3 adet adedi 250 FF değerinde Mısır Kredi Fonsiye 1886, M.A.Sarris’e ait 4 adet adedi 250 FF Mısır Kredi Fonsiye 1886. Li Bennahinias’a ait 1 adet 25 Lit değerinde Croix Rouge İtalianne, 1 adet 40 FF değerinde Türk borcu tahvili ve değeri konmamış 1 adet Rumeli Tahvili respiyesi. Dimitri Kotropulo’ya ait 1 adet 100 Dr değerinde Banque Nationale de Gréce. Emniyet sandığının teslimatı olarak Bay Ohanes’e ait 3 adet adedi 40 TL değerinde Lo Türk. Bay Andon Yani’ye ait 1 adet 40 TL değerinde Türk Lo, Keğork Ağa’ya ait 1 adet 40 TL değerinde Türk Lo, Bayan Aranik’e ait 1 adet 40 TL değerinde Türk Lo. Banko Di Roma’nın teslimatı olarak Aleksandr Perdikalis’e ait beherine L 0,50 değer konulmuş 150 adet Galician Victore petroloum 150 Lik tahvil yer almaktadır.

parmak izleri... 299,75 TL, Yeseryanlı Kalin oğlu 149,95 TL, Teokaris Apostolu 289,60 TL, Hacı Yorgo İvanoff 70,40 TL, Demetro Kiriako 109,90 TL, Nahle Katini 64,79 TL, Yordan Arangeloviç 47,65 TL, Onnik 32,52 TL, Osmanlı Bankası Çanakkale Şubesi’ni teslimatı olarak Dem Karakasis’e ait 65 TL ve G. Atanasyades’e ait 63,30 TL. Van Osmanlı Bankasının Tevdiatı olarak Dikran Sarkisyan’a ait 82 TL, A.A.Melikyan’a ait 106 TL, Viktoryan Biraderler’e ait 53,70 TL, Kirkor Bacikyan’a ait 49,60 TL, Cideciyan’a ait 145 TL, Y.Vaybetyan’a ait 25 TL,G. Gurcyan’a ait 64,03 TL, Harutyun Terşumyan’a ait 90,06 TL, Rupen Gugasyan’a ait 95 TL ,Mıgırdıç Cideciyan’a ait 396 TL Hazineye gelir kaydedilecekler arasındadır.

diatı olarak TH. Korskomandili’e ait 69,19 Tl, Evangelos Dimu’ya ait 78,13 Tl, Cristo Doligoff’a ait 54,10 TL, Linda judof’a ait 34,54 TL. Mme Vve Thodoritza’ ait 94,90 TL, Dmitri Zivanadis’e ait 29,65 TL, Mme Stanbul- Panayoti 80.- TL, Dimitri Podromos’a ait 204,20 TL, Anton Th Papaço 99,70 TL, Apostolos Teokaris

Zaman gazetesinin 6 Şubat 1936 günlü nüshasında hazineye gelir kaydedilecek banka kasalarında kalan değerli eşya ve mücevheratlar listelenmektedir. Bay Kostantin 1 roza yüzük, bay Dimitri’ye ait 1 roza madalyon, 1 roza iğne ve 1 altın kolyeye (42,50gr) 150 TL değer biçilmiştir. Bay minas 1 roza tek taş yüzük ve 1 roza yıldız iğne 35 TL, Bay Kosti 1 çift roza gül küpe ve 1 roza tek taş yüzük, bayan Anika 1 altın köstek (61 gr), bay nişan 12 gümüş kaşık, bay Nikoli’ye ait 1 rozalı altın bilezik 18,9 gr 40 TL değer biçilen 1 roza broş ve altın iğne, 50,3 gr Bayan Veliçe’ye ait 2 pırlanta yüzük 50 TL ile 1 altın saat 20 TL. Bay Vasil 1 altın bilezik. Bay Petro 1 altın köstek 33,4 gr. Bay Mıgırdıç 1 roza tektaş yüzük. Bay Ohanes 1 çift roza küpe ve 1 roza yüzük 30 TL. Bay Parsih 1 roza madalyon80 TL. Bayan Ogüstin 1 altın köstek 41,50 gr 40 TL. Bay Andriya 1 karavana yüzük, 2 tek taşlı yüzük,1 yıldız iğne ve 1 roza arılı iğne 70 TL.

Devam edecek

ANTAGONİZMA

≫ muzaffer oruçoğlu

TÜRK DEVLET İKTİDARININ SİVİL DAYANAKLARI evlet iktidarı denildiğinde akla ilk gelen kurumlar, ordu, polis, mahkemeler, cezaevleri ve diğer sivil devlet kurumlarıdır. Devletin dayandığı ana zemin gibi görünen bu kurumlar, aslında devlet iktidarının merkezi kurumlarıdır. Devletin dayandığı ana zemin, çok daha geniş ve derindir. Devletin birer minnacık minyatürü ve toplumsal organizmanın da hücreleri olan aile kurumları, eğitim ve inanç, siyaset, kültür ve sanat kurumları, medya, aydınlar vs. bir bütün olarak devlet iktidarının siyasal, eğitsel, sosyal ve kültürel ana zeminini oluştururlar. Bu zemin, devletin en alt zemini, yani ekonomik zemini üzerinde yükselir. Toplumsal deprem aynaları hariç, hiçbir ayna, devletin gerçek yüzünü göstermez. Osmanlı Devleti, Osmanlı mülk dünyasının asıl sahibidir. Toprakların çok büyük bir bölümünün mülkiyeti, miri sistem gereğince devlete aittir. Merkezi ve yerel güçleriyle üç kıtaya yayılan, muazzam bir orduya ve aynı zamanda vergi memurları, kadıları, müderrisleriyle de imparatorluğu örümcek ağı gibi saran bir sivil bürokrasiye sahiptir. Osmanlı Devleti, bir din devleti değildir. Şeyhülislamın başında bulunduğu ulema örgütü, genel sivil devlet memurlarının dini kanadıdır; bu kanadın görevi, devletin ideolojik ve manevi temelini güçlendirmek, kararlarını, fetvalar, hutbeler ve ayinlerle desteklemektir. Medreselerin görevleri ise, devletin ideolojisine, inancına, amaçlarına, ruhuna uygun memurlar, bendeler yetiştirmektir. Osmanlı aydınları, aynı zamanda devlet memurlarıdırlar. Bende oldukları için, bunların gayzı gazabı, devlete değil, devlet içindeki bazı görevlileredir. Bu memur aydınların en iyisinin hayali, kapısını herkese açan, babayani bir devlettir. Bazı biçimsel değişikliklere rağmen Cumhuriyet Türkiye’sinde de durum aynıdır. Sultanlığın yerini Cumhuriyet, Şeyhülislamlığın yerini Diyanet almıştır. Osmanlılık tebasına ve ümmete dayanan devletin yerini ulus devlet alınca, durum değişmiştir. Yıkılma, parçalanma fobisi içinde olan devlet, toplumu, Türklük ve Sünnilik çizgisinde tektipleştirme cenderesine sokmuş, aile, okul, medya, diyanet ve benzeri kurumlarla kendi ideolojik ve inanç temelini güçlendirme çabası içine girmiş, kendini yarattığı tek boyutlu ulusla özdeşleştirerek güven altına almayı amaçlamıştır. Osmanlı’da olduğu gibi cumhuriyette de aydınların büyük bir bölümü devlet memurudur. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı memur aydın, devlet karşısında,

D

bağımsız ve dik bir duruş içinde olamamıştır. Onun karşı çıkışı, muhalefeti, devleti yöneten egemen sınıf partilerinden, muhalif olanına yaslanıp, egemen olanına karşı çıkma şeklindeki bir muhalefet bile değildir. Türk aydını, cumhuriyeti kuran, ona egemen olan ve onun temel ilkelerini ödünsüz savunan egemen devlet partisinin iklimi içinde kalmış, zaman zaman onunla çatışmasına rağmen, devletin bekâsına toz kondurmamış bir aydındır. Biz Türkiyeli komünistler, bu tip aydınlar gibi çok güçlü bir devlet tarihine ve bilincine sahip olmamıza rağmen, kapitalist devleti ortadan kaldırma konusunda bunlardan koptuk. Tabi bu, devlet olgusundan bir kopuş değildi, lağvedilen kapitalist devletin yerine ondan daha merkezi, daha güçlü bir devlet kurma ve onu proletarya partisiyle yönetme amacıyla, kapitalist devletten bir kopuştu. Bizim sosyalist devletimizin ekonomik temeli, ekonominin tüm alanları olacak ve devlet, ekonomide, tek bir devlet tekeli olarak ortaya çıkacaktı. “Çürümüş ve çözülmekte olan burjuva ailenin yerine, sosyalist ahlaka sahip,” sağlam bir aile kurulacak, okullar ve eğitim, proletarya devletini güçlendirecek bir şekilde ele alınıp düzenlenecek, din sınırlanacak, tüm kitle örgütleri, sendikalar, gençlik ve kadın örgütleri, sovyetler veya komünler, proletarya devletinin, kitlesel, örgütlü dayanakları haline getirilecekti. Ve yine parti edebiyatı güçlendirilecek ve proletarya diktatörlüğünün hizmetine sokulacaktı. Amaç berraktı: Güçlü bir devlet, karşı devrimcilere karşı sürekli pekiştirilen, güçlü bir proletarya diktatörlüğü ve tek parti. Şiddetle karşı çıktığımız şeylerden birisi, proletarya devletinin zayıflatılması, onun görevlerinin halka devredilmesi, temsili demokrasinin yerini doğrudan demokrasinin almasıydı. Devlet konusunda, içimizde Stalin gibi, sosyalizmin çok ileri safhalarında bile komünizme kerte kerte geçişi devletsiz düşünemeyenler vardı. Komünizmin şafağına devletle girmek; yani amaçlara götüren, götürürken amaçları iğdiş eden, kendine benzeten bir araçla, uzlaşmaz sınıf karşıtlığının başka bir biçimiyle, çok daha demokratik bir biçimiyle de değil, bilinen beylik biçimiyle, klasik devlet biçimiyle girmek; doğrudan demokrasiyle değil, temsili demokrasiyle girmek. Tarihten kopmak zor iş. Tarihten koparak devrim yapmak zor iş. Resmi devlet felsefesinin ve bilincinin dışına, böylesi bir bilinç dışının dışına çıkmak, sadece devlete değil, topluma da oradan saldırmak zor iş.


22-23_Layout 2 7/20/11 9:14 PM Page 1

22 çeviri

Halkın Günlüğü 20-30 TEMMUZ 2011

Yaptıklarım fedakarlık

Hindistan gericiliğinin halk üzerinde uyguladığı terör her geçen gün boyutlanıyor. Maoistler önderliğinde yürütülen Halk Savaşı’na karşı kontra eylemler düzenleyen Hindistan gericileri halkı terörize ederek yaptığı katliamları meşrulaştırmaya çalışıyor.

Uzun yılları bulan Halk Savaşı, halkın önemli bir kesimini etrafında birleştirmiş durumda. Emekçi halk kitlelerinin yanı sıra aydın yazar ve sanatçıların da önemli bir kesimi bu mücadelenin bir parçası halinde hareket etmekte. Bir önceki sayımızda Hindistan yayılmacılığının, devrimci savaşa karşı kontra eğitim kampları oluşturduğuna dikkat çeken bir makale yayınlamıştık. Bu sayımızda ise Arundhati Roy’un İngiltere’de yayınlanan “Guardian” gazetesi ile Maoistler önderliğinde gelişen Halk Savaşı ve kendisinde yarattığı değişimler üzerine yaptığı mulakatı kısaltarak yayınlıyoruz.

Ben bir Maoist sempatizanıyım Karşıtları, Arundhati Roy’u Maoist sempatizanı olmakla itham ediyorlar. Peki, öyle mi? “Evet, ben bir Maoist sempatizanıyım” diyor. “Ama Maoist bir ideolog olduğumu söyleyemem. Çünkü komünist hareketlerin de tarih boyunca pek çok yıkıma yol açmış olduklarını düşünüyorum. Ama devletin katliamlarını sürdürmekte olduğu şu dönemde, Maoistlerin, destekçisi olduğum halk direnişinin önemli bir unsuru olduklarına inanıyorum.” Roy direnişten sanki bir “ayaklanmaymışçasına” söz ediyor. Onu dinleyen, Hindistan’ın Rusya’da ve Çin’de gerçekleşen devrimlerin bir benzerine gebe olduğu fikrine kapılıyor. Kendisine, biz Batılıların sözünü ettiği bu “savaştan” neden haberdar olmadığımızı soruyorum. “Uluslararası basın organlarının kimi sözcüleri, kendilerine ‘Hindistan hakkında hiçbir olumsuz haber yapılmayacağı’ emrinin verildiğini bana bizzat söylediler. Bunun sebebi Hindistan’ın önemli bir yatırım alanı olarak görülmesi. Bundan ötürü de Hindistan’ı kasıp kavurmakta olan iç savaşa dair hiçbir haber dışarı çıkmıyor. Ama bu ülkede bir ayaklanma var ve bu sadece Maoistlerle de sınırlı değil. Ülkenin dört bir yanında halk kanı ve canıyla savaşıyor.” Ben böylesi bir komplonun varlığına, ya da en azından haysiyet sahibi gazetecilerin böylesi bir uygulamaya biat edebileceklerine inanmakta güçlük çekiyorum. Bu söylemleri ile Hakk’ın yolunu bulmuş bir tarikat müridini andırdığını söylüyorum. Alınmaksızın, “Bu bir yaşam biçimi, bir düşünce tarzı” diye cevaplıyor. “Kentlerdeki Batılılaşmış genç insanlar arasında dahi, burada canlı, dipdiri bir şeylerin olduğuna inananların olduğunu gözlemleyebiliyorum.” O halde neden Delhi’deki konforlu dairesini bırakıp ormana dönmediğini soruyorum kendisine. “Bu bir zorunluluğa dönüşürse şayet, büyük bir mutluluk ile ormanlara giderim. Ama benim orada bulunmam o insanlara da zarar verir. Savaşın pek çok ayağı var, askeri olanı bunlardan sadece bir tanesi. Ben bu savaşın daha farklı bir alanında mücadelemi veriyorum.”

Dünyayı akla kara gören mutlakçı anlayışını sorguluyor, ama bir yandan da cesaretine hayran kalıyorum. Evi birden fazla kez taşlanmış, “Bozuk Cumhuriyet” kitabının tanıtımını yaparken devlet yanlılarının saldırısına maruz kalmış, Keşmir halkının kendi kaderini tayin hakkının tanınması gerektiğini söylediği için kendisine “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmekten” davalar açılmış bir insan karşımdaki. “Beni yıldırmaya çalışıyorlar” diyor. Kendisini tehdit altında hissedip hissetmediğini soruyorum. “Herhangi bir şey söyleyen herkes tehdit altında. Yüzlerce insan cezaevinde.”

Roy’a göre kurgu yazılar ile siyasi yazılar kaleme almak arasındaki fark dans etmek ile yürümek arasındaki fark gibi. Bir daha dans etmeyi isteyip istemediğini soruyorum. “Elbette istiyorum” cevabını veriyor. Yeni bir roman üzerinde çalışıp çalışmadığını soruyorum, “Doğrusunu isterseniz, çalışıyordum. Ama pek vaktim olmuyor” diyor gülerek. Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanının devamını böylesi geciktirmiş olmasının kendisini rahatsız edip etmediğini sorduğumda ise “Hiç hırslı bir insan değilim” diyor. “İkinci bir romanımın olması ya da olmaması ne kadar önemli olabilir ki? Ben olaylara o şekilde yaklaşmıyorum. Ama mesela, o ormanlara gitme fırsatının benim için paha biçilemez olduğunu söyleyebilirim.” Yani, ikinci bir roman çıkarıp çıkarmayacağını söylemek oldukça güç. Küçük Şeylerin Tanrısı adlı kitabında Roy’un kendi hayatından çok fazla kesit bulunuyor. Karizmatik fakat baskıcı annesi, annesinin Roy ufak yaştayken terk ettiği alkolik, çay tarımcısı babası, Roy’un ergenlik yıllarında evi terk etmesi… Bunların hepsinin romanında yeri var. Belki de bundan ötürü, bu başarılı romanın bir kereye mahsus, yaşandıkça yazılmış bir eser olduğunu çıkarabiliriz. İkinci romanının çıkıp çıkmayacağı konusunda hep muğlak cevaplar veriyor Roy. Bir yandan, kendisini ülkedeki direniş hareketinin bir parçası olarak değerlendirdiğini ve bu durumun bütün duygu ve düşüncelerine hakim olduğunu söylüyor. Öte yandan da “sancağı başkalarının devraldığını” ve romancılığa, yani dans etmeye yeniden başlamaktan büyük keyif alabileceğini söylüyor.

Ödül kazanmak için yarışmıyorum Kesin olan tek şey, ikinci romanın henüz çok ufak bir bölümünün tamamlanmış olduğu. Bana konusunu söylememeyi tercih ediyor, hatta tek bir tema olduğunu söylemenin güç olduğunu iddia ediyor. “Benim temalarla, ana fikirlerle işim olmaz. Baraj karşıtı bir kitap yazmaya çalıştığım söylenemez. Bence kurgusal dünya öylesine muhteşem bir yerdir ki, tek bir konu ile kendisini sınırlamamalıdır. Bilakis, her şeyi kapsayabilmelidir.” İlk romanının ödüllü olmasının ve önceki başarısının kendisi üzerinde bir baskı oluşturup oluşturmadığını soruyorum. “Hayır,” diyor. “Biz sınıf birincisi olup ödül kazanmak için yarışan ilkokul çocukları değiliz. Önemli olan yazım işinin

Bir zorunluluğa dönüşürse şayet, büyük bir mutluluk ile ormanlara giderim. Ama benim orada bulunmam o insanlara da zarar verir. Savaşın pek çok ayağı var, askeri olanı bunlardan sadece bir tanesi. Ben bu savaşın daha farklı bir alanında mücadelemi veriyorum.

kişiye verdiği keyiftir. İyi bir kitap olup olmayacağını bilmiyorum. Ama doğrusunu isterseniz, gerçekleştirdiğim bu son yolculuklardan sonra edindiğim duygu ve düşüncelerle yazacağım kitabın neye benzeyeceğini ben de merak ediyorum.” Romanını geciktiriyor olması yayıncısını hayal kırıklığına uğratıyor mu? “Benim bir roman fabrikası olmayacağımı en başından beri biliyorlardı” diyor. “Bu konuda şüpheye hiç mahal bırakmamıştım. Bu tutumu anlayamıyorum ki. Bir şey ürettim, bunu

yaparken de büyük keyif aldım. Şimdi de bir şeyler yapıyorum. Elimdeki her şeyi değerlendiriyor, alnımın teriyle çaba sarf ediyorum. Ne yapayım, herhangi bir toplumsal olayı bana para kazandıracak bir araç olarak göremiyor, etrafımda olan bitenleri kariyerist bir bakış açısıyla yorumlayamıyorum. İnsan, yaşadığı yere ve orada ortaya çıkmakta olan süreçlere duyarlı olmak durumunda.” Roy’un ekonomik kaygıları olmadığından


22-23_Layout 2 7/20/11 9:14 PM Page 2

güncel

değildir

marlık okumaya gitmiş- daha o zamandan yeni bir dünya inşa etme arzusuyla yanıp tutuşuyormuş. 17 yaşındayken bir okul arkadaşı ile evlenmiş. “Çok iyi bir insandı, ama fazla ciddiye alamıyordum onu” diyor. 1984 senesinde yönetmen Pradip Krishen ile evlenmiş ve Krishen’in ilk evliliğinden olan iki kızını yetiştirmesine yardımcı olmuş. Şimdi ayrı evlerde otursalar da, eşinden bahsederken hala “aşkım” sözcüğünü kullanıyor. O halde neden ayrı yaşıyorlar? “Benim hayatım fazlasıyla dengesiz. Sürekli bir baskı olduğu gibi, benim de çok fazla tuhaf huyum var. Pek düzenli bir yaşantı olduğu söylenemez. Dünyayla benim aramda arabuluculuk yapacak biri yok, çoğunlukla içgüdülerime dayalı biçimde yaşıyorum.” Sanırım bağımsızlığına fazla düşkün olduğunu söyleyebiliriz. Bağımsızlığına ket vuracağını düşündüğünden çocuk sahibi olmamış. “Uzun bir süre çocuk bakacak ekonomik kaynaklardan yoksundum” diyor. “Ve o kaynaklara sahip olduğumda da annelik açısından fazlasıyla güvenilmez biri haline gelmiştim. Bu ülkedeki savaşın ön saflarındaki kadınların pek çoğunun çocukları yok, çünkü her an her şey olabilir. İnsanın mümkün olduğunca hareketli ve esnek olabilmesi lazım. Hareketli küçük bir devlet gibi yaşamaktan memnunum.”

ikinci bir roman yazma gibi acil bir ihtiyacı yok. Her ne kadar kazandıklarının çoğunu bir yerlere bağışlamışsa bile, 6 milyondan fazla satan “Küçük Şeylerin Tanrısı” sayesinde bir ömür rahatça yaşayacağı söylenebilir. İnsanların kitabını beyaz perdeye aktarmalarını istemediğinden, kendisine bu yönde gelen tüm teklifleri reddetme lüksüne dahi sahip. “Her okur, kitap okurken kafasında olayları ayrı tasavvur eder. Ben benim kitabıma dair olanın bir film tarafından belirlenmesini istemiyorum.” Doğrusu, oldukça irade sahibi bir insan olduğu söylenebilir. 1996’da kitabı ilk kez basılacakken, kapağını kendisi belirlemek istemiş, bu isteğini de “Kitabımın kapağında sarılı kadınlar ve kaplanlar görmek istemiyordum” sözleri ile açıklıyor. Kuşkusuz, boyun eğmeyen bir ananın kızı olduğunu hayatın her alanında kanıtlıyor. Annesinin onun hayatının merkezinde olduğu söylenebilir mi? “Hayır, ama hayatımdaki pek çok çatışmanın merkezinde olduğu söylenebilir. Olağanüstü bir kadın. Beraberken, nükleer silahlara sahip iki devlet gibi olduğumuz hissine kapılıyorum.” Bir kahkaha atıp, “Biraz dikkatli hareket etmemiz gerekiyor birbirimize karşı” diyor. Roy, aile ortamının gerginliğinden sıyrılmak için, 16 yaşında evden ayrılarak Delhi’ye mi-

Roy, geçmişte kendisini “doğuştan feminist” olarak nitelendirmişti. Bununla neyi kast etmeye çalışıyordu? “Babasız büyüdüğümden, hayatın en önemli kanununu daha erken yaşta öğrenmiştim: Kişinin kendisini kollaması gerekiyor. Bugün yaptığım şeyleri yapabiliyorsam, daha genç yaşta bağımsız biçimde yaşamaya alıştığımdandır.” Annesi Keralalı zengin, Hıristiyan bir aileden geliyor. Ama Batı Bengalli bir Hindu olan Ranjit Roy ile evlenmesi ile bu fanusun dışına çıkmış. Boşandıktan sonra eski çevresine geri dönmeye çalıştığında, parasız olduğundan ve bir Hindu ile evlenmiş olduğundan sürekli olarak ötekileştirilmiş, dışlanmış. Mary Roy daha sonra açtığı okul ile büyük başarı elde etmiş ve yeniden kendi ayaklarının üzerinde durmayı başarmış. Ancak dışlanmış bir çevrede büyümek, kızını duygusal açıdan epey yaralamış. Roy her zaman polemik çıkarmaya meyilli bir insan olmuş olduğunu söylüyor ve 90’larda yönetmen Shekhar Kapur ile yaşadığı sert tartışmayı anımsatıyor. Yönetmenin “Bandit Queen” (Hırsız Kraliçe) adlı filmindeki gerçek tecavüz sahnesinin, tecavüze uğrayan kadının izni olmaksızın beyaz perdeye aktarılmasına şiddetle karşı çıkmış, polemik medyada epey yer bulmuştu. Aslında belki de romanının, bir romancının sakin yaşantısını ajite etmiş bir unsur olduğunu iddia etmek yerine, ajitasyon dolu bir hayattaki ufak bir sükunet limanı olduğunu söylemek daha doğru olabilir. Ama mücadele için çok fazla şey feda etmedi mi? Yeniden dans etme fırsatı, çocuklar, belki bir evlilik? “Bunların hiçbiri fedakarlık değil,” diyor. “Bunlar yalnızca tercih, sevgi ve heyecan hayatımın her anını kuşatıyor zaten. Bunların birer fedakarlık örneği olduğunu düşünmek yanlış olur. Ormanda yoldaşlarla omuz omuza yürürken bile sürekli gülüyorduk.”

Halkın savaşçıları ölümsüzdür

20-30 TEMMUZ 2011 Halkın Günlüğü

Hapishanelerde tutuklu bulunan MKP dava tutsakları 27 Haziran tarihinde devlet güçleri ile MKP-HKO gerillaları, 29 Haziran tarihinde de TKP/MLTİKKO ve HPG gerillaları ile devlet güçleri arasında çıkan çatışmada ölümsüzleşen savaşçıları selamladı.

MKP dava tutsakları tarafından şehit düşen gerillalarla ilgili yapılan açıklamanın tam metnini yayınlıyoruz: Emperyalist burjuvazinin yerel işbirlikçisi Türk egemen sınıflarının emrinde eğitimli liberal sözcüleri büyük bir demagoji örneğini sergileyecek düzeyde demokrasi özgürlük ve eşitlikten bahsederek halkın bilincini karartırken, Türk devleti diğer yandan savaş yatırımını tüm hızıyla sürdürmektedir. Tarihsel olarak Türk devletinin işçi ve köylülerin komünistdevrimci öncülerine, azınlıklara, Kürt ulusuna karşı sürdürdüğü savaş devam ediyor. Hiçbir siyasi söylem, demokrasi vaadi bu gerçeği değiştiremez. Gerici faşist düzenin yıkılmadan özgürlüğün, adalet ve eşitliğin mümkün olmadığını bilen komünist hareket devrimci kararlılıkla savaşımını sürdürmektedir. En demokratik haklarını yasal zeminde aramaya kalkan halk kitlelerini vahşi yöntemlerle ezen, çocukları kurşunlayan, yaşlı kadın ve erkekleri katletmekten kaçınmayan bu rejim devrimci mücadeleyi tamamen bitirmek istiyor. Mücadele edilmeyen, hak aramayan, özgürlüğünden vazgeçen bir toplum istemektedirler. Bu nedenle komünistler saldırıların birincil hedefi olmaktadırlar. Türk Genelkurmay’ı Haziran 2011 başında Dersim’in Hozat İlçesi’nde toplantı yaptığı basına yansıdı. Bu toplantının Dersim’de gerilla güçlerine yönelik saldırı toplantısı olduğu açıktı. Reformlarla Kürt ulusal hareketini silahsızlandırma sürecinin son aşamasına gelinmişken, Dersim, Karadeniz’de gerilla güçleri bulunan esasta partimize ve dost güçlere yönelik kapsamlı saldırı başlatılmıştır. Türk Genelkurmay’ının Dersim’deki saldırı emri Haziran son haftasında başladı. Kobra tipi ileri teknoloji donanımlı helikopterler, termal kameralı tanklar

23

ve binlerce güçle askeri harekat başlatıldı. 27 Haziran 2011’de Maoist Komünist Partisi (MKP) ve buna bağlı Halk Kurtuluş Ordusu (HKO) gerillaları değerli yoldaşlarımız Ozan Derman, İsmail Perktaş, Abidin Demir; 29 Haziran’da Çemişgezek TKP/ML-TİKKO gerillası Yurdal Yıldırım ve HPG’li Mazlum Erenci faşist Türk devletinin saldırıları sonucu şehit düştüler. On günü geride bırkmasına rağmen askeri harekat devam ediyor. Dersim’in birçok alanı yerleşim yerleri uçak ve helikopterlerle havadan bombalanıyor. “Operasyon PKK’ye değil” diyen Tunceli Valisi böylelikle hedefin devrimci komünistler olduğunu da işaret etmiş oluyor. Hiç şaşılacak bir durum yoktur. Komünistlerin yok edilmesi Türk devletinin vazgeçemeyeceği amaçtır. Oportünizm ve her türden tasfiyeci eğilimin güçlendiği, devrimci hareketin reformcu burjuva partiler haline getirilmesinin amaçlandığı, devrimci savaşın artık geride kaldığı söyleminin dillerden düşmediği ideolojik politik saldırısına karşı, devrimci Halk Savaşı’nda ısrar eden partimizin saldırıların hedefi olmasının anlamı büyüktür. Devrimci iktidar hedefinden vazgeçmeyen, işçi sınıfına emekçi köylülere kurtuluş yolunu göstermeye kararlı olan partimiz gerici egemen sınıfların kapsamlı saldırılarına uğradı; her seferinde büyük saldırıların karşısında yürümeyi başardı, bugün de saldırı ve kuşatmaları yaracaktır. Ülkemizde taş atan çocuklar önce zindanlardan geçiyor ve yolları dağlara varıyor. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da özgürlüğün yolu gerillanın namlusundadır. Kaypakkaya’nın öğrencileri, savaşçıları, komutanları ve önderleriyle devrim uğruna mücadelede kızıl bayrağı elden ele taşımaya devam etti, edecekler. Komünistler şunu yeniden hatırlatıyor: Egemenlerin bize çizdikleri yolda değil, MLM’nin çizdiği devrim yolundan ilerlemeye devam edeceğiz. Tanklar, toplar, vahşi saldırılar işçi ve köylülerin devrimci iktidara yürüyüşünü durduramayacaktır. Yaralarımızın üstünde yeni bir yaşamı yeşerteceğiz. Yoldaşlarımız proleter devrim mücadelesinde unutulmamak üzere, halkımızın kalbine gömüldüler. Halk savaşçıları ölümsüzdür! Komünist bilinç, kararlılık ve bağlılıkla mücadeleyi ilerletme çağrısı olduğunu belirterek ölümsüz yoldaşlar önünde saygıyla eğiliyoruz. Yoldaşlarımız daha büyük sorumlulukla devrimci Halk Savaşı’nı yükseltmeye çağırmaktadır. Çağrılarına bağlı kalacağız.


24_Layout 2

7/21/11

11:58 AM

Page 1

Rojaneya Gel Alarma dewletê ya xweseriyê Pêşveçûyinên hela xweseriyê, her çikas ji bo Neteweyê Kurd nebe navê felatbûna mezin jî ji bo nasnameya wê, jî bo perwerdehiya zimanê dayikê û ji bo daxwazên din cîhekî taybet de disekine

g

Xweseriya demokratîk Dema ku bi hêla DTK’ê ve “Xweseriya Demokratîk” hat îlankirin dewlet bi hemû qedemê xwe ve hereket kirin. Daxûyaniyên ku êrişên faşît-nîjadperest birêdixe pêşya wan neyê birîn. Neteweperwerên Tirk yên ku êriş dikin ji ber ku xwediyê “rûmet” a xwe derketine dibin qehreman. Nîjadperestên serdest ên ku êriş nakin jî bi ser giranî, bi mezintayî û bi “rûmet” ji wan tê behskirin. Mîzansenek gelek balkêş!

Ji bo femkirina demê bi kurtasî çêkirina panoramaya dîrokî de feyde heye. Di hêla dewletê de çawa destpêkiribû çareseriya vê pirsgirêka Neteweyên Kurd. Pêşiyê rêya demokrasiyê bi Amedê ve girêdan, heta wirde derbasnebûya nedibû, nikaribû bibûya. Tecrûbê yên dîrokî ku li devşirma hînbibûn hebûn. Ji ber wê dest bi xebata kirin, xebatê “açilima”. Peyre di bi navê şirîn binê navê açilima Kurdan de dema “demokratîk açilimê” destpêkir. Lê belê zatên xwediyên îdeolojiya neteweperwer zat-ê muhtereman (!) demokratbûn û ne hewceyên demokrasiyê bûn. Zaten “demokrasî ji bo wana tramwayek bû heta cîhê ku wê biçe lê suwarbûna”. Ji ber vê navekî çêtir ji vê projeyê re dîtin; projeya “yekîtiya neteweyî û biratî”. Çareseriya dewletê di binê navê cuda de çekirina tablaya şirîn bû. Kurdan jî ji bo vê demê çend xebat diyar kirin. Komên çareseriyê ku hatin welat, parlamenterên Kurd yên ku ketin parlamentoyê, peşniyariyên çareseriyê ku Ocalan

Bayık: Armanc tasfiyeya PKK’ê ye

Piştî dema îlankirina “Xweseriya Demokratîk” ji bo nirxandina demê Cemîl Bayik ANF’ê re peyivî. Dema hilbijartinan û dawiya wê nirxan, û li ser mijara îmha û tasfiyê kirpandin çêkir û waha got: “AKP ji bo ku îradeya CHP’ê û BDP’ê bişkêne stratejiyekî dimeşîne. Çimkî hilbijartinan de armanca ku dixwestin ne ev bû. AKP’ê dixwest zagona zikmakî tenê amade bike. Daxwazên ku hilbijartinan de dixwestin bi vî awayî pêk anîn. Nêta wan ew bû

ku zagona zikmakî bi gorî xwe amade bikin û CHP’ê jî ji xwe re têxin hevpar. Ev zagona zikmakî li hember tevgera adaziyê û gelê Kurd bû”. Bayık, li hember bêpevçûna PKK’ê balkêşand berdewamiyên operastonên leşkerî, girtinan, êrişan û polîtîkayên zilm û zordariyên li ser Kurdan û waha got; “protokola ku dewletê pejirandiye wê kîngê jiyan bigire ne diyar e, naha an jî salek dinê nayê zanîn. Dewlet vê mijerê de tu

daxuya kir, nexşeyên rê… Eva pênc salê dawî de serpêhatiyê ku di binê navê cuda de ku dimeşînin ango “açilim” an jî “yekîtiya neteweyî û biratî” bi îlankirina “Xweseriya Demokratîk” ya DTK’ê ve serûbin bûn. Pêşveçûyinên hela xweseriyê, her çikas ji bo Neteweyê Kurd nebe navê felatbûna mezin jî ji bo nasnameya wê, jî bo perwerdehiya zimanê dayikê û ji bo daxwazên din cîhekî taybet de disekine. Diyare ku ev pêşveçûyînan têkoşîna neteweyên Kurd de ne çareseriyeke bingehîn e. Lê belê çi heye neteweyên ku bi hêla nasnameya xwe ya siyasî ve hatine naskirin, îmha û înkarkirina wî ya bi komî jî holê tê hildan.

Esas êrişên dewletê ji ber vê yekê ye çedibe. Sedan sale neteweyê ku bişaftiye, îmhakiriye bi nasbûna nasnameya netewetî ve mecbûr maye ev neteweya nas kiriye. Her çikas ev bêwekhevbûna neteweyî berdewam bike jî; ev kevneşopa înkarker û îmhakera 87 sala kismî ve jî têkçûnê dipejirîne. Ev dema ku têkoşîna gerîlayên Kurd ve hatiye qezençkirin, bi hêla dewleta Tirk ve bi wek têkçûna leşkerî tê nirxandin. Esas şerma herî giran jî ji ber vê yekê ye. Ew artêşa wê ya bi hêz ku sala propaganda wê dikirin bi gotina dewletê ‘sê-çar talankar’ têk nebirin. Dême neteweyê Tirk ê serdest li hember neteweyê Kurd ê bindest wê têk biçe. Ev bûyarê wê ku ne hêsan bê pejirandin temaya êrişên faşîst çêdike.

tiştek nabêje û tenê pejirandiye. Ev taktîk û xapandin e. Bi vî awayî dixwaze peşiya PKK’ê bigirê û hedî hedî xilas bike. Hewcebû protokolên din jî bahatana pejirandin. Lê belê yên ku hatin pejirandin hewceye kînga wê jiyan bigirê jî divê bê diyar kirin. Xweseriya demokratîk mafê Kurda yê herî xwezayi ye, xwedîderketina wî û jiyana wî karê hemû Kurdî ye. Îlankirina wî jî pêavêtineke dîrokî ye.”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.