Ydic163

Page 1

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin!

İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE

Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!

MAYIS/HAZİRAN 2013/02 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X163


EDİTÖRDEN

editörden - içindekiler

Değerli okuyucu; Yeni bir sayı ile birlikteyiz. Başyazımızı Kürt ulusal hareketi ile devlet, hükümet arasında yapılan anlaşmaya bağlı olarak ilerleyen “barış süreci”, “çözüm süreci”ne ayırdık. 29 yıldır süren savaşın -eğer kesintiye uğramazsa- sonlanacak olması, işçiler, emekçiler, Kürt ulusu ve sınıf mücadelesi açısından olumlu etkileri olacaktır. Bu etkilerin neler olduğunu, bir bütün olarak süreci nasıl okumak gerektiğini başyazımızda okuyabilirsiniz. Roboski katliamı üzerinden bir yıl geçtikten sonra, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Araştırma Komisyonu’nun bünyesinde oluşturulan “Uludere Alt Komisyonu”nun raporu kamuoyuna açıklandı. Raporda katliamda bir “kasıt” olmadığı açıklanarak, devletin yaptığı bir katliamdan daha aklanması sağlandı. Bu sayımızda unutulan bir sorun olan Batı Sahra üzerine geniş bir yazıyı yayınlıyoruz. Almanya’da yayınlanan ML dergi Herşeye Rağmen dergiisnden çevirdiğimiz yazıyı ilgi ile okuyacağınızı umuyoruz. “Arap baharı” üzerine tartışma dergimizde sürüyor. Bir grup okurumuzun eleştiri yazısını cevabı ile birlikte yayınlıyoruz.

HDK hakkında takındığımız tavrı eleştiren bir okurumuzun yazısını, cevabı ile birlikte yayınlıyoruz. Bu yıl komünist önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın katledilmesinin 40. Yılı. Kaypakkaya yoldaşın geride bıraktığı mirası nasıl değerlendirmek gerektiği ile ilgili Bolşeviklerin yaptığı genel değerlendirmeyi yayınlıyoruz. Kavganın doğrusu/Doğrunun kavgası sayfamızda, TKİP’in IV. Kongresinde alınan kararları değerlendiren/eleştiren bir yazıya yer veriyoruz. Panorama sayfalarımızda, Venezüella’da Chavez’siz yapılan başkanlık seçimini değerlendiren yazıyı, BM’ler Genel Kurulu’nun aldığı “silah ticareti anlaşmasını” değerlendiren yazıları okuyabilirsiniz. Berlin’de yapılan bir konferansı değerlendiren yazı, bir okurumuzun Kuzey/Güney Kürdistan’dan gezi izlenimleri okunması gereken diğer yazılarımız. Yeni bir sayıda buluşmak üzere…. YDİ Çağrı Nisan 2013 YDİ Çağrı Mayıs 2013 ✓

İÇİNDEKİLER GÜNDEM BARIŞ HEMEN ŞİMDİ!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN “KASIT” YOKMUŞ!!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 GÜNCEL Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Ölümsüzdür!. . . . . . . . . . . . 12 SAHRA HALKI DİRENİŞTE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 PANORAMA Chavez’siz başkanlık seçimi! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32 “Silah ticareti anlaşması” kararı.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 36

2

OKUR MEKTUBU Kuzey/Güney Kürdistan Gezisinden İzlenimler . . . . . . . . . . . . . . . . 39 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI TKİP IV. Kongresi Üzerine Notlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 49 “Halkların Demokratik Kongresi Üzerine” başlıklı yazı üzerine. . . 58 Halkların Demokratik Kongresi üzerine bir kez daha . . . . . . . . . . . 60 “Arap Baharı” Tartışması Üzerine Görüşlerimiz. . . . . . . . . . . . . . . . 64 “ “Arap Baharı” başlıklı yazıya yanıt. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66 Uluslararası Bir Konferans’tan İzlenimler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 72

Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 163 · Mayıs/Haziran 2013 • ISSN 1301692X163 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · info@ydicagri.net


gündem

BARIŞ HEMEN ŞİMDİ! Savaş, siyasetin silahla ve savaş yöntemleriyle sürdürülmesidir. Ve her savaşın, savaşan tarafların şu veya bu şekilde anlaşması ile gelen bir sonu vardır. Bir savaş konusunda tavır takınılırken cevap verilmesi gereken temel soru şudur: Yürüyen savaşta savaş taraflarının bu savaşla sürdürdükleri siyaset nedir? İşçi sınıfının ve ezilen halkların çıkarları açısından bu savaşın yararı/zararı nedir?

Ü

lkelerimizde uzun süredir yürüyen bir savaş var. Egemen sınıflar yürüyen savaşa savaş demekten kaçınsa da bu gerçek değişmiyor. Savaşta iki savaş tarafı var: Bir yanda TC devleti; diğer yanda PKK. Bu Türk egemen sınıfları PKK’ni savaşan taraf olarak görmeyi resmen red etse de, olgu, çıplak gerçek. Gelinen yerde bu savaşta, savaşın sonlanmasına doğru gelişme ihtimali oldukça büyük olan yeni bir sürece girildi. PKK tek taraflı olarak, PKK’nin devletin elinde esir olan başkanı Abdullah Öcalan’ın çağrısına uyarak ateşkes ilan etti. Şimdi TC devleti sınırları içindeki, Kuzey Kürdistan’daki PKK ge r i l l a l a r ı n ı n TC sınırlarını terk etmesi için, bunun nasılı üzerine, pazarlıklar yürüyor. Sürecin sonunda PKK’nin TC sınırları içinde TC devletine karşı savaş yürüten bir güç olmaktan bütünüyle çık(arıl)ması var. Bu sürecin ne kadar süreceği, kesintilere uğrayıp uğramayacağı belli değil. Sürecin değerlendirilmesi konusunda bir dizi tartışma yürüyor. Bu bağlamda biz işçi sınıfı ve ezilen halkların çıkarlarının yürüyen savaşın en kısa zamanda sonlandırılmasında olduğunu düşünüyor.

BARIŞ HEMEN ŞİMDİ! diyoruz. Neden? İşçi sınıfı ve ezilen halklar açısından savaş bir bütün olarak ret edilen bir şey değildir. İşçi sınıfı ve emekçiler sömürünün hüküm sürdüğü bir dünyada savaşların kaçınılmaz olduğunu, sömürü sistemi bütün dünyadan devrimlerle silinmedikçe, savaşların var olacağını, kaçınılmaz olduğunu bilir. Savaşları bir bütün olarak “antika eserler müzesi”ne gömmenin, insanlık tarihinin geçmişindeki bir kötülük haline getirmenin biricik yolu, devrimci savaşlarla, sömürü sistemini yok etmek; komünizme doğru kesintisiz devrimler içinde ilerleyen bir dünya kurmaktır. İşçi sınıfı savaşları haklı ve haksız savaşlar olarak iki kategoriye ayırır. Gerici, emperyalist emeller uğruna yürütülen karşı devrimci, haksız savaşları ret eder, bunlara karşı çıkar. Buna karşı ezilenlerin, halkların haklı taleplerini elde etmek için yürüttükleri ilerici, devrimci, haklı savaşlardan yana tavır takınır, bunlarda savaşın haklı yanını destekler, kendisi bu savaşları yürütür. Savaş, siyasetin silahla ve savaş yöntemleriyle sürdürülmesidir. Ve her savaşın, savaşan tarafların şu

3


gündem 4

veya bu şekilde anlaşması ile gelen bir sonu vardır. Bir savaş konusunda tavır takınılırken cevap verilmesi gereken temel soru şudur: Yürüyen savaşta savaş taraflarının bu savaşla sürdürdükleri siyaset nedir? İşçi sınıfının ve ezilen halkların çıkarları açısından bu savaşın yararı/zararı nedir? Gelinen yerde ülkelerimizde yürüyen, Ocak ayından bu yana yeni bir sürece giren savaşla sürdürülen siyaset nedir? Savaşan taraflardan PKK açısından savaş başlangıcından bu yana demokratik bir öze sahip haklı bir yana sahip: Ezilen bir ulus adına ulusal kimi haklar talep ediliyor, savaş bu hakları elde etmek için yürütülüyor; savaş dışında bir yolla bu hakların elde edilmesi mümkün değildi, değil. Savaşan taraflardan biri olan PKK açısından savaşın amaçları, hedefleri bu savaş sürecinde değişikliklere uğradı. Çıkış noktasında PKK açısından savaşın hedefi “Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan” dı. Savaş “Kürt ulusunun ayrılıp, ayrı devlet kurma” sı, Kürdistan’ın bütün parçalarının bir Kürt ulusal devlet içinde birleştirilmesi hedefiyle yürütülüyordu. 1993’de bu hedef değişti. T.C. devletinden ayrılıp, ayrı devlet kurma hedefi bırakıldı; T.C. devletinin toprak bütünlüğü içinde “demokratik özerklik” hedef olarak ilan edildi; Kendi içinde “Kürt Sorunu”nu çözmüş bir T.C.’nin Ortadoğu’da Kürtlerle birlikte büyümesi de Türk egemen sınıflarına çözüm olarak önerildi. Fakat Türk hâkim sınıfları böyle bir çözüme, bizzat büyük burjuvazi içinde bu yönden bir çözümden yana kesimler olmasına rağmen hazır değildi. Abdullah Öcalan 1999’da Kenya’da uluslar arası bir işbirliği sonucu yakalanıp T.C. ye teslim edildikten sonra, İmralı’ da yargılanması sırasında savunmasında “ Kürtlerin TC. nin gücüne eklemlenmesi” siyasetini daha da geliştirdi. Çözüm T.C.’nin; PKK’nin gücünü kendi gücüne katarak, Ortadoğu’da başat güç olmasında idi. Kürtler için talep edilen ulusal haklar, adı bölgesel özerklik olması bile gerekmeyen, AB şartnamesinde öngörülen düzeyde bir yerel yönetim güçlendirilmesi, anadilde eğitim, silah bırakan PKK savaşçılarının

sivil siyasete katılma imkânlarının yaratılması ve Abdullah Öcalan’ın tutukluluk şartlarının düzeltilmesi gibi oldukça geri düzeyde demokratik taleplerle sınırlı hale getirildi. Bu talepler gelinen yerde artık, Ocak ayında İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşen Ahmet Türk’ün deyimiyle “İçinde devleti rahatsız edecek hiçbir şey olmayan” taleplerdir. PKK açısından bu talepler için savaşmanın bir anlamı kalmamıştır. Tersine siyasetin bu taleplerle sınırlı olduğu yerde, savaşın sürdürülmesi, bu taleplerin elde edilmesini geciktirici bir rol oynayabilir. Savaşın diğer ve baskın tarafı olan T.C. başından itibaren haksız, gerici, sömürgeci bir savaş yürüten konumdadır. T.C. Türk ulusu dışındaki ulusların ve milliyetlerin varlığının inkârı üzerine kurulu çok uluslu, çok milliyetli bir devlettir. Savaş T.C. açısından başlangıçta bu durumun korunması için yürütüldü. Bu gerici amaç uğruna binlerce Kürt hunharca katledildi. Binlerce Kürt köyü boşaltıldı. Bu savaşta Türk ordusu saflarında asker elbisesi giymek zorunda kalan on binlerce Türk, Kürt, diğer milliyetlerden gençler kendi savaşları olmayan haksız bir savaşın cephesine sürüldüler. Binlerce asker öldü, yaralandı. PKK’nin savaşını Türk devleti önce “üç beş çapulcunun devlete karşı isyanı” olarak nitelendirip, kısa sürede askeri olarak bastıracağını hesapladı. Süreç içinde fakat PKK’nin savaşına Kürt ulusunun önemli bir bölümünün sahip çıkması ile T.C.’nin “üç beş çapulcunun isyanı” küçümsemesi gerçeğin duvarına çarparak paramparça oldu. T.C. tarihinin bu son Kürt isyanı, inkârcılık duvarında kendinden önceki bütün isyanlardan daha fazla, daha büyük gedikler açtı. Egemen Türk burjuvazisinin giderek büyüyen bir bölümü, savaşın sürmesinin “bölünmeyi engelleme” ve “TC.-devletinin toprak bütünlüğünü koruma” temel hedefleri açısından, ters etki yapmaya başladığını, sorunun salt “askeri çözümü” nün olmadığını görmeye ve savunmaya başladı. Bu arada T.C. devletinin egemen güçleri arasında da iç iktidar dalaşında önemli değişiklikler oldu. İnkârcı çizgiyi hiç değiştirmeksizin sürdürme yanlısı


lesi açısından olumlu olacaktır. *Savaşın sürmesi demek, en başta Kuzey Kürdistan’da savaş mantığının, ordunun, savaştan nemalananların iktidarının sürmesi demektir. Savaş alanlarında, Kuzey Kürdistan’da ilan edilmemiş olağanüstü halin sürmesi demektir. KCK tutuklamalarının sürmesi demektir. Türkiye’nin bütününde “PKK terörüne karşı mücadele “ adına her türlü demokratik hakkın ayaklar altına alınması, evet, faşizmin sürdürülmesi demektir. Savaşın sonlanması faşizmin gerekçelerinden birini ortadan kaldırır. *Savaşın sonlanması ile, “Şehitler Ölmez” - “Şehit Namırın” larla karşılıklı olarak bir yanda ırkçı Türk şovenizminin, öbür yanda ezilen ulus milliyetçiliği olan Kürt milliyetçiliğinin güçlenmesinin imkânları azalacaktır. *Bu karşılıklı milliyetçiliklerin gelişmesiyle birlikte, emekçiler arasındaki sınıfsal birliğin önünün tıkanma tehlikesi azalacaktır. Türk ırkçıları tarafından, hem de “bölünmeyi önleme” gerekçesiyle kışkırtılan Türk/Kürt düşmanlığı ve yaratılan bu düşmanlık temelinde çatışma tehlikesi azalacaktır. *Savaş sürdükçe hep sınıf sorununun önünde giden “ulusal” çelişmeler savaşın sonlanması ile yumuşayacaktır. Bu, sınıf sorunlarının ön plana çıkmasının şartlarını daha uygun hale getirecektir. Bu yüzden sınıf bilinçli proletarya bugün en önde ve hiç tereddütsüz BARIŞ HEMEN ŞİMDİ! demelidir.

gündem

olanlar, bu çizgide belirli reformlar yapma gereğini savunanlar karşısında mevzi kaybettiler. Abdullah Öcalan’ın İmralı’da formüle ettiği çözüm çizgisi, Türkiye’de egemen burjuvazinin giderek büyüyen bir bölümünün, PKK’nin silahlı mücadelesi sonucunda da kabullenmek zorunda kaldığı “Kürt sorununun demokratikleşme programı içinde çözümü” çizgisi ile örtüştü. Bir dizi gel/git, tek taraflı ateşkesler, çatışmasızlık dönemleri, savaşın yeniden yükselmesi ertesinde gelinen noktada gerçekte Öcalan ile TC devletinin andaki siyasi iktidarı “ortak bir çözüm” noktasında birleşmiş görünmektedir. T.C. devletinin toprak bütünlüğü içinde Kürt sorunu, adı bölgesel özerklik olmayan yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Türk ulusu dışındaki ulus ve milliyetlerin yok sayılmasından vazgeçilmesi, ana dilde eğitim, silah bırakmış PKK’lıların sivil siyasete katılma imkanlarının yaratılması vs. ile çözülecek; Kürt sorununu çözmüş olan TC. Kürtlerin gücünü de kendine katarak daha da büyüyecektir! Yürüyen savaşın sürdürülmesi bu siyaset açısından olumlu bir rol oynamaz. Tersine bu siyasetin uygulamaya konmasını geciktirici bir rol oynayabilir. O halde her iki tarafının anda savundukları siyaset açısından yürüyen savaşın sürdürülmesinin, kurulan pazarlık masasında elini güçlendirmek dışında, mantığı kalmamıştır. Ve bu savaşın sonlanması başta Kuzey Kürdistan’da yaşayan halklar, en başta savaşın ağır yükünü taşıyan Kürt emekçi halkı, Kürt ulusu açısından olumlu ve gereklidir. T.C. devleti ile PKK’nin çözüm konusunda özde farklılıklarının kalmadığı noktada bu savaş için Kürt gençlerinin ölmesi, Kürt ulusunun olağanüstü hal, savaş şartlarında yaşaması anlamsızdır. PKK’nin savaşı evet Türk burjuvazisini geri adım atmak zorunda bırakmış, hem Kürt sorununda, hem de Türkiye’de genel demokratikleşme konusunda etkin bir rol oynamıştır. Fakat gelinen yerde artık bu savaşın oynayacağı olumlu bir rol yoktur. Türk emekçileri açısından en başından itibaren “kendi burjuvazisinin haksız savaşı” olan bu savaşın bir an önce son bulması zaten gereklidir. Bu haksız savaşta Türk emekçileri aslında kendi burjuvazilerinin kuyruğunda kendi çıkarlarına karşı savaşmışlar, savaştırılmışlardır. Türk şovenizmi zehri onları kendi burjuvazilerinin kuyruğuna takmış, haksız bir savaşta, bir ulusun en tabii ulusal haklarının çiğnenmesi savaşında araç olarak kullanılmışlardır. Savaşın sonlanması, bir bütün olarak sınıf mücade-

NASIL BİR ÇÖZÜM? Yukarıda T.C. devleti ile Abdullah Öcalan –PKK’si arasında yapılan anlaşma temelindeki çözümün ne olduğunu kabaca ortaya koyduk. Kürt ulusuna egemen Türk burjuvazisinin savaş sonucu vermek zorunda kaldığı gayet sınırlı ulusal haklarla gerçekleşen bir “çözüm”dür bu. Bu Kürt ulusal sorununun çözümü açısından ele alındığında kuşkusuz gerçek ve kalıcı bir çözüm değil. Gerçek ve kalıcı çözüm bütün ulusların ayrılma hakkına sahip olduğu, bütün milliyetler arasında tam hak eşitliğinin olduğu, eşitler arasındaki çeşitli biçimlerdeki gönüllü birlikteliklerdedir. Ayrılma hakkının olmadığı yerdeki birlikler eşitler arası birlikler değildir, bu birliklerin temeli koftur. Gerçek çözüm emperyalizm çağında kural olarak ancak işçi sınıfının önderliğindeki devrimlerle, burjuvazinin iktidarının devrildiği şartlarda mümkündür. Diğer yandan şu da bir olgudur: Şimdi-

5


gündem

ki çözüm evet, gerçek bir çözüm değildir, fakat Kürt ulusunun kimi ulusal hakları konusunda gelinen yer “Kart Kurt” inkârcılığından, Kürtlerin varlığının kabulüne ve Kürt ulusunun belirli ulusal haklarının verildiği (daha doğrusu PKK’nin silahlı mücadelesi sonucu verilmek zorunda kalındığı) bir yere gelinmiş olunan noktadır. Bu hiç de küçümsenecek bir gelişme değildir. Andaki “Çözüm” Türk burjuvazisi ile Kürt burjuvazisinin çıkarlarını ortaklaştırmayı hedefleyen geçici bir çözümdür. Bugünkü uluslar arası konjonktürde somut olarak PKK mücadelesiyle elde edebileceğinin maksimumunu elde etmiştir. PKK’ne yönelik “onun teslim olduğu” “ihanet ettiği” vb. yönündeki eleştiriler, yakınmalar gerçekte bir yandan onun gerçek niteliğini, onun köylü ve burjuva hareketi olduğu gerçeğini kavramayan, ondan onun yapamayacağı şeyleri bekleyen eleştirilerdir. Diğer yandan bu yöndeki eleştiri ve yakınmalar, T.C. devletinin uluslar arası arenadaki rolünü kavramamanın da işaretidir. Aslında şimdi süren savaşın sonlanması, sınıf mücadelesinin, Türk ve Kürt ve diğer bütün milliyetlerden işçilerin sınıf mücadelesinde birleşmesinin şartlarını daha uygun hale getireceğinden, ulusal sorunun gerçek çözümünde de ileriye gitmenin yolunu açacaktır. Görev şimdi gerçek çözümün ne olduğunu Kürt işçilerine emekçilerine de anlatacak olan sınıf bilinçli proleterlerdedir. Uzun vadede gerçek çözüm proletarya önderliğinde devrimdedir.

SÜREÇTEN RAHATSIZ OLANLAR!

6

Şimdi ucunda yürüyen savaşın, PKK’nin T.C. devletine karşı silahları bırakması olduğu görünen bir sürece girilmiş durumda. Daha önce de yaşanan tek taraflı ateşkes, çatışmasızlık, görüşme, anlaşma süreçlerinden farklı olarak bu süreç hem AKP hükümeti tarafından, hem de Öcalan/PKK/BDP tarafından açıkça sahip çıkılarak, görece olarak açık yürüyor. Her iki taraf ta, “barış” konusunda kararlı olduklarını ifade ediyorlar. Her iki taraf ta kendi tabanlarını ikna etmeye yönelik “teslim olmadıkları”nı, “pazarlık yapmadıklarını” vs. ifade eden açıklamalar dışında, süreci kesmek için kullanılabilecek sert söylemlerden kaçınıyor, “dile dikkat” ediyorlar. Her iki tarafta da, bu savaşın gerçekten sonlanmasından rahatsız olanlar var. Bu güçlerin başında tabii her iki tarafta da bu savaştan doğrudan nemalananlar geliyor. Silah tüccarları, savaş alanında rahatça cirit atan cürüm çeteleri, uyuşturucu tüccarları, insan ta-

cirleri vb. bu savaşın sürmesinden yanadır. Savaş sürdüğü sürece ve ölçüde Kuzey Kürdistan’da astığı astık kestiği kestik iktidar sahibi konumunda olan ordu ve “güvenlik” güçlerinin ‘Ergenekoncu’ kesimleri bu savaşın sürmesinden yanadır. Ergenekon, Balyoz vb. davalarla önemli ölçüde yaralanmış ama henüz bitmemiş Ergenekoncu takım, yani AKP iktidarınca tasfiye edilmesi yönünde önemli mesafe kat edilmiş olunan eski “derin devlet” savaşın sonlanmasına karşıdır. Siyaset arenasında bu savaşın sonlanmasının AKP’ne büyük avantaj sağlayacağını haklı olarak hesaplayan MHP bu savaşın sürmesinden açıkça yana, sürece açıkça karşı konumdadır. Bu sürecin Türk tarafındaki mimarı Erdoğan başta olmak üzere AKP’ni hain ilan etmiştir, Yüce divanla tehdit etmektedir. CHP lafta açıkça barışa karşı çıkamasa bile, İP’in ideolojik önderliğinde, Aydınlık ve Sözcü gibi Ergenekoncu ajitasyon basınının yol göstericiliğinde barış sürecinin başarılı olmaması için elinden geleni yapmaktadır. Kendini yıkılmak istenen Atatürk cumhuriyetinin savunucusu olarak görüp gösteren, bir “ulusalcı anti barış cephesi” oluşmuş durumdadır. PKK cephesinde de ancak yürüyen savaş sayesinde belli bir güç haline gelmiş olan, savaşın bitmesi ile iktidarlarını kaybedeceklerini hesaplayan, bu yüzden de savaşın sürmesinden yana olanlar vardır. Fakat görünen odur ki, hem TC, hem PKK tarafında savaşın sürmesinden yana olanların halk arasında desteği güçlü değildir. Ve bu sürecin bütün arızalara rağmen silahların gerçekten susması ile tamamlanması için esas umut da buradadır. Emperyalistler açısından da süreç bir yanı ile T.C. nin daha fazla güçlenmesi anlamına geleceğinden fazla istenen bir şey değildir. Diğer yandan fakat batılı emperyalistler açısından T.C. kaos içindeki Ortadoğu’da, batıyla ilişkileri işbirlikçilik bazında gayet iyi olan,“Müslüman demokratik”, görece istikrarlı bir siyasi iktidara sahip konumuyla kerhen desteklenmek durumundadır. Savaşın sonlanmasından rahatsız olan veya statükonun sürmesinden yana olan bütün güçler bu süreci kesintiye uğratmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve yapacaklar. Bu bağlamda örneğin Paris’te, PKK’li üç kadın devrimcinin öldürülmesi; BDP heyeti ile Öcalan’ın yaptığı görüşmenin ham tutanaklarının basına servis edilmesi, bir BDP heyetinin planlanan Karadeniz gezisi başında uğradığı linç saldırısı gibi olaylar objektif olarak açıkça süreci sabote etmeye,


gündem

durdurmaya yönelik eylemlerdi. İlginç ve yeni olan diden Kürt halkının büyük çoğunluğunun bu sürece sürecin iki tarafındaki doğrudan güçlerin, başta Er- sahip çıktığını, barış bayrağına sarıldığını gösteriyor. doğan AKP hükümetinin ve Abdullah Öcalan’ın bu Bu anlaşılır bir şeydir de. Çünkü bugün yürüyen saolayları aynı şekilde “provokasyon” olarak değer- vaşın bütün kötülüklerini en fazla yaşayan halk Kürt lendirip, mahkum etmesi idi. Kamuoyunun büyük halkıdır. bölümü de bu olayları mahkum ederek, sürecin sürdürülmesinden yana tavır takındı. Önümüzdeki dö- PAZARLIKLAR VE GELİNEN YER! nemde benzer girişimler, belki daha büyükleri olabi- Gelinen yerde, tek taraflı ateşkes, çatışmasızlık ortalir. MHP’nin mitinglerde “Vur de Vuralım!” “Öl de mı sağlanmış durumda. Şimdi Kuzey Kürdistan’daki gerillaların TC sınırölelim!” çığlıkları atan itleri ırkçı kışkırtma ile sokağa salması; büyük suikastlar vb. gündeme gelebilir. De- ları dışına çıkması var sırada. Bununla üç aşamalı bir sürecin ilk aşaması başlarin devlet güçleri, PKK ile devlet arasındaki güvenmış olacak. sizlikten yararlanarak PKK’ne mal edilecek Bu bağlamda AKP hükümeti sözbüyük saldırı eylemleri gerçekleştiSiyaset arenasında cüleri, başta Erdoğan, bu çıkırebilir vs; gelişmeden rahatsız şın “silahların bırakılarak” yabancı istihbarat örgütlebu savaşın sonlanmasının çıkış olması konusunda ri –bugün örneğin AKP AKP’ne büyük avantaj sağlayacağını ısrar ediyor. Verecekhükümetinin neredeyhaklı olarak hesaplayan MHP bu savaleri “taviz”in sınırıse açıkça savaş ilan şın sürmesinden açıkça yana, sürece açıkça nı, silahsız olarak ettiği Esat rejiminin karşı konumdadır. Bu sürecin Türk tarafındaki çıkanlara güvenlik “Muhaberat”ı- yine PKK’ne mal edimimarı Erdoğan başta olmak üzere AKP’ni hain güçlerinden bir lebilecek sabotaj ilan etmiştir, Yüce divanla tehdit etmektedir. CHP saldırı gelmeyeceği sözü ile çiziyorlar. eylemleri düzenlelafta açıkça barışa karşı çıkamasa bile, İP’in Buna karyebilir vs. Türkiye/ ideolojik önderliğinde, Aydınlık ve Sözcü gibi şı Öcalan’ın ve Kuzey Kürdistan’da Ergenekoncu ajitasyon basınının yol gösPKK’nin tavrı “Çıkıegemen sınıflar araşa Meclis Güvencesi” sında yaşanan iktidar tericiliğinde barış sürecinin başarılı verilmesi idi. Yani saldırı dalaşında, AKP’nin geolmaması için elinden geleni olmayacağı konusunda yasal riletilmesi ve devrilmesini yapmaktadır. güvence isteniyordu. Bu tabii ki ölüm-kalım meselesi olarak kavPKK açısından haklı bir istek. Çünkü rayan kendisini “solcu” “yurtsever” vs. olarak tanıtan ulusalcı Kemalist kesim açısından da daha önceki çıkışta ordu, jandarma, polis güçlerinin sürecin kesilmesi elzemdir. Çünkü bu sürecin başa- silahlı saldırılarında 500’ün üstünde PKK gerillası rıyla tamamlanması, AKP’nin, Erdoğan’ın Türkiye/ hayatını yitirmişti. Bu bağlamda AKP’nin parlamentodaki gücü her Kuzey Kürdistan’da “Kürt sorununda barışı sağlayan” olarak tanınması, AKP’nin seçimlerle ikti- türlü yasayı tek başına çıkarabilecek bir güç. BDP ile dardan götürülmesi küçücük umutlarını da tama- birlikte referanduma gitmek kaydıyla Anayasal değimıyla tüketecektir. Ayrıca bunların gözünde, aynen şiklikler de yapabilecek güçte. Fakat PKK’nin resmen MHP’nin gözünde olduğu gibi, bu sürecin sonunda ve yasa ile “savaşan güç” olarak kabul edileceği, ona “Atatürk Cumhuriyetinin yıkılması, TC. nin parça- TC. ile eşit düzlemde bir uluslar arası statü kazandılanması” vardır. Bu yüzden bunların bir sözcüsünün racak bir düzenleme Türk burjuvazisi açısından kabul edilebilecek bir şey değildir. Bu yüzden AKP açıilan ettiği gibi “Artık saldırı zamanı”dır! Yani evet, süreç bir raya girmiştir. Ancak bu rayda sından bu anlama gelecek bir düzenleme olmayacak yürümesinin önüne dikilecek engeller çoktur. Süreç iştir. Sonuçta her iki tarafın da kendi tabanına “bakın kesintiye uğrayabilir, kırılgan, zor bir süreçtir. Be- dediğimizi yaptık” diyebileceği bir “çözüm” gereklilirleyici olacak olan, Türkiye Kuzey Kürdistan halk- dir. Bu “çözüm” ü AKP, “Barış sürecini izleme Meclarının çoğunluğunun provokasyonlara rağmen bu lis komisyonu” önerisi ile bulmuştur. Gerçekte böyle sürece sahip çıkıp çıkmayacağıdır. Newroz daha şim- bir komisyonun bir tek gerçek fonksiyonu olacaktır:

7


gündem 8

Meclisin de çözüm süreci içinde olduğunu göstermek. Göstermelik bir komisyon yani. Böyle bir komisyon, Öcalan ve PKK’nin “Meclis Güvencesi” talebinin gerçek karşılığı olmasa da, yine de işte “Dostlar alışverişte görsün” “Meclis Komisyonu” olacaktır. AKP 9 Nisan’da böyle bir komisyonun kendi taleplerine tam bir cevap olmadığı yönlü BDP eleştirisi karşısında, kendi komisyon önerisini CHP’nin daha önce verdiği “Toplumsal Barışı bozan olayları Araştırma ve Çözüm yolları Bulma” Meclis komisyonu önerisi ile birleştirerek, daha doğrusu CHP’nin önerisini kendi önerisi haline getirerek cevapladı. Şimdi Öcalan’ın bu konuda, bu arada BDP eliyle Kandil’den gönderilen mektup konusunda takınacağı tavır bekleniyor. Gelecek cevap da üç aşağı beş yukarı bellidir: Süreç böyle ufak tefek pürüzler nedeniyle bozulmaması gereken derece önemli tarihsel bir süreçtir. Çekilme işi başlamalıdır vs. Önünde 2014 yılında yerel seçimler, cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2015’de parlamento genel seçimleri olan AKP iktidarı açısından bu seçimlere Kuzey Kürdistan’da silahlı çatışmasız bir ortamda girmek belirleyici önemdedir. AKP bunun için çatışmasızlık ortamını yaratma ve sürdürmede kararlı görünüyor. Bu bağlamda Öcalan ile AKP arasında bir birliktelik oluşmuş görünüyor. Görünen bu “T.C. sınırları içindeki PKK güçleri”nin sınır dışına çekilmesi konusunda var olan ayrılıkların AKP hükümetinin çizdiği sınırlar içinde fakat PKK’nin de talepleri şu veya bu biçimde karşılanıyormuş havası verilebilecek şekilde aşılmaya çalışıldığıdır. Bu sınır dışına çekilme işi, görünen odur ki, çok uzun sürdürülmeyecek ve her iki yanın da “rencide” edilmeyeceği, her iki tarafın da kendi tabanına “teslimiyet” ve “ pazarlık” yok, “bizim dediğimiz oluyor” mesajını verebileceği bir biçimde gerçekleştirilecektir. Sonrası üçüncü aşamada PKK’nin TC devleti açısından, kendisine karşı savaşan silahlı güç olmaktan çıkarılması; T.C. ye silahı bırakmış PKK güçlerinin TC devletinin resmi siyasetine entegre edilmeleri vb. dir. Fakat bu daha uzun bir süreçtir ve daha uzun ve sıkı pazarlıklar gündeme gelecektir. Bu bağlamda bu sürecin ne kadar süreceği, T.C. açısından yapılması gündemde olan ve sürecin ikinci aşaması olan, yeni Anayasa sürecine de bağlıdır. Türk milletinin, diğer millet ve milliyetlere üstünlüğünün tespit edildiği bir Anayasa ile Kürt sorunu çözülemez,

bugünkü çatışmasızlık ortamı yeniden çatışma ortamına dönüşebilir. Bu yüzden sorunun burjuvazinin iktidarı şartlarında barışçı çözümü için yeni bir Anayasa zorunludur. PKK’nin T.C. ye karşı silahları bütünüyle bırakmasının da ön şartı budur. Bu bağlamda da sonuç halk oylaması ile belirlenecektir. AKP yeni Anayasa’yı 2014 Cumhurbaşkanlığı öncesine yetiştirmek istemektedir. Fakat bu oldukça zor görünüyor. Bir yandan PKK’yı T.C. ne karşı silahsızlanma anlamına gelecek adımları attıracak, fakat diğer yandan Türk halkı içinde egemen olan Türk milliyetçiliğinin duyarlılığını hesaba katacak bir çözüm o kadar kolay değildir. Sınıf bilinçli proletarya aslında şu an kendinden bağımsız olarak yürüyen bu gelişmeleri, bugün esas görevi olan işçi sınıfının sınıf partisini yaratma görevinden bir an sapmadan, dikkatle izlemeli, çözümlemeli ve kendi mücadelesi ve örgütlenmesi açısından kullanmaya çalışmalıdır.

DEVRİM VE REFORM Biz burjuvazinin iktidarı şartlarında halklar arasında gerçek bir eşitlik, gerçek ve kalıcı bir barış olamayacağının, gerçek barışın ancak devrimlerle kazanılabileceğinin bilincindeyiz! Buna rağmen ve bunu hiç unutmadan ve unutturtmadan bugün Türkiye/ Kuzey Kürdistan’da süren savaşın bir an önce sonlanmasının işçilerin, emekçilerin çıkarları açısından gerekli ve doğru olduğunu söylüyor, bu barışı, bu savaşa tercih ediyoruz! Biz burjuvazinin iktidarı şartlarında, çok uluslu devletlerde gerçek bir eşitlik olamayacağının, “ulusal” sorunların gerçek çözümünün de proletarya önderliklerinde devrimlere bağlı olduğunun bilincindeyiz. Bu gerçeği hiç unutmadan ve unutturmadan, biz bugün TC de Türk milleti lehindeki imtiyazların silinmesini, yeni TC Anayasasının eskisine göre burjuva anlamda daha demokratik olmasını, işçi sınıfının ve emekçilerin lehine, onların mücadele şartlarını da iyileştirecek bir adım olarak görüyoruz. 1982 faşist Anayasasının tümden iptalini talep ediyoruz! Gerçek çözüm için çalışmak, burjuvazinin iktidarını devirmek için çalışmak, devrim için çalışmak, örgütlemek, örgütlenmek burjuvazinin iktidarı şartlarında da işçilerin ve emekçilerin yaşam ve mücadele şartlarının iyileştirilmesi için de çalışmanın engeli değildir. Tersine birincisi merkeze konmak şartıyla, ikincisi birincinin tamamlayıcısıdır. 10.04.2013 ✓


“KASIT” YOKMUŞ!!

✌ halkların kardeşliği için

ULUDERE RAPORU AÇIKLANDI

Katliam önce kamuoyundan gizlendi. Bir gün boyunca burjuva medya sessizliğini korudu. Olayın duyulması ile birlikte başta Başbakan Erdoğan olmak üzere devlet yetkilileri; “üzgünüz bir kaza olmuş tazminat verip olayı kapatalım” tavrını takınarak katliamın üzerini örtmeye çalıştılar.

28

Aralık 2011’de, Roboski köyünde çoğu çocuk olan 34 köylü F 16 savaş uçaklarıyla bombalanarak katledildi. Bu bölgedeki köylüler yıllardır Güney Kürdistan’dan katırları ile getirdikleri mazot ve diğer ticari eşyaları satarak yaşıyorlardı. Bu durum o bölgedeki devlet yetkililerinin de bilgisi dahilinde idi. Köylüler 27 Aralık’ta tekrar Güney Kürdistan’a gidip döndüklerinde savaş uçaklarının saldırısı ile karşılaştı. Bu saldırıda 34 köylü hunharca katledilmişti. Köylüler; “Biz bu işi yeni yapmıyoruz yıllardır yapıyoruz. Tüm bunlar karakolun bilgisi dahilinde ve sürekli gözetliyorlar” diyerek katliamın kasıtlı yapıldığını söylediler. Katliam önce kamuoyundan gizlendi. Bir gün boyunca burjuva medya sessizliğini korudu. Olayın duyulması ile birlikte başta Başbakan Erdoğan olmak üzere devlet yetkilileri; “üzgünüz bir kaza olmuş tazminat verip olayı kapatalım” tavrını takınarak katliamın üzerini örtmeye çalıştılar. Başta BDP olmak üzere, Roboski’den katledilenlerin ailele-

ri bu katliamın sorumlularının mutlaka açıklanmasını ve devletin özür dilemesini istediler. Başbakan Erdoğan Uludere’ye gidemezken, olaydan yaklaşık bir ay sonra Emine Erdoğan gidip katledilen çocukların Anneleri ile buluşarak timsah göz yaşı döktü. Tüm bu çabalar katledilenlerin ailelerini ikna etmeye yetmedi. Bu aşamadan sonra devlet olayı basit bir ihmal gibi göstermek için harekete geçti. Dönemim İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin 34 çocuk ve gencin katledilmesi olayını basına şöyle açıklıyordu; “Sağ yakalansalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı. O bölge KCK’nın kontrolünde. Bölücü terör örgütünün sıktığı kurşun, giydiği giysi, ayakkabı parayla alınıyor. Bu gençler figüranlardır. O insanlara kaçak malı veren PKK terör örgütüdür. Kaçakçılığın rantını elde eden KCK terör örgütüdür. Filmin bütününe bakılınca özür dilenecek bir şey yoktur. Ol yakınlarını tek tek ifadeye ayı suçluluk psikolojisiyle görmüyoruz. O gençlerimiz orada olmamalıydı.” Aslında olayın devlet açısından

9


✌ halkların kardeşliği için 10

nasıl kapanacağını açıklıyordu İdris Naim. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık. Tazminatı da açıkladık. Ama birileri istismar ediyor. Allah aşkına tazminatsa tazminat... Bizim resmi tazminatımız ötesinde yaptık. İlla terör örgütünün istediğini mi söyleyeceğiz. Kusura bakmasınlar.” “Biz açıkladık. Bu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) birinci derecede görevidir. Biz güvenlik güçlerimize askerimize veririz, polisimize yetkiyi veririz. Onlar da yetkileri dairesinde kullanır. Biz yetkiyi vermişiz, TSK bunu kullanmış. Eğer biz TSK’mıza, polisimize güvenmiyorsak, terörle mücadeleyi kimle yapacağız?” diyerek aslında olayı o zaman bitirmişti. Roboski’de katledilenlerin aileleri adına, Şırnak’ın

Uludere ilçesi Belediye Başkanı Fehmi Yaman, bianet’e yaptığı açıklamada, “Roboski katliamının ardından ailelerin tek talebi olduğunu, sorumluların yargı önüne çıkmasını istediklerini“ açıkladı. Roboskili aileler bu taleplerini bugünde sürdürüyorlar. Başbakanın bu açıklamaları aslında olayın seyrinin nasıl olacağını gösteriyordu. Bu zaman içerisinde Roboski katliamı yakınları, Uludere Kaymakamına saldırıyı gerekçe göstererek ölenlerin yakınlarına baskı yapmaya başladı. Kimi yakınları ise “ölüme teşebbüs” gerekçesi ile tutukladı. Kamuoyunda olayı örtbas edemeyen AKP, TBMM İnsan Haklarını İnceleme Araştırma Komisyonu’nun

bünyesinde oluşturulan “Uludere Alt Komisyonu” oluşturmaya karar verdi. Komisyonda iktidar partisi AKP’de 5 üye CHP, MHP ve BDP’den birer üye vardı. Komisyon üyeleri yaptıkları ‘inceleme’ sonucu AKP’li üyelerin oyları ile kabul edilen raporu açıkladı. Rapor Komisyon üyelerine dahi verilmedi. Uludere Raporu: Uludere Alt Komisyonu’nun raporu 7 Mart’ta Meclis Başkanlığı tarafından açıklandı. 34 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan kararı kimin verdiği konusunda sorumlulara değinilmeyen raporda, sivil ve askeri yetkililer arasında koordinasyonsuzluk yaşandığı, ancak olayda “kasıt olmadığı” vurgulandı. Raporda, İlk görüntülerle bombalama arasındaki 3,5 saate dikkat çekilerek “Grubun ne olduğunun belirlenmesi için, daha geniş, sağlıklı ve daha derin analiz yapılabilirdi” tespitine yer verilen rapora, K.A. adlı itirafçı PKK’lının, “34 kaçakçının arasında 2 terörist vardı” ifadesi de konuldu. Raporda “Valililerin operasyon yetkisinin artırılması, yeni sınır kapılarının açılması, sınırda tel örgü ve elektronik kamera gibi tedbirlerin alınması” önerileri yer aldı. Böylece Eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin ve Başbakan Erdoğan’ın olayın başında yaptıkları açıklama temelinde bir rapor ortaya çıktı. Komisyonda, MHP’li Atilla Kaya’nın, “devletin bilerek sivilleri bombalamayacağına, olayda herhangi bir kasıt olamayacağı, ancak ihmalin vurgulanabileceğine” yönelik sözleri üzerine Ak Partili üyeler “olayda kasıt yoktur” ifadesinin rapora girmesi yönünde önerge verdi. Böylece rapora “kasıt yok” ifadesi eklendi.

Muhalefetten Farklı Eleştiriler MHP’li üye Atilla Kaya raporu, “ fiyasko” olarak nitelendirirken CHP’li üye Levent Gök ise, “Yaşananlar adi bir vaka olarak kayıtlara girdi. Rapor ayıplı, komisyon ve insan hakları tarihine kara bir leke olarak geçecek. Bu raporun altından kalkamayacaksınız” dedi. BDP’li TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Üyesi Ertuğrul Kürkçü, TBMM İnsan Haklarını


✌ halkların kardeşliği için

İnceleme Komisyonu’nun “Hakikatleri Araştırma ğunun kendi ağzından itirafı olup başka bir açıklama Komisyonu”na dönüştürülmesi ve alt komisyon ra- gerektirmiyor. Zaten mantıken, hukuken ve siyaseten porunu reddetmesini istediği muhalefet şerhinde şu başka türlü olmasına imkan olmadığı için Komisyon, saptama ve önerilere yer verdi: Genelkurmay Başkanı’nın bu sorumluluğunun gereği “Uçaklar öldürdü: Komisyon çoğunluğu, olarak yargılanmayı hak ettiğini tespit etmekle yüGenelkurmay’ı ve hükümeti inceleme dışına çıkaracak kümlüdür. Ancak, Genelkurmay’ın bu kadar ağır bir bir yoldan gitmeyi benimsemiş ve sonunda öznesi ol- siyasi sorumluluk gerektiren bir kararı Başbakanlıkla mayan bir katliam raporu kaleme almayı başarmıştır. paylaşmaksızın alması ve uygulaması düşünüleme“34 Roboskili (Uludere) köylüyü kim öldürdü” sorusu- yeceğinden Komisyon Başbakan’ın da bu sorumluluna, çoğunluğun verdiği yanıt şundan ibarettir: “Uçak- ğunun gereği olarak yargılanmayı hak ettiğini tespit lar”. İmha kastıyla: Raporun alt komisyonda görüşül- etmekle yükümlüdür. mesi sırasında 34 yurttaşımızın katledilmesinde “bir Özür dilenmeli: Her ne şekilde olursa olsun yürütkasıt olmadığı”na ilişkin olarak eklenen hüküm Genel- menin başında olanlar çatışmanın büründüğü bokurmay açıklamalarına bile aykırı olduğu gibi akıl ve yutlardan ve bu süreçte gerçekleşen sivil kayıplardan mantıkla izah edilmesi de mümkün olmabirinci dereceden sorumludurlar. Tek çıkış yan bir boş sözden ibarettir. Türk yolu saydam bir soruşturma ve adil Hava Kuvvetlerine bağlı uçakbir yargılamanın kapısını açUludere Alt lar bu kafileyi yok etme mak, ama asıl önemlisi bu kastıyla hedeflemişler; katliamdan ötürü halkKomisyonu’nun raporu 7 bir saate yakın bir tan özür dilemekten Mart’ta Meclis Başkanlığı tarafınsüre içinde kafileyi geçiyor.” dan açıklandı. 34 kişinin hayatını kaydört kez vurmuşlar E r t u ğ r u l ve 34 suçsuz insaKürkçü’nün bu betmesine yol açan kararı kimin verdiği nı yok etmişlerdir. açıklamasına konusunda sorumlulara değinilmeyen Hava harekatında şunu eklemek is“imha kastı” olmatiyoruz. Bu devraporda, sivil ve askeri yetkililer arasınsa, bu görüntüleri let Mavi Marmara da koordinasyonsuzluk yaşandığı, anharekat merkezleringemisinde İsrail tacak olayda “kasıt olmadığı” vurde izleyenlerin hiç derafından öldürülen 8 ğilse ilk vuruş sonrasında Türk için İsrail’in özür gulandı. durup yeniden bir değerlendilemesi için diretti. Ve İsdirme yapmaları gerekmez miydi? rail ABD’nin de baskısı sonucu Fehman obsesyonu: Elbette bu hava özür diledi. Bu özür Ortadoğu’daharekâtını düzenleyenlerin bir kastı vardı. Ancak kasıt ki ABD ve diğer emperyalist güçlerin çıkarları için sahipleri vuracakları anonim hedefte yer alanlardan gerekli idi. Söz konusu özür, Türk devletinin başta hiç değilse birinin Irak toprağında üslendiğini ve aske- Ermeni soykırımı olmak üzere, Dersim, Zilan Koçri faaliyete komuta ettiğini düşündükleri PKK askeri giri… katliamı, 6/7 Eylül 1955 olayları,1 Mayıs 77 İsliderlerinden Dr. Bahoz Erdal kod adlı Fehman Hüse- tanbul Taksim, Maraş, Sivas, Çorum, 12 Mart 1995 yin olacağına ilişkin bir obsesyonla maluldüler. Gazi katliamı … ve en son Uludere Roboski’den katMüzakereye katkı: Roboski’nin hesabının Meclis’te ledilen 34 suçsuz insan için verilmesi gerekmektedir. ve siyaseten sorulması, herkes emin olabilir ki, “müza- Bugüne kadar Türk devleti yaptığı hiçbir katliamın kere” sürecinin sahici bir çözüme doğru ilerleyebilece- ne hesabını verdi, ne de özür diledi. AKP, bugün söğine dair memleketin en yüksek kürsüsünden verilmiş züm ona bol bol insan haklarından, hukuk ve adaletten bahsetse de uygulamaları ile kendisinden önceki somut ve açık bir işaret olarak okunacaktır. Sorumlular yargılanmalı: 29 Aralık 2011 tarihli Ge- iktidarlardan bir farkının olmadığını en son Uludere nelkurmay Başkanlığı bildirisi, eldeki belge ve bilgiler- Roboski katliamındaki tavrıyla göstermiştir. Katliamların hesabı devrimle sorulacaktır! den en yüksek askeri sorumluluğun kimde olduğunu hem de yetki aşımına yönelerek açıklamaktadır. Bu be17.04.2013 ✓ yan Genelkurmay Başkanlığı’nın süreçteki sorumlulu-

11


güncel

B

12

Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Ölümsüzdür!

undan 40 yıl önce Kuzey Kürdistan/Türkiye/ değiştirmiyor. Antakya (Arabistan) proletaryası en büyük önİbrahim KAYPAKKAYA’nın temel özelliği, onu döderlerinden birini, İbrahim KAYPAKKAYA’yı yitir- nemin bütün devrimcilerinden ayıran özelliği, onun di. 1973 yılının Ocak ayı sonunda, 24 yaşında olan komünist niteliğidir. İbrahim KAYPAKKAYA, yalgenç komünist önderi bir ihbar üzerine Dersim’de nızca “ser verip, sır vermeme” tavrı öne çıkarılarak da tutsak alan faşist devlet güçleri, 4 ay süren hunhar ve bu onun en belirleyici özelliği imiş gibi gösterilerek işkencelerde ağzından örgüte ait tek sır de savunulamaz. Benzer tavırları takınan alamadıkları İbo’dan hınçlarını bir dizi başka devrimci de vardır. onu kurşunlayıp, katlederek Fakat bu onların komünist *O, ulusal sorunda Marksistçıkardılar. olmasına yetmiyor. Leninist teoriyi özümsemiş ve bu teoriyi Onlar İbrahim’in Kuzey Kürdistan/ Kuzey Kürdistan -Türkiye’nin somutuyla vücudunu genç Türkiye komünist ustaca birleştirmeyi başarmıştır. O büyük Türk yaşında aramızpartisinin yenişovenisti düşüncelerin, devrimcilik ve evet kodan söküp aldıden inşasında ilk münistlik adına pervasızca savunulduğu ve hemen lar. Fakat onun adımı atan, yolu hemen hiçbir ezilen ulus hareketinin olmadığı bir dü ş ü n c e l e r i n i açan komünist dönemde, Kuzey Kürdistan -Türkiye’de ulusal ve davasını yok önder İbrahim sorunu Marksist-Leninist tarzda ele alıp, Kürt edemediler, onun ulusunun varlığını ve ayrılma hakkını açık mücadelesini yok seçik savunan, çözüm yollarını, uygulanaedemediler. O buKAYPAKKAYA’nın cak temel politikaları ortaya koyan gün de yaşıyor ve proeseri ve mücadelesi, komünist önderdir. letaryanın ve ezilenlerin bugün Bolşevik mücadele mücadelesinde, “büyük inve örgütlenmede sürüyor. sanlığın” Yeni Dünya mücadeleİbrahim’i savunmak Bolşevizmi, sinde her zaman yaşayacak. Onu katledenler Bolşevik örgütlenmeyi savunmak demektir! ise daha sağlıklarında ölü olan, batan, çöken, kokuÜlkelerimizin Bolşeviklerinin İbrahim şan bir davanın onursuz savunucuları olan “yaşayan KAYPAKKAYA’nın bıraktığı Marksist Leninist miölülerdir”. Ve onlar eğer tarihte anılacaklarsa, ancak rası değerlendirmelerini yayınlıyoruz: İbo’nun katilleri olarak lanetlenerek anılacaklardır. İbrahim Kaypakkaya yoldaşın siyasi görüşleri için- “İbrahim KAYPAKKAYA’nın Bıraktığı de, her türlü revizyonist, oportünist görüşlere karşı Marksist-Leninist Miras: savunduğu, geliştirdiği; bugün de komünistlerin *TKP/ML’in kurulduğu 1972 şartlarında uluslararası elinde fener olan ulusal sorun ve Kemalizm konusun- plânda revizyonizm/oportünizm ile Marksizm-Ledaki görüşleri 40 yıllık mücadelenin pratiği tarafın- ninizm arasındaki güncel mücadelede, Marksizmdan doğrulanmıştır. O’nun yaptığı kimi hatalar siyasi Leninizmin devrimci özüne sahip çıkan çizgi, tüm görüşlerinin esasının ML görüşler olduğu gerçeğini hata ve sapmalarına rağmen başını ÇKP ve AEP’nin


tik devrimde milli burjuvazinin ikili niteliğini de çok net olarak görmüş ve burjuvaziye —onunla ittifak kurulduğu şartlarda da— güvenilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. *O, ulusal sorunda Marksist-Leninist teoriyi özümsemiş ve bu teoriyi Kuzey Kürdistan -Türkiye’nin somutuyla ustaca birleştirmeyi başarmıştır. O büyük Türk şovenisti düşüncelerin, devrimcilik ve evet komünistlik adına pervasızca savunulduğu ve hemen hemen hiçbir ezilen ulus hareketinin olmadığı bir dönemde, Kuzey Kürdistan -Türkiye’de ulusal sorunu Marksist-Leninist tarzda ele alıp, Kürt ulusunun varlığını ve ayrılma hakkını açık seçik savunan, çözüm yollarını, uygulanacak temel politikaları ortaya koyan komünist önderdir. 1972’de İbrahim KAYPAKKAYA TKP/ML adına ulusal sorunda Şafak revizyonizminin şoven milliyetçi yüzünü teşhir ederken PKK henüz ortada yoktu! İbrahim KAYPAKKAYA “Kürt ulusunun ayrılma hakkı”nı kayıtsız koşulsuz savunurken, Kuzey Kürdistan –Türkiye solu henüz “Doğu Anadolu, Güney Doğu Anadolu sorunu”nu tartışma aşamasında idi! İbrahim bölünme hakkını savunurken, Şafak revizyonistleri “bölücü”lerin hakim sınıflar olduğunu ispat çabası içinde idi, vs. O bu noktada Türkiye Sol’unda hakim olan şovenizm aysbergine ilk darbeyi vuran komünisttir. * O, mevcut TC devletinin faşist niteliğini Kemalist diktatörlük şahsında dosta düşmana gösteren tek komünist önderdir. “Kemalizm küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında antiemperyalist bir tavır alışıdır” (Mahir Çayan), “Kemalizm ile sosyalizm arasında Çin Seddi yoktur” (Mihri Belli) gibi görüşlerin hakim olduğu, Kemalizmin ilericilik, anti-emperyalistlik ve evet devrimcilik görüldüğü bir ortamda, İbrahim KAYPAKKAYA, Kemalizmin faşizm demek olduğunu cesaretle savunan, bu alanda da buzu kıran komünist önderdir. *O, faşizme karşı mücadelenin devrim mücadelesi olarak yürütülmesi gerektiği doğru Marksist-Leninist düşüncesini, anti-faşist mücadeleyi düzen çerçevesi içinde hakim sınıfların bir kesiminin peşine takılmak olarak kavrayan reformist, kuyrukçu görüşlere karşı tutarlı bir biçimde savunan tek komünist önderdir. * O, her renkten revizyonizmin Marksizm-Leninizm adına kitlelerin bilincini reformizmle kararttığı bir dönemde, özellikle PDA/Şafak revizyonistleri ile polemik içinde, devrimci düşünce ve tavrın ne olması gerektiğini, reformlar için mücadelenin nasıl devri-

güncel

çektiği çizgi idi. Yer yer “Mao Zedung Düşüncesi” adı altında da anılan bu çizgi, Sovyetler Birliği’nde iktidarı ele geçiren modern revizyonistlerin 20. Parti Kongresi’nde hakim kıldıkları çizgiye karşı mücadele içinde ortaya çıkmıştı. Kendisi çok ağır revizyonist hata ve sapmalar taşımasına rağmen, bu çizgi, Marksizm-Leninizmin devrimci özüne sahip çıkıyor, emperyalizmle uzlaşmayı değil, onu yıkmayı bayrağına yazıyor; proletarya diktatörlüğünün “burjuvazi üzerinde topyekûn diktatörlük” demek olduğunu, proletarya diktatörlüğü şartlarında da devrimin sürdürülmesi gerektiğini savunuyor, proletarya ve halkları proleter dünya devrimine çağırıyordu. Bu çizgi 1972’de Marksizm-Leninizmin devrimci özünü temsil eden çizgi idi. İbrahim KAYPAKKAYA 1972’de Dünya Komünist Hareketi içinde süren iki çizgi mücadelesinde Marksist-Leninist safta yer tutup, Kuzey Kürdistan -Türkiye’de modern revizyonizme karşı mücadeleye önderlik eden, bu noktada hiçbir ikircime düşmeyen tek komünist önderdir. İbrahim KAYPAKKAYA bu tavrı takındığı sırada, Türkiye’de kendi dışında Mao Zedung Düşüncesini savunduğu iddiasında olan tek akım, içinden geldiği Şafak revizyonizmidir. Şafak revizyonizminin Mao Zedung Düşüncesi savunusu ise gerçekte, Kemalist-milliyetçi-reformist-legalist bir çizginin “Halk Savaşı” palavraları ile süslenerek savunulmasından başka bir şey değildir. Sosyalizm adına konuşanların geri kalan kesimi, ya doğrudan Rus sosyal-emperyalizminin ve revizyonizmin yanında saf tutmaktadır, ya da THKO/ THKP-C gibi “orta yolcu”luk yapmakta, Sovyetler Birliği’ni de sosyalist olarak savuna gelmektedir. *İbrahim KAYPAKKAYA, proletarya diktatörlüğünün sınıfsal niteliği; sosyalizm için mutlak gerekliliği; görevleri konusunda esas olarak Marksist-Leninist görüşleri savunmuştur. Marksizm-Leninizmi revizyonizmden ve her türden oportünizmden ayıran bu belirleyici konuda o Kuzey Kürdistan -Türkiye’de sosyalizm adına hareket edenler içinde yine tek önderdir. THKO ve THKP-C, revizyonistler ve Şafak revizyonistleri Kemalizmin etkisinden kurtulamadıkları için, proletarya diktatörlüğünü teorik düzeyde bile savunacak durumda değillerdir. *O, proletarya önderliğindeki devrimin ancak işçiköylü temel ittifakı üzerinde yükselen bir örgütlenme ile söz konusu olabileceği şeklindeki Marksist-Leninist ilkeyi kendine rehber edinip, her türden burjuva kuyrukçusu revizyonist görüşü mahkûm eden tek komünist önderdir. İbrahim KAYPAKKAYA, demokra-

13


güncel 14

me tabi olarak ele alınması gerektiğini ortaya koyan komünist önderdir. * İbrahim KAYPAKKAYA, devrimde proletaryanın önderliği ve devrimin durmaksızın sürdürülmesi için proletaryanın öncü müfrezesi Komünist Partisinin mutlak gerekliliğini, söz konusu partinin işçi sınıfının partisi olması gerektiğini 1972’de en açık şekilde anlayan ve bu yönde de adım atan örnek önderdir. * O, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının faşist devletini devrimci şiddetle yıkıp, yerine demokratik halk diktatörlüğünü kurmak ve devrimi durmaksızın sürdürmek, proletarya diktatörlüğünü kurmak, proletarya diktatörlüğü şartlarında sosyalizmin inşasına atılmak ve komünizm hedefiyle hareket edebilmek için öncelikle illegal bir Komünist Partisi çekirdeğinin yaratılması zorunluluğu ve gerekliliğini kavrayıp, buna göre hareket eden komünist önderdir. * O, Şafak rev izyonizminin legalist, laçka örgütlenme plânı ve uygulaması karşısına, merkezinde meslekten devrimcilerin bulunduğu sağlam illegal örgüt Leninist plânı ile çıkan komünist önderdir. * O, örgüt içi ideolojik mücadelenin Leninist ifadesi olan, ilkeli açık ideolojik mücadeleyi kavrayıp buna uygun davranan ve PDA/Şafak revizyonistlerinin kapalı kapılar ardında tezgâhladıkları komplolara rağmen ilkeli mücadeleden şaşmayan, bu alanda da örnek olan bir komünist önderdir. Burada yalnızca temel noktalarda özetlediğimiz Marksist-Leninist görüş ve davranışları şahsında toparlamış olan İbrahim KAYPAKKAYA, bu görüşleri ve ideolojik kararlılığının bir ifadesi olarak, düşman eline tutsak düştüğünde de görüşlerini tavizsiz savunup, düşmanla savaşı işkence altında da sürdürmeyi bilmiştir. O siyasi görüşlerini hiç tavizsiz savunurken, örgütsel konuda tek bir bilgi vermemiş, daha önce başkalarınca verilmiş tek bir bilgiyi onaylamamış,

komünist tavrın nasıl olması gerektiğini kendi tavrı ile örneklemiştir. O, “ser verip, sır vermeyen” önder olma tavrıyla tüm devrimci saflarda bayraklaşmıştır.

İbrahim KAYPAKKAYA’nın temel hataları: İbrahim KAYPAKKAYA hunharca katledildiğinde, henüz 24 yaşında olan genç bir komünist önderdi. Kuzey Kürdistan –Türkiye açısından ele alındığında, ona geçmiş deneyimlerinden yola çıkarak doğru Marksist-Leninist çizgiyi devreden bir yaşlı kuşak komünist yoktu. T”K”P uzun on yıllardır sınıf uzlaşmacısı, revizyonist bir yörüngeye oturmuş; yozlaşmış SB”K”P’nin “hık deyicinin tokmakçısı” haline gelmiş, Rus sosyal-emperyalizminin savunuculuğunu yapan işbirlikçi bir mülteci örgütü durumunda idi. Kuzey Kürdistan -Türkiye’deki eski T”K”P kadroları ya mücadeleyi bırakmış, ya karşıdevrimci mülteci kulübünün Türkiye şubesi olmaya soyunmuş, ya da Mihri Belli veya Hikmet Kıvılcımlı gibi Kemalist askeri darbeciliği savunma konumuna girmişti. Uluslararası plânda ise, her ne kadar modern-revizyonizme karşı mücadele içinde ÇKP-AEP etrafında Marksizm-Leninizmin devrimci özüne sahip çıkan bir kümelenme varsa da, bu akımın çizgisi de içinde çok önemli hata ve sapmaları taşımakta idi. Bu akım içinde bulunan partilerden hiçbiri “Mao Zedung Düşüncesi”nin yanlışlarına karşı, doğru Maksist-Leninist temelde bir mücadele yürütmüyordu. Tersine, Mao Zedung Düşüncesi’nin Marksizm-Leninizmden sapma anlamına gelen yanlışları, Marksizm-Leninizme katkı olarak savunuluyordu. Kuzey Kürdistan -Türkiye’de devrimci kadrolar “sol”, “sosyalist” literatürle daha yeni yeni tanışıyordu. Dünya Marksist-Leninist harketinin temel eserlerinin birçoğu henüz tanınmıyordu. Dünya Marksist-


* İbrahim KAYPAKKAYA’nın temel yanlışlarından bir diğeri, Çin somutunda uygulanan Halk Savaşı stratejisinin hiç ayrımsız tüm yarı-sömürgelerde mutlak geçerliliği savıyla olduğu gibi devralınıp, uygulanmak istenmesidir. Bu yapılırken de ÇKP tarihi ve Çin toplumu yeterince incelenmemiş, KK Kuzey Kürdistan –Türkiye ile Çin arasındaki büyük farklılıklar gözardı edilmiş, subjektif sonuçlar çıkarılmış; Kuzey Kürdistan –Türkiye devrimi adeta Çin devriminin bir kopyası olarak görülmüştür. Çin devrimi ve ÇKP deneyiminin yetersiz incelenmesi sonucu yapılan kimi yanlış değerlendirmelerin mekanik bir biçimde Kuzey Kürdistan –Türkiye’ye aktarılması sonucu olarak da Komünist Partisinin öncelikle sanayi proletaryası içinde örgütlenmesinin mutlak zorunluluğu gözden kaçırılarak, öncelikle yoksul köylülüğün içinde yoğunlaşılıp, Komünist Partisinin ilk çekirdekleri buralarda yaratılmaya çalışılmıştır. *İbrahim KAYPAKKAYA yoldaş, doğrudan Leninizmi, Lenin ve Stalin’in eserlerini temel aldığı her konuda (örneğin ulusal sorun; örneğin reform-devrim ilişkisi sorunu; örneğin partinin sınıfsal niteliği sorunu vb.) Marksist-Leninist bir çizginin temel taşlarını döşerken, Kültür Devrimi sırasında savunulduğu biçimi ile Mao Zedung Düşüncesi’nin sapma teşkil eden görüşlerinden etkilendiği, bunları savunup uygulamaya çalıştığı yerlerde de yanlış içine girmiştir. TKP/ML’nin aldığı ilk yenilginin —hemen tüm yönetici kademenin hakim sınıflara tutsak düşmesi— ağırlığında, “Mao Zedung Düşüncesi”nin yanlışlarının savunulmasına bağlı olarak da yapılan yanlış durum değerlendirmesi sonucu izlenen yanlış taktik çizgi önemli bir rol oynamıştır. Yanlışları ne kadar ciddi olursa olsun, İbrahim KAYPAKKAYA bir bütün olarak değerlendirildiğinde Marksist-Leninist bir önderdir. Onun çizgisi üzerinde, onun çizgisindeki yanlışları özeleştiri ile aşarak ilerleyenler Bolşevizme varmıştır. Bu nedenlerledir ki, Kuzey Kürdistan -Türkiye’li Bolşevikler İbrahim KAYPAKKAYA’yı bir bağıntıda Lenin yoldaşın Rosa Luxemburg’u değerlendirdiği gibi değerlendirmekte, onu Dünya Komünist Hareketinin ölümsüz kartallarından biri; Kuzey Kürdistan -Türkiye’de Komünist Partisinin yeniden kurulması ve inşasının gerçek önderi olarak nitelendirmektedir.” (Bkz: Kazanımları ve Hataları İle İbrahim Kaypakkaya, (Genel değerlendirme), Yeni Dünya İçin Çağrı yayınları, Sayfa 29-35) Mayıs 2013 ✓

güncel

Leninist Hareketi’nin geçmiş deneyimleri hakkında bilgi olağanüstü eksik ve sığ idi. Revizyonizmin kullandığı bir dizi eğitim malzemesi, “sosyalist” eser olarak tanınıyor; ortayolcu akımın görüşleri, Troçkist görüşler ve modern revizyonistlerin görüşleri, Marks-Engels-Lenin-Stalin’inkiler gibi “sosyalist” literatür olarak kabul görüyordu. İşte İbrahim KAYPAKKAYA yukarıda çok temel konularda özetlediğimiz Marksist-Leninist görüşleri bu ortamda savundu; bu ortamda doğrunun ne olduğunu bulup çıkardı. İbrahim’in hataları değerlendirilirken bu gerçek bir an bile unutulmamalıdır. İbrahim KAYPAKKAYA kuşkusuz genç bir komünist önder olarak hatasız değildi. Bütünlük içinde değerlendirildiğinde esası doğru, devrimci, Marksist, komünist olan düşüncelerinin yanında, kimi önemli yanlış düşünceleri de vardı. Onun yanlışları siyasi tespitlerinden örgütsel çalışmaya kadar çeşitli alanlarda ifadesini buldu ve TKP/ML’nin aldığı ilk yenilginin ağırlığında rol oynadı. * İbrahim KAYPAKKAYA 1972’de TKP/ML’yi kurduğunda, Kültür Devrimi sırasında savunulduğu biçimi ile Mao Zedung Düşüncesi’ni Marksizm-Leninizmin bir üst aşaması olarak kabul etmiş, Mao Zedung Düşüncesi denen teorinin yalnızca modern revizyonizme karşı mücadele içinde mutlaka sahiplenilmesi gereken Marksist-Leninist devrimci özünü değil, onun bir dizi sapmasını da kendine temel almıştır. Bütün dünyada yeni yeni oluşan tüm genç MarksistLeninist partiler gibi, İbrahim KAYPAKKAYA’nın kurduğu TKP/ML de kuruluşunda Mao Zedung Düşüncesi’nin bir dizi sapmasını “Marksizm-Leninizme katkı”, “Marksizm-Leninizmin yeni bir aşamaya yükseltilmesi” olarak savunmuştur. Böylece bir dizi Marksist-Leninist olmayan görüş de TKP/ML’nin kuruluşuna temel olmuştur. Bunlardan biri, İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın Leninist çağ tespiti yerine Lin Biaocu çağ tespitini alması, buna bağlı olarak düşmanı taktik olarak küçümsemesi, Leninist devrimci durum öğretisinin ruhuna aykırı tespitler yapması, somut durumu da yanlış değerlendirmesidir. (Bu noktada 1978’de yapılan TKP/ML 1. Kongresi’nde Bolşeviklerin ideolojik etkilemesi sonucu esasta doğru bir özeleştiri yapılmıştır. Bu özeleştirinin ilgili bölümü için bkz. “TKP/ ML Özeleştirisi ve Tüzüğü — AMLP-TKP/ML Ortak Açıklaması”, Le-Ya Yayınevi, Belgesel Yayınlar No:5, Ocak 1979, İstanbul, s. 25-30; ayrıca bkz. elinizdeki “Özel Sayı”, s. 106)

15


güncel

UNUTULAN BATI SAHRA: SONA ERMEK BİLMEYEN İŞGAL!

SAHRA HALKI DİRENİŞTE!

B

16

irleşmiş Milletler’de adı Batı Sahra olan “Saguia el Hamra y Rio de Oro”, Afrika kıtasındaki sömürgesel işgal altındaki son ülke olarak kabul edilmektedir. � Bugünkü işgalci güç Fas, 1975/76’da önceki sömürgeci güç İspanya’nın ‘yerine geçti’. Sahra halkı ve onun kurtuluş örgütü Frente Polisario � ‘nun yanıtı 1976 yılında ulusların kendi kaderini tayin hakkını kullanarak “Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti”nin (DARS) kurulduğunu ilan etmek oldu. Fas monarşisi o zamandan beri şovenist bir “Büyük Fas” hedefi için, Sahra ulusuna karşı gaddarca bir imha savaşı yürütüyor. Fas enternasyonal olarak da BM-kararları tarafından mahkûm edilen işgali illegal olarak sürdürüyor. Bu konu egemenlerin uluslararası gündeminden mümkün olduğunca siliniyor, olgular hakkında suskunluk egemen. Sahra halkı ve onun uluslararası alanda tanınmış hakları bilinçli olarak görmezden geliniyor. Onun bu çekilmez durumu unutturulmak isteniyor. Gizlemek, unutmak, kaybetmek, imha etmek… 2013 yılında durum işte budur. Batı Sahra ile ilgili birçok bilgiler ve sayısal veriler kısmen ya çok farklı ve kısmen de çok çelişkilidir. Burjuva medya istisnai olarak Batı Sahra hakkında haber verdiğinde, bu haberleri her şeyden önce işgalci Fas’ın bakış açısından vermektedir. Batı Sahra hakkında bilgilendiren sol ve devrimci medyada da çoğu kez birbirleriyle çelişen veya yetersiz bilgiler verilmektedir. Bunun nedeni, Fas diktatörlüğü tarafından işgal altındaki Batı Sahra’da durumun karmaşıklığı ve dış dünya ile bağlantıların Fas diktatörlüğü tarafından bütünüyle kesilmesidir. Bu nedenle biz bilgileri aldığımız tüm kaynakları mümkün olduğunca açıklayacağız. Böylece okuyucularımız kendi başlarına bir tablo çıkarabilirler. Polisario’nun Federal Al-

manya’daki temsilcisi Cemal Zakari, Berlin’de Aralık 2012 deki “Sahra?” adlı bir toplantıda çeşitli, tartışmalı veya açık olmayan olgular ve değerlendirmeler hakkında Polisario’nun pozisyonunu anlattı. Verdiği bu bilgiler bize çok yardımcı oldu ve bunlar bu makalenin içine de taşındı. Bugün, 2013’de “Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti” alanının yaklaşık % 80-85’i Fas işgali altında bulunmaktadır. Zengin balık avlama alanları, petrol kaynakları, yeraltı servetleri ve de Bou-Craa’daki fosfat madenleri ile verimli toprakların büyük bölümü bu bölgenin zenginliklerini oluşturmaktadır. Onun 1.000 kilometre uzunluğundaki kıyı sahili de devasa stratejik-askeri öneme ve rüzgâr enerjisi kazanmak için büyük bir potansiyele sahiptir. Güneş ısısı ile çalışan termik santraller için de, alt yapıya yeterli derecede bağlantısı bulunan büyük bir çöl alanı vardır. Batı Sahra’nın yaklaşık % 15-20’sini bulan kurtarılmış bölgeler DARS ve Polisario tarafından yönetilmektedir. Bu, ekonomik olarak büyük oranda önemsiz ve yerleşimin neredeyse mümkün olmadığı çöl ve bozkır bölgesi, Cezayir ve Moritanya ile doğu sınırı boyunca uzanmaktadır. Batı Sahra’daki bu her iki bölge yaklaşık 2000 kilometre uzunluğunda, ülkeyi bir uçtan bir uca boydan boya kapsayan bir duvar ile ayrılmaktadır. Fas, bu duvar inşaatına Sahra halkının kurtuluş mücadelesine karşı savaş sırasında 1980’de başladı. Bu duvar bugün 1991 Ateşkes Hattı boyunca sürüp gitmektedir. (Bu konuya biraz sonra değineceğiz. Bkz.: Harita) Bu duvar Filistin’deki duvardan üç misli daha uzundur! İşgalciler bu duvara “Fas içi korunma duvarı” demektedir. Bu duvarın Sahra halkı içinde adı “utanç duvarı”dır. Söz konusu duvar geniş alanları kapsayan nöbetçi kuleleri, hendekler, tel örgüler ve mayın tarlaları ile donanmış kumdan ve kısmen taş-


1. Nüfus ile ilgili tüm sayılar veriler Almanya’daki Frente Polisario’nun sözcüsünden

önünde bir çadır kenti kurdu. Birkaç gün içinde çekilmez yaşam koşullarına ve işgale karşı bu protestoya on binlerce Sahralı katıldı. 8 Kasım 2010 günü bu kamp gaddar-faşist Fas polis ve askeri güçleri tarafından basıldı ve ateşe verildi. Sıkıyönetim ilan edildi. Fas’ın Batı Sahra karşısındaki sömürgeci siyaseti bir an için kamuoyu sahnesine çıktı. Batı Sahra birdenbire medyada yankı buldu. Ne var ki Tunus ve Cezayir’de patlayan Arap Baharı ayaklanmasının fırtınası Batı Sahra’yı yine çok çabukça arka plana itti. Almanya’da bazı sol, devrimci, otonom gençlik örgütleri veya gruplar yaratıcı eylemlerle Sahra halkının trajedisine dikkat çekiyorlar. Biz de bu makale ile Batı Sahra’ya ilişkin “sessiz kalma karteli”ni kırmaya katkı sağlamak istiyoruz. Batı Sahra’nın işgali ve anti-sömürgeci kurtuluş mücadelesi unutulmaya terk edilmemelidir. Bizler, Sahra halkının ümitsizce halinin sürüp gitmesi için elinden geleni ardına koymayan FAC-emperyalizminin entrikalarını mahkûm etmek istiyoruz.

güncel

tan oluşan beş metre yükseklikte bir duvardır. “Hassas kesimler”e ek olarak elektronik güvenlik tesisleri yerleştirilmiştir. Bu kuşatma duvarı yaklaşık 150.000 Faslı asker tarafından korunmaktadır. İşgal altındaki Batı Sahra, Filistin Gazze’dekine benzer bir şekilde, Sahra halkı için kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı bir “açık hava zindanı”dır. Sahralılar Bedeviler olup göçebe bir halktır ve Arapça bir dil olmayan Sahraca konuşmaktadırlar. Kendilerine özgü bir kültüre ve ulusal kimliğe sahiptirler. Sahralılar bir ulustur. Nüfusu yaklaşık olarak 500.000 civarındadır. Fas işgal bölgesinde yaklaşık 200.000 Sahralı yaşamaktadır. Batı Sahra’da toplam olarak yaklaşık 1 milyon Faslı yerleşimci ve 1 milyon polis ve ordu mensupları vardır. (Bu durumda işgal bölgesinde Her Sahralı başına 10 Fas vatandaşı düşmektedir. Fas işgalci sayısına ilişkin Frente’nin verdiği bu rakamlar, işgal bölgesinde en fazla 400.000 Faslıdan bahseden tüm diğer kaynakların verilerinden çok daha yüksektir.) Sahralılar işgal altındaki bölgede yoksulluk içinde ve gelecek perspektifinden yoksun bir şekilde yasal haklardan mahrum olarak yaşıyorlar. İşgalcilerin yaptıkları ağır insan hakları ihlalleri gündemdedir. “DARS”ın kurtardığı bölgede, yaşamaya uygun temeller bulunmadığından neredeyse hiçbir kalıcı yerleşim yoktur. DARS-bölgesinde her şeyden önce F. Polisario’nun askeri birlikleri konuşlanmıştır. Bu birlikler ateş kes hattına uyulmasını denetlemekte ve Fas’ın işgalini genişletmesini ve çok daha fazla toprağı zapt etmesini engellemektedirler. Cezayir’de Tindouf kentinin doğusundaki dört büyük mülteci kampı (Bunlara Batı Sahra’daki şu şehirlerin adları verilmiştir: El Aaiun, Smara, Ausserd, Dakhia) Frente Polisario tarafından yönetilmektedir. Bu kamplarda şimdi yaklaşık 175.000 Sahralı insan yaşamaktadır. UNHCR’e (BM’lerin mülteci ve göçmenlere yardım kuruluşu – ÇN) göre Moritanya’da 26.000 mülteci daha vardır. Tüm ilticacıların hayatta kalabilmeleri World Food (Dünya Gıda - ÇN) programlarına ve BM-mültecilere yardım kurumunun sadakalarına bağlıdır. Diğer yaklaşık 100.000 Sahralı, ağırlıklı olarak İspanya olmak üzere diğer devletlerde yaşıyorlar.1 “Arap Baharı”nın ilk rüzgârları Ekim 2010’un başında işgal altındaki Batı Sahra’da esti. 10-20 Sahralı genç Batı Sahra’nın işgal altındaki başkenti El Aaiun

Tarihsel Geri Bakış 1882 yılında İspanya Burbon kralı XII. Alfonso adına yüzbaşı Bonelli Rio de Oro bölgesini işgal etti. Berlin’de 15 Kasım 1884 – 26 Şubat 1885 tarihleri arasında toplanan “Kongo –Konferans”ında Avrupalı güçler Afrika’nın emperyalistler tarafından paylaşılmasını gerçekleştirdiler. Batı Sahra’nın güneyi anlamına gelen Rio de Oro genel valilik olarak İspanya’ya düştü. Bu sömürgesel paylaşımın son işlemi olarak 27 Haziran 1904 tarihinde “İspanya’nın hakları”, Batı Sahra’nın kuzeyine (Saguiat El Hamra) üzere genişletildi. Sömürgeciler kendilerini, önce ülke içlerine girmeksizin kıyı şeridinde kurdukları askeri üslerle sınırladılar. “1939’da İspanya’daki iç savaşın bitmesi Franco-rejiminin en gaddarca ve en az bilinen kesitlerinden birinin başlangıcı anlamına geldi: Sahra’nın sömürgeleştirilmesi.”2 Boyunduruk altındaki Sahra halkı, 1957-1958 yıllarındaki örnekte olduğu gibi en başından itibaren ayaklanma ve başkaldırışlarla sömürgesel işgale karşı direndi. 14 Aralık 1960 tarihinde BM, 1514 (XV) No’lu kararla “sömürge ülkeler ve halklara bağımsızlık verilmesi” deklarasyonunu çıkardı. Bu deklarasyonda sömürgelikten çıkarma siyasetinin yönergeleri tespit 2. )APEP (Agencia de Prensa Espana Popular), Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti –Özgürlüğü Tüfekle fethedeceğiz, Report 1, hangi yıl olduğu belirtilmemiş, ihtimalen 1976, sf: 10

17


güncel 18

edildi. (Report No: 1, sf: 36) Batı Sahra 1963’den beri sömürgelikten çıkarılması karara bağlanmış ülkeler listesinde bulunmaktadır.3 BM Genel Kurulu Sahralıların kendi kaderlerini tayin antlaşmasını onayladı ve 1966’da ‘ilgili komşu ülkelerle görüşülüp danışıldıktan’ sonra ‘bir referandum’un tavsiye edildiği 2229 (XXl) sayılı kararı çıkardı. Bu referandum için 1971 yılı öngörüldü.” (Report No: 1, sf: 36) BM-Genel Kurulu bunu izleyen yıllarda referandumun yapılmasını İspanya’dan defalarca talep etti. İspanya ise halk oylamasını hep yeniden erteledi. Sahra kurtuluş hareketinin artan yürüyüşleri ve mücadeleleri ve çökmekte olan Franco-Rejimi nedeniyle (Franco 1975’de öldü) İspanya 1974’de, 1975 yılında referandumu yapacağını açıkladı. Öngörülen “sömürgelikten çıkarılma” kararından bu yana Batı Sahra toprakları üzerinde haklar talep eden Fas ve Moritanya’nın girişimi üzerine BMGenel Kurulu Aralık 1974’de Uluslararası Yüksek Mahkeme’den (UYM) Batı Sahra’nın konumu ile ilgili bir bilirkişi raporu almayı kararlaştırdı. Buna paralel olarak Şubat 1975’de Batı Sahra-Sorunu için bir BM-Delegasyonu belirlendi. Bu heyet Mayıs 1975’de İspanya’ya geldi ve bir ay boyunca ilgili ülkeleri, 12. -20. Haziran arasında da Batı Sahra’yı ziyaret etti. Bu delegasyon raporunda Sahralıların kendi kaderlerini tayin hakkını onayladı. Frente Polisario Sahra halkının resmi temsilcisi olarak kabul edildi. Bir referandumun gerçekleştirilmesi yeniden talep edildi. Uluslararası Yüksek Mahkeme 16 Ekim 1975’de sonuçları açıkladı. Özü şudur: “Batı Sahra bölgesi ile Fas Krallığı ve Moritanya arasında hiçbir toprak bütünlüğü ilişkisi” yoktur. Batı Sahra toprakları hakkında “halkların iradesinin özgür ve çarpıtılmamış ifadesiyle kendi kaderini belirleme ilkesi”nin altı çizilir.� Fas kralı aynı gün “yeşil barış yürüyüşü” adını verdiği bir saldırı- işgal hareketi başlattı. Daha 6 Kasım günü hanedanlığın toprak talebini desteklemek amacıyla 350.000 Fas vatandaşı Fas ordusunun eşliğinde Batı Sahra’nın kuzeyine girdi. Sahra halkının ilk kaçış dalgası başladı. On binlerce kişi Cezayir’e kaçtı. İspanya gizli görüşmeleri kabul 3 .The Court examines: resolutions adopted by the General Assembly on the subject, from resolution 1514 (XV) of 14 December 1960, the Declaration on the Granting of Independence to Colonial Countries and Peoples, to resolution 3292 (XXJX) on Western Sahara, international court of justice http://www.icj-cij.org/docket/index. php?p1=3&p2=4&k=69&case=61&code =sa&p3=5)

ettiğinden 9 Kasım’da saldırı durduruldu. 14 Kasım 1975’de İspanya Fas ve Moritanya, Batı Sahra’nın “Üç taraflı Madrid Antlaşması” adı altında, iki Kuzey Afrika ülkesi arasında paylaşılması hakkında anlaştılar. Bu antlaşmada Sahra ulusunun kendi kaderini tayin hakkı bütünüyle hiçe sayıldı. (Bkz: Sf:6) 27 Kasım’da Fas ve Moritanya askeri birlikleri savaşı başlattılar ve kuzey ve güneyden gelerek Batı Sahra’ya girdiler. Toprakların üçte ikisini Fas ve üçte birini Moritanya ilhak etti. Frente Polisario işgalci askeri birliklere karşı gerilla savaşını hemen başlattı. FP, 27 Şubat 1976’da Bir Lahlou’da başkenti El Aaiun (Faslı işgalciler ona Laayoune diyorlar) olan “Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti”nin (DARS) kurulduğunu ilan etti. 160.000 Sahralı işgalcilerin katliamlarından kurtulmak için çöle kaçtı. Yaşamlarını kurtarmak için palas pandıras her şeylerini yerli yerinde bırakıp kaçmak zorunda kaldılar. Çöl, hiçbir korunma olanağının bulunmadığı açık arazidir. Kaçanlar Fas hava kuvvetleri tarafından takip edildi ve üzerlerine fosfor ve napalm bombaları yağdırıldı. Frente Polisario’ya göre, toplam olarak ne kadar insanın katledildiğini tam olarak söylemek mümkün değildir. Ama on binlerin katledildiği kesindir. 1976 ortasında Frente Polisario Fas ve Moritanya’ya karşı askeri saldırıya geçti. Temmuz 1978’deki bir askeri darbe Moritanya’nın istikrarını bozdu ve Frente de askeri saldırılarıyla Moritanya’yı zor duruma soktu. 1979’da Moritanya bir barış anlaşması yapmayı kabul etti ve geri çekildi. Bunun üzerine Fas Batı Sahra’yı bütünüyle işgal etti. Sahra’da İspanyol sömürgeciliği böylece hegemonya haklarını Fas sömürgeciliğine devrederek sonlandı. Batılı büyük güçler, her şeyden önce faşist Fas krallığının efendisi olan Fransa ve ABD, Fas’ın işgali altındaki bir Batı Sahra’yı, Frente Polisario önderliğindeki bağımsız bir Sahra Demokratik Cumhuriyetine memnuniyetle tercih ettiler. Cezayir, Cezayir’in belirli bölgelerini de Fas’ın malı diye talep eden Fas’ın yayılmacı isteğine karşı Frente’nin yanında yer aldı. Cezayir bu dönemde “Bloksuzlar”ın� ve o zamanlar Rus sosyal emperyalizmine veya Çin’e sempati duyan Afrika, Asya ve Latin Amerika’da bağımsızlığını kazanmış olan bir çok devletin oluşturduğu “3. Dünya Hareketi”nin parçasıydı. Nüfuz alanlarının batı ile doğu bloku arasında paylaşımı deyim yerindeyse Batı Sahra’dan geçiyordu. Fas ile Cezayir devlet bağımsızlıklarına kavuştuklarından bu yana, Kuzey Afrika’da egemen olmak için


“Özgürlük namluların ucundadır…” Altmışlı yılların başında kurulan üç kurtuluş örgütü 1968’de Frente Polisario içinde birleştiler. Kurtuluş hareketi 1970’de Batı Sahra’nın bağımsızlığı için güçlü bir yürüyüş örgütledi. Bu yürüyüş İspanyol sömürgeci efendilerin sivil halka uyguladıkları bir katliamı ile son buldu; yüzlercesi tutuklandı ve birçokları “kayboldu”. Polisario 10 Mayıs 1973’de kuruluş kongresini topladı. Kongrenin “Özgürlük namluların ucundadır” çağrısı “emperyalizme ve faşist İspanya’ya karşı” başlayan mücadelenin işareti oldu. Polisario çok kısa bir süre içinde güçlendi ve kuruluş kongresinden daha iki yıl sonra İspanya tarafından işgal edilmiş Batı Sahra’nın geniş kesimlerini denetimi altına aldı. 1974 yılında Polisario’nun İkinci Kongresi’nde açık bir şekilde formüle edilen “halk oylaması için on koşul” şimdi Faslı işgalcilere karşı bugünkü durum için de ilkesel olarak geçerlidir. Polisario Mart 1976’daki 4. Kongresi’nde ulusal programında şu merkezi önlemleri kararlaştırdı: “Kitlelerin yönetime katılımı; kadroların eğitilmesi; kültürel siyasi bilincin yaratılması; kadınların okumayazma öğrenmesinin teşvik edilmesi ve eğitimi. Batı Sahra’nın kurtarılmasından sonra şu hedefler gerçekleştirilmelidir: Demokratik ve birlikçi bir sistemin yaratılması; sosyalizmin gerçekleştirilmesi; ulusal kaynakların adilce dağılması; eşitsizlik ve sömürünün ortadan kaldırılması; kadınların siyasi ve sosyal haklarının gerçekleştirilmesi; tedrisatın Arapçalaştırılması; tarım sektörünün dengeli geliştirilmesi; deniz kaynaklarının sanayileştirilmesi ve korunması.”4 (8) DARS’in Anayasası her dört yılda bir yeniden tartışılmakta, kısmen güncelleştirilmekte ve karar altına alınmaktadır. DARS-Parlamentosunda bir kota düzenlemesi olmaksızın milletvekillerin % 34’ü kadındır. Bedevi aşiretlerin kadınları göçebesel yaşam koşulları nedeniyle de geleneksel olarak örneğin Arap devletlerindekine benzer bir ezilen bir konuma sahip değildirler. Frente Polisario, Batı Sahra’nın bağımsızlığı ve demokratik bir devlet için mücadele eden bir kurtuluş hareketidir. Frente kendisini Sahra halkı için4. Peter Hunziker, Eski İspanyol Sömürgesi Batı Sahra uğruna Çatışma, 1976’da ortaya çıkışından onun enternasyonalleştiği 1986 yılına kadar, 2004’den alıntı, sf:32, www.peterhunziker.ch/lizenziat.pdf

deki tüm siyasi akımların bir platformu olarak görmektedir. Polisario’nun sözcüsü Cemal Zakari bunu “siyasi aileler” diye adlandırıyor. Doğal olarak kendilerine özgü siyasi gelecek vizyonları olan farklı yönelimler vardır. Örneğin 1970’li ve 1980’li yıllarda sosyalist yönelimlerin belirleyici bir nüfuzu vardı. Oysa bugün, Polisario sözcüsünün latife ederek eklediği üzere, çöldeki mülteci kamplarında yeşillik yetişmemesine karşın yeşil yönelimli (çevreci) bir “siyasi aile” bile vardır. Polisario-kongrelerinde geniş bir tartışma yürütülmekte ve kararlar çoğunlukla alınmaktadır. Sahra halkının referandum yoluyla haklarının gerçekleşmesi bütün eğilimlerin üzerinde birleştiği belirleyici ve bağlayıcı temel ortak noktadır. Sahra halkının ve Frente’nin işgale karşı tüm araçlarla ayaklanıp mücadele etmesi haklıdır. Frente, kendilerinin ifade ettiklerine göre kendi özgül yolunda dünya çapındaki kurtuluş hareketleriyle dayanışma içinde yürümeye her zaman çaba göstermiştir. Frente, Cezayir veya ABD-Batılı veya SBDoğu Bloğu veya bloksuzlar hareketi-Çin gibi diğer devletlerin Frenteyi sahiplenmelerine karşı direndi. Polisario kendisinin siyasi ve örgütsel bağımsızlığını bedel ödeme pahasına mücadele ederek kazandı. Örneğin Libya 1984’de DARS’a desteğini tamamıyla kesti. Frente Kaddafi rejimi hakkındaki değerlendirmesi, onun demokratik olmaktan çok uzak olduğu biçimindeydi. Polisario, İspanya’nın geri çekilmesinden sonra Fas işgaline karşı, 1979’a kadar da aynı zamanda Moritanya’ya karşı da, mücadele etmek zorunda kaldı. Polisario bu gerilla savaşında askeri, siyasi ve insancıl olarak (mülteci kampları) Cezayir tarafından desteklendi. 1981’de Frente neredeyse tüm ülkeyi denetliyordu. Faslı işgalciler sadece ABD ve Fransız askeri donanım yardımları ve duvarı inşası sayesinde egemenliğini sürdürebildi. Süreç içinde Fas, Polisario-savaşçılarını giderek artan ölçüde ülkenin içlerine doğru çekilmeye zorladı. Buna paralel olarak Polisario-gerillalarının Fas tarafından kontrol edilen bölgeye sızmasını engellemek için bir toprak tabyalar sistemi kuruldu. Bu duvar sistemi yeni fethedilen alanları “korumak için” Fas’ın her önemli alan kazanmasından sonra genişletildi. Polisario Kurtuluş Ordusu zaman zaman 20.000 gerillaya kadar varan bir güce sahip oldu. Polisario 1989 yılına dek Fas işgalcilerine karşı silahlı mücadele yürüttü. Daha sonra Fas ile DARS arasında - BM-

güncel

birbirleriyle rekabet halindeydiler. Batı Sahra ihtilafı nedeniyle Cezayir ve Fas arasındaki sınır on yıllarca kapalı kaldı.

19


güncel

önderliğinde – bir referandumun da öngörüldüğü bir ateşkes anlaşması ve barış planı yapıldı. Bu anlaşma 1991’de yürürlüğe girdi. Fas’ın da kabul etmesiyle Şubat 1992’de referandum yapılacaktı. Anlaşma gereği “Batı Sahra’da Referandum için Birleşmiş Milletler Misyonu” “MINORSU” kuruldu. Bu misyonun görevi ateşkes anlaşmasına uyulmasını ve referandumun yapılmasını denetlemekti.

Ufukta Referandum Yok

20

Oysa bugüne kadar bir şey olmadı. BM’lerin Batı Sahra Barış Misyonu, Filistin ve Kıbrıs “Barış Misyonları” ile birlikte BM’lerin üçüncü en eski başarısız misyonudur. BM’lerin aldığı Sahra halkının kendi kaderini belirlemesi hakkını onaylayan toplam 196 karar, tavsiye, ve araştırma komisyonlarının raporlarından oluşan dağlar kadar kâğıt birikti. Kağıt üzerinde evet haklar tanındı, fakat … gaddarca, canice sömürgesel işgal sürüp gidiyor. Fas yüzlerce entrika ve oyalama taktikleri ile bugüne kadar referandumu engellemeyi başardı. Ve oldu-bittileri gerçekleştirmeyi sürdürüyor: Faslı yerleşimcilerin Batı Sahra’ya yerleştirilmeleri ve onlara “toprak verilmesi” teşvik ediliyor. Örneğin Fas bu yerleşimleri düşük vergi oranları, yüksek ücretler ve bir dizi ayrıcalıklarla özendiriyor. Fas’dakinden farklı olarak işgal altındaki Batı Sahra’da şu işkollarında iş güçleri gereksinimi vardır: Madencilik, balıkçılık, alt yapının inşası, turizm ve Desertec-Projesinde (bkz: sf: 19’daki söyleşi) olduğu gibi güneş enerjisi santralleri inşası. DARS de, Şubat 1982’de Afrika Birliği Örgütü’ne (OAU, Organisation of African Unity, bugünkü Afrika Birliği, AU) alındı. Bunun üzerine Fas AU’dan çıktı. DARS 2013 itibariyle enternasyonal olarak 84 devlet tarafından tanınmıştır (Frente’nin verdiği bilgi) ve bu ülkelerde diplomatik temsilcilikler bulundurmaktadır. Oysa DARS hala BM üyesi değildir. Çünkü üyelik Batı Sahra’nın konumu hakkında yapılacak bir referandumun sonucuna bağlanmıştır. Polisario BM tarafından sadece görüşme tarafı ve Sahra halkının meşru temsilcisi olarak tanınmaktadır. Referandum sorununda iki soru merkezi konumdadır: Batı Sahra’da hangi hukuksal statü üzerine oylama yapılacaktır ve bu oylamaya kimler katılacaktır? Fas, Sahralıların kendi devletlerini kurmaları hakkı üzerine bir referandumu daha en başından reddetmiştir. İşgalin incir yaprağı olarak Fas devletinin

sınırları dâhilinde sınırlı bir özerklik varyasyonunu hep yineleyerek gündeme getirmiştir. Bu özerklik-çözümü batılı büyük güçler Fransa, ABD, FAC, AB tarafından da favorize edilmektedir. Fas ne zaman bir uzlaşmaya hazır göründü ise, örneğin 1991’den 1997’ye kadar süren müzakerelerde veya BM-özel görevlisi Baker’in çeşitli planlarında olduğu gibi, sonunda bizzat kendisi yine tüm çözümleri torpilledi. 5 Oylama hakkı sorununda Polisario’nun pozisyonu şöyledir: İspanyol işgali sırasında Batı Sahra’da yaşayanların tümü ve onların ardılları bir referanduma katılma hakkına sahiptir. Bu, doğal olarak tüm mültecileri de kapsıyor demektir. İşgalciler ve onların ardılları dışlanmıştır. BM de, kendi kararlarında bu pozisyonu savunmaktadır. İşgal gücü Fas Batı Sahra’daki tüm sakinlerin, aynı zamanda Faslı yerleşimcilerin de oylamaya katılmasını istemektedir. Böyle olduğunda doğal olarak güçler dengesi ve bununla birlikte referandumun sonucu değişecektir. On yıllardır süren Faslıların Batı Sahra’ya bilinçli göçü, yerleşmesi sonucu Sahralılar bugün kendi memleketlerinde azınlık haline gelmiştir.”6 (10) Frente 2003 yılında işgal altındaki Batı Sahra’nın Fas sınırları içinde genişletilmiş bir özerklik çözümünü (Baker Planı II) ve özerklik statüsünden sonraki ilk 5 yıl içinde referandumun yapılmasını bile kabul etti. Frente 2004’de bağımsız bir Batı Sahra’da Fas’ın ekonomik çıkarlarına dikkat edeceğinin güvencesini yazılı olarak verdi. Ne var ki Fas tüm bu tavizleri de boykot ediyor. Fas her türlü çözümü şimdiye kadar böyle engelliyor. Fas bu konuda öncelikle BM-Güvenlik Konseyi’nde vetosuyla Fas’a karşı yaptırımlar vs. önlemleri gibi her kararı engelleyen Fransa tarafından hâlâ destekleniyor. BM’nin Sömürgelerin bağımsızlığı kararından sonra geçen 40 yıldan fazla bir süredir Batı Sahra eskiden olduğu gibi hâlâ sömürgedir. BM-Güvenlik Konseyi her yıl,- güncel olarak Nisan 2012 sonundan Nisan 2013’e kadar- MINURSO’yu bir yıl süreyle uzatmaktadır. Batı Sahra sorunu düzensiz aralıklarla BM gündemine alınmaktadır. BM, aslında 5. FAC Haziran 1993’den Haziran 1996’ya kadar küçük bir polis kontenjanı (her keresinde Federal Sınır Koruma Teşkilatı mensubu 5 polis memuru) ile MINURSO’ya katıldı. Federal merkezi devlet/eyaletler Çalışma Grubu Uluslararası Polis Misyonu, Alman Polisinin yurt dışında görevlendirilmesi, www.bundes-polizei.de/cl. 6. www.ag-friedensforschung.de/regionen/Westsahara/ un-nieth-html


Direniş ve bitmek bilmeyen baskılar Frente Polisario 1991’de yürürlüğe giren ateşkese rağmen silahlarını hiçbir zaman teslim etmedi. Onun Kurtuluş Ordusu bugün hâlâ yaklaşık 6 – 7.000 kadın-erkek savaşçıyı kapsamaktadır. Buna ek olarak Cezayir’deki mülteci kamplarının sakinleri de askeri talimlere katılmakta ve böylece bir tür büyük “yedek ordu”yu oluşturmaktadır. Her ne kadar silahlı mücadele Batı Sahra’nın işgal altındaki bölgesinde bitmişse de, Sahra halkı hep yeniden militanca direniş eylemleriyle de ayaklanmaktadır. Mayıs 2005’de yoğun yürüyüşler ve protestolar yeniden alevlendi. Bunlar son 6 yılın en şiddetli eylemleri idiler. Gençlik Örgütü UJSARİO bunu “Sahra İntifada”sı olarak adlandırıyor. Eylemler Fas’a sıçrayacak şekilde de yayıldı. Polisario’nun 32. Kuruluş Yıldönümü kutlamalarında (10 Mayıs 2005) Muhammed Abdülaziz � “Sahra halkı sonuna kadar eli-kolu bağlı, eylemsiz kalamaz. Ulusal hakları için, silahlı mücadeleyi de içermek üzere tüm meşru araçlarla mücadele edecektir.”7 açıklamasını yaptı. Fas rejimi tüm bu protestoları gaddarca zor ile bastırdı. Yüzlerce militan tutuklandı ve işkenceye uğradı. Birçoğu mahkûm oldu ve bazıları “kayboldu” 8 (13) 7. Alfred Hackenberger, Batı Sahra Uğruna Mücadele – Fas tarafından ilhak edilen ülke üzerine 30 yıldır varlığını sürdüren çatışma yeniden alevleniyor, 10. 06. 2005, www. heise.de 8. Amnesty International’in (Uluslararası Af Örgütü -

Bir sonraki güçlü protesto dalgası 2010’da başladı. Bu, Arap baharının habercisi idi. Fas ile Polisario arasında BM denetimi altında Newyork’ta yürüyen görüşmeler çıkmaza girdiği ve bu görüşmelerin yeniden başlayıp başlamayacağının berrak olmadığı bir anda, 10 Ekim 2010’da kendiliğinden protesto eylemleri patlak verdi. Bu, her şeyden önce Sahralı gençlerin işten atılmalara, konut rezaletine, dışlanmaya, yoksulluğa, işsizliğe ve sefalete karşı bir protestosu idi. Bu, toplumsal, siyasi ve sosyal baskıya karşı bir haykırış idi. Protestonun bu biçimi yeniydi ve içerikleri çok geniş tutulmuştu. “Şimdiye kadarki alışılagelmiş protestolardan farklı olarak başka yerlerde de kurulan kamplarda başlangıçta bağımsızlık sorunu ön planda bulunmadı. Burada bilakis mücadelenin ‘yeni’ bir ‘biçimi’, sosyal dışlanmaya karşı yürümek söz konusuydu”.9 Çölde Çadır Kentler kuruldu. Başkent El Aaiun’dan 10 km’den fazla uzaklıkta bulunan en büyük kamp “Gdeim İzik”, “Onur Kampı” bunlardan biri idi. Başlarda sadece birkaç yüz insan kampın inşasına katıldı. Ama sonra her yaş grubundan binlerce Sahralı, işgal altındaki kentlerden erkekler, kadınlar ve çocuklar protestoya katılmak için çöle akın ettiler. Bu akın nedeniyle kolluk kuvvetleri kampları kordon altına aldılar. “Onur Kampı” kısa bir süre içinde 20.000 insanın üzerinde bir sayıya ulaştı. Faslı egemenler direnişin yayılmasını engellemek için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Kampa giren çıkanlar ordu tarafından kontrol edildi. Gazeteciler, Avrupa Solunun milletvekillerinin ve diplomatların çadır kentine girmesine izin verilmedi. 24 Ekim’deki bir kontrol sırasında 14 yaşındaki Elgarhi Nayem katledildiğinde Sahra halkının öfkesi patladı. Halk doğrudan Fas Ordusuna karşı mücadele etmeye başladı. Ordu 8 Kasım’da sabahın köründe çadır kentin üstüne hortumlarla kaynar su fışkırttı. Daha sonra kampa gaddarca şiddetle saldırıldı, boşaltıldı ve ateşe verildi. Bu saldırı sırasında Polisario’nun verdiği bilgiye göre en azından on üç kişi öldü ve yedi yüz kişi yaralandı. Kayıpların sayısının 150’den fazla olduğu bildirildi. Bunun üzerine başkentte ve tüm diğer büyükçe kentlerde ordu ve polis ile şiddetli çatışmalar gerçekleşti. İşgalciler ev ev aramalar yaptılar. Gizli ÇN) son on yıldan bugüne kadarki her yıllık raporunda Fas devletinin Sahralı aktifistlere karşı uyguladığı yasadışı tutuklamalar, işkenceler, kaybetmeler, bütünüyle haktan yoksunluk sayılmaktadır. 9. Ralf Steck, İşgal altındaki Batı Sahra’da olağanüstü hal, Telepolis, 10. 11. 2010, www.heise.de

güncel

ortada olmayan bir “barış sürecini gözlem altında bulundurma”ktadır. Çünkü gerçekte Sahra halkı için çekilmez olan ve BM’nin tüm kararlarıyla çelişen statüko korunmaktadır. İşgal altındaki Batı Sahra’nın Fas tarafından maruz bırakıldığı korkunç baskılar nedeniyle MINURSO-mandasının “İnsan hakları durumunun izlenmesi” için genişletilmesi önergesi bile Güvenlik Konsey’indeki Fransız vetosuyla reddedildi. Alman diplomatı Wolfgang Weisbrod-Weber, Haziran 2012’de özel görevli olarak MINURSO-Misyonunun yöneticiliğine atandı. Böylece FAC de büyük güç olarak “en ön cephe”de işe burnunu sokmaktadır. BM-Genel Sekreteri’nin Özel Temsilcisi Christopher Ross 2009’dan beri yeniden Fas ile Frente arasındaki birkaç gayri-resmi görüşme yapılmasına girişti; ama Fas Hükümeti Frente ile her türlü işbirliğini şu anda reddetmektedir. Bu hükümet bu özel temsilcinin görevden alınmasını talep etmektedir. Bu da bir diğer taktik manevradır.

21


güncel

Servisler insanlara eziyet ettiler, tutukladılar ve işkenceden geçirdiler. Buna rağmen bağımsızlığın sesini bastıramadılar. Fas hükümeti, “Onur Kampı”nın boşaltılmasını bilinçli olarak “Polisario ile Fas arasındaki BMarabuluculuk görüşmeleri”nin Newyork’ta yeniden başlayacağı günde gerçekleştirdi. Polisario Faslı işgalcilerin gaddarlığına rağmen görüşmeleri yürüttü. “BM’de Polisario’nun temsilcisi Ahmed Boukhari, her ne kadar endişe duyulsa da, Rabat’ın (Fas’ın başkenti –ÇN) ‘müzakereleri sabote etmek istediği’ni belirterek ‘bu tuzağa düşülmek istenmediği’ni açıkladı”. (11) ???? Fas’ın gaddarca işgali ile yıpratıcı oyalama taktiği ve bütünüyle etkisiz BM-siyaseti, Frente Polisario ve Sahralı halk kitleleri içerisinde doğru taktik üzerine tartışmayı yeniden gündeme getirdi. Silahlı mücadeleye yeniden başlanılması hakkında lehte ve aleyhte görüşlerin tartışılması çok kapışmalı ve sert bir şekilde yürütüldü. Gerek 2007’deki 12. Polisario-Kongresi’nde gerekse “yalnızca bağımsız bir Sahra devleti çözümdür” şiarı altında 2011 yılında Tifariti’de yapılan son, 13. Kongre’de bu sorun tartışmaların merkezinde bulundu. (Bkz: Söyleşi, sf:19) Fakat sabrın da bir sınırı vardır, her şeyden önce bütünüyle perspektifsiz gençlik hemen bugün radikal bir değişiklik istiyor. Frente Polisario, bugünkü şartlarda silahlı mücadeleye yeniden başlanılmasının Fas’ın Batı Sahra’dan askeri olarak defedilmesi hedefine sahip olamayacağını savunmaktadır. Bunun için askeri güç dengeleri çok eşitsizdir. Silahlı mücadele ancak uluslar arası düzeyde bir çözüm için daha fazla baskı uygulanmasının bir aracı olabilir. Oysa işgal altındaki Sahra halkının ödemek zorunda kalabileceği çok ağır kan bedeli, onun Fas diktatörlüğü tarafından bütünüyle imha edilmesine kadar götürebilir.

Sahra halkının çektiği acılar

22

Sahra halkının büyük kesimi 40 yıldan beri BM’nin sadakasına muhtaç olduğu mülteci kamplarında ve sürgünde yaşamaktadır. Fas’ın işgali altındaki bölümde Sahralılar haklardan yoksun, tasavvur edilemeyecek sefalet içinde ve gelecek perspektifleri olmaksızın yaşıyorlar. Onlar kendi memleketlerinde ikinci sınıf insandırlar. Ayrımcılık hukuki, yasal, ekonomik ve siyasi tüm alanlarda uygulanmaktadır. Sahra halkı bütünüyle işgalci gücün keyfiyetine teslim edilmiştir. Birçok Sahralı tutukludur. Aynı zamanda işgalci güç Araplaştırma uygulayarak Sahralıların kültürel ve ulusal kimliğini imha etmeyi planlamaktadır. Sahralı

dilinin dersi yoktur. Birçok Sahralı çocuk ilkokuldan sonra “Araplaştırma”nın hızla uygulandığı Fas’daki okullara yollanmaktadır. Onların biricik “eğitim fırsatı” budur. Batı Sahra’nın kurtarılmış bölgesinde insanlar duvar ile birbirlerinden koparılmış bir şekilde yaşamaktadırlar. Faslı işgalciler sınırları kontrol etmektedirler. Savaştan önce kaçmış mülteci kamplarındaki insanlar geriye dönemezler. Aileler kuşaklar boyunca duvar vasıtasıyla birbirlerinden ayrıdırlar. Cezayir kamplarındaki ilticacılar hiçbir şey yetişmeyen taşlı bir çölde ve hiçbir yaşam perspektifi olmaksızın sürünmektedir. Uluslararası yardım sürekli olarak gerilemektedir. “Norveç Kilisesi’ Yardım Kurumu ve Medicos del Mundo’nun 2008 yılında yaptığı araştırmalar kamplardaki çocukların yüzde 10’unun yetersiz beslendiklerini göstermektedir. BM-verilerine göre yetersiz beslenmiş çocukların yüzde 15’i hakkında olağanüstü endişe verici durumdan söz edilmektedir.� Avrupa Sol Partisi’nin delegasyonu Kasım 2012’deki gezisi ertesinde raporunda şöyle yazıyor: “Delegasyon, kamplardaki insanların bütünüyle bağımlı/muhtaç oldukları uluslararası yardım teslimatlarının % 60 civarında azaldığı, 2008 dünya ekonomik krizinin patlak vermesiyle durumun yoğun bir şekilde kötüleştiği konusunda bilgilendi.”10 Kurtarılmış bölgeler ve mülteci kamplarındaki öz yönetim ile halk ve Polisario bu adeta çaresiz duruma karşı koymaya çalışmaktadırlar. İnsanlar doğal olarak bu gaddar durumdan kaçarak ve göç ederek kurtulmak istiyorlar. Ama bu ise, Polisario’nun Genel Sekreteri Abdülaziz’in söylediği gibi “halkımızın varlığı konusunda ciddi etkilere sahip olabilir.”11

Birçok emperyalist güç - farklı çıkarlar Fas’ın Batı Sahra’nın işgalinden stratejik, siyasi, askeri, ekonomik çıkarları vardır. Sadece bir örnek: Fas salt 2008 yılında işgal altında bulundurduğu Batı Sahra bölgesinden illegal olarak ihraç ettiği fosfattan yaklaşık 1,5 milyar dolar elde etti.”12 10. Florian Wilde, Batı Sahra’daki Kurtuluş Mücadelesi ile Dayanışma, Avrupa Sol Partisi’nin Güney Cezayir ve Batı Sahra’daki kurtarılmış bölgelerdeki Batı Sahra mülteci kamplarına giden Dayanışma Delegesyonunun Raporu, 28 Ekim’den 1 Kasım 2012’ye kadar, 06. 11. 2012, www.dielinke.de 11. Gerd Schumann, Ateş ve Su – Kendi Kaderini Belirlemenin Zorlu Yolu veya: Silahlı Mücadele – evet mi hayır mı? Polisario’yu ziyaret, 22. 12. 2007, junge Welt 12. Karşılaştırmak için: Sahralı mültecilerinin yararına WFP, ECHO ve UNHCR’in uluslararası yardımı 2007


Bu nedenle ABD (ve Fransa da) Güvenlik Konseyi’nde özerklik planını ileri sürüyorlar. 2012’de “US Geological Survey of World Energy” raporunda açıkça sahil alanındaki (“Saharan Coast”) devasa petrol ve gaz kaynaklarının varlığından söz edilmektedir. �

BM…

… Eski sömürgeci güç olarak onun da Fas ile çok iyi ilişkileri vardır: Fransız tekeli Total S.A. Fas hükümeti ile yeniden bir petrol anlaşması yaptı. “WSRW’nın araştırmasına göre Total daha 6 Aralık 2011’de yoğun bir Offshore-Bloğu imzaladı. WSRW 29 Kasım 2012’de Total’in Batı Sahra’nın bu bölgelerini işgal altında tutan Fas hükümetinin talebi üzerine Batı Sahra’ya geri döndüğünü ortaya çıkardı. Burada her halükârda sözü geçen işletmenin bu bölge için zaten 2001-2004 arasındaki sürede yaptığı anlaşmaya benzer bir arama anlaşması söz konusudur. Bu anlaşmanın süresinin şimdilik 12 ay olacağından söz edilmekteydi. Bu ise, bu anlaşmanın şimdi yani 6 Aralık 2012’de süresinin sona erdiği anlamına gelir. Bu nedenle Total, Sahra Denizi dâhilindeki aramaları – aynı daha 2004’de olduğu gibi –durdurmak veya Batı Sahra’nın işgalci gücü ile yeni bir anlaşma yapıp yapmayacağını açıklamak zorundadır.”13 Polisario bu anlaşmayı geçersiz olarak değerlendirmektedir. Burada Fransız emperyalistlerinin çıkarları ile Sahralıların kendi kaderlerini belirleme hakkı karşı karşıya durmaktadır. Bu nedenle onlar (Fransız emperyalistleri –ÇN) BM’de kendi tekel çıkarlarını siyasi olarak savunmaktadırlar. Stockholm International Peace Research Institute’nin (SIPRI) (Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü – ÇN) verilerine göre Fransa’nın ihraç ettiği askeri donanım dışsatımlarının % 8’i Fas’a gitmektedir. Fransa Fas’ın ticaret ortağı olarak gerek ithalatta (% 14 ile), gerekse ihracatta ‘% 21 ile) birinci sırada bulunmaktadır.

… aslında kendisini ve Faslı kral-kliğini finanse etmektedir. “gelişmekte olan”-ülkelere bir para ve teknoloji akışı vasıtasıyla ‘ekolojik, kalıcı ekonomik’ bir ‘gelişmeyi’ mümkün kılmak için Kyoto-Protokolü çerçevesinde BM nezdinde “çevreye uyumlu gelişme için mekanizma” (CDM) kuruldu. Şimdi Fas’ın güneyinde (yani Batı Sahra’da!) Foum El Oued Rüzgâr Gücü –Tesisleri-Projesi için CDM’e bir finansman başvurusu incelenmektedir. Rüzgâr-Park’ının sahibi ve işletmecisi Fas Kralı’nın ailesi tarafından yönetilen NAREVA Holdingi’dir. BM/Genel Kurulu bir yandan aldığı kararlarla Sahra halkının haklarını tanıdığını ilan ederken, diğer yandan BM-örgütü, işgal gücü ile pratikte ortak politika yapıyor ve onu destekliyor. Çünkü ne de olsa BM’de sonunda büyük güçlerin borusu ötüyor. BM-Barış Planı’nda her iki taraftan savaş tutsaklarının serbest bırakılması üzerine anlaşma sağlanmıştı. Frente Polisario Ağustos 2005’de son 400 Faslı savaş tutsağını serbest bıraktı. Fas ise tutsakları serbest bırakmadı ve fakat buna rağmen yaptırımlarla baskı altına da alınmadı.

ABD…

güncel

Ne var ki bunun yanında işgalden çıkarı bulunan ve birçok bakımdan bundan kârlı çıkan – farklı çıkarları olan – başka güçler ve Fas hanedanlığının “efendileri” de vardır. Bizzat BM, ABD, Fransa, İspanya, AB ve her zaman olduğu gibi en ön cephede işin içinde – FAC!

Fransa emperyalizmi…

… ABD 1980’li yılların başında Fas’ın emperyalist “baş efendisi” olan eski sömürgeci güç Fransa’nın yerine geçti. Faslı hükümdar 1982’de ABD ile geniş kapsamlı stratejik öneme sahip bir askeri işbirliği anlaşması imzaladı. ABD güncel olarak Fas hükümetine F-16 bombardıman uçaklarını teslim etmektedir. 2011’de ABD- Demokratları, Fas’ı Kuzey Afrika’daki “en sağlam dostu” ilan etmiştir. ABD Batı Sahra sorununda bütünüyle kendi çıkarlarının peşini kovalamaktadır. 2001 başında ABD-işletmesi Kerr-McGee Faslı sömürgeci güç ile Batı Sahra’nın sahil sularında petrol ve gaz kaynakları arama ve değerlendirme anlaşmaları imzalamıştır. Bu ABD-holdingi anlaşmasını – her zaman BM’in Batı Sahra mandası ile ince ayar senkronize ederek – yıldan yıla uzatmaktadır.

… Yılda 200 milyon Avro ile Fas’daki en büyük (!) yatırımcıdır.14 Batı Sahra yer altı kaynakları bakımından zengindir: Elmas, altın, uranyum, bakır, nikel, çinko, kurşun, kobalt ve dünyanın en büyük fosfat kaynaklarından biri burada bulunmaktadır. Sahilleri Afrika’nın balık varlıklarının en zenginlerinden birine sahiptir. Fas Batı Sahra’nın zenginliklerini kârlı bir şekilde

yılında yaklaşık 30 milyon dolar tuttu, İlticacılar, 16. 06. 2010, www.wsrw.org

13. 04. 12. 2012, www.wsrw.org 14. Fischer Weltalmanach 2013, sf: 306

AB…

23


güncel 24

AB’ye satmaktadır. İşgal altındaki bölgelerden yapılan illegal fosfat dışsatımları ile 2008 yılında yaklaşık 48 milyon ABDdoları kazanılmıştır. AB (bunlar arasında en ön safta İspanya) 2007’de Fas ile bir balık avlama anlaşması yapmıştır. İspanya doğal olarak bunu kendi çıkarları için kullanmaktadır. İspanya daha 1975’deki üç taraflı antlaşma ile çok kapsamlı balık avlama haklarını, Batı Sahra’nın yer altı kaynakları ve zenginliklerinin kesimlerini güvence altına aldı. Fas, Avrupalı balıkçılık filolarına verdiği balık avlama ruhsatlarından yılda 36 milyon Avro kazanmaktadır. (AB-Parlamentosu AB ile Fas arasındaki balıkçılık anlaşmasının uzatılmasını küçük bir çoğunlukla reddetti.) Ne var ki AB, AB-gemilerinin işgal altındaki bölge sularında yeniden balık avlamalarına izin verilmesi için Fas hükümetine her yıl milyonlarca Avro ödemeyi planlamaktadır. AB, Batı Sahra sahillerinde illegal balık avı için Fas ile yeni görüşme turunu tam da kendisinin Oslo’da Nobel Barış Ödülünü aldığı gün başlattı. “Batı Sahra Kurtuluş Cephesi Frente Polisario, 26 Kasım 2012’de bir mektup ile Güvenlik Konseyi’ne başvurdu. … Bu mektupta diğerlerinin yanında şunlar denmektedir: ‘Frente Polisario Batı Sahra’nın doğal kaynaklarının sürüp giden illegal araştırılması ve sömürülmesine de dikkat çekmek istiyor. Avrupa Birliği ile Fas’ın Batı Sahra kara sularını kapsayan, daha 2005’de yapılan bir balıkçılık-ortaklık antlaşması (FPA) üzerine görüşmelerin yeniden başlatılması planları ile ilgili olarak derin kaygılarımızı ifade etmek istiyoruz. Bu antlaşmaya ilişkin protokol, bu anlaşma ‘Sahra halkının çıkarları ve isteklerini hiçe sayarak‘ (S/2002/ 161 sayılı BM-Belgesi) gerçekleştiğinden 14 Aralık 2011 tarihinde Avrupa Parlamentosu tarafından oylamayla reddedilmiştir. Bu parlamento bununla Birleşmiş Milletler’in 2002 yılı hukuksal desteğinin hükümlerine göre bağımsız olarak yöneltilmeyen bir bölgenin doğal kaynaklarının uluslararası hukuka uygun bir şekilde kullanımı koşullarının yerine getirilmediğini kabul etti. Batı Sahra kaynaklarının hukuka aykırı bir şekilde sömürülmesinin durdurulmasını ve Sahra halkının kendi doğal kaynakları üzerindeki tam egemenliğini zedeleyebilecek anlaşmalar yapmaktan kaçınılmasını Fas ve tüm yabancı tüzel kişilerden talep ediyoruz. “15 15. F. Polisario AB-balıkçılık siyaseti hakkında kaygılanıyor, 29. 11. 2012, http://www.wsrw.org/a180x2423

Daha Şubat 2012’de AB ile Fas arasında yeni bir tarım-anlaşması yapılmıştı. Bu anlaşma da Batı Sahra’nın uluslararası yasal durumunu ihlal etmektedir. İşgal altındaki Batı Sahra’dan Avrupa pazarına çok daha büyük miktarlarda balık ürünleri gelecektir. Ve diğer taraftan Fas’daki enklavları Melilla ve Ceuta [Bkz: (1) No.lu dipnot – ÇN] İspanyol çıkarları için büyük öneme sahiptir. İspanya bunlar vasıtasıyla AB’ye iltica etmek isteyen insanları bu hapishanelerde tutarak ve işkence yaparak AB’den milyonlarca Avro’yu kasasına doldurmaktadır.

FAC… Yaklaşık 130 milyon tutarındaki “kalkınma yardımı”nın yanında FAC Fas devletinin asker ve polisini eğitmektedir. Yani kendi ülkesindeki protestoların gaddarca bastırılması ve Sahralılar direnişinin Fas tarafından bastırılması Alman “Know How”u ile gerçekleşmektedir. Dahası bunun malzemesini de doğal olarak “biz” teslim ediyoruz. FAC son yıllarda neredeyse 70 milyon tutarındaki askeri donanım mallarını Fas’a ihraç etti. Dünya çapında üçüncü büyük silah ihracatçısı olarak Almanya doğal olarak “vazifesinin bilincinde”dir. “Fas medyası 30 Ekim 2012’de Krallığın Thyssen Krupp Marine Systems şirketinden 209/1100 serisi bir denizaltı almak istediği haberini verdi. ... Bu denizaltı Fas tarafından Batı Sahra veya Cezayir’in bir deniz blokajı için kullanılabilir.” Fas’ın en zorlu rakibi Cezayir de aynı zamanda Alman silahlarıyla mutlu edilmektedir. “Haber dergisi ‘Spiegel’in verdiği bilgilere göre Cezayir de Almanya’dan 54 adet ‘Fuchs’ [‘tilki’ –ÇN ] –nakliyat tanklarını satın almak ve böylesi zincirli motorlu araçlardan 1200 adet de ruhsat ile kendisi üretmek istemektedir. “16 Alman denge siyaseti işte budur ve sürüm pazarlarını güvence altına alır! AB, birinci planda da FAC, “Çöl Elektrik VizyonuEnerji-Projesi”, Desertec’in Afrikalı “ortak” devletlerle birlikte geliştirilmesini Kuzey canla başla desteklemektedir. Bu çerçevede ilk olarak Avrupa’ya “yeşil” enerji ihraç etmek amacıyla Fas’da 600 milyon Avroya mal olacak bir güneş enerjisi santrali kurulacaktır. 2050 yılına kadarki toplam yatırım hacmi, bir kaç yüz milyar Avro tutacaktır. Avrupa elektrik gereksiniminin % 15’ini 2050’ye 16. Fas Almanya’da denizaltı satın almak istiyor – Cezayir tank ve fırkateyn satın alıyor, Almanya Kuzey Afrika’da silahlanma yarışını körüklüyor, 13. 11. 2012, www.gfbv. de/pressemit


lerde rüzgâr enerjisi elde etme konusunda mükemmel bir potansiyele sahip birçok alanı elinde bulundurduğunu onaylamaktadırlar.” Dakhla ve Laayoune Batı Sahra’dadır! Sol Partinin federal mecliste yönelttiği bir soru önergesine verdiği cevapta federal hükümet bu bilgileri onayladı ve somut olarak anlaşılmaz, muğlak yanıtlar verdi. AB ile Fas arasındaki balık avlama anlaşması ile ilgili olarak “küçük soru üzerine verilen” “cevapta” bu anlaşmanın “ Fas ve Fas’ın hukuki denetimi altındaki bölgeler” 17 için geçerli olduğu savunuldu. Her şey apaçık! Batı Sahra işgal edilmiş ülke olarak Fas’ın hukuki denetimi altındadır ve bu nedenle ‘biz’ bu ülkede işler ve projeler yapıyoruz. Bu bizim her zaman kafa sallayıp, onayladığımız BM-kararlarıyla bütünüyle çelişiyor.Ama olsun. 18 Dışişleri bakanı Westerwelle Kasım 2010’da Fas’a yaptığı ziyarette şunu vurguladı: “Desertec-girişimi enerji işbirliğinin bir kilometre taşı olabilir.” O, Güneş enerjisinin genişletilmesi için yatırımlara FACtarafından 40 milyon Avro’nun güvencesini verdi. “Fas’a güneş enerji planı için üç milyon Avro” daha verilmesi tartışılıyor. Westerwelle’nin bu ziyareti Batı Sahra’daki “Onur Kampı” çadır kentinin zor kullanılarak tahrip edilmesinden sadece birkaç gün sonra gerçekleşti. Oysa bu Alman emperyalistlerinin hızla gelişmekte olan yatırım faaliyetlerini hiçbir şekilde kesintiye uğratmadı. Tersine. Westerwelle yaptığı görüşmelerde şunun altını çizdi: “Almanya ve Fas mükemmel bir ortaklık ilişkisi içindedirler. “ (27) Federal hükümetin Fas kralı ile tüm alanlarda en sıkı bir şekilde işbirliği yapması kimseyi şaşırtmamalıdır. İnsan hakları Alman dış siyasetini, yalnızca onun Alman sermayesine yararlı olduğu yerlerde, yani kendilerinin işine gelmeyen rejimleri (gerekirse) askeri (olarak da) devre dışı bırakmak için bir işleve sahip olursa, ancak o zaman ilgilendirir.

güncel

kadar çöl elektriği ile karşılamak hedeftir. Bu santrallerin ikisinin işgal altındaki Batı Sahra bölgesinde yapılması planlanmaktadır. Uluslararası hukuka aykırı olarak işgal edilmiş Batı Sahra’dan yeraltı zenginlerinin illegal olarak götürülmesi çeşitli ülkelerdeki Sahra halkının davasının kadın/ erkek destekleyicileri tarafından hırsızlık olarak teşhir edilmektedir. Bu nakliyata katılan gemilerin adları, İMO(gemi)-numaraları ve bağlı bulundukları armatörlükler yayınlanmaktadır. Bunlar arasında 2009’da “işgal altındaki Batı Sahra’dan fosfatın Kolombiya’ya etik olmayan bir şekilde nakil edilmesine katılan” Alman armatörlük şirketi Doehle de bulunmaktadır. (wsrw.org) Alman tekel holdingi BASF daha 2008’de kendisinin Belçikalı bir şubesi üzerinden Bou-Craa-maden ocağından illegal olarak fosfat ithal etmiştir. Bu konu sorulduğunda bunun üzüntü verici münferit bir durum olduğu güvencesi verildi. Siemens, Ocak 2012 sonunda Fas’dan rüzgâr tesisleri için büyük bir sipariş hakkında bilgi verdi. Burada yatırım yapılacak yerler Haouma ve Foum El Qued söz konusudur. Enerji santrallerinden birisi Fas’ın güneyinde – yani Batı Sahra’da bulunmaktadır! Ve unutulmasın: Buranın sahibi ve işletmecisi Fas krallık ailesinin NAREVA Holding’idir. Güya kendi kaderini belirleme için referandumun gerçekleştirilmesi hedefine sahip MİNURSO-misyonu BM-Genel Kurulu tarafından Fransa ve ABD ile birlikte FAC’nin oylarıyla da uzatılmasına karşın, bu devletler pratikte bunu boşa çıkarmaktadırlar. Alman federal hükümeti hiç oralı olmazcasına Batı Sahra’nın statüsünün uluslararası hukuka göre “açıklığa kavuşmamış ve “tartışmalı” olduğunu savunmaktadır.� Oysa federal hükümet pratikte - örneğin yenilenebilir enerjiler konularında Fas’ın – Batı Sahra’nın Fas’ın bütünlüklü parçası olduğu şeklindeki görüşüne düzenli bir şekilde içeriksel olarak katılmaktadır. Teknik İşbirliği için Alman Kurumu (GtZ, bugünkü adı Uluslararası İşbirliği için Kurum, GiZ), “Gelişmekte olan-ve eşik ülkelerdeki rüzgâr gücü –projelerinin geliştirilmesi ve planlanmasında ortak olarak” TERNA-Projesi çerçevesinde “desteklemesi” gerekli olan araştırmaları Fas’da yürütmektedir. Bununla ilgili olarak 2007 ülkeler araştırmasında şunlar söylenmektedir: 1991’den beri (yani ateşkes antlaşmasından hemen sonra) toplanan veriler, Fas’ın, özellikle Tangier, Ksar, Sghir ve Tétouan ve de Dakhla, Laayoune, Tarfaya ve Essaouira çevrelerindeki bölge-

TÜM KUTULAR: [Tüm Kutular orijinalde çerçeve içinde ve gri renkte sütun(lar) halindedir – ÇN ] İspanya, Fas ve Moritanya arasındaki “Madrid Antlaşması” 17. Alman Federal Parlamentosu, Yayınları17/1521, Federal Hükümetin Yanıtı, sf:4, 26. 04. 2010, www.bundestag.de 18. Christoph Marischka, ‘kendi hükümetine sahip olmayan bölgeler’de ortak pazarlar kazanmak?, 20. 02. 2012, www.heise.de/tp/artikel36

25


güncel

O zamanlar geniş kapsamlı anlaşmaların sadece kısa bir özeti yayınlandı, geri kalanlar önce gizli kaldı. Bu antlaşmanın merkezi noktaları şunlardır: ‘Bölgedeki İspanyol varlığı 28 Şubat 1976’dan önce sona erecektir’ ve ‘İspanya bölgede Fas ve Moritanya’nın katılımı ile birlikte geçici bir yönetimi derhal (yaratacak)tır’. “İspanyol basını, İspanya’nın Sahralılara ihaneti ve tüm BM-kararlarının ihlal edilmesi için Fas’ın hangi bedeli önerdiğini ancak 1978’de ifşa etti. Bu antlaşmanın gizli ek tutanaklarında 800 İspanyol teknesine Kuzeybatı Afrika sahillerinde 12 yıl boyunca balık avlama hakları verilmekte ve Batı Sahra’daki yer altı zenginliklerinin çıkarılmasında yüzde 35 oranındaki hisselerin İspanya’ya verilmesi vaat edilmektedir. Buna uygun olarak İspanya, bu anlaşma ile yüzde 65’i Fas şirketi Office Cherifien de Phosphat’a devredilen Bou-Craa Fosfat Maden Ocağı hisselerinin yüzde 35’ini de almaktadır. Ayrıca Fas, Hueva’daki gübre fabrikasına tonu 15 dolar gibi çok ucuz bir fiyata 300 milyon ABD-doları değerinde fosfatı teslim edecektir. Ve (Fas kralı – TA) Hasan, Büyük Britanya’nın Cebelitarık’ı İspanya’ya verene kadar Akdeniz sahilindeki İspanyol Enklavları Ceuta ve Melilla üzerindeki taleplerini geri çekeceğine söz verdi. Son olarak Fas İspanya’ya Batı Sahra’daki askeri üslerin kullanılması ve Kanarya adalarındaki ayrılıkçı hareket MPAİAC’ye karşı mücadelede onun (İspanya’nın –ÇN) desteklenmesinin güvencesini verdi.” El Ouali, Frente Polisario’nun genel sekreteri Cezayir kentinde 15 Kasım 1975’de şunu açıkladı: “Şu anda Faslı işgalcilerin karşısında duran halkımız İspanya, Fas ve Moritanya arasında Madrid’de yapılan antlaşmanın geçersiz olduğunu açıklar. Bu antlaşma saldırı ve yağmacılığın bir edimidir.” “Madrid Antlaşması”, Avusturya-Sahra Cemiyeti, oesg.ws/?pid=16&id=28

Fas’ın Barbarlığı

26

Abdati Salama (70 yaşında): … Sadece ben değil, bilakis bir çok Sahralı o zamanlar çöle, Frente Polisario tarafından kontrol edilip yönetilen bölgelere kaçtı. Fakat Faslılar bizi uçaklarla takip ettiler. Asla unutamayacağım bir gün var. O zamanlar Batı Sahra’nın Kuzey sahilinde küçük bir semt olan Oum Dreiga’da çadır kurmuştuk. Burada 25.000’den fazla mülteci bir araya gelmişti. Çoğunluğu çocuklar, kadınlar ve yaşlı insanlardı, çünkü genç erkekler Polisario’ya katılmıştı. Birden ufukta uçaklar göründü. Kampımız etrafında dolandılar ve sonra kayboldular. Bunlar istih-

barat uçaklarıydı ve içimizden bazıları bunların açlık çeken insanlar için gıda maddeleri getirdiğini düşündü. Üç gün sonra Fas Hava Kuvvetleri bombardıman uçaklarıyla geldi. Napalm-, fosfor ve parça tesirli bombalar aniden kampın üzerine atıldığında neredeyse tüm insanlar çadırlarındaydı. Yüzlerce, binlerce çocuk, kadın ve yaşlılar bu sabah vakti katledildi ve yaralandı. Sonrasında bizim için şu açık idi: Kendi memleketimizde artık güvence altında değildik ve sınırı geçerek Güney Cezayir’e kaçmak zorunda kaldık. Sahralıların, Aralık 1975’de Moritanyalı askeri birliklerin güneyden girmesinden sonraki Fas’ın gaddarca istilası üzerine görgü tanıklarının verdiği bilgiler tarafsız gözlemciler tarafından onaylanmıştır. Hem Kızıl Haç’ın Uluslararası Komitesi, hem de İsviçreli bir hekimler ekibi 1976 başında Fas Ordusunun napalm bombaları attığına tanıktırlar. Denis Payot, İnsan Hakları Ligi Genel Sekreteri, savaş başladıktan hemen sonra BM-Mülteciler Örgütü adına bölgeyi birçok kez ziyaret etti. Kendisi “en vahşi barbarlığın ifadesi olan dehşet eylemleri”nden söz etti ve Sahralıları “tehdit eden” bir “soykırım” uyarısı yaptı. Savaş yürüten ülkelerin uluslararası hukukun yerdiği silahları kullandıklarını onayladı: ‘Biz, gaz bombaların kör ettiği, napalm bombasının yaktığı çocuklar gördük.’ (Karl Rössel, “Rüzgâr, Kum ve (Mercedes) Yıldızı, Özgürlük İçin Unutulan Savaş”, Horlemann Yayınevi, 1991). “Sürgüne Kaçış”, Avusturya-Sahra Cemiyeti, oesg. ws

Frente Polisario 1974 Bir Referandum için On Koşul 1. Bu sorunda sadece iki taraf vardır: Bir yanda haklı talepleriyle Saguiat ve Rio halkı ve diğer yanda faşist düşman İspanya. 2. Tüm İspanyol askeri birliklerin geri çekilmesi ve onların yerine F. Polisario gerillalarının geçmesi. 3. İspanyol İdaresinin geri çekilmesi ve onun yerine ulusal makamların geçmesi. 4. Yerli Sahralı mültecilerin memleketlerine geri dönmesi. 5. Yabancıların iç işlere karışmasına hayır. 6. Tüm yabancı sömürgecilerin nihai olarak geri çekilmesi. 7. Sahra sınırlarında konuşlanmış yabancı askeri birliklerin geri çekilmesi.


Fas ve Arap Baharı Fas’da aşırı derecede yüksek bir gençlik işsizliği hüküm sürmektedir, bu özellikle üniversite-yüksek okul mezunlarında neredeyse % 40 civarındadır. Bu oran, geçmiş yıllarda sürekli bir ekonomik büyüme olmasına karşın, Tunus (% 30) ve Mısır (% 25)’dekinden çok daha yüksektir. Gini-endeksi (adil dağılım) % 39,5 civarındadır. Bu değer, Tunus’dakinin (diktatör Bin Ali egemenliği sırasındaki) aynısı olup, ama Mübarek döneminin Mısır’ının gerisindedir ( % 34,4). Okumayazma bilmeyenlerin oranı neredeyse % 50’dir. Arap ülkelerindeki okuma-yazma bilmeyenlerin oranı ortalama % 30 civarındadır. (Friedrich-Ebert Vakfı: library.fes.de/pdf-files/iez/08459.pdf. Eylül 2011) 20 Şubat 2011 tarihinde, “Onur Günü” olarak adlandırılan günde, binlerce kadın-erkek Faslı siyasi reformlar ve daha fazla demokrasi için, yolsuzluk ve işkenceye karşı ve gençliğin perspektifsizliğine karşı yürüdüler. “Arap Baharı” süreci içinde Fas kralı, halkın hiddetinin önüne set çekmek için gıda maddeleri, tüketim ürünleri ve gazın devlet tarafından destekleneceği sözünü verdi. Kral, 17 Haziran 2011’de ilan edilen Anayasa reformunun ayrıntılarını açıkladı: Berber dili Tamazight için hak eşitliği (en büyük nüfus grubunun sakinleştirilmesi için), gelecekte parlamento ve hükümet seçilebilir, kuvvetler ayrımı ve yargı bağımsızlığı, siyasette şeffaflık ve hesap verme, insan haklarının anayasal hak haline getirilmesi, bir gençlik konseyinin kurulması, anayasada kadınlara hak eşitliği, hemen hemen 200 siyasi tutuklunun af edilmesi, 4.000 işsiz yüksekokul mezununun devlet hizmetinde işe alınması, medya sansürünün hafifletilmesi. (Friedrich-Ebert Vakfı: library.fes.de/pdf-files/iez/08459.pdf) Oysa tüm bunlar sadece “görünürdeki” kâğıt üzerindeki reformlardır. Kral VI. Muhammed’in gücü, devletin başı ve ordunun başkomutanı olarak kesintisiz sürmektedir. Gizli zindanlardaki faşist terör vahşice devam etmektedir. Sözde “hakikat komisyonu” özünde bir maskaralıktır. Bütünüyle 2012 yılı giderek yinelenerek alevlenen emekçilerin protestolarıyla sarsılmıştır. Korkunç

zamlar ve dramatik derecede yüksek işsizler sayısı, siyasi baskı ve sosyal dışlanma, insanları, her şeyden önce gençleri sokağa dökmektedir. Rejimin yanıtı hep aynıdır: Gaddarca bastırma. Fas AB-dil jargonunda “istikrarlı devlet” ve “bazı zaafları ile birlikte güvenilir ekonomik ortak” olarak adlandırılmaktadır. Sözü edilen “bazı zaaflar” ise , diğer Arap devletlerindeki “dramatik” durum nedeniyle bizzat kendilerini “insan hakları peygamberleri” olarak adlandıran AB için ihmal edilebilir şeylerdir.

güncel

8. Referandumun sonucu tam bağımsızlık olmalıdır. 9. Referandum BM ve Arap Ligi’nin denetimi altında yürütülmelidir. 10. Ulusal yer altı kaynaklarımızın sömürülmesi durdurulmalıdır.

İşgalci Hukuku Fas’ın Sahralılar için verdiği kimlikler, sahibini güvenlik güçleri tarafından hemen tanınır kılan üzerlerinde bulunan bir “S” ile işaretlenmiştir… Bu bürokratik ayrımcılık işgal altındaki Batı Sahra nüfusunun kontrol edilmesine ve onların seyahat özgürlüğünün katı bir şekilde sınırlandırılmasına hizmet etmektedir. Batı Sahra sakinleri bir yasa sayesinde işgal altındaki bölgeleri terk edemezler. Birçokları, bu bağlamda işkence olaylarının, tutuklama ve hapishaneye atılma haberlerinin de geldiği Cezayir’e (diğerlerinin yanında Oujda bölgesine) kaçmaya çalışıyorlar. İşgal edilmiş bölgeler dışındaki kimlik kontrollerinde Batı Sahra’nın her sakini kendisinin kayıtlı bulunduğu bölgenin dışında neden bulunduğunu açıklamak zorundadır. Yetersiz bir açıklama halinde söz konusu kişi derhal keyfi tutuklanmaya ve kötü davranışa maruz kalır. Faslı resmi makamlar Batı Sahra nüfusuna çok az pasaport vermektedir; burada da onlar baskı ve tehditlerle karşı karşıyadır. Aile fertleri birlikte seyahat edemezler; bir çocuk veya ana-babadan biri adeta rehine olarak, geriye dönme garantisinin bir türü olarak evde kalmak zorundadır. Margot Keßler, Batı Sahra: İnsan hakları neden uluslararası hukuktan ayrılamazdır, 2001, www.oesgw.ws/medienarchiv Batı Sahra dOCUMENTA 2012 Kassel’de Robin Kahn ve La Cooperativa Unidad Nacional Mujeres Saharauis (Batı Sahra Kadınlarının Ulusal Birliği Kooperatifi) The Art of Sahrawi Cooking (2012) [Sahraca Yemek Pişirme Sanatı - ÇN], İspanya’nın 1976’da bölgeyi terk ettikten sonra Fas tarafından ilhak edilen kendi memleketlerinde hapis olan eski İspanyol sömürgesi Batı Sahra’lı kadınların diktiği törensel kutlamalar için boş duran bir çöl çadırıdır. Bu çalışma kelimenin tam anlamıyla düş tasviri olarak ortaya

27


güncel 28

çıktı: Bu canlandırma ünlü şair ve tarihçi Peter Lamborn Wilson tarafından 2009’da bir ay boyunca Batı Sahra’daki kadınların yanında yaşayan ve bundan bir yıl sonra Dining in Refugee Camps: The Art of Sahrawi Cookung (Mülteci kamplarında yemek yemek: Sahra Mutfak Sanatı) kitabını yayımlayan Newyork’lu kadın sanatçı Robin Kahn ile işbirliği içinde düşünüldü. Wilson bir akşam Kahn’ın kitabını okuduktan sonra içinde Batı Sahralı kadınların lezzetli kuskus hazırladıkları ve bunu da documenta ziyaretçilerine sundukları bir çadırı düşledi. Bunu Kahn’a ve documenta-düzenleyicilerine anlattı ve artık şimdi onların büyük vizyonları meyve verdi ve görünmeyeni görülür hale getiriyor. Kayıplara karışma, tarihin kaybedenlerinin kaderidir. Fas hükümetinin kendilerini zorladığı gaddarca koşullar altında hayatta kalan Batı Sahra’nın eskiden beri yerleşik (kadim) halklarının insanlığın dünya haritasından kaybolduğu söylenebilir: devletsiz, dünyanın arta kalanı tarafından tanınmayan, çöl kumunda kaybolmuş, yaklaşık üç milyon kara mayını arasında yaşayan yaklaşık 200.000 insandan oluşan bir kitle. Kaybedilmek, görülmez hale getirmek ve kökünü kurutmak modern dünyanın her yerinde karşılaşılan taktiklerdir; ama normal olarak son otuz yıl içinde Latin Amerika’da her şeyden önce Arjantin, Kolombiya ve Guatemala’da tek tek kişilere karşı uygulanmaktadır. Oysa Batı Sahra somutunda kaybetme cürümü tüm bir halka karşı işlenmektedir. Onlar insancıl subjeler olarak varlıklarını sürdürüyorlar, ama devletsizler olarak ve bu nedenle mevcut olmayan ulus olarak onlar imha edilmiştirler. Onlar geleneksel olarak kendi memleketleri olan ve balık, petrol ve fosfat bakımından zengin, kuzey-güney yönünde neredeyse 3000 kilometre uzunluğunda sürüp giden Faslı askerlerin koruduğu ve kara mayınlarıyla güvence altına alınmış bir duvarın ikiye ayırdığı bir ülkede, yardım örgütlerinin gıda maddesi ve su vermesi sayesinde hayatta kalıyorlar. Avrupa 20. Yüzyılda bizzat kendisinin tarihindeki devletsiz insanların rolünü unuttu; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bürokratlar sınırları tekrar ve yineleyerek yeniden çizerek sayısız insanları haritadan sildiler. Alman yazarı B. Traven bu durumu belleklere kazınır bir şekilde 1926 yılının “Ölü Gemisi” adlı romanında yazdı; Walter Benjamin de kökünü kazımanın

bu durumunu eserinin merkezine koydu. dOCUMENTA (13) vesilesiyle Batı Sahra’nın çadır sakinleri kamuoyunu kuskus yedikleri ve sadece onların acil durumu hakkında bilgilenmekle kalmayıp, aynı zamanda onların yaratıcı çalışmasını, hayran kaldıkları ve yeni ve daha iyice bir dünyanın inşasında sanatın rolünü tanıyabilecekleri kendi dünyalarının kalbine davet ediyorlar. dOCUMENTA (13), „Rehber Kitabı“, Katalog 3/3, Sf. 268

Röportaj Frente Polisario’un 13. Kongresi Aralık 2011 başı Bu kongreye katılan antiemperyalist bir dost olan Frank ile bir röportaj yaptık.

1.

Sen Frente Polisario‘nun Batı Sahra’da Aralık 2011’de yapılan 13. Kongresi’ndeydin. Oraya nasıl gittin? Bir kadın yoldaş, bana bu kongreyi Avrupa Sol Partisi için izleyecek bir delegasyona katılacağını anlattı. Ben Sahra Demokratik Arap Cumhuriyeti’nin (DARS) Almanya’da kabul edilmiş elçisini tanımıyorum; onunla bağlantıya geçtim ve sonra özel kişi olarak delegasyona katıldım. Bu delegasyon sonra Madrid’den Cezayir kenti üzerinden Batı Cezayir’deki Tindouf’a uçtu. Orada diğer izleyiciler ve destekleyiciler ile buluştuk ve daha sonra büyük bir konvoy halinde çölden geçerek kongrenin yapıldığı “kurtarılmış bölgelere” gidildi.

2.

SOL Partisi üzerinden Frente ile nasıl bir bağlantı var? Bu konuda az şeyler söyleyebilirim. Yukarıda söylendiği üzere Avrupa Sol Partisi Alman bir delege yolladı ve federal meclis milletvekili Sevim Dağdelen’in bu konuda faal olduğunu, Frente doğrultusunda soru önergeleri ve başvurular yaptığını ve bir kez de oraya gitmek istediğini, sonra onun Fas’dan yurtdışı edildiğini biliyorum. Daha fazla kurumsal bağlantılar olup olmadığını bilmiyorum. Ama Frente’nin CDU’nun (Hristiyan Demokrat Birliği – ÇN) ve Avrupa Parlamentosu’ndaki muhafazakârların diğer partilerinin


3.

Antiemperyalistlerin Frente ile dayanışmalarını şu veya bu şekilde durdurmalarının nedenleri neydi? İspanya’da bana antiemperyalist görünen kadın/ erkek destekleyici grupların çok sıkı bir ağı vardır; Avrupa ülkelerinin çoğunda bunun gibi daha küçükçe ağlar ve gruplar bulunmaktadır. Almanya’da da bana diğer siyasi gruplar, hedefler ve tartışmalardan oysa tuhaf bir şekilde kopuk görünenler vardır. Bir zamanlar Almanya’da da iyi örgütlenmiş sol, antiemperyalist Frente ile bir dayanışma vardı; ama bu daha sonra şu veya bu şekilde dağıldı. Kanımca bu dağılmanın Polisario’ya karşı yönelen işkence ithamları ile ilgiliydi ve Polisario bu ithamlar hakkında tavır takınmadı ve tartışmalar şu türdeki eleştirisel dayanışma hakkında ortaya çıktı: Bu konudaki eleştiri nereye kadar kabul edilebilirdir veya aslında hâlâ neyi destekleyebiliriz.

4.

Kongrede hangi kararlar alındı? Silahlı mücadeleye yeniden başlanılması sorunu benim için en belirleyici olandı veya şöyle söyleyeyim, en ilginç olanıydı. Bunun yanında gençliğin, yüksek öğrenim görenlerin ve diğer birçok konunun yanında kadınların rolü de çok yoğun bir şekilde tartışıldı. Sonunda hükümet onaylandı, ama bunun için askeri hazırlıklarını yoğunlaştırmak sözünü vermek zorunda kaldı. Yeniden savaşabilecek duruma gelene dek üç aya gereksinim duyulduğundan ve yine de diplomatik alanda hatırı sayılır ilerlemelerin olup olmadığının biraz daha beklenmek istendiği hakkında çokça konuşuldu. Oysa Libya-savaşı nedeniyle bölgenin istikrarsızlaştırılması, Azawad’ın (Azawad: Tuareg’in yerleştiği Kuzey Mali’de bir bölge, 06 Nisan 2012’de bağımsızlık, TA) bağımsızlığını ilan etmesi ve bölgenin tümündeki ayaklanmanın bastırılmasının artan yoğunlaştırılması dolayısıyla bana göre askeri opsiyon şimdilik gündemden kalktı.

5.

Orada delege olarak ve gözlemci olarak kimler vardı? Gözlemci olarak Avrupa’dan medya mensupları ve dayanışma gruplarından insanlar, Latin Amerika,

Afrika ve Asya’dan daha küçük gruplar gibi birçokları olmak üzere yaklaşık 200 kişi vardı diyebilirim. D.y.(diğerlerinin yanında) selamlama mesajları okuyan uluslararası delegeler Afrika’dan ve Latin Amerika’daki sol hükümetlerden epeyi yüksek kademedeki hükümet temsilcileri ve İspanya’dan birçok insan, yerel parlamentolardan parti temsilcileri veya insanlar vs. hazır bulundular.

güncel

milletvekilleri ile bağlantı içinde olduklarını biliyorum.

6.

“Latin Amerika’daki sol hükümetler”in Batı Sahra’da hangi çıkarları var? Onların bunu kendilerinin uluslararası dayanışmasının parçası olarak veya aynı Chavez’in anladığı gibi jeopolitiğin parçası olarak, yani sol hükümetleri, “kurtuluş hareketlerini” birlikte hareket edecek konuma getirmek ve enternasyonal ittifaklar ile ilgili olarak seçenekler sunmak projesi olduğunu sanıyorum. Polisario açısından devletler tarafından da tanınmak ve desteklenme doğal olarak iyidir. Bu delegelerin konuşmaları en siyasi olanlardı; ben bunu çok canlı ve cesaretlendirici buldum. Afrikalı delegelerin çoğu her ne kadar şu veya bu şekilde sömürgeciliğe atıfta bulunsalar da sol veya antiemperyalist içerikleri neredeyse hiç savunmadılar. Lakin sadece bağımsızlıktan söz edildiğinde, Fas eleştirildiğinde veya Cezayir övüldüğünde işte o zaman daha fazla alkış vardı.

7.

Şöyle bir şey okudum: “Nijerya büyük elçisi herkes içinde en açık bir şekilde savaşsal bir çözümden yana tavır takındı ve ülkesinin bunun için silah vereceğini ima etti”. Nijerya bununla neyi kastediyor? Bu benim için sürpriz oldu. Nijerya kendisini aslında bir bütün olarak bölgede bir yerel güç olarak görmektedir. Onlar şu anda Mali’ye müdahaleye hazır olmalarını Nijeryalı güya veya gerçek İslami grupların Mali’de geri çekilebilecekleri yerlere sahip olduklarıyla da gerekçelendirmektedirler. Oysa bu bölgede Cezayir de epeyi nüfuza sahiptir ve Frente ile çok iyi bağlantıları vardır; bu nedenle onların [Nijerya’nın –Ç N] çatışmayı çok ciddiye aldıklarını ve burada kenarda durmak, alanı Cezayir’e terk etmek istemediklerini sanıyorum. Belki de burada huzursuzluk çıkartmak, sonradan yine düzen gücü olarak ortaya çıkmayı olanak olarak da gördüler. Bilindiği üzere bölgede ECOWAS (Batı Afrikalı Devletlerin Ekonomik Ortaklığı, bu örgüt ECOMOG adlı bir askeri mü-

29


güncel

dahale birliğine sahiptir – TA) çok faaldir ve burada Nijerya hemen hemen NATO’da ABD’nin oynadığı rolü oynamaktadır.

8.

Batı Sahra’daki yaşam koşulları hakkında bir şeyler anlatabilir misin? Sahilde “işgal edilmiş bölgeler” diye adlandırılan yerlerde Sahralılar yoğun bir şekilde ayrımcılığa uğramakta, neredeyse hiçbir şekilde ekonomik faaliyet gösterememekte ve birçokları çok kötü koşullarda ve belirsiz bir süre boyunca zindanlarda yatmakta, bazıları da kaybolmaktadır. “Kurtarılmış bölgeler”de askerlerin dışında kıt-kanaat göçebe hayvancılıktan geçimini sağlayan çok az insan yaşadığını sanıyorum. Mülteci kamplarında insanlar neredeyse tamamıyla – Polisario tarafından dağıtılan – insani yardımla veya bizzat Frente için çalışarak yaşıyorlar. Zaten bunlar kerpiçten barakalardır; elektrik vardır, ama buralarda kentsel alt yapı ve zanaatkârlık –küçük sanayi gibi kalıcı çözüm olabilecek her şeyden de kaçınılmaktadır. Yani insani olarak bu durum çok kötü değildir; ama işte çok perspektifsizdir ve bu perspektifsizlik belirli bir oranda siyasi olarak da istenen bir şeydir.

9.

30

Birkaç Arap ülkesindeki kitlesel ayaklanmaların (Arap Baharı ) Batı Sahra veya Frente Polisario üzerinde hangi etkileri vardır? Ben bu konuda sadece kendi izlenimlerimi yansı-

tabilirim. Hatta bazıları bu arada Arap Baharı’nın aslında Kasım 2010’da işgal edilmiş bölgelerde Sahralıların protesto kampları ile başladığı ve bunu batıda Occupy (işgal et!)-hareketinin izlediği görüşünü belirttiler. Bu arada oralardaki her şey biraz daha endişe verici görülüyor. Her ne kadar Gaddafi Polisario’nun destekleyicisi olarak kabul edilse de, onun devrilmesinden üzüntü duyduğunu bize hiç kimse söylemedi. Tersine özellikle gençlik nezdinde eski rejime karşı çıkan hafif silahlı isyancıların resimlerinin daha ziyade cesaretlendirici etki yaptığı görülüyor. Belki de batının Libya’da görünürde ezilenlerin yanında yer aldığında, bunun geride bıraktığı izlenim biraz küçümsenmektedir. Bu beni zaten şaşırtmıştı, ama böyle görünüyordu. Belki de bu resmi çizginin tekrarlanması idi; bazı noktalarda uluslararası gözlemcilerle açık konuşulmadığı, herkesin yekpare bir görüşü savunduklarının göründüğü izlenimi vardı.

10.

BM, MİNURSO-mandası ile Batı Sahra’dadır. Onlar nerededirler, görevleri nelerdir? BM-Mandasının genişletilmesinde söz konusu olan nedir? Genişletme söz konusu olduğunda Fransa BM-Güvenlik Konseyi’nde neden veto etti? Aslında ateşkesin denetlenmesi ve bir referandumun hazırlanması (Misyon adındaki R harfi bunun içindir) MİNURSO’nun göreviydi. Oysa Fas referandumu bloke etti ve bu, ilgili devletler tarafından Genel Kurul’un kararlarına rağmen hoş görülmekte veya desteklenmektedir. Bu nedenle onlar zaten her iki tarafın da uyduğu bir ateşkesi denetlemektedirler. Bunlar küçük üslerde yaşayan ve işgal edilmiş bölgelerde Faslı güvenlik güçleriyle sıkı ve iyi ve “kurtarılmış bölgeler”de Frente Polisario ile sıkı ve iyi işbirliği yapan küçük uluslararası gözlemci grupçuklarıdır. Frente, bunun için daha fazla dikkat çekmek için kendisinin işgal altındaki bölgelerdeki mandasının insan hakları durumunu da kapsamasını yıllardır islemektedir. Fas bunu istemiyor ve Fransa bu sorunlarda kesinlikle Fas çıkarları doğrultusunda hareket ediyor.

11.

Almanya bağıntısında: Almanya’nın Batı


12.

Sen Frente Polisario’yu biraz tanıdın. O nasıl örgütlüdür, kendisini nasıl finanse ediyor? İçinde kaç kadın çalışıyor? Hangi eleştirilerin var? Atmosfer çok hoş ve dostçaydı ve çok da heyecanlıydı. Çöldeki basit koşullarda yaşayan bu insanların çoğu yurtdışında öğrenim görmüşler ve çok çeşitli diller konuşuyorlar. Erkekler ve kadınlar ağırlıklı olarak ayrı gruplarda hareket ediyorlar ve kadın delegelerin oranı her halükârda düşüktü; diğer tarafta burada ataerkil düzenin kendisini gösterdiği gibi veya İslam’a sıkça atfedildiği üzere ayrımcılığın biçimlerini veya baskıyı, örneğin konuşma davranışlarında göremedim. Frente kendisini devletlerden aldığı destek ve insani yardımın idaresi üzerinden finanse ediyor. Bu doğal olarak rüşvetçilik tehlikesini içinde barındırıyor. Birçok insan profesyonel diplomatlar veya siyasetçiler gibi davranıyor; ama bu davranış çok apolitik. Siyasi söylemler neredeyse hiç yok; sadece Fas’a karşı reddediş, kendisinin bağımsız bir devleti olması dileği ve bana göre tehlikeli derecede abartılan geniş kapsamlı, “halka” ait ve kullanılmasında öz yönetim istenen hammaddelere atıfta bulunma. Refahın dağıtılmasının nasıl örgütleneceği sorum üzerine yüksek öğrenimdekilerin örgütünün resmi bir sözcüsü, orada öyle ya herkes zengin olduğundan, yeterli derecede hammaddeler bulunduğundan, şu yanıtı verdi: “Kör-

fez devletlerinde olduğu gibi”. Tam da daha gençlerde bunların kendilerinin bir devletinde bizzat elit olmak istedikleri ve siyasi ikna olmuşluğun da zaten burada sona erdiği duygusuna sık sık kapıldım. Daha Sudan’da SPLA (Sudan Halk Kurtuluş Ordusu) gibi başka hareketlerde siyasi hedefleri olan bir hareketin nasıl saf bir iç savaş partisi haline gelebildiğini kendime sorduğumdan bunu çok ilginç buldum.

güncel

Sahra’da hangi çıkarları var. FAC bağımsızlık üzerine referandum ile ilgili olarak nasıl davranıyor Desertec’e kimler katılıyor ve Almanya ile Batı Sahra / veya Fas arasında hangi anlaşmalar var? Almanya, AB ve NATO, Fas bölgede en iyi ve en istikrarlı müttefik olduğundan, göç ve güvenlik politikası sorunlarında Fas ile iyi bir işbirliğine sahiptir. Bunun yanında Alman ve Avrupalı firmalar Batı Sahra’daki fosfat kaynaklarının sömürülmesindeki çok uygun koşullardan ve Batı Sahra sahillerindeki balık avlanma alanlarından kârlı çıkıyorlar. Dahası bir de Alman sermayesi, Münchner Rück, Siemens, Deutsche Bank, RWE tarafından domine edilen Kuzey Afrika’da rüzgâr ve güneş enerjisi elde edilerek Avrupa’ya satılması tasarlanan sanayi projesi Desertec vardır. GİZ (Uluslararası İşbirliği İçin Alman Cemiyeti, eskiden GtZ) – işgal edilmiş bölgelerde de – daha şimdiden ön çalışmayı yaptı ve Fas ile İspanya arasında zaten bir hat mevcuttur. Bu nedenle d.y. bu projenin Batı Sahra’da başlayacağından yola çıkılmalıdır.

13.

Frente dışındaki insanlar/ gruplar/ örgütlerle bağlantınız oldu mu? Sosyal kurtuluş için hareketler var mı? Varsa, nüfuzları var mı? Hayır. Ziyaretimizden kısa bir süre önce insani yardım örgütlerinin mensupları kaçırıldı. Bu, Frente için devasa bir sorundur. Diğer taraftan bu nedenden dolayı alınan güvenlik önlemleriyle Frente içinde örgütlü olmayan nüfus ile her türlü bağ kurmayı engellemesi de onlar (Frente –ÇN) için mümkün idi ve karşımızda konuşanlara belirli bir konuşma kurallarının verilmiş olduğu da fark edildi. Mülteci kamplarında adeta marjinal olan ve Polisario’nun verdiği bilgiye göre, ki bu bana bayağı inandırıcı geliyor, çünkü Fas Polisario’yu zayıflatmak için elinden gelen her şeyi yapıyor, Fas’ın ele geçirdiği veya maşası haline getirdiği örgütler de vardır. Söyleşi için teşekkürler! Bizim çıkardığımız sonuç: Sahra halkının Fas tarafından işgaline karşı ayaklanması ve bu işgali tüm araçlarla destekleyen emperyalist güçlere karşı mücadele etmesi meşrudur. Mayıs 2013’de Frente kuruluşunun 40. Yıldönümünü kutlayacaktır. Onun kurtuluş için mücadelesinin dayanışmamıza ihtiyacı vardır! Sahra halkının kaderi unutturulmak ve ölüm sessizliğinden kurtarılmalıdır. Sahra ulusunun bizzat BM tarafından tanınmış hakları Faslı askerlerin postalları altında günbegün kuma gömülmektedir. Oysa yüzsüzce demokrasiden söz eden “bizim” egemenlerimiz pratikte emperyalizmi uygulamakta, Fas ordusunu silahla donatmakta ve eğitmekte ve de Batı Sahra’nın zenginliklerini talan etmektedir. Bütün bunları teşhir etmek görevdir. Tüm gücümüzle enternasyonal dayanışmayı güçlendirmeye, karşı kamuoyu yaratmaya ve Sahra halkını desteklemeye çalışalım! [Trotz Alledem! (Herşeye Rağmen!) Sayı 62, Ocak 2013, sf: 3 - 20, Almancadan çevrilmiştir.] ✓

31


panorama

PA NOR A M A

- VENEZUELA -

Chavez’in ölümüne Chavezcilerin tepkisi kuşkusuz ki üzülmek, ağlamaktı vb. vb. Venezuela halkının büyük kesimi, Latin Amerika ülkeleri halklarının bir bölümü ve dünya çapında Chavez’i “antiemperyalist”, “sosyalist” vb. değerlendiren kesimler ve uluslararası siyasette Chavez – Venezuela ile müttefik olan güçler üzülenlerdi.

enezuela’da son başkanlık seçimleri 7 Ekim 2012 tarihinde yapılmış ve seçimi kullanılan ve geçerli oyların %55,25’ini alan Chavez kazanmıştı. Bununla ilgili dergimizin 160. sayısında, sayfa 26-29’da tavır takınmıştık. Sözkonusu yazımızda diğer şeylerin yanısıra şuna da dikkat çektik: “Chavez’in sağlığı elverirse 2019 yılı başına kadar başkanlık yapacak. Sağlık durumundan dolayı Chavez cephesinde gündeme gelen tartışmalardan biri de Chavez’in yerine geçebilecek bir liderin ya da liderlerin olup olmadığı meselesidir. Öyle ya da böyle bir dahaki başkanlık seçimlerinde muhalefetin seçimi kazanma olasılığı vardır. Chavez cephesinde destek alma, güçlenme bağlamında belli bir durgunluk yaşanmaktadır. Bunun gerileme durumuna dönüşüp dönüşmemesi ise Chavez yönetiminin önümüzdeki altı yıllık süreçte yürüteceği siyasete, atacağı adımlara bağlıdır.” (sayfa 28) Chavez’in sağlığı 10 Ocak 2013 tarihinde yeni Başkanlık dönemi görevini devralmak için yemin törenine katılmaya bile izin vermedi. 8 Aralık 2012 tarihinde kamuoyuna yaptığı konuşmada yeni bir ameliyat, tedavi için Küba’ya gideceğini ve kendisinin yeniden görevinin başına dönememesi durumunda, kendi yerine Başkan Yardımcısı Nicolas Maduro’nun seçilmesini talep etti. Bu talep Chavez yanlıları için bir vasiyet olarak kabul edildi. Bu arada Chavez kimi yetkilerini de Maduro’ya devretti. 2011 yılında kanser olduğu tespit edilen Chavez, 11 Aralık 2012 tarihin-

de dördüncü kez ameliyat olmak için Küba’ya gitti. Chavez’in bu seferki ameliyatının ardından durumu, akciğer enfeksiyonuna bağlı komplikasyonlar nedeniyle kötüleşti. Bu dönemde muhalefet Chavez’in durumunu kendi propagandası ve olası yeni seçimler için kullanmaya başladı. Chavez’in sağlık durumu konusunda muhalefetle uğraşma durumunda kalan yönetim, muhalefetin yaygınlaştırmaya çalıştığı “Chavez yanlılarının kendi aralarında koltuk kavgası başladı”, “Chavez öldü” vb. propagandalar karşısında, kendi içinde birlik olunduğu, Chavez’in isteğine uygun davranıldığı resmini sergiledi. Bu arada muhalefetin kışkırtıcı tavırlarına karşı da halka oyuna gelinmemesi yönlü çağrılarda bulunuldu. 10 Ocak 2013 tarihinde Chavez’in sağlık nedeniyle başkanlık yemini törenine katılamaması durumu muhalefetin tavrını daha da sertleştirmesinin bir aracı oldu. Muhalefet, Chavez’in artık başkan sayılmayacağını savunarak Anayasa’ya göre hemen yeni seçimlerin yapılması gerektiğini talep ederek eylemlerini yoğunlaştırmaya çalışırken, aynı zamanda bunun yapılmamasını Anayasa’yı çiğneme olarak lanse etti. 7 Ekim 2012 başkanlık seçimleri öncesinde Anayasa’yı kabul bile etmeyen muhalefet, seçimlerde taktiğini değiştirmiş, Chavez’in “iyi işler yaptığını” kabul etmiş ama “yeterli olamadığını, kendilerinin daha iyi işler yapacağı” yönlü propagandaya başvur-

Chavez’siz başkanlık seçimi!

V

32


kaos ortamı yaratmak amacıyla Başkan Yardımcısı Maduro ve Parlamento Başkanı Diosdado Cabello’ya karşı saldırı eylemleri planlarını ve yurtdışındaki destekçilerini ortaya çıkardığı açıklamasında bulundu. Bu arada fazla şiddetli olmayan kimi çatışamalar yaşanmaya başladı. 3 Mart’ta İndigen kökenli bir aktivistin öldürülmesi, yönetim yanlıları tarafınca muhalefetin karşı kampanyasının bir parçası olarak yorumlandı. Muhalefet ile Chavezciler arasında bu gelişmeler yaşanırken, 18 Ocak’ta Chavez’in Venezuela’ya döndüğü ve tedavisinin Caracas’taki askeri hastahanede sürdürüleceği açıklandı. Şubat ayı sonlarına gelindiğinde Chavez’in sağlığının endişe verici olduğu res-

panorama

muştu. Şimdi de Anayasa’ya sahip çıkma taktiğini uyguluyorlardı. Bu temelde de orduyu, görevini yerine getirmeyen hükümete karşı Anayasayı korumak için müdahale etmeye çağırmaları, gündeme “darbe tehlikesi” tartışmalarını getirdi. Parlamento ise, Chavez’in Maduro aracılığıyla parlamentoya gönderdiği bir mektupta yemin töreninin ertelenmesi isteğini gözönüne alarak başkanlık yemini törenini Anayasa’nın 231. maddesine dayanarak çoğunluk oyuyla iptal etti ve Chavez’in herhangi bir tarihte Yüksek Mahkeme önünde yemin edebileceğine karar verdi. Bu süreçte de Chavez’i yardımcısı Maduro temsil edecekti. Bu tartışmalarda Anayasa’nın nasıl yorumlanacağı konusunda da taraflar arasında çelişki yaşandı, herkes bu maddeyi kendisine göre yorumlama durumundaydı. Fakat Anayasa’nın 231. maddesi gerçekten de, seçilen kişinin herhangi bir nedenle 10 Ocak’ta Parlamento’da yemin edemediği durumda, bunun Yüksek Mahkeme önünde gerçekleşeceğini öngörmektedir. Bu bağlamda muhalefetin tavrı işi kızıştırma, Chavezciler cephesini zayıflatma çabası olarak değerlendirilebilir. Bu çabaya başta ABD olmak üzere AB de değişik biçimlerde destek verdi. Bir nevi Chavez sonrası Venezuela’yı yeniden kendi nüfuz alanı yapmak için propaganda yürütüldü. Chavezciler cephesi ise muhalefetin bu tavırlarına karşı, Chavez yemin törenine katılamasa da yüzbinlerin katıldığı yürüyüşle Caracas’ta gövde gösterisi yaptı. Bu gösteriye, Latin Amerika’nın 33 devletinden 27 devletin ve kimi başka devletlerin başkanı veya üst düzey temsilcisi de katılarak desteğini sundu. 23 Ocak 1958’de Marcos Perez Jimenez askeri diktatörlüğünün yıkılmasının yıldönümünde muhalefet protesto eylemine, yürüyüşe çağrı yaptı. Chavezciler de meydanı muhalefete bırakmamak için eylemler planladı. Bunun üzerine muhalefet “Chavezci saldırı gruplarının kendi taraftarlarına yönelik saldırılara meydan vermemek için, eylemi iptal” ettiklerini açıkladılar. Bu arada İçişleri Bakanı Nestor Reverol, Venezuela gizli haber alma örgütünün aşırı sağcıların,

mi açıklamalarda da dile getirildi. 5 Mart’ta Maduro, medya üzerinden kamuoyuna Chavez’in öldüğünü açıkladı. Sonradan yapılan açıklamaya göre Chavez kalp krizi sonucu yaşamını yitirmişti. Maduro bu açıklamada aynı zamanda ülkede sükunetin korunması için ordunun ve ulusal tugayların alarmda ve hazır olduğunu söylerken halkı da birliğe, saygıya ve barışa davet etti.

CHAVEZ’İN ÖLÜMÜNE KİMİ TEPKİLER... Chavez’in ölümüne Chavezcilerin tepkisi kuşkusuz ki üzülmek, ağlamaktı vb. vb. Venezuela halkının büyük kesimi, Latin Amerika ülkeleri halklarının bir bölümü ve dünya çapında Chavez’i “antiemperyalist”, “sosyalist” vb. değerlendiren kesimler ve uluslararası

33


panorama 34

siyasette Chavez – Venezuela ile müttefik olan güçler yi” Başkanı Tibisay Lucena, seçimlerin 14 Nisan 2013 üzülenlerdi. tarihinde yapılacağını kamuoyuna açıkladı. Medyaya yansıyan haberlere göre Chavez’in ölümü Buna bağlı olarak gerek aday olmak için gerekse de nedeniyle 16 devlet resmi yas günü ilan etti. Bunlar seçim propagandasının zamanı belirlendi. Resmi searasında Latin Amerika ülkeleri dışında örneğin Be- çim propagandası için 2 ile 11 Nisan tarihleri arası larus, Çin, İran ve Nijerya da vardı. Chavez’in ölü- dönem öngörüldü. Adaylar 10 gün mitingler yapma müne karşı tavır takınan devletlerin, ya da temsilcile- vb. etkinliklerle propagandalarını sürdürdüler. Başrinin tavırları, aynı zamanda uluslararası düzeydeki kanlık için altı adayın ismi geçse de, seçim yarışının ilişkilerin de bir nevi yansımasıydı. Chavez’in cena- esasta Maduro ile muhalefetin başını çeken ve 7 Ekim ze törenine 55 devletin temsilcileri katıldı, bunların 2012 seçimlerinde Chavez’e de rakip olan Henrique 33’nün başkan ya da başbakan düzeyindeki temsiliyet Capriles Radonski arasında yürüyeceği biliniyordu. olduğu açıklandı. Seçimlerde yeni seçmen kaydı ya da kütüğü olmaChavez’in ölümüne sevinenler en başta muhalefetti. dığından ve de bunun için gerekli olan zaman olmaMuhalefetin tepkisinden biri “yaşasın kanser” sloga- dığından, çıkış noktası 7 Ekim 2012 seçimlerinde nının atılmasıydı. Fakat “ölü seviciler” sadece bunlar- geçerli olan seçmen kaydı, kütüğü idi. Buna göre yakla sınırlı değildi. ABD ve AB’nin kimi laşık 19 milyon seçmen vardı. Seçim propagandasının temsilcileri, medyası Chavez’in esas içeriği, Maduro için ölümüne sevindiğini açıkça Seçimlere katılım oranı %78,5 Chavez’in kitleler üzeda ilan etti. Örneğin ABD ile geçen seçimlerden biraz düşük bir rindeki etkisini kulMeclisi’nin Dış Siyaset orandı. Maduro kullanılan ve geçerli oylalanmak, Chavez’in Komisyonu Başkarın %50,78’ini alarak seçimi kazandı. Capriles yolunda gitmek nı Edward Royce, ve bu temelde de Chavez’in bir tiran ise oyların %48,95’ini aldı. Bu oran farklı hesapChavez’in 7 Ekim olduğunu, Venezulamalarla değişmektedir. Fakat muhalefetle aradaki ela halkını korku farkın epeyce azaldığı ortadadır. Yazımızın girişinde, 2012 seçimlerinde öne sürdüğü içinde yaşamaya dergimizin 160. sayısından yaptığımız alıntıda sözkoprogramın uyguzorladığını ifade nusu edilen “bir dahaki seçimler” esasta 2018 yılınlayıcısı olmak genel ederek “Allah’a şüda yapılması gereken seçimlerdi. Fakat muhalefet çerçevesinde yapıkür ki diktatörden 7 Ekim 2012 seçimlerinden 14 Nisan 2013’e lan propaganda idi. kurtulduk” diye tavır kadarki dönemde de aradaki farkı kaCapriles önderliğindeki takındı. patmada ilerlemiştir. muhalefet için ise genel Chavez’in hak etmediği konu çerçevesi 7 Ekim 2012 payenin –devrimin önderi, seçimlerindeki propaganda olmasosyalist vb. gösterilmesine- verilsına rağmen, bu sefer daha çok “sol” söymesine karşıyız. Fakat bu “ölü sevicilerinin” demokrasi savunucusu görünmelerinin, halk lemler, Bolivar ya da Chavezcilerin söylemlerini kuladına konuşmalarının büyük bir sahtekarlık olduğu landığı, hatta Capriles’in “Sosyalizm biri ya da öbürü açıktır. Chavez’i ve siyasetini değerlendirmemizden arasında ayrım yapmaz, çünkü hepimiz bu güzel ülbağımsız olarak bu “ölü sevici” tavrı kökten redde- kede aynı haklarla ve daha iyi yaşam için doğmuşuz.” ya da “devrimimizin düşünce kaynağı Bolivar’dı” didiyoruz. Reddettiğimiz bir diğer tavır da Venezuela yöne- yerek “sosyalizmden” “devrimden” bile dem vurdutiminin Chavez’i kutsallaştırma, Chavez’i savunma ğu bir seçim propagandası sözkonusu idi. Muhalefet adına kişiye tapmayı teşvik eden tavır ve yaklaşım- söylemlerde Chavezcilerin kimi yönlerini kullansalar da ortamı kızıştırmada ellerinden geleni ardına koylardır. madılar. Seçimlerden önce olası bir yenilgiyi kabulBAŞKANLIK SEÇİMLERİ... lenmeyeceklerinin açık işaretlerini verdiler. SöylemChavez’in ölmesine bağlı olarak Anayasa’ya göre 30 ler dışında seçim propagandasında muhalefet halka gün içinde başkanlık seçimlerinin yapılması gereki- hizmet açısından yeni bir şey söylemedi. Buna karşın yordu. 10 Mart 2013 tarihinde “Ulusal Seçim Konse- Maduro Chavez’in seçim programını kimi noktalar-


karıştırıldığını, Maduro’nun kimi yerlerde oyları satın aldığını açıklayarak seçim sonuçlarını kabul etmediğini ilan etti ve oyların yeniden sayılmasını talep etti. Muhalefet bu itirazı esasında havayı kızıştırmak, yenilgiyi kabul etmemek için kullandı. Chavezcilerin Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi (VBSP) bürolarına ve Kübalı doktorların çalıştığı sağlık merkezlerine saldırılarda bulunuldu. 25 Nisan’a gelindiğinde bu saldırılar sonucu yaşamını yitirenlerin sayısı 10 olarak verildi, onlarca kişi de yaralandı. Maddi zarar ise belli değil. Bu saldırılar karşısında yönetim yeniden darbe tehlikesi uyarılarını yaptı, gerektiğinde sert davranılabileceği tehditini de ekleyerek muhalefete uyarılarda bulunuldu. Muhalefetin seçim sonuçlarını kabul etmeme tavrına ise tepkiler esasta atmosferi kızıştırmama yönlü tepkilerdi. Maduro “seçim sistemimize güveniyoruz” diyerek oyların yeniden sayılmasından yana tavır takındı. Ulusal Seçim Konseyi Başkanı ise muhalefetin resmi başvuru yapmadığını, böylesi bir başvuru yapıldığında konuyu görüşebileceklerini açıkladı. Bunun sonucunda Capriles resmen başvuruda bulundu ve tüm oyların sayılması kararlaştırıldı. Oyların yeniden sayılması ama Maduro’nun başkanlık yemini edip görevi devralmasına engel değildi. Maduro’nun seçim kampanyası sorumlusu Rodriguez partilerinin, VBSP’nin 38.000 seçim sandığının protokollerini herkes tarafından kontrol edilebilmesi için internete yüklediğini açıkladı. Yönetimin bu şeffaf tavrı muhalefetin kullanmaya çalıştığı bu silahı ellerinden almaya hizmet etti ve şimdilik durum yeniden sakinleşmiş görünüyor. Maduro Bolivar ve Chavez’in düşüncelerine sadık kalacağı konusunda twitter üzerinden yemin etti. 19 Nisan’da da 50’den fazla yabancı ülke delegasyonunun katılımıyla gerçekleşen resmi yemin töreninde de benzeri şeyler söyledi. Yemin ederek görevi devraldı. 21 Nisan’da da 31 bakanlı hükümeti kamuoyuna tanıttı. Hükümette kadınların oranı yaklaşık üçte birdir. Herşey normal giderse, muhalefet çatışmadan çok seçimle Chavezcileri yenilgiye uğratma yolunu seçerse, Maduro 2019 yılı Ocak ayına kadar başkanlık görevini sürdürecektir. Yaptığı yemine sadık kalsa da bir dahaki seçimleri kazanmanın garantisi yoktur. Gelişmelerin hangi yönde olacağını birlikte göreceğiz. 25 Nisan 2013 ✓

panorama

da somutlaştırarak neler yapmak istediğini anlatmaya çalıştı. Bunların içinde çalışanlar için en önemli vaat üç aşamalı ücret artışıydı. Buna göre önce 1 Mayıs’ta %20, Eylül’de %10 ve Kasım’da da %5 ile %12 arası bir oranda ücretler artırılacak ve çalışanlar enflasyona kurban edilmeyecekti... Seçim propagandası olarak görülmeyen ama yönetimin, içişleri bakanlığı ya da dışişleri bakanlığı tarafından muhalefetin terör ve sabotaj eylemleri yapabileceği yönlü uyarılar, ya da kimi paramiliter güçlerin tutuklandığı yönlü açıklamalar gölgesinde seçimler 14 Nisan’da gerçekleşti. 14 Nisan aynı zamanda 2002 yılında Chavez’e yönelik darbenin kitlelerin protestosu ve bir kesim askerin müdahalesi sonucu Chavez’in yeniden yönetime dönmesinin günü olarak da Chavezciler için ayrı bir önem taşıyordu. Maduro ve takımının Chavez’in yolunda yürüyüp yürümeyeceği, ya da istese de bunu yapabilip yapamayacağı anda net değil, ama seçimleri kazanabilmek için Chavez’in kitleler üzerindeki etkisinin kullanılması kaçınılmazdı. Kullandılar da. Seçimlere katılım oranı %78,5 ile geçen seçimlerden biraz düşük bir orandı. Maduro kullanılan ve geçerli oyların %50,78’ini alarak seçimi kazandı. Capriles ise oyların %48,95’ini aldı. Bu oran farklı hesaplamalarla değişmektedir. Fakat muhalefetle aradaki farkın epeyce azaldığı ortadadır. Yazımızın girişinde, dergimizin 160. sayısından yaptığımız alıntıda sözkonusu edilen “bir dahaki seçimler” esasta 2018 yılında yapılması gereken seçimlerdi. Fakat muhalefet 7 Ekim 2012 seçimlerinden 14 Nisan 2013’e kadarki dönemde de aradaki farkı kapatmada ilerlemiştir. 7 Ekim 2012 seçimlerindeki seçmen sayısı baz alındığında Chavezcilerin oy oranı %43’ten %39’a düşmüştür. Aradaki fark ise %1,4 ile 1,83 arasındadır. Oran olarak değil de kesin rakamlarla sonuca bakıldığında, Chavezcilerin oyları 1998 seçimlerinden bu yana ilk kez bir önceki seçimde alınan oylara göre azalma göstermiştir. 7 Ekim 2012’deki seçimde Chavez 8.136.964 oy almıştı, Maduro’nun aldığı oylar 7.575.704 olarak açıklandı. Buna göre 561.260 oy azalmıştır. Sonuçta küçük bir farkla da olsa Maduro şahsında Chavezciler bu seçimi de kazandılar. Seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra yaptığı konuşmada Maduro Venezuela’da “demokratik, bolivarcı ve hristiyan sosyalizminin” inşasının sürdürüleceğini ve geçmişteki kimi eksikliklerin, yanlışların ortadan kaldırılması için halkgücünün daha fazla güçlendirilmeye çalışılacağını açıkladı. Capriles önderliğindeki muhalefet ise seçime hile

35


panorama

“Silah ticareti anlaşması” kararı...

- NEW YORK/ BM -

Kuşkusuz ki askeri giderler, silah ticareti, ithalat ya da ihracat hesapları detaylı biçimde yapıldığında güçler dengesi daha çok açığa çıkmaktadır. Fakat tüm bu alanlarda emperyalist büyük güçlerin duruma hakim olduğu açıktır. Hangisinin kaçıncı sırada olduğu bu bağlamda önemli değil. ABD 85 devlete, Almanya 35 devlete silah satarken kendilerini bununla sınırlamadıkları açıktır. Silahlanmakta olan devletler de kimden alırsa alsın, silah satın almakta, militarizmi daha çok geliştirmektedir.

B

36

urjuvazinin çanak yalayıcılarının propagandasına göre BM Genel Kurulu 2 Nisan 2013 tarihinde “tarihi bir zafer”e imza atmıştı. Ya da BM Genelsekreteri Ban Ki Moon’a göre “Dünyadaki insanlar için bir zafer” elde edilmişti vb. vb. Olan nedir? Kelimenin gerçek anlamında “silah ticareti anlaşması” kararı alınmıştır. Bu ticaret anlaşması, silahların üretimini durdurma, satışını yasaklama ya da eldeki silahların kullanımını yasaklama anlaşması değildir. Hayır, böyle bir şey tartışmaların konusu da değildir, olmamıştır. Olan, uluslararası düzeyde gerçekleşen silah ticaretinin belli bir kontrol mekanizmasına kavuşturulması için atılan bir adımdır. Bu, gerçekte en büyük silah satıcılarının, ihracatçılarının bu pazara hakim olabilmesinin de bir adımıdır. Esas yanı da hangi kesimden olursa olsun kendilerine karşı olanların –onların terörist olarak damgaladığı kesimlerin- eline silah geçmesini önleyebilmektir.

Güya satın alınan silahlarla insan haklarını çiğneme durumu, ya da soykırım ve cürüm olasılığı görülen devletlere silah satımının yasaklanması ise büyük bir sahtekarlıktır. Gerçek hedeflerinin üzerini örtmeye yarayan bir örtüdür. Bir an sahtekarlıklarını kenara bırakıp olanlara bakarsak durum özetle şöyledir. Evet BM genel Kurulu 2 Nisan 2013 tarihinde, uluslararsı düzeyde silah ticaretini düzenlemek için bir anlaşmayı kabul etmiştir. Bu anlaşmanın hikayesi 1995 yılında kimi Nobel ödülü sahiplerinin bu konuda görüş belirtmelerine dayanırken, BM somutunda 6 Aralık 2006 tarihinde BM tarafından alınan 61/89 sayılı karara dayanmaktadır. Sözkonusu karar 153 evet, 24 çekimser ve bir karşı oy (ABD) ile alınmıştı. Buna göre silah ticaretinde, ithalat ve ihracatta uluslararası normlar oluşturulması isteniyordu. O günden beri değişik biçimlerde görüşmeler, pazarlıklar sürdürüldü, 2008 yılından itibaren dört hazırlık konferansı tarafından


konuda tahminlere gerek yok, ne zamana kadar süreceğini göreceğiz. Esas mesele hemen yürürlüğe girse bile ne olacağı sorusuna cevap aramaktır. Şu anki haliyle özde bir şey değişmeyeceğini söylemek kahenette bulunma anlamına gelmiyor. Medyaya yansıdığı kadarıyla BM genel Kurulu tarafından onaylanan bu karar hem AB’nin hem de Rusya’nın silah ticareti konusundaki kurallarının çok gerisinde bir karar olduğu, ve bu haliyle örneğin AB ülkelerinin silah ticaretini hiç etkilemeyeceği, burjuva yorumcular tarafından bile dile getirilmektedir. Ayrıca sözkonusu anlaşmaya göre devletler kendileri rapor verecek, ama anlaşmaya uygun davranılmadığı durumda da herhangi bir yaptırım, ceza falan yoktur. Herhangi bir devlet, örneğin Almanya, Katar’a ya da Suudi-Arabistan’a yüzlerce tank sattı. Bu tanklar savaş cürmü işlemede kullanıldı. Mantıki olan şey, bir silahın ancak satıldıktan sonra k u l la n ı laca ğ ıd ı r. Peki Almanya “ben bu tankları sattığımda Katar ya da Suudi-Arabistan’ın bunları halka karşı kullanabileceği değerlendirmemiz yoktu” derse ne olacak? Anlaşmanın yasağını çiğnemiş olacak mı? Yoksa her devlet kendi çıkarına göre bir değerlendirme yapıp ona uygun olarak da silah ticareti mi yapacak? Ya da her ikisi mi? Bu ve benzeri sorular sormak bile, sözkonusu anlaşmanın savaş cürmünü, halkın katledilmesini engellemekten çok uzak olduğunu, böylesi bir hedefin aslında hiç de olmadığını ortaya çıkarmaya yetmektedir. Bunun da ötesinde burada vurgulanması gereken gerçekliklerden biri, silahların üretilmesinin de satılmasının da ülke ya da insanların kendilerini savunmayla, insan haklarının savunulmasıyla herhangi bir ilişkisinin olmadığıdır. Her üretilen silah “düşman” ilan edilenin ya da edilenlerin öldürülmesinde kullanılma durumundadır. Burada esas mesele düşmanın kim, hangi sınıf olduğudur. Haklı bir dava uğruna ve-

panorama

hazırlanan ilk taslak üzerine de görüşmeler yapıldı. Plana göre 2012 yılında yapılacak BM Konferansı’nda bu anlaşma sonuçlandırılacaktı. 2 –27 Temmuz 2012 tarihlerinde sözkonusu BM Konferansı New York’ta toplandı. Bu kadar uzun süren konferans kimi devletlerin itirazları sonucu oybirliği sağlanamadığından sonuçsuz kaldı. Yani anlaşma onaylanamadı. ABD sonuç anlaşmasını gözden geçirmek için zamana ihtiyaçları olduğunu açıklayarak karşı çıkma tavrından vazgeçmiş ama onaylamaktan da kaçınmıştı. Suriye ve İran gibi kimi devletler de anlaşmanın kimi devletlerin çıkarlarını öne çıkardığı,dayatmada bulunulduğu vb. açıklamalarıyla karşı çıktıklarını ilan ettiler. Böylece plan tutmamıştı. Bu sefer planlar 18-28 Mart 2013 tarihlerinde yapılması planlanan BM Konferansı’na yönelik yapıldı. Bu konferansta da oybirliği çıkmadı. İran, Suriye ve Kuzey Kore’nin karşı çıkmasıyla bu BM Konferansı da sonuçsuz bitti. Oybirliğiyle kararlaştırı lamayacağı ortaya çıktığında bir başka yola başvuruldu. Salt çoğunluk oyuyla karar almak! Bunun için de sözkonusu anlaşmanın taslağı, onaylanması için, konferanstan hemen sonra toplanan BM Genel Kurulu’na sunuldu. 2 Nisan 2013 tarihinde yapılan oylamada 154 devlet evet, 23 devlet çekimser ve 3 devlet de –İran, Suriye Kuzey Kore- karşı oy kullandılar. Böylece sözkonusu “silah ticareti anlaşması” BM tarafından onaylanmış oldu. Çekimser oy kullanan devletlerin başında Rusya ve Çin gelmektedir. Ayrıca Latin Amerika ülkelerinde ALBA içinde yer alanlar da çekimser kalanlardan. Sözkonusu anlaşmanın yürürlüğe girmesi için en az 50 devlet tarafından onaylanması gerekiyor. 50 devletin onaylamasından 90 gün sonra yürürlüğe girecektir. Medyaya yansıdığı kadarıyla kimileri bu sürecin uzun süreceği tahminlerinde bulunmaktadırlar. Bu

37


panorama

rilen mücadelede de silah öldürme aracıdır. Kuşkusuz ki haklı davanın mücadelesi verilmek zorundadır. Haksızlığın kökünün kurutulması için savaşmak da gerekli ve zorunlu olmaktadır. Ama silahların kontrollü satışını kitlelere insan haklarını savunma adına sunmak, ya da bu anlaşma ile uluslararası güvenliğin güçleneceğini savunmak büyük bir sahtekarlıktır. Bu bağlamda silahların çoğalmasıyla güvenliğin sağlanamayacağı, tersine ne kadar çok silah varsa o kadar güvensizliğin sözkonusu olduğu gerçeği de bilinçlere çıkarılması gerekmektedir. Vurgulanması gereken bir başka gerçeklik de militarizmin güçlendirilmesinin içinde yaşadığımız emperyalist sistemin ürünü olduğu, militarizmin de silahlanmanın daha da yoğunlaşması anlamına geldiğidir. Militaristleşmenin doğrudan sonucu ise savaş, savaşlardır. Evet dünyayı yeniden paylaşmanın savaşları! BM de esasta emperyalist büyük güçlerin savaş araçlarından biri olma konumundadır.

SİLAH İHRACATI VE İTHALATINDAN BİRKAÇ GÖRÜNTÜ...

38

SIPRI, 2012 yılı hakkındaki raporunu 18 Mart 2013 tarihinde kamuoyuna açıkladı. Yani BM Konferansı’nın katılımcıları, konferansın ilk gününde bu verilerle karşılaştılar. Öyle ya düzenlemeye çalıştıkları silah ticaretinin durumunu da bilmeleri gerekiyordu! SIPRI Raporu’na göre 2012 yılında 1753 Milyar Dolar, başka deyimle 1,753 Billion Dolar silahlanmaya harcanmıştır. 2011 yılıyla karşılaştırıldığında %0,5 gerileme/ azalma yaşandığı açıklandı. Bu azalmanın perde arkası ise esasta ekonomik ve mali kriz nedeniyle kimi devletlerin askeri giderleri kısaltmasıdır. Örneğin ABD emperyalizmi askeri bütçesini %6 azaltmıştır. Ya da AB ülkelerinde birçoğu askeri giderleri düşürmüştür. Sadece %0,5’lik bir oranda gerilemesi ise, özellikle Asya ülkelerinden Çin ve Hindistan’ın ama Rusya’nın da askeri giderleri yükseltmesidir. Yavaş da olsa dengeler kaymaktadır! SIPRI’nin genelde beş yıllık periyotlar bağlamında yaptığı hesaplara göre ise, 2003-2007 periyoduna göre 2008-2012 periyodunda silah ticareti %17 oranında artmıştır. %0,5’lik gerilemeye rağmen silahlanmaya yatırılan miktar “soğuk savaş” döneminin çok çok üzerindedir. Silah ihracatında başı %30 oranla ABD emperyalizmi çekiyor. %26 ile Rusya ikinci sırada. Verilen bilgilere göre %7 oranla Çin, 2012 yılında üçüncü sıraya yükseldi. Devamında Ukrayna ve Almanya gelmek-

tedir. Silahlanmaya ayrılan bütçe ya da giderlerde de ABD emperyalizmi açık farkla başı çekiyor. Askeri bütçeyi %6 oranında azaltmasına rağmen ABD emperyalizmi silahlanmaya 682 Milyar Dolar harcamaktadır. ABD kendinden sonra gelen 10 askeri güçten fazla harcama yapmaktadır. Çin 166 Milyar ile ikinci, Rusya ise 90,7 Milyar ile üçüncü sırada yer alıyor. Dünya çapında ortalama olarak Brüt İç Ürün’ün %2,5’i silahlanmaya harcanmaktadır. Ki bu rakamlar da süslenmiş rakamlardır. Örneğin Çin’de bu oran %2 olarak gösterilirken ABD’de %4’tür. Hatırlanırsa, bundan birkaç sene önce Stern-Raporu diye bir rapor yayınlandı. Buna göre iklim değişikliğine karşı önlem alabilmek için dünya çapında Brüt İç Ürün’ün %1’inin yeterli olacağı açılandı. İklim değişikliğine karşı bu miktar çok görülürken, birkaç katı silahlanmaya harcanmaktadır. Kuşkusuz ki askeri giderler, silah ticareti, ithalat ya da ihracat hesapları detaylı biçimde yapıldığında güçler dengesi daha çok açığa çıkmaktadır. Fakat tüm bu alanlarda emperyalist büyük güçlerin duruma hakim olduğu açıktır. Hangisinin kaçıncı sırada olduğu bu bağlamda önemli değil. ABD 85 devlete, Almanya 35 devlete silah satarken kendilerini bununla sınırlamadıkları açıktır. Silahlanmakta olan devletler de kimden alırsa alsın, silah satın almakta, militarizmi daha çok geliştirmektedir. SIPRI’nin raporu detaylı olarak silahlanmada güçler dengesini ortaya koyarken, dünyamızın barbarlığa doğru nasıl yol aldığını da aslında göstermektedir. Bu temelde de BM’nin “silah ticareti anlaşması”na baktığımızda, emperyalistler arası çıkar dalaşının, dünyayı yeniden paylaşmada daha çok silahlanmaya yol açtığını, açacağını; bunun da kontrollü mü kontrolsüz mü olacağının esas mesele olmadığının altını çizmek gerekiyor. Emperyalist sistem varlığını koruduğu sürece silahlanmanın da savaşların da son bulmayacağının bilincindeyiz. Bu nedenle de savaşlara da son verecek olan, emperyalist sistemin ortadan kaldırılmasıdır. Bunun için de proletaryanın ve ezilen halkların devrim için silahlanması gerekiyor! Evet, Lenin’in deyimiyle hayatın çelişkisi olan, ama savaşların tümüyle sonlandırılması için zorunlu olan devrimci savaşa gereksinim var. Savaşsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya yaratmak için mücadele etmekten başka alternativ yoktur! 26 Nisan 2013 ✓


✒ okur mektubu

Kuzey/Güney Kürdistan Gezisinden İzlenimler

Y

urtdışından Kuzey Kürdistan’a giden bir de- terapi merkezlerine başvuruyor. Terapi merkezlerini legasyon içerisinde yer aldım. Bu delegasyon Berlin’de bulunan İşkence Kurbanları Terapi Merkezi her yıl yaptığı geziyi Mart ayına denk getirmekte ve Finanse ediyor. Terapi merkezleri dışında mobil timözellikle Kuzey Kürdistan’da, kimi kurumlerimiz var. Bize gelemeyecek olanlara mobil larla görüşmeler yapmakta ve gezi timlerimiz gidiyor. Bugün polis merkezizlenimlerini bir rapor haline gelerinde işkence olmadığını iddia Terapi Merkeztirerek kamuoyuna sunmaketmiyoruz. Ama bize başvuru lerinin açılması hantadır. Bu yılki geziyi farklı yapan yok. Fakat Saddam gi ihtiyaçtan kaynaklanıyor? kılan gezi programına döneminde işkence acımaGüney Kürdistan’ın da sız ve sistematik olarak Irak’ta yaşanan savaşın toplum alınmasıydı. Güney uygulanıyordu. Terapiye üzerinde bıraktığı izler var. Bu savaşKürdistan’da, Kürgelenlerin kronik hasta ölen, köyleri yakılan ve faili meçhul talıkları varsa, uzman distan Parlamentosu başkanvekili ve kimi cinayetlere kurban edilen binlerce insan doktorlara yönlendirikurumlarla görüşmevar. Bu insanların yaşayan yakınları yoruz. Hastalara ihtiyaler planlanmıştı. Amaç, cı ya da ihtiyaç duyduğu var. Kimyasal silah kurbanları var. kadar yardım ediliyor. otonomi bölgesi hakkınGüney Kürdistan toplumunun da, siyasal-ekonomik bilTerapi merkezimizde, aile giler edinmekti. terapisi de yapılıyor. 2005’ten büyük bölümü esasında bu yana 12 bin hasta muayene travma yaşıyor. edildi ve gerekli yardımlar yapılGüney Kürdistan’dan dı. Savaş esnasında doktorlar ülkeyi İzlenimler terketti. Bu yüzden bu terapi merkezlerini kurduk. Şimdi ülkeyi terkeden doktorlar tekrar geri İşkence Kurbanları Terapi Merkezleri geliyor. Diğer doktorlara yönlendirilen hastaların muGüney Kürdistan’da ilk ziyaret ettiğimiz şehir ayeneleri bedava yapılıyor. Şimdiye kadar Kürt bölgeDohuk’tu. Dohuk Kürtçe kelime anlamı küçük köy sel yönetiminin açtığı rehabilitasyon merkezi yok. İlk anlamına geliyor. Dohuk, Kuzey Kürdistan’ın Şırnak, terapi merkezi İran-Irak savaşından sonra İsveçliler Hakkâri ve Batı Kürdistan’ın Haseki ili ile komşudur. tarafından açılmıştı. Daha sonra bu rehabilitasyon Dohuk’ta işkence kurbanlarını tedavi eden bir merkez merkezi kapandı. Burada bulunan Suriye’li sığınmacıvar. İlk görüşmemizi Terapi Merkezi ile yaptık. İşken- lara henüz yardım edemiyoruz. Ama en kısa sürede bu ce Kurbanları Terap Merkezi’nde bizi, Bay Youshia, sorunu da çözmek istiyoruz. Mobil elemanlarımız var. Bay Bait, Bayan Ramzi ve Bayan Osman karşıladı. Hafta da dört gün Mobil timlerimizi sığınmacı kampıTerapi merkezi hakkında şu bilgiler verildi: na göndermeyi planlıyoruz.” “Biz dört arkadaş buranın çalışanlarıyız. Bu teraGüney Kürdistan’da toplam altı şehirde işkence pi merkezi 2012’de kuruldu. Birinci terapi merkezi kurbanlarını tedavi eden merkezler var. İlk Terapi 2005’te Kerkük’te kuruldu. Altı tane terapi merkezi Merkezi, 2005’te Kerkük’te kuruldu. Daha sonra Ervar. Terapi merkezlerinin olduğu merkezler, Kerkük, bil, Chamchamal, Süleymaniye, Halepçe ve Dohuk’ta Süleymaniye, Chamchamal, Halepçe, Erbil ve Do- Terapi Merkezleri açıldı. Terapi merkezlerinin yanı huk. İşkenceye maruz kalanlar ve stres yaşıyanlar sıra mobil timler var. Edindiğimiz bilgiye göre, işken-

39


✒ okur mektubu

ce ve kötü muamele Güney Kürdistan’da var. Fakat Terapi Merkezlerine, işkence ve kötü muamele vakaları ile ilgili başvuru yok. Sadece 2005’te Kerkük Terapi Merkezi’ne, Bağdat’ta işkence gördüğünü söyleyen bir kadının başvurusu var. Tecavüz dışında diğer işkence metotlarına maruz kalan kadın iki ay sonra terapiyi bırakıyor. Terapi Merkezlerinin açılması hangi ihtiyaçtan kaynaklanıyor? Irak’ta yaşanan savaşın toplum üzerinde bıraktığı izler var. Bu savaşta ölen, köyleri yakılan ve faili meçhul cinayetlere kurban edilen binlerce insan var. Bu insanların yaşayan yakınları var. Kimyasal silah kurbanları var. Güney Kürdistan toplumunun büyük bölümü esasında travma yaşıyor. Savaşın acıları canlılığını koruyor. Tabii bir de gelecek kaygısı var. Andaki durumda Otonomi bölgesi güvenli bir bölge ama bu durumun ne kadar süreceği belirsizliğini koruyor. Bağdat Maliki yönetimi ile sorunlar devam ediyor. Kerkük’ün statüsü henüz belli değil. Otonomi bölgesinda yaşayanlar, geçmişte yaşadıkları acıların tekrar geri gelebileceği hissine kapılıyor. Bu anlamda Terapi Merkezleri’ne ihtiyaç var. Terapi Merkezleri, sponsorların katkıları ile çalışmalarını sürdürüyor. Berlin İşkence Kurbanları Terapi Merkezi (BZFO), Güney Kürdistan’da ki Terapi Merkezleri’ni finanse ediyor. Avrupa Komisyonu, Alman Dışişleri Bakanlığı, Heinrich Böll Vakfı, Uluslararası Af Örgütü’de katkı sunuyor. Almanya’nın Irak’ta yaşanan acılardan önemli oranda sorumluluğu var. Saddam’ın Kürtlere karşı kullandığı gazlar Alman firmaları tarafında üretilmişti. Irak’ın işgal edilmesi ve savaşın sürdürülmesinde Alman askerleri doğrudan yer almamıştı ama silahları ile oradaydılar. Savaşın ve kimyasal silah kullanımının sorumlularının, savaşın ve kimyasal silah mağdurlarının tedavi edilmesine katkı sunmaları ilginçtir.

Domiz Mülteci Kampı

40

Domiz kampı, Dohuk’un güneyinde Suriyeliler için kurulan bir çadır kent. Kampa vardığımızda peşmergeler karşılıyor bizi. Fotoğraf çekimi ve çadır kenti dolaşmak yasak. Mültecilerin yanımıza yaklaşmalarına izin verilmiyor. Peşmergelerden kamp hakında bilgi almaya çalışıyoruz. Kampta seksen bin Suriyeli mülteci olduğu söyleniyor. Kampın büyük çoğunluğunu Batı Kürdistan’dan gelen Kürtler oluşturuyor. Çadır kentin nüfusu günlük olarak değişiyor. Peşmergelerin verdiği bilgiye göre, kamp sakinleri Irak’ın diğer bölgelerine de gidebiliyor. Kampta kal-

manın bir zorunluluğu olmadığı söyleniyor. Kampta günlük ihtiyaçların karşılandığı ve iş bulanların ise çalıştığı söylendi. Kampta Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği(UNHCR)‘nin de bürosu var. Domiz mülteci kampı, Suriyeliler için ayrılmış en büyük mülteci yerleşim birimi ve burası bir çadır şehir haline gelmiş durumda. Kampa her gün ortalama 700-800 kişi geliyor. Gelenler Domiz kampında mülteci olarak kalabilmek için önce kayıt yaptırıyor. Kampın çoğu çadırlardan oluşuyor. Tek bir çadırda kalan nufus kimi zaman 8-9 kişiye yaklaşıyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), 6 Mart 2013’te Cenevre’de yaptığı açıklamaya göre, mülteci Suriyeli sayısının 1 milyona ulaştığını duyurdu. Tabii ki bu rakam günlük olarak değişiyor. Bir milyon kişinin ülke dışında sürgünde olduğu, daha fazlasının ülke içinde zorla yerinden edildiği ve binlerce kişinin ise her gün sınırı geçmeye devam ettiği bilgileri yansıyor basına. Suriye’de krizin boyutları felakete doğru sürükleniyor. Maddi herhangi bir gücü olmayan ve aile üyelerini kaybederek ülkeyi terk eden mültecilerde gerek fiziksel gerek ruhsal sarsıntı izleri oldukça belirginleşiyor. Genellikle Lübnan, Ürdün, Türkiye, Irak ve Mısır’a kaçan mültecilerin yarıya yakını çocuk ve büyük bir kısmı on bir yaşın altında. Mülteciler, insanlığın unutulduğu ve sefaletin kol gezdiği çadır kentlerde yaşamak zorunda kalıyor.

Kürdistan Parlamentosunu Başkanvekili Hassan Sora ile yapılan görüşme Kürdistan Parlamentosu Başkan Vekili Dr. Hassan Sora, makam odasının kapısında karşıladı bizi. Hassan Sora şu bilgileri aktardı. “Kürdistan Parlamentosu’na hoş geldiniz. Ben Parlamento başkan vekiliyim. Sizin bizi ziyaret etme isteğinizi memnuniyetle karşıladık. Umarım Kürdistan’da iyi vakit geçirirsiniz. 1991’e kadar Saddam rejiminin baskısı ve bombardımanı altında yaşadık. 1991’e kadar Saddam rejiminin 200 binden fazla askeri Kürdistan’da konumlanmıştı. Bombalama ve kimyasal silahlar kullanıldı. İnsanlık suçları işlendi. Kürtler öldürüldü ve sürgün edildi. Binlerce insan kaybedildi. Kürt çoğrafyası talan edildi. Sadece insanlar kaybedilmedi, doğamızda talan edildi. Barzani aşiretinden binlerce insan kaybedildi. Irak kurulduğunda diktatörlükle yönetilmeye başlandı. Burada çeşitli halklar yaşıyordu. Irak kurulurken bu halkların durumu gözönünde bulundurulmadı.1920’lerde Kürtlerin devlet


okur mektubu

madı. Kerkük, Kürtlerin kalbidir. Bir insan kalpsiz yaşayamaz. Kürtler de Kerkük’süz yaşayamaz. Kürdistan Parlamentosu’nun 111 üyesi var. Kürdistan Demokratik Yurtsever İttifakı 59 milletvekili ile temsil ediliyor. (KDP ve YNK ittifakı. BN) En büyük muhalefet Partisi Gorran (değişim) partisi’nin 25 milletvekili var. Hizmet ve Reform Listesi 13, Kürdistan İslam Hareketi 2, Özgürlük ve Toplumsal Adalet Listesi 1, Rafidayin Listesi 2, Keldani-Suryani-Asuri İttifakı 3, Kürdistan Demokrat Türkmen Hareketi 3, Erbil Türkmen Listesi 1 ve bağımsız bir milletvekili var. 33 kadın milletvekili var. Daha önce sosyalist Arap sistemi vardı. Bu sistem herşeyi kontrolü altında tutuyordu. Şimdiki sistem eskisi gibi değil. Devletten bağımsız olarak özel sektör gelişiyor. Toplum, eğitim, elektrik ve sağlık sisteminden yararlanıyor. Toplum, rejimin güvencesi altındadır. Petrol çıkarmada özel sektör önemli bir rol oynuyor. Şimdiye kadar uygulanan sistemi bir gecede değiştirme durumunda değiliz. Maliki’nin yeni değişime ayak uydurması gerekiyor. Basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğünün olması gerekir. 26 ülkenin Erbil’de büyükelçiliği var. Yüz yabancı firma Kürdistan’da faaliyet gösteriyor. Daha önce Kürtler sığınmacı idi. Şimdi biz sığınmacıları kabul ediyoruz. Araplar sığınmacı olarak Kürdistan’a geliyor. İran-Irak savaşı sırasında kimyasal silahlar kullanıldı. Bunun sonucu olarak kanser vakaları arttı. Doğa bozuldu. Bu kimyasal silahların, Alman firmaları tarafından üretildiğini biliyoruz. Biz kendimizi savunmak için silah alıyoruz. Başkalarına saldırmak için silah almıyoruz. İnsan haklarını dikkate alıyoruz. Parolamız demokratik bir Irak’tır. Irak’ta demokratik bir sistemin kurulması gerekiyor. Bunun için ama zaman gerekiyor.” Güney Kürdistan’da günlük yayın yapan onu aşkın gazete, onu aşkın da ulusal televizyon kanalı var. Ayrıca birçok haber ajansı ile haftalık ve aylık gazete ve dergi de yayın hayatındaki yerini almış bulunuyor. KDP ve YNK’nin 111 milletvekili var. En büyük muhalefet ise Gorran (değişim) partisi. Muhalif olan KNN ve NRT televizyonları var ama bunlar da Goran hareketine yakın televizyon kanalları.

kurma statüsü tanınmadı. Kürtlerin devlet kurması engellendi. Kürtler de kendi devletlerini kurmak için mücadele etmeye başladılar. 1991’de 200 bin Irak askeri esir alındı. Suç işleyenler dışındaki askerler serbest bırakıldı. Halepçe’de uygulanan vahşeti unutmak mümkün değil. 2003’te aktif olarak Saddam rejimine karşı savaştık. 2003’ten sonra yeni Irak’ın şekillenmesinde önemli rol üstlendik. Irak federal bir yapıya sahip olmalı ve özgür olmalıdır. Irak anayasasının kabul edilmesinde aktif rol oynadık ve anayasa da federal yapı benimsendi. Irak’ın barış içerisinde yaşamasını arzuluyoruz. Şimdiki statünün korunması için çok dikkatli davranıyoruz. Saddam rejimi, Kürtleri ve Şiileri baskı altında tutuyordu. Saddam’ın rolünü şimdi Maliki üstlenmiş görünüyor. Maliki’de Sunni ve Kürtleri baskı altında tutmaya çalışıyor. Yeni Irak rejimi diktatörlük uyguluyor. Bağdat, Kürdistan’a ekonomik ve askeri baskı uyguluyor. Irak rejimi, Irak toplumunun geleceğini tehlikeye atıyor. Tabii ki biz bu oyunları boşa çıkarmaya çalışıyoruz. Irak’ta ırkçı ve şövenist uygulamalar devam ediyor. Irak’ta yaşayan üç grup (Kürt, Sunni, Şii) arasında sağlam ilişki yok. Maliki, Bağdat’ta ki Kürt diplomatlarını henüz geri göndermedi. Biz burada bir azınlık değil, halkız. Bugün Anayasa sürekli ihlal ediliyor. Diğer gruplara baskı yapılıyor. Böyle devam ederse, federal bir yapıya geçmek için çalışacağız. Şimdi tek obsiyonumuz diyalog. Düşüncelerimizi bütün partilere gönderdik ve çözüm önerilerimizi ilettik. Irak’ta söz sahibi veya aktif rol üstlenenlerin düşünceleri önemli. Kısa bir süre önce AB’den bir delegasyon burada idi. Onlarda eğer böyle devam ederse, değişimin gerekli olduğunu söylediler. Irak rejimi, daha önce köylerimize ve su kaynaklarımıza zarar verdi. Evlerini kaybedenler savaşa katıldı. Kürdistan hükümeti, talan edilen coğrafyayı yeniden inşa etmeye başladı. Tüm coğrafyayı yeniden inşa etmeye gücümüz yok. Irak hükümeti de yardım etmiyor. Bir köy evinin yeniden yapılması ve ev sahibinin köye dönmesi için yirmi bin avroya ihtiyaç var. Biz tabii ki yeniden inşa için elimizden geleni yapıyoruz. Büyük petrol firmaları Kürdistan’da faaliyet yürütüyor. Türkiye üzerinden Avrupa’ya petrol akışı sağlanıyor. Petrolden %70 kazanıyoruz. Kürdistan’daki tüm firmaları denetliyoruz. Günde 200 bin varil petrol akışı yapılıyor. 2015’te günlük bir milyon varil petrol çıkarmayı hedefliyoruz. Kerkük’ün statüsü daha belli değil. Kerkük’ün statüsünün belirlenmesi gerekiyor. Kerkük’te bir referandum yapılması planlanıyordu ama bu henüz yapıl-

Güney Kürdistan’da Sağlık Sistemi Sağlık sistemi hakkında en doğru bilgiyi uzmanların vermesi gerekiyordu. Bu yüzden Erbil’deki en büyük hastaneyi ziyaret ettik. Hastane başhekimi Dr. Jihad K. Lak şu bilgileri verdi:

41


✒ okur mektubu

“Bu hastane Erbil’in en büyük hastanesi. Bu hastane de bütün tedaviler yapılıyor. Hastane altı katlı bir bina. Bu hastane de organ nakli de yapılıyor. 15 ameliyathane var. Eczane var. Ambulans hizmeti veriliyor. 120 doktor ve 300 hasta bakıcı çalışıyor. Tıp Fakültesi öğrencileri burada staj görüyor. Çalışanların ücretleri Sağlık Bakanlığı tarafından ödeniyor. Her bölümün şef doktorları var. Hafta da bir defa tüm bölüm şefleri yan yana gelip, hastanenin sorunları üzerine konuşuyor. 30 sene önce bu hastane yapıldı. İki defa tamirattan geçirildi. Hergün 1500 hasta bakımı yapılıyor. 1500’den fazla memur çalışıyor. Erbil’de aile doktorları çok az. Bu yüzden hastalar buraya geliyor. Sağlık merkezlerine hastalar gidiyor ama buraya yönlendiri-

var. Politik çalışan doktorlar yok. Daha çok mesleki örgütler var. Sağlık çalışanları için sağlık sendikası var. Hastanenin döner sermayesi yok. Hastane için alınacak araç-gereç için sağlık bakanlığına başvuruyoruz. Bürokrasi ile uğraşıyoruz.” Başhekimin belirttiği gibi hastanelerin döner sermayesi ve sağlık sigortası yok. Hastane yönetimi, hastane için yapılacak masraflar için Kürdistan Sağlık Bakanlığı’na başvurup onay almak zorunda. Kürdistan Bölgesi Sağlık Bakanlığının verilerine göre, 20112012 yılı içerisinde sağlık için hazırlanan 28 projeye 379 milyon dolar aktarılmış. Erbil, sağlık turizmine ev sahipliği yapıyor. Parası olan en iyi hastanelerde, özel kliniklerde tedavi oluyor. Başhekimin verdiği bilgiye göre, hastalar sembolik bir ücret ödüyor. Diğer tüm masraflar Sağlık Bakanlığı tarafından karşılanıyor.

İlk Kimyasal Gazların Hedefi Balisan

42

liyor. Ama buraya yönlendirme sisteminde yanlışlıklar var. Bir hastanın bir günlük oda masrafı 10-15 dolar. Acil servise gelenler para ödemiyor. Burada sağlık sigorta sistemi yok. Hastalar sembolik ücret ödüyor. Hastaların tüm masrafları devlet tarafından ödeniyor. Bir doktor günde 60-70 hastayı muayene ediyor. Erbil’de özel klinikler var. Sadece Erbil’de 80 tane özel hastane var. Parası olanlar özel hastanelere gidiyor. Irak’ın diğer şehirlerinden de buraya tedavi için geliniyor. Çünkü burası güvenli bölge. Burada yabancılar var. Yabancılar da burada ki insanlar gibi sağlık sisteminden yararlanıyor. Kimyasal silah kurbanları var. Bunları tedavi edecek devletin resmi merkezleri yok. Bir uzman doktor 2500 dolar aylık alıyor. Ama uzman olmak için on yıl eğitim alması gerekiyor. Burada ki ameliyathaneler, özel kliniklerden daha iyi düzenlenmiş durumda. Burada değişik doktor örgütlenmeleri

Balisan, Erbil’e iki saat mesafe de yer alan küçük bir kasaba. Baas Rejimi, Kürtlere karşı kimyasal silahı ilk olarak 16 Nisan 1987 günü Balîsan Vadisi’nde kullandı. Balîsan Vadisi, Irak hükümetinin yiyecek ve erzak girişine izin vermediği yasak bölgeydi. Balisan Vadisi’ndeki ilk kimyasal saldırıda ne kadar insanın yaşamını yitirdiği tam olarak bilinmiyor. Ama sayıya ilişkin olarak 64 ila 142 arası değişen tahminler yapılıyor. Sayının hala tam olarak bilinememesi, belki de hiçbir zaman da bilinemeyecek olmasının nedeni saldırıdan hemen sonra, Baas Rejimi’nin yüzlerce insanı tutuklayıp götürmesi ve bu insanlardan bir daha haber alınamamasıdır. Balisan’da kimyasal silahlar sonucu yaşamını yitirmiş olanlar için bir anıt yapılmış. Peşmergeler, Balisan vadisinin arkasında yer alan dağın arkasında konumlanmışlar. Yirmi köy kimyasal silahların hedefi oluyor. Balisan vadisi kurtarılmış bir alanmış. Bu yüzden Saddam güçleri bu bölgeyi hedef seçiyor. 2009’da Bağdat’ta Saddam’ın yargılaması sırasında, Balisan’da kullanılan kimyasal silahlar da delil olarak gösteriliyor. Şimdiye kadar kimyasal silah mağdurlarının zararları karşılanmamış. Balisan’da kimyasal silah kullanıldığı belgelendiği halde, köylülere maddi ve manevi tazminat ödenmemiş. Maliki hükümeti de tazminat ödemeye yanaşmıyormuş. Balisan’ı ziyaret


Barış ve Demokrasi Partisi’nin Erbil’de temsilciliği var. BDP Erbil temsilciliğinde beş görevli var. Büro sorumlusu eski BDP Diyarbakır il başkanı Mehmet Ali Aydın. Büro da beş kişi çalışıyor. Büroda çalışanların ortak özelliği Türkiye girişlerinin yasaklı olması. Çünkü Türkiye’de haklarında kesinleşmiş hapis cezaları var. Güney Kürdistan’da, Türkiye’de ceza almış 500 BDP’li yaşıyor. Çoğunun aileleri Türkiye’de. Güney Kürdistan’a gidenler, legal yollardan gitmedikleri için pasaportları yok. Zor koşullarda yaşıyorlar. Oturma müsaadesi almakta zorlukları var.

Süleymaniye Amna Suraka Müzesi Müze 1991’de Peşmergelerin Saddam güçlerinden ele geçirdiği ve Saddam döneminde işkence merkezi ve hapishane olarak kullanılan bir bina. Müzeyi gezerken, müze hakkında bilgi veren rehber binanın çok sağlam yapıldığını anlattı. Binanın dış yüzünde, kurşun, top ve roketatar izleri var. Müze de, alçıdan yapılmış falaka sahnesi, gerçek boyutta Filistin askısına asılmış adam modeli, işkenceler sırasında elektrik vermek için kullanılan alet, binlerce köylünün bir anda kimyasal silahlarla yok oluverdiği ‘Enfal’ kampanyasından fotoğraflar. İşkence aletleri ve mahkûmların kaldığı hücreleri görünce etkileniyor insan. Binanın başka bir bölümünde ise bir müze daha var. Bu müzede; Kürt kültür mirasına ait eserler, el yapımı geleneksel Kürt elbiseleri, halılar ve diğer eserler sergileniyor.

16 Mart 2013 Halepçe Halepçe katliamının 25. yıldönümünde, Halepçe’de anma törenleri yapıldı. 16 Mart 1988’de İran-Irak savaşı sürüyordu. Irak Kürtleri, İran ile birlikte Saddam’a karşı savaşıyordu. 16 Mart 1988’de Celal Talabani Peşmergeleri ve İran Ordusu Halepçe’ye girer. 16 Mart sabahının ilerleyen saatlerinde Irak ordusu karşı saldırıya geçer. Saldırı havadan ve Halepçe’nin kuzeyindeki Seid Sadık kasabasından yapılan topçu bombardımanıyla başlar. Halepçe’ye uçaklarla hardal ve fosfordan oluşan kimyasal gazlar atılır. 17 Mart’a kadar sürdürülen bombardımanda 5 bin insan yaşamını yitirir. 9 bin civarında insan da yaralanır.

okur mektubu

BDP Erbil Temsilciliği

Halepçe katliamını anma törenlerine, Saddam’ı Saddam yapan, Saddam’a zehirli gazlar satan ülkelerin büyükelçilikleri de davet edilmişti. Halepçe girişinden anıta kadar bir yürüyüş yapıldı. Anıtın önünde büyük bir çadır kurulmuştu. Çadırın kurulduğu alanın girişinde aramalar yapılıyordu. İnsanlar içeri girebilmek için adeta birbirinin üzerine çıkıyordu. Organize çok kötü planlanmıştı. Çadıra protokol kapısından girdik. Bize ayrılan yerlere oturduk. Önümüzdeki protokol sıralarında, büyükelçiler, tanınmış şahsiyetler ve otonomi yönetiminin başbakanı Neçirvan Barzani oturuyordu. 13-16 Mart’ta Süleymaniye’de Mezopotamya 5. Tıp Kongresi toplanmıştı. Tıp kongresine katılanların hepsi Halepçe’ye gelmişti. Halepçe’ye gelenlerin büyük bir bölümünü yabancılar oluşturuyordu. En önde büyükelçiler ve Neçirvan Barzani oturduğu için korumalar etten duvar örmüşlerdi. Korumalar yan taraflarda değil, korumakla yükümlü oldukları şahsiyetleri çembere almışlardı. Bu yüzden sahneyi görmek mümkün değildi. Toplantı saygı duruşu ile açıldı. Bir hafızın Kuran okumasından sonra, Halepçe kaymakamı konuştu. Kaymakam’ın konuşmasından sonra Kürt Ulusal Marşı çalındı. Daha sonra sahneye Neçirvan Barzani çıktı. Konuşmalar hep Soranice yapıldığı için neler söylediğini anlayamadık. Barzani, konuşmasını bitirip yerine dönmek için kürsüden ayrıldığı sırada, hemen arkamızda oturmuş olan gençler ayağa kalkıp slogan attılar. Gençlerin bu tepkisi üzerine, Barzani tekrar kürsüye döndü. Gençler İngilizce hazırladıkları dovizler ile protokol sıralarına geldiler ve slogan atmaya devam ettiler. Gençlerin Halepçe statüsünün büyük şehir düzeyine yükseltilmesini istediğini, Neçirvan Barzani’nin de bunun mümkün olmadığını anlattığını öğrendik. Barzani’nin konuşmasından sonra kutlamaları organize eden komitenin başkanı, Fransa’dan Daniele Mitterand Vakfı’ndan bir kişi ve Hamburg’dan bir doktor konuştu. Konuşmaların ardından sahne alan müzikal bir grubun gösterisinden sonra kutlamalar sona erdi.

ettiğimiz sırada, kimyasal silah mağdurları ile konuşma imkânımız da oldu. Kimyasal silah mağdurları için bir anıt yapılmış. Anıtın girişinde uçaklardan atılan silahlar sergileniyor.

Kimi gözlemler: Güney Kürdistan, erkek egemen bir toplum. Sokaklarda görülen kadınların sayısı çok az. Sokakta olan kadınlar da kapalı. Kaldığımız otellerde bile, oda temizliğini yapan erkeklerdi. İslamcı gericiliğin sarmalında yaşayan Güney Kürdistan’lı kadınların geleceği belirsizliklerle dolu. Erkeğin mutlak egemen olduğu,

43


✒ okur mektubu 44

kadına ve çocuklara şiddetin cezalandırılmadığı bir bölgedir Otonomi bölgesi. Kadınlar ve çocuklar üzerinde şiddetin oldukça yaygın olduğu söyleniyor. İntihar süsü verilmiş kadın ölümleri yaşanıyor. WADI isimli Almanya merkezli bir Sivil Toplum Örgütü Güney Kürdistan’da, özellikle Kerkük yöresinde kadın sünnetinin yaygın olduğunu iddia ediyor. Kadın sünneti klitorisin kesilmesi yöntemidir. Amaç, kadında cinsel zevk organı olan klitorisi tahrip ederek, kadının cinselliğini ve cinsel duygularını engellemektir. Kadın sünneti dünyada en çok Kuzey ve Orta Afrika, Pakistan’ın bazı bölgelerinde görülüyor. Bu uygulamanın Güney Kürdistan’daki varlığı ve yaygınlığı konusunda doğrudan bilgilenmek mümkün olmadı. Güney Kürdistan’da adım başı kontroller var. Her alanda asker, polis kontrol uygulamaları var. Irak’ta hergün bombalar patlıyor. Güney Kürdistan’ın güvenli bölge olduğu söyleniyor. Güney Kürdistan, güvenlik önlemleri bakımından Kuzey Kürdistan’ı solluyor. Konuştuğumuz insanlar da, bu askeri önlemlerden oldukça memnun görünüyorlar. “Çünkü” diyorlar, “bu güvenlik önlemleri olmazsa, buralarda da her gün bomba patlayabilir.” Nerdeyse her binanın önünde asker, polis var. Amerikan hayranlığı zirve yapmış. Amerika sayesinde otonomi bölgesinin kurulduğu anlatılıyor. Amerikan askerleri yok deniliyor. Sadece askeri danışmanların olduğu söyleniyor. Güney Kürdistan, serbest pazar bölgesi. Tüketici bir toplum, üretim yok. Tüm mallar dışardan geliyor. Türkiye ve İran’ın ağırlığı göze çarpıyor. Türkiye’nin en işlek kapısı Habur sınır kapısı. Otonomi bölgesine giden TIRlar dolu gidiyor, boş dönüyor. Şehirler inşa ediliyor, yollar yapılıyor. Her yer şantiyeyi andırıyor. Erbil ve Süleymaniye’nin batılı kentlerden farkı yok. Petrolden çok para kazanılıyor. Kazanılan zenginlik toplumun küçük bir bölümünün palazlanmasına yol açıyor. Lübnan, Türkiye, Mısır, İran, İngiltere, ABD, Yeni Zelanda, Birleşik Arap Emirlikleri, Almanya, İsveç, Fransa, Japonya, Çin ve Rusya gibi 20 ülkeye ait çok sayıda uluslararası şirketin Güney Kürdistan’da yatırımları bulunuyor. Enerji sektöründe özellikle Amerika, İngiltere, Fransa ve son zamanlarda Rusya ve Çin’in yönelimleri söz konusu. Rusya silah satışları ve enerji konularında ilişkilerini geliştirirken, Çin ise hem enerji hem de küresel mal ihracatını ön plana çıkartmaktadır. Mağazalarda bulunan televizyon,

bilgisayar, telefon, fotoğraf makinesi gibi elektronik araçların çok önemli bir kesimi Çin mallarıdır. Otomobil sektörünü Toyota, Nissan gibi Japon kökenli tekellerin elinde bulunuyor. Güney Kürdistan ekonomisinde Türkiye’nin çok belirgin bir ağırlığı göze çarpıyor. Gıda, tekstil, inşaat, enerji, tarım, hizmet sektörü gibi hemen her alanda Türk ekonomisinin çok önemli bir ağırlığı göze çarpıyor. Güney Kürdistan bölgesinde yatırım yapan Türkiye kökenli büyük şirketlerin çok önemli bir kısmı, hükümet veya Gülen Cemaati’ne yakın olanlardan oluşuyor. Özellikle Kuzey’den Güney’e yönelik bavul ticareti denen ekonomik ticari ilişkiler oldukça yoğun olarak yapılmaktadır. Diyarbakır, Muş, Van başta olmak üzere Kuzeyin Kürt illerinden her gün yaklaşık 25 otobüs Duhok’a, Süleymaniye’ye ve Hewler’e gidiyor. Bunların önemli bir kısmı küçük ticari ilişikler üzerine şekilleniyor. Ayrıca İstanbulHewler arasında günde 3 uçak seferi yapılıyor. Toplum üretmiyor ama çılgınca tüketiyor. Toplu taşıma araçları yok. Ama Taksi bolluğu var. Çok araba var yollarda. Arabaların çoğu lüks. Mallar dışardan geliyor ama ucuz. Bunun nedeni de az vergi ödenmesi. Güney Kürdistan’da küçümsenmeyecek oranda yabancılar yaşıyor. Yabancılarla birlikte nüfus beş milyonun üzerinde. Süleymaniye’de kaldığımız otelde çalışan tek kadın Filipinli idi. Kerkük sorunu, politik denklemde önemli bir rol oynuyor. Kerkük’ün bir Kürt kenti olduğu ve Kürdistan’ın sınırları içerisinde olması gerektiği aslında bilinen bir durum. Ancak bugünkü durum açısında ele alındığında Kerkük’ü önemli kılan sadece Kürdistan’ın bir parçası olması değil, enerji yatakları bakımından çok stratejik bir konuma gelmesidir. Kürdistan’a ait olan Kerkük ve Musul bölgesinin önemli bir kesimini tartışmalı ve çatışmalı bir duruma getiren nokta, enerji yatakları bakımından muazzam bir değere sahip olmasıdır. Erbil ile Bağdat arasında silahlı çatışma noktasına gelen rekabetin bir yönü de bölgedeki enerji kaynaklarını kimin nasıl kullanacağı ve bu kaynaklardan kimin nasıl yararlanacağı sorunudur. Kerkük ve Musul, Güney Kürdistan sınırları içerisinde yer alan iki şehir. Kürt yöneticilerinin Kerkük’süz bir Kürdistan düşünmedikleri çok açık. Bağdat merkezli Maliki yönetimi de aynı şekilde, Kerkük ve Musul bölgesini kendi denetimine almak için özellikle bu iki bölgeye ait “Dicle Operasyon Gücü” adı atlında yeni bir askeri birlik oluşturdu. 2012’nin yaz aylarında, Kerkük bölgesinde Peşmerge


Ezidi Köyü Ezidilik Ortadoğu kökenli bir dindir. Ezidilerin çoğunluğu Kürt olup, ağırlıklı olarak Musul, Suriye,

Kuzey Kürdistan, İran, Gürcistan ve Ermenistan’da yaşamaktadır. Toplam nüfusu bir milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Batman yakınlarında bir Ezidi köyünü ziyaret ettik. Heyette yer alan bir kadın arkadaş, 26 yıldır görmediği, doğduğu, büyüdüğü köyünü görmek istiyordu. Heyet üyelerinin bir bölümü de, bu arkadaşa eşlik etmek, onun duygularını gözlemlemek ve Ezidi köyünü görmek istiyordu. Etrafı müslüman köylerle çevrili olan köye vardığımızda, köyün harap hali dikkat çekiyordu. Kadın arkadaş köyde dolanıp durdu. Köyün hemen arka tarafında tepenin üstüne konumlanmış Türk askeri var. Karşı yamaçta dağın yamacına bir Türk bayrağı çizilmiş ve üstünde “önce vatan” yazısı var. Köyün nüfusu 35-40 kişi. Köyde yaşayanlar tarım ve hayvancılıkla geçiniyor. Köyde yaşayanlar, nasıl olsa birgün buralardan gideriz düşüncesinde olduk-

Kuzey Kürdistan’da Suriyeli Mülteciler

okur mektubu

Kuzey Kürdistan’dan kimi izlenimler

ları için köye yatırım yapmıyorlar. Köyde okul yok. Okula giden çocuklar, başka köydeki okula gidiyor. Başka Ezidi köyleri var. Batman’daki tüm Ezidi köylerinin nüfusu 150-200 kişiyi geçmiyor.

güçleriyle Bağdat güçleri karşı karşıya geldiler. Savaşmaları an meselesiydi. Uluslararası petrol tekellerinin yatırımlarının önemli bir kısmı Kerkük ve Musul hattı üzerinde bulunuyor. Kerkük ve Musul’a egemen olmak isteyen aktörlerin mücadelesi artarak süreceğe benziyor. Ama Güney Kürdistan yönetimi de Kerkük/Musul için gerektiğinde savaşmayı göze almış gibi görünüyor.

Nusaybin’in karşı tarafında Kamışlı var. Kamışlı’nın daha önce nüfusu 65 bindi. Şimdi ise bir milyon nüfusu var. Salgın hastalıklar tehlike saçıyor. En büyük sorun çöp sorunu. Sağlık hizmetleri ve ilaç yetersiz. Nusaybin’e Suriye’den gelen 200 bin mülteci var. Bu mülteciler akrabalarının yanında veya kimi ailelerin evlerinde kalıyor. Nusaybin ile Kamışlı arasında bulunan sınır kapalı. Sivil Toplum Örgütlerinin topladığı yardımların karşıya geçirilmesine hafta da bir defa izin veriliyor. Onun dışında sınır kapalı ve karşıya geçiş yasak. Türkiye Özgür Suriye Ordusu’na her türlü desteği veriyor. Ambulanslarla silah taşındığı yöredekiler tarafından anlatılıyor. Ceylanpınar’ın 35 bin nüfusu var. Sekiz bin Suriye’li mülteci var. Sınır illerinde bulunan BDP’li belediyeler, Suriyeli mültecilere gereken desteği sağlıyor. Örneğin Ceylanpınar Belediyesi günlük bin kişiye yemek veriyor. Ceylanpınar’a 12 km mesafede 12 bin kişilik mülteci kampı var. Bu kampta kalanların çoğunluğu Arap. Kürtlerin mülteci olarak kabul edilmesinde sorunlar yaşanıyor. Burada yaşayan Araplarla, Kürtler arasında bir sorun yok. Türkiye, mültecilerin alınmasında çifte standarçı bir çizgi izliyor. Kürt mültecilerin alınmasında zorluklar çıkarılıyor. Ceylanpınar’ın karşısında Ra’s al-Ayn kasabası var. Orada çatışmalar yaşandı. Özgür Suriye Ordusu’nun yaralıları, bu tarafa getirilip tedavi edildi. Yaralı olan Kürtlerin sınırın bu tarafına getirilmesine izin verilmedi.

İnsan Hakları İhlalleri Devam Ediyor Kuzey Kürdistan’ın değişik şehirlerinde, belediye başkanları, İnsan Hakları Derneği, Kadın Dernekleri ve kimi sendikalar ile görüşmeler yaptık. Bu görüşmelerin ortak paydası, insan hakları ihlallerinin devam ettiği yönündeydi. KKT’de insan hakları ihlalleri kapsamında en büyük sorunların yaşandığı yerlerin başında cezaevleri

45


✒ okur mektubu 46

geliyor. İşkence ve kötü muamelenin yanı sıra, sevk ve sürgünlere kadar birçok hak gaspının yaşandığı cezaevlerinde yaşanan en büyük sorun da hasta mahpusların içinde bulunduğu durum ve AKP hükümetinin duyarsızlığıdır. İHD uzun süredir hasta mahpuslara ilişkin kapsamlı bir çalışma yapıyor. Diyarbakır Tabip Odası, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ve Diyarbakır Barosu’nun da destekleriyle birçok cezaevi gezilmiş, çok sayıda hasta mahpusa ulaşılmış ve durumları hakkında başvurular alınmıştır. Hasta mahkûmların listesi ve hangi hastalıklara yakalandıkları ayrıntılı olarak yazılmıştır. Hapishane koşullarında yaşayan 313 hasta mahkûmun sağlıkları giderek kötüleşmektedir. İHD sadece hasta mahkûmların tespitleri ile yetinmiyor, hasta mahkûmların serbest bırakılması için girişimlerde de bulunuyor. KK’da yürüyen savaşın en fazla mağduru çocuklardır.1988 yılından bu yana 569 çocuk yaşamını yitirmiştir. Çatışmalı süreç, çocuklar üzerinde psikolojik ve fiziksel olarak büyük tahribatlar yaratmıştır. Çocukların özellikle toplumsal gösterilerde, gözaltında ve gözaltı yerleri dışında uğradıkları şiddetin haddi hesabı yoktur. Çatışmalı ortamın yarattığı psikolojik etki ve polis şiddetinde sınır tanımayan saldırgan ruh hali, çocukların olağan yaşamını etkilemektedir. Toplumsal gösterilere katıldıkları için çocukların tutuklanmaları başlı başına bir sorundur. Çocukların yargılanma süreçleri, cezaevlerinde tutuldukları koşullar ve gördükleri muamele ise bu ülkede faşizmin baskısının bir biçimidir. Çocukların işkence gördüğü, sokak ortasında öldürüldüğü, panzer altında ezildiği bir ülkedir Kuzey Kürdistan. Daha kapsamlı bilgi için İHD raporlarına bakılabilinir. Farklı düşünen öğrenciler üzerinde polis ve idare baskısı var. Devlet öğrencilere burs veriyor ama öteki olanlara burs vermiyor. Barınma sorunları var. Muhalif öğrencilerin bursları kesiliyor ve yurttan atılıyorlar. Dernekler üzerinde de baskılar var. Devletle uyumlu çalışan dernekler korunuyor. Devlete muhalif olan dernekler üzerinde baskı mekanizması kuruluyor. Muhalif derneklere, KCK operasyonları adı altında operasyonlar yapılıyor. Sağlık Emekçileri Sendikası’ından kimi arkadaşların verdiği bilgiye göre: Dinsel öğeler önplanda. Egemen toplumun dinsel öğretisi ön plana çıkıyor. Menzil, Gülen hareketi oldukça egemen durumdadır. Cemaat sağlık sisteminde egemen. Türkiye genelinde cemaatlere üye olanlar yükseliyor. Süleymancılar

İçişleri Bakanlığı’nda, Menzil ve Gülen grubu polis içerisinde egemen bir konumdadır. Belli bir süredir bölgede olumlu bir hava var. Ama halk temkinli yaklaşıyor. Daha önce de “barış” beklentileri oluşmuştu. Ama sonrasında operasyonlar ve tutuklamalar devam etti. Tutuklamalar ve hukuksuzluklar devam ediyor. Hâkimler katı tutumlarını sürdürmeye devam ediyor. Kamuoyunda yeni yasaların çıkacağı beklentisi yaratılıyor. Ama çıkan yasalarda, siyasi mahkûmların yararlanmaması için özel hükümler konuluyor. Hâlâ insanlar gösterilere katıldığı için ceza almaya devam ediyor. PKK gerillalarının yurtdışına çıkacağı beklentisi var. Diğer yandan savaş uçakları bomba yağdırıyor. Kürtler, haklarının verilmesi konusunda beklentileri var. Taraftarların beklentileri birbirinden farklı. “Barış” umutlarının yeşermesi bölgede bir rahatlık yaratıyor. Zor ve sıkıntılı bir süreç olduğu görülüyor. Her iki taraf açısından çözümün istenildiği ortaya çıkıyor. Anadilde savunma öteden beri bir sorundu. Anadilde savunma yasası çıkarıldı. Anadilde savunma yapılıyor ama tercüman parasını ailelerin ödemesi gerekiyor. Yeni yasa, Türkçe konuşmayan veya kendi meramını başka bir dilde ifade etmek isteyen mahkûmlara, parasını ödemek koşulu ile isteyeceği dilde savunma yapma hakkı tanındı. İnsanlar içerde tutuluyor, tercüman parasını ödeme imkânları yok. Anadilde savunma yanlış algılanıyor. Anadilde savunma, iddianamenin okunmasında ve son sözlerinin sorulmasında uygulanıyor. Yargılamanın diğer aşamalarında ana dilde savunma yapılmıyor. Mahkemelere ana dilde yazılı savunma verilemiyor. Mahkemelerin temel aldığı sanıkların ilk verdiği ifadelerdir. Bu ilk ifadelerde sanıkların anladıkları ve kendilerini daha iyi ifade ettikleri bir dilde ifade vermeleri gerekiyor. Gözaltında kayıplar ve kamu görevlilerinin karıştığı olayların soruşturmaları çok yavaş ilerliyor. İkinci bir sorun, şiddete bulaşmayan ve kimi eylemlere katıldıkları için insanlara örgüt üyesiymiş gibi ceza veriliyor. Aşırı cezalar veriliyor. Adil olmayan yargılamalar yapılıyor. Özellikle devlete karşı işlendiği iddia edilen suçlarda, dosyaya gizlilik kararı konuluyor. Avukatlar, dosyaya gizlilik kararı konulduğu için müvekkillerini savunamıyor. Adli kontrol sistemi 3. Yargı paketi ile getirildi. Adli kontrol sistemi tüm suçları kapsıyor. Her hafta polise gidip imza verilebilinir. Yurtdışı çıkış yasağı konulabilinir. Ama bu yasanın siyasi mahkûmlara uygulanmasında hâkimler


2012‘de Türk devleti, 21 Mart dışında kutlanması planlanan Newroz gösterilerini yasaklamış ve Newroz kutlamalarına saldırarak, orantısız güç kullanmıştı. 2013’de ise, İmralı ile yürütülen görüşmeler sonrasında BDP Newroz programını açıklayarak, Diyarbakır dışında Newroz kutlamalarının 21 Mart’tan önce yapılmasını karara bağlamıştı. Türk devleti, bu yıl 21 Mart öncesi kutlanan Newroz gösterilerine müdahale etmedi. Newroz kutlamaları barışçıl bir ortamda kutlandı. Öcalan’ın yapacağı „tarihi çağrı“ dikkate alınarak, tüm gözler Diyarbakır’da kutlanacak Newroz kutlamalarına çevrilmişti. 21 Mart günü Diyarbakır’ın yanı sıra Kuzey Kürdistan’ın diğer illerinden gelen binlerce kişi sabahın erken saatlerinden itibaren alanı doldurmaya başladı. Bağlar semtindeki Newroz alanı günler öncesinden kutlama için hazırlanmıştı. Kürtçe şarkı ve türkülerin çalındığı alan saatler ilerledikçe dolmaya başladı. Alanda tam bir şenlik havası esiyordu. Yurtdışından küçümsenmeyecek oranda delegasyonlar gelmişti. „Özel“ olarak davet edilen, gazeteciler, uluslararası delagasyonlar ve tanınmış kişiler için protokol tribünü hazırlanmıştı. Diyarbakır’dan, çevre il ve ilçelerden gelenler Newroz alanına akın ediyordu. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü, kutlamaların yapılacağı alana çıkan tüm yolları üç kilometre kala araç trafiğine kapatmıştı. Araçlarla belli noktalara kadar gidenler, araçlardan indikten sonra yürüyerek alana varıyordu. Belediye otobüsleri de Newroz alanına gidenleri ücretsiz olarak taşıyordu. Polis helikopterleri, Newroz alanını havadan kontrol ediyordu. Savaş uçakları, Newroz alanında toplananlara gözdağı verircesine peş peşe havalanıyordu. Ama Newroz alanının girişinde polis kontrolü yoktu. Üniformalı polis ve asker ortalıkta görünmüyordu. Newroz alanına her yönden insanlar akıyordu. Barışa duyulan özlem insanların yüz ifadelerinde yankısını buluyordu. Kürtler on binlerce evladını kaybetti, milyonlarcası yerinden yurdundan edildi. Akıl almaz işkencelere maruz kaldı. Kürt halkının onuru ve gururu ile oynandı, ihanetler gördü, zalimin zulmünü iliklerinde hissetti. Ama dik durdu, zulme boyun eğmedi, onurunu, haysiyetini korudu. Evlatlarının cenazelerine sahip çıktı. İnkâr politikasını çöpe atıp, varlığını dosta düşmana kanıtladı. Kürt halkını

okur mektubu

21 Mart Diyarbakır Newroz’u

yok sayan, asimilasyon ve çeşitli fiziki yöntemlerle ortadan kaldırmaya çalışan politikası iflas etti. Devlet zorbalaştıkça kendi karşıtını da yarattı. Egemen sınıflar, Diyarbakır zindanlarında uygulanan vahşetin PKK’yi yarattığını kabul etme noktasına geldiler. Bu nedenle Kürt halkı, devlete karşı örgüt, devletin ordusuna karşı gerilla, polisine karşı taş atan çocuklar üretti. 2013’te yeşeren barış umutları, artık cenazelerin değil dağdakilerin sağ geleceğine dair umutları artırdı. Diyarbakır Newroz’una katılan yüz binlerin barışı haykırması ve hiçbir engelle karşılaşmadan bayramlarını şenlik havasında kutlaması, geleceğe dair umutların yeşermesine yol açıyordu. Abdulah Öcalan’ın mesajının Kürtçesini Pervin Buldan, Türkçesini ise Sırrı Süreyya Önder okudu. Pervin Buldan, Öcalan’ın açıklamasını okurken alanda coşku yoktu. Buldan’ın Kürtçesinin kötü olduğu yorumları yapıldı. Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın mesajını okuduğu sırada, alandaki coşku zirve yaptı. Öcalan mesajında, „Sömürü rejimleri, baskıcı ve inkarcı anlayışlar artık miadını doldur“duğunu, „Ortadoğu ve Orta Asya halklarının artık uyan“dığını, aslına döndüğünü ve birbirlerine karşı kışkırtıcı ve köreltici savaşlara ve çatışmalara dur“ dediğini açıklıyordu. Öcalan’ın açıklamasının en önemli vurgusu, “Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor” demesi idi. Öcalan’a göre; „Siyasi, sosyal ve ekonomik yanı ağır basan bir süreç başlıyor; demokratik hakları, özgürlükleri, eşitliği esas alan bir anlayış gelişiyor“du. “Artık silahlar sussun, fikirler ve siyasetler konuşsun!” noktasına gelindiğini belirten Öcalan „Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelin“diğini açıklıyordu. Öcalan, açıklamasının devamında „Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite“ modelinin esas alınması gerektiğini, „Demokratik Modernite Sistemi’nde yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağır“dığını belirtiyordu. Devamla, „Herkesin özgürce ve kardeşçe bir arada yaşayacağı yeni bir model arayışı, ekmek ve su kadar nesnel bir ihtiyaç haline gel“diğini söylüyordu Öcalan. „Misak-i Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap Cumhuriyeti’nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkûm edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir “Milli Dayanışma ve Barış Konferansı” temelinde kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağır“dığını belirten Öcalan, „Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in mesajlarındaki hakikat-

eski alışkanlıklarını sürdürüyor.

47


✒ okur mektubu 48

ler, bugün yeni müjdelerle hayata geçiyor, insanoğlu kaybettiklerini geri kazanmaya çalışıyor“ diyordu. Onlarca televizyonun canlı yayınla verdiği mesajın okunmasının ardından DTK Eş Başkanları Ahmet Türk, Aysel Tuğluk, BDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak ve Halkların Demokratik Kongresi adına BDP Mersin Milletvekilli Ertuğrul Kürkçü’nün yaptığı konuşmaların ardından miting Koma Çiya’nın sahne alması ile devam etti. Mesajların okunmasının ardından sanatçı Çopi sahne aldı. Daha sonra Federal Kürdistan Bölgesi’nden gelen şair Mehmed Emin Pençêwî sahneye çıkarak şiirlerini okudu. Ardından yabancı sanatçılar ve Silbus û Tari’nin sahne almasıyla beraber kitle halaya durdu. Newroz kutlaması çekilen halayların ardından sona ererken, kitle alandan Abdullah Öcalan lehine attığı sloganlar eşliğinde uzun kortejler halinde yürüyüşe geçerek ayrıldı. Ö c a l a n’ı n Diyarbakır’da okunan çağrısını, AKP hükümeti olumlu olarak karşıladı. Türk başbakanı Erdoğan, Newroz kutla m a la r ı nd a Türk bayrağının olmamasını eleştirdi. Ardından bayrak tartışması yür ütülmeye başlandı. Şimdi PKK gerillalarının Kuzey Kürdistan’ı ne zaman terkedeceği ve çekilmenin nasıl olabileceği üzerine tartışılıyor. Deyim yerinde ise her kafadan bir ses çıkıyor. BDP, geri çekilmenin yasal güvenceye kavuşturulması için Türk meclisinin yasalar çıkarmasını istiyor. AKP hükümeti, hükümetin teminatlarının yeterli olduğunu açıklıyor. Kimilerine göre geri çekilme, 2013 sonuna kadar, kimilerine göre ise de Ağustos ayına kadar geri çekilmenin tamamlanacağı söylüyor. Bu arada PKK, Öcalan’ın açıklamalarının ertesinde ateşkes/eylemsizlik ilan etti. AKP, TBMM Başkanlığı’na çözüm sürecine dair Meclis Araştırma

Komisyonu kurulması için başvuru yaptı. CHP ve MHP, önerilen Araştırma Komisyonuna üye vermeyeceklerini açıkladılar. Barış sürecini anlatmak için Akil İnsanlar Heyeti oluşturuldu. Düşünceme göre Öcalan, yaptığı çağrıda gerçekleşmesi mümkün olmayan ve gerçekleşecekmiş gibi algılanabilecek açıklamalar yapıyor. Sömürünün egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. “Sömürücü rejimler” varlıklarını sürdürmeye devam ediyor. Yeni bir dönemin başladığı iddia ediliyor. Kapitalist moderniteye karşı, demokratik modernite kimi söylemlerle hayata geçemiyor. “Herkesin özgürce ve kardeşçe bir arada yaşayacağı yeni bir model”den bahsediliyor. Bu istek kulağa hoş gelen ve doğru olan bir taleptir. Ama ne yazık ki, sömürü sistemin egemenliğini sürdürdüğü bir ortamda bu talebin gerçekleşmesi zor görünüyor. Savaşın sonlanması, Kürt sorununun gerçek anlamda çözüldüğü anlamına gelmiyor. Bu geçici bir ç ö z ü m d ü r. Silahlar ın susması, yürüyen savaşın sonlandırılması ol u m l u d u r. Barış, Kürt halkının yüreğinde hissettiği derin bir özlemdir. Bu savaşın sonlandırılması sadece Kürtlerin değil, ülkelerimizde yaşayan bütün halkların, işçilerin, emekçilerin lehinedir. Kürt halkının öncü güçlerinin reformizm uğruna mücadele için ille de silahlı mücadeleye başvurmaları gerekli değildir. Reformlar uğruna mücadele, barışçıl yöntemlerle de sürdürülebilinir. Bu anlamda silahların susması, halklar arasındaki düşmanlıkları geriletir. Ülkelerimizdeki demokrasi alanı daha da genişler. İşte bu yüzden savaşın sonlandırılmasının desteklenmesi gerekiyor. 14.04.2013 Bir YDİ Çağrı okuru ✓


TKİP her alanda devrime mi hazırlanıyor? TKİP, IV. Kongre bildirisi “Her alanda devrime hazırlanıyoruz!” başlığını taşıyor. TKİP son yıllarda yeni bir “tarihsel döneme” girildiğini yazıp, çiziyor. Kongre belgelerinde de bu “yeni tarihsel dönem” tespiti belirleyici bir rol oynuyor. TKİP’in bu konudaki görüşlerini bütünsellik içinde aktarmak istiyoruz. Şöyle yazıyorlar:

“Eğer siz dünyada olayların akışını belli bir biçimde görüyorsanız, yani bunalımlardan, savaşlardan, giderek de bunların kaçınılmaz bir biçimde zorlayacağı, olgunlaştıracağı devrimlerden sözediyorsanız, dahası şimdiden zaten proleter kitle hareketlerinin ve halk isyanlarının yeni bir döneminin başladığını da söylüyorsanız, tüm öteki sorunları buna göre ele alır, hazırlığınızı da buna göre yaparsınız. Örneğin bu durumda Türkiye toplumuna hiç de AKP’nin güncel oy oranı üzerinden bakmazsınız. Dünyada olayların genel seyri bir yere doğru akıyorken, Türkiye’nin bu genel gelişmenin dışında kalamayacağını bilirsiniz. Hele de Türkiye dünya olaylarının kritik bir düğüm noktasını oluşturan Ortadoğu’da bir ülkeyse ve kurulu düzen bu bölgede emperyalizmin baş taşeronu olarak iş görüyorsa. Kritik bir bölgedeki kritik bir ülkenin iç siyasal durumu da bu genel gelişmelerin sarsıntısı dışında kalamaz, siz bunu bilir, bunu gözetirsiniz. Ekonomik durumun ani bir ağırlaşmasının ya da örneğin emperyalizmin hizmetinde bölge ülkelerinden biriyle gerici bir savaşın, bir anda Türkiye’deki bütün dengeleri temelden sarsacağını, kısa sürede herşeyin bütün bir çehresinin değişeceğini,

ortaya bambaşka bir yeni durum çıkacağını düşünür, bunu gözetirsiniz.” (Ekim, sayı 282, sf. 6) “İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir...” (Ekim, sayı 260, Kasım 2009, sf. 1, TKİP III. Kongresi Bildirisi). “Yeni tarihsel dönem işin özünde bugünün dünyasında olayların genel akışının tahlili ve ifadelendirilmesidir. Dikkat ediniz, yeni bir tarihsel dönemi biz, tüm dünyayı saran ekonomik krizle, ya da Tunus, Mısır, Yunanistan, ABD, İspanya vb. ülkelerdeki sosyal mücadelelerle, ya da emperyalist dünyada kızışan nüfuz mücadeleleriyle, bunun açığa çıkadığı hegemonya kriziyle, emperyalist saldırganlık ve savaşlardaki hissedilir artışla, tüm bu meselelerle bağlantılı olarak ele alıyoruz. Bunlarsa bugünün dünyasında olayların genel akışının somut görünümlerinden, sistemin temel çelişkilerinin somut seyrinden başka bir anlama gelmiyorlar. Yeni tarihsel dönem tahlili ve tanımı, bütün bir süreci genellemesi anlamında soyut, ama akmakta olan sürecin canlı verilerine dayanması anlamında da aynı ölçüde güncel ve somuttur.“ (Ekim, sayı, 284 sf. 5-6) „Yeni tarihsel dönem değerlendirmesinden çıkan en temel sonuç, devrimler döneminin yakınlaşmakta olduğudur. Devrimci parti için bundan çıkan en temel görevse, yakınlaşmakta olan devrimler dönemine sıkı bir hazırlıktır. „ (Ekim, sayı, 284 sf. 5-6) Söylenenler net: „Yeni bir tarihi dönem“ söz konusu. „Yeni bir devrimler dönemi“ yaklaşıyor. Görev tam da bu yüzden „Yakınlaşmakta olan devrimler dönemine sıkı bir hazırlık“. İşte küçük burjuvazinin sınıf tavrının sözcülüğünü yapan bütün devrimci oportunistlerin devrime hazırlık konusuna yaklaşımının tipik bir örneği : Bütün devrimci oportunistler açısından devrimci faaliyetin, devrime hazırlanmanın gerekçesi, devrimin bugünyarın kapıda olmasıdır. Kimi bunu Leninist Devrimci Durum öğretisini çarpıtıp, „sürekli devrimci durum“ yaratarak yapar ; kimi gerçeklere gözlerini kapayıp, her reform mücadeesini, her ekonomik mücadeleyi

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

E

kim 2012’de yapılan bir açıklama ile TKİP’in IV. Kongresi’nin yapıldığı kamuoyuna duyuruldu. Üç hafta sürdüğü açıklanan Kongre’de, “partinin gündemindeki tüm temel ideolojik, politik ve örgütsel” sorunların ele alındığı bilgisi verilmektedir. ( Ekim, sayı 283 sf.1) TKİP’in tüzüğüne göre, olağan Kongre iki yılda bir toplanmaktadır. Ancak MK’nın Kongre’yi bir yıl erteleme yetkisi vardır. III. Kongre 2009’da yapılmış olduğuna göre IV. Kongre için TKİP MK’sının yetkisini kullanarak Kongre’yi bir yıl ertelediği anlaşılmaktadır. Bu yazımızda TKİP IV. Kongresi’nin kimi değerlendirmelerine eleştirel notlar düşmek istiyoruz.

TKİP IV. Kongresi Üzerine Notlar

49


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 50

„devrimin habercisi“ , devrimci eylem, ayaklanma vs. ilan ederek yapar, mücadelelerin durumunu olağanüstü abartır ; kimi kendi küçük örgütünün eylemini ajitasyon adına abartarak „halkın eylemi“ yerine geçirir. Böylece kendi kendine, kadrolara gaz verilir! Niyet iyidir: Devrimci faaliyet, devrime hazırlık, devrimci mücadele. Fakat yaklaşım devrimci faaliyetin devrimci durumun varlığı/yokluğuna bağlı olarak ele alınmasının yanlışlığını kavramayan, devrimci durum olsun, olmasın devrimci faaliyetin,- TKİP in sözleriyle konuşursak „Devrime hazırlığın“-sürekli bir faaliyet olduğunu kavramayan bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımla kazanılıp,devrimci mücadeleye katılanlar, bir süre sonra –kapıda olduğu söylenen devrim gelmediğinde- yorulur,yolda kalırlar. Devrimin gelmediğini görenler, ya açık reformist kulvara girip, „liberal ‚yorgun’demokratlara evrilir. “ Ya da bir türlü devrimi yapmayan halka devrimin onun adına nasıl yapılacağını göstermek için „fedai eylemleri“ dedikleri eylemlere girişirler vb. halksız, halk adına devrim girişimleri önce trajedi sonra komedi haline dönüşür! TKİP bu „yeni dönem“i gerekçelendirirken, KK/T ‚in bu şablona pek uymadığını da görüyor. Ama devrime hazırlık, devrimci faaliyet „devrimler dönemi“ ni gerektirdiği temel yaklaşımına sahip olduğu için, andaki somut durum onu fazla ilgilendirmiyor. Eğer gerçek teorinize uymuyorsa, o zaman o gerçeği dikkate almasanız da olur. Ne de olsa yarın ne olacağı belli değildir. Örneğin Türkiye savaşa girebilir. O zaman dengeler altüst olabilir filan ! TKİP böyle gerekçelendiriyor „devrime hazırlık“ görevini. Aslında devrimci faaliyet için, Komünizm adına konuşan devrimci bir örgüt için böyle „teorik!“ atraksiyonlara hiç gerek yoktur. Çünkü Devrime hazırlık için „devrim dönemi“ gerekli değildir. Bugün KK/T de gerçek durum nedir? Bugün işçi sınıfının öncü kesimini bağrında toplamış, sınıfa gerçek anlamda önderlik edecek güçte bir komünist partisi yoktur. Var olan gerçek komünist Örgütün de. Komünizm adına işçi sınıfı içinde çalışan oportunist örgütlerin de işçi hareketi içindeki gücü gayet sınırlıdır. Bugünün işçi sınıfı hareketi ile, komünist hareket ne yazık ki ayrı kulvarlarda yürümektedir. İşçi sınıfının büyük çoğunluğu sağcı, tutucu görüşlerin etkisi altındadır. İşçi sınıfının örgütlenme seviyesi ve siyasi bilinci oldukça geridir. İşçi sınıfı hareketinin bugünkü temel talepleri ekonomik taleplerdir. Bugünkü işçi hareketi kural olarak, „ücret köleliği sistemini“ sorgulamayan bir hareket konumundadır. Dü-

zen içi ve reformcu niteliktedir. Sistemin temellerine yönelmeyen, işçi hareketinin boyutları ne kadar büyük olursa olsun düzen açısından bir tehlike oluşturmamaktadır. İşçi sınıfına sosyalist bilincin taşınması komünistlerin görevidir. Komünistler bugün işletme hücreleri temelinde sınıf partisini inşa ve komünist örgütü yaratma görevine sahiptirler. Komünistler çalışmalarının her evresinde devrim için yapılması gereken çalışma ne ise ona ağırlık verirler. İşçi sınıfı kazanılmadan, gerçek anlamda işletme hücreleri temelinde komünist bir örgüt yaratılmadan, işçi sınıfı önderliğinde bir devrim hayaldir. Diyelim ki, TKİP’in öngörüsü gerçek haline geldi! Türkiye, komşularından biriyle savaşa girdi! Bu savaş ertesinde, ülkede dengeler sarsıldı ve bozuldu! Eğer siz işçi sınıfı içerisinde komünist bir örgüt yaratamamışsanız, işçi sınıfının önemli bir bölümünü kazanamamışsanız, dengeler değişse bile kazanan siz olamazsınız. Devrimler döneminin yakınlaşmakta olduğuna ilişkin verilen örnekler aslında tam da temel eksikliğin ne olduğunu ortaya koyuyor. Komünist örgütlenme ve önderliğin yokluğu. Komünist hareketin olağanüstü güçsüzlüğü sonucu, emperyalistler ve onların işbirlikçileri, halkların kendiliğinden ayaklandığı, mevcut rejimlere artık yeter dediği devrim hareketleri içinde büyük manevra alanlarına sahipler. Diktatörler devriliyor ama yerine yenileri geliyor.

TKİP Marksist kriz teorisini savunmuyor: Nedir Marksist kriz teorisi? Marksist Kriz Teorisi, kapitalist üretimin devrevi ve anarşik karakteri sonucu olarak, kapitalist ülkelerde belirli aralıklarla ortaya çıkan (devrevi) ekonomik krizlerin varlığını tespit eder. Kapitalist ekonominin gelişme yasalarını ortaya çıkaran marksist teori, krizlerin kapitalist sistemin bir kazası vb. olmayıp sistemin ayrılmaz yol arkadaşları olduğunu ortaya koyar. Marksist Kriz Teorisi krizden oncelikle devrevi krizleri anlar. Devrevi krizler esas olarak aşırı üretim krizleridir. Ekonomik kriz kapitalizmin ayrılmaz yol arkadaşıdır. Kapitalizm krizsiz olmaz. Krizin kapitalizmin yol arkadaşı olması, onun bütün ülkelerde eşzamanlı olması veya sürekli kriz içinde bulunduğu anlamına gelmez. Tekelci evresinde kapitalizm, tekel öncesi dönemdeki ilerici/devrimci rolünü bütünüyle kaybetti. Bütün çizgi boyunca gericilik haline geldi. Kapitalist üretim sistemi dünya çapında üretici güçlerin gelişmesinin


kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

Avrupa’da bir dizsi Halk demokrasisi devletinin kurulması ile emperyalist dünya pazarı daraldı. İki ayrı dünya çıktı ortaya. Bu anlamda birinci ve ikinci genel buhran döneminden söz etmenin maddi temeli ve gerekçesi vardı. Peki üçüncü, dördüncü vs. ci “genel bunalım” dan söz etmenin maddi temeli ne? İstekten gayrı? Bugün ne yazık ki emperyalizm için sosyalist/ demokratik iktidarlar yok, bu anlamda “bölünmemiş” bir dünya pazarı var emperyalistler için. Bölünmüşlük, öncelikle emperyalist büyük güçler arasında yürüyen “dünya hegemonyası dalaşı” sayesinde, emperyalistler arasındaki bölünmüşlük. Birinci dünya savaşı öncesine benzer bir durum. Önemli bir fark var : Sosyalizm/komünizm işçi sınıfı ve emekçi yığınlar arasında o dönemdeki çekiciliğe sahip değil. Revizyonizmin sosyalizm adına yaptıkları sosyalizme/ komünizme ağır darbe vurdu.

gaz pedalı olmaktan çıkıp, freni haline geldi. Üretici güçlerin frensiz gelişmesinin yolunu açacak tek şey kapitalizmin egemenliğine son verecek olan proleter dünya devrimidir; işçi sınıfı önderliğinde devrimlerdir. Bu anlamda, yalnızca bu anlamda “emperyalizm, genel buhran içindeki kapitalizm”dir. Yani kapitalizmin genel buhranı’ndan ancak, emperyalizmin çürüyen, asalak, can çekişen kapitalizm olması, üretici güçlerin engellenmeksizin gelişmesinin tek yolunun emperyalizmin proleter dünya devrimiyle parçalanması gerektiği anlamında söz edilebilinir. Marksist kriz teorisi bunun dışında bir de dünyanın iki kampa bölünmüş olması, emperyalist dünya pazarının, sosyalist ve halk demokrasisi devletlerin ortaya çıkması ile daralmış olması anlamında „genel buhran“ dan söz eder. Bugün dünyanın iki kampa ayrılmış olması anlamında bir genel buhran söz konusu değildir. Bütün oportunist akımlar için ama tipik olan, ekonomik kriz bağlamında somut andaki devrevi kriz durumunu konuşmak yerine „genel buhran“ın bilmem kaçıncı evresinden söz etmek, gerçeği yanlış teoriye uydurmaya çalışmaktır. Bu sürekli „genel buhran“ da tabii yine „devrime hazırlık“ ın gerekçelendirilmesinde kullanılıyor. Yine niyet iyi, ama sonuç hem gerçeklerin hem de gerçeklerin ML çözümlenmesine dayanan ML biliminin çarpıtılması. TKİP şöyle yazıyor: “İnsanlık yeni bir bunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır. Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasını vuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıya bağlı bu iki olgusal gerçek yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir.“ (TKİP III. Kongre bildirisi, Ekim, sayı 260) Ne oluyor? Emperyalizmin içinde yeni tarihsel bir dönem mi var? Emperyalizmin temel özellikleri mi değişti? TKİP teorisyeni H. Fırat dünya ölçüsünde, bunalımları belli dönemlere ayırıyor. Birinci dönem 1890’lardan 1920’lere uzanan yaklaşık otuz yıllık dönem. İkinci dönem, 1920-1945 arası dönem. Üçüncü dönem 1945-1975. Ve dördüncü dönem 1975’ten günümüze kadar olan dönem. (bkz. Ekim, sayı 282 Haziran 2012, sf. 3) Birinci Bunalım Dönemi, İkinci Bunalım Dönemi, Üçüncü Bunalım Dönemi, Dördüncü Bunalım Dönemi vb. teoriler, Marksist kriz teorisini kavramayan yanlış teorilerdir. Aslında birinci ve ikinci dünya savaşı döneminden sonra, birincisinden sonra SB nin kuruluşu ile, ikincisinden sonra ise ÇinHC’in, Doğu

Emperyalizmde öze ait değişiklikler mi var? Sorunları yalnızca görüntüler düzeyinde ele alanlar için gerçekten de emperyalizm evet özsel olarak da değişmiştir! Görüntülerin altına bakıldığında ortaya çıkan gerçek, emperyalizmdeki değişikliklerin öze ait olmadığıdır. Bugün ileri kapitalist ülkelerde finans kapitalin ve finans kapitale sahip küçük bir azınlık olan finans oligarşisinin “mutlak egemenliği”nin sürdüğü tartışma götürmez bir gerçektir. Fakat bu bugüne ait “yeni” bir özellik değil! Emperyalizm en başından itibaren “finans kapital” egemenliği idi. Kapitalizm dün olduğu gibi bugün de sıçramalı, dengesiz gelişme yasası temelinde hükmünü sürdürüyor. Emperyalizm var olduğu sürece, emperyalist savaşların kaçınılmaz olduğu olgusunun derin ekonomik nedeni budur. Emperyalizmi emperyalizm yapan ve onu “proleter devrimin arifesi” haline getiren öz, emperyalizm var olduğu sürece değişmeden kalacaktır. Emperyalizm ezilen ulusların kendi kaderini tayin (ayrılma) hakkını bir yandan ayaklar altında çiğnemekte; diğer yandan fakat işine yaradığını düşündüğü kimi durumlarda da “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı savunma adına şovenizmi kışkırtmakta, ulusları birbirine karşı kışkırtmaktadır. “Demokrasi” “İnsan hakları” “Özgürlük” vs. savunusu adına emperyalist müdaheleler, dün olduğu gibi bugün de gündemdedir. Emperyalizm, kapitalizmin bütün iç çelişmelerini en uç noktasına kadar yoğunlaştırıyor. Emperyalist

51


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 52

kapitalist ülkelerde işçi sınıfı ile burjuvazi / emekle sermaye arasındaki çelişme, sömürünün yoğunlaştırılması, işçilerin emekçilerin kazanılmış haklarının birer birer ellerinden alınması ile sertleşiyor. Bu çelişme aslında sosyalist devrimlerle çözülmeyi bekleyen bir çelişme. Emperyalizm ile ezilen halklar/ uluslar arasındaki çelişmeler yoğunlaşıyor ve bu kendini halkların emperyalizme ve onun işbirlikçilerine karşı gelişen antiemperyalist hareketinde gösteriyor. Bugün emperyalizme bağımlı ülkelerde mücadeleler, emperyalist metropollerdeki mücadelelere göre daha yoğun ve kitlesel. Bu çelişme işçi sınıfı önderliğinde sosyalist devrimlerin yolunu açacak antiemperyalist, demokratik devrimlerle çözülmeyi bekliyor. Bunun yanında emperyalistlerin dünya hegemonyası için yürüttükleri dalaşta, emperyalist devlet ve tekellerin kendi aralarındaki çelişmeler var. Bütün barış yalanlarına rağmen, bu çelişmeler de güç dengelerinin değişmesine paralel olarak keskinleşiyor. Bu çelişmeler yürüyen bir dizi gerici emperyalist savaşın kaynağı ve dünyayı yeni bir dünya savaşına taşıma tehlikesini içinde barındırıyor. Aslında bütün bu çelişmelerin yoğunlaşması, keskinleşmesi bütün dünya emekçilerine, işçilerine ayaklanma ve devrim çağrısı. İşçi sınıfı önderliğinde devrimler için objektif temel her zamankinden daha olgun. Aynı şekilde işçi sınıfı önderlmiğinde devrimler ertesinde kurulacak sosyalist iktidarlar altında sosyalizmi inşa için işçi sınıfı önderliğinde halk demokratik diktatörlükleri altında sosyalizme gidecek yolu temizlemek için objektif şartlar her zamankinden daha uygun. Fakat objektif şartların varlığı ve uygunluğu ne yazık ki, işçi sınıfı önderliğinde devrim için yetmiyor! Halklar en son “Arap Baharı” adı verilen süreçte, bıçağın kemiğe dayandığı yerde kendiliğinden ayaklanıyor. Var olan diktatörlükleri yıkıyor. Devrim yapıyor. Fakat bu devrimler yarım kalıyor. İşçi sınfının önderliğinin yokluğu şartlarında, siyasi devrimler burjuvazinin bir kesiminin iktidarı yerine bir başka kesiminin iktidarı ile sonuçlanıyor. Sorun da burada: Objektif şartların çok uygun olmasına rağmen, komünist hareket en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor. Devrimlere önderlik edemiyor. Görev komünistler açısından bu eksikliği tespit etmek ve bunu ortadan kaldırmaya yönelmektir. Tunus ve Mısır’da yaşanan gelişmeler„devrimler döneminin yakınlaşmakta olduğu”nu mu gösteriyor? TKİP “yeni tarihsel dönem”e örnek olarak, Tu-

nus ve Mısır’da gelişen halk ayaklanmalarını örnek olarak veriyor. Tunus ve Mısır’da gelişen halk ayaklanmalarının, emperyalistleri ve onların uşaklarını şaşkınlığa uğrattığı bir olgudur. Tunus ve Mısır’da halklar ayaklandı, 40 yıllık diktatörler devrildi. Ama işçiler ve emekçiler kendi iktidarlarını kuramadılar. Sorun emekçi kitlelerin örgütsüz olması ve devrimci komünist bir önderliğin olmamasıdır. Evet devrim işçi sınıfının, emekçilerin yapacağı iştir, başkasından beklenilmemelidir. Devrim bir öncü örgütün işi değil, kitlelerin işidir. Fakat devrimin başarısı, burjuvazinin bir kesiminin yerine bir başka kesiminin iktidarının kaldıracı olmaması için, öncünün faaliyeti belirleyici önemdedir. “Arap Baharı” bütün dünyada emekçiler, halklar açısından cesaret ve umut verici bir rol oynadı. Bir dizi ülkede kitle hareketleri Arap Baharına atıflarda bulundu. Örneğin İspanya’da krizin yükünün emekçilerin sırtına yüklenmesine karşı başkentin en büyük meydanını günlerce işgal eden eylemciler, meydana “Tahrir Meydanı” ismini verdiler. Emperyalist ülkelerde, kamusal alan işgallerine atıfta bulunan bir “işgal et” hareketi gelişti. Hareket önce ABD’de New York Borsasının bulunduğu cadde olan “Wall Streeti İşgal Et!” şiarı ile başladı. Bu hareket emperyalist ülkelerde de sessizliği bozan, toplumda bir tartışma ve hareketlenmeyi körükleyen bir hareket olarak olumlu rol oynadı. Yukarda sıralamaya çalıştığımız olgular aslında bir gerçeğin altını çiziyor. Sosyalizm ile işçi-emekçi hareketi ayrı kulvarda yürüyor. Sonuç: Gelişen kimi hareketler kapitalizmin temellerine yönelmeyen savunma eylemleridir. Kitlesel işçi hareketi kural olarak, hem emperyalist metropollerde hem de ezilen ülkelerde reformizmin ve sarı sendikaların kontrolü altında. Burjuvazi kural olarak, bu mücadelelerin gerçek sınıf mücadelesine, yani sınıfa karşı sınıf mücadelesine gelişmesini engellemeyi başarmaktadır. İşçilerin mücadeleleri, kimi burjuva partileri tarafından iktidar mücadelesinin bir aracı olarak kullanılmaktadır. TKİP ile ayrılığımız bu gerçeklerin tespitinde başlıyor? TKİP, subjektif tahliler yapıyor, kendi isteklerini, düşüncelerini kitlelerin de isteği ve düşüncesiymiş gibi gösteriyor! Örnek olarak gösterilen olaylar ve eylemlerden yola çıkılarak „yeni bir devrimler dönemi“ yaratılıyor. Aslında ortada yeni bir devrimler dönemi yok. Bir zamanlar sosyalist ve halk demokrasisi ülkelerinde Revizyonizmin egemen hale gelmesinden bu yana emperyalizmin egemenliğinin pekişmesi söz


TKİP devrimci durumun varlığından açıkça sözetmiyor. Ama propaganda ve ajitasyonunda devrimci durumu varsayıyor. Parti olarak işçi sınıfı ile bağ kurmanın ne kadar gerekli olduğunu anlatıyorlar ve şöyle diyorlar: “TKİP’nin 2000’li ilk yıllarla birlikte netleşen yeni tarihsel dönem değerlendirmesi, onun her alanda ve her bakımdan kendini gerçek bir devrim örgütü olarak geliştirme çabasına yeni bir düzeye çıkardı, ona yeni bir güç ve ivme kazandırdı. Buna yönelik görevler daha somut, daha canlı ve daha coşkulu bir anlam kazandı. Bundan böyle TKİP için sorun, devrime genel bir hazırlık olmaktan çıktı, gelmekte olan yeni devrimler dönemine tüm cephelerde bilinçli bir somut hazırlık halini aldı. “ (Ekim, sayı 283, sf. 12-13) “Ve bütün bunlara anlam kazandıran, bütün bunlara maddi-toplumsal bir zemin sağlayacak olan işçi sınıfı ile devrimci bütünleşme ihtiyacı... Sınıfla bağ, sınıfın bugünden geleceğin devrimci süreçlerine hazırlanması, sıraladığım koşullar temelinde, asıl tayin edici sorundur. Devrimci durum ile devrim durumu, yani devrimin kendisi arasında temel önemde bir fark vardır. Bir toplumda devrimci duruma ilişkin koşullar oluştuğunda, eğer toplumda nesnel konumuyla devrimi temsil eden sınıf iyi-kötü bir hareketlilik ve girişkenlik içerisinde değilse, devrimci durum devrime dönüşemez.” (Ekim, sayı 284, sf.6, IV. Kongre açılış konuşması) TKİP için artık sorun, gelmekte olan yeni devrimlere somut hazırlanmakmış!!! Nazım Hikmet vakfının yaptığı “Devrimden Sonra” isimli bir sinema filmi var. Kitleler bir sabah uyandığında, devrimin olduğunu görüyorlar. Galiba TKİP’te bir sabah uyandığımızda devrimin olduğu müjdesini bize verecek!!! Yukarda yaptığımız alıntılarda doğrularla yanlışlar içiçe duruyor. Tabi ki, sınıfla bağ kurma gerekliliği konusunda söylenenler doğru. Doğru da, bu “yeni devrimci dönem” olmasa da doğru. Ya da “her dev-

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

TKİP ve devrimci durum

rimci durumun devrime yol açmayacağı bağlamında söylenenler doğru görüşler. Orada da problem şu: Devrim işçi sınıfı önderliği olmadan da olur, olur da o yarı yolda kalır! Arap Baharında olduğu gibi. Lenin devrimci durumu şöyle açıklar: “Marksistlere göre, devrimci bir durum olmaksızın bir devrim olanaksızdır: ama her devrimci durum da devrime götürmez. Genel konuşulduğunda, bir devrimci durumun belirtileri nelerdir? Şu üç ana belirtiyi ileri sürersek, kanımca kesinlikle yanılmış olmayız: 1) Egemen sınıflar için, egemenliklerini biçim değiştirmeden sürdürmek imkânsız olduğunda; “üst katmanlar”ın şu ya da bu bunalımı, egemen sınıfın siyasetinin bir bunalımı, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak bir gedik açtığında. Bir devrim olması için, kural olarak, “alt katmanlar”ın eski biçimde “yaşamak istememeleri” yetmez, “üst katmanların” eski biçimde “yaşamamaları” gerekir. 2) Ezilen sınıfların sıkıntıları ve sefaleti alışılmış ölçütten daha da şiddetlendiğinde. 3) Yukarıdaki nedenlerin sonucu olarak, “barışçıl” dönemlerde soyulmalarına hiç seslerini çıkarmadan katlanan, ama fırtınalı zamanlarda hem tüm bunalım durumu ve hem de bizzat “üst katmanlar” tarafından bağımsız tarihsel eyleme itilen kitlelerin eylemliliği oldukça arttığında. Yalnızca tek tek grupların ve partilerin değil, tek tek sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu nesnel değişiklikler olmaksızın, bir devrim -kural olarakolanaksızdır. Bu nesnel değişikliklerin hepsine birden devrimci durum denir. Böyle bir durum 1905’te Rusya’da ve Batı’daki bütün devrimci dönemlerde vardı; gerçi aynı durum 1860’larda Almanya’da, 1859-61 ve 1879-80’de Rusya’da varolduğu halde, bu durumlarda devrim olmadı. Niçin? Çünkü her devrimci durumdan devrim çıkmaz; bir devrim, ancak, yukarıda sayılan nesnel değişikliklerin yanısıra, öznel bir değişiklik de olursa meydana gelir, yani: devrimci sınıfın, bunalımlı dönemlerde bile, “devrilmediği” takdirde “devrilmeyen” eski hükümeti devirmek (ya da sarsmak) için yeterince güçlü kitle eylemleri yapma yeteneği.” (Lenin. II. Enternasyonal’in Çöküşü, aktaran Leninizm Defterleri, 2. Defter, Proleter Devrimin Teorisi, s.125,126, İnter yayınları)

konusu. Subjektif öge objektif imkânların çok gerisinde. Evet isyan için, devrim için milyonlarca gerekçe ve sebep var. Ve halklar da yer yer ayaklanıyor. Siyasi devrimler gündeme geliyor. Fakat bu yeni bir durum değil. Yeni denilecek tek şey bizim. Revizyonhizmin tahribatı ile ortaya çıkan zayıflığımız. „Yeni dönem“ ler ilan edip, kendi kendimize gaz verecek yerde, gerçekleri olduğu gibi kavrayıp, onu değiştirmek için gerçek görevlere sarılmak doğru olandır.

Lenin’in devrimci durum hakkında yazdıkları bağlamında KK/T de durum nedir? Birincisi: Ülkelerimizde hâkim sınıflar aralarındaki

53


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

çelişmelere, dalaşlara rağmen, kendi belirledikleri yöntemlerle yönetebilecek durumdadır. İkincisi: Ezilen, sömürülen sınıflar ekonomik durumdan yakınmalarına, ekonominin gidişatından hoşnutsuz olmalarına rağmen, düzene karşı ‘bağımsız tarihsel eylemler”i sözkonusu değildir. Üçüncüsü: Kitlelerin bağımsız tarihi eyleminde gözle görülür bir artış yok. Var olan esas olarak hâkim sınıfların saldırı ve baskılarına karşı, kazanılmış kimi hakları geri alma girişimlerine karşı savunma mücadeleleri. Bu mücadeleler genelde düzen içidir ve birçok halde egemen sınıfların kendi aralarındaki iktidar dalaşında, onların bir kesiminin mücadelesinin kuyruğuna takılabilmektedir. Yani kısacası KKT açısından somut konuştuğumuzda devrimci durum yoktur. “Yaklaşan yeni devrimler dönemi” yaratılması ve bunun “devrime somut hazırlık” siyasetine gerekçe yapılmaya kalkılması yanlıştır. TKİP, kendi subjektif isteğini gerçeğin yerine koymakta, kendi örgütlü mücadelesini halkın mücadelesi yerine koymaktadır. TKİP, ülkelerimizde yürüyen kimi mücadeleleri olduğundan fazla abartmakta ve “gelmekte olan devrimlere” her alanda hazırlandığını iddia etmektedir! Adeta devrim kapıda bekliyormuş gibi siyaset geliştirenler, kitlelere yanlış bilinç vermektedir.

TKİP’in referansı Deniz Gezmiş çizgisidir

54

TKİP, referans aldığı Deniz Gezmiş çizgisi bağlamında şöyle diyor: “Deniz Gezmişler ‘71 Devrimci Hareketi’ni simgelemekte, ‘71 Devrimci Hareketi ise reformizden kopuşu ve devrim bayrağının yükseltilmesini temsil etmektedir. TKİP, bugünün Türkiye’sinde, Denizler’in açtığı devrim bayrağını tüm cephelerde tutarlılık ve kararlılıkla taşıyan, bunu devrim tarihimizin tüm kazanımlarını kucaklama ve yeni bir düzeyde yaşatma tutumu ve pratiği ile birleştiren tek gerçek devrimci partidir.“ (Ekim, sayı 283, sf. 2) Deniz ve arkadaşları devrimci idi. Yaşamlarını savundukları dava uğruna feda ettiler. Korkusuz, militan ve baş eğmez tutumları ile devrimci saflarda haklı bir üne kavuştular. Gençliğin hareketine militan bir karakter aşılayarak örnek devrimciler oldular. Denizler, o dönem TİP’in reformist görüşlerine karşı, devrimin parlamenter yoldan olamayacağını vurgulamış, kitlelerin devrimci, militan bir aygıta sahip olması gerektiğini belirtmişlerdir. Burjuva reformiz-

minden kopuşun, düzene karşı militan ve ödünsüz bir başkaldırının temsilcisiydi onlar. Denizlerin tavizsiz devrimci tavırlarından öğrenme, geleceğe taşıma komünistlerin görevidir. Denizlere sahip çıkılırken aynı zamanda onların yanılgılarını ortaya koyma ve yanlış düşüncelerini eleştirme görevimiz var. Denizlere ancak böyle sahip çıkılır. Denizler devrimciydi ama komünist değildi. Fırtınalı yıllarda kavgada en öndeydi. Her komünist olan, devrimcidir aynı zamanda. Fakat her devrimci olan kimse komünist değildir. Bir devrimcinin komünizme sempati duyması veya komünizmi savunduğunu söylemesi ve hatta bu uğurda kendi hayatını ortaya koyması yetmez. Komünist olmak; bilimsel sosyalizmi özümsemek ve onu pratikte uygulamaktır. Her türden revizyonist-oportünist odaklara karşı Marksizmi-Leninizmi savunmaktır. Kendini, MarksizmLeninizme özünde düşman olan ideolojilerden ayırmasını bilmektir. Deniz ve arkadaşları Kemalizm savunuculuğu yapıyorlardı. O dönemde “sol” içinde egemen olan Kemalizm hayranlığı idi. Kemalizm, o günkü hareket içinde egemen olan düşünceye göre “antiemperyalizm”di, devrimcilikti! Bütün kötülükler Kemalizmden uzaklaşıldığı için ortaya çıkmıştı. Deniz Gezmiş mahkeme savunmasında “Bu memlekette Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. ...onun istiklali tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz.” derken, aynı dönemin komünist devrimcisi İbrahim yoldaş ise; “Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.” tespitini yapıyordu. 71 hareketinin tek simgesi Deniz ve arkadaşları değildir. 71 Hareketi denilince akla Mahir, Deniz ve İbrahim gelmektedir. TKİP, Denizlerin mirasına sahip çıktığını söylerken, Denizlerin yanlışları hakkında bir değerlendirme yapmamaktadır. (Bkz. Ekim, sayı 247, sf. 17) Yukarıda her devrimci olanın komünist olamayacağını belirttik. Deniz ve arkadaşları da küçük burjuva devrimcileri idi. TKİP’in referans aldığı küçük burjuva devrimcileridir. Oysa TKİP, “komünist” olduğunu ve yaklaşmakta olan devrimlere önderlik etmek için hazırlandığını iddia ediyor! TKİP de komünizm adına konuşmasına, “Tek gerçek devrimci parti” olma burnu büyük övürmelerine rağmen KK/T deki küçük burjuva devrimci örgütlerden biridir yalnızca. Denizlerin mirasına sahip çıktığını söylemesi bu anlamda doğrudur.


Suriye’deki savaş gerici mi? TKİP Suriye’de ki iç savaşı bir bütün olarak değerlendirdiğinde “gerici bir iç savaş” olarak nitelendirmektedir. „AKP iktidarının emperyalizmin dümen suyunda İran’a cephe alması, Suriye’deki gerici iç savaşta aktif taraf olması...”) (Ekim, sayı 283, sf. 7)

“ABD ile Türkiye, Suudi Arabistan, Katar gibi zorba güçlerin güdümünde hareket eden gerici Suriye muhalefeti, emperyalist saldırı için çağrılar yapmaktadır. Bu güçlerin amacı, Baas yönetimini yıkıp Şam’da amerikancı bir dinci-gerici rejim kurmaktır. Dolayısıyla bunlar “özgürlük savaşçıları” değil, emperyalizmin ve gericiliğin soysuz tetikçileridir.” (3 Ağustos 2012 tarihli TKİP bildirisi. Bkz. http://www.tkip.org) Görüldüğü gibi Suriye’deki bütün muhalefet güçleri aynı çuvala konuyor ve gerici oldukları değerlendirmesi yapılıyor! Herşeyden önce faşist Baas rejimine karşı ayaklanma haklı bir ayaklanmadır. Bugünkü iç savaş çıkış noktasında halkın önemli bir bölümünün faşist diktatörlüğe karşı –silahhsız-ayaklanmasıdır. Bu gerçeğin atlanması, Baas rejimi ile ayaklanmanın aynı kefeye konması, ayaklanmanın haklı olduğunun gözlerden gizlenmesi yanlıştır. Bu birincisi... İkincisi: Suriyeli “muhalif güçler” homojen bir yapıya sahip değildir. Bütün muhalefetin ortak paydası Esad karşıtı olmaktır. Bu muhalefet içinde çok çeşitli güçler var. Sünni İslamcılar, radikal şeriatçı Sünni İslamcılar, liberal demokratlar, kendine sosyalist ve komünist diyen bir dizi küçük gruplar var. Muhalefet hareketi içinde bir bütün olarak Sünni İslamcılar taban ve örgütlenme olarak en güçlü kesim. Şimdi bütün güçlerin “ABD ile Türkiye, Arabistan, katar gibi zorba güçlerin güdümünde hareket eden gerici Suriye muhalefeti” genellemesi içinde bir çuvala doldurulması, bu hareket içinde savaşan ve dış müdaheleye karşı çıkan güçleri yok sayan, bu anlamda gerçekleri çarpıtan bir tavırdır. Bunun dışında bu genelleme ile örneğin Suriyeli Kürtlerin mücadele içindeki özel konumu da atlanmaktadır PYD, Batı Kürdistan’da kitle tabanı açısından en güçlü Kürt örgütlenmesi olarak görünüyor. Uzun süre Esad güçleri ile çatışmaya karışmayan bu güçler, şimdi Esat güçlerinin saldırı hedefi haline geldiler ve çatışıyorlar. Kısacası Suriye’de savaşan muhalifler çok parçalı bir hareket. Esad rejimine karşı savaşın haklı bir yanı vardır. Esad rejimine karşı mücadele cephesinde haklı, devrimci bir savaş yürütenler de vardır. Bu güçler, muhalefet içinde egemen görünen İslamcı güçlere göre zayıf da olsalar, varlar. Savaşıyorlar. Devrimciler, demokratlar, sosyalistler, komünistler bu güçlere destek verme yükümlülüğüne sahiptir. Tüm muhalefet güçlerinin gerici ilan edilmesi ve Suriye’de yürüyen iç savaşta haklı bir yanın görülmemesi, “yakınlaşmakta olan devrime önderlik” etmek için kolları sıvayanlara

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

TKİP, T.C’nin emperyalizmin taşeronu olduğunu ve Ortadoğu’da emperyalistlerin hizmetinde vurucu bir güç olduğunu söylüyor. Şöyle yazıyorlar: “Türk burjuvazisi ve devleti, tarihsel davranış çizgisini sürdürerek, halen bu bölgede emperyalizmin taşeronu ve vurucu gücü olarak hareket etmektedir.“ (Ekim, sayı 283, sf. 5) „Türkiye hali hazırda kendisini çevreleyen bütün bir bölgede, fakat özellikle de Ortadoğu’da, emperyalizmin taşeronu ve vurucu gücü konumundadır.“ (Ekim, sayı 283, sf. 6) Türkiye emperyalizme bağımlı orta düzeyde gelişmiş kapitalist bir ülkedir. TKİP’de, Türkiye’nin konumunu böyle açıklıyor. Türkiye’nin emperyalizme bağımlı olması, Türk hâkim sınıflarının kendi özel çıkarları ve siyasetleri olmadığı; Türk hâkim sınıflarının hiçbir “bağımsız”hareket alanı olmayan emir erleri olduğu anlamına gelmiyor. Türk hâkim sınıflarının “bağımsız” hareket alanı bugün küçümsenmeyecek derecede geniştir. Türkiye’nin bağımlı olması, emperyalist emellerinin olmadığı, kendi içinde ve yakın çevresinde haydutluk yapmayacağı, ezen konumda durmayacağı anlamına gelmiyor. Türk devleti, Türk olmayan ulus ve milliyetlere karşı en başından itibaren ırkçı bir siyaset temelinde ezen konumdadır. Kuzey Kürdistan, T.C’nin iç sömürgesidir. T.C. devleti yalnızca işte değil, dışta da sömürgeci ezen konumundadır. Kuzey Kıbrıs 1974’ten bu yana T.C’nin işgali altındadır. Emperyalistlerin saldırı örgütü olan NATO içinde, Türk ordusu en büyük ordulardan biri olarak bir dizi ülkede asker bulundurmaktadır. Bosna’da, Afganistan’da, Güney Kürdistan’da Türk ordusu yalnızca emperyalist ülkelerin değil, aynı zamanda ve öncelikle Türk hâkim sınıflarının da çıkarlarını savunmak için oradadır. Buralarda Türkiye emperyalist saldırı ve işgalin ortağıdır. Türk devletinin emperyalizmin “taşeronu” olduğu ve emperyalistlerin verdiği görevleri yerine getirdiği söylemleri, Türk devletinin bugünkü konumunu ve Türkiye gerçekliğini kavramayan söylemlerdir.

T.C Emperyalizmin taşeronu mu?

55


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 56

yakışmıyor! Bir başka gariplik de tabii, “yaklaşmakta olan… yeni devrimler dönemi” ni, diğer abartıların yanında “Mısır ve Tunus’taki mücadeleler” ile gerekçelendiren TKİP’in aslında açıkça bu mücadelelerin bir devamı olarak ortaya çıkan Suriye’deki iç savaşı bir bütün olarak gerici ilan etmesidir.

sf. 5) Yaptığımız alıntıların uzun olduğunun farkındayız. Fakat böbürlenen, kendisini olduğundan büyük gösteren TKİP’in söylemlerinin bütünlük içerisinde bilinmesi gerekir. TKİP, kendi dışındakilere ateş yağdırıp, en keskin „komünist“ havası atarken, devrimci grupları bir kalem darbesi ile yok etmektedir! Somut konuşmak yerine genel tespitler yaparak, bizim dışıÜlkelerimizde TKİP’den başka kimse mızdakiler bittiler, tükendiler söylemleri boş laftır. kalmadı mı? Biz tüm devrimci yapılar adına konuşma hakkına saTKİP ‚sol‘ hareket hakkında genel değerlendirmeler hip değiliz ama ülkelerimizde onlarca devrimci gruyapıyor. Bu genel değerlendirmelere bakıldığında, ül- bun olduğunu biliyoruz. Bir şey yok ilan edilmekle kelerimizde TKİP’den başka devrimci grupların kal- yok olmuyor! TKİP tüm sol grupların “bir stratejiden madığı, hepsinin tükendiği, stratejilerinin olmadığı yoksun” olduğunu iddia ediyor! TKİP, bütün devrimanlaşılıyor. Arenada sadece TKİP kalmış ve TKİP’te ci örgütleri, bizi ve savunduğumuz çizgiyi inceledi ülkelerimizde gelmekte olan devrime hami? Nerede belgeleri? Devrimci örgütlezırlanıyormuş! Şöyle yazıyorlar: rin “açık bir strateji”leri yok diyor„Geleneksel sol dediğimiz bu sanız, öncelikle araştırma yaAKP KK/T önceen değişik türden partiler ve pacaksınız. Yazıp çizmeden likli olarak işbirlikçi bügruplar tablosuna toplu olaönce araştırmanızı en başa yük burjuvazinin çıkarlarını rak baktığımızda, önemli koyup konuşacaksınız. savunan bir parti konumundadır. bir bölümünün devrimci Bunu yapmadığınız koAKP, emperyalist devlet, kurum ve tekimlik yönünden artık şullarda konuştuklarıtükendiğini, geriye kanızın bir değeri yoktur. kellerle ilişkilerde, işbirlikçi siyasete uylanların ise halen bügun bir politika izliyor. Türkiye kapitaliz- Örgütüne iman etmiş, yük bir erozyon içinonun her dediğini kaminin temel özelliği emperyalizme bağımlı de olduğunu, tasfiyeci bul hazır olanlar dışınolmasıdır. Buraya kadar TKİP ile aramızda da bu lafların bir değısürüklenmeler içinde farklılık yok. Ayrılık noktası Türkiye’de aynı akibete doğru yol eri yoktur. aldığını görüyoruz.“ Devam edelim. 1970’li ki iç dinamiklarin küçümsenmesi, iş(Ekim, sayı 286 sf. 2) yıllarda bir dizi program birlikçi burjuvazinin konumunun „Sol hareketin hemen tüm ve platform ortaya konulkomprodor burjuvazi konugrupları bugün açık bir stratemuş! Bunlardan bugüne hiçmuna sokulmasıdır. jiden yoksundurlar ama pekala bir şey kalmamış! 1970’lerde bir stratejileri de olabilirdi.“(Ekim, komünizmin kızıl bayrağını yesayı 286 sf. 6) niden yükselten İbrahim Kaypakkaya “Her mesele üzerine kalem oynatabilen, iri iri idi. İbrahim Kaypakkaya,1972 koşullarında tabulaflar edebilen bir sürü insan var bugünün Türki- ları yıkan, buzu kıran komünist bir atılım yapmıştı. ye’sinde. Ama yazık ki bunlar içinde çok az devrimci İbrahim’in 1972 koşullarında ortaya koyduğu görüşvar, neredeyse yok denecek kadar az.“ (Ekim, sayı 286 ler esası itibarıyla ML görüşlerdi. ML görüşlerinin sf. 4) yanında kimi hataları da vardı. TKK’li Bolşevikler “70‘li yıllarda bir dizi program ya da platform or- İbrahim’in doğru görüşlerini temel alarak daha da taya konuldu, bunlardan bugüne ne kaldı? İçlerinden ileriye taşıdılar. Kendilerini İbrahim’in Yanlışlarınbazılarının onlarca sayıyı bulan teorik dergileri vardı dan ise arındırdılar. İbrahim’in attığı temel üzerinde ve sayfalarında hemen her sorun tartışılıyordu, bun- bir program ortaya koydular. Bunu TKİP’ten farklı lardan bugüne kalan bir şey var mı? Yoksa eğer neden olarak, araştırıp, inceleyerek yaptılar. TKİP’e öneripeki? Çünkü tüm bu tartışmalar bilimsel temelden miz yüksek perdeden atma yerine, somut konuşmalayoksundu, çoğu durumda safsataya dayanıyordu, rı ve bugün kaybolup giden platformların hangi platböyle olduğu içindir ki çoktan unutulup gittiler.“ (284 formlar olduğunu ortaya koymalarıdır.


Ülkelerimizde “sol” yelpaze içerisinde şöyle bir anlayış var: Türkiye burjuvazisi ve hâkim sınıfları birer kukladır. Türk devleti, emperyalistlerin ileri karakol görevini üzerlenmekte ve emperyalist merkezlerde hazırlanan planları devreye sokmaktadır. TKİP’te buna benzer bir görüşü savunuyor ve şöyle diyor: „Bugünkü koşullarda cisimleşmiş ifadesini AKP şahsında bulan “Türk-islam sentezi” devletin resmi ideolojisi haline getirildi ve tüm topluma dayatıldı. Aynı politika ‘90’lı yıllarda oluşan yeni dünya koşulları içinde bu kez “ılımlı islam” projesi halini aldı, yine emperyalist merkezlerde planlanarak.„(Ekim, sayı 283, sf.9) AKP KK/T öncelikli olarak işbirlikçi büyük burjuvazinin çıkarlarını savunan bir parti konumundadır. AKP, emperyalist devlet, kurum ve tekellerle ilişkilerde, işbirlikçi siyasete uygun bir politika izliyor. Türkiye kapitalizminin temel özelliği emperyalizme bağımlı olmasıdır. Buraya kadar TKİP ile aramızda farklılık yok. Ayrılık noktası Türkiye’de ki iç dinamiklarin küçümsenmesi, işbirlikçi burjuvazinin konumunun komprodor burjuvazi konumuna sokulmasıdır. Bilindiği gibi komprador burjuvazi emperyalizme göbekten bağımlı esasta “acenta” konumumda, emperyalist tekellerin temsilcisi konumundaki burjuvazidir, “bağımsız” hareket alanı olağanüstü sınırlıdır. KK T de egemen olan işbirlikçi, tekelci büyük burjuvazi bu konumu çoktan aşmıştır. Küçümsenmeyecek bir öz sermaye birikimine sahiptir. Komprador konumunda olanlara göre çok daha geniş bir “bağımsız” hareket alanına sahiptir. Türk ekonomisi anda ki durumda dünyanın 17. büyük ekonomisi konumundadır. Burjuvazi 10 yıl içinde ilk

TKİP kendisini nasıl tanımlıyor? Gerçekte nedir? TKİP, ülkelerimizde yaklaşmakta olan devrimlere önderlik edeceğini iddia ediyor! Diğer yandan ise kendi durumunu şöyle açıklıyor:

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

Her şey emperyalist merkezlerde mi planlanıyor?

ona girmeyi önüne hedef olarak koymuştur. İşbirlikçi burjuvazi, çıkarlarına uygun görmediği siyasetler bağlamında, emperyalistlerle çelişme içerisine de girebilmektedir. Yani her şeyin emperyalist merkezlerle planlanıp Türkiye’de uygulandığı söylemleri, bu mutlaklıkta Türkiye gerçeğini kavramayan söylemlerdir.

Ülkelerimizde çok kalem oynatan bir sürü insan varmış! “Ama yazık ki bunlar içinde çok az devrimci var, neredeyse yok denecek kadar az!“ TKİP böyle yazıyor. Arena’da bir tek TKİP var! TKİP dışında çok az devrimci kalmış! TKİP, doğruları ve olumlu gelişmeleri kendisiyle başlatmaktadır. Her şeyi benle başlatıp, benle bitirme tavrı inkârcılıktır. TKİP merakımızı giderseydi ve son kalan(!) bir kaç devrimciyi de açıklasaydı faydalı bir iş yapmış olurdu! Aydınlanırdık! Mao’nun çok güzel bir lafı vardır : „Kibirdir yorulup yolda kalan!“ der! Komünist olan böbürlenmez! Kibir ve böbürlenme tipik bir küçük burjuva tavrıdır.

“... henüz işin başındayız ve dolayısıyla buradan bakıldığında henüz gerçek manada bir parti değiliz.“ (Ekim sayı 285, sf 3) Evet, biz sosyalizmle sınıf hareketinin devrimci örgütlü birliği manasında, henüz gerçek bir sınıf partisi değiliz. (Ekim, sayı 285, sf. 3) „Henüz kitlelerle sağlamca bağlar kurmakta, kitle mücadelelerine önderlik etmekte anlamlı bir başarının sahibi değiliz.“ (sf 3) „Bugünün Türkiye’sinde, siyasal mücadelede hiçbir gerçek işlevi kalmamış kırk türlü marjinal grubun buna rağmen şu veya bu şekilde varolabilmesinin gerisinde, henüz konumunun ve misyonunun hakkını verebilen gerçek manada devrimci bir sınıf partisi olamamamız gerçeği var.“ (sf. 4) TKİP’in kendisi bağlamında yaptığı bu tespitler doğrudur. Doğrudur da, daha önce aktardığımız “tek devrimci” vs,. olma böbürlenmelerini nereye koyacağız? Biz TKİP‘ten proletarya adına doğru bir tutum, doğru çözümler getirmesini zaten beklemiyoruz. Ülkelerimizde, revizyonizme, küçük burjuva oportünizmine, anarşizme ve Troçkizme karşı ideolojik mücadele yürütülmeden, etkisi kırılmadan proleter devrimci bir gelişme istenilen ölçüde gelişemez. Oportonizm ve revizyonizm derin köklere sahiptir. Komünistler, oportonizme karşı mücadele edilmeden, emperyalizme, faşizme karşı mücadele edilemeyeceğinin bilincindedirler. Sovyet devriminde Menşeviklerin, Sosyal devrimcilerin proletaryayı nasıl arkadan hançerlediği unutulmamalıdır. Nes­nel ko­şul­la­rı abartma, düş­ma­nı tak­tik alan­da kü­çüm­se­me, kit­le­le­rin ruh ha­li­ni he­sap­la­ma­ma, işçiçi kuyrukçuluk yapmanın adıdır TKİP. Nisan 2013 ✓ 57


“Halkların Demokratik Kongresi Üzerine”

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

başlıklı yazı üzerine Bizim önemli ölçüde doğruların savunulduğu bir çatı partisinde yer almamız için mutlaka çatı partisinin devrimci bir platforma sahip olması beklenmemelidir. Bu en ideal olanıdır, biz böyle bir çatı partisinin içine girip bu programın devrimci bir platforma dönüşmesi için mücadele etmeliyiz. Gerisi “hariçten gazel okumaktır”.

D

58

ergimiz Yeni Dünya İçin ÇAĞRI’nın 161. Sayısında “Halkların Demokratik Kongresi Üzerine” (HDK) bir yazı yayınlandı. Yazıyı okuduğumda gördüğüm bazı sorunlar üzerine tavır takınma gereği duydum. HDK, 17 siyasi parti ve örgütün yer aldığı bir çatı parti oluşumu. HDK’nın kuruluş amacı yazının başında olumlu olarak özetlendikten sonra, bizim çatı partisine yaklaşımımız ve HDK’ya eleştirimize geçiliyor. HDK veya HDP’nin nasıl bir oluşum olması gerektiğini sorup şu cevabı veriyoruz: “Buraya kadar kısaca HDK’nın gelişim sürecini ve yaptıkları kongreler hakkında bilgi verdik. HDK’ya eleştirel notlar yöneltmeden önce, HDK’nin nasıl bir işleve sahip olması gerektiği hakkında ki düşüncemizi anlatmak istiyoruz. Biz bir çatı partisi düşüncesini ve bu yönde atılan adımları olumlu buluyoruz. Olumluluktan anladığımız, HDK’nın bir çatı partisi olması, ülkelerimizdeki faşist sisteme karşı asgari müşterek ilkelerde birleşilmesi ve ajitasyon propaganda serbestliğinin olmasıdır. Olumluluktan anladığımız, devrim talepleri ile reform taleplerinin birbirinden ayrılması ve reform taleplerinin devrimci taleplerle birleştirilmesidir. Olumluluktan anladığımız, çatı partisinin işlevinin doğru anlatılması ve yığınlara yanlış bilinç verilmemesidir.” Burada genel anlamda bakıldığında bir sorun yok. Yazının sonuna kadarda eleştiri bu hedef doğrultusunda

yürüyor. Yazıda getirilen eleştirilerde önemli ölçüde doğru. Eleştirdiğim nokta şudur: önce biz bütün bu eleştirilerimize rağmen böyle bir çatı partisi içerisinde yer alacak mıyız? Almayacak mıyız? Yazıda bu konuda bir tavır yok. “Biz bir çatı partisi düşüncesini ve bu yönde atılan adımları olumlu buluyoruz.”deyip, nasıl olması gerektiğini belirtip orda duruyoruz. Önce HDK’nın “bir renk cümbüşü” olarak eleştirilmesi doğru değil. Bizde bu oluşuma katıldığımızda bu renk cümbüşü içerisinde olacağız. Önemli olan burada savunulan içeriktir. Yazıda HDK’nın programı değerlendirilirken “HDK programında, Genel Kurul kararlarında ve sonuç bildirgelerinde ileri sürülen taleplerin büyük çoğunluğu doğru taleplerdir. Yanlış olan öne sürülen kimi taleplerin mevcut sistem içerisinde gerçekleşmeyeceğidir.”tespiti yapılmaktadır. Zaten bu çatı partisini oluşturan parti ve örgütlerin büyük çoğunluğu devrimci değil reformist örgütler. Biz ülkelerimizde burjuva anlamda da olsa demokrasinin olmadığını, bu ülkede faşizmin olduğunu savunuyoruz. Demokratik devrim programı geniş bir ittifakı gerektiren bir programdır. Eğer böyle bir çatı partisinde kendimizi ifade etme özgürlüğümüz varsa, yani propaganda ve ajitasyon özgürlüğü varsa, böyle bir çatı partisinde yer almalıyız. HDK tüzüğünün 4. Maddesinde bu açıkça belirtilmektedir. Tüzüğün ilgili 4. Maddesinin ç ve f maddeleri açıkça ifade ve düşünce özgürlüğünü güvence altına almıştır. Bizim bu


kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

gazel okumaktır”. Dergimizin 18. Sayfasında HDK programının 21. Maddesindeki demokratik özerklik konusunda HDK içerisinde kendini komünist olduğunu iddia edenlere getirilen eleştiri de yanlıştır. HDK programının 21. Maddesi şöyledir: “Kürt sorunu; barış ve demokratik çözüm... 21. Kongremiz, tüm kimliklerin farklılıklarıyla varlığını korumasını savunur; eşit ve özgür yurttaşlık hukuku içerisinde yaşama hakkına sahip olduklarını, temel bir ilke olarak kabul eder. Kürt halkının temel hak ve özgürlüklerine bu ilkesel tutum çerçevesinde yaklaşan Kongremiz, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana çözümsüzlüğe mahkûm edilen Kürt sorununun, barışçıl demokratik ve eşit haklara dayalı çözümünü savunur, bunun için mücadele eder. Yakılarak, yıkılan boşaltılan köylerden zorla göç ettirilen yurttaşlarımızın geri dönüş hakkının sağlanmasını savunur. Kongremiz, Kürt halkının Demokratik Özerklik kararını, Kürt sorununun çözümünde önemli bir girişim olarak değerlendirir. Demokratik Özerkliğin, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinde, halkların özgür ve gönüllü birliğinde önemli bir rol oynayacağını savunur.” Görüldüğü gibi HDK programında Kürt sorununun gerçek çözümü diye bir görüş savunulmamaktadır. Eleştirimiz, bu örgütlerin Kürt sorununda gerçek çözümün devrimle olacağını neden propaganda etmedikleri üzerine olsa anlaşılırdı. Sonuç olarak, bu yazıda önemli ölçüde getirilen eleştirilere katılıyorum. Ben yazıdaki böyle bir çatı partisine katılacak mıyız, katılmayacak mıyız temelindeki muğlaklığa dikkat çekmek istedim. Biz böyle bir çatı partisine propaganda, ajitasyon temelinde katılabiliriz ve HDK’nın tüzüğünde de, bu düşünce açık bir biçimde var. YDİ Çağrı okuru 25.02.2013 ✓

düşünceyi olumlu bulup eksiktir diye eleştirmemiz doğru değildir. Tüzüğün bu hükmü kongre bileşenlerinin de birbirlerini eleştirme haklarını tanıdığını ifade etmektedir. Tüzüğün ilgili maddesi şöyledir: “Madde 4: Kongrenin İlkeleri a) Kongre, tüm demokratik muhalefet güçlerinin özgül mücadele alanlarını ortak mücadele alanı olarak kabul eder; b) Devletten, sermayeden, hükümetlerden ve onların kurumlarından bağımsızdır; c) Halkların kendi gelecekleri ile ilgili her konuda demokratik temelli hak taleplerini ve kararlarını esas alır; ç) Demokratik muhalefet güçlerinin irade ve inisiyatifinden hareketle bileşenlerin, ifade, düşünce ve inanç özgürlüğünü tanır; demokratik, katılımcı ve şeffaf bir işleyişi benimser; d) Kongre bileşenleri, kongreye kurumsal ve bireysel kimliklerini koruyarak katılabilir; e) Delegelerin insanlığa, halka, doğaya ve mensubu olduğu tüm kongre kurullarına karşı sorumluluğunu esas alır; f) Tüm karar alma süreçlerinde azınlık görüşlerin ifade haklarını korur; g) Tüm karar alma mekanizmalarında cinsiyet eşitliğini esas alır ve uygular; h) Tüm karar alma mekanizmalarında gençlerin temsiliyetini esas alır ve uygular. ı) Tüm karar alma mekanizmalarında bireylerin temsiliyetini güvence altına alır ve uygular. i) Aday olduğu takdirde engellilerin karar alma mekanizmalarında temsiliyetini güvence altına alır.” Kaynak:internet HDK sitesi Bizim önemli ölçüde doğruların savunulduğu bir çatı partisinde yer almamız için mutlaka çatı partisinin devrimci bir platforma sahip olması beklenmemelidir. Bu en ideal olanıdır, biz böyle bir çatı partisinin içine girip bu programın devrimci bir platforma dönüşmesi için mücadele etmeliyiz. Gerisi “hariçten

59


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 60

Halkların Demokratik Kongresi üzerine bir kez daha D ergimizin 161. sayısında „Halkların Demokratik Kongresi“ni irdeleyen bir yazı yayınlandı. Bir okurumuz, 25.02.2013 tarihli bir yazı ile yanlış olduğunu düşündüğü konular hakkında tavır takındı. Okurumuzun getirdiği eleştiriler bağlamında tavrımız şöyledir: „HDK” diyor okurumuz “17 siyasi parti ve örgütün yer aldığı bir çatı parti oluşumu”dur. Bu konuda gerçek durum şöyle: 12 Haziran 2011 seçimleri arifesinde, 17 siyasi parti ve örgütün içerisinde yer aldığı “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” oluşturulmuştu. Halkların Demokratik Kongresi, 15-16 Ekim 2011’de Ankara’da yapılan ve iki gün süren kongrede kuruldu. HDK içerisinde, 20’yi aşkın siyasi parti ve hareket ile onlarca kitle örgütü var. HDK, sadece ‘sol-sosyalist’ güçler ve Kürt hareketiyle sınırlı değil. Emek ve meslek örgütleri, bağımsız bireyler, ekoloji mücadelesindeki oluşumlar, LGBT bireyler, feminist çevreler, farklı inanç grupları, birçok halklardan temsiliyetlerin yer aldığı bir oluşumdur HDK. Okurumuz, “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” bileşenlerinin HDK içerisinde olduğu gibi yer aldığını sanıyor. Ama yanılıyor. “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” içerisinde yer almayan kimi parti ve kitle örgütleri de HDK oluşumu içerisinde yer aldı. Örneğin, ESP “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu” içerisinde yoktu. Bağımsız adaylarla 2011 Haziran seçimlerine katıldılar. Daha sonra HDK’nin oluşumunda yer aldılar. Bu anlamda okurumuzun, HDK içinde “17 siyasi parti ve

örgüt” var tespitleri gerçeği tam olarak yansıtmıyor. Yazımızda, HDK’nin nasıl bir oluşum olması gerektiğini ve çatı partisinden ne anladığımızı, hangi şartlarda bir çatı partisi içinde yer almanın doğru olacağını ortaya koyduk. Yazının geneline bakıldığında, bugünkü yapısı ve pratiği ile HDK içerisinde yer almayacağımız sonucu ortaya çıkıyor. Ama okurumuzun eleştirisinde haklı bir yön var. Biz bugün HDK içinde, onun bir bileşeni olarak neden yer almayacağımızı bir cümle ile daha açık yazabilirdik. Okurumuzun bu bağlamda getirdiği eleştiri haklı bir eleştiridir. “HDK adeta bir renk cümbüşüdür” tespitimizi doğru bulmuyor okurumuz. HDK yazısında bu bağlamda yaptığımız tespitler şöyledir: “HDK adeta bir renk cümbüşüdür. Kendilerine komünist, Marksist, devrimci etiketi yapıştıranlar da bu oluşum içerisinde yer almaktadır. Hangi amaçlar uğruna birlik? Kiminle birlik? sorularına doğru yanıt verilmesi gerekir. HDK içinde kendilerine komünist, Marksist, devrimci ismini veren grup ve parti bulunmaktadır. Bunların hepsinin aynı zamanda komünist isme layık olmaları mümkün değildir. Gerçek komünistlerin işçi sınıfına ve emekçi kitlelere bilimsel sosyalizmi taşıma ve ML temelde eğitme görevi var. Ajitasyon-propaganda özgürlüğünü savunmak komünistlerin görevidir. Komünistler, ML olmadığını düşündüğü örgütlerin sahte komünistliğini teşhir etme, devrimci kitlelerin eylem içinde de, gerçek komünistler ile sahteleri arasında bir seçim yapabilme imkânını


kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

Okurumuz, HDK ile ilgili yazdığımız yazıdan şu alıntıyı yapıyor: “HDK programında, Genel Kurul kararlarında ve sonuç bildirgelerinde ileri sürülen taleplerin büyük çoğunluğu doğru taleplerdir. Yanlış olan öne sürülen kimi taleplerin mevcut sistem içerisinde gerçekleşmeyeceğidir.” Alıntının ardından okurumuzun yorumu ise şöyle: “Zaten bu çatı partisini oluşturan parti ve örgütlerin büyük çoğunluğu devrimci değil reformist örgütler. Biz ülkelerimizde burjuva anlamda da olsa demokrasinin olmadığını, bu ülkede faşizmin olduğunu savunuyoruz. Demokratik devrim programı geniş bir ittifakı gerektiren bir programdır. Eğer böyle bir çatı partisinde kendimizi ifade etme özgürlüğümüz varsa, yani propaganda ve ajitasyon özgürlüğü varsa, böyle bir çatı partisinde yer almalıyız.” Burada okurumuz ajitasyon propaganda serbestli-

ğini, HDK gibi bir örgüte katılma veya katılmamanın tek belirleyici kıstası yapıyor. Bu bizce yanlış bir yaklaşım. HDK bir eylem birliğinden çok öte bir şey, bir çatı partisi, bir cephe örgütüdür. Bir somut eylem için evet, yalnızca ajitasyon/propaganda serbestliği o eyleme katılıp katılmama için belirleyici kıstas haline getirilebilir. Fakat önüne Türkiye/Kuzey Kürdistan’nın “demokratikleştirilmesi” ni koyduğunu söyleyen bir örgüt için bu yeterli bir kıstas değildir. Biz HDK programı hakkında şunları da yazdık: “HDP’nin programı reformist bir programdır. BDP’nin reformist çizgisi HDP’yi şekillendirmiştir. HDP dışındaki grup ve partiler BDP’nin kuyruğuna takılmıştır.”(sf. 19) HDK’nın ileri sürdüğü taleplerin büyük çoğunluğu reform talepleridir. Tabii ki bu reform talepleri doğru taleplerdir. Biz komünistler reform talepleri için de mücadele ederiz, etmeliyiz. Bizi reformistlerden ayıran nokta, reform mücadelelerini devrime hizmet edecek biçimde yürütmektir. Yazımızda ortaya koymaya çalıştığımız gibi, HDK’nin programında reform talepleri ile bu sistem yıkılmadan gerçekleşmesi mümkün olmayan kimi talepler birbirine karıştırılarak, bir ayrım yapılmadan yan yana, arka arkaya konmuştur. HDK bu sistem içerisinde, seçimlere katılarak iktidara gelmeyi ve iktidara geldiğinde ise programını uygulamayı hedeflemektedir. HDK’nın devrim taleplerinin bu sistem içerisinde gerçekleşecekmiş gibi sunması kitlelerin kandırılmasıdır. Okurumuz, “bir çatı partisinde yer almamız için mutlaka çatı partisinin devrimci bir platforma sahip olması beklenmemelidir” derken yanılıyor. Geçici, yapılan bir eylemle sınırlı bir eylem birliği ya da bizim somut bir eyleme gidip katılmamızla (bunun için eylemin ille de devrimci bir platforma sahip olması gerekmez) HDK gibi bir örgütün ayrı şeyler olduğunu görmüyor. Devamla, çatı partisinde “devrimci bir platforma dönüşmesi için mücadele etmeliyiz” tavrını takınıyor. Biz tabii ki Türkiye’de demokrasi mücadelesi yürüttüğü iddiasında olan ve en azından lafta bütün devrimci güçleri kendisine katılmaya çağıran bir örgütlenme içinde o örgütün yanlış olan çizgisini, doğru hale getirmeye çalışma görevine de sahibiz. Getirdiğimiz eleştiriler de bu amaca hizmet ediyor. Ve biz tabii ki bu mücadeleyi doğrudan “içten” de vermek isteriz. Bunun için ama ön şart, HDK içinde, HDK belgelerinde vaat edilen demokrasinin HDK içinde işlemesidir. Karşılıklı eleştiri imkânının olmasıdır. Vs. Biz çok istediğimiz için “hariçten ga-

elde etmeleri için çalışma görevleri var. Komünist olduğunu iddia eden her örgütün yapması gereken işlerden biri budur. Devrimci örgütler arasındaki görüş ayrılıklarının üstünü örtmek; sanki aralarında bir görüş birliği varmış bilincini vermek; sağlam bir birlik varmış gibi göstermek bilinçlerin karartılmasıdır. Görüş ayrılıklarının üzerinin örtülmesi, gerçek komünistlerle, sahte komünistler arasındaki farklılığın görülmemesi anlamına gelmektedir. İşte bu yüzden komünistler, asgari müşterek birliklerde ajitasyon-propaganda özgürlüğünün vazgeçilmez savunucuları olmak zorundadır.” (YDİ Çağrı, sayı 161 sf. 14-15) HDK içerisinde, devrimciler, reformistler, Troçkistler, Yeşiller ve dinciler var. “Anti-kapitalist Müslüman Gençler” de HDK içerisinde yerlerini aldılar. HDK, 10-11 Kasım 2012’de Ankara’da yaptığı kongre de, “Müslüman Gençler” adına Muhammed Cihad Ebrari de bir konuşma yaparak pozisyonlarını açıkladı. HDK’nın bir renk cümbüşü olduğu tespiti gerçeğin açıklanmasıdır. Bizi rahatsız eden bu değildir. Tersine, bir cephe örgütünün – ki çatı partisi aslında bir cephe örgütüdür- bir renk cümbüşü olması normaldir ve istenen bir şeydir. Böyle bir çatı partisinde yer almak için iki nokta bizim için ilkesel bir sorundur. Bizim içinde yer alacağımız bir çatı partisinin platformu egemen sömürücü sisteme karşı devrimci bir nitelikte olmalıdır ve ikincisi bu çatı partisine katılan siyasi partiler/gruplar kendi siyasi yapılarını, bağımsızlıklarını koruyabilmeli, ajitasyon propaganda serbestliğine sahip olmalıdır. Bu iki şartın olduğu yerde çatı partisine katılmamak - onun içinde reformistler vs. olduğu gerekçesiyle - çocukluk olur.

61


✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 62

zel” okumuyoruz. Bizim bu bağlamda, HDK’nin kimi yerel ayaklarında yaşadığımız deneyim, teoride savunulan “demokrasi” nin HDK içinde işlemediğidir. Eleştiri özsel noktalara yöneldiğinde “eleştiri özgürlüğü” lafta kalmaktadır. HDK içinde, kamuoyu önünde açık ideolojik mücadeleye izin verilmiyorsa, reformist platformun nasıl devrimci platforma dönüştürüleceğinin cevabını okurumuz vermelidir. Biz ideolojik- siyasi- ve genel örgütsel görüş ayrılıkları üzerine kamuoyu önünde açık mücadeleden, doğru –yanlışın mücadelesinin açık yürütülmesinden yanayız. Görüş ayrılıkları vardır, kaçınılmazdır, hep olacaktır. Bunlar üzerine açık tartışmaktan korkulmamalı, bunun önüne çeşitli bahanelerle setler çekilmemelidir. Toplumun gerçek öncü insanlarının doğruyla yanlışı, bunların kamuoyu önünde açıkça tartışılması temelinde kendilerinin ayırabilmesi imkânının yaratılması, kitlelerin doğruya kazanılması için farklılıkların açıkça ortaya konması gerekmektedir. Ajitasyon ve propaganda özgürlüğü demek, HDK somutunda sadece HDK bileşenlerinin kendi örgütsel yapılarını korumak ve kendi propagandalarını yapması özgürlüğü değildir. Ajitasyon ve propaganda özgürlüğü demek, azınlık görüşlerinin kendini ifade edebilmesi de değildir. Ajitasyon ve propaganda özgürlüğü demek, aynı zamanda örneğin HDK bileşenlerinin birbirlerini kamuoyu önünde açıkça eleştirme hakkının da olması demektir. Sorulacak soru şudur: HDK bileşenleri bir platform etrafında birleşirken, birbirlerini kamuoyu (kapalı kapılar arkasında değil) önünde eleştiriyorlar mı? HDK’nın tüzüğünde ve temel metinlerinde bununla ilgili bir açıklama var mı? Yok. Çünkü, kamuoyu önünde eleştiri getirmenin, HDK’ya zarar verdiği algısı var. Kamuoyu önünde eleştiri getirmek, bir saldırı olarak algılanıyor. HDK ile ilgili yazdığımız

yazıda, ajitasyon ve propaganda özgürlüğünün olmadığını anlattık. Okurumuz diyor ki, hayır, ajitasyon ve propaganda özgürlüğü var. Okurumuz HDK tüzüğünün dördüncü maddesine atıfta bulunuyor ve tüzüğün ç) ve f) fıkralarının, “açıkça ifade ve düşünce özgürlüğünü güvence altına” aldığını iddia ediyor. HDK ile ilgili yazımızda, tüzüğün 4. maddesi hakkında şunları yazdık: “Tüzüğün 4. maddesinde kongrenin ilkeleri anlatılmaktadır. İlkelerin ç) şıkkında; “bileşenlerin, ifade, düşünce ve inanç özgürlüğünü”n tanınacağı söylenmektedir. Yani kongre bileşenlerinin düşüncelerini ifade etme ve arzu edilen dine inanma özgürlüğü vardır. Tabii ki burada söylenenler yanlış değil ama eksiktir. Kongre bileşenleri, birbirlerini eleştirebilmeli ve kamuoyu önünde açık ilkeli ideolojik mücadele hakkına sahip olmalıdır. Kongre bileşenlerinin arasındaki görüş ayrılıklarının üzerinin örtülmesi, sanki aralarında bir görüş birliği varmış havasının verilmesi, sağlam bir birlik varmış gibi gösterilmesi bilinçlerin karartılması ve kitlelerin aldatılmasıdır. HDK oluşumunda yer alanlar öncelikle ayrılık noktalarını yok saymamalı ve bu ayrılıkların neler olduğunu da açıklamalıdır.” (sf. 15) Burada yazdıklarımız açık ve net. HDK içinde, her grup ve parti kendi düşüncesini savunuyor ve propagandasını yapabiliyor. Ama bu durum ajitasyon ve propaganda özgürlüğü açısından yeterli değil. Sorunun can alıcı noktası, kamuoyu önünde açık ilkeli eleştirilere tahammül edilip, edilmeyeceği sorunudur. Okurumuz, HDK programının 21. maddesine yönelttiğimiz eleştirimizin de yanlış olduğunu söylüyor. Ne yazmıştık? HDK programının 21. maddesi demokratik özerklik konusundaki tavrını açıklıyor ve şöyle diyor: “Kongremiz, Kürt halkının Demokratik


10.04.2013 ✓

kavganın doğrusu / doğrunun kavgası

nın Türkiye kamuoyunun gündemine gerçekçi, uygulanabilir ve alternatif bir tartışma olarak sunulması gerekiyor. (Dikkat, tartışılan “gerçek demokrasiye sahip olup olmama sorunudur.! -BN) “HDK, Türkiye’de demokrasinin kazanılmasının bir parçası olan yerel yönetimlerin merkezin vesayetinden kurtulması ve demokratik özerklik hedefinin yaygınlaştırılması amacıyla yerellerde ve merkezde (adem-i merkeziyetçi yerel yönetim anlayışı, merkezden yerele yetki devri, yerel özerklik ve statü, yerinden yönetim ilkelerinin geliştirilmesi, demokratik özerklik ve Türkiye, özerk bölge yönetimlerinin ve meclislerin oluşması vb. konularda) sempozyumlar, toplantılar ve etkinlikler düzenler.“ İşte HDK’ne göre “gerçek demokrasi”ye gidişin yolu ve yöntemi bu! Gerçek demokrasi için çare: Demokratik özerklik. “Demokratik Özerklik” aslında yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve kültürel kimi hakların elde edilmesidir. “Demokratik Özerklik“ sistem içerisinde getirilen ve zoraki birliğin temellerine yönelmeyen bir modeldir. Talep edilen özerklik gerici burjuva demokratik ülkelerdeki eyalet sisteminin bir versiyonudur. Özerk bölgeler veya eyaletler kültürel işlerle meşgul olurken, merkezi otorite tüm gücünü sermayenin emrine vermektedir. Türkiye’de „Demokratik Özerklik“ talebi demokratik bir taleptir. „Demokratik özerklik“ düne göre ileri bir adım olmasına rağmen, ne genelde demokrasi ne de özelde ulusal sorunun gerçek anlamda çözümü değildir. Bu talep zoraki birliğin bir miktar yumuşatılması talebidir. Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında ulusal sorun proleter devrimin bir parçasıdır. Ulusal sorunun Türkiye’deki gerçek çözümü proletarya önderliğinde gerçekleşecek demokratik devrimle mümkündür. Çözüm bu ise hâkim sınıflarla yapılacak pazarlıklar sonucu Kürt sorunu çözülemez. Eğer Kürt sorununun çözümünden kendi kimlikleri ile tanınması, Kürtlerin varlığının kabul edilmesi ve hâkim sınıfların makul göreceği kimi hakların verilmesi anlaşılıyorsa, o zaman devletin sorunun çözümüne el atmasını istemek ve beklemek anlaşılır bir durum olur. Ama bunun adı Kürt sorununun gerçek çözümü değildir. Devletin Kürt sorununu gerçek anlamda çözme gibi bir işlevi ve derdi yoktur. Kürt sorununun gerçek çözümü devrim işidir. Gerçek çözümden yana olan, devrimden yana olmak zorundadır.

Özerklik kararını, Kürt sorununun çözümünde önemli bir girişim olarak değerlendirir. Demokratik Özerkliğin, aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesinde, halkların özgür ve gönüllü birliğinde önemli bir rol oynayacağını savunur.” 13-14 Mayıs 2012’de yapılan birinci Genel Kurul’un aldığı kararlarda da aynı savunu tekrarlanmaktadır. Demokratik Özerkliğin Kürt ulusunun gerçek kurtuluşu olarak sunulması, Abdullah Öcalan, PKK ve BDP’nin savunduğu bir modeldir. Bu modelin Kürt öncü güçlerinin savunduğunu ve reformist bir konumda olduklarını biliyoruz. Ama ilginç olan HDK içerisinde yer alan ve komünist olduğunu iddia edenlerin, Kürt ulusunun gerçek kurtuluşu olarak sunulan demokratik özerklik modeline tek eleştiri yöneltmemeleridir.” (sf. 18) Bu tespitlere okurumuz karşı çıkıyor ve şöyle diyor: “Görüldüğü gibi HDK programında Kürt sorununun gerçek çözümü diye bir görüş savunulmamaktadır. Eleştirimiz, bu örgütlerin Kürt sorununda gerçek çözümün devrimle olacağını neden propaganda etmedikleri üzerine olsa anlaşılırdı.” Doğru, HDK Programında “Demokratik Özerkliğin gerçek kurtuluş” olduğu şeklinde bir ifade yok. Ne diyor HDK? “Demokratik Özerklik” modeli “Türkiye’nin demokratikleşmesinde, halkların özgür ve gönüllü birliğinde önemli bir rol” oynar diyor. Hem Kürt sorununun çözümü hem de Türkiye’nin demokratikleştirilmesinin devrim sorunu olduğu ise hiçbir yerde yok. Öyle olduğu zaman da ortaya çıkan sonuç, demokratik özerkliğin gerçek çözüm olduğudur. Demokratik Özerklik” modeli ile Türkiye gerçek anlamda demokratikleşemez. Ulusal sorunun çözülmesi ancak ülkelerimizin demokratik bir ortama kavuşması ile çözülebilir. Ulusların kendi özgür iradeleri ile karar verebilecekleri şartların yaratılması gerekir. Ülkenin demokratikleştirilmesi, Demokrat Halk Devriminin tam zaferine bağlıdır. Halkların kendi özgür iradeleri ile karar vermesi ve gönüllü olarak birlikte yaşaması bu sistemde mümkün değildir. HDK’nın 13-14 Mayıs 2012’de Ankara’da yapılan Genel Kurulunda, alınan kararların beşincisi şöyledir: “DEMOKRATİK TÜRKİYE İÇİN ADEM-İ MERKEZİYETÇİ YAPI ve YEREL ÖZERKLİK Türkiye’nin esas problemi gerçek bir demokrasiye sahip olamamasıdır. 2013 sonuna çekilmesi planlanan yerel seçimlere ilişkin sistem tartışmasına bağlı olarak, demokratik özerklik ve yerinden yönetimin güçlendirilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi konuları-

63


“Arap Baharı” Tartışması Üzerine Görüşlerimiz

okur mektubu

İ

64

lk olarak “Arabız, isyancıyız, kavgada kararlıyız.” sloganının gösterilerde bizim kortej tarafından atılması üzerine yapılan tartışma üzerine görüşlerimizi belirtelim. Bizlerin dünya görüşü diyalektik materyalizmdir. Toplumsal olayları da incelerken de tarihi materyalizm görüşüyle anlatmaya çalışırız. Dünya tarihi sınıf mücadelesi tarihidir. Burjuva düşünürlerinin dediği gibi ulusların kendi aralarında yaptığı savaşların tarihi değildir. Bundan dolayı Araplarla ilgili kullandığımız slogan tamamen yanlıştır. Bizim bütün felsefemize zıttır. Bu düşünceyi doğru bulursak, aynı sloganı Çerkezler, Kürtler, Abazalar, Lazlar da atabilir. Hatta en başta Türkler atabilirler. Bu gibi sloganların hiçbir sınıfsal anlamı yoktur. Gelelim diğer eleştirilerimize ve bunlara verilen cevaplara... Başta devrim sözcüğünün anlamını anlatmaya çalışalım. Devrim kelimesinin sözlük anlamı şudur.”Genel olarak, yerleşik toplum düzenini, devlet ve toplum yapısını tümüyle değiştiren, köklü, hızlı ve kapsamlı dönüşümdür.” Marksist literatürde ise; üretim aletlerine sahip olan sınıf toplumun ilerlemesinde bir engel teşkil ettiğinde ve bunun sonucu olarak halkın rejimden hoşnutsuz olması ve yığınlar halinde iktidara karşı devrimci sınıf önderliğinde baş kaldırması sonucu iktidardaki sınıfı baş aşağıya etmesine devrim denir. Emperyalizm çağında devrime önderlik edecek tek sınıf proletaryadır. Yani çağımız proleter devrimler çağıdır. Şimdi “Arap baharı”ında gelişen olayları devrim olarak niteleyen anlayışa yaptığımız eleştirilere, yayın organlarında verilen cevaplara değineceğiz. Bizim “Arap Baharı” denen olaylarla ilgili yaptığımız eleştiriler kısaca şöyleydi. “Arap Baharında olan olaylar hakim sınıfların kendi arasındaki çelişkilerden kaynaklanan olaylardır. Evet halk yığınlarında iktidardakilere karşı bir hoşnutsuzluk var. Ancak ayaklanmanın başını çekenler gerici yobaz kesimdi. Bunun sonucu olarak da gerici yobaz kesimler iktidara geçti. Devlet yönetiminde sınıfsal bir değişim olmadı. Bunun için bu olaylara devrim diyemeyiz” Bu eleştirilerimize karşı takınılan tavırlara cevap vermeye çalışacağız.

“Bu hareketlerin sonucu bir anlamda devrimdir. Ne anlamda? Şimdiye kadarki yöneticilerin devrilmesi ile sonuçlanma anlamında siyasi devrimler söz konusudur. Fakat gidenlerin yerine gelen emekçilerin, halkların iktidarları değildir. Burjuvazinin iktidarlarının şimdiye kadarki temsilcileri olan kimi diktatörler devrilmiştir, yerine yine burjuvazinin temsilcisi olan başka siyasi güçler işbaşına gelmiştir. Henüz bu devrilenlerin yerine gelenler istikrarlı yeni bir yönetim oluşturamamışlardır. Bir çok ülkede mücadeleler sürmektedir.” “ ‘Bu eylemler toplumsal tarihi ilerleten eylemler değildir.’ tespitiniz de yanlıştır. Bu hareketler halkın gücünü göstermiştir. Halkın kendiliğinden hareketi devrimci/komünist öncünün iradesi dışında, gerekli koşullar oluştuğunda, bıçağın kemiğe dayanması, ‘böyle yaşamaktansa ölmek yeğdir’ noktasında ayaklanması ile başlar. Bu harekete önderlik edebilecek, onlar içinde örgütlenmiş bir komünist öncü varsa, bu hareket, ayaklanma devrim ile sonuçlanabilir. Nitekim sübjektif öğe olmadığı, zayıf olduğu için bu ülkelerde halk hareketleri sonucu halk iktidara gelmedi. Bu ülkelerde gelişme yönüne bakıldığında, henüz iktidar mücadelesi sonuçlanmamış olsa da, faşist diktatörlükler yerine, ılımlı İslamcı da olsa, emperyalizme bağımlı, gerici burjuva demokrasisi yönünde ilerlemenin toplumsal tarihi ilerleten eylemler olduğu tespit edilmek zorundadır.” “Her devrimin temel sorunu siyasi iktidar sorunudur. Siyasi devrim var olan siyasi bir iktidarın, hükümetin halk ayaklanması sonucu, zor ile yıkılmasıdır. Siyasi devrim bir bütün devrim süreci açısından esasta devrimin başlangıcı olarak kavranmak zorundadır. Siyasi devrimin bu içeriği ile gelişmeleri değerlendirdiğimizde; hem Tunus’ta ve hem de Mısır’da yaşanan gelişmelerin devrim olarak tanımlanması doğrudur.” “Arap Bahar’ına bir anlamda devrim denir” görüşüne yaptığımız eleştiriler karşılığında bize verilen cevapları yukarıda alıntı olarak verdik. Başta şunu söylemek istiyoruz. Verilen cevaplar karşısında şok olduk. Biz eleştirilerimizi yaparken yukarıda yazdığımız ML devrim anlayışına göre yapacağız. Yoldaşların anlayışına göre eski yönetimin devrilip yeni


okur mektubu

iktidardan indirdi. Afganistan Demokratik Cumhuriyet’ini kurdu. (27 Nisan 1978) Yeni yönetimin programında kadınlara eşit haklar, toprak reformu ve klasik ml doğrultuda yönetsel önlemler yer alıyordu. Ancak Mollalar bu programa karşı büyük direnç göstermeye başlamışlardı. Bu durum üzerine 5 Aralık 1978’de Sovyetler Birliği (SB) ile Afganistan arasında yapılan Dostluk, İyi Komşuluk ve İşbirliği Anlaşmasına dayanarak SB 27 Aralık 1979 tarihinde Afganistan’a girdi. SB işgal ettiği tarihte kadınların % 98’i okuma yazma bilmiyordu. SB Afganistan’ı 15 Şubat 1989’da terk ettiğinde; Kadınlar ülkedeki doktorların % 40’ını oluşturuyorlardı. Kabil Üniversitesi’ndeki öğrencilerin % 65’ini kadın öğrenciler oluşturuyordu. Bazı aile mahkemelerinde kadın hakimler başkanlık yapıyorlardı. Çalışan kadınların sayısı 50 kat artmıştı. 1987 itibariyle, inşaat, matbaa, gıda işleme, radyo ve TV haberciliğinde büyük oranda kadınlar çalışmaya başlamıştı. SB geri çekildikten sonra, Taliban’ın yobaz rejimi iktidara geldi. Her iki olayda da iktidardakiler değişmiştir. Acaba bu değişimler siyasi devrimler midir? Hayır, her ikisi de siyasi devrim değildir. Her ikisinde de iktidardakiler sınıfsal olarak değişmemiştir. SB’nin iktidarda olduğu dönemlerde kadın haklarına reformlar yapmasına rağmen siyasi devrim değildir. Türk devrimi durumu ile ilgili olarak Lenin’in söylediği görüşler doğrudur. Çünkü Jöntürk devrimi eğer başarılı olabilseydi, Saltanatı yıkıp yerine burjuva devrimini gerçekleştirecekti. Tam da bu noktada tespit yapmaktadır. “Yukarıda bahsedilen Arap Baharı, Arap Devrimi”nde iktidar kanadında, devletin yönetim şeklinde bir değişim olmamıştır. Tam tersi kadınların haklarında, azınlık haklarında daha da geriye gidiş vardır. Yeniden “Türk Devrimi”ne gelirsek Lenin buna kısaca Türk Devrimi demiştir. Hemen hemen kendiliğinden bir halk ayaklanması da yoktur, buna rağmen Türk Devrimi demiştir. Konunun özüne dönecek olur isek, Arap Baharı noktasında ezilen yoksul Arap halklarına kitlelerin gücünün önünde, örgütlü olduğunda hiçbir gücün duramayacağını göstermiştir. Biz komünistler açısından ise çıkartılması gereken ders kendiliğindenci hareketlerin hangi koşullarda ve ne zaman yükseleceğini beklemeden her an duruma hazır olmamız gerektiğini bilince çıkartmıştır. Bir grup YDİ Çağrı okuru 19.01.2013 ✓

yönetimin iktidara gelmesi bir siyasi devrimdir. Yoldaşlar için kimlerin başa geldiği hiç önemli değildir. Yoldaşlar için burjuvazinin diğer kesiminin başa gelmesi siyasi devrim olması için yeterlidir. Emperyalizm çağında olduğumuz için milli burjuvazinin önderliğindeki devrimler dönemi de kapanmıştır. Bırakın milli burjuvaziyi Mısır ve Tunus’da başa gelenler dinci şeriat isteyenlerdir. Mısır’da başa gelenler Müslüman Kardeşlerin temsilcisi Mursi’dir. İlk iş olarak kadınların kara çarşafa girmesini sağlamış, devlet televizyonunda spikerlerin kara çarşafla haber okumasını sağlamıştır. 15 Aralık’ta yapılan anayasa oylamasıyla, şeriat kanunlarının anayasaya girmesini sağlamıştır. Seçimlerden sonra Mursi Erdoğan tarafından tebrik edilmiştir. Temsilcisi olduğu Müslüman Kardeşler bütün İslam aleminin İslam felsefesi lideridir. Kahire’de İslam dini üzerine çok büyük Üniversiteleri vardır. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen Müslümanları burada eğitmektedir. “Arap Baharını” başlatan Tunus’a gelince; Raşid kendi kendisine AKP’yi örnek aldığını söylemektedir. Bir telefon görüşmesinde Selefiler’e (Toplumun en gerici kesimi şeriatçı) sabır etmelerini en yakın zamanda kendilerine hükümette yer vereceğini söylemiştir. Bu konuşma ortaya çıkınca halktan büyük tepki görmüştür. Ekim ayında yeni anayasayı kabul etmiştir. Anayasada şeriat kanunları vardır. Raşid’e karşı tepkiler artmıştır. 28 Kasım’da büyük protestolar oldu. Polis çok sert bir şekilde müdahale etti. Diğer yandan da İslamcı Ennahda ve Selefiler gösterilerini çoğaltmaktadır. Bu arada ABD Tunus’a 500 milyon Dolar yardımda bulunmuştur. YDİ Çağrı’nın yazdığının aksine emperyalistler bu ülkelere yardım etmektedirler. YDİ Çağrı’nın yukarıdaki devrim anlayışına göre birçok ülkelerde olan olaylara devrim dememiz gerekmektedir. Yoldaşlar, geçmişte bu gibi olaylara takındığımız tavırlar, bugünkü YDİ Çağrı’nın takındığı tavırla aynı değildir. Afganistan işgalini bizler sosyal faşistlerin işgali olarak tanımladık. Afganistan’da faşist diktatörlük kurduğunu tespit etmiştik. Bir o günkü günlere gidelim. 1973 yılında Davud Han liderliğinde Cumhuriyet ilan edildi. 1977 yılında anayasa kabul edildi. Davud Han devrik Kraliyet ailesinin üyelerinden Davud Han’a karşı birleşti. Halk kanadının lideri Hafızullah Amin düzenlediği darbe ile Davud Han ve etrafını

65


✒ okur mektubu

“ ‘Arap Baharı’ Tartışması Üzerine Görüşlerimiz” başlıklı yazıya yanıt “Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganı hakkında

66

“Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganının, çeşitli eylemlerde bizim tarafımızdan atılması ile ilgi olarak sözlü ve yazılı bir tartışma yürüdü, yürüyor. Bu tartışmada kimi okurlar, yoldaşlar, bu sloganın milliyetçi bir slogan olduğu, atılmasının yanlış olduğu görüşünü savundu, savunuyor. Dergimiz üzerinde, 156. ve 161. sayılarımızda bu konudaki tartışmayı devrimci kamuoyu önünde de yürüttük, yürütüyoruz. Bir sloganı doğru ya da yanlış bulmayı doğal buluyoruz ve yanlış bulunan bir konu üzerine tartışmayı da olumlu buluyoruz. Her okur ve de yoldaş yanlış bulduğu konuda mümkün olduğunca yazılı tavır takınırsa, sözkonusu tartışmalar hepimizi ilerletir. Bu açıdan genel olarak tartışmayı gerekli de görüyoruz. Fakat sloganı doğru ya da yanlış bulmaktan bağımsız olarak yoldaşların takındığı tavır, keskin laflara boğulan, ne bizi ne de eleştiriyi okuyacak okurlarımızı iknaya yönelik gerekçelendirmeye yönelik bir tavırdır. Bu konudaki tavrımızı ortaya koymadan önce bu tespitimizi dayandırdığımız bir-iki noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Yoldaşlar “Dünya tarihi sınıf mücadelesi tarihidir.” diyorlar ve de bunu diyelektik-materyalizm adına ya-

zıyorlar. En basitinde dünya tarihi ile insanlık tarihi birbirine karıştırılıyor. Sınıf mücadelelerini yürüten insanlar varolmadan çok önce dünya varolmuştur... Bu arada tabii ki insan toplumunda sınıfların henüz oluşmadığı ilkel komünal toplumu da sınıflı toplumlar arasına katmaktadırlar. Ya da sloganı neden yanlış bulduklarını açıklayacaklarına, “Dünya tarihi sınıf mücadelesi tarihidir.” tespitine dayanarak: “Bundan dolayı Araplarla ilgili kullandığımız slogan tamamen yanlıştır. Bizim bütün felsefemize zıttır.” diyorlar. “Dünya tarihi sınıf mücadelesi tarihidir.” tespiti, bir sloganın doğruluğunun da, yanlışlığının da açıklaması olamaz. Diyalektik ve tarihi materyalist yaklaşım bu “keskin” laflar yerine, her somut slogana, somut olarak ve de içeriğine bakarak tavır takınmayı gerektirir. Yoldaşlarımızın yaklaşımı somut olarak diyalektik ve materyalist bir yaklaşım değildir. Bu tavır kendisini: “Bu gibi sloganların hiçbir sınıfsal anlamı yoktur.” tespitinde de göstermektedir. Sözkonusu sloganın sınıfsal anlamı vardır. Mesele sloganın değerlendirilmesindedir. Yoldaşlar sınıf dediklerinde sadece proletaryayı anlıyorlarsa o da yanlıştır. Toplum sadece bir sınıftan oluşmuyor! Bu noktaya dikkat çektikten sonra slogan hakkındaki eleştiriye bakalım. “ “Arap Baharı” Tartışması


Tunus ve Mısır’daki gelişmelere, halk isyanları sonucu Bin Ali ve Mübarek rejimlerinin yıkılmasına devrim denip denmeyeceği konusunda da sözlü ve

okur mektubu

Devrim nedir tartışması...

yazılı tartışma yürüdü, yürüyor. Dergimizin 160. sayısında bir eleştiri yazısı ile cevabımızı yayınladık. Bu bağlamda dergimizin tavrı devrimci kamuoyuna da sunulmuş durumdadır. Buna rağmen eleştirilere yanıt verilirken doğal olarak kimi tekrarlar kaçınılmaz oluyor. Devrim tanımının nasıl kullanılacağı konusuna geçmeden önce, yoldaşların “Arap Baharı” konusunda yaptıkları değerlendirmeye bakalım. Yoldaşlar: “Arap Baharında olan olaylar hakim sınıfların kendi arasındaki çelişkilerden kaynaklanan olaylardır. Evet halk yığınlarında iktidardakilere karşı bir hoşnutsuzluk var. Ancak ayaklanmanın başını çekenler gerici yobaz kesimdi.” diyorlar. Peki, bu tespitlerin olgularla, somut durumla uzaktan yakından bir ilgisi var mı? Tek kelimeyle yok! Dergimizin sayfalarında gerek Tunus, gerekse de Mısır’daki gelişmeler hakkında olgular ortaya kondu. Sözkonusu olgular bizim ürettiğimiz şeyler değil, tüm medyaya yansıyan verilere dayanan tespitlerdir. Buna göre gelişmelerin hakim sınıfların kendi arasındaki çelişkilerden kaynaklandığını ve de ayaklanmanın başını gerici yobazların çektiğini tespit etmek, gerçekleri tersyüz etmektir. Yoldaşlar sonuçtan yola çıkarak, kendi düşüncelerini olguların yerine koymakta, deyim yerinde ise ikamecilik yapmaktadırlar. Ayaklanmalar, halkın “ekmek ve özgürlük” talepleri temelinde gerçekleşen ve ezilenlerin ezenlere karşı gerçekleştirdiği ayaklanmalar olmuştur. Gelişmeler ezilen sınıflarla ezen sınıflar arasındaki çelişkilerden kaynaklanmıştır. Ateşin fitilini yakan olayın bir seyyar satıcının kendini yakması olayı olduğu, Bin Ali’yi ve Mübarek’i koltuğundan edenlerin emekçi kitleler olduğu olgusu, yoldaşların yanlış değerlendirmesine rağmen ortadan kalkmamaktadır. Ayaklanmaya önderlik meselesi ise kısaca şöyledir: Biz sözkonusu ayaklanmaların kendiliğinden bir hareketin sonucu olduğunu tespit ettik, olgu da böyledir. Aynı zamanda ayaklanmaların en büyük ya da önemli eksikliğinin işçilere, emekçilere doğru bir önderlik yapabilecek komünist bir örgütün olmaması olduğunu vurguladık. Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da da Mübarek koltuğundan edilirken harekete önderlik eden somut bir güç yoktu, tersine kendiliğinden gelişen ayaklanmanın içinde sayısız grup ve örgütler vardı. Biraz “sol” geçinen hatta kendisine “komünist” bile diyen kesimler kendi aralarında belli bir cephe kurmaya çalışsalar da, harekete önderlik edebilecek güçte değillerdi. “Müslüman Kardeşler”, “Ennahda”

Üzerine Görüşlerimiz” başlıklı yazıda, yoldaşlar diyalektik ve tarihi materyalizm dünya görüşünden yola çıkarak, bu sloganın atılmasının tamamen yanlış olduğunu, bizim felsefemize zıt olduğunu savunup, “Bu düşünceyi doğru bulursak, aynı sloganı Çerkezler, Kürtler, Abazalar, Lazlar da atabilir. Hatta en başta Türkler atabilirler. Bu gibi sloganların hiçbir sınıfsal anlamı yoktur.” sonucunu çıkarıyorlar. Diyalektik ve tarihi materyalizm bize; doğa ve toplumsal olaylara yaklaşımın, inceleme yönteminin, ele alış biçiminin, yorumlayış ve değiştirme biçiminin ne olması gerektiğini öğretir. Bu yöntem bize gelişen olayları somut ele almayı, somut incelemeyi öğretir. “Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganını atmak, diyalektik ve tarihi materyalizm dünya görüşüne ters değildir. Tam tersine diyalektik ve tarihi materyalizm dünya görüşünün somuta uygulanmasının doğal sonucudur. Yoldaşlarımız “Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganındaki Arap kelimesini birebir okuyorlar. Birebir okudukları için de sloganın atılmasına karşı çıkıyorlar. “Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganındaki Arap kelimesi birebir Arap olmaya atıf değil, mücadeleye, isyana, mücadelede kararlılığa gönderme yapan bir atıftır. Nasıl ki “hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant’ız!” sloganındaki Ermeni, Hrant kelimesi birebir Ermeni, Hrant olmaya atıf değilse, soykırıma, zulme, katliama, cinayete atıf ise, “Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganı da böyle bir slogandır. “Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganında Arap kelimesini birebir okuyan yoldaşlarımız, slogan içinde sınıfsal anlam arıyor, slogan içinde Arap kelimesini birebir okudukları için de bulamıyorlar. Slogan içindeki Arap kelimesi mücadeleye, isyana, mücadelede kararlılığa çağıran bir atıf olarak görülebilinirse, “sınıfsal anlam” itirazı da ortadan kalkacaktır. “Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganı içindeki Arap olma, bir ulusa atıf değil, devrimci bir ayaklanmaya atıftır. “Arabız, isyancıyız, kavgada ısrarlıyız!” sloganını bu bakış açısı ile diyalektik ve tarihi materyalizm dünya görüşü ile baktığımız, ele aldığımız için doğru buluyoruz.

67


✒ okur mektubu 68

vb. kesimler ilk başta protestolarda bile yoktu. Süreç içinde protestolara katılmaya başladılar ve toplum içindeki nüfuzlarını kullanarak da –aynı zamanda Katar, Suudi-Arabistan vd. destekleriyle de- ön plana çıktılar. İslamcıların ön plana çıkması aynı zamanda kendiliğnden hareketin de ayrışmasını beraberinde getirdi. Bu durumda da harekete önderlik edenlerin gerici yobazlar olduğunu tespit etmek doğru değildir. Seçimlerde islamcıların çoğunluğu kazanması, ayaklanmalara bunların önderlik ettiği sonucunu, tespitini haklı çıkaramaz. Yoldaşlar hem ayaklanmalara önderlik konusunda hem de yaşananlara devrim denip denemeyeceği konusunda temelde bir yanlış yapmaktadırlar: Sonuca bakarak olayları değerlendirmek! Bu tavır da diyalektik materyalist yaklaşıma terstir. Sonuçtan yola çıkarak, ayaklanmanın ilk döneminde de böyleymiş gibi tespit yapıyorlar. Ayaklananlar işçiler, emekçiler, yoksullardı. Kitleler içinde örgütlü devrimci bir öncü olmadığı için, ayaklanmanın sonunda dinci kesim iktidara geldi. Devrim nedir tartışmasına gelince, yoldaşlar, devrim tanımının içeriğini tek bir tanım ile doldurduğu ve devrimden de sadece işçi sınıfı önderliğinde bir devrimi anladığı için Tunus’ta, Mısır’da olanın devrim olarak tanımlanmasını yanlış buluyorlar. Devrim tanımının sözlük anlamını alıntıyla aktarıyorlar. Alıntının kaynağı yok ama sözlüklerde bu tanımında kullanıldığı olgudur. Fakat kullanılan tek tanım bu değildir. Sorun bu tanımın kendisinde ya da aktarılmasında değil, yoldaşların: “Marksist literatürde ise; üretim aletlerine sahip olan sınıf toplumun ilerlemesinde bir engel teşkil ettiğinde ve bunun sonucu olarak halkın rejimden hoşnutsuz olması ve yığınlar halinde iktidara karşı devrimci sınıf önderliğinde baş kaldırması sonucu iktidardaki sınıfı baş aşağıya etmesine devrim denir. Emperyalizm çağında devrime önderlik edecek tek sınıf proletaryadır. Yani çağımız proleter devrimler çağıdır” tespitindedir. Yoldaşlar yine hangi Marksist literatürde bu tanımın kaynağını vermemektedirler, bu tavırları aktardıkları diğer alıntılarda da sürüyor ve bu yanlış bir yöntemdir. Yöntemi bir kenara bırakıp içeriğe bakarsak, yoldaşlar, her somut toplumda “devrimci sınıfın” değişebileceği, devrimci olmanın genel olarak sadece işçi sınıfına ait bir özellik olmadığı gerçeğini bir kenara atmaktadırlar. Devrimci sınıf dendiğinde otomatikmen işçi sınıfını anlıyorlar. Marksizm-Leninizm

bize, işçi sınıfının tek devrimci sınıf olmadığını, ama sonuna dek, yani kapitalizme- emperyalizme karşı mücadelede, sömürü sistemini ortadan kaldırmada sonuna dek tek devrimci sınıf olduğunu öğretiyor. Buna rağmen ama Marksizm-Leninizm emperyalizm çağında da işçi sınıfı dışındaki kimi sınıf ve katmanların devrimci olabileceğini öngörür. Örneğin köylülüğü ve özellikle de emperyalizme bağımlı ülkelerde köylülüğün yanısıra milli burjuvazinin de devrimci bir konum alabileceğini öngörür. Yoldaşlar çağımız proleter devrimler çağıdır derken, bu tespitin birinci kısmını atlamaktadırlar. Doğrusu, çağımız emperyalizm ve proleter devrimleri çağıdır. Bu tespit aynı zamanda bağımlı ülkelerde devrimin burjuvazinin – hangi burjuvazi olduğundan bağımsız- önderliğinde de olabileceğini içerir. Yani, Leninizmin sosyalizme gitmenin yolunu açmada proletaryanın demokratik devrime önderlik etmesini savunması, burjuvazi önderliğinde devrimlerin artık hiç olamayacağı anlamına gelmez. Yoldaşların devrim tanımının sadece proletaryanın iktidara geldiği bir durum için kullanılacağı yaklaşımı Marksizm-Leninizm bilimine terstir. Bu yaklaşıma göre de Tunus ve Mısır’da işçi sınıfı iktidara gelmemiştir, o zaman yaşananlara devrim demek yanlıştır. Öyle ya da böyle, yoldaşlar sorunlara dar bir bakış açısını sergilemektedirler. Sonuçta devrim nedir tartışmasında temel sorun şudur: Devrim tanımını sadece bir içerikle mi kullanacağız, yoksa Marksizm-Leninizm’in öğrettiği ve Komintern’in de yaptığı gibi değişik durumlar için de kullanıp kullanmayacağımız sorunudur. Devrim tanımının dar ve geniş anlamı yayın organlarımızda ortaya konulmuştur. Kısaca özetleyelim: Devrim tanımının dar anlamı: Siyasi devrim, siyasi bir iktidarın, hükümetin halk ayaklanması sonucu, zor ile yıkılmasıdır. Siyasi anlamı ile devrim tanımının içeriği budur. Bu tanım içinde yıkılanın yerine, ondan daha ilericisinin gelmesi şartı yoktur. Örneğin 1979’da İran’da Şah iktidarı, bir halk ayaklanması ile devrildi, yerine faşist Molla rejimi kuruldu. Devrimin dar anlamı ile siyasi anlamı ile değerlendirdiğimizde 1979’da İran’da gerçekleşen devrimdir. Şah rejimine göre Molla rejimi daha geri bir rejim olmasına rağmen bu böyledir. Lenin, Stalin, Komünist Enternasyonal; burjuvazinin şu ya da bu temsilcilerinin, kesimlerinin önderliğinde, siyasi iktidar değişikliklerini devrim olarak adlandırmışlardır. Devrimin nasıl bir devrim oldu-


okur mektubu

söylemek istiyoruz. Verilen cevaplar karşısında şok olduk. Biz eleştirişlerimizi yaparken yukarıda yazdığımız ML devrim anlayışına göre yapacağız. Yoldaşların anlayışına göre eski yönetimin devrilip yeni yönetimin iktidara gelmesi bir siyasi devrimdir. Yoldaşlar için kimlerin başa geldiği hiç önemli değildir. Yoldaşlar için burjuvazinin diğer kesiminin başa gelmesi siyasi devrim olması için yeterlidir. Emperyalizm çağında olduğumuz için milli burjuvazinin önderliğindeki devrimler dönemi de kapanmıştır. Bırakın milli burjuvaziyi Mısır ve Tunus’ta başa gelenler dinci şeriat isteyenlerdir.” tespitlerini yapıyorlar. Yoldaşların siyasi olarak yanlış yaklaşımlarının en açık aynası buradadır. Yoldaşlar “ML devrim anlayışına göre” eleştirilerini yapacaklarını yazsalar da, bu tavırları ML’yi tersyüz eden bir tavırdır. Devrim tanımı konusundaki tartışmayı yukarıda yürüttük. Yoldaşlar devrim denmesi için iktidara kimin geldiğine bakmak gerektiğini, işçi sınıfı iktidara gelmişse devrim, yoksa devrim değildir düşüncesini savunuyorlar. Buna bağlı olarak bize şunlar mal edilmektedir: “Yoldaşlar için kimlerin başa geldiği hiç önemli değildir. Yoldaşlar için burjuvazinin diğer kesiminin başa gelmesi siyasi devrim olması için yeterlidir.” Bizim için iktidara kimin geldiği önemlidir. Mesele toplumsal bir olaya, somutta da Tunus ve Mısr bağlamındaki gelişmelere devrim denip denmeyeceğidir. Bu bağıntıda, yaşanan gelişmelere devrim denip denmemesi için, iktidara kimin geldiği belirleyici değildir. Biz iktidara burjuvazinin başka kesimlerinin iktidara gelmesine dayanarak değil, Bin Ali ve Mübarek rejiminin kitlelerin kendiliğinden hareketi tarafından, zorla yıkılmasına devrim dedik. Bu konuda farklı düşünülebilir ama eleştiri söylediklerimize dayanarak yapılmalı, savunmadığımız şeyler bize maledilmemelidir. Yoldaşlar devrim tanımına sahip çıkmaya çalışırken, gerçekte Tunus ve Mısır’da yaşananları, genelde “Arap Baharı” denen gelişmeleri küçümseme konumundadırlar. Yoldaşlarımıza, Tunus ve Mısır’daki gelişmelerden çıkarılması gereken dersler konusunda dergimizdeki yazılara yeniden bakmalarını tavsiye ederiz. Alıntıda Marksizm-Leninizm’i açıkça tersyüz eden tespit ise: “Emperyalizm çağında olduğumuz için milli burjuvazinin önderliğindeki devrimler dönemi de kapanmıştır.” biçimindeki tespittir. Buna belki yoldaşlarımızın üzerine fazla düşünmeden yaptığı bir tespit diyebiliriz. Ama somut tartışmada savundukları görüşler bu tespitle uyumludur. Savundukları görüşlerle uyumlu olsa da, bu tespit kökten yanlıştır. Milli bur-

ğunu, hangi anlamda devrim olduğunu somut olarak tespit etmişlerdir. Biz de Tunus ve Mısır’daki gelişmeleri somut olarak değerlendirdik ve bu ülkelerde nasıl bir devrim söz konusu olduğunu ortaya koyduk. Örneğin yarıda kalan bir devrim olduğunu da yazdık, ama yoldaşlar somuta bakmıyorlar. Örneğin devrim tanımını kullandığımız yerlerde bile “Tunus’ta Zeynel Abidin’i deviren devrim” (YDİ Çağrı sayı150, sayfa 30) derken, durumu somut değerlendirdiğimiz gerçeğini görmüyorlar. Devrim tanımının geniş anlamı: Toplumsal devrim, eski toplumsal sistemin yıkılması, yerine ondan daha ileri bir toplumsal sistemin kurulmasıdır. Var olan toplumsal yapı çözülecek, yerine ondan daha ileri bir toplumsal yapı konulacak. Devrimin öznesi olan kitlelerin harekete geçmesi, ayaklanması, şiddeti gündeme getirmesi ve kullanması sonucu alt üst oluşun gerçekleşmesi, siyasi iktidarın ele geçirilmesi, yıkılanın yerine, ondan daha ileri bir toplumsal sistemin kurulmasıdır toplumsal devrim. Genelde kullandığımız, ML devrim kavramının içeriği budur. Burada bile devrim tanımının değişik biçimde kullanılması vardır. Yıkılan burjuva toplumu, sistemi yerine sosyalist, komünist bir toplumun, sistemin yerleştirilmesi, ya da inşaası uzun bir süreci kapsayan bir durumdur ve bu durum Marksizm-Leninizm’e göre “sürekli devrim” sürecini oluşturur. Yani iktidar ele geçirildiğinde hemen eski toplumun, sistemin yerine, yenisi yerleştirilemez. Buna rağmen Komünist Parti önderliğinde işçi sınıfı iktidarı ele geçirmişse yaşananın devrim olduğu tespit edilmektedir. “Sürekli devrim” bağlamında iktidarın ele geçirilmesi gerçekte bir başlangıçtır, ama bunun da devrim olarak adlandırılması doğrudur. Devrimin bu içeriği ile baktığımızda, Tunus ve Mısır’da olan toplumsal devrim değildir. Biz de böyle bir tespit ya da değerlendirme yapmadık. Devrim nedir konusundaki tavrımızı özetledikten sonra yeniden yoldaşların bu konudaki eleştirilerine dönelim. Yoldaşlar “YDİ Çağrı’nın bu eleştirilere karşı takındığı tavırlara cevap vermeye çalışacağız.” diyorlar ve bir alıntı aktarıyorlar. Alıntını kaynağı verilmiyor. Alıntının üçüncü paragrafı dergimizin 160. sayısının 57. sayfasından alınmış. Diğer bölümü ise yoldaşların eleştirileri hakkında onlarla yürüttüğümüz bir tartışmadan aktarılmıştır. İçerik olarak alıntıdaki düşünceleri doğru buluyoruz, savunuyoruz. Alıntıyı aktardıktan sonra yoldaşlar: “Başta şunu

69


✒ okur mektubu 70

juvazinin önderliğindeki devrimler tam da emperyalizm çağında gündeme gelmiştir. Emperyalizm çağı, aynı zamanda bağımlı, sömürge ve yarısömürge ülkelerin varlığını içerir. Emperyalizme bağımlı ülkelerin varlığı sürdükçe, şu ya da bu emperyalist güce, devlete karşı bağımsızlık mücadelesi de olacaktır. Bu mücadelede milli burjuvazinin devrimci bir rol ve evet önder rol oynama olasılığı da vardır. Bu bağıntıdaki tartışmalar, özellikle Komünist Enternasyonal’in tartışmalarının önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Lenin Komintern’in II. Kongresine, “Ulusal ve Sömürgesel Soruna İlişkin Tezlerin İlk Taslağı”nı sunar. Kongrede yapılan tartışmalar sonucu tezler karar altına alınır. Tezlerin “en önemli temel düşüncesi, ezen uluslar ile ezilen uluslar ayrımı” yapmasıdır. Ezen ülkelerde başka halkları ezen burjuvazi, devrimin bütün aşamalarında karşıdevrimci bir rol oynar. Ezen ülkelerde kurtuluşun momenti olarak ulusal moment yoktur. Bu nedenle bu ülkelerde burjuvazi ile bu noktada bir ittifakın da temeli yoktur. Buna karşı emperyalizme bağımlı, sömürge, yarı sömürge “ezilen ülke”lerde ulusal sorun devrimin bir momenti olarak gündeme gelir. Emperyalizm, milli burjuvaziyi (orta burjuvazi) de baskı altında tutar ve bu durum milli burjuvazinin bir bölümünün belirli bir dönem, belirli koşullar altında emperyalizme karşı mücadelenin içine girebilmesinin koşullarını yaratır. “Kemalist devrim” emperyalizm çağında ve milli burjuvazinin önderliğinde gerçekleşmiş ve Sovyet Sosyalist Rusya’nın desteğini almıştır. “Kemalist devrim, bir üst tabaka devrimidir; milli ticaret burjuvazisinin bir devrimidir. Bu devrim, (...) aslında köylülere ve işçilere karşı, evet bir tarım devrimi imkanına karşı yönelen, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir.” (Stalin, Cilt 9, sayfa 204, İnter Yayınları) Güdük antiemperyalist devrime önderlik eden sınıf Türk milli burjuvazisidir. Emperyalizm çağında birçok bağımlı, sömürge, yarı sömürge ülkelerde milli burjuvazinin önderliğinde devrimler yaşanmıştır. Kimi ülkelerde de milli burjuvazi, emperyalizme karşı verilen mücadelede işçi sınıfının müttefiki olarak yer almıştır. Çin Devrimi, II. Dünya Savaşı’nda Hitler faşistlerinin işgaline karşı verilen mücadelede olduğu gibi. Emperyalizm döneminde milli burjuvazi önderliğinde devrimler olmuştur ve bu dönem kapanmış bir dönem değildir. “Milli burjuvazinin önderliğindeki devrimler dönemi de kapanmıştır” tespitinden sonra Mısır ve

Tunus’ta durum değerlendirmesi yapılmaktadır. Bu durum değerlendirmesi, yoldaşlar açısından iktidara gelenlerin gerici, dinci şeriat isteyenler olmasına dayanarak, yaşananlara devrim denemeyeceği düşüncesi temelinde yapılmaktadır. Düşünce sistemi kendi içinde uyumlu halde sürdürülmektedir, fakat, yanlışları ortadan kalkmamaktadır. Ayrıca milli burjuvaziyi, milli burjuvazi yapan onların siyasi tavrı değil, ekonomik konumudur. “Dinci şeriat isteyenler” de milli burjuva olabilir. Bu yüzden yoldaşların “Bırakın milli burjuvaziyi Mısır ve Tunus’ta başa gelenler dinci şeriat isteyenlerdir” tespiti, yanlış bir yaklaşımı ortaya koymaktadır. Durum değerlendirmesi bağlamında da vurgulanması gereken esas şey, Tunus’ta, Mısır’da yıkılanın, gidenlerin yerine, halk ayaklanmasına önderlik eden devrimci/komünist bir örgüt olmadığı için –sübjektif öğe olmadığı ya da zayıf olduğu için- burjuvazinin bir başka temsilcisinin, siyasi güçlerin iktidara geldiği; bu ülkelerde yeni gelenler tarafından istikrarlı bir yönetimin de henüz oluşturulamadığı ve iktidar mücadelesinin sürdüğüdür. Diğer noktalarda ise somut duruma bakılmalıdır. Örneğin Mısır’da yeni Anayasa ile eskisinin karşılaştırılması gerekir ki, yeninin ne kadar ilerlemeyi ya da gerilemeyi temsil ettiği söylenebilsin. Medyaya yansıyan tek tek maddelerin değerlendirilmesiyle genel bir değerlendirme mümkün değildir. Durum değerlendirmesi yapılırken “YDİ Çağrı’nın yazdığının aksine emperyalistler bu ülkelere yardım etmektedir.” tespitiyle YDİ Çağrı’nın savunmadığı bir düşünce YDİ Çağrı’ya mal edilmektedir. Her şeyden önce bu konudaki düşüncelerimiz dergimiz üzerinden kamuoyuna sunulmuştur. Emperyalistlerin bu ülkelere yardım etmediği düşüncesini, yoldaşlarla yürüttüğümüz tartışmada da savunan olmamıştır. Tersine hem sözlü hem de yazılı tartışmalarımızda, emperyalist güçlerin ilk anda şaşkınlıkla karşıladıkları, kendilerinden bağımsız gelişmeleri gördüklerinde, derhal ellerindeki tüm imkanlarla bu hareketlerin gerçek bir devrime doğru gelişmesinin önünü kesmek, hareketi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için harekete geçtiklerini vurguladık. Ayrıca emperyalistlerin sözkonusu hareketi boğmaya çalışması ile Tunus ya da Mısır’a –ülkeye değil, ülkedeki egemen sınıflara- destek vermesi bir ve aynı şey değildir.

Afganistan “Yoldaşlar, geçmişte bu gibi olaylara takındığımız tavırlar bugünkü YDİ Çağrı’nın takındığı tavırla aynı


Lenin, 1908 yılında İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesini, sultan ile iktidarı paylaşmasını, mutlak monarşi ile meşruti monarşi arasındaki değişiklik, sistemde temel bir değişiklik olmamasına rağmen, yönetim biçimindeki bu değişikliği devrim olarak adlandırıyor. Lenin’in değerlendirmesi şöyledir: “Türkiye’de Jöntürklerin yönettiği, ordunun devrimci hareketi zafere ulaştı. Ne var ki, Türkiye’nin II. Nikola’sı, ünlü Türk anayasasını yeniden tesis etme sözüyle şimdilik paçasını kurtardığı için, bu zafer sadece yarım bir zaferdir ya da sadece bir zafer kırıntısıdır. Ancak devrimlerde bu tür yarım zaferler, eski rejimden böyle zorla alınmış, acele tavizler, iç savaşın çok daha tayin edici, çok daha şiddetli, büyük halk kitlelerini kapsayan yeni etapları için en emin garantidir.” (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, Sayfa 43, İnter yayınları)

okur mektubu

Jön Türk devrimi

Yoldaşlarımız ise Lenin’in tavrını şöyle yorumluyor: “Türk devrimi durumu ile ilgili olarak Lenin’in söylediği görüşler doğrudur. Çünkü Jöntürk devrimi eğer başarılı olabilseydi, Saltanatı yıkıp yerine burjuva devrimini gerçekleştirecekti. Tam da bu noktada tespit yapmaktadır. Yukarıda bahsedilen “Arap Baharı, Arap Devrimi”nde iktidar kanadında, devletin yönetim şeklinde bir değişim olmamıştır. Tam tersi kadınların haklarında, azınlık haklarında daha da geriye gidiş vardır.” (abç) Lenin’in Jöntürk devrimi değerlendirmesini doğru buluyor yoldaşlar. Fakat ardından ekliyorlar: “Çünkü Jöntürk devrimi eğer başarılı olabilseydi, Saltanatı yıkıp yerine burjuva devrimini gerçekleştirecekti. Tam da bu noktada tespit yapmaktadır.” Bu tavrın adına Lenin’i düzeltme denir. Lenin’i kendi yanlışına ortak etme denir. Lenin gelecekte olabilecek olana göre değil, olana göre tespit yapmaktadır. Yani yoldaşların deyimiyle Lenin, “başarılı olmayan”, “burjuva devrimini gerçekleştir”emeyen bir gelişmeyi “devrim” diye adlandırıyor. Yoldaşlar kendi mantıklarına uygun davransalar, burada Lenin’i de eleştirmeleri gerekiyor. Lenin’in “Türk devrimi” konusunda söylediklerini doğru görüyorlarsa –ki, böyle yazıyorlar- o zaman da kendi tavırlarını, işçi sınıfı iktidara gelmemişse o zaman devrim değildir vb. tavrını gözden geçirmeleri gerekir. Yapmıyorlar! Lenin’i kendilerine uydurarak işin içinden çıkmaya çalışıyorlar. Lenin’in tavrı açık ve net bir tavırdır! Lenin yoldaşlarımız gibi soruna dar bakmadığı, devrim tanımını dar ve geniş anlamıyla kullandığı için ordunun yarattığı değişikliği devrim olarak tanımlıyor. Jöntürk devriminin temelinde halk hareketi yok. Halk ayaklanması yok. Ordu içinde örgütlenme, hareket var. Bu hareketin yarattığı değişikliğe Lenin devrim diyor. Yoldaşlarımız devrimden sadece toplumsal devrimi anladıkları için Lenin’i doğru yorumlayamıyorlar. *** Çok iddialı eleştiriler getiren yoldaşlarımıza önerimiz: Böyle çok iddialı eleştiriler basitçe getirilmemelidir. Araştırma yaparken dikkatli olunmalıdır. Olmayan şeyler, olmuş gibi gösterilmemelidir. Genel tespitler yapmaktan ziyade somuta uygun tespitler yapılmalıdır. YDİ Çağrı 31.01.2012 ✓

değildir.” iddiasını ileri sürüp Afganistan örneğini veriyorlar. Bu örneği verirlerken de iki ayrı durumu, 1973-1979 arası dönemde yaşananlarla, Rus sosyalemperyalizminin (SSCB) Afganistan’ı işgal etmesi, 1979-1989 döneminde yaşananları bir ve aynı şeymiş gibi, ya da bir tek süreç gibi ele almaktadırlar. Biz somut olarak bu iki dönemin birbirinden ayrı ele alınması gerektiğini, Rus sosyalemperyalizminin Afganistan’dan çekilmesinden sonra Taliban’ın iktidara gelmesinin de ayrıca ele alınması gerektiğini düşünüyoruz. Buna rağmen devrim denip denmeyeceği bağlamında, özel olarak o dönemin somutunun araştırılması temelinde tavır takınılması gerektiğini de savunuyoruz. Somutu araştırmadan, belli kalıplara dayanarak devrimdir ya da değildir demenin bilimsel yaklaşıma ters olduğunu düşünüyoruz. Bu konuda dergimizin özel bir araştırması olmadı. Yoldaşlarımız “Acaba bu değişimler siyasi devrimler midir?“ sorusunu sorup “Hayır, her ikisi de siyasi devrim değildir. Her ikisinde de iktidardakiler sınıfsal olarak değişmemiştir.” yanıtını vermektedirler. Siyasi devrim olmadığı konusunda yoldaşlar haklı olabilir. Ama bu tespitlerini, yaşanan olgulara değil, iktidardakilerin sınıfsal olarak değişmediği tespitlerine dayandırmaktadırlar. Bu yaklaşım yanlıştır. Örneğin geri düzeyde bir burjuva demokrasisinden Taliban önderliğinde dinci faşist bir rejime geçiş sözkonusuysa, neden bir “karşıdevrim” sözkonusu olmasın? sorusu gündeme gelebilir. Kalıplarla yaşamın gerçekliği ortaya konamaz!

71


✒ okur mektubu

17

72

Uluslararası Bir Konferans’tan İzlenimler

Nisan 2013’te Berlin Eyalet Parlamentosu’nda Uluslararası bir konferans yapıldı. Konferansın konusu „Geleceğin Suriye’sinde Kürt sorununun çözümü için, diyaloga, demokrasiye ve barışa bir katkı“ idi.. Konferans, Kürt Halkla İlişkiler Merkezi Civaka Azad, Eyalet Parlamentosu Sosyal Demokrat Parti milletvekili Robert Schaddach ve Dialog-Kreis (Türkiye’deki savaşın sonladırılması için taraflar arasında diyaloga aracı olmayı önüne hedef olarak koyan bir STÖ/ Diyalog Çevresi) tarafından düzenlenmişti. Ayrıca birçok STÖ ve kurum da konferansın düzenlenmesine katkı sunmuştu. Konferansın açılışını, Berlin Eyalet Parlamentosu Sosyal Demokrat Parti üyesi Robert Schaddach yaptı. Robert Schaddach, Eyalet Parlamentosu’nda konferansın yapılmasının fikrinin nasıl oluştuğunu anlattı. Giyasettin Sayan (eski Sol Parti milletvekili) ve Kürt Halkla İlişkiler Merkezi’nden Gökay Akbulut’un konuşmalarının ardından „Ortadoğu uzmanı“ Michael Lüders, “Suriye’deki iç savaş ve Batılı güçlerin etkisi“ konulu bir konuşma yaptı. Suriye’de Mart 2011’de önce taşrada geleceklerinden umut kesen genç insanların reform talepleri ile sokağa dökülmesiyle silahsız gösterilerle başlayan sürecin gelinen yerde esasta bir temsilci savaşına dönüştüğü tespiti ile başladığı konuşmasında „Suriye krizinin çözülmesi için öncelikli olarak ABD ve Rusya’nın anlaşması gerektiğini“ belirten Michael Lüders „Türk hükümetinin Öcalan ve PKK ile yaptığı müzakerelerin Suriye’nin geleceğini“ etkilediğini, Suriye’nin geleceğinin belirsiz olduğunu ve Yugoslavya gibi parçalanma tehlikesi olduğunu anlattı. Esad rejiminin Batının hesabından dayanıklı çıktığını söyleyen Lüders, Batılı güçlerin Suriye‘ye müdahale konusunda henüz anlaşamadığını, Rusya, Çin ve İran’ın Esat rejimi yanında yer aldığını, bu birlikteliğin jeo-stratejik bir birliktelik olduğunu söyledi. Türkiye’nin Öcalan ve PKK ile müzakereye başlamasının arkasında Suriye’deki gelişmelerin de yattığını belirten Lüders Türkiye’deki çözüm sürecinin Suriye’yi de etkileyeceğini belirtti. Devamla Michael Lüders, “Bir yandan Türkiye ve İran var. Kürtlerin

mücadelesi Suriye’nin geleceğinde belirleyici olacak. Kürtler, Suriye’de çok zorlu yıllar yaşadı. Fakat unutmayalım ki Kürt sorununu da Kürtler çözecek. Pasta büyük olursa, paylaşımı da kolay olacak. Bunun için de ekonomi gelişmeli, kalkınma olmalı. Bölgedeki azınlıklar, batılı güçlerin kurbanı oluyor. Kürtlerin ortak bir amacı olmalı, fakat bölgeye baktığımızda Irak’taki Kürtlerin çıkarları farklı. Aynı şekilde Suriye’ye ilgi duyan ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın da çıkarları farklı. Lüders Esad sonrası Suriye için birden fazla alternatif olduğunu söyleyerek bu alternatifleri şöyle ifade etti: 1. Radikal Sünni bir İslamcı rejim kurulabilir. Bu durumda Suriye/İran ittifakı çöker. Bu, bir yanı ile Batının işine gelir, fakat bir yanı ile batının istediği bir şey de değildir. Radikal Sünni İslamcı bir rejim intikamcılığa yönelebilir, kontrolden çıkabilir. 2. Suriye’deki devlet birliği çöker; üç veya daha fazla devlet çıkar ortaya. Lüders, bugün Esad’a karşı silahlı mücadele içinde Al Nusra adlı „radikal Sünni İslamcı“ların en güçlü olduğunu, muhalif güçlere verilen ve verilecek silahların bunları daha da güçlendireceği değerlendirmesini yaptı. Al Nusra savaşanlarının çoğunluğunun da Suriyeli olmadığını, dıştan gelen „Cihatçılar“ olduğunu anlattı. Herhalde gelişmenin nasıl olacağı konusunda kesin bir şey söylemenin mümkün olmadığı değerlendirmesini yaptı. İkinci oturumda konuşan tarihçi Dr. Xaled İsa Suriye’deki etnik grupların yaklaşımlarını anlattı. Yakın bir zamana kadar Kürtlerin ikinci bir sınıf olarak görüldüğünü belirten İsa Rojava ( Batı Kürdistan) devrimine kadar Kürtlerin haklarının verilmediğini, Rojava’daki bütün Kürtlerin bu devrime katıldıklarını, bu devriminTürkiye’yi de korkuttuğunu, Suriye’deki muhaliflerin birlik oluşturmadığını ve aralarında birçok görüş farklılığı olduğunu anlattı. Xaled İsa Suriye’de bir yandan bir „radikal Sünni İslamcı“ gelişme olasılığına dikkat çekerken, diğer yanda aslında bu güçlerin serbest bir seçimde en fazla % 20 oy alabileceklerini, bunların çoğunun Suriyeli olmadığı-


okur mektubu

sadece bir Kürt ve Arap Baharı yaşanmadığını, aynı zamanda bir Kadın Baharının da söz konusu olduğunu belirtti. Rojava’da kadınların siyasete katılmasının birçok Batı ülkesinden oran olarak çok daha fazla olduğunu anlattı. Verdiği bilgilere göre Rojava halk meclislerinde kadınların oranı % 40 imiş. Öğle yemeği için verilen arada, Demokratik Birlik Partisi (PYD) Eşbaşkanı Salih Müslüm ve BDP Eşbakanı Selahattin Demirtaş basın toplantısı düzenledi. Salih Müslim, basın toplantısında özetle şunları anlattı: „Suriye’deki Kürtler arasında bir çatışma yok. Kardeş kavgası olmayacak. Kuzey Kürdistan’daki gelişmeler Batı Kürdistanı da etkiler. Türk rejimi, Suriye’deki muhaliflere, Kürtleri kabul etmeyin yönünde baskı yapıyor. Türk rejimi, silah ve para yardımı yapıyor. Suriyeli muhaliflere para ve silah yardımı yapılırken, şart olarak Kürtleri tanımamaları gerektiği baskısı yapılıyor. Kuzeydeki barış sürecine bağlı olarak Türk rejiminin bu baskıları kalkarsa, bizimle Suriyeli diğer muhalifler arasında bir yakınlaşma olabilir. Kuzeydeki anlaşmanın bu yönde faydası olabilir. Batı güçleri ile ilişki geliştirmeye çalışıyoruz. Ama nereye gitsek; hakkımızdaki anti-propaganda bizden önce gidiyor. Türk rejimi bizim PKK olduğumuzun propagandasını yapıyor. Biz nereye gitsek, kendimizi ve toplumumuzun demokratik olduğunu anlatıyoruz. Saldırılar, Esad rejiminin vahşiliğini gösteriyor. Şimdiki kavga iktidar kavgasıdır. Gitmek istemeyen bir rejim var. Batı Kürdistan’daki Kürtlerin hareketlenmesi, Suriye rejimi ile ilgilidir. Kuzeydeki gelişmelerle ilgisi yok. Biz kendimizi savunuyoruz. Türk devleti ile bir ilişkimiz yok. Davutoğlu bazen medya yoluyla mesaj gönderiyor, biz de buna yine medya üzerinden yanıt veriyoruz. Arap muhalefeti Kürtlerin haklarının anayasada yer almasından yana değiller. Demokrasinin savunulması gerekiyor. Biz bunun için halkı örgütlüyoruz. Halkın savunma güçlerini de örgütlüyoruz. Demokrasiyi savunacak kimse yoksa o zaman demokrasiyi daha tohumken yok edecek birçok güç ortaya çıkar. Bunu koruyacak olanlar da halktır. Bunun için de bütün halkı örgütlemişiz. Silahlarımız da halkımızdandır. Biz istesek de kimse silah vermiyor.” Salih Müslim’den sonra BDP Eşgenel başkanı sorulan sorulara cevap verdi. Demirtaş özetle şunları söyledi: „Üç aşamalı sürecin ilk aşamasının hazırlık aşamasındayız. İlk aşama başlasın diye hazırlık yapıyoruz. Bu hazırlık yeterli düzeyde organize edilirse, Öcalan’ın

nı, muhalefet içinde güçlü olmalarının Türkiye/Suudi Arabistan/Katar desteği olduğunu anlattı. Üçüncü oturumda Batı Kürdistan’da en güçlü Kürt siyasi partisi konumunda olan PYD Eşgenel Başkanı Salih Müslim ve Hollanda’dan gelen Kürt kadın gazeteci Dilşah Osman konuştu. Üçüncü orurumun konuşmacılarından Suriye Kürt Yüksek Konseyi üyesi Ahmad Suleiman, sunumunu yazılı olarak göndermişti. Salih Muslim, diğer halklarla kardeşçe yaşamak istediklerini, Ezidiler ve Süryaniler olmak üzere diğer etnik gruplarla hiç bir fark gözetmeksizin binlerce yıldır birlikte yaşadıklarını, cami ve kilise arasına hiç bir fark koymadıklarını, Suriye’nin diğer bölgelerinden gelip Kürdistan’a yerleşenler olduğunu, çünkü Rojava’da barış ortamı olduğunu, Esad rejimiyle işbirliği içinde olduklarının iddia edildiğini ve fakat bunun öyle olmadığının görüldüğünü anlattı. Yazılı olarak sunulan konuşmada Batı’nın demokratik güçlerine, Suriye’de demokrasinin temsilcisi olan Kürt Hareketine destek verme çağrısı yapılıyordu. „Enternasyonal Topluluk zamanında müdahale etmezse, Suriye’yi felaket bekliyor“ değerlendirmesi yer alıyordu Süleyman’ın konuşmasında. Salih Müslim konuşmasında, Batı Kürdistan’da devrimin (Rojava devrimi) aslında 2004’de başladığını; Rojava’da Kürt halkının 2004’de onun yok sayılmasına karşı isyan ettiğini, bu aşamada ve daha sonra da Türkiye ile Esad rejimi 2011 Mart’ında başlayan ayaklanmalar ertesinde karşı karşıya gelene kadar Esad rejimi ile çok iyi ilişkiler içinde olduğunu anlattı. Kürt ulusal hareketi hakkında „Biz son döneme kadar hep başkalarının askeri konumunda idik. Artık bu konuma bir son verdik. Esad’a karşı isyan başladığında, biz ne Esad’a, ne de ona karşı savaşanlara karşı savaştık. Kendi bölgemizde egemenlik kurup, bize kim saldırırsa ona karşı kendimizi koruduk.“ değerlendirmesini yaptı. Kendi bölgelerinde bütün milliyetler ve dinlerden insanlarla barış içinde bir arada yaşadıkları bir düzen kurduklarını anlattı. Salih Müslim kendilerinin demokratik, çok renkli, bütün milliyetler ve dinlerden insanların bir arada yaşayacakları bir Suriye istediklerini anlattı. Böyle bir Suriye içinde Batı Kürdistan’ın Almanya gibi federal bir yapı, veya konfederal bir yapı içinde yer alabileceğini anlattı. Dilşah Osman “Rojava Devriminde kadın rolü” konulu bir sunum yaptı. Kürt halkının özgürlüğünün kadının özgürlüğünden geçtiğinin Rojava devrimiyle bir kez daha ispatladığını belirten Osman, bölgede

73


✒ okur mektubu 74

geri çekilme için çağrı yapmasını bekliyoruz. Bu sürecin sekteye uğramaması için alınması gereken önlemleri konuşuyoruz. Güven problemi var. Esas sorun bu. Güvensizlikleri aşmak kolay olmuyor. İlerleme dışında başka bir çözüm yolu yok. Almanya’nın gerçekçi bir Kürt politikasını oluşturması gerekir. Ortadoğu’da bir Kürt gerçeği var. Büyük devletlerin Kürtlerle nasıl ilişki kuracaklarını belirlemesi gerekiyor. Üç aşama; geri çekilme, anayasa ve bazı yasaların çıkarılması ve son aşama ise tamamen silahların susturulacağı aşamayı kapsıyor. Bu üç aşama gerçekleşirse, Kürt sorunu tümden çözülemez ama demokratik mücadele devam eder. Onurlu bir barışı gerçekleştirmek istiyoruz. Barış arayışında, hiçbir taraf karşı tarafa değil kendisine güvenir. Biz halkımıza güveniyoruz. Barış sürecinin hızlı ilerlemesini istiyoruz. Meyveler olgunlaştığında toplanması gerekiyor. Zamanında toplanamayan meyve daha sonra bir işe yaramaz. Süreç ilerliyor ve herhangi bir tehlike görünmüyor.“ Dördüncü oturumda, KNK Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Songül Karabulut bir sunum yaptı. Karabulut, Türkiye’nin Ortadoğu stratejisi, Rojava ve Güney Kürdistan’a yönelik politikaları, Ankara’nın tarihsel politikasını ve Kürt eksenli dengeleri anlattı. Bölümün moderatörlüğünü yapan gazeteci Nils Metzger sunum sonunda Karabulut’a, Erdoğan ve Öcalan’ın günün birinde Nobel Barış Ödülü alıp alamayacağını sordu. Karabulut, bu sürecin gerçekten barışla bitmesini çok arzuladıklarını, umutlu olduklarını, eğer bu olursa Nobel Barış Ödülünün Öcalan’a verilmesini arzuladığını belirtti. Beşinci oturuma, Edgar Auth’un moderatörlüğünde Uluslararası Hukuk uzmanı Prof. Dr. Norman Paech, Alman Bilim ve Siyaset Vakfı’dan (SWP) Dr. Günter Seufert ve BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın konuşmacı olarak yer aldı. Oturumun konusu ‘’Türkiye’de Kürt sorununun çözümünün Suriye ve Rojava üzerindeki etkileri’’ idi. Dr. Günter Seufert, Türkiye’nin rolüne dikkat çekerek, Davutoğlu’nun Türkiye’yi bölgede merkezi bir güç yapmak için çalıştığını, Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu süre içerisinde Suriye’ye 13 kez gittiğini ve fakat isyanın başlaması ve bunun Esad rejimi tarafından kanla bastırılması ile Türkiye’nin Suriye’de radikal bir strateji değişikliğine gittiğini anlattı. Şimdi Türkiyenin hedefte bir sapma olmaksızın, stratejisini Esad rejiminin devrilmesi üzerine kurduğunu anlattı. Öcalan ile yapılan görüşmelerle yeni bir süre-

cin başladığını belirten Prof. Dr. Norman Paech, Öcalan’ın tutumunun dışında Erdoğan’ın politikasına dikkat çekmek istediğini, Türkiye’de AKP iktidarının gazeteci ve sendikalara yönelik baskılarının unutulmaması gerektiğini, PKK‘nin en az 10 kez barış ve ateşkes girişiminde bulunduğunu söyledi. Devamla Paech, Kürt sorunun çözümünün AB üyeliği için can alıcı olduğunu, AB üyeliği için Türkiye politikasını değiştirmişse o zaman daha çok umutlu olduğunu, Kürtlerin haklarına kavuşması ve otonomi elde etmesi bölgede hüküm süren bir iktidarın yıkılmasıyla gerçekleştiğini, Irak’ta öyle olduğunu, şimdi sıranın Suriye’de olduğu ve Alman hükümetinin de Kürt hareketini “terörist” olarak görmekten vazgeçmesi gerektiğini anlattı. Oturumun son bölümünde söz alan BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Türkiye ve Kürdistan’ın Kuzey ile Batı parçaları arasındaki ilişkilere değindi. Geçen yüzyılın Kürtlerin kendisini bir halk olarak ispatlama mücadelesiyle geçtiğini belirten Demirtaş, şimdi artık geçen yüzyılda yaratılan değerlerin sonuçlarını görmek istediklerini, artık hiç kimsenin Kürt halkını inkâr edemeyeceğini ve kendi içlerinde parçalanmanın yok olmakla eş değer olduğunu belirtti. Devamla Demirtaş, Rojava’daki gelişmeleri övdü, Rojava devriminin bölgede yaşayan halkların kan dökmeden barış içinde yaşamasının mümkün olduğunu gösterdiğini, Rojava devriminin aynı zamanda Öcalan’ın da fikir devrimi olduğunu, orada halkların birlikte demokratik haklar çerçevesinde yaşadığını, bu modelin diğer ülkeler Türkiye ve İran için de geçerli olduğunu ve ulus devlet modeli aşılmadığı sürece krizler ve çatışmalar süreceğini söyledi. Suriye’deki iç savaşın başladığı Mart 2011’den bir ay sonra, Nisan 2011’de bile Ankara’nın Şam yönetimiyle anlaşmalar yaptığını belirten Demirtaş, Türkiye’nin Esad’ın gitme ihtimalini gördüğü nokta da politikasını da değiştirdiğini belirtti. Moderatörlüğünü IPPNW’den Dr. Gisela Penteker’in yaptığı altıncı oturumun konusu “Almanya ve Avrupa Birliği’nin Suriye’deki barışın inşasına ve insani yardıma katkıları” üzerineydi. Bu oturumda, Dr. Jan van Aken, Carsten Stork, Federal Barış Kurulu sözcüsü Dr. Peter Strutynski, Medico İnternational‘den Martin Glasenapp ve Dialog-Çevresi adına Memo Şahin, Suriye’deki barışın inşası ve insani yardım üzerine görüşlerini ifade açıkladılar. Konferansın son oturumu “Geleceğin Suriye’sinde Kürt sorununun çözümü için halklararası barış pers-


okur mektubu

bileceklerini gösteren bir örnek; yepyeni bir model olarak sunulan Rojava devrimi modeli, aslında ulus devletlerin varlığı şartlarında, alttan örgütlenmeyle demokrasinin yaşanıp inşa edilebileceği düşüncelerini savunan sivil toplumcu teorilerin çok özel şartlarda (iç savaş sonucu ortaya çıkan iktidar boşluğu) ki geçici bir uygulaması. Bu şartlar değiştiğinde Rojava’daki bu deneyimin şimdiki biçimiyle sürdürülmesi mümkün değil. Bunu görmeyen bir konumda savunuluyor görüşler. * Suriye’deki iç savaş bağlamında Rojava, her iki tarafa de eşit mesafede durma pozisyonunu değiştirmek zorunda kalacaktır. Bu bağlamda „üçüncü yol“ çok özel şartlarda bir süre gidilebilecek doğru bir yol olarak ortaya çıkmıştır. Ve PYD bu bağlamda gayet doğru bir siyaset izleyerek, iktidar boşluğunu doldurmuştur. Fakat bu „iki tarafa da eşit mesafede durmak“ siyasetinin sürdürülebilirliği yoktur. Tabii ki DYD nin kendi tarafı, Kürt tarafı kendi siyasetini güdecektir. Fakat eninde sonunda bu iç savaş bizim dışımızda bir savaş tavrı iki taraftan biriyle birlikte harekete dönüşecektir. Son dönemde Esad güçlerinin Kürt hareketine saldırılarını arttırması bu sürecin ne yönde gelişeceğinin işareti; PYD’nin Batılı güçlerden yardım talebi de bu gelişmenin olası gelişme yönünün habercisi; Kuzeydeki barış süreci de bu gelişmenin ne yönde olabileceğinin habercisi. Konuşmalarda andaki durum sürdürebilir bir durummuş gibi gösterildi. * Yine Suriye’deki iç savaş bağlamında verilen bilgiler ve yapılan değerlendirmeler kendi içinde çelişmeli. Bir yandan savaşan güçler içinde „radikal Sünni İslamcı“ ların „Suriye dışından gelen“ Cihatçılar olduğu, Suriye halkları içinde fazla tabanlarının olmadığı anlatılıyor; fakat diğer yandan bunların iktidara gelmeleri en büyük olasılık olarak gösterilip, bu öcüye karşı Batının demokrasi güçlerini – en başta tabii Kürt hareketini desteklemesi isteniyor. Burada Batının – en başta ABD’nin - „ılımlı İslamcı bir rejim“ kurma isteğini gerçekleştirme olasılığının küçümsenmesi söz konusu. * Demokrasi bağlamında bir yandan ulus devlet modelinde demokrasiyi gerçekleştirmenin mümkün olmadığı savunulurken ve Öcalan’ın „demokratik konfederalizm „ dediği yeni tipte bir demokrasi alternatif olarak ileri sürülürken, diğer yandan Batı demokrasisi övülüyor, onun örnek alındığı söyleniyor vs. Burada tam bir kafa karışıklığı söz konusu. Berlin’den bir YDİ Çağrı Okuru 18. 04. 2013 ✓

pektifi“ üzerineydi. Bu oturumun konuşmacıları, PYD Eşbaşkanı Salih Muslim, BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve Prof. Dr. Andreas Buro idi. 1920’den beri Kürt sorununun var olduğu ve çözülmediğini, Kürt sorununun çözülmesi, haklarının verilmesi gerektiğini belirten Salih Müslim, Rojava’daki kimi Kürtlerin kimliklerinin olmadığını, bunların hareket edemediğini, 3,5 milyon Kürdün kendi dilinde eğitim yapamadığını, diyalog için karşılıklı konuşmak gerektiğini anlattı. Devamla Salih, Suriye’de Esad’a karşı savaşanların %90’nının Salefistler olduğunu, bunların dışardan geldiğini anlattı. Rojava’nın ve Kürtlerin Suriye’de demokrasi isteyen bütün güçler için desteklenmeleri gereken alternatif olduğunu anlattı. Kendilerinin Avrupa kapısı aradıklarını, örnek aldıkları Avrupa demokrasisinin kendilerine yardımcı olabileceğini ve demokratik bir hareket olduklarını, bu hareketin Avrupa tarafından desteklenmesi gerektiğini belirtti. Avrupa’nın kendileri yerine, islamcı güçlere destek vermelerini eleştirdi. İkinci konuşmayı yapan Demirtaş özetle şunları anlattı: „Rojava’da hayata geçen model, Ortadoğu’da hayata geçirilmesi gereken modeldir. Tekçiliğe dayanan ulus devlet modelinin barış getirmesi mümkün değildir. T.C 90 yıldır ulus devlet modelinde ısrar ediyor. Bu modelden sadece Türkler dışında olanlar değil, Türklerin kendisi de zarar gördü. Rojava modeli, halkların birbirine üstünlük kurmadığı, beraber kardeşçe yaşadığı bir modeldir. T.C Ortadoğu’da rol almak istiyorsa, tekçi modelden vazgeçmesi gerekir. Rojava’da bütün kimlikler, inançlar, elele verip bir model bir devrim yapıyorlar. Bırakın AKP’yi, kendisine sol diyenler Rojava’daki devrimi „mahkûm“ etmeye çalışıyorlar. T.C kendi içindeki Kürtleri inkâr ediyor. Rojava’daki Kürtleri nasıl tanıyacak? Türkiyeli devrimciler ve Kürt özgürlük hareketi ile birlikte tekçi ulus anlayışını değiştirmek istiyoruz. Başkalarının egemenliğine dayanmayan modeller üretmek istiyoruz.“ Demirtaş Rojava devriminin ulus devlet modeli dışında yepyeni bir model olduğunun kavranması gerektiğinin altını çizdi. Bir bütün olarak ele alındığında bu Konferansta savunulan görüşlerde sorun olarak gördüğüm önemli noktalar şunlar: * En başta Rojava devriminin gücünü ve önemini abartan tespitler göze batıyor. Demirtaş’ın ve Müslim’in konuşmalarında Ortadoğu’daki ve bütün dünyadaki halkların bir arada barış içinde yaşaya-

75



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.