15w

Page 1

15.

sayı mayıs - temmuz 2007 2,5 YTL www.otonomlar.org otonom@otonomlar.org

kardeşlik

1908'in düşündürdükleri

kapitalizm ırkçıdır

hukuk, savaş ve acının temsiliyeti



merhaba

otonom Tarih ve insanlýk bir kez daha kirletilmek isteniyor. Egemenler, tüm insanlýğý tanýk sandalyesine oturtarak kirli, çirkin savaşlarýna suç ortaklarý arýyor. Bu tanýklýk karşýsýnda insanlýk onurumuza, vicdanýmýza ses vermek, tarihimizi hatýrlamak durumundayýz. Bizim tarihimiz, emeğin tarihi; egemenlerin ve devletlerin tarihi olamaz. Egemenlik sýnýrlarý içinde birbirlerine düşman kýlýnmaya, devletleştirilmeye çalýşýlan topraklar, tarihleriyle bu kirli savaşa direniyor. Bu coğrafyanýn yerlileri devletleşmek istemiyor… Topraklarýn ulusal sýnýrlar altýnda çitlenmesi, halkalara yýkým ve acýdan başka bir şey getirmiyor. Acýlarýmýzýn dindirilmesi ise ne resmi belge ve tezlerin konuşturulduğu metinlere gömülmekten ne de yasalar yoluyla egemenler savaşýnda taraf olmaktan geçiyor. Özgürlük mücadelesini devlet geleneğinin dýşýna çýkartan devrimci bir söylem, topraklarý birbirine kavuşturacak ve insanlýğý kutsal söylemler cehenneminden kurtaracaktýr. Hrant Dink’in cenazesinde olduğu gibi iktidar kimliklerimizden uzak yürüdüğümüzde, devlete dönüşmemiş politikliğin neşesi ve kahkahasýný özgürlük ve devrim olarak yaşayacağýz. İnsanlarýn sel olup akmasýyla aralanan zaman, dünyanýn yerlilerinin zamanýdýr. Biz dünyanýn ne uluslarý ne sýnýrlarý ne devletleri ne de egemenleriyiz; biz dünyanýn yerlileriyiz ve dünyalýyýz. Bize dayatýlan sýnýrlara, milliyetçiliklere ve savaşlara karşý hayatýmýzý, kardeşliğimizi istiyoruz… Kardeşlikle, merhaba! Bize ulaşabileceğiniz bazý adresler: www.otonomlar.org otonom@otonomlar.org otonom@yahoogroups.com

2 11 14 24 29 34

Kardeşlik Hukuk, savaş ve acının temsiliyeti 1908’in Düşündürdükleri... Kapitalizm ırkçıdır Sokak çocukları Sağlığın piyasalaşması ya da acının metalaştırılması 39 Yörüngesinde Boğaziçi’nin 40 Yörüngesinde Dünya’nın

19

Aman be bir mecalim var! Otonom Sayý: 15, Mayıs - Temmuz 2007 Fiyatý: 2,5 YTL Sahibi ve Sorumlu Yazý İşleri Müdürü: Barýş Özçorlu Adres: Yeniçarşý Cad. Kalkan Apt. No: 36/6 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0 212 244 87 09 Faks: 0 212 292 23 66 Yayýn Türü: Üç Aylýk Yerel Süreli Yayýn Baský: Yön Matbaacýlýk Tel: 0 212 544 66 34 Kapak Film: Bay Grafik 0 212 213 26 51 - 213 26 93

30

İmparatorluk: Emperyalizmin en yüksek aşaması


2

Kardeşlik rak her devlet, iktidarýný devam ettirebilmek için kendisini reforme etme ihtiyacý duyar. Bu reformlar iktidarýn isteğine değil, güç ve güçlerin çatýşmasý sonucu ortaya çýkan zorlamalara ve zorunluluklara bağlýdýr. Bugün Türkiye, devlet egemenliğini üretebilmek için siyasal olarak kendisini reforme etmenin tarihsel koşullarý içine girmiş bulunuyor. Bu durum küresel, bölgesel ve ulusal egemenlerin iç içe geçtikleri bir güç savaşý verdiklerini gösteriyor. Ulusal bağlamda, bu durum bir siyasal krizdir. Bu siyasal krizin adý “birinci cumhuriyet”tir. Birinci cumhuriyet kriz içindedir. Siyasal geleneğimize bağlý olarak ikinci cumhuriyet de, birinci cumhuriyette olduğu gibi küresel ve bölgesel siyasal krizlerin ürünü olarak ortaya çýkýyor. Kutsal söylemler cehennemi; küresel, bölgesel ve ulusal egemenlerin güç ve iktidar savaşlarýnýn krizini yönetme siyasetinin ürünü olarak gerçekleşiyor. Birinci cumhuriyetçilerle ikinci cumhuriyetçiler kavgasýnýn nasýl şekil alacağý, küresel ve bölgesel güç dengelerine

Siyasal krizin adý Kutsal söylemler cehenneminden geçiyoruz. Laiklik, din, cumhuriyet, bağýmsýzlýk, yurtseverlik, vatanperverlik, ulusçuluk, milliyetçilik gibi değerler tarihsel köklerle bağlantýlandýrýlarak kutsallaştýrýlýyor, birer tabu haline getiriliyor ve tartýşýlamýyor. Toplumsal hayat bunaltýlýyor ve boğuluyor. Siyasal alanda değerler kutsallaştýrýlýrken, toplumsal hayat tamamen değersizleştirilerek yaşanýyor. Söylem ve hayat arasýnda ikiyüzlülük var. Bu ikiyüzlülük içinde toplum, kutsal söylemlerin ordusu, potansiyel şehitleri haline getiriliyor. Her soruna karşý şiddetten başka bir siyasi akýl üretmeyen, üretemeyen gelenek devam ediyor. Kutsal söylemler cehennemi; vicdan, onur, adalet, emek, eşitlik, kardeşlik, umut, özgürlük ve insan kavramlarýnýn değerler cennetini esareti altýnda tutsak kýlmýş bulunuyor. Toplumsal değerler tehdit olarak görülüyor, değersizleştiriliyor ve hiç sayýlarak küçümseniyor. Devleti koruma değerleri öne çýkarýlarak devlet kavramý kutsallaştýrýlýyor. Osmanlý’dan gelen gelenek hiç değişmeden devam ediyor. Politiklik öznellik üretimidir. Kutsal değerlerle üretilen bu öznelliklerin politik nedenlerine tarihsel ve toplumsal açýdan bakmak gerekiyor. Tarihsel ve toplumsal gelişmelere paralel ola-

“birinci cumhuriyet”tir. Birinci cumhuriyet kriz içindedir

bağlý görünüyor. Tarihsel bağlar kurularak üretilen kutsal söylemler altýnda toplum depolitize edilerek bloke edilmek ve egemenler arasý güç savaşýnýn ürettiği kriz yönetilmek isteniyor. İkinci cumhuriyetçi AKP’ye karşý üretilen siyasetin ana ekseni, laiklik ve cumhuriyet değerlerinin ortadan kaldýrýldýğý doğrultusunda yürütülüyordu. Bu öznellik üretiminin sonuç vermediği görüldü. Şimdi ise söylem milliyetçi ve ulusalcý, bağýmsýzlýkçý, anti-emperyalist bir söyleme dönüştürüldü. Samimiyetine inanalým ya da inanmayalým, faşist hareket, anti-emperyalist ve bağýmsýzlýkçý bir söylem ile kendisini üretiyor. Toplum, soldan sağa milliyetçi, anti-AB’ci ve anti-Amerikancý söyleme oturtulmuş görünüyor. Fakat ne yazýk ki bu durum, devrimci bir dalga yaratamýyor. Önceliği antikapitalizme vermemiş bir anti-emperyalizm, anti-ABD’cilikten öteye geçmiyor ve devrimcileşmiyor. Yeni bir küresel egemenliğin iktidarlaşma sürecinden geçiyoruz. Küresel sermaye birikimi-

nin organik bir parçasý ve gücü olan Türkiye sermayesi, küresel bir aktör olma ihtiyacýný giderecek reformu gerçekleştirmede týkanýyor ve esneklik gösteremiyor; bu esneklik için ikinci cumhuriyete ihtiyaç duyuyor. Bunun nedeni, Türkiye’de toplumsal sermaye birikiminin gelişmesini engelleyen faktörlerde yatýyor. En temel olgu, uluslaşma sürecindeki týkanmalar ve ulusun siyasal birliğini oluşturan temel ilkelerin siyasal kurucu güçler arasýnda uzlaşmaya varýlarak oluşturulamayýşýdýr. Siyasal demokrasi, ulus devletin temel ilkelerinden biridir ve ulus devletin kurucu güçlerini içermeyi ifade eder. İç güçten küresel güce dönüşen islami sermaye ve Kürt hareketi, ulus devletin kurucu gücü olmayý talep ediyor. Ulus devlet demokrasisi kurucu güçleri içermediğinden, siyasal istikrarsýzlýk devam ediyor. Birinci cumhuriyetin dýşladýğý kurucu güçlerin her siyasal hareketi, siyasal krizlere neden oluyor ve ulus devletin temel ilkelerini tartýşmalý hale getiriyor. Siyasal istikrarý tehdit eden bu gerçeklik, küresel sermaye birikiminin önünde engel oluyor. Ulus devletin kurucu güçleri arasýndaki iktidar ilişkilerinin demokratikleştirilmemesi ikinci cumhuriyeti dayatýyor. Bu bağlamda kapitalist imparatorluk, ikinci cumhuriyeti küresel sermaye adýna birinci cumhuriyetçilere dayatýyor. Küresel egemenliğin kuruluşu ile iç içe geçmiş birinci cumhuriyetçiler ile ikinci cumhuriyetçiler arasýndaki bu gerilim çözülmez ise, sermaye açýsýndan durum çok ciddi bir boyuta geçecektir. Birinci Dünya Savaşý’ndan önce, İngiliz emperyalizmi Ruslara


3

İslami sermaye ve Kürt hareketi, ulus devletin kurucu gücü olmayý talep ediyor

karşý Osmanlý’nýn siyasi birliğini önemsiyordu; fakat sonra parçalanmasýna karar verdi. Bu gerilim sermaye açýsýndan çözülmez ise, Türk emekçileri ile Kürt emekçileri arasýnda düşmanlýk derinleşecek gibi görünüyor. İmparatorluk, ulus devletin “demokratikleşmesini”, yani ikinci cumhuriyeti istiyor. İmparatorluk emperyalizmi siyasi gericilikten çýkardý mý, imparatorluk kapitalizmi demokratikleştirdi mi? İmparatorluk paradigmasýný eleştirenler, durumdan bunu anlýyor. Bu demokratikleşme, egemenler arasý güç ilişkilerinin yeniden kurulmasýnýn siyasal biçimini ifade ediyor. Sol, birinci ve ikinci cumhuriyetçilerin arkasýna dizilmek zorunda kalýyor. “AB”ciler burjuva demokrasisini olumlayarak destekliyor. Birinci cumhuriyetin arkasýna dizilenler, anti-emperyalizm adýna sosyal şovenizmin zeminine düşüyor. Sýnýflar mücadelesini antagonist bir değer teorisi üzerine oturtmaktan uzaklaşanlar kendilerini marksist sanýyor. Siyasal bağýmsýzlýğý, siyasal demokrasiyi emeğin özgürlüğü olarak görenler kendilerini komünist görüyor. Sermayenin özgürlüğü, toplumsal hayatý ve bütün toplumsal ilişkileri sermayeleştirmektir. Bunu başarmak, toplumsal emeği ücretli emek altýnda sýnýfsallaştýrarak üretken emek haline getirmekten geçiyor. Buna, sermaye birikim süreci deniliyor. Siyasal gericiliğin özünü bu teşkil ediyor. Sermaye birikiminin önünü açan her siyaset, siyasal gericiliktir. Toplumsal emeği ücretli emek altýnda sýnýfsallaştýran ve üretken emek olarak sermayeleştiren her devlet, siyasal olarak gericidir. Siyasal gericiliği toplumsal alandan çýkarýp siyasal alanda görenler, siyasal gericiliği devlet biçimlerine indirgiyor, devletin siyasal gericiliğini görmüyor. Devlet biçimlerine karşý savaştan devlet kavramýna karşý savaşa geçtiğimizi söylediği-

mizde kastýmýz budur. Devlet biçimi olarak burjuva demokrasisi, siyasal sýnýrlarýna gelmiştir ve tarihsel olarak týkanmýştýr. Devlet demokratikleştiğinde, burjuva demokrasisi geldiğinde siyasal gericilikten çýkýlacak sanýlýyor. Siyasal gericiliğin özünün devlet olduğunu modernist sol çoktan unuttu. Devletleşen her hareket siyasal olarak gericileşecektir; bu komünist ilke hatýrlanmýyor. Tarih, bunu anlamamýz gerektiğini söylüyor. Anti-emperyalist ve anti-faşist mücadele, bir devlet biçimine karşý bir başka devlet biçimini öngörür. İmparatorluk döneminde ise, anti-kapitalizm temeldir ve devlet biçimlerine karşý mücadeleden devlete karşý mücadeleye geçilir. Bir dýş olgu olarak çözümlenen emperyalizm anlayýşlarýnýn anti-emperyalizminin, bunu anlamasý mümkün görünmüyor. Emeği kişisel özel mülkiyet altýna alan kapitalistten kurtarýp, ilerleme ve kalkýnma adýna devletin özel mülkiyetine alarak ücretli emek altýnda sýnýflaştýrmaya devam edince, sermayenin ortadan kalktýğý sanýlýyor. Anti-ABD’ciliği anti-emperyalizm, anti-emperyalizmi anti-kapitalizm sananlar, emeğe tutsaklýktan başka bir şey vermiyor. Emperyalizm dýş olgu olmaktan çýkmýştýr. Emperyalizm artýk iç olgudur. İmparatorluk, emperyalizmin iç olgu olma sürecini tamamlamasýnýn ürünüdür. Emperyalizm ve işbirlikçileri söylemi artýk yetmiyor. Her devlet emperyalizmdir, siyasal gericiliktir, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin organik bir parçasý ve gücüdür. Bunu görmek, sermayenin kendini olumlama politik pratiğinin diyalektiğini anlamaktan geçiyor. Sermaye egemenliğinin tarihsel uğrağý olan emperyalizmin kendini olumlama pratiği diyalektiktir. Varlýğý, karşýtýný üretmesine ve bu karşýtla çelişerek devinmesine bağlýdýr. Kapitalizmin cenneti savaştýr.

Sermaye, toplumsal hayatý ve toplumsal emeği sýnýflara bölerek parçalýyor, bu parçalarý güce dönüştürerek savaştýrýyor. Bu güç ve güçler savaşýnýn krizlerini yöneterek kendisini üretiyor. Kapitalizm, değişim değeri üzerinden artýdeğer üretimini toplumsal ilişkiye dönüştürdü. Toplumsal emeği sýnýflara bölerek toplumsal hayatý paramparça etti. Bireyi toplumsal kimliğinden mülksüzleştirerek zayýf, umutsuz ve güçsüz bireyci kişiliklere dönüştürdü. Kapitalizmin bir aşamasý olan emperyalizm ise, dünyayý uluslara bölerek birbirlerine kýrdýrttý. Tarih bize emperyalizmi uluslaşmayý engelleyen bir güç olarak gösterdiği gibi, uluslaşmayý körükleyen bir güç olarak da gösteriyor. Emperyalizmin kurduğu imparatorluk ise, ulus devletleri küresel sermaye birikiminin üreticileri olarak şirketleştirerek düzenliyor. Bu düzenlemeye direnen ulus devletleri parçalayarak daha işlevli güçler haline getiriyor. Topraklarý birbirine düşman kýlarak halklarý birbirine kýrdýrýyor. Küresel sermaye birikim süreci, kendisini böyle işletip üretiyor. Bu diyalektiği anlamak gerekiyor. Her aşkýnsal politik güç, siyasal gericiliktir. Devlet kavramý, aşkýnsal politik bir güçtür. Varlýk kudretiyle tanýmlanýr. Devlet kavramýnýn kudreti,


4

Ulus devletin kurucu güçleri arasýndaki iktidar ilişkilerinin demokratikleştirilmemesi, ikinci cumhuriyeti dayatýyor

her yerde ve her zaman, en demokratik olanýnda bile siyasal gericiliktir. Toplumsal özgürlük talebini politik olarak üretir. Emperyalizm, iç olgu olarak devletleşmiştir. Emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri devletleşmiştir. İmparatorluk bunu ifade ediyor. Anti-emperyalizm adýna ulus devleti korumak ve kollamak, emperyalizmin yeniden üretimidir. Dünyanýn yerlilerini uluslaştýrarak devletleştirmek ya da devletleştirerek uluslaştýrmak, devrimci olmaktan çýkmýştýr. Devrim kavramýnýn devrimcileştirilmesi, dünyanýn yerlilerini dünyalýlaştýrmaktan geçiyor. Her türlü milliyetçiliğe karşý emeğin devrimci söylemi kardeşliktir. Din, dil, ulus farký gözetmeksizin dünyanýn bütün yerlilerinin öznellik üretimlerini özgürleştiren kardeşlik söylemini politik bir maddiliğe, dünyanýn yerlilerine ve dünya yurttaşlýğýna dönüştürmek gerekiyor. Emeğin evrenselliği ve birliği, tekleşmek değildir. Tam tersine, çokluğu özgürleştiren evrensellik, özgürlük ve komünizmdir. Sermayenin imparatorluğuna karşý komünalizm, emeğin imparatorluğunu talep eder. Emek, ulusal değil dünyalýdýr. Anti-kapitalizm, 21. yüzyýlda bu kapýyý açacaktýr. Söylediklerimiz ne hayal, ne kitabî, ne de hayata dayatýlan bir rasyonalitedir. Biz dünyanýn yerlileriyiz. Ayağýmýzý bastýğýmýz bu topraklar ve bu coğrafya insanlýğýn mirasýdýr. Dünyanýn yerlilerinin yaşadýğý her coğrafyanýn toprağýnda ekmek yemek, su içmek, paylaşmak ve ölmek onurdur. Bizlerin yaşadýğý bu topraklarda insanlýğýn bu mirasýný korumak, bu topraklarýn değerlerini taşýmak erdemdir. Bu coğrafyanýn insanlýk mirasýný taşýmak ağýr… Belki de başýmýza ne geliyorsa, bu ağýrlýğý taşýyamadýğýmýzdandýr.

Hiçbir ulus, bu coğrafyanýn insanlýk mirasýný taşýyamaz ve bu coğrafyanýn değerlerinden bağýmsýz uluslaşamaz. Milliyetçilik, bu coğrafyaya düşmanlýktan ve gözyaşýndan başka hiç ama hiçbir şey getirmemiştir. Bu coğrafyanýn değeri kardeşliktir. Bu coğrafyanýn değerleriyle yoğrulmamýş devrim asla özgür olamaz. Bu coğrafyada tarih küskün… Küskünlüğün sessizliği bize şunu söylüyor: Bu topraklar, bu topraklarda yaşayan yerlilerin ortak yurdudur.

1908–1909 Bugünün pek çok sorunu, yakýn tarihimizin köklerinden kaynaklanýyor. Birinci Dünya Savaşý’nýn býraktýğý sorunlar güncelliğini koruyor.

Tarihsel bir dönemin güç ilişkilerinin kapanýp 20. yüzyýlýn güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu bir coğrafyanýn topraklarýnda yaşýyoruz. Dünyanýn geleceğinin ve kendi geleceğimizin iç içe geçtiği bir öznellik üretimiyle geçti tarihimiz. Bölgesel ve küresel güç ilişkilerinden bağýmsýz iç dinamiklere sahip bir coğrafyada yaşamadýğýmýzýn altýný çizmek gerekiyor. Bu topraklar emperyalizmden çok çekti. Tarihsel köklerinde, emperyalist güçlerle güç savaşý önemli bir yer tutuyor. Fakat emperyalist güçlerle güç savaşýndan gelen burjuva siyasi tarihi, asla anti-emperyalist olmamýştýr. Bu farkýn önemi asla unutulmamalýdýr. Devlet siyaseti üretme geleneğinde, Osmanlý’dan gelen emperyal karakter her zaman içkindir. Emperyalist güçlerle savaşýrken kurulan anti-emperyalist söylem içinde, emperyal siyaset geleneği her zaman ağýrlýğýný korumuştur. Anti-emperyalizm, emperyalist güçlerle mücadelede toplumun politik güce dönüştürülmesinden öteye gidememiştir. Burjuva siyasal tarihimizde anti-emperyalizm, egemenler arasýndaki güç, iktidar ve egemenlik savaşlarýndan başka bir şey değildir. Üçüncü dünya savaşýnýn içinden geçiyoruz. 21. yüzyýlda, güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu


5

bir süreç yaşýyoruz. Ne talihsizlik ki, üçüncü dünya savaşý yine bu coğrafyada gerçekleşiyor. 21. yüzyýlýn kuruluşu, 20. yüzyýlýn kuruluşunu hatýrlatýyor. Korkular, kaygýlar, refleksler; tarihsel köklerden gelen öznellikleri çağýrýyor. Düne kadar emperyalizm yokmuş gibi, sanki siyasal bağýmsýzlýğýmýz varmýş gibi, bugün antiemperyalizm, bağýmsýzlýk, laiklik, cumhuriyet, vatanperverlik, ulusçuluk, milliyetçilik hâkim söylemler olarak kurulmuş görünüyor. Bu durum, bizleri yakýn tarihimizin köklerine götürüyor. Yakýn tarihimizin birikimlerine baktýğýmýzda, devletin resmi tezlerinden uzak durmaya gayret ederken solun bugüne kadarki tarih okumasýna da mesafeli ve eleştirel olmalýyýz. Resmi bir sol tarih okumasý, bir engel olarak önümüzde duruyor. Sol, tarihsel bilincini özgürlükçü bir geleneğin tarihsel köklerinden üretemiyor. Tarihsel öznelliklerimizden bağýmsýz bir sol düşünülemez. Proletarya diktatörlüğü, özgürlük mücadelesinin ürünüdür; adres Paris Komünü’dür. Siyasal bağýmsýzlýk ise, demokrasi mücadelesinin ürünüdür. Solun, özgürlük mücadelesi geleneğinden dolayý proletarya diktatörlüğünü savunmasý gerekir. Proletarya diktatörlüğü, toplumsal bağýmsýzlýk için devleti ortadan kaldýrmayý hedefler. Oysa sol, proletarya diktatörlüğü adýna siyasal bağýmsýzlýk, siyasal demokrasi geleneğinden gelen devleti ister. Ülkemizin özgünlüğünde anti-emperyalist devrim geleneği, proletarya diktatörlüğü bağlamýnda bir Paris Komünü’nü değil, siyasal bağýmsýzlýk bağlamýnda ulus devleti talep eder. Marksist geleneğimizin aydýný, kýrmýzý kaşkol Yalçýn Küçük, devlet geleneğimizin dýşýnda bir sol üretememiştir. Bugün televizyon programlarýnda masayý yumruklayarak devlete nasýl devlet olunmasý gerektiğini öğretmektedir. Bugün anti-emperyalist solumuzun ruhu, özgürlük mücadelesini devlet geleneğinin dýşýna çýkarmayý bir yana býrakalým, devlet geleneğinin

içine çekmeye devam etmekte ve üretmekte ýsrarcý davranýyor. Özgürlük mücadelesini devlet geleneğinin dýşýna çýkaran devrimci bir söylemi üretmenin zamaný gelmiştir. Büyük, daha da büyük pankartlar disiplini altýnda yürüme ruhundan ve kültüründen çýkýp, Hrant Dink’in cenazesinde olduğu gibi iktidar kimliklerimizden uzak yürüdüğümüzde, devlete dönüşmemiş politikliğin neşesi ve kahkahasýný özgürlük ve devrim olarak yaşayacağýz. Birinci Dünya Savaşý’nýn bu coğrafyanýn iç siyasal kuruluşuyla iç içe geliştiğini yeniden vurgulayalým. Bundan dolayý, Birinci Dünya Savaşý tarihi, yaşadýğýmýz siyasal coğrafyanýn tarihidir. Birinci Dünya Savaşý resmi tarihi 1914–18’dir. Burjuva siyasal tarihinin gerçekliğinde ise 1908–1923’tür. Genel olarak Birinci Dünya Savaşý, Osmanlý’dan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, imparatorluktan ulus devlete, mutlakiyetten cumhuriyete, ümmetten vatandaşlýğa geçiş olarak değerlendirilir. 1908–09 İttihat ve Terakki hareketi, unutturularak geçiştirilir. Resmi devlet tezleri, kuruculuğu kurtuluş savaşýna dayandýrýr. Ulus devlet, burjuva siyasal devrim tarihini Mustafa Kemal ile

başlatýrken, Kürt hareketi ise kemalizmin eleştirisi üzerinden kendisini kurar. Sol ise, Ekim Devrimi ve Üçüncü Enternasyonal’in görüşleri doğrultusunda, ulusal kurtuluş savaşýyla tarihini başlatýr. 1908–09 İttihat ve Terakki hareketi, mesafeli olunmasý gereken, akademik çalýşmalar ile gündemleşen bir olgu haline dönüşmüştür. Oysa kurtuluş savaşý dâhil, politik eğilimler olarak sağ ve solumuzun ruhu, 1908–09 devriminden gelen siyasal tarihin ürünüdür. 1908–09 devrimine girmeden, Osmanlý üzerine birkaç değinmede bulunmak gerekiyor. Osmanlý, 1000 yýllýk Roma İmparatorluğu’nun varisidir. Roma batýdan gelip doğuya uzanýrken, Osmanlý doğudan batýya uzanan Roma’dýr. Daha da ileriye gidersek, Osmanlý bir dünya devleti ve imparatorluğu olarak kurulmuştur. Osmanlý’nýn şeriat ve din devleti olarak algýlanmasý ve bilinmesi, Osmanlý’yý anlamamaktýr. Osmanlý’nýn çöküş dönemini onun özü olarak algýlatmak, resmi tarihin bir söylemidir. Roma nasýl hýristiyan imparatorluğuna dönüştükten sonra çöküşünü hazýrladýysa, Osmanlý da islam imparatorluğuna dönüştüğünde çöküşünü hazýrlamýştýr.

Ülkemizin özgünlüğünde anti-emperyalist devrim geleneği, proletarya diktatörlüğü bağlamýnda bir Paris Komünü’nü değil, siyasal bağýmsýzlýk bağlamýnda ulus devleti talep eder


6

Siyasal gericiliğin özünün devlet olduğunu modernist sol çoktan unuttu. Devletleşen her hareket siyasal olarak gericileşecektir; bu komünist ilke hatýrlanmýyor

Osmanlý, üçüncü Roma olma gücünü nereden alýyor? Bu, 1000 yýllýk Roma mirasýný kendi özgünlüğüyle yönetme sanatýndan kaynaklanýyor. Osmanlý, yalnýzca şiddet üreten bir imparatorluk değil, ayný zamanda toplumsal hayatý üreten politik bir güçtür. Makyavel’i anlamak için, Roma’ya değil Osmanlý’ya bakmak daha doğru olacaktýr. Osmanlý, siyasi güçler üzerinden iktidar üretme siyasetinde bir ağýrlýktýr ve makyavelisttir. Ulus devlet, 1000 yýllýk Roma, 600 yýllýk Osmanlý yönetme ve iktidar birikiminin mirasýdýr. Ne yazýk ki, ulus devlet bu mirasýn ürünü iken, bu mirasý aşan bir siyasi akýl üretme gücüne sahip olamamýştýr. Bu durum, rasyonalitemizi belirleyen siyasi bir komplekstir. Günümüzün gerilimlerini ve týkanýklýklarýný belirleyen önemli tarihsel nedenlerden biri, bu irrasyonel gerçekliktir. Şeriata

karşý laiklik ve cumhuriyet söylemlerinin antiosmanlýcýlýğý doğru değildir ve politiktir. 19. yüzyýlýn ikinci yarýsýndan sonra Osmanlý’nýn çöküş sürecini yaşadýğýný hepimiz biliyoruz. Hasta adam metaforu, bunu ifade ediyor. Ayný zamanda 19. yüzyýl sonlarý, egemenlik biçimi olarak emperyalizmin ikinci bunalým döneminin başlangýcýdýr. Feodal imparatorluklar çağýndan emperyalizm çağýna geçişin temel nedeni, değer üretme biçiminin köklü dönüşümüdür. Değer üretme biçiminin köklü dönüşümü; emek biçimlerini, mülkiyet biçimini ve toplumsal ilişki biçimini kökten dönüştürür. Kapitalizmin rekabetçi dönemi, emperyalizmin birinci bunalým dönemine tekabül eder. Emperyalizmin ikinci bunalým dönemi ise, topraktan fabrikaya, köylüden ücretli emeğe, ağadan kapitaliste, ümmetten vatandaşa, feodal imparatorluklardan ulus devletlere geçişin küreselleştiği dönemdir. Emperyalizm, birinci bunalým döneminde, meta ihracý-hammadde gaspý temeli üzerinden hareket eder. Fiili işgal ve sömürgeleştirmek temeldir. Bu dönemde, yarý sömürgeleştirme bir bağýmlýlýk biçimi olarak geçişi ifade eder. Osmanlý son dönemi, yarý sömürgeleştirilmiş geçişi ifade eden bir imparatorluktur. Emperyalizmin ikinci bunalým dönemi ise, sermaye ihracý dönemidir. Bu durum, yeni sömürgeleştirme döneminin kuruluşudur. Emperyalistler arasý birinci paylaşým savaşý, emperyalizmin birinci bunalýmýndan ikinci bunalýmýna geçişidir. Meta ihracýndan sermaye ihracýna, klasik sömürgeden yeni sömürgeciliğe geçiştir. Yeni sömürgecilik, görece siyasal bağýmsýzlýğa sahip fakat ekonomik olarak bağýmlý ülke biçimlerinin kuruluşudur. Bu bağlamda emperyalizm,

Birinci Dünya Savaşý’nda güç ilişkilerine bağýmlý olarak siyasal bağýmsýzlýk bağlamýnda uluslaşma süreçlerini körüklemiştir. Birinci Dünya Savaşý içinde bilfiil yer almamasýna karşýn savaşý çözen paradigma Wilson İlkeleri’dir: uluslarýn kendi kaderlerini tayin hakký. Birinci Dünya Savaşý sonrasý İngiliz emperyalizminin gerileyip ABD emperyalizminin öne çýkmasý hiç de tesadüf değildir. 20. yüzyýlý kuracak olan temel paradigma, artýk uluslarýn kendi kaderlerini tayin hakkýdýr. Bu paradigmayý savunan ve bunu politik olarak üstlenen iki güç vardýr: Lenin ve ABD. Ve bu iki güç, 20. yüzyýlýn kaderini belirlemiştir. İkinci bunalým döneminde emperyalizmin ulusal kurtuluş mücadelelerini körüklediği düşünüldüğünde, her ulusal kurtuluş mücadelesi allah vergisi ilericidir söylemi sorgulanmalýdýr. Komünistlik, emperyalizmin çýkarlarýna bağlý olarak desteklediği her ulusal bağýmsýzlýğý sorgulamak ve ulus devleti korumak ve kollamak adýna anti-emperyalizmin sosyal şovenliğini reddetmektir. Kapitalizmin yeni egemenlik biçimi olan imparatorluk döneminin yaşandýğý günümüzde, ulusal kurtuluş ya da anti-emperyalizm söylemlerine karşý mesafeli olunmasý gerekmektedir. Anti-emperyalizm söylemi, ulus devleti koruma bağlamýnda sosyal şovenizmi üretmekte, emperyal güç ilişkileri ile iç içe geçmiş ulusal kurtuluşçuluk ise kardeşliği üretmemektedir. Yakýn tarihimizi anlamamýz açýsýndan, Abdülhamit dönemini anlamak önemli bir anahtardýr. Bu dönem, ulusal ve küresel bütün sýnýfsal dinamiklerin iç içe geçerek kaderlerini belirlediği en yoğun siyasal dönemdir. Bugün güncel olarak tartýşýlan bütün konularýn kökü bu dönemde bulunabilir. Uluslararasý güç ilişkileri İngiltere, Fransa, Rusya ve Osmanlý üzerinden


7

yürümektedir. İtalya ve Almanya, sonradan devreye girmiştir. Osmanlý, toplumsal ve siyasal bir gerileme içinde olmasýna karşýn, siyasal egemenlik sýnýrlarýný korumaktadýr. Osmanlý; Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk ve Makedonya’dan Kuzey Afrika, Ortadoğu, Arabistan, Afganistan ve Hindistan’a kadar uzanan siyasal bir coğrafyanýn egemenidir. Birinci Dünya Savaşý, bu coğrafyanýn paylaşýmýdýr. Bu siyasal tarihte Osmanlý’yý yarý sömürge mazlum bir devlet olarak okuma geleneği, solun resmi tarih bilincinde vardýr. Bu doğru değildir. Osmanlý, bu güç savaşý içinde emperyal bir güç olarak konumlanmýştýr. Emperyalist devletler arasýnda sayýlmamasý, tamamen iktisadi temellidir. Bu durum, Osmanlý’nýn yayýlmacý siyasetini ortadan kaldýrmaz. Modernist söylemlerle yapýlan Osmanlý okumalarý, yanlýşlara varacak eksikliklere neden olmaktadýr. Modernist söylemle konuşursak, Abdülhamit döneminde Osmanlý yarý sömürge bir sömürgeci devlettir. Abdülhamit, emperyalist devletler arasý güç çatýşmasý içerisinde, güçlerin birbirleriyle olan çelişkilerinden yararlanarak, güçlü bir diplomasi siyasetiyle Osmanlý egemenliğini korumaktadýr. İçeride ise, panislamizm söylemini devlet söylemi haline getirerek anti-hýristiyanlýğý körüklemiştir. Politik gücünü oluşturmak için yüzünü doğuya dönerek anti-batýcýlýğýn tohumlarýný ekmiştir. Egemenler arasý güç savaşýný dinler arasý savaş öznelliğine dönüştürmüştür. Toplumu anti-hýristiyan ve anti-batý söylemiyle politik gücüne dönüştürürken, batýlýlaşmanýn önemli askeri ve toplumsal adýmlarýný atmayý hiç de ihmal etmemiştir. Bugünün sorunlarýný çağrýştýracak tarihsel kökler, Abdülhamit döneminde rahatça bulunabilir. Abdülhamit, Osmanlý devlet ideolojisinin paradigmalarýný kökten değiştirmiştir. Şeriat, panislamizm ve doğuya basarak politik güç oluşturma devlet siyasetinin resmileştirilmesi, yakýn tarihimizde Abdülhamit’e aittir. Solun Osmanlý okumasý iktisadi çözümlemeden öteye gidememiş, Osmanlý Devleti’nin siyasi konsept değişikliklerini ve buna bağlý olarak toplumu politikleştiren politik öznelliklerin üretimini önemsememiştir. Bu

bağlamda Abdülhamit Osmanlý ile özdeşleştirilmiş, Osmanlý kuruluş konsepti Abdülhamit olarak algýlanmýştýr. Abdülhamit, Osmanlý Devleti’nin siyasi aklýnýn ve konseptinin bir değişimidir. Dini siyasete alet etme öznelliği ve geleneği, bu tarihsel kökte yatar. Türk-islam sentezinin bir boyutu Abdülhamit gericiliğine dayanýr. Bu durum siyasal güç çatýşmasýna girdiğinde, bu öznellik hemen üretilir ve bugün de üretilmektedir. Bu gelenek, ulus devletin siyaset üretme geleneğinde de devam etmektedir. “Din elden gidiyor” söylemi, devletin bekasýnýn korunmasýnda elde bulundurulmasý gereken bir öznellik üretimidir. Çýkarlar, kýyýmlar bu söylemle meşrulaştýrýlýr. Bu söylemler, bir çatýşmanýn ürünü olarak doğar ve politik bir ihtiyacý karşýlar. Egemenler için, bu söylemlerin ihtiyacý devam etmektedir. Nedenleri bir tehdit olarak hâlâ günceldir ve devam etmektedir. En önemli neden, ulusal her sorunun uluslararasý bir sorun olmasý ve uluslararasý her sorunun ulusal bir soruna dönüşmesidir. Bu sorunlar, güçlerin çýkarlarý için bir silah olarak üretilip durur. Abdülhamit döneminde, Ermeni sorunu uluslararasý bir sorun haline gelmiştir. Ermeni ulusal hareketi, sorununu uluslararasý bir sorun haline getirerek emperyalist devletlerin baskýsýyla çözmeye çalýşmakta, bunu yaparken de hareket bağýmsýzlýğýný, devrimciliğini yitirmektedir. Abdülhamit ise, Kürtler tarafýndan oluşan Hamidiye Alaylarý ile, din adýna Ermenilerin yaşadýğý alanlarý kürtleştirmektedir. Bu egemenlik savaşý, yalnýzca insanýn katledilişi, insanlýğýn yok edilişinden başka hiç ama hiçbir şeye hizmet etmemiştir. Dýşarýda emperyalizm, içeride milliyetçilik, şovenizm, asimilasyon ve dincilik tohumlarý,

Emperyalizm dýş olgu olmaktan çýkmýştýr. Emperyalizm artýk iç olgudur. İmparatorluk, emperyalizmin iç olgu olma sürecini tamamlamasýnýn ürünüdür

bu topraklara bir daha gitmemek üzere ekilmiştir. Tarihin bir trajedisi olarak, bugün Kürt hareketi şovenizmden, asimilasyondan, Türk solunun kemalizminden, kemalist ruhundan muzdariptir. Abdülhamit döneminde Kürt egemenlerinin Ermeniler karşýsýndaki konumu ve Abdülhamit ile ilişkileri hiç de iç açýcý değildir. “Biz yapmadýk Osmanlý bize yaptýrdý” söylemi hiç de sýnýfsal değildir. Kürtlerin Abdülhamit’i, Kürt egemenleri için hâlâ özlemdir. Kürt emekçileri, Kürt egemen güçlerinin tarihsel asimilasyonculuğunun eleştirilerini her zaman ama her zaman güncel tutmalýdýr. Batýda Balkan, doğuda Ermeni örgütlerinin çete savaşlarý ile vergilerin ağýrlýğýndan kaynaklanan isyanlar almýş başýný gitmektedir. Abdülhamit diktatörlüğüne karşý yoğun bir muhalefet vardýr. Bu muhalefet, emperyalist devletler aracýlýğýyla Osmanlý’nýn dağýlmasýnýn


8

ve parçalanmasýnýn politik gücüne ya da devrimci politik bir programýn zemininde iç siyasal güce dönüştürülecektir. İttihat ve Terakki, Abdülhamit’e karşý bu muhalefeti devrimci bir zeminde iç siyasal güce dönüştürmenin ürünüdür. İttihat ve Terakki, bir Türk hareketi olarak doğmaz. İttihat ve Terakki, adýnýn anlamýyla siyasal birlik hareketidir. Bütün muhalefeti içerir. Bir parti değil, cephesel siyasal harekettir. Abdülhamit’e karşý demokratik bir anayasal harekettir. Bu hareket 1908–09 devrimini gerçekleştirir. 1908 devrimi, bir burjuva siyasal devrimidir. Burjuva siyasal devrim hareketi, kemalizm ile değil 1908 ile başlar. 1908’in dört temel ilkesi vardýr: eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet! 1908, devrim kavramýný içererek aşan bir özgürlük hareketidir. 1908, siyasal tarihimizin 1789’udur. Osmanlý’nýn bütün sokaklarý devrimi bir bayram, bir şenlik gibi kutlar; Ermeni, Rum, Arnavut, Bulgar, Türk, dil, din, ulus ayrýmý gözetmeksizin özgürlük Osmanlý caddelerinden akar. Osmanlý birliği çatýsý altýnda devrimin söylemi özgürlüktür. Çanakkale Savaşý’nda omuz omuza savaşanlar, Çanakkale Savaşý’ndan önce 1908–09’da da omuz omuza Abdülhamit diktatörlüğüne karşý savaşmýşlardýr. Egemenlik tarihi öne çýkarýlýrken, özgürlük ve devrim tarihimiz unutturulur. 1908, politik olarak bir uluslaşma hareketidir ve diktatörlüğe karşý özgürlük hareketi olarak doğar. Bu bağlamda, uluslaşma sürecimizin politik tarihi, kurtuluş savaşý değil, 1908’dir. Bu olgu çok önemlidir. Çünkü resmi tarih, uluslaşma tarihinin dinamiğini anti-emperya-

list siyasal bağýmsýzlýğa oturtur. Oysa durum bu değildir. Uluslaşma tarihi, anti-emperyalist siyasal bağýmsýzlýk temelinde değil, iç dinamiklere dayanan diktatörlüğe karşý özgürlük mücadelesi olarak doğmuştur. Bu durum, resmi tarih açýsýndan yok sayýlýr. Nedeni, özgürlükçü siyasal geleneğimizin bilinmesinin istenmemesidir. Çünkü başta Ermeniler olmak üzere bütün muhalif siyasal güçler, 1908 devrimiyle birlikte siyasal birliğimizin ve buna bağlý olarak uluslaşma hareketinin iç dinamiklerine dönüşmüştür. 1908’de Abdülhamit, devrimin programý olan Kanuni Esasi’yi kabul eder. Seçimlere gidilir ve burjuva siyasal tarihimizin en demokratik parlamentosu kurulur. Lenin, 1908’i yarým kalmýş burjuva devrimi olarak değerlendirir. İttihat ve Terakki isyan kararý alýp bunu deklare ettiğinde, Abdülhamit’in direnmeyip Kanuni Esasi’yi kabul ettiğini ifade etmiştik. Bu direnmeme durumu, devrimi bir uzlaşma ve bir reform olarak algýlatýr. Bu durum doğrudur. Burjuva siyasal programý, Abdülhamit’i hegemonyasý altýna almýş; fakat Abdülhamit’in gücünü tam olarak kýramamýştýr. Bu hâkimiyet savaşý tamamlanmadan, yeni bir devlet biçimine geçiş tamamlanmayacaktýr. 31 Mart 1909’da, “Şeriat isteriz” sloganýyla hareket eden siyasal gericilik, kan dökerek İstanbul’u işgal eder. İttihat ve Terakki, Selanik’e geri çekilmek zorunda kalýr. Hürriyet Ordusu ile tekrar İstanbul’a girer ve Abdülhamit’i tahtan indirerek Selanik’e sürgün eder. 31 Mart olaylarýndan sonra İttihat ve Terakki önderleri, Ermeni mezarlýğýný ziyaret ederler. Kurtuluş’tan Şişli’ye giderken solda müslüman ve gayri-müslimlerin birlikte gömüldükleri kardeşlik mezarlýğýnda, özgür-

Emperyalizm ve işbirlikçileri söylemi artýk yetmiyor. Her devlet emperyalizmdir, siyasal gericiliktir, emperyalistkapitalist üretim ilişkilerinin organik bir parçasý ve gücüdür lük mücadelesinde şehit düşmüş tüm özgürlük savaşçýlarý için saygý duruşunda bulunurlar. Kardeşlik ve özgürlük abidesi yapýlýr. 1 Mayýslarýmýzý andýğýmýz, önünden geçtiğimiz, Talat ve Enver paşalarýn mezarlarýnýn bulunduğu Abide-i Hürriyet tepesi semti, böylesi bir tarihin simgesidir. 1 Mayýslarda yanýndan geçtiğimiz bu tarihi, solumuz ne yazýk ki unutmuştur. Lenin’in 1908 üzerine yaptýğý değerlendirme 1909 öncesidir; 1909’u dikkate alarak yeniden 1908 değerlendirmesi yapmamýştýr. İttihat ve Terakki, 31 Mart Olayý’ndan sonra anayasada yeni değişiklikler yapar. Buna göre yirmi bir madde değiştirilmiş, üç yeni madde eklenerek gerçek meşruti ve parlamenter bir sistem oluşturulmuştur. Yapýlan değişikliklerle padişah anayasaya bağlýlýk yükümlülüğü altýna sokulmuş, hükümet padişaha değil meclise karşý sorumlu olmuştur. Hükümet ve Heyet-i Mebusan bağýmsýz kişilik kazanmýştýr. Yasama ve yürütme ilişkileri, kuvvetler ayrýlýğý ilkesi


9

benimsenmiş, padişahýn mutlak veto yetkisi kaldýrýlmýştýr. Bir burjuva devlet biçimi olan anayasal monarşiye tam olarak geçilmiştir. Padişah, anayasal olarak sorumsuzlaştýrýlmýş ve sembolik hale getirilmiştir. “Egemenlik kayýtsýz şartsýz milletindir” ilkesinin, parlamentonun, seçimin, partilerin tarihi kuruluşu 1908–09 devrimine dayanýr. 1908–09, öz olarak cumhuriyet, biçimsel olarak meşrutiyettir. Bu bağlamda, cumhuriyet tarihinin özünü 1908–09 ile başlatmak hiç de yanlýş olmayacaktýr. Bundan dolayý laiklik, cumhuriyet, bağýmsýzlýk ve uluslaşmanýn siyasal temelleri 1908–09’dur. 1908, özgürlük bayramý olarak, ulusal bayram olarak resmileşir. Ne yazýk ki, 1930’lara kadar devam eden bu ulusal bayram daha sonra kaldýrýlacaktýr. Siyasal devrim tamamlanmýş, toplumsal devrime geçilmiştir. Trablusgarp ve Balkan savaşlarý, Birinci Dünya Savaşý ve yenilgisi, toplumsal devrime geçilmesinin siyasal koşullarýný ortadan kaldýrýr. Bu siyasal tarihin mirasý M. Kemal’e devredilecektir.

1923 1908–09 devrimini boğan, Birinci Dünya Savaşý’nýn koşullarýný oluşturan uluslararasý siyasal süreçtir. Balkan savaşlarý, Osmanlý’nýn Balkanlarda yüz yýllar süren siyasal egemenliğine son verir. Girit, Kýbrýs, Ege adalarý, Kuzey Afrika elden çýkmýştýr. Van sýnýrlarýna dayanan bölge, Ruslarýn işgali altýna girecektir. Osmanlý egemenliğinin yýkýlmasý ve siyasi birliğinin parçalanmasý, emperyalist devletlerin desteklediği, Osmanlýlara karşý ulusal bağýmsýzlýk savaşlarýdýr. Bugün yirmi küsur devlet, Osmanlý egemenliğinin sýnýrlarý içinden çýkmýştýr. Bu ulusal kurtuluş savaşlarý, İttihat ve Terakki’nin cephesel birlikteliğini dağýtýr. Milliyetçilik geri dönülmez biçimde derinleşir ve kardeşlik yerine düşmanlýğý körükleyen dinamik haline gelir. 1908–09 devrimin ana konsepti ve ruhu yok olur. İttihat ve Terakki, siyasal üstünlüğünü yitirmiştir. Yeni bir siyasal üstünlük paradigmasýna sarýlýr: türkçülük ve pantür-

kizm. Turancýlýk, yeni bir politik öznellik olarak karşýmýza çýkar. 1908 ile başlayan uluslaşma paradigmasý yýkýlýr ve turancýlýk paradigmasýna dönüşür. Bu bağlamda, milliyetçiliğin tarihsel kökü devrimci bir dinamikten gelmez; tam tersine, devletin bekasý ve iktidarýn korunmasý bağlamýnda, emperyal egemenliğin gerilemesinin getirmiş olduğu bir siyasal sürecin söylemi olarak doğar. Bu paradigmaya uygun olarak İttihat ve Terakki Osmanlýsý, Almanlar ile gizli anlaşmaya girerek Birinci Dünya Savaşý’na katýlýr. Emperyalist devletlerin milliyetçiliği körüklemesiyle birlikte, Ermeni ve Türk milliyetçiliği artýk geri dönülmez biçimde düşmandýr. 1915… Birinci Dünya Savaşý’nýn içindeyiz… 24 Nisan’da, Ermeni göçünün kararý alýnýr. İnsanlýk ve kardeşlik, milliyetçilik adýna cinayete kurban edilecektir. Türk ve islam sentezi olan turancýlýk üzerinden girilen Birinci Dünya Savaşý’ndan, yenilen taraf olarak çýkýlýr. Almanlar başta olmak üzere ateşkes imzalanýr. Bunun üzerine Talat Paşa istifa eder ve Mondros Mütarekesi imzalanýr; İttihat ve Terakki önderleri Enver, Talat ve Cemal paşalar yurt dýşýna kaçar. Osmanlý topraklarý Fransa, İtalya ve İngiltere’nin işgali altýna girer. Fakat ittihatçýlar mücadeleyi býrakmazlar. Onlar için savaş devam etmektedir. Talat Paşa, Almanya’da yaşamýný sürdürür ve kurtuluş savaşýný destekler, uluslararasý ilişkileri devam ettirir. Enver Paşa, turancýlýk adýna Türkmenistan’ýn kurtuluşu için savaşýr. Cemal Paşa, Hindistan ve Afganistan’da İngilizlere karşý savaşý devam ettirir. Amaç turanizmdir. Doğuda güç olup oradan Anadolu’ya yeniden dönmek hedeflenir. İçeride ise, özellikle Yunanistan’ýn işgalinden sonra, Kuvayi Milliye ve Müdafa-i Hukuk teşkilatlarýyla direnişler örgütlenir. Mondros Mütarekesi’nden Sevr Anlaşmasý imzalanana kadar iki yýl geçer. Bu arada Ekim Devrimi patlak verir; Ekim Devrimi, Birinci Dünya Savaşý’nýn bütün güç dengelerini allak bullak eder. Osmanlý’da devlet dağýlmýştýr. Anlaşma yapacak temsili kurum yoktur. Temsili gücü olmayan padişah Vahdettin muhatap alýnmaya çalýşýlýr. Fakat bir ağýrlýğýnýn ve bağlayýcýlýğýnýn olmamasý dolayýsýyla, bütün imzalar kağýt üzerinde kalýr. M. Kemal, misak-ý milli sýnýrlarý üzerinden bir politik temsilin oluşturulmasý için Samsun’a çýkar. Rumeli ve Anadolu Müdafa-i Hukuk cemiyetlerini birleştirir. Kuvayi Milliye’yi düzenli ordu altýnda tekleştirir. Meclis kurulur. Artýk emperyalist devletlere karşý ulusal kurtuluş programý misak-ý millidir. Turancýlýktan misak-ý milli sýnýrlarýna çekilerek politik güç oluşumuna gidilir. 1908 ile başlayan burjuva siyasal mücadelesi, Enver Paşa’nýn turancýlýğýna karşý M. Kemal’in misak-ý milli gerçekçiliği sonu-

Emperyalizm, iç olgu olarak devletleşmiştir. Emperyalistkapitalist üretim ilişkileri devletleşmiştir; imparatorluk bunu ifade ediyor

cu rayýna oturacaktýr. Misak-ý milli, o günün uluslararasý güç ilişkilerine göre gerçekçidir. Turancýlýk, devlet siyasi aklýnýn hayalinde her zaman bir hedef olarak kalacaktýr. Bolşeviklerle en azýndan iyi geçinen Enver Paşa, turancýlýk hayalinin sonucu olarak Türkmenistan’da kýzýl ordu ile çatýşmada ölür. M. Kemal’in turancýlýğý savunmasý, ulusal kurtuluş savaşýný destekleyen Ekim Devrimini karşýsýna almak demektir. 1908–09 burjuva devrimi; Balkanlar, Ermeni, Arap, Afrika sorunlarýyla boğuşmaktan boğulmuştu. Kurtuluş savaşý ise, bu sorunlardan kurtulmuş bir zeminde başlayacaktýr. İttihat ve Terakki önderleri Talat, Enver ve Cemal paşalar kurtuluş savaşý sürecinde öldüklerinden dolayý, oluşabilecek önemli bir politik muhalefet de ortadan kalkmýştýr. Kurtuluş savaşý, 1908–09 devrimiyle başlayan burjuva devriminin ve uluslaşma sürecinin bir devamýdýr. Laiklik, vatandaşlýk, parlamento, seçimler, temsili demokrasi, egemenliğin kayýtsýz şartsýz milletin olmasý ve cumhuriyet paradigmasý birikimleri 1923’e ait değildir. Tam tersine 1923, 1908–09 devrimiyle başlayan burjuva siyasal birikimin eseridir. Bu bağlamda bu birikimler, anti-emperyalist siyasal bağýmsýzlýk mücadelesinin ürünü değil, tam tersine anti-emperyalist siyasal bağýmsýzlýk mücadelesini kuran zemindir. 1908–09 ile başlayan burjuva siyasal hareket, Birinci Dünya Savaşý yenilgisiyle siyasal gücünü yitirdi. Toplumsal çýkarýný korumak için siyasal gücünü orduya teslim etti. M.


10

Kemal, burjuva siyasal tarihinin Bonapart’ýdýr. Bonapartizm ulusal kurtuluşu başarmýş, üniter bir ulus devleti kurmuştur.

Ulus Devletin Korkularý

Ulus devletin üç temel tehdit üzerinden kurulduğunu söylemek yanlýş olmayacaktýr. Siyasal islam, Kürt gerçekliği ve buna bağlý bölünme ile komünizm. Günümüzü anlamak açýsýndan bu üç gerçek önemlidir. Ulus devlet için siyasal islam Abdülhamit’tir, Abdülhamit de Osmanlý’dýr. Birincisi doğru, ikincisi yanlýştýr. Abdülhamit, Osmanlý değildir. Osmanlý, üçüncü Roma’dýr. Roma, dünya devleti olma misyonudur. Osmanlý, bu iddia üzerinden imparatorluk olmuştur. Bu misyonu yerine getiremeyenler çekip gider. Osmanlý devlet yöneticileri ýrka, dine, mezheplere dayalý olarak seçilmez ve eğitilmez. Padişah dýşýnda soya dayalý bir tercih yoktur. Padişah annelerinin çoğunun aslý ne müslüman ne de Türk’tür. Osmanlý yöneticileri devşirmedir ve Enderun’da yetişir. Osmanlý devlet yöneticilerinin devşirme ve melez oluşu, Osmanlý devlet geleneğinin çok kültürlü yapýsýný ortaya koyar. Ulus devletin üniter yapýsýyla Osmanlý tarih mirasý çelişir. Bu bağlamda Osmanlý mirasý, Abdülhamit’le ve siyasal islamla özdeşleştirilerek yok sayýlýr. Osmanlý mirasýný yok sayan üniter yapý, ulus devletin bir

Özgürlük mücadelesini devlet geleneğinin dýşýna çýkaran devrimci bir söylemi üretmenin zamaný gelmiştir

bacağýný aksatmýştýr. Bugün sermaye birikim sürecinin önünün týkanmasýnda, ulus devletin tarihsel kimlik bunalýmýndaki bu gerilimi yatar. Bugün, imparatorluk ve Ortadoğu’daki gelişmeler, postmodern bir Osmanlý’yý güncelleştirmeyi istemektedir. “Siyasal islam Abdülhamit’tir” tespiti doğrudur. 1908–09 burjuva devrimine karşý Abdülhamit “şeriat”týr. Modernleşmeye karşý gericiliktir. Şeriatçýlar, İttihatçýlarý ve Kemalistleri sevmezler. Cumhuriyet, şeriatý tehdit eder. Ne yazýk ki Kürt egemenleri, modernleşmeye direnen önemli bir ağýrlýk olarak yerini almýştýr. Kürt egemenleri, modernizme karşý Abdülhamit’tir. AKP, anti-laik ve şeriatçý değildir. Ulus devletin üniter yapýsýyla çelişen Osmanlý mirasýný güncellemek istemektedir. Birinci cumhuriyetin bu týkanýklýğýna oynayan, ikinci cumhuriyetçi bir politik güçtür. AKP’nin üstlenmiş olduğu tarihsel köklerden gelen misyonuyla imparatorluğun çýkarlarý iç içe geçmiştir. Ordu ile AKP arasýndaki gerilimin kaynağý cumhuriyete karşý Abdülhamit değildir, ulus devletin üniter yapýsýyla Osmanlý misyonu arasýndaki gerilimdir. AKP ulus devletin zayýf noktasý olan üniterliği yýpratýrken, ordu ise AKP’nin zayýf noktasý sanýlan anti-laik yanýna vurmaktadýr. Fakat bu konseptin sonuç vermeyeceği görülmüş, konsept değişmiştir. Ulus devlet, Kürt sorunu karşýsýnda Osmanlý’dýr. Misak-ý milli, uluslarýn kendi kaderlerine özgürlük ilkesiyle çizilmemiştir. Misak-ý milli sýnýrlarý Kuzey Irak’ý da kapsamaktadýr. Misak-ý milli, bir bütün olarak Kürt halkýný da içine alýr; ulusal sýnýrdan daha çok egemenlik sýnýrýdýr. Ulus devletin üniter yapýsý, Kürt halkýna Osmanlý hamiliğini dayatýr. Üniter yapý Osmanlý hamiliği üzerinden egemenlik anlayýşýný kurduğunda ortaya çýkan; inkârcýlýk, şovenizm, asimilasyon ve bunlarýn iç içe geçtiği

milliyetçiliktir. Birinci Dünya Savaşý süreci ve öncesindeki bölünme korkusu, ulus devletin de korkusudur. Ulus devlet kuruluşu, bu korkuyu çözen bir unsur değildir; tam tersine, bu korkuyla kurulmuştur. Bu bağlamda, ulus devletin milliyetçiliğinin anti-emperyalistliği demokratik değil, tam tersine, egemenlik sýnýrlarýnýn küçülmesi bağlamýnda bölünme korkusunun ürünüdür ve şovendir. AKP ve Kürt hareketi, ulus devleti değil, ulus devletin üniter yapýsýný zorlamaktadýr. Bu ise, iç dinamiklerde güç ilişkilerinin yeniden kurulmasý demektir. Uluslaşma sürecini týkayan birinci cumhuriyet, küresel sermaye birikimi için ikinci cumhuriyetin kuruluşuna gebedir. Güç savaşýnda söylem değişmiştir: şeriata karşý cumhuriyet değil, emperyalizme karşý milliyetçilik. Tarih tekerrür ediyor… Osmanlý’nýn son dönemlerine benzer süreçler yaşýyoruz. Ama ayný koşullarda ve ayný güç ilişkileri içinde değiliz. Fakat dersler çýkarabiliriz. Her sorunumuz, uluslararasý sorun haline getirilmiştir. İç dinamikler, küresel güç ilişkilerinin organik gücü haline gelmiştir. Egemenlik savaşýnda çýkar birliktelikleri çirkin, kirli ve mide bulandýrýcýdýr. Senaryo aynýdýr: milliyetçiliği körüklemek, birbirine kýrdýrmak, küresel sermayenin politik diyalektiğinde kapitalist imparatorluğu üretmek. Bu coğrafyanýn siyasal tarihinde her türlü milliyetçilik, kan ve gözyaşý dýşýnda hiçbir şey üretmedi. Milliyetçilik, dün emperyalizmi ürettiği gibi bugün de imparatorluğu üretiyor. Egemenlik sýnýrlarý altýnda topraklar düşmanlaştýrýlýyor. Halklar, birbirlerini egemenlik adýna boğazlýyor. Kazanan küresel sermaye, kaybeden insanlýk ve kardeşlik oluyor. Emeğin tarihi, egemenlerin ve devletlerin tarihi olamaz. Emeğin tarihi, devrimler tarihidir. Devletleşen ve egemenleşen bütün devrimler, ideallerine ihanet ettiler. Bu coğrafyada topraklar, kendilerini birbirine düşman kýlan devletleşmeleri bir türlü kabul etmiyor. Bu coğrafyanýn yerlileri devletleşmek istemiyor. Devletleşmeyen komünalist toplumsal güç ilişkilerinin içkin politikliğini kurmamýz kaçýnýlmazdýr; bunu başarmamýz gerekiyor. Biz dünyanýn ne uluslarý, sýnýrlarý ne devletleri ne de egemenleriyiz; biz dünyanýn yerlileriyiz ve dünyalýyýz. Bize dayatýlan sýnýrlara, milliyetçiliklere ve savaşlara karşý hayatýmýzý, kardeşliğimizi istiyoruz. Yaşasýn Topraklarýn Kardeşliği!

Cengiz İnan


11

Hukuk, Savaş ve Acýnýn Temsiliyeti Aydýnlanmadan miras kalan, aşkýn bir alanda acýnýn dindirilmesi yoluyla (inzivaya çekilme, tüzel güvence vb.) bu topraklardaki uluslaşma süreçlerinde yaşanan ve halen de yaşanmakta olan acýlarýmýzý dindiremeyiz

Savaş insanlýğýn atasý, şahýdýr Kimini tanrý yerine koyar, kimini insan Kimini tutsak eder kimini özgür kýlar1 Egemenlik biçimlerinin altüst olduğu bir dünyada ve bir coğrafyada, tüm parametreler yeniden kodlanýyor; Manifesto’nun herkesçe malum “katý olan her şey buharlaşýyor” sözü bir kez daha gerçeklik kazanýyor. Kenan Evren, “Bu kadar katý milliyetçilikle, bu kadar katý kurallarla bir yere gidemeyiz” diyor; ardýndan Bonapart’ýný arayan TÜSİAD, “cumhurbaşkanlýğýnýn tüm kesimlerce benimsenen, kucaklanan bir makam olmasý gerektiğini” telkin ediyor. Eyalet sistemini “ekonominin bölgesel rekabete açýlmasý” olarak değerlendiren köşe yazarlarý, paşaya birer birer övgüler yağdýrýyor. Kapitalist dünya ekonomisindeki küresel artý değerden pay alma savaşýnda, egemen devletler ve egemenlik savaşý verenler ayný kaplardan besleniyorlar. Egemenlerin “kýrmýzý çizgileri”, “ulusal güvenlik ve sýnýr” nosyonlarý egemenlik biçiminin yeniden yapýlandýğý bir aşamada ekonomik-politik çelişkilerle yoğunlaşarak açýk savaşlara dönüşüyor. Üçüncü dünya savaşýnýn derinleştirildiği bir momentte, Hrant Dink katlediliyor.

Bir Şiddet Makinesi Olarak Ulus Mutlak krallýklarýn bedeninde cisimleşen ulus söylemindeki en önemli kýrýlma, ulusun var olmasý için iki öğenin şart koşulmasýydý: ortak bir yasa, ortak bir temsil ve bir yasama erki. Foucault, bunu ayný zamanda bir iktidar tekniği olarak hukuk devletinin doğuşu olarak adlandýrýyordu.2 Ulus, devletin etkin, kurucu çekirdeği olarak yasalarla ve bunlarý oluşturan ve yürüten mercilerle var olabilirdi. Sièyes’in kavramsallaştýrdýğý bu egemenlik biçiminin oluşmasý için, “görevler” olarak adlandýrdýğý ticarete yatkýn pazar ilişkilerini geliştirecek

insanlar ve bunlarý güvence altýna alacak “aygýtlar” (ordu, hukuk vb.) bulunmalýydý. Söz konusu kýrýlmayý sýcak sýnýflar mücadelesi cephesinden çözümleyen Marx ise durumu şöyle özetliyordu: “Modern sanayinin ilerlemesi sermaye ile emek arasýndaki sýnýf antagonizmasýný geliştirdiği, genişlettiği ve yoğunlaştýrdýğý oranda, devlet gücü de giderek daha fazla sermayenin emek üzerindeki ulusal gücü, toplumsal kölelik için örgütlenmiş kamusal bir güç, bir sýnýf despotizmi makinesi olma niteliği kazandý.”3 19. yüzyýl Avrupa’sýnda vücut bulan ulusalcýlýk hastalýğý, asýl anlamýný 20. yüzyýlda dünyaya yayýlmasýyla kazanacak ve bütün dünyada parlamentolar bu egemenlik biçiminin sesi olacaktý. Artýk egemenlik kayýtsýz şartsýz milletindi. Burada, aslýnda modernizmin ürünü olan temel bir ikili karşýtlýkla karşý karşýya kalýrýz. Özgürlüğün güvencesi, ancak hukuksalsiyasal düzeyde kabul görür ve korunmasý, “sapkýn” etkilere karşý sürekli savunulmasýna bağlýdýr. Locke’un sözleriyle, “Yönetim, diğer insanlarýn haklarýný ihlal edenleri cezalandýrmak için, bütün uyruklarýnýn kuvveti ve cebriyle silahlandýrýlmýştýr. Devlet haklar ve özgürlüğün güvencesi olarak kanunlarý icra edebilir, bunlara uyulmasýný sağlar ve uyulmadýğýnda şiddet kullanabilir.”4 Oysa bir yönetim biçimi olarak demokrasi, emeğin güç istencine set çeken kuruculuktan yoksun nihilizmin kaynağýdýr. Özgürlük ve güç istenci arasýnda bir ikilik varsayýlýr ve yurttaşlýk haklarý adýna güç istencine sýnýrlar getirilir; buna uymayanlar ise toplum düşmaný olarak anýlýr. Böylece, devlet ve hukuk karşýsýnda herkesin eşit olmasýyla birlikte yurttaş bireyler, haklarýnýn güvencesini

aşkýn alana terk eder. Nietzsche bunu şöyle ifade eder: “Devlet, tüm soğuk canavarlarýn en soğuğudur. Soğuktur söylediği yalanlar da; ve şu yalan dökülür dudaklarýndan: ‘Ben, halkýn ta kendisiyim.’”5 Bu ayný zamanda, kölenin yoksun olduğu gücü elde etmek için, güç istenci yerine gücün temsiline başvurmasýdýr. Bütün yurttaşlarýn eşitliği devletin varlýğýyla mümkündür ve bunun kabulüyle, aslýnda güçsüzlükte eşitliğimiz olumlanýr. Kýsacasý, tekilliklerin güç istençlerinin sýnýrlandýrýlmasýndan doğal hak teoremine, yasaya geçilir. Yurttaşlýk durumunda “iyi” olan, devlet tarafýndan güvence altýna alýnmýştýr. Burjuva kuramýn kurucusu Hobbes, her ne kadar mutlakiyeti savunur gözükse de, çokluğun farklý istençleri yerine tek istenci vurgulamasýyla özgürlük ve güç istenci, eşitlik ve özgürlük arasýndaki malum ikici modernist paradigmanýn kuruculuğunu üstlenir. Eşitlik içerisindeki farklýlýk hakký yadsýnýr. Hegel’de efendi-köle diyalektiğinin sonu anlamýný taşýyan bu eşitlik aşamasý, ayný zamanda farkýn ortadan kaldýrýlarak devletin olumlanmasý ve özgür istencin gerçekleşmesi demekti. İşte bu bakýmdan ulusçuluk, aşkýn alanda bütünlük


12

arayýşýnýn bir yansýmasý olarak köle ahlakýnýn güçsüzlüğünün üstünü örten bir kýlýftýr. Oysa Nietzsche’nin de söylediği gibi, insan toplumu bir sözleşmeden ziyade bir denemedir.6 Ancak kapitalist dünya ekonomisinin imparatorluk aşamasýnda, sermayenin egemenliğini meşrulaştýran kurum ve yapýlarýn (ulusal anayasalar, hukuk devleti, ulusal bağýmsýzlýk vb.) egemenlik krizinden bahsedebiliriz. Ve eğer Foucaultcu anlamda yeni bir ceza “ekonomisi”nden bahsedeceksek, yeni bir iktidar yapýlanmasýndan da bahsetmemiz gerekir. İmparatorluğun hiyerarşisi bakýmýndan Doğu Timor, Kosova, Irak örnekleri, hem askeri hem tüzel olarak, ulusal egemenliğin yeri geldiğinde sýnýrlandýrýlabileceğinin ilk örnekleri oldu. 1993 yýlýnda Güvenlik Konseyi’nin kararýyla kurulan Uluslararasý Suçlar Mahkemesi (EYUSM), gerek ABD’nin doğrudan sabit ve değişken sermaye yardýmlarý gerekse de George Soros’a ait Açýk Toplum Vakfý ve Rockefeller Vakfý vb. kuruluşlarýn desteğiyle, imparatorluğun karma kuruluş yapýsýnýn ve uluslararasý hukuktaki eksen değişikliğinin ilk adýmlarýydý.7 Adalet güvencesinin küreselleşmesine en son örnek ise, Balkanlarda yaşanan ulusal paranoyalara Uluslararasý Adalet Divaný nezdinde vicdanlara su dökülmesiydi. İmparatorlukla birlikte, devlet şiddetinin politik doğasý adli vakalara indirgenerek estetize edilmektedir. Oysa hiçbir hukuk veya bildirgenin, mağdurlarýn acýsýný duyumsamasý ve kurbanlar adýna bağýşlamasý söz konusu olamaz. Jacques Derrida’nýn dikkat çektiği gibi, bağýşlama edimi fail ve kurbanýn dýşýnda bir üçüncü kurum veya şahsa devredilemez.8 Bu yüzden bağýşlama, bir uzlaşým terapisi değildir. Ancak bizlere duyumsamak yerine bilmek öğretilmiştir. Aydýnlanmadan miras kalan, aşkýn bir alanda acýnýn dindirilmesi yoluyla (inzivaya çekilme, tüzel güvence vb.) bu topraklardaki uluslaşma süreçlerinde yaşanan ve halen de

yaşanmakta olan acýlarýmýzý dindiremeyiz. Dolayýsýyla imparatorluğun ideologlarý ikinci cumhuriyetçilerin “301” karşýtlýğý, temsili alanda acýlarýmýzýn dindirilmesi talebinden başka bir şey değildir. Onlar, bu egemenlik krizinde taraf olarak, tam da Nietzsche’nin dediği gibi, “inanýp da umut bağladýklarý düşmanlarýndan değil, ‘Adaletsizlikten’ ‘Tanrýsýzlýktan’”9 nefret etmek-

Strateji, kelimenin dar anlamýyla, düşmanla savaşýlacak yerin seçilmesiyse, savaşýmýzý nerede vereceğiz? Ya uluslarý, sýnýrlarý ve devletleri yadsýyacağýmýz bu savaş bizi özgür kýlacak ya da bunlarý olumladýğýmýz savaş bizi esir edecek tedirler. Egemenlik krizi, siyasal iktidarýn meşruluk krizi olduğu kadar, onun yasalarýnýn belirlenmesinin de krizidir. 301. madde etrafýnda cereyan eden gerilimin anlamý budur. Nitekim Hrant Dink’i öldürenin bir yasa olmadýğýný burjuvazi herkesten daha iyi bilse de, siyasal gerilimlerini aşkýn alanda sürdürmektedir. Ve bu kriz, ne bugün seçimler süreciyle başlamýştýr ne de seçimlerden sonra bitecekmiş gibi bir hava vardýr. Erdoğan, hükümetin daha birinci yýlýnda “başýmýza ne geldiyse yönetim krizinden geldi” (5/10/2002) derken, bu gerilimin ipuçlarýný veriyordu. Bu anlamda hukuk, her zaman zayýflarýn aracý

olmuştur. Sermaye, kendi zayýflýğýný ve savaşýný hukuk aracýlýğýyla güvence altýna alýr. Sermaye, köle ahlakýný evrenselleştirmekte son derece başarýlý olmuştur diyebiliriz. Artýk şiddetin hukuka karýştýğý ve hukukun da şiddete bulaştýğý eşikteyiz.10 İmparatorluğun motoru savaşsa, yasalarla kurumlaşan barýş da savaşýn gizliden gizliye sürdürülmesidir. Bugün NATO ordularýnýn, BM Barýş Gücü’nün bulunduğu her toprak parçasýnda, imparatorluğun doğum sancýlarý yaşanmaktadýr. Bir başka deyişle, imparatorluğun barýş vaadi kan üzerine kuruludur ve hem savaş hukuku hem de hukuk savaşý mücadele ve söylem açýsýndan anlamýný yitirmiş, boşluğa düşmüştür. Ne var ki, bu savaşýn dýşýnda kalmak gibi bir şey söz konusu değildir. Strateji, kelimenin dar anlamýyla, düşmanla savaşýlacak yerin seçilmesiyse, savaşýmýzý nerede vereceğiz? Ya uluslarý, sýnýrlarý ve devletleri yadsýyacağýmýz bu savaş bizi özgür kýlacak ya da bunlarý olumladýğýmýz savaş bizi esir edecek. Günümüzde, toplumsal devrim ve ulusal devrim ikilemi son bulmuştur. Dolayýsýyla ister ezen ister ezilen ulusçuluktan bahsedelim, her ikisi de köleye özgü bir şekilde reaktiftir ve hýnç duygusundan başka bir şey üretememektedir. Anti-emperyalist paradigma diyalektik işlemektedir. Ezilenlerin ulusçuluğa da karşýtýna dönüşmüş, karşýtý gibi olmuştur. İmparatorluk aşamasýnda, ulusalcýlýk söz konusu olduğunda artýk rahatlýkla karşýtlarýn birliğinden söz edebiliriz. Ortadoğu’da kol gezen şiddetin bir başka boyutu da budur. Bir yanda ezen-ezilen ulusalcýlýkla efendi-köle diyalektiği yeniden üretilmekte ve akabinde bütün kapýlar ulus-devlete açýlmakta, öte yanda liberal çokkültürlülük savýyla ulus tanýmý ezeli gerçeklikler ve sabit kimlikler üzerinden yeniden üretilmektedir. Bu taným, son bir yýl içerisinde genel kabul görmüş görünüyor.11 Lenin’in çok anýlan, ancak gerekli gereksiz


13

topraklarýn çocuğu olmaktan utanan negatif bir nihilizm söz konusu. Tarihsel toplumsal bilincin son derece zayýf olduğu, politiklikten uzak metafizik bir nihilizm, bu eğilimin temel özelliğidir. Öte yanda, politika yapma tarzýnda, hikmeti kendinden menkul bir ulusalcýlýk, yurtseverlikte ýsrar ve devlet aklýnýn yeniden üretilmesi söz konusu. Bu paradigma içerisinde bütün kapýlarýn sosyal-hukuk devletine çýktýğý, “devletin akýlcýlaştýrýlmasý” veya “aklýn devletleştirilmesi” ekseninde mücadele verildiği söylenebilir. Anti-emperyalist paradigmanýn savunucularý, elbette kendi içerisinde çeşitlilik arz ediyor (ulusal mücadelenin sýnýf mücadelesinin başka bir boyutta devamý niteliğinde olmasý, enternasyogöndermelerle içeriği boşaltýlan “politik müdahale” ve “somut durumun somut tahlili” bugün ne anlam ifade ediyor? Bugün ulusal sorun, ulusalcýlýk konusunda ustalarýmýzýn (İrlanda, Polonya, Finlandiya bağlamýnda Marx’ýn ve Bakunin’in, daha sonra Lenin’in ve Rosa’nýn “Uluslarýn Kendi Kaderini Tayin Hakký”na dair tezleri) tarihsel teorik metinlerine çoğu kez başvurulurken, mesele artýk değişmez bir gerçeğe, ezbere dönüşmüş durumda. Gelinen aşamada, bölgemizdeki gelişmeleri “uluslarýn kendi kaderini tayin” perspektifinden okumak, ilerici-gerici ulusal önderlikler ikileminde gidip gelmek ve her sýkýştýğýmýzda “uluslarýn enternasyonal birliği”ni anmakla egemenlerin egemenlik krizini derinleştirmek mümkün müdür? Kuşkusuz, anti-emperyalist ulusal devrimler emperyalist devletlerin çelişkilerini derinleştirmek olarak okunduğunda, Lenin’in müdahalesi kurucu bir söylemdi.12 Peki, emperyalizmin üçüncü bunalým döneminde ulusal kurtuluş mücadeleleri devrimci bir çýkýşa imkân verirken, ne oldu da imparatorlukla birlikte bu işlevini yitirdi? Bu açmazýn tarihsel politik-ekonomik nedenleri, “Marx ve Komünalist Otonomi”de şöyle dile getiriliyordu: “Ulus kavramý, tarihsel sýnýf ilişkilerinin bir ürünüdür. Ulus kavramý, edebi ve ezeli bir varlýk değildir. Bu bağlamda İmparatorluk, kapitalizmin ekonomik ve politik sýnýrlarýný küreselleştirmenin ilanýdýr. Bu yeni durum, egemenliğin ulus karakterini parçalamanýn ifadesidir. Üçüncü dünya savaşýnýn bu gerçekliğini emperyalizmle mazlum uluslar arasýndaki bir savaş olarak okumak, iktidarlar arasý savaşta taraf olmak zorunda kalmaktýr.”13 Bu bağlamda, politik yelpazedeki iki eğilimden bahsetmek mümkün. Bir yanda, Nietzsche’nin deyişiyle “kader sevgisinden” yoksun, bu

Egemenlik krizi, siyasal iktidarýn meşruluk krizi olduğu kadar onun yasalarýnýn belirlenmesinin de krizidir. 301. madde etrafýnda cereyan eden gerilimin anlamý budur

nalizm vurgusu vb.); ancak niyetlerin ötesinde politik kriz teorisinin kurulmasý noktasýnda kýsýr tartýşmalardan çýkabilmiş değiliz. Peki, o halde komünistlerin farký nedir? Daha iyi, gerçek yurtseverler olmamýz mýdýr? Yanýtýmýz ne olursa olsun, bizim farkýmýz ve kudretimiz sýnýrsýz, ordusuz bir dünyada yerliliğimizin olumlanmasýdýr. Tarihlerimize bakarken kendimize acýmak, köle ahlakýna özgüdür. Milliyetçilik çileciliktir. Milliyetçilik hýnçtýr. Artýk kendini yapýbozuma uğratmayan hiçbir ulus, geçmişin acýlarýndan kurtulamaz. Uluslarýn kendilerini imha ettiği ve kendi dýşýna taşan bir güç istenci olmanýn kapýsý aralanmýştýr. Hepimiz Ermeniyiz; fakat ayný zamanda Hepimiz Dünyanýn Yerlileriyiz. Yerliliğimiz, siyasal özgürlük talebine dayalý her türlü ulusalcýlýğýn reddi olmakla birlikte, ayný potada erime masallarýna dayalý farklýlýklarýmýzýn buharlaştýğý postmodern bir durum da değildir. Mazlum halklarýn ezenlerle eşit haklara (ulus, devlet, sýnýrlar vb.) sahip olma talebi ya da acýlarýnýn temsili alanda tanýnmasýyla sýnýrlanamayýz. Bizim yýkýcý kuruculuğumuz, pasif nihilizmin aksine, yaratýcýlýğýmýzýn olumlanmasý için verilen top-

lumsal özgürlük pratiklerindedir. Bu anlamda köle, kendi psikolojisinin bir yansýmasý olarak hiçbir zaman deneyimlerine, yaşanmýşlýklara, acýlarýna bütünlüklü bakamaz. İşte bu yüzden, hiçbir halka mazlum pozisyonundan bakamayýz. Ulus olarak, kahraman olduğumuz kadar hainiz de. Acýlarýmýzýn dindirilmesi, ne resmi belge ve tezlerin konuşturulduğu metinlere gömülmekten ne yasalar yoluyla egemenler savaşýnda taraf olmaktan ne de entelektüel gevezelikten geçer. Bir başka yol vardýr. Ve o yol, Hrant’ýn cenazesinde insanlarýn sel olup akmasýyla açýlmýş ve Cemal Kuntay’ýn “Üç İstanbul”u adeta yeniden yazýlmýştýr. Acýyla temasýmýzý yitirdiğimiz ve küçük fanuslarýmýzda acý çekmeyi erdem bildiğimiz bu kentte, acýlarýmýzý yan yana gelerek ifade etmemiz bir başka İstanbul’un habercisi olmuştur. Týpký binlerce yýl önce yine bu topraklara özgü kent kültüründe olduğu gibi, kapýlarýmýz kapýlarýmýza, odalarýmýz odalarýmýza, meydanlarýmýz meydanlarýmýza açýlana dek, acýmýzla yaşamaya mahkûmuz. Hrant’ýn kaldýrýmda sessiz yatan bedeni, bugüne dek yalnýzca üzerinden geçtiğimiz caddelerde, birbirimize dokunma ve acýyý paylaşma kültürümüzü diriltmiştir. Bu kent şayet bize layýk ve biz de ona layýksak, “Üç İstanbul” tamamlanmayý beklemektedir. Savaş kaçýnýlmazdýr. Ve bizi öldürmeyen şey bizi güçlendirir… 1 J. M Coetzee, Michael K, çev. Tülin Nutku, Can Yayýnlarý. 2 Michel Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Şehsuvar Aktaş, s. 226. 3 Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, çev. Ahmet Fethi, Hil Yayýnlarý, s. 132. 4 John Locke, Hoşgörü Üstüne Bir Mektup, çev. Melih Yürüşen, Liberte Yayýnlarý. 5 F. Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, çev. Mustafa Tüzel, s. 53, İthaki Yayýnlarý. 6 A.g.e., s. 241. 7 Ayrýntý için bkz. Diana Johnstone, ‘İnsani Savaş: Cezanýn Suça Uygunluğu’, Evrenin Efendileri içerisinde, s. 209, çev. Yavuz Alogan, Om Yayýnlarý. 8 J. Derrida, Bağýşlama ve Kozmopolitizm, çev. Ali Utku-Mukadder Erkan, Birey Yayýnlarý, s. 53. 9 F. Nietzsche, Ahlakýn Soykütüğü, çev. Ahmet İnam, s. 55, Say Yayýnlarý. 10 Giorgio Agamben, Kutsal İnsan, çev. İsmail Türkmen, Ayrýntý Yayýnlarý, s. 47. 11 “Kürtler ortak vatanda, üst kimlikte anayasal vatandaş olmak istiyor. Ancak kendi kimliği ve özgürlükleri inkâr edilmeden.”, 19.06.04 tarihli Gündem Gazetesi Başyazý. 12 Ulus devletin tarihsel-politik yapýlanýşý ve devrimci kriz üzerine bakýnýz “Devlet Biçimine Karşý Mücadeleden Devlete Karşý Mücadeleye”, Otonom, sayý 14. 13 Der. Cengiz Baysoy, Marx ve Komünalist Otonomi, Otonom Yayýncýlýk, s. 11.

Akın


14

1908’in düşündürdükleri… Kemalizm’le hesaplaşmasýný tamamlayamamýş ve bu anlamda da resmi tarih tezlerinin hegemonyasýndan tam anlamýyla sýyrýlamamýş ülkemiz solu, 1908’i pek önemsememiştir Manastýrda Rum cemaatinin 10 Temmuz nümayişleri. Bayrakta hürriyet, adalet, eşitlik, yaşasýn anayasa

Eşitlik-Özgürlük-Kardeşlik ve 1908 Tarih, güncel güç ilişkilerinin ihtiyaçlarý doğrultusunda yeniden kurgulanan bir anlatý olmasý açýsýndan belki de en politik disiplinlerden birisidir. Foucault’dan sonra artýk bilgi üretimini güçler çatýşmasýnýn bir icadý olarak okumak her ne kadar teorik olarak pek yabancý olmasa da, tarih bilgisinin farklý aktörler tarafýndan (ve toplumun tam da en politize olduğu dönemeçlerde) her gün bir iktidar teknolojisi olarak yeniden ve yeniden üretilmesi karşýsýnda dehşete kapýlmamak da elde değil. Günümüz siyasal kamplaşmasýnda da hem “demokratikleşme” ve laikleşme anlamýnda modernleşmeyi olumlamak isteyenlerin, hem emperyalizme karşý ulusal bağýmsýzlýk söylemiyle ulusalcýlýğý olumlamak isteyenlerin, hem de bunlarý eleştirmek isteyenlerin odaklandýklarý tarih Kurtuluş SavaşýCumhuriyetin kuruluşu tarihidir. Kemalizm’le hesaplaşmasýný tamamlayamamýş ve bu anlamda da resmî tarih tezlerinin hegemonyasýndan tam anlamýyla sýyrýlamamýş ülkemiz solu (ve tarihçiliği de) 1908’i pek önemsememiştir. İmparatorluktan ulus-devlete, tebaadan vatandaşa ve monarşiden temsili demokrasiye geçiş anlamýnda burjuva demokratik devrimin adresi olarak çoğunlukla “Cumhuriyetin İlaný” gösterilir. Oysaki ezberlerimizi bozup tarihin özgürce konuşmasýný sağladýğýmýzda “Hürriyetin İlaný” olan 1908’in önemi daha net kavranacaktýr.

Genellikle II. Meşrutiyet diye anýlan 1908–09, 1876 Kanun-i Esasi’sinin (Anayasasýnýn) yeniden yürürlüğe konulmasýyla sýnýrlandýrýlamayacak, bunu aşan bir gerçekliğe sahiptir. Aslýnda 1908–09, siyasal ve toplumsal yapýnýn bütünlüklü olarak değişmesinde oldukça kritik bir dönüm noktasýdýr.1 1789 Fransýz Devrimi’nin rüzgârýný kendi zamanýnýn gerçekliğinde yaşayan burjuva demokratik devrimdir. Ekonomik düzlemde, iç gümrüklerin kaldýrýlarak ülke içinde gümrük birliğinin sağlanmasý, ulaşým altyapýsýnýn geliştirilmesi, lonca teşkilatýnýn kaldýrýlmasý, dýşarýyla rekabet gücünü artýrmak için gümrük duvarlarýnýn yükseltilmesi, 1913 Teşvik-i Sanayi Kanunu gibi uygulamalarla serbest girişimin önündeki bürokratik engellerin kaldýrýlmasý ve “mali” devlet yerine rasyonel ilkelerle işleyen “iktisadi” devletin2 oluşturulmasý yoluyla kapitalist değer üretme biçiminin gelişiminin önü 1908 sonrasýnda açýlýr. Siyasal düzlemde ise 31 Mart Vakasý’ndan sonra yapýlan anayasal değişiklikle hükümetin yalnýzca halk tarafýndan seçilmiş meclise karşý sorumlu hale gelmesiyle “padişahýn siyasette törensel rolü dýşýnda hiçbir rolünün kalmadýğý bir düzen”3 kurulacaktýr. Yani, 1908, 1909 ile beraber ele alýndýğýnda, mutlak monarşiden anayasal monarşiye geçişle liberal burjuva devlet biçiminin kuruluşudur. Ne var ki, bu coğrafyada burjuva demokratik devrimin adresinin 1908 olduğunu ileri sürmek, tarihi basit bir şekilde 15 yýl geriye çekmekten

çok daha öte bir anlam taşýmaktadýr. Bunun anlamý en belirgin ifadesini, “toplumsal özgürlükçü” 1908 ile “siyasal bağýmsýzlýkçý” 1923’ün kurucu dinamiklerinin etnik, dinsel ve hatta sýnýfsal bileşimindeki farklarda bulur. 1923’ü biliyoruz. Başta Selanik, İzmir ve İstanbul gibi kozmopolit şehirler olmak üzere İmparatorluğun dört bir yanýnda, II. Abdülhamit’te kişilikleşen baskýya karşý bir tür özgürlük isyaný olarak ortaya çýkan 1908 hareketi ise Rum, Ermeni, Musevi, Müslüman, Bulgar, Arnavut… birçok farklý unsurun ortak bir özgürlük talebidir ve bütün bir İttihat Terakki dönemi için geçerli olmamakla beraber kýsa bir süre de olsa özgürlük ortamý yaratmýştýr. Egemenlerin seçkinci ve yukarýdan belirlenen iktidar tarihi yerine özgürlük seslerinin yükseldiği aşağýdan belirlenen tarihler bizim için önemliyse, 1908’in özgürlükçü momentine bakmak ve 1908’in sokaklarýnda gezmek kaçýnýlmaz görünüyor. Maalesef ki ne okullardaki ders kitaplarýnda ne de son dönemlerde televizyonlarda reytingi yüksek “Hepimiz Neyiz?” tartýşmalarýnda 1908’in sokaklarýnda (çok değil birkaç yýl içinde birbirine düşman kýlýnacak) çok çeşitli kesimlerin “Hürriyet!”, “Müsavat!” (eşitlik), “Uhuvvet!” (kardeşlik) ve “Adalet!” sloganlarý altýnda birleştiği anlatýlmýyor. Bu topraklarda bir anlýğýna, belki de zincirlerinden boşalmýşlýk, ya da bir “delilik hali”(!) içinde dahi olsa tüm unsurlarýn (Abdülhamit’in


15

monarşist yönetimi taraftarlarý hariç) özgürlük istenci ile kardeş olmuş olabileceğini pek kimse hatýrlamak istemiyor. Bu konuda 1907’de Erzurum’da dağýtýlan bir bildiri bir hayli ilginçtir oysa. Bildiride halktan zorla alýnan paralar, rüşvetçilik ve baskýlar eleştirilip, “rejimi yýkalým, … [ülkeyi] alçak zalimlerden kurtaralým” denilmekte ve “bu despot rejimden ancak Müslümanlar ve Hýristiyanlar arasýndaki dostluk ve kardeşliğin güçlenmesi ile kurtulunabileceği” belirtilmektedir.4 Ne “dýşarýdan” uluslararasý güçlerin dayatmasý ile gerçekleşen ne de basit, göstermelik bir anayasal reform olan 1908, Osmanlý’nýn iç dinamiklerinin belirlediği ve sokağýn, halkýn yoğun desteğini alan bir girişimdir. Bu desteği Balkanlarda, Anadolu’da ve İstanbul’da kendiliğinden gelişen halk şenlikleri ile devrimin kutlanmasýnda ve daha sonra da 23 Temmuz’un (1935’te Cumhuriyet Bayramý tarafýndan resmen tasfiye edilip tarihin tozlu raflarýna atýlana dek) “Hürriyet Bayramý” olarak coşku içinde kutlanmasýnda görmek mümkündür. Biz ezbere, basit bir olaya indirgeyip içeriğinin ne olduğunu bile bilmeden Meşrutiyet’in İlaný deyip geçsek de, o dönemi bizzat yaşayan insanlar için “Hürriyetin İlaný”dýr aslýnda 1908. “Meşrutiyet’in İlanýný öğrenen halk kelimenin tam anlamýyla sokağa dökülmüştür. Ağzýndan düşürmediği bir slogan da ‘hürriyet’tir. Halk kendisine zor gelen ve anlamýný pek iyi bilmediği ‘meşrutiyet’ yerine bir anda her türlü iyiliğin ve umudun adý olan ‘hürriyet’i kullanmaktadýr.”5 “Hürriyet”ten sonra kulaklara kazýnan bir diğer slogansa “eşitlik ve kardeşlik”tir. Örneğin, 23 Temmuz günü Manastýr’da Meşrutiyet’in İlaný ile yaşananlar şöyle anlatýlmaktadýr: “Mollalar dua etti; İttihad ve Terakki Cemiyeti temsilcileri ile şehrin Rum Metropoliti konuşmalar yaptý ve tören top atýşlarýyla sona erdi. Öğleden sonra hapishanelerin kapýsý açýldý ve siyasiadi, Hýristiyan-Müslüman ayrýmý yapýlmaksýzýn tüm mahkûmlar serbest býrakýldý. Dostluk ve kardeşlik gösterileriyle bezenmiş törenler üç gün, üç gece sürdü.”6 Benzer şekilde, “24–25–26 Temmuz günleri dağlardan Selanik’e inen ve

Manastýrda 10 Temmuz’da toplumun çeşitli unsurlarýnýn birleşip kýşlalarý ziyareti

Manastýrda Bulgar cemaatinin 10 Temmuz nümayişi

mutlakiyetçi yönetim tarafýndan kelleleri için ödüller konmuş olan Bulgar, Rum ve Ulah çeteleriyle Arnavut haydut ve eşkýyalar -daha düne kadar birbirlerinin köylerini basýp, kadýnlarýný öldüren değişik ýrklardan insanlar- İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin yönetimi altýnda birleşiyor, birbirlerine sarýlýyor ve Türklerle dost olmak istiyorlardý.”7 25 Temmuz günü İstanbul’da ise halk, bayraklarla donatýlmýş ana caddelerde yürüyüş ve gösteri yapýyordu: “Yeni yönetimi kutlayan, aralarýnda Türk, Rum, Ermeni ve Musevilerin de bulunduğu elli bin kişiden oluşan bir topluluk iki bando eşliğinde Bâb-ý Âli’ye yürüdü.” Ertesi gün Beyazýt meydanýnda toplanan yüz bin kişilik, yine benzer etnik bileşimdeki topluluk ise yeni anayasal yönetime bağlýlýk yemini ettikten sonra Yýldýz Sarayý’na coşku içinde yürüyecekti.8 Yine halkýn yoğun baskýsýyla ilan edilen genel afla İstanbul’daki siyasi tutuklularýn serbest býrakýlmasýnýn yaný sýra yurtdýşýndaki siyasi mülteci ve göçmenler de geri dönebilecekti.9 Henüz milliyetçilikle kana bulanmamýş bu tarihin önemli sayfalarýndan bir diğeri ise 13 Ağustos tarihinde Balýk Pazarý Üç Horan Ermeni Kilisesi’nde10 özgürlük ve adalet uğruna canlarýný veren Müslümanlar anýsýna yapýlan ayindir. Ayinden sonra çok sayýda Müslüman’ýn da aralarýnda bulunduğu kalabalýk Taksim’e yürümüş ve buradaki kalabalýkla birleşerek anayasal düzeni ve Türk-Ermeni kardeşliğini kutlamýştý.11 “Hürriyetin İlaný” ayný zamanda çok partili hayata geçiştir. Sokaklardaki hareketlilik ve kardeşlik ruhu iki aşamalý olarak gerçekleşen seçimlerde de devam eder. Bir fotoğraf, İstanbul altýncý bölge seçmenlerinin büyük bir tören havasý içinde hep beraber oy vermeye gidişlerini bize anlatýyor: Galata Köprüsü üzerinden geçen kortejin önünde bir kýlýç-kalkan ekibi, peşinden atlý jandarmalar ve ardýndan gelen küçük arabalarýn içinde Rum

ve Ermeni papazlarý ile hahamlarla yan yana oturmuş hocalar. Bunlarýn arkasýndaki arabada ise ikisi Türk, ikisi Rum, ikisi de Ermeni, beyazlar içinde altý kýz çocuğu el ele tutuşmuş bir şekilde oy sandýğýný taşýyorlar.12 Bu kardeşlik gösterilerini, yalnýzca Ermeni örgütlerinin Abdülhamit’e karşý İttihad ve Terakki ile yaptýğý işbirliğine indirgeyerek açýklamak pek yeterli görünmüyor. Bu, hangi dinden olursa olsun birbirine “kardeşim” diye hitap etme geleneği olan,13 komşusuna kandillerde lokma, paskalyada çörek ikram eden bir kültürün yansýmasýdýr. Nitekim her türlü milliyetçi kimlikleştirme ve dayatmalara inat, bugün Hrant Dink’i son yolculuğuna saygýyla, isyanla, kardeşlikle uğurlayan yüz binlerin dýş mihrak değil de bu topraklarýn içkin gücü olduğunu ancak, tarihimizdeki kardeşlik uğraklarýmýza dönüp baktýğýmýzda ve dün 1915’te kadýn ve çocuk başta olmak üzere sayýsýný bilmediğimiz kadar çok Ermeni’yi koruyup saklayan Türk, Kürt ve Çerkez komşularý olduğunu hatýrladýğýmýzda anlayabiliriz.

1908 hareketi II. Abdülhamit’te kişilikleşen baskýya karşý Rum, Ermeni, Musevi, Müslüman, Bulgar, Arnavut… birçok farklý unsurun ortak bir özgürlük talebidir


16

Özgürlük sembolü. Kurdelelerde ittihat, kardeşlik, özgürlük, eşitlik, adalet yazýyor

Gelgelelim 1908’in (31 Mart İsyaný ve sonrasýnda burjuva demokratik devrimin 1909’da tamamlanýşý, 1912 Bab-ý Âli darbesi, Balkan Savaşlarý ile gayri-Müslim nüfusun yoğun olarak yaşadýğý topraklarýn kaybý, Birinci Dünya Savaşý, tehcir kararý… uğraklarýndan geçerek) bir iktidar tarihi olarak 1923’e dönüşümüne, ulus-devlet paradigmasýnýn MüslümanTürk bileşim zemininde “hainlik”, “dýş mihrak”, “arkadan vurma” korkusuyla sağlamlaştýrýlmasý eşlik eder. Artýk “kardeşlik” söylemi ne yazýk ki yerini dýşarýda olduğu gibi içeride de sürekli dikenli tellerle örülü sýnýrlar kurmayý gerektiren “ötekileştirme” söylemine býrakacaktýr.

1908 ve Kadýnlar Her ne kadar birçoğu boğulacak olsa da çok çeşitli din, dil ve etnik kökenden insanlarýn ortak özgürlükçü umut ve özlemlerinin ifadesi olan “Hürriyetin İlaný” ile birlikte işçi sýnýfý hareketlenmeleri ve örgütlenme girişimleri başlamýş (altý ayda yüzden fazla grev olmuş, ilk kez sendika kurulmuştur), iki yýl içinde sosyalist ve hatta anarşist görüşlerin de dâhil olduğu 350 kadar gazete ve dergi çýkmýş, 10’a yakýn siyasi parti ve birçok dernek kurulmuştu. 1908’in bu oldukça politize olmuş hareketli ortamýndan belki de en çok etkilenenlerse kadýnlardý. 1908’in sokaklarýndaki kadýnlara kulak vermek temel olarak iki açýdan önemlidir. Birincisi, yukarýda tartýştýğýmýz gibi resmî tarihin 1923’le her şeyi sil baştan yaratma iddiasýna karşý 1908’in nasýl bir kýrýlma noktasý olduğu daha iyi görülecektir. İkinci olarak da, Kemalist ve devletçi feminizmin, birer özne olarak kadýnlarýn haklarýný mücadele sonucunda kazanmadýğý, aksine birer

Bu topraklarda “Hürriyet!”, “Müsavat!” (eşitlik) ,”Uhuvvet!” (kardeşlik) ve “Adalet!” sloganlarý altýnda tüm unsurlarýn özgürlük istenci ile kardeş olmuş olabileceğini pek kimse hatýrlamak istemiyor

nesne olarak onlara haklarýnýn yukarýdan bahşedildiği yönündeki söylemini yapýbozumuna uğratacaktýr. Sokaklara biraz göz gezdirdiğimizde, Hürriyetin İlaný’yla Hýristiyan kadýnlar kadar Müslüman kadýnlarýn da satýn aldýklarý hürriyet kokartlarýyla kutlama şenliklerine katýldýğýný görüyoruz. “Gerçekten hürriyetin keyfini en fazla çýkaranlar arasýnda kadýnlar var. Hele hürriyetin ilk günlerinde kimileri peçelerini bile atýyor ve kafeslerin ardýndan çýkýp sokaklara, meydanlara akýn ediyorlar. Kahveler ve tiyatrolarda kadýnlar görülmeye başlýyor, üstü açýk arabalarda erkeklerle yan yana oturuyorlar. Hatta İstanbul’da düzenlenen açýk hava toplantýlarýndan birinde söz alan kadýn konuşmacýlar, artýk Osmanlý kadýný üzerindeki baskýlarýn kalktýğýný ilan ediyorlar.”14 1908’in ardýndan kadýnlarýn yoğun bir şekilde toplumsal hayata katýlma arzusu kendini somut taleplerle ifade ediyordu: Meclisin açýlýşýna Hýristiyan kadýnlar katýlacaksa, Müslüman kadýnlar da (kafes arkasýndan da olsa) toplantýyý izleme taleplerini bildirdiler. Eğer izin verilmezse İngiliz kadýnlar gibi Parlamento önünde protesto eylemi yapma tehdidinde bulundular. Elbette kadýnlarýn tüm bu özgürlükçü yönelimleri özellikle Abdülhamit rejimi taraftarlarýnýn yeni düzen eleştirilerinin hedef tahtasý olacaktý. Örneğin, 1908 Eylül ayýnda İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin emri ile ‘Vatan Yahut Silistre’ oyununun üç gün süreyle İzmirli kadýnlara oynatýlmasý kararý üzerine “silahlý Müslümanlar, gece camiye bile gitmeleri yasak olan kadýnlarý sokağa çýkmaya cesaret ederlerse öldürüleceklerini” söylerler.15 31 Mart ayaklanmacýlarýnýn şeriat isteriz derken istedikleri, bir taraftan da kadýn bedeninin kontrolüdür: Taleplerin arasýnda meyhane ve tiyatrolarýn kapatýlmasýnýn yaný sýra, kadýnlarýn

Balýk pazarýndaki Üç Horon Kilisesi’nde yapýlan ayini takiben Müslümanlar ve Ermeniler bir arada taksime yürüyerek hürriyeti kutluyorlar


17

Ne “dýşarýdan” uluslararasý güçlerin dayatmasý ile gerçekleşen ne de basit bir göstermelik anayasal reform olan II. Meşrutiyet, Osmanlý’nýn iç dinamiklerinin belirlediği ve sokağýn, halkýn yoğun desteğini alan bir girişimdir peçesiz gezmemesi, fotoğraf çektirilmemesi… vardýr. Kadýn bedenine dair tasavvur ve politikalar her zaman olduğu gibi bir kez daha biyo-politik üretimin ve iktidar mücadelesinin ayrýlmaz bir parçasý olarak işlev görür. “Kadýn meselesi” 1908 hareketinin kurucu erkek kadrolarý için modernleşme ve Batýlýlaşmaya dayalý ulus-devletin iktisat ve kültür meselesinin ifadesi iken, 1908 karşýtlarý içinse “ahlakýn bozulmasý, dinin elden gitmesidir.” İşte tam da bu geleneksel İslami ataerkillikle Batýlý modern ulus-devlet ataerkilliği arasýndaki çekişmenin16 ortasýnda, kadýnlar kendi öznelliklerini, kendi mücadele hatlarýný oluşturmaya çalýşýrlar. Dönemin, kadýnlar açýsýndan bir diğer önemli özelliği de basýn ve örgütlenme özgürlüğü sayesinde kadýnlarýn gerek derneklerde, gerek kadýnlara yönelik dergi, gazete gibi faaliyetlerde aktif rol almalarýdýr. 1908–18 arasýnda kadýnlarýn kurduğu yardým, eğitim, kültür, ülke sorunlarýna çözüm bulma, feminizm ve ülke savunmasý gibi çok çeşitli amaçlar taşýyan yaklaşýk 20’ye yakýn dernek vardýr. 19. yüzyýlýn ikinci yarýsýnda başlayan, kadýnlarýn çeşitli gazete ve dergilerde sorunlarýný ve beklentilerini yazýp, diğer kadýnlarý bilinçlendirme çabalarý ise 1908 ile birlikte bir patlama yaşamýştýr.17 Ancak burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta, 1908’e kadar hareketin içinde daha çok üst sýnýftan kadýnlar varken, 1908’le beraber orta sýnýf kadýnlarýn da harekete dahil olmasýdýr. Elbette bu kadýnlarýn büyük çoğunluğu yine de şehirli ve okuma yazma imkâný elde edebilmiş olanlardan oluşur. Fransýz Devrimi ve Aydýnlanma’dan etkilenen 1908 hareketinin kurucu kadrolarý tarafýndan kadýnlar, anneliğin yaný sýra toplumun gelişiminde oynadýklarý rolle ilişkili olarak Batýlýlaşma ve modernleşmenin taşýyýcýlarý olarak tanýmlanmýşlar ve eğitimlerine özel bir önem verilmişti. 1913’te ilköğretim

kýzlar için de zorunlu hale getirilmiş, yükseköğretim kadýn öğretmen yetiştiren yüksekokullarla sýnýrlý olsa da 1914’ten sonra Darülfünun’da kadýnlar için kurslar açýlmýş, kýz çocuklarýnýn da iptidai, rüştiye ve idadilere alýnmalarýný sağlayan programlar uygulamaya konulmuştu. Cumhuriyet’in ilk on yýlýna da sarkan şekilde devam eden Osmanlý kadýn hareketinin öznesi kadýnlarý, işte bu tedrisattan geçmişlerdi. Bir de ülkenin başka yerlerinde hayatýn başka tedrisatlarýndan geçen kadýnlar vardý ayný tarihlerde: Bütün toplumu etkileyen kýtlýk, bulaşýcý hastalýk ve yokluklarýn yaný sýra bir de “saat dörtten önce vardiyaya başlayýp on dört, on beş saat”, “kaynar sular başýnda, pis kokular içinde, hasta nefesler emerek zehirlenen”, “hamile olduklarý vakit bile, erkekler gibi on-on iki saat çalýşmak mecburiyetinde olan” kadýnlar. Asýl olarak kadýn ve çocuk işçileşme oraný, Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarý ile işgücünün

azalmasý sonucu çok daha fazla artacak olsa da, 1908’de İmparatorluk topraklarý içindeki yaklaşýk 250.000 sanayi işçisinin 70-75 bin kadarýný kadýnlar oluşturuyordu. Ve bu kadýnlar gerek işçi koca ya da çocuklarýný destekleme biçiminde, gerekse yoğunluklu olarak çalýştýklarý dokuma, gýda ve tütün gibi işkollarýnda grevlerin örgütlenmesinde etkin rol almýşlardý. Örneğin Kavala ve Drama’daki kadýnlarýn grev komitelerinde çalýştýklarý ve önderliğini bir kadýn işçinin yaptýğý, 14.000 tütün işçisinin katýldýğý grevin talepleri arasýnda “işgününün yazýn dokuz saat, kýşýn sekiz saate düşürülmesi, gündeliklerin 18 kuruşa çýkarýlmasý, işyerlerinde tükürük kaplarý, içme suyu, havalandýrma tesisatý bulunmasý gibi, özellikle kadýnlarýn çalýşma koşullarýný ilgilendiren istekler vardýr.”18 Kadýnlarýn isyan tarihinden bir diğer çarpýcý örnekse, Hürriyetin İlaný’ndan yaklaşýk bir ay

Beyoğlu’nda bir sandýk alayý. Müslüman ve Ermeni talebeler Türkçe ve Ermenice marşlar söyleyerek seçim sandýğýný götürüyor


18

kadar önce, günde ortalama 15 saat çalýşan bir kadýn işçinin bir günlük ücretiyle bir ekmek dahi alamadýğý Sivas’ta elli kadar köylü kadýnýn hayat pahalýlýğýný, ekmeğin bozukluğunu ve tahýl kýtlýğýný protesto etmesiyle başlayan “ekmek kavgasý” ayaklanmasýdýr.19 Son yýllarda yapýlan birçok çalýşmanýn da gösterdiği gibi resmî tarihin savlarýnýn aksine Cumhuriyet’ten önce toplumsal ve siyasal bir konu olarak kadýn haklarý meselesi gündemdedir. Ve sanýlanýn aksine Batý’yla eşzamanlý olarak ama Batý’daki kadýn hareketinden daha farklý siyasallaşma biçimleri altýnda Osmanlý’da canlý ve talepkâr bir kadýn hareketi vardýr. Kadýnlar özellikle 1908 ortamýnýn yarattýğý özgürlükçü potansiyeli kendi yaşamlarý ve emekleri üzerine söz sahibi olmak için toplumsallaşarak değerlendirmişlerdi. Konferanslar düzenleyip, dergi ve gazete çýkararak, derneklerde ve çalýştýklarý işyerlerinde örgütlenerek kendi sorunlarýna ve ülkenin genel sorunlarýna sahip çýkmýşlardýr. Hatta cumhuriyet rejiminde ilk partileşme girişimi olan ama reddedilen Kadýnlar Halk Fýrkasý bu hareketin ivmesiyledir. Daha sonra Türk

Kadýnlar Birliği olarak devam eden bu örgütlenme 1935 yýlýnda devletin çýkarýna ters düşebilecek faaliyetlerde bulunabilecekleri korkusuyla “Cumhuriyet kadýnlara bütün haklarýný vermiştir, kadýnlarýn artýk örgütlenmesine gerek kalmamýştýr” denilerek kapatýlmýştýr.20 Artýk modernleşmeci, beyaz, Türk, erkek seçkinlerin üniter ulus-devlet projesi ve yarattýğý milliyetçi mitler içinde kadýnlar, diğer tüm “öteki”ler gibi ya isyanlarýný susturup sessizliğe gömülecek ya da Kemalist ideolojinin biçtiği görevlerini bilip ancak devlet feminizminin sýnýrlarýný çizdiği dikenli tellerin arkasýnda iktidarý onaylayarak özneleşeceklerdi. Ya da… Ya da insanlýk tarihindeki tüm özgürlükçü hareketlenme uğraklarýnýn gösterdiği gibi ne sermaye, ne din, ne devlet, ne de bunlarýn milliyetçilik gibi şoven ideolojilerinin çizdiği aşkýn sýnýrlara hapsolup, diğer tüm “öteki”lerle birlikte iktidarýn her türlü ötekileştirme ilişkisine karşý özgürlük ve kardeşlik zemininden bir adým dahi geri atmadan içkin toplumsallýğýn izini süreceklerdi…

Resmî tarih savlarýnýn aksine Cumhuriyet’ten önce toplumsal ve siyasal bir mesele olarak kadýn haklarý gündemdedir

1 Aykut Kansu’nun oldukça önemli ve tartýşma yaratan çalýşmasýnda da belirttiği gibi “Anayasa hukuku açýsýndan da monarşist rejim 1908 yýlý Temmuz’unda ‘tarih’” olmuştu. Bkz. Aykut Kansu, 1908 Devrimi, İletişim Yay., çev.: Ayda Erbal, 2006, 4. Baský, s. 4. 2 Bkz. Zafer Toprak, “II. Meşrutiyet ve İttihatçýlar”, Milli İktisat-Milli Burjuvazi, Türkiye’de Ekonomi ve Toplum, Yurt Yay., 1995. 3 Kansu, 1908’den sonra gözden geçirilerek yeniden basýlan ders kitaplarýnýn içeriklerinden görülebileceği

gibi 1908 hareketinin nihai amacý olan “cumhuriyet”in kurulmasýna ramak kaldýğýný belirtir. 1912 basýmý bir yurttaşlýk bilgisi kitabýnda, “Hükûmet-i cumhuriye, hükûmet-i meşrutiyenin aynýdýr. Yalnýz daimî bir hükümdar yerine milletvekilleri tarafýndan intihab olunan [seçilen] bir reis devleti idare eder. Bu reis her beş, altý senede bir değişir ve ona ‘reis-i cumhur’ itlak olunur. Dünyada mevcut hükümetlerin en ziyade hür ve müterakkisi [ilericisi] işte hükûmet-i cumhuriyedir.”. Bkz. Aykut Kansu, age., s. 365-6. 4 Aktaran A. Kansu, age. s. 82. 5 Serhan Ada, “Fotoğraflarla II. Meşrutiyet: Hürriyet Günleri”, Tarih ve Toplum, Temmuz 1984, s. 13. 6 Aktaran A. Kansu, age., s. 132. 7 Aktaran A. Kansu, age., s. 136. 8 Age., s. 137-8. 9 O tarihlerde yurtdýşýnda yaklaşýk 80.000 Ermeni ve 60.000 de Müslüman sürgün bulunmaktaydý. Bkz. age., s. 140. 10 Her gün önünden fark etmeden geçtiğimiz (ve Dolmabahçe Sarayý ile ayný mimarýn imzasýný taşýyan) bu kilisenin yaşlý zangocu Nişan Amca’yý eğer hayattayken tanýyamadýysak, Pýnar Selek’in “…Kimdik biz? Kimdin sen Nişan amca? Suçlu muyduk? Bize bunca acý çektirenler bizde bu suçluluk duygusunu yaratmayý nasýl beceriyorlar? Niye yan yana gelince tedirgin oluyoruz?...” diye sorduğu yazýsýyla tanýyabiliyoruz geç de olsa. Bütün parasýný kimsesiz kalmýş yaşlý insanlara harcayan ve 2003 yýlýndaki cenazesini Beyoğlu’nun delileri, çevre esnafý, civardaki Ermeni cemaati, Kürt seyyar satýcýlar, yaşlý ve kimsesiz kadýnlarýn týklým týklým doldurduğu Nişan Amca, ölmeden bir hafta önceki “Artýk yeter… Bu savaşý durdurmamýz lazým, bizim yaşadýklarýmýzý Araplar ve Kürtler yaşasýn istemiyorum. Biz hepsinin kurbanýyýz. Biz kesilirken hepsi suç ortağýydý, ben suç ortağý olmak istemiyorum...” cümleleriyle dile getirdiği isyanýnda, ne yazýktýr ki milliyetçiliğin acý ve utanç perdesi ardýnda kalmýş yüzyýl önceki bu kardeşlik anýlarýný hatýrlatýyor adeta bize ve tarihe. Bkz. Pýnar Selek, “Bir Ermeni Daha öldü” Özgür Politika, 3 Şubat 2003. 11 Bkz. A. Kansu, age., s. 140-1. 12 Bkz. S. Ada, age., s. 15. 13 Bkz. İlber Ortaylý, Osmanlý’yý Yeniden Keşfetmek, Timaş Yay., 2006, s. 44 14 Bkz. S. Ada, age., s. 13 15 Bkz. Mehmet Şehmus Güzel, “1908 Kadýnlarý”, Tarih ve Toplum (Temmuz 1984), s. 6. 16 Bkz. Fatmagül Berktay, “Osmanlý’dan Cumhuriyete Feminizm”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C. 1, s. 361. 17 Serpil Çakýr’ýn Osmanlý Kadýn Hareketi (Metis Yay., 1996), kendi deneyimleri üzerinden tarihte “kadýnlarýn görünür kýlýnmasý” çabasýnda oldukça faydalý bir çalýşmadýr. 18 1908 yýllarýnýn ekonomik bunalýmý ve kýtlýğý yýllarýn birikmiş öfkesiyle birleşince 24 Temmuz-31 Ekim 1908 tarihleri arasýnda yüz civarýnda yaşanan grevin kýrký, kadýnlarýn yoğun olarak çalýştýklarý işkollarýndadýr. Bkz. M. Ş. Güzel, age., s. 11. 19 Bkz. age., s. 9-11. 20 Meltem Ağduk, “Cumhuriyetin Asil Kýzlarýndan 90’larýn Türk Kýzlarýna”, Vatan Millet Kadýnlar, (der.: Ayşe Gül Altýnay), İletişim Yay., 2004.

Selo Selanik’te bir konferansý dinleyen yerli ve yabancý, başý açýk ve kapalý kadýnlar


19

Aman be bir mecalim var!

“Tabii İstanbul’un lüks ve eğitimli ve kapital sahiplerinin yaşadýğý bölgelerde bu kentsel dönüşüm ve kentsel yenileme projeleri uygulanmýyor, uygulamak da o kadar kolay değil. Önce bizimki gibi yoksul varoşlardan başlayýp, İstanbul’u peşkeş çekecekler.”1 “(…) Sokak girişindeki küçük bakkaldaki 26 yaşýnda bir Roman, bizi ailesinin ve akrabalarýnýn 100 yýldan beri yaşadýğý sokağýna götürdü. ‘Biz Neslişahlýyýz, Neslişah Mahallesi’nde doğdum, bu sokakta tüm ailem, akrabalarým beraber yaşýyoruz. Gideceksiniz diyorlar, yýkýlacakmýş evler, bizi çok katlý binalara yerleştirecekler. Nasýl yapacağýz ki biz? Bizim akşamlarý masalarýmýz sokağa atýlýr, hepimiz bir sokakta oturur sohbet ederiz. Bir akşam birimiz çay yapar, diğer akşam poğaçalar hazýrlanýr ve çaylar başka bir evden gelir. Okumam yok ama burada kendimi güvende hissediyorum, halkýmla birlikteyim, başka bir yere gitmek istemiyorum.’ derken…”2

Sulukule’de gerçekleştirilecek olan kentsel yenileme projeleriyle ilgili haberleri okuduktan sonra, iki defa Sulukule’ye gittik Şükrü Abi’yi, Asým Amca’yý, nohutlu pilavýný ve zerdeli aşuresini yediğimiz teyzeyi, müzisyen Mehmet’i orada tanýdýk. Yaklaşýk 1000 evi ve bu evlerde oturan 3500 kişiyi etkileyecek yýkýmlar hakkýnda konuştuk; bazen de sadece dinledik. Ben de mahalle kahvesinde, Sulukule’nin sokaklarýnda, nohutlu pilav yediğimiz küçük dükkanda duyduğumuz cümleler ve okuduğum kitaplardan, gazete yazýlarýndan aklýmda kalanlarla, güzel Sulukule’nin bugünlerdeki halinin küçük bir hikayesini yazdým. “Göçümüz yaklaşýk 1000 yýl önce Hindistan’dan başlamýş. Yollar ve günler sonra, Bizans İmparatorluğu’nun topraklarýnda durmuşuz.

Şimdilerde Edirnekapý ve Sulukule dediğimiz yerlerin çevresinde, önceden çadýrlardan oluşan kamplarda, sonra da kendi yaptýğýmýz evlerimizde yaşamýşýz yýllar boyu. Yaklaşýk 10 asýr geçti göçümüzün bu topraklara konmasýnýn üstünden. Bu uzun zaman içinde savaşlar, yýkýmlar gördük. Değişik diller, sesler ve yüzlerle tanýştýk, kaynaştýk, çoğaldýk. Parçalanan imparatorluklarý da, kurulan imparatorluklarý da gördük. Tüm bunlar yaşanýrken, Sulukule buraya yerleşenlerimiz için adýmýzý ve kimliğimizi kurduğumuz evimiz oldu. Yollara düşüp talihini başka topraklarda aramak isteyenlerimiz içinse güvenilir bir köprü. Bugünlerde ise, ellerinde resmi kağýtlarla kapýmýza dayanýp, çýkýn gidin buralardan diyorlar. Anlamadýğýmýz, anlamak da istemediğimiz bir dilde konuşup, şu kanun, şu madde, şu kadar süre, şu kadar met-

rekare, şu kadar fiyat, şöyle sözleşme, böyle tebligat diyorlar. Eh, iyi de anneciğim, benim dedemin dedesinin dedesi, anlýyor musun 1000 yýl diyorum sana ben, hep buralarda yaşamýş. Şu gördüğün surlara bizim kahkahamýz, davulumuzun, zurnamýzýn, darbukamýzýn, kemanýmýzýn sesi sinmiş. Şu evlerde kaç kuşak büyümüş, evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş, torun görmüş, son nefesini vermiş bilir misin? Biz burada çoğalmýşýz hem insan, hem kültür olarak. Sen beni nasýl yok sayarsýn? Hem kusura bakma anneciğim, siz yokken Bizanslýlar vardý burada. Biz onlarý da gördük. Demek istediğim, o kadar eskidir bizim hikayemiz. Senden de, senin belediyenden de eskidir. Aman yanlýş anlama. Eskiyim diye hor görmem seni, ezmeye çalýşmam. Ayný toprağýn insanýyýz be anneciğim, basarým bağrýma seni. Diline, kültürüne karýşmam. Yaşayalým isterim beraberce, rengimizi birbirimize kata kata. Sen şimdi benden tapu istersin, evimin bana ait olduğunu kanýtlamam için. Ben de sana, tapu yerine benim burada koca bir tarihim var diyorum. Yeter mi sana? Siz oturursunuz masalarýn başýna, o söyleyip durduğum maddeleri yazý yazýverirsiniz. Sonra da oldu der, kalkarsýnýz masalarýnýzdan. Ama anneciğim, bir mahallenin kokusu, sesi o kadar çabuk mu çýkar ortaya? İnsancýklar yaşamlarýný o kadar kolay mý kurarlar sanýrsýn? Ömürler geçer be anneciğim, yýllar geçer, sesler, kokular birikir, birikir de örfümüz, geleneğimiz çýkar ortaya. Hem bu mahallede sadece hayatta olanlarýn mý hakký var sanýrsýn? Ya ölmüşlerimiz? Ya senin almak istediğin evi yapmýş olanlar? Onlarýn hakký yok mudur? Günahtýr be anneciğim onlarý yok saymak. Vallahi yakamýza yapýşýverirler öbür tarafa göçünce. Sen parayý verip imzayý attýrýverince, her şey olur sanýrsýn di mi? O kadar kolay mý be anneciğim? Senin gönül gözün kapanmýş; her şey öyle parayla, damgayla olmuyor. Hayat be anneciğim hayat. Öyle koca koca binalarda yazýp çizdiğin, afili kağýtlarýn üstünde duran, ikide bir gözümüze soktuğun kanunlarýn katýlýğýna benzemez. Bu hayata saygý duymak gerekir. Ben sana hep ne dedim? Bizim burada tarihimiz, konu komşumuzla kurduğumuz bir mahallemiz var dedim. Di mi? Buralarda sadece bizim değil, adýný sanýný bilmediğimiz birçok kimsenin hakký var dedim. Di mi? Bu kadar şeyi dinledikten sonra gene de evlerimizi yýkmaya gelirseniz, saygýsýzlýk edersiniz anneciğim benim. Senin haddine değildir mahallemi yýkmak. Yaşamýmýz ve kültürümüz karşýsýnda haddini bil de, geri dur anneciğim benim. Hadi anneciğim, yap dediklerimi.”


20

üstüne. Sen şimdi bana sorarsýn, vaz mý geçtin mahallenden diye. Olur mu be ablacýğým? Vermeyeceğiz mahallemizi kimseye.”

“Ablacýğým gelsene biraz. Gel de anlatayým sana derdimi. Bak, görür müsün elimdekini? Darbukamdýr bu benim, ekmeğimi çýkarýrým ben bundan. Senin televizyonlarda gördüğün ünlü şarkýcýlarýn arkasýnda çalarým ben. Bizim insanýmýz müzisyendir, hem de iyi müzisyendir. Çocuk olduğumuz zamandan başlarýz çalmaya, dans etmeye. Ruhumuzda vardýr be ablacýğým. Eskiden eğlence evlerimiz vardý. Hem çalar, hem söyler, hem de oynardýk. Çýkarýrdýk nafakamýzý. Ünlüydü eğlence evlerimiz; hani filmlerde izlersiniz ya, işte onlardan. Ama 15 yýl önce kapattýlar eğlence evlerimizi, kalakaldýk ortada. Çocukluğumuzda öğrendiğimiz mesleğimizi yapamaz olduk. Fakirlik geldi mahallemize. Elektrik, su paramýzý ödeyemedik. Bir dönem çöplerimiz bile alýnmadý. Evlerimiz de tarihi eser sayýldýğýndan, bir çivi bile çakamadýk. Sonra ne oldu? Tüm bunlara sebep olanlar, evlerimize çöküntü dediler. Yýkacağýz, buralarda yaşanmaz dediler. Bana sorarsan ablacýğým, asýl dertleri evler değil. Bizi istemiyorlar burada. Yani yapacaklarý evlerde de biz oturamayýz zaten. Hepimizi buradan sürdükten sonra, satacaklar evleri istedikleri kimselere. Şimdiden satmaya başladýlar zaten. Takým elbiseli adamlar dolaşýyor mahallede. Evleri almaya çalýşýyorlar. Bizden ucuza alýp sonrasýnda kaç paralara satacaklar, Allah bilir! Rant kapýsý gördüler güzelim mahallemizi. İstedikleri gibi bir mahalle kuracaklar, ama nereye? Koskoca bir Sulukule’nin

Şu gördüğün surlara bizim kahkahamýz, davulumuzun, zurnamýzýn, darbukamýzýn, kemanýmýzýn sesi sinmiş

“Şimdi kýzcağýzým iyi dinle beni. Yaklaşýk iki yýl önce belediyeden insanlar geldi. Evlerimiz ne halde, kaç tane ev var, onlara baktýlar. Sonrasýnda da biz duyduk ki, evlerimizi yýkacaklarmýş. Eyvah dedik. Sorduk, neler oluyor diye. Meğer hükümetten bir yasa çýkmýş kentsel yenilemeyle ilgili. Burada da bizim belediye, Fatih Belediyesi, TOKİ ve Büyükşehir Belediyesi bir araya gelip bir sözleşme imzalamýşlar. Evleri yýkacaklar, yerlerine de eski evlere benzeyen evler yapacaklarmýş. Bak kýzým, şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle. Bu yeni evlerden bize hayýr gelmez. Neden mi? Yeni evlere biçilen fiyatlarý, taksitle de olsa kimse ödeyemez. Bu mahallede kimsenin o kadar parasý yok. Bir de, tapulu evimizde oturmak için tekrardan neden para verelim? Eğer, diyor belediye, buradaki evler için paran yetmiyorsa, mülkünü TOKİ’ye devret, sana başka yerden ev verilsin. İyi de ben mahallemi býrakýp neden gideyim ki? Bir de, insanlar evlerini şahýslara satmaya başladý. Belediyenin verdiği paradan biraz fazla verip alýyorlar evleri. Bir şey söyleyeyim mi kýzým? Ben en çok para için evini satanlara kýzýyorum. Gözünü para bürümüş insanlarýmýz var. Evlerimiz çok eskidir, çöpümüz sokaktadýr, yolumuz çamurdur; ama satýlmaz ki gene de. Ata yadigârýdýr bu evler; birbirimizin çocukluğunu biliriz. Ama korkuyor insanlarýmýz, devlet babadan, iktidardan korkuyorlar. Evleri yýkýlýr, beş parasýz kalýrlar diye korkuyorlar. Ben de evlerini satanlara diyorum ki, asýl korkmasý gerekenler evlerimizi yýkmak isteyenler. Allah’tan korksun onlar! Böyle işte kýzým, en kötü durumda olanlar da kiracýlarýmýz. Onlarýn evleri yýkýlýrsa sokakta kalacaklar. Birçoğunun başka yerde kira ödeyecek gücü yok. Biz burada birbirimize bakarýz, kollarýz birbirimizi. Yaşlýmýza, hastamýza, dul kadýnýmýza, yetimimize kol kanat gereriz. Evlerimiz yýkýlýr da dört bir yana dağýlýrsak, halimiz çok fena olur.”

Ayný toprağýn insanýyýz be anneciğim, basarým bağrýma seni. Yaşayalým isterim beraberce, rengimizi birbirimize kata kata

24 Mart’ta, Sulukule Roman Kültürünü Geliştirme ve Yaşatma Derneği’ndeki ritim atölyesi bittiğinde, herkesin kýzarmýş yüzüne kocaman gülümsemeler yayýlmýştý. Yaklaşýk bir saat boyunca, 40-45 kişi, çeşitli müzik aletleriyle ritim tutmuştuk. Hünerli birkaç el, heyecanlý amatör topluluğun ritmi kaçýrmamasý için darbuka ve davullarla bize rehberlik etmişti. Atölye biterken, son vuruşlar ve son sözler davulu çalan abiden geldi: “Evlerimizi geri verin!” “40gün40gece Sulukule” etkinlikleri o gün başladý. Kentsel Yenileme Projesi çerçevesinde evleri yýkýlacak olan Sulukuleliler ve onlarla beraber olan sanatçý, mimar, hukukçu ve akademisyenlerin, dikkatleri Sulukule’ye çekmek ve hep beraber bir şeyler yapmak için oluşturduklarý platformun etkinlikleri 15 Mayýs’a kadar çeşitli atölyeler, söyleşiler ve film gösterimleriyle devam edecek. Sulukule’de yýkýlmasý planlanan yaklaşýk 1000 ev var. Amaçlanan, bu evler yýkýlýp yerlerine yenileri yapýldýğýnda, kentsel olarak dönüşmesi için büyük çaba sarf edilen İstanbul’a ve piyasaya hiç kullanýlmamýş bir mahalle daha hediye etmek. Şehirli, modern, zengin müşterilerin kendileri için kurtarýlmýş (!), yeniden inşa edilmiş mahallelerinde huzur ve güvenle (!) otururken yetkililere şükranlarýný dile getirmelerini, güzelim İstanbul’larýný bir çöküntü alanýndan daha kurtarýp asýl İstanbullulara (!) yeni yaşam alanlarý oluşturduklarý için onlara teşekkür etmelerini sağlamak. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, TOKİ’nin ve Fatih Belediyesi’nin bu amaçlarýný gerçekleştirme yolunda kendilerine yardým edecek kapý gibi kanunlarý, Sulukule’nin yýpranmýş evlerine aman vermeyecek yýkým ekipleri var. Bir direnişle karşýlaştýklarýnda da, Küçükbakkalköy’deki yýkýmlarda olduğu gibi biber gazý ve coplarýný kullanmaktan çekinmeyeceklerine inandýklarý güvenlik güçleri, bir yerde hazýr bir şekilde beklemekte. Belediye başkanlarýnýn, yýkýmlarýn başladýğý ilk günlerde mahallenin girişinde kýrmýzý kurdele kesip ilk yýkýlacak olan evin önünde arsýz bir sýrýtýşla “Hadi hayýrlýsý!” demesi


21

“Çingenelerin İstanbul’a çok hakký geçmiştir. Ayný şekilde Çingenelerin üzerinde de İstanbul’un çok hakký vardýr. Çingeneler bu hakký hiç unutmamýşlar, gacolar tarafýndan defalarca sürgün edilmelerine rağmen İstanbul’u terk etmemişlerdir. İstanbul’da yaşamak, bu gizemli topraklarla bütünleşmek Çingeneler için adeta bir tutku olmuştur. Ne yazýk ki karşýlýksýz bir aşktýr bu...”1 “Aşk” devam etsin, Sulukule yýkýlmasýn diye; 40gün40gece Mayýs ayý etkinlik programý:

de ihtimal dahilinde. “Hadi hayýrlýsý!” diyecekler; çünkü kâr edecekleri yeni bir yer buldular; çünkü Sulukulelilerin şarkýlarýna, attýklarý göbeklere, mahallelerinde kurduklarý ortak yaşamlarýna, birbirlerine arka çýkmalarýna, kendilerinkinden farklý olan değer yargýlarýna ve yoksulluklarýna tahammül edemiyorlar. İktidar her ne kadar “Burada her istediğimi yaparým” havasýnda olsa da, bu şekilde mahallelinin gözünü korkutmaya çalýşsa da, evlerin ve mahallenin gerçek sahipleri hayatlarýna sahip çýkacak. Sokakta hep birlikte bir yaşam kurmuş olanlar, sokakta darbuka çalýp ya da çiçek satýp para kazanmaya çalýşanlar, yani sokakta yaşayanlar, yani sokaklarýn asýl sahipleri iktidarýn dozeri, kepçesi, copu, biber gazý karşýsýnda hayatlarýndan vazgeçmeyecekler. Renklerinden, mahallelerinden, kahkahalarýndan bir şey kaybetmeden yaşamaya devam edecekler, devam edeceğiz güzel İstanbul’umuzda hep beraber.

1 Asým Hallaç, BİA Haber Merkezi, 24/03/2007. Asým Amca, sözü ve gönlü güzel bir Sulukuleli. Onu Sulukule’ye ilk gittiğimizde, yýkýmlarla ilgili toplantýda tanýdýk. Mahallesini savunurkenki coşkusu, öfkesi, hüznü; eğer oradaki evler yýkýlýrsa, evlerinden çok daha fazlasýný kaybedeceklerini anlattý bize. 2 Hacer Yýldýrým Foggo ve Belgin Cengiz, Birgün, 29/06/2006. Sulukule, şimdiki isimleri Neslişah ve Hatice Sultan olan iki mahalleden oluşuyor.

5-6 Mayýs Hýdrellez Etkinlikleri Yer: Sulukule Dernek Lokali Yaný Katýlýmcýlar: Atölye ve gruplarýn gösterileri ve Sergileri Müzik atölyeleri Dans Atölyeleri Sulukule Roman Orkestrasý Çýplak Ayaklar Kumpanyasý “Kelimeler” Semaver Kumpanya Gevende Sürpriz Konuk Gruplar... Açýk Hava Film Gösterimi Açýk Hava Sergileri: Fotoğraf/Resim Panayýr gösteri ve etkinlikleri Ahýrkapý Hidrallez etkinliklerinde “40 Gün 40 Gece Sulukule” standý açýlmasý 7-11 Mayýs Roman Filmleri Haftasý Yer: Fransýz Kültür Merkezi “Gýrgýriye Filmleri Üzerinden Bir Değerlendirme” Ana Çerçeve: Belma Kurtişoğlu Bölgeden ve konu ile ilgili konuklarýn katýlýmýyla 28 Nisan-14 Mayýs Dokuma Roman Portreleri Sergisi, Gül Bolulu

Ben Sulukule’de doğdum. Babam Sulukule’de doğdu. Dedem Sulukule’de doğdu. Dedemin babasý Sulukule’de doğdu. Çocuklarým Sulukule’de doğdu. Torunlarým Sulukule’de doğdu… Burada benim tarihim var! Sizin için arsa olan yerde İstanbul var.

30 Nisan-11 Mayýs Yer: Fransýz Kültür Merkezi Belgelerle ve Anýlarla Sulukule Aslý Kýyak İngin, Zühre Güldoğdu, Funda Oral Belge Çalýşmalarý Sergisi 12 Mayýs-1 Temmuz UlisphotoFest Fotoğraf Sergileri Türkiye Roman Mahallerinden Portreler, Özgür Baykal “Sözü Çocuklara Verelim”, Tansel Atasagun Sulukule Fotoğraflarý Karma Sergi, Org. Özgür Baykal 1 “Karşýlýksýz Bir Aşk Hikayesi”, Egemen Yýlgür, İstanbul Dergisi, 29.06.2006

Hepimiz Sulukule! Sulukule İstanbul’dur!

Nihan


22 Sevgili Dostlar, Dehşetengiz bir karalama kampanyasıyla karşı karşıyayız. Bunun sonunu hiç hayırlı görmüyorum. Sadece Nesin Vakfı açısından değil, Türkiye ve insanlık açısından da. Eğer bunca özveriyle kurulan ve yaşatılmaya çalışılan bir çocuk kurumuna böylesine alçakça ve acımasızca çamur atılabiliyorsa, gerisi benim hayal gücümü aşıyor. Sonuçta çocuk bakıyoruz... Yemiyoruz yediriyoruz, ısınmıyoruz ısıtıyoruz. Nesin Vakfı’na ve kimsesiz çocuklara bakan diğer kurumlara hayâsızca saldıranlar, sokak çocuklarından, tinercilerden, kapkaççılardan, sokakta yaşanan vahşetten yakınma haklarını kaybettiklerini biliyorlar mı acaba? Çocuk kurumlarında çalışanlar büyük bir özveriyle yokluk ve zorluklarla boğuşurlar. Üç kuruş maaşa... Kimi zaman da gönüllü... Tek mutlulukları yüzleri gülen çocuklardır. Onlar bu toplumun isimsiz kahramanlarındandır, bu toplumu toplum yapan değerleri yaşatan kişilerdir. Nesin Vakfı’nda bir ‘anne’ dört çocuğa bakar. Geçenlerde TV kanalında izlediğiniz devlet kurumunda çocukları döven ‘anne’ kaç çocuğa bakıyordu? Saydınız mı? 30 muydu? Herhalde. Siz hiç 30 çocuğa baktınız mı? 30 çocuğa bakmanın ne demek olduğunu bilir misiniz? Üstelik hangi çocuklara, hangi ortamda, hangi koşullarda... O ‘anne’nin kendisi de dayakla büyümüştür büyük olasılıkla; kendi çocuklarını da dayakla büyütmüştür. Simdi de 30 kimsesiz çocuğun sorumluluğu verilmiş... Bunun ne demek olduğunu tahmin etmeye çalışın. Dövmesin de ne yapsın anne? O maaşa ancak böyle bir anne bulunur. O eğitimde ve o düzeyde biri o koşullarda ancak öyle davranabilir. Düşmanı iyi belirlemek gerekir. Düşman ne o kurum, ne de o annedir. Düşman, içinde yaşadığımız koşullardır. Bir senaryo kurayım: Nesin Vakfı’nda bir anne dört çocuğa bakar dedim biraz önce. Peki, çok kötü koşulda dört çocuk daha görsek ne yapacağız? Örneğin kömürlükte yaşayan, ya da işkence gören, ya da sokaklarda dilendirilen, aç sefil, ölüm tehlikesinde... Almamazlık olur mu? Görmemeye çalışıyoruz ama görürsek alacağız mecburen. Gözle görünce dayanılmıyor. Peki ya bu yeni çocuklara bakacak annemiz yoksa? O zaman var olan annelerin her biri dört yerine beş çocuğa bakacak... Peki, bağışlar azalır da çalışan sayısını azaltmak zorunda kalırsak ne olacak? O zaman da ya bir anneyi isten çıkaracağız ya da annelerden biri ‘maaşım ödenmiyor’ diye işini bırakacak, ama bu sefer de her anne beş yerine altı çocuğa bakacak. Kolay mı o kadar çocuğa bakmak? Eğer koşullar değişmezse bir annenin sorumlu olduğu çocuk şayisi yediye, sekize çıkacak. Belki de daha az maaşa çalışacak bir anne bulacağız. Annenin sinirleri yıpranacak, yorgun düşecek. Haliyle... İnsan bünyesi bu, bir yere kadar dayanır. Bir ara uykusuna yenilecek. O sırada çocuk pencereden sarkacak, elektrik prizine çivi sokacak, odadan çıkacak... Allah korusun... Allah korusun ama ne olur ne olmaz, biz gene de önlemimizi alalım... Çocuk bakan kurumlara saldırmak mıdır çözüm? Nesin Vakfı aleyhine sürdürülen kampanyayı sıcacık evlerinde rahat koltuklarına gömülmüş cıkcıklayarak izleyenler, o sırada bizim ne yaptığımızı düşündüler mi acaba? Ben söyleyeyim ne yaptığımızı: Tuvalet temizlemekten gelecek ayı nasıl çıkaracağımızı hesaplamaya kadar olağan tüm işleri yaptığımız gibi, bir yandan da bakirelik kontrolünden geçen kızlarımızı teselli ediyorduk, yuvalarından alınacaklarını düşünen çocuklarımızı yatıştırıyorduk, olan biteni anlayacakları ve üzülmeyecekleri bir dilde anlatmaya çabalıyorduk, gülümsemeye, güven vermeye çalışıyorduk. En çaresiz kaldığımız zaman da hıçkırıklarımızı hapsedip onlara sarılıp susuyorduk.


23 Söylemeden geçemeyeceğim. Küçücük kızlarımızdan birine adli tip doktoru olacak kişi, ‘namaz kılar gibi yap’ demiş. Kızımız bilememiş doktorun ne demek istediğini. Bu yüzden de doktordan bir güzel azar işitmiş. (Acaba toplumun hangi kesimi cıkcıklayacak bu satırları okuduğunda?) Sevgili dostlar, sizlere bize yaşatılan her şeyi anlatamıyorum. Çünkü bu mektuplar maalesef cinsel evrimlerinin evcilik oyunu aşamasında takılıp kalmışların da eline geçiyor. Gazetelerde çarşaf çarşaf yayımlandılar, televizyonlarda bangır bangır bağırdılar: Nesin Vakfı’nda tecavüz! Anüste yırtık var! Üç kıza daha tecavüz edilmiş! Vakıf’ta bakire kalmamış! Oysa hiçbir şey yok! Adli Tip raporları tertemiz. Ama gene de haber yapıldı ve hakkımızda dava açıldı! Pes! Diyecek laf bulamıyorum. Her şey doğru olsa bile, böylesine trajik bir olay böyle mi haber edilir? Toplumsal sorumluluktan vazgeçtim, hiç mi utanma arlanma yok? Tutuklanan gençlerimiz cezaevinde işkenceden geçtiler, aşağılandılar, korkutuldular, ölüm ve tecavüz tehditleri aldılar. Biri tabanlarına basamaz ve çenesi kenetlendiğinden konuşamaz bir halde ve beş kuruş parasız gecenin bir yarısında sefil bir durumda Bayrampaşa sokaklarının karanlığına terk edildi. 17 yaşında bir çocuktan bahsediyoruz! Bu çocuk bir hafta boyuncu katı yemek yiyemedi ve tuvalete gidemedi. İki gün kaldığı cezaevinden çıkıp 36 saat sonra Vakıf’a döndüğünde (önce annesine gitmiş) donuk gözlerle bakıyor ve iki kelimeyi zor yan yana getiriyordu. İnanıyorum demesine karşın, ‘seni Allahsız!’ diye dövmüşler. Önce jandarmalar, sonra gardiyanlar, daha sonra da mahkûmlar. Aslında dövmek istedikleri Aziz Nesin ve düşünceleri elbet. Çocuk yurdunda çocukları döven anneye olduğu gibi, düşmanını karıştırıp çocuklarımı döven bu cahillere de acıyorum. Cahiller neyse de, okumuş yazmışların düşmanını karıştırmaya hakkı yoktur. (Öyle değil mi piyasa gazetelerinin ve TV kanallarının sayın haber müdürleri?) Çocuklarımız iki günlük cezaevi ziyareti boyunca yaşadıklarını kaleme alıyorlar. İnanın bana, pek kolay olmuyor yazmaları. Bitirdiklerinde kamuoyuna sunacağım. İşkenceyi şikâyet etmek amacıyla aldığımız adli tip raporları, ‘o kadar da önemli bir şey yok’ gibilerinden bir şey söylüyor. Oysa taban, avuç ve sırtlarındaki dayak izlerini ben gözlerimle gördüm. Birinin dosyası takipsizlik aldı, itiraz ettik, sonucu bekliyoruz. Diğerinin şikâyeti halen soruşturuluyor. Bilen söylesin: Türkiye’de tecavüz suçlamasıyla tutuklanan kaç kişi iki gün sonra salıverilmiştir? En küçük bir emare ya da delil olsaydı, sonuç böyle mi olurdu? Biri işkence diğeri tecavüz iki rapor var. İkisi de ayni şeyi soyluyor: İşkence/tecavüz olmamıştır. Birine dava açılmıyor, diğerine açılıyor. Bu da Aziz Nesinlik değilse ne Aziz Nesinliktir? Suçsuz çocuklarımı ihbar etmedim suçlamasıyla mahkemeye verildim. 1,5 yıl hapsim isteniyormuş. Sanki umrumdaydı! Temsil ettiğim ruha dokunamazlar ki... Üstelik çocuk baktım diye hapse atacaklarsa, 1,5 yıl ne ki! 150 yıl atsalar ıslah olmam! Sözlerim öncelikle bize düşman olmaması gereken ama beni çok şaşırtan basına ve medyaya (onlar bilirler kim olduklarını): Çocuk bakan kurumlara saldırmayın, onlara sahip çıkın ve destekleyin. Dostlar: Toplumun Nesin Vakfı’na ihtiyacı olduğu sürece dimdik ayaktayız ve bu vakfı yaşatacağız, ama insanlık ölürse bize yer kalmaz ki! İlla ki insanlığı kurtarmak gerekiyor! Ali Nesin


24

Kapitalizm Irkçýdýr Halklaşmanýn ve de uluslaşmanýn alaný olan içerisi (egemenlik topraklarý), hep bir dýşarýyý (uluslaşmamýş topraklar) da gerektirmiştir

Bugün Avrupa kýtasý, yeni bir siyasal kuruluş uğrağýndan geçiyor ve bu siyasal kuruluşun krizlerine ve çatýşmalarýna sahne oluyor. Bu kriz Türkiye’den, genel olarak, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliğinde beliren açmazlar ve sýkýntýlar üzerinden izleniyor olsa da, bir siyasal proje olarak Avrupa Birliği’nin yaşadýğý ve yaşattýğý sorunlar salt bir genişleme sorunu olmanýn ötesinde, ancak egemenliğin tanýmýnýn yeniden yapýlmaya çalýşýlmasýnýn yarattýğý sancýlar görülebildiğinde doğru bir biçimde anlaşýlabilir. En somut olarak Avrupa Birliği’nde beliren bu sancýlar, ulus-devlet temelli modern egemenlik nosyonunun geçirdiği dönüşümdür. Belli teritoryal sýnýrlar ve bu sýnýrlar arasýndaki şiddet ya da ittifak ilişkileriyle işleyen modern egemenlik dağýlmakta ve yerini giderek, artýk tek bir merkezi olmayan küresel bir söylemle, küresel pazar ilişkilerinin her yerde kendini gerçekleştirme eğilimiyle belirlenen yeni bir egemenlik biçimine býrakmaktadýr. Tek tek ulus-devletlerin, ekonomik, askeri ve kültürel rolleri daha kapsayýcý ve tüm yerküreyi kaplayan yapýlara devredilmektedir. Dünyanýn herhangi bir yerindeki toprak parçasýný kendi toprağý olarak gören bu yeni egemenlik biçiminin “küresel düşmanla (teröristle) savaşan”

ve “küresel adalet dağýtan” bir aktör olarak cisimleştiği meşrulaştýrma söylemleri, oluşmakta olan bu egemenliğin hudutsuz doğasýný oldukça iyi bir biçimde görünür kýlar. Yaşanýlan bu gerilimli geçiş döneminde öne çýkan siyasal sorun, ulus-üstü bu yeni egemenlik biçiminin ne olacağý sorusudur. Önümüzdeki dönemler ise, bu sorunun politik-pratik olarak nasýl çözüleceğine gebe görünmektedir. Değişmekte olan eski egemenlik biçiminden ayýrmak için, haklýlýkla emperyal egemenlik1 denen yeni egemenlik biçimi, ulus-devlet egemenliğinden farklý olarak, salt kendi topraklarý üzerinde hüküm süren ya da en fazla bölgesel ittifaklara giren bir işleyiş değil, kendisine evrensel bir misyon biçerek dünyayý bu misyona uygun olarak biçimlendirmeye çalýşan bir imparatorluğa özgü tavýrdýr. Buradaki misyon da artýk tüm yaşam biçimlerinin ve tüm toplumsal ilişkilerin küresel pazara uygun olarak kapitalistleştirilmesidir. Pazar ilişkileri doğasýndaki bir eğilim olarak artýk küresel bir hale geldiğinde, bu pazar ilişkilerinden mustarip olanlarýn mücadelelerinin baskýsý altýnda, iktidar ve yönetim mekanizmalarýnýn da yeniden yapýlandýrýlmasý sermaye için kaçýnýlmaz bir siyasal gereklilik olarak kendini dayatýr. Artýk toplumsal emek, doğrudan küresel emek zamanýyla belirlenmekte ve emperyal egemenlik de bu belirlenişin politik düzeni olarak sahneye adýmýný atmaktadýr. Burada karşýmýza çýkan şey tek bir merkez değil, askeri, politik, ekonomik ve kültürel alanlardaki çeşitli devlet işlevlerine göre yapýlanan çok merkezli ve ağ tipi örgütlenmeyle çalýşan bir düzenektir. Bu bağlamda egemenlik aygýtý olarak devlet denen şey ortadan kalkmamakta, bilakis yapýsal dönüşümler geçirerek bu küresel işleyişe göre yeniden biçimlenmektedir. Bununla birlikte, kurulmakta olan ve yýğýnlarca insana bu kuruluşun ceremelerini dayatan bu emperyal egemenliğin hem merkezsiz, bir tür ağsal yapýsýný hem de yeni hiyerarşi kodlarýný birlikte okuyabilmek önemli. Bu yeni kuruluşun tek bir merkezinin olmamasý, hiyerarşik

baský uygulamalarýnýn olmamasý demek değil, hiyerarşik düzenlemelerin farklý bir biçimde yeniden işletilmesi demektir. Emperyal egemenliğin kapsayýcýlýğý içersinde, daha önce ulusal çýkar perspektifiyle meşrulaştýrýlan farklýlýklarý dýşlama politikalarý, artýk işlevsiz kalmakta fakat yeni türden ve hatta daha şiddetli dýşlama politikalarý yürürlüğe girmektedir. Irkçýlýk, milliyetçilik ve nihayet tekelci devlet kapitalizmiyle birlikte faşizm, ulus-devlet hâkimiyetindeki döneme eşlik eden hiyerarşibaský kodlarý ve dýşlama politikalarý olarak yaşandý. Belli sýnýrlar üzerinden üretilen bu dýşlama politikalarýnýn mağdurlarý hep bu sýnýrlarýn dýşýnda kalan ve özcü bir anlayýşla oluşturulan ulusal kimlikten farklý tüm öğeleri -ari ýrktan olmayanlarý, beyaz olmayanlarý, asil kan taşýmayanlarý, atalarý köle olanlarý, yerinden yurdundan sürülmüş olanlarý- içine alan bir “ötekiler” kutbu oldu. Peki, dünyanýn artýk salt ulus-devlet sýnýrlarýyla denetim altýna alýnmadýğý bugün, bu yeni egemenlik biçiminin gereksindiği dýşlama politikalarý nelerdir ve bunlar nasýl işlemektedir? Günümüzü ilgilendiren bu soru üzerinde daha ayrýntýlý durmazdan önce, eski paradigmanýn kökenlerine ve oluşumuna bakmak, bugünkü dýşlama politikalarýnýn ayrýksý niteliğine ise sonra geçmek istiyoruz.

Yýğýnlardan Ulusa


25

Göçmenler için “uyum kurslarý” programlarý ise adeta kapitalizm için yeni bir sektör yaratarak sistemin bir taşla iki kuş vurmasýna olanak sağlamaktadýr

Avrupa, bugün bulunduğu noktaya uzun bir sömürgecilik ve emperyalizm geçmişinin kanlý mirasýný arkasýna alarak geldi. Modern Avrupa ulus-devleti, tam anlamýyla ulus-devlet olana kadar, izi 16. yüzyýl sonu ve 17. yüzyýla dek geri götürülebilecek olan bir dizi uğrak geçirdi. 17. yüzyýl, modernliğin yarýlmasý ve bir anlamda modernliğin ikinci döneminin başlamasýnýn miladýdýr. Rönesans’ýn özgürlükçü, çokluğun çoğul bedenini yansýtan ve henüz tam anlamýyla mutlak devlet hâkimiyetine girmemiş mücadeleci ruhu, 17. yüzyýlda yeniden “yerliyurtlulaştýrýlýr”. Yeni oluşmakta olan bir sýnýf olan burjuvazinin ortaya çýkan yönetim krizine doğrudan kendi siyasal erkiyle müdahale edememesi, çözümün mutlakiyetçi bir ton taşýmasýnýn temel sebebidir. Bu bir paradoks olarak görülse de, bu dönemki egemenlik krizinin, dönemin sýnýfsallaşma ilişkileriyle paralelliği tespit edilmelidir. Egemenlik halen kralýn bedeniyle simgeleştirilir, fakat artýk kralýn ilahî hüviyeti lağvedilmiş ve yerine dünyevi bir birlik söylemi geçirilmiştir. Hobbes siyaset felsefesinde bu birliği “halk” kavramýyla kavramlaştýrýr. “De Cive”de (Yurttaş Üzerine) şöyle der: “Halk tek bir beden ve iradeye sahip tek bir kişidir. […ancak bu koşul altýnda] ona birlikte eyleyiş atfedilebilir.”2 Böylesi bir tek vücut, tek bir irade söylemi, o dönem için ancak mutlakiyetçi bir örgütlenme tarzýnda güvence altýna alýnabilirdi. Fakat Hobbes bu egemenliğin meşruluğunu, bireye dayanan bir yurttaşlýk kimliğine referansla tanýmlamýştýr. Böylelikle

Yeni-ýrkçýlýk kan ve soy bağýný değil öznellikleri, arzularý ve yaşam tarzlarýný tektipleştiren bir ýrkçýlýktýr

çokluk artýk doğrudan kendi bedeninin taşýyýcýsý olmaktan çýkmýş ve temsil edilmesi gereken bir kalabalýğa ve yýğýna dönüşmüştür. 17. yüzyýlda oluşturulan yurttaş kimliği çokluğun tek bir irade ve tek bir eylem üzerinden siyasal temsilidir. Yurttaşlar arasýnda sýrasýyla belli bir din, kan, dil ve ýrk birliği söyleminin oluşturulmasýyla ulus-devlete kadar gidecek olan, toprak ve onun üzerinde yaşayan nüfusun bütünleştirilmesi çabasý, üretimin örgütlenişinin ve emeğin bedeninin disiplin altýna alýnýşýnýn o dönemki tarzýnýn bir ifadesidir. Belli bir aşkýnlýğa dayanan mutlakiyetçi egemenlik teorisinin, egemenliğin içini ve dýşýný bir kez tanýmladýktan sonra, toplumsal ilişkileri örgütleyici failler olarak kurumlarýn, bürokrasinin ve denetim mekanizmalarýnýn gelişmesiyle birlikte, teorik ve örgütsel düzeyde Devlet’in en yetkin modern halini 19. yüzyýlda almaya başladýğýný görürüz. 19. yüzyýlda burjuvazinin bir sýnýf olarak yetkinleşmesi, 17.-18. yüzyýlda beliren bir kavram olan birey çýkarýyla (toplumsal sözleşme teorilerinde bireylerin kendi çýkarlarýný korumak için nasýl belli bir sözleşme altýnda toplanarak haklarýný egemene devrettiğini hatýrlayabiliriz) evrensel çýkarýn (yurttaşlar topluluğunun çýkarý) örtüştürülebilmesinin de zeminini hazýrlamýştýr. Artýk burjuvazi, kendi sýnýfsal çýkarýný toplum çýkarý olarak örgütleyebilecek güçtedir ve bu yüzden de mutlakiyetçi yapýlarýn çözülmesi kaçýnýlmaz olmuştur. Halklar ulus kimliğiyle temsil edilmeye, böylece ulus kavramý kendi başýna söylemsel bir politik kuruculuk üstlenmeye başlar ve ulus-devlet egemenliği işte bu toplumsal çýkarýn örgütlenebilmesinde mükemmel bir meşrulaştýrma söylemi sağlar. 18. yüzyýlýn sonunda değer üretme biçiminin değişimini öngören teorilerle, 17. yüzyýlýn Hobbes’undan devralýnan tebaadan yurttaşa geçişe dayalý egemenlik anlayýşý, 19. yüzyýla doğru böylesi bir senteze ulaşýr. Bu sentezde birey çýkarý (pazar) ve evrensel çýkar (devlet) birliğe kavuşmuş olur. Ulus-devlet, belli bir sermaye birikimi ve yoğunlaşmasýnýn ürünüdür. Bu birikimin sürdürülüşü ise diyalektik bir işleyişe sahip olmuştur. Halklaşmanýn ve

de uluslaşmanýn alaný olan içerisi (egemenlik topraklarý), hep bir dýşarýyý da (uluslaşmamýş topraklar) gerektirmiştir. Ulus anlayýşýnda sürdürülecek olan belli bir özdeşlik, homojenlik, bütünlük ve aidiyet fikri, bu bütünün dýşýnda kalan bir dýşarýsýnýn tanýmlanmasýndan bağýmsýz değildir. Ulus kavramýndaki belli bir “kendilikbilinci”, “öteki”ni adlandýrmayla birlikte örülür. Emeğin biçimsel tabiiyet altýna alýnýşý olan bu dönemin karakteristiği, egemenlik alanýnýn dýşarýsýnda yoğun bir “sömürgeleştirme” iken bu alanýn içerisinde yine ayný oranda yoğun bir “işçileştirme” olacaktýr. Ulusal egemenlik kuruluşunun ayrýlmaz bir parçasý olan bu içerisidýşarýsý diyalektiği, 17. yüzyýldan 19. yüzyýla kadar batý metafiziğini de şekillendiren temel tezlerden biri olmuştur. Robert Bernasconi “Irk Kavramýný Kim İcat Etti”3 adlý derlemesinde, Locke’tan, Kant’a, Kant’tan Hegel’e bu içerisi ve dýşarýsý tanýmýnýn ve bu taným üzerinden gelişen dýşlayýcý tepkilerin metafizik alanýnda nasýl temellendirildiğini çarpýcý bir biçimde gözler önüne serer. Aydýnlanma’nýn “Akýl” ve özel olarak Alman idealizminin “Bildung” nosyonlarý, sömürgeciliğin başkalýk üretici metafizik temellerinde etkin olarak yerini alýr.


26

diyalektiği, emperyalist dönemde kaçýnýlmaz bir biçimde iç (faşizme karşý mücadele) ve dýş (emperyalist işgaller, emperyalistler arasý savaşlar ve emperyalizm karşýtý direnişler) savaşlarla birlikte işler.

Emperyal Egemenliğin Halklarý Kimler?

Belli bir bütünleştirme projesi altýnda halk-ulusdevlet nosyonlarýnýn eklemlenişinin totaliter doğasý, 20. yüzyýlýn ilk yarýsýna damgasýný vuran faşizmle tümüyle açýğa çýkar. Temeli toprak ve nüfus bütünlüğüne dayanan, tek tipleştirici ve homojenleştirici bir kuruluşun, sermayenin yaşadýğý krizlerle birlikte totaliterleşmesi kaçýnýlmaz bir akýbet olarak Avrupa’yý kuşatýr. Sermayenin sýnýrlarý aşma ve küresel pazar oluşturma eğilimiyle, belli sýnýrlara dayanan ulusal çýkarlar arasýndaki gerilim, bu sefer sýnýrlarýn dýşýnda “emperyalizm”, sýnýrlarýn içinde (ve dýşarýya taşan bir biçimde) ise “faşizm” olarak patlak verir. Yoğun bir sermaye birikimi ve yayýlýmýnýn olduğu bu dönemde ulus-devletler için pazara katýlabilmenin ve politik güç olabilmenin tek yolu, ulusal tekel olmalarýdýr. Modern devletin bünyesindeki içerisi-dýşarýsý

İşte Avrupa kýtasýnda şahit olduğumuz yeni kuruluş, böylesi bir tarihsel arka plan üzerinden gelişmiştir. Yukarýdaki satýrlarda, modern ulus-devlet oluşumunun, sýnýfsallaştýrma ilişkilerinin belirlenimlerine olan bağlýlýğýný ve bu devlet biçiminin sahip olduğu özdeşleştirici ve homojenleştirici söylemin dýşlayýcý politikalarla nasýl iç içe geçtiğini göstermeye çalýştýk. Ulus-devlet birliği, daha başýndan itibaren belli kesimler için dýşlayýcý olmuştur. “Üst-insanlýk” ve “alt-insanlýk” kategorileri ulus-devletin oluşumuyla yakýndan bağlantýlý olarak gelişmiştir. Emperyalizm dönemi, sermayenin genişleyerek ulus-devlet sýnýrlarýnýn dýşýna taşmasý idi. Bu dönemin ayýrt edici niteliği kapitalist içerisi ile kapitalist olmayan dýşarýsý arasýndaki gerilim iken, artýk kapitalist olmayan bir dýşarýsýnýn ortadan kalkmasý ve kapitalist üretim tarzýndaki değişmeyle birlikte, sermayenin yayýlmacý hareketi yerini belli bir derinleşme hareketine býrakmaktadýr. Artýk tüm toplumsal ilişiler doğrudan kapitalistleşmekte ve küresel pazarla birlikte sermayenin emeği gerçek tabiiyet altýna alýşý gerçekleşmektedir. Böylesi bir geçişi gerektiren ve belirleyen şey ise, aslýnda sermayeyi doğrudan baský altýna alan sýnýf mücadelelerinin birçok farklý görünümü olmuştur. Direnişler ve mücadeleler, kapitalizmin ekonomik ve toplumsal gelişimini doğrudan etkilemiştir. Nasýl ki Avrupa’da 68’le simgeleşen, 60’lar ve 70’lere damgasýný vuran mücadele dönemi kapitalist üretim tarzýný, bu mücadelelerin baskýsýndan kurtulmak için belli bir dönüşüme zorladýysa, sömürgelerin bağýmsýzlaşmasý ve ýrkçýlýk-karşýtý hareketler de modern ýrkçýlýğý gözler önüne serebilmiş ve ýrkçýlýk karşýtý belli bir bilinç oluşturabilmiştir. Ne var ki ýrkçýlýk ortadan kalkmamýş, yeni

Modern ýrkçýlýğýn biyolojik temeller üzerinden kurulduğunu ve “postmodern” diyebileceğimiz ýrkçýlýğýn ise kültürel temeller üzerinden geliştiğini, günümüzde yaşanan birçok örnekle gözler önüne sermek çok zor olmasa gerek

bir yapýlanmayla tekrar sahnede görünmeye başlamýştýr; yeni dönemin yeni sýnýfsallaştýrma hareketleriyle bağlantýlý bir biçimde işleyen yeni bir ýrkçýlýk. Yeni egemenliğin kuruluş tarzýna içkin bir ýrkçýlýk, emperyal bir ýrkçýlýk. Bu anlamda günümüzün ýrkçýlýğýnýn Étienne Balibar’ýn da belirttiği gibi özgül yanlarýný yakalayabilmek önemlidir: Yeni-ýrkçýlýk, “sömürgecilikten kurtuluş” çağýna, eski sömürgelerle eski metropoller arasýndaki nüfus hareketinin tersine çevrilişi, insanlýğýn tek bir siyasal alan içinde parçalanýşý çağýna ait bir ýrkçýlýktýr. Bizde göç karmaşýğýný merkez alan günümüz ýrkçýlýğý, ideolojik olarak, Fransa dýşýnda, özellikle de Anglosakson ülkelerde çoktan beridir gelişmiş olan bir “ýrksýz ýrkçýlýk” çerçevesi içinde yer alýr. Baskýn temanýn soyaçekim değil, kültürel farklýlýklarýn aşýlamaz olduğu bir ýrkçýlýk. […] Hayat tarzlarýnýn ve geleneklerin bağdaşmazlýğýný savunan böyle bir ýrkçýlýk, haklýlýkla “farkçý-ýrkçýlýk” olarak adlandýrýlabilir.4 Modern ýrkçýlýğýn biyolojik temeller üzerinden kurulduğunu ve “postmodern” diyebileceğimiz ýrkçýlýğýn ise kültürel temeller üzerinden geliştiğini, günümüzde yaşanan birçok örnekle gözler önüne sermek çok zor olmasa gerek. Modern dönemdeki sermaye birikiminde eşitsizlik ve dýşlama hep Kuzey-Güney ekseni üzerinden kurulmaktayken, günümüzde ise bu eksenin


27

Modern dönemdeki sermaye birikiminde eşitsizlik ve dýşlama hep Kuzey-Güney ekseni üzerinden kurulmaktayken, günümüzde ise bunun giderek Batý-Doğu eksenine kaydýğýný görmekteyiz

giderek Batý-Doğu eksenine kaydýğýný görmekteyiz. Yeni-ýrkçýlýk kan ve soy bağýný değil öznellikleri, arzularý ve yaşam tarzlarýný tektipleştiren bir ýrkçýlýktýr. Avrupa’da kendisini göç sorunuyla belli eden yeni ýrkçý nefrete maruz kalan kitleler, derilerinin rengini ve kan bağlarýný aşan metaforlarla sürekli olarak potansiyel düşman, şiddet ve tehdit unsurlarý olarak gösterilmektedir. Bu nefret, hedeflerini asla tek bir uyruğa indirgemeden, soyut ve genel bir “yabancý” kategorisi kurarak işler. Deri rengi ve kan bağý burada ancak soyut ve genelleyici simgeler olarak işler, modern dönemdeki gibi tekil gösterenler olarak değil. “Bir Pakistanlý”, “bir Kürt”, “bir Cezayirli,” “bir Etiyopyalý”, “bir Roman” ve daha niceleri, sahip olduğu uyruktan dolayý değil, taşýdýğý kültürden dolayý -dini etkinlikleri, giyim tarzlarý, inançlarý, yemek alýşkanlýklarý, aile ilişkileri vb.-, büyük coğrafi farklar dikkate alýnmadan, tek bir yabancý kategorisine “indirgenerek”, ýrkçý şiddetin hedefi haline getirilir. Göç edilen ülkelerdeki yurttaşlarýn benimsediği kapitalist bireyleşme ile göç eden kitlelerin beraberinde getirdiği ve bu bireyleşmeye, bu yalnýzlaştýrmaya karşý belli direnç noktalarý

oluşturabilen cemaatçi ilişkiler arasýnda ciddi gerilimler doğmakta ve bu da kýtadaki egemenlik krizini daha da derinleştirmektedir. Avrupa ülkeleri bu krizle yüzleşmekte ve bu krizin emperyal egemenlik üzerinden nasýl çözüleceğini bir gündem olarak buradaki göçmenlere dayatmaktadýr. İngiltere’deki seçimlerde Tony Blair’den sonra seçilmesi muhtemel görülen maliye bakaný Gordon Brown, Londra’da yaptýğý bir konuşmada, bu ülkedeki göçmenlerin vatandaşlýk kazanmadan önce İngiltere toplumuyla kaynaşmasýnýn mutlaka tamamlanmasý gerektiğini, yeni vatanlarýna kavuşabilmek için bu kitlelerin yeni bir “sözleşme” imzalamalarý gerektiğini belirtmiştir.5 Göçmenleri hiçbir ödemenin yapýlmayacağý (güya) “gönüllü” işlere, kamu hizmetlerine sevk etmek ise, Brown’un ağzýndan dökülen, emperyal egemenliğe ait vatandaşlýk ufkunun, insanlýk açýsýndan taşýdýğý tehlikeli boyutu da gözler önüne sermektedir. Keza bugün Danimarka, Almanya ve Fransa gibi birçok Avrupa ülkesinde, göçmenlerin ne kadar iyi vatandaş olduklarýný ölçen yazýlý veya sözlü mülakatlara tabi tutulmasý gündemdedir. Danimarka’da geçen günlerde, göçmenler için, birçok “asil” Danimarka vatandaşýnýn bile çuvallayacağý bir test kamuoyuna açýklandý. Bir tür sadýklýk yemini olan bu testin amacý, yýğýnlarýn kaçýş ve yaşama arzularýnýn, Danimarka’nýn seçkinlerinin refahýna hizmet edecek bir ücretli emek gücü içinde soğurulmasýdýr. Özellikle Hollanda örneğinde ortaya çýkan “uyum kurslarý” programlarý ise adeta kapitalizm için yeni bir sektör yaratarak sistemin bir taşla iki kuş vurmasýna olanak sağlamaktadýr. Binlerce avro olan kurs ücretlerinin, katýlýmcýlardan, yani göçmenlerden talep edilmesi planlanmaktadýr. Bu uygulamanýn tek bir izahatý vardýr: Önce insanlarýn elinden geleceğini al sonra da bu geleceği tekrar onlara sat (Ne kadar kârlý değil mi?). Sonuçta bu ülkelerde ortaya çýkan anayasal çözülüş ve egemenlik krizlerinin bizzat mağduru olan göçmenler, kapitalizmin kendisinin ürettiği açmazlarýn suçlusu haline getirilmektedir. Soruyu tekrar sorarsak: Emperyal egemenliğin kuruluş krizi uğrağýnda ortaya çýkan yeni

ýrkçýlýğýn ayrýksý niteliği nedir? “Biyolojik” temelli işleyen önceki ýrkçýlýk türünden ayýrmak için “yaşam tarzý ýrkçýlýğý” da diyebileceğimiz bu yeni ýrkçýlýk, bu krizin öne çýkan sancýlarýndan biridir. Ulus-devlet dönemindeki ýrkçýlýk tecrit, dýşlama, zor yoluyla göç ve hatta soykýrým şeklinde ortaya çýkan bir “dýşlaştýrma” politikasýyken, yeni ýrkçýlýğýn bu dýşlaştýrmayla görünüşte tezat olan belli bir “içselleştirme” mantýğýyla işlediğini söyleyenlere katýlabiliriz. Önce tüm farklý öğeler, kökenlerinin çeşitliliği kabul edilerek -eskiden tam da bu kökenler reddedilmekteydikapsayýcý ve yeni bir tür evrenselci söylemle çağrýlarak bir araya toplanýr. Küreselleşmenin evrenselci söylemidir bu. Daha sonra ise bir araya toplanan bu yýğýnlarýn, taşýdýklarý farklýlýk ve çeşitlikten sýyrýlarak “Bir” olmalarý istenir.

Ulus-devlet dönemindeki ýrkçýlýk tecrit, dýşlama, zor yoluyla göç ve hatta soykýrým şeklinde ortaya çýkan bir “dýşlaştýrma” politikasýyken, yeni ýrkçýlýğýn bu dýşlaştýrmayla görünüşte tezat olan belli bir “içselleştirme” mantýğýyla işlediğini söyleyenlere katýlabiliriz


28

Avrupa egemenliği bağlamýnda tartýşýlan yeni vatandaşlýk tarifi bu Bir’in oluşturulmasýnýn bir ayağýdýr. Bu şekilde göçmen yýğýnlarýnýn kapitalist sistem açýsýndan antagonist bir tehdit olmalarýnýn önüne geçilmeye çalýşýlýr. Küreselleşme yeni halklar, yeni topluluklar yaratmaktadýr -bu anlamda içinden geçtiğimiz bu yeni kuruluş uğrağýný 17. yüzyýldaki kuruluş uğrağýna benzetebiliriz. Avrupa Birliği projesi, ulusal aidiyeti aşan böylesi bir halklaşma projesinin siyasi adýdýr. Yeni-ýrkçýlýğýn özellikle İslam fobisi olarak ortaya çýkýşýnda, bir tür evrensel söyleme geri dönüş ve Hýristiyan dininin evrenselci ideolojisinin bu egemenlik kuruluşuna eklemlenişi de gözlenmektedir. Henüz siyasi güç ilişkilerinin belirleyeceği seçeneklere açýk olan bu egemenlik kuruluşunda yaşanan krizlere sunulan bir çözüm olarak Avrupa’yý Hýristiyan bir birlik olarak tanýmlama refleksleri, aslýnda evrenselci söylem yorumlarýndan sadece biri olarak karşýmýza çýkmaktadýr. Bu

Küreselleşme yeni halklar yaratmaktadýr. Avrupa Birliği projesi, ulusal aidiyeti aşan böylesi bir halklaşma projesinin siyasi adýdýr

yüzden de yeni-ýrkçýlýk, İslamý bir şiddet dini olarak tanýmlamaktan çekinmeyip “Müslüman” olmayý “terörist” olmakla özdeşleştiren yeni ayrýmcýlýklarý körükler. “Kent yoksullarý”nýn ve göçmenlerin arasýndan seçilen yoksulun yoksulu gruplar, Avrupa kýtasýnýn gelecekteki ulus-üstü halkýnýn refahý ve esenliği için potansiyel düşman olarak gösterilip, insan olmanýn onuruna ve şahsiyetine karşý açýkça suç işlenir. Avrupalý kimliğinin oluşumunun karanlýkta kalan yüzünde, ulus-devlet oluşumunu sürekli bir gölge gibi takip eden ýrkçýlýk -geçirdiği her türlü değişime rağmen- bugün yeniden hortlamaktadýr. Sorunu sadece bir entegrasyon sorunu olarak görmek ise, bu entegrasyonun, ne kadar “demokratik” yollarla yapýlýrsa yapýlsýn, içerden bir asimilasyon olacağýnýn üzerini örter. Çünkü bu entegrasyonla benimsetilmeye çalýşýlan şey tam da kapitalist yaşam tarzýdýr. Diğer yandan, geleneksel Avrupa solunun büyük çoğunluğunun yaptýğý gibi, göçmenler aleyhine yaşanan eşitsizlikleri sosyal haklarýn yetersizliğine bağlamak, neo-liberalizmle birlikte artýk bir daha geri getirilemez bir biçimde tarihin sayfalarýna gömülmüş olan refah-devleti için yas tutmaktan öte anlam taşýmaz.

mi, küreselleşmeye karşý bir direnç, gerici bir tepki olarak okumak yerine, imparatorluğun kuruluşunda aktif bir işlevi olan bir bastýma aygýtý olarak görmek gerekir. En demokratiğinden en otoriterine kadar tüm yeni-ýrkçý söylemlerin hedefi, çokluğun arzularýný bastýrýp, bu arzularý kapitalizmin sýnýflaştýrma ilişkileri içinde çitlemektir. Kapitalizm için göçmen kitlelerinin taşýdýğý antagonist tehdit, bu kitlelerin nasýl bir sýnýflaştýrma ilişkisi içinde massedilebileceğinin sistem açýsýndan halen kestirilemiyor olmasýndan kaynaklanýyor. Evet, bu belirsizlik kapitalizm açýsýndan bir tehdit, bizim açýmýzdan ise bir umut kaynağýdýr. Kendisine antagonizmayý temel eksen alan anti-kapitalist bir toplumsal mücadele hattý, mevcut egemenlik krizini devrimci bir krize çevirmenin yollarýný aramalýdýr. Modern dönemin sýnýflaştýrma ilişkileri fabrika işçileri üzerine yoğunlaşmýşken, bugün bu tahakküm ilişkisi dünyadaki en güvencesiz kesimler, özellikle de göçmenler üzerinde yoğunlaşmaktadýr. Sol içindeki ulusalcýlýğýn ön týkayýcýlýğýnýn kendisini en çok hissettirdiği yer de tam burasýdýr. Solun ulusalcýlýğý, kapitalizmle mücadelede antagonizma alanýnýn ve değişen sýnýf bileşenlerinin doğru bir biçimde okunabilmesinin önündeki en büyük engel olarak görünmektedir. Çokluğun ulusal sýnýrlar altýnda çitlenmesi, halklara yýkým ve acýdan başka bir şey getirmemişken, devrimci mücadelenin de dünyalýlýğýný parçalamýştýr. Artýk tüm dünyanýn çitlendiği günümüzde ise, her türlü sýnýfsallaştýrma ilişkisini reddederek “biz dünyanýn yerlileriyiz” diyebilmek ve “topraklarýn kardeşliği”ni toplumsal bir mücadele hattý olarak kurabilmek, kapitalizm karşýtý ile ýrkçýlýk karşýtý mücadelelerin ortak eksenidir.

1 A. Negri, M. Hardt, İmparatorluk, çev.: Abdullah Yýlmaz, Ayrýntý yay., 2001, s. 198-216. 2 T. Hobbes, Le Citoyen, çev.: Samuel Sorbière, Paris: GF Flammarion, 1982, xii, § 8. 3 Robert Bernasconi, Irk Kavramýný Kim İcat Etti, der.: Z. Direk, Metis yay., 2000. 4 É. Balibar, I. Wallerstein, Irk,Ulus, Sýnýf, çev.: Nazlý Ökten, Metis yay., 1993, s 30. 5 http://www.telegraph.co.uk/news/main (28/02/07).

Emperyal Egemenliğin Halký Değil, Dünyanýn Yerlileri Olabilmek Bugün imparatorluk kendi egemenliğinin halkýný seçmekle meşgul. Küresel Pazar hükümdarlýğýnýn bir ürünü olan yeni-ýrkçýlýk da, aslýnda bu seçimde doğrudan rol üstlenen bir alt akýntýdýr. Batýda yükselen yeni ýrkçý söyle-

Eylemcan


29

Sokak çocukları Günün birinde bu çocuklar düzeni yargýlarsa bu sistem gidecek, bir sokak dahi bulamayacak sohbet etme gereği duydum çünkü onlarýn yaşadýklarýný, hissettiklerini tam anlamýyla hissedemezdim ve anlatamazdým. Bu nedenle bir çocukla sohbet ettim. Tek sorum vardý. Günlük hayatýnýzda ne yaşýyorsunuz ve nelerden korkuyorsunuz?

Geçenlerde Kadýköy’e giderken, vapur iskelesinde arkadan yanýma çakmak satan bir sokak çocuğu yaklaşmýş. Ama ben onu fark etmedim, başka bir yöne doğru yürümeye başladým. Çocuk sonra yanýma geldi ve “Abi benden neden korkuyorsun? Ben yalnýzca çakmak satýyorum” dedi. Ben bir anda ne söyleyeceğimi şaşýrdým, çünkü onu o an görmemiştim. Bunu ona anlattým sonra biraz sohbet ettik. Çocuğun yakýndýğý şey insanlarýn ona öcü gibi bakmasýydý. Peki, bu çocuklar neden sokaktalar ve niye hýrsýzlýk, kapkaç yapýyorlar? Neden bir evleri yok? Bu sorularý biz kendimize sormalýyýz. Ama bizim bu sorularý sormak yerine yaptýğýmýz şey onlarý tinerci hýrsýz olarak yargýlamak ve onlardan korkmak. Bu korkuyu da aslýnda biz kendimiz üretiyoruz. Mesela gazetelerde ve televizyonda sokak çocuklarýyla ilgili çýkan haberler. Bu haberler aslýnda onlardan korkmak için yeterli. Ama korkunun gerçek sahipleri biz değiliz. Biz yalnýzca korkunun gerçek sahiplerinin yapmak istediği şeyi yapýyoruz. Sokak çocuklarýndan

korkmak ve onlarý hayatýn dýşýnda býrakmak. Bu korku üzerine düşündüğümde, bu çocuklardan gerçekten korkmasý gerekenler olduğunu fark ettim. Çünkü sistem insanlarý yoksullaştýrarak, sömürerek, aileleri bölerek onlarý sokağa itiyor. Sonrasýnda ise bu çocuklarýn hayatta kalabilmeleri için yaptýğý şeylere “hýrsýzlýk, tiner, kapkaç” diyerek yine onlara karşý kullanýyor. Bugün sorduğunuzda hangisi hýrsýzlýk yapmak ister ki? Aslýnda onlarýn yaptýğý hýrsýzlýk değil hayatta kalabilme mücadelesi. Zaten en büyük hýrsýzlýk mülkiyettir. Ama sistem onlarý hýrsýz, kapkaççý, tinerci olarak yargýlýyor, onlarý yok etmeye çalýşýyor. Çünkü sistem şunu çok iyi biliyor ve korkuyor. Günün birinde bu çocuklar düzeni yargýlarsa bu sistem gidecek, bir sokak dahi bulamayacak. İşte bu onlarýn kâbusudur. Ve bu kâbusu yok etmek için başka bir kâbus yaratmaya çalýşýyorlar. Peki bu çocuklar günlük hayatlarýnda ne yaşýyorlar ve onlarýn korkularý neler? Bu sorularýn üzerine düşündüğümde onlarla

Günlük hayatýmýzda yaşamaya çalýşýyoruz. Kimimiz mendil satarak kimimiz hýrsýzlýk yaparak kimimiz cam silerek. Ama hayatta bir korkumuz olduğunu sanmýyorum çünkü kaybedecek hiçbir şeyimiz yok. Ama üzerimize çok fazla geliniyor ve şiddete maruz kalýyoruz. Bizim evimiz sokaklar ama burada bile bizi yaşatmamaya çalýşýyorlar. Bazý zamanlar bizleri sokaktan yaka paça toplayýp şehir dýşýna götürüp orada býrakýyorlar. Tabi oraya giderken ve orada indiğimizde yediğimiz dayak da cabasý. Kimi arkadaşlarýmýza tecavüz dahi ediliyor, bu arkadaşlar genelde yaşlarý küçük olanlar oluyor. Bazý arkadaşlarýmýzý da kaçýrýp organlarýný aldýklarýný biliyoruz. Biz bunlarla mücadele etmeye çalýşýrken insanlar bize öcü gibi bakýyor. Biz de hýrsýzlýk yaparak kimsenin canýný yakmak istemeyiz ama bir yandan da yaşamýmýzý sürdürmeliyiz.

Bir de çoğunun ortak özelliği şu; en yakýn arkadaşlarý sokak köpekleri. ONLAR YAŞAMAK İÇİN ÇALIYOR YA BAŞKALARI?

Bizim evimiz sokaklar ama burada bile bizi yaşatmamaya çalýşýyorlar Ulaş


30

İmparatorluk: Anti-emperyalizm, Lenin’in bakýşýyla, bir “ayaklanma” söylemi olarak emeğin kudreti olmaktan çýkarak, içerdiği bütün ulusalcý anlamlarla egemenliğin kudreti haline geliyor

Küresel bir egemenlik biçiminin kuruluş sürecinin içinden geçiyoruz. Bütün siyasi dinamikler bu kuruluş sürecinin yarattýğý krizlerin ve çatýşmalarýn içinde yeniden şekillenirken, emeğin “anti-emperyalist” mücadele geleneğinden getirdiği “ulusalcý” söylemi, yeni kriz ve mücadele olanaklarýnýn görülebilmesini engellemekten de öte, ulusal egemenliği savunan şoven ve devletçi bir tutumun soldan üretilmesine zemin sunuyor. Egemen güçler arasýndaki savaşýn en çok yoğunlaştýğý bu coğrafya anti-emperyalist bir “hareket” yaratamazken, ulusal sýnýrlar içinde bağýmsýzlýk isteyen anti-emperyalizm, küresel bir egemenlik biçiminin yapýlanmasýna direnen “ulusal egemen” güçlerin söylemi haline geliyor. 20. yüzyýl sýnýflar mücadelesinin önünü açan “emperyalizme karşý ulusal bağýmsýzlýk”, 21. yüzyýlýn dönüşen güç ilişkileri içinde, egemenlik ilişkilerini yýkan değil yeniden üreten bir söylem olarak işlevleniyor. Sermayenin dünya ekonomisi eğilimi ile ulusal çýkarlarý arasýndaki gerilimle şekillenen emperyalizm döneminde “ulusal bağýmsýzlýk”, emeğin politik bir güce dönüşebilmesinin olanaklarýný yaratabilmişti. Sermayenin çýkarýnýn küreselleşmesiyle birlikte egemenliğin ulusal niteliğinin bir engel haline geldiği bugün ise bu söylem, küresel sermayeye karşý emeğin ulusal sýnýrlar içinde egemenlik altýna alýnmasýný savunmanýn ötesine geçemiyor. Anti-emperyalizm, Lenin’in bakýşýyla, bir “ayaklanma” söylemi olarak emeğin kudreti olmaktan çýkarak, içerdiği bütün ulusalcý anlamlarla egemenliğin kudreti haline

geliyor. “Anti-emperyalizm” söyleminden gelen ulusalcýlýğýn yarattýğý bu açmazdan geriye gittiğimizde, emperyalizmi “sermayenin gelişiminin nesnel bir aşamasý” ile “güç ilişkilerinin yapýlanýşýna içkin bir politik kriz teorisi” olarak okuyup konuşturma arasýndaki köklü farka çarpýyoruz. Güç ilişkilerinin ve politik öznellik üretiminin kökten yeniden yapýlandýğý yeni bir yüzyýla girerken, “tamamlanmýş” bir yüzyýlýn devreden sorunlarýyla yüz yüzeyiz. İçinden geçtiğimiz sürecin krizlerinin üzerinden, geçmiş yüzyýlýn güç çatýşmalarýna ve politik öznelliklerine bir kez daha geri dönüyoruz.

Emperyalizm: Kapitalizmin Son Aşamasý? Emeğin ücretli emeğe dönüştürülerek sermayenin tahakkümü altýna alýnmasýnýn iktidar işleyişi devlettir. Devlet, emeğin kendi toplumsal bedeni üzerindeki egemenlikten dýşlanarak siyasi olarak mülkiyet altýna alýnmasýdýr. Devlet, sýnýfsal öznelliklerin üretiminin toplumsal bedene aşkýn bir egemenlik alanýyla denetlenmesidir. Bu yönüyle kapitalizm başýndan itibaren politiktir. Farklý devlet biçimleri altýnda, sermaye ve devlet arasýndaki ilişkinin paralel, çapraz ya da doğrudan dikey olarak kuruluşu ise, emek ve sermaye arasýndaki güç çatýşmalarýnýn olumsallýğý içinde belirlenir. Nitekim ulus-devletler, emeği, 19. yüzyýlda bütün bir Avrupa’yý saran özgürlük mücadelesindeki evrenselliğini çözerek ulusal sýnýrlar içinde disiplin altýna alan iktidar yapýlanmalarý olarak ortaya çýktý. Avrupa’da uluslaşma sürecinin tamamlanmasý olarak okunan 1789–1871 yýllarý arasýndaki

yaklaşýk bir yüzyýl, sermayenin emeği “ulus” söylemiyle özneleştirerek disiplin altýna almanýn iktidar eğitiminden geçtiği bir dönem oldu. Fransa’da Alman ordularýna yenilen Paris Komünü, sermayenin kendini olumlamasýnýn tarihi içinden bakýldýğýnda, bir egemenlik biçimi olarak ulus-devletin sermaye birikim sürecinin güvencesi olarak pekiştirilmesi açýsýndan bir milattý. Fransa’da emeğin, kendi bedeni üzerinde doğrudan egemen olma mücadelesiyle başlayan devrimler çağý, neredeyse yüzyýl sonra emeğin ulus-devlet egemenliği altýna alýnmasýyla kapandý. Emeğin “uluslaştýrýlmasý”, kendi bedeni üzerinde doğrudan egemen olabilmesinin olanaklarýndan mülksüzleştirilerek ulusal egemenliğin bir gücü haline gelmesiyle ayný anlama geliyordu. Emeğin ulusal sýnýrlar içine çekilmesiyle birlikte, sonraki yüzyýl boyunca mücadelenin zemini, ulusal egemenliğe dayalý farklý devlet biçimleri üzerinden kuruldu. Emeğin doğrudan devlete karşý mücade-


31

Emperyalizmin En Yüksek Aşamasý lesinin önü devlet biçimine karşý mücadeleyle kapandý. 19. yüzyýl sýnýflar mücadelesinin içinde açýlan, emek ve devlet arasýndaki antagonizma alaný unutuldu. Bugün uluslaştýrmaya dayalý bir egemenlik biçimi olarak ulus-devletlerin küresel sermayenin önünde bir engel haline gelişi, yeni bir egemenlik biçiminin kuruluşuna işaret ediyor. Egemenliğin ulusal karakterinin çözülüşünün yarattýğý çatýşmalar, bir yandan geçmiş yüzyýlýn egemenlik ilişkilerinin kurucu dinamiği olarak uluslaşma sorununu yeniden gündeme getirirken bir yandan da emek ve devlet arasýndaki antagonizmanýn yeniden okunup konuşturulmasýnýn önünü açýyor. Krizler, politik öznelliklerin şekillenmesinin yeni olanaklarýný da beraberinde getiriyor. Bir devrimler çağý boyunca emeğin ücretli emeğe dönüşmeye direnen politik öznelliğinin ortaya çýkardýğý kriz, 19. yüzyýl sonunda bir egemenlik biçimi olarak ulus-devletin kurumsallaşmasýnýn tamamlanmasýyla çözüldü. Emeğin ulusal egemenlik altýna alýnmasýyla, sermayenin ulusal sýnýrlar içinde merkezileşmesi ve yoğunlaşmasýnýn önündeki engel ortadan kalktý. İç dinamikler üzerinden gelişen ulusal tekellerin dünya pazarý üzerindeki rekabeti ise 20. yüzyýlýn eşiğinde emperyalizmi şekillendiren temel dinamik oldu. Bu yönüyle emperyalizm, ulusal tekellerin giderek devletle bütünleşmesinin ortaya çýkardýğý bir devlet biçimi olarak tekelci devlet kapitalizmine işaret eden bir devlet teorisiydi. Ancak bunun da ötesinde, bu egemenlik işleyişinin içine düştüğü krizleri önemseyen ve bu krizlerin içinde emeğin politik öznellik üretiminin alanýný yeniden tanýmlayan bir politik kriz teorisiydi. Politik bir öznellik olarak Lenin, sermayenin egemenlik biçiminin krize girdiği bu tarihsel uğrağýn bir ürünüydü. Ulusal tekeller arasý rekabetin devletler arasý açýk savaşlara dönüşmesinde Lenin, ulus-devlete dayalý egemenlik biçiminin, sermayenin bir

dünya ekonomisi olarak işleyişinin önünde nasýl engel haline geldiğini görmüştü: “Kapitalizmin ve ulusal devletlerin kurulduklarý çağla ulusal devletlerin yok olduklarý ve kapitalizmin yýkýlmasýnýn arifesi olan çağ arasýnda dünya kadar fark vardýr.”1 Kapitalizmin gelişiminde yeni bir çağa denk düşen bu fark, nesnel bir tarihsel evrimin bir son uğrağýndan çok, emeğin politikliğinin önünü yeniden açabilecek güncel bir olanağý ifade ediyordu. Bir dünya ekonomisine dönüşme eğilimi ile ulus-devlete dayalý egemenlik biçimi arasýndaki çelişkinin yarattýğý krizler ve savaşlar düşünüldüğünde, emperyalizm, sermaye açýsýndan, başýndan itibaren yönetilmesi gereken bir kriz anlamýna geliyordu. Kapitalizmin nihai aşamasý olarak emperyalizm çözümlemesi, bu krizin yönetilemeyeceği öngörüsü üzerine oturuyordu. Bu açýdan bakýldýğýnda, Lenin’in politik kriz tanýmlamasý, ulusal sýnýrlar içinde iç dinamiklere dayalý bir sermaye birikimine karşýlýk gelen uluslaşma süreçlerindeki eşitsiz gelişimi temel alýr. Önemli olan, bu eşitsiz gelişimin politik olarak konuşturulmasý sorunudur. Bu eşitsiz gelişim, kriz olanaklarýnýn değerlendirilmesi anlamýnda, politik öznelliklerin kuruluşunda da bir farklýlaşmayý beraberinde getirecektir. Uluslaşmalarýný tamamlamýş merkez kapitalist ülkelerin dünya piyasasýna hâkim olma yarýşýndan kaynaklanan emperyalist saldýrganlýk altýnda ezilen uluslarýn kendi kade-

Fransa’da emeğin kendi bedeni üzerinde doğrudan egemen olma mücadelesiyle başlayan devrimler çağý, neredeyse yüzyýl sonra emeğin ulus-devlet egemenliği altýna alýnmasýyla kapandý

rini tayin hakký, bir dýş olgu olarak emperyalizme karşý ayaklanmanýn temel zeminidir. Açýk askeri ve siyasi zora dayalý emperyalizm ile sömürge ve yarý sömürgelerin uluslaşmalarý arasýndaki çelişki doğrudan politiktir. Bu nedenle Lenin; uluslarýn kendi kaderini tayin hakkýnýn, emperyalizm altýnda ekonomik bağýmsýzlýğýn sağlanmasýnýn mümkün olmayacağýndan dolayý, “gerçekleşemez” olduğunu savunan Rosa ve diğerlerinin yaklaşýmýný “emperyalist ekonomizm” olarak nitelendirir. Lenin’e göre, bir dýş olgu olarak emperyalizm ile uluslaşma arasýndaki gerilimi devrimci bir krize dönüştürebilmenin olanaklarýný göstermesi bakýmýndan, uluslarýn kendi kaderini tayin hakký doğrudan politik olarak ele alýnmalýdýr. Aksi, emperyalizmin güç ilişkilerinin çatýşmasýndan soyutlanmýş ekonomik indirgemeci bir yorumuna hapsolmak anlamýna gelecektir. Nitekim emperyalizme karşý ulusal bağýmsýzlýğýn Lenin’deki anlamý, yabancý baskýyý lağvederek sermaye birikim sürecini işleten egemenlik ilişkilerini yýkacak bir ayaklanmanýn örgütlenebilmesidir. Bu nedenle, ulus-devletlerin yok olduklarý bir çağda uluslarýn kendi kaderini tayin hakkýnýn savunusu, paradigmadaki bir tutarsýzlýğýn değil, tersine emperyalizm ve uluslaşma arasýndaki gerilimi derinleştirerek sermayenin egemenlik işleyişini yýkmayý hedefleyen bir politikliğinin ifadesidir. Bu anlayýşýn bir devamý olarak, uluslarýn kendi kaderini tayin hakký sorununda ayrý düştüğü Rosa’yla birlikte Lenin, merkez ülkelerde “anayurt savunmasý” altýnda emperyalist savaşa destek verilmesini şiddetle eleştirir. İkinci


32

Enternasyonal’de savaşa verilen destek ve anayurt savunusuyla haklý gösterilmeye çalýşýlan ulusalcý tutum, emperyalist güçler arasý savaşta taraf haline gelmenin ötesine geçmeyecektir. Bir dýş olgu olarak emperyalizm, merkez ülkeler dýşýnda uluslarýn kendi kaderini tayin hakkýnýn doğrudan inkârý anlamýna gelirken, uluslaşmalarýný tamamlamýş, iç dinamiklerle gelişen bir kapitalizmin hâkim olduğu merkez ülkelerde ulusal egemenliğin savunulmasý, kapitalist üretim ilişkilerini geliştiren bir iç olgu olarak emperyalizmin savunulmasýna hizmet edecektir. Dolayýsýyla merkez ülkelerin birbirlerini yok etmek üzere girdiği bir yeniden paylaşým savaşýnda, sermayenin egemenlik işleyişinin yarattýğý krizi derinleştirmek, emek ve devlet arasýndaki antagonizma alanýný yeniden kurabilmekle mümkündür: “Bu ileri ülkelerde (İngiltere, Fransa, Almanya vs.) milli mesele çoktan çözülmüştür; ulusal birlik amacýný çoktan tamamlamýştýr. Nesnel olarak yerine getirilecek ‘genel ulusal görevler’ yoktur. Bundan dolayý bugün ulusal birliği ‘parçalamak’ ve sýnýf birliğini kurmak ancak bu ülkelerde mümkündür.”2 Merkez ülkelerde emperyalist savaşýn iç savaşa çevrilmesi ile dünyanýn geri kalanýnda emperyalizme karşý ulusal bağýmsýzlýk savaşlarý, sermayenin ulus-devlete dayalý egemenlik işleyişinin krizini devrimci bir krize dönüştürebilmenin diyalektik stratejisidir. Merkez ülkelerde ayrýlma hakkýnýn, bağýmsýzlýğýný kazanan ülkelerde ise birleşmenin savunulmasýný öngö-

ren bu diyalektik stratejide, kendi kaderini tayin hakký çerçevesinde ulusal bağýmsýzlýk ve emeğin mücadelesinin ortak ekseni olarak enternasyonalizm ayrý olarak ele alýnmaz. Bu diyalektik stratejinin “gerçekleşebilirliği” ise sermayenin içerisi ve dýşarýsý diyalektiğine dayalý egemenlik işleyişinin krizlerinin sürekliliğiyle doğrudan bağlantýlýdýr.

İmparatorluk: Emperyalizmin En Yüksek Aşamasý Kapitalizmin eşitsiz gelişimini politik olarak okuyup konuşturan Lenin, yüzyýlýn başýnda yeniden hýz kazanan sýnýflar mücadelesine güvenmişti. Ulusal tekellerin dünya pazarý üzerindeki rekabetinin yarattýğý emperyalist

Lenin’in politik kriz tanýmlamasý, ulusal sýnýrlar içinde iç dinamiklere dayalý bir sermaye birikimine karşýlýk gelen uluslaşma süreçlerindeki eşitsiz gelişimi temel alýr. Önemli olan, bu eşitsiz gelişimin politik olarak konuşturulmasý sorunudur

savaşlar ve ulusal kurtuluş mücadeleleri, sermayenin ulusal çýkarlarýný güvence altýna alarak uluslararasýlaşmasýna dayalý emperyalizmin bir egemenlik biçimi olarak hem içeride hem dýşarýda kilitlendiğini gösteriyordu. Lenin, sermayenin, bu kilitlenmeyi çözemeden proletaryanýn kendisi tarafýndan çözüleceğini öngördüğü için, bu krizi kapitalizmin nihai bunalýmý olarak okumuştu. Ancak kapitalizmin bunalýmýnýn doruğa çýktýğý Birinci Dünya Savaşý’ndan sermaye, bu krizi çözebilmenin stratejisini öngörerek çýktý. Ulusal egemenliğin içerisi ve dýşarýsýna dayalý diyalektik işleyişinin içerilerek aşýlmasý, sermayenin yeni kriz yönetme stratejisini tanýmlayan temel eğilimdi. Merkez ülkelerde emek, emperyalist savaşta anayurt savunmasý söylemiyle ulusal bir güç haline gelerek, egemenlik ilişkilerini yýkýcý bir güç olmaktan çýktý. Dünyanýn geri kalanýnda ise ulus-devlet olma hakkýnýn tanýnmasý ve hatta Osmanlý topraklarýnda yaşandýğý üzere bunun bizzat emperyalist güçler tarafýndan özendirilmesiyle, ulusal kurtuluş mücadelelerinin sermayenin egemenlik işleyişine içerilmesinin önü açýlmýş oldu. Savaşýn sonuna doğru ilan edilen Wilson ilkelerinin uluslarýn kendi kaderini tayin hakkýný, devletlerin ulusal egemenliklerini güvence altýna alacak bir Milletler Cemiyeti’nin kuruluşunu ve silahlanmayý iç güvenliğin sağlanmasýyla sýnýrlandýrmayý savunmasý, emperyalizmin yeni yöneliminin erken bir habercisiydi. Dünyanýn yeniden paylaşýmýnýn tamamlanmasý ve güçler dengesinin ABD gibi yeni bir güç lehine yeniden yapýlanýşý, sermayenin kendi arasýndaki rekabetinin güç çatýşmalarý olarak emperyalist savaşlarýn, ABD garantörlüğündeki yeni bir uluslararasý egemenlik işleyişi altýnda disiplin altýna alýnmasýnýn zeminini hazýrlamýştý. Uluslaşmalarýný geç tamamlamýş


33

emperyalist güçlerin tasfiyesiyle birlikte İkinci Dünya Savaşý, bu zemini daha da güçlendirdi. Bu savaşýn sonunda ortaya çýkan yeni uluslararasý askeri, ekonomik ve siyasi kurumlar, sermayenin içerisi ve dýşarýsý ayrýmýný aşan yeni bir egemenlik biçimi arayýşýnýn somut adýmlarýydý. Bu yönelim eş zamanlý olarak, dünya ekonomisinin işleyişinde niteliksel bir farklýlaşmanýn da başlangýcý olacaktý. Diğer yandan, uluslarýn kendi kaderini tayin hakkýnýn sermayenin kendisi tarafýndan savunulur hale gelişi ve sömürgelerin çözülme sürecinin tamamlanmasý, emperyalizmin bu hakkýn siyasi olarak inkârýndan ziyade olumlanmasýna dayalý bir egemenlik işleyişi olarak yeniden yapýlandýğýnýn başka bir göstergesiydi. Bu sayede emperyalizm, açýk askeri ve siyasi zora dayalý bir dýş olgu olmaktan çýkarak ekonomik zor yoluyla kapitalist üretim ilişkilerinin toplumsallaşmasýnýn önünü açan bir iç olguya dönüştü. Siyasi bağýmsýzlýğýný yeni kazanmýş ülkelerin dünya ekonomisine eklemlenişi ekonomik olarak bağýmlý kýlýnma yoluyla gerçekleşti. Bu noktadan itibaren ulusal sýnýrlar içinde siyasi bağýmsýzlýk, iç dinamikler üzerinden gelişen bir sermaye birikim sürecinin yaşanmadýğý bu ülkelerde emeğin ücretli emeğe dönüştürülmesi sürecini hýzlandýrmanýn bir aracý haline geldi. Doğrudan siyasi bağýmsýzlýk talebi olarak kendi kaderini tayin hakký, sermayenin egemenlik işleyişini yýkýcý bir ayaklanma söylemi olarak emeğin kudreti olmaktan çýktý ve ulusal sýnýrlar içindeki emeğin ulusal sermayenin disiplini altýna alýnmasýný savunan bir egemenlik söylemine dönüştü. Bu yönüyle ekonomik bağýmsýzlýk ve ulusal kalkýnma, sermayenin emek üzerindeki egemenliğini sorgulamaksýzýn “ulusal çýkar”lar ekseninde dünya ekonomisinden daha fazla pay alma mücadelesini meşrulaştýrma işlevi gördü. İki dünya savaşýndan sermayenin, egemenlik işleyişinin krizlerini yöneterek çýkmasý, bir dünya ekonomisi olarak emperyalizmin varlýğýný sürdürebilmesindeki temel etkenlerden biriy-

di. Özellikle yirminci yüzyýlýn ikinci yarýsýndan itibaren sermayenin çýkarýnýn giderek küreselleşmesi ve buna uygun olarak ulusal tekellerin bütünleşerek küresel tekellere dönüşümü, sermayenin ulus-devlete dayalý egemenlik biçimini aşma eğilimine girmesini getirdiyse de bütün toplumsal ilişkilerin kapitalistleştirilmesi anlamýnda dünya ekonomisinin dikey gelişimi bir eğilim olarak daha da güçlendi. Buradan bakýldýğýnda bugün sermayenin egemenlik biçiminin küreselleşme eğilimini ifade eden İmparatorluğun kurucusu emperyalizmdir. İmparatorluk, dünya ekonomisinin işleyişi ile egemenliğin ulusal sýnýrlarý arasýndaki gerilimle şekillenen emperyalizmin krizine nihai bir çözümdür. Bugün bir dünya ekonomisi olarak kapitalizmin iktidar işleyişindeki niteliksel bir farklýlaşmayý ifade eden İmparatorluk paradigmasýna gösterilen direnç, emperyalizmin yanlýş okunup konuşturulmasýndan kaynaklanmaktadýr. Sermayenin dünya eko-

Emperyalizme karşý ulusal bağýmsýzlýğýn anlamý, yabancý baskýyý lağvederek sermaye birikim sürecini işleten egemenlik ilişkilerini yýkacak bir ayaklanmanýn örgütlenebilmesidir nomisi eğilimini temsil etmesi bakýmýndan emperyalizm, kapitalizmin kuruluşuna içseldir. Bu açýdan emperyalizm, yalnýzca dünya ekonomisinin sermaye ihracýna dayalý olduğu aşama olarak değil, kapitalizmin ilk dönemini karakterize eden meta ihracý döneminden itibaren var olan bir eğilimi olarak anlaşýlmalýdýr. İç dinamiklerle gelişen kapitalizme ve tekelleşmeye işaret eden emperyalizmin birinci bunalým dönemi tespiti, böyle bir bakýşýn bir sonucudur. Nitekim emperyalizmin, yukarýda bahsedildiği üzere, açýk askeri ve siyasi zora dayalý bir dýş olgu olarak sürdüğü aşama ikinci bunalým dönemine denk gelir. Ekonomik zorla bağýmlý kýlmaya dayalý üçüncü bunalým döneminde ise emperyalizm, kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşmesi anlamýnda bir iç olgudur. İmparatorluk bu dönemin tamamlanmasýyla birlikte sýnýfsal öznelliklerin ve güç ilişkilerinin yeniden yapýlandýğý yeni bir kuruluş sürecini ve bunalým dönemini

ifade etmektedir. Geçen yüzyýlýn başýnda olduğu gibi, bu yeni egemenlik biçiminin kuruluşu, yeni kriz olanaklarýný da beraberinde getirmektedir. İmparatorluk, küresel sermayenin bütün dünya coğrafyasýndaki emeği, doğrudan tahakküm altýna almak için girdiği sürekli bir savaştýr. Nitekim yaný başýmýzdaki coğrafya, küresel bir egemenlik işleyişi olarak İmparatorluk ile buna direnen ulus-devletler arasýndaki bir egemenlik savaşýna sahne olmaktadýr. Emperyalizm dönemindeki emperyalist devletler arasý savaş, İmparatorluk döneminde emperyal güçler ile ulus-devlet egemenleri arasýndaki bir savaşa dönüşmüştür. Ulus-devletlerin önünde küresel egemenlik işleyişinin hiyerarşisine uygun olarak küresel sermayenin hükümetlerine dönüşmekten başka seçenek yoktur. Bu koşullar altýnda, ulus-devlet temelinde siyasal bağýmsýzlýğý savunmak, bu egemenlik savaşýnda taraf olmaktan öteye geçmeyecektir. Devletin ulusal karakterinin çözülüşü karşýsýnda, ulusal egemenliği savunmak devleti savunmaktýr. Bugün emeğin, ulus-devletin kendi bedenine koyduğu sýnýrlarý aşarak küresel egemenlik ilişkilerini yýkýcý bir güce dönüşmesi, doğrudan devlete karşý mücadeleyle mümkündür. Devletin ulusal karakterinin çözülüşü devleti ortadan kaldýrmamaktadýr. Siyasal bağýmsýzlýk, emeğin kendini gerçekleştirebileceği koşullarla doğrudan buluşabilmesi anlamýnda toplumsal bağýmsýzlýğa içkin olarak yeniden kurulacaktýr. Geçmişteki bir gelecek olarak Paris Komünü hala günceldir. 1 Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Kava Yayýnlarý, Kasým 1976, s. 18 2 a.g.e., s. 42

Sinem


34

Sağlýğýn Piyasalaşmasý ya da Acýnýn Metalaştýrýlmasý Sorun, küresel serbest piyasa ekseninde yeniden yapýlanan sermaye birikim süreci içinde, sağlýk alanýnýn kâr amaçlý toplumsal örgütlenişini ve bu yolla “sağlýğýn” ya da “hastalýğýn” nasýl piyasalaştýrýldýğýný kavramaktýr

Kapitalizmin tarihi, insana ve doğaya özgü güçlerin metalaştýrýlarak yýkýmýnýn onursuz tarihidir. Bu tarih, doğanýn ve insanýn bütün üretici güçlerinin kapitalizmin değer yaratma ilişkisine tabi kýlýnmasý üzerine oturur. Dolayýsýyla bu değer yaratma ilişkisine tabi kýlýnan her varlýk, her üretkenlik, her arzu, her beden, her yaratýcýlýk, kýsaca insan emeğinin her türlüsü, artý değer üretiminin toplumsallýğý ile kurulur. Artý değerin genişleyerek yeniden üretimine dayalý sermaye birikim süreci, her türlü toplumsallýğý piyasa ilişkisi ile örgütlemek ve metalaştýrmak durumundadýr. Bu anlamýyla sermayenin iktidarý, piyasa ve meta ilişkilerinin sürekli olarak genişletilmesi ve derinleştirilmesi demektir. Emek ücretli emek biçimi altýnda metalaştýrýlmadan, piyasa ilişkilerinin tam anlamýyla genişletilmesi ve derinleştirilmesi de mümkün değildir. İşte Marx’ýn gerçek tahakküm tanýmý, emeğin bütün üretkenliğinin ve bütün toplumsal alanlarýn piyasa ve meta ilişkilerinin tahakkümüne girmesi anlamýna gelir. Gerçek tahakkümde emeğin toplumsal öznelliği, bütünüyle artý değer üretimine ve

piyasa ilişkilerine tabidir. Bu yüzden, günümüzde özellikle eğitim, sağlýk gibi “hizmet sektörü” içinde addedilen ve artý değer üretmediği iddia edilen alanlarýn piyasalaşmasý, ekonomik kategorilerle değil ancak gerçek tahakkümün biyopolitik yeniden üretiminin toplumsallaşmasý zemininde kavranabilir. Sorun, küresel serbest piyasa ekseninde yeniden yapýlanan sermaye birikim süreci içinde, sağlýk alanýnýn kâr amaçlý toplumsal örgütlenişini ve bu yolla “sağlýğýn” ya da “hastalýğýn” nasýl piyasalaştýrýldýğýný kavramaktýr.

Biyo-politik Üretim Olarak Sağlýk Hizmetleri Endüstrileşmeyle birlikte, topraklarýndan koparak kentlerde “emek gücü” haline gelen ve “vahşi kapitalizmin” en kötü koşullarýnda yaşamak durumunda kalan insanlar, sadece emeklerini değerli kýldýklarý maddi koşullardan, yani üretim araçlarýndan koparýlmakla kalmamýş, ayný zamanda yaşamlarýný devam ettirdikleri toplumsal ilişkilerden, kültürden, kolektiflikten, alýşkanlýklardan vb. koparýlmýştýr.

Kapitalizmin değişim ilişkisinin bireycileştirici ve rekabetçi toplumsallýğý, fabrikalarda, hastanelerde, hapishanelerde ve okullarda olmak üzere biyo-politik üretimin modern kurumlarý yoluyla kurulmuştur. Artýk, “nüfustan”, “halktan”, “emek gücünden” sorumlu olan modern kurumlar vardýr ve insanlarýn bedenleri bu kurumlara teslim edilmiştir. Modern týp kurumlarýnýn “bilimsel” otoritesinin kuruluşu, týpký modern eğitim kurumlarý gibi, modern ulus devletlerin kuruluşuyla eş zamanlýdýr. Ulusal sağlýk politikalarý, emeğin, ulus devletin iktidar işleyişi altýnda “ücretli emek”e dönüştürülerek tahakküm altýna alýnmasýný örgütlemeye yönelik geliştirilir. Bu anlamýyla sağlýk politikalarý, ulusal sýnýrlar içinde “emek gücü”nün biyopolitik yeniden üretimini sağlar. Sağlýk alaný, Foucault’un kavramý ile söylersek “denetim toplumu”nda nüfusun tahakküm altýna alýnmasý, Marx’ýn kavramý ile söylersek sermayenin “gerçek tahakküm”ünün kurulmasý anlamýnda bir biyo-politik üretim alanýdýr. Bu anlamýyla biyo-politik üretim Marx’ýn “sermaye ilişkisi”nin toplumsallýğýnýn genişlemesi ile Foucault’nun “iktidar”ýnýn birleşmesidir. Mesele sermayenin ilişkiselliğinin genişletilmesi zemininde konulduğunda, kapitalizmin tarihi boyunca sağlýk alaný hiçbir zaman sermaye ilişkisinden bağýmsýz ya da sermayenin devlete býraktýğý bir alan olarak görülemez. Dolayýsýyla sağlýk hizmetlerinin


35

Sağlýk alaný geçmişte ve günümüzde, her zaman sermayenin değer yaratma ve değişim ilişkisine tabi olmuştur

devlet tarafýndan yürütülmesini, refah veya kalkýnmacý devletin sermayeden bağýmsýz bir işlevi olarak değil, sermayenin içeremediği toplumsal alanlarýn kontrol edilmesi, denetlenmesi ve düzenlenmesi olarak okumak gerekir. Týpký, günümüzde küresel serbest piyasaya dayalý yeni sermaye birikim süreci içinde, devletin sağlýk hizmeti sunma işini, bu hizmetlerin sermayeye içerilerek, kâr amaçlý örgütlenmesini sağlayarak ve sağlýk kurumlarýnýn şirket mantýğýyla işletilmesinin önünü açarak yaptýğýný anlamak gerektiği gibi. Emekle sermaye arasýndaki antagonizmanýn ücretli emekle sermaye arasýnda reformist bir siyasal hatta oturtulduğu refah veya kalkýnmacý devlet döneminde, sağlýk hizmetleri devletin demokratikleştirilmesi ekseninde devletin kamusal işlevlerinden biri olan sosyal güvenlik sistemlerinin bir parçasý olarak örgütlenmiştir. Günümüzde devletin demokratikleştirilmesine dayalý siyasetin çöküşü ile birlikte, bütün toplumsal alanlar sermayeye içerilmiş ve hayatýn kendisi toplumsal bir fabrikaya dönüşmüş durumdadýr. Bu yüzden günümüzde sağlýk alanýnda neler olup bittiğine dair en kafa karýştýrýcý mesele, eskiden sağlýk hizmetlerinin sermayeden bağýmsýz, devlet tarafýndan sağlanan, bugün ise özel sektöre devredilen hizmetler gibi algýlanmasýndan kaynaklanan yanýlsamadýr. Oysa sağlýk hizmetlerinin, ister devlet kurumlarý tarafýndan sağlansýn ister özel sermaye gruplarý tarafýndan sağlansýn, esasen küresel piyasa ilişkilerini kuran ve hizmetlerin metalaştýrýlmasýný öngören bir sermaye birikim sürecinin toplumsallýğý ekseninde örgütlendiğini görmek gerekiyor. Dolayýsýyla sağlýk alaný geçmişte ve günümüzde, her zaman sermayenin değer yaratma ve değişim ilişkisine tabi olmuştur. Kapitalist değer yaratma ilişkisinin kurduğu ve işlettiği toplumsallýk anlaşýlmadan ve sorgulanmadan insan onuruna yaraşýr bir toplumsallýğýn yaratýlmasý ise mümkün değildir.

Sağlýk Alanýnýn Piyasalaşmasý Peki, sağlýk alaný piyasa ilişkilerinin içine nasýl çekiliyor ve bu piyasa ilişkileri biyo-politik olarak nasýl yeniden üretiliyor? Sağlýk alanýnýn

piyasalaşmasýný sağlayan üç temel dinamik vardýr: İlki, ihtiyacý karşýlamaya (kullaným değerine) değil, tüketime (değişim değerine) yönelik bir sağlýk hizmeti ideolojisinin kurulmasý ve işletilmesi; ikincisi, sağlýk alanýnda çalýşanlarýn, özellikle doktorlarýn, mesleklerini piyasa ilişkisi ekseninde yürütmeye gönüllü olmalarý ve bu ilişki içinde özneleşmeleri; üçüncüsü, sağlýk alanýnda doğrudan sağlýk hizmeti sunmaya yönelik etkinliklerin yaný sýra “sağlýk yönetimi” adý altýnda yeni bir işbölümü ve hiyerarşi yaratýlmasý, sağlýk alanýna yönelik ilaç, týbbi malzeme vb. metalarý üreten şirketlerle sağlýk kurumlarý arasýnda çok daha karmaşýk piyasa ilişkilerin kurulmasýdýr. Bu üç dinamik, sağlýk alanýnda piyasa ilişkilerinin derinleştirilmesini, sağlýk hizmetinin bir ihtiyaç olmaktan çýkarýlýp bir metaya dönüştürülmesini, “hizmet satan” ve “hizmet alan” ayrýmý üzerinden kapitalist değişim ilişkisinin toplumsallaştýrýlmasýný örgütler. Bu üç dinamiğin, birbiriyle karşýlýklý etkileşim içinde piyasalaşmayý kurarken, artýk eskisi gibi ulusal sağlýk sistemlerini değil, küresel sağlýk sistemlerini referans aldýklarýný unutmamak gerekiyor. Yani piyasalaşma, sadece ulusal şirketler, ulusal sağlýk kurumlarý vb. ekseninde yürütülen etkinlikler sayesinde değil, küresel hastane tekelleri, küresel ilaç şirketleri, küresel sağlýk personeli tarafýndan yürütülen etkinliklerle örgütleniyor. Küresel sermaye birikim sürecinin içinde sağlýk alanýnýn piyasalaşmasý, kapitalizmle insan bedeni arasýnda en onursuz

ilişki biçimlerinden birini kuran, insan bedeninin acýsýný ve güçsüzlüğünü kullanarak kazanç elde etmeye yönelen, insan bedenini bilimsellik adýna nesneleştirerek ölçülebilir, denetlenebilir, müdahele edilebilir bir metaya dönüştüren ve değişim ilişkisinin kýskacýna sokan bir toplumsallýğý kurar. Oysa insan bedeninin güçsüzlüğü, karşýtýyla yani güçle olumsuzlanýr ve bu güçsüzlük aslýnda insanýn kendi bedeni hakkýndaki bilginin temsiliyetini üstelenen “uzman”” bilgisi tarafýndan iğdiş edilmiş olmasýndan kaynaklý bir güçsüzlüktür.

Piyasa Yönelimli Sağlýk Hizmeti İdeolojisi Piyasa yönelimli sağlýk hizmetinin ana ekseni, sağlýk hizmetinin bir ihtiyaç olmaktan çýkarýlýp bir metaya, sağlýk hizmetine ihtiyaç duyanlarýn da birer “müşteri”ye dönüştürülmesidir. Bu, sağlýk hizmetlerinin, kâr amaçlý değişim ilişkisinin toplumsallýğý ile örgütlenmesi anlamýna gelir. Piyasalaşmanýn örgütlenebilmesi ve sürdürülebilmesi için ihtiyaçlarýn genişletilmesi, derinleştirilmesi ve yeni ihtiyaçlarýn yaratýlmasý gerekir. Sağlýk alaný bunun gerçekleştirilmesi için sýnýrsýz olanaklara sahiptir. Týbbýn otoritesi, insan bedeninin “sağlýklý” ve “hastalýklý” durumlarýný tanýmlama yetkisi ile sürekli yeni hastalýklar ve yeni tedavi yöntemleri yaratýr. Sýnýrsýz sağlýk hizmeti ihtiyacý bu otorite sayesinde üretilir. Bu, sağlýk hizmetine duyulan talebin arttýrýlmasý ve insanlarýn sürekli sağlýk hizmeti peşinde koşmalarýnýn önünü açan bir toplumsallýğýn kurulmasý demektir. İşte sağlýk piyasasý, kâr peşinde koşan şirketleşmiş sağlýk kurumlarýný ve ilaç tekellerini, acýlarýnýn dindirileceği umuduyla kandýrýlan ve “daha iyi sağlýk hizmeti” peşinde koşan insanlarla buluşturan piyasadýr. Hükümetler ve sağlýk otoriteleri sürekli büyüyen sağlýk sorunlarýndan söz ederken aslýnda söz ettikleri şey, piyasa ilişkilerine içerilememiş olan sağlýk hizmetleridir. Bu yüzden hem insanlarýn toplum yararý ekseninde örgütlenebilecek kolektif bir sağlýk hizmeti fikrinden caydýrýlmalarý ve en iyi sağlýk hizmetinin ancak parasý ödenerek satýn alýnan sağlýk hiz-


36

meti olduğu fikrine alýştýrýlmalarý hem de sağlýk kurumlarýnýn ve bu kurumlarda çalýşanlarýn sahip olduklarý bilgiyi toplumsallaştýrmalarýnýn tek yolunun “piyasa rasyonalitesi”nden geçtiğini içselleştirmelerini sağlamak gerekir. İlki, refah veya kalkýnmacý devletin kamusal sağlýk hizmeti politikalarýnýn çöküşü ile zaten ortadan kalktý; ikincisi ise sağlýk alanýnda çalýşanlarýn özellikle doktorlarýn ücret sisteminin yanýnda bilgilerini satarak para kazanabilecekleri olanaklarýn olduğunu fark etmeleri ile gerçekleşti. O halde sağlýk piyasasý veya piyasa yönelimli sağlýk hizmeti ideolojisi dediğimiz şey, “gizli el”le kurulan bir piyasa veya yukarýdan dayatýlan bir ideoloji değildir; aksine piyasa ilişkilerini içselleştirerek özneleşen insanlarýn kurduğu bir piyasa ve ideolojidir. Gerçektir, yakýcýdýr ve yabancýlaştýrýcýdýr. Bu piyasanýn işleyişi, orta sýnýf ideolojisine oturur. Sağlýk hizmetine olan talep artýk sadece “gerçekten” hasta olunduğunda hissedilmez. Bireycileştirilmiş ve sağlýk piyasasýnýn “gizli el”ine teslim edilmiş insanýn ölüm korkusundan beslenen “sağlýklý ve mutlu bir yaşam”, “erken teşhis”, “rutin sağlýk kontrolü” gibi hizmetlerin yaygýnlaştýrýlmasý ile sürekli bir talebe dönüştürülür. İnsanýn normal halleri bile birer “hastalýk” olarak tanýmlanýr. Artýk gündelik sýkýntýlar “depresyon”, şişmanlýk “obezite”, yaşlýlýk “osteoporoz”, hareketlilik

“hiperaktiflik”tir. Ne olduğunuza, yani “hasta” veya “sağlýklý” ve ne yapýlmasý gerektiğine karar verme hakký tamamýyla týbbýn otoritesine ve bu otoritenin piyasa yönelimli kullanýmýna kalmýştýr. İşin ironik yaný, “hasta haklarý”ndan söz edilmesidir. Oysa piyasa koşullarýnda “hasta hakký”nýn “insani”, dolayýsýyla “toplumsal” hak olduğundan söz edilemez, aksine “hasta hakký” olarak vurgulanan şey hizmet satýn alma ve parasý kadar eşit olma haklarýna binaen “müşteri hakký” olarak tanýmlanýr. İstediğiniz hastaneye, doktora gitme, istediğiniz ilaçlarý kullanmaya, istediğiniz tedavi yöntemini seçmeye veya reddetmeye hakkýnýz vardýr. Tek koşul cebinizdeki paradýr.

Sağlýk Çalýşanlarýnýn, Özellikle Doktorlarýn Piyasa İlişkileri İçinde Özneleşmesi Sağlýk çalýşanlarýnýn piyasa ilişkileri içinde özneleşmelerinin toplumsal olarak kuruluşunun iki temel dinamiği vardýr. İlki, sağlýk alanýndaki emeğin kapitalizmin modern iş bölümü ve hiyerarşisi içinde merkezileşmesi ve otoritesinin kabulüdür. Modernleşme, týbbýn insan bedeni, “hastalýk” ve “sağlýk” üzerindeki bilimsel bilgisini bir otoriteye dönüştürmüştür. Burada otorite sözcüğünü özellikle kullanýyorum, çünkü doktorlarýn piyasa ilişkileri içinde özneleşmele-

rinin ve bu ilişkileri kurmalarýnýn altýnda yatan, sağlýk alanýnda piyasanýn derinleştirilmesine hizmet eden ve sağlýk hizmetini bir ihtiyaç olmaktan çýkarýp bir metaya dönüştüren tam da bu otoritedir. Yanlýş anlaşýlmasýn, sözü edilen otoritenin kötüye kullanýmý değil, otoritenin kendisidir. Çünkü doktorlarýn bu otorite ile kurduklarý toplumsallýk, insanlarýn çaresizliğini, güçsüzlüğünü ve doktorlara teslimiyetlerini kuran toplumsallýktýr. Bu, insanlarýn kendi bedenlerinin işleyişi, sağlýklý olup olmadýklarý, nasýl tedavi edilecekleri vb. her türlü bilginin kendileri dýşýnda bir yetkeye devri demektir. İşte doktorlarýn gücü buradan gelir ve doktorlar daha çok kâr, prestij ve ücret elde edebilecekleri piyasa ilişkilerini bu yolla yaratýrlar. İşin ilginç yaný, doktorlar bu piyasa ilişkilerini kurarken, sadece “gerçekten hasta”larý birer “müşteri”ye çevirmekle kalmaz, yeni “müşteri”ler elde etmek için yeni “hastalýklar” ve yeni “teşhis ve tedavi yöntemleri” icat ederler. İkincisi ise, yaşamýn tüm alanlarýnýn piyasalaşmasý ve tüm dünyanýn bir fabrikaya dönüşmesi ile birlikte, sağlýk alanýndaki emeğin “toplumsal sözleşme”ye dayalý ücret biçimi dýşýnda ücretlendirilmesi, sağlýk hizmeti üretme ve sunma süreçlerinde yeni iş örgütlenmelerinin getirilmiş olmasýdýr. Aslýnda bu süreç, sağlýk alanýndaki emek üzerinde yeni sermaye birikim sürecine uygun yeni bir tahakküm ilişkisi kurulduğu anlamýna gelir. Sağlýk hizmetlerinin aslen devlet tarafýndan yürütüldüğü refah veya kalkýnmacý devlet döneminde, sağlýk alanýnda çalýşan emek kamu hizmetlisi olma sýfatýyla güvenceli ve ayrýcalýklý bir statüye sahipti. Serbest çalýşma olanaklarý olmasýna rağmen, aslen devlete çalýşýyor ve ücretini devletten alýyordu. Standart bir mesleki bilgi, standart bir çalýşma koşulu ve standart bir ücret modeli ile sistem işliyordu. Devletin sağladýğý kamusal

Sağlýk alaný, Foucault’un kavramý ile söylersek “denetim toplumu”nda nüfusun tahakküm altýna alýnmasý, Marx’ýn kavramý ile söylersek sermayenin “gerçek tahakküm”ünün kurulmasý anlamýnda bir biyopolitik üretim alanýdýr


37

için bakýlan hasta sayýsýnýn ve hastaya yapýlan týbbi işlem sayýsýnýn artmasý oldu. Bu iki dinamik, yani bilginin otoritesi ve bu bilginin paraya dönüştürülebileceği birleşince sağlýk alanýnýn sermayeye içerilmesinin ve piyasalaşmasýnýn içinde toplumsallaşan özneler de ortaya çýkmýş oldu. Doktorlarýn piyasa ilişkileri içinde nasýl özneleştiğinin en çarpýcý örneklerinden birini hükümetin geçtiğimiz aylarda sağlýk reformu önerisi üzerine yürütülen tartýşmalardan yakalamak mümkün. Sözü edilen sağlýk reformu önerisi, en çok Türkiye’de doktor sýkýntýsý olduğu gerekçesiyle, yabancý doktorlara Türkiye’de çalýşma hakký tanýmayý öngören maddesi ile gündeme geldi ve kýyametler koptu. Başta Türk Tabipler Birliği olmak üzere, pek çok kesim bu maddeye itiraz etti. Konuyla ilgili olarak NTV’de yayýnlanan bir programda, Sağlýk Bakanlýğý’nda görev yapan bir müsteşar, doktor sayýsýnýn yetersizliğinden dolayý yabancý doktorlarýn hizmetlerin, özellikle kamu çalýşanlarýnýn ücret maliyeti, toplumsal yaşamýn düzenlenmesi ve planlanmasý yoluyla sermaye birikim olanaklarý sürdürülüp yeniden üretilebildiği sürece sorun olmadý. Ama refah veya kalkýnmacý devletin çöküşünden sonra bulunan ilk çözüm, kamu maliyetlerinin azaltýlmasý oldu. Bu, özellikle devlet eliyle yürütülen ve başta sosyal güvenlik sistemleri olmak üzere, eğitim, sağlýk vb. alanlarýn ve tabi ki bu alandaki emeğin piyasa işleyişine tabi kýlýnmasýný gündeme getirdi. Israrla vurgulamak gerekir ki, piyasalaşma devletin bu alanlardan çekilmesini veya bu alanlarýn sermayeye devri olarak değil, devletin de bu alanlarý piyasa mantýğýna göre işletmesi anlamýnda okunmalýdýr. İşte, sağlýk alanýnda çalýşan emeğin ücret modelini değiştiren de sağlýk kurumlarýnýn piyasalaşmasý oldu. Ücret maliyetleri azaltýldýğýnda ve esnek ücret modeli uygulanmaya başlandýğýnda, ilk itirazlarýn emekten geleceği açýktý ve öyle de oldu. 1980’lerde ve 1990’larda dünyanýn pek çok yerinde kamu emekçileri seslerini yükseltti. Talepler çoğu kez eski düzenin geri gelmesi yönündeydi. Ama geri dönülemeyeceğini, asýl meselenin hizmetlerin piyasalaşmasý olduğunu keşfedenler de vardý. Sermayenin buna yanýtý muhteşemdi ve bir taşla iki kuş vurmayý hedefliyordu. Şöyle ki, kamu emekçilerinin ücret talepleri karşýlanmadý, ücretler artmadý, ama esnek çalýşma ve performans kriterlerine göre ücretlendirme modeli getirildi. Kuşa çevrilmiş standart bir ücret modeli ile performansa dayalý ücret modeli birleştirildi. Artýk dünyanýn pek çok yerinde uygulamada farklý adlar alsa da piyasa işleyişi hâkimdir ve bizdeki döner sermaye uygulamasý, tam da bu modeli işletmeye yöneliktir. Sonuç, sağlýk çalýşanlarýnýn, özellikle de doktorlarýn rekabeti, performans yükseltmek

Piyasa yönelimli sağlýk hizmetinin ana ekseni, sağlýk hizmetinin bir ihtiyaç olmaktan çýkarýlýp bir metaya, sağlýk hizmetine ihtiyaç duyanlarýn da birer “müşteri”ye dönüştürülmesidir

Türkiye’de çalýşmasýný destekleyen bir tavýr sergilerken, Türk Tabipler Birliği başkaný böyle bir gerekçeyle yabancý doktorlarýn Türkiye’de çalýşmasýný desteklenmesinin doğru olmadýğýný ve bunun haksýz rekabet yaratacağýný, üstelik Türkiye’de doktor sayýsýnda sýkýntý olmadýğýný ileri sürerek karşý çýktý. Bunun üzerine müsteşar, eğer doktor sýkýntýsý yoksa büyük kentlerde toplanan doktorlarýn neden bazý bölgelere gitmediğini ve Türk Tabipler Birliği’nin Türkiye’de doktor sýkýntýsý yaşanan bölgelere, özellikle güney doğu ve doğu illerine belli sayýda doktor göndermeyi örgütleyip örgütleyemeyeceğini sordu. Türk Tabipler Birliği başkaný ise bu sorunun “provokatif” bir soru olduğunu söyleyerek, doktorlarýn belli bölgelere gitmemesini bu bölgelerdeki týbbi donaným yetersizliğine bağlayarak yanýt verdi. Ama doktorlarýn bu bölgelere gitmemelerinin nedeni gerçekte bu değil ve Türk Tabipler Birliği başkaný gerçeğin

bu olmadýğýný söyleme cesaretini gösteremiyor, çünkü gerçek nedeni söylemek bu nedenin toplumsal sorumluluğunu üstlenmek anlamýna geliyor ve Türk Tabipler Birliği bunu üstlenemez. Peki neden? Çünkü, doktorlarýn bu bölgelere gitmemelerinin gerçek nedeni, sağlýk alanýndaki kâr olanaklarýnýn ve piyasa ilişkilerinin büyük kentlerde yoğunlaşmýş olmasýdýr. Doktorlar bu bölgelere gitmiyor. Gitmiyorlar, çünkü piyasasý sýnýrlý, kâr olanaklarý yetersiz. Büyük merkezi kentlerde sağlýk hizmeti için harcama yapacak bir orta sýnýfa hizmet verme olanağý varken neden gidilsin ki? Hele de piyasa ilişkisini kuran ve işleten güçlerle, büyük hastanelerle, ilaç firmalarýyla, týbbi malzeme tedarik eden şirketlerle kurulabilecek geniş piyasa olanaklarý varken. Bütün bu olanaklarý, acýlarýn dindirilmesi değil, yeniden acý üretimi veya normalliklerin hastalýk olarak tanýtýlmasý yoluyla kâra, mesleki prestije veya astronomik ücretlere dönüştürme fýrsatý varken. İşte asýl neden, insani değerlerin, onurun, kolektifliğin, vicdanýn yerine geçen ve hiçbir şekilde dýşardan dayatýlmayan ya da “piyasa zorunluluğu” olarak rasyonelleştirilemeyecek olan, piyasa ilişkilerinin içindeki bu gönüllü özneleşmedir.

“Yeni Sağlýk Yönetimi” Hiyerarşisi ve Sağlýk Alanýnda Yeni İş Bölümü: Küresel İlaç Şirketleri ve Küresel Hastane Tekelleri “Yeni sağlýk yönetimi”, esas itibariyle sağlýk kuruluşlarýnýn piyasa içinde bir işletme olarak çalýştýrýlmasý; týbbi bilginin uygulandýğý alanlarla sağlýk kuruluşlarýnýn idari ve mali kýsmýnýn birbirinden ayrýlmasý demektir. Refah


38

Piyasa koşullarýnda “hasta hakký”nýn “insani”, dolayýsýyla “toplumsal” hak olduğundan söz edilemez, aksine “hasta hakký” olarak vurgulanan şey hizmet satýn alma ve parasý kadar eşit olma haklarýna binaen “müşteri hakký” olarak tanýmlanýr

veya kalkýnmacý dönemin merkezi-bürokratik işleyişinin yerini “yerinden yönetim” ilkesine dayalý bir işleyiş alýr. Böylece sağlýk alanýnda yeni bir uzmanlaşmaya dayalý yeni bir işbölümü yaratýlýr. Bu, sağlýk kurumlarýnda hem temizlik, yemek vb. bazý hizmetlerin taşeron firmalara devredilmesinin ve esnek çalýşma olanaklarýnýn önünü açar, hem de sağlýk kurumlarýnýn kendi mali olanaklarýný kendilerinin yaratmasýnýn zeminini örgütler. Sağlýk kurumlarýnýn birer işletme gibi çalýşmasý da böylece sağlanmýş olur. Hizmetlerin yürütülmesi için gerekli mali kaynaklarýn yaratýlmasýndan ve bu kaynaklarýn belli oranda kurumun işletilmesi için kullanýlmasýndan kurumun bizzat kendisi sorumlu kýlýnýr. Bu, sağlýk kurumlarýnýn ihtiyaç duyduklarý týbbi malzeme ve ilaç temini için doğrudan piyasa ile ilişki kurmalarý ve sağlýk hizmetini kâr amaçlý bir meta olarak sunmalarý anlamýna gelir. Her sağlýk kuruluşu kendi krizinden kendisi sorumludur; kâr-zarar hesaplarý, piyasa ile kurulan ilişkilerin çeşitliliği, verilen hizmet ve başvuran hasta sayýsýnýn çokluğu, ucuz ve işlevsel koruyucu sağlýk hizmetlerinin değil teşhisi ve tedavisi pahalý sağlýk hizmetlerinin verilmesi, bir sağlýk kuruluşunun etkili ve verimli çalýşmasýnýn kriterleri olarak tanýmlanýr. Sorumluluk toplumsal ve insani değerler ekseninde değil, kâr elde etme ekseninde yapýlandýrýlýr. Dolayýsýyla piyasa ilişkileri içindeki hiçbir sağlýk kuruluşu, kapitalizmin değer yaratma ilişkisinden bağýmsýz işletilemez. Sağlýk piyasasýný kuran ağ geniştir. Küresel ilaç şirketleri, küresel hastane tekelleri, “sağlýklý yaşam” reçeteleri pazarlayan medya tekelleri ve “herkese sağlýk hizmeti” yalanýyla ortaya çýkan hükümetler sağlýğýn piyasalaşmasý için canla başla çalýşýrlar. Sağlýk, “müşterisi” sýnýrsýz, ihtiyaçlarý sürekli yeniden üretilebilen, metasý her zaman “alýcý” bulabilen devasa bir küresel fabrikaya dönüştürülür. Týpký Ivan

Illich’in dediği gibi, “sağlýk sistemi ürünlerini talebin sýnýrsýz olduğu yere yöneltir: ölüme karşý direnmeye”i. Týpký 1990’lý yýllarda salgýn haline gelen ve hýzla yayýlan AIDS hastalýğý sürecinde kâr amaçlý küresel ilaç şirketlerinin, HIV virüsüne karşý geliştirilen ilaçlarý astronomik rakamlarla pazarlamalarý ve bu ilaçlarýn daha ucuza üretilen ve satýlan türevlerini patent haklarý gerekçesiyle engelleme girişimlerinde olduğu gibi. İlaç ve týbbi malzeme şirketleri, enformasyon sektörünün yanýnda “küreselleşme” çağýnda sýkça sözü edilen “yükselen piyasalar”ýn en önde gidenidir. Sağlýk alanýnýn piyasalaşmasýnda kurucu bir özne olarak, insan acýsýnýn sömürüsü üzerinden kâr olanaklarý yaratýrlar. Sadece metalarýný, yani ilaçlarýný sermayeye dönüştürmekle kalmaz, “sağlýklý yaşam”, çaresi olmayan hastalýklara yönelik “kesin tedavi”, “kaslarýn güçlendirilmesi”, “kemiklerin güçlendirilmesi”, “daha stressiz ve mutlu günler” yalanlarýyla umut tacirliği yaparak ve ilaç tüketimine yönelik arzu üreterek kendi piyasalarýný kurarlar ve canlý tutarlar. Medyayla girdikleri reklam ilişkileri ve doktorlarla veya sağlýk kuruluşlarýyla yürüttükleri promosyon faaliyetleri, geniş kâr olanaklarýný sýnýrsýz hale getirir. “Araştýrma ve geliştirme” çalýşmalarýnda kullanýlan “denekler”in başýna neler geldiğini ise her gün yine “medya”da görüyoruz. Ama “münferit olaylar”, “teknik hatalar” ya da “bilimsel sapmalar”

olarak nitelenen bu tür durumlar, “sağlýğýn düşmaný” veya “insanýn kurban edilişi” olarak algýlanmaz. Hep “daha iyi ve sağlýklý yaşam” yalaný acý ve sömürü gerçeğinin üstünü örter.

Son Bir Söz Mesele kapitalist değer yaratma ilişkisinin, diğer tüm değer yaratma biçimlerini, hatta kapitalist değer yaratma dýşýnda değer yaratma olanaklarýnýn olabileceği fikrini bile silip süpürmesidir. Kapitalizmin değer yaratma ilişkisi, sýnýf ilişkilerini ve kâr amaçlý değişim ilişkilerini sürekli yeniden üretebilecek bir biyopolitik üretimin toplumsallýğýný örgütler. Sağlýk alanýnda yaşanan da budur. “Sağlýk hizmetlerinin tabana yayýlmasý”, “hizmetlerin ulaşmadýğý tek bir noktanýn bile kalmamasý” ve “sağlýk hizmetlerinin sunumunda toplumsal sorumluluk” sloganlarý ile hayata geçirilen, sadece ve sadece sağlýğýn piyasa ilişkileri içine çekilmesi ve kapitalist değer yaratma süreçlerine tabi kýlýnmasýdýr. Sağlýk hizmetlerinde bugün artýk refah veya kalkýnmacý dönemde olduğu gibi bölüşüm alanýnda eşit dağýlým talep eden ve “vatandaşlýk” üzerine kurulu “kamusal eşitlik” politikasýnýn maddi gerçekliği yoktur. Bu yüzden yeni bir değer ilişkisinin toplumsallýğýnýn kuruluşu üzerine düşünmeden, ihtiyaçlarýn karşýlanmasýna yönelik kolektif üretimi değişim değeri üretimini alt üst edecek bir üretim olanağýna çevirmeden ve piyasa ilişkileri dýşýnda kendi emeğimizi değerli kýlabileceğimiz olanaklar üzerine düşünmeden toplumsal özgürleşmeden söz etmemiz mümkün değil.

Müno


Yörüngesinde

Boğaziçi’nin

39

2

Bilindiği gibi her sene Boğaziçi’ne birçok şirket, dünyayý köleleştiren sistemlerine genç girişimci beyinler pazarlamaya geliyor. Kariyer günleri adý altýnda gerçekleşen bu organizasyonda şirketler bir yandan kendi reklamlarýný yaparken diğer yandan da işletme ve mühendislik kulüpleri sayesinde yeni yeni serpilmeye başlayan geleceğin haným ve beyleri kendilerine bu büyülü pastadan birer dilim kapmak için o masa senin bu konferans benim koşuşturuyor. Koskoca bir gülen surat kariyer fýrsatlarý fýsýldýyor. Ardýnda býraktýğý sömürü tablosunu örtmek için hemen sahte bir gülücük daha sokuyor gözünüze, bu yeni gülücüğün kýyýmý için ise başka bir sýrýtan kampanya… Derken plaza maviliğinde bir hayat sunuluyor ve uyarýyor: Kariyer oyun değil! Evet, ne çocuklarý

günde 1 dolarýn altýnda çalýştýrmaya mahkûm býrakmak oyun, ne de AIDS ilaçlarýný yetimhanelerdeki çocuklarýn üzerinde denemek... Evleri tabutlaştýran, şehirleri mezarlaştýran tanklarý, toplarý üretmek veya zararlarý bilinen tarým ilaçlarýný satarak her yýl milyonarca tarým işçisini zehirlemek ya da daha fazla üretim için genetiği değiştirilmiş ürünleri kullanarak insan ve çevre hayatýný hiçe saymak… Bunlarýn hiçbiri oyun değil. Kapitalizm oyun değil! İşte bu kaygýlarla geçen sene bir araya gelen bariyerciler (ayrýntýlý bilgi için bkz: Otonom 13) bu sene de neyin oyun, kimin koyun olduğunu göstermek için “Kapitalizme Bariyer Günleri 2” ismiyle sahalara döndü ve böylelikle şirketlerin geçen seneki deneyimlerinden mi yoksa Boğaziçi’nin stant paralarýna zam yapmasýndan mýdýr nedir, şu güzel iklim değişikliği kokan havada masa açmayýp saatli binaya sýkýştýğý kariyer pazarlarýna bir şekilde dâhil oldu. Kârýný yaşamdan, sağlýktan ve her şeyden üstün tutan ve bu yolla dünyaya hayat adýyla ölüm saçan ilaç şirketlerinden Novartis’in kariyer toplantýsýna da… Novartis gibi küresel bir şirkette dolgun maaş karşýlýğý çalýşmak veya o şirketi bir kariyer basamağý görüp daha iyisine zýplamak veya şirketin promosyon olarak toplantýda verdiği kalem, defter, kýl, yün ne varsa toplama hayaliyle saatli binaya gelenler Novartis Mezarlýğý’yla

Karanlýğý Sorguluyoruz!

Hrant Dink cinayetinin ardýndan, üniversitelerde yeni dönemin başlamasýyla birlikte kampüste “Biz gündelik uğraşlarýmýza dalýp gitmiş, hayatla cebelleşirken, bu ülkede sayýsýz katliam yaşandý, sayýsýz cinayet işlendi. Kayýplar bazen bir anlýğýna silkindirdi bizi, isyan ettirdi…” diyerek yola çýkan öğrenciler “Karanlýğý Sorguluyoruz” başlýğý altýnda dönem boyunca bir dizi etkinlik gerçekleştirdiler. “Karanlýğýn

Bu vicdan muhasebesi içinde mezar taşlarý sessizce ‘kapitalizm oyun değil!’ diye fýsýldýyordu

karşýlaştýlar. Toplantýnýn yapýlacağý binanýn önünü kaplayan mezar taşlarýnda yazan isimler, dünyanýn dört bir yanýnda ilaç firmalarýnýn kâr uğruna katlettiği insanlarýn temsili isimleriydi. Novartis’in Güney Afrika, Hindistan ve Güney Kore’de insanlarý patent hakkýyla ilaçsýz býrakmasý, doktorlarý ve bilimsel araştýrmalarý kendi şirket çýkarlarý doğrultusunda finanse etmesi ve genetiği değiştirilmiş organizmalarýn ve zehirli tohumlarýn en büyük üreticisi konumunda olmasý sonucu geride býraktýğý ölülerin isimleri de bunlara dâhildi. Bu vicdan muhasebesi içinde mezar taşlarý sessizce ‘kapitalizm oyun değil!’ diye fýsýldýyordu. Boğaziçi’nde kariyer günleri ve de bariyer günleri devam ediyor. Acar muhabiriniz olarak bundan sonraki eylemlikleri bir sonraki sayýda bildirmek üzere oyuna geri dönüyorum...

ancak, daha önce bilinmeyenleri öğrenmek, düşünülmeyenleri düşünmek, anlaşýlamayanlarý anlamakla aşýlabileceğine duyulan inanç var” fikrinden yola çýkan öğrenciler, bu doğrultuda “Türkiye’de Ermeni, Kürt, Yahudi, Rum, Eşcinsel, Kadýn, Alevi vb. olmak ne demektir?” sorularýnýn cevaplarýný bulmaya çalýşýyorlar. Bu bağlamda belli haftalarda, şiddet, korku, militarizm gibi konularda açýk dersler, basýn atölyeleri ve paneller düzenleniyor. Mütemadiyen güney kampüs meydanýnda, yine ayný çerçevede fotoğraf sergisi açýlýyor ve buradan Agos gazetesine ulaşýlabiliyor... Tüm bunlarýn yaný sýra, 22 Mart tarihinde Hrant Dink’i anmak üzere bir yürüyüş gerçekleşti. Hrant Dink adýna bir fidan dikmek ve basýn açýklamasýný okumak üzere kuzey kampüsten güney kampüse yürüyüş esnasýnda, henüz basýn açýklamasý okunmadan, öğrencilere polis tarafýndan müdahale edildi. Pek çok öğrencinin darp edilmesine karşýn öğrenciler kampüs kapýsýnda basýn açýklamalarýný okuyup güvercinler uçurdular. Sonrasýnda da kampüse bir fidan dikilerek eyleme son verildi. Dönem sonuna kadar devam etmesi planlanan etkinliklerle ilgili olarak yukarýdaki alýntýlarýn da yapýldýğý “www.karanligisorguluyoruz.org” sitesi ziyaret edilebilir.


40

Yörüngesinde

Dünya’nin

G8 Eylemleri: Bizler Kalmak İçin Geldik! Bu yýl Almanya’da yapýlmasý planlanan zirveye karşý küreselleşme karşýtý hareket eylem, blokaj, sabotaj, sivil itaatsizlik, çağrýsýnda bulunuyor

G8, Dünyanýn en zengin 8 ülkesi... Her sene bir kez G8 zirvesi adý altýnda buluşan, ekonomik ve politik her türlü konuda görüş alýşverişi yapan ve küresel politikayý belirleyen kararlar alan, dünyayý gitgide daha kötü bir yer haline getiren 8 ülke… Pek çok “projeye” ön ayak olmuş zirve… Resmi sitelerinde dünyadaki yoksulluğa karşý savaş açtýklarýný ve pek çok girişim başlattýklarýný söylüyorlar. Önce küresel sorunlarýn doğmasýnda önemli roller oynayarak yoksulluğu arttýrýp sonra da yoksulluğa savaş açýyorlar. Yoksullukla savaşlarýna dünyanýn dört bir yanýndaki savaşlarý eşlik ediyor. Dünyanýn dört bir yanýnda her gün süren savaşlarýn, dökülen kanlarýn ve birbirine düşmanlaştýrýlan topraklarýn ardýnda G8 devletleri de var. Küresel katiller, yeni katliam projelerini tartýşmak ve şekillendirmek üzere bir kez daha yan yana gelmeye hazýrlanýyorlar. Bu kez Almanya’da… 6–8 Haziran tarihleri arasýnda, Almanya’nýn Heiligendamm şehrinde G8 zirvesi yapýlacak (yapýlabilirse!). Küreselleşme ve kapitalizm karşýtlarýnýn eylemliliklerinin ve hareketliliklerinin miladý sayýlabilecek 1999 Seattle protestolarýnýn başarýsý (Dünya Ticaret Örgütün tam bir bozguna uğradý) hareketlerin hareketi denebilecek bir deneyimin kapýlarýný açtý. Bu miladý izleyen tarihler ve protestolarýn özellikleri, her birinin kendine özgü bir bağlamýnýn olmasý, her birinin farklý olmasýydý. Her biri küreselleşme karşýtý harekete yeni deneyimler kazandýrdý ve insanlarý yaratýcý yeniliklere teşvik etti. Bugün küreselleşme karşýtý hareketlenmelerden haftalar önce (ve sonrasýnda da) insanlar yan yana geliyor, tartýşýyor, düşünüyor, gülüyor, e-mailleşiyor, görüşüyor, öğreniyor ve yeni yapýlar icat ediyor. Bu yýl Almanya’da yapýlmasý planlanan zirveye karşý küreselleşme karşýtý hareketin neredeyse tüm yelpazesi eylem, blokaj, sabotaj, sivil itaatsizlik, çağrýsýnda bulunuyor. Yalnýzca iktidarda olanlarýn değil asýl bizim

sesimiz duyulacak diyerek! Eylemin örgütlenmesi çeşitli ağlar üzerinden gerçekleşiyor, temsil edilemeyen ve eylemi de temsil etmeyen ancak eylemin ta kendisi olan ağlar üzerinden. Sözü çağrýcýlara býrakýrsak… “Rostock-Laage havaalaný G8 zirvesinin ve katýlan devletlerin militarist politikalarýnýn altyapýsýnýn bir parçasý. Bu havaalanýnda Eurofighter uçaklarý ile önümüzdeki savaş hazýrlanýyor ve yakýnda buradan Bombodrom’a savaş uçaklarýnýn kalkmasý hedefleniyor. Heiligendamm’da yapýlacak G8 zirvesinin katýlýmcýlarýný getiren uçaklar 5 Haziran’da buraya iniş yapacaklar. Biz de o gün kitlesel olarak orada olacağýz, çünkü bizi savaşçý politikalarýna ikna edemezler. Bunu değişik protesto eylemleri ile, savaş ve G8’e karşý aktif direniş göstererek, yeterince açýk bir şekilde ortaya koymak istiyoruz. Bugün dünyanýn birçok köşesinde her gün süren savaşlarýn ardýnda G8 devletleri var. Almanya, dünya çapýnda on askeri harekâta doğrudan katýlýrken, birçok diğer savaşý da örneğin ikmal yollarýný koruyarak veya bilgi sağlayarak destekliyor. RostockLaage, G8 devletlerinin militarist politikalarýnýn ve Heiligendamm zirvesinin bir parçasýdýr. […] 5 Haziran’da kitlesel ve renkli eylemlerle Rostock-Laage havaalanýnda olacağýz ve G8 zirvesine, militarizme ve savaş politikasýna, dahasý kapitalist, ataerkil ver ýrkçý düzene karşý muhalefetimizi duyuracağýz.” “Savaş talim gerektirir. Ordu bu alýştýrmalarý Wittstock yakýnlarýndaki Bombodrom denilen alanda, Kyritz-Ruppin-Heide’sinde gerçekleştirmek istiyor. Onlara göre alanýn büyüklüğü nedeniyle sadece burada geniş kapsamlý ve farklý askeri birliklerin katýldýğý hava-yer savaşlarýnýn tatbikatý yapýlabilir, atom bombasý atýşý ya da füzelerin uzaktan komutasý denenebilir. Bombodrom’a karşý FREIeHEIDe, 1992’den beri bölgesel direnişi örgütlüyor. 1 Haziran 2007’de, G8’e karşý eylem günleri çerçevesinde bir

Bombodrom-eylem günü de düzenlenecek. O günde askeri harekât alaný olmasý planlanan arazi geçici olarak iskân edilecek. Hedef, bu bölgenin barýşsever amaçlara kullanýlmasý için tekrar ele geçirilmesi. 31 Mayýs’ta kervanlar ve Avrupa’nýn çeşitli yönlerinden gelen yürüyüş kollarý Kyritz-Ruppin-Heide’sine varmýş olacaklar ve böylece G8’in politikalarýna karşý düzenlenen eylem günleri ses getiren bir şekilde başlatýlmýş olacak.” “‘Terör zamanlarýndaki’ kesintisiz savaş durumu, giderek artarak demokratik haklarýn kaldýrýlmasý için çerçeve oluşturuyor. İşkencenin bir yandan tehdit olarak öne sürülmesi, diğer yandan giderek açýkça uygulanmasýnýn amacý, muhalefeti korkutmak, direnişi kýrmak ve insanlarda çaresizlik ve acizlik duygusu yaratmak. Olağanüstü hal normalleşiyor. Bizim esas korkmamýz gereken, büyük devlet çýkarlarýnýn ve kâr beklentilerinin korunmasý için üretilen stratejiler. G8 devletlerinin politikacýlarý bu stratejileri Heilgendamm’da, onlarý koruyan tel örgünün arkasýnda tartýşýyorlar!” “Kendi kendilerini dünyaya hükümdar ilan edenleri ne orada, ne de başka bir yerde istiyoruz. Ne bu G8 zirvesini sükûnet içinde gerçekleştirebilsinler, ne de uçaklarý bu havaalanýna rahatça inebilsin. Ya basta! Artýk yeter!” Bilgi için: http://dissentnetzwerk.org/node/1528 http://www.block-g8.org/ http://www.antifa.de/cms/content/view/515/ http://www.g8-alternative-summit.org/en/ http://www.g8-2007.de/ http://www.heiligendamm2007.de/Demo_en/ index_demo_en.html http://www.move-against-g8.org/ http://www.wombles.org.uk/g8/ …


Yörüngesinde

Dünya’nin

41

Bir evden çok daha fazlasý

Danimarka devleti, 1 Mart 2007 tarihinde, Kuzey Avrupa’nýn belki de en önemli politik ve sosyal merkezlerinden biri olan Ungdomshuset’e (Gençlik Evi) anti-terör birimleri ve helikopterle binanýn çatýsýna inerek saldýrdý. Takip eden dört günde, binanýn bulunduğu Norrebro mahallesinde ve “Freetown Christiania”da polisle sokak çatýşmalarý oldu ve yüzlerce kişi gözaltýna alýndý. Danimarka’nýn uzun yýllardan beri görmediği şiddetteki çatýşmalar, binanýn 5 Mart sabahý yýkýlmasýný engelleyemedi. Ungdomshuset, 1897 yýlýnda “Halk Evi” adýyla, Kopenhag’ýn o zamanlardaki sendika ve işçi hareketinin örgüt merkezi olarak inşa edilmişti. 1910 yýlýnda II. Enternasyonal, Uluslararasý Kadýn Konferansý’ný bu binada düzenlemiş; Alman sosyalist Clara Zetkin, 8 Mart Dünya Kadýnlar Günü’nü burada ilan etmiş; Lenin ve Rosa Luxemburg, burada konuşma yapmýşlardý. Bina, İkinci Dünya Savaşý sýrasýnda Alman işgaline karşý direnişin merkezi haline gelmişti. 1950’lerde ise birkaç kez el değiştirdikten sonra, 70’lerin sonunda Kopenhag belediyesine satýlmýştý. 70’li yýllarda başlayan ve 80’lerde Avrupa’da en verimli dönemini yaşayan, özel mülkiyet haklarýna meydan okuyan işgal hareketinin ve otonom bir hareketin parçasý olarak, bina 1982’de anarşist ve solcu gruplar tarafýndan işgal edilmiş, belediye de burayý gençlere býrakmak zorunda kalmýştý. 1999 yýlýnda, belediye, gençlerle yapmýş olduğu anlaşmayý hiçe sayarak binayý açýk artýrmalý

satýşa çýkardý ve bina, Faderhuset adýndaki Hýristiyan tarikat tarafýndan satýn alýndý. Gençler evi boşaltmayý reddettiler ve 2003’te mahkeme başladý. Ağustos 2006’da, binanýn mülkiyet ve kullaným hakkýnýn bu tarikata ait olduğu ve 14 Aralýk’ta boşaltýlmasý gerektiği karara bağlandý. Polis ise, binayý boşaltma işleminin 2007’de gerçekleşeceğini duyurdu. Ungdomshuset’in Yüksek Mahkeme’ye başvuru istemi de reddedildi. Eylemciler, dünyadaki çeşitli otonom gruplara açýk mektup göndererek, zor kullanýlarak yapýlacak bir boşaltma halinde binayý savunmak için yardým çağrýsýnda bulundular. Bu süreç boyunca çeşitli eylemler, atölyeler ve konserler düzenlendi. Belediyedeki sosyal demokrat politikacýlar, Ungdomshuset’e destek verdiklerini, fakat bir şey yapamayacaklarýný, çünkü bu meselenin sarsýlmaz özel mülkiyet hakkýný ilgilendirdiğini söylüyorlardý. Eylemciler, medyada sürekli “biz Ungdomshuset’i destekliyoruz” diyen

politikacýlarýn aslýnda hiçbir şey yapmadýklarýný, bina boşaltýldýğýnda bunun sorumlusu olarak gösterilmekten çok korktuklarý için böyle dediklerini belirtiyorlar. 16 Aralýk’ta, yabancýlarýn da katýldýğý gösteride 300’ü aşkýn gösterici polis tarafýndan gözaltýna alýndý ve bu tarihten sonra, eylemler başka ülkelere de sýçradý. Kopenhag’da 1 Mart’tan sonra tekrar sokaklara taşan eylemlerde, Danimarka polisi komşu ülkelerden takviye güçler talep etti ve Hollanda ile İsveç panzer yardýmýnda bulundu. Merkezin boşaltýlmasýný protesto etmek için Avrupa’nýn dört bir tarafýnda, Rusya, Avustralya, Kanada ve ABD de dâhil olmak üzere dayanýşma eylemleri düzenlendi. Sonunda 5 Mart’ta, logosunun üzeri

Ungdomshuset için verilen mücadele, sosyal merkezlerin sadece direniş ve kültürel üretim merkezleri olmadýklarýný, ayný zamanda yeni yaşam biçimleri tanýmladýklarýný gösteriyor

kapatýlmýş vinçle ve maskeli işçilerle binanýn yýkýmýna başlandý. Ungdomshuset, 1982’den itibaren, siyasi toplantýlarýn ve eylemlerin düzenlendiği, müzik gruplarýnýn bedava çalýşma yapýp konser verdiği (Bjork, Nick Cave ve Green Day de ünlenmeden önce burada konser vermişler), mutfağýnda ortaklaşa yemeklerin pişirilip yendiği, çeşitli kültürel etkinliklerin yapýldýğý, eylemcilerin kendi deyimleriyle anti-kapitalist, anti-ýrkçý, anti-seksist ve anti-heteroseksist, sosyal dayanýşma ve özörgütlenme prensiplerine dayalý, otonom bir yapýlanmaydý. Fakat yine eylemcilerin söylediklerine göre, Danimarka’da 90’larýn başýndan itibaren yükselişte olan sağ politikalar, devlet zoruyla uygulanan “normalizasyon” ve tek tipleştirme ve şehri “mutenalaştýrma” politikalarý yüzünden, böylesi toplumsal ve kültürel yapýlanmalarý korumak gittikçe zorlaşmakta. Ungdomshuset saldýrýsýnýn, Avrupa çapýndaki diğer sosyal merkezlere uygulanan sistematik baskýlarýn bir parçasý olduğu vurgulanmakta.


42

Yörüngesinde

Dünya’nin duvarlarda ve bildirilerde olamaz; o, hayatýmýzýn her alanýnýn ayrýlmaz bir parçasý olmalýdýr. Hepimizin hayalleri, savaşmaya değer bulduğu fikirleri var. Bu alaný bunlarý gerçekleştirmek için kullanýrsak, dünyayý değiştirmek için eşsiz bir fýrsatýmýz olur. Hayatlarýmýzýn seyircisi olmaktan memnun değiliz, bütünüyle katýlýmcý olmak istiyoruz. Hayatlarýmýz kontrolümüzün dýşýndaki durumlar tarafýndan belirleniyor, biz bunlarý kontrolümüz dâhiline almak istiyoruz. Doğrudan yöntemler kullanarak ve iktidarda olanlara müracaat etmekle kendimizi sýnýrlamayarak, yaşadýğýmýz, çalýştýğýmýz ve toplumsallaştýğýmýz yerlerdeki güç dengesini tümüyle yeniden biçimlendirmeyi amaçlýyoruz.”

Binanýn zorla boşaltýlmasýndan sonraki eylemlere yüzlerce Arap asýllý genç de katýlmýş. 2001’deki seçimlerden sonra başa gelen neomuhafazakar hükümet, Avrupa’daki diğer hükümetler gibi, “kültür için mücadele” diye tanýmladýklarý bir kampanyayla, 1968’le gelen üniversitelerdeki sol hakimiyetten “ortak değerler” diye adlandýrýlan şeye ters düşenler diye yaftalanan Müslümanlara kadar, kendilerinden olmayan her şeye savaş açmýş durumda. Danimarkalý gençlerle göçmen gençlerin eylemler sýrasýnda ayný tarafta yer almalarý, Norrebro mahallesinde aralarýnda uzun zamandan beri var olan etkileşimi açýğa vuruyor. İtalya’da Mart sonunda düzenlenen ve oradaki farklý sosyal merkezlerden temsilcilerin

katýldýğý bir toplantýnýn açýlýş konuşmasýnda, Ungdomshuset için verilen mücadelenin, sosyal merkezlerin sadece direniş ve kültürel üretim merkezleri olmadýklarýný, ayný zamanda yeni yaşam biçimleri tanýmladýklarýný kanýtladýğý vurgulanýyordu. Özellikle İtalya ve İspanya gibi ülkelerde daha köklü bir politik mücadele şekli olan sosyal merkezler, bugünden kapitalizmin iktidarýna alternatif yeni dünyalar ve imkânlar yaratma peşindeler. 6 Mart 2007’de polis tarafýndan boşaltýlan Londra’daki Vortex sosyal merkezinin eylem çağrýsýnda belirttiği gibi: “Biz ucuz bir cafe, kulüp ya da sinema değiliz, biz bir toplum merkeziyiz. Bir toplum merkezinde politika sadece

Yýkýmdan sonra gelinen süreçte, Danimarka’nýn içinde ve dýşýnda yürüyüşler, festivaller, konserler, film gösterimleri, yemek organizasyonlarý, sokak tiyatrolarý ve partileriyle, eylemler devam ediyor. En son 31 Mart günü, Kopenhag’da 15.000 kişinin katýldýğý bir protesto yürüyüşü düzenlendi. 16 Aralýk eylemi de dâhil toplam 850’yi aşkýn gözaltýnýn içinde, 37 kişi hala hapiste. Ungdomshuset eylemcileri; bu kişiler býrakýlana, sosyal merkezlere saldýrýlar durdurulana ve eski anlaşmaya uygun (binanýn kullaným hakkýný gençlere bedavaya ve süresiz bir şekilde veren feshedilemez bir anlaşma) yeni bir gençlik merkezi verilene kadar mücadelelerini sürdürmekte kararlýlar.

“Öfkemiz dinmeyecek. Bağýşlamayacağýz.

Bir toplum merkezinde politika sadece duvarlarda ve bildirilerde olamaz; o, hayatýmýzýn her

Unutmayacağýz. Mücadele devam ediyor…” Ungdomshuset tayfasý

alanýnýn ayrýlmaz bir parçasý olmalýdýr Ufuk


DURİTO’ YLA SÖYLEŞİLER Neoliberalizm ve Zapatistaların Öyküleri Subcomandante Marcos dünyanın yerlileri dizisi, 416 say.

Bu kitap, 1 Ocak 1994’te kapitalist küreselleşmeye karşý, Meksika’nýn en ezilmiş ve yoksul kesimi olan yerlilerin haklarý için Chiapas’ta ayaklanarak tüm dünyada merak ve umut uyandýran Zapatistalarýn onur mücadelesi tarihinde keyifli ve öğretici bir gezintiye davettir. İtaat ederek yönetme ilkesine bağlý Zapatist harekette asýl komutan yerli halkýn kendisi olduğu için “Subcomandante” (Altkomutan) unvanýný alan Marcos’un, hayali kahraman “Don Kişotvari böcek, gezgin şövalye Lacandona’lý Don Durito” ile sohbetlerine dayalý öyküler, Zapatistalarýn neoliberalizm eleştirileri ile politika yapma biçimlerindeki radikal kopuşa dair bir dizi ipucu vermekte. Ocak 1994-Kasým 2002 tarihleri arasýndaki bu 44 öykü, Texas’taki Acción Zapatista Kolektifi’nin Meksika tarihi ve kültürüne yabancý olanlar için özenli bir dipnot çalýşmasý ile derledikleri İngilizce baskýdan dilimize kazandýrýlmýştýr. Diğer Zapatista öyküleri kitaplarýndan farklý olarak her bir öykünün ortaya çýktýğý Zapatista bildirisi ile beraber yer almasý, söz konusu öykülerin, hareketin tarihsel bağlamýna oturtularak politik açýlýmlarýnýn kavranýlmasýný sağlamakta. Oaxaca’dan Gustavo Esteva’nýn Türkçe baskýya önsözüyle, dünyadaki tüm ezilenlerin onur mücadelesine bir katký olmasý dileğiyle…


ÖNEMSİZİN ARKEOLOJİSİ Condillac Okuması Jacques Derrida felsefe dizisi, 136 say.

“Önemsizin Arkeolojisi, Platon’dan Hegel’e Batý düşüncesine egemen olduğunu düşündüğü metafiziği anlamamýzda büyük önem taşýyan, özgün, tarihsel açýdan bilgili ve etkileyici bir düşünür tarafýndan yazýlmýş görkemli bir eserdir.” Philosophical Topics Fransýz philosophe Condillac, 1746’da, fikirleri bilgi olarak örgütleme ve geçerli kýlma tarzýmýzý belirleme konusunda dönemindeki pek çok çabadan biri olan İnsan Bilgisinin Kaynağý Üzerine Deneme’sini yayýmladý. Dili, özellikle yazýlý dili incelerken, yalnýzca peşinde olduğu ciddiliği değil, ağýrbaşlý felsefe etkinliği ile ilişkisine bir şekilde değinilmesi gereken çok miktarda önemsizliği de buldu. Zihin tam olarak dünyayý yansýtýyorsa ve dil de zihni yansýtýyorsa, neden bu kadar çok hata ve anlamsýzlýk var? Çarpýtmalar nereden kaynaklanýyor? Bunlara nasýl çare bulunabilir? Önemsizin Arkeolojisi’nde Derrida, o zamandan beri epistemolojiyi ve dilbilimsel felsefeyi týkayan pek çok meseleyi –bilinçli ya da bilinçsiz– nasýl öngördüğünü göstererek Condillac’ýn girişimini yeniden ele geçiriyor. Yapýbozumun güçlü bir analitik metot olduğundan şüphelenen varsa, bu kitabý okusun.

KADINLAR ÜLKESİ Charlotte P. Gilman edebiyat dizisi, 236 say.

“Rekabetin yararlarýndan, iyi özellikleri nasýl geliştirdiğinden, o olmadan “çalýşmak için bir dürtü olmayacağýndan” söz ederek düşüncelerimizi iyice ortaya serdik. Terry bu konuda gayet kendinden emindi. “Çalýşmak için bir dürtü olmamasý mý?” diye tekrarladýlar o çok iyi bellediğimiz şaşkýn bakýşlarýyla. “Dürtü? Çalýşmak? İyi ama, çalýşmayý sevmiyor musunuz?” “Hiçbir adam zorunlu olmasa çalýşmayacaktýr,” diye iddia etti Terry. “Hiçbir adam! Yani bu sizin cinsiyet ayrýmlarýnýzdan biri mi?” “Hayýr, hiç de değil!” dedi aceleyle. “Erkek ya da kadýn, hiç kimse demek istiyorum, teşvik edici bir şey olmadan çalýşmaz. Rekabet –harekete geçirici güçtür, anlýyor musunuz?” “Bizde böyle değil,” diye açýkladýlar kibarca, “bu yüzden de anlamamýz zor. Yani şunu mu söylemek istiyorsunuz, örneğin sizde hiçbir anne çocuklarý için, rekabet dürtüleri yoksa çalýşmaz mý?”

DELEUZE ve GUATTARI’ NİN ANTI-OEDIPUS’ U Şizoanalize Giriş Eugene W. Holland felsefe dizisi, 236 say. Anti-Oedipus felsefede son otuz yýldýr yayýmlanan en önemli metinlerden biridir. Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin ilk ortak çalýşmalarý olan metin, kapitalist kurumlarýn gerici, suça teşvik edici ürünü olarak mahkûm ettiği Freudcu Oedipus karmaşasýnýn parlak ve etkili bir eleştirisini sunar. Gerçekten dikkate değer ve çok karmaşýk bir metin olan Anti-Oedipus, postyapýsalcýlýğý ve kýta felsefesini kökten değiştirmiştir. Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u: Şizoanalize Giriş’te Eugene W. Holland, bu güç ve karmaşýk metnin kapsamlý ancak anlaşýlabilir bir rehberini sunuyor. Holland, modernitenin üç ana düşünürü Freud, Marx ve Nietzsche arasýndaki etkileşimleri, Deleuze ve Guattari’nin müzakere ettikleri tarzda araştýrýyor ve Deleuze ile Guattari’nin radikal materyalist psikiyatrisinde şizoanalizin rolünü açýk bir biçimde inceliyor. Anti-Oedipus’un vazgeçilmez bir rehberi olan bu kitap, yalnýzca eserin önemini ve titizliğini kutlamakla kalmayýp Marksizm, çevrecilik ve feminizm üzerine süregiden tartýşmalara ilişkin içerimlerini de öne çýkararak, Deleuze ve Guattari’nin düşüncesine mükemmel bir giriş sunuyor. Eugene W. Holland, Ohio State University’de Fransýzca ve Karşýlaştýrmalý Edebiyat alanlarýnda doçent olarak görev yapmaktadýr.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.