17web

Page 1



Özledik!.. Sayfalarımızı karıştırıp bakanları, alıp okuyanları, bizi anlamlı ve anlamsız bulan, tanımadığımız fakat var olan tüm okurları özledik. Kitapçıların dergi raflarını, evlerdeki kitaplıkları, sağa sola sayfaları katlanmış olarak bırakılan unutulan köşeleri, yerleri, masa üstlerini, çanta ve cepleri özledik. Devrimci kahkahanın keyfiyle ve hasretle tekrar Merhaba! Geciktik!.. Otonom’un 17. sayısını çok geciktirdik. Siyasal süreçteki gelişmelere teknik olarak yetişemedik. Otonom üç ayda bir çıkan bir dergi. Çok ciddi siyasal gelişmeler oldu. Olmaya gebe ve olacak. Bütün olanlar yarın olacaklar ile ilişkili. Bir gelişme sonuçları olgunlaşmadan bir başka gelişmeyle gündemden düşüyor. Her gelişmenin potansiyelini yakalama durumu Otonom’un 17. sayısının çıkmasını erteletti. Gecikmemiz bu yüzdendir. Fakat 17. sayıyı çıkartmamız gerekli; daha fazla ertelemek ayıp olurdu. Bu yüzden 17. sayı güncelliği çözümleyen bir sayıdan daha çok kuramsal aporialar üzerine yoğunlaşan bir sayı oldu. Yeni bir küresel egemenliğin, üçüncü dünya savaşı içersinden kurulduğunu biliyoruz. Savaş içinde bu egemenliğin kuruluşunun yoğunlaştığı coğrafyanın tam göbeğindeyiz. Bütün siyasal aktörlerin açığa çıktığı ve yeniden kurulduğu bir siyasal sürecin içinden geçiyoruz. İç siyasal dinamiklerin tarihten gelen çelişki ve çatışmaları küresel ve bölgesel güç ilişkileriyle açığa çıkmış bulunmaktadır. Bu güçlerin nasıl bir diziliş içersinde konumlanacakları bir virtüeldir. Virtüel kavramı potansiyel kavramından farklıdır. Potansiyel üzerinden sonuç kestirilebilinir; virtüelde ise sonuç kestirilemez. Süreç içindeki güçler, süreç sonucunda çok değişmiş bir konumda bulunabilir. Erken adımlar ve çözümlemeler tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Güçler arası savaş yiğitçe sürdürülmemektedir. Kirli, oportünist, pragmatik ve kaypak bir zemin üzerinde savaş sürdürülmektedir. Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Bu savaş egemenler arası bir güç savaşıdır. Söylem gerçeği yansıtmamaktadır. Tam bir Ortadoğu siyaseti içindeyiz. Bu savaş birinci cumhuriyetçiler ile ikinci cumhuriyetçilerin egemenlik savaşıdır. Emek bu savaşta taraf olmamalıdır. Emeğin gündemi Tuzla tersanesinde yaşananlardı. Emek gündemini tutamadı. Küresel ekonomik kriz, Anayasa çalışmaları, Kuzey Irak operasyonu, türban olayları, sosyal güvenlik yasası, AKP’nin kapatılma davası, Ergenekon operasyonu vb. olaylar iç içe, peş peşe eşzamanlı gelişmelerdi. Bu gelişmeler, üçüncü cumhuriyetin kuruluş sancılarıdır. Bu sancıların yaşanacağı önemli bir yıl içinden geçeceğimiz kesindir. Gelişmelerle ilgili yazılarımızı bir sonraki sayılara bırakıyoruz. Bu süreçte tüm emek cephesinin devrimci mücadelesini şimdiden komünist coşkumuzla selamlar ve emeğin 1 MAYIS bayramını kutlarız. Görüşmek üzere!...

2 17 22 28 38

Diyalektik, sınıftır Küresel fabrikada istihdamın yasası: Özel istihdam büroları Lizbon Anlaşması: Avrupa Birliği’nde krizin sabitlenmesi Poliarşi ve hikmet-i hükümet mirası Antagonizma, çelişki, zaman: Antonio Negri’de çatışma ve örgütlenme

Otonom Sayı: 17, Nisan - Haziran 2008 Fiyatı: 3 YTL Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Barış Özçorlu Adres: Yeniçarşı Cad. Kalkan Apt. No: 36/6 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0 212 244 87 09 Faks: 0 212 292 23 66 Yayın Türü: Üç Aylık Yerel Süreli Yayın Baskı: Yön Matbaacılık Tel: 0 212 544 66 34 Kapak Film: Bay Grafik 0 212 213 26 51 - 213 26 93

İletişim için: www.otonomlar.org otonom@otonomlar.org otonom@yahoogroups.com

Otonomi antagonizmadır

12 34

Ya egemenlik ya komünalizm


2

Diyalektik, sınıftır Sermayenin kendini olumlama politik pratiğinin felsefesi diyalektiktir. Emeğin kendini olumlama politik pratiği ise anti-diyalektiktir

Grundrisse el yazması

Kapital’in 140. yıldönümü üzerine yapılan etkinliğe izleyici olarak katıldık. Etkinlik bittiğinde, yüzümüzde tüketilmemiş bir keyif vardı; gönlümüz arkada kaldı. Keşke hiç bitmeseydi. Olsun! Hayata içkin Marx yaşıyor; her gün cebelleşip duruyoruz zaten… Yüzümüze bu keyfi konduran, bu etkinliği düzenleyen emeklere teşekkürler, ellerinize sağlık! Bazen rastlantılar hayatın ihtiyaçlarına denk düştüğünde, yaşamın keyfine doyum olmuyor. Bizim açımızdan Kapital’in 140. yıldönümü etkinliği, devrimci hareketin ihtiyaçlarına denk düşen bir etkinlikti. Marx’ı, Kapital’i anmak, devrimci bir saygının gereğidir. Bu saygının, devrimci Marksist hareketin hangi ihtiyacına denk düştüğü de önemlidir. Bu önem yakalanamayınca, Marx ve Kapital üzerine düşünmek ya elit, entelektüel bir çaba olarak algılanmakta ya da ajitatif bir söylemle Marx anmasına dönüşmektedir. Bu gerçekliğimizle yüzleşmek gerekiyor: Marx ve Kapital üzerinde düşünmek, devrimci hareketimizin geleneğinde bir elitlik, bir entelektüellik, bir masa başı devrimciliği olarak, Lenin, Stalin ve Mao üzerine düşünmek ise, devrimci örgüt ve pratik üzerine düşünmek olarak bilinir.

Bu algılama, genlerimize işlemiş bir düşünme biçimidir. Geleneksel bu düşünme biçimi altında Kapital üzerine düşünmek, edebi ve ajitatif bir söylemle Marx’ı anmaktan öteye geçmemektedir. Oysa bugün Marx ve Kapital üzerine düşünmek, antagonizma (sınıfsal uzlaşmazlık), emeğin öznelliği (emeğin politik bağımsızlığı), örgüt ve devrimci pratik üzerine düşünmek demektir. Bu bağlamda devrimci hareketin önemli ihtiyaçlarından biri de, Marx ve Kapital üzerinde yeniden düşünmektir. Kapital’in 140. yıldönümü üzerine yapılan bu etkinlik, devrimci hareketin Marx ve Kapital üzerine yeniden düşünme ihtiyacına denk düşmüştür. Olanaklar, her devrimcinin ihtiyacını giderecek imkânlardır. Olanakları kurmak ve yaratmak ve yaratıcı emeğin kendi emeğini değerli kılmasının imkânlarını mülk edinmeden sağlamak, komünalist bir kültürdür. Özgürlük bundan başka nedir ki!.. Dileğimiz bu etkinliğin sol’un geneline yayılan bir geleneğe dönüşmesidir. Türkiye’deki Marksistler, Marx’ı, Lenin, Troçki, Stalin ve Mao üzerinden tanıdı. Bu bir yanlışlık değil, bir olgudur. Bilgi çatışmanın ürünüdür. Sınıflar mücadelesinin devrimci ihtiyacı,

bu biçimde düşünmeyi zorunlu kıldı. Bugünün sınıflar mücadelesinin devrimci ihtiyacı ise, bu düşünme mantığını terse çevirmeyi gerekli kılıyor. Artık Lenin, Troçki, Stalin ve Mao, Marx üzerinden tanınacak ve tanımlanacaktır. Bu düşünme mantığının ters çevrilişi, yeni bir düşünme biçimini gerekli kılıyor ve zorluk da burada başlıyor. Devrimci hareket bir kriz içindedir. Bu kriz herkes tarafından bilinen bir sırdır. Kriz aşılmadan, bu durum bir sır olarak devam edecektir. Bu sır, maddi olarak, arayışları, direnmeleri, ket vurmaları içinde barındırıyor. Sır, bir iç mücadeledir; komünistler iç mücadele içindedir. Bu durumun altı çizilmelidir. Bizim kültürümüzde bu bir zaaftır. Oysa kendi üzerine eleştirel düşünmek bir erdemdir. Bizim kültürümüzde kendi üzerine düşünmek, yanlışları üstlenme bağlamında özeleştiriyi ifade ediyor. Bu doğru bir şey değildir. Bu bir köle ahlakıdır. Yanlış, bir zaaf değil doğrunun oluşudur. Doğru, yanlışlarla kirletilmiş olandır. Yanlış yapmak hayatın kendisidir. Arayışlar yanlışların içinden geçer. Metafizik gelenekte, yanlış doğru tarafından kirletilmiştir ve yasaklanmıştır. Maddeci gelenekte ise doğ-


3

runun yolu yanlış yapmayı özgürleştirmekten geçer. Metafizikte varlık, ancak kendisini başkalaştırarak, olumsuzlayarak düşünebilir. Ötekinin olmadığı yerde düşünme donmuştur. Oysa erdem, başkası üzerinden değil kendi üzerinden düşünmedir. Ahlak ile etik arasındaki fark budur. Etikte, kendi üzerine düşünmek özeleştiri değil eleştiri, çözümleme ve var oluş pratiğidir. Sermayenin ahlakı diyalektik iken, emeğin etiği anti-diyalektiktir. Sermaye kendisini "sorun"laştırarak, emek ise kendisini "sorunsallaştırarak" devinir. Günümüzde politik olarak komünizm, tarihsel-toplumsal etiğin kendisidir. "Zaman", olumsuzlanan varlıktan kendini olumlayan varlığa geçişin politik zamanıdır. Bugün, anti-kapitalizmin etiği komünizmdir. Anti-kapitalizm, toplumsal antagonizmanın tözüdür ve sınıf antagonizmasıyla toplumsal antagonizma arasında artık bir dolayım kalmamıştır. Bu bağlamda politiklik yeniden kurulacaktır. Bizim geleneğimizde, toplumsal antagonizmanın tözü anti-emperyalizm ve anti-faşizm olmuştur. Genel olarak söylersek, bundan on yıl öncesine kadar, politik gücün kurucu söylemi olarak anti-kapitalizm görülmezdi. Anti-kapitalizm politik güç oluşumunu darlaştırıcı işlevinden dolayı, anti-emperyalizm ve anti-faşizm söylemlerinin yanında bile kullanılmazdı. Bugün ise, anti-emperyalizm ve anti-faşizm söylemlerinin hemen arkasından kullanılan anti-kapitalizm moda olmaya başladı. Olsun! Bizim solumuz açısından çok önemli bir adımdır. Tahakküm denildiğinde aklına yalnızca devlet gelen bir aklın, kapitalizmde gerçek tahakkümün, toplumsal sermayenin mistifikasyonu ve yabancılaşmış emeğin toplumsal gücü olan "para"nın olduğunu tanıması için bir adımdır. Marx ve Kapital’i çağıran ve üzerine düşünülmesini zorlayan, işte bu anti-kapitalizmin toplumsal antagonizmaya dönüşmesidir. Marx anti-kapitalizmdir.

Emeğin Siyasal Demokrasi Gücü Olarak Sınıflaştırılması Türkiye solunun politik teorisinin kuruluşunda, Marx üzerine düşünmenin pek yeri olmadığını söylediğimizde sol’a haksızlık etiğimiz söylenemez. Bu bir yetersizlik sorunundan kaynaklanmıyor. Her tartışmayı, arkasında yatan ihtiyaçlar belirler. Türkiye’deki Marksistler, Marx üzerine düşünmeye pek ihtiyaç duymadı. Türkiye devrimci hareketinin ruhunda sınıf kavramı, her zaman ideoloji ve önderlik bağlamında yerini aldı. Bu bağlamda, sınıf temsili öncüye indirgendi. Parti, örgüt algılaması sınıfın bedeninden aşkınlaştırıldı. Toplumsal antagonizmanın politik bedeni olarak siyasal

Devrimci hareket bir kriz içindedir. Bu kriz herkes tarafından bilinen bir sırdır demokrasi gücü olan "halk" kavramı görüldü; çünkü toplumsal antagonizmanın tözü antiemperyalizm ve anti-faşizmdi. Sınıf kavramı her zaman halk ve ulus kavramları içinde kurulur oldu. Sınıf, emperyalizm karşısında ulus, faşizm karşısında halk oldu. İktidar perspektifi açısından bu durum meşru idi. Fakat hayat gösterdi ki Halk ve ulus kavramları sınıf ittifakını zorunlu kılan ve emeği sınıf olarak yeniden üreten politik söylemlerdi. Emeğin sınıflaştırılmasına karşı emeği sınıfsızlaştıran politik söylemlere geçilemedi. Bu durum, sınıf kavramını politik olarak komünist güçten çıkarttı ve sınıf kavramını siyasal demokrasi gücüne indirgedi. Aşamalı devrim bunu gerekli kılıyordu. Ücretli emeğin reddi üzerinden komünizm politik talep haline getirilemedi. Oysa emeğin özgürlüğü ücretli emeğin reddi idi. Sınıfın komünistliği, siyasal devrim sonrası toplumsal devrime ertelendi.

Bugün, anti-kapitalizmin etiği komünizmdir Emeğin özgürlüğü ücretli emeğin reddidir

Sınıf, politik devrimde siyasal demokrasi gücü, toplumsal devrimde de komünist güç olarak görüldü. İşçi sınıfının siyasal demokrasi gücü olarak politik kuruluşu Kautskizmdir. Marx’ta, işçi sınıfı asla siyasal demokrasi gücü olarak görülmedi. Sınıfın siyasal demokrasi gücü olarak kurulması anlayışı, Lenin’e Marx’tan değil Kautsky’den mirastır. Kautsky, siyasal demokrasi gücü olarak sınıfın politik kuruluşunu evrimci bir biçimde devletin demokratikleştirilmesine indirgerken, Lenin, devrimci bir biçimde, demokrasi gücü olarak sınıfı politik devrimin yıkıcı gücü olarak gördü. Sınıfı politik olarak kuran, toplumsal antagonizmanın tözüdür. Asıl olan devrimcilik de bu tözde yatar. Emek ile sermaye arasındaki antagonizma tarihseldir. Tarihsel olarak sınıf antagonizmasının toplumsal antagonizmaya dönüşümü politiktir. Sınıfı politik olarak kuran bu politikliktir. Lenin, sınıf antagonizmasını toplumsal antagonizmaya dönüştürmenin politikliğini buldu. İşçi sınıfını, diğer emek biçimleriyle, diğer toplumsal sınıflar ile, köylülük ve küçük burjuvazi ile ittifak üzerinden politik güce dönüştürdü. Parti, yalnızca sınıfın temsiliyeti değil, aynı zamanda diğer emek biçimleriyle ittifakın kurucu gücüydü. Öncülük ve önderlik, toplumsal antagonizmanın tözü-


4

ne göre sınıf ittifaklarının kurulması bağlamında sınıf siyasetinin kuruluşu, bu kuruluşa göre sınıfın politik özneleştirilmesidir. Lenin açısından kendiliğindencilik, spontan bir hareket değil, tam tersine siyasi bir harekettir. Lenin açısından, kendiliğindenciliğin eleştirisi politiktir. Kendiliğindencilik, sınıf siyasetini, sınıfın toplumsal politik bedenini sınıfın toplumsal gücüne, sosyolojik gücüne indirger. Lenin, siyasal mücadeleden bunu anlamıyordu. Lenin’in anladığı siyasal mücadele, diğer sınıfların çıkarını da politik güce dönüştürmekti. Lenin açısından sınıf çıkarını toplum çıkarına dönüştürmek, diğer emek biçimleriyle birlikte politik güç olmaktan geçiyordu. Yaşanan dönemde, sınıf antagonizmasını toplumsal antagonizmaya dönüştürmek bir dolayımdı. Diğer emek biçimleri kapitalist birikime tabi olmasına rağmen kapitalistleşmemişti. Bu dolayımı siyaseten kuran söylem ise siyasal demokrasi söylemi olmuştur. Antiemperyalizm ve anti-faşizm, sınıf antagonizmasını toplumsal antagonizmaya dönüştürmenin politik dolayımıdır. Metafizik gelenek özcüdür. Pratik, kurucu değil kurulandır. Özne, kurulan eylemin kurucusudur. Oysa maddeci gelenekte, eylem, kurulan değil kurucudur. Kurucu ilişkisellik, yani pratik olan, özneyi kurar. İşçi sınıfını politik olarak kuran, maddi ilişkilerin çelişkileri ve çatışmalarıdır. Toplumsal antagonizma, sınıfı politik olarak, sınıf çıkarını toplum

çıkarı olarak kurma dolayımı, işçi sınıfını siyasal demokrasi gücü olarak kurmuştur. İşçi sınıfının komünist "özünü" parti üstlenmiştir. Hiçbir varlığın özünü, temsiliyet adına başka bir varlık üstlenemez. Bu bir aşkınlıktır ve metafiziktir. Marx, hiçbir zaman komünistliği temsiliyette, öncüde, önderlikte görmedi. Marx, komünistliği, sınıfın bugünden sınıf olarak kendini reddeden örgütlü somut politik pratiği olarak gördü. "Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden doğarlar."1 Bu tarihsel-toplumsal öncüller önemliydi. Fakat Marx, sınıfın tarihsel antagonizmasını toplumsal antagonizma ile özdeşleştirdi ve 1848 devriminden çok şey bekledi. 1848 devriminin yenilgisi, bir özeleştiriyi beraberinde getirdi. Devrim, "henüz şiddetli sınıf çelişkileri haline gelecek kadar keskinleşmemiş olan toplumsal ilişkilerin sonuçları"na2 çarptı. Emek ile sermaye arasındaki tarihsel sınıf antagonizması toplumsal antagonizmaya dönüşmemişti. Marx, 1848 devriminin özeleştirisinden sonra sınıf antagonizmasının toplumsal antagonizmaya dönüşmesi dolayımının çözümünü politik olarak görmedi. Bu dolayımın ortadan kaldırılmasını, sınıf antagonizmasının toplumsal antagonizmaya

Sınıfın siyasal demokrasi gücü olarak kurulması anlayışı, Lenin’e Marx’tan değil Kautsky’den mirastır

Lenin’in felsefe defterlerinden

Ulus-devlet egemenlik biçimi, emeği ücretli emek altında sınıflaştırmanın, emeği ücretli emek altında sınıflaştırarak sermayenin siyasi mülkü haline getirmenin bir egemenlik biçimidir

dönüşmesini sermayenin tarihsel-toplumsal olgunlaşmasına bağladı. Marx’ın ekonomi politiği, bu olgunlaşmanın değer teorisi üzerinden kuruluşudur. Gramsci’nin dediği gibi, Ekim Devrimi Kapital’e karşı yapılmış bir devrimdir. Lenin, bu noktada Marx’ı kendi özgünlüğünde yeniden kurarken, yaşadığı koşullarda ortodoks Marksistler karşısında heterodoks bir Marksistti. Komünistlerin tarihinde, demokrasi kavramı maddi politik bir ilişkiye gönderme yapar. Marx’ta bunun karşılığı toplumsal demokrasidir ve kendilerine de sosyal demokratlar denmiştir. Bu bağlamda sınıf, toplumsal demokrasinin kurucu gücüdür. Emek, hiçbir zaman siyasal demokrasinin kurucu gücü olarak görülmedi. Emeğin siyasal demokrasi olarak görülmesine neden olan "ulus devlet"in kuruluşudur. Ulus-devlet egemenlik biçimi, emeği ücretli emek altında sınıflaştırmanın, emeği ücretli emek altında sınıflaştırarak sermayenin siyasi mülkü haline getirmenin bir egemenlik biçimidir. Alman Marksizmi ve Kautsky, tam da bu süreçte devreye girdi. "Her ulusal devlet içinde, proletarya da kendi ulusal alanının bağımsızlık ve birliğini korumak için tüm enerjisini kullanmalıdır. Demokrasinin, proletaryanın savaşımı ve zaferi için zorunlu olan bu temelin elzem bir parçası budur."3 "Demokrasi olmadan, proletaryanın kurtuluşuna dönük bir araç olarak sosyalizm düşünülemez."4 Kautsky ile birlikte, işçi sınıfı, devletin demokratikleştirilmesinin kurucu gücü olmalıydı. Emeğin komünist siyaseti, emeği sınıf olarak üreten ücretli emeğin sınıf siyaseti olan siyasal demokrasi mücadelesine indirgendi. Emeğin komünalist siyaseti, sermayenin kendini olumlama poli-


5

tik pratiğinin diyalektiğine gömüldü. Lenin, emperyalizm teorisini politik kriz teorisine dönüştürerek bu konseptin devrimcileştirilmesini sağladı. Emperyalist ülkeler, ulusal birliğin iç savaşla parçalanmasını devrimci görürken, emperyalizme bağımlı ülkeler ise, sınıfı siyasal bağımsızlık temelinde "ulusal birliğin" kurucu gücü olarak politikleştirdi. Gelinen noktada, sonuç çıkarıcı bir toparlamaya girmek gerekiyor. Yukarıda özetleyerek anlattıklarımız, bizim açımızdan bir gerçekliktir. Bizim açımızdan, bu gerçeklikte kimse ve hiçbir düşünce ötekileştirilerek "sorun" haline getirilmemiştir. Bu gerçeklik bizim tarihimizdir. Bu tarihin içinde özgürce dolaşmak ve bu gerçekliğimizi "bugün" ve "yarın"lar için "sorunsallaştırmak", bizim devrimci görevimizdir. Gerçekliğimizi sorunsallaştırmaktan ve bu "sorunsallaştırmalar" içinden sorular üretmekten, yanıtları Marksizm içinde aramaktan vazgeçmeyeceğiz. Bu yazı kapsamında, bu sorunsallaştırmalardan çıkardığımız soyutlamaları şöyle sıralayabiliriz: 1. Emeğin siyasal demokrasi gücü olarak politikleştirilmesinin tarihsel-toplumsal zemini kalkmıştır. Demokrasi gücü olarak sınıfı politik güce dönüştürme siyaseti, ücretli emek siyasetidir. Ücretli emek siyaseti, emeği sınıfsızlaştıran bir siyasete değil, sınıf olarak devam ettiren bir burjuva siyasetine dönüşmüştür. Artık, emeğin siyaseti sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşma olmalıdır; sınıfsızlaşma siyaseti, siyasal demokrasi değil komünalizmdir. Tarihsel antagonizmanın temeli, emek ile sermaye-

Grundrisse el yazması nin yabancılaşmış biçimi olan ücretli emek arasındadır. 2. Sınıf kavramını yaşatmak politiktir. Emek kavramını halklaştırmak ve uluslaştırmak devrimci olmaktan çıkmıştır. Emek, toplumsallaşma sürecini artık tamamlamıştır. Emek, toplumsal bir güç olarak tanımlanmalıdır. Bu tanım, emeği sınıfsızlaştıran bir dil tarafından kurulmalıdır. Emeği toplumsal olarak sınıfsızlaştıran ve bu bağlamda emeği politik bir sınıf olarak kuran kavram çokluktur. Sınıfı "halk" ve "ulus" kavramlarına indirgemek, emeği toplumsal sınıf olarak üretmek politik olarak emeği sınıf olmaktan çıkarmaktır. Bu kesimin, emeği sınıfsızlaştırarak toplumsallaştıran ve politik açıdan sınıf olarak kuran "çokluk" kavramını kullandığımızda, bizlere "sınıfı reddediyorsunuz" derken, bizim üzerimizden kendilerini ifade ettiklerini düşünüyoruz. 3. Sermayenin emeği gerçek tahakküm altına alma süreci tamamlanmıştır. Küresel emek, küresel gerekli emek altında tahakküm altına alınmıştır. Sermaye, küresel çapta toplumsal bir güçtür. Emperyalizm, sermayenin politik olarak küresel gücüydü. İmparatorluk, sermayenin toplumsal olarak küresel gücüdür. Kapitalizm, emperyalizmi içererek aşan yeni bir küresel egemenliğin kuruluşu içindedir. Bu kuruluş, üçüncü dünya savaşının içinde kurulmaktadır. 4. Sermayenin kendini olumlama politik pratiğinin felsefesi diyalektiktir. Emeğin kendini olumlama politik pratiği ise anti-diyalektiktir. Sermayenin kendini olumlama politik pratiğinin diyalektiğinde sömürünün açığa çıkarılma politikliğinden, emeğin kendini olumlama pratiğinde sermayenin tahakkümünü açığa çıkarma politikliğine geçilmiştir. Bütün bu soyutlamaların kurucu temelleri, Marx’ta ve Marksist birikimin tarihinde vardır.

Diyalektik, Sömürünün Maddi İşleyişidir Marx için "Kapital" başlığı, kapitalizmin çözümlenmesi ve eleştirisidir. Burada bir sorun yok. Fakat Marx ve sermayenin çözümlenmesi ve eleştirisi Kapital I’e indirgendiğinde ve Marx "Kapital I" ile özdeşleştirildiğinde, sorunlar başlamaktadır. 1939’da yayımlanan, düzenlemeler ile yaygınlaşması 1950-60’lara yayılan Grundrisse "yok" sayılmıştır. İkincisi, "Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları" kitabı, Kapital I’in bir bölümü olmasına rağmen Kapital içinde yayımlanmamış, Ceylan Yayınları tarafından 1999’da yayımlanarak ülkemiz devrimci hareketine kazandırılmıştır. Marx, ancak Grundrisse üzerinden bir Kapital okuması ile anlaşılabilir. Marx için sermayenin çözümlenmesi, sermayenin diyalektik işleyişinin çözümlenmesidir. Diyalektik işleyiş, tarihsel bir süreçtir. Bu süreç, sermayenin kendi elleriyle kendisini çözmesine kadar devam eder. Sermayenin kendi eleriyle kendisini çözmesi, sermayenin diyalektik işleyişini tamamlamasıyla sonuçlanır. Çözümleme bu iken, eleştiri, sermayenin bu diyalektik işleyişinin çelişkilerine ve bu çelişkilerin krizlerine bağlanır. Bu durumu, Grundrisse bir bütün olarak bize sunar. Bu bağlamda Kapital ana-

Hiçbir varlığın özünü, temsiliyet adına başka bir varlık üstlenemez. Bu bir aşkınlıktır ve metafiziktir


6

Neden sermayenin eleştirisi, diyalektik eleştirisine ve diyalektik eleştirisi üzerinden Hegel eleştirisine tekrar dönüşemedi? İşte temel ve kök soru budur

Lenin’in Tinin Görüngübilimi üzerine aldığı notlardan litik ve eş zamanlı, Grundrisse ise tarihsel ve art zamanlıdır. Grundrisse, sermayenin biyografisidir. Hegel’in iki temel yapıtını hatırlayın: Tinin Görüngü Bilimi ve Mantık. Marx, Hegel ile sorununu Hukuk Felsefesinin Eleştirisi ile bitirdi ve bir daha Hegel’e dönmedi. Grundrisse’yi yazarken, Hegel’in Mantık’ı yanı başındaydı. Marx’ın, başı üzerinde durur iken ayakları üzerine oturttuğu Tinin Görüngü Bilimi’ndeki Hegel idi. Fakat sermayenin çözümlenmesinin anahtarı olarak Mantık’ı içselleştirdi. Diyalektiği, sermayenin işleyişine bağlı olarak maddeci bir yerden yeniden kurdu. Sermayenin kendini olumlama pratiği, varoluşunun hareket dinamiği, ontolojisinin yasası diyalektikti. Diyalektik, akılsal kurulan bir yöntem değil, sermayenin maddi işleyişine içkin bir "töz" idi. Sermayenin tözü yakalanmadan sermaye çözülemezdi. Marx, Hegel’i sermayenin diyalektik işleyişinde yeniden keşfetti. Burada durmak gerekiyor. Çünkü sorunsallaştıracağımız eşiğin önündeyiz. O zaman neden sermayenin eleştirisi, diyalektik eleştirisine ve diyalektik eleştirisi üzerinden Hegel eleştirisine tekrar dönüşemedi? İşte temel ve kök soru budur. Çünkü diyalektik, belirleyen fakat belirlenmeyen, sınıflar mücadelesinden bağımsız ve sınıflar mücadelesini

belirleyen tarihsel maddeciliğin temel yasası olarak görüldü, çünkü diyalektik üretici güçlerin gelişmesinin maddi işleyişiydi. Tarih, sınıflar mücadelesi iken üretici güçlerin gelişme tarihine dönüştürülerek evrenselleştirildi. Ve emek sermaye çatışması, sermayenin varoluş felsefesi olan diyalektiğin çelişkilerine gömüldü. Siyasal mücadele bu boyuttan sonra ekonomi politiğin türevine dönüştü. Komünizm ekonomi politik eleştirisi iken burjuva ekonomi politiğinin eleştirisine ve boş zaman üreten ekonomi politiğe indirgendi. Bu noktadan sonra, Marksistler, eleştiriyi ve direnişi sermayenin diyalektik işleyişindeki çelişkilere bağlayıp durdular, sınıfsal antagonizmayı ve emeğin politik öznelliğinin bağımsızlığını diyalektiğin çelişkilerinden çekip çıkaramadılar. Marx, emeğin politik öznelliğinin ekonomi politiğin diyalektik işleyişinden bağımsızlaşmasını politik değil toplumsal olarak gördü. " burjuva toplumunun üretici güçlerinin, içinde burjuva koşullarının izin verdiği bollukta geliştikleri bu genel gönenç dolayısıyla gerçek devrimden bahsedilemez." 5 "Yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrından çiçek açmadan, asla gelip yerlerini alamazlar."6 Marx, emeğin politik

bağımsızlaşmasını sermayenin toplumsal çözülüşü üzerine temellenen siyasal bir devrime bağlar. Emeğin politik bağımsızlığı toplumsal bağımsızlığı üzerine temellenir ve bu toplumsal bağımsızlık ekonomi politiğin diyalektik işleyişinin olgunlaşmasına bağlı bir momentin tarihselliğine bağlıdır. Marksist tarihin temel tartışmalarının pek çok kökü bu gerilimdir. Lenin buna bir itirazdı. Lenin emeğin politik bağımsızlığını politik olarak görür. Siyasal devrim sermayenin toplumsal ilişkisini çözecektir. Fakat Lenin, devrim sonrası ekonomi politiğin diyalektik determinizmine teslim oldu. Diyalektik bir sınıf üretme felsefesi, sömürü ve tahakkümün maddi işleyişidir. Diyalektik, bir sınıftır. Varlık, kudreti ile var olur. Kudret, varlığın eylemselliğidir. Varlığın varoluşu eylemselliğine içkindir. Bu bağlamda, varlık sürekli oluştur ve kendini olumlar. Diyalektik, sermayenin eylemselliği, kudreti ve oluşudur. Sermayenin kendisini olumlaması, olumsuzlamanın olumsuzlamasıdır. Olumsuzlamanın olumsuzlaması ilkesi, sermayenin olumsuzlanması olarak çarpıtıldı. Diyalektik, Zincirlikuyu Mezarlığı’nın kapısındaki "Her canlı bir gün ölümü tadacaktır" mantığına indirgendi. Sermaye, bir gün kendisini olumsuzlayarak yok olacaktır. Sermayeyi öldüren, sermayenin taşıdığı


7

çelişkilerdi. Çelişki kavramı, devrimci hareket için sermayenin Azrail’i olarak algılandı. Oysa çelişki, sermayeye içkin kurucu güçtü; sermayeyi devindiren, sermayenin üretim ve yeniden üretiminin tözü idi. Karşıtların birliğinin temeliydi. Marx, "Nihayet, bizzat sermaye-emek ilişkisinin, kapitalist ile işçi arasındaki ilişkinin yeniden-üretimi ve yeni-üretimi, üretim ve değerlenme sürecinin başlıca sonucu olarak görülmektedir. Bu toplumsal ilişki, bu üretim ilişkisi, gerçek sürecin maddi sonuçlarından çok daha önemli bir üründür. Gerçekten, bu süreçte işçi kendi kendini emek kapasitesi olarak ve kendi karşıtı olarak sermayeyi üretmekte, kapitalist ise kendi kendini sermaye olarak ve kendi karşıtı olarak canlı emek kapasitesini üretmektedir. Her biri kendini yeniden üretirken, kendi olumsuzlamasını da yeniden-üretmektedir. Kapitalist, emeği yabancı emek olarak üretmekte; emek, ürünü yabancı ürün olarak üretmektedir. Kapitalist işçiyi, işçi de kapitalisti üretmektedir, vb."7

diyerek, çelişkinin bir ilişki üretimi olduğunu ortaya koymuştur. Sermaye ve ücretli emeğin kendilerini olumlamaları, kendilerini olumsuzlamalarına içkindir. Bu bağlamda, "Aynı zamanda hem ücretli emeğin korunmasını hem de sermayenin ortadan kaldırılmasını istemek, demek ki kendi içinde çelişkili ve kendi kendini çürüten bir taleptir." 8 Çelişki, bir ilişkiselliktir, sermayenin hem nedeni hem de sonucudur. Sermaye bir çelişkidir. Sermayenin üretimi ve yeniden üretimi çelişkinin üretimi ve yeniden üretimidir. Sermaye çelişki ürettiği oranda var olur. Çelişki bir sınıf üretme ilişkiselliğidir ve sermayenin kudretidir. Bu bağlamda çelişki tahakkümdür ve politiktir. Sermaye çelişki ürettiği oranda değil tam tersi çelişki üretemediği anda krize girer. Marx, diyalektik üzerinden Hegel ile mesafesini, "karşıtların özdeşliği" ilkesini sorunsallaştırarak koymuştur. Hegel, karşıtların çelişkili ve çatışmalı ilişkisini, "Bengi" ve mutlak olan "Tin" üzerinden özdeşlik olarak kurmuştur. Marx, diyalektiği bu İdealizmden kurtarır fakat maddeci bir yerden metafiziği yeniden kurar. Marx’ta, sonsuz bir mutlak varlık yoktur. Özdeşlik üzerinden çelişki kurulamaz. Karşıtların birliği üzerinden çelişki yeniden kurulur ve "Tin"nin yerini "üretici güçler" alır. Sonsuz olanın yerine mutlak belirleyen geçer. 1848 devriminin yenilgisinin özeleştirisinden

sonra bu durum daha açık hale geldi. Sınıflar mücadelesini belirleyen "alt yapı" metaforu devreye girdi ve sınıflar mücadelesi nesnelcilik, determinizm ve erekselciliğe gömüldü. Sınıflar mücadelesi tarihi, üretici güçlerin gelişme tarihine dönüştü. "İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz…"9 soyutlaması, sınıflar mücadelesinin temeli haline geldi. Komünizm, politik olgudan ekonomi politiğin toplumsal olgusuna dönüştü. Boş zaman üreten toplumsal ekonominin toplumsallaşmış bireyi, komünizmin temeli olarak kuruldu. Grundrisse, sermayenin bu biyografisini anlatır. Negri, Kapital’in sınıfın politikliğini nesnelciliğe kapattığını, Grundrisse’nin ise sınıfın öznelciliğini öne çıkardığını söyler. Bu pozitif bir zorlamadır. "Marx Üzerine 20 Tez"de ise, "Grundrisse gibi mucizevi metinlerde dahi, emeğin ilerleyen bir şekilde sermayenin boyunduruğu altına alınışının doğal bir tarihini oluşturma ve değerin biçimini kendi mekanizmalarını mükemmelleştirmenin ilerleyen, ama ütopik, belirlenimci süreci içinde gösterme riskini taşır"10 diyerek bu zorlamayı itiraf etmiştir.

Komünizm ekonomi politik eleştirisi iken burjuva ekonomi politiğinin eleştirisine ve boş zaman üreten ekonomi politiğe indirgendi


8

karşı sınıfsızlaşma, diyalektiğe karşı antidiyalektiktir. Tersi, emeğin kendini olumlama politikliğini sermayenin diyalektiğine gömmek demektir. Bu ise, emeği bağımsız politik bir varlık olarak görmemektir. Sermaye emeğe ihtiyaç duyar; emek ise sermayeye asla ihtiyaç duymaz. Sermaye emeği diyalektiğine ve çelişkisine çekerken, emek sermayenin diyalektiğini ve çelişkisini kırmalıdır. Bu bağlamda ekonomi politik, sermayenin politik diyalektiğinin, emeğin sermaye tarafından boyunduruğu altına alınışının kendisi ve bir tahakküm ilişkisidir. Değer teorisi, bu ilişkinin diyalektik teorisidir.

Kapital analitik ve eş zamanlı, Grundrisse ise tarihsel ve art zamanlıdır. Grundrisse, sermayenin biyografisidir

Diyalektik, ekonomi politik üzerinden tarihsel maddeciliğin özü ve mutlak belirleyeni değildir. Maddi olan ilişkiselliktir. Diyalektik, sermayenin emeği, ücretli emek, üretken emek altında sınıflaştırmanın ekonomi politikliğidir. Bu bağlamda diyalektik, ekonomi politik üzerinden sermayedir. Kavram maddi ilişkileri kurmaz; kavramı kuran maddi ilişkilerdir. Bugünün maddi ilişkilerini geçmişin ve geleceğin sonsuz ve mutlaklığı üzerinden kurmak ve çalıştırmak metafizik özcülüktür. Diyalektik kavramını bengileştirip mutlaklaştırarak bugünün hareketini çözümleme mantığı, diyalektik kavramını "ide" haline getirmektir. Tarihsel ve toplumsal hareket "ide"nin, "kavram"ın açılımı olamaz. Tarihsel maddecilik sınıflardan bağımsız bir düşünceyi reddeder. Diyalektik, sınıftır ve sermayedir. Emeğin kendini olumlama politikliği ise diyalektik değildir. Emek, asla kendisini olumsuzlayarak kendisiyle ilişkilenmez. Sınıflar mücadelesinin antagonist maddi tözü, sınıflaştırmaya

Değer Üretme İlişkisinin Başkalaşımı "Sermaye üretken midir değil midir sorusu, o halde, budalaca bir sorudur. Sermayenin üretimin temelini oluşturduğu, dolayısıyla kapitalistin de üretime kumanda etme konumunda olduğu yerde, emek ancak sermaye tarafından özümsendiği ölçüde üretken olabilir."11 Bu bağlamda sermayenin üretken gücü, emeğin sermaye tarafından özümsendiği oranda, emeğin kullanım-değerini artı-emek zaman üzerinden değişim-değerine dönüştürebildiği oranda, emek üretken emeğe dönüştüğü oranda mümkündür. Bu bağlamda sermayenin krizi, emeği tahakküm altına alamamasından kaynaklanmaktadır. Sermaye emeği üretken emeğe dönüştüremiyorsa ya da üretken emeğin üretimini ve yeniden üretimini sağlayamıyorsa krizdedir. Kriz, tahakküm altına alınamayan emeğin bir ifadesidir. Sermayeler arası güç çatışmasının altında yatan neden de budur. Gerekli emek zaman emeği, artı-emek zaman ise sermayeyi ifade eder. Gerekli emek ve artı emek arasındaki diyalektik, gerekli emek ve artı emek arasındaki çelişkiyi ürettiği oranda kriz yoktur. Sermaye gerekli emek zaman ve artı emek zaman çelişkisini üretemediği bağlamda krizdedir. Genel kanı bu krizleri üreten sermayenin başkalaşım süreçlerindeki sermayenin değersizleşme uğraklarıdır. Bu uğraklar sınıflar mücadelesine içkindir. Sermayenin değersizleşme momentlerinin oluşturduğu krizlerle ortaya çıkan sınıflar mücadelesi olumsaldır. Sınıflar mücadelesi ölçülemez. Krizin nasıl çözüleceği sınıfların öznel güçlerine bağlıdır. Krizi derinleştiren sınıflar mücadelesinin öznelliğidir. Herhangi bir krizde sermayeyi yıkacak olan emeğin öznelliğinden bağımsız bir yasa yoktur. Krizler, emek ve sermaye açısından sınıfsal güçlerini kurmak için bir fırsattır. Sermaye açısından krizler aynı zamanda kendini üretmenin en önemli fırsatlarıdır. Savaş, krizi derinleştirerek çözmenin politikliğidir. 1848 devriminin yenilgisi üze-

rine verilen özeleştiriyi dikkate aldığımızda yenilginin nedeni, emeğin politik öznelliğinin yetersizliği değil, sermayenin diyalektik işleyişindeki çelişkilerin yeterince derinleşmemesinin nesnel koşullarına bağlanır. Ne kadar kriz o kadar devrim! Krizin ekonomi-politik boyutu devrimin toplumsal derinliğini belirler. Sermayenin diyalektik işleyişinin çelişkilerinden kaynaklanan ekonomik krizlere bağlı politik krizler antagonist değildir; bir devrimle sonuçlansa da, kapitalizmi reforme etmenin politik temelidir. Ücretli emeğin sınıf siyaseti de işte budur. Yapılan siyasal devrim, ekonomi politiğin diyalektik işleyişini çalıştırmaya mahkûmdur ve toplumsal sermayenin yaratılması için ücretli emek devam ettirilir. Adına da siyasal bağımsızlık, demokrasi mücadelesi, kalkınma ve ilerleme denilerek devlet rasyonelleştirilir. Antagonist kriz, emeğin direnişinin ürünüdür. Ekonomi politik, emeğin özümsenerek sermayeleşmesinin tahakküm biçimidir ve politiktir.

Emeği toplumsal olarak sınıfsızlaştıran ve bu bağlamda emeği politik bir sınıf olarak kuran kavram çokluktur


9

Ekonomi politik, emeği ücretli emek altında özümseyerek sınıflaştırır. Emek ise, bu sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaştırma politikliğinin kurucusudur. Sermayenin politik gücü sınıflaştırmak iken, emeğin gücü sınıfsızlaşmanın toplumsal politikliğidir. Bu bağlamda emeğin devrimi toplumsal devrime içkindir. Burada durup bir soyutlama yaptığımızda, sermaye bir sınıf üretme ilişkisidir ve sınıflar mücadelesi sınıf üretme ilişkisine içkindir; kendini genişleterek üreten emek olan sermaye, sınıflar mücadelesidir. 1848 özeleştirisinin özü şudur: Sermaye üretici güçleri geliştirme gücüne sahip olduğu sürece gerçekçi bir devrimden bahsedilemez. Tam burada, şu soruyu sormak gerekir: Sermayenin diyalektik işleyişinin çelişkilerinden kaynaklanan konjonktürel krizlerin ötesinde, sermayeyi ortadan kaldıran tarihseltoplumsal kriz ne zaman gelecektir? Rosa’nın sorunlaştırdığı ve yanıtladığı soru budur. Bu soru üzerinden Rosa emperyalizm teorisini geliştirir. Sermayenin ekonomi politik diyalektik işleyişinin çelişkilerine bağlı kriz anlayışına göre, sermayenin tarihsel krizi, gerekli emek ve artı-emek zaman diyalektiğinin işlemediği anda başlayacaktır. "Emek, evrime uğrayarak toplumsal emek haline geldiği ve böylelikle zenginliğin ve kültürün kaynağı olduğu ölçüde, emekçide yoksulluk ve teslimiyet, çalışmayanda servet ve kültür gelişir. Bugüne dek bütün tarihin yasası böyledir."12 Emek, "zenginliğin ve kültürün kaynağı olduğu ölçüde" gerekli emek ve artı-emek diyalektiği çalışır ve komünizmin toplumsal zemini kurulamaz. Komünizm, emek zenginliğin ve kül-

Sermayenin politik gücü sınıflaştırmak iken, emeğin gücü sınıfsızlaşmanın toplumsal politikliğidir

türün kaynağı olmaktan çıktığı zaman mümkündür. Bu, bir ereksel nedenselliğe bağlı determinizmdir. Evet, değer teorisi herkesin anladığı bir sömürü yasasıdır. Fakat değer teorisi, bu durumun ötesinde bir anlam taşır. Aynı zamanda Marx’ta değer teorisi, zenginlik kaynağının ölçüsü olan emeğin zenginlik kaynağı olmaktan çıkışının teorisidir. Değer teorisi, özgür emeğin boş zamanını artıemek zaman içinde üretken emeğe dönüştüren ekonomi politikten, boş zaman üreten bir ekonomi politiğe geçişin teorisidir. İşte o zaman, değişim-değeri üzerinden işleyen toplumsal ilişkiler çöker. Grundrisse, değer teorisinin bu öyküsüdür. Ekim Devrimi, ekonomi politiğin bu diyalektiğine gömülmüş ve çözülerek çökmüştür. Emeğin toplumsallaşması tarihsel-toplumsal olarak tamamlanmadan, toplumsallaşmış bireye geçilemez. Değer teorisi, emeğin toplumsallaşmasının öyküsüdür. Emek ve sermaye çatışmasının alanını belirleyen, emeğin toplumsallaşma boyutudur. Emeği toplumsallaştırma gücü sermayeye aittir. Üretken emek ve üretken olmayan emek tartışmalarının arkasında yatan gerçek budur. Bu bağlamda, üretken emek toplumsallaşmış emektir. Kendini genişleterek üreten emek, bir başka deyişle sermayeleşmiş emek, üretken emektir. Emek biçimi ister ücretli emek

biçiminde, ister pre-kapitalist emek biçiminde olsun ve bu emek biçimlerinin hepsi de sömürülen emek olsun, bütün bu emek biçimleri sermayeleşmemiş emek ise üretken emek değildir ve toplumsallaşmış emek kategorisinde yer almaz. "Dolaşım alanı artı-değer üretmez, hizmet alanı da dolaşım alanıdır; bu bağlamda, hizmet sektörü alanındaki emek üretken emek değildir" düşüncesi, sorunu anlamayanların teorik kabalaştırmasının ürünüdür. Ücretini gelirden değil kârdan alan her emek üretken emektir. Gerekli emek ve artı-emek diyalektiğinde güce dönüşen her emek üretken emektir. Şirketleşmiş özel okullarda çalışan öğretmen üretken emektir. "Hizmetler şeklinde… bu iş türleri kapitalist üretimin hacmiyle karşılaştırıldığında devede kulak kalırlar. Dolayısıyla bunları tümüyle göz ardı edebiliriz ve üretken olmayan ücretli emek kategorisinde ele alabiliriz."13 Marx açısından önemli olan, hizmet sektörünün mutlak olarak üretken emek barındırmaması değil, emeği toplumsallaştıran, gerekli emek ve artı-emek zaman diyalektiğini işleten ve çalıştıran fabrikanın öne çıkarılmasıdır. Emeğin kullanım-değerini değişim-değeri üretimine dönüştürerek emeği toplumsallaştıran mekân fabrikadır. Emeğin toplumsallaşma boyutu, artı-değer üretme boyutudur. Bu boyut, kapitalizmin manüfaktürden fabri-


10

gerçek tahakkümden değer teorisinin başkalaşımına geçer. Biçimsel tahakküm ve gerçek tahakküm süreçlerinde emek zaman, servetin ve değerin ölçüsüdür. Gerçek tahakkümden sonra değer üretme ilişkisindeki değişim sonucu, "emek zaman" değerin ölçüsü olmaktan çıkar. "Canlı emeğin nesneleşmiş emek karşılığında değişimi; yani toplumsal emeğin sermaye ve ücretli emek karşıtlığı halinde konumu –değer ilişkisinin ve değere dayalı üretimin son gelişmesidir. Bunun koşulu, doğrudan emek zamanı kitlesi, servetin üretiminin kesin etkeni olarak uygulanmış emeğin niceliğidir. Bununla birlikte, büyük sanayinin gelişmesi ölçüsünde, gerçek servetin yaratılması, emek zamanından ve kullanılmış emek niceliğinden

Sınıflar mücadelesinin antagonist maddi tözü, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşma, diyalektiğe karşı anti-diyalektiktir

kaya geçişinin boyutudur ve emeğin biçimsel tahakküm altına alınışını ifade eder. Biçimsel boyundurukta, sermayenin emeği boyunduruk altına alma işleyişi, mutlak artı-değer üretimi üzerinden yapılandırılır. Para, emeğin yabancılaşmış toplumsal gücüdür. Bu toplumsal güç üzerinden, sermaye genişleyerek üretimini ve yeniden üretimini sağlar. Toplumsal emek zaman tarafından belirlenen ölçü ve toplumsal bir güç olarak para, üretken emek dışındaki tüm emek biçimlerini tasfiye eden bir tahakkümdür. Sermayeye dönüşmeyen emek biçimlerin ürettiği değerin, toplumsal güç ilişkisi içinde hiçbir anlamı yoktur. Sermayenin emek-değer ölçüsü, ölçülemez olan emeğin üzerinde bir tahakkümdür. Biçimsel boyunduruk döneminde emeğin toplumsallaştığı ve ölçü üzerinden diğer emek biçimleri üzerinde tahakkümün kurulmasını işleten alan fabrikadır. Bu süreçte emeğin üretkenliği, verimliliği üzerinden değil, yoğunluğu ve üretim

süresinin uzatılması üzerindendir. Biçimsel tahakkümden gerçek tahakküme geçişte, değer üretme ilişkisi değişir. Emeğin üretkenliği, emek verimliliği üzerinden gerekli emek zamanı küçülterek artı-emek zamanı artırır. Mutlak artı-değerden, nispi artı-değer üretimine geçilir. Cansız emeğin canlı emek üzerindeki tahakküm biçimi, değer üretme ilişkisini belirler. Gerçek tahakküm döneminde sermayenin genişleyerek üretimi ve yeniden üretimi, sermayenin toplumsal ilişkilere ve alanlara yayılmasına bağlıdır. İşte bu durum, sermayenin emeği işbölümü ağlarına açmasıdır. Emeğin toplumsallaşması, işbölümünün yaygınlaşması ve yoğunlaşması boyutudur. Bu noktadan itibaren artı-değer üretimi, bir fabrikadaki gerekli emek ve artı-emek zamanın diyalektiğine göre değil, işbölümü üzerine kurulmuş üretim birimleri arasındaki "ağ"ın işleyişine bağlıdır. Bu ağ, sermayenin toplumsallaşma boyutudur. Artı-değer üretimi ile gerekli emek ve artı-emek zaman diyalektiğinin işleyişi, sermayenin işbölümü ağı üzerinden toplumsallaşmasına bağlıdır. Bu bağlamda, gerçek tahakkümde, fabrika kavramı işbölümü ağının uzamına dönüşmüştür. Günümüzde sermayenin toplumsallaşması, fabrikadan toplumsal fabrikaya, toplumsal fabrikadan küresel fabrikanın işbölümü ağına dönüşmüştür. Emperyalizm, kapitalizmin politik küreselleşmesi iken, imparatorluk, kapitalizmin küresel toplumsal güce dönüşümüdür. Politik küreselleşme, toplumsal küreselleşmenin önünü açmıştır. Bu bağlamda, emperyalizm imparatorluğun kurucusudur. Marx, manüfaktürden biçimsel tahakküme, biçimsel tahakkümden gerçek tahakküme ve

Politik küreselleşme, toplumsal küreselleşmenin önünü açmıştır. Bu bağlamda, emperyalizm imparatorluğun kurucusudur


11

Emek, toplumsal boyutta özneleşmiştir ve çokluk, toplumsal boyutta sınıftır

daha çok emek zamanı boyunca harekete geçirilen aracıların gücüne bağlıdır. Bu aracıların gücünün –onların etkili gücünün– onları üretmek için harcanan doğrudan emek zamanı ile hiçbir ilişkisi yoktur; daha çok bilimin genel düzeyine ve teknolojinin gelişmesine, ya da bilimin üretime uygulanmasına bağlıdır."14

Marx, gelinen noktada, değerin ölçüsünü emek-zaman niceliğinden daha çok, "büyük sanayinin gelişmesi ölçüsünde, gerçek servetin yaratılması, emek zamanından ve kullanılmış emek niceliğinden daha çok emek zamanı boyunca harekete geçirilen aracıların gücüne" bağlar. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. "Yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında" artık çiçek açmıştır. Geçiş artık aşama değil, komünizmdir; komünizm geçişin ta kendisidir. Negri’nin anlatmak istediği budur. Değerin ölçüsü, emeğin niceliğinden çıkmış, "daha çok bilimin genel düzeyine ve teknolojinin gelişmesine, ya da bilimin üretime uygulanmasına bağlı" hale gelmiştir. Ve "Bu aracıların gücünün –onların

Sermayenin emek-değer ölçüsü, ölçülemez olan emeğin üzerinde bir tahakkümdür

etkili gücünün– onları üretmek için harcanan doğrudan emek zamanı ile hiçbir ilişkisi yoktur." Zenginliğin ve kültürün kaynağı "emek zaman" olduğu dönemde maddi olmayan emeği kuran maddi olan emekti. Şimdi durum tersine dönmüştür. Maddi olmayan emek, maddi olan emeğin kurucusu ve üreticisidir. Bu durumda, "Değişime uğramış doğal nesneyi, nesne ile kendisi arasına ara halka olarak sokan artık işçi değildir; işçi sanayi sürecine dönüştürdüğü doğal süreci kendisi ile egemenliğine aldığı anorganik doğa arasına araç olarak sokar. Üretim sürecinin baş aracısı olmak yerine sürecin yanında yer alır. Bu değişimde üretimin ve servetin büyük temel direği olarak ortaya çıkan, ne bizzat insanın yaptığı doğrudan iş, ne onun çalışarak geçirdiği zamandır; bu, onun kendi genel üretim gücünün mal edilmesi, onun doğa kavrayışı ve toplum üyesi olarak varlığı yoluyla doğaya egemen olması –kısacası, toplumsal bireyin gelişmesidir. Bizzat sanayi tarafından yaratılmış ve yeni gelişmiş bu temele karşı bugünkü servetin dayanağı olan, ötekinin emek zamanından yapılan hırsızlık, bayağı bir temel olarak karşımıza çıkar. Emek doğrudan biçimiyle servetin büyük kaynağı olmaktan çıkar çıkmaz, emekzamanı da onun ölçüsü ve dolayısıyla değişim-değeri kullanım-değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. Kitlenin artı-emeği, genel servetin gelişmesinin koşulu olmaktan

çıkmıştır, bunun gibi, birilerinin emeği olması da insan beyninin genel güçlerinin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkmıştır. Değişim-değerine dayanan üretim bununla birlikte çöker ve doğrudan maddi üretim süreci de geçicilik ve karşıtlık biçimine girmiş olur."15

Hiç kimse, değer teorisindeki başkalaşımı kendinden üretmiyor; bu durum Marx’ta vardır. Artık değer teorisi, biçimsel ve gerçek tahakküm ile sınırlanamaz ve dondurulamaz. Marx, önümüze devasa bir sorunsal alan koymuş bulunuyor. Bu sorunsal alan üzerine düşünmek kaçınılmazdır. Yanlış yapmalar bizi bekliyor. Fakat bazı noktalar bizim açımızdan nettir: Sermayenin küresel toplumsal güce dönüşmesi, emeğin de küresel toplumsal güce dönüşmesini ifade ediyor. Emeğin toplumsallaşma boyutu, sınıf antagonizmasının boyutunu belirler. Artık, sınıf antagonizması ile toplumsal antagonizma arasındaki dolayım kalkmıştır. Anti-kapitalizm, toplumsal antagonizmadır; sınıf, siyasal demokrasi gücü olmaktan çıkmıştır. Emek, toplumsal boyutta özneleşmiştir ve çokluk, toplumsal boyutta sınıftır.

Cengiz İNAN

1 Marx, K., Engels, F., Alman İdeolojisi, Sol Yay., 2004, s. 62 2 Marx, K., Fransa’da Sınıf Savaşımları, Sol Yay., 1988, s. 37 3 Kautsky, K., Seçilmiş Politik Yazılar, Kavram Yay., 1990, s. 103 4 Kautsky, K., Seçilmiş Politik Yazılar, Kavram Yay., 1990, s. 108 5 Marx, K., Engels, F., Seçme Eserler Cilt III, Sol Yay., 1979, s. 226 6 Marx, K., Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay., s. 26 7 Marx, K., Grundrisse, Birikim Yay., 1979, s. 492 8 Marx, K., Grundrisse, Birikim Yay., 1979, s. 399 9 Marx, K., Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay., 1993, s. 23 10 Negri, A., "Marx Üzerine 20 Tez", Conatus I, Otonom Yay, s. 90 11 Marx, K., Grundrisse, Birikim Yay., 1979, s. 398 12 Marx, K., Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay., 1989, s. 25 13 Marx, K., Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Ceylan Yay., 1999, s. 113 14 Marx, K., Grundrisse Cilt II, Sol Yay., 2003, s. 174 15 Marx, K., Grundrisse Cilt II, Sol Yay., 2003, s. 175


12

Otonomi antagonizmadır "Biz de kapitalist gelişmeyi birincil ve işçileri ikincil konuma koyan bir kavramla çalıştık. Bu bir hatadır. Şimdi sorunu ters çevirmeliyiz... ve tekrar baştan başlamalıyız: Başlangıç işçi sınıfının sınıf mücadelesidir." (Tronti, Lenin in England, 1964) Marksizmin Marx’tan sonraki gelişimini belirleyen en önemli uğraklardan biri olan Ekim Devrimi, 1848 devrimleri ve Paris Komünü’nden sonra emeğin birleşik bir antagonist güç olarak yeniden ortaya çıkışı açısından bir milattı. 1848 yenilgisini tarihsel toplumsal koşulların yeterince olgunlaşmamasına bağlayan Marx’tan kalan miras, sermayenin toplumsal gücünün sınırının emeğin politik gücünün de sınırı olduğuydu. Sermayenin toplumsal gücünün sınırlarına varılmadan bir devrim asla gerçekleşemezdi. Oysa Rusya gibi özgül bir üretim tarzı olarak kapitalizmin henüz tam olarak gelişmemiş olduğu bir ülkede gerçekleşen devrim, emeğin politik gücünü sermayenin toplumsal gücünün gelişimine bağlayan bu yaklaşımı geçersiz kılmıştı. Bu yönüyle Ekim Devrimi, emeğin politik zekâsının birikiminde bir kırılma uğrağıydı. Emek, sermayenin tarihsel evriminden bağımsız olarak, sermayeyi yıkıcı bir güce dönüşebilirdi. Devrimci bir krizin olanağı, hâlihazırdaki tarihsel toplumsal ilişkilerin krizine içkindi. Ulusal sermayelerin dünya pazarı üzerindeki rekabetinin ulus devletler arası açık çatışmalara dönüştüğü emperyalizm, sermayenin politik kriziydi. Emek bu krizi, politiklikle toplumsal bir krize dönüştürebilirdi. Gelişmiş kapitalist ülkelerde emperyalist savaşın iç savaşa çevrilmesi, kapitalist gelişmenin tahakküm altına almak için yarıştığı ülkelerde ise emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık savaşı; taktiksel bir bakış açısının ötesinde, emeğin sermayeye isyanını toplumsal bir karşı güce dönüştürebilmesini olanaklı gören bu stratejik bakış açısının ürünüydü. Sermayeler arası rekabetin yol açtığı politik kriz toplumsal bir krize dönüştürülebildiği oranda, emek sermayenin gelişimine bağlı nesnel toplumsal gücüne oransız öznel bir politik güce dönüşebilirdi. Emeğin toplumsal gücü politikliğine öncel ve ondan bağımsız değildi. Emeğin toplumsal gücünü kuran politikliğiydi. Kriz teorisi bağlamında, emeğin politikleşmesini, sermayenin tarihsel toplumsal koşullarının evrimi yerine güç ilişkilerinin yapılanışına bağlayan bu bakış açısı, sermayenin krizleri-

nin emeğin politik bakış açısından değerlendirilmesi üzerinde temellendirilmişti. Emeğin politikliğinde sermayenin krizinin anlamı, sermayenin çelişkili işleyişinin sürdürülemez bir boyuta varacağı, gelmesi beklenen bir tarihsel uğrak olmadığı gibi, emek ve sermaye arasındaki antagonizmadan bağımsız, sermayenin kendi içindeki politik krizi de değildi. Her iki bakıştan da farklı olarak, devrimci krizin olanağı, sermayenin kendi içindeki krizinde değil, emeğin içinde bulunduğu toplumsal güç ilişkilerine içkin bir politik güce dönüşümündeydi. Lenin’de politikliğin anlamı, emeğin sermayenin yıkıcı gücü olarak kuruluşuydu. Emperyalizm teorisi, sermayenin değil emeğin politik bakış açısından bir politik kriz teorisiydi. Sermayenin, emeğin sermayenin tahakkümüne direnişinden bağımsız bir yönetim krizi olamazdı. Nitekim ulusal sermayelerin birbirini tasfiye etme yarışı, aynı zamanda sermayenin emeği tahakküm altına alma yarışıydı. Ulusal sermayelerin politik nüfuz alanları açısından paylaşılmış olan dünyanın yeniden paylaşımı, aynı zamanda bu coğrafyalardaki henüz sermayeleşmemiş emek biçimlerinin ücretli emeğe dönüştürülerek tahakküm altına alınması için verilen bir savaştı. Bu açıdan, Lenin’in meta ihracına değil sermaye ihracına dayalı bir egemenlik biçimi olarak emperyalizm kavramı, sermayeler arası rekabetin ve bu rekabetin doğurduğu savaşların, sermayenin emeği tahakküm altına alması temelinde okunmasında yol açıcı bir kavramsallaştırmadır. Emperyalizmin

Ekim Devrimi, emeğin politik zekâsının birikiminde bir kırılma uğrağıydı. Emek, sermayenin tarihsel evriminden bağımsız olarak, sermayeyi yıkıcı bir güce dönüşebilirdi henüz bir dış olgu olduğu ülkeler açısından ihraç edilen sadece üretici güç olarak sermaye değil, bir politik tahakküm ilişkisi olarak sermayedir. Sermayenin bu ülkelerdeki krizi, emeğin politik tahakküm altına alınmaya isyanıdır. Sermayenin emeğin ücretli olarak tahakküm altına almasının tamamlanmasıyla birlikte emperyalizmin bir iç olgu olduğu gelişmiş kapitalist ülkelerde ise, sermayenin krizi emeğin ücretli emek tahakkümüne anti-kapitalist isyanıdır. Bu açıdan Lenin’in gelişmiş kapitalist ülkelerde iç savaş, kapitalist gelişmeye içerilmeye çalışılan ülkelerde ulusal bağımsızlık savaşı stratejisi, sermayenin emeği tahakküm altına alma krizinin emeğin politik bakış açısından derinleştirilmesinin küresel stratejisidir. Emeğin bakış açısından, önemli olan ulusal sermayelerin birbirlerini yok etme savaşında taraf olmak değil, bir tahakküm ilişkisi olarak sermayenin


13

Sendikalar ve partilerin emeğin ücretli emek biçimi altında sınıflaştırılmasının özneleri haline gelmesiyle birlikte, emeğin politikliğini sermayenin gelişimine kapatan kriz teorisine geri dönüldü

ortadan kaldırılmasıdır. Ekim Devrimi’nden sonraki tarihsel gelişimin etkisi altında sonradan birbirinden apayrı değerlendirilen bu iki stratejinin ortak tözü, emeğin maddi güç ilişkilerine içkin politikliğidir. Söz konusu olan koşulların olgunlaşmasına tabi bir politiklik olmadığı gibi, tarihsel toplumsal güç ilişkilerine aşkın bir politik iradecilik de değildir. Emeğin politikliğinin belirlenimi, emek ve sermaye arasındaki antagonizmaya niteliğini veren maddi güç ilişkileridir. Ekim Devrimi, sermayenin krizinin emeğin yıkıcı gücü üzerinden politik olarak okunmasının önünü açarak, Marx’ta kapitalist gelişmenin evrimine kapatılan kriz teorisini devrimci öznelliğin kuruluş teorisine dönüştürmüştü. Emeğin politikliğini merkeze alan

bu dönüşüm görülmedi. Emperyalistler arası savaşta kendi ulus devletlerinin yanında yer alan Avrupalı sosyalistler, Ekim Devrimi’ni yalnız bıraktı. Sermayeler arası savaşın tarafı haline gelerek, emeğin ulusal sınırlar içinde ücretli emek olarak tahakküm altına alınmasının iktidar işleyişini devam ettirdiler. Ekim Devrimi ise, emeği toplumsal sermayenin yaratılmasına tabi kılarak devletleşti. Kapitalistler politik egemenlikten dışlandı, ama emek ücretli emek altında sınıflaştırıldı, bir toplumsal ilişki olarak sermaye derinleştirildi. Her iki durumda da emek ücretli emek altında sermayenin üretiminin ve yeniden üretiminin öznesi haline geldi. Kapitalist gelişmenin motoru ücretli emek altında, emek kendi politikliğine ve toplumsallığına yabancı-

Kapitalist gelişmenin motoru ücretli emek altında, emek kendi politikliğine ve toplumsallığına yabancılaştı. Emeğin kendine yabancılaşması aynı zamanda emeğin politikliğinin krizi anlamına geliyordu

laştı. Emeğin kendine yabancılaşması aynı zamanda emeğin politikliğinin krizi anlamına geliyordu. Emeğin kendi bedenini kemiren bu kriz, emeğin politikliğinin kuruluşunun ihtiyaçlarına bağlı olarak yeni soruları ve arayışları da beraberinde getirecekti.

Emeğin Politikliğinin Krizi Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde emperyalist ülkeler arasındaki egemenlik hiyerarşisinin yeniden düzenlenişiyle birlikte, sermayenin önünde duran en yakıcı sorun Ekim Devrimi’nin ivmelendirdiği sınıflar mücadelesini denetim altına alabilmekti. Sermaye açısından devrim, emeğin antagonist gücünün bir patlaması, emeğin kapitalist gelişmeye ancak yeniden içerilmesiyle çözüm bulunabilecek bir krizdi. Sermayenin emek üzerindeki tahakkümünün kırılganlığının görülmesiyle birlikte, kârlılıktaki düşüşü engellemek amacıyla sermaye 1920’li yıllarda devasa bir kredi genişlemesine yöneldi. Ancak üretkenlik düzeyinin artmakla beraber kredi genişlemesinin gerisinde kalması sonucunda 1929 Bunalımı baş gösterdi. Artık tek başına mülksüzleştirme, emeğin ücretli emek biçimi altında üretim sürecine tabi kılınması için yeterli değildi. Emek süreci üzerindeki denetimini yeniden etkinleştirebilmek ve yükselmekte olan sanayi sendikacılığının, ücretlerin artırılması yönündeki artan baskısını içerebilmek için sermayenin emek gücünü tanıyarak sistemle yeniden bütünleştirmesi gerekecekti. 1 Emeğin kullanım değerlerini, emek gücünün yeniden üretiminin ötesinde genişletme arzusu ve buna bağlı olarak ücretlerin artırılması yönündeki baskısı, kapitalist gelişmenin bir dinamiği haline getirilebilirse, bu kriz reforme edilerek içerilebilirdi. Ücretli emeğin temsilcisi olarak sendikaların gücünün


14

Emeğin öznelliğinin antagonist üretimi, üretim sürecinin ve burjuva demokrasisinin disiplini altına alındı. Savaş sonrası yıllarda sermaye, üretimini ve yeniden üretimini genişleyerek sürdürdü

tanınması, bunun için atılan en etkin adımlardan biriydi. Sermaye ve emek gücü arasında oluşturulan müzakere alanıyla birlikte, kapitalist üretim sürecinin tahakkümüne direnişinde emeğin özörgütleri olarak ortaya çıkan sendikalar, üretim sürecinin devamlılığının kurumsal güvenceleri haline geldiler. Sermayenin, emeği ücretli emek olarak üretim sürecine içermesinde kurumsal aracılar olarak işlev gördüler. Ücretlerin artırılmasına olur veren sermaye ise, artan sömürü maliyetini karşılayabilmek için üretim sürecindeki makineleşmeyi ve böylelikle emek gücünü emebilme kapasitesini artırma yoluna gitti. Kârlılığın korunabilmesinin tek yolu üretkenlik düzeyinin makineleşme yoluyla artırılmasıydı. Yüksek ücret istiyorsa, emek üretkenlik düzeyinin artırılmasında görev

almalıydı. Ücretlerin üretkenlik düzeyine bu şekilde bağlı kılınmasıyla yoluyla, sermayenin emek üzerindeki tahakkümü, emeğin ücretli emek biçimi altında sermayenin gelişimine gönüllü katılımına dönüştü. Üretim ilişkilerinin üretkenliğe bağlı bir ücret politikasıyla yeniden düzenlenmesi sayesinde, kapitalist gelişmenin yıkıcı gücü emek, onun motoru haline getirildi. Ekim Devrimi’nden sonra ortaya çıkan Sovyet gelişme modelinin hegemonyası altındaki Avrupa’daki komünist partiler, üretici güçlerin gelişimini ve kapitalizmi birbirine karşıt olarak gördükleri için emeğin ücretli emek biçimi altında üretim sürecinde tahakküm altına alınmasını eleştirmek bir yana bunu destekleyen bir pozisyon aldılar. Teknolojik gelişmeyi ve üretkenliğin artışının motor gücü olarak ücretli emeği olumlarken, kapitalizmi üretici güçlerin gelişimi önünde bir engel olarak eleştirdiler. Ücretli emeğin siyasi bir güce dönüşebilmesi ve üretim sürecindeki etkinliğini sermaye aleyhine artırabilmesi için parlamento ya da hükümette yer alma yarışına girdiler. Sendikalar gibi komünist partiler de emeğin yıkıcılığının örgütlü güçlerinden, ücretli emeğin kapitalist üretim süreci üzerindeki denetimini ve masadaki pazarlık gücünü artırmaya çabalayan siyasi temsilcilere dönüştüler. Sendikalar ve partilerin emeğin ücretli emek biçimi altında sınıflaştırılmasının özneleri haline gelmesiyle birlikte, emeğin politikliğini sermayenin gelişimine kapatan kriz teorisine geri dönüldü. Üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önünde engel haline geleceği tarihsel uğrak için zamana yatıldı. Bu uğrağa

kadar emeğin politikliği; üretim sürecindeki etkililiğini artırmak için ücret, bu etkililiği siyasal olarak güvence altına almak için ise devletin demokratikleştirilmesi mücadelesine oturtuldu. Sermayenin krizi politik değil tarihsel olarak kuruldu. Emek halihazırdaki toplumsal güç ilişkilerine içkin antagonist bir güç yerine, gelişimi sermayenin toplumsal gücünün yaygınlaşmasına bağlı tarihsel bir politik güç olarak özneleştirildi. Emeğin öznelliğinin antagonist üretimi, üretim sürecinin ve burjuva demokrasisinin disiplini altına alındı. Bu açıdan özellikle savaş sonrası yıllarda sermaye, üretimini ve yeniden üretimini genişleyerek sürdürdü. Sermayenin, Ekim Devrimi ve 1929 Bunalımı’ndan çıkarak krizi yönetebilir hale gelmesindeki temel etken, emeğin politik öznelliğinin içine düştüğü bu krizdi. Emeğin ücretli emek biçimi altında, sermayeyi yıkıcı gücüne yabancılaşması, sermayeyi yeniden üretti. Emeğin öznelliğinin antagonist üretimindeki tıkanıklık, emek güçlerinin iç mücadelesini de beraberinde getirdi. Bu kriz kendini en somut olarak, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmaya direnerek, kendini temsil eden sendika ve partilerden yabancılaşmasında gösterecekti. 68 sürecinde genelleşerek zirvesine çıkacak bu eğilim, savaş sonrasında hızlı bir ekonomik büyümeye ve sınıf mücadelesinin sendika ve parti biçimlerine karşıt olarak keskinleşmesine tanıklık eden İtalya’da, Marksizm içinde özgül bir eğilim olarak İtalyan Otonomist Marksizminin ortaya çıkışıyla muştulanacaktı.


15

Marx’ta üretim sürecindeki canlı emek ve ölü emek arasındaki orana tekabül eden organik bileşimin kuruluşu doğrudan politikti

Emeğin Antagonist Gücünün Yeniden Keşfi 1950’lerin sonlarına doğru, İtalyan Komünist Partisi’nden kopan genç bir çevrenin doğrudan fabrikalarda yürüttüğü çalışmalar ve dergi faaliyetleriyle başlayan bir akım olarak İtalyan Otonomist Marksizmine ilk ilham veren, emeğin mücadelelerinin yeniden ivmelenirken sendikalar ve geleneksel solun partilerinden artarak yabancılaşmasıydı. Emek fabrikada ücretlerin üretkenlikten bağımsızlaşması için bastırırken, sendikalar emeği, ücretli emek ve sermaye arasındaki pazarlığın şartları içinde disiplin etmeye çalışıyordu. Emeğin arzuları ve ihtiyaçları ile sendika temsiliyeti ve disiplini doğrudan çatışma halindeydi. Bu yabancılaşmanın çözümlenmesi, emeğin politikliğine ilişkin perspektifin radikal dönüşümünün kurucu temellerini de

sunacaktı. Bu yabancılaşma, aynı zamanda emeğin antagonist öznelliğinin yeniden kuruluşu ve bunun sancılarının ifadesiydi. Ücretli emeğin kapitalizmi üreten ve yeniden üreten öznelliğine karşıt olarak emeğin yeni arzular ve ihtiyaçlar temelinde gelişmekte olan antagonist öznelliğinin araştırmasına girişen Otonomist Marksizm, Lenin’den sonra politik kriz teorisinin emeğin politikliğinin bakış açısından adeta bir güncellenmesiydi. Nitekim Lenin’in emeğin antagonist öznelliğinin kuruluşunu, evrimci bir tarihsellik içinden değil politik olarak okuması, İtalyan Otonomist Marksistlerin kapitalist gelişme ve sınıf mücadelesi arasındaki bağı politik olarak kavrayışında yeniden ortaya çıkacaktı. İlk saldırı, emeğin ücretli emek olarak özneleşmesini olumlayan üretici güçleri geliştirme ereğine yönelecek, emeğin özgürleşmesinin olanakları kapitalist gelişmenin düzeyinde değil, kapitalist gelişme ile emeğin politikliği arasındaki çatışmada aranacaktı. Bu perspektif kurucu temelini, kapitalizmin krizini üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önünde engel haline geleceği doğal bir süreç olarak okuyan Marksizmlerden radikal şekilde farklılaşan politik bir Marx okumasında buluyordu. Marx’ın politik ekonomi eleştirisinin politik okumasında, üretici güçlerin nesnel gelişimi yerini sınıf mücadelesine bırakıyordu. Savaş sonrası yeniden yapılanma döneminde İtalya, emeğin üretkenliğinin yoğunluğuna ve çalışma süresinin uzatılmasına bağlı olduğu mutlak artı değer

üretiminden, emeğin üretkenliğinin verimliliğine bağlı olduğu nispi artı değer üretimine çok hızlı bir geçişe sahne olacaktı. Bu sahne, Otonomist Marksistlerin ilgisini, Marx’ın özgül kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkışına dair Kapital’de yazdıklarına yöneltecekti.2 Marx burada, İngiltere’de nispi artı değere geçişi tetikleyen dinamiğin, çalışma saatlerinin kısaltılması için verdiği mücadeleyle mutlak artı değer üretimini işlemez hale getiren işçi sınıfı olduğunu gösteriyordu. Buradan bakıldığında üretici güçlerin gelişimi, yansız bir bilimsel ve teknolojik ilerlemenin sonucu olarak değil, emeği üretim süreci içinde tahakküm altına alamayan sermayenin emeğin direnişini üretimin örgütlenmesindeki yenilikler yoluyla kırması ve emeği yeniden ve daha da genişleyen şekilde tahakküm altına alması olarak görünüyordu. Üretici güçlerin, sınıfsal güç ilişkilerinin yeniden yapılanmasının alanı olarak üretim ilişkilerinden bağımsız bir gelişimi olamazdı. Bu anlamda Marx’ta üretim sürecindeki canlı emek ve ölü emek arasındaki orana tekabül eden organik bileşimin kuruluşu doğrudan politikti. Sermayenin organik bileşimi, sınıf mücadelesinin verili düzeyindeki güç dengesini ifade eden bir sınıf bileşimiydi ve bu oranın sürekli yeniden düzenlenişi, emek ve sermaye arasındaki çatışmaya tabiydi. Sermayenin, emeği üretim sürecine içererek tahakkümü altına almaya başaramadığı her uğrak sınıf bileşiminin çözülmesi anlamına gelirken, sınıf bileşiminin yeniden kuruluşu emeğin üretim sürecinin

Değer yasası, sermayenin emeği sömürüsünün ölçüsünü veren bir nicelik yasası değil, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü işleten ve çalıştıran güç ilişkilerini veren bir iktidar işleyişidir


16

Sermayenin krizi, emeğin otonomisidir. Emeğin bakış açısındansa kriz, değer yasası altında meta emek gücü olarak, ücretli emek olarak sermayeleşmektir

tahakkümü altına yeniden alınabilmesine bağlıydı. Sınıf bileşiminin çözülüşü sermayenin krizi iken, sınıf bileşiminin yeniden kuruluşu bu krizin yeniden yönetilebilir düzeylere çekilmesiyle birlikte emek ve sermaye arasındaki antagonizmanın yeniden şekillenmesine yol açacak yeni maddi güç ilişkilerinin kuruluşu anlamına geliyordu. Bu yönüyle Marx’tan türetilen sınıf bileşimi kavramı, maddi güç ilişkilerinin niteliğine bağlı bir antagonizma anlayışıyla temellendirilmiş olmasıyla Lenin’in politik bakış açısının izini taşır. Üretici güçlerin gelişimini önceleyen sınıflar mücadelesinin anlamı, politikliğin kuruculuğunun yeniden olumlanmasıdır. Sınıf bileşiminde çözülme ve yeniden kuruluşu şekillendiren, emeği sürekli tahakküm altına almaya çalışan sermaye ile sürekli sermayeden kaçışı ve onun tahakkümüne isyanı örgütleyen emek arasındaki güç savaşıdır. Bu güç savaşı, kendi zorunlu koşulu olarak emeğe tabi olan sermayenin aşkın iktidarı ile kendini olumlaması için sermayeye ihtiyaç duymayan emeğin otonomisi arasındaki bir savaştır. Bu yönüyle sınıf bileşimi kavramının önemi, emeği ücretli emek biçimi altında sermaye içi ve ona bağımlı bir üretici gücün ötesinde, onun gelişimini sekteye uğratan ve bozan bağımsız bir antagonist olarak yeniden keşfetmesinde olduğu kadar sermayeyi bu gücü disiplin altına almaya çalışan bir iktidar ilişkisi ortaya çıkarmasındadır. Sınıf bileşimi, sadece emek ve sermaye arasındaki kurulu güç dengesinin nesnel çözümlenmesini değil, sermaye açısından dengelenmesi gereken güç ilişkilerini devindiren emeğin antagonist öznelliğinin araştırılmasını öngörür. Başlangıç noktası, kapitalist gelişme değil işçi sınıfının mücadelesidir. Sınıflar

mücadelesini kuran tarih değil, tarihi kuran sınıflar mücadelesidir. Emek ve sermaye arasındaki ilişkinin emeğin politikliğinin otonomisi üzerinden okunması, sermayenin üretiminin ve yeniden üretiminin bütün uğraklarının politik olarak çözümlenmesinin de önünü açar. Bakış açısındaki bu radikal dönüşüm, sermayenin sadece art zamanlı değil eş zamanlı bir bakış açısından da politik olarak eleştirisini mümkün kılar. Emeğin politikliğinin bakış açısından sermayenin nesnel bir tarihsel krizi yoktur. Sermaye sürekli krizdir. Sermayenin sürekli krizi, kendi genişleyerek üretimi için emeği sürekli boyunduruk altına alabilmenin krizidir. Sermayenin emek üzerindeki sürekli tahakkümü, değer yasasının işleyişinde dolaysız olarak verilidir. Bu yasanın önemi, ücretli emeği sermayeyi üreten güç olarak olumlayan bakış açısından olduğu gibi toplumsal artı değeri üretenin emek gücü olduğunu kanıtlaması değil, sermayenin zorunlu koşulu olarak emek gücüne tabi olduğunu göstermesidir: "Emek değer teorisi ilk başta emek gücü, sonra sermaye demektir; sermayenin emek gücü tarafından koşullandığı, emek gücü tarafından harekete geçirildiği anlamına gelir… Emek, değerin ölçüsüdür; çünkü işçi sınıfı sermayenin koşuludur."3

Artık, değer yasası, sadece sermayenin emeği sömürüsünün ölçüsünü veren bir nicelik yasası değil, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü işleten ve çalıştıran güç ilişkilerini veren bir iktidar işleyişidir. Sürekli kriz her zaman bu iktidar işleyişinde bir krizdir. Sermayenin bakış

açısından kriz, emeği değer yasasının tahakkümü altına alarak kendi üretiminin ve yeniden üretiminin güvencesi olarak özneleştirememektir. Sermayenin krizi, emeğin otonomisidir. Emeğin bakış açısındansa kriz, değer yasası altında meta emek gücü olarak, ücretli emek olarak sermayeleşmektir. Emeğin kendi krizini aşarak politik olarak otonomlaşabilmesinin tek koşulu, kendisini sermayeyi üreten ve yeniden üreten bir dinamik olarak tanımasıdır. "(İşçi sınıfı) sermayeyi yıkmak için yalnızca kendisiyle mücadele etmek zorundadır. Siyasal bir güç olarak kendisinin farkına varmalı ve üretici güç olarak kendisini yadsımalıdır."4 Kriz politiktir. Emperyalizmin hâlâ bir dış olgu olduğu ve sermayenin emeği üretim sürecine içererek tahakküm altına alınmasının politik zora dayandığı koşullarda, emeğin otonomisi sermayenin politik zoruna isyanındaydı. Sınıf bileşiminde köklü bir değişikliğe karşılık gelen özgül bir kapitalist üretim tarzının yaygın gelişimiyle birlikte ise emeğin otonomisi emek gücüne karşı, değer yasasının dolayımıyla ücretli emek olarak sınıflaştırılmaya karşı isyandadır. Emek, sermayeyi yıkıcı bir güce dönüşebilmesinin olanaklarını sermayenin eleştirisinde değil, sermayeyi üreten ve yeniden üreten bir güç olarak ücretli emeğin eleştirisinde aramalıdır. Emeğin politikliği otonomisidir. Emek sermayeyi reddedebilmek için onu sermayeleştiren ücretli emek biçimini reddetmelidir. Otonomist Marksizm, Ekim Devrimi’nden sonra küresel olarak krize giren emek hareketinin sorunlarının ve ihtiyaçlarının özgürleştirdiği bir icatçılıktı. Emeğin politikliğinin soy kütüğünde, emeğin antagonist öznelliğini yeniden olumlayan bir duruş noktasıydı. Bugün emeğin politikliğinin olumlanması, yine mücadelelerin özgürleştireceği yaratıcılığa ve icatçılığa ihtiyaç duyuyor. Emek ve sermaye arasındaki antagonizmaya niteliğini veren maddi güç ilişkilerini emeğin otonomisinin bakış açısından okuyan sınıf bileşimi kavramı güncelliğini hâlâ koruyor. 1 J. Holloway, Keynesçiliğin Yükselişi ve Düşüşü, J. Holloway ve W. Bonefeld (ed.), Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi içinde, çev. Ali Rıza Güngen, Otonom Yayıncılık, 2007, s. 47 2 S. Wright, Gökyüzünü Fethetmek: İtalyan Otonomist Marksizminde Sınıf Bileşimi ve Mücadelesi, çev. Özgür Yalçın, Otonom Yayıncılık, 2008 3 Mario Tronti’nin "Marx, Emek Gücü, İşçi Sınıfı" makalesinden aktaran S. Wright, a.g.e. 4 Tronti’den aktaran, S. Wright, a.g.e.

Sinem


17

Küresel fabrikada istihdamın yasası: Özel istihdam büroları Kapitalist işbölümünün genişlemesi ve çeşitlenmesi her zaman, daha fazla ve daha farklı üretim donanımına sahip emek gücünün artı değer üretimine çekilmesi anlamına gelir

Sermayenin dilindeki işsizlik ve istihdam, Marksist literatürde emeğin ücretli emek ilişkisine sokulması ve sınıflaştırılması anlamına gelir. İşsizlik ve istihdam oranları ise emeğin kapitalist üretim ilişkilerine içerilme düzeyi ile ilgilidir. Yeni iş olanaklarının yaratılması; sermayenin genişleyerek yeniden üretimi ve işbölümünün yaygınlaşması, dolayısıyla emeğin elbirliğinin ücretli emek biçimi altında toplumsallaşarak sermayeleşmesidir. Emeğin bütün güçleri sermayeye tabi kılınmadan ve (geçici veya kalıcı olarak) kılınamayanlar da (örneğin işsizler) sermaye açısından risk oluşturmayacak mekanizmalarla düzenlenmeden (örneğin yoksullukla mücadele projeleri!), artı değerin genişleyerek yeniden üretimi gerçekleştirilemez. İstihdam ve salt nitelikli emek gücünün yaratılması anlamında eğitim, aslında emeğin değil, sermayenin kendini sürekli yeniden üretmesinin sorunu olarak durur. Sermaye açısından istihdam ve nitelikli (eğitimli) emek gücü sorunu, sermayenin genişleyerek yeniden üretiminde emeği, istediği düzeyde tahakküm altına alamaması durumunda ortaya çıkar. Kapitalist işbölümünün genişlemesi ve çeşitlenmesi her zaman, daha fazla ve daha farklı üretim donanımına

sahip emek gücünün artı değer üretimine çekilmesi anlamına gelir. Günümüzün küresel fabrika uzamında genişleyen artı değer üretme ve derinleşen değişim ilişkileri temelinde, istihdam ve eğitim politikalarının yeniden yapılandırılması/düzenlenmesi yoluyla emeğin sermayeye tabi kılınması devam etmekte ve böylece küresel sermaye birikim süreci güvence altına alınmaktadır. Emek, kendini değerli kılabileceği maddi üretim koşullarından koparıldığı andan itibaren kendi metası olan emek gücünü satmaya zorlanır. Bu anlamıyla emek gücünün metalaşması, emeğin ücretli emek biçimi altında sermayenin tahakkümü altına girmesinin ilk uğrağıdır ve emek bir kez metalaştıktan ve ücretli emek biçimini aldıktan sonra sermayenin istihdam politikaları dediği düzenlemeler sayesinde içerilir. İstihdam, sermayenin artan işbölümü temelinde yeniden üretiminin ve ücretli emek ilişkisinin genişletilmesi anlamına gelir. Ücretli emeğin manifaktürden fabrikaya oradan da toplumsal/küresel fabrikaya genişleyen içerilmesi, mutlak ve nispi artı değer üretimine karşılık gelen biçimsel ve gerçek boyunduruk uğraklarında farklı istihdam düzenlemelerini de beraberinde

getirir. Biçimsel boyunduruk uğrağında istihdam, kapitalist üretim (fabrika) ilişkilerinin dışındaki emek gücünün kapitalist üretim ilişkilerine (fabrikaya) çekilmesini ifade eder; artı değer üretimi emek yoğun verimliliğe dayalıdır ve niceliksel olarak olabildiğince çok emek gücünün (emek zamanın) sınırsızca emilmesini gerektirir. İstihdam/işsizlik, ancak sermaye genişleyerek yeniden üretimini sağlayamadığında, emek gücünü niceliksel olarak içermeyi başaramadığında, yani ücretli emek ilişkisini genişletemediğinde sorundur. Nispi artı değer üretimine geçişle birlikte başlayan gerçek boyunduruk uğrağında ise, artık kitlesel olarak ücretli emek ilişkisine sokulmuş ve sermayeye tabi kılınmış olan emek, teknoloji yoğun verimlilik esasına dayalı istihdam düzenlemeleri ile içerilir. Başlangıçta sadece sermayenin üretim kapasitesinin sürekli artırılması, ama bu artışın uygun istihdam ve ücret politikaları ile dengelenmemesi nedeniyle Keynes’in "eksik tüketim krizi" olarak kavramlaştırdığı, Marksist literatürde ise "aşırı üretim krizi" olarak kavramsallaştırılan krizler yaşanır. Bu krizlerin aşılması anlamında gerçek boyunduruğun sonraki döneminde istihdam, ulusal


18

refah/kalkınma politikalarına içkin olarak ulusal devletin egemenlik mekanizmaları içinde güvence altına alınır. Keynezciliğin tam istihdam politikaları buraya oturur. Sermayenin nispi artı değer üretimine dayalı birikim süreci, ücretli emekle sermaye arasında iş güvencesi, sosyal haklar, siyasal demokrasi eksenli bir sözleşme hukukunun egemenlik işleyişi ile kurulur. Ulusal devlet, istihdamın genişletilmesinden, yani emeğin ulusal ölçekte ücretli emek biçimi altında örgütlenmesinden, sermayenin sektörel işbölümünün genişlemesinden ve emek gücünün refah/kalkınma adına gerekli sektörlerde gerekli oranlarda istihdam edilmesinden sorumludur. Dönemin düzenleyici/planlamacı ulusal devleti, mer-

Ücretli emeğin manifaktürden fabrikaya oradan da toplumsal/küresel fabrikaya genişleyen içerilmesi, mutlak ve nispi artı değer üretimine karşılık gelen biçimsel ve gerçek boyunduruk uğraklarında farklı istihdam düzenlemelerini de beraberinde getirir

kezi istihdam ve eğitim politikaları ile emek gücünün "üretkenliğini" güvence altına alır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçek boyunduruk sürecinin tamamlanması anlamına gelen bu dönemde, bizde ithal ikameci kalkınma politikaları ekseninde, KİT’lerin kuruluşu ve sanayinin belli sektörlerine sübvansiyon vb. yöntemlerle kaynak aktarılması yoluyla, tam da bu gerçek boyunduruk uğrağına geçişin mekanizmaları örgütlenir. Devlet istihdamdan/işsizlikten, İş ve İşçi Bulma Kurumu da etkililiği tartışmalı olmakla birlikte istihdamın düzenlenmesinden, sermaye birikim sürecine uygun sektörel dağılımın örgütlenmesinden ve bilinen anlamıyla işsizlere iş bulmaktan sorumludur. Uluslararası işbölümünün hiyereraşisi içinde yer alma ve uluslararası üretim ilişkilerine eklemlenme, ancak ulusal ölçekte emeğin ücretli emek biçimi altında tahakküm altına alınması ve kapitalist üretim ilişkilerinin sektörel işbölümünün genişletilmesi ile mümkündür. "Üretkenlik" esasına dayalı sermaye birikim süreci, emek gücünün genişleyen kapitalist işbölümü içinde toplumsallaşması ile gerçekleşir. Bu anlamıyla planlamacı/düzenleyici devletin işçileştirmeye/sınıflaştırmaya dayalı merkezi istihdam politikaları olmazsa olmazdır. Oysa küresel fabrika üretimine geçtiğimiz günümüzde devlet artık ne istihdamdan/ işsizlikten, ne eğitim gibi "kamusal hizmetlerden" ne de sosyal haklardan birebir sorumludur. Toplu sözleşme hukuku ile düzenlenen tüm bu etkinlikler artık "bireysel sözleşme" hukuku ile düzenlenir. Bundan sonra işsizlikten, eğitimsizlikten bizzat kişinin kendisi sorumludur. Eğer işsizseniz eğitiminiz yoktur, yeterli değildir, kişisel tercihinizdir veya

Dönemin düzenleyici/planlamacı ulusal devleti, merkezi istihdam ve eğitim politikaları ile emek gücünün "üretkenliğini" güvence altına alır çalışmayı istemiyorsunuzdur. İş güvencesi toplu sözleşme ile garanti altına alınmaz, emek gücü kendi iş güvencesinden kendisi yükümlüdür. İşte gerçek boyunduruğun tamamlandığı uğrak burasıdır. Peki "toplu sözleşmeye" dayalı istihdam politikalarından ve düzenlemelerinden, "bireysel sözleşmeye" dayalı istihdam politikalarına nasıl geldik? Bunu küresel üretim ağları içinde kendini yeniden üretmek durumunda olan sermayenin değer yaratma ilişkisinden bağımsız olarak algılamamız mümkün değil. Ulusal devletin iktidar işleyişinde, gerçek tahakküm ekseninde sermayenin yeniden üretimi, kapitalist işbölümünü toplumsal yaşamın bütün alanlarına yaymış, yani emek gücünü sermaye olarak toplumsallaştırmıştır. Emek gücü en üst düzeyde soyutlanıp, toplumsal üretim ağlarına içerildiği için, sermaye açısından katı istihdam ve ücret politikalarının geçerliliği kalmamıştır. Aksine hem üretim süreçleri (ağları), hem de emek gücünün bu esnek üretim ağlarına katılımı esnekleştirilmelidir. Bu anlamıyla sermayenin önerisi, esnek üretim süreçlerine uygun esnek "emek gücü piyasasının" düzenlenmesine vurgu yapar. Sermayenin ideologları emek gücü arzının


19

ve talebinin kendiliğinden dengeye oturduğu bir "emek gücü piyasası"ndan söz ederler. Oysa ortada piyasanın gizli eliyle kurulan bir "emek gücü piyasası" yoktur. Bu "emek gücü piyasası" bizzat sermaye ve en üst düzeyde soyutlanarak toplumsallaşmış bulunan emek gücü tarafından kurulur. Böyle bir emek gücü piyasasının kuruluşu, "rekabet edebilirlik" ve "verimlilik" ilkelerinin içinde, sermayenin diyalektiğini işleten bir emek gücünün varlığını kanıtlar. Nasıl ki, ücret dolayımı baki kalmak koşuluyla, önceden emek gücü "üretkenlik" üzerinden sermayeye tabi kılındıysa şimdi de "rekabet" ve "verimlilik" üzerinden sermayeye tabi kılınıyor. "Rekabet" ve "verimlilik" küresel fabrikaya dönüşmüş olan üretim ve yeniden üretim ilişkilerinde kapitalist bireycileştirmeyi derinleştiriyor. Küresel sermayenin iktidar işleyişinde "rekabet" bilginin mülkiyeti üzerinden değil yönetimi üzerinden, "verimlilik" ise kapitalist üretim ve yeniden üretim ağlarının içinde bilgi yönetiminin akışkanlığı üzerinden kuruluyor. Emek piyasalarının esnekleştirilmesi, üretim ve dolaşımın birbirinin içine geçtiği bir sermaye birikim sürecinin ihtiyacı olarak örgütleniyor ve güvencesiz çalışmayı, tam zamanında üretimi, taşeronlaştırmayı, farklılaştırılmış ücret uygulamalarını, "sosyal hakların" tahribatını içeriyor. Bu anlamıyla tüm dünyada sermayenin ulusal ve uluslar arası örgütleri ve hükümetler, bir yandan katı istihdam uygulamalarını düzenleyen yasaların rafa kaldırılmasını örgütlerken, diğer yandan esnek istihdam uygulamalarını düzenleyen yasaları gündeme getiriyor. "İşsizlik", "istihdam" ve özellikle 1980’li yıllardan beri, sanki yeni keşfedilen birşeymiş gibi sunulan "yoksulluk" tanımları, başta IMF, Dünya Bankası vb. kurumlar tarafından değiştiriliyor ve bunların nedenlerini, biçimlerini ve kriterlerini açıklamaya yönelik yeni bir kavramsal çerçeve yerleştirilmeye çalışılıyor.

Sessiz Sedasız Çıkan Bir Yasal Düzenleme Günümüzün küresel sermaye birikim sürecinde sermayenin diline pelesenk ettiği "rekabet edebilirlik koşullarının yaratılması" ve "verimliliğin artırılması", emeğin tahakküm altına alınmasının söylemi olarak hem küresel sermayeye eklemlenmenin yollarını arayan ulusal devletler, hem de sermayenin küresel örgütleri olan Dünya Bankası, IMF vb. kurumlar tarafından açıkça dile getiriliyor. "Rekabet edebilirlik koşullarının yaratılması" ve "verimlilik" sadece sermayenin dili olmaktan çıkarılıp, emeğin de diline dönüştürülüyor. Bu anlamıyla, yani "rekabet" ve "verimlilik" bağlamında, örneğin eğitim ve istihdam

(işsizlik) ilişkisi, sermayenin artı değer yaratma ilişkisinin mekanizmalarından bağımsız bir ilişki imiş gibi gündeme getiriliyor. Eğitim ve istihdam (işsizlik) arasında idealize edilmiş ve doğrusal nedensellikle donatılmış bir ilişki tarif ediliyor. İstihdam edilebilmenin ve işsizliğin nedeni birebir eğitimli olmak veya olmamakla açıklanıyor ve sorumluluğu da sadece bireye atfediliyor. Bunu; Türkiye için son yıllarda hızlı bir büyüme oranının görüldüğü ama istihdamın aynı oranda artmadığına, işsizlik oranının yüksekliğine ve sermayenin ihtiyaçları ile örtüşmeyen eğitim uygulamalarına dair, gerek sermayenin küresel örgütleri gerekse de ulusal sermaye örgütleri tarafından yapılan tespitlerden yola çıkılarak hazırlanan öneri, rapor ve projelerde de görmek mümkün. Türkiye’deki "emek gücü piyasasının" düzenlenmesine yönelik "Özel İstihdam Büroları"nın kurulup işletilmesini öngören yönetmelik1 (2004), küresel sermaye birikim süreci içinde emeğin tahakküm altına alınmasının yasal düzenlemelerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. "Özel İstihdam Büroları", "emek piyasası"nın esnekleştirilmesine, yani sermayenin istediği zaman, istediği süre boyunca ve istediği niteliklere sahip emek gücü ihtiyacının karşılanmasına, yani güvencesiz çalışmanın güvence altına alınmasına yöneliktir. İşveren örgütleri de, Türkiye’deki Özel İstihdam Bürolarının eksikliklerini belirtmekle

Emek gücü en üst düzeyde soyutlanıp, toplumsal üretim ağlarına içerildiği için, sermaye açısından katı istihdam ve ücret politikalarının geçerliliği kalmamıştır

birlikte, "İstihdam Büroları, yeni ekonominin çok önemli bir parçası ve iş dünyasının vazgeçilmez tedarikçileri haline gelmişlerdir. Geçici Özel İstihdam Büroları işletmelere gerektiği sürece işgücü temin ederek insan kaynakları konusunda esneklik sağlamakta, böylelikle işletmelerde personel şişkinliğinin önüne geçilerek personel giderlerinde tasarrufa gidilebilmektedir."2 (TİSK) diyerek bu amacı açıkça dillendirmekten imtina etmemektedir.


20

Özel İstihdam Büroları Özel İstihdam Büroları’nın kuruluşunda üstlenmesi öngörülen iki temel işlev, emek gücü piyasalarının esnekleştirilmesi anlamında özellikle göze çarpıyor: Birincisi, emek gücü arzına ve talebine dair bir bilgi bankası olması; ikincisi, faaliyet alanlarının sadece yurt içiyle sınırlı olmayıp, yurt dışını da kapsamasıdır. İlk işlev yönetmelikte, "iş arayanlar ile işgücü arayanların talep ve beklentilerinin örtüşebilmesi için, başvuru esnasında; kimlik, eğitim, meslek, ücret bilgileri ile işyeri tarafından işgücünde aranan koşullar, çalışma saatleri, sosyal haklar gibi bilgiler bürolarca istenir ve kayıt altına alınır"3 şeklinde ifade edilmektedir. Bu, emek açısından sadece değişim değeri, sermaye açısından da sadece kullanım değeri ifade eden emek gücünün metalaşmasının, yani ücretli emekle sermaye arasında sınıflaştırmaya dayalı diyalektik ilişkinin kapitalizmin bekası anlamında devamına işaret eder. Demek ki emek gücü arz ve talebinden oluşan bir emek gücü piyasasının

Sermayenin ulusal ve uluslar arası örgütleri ve hükümetler, bir yandan katı istihdam uygulamalarını düzenleyen yasaların rafa kaldırılmasını örgütlerken, diğer yandan esnek istihdam uygulamalarını düzenleyen yasaları gündeme getiriyor

Sektörel dağılımı ne olursa olsun, emeği ücretli emek biçiminde tahakküm altına alamayan sermaye krizde demektir varlığı meşru varsayılmakta; bu piyasadaki "beklentilerin örtüşebilmesi" için hem emek gücü arz edenlerin hem de talep edenlerin belli özelliklerine dair bilgiler bir araya getirilmekte; ve gerektiğinde bunlar birbiriyle buluşturulmaktadır. Sermayenin, verimli kılmak üzere talep ettiği bir emek gücüne olabildiğince elverişli koşullarda ulaşması, öte yandan da kendini değerli kılabileceği olanaklardan yoksun olan emek gücünün sermayeye akmasını sağlayacak bir mekanizmanın işletilmesi öngörülmektedir. Bu işleyiş her zaman sermayeye içkin bir işleyiş olmasına rağmen, işleyişin hukuki düzenlemeleri değiştirilmiş ve günümüzde "toplu pazarlık" hukukunun yerini "bireysel pazarlık" hukuku almıştır. Rekabet edebilirliğin sağlanması ve verimliliğin artırılmasına yönelik olarak "emek piyasalarının esnekleştirilmesi" günümüzde ancak bu "bireysellik" veya "bireycileştirme" temelinde kurulabilmektedir. Sermaye açısından Özel İstihdam Büroları’nın kuruluş amacı, üretim süreçlerinin esnekleşmesiyle beraber, artık katı istihdam düzenlemelerinin sermayenin ihtiyaçlarına karşılık vermediği ve yüksek emek gücü maliyetleri nedeniyle reka-

bet edebilirlik kapasitesini azalttığı ve yeni yatırım olanaklarının önünü tıkadığı, böylece işsizliği artırdığı gerekçesiyle açıklanmaktadır. Sermaye, Özel İstihdam Büroları’nın "devletin" istihdamdaki "tekeline dayanan sistemini liberalize ettiğini" ifade etmekte ve sermayenin esnek üretim süreçlerine "uyum sağladığını" ama Türkiye’de emek gücünün henüz bu "esnekliğe" sahip olmadığını ileri sürmektedir. Bu büroların halihazırda sadece kalıcı istihdam sağlamaya yönelik faaliyetleri içerdiğini, bu faaliyet alanının "geçici istihdam sağlamayı" da "içerecek biçimde genişletilmesi" gerektiğini savunmaktadır. Emek açısından ise özel istihdam büroları; güvencesiz ve düzensiz çalışma, zaten her türlü sosyal güvencenin altının oyulduğu çalışma koşullarında sahip olduğu emek gücü metasının reklamını yapma, bu bürolar aracılığı ile sermayenin karşısında görücüye çıkma, iş bulma umuduyla kendi üretim becerilerini ve niteliklerini sürekli yenileme, geliştirme ve belgelendirme anlamına gelir. Özel İstihdam Büroları tarafından üstlenilmesi öngörülen ikinci işlev, "iş arayanların yurt içi ve yurt dışında elverişli oldukları işlere yerleştirilmeleri ve çeşitli işler için uygun işçiler bulunmasına aracılık etmek" olarak tanımlanmakta. Bu işlev sermaye açısından, ilk olarak "emek piyasalarının" esneklik temelinde yeniden düzenlenmesinin sadece zamansal olarak değil mekansal olarak da zorunlu olduğuna işaret eder. "Emek piyasasının" ya da istihdamın esnekleştirilmesi sadece geçici, düzensiz ve güvencesiz çalışmanın yaygınlaştırılması anlamında bir esnekliği değil, emek gücünün ulusal sınırların ötesinde küresel üretim ağları içine çekilmesini ve esnekleştirilmesini öngörür. Bu, kalkınma/refah döneminin iktidar işleyişinde, ulusal sınırlar içindeki nitelikli emek gücünün yurt dışına akması olarak yaşanan


21

"beyin göçü"nden veya geri bıraktırılmış ülkelereden gelişmiş kapitalist ülkelere işçi gönderilmesinden farklıdır. Mekansal esneklik, yalnızca üretimin sabit iki mekanı arasındaki, örneğin Türkiye ve Almanya, bir emek gücü hareketliliğini değil, küresel üretimin çoklu mekanları arasında bir hareketliliği ifade eder. Çok merkezli küresel şirketlerin istediği nitelikte emek gücünün, istenilen süre boyunca istenilen üretim ağlarına içerilmesini sağlayacak bir hareketlilik söz konusudur. Oysa diğer yandan bu esnekliğin, yani emeğin mekansal hareketliliğinin, sadece genel zekayı yakalamış emek gücü için geçerli olduğunu, Avrupa’da göçmenlik yasalarının getirdiği katı düzenlemelerde çarpıcı biçimde görmek mümkündür. Özel İstihdam Bürolarının bu ikinci işlevinin bir diğer anlamı da emeği ulusal ölçekte tahakküm altına almanının politik mekanizması olarak işletilen ulusal sosyal güvenlik sistemlerinin tahrip edilmesinin önünü açmasıdır. Ücretli emekle sermaye arasındaki diyalektik işleyişin sürekliliğini sağlayarak sermaye birikim sürecini güvence altına almayı hedefleyen ulusal sosyal güvenlik sistemleri, ulusal ölçekte sermaye ile ücretli emek arasında bir uzlaşma siyasetinin izlenmesine olanak tanımış ve bu siyaset ekseninde sendikaların ve partilerin temsilciliğinde emeği içermiştir. Ücret, çalışma koşulları, sosyal güvence vb. talepler etrafında yürütülen ekonomik demokratik mücadele, ücretli emeğin "üretkenliği" üzerinden örgütlü bir mücadele olanağı sağlamıştır. Ama küresel sermaye birikim sürecinde küresel üretim ağlarının içine çekilen emek açısından, artık ulusal ölçekte örgütlü mücadele yürütmenin maddi koşulları ortadan kalkmış durumda. İstisnasız her ülkede sendikaların gücünün zayıflamış olması, partilerin ücretli emeğin politik temsiliyetini üstelenmeye prim vermemesi, sosyal güvenlik adına elde edilen kazanımların tahrip edilmesi, ulusal ölçekte ücretli emek siyasetinin çöküşünü ifade eder. Buna yanıt olarak ücretli emeğin küresel ölçekte örgütlü siyasetine ihtiyaç olduğunu iddia etmenin de bir karşılığı yoktur. Bu yöndeki girişimlerin de (örneğin bölgesel ve küresel sendikalaşma girişim-

İstihdam sermayenin sınıflaştırmaya dayalı siyasetinin sürekli yeniden üretimini sağlar

leri gibi) hegemonik bir örgütlü mücadeleye yol açmadığına tanık olduk. Böyle girişimler olsa olsa, sermayenin onca savaş ve şiddet üreten "küresel demokrasi" yalanının içinde reforme edilmeye yazgılıdır. Dolayısıyla, Özel İstihdam Büroları gibi, örneğini diğer pek çok ülkede de görebileceğimiz düzenlemeler, hem "toplu pazarlığa" dayalı ücretli emeğin talep siyasetini ortadan kaldırarak emek maliyetinin yükünü aşağı çekmekte hem de "emek piyasalarının" küresel fabrikanın işletilmesine uygun biçimde örgütlenmesini güvence altına almaktadır. Kısaca, sermaye ücretli emeğin örgütlü gücüyle masaya oturmayı nerede olursa olsun reddetmekte, ama varlığı için kaçınılmaz olarak ihtiyaç duyduğu emek gücünü "bireycilik", "rekabet" ve "verimlilik" temelinde örgütlemektedir.

İstihdam Sermayenin Krizidir Küresel fabrikaya dayalı sermaye birikim sürecinde, emeğin tahakküm altına alınmasını yeniden düzenlemeye yönelik pek çok yasa çıkarılmakta. Bu yasalar ancak, sermayenin 1970’lerde girdiği krizi, emeği tahakküm altına alamamasının krizi olarak okuduğumuzda anlaşılabilir. Sektörel dağılımı ne olursa olsun, emeği ücretli emek biçiminde tahakküm altına alamayan sermaye krizde demektir. İstihdamı salt ekonomik anlamda algılamak, kapitalist toplumsallığın kuruluşunda, öznellikler arasındaki güç ilişkilerini ve çatışmaları göz ardı etmek anlamına gelir. Bu anlamıyla sermayenin istihdam sorunu, kapitalizme içkin ve ücretli emek ilişkisinin devamlılığı üzerinden kapitalist değer üretiminin farklı uğraklarında farklı düzenlemelerle yönetilebilen bir sorun olarak durur. Keynezyen dönemde "tam istihdam" politikaları ile sermayenin emeği tahakküm altına alamamasından kaynaklı krizlerinden biri çözülmüştür. Sermaye bu krizi, emeğin toplumsallığını genişleterek ve içererek, ücretli emeğe/sınıflaştırmaya dayalı kapitalist değer üretme ilişkisini devam ettirecek biçimde yönetmiştir.

Öte yandan istihdam, emeğin değil ücretli emeğin siyaseti açısından bir sorundur. Ücretli emek siyasetinin ana taleplerinden biri genişleyen istihdam olanaklarının yaratılması yönündedir ve bunu talep etmek sermayenin genişleyerek yeniden üretiminin içinde özneleşmek anlamına gelir. İstihdam, emeğin mülksüzleşmesi ve metalaşması anlamında sermayenin sınıflaştırmaya dayalı siyasetinin sürekli yeniden üretimini sağlar. Oysa emeğin siyaseti sınıflaştırmayı değil sınıfsızlaşmayı kuran bir olanaktır. Demek ki üzerinde düşünmemiz gereken şey kendimizi "emek piyasasında" nasıl "pazarlayacağımız" değil, "emek piyasasını" ve "ücret ilişkisini" nasıl parçalayacağımız ve parçalamakla kalmayıp kendi emeğimizi değerli kılabileceğimiz bir toplumsallığı nasıl kuracağımızdır. Ya muhafazakarlaşmaya mahkum bir ücretli emek siyasetinin içinde boş yere debelenip duracağız ya da sermayenin diyalektik işleyişinin dışında kendini değerli kılmanın ve komünalist bir toplumsallığın kurucu gücü olmanın olanaklarını bugünden hayata geçirecek bir emek siyasetinin önünü açacağız. Birincisi için ortodoks Marksizmin bir adım gerisine düşmek yeterli; ikinci yol ise çetin bir yol, çünkü emeğin komünalist bir güç olarak kendini olumlamasının deneyimlerine girmesini ve bu deneyimlere girerken sermayenin "dilinden" kurtularak kendi "dilini" kurmasını gerektiriyor. Marx’tan yola çıkarak, ama onu muhafazakarlaştırarak değil özgürleştirerek. Sermayenin emeksiz hiçbir şey, emeğinse sermayesiz herşey olduğunu hissederek. 1 Özel İstihdam Büroları Yönetmeliği, 19 Şubat 2004 Tarihli Resmi Gazete, Sayı: 25378 2 http://www.tisk.org.tr 3 Özel İstihdam Büroları Yönetmeliği, 19 Şubat 2004 Tarihli Resmi Gazete, Sayı: 25378

Müno


22

Lizbon Anlaşması: Avrupa Birliği’nde krizin sabitlenmesi Kurucu değil de düzenleyici olan Lizbon Anlaşması, Avrupa Birliği’nin içinde bulunduğu krize muhafazakâr bir reform müdahalesi olarak AB’nin evrimindeki yerini aldı

Avrupa Birliği, Avrupa Anayasa Taslağı’nın 2005 yılında Fransa’da ve Hollanda’daki referandumlarla reddedilmesinden beridir sancılı bir sürece girmişti. Bu aslında, Avrupa Birliği’nin kuruluşunda başlangıcından beri saklı olan bir krizin de yeniden açığa çıkmasıydı. Avrupa Anayasa Taslağıyla, 1951 yılında Çelik ve Kömür Topluluğu olarak kurulan ve o tarihten bugüne kadar sürekli olarak genişleyen ve kurumsal derinleşme kazanan Avrupa Birliği’nin, şimdiye kadarki bütün kurucu anlaşmaları tek bir metinde toplanacak ve böylece Avrupa pazarı ve onun küresel pazarla entegrasyonu anayasal bir düzenleme yapısına nihai olarak kavuşmuş olacaktı. Aslında Avrupa Birliği bu hedefi sermayenin doğal eğilimine paralel bir biçimde kuruluşundan beri taşımaktaydı. Ortak bir dış politika ve güvenlik politikasına yapılan atıflar daha o zamandan başlamıştı. 1957 yılında imzalan Roma Anlaşması’yla, çelik ve kömür üretimini ıslah etmekten ziyade kıtadaki emek gücünün istikrarlılaştırılmasına yaramış olan Çelik ve Kömür Topluluğu, Avrupa Ekonomik Topluluğu adını aldı ve pazar entegrasyonu yönünde çok önemli bir adım atılmış oldu. 1992 tarihli Maastricht Anlaşması ise birliğin kıta üzerindeki tüm toplumsal ilişkileri düzenleyen bir güce dönüşme yönündeki iradesini temsil ediyordu. Bu anlaşma, Avrupa Birliği’nin evri-

mi içerisine, pazar entegrasyonunun politik ve askeri bir entegrasyondan ayrılamayacağı ve artık Avrupa ulus-devletlerinin, bileşeni değişen sermayenin akışlarını tek başına belirleyemeyecekleri gerçeğinin iyiden iyiye su yüzüne çıktığı bir momentti. 1999’da Avro’nun kabul edilişi, 2004’teki hızlı genişleme ve Avrupa Birliği’nin kuruluşundan beri sahip olduğu hedefin baskısı yeni bir yapılanmanın gerekliliğinin de şiddetini artırdı. Anayasal Taslak, böyle bir yeniden yapılanmanın zaruri bir koşuluydu. Bu yüzden de bu Anayasanın referandum yoluyla meşruiyet kazanması, Avrupa kıtasının küresel-emperyal oluşumdaki yerinin tayin edilmesi bakımından önemliydi. Avrupa Anayasası, kıtadaki karar alma süreçlerinde, genel politikayı, birliğin içindeki (özellikle hegemonik konumda olan) ulusdevletlerin kendi politikalarıyla koşutluk ilkesi baskısından çıkartmanın ve çok bileşenli ve dinamik yeni bir kuruluş sürecini başlatmanın da ilk adımıydı. Ama olmadı. Avrupa Birliği’nin içindeki öğeler bir anlamda bu "radikalliği" kaldıramadı. Fransa’daki ve Hollanda’daki "hayır" oylarının belirleyici olmasından sonra, anayasal kuruluş askıya alındı. Böylece her kriz uğrağında ortaya çıkan radikal yenilenme ya da krizin etkisini hafifletecek bir biçimde reforma sığınma seçenekleri yine baş gösterdi. Bu sefer, ikincisi lehine. İşte daha

önceki anlaşmaları feshetme yetkisi olmayan (Anayasa’yla bu öngörülüyordu), kurucu değil de düzenleyici olan Lizbon Anlaşması, Avrupa Birliği’nin içinde bulunduğu krize muhafazakâr bir reform müdahalesi olarak AB’nin evrimindeki yerini aldı. Genel olarak bu reformun oturduğu çerçeve, halen, sermayenin küresel akışıyla, buna uygun olarak egemenliğin emperyal düzenlenişine ayak uydurmak zorunda kalan birliğin yapısal krizlerini aşması ve emeğin hareketliliğini kontrol altına alan yasalarını ve kapitalist rekabet koşullarını yeniden düzenlemesi gerekliliğidir. Küresel sermayenin Avrupa uğrağı için, sömürü mekanizmalarının yeniden tanımlanmasıdır. Fakat Lizbon Anlaşması’yla birlikte bu gereklilik çok muhafazakâr bir biçimde yorumlanmış

Lizbon Anlaşmasının dış ilişkiler açılımı, siyasallığın etkinleştirilmesi temelinden kopup, militer ve tek yanlı bir tanıma doğru kaymıştır


23

ve Anayasa Taslağı’nda yer alan çoğu maddenin Lizbon Anlaşması’nda korunmasına rağmen, birlik içindeki bazı ulus-devletlerin manevra yapabilmelerinin önü yeniden açılmıştır. Ayrıca bu reform anlaşması, çıkabilecek tepkilerin önünü kesmek için doğrudan halkoylamasına sunulmayıp (İrlanda hariç) sadece ulusal parlamentolardan geçirileceği için de, belli bir meşruiyet sorunuyla karşı karşıyadır. Sonuçta, Avrupa Birliği’nin geleceğine, sürekli oluşturulmaya çalışılan Avrupa kıtasının vatandaşları değil, ulusal çıkarları temsil eden ulusal parlamentolar karar vermiş olacaktır. Bayrak ve marş gibi birliği temsil eden sembolik öğelerden bu anlaşmada bahsedilmemesi de, Avrupa Birliği’nin Avrupa kıtasının bütününün politik birliği olma, Avrupa kıtasını kapsayan politik bir alan oluşturma hedefinin, krizin etkisi altında güdükleşip yeniden süper ulus devletler birliği haline dönüşmesi anlamında yorumlanabilir. Bu yüzden de, Avro madeni paralarını tasarlayan Eurogroup’un son para dizaynında, paranın yüzünde yer alan Avrupa haritasından Türkiye’nin çıkartılmasını Les Echos’a yazdıkları bir yazıyla ifşa eden Avrupa Parlamentosu vekilleri "Avrupa’da karar politikaları kapalı bir biçimde yürütülmekte, Avrupa bir vatan olarak algılanmayıp, Avrupa vatanları düşüncesine geri dönülmekte" derken son derece haklı bir tespit yapmaktadırlar.1 Bir anlamda Lizbon Anlaşma’sıyla birlikte, AB liberal-demokratik bir zeminde (ulusal aidiyetten öte bir bütün olarak Avrupa vatandaşlarının doğrudan katılımı zemininde) federalist bir yapıya dönüşme projesini askıya alarak, yeniden ulusal

Dış ilişkilerdeki karar alımları süreçlerinin tekleştirilmesi, süper ulus-devlet olarak AB projesini anımsatır. Dış politika, güvenlik konseptiyle özdeşleştirilmekte, bu da AB’nin içine girdiği askerileşme eğilimine işaret etmektedir egemenlerin şerhlerini dikkate almak zorunluluğuyla sınırlanan dar bir perspektife sığınmıştır. Bu durum AB’nin küresel-emperyal oluşuma katılıp katılmaması sorunu değil, daha ziyade bu katılımın biçimiyle ilgili bir sorundur. AB’nin küresel egemenliğe hangi zihniyetle katılacağıyla ilgili bir sorundur. Lizbon Anlaşması’nda, bir anlamda bazılarının dediği gibi bir hükümet darbesi, AB içindeki aristokrat elit kesimi oluşturan devletlerin referandum riskinden kaçınmak için yaptığı bir manevra söz konusudur. Bu anlaşmayla birlikte bazı üyelerin, birliğin ortak politikası içinde sayılması gereken bazı maddelerden muafiyetlerinin onanması, bu manevraların yapılabileceği boş olanların varlığına delildir. Danimarka, İrlanda ve İngiltere adalet ve içişleri konularında muafiyet isteyebilmiş, hatta İngiltere, Avrupa’nın o çok zikredilen sosyal boyutunu hiçe sayarak, Temel Haklar Sözleşmesi’ne imza atmamıştır.

Lizbon Anlaşması Avrupa patronları ve yöneticilerinin iki "baş belası", göçmenler ve muhalif göstericilere karşı da bir önem paketi niteliğindedir

Lizbon Anlaşması Ne Getiriyor? Tüm bunları akılda tutarak, Lizbon Anlaşması’nın en önemli başlığına bakalım. Bu anlaşmanın en önemli işlevi AB’nin en krizli yanını oluşturan dış ilişkileri düzenlemektir. Buradaki konsept ise güvenliktir. Anlaşmanın dış ilişkiler açılımı, siyasallığın etkinleştirilmesi temelinden kopup, militer ve tek yanlı bir tanıma doğru kaymıştır. Getirilen en önemli yenilik olan sürekli başkanlık sistemine geçilmesi de bu çerçeve içinde yorumlanmalıdır. Karar alma süreçlerini tekleştirmenin bir stratejisidir bu. Fakat bu noktaya geçmeden önce bir parantez açıp AB’nin kurumsal işleyişini hatırlayalım. AB’nin kurumsal işleyişi bileşik bir yapıya sahiptir: Avrupa Konseyi, Avrupa Bakanlar Konseyi, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu ve Adalet Divanı. Bu yapı aslında bir devletin yasama-yürütme-yargı organlarına benzetilebilirse de, Avrupa Komisyonu kurumu ve Bakanlar Konseyi’nin tabi olduğu yetki paylaşımı böyle bir analojiye pek uymaz. Bu beşli yapının altında ise birçok alt komite vardır. Bu kurumların en üstünde, devlet başkanlarınca temsil edilen ve yıl içinde dört kez toplanan Avrupa Konseyi yer alır. AB’nin genel politikası burada belirlenir. Yasama yetkileri, Bakanlar Konseyi ve Avrupa Parlamentosu arasında paylaşılmıştır. Bakanlar Konseyi’ndeki çeşitli mevkiler üye devletlerin bakanlarınca temsil edilir. Bu kurumlar içersinde vatandaşları temsil eden kurum ise AB’nin taban organı olan Avrupa Parlamentosu’dur. Buradaki vekiller beş yıllığına halk oylamasıyla seçilirler. Fakat ilginç bir şekilde Avrupa’nın genel çıkarını parlamento değil de Avrupa Komisyonu temsil eder. Bu komisyon yasama organlarına direktifler ve düzenlemeler getirir, üye ülkelerin anlaşmalara uyup uymadığını denetler ve ortak politikaların sorumluluğunu üstlenir. Lizbon Anlaşması’yla birlikte bu kurumların


24

hepsine bazı yenilikler getirilmiştir. Bu yeniliklerin en önemlisi, daha önce de bahsettiğimiz gibi Avrupa Konseyi’nde sürekli başkanlık sistemine geçilmesidir. Daha önce her bir üye devlet altı aylık rotasyonla bu başkanlığı üstlenirken, genişlemenin karar almayı zorlaştırdığına kanaat getiren Avrupa Konseyi sürekli başkanlık sistemine geçmeyi uygun görmüştür. Rotasyon sisteminden vazgeçilerek iki buçuk yıllığına ve bir kez yeniden seçilme opsiyonuyla başkanı seçme yetkisi Avrupa Konseyi’ne verilmiştir. Bu başkan, Avrupa Birliği’ni dışarıda tek başına temsil ederek AB’ye "bir ses ve bir yüz"2 kazandıracaktır. Önceden daha çok iç işleyişte işlevsel olan ve yasal bir statüsü olmayan başkanlık mevkii, bu sayede AB’nin uluslararası arenada tek ses olarak konuşabilmesinin güvencesi haline gelecektir. Başkana Lizbon Anlaşması’yla sağlanan yasal statü sayesinde AB kendi adına anlaşma imzalayabilecek, uluslar arası müzakerelere katılabilecek ve uluslararası başka bir organizasyonun parçası olabilecektir. Bir diğer önemli yenilik ise, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Yüksek Temsilciliği’dir. Bu konum da, yeni başkanlık sistemiyle paralel bir biçimde dış ilişkilerde AB’nin nasıl temsil edileceği sorusuyla ilişkilidir. Buradaki amaç ise AB’nin dış faaliyetlerine tutarlılık ve birlik kazandırmak olarak duyurulmuştur. Dış İlişkiler ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi aynı zamanda Avrupa Komisyonu’nun ikinci başkanı olacak ve Bakanlar Konseyi’nde Dış İlişkiler Konseyi’ni yönetecektir. Bu iki yeni pozisyon, yani sürekli başkanlık sistemine geçiş ve Yüksek Temsilci atanması, AB’nin siyasal kararlarında tek yanlılığa geçiş anlamına gelmektedir. Dış ilişkilerdeki karar alımları süreçlerinin tekleştirilmesi, süper ulus-devlet olarak AB projesini anımsatır. Ayrıca dış politika, güvenlik konseptiyle özdeşleştirilmekte, bu da AB’nin içine girdiği askerileşme eğilimine işaret etmektedir. AB başkanının AB’nin sesi ve yüzü olması meta-

Europol, protestoculara karşı kolluk şiddetini ortaklaştırabilecek ve böylece bir protestoyu bastırma ya da kontrol altına almada, kıtada ülkeden ülkeye değişebilen yasal boşluklar defedilmiş olacaktır foru da, ulus-devlet modelini çağrıştırır. Her ne kadar Lizbon Anlaşması’nda parlamentonun yasama, bütçe ve politik denetim başlıklarında gücünü artırmaya atıflar yapılsa ve vatandaşlar, sivil toplum örgütleri ve birliğin kurumları arasındaki diyalogun geliştirilmesinden dem vurulsa da, bu iki yeni pozisyon AB’nin çoğulcu iradeyi karar alma süreçlerine yansıtmaya pek niyetinin olmadığının delilidir. Son tahlilde parlamento kurucu bir irade olmaktan ziyade, dengeleyici bir işleve sahip olacaktır. "Demokratik açılımlar" hep başkanlık mevkiine (Komisyon Başkanı) atıfla düzenlenecektir. Bunun dışında Lizbon Anlaşması, Avrupa patronları ve yöneticilerinin iki "baş belası", göçmenler ve muhalif göstericilere karşı da bir önem paketi niteliğindedir. Küreselleşme karşıtı hareketlerin 2001’de Cenova’daki G-8 zirvesine karşı yaptığı protestolardan ürkmüş olan devlet başkanlarının daha o zamanki isteğine uygun biçimde Avrupa Polis Gücü’nün oluşturulması anlamına gelen Europol’ün3 misyonu, anlaşmada şöyle tanımlanır: "Europol’ün işlevi üye devletlerin polis otoritelerini ve diğer hukuki yaptırım servislerini destekleyip güçlendirmek ve iki ya da daha

fazla üye devleti etkileyen ciddi suçları, terörizmi ve birlik politikasınca belirlenen ortak çıkarı etkileyen her türlü suç türünü önlemek ve bunlara karşı mücadele etmek üzere karşılıklı işbirliğine girmektir."4 Aynı zamanda Eurojust’la5 birlikte, Avrupa genelinde işlerliği olan bir savcılık birimi oluşturulması öngörülmektedir. Şimdilik bunun işlevinin ulusal savcılıklarla koordinasyon olduğu söylense de, bu birimin ilerde Avrupa’da halen ulusal mahkemelerin elinde olan yargı sürecini başlatma sorumluluğuna sahip olacak bağımsızlığa kavuşacağı aşikârdır. Europol ve Eurojust, AB’nin güvenlik politikalarının iki ayağıdır ve burada tehlikeli olan şey "ortak çıkara karşı" gibi muğlak bir kavramla suç tanımının genişletilmesidir. Europol, yani henüz embriyo biçimindeki Avrupa Bileşik Polis Gücü protestoculara karşı kolluk şiddetini ortaklaştırabilecek ve böylece bir protestoyu bastırma ya da kontrol altına almada, kıtada ülkeden ülkeye değişebilen yasal boşluklar defedilmiş olacaktır. Böylelikle, kıtadaki malum toplantılara karşı yapılan küreselleşme karşıtı eylemlerin de, ola ki elitlerin canını çok sıkarsa, AB’nin ortak çıkarına karşı örgütlü suç kategorisine sokulmasının önü açılmıştır. Tabi tablo göçmenler için de bir o kadar iç karartıcıdır. Birlik içindeki iç sınırların kaldırılışı, dış sınırlardaki kontrolü mutlaklaştırmak anlamına gelir. Bu kontrollerin en büyük gözetim nesnesi de, elbette ki kaçak göçmenler olacaktır. Kıtada bu yönde başlatılan cadı avı, Lizbon Anlaşması’nda ilk ayağı atılan ortak göçmen politikası yönündeki iradeyle daha da vahşileşecek gibi duruyor. Bu tabi ki birliğin emeğin hareketliliğini düzenleme hedefinden bağımsız bir uygulama değil. Göçmen kitlelerinin içindeki nitelikli emeği bir güzel mideye indirip niteliksiz emeği de geri kusmak, Sarkozy salağının başkanlık hedefim dediği Avrupa çapında ortak bir göçmen politikası kurmanın da özünü oluşturuyor. Son olarak, Lizbon Anlaşması’nda ortak savunma politikası geliştirilmesi ve birliğin silahlanma alanındaki sanayi ve ticari etkinliklerini genişletmeye yapılan atıfları hatırlamak lazım. Avrupa çapında bir güvenlik konseptinin oluşturulması, daha önce de belirttiğimiz gibi, Lizbon Anlaşması’na can veren en önemli başlıklardan biridir – hatta en önemlisidir. Bu, ister sözcüğün en radikal anlamında isterse en liberal anlamında olsun siyasallığın, siyasal olanın daralması, AB’nin siyasal bir alan olarak kuruluşu projesinin tıkanmasıdır. ( Katılımcı demokrasi hülyaları adına AB’den medet umanlar acaba anlaşmanın bu askeri tonu üzerine ne düşünmekteler?) NATO’nun uzun süredir içinde


25

bulunduğu krizi düşündüğümüzde, bu anlaşmada kurulması ve geliştirilmesi öngörülen ortak savunma yapılarından, birliğin çok şey umacağı aşikârdır.

Avrupa Birliği Vatandaşlarını Arıyor Kurulan yeni başkanlık sisteminden söz ettik. Polis ve ordu güçlerinin oluşturulmasından söz ettik. Geriye asıl mesele kaldı: Vatandaşlar. Avrupa Birliği’nin vatandaşları. Fakat bu asıl meseleden en son bahsetmemiz de zaten Lizbon Anlaşması’nın ruhuna uyan bir durum. Her ne kadar bu anlaşmaya biçilen amaçlardan birisi; AB kurumları ile kıtadaki vatandaşlar arasındaki yabancılaşmayı ve kopukluğu giderme olsa da -ki bunun AB elitleri tarafından belli bir ölçüde kabul edilmesi bile büyük bir şey-, referandumu defetme manevrasındaki tepeden inmeci yaklaşım, daha baştan kendisini ele vermektedir. "Madem vatandaşlar AB’yi krize sokuyor, biz de onları kandırırız" mantığıyla, Anayasa Taslağındaki birçok hüküm allanıp pullanıp dili daha da hukukileştirilerek parlamentolara havale edilmiştir. Devlet zihniyeti olaya hep şöyle bakar: Önce kurumlarımızı dikelim, yükseltelim; ordumuzu, polisimizi, savcımızı görevlendirelim sonra nasılsa bir yerlerden vatandaşları bulup bunların altına yerleştiririz. Tıpkı on yedinci yüzyılda, ulusdevletin, monarşinin kanatları altında büyüyüp serpilmesi, devlet egemenliği otoritesinin sağlamlaşmasından sonra da halk kavramının icat edilmesi gibi, şimdi de AB kurumlarının sağlamlaştırılmasından sonra bunlara uygun

Avrupa Birliği içindeki iç sınırların kaldırılışı, dış sınırlardaki kontrolü mutlaklaştırmak anlamına gelir. Bu kontrollerin en büyük gözetim nesnesi de, elbette ki kaçak göçmenler olacaktır

vatandaş nosyonunun yaratılması hedefleniyor. Bu yeni reform anlaşması da işte bu türden bir zihniyetin uzantısıdır. Ama işin özü böyle değilmiş gibi, "Avrupa Birliği’nin demokratik yaşantısına vatandaş katılımı" denince akan sular durur. Bu başlığın altı iki koldan doldurulmaya çalışılıyor. Birincisi vatandaş inisiyatifi hakkı, ikincisi ise bilgi edinme hakkıyla da bağlantılı bir biçimde Avrupa Konseyi’ndeki oylamaların ve görüşmelerin açık bir şekilde yapılması, medyanın burada geçen tartışmalarla ilgili vatandaşları bilgilendirme hakkının tanınması. Vatandaş inisiyatifi başlığı, birlik içindeki farklı ülkelerden en az bir milyon imza toplanırsa komisyonun görüşmesi için yasa taslağı önerebilmeyi kapsıyor. Tabi buna hemen burun kıvırmamak lazım. Bizim gibi, devletin bekası derinliklerinden liberal demokrasinin sığ yüzeylerine bile çıkamamış ülkeler, toplanan imzaların çöp kutularından çıktığı ülkeler, sivil toplum kuruluşlarından TÜSİAD, MÜSİAD ve Ticaret Odaları türü patron ocaklarından başka bir şeyin anlaşılmadığı ülkeler için, bu uygulama oldukça lüks kaçardı herhalde. Öte yandan liberal demokrasinin işlemediği bir ülkede yaşıyor olsak da şunu hemen söylemeliyiz: Vatandaşlığın potansiyelini, kuruculuktan imza toplayıcılığa indirgeyen yeni öneri aynı zamanda temsili ve hatta katılımcı demokrasinin güdüklüğünü de hemen gösterir. Şeffaflık ilkesi ise tam bir rezalettir. Biz sizler adına kararlar alıyoruz, siz de gelin bizi izleyin demek, küstahlığın ve şarlatanlığın daniskası değilse nedir?

Evet; Lizbon Anlaşması AB’nin evrimi içindeki yerini aldı, AB de küresel-emperyal oluşum içersindeki yerini alıyor. Bu oluşum içinde nasıl bir imajla yer alacağına dair kafa karışıklığı yaşayan AB’nin yürüyeceği yol da az çok belli olmuş gibi: Askeri yönden etkinleştirilmiş, pazar gelişkinliği artırılmış ve emeğin artan hareketliliği üzerine el koyan bir Avrupa. Kayıp halk bulunur mu bilinmez, her koşulda birlik elitleri bu anlaşmanın uygulamaya geçmesiyle bayağı rahatlayacaktır herhalde. Bütün bunlar karşısında ne diyelim; devletler gelir, devletler gider ama bir gün kıtadaki çokluk gerçekten sınırsız bir Avrupa’yı, gerçekten sınırsız bir dünyayla birleştirir, gerçek bir Avrupa vatandaşlığını gerçek bir dünya vatandaşlığı (hatta galaksi vatandaşlığı) içinde eritir. Yaşasın dünya vatandaşlığı demek, bugün yeniden yapılandırılan iç ve dış sınırlara karşı durma cüretini üstlenmenin en gerçekçi ve acil söylemidir. 1 "Türkiye Madeni Avro’dan Silinince", Radikal Gazetesi, Yorum bölümü, 18 Ocak 2008 2 "Understanding Lisbon Treaty", sheet 2, www. robert-schuman.eu 3 Avrupa (europe) ve polis (police) sözcüklerinin kısaltmasından geliyor 4 Lizbon Anlaşması, madde 69 G, www.assembleenationale.fr 5 Avrupa (europe) ve adalet (justice) sözcüklerinin kısaltmasından geliyor

Eylemcan




28

Poliarşi ve hikmet-i hükümet mirası Savaş, bölge özelinde devletlerin ve sermayenin devindirici kudreti olmaya devam ediyor

"Bu bölgede egemen gücü belirleyen oy sandığı değil silahlardır. Bu yüzden İsrail üstün askeri gücünü korumalı ve güce dayalı bir barış tesis etmelidir."1 Türkiye’de 22 Temmuz seçimleri sonrası atmosfere baktığımızda Moşe Aren’in bu sözlerinin en çok Türkiye’deki hikmet-i hükümetin niyetlerini ifade ettiğini görüyoruz. Savaş bölge özelinde devletlerin ve sermayenin devindirici kudreti olmaya devam ediyor. İkinci Cumhuriyet’in poliarşik idarecileri küresel güç ilişkileri gereğince, sandıktan aldıkları moral gücü politik güce dönüştürüyor. Dillerin dili olduğunu, ikiliklerin ötesinde göstergelerin sonsuzluğu çözümlemesini yapısalcılık sonrası düşünürlere borçluyuz.

Bugün kullandığımız "Ortadoğu" terimi ilk olarak Amerikalı deniz subayı ve tarihçi Alfred Thayer Mahan’ın Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi tanımlamak için icat ediliyordu. Bugün Irak dediğimiz bölge bin yılların Mezopotamya’sıydı. Dilin toplumsal, politik ve tarihsel boyutları dikkate alındığında hiç kuşkusuz sonsuz sayıda örnek verilebilir. Bu aynı zamanda coğrafya bilgilerimizi de sürekli sorgulamamızı beraberinde getirir.2 19. yüzyılın sonlarında "otlaklık" olarak anılan topraklar şimdilerde "zenginlik" abidesi olarak iştahları kabartıyor. Çitleme, sınırlar çekme, kategorileştirme ve ölçme, sermaye devletin tözü olmuştur. Savaşlar etnik köken odaklı bir coğrafi tanım çerçevesinde ulusdevletlerin hayaletleriyle sürdürüle dursun,

Savaşlar etnik köken odaklı bir coğrafi tanım çerçevesinde ulus-devletlerin hayaletleriyle sürdürülüyor

yeryüzünün yersiz-yurtsuzları, dünyanın yerlileri kendi dilini bulmanın, kuruculuğun sancılarını çekiyor. Son yirmi yılda yeniden gündemleşen Musul bölgesi de aynı kaderi yaşıyor. İki baharın birlikte yaşadığı kent olarak ünlenen Musul’a "Cennet (Al-Faiha), Yeşil (Al-Khadra), Kuzey’in İncisi, Tanrı’nın Kenti, Kavşak vb. çeşitli adlar atfedilmiş. Şimdilerde etnik kökenler üzerinden konuşturulan bölgede devletlerin, orduların varlık nedeni yakın zamanda sorgulanacakmış gibi gözükmüyor. Bölgesel çatışmaların fikir babası olarak bildiğimiz Henry Kissinger’ın "Irak savaşının muhtemel sonucu geniş özerk birimlerden oluşan zayıf bir konfederasyondur." değerlendirmeleri bunu doğrular niteliktedir.3 Bölgede bugün yaşanan "kriz", yirminci yüzyılın başında bölge egemenleri tarafından sürüncemeye bırakılmış ve ertelenmiş sınırların yeniden paylaşımı meselesidir. Bugünkü Bölgesel Kürt Yönetimi özelinde gelişen Kürt hareketi I. Dünya Savaşı öncesi Arap kavmi ve ulusçuluğunun tıpatıp aynısıdır. Benzerlikleri şöyle sıralamak mümkündür: Birincisi, Arap milliyetçiliği Osmanlı yönetimine daha çok katılım ve özerklik istemekteydi. İkincisi, 1950’lere kadar daha çok dini esaslara dayalı şeyhlerin politikası güdülüyordu. Üçüncüsü, İngiliz ve daha sonra ABD politikalarına eklemlenmişlerdi. Dördüncüsü, her ne kadar Arapların yönetim aklı olmadığı gerekçesiyle siyonizme daha fazla bel bağlanmışsa da, İngiliz ve ABD siyaseti temelde Arap ve Siyonist idealler arasında ortaklık görüyordu.


29

Eski Osmanlı vilayetlerinin birer devlet olmasında İngilizlerden sonra en büyük destek milliyetçi siyonizmden geliyordu. Musul bölgesi odaklı Kürt siyasetinin bölgenin eski ve yeni egemenlikleriyle ortaklıkları bunlardır ve Türkiye’nin "bölünme" travmalarının gerçekliği buralarda yatmaktadır. Bölge devletlerinden Türkiye’nin halen tartışmalar yaratan Misak-ı Milli sınırları tartışmasında Kürtlerle ilişkisine aşağıda değineceğiz ancak ulusçuluk üzerinden bölgede izlenen siyaseti hatırlatmak açısından, tarihe dönüp baktığımızda İngilizler ve Fransızlar hiçbir zaman birleşik bir Arabistan istememişlerdir ve bugün Kürtler için de bu geçerli olacaktır. Musul bölgesi tıpkı Lübnan gibi bir mücadele sahası haline getirilmektedir. Bölge egemenleri, savaşlarını bu alan üzerinden verirken, Suriye gibi devletler de bu alanda hizaya getiriliyor.

Egemenlerin iktidar kimliği olan uluslardan sıyrılıp ne zaman yerliliğimizi yaşamaya başlayacağız?

Eski Osmanlı vilayetlerinin bölge egemenlerince adeta cetvelle paylaşılması ve ufak tefek ulus-devletlere dönüştürülmesi temel bir politikaydı. Daha sonra gelişen Arap milliyetçi hareketleri ise bölge egemenlerinin güç ve kimlik kazanma süreci, Birinci Paylaşım Savaşı öncesi kendi güçsüzlüklerini telafi etme ve yönetenlerin kendi güvenlerini kazanma pratiklerinden başka bir şey değildi. Bütün bu veriler ışığında 1950 öncesi Arap milliyetçiliğine "ilkel", 1950 sonrası ve bugün Irak’ta somutlanan direnişe "modern" mi diyeceğiz? Ulus ve ulus-devlet temelli mücadele biçimlerinin bölgeye verdiği zararlar ortadadır. Evet, belki bu yazıyı direnişin içinden yazmıyoruz, belki de büyük haksızlıklar ediyoruz. Irak’taki direniş, insanların onurlu duruşu bakidir. Ancak bu siyaset, dünyanın yerlilerini açığa çıkarmak yerine bölge ulusçuluklarını beslediği için kuruculuğu yoktur. Bu söylediklerimiz bir umutsuzluğu çağrıştırmaz. Küresel savaş karşıtı hareketin bu kuruculukta gösterdiği zaaflar, eksiklikler elbette sayısızdır fakat biz Türkiyeli devrimcilerin bölgeye ve ulusalcılığa bakış tarzımız da bir o kadar çelişkilidir. Lenin, kapitalizmin emperyalist aşamasının savaşlarla birlikte devrimci müdahaleyi kaçınılmaz kıldığına işaret ederken, Alman devriminin yarattığı hayal kırıklığıyla birlikte yüzünü doğuya, ulusal mücadelelere dönmüştü. İçerisi ve dışarısı ayrımının ortadan kalktığı imparatorluk aşamasıyla birlikte emperyalizmin artık bir dış olgu olmaktan çıkması, devrimci iradeyi nerede örgütleyeceğimiz sorusunu bir kere daha önümüze koyuyor. Lenin Birinci Dünya Savaşı arifesinde tam bir savaş karşıtıydı. Avrupalı devrimcilerin birer birer "anayurdu savunma" esprisiyle devlet siyasetlerine eklemlendikleri bir noktada, Lenin, ısrarla "iç savaş"ı geliştirme üzerine odaklanıyordu. Lenin’in devrimci bir politik manevra olarak izlediği, çubuğu "ulusal hareketlere" bükme siyaseti daha sonra devlet siyaseti haline geldi. Bugün halen bu devlet siyasetinin bölgede ve zihinlerde yarattığı yanlışların bedelleri ödeniyor. Bölgede İsrail’in kuruluşunun dolaylı ve daha sonra açıktan desteklenmesi, Arap iktidarıyla fazla sürtüşme istemeyen uydu Komünist partiler ve "Ulusal Cephe" politikaları, Kürtlere ve Filistinlilere en az İngiltere ve ABD kadar çıkarcı yaklaşımlar vb. bir dizi devlet siyaseti sıralanabilir. Devrimci hareketin bütünlüklü siyaset anlayışı daha ne kadar ulusalcı söylemlere yaslanacak? Geliştirilen emperyal savaşa ister ulus-devlet ister bölgesel çözümler üzerinden bakılsın, daha ne kadar havanda su dövüp "tabandan, ilerici, sınıfsal" bir ulusalcılıkla

IV. Bunalım Dönemi’nin temel motifi, emperyal faşizmle birlikte savaş, korku yaratmak için vardır

komün hayalleri kurabiliriz? Egemenlerin iktidar kimliği olan uluslardan sıyrılıp ne zaman yerliliğimizi yaşamaya başlayacağız? Konumuza geri dönecek olursak, Irak’taki anti-Amerikan çizginin bir yanının bölge egemenlerinin hesaplaşması olduğunu unutmamak gerekir. "Önce dışarıdakiler temizlenecek sonra içeridekiler" veya tam tersi söylemlerle siyaset güdenler trajikomiktir. III. Bunalım Dönemi’nde korkudan ötürü savaşlar açılırdı. IV. Bunalım Dönemi’nin temel motifi, emperyal faşizmle birlikte savaş, korku yaratmak için vardır. Irak’ta ve dünyanın birçok yerinde yürütülen düşük yoğunluklu savaşlar, korku yaratmak içindir. Artık düşman ulus-devletlerin birbirlerine karşı bir savaşı söz konusu değildir. Düşman çokluktur. Düşmanları biziz. Bu noktada, son yirmi yıl bir yana, resmi tarih boyunca Kürtlerin hiçbir zaman Araplar kadar eleştiri konusu olmamasının nedenlerini sorgulamak durumundayız. Kemalist kadrolar bölgeye ve bölge insanına hep Oryantalist bakış açısıyla baktı. Son yirmi yılda ırkçılık boyutlarına varan ancak daha çok kültü-


30

"Ilımlı İslam" modeli 19. ve 20. yüzyılda tamamlanmayan İslamın modernleştirilme ve Protestanlaştırılma girişiminin bir parçasıdır rel milliyetçilikle beslenen bakış açısında, Kürtleri kaybetmeme ve yurttaşlık temelinde bir arada yaşama, temel belirleyiciydi. Bu konuda özellikle Sünni-Kürtlerin dikkate alındığını vurgulamakta fayda var. Abdülhamit "Kürtlerin babası" unvanını alırken bölgedeki şeyh ve ağalarla Sünnilik temelinde bir birliktelik kuruyordu. Şeyh Sait isyanından sonra bile sürülen bazı ağa ve şeyhler tekrardan bölgeye geri getirilirken Dersim yöresindeki sürgünlerin bir daha geri dönememesi manidardır.4 Birinci Cumhuriyet sürecinde ancak kamu yönetiminde etnik kimliğin yadsınması ve Türklüğün kabulü temelinde siyaset olanağı mümkündü. Hikmet Çetin buna bir örnekti. Bugün İkinci Cumhuriyet süreciyle birlikte Kürtlere de etnik kökenleri yadsınmadan pasif yurttaşlıktan aktif yurttaşlığa, temsili siyaset yolunun açıldığını görüyoruz. Artık Dengir Mir M. Fırat temsili örneğimizdir. Ancak dini temelde yürütülen ortak politika tamamen açıklayıcı değildir. Zira Sünni Arapların çok önemli bir kısmıyla bu ortaklık kurulamamıştı. İTC liderlerinden Cemal Paşa yanına Kürtleri de alıp bölgeye sefere çıktığında Arap şeyhlerinin işbirlikçiliğiyle karşılaşıyor ve şu sözleri sarf ediyordu: "Bu bir kavmiyet meselesi değildir, bu hıyanet meselesidir." O halde ortaklığın diğer önemli ayağı neye dayanıyordu? Kürt egemenleri Abdülhamid döneminde "Hamidiye Alayları" yoluyla Ermeni nüfusun mal varlıklarına el koymuştu. İkinci kez, 1915’de, Enver Paşa’nın yanında Ermenilere karşı savaşırken "Müslüman halka saldırı" söyleminin arkasında bu ekonomik çıkarların da olduğunu unutmamak gerekir.5 Politik söylemde "Ermeniler Müslüman halkın ırzına göz dikmiş Hıristiyanlar" olarak lanse edilirken asıl olarak Kürt seçkinlerinin İstanbul seçkinleriyle ortak çıkar birliği dillendiriliyordu. Kürt seçkinlerinin süreklilik ve kopuş ilişkisi içerisinde Birinci Cumhuriyetle tarihsel bağları bu temeldedir.6 Dolayısıyla Musul politikasında AKP, Abdülhamit siyasetinin takipçisidir. Bir yandan Nakşi bağlantıları devreye sokan bir yoldan yüksek Kürt siyasetinin aktörleriyle,

özellikle Musul bölgesindeki Kürtlerle, ilişkileri onarmaya yönelmektedir. Diğer yandan bölge Kürtlerinin Abdülhamit misali "Kürtlerin babası" olmaya soyunmaktadır. Bütün bunları bir araya getirince Erdoğan’ın politikası devlet aklının temkinliliğiyle örtüşmektedir.7 AKP’nin sınır ötesi operasyon tartışmalarında aldığı pozisyon 1923 sonrası Musul politikasında Birinci Cumhuriyetin çizgisine aykırı değildir. Türkiye böylece ikinci defa Musul’dan vazgeçtiğini dünyaya deklare etmiştir. Bunlardan birincisi, 1923’de Revanduz’a atanan Türk kaymakamın İngiliz baskısı sonucunda geri çekilmesiydi. Bu olay sonrası Musul İngilizlerin de onayıyla Irak’a veriliyordu.8 İkincisi ise Erdoğan’ın 8 askerin kaçırılması sonrasında İngiltere ziyaretidir. Erdoğan’ın 1920’li yıllardan bu yana sorunun ilk elden

Bakü-Ceyhan hattının faaliyete geçmesi vb. adımlarla ABD şirketleri bölgesel yatırımlarda bulunmaya başlamıştır

muhatabı ve tarafı olan İngiltere’de "kendi sınırlarımızı korumaktan başka bir niyetimiz yok" açıklaması anlamlıdır. Bu hem Türk egemenlerinin Enver Paşa’yı tamamen toprağa gömdüğünün (böylece Osmanlı "varisliği"nden soyunduğunun) hem de emperyal görevlerin üstlenildiğinin ifadesidir. Erdoğan, Özal’ın bölgeye yönelik "bir koyup üç alma" stratejisinden kaçınılmaz olarak kopmuştur. Hikmet-i hükümet M. Kemal’in "Musul’u aldıktan sonra bir savaş cephesi açmış olacağız" şeklindeki temkinliliğini devam ettirecek ve karşılığında kendisine verilen taahhütlerin yerine getirilmesini bir kere daha garanti altına almak istemiştir. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi, Musul meselesi Kemalist kadroların Batı egemenleriyle "ikili görüşmeler"in sonucunda çözümlenmiştir. 1923 sonrası bölgenin İngiliz emperyalizmi kontrolünde Irak Krallığı’na devri aynı zamanda İngiliz-Türk politik-ekonomik ilişkilerinin yeniden kuruluş aşamasıydı. Benzer yönde değişiklikler Türkiye’de 28 Şubat sonrası yaşanmıştır. Türkiye öncelikle İsrail ile yapılan serbest ticaret antlaşmalarıyla ihracat oranını %59 arttırmış, akabinde dönemin ABD büyükelçisi Mark Parris’in "fırsatlar anı" olarak tanımladığı PKK’nin bölgeden tasfiyesi, anayasal değişiklikler, Bakü-Ceyhan hattının faaliyete geçmesi vb. adımlarla ABD şirketleri bölgesel yatırımlarda bulunmaya başlamıştır.9 Yumurtalık bölgesinin özel statü kazanmasıyla birlikte Türk-


31

Ulus-devletlerin yaşaması artık imparatorluğun emperyal müdahaleleriyle, piyasa kurallarına eklemlenmiş poliarşilerle mümkündür

İsrail mallarına, Ortadoğu ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde yeni pazarlar açılıyordu. Artık dini ve ekonomik çıkarlar temelinde yeniden bir tanıma ilişkisi kurulmaktadır. Pan-islamizm Osmanlı yönetenlerinin çaresizliğinin ürünüydü. Ve hiç kuşkusuz Almanya teşvikine karşın kapitalist sistemin bütününü kesen bir paradigma değildi. Bugün ise "ılımlı İslam" modeli 19. ve 20. yüzyılda tamamlanmayan İslamın modernleştirilme ve Protestanlaştırılma girişiminin bir parçasıdır. 20. yüzyılda egemenler katında yaşanan bu süreç 21. yüzyılda biyoiktidarlaştırılmaktadır.

Kıbrıs, Musul, Ortadoğu Bu noktada tarihsel özgüllükleri bakımından farklılıklar arz etse de ve her ne kadar akılsal düzlemde özdeşlikler kurmak sakıncalı olsa da Kıbrıs, Musul sorunları arasında koşutluklar kurmak mümkün görünüyor. Kıbrıs ve Musul bölgesinin, 19. yüzyıl emperyal devletlerinden İngiltere’nin rezerv devleti olarak tasarlandığı rahatlıkla söylenebilir. Kıbrıs ve Musul örneklerinde Türk seçkinlerinin geriye kalan topraklarının güvence altına alınması karşılığında buraları açıktan "hibe" etmesi söz konusudur. Her ikisi de Ortadoğu’daki gelişmelerin her daim odağında bulunmasına rağmen, taksim politikalarının tartışması içersinde ulus-devlet merkezli ele alındı. 19. yüzyılın sonlarında İngiltere’nin Kıbrıs ve Mısır’ı fiilen yönetmesiyle birlikte Ortadoğu’da söz sahibi olmaya başladığını görüyoruz. Bu yolla Körfez kıyısındaki şeyh-

lerle de yeni bir egemenlik ilişkisinin başlangıcı kuruluyordu. Türkiye, sınır ötesi operasyonları öteden beri dile getirmekle birlikte, son süreçle birlikte "Kıbrıs" örneğinde olduğu gibi birden ve ansızın bir "Musul" sorunu olduğunu hatırladı. Tıpkı 6-7 Eylül olaylarındaki gibi medya, linç girişimlerinin ve provokasyonların tetikleyicisi oldu. Kıbrıs’ta devletler eliyle yaratılan "Elen-Türk düşmanlıkları" tarzında "KürtTürk düşmanlığı" yaratıldı ve tansiyon daha sonra profesyonelce düşürüldü. Musul’un "Kıbrıslaştırılması" I. Körfez savaşı sırasında hazırlanmıştı. Fakat Kıbrıs örneğinde olduğu gibi Musul da salt ekonomik çıkarlara indirgenemez. Bölgelerin önemi Ortadoğu’da kendilerine biçilen rol çerçevesindedir. Kısa vadede Musul TC’nin iç ve dış politika malzemesi olarak kullanılsa da uzun vadede NATO garantörlüğünde bölgenin kontrol edilmesi bakımından üs haline gelecektir. Kıbrıs, 1967 Arap-İsrail savaşında üs olarak kullanılmıştı.

Musul bağlamında bölge devletlerine biçilen görevler ise hiç de sır değildir

Yakın zamanda Musul üzerinden benzeri bir egemenlik ilişkisi kurulurken tıpkı geçmişte "Hamidiye Alayları"nın Türk-İran sınırını koruması gibi bölgedeki Kürtlerden de böyle bir görev mi beklenmektedir? Musul bağlamında bölge devletlerine biçilen görevler ise hiç de sır değildir. Türk seçkinlerinin bu iki bölgenin hibe edilmesiyle birlikte bölge halklarına hep nefret duymasını artık tesadüf sayamayız. Sorun hiçbir zaman Türk ordusunun bölgeye girip girmemesi olmamıştır. Sorun Türk ordusunun bölgeye ne sıfatla ve işlevle hangi görevleri üstlenerek konumlanacağıdır. Kıbrıs örneğinde olduğu gibi bu konumlanış aynı zamanda ABD, Türk ve İsrail ordularının bölgesel operasyon kabiliyetlerini arttırmaları demektir. Görev paylaşımının sinyallerini şöyle sıralamak mümkündür. Bush-Erdoğan görüşmesi sonrasında dile getirilen "anında karşılıklı istihbarat alış verişi" sözünden ne anlamamız gerekiyor? Bunu salt PKK’ye karşı bir istihbarat payla-


32

şımı olarak algılamak saf dillik olur. 13 Aralık 2005’de CIA Başkanı Porter Goss İran’a karşı operasyon geliştirilmesi ve üs verilmesi için T. Erdoğan’dan desteklerini beklediklerini söylüyordu. Karşılığında başbakan PKK’nin tasfiyesi için sabırlarının kalmadığını belirtiyordu (13/12/2005, Radikal). Beyaz Saray’da bu işbirliği karşılıklı olarak teyit edilmiştir. Zira gelişmeler olası İran operasyonunun yaklaşmakta olduğunun sinyallerini vermektedir. Özellikle Irak işgali sırasında özellikle diplomatik bakımdan yaşanan aksiliklerin üzerinden gelmek için ABD bu defa Atlantik İttifakı ve BM Güvenlik Konseyi ile mutabakat yolları aramaktadır. Kasım 2004’de İsrail bölge devletleriyle (Mısır, Ürdün, Tunus, Fas, Cezayir) toplandıktan sonra NATO ile imzalanan protokol çerçevesinde Ağustos ayının sonunda Suriye’nin körfezinde

Türkiye ve ABD’nin de katıldığı askeri tatbikat yapılıyordu. Ayrıca Türkiye’nin Suriye ve İran’a yakın sınırlarında İsrail uçaklarının "eğitim çalışması" yapması aynı dönemlere tekabül ediyordu. Gürcistan, Azerbaycan, Özbekistan, Ukrayna ve Moldova’yı içine alan GUUAM, ABD’nin İran’ı yalnızlaştırma politikasına çoktan eklemlenmişti. Erdoğan’ın Bush görüşmesi sonrası, önce NATO üyesi ve aynı zamanda Irak’ta bilfiil bulunan Çekoslovakya’yı ziyareti, ardından İran’a olası bir saldırıda kuzey üssü durumundaki Azerbaycan’ı ziyareti ve Türk Devletleri Kurultayı’nda AB tarzı politikekonomik bir birlikten söz etmesi, A. Gül’ün Gürcistan, İsrail ve Filistin görüşmeleri, Türkiye’nin emperyal elçilik görevleri kapsamındaydı. Erdoğan’ın 23 Ekim’de İngiltere ziyareti sonrası "Türkiye-İngiltere Stratejik Ortaklık Belgesi"

çerçevesinde "terör K. Irak, Suriye ve İran’da destek buluyor" açıklamalarını da tesadüf sayamayız. Bu aynı zamanda Özal’ın tersine Erdoğan’ın kendi sınırlarını, yetkilerini bildiğini ima etmektedir. TC’nin tek başına garantörlük hayalleri çoktan gündemden düşmüştür. İmparatorluğun hiyerarşisinde TC’nin görevleri, ileriki dönemlerde daha da netleşecektir. Ancak bir gerçek var ki Türkiye’nin çizgisi, askeri bakımdan ABD ve İsrail’in, politik bakımdan ise AB’nin başını çektiği imparatorluğun kuruluşunda yerini almaktadır. Bu anlamda Zbigniew Brezezinski’nin "Avrasya Balkanları" tezine uygun hareket edildiğini söylemek doğru fakat eksiktir. Brezezinski’nin "istikrarsızlık yayı" olarak adlandırdığı bölgenin "Balkanlaştırılması", çatışmalara dayalı emperyal müdahale yollarının açılması anlamında kullanılıyor. Fakat ABD’nin askeri önderliğinde Birinci Körfez müdahalesiyle başlayan ve kökleri Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasındaki hesaplaşmalara dayanan savaşların hemen hepsi bölge yerlilerinin yeniden ve yeniden uluslaştırılmasıdır. Bu strateji daha sonra Balkanlara ve tüm dünyaya yayıldı. Dolayısıyla Avrasya’nın "Balkanlaştırılması"ndan ziyade tüm dünyanın "Ortadoğululaştırılması" söz konusudur. Ulus-devletlerin yaşaması artık imparatorluğun emperyal müdahaleleriyle, piyasa kurallarına eklemlenmiş poliarşilerle mümkündür. Ulus devletlerin işleyişinde poliarşi olarak adlandırdığımız bu yönetim biçimlerinin geçmiş örneklerinden farkı, küresel emek-

"Genişletilmiş Irak’a Komşu Ülkeler" toplantısı 1955 tarihli "Ortadoğu Antlaşma Örgütü"nün yeniden diriltilme adımlarıdır


33

zamanının ulus-devlet sınırlarından çıkarılması ve eşitlenmesidir. Gerek İmparatorluğun aristokrasisiyle çelişen ulus-devletlerin başına geleceklere küçük bir örnek oluşturması, gerekse de poliarşilerin işleyişine örnek olarak Şubat 2001 devalüasyonuna zemin hazırlayan Ecevit’in şu sözleri, hükümetin zamanında ipini çekiyordu: "Desteklerini beklediğimiz yabancı kuruluşlar, bize politika ve çözüm dayatmak yerine, üzerinde mutabık olduğumuz makro ekonomik dengelerini gözetmekle yetinmelidirler... Türkiye’nin finans ve sosyal politikalarını yabancı kuruluşlar değil, kendi ilgili toplum kesimleriyle birlikte devletimiz belirler." (Cumhuriyet, 12/09/00). Devalüasyon sonrası Dünya Bankası’ndan K. Derviş’in atanması poliarşi yönetiminin habercisi oluyordu. Bu bakımdan bölgede ABD askeri operasyonlarından hareketle bir anti-Amerikancılık kendi içerisinde politik yetersizlikler barındırmaktadır. Birincisi, NATO’nun günümüzdeki işleyiş biçimi ve görev paylaşımına bakmak yeterlidir. Emperyal müdahaleler ABD komutasındadır ancak politik-ekonomik stratejiler G-8, G-20, Dünya Bankası vb. imparatorluğun aristokrasisi tarafından belirlenmektedir. İspanya ve İtalya gibi ülkeler Irak’tan askeri birlikleri çekmekle birlikte askerlerini Afganistan ve Lübnan’a kaydırmışlardır. İkincisi, İmparatorluğun hiyerarşisi kurulmaktadır. Irak’ta "melez" bir ordu bulunmaktadır: İngiliz ve Amerikan askerlerinin yanı sıra Çek, Polonya, Romanya, Danimarka birliklerinden oluşmaktadır. Afrika’nın Kuzeydoğu bölgelerinde Almanya NATO göreviyle askeri operasyonlara girişmektedir. Bu politik askeri operasyonların dışında kalmak "başkaldırıyla" özdeş tutulmaktadır. İmparatorluğun aristokrasisine hesap vermeyen ulus-devletlere savaş açılmıştır. Yoksa poliarşi yönetiminde elbette ulus-devletler varlıklarını sürdürmektedir. Gelişmeler uluslararası polis operasyonlarıyla dünyanın yerlilerinin "ajanlaştırılmasıdır". Diğer yandan "Genişletilmiş Irak’a Komşu Ülkeler" toplantısı 1955 tarihli "Ortadoğu Antlaşma Örgütü"nün (METO) yeniden diriltilme adımlarıdır. "Bağdat Paktı" bölge devletlerinin, İngiliz-Amerikan denetiminde bölgeyi paylaşımına dayalıydı. Bu oluşum ise bölge egemenlerinin İmparatorluk inşasına eklemlenmesidir. Bu toplantının "temel tartışma konusu Kürtler" ise, İkinci Cumhuriyet’in kuruluşunda poliarşik yönetimlerin mantığına göre yeniden yapılanacaktır. Bu süreçte Baykal’ın aklına gelenler basın sözcülüğünden öte değildir. Mesut Barzani, 1919 yıllarındaki Mahmut Berzenci’dir. Kürt Şeyhi, Musul bölgesindeki Arap ve Türk seçkinlerinin, Londra’nın politik

Geleceğimiz bu kadar basit fakat bir o kadar da zordur: Kapitalist hayata karşı komünalist hayat

çizgisinde hizaya getirilmesinde anahtar bir rol oynamıştı. Berzenci arada bir kendi "krallığını" ilan etmekte, zaman zaman, İngilizler dahil, müttefikleriyle ters düşmekte, bölge egemenlerini tehdit etmekteydi. Baykal ve devlet-aklı bu çizgiyi dikkate almaktadır. Türkiye’nin "geleceği" ve "istikrar"ı bu koşulları tanımasına bağlıdır. Bizlerin geleceği ise komünalist bir direnişin örgütlenmesidir. Geleceğimiz bu kadar basit fakat bir o kadar da zordur: Kapitalist hayata karşı komünalist hayat.

Akın 1 Akt. Alain Gresh, "Winds of War Ruffle the Middle East", Aralık 1997, Le Monde. 2 Jeo-politiğin önemsizleştirilmesi ve coğrafi sınır ve tanımlarının sanki değerden bağımsız bir dille savunulmasına güçlü bir eleştiri sunan Martin W. Lewis ve Karen E. Wigen’in çalışmalarına bakılabilir. (Türkçe’de Eleştirel Metacoğrafyanın On İlkesi, "Başka Bir Dünya Mümkün" kitabının içersinde, Der.: S. Evren, R. G. Öğdül, 2002, s. 150) 3 Henry Kissenger, Back To Realism, New Perspectives Quarterly, Winter 2007 - Vol. 24, Issue 1, s. 43-45 4 Hem Oryantalizme örnek hem de Dersim’deki isyana genel bakış açısını temsil etmesi bakımından şu örnek sanırız yeterlidir. Yöre halkına Türkçe öğretilmesi ve tarih bilinci aşılanmasını salık veren Necati Erginöz’ün biyografik anlatımında şu gözlemlere rastlamak mümkündür: "Dersim halkı, mezhebi, meşrebi, dili, geleneği, seyidi, çömezi, dervişi ile esrarlı bir hayat içinde, bu esrarı o günkü şartlarla yırtmak, yaşanan alem içine girmek güç, güç olduğu kadar da muhaldi ... Dersimli yazı, kışın oturduğu evine girmez, birçok köy ve mezralar bomboştur; yaylalar, ormandaki bir taşın arası, bir mağaranın kovuğu, bir ağacın dibi hep birer evdir. Bu iptidai şekilde kurulmuş evlerin kapısı ormandan getirilen bir ağaç kütüğünün balta ile düzeltilmiş şeklidir... Dersim’i sadece çirkinleştiren o zamanki sakinlerin kirli elleri ve ram olmak istemeyen kötü ruhlarıdır... Bu itimatsızlık asırların vücuda getirdiği kökleşmiş bir haleti ruhiye idi. Bu haleti ruhiyenin sökülüp atılması devlet işiydi ve nihayet böyle oldu. 1938-39 Dersim Hareketi meseleyi kökünden halletti." (O. Necati Erginöz, "Köy Eğitiminde Yaşanmış Realiteler", Bursa Yeni Basımevi, 1943, s. 9, 16, 22) 5 "Avrupalı güçler eğer askeri kuvvetlerine dayanarak, bu Müslüman bölgeleri Osmanlı İmparatorluğu’ndan zorla ayırıp, bir Ermeni devleti kurarsa 24 saat içinde bu bölgede tek bir canlı Ermeni’nin kalmayacağına inanılsın." Mardinzade Mehmet Arif Paşa’nın bölge politikasında diplomasi yürüten Şerif Paşa’ya mektubundan (Akt. Hasan Yıldız, Sevr, Lozan, Musul Üçgeninde Kürdistan, s. 60, Koral Yayınları, 1992) 6 Şeyh Sait İsyanı sonrasında asılan Hamidiye Alayları komutanlarından Cibranlı Hasan Hayri söz konusu çıkar "kardeşliği"nin en somut örneğidir. 7 M. Kemal TBMM’de Musul’un Misak-ı Milli sınırlarına dahil edilmesini savunan vekillere karşı şu yanıtı verir: "Misak-ı Milli, şu hat bu hat diye hiçbir vakitte hudut çizmemiştir. O hudutu çizen şey, milletin çıkarı ve Büyük Kurul’un bakışıdır. Yoksa, bir haritası mevcut bir hudut yoktur." (TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. 3, s. 1292’den aktaran Hasan Yıldız, age. s. 155) 8 Yalçın Küçük, Sırlar, YGS Yayınları, s. 150 9 Bu şirketlerin adlarını 19/10/1999 tarihli Hürriyet gazetesinden bulmak mümkündür.


34

Ya egemenlik ya komünalizm Modern egemenlik nosyonu, egemenler tarafından, halk nazarında sürekli olarak "güvenlik" nosyonuyla meşrulaştırılmaya ne kadar çalışılırsa çalışılsın, aslında her zaman için "savaş" gerçekliğiyle iç içe olmuştur

Çokluk nosyonu, günümüzdeki kapitalizm karşıtı hareketler için siyasi-toplumsal bir öznellik alanı olarak önerildiğinden beri, çeşitli cephelerden yükselen birçok eleştiriyle karşılaşmıştır. Sol dışından gelen ve postmodernizme fazla prim verenlerinkini bir yana bırakacak olursak1, gelen eleştiriler genel olarak çokluku fazla soyut, gerçek dışı, karşılığı olmayan, hatta tehlikeli bir öneri olarak görürler. Birikim’in 2007 Kasım sayısında yayımlanmış olan Thomas Coutrot’nun "‘Çokluk’ ve Demokrasi: Tehlikeli Perende" yazısı da bu tona sahip güncel eleştirilerden biridir. Bu eleştirinin ilgi çekici yanı, alışık olduğumuz üzere, bizim muhafazakâr kanat dediğimiz ve merkezi bir partinin öncülüğünü savunan Ortodoks Marksistlerden değil de, siyasal liberalizme sahip çıkan bir görüşten gelmiş olmasıdır. Coutrot "inşa edilecek yeni demokrasi perspektifleri"nin, egemenliği ve temsiliyeti reddetmek yerine, "Aydınlanma’nın siyasi liberalizmi ile özgürlükçü sosyalist geleneğin oluşturduğu iki canlı kaynaktan beslenmesi gerektiğini" savunur (s. 59). İşin aslı, bu makale, ironik bir biçimde, çoklukun ontolojisinin temsil ve egemenlik mekanizmalarıyla nasıl bir tezat içerisinde olduğunu açıkça gözler önüne serdiği için, bizim için üzerinde durmaya değerdir. Dahası, çoklukun komünizm projesinin siyasal liberalizmle hiçbir şekilde uzlaşmayacağını belki de çokluku savunanlardan daha iyi ortaya koyduğu için de oldukça "gerçekçi" bir eleştiri olduğu söylenebilir. (Gerçekçi, çünkü çokluk temsili-

yet ilişkileri ve egemenlik için gerçekten de tehdittir.) Coutrot eleştirisi boyunca sadece Negri ve Hardt’ın Çokluk kitabını temel alır. Ona göre N-H’nin çokluk önerileri, liberal demokrasinin "insanlığın ortak malı haline gelmiş" (59) kazanımları için ciddi bir sakınca oluşturmaktadır. Önce şöyle bir serzenişte bulunur: "(N-H) egemenlikten ne anlıyorlar? (Onlara göre) egemen olan mutlak baskıcıdır…Ya temsil? O da temsil edenler ve edilenler arasındaki zıtlığa ve ilkinin ikinciler üzerindeki baskısına dayanır." (56). Coutrot’ya göre bu tür uçuk kaçık radikallikler, hayal olmanın ötesinde oldukça tehlikelidir. İtiraf edelim: Devlet ve kapitalizm karşıtı bir komünist için Coutrot’nun bu satırlarını hafif bir gülümsemeyle okumamak elde değil. Evet, şu apaçık ortada: "Egemenlik bir baskı mekanizmasıdır". Bunu kabul edip etmemek ise bir kişinin kendi benimsediği pozisyona kalmıştır. Belki de Coutrot’nun, sermaye ve devletin ortak doğalarını deşifre eden ve sadece N-H’ye ait olmayıp, komünizmin bugünden kurulabileceğinde direten bir hareketin altına imza attığı "Egemenlik tanımı gereği baskıcıdır" sözüne bu kadar gücenmesinin nedeni, kendini ait hissettiği Aydınlanma geleneğinin sahip olduğu değerler sisteminde, aşağıdan gelen bir kurucu gücü olumlayan böyle bir bakışın asla yer alamayacağı gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Aydınlanma ideallerine inanan liberal ya da sosyalist sol geleneğe baktığımızda, Devlet’in kendine biçtiği barış tesis edici,

çatışmaları önleyici ve refah dağıtıcı rolün pek de sorgulanmadan kabul edildiğini görürüz. Yetersizlikler, eksiklikler olabilir ama bu, Devlet aygıtının kendisinden kaynaklanmaz da, örneğin hükümet biçimlerinden ya da yapıdan değil de uygulamalardan kaynaklanır. Hâlbuki Modern egemenlik nosyonu, egemenler tarafından, halk nazarında sürekli olarak "güvenlik" nosyonuyla meşrulaştırılmaya ne kadar çalışılırsa çalışılsın, aslında her zaman için "savaş" gerçekliğiyle iç içe olmuştur. Egemenlik, belli bir içerisi ve dışarısı tanımına ve içeride, dışarıdan hiçbir müdahale olmaksızın tek söz sahibi olma şiarına dayanır. Meşruiyetini ise uyruklarına refah ve huzur sağlama iddiasından alır. Oysa modern egemenlik nosyonu modern devlette cisimleştiğinden beri, ne içeride ne de dışarıda vaat edilen güvenlik sağlanamamış ve ona sürekli bir savaş durumu eşlik eder olmuştur: hem egemenler arası sermaye rekabetine dayanan bir dış savaş hali, hem de içerde,

Soru şudur: Emeğin öz-gücü nedir? Ya da Spinozacı kavramlarla söyleyecek olursak emeğin özünü ne oluşturur?


35

Coutrot, antagonizmayı reddedip "karşıt projelerin ve toplumsal çıkarların çarpışacağı özerk alanlar"dan bahsederek, tam da burjuva özlü bir siyasallık tanımını savunmaktadır egemenlik toprağı üzerinde yaşayan çokluku homojenleştirme ve tekleştirme yüzünden kimi yerlerde bir iç savaşa varacak derecede şiddetlenen sürekli bir çatışma hali. Bu durum da bize kapitalist toplumun bugüne kadarki istikrarının –sürekliliği anlamında bir istikrar- nasıl da istikrarsızlaştırma yoluyla, bozma, yıkma ve bastırma yoluyla, yani zor yoluyla sağlanmış olduğunu tekrar hatırlatır. Tek başına savaşların ve iç çatışmaların tarihi bile egemenlik denen şeyin baskıcı doğasını ele vermeye yeterlidir. Coutrot sonrasında N-H’nin çokluk kavramını dayandırdıkları argümanı kendince özetleyerek devam eder ve asıl sorun da burada başlar zaten. Coutrot’nun özetine göre, N-H’nin, çoklukun liberalizmden farklı olarak gerçek demokrasi projesi olarak adlandırdıkları şey iki ayağa dayanmaktadır: Birincisi maddi

olmayan emek ve ikincisi de ağsal örgütlenme modelinin gelişimi. Ancak Coutrot’nun bu özetinde, Otonomist Marksizmin 1970’lerden beri sürekli olarak geliştirdiği ve fordizm sonrası üretimin örgütleniş biçimi ve sınıf bileşimini anlamada anti-kapitalist literatüre ciddi bir katkı sağlayan "maddi olmayan emek" 2 kavrayışının sadece bir karikatürüyle karşılaşırız. Maddi olmayan emek tartışması bir başka yazının tek başına konusu olmalı, fakat burada şunu vurgulamalıyız ki bu kavramın asıl gücü kapitalizmin artık kafa ve kol emeği ayrımı, fabrika üretimi-yeniden üretim ve dolaşım alanları ayrımları üzerinden analiz edilemeyeceğini göstermesidir. Otonomist Marksistlerin kapitalizmin doğasındaki bu dönüşümü açığa çıkarma çabalarındaki asıl maksat ise mücadele eksenlidir. Yani doğrudan toplumsal antagonizma alanıyla ilgilidir. Dolayısıyla Otonomist Marksistlerin maddi olmayan emek tartışması değişen sınıf bileşimi, yani kitlesel işçiden toplumsal işçiye geçişle, emeğin kendini sermayenin dolayımına girmeden değerli kılabileceği "maddi koşulların olgunlaşması" tespitiyle, buna karşın sermayenin sürekli bir zor yoluyla yaşamı toplumsal fabrika içersine sıkıştırmasıyla ve bu yüzden de buna direnmek için emeğin politik öznelliğinin komünizmin kuruluşunda yaşamsal bir önem kazanışıyla ilgilidir. Bu kavramın önemsenişi, emeğin öz-gücü üzerine bir düşünüşün sonucudur. Evet soru şudur: Emeğin öz-gücü nedir? Ya da Spinozacı kavramlarla söyleyecek olursak emeğin özünü ne oluşturur? Kısacası maddi olmayan emek kavramı, ait olduğu kavramlar dizisinden soyutlanıp, sahip olduğu ontolojik güç içerilmeden salt bir eleşti nesnesi haline getirildiğinde, çoğu çokluk eleştirisini okurken olduğu gibi ufkumuz pek de genişlemeden kalır. Coutrot’ya dönersek; N-H’ye yönelttiği temel eleştiri, üretim sürecinde giderek hegemonik hale gelen –diğer emek türlerini belirleyenmaddi olmayan emeğin dolaysız elbirliğinin,

üretim sürecinde emeğin kendi yaratıcılığı ve öznelliğiyle kurduğu iletişim ağlarının, kendinde özgürleştirici olmadığıdır. Coutrot, üretim sürecindeki dönüşümü kabul eder fakat herkesin bildiği bir şeyi tekrarlayarak, elbirliği ağlarının emek üzerinde yeniden baskıcı mekanizmalara eklemlenebileceği şerhini koyar: "Neo-liberal şirketin de facto hali son derece heterojen birimlerin son derece hiyerarşik biçimde örgütlenmesinden oluşur: yaratıcı ve entelektüel çalışanlara sahip ‘öğrenen işletmeden’, bilgisayar kontrolünün boyunduruğu altında çalışan düşük nitelikli işçiler istihdam eden ‘n’inci sınıf ‘neoTayloryen’ taşeronlara kadar uzanan bu iki uç arasında işten atılma vb. korkusuyla disiplin altına alınan nitelikli personelin çalıştığı birinci ve ikinci sınıf ‘neo-Fordist’ taşeronlar vardır." (57). Yani yeni emek biçimlerinin ortaya çıkışı, emeğin dolaysız elbirliği, bir ucu "neo-Fordist taşeronlara uzanan" hiyerarşik ve baskıcı üretim örgütlenişlerini ortadan kaldırmaz. Soru şu: Bunu kim inkâr ediyor ki? Ayrıca emek türlerini Coutrot’nun hatırlattığı türden bir hiyerarşiye göre düzenlerken sermaye tarafından kullanılan şey bizzat maddi olmayan emeğin (yani meta üretimine dahil olan enformasyonel, duygulanımsal ve kültürel öğeleri üreten emeğin), üretimin küresel örgütlenişinde belirleyici konumda olması ve sermayenin bu gücü komuta işleyişiyle kendine mal edişidir. Neo-liberal şirketler iletişimsel üretici güçleri kullanmasaydı, dünyanın türlü bölgelerine yayılan bugünkü tarzda bir taşeronlaştırma mümkün olabilir miydi? Benetton’un etiketlerinde sadece "designed in Italy" (İtalya’da tasarlanmıştır) yazar. Sadece kazak değil, statü aidiyeti ve yeniyetme kibiri gibi duygulanımları da satan bu firmanın, kazakları hangi yorgun ellere ördürttüğü ise mevzu bahis yapılmaz. Yine

Önemli olan maddi olmayan emeğin üretimde kapsadığı nicelik değil, bu emeğin kapitalist değerlenme sürecinde tayin edici olan niteliğidir


36

Çokluk kavramı, Negri ve Hardt’ın kitabıyla sınırlanamayacak bir öznellik alanıdır. Kapitalizm karşıtı devrimci hareketin hiyerarşisiz, temsiliyetsiz ve dolayımsız bir içkinlikle siyasaltoplumsal örgütlenme temelinde kendi gücünü oluşturabilmesi ve kendi karşıdan kuruculuğunun deneyimlerine girebilmesi yönünde yapılan bir açılımdır giyim sektöründen bir örnek verecek olursak Nike artık hayalet bir firmadır. Sadece model tasarlar, araştırma yapar ve pazarlama stratejileri geliştirir. Ayakkabıların maddi olarak üretilmesini ise taşeron alt işletmeler halleder. Peki, bu bilindik örnekler nasıl mümkün olmaktadır? Pek tabi ki koordinasyon ve iletişimde, tasarım ve duygulanım üretiminde maddi olmayan emek öğelerinin sermaye tarafından sömürülmesi sayesinde. Önemli olan maddi olmayan emeğin üretimde kapsadığı nicelik değil, bu emeğin kapitalist değerlenme sürecinde tayin edici olan niteliğidir. Hâsılı, sorun ampirik verilerde değil, bu verilerin nasıl yorumlandığındadır. Sermaye, emeğin üzerinde kurduğu komuta ilişkileriyle, emeğin bu öz-gücüne, yani toplumsal artıya el koyar. Bu sömürü toplumsaldır. Sömürünün toplumsal olduğu tespiti, modern paradigma içinde şimdiye kadar kullanılmış kavramları da (özel alan-kamusal alan, siyasal olanın özerkliği, alt yapı-üst yapı vs.) sorgulanır hale

Sorun sadece piyasanın kötü etkilerine değil, tüm toplumsal ilişkilerin piyasalaşmasına direnmektir

getirecektir. Bu yüzden de ekonomik liberalizmi siyasal liberalizmden ayıran ve buradan da ikincisi üzerinden sosyalizme sahip çıkmaya çalışan her türlü katılımcı/temsili demokrasi tezi güme gider. Coutrot önerdiği tezlerle, tam da sistemin krizine ve bu krizin sistem lehine nasıl onarılacağına işaret eder. Coutrot, antagonizmayı reddedip "karşıt projelerin ve toplumsal çıkarların çarpışacağı özerk alanlar"dan bahsederek, tam da burjuva özlü bir siyasallık tanımını savunmaktadır. Kapitalizmde piyasa, toplumsal ilişki hareketlerinin bütününü ifade eder. Dolayısıyla Coutrot istediği kadar "politik liberalizmin burjuva kavramlaştırılmasıyla bağların koparılması gerektiğini"(59) söylesin, kafasındaki siyaset biçimi burjuvacadır. Sorun sadece piyasanın kötü etkilerine değil, tüm toplumsal ilişkilerin piyasalaşmasına direnmektir. Hayatın bir toplumsal fabrika haline geldiği bir momentte, Coutrot’nun dile getirdiği "iktisadi olanın demokrasi mantığına tabi kılınması", yani devlet ve piyasanın sivil toplumun hegemonyasına tabi kılınması (59) önerisinin, komünalist bir proje açısından karşılığı, sistemin krizlerinin sabitlenmesidir. Sermayenin giderek emperyal bir vizyon kazandığı bir dönemde, yapılabilecek tek şey güce karşı bir karşı güç, hayata karşı bir karşı hayat stratejisi geliştirmektir. Bu stratejinin sahibi çokluktur. Ve bu, çokluku asimile ederek sisteme entegre etmek isteyen burjuva özlü bir siyaset tasavvurundan daha gerçekçidir. Bizim burada yapmaya çalıştığımız şey N-H’nin Çokluk kitabını savunmak değil.

Çokluk kavramı, bu kitabı aşan ve devrimci hareketin kendi pratiğiyle geliştirip maddileştireceği bir ontolojik ve politik güce sahiptir. Sorun N-H’nin tezlerinin ne kadar tutarlı olduğundan ziyade, Coutrot’nun yazısında ortaya çıkan gelenek farkının görülebilmesidir. En önemlisi de, Coutrot burada içkin bir eleştiri yapmamıştır. Teorinin öncülleriyle sonuçları arasında bir tutarsızlık, kuramın mimarisinde zayıflık falan bulmamakta (ki olabilir); güçler ayrılığı ve dengesine dayanan siyasal liberalizm bakışı ile, antagonizmada direten komünist bakışı yargılamaktadır.

Çokluk ve Komünalizm Çokluk kavramı, N-H’nin kitabıyla sınırlanamayacak bir öznellik alanıdır. Kapitalizm karşıtı devrimci hareketin hiyerarşisiz, temsiliyetsiz ve dolayımsız bir içkinlikle siyasal-toplumsal örgütlenme temelinde kendi gücünü oluşturabilmesi ve kendi karşıdan kuruculuğunun deneyimlerine girebilmesi yönünde yapılan


37

bir açılımdır. Çoklukun gücü karşısında egemenliğin baskıcı, temsiliyetin ise aşkın kalmasının ise, bugün oldukça somutlaşmış koşullarla alakası vardır. Bu sadece parlamenter demokrasinin kriziyle değil, bugün artık küresel sermayenin ve egemenlik örgütlenmesinin örtüşme eğiliminin son derece hızlandığı bir çağda yaşıyor olmamızla ilgilidir. Modern dönemde halk nosyonu, solun sınıfsal bir antagonizmayı toplumsal bir antagonizmaya dönüştürmesinin önüne geçmek için işlevlendirilmişti. Sınıfsal konumlardan bağımsız bir bütünlük ve homojenlik olarak halk kavramının icadı, yönetenler ile toplum ayrımını da beraberinde getirdi. Birileri halk adına onu temsil etmeyi üstlenmeliydi. Bu ikilik, siyasi olan ile toplumsal arasındaki ayrım, yönetici erk ile vatandaşlar arasındaki ayrım, modern siyaset kavramlaştırmasının temeli olmuştur. Modern egemenliğe sürekli olarak bu ikilikler

Modern dönemde halk nosyonu, solun sınıfsal bir antagonizmayı toplumsal bir antagonizmaya dönüştürmesinin önüne geçmek için işlevlendirilmişti

arasındaki gerilim, vatandaş ile devlet iktidarı arasındaki kriz eşlik etmiştir. Bu anlamda tek olma iddiası, doğası gereği sınırların varlığına dayanmak zorunda oluşu, başkaları adına temsiliyeti üstlenmesi ve işlevi toplumsal ilişki akışlarının belli bir sabitlenmesi, belli bir katılaşması olması bakımından, egemenlik zaten, baştan beri, krizli bir doğaya sahiptir. Egemenlik sürekli olarak bir toplumsal içerme sorunu yaşar. Her içerme bir dışlama anlamına da geldiğinden, egemenlik toplumu ne kadar içermeye çalıştıysa o kadar dirençle karşılaşmıştır. Bu kriz kapsayıcı halk kavramıyla sabitlenmeye çalışıldıkça, yerliler isyan etmiş, egemenlik toprağının gerçek sahipleri isyan etmiş, yaşamları sermayenin çıkarlarıyla asla uzlaşmayacak olan emek güçleri isyan etmiştir. Bu direnişlerin zoruyla egemenliğin içine girmiş olduğu bugünkü dönüşüm uğrağında da aslında aşkınlığın krizinden başka bir şey olmayan bu kriz devam ediyor. Yani emperyal egemenlik daha çok krizlere gebedir. Bugün ağızlara pelesenk olan katılımcı demokrasi, yani sivil toplumun devlet iktidarı üzerindeki etkisinin genişlemesi, emperyal egemenliğin yapısına daha baştan beri bulaşmış olan krizi aşmanın, onu kontrol altına almanın bir yöntemidir. Emperyal yapı, şimdiye kadarki bütün yönetim biçimlerini bünyesine katarak, küresel sermayeyi yeniden üretme işlevini üzerine almaktadır. Egemenliğin yeni doğası, ulusötesi sermaye elitlerinden küresel askeri güç örgütlenmelerine ve buradan da demokratik katılımı temsil eden sivil toplum kuru-

Çoklukun egemenliği krize sokan, temsil edilemez gücü, yenilenmiş bir toplumsal içerme modeli olan katılımcı demokrasi içerisinde soğurtulamaz

luşlarına kadar uzanan çok bileşenli dinamik bir yapıdır. Yeni egemenliğe uygun yeni içerme modelini ise imparatorluğun bu sonuncu katmanı üstlenmektedir. Bu mekanizmalarla imparatorluğun yeni halkları yaratılmaktadır. Çoklukun egemenliği krize sokan, temsil edilemez gücü, yenilenmiş bir toplumsal içerme modeli olan katılımcı demokrasi içerisinde soğurtulamaz. Çünkü "çokluk bir kurucu güç olduğu sürece"3 kendisinden başka hiçbir şey tarafından yönetilemez. Çoklukun gücü de sermaye değil, mülkiyetsiz ortak paydalar üretmek olduğu için, komünalizm onun öz gücü, içkin siyasi eyleminin adıdır. 1 Bu cephenin eleştirisi genel olarak "Çokluk" kavramının da "Bir"leştirici ve dışarıdan belirleyici bir Bütün olma tehlikesi taşıdığı iddiasına dayanır. Bu görüşe göre Çokluk fazlasıyla emek ekseni etrafında tanımlanmıştır, bu anlamda bu eksene oturtulamayan diğer çokluklar adına fazla kapsayıcıdır. Genel olarak diyebiliriz ki bu sava sadece kültürel çoğulculuğu önemseyen ve toplumsal antagonizmayı görmezden gelen bir bakış hakimdir. 2 Maddi olmayan emek tartışması için bkz. "Maddi Olmayan Emek", Maurizio Lazzarato, İtalya’da Radikal Düşünce, çev. S. Göbelez - S. Özer, Otonom Yayıncılık, 2005 3 Spinoza, Tractatus-Politicus, III

Eylemcan


38

Antagonizma, çelişki, zaman: Antonio Negri’de çatışma ve örgütlenme Negri’de açığa çıkan, kapitalizmle diyalektik çatışması ile belirlenen proleter özne anlayışından, bu özneyi kapitalist örgütlenmedeki otonomisinde kuran anlayışa geçiştir

Giriş Antonio Negri’nin militan örgütlenme anlayışı, sermaye eleştirisi ve komünist siyasetin gelişmesine bağlılık içinde geçen neredeyse yarım yüzyıl boyunca birtakım değişimlere uğrar. Bu değişimlerine karşın, düşüncesi, her türlü türdeşlik, nesnelcilik ve determinizm hegemonyasının etkin biçimde sarsılmasında ısrarcıdır. Kapitalist ilişkilerin (yeniden) üretimini analiz etmek için "sınıf bileşimi" nosyonuna dayanan Negri, bu nosyonun, "altyapı" ve "üstyapı" ile "üretici güçler" ve "üretim ilişkileri"nin doğrusal, determinist kavranışını nasıl sekteye uğrattığını ortaya koyar ve –aynı zamanda– Ortodoks Marksizmin çoğunlukla belirgin özelliği olan işçiler ile sermaye arasındaki türdeşliği de kırar. Negri’nin örgütlenme nosyonu, gelişmenin süreksizliğini ve türdeş olmayanın antagonizmasını olumlar; çünkü üretimin nasıl daima yeniden üretimin hizmetinde olduğunu ve yeniden üretim unsurlarının üretimde de taşındığını kavrar ve çünkü hem sermaye içi hem de sermayeye karşıt olan, yani kapitalist mantıkla türdeş olmayan işçi sınıfının ardından kapitalist örgütlenme gelir. İşçi sınıfı, devamlı olarak kendisinin ve örgütlenme biçimlerinin sermayeye ve sermaye biçimlerine karşıt olduğunu iddia eder ve

üretim ile yeniden üretim arasındaki en yalın döngüselliğin bile önünü keser. Negri’ye göre, sermaye, işçi sınıfı öznesini varsayar ve onu (üretim aşamasında) teknik ve (yeniden üretim aşamasında) politik olarak örgütler. İşçi sınıfı, mümkün olduğunca sömürülebilir biçimde varsayıldığından, doğrudan antagonisttir. Bu nedenle, işçi sınıfı, kapitalist örgütlenme biçimini reddeder ve kapitalist örgütlenmeyi yıkıcı biçimde yeniden temellük ederek ve sermayenin telafi edici diyalektiğini parçalayan ayrılma diyalektiğini devamlı geliştirerek kendi biçimlerini ortaya çıkarır. Negri’de açığa çıkan, kapitalizmle diyalektik çatışması ile belirlenen proleter özne anlayışından, bu özneyi kapitalist örgütlenmedeki otonomisinde kuran anlayışa geçiştir. Politik kuramının genel hatlarını vermeden, Negri’nin çalışmalarındaki örgütlenme sorusunu tartışmak olanaklı değildir. Negri’nin düşüncesinin gelişimindeki kuramsal ve pratik tüm yarılmalar açısından, Marksist (ya da Marksist-Leninist) Negri’yi postmodern, daha doğrusu postyapısalcı Negri’den (kendisinin "epistemolojik kırılması") ayırmaya yönelik hiçbir çabanın, onun Marksistliğini ya da postyapısalcılığını yakalayamadığını da ayrıca göstermeye çalışacağım.

Operaismo İlk kapitalist gelişmeyi ve ardından gelen işçi mücadelelerini biz de gördük. Bu bir hata. Sorun tersine çevrilmeli, terimleri değiştirilmeli ve baştan başlanmalı: başlangıç noktası da sınıf mücadelesi. Toplumsal olarak gelişmiş kapitalizm aşamasında, kapitalist gelişme işçi mücadelelerine tabidir; bu mücadelelerin ardından gelir ve üretiminin politik mekanizmasını bu mücadelelerle uyumlu kılmalıdır. (Tronti, 1971c: 89) Kapitalist oluşumlar tarihi her zaman zorunlu olarak bir tepki tarihi olmuştur: Kendisine kalsa sermaye asla bir kâr rejimini terk etmez. … Proletarya gerçekte sermayenin gelecekte benimsemek zorunda kalacağı toplumsal ve üretici biçimler bulur. (Hardt ve Negri, 2001: 281-282) Neredeyse kırk yıl arayla yazılmış olan bu iki pasajın, operaismo1 adı verilen İtalyan Marksizmi geleneğinin en önemli metodolojik


39

İşçi, yalnızca kapitalist ilişkilerin bizzat kendisini parçalayarak kapitalist örgütlenmeye itaatten kurtulmayı umabilir

ifadelerini sunduğu kabul edilebilir. Bunlar aynı zamanda, Negri’nin kapitalizm altında örgütlenme nosyonunun merkezi dinamiğini de açıklar. Negri’nin kendi düşüncesine dönmeden önce, operaismonun Mario Tronti’nin çalışmalarındaki temellerini ana hatlarıyla belirtmenin yararlı olacağına inanıyorum. 1960’larda, operaismo, sermayenin uyum sağlama yeteneğiyle, yani kapitalist örgütlenmenin (yeniden) üretimine dair temel Marksist soruyla ilgileniyordu. "La fabbrica e la società" ve "Il piano del capitale" adlı, ufuk açıcı iki yazısında Mario Tronti (1971a, 1971b), sermayenin toplumu bir bütün olarak giderek daha fazla içine aldığını ve fabrika örgütlenmesi modeline, "fabrika-toplumu"na indirgediğini öne sürüyordu. Birinci makalede, Tronti, nispi artı değer elde edilmesinin emek karşıtı mücadele içerisinde sermaye

tarafından genişletilmesinin, emeği ve emek sömürüsünü nasıl toplumsallaştırarak daha gelişkin üretim süreçlerini genelleştirdiğini, böylece, toplum kapitalist ilişkiler içerisine daha fazla alındıkça "emeğin kapitalist tarafından sömürülmekle kalmayıp sermaye ile bütünleştiğini" (Tronti, 1971a: 46) gösterdi. Bu değişken dinamiğin özü sınıf mücadelesidir ve söz konusu iki öznenin türdeş olmayan doğası, gerekli emek, ücret üzerinden, dolayısıyla bizzat sömürünün temeli üzerinden verilen mücadele ile temsil edilir. Bu unsurlar, mücadele eden özneler arasındaki değişen güç ilişkilerine göre çeşitlilik gösterir. Kapitalist ile işçinin doğrudan karşı karşıya geldiği ve nihai savaşlarını verdiği dolaysız üretim süreci içindeki kapitalist örgütlenme açısından risk yüksektir. Kapitalist "rasyonalizasyon"un başarısı burada ya ayak-

ta kalır ya da düşer. Tronti’ye göre, sermayenin görevi, kendisine antagonist olanı güçlendirip nötralize etmektir; ancak bunu, yalnızca daima yeni olan sömürü rejimlerindeki antagonizma koşullarını sürekli yenileyerek yapabilir; oysaki işçi, yalnızca kapitalist ilişkilerin bizzat kendisini parçalayarak kapitalist örgütlenmeye itaatten kurtulmayı umabilir. O halde asıl sorun, kapitalist tarafından sürekli temsil edilmekle birlikte bir güç ilişkisine, sömürüye dayanan bir örgütlenme biçiminin yeniden üretimi sorunudur. Tronti’den önce bir yüzyıl boyunca, klasik politik ekonomi, sermayenin emeğe bağımlılığını kurmuştu ve Marx da, sermayenin yayılmasının, nispi artı değer elde etme araçlarının devrimcileştirilmesi yoluyla emek-gücünün değerinin azaltılması olasılığına nasıl dayandığını tarif etmişti. Sermayenin "yaşamsal zorunluluğu" (Tronti, 1971a: 57), işçiyi bütünleştirmektir (işçiyi tabi kılmak ve örgütlemek); ancak bu, işçi sınıfının müdahale edebileceği bir alan açar. İşçi sınıfı, hem sermaye içidir hem de sermayeye karşıttır; can alıcı, içkin uğrak burasıdır –ilk elden "gelişmenin içsel bileşeni ve eşzamanlı olarak onun içsel çelişkisi" (Tronti, 1971a: 57). İşçi sınıfı, kapitalist

İşçi hareketi, kendisini kapitalist "rasyonalite" içerisindeki "irrasyonel" uğrak olarak sunmalıdır; o hem sermayenin bir parçasıdır, hem de

partizandır


40

Sermayenin toplumu bir bütün olarak içine aldığı durumda, bütün toplum üretimin bir uğrağı olarak işler

gelişmenin indirgenemez çelişkisidir. Sonraki makalesinde, Tronti, Marx’ın tartıştırdığı "toplam toplumsal sermaye"nin yeniden üretimi sorusunu; yani, sermayenin metalar dünyasını yeniden üretme ihtiyacının yanı sıra kapitalist toplumun bizzat kendisinin, kapitalist sınıfın ve işçi sınıfının yeniden üretilmesi ihtiyacını keşfe çıkar (1978, bölüm 3). Sömürünün toplumsal olarak örgütlenişi, belirli düzeyde bir kapitalist gelişmeye neden olur –sermayenin toplumu bir bütün olarak içine aldığı durumda, bütün toplum üretimin bir uğrağı olarak işler. Sömürünün bu toplumsallaşmasının istenmeyen sonucu, antagonizmanın toplumsallaşması olur. Toplumun bizzat kendisi üretimin temeli haline geldiğinde ve sınıf mücadelesi toplumsallaştığında, sermaye, toplumun tüm kesimlerini kapsayan bütünleşme sürecinin rasyonalizasyonunu sağlamaya giderek daha fazla ihtiyaç duyar. Kapitalist ile işçinin ilişkisi, gitgide genişleyen bir ölçekte, kitleselleşmiş iki özne arasındaki antagonizma olarak temsil edilir. İşçi sınıfı, bir kez sermaye tarafından varsayıldı

mı, daima sermayenin dinamik unsuru olur; ancak, parçalanmış bireyler olarak değil bir sınıf olarak, dinamizmine (rasyonalizasyon, planlama yoluyla) boyunduruk vurularak sermayenin ilerlemesinin hizmetine sunulur. İşçi sınıfı, –belki de– sermayenin kimi acımasız yanlarını dolayımlama yoluyla hafifletmeye çalışarak, kendisinin basitçe gelişmeye dahil edilmesine, gelişme içerisinde bir yer ediniyor olmasına izin veremez. Dolayımlama, dolayım sisteminin birliği içerisindeki çatışmayı daima çözer; yani, bütün sistemi etkiler. Aksine, işçi sınıfı, merkeziliğinin ve kendi antagonist karakterinin farkına varmalı ve kendi örgütlenmesi içerisinde hem inisiyatif hem de öngörü yeteneği sergilemelidir. İşçi hareketi, kendisini kapitalist "rasyonalite" içerisindeki "irrasyonel" uğrak olarak sunmalıdır; o hem sermayenin bir parçasıdır, hem de partizandır –yani, türdeş olmayandır. Kapitalist toplum kendisini üretimin öznesi olarak (toplumsal sermaye olarak) bir kez sundu mu, artık işçi sınıfının düşmanı bir bütün olarak toplumdur ve değişen sermaye, yani tabi kılınmış kısmilik olarak işçi sınıfının kendisidir (Tronti, 1971b: 82-85; Zizek, 2002: 38). İşçi sınıfının görevi, antagonizmayı bütünlük tarafından dolayımlanan çelişkili bir uğrağa dönüştürerek işçi sınıfını türdeş kılmayı ve böylece bütünün tek taraflı bir uğrağına indirgemeyi amaçlayan bütünlüğü parçalamaktır. İşçi sınıfı, kapitalist örgütlenmenin telafi edici tüm stratejileri karşısında kendi tarafgirliğini olumlayarak, çelişkiyi antagonizma noktasına geri götürmelidir. Operaismo’ya göre, az çok şematik olarak, kapitalizm içerisinde iki egemen örgütlenme biçimi vardır: kendi bütünleştirici zorunlulukları uyarınca işçi sınıfı örgütlenmesini dağıtıp yeniden şekillendirme-

yi amaçlayan, sermayenin bizzat kendisinin dolayımsal örgütlenme biçimi; ve işçi sınıfına yönelik sistemli kapitalist düzenlemeyi dağıtıp kendi dinamik, antagonist ve otonom örgütsel biçimlerini geliştirmeye çalışan, işçi sınıfının örgütlenme biçimi. Operaismo’nun, bu iki örgütlenme(-yi dağıtma) biçimini yan yana getirmek için benimsediği en önemli nosyon, sınıf bileşimi nosyonudur. Kapitalist bütünleşme ve işçi sınıfı antagonizması, dolaysız üretim sürecinde bir araya gelir. Kapitalistin sömürüyü örgütlemesi ile işçi sınıfının çatışmayı örgütlemesi arasında ne gibi ilişkiler vardır ve bu ilişkiler nasıl anlaşılmalıdır? İşçi sınıfının öznesi, otonomisi içinde ve sermayenin gelişimindeki bir uğrak olarak nasıl kavranmalıdır? Görünürde birbirleriyle çelişen bu durumlar nasıl bir arada tutulabilir? Yanıt, "sınıf bileşimi" nosyonunda yatar. Sınıf bileşiminin, biri "teknik" diğeri "politik" olmak üzere iki yönü vardır. Her iki yön de göreli olarak kolaylıkla tanımlanabilir; ancak birbirleriyle ilişkilerinin doğası, yalnızca mücadele içerisinde belirlendiğinden, karmaşıktır ve daima belirli bir analiz gerektirir. Teknik sınıf bileşimi, en iyi, sermayenin organik bileşimi (Marx, 2004) ile ilişkili olarak anlaşılır. Teknik sınıf bileşimi; ayrı, tarihsel olarak özgül değer üretim rejimleri; kullanılan üretim araçlarına ve bu araçların kullanımı için gereken kitlesel emeğe uygulanan farklı sermaye bölüşümlerine karşılık gelen sömürü oranının değişen yoğunluğu; üretim ve değer üretim süreçlerindeki tarihsel olarak belirlenen farklı ihtiyaçların yönlendirdiği değişken sermayedeki değişimler; yeniden üretimleri için zorunlu olan koşullara bağlı olarak, sabit sermayenin değişken sermayeye oranındaki değişimler vb. tarafından belirlenir. Bu unsurların her biri –ve bunların birbirle-


41

riyle açık ilişkileri– mücadelenin herhangi bir zamandaki düzeyiyle belirlenir. Aksine, sınıfın politik bileşimi, işçi sınıfının öznel alanı –işçi sınıfı içerisinde kurulan ihtiyaçlar, arzular ve elbirliği içeren ilişkiler ile sınıfın birlik ya da uyum derecesi– ile ilişkilidir: İşçi sınıfı bileşimi, yalnızca kapitalist gelişmenin bir aşaması ya da bir biçiminin, ya da sabit sermayenin bu ilişkiler altındaki eğiliminin sonucu olarak ortaya çıkmaz; bu aynı zamanda, ihtiyaçların yanı sıra mücadele gelenekleri, varlık veya kültür tarzları vb. tarafından, başka bir deyişle, ücret yapısının yanında bu işçi sınıfının üretim ilişkilerinin yapısını belirlemeye girişen tüm bu politik, toplumsal ve ahlaki olgular tarafından durmaksızın değiştirilen bir gerçekliktir. (Negri, 1979: 59-60, ayrıca bkz. Negri, 2005a: 261-262) Sınıf bileşiminin teknik ve politik yönlerinin ayrı olarak tartışılması, kuramsal bir rahat-

lıktır. Bu iki yön, yalnızca birbirleriyle ilişkileri içerisinde gerçekten var olur. Basit bir ekonomik mantıkla, sınıf bileşimi nosyonunu doğrudan sermayenin organik bileşiminden türetmek, dikkatle kaçınılması gereken bir durumdur.2 Sınıf bileşimi nosyonunun Negri’nin analizi için önemi azımsanamaz. Eğer "başlangıç noktası sınıf mücadelesi" (Tronti, 1971c: 89), yani mücadele içindeki özneler ise, ve "özne analizinin sınıf bileşimi üzerinden kabul görmesi gerekir" (Negri, 1979: 60) ise, o halde sınıf bileşimi analizi, işçi sınıfı ve sermayenin örgütlenme dinamiklerinin anlaşılmasının kuramsal açıdan özünü oluşturur. Üretim sürecinin kapitalist yeniden bileşimi işçilerin özel bir politik bileşim biçimini parçalamaya hizmet edebildiğine göre, sermaye tarafından işyeri içerisinde yayılan ve işçi sınıfı antagonizmasına malzeme teşkil eden örgütlenme biçimlerini temellük ederek, bu biçimleri tasarladıkları amaçların aleyhine doğru şekilde döndürmek ve böylece, bunları işçi sınıfı örgütlenmesi için malzemeye dönüştürmek de işçilere düşmektedir.

İşçi sınıfı, kapitalist örgütlenmenin telafi edici tüm stratejileri karşısında kendi tarafgirliğini olumlayarak, çelişkiyi antagonizma noktasına geri götürmelidir

Sınıf Bileşimi ve Devlet-Biçimi Uluslararası sermayenin Bolşevik devrimi ile Alman ve İtalyan konsey hareketlerine tepkisi, toplumsal baskı ile birlikte, "profesyonel işçinin merkezi rolünün yok edilmesi" (Negri, 1988a: 109) yoluyla bu örgütsel biçimleri parçalayan teknolojik yeniden yapılanma oldu. Baskı, özellikle Almanya ve İtalya’da çok şiddetli oldu; ancak, devrimci örgütlenme açısından, gelişmiş ekonomilerde (özellikle ABD ve İngiltere’de) teknolojik yeniden yapılanma yoluyla sınıf bileşimine yapılan kapitalist müdahale daha önemliydi. Sermayenin amacı, "kendiliğindenci" ekonomik talepleri politik taleplerle birleştirerek kapitalist üretimin teknik koşullarını temellük edebilecek –Rusya’da olduğu gibi– bir sınıf öncüsünün oluşmasını önlemekti. Daha önce gördüğümüz gibi, dolaysız üretim sürecinde, işçi sınıfının işyeri içerisinde örgütlenmesitabi kılınması, sınıfın antagonist bir özne olarak örgütlenmesi için malzeme, dispozitif sağlar. Örneğin devrim öncesi Rusya’sında, üretim sürecini bir bütün olarak anlamış olan çok vasıflı işçilerden (profesyonel işçi) oluşan küçük ve elit bir grup, altlarında çalışan geniş bir vasıfsız işçi kitlesi ile yan yana bulunuyordu. Öncü modeli, bu dispozitifi bir silaha çevirir. Taylorizm ve Fordizm, teknik bileşim ile yıkıcı politik örgütlenmenin bu birleşiminin önüne geçmek, böylece Bolşevik öncü modelinin yayılmasını önleyerek örgütlenmede devrimci öncü modelini bir bütün olarak sınıf hareketinden ayırmak için tasarlanan yeniliklerdi. Bununla birlikte, üretim güçlerinin devrimcileştirilmesi yoluyla teknik sınıf bileşiminin giderek toplumsallaşan terimlerle yeniden şekillendirilmesinin, sermaye, politik yeniden bileşime müdahale edemediği takdirde, ilelebet türdeş olacak bir işçi sınıfının sermaye içerisindeki merkezi konumunu genişleteceğinin ve yalnızca politik yeniden bileşimi


42

Büyük Düşüş, sermayenin organik bileşimindeki istikrarlı artışın, liberal bir Devletin sermaye karakteristiğinin geciktireceğinin farkına varan Keynes oldu. Keynes, üretimin kitleselleşmesi ile bunun sonucunda ortaya çıkan ve Büyük Düşüş’ü karakterize eden aşırı üretimin, yani kendisine karşılık gelecek bir talep artışı olmaksızın artan mal üretiminin, teknolojik baskının yanı sıra savaş zamanındaki sanayi üretiminin barış zamanına aktarılması stratejisinin ikili sonucu olduğunu gösterdi. Keynes’e göre, aşırı üretim krizleri, metalar yığını yeterli düzeyde tüketim olmaksızın üretildiğinde, bu bir realizasyon krizine (dolayısıyla sermaye devalüasyonuna) yol açtığından dolayı ortaya çıkar. Bunun yanı sıra, üretken yatırım fırsatları olmaksızın elde yatırım parası mevcut olduğunda, bu likidite tercihine ve pazarda para fazlasının oluşmasına yol açar. Bu da, nakit parayı kısa vadeli, istikrarsız, spekülatif fırsatlara yönlendirir ve üretim ve gerçek ekonomiden bağımsız olarak değişkenlik gösteren bir para akışı yaratır. Keynes’in iddiasına göre, böylesi bir durumda, kapitalist Devlet, yaygın ücret politikaları aracılığıyla tüketime, para akışını denetim altında tutarak da (örneğin, faiz oranlarını sermayenin marjinal etkinliğine bağlayarak) likidite tercihine doğrudan müdahale etmek zorunda kalacaktır. Büyük Düşüş, sermayenin organik bileşimindeki istikrarlı artışın, liberal bir Devletin sermaye karakteristiğinin anarşisi ile bir arada var olamadığını gösterdi. Bunun sonrasında ortaya çıkan kitlesel işçinin hegemonyası, sermayenin artan organik bileşimi koşullarında, çok sayıda ana sektörde verilen mücadelelerle tüm sermaye makinesini sekteye uğratmayı başardı. Bu nedenle, Devlet müdahalesi ve (yatırım ve üretim) planlaması, dengesizliklerin sisteme zarar vermemesini sağlamak için teknik bir gereklilik haline geldi. Aynı şekilde, antagonizmanın toplumsallaşması, birleşik bir kapitalist yanıtı gerektirdi ve kişisel (kapitalist) çıkarın karşısına kolektif (kapitalist) yararı koydu. Artık fabrika kapısında kalmayan mücadelenin, kitlesel işçi tarafından ortaya konduğu düzeyde massedilmesi gerekiyordu. Devrimci bir politik örgütlenme içerisinde ekonomik taleplerin yürütülmesini önleyerek, gerçekten sınıf düşmanının örgütlenmesini dağıtabilmek-yeniden örgütleyebilmek-tabi

anarşisi ile bir arada var olamadığını gösterdi

kılabilmek için, sermaye, ihtiyaçlar düzeyinde doğrudan müdahale etmek, bu talepleri sistemin işlevsel bileşenlerine dönüştürmek zorundaydı. Böylece talep, yalnızca ekonomik bir kategori olmaktan çıkarak politik bir kategori haline geldi. Ekonomik yeniden yapılanmayı, politik ve hukuki yeniden örgütlenme, önceki rejimi parçalayan antagonizmanın sonucunda ortaya çıkan ve gerektiği gibi telafi edici diyalektik sentez uğrağı takip etti. Amerikan ve İngiliz Devlet-biçimlerindeki bunu izleyen değişimler, Devletin işlevlerini, burjuva özgürlüğünün garantörlüğünün ötesine taşıdı. Politik ve ekonomik alanların çakışması, tüm yıkıcı potansiyelin tarafsızlaştırılması için kayıt altına alınmak zorundaydı. Bu fazlasıyla politik amaç, antagonist işçi

Emeğin toplumsal sermaye tarafından gerçek boyunduruk altına alınması, zamanın ölçü olarak anlaşılmasının sona ermesi ve töz halini alması anlamına gelir

sınıfının ilerlemenin dinamik bir unsuruna dönüştürülmesi ve mücadeleden doğan yeni ihtiyaç ve taleplerin sistemin bir uğrağına, yani tüketime, indirgenmesiyle (ücret ve istihdam düzeylerine müdahale edilmesiyle) gerçekleştirildi. Kapitalist denetim etkin olarak örgütlenecekse, sermayenin kalbinde bağımsız bir değişken olarak doğan işçi sınıfı, kendi şartlarıyla politik bir varlık olarak telafi edilmek zorundaydı. Serbest piyasalar ile garantör Liberal Devletin "doğal" dengesi bir kez bozuldu mu, politik olarak kurulmuş bir dengenin etkin tasarımından, ya da diyalektik olarak, antagonizmayı çelişkiye dönüştürme ihtiyacından bahsedebiliriz. Bu stratejinin başarısı, politika ile kapitalist örgütlenme içerisindeki planlamanın bütünleştirilmesinde, yani sermayeyi Devlet ile birleştirmekte, ve barışçıl bir bütünlük içerisinde bir sentez oluşturacak genel toplumsal çıkarın harekete geçirilmesinde yatmaktaydı. Bununla birlikte, Keynes’in yanıtının gizemlileştirme olduğu açığa çıktı. Emek-değer kuramının para ile üretim arasındaki bağlantının yeniden kurulması yoluyla etkin hale getirilmesi, buna karşılık gelen sömürü yasası tanınmaksızın, Keynesçi "efektif talep" nosyonuyla bir arada var olamazdı. Önceki, antagonizmayı ortadan kaldırmak için tasarlanmışken, sonraki onu kabul eder. Bu sonraki nosyon, politik ve bilimsel olarak ilerisini çok daha iyi görür; çünkü antagonizmayı sermayenin kalbinde kabul eder ve kendi denge biçimini dayatması için sermayeye bir dizi araç sağlar. Gizemlileştirme, kapitalizmin yeni ortaya


43

çıkan sistemli açıklanmasında çok önemli bir uğraktır. Bu devingen gerilim –kesin bir çelişki değilse– yeni modern kapitalizm gerçekliğinin temellerini bir araya getirir: (a) işçi sınıfını sermayenin gelişimine bağlama görevi gören "genel zekâ" ile (b) sınıf antagonisti olarak işçi sınıfı. Yukarıda tarif edilen durum, bizi bir dizi soru sormaya yöneltir: Kitlesel işçinin ortaya çıkışıyla, Devlet, politik yeniden bileşim mekanizmalarını nasıl temellük eder ve bu mekanizmaları toplumsal sermayenin yayılımının içine nasıl katar? Antagonizmayı çelişkiye dönüştürmek ne anlama gelir ve bu nasıl olur? Kapitalist örgütlenmenin kalbindeki antagonizma verili olmak üzere, hangi bütünlük dolayım yapabilir? Bunun meydana gelmesi için, Devlet-biçimine ne olmalıdır? Bu soruları yanıtlarken, Negri’nin kapitalist örgütlenme kuramsallaştırmasına açıklık getirmeyi umuyoruz.

Emeğin Kuruculuğu Negri’nin kapitalizm eleştirisi, Devletbiçimindeki değişimlere işaret eder. Yeni sınıf antagonistini kavrayabilecek yeni bir birikim rejimine kayış, devlet-biçiminin kendisindeki bir dönüşümü davet eder. Bilimin, kapitalist birikimin planlama yoluyla gelişmesinin bir uğrağı haline geldiği, Devlet ile sermayenin birleşmesine yönelik eğilimle, Negri’nin deyimiyle "Planlamacı" ya da "Sosyal-Devlet" ortaya çıkar. Devletteki bu dönüşümün merkezinde, hukuksal kuram ve pratiğin yeniden yapılandırılması yatar ve bu, önceki bölümlerde tartışılan kapitalizmin dönüşümlerinin analizi ile beraber gider. Araştırılan temel mekanizma, maddi toplum ilişkilerinin toplumun yasal çerçevesine dönüşümü mekanizmasıdır; yani, toplumun maddiliğini oluşturan ilişki ve dinamiklerin hukuksal alandaki temellük ve örgütlenme biçimidir. Bu, sermayenin reformizmidir: yani, sermayenin, toplumun sınıfsal doğasını değiştirmeden sınıf antagonistini temellük ederek çalıştırma biçimi. Sorun, bir kez daha, kapitalist örgütlenmenin (yeniden) üretimi sorunudur. Bunun başarı olasılığı, maddilik ile yasallığı, hakikat ile normu, Devletin aslında toplumun yapılandırılmasına dinamik olarak müdahale etmesini sağlayacak şekilde birbirine bağlayan bir bağlantı noktasına dayanır. Negri, İtalyan Anayasasının Birinci Maddesinde, bu unsurun ne olabileceğine dair bir ipucu bulur: "İtalya, işe dayalı bir Demokratik Cumhuriyettir". Ancak, Negri’nin vardığı, soyut emek, birleşme ilkesidir, kapitalist (maddi ve hukuksal) düzenin temelidir sonucunu tartışmadan önce, bu sonuca karşılık

gelen maddi ilişkileri açığa çıkaracak kısa bir parantez açalım. Sermayenin işçi antagonizmasına karşılık olarak ürettiği, emeğin giderek toplumsallaşması, sermayenin sürekli uyanık olmasını, olumsuzlamasını gözetim ve denetim altında tutmasını gerektirir. Sermaye toplumu boyunduruk altına aldıkça, emeğin toplumsallaşması gelişir ve "toplumsal sermaye birikimi emeğin değerini ne kadar soyutlaştırırsa, onu kendi gücünün ölü maddesi halinde ne kadar tahkim ederse" (Negri, 2003: 96), emek o kadar antagonistleşir. Bu çatışma, "soyut emeğin yöneticileri" olan kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasında kesintisiz bir mücadeleyi başlatır. İşçi sınıfı, kapitalist gelişme açısından negatif olarak, mücadele açısından ise pozitif olarak tanımlanır. Kapitalist reformizm ile işçi sınıfı mücadeleleri arasındaki çifte ilişki…sermayenin bağrından doğar. Bu ilişki, sermayeyi sürekli, antitezini kendi koynunda beslemeye mahkum bir yeniden yapılan(dır) ma sürecine iter…Sermaye, işçi sınıfının yabancılaşmaya karşı durduğu çeşitli mücadele düzeylerini zorunlu olarak sürekli soğurmak ve yeniden soğurmak durumundadır. Sermayenin iç (yeniden-)yapılanması bir gelişme talebini ve aynı anda, işçi sınıfının geliştirdiği cevabı gizemlileştirmeye dönük bir hamleyi yansıtır. (Negri, 2003: 96) Bu diyalektik, ancak kapitalist örgütlenme diyalektiği olan içsel yeniden yapılandırma, antagonizmayı gelişmenin belli gerek-

Sermayenin işçi antagonizmasına karşılık olarak ürettiği, emeğin giderek toplumsallaşması, sermayenin sürekli uyanık olmasını, olumsuzlamasını gözetim ve denetim altında tutmasını gerektirir lerine yöneltebildiği sürece, sermaye için "erdemli"dir ve ancak böyle "erdemli" kalabilir; yani, işçi sınıfının çatışması, kapitalist dinamiğin bir uğrağı haline gelmelidir. Althusser’in ileri sürdüğü gibi, bu çelişkinin dinamik uğrağa dönüşmesi, yalnızca içsel bir öz, "tüm bu somut belirlenimlerin hakikati olan biricik bir iç ilke"yi (Althusser, 2002: 126), yani bütünlük ilkesini varsayarak gerçekleşebilir. İşçi sınıfının çatışması, kapitalist bütünlük uğrağı düzeyine indirilmeli, kapitalist gelişmenin bütünlüğü içerisinde aufgehoben (hükümsüz, etkisiz; ç.n.) hale getirilmelidir. Ancak işçi sınıfı, sürekli olarak, sermayenin gelişiminin belirli bir aşamasının ötesine geçen bir baskı uygular ve böylece sermayeyi, tehdidi yeniden massedecek şekilde yeniden yapılanmaya zorlar. Sosyal ya da Planlayıcı-Devlet, giderek toplumsallaşan çatışmayı yönetecek bir araç


44

Önceki örgütlenme biçimi fabrika rejiminden doğarak antagonist tarzda temellük edilip yayılabilirken, toplumsal işçinin örgütleme biçimi, toplumsal olanın elbirliği içeren ağlarında, içkin olarak olarak ortaya çıkar. İçsel ilke rolünü, kapitalist birikimin örgütlenmesi hakikatini (dinamizmin, birikimin ve düzenin kaynağını) üstlenen emektir.3 Fabrikatoplumunda sömürünün toplumsallaşması ile, politik ve ekonomik alanlar arasındaki ayrım ortadan kalkmaya başlar. Ayrıca, birikimin egemenliği ve soyut emeğin düzenlenmesi, birlikte üretken ve normatif bir toplum örgütlenmesi için çerçeve haline gelir. Bu, teknik sınıf bileşimi üzerindeki komutanın yeterli olmadığı anlamına gelir; sınıfın politik bileşimi de aynı derecede önemlidir. Daha kesin olarak, komuta, artık bu iki alanın ayrılması girişimiyle işleyemez. Fabrika-toplumunda, tabi kılma-örgütleme toplumun bütününe yayılır. İtalyan Anayasası, emeği toplumsal bütünlüğü saran tek değer üretimi unsuruna dönüştürerek, "iktidarın hukuki düzenlenişi ile toplumsal yapılanışı"nı (Negri, 2003: 104) birleştirebilmektedir. Sosyal Devlet, soyut emeği toplumsal bütünlüğü birleştiren "yegâne ölçüt"e (Negri, 2003: 123) dönüştürür; yani toplum, dolaysız olarak kapitalist toplum, emek sömürüsüne dayalı toplumdur. Sosyal Devlette, hakkın korunumu ve üretimi, "bir norm ve gelişme projesi olarak" (Negri, 2003: 144) işler. Yasa, idareye (toplumsal düzene doğrudan müdahale edilmesi, planlanması ve kurulmasına) tabi olmak amacıyla, salt biçimsel karakterini kaybeder ve bunu, sınıf çatışmasını (kapitalist tabi kılmaya) muhalefetin ve rızanın (kapitalist birikime itaatin) etkin olarak yönetilmesi aracılığıyla bir bütünleşme uğrağına dönüştürerek ve soyut emeği, kapitalist gelişmenin özyönetim ("emeğin demokrasisi") kaynağına ve yasa üretiminin birleştirici temeline dönüştürerek yapar. Bu yolla, (soyut) emeğin kuruculuğu, emeğin bütünleşmesinin artık fabrika kapılarında kalmamasını güvence altına alırken, bir dizi normatif değer, yasada açıklanan birtakım gerçek, toplumsal güçler içerisindeki kökenini bulur (Negri, 2003: 125-126).

Kriz ve Ayrım Kapitalist örgütlenme dinamiğinin şimdiye dek oldukça belirginleşmiş olması gerekirken, işçi sınıfınınki belirsiz durumdadır. Gerçekten de tüm dinamik, kesin bir tutarlılığa sahip olmak dışında her şey olan bir özneden doğmaktadır. Sermayenin tepki gösterdiği bir antagonizma söz konusudur; ancak sermayenin karşılık verdiği olumsuzlama belirsiz, soyut bir olumsuzlamadır. Negatif olan dinamik ilke olmuştur; ancak negatif olanın belirliliği, şimdiye kadar olumsuzladığı (yani kapitalist örgütlenme) tarafından sağlanıyor ve böylece, kapitalist aufheben’i (aşmayı, ç.n.) mümkün kılıyor görünmektedir. Negri, Spinozacı bir kayışla, negatif olan sorusuna dönerek onu kendi otonomisi içerisinde, örgütsel biçimlerinin hakiki tutarlılığı içerisinde düşünmeye çalışır (bkz. Spinoza, Törebilim, I, Pro (önerme): VIII, Sc (not). I,: 88). Bunu, işçi sınıfı bileşiminin pozitifliğini ya da işçi sınıfının örgütsel dinamiği içerisindeki "pozitif olanın negatif iktidarı"nı (Negri, 1997: 282) ele alarak yapar. Bu girişimin merkezinde, Negri’nin –Hegelci telafi edici diyalektiğin aksine– "ayrılmanın açık ifadesi" (Negri, 1980: 15) olarak görünen bir diyalektiği benimsemesi yatar. Bu, Negri’nin gelişimindeki can alıcı bir kayıştır; Negri’nin önceki analizlerindeki bir eksikliğe işaret eden, ama ancak mücadelenin ve kapitalist gelişmenin ilerlemesiyle ve işçi sınıfı örgütlenmesinin yeniden bileşimi aracılığıyla maddileşmesi mümkün hale gelen bir kayış. Bu geçişe açıklık getirmek için, PlanlayıcıDevlete kısaca dönelim. Planlayıcı-Devlet, işçi sınıfının taleplerinin genişlemesinin bir sonucu olarak, bu taleplerin alınarak sistem açısından işlevsel kılınmasıyla doğar. Bu strateji, ücret talepleri (yalnız bu değil) kapitalist örgütlenmenin bu talepleri karşılama yeteneğini aşana dek işe yarar. Kitlesel işçinin açık çağrısı, "bağımsız değişken olarak ücret"tir; yani ücret, üretkenlikten ayrı olmalıdır. Kitlesel işçinin saldırısı, emeğin artan hareketliliğinin sonucu olarak, öznel bileşiminin giderek genişleyen

oluşur

otonomlaşmasına doğru ilerler. Soyut emek, işçilerin arzuları ve işçilerin dolaşımdan fayda sağlaması haricinde, kapitalist örgütlenmenin ihtiyaçlarına yerleştirilmeyi reddeden öznel bir öznellik üstlenir; yani iş gününün, iş zamanı ve iş dışı zaman olarak kapitalist örgütlenmesini reddeder. Böylece, soyut emeğin kalbindeki eşitlik, üretim ve yeniden üretim arasındaki ayrımı engelleyecek şekilde gelişerek ücret ve Refah yapıları üzerinden yürütülen taleplerin giderek artmasına yol açar (bkz. Negri, 2005a: 267 ve 1980: bölüm 2). Kitlesel işçi, antagonizmanın toplumsallaşmasını geliştirir. Buna verilen kapitalist tepki, "birbirini tamamlayan iki hat izledi –toplumsal yayılma, üretimin merkezsizleşmesi ve fabrikadaki kitlesel işçinin politik olarak tecrit edilmesi" (Negri, 2005a: 258). Bu değişimler (üretimin fabrika dışına yayılması ve üretken, üretken olmayan ve yeniden üretken olan emek arasındaki ayrımın ortadan kalkması, vb.), tamamen toplumsallaşmış ve giderek artan oranda otonom olan bir antagonizmanın yeni öznesinin yolunu çizer: "artık üretimin zorunlu koşulu haline gelmiş olan genel toplumsal bilgiyi içeren küresel potansiyellik" (a.g.e.: 279) halini alan hareketliliğe –soyut emeğin genelleşmiş eşdeğerliğine– sahip toplumsal işçi. Teknik sınıf bileşimi açısından, bu, fabrikada sömürülen dolaysız üretken maddi emeğin hegemonyasından, toplumsal uzamın bütününe dağılan ve sömürülen soyut ve entelektüel emeğin hegemonyasına geçiştir. Politik bileşim açısından, bu yeni antagonizma biçimi, artık sermaye içi ve karşıtı değil, otonom ve karşıttır. Önceki örgütlenme biçimi fabrika rejiminden doğarak antago-


45

nist tarzda temellük edilip yayılabilirken, toplumsal işçinin örgütleme biçimi, toplumsal olanın elbirliği içeren ağlarında, içkin olarak oluşur. Bu, ikincinin birinciden önce gelerek onun şartı olduğu örgütleme-tabi kılma ilişkisinin dengesini kökünden değiştirir. Toplumsal işçinin ortaya çıkışıyla, kapitalizm, üretkenliği kapitalizm tarafından post factum (sonradan, ç.n.) temellük edilmesi (tabi kılınması) gereken, elbirliği içindeki üretken öznelerin içkin örgütlenmesine dayanır. Antagonizma, artık kapitalist yeniden yapılandırmanın "erdemli" diyalektiği aracılığıyla telafi edilebilen bir çelişki olarak ve kapitalist örgütlenmenin gelişimi için dinamik unsur görevi görme ihtiyacı olarak anlaşılmaz. İşçi sınıfı, dolaysız olarak antagonisttir. Tüm orantılılık ölçüleriyle ve tüm emekgücüne, değişken sermayeye, gelişmenin bir uğrağına indirgenme olasılıklarıyla bağlarını koparır. Emeğin sermaye tarafından gerçek boyunduruğu (Marx, 1999) ile ve üretken emek kategorisine durmadan yeni özneler ekleyen, iş zamanı ile iş dışı zaman arasındaki ayrımı ortadan kaldıran ve (değerin) ölçüsü olarak zaman üzerinden dolayımlamanın mantığını bu dolayımlama komuta biçiminde yeniden ortaya çıkana kadar parçalayan, üretimin toplumsal olarak yayılması ve merkezsizleştirilmesi ile, mücadele, ücret üzerinden verilen bir mücadele olmaktan çıkarak, toplumsal ürünün temellük edilmesi için verilen bir mücadele biçimini alır. Mücadeleler hız kazanır, kriz Planlayıcı-Devletin telafi edici mekanizmalarına (yani, sermayenin pozitif diyalektiğine) çarpar ve yeni bir Devlet-biçimi, krizi yönetmek üzere devreye girer: Kriz-Devleti. Bu aşamada, "farkı birliğe sokan (ortaya çıkmış olma ihtimali olmasına rağmen) diyalektik değil antagonist farktır, birliğe karşı birliktir" (Negri, 1988a: 104, çeviri değiştirilmiştir). Bu, kapitalizmin işçi sınıfı olmadan da yapabileceğini söylemek değildir –bu yalnızca kapitalist bir ütopyadır– sadece, üretim ile gelişme arasında hiçbir "organik bağ" kalmamıştır. Bir başka deyişle, emek-değer kuramı, artık içkin gelişme mantığı değildir; ancak ölçü, dışarıdan, sermaye tarafından, sınıf otonomisinin giderek artan tutarlılığı üzerinden dayatılmalıdır. Kriz-Devletinin doğuşu, sermayenin pozitif diyalektiğinin sonuna işaret eder.

Zaman ve Öznellik Toplumsal işçinin sınıf bileşiminin hâlâ açıklanması gerekiyor. Sınıf bileşimi ve mücadelesi, neyin etrafında bir araya gelir? Profesyonel işçi ve kitlesel işçi durumlarında, üretim sürecinin teknik bileşiminin yanı

Toplumsal işçinin ortaya çıkışıyla, işçi sınıfı, tüm orantılılık ölçüleriyle ve tüm emek-gücüne, değişken sermayeye, gelişmenin bir uğrağına indirgenme olasılıklarıyla bağlarını koparır

sıra bunun emirlerine karşı işçilerin verdiği mücadele ve çatışma diyalektiği içerisinden doğan arzu ve ihtiyaçlar sayesinde, fabrika, sınıf bileşiminin ortaya çıkıp örgütsel bir tutarlılık kazandığı örgütsel uzamı meydana getiriyordu. Toplumsal işçinin durumunda, sermaye, fabrikanın disiplinci uzamlarını yıkarak, sömürü rejimini toplumsal olanın bütününe kaydırmıştır. Deleuze, kapitalist komuta biçimlerindeki bu kayışı, "disiplin toplumu"ndan "denetim toplumu"na geçiş olarak tarif etmiştir (Deleuze, 2006). Sınıf bileşimine, antagonizmasına tutarlılık veren artık nedir ve sermaye, sömürü biçimlerini örgütlemeyi nasıl umar? Emek, fabrika uzamı içerisinde, üretim sürecini idare edenler ve bizzat makineler tarafından disiplin altına alınabilir. Fabrika, (Devletin planlama mekanizmaları aracılığıyla daha da dolayımlanan) üretim faaliyeti içinde, antagonizmanın çelişkiye dönüşmesi için gereken uzamı sağlar. Ancak, pozitif diyalektiğin sona erdiği bir yaygın üretim sistemi içerisinde bunun nasıl gerçekleşebildiği daha az belirgindir. Bu noktada, direnişin kökeni ya da kaynağı sorusu yine kendini gösterir. Bu konu, en iyi sözde emek-değer kuramının krizi ile ilişkili olarak anlaşılabilir. Kapitalist gelişmenin içkin mantığı olan emek-değer kuramı, ilk defa bir ilksel birikim analizine dayanarak formüle edilmiştir. Bireyler topraktan "yoksun bırakılır" ve ardından, bunların üretim araçları, üretim süreci içinde (biçimsel) boyunduruk altına alınarak çalıştırılır. Böylece, (sermayeden) görece otonom olan, sermaye tarafından biçimlendirilmeyen ve antagonizma zeminini sermayenin dışında kurabilen –"kullanımdeğeri" kategorisi aracılığıyla anlaşılan– birtakım öznel unsurlar oluşur. Para, sermaye ile onun (görece) "dışarısı", yani emek arasında dolayım yapar. Bu içerisi/dışarısı diyalektiği, tam da, klasik emek-değer kuramında açıklanan kapitalist gelişme mantığını kurdu. Bununla birlikte, bu değeri niceliksel olarak hesaplamak için, emek-gücünü ölçebilen ve çeşitli somut emek biçimlerini basit bir soyut emek4 birimine indirgeyecek bir araç olan, ortak bir zamansal birime ihtiyaç vardı. Somut ya da bileşik emek, böylece basit soyut toplumsal emeğin çoğalması haline gelebildi. "Onların ölçü birimleri olarak, farklı emek türlerinin, vasıfsız emeğe indirgenmesindeki farklı oranlar, üreticilerin gerisinde devam edip giden bir toplumsal süreç tarafından ortaya konur" (Marx, 2004: 56). Bu belirlenimler, dolaysız olarak toplumsaldı. Negri, "Zamanın Oluşumu"nda, zamanın nasıl "emeği türdeş töze indirgediği ölçüde ölçtüğünü, ama aynı zamanda onun üretim gücünü


46

Toplumsal işçinin durumunda, sermaye, fabrikanın disiplinci uzamlarını yıkarak, sömürü rejimini toplumsal olanın bütününe kaydırmıştır

aynı biçim içinde, ortalama zamansal birimlerle çarparak belirlediğini" (Negri, 2005b: 40) saptar. Değerin zamansal belirleniminin ve dolayımının işletilmesinin dolaysızlığını olumlayan bu temel çıkmaz, Marx’ın, mücadele, yeni toplumsal öznellikler ve üretken yeniliklerin bileşik, maddi, niteliksel unsurlarını, değer kuramının analitik, eşzamanlı, ters çevrilebilir unsurlarına indirgememesinden doğar. Negri, bu çıkmazın altını çizerek, Marx’ın ötesine geçmenin anahtarını Marx’ın nasıl elinde tuttuğunu gösterir. Çıkmaz, işletildiği alanın değiştirilmesiyle çözülür. Daha

önce gördüğümüz gibi, emek-değer kuramı, emek-gücünün bir bakıma disiplinci sermaye rejiminin dışında var olduğunu ve ayartılması gerektiğini iddia eder; emek-gücünün örgütlenme biçimi, üretken rejim tarafından dolaysız olarak belirlenir. Değerin ölçülmesi, ancak zamansal ölçü biriminin anlaşılmasıyla düşünülebilirdi. Bu birim aracılığıyla, değer, değişim-değerinden bağımsız olarak oluşmuş gibi (yani, görece bağımsız bir kullanımdeğerine bağlı olarak) hesaplanacaktı. Ancak sermaye, emek-gücünü giderek kendi hâkimiyeti altına almaktadır. Bunu, başlangıçta, emeği tamamen soyut olan kitlesel işçinin oluşumuna hız kazandıran vasıfsızlaştırma yoluyla, ancak giderek daha çok, toplumsal işçinin elbirliği içeren ağlarının her yanında birikim rejimine yeniden biçim verme ve kullanım-değerinin (ve genel olarak (yeniden) üretim devrelerinin) değişim-değeri yönünden yeniden tanımlanmasını tümüyle sağlama çabasıyla, toplumsal yaşamın bütününü boyunduruk altına alarak ve sömürü rejimini toplumsal olarak genişleterek yapar. Sonuç olarak, (ücret üzerinden tüketimin denetim altına alınması ve arzu tatmininin üretkenliğe bağlanması aracılığıyla, işçilerin arzularının Keynesçi telafisinde olduğu gibi) diyalektik bir telafinin doğacağı apaçık bir yer yoktur; çünkü dışsal bir ölçü birimi ve parasal komutanın terk edilmesi ile amaçlara değer biçecek rasyonel ölçü nosyonu giderek soyut –yani, sermaye ile emek-gücü arasındaki değişimle ilişkisiz– ve totolojik hale gelir.5 Aynı şekilde, direnişe kaynaklık edebilecek hiçbir dışsallık yoktur. Bu nedenle, antagonizma, gerçek boyunduruk olarak aynı düzlemde keşfedilmelidir. Ancak, pozitif bir kapitalist örgütlenme diyalektiğinin sonu, antagonizmanın sermaye ile diyalektik bir ilişki içerisinde belirlenemeyeceği anlamına da gelir. Toplumsal işçi, tüm dolayım biçimlerinin ölümüne işaret eder. Sorun, (telafi edici) diyalektiğin sonu geldikten sonra, sermayenin sömürüyü örgütlemek için işlettiği mekanizmayı saptama sorunudur. Yeni antagonist öznenin öznel bileşimi, kendisini otonomisi içinde ve sermayeden ayrılmasıyla bir kez gösterdiğinde, "örgütlenme" ne anlama gelir? Negri, ayrılma diyalektiğinden bahsettiğinde ne demek istiyor? Ölçü olarak zamanın anlaşılmasının ötesindeki zaman sorusuna dönüldüğünde, çözüm noktasına ulaşılacaktır. Emeğin toplumsal sermaye tarafından gerçek boyunduruk altına alınmasının, zamanın ölçü olarak anlaşılmasının sona ermesi ve töz halini alması anlamına geldiğinden söz etmiştik. Zaman, "varlığın bütününün dokusu haline gelir, çünkü varlığın tamamı üretim

ilişkileri ağına içerilir: Varlık, emeğin ürününe eşittir: Yani zamansal varlık" (Negri, 2005b: 52). Zaman, bir tutarlılık ve otonomi kazanır; "bizatihi hayattır" (a.g.e.: 52), "hayatın inşasının özel malzemesi haline gelir". Aynı şekilde, gerçek boyundurukta ölçü olarak zamanın sona ermesi, bize "kolektif ve yapısal" (a.g.e.: 70) olarak zamanı, tam da kendi terimleriyle verir: kolektif sermaye, kolektif emek vb. olarak. Gerçek boyunduruk, sık sık kayıtsızlık üretimi olarak ve bu nedenle, antagonizmada ısrarın reddi olarak yorumlanır: topyekün denetim ütopyası, kapitalist örgütlenmenin topyekün zaferi. Ancak, gerçek boyunduruğun bununla birlikte sömürüye ve bu nedenle kurucu bir antagonizmaya dayalı olduğu unutulur. Sömürünün kavramlarının toplumsal alan üzerinde yeniden yerleştirildiği doğruysa ve bu toplumsal alan içinde sömürünün niceliğini ve niteliğini, mutlak artı değeri ve nispi artı değeri normal bir işgününün zaman ölçüsüne indirgemek artık mümkün değilse, o halde proleter özne antagonistik açıdan, radikal bir alternatif, sermayenin zaman ölçüsüne karşı alternatif bir yaşam zamanı etrafında yeniden doğar. (Negri, 2005a: 273) Deleuze’ün (2006) sözünü ettiği Kronos ile Aion arasındaki ayrımı hatırlatan bu iki kutupluluk, zaman ya da zaman pratiklerinin asimetrik örgütlenmelerini radikal olarak farklılaştırır. Bir yandan, "pek çok çeşidi olan formel bir zaman şeması, çoklu zamanların bileşimine ilişkin bilimsel bir merkezileştirme…başka deyişle, yeni bir zamanı örgütleme uzamı…bu kiplerin bileşiminin bir analitiği" (Negri, 2005b: 62). Öte yandan, kolektif proleter öznenin "çoklu, antagonist, üretken, kurucu" (a.g.e.: 61) zamanı. Sermaye, dinamik bir örgütlenme dengesini "yenilenen bütünlük içinde" (a.g.e.: 71) sürekli olarak yeniden kurarak, bu kolektif özneyi, "işlevsel bir şema" (a.g.e.: 70) temelinde sürekli olarak yeniden örgütlemeyi amaçlar. Değer yasasının krizi ile birlikte, dolayım artık kapitalist örgütlenmeyi karakterize etmez. Bunun yerine, sermaye, ileride "toplumsal alanın tamamını" (a.g.e.: 73) işgal etmeyi amaçlar. Proleter sınıf bileşiminin kurucu zamanlarını bölmeyi, parçalara ayırmayı, ters çevrilebilir kılmayı amaçlayan bir zaman analitiği aracılığıyla birliği yeniden oluşturan ve farklılığı boyunduruk altına alan, biçimsel bir örgütlenme şematizmi biçiminde "bütünlük önvarsayılıdır" (a.g.e.: 75).


47

Ontolojik açıdan tözsel olan ve mücadele içinde kurulan Negrici gerçek boyunduruk, Deleuzecü içkinlik düzlemini somutlaştırır. Komuta örgütlenmesinin bir "siyasal ilkesi"nin (a.g.e.: 62) çoklu zaman pratiklerinin bir "siyasal ilkesi", "yeni bir proleter zaman pratiği" (a.g.e.: 37) ile denkleştirildiği politik bir zaman ontolojisi, bir içkinlik politikası ya da içsel bir antagonizma biyopolitikası6 doğar. Burada, zaman "sınıf bileşimine içsel…onun varoluşunun ve özgül biçimleniminin motoru" (a.g.e.: 53) olur. Burada, toplumsal emek gücünün, görece bağımsız bir değişken olmaktan, soyut emeğin hareketliliği özneleştirmesinin şiddetlenmesi etrafında örgütlenen ve bir zaman pratiği olarak anlaşılan "salt bağımsızlık"a (Negri, 2005a: 275) aşamalı olarak dönüşümüne tanıklık ediyoruz. Toplumsal emek tüm güne yayılıp "zaman içinde akış ve dolaşım" (a.g.e.: 272) olarak var oldukça –ve "üretim zamanı ile yeniden üretim zamanı arasındaki ilişkiyi bir bütün olarak" (a.g.e.: 273) içerdikçe– sermaye, ölçü olarak zamanı "hayatın zamansal aralığı üzerinde işçi sınıfının özgürlüğü anlayışı"na (a.g.e.: 273) dayatmayı amaçlar. Aslında, gerçek boyunduruğun açığa çıkardığı kriz –dolayım mekanizmalarının, ölçünün, pozitif diyalektiğin krizi– her biri "kendi zaman kavramı, kendine ait zamansal bir kuruluş etrafında" (a.g.e.: 274) özneleşen iki farklı özneyle bizi baş başa bırakır. İşçi sınıfının, artık sermayenin değişken bir parçasına indirgenemeyen bu yeni sınıf bileşimi, artık üretim zamanı ve yeniden üretim zamanını içeren "bütün bir iş günü süresi boyunca" (a.g.e.: 280) hareket edebilir. Kendimizi, tamamen toplumsal ve öznel bir emek-gücü ile karşı karşıya buluruz. Bu emek-gücünün örgütlenmesi, artık sermaye bileşimi ile önceden belirlenmez; çünkü kapitalist kâr ile ücret arasında hiçbir "doğal oran" kalmamıştır. Bu emek-gücü gerçekten de ölçülemezdir; çünkü ihtiyaç ve arzuların öznel tutarlılığı, onun otonomisini artırır. O halde, artık antagonizmanın telafi edildiği pozitif bir diyalektiğe değil, içsel bir ayrılma diyalektiğine sahibiz.

İçerisi/dışarısı diyalektiği, tam da, klasik emek-değer kuramında açıklanan kapitalist gelişme mantığını kurdu

Diyalektiğin Ötesi? 1960’lı yıllarda, materyalizm içerisinden faaliyet gösterip Marksizmi eleştirel olarak yeniden yorumlayanlar için temel sorun, diyalektiğin karşısına tarihsel materyalizmi çıkarma sorunuydu. Bu savaşın sürdürülmesi esnasında bugün ortaya çıkan sorun ise, her türlü aşkıncılığın karşısına beklediğimiz mutlak içkinliği çıkarmaktır. (Negri, yakında yayımlanacak) Negri’nin bazı ifadelerindeki cüretkârlık, kimi zaman yanıltıcı olabilir. Negri, bu pasajda, çalışmasının bütününü bir bakıma şematik olarak "diyalektiğin" doğrudan karşısına koyar ve yerine, "tarihsel materyalizm" ya da "mutlak içkinlik"i olumlar. Çalışmalarının yukarıda sunulan, 1980’li yılların başına kadarki analizi, Negri’nin çeşitli diyalektikleri savunma biçimlerini açığa çıkararak bu iddianın kategorik doğasını sorunsallaştırır. Söz konusu ifadelerin belirsiz doğasını olmasa da, şematik olanı anlatabiliriz. Negri, yalnızca yaygın olarak anlaşılan ve Aufheben, "içererek aşma", "yıkarak aşma" ya da, daha biçimsel olarak, "sentez" nosyonu boyunca ilerleyen diyalektik nosyonuna saldırır. Bu nosyonda, karşıtlıklar "makul bir bütünlük" (Miller, 1977: x) ya da "bir mutlaklık (olarak) aşma hali" (Lukács, 1975: 276) içinde "bütünleştirilir". Bu diyalektiği, çelişkinin daima bütünleştiren bir bütünlük içerisinde

Ontolojik açıdan tözsel olan ve mücadele içinde kurulan Negrici gerçek boyunduruk, Deleuzecü içkinlik düzlemini somutlaştırır

boyunduruk altına alındığı, telafi edici ya da pozitif (kapitalist ya da burjuva) diyalektik olarak adlandırmıştık. Negri, buna karşı iki farklı diyalektik nosyonu geliştirir. Bu iki nosyon da, antagonizmayı vurgular; çünkü dinamik bütünüyle negatif olanın tarafındadır ve barışçıl bir bütünlük içerisindeki geri kalanlar açısından olanaklı bir uğrak –gizemlileştirilen biçim haricinde– kalmamıştır. Bu diyalektikler, antagonizmanın çözümünü, bir tarafın ya da diğerinin temel bir rasyonel birliği önvarsayan (yalnızca sermayenin bir görünümü olarak işçi nosyonunda ya da Lenin’in, Sovyetler ile Fordizmin komünizm altında bir arada var olabileceğine dair düşüncesinde örneklendirildiği gibi) ortak bir talep –kârlılık, üretkenlik– tarafından yıkılarak aşılmasında arayan sosyalist ya da kapitalist her türlü türdeşliğe direnç gösterir. Dönemselleştirmenin kesin önemi artık vurgulanmalıdır. "Diyalektik olan"ın etkinliği ya da aksi veya bu konuya ilişkin başka bir yöntemsel ölçüt ile ilgili genel, (Marx’ın deyimiyle) "tarihsel-üstü" ifadelerde bulunma çabalarının hiçbiri, sınıf mücadelesinin özgüllüğünü, önemini kavrayamaz. Diyalektik sorunu, akademik bir sorun değildir (ya da yalnızca akademik bir sorun değildir). Yalnızca "her metafiziğin bir şekilde politik bir ontoloji olduğu"nun değil, böylesi bir metafiziğin geçerliliğinin devam etmesinin "ontolojide örtük olan politik dispozitifin gücüne bağlı olduğu"nun (Negri, yakında yayımlanacak), yani gerçekliği yapılandıran güç ilişkilerine bağlı olduğunun da anlaşılması gereklidir. Diyalektiğin geçerliliği ya da aksi ve olası bir diyalektiğin aldığı biçim, mücadele içindeki öznelerin somut gerçekliğine karşı daima ölçülmelidir. Negri’nin ifade ettiği gibi: toplumsal fabrikanın yeni bir biçimlenimi ortaya çıktığında, epistemolojik olasılıkta bir değişim yaşayacağız…Bu nedenle, tarihsel bağlam ne zaman değişse, yöntem de değişir. (Negri, 2003c: 67) Bununla birlikte, Negri’nin ayrılma diyalektiği nosyonu, bir hayli paradoksaldır. Mücadele


48

içindeki iki özne mutlak biçimde ayrı olarak ele alındığında, diyalektikten gerçekten bahsedilebilir mi? Bu ayrılmanın mutlaklığı, özellikle sermayeyi tanımlamaya kalktığında sorunsal hale gelir. Bu tanıma göre, sermaye, Negri’nin sermayenin emek ile ilişkisinin artan şiddeti üzerine yorumlarında söylediği gibi, emek üzerinde giderek daha fazla asalak halinde yaşar; ancak emek açısından da durum aynıdır. Ayrıca, dolayımın terk edilmesiyle bir diyalektik var olabilir mi? Negri’nin durduğu yerin sorunlu doğası, onun gözünden kaçmadı (Negri, 2005b: 167168); hatta 1980’ler boyunca, düşüncesinin önemli bir kısmını oluşturdu. O yıllar boyunca bu sorunun aldığı yolu ele almak bu bölümün konusunun dışında olsa da, Negri’nin son çalışmalarının, Michael Hardt ile beraber yaptıkları da dahil olmak üzere, gözden geçirilmesi, Deleuze, Guattari ve Foucault gibi düşünürlerle iç içe geçen çalışmalarla oluşturulan bu sorulara verilen yanıtlardan doğrudan doğan örgütlenme nosyonunun yeniden biçimlenişine işaret eder (bkz. örneğin, Hardt ve Negri, 2003: 439-440). Daha sonraki çalışmalarında, Negri’nin analizi, –Michael Hardt ile beraber yapılan çalışmalarla– İmparatorluk ve Çokluk başlıkları altında toplanan denetim ve direniş biçimlerinin tanımını geliştirir.

İmparatorluk Bir kez daha, kapitalist birikim rejimindeki bu yeni dönüşüm analizinin kalbinde proleter özne bileşimini buluyoruz. Bu soruya dönmeden önce, Negri’nin terminolojisindeki ustalıklı kayıştan söz etmeliyiz. Bu "kayış", hem önemli bir süreksizlik işareti hem de otuz yıl önceki kimi kaygılarına bir dönüştür. Negri, yasal ile anayasal kuram, Devlet ile ekonomi arasındaki ilişkiye dair (yukarıda tartışılan) analizlerin sonucu olarak, kapitalist toplumlardaki "egemenlik"i, "sermayenin yeniden

üretimi üzerindeki denetim, yani güçler (işçiler ile patronlar, proletarya ile burjuvazi, çokluklar ile Emperyal monarşi) arasındaki oranlar üzerindeki sermayeyi kuran komuta" (Negri, 2003c: 36) olarak yeniden tanımlar. Bu açıkça, Negri’nin, kapitalist örgütlenmenin gelişiminin Devlet (egemenlik) ve sermaye nosyonlarını nasıl giderek daha fazla yakınlaştırdığını gösterdiği, 1964 tarihli "Anayasadaki Emek" yazısını anımsatır. Bu bir araya geliş ya da birleşim süreci, kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle birlikte yoğunlaşır. Gerçekten de, "gerçek tahakkümde, komuta artık sömürü sürecinin dışından eklenen değil, sömürüyü doğrudan örgütleyen bir şeydir" (Negri, 2003c: 51). Ulus devletin sermayenin (yeniden) üretimini düzenleme becerisi azaldığından, egemenlik başka bir düzeye geçmiştir. 1968’den sonraki dönemde, sermaye, kâr oranını aşındıran ve birikim rejimini tehdit eden işçi mücadelelerini (ve sömürge karşıtı mücadeleler ile antiemperyalist mücadeleleri) sona erdirebilmek için yeniden yapılanmak zorunda kaldı. Bu dönem, üretim sürecindeki ve dolayısıyla teknik sınıf bileşimindeki muazzam değişimlerle karakterize edildi: "gelişmiş" ekonomilerdeki büyük ölçekli sanayinin küçültülmesi, yerellikten çıkarma (emek maliyetlerinin daha düşük olduğu ülkelere kayılması), dış kaynak kullanımı, hizmet sektörünün genişletilmesi, çokuluslu hatlar boyunca düzenlemeler yapılması, ve böylece kapitalist birikim için gereken tüm aygıtların, giderek uluslararasılaşmış bir toplumsal ve üretken uzamın bütününe yayılması. Toplumsal işçi tartışmasında belirttiğimiz gibi, sermaye, (fabrika sınırları içerisindeki kitlesel işçinin aksine) artık sermayenin doğrudan kendisi tarafından belirlenmeyen ve örgütlenmesinin artık sermaye tarafından emeğe dışarıdan getirilmediği, ancak emeğin kendisine içkin olan bir işçi sınıfı öznelliği ile yüz yüze geldi. Bugün, "ortaklık emek

Fabrika toplumunda, tabi kılma örgütleme toplumun bütününe yayılır

faaliyetine tam anlamıyla içkindir" (Hardt ve Negri, 2001: 306). Sermayenin yeniden yapılandırma faaliyeti, devamlı olarak, sömürüyü uluslararası anlamda toplumun bütününe yayarak, bu yeni, toplumsallaşmış ve elbirliği içindeki emek öznelerinin gitgide daha çoğunu kendi hükmü altına almayı amaçladı. Birikimin uzamı olan ulus devlet egemenliğinin bu aşınma süreci, doların konvertibilitesinin durdurulmasına kayış (1971), ilk petrol krizi (1973) ve Anti-Balistik Füze anlaşması (1972) ile devam etti. Bu değişimler, modern egemenlik kavramının kimi temel dayanaklarına, yani para basma becerisi ve savaşa girme hakkını da içeren güç tekeline saldırdı. Yeniden yapılandırma, mücadelenin sonucu olarak ortaya çıktı. Daha önce gördüğümüz gibi, böylesi mücadelelere sermayenin verdiği yanıt, üretimi merkezsizleştirmek ile sermaye hareketliliğini ve işçilerin (görece) hareketliliğini artırmaktı. Ancak, bunun doğal sonucu, ulus devletin, artık kendisini aşan akışları düzenleyememesi oldu. Ulus devletlerin egemenlik gücünün görece azalması, ulus devletin gereksizleştiği değil (politik denetim ve düzenlemeler varlığını sürdürmektedir), egemenliğin biçim değiştirdiği anlamına gelir. "İmparatorluk", küresel sermaye ve küresel egemenliğin politik olarak örgütlenmesine Hardt ve Negri’nin verdiği addır. İmparatorluk, Polybius’un Roma İmparatorluğu tartışmasında önerdiği ve üç ana yönetim biçiminin –Monarşi, Aristokrasi ve Demokrasi– bir araya getirildiği, karma anayasa modeli üzerinden anlaşılır. Bu biçimlerin günümüzdeki ardılları, İMF, Dünya Bankası, DTÖ, NATO (Monarşi); ulusüstü sermaye (Aristokrasi); ve ulus devletler ile STK’lar (Demokrasi) tarafından temsil edilir. Bu küresel egemenlik modeli, kapitalist örgütlenme hatları ve faaliyetlerinin uyarlanmış ve çok anlamlı olarak kavranmasını dikkate alır ve yukarıda tartışılan maddi örgütlenmedeki temel değişimlere işaret eder. Kapitalist ilişkilerin "toplumsal üretim ve yeniden üretimin bütün veçhelerini, bütün yaşam alanlarını kuşatacak şekilde" (Hardt ve Negri, 2001: 288) genişlediğini önvarsayar. Bu total boyunduruk, İmparatorluk’ta artık bir dışarısının kalmadığı iddiasının dayandığı maddi koşulları ifade eder. Sermaye, toplumsal yaşamın bütününü boyunduruk altına alır ve ortaya çıkan hukuksal kuruluş, süreci gözlemleyerek ilişkileri küresel düzeyde denetleyip düzenler. Emek ve toplum üzerindeki artan boyunduruk, bizi dışarısı olmayan bir sermayeyle baş başa bırakır; öyle ki, ulusal olarak farklılaşmış birikim rejimleri bile, tamamen bütünleşmiş, uyarlanmış ve esnek


49

Hardt ve Negri, temel operaismo tezini yeniden onaylayarak Emperyal düzenin ontolojik dokusunun kurucu değil kurulu olduğunu iddia eder bir yeniden üretim uzamına oturtulmuştur. Bu, tüm sınırların gerçek boyunduruğun içinde olduğu anlamına gelir; bu nedenle, denetimin ve antagonizmanın örgütlenmesi, yalnızca içkin olarak kavranabilir. "Yalnızca politik aşkın değil, her tür aşkın, ölçüyü belirlemekten çıkar" (Hardt ve Negri, 2001: 361). Aslında, böylesi bir "saf içkinlik alanı" (Hardt ve Negri, 2001: 360), ancak ölçülemez –ölçünün dışında ve ötesinde– olabilir. Çünkü, daha önce gördüğümüz gibi, tüm doğal oranların sona ermesiyle birlikte, ölçü olsa olsa dayatılabilir. Bundan dolayı Negri, İmparatorluk’u sonradan, ne dışarısının ne de merkezin olduğu, Hardt ile birlikte yazdığı gibi, "her tür önceden-oluşmuş ölçünün dışında" (Hardt ve Negri, 2001: 362) var olan bir "yok-yer" (Negri, 2003c: 37) olarak tarif eder. "İmparatorluk, bütün iktidar ilişkilerinin iç içe geçtiği ontolojik dokuyu oluşturur" (Hardt ve Negri, 2001: 361). Faaliyetleri biyopolitiktir. Hardt ve Negri, birtakım fikirleri Deleuze, Guattari ve Foucault’dan ödünç alırken, temel operaismo tezini de yeniden onaylayarak Emperyal düzenin ontolojik dokusunun kurucu değil kurulu olduğunu, yani "direnişin aslında iktidara öncel olduğunu" (Hardt ve Negri, 2001: 366) iddia eder. İmparatorluk, ölçülemez toplumsal elbirliği ilişkilerinin mutlak içkinliğini, İmparatorluk çağının öznel antagonistinin mutlak içkinliğini, yani çokluku açığa çıkarır. "Egemenlik" bahsi, Negri’nin düşüncesindeki bir süreksizliğe de işaret eder. Çoklukun

soykütüğü, belirli bir kapitalist birikim uzamı olarak ulus devletin sona erdiğini ve (Hobbes’tan Hegel ve ötesine kadar, modern politik düşüncede kuramsallaştırıldığı biçimiyle) "halk" kavramının tanımlandığı nokta olarak Devletin aşkın işlevinin sonlandığını varsayar. Çokluk, "halk kavramı bir kez aşkınlıktan kurtuldu mu geriye kalan gerçeklik" (Negri, 2003c: 129) olarak tanımlanır. "Çokluk kavramında, hukuki-siyasal bir kavram ile ekonomik-siyasal bir kavram arasındaki tamamlanmamış, düzensiz örtüşme var" (Negri, 2006a: 88) olsa da, (Negri, 2003c: 36’da tanımlandığı biçimiyle) egemenliğe ilişkin bir kayış ile belirtilen süreksizlik, "emeğin toplumsal ve siyasalın kurucu işlevi olarak evrenselliği"nin (Negri, 2006a: 88) kavranmasını dikkate alır. İmparatorluk açısından çokluk tanımı, politika ile ekonominin bütünleşmesinin tamamlandığı, gerçek boyunduruğun mutlak olarak gerçekleştiği noktayı işaret eder.

Çokluk, ya da Antagonizmanın İçkin Örgütlenmesi Çoklukun tam olarak açıklanması için, maddi olmayan emeğin ayrıntılı olarak tartışılması, yani sanayi üretimindeki emek uygulamalarının enformasyonelleşmesi ya da bilgisayarlaşması ve ekonominin üçüncül (ya da hizmet) sektörlerindeki emeğin analitik, simgesel işlevleri ile duygulanımsal biçimlerinin ayrıntılı olarak tartışılması gereklidir. Burada şu kadarını söylemek yeter ki, bilgisayar ister maddi olmayan isterse olan malların ana üretim aracı haline geldiğinde, emek süreçlerini homojenleştiren "evrensel araç" haline gelir. Böylelikle "emek, soyut

emek olmaya doğru yol alır" (Hardt ve Negri, 2001: 305).7 Çoklukun politik ontolojisi (yani, İmparatorluk’un ölçülemez öznesinin içkin örgütlenmesi nosyonu), diyalektik sorunu ve 11 Eylül sonrası İmparatorluk konusu üzerine yorum yapmaya da acil olarak ihtiyaç vardır. Daha önce gördüğümüz gibi, otonomlaşmanın giderek artması, antagonist öznenin toptan bağımsızlığı, ölçünün ötesindeki bir zamanın, kapitalist ölçünün ölü zamanına bir alternatif olarak ölçülemez olanın öznel temellükünden geçer. Sorun şudur: nesnel zamansallığı çözerek onu öznenin içine çekmek, zamansallığı öznenin dünyayı inşa ettiği aşamaya dönüştürmek…(böylece) değerzaman kavramını, ölçü ve ölçü yapılarından kurtarmak…yeni bir yaşayış tarzı önermek ve zamandan keyif almak. (Negri, 2003c: 147) Ortaya çıkan soru, İmparatorluk içerisindeki denetimin özneleşme süreçlerini yıkıcı biçimde yeniden temellük edebilecek alternatif bir zaman örgütlenmesinin pratik inşası sorusudur. Bunun ön koşulu, giderek daha gayri maddi, ilişkisel ve kolektif hale gelen bir emeğe sahip emek öznesinin, çoklukun öznel bileşiminin niteliğinde yatar. Emeğin aşırı toplumsallaşma düzeyi –kolektif olanın bizatihi kendisinin çoklukun üretken emeğine içkinliği– mal üretiminin eş zamanlı olarak (kolektif) öznellik, bizatihi ortaklık üretimi olduğu anlamına gelir. Şüphesiz İmparatorluk, kendi denetim biçimlerini, –mallarda, öznellikte, ortak olanda var olan– bu içkin üretkenliğin bütününe yayarak öznellikler yaratır; ancak

Çoklukun soykütüğü,

belirli bir kapitalist birikim uzamı olarak ulus devletin sona erdiğini ve "halk" kavramının tanımlandığı nokta olarak Devletin aşkın işlevinin sonlandığını varsayar


50

bunu, kendisini sınırlandıran bir ilişki içerisinden yapar. Güç ilişkileri elverişli olduğu takdirde, iktidar ilişkileri –sermaye/emek, İmparatorluk/çokluk– egemenlik gücüne doğru eğilim gösterebilir. Ancak asıl olan, ilişkinin kendisidir. Emperyal örgütlenme, çoklukun bir engel, kendisine karşılık gelen salt sömürü ilişkisinin de bir sınır teşkil ettiğini görür. Sonuçta, sömürü ilişkisi olmaksızın kapitalizm nedir ki? Yönetilecek bir çokluk olmaksızın Emperyal egemenlik nedir? Aksine, yalnızca denetim üreten egemenlik gücüne çoklukun ihtiyacı yoktur. Diyalektik sorununa kısaca dönersek, egemenlik gücü açısından herhangi bir türdeşliğin, herhangi bir çözüm olasılığının söz konusu olmadığı açıktır. İmparatorluk varlığını sürdürdükçe antagonizma ortadan kaldırılamaz; halbuki çoklukun İmparatorluk ile diyalektik bir ilişki içerisinde olmaya ihtiyacı yoktur. Çokluk üretir; çokluk, ölçülemez içkinlik düzleminin bütününde ortak-varoluşu inşa eder ve örgütler (Negri, 2003c: 137). Bunun diyalektik sorununu bütünüyle tatmin edici bir sonuca bağladığını iddia edemeyiz. Bağlamaz da. Geriye en azından ufak bir soru kalır: Dinamik, antagonizma çizgisinden –yani olumsuzlama çizgisinden– uzaklaştığı takdirde, bir diyalektik biçim olmadan yapılabilir mi? Belki de, daha tatmin edici bir çözüm, Deleuze’ün çalışmalarındaki negatif olanın eleştirisi sorunu ve pozitif –diyalektik olmayan– farklılaşma (differenc/tiation) nosyonu (bkz. Deleuze, 1994, özellikle 4. ve 5. bölümler) ile Deleuze ve Guattari’deki çokluklar (multiplicities) sorununun (Deleuze ve Guattari, 1988, özellikle 10. bölüm) anlaşılmasından uzaklaşacaktır. Bunun somut bir

antagonizma nosyonuyla birleştirilip birleştirilemeyeceği henüz belli değildir. Bunun nasıl işleyebileceğini, Negri’nin, çoklukun "hâkimiyeti terk etme, Devlet İktidarı’nı ve her aşkın yanılsamayı terk etme" (Negri, 2005c: 312) zorunluluğunu olumlayan, egemenlik ilişkilerinden yaratıcı ve yapıcı bir çıkış olarak direniş çağrısını (Negri, 2006a: 86) ele alarak değerlendirebiliriz. Yine de, aynı sorunla karşılaşırız. Bir yandan, toplumsal işçinin durumunda sözün kısası zaten bağımsız olan çoklukun mutlak olarak ayrılması varsayımı söz konusudur. Öte yandan, Negri, tamamen özgürleşmiş emekten hâlâ bahsedemediğini kabul eder. Aslında sermaye, Emperyal biçimiyle, elbirliği içindeki çokluklar üzerinde asalak halinde yaşamaya devam eder ve denetim biçimleri de, aynı derecede acımasız olabilir ve daha önceki disiplinci birikim rejimleri tarafından uygulananlardan daha da totalleştiricidir. Bu nedenle, çokluk İmparatorluk’un nedenler düzenine antagonisttir. Sorun, antagonizmayı Emperyal ikti-

Çokluk üretir; çokluk, ölçülemez içkinlik düzleminin bütününde ortak-varoluşu inşa eder ve örgütler

darın olumsuzlanması olarak değil ilişkinin altını oyan bir antagonizma olarak ele alarak, çokluku otonom ve antagonist olarak düşünmektir. Daha önce gördüğümüz gibi, çoklukun aksine egemenlik, sermaye; yapılandıran ve antagonist bir ilişkiye tabidir. Alternatif bir özneleşme aracılığıyla ilişkiyi yararak, sermayeden, İmparatorluk’tan özgürleşilebilir miydi? Ancak, doğal oranlar sona ermesine rağmen, sermayenin ölçüyü, denetimi şiddetle yeniden dayattığını görmedik mi? Öyle olduğu takdirde, çokluk Emperyal komuta yapılarına doğrudan saldıramadığı takdirde, ilişkinin sürekli ve şiddetle yeniden kurulması riski yok mudur? Bu göstergeler bir çözüme hizmet edebilecek olsa da, şimdilik bu sorunu açık bırakmalıyız. Bir yanıyla, İkiz Kuleler ile Pentagon’a yapılan saldırılar sonucunda "hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı" yönündeki iddialar nedeniyle, 11 Eylül sonrası Emperyal eğilimi yeniden inceleme ihtiyacı yerinde bir ihtiyaçtır. Öte yandan, ABD’nin saldırılara Afganistan’da ve daha da büyük çapta Irak’ta verdiği yanıt, birçoklarının, emperyalizmin ölmediği ve bu nedenle, İmparatorluk kitabının İmparatorluk’a dair temel önvarsayımlarından birisinin gerçeklerle çürütüldüğü şeklinde iddialarda bulunmasına yol açtı (bkz., örneğin, Balakrishnan, 2003’teki birçok makale). Kuşkusuz, Hardt ve Negri’nin yaptığı analizleri doğrulamak için, bu ifadelerin açık bir çelişki taşıdığını belirtmek yeterli değildir. Ancak şüphesiz, ABD’nin Irak’ta başarısız olması ve işgalini meşrulaştırmak için BM’ye dönmesi, ABD’nin bile küresel düzene hükmeden egemen bir güç olarak hareket edemeyeceğini gösterir. Dahası, Hardt ve Negri’nin İmparatorluk söyleminin, belirli eğilimleri açığa çıkarma amacı taşıdığı da unutulmamalıdır. Bu, Emperyal eğilimlerin tümüyle ifade edilmesinin karşı eğilimler tarafından engellenmesi olasılığını da dışarıda bırakmaz; Emperyal kompleksin farklı unsurlarının (Monarşik, Aristokratik, Demokratik), Emperyal komutanın belirlenmesinde üstünlük kazanma amaçlı çeşitli iç-eğilimleri ya da girişimlerini de yadsımaz. Örneğin Negri, Bush yönetiminin İmparatorluk içerisinde monarşik bir darbe gerçekleştirmesinden bahsetmiştir. Ancak –en azından kısmen– ampirik sorunlar bir yana, savaş sorunu, Emperyal oluşum sürecinin anlaşılmasının merkezindedir. Negri "İmparatorluk’u kuran, hiyerarşileri ve iktidarların içsel dolaşımını belirleyen maddi güçlerin, savaş aracılığıyla ortaya çıktığı" (Negri, 2003c: 154; ayrıca bkz. Hardt ve Negri, 2004, bölüm 1) konusunda ısrarcıdır. Bu nedenle, önleyici savaş doktrini,


51

"İmparatorluğun yalnızca askeri bir doktrini değil, kurucu bir stratejisidir" (Negri, 2006b: 116) ve bugün yaşadığımız da, "düzenleyici bir Emperyal savaş"tır (Negri, 2003c: 155). Bu yorum, savaşı artık politikanın yayılması olarak değil, yeni ulusal uzamları, hiyerarşileri ve yeni yasal düzenlemeleri düzene koyan Emperyal politikaların kuruluşu olarak görür. Çokluku telafi edecek bir dolayım uzamı yoktur; çokluk (Emperyal bir iç patlama olmaksızın) yenilgiye de uğratılamaz. Savaş, eski uluslararası yasal düzen ile tamamen ilgisiz olan denetim stratejileri ile mahkemeleri yayar. Sürekli olarak özneleri, düşmanları, yapılandıran ilişkiyi üretir. Negri, bize şunu hatırlatır: "Bu, onların savaşı; bizse, direniş ve çıkış ile baş başayız" (2003c: 156). Ancak, bu yeni sonsuz savaş stratejisinin antagonist ilişkiyi devamlı yeniden kuran kurucu bir strateji olduğu verili olmak üzere, yine de biz, Emperyal komutanın kendisine saldırının olmadığı bir çıkışın, ne kadar yaratıcı ve yenilikçi olursa olsun, yeterli olup olmadığı sorusuyla baş başayız. Matteo Mandarini

Çev.: Uzun 1 Operaismo ya da "işçicilik"in kökleri, Mario Tronti ile Raniero Panzieri tarafından kurulan ve içerisinde Antonio Negri, Romano Alquati ve Alberto Asor Rosa gibi isimlerin de yer aldığı Quaderni Rossi (Kızıl Defterler, 1961-1963) gazetesine dayanır. Operaismo hakkında daha fazla bilgi için, bkz. Balestrini ve Moroni (1997), Borio, Pozzi ve Roggero (2002), Boutang (1989) ve Wright (2008). 2 Negri, kesinlikle sınıf bileşimi nosyonunu tutmak suretiyle ekonomizmden nasıl uzak durulacağını gösterir. Sınıf bileşimi, salt kapitalist bir eylem alanının olmadığı, sermayenin emek-gücünü tamamen belirleyebildiği ve işçi sınıfı davranışının açıkça "okunabildiği" bir yerin bulunmadığı, çünkü antagonizmanın bütün sisteme karşı geldiği gerçeğine dikkat çeker. Bu nedenle, teknik ve politik sınıf bileşimi arasındaki ilişki, belirleyen ve belirlenen unsurlar arasındaki ilişki değildir. Burada herhangi bir doğrusallık, bir determinizm söz konusu değildir. 3 Bunun izi Hegel’e (1986: 131-132 ve 2004: 163-164) kadar sürülebilir ve Kojève (1980: 48ff), Hyppolite (1974: 174-77 ve 1969: 165-7), Lukács (1975: 326ff) ve Löwith (1991: 265-70)’in yorumlarının temelinde yatar. 4 Yani, "insan emeği olmanın soyut niteliği" (Marx, 2004: 69) üzerinden anlaşılan, "bireysel işçinin içinde bulunduğu toplumsal yapılanma" tarafından belirlenen emek. 5 Bu nedenle para, mantığını ve üretimin toplumsallaşmasını ileriye götüren dolayımsal işlevleri kaybeder. Çünkü bu gelişme düzeyinde, kapitalist üretim, ancak tamamen toplumsallaşmış emek üzerinden ilerleyebilir. Mantık olarak para gereksizdir. Bu, etkilerinin sona ereceği anlamına değil, komuta biçiminde geri döndüğü anlamına gelir. 6 Foucault’da "biyopolitika" nosyonu, genellikle yıkıcı

bir pratikten ziyade bir (kapitalist) komuta hali olarak anlaşılır (Foucault, 2003, bölüm V). Bununla birlikte, Foucault’nun iktidar ve direnişin doğası, komutanın türdeş sürekliliğinin olanaksızlığı üzerine yaptığı türdeş olmayan kavramlaştırma sayesinde, Negri daha üretken ve daha antagonist bir biyopolitika kavramı geliştirebilmiştir. Foucault sonrası bu kavramın kullanılışı hakkında daha fazla bilgi için, bkz. Negri (2005c; 2006a) ve Multitudes (2000). 7 Ayrıca bkz. Hardt ve Negri (2001, bölüm 3.4), Negri (2006a: x), Lazzarato (2005;1997), Virno (1994; 2005; 2004) ve Marazzi’nin ekonomideki "dilsel dönüşüm" olarak adlandırdığı durum üzerine yaptığı çığır açıcı araştırmalar (Marazzi, 1999; 2002).

Kaynakça Althusser, L. (2002) ‘Çelişki ve üstbelirlenim’, Marx İçin içinde, çev: Işık Ergüden, İthaki Yayınları. Balakrishnan, G. (ed.) (2003) Debating Empire. London: Verso. Balestrini, N. ve P. Moroni (1997) L’orda d’oro. Milan: Uniervsale Economica Feltrinelli. Berardi, F. (1998) La nefasta utopia di Potere operaio. Rome: DeriveApprodi. Borio, G., F. Pozzi ve G. Roggero (eds.) (2002) Futuro Anteriore: Dai ‘Quaderni Rossi’ ai movimenti globali: Ricchezze e limiti dell’operaismo Italiano. Rome: DeriveApprodi. Deleuze, G. (1994) Difference and Repetition, trans. P. Patton. London: Athlone. Deleuze, G. (2006) ‘Denetim toplumları üzerine ek’, Müzakereler içinde, çev: İnci Uysal, Norgunk Yayıncılık. Deleuze, G. ve F. Guattari (1988) A Thousand Plateaus, trans. B. Massumi. London: Athlone. Foucault, M. (2003) ‘Bilme İstenci’, Cinselliğin Tarihi içinde, çev: Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları. Hardt, M. ve A. Negri (2003) Dionysos’un Emeği, çev: Ertuğrul Başer, İletişim Yayınları. Hardt, M. ve A. Negri (2001) İmparatorluk, çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları. Hardt, M. ve A. Negri (2004) Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, çev: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yayınları. Hegel, G. W. F. (1986) Tinin Görüngübilimi, çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi. Hegel, G. W. F. (2004) Hukuk Felsefesinin Prensipleri, çev: Cenap Karakaya, Sosyal Yayınları. Hyppolite, J. (1969) ‘The human situation in the Hegelian phenomenology’ in Studies on Marx and Hegel, trans J. O’Neil. New York: Basic Books. Hyppolite, J. (1974) Genesis and Structure of Hegel’s Phenomenology of Spirit, trans. S. Cherniak and J. Heckman. Evanston, IL: Northwestern University Press. Kojève, A. (1980) Introduction to the Reading of Hegel, trans. J. J. Nichols. New York: Cornell Paperbacks. Lazzarato, M. (2005) ‘Maddi olmayan emek’, İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika içinde, çev: Sinem Özer - Selen Göbelez, Otonom Yayıncılık. Lazzarato, M. (1997) Lavoro Immateriale. Verona: Ombre Corte. Löwith, K. (1991) From Hegel to Nietzsche, trans. D. E. Green. New York: Colombia University Press. Lukács, G. (1975) The Young Hegel, trans. R. Livingstone. London: Merlin. Marazzi, C. (1999) Il posto dei calzini: La svolta linguistica dell’economia e i suoi effetti sulla politica. Torino: Bollati Boringhieri. Marazzi, C. (2002) Capitale e linguaggio. Rome: DeriveApprodi. Marx, K. (1997) Kapital Cilt: 2, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları.

Marx, K. (2004) Kapital Cilt: 1, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları. Marx, K. (1999) Kapital’e Ek: Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Mustafa Topal, Ceylan Yayınları. Miller, A. V. (1977) ‘Foreward’ to G. W. F. Hegel The Phenomenology of Spirit, trans. A. V. Miller. Oxford: Oxford University Press. Moulier Boutang, Y. (1989) ‘Introduction’ in A. Negri The Politics of Subversion: A Manifesto for the Twenty-First Century. Cambridge: Polity, Yıkıcı Politika içinde, Otonom Yayıncılık. Multitudes (2000) ‘Biopolitiques et biopouvoir’, vol. 1. Negri, A. (1979) Dall’operaio massa all’operaio sociale. Milan: Multhipla Edizioni. Negri, A. (1980) Il comunismo e la guerra. Milan: Giangiacomo Feltrinelli Editore. Negri, A. (1988a) ‘Crisis of the planner-state’ in Revolution Retrieved. London: Red Notes. Negri, A. (2005a) ‘Arkeoloji ve proje: kitlesel işçiden toplumsal işçiye’, İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika içinde, çev: Sinem Özer - Selen Göbelez, Otonom Yayıncılık. Negri, A. (2003) ‘Anayasada emek’, Dionysos’un Emeği içinde, M. Hardt ve A. Negri, çev: Ertuğrul Başer, İletişim Yayınları. Negri, A. (2004) ‘Marx üzerine yirmi tez: sınıfın günümüzdeki durumunun yorumlanışı’, Conatus Çeviri Dergisi Sayı:1, şubat-mayıs 2004, çev: Erol Doğan, Otonom Yayıncılık. Negri, A. (1997) ‘Il dominio e il sabotaggio’ in I libri del rogo. Rome: Castelvecchi Editoria & Comunicazione. Negri, A. (2005b) ‘Zamanın oluşumu’, Devrimin Zamanı içinde, çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları. Negri, A. (2005c) ‘Kairòs, alma venus, multitudo’, Devrimin Zamanı içinde, çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları. Negri, A. (2003c) Guide: Cinque lezioni su Impero e dintorni. Milan: Raffaello Cortina Editore. Negri, A. (2006a) ‘Karşı-imparatorluk saldırıya geçiyor’, Avrupa ve İmparatorluk içinde, çev: Kemal Atakay, Otonom Yayıncılık. Negri, A. (2006b) ‘Savaş düzeni’, Avrupa ve İmparatorluk içinde, çev: Kemal Atakay, Otonom Yayıncılık. Negri, A. (forthcoming) ‘Postface to the English Edition’ in The Political Descartes: Concerning the Reasonable Ideology, trans. M. Mandarini and A. Toscano. London: Verso. Spinoza, B. (2000) Törebilim, çev: Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi. Tronti, M. (1971a) ‘La fabbrica e la società’ in Operai e capitale. Torino: Giulio Einaudi Editore. Tronti, M. (1971b) ‘Il piano del capitale’in Operai e capitale. Torino: Giulio Einaudi Editore. English translation: http://geocities.com/cordobakaf/tronti_social_capital.html. Tronti, M. (1971c) ‘Lenin in Inghilterra’in Operai e capitale. Torino: Giulio Einaudi Editore. English translation: http://geocities.com/cordobakaf/tronti_england.html. Virno, P. (2005) ‘"Genel entelekt" üzerine notlar’, Marksizmin Ötesinde Marksizm içinde, çev: Aynur Özuğurlu, İmge Yayınları. Virno, P. (2004) A Grammar of the Multitude. New York: Semiotext(e) (Çokluğun Grameri – Otonom Yayıncılık tarafından yayımlanacak). Wright, S. (2008) Gökyüzünü Fethetmek: İtalyan Otonomist Marksizminde Sınıf Bileşimi ve Mücadelesi, çev: Özgür Yalçın, Otonom Yayıncılık. Zizek, S. (2002) İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev: Tuncay Birkan, Metis Yayınları.


! yeni

Gökyüzünü Fethetmek

İtalyan Otonomist Marksizminde Sınıf Bileşimi ve Mücadelesi Steve Wright

Politika Dizisi - İngilizceden çeviren: Özgür Yalçın - 288 sayfa Gökyüzünü Fethetmek, işçi sınıfının maddi yapısı ile onun sermayeden ve resmi emek örgütlenmelerinden otonom davranışı arasındaki ilişkiye yaptığı vurguyla ayırt edilen, özgün bir politik eğilim olarak İtalyan işçiciliği (operaismo) üzerine yapılmış kapsamlı ilk soykütük çalışmasıdır. Antonio Negri, Mario Tronti, Sergio Bologna ve diğerleri tarafından geliştirilen operaismo’nun, sermayenin toplumsal gücü ile işçi sınıfının mücadelesi arasındaki dinamik bağı anlamaya olanak veren sınıf bileşimi kavramı, 1950’lerden günümüze uzanan bu soykütüğün ana gövdesini oluşturur. Sınıf bileşimine politik bakış açısından, kapitalizmin üretim ilişkilerinde meydana gelen bütün kopuşlarda ve değişimlerde belirleyici olan, işçi sınıfının mücadelesidir. Kapitalist gelişimin motoru olan işçi sınıfı, aynı zamanda onun yıkıcı gücüdür. Gökyüzünü Fethetmek, kapitalist iktidara bir saldırı olarak bu yıkıcı gücün politik hareket yasalarının keşfine adanmış bir eğilim olan operaismo içinde eleştirel ve tarihsel bir keşiftir. ‘Kapitalist gelişme, bir konjonktür zinciri boyunca hareket eder. Bu zincirin her halkası açık bir çatışma, doğrudan mücadele, bir güç edimi için olanak sunar ve inanıyoruz ki zincir, sermayenin en zayıf olduğu noktadan değil, işçi sınıfının en güçlü olduğu yerden kopacaktır.’ Mario Tronti

İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika Politika Dizisi - İngilizceden çevirenler: Selen Göbelez, Sinem Özer - 380 sayfa P. Virno, M. Hardt, A. Negri, G. Agamben

İtalya’da Radikal Düşünce, pek çoğu İtalya’da 1970’li yıllarda yaşanan siyasal mücadelelerin doğrudan öznesi olan A. Negri, P. Virno, M. Lazzarato gibi yazarların, geçmiş deneyimlerini günümüz devrimci pratiğine dönük yeni siyasal düşünme biçimlerinin kuramlaştırılmasında bir deney olarak ele aldıkları politik-felsefi denemelerden oluşuyor. Yazarların kolektif olarak önerdikleri ve geliştirdikleri yeni siyasal düşünme biçiminin işaret ettiği potansiyel, İtalya 77 hareketinin bedeninde maddileşmiş olan, emeğin politik gücünün olumlanmasını içeren doğrudan komünist bir yönelimdir.

Marx ve Komünalist Otonomi Derleyen: Cengiz Baysoy, 330 sayfa Kapitalist egemenliğin yeniden kuruluşuna karşı yeni bir devrimci hareketin karşıdan kuruluşu gerekiyor. Bütün ezberler bozulacak. Politik felsefe, politik teori, politik pratik ve örgütlenme konularındaki ezberler çözülecek, bu bir durum olarak görülüyor. Marx ve Komünalist Otonomi işte böyle bir sürecin bedenleşmesidir. Otonom dergisinin çeşitli sayılarında yayımlanmış olan bu yazılar salt bir derlemenin ötesinde, kolektif bir devinimin yansıması olan öznelliklerimizin de bir ürünüdür. Sermayenin postmodernleştiği bir dönemde komünist olmaktaki ısrarımız, ne aşkın bir inancın sürdürülmesi ne de arkaik bir söylemin tutulmasıdır. Bu bağlamda, Marx ve Komünalist Otonomi içinden geçtiğimiz bir dönemin ifadesi olduğu kadar geleceğimizin de habercisidir...


Bergsonculuk Gilles Deleuze Felsefe Dizisi - Fransızcandan çeviren: Hakan Yücefer - 146 sayfa

Deleuze’ün felsefi gelişimi içersinde Bergson okuması çok temel bir yer teşkil eder. Varlığın etkinliğine, ifadesine ve salt olumluluğuna dayanan radikal ontolojisini Spinoza üzerinden kurarken önce Bergson’a uğrar ve burada Hegelci olumsuzlamaya karşı güçlü bir temel bulur kendine. Diyebiliriz ki Deleuze’ü anlamak için işe onun Bergsonculuğundan başlamak gerekir.

Nietzsche Gilles Deleuze Felsefe Dizisi - Fransızcandan çeviren: İlke Karadağ - 102 sayfa

Deleuze’ün Nietzsche’si, Nietzsche’nin felsefesine bir giriş niyetiyle yazılmış olmasına rağmen, yanlış Nietzsche okumalarının sis bulutlarını dağıtıp, Deleuzecü özgünlüğün ve yaratıcılığın tadını da sunmaktan geri kalmayan yalın, duru ve anlaşılır bir metindir. “Güç istenci, üstinsan, tanrının ölümü” gibi belli başlı Nietzscheci kavramlar sanki daha bir berraklık kazanır bu sayfalarda. İlk olarak 1965’te yayımlanan ve muhtemelen gömlek cebine koyulup rahatlıkla sokağa çıkarılabilsin diye kısa tutulan bu kitap, Nietzsche’nin ezgisini Deleuze’ün yorumundan dinlemek isteyen herkes içindir.

Deleuze ve Guattari’nin Anti - Oedipus’u Şizoanalize Giriş

Eugene W. Holland Felsefe Dizisi - İngilizceden çevirenler: Ali Utku, Mukadder Erkan - 236 sayfa

Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin ilk ortak çalışmaları olan Anti-Oedipus metni, kapitalist kurumların gerici, suça teşvik edici ürünü olarak mahkûm ettiği Freudcu Oedipus karmaşasının parlak ve etkili bir eleştirisini sunar. Gerçekten dikkate değer ve çok karmaşık bir metin olan Anti-Oedipus, postyapısalcılığı ve kıta felsefesini kökten değiştirmiştir. Bu kitapta Eugene W. Holland, bu güç ve karmaşık metnin kapsamlı ancak anlaşılabilir bir rehberini sunar. Holland, modernitenin üç ana düşünürü Freud, Marx ve Nietzsche arasındaki etkileşimleri, Deleuze ve Guattari’nin müzakere ettikleri tarzda araştırıyor ve Deleuze ile Guattari’nin radikal materyalist psikiyatrisinde şizoanalizin rolünü açık bir biçimde inceliyor.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.