MERHABA
Altıncı sayımızı, sıcak savaş koşullarında dizgiye gönderdik. Körfeze bomba yağıyor, emperyalizm acımasızca saldırıyor. Uğruna mücadele ettiğimiz yeni dünyada; emperyalizmin yenilip yok edildiği bir dünyada evrensel barışın kurulacağına inanıyoruz. Bir yandan Incirlik'ten kalkan uçakların uğultusu, Cudi'de yangınlar, bir yandan zamlar zamlar... 25.1.1991 de, Ankara Tanıtım Büromuz basılarak, Grup Ekin'in de içinde bulunduğu 15 kişi gözaltına alındı. Egemenlerin halktan yana sanata tahammülleri olmadığını biliyoruz. Ama demokrat kamuoyunun, sanatçıların, edebiyatçıların, bu keyfi uygulamaya güçlü bir şekilde tavır almasını beklerdik... "Çarpık Kapitalizmin Çocuğu: Arabesk", yazarları işkencede direnirken yayına hazırlandı. "Metris Güncesi", Eylül zindanlanndaki direnişin çağrısıyla, suskunluğu yenen anaların babaların sesi TAYAD'ın öykü yarışmasına katılan Metris direnişinden bir kesiti anlatan uzun bir öykü... "Yaşamak Direnmektir", önümüzdeki günlerde Edebiyat Gazetesi Yayınları arasından ilk kitabı
TAVIR
yayınlanacak olan Hayati Azim'in kitaba adını veren öyküsü. Edebiyat cephesinin güçlü bir sesi olacak Hayati Azim'in başka öykülerini de yayınlayacağız. "Bugün Görüş Günümüz" adlı yazıyı örnek bir özveriyle, sarsılmaz bir kararlılıkla, hayatı ve geleceği savunan avukatlara ithaf ediyoruz. "Ateşin ve Güneşin Çocukları"nın şairi Adnan Yücel İstanbul'daydı. Şairle yaptığımız söyleşiyi yayınlıyoruz. "Devrimci El Salvador Sineması" bir bölümünün Yeni Düşün dergisinde yayınlandığını sandığımız bir çeviri. Bu konudaki eksikliklerimizi gidererek her sayı güncel bir çeviri yazısı yayınlamayı umuyoruz. Son sayı beklediğimizden daha kısa bir sürede tükendi. Bazı yurt içi ve yurt dışı istekleri karşılayamadık. Daha yüksek tiraja, önümüzdeki hedefe 5000 tiraja ulaşmak için Çanakkale, Amasya, Gaziantep, Erzincan, Zonguldak, İzmir, Ankara ve İstanbul'daki yazı kurulumuzdan ve yayın yönetmenlerimizden, dağıtımcılarımızdan daha çok özveri bekliyoruz. Tavır artık 4000 TL. Anlayışla karşılayacağınıza inanıyoruz. 1
"İÇİMİZDE EMPERYALİZME KARŞI ATEŞTEN DE ÖTE BİRŞEY VAR: YANGIN" TAVIR
".. tepsi gibi aylar yükselince hurmalıklardan.../bağdat'ta sokaklarda olaydım/ineydim ebu-nuvas bahçelerine..."(1) Binlerce ton bomba yağıyor Irak'a. Binlerce ton bombanın yok edici gücüyle ölüm yağdırıyor emperyalist savaş makinasının uçan kolları. Amerikan emperyalizmi diğer emperyalist ülkeleri ve bölgeye duyarlı yeni sömürgelerini yedeğine alarak oluşturduğu- çok uluslu güçle, körfez petrolü üzerindeki denetimini pekiştirmeye çalışıyor. Emperyalistlerin kendi denetimleri dışındaki islam yayılmacılığına karşı ileri bir müfreze gibi besledikleri Baas Yönetimi, bazı tarihi gerçekleri ileri sürerek Kuveyt'i ilhak etmişti. Bu olay bütün körfez petrolünün askeri güçle denetim altına alınması için bir fı rsa t gibi değerlendirildi. Ülkesindeki Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını kanla bastıran Saddam'ın Kürtler'e karşı giriştiği soykırıma sessiz kalan, ona kimyasal silah sağlayan emperyalistler, birden bağımsızlık ve özgürlük havarisi kesildiler. İsrail'in işgal altında tuttuğu Filistin yurdu için, Suriye'nin ve İsrail'in işgal ettiği Lübnan için BM kararlarını TAVIR
görmezlikten gelen ABD, gerçekte kendi uydusu kukla yönetimleri, zoraki devletleri korumaya çalışıyor. "ABD müdahalesinin savunmayı hedeflediği tek özgürlük, petrol ve finans şirketlerinin hiç bir hesap yermek zorunda kalmaksızın kâr etme özgürlüğüdür; bu bunalımlar çıkarma, ekonomileri yıkıma uğratma ya da savaşları kışkırtma özgürlüğüdür. "(2) Filistin yurdunun gaspedilmesinin, on yıllarca süren katliamların, çocukların kurşunlanmasına varan kırımın sorumluları, özgürlük adına görünmez uçaklarla, füzelerle saldırıyor. "Bağdat bir noel ağacı gibiydi, her yer ışıl ışıl." Bir Amerikalı pilot bombaladığı şehri bu sözlerle betimliyor. Emperyalistlerin bakışı bu. Dünya halklarına dünyanın sahibi olduklarını; ne pahasına olursa olsun 'mal'larını koruyacaklarını, kendilerine bağlı hükümetleri sa vu n a ca kl a rı n ı söylüyorlar. Bu azgın saldırı cenderesindeki halklar, emekçi yığınlar bir gün kendi sözlerini söyleyecektir. Bir gün kendileri için de mücadele edecekler. Kendilerinin olan topraklar için, şehirler, yurtlar için, kendi hayatlarını kurmak için. 2
Savaş hali, savaş koşullarında daha da azgınlaşan sömürü, savaşın acımasızlığı, emperyalizmin bu akıl almaz aymazlığı öfkemizi arttırıyor. Kültür ve sanat alanında yeni gelenekler yaratılmalı, sanatın ve edebiyatın gücü kavranmalı; sanatçılar, aydınlar emperyalist savaşa karşı gelişen muhalefete katılmalıdır. Halkımızın ve dünya halklarının kurtuluşunu sağlayacak son savaş için, savaşlara son verecek o zorlu zafere ulaşmak için bugün üzerimize düşen görevleri her zamankinden kararlı, daha becerikli bir şekilde yerine getirmeliyiz. Bunun yolu Saddam gibilerle de mücadele etmekten geçer. Ama bugün emperyalist saldırganların yenilgisini ummalıyız. Yurdumuzu emperyalizmin Ortadoğu'daki çıkarları için adeta bir uçak gemisi, bir ileri karakol gibi kullananlar, herşeyden önce alınlarındaki onursuzluk damgasını belirginleştiriyor. Ama Amerikan çıkarları için savaşmanın ayıbı acılı halklara yüklenemez. Savaş, emekçi yığınlar için baskının ve sömürünün katmerleştiği bir dönem olacak. Halkımızın mücadele ederek kazandığı bütün mevzilere TAVIR
saldıracaklar. Haklar gaspediliyor, grevler erteleniyor. Ezilen ulus hakları göstermelik tavizlerle geçiştirilmeye çalışılıyor. Toplu sözleşmeler, yasakçı yasalara rağmen zorlanan ekonomik haklar, memur maaşları, taban fiatları emir, komutayla belirlenecek. Savaş hali, gittikçe yaygınlaşan, keskinleşen sınıf mücadelesinde yeni bir sayfa açacak. Mücadele her koşulda yükselecek; devrimci eylemler yaygınlaşacak; legal olanaklar ortadan kalkmış olsa bile kitleselleşme sürecek. Savaş hali, savaş koşullarında daha da azgınlaşan sömürü, savaşın acımasızlığı, emperyalizmin bu akıl almaz aymazlığı öfkemizi arttırıyor. Kültür ve sanat alanında yeni gelenekler yaratılmalı, sanatın ve edebiyatın gücü kavranmalı; sanatçılar, aydınlar emperyalist savaşa karşı gelişen muhalefete katılmalıdır. Halkımızın ve dünya halklarının kurtuluşunu sağlayacak son savaş için, savaşlara son verecek o zorlu zafere ulaşmak için bugün üzerimize düşen görevleri her zamankinden kararlı, daha becerikli bir şekilde yerine getirmeliyiz. Bütünüyle emekçilerin olacak yeni bir dünyaya inancımız asla sarsılmayacak.
DİPNOTLAR (1) - Hasarı Hüseyin (2) - Class Struggle; Dünya Solu Sayı.6
3
SANATSAL ÜRETİM, SINIFSALLIK VE DEVRİMCİ SANAT MEHMET ASLAN Ülkemiz sınıflar mücadelesi tarihi, son otuz yılda büyük dönüşümlere sahne olmuştur. Bu dönüşümler, değişik alanlarda farklı boyutlarda yaşanan olumlu-olumsuz değerleri de beraberinde getirmiştir. Olumluluğun en boyutlusu siyasal alandadır. Mücadelede köklü kopuşlar ortaya çıkmıştır. Özellikle son yirmi yıl bunun doruğudur. Sınıf mücadelesinin revizyonist-reformist kalıplar içine hapsedilmesi, bir kopuşla parçalanarak; ülke özgülünden yola çıkan ve somut ko şulların, somut tahliline dayanan politikalar ve bu politikaları yaşama geçiren yapılar yaratılabilmiştir. Siyasal alanda yaşanan bu gelişme, ne yazık ki, yaşamın pekçok ala nla rınd a tam anl amı yla oluşmamıştır. Özellikle kültür-sanat alanına olumsuzluk hakimdir. (İstisnalar bu kanıyı değiştirmiyor). Devrimci hareket darbeler yemiş, kültür ve sanat alanına yetkin bir biçimde el atamamıştır. Aydınlar ise gelenek olarak Osmanlılardan bu yana hep halktan ve yaşamdan kopuk elit bir çevre oluşturmuştur. Kültür ve sanat alanı burjuva, küçük burjuva aydınların elinde kast sınırları ötesine götürülememiş, ayrıcalıklı hale getirilmiştir. Ülkemiz, 12 Mart ve 12 Eylül gibi, halka topyekün savaşların açıldığı TAVIR
açık-faşizm koşullarını yaşamıştır. 1974-1980 yılları arasında toplumun her kesimi can güvenliği sorunuyla karşı karşıyaydı. Faşizme karşı yürütülen amansız mücadele belleklerde canlılığını koruyor. Ama bu gerçekler, sanatsal üretime dönüştürülememiştir. (Bir kaç eser bu kanıyı değiştirmiyor). Elbette sanatsal üretimin konusu, hayatın kendisidir. Ama sözünü et tiğimiz tarihsel dönemler, bütün halkı etkilediği için öne çıkarılmalıdır. Böylesi bir dönemi yaşayıp da etkilenmeyen sanatçının, değil sanatsal duyarlılığı, insani duyarlılığının olduğu bile söylenemez. Bir çok kişi çı kıp onlarca, yüzlerce eseri bize örnek gösterebilir. Evet, bir çok roman, öykü, şiir yazılmış; müzik yapıtları ortaya konulmuş; resim, heykel yapılmıştır. Sorun da tam buradadır. Edebiyat ve müzik, toplumsal yükseliş ve yenilgiye göre, ya sanat adına bir basitlik, sığlık hakimiyetine ya da yine sanat adına yüzeyselliğe, biçim kaygısıyla özün yadsınmasına d ö n ü ş e b i l m i şt i r . Y ü kse l i ş dönemlerinde sanat, uyaklı bildiri okumaya dönüşürken; ardından gelen bir yenilgi aynı yaratıcılara doğayı, aşkı, çi çe kle ri, cinselliği, kuşları vb. ke şfettirmiştir. Ama tüm bu saydığımız kavramlar içi boşaltılarak, soyutluk
4
üzerinde yükseltilmiştir. Yine edebiyat, yenilgi sonrası dönemde neredeyse "itirafçı, pişmancı roman, öykü, şiir" diye adlandırabileceğimiz bir rotaya girmiştir. Hiç bir dönemde tam olarak halka ulaşamayan resim, iyice soyutlaşarak anlaşılmazlığın tahtına oturmuştur. Anlaşılır olmak neredeyse suç sayılmıştır. Uzun bir geleneği olan tiyatro kendi içine kapanmış, bulunduğu çizgiden çok gerilere savrulmuştur. Diğer sanat dalları da anlattıklarımızdan farklı bir konumda değildir. Hakim olan yaratıcılık değil sınırlılıktır. Sanat diye sunulan gerçeklikten uzak, uç şeylerin yer yer çürümenin, koku şmanın ön plana çıkarılmasıdır. Yaşam, tüm zenginlikleriyle akıp giderken, çelişkiler alabildiğine derinleşip, keskinleşirken bu kaçış, bu çürüme niye? İşte bu soruya yanıt aramaya çalışacağız. Yanıt da sanatın ve sanatsal yaratıcılığın sınıfsallıktan kopuk ele alınamayacağı gerçeğinde sa klı. SANATTA SINIFSALLIK Kültür ve sanat sınıfsal bakış açısıyla değerlendirilmelidir. Bütün kültürel-sanatsal değerler bir sınıfın damgasını taşır, onun yararınadır. Tıpkı, ekonomi gibi, devlet, hukuk, siyaset vb. gibi rehberi siyaset olan sanat da sınıfsal şekillenme içinde yerini alır; belli bir sınıfın duygu ve düşüncelerini yansıtır. Günümüzde, ya burjuvaziye ya da proletaryaya hizmet eder. Devrimci bir sanat nasıl devrim makinesinin çarkı ve dişlisi olmak durumundaysa yozlaşmış burjuva sanatı da düzen gericiliğinin çarkı ve dişlisidir. Feodal toplumsal düzen içerisinde TAVIR
burjuvazi, feodaliteye karşı ilerici bir sınıf olarak gelişirken, köylüler, işçiler ve zenaatçılarla birlikte halk kategorisi içinde yer alıyordu. Burjuvazi bu dönemde elinde bulundurduğu ekonomik olanaklarla sanata büyük katkılarda bulundu. Sanat ve edebiyat ilericiydi, halk yararına bir işlev görüyordu. Çünkü, burjuvazi feodaliteyi yıkmak gibi, İlerici bir misyona sahipti. Bu dönem, kendi içinde burjuvaziye ko şut gerilemeyle birlikte uzun yıllar sürdü. Doğası gereği, emperyalizm aşamasında üretici güçleri geliştirmekten yoksunlaşan burjuvazi. İlerici misyonunu tamamlayarak gericileşti. Yaşamın her alanına gericiliğiyle damgasını vurdu. Sanatı da aynı gericileşmeden üzerine düşen payı aldı. Var olan sömürü düzenini ne pahasına olursa olsun sürdürmek isteyen burjuvazi, elindeki tüm olanakları seferber etti. Kültür ve sanat, burjuvazi için bir hizmet aracına dönüştü, gitgide se ktör haline geldi. Burjuvazi, bir zamanların yaratılmış ilerici değerlerini silmek, bilinçleri dumura uğratmak için, kültür-sanat alanında yoğun bir faaliyete girişti. B ö yle ce st ra t e j i k p l an da ki çürümüşlüğü, tükenişi aynı boyutta sanata-kültüre de yansıdı. Artık burjuva sanatçı "yapıtını" burjuvazi için oluşturuyordu. Sanat, pazarlanan "mal"dan başka birşey değildi. Sanatçı yaşamın dinamiğine karşı çıkarak ilerici konumunu yitiriyor; düşüncesi sınırlanıyor, gözleri ister istemez perdeleniyor ve bu durum doğrudan ürününü etkiliyordu. Artık bu sınırlılık içerisinde, hakim olan düzenin yarattığı aşağılık ilişkiler fahişelik, serserilik, ayyaşlık, psikolojik bunalımlar vs. allanıp pullanarak "topluma" sunuluyordu. Bu aşamadan sonra da 5
sanat adına anlaşılmazlığın batağına savrulmak kaçınılmaz bir sondu. Birbirleriyle rekabet halinde (!) onlarca burjuva sanat ekolü ortaya çıkmıştı. Sözde birbirlerine karşıydılar, özde hepsinin ortak yanı burjuvaziye hizmette yarıştı. Sonuçta, burjuva sanatı, burjuva düzeni gibi çöküşe doğru yol alıyordu. Bu sanat karşı sında geleceği ve gelişmeyi temsil eden sanat da doğdu. P role ta ryan ın burjuva düzeninde doğup, o düzene alternatif bir sınıfsal güç olması gibi, proletaryanın sanatı da burjuva düzeninde doğup gelişmiş ve burjuva sanatına alternatif olmuştur. Proletaryanın siyasetinin, ideolojisinin rehberliğinde ve toplumsal gerçekliğin bütün boyutlarında gelişimini sürdüren bu sanat devrimci sanattır. Bir başka adlandırmayla "sosyalist gerçekçi sanat"tır. ÜLKEMİZDE SANAT VE SANATÇI Burjuva bir düzende ayrıcalıklar, varlıklı sınıfların elinde olduğu için, halk eğitim olanaklarından yeterince yararlanamaz ve bilgi-birikim isteyen sanatçılık da ister istemez "aydın" zümrenin tekelinde kalır. Bilindiği gibi "aydın olma", sınıflar üstü bir statü değildir. Genellikle burjuva ve küçük-burjuva sınıfsal kökenden gelen aydınlar, dünya görüşü olarak, ister istemez tercih yapmak zorundadırlar. Bu tercih burjuva, küçük-burjuva ya da proleter aydın olmalarını belirler. Ama, tek başına tercih de yeterli değildir. Çünkü, tercihe göre yaşam biçimi de şe killenmek zorundadır. Bir aydın olan sanatçının düşüncelerine, tercihine göre örgütlenmesi gerekiyor. Bu yapılmazsa o sanatçının tercihinde de TAVIR
ne derece samimi olduğu tartışılır. Tercihini devrim lehine yapan, sözde devrimci bir sanatçı, pratikte ortada görünmüyorsa, küçük-burjuva olumsuzlukları aşamamış demektir. Bu haliyle proleter sanatçı, proleter aydın olarak adlandırılamaz. Türkiye'deki geleneksel aydın da böyledir; kast olma konumunu aşamadığından, sözde devrimci de olsa, küçük-burjuva karakterini her dönem korumuştur. Sanat alanına hâkim olan duyarlılık, yaşanan gerçekçiliğe ve toplumsal mücadeleye karşı duyarsızlık temelinde şe killenmiştir. Yaşama bakış açıları, üstenci ve görünen gerçekliğin inkârı olan "sınıflarüstü" kalma biçimindedir. Kafa yapıları tıpkı Türkiye'nin düzeni gibi, çarpık şe killendiğinden, ortaya koydukları eserlerle burjuva değirmenine su taşımaktan öte gidememişlerdir. Çarpık kapitalizmin ürünü olduklarından, arabesk özellikler de taşıyan bu kesim, ki şi sel bunalımlar, çözümsüzlükler, alkole sarılmalar gibi, tipik düzen hastalıklarını her zaman bedenlerinde taşımışlardır. Bizim gibi ülkelerde, bırakın iktidar alternatifi bir siyasal, mücadeleye katılımı; salt yurtsever aydın olmaktan kaynaklı, girişilecek demokrasi mücadelesi bile önemli bedeller ister. Koğuşturmalar, yargılanmalar, işkence, cezaevleri bu insanlar için kaçınılmaz duraklardır. Türkiye'nin küçük-burjuva aydını da bu sorunlarla karşılaşmış, bedelini ödeyemediği için de kaçışı seçmiştir. Aydın kast için zaten geleneksel olarak varolan "sınıflarüstü"lük ise kaçışın hazır "teorisi"nden başka birşey değildir. Bu anlayış, örgütsüzlüğü fetiş düzeyine getirdiği gibi, lafız olarak da keskin söylemlerle içi boş bir demokrasi 6
anlayışı oluşturmuştur. (Salt .... sorunu karşı sındaki şovenist, sosyal-şovenist tutumları bile demokrasi konusundaki ciddiyetsizliklerini belgeler). Bu yüzden, kendilerini nasıl adlandırırlarsa adlandırsınlar, sanatçılar, düpedüz burjuva, küçük-burjuva, aydın-sanatçı olmaktan ileri gidememişlerdir. Egemen sınıfların bilinçleri dumura uğratma politikasına doğrudan egemenlerin yanında yer alarak ya da sol'dan (örgütsüzlüğü savunarak, devrimci eyleme karşı adeta mücadele başlatarak, çürümeyi allayıp pullayarak...) destek olmuşlardır. Ortaya koydukları ürünlerinin niteliğine ve kimin için ortaya konulduğuna baktığımızda, saydığımız nitelikleri daha da pekişir. Şimdi sormak istiyoruz;
ÇÜRÜMENİN SANATI Ülkemiz devrimci hareketi, iki yenilgi dönemi yaşadı. Özellikle 12 Eylül sonrası, hayatın her alanına nüfuz eden baskı ve terör, doğrudan apolitik leşmeyi ve kaçışı da beraberinde getirdi. Bu durumdan en çok etkilenenler yüzlerine sol maskesi takan aydın ve sanatçılardı. Örgütlülükten bir umacıdan korkar gibi korkan, yükseliş dönemlerinde sol söylemlerle ahkâm ke sen bu kesim; yenilgiyle birlikte, örgütsüz olduğundan politik rotasını kolayca şaşırdı.(1) Bu şa şkınlık onu burjuva aydınının yanına doğru sürüklemeye başladı. Sonuçta, o batağa yuvarlandı. Bu kesimin bataklığa yuvarlanmasıyla, bunalımlarıyla ölüm döşeğinde inleyen burjuva sanatı yeni bir kan buldu (!)
Atelyesine kapanıp, kendi fizikötesi düş dünyasını tualine aktaran bir ressam, sanat ve kültür, adına insanlığa ne verebilir? Yaptığı iki-üç tabloya burjuvazinin dünyanın parasını saydığı ressam, üretmenin, ü rü nünü paylaşmanın hazzına varabilir mi? Odasına kapanıp, anlaşılmazlığı ana motif olarak kullanan müzisyen insanlığa ne verebilir? Aynı şeyler, tüm sanat dalları için geçerlidir. Oyuncu, dansçı, romancı, şair vb. için geçerlidir aynı sözler. Eserleri, her türlü dejenerasyonun mesajıyla yüklü sanatçı kastı kimi temsil etmektedir? "Anlaşılmak için sanat yapmıyorum", "halk için yapmıyorum" diyerek soyutluğa, üstenciliğe saplanan, adeta halkla alay eden sanatçı kimin sesidir? Görüldüğü gibi pratiği biraz açıldığında, Türkiye aydınının dört elle sarıldığı "sınıflarüstü" söyleminin altında yatan kopkoyu sınıfsallık kendini açıkça gösterir.
Burjuva sanatı, kucağına gelen bu ke simden, devrimcileri çok az tanımasına rağmen olumsuzluğu yalanla sü sleyerek ön plana çıkaran, gerçeklik diye sunan bu kesimden işine yarar "değerler" alıyordu. Ortaya konulan ürünler egemenler için büyük önem taşıyordu. (Çürümenin sanatçılarının işlevi, siyasal planda yaratılmaya çalışılan itirafçı tipinin işleviyle aynı.) Kaba bir öz ve kaba bir biçimle yaratılan bu eserler, mesajlarıyla, kitlelerde varolan yılgınlığı kat-merlendiriyor, olumlu değerleri yıkmak için çaba gösteriyordu. Arabesk duyarlığa hitap etmesi anlamında, ilgi çekiyor ve içinde taşıdığı mesaj da yılgınlık ve karamsarlık olduğundan düzenin istediği özelliklere denk düşüyordu. Bu eserlerin yaratıcıları, burjuva sanatçılardan, soyutluğu, cinsel sapkınlığı, fahişeliği öğrenirlerken, burjuva yazar-çizerler de bunlardan; devrimciler adına bir-iki istisna olumsuzluğu ön plana çıkartarak sunulan
TAVIR
7
yalancı gerçekliği öğreniyor ve bir noktada buluşup kaynaşıyorlardı. Gerçek yaşamda aşkı tanımadığı, hayatı anlamadığı söylenen devrimcilere, eserlerde aşk (burjuva cinsel sapkınlığı, soysuzluğu) "tattırılıyor" gidilen yolun boş ve sonuçsuz olduğu mesajları veriliyor, örgüt fobisi yaratıltyordu. Elbette bunlar için aşk, henüz tanışan kadın ve erkeğin (Amerikan filmlerinde olduğu gibi) aynı akşam yatağa girdikleri burjuva cinsel ko kuşmuşluğu olduğu için; devrimcilerin aşklarını, sevdalarını ve tutkularını anlayabilmeleri beklenemez. Elbette bunlar, örgütlülükten uzak olduklarından, sınıflar mücadelesinde tarihe maledilen olumlu gelenekleri göremezler. Kendi konumları gereği, devrimci hareketin kolunun uzanmadığı birçok alanda, devrimcilik adına ortaya çıkan olumsuzlukları, en küçük araştırma gereksinimi bile duymadan, söylenti ve yalanları da ekleyerek gerçek diye, sundular. Mantık, 'çamur at, izi kalsın' mantığıydı. Kendilerinden çokça sözettiler. Bunun nedenleri de vardı. Karşılarında tüm kağıttan şatolarını yıkabilecek olan devrimci sanatın henüz cılız olması en birinci nedendi. Toplumsal mücadelenin ivmesinin yükselmesi ve sanat alanına örgütlü müdahaleyle yaratılan alternatif, çoğunu şimdiden çöp sepetine atmıştır. Bir çürüme sanatı olarak ortaya konulan "pişmanlık romanları", "itirafçı şiirler" vb.leri bir daha anımsanmamak üzere çöplüğü boylayacaklar. YARATICILIĞIN SINIRLANMASI Yıllar önce Jdanov şöyle diyordu: "Gizemciliğin ve softalığın alıp yürümesi, pornografi merakı, burjuva ve kültürünün çöküşünün ve yozlaşmasının belirleyici özellikleridir. TAVIR
Kalemini sermayeye satmış olan burjuva edebiyatının 'ünlü kişileri' artık hırsızlar, ajanlar, orospular ve serserilerdir." Bu tespitten yıllar sonra durumun daha da vahimleştiği açıktır. Jdanov'un satırlarını okuyan, hangi ülkede yaşarsa ya şasın kendi toplumundaki burjuva sanatın tanımını görecektir. Hem de daha derinleşmiş olarak. Burjuva düzenin kokuşması ve çöküşe yol almasına koşut olarak, sanatı da o çöküşten ve ko kuşmadan payını alıyor; yaşanandan uzaklaştığı için yaratıcılık sınırlanıyordu. Ancak, burjuva sanatçı "özgür yaratım" diye basbas bağırıyor. Bu feryadın ardında, maskelenmiş bir bağımlılıktan başka birşey yoktur. Öyleyse, yarattıklarının özgür yaratım olduğu söylenebilir mi? "Özgür yaratılmış" bir sanat ürününe, kendi çıkarına değilse, para sayabilecek bir tek burjuva var mıdır? Bu sorulara "evet" diyecek birinin ya cahil ya da tam bir uşak olması gerekir. Burjuva sanatçının görevi; toplumun emekçi tabakalarının (düzenin korkulu rüyalarının) bakışlarını, dikkatlerini temel sorunlardan uzaklaştırıp, onları anlamsızlık batağına çekmektir. Bu bataklıkta starlar, ahlaksızlık, dolandırıcılık, özenti, pornografi ve çürümüşlük saltanatı vardır. Burjuva sanatçısı, işçi ve emekçileri asıl hedeflerinden saptırarak, boş umutlar peşinden koşturarak, bu bataklığa düşürmek için bir araçtır yalnızca. Onlar bu konularda yaratmakta "özgürdür". Tarihin tekerleklerini geriye doğru çevirmek için çabalamak çürümüşlükleri sü sleyerek savunmak, sanırız kolay iş değildir. At gözlükleri, takıp, yaşamdan uzaklaşmak, yaşamdan, gerçeklerden kopmak; insani olanı da götürür. İşte "özgür" burjuva yaratıcılığının özgürlüğü! 8
Yaratıcılığın maddi kaynağı olan akıp giden yaşam ve onun gerçekliğinden uzaklaşma, içinde bulunulan alanı daralttığından, sınırlılığı getirir. Sonuçta, gerçeklik ve geçmişte yaşanan bir olay, nostalji yapılarak, biçim çeşitlendirmeleriyle sunulmaya başlanır. Ayrıntılar özü gölgeler ve yazarın gerçekliği haline gelir; öz tükenir. Özün tükenmesiyle, yaratım, biçimde aranır olur. (Rotasını kaybeden küçük burjuva yazarların, sanatçıların vardıkları son durak da aynıdır. Bunlar da genel karakterleri olan arada kalmışlıklarını üstencilik ve yüzeyselliklerini; bunların sonucu tepki selli kle rini sürekli e se rle ri ne yansıttıklarından, karşılarındaki basit olguları bile çözümleyemezler. Örnek olarak yıllardır bir arabesk olgusunu bile kö klü olarak değerlendirememeleri verilebilir. Çünkü, kendileri de arabesktir. Oradan oraya savrulurlarken, çözümsüzlükler içinde kıvranırlarken yaşamlarının, tepki duydukları arabesk yaşama dönüştüğünü görmek bile istemezler. Sanatçı olma ayrıcalıkları, hepsini halktan kopardığından kasta adapte olup, orda serüvenlerini noktalayarak birer entellektüel arabeskçi olurlar.) Durumları açık olmasına karşın sözü edilen sanatçıların "özgür yaratım" diye basbas bağırmalarının ne anlamı olabilir? Ama, bu burjuva, rotasını şa şırmış küçük-burjuva sanatçılar kendi yaratımsıziıklarını, sınırlılıklarını başkalarına yüklemeye çalışırlar. Kendilerinin çürümüşlüğünü gözler önüne seren ve gelişmeye-geliştirilmeye açık devrimci sanata saldırırlar ya da görmezden gelirler. Sosyalizmin yaratıcılığı yok ettiğini dillerine dolarlar. Peki, "Marksizm yaratıcılığı yok eder mi? Evet eder. Feodal, burjuva, küçükburjuva, liberal, bireyci, nihilist, 'sanat sanat içindir' anlayışını savuTAVIR
nan, aristokrat, yozlaşmış, ya da kötümser, halk kitlelerine ve proletaryaya yabancı olan her türlü yaratıcılığı yok eder. Proleter yazar ve sanatçılar açısından bakıldığı zaman bu türden yaratıcılık yok edilmeli midir?... Edilmelidir. Tamamen yok edilmelidir. Ve bunlar yok edilirken yeni bir şey inşa edilebilir."(3) Kokuşmanın yansıtıcısı olan ve gelecekte tarihin çöp sepetine atılmaya mahkum bu sanatçıların ürünleri, ulusal kültür-sanat içinde değerlendirilebilir mi? Geleceğin sanatına ve kültürüne katılacak yönleri var mıdır? Sanmıyoruz. Sırf bu nedenlerle anlayış olarak yok edilmelidir. Bu da ancak, alternatif yaratıp, kitlelerle sanatın kucaklaşmasını sağlayarak olabilir. YARATICILIĞIN
KAYNAĞI
VE DEVRİMCİ SANAT Yaratıcılığın kaynağı, gürül gürül akan yaşam, durmadan dönen tarihin tekerleğidir. Bir sanat ürününün gerçekten kalıcı olması için her şeyden önce gerçekçi olması gerekir. İnsan duyumunu ve insanın geçirdiği duyumları örgütlerken sanat, topluma ayna olur; ışık tutar. Sanatçı da, doğal olarak, insanın manevi yanının önderi, "insan ruhunun mimarı" olmak durumundadır. Üretiminde gerçeği kılavuz edinir. Ama bunu salt nesnel gerçeklik olarak değil, devrimci gelişimi sürecinde yaşamı tanıyıp yansıtarak yapmalıdır. Ancak, böyle bir sanatçı, emekçilerin sosyalizm donanımını edinmele rini ve onla rın ideoloji k dönüşümlerinin sağlanması görevlerini birleştirebilir. Kerte kerte yükseltilen bilinçle, sanatsal yaratımdan kaynaklı sanatın tadına vardırarak, sanatsal hazzı tattırabilir. Ve ancak böyle bir sanatçı insan ruhunun mimarı olabilir. 9
Emperyalizmle, ezilen haklar arasındaki mücadele sanat alanına da yansıyor. Proletaryanın ideolojisiyle donanmış ve geleceği temsil eden; kalemini , fırçasını, müziğini vb. dünyayı değiştirmek, yeniden kurmak ideali için kullanan; ürettikleriyle bir yandan halkın bilincini geliştirirken, bu gelişmeye koşut sanatsal hazzı da tattırabilen sanatçılar doğmuştur. Bu, örgütlü düşünceleri doğrultusunda p rati k ö rg ütle yebil en, so syalist gerçekçiliği rehber edinen devrimci sanatçıdır; proleter sanatçıdır. Hangi sınfsal kökenden gelirse gelsin, beynini, yaratıcılığını proletaryanın ve ezilen halkların kurtuluşu; sınıfsız toplum ideali uğruna kullanan ve bu uğurda örgütlenmeye bizzat katılan, bedel ödemeye hazır sanatçı, devrimcidir. Devrimci sanatçı, bir yandan tüm bunları yaparken, öte yandan da yaşanan gerçekliğin ona sunduğu sınırsız yaratım koşullarını değerlendirerek, devrimci sanatı burjuva sanata karşı savunarak, alternatif olduğunu koymak ve sanatını geliştirmek durumundadır. Devrimci sanatın doruklarına ula şm ı ş nice sanatçılar bunu başarabilmişlerdir. Ancak, onların açtığı yoldan, onların bıraktığı yerden devrimci sanatı daha da ilerilere götürmek gerekir.
yapmak yerine öze uygun biçim arayıp bulmak durumunda olduğundan yeninin temsilcisidir. Tüm bu saydığımız avantajlara rağmen devrimci sanata göre burjuva sanatın avantajlı olduğu tek yön; düzeni savunduğu için, maddi destek görmesi ve yasallığıdır. Devrimci sanat ise, devrimci mücadelenin geliştireceği yöntemlerle böylesi sorunları aşmak durumundadır. Bu nedenle sosyalist bir düzende sağlanacak olanaklar düşünülürse, yaratıcılığın daha da artıp, yetkinleşmenin en üst sınırlara tırmanacağı su götürmez bir gerçektir. Dünyadaki, ge riye deği şim rüzgârlarının, küçük-burjuva safları salladığı, sarstığı günümüzde "sosyalizm öldü" hezeyanları sanata da yansıyor. Bilimsel olarak so syalizme karşı çıkamayanlar, revizyonizmin somut iflasını görüp bunu sosyalizmin iflası olarak algılayacak kadar cahil olduklarından, kendilerini rüzgârın şiddetine kaptırdılar. İşte bu koşullarda devrimci sanatçıya düşen görev bir kat daha artıyor. Cüret ve doğru perspektifle ortaya konulacak eserler bir deprem yaratmalı, bulanık kafaları sarsıp durultmalıdır. Gereken budur ve devrimci sanatçılar bunu yapacak güçtedir.
Devrimci sanatın önü açıktır; her noktada burjuva sanattan çok çok ilerdedir. Burjuva sanatın konuları düzenin pisliklerini aklamaya çalışmakla sınırlıyken, devrimci sanatın konusu bütün yönleriyle tüm bir yaşam gerçekliğidir. Özden yoksunlaşmış, yeniliği biçimde arayan sınırlanmış burjuva sanata karşı, inanılmaz derecede geniş bir öz zenginliğine sahip olan devrimci sanat bu öze uygun biçimler yaratmak durumunda olduğundan, biçim olarak da yeninin temsilcisidir. Burjuva sanatçı gibi biçim cambazlığı
DİPNOTLAR
TAVIR
(1): Kuşkusuz sadece örgütlülük de y etmez. Çünkü ülkemiz gerçekliğinde, 12 Ey iü'de teslimiy et çizgisine gelen sol örgütlerin v arlığı y adsınamaz. Bu y üzden örgütlülükten kasıt, gerçekten sosy alizmi k ıl av u z alan bir örgütlülüktür. Ay rıca, sanatçılara sürekli f arklı bir misyon y üklenmesi ve oluşan kast sisteminin "çekiciliği" küçük-burjuva sanatçıların rota saptamasında bilinen etkenlerdir. (2): Jdanov, Edebiyat, Müzik v e Felsef e Üzerine, s (6) (3): Mao.
10
ADNAN YÜCEL
ATEŞİN VE GÜNEŞİN ÇOCUKLARI ıı Nerden bilsin ki Medya'nın ataları Her çocuğun dilinde Şamaş Bir gün bambaşka bir ateş olacaktır Ve ateş güneşe Güneş yeniden ateşe yorulacaktır Sonra ışıl ışıl akan nehirler Bir gün tanrılar adına kan akacaktır Köpükler güneşle oynaşırken iki nehirde Nal sesleri katıldı bir gün suların sesine Bir turaç vuruldu sazlıklarda Gün doğmadan sustu bülbül Yavru bir ceylan annesiz döndü çöllere Maralım Ana koynunda memesiz yaralım Bir anda kargılar-mızraklar ve baltalar Balta girmemiş duygu bahçelerine Zulüm tohumları saçarak daldılar Şamaş'ın sonsuz ışıklarına inat Karanlık yiyen-kan içen tanrılar yarattılar
TAVIR
11
Bir havar yükseldi nehir boylarından Uzak denizlere doğru havar-havar İskit ve Babil demekte ne var Yolu Medya'dan geçenin Ölümden korkacak nesi var
Medya bir şahindi Babil bahçesinde Ebabil ku şları yoktu daha Peygamberler dökmemişti tanrı kanını Bir söz dolaşırdı dilden dile "Şahin küçük ama vermez avını" Anlatırdı kavganın ölümsüz şanını Gökyüzünde şahinler şimşeklenirdi Bulutlar çarpışır Yıldırımlar güneşlenirdi Kartallar kan ağlarken asma bahçelerde Dağbaşlarında bülbüller yüreklenirdi Toz bulutlarına karşı bir şarkı rüzgârı Eserdi bahçeden bahçeye korku suz Çatlardı sevdanın sabırsız narı Ki her yanı korku duvarı-ihanet duvarı İnce bir gelin se si dağlarda Çaresiz kalır çekerdi havarı Her çile bir tek sözde düğümlenirdi Demiri dövmek tavında gerekirdi Etten saraylar kuruldu ovalarda Kemikten kaleler Ölüme bulaştıktan sonra çiçekler İki nehir boylarında Yalnızca kan koktu yazılan tabletler
TAVIR
12
TAVIR
13
Ninsun çoktan dönüşmüştü Nino'ya Ve Nino'dan Asur sarayı Ninowa'ya çoktan Akıp gitmişti koskoca bin yıllar İki nehrin aşksız ve ışıksız arasından Urartulu dağ çiçeği gözlü kadınlar Babilli nehir sesli genç kızlar Ve Medyalı kargı bakışlı delikanlılar İnsan yüzlü bir tanrıya kul oldular Günün bir ölüm vakti Asur elçisi önünde divan durdular İki nehir boylarında çocuklar Bir aşk gülünü bile Dalında koklayamadan yok oldular Ey Medya'nın bilge megleri İyilik adına yakılan onca ateşin Karartılan ayın Söndürülen güneşin karşılığı hani Hani söylenen iyi sözlerin yankısı Düşünülen iyi düşüncelerin Yapılan işlerin göksel çağrısı hani Her şey kan ve tanrı sessizliğinde Toprağa çöken bir ölüm oldu sadece
TAVIR
14
İki nehrin harman yangını boylarında Nevruzlar ağladı ilkbaharlarda Karakışlarda İlaydalar Menekşeler küskün açıldı yazlarda Sonbaharlarda sardunyalar Dört mevsime kan çanağı göz oldular Ağıtlar salıp köpüklü nehir sularına Saz tellerinde susmayan söz oldular. Kan sustu sonunda sular duruldu Bir turaç sesi eksikti sazlıklarda Bir de ceylan gözleri kıyılarda Kargılar dikleşmiş mızraklar gizlenmişti Ölüm sevgili değildi insanların kolunda Bir korku dolaşıyordu yalnızca Sessiz sessiz-ürkek ve gizlice Yürekten yüreğe yılgın ve haince Kan susmuştu sonunda kölelik kurulmuştu Yağmur kuşları susarken bir şafak vakti Tanrısal kokular istendi iki nehirden Sümbüller-nergisler ve fesleğenler Dağ laleleriada çayları ve kekikler Derlenip Babil'denİskit'den ve Medya'dan Asur'un tanrılaşma törenine konuk gittiler Demet demet dövüldüler havanlarda Bir tören uğruna tütsülere gömüldüler Ve yepyeni bir ateş yükselinceye dek Asur yüzünde ölümsüzlüğü simgelediler. (Sürecek)
TAVIR
15
MÜZİK
ÇARPIK KAPİT ALİZMİN ÇOCUĞU ARABESK GRUP EKİN Bugüne dek çok konuşuldu arabesk üzerine, yazılar yazıldı, kitaplar yayınlandı, paneller düzenlendi. Bazıları methiyeler düzerken, bazıları da sosyo-ekonomik nedenlerden kopuk bir biçimde "Toplumsal bir gerçeğimiz" olarak söz etti arabeskten. Arabeski yaratanlar ise şöyle diyordu: "Türkiye'nin kimliğini belirlemek için yapılan her çalışma ve arayış arabesktir. Biz ne kadar batılı olmaya çalışırsak çalışalım, müslümanız ve arabesk de islam dünyasının müziğidir. Arabesk, halkın dertlerini, günlük yaşamını dile getiren müzik türüdür." (1) Öyle ya da böyle; herkes bir yönünü gördü arabeskin. Ama onun Türkiye topraklarında, sosyo-ekonomik kökleri olduğunu ancak çok az kişi görüp, bütünselliği ile kavrayabildi. Herşey bir tarafa, arabesk müzik ve en genelde bir kültür olarak arabesk, kendini yenileyen, etki gücü yoğun bir g e rçe kl i k ol a ra k va rl ığ ın ı sürdürmektedir. Bu gerçekliği kaba hatlarıyla inceleyip, somutlamaya çalışacağız. Arabesk kavramının sözlük karşılığı "Arap tarzında yapılmış süsleme ya da bezeme"dir. Bunun yanında 17. yüzyıldan sonra Schuman, müzikte bir yenilik olarak "arabesk"i kullanmıştır. Hatta bir eserinde de "Arabesque"
adına rastlanmaktadır. Bizde ise bu anlamlardan çok farklı olarak, toplumsal yaşamdaki her türlü bozulmaya, yozlaşmaya, karmaşaya verilen bir ad haline gelmiştir arabesk. Bu durumu, ülkemizin sosyo-ekonomik ve siyasal yapısındaki çarpıklıkla birlikte ele aldığımızda ise çok daha kapsamlı bir kültür olgusuyla karşılaşıyoruz. Öyleyse, ülkemizin sosyo-ekonomik yapısını incelememiz, en azından tanımlamamız bir zorunluluktur. Yeni sömürgecilik ilişkileriyle artık içsel bir olgu haline gelen emperyalizm, sömürü ağı içine aldığı ülkelerdeki siyasi, ekonomik, askeri yapı ve işleyişi yönlendirir. Bu ülkelerde içsel dinamikler gelişmediği için kapitalizm yukarıdan aşağıya örgütlenir. Çarpık kapitalist ekonomi kendi kendine dahi yetememektedir. Emperyalizmin gereksinmelerine göre üretim yapan, montajcı, tüketim sanayisi oluşturulmuştur. Yani üretimin örgütlenmesi ve üretim ilişkileri, emperyalizmin denetiminde yürütülmekte, alt yapıdaki bu durum, devletin güçlü iletişim ağıyla, üst yapıda da kendini çarpık bir biçimde ifade etmektedir. Üst yapının bir parçası olan kültürü "herşeyden önce, insanın pratik etkinliğiyle, insanın toplumsal çıkarlarını karşılayacak üretim ilişkileriyle ortaya koymak, kültürü tarihin bir ürünü olarak ele almak, tarihte
TAVIR 16
belli bir toplumsal-ekonornik üretim tarzına karşılık verdiğini ve ancak yine insanın toplumsal pratik etkinliğiyle değiştirilebileceğini görmek"(2) gerekir. Dolayısıyla bizler, arabeski ister bir müzik türü, ister bir yaşam biçimi olarak düşünelim, sonuçta onu ül ke m i zd e ki ka p i t a l i st l e şm e sürecinden, çarpık kapitalist üretim ilişkilerinden bağımsız ele alamayız. Cumhuriyetle birlikte kültür alanında getirilen yenilikler kitlelerce sahiplenilmemiştir. Burjuvazinin ideolojik kö ksüzlüğünü de düşününce, Kemalist devrimin kültürel alanda da önemli adımlar atamamasına şaşmamak gere: kiyor. Burjuva özgürlüklerin sa ğ l a n a m a m a sı , t o p l um d a çoksesliliğin önünün açılmaması gibi sonuçları da bunlara eklemek, konunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Bu dönemde tabana dayanmadan yapılan zorlama, temelsiz bazı çalışmaları da doğal olarak dışlamıştır. Ekonomik yapının doğurmadığı, halkın her an yaşamadığı duygulanım, düşünce ve olayların zorla benimsetilmesi mümkün değildir. Türk Beşleri'nin halk müziğini çokseslendirmek amacıyla yaptığı çalışmalar, buna örnektir. O günden bugüne, hâlâ üç yüz, beş yüz kişinin sığdığı salonların sınırlarını aşamamıştır bu çalışmalar. İkinci paylaşım savaşıyla birlikte emperyalizmle girilen yeni-sömürgecilik ilişkileri, günümüzde de yerini bulan kitle kültürünün de temeli olmuştur. Ülke, tümüyle emperyalizmin güdümüne girmektedir. Emperyalizm, devlet aracılığıyla yurdun en ücra kö şesine kadar ulaşma çabasına girmekte, ulaştığı her yeri de, tümüyle kendi çıkarlarına uygun olarak restore etmektedir. Bu arada kültür-sanat da bundan nasibini almaktadır. Büyük çoğunluğu köylerde yerleşik olan TAVIR
halkın içine düştüğü yoksulluk, kentlere göçü arttırmakta, daha yoğun bir sömürü alanı olan kentlerde de yenisömürge ülke şehirlerinin varoşları sayılabilecek gecekondular çığ gibi büyümekte, uyumsuz, dengesiz bir yaşam biçimi doğmaktadır. Ve sonuç: Siyasi yaşam dışı kalan kendi yaşamları ve günlük olayları, dünyayı ve dünyanın gerçeklerini bilinçsizce yorumlayan ve buna göre yaşayan, çıkarcı, bencil, tutucu, kapalı, tek taraflı düşünen yığınsallaşan insanlar... Emperyalizm ilk adımını başarıyla atmıştır. Şimdi sıra, bu yaşam biçimini, her gün büyüyen, kendini yenileyen bir kültür haline getirmektedir. İnsanlar gittikleri her yerde, baktıkları her şeyde, duydukları her seste bu kültürden bir parça daha almalı, onunla yoğrulmalıdır. Ve bu öyle bir hale gelmelidir ki, her insan aynı zamanda bu kültürün yayıcısı da olmalıdır. Ana kaynak ise elbette ki, emperyalizm ve onun destekçileridir. Sonrasında ise kendilerinin de içinde olduğu bir potansiyel yaratılır bu yayılmacı kültür için. Bu kültür öylesine yayılır ki, sadece en geniş kitleler değil, işbirlikçi burjuvazi ve hatta orta burjuvazi de bu kültürünün e si ri olur. Gündüz dolmuşta dinlenen müziğin gece lüks gazinolarda dinlenilebilmesi de bundandır. Artık bu kültür hakim kılınmıştır. Emperyalizm, iliğine Kadar sömürdüğü ülkelerin ezilen emekçilerinin susmasını istemektedir. Gerçekler görülmemeli, görünenler kanıksatılmalıdır. Halk, bırakın sınıfsal ya da sosyal içerikli, feodal veya bireysel olarak bile isyankar bir kişiliğe sahip olmamalıdır. İsyan edecekse bile bu yaşadığı koşullara değil, "kader" ine olmalıdır. İnsanlar statükocu olmalı, koyun haline gelmelidir ki kendisine çok daha iyi ve onurlu bir yaşam sunan seçenekleri hiç incelemeden ve düşünmeden 17
baştan reddetsin. Bunun için halk her yolla, özellikle kültürüyle de etkilenmelidir. Halk, giyiminden yemek yiyişine, mantık yürütmesinden aşkına, yürüyüşünden dinlediği müziğe kadar bu kültürün; adı da kendi gibi çarpık arabesk kültürünün esiri olacaktır. Sürekli yayılan çarpık kapitalist ilişkilerin değişen biçimleriyle yarattığı kültürdür arabesk. Günün koşullarına uygun olarak her biçime girebilir. Çünkü, ilkesizdir. Önemli olan, gerici özüdür. Biçimdeki değişiklikler buna göre rahatça tanımlanabilir. Arabesk denince ilk Orhan Gencebay'la başlayıp on yıllardır süren bir müzik türü akla gelir. Oysa bu yaklaşım, müzik alanı için bile sınırlı kalmaktadır. Bu noktada çok doğru bir tanımlama olmasa bile, ad koymanın zorluğundan dolayı, "klasik arabesk" kavramını Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur'la başlayıp, Hakkı Bulut ve Müslüm Gürses'i de içine alarak İbrahim Tatlıses ve Küçük Emrah'a kadar uzanan yelpaze için kullanacağız. Klasik arabesk müzik 70'li yılların başında ortaya çıkmıştır. Suat Sayın gibi yoz fantazicilerce zemini daha önce hazırlanmış olmasına rağmen, emperyalizmin iradesiyle, yeni kitle kültürü haline getirebilmek için güçlendirilip gündeme sokulması bu tarihlerdedir. 50'li yıllarda netleşen ve belirginleşen yeni-sömürgecilik ilişkileri, 70'lere doğru halk üzerindeki sömürüsünü iyice yoğunlaştırmış, kitlelerin memnuniyetsizliği artmıştır. Yavaş yavaş düzen alternatiflerinden birşey beklememe olgusu kendini göstermiştir. Bunun için emperyalizmin arabesk kü l t ü re ge re ksin imi yoğunlaşmıştır. İşte bu düşünceyle yaratıldı klasik arabesk müzik. Bu müziğin görünümü kabaca şöyledir. Ritmik yapısıyla dinamizmden uzak ve tek düzedir. Biçim olarak halk müziği, TAVIR
Türk Sanat Müziği, doğulu ezgi yapısı ve gelişmiş batı enstrümanlarıyla elde edilen teknikten ve sistematikten uzak, karmaşı k bir müziktir. Sanat müziği, varlığını "makam", halk müziği ise "ayak" adı verilen kalıplar içinde sürdürmekteyken, doğu ve batıdan esintiler taşıyan klasik arabesk müziği böyle bir kurumsal temele dayandırmak olanaksızdır. Bestenin özelliği ise, yoğun yoz bir duygusallıkla yüklü doğu ezgilerine, batı çalgılarıyla eşlik edilen bir nitelikte olmasıdır. Ezgi tümüyle sözlerdeki duygusallığın etkisini güçlendirmek için düzenlenmiştir. Doğu müziklerinin çoğunda olduğu gibi arabeskte de sözlerin ön planda olduğunu görüyoruz. Çoğu zaman müzik geri plana itilebilmektedir. Sözlerdeki karamsarlığı tek başına ezgide de duymak olanaklıdır. Bu durum, ezgi ve sözlerdeki yılgın yapıyı güçlendirmektedir. Yani, klasik arabesk müziğin, kural tanımayan yapısındaki kendi iç tutarlılığından söz edilebilir. Klasik arabeskte umutsuz aşk, kadere teslimiyet yanında, yer yer düzeni eleştirme ve başkaldırıya da rastlanmaktadır. Kırdan kente göç sonucu gecekondularda yaşayan halk bir yandan kırdan kopmuşluğun, öte yandan kentli olamamanın verdiği tedirginlik içindedir. Sınıf atlama ve kentli olabilme çabası vardır. Bu bazen sonuç olara k düzeni eleştirme ve başkaldırı biçiminde de kendini göstermektedir. Siyasal, toplumsal ve ekonomik boyutlarda sorunlar çoğaldıkça, toplumun bu sorunlar altında en çok ezilen kesiminde, ezilmelerine karşın hızla artan beklentileriyle birlikte Orhan Gencebay'ın arabeskinde olduğu gibi ileriye dönük ama küçük burjuva bir başkaldırı sezilmektedir.
18
".... Elimde bir kandil dolaşıyorum Bu bozuk yollarda dertler içinde Sağımda solumda can verenler var Her dostun kavgası ayrı biçimde..." Arabeskteki bu başkaldırı (?) dinamizmden uzak, yılgınlık verici karamsar bir biçimde işlenmekte ve sunulmaktadır. Özünde de çözüm göstermeyen bir işleyiş söz konusudur. Özellikle başlarda (70'li yıllar) ağırlıkla tek sesli batı çalgılarının hemen hiç kullanılmadığı, abartılı ağdalı söyleyişlerin egemen olduğu, ezgilerin çok basit ve düzeysiz olduğu bu arabesk, gün geçtikçe popülaritesini yitirmesi tehlikesine karşı başta Orhan Gencebay olmak üzere bir çıkış aramış, ilk olarak da müzikal alt yapıya batı çalgılarını sokmaya başlamıştır. Öz olarak hemen hemen hiç bir şey değiştiremediğini, biçim olarak i se çok az şey değiştirdiğini söyleyebileceğimiz bu yeni durum, elbette ki kapitalist gelişimin yayılmasıyla da ilgiliydi. Klasik arabesk gelişmeye göre kendini yenilemişti. Artık bateri, bas gitar alt yapıda kullanılıyor, hatta Orhan Gencebay öncülüğünde yaylılar çok basit de olsa ikinci ses bile yapabiliyordu. Yani, emperyalist, gerici, yoz kozmopolit kültürün müziği, makyaj tazelemişti. Gerek 80 sonrası süreç, gerek toplumun gecekondu kesimi dışındaki kesimleri itibariyle bu makyaj tazeleme de yetersiz kalmıştı. Üstelik çok çeşitli olmak, çok seçenekli olmak emperyalizmin her zaman her alanda tercih ettiği bir yoldur. Dolayısıyla Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Küçük Emrah, Cengiz Kurtoğlu gibi klasik arabeskçilerden başka, TAVIR
biraz daha ilerici (!), biraz daha seviyeli (!) yığınlara uygun çarpık müzikler de yaratıldı. Hatta entellere ve solculara (!) göre bile arabesk olmalıydı. Bu noktada biçimsel zenginlikler yeni bir boyut kazandı. Popülaritesini yavaş yavaş yitiren halk müziğini, Türk sanat müziğini ve pop müziği kitle kültürünün aktif destekçileri haline getirmek için ne kadar ve nasıl olduğu tartışılan nispeten tutarlı özleri yok edildi, yozlaştırıldı. Halk türküleri bile emperyalizmin isteği yönünde kullanıldı. Zaten olduğu gibi benimsenemeyecek durumda olan halk müziğimizin ilerici, saygın ürünleri tümüyle reddedilerek başlandı işe. Çoksesliliğe yatkın, halkın sorunlarını anlatabilen, bireyciliği ve kaderciliği reddeden türküler yok sayıldı, eşkiya türküleri unutturulmaya çalışıldı. Türkü dinlenecekse İbrahim Tatlıses dinlenmeliydi. "Ayağında Kundura", "Bir Mumdur" ya da "Zühtü" böyle bir politikanın ürünü olarak zorlaya zorlaya halkın diline yerleştirildi. Sonra bu zorlama kanalla türküye benzetilmeye çalışılan garip müzikler üretmeye başladılar. Türkü taklidi şarkılar, türkülerin çarpıtılmasında önemli bir rol üstlendi. Varılan yer ise, taklit olmaya dahi çalışmayan şarkılar ve şarkıcılardı. Burhan Çaçan; Yağ Yağmur, Ayaz Geceler, Vurun Dalgalar, İbrahim Tatlıses; Mavi Mavi, Fosforlu Cevriye, Söylim mi? Bu şarkıların türkü ile hiç bir ilgisi olmadığı ne kadar kesinse, bunların dinleyicilerinin çoğunun da on, on beş sene öncesine kadar türkü dinleyicisi olduğu ve şimdi de bu arabeskleri bir türkü yerine dinledikleri de o kadar kesindir.
19
Bu arabeskleştirme, sanat müziği ve pop müziğini de etkisine almıştır. Erdoğan Berker'in popüler fantazileriyle belirginleşen süreç, son dönemde, "İmkansız", "Rüyalarda-Buluşuruz", "Öptüm", "Vurgun" gibi güya sanat müziği şarkılarıyla netleşmiş arabeskleri doğurmuştur. "Hafif Türk Sanat Müziği" adıyla her türlü iletişim aracında bir dönem manşetleri kaplayan bu gelişim, bugün en popüler müzik haline getirmiştir bu müzik türünü. Zekai Tunca, Erdoğan Berker, Mahmut Oğul gibilerinin, Münir Nurettin Selçuk gibi düzeyli sanatçılarla kıyaslanması dahi abestir. Pop müzikte de durum farklı değil. Moğollar, Cem Karaca, Melike Demirağ gibi bir çok sanatçı o gün çok daha popülerken ve içerik olarak daha düzeyli müzik yapıyorken, bugün Aşkın Nur Yengi, Sezen Aksu popüler oluyor, Fikret Kızılok, Melike Demirağ, Alpay gibi eksiği gediği bir tarafa, yozluk ve çarpıklığa elden geldiğince düşmeyip belli bir düzey tutturanlar ise pop müziğinin genel durumunu belirleyebilecek etkinliğe erişemiyor. Kısacası halk müziği, sanat müziği, pop müzik toptan arabeske yaklaşmakta, klasik arabesk ise ezgilerde f a n t a z i l e şm e kt e , düzenlemelerde batı çalgıları da etkin hale gelmektedir. Doğal sonucu olarak ise müzik türleri arasında bir ayırım yapabilmek alabildiğince zorlaşmıştır. Bütün bu komedi boyutundaki çarpıklaşma üzerine bir de Ahmet Kaya, Ferhat Tunç gibi "sol görünümlü" arabeskçileri de katmak gerekiyor. Gazetelerde, magazin dergilerinde hatta düzeyli ve tutarlı sayılabilecek basın organlarında dahi TAVIR
"sol arabesk", "devrimci arabesk" tanımlaması, adlandırılması yapılıyor, bu müzik için. Devrimci düşüncenin arabesk gibi emperyalizmin yarattığı ve desteklediği gerici bir kültür/müzikle ilişkisi olduğu yanlış izlenimini doğurabilecek bu adlandırma genel olarak devrimci mücadeleye zarar vermektedir. Geniş kitlelere her alanda bir de sol alternatif sunmak, emperyalizm açısından tercih edilebilecek bir yoldur. Ancak özgün sol olarak adlandırılan bu arabesk de emperyalizmin çıkarına fazla ters düşmemektedir. Bu müziği yapanlar, subjektif niyet olarak antiemperyalist olabilmektedirler. Özellikle Ferhat Tunç ve ikinci kasetleriyle arabesk duyumlar içeren Grup Baran için bu nokta çok daha fazla önem t a şı m a kt a d ı r. Al abi ldi ğin ce yoğunlaşmış hüzün ve yılgınlıkla, bazen de oyun havası hafifliğiyle bezenen bu müzik, ilerici-devrimci ozanların sözlerini tüccar kafasıyla değerlendirmektedir. Bu sözleri kullanarak, müziklerinin görünümünü kurtaracağını sanan bu arabeskçiler, ancak ve ancak ticari bir yarar sağlayabilirler kendilerine. Onun dışında müzikal, kültürel veya devrimci bir kazanım elde edemeyecekleri gibi, genel devrimci mücadeleye de zararları söz konusudur. Sonuç olarak ise, bu müzik de arabeskin bir varyasyonu olarak sayılabilecektir. Tüm bu gelişmeler, yani klasik arabeskin modernize edilmesi, halkımızın öz değeri olan halk müziğinin ilerici yönlerinin dışlanarak yozlaştırılması, sanat müziği ve pop müziğinin popüiize edilerek arabeskleştirilmesi ve isteyenlere "sol devrimci" sosu ka t ıl a ra k yapılan cinsinin de 20
yaratılması, elbette ki ülkedeki so syal d eği şiml e rd en bağ ım sı z ele alınamayacaktır. Genel olarak çarpık kapitalist gelişme üst yapıya yansımaktadır. Bu, kendini bire bir gösterememektedir. Feodal yapının üst yapıda çözülmesi oldukça zordur. Fakat ekonomideki "liberalizasyon" etiketli işbirlikçi burjuvazi hakimiyetinin sağlanması, montaj sanayinin güçlendirilmesi ve üst yapıda da bi çim se l d e ğ i şi kl i kl e r doğurabilmektedir. Kültür ve sanat alanında feodal unsurlar azalırken, ahlaki sosyal erozyon hızlanmış, kozmopolitizm ve batılılaşma(!); müzik özelinde ise sözünü ettiğimiz müzikler arası kaynaşma yaygınlaşmıştır. Hayali ihracatçıların ülkenin en saygın kişileri arasına girdiği, köşe dönücülüğün dönem politikası olduğu "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" felsefesinin hakim kılındığı bu dönemde, her türlü açık sömürü politikası, çarpık bir liberallik anlayışı olarak 12 Eylül sonrasının özgünleşen çarpık kapitalist gelişmesini vurgular. Ulusal olsun evrensel olsun kültür adına savunulacak bir yönü olmayan arabeske karşı mücadele etmek gerekmektedir. Bu mücadeleyi doğru ve hakkıyla verebilecek olanlar ise devrimcilerdir. Arabeske görünüşte en radikal tavrı alan, ondan tiksindiğini belirterek aşağılayan küçük burjuva aydınlar elitist ve halktan kopuk bir konuma düşüyorlar. Alternatif olarak gerçekçi ve ayakları bu topraklara basan bir politikada üretemedikleri için arabeske karşı t u t a rsı z bile sayılabilirler. Zaten radikal eleştiri de arabeskin bütününü ve özünü değil, biçimsel parçalarını kapsamaktadır. Arabeske karşı verilecek mücadele tüm yaşamı kapsamalıdır. Çünkü arabesk, yaşamın her alanında yozlaşma TAVIR
ve çürüme yaratmaktadır. Bu yozlaşma ve çürümeyi yok edip yerine alternatif devrimci kültürü koymalıyız. Bu mücadeleyi faşizmin politikalarına karşı mücadelenin bir parçası olarak düşünmeliyiz. Halkı şükürcülük, kadercilik ve gericilikten kurtararak; umut, inanç, kendi gücüne güven, daha güzel bir dünyayı kendi elleriyle kurabileceği bilincini vermeliyiz. Tüm bunları başarabilmek uzun vadeli genel süreci kapsayan bir politikayla mümkündür. Yeni sosyalist kültür ve insanı yaratma yolunda arabeske karşı da mücadele doğal olarak verilecektir. Halkın içine her türlü baskı ve sömürüyle sindirilen eziklik, acı ve yılgınlık; bizim müziğimize coşku, kararlılık, inanç, canlılık ve dinamizm yermelidir. Vermelidir ki bu karamsar, bu yılgın hava silinsin. Kitleleri afyonlamayı amaçlayan gerici arabesk müzik "ekmekten aşka kadar" halkın sorunlarını sahiplenen, daha önceki Çağdaş Halk Müziği yazımızda anlatmaya çalıştığımız biçimiyle özde evrenselliği, biçimde ulusallığı yakalayan adım adım çoksesliliği hedefleyen Çağdaş Halk Müziği arayışlarındaki ilerlemeyle gerileyecektir. Bu anlamıyla Çağdaş Halk Müziği arabesk müziğin gerçek alternatifidir. Genel olarak ise arabesk kültürün alternatifi de, yeni sosyalist kültür ve onu yaratma mücadelesidir. Bu mücadele ise öncelikle yeni insanların yaratılması, kafaların, düzenin her türlü uzantısı ve unsurundan kurtarılması, statükoların yıkılması, küçükburjuva zaafların yerini devrimci çalışma ve disiplinin almasıyla başlayacaktır. Devrimci teori ve pratiği, yaşam çizgimiz haline getirerek, yeni kültürü ve yeni insanı yaratmayı hedeflemeliyiz. Arabesk kültürün yaşam damarları ancak bu şe kild e tıkanacaktır.
21
ÖYKÜ
METRİS GÜNCESİ AHMET GÜN
"... Güneşin doğacağı yerde binlerce karagölge... Her biri birer yırtıcı kuş olmuş... Aynı anda aynı avın üzerine atılır gibi hızla dalıyorlar ufkun derinliklerine... Havalanıyorlar sonra... Yeniden.... Yeniden dalıyorlar... Avları zorlu çıkmış olmalı. Neler olup bitiyor... Belli değil. Güneş doğsa anlaşılacak ama güneş de doğmak bilmiyor bir türlü. Güneş... Yoksa... Yoksa güneşi mi paralamak istiyorlar? Onun için mi güneş gecikiyor doğmakta? Yine havalanıyorlar, başaramadılar besbelli... Biri ayrılıyor ötekilerden, öfkeli... Büyüyor, büyüyor, üstüne üstüne geliyor, ezip geçecek. Soluk alamıyor, kalbi duracak. Kesif bir karanlığa gömülüyor... Her yanı gergin. Boşansa, soluğunu kesen her şeyi parçalayacak bir gerginlik... Sımsıkı sarılıyor tutunduğu yere. Bütün korkunçluğuyla sarsıyor onu karabasan. Yerinden sökerneden, kendi kendine tükeniyor. Henüz kurtulduğunu sanırken, bir ikincisi geliyor arkasından.. Bir üçüncüsü... bir dördüncüsü... beşincisi... altıncısı... Yeter diye bağırmak istiyor. Kalbi dayanamayacak bu kadarına... O an her sabah doğduğunu anımsıyor güneşin. Çocukluk günlerinden tanıdığı çağrı ıslıklarını duyuyor. Boşanıyor ansızın bütün gerginliği..." Bağırmışmıydı, yoksa bir başkası mı TAVIR
seslenmişti kendisine? Anlayamadı. Ağzını açmayı denedi. Kurumuştu. Soluk alıp almamakta kararsız, bir süre durdu. Göğsünden fırlamaya kararlı kalbinin yankılanarak sarsılışını duydu. Biraz önce gördüklerini anımsadı. Her anını yeniden yaşayarak yavaş yavaş bıraktı soluğunu. — Dayanmam gerek; dedi, kendi kendine. Dayanması gerek kalbimin. Yoksa nasıl, nasıl kazanırız, kalbimizde kazanamadan zaferi? Düşüncelerini sürdüremedi. Miting meydanlarından dönüyormuşcasına dalga dalga yükselen sesler doldurdu her yanı. Soluğunu kesip dinledi. "DOOK...TOOR...İS...TEERİİİZ" denildiğinin ayrımına vardı. İçi huzursuzlukla doldu. Az önce gördüğü düşün etkisinde, hâlâ, hızla çarpan kalbinin atışlarını düzenlemek ister gibi, elini göğsüne bastırdı. Islak battaniyeyi üzerinden atıp, doğruldu yatağından. Gözleriyle Asım'ı aradı. Koğuştaki en az ıslak yataklardan birine yatırmışlardı Asım'ı. İki kişi vardı başında. Çırpınışlarını denetim altına almaya çalışıyorlar, kafasını çarpmasın diye ellerini uzatıyorlardı ranzanın demirlerinin önüne... Hızla kalktı yatağından. Kaygıyla koştu Asım'ın yanına. Baktı; Asım'ın yüzü gergin derin çizgilerle karışmış, anlatılmaz acılarını, çizgilere sarmıştı. 22
Akı dönmüş gözleriyle inip inip kalkan başını bıraksa, sanki bu baş onun değilmiş gibi demirlere, duvarlara vuracaktı. Anlamsız sözler söylüyordu Asım. Yardım etmek için umutla eğildi. Sanki yanıt alabilirmiş gibi ne istediğini sordu. Asım'ın eli görünmez düşmanını kavramak ister gibi uzandı. Birşeyleri belli ki kavradı. Sıktı, sıktı... Herşey bitimsiz bir sessizlikte bir an dondu. Sonra yine Asım'ın anlaşılmaz boğuk sözleri bozdu sessizliği. Doktor çabuk gelsin diye mazgallar yumruklanmaya başlandı. Her yanı ancak binlerce hurdası çıkmış aracın çıkarabileceği, sesler depremi doldurdu. Sesler depremi yükseldi, yükseldi, Asım'ın çaresiz, acılı çırpınışlarının küçük bir parçası oldu. Nasıl olduysa, çerçeve içine alınmış ifadesiz bir yüz göründü mazgaldan. Ağzı açıldı, kapandı. Asım'ın doktora çıkarılması için koşullar sıralandı. Tepeden bakan bir gülümsemenin ardından kapandı mazgal. Görüntü kayboldu. Bir anda taştı ötkeler, uçuca eklendi, dalga dalga yükseldi. Çağrılar ar-darda sıralandı. Demirler, duvarlar yeniden se sler depremiyle sarsıldı. Saat kadranlarında göstergeler sessizce katettıler ölçülemez bir zamanı. Sesler depremini yaratan mazgallar kırılmaya direndi. Dalga dalga yükselen çağrılar duymazdan gelindi. Asım çırpındı, titredi, eridi, tükendi. Ama doktor gelmedi. Gelmeyecekti... Karar; yıllar, yıllar önce verilmişti. Demir parmaklıklar, beton duvarlarla dünyanın bir parçası dünyadan koparılacak, arka sında haki renge boyanmış özel bir dünya kurulacaktı. Buranın zoraki konuklarının; insanlık adına büyük ve yüce olan ne varsa onu düşünmek, iyi ve güzel olanı istemek, derin dostluklar kurmak için TAVIR
konuşmak, izinsiz uyumak, oturup kalkmak, yemek yemek, hatta gülümsemek yasak olacaktı. İnsanı insan yapan değerleriyle bütünleşmiş konuklar, değerlerinden soyulacak, geriye kalan çıplak varlığa önceden ölçülüp biçilmiş korkaklık, ihanet, pişmanlık giydirilecek, günü geldiğinde haki üniformalı zenaatkârların ellerinden çıkan bu varlıklar, kendilerine hiç mi hiç benzemeyen insanlar arasına salınacaktı. İşte bu gece doktor gelseydi, zenaatkârlığının gereğini yapmamış olacaktı. Belki de ettiği doktorluk yeminini hatırlamıştı da gelmek istemişti. Ama yıllar önce verilmiş bir kararın zenaatkârlarından biri olmaktan kurtulmaya cesaret edemeden zenaatkârlığını sürdürmekte karar kılmıştı. Onun için gelmedi. Gelmeyecekti de... Gelince de zanaatkârlığının bir başka gereğini yerine getirecekti. Gece sabaha evrildi. Asım kendine gelir gibi oldu. Bir süre anlamsız bomboş gözlerle baktı. Sonra başında bekleyenleri gördüğünü belirtircesine iki ışı k noktası gelip gözlerine oturdu. Ama çok sürmedi bu. Yorgunluğu, bitkinliği baskın çıktı. Fersiz gözleri kapandı. Düzensiz soluklar inlemelere karıştı. İstem dışı kasılmalar aralıklarla birbirini izledi. Her kasılmadan sonra derin bir iç çekiş havaya asılıp kaldı. Emin oluncaya dek bekledi. Sonunda, uyuduğu kanısına varınca, usulca kalktı Asım'ın yanından. Yürüdü, yan bölüme geçti. Sigara arandı. Nicedir içmiyordu, zorunlu bırakmıştı oysa. Arkadaşları kendisinden fazla dikkat ederdi içmesin diye. Bugün anlayışla karşılandı. Uzatılan paketten bir sigara aldı. Yaktı. Dumanını göğsünün taa derinliklerinde ince bir sızıyla birlikte duyumsadı. 23
uzanan hoyrat eller bir çırpıda üzerlerinde ne var ne yoksa yırtıp önlerine yığdı. Sonra karşılarına geçip kendi yarattıkları çıplakları aşağılamaya kalktılar. Çıplakların erişilmezliğinde kendileri aşağılanan haki üniformalar, çıplakları bir bir havaya gerdiler, onları cop yağmuruna tutmayı vatan borcu bildiler. Öylece alıp götürdüler, ayrı ayrı koğuşlara attılar. Her koğuşta eski tanıdıklar, yeni tanışmalar oldu. Öbür her şey birbirine benzerdi: Hemen girişte banyo-tuvalet bölümünün kapısı, tam karşıda da yatakhane bölümüne açılan kapı. Yatakhaneyle banyo-tuvalet bölümlerinin arasındaysa, gazinoyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, ama buranın zoraki konuklarınca gazino adı verilen bölüm bulunurdu. İşte bu koğuşlardan birindeydi yine. İlk işi giyinmek oldu. Eski tanıdıklarla kucaklaştı, yeni karşılaştıklarda tanıştı. Henüz az sayıdaydılar koğuşta, ama daha gelenler olacaktı. Yeni dostluklar kurulacak, birgün geldikleri gibi alınacak başka koğuşlara atılacak, bir başka biçimde bunlar tekrarlanacaktı. Biraz önce yaşadıkları bir başka koğuşta yaşanıyor, saldırı dizginsiz sürüyordu. Yanyana, elele değildiler ama kendilerini, kendilerine ait olanı koruma savaşında aynı saftaydılar. Cama çıktı, işkenceleri lanetleyen dalga dalga sesler korosuna kendi sesini de kattı. Koğuşun kapısı gürültüyle açıldı, kapandı. İçeriye orta boylu, kumral, çıplak biri atıldı. Her yeni gelen gibi hoşgeldinle karşılandı. Giyindikten sonra tanıştılar. Gelen "Ben Asım" dedi. — Hayır, hayır asla! Geç saatlere kadar süren saldırılar arasında savaştan çıkmış gibi görünen Kin ve nefrete bulanmış bir çift koğuş t emizlendi, düzenlendi , gözün elindeki anten, kısa, keskin bir yatılacak hale getirildi. Koridordaki hohareketle havayı biçti. Üniformalardan 24 TAVIR
Aldırmadı. Düşünceleri Asım'da, dumanı ağır ağır üfledi. "...Ah bir mümkün olsaydı dünyanın bu küçük parçasını dünyadan ayıran şu duvarları şimdi yıkmaz mıydı? Yaşaması ko şullara bağlanan Asım için gidip düşünceleri haki renge boyanmamış bir doktor bulup getirmez miydi?.. İşte bu; güzel ve iyi olan her şeyi yasaklayanlara, yaşamına yasak koyanlara başeğmeyen Asım. Ona iyi bak canım doktor, demez miydi?.. Hepsi bu kadar mı? Asım'ı anlasın diye daha neleri neleri anlatırdı. Bu koğuşa gelişleri başlı başına bir olaydı. Gel gör ki bütün olanlar arasında bu sadece küçük bir nokta sayılırdı: Bulutlu bir sabahın erken saatlerinde önce hoparlörün sağır edici uğultusu duyuldu, ardından "işkence yapmak şerefsizliktir" haykırışı dev bir soluk gibi yükseldi. Sabah öğlene vardı, daha sırada kaç koğuş var belli değildi ama sıra onlara da geldi. Haki üniformalar, ellerinde coplar, koğuşta adım atacak yer bırakmamacasına dizi dizi içeri girdiler. Ranzaların arasına tek yürek atışında kenetlenmiş tutuklulara bir öfke bulutu olup saldırdılar. Sabahtan beri süren devsel soluk yeni bir güçle canlandı, "İnsanlık onuru işkenceyi yenecek" . haykırışı yankılanarak dalgalandı havada. Acımasızca inip kalktı coplar. Birer birer postallarla çiğnenerek kelepçelere vuruldular, yerlerde sürüklenerek koridorlara atıldılar. — Soyunacaksınız ulan, denildi. Soyunacaksınız!.. Yanıt kısa, ke sindi.
parlörler dışında herşey sustu o gecelik. Başlanan her yeni günde tekrar tekrar üniformalı fırtınalar esti. Özel dünyanın zoraki konukları, dalga dalga yükselen devsel soluklarına, sesler depremini katarak karşıladılar her yeni fırtınayı. Her fırtınadan sonra, yıkılmış yürekler, yılmış gözler bekleyen fırtınaya inat; coşkulu türkülerin, sevinçli şarkıların, sevdalı ezgilerin erinci yaşandı. Dostluklar kuruldu. Sevinçler, üzüntüler paylaşıldı. Yaşam öyküleri anlatıldı. Asım'ı Asım'dan öğrendiler. Dopdolu bir yaşamdı ama hastaydı. Aylar öncesi, işkencenin binlercesine tanık olan bir odada vura vura kafasının bir köşesine yerleştirileri kıvrım kıvrım bir acı, kafasının içini yavaş yavaş kemiren küçük bir canavardı sanki. Kemirdikçe acılara boğarak büyüyen, büyüdükçe çıldırtan bir canavar. İşte bu küçük canavarın daha fazla büyümeden yok edilmesi için tedavi edilmeye ihtiyacı vardı. Uzun süreden beri hastaneye götürülsün diye başvuruyordu ama götürülmüyordu. Tam sözün burasında Asım gülümsüyor ve "çünkü küçük bir sorun var" diyordu. Bir komutanın çok etkili saldırılara rağmen bir türlü yenemediği ordunun, nihayet zayıf noktasını bulduğunda duyacağı bir sevince batıp çıkan binbaşı, sinsi sinsi sırıtmış, Asım kendisini üniformalıların zenaatkâr ellerine t e sl i m e t m e zse h a st a n e ye götürülmeyeceğini belirtmişti. Ama bilmediği bir şey vardı. Bugünler, bu özel dünyaya gelirken getirilen yürek dolusu sıcaklığın coşkunluğuyla başlamıştı, öyle de bitmeliydi. Kararını böyle vermişti Asım. Sonraki günlerde benzer acılar zaman zaman yokladı Asım'ı. Asım TAVIR
hep hastaneye götürülmeyi istedi. Götürülmedi. Üniformalı fırtınalar estikçe acılarına aldırmadı, arkadaşlarıyla tek yürek atışında kenetlendi, fırtınalara direndi. Geride kalanları gölgede bırakacak yeni bir gün başlamıştı. Haki üniformalar güçlerine güç katmış olarak geldiler. Bilinç yitimine uğramış dizginsiz bir kalabalığın anlaşılmaz çığlıklarıyla bir vahşet tablosu yaratmaya giriştiler. Copları hınçlarını almaya yetmedi. Bu özel dünyanın zoraki konuklarını bir bir çiğnediler, üstlerinde tepindiler. Asker değil siyasi tutuklu olduklarını haykıran seslerini su sturamayınca herşeye yeni baştan başladılar. Olmadı, koğuşta yiyecek, giyecek adına ne varsa hepsini aynı yere yığdılar, yatakları yırtıp pamukları üstüne boşalttılar. Yeterli olduğu kanısına vararak hırıltılı soluklarla yeni tablolar çizmek için başka koğuşlara gittiler. Özel dünyanın zoraki konukları bunca şeyden sonra yine de acılardan sızılardan yakınmadılar. Tersine kendi acılarısızıları ile alay ettiler. Kazağını çıkarıp, morarmış kan oturmuş tenini göstererek "bakın burada biraz beyazlık kalmış" diyen Asım'a gülüştüler. Baş eğmemenin, yüreklerin yenilmezliğini bilmenin kıvancıyla kalktılar, koğuşu herşeyiyle yeni baştan dü ze nledil e r. Gecenin ortasında başlayan yeni güne hazırlanarak yattılar. Gelecek güzel günler uğruna can veren değerlerin anılacağı gün ağır ağır akşamı buldu. Bütün koğuşlarda pencerelerin önüne toplanıldı. Saygı duruşuna geçildi. Arkasından gür bir se s gecenin anlamından, öneminden söz etti. Sözler bitince hep bir ağızdan bütün d eğe rle rin ölümsüzlüğü haykırıldı. Tam bu sırada önceden 25
hazırlanmış haki üniformalar koğuşların mazgallarını açtılar. Tokat gibi çarpan sularıyla yangın hortumlarını içeriye doğrulttular. Sular pencerenin önünde haykıranlara çarptı, dağıldı, yataklar ıslanarak suya doydu. Bu anın şaşkınlığı uzun sürmedi. Anmanın engellenemeyeceği haykırıldı. Mazgallara yastıklar tıkandı. Günün önemine uygun türkülerin ilki Asım'dan yükseldi. Eğlencesi bozulan üniformalar öfkelendi. Tutukluların kullanmasına izin verilmeyen havalandırma bahçeleri coplu, sopalı üniformalarla doldu. Koğuş camları birer birer kırıldı. Hortumlar pencerelerden içeriye doğrultuldu. Musluklardan içmeye yetmeyecek kadar akıtılan su, yangın hortumlarından esirgenmedi. İlk dalga Asım'ın üzerinde patladı. Asım sendeledi. Düşmemek için tutundu. Kalktı üstüne üstüne gitti. Battaniyeleri camlara gerdiler, kâr etmedi. Hortumlar sağa sola döndü. Sular dört bir yanı taradı, koğuşu doldurdu. Haki üniformalar baştan ayağa ıslanan insanlara baktıkça, sevince batıp çıktılar. Ama işkencecilerden hesap sorulacağını haykıran solukları susturamadılar. Sonunda tehditler savurarak gittiler. O gece, önce ıslak giysiler çıkarıldı. Ardından aylar önce koğuşlardan zorla toplanıp yağma edilen giysilerden geriye kalan ne varsa naylon torbalardan çıkarılıp ıslanmamış olanları seçildi, paylaşıldı, giyildi. Islanan her şey bir kenara yığıldı. Sular koğuştan süpürüldü. Bütün yataklar ıslanmıştı. Az ıslak olanlar ters çevrildi. Biraz kuru battaniyeler bu yataklara paylaştırıldı. Derken gece sabaha erdi. Nöbetleşe yatmaya karar verildi. Ayakta kalanlar koğuşun temizliğine devam edecekti. Gün boyunca haki üniformalar bir kaç koğuşu yeniden savaş alanına TAVIR
çevirdiler. Elbetteki her zamanki gibi karşılandılar. Çünkü haki üniformaların zanaatkârlık umutlarını kırmak zorundaydılar. Üniformaların amaçları sadece tenlere kan oturtacak morluklar açmak değil, sürekli tedirgin ederek istediklerine ulaşmalarını engelleyen direnci kırmak, süre kli gerilim içinde tutarak yüreklere korku salmak, karamsarlık, yılgınlık tohumları ekmekti. Kimi yüreklerde bunu başarmışlardı da. Onun için bazı tutsaklar zanaatkar ellerden çıkarılacak varlıklar yaratılması kararını boşa çıkarma savaşı verenlerin saflarında değildiler. Gün bu savaşım içinde bitti. Bir ara biraz rahatsız olduğu için kendi kendine sitem eden Asım'ın sesini duydu. Akşam yemeğinden sonra uyuma sırası kendisine geldiğinde olayların gerginliği, günün yorgunluğu içinde yattı. Ne zaman u yu d u ğu n u anımsamıyordu. Kara gölgelerle boğuşurken "doktor i st e ri z" haykırışlarıyla uyanmıştı. Kalkmış bakmış A sı m ' ın çaresiz acılı çırpınışlarına tanık olmuştu. Mazgallar sesler depremiyle sarsılmış, "Doktor isteriz" çağrıları dalga dalga yükselmiş ama doktor gelmemişti. Gece sabaha ererken Asım biraz kendine gelebilmiş, sonra acılara bulanmış bir bitkinlik içinde uykuya dalmıştı. O da Asım'ın yanından kalkmış, gidip bir sigara yakmıştı. Şimdi sigarasından derin nefesler çekiyor, Asım'ın derdine deva bulamamanın ça re si zliği ni yaşıyordu. Düşüncelerinde haki renge boyanmamış doktor bulup getirmiş, Asım'ı anlatıyordu ona. "...İşte böyle doktor. Umarım sözü uzatıp seni sıkmamışımdır. Yaşamına yasak koyanlara, yaşamasını koşullara bağlayanlara baş eğmeyen Asım, bu 26
Asım işte. Ona iyi bak canım doktor, iyi bak ona... Gün ilerledi. Dışarısını bahar havasının ılıklığı doldurdu. Havalandırmaya saçılmış cam kırı klarında sayısız renkler oluştu. Bir kaç kırıktan yansıyan ışık demetçikleri koğuşun içine kadar uzandı. Asım tartışma seslerine uyandı. Sesin kendisini ne kadar rahatsız ettiğini anlatmak ister gibi bıkkın gözlerle etrafına bakındı. Seslenecek gücü kendinde bulamadı. Gözleri tavandaki gölgelere ilişti. İlk defa böyle birşey görüyormuşçasına dikkatle baktı. Anlamını çözmek ister gibi her gölgeyi ayrı ayrı incelemeye başladı. Tartışma konusunun kendisi olduğundan habersiz; gözlerindeki ifade, seslere duyduğu bıkkınlıkla gölgelere duyduğu merak arasında gidip geldi. Koğuşun diğer bölümünde mazgal açılmış, çocuk yüzlü bir baş görünmüştü. Bu masum görünüşlü yüz, dünyanın en sıkıcı işini yapıyormuşcasına bakan gözlere ne kadar da tersti. Asım'ın hastaneye götürülmesi gerektiğini anlatan sözleri yarıda kesip "arkadaşınızın birşeyi yok, psikosomatik bir vaka" demişti, sertçe. Koğuştakilerin sessiz sa kin biri olarak tanıdıkları bir zamanların tıp öğrencisi ise "senin doktorluktan falan anladığın yok" demişti. Bunun üzerine neyin nesi belirsiz bu çocuk yüz kızmış, köpürmüştü. Asım'ı uyandıran da bu sesler olmuştu. Asım merakla bıkkınlık arasında gidip gelirken, mazgaldaki öfkeye bulanmış çocuk yüze seğirmeyle karışık kırı şı klıklar doluşmuş, çirkinleştirmişti onu: — Sen kim oluyorsun da, benim d o kt o rl u kt a n a nl am a d ı ğ ım ı söyleyebiliyorsun. Anlaşılan sizi usTAVIR
landıramamışlar. Ama landırmasını bilirim.
ben
us-
Kararlı görünüşünü bozmayan Tıbbiyeli, doktoru sakin olmaya davet etti. Eski tıp öğrencisi olduğunu belirtti. Ağzından dirhemle söz çıkan Tıbbiyelinin dili çözülmüştü sanki. 'Sen de bu kadar uzun konuşur muydun' diyen bakışlara aldırmadan, Asım'ın rahatsızlığından, hastalığın belirtilerinden, böyle sürerse sonucun ne olacağından söz etti. Tartışmayı izleyenlerin anlayamadığı terimler sıraladı. Doktor bu açıklamaları kendine hakaret saydı. Tıbbiyelinin sözünü tamamlamasına fırsat bırakmadı: — Kime bilgiçlik taslıyorsun ukalâ? Biz de biliyoruz menenjit olduğunu. Bir an duraladı. Önceki teşhisini yalanlamış olduğunun farkına vardı. Kendisine niye yardımcı olmadıklarını sorar gibi yanındaki üniformalara şaşkın şa şkın baktı. Devam edecekmiş gibi yeniden başını Tıbbiyeliye çevirdi. Söz bulamıyormuşcasına bocaladı. Hiddetle döndü, hızlı hızlı giderken Tıbbiyeli arkasından seslendi: — İşkenceciler kendilerine layık doktoru bulmuşlar. Senden başka birşey beklenmezdi zaten. Doktorlarının neden kızdığını tam anlayamamış üniformalılardan biri başını mazgala uzattı. Doktor komutanını kızdırdıkları için içerdekilere küfretti. Yanındaki size gösteririm der gibilerden parmağını salladı. Korkuttuğunu sanarak aptalca sırıttı. Küfürlere sinirlenen Tıbbiyeli yanıt olarak küfretmeyi kendine yediremedi ama yanıtsız da bırakmak istemedi. — Geri zekalı, dedi. Karşısından öfkeyle soluyan bir baş uzandı. Sözler ağzından yuvarlanır gibi çıkıyordu. Parçalamaya hazır bir 27
SONER KAYNAR
YÜREĞİ AVUCUNDA SAKLIM, YURDUM
Gün kuşatırken dağları Ağıtlar söylenir yangınlar ülkesinde Dağlar ki fermansızdır Dağlar ki sevdalımızdır Senin kanınla Senin hayin uykularda özdeşleşen adınla Alnımıza yazılan amansız sevdanla Ve büyüyen umutlarla geliriz sana Seni aşkla Hasretle Acıyla damıttığımız Seni kavgayla donattığımız, yurdum Gün olur Silah silah Vuruşkan toprağın Koşarken okyanuslara Gün olur Başakyüzlü çocuklarla şatağı bekleriz Kavgalı ellerimizle geliriz sana Yüreği avucunda saklım.. yurdum Mahpusluk ki bilinir Hıncımızdır dillenir Gün olur Gecenin şafağa bakan yüzünde Haziran türkülerini söyleriz sana.
TAVIR
28
öfkeyle gerilen yüzü ha çatladı ha çatlayacaktı. Ama bir gariplik oldu. Küçük kafasına kocaman gelen şapka sının kafasında durmayıp aşağı yukarı inip kalkmaya başlaması, öfkenin ciddiyetine bürünmüş bu yüze komik bir hava katmıştı. Tıbbiyeliyi sinirli bir gülme tuttu. Anlaşılmaz konuşmasıyla tükürükler saçarken, şapka sı daha da yaylandı. Alaycı gülüşmeler arttı. İstediği etkiyi yaratamayan bu öfkeli ciddiyet; bütün öfkesini mazgaldan almak istercesine mazgalın kapağını sertçe kapattı. İçindeki resim çıkarılmış boş bir çerçeve gibi, kapağın griliği yapışıp kaldı mazgala. Koğuştakiler kendi gerçekleriyle başbaşa kaldı. Yüzlerindeki alaycı gülüşmelerin izleri silindi. Doktorun tutumuyla ilgili değerlendirmelere giriştiler. Tartışmalar uzarken bu özel dünyanın birbiriyle doğal haberleşme olanağı olmayan koğuşları arasında, özgün haberleşme si ste mle ri çalışmaya başladı. Yeni haberlerle başlayan konuşmalar öğle yemeklerinin dağıtılmaya başladığını anlatan kapı ve karavana sesleri arasında sürdü. Gazino dedikleri bölümde boydan boya yere serili gazetelerin iki yanına onbeş ki şi çömelmiş, uzatılan tabakları sırayla alıyorlardı. Tabağı alan önce içindeki yağlı suya yüzünü buruşturarak bakıyor, sonra ekmek doğramaya başlıyordu. Bütün iştah kapatan görüntüsüne karşın yemeğe koyuluyordu. Çömelerek yemenin rahatsızlığıyla ağırlığını bir ayağına veriyor, sonra ötekine aktarıyordu. Olmuyor, ayağa kalkıyor, sonra tekrar oturuyordu. Aylar önce kolayca operasyon yapabilmek için masaları ve sandalyeleri toplayan gözü dönmüş
TAVIR
üniformalara öfkeleniyor, söyleniyordu. Asım da yemeğini yatağına getirmelerini istememiş, kalkıp kendisi gelmişti. Yemek istemiyordu. Belki biraz hoşafın suyundan alacaktı. Asım'a bir tabak hoşaf uzattı. Aldı Asım. Bir kaç kaşık içti. İçmesiyle içi dışına çıkması bir oldu. Bunun üzerine bir kaç kişi yemekten vazgeçmek zorunda hissetti kendini. Bu anın şa şkınlıkla karışı k telaşını, hoparlörün mekanik cızırtısı noktaladı. Cızırtılar giderek açıldı, deli eden bir uğultu oldu. Yemek yemeyi sürdürenlerin son lokmaları boğazlarına düğümlendi. — Anlaşılan haftalık taktiklerini be lirledikleri toplantıları bitti. Yine başladılar, dedi biri. Koridordan gürültüyle açılan kapı se sleri geldi. Dizginsiz saldıran kala-, balığın anlaşılmaz uğultusu duyuldu. Yüzlerce kişi tepiniyormuşcasına gürültüler eklendi, seslere. Çok geçmeden işkencecilerin şerefsizliğini haykıran sesler onlara kadar ulaştı. Yeni se sler eklendi koğuştan. Koğuşlara sığmadı, taştı. Koridorda cop sesleri tepinme seslerine karıştı. Tüm koğuşlar aynı duygular içinde mazgallara, kapılara vurmaya başladı. Bu özel dünya, sesler depremiyle inledi. Mazgal açıldı. Hırıltılı soluklarıyla histeri nöbetine tutulmuş bir yüz göründü: — Acele etmeyin, az sonra sizi de ziyarete geleceğiz. Kendi söylediğine güldü. Mazgalı kapattı. Az sonra kapı gürültüyle açıldı. Koğuştakiler kolkola kenetlenerek saldırıyı karşılamaya hazırlandılar. Ama yüzlerinin bir yanına çekilmiş gülüşleriyle üniformalar karavanayı almaya gelmişlerdi. — Birazdan canınıza okuyacağız, dediler. 29
— Korkutacağını sanıyor galiba. Kapıyı kapatıp gittiler. Diğer koğuşlarda dizginsiz saldırı sürerken gerilimli bir bekleyiş başladı. Bu bekleyiş içinde, işkencecilerden hesap sorulacağını haykırmayı sürdürdüler. Aralıklarla mazgal açıldı. Arsız, isterik gülüşler "bekleyin geleceğiz" dedi. Gerilim arttıkça arttı. Bekleyiş, bitimsiz bir zamana uzadı. Diğer koğuşlardan bir türlü sıra gelmedi. Saldırmayacakları kanısı uyandı. Akşam karanlığı çökmeye başlarken mahkemeden dönenler bir bir falaka-dan geçirilerek koğuşlara getirilmeye başlandı. Bu durum, bu günlük geriye kalan koğuşlara saldırmayacakları kanısını güçlendirdi. Gerilim azalmaya başladı. Başını ellerinin arasına almış yatağında oturan Asım'a döndü: — Bugün gelmeyecekler galiba. — Herhalde, dedi Asım, kıpırdamadan. Gelmeyecekler herhalde. Başka biri atıldı, alaylı: — Şaka yapmak istediler besbelli. Unuttunuz mu bugün 1 Nisan. Asım belli belirsiz bir gülümsemeyle baktı ona. Sonra yeniden durgunlaştı. Hiç bir yere sığmayan gündüzki sesler susarken, alışılmış bir şeyin boşluğu duyuldu. Nihayet bugünlük herşeyin sona erdiğine inanıldı. Saldırı olunca kolkola kenetlenerek saldırıları karşıladıkları yatakhane bölümünden birer ikişer çıktılar. Diğer bölüme geçtiler. Kimisi içerde kaldı, uğraşacak bir şeylere daldı. Volta atmalar başladı. İkili üçlü sohbetler kuruldu. Asım'ın yatağına uzanmasına yardım edip, üstüne bir battaniye örttü. Gazinoya geçti, volta atanlara katıldı. İki söz arasında koğuşun dış kapısına kadar yedi adım saydı. Döndü geriye doğru bir... iki... üç... sayamadı. TAVIR
Kapıdan gelen tıkırtıya döndü. Birden kendini, üniformalarla yüzyüze buldu. En önde coplarını kılıç gibi kaldırmış ellerin yüzünde, gizlice başarılmış bir işin sese dönüşmeye hazır sevinci okunuyordu. Delice bakan gözlerin copları, biçmeye hazırdı. Peşinden akışı ke silmeyecekmiş gibi gelen üniformalar doldurdu içeriyi. Farkında olmadan kaldırdığı eli sanki yerinden koptu. Öbür elini kaldıracaktı ama havayı biçen başka bir ıslıksı ses vakit bırakmadı. Işıktan bir boşlukta buldu kendini. Basıp geçen postallar tüy kadar hafifti o an. Betonun soğukluğu, okşayan serinliğiyle yüzüne dokunuyordu. Her yan üniformalarla doluydu. Herkes hazırlıksız yakalanmış olmalı. Diğerleri ne durumda? Ya Asım? Ayağından biri mi çekiyor? Hayır. Yani evet. Yerde sü rü kle niyo rd u. G ö rün tüle rin kıyısındaydı şimdi. Gücünü çekip almışlar, tutunamıyor, usulca itiliyordu karanlığın sonsuzluğuna. Düşüşünün bitimsizliği başlamıştı: "Kışın dondurucu günlerinden biri. Gökyüzü parlak gri. Yağış yok. Rüzgâr buzların üzerindeki küçücük pürtük tanesi karları yere indirmeden, havada döndürüyor. Götürüp havalandırmanın karşı duvarına çarpıyor. Yere düşürmeden alıp bu duvara getiriyor. Pencerenin camları tanecik bombardımanıyla çıtırdıyor. Camların arkasına sıralanmış üniformalar nefesleriyle buğulanan camlan siliyorlar. Birbirlerine gösterip gülüşerek havalandırmaya bakıyorlar. Külotlarından başka üzerlerinde giysisi olmayan, elleri arkadan kelepçeli tutsaklar var, havalandırmada. Koşuyorlar, tepiniyorlar, bir araya toplanıp birbirlerine yaslanarak büzülüyorlar. Ama soğuğun dilim30
lere ayıran keskinliğini durduramıyorlar. Yeniden delice dönenip durmaya başlıyorlar. Öylece sürdürüyorlar. Zaman kadranlarında bir bir tükeniyor saatler. Dönenip durmakla olmuyor, olamıyor. Delip geçtiğini sandıkları kar taneciklerinden gözlerini açamıyorlar. Delice tepinmeleri istemleri dışında yavaşlıyor. Kararan tenleriyle tanınmayacak , bir görünüme bürünüyorlar. Kendilerini, soğuğun dilimlerine ayıran keskinliğine terketmek üzereler. Ama üniformaların istemlerine evet demiyorlar. "İşe bak sen diyor. Bunlardan biri de ben değil miyim? İyi ama şimdi bahar olması gerekmiyor mu? Bugünü bir yerden anımsıyor. Bu soğuk günü geçmiş g ünde ... Anımsayamıyor ki. Ama kim nasıl yapıp etmişse bahar günlerinden alıp getirmiş işte. Bu dondurucu günden ilerde kalmış bir güne nasıl dönülürdü acaba? Yürüse miydi? Ya da başka bir şey yapsa... Ne fark ederdi? Öyle ya da böyle... Ne olursa olsun bir şeyler yapmaya karar verdi, sonunda. Her şey kar beyazlığına büründü. Battı, çıktı. O karlı kı ş gününü anımsatan göğsündeki sancıyla kıvrandı." "Kendine geliyor" diyen dostça se sler arasında açtı gözlerini. Anlayamadan çevresini süzdü. Üniformalarla niye yüzyüze olmadığına şaştı. Serinliğiyle yüzünü okşayan betonun soğukluğu yoktu. Yataktaydı. Belirsiz bir zamanın, farkına varmadan geçtiğini kavradı. Kalkmak istedi. Boynundaki ağrı beynini zonklattı. Eliyle yoklamak istedi. Elinde de bir yerler kırılmıştı sanki. Şişkin morluğa baktı. Başka sızılar da vardı. Kalkmaktan vazgeçti. — Biraz daha yatayım sonra kalkarım, dedi.
TAVIR
— Kalkmana gerek yok. Kalkıp da ne yapacaksın. İstediğin bir şey varsa biz yapalım. — Neler oldu? — Her zamankinden farklı olarak hazırlıksız yakalandık. Herkesi kıpırdamaya vakit bırakmadan benzettiler. Sonra çekip gittiler işte. — Bir ara seni kaybettik sandık ama... — Bu kadar çabuk ha, dedi. Yoo, yo. Benden kurtulmanız o kadar kolay olmayacak. — Senden kurtulmak isteyen kim? — Hadi alınma, şakaydı. Asım nasıl? — Şimdilik fena değil gibi ama ra hatsızlanacağı kesin bir şey. Öncekilerden daha da kötü olabilir. — Doktor çağıralım diyoruz, dedi bir başka sı. Ama işin aslına bakarsan çağırmak içimden gelmiyor. Önce dayak atıyorlar, amaçları belli diyorsun, ağrılara, sızılara geç diyorsun. Ama Asım acı içinde kıvranırken hastaneye götüremeyeceklerini söyleyip mazgaldan alaylı gülmeleri yok mu? Kafamın tası atıyor. — Kimin atmıyor ki?.. Hem başka ne bekliyoruz ki? Şu ana kadar yaşadıklarımızı düşünsene... Adamlar biraz daha fazla acı çektirmek için ellerinden geleni yapmıyorlar mı? — Orası öyle... Asım göz göre göre elden gidiyor, tınmıyorlar. Tınmadıkları gibi her operasyonda onu da bizim kadar benzetiyorlar. Yakında ellerinde kalacak. — Doğru öyle olabilir. Ama Asım'ın ölümünden doğrudan sorumlu olmak isteyeceklerini sanmam. Kanımca hastaneye götürecekler ama, zihinsel bozukluklar biraz daha ilerledikten sonra. Gerçi bunca şeyden sonra yaşaması 31
da mucize olur ya, o da başka. — Alçaklık bu. — Yaptıklarının hangisi alçaklık değil ki, bu da olmasın? Bu sırada tuvaletten dönen Asım, kendisine yardım eden bir arkadaşıyla birlikte gazinoda yatakhane bölümüne girdi. Yatağın başında toplananların yanına geldi. Yer açıldı. Yatağın bir kenarına iliştiler. — Nasıl oldun, dedi Asım. — Tam olması gerektiği gibi, dedi. Ya sen? — Ben de. Bildiğin gibi. — Doktor çağıralım diyoruz. Ne dersin? Boş ver anlamında elini salladı, iç geçirdi Asım. Battaniyeye takıldı gözü. Hemen çekiştirdi. Elinde bir parça iplik kaldı. Evirdi çevirdi. Bir şeye yaramamış gibi baktı. Gülümsedi. ipliğin diğer yanını çevirdi. Gözleri uzaklara daldı mahzunlaştı: — Keşke getirseydim, dedi. Herke s birbirine sorar gibi baktı. Kimse Asım'a sormaya cesaret edemedi. Asım özür diler gibi baktı, birer birer. Dostça yumuşak bakışlarla karşılaştı. — Asım yatmak ister misin, dedi biri. Asım başıyla olurlarken kafasında bir yerler ağrıyorcasına elini başına götürdü. Usulca kalktı. Yanında oturan arkadaşı, kolundan tutup götürdü. Yatağını açtı, yatmasına yardım etti. Üstünü sı kı ca örttükten sonra diğerlerinin yanına döndü: — Doktoru şimdiden çağırsak iyi olur, dedi. Birer ikişer kalkanlarla birlikte operasyon, sırasında aldığı yaralara aldırmadan kalkmaya davranıldığında, TAVIR
kalkmasına gerek olmadığı söylendi. — Gerek olmadığından değil, kalkmak istediğim için, dedi. Göz ucuyla Asım'a baktı. Kıpırtısız öylece duruyordu. Asım'ın acılarının yanında kendi acısının önemsiz olduğunu d ü şü n d ü . Bu düşüncesinden güç aldı. Ağrılarına boş verip kalktı yataktan. "Önceki kadar ağrımıyor galiba" dedi kendi kendine... Dördüncü kez mazgal tıklatıldı. Bu tıklatma bekleniyormuş gibi mazgal açıldı. "Allah kahretsin yine o lanet olası yüz" demek geldi içinden tuttu kendini. Doktorun neden gelmediğini sordu. Karşısındaki yüz hiç bir yumuşama belirtisi göstermeden bir süre baktı. Gözlerinden nefret kıvılcımları saçarak yüzünü buruşturdu. Mazgalı kapatıp gitti. Uzun süre beklediler, yine doktor gelmedi. Hep bir ağızdan 'doktor isteriz' diye bağırmaya başladılar. Sesi duyan bütün koğuşlar da aynı çağrıya katıldılar. Asım çaresiz acılı çırpınışlarına bürünmüştü. Bir süre devam ettikten sonra çağrıyı bıraktılar. Mazgallara, kapılara vurmaya başladılar, sesler depremi sardı her yanı. Saatlerce yinelendi çağrılar. Sonunda abartmalı gürültülerle geldiler. Kapıyı açıp "Asım gelsin" dediler. Asım acılı çırpınışlarıyla kucaklanıp getirildi. Üniformalar iki kolundan tutup sürüklemeye kalktılar. Buna izin verilmedi. İtiş kakı ş arasında Asım'ı öylece alıp götürdüler. Saatler geçti. Asım getirilmedi. Ne olduğu soruldu. Mazgalı açan 'o lanet olası gözler' soruları yanıtsız bıraktı. Mazgalı kapatıp gitti. Bu kadar gecikmesi, en sonunda hastaneye götürülmüş olduğuna yoruldu. Öyle olması temenni edilerek inanmazlıkla karışık yatmaya karar verildi.
32
ÇETİN BOĞA
BİR KIZIL GÜL OLURDU SESİNİZ... Apayrı bir sevinçtir sizleri tanımak ve yaşamak gençliğinizi, işte böyle bir coşku... O kıpır kıpır ve sımsıcakgözlerinizden, en anlatılmaz duygular yüklenirim. Sizinle kanatlanır turnalarım, gökyüzünün en güzel mavisinde. Sonra dipdiri bir fidanla aydınlanır, ışık ışık renklenen umutlarım. Filizler büyütürüm güzelliğinizden. Bilincinizle ufuk ufuk çoğalırım, sarsılmaz olur inancım... Denizlerle serpilmişo yılları düşünürüm, aklıma sımsıkı arkadaşlarım gelir. Acılarla, açlıklarla ölüp ölüp dirilirim. Silahlar, bombalar arasında kendini bulur şiirim. O kavgalar ki hep anlam katar yüreğime ve hep hüznü mü yaşatır sevdalar? Sağ kulağın duymaz ama, dilin hâlâ söylemektedir devrimleri!... Bir Artvin oyununda, dağları sarsar durur topuklarınız. Ezgileriniz kollarıma kenetlenmiş, bir kırık gülümseyiştir. Baskılar, zulümler arasında; korkular, sövgüler arasında; tanımsız bir ölüm sancısıdır, sizin o hep ezilmiş türküleriniz... İnsan sevgisiyle dopdolu ve yakınsınızdır. söyleyişiniz öylesine şiir kokar, can kokar. Soylu bir görünüşle ne güzel bütünleşir, o bütün birikimleriniz sizin. Eşsiz incelikler anlatırsınız, yangınlarsa canlandırır düşlerinizi. Beynimde ve yüreğimde. hep varsınız, hep yaşarsınız... Sonra sen, o kaçınılmaz savaşların yoldaşı, acılarla işgal edilmiş yurdun için; vurulmak, ölmek pahasına yürürsün. Sen, direncin tarihinde çiçeklenmiş; anlı şanlı, bir kızıl gülsün. Durmadan, yorulmadan geleceğe koşarsın ve yeni baştan yaratırsın hayatı... TAVIR
33
Uykunun derin ağırlığı altında ezilen gözleri gecenin bir vaktinde tedirgin açıldı. Fırladı yatağından, kapıya doğru ko ştu. Ne olduğunu anlayamadan kucağına gözleri yarı-açık, ölü gibi duyumsuz bir Asım verildi. Bir an ölmüş olduğu sanısına kapıldı. Dizlerinin bağı çözüldü. Peşinden gelen arkadaşları Asım'ı almasalar belki yere yığılacaktı. Yoo, hayır ölmemişti, ama kendinde değildi. Götürüp yatağına yatırdılar. Nöbetleşe başında beklemeye karar verip, yeniden yattılar. Acılara sarınmış bu çırpınışlar öncekilere benzemedi. Dizginsiz saldırılar arasında günler geçti. Her yeni günde çaresiz acılı çırpınışlar arttı. Bir, iki, üç oldu. Asım gün gün eridi. Çocuk gibi kucakta taşınır oldu. Gün oldu revire bile götürülmedi, acılarına terk edildi. Gün oldu götürüldü, saatler sonra duyumsuz olarak getirildi. Acıları rahat bırakıp da biraz kendine gelince, derin bir hüzün gelip gözlerine oturdu. "Hastaneye götürmüyorlar, götürmüyorlar" dedi. An oldu geçmiş günlerden birine gitti. O günlerin se vin çle rini, üzüntülerini yaşadı. Kucak dolusu güzellikleri koynuna doldurdu. "Alın çocuklar, sizin için getirdim" dedi. An oldu yaşanılan ana döndü. Haki üniformaların karşı sında Asım, Asım olarak dev gibi durdu. Bu özel dünyaya gelirken getirdiği yürek dolusu coşkunlluğu sözlerine sardı. Kendisi için üzüldüklerini gözlerinden okuduğu dostlarına güç olarak verdi. Beton d uva rla rla dünyadan koparılan özel yer olağan günlerden birini yaşıyor. Henüz öğlen olmadı. Yarım saat önce başlayan saldırı sona TAVIR
ermek üzere. Hemen hemen bitti, bitecek. Üniformalar bir başka koğuşa geçecek. Gözlerine inanamadı. İnanmak istemedi. Kafasının içi bendlerini bir bir yı kan öfkenin zaptedilmesiyle uğuldadı. Güçlü titreşimleriyle duvarları sarsan hoparlörlerin arabeskini, mazgallardan taşan sesler depremini, zor anların vazgeçilmez haykırışlarını duymaz oldu. Gözleri büyüdü, inanmazlıkla kapandı, açıldı. Değişen hiç bir şey yok. Her şey başladığı gibi sürüyor. Soyunun utancı yaratıklar insanı bilinçsiz bir anından yararlanarak aşağılamaya kalkıyor. Asım çocuklaştığı anlardan birini yaşıyor. Haki üniformalılar etrafını sarmışlar, iteliyor, tekmeliyorlar. Onun çaresiz görünüşünden inanılmaz bir zevk duyarak onunla alay ediyorlar. Asım bilmediği bu oyunun tanımadığı zorbalarına anlayamadan, anlamını kavrayamadan bakıyor. Çocuk gözleri dost sıcaklığında bir yüz arıyor. Bulsa sığınacak. Bulamıyor. Öbür yana dönecek. Hoyrat bir el uzanıyor, bırakmıyor... Hayır! Hayır! Sürmesine katlanılamayacak, beklemekle bitmeyecek bir an bu. İrileşip donmuş gözlerinin inanmazlıkla kapanıp açılması bir şeyi değiştirmiyor. Her şey başladığı gibi sürüyor. O an 'hayır' sesleriyle uğuldayan kafası zaptedilmez bir öfkenin vatanı oldu. Biraz önce postallarla çiğnenmiş olduğunu, kollarının kelepçelere vurulduğunu unuttu. Yerinden boşanır gibi atıldı. İlk üniformaya çarptı. Devirdi. İkincisine çarptı. Deviremedi. Onlarca el birden uzandı. Üçüncüsüne çarpmaya vakit bulamadı. Ne kadar üniformalı varsa hepsi başına üşüştü. Kendini korumaya çalışmadı. Zaten is34
teseydi de yapamazdı. İsteyen istediği gibi vurdu. Kendisiyle aynı duygular içinde ileri atılan kelepçelere vurulu kollar, üniformalarla birbirine girdi. Hoparlörlerin deli eden arabeski, mazgallardan taşan se sler depremi, zor anların 'İnsanlık Onuru İşkenceyi Yen e ce k' h a y kı rı şı b ü tü n vazgeçilmezliğiyle başladığı gibi sürüyordu. Üniformalar gideli çok olmadı. Hafif bir deprem sarsıntısıyla duvarları titreten sesler soluk almak istiyor. Susuyor bir süre için güç toplamak ister gibi. Suskunlukla birlikte beklenmeyen bir tehlikenin tedirginliği dolduruyor havalandırmayı. Korkulu bir cıvıltı, kanat sesleri içinde eriyor. Kumrularla havalanan serçeler, kanat seslerinden önce kayboluyor. Bir kaç güvercin aynı ataklıkta davranamıyor. Havalandırmanın ortasına doğru yürümekle kalıyorlar. Temkinli olmayı bırakmadan bakıyorlar etraflarına. Çok sürmüyor bu an. Sesler bütün azametiyle başlıyor, yeniden. Havalandırmadaki tedirginlik dağılıyor. Kumrular iniyor, serçeler onlardan önce ekmek kırıntılarına yetişiyor. Ama güvercinlerin kararlı görünüşleri yer açmaya zorluyor onları. Bütün hızıyla yeniden başlıyor ekmek kırıntılarını kapışma mücadelesi. Havalandırmanın bu uçan sakinleri, seslere alışmışlar, deprem gibi sarsan sesleri yaşamlarının olağan akışı için gerekli buluyorlar besbelli. Suskunlukla başlıyor, seslerle bitiyor artık korkulu tedirginlikleri. Şaşılacak bir şey yok aslında. O kadar uzun süredir günleri bu seslerle dolu geçiyor ki, olağan yaşam onlar TAVIR
için seslerle dolu olan zamandır. Saniyelerle ölçülecek suskunluk anlarıysa olağan değildir artık onlar için. Oysa bu özel dünyanın içinde tersine işlemektedir zaman. Bilmiyorlar bunu. Bilmiyorlar, seslerin sürdüğü bu anlarda işkencelerin hangi alçaklıkları yaptığını... Ve tutsakların da baş eğmediğini... Bilmiyorlar... Oysa yaşananların sadece bir parçası bu se sler... Sesler... Sesler de başka başkadır. Dalga dalga yükselen direnişlerin sesidir. Kimisi işkencecilerin alçaklığını haykırır, kimisi hesap sorulacağını... Haykırışları sesler depremi tamamlar; işkencecilere karşı mazgalları yumruklayan direnişçilerin başeğmez öfkesidir bu. Ve bir de... bir de son sesine kadar açılmış hoparlörlerden işkencecilerin kahrolası arabeski yü kse li r. Alçaklıklarının tamamlayıcısıdır, sanki... Öğleden bu yana saatler geçti. Soluk almaksızın sürüyor sesler. Üniformalar gideli çok olmadı. Bir başka koğuştalar şimdi. Çıplak ete çarpan copların sesi, tepinen postal seslerine karışıyor. Kelepçe vurulu kollar gün gelecek hesap soracağız diyor. Aralıksız sürüyor deprem gibi sarsan sesler. Tedirginlikten uzak ku şl a r sürdürüyorlar olağan yaşamlarını... Sesler arasında Asım acılı çırpınışlarına sarılmış, kıvranıyor. Herkes ağrısına, sızısına boş vermiş, Asım için uğraşıyor. Hastaneye götürülsün istiyorlar. İkidir çok bekletmeden geliyor üniformalar. Hastaneye değil, yine revire götürmek için. Yapacak şey yok alıp götürün diyorlar, çaresiz. 35
Asım acılarına hükmetmek ister gibi duruyor, kasıyor kendisini. Dost bakışlar arıyor. Gözleri "bırakmayın beni" diyor sanki. Bu düşünceler içinde kuşkular, kaygılar üşüştü kafasına. Bir sonuca varamadı. Bir an mazgalın açık olduğunun farkına vardı. İçten pazarlıklı sinsice gülümseyen bir bakışla karşılaştı. Üzüntüsünü bu sinsi bakışların görmüş olmasına canı sıkıldı. Kızdı kendi kendisine. Binbaşıydı bakan. Asım'ı kastederek; — Mesele şu psikosomatik vaka mı? Hiç üzülmeyin hepinizi onun gibi yapacağız, dedi. İşte bu anlaşılmayacak bir şey değildi. Bir zamanlar dünyayı kana ve ateşe boğanların temerküz kamplarını anımsadı. İçi öfkeyle doldu. Düşünceleri dudaklarından ses olarak döküldü. Duyan sese katıldı. Sesler koğuştan koğuşa yayıldı. Hep bir ağızdan haykırıldı. "Nazi Kampı mı? Tutuk Evi mi?" Bu özel dünyada komutlara şartlanmış varlıklar yaratıldığı gün; bir komutla başlayıp bir komutla bittiği gün her şey; tören adımlarında bekliyor olacak muzaffer bir komutan. Hangi savaşı nasıl kazanmıştır, bilinmez. — Sorana; korku sudur, söyleyemez— bir giz gibi saklıyor herkesten. Kazanmıştır ya yeter, önemi yoktur gerisinin. Nihayet karşıdan görüldüğünde o olduğu bilinecek. Üniformaları içinde kurum kurum bir muzaffer. Bir boşluğa bakar gibi bakıyor olacak yüzü ifade-
TAVIR
siz. — Hoşgeldin binbaşı, denilecek. Kendisine verilen sözü unutmayacak elbetteki, "kişiliklerini katlettiğimiz varlıkları tören adımlarında getirdim size" demiyecek. — Başardım, diyecek sadece, başardım! Bunun anlamı hemen bilinecek, b e kl e n e n b u du r çü n kü karşı sındakilerce. — Kurtarırız! İyi iş başardınız yar bayım, denilecek kendisine. Buyrun, oturun. Belki oturacak. Belki oturmayacak... Sonra...sonra da... Ne olacak? Sonra, çok, çok uzak bir zaman ötesi... Ne olacaksa şimdi olacak... Saatlerdir bu düşüncelerde kıvranıyordu binbaşı. Tamam, olur sözünü duysa ya da bir yakarış.... Derin bir soluk alacak. Bu iş bu kadar işte, diyecek. Ama duyamıyor. İnlemelerin karı ştığı sessizlik anı uzuyor. Uzadıkça umutlanıyor. Başaracak mı ne? Suskunluk anı daha ne kadar sürecek. Kestiremiyor. Başarıya atılacak adımın gizli sevinci kımıldıyor içinde. Biraz daha eğiliyor, acılara sarınmış Asım'ın üstüne. — Haydi, diyor ıslık gibi bir sesle. Haydi söyle... Soluk beyaz çarşafların üzerinde Asım'ın yüzü gergin derin çizgilerle karı şmış. Her çizgiye kıvrım kıvrım acısını sarmış. Görmeden bakıyor. Gözleri sanki sonsuzluğa çakılmış. Haydi, diyor ıslıklı ses. Haydi söyle... Bak doktor da burda... Söylersen acın bitecek...Altı üstü pişmanım diyeceksin. Ne biliyorsan an36
latacaksın... Söz... O zaman, namussuzum kendim götüreceğim seni hastaneye... Kendine bak sen. Boşver gerisini... Sana mı kaldı vatanı kurtarmak?.. Haydi... Bak acıdan inliyorsun. Daha ne kadar dayanabilirsin ki... Haydi... Asım daha çok geriliyor, kasılıyor, hükmediyor inlemelerine. Yeni ter tomurcukları birikiyor alnında, usulca süzülüyor. Soluk alır gibi sesler dökülüyor, dudaklarından. — Alçak, diyor. Alçak... Sözler anlamsız uzuyor. Gerisini getiremiyor. Bir tokat pa tlı yo r yüzünden. Beyninin derinliklerine çarpıp yankılanan bir tınlama duyuyor kulakları. Bitimsiz bir boşluğa düştüğünü sanıyor. Zaptedilen inleme bir çığlık gibi boşanıyor. İkinci bir tokat daha kalkıyor vurmak için bu acılı çırpınışa. Asım bunu duyumsamıyor. Bir kaç adım ötede masaya yaslanmış, ağırlığını bir ayağına aktarmış çocuk yüzlü beyaz gömleğiyle doktor, dönüp bakma gereğini duymuyor. Elindeki kutuya anlamsız şekillerini çiziktirmeyi sürdürüyor: "Asım bitimsiz düşüşüne başlarken acılı kıvranış yüzünde katılaşmış, duyumsuz yatıyor. Binbaşı isterik öfkesine bulanmış, burnundan soluyor, attığı tokatla acıyan elini yumruk yapıp sıkmış, tırnakları avuçlarına batıyor. — Ne yapacaksan yap da, şu oros pu çocuğunu koğuşuna götürsünler, diyor. Günün ilk ışı kları süzülür gibi geçerken sislerin arasından toprağa erişmeden soluklaşıp siliniyor. TAVIR
Suskunluğu oldukça uzun sürdü. Solgun görünüyor. Bakışları dalgın. Sonunda fısıldar gibi, "biliyor musun" diye söze başlıyor. — Böyle sabahları hiç sevmem.... Tekrar susuyor. Ama bu kez uzun sürmüyor suskunluğu. — Böyle sabahlarda kafamdaki, yüreğimdeki gücü bir an için kollarımda bulmayı, bilsen ne çok isterim. Yine böyle bir sabahtı işte... Böyle bir sabahtı, Asım revire götürülürken geride bıraktığı bakışların anlamını öğrendiği an. Böyle bir sabahla başlamıştı, onu son gördüğü gün. Vakit öğlen. Vedalaşılıyor... Son kez olduğunu bilmeden. Üzülmeyin dönüp geleceğim. Daha nice direnişlerde birlikte olacağız diyen Asım ölüme ne kadar da uzak. Oysa kıvrım kıvrım acıların eritip tükettiği Asım ölüme ne kadar da yakın. Onu o katlanılmaz acılar içinde kıvranırken gördüğü ilk günden bu yana haftalar geçti. Bir de öncesi vardı. Öncesi... Bu zamanın değeri ölçülemez. Nasıl ölçülsün? Tedavi ettirmemeye yemin etmişçesine hastaneye götürülmeden geçirilen zamandı, geçirilen her gündü, her andı. Asım'ı o dönüşü olmaz an'a yaklaştıran. Bu, ne hastalığın ciddiyetini bilmemekten, ne de vurdum duymaz keyfi-
37
liklerden ileri gelen bir ihmaldi. Bu; zulmün, başeğmezliğe tahammül edemeyen acımasızlığıydı. Bu; zulüm ve direniş arasında yaşayan amansız hesaplaşmanın bir parçasıydı. Her zaman sorgucu, yargıcı olacak değil ya, onlarsız da hükümler verilebilir ve bu zulmün cellatlarınca sinsice infaz edilebilirdi. Geri dönülmez an yakındı. Artık, Asım'ın hastaneye götürülmesinin mahsuru yoktu onlar için. Gece, bütün sesler susmuş denilesi bir sessizlikte. Yükse k duvarların arkasında kaynağı görünmeyen projektörler kırmızı taşlarıyla işiyor. Göğe ağan ışıktan blokların dışında karanlık duvar gibi yükseliyor. Uzaktan uzağa duyulan sesler sessizliği ne kadar bozuyor, bilmem. Aralıklarla başlayıp susan motor sesleri geliyor. Duyulur duyulmaz bir uğultu olup akıyor sessizliğe. Havada ışık bloklarına hapsolmuş damlacıklar, damlacıklarda pırıltılar... Hangi düşlerin kapısını aralar onu da bilemiyorum. Ama o bitimsiz devinimlerinden anl ıyo rum ki, alt ında yürümedikçe hissedilmez bir yağmur usul usul iniyor geceye. Sonuncu kibritlerden birini daha çakıyorum. Zayıf alevin ışığında mektubun son cümlelerini de okuyorum. — Görüyorsun ya, diyor. Mektubun özgün bir yanı yok. Ama bu uğruna direnilmiş bir mektup. A sım' ın hastanede olduğu günlerdeydi. Canları istedikçe yaptıkları tek tük mektup
dağıtımlarından birini daha yapıyorlardı. İşte o gün bir kaç arkadaşa gelen mektupla birlikte bu mektubu da verdiler. Asım bizim koğuşa kayıtlı ya. Her neyse, kı sa bir süre sonra mazgalı açıp mektubu geri iste-diler. Mektubun A sı m ' a götürülmeyeceği kesin. Bir anda karar verdik. Mektubu vermeyeceğiz. Ne olur ne olmaz diye bir yerlere sakladık hemen. Onlarca asker girdi koğuşa. Önce hepimize toplu olarak saldırdılar. Olmadı. Sonra birer birer aldılar aralarına, canımıza okudular. Koğuşu aramadık yer bırakmamacasına didik didik ettiler. Ama bulamadılar. Yine bize döndüler. Kıpırdayacak hal bırakmayıncaya kadar bir daha... Sonunda bıkıp gittiler. Mektup da bizde kaldı. O günden beri hep saklarız. Mektubu katlayıp zarfına koyuyorum. Evet. Mektubun özgün bir yanı yok. Ama... yok mu gerçekten? Mektup verildiği tarihten çok önce yazılmış. İki ay kadar önce. Her ana gibi bir ana yazmış. Daha doğrusu yazdırmış. Satırlarında şefkat, umut, özlem.. Ana yüreği işte, el vermemiş, sıkıntılarını, üzüntülerini yazmayıp, şatır aralarında öylesine geçiştirmiş. Kağıda sığdıramadığı özlem dolu yüreğinin bütün sevgisi, sıcaklığıyla selamlar yollamış. Bir gün sımsıkı kucaklayacağının umuduyla yanıt bekliyor oğlundan... Gel gör ki; yanıt yerine oğlunun ölüm haberini almış. Nasıl anlatılır, şimdi, bir ananın bu acısı? Alacağı umutlu bir haberle ağlamaklı bir sevinci yaşamaya hazırlanan bu ana, ölüm haberi alan anaların kaçıncısı?
TAVIR 38
ÖYKÜ
YAŞAMAK DİRENMEKTİR HAYATİ AZİM Güçtür karanlıkta günlerin ayırdına varmak, gün doğumunda şafağın kızıllığını, göğün maviliğini okşamadan gözlerle, mümkün mü pazarı pazartesinden ayırmak? Zaten pazar bir dinlence günü değilse, ne farkı vardır pazartesinden. Bir de ellerin arkadan bağlı, boğazın askılı, gömülmüşsen boğazına değin lağım çukuruna... Eni iki metredir çukurun, boyu bir... Ayakların ermez ki dibine, derinliğini bilesin. Lağım suyu karadır, sen yine de denizi düşlersin. Denizin dibinde dans eden yosunları, kayalara kümelenmiş midyeleri, balıkları... Birde maviyi... Bir bakarsın beyaza yakındır deniz, süt mavisi... Süt mavinin arasında yol yol koyulaşır, lacileşir... Ciğerine çekemezsin çukurun kokusunu, burnunun direğini sızlatır. Miden mi bulandı çukurdaki adam? Bulanır ya... Öğürüp çıkarmak istersin o kokuyu. Vazgeçtin. Yeni açmış bir goncayı düşünüyorsun değil mi? Belki de bir karanfil? Çukurdaki adam sevdiği birini beklercesine kapıya dikmişti bakışlarını. Çoktandır uğramamıştı sorgucu. Oysa hergün doğumunun ardından yeni bir günü müjdeler gibi gelirdi. Bugüne değin tam tamına, doksan defa gelmişti. Sorgucunun gidişinden sonra TAVIR
ona bir çanağın içinde ıslatılmış ekmek verilirdi. Bu da çukurdaki adamın bir gün daha yaşaması demekti. Neden gelmiyordu sorgucu, yoksa unutup gitmişler miydi onu bu çukurda. Açlığı düşündü çukurdaki adam, midesinin açlıktan burkulduğu ilk günler çok gerilerdeydi şimdi. Midesinin günden güne küçüldüğünü duyumsuyordu. Verilen ekmeği bile bitiremiyordu. Midesi ile birlikte kaslarının eridiğini, cüssesinin küçüldüğünü de biliyordu. Bunu bilmekten çok, bacaklarının birbirine dokunuşunda, sadece deri ve kemiklerini algılamasından çıkarıyordu. Derilerini öyle bir algılıyordu ki bazen kendi kendine değil de mandaya dokunduğu sanısına kapılıyordu. Bir de şu kasığında, göğsünde ve sağ kolunun affında içeri doğru işleyen ve günden güne çoğalan ağrılar da olmasa... Ellerini kısa bir süre çözebilmiş olsa, her an içine işleyen yaralarına bir an dokunsa, acısının tükenivereceği sanısına kapılıyordu. Fakat son günlerde bunu da düşünemez olmuştu. Bilinci çoğu kez net değildi. Düşünemiyordu. Düşünebildiği tek şey; açlık ve ölümdü. Ölümün soğukluğunu bile duyum39
samıyordu. Ölmek öylesine basitti ki... Gözlerini yummak ve başını gömmek lağım sularına... En fazlasından beş dakika... Bir de elleri arkadan bağlı, boynundaki askılar olmasa.,. Günler sonra sorgucu, gülmekle konuşma arası bir ses tonuyla yine geldi. "Nasılsın bakalım çukurdaki adam?" Çukurdaki adam gözlerini aralayıp baktı. Şimdi şafakta gri bulutları zorlayan bir kızıllık vardı. Biraz sonra bulutlar kaybolacak; dağı, taşı, fabrikası, tarlası, okuluyla ışıyacaktı dünya. Ben şafakta bir ışığım. Yaşamam gerekli umudu, yarını... Ölümüne değil, yaşamına direnmeliyim. Yaşamak direnmektir diye düşündü çukurdaki adam.
TAVIR
"Seninle biraz oynayalım mı, fareleri sever misin? dedi sorgucu. Çukura iki fare bıraktı. Farelerden biri çukurdaki adamın yüzüne tırmandı. Adam yüzünde dolaşan farenin ayaklarını, dokunuşlarını, tüylerini, soluklanışını duyumsuyordu. Yaşamak direnmektir diye düşündü. Ağzını açabildiğince açtı. Fare, bir tehlike sezinlemişcesine temkinli, adamın dudaklarından ağzına uzandı. Kısa bir süre sonra yuvasına giriyorcasına rahat, adamın ağzına girdi. Adam, var gücüyle yutkundu. Farenin çırpındığını duyumsadı. Çukurdaki adamın gözleri, yaşamak direnmektir diyordu. Sorgucu fotoğraf karesinde donuk bir görüntü gibi kalakaldı.
40
İKİ TOP BAHARLI KARANFİL ÇİĞDEM ATEŞ
Yürekliydiler alabildiğine, gençtiler. Gözlerinde umut vardı, sevinç vardı. Gelecek güzel günlere inanmanın huzuru vardı gözlerinde, özgür günlere ulaşmak için atılan yeni bir adımın tarifsiz coşku su. Gece soğuktu, ayazdı... Gece sessiz, yürekleri sıcaktı. Yanan bir dinamit titili gibi sokulmuştu yürekleri gecenin koynuna. Yollar ke silmiş, bariyerler kurulmuştu. Evler basılıyordu hergün. Gözaltına alınıyordu çoluk çocuk ev halkı; günlerce süren sorgulara, işkenceye. Halkın örgütlü gücüne darbe vurmak için dernekler basılıyor, talan ediliyor, kapatılıyordu. Dernekleri, evleri basıp halkı sürükleye sürükleye bindirdikleri, işkenceye taşıdıkları araçları yok ederek iyi bir cevap verilebilirdi düzene. Özgürlüğün örüldüğü yola bir adım daha. O uzun savaşın sonunda çoluk çocuk, kadın, erkek dolduracağımız meydanlar için; savaşçıların zafer türküleriyle gireceği meydanlar için... TAVIR
Emeğin kazandığı, milyonların sevinç halayları tuttuğu ülkeye. Her sokaktan, her fabrikadan, her tarladan akın akın gelen insan selinin kurtuluş bayrağını yükselttiği günlere. İnançlıydılar alabildiğine, kararlıydılar. Gece soğuktu, ayazdı. Yürekleri kıpır kıpır ve sıcak. Özgürlük bahçesine bir fidan daha dikmenin, baskılara karşı koymanın coşkusuyla yokedeceklerdi halkı işkenceye taşıyan onlarca aracı. Ansızın bir patlama duyuldu. Zamanından önce patladı bombalar. İki can, iki tomurcuk ka-, ranfil düştü gecenin karanlığına. "Benim oğlum ölmedi. Yoksul halkın yüreğinde yaşıyor." "Benim oğlum askerdi. Paralı asker değil, halkın askeri. Halkın askerleri ölmez." Gecenin karanlığına düşen iki cana can veren anaların sesiydi bu. Saygı duruşunda bekliyorlardı, cami avlusunda; oğullarının tabutu başında, yum41
rukları öfkeyle sıkılı. Yaraları derindi, açıları büyük. Dağlara, ovalara sığmazdı acıları ama bir o kadar da öfkeliydiler; öfkeliydiler düzene. Oğullarının haklılığına, oğullarının davasına inanıyorlardı. Tekrar tekrar nöbet tuttular tabutların başında, tekrar tekrar "onlar ölmedi, mücadelede yaşıyor" diye haykırdılar. Cami çevresi ve avlusu polis tarafından kuşatılmıştı. Devrimcilerin yoldaşlarına sahip çıkmasını engellemeye çalışıyorlardı, tören yapılmasını engellemek istiyorlardı. Törene katılmak isteyenlerin yarısı bile ulaşamamıştı camiye. Metrelerce ilerde kurulan barikatlarda gözaltına alınmıştı " yüzlerce kişi tüm direnişlerine rağmen. Tabutu cami avlusundan dışarı çıkaran kitle, polis çemberine alındı. Kitlenin 3-4 katı sayıda polis copu havada bekliyordu azgınca. "Cenazeyi arabaya koyun ve dağılın" dediler. Hiç kimsenin dağılmaya niyeti yoktu. Joplar, tekmeler birbirine karışmıştı, insanlar yerlerde sürükleniyordu. Analar bu kadar büyük bir saldırı beklemiyordu. Ağlayacak gibi oldu biri. Ama oğlunun sözleri geldi belki de aklına. "Ben ölürsem sakın düşmanın yanında ağlama. Başın dimdik olsun" demişti. "Dokunmayın çocuklarıma. Çekin kirli ellerinizi" diye bağırdı ve yürüdüler üstüne polisin. Polisin götürmek i ste di kle ri ni sım sı kı kavrıyorlardı, bırakmıyorlardı. Cenazede bulunan herkes onların oğluydu, kızıydı şimdi. Ne jop, ne tekme, ne de tehditler kâr edebiliyordu onlara. TAVIR
Mezarcılar her zamanki işlerini yapmanın umarsızlığıyla başladılar kazmaya. İki kızıl pankart açıldı, iki top karanfil. Şimdi herkes su skun; gözyaşlarını tutamıyor kimi. Nasıl tutsunlar ki? Gözyaşları çaresizlikten değil, iki yoldaşı, iki canı yitirmenin acısından. Analar toprak atıyor. Sanki oğulları akşam eve gelmiş, ona yatak seriyormuş gibi düzeltiyorlar toprağı. Yılgınlık yoktu, şaşkınlık yoktu. Çünkü onlar, onurlu bir yaşamın savaşçı sıydı; özgürlük savaşçı sı... Vurulup düşmüşsün Şarkı söyleyerek ışırken şafak Kundağını gözerken tomurcuk Haydi yum gözlerini Çifte su verildi Bilendi bıçak(1)
DİPNOT (1)Murtaza VURAL 42
"BUGÜN GÖRÜŞ GÜNÜMÜZ" TAVIR
Bir gürgen koruna sarılır gibi şu zemheride; baharda yeşeren yamaçların alına moruna karışır gibi kucaklıyoruz sizi. "Erzincan'da bir kuş var, kanadında gümüş var." Karlı, kahırlı bir Içanadolu kenti. Dağlık, ama ormansız. Kayalık ve kıraç. Soğuk bir kış günü gideceğim bu kentin mahpusunda canevimizde, düşüncelerimizin alevinde sakladığımız bir yiğit yatıyordu. Yeni dostlar saklıyor şimdi; dorukları yakacak rüzgârların sesinden, toprağın derinliklerine kazılan ,. umutlardan.. Bir mahpus yakınıyım Antep'ten, yaraltı nehirlerinden. Buca'dan; damarlarında kuruyan kanın, sinirlerinden çekilen gücün yerine can olduğumuz, insanlık onuru için ölüme yatmaya direnç olduğumuz dostlardan. Bir mahpus yakınıyım Amasya'dan, moraran bedenlerden, kanayan ama gonca veren direnişlerden. Bir mahpus yakınıyım... Sevincimizin, kahrımızın, onurumuzun
TAVIR
Köz'üyle. Tomas Borge'u okuyorum yol boyu. "İçimizde emperyalizme karşı ateşten de öte bir şey var: Yangın"(1) Bu yangının Köz'leri tutuşturan rüzgârını düşünüyorum. Somoza zindanlarından Erzincan mahpushanesine doğru. "35 yıl durmaksızın savaşmış bu efsane kumandanı" ve ateş çemberinin Erzincan halkasını. Dipdiri, umut dolu bir genç kız. Gençleri ve 70 kuşağının deneyimli mahpuslarını, direnişçilerini düşünüyorum. Erzincan dağlar ortasında düz bir ova. Cezaevi, ovanın Munzur'a ulaşan yanında, Munzur'un eteklerinde. Koğuşlar, Karadağ'a, Sakaltutan tepelerine bakıyor. Havalandırmada volta atarken, koğuşları solumuza alınca yalçın tepelere, karlı tepelere doğru yürüyorduk. 43
Aybastı yaylalarından kalkan bir kartal o, Erzincan cezaevine konmuş. Başı mor dumanlı dağlar gibi, gözleri nehirler gibi, çağlayan bıyıklı bir adam o. Yıllarca yapayalnız direnmiş; okyanuslar biriktirmiş, enginler gibiydi. Milyonların atardamarı duvarların ardı. Duvarların ardındakilerin "düşünceleri kaynağını Spartaküs'ten almış gibi öfkeli, Yunus'un dergâhında kalmış gibi insancıldı."(2) İnsanlar bekleşiyor Nizamiye önünde. Yüzlerinde aynı endişe, aynı ku şku. Adı yasak ülkenin anaları, yüzleri acıların durağı; gözleri dalgın, uzaklarda. Havalandırma bir hasret yumağı, sevinç dalgası. Kucak dolusu sevgi, kucak dolusu heyecan getirdik. Üniversitelerde, gecekondu mahallelerinde, fabrikalarda güç toplayan soluğu getirdik. Sarsılmaz bir iradeyle, endişesiz bir sabırla gözlerinde volkanlar büyüten bu insanlar, hayata öyle bir aşkla bağlılar ki. En-vahşi sorgulardan sonra, on yılları bulan mahpusluklardan sonra öyle güvenle, inançla; öylesine sade bir ifadeyle kuracağımız yeni dünyanın rüzgârlarını ciğerleriyle besleyeceklerini söylüyorlar. Sanki dünyada bütün olup biteni biliyorlar... Nasıl da duyarlılar bu beton yığını içinde. Uzatın ellerinizi dağlara doğru, eritin Erzincan'ın karını diyesim geliyor... Kar suları gibi kata kata önümüze taşları, vadileri yara yara akalım. Yeni bir hayat fışkırsın geçtiğimiz her yerden. Gözlerindeki TAVIR
parıltıya dalıyorum, karışıyorum... Ateşin ve Güneşin Çocukları... Bir havalandırma dolusu. Kasım da burada mı acaba? 17 yaşında Kasım; cezası yaşındar. büyük, 20 yılı yatacak. 15 yaşında başka bir genç; çıkmış panzerin karşı sına omuzunda bazuka sı. Basmış tetiğe... ateşleyememiş; basmış tetiğe, ateşleyememiş. Ateşin ve Güneşin Çocukları... 70 yaşında bir adam. Puşu sarmış başına; allı, yeşilli. 14'ünde bir genç kız, Ninsun'un soyundan. Beyaz şalını atmış boynuna. İçli gözlerle oturuyor ağabeyinin yanında. Halaya duruyor genç, ihtiyar; halaya duruyorlar, erkekler, kadınlar, çocuklar. Genç bir avukat volta atıyor müvekkiliyle. Belki gecekondu barikatlarını anlatıyor; yürüyüşleri belki de, sorgularda kilitlenen dilleri. Yorulmaz onlar; kentten kente, duruşmaya, görüşe koşarken. Bıktıramaz onları binlerce sayfalık dosyalar. Alev yatağı onların cüppeleri. Her savunma yeni bir şa şkınlık yaratacak düşmanda. Bir uzun hava Munzur dağı, Munzur'un dorukları kar, yanıbaşı bahar. Gelin sarılalım, geliyor ayrılık vakti...
DİPNOTLAR 1) Nihat Behram, Demokrat Sabırsızlığın Sabır Tartısı. 2) Mustafa Pala
44
"YERYÜZÜ AŞKIN YÜZÜ OLUNCAYA DEK" MÜCADELE! AMA YAŞAMIN TÜM ALANLARINI KUCAKLAYARAK!
Geçen sayımızda TKM (Tutsaklık Koşullarında Mücadele) adlı dergide yer alan bir yazıyı, Adnan Yücel'in "Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek" adlı şiir kit abın ın ele şti ri sini yayınlamıştık. Bu yazı 1979 yılında ya y ı nl an an Kü l tü r ve Sanat Yaşamında Tavır, TKM adlı dergilerle, yeni Tavır'la sürdürülen devrimci anlayışa bir örnek oldu. Eleştiriyi yayınlamadan önce Adnan Yücel'e göndermiştik. Düşünsel fa rklıl ı kla r olduğunu biliyorduk. Günler önce dost, içten bir ses t e le fo n etti büromuza "Oraya gelmek, oranın havasını solumak, oranın sıcaklığını hissetmek istiyorum" diyordu yüzlerce kilometre öteden. Birgün kulaklarında I n ci rli k' te n ka l kan u ça kl a rı n uğultusuyla, çaldı kapımızı. Grup Yorum yeni bestelerini seslendirdi. Şair şarkı sözleri yazdı.
A. YÜCEL: Genel olarak düşünürsek bu eleştirinin yazıldığı koşullarda bir şiir kitabına eğilip böyle bir eleştiriyi yazmayı bile duyarlı bir tavır olarak görüyorum. Ayrıca eleştiriyi genelde övgü olarak değerlendiriyorum. Ancak eleştiride bazı eksiklikler olduğu da bir gerçek. Bazı yerlerde yanlış anlaşılmalar, bazı yerlerde farklı anlayış sözkonusu.
Yayınladığımız bu söyleşinin,, yaratılan tartışma ortamını zenginleştireceğini umuyoruz.
Bu dizeler hakkında eleştiri şöyle: "denilerek, darbeyi yiyenlerin yalnızca aydınlar ve öğrenciler olduğu... kalemin ucunu kıran cuntanın, Ege'nin
TAVIR: Tavır'daki şiirinizle ilgili eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? TAVIR
TAVIR: Bunları biraz daha açar mısınız? A.YÜCEL: Örneğin, kitabın 26. sayfasında yer alan şu dizelere bakalım. "Hayır. Ege'de tütün değildi hiç kimse Çukurova'da pamuk Konya'da buğday değildi ağlayan Ucu kırık bir kalemdi yalnızca Bir de yakılan kitap Ve bıçaklanan defterdi"
45
tütününe, Çukurova'nın pamuğuna ve Konya'nın buğdayına hiçbir şey yapmadığı" sonucuna varılıyor. Bu yargı, yukarıdaki di zel e ri n ya nlı ş anlaşılmasıdır. Benim bu dizelerle anlatmak istediğim; cuntanın onlara birşey yapmadığı değil; Ege'de tütün işçilerinin, Çukurova'da pamuk işçilerinin, Konya'da çiftçilerin ve genelde geniş halk kitlelerinin 12 Mart öncesi d e vrim ci h a re ke t e katılmadığıdır. Yoksa darbede tüm emekçilerin kendi paylarını aldığının bilincindeyim. TAVIR: Dizelerin yanlış yorumlamaya açık olması, birden fazla anlamın çıkarılabiliyor olması, bir olumsuzluk değil mi? A. YÜCEL: Şiirin dili, normal konuşma dilinden ve düzyazı dilinden çok farklı, imgelere dayanan bir dildir. Ancak o dizelerde imgelerin açık olduğunu sanıyorum. Tüm halk kitlelerini, Türkiye'de bilinen üç imgeyle anlattım. Harekete katılmayı ise bağırma imgesiyle verdim. Kitap şu anda 4. baskı sını yapmak üzere. Böyle bir yorum ilk kez bu eleştiride çıktı karşıma. Bir başka örnek; eleştiride
Farklı anlayış konusuna gelince, "Birşeyler vardı hep yarım kalan Ve düşlerle bir türlü bağdaşmayan" dizelerinde bu düşlerin neler olduğu sorgulanıyor. Benim görüşüme göre sorgulanmayacak kadar açık biçimde, mücadelenin zafere ulaşması düşleridir. Ancak yenilgiyi gözardı etmemek gerekir. Ortada yenilgi varsa zafer düşlerinde de yarım kalan birşey var demektir. Eleştiride bir yanlış anlaşılma da kitaptaki bölümlerle ilgili yorum çizgisidir. Bölüm bölüm ve ayrıntılı olarak ilk beş bölüm ve 9. bölüm ele alınmış. İlk beş bölümde ise 12 Mart ve 12 Eylül sonrası diye tekrarlanmış. Oysa ilk beş bölümde 12 Eylül sonrası yoktur. 12 Eylül sonrası, 6. bölümün üç dizelik spot girişiyle başlar "Yıldızlar metal metal düşmüş yere Her yerde sessizlik kaynaşıyor Kafalar susmuş, omuzlar konuşuyor" Bundan önce 12 Eylül sonrası için hazırlık dizeleri 5. bölümün son sayfasında açıkça görülebilir. "Bir düdük çalınacak denilmişti
"Dört bir yana haberler salınarak
Bir düdük
Öldü denildiği halde inanılmayarak
Üfürüğü New York'ta Washington'da
Ve gittikçe sıklaşan türkülerde
Sesi kulaklarımızda bir düdük
Dağlara güneş doğdurulmayarak"
Nice güller solacak denilmişti
dizeleriyle, karamsar ve hayal kırıklığına uğramış bir hava çizdiğim ileri sürülüyor. Anlaşılıyor ki bu dizelerin Nurhak Ağıdı'ndan bir yararlanma olduğu anlaşılmamıştır.
Nice güller"
TAVIR
Bu dizelerden önceki bölümleri, 12 Eylül sonrası olarak değerlendirmeyi farkına varılmayan bir yanılgı kabul etmek gerekir. 46
Yine bir farklı görüş ise, halka yönelttiğim eleştiridir. "Uğruna can verdiğimiz canlar Bir türlü anlayamadılar" Bu dizelerden bir eleştiri olarak yöneltiliyor. Haklı olabilir. Ancak ben bu görüşümde ısrarlıyım. Kendi uğrunda ölen insanları ihbar edenler o insanları anlamamış demektir. Halk, Bossa kumaşı gibi "neylerse güzel eyler" anlayışına katılmam sözkonusu değil. Bu gerçeği görmezlikten gelemeyiz.
A.YÜCEL: Eleştirinin yazıldığı ko şulları elbette gözönünde bulundurmak gerekir. O koşullarda yazılamamış olabilir. Ancak derginin yayınlandığı günümüz koşullarında yazılabileceğini sanıyorum. En azından bu eksi kliğin bundan sonra da giderilebileceğine inanıyorum. TAVIR: Kitabınıza yöneltilen eleştiriler bu kadarla kalmıyor. Bir de "Ama aşksız Ama şiirsiz
TAVIR: Sadece halk içindeki ihbarcılara yönelik bir dize mi bu?
Ama kitapsızdık
A. YÜCEL: Hayır. Aynı zamanda devrimcilerin mücadelesini desteklemeyen halk kitlelerini de eleştiriyorum. Yoksa yalnızca ihbarcıları kastetmiyorum.
Aşkımızı bile anlatamadık birbirimize
Benim asıl üzerinde durmak istediğim, eleştiride 6., 7. ve 8. bölümlerin geçiştirilmiş olmasıdır. Oysa 12 Eylül sürecinin başlangıcıyla, ölüm orucu direnişlerine kadarki süreyi içeren bu bölümler bence çok önemliydi. Bu kadar önemli olan bölümler, üç-beş dizelik tanıtmayla geçiştirilmemeliydi. Eleştiride böyle bir yöntem okuyucuda çok değişik ku şkular yaratır. Kitabın son bölümüne yönelik eleştiri ise tamamen övgüden ibaret.
Bir türlü katamadık güzelliğimize
TAVIR: E le ştiri, bildiğiniz gibi baskıların en yoğun olduğu cezaevi ko şullarında yazıldı. 6., 7. ve 8. bölümlerin eleştirilerinde bir geçiştirme mantığının izlenmediği, koşullar çerçevesinde yazılmadığı kanısındayız.
TAVIR
Önce şairleri kovduk aramızdan Sonra bilim adamlarını kovduk Sonra eğitimcileri ve daha niceleri Velhasıl hiçbir güzelliği Bir at gözlüğü müydü bu Bir bakar körlük mü yoksa Ki yaşamın tümünü kucaklamadan Varmak istedik o sonsuz yaşama" dizelerine yönelik eleştiriye ne diyorsunuz? A. YÜCEL: Bu dizelerdeki "aşksız" sözcüğü eleştiride bir imge olarak "inançsızlığı anlatıyor sanılmış. Oysa kitabın adındaki "aşk" imgedir. Bu dizelerdeki "aşk" ise gerçek anlamda aşktır. 12 Eylül öncesi devrimcilerin bu insani yönü küçümseyerek insanlar arasında aşkın da olması gerektiğini kabul etmeyişlerine ve çok sekter bir biçimde bugün artık mizah konusu olan "bacı" imajını o günlerde yaşamış 47
olmalarına yönelik bir eleştiridir. Bu gerçeği de kabul etmek gerekir. TAVIR: "Ama kitapsızdık" derken vermek istediğiniz mesaj neydi? En ağır eleştirilerden biri de bu dizeye yönelikti. A. YÜCEL: O dizede de 12 Eylül öncesindeki tek dergi devrimciliği eleştirilmiştir. Bir çok siyasi örgüt kendi yayınlarının dışında "kapital"i bile hiç okuma gereği duymadan yalnızca çıkardığı dergilerin mesajlarıyla yetindiler. Hatta insanların bilinç düzeylerine göre değil, iyi kavga etme düzeylerine göre çok büyük görevler verdiler. 12 Eylül sonrasında bu insanların bir çoğu kahve köşelerinde ve kumarhanelerde eriyip gittiler. Bu eleştiri genel içindeki özelleri kapsamıyor. Eleştiriyi yapanlar geçmişte böyle bir hatayı yaşadılarsa bu eleştiriden hiç mi hiç rahatsız olmamalılar, tam aksine o hatayı yaşayarak tabanlarını hunharca harcayanları da iyi tanıyarak yönelttiğim eleştiriyi desteklemelidirler. TAVIR: Peki şairler nasıl kovuldu örgütlerden, kitle örgütlerinden? A.YÜCEL: Şairlerin kovulması, 12 Eylül öncesinde yükseliyor gibi görülen sınıf mücadelesinde sanata, edebiyata, eğitime, bilime önem veril-meyişi, tam aksine bu tür uğraşların entellektüelküçük burjuva uğraşlar olarak görülmesini eleştiren bir imgedir. Yani hayatın bütün alanlarının kucaklanmadığını, yalnızca mücadele alanının ön plana çıkarıldığını, bu yüzden de o sonsuz yaşama TAVIR
yarılamadığını anlatmak istedim. TAVIR: Sanat ve kültür alanını da mücadelenin bir cephesi olarak gören, bu alandaki boşluğu elinden geldiğince doldurmaya çalışan Kültür ve Sanatta Tavır dergisini ve onunla birlikte Grup Yorum, Grup Ekin, OHS ve FOSEM'in çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? A.YÜCEL: Bütün bu kültürel ve sanatsal çıkışları çok olumlu ve sevindirici buluyorum. Özellikle 12 Eylül sonrasında yılgınlık, bunalım, hüzün, mücadeleden kaçış sanatının egemen olduğu görülmektedir. İnsanların umutlarının ve geleceğe olan inançlarının güçlenmesi gerektiği bu dönemde, bunalım ve intihar edebiyatının kitleleri su skunluğa sürüklediği bir gerçektir. Böyle bir dönemde gerek Tavır, gerekse Grup Yorum, Grup Ekin, OHS, FOSEM yılgınlığın ve suskunluğun yırtılışıdır. TAVIR: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? A. YÜCEL: Son olarak söylemek istediğim şudur: Dergideki eleştirinin başlığı "Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek Mücadele, Ama Nasıl?" idi. Başlığa, yanıt başlık olarak bir önerim var "Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek Mücadele, Ama Yaşamın Tüm Alanlarını Kucaklayarak". TAVIR: Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederiz. Başlıkla ilgili önerinizi değiştirmeden kullanacağız.. 48
OKURLARIMIZDAN ŞİİRLER
HAZAL TUNÇ
DİRENMEYİ ÖĞRENMELİSİN Direnmeyi öğrenmelisin keserken yollarını kurşunlar bölünürken acıyla gecelerin Koşmayı öğrenmelisin umudu kovalamayı dolu dizgin güneşin ilk ışı klarını dağların başında türkülemeyi Bir yanın toprak altında kanar bir yanın savaşırken bilincini, soluğunu, umudunu yüreğini paylaşmayı öğrenmelisin Sevmeyi öğrenmelisin işkencecilere, cellatlara yarının aydınlığını söndürmek isteyenlere inat
DEMİR PARMAKLIKLARA ULAŞMAK Şiirlerle ulaşmak isterim sana solurken havasını kurarken düşlerini gelecek güzel günlerin güneşlerle ulaşmak isterim sana gözlerin, sesin, yüreğin bulutların üstünde ne rengindedir çiçeklerin türkülerle ulaşmak isterim sana dostluğun, sevdanın türküsüyle direnişten, grevlerden türkülerimizin sıcaklığıyla ulaşmak isterim sana
TAVIR
49
SİNEMA
DEVRİMCİ EL SALVADOR SİNEM ASI SUSAN RYAN El Salvador'da iki önemli sinema grubu vardır. Morazan taraftarı Venceremos Radyosu Film Birimiyle, Chalatenango kurtarılmış bölgesindeki El Salvador Devrimci Film Enstitüsü. Her iki grup da tehlikeli koşullara rağmen zorlukla sahip oldukları film donanımlarıyla devrim belgeseli çeken gruplar kurabilmişlerdir. Venceremos Radyosu film birimi 1981'den beri dört film yaptı. 1981'de Decision To Win (Kazanma Kararı), 1982'de Letter From Morazan (Mora zan'dan Mektup), 1983'de Sowin Hope (Umut Kapısı) ve 1983-84 yılları arasında çekilen Time Of Daring (Cesaret Zamanı) filmleri bir bütün olarak düşünüldüğünde, salt köylülerin hayallerinin anlatılmadığı; askeri saldırıların, siyasi örgütlenmenin, devrimin rolünün, özgür bölgelerdeki günlük yaşamın, FMLN liderlerinin ve savaşçılarının görüşlerinin de belgelendiği görülecektir. El Salvador Devrimci Film Enstitüsü ise 1981'de El Salvador The People Will Win (El Salvador, Halk Kazanacak), 1983'de İn The Name Of Democras (Demokrasinin Adı) ve 1984'de The Road Liberty (Özgürlük Yolu) adlı filmler gibi pek çok film ve video çalışması yapmıştır. Cineaste dergisi Venceremos Radyosu Film Birimi'nden Paula Martin ve Devrimci Film Enstitüsü'nden Jose
TAVIR
Ponce ile yaptığı söyleşide film donanımı için kaynak bulma sorunu ve El Salvador'daki diğer film ve video çalışmalarıyla ilgili bilgiler almıştır. Söyleşi şöyle: CİNEASTE: Venceremos Radyosu film ve video çalışmalarına nasıl başladı? Paula MARTİN: Çalışmalarımıza 1981 Ocak'ında radyodaki arkadaşların desteğiyle başladık. Kentlerde çalışamıyoruz; çünkü kentlerde FMLN desteğinde bile film yapmak olanaksız. Böylece Morazan gerillalarının kontrolündeki bölgeye gittik. Aynı zamanda oraya çağrılan Zero A La lzguerda'(nın içerdiği) dan Guiler-mo Escalan ve profesyonel El Salvadorlu film yapımcılarına katıldık. Daha önce görmediğimiz kameraları kullan50
mayı öğrendik. Decision To Win tamamlandıktan sonra film ve video organizasyonu kuruldu. Sonraki projemiz Sowing Hope idi. Kilisenin rolünün bittiğini anlatan Sowing Hope (Umut Ekmek), aynı zamanda Venceremos film biriminin kullandığı addır. Ekibimiz, ayaklanma kontrol bölgesinde de film çalışmalarına başladı. Köy ve kasabaları dolaşarak video kameralarıyla gerillaların kontrolündeki yaşamı çektik. Filmler, video bursları, raporları, eğitim programları gibi organizasyonları gerçekleştirdik. CİNEASTE: Halk bu film ve video çalışmalarını nasıl karşılıyor? M A R Tİ N : Savaş halkın çoğunluğunun düşüncesini değiştirdi. Kentlerde yaşayanlar ülkedeki durumu bilmez. Kırsal alanda yaşayanlar da kentlerde ne olduğunu bilmez. Çünkü çok sık seyahat edilmez. Bu tehlikelidir. Kasabalardaki askeri etkinlik bilinemediğinden ülkenin bir bölümünde süren savaşa da inanılmaz. Guazappa'ya da inanmamışlardı. Başka bölgelerde yaşayan halk, videoda bunları gösterdiğimizde etkileniyor. Bu çok önemli bir sonuç. Çalışmalarımızı ülke içerisinde videoyla, filmlerle yayınlıyor ve sergiliyoruz. Video çalışmaları içerisinde haber ve okuma yazma programları da yer almaktadır. FMLN liderleri sık sık her kasabaya gidemeyebilirler. Politik toplantıları bir kasabadan diğerine filmlerle getiriyoruz. CİNEASTE: 16 mm'lik Decision To Win filmi çekildikten sonra, video kamera kullanan birimin çektiği filmlerden böylesi bir sonuç alınabilir mi? MARTİN: Ço k önemli sonuçlar çıkarmak mümkün. Diğer yandan 16 mm'lik film yapmanın çok zor olduğuna karar verdik. Çünkü bu filmleri genellikle dış mekanlarda çekebilirsiniz ya da kameralarınız dışarda hazırlanmalı, TAVIR
öylesi yöntemlerle sürekli belgesel film çekimi çok zor. Egemenliğimiz altındaki bölgelerde ekip gereksinmelerine önem verdik. Devrimci mücadele sürecinde kontrol altındaki bölgelerde olsun diğer yerlerde olsun ekibimizi ko-rumalıyız. Conspesino'larla savaşmaktayız. Savaş devam ederken de nitelikli belgeseller yapmak zorundayız. CİNEASTE: Biriminiz nasıl çalışıyor? Yapacağınız film için nasıl karar alıyorsunuz? MARTİN: Yapacağımız filme ilişkin kararları ortaklaşa alırız. Aldığımız pek çok siyasal kararda olduğu gibi, diğer örgütlenme birimiyle tartışırız. Büyük bir devrimci hareketin içindeyiz. Sadece FOR-FMLN grupları için film çalışmaları yapmıyoruz, ayrım gözetmiyoruz. Hemen hemen herkes siyasal örgütlenmenin sorumluluğunda. Kitlelerin mücadeleye katılması ve devrimci ordunun örgütlenmesi tartışmaları, siyasal örgütlenmemiz için oldukça önem taşımaktadır. Çok önemli siyasal gelişmelerin ayrıntılarını, neyin zamanla çözümlenmesi gerektiğini genellikle deneyerek öğreniyoruz. Örneğin Letter From Morazan'ı yaparak Salvador tarihsel hareketini belgelemiş olduk. 1982 seçimlerinden sonra halk oldukça şaşkındı. Devrimci mücadelenin nasıl geliştiği bilinmiyordu. 1982 Ocak'ında ülkenin doğusunda geniş bir alanda başlatılan korkusuz gerilla saldırısı, askeri durumu ve devrimci mücadelenin başarıyla geliştiğini göstermektedir. Saldırıları belgeleyebilmek için her şeyi yapmalıydık. Bu düşün bizi başka projelere sevk edebileceğini biliyorduk. Bunun için "film" yaptık. "Bu askeri bir film, halkı göstermiyor" diyor çoğu kimse. Doğru, ancak biz duyum-sadıklarımızı gösteriyoruz, bulun51
duğumuz yer bu. CİNEASTE: Decision To Win ve Sowing Hope gibi ilk filmlerinizde "şiddeti" değiştireceğinizi söylüyorsunuz. Devrimci kontrol bölgelerindeki günlük yaşam nerede? Son filminizde daha çok asker, hareket ve aktüel savaş egemen. MARTİN: Decision To Win'de anlattığımız olaylar ülke dışındaki olaylar değildir. Gerillaların egemenliğindeki bölgelerdeki yaşam hakkında hiç bir şey bilinmiyordu; bununla gösterdik o yaşantıyı. Salvador'daki devrimci mücadele geliştikçe, yeni deneyimlere sahip oldukça bunları ülke dışına da taşıyoruz, gösteriyoruz. Pek çok kişi "hayret, orada nasıl yaşanıyor?" demekte. Ancak bu hayret verici birşey değil. Savaşıyoruz. Devrimcilerin amacı, sadece halka yön vermek değil, onlar ülkeyi değiştirmek ve güçlendirmek için savaşıyorlar. Gerillaların kontrolündeki bölgelerdeki hayret uyandıran yaşam onlara bu mücadelenin ne kadar gerekli olduğunu duyumsatıyor. Almanya, Fransa, ABD ve benzerleri Decision To Win gibi yaptığımız üç dört filmi küçümseyeceklerdir. Çünkü halkımızın bütün olarak barış içinde yaşayabileceğini düşünemiyorlar. 1981'de bu tür filmler önemliydi, ancak bugün değil. CİNEASTE: Bu, Film Birimi'nin El Salvador geleneği dışında Latin Amerika sineması etkisinde kalması değil mi? M A R Tİ N : Diğer grupların çalışmalarını bilmiyoruz. Son zamanlarda Küba, Bolivya ve Nikaragua filmlerini izlemeye başladık. Hawana'ya, yeni Latin Amerika Film Festivali'ne gittiğim zaman ilk kez bu ülke sinemacılarının etkisinde kaldım. Devrimci mücadeleyi anlatan film yapıyoruz. Filmlerimiz Latin Amerika siyasi Sinema geleneği TAVIR
içerisinde yer almalıdır. Hawana'da pek çok kişi ilk filmimizi gösterdiğimizde Latin Amerika si nema sın ın gelişiminden söz etti bize. Bunlardan haberimiz yoktu. Sanırım Latin Amerika sinemasının karakteristik özelliği, toplumsal değişmeleri yansıtmaktadır. Aynı şeyi düşünüyor ve yapıyoruz. CİNEASTE: El Salvador, Another Vietnam (Bir Başka Vietnam, El Salvador), Roses İn December (Eylül Gülleri), İn The Name People (Halk Adına) ve diğer Kuzey Amerika filmlerini, sinema bi rimini z nasıl değerlendiriyor? Bu filmler size farklı çözümler getirdi mi? M A R Tİ N : Ünlü Amerikan yapımcılarının El Salvador'da film çekmeye gittiklerini duyduk. Onlarla kaynakları sınırlı küçük bir grup olarak pek çok film yapabiliriz. Ayrıca ülkemizin portresini çizebilecek nitelikli filmler yapabiliriz diye düşünüyoruz. A B D' nin zengin ka yn a kla rı yla halkımıza daha yararlı şeyler sunabiliriz. Filmleri gördüğümüz zaman bunu gerçekleştirebileceğimizi söyledik. Ama bu nedenle filmlerin farkına varamadık. Film yapıyorsak farklı bir perspektifle yapmalıydık. (....) Bu filmler, Amerikalılar için başarılı olabilir. Bizim bulunmamız nedeniyle bu olgu bizim için başarılı değil. Vietnam Savaşı bizim deneyimimiz değil. Filmlerin tümü etkili olabilir. El Salvador, Anöther Vietnam Amerika'nın Vietnam'a tarihsel yaklaşımı açısından El Salvador halkı için hayli ilginç bir görüş olabilir. Çeşitli kopyalarına sahibiz. Bu filmleri sanırım Amerikan halkına izlettirebilirsiniz. CİNEASTE: FMLN kontrolü olmayan bölgelerde filmleriniz? izlettirebiliyor musunuz? MARTİN: Deniyoruz ancak çok zor. Video film kopyalarını kentlerde iz52
lettirebilmek oldukça zor bir iş. Belki ileride mümkün olabilir. Kentlerde yaşayan halkı belki sağ eylemlerden haberlerle Devrimci Hareket'te toplayabiliriz. Maalesef bu hâlâ çok tehlikeli. CİNEASTE: El Salvador halkı filmlerinizi izleyebiliyor, Orta Amerika ülkelerine de dağıtabiliyor musununuz? MARTİN: Evet. Fakat zorlukla. Guatemala ve Honduras'a gidemiyoruz. Costarika, Panama, Nikaragua ve Meksika'ya dağıtmaktayız. Fransa, İtalya, Kuzey ülkeleri de dahil, Almanya'da bilinen gruplarla dayanışma içerisinde dağıtım yapıyoruz. ABD ile olan dağıtım ilişkileri çok önemli. Bu dağıtımın El Salvador'daki devrimci savaş için zorunlu olduğunu düşünüyoruz. Beyaz Saray'ın Orta Amerika'ya asker göndermesini, kongrenin oynadığı rolü, birilerinin asker gönderip neler yaptığını ABD halkına bildirmek önemli bir etken. Sorunlarımızı iletip, uluslararası dayanışma hareketinin yardımını almaya ihtiyacımız var. Asla Amerika'lıların yaptığı gibi film yapmayız. Halkımızın yaptığı ilk önemli film olan Time Of Daring, Amerika'lılar için değil. Belki birgün Amerika ve diğer halklar için film yapabiliriz. Halkımıza gerçek olan her şeyi izlettirebiliriz. CİNEASTE: El Salvador'da Orta Çağ'a ait farklı bir görüntü var. Siyasal i n a n çl a rı fi l ml e rd e nasıl gösteriyorsunuz? MARTİN: Evet ülkemiz ABD gibi değil. İki ya da üç filmle halkımızın d ü şü n ce le rini d eği şt i rebi li ri z. Gülünçtür, bu filml e r siyasi mücadelenin yalnızca bir elemanı; biz ABD'de bu mücadelenin filmini yapamayız. ABD'nin Orta Amerika'ya siyasi müdahalesi hızla artıyor. Biz filmlerde bunları anlatıp, savaşla ilgili belgeleri TAVIR
halka izletiyoruz. Ne yapabileceklerini düşünüyorlar. Orta Çağ'ın etkisinde ol anla rı sa va şı n g e rçeğ in e çekemiyoruz, bu olanaksız. GİNEASTE: El Salvador'daki sinema gruplarının birbirlerine yaklaşımı nasıl? Diğer grupların politikaları farklı mı? MARTİN: Film Enstitüsü, gerçekten farklı film türlerinde çalışıyor. Sanıyorum farklı ve gerekli deneyimlerin tartışılmasına katılıyoruz. Onların filmlerini eleştirebiliyoruz, onlar da bizi eleştiriyor. Salt eleştirmiyoruz. Biz onlardan, onlar bizden birşeyler Öğreniyorlar. Bu yöntemle pek çok film yaptık. El Salvador'da ciddi çalışmalar yapılıyor, yine de filmlerimizi tüm ülkeye göstermeyi başaramıyoruz. Film Enstitüsü'nün daha çok FPL (Halkın Özgürlük Gücü) ile bağı var. FPL büyük bir gerilla gücüdür. Böylelikle Chalatenango bölgesindeki halkın ne yaptığını izlemektedirler. Biz Morazan'ın ilkelerini savunuyoruz ve sanırım bu çok önemli. Çünkü iki bölgede de izlenen yol farklıdır. Ama koşullar ve deneyimlerden kaynaklı düşünsel farklılıklar olsa bile, Morazan'daki ve Chalatenango'daki devrimci gerilla hareketi oldukça önemli benzerlikler taşımaktadır. Bazı siyasal farklılıklar ise Devrimci Gerilla Hareketi'nin muhalefetini oluşturmakta. Bunun bir handikap olduğunu sanmıyoruz. Zorunlu olarak farklı deneyimler oluştuğu için farklı çalışmalar yapılmaktadır.
Venceremos Radyosu Film Birimi Başkanı Paula Martin, devrimci mücadelenin sinemasını bu şekilde anlatırken, Chalatenango'daki El Salvador Devrimci Film Enstitüsü'nden 53
Jose Ponce de farklı bir konumda sorunun miheng noktasını somutlaştırmakta. PONCE: El Salvador gerçeğini açığa vuruyoruz, her şeyiyle siyasal gelişmelere yanıt arııyoruz. Halkımıza durumu anlatmayı görev edindik. Önce ABD'de, Meksika'da, son zamanlarda da Venezüella'da önemli radyo, televizyon ve film çalışmaları başlattık. Ülkemizin Orta Çağ'a ait olmadığı gerçeğini onlara izletiyoruz. CİNEASTE: Diğer gruplarla film ve video filmi konusunda ortak çalışmalarınız var mı? PONCE: Siyasal örgütlenmenin yanı sıra ticari televizyon çalışmalarına da başladık. İlk önce ayaklanma bölgelerindeki haberleri duyurmak istiyoruz. Porto Riko ve Kosta Rika'dan aldığımız yardımla El Salvador, The People Will Win adlı filmi çektik. CİNEASTE: Film yapmaya nasıl karar veriyorsunuz? PONCE: Siyasal çözümlemeyle başladık. İzleyicilerin gereksinmelerini tespit edip gerekli mesajları verdik. Örneğin El Salvador, The People Will Win'de askeri durumu gösterirken, devrimci mücadelenin halkla bütünleşmesi gerektiğini vurguladık. Çünkü ayaklanmanın bastırılması, El Salvador halkının aleyhine olacaktır. Halkın büyük bir bölümü, başka bölgelerdeki durumu ve o yörede yaşayanların ne istediğini bilmiyor. Kişisellikten uzaklaştıkça politik bilinç kazanılmakta. Filmler açısından bu yaklaşım çok önemli. The People Will Win filmi tarihsel bir geri dönüşü arka plana alıp, halkın ayaklanmasını açıklamasa da Hintlilerin ve İspanyol'ların ayaklanmasının bastırılmasıyla diktatörlüğe dönüldükten sonraki durum eleştirel bir bakışla açıklanmaktadır. El Salvador'daki antiTAVIR
komünistler de var filmde. Pek çok kişi: "Komünist olmadığım halde bu filme hak veriyorum" demekte. Bu bir bilinç ifadesi. Filmin amacı tarihsel perspektif içerisinde Salvador'daki gelişmeyi halka anlatmaktır. CİNEASTE: Film gösterimini nasıl organize ediyorsunuz? PONCE: Bitirilen bir filmi ayaklanma bölgesinde gizlemek çok riskli. Normal olarak süper 8'lik video kamera kullanıyoruz. Dünyanın çeşitli yerlerine ulaştırarak gösterime sokuyoruz. Filmi halk da görmek istiyor. Gösterimden sonra protestoya başlıyorlar, çünkü milisleri görüyorlar. Halka başka kültürel etkinlikler de ulaşabiliyor. Siyasal birikimler aktarılıp birleştiriliyor. CİNEASTE: El Salvador'daki diğer grupların çalışmalarıyla sizin çalışmalarınız arasında ne gibi farklar görüyorsunuz? PONCE: Geçmişte bazı farklılıklar vardı. Şimdi iki grup arasında ilişki var. Ne yazık ki siyasal ve ideolojik farklılıklar var, bir grubun düşüncesi doğru, diğerinin yanlış olması gibi. ABD'den sonra ilk deneyimimiz İn The Name Of People'nin gösteriminde oldu. Siyasal ve kültürel boşluğun farkına vardık. Bir Amerika'lı gibi İn The Name Of People'nin yapımına karar verdik. Yanlış anlaşılmasın, liberal film yapmaya çalıştık ancak politik uzlaşmaya varmadık. Yaptığımız filmlerin ABD'de gösterimi hem ABD, hem de Orta Amerika halkları için önemliydi. CİNEASTE: Farabundo Marti Ulusal Özgürlük Cephesi Film Enstitüsü ile neleri gerçekleştirdi? Birlikte nasıl çalıştınız? PONCE: Ortaklık... Film Enstitüsüyle bir ortaklık olmadı. FMLN ile grubumuz birlikte başarıya ulaşmayı 54
amaçlamaktadır. FMLN'yle birlikte ülke hakkındaki gerçekleri öğrendik. İn The Name Of Democracy'de eleştirel gözlem vardır. Latin Amerika stili demokrasi... Bizim için önemli olan bir şeyler oluşturup, Amerikalılar'a bunu anlatmaktır. FMLN brifinginden sonra yönümüzü belirledik. Askeri bir buyruk değildi bu. Filmlerimizin amacı siyasal gereksinmelerdir. Süren savaşı belgelemeliyiz. Uluslararası televizyonlara para karşılığı filmlerimizi satabiliriz.
Salvador için derinlemesine yaklaşım getirmektedir.
CİNEASTE: Halk sizin filmlerinizde görünmekte isteksiz, korkuyorlar. Kimlikleri bildirilmeden, doğrudan yüzleri gösterilecek mi?
Amerikan filmleri tutulmaya başladı. Daha çok çaba göstermemiz gerek. İn The Name Of Democracy filmi için Amerikalılar'a yardım etmek gerekiyordu. The Road Liberty filmini Amerikan halkına sunduk. Bu film kontrol altındaki bölgede genişleme gereksinmesine yanıt verdi. (...) Bu film bu bölgedeki köylülerin gelişmelerine yardımcı oldu.
PONCE: Onlar bize bağlıdır. Kontrol bölgelerimizin dışındakilerle yolculuklarda görüşmüyoruz. Hareketimizi filmler aracılığı ile araştırıyoruz. Pek çok deneyim ışığında değerlendiriyoruz. Bazı görünümleri ve karakterleri gizleyemiyoruz. Uluslararası gösterimler de riskli olabiliyor. El Salvador'daki gösterimler de gerillalar için tehlikeli oluyor. Projeyi durdurduk, çünkü ölenler oldu. Görüşmelerimizi de tamamladık. Askeri komutanlar ve siyasal liderlerle yaptığımız görüşmeler hükümet güçlerini harekete geçiriyor. Köylüler ve orta sınıf, yaptığımız görüşmelerde onları koruduğumuzu biliyor. CİNEASTE: El Salvador, Guazappa, Roses İn December, El Salvador, Another Vietnam ve diğerleri Kuzey Amerika'nın bir numaralı filmleri. Sizin bakış açınıza göre bu filmler nasıl, farklı mı? PONCE: Sanırım, Kuzey Amerika filmlerinde Amerikan fantazisi farklı bir manzara çiziyor. ABD toplumuna El TAVIR
bir
CİNEASTE: Farklı siyasi çözümler getiriyor musunuz? PONCE: Gereksiz. İzleyicileri anlamak deneyimlerimizi geliştiriyor. Belki iki yıl önce Roses İn December gibi eleştirel filmlere başlayabilirdik. İzleyicilere açıkladığımızı herkese belirtmeliyiz. Siyasal konum belirtilip anlatılabilir. Bunun siyasal bir dönüşüm olduğunu sanmıyorum.
Öncelikle El Salvador, The People Will Win'i yaptık. Film, toplumsal gelişmede devrimin tarihsel durumu ve deneyimleriyle yer aldı. Daha sonra The Road Liberty yapılarak diğer ülke halklarına izlettirildi. Böylece heyecanlı bir deney ve yeni düşünce yansıtıldı. İn The Name Of Democracy yalnızca Amerikalılar için tasarlandı ve El Salvadorluların demokrasi istemi anlatıldı. Farklı iki demokrasi düşüncesi vardır. Biri ABD tipi, diğeri silahın ucundaki gerçek devrimci demokrasi. Çev iri: Okan İSTİ Bu söyleşi, Cineaste Dergisi'nin 1985 yılı 14. sayısında Filmmaking Revolutionary El Salvador adlı yazısından çevrildi. 55
OYUN METNİ
BARIŞ KUŞU OHS OYUNCULARI Bu oyun biri kadın olmak üzere en az üç kişiyle oynanmaktadır. ANLATICI
KADIN
ADAM KADIN
ADAM KADIN
ADAM KADIN ADAM KADIN
ADAM
—
17 Ocak 1991... savaş başladı. Ülkemizin her yanında insanlar savaşı konuşuyor. Okulda, işyerinde, fabrikada, atölyede, vapurda, trende, otobüste, evde herkes savaşı konuşuyor. (Elinde örgü, sandalyede oturmaktadır). Görüyor musun, başımızda bunca dert varken bir de savaş belasını çıkarttılar. Doğru ya! Bizim derdimiz bize yetiyordu zaten. Şimdi bir de zamlar bindi mi tepemize gör sen o zaman halimizi. Sadece zam mı? Bak daha neler neler olacak. Kıtlıklar, kuyruklar, karaborsa. Çalıştırırlar maaş da vermezler bunlar. Sahi toplu sözleşmeler ne olacak acaba? Grevleri yasaklarlar mı? Zenginlere birşey olacağı yok. Onlar bol bol stok yaparlar. Adamını bulup askere de gitmezler. Oh keselere bir kese daha. Bizim kemerlere bir delikdaha. Yandık valla. Yandık ki ne yandık. Ne olup bitti anlayamadık. Birden savaşın içinde bulduk kendimizi. İşler iyice karışmış. Binlerce doktoru, hemşireyi Doğu'ya gönderiyorlarmış. Üstelik istifa etmek isteyenleri de divan-ı harbe vereceklermiş. Şu işe bak. Sen tut ambargo diye Irak'la bütün ilişkilerini kes, oradaki bütün halkı açlığa, hastalığa mahkum et ülkenden uçaklar kalksın, Irak'ı bombalasın, sonra da "onlar bize saldırmadıkça biz savaşa girmeyiz" diye demeç ver. Bu ne demek! Savaşta biz de varız demek. Kimin uçağı nereyi bombalıyor, valla hiç birşey
KADIN
TAVIR
56
anlamıyorum. Bir işler dönüyor ya. (Girer) Evet bir işler dönüyor. Hem de ne işler... (Anlatıcı başına uzun Amerikan bayrağına benzeyen şapkasını giyer, eline telefonu alır) SAM AMCA — Alo Tonton... İyiyim, iyiyim. Hadi bir bahane bul da yanıma gel. Sana söyleyeceklerim var. TONTON — (Üzerinde asker kıyafeti, koşar adımlarla gelir) Yaylalar, Yaylalar... SAM AMCA — Anlat bakalım Tonton askeri durumlar ne âlemde? TONTON — Üsleriniz kulanıma hazırdır. 700.000 Mehmetçik petrol için emirlerinize amadedir. SAM AMCA — Güzel. Benden habersiz yaprak bile kımıldamamalı, rüzgâr esse haberim olmalı. Benim aleyhime gelişebilecek en ufak bir hareket bile anında bastırılmalı. Anlıyor musun? Şimdi söyle bakalım. Halkın ne düşünüyor? TONTON — Hiç merak etme Sam Amca. Basınımızla, televizyonumuzla, sizin sevgili CNN yayınınızla Saddam'ı tek saldırgan ilan ettik. SAM AMCA — Duyduğuma göre senin ülkende bile savaşa hayır diyen ler varmış. Aman Tonton kimse bilmemeli. Petrol için savaştığımızı. , TONTON — Hiç merak etme Sam Amca. Onu hallederiz. SAM AMCA — Nasıl halledeceksin göster bakalım. TONTON — (Televizyondan halka hitap eder gibi). Benim sevgili vatandaşlarım. Bakınız aççık seççik ifade edeyim ki, Fırat'ın suları petrolden daha önemli ve Saddam bize saldırmak üzere. Böyle bir durumda bizi yalnız bırakacak değilsiniz ya. Bakınız şimdi her zamankinden daha çok milletçe bir bütün olmalıyız. Hem bir koyup üç alacağız. Dostlarımıza karşı yüzümüzü kara çıkartmayalım. Öyleyse hep beraber cepheye. Değil mi benim sevgili vatandaşlarım? (Cevap gelmez) Evet gönüllü olan yok mu? (Cevap gelmez. Hışımla seyircilerin yanına gider, birine sorar) Sen, sen de mi gelmiyorsun- Ya sen, peki sen, sen de mi? Vatan millet Sakarya. Ne, ne oldu size böyle? Sizler Fatih'lerin, Yavuz'ların torunlarısınız. Muhtaç olduğunuz kudret damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur. Hadi aslanlarım benim doğru cepheye. (Sinirli bir şekilde bakakalır. Seyircileri tehdit eder). Hele bir savaş çıksın sorarım ben size. (Sam Amca'ya) Sen bunlara bakma Sam Amca. Bunların hepsi vatan haini. Fırsat bu fırsat hepsini kurşuna dizeceğiz. Hem sen bana güven. 2 trilyon harcadığımız em-niyet teşkilatımız, jandarmamız, kanunumuz, kararnameleANLATICI —
TAVIR
57
ri miz var SAM AMCA
—
TONTON SAM AMCA TONTON SAM AMCA TONTON SAM AMCA TONTON SAM AMCA
— — — — — —
TONTON SAM AMCA ANA ANLATICI
TAVIR
Aferin Tonton. Şimdiye kadar ne söylediysem hep yaptın. Ambargo yapacaksın dedim. Yaptım. Üsleri açacaksın dedim. Açtım. Ama biz de seni karşılığında boş bırakmadık değil mi? Evet. 2 milyar dolar. Hem de nakit. Bitmedi. AT kapısı açılacak, ucuz petrol de alacaksın. Tabii senden isteklerim de bitmedi. Şu Saddam'ın işini 2 günde bitiririm sanmıştım. Ama sandığımdan sıkı çıktı. Bu durumda senin Mehmetçikler'e iş düşebilir. Sen emret. Ne de olsa biz cengaver milletiz. Savaşlardan korkmayız. Savaşa hayır diyen tabansızlardan değiliz biz. Biz ki Malazgirt, Kosova, Çaldıran, vatan, millet, Sakarya, Allah allah allah... (Savaşa girer gibi koşmaya başlar). Hey kendinden geçtin. Gel buraya. Savaşa gidecek olan sen değilsin. Mehmetçiklerin var ya. Feda olsun Mehmetçiğimiz, feda olsun halkımız. Sadece Türkiye halkı değil tüm dünya halkı feda olmalı. Bak Tonton eğer planım başarıya ulaşırsa, değil Ortadoğu'da tüm dünyada artık kimse baş kaldıramayacak bana. Kafam ağrımayacak artık. Kafasını kaldıranı rahatlıkla, ezeceğim. Tabii görevlerini yerine getirdikçe karşılığını alacaksın. İşte tüm bunları başarabilmek için (seyircilere işaret parmağını uzatır) seni istiyorum, seni istiyorum... Savulun barış kuşu geliyor. (Siren ve bomba sesi) (Elinde bir kağıtla girer) Mehmeeettt!... Katiller... Şehit olmuş diyorlar (Tonton'la Sam Amca'nın çıktığı yere bakarak) Oğlumu siz öldürdünüz, oğlumu siz öldürdünüz. Katiller. Ne için oğlum, ne adına? "Sen daha bebek bebek sen daha baba baba canım oğul o kıraç topraklarımın yaban gülü, yiğidim Sen büyüdün de demek düştün o damar damar kınalı topraklara Tüketmişim 20 yılı canım oğul bir salkım üzüm gibi canım oğul güzel yiğit al gel kanlı gömleğini sana nasıl kıydılar" (1) Evet bir hiç uğruna emekçi, yoksul halkın çocukları ölüyor. 58
Peki yok mu bu ölümlerden kurtulmanın yolu? (Anlatıcı bir işçi gibi çalışmaya başlar. Diğeri elinde bir kağıtla girer. Düşünceli bir hali vardır.) I. ADAM — N'oldu sana böyle? Ölü görmüş gibi bir halin var. II. ADAM — Ölü filan görmedim. Ama yakında ölebilirim. I. ADAM — Hasta mısın yoksa? II. ADAM — Hayır. Cepheye çağırıyorlar. I. ADAM — Yapma yahu. Peki ne yapacaksın şimdi? Gidecek misin? II. ADAM — Bilmem. Gece gündüz çalıştığımız yetmiyormuş gibi şimdi de canımızı istiyorlar. Zaten insan gibi yaşamadık ki şu dünyada. I. ADAM — Eee peki çocuklar, yenge? Onlara kim bakacak? II. ADAM — Bilmem ki. Peki sen olsan ne yapardın? I. ADAM — Gitmezdim. II. ADAM — Niye? I. ADAM — Bu savaş bizim savaşımız değil ki. Amerika'nın savaşı. Bizi de kiralık katil gibi kullanmak istiyorlar. Dedim ya giymez-dim ben bu kiralık katil elbisesini. II. ADAM — Haklısın ama elden ne gelir ki? Vatan haini ilan ederler sonra. I. ADAM — Ne yani Amerika için savaşmayınca vatan haini mi olacağım? Esas başkalarının çıkarları için masum insanları savaşa so kmak vatan hainliğidir. II. ADAM — Peki ne yapmalı? I. ADAM — Bak bütün dünyada, Amerika'da bile savaş karşıtı gösteriler yapılıyor. Bizim de ülkemizde gösteriler, protestolar yapılıyor. (Oyuncular oyuncu kimliğinden sıyrılıp anlatıcı rolünü üstlenirler). I. ANLATICI — Evet ne için kim için bu savaş? II. ANLATICI — Amerikan emperyalizminin ve tüm işbirlikçilerinin Ortadoğu'daki çıkarları için. Ya bedelini kimler ödeyecek? Kimler ölecek, kimler ağlayacak bu savaşta? I. ANLATICI — Şimdiden grevleri ertelenen işçiler, savaş alanına gönderilen hemşireler, doktorlar. Savaş zamları adı altında gün be gün ezilen emekçiler. Yani sizler, yani bizler. İki yakasını biraraya getiremeyen, sabah dokuzdan, akşam altıya kadar aybaşına kaç gün kaldığını sayan memurlar. Evet, sizlerden ücretsiz, izinsiz, günboyu çalışmanızı isterlerse yapmanız gereken bir tek şey var; "Savaşa Hayır" deyin.
TAVIR
59
HABERL ER- YORUMLAR
DAL'DA ÇİÇEKLER AÇTI Günlerden perşembe. Tavır Dergisinin Ankara irtibat bürosu... Yine coşkulu, yine kıpır kıpır bir gün yaşanıyor. Grup Ekin, Tavır çalışanları eşliğinde türküler söylüyor. Yeni sayı yayına hazırlanıyor. Bazı yazılar üzerinde yoğunlaşıyor tartışmalar. Dergiyi ziyarete gelen okuyucular da katılıyor bu tartışmalara. Savaşı, emperyalistlerin saldırısını konuşuyoruz. Emperyalizmin yenilmesini ummalıyız. Sessiz kalmamalıyız, tavırsız kalmamalıyız. Birtan'ı anıyoruz... Direnç çiçeğini. Ankara Emniyeti Siyasi Şube zindanlarında halkını, insanlık onurunu sevdiği için katledilen Birtan'ı. Sinsice geldiler. Nazi'leri andırır bir vahşetle saldırdılar. Kırdılar, yıktılar, talan ettiler... Sövdüler, kustular. Grup Ekin, diğer Tavır çalışanları ve konuklarımız... dalından çiçeği koparır gibi/ götürdüler bizi itip kakarak/ konurken hücrelere/ haykırıyorduk açlıkla öfkemizi yü zle rine .. . Midemiz boş ama yüreğimiz dopdolu, ışık saçıyor gözlerimiz. Hücreleri bilincimizle aydınlatıyoruz. Sessizliği türkülerle yı rt ı yo ru z. Konuşmaktan, düşünmekten, üretmekten yorgun düşüyoruz tek kişilik hücrelerde. "Of d e yin ce d ağ la r yıkan/ yıldızlarda türkü yakan/ buram buram öfke kokan... sıra, neferi için, Birtan için beste yapıyoruz Dal'da. İşkenceler.... askı, elektrik, haya burma... çığlıklar, çığlıklar... Birtan'ı ve direnişimizin türküsünü söylüyoruz biz
ve vuruyoruz tekmeyi o aşağılık köhne kürsüye..." Doğacak sabahın/ o müthiş/ o vazgeçilmez sevdası için" Kararlıyız, eğer basına ve T.V'ye çıkarılırsak yüzümüzü halkımıza döneceğiz ve zafer işaretlerimizle haklılığımızı haykıracağız. Aşağılık bir komplo ile karşılaşıyoruz. Polis arşivi için bizzat polisler tarafından video çekimi yapılıyor, yine arşiv için göğüslerimize yaftalar iğneliyorlar ve T.R.T'de "yasa dışı örgüt üyeleri" diye gösteriyorlar. Oysa açlık grevimiz zaferle sonuçlanmıştı, tutanakları, düzmece ifadeleri imzalamamıştık. Susmakta kararlıydık ve kazanmıştık. Ama solistimiz Metin Turan ve üç kişiyi tutuklamışlardı. Evet bunlar yaşandı 24 Ocak - 6 Şubat 1991 arası. Bu saldırının faturası Grup Ekin'e çıktı. Türkülerimizin su smayacağını bili yo rla rdı . Türkülerimizden korkuyorlar. Öfkelerini, hınçlarını enstrümanlarımızdan almaya çalışmışlar. Bateri, bağlama, gitar, keman ve davulu parçalamışlardı. Solistimiz Metin Turan'ı tutukladılar. Amaç kaset çalışmamızı durdurmak, konserlerimizi engellemekti. Halktan yana kültür ve sanatı susturmaya çalışıyorlardı ama şunu bilmiyorlardı ki "Bir ulusun türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür." Gün "Kavgayı Seçtim" demenin günü artık. Ve bizler biraz daha ustalaştık ta şı kırmakta. Grup EKİN
Grup EKİN solisti METİN TURAN serbest bırakılsın. Okurlarımızı Ankara Merkez Kapalı Cezaev i, 4.Koğuş Ulucanlar/Ankara adresine mektup yazarak Metin Turan'la dayanışmaya çağırıyoruz. TAVIR
60
SAVAŞA KARŞI SANATÇI EYLEMLERİ 21.1.1991 Gazeteciler Cemiyeti lokalinde bir araya gelen sanatçılar: Grup YORUM, FOSEM, Halil ERGÜN, Bekir YILDIZ, Aytaç ARMAN, Nur SÜRER, Bilgesu ERENUS, Müştak ERENUS, Hale SOYGAZİ, İlyas SALMAN, Pınar KÜR, Hasan KIYAFET, Leyla ERBİL, Sadık GÜRBÜZ, Orhan İYİLER, Gül Sevil ERDEM, Özdemir İNCE, Edip AKBAYRÂM, Grup KIZILIRMAK, Orhan ALKAYA, Ataol BEHRAMOĞLU ve Sungur SAVRAN, "Emperyalist Savaşa Karşı" neler yapılması gerektiği konusundaki düşüncelerini açıkladılar. Devrimci Sanatçılar öncülüğünde aylar süren yorucu çabalar sonucu Emperyalist Savaşa Karşı Sanatçılar Platformu'nun kurulması başarılmıştı. Bıkmadan, usanmadan aranmıştı sanatçılar, ikna edilmeye çalışılmıştı. Ne yazık ki az sayıda sanatçı bu çabaya destek vermişti. Toplantıya, Devrimci Mücadelede Sanatçılar adına katılan Grup YORUM ve FOSEM yaptıkları konuşmada; "Ortada haksız bir savaş, emperyalist bir savaş var. Ortada emperyalistler tarafından kiralık katil elbisesi giydirilen bir Türkiye var. Bu noktada, biz kültür ve sanat adamlarının yapması gereken şey; insanımızın halklarımızın duyarlılığını, yaratıcılığımızın tüm gücüyle anti-emperyalist bir çığlığa dönüştürmektir" dediler. Devrimci Sanatçılar, sembolik gaz maskeleriyle belli yerlere yürümeyi ve FOSEM'in "Haksız Savaşlara Hayır" adlı dia gösterilerini savaşa karşı duyarlılığı arttırmak için yeniden gösterime sokmayı Önerdiler. Bu arada "ikinci Cepheye Hayır, ABD Ortadoğu'dan Dışarı" başlıklı bir ilan metni imzaya açıldı. Toplantıya katılanların hemen hepsinin imzaladığı bu ilan metni daha sonra Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı. İlan metninin imzalanmasından sonra "Emperyalist Savaşlara Son" yazılı kağıt pankart ABD Konsolosluğu'na verilmek üzere imzaya açıldı. 22.1.1991 Sanatçılar saat 11.00 sularında ayrı yerlerde toplanan iki grubun birleşmesiyle konsolosluk önünde bekleyen çevik kuvvet ve görevlilere rağmen konsolosluk TAVIR
kapısına doğru yürüyüşe geçtiler. Pankartın açılması için gösterdiğimiz tavır kitleyi cesaretlendirdi. Polisin müdahalesine karşı koymada Nur Sürer ve Halil Ergün'ün olumlu tavrını da belirtmek gerekir. İstiklâl Caddesi'nde . devam eden yürüyüşe SHP İl Başkanı Ercan Karakaş da katılmıştı. Polisin gözaltına almak istemi karşısında "biz gideriz" diye yanıt
verilmesi sanatçılar" arasında direnme geleneğinin yaygınlaştırılamadığını gösterdi. Devrimci Mücadelede Sanatçılar'ın, "Savaşa karşı çıkma meşru bir haktır, direnelim" tavrına karşı "biz öğrenci eylemi yapmıyoruz, gidip bu eylemi neden yaptığımızı anlatabiliriz" diye düşünenlerin faşizmin yüzünü ve ülkemizde yaşanan acı deneyimleri vakit geç olmadan kavrayabilmesini umuyoruz. İşkenceci, faşist güçlere karşı mücadele sloganlarından meşru hakları savunup ifade vermemekten yani direnmekten başka bir tavrımız olamaz. DGM bu olaydan bir süre sonra bazı sanatçılar hakkında soruşturma başlattığını açıkladı. 23.1.1991'de İHD'nin Tabibler Odası'nda savaşa karşı düzenlediği basın toplantısına sanatçılar da katıldı. Aydın ve sanatçıların bu eylemleri, kendilerini sorgulama ve ifade etme çabaları geleneksel edilgen tavrın dışında olumlu bir gelişmedir. Umuyoruz ki ülkemizde de aydınlar ve sanatçılar kendi güçlerini kullanma cesaretini gösterecekler, örgütlenme gereğini kavrayacaklardır. 61
AMATÖRLERİN SAVAŞA VE TRT'YE KARŞI TEPKİSİ İstanbul'da çalışmalarını sürdüren bir grup amatör fotoğrafçı ve sinemacı TRT Genel Müdürlüğü'ne gönderdikleri dilekçede sansüre, T.B.M.M. Başkanlığı, Kültür Bakanlığı ve Başbakan Yıldırım Ak-bulut'a gönderdikleri çok imzalı dilekçede ise savaşa karşı tepkilerini dile getirdiler. TRPye gönderilen dilekçede "Savaş istemiyoruz. Savaştan nefret ediyoruz. Savaşı bilen savaştan korkar. Savaşı bi-
liyoruz. Bunun için yıllarca cephede vuruşmuş olmamız gerekmiyor. Savaşı biliyoruz, çünkü dedelerimiz, ninelerimiz ve onların büyükleri yüzyıllarca devletle "asker verme" temelinde temas ettiler, bilmedikleri tanımadıkları uzak ülkelerde can ve rdile r. (İ stanb ul'dan Amatör Fotoğrafçılar, sinemacılar adına İbrahim Akyürek)" denildi.
"TAYAD KAPATILAMAZ" ADLI FOTOĞRAF SERGİSİ 14 Ocak 1991 günü, Dünya Sineması fuayesinde "TAYAD KAPATILAMAZ" adlı fotoğraf sergisi açıldı. Sergide yer alan fotoğraflar, 1986'da cezaevlerindeki çocuklarının haklarına sahip çıkmak için aileler tarafından kurulan TAYAD'ın (Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği) insan hakları mücadelesiyle ilgiliydi. Sergide yer alan 32 fotoğraf TAYAD'ın mücadelesini anlatmaya yetmiyor. Ancak TAYAD'ın mücadelesinden habersiz olanlara ya da görmezlikten gelenlere çok şey anlatabilir. Sergiyi açan DEMKAD (Demokrasi İçin Kadın Derneği) Genel Sekreteri Ayşegül Işcan açılışta yaptığı konuşmada TAYAD'ın kapatılmasıyla ilgili düşüncelerini şöyle sıralıyordu: "1986'da cezaevlerindeki çocuklarının haklarına sahip çıkmak için aileler tarafından kurulan TAYAD, her tür insan hakları ihlallerinin karşı sında oldu. Cezaevlerinde işkenceye, dayağa, insanlık dışı uygulamalara karşı yükseltilen mücadeleye TAYAD'lılar da dışardan omuz verdiler. Coplandılar, dayak yediler, cezaevlerine gönderildiler. Ancak analar, babalar, eşler, artık direnişi, mücadeleyi öğrenmişlerdi. Artık hiç bir güç onları bu mücadeleden alıkoyamazdı. Alıkoyama-mıştır da. TAVIR
Bugün kapatılan sadece TAYAD'ın bulunduğu binadır. TAYAD'lıların mücadele sayfası kapanmamıştır." Ayşegül Işcan konuşmasını bitirdiğinde fotoğrafları dudak bükerek seyreden iki kişi soruyorlar birbirlerine "kim bunlar, bu kadınlar..." Onlar nizamiye kapılarında, tel örgüler ve kum torbaları arasında uzanan süngü uçlarına, coplara, kurşunlara, kuşatmalara karşı direnen, onlar alanlarda, cenaze törenlerinde, pankartları ye halaylarıyla kol-kola omuz o muza haykıran, onlar ak başörtülerine, saçlarına karlı rüzgârlar,
62
yağmurlar, sarı sıcaklar ve inadına kırmızı, karanfil baharlar taktiğimiz analarımız, yarimiz. Onlar ülkemizin sevdamızın kor yürekli çığlıklarıdır. Onlar (Kendi ağızlarından) "12 Eylül'ün gelmesiyle birlikte 'aydınım, demokratım" diyen tüm insan hakları savunucularının evlerine çekildiği dönemde biz tutsak aileleri sokaklara dökülerek çocuklarımızın haklı mücadelesinin destekleyicisi olduk. Biz de evlatlarımız gibi gözaltına alındık, işkence gördük, cezaevlerinde yattık. Anlatmakla bitmeyen mücadele sürecinde TAYAD'ı kurduk. Süreç içerisinde
mücadele alanını genişleten TAYAD, ülkemizdeki tüm haksızlıklara yani zorbalığa karşı çı ktı. Bizi hiç mi hiç ilgilendirmeyen haksız savaşa hayır dedi. Savaşa hayır dediği için yargılanan Nermin Alkan lara sahip çıktı. İşte TAYAD bu ve buna benzer nedenlerden dolayı kapatıldı. Gerekçe sorulduğunda "savaş hali uygulaması" denildi." (TAYAD Genel Sekreteri SADİYE UYAR). iki gün sonra "TAYAD Kapatılamaz" adlı fotoğraf sergisi Dünya Sineması yöneticileri ve polis tarafından sakıncalı bulunup kaldırıldı.
"ŞİİR" İnsancıl dergisinin Türkiye Yazarlar S e n d i ka s ı sa l o n u n gerçekleştirdiği "şiir" adlı etkinlikte Ataol Behramoğlu'nun konuşmasının yayınladığımız bölümlerinin genç şair arkadaşlara yararlı olacağını düşünüyoruz. Ataol BEHRAMOĞLU — Bugünkü fiirimizde gördüğüm bazı eksikliklerden söz etmek istiyorum kısaca. Günümüz şiirinde eksiklik olarak gördüğüm (özellikle de genç arkadaşların şiirinde) nokta, gelenek konusunda bir bilgisizliktir. Ben de divan şiirimizi özellikle çok geç tanıdım ve-bunun üzüntüsünü taşıyorum içimde. Divan şiirinden, özellikle ses unsurları bakımından, ses bilgisi bakımından, vezin bilgisi bakımından öğrenecek çok şeylerimiz olduğunu, eğitim problemimiz olduğunu düşünüyorum. Gençliğimde böyle düşünmezdim açıkçası. Ama gelenek, geleneği taklit etmek demek değildir. Gelenek, bir altyapıdır. Bir bilgi hazinesidir. Bir çeşit simgecilik görüyorum ben, şair arkadaşlarda. Bir şeyi açıkça söylemek yerine dolaylı olarak söylemek. "Kalbimde gelincik tarlaları" dese, bu devrimci birşey olacakmış, veya "beyaz bir güvercin aydınlatıyor karanlığını gecenin" deyince, "barışlı günler gelecek" falan. Ne diye doTAVIR
laylı konuşalım böyle? Bu bir çeşit simgecilik. Ve bana göre son derece geri bir şey. Geri bir yöntem. İnsan söyleyeceğini açıkça söylemeli. Şiir olması için bir sözün ille de simgelerle anlatılması mı lazım? Bence değil. Şimdi bir de imge meselesi var. Bu simgeden farklı. Benim şiirlerimde "güvercin kanatlı şafak" diye bir söz yoktur. Şimdi bu, simge değil. Bu bir benzetme. Şöyle bir şey yaygınlaşıyor. İsim ta mlaması gibi, sıfatlarla kurulan tamlamalar. Mesela, "sabahın bitimsiz ufuklarının kanadında". 4-5 tane kelimenin yanyana gelmesiyle ve çoğu kez de birbiriyle pek de ilintili olmayan kelimelerle yapılmış tamlamalar. Yani servet-i fünun tamlamaları gibi. Bu bence imge falan değil aslında. Yani bunu kolaylıkla herkes yapabilir. Şair olmak bile şart değildir. İmge bence, yoğunlaştırılmış bir düşünce, duygu. Özü bu. İmgenin bir özü olmalı. Herhangi bir duygumuzun, düşüncemizin yoğunlaşmış olarak ifade edilmesi. Ki zaten, şiirin kendisi oluyor bu. Ritsos'un sözü şudur bu konuda: "İmge, şiirin vücududur" diyor. Yani imge şiire takılmış bir şey değil. Şiirin kendisidir. Bir de mısracılık aldı yürüdü. Bütünsel şiir değil de, üstüste buluş. Divan şiirinin bir zaafıdır bu. İmgenin özü yoğunlaştırılmış 63
bir anlam. Bunun çeşitli bilimsel yöntemleri olur tabii. Benzetmeler, mecazlar, alegoriler, çağrışımlar burada önem taşır. Göndermeler, bağıntılar, sözün sessel unsurları, sözcükler, mısralar, şiirin içselliği bütün bunların bütünü imgeyi oluşturur, imge şiirin içindeki bir çarpıcı benzetme değildir. Seslerden söz ettim, buna biraz değinmek istiyorum. Orada bir ölçüde Rit-sos'dan ayrılıyorum. Ritsos'un imge ile ilgili tanımını söyledim. Başka bir, çok dürüst, çok insanca bir yaklaşımı var. Diyor ki; Rit-sos "şiir olabildiğince yalın ve düşünceye dönük olmalı ki çevrilsin başka dillere ve evrensel bir söz olabilsin". Şiirin başka dillere, çevrilmesini zorlaştıran şeylere karşı çıkıyor. Bir sohbetimizde bana da söylemişti. Sonra yazılarında da gördüm. Böyle birşey olmasını gönül ister fakat tam katılamıyorum. Şiirde sessel öğenin önem taşıdığına inanıyorum. Yani dilin musiki haline gelmesi dediği şey Yahya Kemal'in, buna katılıyorum. Şiirde ezgisellik önemli. Ezgiselliği oluşturan şeyler de ses uyumları, ünlüler, ünsüzler, bunlar arasındaki bağlantılar, tekrarlar, bunlar şiirin vazgeçemeyeceği şeyler. Şiiri salt düşünceye, salt anlama indirgeyemeyiz. Bu öğelerin dışında varolamaz şiir. Bunlar da ne yapalım ki ana dillerle çok ilgili.
*
Ortaköy Halk Sahnesi ile Fotoğraf ve Sinema Emekçileri 28.1.1991/10.2.1991 tarihleri arasında 'Barış Kuşu' adlı oyun ve slayt gösterisini Belediye Memurları Sendikası (Bem-Sen)'nın düzenlediği etkinlikler çerçevesinde Ayazağa İmar Müdürlüğü, Aksaray İSKİ, Beşiktaş Belediyesi, Kadıköy Belediyesi İmar Müdürlüğü ve Ümraniye Kültür Merkezinde sergilediler.
Çevrilme zorluğu da işte buradan geliyor. Yani bir benzetmeyi çevirebilirsiniz. Bir anlam çevirebilirsiniz fakat ezgiyi çevirmek bazen imkansız. Bir kere şair, söyleyeceğini doğru dürüst söylemeli. İlle de ben bunu nasıl yapsam da böyle dolambaçlı söyleseme hiç gerek yok. Bu şiire yaklaştırmaz bence, bir genç ozanı. Şiirden onu uzaklaştırır. Ama nasıl yoğunlaştırabilirim düşüncemi, üzerinde durmalı zaten, şiirsel bir düşüncenin ya da duygunun da çıkışı itibariyle bir dürtü olarak yoğun bir düşünce ve duygu dürtüsü olduğunu düşünüyorum. Şiir anlayışım aşağı yukarı bellidir. Hayatı adlandıran, zaten genel anlamda düşüncem hayatı adlandırmak ya da bir anlamın altını çizmek yani sıradanlaşmış bir olayı, sıradanlaşmaktan kurtarmak, yani sonuç olarak hayata ait birşeydir benim kafamdaki şiir. Kitaplarda çürümek üzere bırakılan birşey değil. Hayatla alışverişi olan. Düşüncem çok açık. Şiir ne kadar çok insanın yüreğine giderse o kadar büyük, o kadar önemli, bu inkar edilmez. Her şairin bence bu ideali olmalı. Asıl söylemek istediğim şu. Böyle düşünme m benim kimi yöntemleri reddetme me yol açmıyor.
*
Grevdeki Aselsan işçileriyle dayanışma amacıyla Gemlik'e giden Grup Yorum, yaklaşık 1500 işçiye konser verdi. Buradan Yalova'ya gidip, aynı sendikanın düzenlediği moral gecesinde de 1000 işçiye grev türkülerini söyledi.
DÜZELTME Tavır sayı 5, sayfa 29: "ama çekilmez bir dağınıklık ve anlaşılmaz bir kuşkuyla..." yerine "... bir kurguyla..."
TAVIR
64
VATANLAR I Bir zaman vatanlar ku şları, ağaçları, insanlarıyla; bir zaman vatanlar dostları, düşmanlarıyla yaşarken; ordularla geldiler tankları, toplarıyla; havadan, sudan, karadan, Önce şehirler düştü ülkeler düştü arkadan; çoban kulübeleri, köyler, ku ş yuvaları düştü. Elleri hamurdaydı hamurkârın, fırını yanar kaldı. Bir ümit kaldı ayakta alı al, moru mor. Çakır, mavi, ela bakıyor açık kaldı kara üzüm gözleri. Ve artık ekmeğe lüzum kalmadı; uzanmış ölüler selamet üzre ne acıkır, ne üşür; yıkılsın fırınlar, gelsin zemheri. II Bu insan irisi pehlivandı, kündesiyle meşhur Önce omuz başından, kolundan yaralandı ikincide, üçüncüde alnından; ve bu son elensede yağdan kaydı pehlivan, yoksa yenilmezdi.
MASALI/BİR Sonra bu kızan, ayva tüyü dökülmemiş bu çocuk: aldı da mavzerini onbeşinde, yani sevda yaşında, yani başında kavak yelleri esen, nar tanesi, nur tanesi, bu civan; vatan ve gayrisi yalan bilip, unuttu sevdiğini, sevdiklerini, Dünya bir yana, sen bir yana dediklerini; benim de payım var, benim de dedi bu kurşunda, bu ölümde; ve yürüdü alayların önünde. Ne anası ağladı, ne kalanları. Sadece yalan oldu, yalan oldu, yalan. Bir şarkılık, ve en çok bir sevdalık civan ömrümüz. Velakin dünya, kahrolası dünya hergün daha taze, hergün daha tatlı, Ve öyle büyük, öyle yeter ki: payımızla bir dünya kurabiliriz. Yeter ki ayrılmasın ayağımız topraktan. NİYAZİ
AKINCIOĞLU