20.
sayı ekim - aralık 2009
4 TL
www.otonomlar.org otonom@otonomlar.org
Sermaye salonlarda, emek sokakta! emeğin farkı nedir?
diyalektik reformizmdir
öğrenci hareketi
1989-93 süreci
Kanser hastası devrimci tutsak Güler Zere’ye ve onun nezdinde tüm devrimci tutsaklara selam ederiz… Merhaba,
Şu anda gecenin bir vakti, sesinizi duyuyorum yine. Nasıl ki sizin sesiniz ulaşıyor bana, biliyorum ki, benim sesim de size ulaşıyor. Yüreğimin atışlarına karışıyor, sizin yürek atışlarınız. Sonra kocaman bir yürek oluyor sol yanımda. Yürek… Nasıl da dolu doludur yüreklerimiz... Neleri neleri sığdırmamışız ki biz yüreklerimize… Benim yüreğim de öyle, çok şey var içimde. En başta o büyük sevgili; karanfil kokularımız, yanı başımda kokusu kır çiçeklerine karışanlarımız, sizler, canlarım, tüm sevdiklerim, yarım bıraktığım her şey, sevgisini hissettiğim herkes… Ne zamandır dara düşse yüreğim, acıya kesse bedenim parmaklarımın ucuna dokunuyorsunuz, gözleriniz değiyor gözlerime, bu küçük hücrem kalabalıklara karışıyor, birden çok ses çıkarıyor. Ben içinde kala kalıyorum. Her sese tebessümle cevap veriyorum. Bilerek değil, kendiliğinden! Sizler ise gülen gözlerinizle karşılıyorsunuz içimden kopan her sesi. İster yanı başımda olsun, ister bir adım ötemde kapı önünde, ister bir sokakta olun, ister herhangi bir şehrin bir yerinde oturun, ister Adli Tıp önünde oturun, ben sizleri hissediyorum. Sıcaklığınız, gücünüz, sesiniz, beni sarıp sarmalıyor. Bundandır bu illet her sıkıştırdığında, karşısında başımı dik tutmam. Ona çelme takmaya hazırlanmam bundandır. Sizler benimlesiniz ya, gerisi boş! Hele kısacık bir yolda, gözleriniz gözlerime takılınca bir serçe telaşında oluyor yüreğim. Evet, sizlerden bahsediyorum Adana’nın sıcağı kadar sıcak yüreklilerim, Seyhan’ın yakamozları gibi parlayan ışıl ışıl gözlülerim.
Seviyorum sizleri. Kapı önünde değil, işte tam şuramda oturuyorsunuz. Şimdi bir de kavgamın şehrinde oturanlar var. Günlerdir oradasınız ve ben kim bilir kaç kez uzandım sizlere bilir misiniz? Uzanıp dokunuyorum size, en çok da umutlu hallerinize. Hani o yüreğinizin sesinin gözlerinizin terine karıştığı anlardaki hallerinize, ben hep sizinleyim, her seferinde çoğalarak dönüyorum hücreme. Ve her seferinde sizin gücünüzle yerle bir ediyorum hücremi. Sarılıyorum ellerinize sımsıkı, sarılıyorum bütün gücümle. Sonra gönlümün hep hareketli derinlerinde olanlar var. Sevgisini, yoldaşlığını, dostluğunu satırlara yükleyip her seferinde buraya koşan, her seferinde umut taşıyan canımın canı yoldaşlarım; öyle özledim ki sizleri, öyle seviyorum ki ben sizleri… Dostlarımız da var tabi bu kavgada. Dost yürekleriniz her daim yanımda bunu bana hep hissettirdiniz. Sesinizi sesime kattınız. Her kavgada insan dostunu omuz başında görünce duygusu farklı oluyor biliyorsunuz. Bir dost gülüşü gönderiyorum sizlere; sevgiden, kavgadan yana… Selam olsun sizlere. Kime ne desem, ne yapsam yarım kalacak biliyorum. Hangi köşesini tutsam bir başka köşe eksik kalacak, iyisi mi burada bitirmek. Ama gözlerinizin ta içine dikiyorum gözlerimi. Sevgimin derinliğini görün diye. Ve son olarak tekrar ediyorum; seviyorum sizleri… hem de çok!
Güler Zere 1 Eylül 2009
Merhaba, Geçen merhabamızda, biraz dertlenip içimizi dökmüştük yüzlerini bilmediğimiz siz dostlarımıza. Şimdi ise yirminci sayımızı çıkarmanın neşesi içindeyiz. Sayılarda keramet aramak nafile, ama gönlümüz yine de bu sayının coşkusunu kendimize çok görmemekten, sizinle paylaşmaktan yana. Kahkahamız elinizdeki sayfalar olsun. ‘‘Bekle bizi’’ deyip ahdettiğimiz İstanbul, haramilerin, haraççıların, kafesçilerin, şantajcıların istilasında. IMF ve Dünya Bankası denilen hırsız çeteleri, elli dört yıl sonra tekrar Türkiye’de, İstanbul’da toplanıyor. Türkiye, imparatorluğun küresel egemenlik işleyişini oluşturan piramide giderek daha çok eklemleniyor. Küresel pazar ve küresel sermaye, bu coğrafyayı büyük bir iştahla yalayıp yutuyor. Bu kuşatmaya karşı her yer isyan, her yer direniş alanı. Emeğin sermayeye değil, sermayenin emeğe ihtiyacı varsa, kapitalizmin çanına ot tıkamak da emeğin gerçek antagonizmasının kuruluşuna ve kendi kudretini olumlamasına bağlı. Bu kudret dünyalıdır. Bu dünyada topraklar kardeştir. Kardeş topraklarda yaşanan toplumsallıkların politik sınırları ve egemenlikleri yoktur. Politik egemenlik altında halkların kardeşliği olamaz. Emeğin kudretinde, yeryüzü gökyüzüdür. Emeği sınıflaştıran ücretli emek, bu kudrete vurulan bir boyunduruktur. Emeğin kudreti yaratıcıdır, dönüştürücüdür. Ölçülemez toplumsal yarar üretir, bu kudret komünalisttir. Emeğin özgürlüğü onun kendi kudretinİletişim için: dedir. Ve de kapitalistlerin kongre salonlarındaki protokollerini www.otonomlar.org yıkacak olan onun bu kudretidir. otonom@otonomlar.org otonom@yahoogroups.com Yirminci sayımızla herkese merhaba…
Anti-kapitalizme içkin bir soru: Emeğin farkı nedir?
2
46
Meta toplumsal bir üretim ilişkisidir
Hegel’in ontolojisinde devlet: Diyalektik reformizmdir
8
13 Meta fetişizmi ve antagonizma 18 Devrimcilik ve hareket üzerine ‘‘gençlikten’’ bir deneme 28 Kafama bir elma düştü 34 Sýnýf mücadelesinde bir dönüm noktasý olarak 1989-93 süreci 44 EAP: Çalışanı kurtarma programı 51 Ortak olanın kurumları 61 Mektup var!
Öğrenci hareketi ve örgütlenme
24
Otonom Sayı: 20, Ekim - Aralık 2009 Fiyatı: 4 TL Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Emre Kolay Adres: Yeniçarşı Cad. Kalkan Apt. No: 36/6 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0 212 244 87 09 Faks: 0 212 292 23 66 Yayın Türü: Üç Aylık Yerel Süreli Yayın Baskı: Yön Matbaacılık Tel: 0 212 544 66 34 Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B blok Kat: 1 No: 366 Topkapı İst. Kapak Film: Bay Grafik 0 212 213 26 51 - 213 26 93
2
Anti-kapitalizme içkin bir soru: Emeğin farkı nedir? Anti-kapitalizm salt bir slogan değil, sermayeden ontolojik bir farka gönderme yapan, kendini sermayeden koparma kudretine sahip emeğin karşıdan kurucu siyaseti olmalıdır
Sermayenin içinden geçmekte olduğumuz son küresel krizi, sermayenin doğası ve emeği özneleştirme biçimlerine dair bütünlüklü bir yeniden değerlendirmenin, devrimci hareketler açısından taşıdığı önemi bir kez daha göstermiştir. Bu bütünlüklü yeniden değerlendirmenin birbirleriyle doğrudan ilişkili ve ancak çözümlemeye çalışırken ayrıştırabileceğimiz çeşitli uzanımları mevcuttur. Bunların en acili, mevcut krizi, politik bir kriz teorisi geliştirerek, yeni bir egemenlik paradigmasının ve sermayenin yeni kâr üretme biçimlerinin kuruluşuyla birlikte değerlendirmektir. Döngüsel kriz analizlerine geri dönerek, bugünkü biyo-kapitalizmin krizini anlamak mümkün görünmüyor.1 İkincisi ise direniş-örgütlenme-mücadele hattıyla ilişkilidir. Bu hattaki kuramların ve pratiklerin, antikapitalizm ekseninde ciddi dönüşümlere ihtiyacı var. Bugün önümüzü ne ‘‘kana susamış ve ülkenin bölünmez bütünlüğüne el uzatmış’’ bir ABD’ye karşı girişilen salt anti-Amerikancı bir söylem, ne de emperyalist yağmaya karşı bağımsızlık temennileri açabilir. Doğrudan sermayeyi ve onun biyo-politik özneleştirme biçimlerini karşısına almayan ve direnişinde küresel olamayan her türlü söylem ön tıkayıcı
olacaktır. Bununla birlikte bugün Türkiye’de anti-kapitalist söylemin, daha önce antikapitalist eksende değerlendirilmemiş olan çeşitli mücadele alanları arasında belli bir yaygınlığından da bahsedilebilir (on-on iki yıl öncesinin öğrenci hareketi cephesinde bu söylemin kavgasını verirken, en hafifinden karşılaştığımız yadırgamayı hatırladığımızda, bu sevindirici bir gelişme). Ne var ki bu söylemin gücü henüz tam olarak kavranılmamıştır. Anti-kapitalizm salt bir slogan değil, sermayeden ontolojik bir farka gönderme yapan, kendini sermayeden koparma kudretine sahip emeğin karşıdan kurucu siyaseti olmalıdır. Örneğin hem anti-kapitalizm deyip hem de politik değerlendirmelerde emperyalizm kuramına ya da mücadelede adaletli ücret dağılımı talebine sahip çıkılamaz. Ücretli çalışma, kapitalizmin özüdür. Pazarın küreselliği ve sermayenin üretim zamanı ile
dolaşım zamanını sıfırlama eğilimi, mevcut egemenlik biçimlerini altüst etmekte ve buna uygun olarak da yeni kuruluşta yerini almak isteyen aktörler arasındaki güç ilişkileri, yeni bir egemenlik kuruluşunun içersinden şekillenmektedir. Dolayısıyla anti-kapitalist bir söylem, kurulmakta olan yeni egemenlik biçimini ve bu egemenlik biçiminin toplumsal emek zamanın ölçüsünü belirleme krizini iyi analiz edebilmelidir. Fakat bunun da ötesinde anti-kapitalizme, emeğin sermayeden ontolojik farkının zemini üzerine düşünebilmek için, köklü felsefi kopuşların ve kavramsal yenilenmelerin eşlik etmesi gerektiği görülmelidir. Kapitalizmin ‘‘anti’’si, yani karşıtı üzerine düşünmek, siyasal olduğu kadar, ontolojik de bir sorudur. Emeğin, sermayeden farkı nedir? Bu fark, emek ile ücretli-emek arasındaki farktan bağımsız düşünülemez. Emeğin ücretli emekten farkını etkili bir mücadele hattına çevirebilmek için de en temelde, antagonizma kavramını güncellemeye ihtiyacımız vardır. Ama nasıl?
Diyalektikte bir şeyin varlığının ispatı, başka bir şeyin olumsuzlanması anlamına gelir
3
Bu uzlaşmacı yan, Hegel’in sadece Devlet felsefesinde değil, ontolojisinde de mevcuttur. Hegelci diyalektikte karşıt kutuplar arasındaki çelişkiler sürekli olarak daha kapsayıcı bir bütün içinde çözülür
Bu kavram bize Marx’tan mirastır. Marx, bir ömre uzanan çalışmalarını emek ile sermaye arasındaki antagonizmanın kuramını geliştirmeye adamıştır. Bu çalışmalar, Kapital ciltlerinin de ait olduğu uzamdır. Kapital ciltleri, mektuplar ve gazete yazıları da dâhil olmak üzere bu uzamın içinden değerlendirmelidir. Yoksa adı üstünde sermaye üzerine olan bir eser, bu külliyattan, özellikle de tarihsel ve felsefi altyapısından bağımsızlaştırılıp okunduğunda, günümüz için ciddi yanlış anlamaları da beraberinde getirecektir. Bugün salt döngüsel kriz teorilerinden yola çıkılarak mevcut krizi anlama çabası bunun örneklerinden biridir. Döngüsel kriz teorilerini antagonizma hareketinden bağımsızlaştırdığınız anda, sermayenin reformcu diyalektiğinin içine yeniden eklemlenirsiniz. Marx kendi önüne koyduğu bu antagonizma kuramını geliştirebilmiş midir? Bu tarihi bir sorudur ve dönemin sınıf mücadelelerinin politik yenilgilerine içkindir. Ama asıl önemlisi, günümüze uzanan bir biçimde Marksizmin bu mirası geliştirip geliştirmediği sorusudur.
I. Diyalektik Çelişkiden Antagonizma Çıkar mı? Klasik Marksizmde, polemikler ve ayrışmaları unutmamakla birlikte, antagonizma sorusu, her zaman için diyalektik sorusunun içersinden ele alınmış ve çelişki kavramıyla birlikte düşünülmüştür. Bu gelenek içersinde, diyalektiğin, tarihsel ve toplumsal değişimleri dile getirebilecek tek felsefi yöntem olduğu önkabul olagelmiştir. Hegelci diyalektik, yine Hegel’in idealizminden ayrı tutulmaya çalışılarak değişimi ve hareketi kavrayan bir yöntem olarak yüceltilmiştir:
{Modern} Alman felsefesi doruğunu, ilk kez olarak bütün doğa, tarih ve tin dünyasını sürekli bir hareket, sürekli bir değişme, sürekli bir dönüşüm ve evrim içine girmiş bir süreç biçiminde kavrayan ve bu hareket ile bu evrimin iç bağlantısını göstermeye girişen Hegel sisteminde buldu. Hegel sisteminin büyük değeri de budur. Bu açıdan insanlık tarihi, artık olgunluğa varmış felsefi akıl mahkemesi önünde hepsi de aynı biçimde hüküm giymesi gereken ve mümkün olduğunca çabuk unutulmasında yarar bulunan anlamsız zorbalıkların kaotik bir karışımı değil, insanlığın kendisinin evrim süreci olarak görünüyordu. Şimdi düşüncenin, bu sürecin tüm dolambaçları arasından sürekli ilerleyişini izlemek ve onda, bütün görünür olumsallıklar arasında, yasaların varlığını göstermek gibi bir görevi vardır.2
Hegel’in diyalektik yöntemini bir model olarak alan Marksizm, bu yöntemin dışında kalan felsefeleri, yani diyalektik olmayanları metafizik olarak adlandırır. Aslında diyalektik felsefe ile metafizik felsefe gibi bir ayrımlaştırma ilk olarak Hegel’in kendisi tarafından yapılmıştır. Hegel metafizik ifadesini, özellikle de Spinoza’nın temsil ettiği varlık felsefesi ile diyalektik felsefe arasında ayrım yapmak için kullanır.3 Marksizm ise bu terminolojik ayrımı devam ettirerek metafizik görüşün değişimi açıklamaya muktedir olmadığını, çünkü bu görüşe göre değişim itkisinin hep dışarıdan geldiğini, bu yüzden de değişimin zorunlu değil, olumsal olarak kavrandığını söyler. Diyalektik görüş, metafizik görüşün varlık anlayışının statik olduğunu iddia eder. Metafizik bakış açısının varlığı, kendi dinamikleriyle hiçbir değişime girmez. Örneğin bir toplum kendi iç dinamikleriyle değiş-
mez; onu yalnızca dışarıdan gelen etmenler değiştirebilir. Böyle bir dışsal faktör yoksa değişim de olmayacaktır ve dışsal faktörlerin olup olmaması da tamamen rastlantısaldır. Dolayısıyla bu değerlendirmeye göre, diyalektik yöntemin üstünlüğü, içsel değişim fikrinden hareketle, değişimin zorunluluğunu ispat edebilmiş olmasıdır. Çelişki kavramı bu noktada devreye girer. Çünkü içsel değişimin ve hareketin dinamiği bir şeyin sahip olduğu ilişkisel çelişkiler olarak tanımlanır. Çelişki, bir şeyin o şey olmayanla girdiği bütünsel ilişkidir. Bununla birlikte diyalektik söz konusu olduğunda, bir şeyin kendisiyle ilişkisi de, o şeyin kendisi olmayanla, yani o şeyin ötekisiyle ilişkisi dolayımıyla tanımlanır. Bir kutup ve o kutba göre tanımlanan temel çelişki kutbu her zaman için tek ve aynı düzleme ait iki çelişik kutup olacaktır. Bu birbirlerine göre karşıt olan kutuplar ise birlikte organik bir birlik oluşturur. Çelişki ilişkisinin kendi sürecini (oluşunu) gerçekleştirmesiyle birlikte bu karşıt kutuplar karşılıklı etkileşime
4
Marksist gelenek, aslında Marx’ın erken dönem Hegel eleştirisinde dolayım ve uzlaşma fikrine karşı geliştirdiği eleştiriyle çelişki mantığında açtığı gediği pek kurcalamadan, diyalektik karşıtlar arasındaki görünüşteki ‘‘antagonist’’ durumu, tarihsel-toplumsal düzeyde aşırı bir noktaya çekmeye çalışmıştır
geçecektir. Karşıtların bu etkileşimi belli bir mücadele yani olumsuzlama biçimini alacak ve bu olumsuzlama hareketinin sonrasında da karşıtların özdeşliği/birliği denen yeni bir süreç oluşacaktır. Karşıtlar tek bir düzlemin içinde ve üzerinde birbirlerine bağımlı olarak var olabilir ve biri ancak diğeri üzerinden kavranabilir. Her bir kutup, çelişme ve kendisi olmayanın onu belirleme hareketiyle karşıtına dönüşecek ve böylece çelişkinin çözülme momenti kurulacaktır. Çelişki mantığının özetleyerek basitleştirdiğimiz bu tablosunda antagonizma kavramının yerini sorgulamadan önce ele almamız gereken iki kavram daha var: Fark ve uzlaşma. Aslında Hegel felsefesinin etkililiği, varlığın hareketini güç ilişkileri, belirlenim ve fark kavramlaştırması üzerinden açıklamasında yatar. Hegel’de kendisinden farklı olan tarafından belirlenmeyen, bu farka göre konumlanmamış olan varlık soyut, yalın ve niteliksiz varlık olarak tanımlanır. Yalın varlık, sınırsız bir olumlama olduğu için (‘‘varım ya da var, hepsi bu’’), yokluktan farklı değildir. Bu yalın varlığın nitelikli ve gerçek bir varlık olabilmesi için önce karşıtı olan yokluktan farkını ortaya koyabilmesi, yani onu olumsuzlaması ve kendi varlık alanını sınırlandırması gerekir. Fark, olumsuzlama yani karşıtıyla çatışma hareketinde yaratılır. Varlık bir kez yokluktan farkını ortaya koyduktan sonra, varlığını devam ettirebilmek için sürekli yeni farklar ve varlık dereceleri yaratarak kendi iç dinamizmini korumak zorundadır. Böylece bir şeyin varlığının ispatı, başka bir şeyin olumsuzlanması
anlamına gelir. Kısacası Hegelci ontoloji, daha baştan fark ve çatışma (antagonizma) kavramlarını ontolojisinin kurucu ilkeleri haline getirmiş görünür. Fakat bu fark ve çatışma, sürekli olarak döngüsel bir belirlenim atama ve sınır çizme hareketine tabi tutulur. Bir varlığın ontolojik dinamizminin devam edebilmesi için sürekli olarak karşıtını yeniden üretmesi gerekecektir. Böylece başlangıçtaki farkın ve sınırın türevleri türetilecek ve varlık biricik ontolojik ilke olarak bu sefer bu fark türevlerini olumsuzlayarak kendiyle yeniden barışacak, yani kendi varlığını olumlayacaktır. Bu yüzden de her çatışmanın, ortaya çıkan her ‘‘antagonist’’ durumun bir uzlaşması, bir dolayımı olmak zorundadır. Bu uzlaşmacı yan, Hegel’in sadece Devlet felsefesinde değil, ontolojisinde de mevcuttur. Hegelci diyalektikte karşıt kutuplar arasındaki çelişkiler sürekli olarak daha kapsayıcı bir bütün
Bugün emek sermaye olmadan var olamaz mı? Üretken soru budur
içinde çözülür. Daha geniş ve kapsayıcı bir organik birliğin sürekli olarak yeniden kurulması zorunludur. Varlığın kendini olumlaması için –kendi varlığını sürdürmesi için- sürekli yenilenmiş bir olumsuzlama yaratmak zorundadır. Fakat bir yandan da bu olumsuzlamanın sürmesi için olumsuzlanan öğelerin öz olarak değil derece olarak farklılaşarak sürekli yeniden dirilmeleri gerekecektir. Hegel’de mutlak bir olumsuzlama –yeniden dirilmeyi sonlandıracak nihai bir kopuş darbesi, çıplak bir yok etme-, tıpkı yalın ve soyut varlık gibi küçümsenen bir olumsuzlama türüdür ve hiçlikle özdeştir. Belki şöyle de diyebiliriz:
5
Marksizm bu yeni sentez momentini yeni bir toplum biçiminin kuruluşu olarak muştulasa da, Hegel açısından Hegel’de gerçek antagonizma, yani gerçekten uzlaşamayan bir çelişki, evren dışıdır. En önemlisi ise, herhangi bir antagonist çatışmanın dayanağı olabilecek kendini olumlama, karşıtını sürekli yeniden üreten bir olumsuzlama döngüsüne teslim edilir. Hegel’de önce kendini olumlama sonra karşıtını olumsuzlama olmadığı için, varlığın kendini olumlaması da asla tam anlamıyla ulaşılamayan boş ve soyut bir kategori olarak kalacak ve Spinozacı anlamda bir ontolojik mükemmellik tasavvur edilemez olacaktır. Marksist gelenek, aslında Marx’ın erken dönem Hegel eleştirisinde dolayım ve uzlaşma fikrine karşı geliştirdiği eleştiriyle çelişki mantığında açtığı gediği pek kurcalamadan, diyalektik karşıtlar arasındaki görünüşteki ‘‘antagonist’’ durumu, tarihsel-toplumsal düzeyde aşırı bir noktaya çekmeye çalışmıştır. Burjuvazi ve proletarya, iki çelişik sınıftır ama aynı organik birliğin yani burjuva toplumunun öğeleridir. Böylece ücretli emek ve sermaye, burjuva toplumunun çelişkisinin hem birbirine bağımlı hem de birbirine karşıt iki kutbunu kurar. Her iki taraf da, mücadele içinde oluş kazanırlar. Birlikte ait oldukları organik birlik, bu birliğin içindeki mücadele dinamiği sayesinde süregiden bir oluş haline gelir. Peki, bu oluş yeni bir değişim momentine nasıl sıçrar? Burjuva toplumuna içkin çelişki her bir momentte daha da derinleşerek yeni bir niteliksel momentin kuruluşunun koşullarını sağlar. Antagonizmanın ortaya çıkışı bu evreye tekabül eder. Derinleşen çelişki antagonizmaya dönüşerek yeni bir niteliğin ortaya çıkışını mümkün kılar. Artık burjuva toplumu kendi içsel çelişkisinin içinden olgunlaşan antagonizmanın etkisiyle yıkılacak ve yeni bir senteze (sosyalist toplum) dönüşecektir. Marksizm bu yeni sentez momentini yeni bir toplum biçiminin kuruluşu olarak muştulasa da, Hegel açısından böylesi bir mutlak olumsuzlama (burjuva toplumunun tümüyle orta-
dan kaldırılışı) yukarıda bahsettiğimiz gibi yokluğa özdeş soyut bir olumsuzlama olarak görülecektir. Hegel’e göre karşıtını tümüyle ortadan kaldıran, hiçliğe mahkûmdur. Çünkü Hegelci diyalektikte ontolojik fark asla bir varlığın kendine içkin olarak kurulmaz. Sürekli olarak dışsal bir belirlenim üzerinden okunur. Bu türden bir ontolojik hareket ilkesi sermayenin işleyişi için geçerli olsa da –ki bu yüzden sermayenin kendini olumlamasının diyalektik olduğunu söylüyoruz-, emek için böyle midir? Bugün emek sermaye olmadan var olamaz mı? Neden sermayenin başkası (diyalektik anlamda) değil, sermayeden başka (antagonist anlamda) olan emek tanımına ihtiyaç vardır? Üretken soru budur.
böylesi bir mutlak olumsuzlama (burjuva toplumunun tümüyle ortadan kaldırılışı) yokluğa özdeş soyut bir olumsuzlama olarak görülecektir
6
Marksizmin diyalektik dışındaki bütün felsefeleri Hegel’i takip ederek metafizik diye itham etmesi, Batı felsefesi tarihinde maddi ve varlığın gücünü olumlayan alternatiflerin görülebilmesinin önünü kapatmıştır II. Emeğin Farkının Felsefi Olanaklarını Açma Çabası: Marx’ın, Hegel’in çelişkilerin dolayımı ve uzlaşması fikrine saldırısının, diyalektik mantıkta açılan ilk gedik olduğunu belirtmiştik. Bugün antagonizma kavramını emeğin farkı üzerinden güncellemeye çalışırken, Deleuze’ün batı metafiziğindeki heterodoks alt akıntıları takip ederek geliştirdiği anti-Hegelcilik bir kez daha hatırlanmalıdır. Marksizmin diyalektik dışındaki bütün felsefeleri Hegel’i takip ederek metafizik diye itham etmesi, Batı felsefesi tarihinde maddi ve varlığın gücünü olumlayan alternatiflerin
görülebilmesinin önünü kapatmıştır. Deleuze bu çok katmanlı ve diyalektiğin unutturduğu geleneğe yapısalcılık sonrası ilk sondajı yapan düşünürlerin en önemlilerinden biridir. Onun Hıristiyanlık ile burjuvazi düşüncesi arasındaki sürekliliği ifşa eden ‘‘Du Christ à la bourgeoise’’ (İsa’dan Burjuvaziye) adlı ilk makalesinden geç dönem diyebileceğimiz Spinoza üzerine olan çalışmalarına uzanan tüm eserleri kararlı bir Hegel karşıtlığıyla kat edilmiştir. Deleuze’ün Hegel’le derdi diyalektik çelişkinin döngüsel mantığının yanlış bir fark ve olumsuzlama kavramı üretmesiyle bağlantılıdır. Deleuze’e göre, negatif belirlenim, varlığın olumlu farklılaşma hareketini çarpıtır. Diyalektik mantıkta, varlığın karşıtı üzerinden dolayımlanması, onun karşıtından farkını sürekli olarak bağımlı ve dışsal kılar. Bu varlık anlayışının nedensellik bağıntıları (karşıta göre belirlenim) ve varlığın devamını sağlayan ontolojik hareket (karşıtını olumsuzlama) sürekli bir aşkınlık alanı üretir. Diyalektiğin varlığının nedeni, kendinde değildir. Diyalektiğin varlığı aşkındır. Ayrıca diyalektik süreç sürekli olarak yenilenen, daha kapsayıcı ve karşıtları bir üst katmanda tekrar birleştiren bir bütün kurma eğilimine sahip olduğu için, bu mantık içersinde, tekillik de elden kaçacaktır. Oysa mevcudiyeti başka bir varlığın gücüne el koymaya dayanmayan bir varlığın farkı, kendi üretme, dönüştürme, yaratma kudretidir. Kendinin nedeni olup içkin bir fark kurarak, sadece maddi ürünleri değil bir bütün olarak yaşamı, elbirliğini, duyguları, imgeleri ve kavramları ürettiği oranda da kendi gücünü olumlayacaktır. Emeğin ölçülemez yaratıcılığı ve kurucu kudreti, ürettiği ilişkiselliğinden, kendisine içkin komünalitesinden gelir. Ölçülemez olan ilişkiselliktir. Sermaye komutasıyla, işte bu ilişkiselliğe ve emeğin kendi kendini örgütleyebilme kudretine el koyarak ona aşkın bir komuta yaratır. Sermayenin salt bir sömürü meselesi olmaması, aynı zamanda bir iktidar sorunu oluşu bundandır. Sendikal mücadele bu iktidar boyutunu görmeden, sermayenin söylemi içersinden ücretli emek olarak özneleşmeye devam eder. Ancak kudretli bir varlık, kendi toplumsal elbirliğini yeniden kendine mal etmiş bir varlık, antagonist bir karşılaşma anında, isyan ve direniş anında teslim olmayacaktır. Kendi öz-örgütlü kurucu pratiği, onun en büyük savaş silahı olacaktır. Emeğin hasreti bu içkinliğedir. Negatif belirlenime ve diyalektik karşıtını yeniden üretme döngüsüne girmeyen olumlu bir varlık anlayışını modernliğin şafak sökü-
münde geliştiren Spinoza’ya, en şiddetli saldırılardan birinin Hegel’den gelmiş olması tesadüfî değildir. Hegel Mantık Bilim’de Spinoza’nın Jarig Jelles’e yazdığı bir mektupta4 geçen bir ifadeyi (‘‘Figür/suret belirlenimdir ve belirlenim olumsuzlamadır -et determinatio negatio est-’’) ‘‘yanlış’’ alıntılayarak (‘‘Her belirlenim bir olumsuzlamadır – omnis determinatio est negatio-’’), Spinozacılığı kendi diyalektik mantığı içinde çürütmeye çalışmıştır.5 Bu çürütmenin temelinde Spinoza’nın töz kavramının soyut bir varlık kavramı (çünkü belirlenimsiz), tabiri caizse varlığın işlenmemiş ham hali olduğu ve Spinoza’nın ontolojisinin tikelliği (tümelle
Sermayenin asıl krizi biziz. Bizler, yeryüzünün yerlileri ve Komün’ün sahipleri sermayeyi bir daha dirilmemecesine krize sokacak olan biziz!
7
Marksizm her ne kadar devrimci ve politik kaygılarla diyalektik mantığın içinden nihayete erdirici bir antagonizma kavramı çekip çıkarmaya çalışmış olsa da, bu çabayı üst belirleyen modernizm ve onun Hegelyan aklı olmuştur
ilişkisi bakımından tekil) açıklayamadığını ve bu yüzden her türlü bireyleşmenin kuşatıcı töz kavramı tarafından yutulduğunu iddia eder: Spinoza düşünceden, mutlakta olduğu gibi her şeyin bengilik formu altında, sub specie aeterni olarak görülmesi gerektiğine dair ulvi istekte bulunur. Fakat hareket etmeyen bir özdeşlikten başka bir şey olmayan söz konusu mutlakta yüklem, keza kip, oluş olarak değil, yalnızca yitip giden olarak bulunur; öyle ki, burada da, yitip giden, pozitif başlangıcını sadece dışarıdan alır.6
Fakat Hegel bu eleştiriyi getirirken, Spinoza’nın töz kavramını çarpıtarak aktarır. Spinoza’nın olmayan bir töz kavramı üzerinden, Spinoza’nın ontolojisinin sınırlılığına ve diyalektik mantık tarafından aşılması gerekti-
ğine çubuk büker. Her şeyden önce Spinoza’nın tözü casua sui (kendinin nedeni) bir varlığa tekabül eder. Hegel bu içkin nedensellik ilkesinin özgünlüğünü görmezden gelerek dışsal/ ereksel nedensellik mantığı üzerinden varlığın nedensellik ilkelerinde eksiklik olduğunu ispata girişir. Spinoza’nın tekillik düzlemini ve tekillere açılan bireyselleşme hareketini görmemesinin nedeni de budur. Tüm bunlarla birlikte, Hegel’in Spinoza eleştirisinde haklı olan bir yan vardır: Spinoza’nın felsefesi özne felsefesi değildir.7 Bu yüzden Spinoza’nın töz, tözün yüklemleri ve kipleri, tekil şeyler tanımı ve bireyleşme hareketi Hegel’e yetmeyecektir. Özneleşmeyen ve özne olarak temsil edilemeyen her varlık biçimi, Hegel’e göre ilkel kalacaktır. Spinoza’nın ontolojisi bedenin/ bedenlerin üretken ilişkiselliğinin felsefesidir. Hegel tam da varlığın bu dolaysız veriliğine karşı çıkacak, tözün Kavram’da diyalektik erekselliğine ulaşmasını talep eder. *** Marksizm her ne kadar devrimci ve politik kaygılarla diyalektik mantığın içinden nihayete erdirici bir antagonizma kavramı çekip çıkarmaya çalışmış olsa da, bu çabayı üst belirleyen modernizm ve onun Hegelyan aklı olmuştur. Hegel’in kuşatıcılığı öyle yoğundur ki, Marksizm tüm felsefe tarihini de bu diyalektik sis içinden muğlak bir siluet olarak görebilmiştir. Oysa ne Marksizm bir din, ne de Kapital kutsal bir kitaptır. Diyalektiği reddettiğinizde de, olmayan bir dinden çıkmış falan olmazsınız. Hele Marksist olmaktan hiç çıkmazsınız. Sadece Hegel’in devlet geleneğine ait felsefesiyle vedalaşmaya cüret etmiş olursunuz. Marx, dönemindeki hâkim felsefi ufku sol Hegelyan felsefeyi,
sermayeyi tahlil etmek ama daha da önemlisi emeğin sermayeden farkını, antagonizmayı kavramlaştırabilmek için bir araç olarak kullanmıştır. Bunu yaparken de o aracı dönüştürmüş, değiştirmiş ve yeni bir paradigma geliştirmiştir. Evet, bu paradigmaya diyalektik kavramlar içkindir. Ama asıl sorunun antagonizma olduğu unutulmamalıdır. O yüzden de aforozcuları bir yana bırakıp, mücadelenin önünü açabilmek için yeniden emeğin sermayeden farkı üzerinden hareket eden bir devrimci perspektife kavuşmamız lazım. Kapitalimin ihtiraslı doğasının son tezahürü, devlet ve sermaye palyaçolarının her türlü maskaralığına rağmen uzun süre gizleyemeyecekleri bir gerçeği açığa vurdu: Sermayenin asıl krizi biziz. Bizler, yeryüzünün yerlileri ve Komün’ün sahipleri sermayeyi bir daha dirilmemecesine krize sokacak olan biziz! 1 Daha ayrıntılı bir kriz değerlendirmesi için bkz. ‘‘İmparatorluğun Krizi’’, Otonom 19. sayı, NisanHaziran 2009, s. 10-15. 2 F. Engels, Anti-Duhring, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 1995, s. 67-68. 3 G. W. F. Hegel, Hegel’s Science of Logic,, çev. A. V. Miller, Prometheus Books, 1989, s. 122, ve s. 580. 4 B. Spinoza, The Letters, çev. S. Shirley, 50. mektup, Cambridge, Hackett Publishing Company, 1995, s. 260. 5 Hegel’s Science of Logic, s. 113. 6 A.g.y., s. 538. 7 A.g.y., s. 383.
Eylemcan
8
Hegel’in ontolojisinde devlet: Diyalektik reformizmdir Hegel’in özgünlüğü, geliştirdiği egemenlik teorisiyle, modern sınıfsal güç ilişkilerinin çözümlenmesine ontolojik bir temel sağlamış olmasından gelir
Hegel’in kendinden önceki metafizikten kopuşunun ve özellikle Marksist birikimde maddeciliğin sorunlarının çözümünde kritik bir uğrak olarak algılanmasının temel nedeni, onun Tin biçimi altında tarihsel ve toplumsal ilişkiler alanını felsefeye içermiş olmasından gelir. Sorun yalnızca, Hegel’in diğer idealistlerden farklı olarak döneminin ruhunu yakalamış olması ve ontolojinin yanı sıra birer doğa, tarih ve devlet felsefesi de geliştirmiş olması değildir. Daha önemlisi, Hegel’in politikayı ontolojik bir sorun olarak ele almış olması, başka bir deyişle politikayı tarihsel toplumsal ilişkiler alanına içkinleştirmesidir. Hâkim felsefe geleneğinin biraz dışından bakıldığında, politikanın ontolojik bir problem olarak ortaya konuluşu elbette Hegel’e ait değildir. Ondan önce Machiavelli’yi, Hobbes’u ve Spinoza’yı anmak gerekir. Ancak Hegel’in özgünlüğü, kendinden önceki bu birikimlerin eleştirisini arkasına alarak geliştirdiği egemenlik teorisiyle, modern sınıfsal güç ilişkilerinin çözümlenmesine ontolojik bir temel sağlamış olmasından gelir. Artık idealist gelenekte olduğu gibi söz konusu olan dünyanın Tanrı egemenliğinden türetilmesi değil, Tanrı’nın devlet biçimi altında yeryüzüne indirilmesidir. Hegel’de egemenliğin kuruluşu Tanrısal değil doğrudan maddi toplumsal ilişkilere içkindir.
Bu politik ontolojinin temeli ise diyalektiktir. Onun diyalektik ontolojisinde, Tin’in tam gerçekleşmesine kavuştuğu Devlet ideası, politikliğin hem bir önvarsayımı hem de sonucudur. Hegel’de politikliğin üretimi, Tin biçimi altında devletin üretimi ve yeniden üretimidir. Devlet, kendini olumsuzlayarak olumlamanın politikliğidir. Hegel’in diyalektiği, aşkın bir iktidarın kendini devlet biçiminde olumlamasının felsefesidir. Diyalektiğin modern sınıfsal güç ilişkilerinin kuruluşu olarak okunup konuşturulması ise Hegel’den çok Marx’a aittir. Sermayeyi diyalektik olarak işleyen bir ilişkisellik olarak soyutlayan Grundrisse’yi yazarken Marx’ın, Hegel’in Mantık’ını hiç yanından ayırmadığını hatırlayalım. Marx’tan sonraki Marksist gelenek bir olumsuzlama felsefesi olarak diyalektiği sınıflar mücadelesinin yasası olarak yorumlamıştır. Oysa Marx’ta Hegel diyalektiğinin güncellenmesinin bağlamı; sınıflar mücadelesinin temelini oluşturan bir antogonizma teorisi değil, sermayenin kendini olumsuzlayarak olumlamasının ilişkiselliğidir. Sermaye diyalektik çelişkiler üzerinden devinen öznelliktir. Bu anlamda sermayenin çözümlenmesi, diyalektik bir çözümlemeyi zorunlu kılar. Diyalektik, sermayenin kendini olumlamasının felsefesidir. O halde emeğin
politikliği üzerinden sermayenin eleştirisi, önüne doğrudan diyalektiğin eleştirisini koymalıdır. Marksist birikimde Hegel eleştirisi, diyalektiğin eleştirisi olarak yeniden kurulmalıdır.
Hegel’in Mantığı ve Politika Mantık Bilimi, Hegel’in hem kendinden önceki metafiziği içererek aşma hem de diyalektiği ister düşünsel ister olgusal bütün gerçeklik biçimlerinin içkin mantığı olarak formüle etme girişiminin temel ürünüdür.
Devlet, kendini olumsuzlayarak olumlamanın politikliğidir. Hegel’in diyalektiği, aşkın bir iktidarın kendini devlet biçiminde olumlamasının felsefesidir
9
Bütünlükçülüğün bakış açısından, metafiziğin ortaya koyduğu bütün sabit belirlenimler diyalektik ilişkisellik içinde yeniden kavranmalı; ideal ve reel, görüngü ve öz olmak üzere konulan bütün ikili dünya tasarımları çelişkili bir bütün olarak yeniden konulmalıdır. Buradan bakıldığında, Hegel’in Mantık ’ı mantığın bilinen anlamının çağrıştırdığı üzere bütün somut içeriklerden soyutlanmış salt biçimsel ve bilişsel süreçlerle sınırlı bir müdahale değil, rasyonellik ilkesi etrafında ontolojiyi diyalektik bir bütün olarak yeniden kurma girişimidir. Bu bütünlükçü ontolojiyle karşılaştırıldığında, Hegel açısından, duyulur dünyadan olabildiğince uzak ideler isteyen öznelci idealizmler kadar bilincin etkinliğinden olabildiğince uzak nesneler isteyen ampirizmler aynı tek yanlılıkla maluldür. Maddenin düşünceye indirgenmesi kadar düşüncenin maddeye indirgenmesi de eleştirilmelidir. Mantık, madde ve düşüncenin birlik olarak kavranmasına olanak verecek çelişkili ama bütünleştirici bir ontolojik zemine açılımdır. Nitekim Hegel’in ontolojisinin özgünlüğü, varlığın başından itibaren Bir olarak düşünülmesinin ötesinde, bu ‘‘Bir’’in birlik olarak nasıl kurulduğunu da sorunsallaştırmasından gelir. Bir varsayımının kendisi üzerine sessiz kalan kendinden önceki felsefelerden farklı olarak, Hegel ‘‘Bir’’i kurulu olarak değil bir kuruluş olarak
Mantık, madde ve düşüncenin birlik olarak kavranmasına olanak verecek çelişkili ama bütünleştirici bir ontolojik zemine açılımdır
düşünür. Eğer Hegel’de Bir olarak düşünülmüş bir bilinç ya da Tin felsefesinden bahsedilecekse, bu düşünce ve maddeyi ya da diğer bütün ikilik ve çelişkileri bütünleştirici bir diyalektik üzerinden kavrayan bir Bilincin felsefesidir. Bilincin kuruluşu üzerinden soyutlanan şey Hegel’de diyalektik kuruluştur. Varlığın kendi içinde ve ilişkisiz bir varlık olarak şeyleştirilmesine karşı, Hegel diyalektik sayesinde varlığı yalnızca kendi olarak değil aynı zamanda bir olumsuzlama ya da başka olarak düşünerek onu oluşa açar. Ona göre, varlık ve hiçlik arasında, başka bir deyişle oluş halinde olmayan hiçbir şey yoktur. Yine de burada hiçbir olumsallığa yer yoktur. Çünkü Hegel’de varlığın oluş olarak kavranması, oluşun zorunluluk olarak kavranmasıyla aynı şeydir. Varlığın oluşu, başkada kendini olumsuzlayarak kendini olumlamadır. Diyalektik, varlığın zorunlu oluşunun soyutlanmış biçimidir. Çelişki kavramının Hegel’deki önemi buradan gelir. Varlığın kendini olumlamasının koşulu kendini başkada olumsuzlamak, başkayla çelişmektir. Burada söz konusu olan varlığın kendi içindeki çelişkisinden ziyade, içselleşebilmesi için dışsallaşarak çelişmek zorunda olmasıdır. Varlığın üreti-
minin ve yeniden üretiminin koşulu çelişkinin üretimi ve yeniden üretimidir. Bu haliyle her olumluluk, olumsuzlanmışlıktır. Tam da bu nedenle bütün farklılaşması içindeki gerçeklik, Bir’in Başka olarak olumsuzlaması, onun kendini çelişki biçiminde üretimidir. Bu anlamda Hegel’de oluş, mutlak varlık olarak konulan Tin’in açılımı, onun öz gelişimidir. Bütün tikellikler, Tin’in kendini olumsuzlamasının, kendine başkalaşmasının biçimlerdir. Diyalektik, Tin’in tikelleşme ve kendiyle bütünleşme hareketinin birliğidir. Tikelleşme Tin’in kendiyle çelişerek nesnelleşmesi, kendiyle bütünleşmesi ise çelişkisini olumsuzlayarak öznelleşmesidir. Olumsuzlamanın olumsuzlaması, olumlamadır. Hegel’in diyalektiği, kendini olumsuzlayarak olumlayan mutlak Tin’in öznellik üretimidir. Tin’in öznellik üretiminde, gerçekliğin diyalektik kavranışı aynı zamanda Tin’in kendini kendi olarak kavrayarak kendi bilincine varmasıdır. Bilinçte bulunan, kendini var olan bir nesne olarak bilen bu Tin Hegel’de Devlettir. Devlet, Tin’in dünyada kendini bilinçli olarak olgusallaştırmasının biçimi ve bunun üzerinden kendi ussallığını yakalayarak kendiyle bütünleşmesidir. Ancak burada maddeciliğin karşıtı olarak herhangi bir idealizm yoktur. Devlet, Tin’in ussallığının maddeleşmiş ve gerçekleşmiş biçimidir. O ancak ussal olarak kavranabilir olan, maddi ve toplumsal
Varlığın üretiminin ve yeniden üretiminin koşulu çelişkinin üretimi ve yeniden üretimidir. Bu haliyle her olumluluk, olumsuzlanmışlıktır
10
Devlet, ancak ussal olarak kavranabilir olan, maddi ve toplumsal diyalektiğin kurucu gücüdür. Olgusallaşmış biçiminde diyalektik, Devlettir
diyalektiğin kurucu gücüdür. Olgusallaşmış biçiminde diyalektik, Devlettir. Bu yüzden hâkim söylemimizde olduğu üzere, düşüncenin, maddenin bir yansıması olduğundan hareketle Hegel’in devletinin sadece totaliter bir organik devletin bir bilinç söylemi altında soyutlanması olduğunu öne sürmek yetmeyecektir. Bu hâlâ Hegel’in diyalektik ontolojisini görmeyerek onu bilinç ve olgusallık karşıtlaşması zemininden eleştiren tek yönlü bir tutumdur. Öyle ki bugüne kadar Hegel’in devleti Tin’in diyalektik işleyişinin bir uğrağı olarak koymasının arkasındaki düşünceyi, olgusal ve sabit bir devlet biçiminin ötesinde diyalektik bir kuruculuk olarak devletin kendisini eleştiri konusu haline getirememiştir. Oysa Hegel’in politika felsefesinin son büyük düşünürü olarak konumlandırılmasının nedeni, onun ister demokratik, isterse totaliter biçimler altında gelişen modern devlet biçimlerinde ortak olan diyalektik işleyişi çözümlemiş olmasıdır.
Hegel’in Devleti Modern egemenlik biçimini kendinden önce gelen egemenlik biçimlerinden ayırt eden temel niteliği, onun devletin toplumsallaşması ile toplumun devletleştirilmesi arasındaki gerilim üzerinde şekillenmiş olmasından gelir. Nitekim modern politik teorinin uzun evrimindeki temel sorunsal alanı, devletin bir şiddet tekelinin ötesinde toplumsal bir güç olarak üretimi ve yeniden üretimidir. Modernizm, devletin aşkın bir egemenlik aygıtının ötesinde toplumsal bir iktidar ilişkisi olarak kuruluş sürecidir. Hegel, modernizmin ulus devlet egemenlik biçimi altında politik bir güce dönüşmesi sürecinin başlangıcına tanıklık etmiş biri olarak tam anlamıyla bir eşik filozofudur. Hegel’in devlet teorisi, toplumsal ve politik dinamikleri tanımlama biçimi dolayısıyla hâlâ modern öncesi etkiler taşır. Ancak aynı zamanda toplumsal öznelliklerin siyasal alanın bir dinamiği olarak nasıl örgütleneceğini çözümlemiş olması dolayısıyla da modern bir eğilimi ifade eder.
Birey ve toplum, devletin olumsuzlayarak kendini olumlayacağı olumsuzluktur. Devletin bireyle ya da toplumla çelişmesi onun kendini üretimi ve yeniden üretimidir
Hegel’de bu modern eğilim kendisini devletin diyalektik bir kuruluş olarak soyutlanmasında belli eder. Diyalektiğin bir sonucu olarak, en son söylenmesi gerekenin en başta söylenmesi meşrudur. Devlet, tikellik içinde çözünerek bireyselleşen evrenselliktir. Devlet ideası, birey-toplum-devlet diyalektiğidir. Buna göre, birey ve toplum devletin kendini açımlamasının uğraklarıdır. Bu tikel uğraklardan kendine yansıyarak kendi ussallığına varan evrensel bilinç Devlettir. Birey ve toplum, devletin olumsuzlayarak kendini olumlayacağı olumsuzluktur. Devletin bireyle ya da toplumla çelişmesi onun kendini üretimi ve yeniden üretimidir. Bu nedenle Hegel’de birey ve toplumun devletin bir uğrağı olarak soyutlanmasının arkasında yatan fikir, olduğu haliyle bireyi ve toplumu devlete tabi kılan tahakkümcü bir mantığın ötesinde, bu tahakkümün işlemesinin temel koşulu olarak bireyin birey, toplumun da toplum olarak üretimidir. Bireyin ve toplumun üretiminin ve yeniden üretiminin temeli devlettir. Evrenselliğin bireyleşerek kendiyle özdeşleşmesi, başka bir deyişle Devletin öznelliğinin üretimi, birey ve toplum olarak özneleştirmektir. Evrensel Devlet ideasının tikelleşmiş biçimleri olarak birey ve toplum, devletin öznelliğinin özneleşmiş biçimleridir. Birey ve toplum öznelliği, devlet öznelliğini üretir. Bu yüzden bireysel ya da sınıfsal çıkarlarla evrensel çıkarı temsil eden devlet arasında herhangi bir uzlaşmaz karşıtlık yoktur. Bunların birbirleriyle çelişmesi
11
Hegel, devleti toplumsallığa dışsal kendi içinde bir şey ya da aygıttan daha ziyade toplumsal ilişkiler üzerinden devinen ve onları devindiren bir kuruculuk olarak söylemleştirir
tam da devletin yeniden üretiminin koşuludur. Devlet, tikellik ve evrenselliğin diyalektik birliğidir. Hegel’in sözleriyle söylersek: ‘‘Devlet somut özgürlüğün edimselliğidir, somut özgürlüğü oluşturan şey ise bir yandan kişisel bireyselliğin ve onun tikel çıkarlarının tam gelişimlerini ve kendileri için haklarının tanınmasını kazanmaları, öte yandan bunların bir ölçüde kendiliklerinden evrenselin çıkarı içersine geçmeleri ve bir ölçüde bilgi ve istenç ile o evrenseli ve hiç kuşkusuz kendi tözsel tinleri olarak tanımaları ve son erekleri olarak onun uğruna etkin olmalarıdır; öyle ki ne evrensel yan tikel çıkar, bilgi ve istenç olmaksızın geçerli olabilir ve tamamlanabilir ne de bireyler özel kişiler olarak yalnızca kendi erekleri için yaşayabilir ve aynı zamanda evrensel olanda ve evrensel olan uğruna istemeyi ve etkinliklerinde bilinçli olarak bu biricik ereği amaçlamayı göz ardı edebilirler. Modern Devletlerin ilkesi bu muazzam güç ve derinliği taşır.’’1
Devletin muazzam gücü ve derinliği, onda tikel çıkarların devletin yaşamına katılımla evrensellik biçimini alması ile evrensel çıkarın bireysel bilinç ve istenç olarak örgütlenmesinden gelir. Devlet, tikel bilinç ve istencin edimselliğine ulaşmasının yegâne yolu olduğu gibi devlet de ancak tikel bilinç ve istençler yoluyla evrenselliğinin edimselliğine ulaşabilir. Devlete karşı ödevini yerine getirirken haklarının ve çıkarlarının gerçekleşmesini bulmasıyladır ki bireyler, evrensel sorunu ve çıkarı kendi tikel sorunu ve çıkarı olarak almanın bilincini edinir. Devlet, tikel çıkarların evrensel bir biçim alması, evrenselin ise tikel bir içerik kazanmasının ilişkiselliğidir. Bu nedenle ne birey ve toplum tarafından temsil edilen tikellik ucu ne de hükümet gücü tarafından temsil edilen evrensellik ucu keyfi belirlenimler değildir. Bu ikisini birbirini ön gerektiren uçlar olarak konumlandıran, bir üçüncü olarak devlettir. Devletin karşısında
toplum ve bireyi tehdit olarak ilan eden egemenlik teorilerinde devlet çoğunlukla toplumsallığa dışsal ve yabancı bir güçtür. Oysa Hegel için birey ve toplum devletin kendine yabancılaşmış biçimleridir. Ama bu yabancılaşma ussal bir zorunluluk olarak devletin gerçekliğinin de kendisidir. Devletin öznelliğini üreten, bu yabancılaşmanın üretimi ve yeniden üretimidir. Bu, devletin toplumsallığa dışsal kendi içinde bir şey ya da aygıttan daha ziyade toplumsal ilişkiler üzerinden devinen ve onları devindiren bir kuruculuk olarak söylemleştirilmesidir. Görüngüsel biçiminde ya da kronolojik olarak sivil toplum devleti önceleyebilir, ancak Hegel için devlet salt görüngüsel bir biçim değil, kendini sivil toplum ve devlet çelişkisi biçiminde gösteren ontolojik bir özdür ve kuruculuğu bu ontolojik statüsünden gelir. O yüzden Hegel’de burjuva mülkiyet sahibi birey ile bu bireylerin biraradalığından oluşan sivil toplumun belirlenimleri yadsınmamış tersine içerilmiş olarak bulunur. Hegel için de sivil toplum herkesin bireysel çıkarının başka herkesin çıkarlarıyla karşıtlaşmasının ve savaşımının alanıdır. Önemli olan bu bireysel çıkarların evrensel olarak tanımlanmış çıkar adına bastırılması değil bu savaşımın özgürleştirilerek denetim altına
alınacağı dolayım organlarının kurulmasıdır. Hem hükümet ve genel çıkarın hem de sınıflar ve özel çıkarların duygusuna sahip olması gereken bu organ, meclislerdir. Meclislerde temsiliyet yoluyla özel çıkarlar siyasal alanın bir dinamiği olarak özneleşirken, evrensel çıkar toplumsal bir güç olarak nesnelleşecektir. Bu yönüyle meclisler, devletin kendi olumsuzlaması olan birey ve toplumu olumsuzlayarak kendini olumlamasının kurumsal biçimleridir. Özel çıkarların birbirleri arasında ya da özel çıkarların genel çıkarla çelişmesi, devletin üretimi ve yeniden üretimine içkindir. Devleti var eden bu çelişkili devinimin kendisidir. Çelişki, varlığı yok eden değil tersine üreten ve yeniden üreten ussal zorunluluktur. Bu nedenle siyasal alan ve toplumsal alan çelişkisi devletin diyalektik ontolojisinin hem bir önvarsayımı hem de sonucudur. Bu ikisi devlet tarafından ortaya konmuş çelişkiler oldukları kadar her çelişmelerinde de devleti yeniden üretirler. Hegel’de diyalektiğin bu şekilde devletin işleyişinin mantığı olarak konulmuş olmasının nedeni mantıksal bir zorlama değildir. Hegel’in sivil toplumu Devlet ideasının tam gerçekleşmesine varmasının bir uğrağı olarak soyutlamasının arkasında yatan, sivil toplumu devletten türetmekten daha çok sivil toplum ve devlet arasındaki diyalektiği çözümlemektir. Bu diyalektik itibariyle sivil toplum devlete karşıt bir toplumsallıktan daha çok adeta devletin toplumsal olarak yabancılaşmış biçimidir. Çünkü yukarıda gösterildiği üzere Hegel’de özel çıkarın genel çıkar, genel çıkarın özel çıkar olarak örgütlenmesi özdeştir ve devlet bu özdeşliğin sürekli bozularak yeniden kuruluşunun devinimidir. Devlet, özel çıkar ile genel çıkar arasındaki
12
Çelişki, varlığı yok eden değil tersine üreten ve yeniden üreten ussal zorunluluktur. Bu nedenle siyasal alan ve toplumsal alan çelişkisi devletin diyalektik ontolojisinin hem bir önvarsayımı hem de sonucudur
çelişkilerin açığa çıkarttığı çatışmalar içinde kendini sürekli reforme eden bütünlüktür. Devlet, hükümet ve yasama gücü yoluyla sivil toplumun kendi içindeki ya da sivil toplumun devletle çelişkilerinden doğan çatışmaları hem disiplin altına alarak reforme eder hem de bunlar üstünden reforme olur. Hegel’de evrensel çıkarın tikelleşmesi, tikel çıkarın evrenselleşmesinin birliği bu reform sürecinin ifadesidir. Kendinin olumsuzlanmış biçimi olan başkayı olumsuzlayarak kendini olumlama diyalektiği, varlığın çelişkiler üzerinden kendini reformu, kendini yeniden üretimidir. Devlet, birey ve toplum olarak örgütlenmiş başkada sürekli kendini olumsuzlayarak kendini olumlayan diyalektik bir politik öznelliktir. Hegel’in devlet kuramının önemi, farklı tarihsel dinamiklere göre şekillenmiş devlet biçimlerinden önce politikliğe devlet biçimini veren bu diyalektik ontolojiyi çözümlemiş olmasından gelir.
Marksizm ve Devlet Hegel diyalektiği, devletin politik öznelliğinin soyutlanmasıdır. Hegel’in diyalektik olarak işleyen Tin’inin en yetkin olgusallaşmasını Devlette bulması tesadüf değildir. Çelişkiler üzerinden kendini üreten ve yeniden üreten varlık, Devlettir. Devlet, diyalektik bir kuruluş ve kuruculuktur. Bu noktadan itibaren emeğin politikliğinin olumlanmasında devletin eleştirisi, diyalektik eleştirisi olarak yeniden kurulmak zorundadır. Bunun için yüzümüzü yeniden döneceğimiz birikimimiz, Marx’tır. Hegel’de devletin kendisini olumlamasının felsefesi olarak soyutlanmış olan diyalektiğin sermayenin kendini olumlamasının felsefesi olarak kuruluşu Marx’tır. Ancak Marx’tan kalan herhangi bir bütünlüklü devlet teorisinin yokluğunda, sermayenin kendini olumlama politikliğinde devletin ne olduğu sorusu Marksizm için bitmemiş bir tartışmadır. Bugüne kadar Marksizm içinden geliştirilen araçsalcı ya da işlevselci devlet kuramları, devleti sermayenin ontolojisinin içkin bir
eğilimi yerine, ister sermayeyi belirleyen isterse onun tarafından belirlenen dışsal bir faktör olarak konumlandırır. Marx’ın ölümünden önce Kapital’in Devlet cildini tamamlayamamış olması Marksist birikim açısından çok ciddi bir şansızlıktır. Ancak bu boşluğun giderilmesi yönündeki çabalar yine Marx’ın kuramlaştırmış olduğu sermayenin öznelliğinin diyalektik işleyişini temel almak zorundadır. Marx’ta sermaye, ücretli emek ve sermaye çelişkisi üzerinden devinen diyalektik öznelliktir. Ücretli emek, emeğin sermaye tarafından sınıflaştırılmış biçimi, sermayenin olumsuzlayarak kendini olumlayacağı olumsuzluktur. Burjuvazi, sermayenin kişilikleşmiş tikel bir biçimidir. Hem sınıfsal bir özne olarak burjuvazi hem de ücretli emek sınıfı sermayenin kendine yabancılaşmasının biçimleridir. Onun kendini gerçekleştirmesinin tikel dolayımlarıdır. Sermaye, bu tikel biçimler arasındaki yabancılaşmanın üretiminin ve yeniden üretiminin diyalektik ilişkiselliğidir. Burjuvazinin ücretli emeği olumsuzlaması, ücretli emeğin burjuvaziyi olumsuzlaması bir ilişkisellik olarak sermayeyi yeniden üretir. Kapitalizmde sınıflar sermayenin öznelliğinin tikelleşerek özneleşmiş biçimleridir. Sermayenin politikliği ve varlık koşulu, kendisine sınıfsal tikel biçimler altında yabancılaşmak ve bu biçimlerin çelişkisi üzerinden kendini var etmektir. Sermaye, sınıf üretmenin ve üretmiş olduğu sınıflar arası çelişkileri devindirmenin politik öznelliğidir. Devlet, bu politikliğin egemenlik olarak örgütlenmiş biçimidir. Sınıflaştırmanın ve sınıflar arası çelişkilerin özgürleştirile-
rek denetim altına alınmasının siyasal alanı, devlettir. Bu anlamda, devlet kavramı sermayenin ontolojisine içkindir. Sınıflar arası çatışmalar üzerinden kendini var eden sermayenin devindirici politik gücüdür. Emeğin ücretli emek biçimi altında sermayenin çelişkisi olarak sınıflaştırılmasının, ücretli emek ve sermaye arasındaki diyalektik çelişkinin üretiminin siyasal dolayımıdır. O halde emeğin politikliğinin gözünden, devleti salt sınıflar arası bir uzlaşma alanı ya da bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki tahakkümü olarak okumak yanlış olmamakla beraber eksik okumalardır. Bu hâlâ devletin sermayenin sınıflaştırmış olduğu sınıfların gözünden bir eleştirisidir ve devleti emeği ücretli emek olarak sınıflaştırma politikliği olarak göz ardı eder. Emeğin politikliği ücretli emek olarak sınıflaşmanın politikliği değildir. Ücretli emek olarak sınıflaşmak, sermayenin ve devletin yeniden üretimidir. Ücretli emek olarak sınıflaşmak, sermayenin diyalektik işleyişinin öznesi haline gelerek reforme olmaktır. Diyalektik, reformizmin felsefi temelidir. Olumsuzunu olumsuzlayarak kendini olumlayan sermayenin öznellik işleyişidir. Emeğin politik öznelliğinin kuruluşu diyalektiğin reformizminden kurtarılmalıdır. Sermayenin ve devletin olumsuzlanmasının politik teorisi, emeğin politikliğinin antagonistliği üzerinden yeniden kurulmalıdır. 1 Hegel, Tüze Felsefesi, çev. Aziz Yarımlı, İdea Yayınları, 2006, s. 287.
Sinem
13
Meta fetişizmi ve antagonizma Politikliğin felsefi temelleri anlaşılmadan ne yazık ki politik teori kurulamıyor ve politika yapılamıyor. Sınıf siyaseti adına hareket eden günümüz modernist solunun politik felsefesinin diyalektik olduğunu hepimiz biliyoruz. Modernist solun politik teori kurma, politika yapmadaki tıkanıklığının ve krizinin önemli bir nedeni, solun hâlâ politik felsefesini diyalektik üzerinden kurmasından kaynaklanıyor. Sermayenin diyalektik işleyişine içkin sınıf siyaseti, kapitalizmin gelmiş olduğu boyutta devrimciliğini yitirmiştir; bu durumun görülmesi gerekiyor. Bu bağlamda, günümüz sınıf siyasetini kurarken, politik teorinin devrimci temeli olan antagonizmanın politik felsefesinin, diyalektiğin temel nosyonlarının devrimci bir eleştirisine içkin olarak kurulması kaçınılmaz görünüyor.
Diyalektiğin Bütünlük Teorisi Bütünlük felsefesi, varlığın ya da oluşun kuruluşu, bir başka deyişle ontoloji teorisidir. Her ontoloji kuruluşu, bir bütünlük teorisini içerir. Ontolojinin tekillik, tikellik ve tümellik üzerinden kurulup kurulmadığı kuramsal bir farklılıktır ve sınıfsal farklılığı da beraberinde getirir. Tekillik ya da tikellik üzerinden kurulan ontoloji felsefelerinde bütünlüğün olmadığını söylemek, konu üzerindeki yetersizliğin bir cahilliğidir. Bütünlük felsefesini yalnızca tümel üzerinden kurulan bir ontoloji teorisine indirgemek ise abesle iştigaldir. Diyalektiğin ontoloji felsefesi tümel üzerine kuruludur. Asıl kurucu güç tümel öznedir. Bu tümel öznenin öznelliği statik değil devingendir. Varlık, çelişkili ilişkiselliğin deviniminde oluştur. Çelişkili ilişkisellikteki oluş, çelişki üzerine kurulu çatışmaların yıkıcı kuruculuğunda kurulur. Çelişkili ilişkisellik üzerine kurulu çatışmalı yıkıcı kuruculuk, varlığa içkin maddi bir yabancılaşmadır. Yabancılaşma varlığa içkin oluştur. Tekillikler ve tikellikler, tümelin çelişkili ilişkiselliği üzerine kurulu öznelliğinin kurduğu yabancılaşmanın maddi tarihsel ve toplumsal dinamikleridir. Tikelliklerin ve tekilliklerin varlığı, çelişkili ilişkisellikteki yabancılaşmanın diyalektiğini işletmesine bağlıdır. Çelişkili ilişkisellik üzerinden çatışma devindirici bir güç olmayı sürdürebildiği oranda, tümelin oluşunda tekillikler ve tümellikler var olabilir. Çelişkili ilişkisellik zemininde çatışma diyalektiktir. Diyalektik işlediği ve tikellikler, tekillikler bu diyalektiği işlettiği oranda tümel aşağıdan kurularak üretilir. Varlığın diyalektiği durduğu anda, tekillikler ve tikellikleriyle
birlikte tümel zorunlu olmaktan çıkar ve usdışılılaşır. Niceliğin niteliğe, yeni bir niteliğin niceliğine geçişi tarihseldir. Bu tarihsellik olgunlaşmadan, yeni bir niteliğin niceliğine geçişi imkansızdır. Bu bağlamda, varlığın oluşu istediği kadar çatışmaya içkin olsun, varlığın diyalektiği çalıştığı oranda bütün çatışmalar, varlığın oluşuna hizmet bağlamında reformistleşir. Determinizme ve erekselci nedenselliğe bağlı olarak bütün tekillikler ve tikellikler, tümeli reforme ederek üretiminin ve yeniden üretiminin dinamikleri haline gelir. Diyalektiği işleten bütün dinamikler, tümelin kurduğu tekillikler ve tikelliklerdir. Bu bağlamda, tümellik üzerine kurulu diyalektik ontolojide tikellikler arası bir antagonizma yoktur. Devrimler tarihi kurmaz, tarihin evrimi için devrimler kurulur. Diyalektikte varlık yalnızca karşıtını olumsuz-
Sermayenin diyalektik işleyişine içkin sınıf siyaseti, kapitalizmin gelmiş olduğu boyutta devrimciliğini yitirmiştir
layarak var olmaz. Tam tersine, varlık kendisini olumsuzlayarak ve karşıtını yaratarak var olur. Diyalektikte meşhur nosyon ‘‘çelişki varlığa içkindir’’ esprisi fenomenolojiktir. Varlık, kendi çelişkisini kendisini olumsuzlayarak yarattığı karşıtıyla bir ilişkiye dönüştürdüğü oranda vardır. Çelişki, varlığı karşıtıyla ilişkiselleştirerek görselleştirir. Varlık, karşıtıyla çelişkili ilişkisellik kurduğu ve işlettiği oranda hiçliğe içkin varlığı fenomenolojik olarak kurar. Bütün tekillikler ve tikellikler, bu çelişkili ilişkiselliğin diyalektiğini işleten ve tümel tarafından fenomenolojik olarak kurulan karşıtlıklardır. Bu bağlamda varlık olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır ve olumsuzlamanın olumsuzlanması varlığın olumlanma pratiğidir. Karşıtların çelişkili ilişkisellikteki devinimi, karşıtların birliğini ve özdeşliğini kurar. ‘‘Hiçlik’’ ne kadar çok şeyle çelişkili
14
Diyalektik, ekonomi politiğin kurucu dinamiğidir. Kapital ve Grundrisse, diyalektiğin toplumsal estetiğidir
toplumsal yabancılaşmanın ilişkisi içinde ise o kadar varlıktır.
Diyalektik ve Marx Tepesi üzerinde duran diyalektiğin ayakları üzerine oturtulmasını Marx’ın gerçekleştirdiğini biliyoruz. Ayakları üzerine oturtulan nedir? İdealizmin Hegel’e kadar gelen tarihinde ortada bıraktığı boşluk toplumsal tarih ilişkisidir. Antik çağdan Hegel’e toplumsal tarih, küçümsenen ve gündelik yaşam boyutuyla sanat alanında konumlanan bir olgu olarak ele alınmıştır. Hegel, idealizmin bu tarihsel boşlunu doldurmuş, tarihsel ve toplumsal alanı felsefeye içkinleştirerek felsefeyi diyalektik üzerinden toplumsal bir ilişki haline getirmiştir. Hegel, idealizmin maddeci yorumudur. Ayakları üzerine oturtulan, bu diyalektik maddeci yorumun idealizmden arındırılarak maddi somut toplumsal sınıf ilişkilerinin kuruluş felsefesi haline getirilmesidir. Aydınlanma ve modernizm birbirleriyle ilişkili olmasına karşın aynı şeyler değillerdir. Her sınıf, çıkarını toplum çıkarı olarak kurarken çıkarına uygun olarak tarihi okur ve konuşturur. Aydınlanma tarihsel bir kopuşu gerçekleştirdi. Yeni tarihsel dönemin sınıflarını açığa çıkardı. Modernizm ise, burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarını yeni bir egemenlik biçimi altında siyasallaştırmasıdır. Modernizm, yeni sınıfsal tikelliklerin diyalektiğini kuran ve çalıştıran bir egemenlik işleyişidir. Modernizm, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılması ve siyasi mülk altına alınmasıdır. Değer teorisi üzerinden kurulan sınıf antagonizması bize bu gerçeği göstermektedir. Marx, diyalektiği ayakları üzerine oturtarak modernizmin sınıf ilişkilerinin diyalektiğini çözümlemiş, felsefeyi politik olana
içkinleştirmiştir. Diyalektik, ekonomi politiğin kurucu dinamiğidir. Kapital’in her kavramı diyalektik ile çalışır. Hegel’in ‘‘mantık’’ı içinde gezinemeyenler, Marx’ı ve Kapital’i anlayamazlar. Kapital ve Grundrisse, diyalektiğin toplumsal estetiğidir. Felsefe politiktir ve sınıfların politik öznelliklerine içkin kurulur. Felsefeyi sınıfları kuran ve işleten bir konumda algılamak metafiziktir. Modern sınıf olan burjuvaziyi ve ücretli
Burjuvazi ve ücretli emek, sermayenin diyalektiğini işleten ve çalıştıran tikelliklerdir. Bu tikellikler arasındaki çelişkili ilişkiselliğin üzerine kurulu çatışma sermayenin tümelliğini olumlar
emeği kuran felsefe değil, toplumsal bir ilişki olan sermayenin politik öznelliğinin diyalektik işleyişidir. Sermayenin ontolojisi diyalektiktir ve bir sınıf öznelliğinin politikliğini içerir. Ücretli emek, sermayenin yabancılaşmış bir biçimidir. Burjuvazi ve ücretli emek, sermayenin diyalektiğini işleten ve çalıştıran tikelliklerdir. Bu tikellikler arasındaki çelişkili ilişkiselliğin üzerine kurulu çatışma sermayenin tümelliğini olumlar. Diyalektik işleyen ücretli emek ve burjuvazi arasında bir antagonizma yoktur. Tikellikler arasında bir antagonizmanın kuruluşu, tikellikler arasında sermayeyi işleten ve çalıştıran çelişkili ilişkiselliği, yani diyalektiği politik olarak reddeden bir politik felsefenin kuruluşunu zorunlu kılar. Bu bağlamda, sınıfsal antagonist bir ontoloji felsefesi tümellik üzerinden değil, tikellik üzerinden kurulmalıdır. Marx, emeğin politik öznelliğinin felsefesini diyalektik olarak kurmadı. Tam tersine, sermayenin politik öznelliği olarak diyalektiği kurdu. Kapital, sermayenin politik öznelliğinin diyalektik üzerinden çözümlenmesidir. Bu bağlamda diyalektik, sınıf ve iktidar üretiminin politikliğidir. Emeğin politik olumlama öznelliğinin felsefesini sermayenin politik öznelliğinin felsefesine gömmek, sınıf antagonizmasının reddidir.
15
Marx, Kapital’in Almanca birinci baskısına önsözde şunları ifade etmektedir: ‘‘Ben, bu yapıtta kapitalist üretim tarzını ve bu tarza tekabül eden üretim ve değişim koşullarını inceleyeceğim… konu, kapitalist üretimin doğal yasalarının sonucu olan toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların şu ya da bu derecede gelişmiş olmaları değildir. Burada söz konusu olan, bu yasaların kendileridir, kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimlerdir.’’1 Marx için diyalektik, sermayenin politik öznelliğinin ‘‘yasalarını’’ ve ‘‘eğilimlerini’’ çözümlemek için önemlidir. Marx, diyalektik üzerinden sermayenin politik öznelliğinin işleyişini çözümlemiştir. Sermayenin çözümlenmesi, emeğin politik olumlanmasının tarihsel ve toplumsal koşullarının bilimsel çözümlenmesidir. Sermaye, değer teorisi üzerinden emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılması, ücretli emek altında özneleştirilerek siyasi olarak mülkleştirilmesi ve emeğin sömürgeleştirilmesidir. Kapital, sermayenin öznelliğine içkin diyalektiğin nasıl işlediğinin, çalıştığının çözümlenmesi ve açığa çıkarılmasıdır. Bu bağlamda, emeğin politik öznelliğinin felsefesi diyalektik değildir ve diyalektiğe karşı kurulmalıdır. Sınıfsal antagonizma diyalektikte değil, diyalektiğe karşı politikliktedir.
Metanın Diyalektiği Marx’ın, Kapital’i kaleme alırken anlaşılır bir dil ve anlatım kurmak için azami bir çaba sarf ettiği biliniyor. Buna rağmen, Kapital’in ilk bölümü olan ‘‘Para ve Meta’’ başlığı altında ‘‘değer’’ ilişkisinin kuruluşunun okurların anlamakta zorlanacağı bir bölüm olacağını söylemekten kaçınmamıştır. Bu bölüm, Marksist ekonomi politik eleştirisinin en soyutlanmış, yoğunlaştırılmış ve damıtılmış satırlarıdır. Bütün Kapital’in, bu bölümün açılımı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu satırlar, kapitalist toplumsal ilişkilerin nasıl bir eşitlik ilişkisi üzerinden üretilip yeniden üretildiğinin çözümlenmesidir. Bu bağlamda ‘‘meta’’ kavramı kapitalist toplumsal ilişkilerin hücresi ve kapitalist toplumsal ilişkilerin en soyut maddi biçimidir. Meta, emeğe yabancılaştırılmış toplumsal bir ilişki üretimidir. ‘‘İlk bakışta bir meta, çok önemsiz ve kolayca anlaşılır bir şey gibi gelir. Oysa metanın tahlili, aslında onun metafizik incelikler ve teolojik süslerle dolu pek garip bir şey olduğunu göstermiştir.’’2 Bu yüzden, metaların mistik özelliği, metaların kullanım değeri ya da emek ürünü olmaları bağlamında ‘‘değer’’ taşımaları değil, değerin, değişim değeri biçimi altında toplumsal bir ilişki üretimi olmasıdır.
Sermaye, değer teorisi üzerinden emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılması, ücretli emek altında özneleştirilerek siyasi olarak mülkleştirilmesi ve emeğin sömürgeleştirilmesidir
‘‘Günlük konuşma diliyle, bir metanın hem kullanım değeri hem de değişim değeri olduğunu söylememiz, doğrusunu söylemek gerekirse yanlıştı. Bir meta, bir kullanım değeri ya da yararlılık nesnesi, ve bir değerdir. Meta, kendisini bu iki yanı ile, değeri, bağımsız biçimini yani değişim değeri biçimini alır almaz gösterir. Yalıtılmış halde bu biçimi hiçbir zaman almaz; ama ancak farklı türden başka bir meta ile, bir değer ya da değişim ilişkisi içine girince bu biçime bürünür.’’3 Marx’ın bu ifadesinde de görüleceği gibi, ‘‘meta’’nın ontolojisi ilişkisellik içerisinde kurulur. Meta, bu ilişkisellikten bağımsız, yalıtılmış
biçimi içerisinden meta değil, bir emek ürünüdür. Bu bağlamda, her yararlı emek, kulanım değeri ve değer taşısa da meta değildir. Bir ürünün meta olması için, çelişkili ilişkisellik içinde karşıtına dönüşerek kendisini olumsuzlaması gerekir. Bir başka ifade ile ürün, kendisinden bağımsız karşıtının biçiminde kendisini görüntülediği oranda metadır. Bir üründe bulunan kullanım değeri yani yararlılığı, toplumsal emek ürünü olması bağlamında taşıdığı değerle çelişik değil barışıktır. Bu kullanım değeri ve değer, üründen bağımsız değişim değeriyle toplumsal ilişkiye girdiği anda, kullanım değeri değişim
Emeğin politik olumlama öznelliğinin felsefesini sermayenin politik öznelliğinin felsefesine gömmek, sınıf antagonizmasının reddidir
16
Ürün içindeki toplumsal değer, ‘‘emek zaman’’ altında ölçülerek değişim değeri biçimine dönüşür ve emeğe yabancılaşır
değeriyle çelişkiye girer. Değerin ontolojisi değişim değerine içkinleşir ve özneleşir ve meta kavramında karşıtlaşan kullanım değeri ve değişim değeri özdeşleşir ve karşıtların birliğine dönüşür. Kavram olarak meta, tümelliğini karşıtı bir başka bir meta biçimi olan ‘‘para’’ ile çelişkili bir ilişkisellik kurduğu oranda kavrar ve kendisi için varlık olur. Nispi değer, evrensel eşdeğerin ölçüsünde değişim değeri olur. Meta kavramının bu fenomenolojik açılımının zorunlu, kaçınılmaz eğilimi nedir? Bir toplumsal ilişki, toplumsal eşitlik ilişkisini kurmadan kendisini üretemez ve ayakta kalamaz. Kapitalist toplumsal ilişki, eşitliği metalar üzerinden kurar ve işletir. Meta, bu bağlamda kapitalist toplumsal ilişkilerin eşitliğini kuran bir özgürlüktür. Metalar arasındaki toplumsal ilişki eşit ve özgürdür. Meta bu eşitliği, kendisinde bulunan değeri zaman kavramının niceliğiyle ölçerek kurar. Metalar arasındaki değişim, eşit toplumsal emek zamanlar arsındaki bir toplumsal ilişki ve değişimdir. Bu bağlamda, ürün içindeki toplumsal değer, ‘‘emek zaman’’ altında ölçülerek değişim değeri biçimine dönüşür ve emeğe yabancılaştırılır. Bu noktadan sonra metalar arasındaki ilişki eşit ve özgür bir toplumsal ilişki, insanlar arası ilişkiler ise maddi çıkar ilişkisidir. Meta fetişizmi, insanın toplumsal yabancılaşma ilişkisidir. ‘‘Metaların dili olsaydı şöyle derlerdi: kullanım değerimiz insanları ilgilendirebilir.
Nesne olarak bize ait olan şey değerimizdir. Meta olarak doğal ilişkilerimiz bunu tanıtlar. Birbirimizin gözünde değişim değerinden başka bir şey değiliz.’’4 Meta üretimi, değişim değeri üzerinden bir toplumsal ilişki üretimidir. Meta üretiminde, değişim değeri kullanım değerini önceller. Kullanım değeri, yalnızca değişim değerinin taşıyıcısı olduğu oranda vardır. Artık toplumsal eşitlik ve ilişkinin insandan bağımsız nesnelerin doğal bir özelliğiymiş gibi algılanması kaçınılmazdır. Emek ürünlerine meta olarak üretildikleri anda yapışı veren işte bu fetişizmdir.
Ücret, kâr ve rant sınıf olarak sınıflaştırmayı üreten mülkiyet biçimleridir
Ücretli Emek ve Emek Zaman Değer, dil gibi toplumsal bir üründür. Değerin özü ise emektir. Emek, değeri toplumsal ürün olarak üretir ve değer, toplumsal emek ürünüdür. Değerin özünün emek olduğu keşfinin insanlık açısından çok önemli olduğunu Marx vurgular. Fakat, değerin değişim değeri biçimi altında emeğe yabancılaştırıldığının bulunmasının ise kendisine ait olduğunu söyler. Değişim değeri kavramı çok önemli, kilit bir kavramdır. Kapitalizmin çökmesi demek, değişim değeri üzerinden işleyen toplumsal ilişkilerin çökmesi demektir. Somut emek, kendi ihtiyacı için bir kullanım değeri üretebilir. Fakat bu durum bir değer üretmez. Emeğin değer üretebilmek için kendisi dışında toplumsal bir kullanım değeri üretmesi gerekir. Bu durum, emeğin toplumsallaşma boyutunun göstergesidir. Emeğin toplumsallığı geliştikçe, toplumsal kullanım değeri ve toplumsal değer artar. Bu ise, emeğin üretkenliğinin, verimliliğinin ve toplumsal üretken güç olarak zenginliğinin göstergesidir. Bu boyutta somut emek, toplumsal kolektif emeğin ürünü olan toplumsal değerin üretimi ve bölüşümünde, toplumsal kolektif emeğin bir parçası olarak eşit ve özgürdür. Değişim değeri üzerinden değerin emek zaman üzerinden eşitlenmesinde ise emeğin toplumsallığı, toplumsal emeğin üretkenliği artıkça değişim değeri düşer. Değişim değerine göre değer, emeğin, emek zaman altında nicelikleşmesidir. Değişim değerine göre, canlı emek süresinde emek zaman artı-
17
rıldıkça değer büyür. Fakat emek toplumsallaştıkça, emeğin toplumsal üretici gücü geliştikçe, toplumsal emek üretkenleştikçe emek zaman küçülür. Değişim değeri üzerinden emek, zamanlaşmış niceliksel değer ile emeğin toplumsal kullanım değeri üretimindeki niteliksel değer arasındaki diyalektik toplumsal değerin özel mülkleştirilmesiyle işletilir ve çalıştırılır. Toplumsal emeğin ürünü olan değer, emek zaman altında nicelikleşerek sermayeleşir. Emek zaman altında değerin nicelikleşmesi, emeği ücretli emek altında sınıflaştırır. Sermaye emeğin yabancılaşmış biçimi, ücretli emek ise sermayenin başkalaşmış biçimidir. Gerek emek zaman ve sermaye, gerekse ücretli emek ve sermaye, çelişkili ilişkiselliğin dinamiğinde kendilerini olumsuzlayarak olumlarlar. Toplumsal emek ürünü olan değerin emek zaman altında değişim değerine dönüşmesi, mülkün özelleştirilmesidir. Ücret, kâr ve rant, değişim değerine dayalı kapitalist toplumsal ilişkilerin üretiminin mülkiyet ve sınıfsal biçimleridir. Bu mülkiyet biçimleri, toplumsal emeğin sınıflaşmasının yeniden üretimidir. Ücret, kâr ve rant sınıf olarak sınıflaştırmayı üretmek demektir. Metalar arasındaki toplumsal ilişkiye karşı insanlar arasındaki maddi çıkar ilişkisi, sınıf üretiminin yeniden üretiminin politik işleyişidir. Sınıflar arası diyalektik, aşağıdan yukarıya değişim değeri üzerinden işleyen kapitalist toplumsal ilişkileri kurar ve üretir.
Diyalektik Tahakkümdür Metanın tümelliğinde, kullanım değeri ve değişim değeri karşıtlaştırılarak tikelleşir ve karşıtların birliğine dönüşür. Sermayenin tümelliğinde, ücretli emek ve burjuvazi karşıtlaştırılarak tikelleştirilir ve karşıtların özdeşliğine dönüşür. Bu durum, sermaye öznelliğinin diyalektik işleyişinin ürünüdür. Sermaye, diyalektik işleyişinde tekillikleri karşıtlaştırıp kendisini olumsuzlayarak
Antagonizmada tikellikler kurucudur ve politik karşıdan kuruculuğun politik çokluğudur. Tikellik üzerine kurulu olan ontoloji antagonisttir ve politik çokluğun kurucusudur
olumlar. Emeğin politik öznelliğinde ise, emeğin diyalektiğe ihtiyacı yoktur. Emek için, diyalektik antagonist bir karşıtlıktır. Emeğin öznelliği açısından, kullanım değeri, emek-zaman altında değişim değerinin, emek ise, ücretli emek altında burjuvazinin tahakkümü altına alınarak sermayeleştirilmesidir. Tikellikler arasında çelişkisel özdeşlik ve birlik yoktur; tam tersine uzlaşmaz çatışma vardır. Diyalektikte, tekillikler tümel tarafından özneleştirilerek kurulur. Antagonizmada ise, tikellikler kurucudur ve
politik karşıdan kuruculuğun politik çokluğudur. Tikellik üzerine kurulu olan ontoloji antagonistir ve politik çokluğun kurucusudur. Sermayenin diyalektiğinde sınıfsal bir tikellik olarak kurulan proletaryanın sınıf siyaseti, ücretli emek üzerinden sınıflaşmanın değil, sermayenin diyalektiğinin ürünü olan ücretli emeği reddeden sınıfsızlaşmanın politik pratiğidir. Proletarya, tarihsel olarak kendisini sınıf olarak reddeden tek ezilen sınıftır. Komünizm, bugünün anti-kapitalizmidir. 1 2 3 4
K. Marx, Kapital 1, Sol Yayınları, 1997, s. 16 A.g.y., s. 81 A.g.y., s. 71 A.g.y., s. 92
Emek, emek- zaman altında nicelikleşerek sermayeleşir Cengiz İNAN
18
Devrimcilik ve hareket üzerine ‘‘gençlikten’’ bir deneme Ya dışındasındır çemberin, Ya da içinde yer alacaksın. Kendin içindeyken, kafan dışındaysa Çaresi yok kardeşim, mutsuz olacaksın!
Çevreye Göz Atmak Çevremize baktığımızda ne görüyoruz? Coşkulu heyecanlı insanlar mı? Otobüse bindiğimizde mesela mutlu/huzurlu/neşeli görünen insanlarla mı karşılaşıyoruz? Bunca çeşitlilik ve rengin arasında bunca insanın ortak özelliği neden hep somurtmak? Kampüslerde neler görüyoruz? Örneğin benim kampüsümde gördüğüm kafayı okul bitince parayı kırıp, saadetine sadet katacağını düşünen, kronik kaygılı, belleksiz, iki kolu ve iki bacağı olan yürüyen ufak şirketler. Keza yine kampüste gezinen çeşitli şirket ortalıkları. Meta kültürünün etkisiyle semiren ve geçmişten hiçbir tarihsellik almadan zamanı kendisinden başlatan belleksiz bir toplam. Anlaşılan falanca CEO’nun falanca şirkette aldığı maaş ya da falanca ordunun falanca teknolojiyle ürettiği ‘‘teknoloji harikası’’ füzeler epey bir zamandır en trend(!) muhabbetler! Bir füze kadar pervasız, bir taş kadar duyarsız ve kendisine yabancı. Üzerindeki marka, yanındaki arkadaşı, filanca şirketin yönetim kurulu başkanı... daha da tuhafı: Bebek’ten ya da Etiler’den
Bugün gençlik hareketinde ‘‘hareket ve özne’’ tartışmasının oturduğu yeri açmak bir köşe taşını yıkmak kadar önemlidir
Boğaziçi Kampüsüne kadar taşınan Starbucks bardağı! Aslında hiçbiri! İnsanın kendisini başkalarına referans yoluyla tanımlaması, insanın kendisini başkası olarak algılamasıdır ve başkası her zaman nesnedir.1 Fakat buradaki başkası bir bardağa indirgenince durumun vahimliği üzerine lafı daha da uzatmak anlamsız. Meta kültürünün ürettiği gösterinin zorunluluklarıyla ya da ona alternatif olarak (aslında olamayarak) politik-üst yapının gencin gündeminden ‘‘dışarıda’’ gündem belirlediği bir solculuk oyununda geçen krizli yaşamlarda somurtmaların sebebi bu olsa gerek. Aynı sınıftaki, aynı kantindeki, aynı otobüsteki; fakat farklı koltuklardaki bir yığın somurtgan memur. Marjinali belirleyen ise yine hâkim ideoloji.
Çevreye Biraz Daha Farklı Bir Gözle Bakmak Kapitalizm, imparatorluk koşulları içerisinde kendini yaşamın her alanında yeniden ve yeniden var ederken; ürünü metalaştırma ilişkisini merkeze ‘‘birey’’i alarak ve onu özneleştirerek işletmektedir. Merkezine birey’i alan ve yaşamı her alanından çevreleyen ve kapatan bu iç-içe çemberler bütünü, bütün toplumsal ilişki alanlarını da metalaştırır. Kısaca özetleyecek olursak: meta artı-değer taşıyan somut bir ürünün ifadesinden ziyade ilişki biçiminin kendisidir. Tarihte ve bugünde
gençliğin yaşamla olan dinamik ilişkiselliğine ve bunun doğal sonucu olarak gençliğin siyasal süreçlerde üstlendiği rollere baktığımızda kapitalizmin en esas hedeflerinden biri de doğal olarak ‘‘gençliktir’’ ve kapitalizmin bir bütün olarak üzerine eğildiği bu isyankar dinamiğe yaklaşımında özne’ye birey’i koyarak yapılandırdığı paradigma üniversitelerde bedenini bulmuştur. Bugün üniversiteler, gençlikteki toplumsal ilişkilerin tümünün ve bireyin tüm hücrelerinin metalaşmasında kapitalizmin en sadık ve işlevli aygıtlarından biridir. Rekabetçiliğin, çıkarcığının yani bireyi toplum içerisinden yalıtarak bireyselleştiren her çeşit kapitalist ilişki biçiminin gençlikte içsel bir olgu olarak beden bulması ve toplumun dönüşümü, alanda birçok iktidar mekanizmasının çalışmasından ve bireyde bu mekanizmaların ve metalaştırma ilişkisinin biyo-politik2 olarak kurulmasından bağımsız değildir. Kampüslerinde sallanan üzerinde ‘‘be creative!’’(yaratıcı ol) ‘‘be entrepreneur!’’ (girişimci ol) yazılı dev bayraklarıyla, kapılarındaki turnikeler ve kameralarıyla, kariyer kulüpleriyle ve onları coşkulu birer kapitalist olarak işleten/örgütleyen kitlesel öğrenci gruplarıyla üniversiteler, bugün YÖK’le, misyonu bittiğinde ise YÖK’ün kaldırılıp yerine daha belirgin yönetişim ağlarıyla örülmüş bir iktidar anlayışıyla denetim toplumunun yeniden ve yeniden kurulmasında en temel
19
köşe taşlarından biridir. Bunun devingenliğini sağlayan ve yeniden var eden ise tüm toplumsal ilişki biçimleriyle meta kültürünü içselleştirmiş olan öğrenci ve üniversite içi dinamiklerinin kendisidir. Bu öğrenciyi suçlama değil, içinde bulunduğumuz koşullarda kapitalizme karşı ‘‘direnebilme’’ ve ‘‘devrimci kalabilme’’ kavramlarının nasıl bir ahlaki duruş olduğunu ve ahlaki duruşun vicdan, onur ve adalet duygularıyla nasıl iç içe geçtiğini anlamak için gereklidir. Bu gereklilikle bugün gençlik hareketinde ‘‘hareket ve özne’’ tartışmasının oturduğu yeri açmak bir köşe taşını yıkmak kadar önemlidir ve bize tarihten bugünü konuşturan bir tartışmanın olanağını sağlamaktadır.
Devrimciliğin Öznesi: Birey Devrimcilik nedir? –ist ve –izm’lerle çeperlenmiş, eşitlik ve özgürlük kavramlarıyla hareket etmekte olan her şey midir? Ya da devrimciliği tanımlamak mümkün müdür? Evet, esas sorumuz budur çünkü devrimcilik tanımlanmış, -ist ve –izm’lerle sınırlandırılmış bir statiğin ifadesi değil değişimin ve devingenliğin içkin duygusudur. Onu tanımlayan ve bir statiğe hapseden tüm yaklaşımlar o duygunun ‘‘öz’’üne ters düşmektedir. Devrimcilik –ist ve –izm’lerle sınırlandırılamaz, yaşamın kendisine içkin olduğundan ve hatta politik bir bedende yaşamın kendisi olduğundan ötürü –ist ve –izmlerle etkileşim halindedir; fakat bir ‘‘duygu’’ olarak onlardan bağımsızdır. Bu duygu, hayat içerisinde devingenlik ve değişimin içerisinde olduğu özgürlük, adalet, onur ve vicdan gibi birçok kavramla da etkileşim içerisinde-beraberce cüretkârlaşır. Bedenini yeniden ve yeniden bulur. Bir statiklikte değil, yaşamın akışında kendisini doğrudan var eder. Aslolan devrimciliktir. Yaşamın kendisi akarken devrimciliği sabitleyerek yaşamın kendisine devrimciliği yabancılaştıran modernist sol söylem, kendisini ve tüm dinamiklerini ‘‘iktidarın ve devletin fethedilmesi-ele geçirilmesi’’ üzerinden örgütlemektedir. Bu perspektife pek tabi partilerin ve teşkilatların gençlik örgütlenmeleri de dâhildir. Her şeyin (fikrin, gündemin, eylemin vs. vs.) sorgulanamaz bir iktidarla, iktidarın fethi için tepeden indiği hareketin esas öznesi ‘‘gençlik’’ değil, hareketin eksenini ‘‘gençliğe rağmen’’ belirleyen ve tepeden ‘‘gençlik için’’ indiren ‘‘büyüklerdir’’. Bir genç harekete dâhil olduğunda kendisini orada özne olarak konuşturacağı bir özgür bir alandan ziyade; kendisini tüm yönleriyle önceden kurgulanmış ve aynı oyunun daha önce defalarca kez tekrarlanmış olduğu teatral, küçük ama sanal bir dünyanın içerisinde
Devrimcilik –ist ve –izm’lerle sınırlandırılamaz, yaşamın kendisine içkin olduğundan ve hatta politik bir bedende yaşamın kendisi olduğundan ötürü –ist ve –izmlerle etkileşim halindedir; fakat bir ‘‘duygu’’ olarak onlardan bağımsızdır
bulur. Bir türlü kitleselleşmeyen bu hareketler en asgari ‘‘talepler’’ çerçevesinde temsil düzeyinde birlikteliklerle, eylem ittifaklarıyla kitleselleşmeler gösterseler bile, hareketteki bireylerin eylemliliği, kendilerine ve yaşamın kendisine içkin olmadığı için (aslında olmayan) hareketin eylem ve talepleriyle beraber sanal kalmaya mahkûmlardır. Sanallıktan bir gerçeklik çıkmaz. Kapitalizm tüm aygıtlarıyla merkeze aldığı bireyi ve tüm toplumsal ilişkilerini biyo-politik olarak metalaştırırken gençlik hareketindeki kadro-kitle ikilemi bir özneden ziyade bilinçlenmesi gereken topluluğu ifade eder. Dışarıdan dayatılan bu bilinç, bir kadro olarak harekette yar alan bireyler için göğse takılan birer devrimci kimlik ve devrimci apoletten farksız değildir. Bu yüzden devrimcilik kavramı bu apoletliler için yaşamın içindeki devingenlikten çoktan çıkmış; yaşamın ken-
Devrimcilik kavramı bu apoletliler için yaşamın içindeki devingenlikten çoktan çıkmış; yaşamın kendisinden bağımsız bir dünyada yaratılan ufak ve sanal dünyadaki iktidarın ifadesi halini almıştır
disinden bağımsız bir dünyada yaratılan ufak ve sanal dünyadaki iktidarın ifadesi halini almıştır. Bu sanal dünyadaki önceden belirlenmiş kurgu rolde ‘‘devrimci kimlik’’ dinsel bir kimlik olarak aşkın bir yerden kurgusal olarak biçiminde dayatılır. Hayatı çoktan ıskalamıştır. Hayatı ıskalayan bu kurgunun bir ‘‘kuruculuğu’’ olmayacağı gibi kadronun kendisinin de yabancılaşmasını ve zamanla kendisini tüketmesini sağlayacaktır. Saygıya değer bir inat ve çalışkanlıkla sanal bir dünyada karşı durulan ne yazık ki zamanın akışı, yaşamın gerçekliğidir ve zaman yenilmezdir. Dolayısıyla apoletli kadronun yaşayacağı bir yenilgi değil bir tükenme halidir. Velhasıl bu durumun örgütleyicisi, kapitalizmin bireyi kendisine yabancılaştırdığı ve nesneleştirdiği paradigmanın sol taraftan yeniden üretilmiş biçimidir. Oysa ‘‘devrimcilik’’ içkindir. Yukarıda
20
Hareketin esas öznesi ‘‘gençlik’’ değil, hareketin eksenini ‘‘gençliğe rağmen’’ belirleyen ve tepeden ‘‘gençlik için’’ indiren ‘‘büyüklerdir’’
yazdığımız gibi duygunun kendisidir. Aşkın değil, bireye içkin bir duygu olarak politikliğini birey üzerinde eylemde bulur. Bu yüzden eylemin, öznenin kendi istenci ve gücüyle içkin şekilde örgütle(n)mesi önemlidir; böyle böyle devrimcilik devingenliğini yakalarsa bedenini bulur ve o bedenden kopmaz; çünkü artık ayağını bastığı yerden bir direniş örgütleyebilecek beden halini almıştır. Devrimciliğin ve devrimcinin ‘‘disipline edilme’’ gereksinimi kalmamıştır. Kendi öz-disiplin mekanizmalarını, deneyim aktarımları ve tecrübelerle şekillenecek aklıyla, kendisini tanımasıyla bir özne olarak birey kuracaktır. Birbirini açığa çıkartan bu iki dinamik birbirine kenetlenmiş, birbirini üreten ve kesintisiz üreten bir bütünlüğü ifade eder.
Hareketin Öznesi: Hareket Devrimcilik, bitmeyen kuruluşunu birey üzerinden bedenleştirirken 68’, 78’ ve 96’ öğrenci
hareketleri üzerinden ‘‘harekete’’ dair bugünden hareketi konuşturan yeniden bir okuma, gençlik hareketinde yaşanan tıkanıklığın konjonktürel değil; çok daha yapısal ve bütünsel bir tıkanıklık olduğunu bize gösterecektir. 68’ hareketini, hareketin özne olduğu bir hareket ve hareketin ruhunun dünyada yarattığı enerjiyle ayrı bir noktaya koyup, 68’ hareketi sonrası hareket içerisinde ‘‘öznelerin kadrolar tarafından belirlenimi ve ‘‘belirlenenle’’ devrimciliğin bedenini bulamadığını’’ söylemek 68’den sonraki gençlik hareketlerine baktığımızda bizleri olumsuzlamaz. 68’ sonrası bireylere içkin olmayan pratik ve pragmatizm içerisinde bireylerin memurlaşarak, harekette kendilerine ifade alanını ancak memurlaşma ve askerleşmeyle harekete dayattığını ve dar pratiğe sıkışan dinamiklerin önce kendilerini, sonra ise hareketi kilitlediğini söyleyebiliriz. 68’den sonraki gençlik hareketlerinde ise 68’ hareketinin kadrolarından arda kalanlarla
Yerel birliktelikler örgütsel ve politik sorumluluğun altına gir(e)mediği müddetçe hareket politikleşemez
partiden/öncüden ama ‘‘dışarıdan’’ gündem belirleyenle ve onların etkisiyle ‘‘hareketli’’ duran konjonktür; 68 ruhunu (yani hareketin kendisinin özne olduğu süreci) yitirip özellikle 78’ sürecinde hareketin örgütlediği kadrolardan, hareketin kendi dinamiğinden yemiştir. 80’darbesiyle de var olan kadrolarını tamamen yitiren sol, hem (büyük oranda) darbenin etkisiyle hem de dışarıdan belirlenen gündemin getirdiği ve hareket içerisinde harekete ve bireye içkin şekilde devrimciliği örgütleyemediği memurlaşan kadrolarının (yaşadıkları darbenin etkisi ne kadar büyük olursa olsun) yaşadığı iç yenilgiden (kendilerini harekette var edememeden-harekette hareket ile özneleşememeden) ötürü yaşadığı krizle ve tıkanıklıkla gerçek anlamda ilk farkındalığını henüz adı konulamıyor-okunamıyor olsa da yaşamıştır. Darbenin de etkisiyle neredeyse tamamen dağılan sol, 96’ süreciyle asgari talepler doğrultusunda birliktelik göstermeyi başarmıştır. Birliktelik gösteren grupların 68’e göre çok daha geri bir pozisyondan; fakat inanç ve inatla örgütlediği ‘‘Koordinasyon Dönemi’’, adı o zamana dek konulamayan yapısal tıkanıklıkla yüzleşilmesi açısından değerlendirilmesi gereken çok önemli bir pratik süreçtir. 80 darbesi sonrası, tam bir varoluş mücadelesi içerisine girmiş ve sayıları hayli azalmış apoletli/memur kadroların kitleyi örgütlemeye çalıştığı 96’ süreci; talepleriyle birlikte (kimi eylemleriyle her ne kadar ses getirmiş olsa da) hem yapısal tıkanıklığın temel dinamiği olan ‘‘iktidar fethi için’’ iktidar mücadelesi hem de kadro-kitle ayrımının üretimiyle dayatılan dış-bilinçle; aşkın devrimcilik formasyonu ve iktidar perspektifi yüklemelerinden dolayı zamana, yaşama ve ‘‘kendisine’’ yenilmiştir. Keşke elimizde olanaklar olsa da koordinasyon döneminde harekette yer alanların yüzde kaçı bugün hala devrimci hareket
21
içerisindedir veya hala kendisini ‘‘devrimci’’ olarak ifade etmektedir bunun verisini elde edebilsek. Bu verinin okuması insanları ‘‘niye devrimci harekette değilsin sen bakayım!’’ diye suçlamak için değil; gençlik pratiği içerisinde özellikle de öğrencilik dönemi bitince paradigmanın yaşamın içerisinde nasıl bir kurucu rol alamadığını göstermek açısından önemlidir. Evet, 80’de devrimciler en ağır işkencelerden ve zulümlerden geçtiler ve büyük oranda dağıldılar; fakat 96’da ki dağılmanın ve harekette yer alanların bu denli ‘‘yitmesinin’’ sebebi neydi? İşte bu soru gerçek anlamda bizi solun yaşadığı tıkanıklığın yapısal ve bütünsel boyutuyla yüzleştirecektir. Burada yaşanılan tıkanıklığın adını koymak yanlış yapma riskini göze almanın cesaretini göstermekle de özdeştir. Bu riski göze alanları aynı zamanda büyük bir sorumluluk beklemektedir ve bu sorumluluk örgütsel ve politik yükümlülüklerle bu tıkanıklığın altına paradigmatik ve pratik olarak girmekten, yanlış yapma olasılığının cesaretini göstermekten, geçmişi iyi okuyup yola çıkmaktan geçer. Keza bu yola çıkış artık prangalaşan kimi söylem ve yöntemlerden ciddi bir kopuşla olacaktır. Bu kopuşla başlayan adımlar olmuştur ve bu muhakkak devam edecektir; fakat bu adımlar belleksizce geçmişte kalmışları öteleyen bir noktadan değil; geçmiş değerlere saygı gösterip tarihsel aidatlarının onurunu içimizde taşıyarak olmuştur/olmalıdır. Geçmişin duyguları yadigârımızdır. ‘‘Kopuş’’ paradigmatik bir kopuşun ifadesidir; fakat bu paradigmatik kopuş duygusallık içermemelidir. Gerçekliğimiz budur.
‘‘Bütün bir beden/ örgüt/dinamik’’ olarak hareket içerisinde hareketle özneleşen örgütlerin ve bireylerin, kolektif şekilde çalışılmasının kuruculuğunu üstlenebilmek öz-örgütlülük yönünde ciddi bir adım olacaktır
Üretilen değerler bu toprakların devrimci gençlerinin, dönemlerinin konjonktürüne uygun olarak bedellerle yarattığı değerlerdir ve yeni değerler devrimcilerin görevidir. Dışarıdan algılanan nedir bilinmez ama Otonom emekçileri kendi öz-disiplin mekanizmalarını gerçekleştirmiş bireylerin üretken ritmi içerisinde; örgütsel ve politik sorumluluklarla ürettiği değerleri koruma konusunda fazlasıyla muhafazakârdır. Bu muhafazakârlık içerisinde insanların kendilerini kudretleri oranında özgürleştirmelerinin olanaklarının yaratılması konusunda ise sınırsız bir özgürlük ve bu özgürlük için gösterilecek conatus sonsuzdur. Bizler açısından en temel eksendir. Bu değerleri hiçbir politik-örgütsel amaç taşımadan kıyasıya eleştirip çok daha farklı ve hatta tuhaf bir biçimde ‘‘değer’’ tüketimi yaparak tuhaf bir yola girenler ise başka bir kategoriyi oluşturuyor. Bu kategorinin gençlik içerisindeki bir kısmı, aynı zamanda bugün özne-hareket tartışmasını somut pratikler üzerinden değerlendirmemizin olanağını sağlıyor. Öğrenci hareketi içerisindeki bu somut pratikler den de kısaca bahsetmek önümüzü daha net görmek için bir gerekliliktir.
Özne ve Harekette, Öz-Örgüt ve Bugün Öğrenci hareketinde öz-örgütlülük ve hareketin ‘‘bağımsızlığı’’ öğrencinin ve siyasal gençlik örgütlerinin kendisini özne olarak hissedebildiği, konuşturabildiği ve hareket içerisinde özne olarak kendisini var edebildiği, dolayısıyla da esas öznenin aslında hareket olduğu formdur. Yukarda gençlik örgütlenmelerinde bir kadro-kitle ayrımının daha başından kadroların kitlelere bilinç taşıma misyonundan dolayı bir dış-bilinç dayattığından bu yüzden harekette öğrencinin kendisini konuşturamadığından ve içkin bir biçimde politikleşemediğinden, gençlik hareketi içerisinde özneleşemediğinden bahsetmiştik. Hareketin olmadığı yerde siyasal boşluk olur ve siyasal boşluk bir şekilde doldurulur. Bu siyasal boşlukta kendisini gençlik örgütlerinde ifade edemeyen öğrencilerin, gençliğin dinamik doğası gereği oluşturduğu yapılar ve yerel birliktelikler birer öz-örgütlülük deneyimi olarak anlamlıdır; fakat bunların politik bir güç olma yolunda sıçrama yaratması, hareket içerisinden kolektif ve ciddi bir örgütsel ve politik sorumluluğu gerektirmektedir. Yerel birliktelikler bu sorumluluğun altına gir(e) mediği müddetçe hareket politikleşemez.
22
Politik bir örgütlülük, politik süreçleri göğüsleyebilecek bir gücün harekete içkin olarak kurulmasıyla mümkün olur
Politik bir güç olamayan ya da böyle bir iddiası bile olmayan hareketlerin her geçen gün sistem tarafından erozyona uğrayacağı aynı zamanda iç tartışmalarla kendini tüketeceği deneyimlerle sabittir. Bu tür alanlar ne yazık ki modernist solun iktidar perspektifinden kaçışla kendisine ifade alanı bulan/açan gençlikte tuhaf refleksler geliştirmekte: Bunlardan biri de kurulan bu tür platformlarda örgütlülüğün ya da herhangi bir ‘‘örgütün’’ varlığının istenilmemesidir. Yerel öğrenci örgütlülüğünün kaçış psikolojisi içerisinde bu tavır doğal olabilir, belki ilk sarınılan duygu da bu olacaktır; fakat bu duygu hareketin ‘‘bağımsızlığı’’ açısından ciddi bir yanılsamadır. Öğrenci hareketinin ‘‘bağımsızlığı’’ kampüs dinamizminin dışında politik kimliklerin ittifakı değil, üniver-
Örgütlülük, bireyi değil ‘‘bireyselliği’’ var etmek adına toplantı salonunda kapıya asılan bir kimlik değildir
sitelere sahip çıkan kampüs dinamiklerinin özgürleştirilmesidir. 3 Bu özgürlük alanıyla (yani hareketin bağımsız öz-örgütlülüğüyle) ilişkiye geçecek siyasi yapıların kendilerini ve gündemlerini orada bütün bir beden ve örgütlü bir dinamik olarak kolektivite içerisinde kurmak yerine; bir temsiliyetler dizisi içerisinde orayı kadro çalışmasının yürütüleceği kitle alanı olarak görmek, aslında harekete hareketin politik olarak güçlenmesinin değil; hareketin ‘‘kitle’’ olarak görülmesinin ve o ‘‘kitleye’’ örgütsel güçlenmenin aracı olarak bakılmasının sonucudur. Bu anlayış elbette orada kendisine alan bulamaz, kendisini dayatır ve hareketi kilitler; fakat orada politik bir dinamik olarak, tüm temsil mekanizmaların yerle bir eden ve ‘‘bütün bir beden/örgüt/dina-
mik’’ olarak hareket içerisinde hareketle özneleşen örgütlerin ve bireylerin, kolektif şekilde çalışılmasının kuruculuğunu üstlenebilmek öz-örgütlülük yönünde ciddi bir adım olacaktır. Bu adımı atmaktan hayli uzak ‘‘örgütlülüğün ve örgütlerin kendisine karşı’’ tavrın, dolayısıyla örgütlerin içerisinde kendilerini var edemediği bir yapının, öğrenci hareketi içerisinde bir hafızası ya da kuruculuğu olamaz. Örgütsüzlüğün örgütlendiği bu alanlar olsa olsa birkaç tutunamayanın laf ebeliği yaptığı ‘‘sosyal alanlardır’’. Sosyal alan derken bahsettiğim sosyalliği küçümseyen sosyalliğin içerisindeki politikliği kusan tavır değildir. Bugün bireyin onurundan ve yaşamından yana tavır alması ve bunun toplumsallığını kurması aynı zamanda siyasal bir tavırdır.
23
Karşıdan kuruculuk süreci, bireylerin, örgütlerin ve harekete dâhil olan yeni öznelerin sürekli ve devinen bir şekilde kendilerini gerçekleştirdikleri hiç bitmeyecek bir karşılıklı ‘‘öğrenme’’ sürecidir
Fakat toplumsallığın içerisindeki siyasallığı en adi pragmatizmle araçsallaştırıp başka bir toplumsallık içerisinde zamanla ‘‘kulüpleşen’’ yapılarda konuşanlar devrimci ‘‘bireyler’’ değil; örgütsel-politik sorumluluklardan kaçan ve devrimci olmayan ‘‘bireyselliklerdir’’. Örgütlülük, bireyi değil ‘‘bireyselliği’’ var etmek adına toplantı salonunda kapıya asılan bir kimlik değildir. İçkin bir devrimcilik ve onun kurduğu örgütsel kimlik içerisinde hareket etmek, bizler açısından içsel bir tavırdır. Bedenlere içkin ve bedenin kendisi olan bu duruş bir platform ya da bir birliktelikte/bir toplantıda dışarıda bırakılacak bir kimlik değildir. Devrimciliğin tanımıdır. Bireye içkin gelişmiştir. Bu anlamda zırtpırt ‘‘örgüt kimliklerini’’ dışarıda bırakmak gibi anlayamadığımız bir durumla kendilerini örgütleri reddeden çeşitli platformlarda bireysel olarak var etmek isteyen bireylerin, kendi yaşadıkları komik tablonun bile farkında olmadan bir de üzerine örgütlülüğün ve örgüt kavramının bizzat kendisine yönettiği eleştirilere ancak gülünür geçilir. Mesele bireylerin kendilerini hareke-
tin kurucu özneleri olarak var edebildiği, örgütlerin birer temsiliyet değil de; alan içerisinde kendilerini doğrudan ve bütün bir beden olarak özneleştirebildiği; hareket içerisinde kendilerini var ettikleri, dolayısıyla da esas öznenin aslında ‘‘hareket’’ olduğu anti-kapitalist karşıdan kurucu alanların, kolektif şekilde örgütlenmesidir. Velhasıl örgütlülük güçtür. Politik bir örgütlülük, politik süreçleri göğüsleyebilecek bir gücün harekete içkin olarak kurulma-
sıyla mümkün olur. Bugün siyasal alantoplumsal alan farkının ortadan kalktığı üniversitelerde ve gençlikte örgütlenmek doğrudan anti-kapitalist bir kültürün kuruculuğunu üstlenmiş, anti-kapitalist öznelerin (bireylerin, örgütlerin) yerel ve kolektif birlikteliklerin toplumsallığının artmasıyla mümkün olacaktır. Bu karşıdan kuruculuk süreci, bireylerin, örgütlerin ve harekete dâhil olan yeni öznelerin sürekli ve devinen bir şekilde kendilerini gerçekleştirdikleri hiç bitmeyecek bir karşılıklı ‘‘öğrenme’’ sürecidir. Dışarıdan müdahale adına hiçbir alan bırakmayan kapitalizm karşısında bir özne olabilmek için gerekli olan bireye içkin anti-kapitalist bir formasyonun hiç bitmeyecek kuruluşu ve devingenliği böyle olacaktır. Devrimcilik bedenini hücre hücre böyle bulacak; kurulan bir özne olarak kapitalizmin hücrelerini böyle böyle parçalayacaktır. Hücrelerimiz hala dipdiri, hala yaramaz, hala mücrim. Hücrelerimiz hala bugün sokakları adımlar neşeyle, öfkeyle, sabırla... Biliyor hücrelerimiz: ‘‘Bizim gibileri çok, belki bildiğimizden de çok’’ ve o çokluk bugün dünyanın kimi şehirlerinde, kimi köylerinde onuruyla yaşamayı üstlenip gökyüzüne doğru gülümsüyor, yaşamanın içerisinden dünyaya haykırıyor: Yenik değiliz! 1 Gençler için hayat bilgisi-gündelik hayatta devrim, Ayrıntı Yayınları, s. 39. 2 Öğrenci hareketi üzerinden daha ayrıntılı bir biyopolitika anlatımı için: Otonom 12, s. 39’a bakılabilir. 3 İmparatorluk ve bağımsız öğrenci hareketi, Otonom Yayıncılık, s. 56.
Emek
24
Öğrenci hareketi ve örgütlenme Öğrenci hareketi ve örgütlenme üzerine düşünmek öncelikle kapitalizmin iktidar işleyişinin dünü, bugünü ve nasıl değişikliklere gittiği üzerine düşünmeyi gerektirir. Kapitalist üretim tarzı ve iktidar biçimi her dönem farklı olmuş ve yürütülen muhalefete göre kendisini yeniden yapılandırıp değişikliklere gitmiştir. Bu değişikliklerle birlikte hâlâ modernist sol söylemlerle yapılanan bir öğrenci hareketinin artık bir karşılığı yoktur ve örgütlenme biçimlerinde yapısal değişikliklere gidilmesi gerekmektedir. Kapitalizmin iktidar işleyişinde yaşanan değişimler üzerine düşünmek, öğrenci hareketi üzerine düşünürken kafamızı açacaktır. Artık üretim yalnızca fabrikada değil hayatın bütün alanlarında gerçekleşiyor. Tüm yaşam bir fabrika haline gelirken, hayatın her alanının piyasalaşmasına ve bütün toplumsal ilişkilerin metalaşmasına tanık oluyoruz. Üretim biyo-politikleşiyor ve beden, bu toplumsal fabrika içersinde maddi üretiminin yanı sıra maddi olmayan üretimi ve yarattığı duygulanımlarıyla da sermayenin tahakkümü altına alınıyor. Kapitalizm, emeği sadece fabrikada değil içinde bulunduğu bütün toplumsal ilişkiler içersinde tahakküm altına alarak tüm yaşamı sınıflaştırma mekanı haline getiriyor. Bugün, modern dönemin içerisi-dışarısı ayrımı üzerinden işleyen iktidar yapılanması ortadan kalkmıştır ve iktidar tek merkez yerine birçok merkezden oluşmaktadır. Bu bağlamda mücadeleyi toplumsal alan-siyasal alan ikilemi üzerinden kuramayız. Yürütülen muhalefete göre kendisini yeniden yapılandırabilen, dönüştürebilen tek bir merkez yerine birçok merkezin bulunduğu bir beden olan iktidarla birlikte sömürü de her yerdedir. Dolayısıyla artık öncelik ve önem sırasına sahip olmaksızın yaşamın her alanı, birincil olarak direnişin ve karşıdan kurucu hayatların, kapitalizmin tahakkümüne karşı doğ-
Yaşamın her alanı, birincil olarak direnişin ve karşıdan kurucu hayatların, kapitalizmin tahakkümüne karşı doğrudan anti-kapitalist söylem ve pratiklerle kurulacağı iktidar alanlarıdır
rudan anti-kapitalist söylem ve pratiklerle kurulacağı iktidar alanlarıdır. Kapitalist üretim biçiminin ve sınıflaştırmanın en somut yaşandığı bu alanlardan biri de üniversitelerdir. Bugün, zaman zaman yaşanan sınırlı hareketlenmeler dışında bir öğrenci hareketinin varlığından pek söz edemeyiz. Yaşanan bu tıkanıklığın yapısal bir tıkanıklık olduğunu yıllardır söylüyoruz. Kendisini ve mücadele tarzını hâlâ modernizm dönemi içersinden kuran sol, kapitalizmin yeni iktidar işleyişini ve yaşanan değişikliklerin bütünselliğini kavrayamamaktadır. Geleneksel sol örgütler, yaşanan bu tıkanıklığın kendi modernist siyaset anlayışlarından kaynaklandığını, günümüzün tahakküm biçimlerinin nasıl dönüştüğünü ve kapitalizmin ulus devletle sınırlı kalmayan yeni bir egemenlik biçimi içersine nasıl girdiğini modernizmin söylemlerini kullanarak çözemeyeceklerini ve yeni bir yapılanmaya gitmek zorunda olduklarını hâlâ görememiş ya da bu gerçeklikle yüzleşememiştir. Temsiliyete dayalı bu anlayışa bir tepki olarak da kampüslerde salt bireysellik üzerinden kendini kuran yapılar meydana gelmiştir. Örgütsel temsiliyet taşıyan bireylerle örgütlülüğü birbirine karıştıran, salt ‘‘bireysellik’’ ve ‘‘birey temsiliyeti’’ üzerinden birarada bulunmaya çalışan bu oluşumlar da ters-
ten aynı yere düşüyorlar. Bir yanda yalnızca örgütü özneleştiren modernist sol oluşumlar varken, diğer yanda da yalnızca bireyi özneleştiren oluşumlar bulunuyor. Maalesef ikisi de madalyonun ters yüzleri olmaktan ve aynı şeyi üretmekten kaçamıyorlar. Bu iki anlayış da yeni bir özgürlük söylemi yaratamamaktadır ve eski ezberlerin ötesine geçebilecek bir politik kuruculuğa sahip değildir. Şimdi her iki anlayışı da ayrı ayrı inceleyelim. Kapitalizmin yaşamın bütün hücrelerini kuşattığı, her bedende kendisini işlettiği; çok merkezli iktidarın toplumsal hayatın bütünü üzerinde doğrudan tahakküme dönüştüğü bu koşullar içinde, politik kuruculuğu ancak antikapitalizm üstlenebilir. Bu bağlamda öğrenci hareketi, artık işçi hareketinin destekçisi veya örgütsel iradeye kadro sağlama zemini olmaktan çıkıp toplumsal fabrika içersinde tahakküm ve sömürüye karşı mücadelenin yürütüldüğü zeminlerdir. Modernist söylemlerle kendini yapılandıran anlayışlara göre kamusal bir alan olarak üniversiteler kitle alanlarıdır. Belli bir pasifliğe gönderme yapan kitle kavramı, siyasal alanda ise kitlelere siyasi bilinç vererek onları örgütleyecek bir öncüden bağımsız düşünülemez. Siyasi kuruculuğu da bu kitleleri temsil eden ve onlara bilinç götüren partiler üstlenir. Öncü temsili-
25
yet üzerinden öznelliğini kurarken nesnesini kitleleştirir. Kitle kavramı, öncünün iktidar üretimidir. Hareketin kendi gücü yerine siyasi temsiliyet üzerinden hareket edilmesi aşkın bir siyaset anlayışının gelenekleşmesine yol açmıştır. Kapitalizmin iktidar işleyişinin toplumsal hayatın bütünü üzerinde doğrudan tahakküme dönüştüğü günümüzde, karşıdan kurucu bir hareket, bir merkez ya da dışarıdan bir siyasal temsiliyetle değil, kendi eyleminin ve söyleminin öznesi olan toplumsal dinamikler tarafından gerçekleştirilebilir. Öncü-kitle ayrımı üzerinden giden anlayışlar, öğrencileri özne olarak değil bilinçlendirilmesi gereken kitleler, alanın kendisini ise öncü tarafından üretilen politikanın taşındığı alanlar olarak görür. Temsiliyet üzerinden öncü, öğrenci hareketini iktidarı için ‘‘kitle’’ olarak nesneleştirir. Talep siyaseti üzerinden örgütlenecek bir öğrenci hareketi, politik mücadeleyi temsili siyasetle kapatarak, onu reformistleştirmesinin yanı sıra, toplumsal dinamiklerin politik kuruculuktan dışlanmasına yol açar. Asıl sorun ‘‘eşitlik’’ kavramı üzerindeki politik farklılıktır. Modernist sol, eşitliği toplumsal olarak değil, politik olarak kurar ve örgütsel temsiliyeti politik eşitliğin ilkesi olarak görür. Örgütsel temsiliyet üzerinden politik eşitlik kuruluşu devlet, iktidar ve sınıf üretme ilişkisidir. Bu bağlamda modernist sol, politik eşitlik ilişkisi dışındaki bireyleri küçümser ve yok sayar. Aşkın siyaset anlayışının ortadan kaldırılıp her türlü politik temsiliyet üzerine kurulu eşitlik ilişkisini reddeden toplumsal örgütlenmelerin hayata geçirilmesi gerekmektedir. Hareketin önünü açabilecek yeni bir özgürlük söylemi, hem kapitalizmden hem de onun en büyük politik gücü olan devletten
Bir yanda yalnızca örgütü özneleştiren modernist sol oluşumlar varken, diğer yanda da yalnızca bireyi özneleştiren oluşumlar bulunuyor kopuşu sağlayacak olan toplumsal demokrasi ekseninde yapılanacaktır. Modern dönem boyunca kitlesel mücadelelerin önünü açan bir anlayışın, bugün neden böyle bir tıkanıklığın içine girdiği üzerine derinlemesine düşünmek yerine, aslında hiçbir fark yaratmayan, aynı işleyişi devam ettirip yaşanan sorunlara yüzeysel çözümlemeler getiriliyor. Bunlardan biri, politik temsiliyetler üzerinden bir eşitlik ilişkisi reddedilirken, salt öğrenci kimliği üzerinden ve kendisini bir örgütle ifade etmeyen insanlarla yanyana gelinerek oluşan, birey temsiliyetlerine dayanan eşitlik ilişkisi üzerine kurulan yapılardır. Bu tarz oluşumlar, örgütlü öğrencileri de örgütlü ilişkilerinden sıyırıp yalnızca birey kimlikleriyle o oluşumun içinde bulunmaya zorlayarak sol’dan liberal bir eşitlik ilişkisinin kuruculuğunu üstlenmektedirler. Modernist söyleme sadık kalınarak, yeni durumlara eski ezberlerle üretilmeye çalışılan çözümlemeler, kapitalizmin iktidar işleyişinin bütünlüğünün
ve öğrenci hareketinde gerekli olan yapısal değişikliklerin görülmesinin önünü de kapatmaktadır. Modernist yapıların yalnızca örgütlü insanları tanıyarak ve yalnızca örgütlerle politik eşitlik üzerinden ilişkilenerek bağımsız insanların kendilerini var etmelerinin önünü kapatması gibi, birey temsiliyetlerinin eşitliği üzerinden kendini tanımlayan bu oluşumlar da aynı ilişki biçimini tersinden örgütlü insanlara karşı kurmaktadır. Yaşanan sorunların örgütlü olmaktan kaynaklandığını zanneden bu anlayışlar, sorunun tamamen bir temsiliyet ve eşitlik sorunu olduğunu görememektedir. Asıl problem yaratan, bir zeminde örgütlü olarak bulunmak değil, bir örgütlülüğü politik temsiliyete indirgeyerek bulunmaktır. Bu aradaki farkı göremeyenler, örgütlü bireyleri de reddetmektedirler. Örgüt kavramını reddedip, bireyliği öne çıkararak bireyselliği sürekli üreten bu tarz oluşumlar kapitalizmin kültürünü yeniden üretiyor ve politikliği soldan liberalleştiriyorlar. Bununla
Öncü temsiliyet üzerinden öznelliğini kurarken nesnesini kitleleştirir. Kitle kavramı, öncünün iktidar üretimidir
26
Asıl problem yaratan, bir zeminde örgütlü olarak bulunmak değil, bir örgütlülüğü politik temsiliyete indirgeyerek bulunmaktır
birlikte toplumsallığa yabancılaşan bireylerle yaratılmaya çalışılan hareket de zamanla apolitikleşiyor. Bu yapılar diğer modernist sol oluşumlara karşıt olarak kurulmasına rağmen, toplumsallığı politik olarak örgütleyemedikleri için, karşıtıyla aynı yere düşerek o zemin içindeki bütün öznelerin farklılıklarıyla bir arada olduğu, karşıdan kurucu bir hayat yaratamamaktadır. Biraz daha açabilmek için birey kavramı üzerine biraz düşünelim. İnsan bedeninde, okulda, ailede, hayatın her alanında işleyen iktidar ağları meydana gelmiştir. Birey kavramı da iktidarın insan bedenini kuşatma biçiminde meydana gelen bu değişikliğin bir ürünüdür. Kapitalizmin gelişmesinde vazgeçilmez bir unsur olan birey, disipline edilir, yetenekleri geliştirilir ve ekonomik denetim sistemleriyle bütünleştirilir. Kapitalizm, toplumsallığını insanları bireyleştirerek sağlar ve otoriteyi içselleştirmiş bireyler yaratmaya çalışır. Bu yüzden iktidar, bireysel yaşam biçiminin sağladığı güçleri engellemek veya yok etmek yerine; onları teşvik eder, güçlendirir, denetler ve en iyi şekilde kullanabileceği bir biçimde örgütler. Bireylerin kendine dönük kültürleri, sisteme uyumun vazgeçilmez bir parçasıdır.
Sorunun bu biçimde okunabilmesi için biraz Foucault’ya bakmak gerekir. Ne yazık ki birey hukukunu savunan görüşler liberalliği soldan ürettiklerini görmeden Foucault’yu postmodernist olarak eleştirmeyi kendilerine hak görürler. Foucault’da birey, iktidar üretiminin bir ürünüdür ve birey, iktidar üretiminin dizpozitifidir. Birey, iktidar tarafından kurulur ve özneleştirilir. Birey temsiliyeti ile kurulan eşitlik iktidar üretiminin politik öznelliğidir. Kapitalizmin iktidarını insanların bedenleri ve bilinçleri üzerinde işleyerek, bütün toplumsal ilişkileri kendi varlığının güvencesi olarak yapılandırması karşısında, bütün toplumsal dinamikler de, farklı ilişkiler kurarak, biyopolitik ilişkileri dönüştürerek kapitalizmin bağrında çatlaklar oluşturabilir. Her birimizin eyleyişi, bir diğerimizinkiyle iç içedir. Dolayısıyla bireysel olarak anti-kapitalist bir
hayatı üstlenebilmek bir yanılsamadır. Bütün ilişkilerle birlikte en baştan yeni bir kültür yaratılmalıdır ve kolektivite sadece kampüs içersinde değil hayatın her alanında örgütlendiği zaman bir karşılığı olur. Böylelikle hareket yaygınlaşıp, kampüsteki bütün öğrencilerin bireyselliklerinden çıkıp kolektif yaşam biçiminin tadına varmalarını sağlayabilir ve diğer kampüslere de sıçrayabilir. Artık politik kuruculuk, kendi eyleminin ve söyleminin öznesi olan toplumsal dinamikleri açığa çıkartacak antikapitalist hareketin yaratılması eksenine oturmuştur. Yalnızca toplumsal dinamiklerin kendi özyönetimleri üzerine içkin ve doğrudan demokrasi perspektifiyle yapılandığı oluşumlar, bir hareketin yaratılmasında kurucu ve ön açıcı irade olabilirler. Bugün kampüslerde var olan oluşumlar böyle bir yapılanma içerisine gitmemektedir. Hatta yaşanan sorunları ve hareketin ortak aklının nasıl yaratılacağını tartışmak yerine, bu tartışmaların önü kesilerek, sadece pratik üzerinden gidilmekte ve eski işleyişler devam ettirilmektedir. Bu tarz oluşumlar, kendi içlerinde nasıl bir zeminde örgütleneceklerini ve nasıl bir yapılanmayla pratik faaliyette bulunacaklarını tartışmayı ne kadar ertelerlerse,
Kolektivite sadece kampüs içersinde değil hayatın her alanında örgütlendiği zaman bir karşılığı olur
27
böyle temel bir yerden kaynaklanan sorunların birikmesiyle kendi kendilerini yok etmeleri de o kadar hızlı ve yıkıcı olacaktır. Bu oluşumlar, karşıdan bir hayat kuramadıkları sürece bir veya iki yılda dağılıp, farklı bir isim altında tekrar toplanmaya mahkumdurlar. Farklı dinamiklerin, kendi öznelliklerini yitirmeden, bir toplumsallığın parçası ve öznesi olduğu, orada kendilerini gerçekleştirip değerli kıldıkları, temsiliyetin yerle bir edildiği zeminler yaratılmalıdır. Kendi toplumsal ilişki biçimlerimizi en baştan gözden geçirip, yeni bir kültür yaratarak eski alışkanlıklarımızdan kurtulabiliriz. Komünalizmin amacı özgürlüktür ve politik mücadelenin özgürlüğü üstlenebilmesi bu tarz oluşumların varlığına bağlıdır. Meta üretimi üzerinden kurulu kapitalist toplumsal ilişkilerde toplumsal ilişki, metalar arasında eşitlik üzerinden kurulur. İnsanlar arasındaki ilişki ise maddi çıkar ilişkisidir. İnsanlar arası bu maddi çıkar ilişkisi, politik temsiliyet ile kurulan eşitlik üzerinden sağlanır. Metalar arasındaki eşitlik, emek zaman üzerinden kurulurken, politik eşitlik ise temsiliyet üzerinden kurulur. Özgürlüğün olmadığı yerde temsiliyet ve eşitlik ilişkisi vardır. Özgürlüğün olduğu yerde ise temsiliyet ve eşitlik kavramlarının yeri yoktur. Komünalist bir örgütlenme, temsiliyet üzerinden bir eşitliği değil tam tersi temsiliyeti reddeden özgürlüğü ifade eder. Komünalist örgütlenme herkesin kendisini özgürce ifade ettiği bir olanak ve güçtür. Komünalist örgütlenme bir sınıflaşma ilişkisi değil, tam tersi sınıfsızlaşmanın politik kuruculuğudur. Kapitalizm, niteliksel farkları ekonomi politik olarak emek zamanla, politik olarak da temsiliyetle yok sayar. Özgürlüğün eşitliği ise niteliksel farklılıkları özgürleştiren bir güçtür. Her varlık kendi kudretiyle eşit ve özgürdür. Kapitalizm, insanları kapitalist ilişkiler içersine çekebilmek için, onlara ait özgünlükleri homojenleştirerek kendi kültürünü dayatır. Bu yüzden yerellikler ve özgünlükler kapitalizme karşı özgürleşme alanlarıdır. Birbirinden farklı kampüs dinamiklerinin kendi özgünlükleriyle yan yana olabildiği, farklılıkların birbirine dayatılmadığı ve ortaklık içersinde de eritilmediği oluşumlar farklı bir siyasal anlayışın hayata geçirilebileceği zeminlerdir. Bu şekilde oluşan bütün yerel direnişler anti-kapitalist söylemin ortaklığında birleşerek kapitalist tahakkümün çok yönlü gücünü yıkabilir ve yerine kendi istedikleri toplumsal ilişkileri ve hayatı inşa edebilirler. Bunun için yereller, farklı öznelliklerin kendi politik güçlerini doğrudan ifade edilmesinin önünü açan ve içkin demokrasinin güvencesi olan otonomlar olarak örgütlenirler. Herhangi bir merkez, lider ya da hiyerarşi olmaksızın
Bir otonomist için örgütlülük bir özgürlük ve kudrettir. Herhangi bir platformda bir otonomist örgütlülüğünü, bireyliğinde içkin bir güç olarak taşır yan yana gelen otonomların eşit ve özgür ilişki temelinde, örgütlenmeleri, hareketin tüm dinamiklerinin özne olarak kendilerini kurabilmeleri ve ifade edebilmelerini olanaklı kılar. Bir merkez ve hiyerarşi yoktur. Hiçbir öznellik bu örgütlenmeyi tekeline alamaz. Bu şekilde oluşan bir koordinasyon herhangi bir örgütü ya da grubu temsil etmez ve herhangi bir örgüt ya da grup da onu temsil edemez. Otonomlar, eylem ittifaklarında olduğu gibi özgünlüklerini, yaratıcılıklarını ve renklerini yok ederek değil; farklılıklarının özgürleşmesi temelinde bir araya gelirler. Bir merkez olmadığı gibi, katılımcı grupların kişi sayısına bakılmaksızın herhangi bir temsiliyet ve tahakküm de reddedilir. Bu sayede, kendisini bir örgüt ya da grupla ifade etmeyen kişilerin de bu örgütlenme içinde aktif rolü garanti altına alınır. Bizim için farklı yaklaşımlarla bir arada yürümenin zemini bu şekildedir. Önemli olan isminin otonom olup olmaması değil, karşıdan kurucu yaşamın örgütlenişinin otonomiye dayanmasıdır. Bizim için ‘‘siyasal sorunlar ise: ilk önce, neyin işleyip işlemediğinin, hangi tür örgütlenmelerin mücadelenin dolaşımını kolaylaştırıp hangilerinin
bunu engellediğinin tespiti ve ikinci olarak da hareketi, işleyenler üzerine inşa etmeye devam edip işlemeyenleri değiştirmek ya da tamamen terk etmektir.’’1 Bir otonomist için örgütlülük bir özgürlük ve kudrettir. Herhangi bir platformda bir otonomist örgütlülüğünü, bireyliğinde içkin bir güç olarak taşır. Onun bireyselliği, içkin güç olan örgütlülüğünden bağımsız değildir. Modernist sol anlayışa göre ise örgütlü birey, temsiliyet üzerinden örgütünün politik iktidarını taşır. Bizim farkımız budur. Bu farklılık antagonist bir farklılıktır; politik felsefeden politik teoriye ve politika yapmayı da içine alan köklü bir değişimi gerekli kılar. Modernist sol, bu köklü değişimi gösteremediği için bugün öğrenci hareketi, konjonktürel gündemlere ve yıl dönümlerine sıkışıp kalmıştır. Modernizm söylemiyle yapılanmış sol paradigmalar ve onların yarattığı kültür, hareketin önünün açılmasında engel oluşturmaktadır. Artık muhalif olmayı aşamayan ve sisteme alternatif kuramayan siyaset biçimleriyle bir yere varılamaz. Nasıl bir hayat, nasıl bir dünya, nasıl ilişkiler istiyorsak; bunları bugünden hayata geçirerek, kendi pratiğimiz içinde yaşayıp göstermeliyiz. Ele geçirilecek bir devlet amacı gütmeyen hareket, aynı Zapatistalarda ve topraksız köylü hareketinde olduğu gibi, yeni bir toplumsal ilişkiler ağını bugünden hayata geçirecektir. Bugün, alternatif bir kuruculuğu üstlenebilmek sadece, yaşamı en baştan tekrar örgütleyebilecek otonomist bir politik teoriyle mümkündür. 1 Otonom dergisi, sayı:10/ Harry Cleaver’la Röportaj (II)
Arzu
28
Kafama bir elma düştü Var oluşundan beri, insanoğlunun doğa ile mücadelesi devam etmektedir. Mücadelede kimin ne kadar emeğinin olduğunu hesaplamaya yeltenmek yakışık almaz. Ancak doğanın kimi yönlerini anlamaya çalışmak öyle şeyler öne sürmüştür ki, bu savlar (düşünceler), insanoğlunun toplumsal yaşantısının şekillenmesinde önemli roller oynamıştır. Bu yazıda, düşünce yapımıza yeni bir boyut kazandıran bir isimle, bana göre doğa bilimleri futbol takımının orta sahadaki dominosu olan Newton ile kendimce (hayali) bir söyleşi yapmaya çalıştım. Her ne kadar Einstein zamanda yolculuğu yasaklamış olsa da, konu Newton olunca Einstein için bile akan suların duracağına dair beklentimle devam ediyorum. A = {a,b,c,ç,d,e,f} Görmüş olduğunuz harfler kümesinde, her harf sırasıyla Newton’un çocukluğu, gençliği, Royal Academy günleri, oradan ayrılışı ve oradaki tartışmalar, Sir unvanı alışı, darphane müdürlüğü gibi konuları simgelemektedir. Bu kümeyi söyleşiye dahil etmedim. A kümesi, Newton ile aramda kalsın. İsteyen yarım saat internet karıştırıp, A kümesinin bütün elemanları ile ilgili olarak doyurucu metinlere ulaşabilir. Bu çok kısa söyleşide, Newton ile onun hareket yasalarını, kendisinin de sevdiği basit ve basit olduğu kadar sağlam bir matematiksel dille (kendi çapımda) aktarmaya çalıştım. Lazuri: Hocam siz şöyle bir başlayın, ben ara-
larda kafama takılanları size sorarak sohbete haddim olmayarak katılmaya çalışayım.
Dinamik yasalarının etki alanı o kadar geniş ki bu yasalar kullanılarak üretilebilecek birçok alet savaşlarda ve ekonomik üretimde kullanılabilir
Newton’un kafasına düşen elmanın ağacı
Newton: Olur genç adam. Öncelikle konuşma dilimizi belirleyelim. Bizim on yedinci asırda, bütün felsefe ve doğa bilimlerinin dili Öklid geometrisiydi. Birazcık bu geometriden bahsedeyim. Bu geometrinin belitleri (aksiyomları) var. Belit, kanıtlanmaya gerek duyulmayan, besbelli olan şeydir. Şimdi belitlere geçelim. Belit bir: Herhangi iki noktadan iki doğru geçer. Belit iki: Herhangi bir doğru parçası sonsuza kadar bir doğru olarak uzatılabilir. Belit üç: Bir doğru parçası verildiğinde, merkezi verilen doğru parçasının ucunda olan, yarıçapı ise verilen doğru parçası olan bir çember çizilebilir. Belit dört: Tüm dik açılar eşittir. Belit beş: Kısaca söyleyeyim, paralel doğrular asla kesişmezler. Elementler adlı başyapıtında Öklid, bu belitleri temel alarak, geometride kullandığımız teoremleri kanıtladı. L: Bir teorem kanıtlayalım mı? N: Sabırlı olmalısın. Daha konuşma dilimizi oluşturmadık. Neyse, gençlikte olur böyle şeyler. Nerede kalmıştık? L: Belitlerin teoremleri kanıtladığını söylemiştik. N: Tamam. Sonuç olarak doğada bir boyutun geometri olduğunu kabul ediyoruz. L: Bu boyut kavramını tanımlayabilir misiniz? N: Sağ, ön ve yukarı gibi üç farklı yöne üç boyut demekten öte, onları oluşturan uzunluğun kendisini boyut olarak kabul ede-
ceğiz. Şimdi, uzunluk boyutumuzun anlaşıldığını varsayıyorum. İkinci bir boyutumuz daha var: Zaman. Benim zaman tanımım, kolundaki saatin sabit hızla turlamasıdır. Ustam Galileo’nun dönüşümleriyle örtüştüğü için bu tanımı geçerli sayıyorum. Bu tanım gözlemlerimizle örtüşmekte. Ayrıca, zaman kavramının tartışmalı bir konu olduğu bilinir. Bizim asırda Descartes, Spinoza, Leibniz ve daha birçok doğa filozofunun zaman kavramı üzerine değerli çalışmaları vardır. Şimdi, bu iki boyutu kullanarak yeni bir kavram oluşturalım: Hareket. Hareket kavramını ustam Galileo, ‘‘Diyaloglar’’ adlı kitabında en iyi şekliyle anlatmıştı. Bu kitabı muhakkak okuyun. Hareket kavramının işimize yarayacak bazı temel tanımlarını hatırlatmak istiyorum. Herhangi bir nesnenin bulunduğu noktanın belli bir referans noktasına göre durumuna
Herhangi bir cisim sabit hızla hareket ediyorsa ya da sabit durmaktaysa, cisim üzerine uygulanmakta olan net kuvvet sıfırdır
29 B konum, bu konumun zamana göre olan değişimine hız, hızın zamana göre değişimine de ivme diyeceğiz. Bir de bunları uzunluk (L) ve zaman (T) boyutlarımızla gösterelim. L konum, L bölü T hız, ve L bölü T’nin karesi ivme. Tekrarlamakta fayda var, hareket kavramlarımızı her zaman seçtiğimiz bir referans noktasına göre tanımlıyoruz. Galileo’dan başka bir usta isme geçelim: Kepler. Bu arada geçen sayınızı okudum, Kepler ve Galileo’yu konu etmişsiniz. Neyse, hareket konusuna geri dönelim. Şimdi içinden ‘‘Ne yapıyor bu adam?’’ diye soruyor olabilirsin, konuyu dağıttık, açıklayayım. Amacım, tamamıyla gözleme dayalı Kepler yasalarını matematiksel olarak kanıtlamak. Bunu nasıl yapacağız? İşte benim hayatımı adadığım sorulardan biri bu? Doğanın Matematiksel Prensipleri’ni bu amaçla yazdım. Matematikte kalkülüsü, analitik hesap yöntemini bu yüzden buldum: Harekete sebep olan kavramın bir nedeni var mıdır, varsa nedir? L: Kuvvet kavramı mı? N: Evet, kuvvet deyip geçmek çok kolay, ama kuvvetin doğanın işleyişindeki etkisinin eğilimini matematiksel bir biçimde ifade etmek o kadar da kolay değil. Ama kimse korkmasın; belirsiz limitler hesaplamayacak, saçma sapan türevler almayacak ve çözümsüz integral hesapları yapmacağız. Yapacaklarımız son derece temel şeyler, bu anlamda takibi son derece basittir. Yapacağımız hesaplarda, tanımlamadığımız hiçbir şeyi de kullanmayacağız. L: Kepler yasalarını hatırlayarak başlayalım mı? N: Yasaları da sen yaz. L: Büyük bir onurla. Yasa bir: Yörüngeler yasası der ki, bütün gezegenler eliptik yörüngelerde güneşi de odaklayarak hareket ederler. Yasa iki: Eşit alanlar yasası der ki, her gezegen eşit zaman aralıklarında güneş etrafında eşit alanlar süpürür. Yasa üç: Periyotlar yasası der ki, herhangi bir gezegenin güneş etrafındaki bir turu tamamlama süresinin (periyodunun) karesi gezegenin güneşe ortalama uzaklığının küpüyle doğru orantılıdır. N: Güzel, elipsin ne olduğunu da Şekil 3’te gösterelim. Kepler yasalarının doğasında, sadece uzunluk ve zamanla oluşturulabilecek kavramlar var. Dolayısıyla kuvvet kavramını içermiyorlar. Şimdi, kendi doğa yasalarımı vereceğim ve daha sonra Öklid belitlerini ve kendi yasalarımı kullanarak Kepler yasalarını kanıtlayacağız. Terzi kendi söküğünü dikemez ama kendi yasalarımı ben açıklayayım. 1. Eylemsizlik ilkesi: Herhangi bir cisim sabit hızla hareket ediyorsa ya da sabit durmaktaysa, cisim üzerine uygulanmakta olan net
Bu iki üçgenin alanı eşit
Şekil 1:
A
D
G h
Şekil 2:
B
F
A
G kuvvet sıfırdır. 2. Hızlanma ilkesi: Herhangi bir cisim üzerindeki net kuvvet sıfır değilse, cisim kuvvet doğrultusunda hızlanır. 3. Etki tepki ilkesi: Herhangi iki kuvvetin birbirlerine uyguladığı kuvvetler eşit büyüklükte, ters yönlerdedir. L: Hızlanma ilkesini bizlere hep ‘‘kuvvet = kütle x ivme’’ diye öğretmişlerdi. N: Hiçbir zaman hızlanma yasasını senin öğrendiğin şekliyle yazmadım. Benim bu yasamın denklemini olsa olsa ‘‘kuvvet x zaman değişimi = kütle x hız değişimi’’ olarak düşünebiliriz. Evet, denkliğin her iki tarafını zaman değişimine bölersek senin öğrendiğin denklemi elde ederiz, ama o zaman birazdan tanımlayacağım bir kavramı elde edemeyiz. Bu yüzden, o zaman değişimi orada kalsın. L: Hareketin kuvvet etkisiyle oluşan yeni sistemini nasıl adlandırıyoruz?
Uzay boşluğunda dahi olsa cisimler birbirlerine karşı bir çekim uygularlar
D
Şekil 3 N: Dinamik. Böylelikle, gerekli tanımları yap-
mış olduk. Kanıtlama zamanı geldi. Kepler’in birinci yasası gözleme dayalı bir doğru, kanıtlanacak bir şeyi yok. İkinci yasayı, eşit zamanda eşit alanlar taranır yasasını kanıtlayalım. Şekil 1’e bakalım. G noktası güneşi D noktası da dünyayı temsil etsin. Eğer güneş ile dünya arasında bir etkileşim yoksa, yani net kuvvet sıfırsa, dünya sabit hızla hareketine devam edecektir. Konum değişiminin hız ile değişen zamanın çarpımına eşit olduğunu hareket konusundan bildiğimizden, DA uzunluğu AB uzunluğuna eşittir. Bir üçgenin alanının, taban uzunluğuyla o tabana ait yüksekliğin çarpımının yarısı olduğunu herkesin bildiğini kanıtlamadan kabullenelim. DA ve AB tabanlarına ait yükseklik aynı yükseklik olduğundan, üçgenlerin alanları eşit çıkar. İkinci yasayı, net kuvvetin sıfır olduğu koşulda kanıtlamış olduk. Ya net kuvvet sıfır değilse ne olur? Aynı şekili birazcık değiştirerek
30
Kimileri, doğanın bazı yönlerini anlamaya çalışmak için öyle şeyler öne sürmüştür ki, bu savlar (düşünceler), insanoğlunun toplumsal yaşantısının şekillenmesinde önemli roller oynamıştır
Şekil 2 olarak çizelim. Bir varsayım yapalım. Kuvvetimiz periyodik olarak anlık etki etsin. Bir musluktan belli zaman aralıklarında yere suyun damlaması gibi. Bu durumda, o anlık kuvvet uygulanması anında, ikinci yasama göre cismin hareket yönü güneşe doğru yönelecektir. Sonuçta Şekil 2’de yeni bir üçgen oluştu. Eğer elimizdeki bu iki üçgenin alanları eşitse kanıtımız tamamdır. DA ve DF hareket yön değişimlerini uç uca eklersek, Şekil 2’deki iki doğrunun paralel olduğunu, DF’nin hiçbir şeyinin değiştirilmeden koyulmasından anlıyoruz. İki paralel doğru arasında sayılamaz sonsuzlukta eşit yükseklik olduğunu Öklid’in dördüncü beliti sayesinde biliyoruz. Sanırım herkes GDA ve GAB üçgenlerinin alanlarının eşit olduğunu görmüştür. Şimdi yasayı kanıtlamak için son hamlemizi yapalım. Kuvvetimizin uygulanma sıklığını çok ama çok küçültelim. Zaman aralıkları sıfıra yaklaştığında, kuvvetin artık bir sürekliliğe sahip olduğu ve yörüngenin elips olduğu görülmektedir. İkinci yasanın limit, türev, integral olmaksızın yapılmış kanıtı tamamdır kanımca. L: Üçüncü yasanın ispatı için elipsin özel bir durumu olan çemberleri kullansak. N: Doğru, işlemler kolay olur. Diyelim ki, güneş çemberin merkezinde sabit duruyor ve dünya da çemberin üzerinde hareket ediyor olsun. Hızlanma ilkemi (ikinci yasamı) daha önce bahsettiğim gibi ‘‘kuvvet x zaman
değişimi = kütle x hız değişimi’’ olarak düşünelim. Bu denklikte kütleyi sabit kabul edersek, kuvvet ile hız değişiminin birlikte artıp azaldığını rahatça görebiliriz. Yan taraftaki hareket denkliklerini yandaki kutucuktaki gibi bir denklemde toplayarak, ters kare yasasını elde edebiliriz. L: İşimiz bitti mi? N: Aslında daha analitik, toplamda sadece bir paragraflık ve daha geniş bir analiz yapabilirdik. O zaman kalkülüs kullanmamız gerekirdi. Bizim asırda kalkülüs bilen yoktu. Kalkülüsü icat edip, bu yasaları analitik bir dille ilk olarak yazdığımda kimse ne yaptığımı anlamadı ve Principia’yı, anlaşılsın diye yine geometrik bir dille yazdım. L: Gezegenlerin hareketlerini dinamik yasaları ve Öklid belitleri yardımıyla göstermiş olduk. N: Evet, Kepler yasalarıyla ilgili söyleyebile-
Herhangi bir cisim üzerindeki net kuvvet sıfır değilse, cisim kuvvet doğrultusunda hızlanır
ceğimiz bazı sonuçları yazalım: Uzay boşluğunda dahi olsa cisimler birbirlerine karşı bir çekim uygularlar. Buna kütle çekimi kuvveti diyorum. Hatta burada bir evrensel çekim kuvvet sabiti vardır. Bunlar biraz analiz matematiği gerektirdiğinden yapmayacağım. Bir başka sonuç ise, benim ikinci yasamı senin söylediğin gibi ‘‘kuvvet = kütle x ivme’’ şekliyle yazıp bir önceki sonuçta yazdığımız kuvvetle denklersek, bir yıldızın ya da bir gezegenin kütlesini bulabiliriz. L: Biraz daha açar mısınız? N: Ay dünya etrafında döner, aradaki kütle çekimi kuvvetini yazalım: ‘‘G x M x m / r2’’. Bir de bu kütle çekim kuvvetinin ay üzerindeki etkisini yazalım: ‘‘m x a’’. Bu iki denkliği eşitleyelim. Buradan ‘‘G x M x m / r2 = m x a’’ olur. Küçük m’ler gider ve ‘‘M = r2 x a / G’’ olur. r ve G’yi bildiğimizden, dünyanın kütlesini hesaplayabiliriz. Aynı operasyonu güneş için, herhangi bir gezegenin hareketi için de yapabiliriz. Bu da analizin gücüdür. L: Teorik dinamik yasalarının çok uzaklardaki gök cisimlerinin hareketlerinin doğasını gösterdiğini gördük. Peki bu yasalar, yaşadığımız dünyada da geçerli mi? N: Tabii ki. Ay ile dünya arasındaki kütle çekimi ağaçtan kafamıza düşen bir elma ile yer kabuburadan: (Denklem 1) (Denklem 2) Denklem 1 ve Denklem 2’den: (Ters Kare Yasası, denklemin sağ tarafı sabittir) m: Dünyanın kütlesi M: Güneşin kütlesi R: Güneş ile dünya arası uzaklık G: Evrensel yerçekimi sabiti v: Dünyanın güneş etrafındaki dönme hızı T: Dünyanın güneş etrafındaki dönme periyodu
31 ivme
Serbest düşen bir cismin hareket grafikleri
hız
konum
zaman 0
ğu arasında da mevcut. Kimileri, benim yasalarımı kafama düşen o güzel elmadan feyiz alarak bulduğumu söyler. Belki de öyledir. L: Elma ile yer arasındaki etkileşime geçmeden önce bir soru sormak istiyorum. Etki tepki yasasına göre güneşin dünyayı çektiği kadar dünya da güneşi çekmez mi? Güneş hareket etmez mi? N: Evet doğru, aynı kuvvet güneşe de etki eder ama güneşin kütlesi çok büyük olduğundan kütle çekim kuvvetinin güneşe etkisi, büyük bir yörüngeden çok kendini çalkalayan bir insana benzer. Güneşin hareketinin analizini isteyen yapabilir, ben yapmayacağım. L: O halde elma ile yer kabuğunun etkileşimine bakalım. N: İyi fikir. Elmanın kütlesi m olsun ve iki kuvvet denkliğini de aynı denklemin içinde yazalım. ‘‘G x M x m / r2 = m x a’’. Buradaki r yer kürenin yarıçapı, M dünyanın kütlesi ve G evrensel çekim sabitidir. Bu denklemde m’lerin sadeleşeceği aşikardır ve denklemde bilmediğimiz tek değer olan a, elmanın ivmesi, ‘‘G x M / r2’’ olarak elimizde kalır. Bu a yaklaşık olarak 10 metre bölü saniye karedir, yani elmamız kafamıza düşene kadar hızını her saniye, 10 metre bölü saniye artırmaktadır. Şimdi kafama elma değil de bir gülle düştüğünü hayal edelim. Dilerim ki elmayla yırtarım. Güllenin kütlesi elmanın yaklaşık yüz katıdır, güllenin kütlesine ‘‘100 x m’’ diyelim. Yine iki kuvvet denkliğini yazalım: ‘‘G x M x 100 x m = 100 x m x a’’. Bu seferde ‘‘100 x m’’, güllenin kütlesi sadeleşecektir ve güllenin ivmesi 10 metre bölü saniye olacaktır. O
zaman 0
zaman 0
Temel Öklid geometrisi ve mutlak bir mekan ve zaman algısıyla, sabitlenmiş bir kütleyle doğanın yapısının bahsettiğim eğilimlerde olduğu varsayımıyla kuyuya bir taş attım halde şöyle bir sonuca varabiliriz; kütlesi ne olursa olsun bir cisim yere her zaman aynı ivmeyle düşer, bu ivmeye yer çekimi ivmesi diyorum ve simgesi artık g olsun. L: O zaman, yer çekimi ivmesini kullanarak serbest düşmeye uğrayan cisimlerin herhangi bir andaki konumunu ve hızını belirleyebiliriz. N: Bunu basit grafikler çizerek yapalım. Elimizdeki ivme-zaman grafiğinin altındaki alanı hesaplarsak hız değişimini buluruz. Hız değişiminin her saniye ivme kadar arttığına dikkat etmeli. Hız-zaman grafiğinin altındaki alanı bulursak da konum değişimini buluruz. Ama burada ilginç bir durum var. Konum değişimleri eşit zaman aralıklarında 1, 3, 5, 7, 9, 11, … oranlarıyla artıyor ve herhangi bir ana kadarki toplam yer değiştirmelerinin oranı, bize her zaman bir sayının karesini vermekte. 1+3 = 22, 1+3+5 = 32, … Doğanın işi. L: Son olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı? N: Temel Öklid geometrisi ve mutlak bir
mekan ve zaman algısıyla, sabitlenmiş bir kütleyle doğanın yapısının bahsettiğim eğilimlerde olduğu varsayımıyla kuyuya bir taş attım. Gözlem sonuçlarımı dayandırdığım bir hesap felsefesi geliştirdim: Kalkülüs. Yanıt verebildiğim doğa olaylarının veremediklerimin yanında bir zerrecik olduğunun farkındayım. Mekan ve zaman algımda yanlışlıklar olduğu söylenmekte. Derdim zaman ve mekan üzerine sözsel bir şeyler söylemekten öte, gözlemlere dayanan doğa olaylarını matematiksel bir dille kendimce uzaktan seyretmek. Hayatın anlamını kavramak değil. Bu noktadaki görüşümü belirttikten sonra, kesinliğine sonsuz inandığım bir şey söylemek istiyorum. Zaman, mekan ve kütlenin yapısı ne olursa olsun doğayı keşfetme yönünde şu andan itibaren bir yola girmiştir: Matematiksel analiz. Çok tekrar oldu ama bir daha söyleyelim; kalkülüs. Leibniz ile eş zamanlı ve birbirimizden bağımsız geliştirdiğimiz bu yöntem, şıklığı ve sadeliği anlamında geometri kadar albenisi olmasa da, işleri kolaylaştırması açısından sadece doğa felsefesinde değil pek sevmesem de toplumsal hayatta da büyük değişimlere yol açacaktır. L: Biraz daha açıcı olabilir misiniz? N: Dinamik yasalarının etki alanı o kadar geniş ki, bu yasalar kullanılarak üretilebilecek birçok alet savaşlarda ve ekonomik üretimde kullanılabilir. Yavaş yavaş bunlar kullanılmaya başlandı. Kömürle çalışan, birçok insanın yapabileceği işi tek başına yapabilen makineler üretilmekte. Bu ilerde dünyanın dengelerini alt üst edeceğe benziyor… L: Bu açıklayıcı sohbet için çok teşekkür ederim. N: Artık mekanımı biliyorsun, her zaman beklerim. Ayrıca bütün çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Lazuri
Her Şey Sende Gizli Yerin seni çektiği kadar ağırsın Kanatların çırpındığı kadar hafif… Kalbinin attığı kadar canlısın Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç… Sevdiklerin kadar iyisin Nefret ettiklerin kadar kötü… Ne renk olursa olsun kaşın gözün Karşındakinin gördüğüdür rengin… Yaşadıklarını kâr sayma: Yaşadığın kadar yakınsın sonuna; Ne kadar yaşarsan yaşa, Sevdiğin kadardır ömrün Gülebildiğin kadar mutlusun Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin Sakın bitti sanma her şeyi, Sevdiğin kadar sevileceksin. Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın Bir gün yalan söyleyeceksen eğer Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın. Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak. Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü. Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin… İşte budur hayat! İşte budur yaşamak, bunu hatırladığın kadar yaşarsın Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun Çiçek sulandığı kadar güzeldir Kuşlar ötebildiği kadar sevimli Bebek ağladığı kadar bebektir Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren, Sevdiğin kadar sevilirsin…
Can Yücel
Ağır Ölüm Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar. Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler. Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler. Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar. Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar. Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir. Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.
Pablo Neruda
Çeviren: İsmail Aksoy Çevirenin notu: Şiirin son tümcesini, Rimbaud’nun “A’laurore, armes d’une ardente patience nous entrerons aux splendid villes” (“Şafak kızıllığında, ateşli bir sabırla silâhlanmış olarak gireceğiz o muhteşem kentlere”) dizesinden esinlenerek yazmıştır Neruda.
34
Sýnýf mücadelesinde bir dönüm noktasý olarak 1989-93 süreci ‘‘Kitle hareketinin gerisinde kalıyorsak, hala yeterince geniş, çarpıcı ve çabuk bir biçimde, tüm utanılacak haksızlıkları açığa vurmayı örgütleyememiş olduğumuz için kendimizi suçlamalıyız.’’ (Lenin, sendikalar üzerine) Bu yazı, bu topraklarda dünyayı değiştirme niyet, çaba ve arayışının uzun bir süredir genel anlamda ortadan kalkışının nedenlerinden bir kısmına değinme ihtiyacıyla kaleme alınmaktadır. Türkiye’de dünyayı değiştirme iddiasının ana yüklenicisi olan sistem karşıtı sol hareket, bütün eğilimleriyle toplumsalsiyasal yaşamdaki ağırlığı bakımından son on yılların en etkisiz ve itibarsız dönemini yaşamaktadır. Hala kendi kapalı dünyalarından hareketle yaşanan gerçekliğin dışında olanları bir kenara bırakırsak, bugün solun bütün kesimleri Türkiye’de sistem karşıtı duruşun ‘‘marjinalleşmiş’’ durumda olduğunu kabul etmektedir. Sistemin derin bir kriz içerisinde bulunduğu, sınıf çelişkileri ve toplumsal kutuplaşmanın keskinleştiği, büyük bir çoğunluk için çıkışsızlık duygusunun arttığı bir dönemde bu duruma yol açan tarihsel süreç nasıl şekillenmiştir? Sistem karşıtı hareketin öznelerinin ve bu hareketten etkilenmiş akademik çevrelerin bu meseleye yönelik vermiş oldukları cevap ağırlıklı olarak suçu 1980 darbesine ve/ya 24 Ocak 1980 kararlarına yüklemektedir. Bu yaklaşımı kısaca özetlersek: 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, Türkiye işçi sýnýfý tarihinde pek çok yönüyle özel bir yer tutmaktadýr. Darbenin en doğrudan sonucu, 1960’larýn ikinci yarýsýnda başlayan ve 12 Mart darbesine rağmen durdurulamayan devrimci yükselişi durdurmasý ve işçi sýnýfýnýn siyasal ve sendikal örgütlülüğünü dağýtmasýydý. İşçi sýnýfýnýn faşist darbeye karşý duramayarak ağýr bir yenilgi almasýyla sýnýf mücadelesinde bir kýrýlma yaşandý. Bu kýrýlma Türkiye’deki sýnýfsal güç dengelerinde bir kaymaya yol açarken, işçi hareketi o günden beri, bir daha eski düzeyine yükselemedi. Sýnýfsal güç dengelerindeki kaymayý somutlarsak, örgütsel mevzilerini yitiren işçi
sýnýfý (onlarla birlikte sol güçler) faşist diktatörlüğün şiddetli baskýsý sonucunda bir taraftan pasifize oldu ve öte taraftan da uygulanan neo-liberal politikalarla ekonomiksosyal kazanýmlarýný da yitirmeye başladý. Neo-liberal politikalarýn getirisi olarak üretim parçalandý, kayýt dýşý çalýşma ve işsizlik arttý, iktidarýn körüklediği dinsel gericilik ve bireyci ideoloji yaygýnlýk kazandý, depolitizasyon sonucu toplumun geniş kesimleri toplumun kaderine müdahaleden el etek çekti. 1989 bahar eylemlilikleri ve 90’larda vücut bulan öğrenci ve kamu emekçileri hareketi de belli bir tepkiselliğin ötesine geçemeyip sönülmendiler. Alt tabakalar sadece çýkarlarý bir bütün olarak zedelendiğinde tepkisel eylemlilikler dýşýnda gündem belirleyici bir etkinliğe girmediler, vs... Olgularýn bu şekilde dizilmesi ve kronolojik bir nedensellik üzerinden 1980’e
Genel sistem karşıtı yaklaşımda işçi sınıfı (neredeyse) sermayenin değil de nesnel tarihsel yasaların tahakkümü altındadır: Sermayenin tarihsel yasası hem sermayenin hem de emeğin üzerinde işler
35
G. Kore, Brezilya, G. Afrika ve Arjantin gibi ülkeler Türkiye’yle benzer bir biçimde piyasa dýşý zor üzerinden işçi sýnýfýný tahakküm altýna almak üzere neoliberal politikalara geçiş sağlamýşlardýr
bağlanmasý oldukça kolaycý olmasýnýn yaný sýra hem sorumluluğu dýşsallaştýrýcý hem de kurbanlaştýrýcý bir yaklaşýmý içermektedir. Bunlarla bağlantýlý olarak, metodolojik olarak da nesnellik adýna öznesiz bir tarih anlayýşýný –ki aslýnda sadece sermayenin özne olduğu bir tarih anlayýşýný– içermektedir. Eğer bu açýklamanýn doğru olduğunu kabul edersek 1970’lerin sonunda benzer süreçleri yaşayan G. Kore, Brezilya, Arjantin, G. Afrika gibi geç kapitalistleşmiş ülkelerde o günden bugüne süreğenlik arz eden mücadeleyi ve böylelikle bizden farklýlaşan tarihi açýklayamayýz. Bu yazýda geliştirilecek yaklaşým ise sermaye temelli bir açýklamayý değil, bunun tersine işçi sýnýfýnýn öznelliğinden hareketle sýnýf mücadelesi temelli bir açýklamayý önüne koymaktadýr. Burada nesnel olanın yadsınması gibi bir durum söz konusu değildir. Ancak sorun nesnel olanın nereye oturtulacağı ile
ilgilidir. Kapitalist işleyişte nesnellik, sınıfların öznelliği, yani tarihsel özgüllüğü ve bu öznellik bağlamında var olan sınıf mücadelesi üzerinden tanımlanabilir. Peki, tüm bu açıklamaların içinde sınıf mücadelesi nereye oturur? Genel sistem karşıtı yaklaşımda işçi sınıfı (neredeyse) sermayenin değil de nesnel tarihsel yasaların tahakkümü altındadır: Sermayenin tarihsel yasası hem sermayenin hem de emeğin üzerinde işler. Sermayenin öznelliği (varoluşu) bağımsız bir nesnellik ve doğallaştırılmış bir yasallık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlayış sermaye sınıfını ve işleyişini öncelikli olarak ele almakta, isçi sınıfını sermaye sınıfının istem ve arzularına göre şekillenen bir yapı olarak ikinci plana itmektedir. Oysaki başlangıç noktası isçi sınıfının mücadelesidir (Tronti). Kapitalizmin içkin antagonist çelişkisi bireysel sermayenin içinde değil, ‘sermayeye’ içkin
Özellikle 1973 sonrasýnda yükselmeye başlayan mücadele ücret ve sosyal haklar düzleminde işçi sýnýfý lehine bir ilerlemeyi içermekteydi
değildir. Sermayenin gelişimini sınırlayan kendisi değil proletaryanın mücadelesidir. Dolayısıyla antagonizm sermayenin yasalarında değil, sermaye ve ‘emek’ arasındaki ilişkidedir. Kapitalizmin kaotik yapısı despotik bir biçimde planlanan üretimden değil, sınıf savaşımından kaynaklanmaktadır. Sınıf mücadelesi kapitalizmin gelişimini belirler. Yani, sınıf mücadelesi sermayenin üretimi örgütlemesinde yeni teknikleri kullanmasını ve üretim araçlarındaki yenilenmeyi belirler. Proletaryanın sermayeye direnişi normal şartlar altında sermayenin canlı emeğe olan bağımlılıktan sıyrılmaya çalışmasını, canlı emekten (ölü emeğe) kaçışını tetikler. Ancak bu süreç, sermaye canlı emeğe olan bağımlılığından tümüyle kurtulamayacağı için, onunla bir araya gelişte sermayenin yeni formları üretmesiyle sonuçlanır. Böylelikle sınıf tahakkümünün yeni biçimlerini ortaya çıkarır. Bu, yeni sınıf bileşimlerinin ve dolayısıyla yeni mücadele biçimlerinin ortaya çıkmasının da zeminidir. Ve her tahakküm ilişkisi bir öncekine göre, geçmişin deneyimlerini hem sermaye hem de proletarya nezdinde barındırdığı için, daha yoğun bir biçimde kurulur. Sermaye kurduğu her yeni tahakküm ilişkisi içinde direnç noktalarını mas etmeye yönelir. Ancak tahakküm iliksisinin doğası gereği bunda bir bütün olarak başarılı olamaz -canlı emeğe bağımlılığını ortadan kaldıramaz. 1980 sonrasý sürece bu yaklaşýmdan hareketle kurmaya çalýşalým. Evet. 24 Ocak kararlarý ve 12 Eylül bir karşý saldýrý olarak karşýmýza çýkmaktadýr. 12 Eylül’e gelene kadarki süreçte işçi sýnýfýnýn yoğun bir mücadele yürüttüğünü, hem fabrika düzleminde hem de genel olarak gündelik yaşamdaki toplumsal ilişkiler bağlamýnda sermaye ilişkisine
36
1980-90 arası, karşıdevrim olarak adlandırabileceğimiz tamamlanmamış bir geçiş sürecine tekabül etmektedir
yönelik, sermayenin kendisini üretmesine ve yeniden üretmesine yönelik ciddi bir tehdit oluşturduğunu belirtmek gerek. Özellikle 1973 sonrasýnda yükselmeye başlayan mücadele hem ücret ve sosyal haklar düzleminde işçi sýnýfý lehine bir ilerlemeyi hem de grev, sabotaj vs. gibi sermayenin aleyhine iş günü kayýplarýný içermekteydi. Bu durum emek maliyetinin yükselmesiyle sömürü oranýnýn ve kâr oranýnýn düşmesine yol açmýştýr. İmalat sanayinden bir örnek vermek gerekirse; 1970’lerin başýnda ücretlerin katma değerden aldýklarý pay %20’lerde seyrederken, yürütülen mücadele sonucu 1970’lerin ikinci yarýsýnda %30’larýn üstüne çýkmýş, 1977’de başlayan krize rağmen yükselişini kesmemiş, 1979 yýlýnda %37 gibi sermaye için sürdürülemez bir seviyeye çýkmýştýr. Sermayenin işçi sýnýfýnýn bu mücadelesini sistemin normal işleyişi içersinde mas edememesi 1980 darbesinin ana sebeplerindendir. Kapitalist sınıf kârlarını silah zoruyla artırmak yoluna gitmiştir. Bu Koç tarafından ‘‘12 Eylül devletin yeniden kurulması devri’’ şeklinde tanımlanmıştır. 1980’in 11 Eylül’ünde, yani darbeye bir gün kala, TİSK başkanı Halit Narin üretimi nasıl artıracaklarının formülünü açıklamıştı: ‘‘DGM’ler kurulmadan üretim artmaz’’. Aynı Halit Narin 12 Eylül’ün anlamını darbeden sonra şöyle açıklıyordu. ‘‘Şimdiye
kadar biz ağladık onlar güldü. Şimdi sıra onlarda’’. Elbette bu süreci iç dinamiklerin yaný sýra dünyadaki genel gidişatýn bir parçasý olarak da görmek gerekir. 1960’lar ve 70’ler boyunca dünya çapýnda yükselen işçi sýnýfý mücadelelerine karşý geliştirilen politikalarýn bu topraklara uygunlaştýrýlmýş bir benzerinin yürürlüğe konduğu açýktýr. Bu noktada geç kapitalistleşen ülkelerin benzer bir süreci yaşadýğýnýn altý çizilmelidir. G. Kore, Brezilya, G. Afrika ve Arjantin gibi ülkeler Türkiye’yle benzer bir biçimde piyasa dýşý zor üzerinden işçi sýnýfýný tahakküm altýna almak üzere neoliberal politikalara geçiş sağlamýşlardýr. Ancak bu ülkelerde sýnýf mücadelesinin de sermayenin bu saldýrýsýna yeniden yapýlanarak cevap verdiği gözlenmektedir. Bu ülkelerde gelişen
süreci kabaca özetleyelim: Güney Afrika’da neo-liberal politikalara karşı 1985 yılında kurulan G.A. Sendikalar Konfederasyonu COSATU, ırk ayrımcılığına karşı mücadele ile işçi haklarının geliştirilmesi mücadelesini birlikte yürüttü. COSATU örgütlenme noktasında işçilerin işyerinden ve işyeri dışındaki yaşamından kaynaklanan sorunları ile işçi ailelerinin ve çevre halkının sorunlarını bir bütün olarak ele alan bir yaklaşım benimsedi. Bu model özellikle 1990’larda oldukça başarılı oldu ve 1998 yılında 2 milyon üyeye ulaştı. Güney Kore’de de bizdeki gibi yükselen sınıf mücadelesine karşı sermaye 1980 darbesiyle karşılık verdi. Benzer bir biçimde 1980’lerin başında önce sol kadroların toparlanması ve öğrenci hareketiyle başlayan toplumsal kıpırdanmayı işçi hareketleri takip etti. G. Kore’de devletle korporatist ilişkiler yürüten FKTU federasyonun sendikal alanda tekeli söz konusuydu. Ancak, 1987 büyük işçi eyleminin ardından Kore İşçi Sendikaları Konfederasyonu (KCTU) kuruldu. KCTU uzun bir süre yasal olarak faaliyet yürütememesine rağmen kullandığı mücadele ve örgütlenme biçimleriyle Güney Kore’de yapılan büyük işçi eylemlerinin önderliğini üstlendi. Kore sermayesinin 1997’de yaşadığı krizde bu eylemliliklerin bir sonucu olarak sermayenin üretim sürçlerinin denetimini ele geçirememesinin önemli bir payı vardır. KCTU neo-liberal yeniden yapılanmanın bir getirisi olan güvencesiz işçilerin örgütlenmesine özel bir önem vermektedir. Bu iki örneğe 1984’de örgütlenmeye başlayan ve 2001 krizinin öncesi ve sonrasında oldukça etkin olan Arjantin’deki işsiz işçiler hareketini ve 1980’lerden itibaren etkinliğini artıran ve Brezilya İşçi Partisini iktidara taşıyan işçi
Esas önemli nokta yasalar değil, yasalarý aşýp geçecek ve meşruiyeti kendi mücadelesinden alacak bir örgütlülüğün olmamasýydý
37
Darbenin ardından işçi sınıfındaki ilk hareketlilik ise 2 Ekim 1984’de Yıldırım ve Desan Tersane işçileri tarafından düzenlenen grevlerdir
hareketi ile topraksız köylüler hareketini de ekleyebiliriz. Türkiye’de bu sürecin nasýl yaşandýğýna geri dönersek: 12 Eylül diktatörlüğü ilk olarak, mevcut işçi hareketini bastýrmayý hedeflemiş, bu doğrultuda grevleri ve her türlü direnişi yasaklamýş, sermaye için tehlikeli addedilen DİSK kapatýlmýş, örgütlenme özgürlüğü kaldýrýlmýş ve korporatist bir biçimde ilişki kurmak üzere Türk-İş tahkim edilmiştir. 1980’de Türkiye’de 733 sendikaya bağlı 5 milyon 721 bin 74 üye işçi olduğu hesaplanıyordu. 1983’de sendikaların sayısı 90’a, sendikalı işçi sayısı ise 1 milyon 422 bin 271’e düştü. 1980-90 arası, karşıdevrim olarak adlandırabileceğimiz tamamlanmamış bir geçiş sürecine tekabül etmektedir. Karşı devrim eskinin yeniden üretimi değil, tersine eskiyi devirmek isteyenlerle aynı saiklerden yola çıkan ancak sistemin, kendi çözümlerini koyarak, başka bir formda, devamını hedefleyen bir süreçtir. Sermayenin mevcut olandan çıkış olarak sunduklarına gelince: Sistem, derin karşıtlıklardan dolayı tüm tarafları temsil etme kabiliyetini kaybedişinin ortaya çıkardığı demokrasi krizini depolitizasyonla ve otoriter yönetimle, insanlara çıkış imkânı sunmayan ve kendi başına hedef haline gelen kontrolsüz şiddetin yaratmış olduğu kısır döngüyü şiddetin tekelleşmesiyle kırılmasını hedefledi. Ortadan kalkan genel çıkar temelli kalkınma ve fedakârlık kültürü yerine kişisel refah seviyesinin artırılması ideolojisini öne sürdü: Kendini zengin et. Burada gelecek yerine gündelik olanın öne çıkartılması söz konusuydu. Fabrika içi tahakküme yönelik direnişin yarattığı fabrika krizine karşılık fabrikanın tüm topluma yayılması ve endüstrisizleşmeye yönelik bir projeksiyonla hareket etti. Bu bağlamda yeni üretim tarzının hayata geçirilmesi (yeni teknolojiler, çalışma süreçlerinin merkezsizleştirilmesi ve esnekliği, temel ekonomik kaynaklar olarak bilgi ve iletişimin öne çıkması) ve kapitalist komutanın toplumsal olarak gerekli emek
zamanın azaltılması konusundaki çabası söz konusudur (yapısal işsizlik, yarı zamanlı istihdam, uzun dönemli işe yönelik güvencesizlik, zorunlu erken emeklilik ve emek piyasasının devamlı genişlemesi). Mevcut toplumsal ilişkiyi taşıyamayan Cumhuriyet’in kurucu niteliklerinin krizi sonucu hükümet etme biçimlerinin üretim yapılanmasındaki dönüşümlere uygun hale getirilmesi gündemdedir (mevcut ulus devlet yapısının değişimi, üniter, hantal ve katı bir modelden esnek ve akıcı bir modele geçiş). Tüm bunlar 1980 öncesinde işçi sınıfının mücadelesiyle ortaya çıkan üretim süreçlerinin komuta edilmesine yönelik kriz ve üretim maliyetlerindeki yükselişten kaynaklı düşen kâr oranlarının yarattığı sanayideki kârlılık kriziyle cebelleşen sermayenin kendisini meşrulaştıran ‘‘alternatifleriydi’’.
1986’nýn sonbaharýndan başlayarak işçi hareketi yeniden canlanýyor ve her şeyden önemlisi de faşist rejimin hâkim kýldýğý yýlgýnlık havası kırılmaya başlıyordu
Belirtmek gerekir ki 1980’li yýllarýn sonuna dek sermaye askeri baskýnýn yarattýğý ortamdan dolayý kolaycýlýğa kaçmýş ve üretimde bir yeniden yapýlanmaya gitmemiştir. Bu dönemde ucuz emek gücü endeksli ihracata dayalý büyüme politikasý uygulanmýştýr. İlk elden mevcut kapasite kullaným oranlarýnýn artýrýldýğýný görmekteyiz. 1982 Anayasasýnda yapýlan düzenlemelerle, grev yapmak ve Türk-İş dýşý sendikal örgütlenmeye gitmek adeta imkânsýz hale getirilerek bu süreç güvence altýna alýnmaya çalýşýlmýştýr. 1983’e kadar hiçbir şekilde grev yapýlamamýş ve bu tarihten sonra da her grev girişimi şiddetle bastýrýlmaya çalýşýlmýştýr. Fakat esas önemli nokta yasalar değil, yasalarý aşýp geçecek ve meşruiyeti kendi mücadelesinden alacak bir örgütlülüğün olmamasýydý. 1983 yýlýndan itibaren toplumsal yapýda kimi kýpýrdanmalarýn söz konusu olduğu gözlenmektedir. Sol kadrolar yavaş yavaş toparlanmakta, özellikle öğrenci eylemlilikleri gündeme gelmekte ve feminist hareket sokaklarda boy göstermektedir. Tüm bunlara ek olarak Kürt hareketinin ortaya çýkýşý da sistemi bir başka cephede de mücadele etmeye çağýrmaktadýr. Darbenin ardından işçi sınıfındaki ilk hareketlilik ise 2 Ekim 1984’de Yıldırım ve Desan Tersane işçileri tarafından düzenlenen grevlerdir. Sonrasında Netaş işçilerinin direnişi söz konusu olmuştur. Bu direnişler 80 darbesinin karşı saldırısının parçalanmaya başladığının ve yaratılan tüm olumsuzlukların mücadeleyle ortadan kaldırılabileceğinin göstergesidir. O günlerde bir sosyalist dergiye (Zemin) verdikleri röportajda Netaş işçileri bu gerçeğin altýný şöyle çiziyorlardý: ‘‘Bu grevin başarýya ulaşmasý mutlaka zorunlu… 1980 sonrasý birtakým sendikalar ‘‘bu yasalarla grev yapýlmaz’’ diyerek, TİSK ve MESS’in ilkeleri dýşýna çýkmayarak, işverenlere teslim olmaktalar. Biz Netaş’ta bu grevi başlatarak, zor da olsa, kýsýtlý yasalara rağmen, öncelikle grev yapýlabileceğini Türkiye’deki sýnýf kardeşlerimize göstermek istedik. Yasalardan
38
89 baharýndaki bu işçi uyanýşý, darbe sonucu örgütlülükleri dağýtýlan memurlarý da harekete geçirmişti
şikâyetçiyiz. Bu yasalarýn değiştirilmesini istemek, sadece bu yasalardan sözle şikâyetçi olmaktan geçmiyor.’’ Bu perspektifle hareket eden Netaş işçilerinin 93 gün süren grevi başarýya ulaştý ve taleplerini büyük ölçüde kabul ettirdiler. Netaş grevi 1980’den sonra, 3150 işçinin katýldýğý ilk büyük grevdi ve gerek işçi kitleleri gerekse sol kadrolarda büyük heyecana yol açmýştý. 1986’nýn sonbaharýndan başlayarak işçi hareketi yeniden canlanýyor ve her şeyden önemlisi de faşist rejimin hâkim kýldýğý yýlgýnlýk havasý kýrýlmaya başlýyordu. Burada eklemek gerekir ki bu eylemliliklerde militan sol kadrolarýn aktif bir biçimde mücadeleye katýlmalarý, hareket her ne kadar kendiliğindenci vasýflara sahip olsa da, hareketin hep bir üst noktaya çýkmasýnda önemli bir rol oynamýştýr. Bu kadrolarýn mevcudiyeti bir yandan geçmişten ve mevcut direnişlerden deneyim aktarýmýný sağlamakta, diğer yandan mevcut direnişler arasýnda bir bağ teşkil etmekte ve sahip olduklarý bütünselci bakýş itibarýyla direnişin olumlu bir biçimde sonlandýrýlabilmesi için gerekli olan ataklýğý harekete katabilmekteydi. Netaş grevi bir mevzi idi ve bu mevzinin üzerine basan grevler peş peşe geldi. Derby, Dizel Motor, Migros, Devlet Demiryollarý ve Kazlýçeşme deri işçilerinin grevi bunlardan bazýlarýydý. Kazlýçeşme’de başlayan deri işçilerinin militan grevi, deri patronlarýna kök
söktürecek bir sürecin başlangýcý olacaktý. 1987 yýlýnda tam 30 bin işçi greve çýktý. Bu sayý, daha bir sene öncesine kadar hâkim olan ‘‘bu yasalarla grev olmaz’’ havasýnýn nasýl da dağýldýğýnýn vücut bulmasýdýr. Fakat canlanma sadece grevlere bakarak anlaşýlamaz; grevleri kýsmi düzeyde iş býrakma veya yavaşlatma, yürüyüşler ve vizite eylemleri tamamlýyordu (iş günü kaybý). Bu eylemlilik süreci 1989’a kadar sürecek ve 89’un baharýnda mücadele ülke sathýna yayýlacaktý. İşçi hareketinin sıçrama noktası 1989 yılındaki bahar eylemleri oldu. Bu, yaklaşık 1,5 milyon işçiyi kapsayan bir eylemlilik süreci olarak 80 sonrasının en önemli işçi hareketiydi. 1989’un Mart ayýnda kamu sektöründe çalýşan 600 bin işçinin toplu sözleşme görüşmeleri týkanmýştý. Özal hükümetinin istenen zam artýşýný ve çalýşma hayatýna ilişkin kimi iyileştirmeleri kabul etmemesi üzerine, ülkenin her köşesinde çeşitli biçimlere bürünen ve yaygýnlaşan eylemler hayata geçirilmeye başlandý. Bu eylemler Türkiye işçi sýnýfý tarihine ‘‘1989 Bahar Eylemleri’’ olarak geçecekti. 30 bin işçinin greve çýkmasý, binlerce işçinin neredeyse her gün çeşitli yürüyüşler düzenlemesi ülke gündemine otururken, Netaş greviyle başlayan canlanma süreci işçi hareketine yayýlmýştýr. 89 baharýndaki bu işçi uyanýşý, darbe sonucu örgütlülükleri dağýtýlan memurlarý da harekete geçirmişti. Dernek kurma hakkýndan bile yoksun olan işçi-memurlar, bir araya gelip Sendika Yürütme Komisyonunu (bugünkü KESK)
Eğer önüne geçilmez ise, başlayacak olan işçi fýrtýnasý 12 Eylül faşizminin hesabýný soracak bir siyasal mücadeleye dönüşebilirdi
Sendika bürokrasisi, işçi sýnýfýnýn en güçlü silahlarýndan biri olan genel grevi anlamsýz bir eylem biçimine dönüştürürken, işçilerin öfkesini de yatýştýrarak pasifize etmeye çalýştı kurarak yýllarca sürecek bir mücadeleyi başlatmýşlardýr. Sermaye başlayan rüzgârýn giderek bir fýrtýnaya dönüşmek üzere olduğunu kavramakta gecikmemişti. Eğer önüne geçilmez ise, başlayacak olan işçi fýrtýnasý 12 Eylül faşizminin hesabýný soracak bir siyasal mücadeleye dönüşebilirdi. Daha önce sadece %40 oranýnda zam öneren Özal hükümeti, %140 gibi, bugün hayal dahi edilemeyecek bir ücret artýşýyla fýrtýnanýn önüne geçmeye çalýştý. İşçi kitlelerindeki politikleşme daha ileri gidemese de iki önemli sonuca yol açtý. Birincisi, 27 Mart 1989’da yapýlan belediye seçimlerinde ANAP’ýn oylarý %35’ten %21’e düşerken, önünde başka bir seçenek bulamayan işçi kitleleri, o dönemde özgürlük, barýş ve refaha vurgu yapan SHP’ye yöneldiler. SHP pek çok yerde belediye başkanlýklarýný kazandý. İkincisi, yükselen mücadele etkisini Türkİş tabanýnda da hissettirdi ve sendikalarýn yönetim kadrolarýnda büyük değişiklikler yaşandý. 12 Eylül rejiminin uzantýsý haline gelmiş 900 sendikacý yönetimlerden tasfiye olurken, yerlerine daha sol ve muhalif söyleme sahip sendikacýlar seçilmişti. 12 Eylül faşist rejimiyle uzlaşan, hatta ona bakan veren Türk-İş’teki bu değişim önemli bir gelişmeydi. O güne kadar 1 Mayýs kutlamalarýna katýlmayan Türk-İş, 1 Mayýslarda devrimcilerin ve öncü işçilerin sokaklara çýkmasý ve sendika tabanýndan gelen baskýlar üzerine
39
Zonguldak madenci grevi sadece Türkiye’de değil, uluslararasý düzeyde de yanký uyandýran ve işçi sýnýfý tarihine kaydedilmiş sayýlý büyük mücadelelerden biridir
90’larýn başýndan itibaren 1 Mayýs’ý kutlama kararý alacaktý. Ancak bu adýmlar konfederasyonun tepe bürokrasisine egemen olan devlet sendikacýlýğý anlayýşýnýn değiştiği anlamýna gelmeyecektir. 1989 baharý, 1990 sonunda başlayan Zonguldak madenci greviyle bir üst seviyeye çýkmýştýr. Şubat 1990’da 68 maden işçisi hayatýný kaybettiği Yeniçeltek maden ocağýndaki grizu patlamasý madencileri ilk hareketlendiren olaydýr. Kapatýlan maden ocaklarýndan sonra bir de onlarca madencinin göçüğe kurban verilmesi, biriken öfkenin şiddetli bir şekilde dýşa vurulmasýna neden olacaktý. Genel Maden-İş’in, işçilerin ölümünü, kötü çalýşma koşullarýný ve maden ocaklarýnýn kapatýlmasýný protesto etmek için düzenlediği miting, 35 bin kişinin katýldýğý 1980’den sonra en kitlesel miting haline
Çok geçmeden sosyalist hareketteki tasfiye dalgasý ve kafa karýşýklýğý SSCB’nin çökmesiyle daha da derinleşecek ve işçi hareketi 1990’daki düzeyinden çok gerilere savrulacaktı
gelmiştir. Bu katýlým yaklaşmakta olan büyük grevin de kaldýracý olacaktýr. Ayný günlerde toplusözleşme görüşmeleri týkanmýş ve Genel Maden-İş kurultayý grev kararý almýştýr. 30 Kasým 1990 günü yaklaşýk 50 bin işçiyi kapsayan grev başladý. Ancak sendika bürokrasisinin mücadeleyi týrmandýrma ve Zonguldak sathýndan çýkartarak genelleştirme gibi bir derdi yoktu. Nitekim daha grev başlar başlamaz sendika yönetimi işçileri evlerine göndermek istemiştir. Fakat işçiler evlerine dönmediler ve ailelerini de yanlarýna alarak hemen her gün yürüyüşler düzenlediler. Polisin tüm baskýlarýna rağmen yürüyüşler giderek büyüyordu; öyle ki, grevin dördüncü günü sokaktaki insan sayýsý 70 bine kadar çýkmýştý. Buna karşýn, Körfez’de savaş tamtamlarýnýn çaldýğý ve Turgut Özal’ýn ‘‘bir koyup üç alma’’ formülüyle hislerine tercüman
olduğu sermaye, grevin kesinkes bitirilmesini istiyordu. Türk-İş bürokrasisi de grevin daha fazla devam etmesini istemiyordu. Nitekim, tabandan gelen baskýlara direnemeyen sendika bürokrasisi 3 Ocak 1991’de ‘‘genel grev’’ ya da ‘‘genel eylem’’ kararý almakla birlikte, işçiler meydanlara çýkartýlmadý ve grev tatile dönüştü. Böylece sendika bürokrasisi, işçi sýnýfýnýn en güçlü silahlarýndan biri olan genel grevi anlamsýz bir eylem biçimine dönüştürürken, işçilerin öfkesini de yatýştýrarak pasifize etmeye çalýştý. Sendika bürokrasisi ayný rolü 4 Ocak’ta başlayan Ankara yürüyüşünde de sergileyecekti. 4 Ocak’ta 80 bin kişiyle başlayan yürüyüş, yollardaki katýlýmla yaklaşýk 100 bine ulaşýyordu. Yürüyüş için en temel gereksinimler, çadýr, battaniye ve yiyecek dahi yokken –çünkü sendika hiçbir hazýrlýk yapmamýştý– ve Ocak
40
ayýnýn dondurucu soğuğuna rağmen işçiler, önlerine çýkan polis ve asker barikatlarýný aşarak Bolu Mengen’e kadar yürüdüler. Burjuvazi ve Özal hükümeti yürüyüşten ötürü oldukça korkmuştu ve eğer bu yürüyüş durdurulamazsa, madencilerden güç alan diğer işçiler de ayağa kalkabilirdi ve bunun sonucunu hiç kimse kestiremezdi! Zira 115 bin işçi daha grev kararý almak üzereydi. Tüm çabalarýna karşýn işçilerin Ankara’ya yürüme isteğini bastýramayan sendika bürokrasisi, yürüyüş esnasýnda gizlice hükümet ile görüştü ve türlü oyunlar çevirerek işçilerin moralini bozmaya ve direnişi kýrmaya çalýştý. Sendika bürokrasisi başarýlý olamayýnca işçilerin önü Mengen’de asker-polis barikatlarýyla kesildi ve kitle kuşatýldý. Bu durumdan yararlanan sendika bürokrasisi işçileri oyaladý ve bilahare onlarý ikna ederek 8 Ocak’ta yürüyüşü bitirdi. Hükümet 25 Ocak’ta ‘‘milli güvenlik’’ nedeniyle tüm grevleri yasakladýğýný açýkladý. Nihayetinde hükümet, bürokratlar eliyle zafer kazanmýştý ve bunu istediği gibi kullanacaktý; daha önce 65 bin lira yevmiye önermesine rağmen, bunu 49 bin liraya indirdi ve işçilerin diğer taleplerini de kabul etmedi. Zonguldak madenci grevi sadece Türkiye’de değil, uluslararasý düzeyde de yanký uyandýran ve işçi sýnýfý tarihine kaydedilmiş sayýlý büyük
Bu tartýşma ve ayrýşma süreçleri tam da işçi sýnýfý mücadelesinin yükselip sermayenin buna karşý topyekûn bir saldýrý başlattýğý döneme tekabül etmiştir
1988’den itibaren devletin, sýnýfýn radikal unsurlarýný sistem içine çekme politikasý gözettiğini görebiliriz
mücadelelerden biridir. Bu mücadelenin bir başka ayýrt edici özelliği olarak, tüm grev süresince ve Ankara yürüyüşünde işçilerin aileleri madencilerin yanýndan ayrýlmamýş ve özellikle kadýnlar ön saflarda yer almýşlardýr. Gerçekten de madenci grevi, Netaş greviyle başlayan ve ‘89 baharýyla gelişen işçi hareketini daha da ileriye sýçratacak bir potansiyele sahipti. Ancak bir kez daha eksik olan şey, peş peşe gelen mücadeleleri doğru kanallara akýtacak öznel faktörün, yani işçi sýnýfýnýn bağýmsýz bir örgütlülüğünün, daha siyasal ve daha bütünsel bir bakýşýnýn olmamasýydý. Bunlar bütünüyle gerçekleşebilmiş olsaydý grev yerel düzeyden çýkartýlarak ülke sathýna yayýlan bir mücadeleye dönüştürülebilir ve uluslararasý işçi sýnýfýnýn somut desteği alýnabilirdi. Diğer bir nokta, mücadele ekonomik istemleri aşarak 12 Eylül düzenlemelerinin bir bütün olarak hesabýný sormaya yönelebilirdi. Ancak işçi sýnýfýnýn devrimci siyasal bir önderliği olmadýğý gibi, verili sosyalist hareket de tasfiye dalgasýndan dolayý etkisizdi. Bundan dolayýdýr ki, sosyalist hareketin madenci grevine pek de etkisi olamadý. Hatta kimi sosyalistler öncü rolü oynamak bir yana, Şemsi Denizer başkanlýğýnda bir ‘‘işçi partisi’’ kurma planlarýyla sendika bürokratlarýnýn kuyruğuna takýlmýşlardý. Çok geçmeden sosyalist hareketteki tasfiye dalgasý ve kafa karýşýklýğý SSCB’nin çökmesiyle daha da derinleşecek ve işçi hareketi 1990’daki düzeyinden çok gerilere savrulacaktý. Bu sürece noktayý koyan ve tam bir yenilgi hali yaratan 1994 krizidir. Bu krizle birlikte sermaye kendisini yeniden yapýlandýrýrken işçi sýnýfýnýn
1989-93 arasýndaki tüm kazanýmlarý sermaye tarafýndan geri alýnmýştýr. Bu dönem hareketliliğin devamýný sağlayacak olan işçi hareketinin bu yükselişine ve savaşma isteğiyle azmine karşý sermayenin başlatmýş olduğu bu saldýrýya yönelik, sýnýfýn militan kadrolarýnýn daha fazla öne çýkarýlarak cevap verilmesi gerekirdi. Ne var ki, sermaye ve devlet bu süreçte çok yönlü bir biçimde bu karşý saldýrýyý yönetmiştir. Bu saldýrý bir yandan sýnýfýn militan kadrolarýnýn hareketten uzaklaşmasýný sağlayarak devrimci ve direngen kadrolarýn sýnýfla bağýný koparmayý hedeflemiş, diğer yandan üretim sürecine müdahale ederek sýnýfýn parçalanarak tahakkümünü artýrmýştýr. 1994 krizi bu saldýrýnýn son vuruş noktasý olarak yapýlandýrýlmýştýr. Bu karşý saldýrý stratejisini bir miktar açarsak: 1988’den itibaren devletin, sýnýfýn radikal unsurlarýný sistem içine çekme politikasý gözettiğini görebiliriz (1988 senesinde K. Evren komünist bir partinin kurulabileceğinden bahsetmektedir). Solda bunun karşýlýğý 1989’da başlayan Kuruçeşme Tartýşmalarý olarak adlandýrýlan süreçtir. Bu sürecin akabinde Türkiye Solunun sýrasýyla en önemli damarlarýndan TİP, TSİP, TKP gelenekleri ilk başta Sosyalist Birlik Partisini, akabinde Kurtuluş hareketiyle birleşerek Birleşik Sosyalist Partiyi kurmuşlar, bu süreç 1996 yýlýnda DY hareketinin ana damarlarýndan birinin katýlýmý sonucunda ÖDP’nin kurulmasýyla tamamýna ermiştir. Başka bir oluşum ise
Ortaya çıkan toplumsal yalnızlık ve güçsüzlük hissiyatı piyasanın yıkıcılığına karşı cemaat ilişkileriyle bir tür kalkan görselliği yaratan dinselliğe yönelişe yol açtı
41
1990’larla birlikte endüstriyel merkezlerde kol emeği azaldı, parçalanıp şehrin kenarlarına ve taşraya kaydı
1992 yýlýnda önce STP’yi, sonrasýnda kapatmalar ve ayrýşmalar ve birleşmelerle SİP ve bugünkü TKP’yi oluşturmuştur. Bu dönemde devlet bir yandan yasallýğýn önünü açýp radikal solun bir kesimini sistem içine yerleştirmeye çalýşýrken diğer yandan da daha militan unsurlara karşý (Kürt hareketiyle birlikte) 1990-93 arasýnda topyekûn bir saldýrý başlatmýştýr. Bu süreç darbe sonrasý sistem karşýtý hareketin en çok kayýp verdiği dönem olarak öne çýkmaktadýr. Özellikle hücre evi baskýnlarý, gözaltýnda ölümler ve kayýplar, yoğun işkence ve uzun süreli tutuklamalarla ağýrlaştýrýlmýş cezalar bu sürecin sistem tarafýndan ne kadar ciddiye alýndýğýnýn bir göstergesidir. Bir diğer ve yüzeysel olarak bakýldýğýnda ilginç gelebilecek nokta 1991’deki, 80 darbesi sonucu içerde bulunan sol hareketin önder kadrolarýnýn da içinde bulunduğu kesimin salýverilmesidir. Bu salýverilme solun büyük bir kesiminde yoğun bir tartýşma ve ayrýşma sürecini başlatmýştýr. Örneğin Türkiye solunun ve sýnýf hareketinin en kitlesel ve önemli dinamiklerinden biri olan DY hareketi 2 seneyi bulan uzun bir tartýşma sürecinin ardýndan 3 ana parçaya ve 3-4 küçük parçaya ayrýlmýştýr. Benzeri bir biçimde Maoist gelenekte de parçalanmalar ve birleşmeler süreci söz konusudur. Bu tartýşma ve ayrýşma süreçleri tam da işçi sýnýfý mücadelesinin yükselip sermayenin buna karşý topyekûn
bir saldýrý başlattýğý döneme tekabül etmiştir ve bu haliyle bir rastlantý söz konusu olamaz. Bunlara, Sovyetlerin çöküşü ile Çin’in ‘‘piyasa sosyalizmine’’ geçişini de eklersek, ideolojik alanda da hegemonik anlamda bir gerileme durumunun ortaya çýktýğýný ve sistem karşýtý hareketin ana düşünsel geleneğini oluşturan Sosyalist fikriyatýn bir alternatif olarak sorgulanmaya başlamasýný kattýğýmýzda, işçi sýnýfý mücadelesinin tam da bir yükseliş esnasýnda kötü bir rüyayla karşý karşýya kaldýğýný söyleyebiliriz. Salýverilme ve legalleşme denen olgunun sistem tarafýndan nasýl incelikle dokunduğunun anlaşýlmasý için aslýnda bu tartýşma ve ayrýşma süreçlerini bir miktar daha açmak iyi olacaktýr. 1980’lerin ikinci yarýsýnda yükselen sýnýf mücadelesinin ana taşýyýcý kadrolarýnýn daha çok 1970’lerin sonunda ve 80’lerin başýnda siyasallaşan genç kadrolar olduğu-
İnsanların bu şekilde nesneleştirilmesi aslında teori ile pratik arasındaki açının giderek ne kadar açıldığının da bir göstergesi olarak ele alınabilir
nun altýný çizmekte yarar var. Bu kadrolarýn üretimin yapýsýnda yavaş, toplumsal yapýda hýzlý bir biçimde başlayan dönüşümü mevcut gündelik yaşantýlarýnda doğrudan algýlayýp geçmişin kurgularýnýn algýlarýný kapatmadýğý bir gençlik olduğunun, arzu ve ihtiyaçlarýnýn 80 öncesinden farklý olduğunun altýný çizmek gerek. Bu da onlarý yeni deneyimlere daha açýk kýlmaktaydý. Darbe sonrasýnýn uzun erimli baský konjonktürü ise onlarý daha direngen ve atak hale getirmekteydi. Ancak geçmişin deneyimlerinin yeterince aktarýlamamýş olmasý, bütünlüğün oturtulmasýnda, öngörülebilirlik ve olgularýn kavramlaştýrýlmasý yönünde hâlihazýrda bir boşluk doğurmaktaydý. Üretimin örgütlenmesindeki her dönüşümün (yeni teknolojiler, yatırımların dağılımının farklılaşması ve emek gücündeki niteliksel değişimler) yol açtığı toplumsal ilişkilerindeki değişim bu kadrolar tarafından pratik olarak yaşanmakta ancak teorik olarak el yordamıyla ilerlenmekteydi. Bu da genel anlamda bir strateji eksikliğine yol açmaktaydı. İşçi sınıfının (ve Kürt hareketinin) 80’lerin sonundaki kalkışması solun her yapısından genç kadroların yüzlerini sınıfa döndürdü. Ne var ki tam o dönemde artan askeri şiddet özellikle bu genç kesimi hedef almıştı. 1990-93 arası özellikle bu genç kadroların devletin şiddetinden nasiplendiğini görmekteyiz. Bunlara yaşlı kadroların cezaevlerinden
42
salıverilmesi eklendiğinde durum iyice kaotik bir hal aldı. Geçmişin teorik ve örgütsel yapılanmaları yeni pratiklerle karşı karşıya bırakıldı. Ortaya çıkan atıllaştırıcı bir dizi tartışma süreci ve boş beklentilerdi. Sistem karşıtı hareket birden kendine dönüş süreci yaşadı. Bu dönüş kendisinin yarattığı ya da yaratabileceği yeni pratikler üzerinden kendini açan değil, daha çok mevcut olumsuzlukların müsebbibi olarak kendi geçmişinin lanetlenmesine dönüştü. Geçmiş değerler ve onunla birlikte sınıfın kültürü de tümden reddedildi. Bu süreç Sovyetlerin çöküşüyle birleştiğinde iyice güvensizleştirici bir ortam yarattı. Ortada olan tümüyle felç haliydi. Bu sürece dâhil olmak istemeyenler ise bir tür kapanma hali yaşadılar. Devletin baskısıyla birleşen bu kapanma hali marjinalleşmeye yol açtı. Solun yaşadığı bu kaotik ortam sol içinde bölünmelere yol açtı. Bunlardan en görünür olanı 3 ana kola ve bir o kadar da küçük yapıya ayrışan Dev Yol geleneğinin yaşadığıdır. TKP ve Maoist gelenekler de benzer süreçlerden geçtiler. Devletin şiddetinden sıyrılabilmiş aktif militanlar da bu sürecin içinde boğulup işçi sınıfıyla bağlarını kaybetti. İşçi sınıfı ise bu süreçte bir yandan devletin tavizleri ve ideolojik saldırısıyla bir miktar rahatlayıp pasifleşirken, diğer yandan mücadeleyi yürüttüğü alanlarda yalnızlaşmaktaydı. Zonguldak yürüyüşüyle başlayan işçi sınıfının kısmi yenilgisi ve soldan uzaklaşması solun büyük bir kısmının da işçi sınıfına karşı hayal kırıklığı yaşayıp yüzünü ondan çevirmesine yol açtı. Aşırı solun bu süreçte devletin evcilleştirme amaçlı açtığı yasallaşma yoluna girmeyip, bunun yerine yine devletin belirlediği araçlarla devlete karşı açık bir orantısızlık içeren silahlı mücadeleye girmesi, işçi sınıfıyla sol arasındaki güvensizliği besledi. Eski tarz üretim süreçlerinin ortadan kalkmasının
Devletin şiddetinden sıyrılabilmiş aktif militanlar da bu sürecin içinde boğulup işçi sınıfıyla bağlarını kaybetti eski işçi tipinde yarattığı güvencesizlik tehdidi ve rekabet ortamı bu yalnızlaştırmayla el ele işçi sınıfının büyük bir çoğunluğuna sirayet eden muhafazakârlaşmayı tetikledi. 1980’ler boyunca tarımda devam eden yıkım ve yeni üretime yönelik 90’ların başında başlayan ‘‘durdurulamayan’’ yöneliş geçimlik ekonomiyi, dayanışmacı ilişkileri ve eski tip aile yapısını da çözmekte olduğundan, ortaya çıkan toplumsal yalnızlık ve güçsüzlük hissiyatı piyasanın yıkıcılığına karşı cemaat ilişkileriyle bir tür kalkan görselliği yaratan dinselliğe yönelişe yol açtı. Solla işçi sınıfının arası bu süreçte, bu güne kadar bir daha kapanmaksızın açıldı. 1990’larla birlikte endüstriyel merkezlerde kol emeği azaldı, parçalanıp şehrin kenarlarına ve taşraya kaydı. Merkezde entelektüel emek arttı. Geçmişin reddini amorf (ama aslında bireyci) bir ‘‘özgürlükçülük’’ kavramlaştırmasıyla taçlandıran, eskinin kitlesel sol yapıları için artık ulaşılabilir olan, yeni yeni ortaya çıkan kentli entelektüel işçilerdi. Yeni üretim ilişkilerinin yarattığı hiyerarşinin üst katlarında yer edinen bu kesim konumları gereği gerici bir elitist yaklaşımı benimsemişti. ‘‘Özgürlükçü’’ tutuma sahip olan sol bu kitlesel entelektüellerin gerici partisi haline
geldi. Yüzergezer bu emek gücünün koşullarıyla, zihniyetiyle, arzularıyla ve yaşam biçimiyle uyumlu politik tarzı ifade etmekte ve emek gücünün geri kalan daha alt kesimlerine karşı bir örgütlenme teşkil etmekteydi. Buna bir tür halkçı liberalizm diyebiliriz: Farklılığın eşitsizlik, toplumsal statü ve baskıyla aynı anlama geldiği bir kültür. İçine kapanan solun ise kol emeği ile birlikte şehrin merkezinden kenarlarına doğru kayıp parçalandığını görmekteyiz. Tekil yerel pratiklere sıkışma/sıkıştırılma, diğer hareketlerden ayrıştırılma ve sonunda etkisiz kılınma. Her şeyin geçicileşmeye başladığı bir toplumsal ilişkiler ağında kendini korumaya çalışan solun pratik doğrulamaya ulaşamadıkça geçmiş üretim yapılanmasının araçlarıyla donanmış ideolojik doğruyu öne çıkardığını görmekteyiz. Bu da pratik alanın hazır olmadığı mitiyle at başı gitmektedir. Bu ideolojik yapının kitlesel bir harekete dönüşememesi ise ister istemez kadro örgütleme faaliyetini öne çıkarmaktadır. Dolayısıyla alana araçsalcı bir anlayışla yaklaşılmaktadır. İnsanların bu şekilde nesneleştirilmesi aslında teori ile pratik arasındaki açının giderek ne kadar açıldığının da bir göstergesi olarak ele alınabilir. Sonuç, zaten var olan güvensizlik ortamının katlanarak artması olmuştur. Bu yapıların mevcut üretim süreçlerine doğrudan müdahale etmek ya da bulundukları mekânları kapitalist ilişki ağından kurtaran asimetrik toplumsal ilişkiler yaratmak yerine sistemin anti-simetriği olan bir biçimde bulundukları dar alanlarda sistemle politik (toplumsal
Bu orantısız mücadelede gündelik pratiklere müdahale edilemediğinde de karşımıza çıkan sistemin eninde sonunda yeniden üretimidir
43
değil) iktidar mücadelesine girdiklerini belirtmek gerek. Bu orantısız mücadelede gündelik pratiklere müdahale edilemediğinde de karşımıza çıkan sistemin eninde sonunda yeniden üretimidir. Aslında her iki yaklaşımın da sistemin işleyişi tarafından belirlenir bir duruma geldiğini söylemek gerek. Araçsalcı pratiklerin temel örgütlenme modeli haline geldiği, bütünselcilikten hızla uzaklaşıldığı bir süreç. Araçsalcı mantığın değişen koşullara ‘‘uyum sağlama’’ pratiği: Kapitalist pazarlama teknikleri, piyasaya sunulan bir mal ya da tek tip mal, ama hep sunum ilişkisi, tercih edilme üzerine kurulu ve görselliğin öne çıkarıldığı. Paketleme servisleri, farklı toplumsal dinamiklerin doğallaştırılması, dolayısıyla değiştirilebilirlik bağlamında kendini yapay bir biçimde kendi dışındakiyle eşitleme, hazır giyim sektörü misali yaşam tarzlarının ve kültürel tarzların katlanarak çoğalmasına duyulan heves. Kapitalist zafer çoğulculuğa izin verdi: ‘‘arkada yer var’’. Tüm bunların sonucu olarak, toplumsal başkaldırıyı bastırmayı ve içermeyi hedefleyen geçiş politikaları sermaye tarafından başarıyla uygulandı. Bu becerilir becerilmez (özellikle 1994 krizi sonrası) yeni üretim çevrimleri hayata geçirildi ve üretim bandının kitle işçileri, politika ve sözleşmeye dair pazarlıklarda ağırlıklarını yitirdiler. Geleneksel sol mümkün olduğunca çabuk bertaraf edilmek üzere güçsüz bırakılmış bir kabuk haline geldi. Bu haliyle geleneksel sol sınıf hareketinin yok edilmesine dolayısıyla yapısal dönüşüme katkıda bulunduktan sonra politika sahnesinden dışlandı, politik inisiyatif tamamıyla sermayenin eline geçti. Bunu 1990’ların neredeyse tümüyle sermaye içi çatışma ortamından çıkarsayabiliriz. Sistem karşıtı hareket bu süreçte ancak sermayenin taraflarının istemleri doğrultusunda ve izin verdiği ölçüde hareket imkânı bulabilmiştir (Susurluk, 28 Şubat, vb. süreçler). Hâkim anlayıştan ayrılmacı yaklaşımlar içeren üniversite öğrencileri hareketi: Koordinasyon –ODTÜ oluşum: karşı saldırı– ancak kendi merkezi üzerine düşünerek, kendisini çözümleyerek felce uğradı, kendi kendini yedi. Küçük grupçuklar –yerliler için ayrılan arazi parçası gibi hayal edilen bir tür ayrı ve yalıtılmış bir topluluk kurma yönünde neredeyse her zaman deneyimi belirleyen bir eğilimle sekteye uğradı. Aşağıdan örgütlenen illegal sendikacılık: KESK. Sendika, grev ve toplu sözleşme hakkı, ücretler ve çalışma koşulları üzerine başarılı bir mücadeleyle başlayan kamu emekçileri sonrasında geleneksel sendikacılığa döndü.
Sendika, grev ve toplu sözleşme hakkı, ücretler ve çalışma koşulları üzerine başarılı bir mücadeleyle başlayan kamu emekçileri sonrasında geleneksel sendikacılığa döndü
Bunda eski tarz üretime dayalı dönemin kalıntısı olan işletmelerde hâlihazırda o dönemin politikalarıyla örgütlenen geleneksel solun etkisi büyüktür. Devletin 1990’larla birlikte özelleştirme, taşeronlaştırma ve sözleşmeli gibi yeni üretim sürecine uygun kadrolar oluşturması sonucunda eski tarz güvenceli işçi-memur tipini değiştirmiş ve kamu emekçileri arasındaki birlikteliği dağıtmıştır. Buna uygun bir yeniden yapılanmaya gidemeyen KESK’in hızla erimesine yol açmıştır. Bu eğilim KESK içersinde ‘‘pazarın’’ daralmasından kaynaklı şiddetli bir rekabete giren sol yapılanmaların iktidar kavgasından yoğun bir biçimde beslenmiştir. 1990’ların ikinci yarısından itibaren kurucu cumhuriyetin çözülüşü sınıf dinamiklerini görünmez kılacak kadar belirleyici hale geldi, getirildi. Emeğin temsiliyeti ortadan kalktı. Genel çıkar yok oldu, temsiliyet mekanizmaları işlevsizleşti, devletten ayrıldı. Ancak sol temsiliyet ilişkilerinden kendini koparamadı ve yeni pratikler yaratamadı, yaratmak istemedi. Temsiliyet mekanizması farklılıkları ve yetenekleri emer. Karşı devrim temsiliyet krizini demokrasiden otoriterliğe geçerek aşma politikası uygulamaktadır: Tepeden demokrasi (istikrarlı hükümet), silahlı mücadeleye,
krizlere vs. karşı olağanüstü hal (özel yasalar ve bunları uygulayacak özel kurumlar), parlamenter sistemin pek çok kurumunun idari alana devri, bürokratik kararnameler süreci, başkanlık uygulamasına fiili geçiş isteği ve eğilimi. Yolsuzluk ve usulsüzlük davaları ile geleneksel partilerin çökertilmesi (DYP, DP, yenilenemeyen ANAP, REFAH). Bu süreçte yeni sağ oluştu. Bu sağ, gelenek ve görenekleri öne çıkarmakla birlikte sermaye birikiminin isterleri anlamda muhafazakâr olmaktan uzaktır. Daha çok kendini yeniliğe adamıştır ve küçük ve orta ölçekli yeni tip işletmelere göreli bir özerklik sağlaması bağlamında günümüzün mevcut üretici güçlerine aşırı bir biçimde bağlıdır. Yenilikçi pozisyonu içinde insanların en yüksek umutlarını ve değişim istemlerini kavrayıp kendinin kılmaktadır: Devlet karşıtlığı, entelektüel emeğin gücünden yararlanma. Sonuç olarak baktığımızda yükselen işçi sınıfı hareketine, 1990-93 dönemindeki karşı saldırısına, işçi sınıfı hareketinin cevap veremediğini gözlemlenmektedir. Bu süreci göğüsleyip bir ileri noktaya taşıması gereken sistem karşıtı hareketin kendisini yeniden yapılandıramaması sonucu işçi sınıfının bu yenilgisinde aktif bir rol oynadığının altını çizmek gerekir. Sistemin yeni pratiklerini deneyimleyen kadrolarını kendi içine dönerek ya sınıftan koparan ya da tasfiye eden devrimci gelenek yaşanan çöküntü halinde ya geçmişine kapanıp cemaatleşmiş ya da sistemin açtığı kulvarda radikalliğini kaybetmiştir. Sınıfın yeni öznelerini sistemden bağımsızlaştıracak alanların yaratılamaması, işçi sınıfının tüm yönleriyle sistemin tahakkümüne girmesine yol açmıştır.
İlker KABRAN
44
EAP: Çalışanı kurtarma programı Bu program uyumun ötesinde çalışanların, kapitalizmle ve kendi gündelik hayatları ile mutlu olabilecekleri ve bu hayatı üretebilecekleri arzuların, üretkenlik gösterebilecek kişiliklerin ve kafaların nasıl yaratılacağı üzerine kafa patlatmaktadır
Sermaye yıllardır kendi ilişkilerini ve kurumlarını yaratmaya ve bu ilişkileri ve kurumları kendi ihtiyaçlarına göre örgütleyerek, hayatlarımızın bütün hücrelerine kadar sokmaya devam ediyor. Şirketler hayatlarımıza gireli çok uzun süre oldu. Bu yazı son süreçte sermayenin kendi iktidar ilişkileri çerçevesinde insan hayatını, kendi ihtiyaçlarına göre nasıl örgütleyerek şirketleştirdiğinin ve yabancılaştırdığının ufak bir örneği olarak EAP (Employee Assitance Program) üzerine. Özellikle 90’lardan sonra, insanların emeğini ücretli olarak sattığı saatlerin dışında gündelik hayatlarındaki vakitlerini nasıl değerlendireceklerine ve ilişkilerini nasıl kuracaklarına dair birçok alan ve piyasa yaratıldı. EAP gibi kurumların, yeni piyasalar yaratılarak ilişkilerin metalaştırılmasından öte, sermaye için insanların motivasyonlarının ve üretkenliklerinin artırılması gibi çok ciddi anlamları da var.
EAP (Employee Assistance Program)1 EAP’yi Türkçeye ‘Çalışanı asiste etme programı… Çalışana yardım etme programı ya da çalışanı destekleme programı’ gibi çevirebiliriz. Bu programın kendi sitesi ‘Her şey çalışan için, her zaman böyleydi ve hep böyle olacak’2 cümlesi ile karşılıyor bizi. EAP ilk bakışta sanki çalışanların sadece sağlık sorunları ile ilgili destek veren bir program gibi gözüküyor ve zaten ilk ortaya çıkışında (1940–ABD) kendine bunu görev edinen söylemleri var. EAP gibi programlar ilk olarak Amerika’da alkol tedavi desteği olarak ortaya çıkmıştır (Kapitalizm zaten sizin sağlığınızı ancak onun için çalıştığınız zaman önemser). Alkol kullanımının ve bağımlılığının emeğin verimliliğini düşürdüğünü fark eden kapitalistler, bu sorunu çözmek adına devlet aracılığı ile bunun gibi pek çok program oluşturmuşlardır.
Daha sonra bu programlar sadece bedensel sağlığın ve fiziksel performansın ihtiyaçlarını aşarak, özellikle 80 sonrasında kişilerin ruhsal durumu, mutluluğu ve bunalımları ile daha fazla ilgilenir duruma gelmiştir. Kapitalist yaşamın ve emek piyasasının kendi ihtiyaçları doğrultusunda gittikçe, çalışanların sadece bedensel sağlık sorunlarına çözüm arayan söylemleri aşarak, bireylerin iş dışındaki bütün hayatlarını kontrol edip verimliliklerini artırmak ve tam performans elde etmek için iş saatleri dışındaki hayatları ile ilgili bütün sorunları ele alan ve sözde çözüm üreten programlar haline gelmiştir. Aslında EAP’yi kendi içindeki başlıklar altında incelersek daha açıklayıcı olur. EAP’nin hizmet verdiği alanlardan ilki ‘Total Life Asisstance’ (Tam Hayat Yardımı). Bu başlık altındaki açıklamalar başlığın kendisi kadar ilginç. Bu programın nedenleri arasında, son beş yıldır çalışanların akıl sağlığı problemlerinin gittikçe artması, özellikle 1990 ve 2000 yılları arası depresyon gibi psikolojik hastalıkların %450 oranında ciddi artış göstermesi, çalışanların gittikçe daha fazla stres altına girmesi gibi sebepler gösteriliyor (açıkça görülüyor ki kapitalizm insanları yavaş yavaş delirme noktasına getirip çıldırtıyor). Birçok çalışan son yıllarda daha fazla davranışsal arıza gösterdiği ve
kısa süreli çözüm olarak ilaç kullandığı için bu programın amacı, aslında sadece ilaç tedavisi yeterli olmadığından dolayı, insanların davranışlarının ve kafalarının değişmesi için uzun süreli olarak bu program altında eğitime alınmaları. Kısaca bu program, sistemle nasıl daha uyumlu insanlar yaratırız sorusu üzerine kafa patlatmaktadır. Daha doğrusu uyumun ötesinde çalışanların, kapitalizmle ve kendi gündelik hayatları ile mutlu olabilecekleri ve bu hayatı üretebilecekleri arzuların, üretkenlik gösterebilecek kişiliklerin ve kafaların nasıl yaratılacağı üzerine. Biz tekrar EAP’nin insanların hayatlarına saçtığı ışıklara(!) dönelim. EAP’nin asıl üzerinde durduğu alan ikili ilişkiler ve aile alanı. Zaten ilan verdiği ve reklamını yaptığı her yerde gayet mutlu ve etrafa gülücükler saçan, üç ya da dört kişiden oluşan bir çekirdek ailenin yer aldığı fotoğraflar bulunuyor. Bu fotoğrafların yaptığı gönderme çok açık; kapitalizme daha fazla değer yaratmanın ve kişilerin performanslarını artırmanın tek yolu mutlu bir aileden geçer. Bu aile prototipi aslında bireyci bir hayatın ve ilişkilerin örgütlendiği bir alandır (Aile fotoğraflarının genelde anne, baba ve çocuk üçlüsünden oluştuğunun altını çizelim. Bu da kapitalizmin bir arada yaşamı tanımladığı ve dayattığı tek alan aslında). İş haya-
45
tında başarılı olursan mutlu bir aile kurarsın – mutlu bir aile kurarsan iş hayatında başarılı olursun gibi bir kısır döngü aynı zamanda. Buradan yola çıkarak EAP var gücüyle, elindekini arkasına koymadan, sevgilinizle olan problemlere de odaklanıyor. EAP’nin adından anlaşılacağı üzere asıl ilgilendiği kişiler ücretli çalışanlar. Eğer ‘çalışan’ pozisyonunda değilseniz EAP’nin ilgi alanına girmiyorsunuz. Bu arada şunu da belirtelim, bizzat ücretli çalışanların kendileri EAP programına katılıp katılmayacağına karar veremiyorlar. Şirket patronunun kendisi, bu programa ihtiyaç duyulup duyulmadığına karar veriyor. Yani aslında bireyler değil şirketler EAP hizmeti veren bir kurum ile anlaşarak çalışanları yönlendiriyor. Özellikle Amerika’da ve Avrupa’da son yıllarda epey revaçta olan bir kurum bu. Aslında Türkiye’de de farklı zeminlerde bu tür kurumsallıklar ve ilişkiler son 10 yılda epey tavan yapmış durumda. Şirketlerin, çalışanlarına yönelik motivasyon toplantı ve gezileri gibi sosyal alan ve kaynaşma alanı yaratan etkinlikleri epey yaygın. Bu zaten çok yabancı olduğumuz bir durum değil fakat EAP’nin bu gibi organizasyonlardan farkı, şirketlerin bizzat kişilerin akıl sağlığının yanı sıra kişisel ve toplumsal ilişkileriyle ilgili yorum yaparak yönlendirme gücünün olması. Şirketler, iş saati içindeki performansınız kadar iş saati dışındaki performansınızla da ilgilenir durumda. Ne düşündüğünüz, kafanızın içinden neler geçtiği, hayatta ne gibi hedefleriniz olduğu, ne
istediğiniz ve nerelere gittiğinize kadar sizinle ilgilenme niyetinde. Eğer hayatta herhangi bir hedefiniz ve amacınız yoksa, EAP adına sizinle diyaloga giren kişiler, sizin adınıza hedefler belirleyebiliyor. EAP’nin son yıllarda verdiği popüler hizmetlerden biri de, insanların tatillerini nasıl planlayıp örgütleyecekleri. Kendi çapında yaptığı bir araştırma sonunda ‘ofis sendromu’na yakalanmış kişilerin (ki bu kişiler bütün hayatlarını ofis içinde geçirdiği için ofis dışındaki hayata tamamen yabancılaşarak ne yapacağını şaşırıp tatile çıkmak istemeyen ya da tatilde sıkılanlardır) tatile çıkma konusunda motivasyonlarının olmadığı sonucuna vararak bu konuda kolları sıvamış. EAP’nin kendi sitesinde ‘‘Neden benim şirketimin EAP’ye ihtiyacı var’’ diye bir başlık açılmış. Bu başlığın altında son yıllarda kaç milyon insanın Amerika’da psikolojik destek aldığı (54 milyon) ve kaç milyon insanında depresyon ve anerexia (yeme bozukluğu) gibi hastalıklara yakalandığı (19 milyon) rakamlarla açıklanmaya çalışılıyor. Bu hastalık ve anormalliklerin, iş performansını düşürdüğünden ve şirketlerin verimliliğini etkilediğinden bahsediliyor. Özellikle depresyonun birçok kayıp iş günü yarattığının ve ekonomiyi 40 milyon dolardan fazla zarara uğrattığının tahmin edildiği belirtiliyor. Çalışanların üçte birinin çocuk bakımını üstlendiği, bu yüzden iş günü kaybı olduğu ve çalışma zamanın %33’nün kayba uğradığı, yine bu çocuk sahibi olan ve çocuk bakımını üstlenen çalışanların vaktinin %25’ini çocukları için endişelenerek geçirdiği
Bu programlar sadece bedensel sağlığın ve fiziksel performansın ihtiyaçlarını aşarak, özellikle 80 sonrasında kişilerin ruhsal durumu, mutluluğu ve bunalımları ile daha fazla ilgilenir duruma gelmiştir
için verimliliğin düştüğü belirtiliyor. Çocuk bakımına yönelik programların, insanların çocuk bakımından dolayı duyduğu endişeyi ve kederi %40 oranında azaltabileceği ve her gün Amerika’da 30 milyon kişinin kedere düştüğü ve patronların bu durumu görmemezlikten gelmesinin maliyetinin yüksek olduğu da belirtiliyor.(!) İnsanların ruhsal bunalımlarının devamsızlık oranını artırdığı ve bunun da her yıl ekonomiyi kişi başına 688 dolar zarara uğrattığı da altı çizilen bilgiler arasında… Aslında, kişilerin sürekli olarak kafalarına iş dışında taktıkları şeylerin toplam yaratılan değere nasıl bir darbe yaptığına, dolarlarla ve rakamlarla vurgu yapılıyor. EAP aynı zamanda kısa süreli ve uzun dönemli problemler ayrımını yaparak ‘tedavi’ kelimesini kullanıyor. Kısa süreli problemlerin standart tedaviye ihtiyaç duyulmadan halledilebildiği fakat uzun süreli problemlerin -yani gerçekten de kafayı sıyırmışsanız- uzun vadeli olarak hem ilaç hem de terapi yöntemi ile ‘kalıcı’ olarak halledildiğinden bahsediliyor (bir anlamda size güzel bir format atılıyor). Kalıcı olarak sağlıklı davranmanızdan bahsedilen ve kastedilen de bu zaten. Buradan hareketle ‘sağlıklı olmak’ demek aslında emeğinizin ne kadar verimli olduğu ve ne kadar artı-değer yarattığınız anlamına gelir. EAP hizmeti veren kurumlar her ne kadar ticari değil de yardımlarla ayakta kalan kurumlar olduklarını belirtseler de, tek amaçları emeğin yarattığı toplam artıdeğerin nasıl daha fazla artırılacağıdır. EAP gibi programlar ücretli emeğin mutsuzluğunu mutluluğa çevirerek, emeği denetleme ve kontrol etme ilişkisinin farklı bir biçimidir. Kapitalizm, kapitalist hayat hem bireycilik kültürünü sonuna kadar dayatıp hem de bu kültürden arta kalan hayatları tamir etme derdinde. Kapitalizmin sözde yarattığı mutluluk ve özgürlük sabun köpüğü gibi dağılıyor. Kapitalizm gittikçe daha fazla yoksulluk, mutsuzluk, boşluk ve intihar üretiyor. 1 www.iaep.com 2 ‘It’s all about employees; always has been, always will be.’
Neso
46
Meta toplumsal bir üretim ilişkisidir Metanın ilişkisel karakteri onun toplumsallığını kaçınılmaz kılar. Meta salt bir ürün değil toplumsal bir üretim ilişkisidir
Bir mağazanın vitrininde duran bir ayakkabıyı meta yapan nedir? Bu sorunun cevabı sermayenin ayakkabı üretmeye duyduğu ihtiyaçta gizlidir. Sermaye bir ürünü artı değer yaratmak için üretir. Ürün içindeki donmuş artı emek zamanın artı değer biçiminde mülkleştirilmesi, ürünün meta biçimi altında paraya çevrilmesini gerektirir. Öyleyse ayakkabı vitrinde durduğu haliyle artı değer üretemez. Ayakkabının fabrikada mı, atölyede mi yoksa zanaatçının elinde mi üretildiği de meta olup olmadığını anlayabilmemiz için yeterli değildir. Meta üreten toplumsal ilişki, yani kapitalizm var olmadan önce de alım satım ilişkisinin var olduğunu düşünürsek ayakkabının tek başına alım satım ilişkisine girmesi de yeterli olmaz. Meta bu iki sürecin bütünlüğü içinde konulmak zorundadır. Ayakkabının meta olabilmesi için kullanım değerine sahip olduğu bir başkasına donmuş emek zaman birimlerince belirlenen değişim değeri karşılığında devredilmesi gereklidir.1 Ayakkabının metalaşma süreci, artı değer üretme ilişkisinin
devindirici gücüdür ve sermaye ayakkabıyı bu ilişkinin üretimi ve yeniden üretimi için üretir. Bir ürün ancak bu ilişkinin içerisinde meta olabilir. Metanın ilişkisel karakteri onun toplumsallığını kaçınılmaz kılar. Meta salt bir ürün değil toplumsal bir üretim ilişkisidir. Ayakkabının hammaddesinin tedarik edilmesinden, üretim araçlarına, üretimin mekanına ve dolaşım süreçlerine kadar herhangi bir evrede dondurulmuş hali meta değildir. Meta ancak bu süreçlerin ilişkiselliğinin bir bütünü sonucunda ortaya çıkabilir ve doğru anlaşılabilmesi ancak bu bütünlük çerçevesinde mümkün olabilir. Metayı üreten sermaye tüm
Dolaşım ve üretim süreçlerinin iç içe geçtiği bir toplumsal yapıda meta üretiminin mekanı toplumun bütünü haline gelir
bu evreleri devindiren özne, dolaşım ve üretimin süreç halindeki birliğidir. Bu genel çerçeveden baktığımızda sermayenin bugünkü üretim ilişkilerini daha iyi kavrayabilmemizi sağlayacak sonuç, meta üretiminin olduğu her toplumsal ilişkinin artı değer üretiminin kendisi olduğudur. Fabrika dönemsel olarak artı değer üretiminde belirleyici rol oynamış olsa da artı değer üretimi fabrika mekanına sıkıştırılamaz ve üretim ve dolaşım ilişkilerinin bütünü içerisinde kavranabilir. Dolaşım ve üretim süreçlerinin iç içe geçtiği bir toplumsal yapıda meta üretiminin mekanı toplumun bütünü haline gelir.
Biçimsel tahakkümden gerçek tahakküme Sermayenin üretim sürecinin tarihsel gelişimini, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü kuran ölçü olarak zaman ilişkisinin niteliği çerçevesinde, Marx üç evreye ayırmıştır. Birinci evre üretim zamanının niceliksel artışı yani iş saatlerinin uzatılması yoluyla artı emek zamanın çoğaltılmasının kârlılığın temel motoru olduğu biçimsel tahakküm dönemidir. Biçimsel tahakküm dönemi, adından da anlaşılacağı üzere, kapitalist üretim ilişkilerinin tam anlamıyla toplumsal yapıya henüz yerleşmediği dönemdir. Bu dönemde sermaye kendisinden önceki üretim biçimlerini (feodal dönem) devralmıştır. İşbölümünün gelişmesi, bilim, teknoloji, mekanik ve makinelerin gelişimi niteliksel bir sıçramaya yol açarak sermayenin emeğin verimliliğini arttırmak yoluyla artı değeri çoğaltma yoluna gitmesine yol açmıştır. Mutlak artı değerden nispi artı
47
Canlı emekle cansız emek arasındaki ayrım ortadan kalkmış, maddi olmayan emek biçimi altında emek sabit sermayeleşmiştir değere geçişle karakterize olan bu dönem gerçek tahakküm dönemidir. İşgünü ve zamanında değişiklik yapmadan artı emek zamanın artırılması, gerekli emek zamanın kısılmasıyla mümkündür ve bu, emeğin birim zamandaki üretiminin artırılmasıyla olanaklı hale gelir. Bu üretim zemininin vazgeçilmez altyapısı makinelerdir. Makineler içerdikleri donmuş emek zaman üzerinden canlı emeğin verimliliğini artırırlar. Gerçek tahakküm dönemi ile birlikte makinelerin, emeğin verimliliğini belirleyen bir konuma geçmesi (genel zekanın temel unsuru haline gelmesi) onları, emeğin toplumsallaşmasının kaçınılmaz unsuru haline getirmiştir. Üretim sürecinin makineleşmesinin sınırı aynı zamanda emeğin toplumsallaşmasının da sınırıdır. Sermaye, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurarak, emeğin toplumsallığını kendi tekelinde örgütler. Bu çerçeve içinde, emek süresi değer üretiminde doğrudan belirleyici faktördür. Sermaye emeği zaman üzerinden ölçerek ücretli emek altında sınıflaştırma ilişkisini kurar. Gerçek tahakküm döneminde gerek sermayeler arası rekabetin gerekse sermayenin emeği sınıflaştırma ilişkilerinin örgütlenmesinin ve düzenlenmesinin temeli ölçülebilir emek zamandır. Ölçülebilir emek zaman temelinde fabrikadaki gerekli emek zaman artı emek zaman diyalektiğinin işleyişi, makineleşmenin gücüne bağlıdır. Bu temel nedeniyle, artı değer üretiminin toplumsal döngüsünde fabrika ilişkisi, soyut emekle somut emeğin karşı karşıya geldiği mekanın ilişkiselliği toplumsal ilişkilerinin bütü-
nünü belirleyici hale gelir. İnsanın doğayla ve insanla ilişkisi fabrika yasaları ekseninde belirlenir. Bu, diğer emek biçimlerinin veya fabrika dışı toplumsal alanların olmadığını değil, bu alanların veya fabrikanın dışarısının onun verimliliği ölçüsünde ve bağlamında örgütlendiğini ifade eder. Fabrika dışı bir alan olarak dolaşım alanı, üretim alanının belirlenimi altındadır. Dolaşım alanı üretim alanından bağımsız değil ona tabidir. Bu nedenle, en basit ifadesiyle artı değer üreten emek olan üretken emek bu dönemde maddi üretim sürecini ifade eden fabrikada ortaya çıkar ve merkezileşir. Bu üretim döngüsü içerisinde, üretim sürecine dolayımlar yoluyla dahil olan diğer emek biçimleri üretken olmayan emek kategorisine girerler.
Gerçek tahakkümden toplumsal fabrikaya geçiş Biçimsel tahakkümden gerçek tahakküme geçişte sermaye birikiminin gelişimi sanayi devrimi ile eş zamanlı olarak makinelerin üretim sürecine dahil edilmesini ve fabrikaların üretimin merkezi haline gelmesini doğurmuştu. Makineler ve fabrikaların gelişimi büyük sanayi üretimini geliştirerek artık üretimin fabrikaların ötesine geçişinin koşullarını hazırlarken iletişim devrimi de bu sürece eşlik etmiştir. Bu aynı zamanda sermayenin emeği verimleştirerek tahakküm altına almasında yeni bir aşamaya geçiştir. Bu geçişin analizi, bizzat Marx’ta mevcuttur. Marx, Grundrisse’de2 içinde bulunduğu dönem itibariyle kesin olarak tanımlanamayacak olsa da, sermayenin değer üretim biçiminde, özel sermayenin ve onun özel üretim
Marx’ın öngördüğü gerçek tahakkümün ötesi bugün bir gerçekliğe dönüşmüştür
sürecinin koşullarıyla ilişkisinden farklı olarak, sermayenin toplumsal üretimin kolektif, genel koşullarıyla özgül ilişkisine doğru bir geçişi öngörür. Bu, değer üretiminin toplumsal ilişkilerin üretimi ve yeniden üretimine dönüştüğünün ifadesidir. Toplumsal fabrikadan anlaşılması gereken, Marx tarafından da konmuş olduğu üzere, değer üretim biçimindeki bu yapısal dönüşümdür. Marx’ın öngördüğü gerçek tahakkümün ötesi bugün bir gerçekliğe dönüşmüştür. Marx’ı, biçimsel ve gerçek tahakküm sınırlarına hapseden modernist sol değer teorisindeki bu başkalaşımı kavramakta yetersiz kalmaktadır. Değer teorisindeki başkalaşım kavranamadan sermayenin bugünkü üretim ilişkileri ve sınıflar mücadelesinin dinamikleri yakalanamamakta ve bugünün politik ve devrimci ihtiyaçlarına cevap üretilememektedir. Nasıl ki emperyalizm gerçek tahakküm döneminin değer üretim ilişkilerine içkin egemenlik biçiminin teorisiyse, imparatorluk da toplumsal fabrikanın değer üretim ilişkilerine içkin egemenlik biçimi teorisidir. Bugün emeğin politikliğinin kuruluşu, önüne toplumsal fabrikada değer üretim ilişkilerinin çözümlenmesini almalıdır. Değer üretim biçimindeki bu farklılaşma Marx’ta ifadesini şöyle bulur: ‘‘…Büyük sanayi geliştikçe, gerçek zenginlik üretimi, giderek emek süresinden ve harcanan emek miktarından çok emek zamanı boyunca harekete geçirilen faktörlerin gücüne bağımlı olmaya başlar. Bu aracıların gücünün –onların etkili gücünün- onları üretmek için harcanan doğrudan emek
48
zamanı ile hiçbir ilişkisi yoktur; daha çok bilimin genel düzeyine ve teknolojinin gelişmesine, ya da bilimin üretime uygulanmasına bağlıdır… Gerçek zenginlik, daha çok, harcanan emek süresi ile bunun ürünü arasındaki müthiş oransızlıkta ve saf bir soyutlamaya indirgenmiş olan emek ile bunun denetlediği üretim sürecinin gücü arasındaki niteliksel dengesizlikte görülür… Emek üretim sürecinin içsel bir öğesinden çok, üretim sürecinin denetçisi ve düzenleyicisi konumunu almaya başlar…’’3 ‘‘Emeğin sermaye altındaki gerçek boyunduruğunun ya da özgül kapitalist üretim tarzının gelişimiyle birlikte, bireysel işçi gittikçe bütün bir emek sürecinin gerçek kaldıracı olmaktan çıkar… Sayısı giderek artan farklı emek türleri üretken emek kavramına dahil edilir ve bu emeği ifa edenler, doğrudan sermaye tarafından sömürülen ve sermayenin üretim ve genişleme sürecine tabi kılınan üretken işçiler olarak sınıflandırılır.’’4
Bu noktadan itibaren sermayenin üretiminin ve yeniden üretiminin temeli, harcanan emek zaman süresiyle ölçülebilir hale getirilen emek olmaktan çıkmış; bilimin genel düzeyi, teknolojinin gelişimi ve iletişimin üretim sürecinde artan rolünde cisimleşen maddi olmayan emeğin etkinliğine bağlı hale gelmiştir. Bu, canlı emeğin üretim sürecinden tasfiye edilmesi değil tersine emeğin zihinsel, duygusal, fiziksel ve toplumsal bütün canlılık faaliyetiyle sermayenin üretim sürecine içerilmesidir. Sermayenin kârlılığının koşulu, emek zaman niceliğinin ötesinde ‘‘emek zamanı boyunca harekete geçirilen faktörlerin gücü’’, maddi olmayan emeğin üret-
Sermayenin kârlılığının koşulu, emek zaman niceliğinin ötesinde ‘‘emek zamanı boyunca harekete geçirilen faktörlerin gücü’’, maddi olmayan emeğin üretkenliğidir
kenliğidir. Ölçülebilir emek zaman temelinde canlı emeğin cansız emek yoluyla üretken kılındığı gerçek tahakküm döneminden farklı olarak, artık söz konusu olan canlı emeğin canlı emek yoluyla üretken kılınmasıdır. Bugün üretim araçlarının giderek bilişsel, iletişimsel ve duygulanımsal yapılar olarak ortaya çıkışı ancak bu temelde anlaşılabilir. Canlı emekle cansız emek arasındaki ayrım ortadan kalkmış, maddi olmayan emek biçimi altında emek sabit sermayeleşmiştir. Marx’ın ifadesiyle: ‘‘Emek süresinden yapılan tasarruf serbest sürenin, yani bireyin her yönüyle gelişmesine ayrılacak sürenin artması demektir; bu çok yönlü gelişme de, en büyük üretici güç olarak, yine emeğin üretici gücünü etkileye-
Maddi olmayan emeğin hegemonyasıyla birlikte sermayenin değer üretim sürecinin merkezi fabrika bir mekandan uzama dönüşerek toplumsal ilişkilerin bütününe yayılmıştır
cektir. Dolaysız üretim sürecinin bakış açısından, bu bir sabit sermaye üretimi olarak görülebilir – insan burada bu sabit sermayenin ta kendisidir’’5
Bugün değer üretim sürecinde maddi olmayan emeğin hegemonyasının kaynağı, sermayenin emeği tahakküm altına alma biçimindeki bu niteliksel farklılaşmadır. Maddi üretim süreçleri ve fabrika ortadan kalkmamıştır. Maddi üretim süreçleri yeniden tanımlanarak görsel, işitsel, bilişsel, duygulanımsal maddi olmayan emek biçimleriyle bütünleşmiştir. Nasıl ki gerçek tahakküm döneminde fabrikadaki maddi emek süreci diğer toplumsal emek süreçlerini etkisi altına almışsa, bugün de bütün toplumsal emek süreçleri maddi olmayan emeğin belirlenimi altındadır. Sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü kuran ölçü, emek zaman niceliğinden çıkarak emeğin niteliksel gücü haline gelmiştir. Maddi olmayan emeğin hegemonyasıyla birlikte sermayenin değer üretim sürecinin merkezi fabrika bir mekandan uzama dönüşerek toplumsal ilişkilerin bütününe yayılmıştır. Üretim bandı iletişim araçları yoluyla toplumun bütününe yayılmıştır. Emeğin üretkenliği fabrika zamanının ve mekanın ötesine geçmiştir. Üretim ve dolaşım alanları arasındaki ayrım silikleşmiş, dolaşım alanı doğrudan üretimin bir öğesi haline gelmiştir. Bu noktadan itibaren, sermayenin üretimi ve yeniden üretiminin ve sermayeler arası rekabetin temeli, bütün toplumsal ilişkileri ve değerleri metalaştırma gücüdür. Artık üretilen bir cep
49
telefonunun artı değer yaratabilmesi salt birim maliyeti ucuzlamış bir telefon olma özelliği ile kurulamaz. Bir cep telefonu, tüketicisine bir marka, imaj, duygulanım olarak ulaşmak durumundadır ki bu ‘kullanım değerleri’ ancak maddi olmayan emek süreçleri ile yaratılabilir. Dolayısıyla toplumsal fabrika işleyişinde maddi olmayan emek sürekli yeni değişim değerlerinin tanımlanmasına imkan sağlayarak sermayenin üretim ve yeniden üretim döngüsünü iç içe geçirerek yaygınlaştırır. Sermayeleşmiş maddi olmayan emek, emeğin toplumsal ve politik ortamına sürekli müdahalede bulunarak toplumsal fabrikanın biyonik bedenini sürekli kurar ve yeniden kurar. Toplumsal fabrika işleyişinde, sermayenin üretim süreci doğrudan toplumsal ilişkilerin üretim ve yeniden üretim sürecine dönüşmüştür.
Google Harekete geçirdiği maddi olmayan emek güçlerinin etkinliği dolayısıyla Google, sermayenin üretim sürecinin yukarıda sözünü ettiğimiz niteliksel farklılaşmasının çok önemli bir örneğini oluşturur. Google krize rağmen karlılığını ciddi oranda artırmış ve büyümeye devam eden bir şirkettir. 20000 dolayında çalışanı olan ve kapitalist dergilerin yaptığı araştırmalarda uzun süredir en çok çalışılmak istenen şirket olarak Google son yılların yükselen markasıdır. Bu ‘başarılar’ kapitalist üretimin geldiği aşamada Google’ın maddi olmayan emeğin verimli kılınmasına bağlı işleyişi ve bu yönüyle üretim ilişkilerinin güncel doğasıyla örtüşen konumundan ileri gelmektedir. Google bir ilişki üretim fabrikasıdır. Google bir arama motoru olmakla birlikte doğru tüketiciyi doğru üretici ile buluşturma motoru olarak sermayenin hizmetindedir. Bunu yapabilmesi, toplumsal fabrikada yaşamın damarlarına sızabildiği oranda mümkündür. Google internette insan davranışlarını sürekli izleyen ve kelimenin tam anlamıyla her yerde olan ‘büyük birader’dir. İnternet başında zaman geçirmeye başladığı andan itibaren birey, Google tarafından izlenmeye, bir yandan da yönlendirilerek dönüştürülmeye başlayacaktır. Belli bir süre sonunda Google bireyin ilgi alanlarından cinsiyetine, tüketim alışkanlıklarına, mesleğine kadar pek çok konuda bilgi sahibi olmaya başlamıştır. Bilgi sahibi olmanın da ötesinde karşısına çıkarttığı seçenekler ile onu dönüştürmeye de başlamıştır. Ve daha da ötesi toplumsal fabrikanın bir bireyi olarak internet kullanıcısı da Google’a sürekli müdahale eder. Eğilimler ve tercihler dinamik ve değişkendir, Google’ın
Google bir ilişki üretim fabrikasıdır
robotları6 da esnektir ve dönüşüm geçirirler. Bu esneklik ve etkileşim sebebiyle bu yazılımlar toplumsal fabrikanın biyonik bedeninin biyonik robotlarıdır. Google’ın görevi toplumsal hayata nüfuz etmektir. Bütün dünyaya yayılmış internet ağları ve bu ağlar üzerinden harekete geçen aracılar düşünüldüğünde Google ve benzerleri internet üzerinden nüfuz ettiği toplumsal hayatın sermayeleşmesinde merkezi bir konuma oturmuştur. Nitekim iletişimde yaşanan bu muazzam gelişmeye paralel olarak üretim ve dolaşım alanlarının arasındaki ayrımlar silikleşerek art zamanlılık ilişkisi yerini giderek eş zamanlılık ilişkisine bırakmıştır. Ağır sanayilerde bile ürünler üretilmeden satılmaya başlamıştır ki bu ancak doğru veriler, bu verilerin doğru analizi ve piyasa eğilimlerinin doğru tespitine dayanır. Dolayısıyla maddi olmayan emek süreçlerinin ürünü olan bilgi, üretim ve dolaşım alanlarını iç içe geçiren güçlü harcı oluşturur. Büyük birader Google bugün, hangi coğrafyada, kimin Ford alacağını, Ford’un hangi özelliklere sahip bir otomobili, kaç adet ve ne zaman üreteceğini belirlemek bağlamında değer üretim sürecinde toplumsal yapıyı belirleyen bir konuma yerleşmiştir. Google Ford’a daha önceden ağda etkileşimler sonucu elde ettiği bilgileri ve bu bilgiler çerçevesinde üretilen otomobili metaya dönüştürecek ilişkiyi satarak kâr elde eder. Peki küresel Google fabrikasının üretkenliğinin temeli olan sabit sermayesi nedir? Google’ın sabit sermayesi maddi olmayan canlı emeğin içerisinde gizlidir. Maddi olmayan emeğin bilgi birikimi ve yeteneği Google’ın sabit sermayesini oluşturur. Fordist üretim bandının makine parkuru farklı işlevlere sahip makinelerin yan yana gelmesiyle oluşurken maddi
olmayan emek sürecinde farklı yetenek ve birikimlere sahip şirketleşmiş bireylerin elbirliği üretim bandını oluşturur. Dolayısıyla sabit sermayeyi de oluşturan yine maddi olmayan emeğin kendisidir. Sanayi üretimi, üretim bandı üzerindeki işbölümünün örgütleniş yapısı ile ücretli emeği makinelerin mekanik bir uzantısına dönüştürmüştü. Ücretli emek, vida sıkmak gibi, düğmeye basmak gibi öznelliği ve özgünlüğü olmayan, mekana ve kronometreye endeksli bir üretim atmosferinde nesneleşerek üretken kılındı. Toplumsal fabrikada üretim giderek biyonik bir makinenin ürettiği ilişki düzeyine geçerken üretken emek biyonik makinenin kâr üretme döngüsüne öznelliği ile dahil olan ve dolayısıyla biyonik makinenin kendisini yeniden üreten bir kimliğe bürünür. Dolayısıyla, öznellik üretimi söz konusu olduğunda üretken emek biçimlerinin şirketleşmiş bireyler olması bir zorunluluktur. Sermayeyle olan ilişkisinde ancak bu güvenceyle üretken emek yaratıcı faaliyetinde özgürdür ve özgür olmalıdır. Maddi olmayan emek sürecinde sıkılan her vida, fabrika emeğinin aksine, yaratıcılığı, yeteneği ve özgünlüğü içermek
Toplumsal fabrikada üretken emek ancak gelişmiş elbirliği düzeyi sayesinde üretken kılınabilir. Bu elbirliğinin kendisi de maddi olmayan emek tarafından üretilir
50
Maddi olmayan emek süreçlerinin ürünü olan bilgi, üretim ve dolaşım alanlarını iç içe geçiren güçlü harcı oluşturur
durumundadır. Bu emek süreci zaman üzerinden ölçülemez. Temel olan toplumsal artı değer üretiminde harekete geçirdiği güçlerin niteliğidir. Google gibi, maddi olmayan emeğin doğasına uygun, onu yaratıcılığı, yeteneği ve özgünlüğü ile sermayeleştirmeyi başarabilen, elbirliğini patron elinden daha çok şirketleşmiş bireylerin güvencesi altında doğallığıyla geliştirmenin olanaklarını yaratmaya çalışan şirket örgütlenmeleri, kapitalizmin yeni değer üretim biçiminin öncüleridir.
Olanaklar Maddi olmayan emeğin hegemonyası altındaki üretim süreci sürekli esnek, etkileşime açık ve mümkün mertebe doğallığında gelişen elbirliğine ihtiyaç duyar. Başka bir ifadeyle toplumsal fabrikada üretken emek ancak gelişmiş elbirliği düzeyi sayesinde üretken kılınabilir. Aynı zamanda bu elbirliğinin kendisi de maddi olmayan emek tarafından üretilir. Kapitalizmin modern döneminde sermaye üretim araçlarının mülkiyeti üzerinden emeğin toplumsallığını, elbirliğini tekeli altına aldı. Bu bağlamda bugün sermayenin bu gücünü yitirmeye başladığı söylenebilir, ancak söylenemeyecek olan bu dönüşümün komünist ilişkileri kendiliğinden ortaya çıkardığıdır. Örneğin Linux, yazılım emekçilerinin sermayeden mümkün mertebe bağımsız bir elbirliği neticesinde ortaya çıkarttıkları bir işletim sistemidir. Microsoft şirketinin, sermaye cephesinden yarattığı elbirliği sonucu ortaya çıkan Windows’un şirketsiz, patronsuz, ücretsiz, kendi ifadeleriyle ‘özgür’ muadilidir. Aynı zamanda açık kodludur, yani yaratılan programın kodunu görebilir ve istediğiniz gibi müdahale ederek değiştirebilirsiniz. Dolayısıyla ilk bakışta Linux’un en azından kendisi7 sermayeleştirilemez gibi gözükür. Ancak Linux toplumsal üretim ve yeniden üretimde kendisine şirketlerin ağ sistemlerinde ağırlıklı bir yer bulmuştur. Bugün Linux hangi toplumsal ilişkilere hizmet ediyor sorusunu sorduğumuzda bir grup yazılımcının ve Linux meraklısının bilgisayarlarının ötesinde, çok daha geniş bir etkiye (toplumsallığa) sahip
olarak sermayenin üretim süreçlerine hizmet eden ağ sistemlerinde ve web hizmetlerinde kâr üretim döngüsüne katılmış bir biçimde karşımıza çıkar. Dolayısıyla Linux’un bütün o özgün ve ‘özgür’ yönleri onu ilişki üretimi düzeyinde komünist kılmaya yeterli olmamıştır. Maddi olmayan emeğin elbirliği, sermayenin toplumsal ilişkileri metalaştırma sürecini devindirdiği oranda sermayenin tahakkümü altındadır. Emeğin kendisinin sabit sermayeye dönüştüğünü belirtmiştik. Bu elbette emeğin toplumsal genel zeka ile ilişkisinde de yapısal değişikliklere yol açmıştır. Bilgi her zaman için önemli bir silahtır ve bu yaygın iletişim ağları toplumsal emeğin birikimi olarak bilginin sermaye tarafından kontrolünü giderek zorlaştırmaktadır. Ne var ki sermaye giderek bilginin ve emeğin elbirliğinin doğrudan kontrolü yerine oto-kontrol mekanizmalarını devreye sokmaktadır. Bilginin hangi toplumsal ilişkiler içerisinde üretilip çalıştırıldığı temel olduğundan sermaye odak noktasını toplumsal öznelliklerin yaratılmasına kaydırmıştır. Daha basit bir ifadeyle bilgiyi işletip çalıştıran şirketleşmiş bireylerin çıkar ilişkisi temelindeki toplumsallıkları olduğu sürece sermaye bilginin kendisinin mülkiyetinden kolaylıkla vazgeçebilir. Hatta maddi olmayan emek süreçlerinin verimliliğinin artırılabilmesi açısından bilginin serbest dolaşımının teşvik edilmesi dahi gündeme gelebilir. Bu bağlamda kimi Otonomist Marksistlerin ifade
Kapitalizme karşı komünalliğin kuruluşu doğrudan politiktir
ettiği gibi8 komünizmi, genel zekanın ve bilginin özgür dolaşımı bağlamında tanımlamak bizi ancak sermayenin komünizmine götürür. Sermaye toplumsal fabrikada toplumsal ilişkilerin metalaştırılması üzerinden kendisini güvence altına alır. Bireylerin şirketleşmesi, sermayenin toplumsal ilişkileri metalaştırma gücünün ifadesidir. Sermayenin kendini olumlaması, emeği bireyleştirmek, toplumsallığını metalaştırmaktır. Emeğin kendini olumlaması ise komünalliğinin kuruluşudur. Sermayenin bireyciliği ile emeğin komünalliği antagonisttir. Anti-kapitalizm doğrudan toplumsal bir antagonizmayı ifade eder. Sermayeleşmiş olan insanın insanla kurduğu çıkar ilişkilerine ve metaların metalarla kurduğu toplumsal ilişkiye karşı insanın insanla kurduğu bütün toplumsal ilişkiler ve toplumsal değerler hayata karşı hayatın politik bedenini kurar. Kapitalizme karşı komünalliğin kuruluşu doğrudan politiktir. 1 Ayrıca bkz. Diyalektik, sınıftır, Otonom sayı 17. 2 K. Marx, Grundrisse,Cilt II, Sol Yay., 2003, s.26. 3 K. Marx, Grundrisse,Cilt II, Sol Yay., 2003, s.174 4 K. Marx, Kapital’e ek: Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, çev.: Mustafa Topal, Ceylan Yay., 1999, s.107. 5 K. Marx, Grundrisse, Birikim Yay. s. 662 6 Buradaki robot kavramı yazılım robotları anlamında kullanılmıştır. Bu küçük yazılım parçaları daha çok gözleme ve veri aktarma görevleri yaparak görevlerini gerçekleştirir. 7 Linux’u paketleyip satan şirketler vardır, ancak bunların daha çok, farklı Linux parçalarını bir araya getirip derli toplu paketleme ve destek hizmetini sattıklarını söylemek daha doğru olacaktır. 8 Carlo Vercellone, From Formal Subsumption to General Intellect: Elements for a Marxist Reading of the Thesis of Cognitive Capitalism
Barış
51
Ortak olanın kurumları Son yıllarda, ortak olanlar kategorisi, uluslararası teorik ve politik tartışmalarda giderek daha fazla yer almaya başladı. Bu durum, asıl olarak, öncelikle piyasa güçleri ve neoliberal küreselleşme karşısında savunmamız gereken ‘‘doğal’’ mallar olarak yorumlanacak sözde ‘‘ortak mallar’’ın –su veya toprağın yanı sıra bilginin de– özelleştirilmesi ve metalaştırılması süreci ile ilgilidir. Bu çerçevede, ortak olanlar nosyonu bir yandan önemliyken öte yandan sorunsallık taşımaktadır. Önemlidir, çünkü dünya çapındaki çeşitli direniş biçimlerinin dillerini çözmemize olanak sağlar. Sorunsaldır, çünkü üretim ilişkilerinden bağımsız ve doğası gereği tamamen muhafazakar olan, doğalcı bir ortak olanlar imgesi önerme riski taşır. Bu makalede, ortak olanlar sorununu ya da daha iyi bir ifadeyle, emek ile sermaye arasındaki toplumsal ilişkilerde yaşanan dönüşümler içerisindeki ortak olan sorununu ve bugün yaşadığı krizi ortaya koyacağız. Çözümlememizi, özellikle, kimi düşünürlerin –geçici ve keşif türünden bir kavram olarak ele aldığımız– ‘‘bilişsel kapitalizm’’1 olarak tanımladığı çerçeveye oturtuyoruz. Burada, sorunun derinine inmekle ilgilenmiyoruz, ancak kısaca bir açıklık getirmek gerekiyor. Bu terim –bilişsel kapitalizm– ile, sanıldığı gibi kol emeğinin ortadan kalkmasına atıfta bulunmuyoruz. Çünkü bu terim diğer kategoriler (örneğin, maddi olmayan kapitalizm, bilgi ekonomisi ya da yaratıcı ekonomi vb.) ile bir eşanlamlılık taşımıyor ve biz de böylesi bir eşanlamlılık ileri sürmüyoruz. Bunun yerine, canlı emeğin ve kapitalist hiyerarşileştirme
Ortak olan canlı emeğin gücü ve otonomisine dayalıdır, ancak aynı zamanda sermaye tarafından da sömürülür ve sömürü biçimlerinin topyekun bileşiminin okunması (ve içerisinde hareket edilmesi) için, bütünlüklü bir dönüşüm süreci, bir işaret ve ‘‘genel bir aydınlanma’’ anlamında emeğin bilişselleştirilmesi ile, belirli işçilerin emek piyasasının farklı yerlerinde bireyleştirilmesi anlamında bilişsel emek arasındaki gerilime odaklanıyoruz. Özellikle, ‘‘canlı bilgi’’ ve öznellik üretiminin merkezi konumuna, meselenin en belirsiz anlamıyla dikkatimizi veriyoruz. Bu temelde, iki alternatif teorik ve politik modeli takip ederek, ortak olanlar ve ortak olan kategorilerinin birbirinden ayrılmasını öneriyoruz. Bu modellerden birincisi Polanyi ile, ikincisi ise Marx ile ilişkilidir. Post-operaista (işçicilik sonrası, ç.n.) tartışmasında çerçevesi çizilen ikinci modelde, ortak olan çifte statü üstlenir;
Bugün, canlı emek ile ölü emek arasındaki klasik ilişki, canlı
bilgi ile ölü bilgi arasındaki ilişkiye dönüşme eğilimindedir
hem otonom canlı emeğin üretim düzlemidir, hem de kapitalist ‘‘ele geçirme’’ye boyun eğer; toplumsal antagonizmanın yeni maddiliği ve niteliğini ortaya koyarak, eşitlik ve özgürlüğe dayalı bir toplumsal ilişki ufkuna işaret eder. Başka bir deyişle, ortak olan canlı emeğin gücü ve otonomisine dayalıdır, ancak aynı zamanda sermaye tarafından da sömürülür. Sonuçta söz konusu olan, ortak olanın savunulması değil, kamusal olan ile özel olan arasındaki bitip tükenmiş diyalektiğin ötesindeki üretimi ve yeni kurumlarda örgütlenmesidir.
1. Ortak olan, Çifte Statüye Sahiptir Bilgi, hem üretim kaynağı hem de üretim aracı olarak merkezileştiğinde, birikim biçimleri de değişir. Marx’ta da, canlı emek ile ölü emek arasındaki ilişkide bilginin çok önemli bir yeri vardır. Ancak sermayede somutlaştığı için, bilgi işçiden tamamen ayrılmıştır. Bilginin otomatik makineler sistemine dahil edilmesi, emeğin sahip olduğu yetenek ya da know-how’un2 (teknik bilgi) eksilmesi anlamına gelmiştir. Bugün, canlı emek ile ölü emek arasındaki klasik ilişki, canlı bilgi ile ölü bilgi arasındaki ilişkiye dönüşme eğilimindedir. Başka bir deyişle, canlı bilgi kategorisi, yalnızca bilim ve bilginin üretim sürecindeki merkezi rolünü ifade etmez, kendisinin dolaysız olarak toplumsallaşması ve canlı emeğe dahil olmasına da odaklanır.3 Bilişsel emeğin bileşimi, yaygın eğitim için ve ‘‘Fordist’’ fabrika ve ücretli emek zincirlerinden kurtuluş için verilen mücadeleler ile güçlendirilmiştir. Böylece, bilişsel emek bir yandan üretken işçi olma ‘‘utancı’’na indirgenirken, öte yandan
52
otomatik makineler sisteminden otonom hale gelme eğilimine girer. Bu nedenle, genel zeka bundan böyle (ya da en azından kesintisiz ve geçici bir süre için) ölü emekte somutlaşmaz; yani bilgiler, tümüyle işçilerden ayrılıp makinelere devredilemez. Süreç tersine döner. Değişken sermaye, sabit sermayenin pek çok yanına dahil olur; devamlı olarak makineyi üretir ve yeniden üretir, canlandırır ve yeniden hayat verir. Aynı anda, daimi toplumsal ve canlı bilgi fazlası da sürekli olarak ölü emek/bilgiden kaçar. Bu çerçevede, canlı emek/bilgiyi soyut emek/bilgiye indirgeme gereği, yani değer yasasının nesnel krizine karşın emeğin yaptığı işi ölçme zorunluluğu, sermayeyi tümüyle yapay zaman birimleri dayatmaya zorlar. Marx’ın deyişiyle, bu bir ‘‘question de vie et de mort’’tur (ölüm kalım meselesi); değer yasası ortadan kalkmaz, ancak dolaysız olarak çıplak bir sömürü ölçütü haline gelir. Öznellik üretiminin yarattığı değeri, meselenin her iki anlamıyla ele geçirmek zorundadır: ‘‘Belirli bir öznel tavra ait özneliğin kuruluşu (hem vasıflı hem de uysal bir işçi sınıfı) ve sonrasında öznelliğin üretken gücü, değer üretme yeteneği’’.4 Böylece, ortak olan, elbirliği kavramının güçlü bir kopyası olmaz; aynı anda hem elbirliğinin kaynağı ve taslağı, hem canlı emeğin bileşimi ve otonomisi sürecinin ortamı, hem de öznellik ve toplumsal zenginlik üretiminin düzle-
‘‘Üreten tüketici’’nin elbirliği, müşterilere yüklenen iş gücü maliyetlerinin sıfırlanması anlamına gelir. Böylece özgür yazılım, özgür emek anlamına gelir; ‘‘üreten tüketici’’ ise ücretsiz işçidir
midir. Daha iyi bir ifadeyle, bugün öznellik üretiminin düzlemi toplumsal zenginlik üretimi olduğundan, sermaye, elbirliği döngüsünü başlangıç aşamasında giderek daha az örgütleyebilmektedir. Canlı emek/bilgi tarafından ortak olarak üretilen değeri ele geçiren birikim eylemi, son aşamada giderek daha fazla gerçekleşir. Bu açıdan bakıldığında, finansallaşma, ölçemediği bir şeye değer biçmek zorunda olan bir sistemdeki gerçek ve somut, ancak ters bir kapitalist ekonomi biçimidir. The Economist dergisinin deyişiyle, bu ‘‘sermayenin komünizmi’’, yani ortak olanın ele geçirilmesidir.
Ortak olan bağlamında, kâr ile rant arasındaki klasik ayrım oldukça sorunludur; kapitalist örgütlenme olmaksızın elbirliğinin (büyük çapta) temellük edilmesine dayanarak, bu iki terim benzer özellikler üstlenir. Bugün rant, emeğin otonom üretimini ele geçirmek için emeği komuta eder. Bu, sermayenin yalnızca bir parazit olduğu anlamına gelmez; ele geçirmeyi örgütlemesi de gerekmektedir. Kurumsal cool hunter figürü açıklayıcıdır. 1920’lerde, Ford, (ulaşılamaz olan) kapitalizmin ihtiyaçları yukarı çekme düşünü özetleyen şu ifadeyi kullanmıştı: ‘‘Herhangi bir araba alın, Black Ford T olması şartıyla’’. Bunu reddeden cool hunter, aksine aşağıya doğru hareket ederek, otonom yaşam biçimlerini ve öznel ifadeleri ele geçirmektedir. ‘‘Merkez’’, ortak üretken gücü (potentia) ele geçirmek amacıyla, ‘‘çevre’’ye doğru ilerlemektedir. Benzer biçimde, bu bağlam çözümlemesi,
Ortak olanlara yönelik ‘‘Polanyi yanlısı’’ bir bakış açısı tanımladığımız yerde, özneler, sermaye ve metanın dış saldırısına karşı kirlenmemiş antropolojik ve doğal bir uzamı koruyan bireyler ve toplumdur
53
Canlı emeğin devamlı olarak ürettiği ve yeniden ürettiği otonom elbirliğinden, ortak
olanından başka savunacak hiçbir şeyi yoktur
ağ ve internette yer alan literatürü bilen herkes açısından görünüşte çarpıcı olan bir soruyu açıklamaya yardımcı olur: eleştirel kuramcılar ve eylemciler tarafından bilginin üretimine ilişkin vurgulanan özellikler –yani özgür elbirliği, mülkiyet dışı stratejilerin merkezi konumu, yatay paylaşım–, neoliberal düşünürler tarafından neden göklere çıkarılır? İnternetteki elbirliğine ve özörgütlenmeye dayalı pratikleri tanımlamakla başlayan Yochai Benkler, ortak olanlara dayalı bir yatay üretimin yükselişine yönelik bir varsayımda bulunur.5 Böylece Benkler, fikri mülkiyete dayalı bir sistem ile açık bir toplumsal ağa dayalı bir sistem arasındaki bir alternatife işaret eder. Başka bir deyişle, ortak olanlar kapitalizme ölümcül bir tehdit olmanın yanı sıra onun tam da kaynağıdır. Fikri mülkiyet, pek çok düşünürün vurguladığı gibi, bilgi üretimine dayalı bir sistemde yenilikleri engelleme riski taşıdığından, kapitalizm ‘‘mülkiyetsiz bir kapitalizm’’ olmak zorundadır. Bu durum, Google ile Microsoft arasındaki çatışma ya da Ibm ile Linux arasındaki ittifak ile örneklendi-
rilen Web 2.0 durumudur. Örneğin, pek çok yazılım şirketi ve cep telefonu tedarikçisinin çevrimiçi müşteri hizmetleri, ‘‘tüketici’’nin ya da ‘‘bilgi toplumu’’na ait yaygın bir retoriği kullanmak gerekirse ‘‘üreten tüketici’’nin, ‘‘özgür’’ ve ‘‘açık kaynaklı’’ elbirliğine dayalıdır. Aslında, ‘‘üreten tüketici’’nin elbirliği, müşterilere yüklenen iş gücü maliyetlerinin sıfırlanması anlamına gelir. Böylece özgür yazılım, özgür emek anlamına gelir; ‘‘üreten tüketici’’ ise ücretsiz işçidir. Şirketlerin ücretli işçileri, yalnızca ‘‘üreten tüketiciler’’in yazdıklarını kontrol edenlerdir: Kapitalizm belki mülkiyeti terk edebilir, ancak komutayı (ya da kontrolü) asla! Paradoks buradadır. Sermaye, komutayı yeniden düzenlemek ve elbirliği akışını idare etmek için, canlı emeğin üretken gücünü, fikri mülkiyet ya da güvencesizlik ile sürekli olarak engellemek zorundadır. Bu, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin yeni biçimidir ve bugün yaşanan krizin, yani ‘‘sermayenin komünizmi’’nin krizinin temelinde yatan da budur. Emek ile kapitalist birikimin yaşadığı dönüşümler bağlamında, ortak olan çifte statü üstlenir; hem üretim biçimidir, hem de yeni bir toplumsal ilişkinin kaynağıdır; hem canlı bilginin ürettiği, hem de sermayenin sömürdüğü şeydir. Otonomi ile boyunduruk, kendini değerli kılma ile el koyma arasındaki bu gerilim, geçiş biçimini alır. Burada, bir aşamadan diğerine doğrusal olarak geçilmez; geçiş, üretim sisteminin bütününe yön verebilecek değişen paradigmalarla ‘‘donatılmış’’ prizmatik bir savaş alanında mücadele eden farklı güçler, olanaklar ve zamansallıklar tarafından oluşturulan açık bir süreçtir. Bilişsel kapitalizme, onun ilksel birikimine6 geçiş, –Marx’ın yazdığı gibi– işçiler ve mülkiyeti, işin gerçekleşmesi koşulundan durmaksızın, tekrar tekrar ayırmak zorundadır. Bilişsel kapitalizmin ilksel birikimi, canlı emek ile ortak olanı birbirinden ayırır; zamansallığı, onun tarihöncesinin devamlı olarak yeniden önerilmesidir. Ancak kalıcı geçiş de, kırılma olasılığının devamlı olarak yeniden açılması
Modernitenin tarihsel öznesi olan yurttaş, Marx tarafından emek gücü kavramı ile parçalanmıştır
anlamına gelir. Bu, komünizmin gerçekliğidir, ya da daha iyi bir ifadeyle, ortak üretimin otonom örgütlenmesidir.
2. Ortak olan, Doğal Mal Değildir Çoğul halinde iddia edildiği gibi, ortak olanlar, genellikle doğada var olan şeyler (su, toprak, çevrenin yanı sıra bilgi de) olarak tanımlanır. Bu yoruma teorik bir göndermede bulunabiliriz: Karl Polanyi’nin ‘‘büyük dönüşüm’’7 çözümlemesi. Herkesin bildiği gibi, büyük Avusturyalı düşünür, kendi kendisini düzenleyen piyasanın genişlemesi ile toplumun kendisini savunması arasındaki gerilim hattı boyunca kapitalizmin yükselişini, ekonomi üzerindeki kontrolünü yeniden kurmasını ele alarak, yeniden inşa eder. Bu nedenle, ekonomik liberalizm ile toplumsal korumacılık, faydacılık ilkesi ile komüniter bütünlük, metalaşma ile doğal unsurların, yani ortak olanların savunulması arasındaki çatışmanın nedeni olarak değişim ileri sürülür. Bu çerçevede, sermaye, kendi kendisini doğal olarak düzenleyen bir toplumu dışarıdan temellük etmeye
54
çalışan, insanlık dışı bir ‘‘ütopya’’yı temsil eder. Sonuçta, sermaye bir toplumsal ilişki değil, tarihsel bir rastlantı ve normdan sapmadır. Bu nedenle büyük dönüşüm, toplumsal amaçlardan ekonomik araçlara dönüştür. Polanyici bakış açısına göre, antagonizmanın merkezine üretim sömürüsü ve toplumsal üretim ilişkileri değil, piyasa ve metalaşma oturur. Son yıllarda, toplumsal hareketlerde ve eylemciler ile eleştirel düşünürler arasında, örneğin ağlar konusunda, ‘‘Polanyici’’ duruş yükselişe geçmiştir. Burada mücadele, bilgiyi tekellerine alanlar ile bilginin özgür dolaşımı için verilen liberter ya da neoliberal sözler arasında tanımlanır olmuştur. Bu nedenle, Web 2.0, ‘‘hacker etiği’’ ile ‘‘anarko-kapitalizm’’ ittifakının olumlanmasıdır; tekelcilik ve fikri mülkiyete karşı ‘‘sanal topluluk’’un savunulması, aynı zamanda sömürü ilişkilerinin devam etmesidir. O halde sorun, mülkiyet ilişkilerinden üretim ilişkilerine geçişte, ortak olan sorununu uygun yere yerleştirmektir. Pek çok düşünür, ‘‘kültür’’ün ya da ‘‘antropolojik açıdan ortak olanlar’’ın önemini göklere çıkarırken, ‘‘ekonomizm’’i, Marx ve işçiciler açısından üretim biçimi kavramının merkezi konumu olarak tanımlar.8 Ancak bu, tam da bu kavramın, emek kavramında olduğu gibi, onlara göre ‘‘ekonomizm’’ olarak yorumlanmasıdır; sermaye bir toplumsal ilişki olmadığından, toplumun kontrol etmek zorunda olduğu pek çok aktörden biri haline gelir. ‘‘Kültür’’ ya da ‘‘antropoloji’’, yaşam biçimleri ve öznellik ifadeleri durmaksızın ele geçirilir ve bunlara bir değer atfedilir. Üretim ilişkilerinin dışarısında hiçbir şey kalmamıştır; hem ele geçirmenin hem de sömürünün gerçekleştiği yer burasıdır; ancak burası aynı zamanda direniş ve özgürlük alanıdır. Burası, ortak olana ait üretimin çifte statüye sahip olduğu yerdir. Bu nedenle, ortak olanlara yönelik ‘‘Polanyi yanlısı’’ bir bakış açısı tanımladığımız yerde, özneler, sermaye ve metanın dış saldırısına karşı kirlenmemiş antropolojik ve doğal bir uzamı koruyan bireyler ve toplumdur. Bireyler, Aydınlanma modernitesinin evrensel öznesi ile devamlılık halindeyken, toplum, organik bir
Kapitalizm belki mülkiyeti terk edebilir, ancak komutayı (ya da kontrolü) asla!
bütündür; her ikisi de, felaket riski karşısında insanlığın korunmasına denk düşen genel zekanın taşıyıcısıdır. Ancak, ‘‘hacker etiği’’ ile ‘‘anarko-kapitalizm’’ arasındaki ittifakın başarısız olması ya da ikincisinin birincisini ele geçirmesi durumunda, aynı düşünürler, ‘‘ekonomi’’ye karşı ‘‘toplum’’un güvencesi olarak ya da kendisini savunamayan ‘‘toplum’’un yerine geçmesi için rahatsız edici Devlet hayaletini yardıma çağırırlar. Topluluk, tutucu bir şekilde kimliğini, mitolojik açıdan ortak olanlarını yalnızca sermaye ve metalardan ibaret olmayan küreselleşme saldırısından, ancak öncelikle emek ve göçmen hareketliliğinden korur. Her durumda, politika, en kötüsünden sakınmak zorunda olan olumsuz bir ütopya ve normatif bir proje haline gelir. Söz konusu olan, ortak olanın gücünün örgütlenmesi değil, kısıtlanması ya da ‘‘küçülmesi’’dir. Bu, bilgi üretiminin zenginlik ve bolluğunun aksine kıtlık ilkesine dayalı hukuki bir kavrama ayna tutan bir ortak olanlar imgesidir. Sınır, sermayenin kendisidir. Bununla beraber, bilişsel kapitalizmde bilgi doğasından koparılmalıdır. Özü için herhan-
Artık dışarısı diye bir kavram ve içerme ile dışlama arasındaki diyalektik ortadan kalkmıştır; iş gücü sömürüsü ve hiyerarşileştirilmesi, farklılaşan içerme süreçleri üzerinden gitmektedir
gi bir fazlalık oluşturmaz; ancak bilgi canlı emekte somutlaştığından, yalnızca üretimde bir ortak olan haline gelir. Aslında, tekilliklerin ortak olarak sahip olduğu şey, soyut bir insanlık fikri değil, bu tekilliklerin kuruluşlarının çatışmalı belirsizliğindeki somut ve kendine özgü ilişkileridir. ‘‘Biyo-sermaye’’ (örneğin, biyo-teknolojilere yatırılan sermayenin değerleme süreçlerinin geliştiği toplumsal ilişkiler9) tarafından temellük edilen yaşam dahi, doğal bir unsur ile tanımlanamaz. Patent altına alınan, bedendeki kendinde genom ya da tek tek beden parçaları değil, bunlar üzerine bilgi üretimidir. Biyo-şirketlerde değerleme, bilgi ve veri aracılığıyla, yaşamın kendisinin üretiminde gerçekleşir. Bu nedenle, bilgi gibi genom da, (değerleme sürecinde fikri mülkiyet sisteminden daha önemli olan) paranın finansallaşma sürecinde soyutlanması ile birleşen, yaşamın soyutlanmasıdır. Bu iki soyutlamanın birleşmesi, canlı emeğin üretimi ile ele geçirilen ‘‘kapitalist ortak olan’’ı meydana getirir. Bu nedenle, canlı emeğin devamlı olarak ürettiği ve yeniden ürettiği otonom elbirliğinden, ortak olanından başka savunacak hiçbir şeyi yoktur. Ayrıca, sözde doğal ortak olanların (topraktan suya kadar), canlı emeğin otonomisi ile kapitalist ele geçirme arasındaki ilişki ile belirlenen gerilim düzleminde durmaksızın üretilip tanımlandıklarından, doğal olan hiçbir şeyleri yoktur. Beverly Silver tarafından önerilen ikili şema10 ikna edici olmaktan uzaktır. Silver, işçi hareketleri tarihindeki iki tür rahatsızlığı birbirinden ayırır: Bir yanda ‘‘Polanyici türdeki’’, diğer yanda ‘‘Marksist türdeki’’ rahatsızlık. Birincisi, el koyma ve proleterleşme süreçleri karşısında işçilerin sürekli değişen bir devinim içerisinde verdiği tepki ile nitelenirken, ikincisi ise, üretim örgütlenmesinin değiştiği birbirini izleyen aşamalardaki sömürü ilişkilerinde karşılığını bulur. Ancak, bilişsel kapitalizmde, bilgiye el konulmasına karşı direniş dolaysız olarak sömürü ilişkilerine karşı verilen mücadeledir;
55
çünkü bu, bilişsel üretimin kolektif kontrolü sorununu, yani kapitalist el koymaya karşı ortak olana ait üretim üzerindeki kolektif kontrol sorununu ortaya çıkarır.
3. Ortak, O Halde Evrensel Değil: Yani, Ortak olan, Bir Sınıf Kavramıdır Ortak olan ve ortak olanlara yönelik farklı yorumlar, özne sorununu içinde barındırır. Toplum, topluluk, birey, ‘‘üreten tüketici’’. Tüm bu özneler, evrensel olan düşüncesini farklı yollarla yeniden ortaya koyar. Sermaye ve metalaşma karşısında savunulacak olan evrensel bir insanlıktır. Modernitenin tarihsel öznesi olan yurttaş, Marx tarafından emek gücü kavramı ile parçalanmıştır. Marksist ve sosyalist gelenek, yeni bir evrensel olan figürünü, genel zekanın taşıyıcısı olan sınıfı yeniden ortaya koyar. Operaismo (işçicilik, ç.n.) bunu parçalar. İşçi sınıfı, insanlığın kaderi ile ilgilenmez; çünkü kapitalist ilişkiler içerisinde ve karşısındaki parçalı bir öznedir. Bir soyutlaması, İki antagonist parça arasındaki antagonizma içerisinde parçalanır. İşçi sınıfı, iktidarı ele geçirmek isteyen güçtür; sermaye ise, gücü sömüren iktidardır. Birincisi efendi, ikincisi köledir. Ancak, Aufhebung (içererek aşma, ç.n.) hiçbir şekilde mümkün değildir. Evrensel özne gibi diyalektik de, işçi mücadeleleri ve parçalı olanın isyanında kesinlikle ölmüştür. Bu nedenle, ortak olan sorununu sınıf antagonizmasına yerleştiriyoruz. Ancak, sosyolojik ya da nesnel bir sınıf imgesine atıfta bulunmuyoruz. Sınıf, çatışma dışında var olmaz. Mario Tronti’nin deyişiyle: ‘‘Sınıf mücadelesinin olmadığı yerde sınıf yoktur.’’ Benzer bir şekilde Althusser de, mücadelenin sonradan
Kriz, bundan böyle döngünün bir aşaması değil, sermaye gelişiminin daimi bir koşuludur
gelmediğini, ancak sınıfların bölünmesini sağladığını ileri sürmüştür. Buna dayanarak, biz de işçici gelenekte sömürü ilişkisinin maddi yapısı ile antagonist özneleşme süreci arasındaki çatışmalı ilişkiye işaret eden sınıf bileşimi kategorisini11 kullanıyoruz. İşçiciler, iş gücünün kapitalist eklemlenmesi ve hiyerarşileştirilmesine dayalı olan teknik bileşim ile sınıfın otonom özne olarak kurulması süreci anlamındaki politik bileşimi birbirinden ayırmıştır. Bu yorumda, emeğin sermaye tarafından sonradan bölünerek yabancılaştırılan ve bu nedenle yeniden düzenlenmesi gereken özgün birliği fikri ya da kendinde sınıf ve kendi için sınıfı yeniden bir araya getirmek için sergilenecek bilinç fikri söz konusu değildir. Aslında, teknik ve politik bileşim arasında ne simetri ne de diyalektik altüst oluş vardır; bunun nedeni de, sınıfın, öznel kuruluşunun maddi ve olası tarihsel koşulları öncesinde var olmamasıdır. Bu kuruluş, hem olabilirlik koşuludur hem de mücadele sırasında söz konusu olur.
Ancak, ‘‘Fordist’’ fabrikanın uzam-zamanı ve kendine özgü bir işçi figürü ile belirlenen operaismo, özgün bir bağlamda oluştu. Canlı emeğin bileşimi son dönemlerde dünya çapında verilen mücadeleler ile şekillendiğinden, bugün onları radikal bir şekilde yeniden düşünmek zorundayız. İşçi mücadeleleri, sömürgecilik karşıtı ve feminist mücadeleler, sermayeyi küresel hale gelmeye zorladı. Artık dışarısı diye bir kavram ve içerme ile dışlama arasındaki diyalektik ortadan kalkmıştır; iş gücü sömürüsü ve hiyerarşileştirilmesi, farklılaşan içerme süreçleri üzerinden gitmektedir. Bu, sınıf bileşiminin kapitalist toplumsal ilişkiler içerisinde ve karşısındaki yeni zaman-uzam düzlemidir. Canlı emeğin bileşimi, evrensel olana indirgenemeyecek farklılıkların olumlanmasına dayandığından, esas olarak heterojendir. Ancak, bu heterojenlik canlı emeğin ortak bileşimi olanağının önüne geçer mi? Ortak olan üretim sistemi içerisinde merkezi hale geldiğinde, sınıf kavramını yeniden düşünmemize yardımcı olan soru tam da budur.
Evrensel özne gibi diyalektik de, işçi mücadeleleri ve parçalı olanın isyanında kesinlikle ölmüştür
56
Borçların ödenememesi, küresel ekonomik krizin öznel kökenlerinden biridir
Aslında, tekillikler sözde kökenlerine ve aidiyet kategorilerine (etnik, cinsiyet, komüniter, bölgesel, mesleki, toplumsal grup vb.) sabitlendiğinde, farklılıklar kendilerini ayırıcı bir şekilde eklemleyebilir. Bunun emek piyasasındaki bölümleme ve farklılaşan içerme mekanizmalarını, örneğin belli bir politik bileşim ile belirlenen canlı emek krizini yönetmek için kapitalizmin verdiği karşılığı, sürdüren teknik bileşim olduğunu kabaca söyleyebiliriz. Çatışma, bu çerçevede, kimlik politikası, yani hiyerarşinin kendisini tartışma konusu etmeksizin kapitalist hiyerarşide farklılık olarak tek bir statü ve konumun kabul görmesi talebi haline gelme riski taşır. Sonuç olarak politik bileşimi, Jacques Rancière’in12 deyişiyle, farklılaşan içerme mekanizmalarındaki konumun sözde doğallığına ilişkin bir ‘‘kimliği parçalama’’ süreci olarak yeniden tanımlayabiliriz. Bu, teknik bileşimin parçalanması ve anlamını ortak olanın üretiminde bulan bir güç hattında yeniden bileşimidir. Bu güç hattı sınıfın kendisidir. Bu bakımdan, sınıf olmaktan değil sınıf haline gelmek ten bahsedebiliriz. Bununla beraber, dikkat etmek zorunda olduğumuz şeyler vardır. Teknik ve politik bileşim
arasındaki asimetri, iki kategorinin ayrılacağı anlamına gelmez. Bunlar açık süreçler olduklarından, çoklu öznellik üretimi biçimleri ve kapitalist değerleme mekanizmaları tarafından devamlı olarak kurulur ve gerilime sokulurlar. Bu nedenle, teknik bileşim yalnızca kapitalist tahakküm tarafından yapılandırılmaz; bunun yanı sıra çatışmalı bir dinamiğin geçici resmidir ve durmaksızın yıkılmaya açıktır. Aynı anda, politik bileşim de kendi başına şirket talepleri ve yeni kimlik kapatmalarının dışında değildir; ortak olana ait mücadeleler ve üretim tarafından belirlenen yeni ve güçlü bir alana işaret eder. Bu nedenle, meselenin can alıcı noktası, iki sürecin açık ve tersine çevrilebilir ilişkisinde –yerleşmiş ve tarihsel olarak belirlenmiş– seçimi yapmaktır. Söz konusu ilişki, bir yandan işçiler ile sermaye arasındaki ‘‘Fordist’’ fabrikaya dayalı ilişkinin uzam-zaman doğrusallığının sonunda karışıp karmaşıklaşmışken; öte yandan, bugün kesinlikle canlı emeğin otonomisi ile kapitalist boyunduruk, ortak olanın üretimi ile kapitalist ele geçirme arasındaki mücadele içerisindedir. Bu nedenle, otonomi ve tekilliğin güçlü gelişimi, sınıfçılık sonrası toplumun13 bir sonucu değil, antagonist bir toplumsal ilişkide söz konusu olan şeydir. Parçalılığın saldırısı, canlı emeğin bileşimini sağlar; ancak bu, onların ortak olanda bir araya getirilmesinin olanaksız olduğu anlamına gelmez. Aslında evrensel olan, farklılıkların soyut bir özneye, her ikisi de Devlete gönderme yapan liberal anlamdaki birey ile sosyalist anlamdaki kolektife indirgenmesi demektir. Ortak olan, tekillik ile çeşitlilik arasında yeni bir ilişkinin kurulmasıdır; başka bir deyişle, tekillik, farklılığından vazgeçmeden başka tekilliklerle bir araya gelebilir. Bu nedenle, ortak olandaki politik bileşim, kapitalizmin iş gücünü yeniden eklemlemesinin reddidir; kapitalist komuta altında geçici olarak ele geçirilen ve yeniden düzenlenen canlı emeğin otonom gücünün özgürleşmesi ve ortak olan düzleminde yeniden bileşimidir. Bir formül vermek gerekirse, evrensel olan değil ortak olan, bireysel olan değil tekillik, doğal olan değil çeşitlilik.
4. Ortak olan, Ütopya Değildir: Özel Olan ile Kamusal Olan Arasındaki Diyalektiğin Ötesinde Yeni Bir Antagonizma ve Komünizm Zamansallığı Tanımlar Finansallaşmanın, iktisatçılar tarafından atfedilen ve bir döngü sonunda ortaya çıkarak reel ekonomiyi takip edip onu karşıdan dengeleyen klasik role artık sahip olmadığını söylemiştik. Bugün finansallaşma, döngünün bütününe yayılmaktadır; kapitalist birikim
ortak olanın ele geçirilmesine dayalı hale geldiğinde, finansallaşma reel ekonominin ta kendisi olmuştur. Bilişsel emek ile küresel kapitalizmin zaman-uzam koordinatları değişirken, yalnızca döngü şemasından faydalanmak hâlâ olanaklı mıdır? Ampirik olarak, son on beş yıldır krizlerin birbirini daha da hızla takip etmesini (Güneydoğu Asya piyasalarının çatırdamasından Nasdaq’ın çöküşüne ve son olarak subprime krizine kadar) incelediğimizde, yanıt oldukça basittir: Hayır, olanaklı değildir. Kriz, bundan böyle döngünün bir aşaması değil, sermaye gelişiminin daimi bir koşuludur. Kapital’in üçüncü cildindeki Marx’ın izini sürdüğümüzde, ‘‘sermayenin komünizmi’’ni, kapitalist üretim biçimi içerisinde sermayenin özel mülkiyet anlamında ortadan kaldırılması olarak tanımlayabiliriz. Bu, ortak olanın, rant simgesi altında ve toplumsal elbirliği tarafından yaratılan değerlerin giderek daha fazla kısmını temellük edecek güç amaçlanarak,
Şirketleşme, üniversitenin bizatihi kendisinin, eğitim ve bilgi piyasasında rekabet edebilmek için, maliyet ve kâr hesabı, kâr mantığı, girdi ve çıktıya dayalı bir şirket haline gelmek zorunda olduğudur
57
Ortak olana ait üretim, geçmişe dair hiçbir özlem duymaz
sermayenin doğrudan müdahalesi olmaksızın ele geçirilmesi ve başkalaştırılmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, ‘‘sermayenin komünizmi’’ kamusal olan ile özel olan arasındaki diyalektiğin ötesine geçer; bunlar, kapitalist madalyonun her iki yüzüdür. Örnek olarak, üniversitelerde yaşanan ve genellikle şirketleşme kategorisinde özetlenen dönüşümleri ele alabiliriz. Açıkça belirtmek gerekirse, bu yalnızca özel fonların kamu üniversitelerindeki egemenliği ya da hukuki statüsü anlamına gelmez. Bunun asıl anlamı, üniversitenin bizatihi kendisinin, eğitim ve bilgi piyasasında rekabet edebilmek için, maliyet ve kâr hesabı, kâr mantığı, girdi ve çıktıya dayalı bir şirket haline gelmek zorunda olduğudur. Bu bağlamda, bilgi şirketleri –üniversitelerden çokuluslu biyo-teknoloji şirketlerine kadar– borsa ve değerlendirme kuruluşlarında giderek daha önemli bir kâr, değerleme ve ölçü kanalına sahiptir ve küresel eğitim ve bilgi piyasası hiyerarşilerindeki ana aktörlerdir. Bunun yanı sıra, seksenli yıllardan bu yana, Yeni Kamu Yönetimi teorisi, şirket araçları ve mantığının kamu sektöründe ortaya çıkışını haklı göstermek üzere bir ‘‘düşünce’’ ve ‘‘felsefe’’ hareketi olarak varlığını sürdürmektedir. Amerika bağlamında, kamu üniversiteleri özel fonları artırırken, özel üniversiteler eyalet ve federal fonlar almaktadır. İtalya’da, şirketleşme yönelimi, paradoksal biçimde devlet üniversitesi sistemindeki bir tür ‘‘feodal güce’’ dahil olmaktadır. Ancak, bu iki unsur arasında herhangi bir çelişki yoktur. ‘‘Feodal güç’’, kimi açılardan (kendine has anlamıyla) İtalyan tarzı şirketleşme olmuştur. Şimdi, bugün yaşanan krizin kökeninde yatan ve ‘‘bilgi ekonomisi’’ ile finansallaşmanın
tümüyle iç içe geçmesine açık bir örnek olan borç sorununu ele alalım. Artan ücret, klasik dışlama mekanizmalarına dönüşü işaret etmez; çünkü kayıtlar da artış gösterir, ancak borç sistemi üzerinden, yani iş gücü değerini düzenleyecek bir başka seçici süzgeç üzerinden artar. Bu, genellikle maaşın gerçekten alınmasından önce maaşın düşürülmesidir. Bununla birlikte, eğitim ve bilgi indirgenemez toplumsal ihtiyaçlar olduklarından, refahın finansallaşması, ihtiyaçları bireysel olarak realize etme ve ortak olan olarak üretileni ele geçirme yoludur. Ancak bu, sistemin daima kırılgan oluşunun da ilk örneğidir. Aslında borçların ödenememesi, küresel ekonomik krizin öznel kökenlerinden biridir. Bu nedenle, kapitalist üretim biçimini oluşturan ve farklılaşan zamansallıklar, artık somut ve ters haldeki ‘‘sermayenin komünizmi’’ biçiminde bir finansallaşma içerisinde özel olan ile kamusal olan arasındaki modern diyalektiğin üstesinden gelecek yeni bir paradigma bulmuştur. Sonuç olarak, üniversitenin şirketleşmesine karşı bir hareketlilik, yalnız neoliberal sermaye tarafından değil hareketler tarafından da krize sokulmuş olan kamusal modelin savunulması olamaz. Gerçekten de, İtalyan ‘‘Aykırı Dalga’’ (‘‘Anomalous Wave’’) hareketinin, küresel ekonomik krize gönderme yapan ‘‘krizinizin faturasını biz ödemeyeceğiz’’ sloganı, ‘‘kamu üniversitesi krizinin faturasını biz ödemeyeceğiz’’ anlamına da gelir. Şirketleşmeye karşı muhalefet, kamusal ile özel, devlet ile şirket arasındaki alternatifin, yani tarihsel kapitalist gelişmenin karşısında değil içerisindeki bir alternatifin ötesine geçme sorununu ortaya koyar. Ortak olana ait üretim, geçmişe dair hiçbir özlem duymaz. Antagonizmanın yeni niteliğini belirlemek amacıyla, yanıltıcı bir şekilde özel olana karşı kamusal olana başvurmanın ötesinde, zamansal vektörün, küresel sermaye koordinatlarında yaşanan bu dönüşümlerdeki merkezi konumuna işaret ediyoruz. Geçmişe duyulan özlem yalnızca tutucu ya da en azından etkisiz olma riskini taşımakla kalmaz, belirsiz bir şekilde gelecekteki değişimlerin zayıf olması riskini de içerir. Bu, bir yandan yaşamın güvencesizliğinin ‘‘deneyim uzamı’’nı14 dağıttığı bir tür sonsuz şimdiki zamanda çöküntüye uğrarken, bir yandan da artık tarihselci anlatının doğrusallığıyla damgalanmayan yeni bir uzam açar. Geçmişin değişmez değerinin yanı sıra, –hem Katolik hem de Sosyalist geleneğin paylaştığı ölümden sonrasına ilişkin görüşlerde yoğunlaşan– gelecek ve onun ilerici kaderinin beklenmesi, kurumların durağanlaştırılarak korunması amacını taşır. Bu
ve ‘‘kıyamete ilişkin beklentinin tekrarlanan yapısı’’15 arasında apaçık bir benzerlik vardır; dünyanın sonu ve ‘‘geleceğin doğuşu’’ devamlı ertelenerek, mevcut çatışmalar ve özgürlük talepleri bir biçimde etkisiz kılınır. Bu çatışmalar ve özgürlük talepleri, zamansal çerçeveyi değiştirir, bir ivme ortaya koyar, geçmiş ile gelecek arasındaki normatif ilişkinin çöküşünü kışkırtır ve tarihi bugünden, durmaksızın yeniden açar. Son olarak, politika kavramı, bu yeni zamansallık içerisinde, pek çok post-kolonyal düşünür tarafından tam da ‘‘ikincil’’ özneleri ‘‘tarihin bekleme odası’’na hapseden16 tarihselci düşünceye radikal bir meydan okuma alanı olarak tariflenen yeni bir nitelik kazanır. Bu politika öncesi ‘‘aşama’’, ya da politikanın yalnızca temsiliyet politikası olduğunu düşünenlerce yaygın olarak kullanılan retoriği kullanırsak, politik olmayan ‘‘aşama’’, öznellik ve öznelliğin politik kuruluşunun zamanı olarak ‘‘şimdi’’nin istilası ile kesin olarak yarılır. Canlı emeğin bugünkü figürleri, ‘‘henüz gelmeyen vakit’’i beklemeye gerek duymaksızın, ereksel olarak kendi uğraklarına geldiklerine
İtalyan ‘‘Aykırı Dalga’’ hareketinin, küresel ekonomik krize gönderme yapan ‘‘krizinizin faturasını biz ödemeyeceğiz’’ sloganı, ‘‘kamu üniversitesi krizinin faturasını biz ödemeyeceğiz’’ anlamına da gelir
58
inanarak ve eylemlerini temsili aktörlere ya da Devlet egemenliğine havale etmek zorunda kalmaksızın, bugünleri üzerine eksiksiz olarak verecekleri kararla, geleceksizliği tersine çevirebilirler. Geleceğin bugünle normatif ilişkisinin yarılması sırasında, idealizme ait son bilinç kalıntıları da dağılmaktadır. Dönüşüm, artık tarihsel zorunluluk ve farkındalığın doğrusal olarak ilerlemesi değildir; canlı emeğin otonomisi ile kapitalist ele geçirme arasındaki gerilim boyunca, bütünüyle öznellik ve ortak olan üretimine içkindir. Bu nedenle, ortak olan bir ütopya değildir. Klasik tanımını izlersek; var olmayan ya da gelecekte var olacak bir yer değildir. Ortak olan yalnızca vardır ve özgürleşmeyi talep etmektedir. Özel olan ile kamusal olan arasındaki kapitalist diyalektiğin ötesinde, Marx’ın sözlerini yeniden ifade etmek gerekirse; ortak olan, tekil mülkiyetin temeli olarak kolektif mülkiyettir. Hic et nunc (Burada ve şimdi).
5. Ortak olan Örgütlenmelidir: Ortak olanın Kurumları Bu dönüşümlere dayanarak, yeniden düşünmemiz gereken bir başka ana operaismo kategorisi vardır: eğilim. Ya da daha iyi bir ifadeyle, bu kategoriyi yeniden düşünmeli ve yöntemini yenilemeliyiz. Canlı emeğin bileşiminin heterojenliği ve başladığı noktayı, örneğin ilksel birikimi, durmaksızın yinelemek için sermayenin ele geçirdiği farklılaşan zamansallıklar çerçevesinde, eğilim, ilerici olmayan bir olanaklar alanı belirlenmesidir. Sermaye, her gün –Benjamin’in deyişiyle– canlı emeğin hareket ve elbirliğinin ‘‘heterojen ve dolu zamanını’’ değerin ‘‘homojen ve boş zamanına’’ çevirmek zorundadır. Naoki Sakai’nin ‘‘aynı dilden çeviri’’ ile ‘‘farklı dilden çeviri’’ arasında yaptığı ayrımı izleyen Sandro
Ortak olanın kurumları, hepimiz tarafından üretilen şeylerin kolektif temellükünün örgütsel gücüdür
Ortak olanın kurumları, canlı emeğin bileşimi ve zamansallığına dayalı olduğundan, devamlı olarak yıkıcılığa kapı açar
Mezzadra, bunun politik bir alet olarak kullanılmasını önerir.17 Eski biçimde, beyanda bulunan özne bir başkasıyla, kendi dilinin olduğu kadar dinleyicinin de dilinin durağan ve homojen olduğunu varsayarak konuşur. Farklılıkları kabul eder; ancak bunları sözde özgün bir topluluğa geri götürür. Bu nedenle, çeviri, temsiliyet ve dolayım rolüne sahiptir; böylelikle beyanda bulunan öznenin dilinin önceliği ve egemenliği yeniden olumlanır. Farklı dilden çeviride, başlangıç noktası, ‘‘anadil’’den bağımsız olarak sürecin her parçasına yabancı olmaktır. Bu, hareket halindeki öznelerin dilidir. Farklılıklar, kendilerini ancak ortak bir sürecin içerisinde düzenler. Temel teşkil eden değil, ancak kesinlikle söz
konusu olan dilin kendisidir. Bu nedenle, ortak olan daima çeviri içerisinde örgütlenir; ya aynı dilden çeviri, yani canlı emek/bilginin soyut emek/bilgiye indirgenmesi aracılığıyla ya da yeni canlı emek öznelerinin indirgenemez çeşitliliğini içerecek sınıf bileşimini oluşturan farklı dilden çeviri aracılığıyla. Mücadelelerin sahip olduğu heterojenlik, mücadelelerin iletişim kurması fikrini kesinlikle geçersiz kılar; ancak bu, mücadelelerin bileşiminin olanaksız olduğu anlamına gelmez. Aksine bu bileşim, yeni bir dile, ortak olanın diline çeviri biçimini alır. Başka bir deyişle, farklılıklar kendi başlarına antagonizma araçları değildir. Farklılıklar kimliğe, soyut bir kökene ve sonuç olarak yalnızca farklılıkları üzerinden ifade edilmeye indirgendikleri takdirde, merkezsizleştirilerek ehlileştirilir18 ve kapitalist makinede birikerek değer diline çevrilir. Kapitalist çevirinin engellenmesi, canlı emeğin politik bileşimi ve otonomisinin uzamını açar. Bu düzeyde, eğilim, yeni bir unsurlar topluluğu oluşturan süreksizlik noktalarının birbirine bağlı olması üzerinden tanımlanır. Bu unsurların ‘‘genel aydınlanması’’ ve gelişme düzlemleri, ortak üretimin çeviri dispozitiflerine ilişkin çatışmalarca belirlenir. Otonomi ile ele geçirme arasındaki antagonist ilişkiden başlayarak, ortak olanın kurumları sorusunu yöneltebileceğimiz bağlam burasıdır. Bu kurumlar, asla ‘‘mutlu bir adacık’’ hayali ya da sömürü ilişkilerinden kendisini koruyan özgür bir topluluk anlamına gelmez; günümüz küresel kapitalizminde, artık dışarı-
59
sı diye bir kavram yoktur. Bu kurumlar, kapitalist ele geçirmenin kırılması sırasında ortak normlar üretme amacıyla, bütünüyle toplumsal elbirliği içerisinde, canlı emek/bilginin otonomi ve direnişinin örgütlenmesi, ortak komuta ve yönetimin belirlenmesi gücüdür. Bunlar, kriz ve karar, kurucu süreç ve somut politik biçimler, olay ve örgütsel tortulaşma, kırılma ve ortak üretim arasındaki –doğrusal olmayan ve diyalektik karşıtı, heterojen ve dolu– yeni bir zamansal ilişkinin kurumlarıdır. Hirschman’ın iyi bilinen kategorilerine atıfta bulunmak gerekirse, terk etme ve sesini yükseltme, artık birbirlerinin alternatifi değildir; ancak bir yandan terk etme antagonist toplumsal ilişkiye içkinken, öte yandan sesini yükseltme ortak olana ait üretimi besler ve savunur. Ortak olanın kurumları, canlı emeğin bileşimi ve zamansallığına dayalı olduğundan, devamlı olarak yıkıcılığa kapı açar. Ortak olanın kurumları, oluşun kökeni değil örgütlenmesidir. Konuyu, öğrenci hareketleri içerisinden iki örnekle kısaca açıklık getirelim. Birincisi, Siyah Çalışmalarıdır. Irk, Etnik, Kadın ve Lgbt Çalışmaları gibi, bu çalışmaların kökleri de akademide değil, altmışlı ve yetmişli yıllardaki hareketlerde yatar; tıpkı Post-kolonyal Çalışmaların soykütüğünün sömürgecilik karşıtı mücadelelerin alevlerine dayandığı gibi.19 Siyah Çalışmaları, yalnızca üniversite ve yüksek öğrenimin yığınlaşması süreci anlamına gelmez; bu, bilgi üretiminin kurumsal biçiminin kontrolü üzerinden siyah toplumun kolektif otonomisinin radikal biçimde olumlanmasıdır. İktidar, baskının ötesinde, içerme araçlarını kullanmıştır. Bu, altmışlı yılların sonunda Ford Vakfı’nın, ırk bütünleşmesini savunan liderleri desteklemek için Siyah Çalışmaları programlarını farklılaşan biçimde fonlayarak Black Power (Siyah Güç) hareketinin radikal militanlarını tecrit ettiği stratejisinde çok iyi somutlaşır.20 Kapitalist kurumsallaşma, ortak olanın kurumlarını ele geçirme ve ehlileştirme biçimidir. Diğer örnek ise, İtalya’daki ‘‘Aykırı Dalga’’dır. Bu hareketin gelişmesi, kamu üniversitesinin savunulmasına değil, son yıllardaki ‘‘öz-öğrenim’’ deneyimlerine dayanan yeni bir üniversitenin inşasına bağlıdır. Üniversitenin ‘‘kendi kendini reforme etmesi’’nin anlamı budur. Bu hükümete ya da kimi temsili aktörlere bir yönelme teklifi değildir ve radikal konuları yumuşatma amaçlı, uysal, reformist bir pratiği ima etmez. Kesinlikle tam aksi yöndedir; radikal konuların, uzak bir gelecekte değil dolaysız olarak otonomiyi kurma amacı taşıyan örgütlü biçimidir. Çatışma ve dönüşüm düzeyinin yükseltilmesi için, güç
ilişkilerinin birleştirilmesidir. Siyah Çalışmalarında olduğu gibi, ‘‘muhalif bilgiler’’21 ile öz-öğrenim deneyimleri de ele geçirmeden asla muaf değildir. Aslında akademik yönetişim ve bilginin ekonomi politiği, kendi kapsadıklarıyla yaşarlar. Başka bir deyişle, yönetişimin sorunu dışlama değil, en ciddi ve radikal konuların ehlileştirilmesidir. Kapitalist yönetişimin, ortak olanın ele geçirilmesinin kurumsal biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında, direniş olmadan önce yönetişim vardır. Bu yine, yönetişimin eksiksiz bir kontrole dayalı olmadığı, ancak daimi bir kriz içerisinde kendisini yeniden ürettiği anlamına gelir. Yapısal olarak, düşmanının yaratıcı gücüne dayalıdır. Bu, yönetişimi açık ve durmaksızın tersine çevrilebilir bir süreç haline getirir. Özetleyecek olursak, modernitede kamu, hepimiz tarafından üretilen bir şeydir ve hiç kimseye ait değildir ve bu nedenle de Devlete aittir. Ortak olanın kurumları, hepimiz tarafından üretilen şeylerin kolektif temellükünün örgütsel gücüdür. Carlo Vercellone’nin mecazi olarak söylediği gibi, kesinlikle finansı taklit etmeliyiz: Devlet ve şirketleri ‘‘rehin’’ almak nasıl mümkün olur? Başka bir deyişle, kamusal olan ile özel olan arasındaki kapitalist diyalektik içerisinde donmuş halde bulunan toplumsal zenginlik, kaynaklar ve güçleri kolektif olarak yeniden temellük etmek nasıl mümkün olur? Yeni refah sorunsalı, yani kapitalist rant tarafından ele geçirilenleri yeniden temellük etme sorunsalı budur ve
bunun ‘‘Aykırı Dalga’’ hareketinin asıl konularından biri olması da rastlantı değildir. Artık, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki eski çelişkiyi, diyalektik karşıtı bir biçimde yeniden tanımlayabiliriz. Daha önce söylediğimiz gibi, sermaye, üretici güçlerin üretim ilişkilerinden otonom hale gelmesini engellemek amacıyla, kontrol edip ele geçiremediği zenginlik üretimini sınırlandırmaya mecburdur. Ortak olan toplumsal ilişkinin merkezine yerleştiğinde, sömürü üzerinden yürütülen mücadeleler ile özneleşme üzerinden yürütülen mücadeleler arasındaki Foucault tarafından önerilen ayrım yeniden formüle edilmeli, öznellik üretimi üzerinden
Özgürlük, ancak tekillik ile ortak olan arasındaki ilişkide, zenginlik üretimi ve canlı emeğin gücünün özörgütlenmesi üzerindeki kolektif kontrolde somutlaştığı takdirde, radikal bir sömürü eleştirisi haline gelebilir
60
Sermaye, üretici güçlerin üretim ilişkilerinden otonom hale gelmesini engellemek amacıyla, kontrol edip ele geçiremediği zenginlik üretimini sınırlandırmaya mecburdur
yürütülen mücadelelerin dolaysız olarak sömürü karşıtı mücadeleler olduğu ve bunun tersinin de böyle olduğu kabul edilmelidir. Bu noktada, özgürlük sözcüğünü materyalist anlamda yeniden düşünebiliriz. Özgürlük, ancak tekillik ile ortak olan arasındaki ilişkide, zenginlik üretimi ve canlı emeğin gücünün özörgütlenmesi üzerindeki kolektif kontrolde somutlaştığı takdirde, radikal bir sömürü eleştirisi haline gelebilir. Özgürlük, kapitalist gelişmenin kırılması sırasındaki üretici güçlerin özgürlüğü ve farklı bir oluşa, örneğin farklı bir eğilime, açık olmaktır. Bu ortak bir özgürlüktür, çünkü parçalıdır/kısmidir. ‘‘Kapitalist ortak olan’’ın, yani değişim değeri soyutlamasının kırılması, mitolojik ‘‘ortak mallar’’da bulunan kullanım değerine dönüş değil, ortak olana dayanan, ortak olan tarafından devamlı olarak kurulan ve radikal bir özgürlük ve eşitlik bileşimini yeniden keşfeden yeni bir toplumsal ilişkinin inşasıdır. Bu düzeyde bir teorik ve politik kumar, sözde ‘‘yegâne düşünce’’ (‘‘pensiero unico’’) tarafından parçalanmış yeni canlı emek öznelerinin pasifliğinden son otuz yıldır bahsedenlerin gözünde gereğinden fazla vurgulanmış ya da
gerçek dışı görünebilir. Belki de haklıdırlar. Bununla beraber, küresel sermayenin bugünkü krizi, neoliberal sistemin kırılganlığını ve bu nedenle, kendisini ‘‘yegâne düşünce’’ olarak dayatma gücü iddiasının sorunsallığını sergilemektedir. Bununla ilgili olarak, Marx’ın 9 Aralık 1851 tarihinde Engels’e verdiği yanıt akla gelir. Dostunun, Louis Bonaparte’ın darbesine karşı koymayan Parislilerin ‘‘budalaca ve çocukça’’ davranışları ile ilgili olarak hayıflanması karşısında, Marx, ‘‘Proletarya gücünü korumuştur’’ şeklinde karşılık verir; çünkü proletarya, burjuvaziyi orduyla uzlaştırarak güçlendirecek ve işçiler açısından Haziran’daki ikinci bir yenilgi anlamına gelecek bir ayaklanmaya kalkışmaktan uzak durmuştur. Sözde pasiflikleri içerisinde kitlesel işçiye dönüşecek olan ellili ve altmışlı yıllardaki işçiler ile benzer biçimde, bir güç düzleminde –ortak olan düzleminde– olası terse çevrilebilirlik hatlarını bulmamız ya da ortak olarak araştırmamız gereken yer, belki de canlı emek öznelerinin son otuz yılda sergilediği görünüşteki pasifliktir. İstencin kötümserliği ve zekanın iyimserliği ile öğrenmemiz gereken yeni dil budur.
Gigi Roggero Çev.: Uzun
Küresel sermayenin bugünkü krizi, neoliberal sistemin kırılganlığını ve bu nedenle, kendisini ‘‘yegâne düşünce’’ olarak dayatma gücü iddiasının sorunsallığını sergilemektedir
1 Vercellone, C. (Ed., 2006), Capitalismo cognitivo. Conoscenza e finanza nell’epoca postfordista, Rome: Manifestolibri. 2 Marx, K. (1973), Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy, New York: Vintage. {Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev: Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, 2008} 3 Alquati, R. (Ed., 1976), L’università e la formazione: l’incorporamento del sapere sociale nel lavoro vivo, ‘‘Aut Aut’’ içinde, sayı 154. 4 Read, J. (2003), The Micro-Politics of Capital: Marx and the Prehistory of the Present, Albany: State University of New York Press, s. 102. 5 Benkler, Y. (2006), The Wealth of Networks: How Social Production Transforms Markets and Freedom, New Haven: Yale University Press. 6 Mezzadra, S. (2008) La condizione postcoloniale. Storia e politica nel presente globale, Verona: Ombre Corte. 7 Polanyi, K. (1944) The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Time, Boston: Beacon Press. {Büyük Dönüşüm: Çağımızın Sosyal ve Ekonomik Kökenleri, çev: Ayşe Buğra, İletişim Yayınevi, 2000} 8 Bkz. Revelli, M. (2001) Oltre il Novecento. La politica, le ideologie e le insidie del lavoro, Torino: Einaudi; Formenti, C. (2008) Cybersoviet. Utopie postdemocratiche e nuovi media, Milano: Raffaello Cortina Editore. 9 Rajan, K. S. (2006) Biocapital: The Constitution of Postgenomic Life, Durham, NC-London: Duke University Press. 10 Silver, B. J. (2003) Forces of Labor: Workers’ Movement and Globalization since 1870, CambridgeNew York: Cambridge University Press. 11 Bkz. Wright, S. (2002) Storming Heaven: Class Composition and Struggle in Italian Autonomist Marxism, London: Pluto Press. {Gökyüzünü Fethetmek: İtalyan Otonomist Marksizminde Sınıf Bileşimi ve Mücadelesi, çev: Özgür Yalçın, Otonom Yayıncılık, 2008} 12 Rancière, J. (1995) La mesentante: politique et philosophic, Paris: Galilée. {Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe, çev: Hakkı Hünler, Aralık Yayınları, 2006} 13 Bkz. Beck, U. (1992) Risk Society: Towards a New Modernity, New Delhi: Sage. 14 Koselleck, R. (2007) Futuro passato. Per una semantica dei tempi storici, Bologna: Clueb, Bologna. 15 A.g.e. 16 Chakrabarty, D. (2000) Provincializing Europe: Postcolonial Thought and Historical Difference, Princeton: Princeton University Press. 17 Mezzadra, S. (2008) La condizione postcoloniale, alıntı. 18 Mohanty, C. T. (2003) Feminism Without Borders: Decolonizing Theory, Practicing Solidarity, Durham, NC: Duke University Press. {Sınır Tanımayan Feminizm: Teoriyi Sömürgeleştirilmekten Kurtarmak, Dayanışmayı Örmek, çev: Hatice Pınar Şenoğuz, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2009} 19 A.g.e. 20 Bkz. Rooks, N. M. (2006) White Money – Black Power: The Surprising History of African American Studies and the Crisis of Race in Higher Education, Boston: Beacon Press. 21 Mohanty, C. T. (1990) On Race and Voice: Challenges for Liberal Education in the 1990s, ‘‘Cultural Critique’’ içinde, sayı 14, s. 179-208.
Mektup
Var!
61
Nesin Vakfı ve pek çok insan zor günler geçiriyor. Ali Nesin’in hayata, mücadeleye devam davetini, dostlukla, dayanışmayla yayınlıyoruz.
Sevgili Dostlar,
Kötümserliğe kapılmaca yok. Hayat ilk günden son güne bir mücadeledir. Bu sel felaketini de bu mücadelenin bir parçası olarak değerlendirip eski günlerimize dönmek için canla başla, aşkla şevkle çalışacağız. Eskisinden daha da güzel bir vakıf yapacağız. Yarın çok daha kötü bir sel felaketi bekleniyormuş. Nasıl mümkünse! Elimizden geldiğince hazırlanıyoruz. Kum torbalarımız hazır mesela. Küçük çocuklarımızı anneleriyle birlikte İstanbul’daki evlerimize dağıttık. Vakıf’ta sadece eli iş tutabilecek yaşta gençler kaldı. Görmeden anlaşılmaz ama felaketin boyutlarını anlatmaya çalışayım. Şu anda çamurdan bir vakfımız var desem abartmış olmam. Bodrum kat baştan aşağı, giriş katı bir buçuk metre kadar su altında kaldı. Bahçedeki su düne kadar boyu aşıyordu. Şimdi suyu gitti, diz boyu balçığı kaldı. Çizmeyi bırakmadan ayağınızı balçıktan kurtarmanız zor. Selin sürükledikleri, meyve ağaçlarının arasına takılmış, ağaçları eğmiş, kocaman bir bariyer oluşturmuş. O yemyeşil bahçeden geriye eser kalmadı. Çoluk çocuk hep birlikte o kadar da çok emek vermiştik ki… Hayvanlarımıza yem için ektiğimiz onlarca dönüm tarla bataklığa döndü. Seralarımız kim bilir nerelerdeler. Komşu haradaki onlarca at boğuldu. Muhteşem atlardı. Hep birlikte koşmaya başladıklarında zemini zangır zangır titretirlerdi. Çocuklarımız, küçücük boylarıyla çitin üstünden uzanarak o atları bahçeden kopardıkları tutam tutam çimlerle beslerlerdi. Minicik ellerle atların koca koca dişlerini yan yana görmenin keyfine doyum olmazdı... Başkalarına para kaynağı olan o atlar bizim neşe kaynağımızdı. Gitti gider canım atlar. Tiyatro salonumuz tanınmaz halde. Şu anda içine bile girilemiyor. Mutfağımız tamamen alt üst. Çamaşır makineleri, bulaşık makineleri, kurutma makinesi, buzdolapları, soğuk hava depomuz, fırınlar, soğutma depoları, kalorifer kazanı... Medeniyet namına ne varsa yok oldu. Et stoğumuz perişan. Kokuşmadan gömmek gerekiyor. Ama nereye? Her yer balçık. Emektar Teo’muzun marangozhanesi tüm işlevini yitirdi. Koca koca aletler sağa sola savrulmuşlar. Söylemeye gerek var mı, su, elektrik, telefon, internet kesik elbet. ‘‘Dereboyu’’ndaki evime uzun süre ulaşamadık. Aziz Nesin’in en önemli notları oradaydı. Sel, ağaç kütüğünden karavana kadar, ne bulmuşsa önüne katmış tüm şiddetiyle akıyordu.
Neyse ki ev yıkılmadı ve notlara bir şey olmadı. Mucize diyesim geliyor. Kullanılmaz hale gelen koltuk, kanepe, yatak, yorgandan ya da tamamen suya gömülen elbise depolarımızdan söz etmiyorum bile. Bitirmek üzere olduğumuz ‘‘Sanatçı Evi’’ perişan. Yeni baştan yapacağız. Kitap depolarındaki on binlerce Aziz Nesin kitabı mahvoldu. Aziz Nesin’in yıllarca biriktirdiği gazete koleksiyonunun büyük bir kısmını ciltletmiştik. Büyük ölçüde parasızlıktan ama bir miktar da ihmalkârlıktan ciltletemediğimiz binlerce gazete hamur oldu.1976’nin Politika gazetelerini çamur içinde gördüm. İçim acıdı. Mezunlar dâhil bütün büyük çocuklarımız Vakıf’a geldiler. Gençlerimiz ve gönüllüler elbirliğiyle Vakıf’ı temizlemeye çalışıyorlar. İki tesellimiz var: 1) Hiçbirimize bir şey olmadı. 2) Aziz Nesin’in bütün arşivi kurtarıldı. Çocuklarımızın aklına ilk bu notlar gelmiş. 3000 dolayında dosya... İnanılmaz bir sürat ve imrenilecek bir işbirliğiyle çocuklar bütün dosyaları su basmadan kütüphaneden ikinci kata çıkarmışlar. Sabahın köründe uykularından fırlayıp... Çocuklarımızın kimisi haylaz kimisi yaramaz kimisi söz dinlemez olabilir, ama hiç görmedikleri Aziz Dede’lerinin notlarının ilk kurtarılacak eşya olduğunu biliyorlar... Bunu onlara nasıl öğrettik acaba? Eğitim işte böyle bir şey olmalı. Sonuç olarak geri dönüşü mümkün olmayan hiçbir şeyimizi yitirmedik. Sadece emeğimize yanıyoruz, ondan da bizde var. Tüm zarar ve ziyana karşın iyimserliğimizi elden bırakmayacağız. Sürekli ileriye bakmaya ant içtik. Mücadeleye, yani yaşamaya devam!
Ali Nesin
11 Eylül 2009
62
Yörüngesinde
Boğaziçi’nin
Makineye hoş geldin evlat!
Kimsenin makinenin dişlisi olmaması umuduyla..:
Bizi tanıyanlar Boğaziçi Öğrenci Otonomu klasiği öteki oryantasyonumuzu iyi bilir. Oryantasyonu yine de hatırlatmakta fayda var. Neydi oryantasyon? Ön kayıtta ve okul açıldığında, Boğaziçi Üniversitesi’nin memleketin dört bir yanından gelen yeni öğrencilerine Boğaziçi’ni tanıtması ve tam bir Boğaziçilinin nasıl olacağını onlara anlatmasıdır. Bizler de bu yılki önkayıtlar sırasında öteki Boğaziçililer olarak güney meydandaki yerimizi aldık. Bu yıl oryantasyonumuzda küçük bir değişiklik yaptık. Önceleri okulun öğrenciler için hazırladığı öğrenci el kitapçığını yapı bozumuna uğratıp, okula yeni gelen arkadaşlarımıza dağıtırdık. Bizim yapmaya başladığımız bu etkinliğin zamanla yaygınlaşması, bizleri onurlandırdı ve sevindirdi. Alternatif tanıtım kitapçıkları her yıl yapılmaya başladığına göre, bizler de bu yıl yeni gelen arkadaşlarımızı, bir Pink Floyd klasiği olan ‘‘Makineye Hoş geldin Evlat’’ şarkısının sözlerini değiştirerek oluşturduğumuz bildirimizle karşıladık. Yandaki bildirimizi okuyup; bize, okula, kapitalizme, oraya buraya sinirlenenler oldu. Masamıza gelen öğrenciler ve velilerle çay içtik; bu yılki harç bilmecesinden yurtlara, derslerden çan eğrisine, krizden ne olacak bu Fenerbahçe’nin haline kadar her konuda muhabbet ettik. Büyük umutlarla geldikleri Boğaziçi’nin içselleştirmiş olduğu kapitalist anlayışa tam da karşı cepheden anti-kapitalist bir hayatın kurulabileceğine olan inancımızı paylaştık.
hoş geldin evlat, hoş geldin makineye nerelerdeydin? tamam, biz biliyoruz nerelerde olduğunu dershanedeydin, zaman öldürüyordun test sorularıyla boğuşarak. güzel şeyler hayal ettin, güzel bir gelecek. çok çalıştın ve türkiye’nin en seçkin, en elit üniversitesine girdin bu yüzden hoş geldin makineye. hoş geldin evlat, hoş geldin makineye. neler düşledin? önemi yok, öğreneceksin asıl düşlemen gerekenleri çok şey öğreneceksin belki remedial olacaksın uğruna ne fedakarlıklarda bulunduğun okulda yurttan atılıp, bursların kesilecek yapayalnız, bir sürü yükün altında ezileceksin olsun böylelikle iş hayatının acımasızlığını, rekabeti ve burada edindiğin bilgileri nasıl paraya dönüştüreceğini öğreneceksin. para vereceksin öncelikle her şeye, harca, yurda, öğrenci belgesine, shuttle denen dolmuşa… karşılığında piyasa işleyişine dair her türlü bilgiyi öğretecekler sana. her şeyin bir karşılığı olması gerektiğini göreceksin. boğaziçi iyi bir yatırım deyip rahatlatacaksın kendini. ayrıcalıklı olduğunu vurgulayacaklar her dakika bu yüzden hoş geldin makineye. hoş geldin evlat, hoş geldin makineye sürekli ölçüleceksin notlarla. çan eğrisi yüzünden gerçek dostların olmayacak hiç göreceksin. bir gün arkadaşın ders notlarını parayla satacak, öbür gün arkadaşlar birbirlerini satacak, sonra da kendini nasıl pazarlayacağını öğretecekler sana. iyi bir gelecek için, zaman zaman vicdanını, zaman zaman onurunu, bazen de kişiliğini ayaklar altına alacaksın. ik, enso, sk gibi kulüpler yardım edecek sana değerin giydiğin kıyafetler kadar olacak etrafında markalar dolaşacak, insanlar değil değişecek hayallerin, göreceksin, çok para kazanmayı düşleyeceksin, zengin olmayı bu yüzden hoş geldin makineye…
Yörüngesinde
Dünyanın
63
İşçilerin Yanıtı: İşgal Dünyanın birçok yerinde, yaşanan küresel ekonomik krizin faturası emekçilere kesiliyor. Çalışan işçilerin işten çıkarılması, bunun yapılamadığı durumlarda ise ücretsiz izinler ya da mevcut hakların ellerinden alınması patronların başlıca uygulamaları. İşlerin iyi gittiği dönemlerde pek rastlamadığımız fabrika işgalleri bıçak kemiğe dayandığında görünür olmaya başlıyor. Dünyanın birçok yeri işçi sınıfının direnişlerine sahne oluyor. Fransa’da işçilerin yöneticileri rehin alma ve fabrika bombalama tehdidi ile gerçekleştirdikleri eylemlerden sonra Güney Kore’de de işten çıkartılınca fabrikayı işgal eden işçiler işçi sınıfının onur mücadelesinde yerlerini aldılar. Yükselen işçi direnişleri emek ve sermaye arasındaki sınıf savaşımında temsiliyet ilişkisini ve sendikanın rolünü tartıştırıyor. Güney Kore’de Pyeongtaek kentindeki Ssangyong Motor grevi ve işgali polisin vahşi baskısı ve şiddeti ile sonlandırıldı. Ssangyong Motor yönetimi, küresel krizin etkisiyle satışları ve karının azalmasını gerekçe göstererek yeniden yapılanmaya gitmeye karar verir. Bu yeniden yapılanma ile kârını muhafaza etmek isteyen şirket, işçi çıkarmaya karar verir. Şirket toplam çalışma gücünün
yüzde 36’sını oluşturan 2646 işçinin işine son vereceğini açıklar. Bu işçilerin 1670’i gönüllü olarak işten ayrılırken, 800 kadar işçi, işten çıkarma saldırısına direnerek fabrikanın boyahane kısmını işgal ederek 77 gün sürecek olan direnişi başlatırlar. Fabrika işgali başından itibaren polisin yoğun baskısına maruz kaldı. 22 Temmuz gerçekleşen ilk polis saldırısının ardından binlerce kişinin katıldığı eylemlerde, direnişçi işçilerin yaşamsal ve tıbbi ihtiyaçlarının karşılanmasının engellenmemesi istendi, polis tabi ki bu eylemlere de müdahale etti. Fabrikanın elektrik, su ve doğalgazı kesildi. Geceleri işçilerin nöbetleşe uyuyup dinlenmesini engellemek için fabrika çevresine yüksek ses çıkartan hoparlörler yerleştirilerek işçiler psikolojik olarak yıpratılmak istendi. Büyük sermayenin ve aşırı sağ iktidarın çıkarları gereği, hem gelecekteki potansiyel direnişlere imkân vermemek, hem de bu fazla zarar vermeye başlayan işgali sonlandırmak gerekiyordu. Bunun için, 4 Ağustos günü polis direnişteki işçilere 3 helikopter destekli 2500 polis, gaz bombaları ile tıpkı bizdeki 19 Aralık
‘‘Hayata Dönüş’’ operasyonuna benzer bir vahşetle işçilere müdahale etti. İşçilerin demir çubuklar ve mancınıklar ile karşı koyduğu saldırıda yüzlerce işçi ağır yaralandı. Ve sonunda bu ağır saldırı ardından sendikanın şirkete sunduğu ‘‘nihai’’ müzakere önerisinin kabul edilmesin ardından yaklaşık iki buçuk aydır süren grev sona erdirildi. Yerel sendika başkanı Han Sang-Kyun’un imzaladığı anlaşma, işverenin işten çıkarmak istediği, ancak buna direnen 1000 kadar işçinin yüzde 52’sinin işten çıkarılmasını ve kalanlara ise ücretsiz izin verilmesini içeriyor. İşçilerin işgal boyunca işten atılan tüm işçilerin işe alınmasını dillendirmelerine rağmen, işveren ile sendikanın vardığı anlaşma neredeyse tam bir yenilgiyi ifade ediyor.
Morales’ten Yerlilere Özerklik Açlık Grevcisi Thodoris Iliopoulos Tahliye Edildi
Bolivya’nın ilk yerli başkanı olan Evo Morales, ‘‘Özerklik ve Merkezsizleşme Yasası’’ tasarısının genel çerçevesini açıkladı. Bolivya’da Aralık ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleriyle birlikte yapılacak referandumda halka özerklik isteyip istemedikleri de sorulacak. Bolivya’daki yerli toplulukları ülke nüfusunun yüzde 63’ünü oluşturuyor, 1952 yılına kadar oy kullanma hakkına dahi sahip olmayan yerliler için bu tasarı tarihsel bir adımı ifade ediyor. Bu tasarı ile birlikte Bolivya yerlilerinin ekonomik ve politik bağımsızlıkları mümkün olabilecek. Ancak bu tasarıya ülkenin doğusunda yaşayan Avrupa kökenli ve melez Bolivya’lılar muhalefet ediyor.
6 Aralık 2008 tarihinde, Atina’da polisin 15 yaşındaki bir genci vurmasının ardından Yunanistan’da isyan günleri yaşanmıştı. Yaşanan ayaklanmanın ardından onlarca kişi polis ifadelerine dayanılarak tutuklanmıştı. Süreç içerisinde tutuklananlar tahliye edilirken, polise ateş açmakla suçlanan Thodoris’in tutukluğu devam etti. Suçsuz olduğunu savunan Thodoris; ‘‘Açlık grevi, gerçeği haykırmak ve bu korkunç haksızlığa karşı koyabilmek için bugün elimde kalan tek araçtır. Direnişin özgürlük için tek yol olduğunu bilen, mahkemenin keyfi ve korkunç tutumunu reddeden herkes beni anlayacak ve benimle yanyana olacaktır.’’ diyerek 49 gün süren açlık grevine başladı. Onun özgürlüğü için yürütülen mücadele, eylem ve yürüyüşlerin sonucunda Thodoris, 27 Ağustos’ta tahliye edildi.
Marx’ın Kriz Teorisi Simon Clarke
Politik Ekonomi Dizisi - İngiliceden çeviren: Cumhur Atay - 323 sayfa
Kapitalizmin yeni bir küresel krizinin içinden geçiyoruz. Bu kriz, 21. yüzyıl sınıflar mücadelesinin ve güç ilişkilerinin yeniden kurulacağı bir dinamiği taşıyor. Küresel kapitalizmin bu krizi, unutulmuş olan Marx’ı çağırıyor ve emeği şenliğe davet ediyor. Fakat Türkiye devrimci hareketi, kapitalizmin bu krizi karşısında teorik ve politik bir kriz yaşıyor. Genel anlamda söylersek, devrimci hareket kriz karşısında yaşama ajitasyon çeken propaganda dilinin ötesine geçemiyor. Geleneksel olarak Türkiye devrimci hareketi Marx’ı Lenin üzerinden okumuştur. Kriz, Marx’ı çağırıyor ve Marx üzerinden yeniden bir Lenin okumasını zorunlu kılıyor. Simon Clarke’ın ‘‘Marx’ın Kriz Teorisi’’ kitabı unutulmuş olan Marx’ı yeniden hatırlatıyor ve güncelliyor…
“Futbolistas”: Futbol ve Latin Amerika Dario Azzellini, Stefan Thimmel
Dünyanın Yerlileri Dizisi - Almancadan çeviren: Serra Bucak - 371 sayfa Bu kitabı yazma fikri ortaya çıktığında, bu kadar büyük bir yankısı olacağını düşünememiştik. Birdenbire etrafı bu kitabın ateşi sardı adeta. Haber bir dalga gibi yayıldı ve çok sayıda solcu, kadın ve erkek, değişik yazı biçimleri, değişik konular ve futbola duyulan sempatiyle, “Futbolistas”ta, yaşamda ikincil olmakla beraber bir o kadar da önemli olan yan unsurları bir arada topladılar. Avrupa ve Latin Amerika’dan eylemciler, gazeteciler, sendikacılar, müzisyenler, avukatlar, sinemacılar, tarihçiler, sosyal bilimciler ve kalkınma projelerinde aktif olarak yer alan kişiler, klasik futbolun neredeyse uzmanları olarak karşımıza çıktılar. Basın, futbolun sisteme dayalı yüzünü kitlelere sunup, savunmaya devam edip, FIFA da herkesi Coca Cola içme konusunda ikna etmeye devam ederken, “Futbolistas” futbolun başka bir yüzünü ortaya koyacaktır. Maradona’nın bir zamanlar dediği gibi: “Biz futbolcular, sürekli üzerimizde çok baskı olduğundan yakınırız. Baskı, ancak evlerine beş peso getirip çocuklarını geçindiremeyen insanların üzerinde olur. Binlerce dolar alıp, sahaya çıkıp oynuyoruz ve ağzımızı açınca stresten bahsediyoruz… Stres bu ülkede, sabahın altısında kalkanlar içindir, lanet olsun ki.”
Uyanış ve Seçme Öyküler Kate Chopin
Edebiyat Dizisi – İngiliceden çeviren: Ayşe Bilge Aknam – 217 sayfa Yazın sanatı, kendi çağının sorunlarının yanı sıra, insanlığın evrensel çelişkilerini de ortaya koyduğu ölçüde ardında iz bırakır. Kate Chopin, öyküleriyle bu ünvanı çoktan hak ediyor. Amerikan öykü geleneğinin ve birinci dalga feminist yazınının önde gelen temsilcisi Chopin, Uyanış ve Seçme Öyküler çalışmasında, on dokuzuncu yüzyıl kadınının karşılaştığı sorunlarla birlikte kadınlık halleri ve kadın olmanın kadim güçlükleri ile çelişkilerini ortaya koyuyor. Chopin, ikinci dalga feminizminin yükselişe geçmesine kadar, yayımlandığı dönemde Amerika’da edebiyat çevrelerinin eleştiri oklarını üstüne çeken öyküleriyle akılda kalmıştı. Günümüzde Chopin’in eserleri, toplumsal cinsiyetlerin şekillenişine işaret etmesi, ırk ve cinsiyet ayrımları etrafında yapılanan kadın ve erkek rollerini vurgulaması, doğalcı yazın tarzını kendine özgü olarak ele almasıyla çağdaşlarından ayırt edilebilir. Uyanış ve Seçme Öyküler’de ise, erkek egemen bir dünyada özellikle evli kadınların yaşadığı güçlükler, dönüşümler resmedilir. Uyanış, Simon de Beauvoir’ın ‘kadın doğulmaz, kadın olunur’ sözünü doğrularcasına, modernist kadın bilincindeki kırılmaların, uyanışların ilk kez cesaretle ele alınması bakımından edebiyat dünyasındaki saygın yerini koruyacaktır.
yeni Deleuze, Marx ve Politika
!
Nicholas Thoburn
Politika Dizisi - İngilizceden çevirenler: Ali Utku – Mukadder Erkan 286 sayfa Deleuze’ün minör politikası ve Marx’ın kapitalist dinamikler eleştirisi arasındaki politik, kavramsal ve kültürel yankılanma noktalarına ilişkin eleştirel ve kışkırtıcı bir inceleme olan Deleuze, Marx ve Politika, Deleuze’ün tamamlayamadığı eseri Marx’ın İhtişamı’nı ele alan ilk kitaptır. Deleuze’ün yeni ilişkiler ve bağlantılar kuran bir yorum talebini izleyen bu kitap, komünizmin ve sermayenin ana kategorilerini –lümpenproleterya ve anarşizmden İtalyan autonomia’sına ve Antonio Negri’ye, maddi olmayan emek ve işin reddine– çağdaş ve tarihsel pek çok politik kavram ve akımla birlikte inceliyor. Kafka ve Beckett gibi edebi figürlerden yararlanan Deleuze, Marx ve Politika, postMarxizmin ve toplumsal akışlara ve ağlara minör bağlılık aracılığıyla ortaya çıkan icatlara, üsluplara ve bilgilere duyulan bir ilgiye karşı tek boyutlu direniş modellerinin başat çerçevelerinden ayrılan bir politika geliştiriyor. Ayrıca bu kitap, yeni kimlik ve topluluk biçimleri, enformasyon teknolojisi ve işin yoğunlaştırılması konusundaki çağdaş tartışmalara da bir müdahaledir.
Otonom Yayıncılık Deleuze, Marx ve Politika Nicholas Thoburn Marx’ın Kriz Teorisi Simon Clarke Uyanış ve Seçme Öyküler Kate Chopin Futbolistas: Futbol ve Latin Amerika Dario Azzellini, Stefan Thimmel Kapital’i Politik Olarak Okumak Harry Cleaver Foucault, Marksizm ve Tarih Mark Poster Gökyüzünü Fethetmek Steve Wright Nietzschelerin Şöleni Jacques Derrida Umudun Yolcuları William Morris John Ball’un Rüyası William Morris Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi Werner Bonefeld, John Holloway Önemsizin Arkeolojisi: Condillac Okuması Jacques Derrida Durito’yla Söyleşiler Subcomandante Marcos Kadınlar Ülkesi Charlotte P. Gilman Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u: Şizoanalize Giriş Eugene W. Holland İmparatorluktaki Hareketler Antonio Negri Marx ve Komünalist Otonomi Der: Cengiz Baysoy Michel Foucault: Güncelliğin Bir Ontolojisi Judith Revel Avrupa ve İmparatorluk Antonio Negri
Nietzsche Gilles Deleuze Bizim Gibi Komünistler Felix Guattari, Antonio Negri Marx Ötesi Marx Antonio Negri İstisna Hali Giorgio Agamben Yıkıcı Politika Antonio Negri Bergsonculuk Gilles Deleuze İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika M.Hardt, A.Negri, P.Virno, G.Agamben Yaban Kuraldışlılık Antonio Negri Spinoza ve Siyaset Etienne Balibar İmparatorluk ve Bağımsız Öğrenci Hareketi Der: Cengiz Baysoy
CONATUS Çeviri Dergisi
Sayı 7: Milliyetçilik ve Irkçılık Sayı 6: Devlet, Egemenlik ve İktidar Sayı 5: Kriz Teorisi ve Öznellik Sayı 4: Değer Teorisi ve Sınıf Mücadelesi Sayı 3: Avrupa Birliği Sayı 2: Emperyalizm, Yeni Emperyalizm, İmparatorluk Sayı 1: Anti-kapitalizm
www.otonomyayincilik.com
Munzur Özgür Akacak! Hasan Keyfine Bakacak!