Hemzemin sayi10 2013 08 04

Page 1

Yoğurtçu Parkı Forumu’ndan

GEZİ DİRENİŞİ VE ÜÇ BEŞ AĞAÇ MESELİ Türkiye tarihinde bir kırılma noktası oluşturan Gezi direnişinin ilk ateşini yakan üç beş ağacın kesilmesi tartışma konusu olmaya devam ediyor. AKP Hükümeti ve direnişin hasımları, Gezi eylemlerinin ağaçlarla hiçbir ilgisi olmadığını, direnişçilerin ağaçların gövdesinin arkasına saklanarak global bir komplonun parçası olduğunu ağzında gevelemeye devam ediyor. Direnişin dostları arasında da ağaçların rolü hakkında farklı fikirler var. Asıl meselenin ağaçlar değil AKP’nin diktatör politikalarının ürünü olduğunu düşünenlerle diğer ucunda üç-beş ağacın direnişin merkezi olduğuna inananlar arasındaki yelpazede çeşitleniyor bu fikirler. Eylemler sırasında Bilgi üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmada, direnişçilere eylemlere katılma sebebi soruluyor: katılımcıların yüzde doksanı başbakanın kibirli, diktatör tavrını ve polis şiddetini işaret ederken, yüzde elli sekiz gibi bir oranda ağaçlarının kesilmesinin etkili olduğunu işaret ediyor. Direnişin dar bir kesimle, anlık fotoğrafını çeken bu araştırma bile ağaçlar meselesinin basitçe arkasına saklanacak bir örtü olmadığını gösteriyor. Direnişin son iki aylık evrelerinin incelenmesi ise Gezi hareketinin içindeki bu ekolojik yönelişi doğruluyor. Vahşi bir polis saldırısıyla dağıtılan Gezi Parkı hemen arkasından Türkiye’de onlarca şehirde ve İstanbul’da semtlerde forumlar inşa etmeye başlarken kapalı mekanlara değil semtinin yeşil parklarına yöneldi. Ve bu forumların önemlice bir kısmında bugün tartışılan gündem-

lerin azımsanmayacak bir bölümünü kentsel dönüşüm ve doğa mücadeleleri oluşturuyor. Hareketin bu yönelimini dışarıdan tespit eden bağımsız gözlemciler değil, bu direnişin parçası olarak bu ekolojik yönelimin gelişmesine, derinleşmesine katkıda bulunmamız gerektiğine inanıyoruz. Her şeyden önce sosyal mücadeleler ve Erdoğan’ın diktatörlüğüne karşı direnişlerle, ekolojik mücadeleler arasındaki bu görünüşteki ayrılığa itiraz ederek başlayabiliriz. Üç beş ağacın canını sorgusuz elinden alan iktidarın aklı, ona itiraz edenlerin de canlarına kastederken aynı rahatlıkla davranıyor. Ve biz bugün direnenler üç-beş ağacın kaderiyle insanlığın geleceği arasındaki bağları daha iyi görmeye başlıyoruz. Mitolojide Kral Midas hikâyesi vardır. Midas’ın konukseverliğinden etkilenen şarap tanrısı Dionysos, kendisinden bir şey dilemesini ister. O da dokunduğu her şeyin altına dönmesini ister. Bu isteği gerçekleşen Midas bir süre sonra yemek dahi yiyemez hale gelir. Çünkü dokunduğu yemekler ve içecekler dahi altına dönmektedir. Bugün AKP’nin bütün kredisini açtığı inşaat, otomobil ve enerji sektörleri de Midas’ın hikâyesini çağrıştırıyor. Paraya ve altına çevirmek için şehirlerde dokundukları her şeyi; parklarımızı, ormanlarımızı, ekosistemlerimizi önce betona ve asfalta çeviren bu lobi doğanın gerçek zenginliklerini de tarumar edip hepimizin yaşamını tehdit ediyorlar. Direneceğiz!

Hemzemin’in tüm sayıları www.hemzeminposta.org adresinde PDF formatında yayınlanmaktadır. Direnişin, forumların sesini yükseltmek için forumlara gitmeden, sokağa inmeden önce bu adresi ziyaret edin; son sayıyı bastırın, çoğaltın, yaygınlaştırın. Onlar kanun yapmaya devam etsin, tarihi yazan bizleriz! www.hemzeminposta.org facebook.com/hemzeminposta twitter.com/hemzeminposta hemzeminposta@gmail.com

“Üç Beş Ağaç” Siyaseti Doğu Karadeniz'in ya da Akdeniz'in herhangi bir vadisine baktığımızda, ÇED raporlarına ve mahkeme kararlarına uymaksızın, Gezi'de yaşadığımız gibi bir gece ansızın, dozerlerin çalışmaya başladığını, HES projesi için ağaçların söküldüğünü, bölgede yaşayanların yaşam haklarının ellerinden alındığını kısacası yaşamın yok edildiğini görebiliriz. Aynı şekilde, kentin herhangi bir mahallesindeki kentsel dönüşüm için dozerleri korumaya gelen kolluk kuvvetlerinin, mahallesine sahip çıkmak için toplanan insanlara gaz bombası ile saldırdığına tanık olabiliriz. Dozerler ve iş makinaları geçtiğimiz son birkaç senenin kentsel ve kırsal dönüşüm canavarları olarak yaşamın yıkımını, devletin şiddetini, yerinden edilmeyi, neoliberal politikaların gündelik hayattaki yansımalarını ifade etmektedir. Bu canavar dozerler, önümüze hayatı durduran ve mahveden koca bir set örerken, aynı zamanda Gezi Parkı'nda yıkıma geldikleri zaman açılan çatlağı takip edebileceğimiz bir imkan sundular bize. Yıllardır yaşam alanına, doğasına, kentine devamı 2. sayfada


...1.sayfadan devam

sahip çıkan insanların biriktirdiği nehir bu çatlaktan akarak her yere yayıldı. Bu, ağaçların, toprağın ve suyun imlediği yeni bir siyasal mecra, yeni bir siyaset tarzıydı aynı zamanda. “Üç-beş ağaç meselesi” denilerek küçümsenen, yahut “üç-beş ağaç meselesinden fazlası” denilerek bağlam ve anlam kazandırılmaya çalışılan hikayemizi, “üç-beş ağaç siyaseti” noktasına ayak basarak anlamayı, tam da bu noktadan, kentte ve kırda yaşanan dönüşümü, ve bu dönüşüme karşı ortaya çıkan toplumsal mücadeleleri müşterek bir politik hattın ipuçları olarak tartışmayı önümüze koyuyoruz.

“Müşterekler Siyaseti” Üç-beş ağacın imlediği bu yeni siyaset tarzı elbette ki farklı bir kent algısı ve kent yaşamına, demokratik, katılımcı, yerel yönetimlere dayanan, ve kamusal “çıkarı”, kamu faydasını, ve kullanım hakkını esas alan çok daha geniş bir politik perspektifi ifade ediyor. Kentsel ve kırsal dönüşüm süreçlerinin, yönetenlerin rantsal ve politik çıkarlarına odaklı, tepeden ve kendi yararları için şekillendirildiğini düşündüğümüzde, “üç-beş ağaç siyaseti” müşterek alanların özgür ve kamusal bir kullanım hakkına dönüşmesini, ve bu mekanların imlediği soyut siyaset alanının da zorunlu olarak demokratik ve katılımcı olmasını ifade eder. Müşterekler siyaseti, müşterek mekanların kamusal ve özgür olmasına paralel olarak özgürlükçü, katılımcı ve “herkes-için” siyaset yapan bir siyaset etme tarzının icra edilmesidir. “Üç-beş ağaç siyaseti”, Gezi Parkı'nda açılan çatlaktan sızarken, bohçasında şimdiye kadar kentsel ve kırsal mekanlarda verilen çeşitli mücadeleleri getirdi, ve bu mücadelelerde biriken dayanışma ve direniş ufku Gezi Parkı ruhuna işledi. Yaşam ve mücadele alanlarının, kentsel ve kırsal müştereklerin eşi benzeri görülmemiş bir şekilde “yağmalanması” (metalaştırılması, rantsal-politik tercihlere göre 2

piyasalaştırılması, sermayenin politik mülkü haline gelmesi) aynı biçimde çok çeşitli, çok renkli ve çok sesli yüzlerce farklı-tikel-tekil direnişin ortaya çıkmasına, ve bu direnişlerin toplumsal tarihi ve belleği etkileyecek toplumsal mücadelelere dönüşmesine sebep oldu. Bu mücadelelerin ortak kesenlerinden biri, elbetteki memleketteki neoliberal dönüşümün önemli veçheleri olan kentsel ve kırsal dönüşüm süreçlerine çomak sokmak şeklinde ifade edilebilir. Lakin, daha reel bir konjonktürde, bu mücadelelerin birbirlerine bakabilmesi, konuşabilmesi, temas edebilmesi ve dayanışabilmesi için, Gezi'nin açtığı çatlaktan yola devam etmek elzem. Kentsel bir müştereğin imlediği siyasal ufuk, HES, RES, Termik, Nükleer, Maden vb. ekolojik tahribata, ve bu tahribata yol açan politik zihniyete karşı her yerde ve her zaman, “herkes-için” özgür ve kamusal siyaset ufku geliştirmekle mümkün görünüyor. Kırsal dönüşüme karşı mücadele de, kentteki yaşamı sorgulama, tüketim ilişkilerini, gıda, tarım ve enerji politikalarını kent ve kır üzerinden yeniden düşünme, ve daha da önemlisi kent ve kır arasındaki yılların biriktirdiği politik ayrımı yerinden etmek için önemli bir ufuk sağlıyor. Ezcümle, kent ve kırsal alandaki müşterek mekanlara/alanlara dair ekolojik politikanın, bu ikisi arasındaki politik ayrımı kaldırırken, yeni ve reel dayanışma köprüleri inşa etmeleri, neoliberal politikalara bağlı olarak gelişen dönüşümlere karşı aşağıdan ve müşterek bir siyaseti inşa etmeleri elzem görünüyor. Tekrar etmek gerekirse, Gezi'de açılan ufuk, Gezi öncesi bir çok direnişin bohçasında bulunan, ve Gezi'de binlerce nehir gibi heryere akabilen, “üç-beş ağaç siyaseti”, müşterekler siyasetidir. Zira “üç-beş ağacın” imlediği ekolojik politika ve müşterek mekan algısı, bu memlekette siyaset yapmanın olmazsa olmaz koşulu haline çoktan gelmiştir.

minnet değil hak temelli sosyal politika Her hafta Çarşamba günleri gerçekleştirilecek olan Sosyal Haklar Atölyelerinin ilki, 31 Temmuz Çarşamba akşamı "Son On Yılın Sosyal Politika Uygulamaları" başlığıyla Yogurtçu Parkı’ndaki basket sahası yanında 40 kişinin katılımı ile gerçekleştirildi. Türkiye’deki sosyal yardımlarla ilgili 12 soruluk bir anket formunun dağıtılması ile başlayan atölye, sosyal yardımlarla ilgili verilerin ortaya çıkarılması amacıyla soruların yanıtları üzerinden devam etti. Özetle şu verilerin altı çizildi: - Günümüzde sosyal yardımlardan faydalanan kişi sayısı 10 milyonu aşıyor. Sosyal yardım yapılacak kişilerin kriterlerinin hukuki olarak belirlenmemis olması, yardım alanları yardım verenlere "minnet" duygusuyla bağlıyor. Bu nedenle sosyal yardımlar hükümetlerin araçsallaşmış ve siyasallaşmış "sosyal politikaları" haline geliyor. - Kamu kaynaklarıyla kamuyu temsil eden kişilerce dağıtılmasına rağmen "makarna, kömür karşılığında oy" veriyorlar eleştirilerimiz yardım alanların bu yardımları kaybetmemek

için mecvut iktidara oy vermeye devam etmesine, "AKP kömür dağıtıyor" söylemi ise, AKP'nin belki istese de yapamayacağı bir propangada avantajına dönüşüyor. - Belirli kriterlere göre verildigi savunulan öğrenci bursları gibi sosyal yardımlar dahi, cezalandırma aracı olarak kullanılarak Gezi direnişini destekleyen öğrencilere verilmeyeceği söylemiyle insanlarda korku yaratmak için kullanılıyor. - Yardımları hak temelli sosyal poltika alanına çekerek bunları tanımlı hukuki bir hak olarak kabul ettirmek gerekiyor. Yardım verenin tercih ve keyfine bırakılmış bir uygulama ister istemez klientalist bir ilişki, yani bağımlılık yaratıyor. Bu nedenle temel yurttaşlık geliri gibi uygulamaları peşinen reddetmeyerek bizim de sosyal politika önerilerimizi ortaya koymamız gerekiyor. - STK projeleri ve benzeri çalışmaları sosyal politikalar içinde ne kadar tanımlayabiliriz üzerine bir tartışma yaşandı. Toplantı sonunda bir email grubu oluştrulması, atölye özetinin gruba gönderilmesine karar verildi. Bir sonraki atölye bayram tatili nedeniyle 14 Ağustos Çarsamba günü aynı yerde “Hak Temelli Yerel Seçim Şartnamesi” gündemiyle gerçekleştirilecek. Sosyal Haklar Derneği

Ekoloji kampları - Yaz/Sonbahar 2013 17-24 Ağustos // Kafkasör Yaylası, Artvin Ekoloji Kampı Şirketlerin Yalanına, Doğanın Talanına Karşı; Artvin’i Gezi Eylemeye! 6-8 Eylül // Foça, İzmir Akdeniz Dayanışma Kampı Dayanışma Sınırlara Sığmaz! 13-15 Eylül // Davlos, Kıbrıs Ekoloji Forumu 2013 11


Kazova işçileri bu defa direnişi “örüyor”

RANTIN BATSIN! Uzun zamandır ihalesi süren 3. köprü güzergahı üzerinde kesilen ağaçları görmek, ve Başbakan’ın 29 Mayıs’ta temel atmak istemesiyle 3 ay içinde kesimlerin hızlandırıldığı coğrafyada ağaç kıyımının ne safhada olduğunu belgelemek üzere Kilyos’a doğru yola çıktık. 3. köprü tartışmalarının alevlendiği 2007'den bu yana arsa fiyatlarının yer yer 40 katına fırlamış olduğu sahada, yol sormak için durakladığımız kimi yerlerde belgeselci olduğumuz ve süreci takip etmek için geldiğimiz öğrenildiğinde, 'bu işe karışmayın, kendi işinize bakın' tonunda esen soğuk rüzgarlar rantın büyüklüğünün bir göstergesi olarak karşımıza çıktı. Binlerce yıldır haftada 5 gün kuzeyden esen rüzgarlar ormanın üstünden oksijeni toplar ve İstanbul’a temiz hava pompalar. Şimdi bu doğal havalandırmanın yok olması ile karşı karşıyayız. Bunların üstüne Kilyos'un ormanda yaşayan binlerce çeşit hayvan ve göçebe kuşların konaklama alanı olması, işin rengini değiştiren başka bir konu. Salt insanların ve insana dair hizmetlerin erişimini sağlamak savunusuyla yapılan köprünün, ille de yapıcam diye inat eden bir iradenin temsil etmediği doğal yaşamın üzerindeki hak ihlalinin ne kadar büyük ve yıkıcı olacağını anlamak için sadece kesilecek ağaç sayısını bilmek yeterli! Ailesini geçindirmek için günlük 30 lira yevmiyeyle güneşin altında zor koşullarda ağaç kesimi yapan işçilerden, yol için kesim yapılacak alanın genişliğinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ilan ettiği gibi 30 metre değil, en az 120-130 metreden yer yer 300 metreye kadar genişleyen bir alanı kapsadığını öğreniyoruz!! (Yukarıdaki fotografta bitince 10 şerit olacak yolun şimdiye kadar kesimi tamamlanmış olan kısmını görebilirsiniz.) Bu demek oluyor ki, kesilecek ağaç 4

Kazova işçilerinin gününü doldurdu.

sayısının resmi olarak açıklanandan yaklaşık 5 kat fazla olmasının yanında Belgrad ormanları telafisi olmayacak şekilde yok edilmekte. Kısırkaya Köyü'ne yakın alanda kesilen ağaçları görmek için durduğumuzda, henüz 10 yaşına gelmediği için kökünden sökülerek başka bir alana taşınabilecek 10 binlerce ağacın yakılacak odun haline getirilerek metrelerce sıralanmış olması akıl almaz bir görüntü olarak karşımızdaydı. Yer yer kökünden sökülmüş, ama ekilmek için başka bir alana taşınmak yerine kurumaya bırakılmış olanlar için yas tutmaktan başka bir çaremiz kalmamış. 3. Köprü Projesi’nin yaratacağı her türlü tahribatla sadece bu projeye karşı olanları değil, bu kentin havasını soluyan, suyunu tüketen, kuzey rüzgarlarıyla serinleyen, vaktini yollarda geçirmek istemeyen ve varlığını her anlamda arttırmak isteyenleri, kısacası bütün bir kent halkını aynı derecede etkileyeceği açıktır. Aynı olmayacak belki de tek şey bu kenti terk etme zamanlarımız olacak! Oysa ki şimdi Gezi Ruhu’nun birleştirici gücüyle bizler, yaşam hakkını gözetmeyen, buram buram rant kokan her türlü projenin önüne birlikte bir set çekebilir ve hep birlikte bu gidişata bir DUR diyebiliriz! Her yer GEZİ, Her yer DİRENİŞ!

direnişi

100.

ardından fabrika önünde "Patronsuzlar" filmi izlendi.

Kazova Tekstil işçileri 31 Ocak'tan bu yana gasp edilen 4 aylık maaşları, kıdem ve ihbar tazminatlarını alabilmek için direnişteler. Fabrika önünde çadır kuran işçiler, patronları Ümit Somuncu'nun fabrikadaki makinaları da kaçırmasının ardından fabrikayı işgal ettiler. İtalyan firması Olympias'ın avukatı olan Ömer Durak'ın bu süre zarfında iki kez polis eşliğinde fabrikada makina kalmamasına rağmen hacze gelmesi, işçilere karşı sergilenen tavrın sadece küçük bir göstergesi. Kurtuluş-Feriköy Tatavla Dayanışması Forumu, Kazova direnişçilerinee sık sık gerçekleştirdikleri ziyaret ve eylemlere destek veriyor. Şişli Merkez ve Maçka Forumu başta olmak üzere forumlarla birlikte işçilerin sesini duyurmak için eylemlilikler düzenliyor.

Kazova işçileri bu haftaya da Türkiye işçi sınıfı tarihine geçecek yeni bir üretimle başlıyorlar. Patronsuz üretim; aracısız, adil tüketim şiarıyla ürettikleri ürünleri forumlarda destek stantlarında sunacaklar bize. Şu an ellerinde birçok kıyafet var. Bunların satışı forumlar başta olmak üzere mümkün mertebe her yerde örgütlensin istiyorlar ki, kazanılanlarla işgal ettikleri fabrikada üretime geçmek mümkün olsun ve patronsuz bir fabrikada insanca çalışma koşullarını yaratma imkânı doğsun. İlk olarak 2 Ağustos Cuma günü Abbasağa Parkı'nda destek standı açılıyor. Maçka ve Yoğurtçu Parkında da destek stantları açılacak.

Geçtiğimiz hafta Kurtuluş, Maçka, Doğancılar, Şişli Merkez, Güldağ ve Tatavla forumlarında biraraya gelenler, direnişteki Kazova Tekstil işçilerine dayanışma ziyareti gerçekleştirdi. Osmanbey Metro çıkışında toplanan forum bileşenleri, "Kazova işçisi yalnız değildir", "Diren Kazova forumlar seninle", “Her yer Kazova Her Yer Direniş” sloganlarıyla yürüyüşe başlayarak, Baruthane Caddesi ve Bomonti’nin ara sokaklarından geçerek fabrika önüne gitti. Kazova işçileri, destek için gelen kitleyi “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganıyla karşıladı. Forumlar adına yapılan konuşmanın ardından direnişteki işçiler adına Bülent Ünal destek için gelenlere teşekkür etti. Ünal, bütün baskı ve zorluklara karşın direnişi zaferle sonuçlandırmak istediklerini belirtti. Konuşmaların ardından sohbetler edildi. Ertesi gün Metin Yeğin'in katılımıyla yapılan sohbetin

4 Ağustos'ta fabrika önünde direnişin 100. günü münasebetiyle düzenleyecekleri şenliğe bütün forumları davet ediyorlar. Dayanışma çağrıları hepimize..

9


VEGAN MUTFAK, VEGAN FORUM Taksim komününde hayvanların durumu ve hayvan özgürlüğü çalışmaları Gezi Parkı ve Taksim komünü sürecinde gerçek bir hayvan katliamı yaşandı. Biber gazindan etkilenen kediler ve köpekler elbette ki nasıl korunacakları hakkında bilgiye ve gereken materyale sahip değillerdi. Durum kuşlar içinse çok daha kötüydü. Pek çok serçe ve güvercin havaya sıkılan gaz kapsüllerine ve plastik mermilere hedef oldular, atılan ses bombaları çoğunun kalbinin durmasına sebep oldu. Kuşlara zarar veren sadece devlet şiddeti değildi. Havai fişeklerin kuşları öldürdüğü, yaktığı ve kalplerinin durmasına sebep olduğu kamuoyunda yaygın bir şekilde bilinmesine, hayvan özgürlüğü savunucuları tarafından defalarca protesto edilmesine ve parktaki büyük kürsüden anons edilmesine rağmen son güne kadar geceleri komünün üzerindeki gökyüzü havai fişeklerin katil ışıklarıyla aydınlanmaya devam etti, kuşlar da ölmeye. Parkın ilk günlerinden itibaren alana eylemcilerin ve polislerin hemen ardından girenler köfte-ekmek satıcıları olmuştu. Pek çok aktivist karnı acıktığında soluğu bu köfte-ekmek standlarında buluyor, öldürülmüş, pişirilmiş ve soslarla süslenmiş hayvan bedenleriyle doyuyordu. Parkta hayvan özgürlüğü savunucuları ilk günden itibaren bu durumun tutarsızlığına dikkat çektiler. Köfte-ekmek standlarının önünde “Ağaçların kesilmesine hayır da hayvanların kesilmesine evet mi?” sorusunu soran dövizler taşıdılar.

Vegan Mutfak Veganlık, kişinin hayvan sömürüsüne bir yerinden müdahil olmuş hiçbir ürün ya da eylemi hayatına dahil etmemesi anlamına gelir. Veganlık yaşam pratiğine ilk etapta, hayvansal et, hayvansal süt ve süt ürünleri, yumurta, bal ve bunların kullanıldığı gıdaları tüketmemek; deri, 10

kürk, yün, ipek ve bunlardan yapılan giysi ve eşyalari giymemek, kullanmamak, satın almamak; hayvanlar üzerinde denenmiş kozmetik, tıbbi malzeme ve temizlik malzemelerini kullanmamak ve satın almamak; av, hayvanlı sirk ve hayvan dövüşü gibi hayvan sömürüsü üzerine kurulu eğlence alanlarını protesto etmek ve hayatına sokmamak; dilinden hayvan sömürüsü ve türcülük üzerine kurulu söylemleri uzaklaştırmak olarak yansır. Vegan Mutfak, dört vegan grup tarafından yürütülen ortak bir proje olarak ortaya çıktı. Her grup sosyal medyadan kendi tabanına ulaşarak vegan mutfağın açılışını ve yemek bağışı gerekliliğini duyurdu. Ertesi gün hemen bir masa kuruldu ve veganlar mutfağa yemek yağdırmaya başladılar. Gelen yemekler insanların çok hoşuna gitti, ve bu vesileyle biz de veganlık ve hayvan özgürlüğü meselesini anlatma fırsatı bulmuş olduk. Gezi Parkı’nda polis işgalinin son bulmasının ardından vegan forumlar düzenlemeye başladık. Taksim komünü ve park forumlarının getirdiği ruh haliyle beslenen bu forumlarda, hayvan özgürlüğü, veganlık, gündelik pratikler, teorik sorunlar ve daha pek çok konu konuşuluyor ve eylem planlamaları yapılıyor. Vegan Forumlarla ilgili bilgilere ulaşmak ve gelişmeleri takip etmek için fb.com/direnvegan ve twiter.com/direnvegan sosyal medya hesaplarını takip edebilirsiniz. Yeryüzüne Özgürlük Derneği, direnişe yönelik polis şiddeti sırasında mağdur olan hayvanlarla ilgili Cenevre’deki Uluslararası Hayvan Hakları Mahkemesi’ne başvuru yapmaya hazırlanıyor!

YEDİKULE BOSTANLARINI YENİDEN KAZANALIM! Sanayileşme öncesi kentlerin birçoğu surlarının içinde tarım alanları, meyve bahçeleri bulundururdu. Tarıma dayalı bir ekonomi, ticaret ve ulaşım imkanlarının sınırlı oluşu pekçok kentin kendi kendine yetecek üretimi yapmasını gerektiyordu. Öte yandan bu saptama oldukça yenidir. Nitekim, 18. yy’da İstanbul’u ziyaret eden Fransız hekim Olivier, Kadırga limanı bostanlarını görünce şaşırır. Bu alanların deniz ticareti için kullanılabilecekken neden bostan yapıldığını anlayamaz. Aynı yaklaşım 20. yy’ın tarihçilerinde de devam eder. Araştırmacıların çoğu kent içi tarım alanlarını hiçbir zaman kent dokusunun organik bir parçası olarak görmedi. Böylece kentin sadece tüketen yerleşim birimleri olduklarını üretimin çok sınırlı düzeyde olduğunu iddia edebildiler. Öte yandan İstanbul’daki kentsel tarım, şu an bu yönde bir teşvik ya da planlama olmasa da kesintisiz olarak devam ederek dünya üzerinde hala yaşayan belki de tek tarihsel örnek. Ancak, sermaye birikiminin kent merkezinde odaklanması kent merkezindeki pek çok alanın yozlaşmasıyla birlikte bostanları da etkiledi, İstanbul’un “yeniden inşaası” sürecinde sayıları hızla azaldı. En son Langa bostanlarından sonra bugünlerde Yedikule bostanları da tehlike altına girdi. Fatih Belediyesi bu alanda bir kent parkı oluşturmak için bostanları moloza gömmeye başladı. Sur içindeki 60 dönüm bostanın yaklaşık 30 dönümü üzerindeki ürünlerin toplanmasına dahi fırsat verilmeden gömüldü. Ayrıca tarihi kuyulardan biri de molozla dolduruldu. “Toprağın tarihi mi olur” diyen bir belediye yöneticisine inat bu bostanlar 17.yy. vakfiyelerinde karşımıza çıkıyor.

projesi ile bu güvenlik sorununu aşacağını iddia ederek projesine meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadır. Park projesine karşı bostanlarda başlayan mücadele belediye ve çevik kuvvet tarafından sıkça engellenmeye çalışılsa da kendi yöntemlerini geliştirerek alana yerleşmeye başladı. Bostanlarda bölge hakkında açık dersler, atölyeler yapılıyor. Bostancılar, yüzlerce yıllık birikimlerini, bostan okulu sayesinde daha geniş çevrelere aktarma fırsatı yakalıyor. Zaman içerisinde bir kısmı otopark, bir kısmı site yada spor tesisine dönüşerek kaybolmuş şimdi de park yapılmak üzere yok edilmeye çalışılan Yedikule bostanlarını geri kazanmak kendi kendine yetebilen şehirleri savunmak için bir fırsat. Bu tür nadir üretim alanları, neo-liberalizmin tüketim alışkanlıklarına karşı üretici ve dayanışmacı ekonomik modellerin hayata geçtiği müşterek alanlara dönüşebilir. Bu dönüşümü elbette vereceğimiz mücadele belirleyecektir.

Yerel yönetim bostanların birer “kültür varlığı”, ayrıca tonlarca sebze ve meyve elde edilebilecek kentsel tarım alanı olarak kendi kullandığı ekonomik model içerisinde dahi değerli olduğunu fark etmemekte. Bunun yerine sıradan bir park projesinin rantını önüne koymaktadır. Ayrıca, yıllardır bölgeyi ihmal eden yerel yönetim, bu ihmalin sonucu ortaya çıkan güvenlik problemlerinin de faturasını bostanlara keserek hem kendisinin yıllanmış kabahatini örtbas etmekte hem de park 3


Erkeklİk, İktİdar ve Gezİ DİrenİŞİ Gezi Direnişinin bir kez daha ortaya çıkardığı bir şey varsa o da karşımızdaki iktidarın yaşama müdahale ederken kullandığı tüm araçların aynı mütecaviz cüretten besleniyor olduğuydu. Ülke üzerinde iz bırakmak istediğini açıkça dile döken bu iktidar, Gezi Parkı alanı üzerine ihtişamlı bir AVM erekte etmeye yeltenirken kent, mekan, bellek ve genel olarak yaşam üzerinde iz bırakmak isterken ne kadar hoyratlaşabildiğini gösteriyor. İktidarın dizgininden boşalmış bu halini mümkün kılan da, Taksim’i sermayeye emanet etmekten kentsel dönüşüme, üçüncü köprüden esnek üretim yasalarına kadar her hamlesinin dünyanın hakim ekonomik aklına yaslanıyor oluşu elbette, ancak bunun ataerki ile ne kadar iç içe olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Bu gözle bakıldığında başbakanın direniş sırasında kürtaj veya aile başına çocuk sayısı gibi konularda yaptığı açıklamalar da sadece erkekliğin kadın bedeni karşısındaki konumlanışını değil, bu konumlanmanın nüfusa ucuz işgücü deposu gözüyle bakan neoliberal istihdam politikaları ile birbirini nasıl beslediğini de gösteriyor. Gezi Direnişi sürecinde de iktidarın bedeninde tipik erkeklik jest, tonlama ve hal-tavırlarının neredeyse tümüne tanıklık ettik: egemenler bazen inkar etti, bazen tehdit; kendinden vazgeçmeye hiçbir niyeti olmayan bu dil, cinayet işlerken gösterdiği vahşeti, iş tetikçiyi korumaya geldiğinde anlayışlı bir babanın şefkatine dönüştürdü. Yer yer lütfedip sabır göstermeye giriştiler ama her seferinde sadece sabırlarının ve toleranslarının eşiğini gösterip sınırları kimin çizdiğini hatırlatmaya çalıştılar. Güçten anladıkları şey büyüklüğe dayalı bir performans olduğu için sıkıştıkları her yerde devasa kalabalıklara sığındılar. Halkı oy üzerinden kıymete binen bir 8

kelle sayısı olmaktan vazgeçmeye çağıran bir direnişe verebildikleri tek cevap, insanları nasıl yığınlara dönüştürebildiklerini gösteren mitingleri oldu. Medya helikopterlerinin tepeden çekip kadraja sığdıramadığı, aynı yöne bakan kalabalıkların iktidar üzerinde yarattığı haz, topçu kışlasının hayaletinden yaratılmak istenen soğan kubbeli AVM’nin büyüklüğünden umulan hazza kardeş olsa gerek! Zaten Kentsel mekana yapılan saldırıların tümü de aynı ataerkil iklimden besleniyor: sağa sola açılan ‘dalış tünelleri’, nereye uzadıkları meçhul gökdelenler, köprüler, aynı eril tahakkümün yaşamsal olan her ne varsa klostorofobik alanlara hapsetmesini cisimleştiriyordu. Direniş bu yüzden ataerkinin ta kendisine direnmek, (çoğu kez farketmeden de olsa) erkekliğin dışına doğru çıkan yeni deneyimler keşfetmek oldu biraz da. Direniş boyunca kadınların ve LGBTQ bireylerin hem kişisel hem de örgütlü katılımının yarattığı etki, alanın tüm özneleri üzerinde iktidarınkinden çok daha güçlü bir iz bıraktı elbette. Ancak sloganlardan eylem pratiklerine kadar pek çok alanda direnişin dili de ataerkiden nasibini almış durumda idi. Biz erkekler, şu ‘biz’ deyişin içerdiği erkekler-arası dayanışmada, ataerkil kültürün geleneksel veya modern, doğrudan veya dolaylı görünümlerinde köklü bir sapma, bir kırılma oluşturma yönünde henüz elle tutulur politik adımlar atmış değiliz. İktidarın saldırısı ve direnişin potansiyelleri ‘bizleri’ çoktandır bir yol ayrımına, yeni bir sorgulamanın ve politik müdahalenin zorunluluğuna sürüklemeye başladı bile. İktidarla hesaplaşmanın yolu ataerki ile yüzleşmekten geçiyor! Ataerkiye Karşı Erkekler ataerkiyekarsierkekler.blogspot.com

ORTANCA FORUMUNDA GÖKKUŞAĞI SESLERİ Gezi direnişi dahilinde hem görünürlükleri ile hem de bizatihi belletilmiş olan dar kalıplar ile anlatılmış bireyler olmadıklarını her defasında, kendilerini kanıtlamalarını talep edenlere “hayatın merkezindeyiz işte tam da buradayız” diyerek ses eden, yollarda, barikatlarda karşılaşılan, Talcid'li suyundan ekmeğine bölüşülen bireylerin başlarına gelenlerin tartışıldığı, LGBTİQ'nun ne demek olduğuna dair tespitlerin de dinlendiği bir etkinlik gerçekleştirildi. Perşembe akşamı Kurtuluş-Feriköy Dayanışması'nın Ortanca Park Forumunda hem yukarıda saydığımız sürekli şiddete karşı hala yek başlarına konulanların tanıklıklarının paralelinde yaşatılan kayıplar, edilen zulümler ve 30 Temmuz Salı günü Kurtuluş'taki evinde katledilen Özge isimli trans kadın'ın katledilmesi başta olmak üzere Kurtuluş ahvalinde neler oluyor sorusu sorgulanmaya çalışıldı. Sorular ve anlatımlar tümden özetlemeye çalıştığımız şekilciliğin, devletçe türetilen ön yargıların ne kadar kasıtlı, basbayağı hesaplı kitaplı bir görüngü ortaya çıkartmaya çalıştığına dair sözler ilave olundu. Her defasında, her yönüyle. LGBTİQ bireylerin zorunlu olarak seks işçiliğine itilmesinden, yaşamak için sadece bu alana hapsedilmelerinden yetmez bir de yaşadıkları meskenlerde karşılaştıkları olumsuzlukların anlatımıyla bir çoğumuzun haberdar dahi olmadıkları şeyler kulaklarımıza yer etti. Konuşmaktan kaçınmayan LGBTİQ bireyin her defasında açık sözlülükleriyle belirttikleri gibi “biz ve onlar” diye bir ikilemin, ayrıştırmanın yersizliği ve kırıcılığına dair vurgulamaların altı çizildi. Politize, aktivist olunca ancak haber edilen zulümlerin, tehditlerin ve cinayetlerin nasıl bir süreklilik çemberinde gerçekleştirildiği kısmı bizatihi uzun uzun üzerine düşünülesi tespitleri beraberinde getirdi. İşitildi. Toplumun genel ahlak yapısı diye dayatı-

lanla karşı varlıklarının tehdit unsuru olarak ele alınmasına karşı o ahlak tanımı yerin dibine batsın sözü misafir olan aktivistlerce yinelendi. Eller onaylamak için havada! Ortak yaşam sahalarına kadar nüfuz eden nefret söyleminin üzerine gidilmesinden, komşuluk ilişkilerinin hem pozitif hem de negatif unsurlarının enikonu ele alınması ve düzenlenmesinin gerekliliği bir arada yaşamaya devam edebilmemiz için elzemliliği bir kere daha altı çizildi. Gezi direnişinde zikredilen yaşasın halkların kardeşliği lafzının sürecin ardından Kürtçe söylenmesine kayıtsız kalanlar olduysa kimi yerde, önyargılara teslim olunduğuna tanık olunduysa, Araplara ayrı Ermenilere ayrı bir önyargının devamlılığı sürdürülürken, LGBTİQ bireylerin de bu akıl tutulmasından çoğu zaman paylarına düşeni aldıkları not edildi. Bir kere daha söz ortaklaştırılmadan, evlere geri dönüldüğünde fabrika ayarlarına geri dönmenin önü alınmadan bu ve benzeri etkinlikler dahilinde ve sayesinde içimizdeki bireyleri, bizden birilerini tanıyabilmemizin bu hayatı daha yaşanılabilir kılacağı, hakların ve tehditlerin karşısında ortak tavır alınılabilmesinin ivediliği paylaşıldı. Erkek egemen düzenin çoğunlukla vurdumduymazlıkla karşıladığı, işitmediği ve kayıtsız kaldığı bir zamanda işte bu zaman diliminde her kayıp hanemizden eksilmemiz, o dillerden düşürülmeyen çok renkliliğimizin silikleşmesidir. Yok olmasıdır. Leil-Zahra Mortada'nın yollamış olduğu ve etkinlikte okunan dayanışma mesajında değindiği gibi "onlara hatırlatacağız, biz ve ölmüş olanlarımız için mücadele ancak adalet gerçekten tesis edildiği zaman son bulacak. Bu dünya bizim ve ona sahip çıkmak için buradayız. Bunu yapmadan da hiçbir yere gitmiyoruz!" Hep bir aradayız ve bu daha başlangıç bahsini unutmadan! akıldan çıkartmadan yaşayacağız gökkuşağının tüm renkliliğiyle.. 5


şiddetine, hükümetin muhafazakâr politikalarına karşı diğer toplumsal hareketlerle beraber büyük bir dayanışma içinde örgütlenen Gezi Direnişi, çok renk tek ses olmayı hepimize öğretti lakin en önemlisi direnişin “erkeklere” ait olmadığını bilakis erkek olmaması gerektiğini gösterdi. Direniş cinsel özgürlükçülüğün önemini, homofobik, transfobik ve cinsiyetçi olmayan bir dille mücadele edilebileceğini öğretti. Ve daha önemlisi sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumu tüm farklılıklarımızla, birbirimize saygı duyarak bir arada kurabileceğimize dair kolektif bir özgüven oluşturdu. Kendi yaşam alanlarımızda kurduğumuz “dayanışma ruhunu” direniş ve parkta kaldığımız süre boyunca bizimle temas etmeyen insanlar tarafından görünür olması ise son kertede LGBT hareketin toplumsal meşruiyetini güçlendirdi. Öyle ki, bu sene on birincisi gerçekleştirilen Onur Yürüyüşünü elli bin üstünde insanla gerçekleştirdik.

LGBT’lerin kentsel dönüşüme dair mücadelesi hareketin tarihini okumayı gerektiriyor ve rahatlıkla söyleyebileceğimiz bir sonuca bizi götürüyor: LGBT hareketinin “Getto değil kentin tamamını istiyoruz!” şiarı hareketin çıkış noktasını tanımlar nitelikte. Neoliberal muhafazakâr politikaların bir sonucu olan ve alt sınıflar, Kürtler, Çingeneler, sokak çocukları, ibne ve dönmeler gibi kentlerden sürülmesini içeren “kentsel dönüşümün” ilk hedefi Ülker Sokak, Ankara-Eryaman şimdilerde Avcılar ve Bayram Sokak deneyimlerinin gösterdiği üzere LGBT topluluklarıydı. Zira kenti temizlerken ve kent merkezlerini mutenalaştırırken en az ihtiyaç duyulan şey LGBTlerdi. Heteroseksist kapitalist mevcut sistem tarafından görmezden gelinen, yasal hiçbir güvenceleri olmayan, istihdam edilmeyen ve seks işçiliği yapan/yapmak zorunda kalan trans seks işçileri yargı ve kolluk uygulamasında yasadışı ilan edilmiş ve yeraltına çekilmiştir. Trans olma halini mücrimleştiren, varoluşunu suç ölümünü hiç sayan sistemde yaşayan ve türlü polis şiddetine maruz kalan, uğradığı toplumsal şiddetin hesabı sorulmayan trans seks işçileri kendi koruma mekanizmalarını oluşturmuşlar, bir arada yaşamaya başlamışlardır. Ve fakat yukarıda bahsettiğimiz devlet destekli linç operasyonlarıyla dağıtılmışlar ve “ahlaksızlık, fuhuş, sapıklık vb.” gerekçelerle sürgün edilmişlerdir. 80lerin sonundan yani hareketin başlangıcı daha doğru bir deyimle görünür olmaya başladığımız andan itibaren muhafazakar cinsel rejim bekçileri tarafından “marjinal” ilan edilen bizler, Gezi Direnişinde de bu sıfatın dışında kalmadık, kalamazdık. Zira senelerdir müstekbirlerin ve muktedirlerin dilini kullanan mustazaflar tarafından bu sıfata layık görüldük ve gocunmadan sahiplendik. Çünkü marjinallik bir haktı ve çoğul6

cu demokratik rejimin garantisiydi. Kendimizi bildiğimiz andan itibaren sistemin karşısında, her alanında, okulda, işte, ailede direnen biz lezbiyen, gey, biseksüel ve translar Gezi Direnişinde de yer almalıydık ve aldık. Gezi Parkının eşcinsel erkek ve translar için sembolik öneminin yanı sıra mücadele hafızamız bizi orada olmaya bir nevi zorluyordu. Keza AKP hükümetlerinin neoliberal muhafazakâr politikalarının bizi doğrudan etkilemesi ve bu politikalarından duyulan rahatsızlığın toplumsal ölçekte yankı bulması direnişte bulunma sebeplerimizden. Birlikte mücadeleye ve

toplumsal özgürleşmeye inanan bir hareket olarak böyle bir isyan dalgasının içinde yer almamamız düşünülemezdi. Hayatın her alanında var olduğumuz gibi direnişte de bulunmalıydık. Çünkü bu direniş, beyaz, Sünni, erkek, heteroseksüel ve Türk olanlar dışında yaşam alanı bırakmayan milliyetçi-muhafazakâr sisteme karşı bir varoluş mücadelesiydi ve varoluşumuz aslında sisteme direniş demekti. Ve tabii ki marjinalliğimize halel getiremezdik! Kazanılmış alanlarımızın yasaklanmasına, polis

Devletin, polisin, hükümetin her gün artan şiddetine, sokaktaki nefreti besleyen, genel ahlakı kutsayan ideolojiye karşı özgürlük ve halkların kardeşliği söylemimizi eşitlik talebimizi her yerde ve her gün dile getirmeye devam edeceğiz; ırkçılık, cinsiyetçilik gibi faşizan ideolojilerle ördükleri cendereyi Gezi Direnişi bozdu. Polis, medya ve diğer devlet aygıtları olmadığı müddetçe bir arada özgürce yaşayabileceğimizi gördük. Umudu gerçek kıldığımız bu direniş sayesinde “kardeşleştik”. Kavuşmamız ve barışmamız zor oldu, artık birbirimizi bırakmama ve dinlemenin zamanı! “Üzgünüz muktedirler, biz özgürlüğün tadını aldık!” Kalbimizde, devletsiz, sınırsız, sınıfsız, cinsiyetsiz bir dünyanın hayali var. Bu hayali gerçekleştirmeden hiç bir yere gitmiyoruz, sonuna kadar direneceğiz. 7


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.